SD SUBAT SAYI 39 DERGI.indd - Stratejik Düşünce Enstitüsü

advertisement
BAŞKAN’DAN
Yeni yıla birçok alanda hızla giren Türkiye’de müzmin sorunların çözümü için de siyasetin yeni inisiyatifiyle yeni bir ufuk ortaya çıkmıştır. Bu ufuk
yeni bir anayasa için de şartları düne nazaran
biraz daha elverişli hale getirmiştir. Esasen adına demokratik açılım denilen bu sürecin en az
10 yıllık bir mazisinin bulunduğunu aklımızda tutmamız gerekiyor. Bu açılımın ve içine girilen yeni
sürecin adını doğru koymak gerekiyor. Birilerinin
dediği gibi bu Türklerle Kürtler arasındaki bir barış süreci değildir, çünkü Kütlerle Türkler hiçbir
zaman birbirleriyle savaşmadı. Birileri bu iki halk
arasındaki bir savaş görüntüsü vermeye çalışıyor olabilir ama böyle bir savaşın varlığının kabulünün çözüme hiçbir şekilde yardımcı olmadığını
görmemiz gerekiyor. Aksine Türkiye’de faşizan,
baskıcı, ceberut bir devlet anlayışı ile sorun yaşamamış hiçbir kesim olmamıştır ve bu devlet anlayışı toplumun dokusunu tahrip etmiştir. O yüzden içine girilen çözüm süreci ancak geniş çaplı
bir toplumsal restorasyon ile mümkün olacaktır.
Onu tamamlayacak adım da bu restorasyonu
mümkün kılacak bir anayasadan başkası değildir.
O yüzden sürecin ismini toplumsal restorasyon
olarak anmak kanaatimizce Türkiye’nin bütün kesimlerini en dengeli ve makul düzeyde kapsayacak kuşatıcı bir adım olacaktır. Nihayetinde bu
restorasyon süreci yalnızca Kürtlerin haklarının
iadesi açısından değil, onları da kapsayacak şekilde Türkiye’nin bütün kesimlerinin kendilerini
bulacakları bir düzeye doğru yürütülmektedir.
Türkiye’deki değişimi tescilleyen kapsamlı bir toplumsal sözleşme, yeni bir anayasa hazırlanırken
eşzamanlı olarak ülkenin iç ve dış siyasetinde hız
kesen Kürt Meselesi veya terör sorununu çözecek adımlar atılmaktadır. Elbette bundan önce
defalarca yaşadığımız biçimde, Türkiye’nin bölgesinde ve dünyada oynadığı yeni rolden rahatsızlık
duyan odakların süreci baltalamak isteyeceklerini tahmin etmek zor değildir. İhtiyatsız bir iyim-
serlik hüsranla neticelenebilir fakat bu ‘ihtiyat
payı’ silahlı taraflar açısından makul karşılanabilir
olsa da aydınların ve sivil toplumun söylemini o
kadar esir almamalıdır. Çözüm yolunda hemen
her kesimin elini taşın altına sokması beklenir.
SDE olarak Vesayetsiz Anayasa, Demokratikleşme Süreci ve Kürt Meselesi konularında birçok
kapsamlı program gerçekleştirdik. Arkamızda
bıraktığımız Ocak ayı sonunda da müzakere sürecinin taraflarını çalıştay formunda bir yuvarlak masa etrafında buluşturduk. Sonuçlarını bir
rapor halinde kamuoyuna sunmayı tasarlıyoruz.
Daha önce başka alanlarda yaptığımız çalışmalara kıyasla bu çalışmalarda göze çarpan bir farkın
altını çizmek önemlidir. O da şu, özellikle çatışma
ortamının sonlanması, Türkiye’nin iç barışını temin yolunda içine girilen sürece katkı sunmaya
davet edilenlerin büyük bir heves ve gönüllülükle
katkı vermeye koşması.
Çevremiz savaşlar ve iç karışıklıklarla sarsılırken,
mağdurların, mazlumların ve kendi halinde çoğu
halkın, Türkiye’nin bölge politikalarında söz sahibi
olmasından büyük bir umut ve heyecan duyuyor
olduğu görülüyor. Dış politikada soğuk ve çıkarcılığı yücelten bir realizmin ilkeleri yerine ‘insani
boyutun’ öne çıkması Türkiye’nin son zamanlarda hem mümkün olduğunu hem de daha erdemli
olduğunu ispatladığı bir tercih, ama bu tercihin
kemaline ermesi büyük ölçüde içeride sosyal
barışın daha güçlü temellerde tesis edilmesiyle
mümkün olacaktır. Kendi iç barışını tesis etmiş
bir Anayasaya ve çatışmasız günlere kavuşamayacağımızı savunanlar Anadolu’nun bin yıllık birlikte yaşama geleneğini inkâr ettiklerinin farkına
varmalıdır.
Ümitlerimizin dünyaya tesir ettiği ve daha iyi bir
geleceği tesis edeceğinin anlaşılması dileğiyle siz
değerli okuyucularımızı Stratejik Düşünce dergisinin Şubat sayısıyla baş başa bırakıyoruz.
Prof. Dr. Yasin AKTAY
STRATEJİK DÜŞÜNCE
Stratejik Düşünce ve Araştırma Vakfı
İktisadi İşletmesi Adına Sahibi
Dr. Nurol Canbolat
Genel Yayın Yönetmeni
Prof. Dr. Yasin Aktay
Yayın Kurulu
Prof. Dr. Yasin Aktay
Prof. Dr. Birol Akgün
Prof. Dr. Aytekin Geleri
Prof. Dr. Muhsin Kar
Doç. Dr. Murat Çemrek
Doç. Dr. Levent Korkut
Doç. Dr. Yusuf Tekin
Doç. Dr. Bekir Berat Özipek
Dr. Murat Yılmaz
Aydın Bolat
Ahmet Ünal
Danışma Kurulu
Prof. Dr. Tayyar Arı
Prof. Dr. Mustafa Aydın
Prof. Dr. İbrahim S. Canbolat
Prof. Dr. Şaban H. Çalış
Prof. Dr. Beril Dedeoğlu
Prof. Dr. Hasan Tahsin Fendoğlu
Prof. Dr. Cihat Göktepe
Prof. Dr. Talip Özdeş
Prof. Dr. Ali Şafak
Prof. Dr. Mehmet Şişman
Prof. Dr. Ertan Beşe
Doç. Dr. Yaşar Akgün
Doç. Dr. Caner Arabacı
Dr. Zafer Aydın Ecemiş
Mehmet Akif Ak
Bayram Girayhan
Veli Şirin
Yazı İşleri Müdürü
Ahmet Ünal
Yayın Asistanı
Bedir Sala
Reklam Sorumlusu
Onur Olgun
Yönetim Yeri
Stratejik Düşünce Enstitüsü
Çetin Emeç Bulvarı A. Öveçler Mah.
4. Cad. 1330 Sokak No: 12 Çankaya / Ankara
Tel: 0 312 473 80 45
Faks: 0 312 473 80 46
14
Doç. Dr. Hamit Emrah BERİŞ
“Müzakere”den Çözüme Giden Yol
Uzunca yıllar boyunca bölgede yürürlükte kalan olağanüstü
hâl gibi uygulamalar, toplumun bir kesimi ile devletin arasının
açılmasını beraberinde getirdi.
18
Aydın BOLAT
2006-2013 Perspektifinden Türkiye’nin Değişimi
Kürt meselesinin çözümü, Alevi sorununun halli, mütedeyyin
insanların din, inanç ve ibadet özgürlüklerinin sağlanması,
temel insan hak ve hürriyetlerinin güvencesi, toplumsal barış, huzur, adalet ve
güvenliğimizin korunması, hukuk devletinin inşası ile yepyeni bir Türkiye vizyonu,
vesayetsiz ve tam demokratik bir Türkiye için Yeni Anayasa şarttır.
Tasarım-Baskı
Başak Matbaacılık ve Tan. Hiz. Ltd. Şti.
Anadolu Bulvarı Meka Plaza No: 5/15
Gimat Yenimahalle - Ankara
Tel: 0 312 397 16 17
Faks: 0 312 397 03 07
www.basakmatbaa.com
Fotoğraflar
AA, Cihan, ShutterStock
Bu dergi içeriğinin telif hakları Stratejik Düşünce
Enstitüsü’ne ait olup 5846 Sayılı Fikir ve Sanat
Eserleri Kanunu uyarınca kaynak gösterilerek
kısmen yapılacak alıntılar dışında önceden
izin alınmaksızın hiçbir şekilde kullanılamaz ve
yeniden yayımlanamaz. Bu dergide yer alan
SDE’nin kurumsal bilgileri ile SDE Akademik
Personeli’nin çalışmaları dışındaki diğer görüş ve
değerlendirmeler, yalnızca yazarının düşüncelerini
yansıtmaktadır; SDE’nin kurumsal görüşünü temsil
etmemektedir.
26
Röportaj
Ümit Fırat:
Öcalan İnisiyatifin Hükümette Olduğunu Gördü
İÇİNDEKİLER
İmralı’da Başlayan
Yeni Çözüm Sürecinin Parametreleri
Prof. Dr. Yasin Aktay
Müzakere Süreci ve Siyasette Yeni Denklemler
Dr. Murat Yılmaz
32
Röportaj
Osman Can:
1982 Anayasası Yürürlükteyken
Vesayet Kaldırılamaz
36
Casusluk-Fuhuş, Balyoz, Ergenekon Davaları ve
İstifa Etmenin Onuru
Güvenlikten, istihbarattan ve stratejik projelerden sorumlu
birimlere ait belgeler fuhuş ve casusluk çetelerinden çıkmaktadır. Cumhuriyet
savcılarına dahi açılmayan kozmik odaların gizliliği ihlal edilmiştir.
38
Alper TAN
14
2006-2013 Perspektifinden Türkiye’nin Değişimi
Aydın Bolat
18
Ümit Fırat:
Öcalan İnisiyatifin Hükümette Olduğunu Gördü
26
Osman Can:
1982 Anayasası Yürürlükteyken
Vesayet Kaldırılamaz
32
Casusluk-Fuhuş, Balyoz,
Ergenekon Davaları Ve İstifa Etmenin Onuru
Ahmet Ünal
36
38
Rahmet Peygamberinden
Günümüze Barış ve Kardeşlik
Prof. Dr. Talip Özdeş
42
Erdoğan’ın Afrika Turu:
Türkiye ve Afrika’nın Birbirlerini Keşfi
Prof. Dr. Birol Akgün
48
Afrika Sorunsalı ve Mali Operasyonunun
Makro Hesapları
Kasım İleri
54
Mali’de Rekabet: Fransa Ne Arıyor?
Zeynep Songülen İnanç
60
Çin’in Yeni Yönetimi ve Siyasal Reform
Doç. Dr. Erkin Ekrem
64
Gürcistan Rusya’ya Geri Mi Dönüyor?
Mehmet Fatih Öztarsu
72
Savunma Sanayii Müsteşarı Murad Bayar:
Yabancıdan Direkt Alım Devri Bitti
74
Eğilmez:
İmkanımız Varken Yapısal Reformlar Yapılmadı
79
Türkiye Ekonomisinde Özel Kesim Tasarruf Açığı
Prof. Dr. Ümit Özlale
Nurgül Sevinç
87
Enerji Teknolojileri Ar-Ge Politikaları:
OECD ve Türkiye Karşılaştırması
Işıl Demirtaş
92
Devrim Sonrası Tunus ve Raşid Gannuşi
99
Değişen Düzenler ve Küresel Savaş İhtimali
Afrika’da yaşananları Hıristiyan Batı’nın kolay kolay
hazmetmesi mümkün değil. Bu sebeple de savaş dahil her
türlü yöntemi tercih edebilirler.
11
“Müzakere”den Çözüme Giden Yol
Doç. Dr. Hamit Emrah Beriş
Değişen Düzenler ve Küresel Savaş İhtimali
Alper Tan
Ahmet ÜNAL
4
Geçmişten Geleceğe Arap –
Türk İlişkileri Çalıştayı
102
İMRALI’DA BAŞLAYAN
YENİ ÇÖZÜM SÜRECİNİN
PARAMETRELERİ
Prof. Dr. Yasin AKTAY
iÇ POLiTiKA
SDE Başkanı
SDE’nin “Türkiye’nin Demokratik Dönüşümü–2002-2012
Paneli”nde sunumu yapılan raporunun demeye çalıştığı
şey şuydu: Türkiye’de demokratik dönüşüm 2009’da
başlamış bir süreç olmadığı gibi sadece Kürtler için
tasarlanmış bir açılım programı da değildir. 2002 yılından
bu yana yapılanlara bakıldığında alınacak çok mesafe
halen var olmakla birlikte çok kapsamlı bir dönüşüm
programının gerçekleşmiş olduğu görülür.
A
ralık ayının başlarında Stratejik Düşünce
Enstitüsü’nün düzenlediği “Türkiye’nin Demokratik Dönüşümü – 2002-2012”
başlıklı panelin açılış konuşmasında Başbakan Yardımcısı
Prof. Beşir Atalay içinden geçmekte olduğumuz yeni sürecin
ilk sinyallerini vermişti: ‘Kanın akması, terörün durması,
Türkiye’nin enerjisini, moralini tüketen sürecin sonlanması
için her türlü girişim yapılabilir, yapılmaktadır’. Atalay’ın
bu sözleri yeni bir sürecin başlamış olduğunun işareti olarak
algılandı ki, bu algı yanlış değildi. Aslında Sayın Atalay, bu
konferansında AK Parti’nin
açılım siyasetinin 2009 yılında
başlamış bir süreçten ibaret olmadığını anlatmaya çalışıyordu. SDE’nin sözkonusu panelde sunumu yapılan raporunun
demeye çalıştığı şey de buydu:
Türkiye’de demokratik dönüşüm 2009’da başlamış bir süreç olmadığı gibi sadece Kürtler için tasarlanmış bir açılım
programı da değildir. 2002
yılından bu yana yapılanlara
bakıldığında alınacak çok me-
safe halen var olmakla birlikte çok kapsamlı bir dönüşüm
programının gerçekleşmiş olduğu görülür.
Çözüm İradesinin Kökeni:
AK Parti’nin Kurucu
Felsefesi
Doğrusu olayın Kürt sorunuyla ilgili kısmında AK Parti’nin
zaten kendi programı vardı ve
bu program bizzat hem kendi
tabanı olan Kürtlerin taleplerine hem de büyük ölçüde
kendi siyaset felsefesine dayanıyordu. O yüzden 2001
yılında kurulduğu esnada
yayımlanan parti programında AK Parti, Kürt sorununu
tanıdığını ilan etmiş, bu sorunun çözümününse güvenlikçi
politikalara indirgenemeyecek kadar daha geniş bir kültürel, sosyal ve siyasi reform
programından geçtiğini aşağıdaki sözlerle ifade etmişti.
“Kimimizin Güney Doğu, kimimizin Kürt, kimimizin terör
sorunu dediğimiz olay, maalesef Türkiye’nin bir gerçeğidir.
Partimiz bu sorunun toplum
hayatımızda neden olduğu olum-
suzlukların bilinciyle, bölge halkının mutluluğunu, refahını,
hak ve özgürlüklerini gözeten,
Türkiye’nin bütünlüğü ve üniter
devlet yapısıyla birlikte bölgeyi
tehdit eden terörün önlenmesinde zaaf yaratmayacak bir şekilde; kalıcı, tüm toplumun duyarlılıklarına saygılı, etkili ve sorunları kökünden çözmeye yönelik
bir politika izleyecektir.”
“Bu bölgemizdeki kültürel farklılıklar, partimiz tarafından
zenginlik kabul edilmektedir.
Resmi dil ve eğitim dili Türkçe
olmak şartıyla, Türkçe dışındaki dillerde yayın dahil kültürel
faaliyetlerin yapılabilmesini,
partimiz ülkemizdeki birlik
ve bütünlüğü zedeleyen değil,
güçlendiren ve pekiştiren bir
zenginlik olarak görmektedir.
Bölgenin geri kalmışlığından
kaynaklanan kimi olumsuzlukların giderilmesini, bölgeye dönük özel düzenlemeler
yoluyla değil, genel demokratikleşme projesi bağlamında
düşünmektedir.”
Görüldüğü gibi daha 2001 yılında AK Parti programında
5
Bu süreç içinde Öcalan’a uygulandığı düşünülen tecrit,
aslında büyük ölçüde otoritesi zedelenmiş sözleri havada
bırakılmış Öcalan’ın oynayacak bir zemin bulamamasından
kaynaklandı.
Kürtçe eğitimin önünün açılması, yazılı ve görsel basının
serbest bırakılması ve hatta
devlet eliyle yapılmasına dair
vaatlerde bulunulmuş. Esasen
bugün AK Parti’nin Kürt açılımına dair attıkları adımların
hepsi kendi siyaset anlayışının
bir sonucudur ve halen tamamlanmış da değildir.
Bugün başlayan süreç ise Kürt
meselesinden ayrı olarak, sorunun PKK ve silahlı terör
boyutuyla ilgilidir ve bu soruna yaklaşımda da yine 2001
yılında ilan edilmiş olan siyaset tarzıyla tutarlı bir yaklaşım
sergileniyor. Terörün sosyolojik zemini, Kürt sorunuyla
ilgisi ve psikolojik temelleri
anlaşılmadan, sadece güvenlik
tedbirleriyle yaklaşmanın sorunu daha fazla büyüteceğine
dair net ifadeler vardır. Süreç
içinde bu sorunun silahların
dışında halli için her yol her
yöntem arandı ve uygulanmaya çalışıldı. Ancak bu yolun
mayınlarla dolu olduğu ve zaman zaman büyük zayiatlara,
aksamalara yol açacak şekilde
bu mayınların patlatıldığına
da şahit olduk.
Öcalan’ın Otoritesi, Nereye
Kadar?
Mayınları kimin patlatıyor olduğuna bakarak bu aşamada
6
STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013
kimseyi suçlamanın belki yeri
değil. Doğrusu 30 yıl devam
eden böylesine devasa bir sorun her zaman büyük ekonomik ve siyasal çıkar alanları
oluşturur. Bu alanları tekrar
restore etmeye kalkıştığınızda
kimin ne kadar etkili ve yetkili
olduğunu yeterince iyi tespit
edemeyebilirsiniz. Hâlihazırda
PKK üzerinde kimin ne kadar
etkili veya yetkili olduğu çok
açık değildir. İmralı’daki yeni
sürecin başlaması üzerine bir
demeç veren Kandil sorumlusu Murat Karayılan’ın ifadeleri bu durumda bile Öcalan’ın
otoritesinin sınırlarını ilginç
bir biçimde çiziyor:
“Bu konuda sadece DTK’lilerin
Önder Apo ile görüşmesinin
sorunu çözeceği düşünülüyorsa
yanlıştır. Elbette ki siyasi alanın
sürece dahil edilmesi çok önemli
ve gereklidir. Görüşen heyetin
aracı gibi bir rol üstlenmesi düşünülebilir ki bu da uygundur.
Mevcut heyet içerisindeki insanlar güvenilir insanlardır. Ancak
savaşçı yapının ikna edilmesi
ayrı bir olaydır, bizleri de aşan
bir durumdur.”
Bütün söylemlerinde Öcalan’ın
tek muhatap olarak sunmaya azmeden BDP veya PKK
çevrelerinin bile Öcalan’ı ne
ölçüde yetkili kabul ediyor
veya edebiliyor olduğu bile
süreç içinde başlangıcından
başka gerçeklerle karşı karşıya
bırakıyor. Nitekim bir şekilde
muhatap alındıktan sonra çok
kısa bir süre içinde anlaşıldı ki,
Öcalan, savaşı devam ettirdiği sürece tartışmasız bir lider
olarak kabul edilirken, savaşı
bitirme işaretleri verdiği anda
otoritesi riske giren biri. O yüzden savaşı sürdürmeye yetkili
olan Öcalan’ın savaşı bitirmeye
yetkili olmadığı anlaşıldı. Diğer
yandan Öcalan’ın PKK/BDP
tabanında tartışmasız bir lider
olduğu da bir gerçek olmaya
devam etti. PKK’nın toplumsal
zemini bir ölçüde artık Öcalan
simgeselliğiyle besleniyor, o
yüzden Öcalan tabanı bir arada
tutmak açısından son derece işlevsel. Örgütün Öcalan’a şiddetle ihtiyacı var ama bu, örgütün Öcalan’a dayalı sembolik
sermayeyi Öcalan’a tamamen
terk ettiği anlamına gelmiyor.
Bu biraz da işin tabiatı itibariyle
böyledir.
Silvan saldırısıyla başlayan
PKK’nın yeni şiddet dalgası
Öcalan’a rağmen gelişmişti.
Esasen bu dalga ile birlikte
Öcalan’ın sözlerinin hiçbir
anlamının olmadığı bir döneme girilmiş oldu. Örgüt bir
bakıma liderine karşı rüştünü
ispatlama çabasına girdi ve
Öcalan’a rağmen sürdürdüğü saldırgan politikalarla bu
sefer sonuç alacağını düşündü. Bu süreç içinde Öcalan’a
uygulandığı düşünülen tecrit,
aslında büyük ölçüde otoritesi
zedelenmiş sözleri havada bı-
rakılmış Öcalan’ın oynayacak
bir zemin bulamamasından
kaynaklandı. Ancak 2012 yılını devrimci halk savaşıyla bir
final yılına dönüştürme hevesi
boşa çıkan örgütün kendi tabanına karşı da iyice zor duruma düştüğü görüldü.
Bu, Öcalan’ın otoritesini yeniden restore eden bir durum
oluşturdu. Paradoksal bir biçimde PKK’nın daldığı şiddet
siyaseti başarısızlığa ulaştıkça Öcalan’ın önemi daha da
arttı. Bugün bile Karayılan’ın
sergilediği olumsuz ihtimallere rağmen Öcalan’ın belli bir
elden yönetilemez hale gelmiş
olan örgüt ve tabanı üzerinde
en etkili figür olma özelliği
daha da pekişmiştir. Bundan
sonra süreci malum güçlerin
baltalama ihtimali hiç yok değildir ama bu çabalar eskisi gibi
bir sonuç veremeyecektir. Bu
itibarla yeni sürecin hayırlı sonuçlar doğurmasını diliyorum.
İhtiyatsız İyimserlik
İçine girilen yeni çözüm sürecinin beklenen ilk haberleri ve
yorumlarından sonra bu sefer
bu yorum ve haberlerin konu
olduğu başka bir değerlendirme sürecine geçtik. İmralı
sürecine karşı takınılan tavırlar doğal olarak haber konusu
olur, çünkü böyle bir sürecin
kimin tarafından nasıl karşılanacağı hem doğal bir merak
konusudur hem de sürecin ne
kadar başarılı veya sağlıklı yürüyeceğinin işaretlerini verir.
Ancak bu arada takınılan tavırların tasnifi çok ilginç tab-
lolar çıkardı ortaya. Bunlar
arasında süreci coşkuyla karşılayanlar, her daim karamsarlığını sürdürenler, İmralı’nın
veya örgütün rutin kış manevrası olarak niteleyip süreçten
hiç bir beklentisi olmadığını
ifade edenler vs. Bir de değerli dostum Prof. Dr. Mazhar
Bağlı’nın ‘ihtiyatlı’ diye nitelediği ve haklı olarak ‘neyin ihtiyatı, kime karşı ihtiyat?’ diye
sorduğu kesimler var. Devlet
adına veya örgüt adına hareket edenlerin şimdiye kadarki
müzakere süreçlerinin sonlanma biçimlerine bakarak kendi
adlarına ihtiyat payı bırakmalarını anlayabiliriz de, aydınların bu ‘ihtiyat’ı bu kadar
çok dillendirmelerinin anlamı
ne? Bağlı, özellikle demokrat
aydınların bu ‘ihtiyatı elden
bırakmama’ halinin ilginç bir
biçimde örgüte ‘silahı elden
bırakmama’ mesajına kolay
tahvil olabilmesine dikkat
çekmiş. Doğrusu görülmeyecek bir tuhaflık değil bu.
Nasıl bir naiflik yaftası içeriyor
olursa olsun, iyimserlik samimi siyaset iradesinin en önemli vasfı olarak görülmelidir.
İyimser olmayanın siyasette
herhangi bir şeyi değiştiremeyeceğine insanlara hiç bir vaatte bulunamayacağına inanırım. İyimser olmayanın kendine, kendi yaptığı işe, kendi
sözünün etkili olabileceğine
bir inancı yoktur çünkü ve bu
da baştan itibaren siyasetin
tabiatıyla tam bir çelişki halidir. Dünyada hiç bir şeyin değişmeyeceğine, herşeyin aynı
ve ‘kötü’ kalacağına inanan
bir siyasetçi söylemi tasavvur
edebiliyor musunuz? Adama
sormazlar mı? Madem herşey
bu kadar kötülüğe mahkum,
o halde sizin de o kötülüğün
bir parçası olmadığınıza nasıl
inanalım?
Bu kadarlık siyaset felsefesi
yetsin şimdilik. Öcalan’la görüşmelerin doğurması muhtemel sonuçları üzerinde durmaya devam edelim. Sürecin ne
tür sıkıntıları olduğunu da hesaba katalım. Önceki yazımda
bu sürecin en önemli sorunlarından birinin PKK’nın tek bir
elden yönetimi sorunu olduğunu söylemiştim. Gerçekten
35 yıllık bir örgütün faaliyetleriyle ortaya çıkan ekonomik,
sosyal ve siyasi rant alanları,
PKK içinde hiç kimsenin tek
başına yönetemeyeceği bir ‘sistem’ üretmiştir.
Süreci Zorlayan İç ve Dış
Faktörler
Bu sistemin bir kısmında uluslararası güçler, bir kısmında
devlet içindeki güçler, bir kısmında bizzat örgütün kendi
eliti ve güç mücadeleleri vardır. Bu sistem içinde Öcalan
çapında bir liderin bile yapabileceklerinin bir sınırı vardır
ama hiç bir şey yapamayacağı
anlamına gelmiyor bu. Aksine,
sadece yapacaklarını bir sözle
yapamayacağını, oluşan durumu ‘idare etmesi gerektiğini’
gösteriyor bu durum. O yüzden Silvan saldırısı Öcalan’ın
sözünün ‘o zaman’ için sınırlarını gösterdiyse de, bugün
7
Çünkü o ekonomi sonuçta sadece örgüte kazandırıp başka
herkese, bilhassa Kürt halkına, yani örgütün hedef kitlesine sürekli kaybettirerek ancak
bir yere kadar sürdürülebilir.
Nitekim o kesimlere de, kendi haklılığını anlatmak istediği
yurtiçi ve yurtdışındaki taraflara da inandırıcılığını giderek
yitirmektedir.
başka bir zamandayız ve bu
yaşanan süreç Öcalan’ın sözünün daha etkili olduğu yeni bir
ortam yaratmıştır.
Öcalan İmralı’da kendisiyle
görüşen Ahmet Türk ve Ayla
Akat Ata’ya Türkiye’de çatışma ve şiddet ortamının insan
hakları ve demokratik gelişmenin önünde engel teşkil
etmekte olduğunu söylemiş.
Özellikle Kürt sorununda yaşanan şiddetin bunda temel
rol oynadığını ve bu çıkmazı
aşmak için şiddete son vermek
gerektiğini de eklemiş.
Bu tespit aslında epey zamandır PKK üzerinde ağır baskı
yapan bir gerçekliğin Öcalan
tarafından isabetli bir okuması. PKK epey zamandır bu
gerçekliğin akışına karşı kürek
çekmektedir ve giderek kendisi açısından sürdürülebilir
olmaktan uzaklaştırıyordu.
PKK’nın bir örgüt olarak
dayandığı bir ekonomi var
olsa da, o ekonomiyi bu
politika(sızlık)la sürdürmenin
de giderek zorlaştığı görülüyor.
8
STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013
İyimserliğimi besleyen çok
temel gerçek bu, ama bu
gerçekliğin daha önemli bir
başka boyutu da Türkiye’nin
bölgede oynamaya çalıştığı
büyük rolün karşısında Kürt
sorununun zaten çok küçük
kaldığıdır.
Türkiye’yi 10 yıldır idare eden
hükümetin zihninde Kürt sorunu zaten çözülmüş, eksiklerin tamamlanması bir takvim
meselesine kalmıştır. Terör
sorunu ise yine Türkiye’nin
yeni uluslararası ilişkiler düzeninde her türlü siyasi aklı devreye sokarak çözmesi gereken
bir sorundur. Komşularıyla
sıfır sorun iddiası olan, hele
dünyanın bütün sorunlu bölgelerinde arabuluculuk ve sorun çözücü niteliği her geçen
gün temayüz eden Türkiye’nin
kendi içindeki bir sorunun
reel muhataplarını bulup onlarla sorununu çözmesi o kadar uzak sayılmamalı.
Görüyorsunuz, iyimserlik için
neden çok. En başta kendimize, samimiyetimize ve bu samimiyetin mutlaka bir şeyleri değiştireceğine olan inancımız,
sonra tabi bizim dışımızdaki
gelişmelerin de giderek çözüm
sürecini daha fazla zorlayan
bir mecrada olması. Daha ne
olsun? Bu tablonun neresine
ihtiyat koyalım?
Sürecin En Önemli
Risklerinden Biri: ‘Çözüm
Korkusu’
İmralı görüşmeleriyle esmeye
başlayan sürecin sorunsuz gideceğini ve bu süreci herkesin
büyük bir heyecanla ve hüsnü
kabulle bekliyor olduğunu düşünmemek gerekiyor. Sürece
karar verenlerin, süreçten
beklentileri olanların iyimserliği bu konudaki risk ve tehditlerin göz ardı edildiği anlamına gelmiyor.
İyimserliği bu aşamada sadece
bu süreç içinde kendi payına
düşen rolde samimi olmayı ifade eden bir siyasi-felsefi tutum
olarak görmek gerekiyor. Esasen bu anlamıyla samimiyet ve
iyimserlik bir sürecin istenen
istikamette seyretmesi yönünde bir baskı unsuru, bir kurucu
unsur olarak da işler.
Diğer yandan sürecin riskleri
daha önceki bütün süreçlerde
olduğu gibi bu süreçte de var
olmaya devam edecektir. Bu
süreci duyar duymaz tüyleri
diken diken olan, çıkarları zedelenmiş kesimler var. Orhan
Miroğlu açıkça ‘çözüm korkusu’ içine girenleri işaret ederken haksız değil. Gerçekten 35
yıldır devam etmekte olan bir
sürecin ürettiği çıkar grupları,
siyaset esnafları, savaş ağaları
veya statüko kralcıları vardır.
Silahtan ve kandan herkesin
bıkmış olduğunu da düşünme-
mek gerekiyor. Bugünkü ortamın ürettiği bir sürü siyasal ve
toplumsal pozisyon vardır ve
muhtemel bir çözümün bütün
bu pozisyonları altüst edeceğini hesaba katmak gerekiyor.
Elbette ki sürece zarar verecek bir suçlayıcı söylemden de
kaçınmak gerekiyor, ama bu
işin sosyolojik gerçekliğinin
de farkında olmak gerekiyor.
Sadece silahlar konuştuğu için
ve bu sayede kendine pozisyon bulmuş sivil alanda bile
bir sürü insan var ve bunların
muhtemel bir çözüm sürecinden mutlu olacaklarını düşünmemek gerekiyor.
Paris’teki İnfazlar
Sabotaj mı?
Fransa’da tam da İmralı görüşmelerinin gündemi belirlediği
bir ortamda üç PKK’lı kadının infaz edilmesi neresinden
bakarsanız gizli bir elin adrese
teslim bir mesajı vermeye çalıştığını gösteriyor. Bu mesaj
nereyedir, ne diyor? Muhtemelen doğrudan ilgili olmayanlar olarak bilmiyoruz. Ama
bu süreci baltalamak için şimdiye kadar denenmiş bilindik
yöntemlerin de dışına çıkılabileceğini anlatıyor. Çukurca’ya
aynı günlerde yüzlerce PKK
militanıyla girişilen ve 14 militanın ölümüyle fiyasko ile
sonuçlanan saldırı bilinenezberlenmiş yol. Bu yolun da
tamamen kapalı olmadığı-olmayacağı anlaşılıyor.
Bu arada yıllardır devam etmekte olan çatışma sürecinin
alabildiğine radikalize ettiği
kesimler var ve bunlar zararlarına da olsa, kendileri için hiç
rasyonel olmasa da intikam ve
nefret döngüsünden çıkmak
istemeyeceklerdir.
Bu süreçte sadece akıl belirleyici olmayacaktır, duygular ise
hiç de iyimser olunmayacak
kadar karmaşıklaşmıştır. Ne
yazık ki aşırı uyarılmış bir milliyetçilik sorunumuz vardır ve
bu da tamamen duygusal bir
konudur. Özellikle iyice radikalleşmiş Kürt milliyetçileri
için Öcalan’ın muhatap alınması talebi çok önemseniyorsa
da, Öcalan’a bu duygusallıklarına uygun beklentilerin ağırlığını da yüklediklerini unutmamak gerekiyor.
Esasen bu, liderliğin sosyal
psikolojisi açısından tartışılmayacak bir gerçektir. Hiçbir
lider yönettiği kesimler üzerinde mutlak ve sorgusuz sualsiz
bir otoriteye sahip değildir,
olamaz. Öcalan da PKK üzerinde en etkili isim olmakla
birlikte bu otoritesi sınırsız
değil ve PKK tabanının beklentilerinden tamamen kopuk
değil. Yine de örgüt içindeki
bütün hiyerarşik konumları
meşrulaştıran en önemli unsur
hâlihazırda Öcalan’ın şahsına
sadakattir. Ama bu sadakati
göstererek bir yerlere gelenlerin, Öcalan’a karşı gönül
huzuruyla her zaman kayıtsız
şartsız bir itaat sergileyeceklerini beklememek gerekiyor.
O yüzden süreçte ilerleme
kaydedildikçe her kafadan
yeni sesler çıkmaya başlıyor,
şimdiye tek muhatap olarak
Öcalan’ı işaret edenlerin süreç başladığında bir anda kendilerini, İmralı’yı, Avrupa’yı,
KCK’yı, DTK’yı ve daha nice
aktörü muhatap olarak öne
sürmeleri bile çözüm korkusunun nasıl bir tehdit oluşturduğunu gösteriyor.
Asıl Provokasyon
Diyarbakır’da mı Olacaktı?
Paris’te öldürülen 3 PKK’lı
kadının neden öldürüldüğü
konusunda henüz kesinleşmiş
bilgiler yok elimizde. Ama
olayla, öldürülen şahıslarla
ilgili ortaya serilen bilgiler ile
olayın zamanlaması bir sürü
yorumun yapılmasına imkan
tanıyor. Öldürülen kadınların, özellikle Sakine Cansız’ın
Öcalan’la ilişkilerine dair birçok şeyi bu vesileyle öğrenmiş
olduk.
Aslında her üç kadının hem
örgüt içinde hem de BDP yönetimi nezdinde çok da makbul şahsiyetler olmadığı da bu
vesileyle ifade edildi. Buna
rağmen cenazeleri hem örgüt
hem de PKK tarafından büyük bir itinayla sahiplenildi ve
muhtemelen yaşadıkları dönemde partinin marjinali sayılabilecek bu isimler bir anda
örgütün kahramanları haline
geldi.
Ölümlerin araçsallaştırılması,
ölülere destanlar yazılması konusunda siyaset tarihimiz çok
zengin örneklerle doludur.
Yaşarken naçiz varlıkları, bedenleri taciz ve tahkir konusu
olan nice şahsın ölümü çoğu
kez onu öldürenler tarafından,
9
ondan arta kalan sembolik,
kültürel veya siyasi mirasına
el konulmak üzere kutsanır,
sahiplenilir.
Öcalan’ın kendisi İmralı’da
bizzat kendi kurduğu örgüt
tarafından diri diri etkisiz hale
getirilmeye çalışıldı. Aynı örgüt bugün onun ruhunu yaşanan süreçlerin kendileri
açısından içinden çıkılmaz
hale geldiği anda yardıma çağırıyor ama doğrusu bu ruh
çağırma esnasında kafalar
hala karmakarışık. Bu süreçte
yetkisinin nereye kadar olduğunu Öcalan türlü yollar deneyerek test etmek zorunda
kalıyor. Oslo sürecinin hemen
ardından kendisine usulünce
bir sınır hatırlatıldı ve Öcalan
bu yolla kendi yetki tanımını
yeniden yapmak durumunda
kaldı. Ancak sonraki süreç
Öcalan’ın müdahalesine ihtiyaç doğurdukça ruhuna tekrar
müracaat edildi.
İmralı’yla yapılan görüşmelerle başlayan yeni sürecin her an
bir sabotajla karşılaşabileceği
endişesi var olmaya devam
ediyor. Paris saldırısı aslında
beklenen asıl sabotaj değildi.
Asıl sabotaj hiç biri Diyarbakırlı olmayan bu cenazelerin
Diyarbakır’dan üstelik büyük
bir miting eşliğinde kaldırılacak olmasıydı. Doğal olarak
yeni bir Habur beklentisi veya
endişesi oluştu birçok kesimde. Günler öncesinden Diyarbakır ve bölge iller bu olay için
hazırlandı.
Cenaze, yas, son derece insani
hadiselerdir ve kimin cenazesi
10
STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013
olduğuna bakılmaksızın bundan dolayı insanlar sorgulanamaz. Ancak üç PKK’lı için miting düzenleyenlerin ne yasla
ne de işin duygusal ve insani
tarafıyla ilişkisi var görünüyordu. İlk baştan itibaren verilen
sinyaller cenazelerin her türlü
provokasyona açık bir gövde
gösterisi için bir fırsat olarak
değerlendirileceğiydi. Bunun
da içine girilen sürecin daha
başından önemli bir darbe yemesi anlamına gelmesi işten
bile değildi.
Buna rağmen çok şükür korkulan olmadı. Cenazeler
Diyarbakır’da kitlesel bir katılımla gerçekleşen mitingin
ardından
memleketlerine
gönderilerek toprağa verildi.
Diyarbakır’daki cenaze mitinginin yeni bir Habur’a dönüşmemesinde
BDP’lilerin
sergiledikleri tavır bu olay için
bilhassa takdiri hak ediyor
olsa da, istediğinde bu olayları engelleyebilme kabiliyetini göstermiş olması bundan
önceki veya sonraki hadiseler
konusundaki sorumluluğunu
hatırlattı. Yani BDP’nin siyasi
gösteriyi hemencecik şiddet
ve çatışmaya dönüştürme konusundaki aşina pratiği üzerine de düşünmeye zorluyor.
Bu, BDP’nin siyaset ile şiddet
arasındaki tercih konusunda
sürekli yüzleşmek durumunda
olacağı yeni bir soruyu billurlaştırmış oldu.
Diğer yandan PKK’lı cenazelerin Diyarbakır’da bizzat
BDP’liler tarafından organize
edilen bir mitinge konu olması, basitçe cenazeye saygı veya
Kürtlerin kendi cenazelerine
sahip çıkması gibi insani bir
değere sığınılarak açıklanamaz. Burada bir siyasi partinin silahlı mücadeleyi bir yol
olarak benimsemiş ve bundan
dolayı terörist diye bilinen birilerini ‘şehitlerimiz’ diyerek
tören konusu yapması bal gibi
terörü bir yol olarak benimsiyor olması anlamına geliyor.
BDP’nin kendi tabanından
insanların bu cenazelere sahiplenmesi anlaşılmayacak bir
şey değil, zaten kimsenin bu
saatte buna bir itirazı olmaz.
Ancak bir siyasi parti olarak
BDP’nin bu olayı bu şekilde
sahiplenmesi, esasen Habur
endişesini körükleyen şeydi ve
bu süreçte olumlu bir rol oynamaya pek istekli olmadığını
gösteriyordu.
Diğer yandan bu cenaze törenini gerçekten ‘Kürt halkı’nın
istediği iddiasına bu kadar güveniliyor idiyse bölge yerleşim
birimlerinin birçoğunda KCK
veya PKK’lı militanlara esnafın kepenkleri zorla kapattırılmaz, hayat zorla durdurulmaya çalışılmazdı.
Oysa bölgede herkes biliyor
ki, dükkan dükkan gezen militanlar dükkanları kapatmaya
zorlamış ve böylece bu cenaze
törenini halkın sahipleniyor
olduğu izlenimi verilmeye çalışılmıştır. Ne yazık ki halihazırda bölgede BDP’nin PKK
vesayeti altında geçerli kılmaya çalıştığı ve herkesin mazur
görmesini talep ettiği tarz-ı
siyaseti bu ve bu da sürecin
her aşamasında en fazla sorun
çıkarabilecek bir tarz.
MÜZAKERE SÜRECİ VE
SYASETTE
YEN DENKLEMLER
Dr. Murat YILMAZ
iÇ POLiTiKA
SDE İç Politika ve Demokratikleşme Koordinatörü
K
ürt meselesi ve onunla
iltisaklı şiddet meselesi, İmralı’da hükümlü olarak hapishanede yatan
PKK’nın kurucu lideri halen
Önderlik makamını temsil
eden Abdullah Öcalan üzerinden başlayan müzakerelerle
yeni bir mecraya girdi. Daha
önce de muhtelif defalar yapılan fakat başarısızlığa uğrayan
müzakerelerde yeni bir teşebbüs yaşanıyor.
Normal
şartlar
altında
Türkiye’nin demokratik standartlarındaki yükselme ve
Kürt sorununun tamamen siyasallaşarak her boyutuyla tartışılabilmesi imkanı karşısında
sona ermesi gereken PKK şiddetinin 2011- 2012’de artması
dikkat çekiciydi. Bu durum bir
defa bir örgüt ortaya çıktı mı,
onun kendini devam ettireceği gerçeğinin yanında, Irak ve
bilhassa Suriye’deki durumun
verdiği cesaretle de ilgili olsa
gerek. Artan şiddete ve PKK
ile çevresindeki siyasi hareketin söyleminin sertleşmesine
rağmen, 2012 yılı bu siyasi çizgi açısından açık bir başarısızlıkla sonuçlandı.
PKK hayata geçirmeye çalıştığı “devrimci halk savaşı stratejisi”nde başarısızlığa
uğradı. PKK militanlarının
yüzde 20’sinin üzerinde bir
kısmını kaybetti. KCK operasyonları dolayısıyla şehirlerdeki
11
kitlesel eylem kabiliyetini kaybetti. Türkiye’nin artan gücü
karşısında Türkiye dışındaki
hareket alanı darlaşmaya başladı. BDP, marjinal sol grupla hariç Türkiye kamuoyuna
açılamadı. Mesela MHP’nin
Kürt etnik kökenli seçmenden
alabildiği yüzde 3 oya karşılık,
Türk etnik kökeninden gelen
seçmenlerden oy almayı başaramadı.
Bu başarısızlık karşısında PKK
ve BDP çevreleri karşılaştıkları açmazı aşmak için Önderliğe yani Öcalan’a döndüler.
Öcalan ise, çatışma çizgisinin
dışında bir pozisyon belirlemişti. Şimdi bu pozisyonun verdiği rahatlıkla gerçek anlamda
Önderlik makamını temsil
ettiğini göstererek PKK’nın
silah bırakmasını temin edecek bir irade ortaya koymaya
çalışıyor.
Normal şartlar altında Türkiye’nin demokratik standartlarındaki yükselme ve Kürt sorununun tamamen siyasallaşarak
her boyutuyla tartışılabilmesi imkanı karşısında sona ermesi
gereken PKK şiddetinin 2011- 2012’de artması dikkat çekiciydi. Bu durum bir defa bir örgüt ortaya çıktı mı, onun kendini
devam ettireceği gerçeğinin yanında, Irak ve bilhassa Suriye’deki durumun verdiği cesaretle de ilgili olsa gerek.
12
STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013
AK Parti Hükümeti ve Başbakan Erdoğan ise, bu durum
karşısında yeni bir risk üstlenerek Öcalan’ın PKK’yı önce
yurt dışına çıkarma ve bilahare silah bıraktırmaya ikna
etme teklifine bir şans vermeye yöneldi. Böylece Öcalan
üzerinde yeni bir müzakere
süreci başlamış oldu. Daha
önceki müzakerelerden edinilen tecrübelerle daha dikkatli
bir şekilde yürütülen süreç,
Karataş’ta bir karakol baskını
denemesi ve Paris’te içlerinde
PKK’nın kurucu kadrolarında
Sakine Cansız’ın da yer aldığı
3 PKK’lı kadının öldürülmesiyle mecrasından çıkarılmaya
çalışıldı. Bu tahriklere rağmen,
müzakere süreci aksasa da süreci bozacak bir psikolojik iklimin oluşmasına izin verilmedi.
Bunda tarafların yanında, bil-
hassa basının Habur’da olduğu gibi provokatif yayınlarda
bulunmamasının da ciddi rolü
oldu. Müzakere süreci başladığında Aydın Doğan’ın ve Fethullah Gülen Hocaefendi’nin
sürece destek mesajlarının
faydaları bu şekilde devşirilmiş
oldu. Bir takım yeminli AK
Parti düşmanı eski solcu çevrenin PKK ve BDP çevrelerini
tahrik eden yayınları dışında
medya genel olarak sürece
destek verdi.
Sürece BDP içinde yükselen
söylemler dışında tahmin edileceği üzere açıkça MHP karşı
çıktı. Ancak MHP bu sefer,
Öcalan’la müzakereler misilleme olarak Silivri’de darbecilik ithamı yüzünden tutuklu
bulunan eski Genelkurmay
Başkanı İlker Başbuğ’u ziyaret
kararı alarak, kendi tabanını
bir arada tutabilecek bir me-
PKK Başkanlık Konseyi sözcüsü Murat Karayılan, Önderlik
makamındaki Öcalan’ın kendilerini temsil ettiğini ve onun
vereceği karara uyacaklarını söyleyerek sürece çok güçlü bir
destek vermiş oldu.
selede Başbuğ ziyaretiyle içten
içte devam edecek iç tartışmaların önünü açmış oldu. MHP
bu ziyaretle aynı zamanda yeni
denklemin dışına da çıkmış
oldu.
Benzeri iç tartışmalar sürece destek veren Kemal
Kılıçdaroğlu’nun CHP’sinde
devam ediyor. TBMM’de devam eden anadilde savunma
hakkı tartışmalarında partinin
ulusalcı kanadından Birgül
Ayman Güler’in Kürt karşıtı
olarak tescil edilebilecek sözleri yüzünden Adıyaman milletvekili Salih Fırat CHP’den
istifa etti. CHP Tunceli milletvekili Hüseyin Aygün’ün
Paris’te öldürülen Dersimli
PKK’lıların ailesine taziye ziyaretiyle başlayan krizin önümüzdeki günlerde de devam
etmesi kuvvetle muhtemel.
PKK Başkanlık Konseyi sözcüsü Murat Karayılan, Önderlik
makamındaki Öcalan’ın kendilerini temsil ettiğini ve onun
vereceği karara uyacaklarını
söyleyerek sürece çok güçlü
bir destek vermiş oldu. BDP
çevrelerinde ise iç tartışmaların bu çıkıştan sonra azalması
beklenebilir.
13
“MÜZAKERE”DEN
ÇÖZÜME GİDEN YOL
Doç. Dr. Hamit Emrah BERİŞ
iÇ POLiTiKA
SDE Uzmanı
Uzunca yıllar boyunca bölgede yürürlükte kalan
olağanüstü hâl gibi uygulamalar, toplumun bir kesimi
ile devletin arasının açılmasını beraberinde getirdi. Bu
dönemde yaşanan insan hakları ihlalleri, özgürlüklerin
daraltılması, söz konusu mesafenin giderek daha da
açılmasına yol açtı. Dolayısıyla sorunun yalnızca
teröre indirgenmesiyle sorunların aşılamayacağı ve
gerçek anlamda çözüme ulaşabilmek için bir paradigma
değişikliğine gidilmesi zorunluluk olarak belirdi.
T
ürkiye’nin Kürt sorununa yönelik çözüm
arayışları 2012’nin son
günlerinde yeni bir boyut kazandı. “Devlet” ile Abdullah
Öcalan arasında müzakerelerin başlatıldığı (ya da en baştan
beri sürdürüldüğü) ortaya çıktı. Süreç bakımından en fazla
dikkat çeken noktalardan biri,
müzakerelerin, kamuoyundan
en başta düşünüleceğinden
çok daha az olumsuz tepki alması oldu. Özellikle bazı provokasyon girişimlerine rağmen
sağduyunun galip gelmesi ve
halkın barışa gidecek her yolu
destekleyeceği izlenimi vermesi sürecin daha en başta
kesintiye uğramamasını sağladı. Üstelik ana muhalefet partisi lideri Kemal Kılıçdaroğlu
hükümetin bu konuda atacağı adımları destekleyeceklerini söyledi. Ancak kısa bir
süre içinde partisinden aldığı
olumsuz tepkiler nedeniyle
geri adım atmak zorunda kaldı. Sürecin bir tarafında İmralı
olunca Barış ve Demokrasi
Partisi (BDP) de kendisini
adeta destek vermeye zorunlu
hissetti.
Türkiye, 30 yıldır Kürt sorunu
gerçeğiyle değişik boyutlarda karşı karşıya geliyor. On
binlerce insanın ölümüne neden olan, ekonomik açıdan
Türkiye’yi darboğaza sürükleyen ve ülke içinde her kesimin
özgürlüklerini tam anlamıyla
kullanmasını engelleyen bu
sorun adeta çözülemez bir görünüm kazanmıştı. Alışılageldik güvenlikçi paradigmanın
dışına çıkmayan bakış açısı,
sorunu doğrudan terör ile ilişkilendiriyor ve “silah” dışında
bir çözüm yolunu mümkün
görmüyordu. Bu durumun
soruna ilişkin tüm çözüm yollarını tıkayan bir kısırdöngü
meydana getirdiği açıktır. Zira
uzunca yıllar boyunca bölgede
yürürlükte kalan olağanüstü
hâl gibi uygulamalar, toplumun bir kesimi ile devletin
arasının açılmasını beraberinde getirdi. Bu dönemde yaşanan insan hakları ihlalleri,
özgürlüklerin daraltılması, söz
konusu mesafenin giderek
daha da açılmasına yol açtı.
Dolayısıyla sorunun yalnızca
teröre indirgenmesiyle sorunların aşılamayacağı ve gerçek
anlamda çözüme ulaşabilmek
için bir paradigma değişikliğine gidilmesi zorunluluk olarak
belirdi.
2002’den bu yana izlenen ve
2009 sonrasında “demokratik
açılım” nitelemesi içine yerleştirilen politikaların Kürt
sorununun çözümü açısından
ciddi bir eşik olduğu gerçektir.
Bu dönemde hayata geçirilen
pek çok uygulama ve izlenen
politikalar neredeyse tüm
Cumhuriyet tarihi boyunca
ötekileştirilen Kürtlerin birtakım toplumsal taleplerine
cevap verme özelliği gösterdi.
Başta Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan olmak üzere AK Parti hükümetleri siyasi riskleri de
üstlenerek demokratikleşme
ve siyasal hak ve özgürlüklerin
genişletilmesi açısından önemli adımlar attı. Tüm bu girişimlerin hem Kürtler nezdinde bir
karşılığının bulunduğu hem de
genel olarak kamuoyunun ar-
15
Hükümetin ve özellikle Başbakan Erdoğan’ın sürecin
arkasında kararlılıkla durması çözüme ulaşma açısından
önemli bir mesafe kat edildiğinin göstergelerinden biri olarak
değerlendirilebilir.
tık bu sorunun çözülmesi noktasında bir isteğe sahip olduğu
kısa sürede açığa çıktı. Nitekim AK Parti’nin girdiği tüm
genel seçimlerden oylarını
artırarak çıkması ve 12 Eylül
2010 Referandumu’nda ortaya
çıkan yüksek oranlı olumlu sonuç, çözüm için sergilenecek
tüm çabaların seçmen tarafından destekleneceğini gösterdi.
Bu süreçte, daha önceleri tabu
olarak görülen konular rahatlıkla tartışılmaya başlandı;
bazı uygulamalarla Kürtlerin
hakların genişletilmesi talepleri karşılanmaya çalışıldı. Söz
konusu reformların hak ve özgürlük haritaları bağlamında
son yılda Türkiye’nin çehresini önemli ölçüde değiştirdiği
gerçektir. Ancak tüm bu çabalara rağmen PKK’nın silahlı
eylemlerden vazgeçmemesi,
16
STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013
bununla eşzamanlı olarak
BDP’nin bölgedeki güç ve etkinliğinin artması bir yöntem
sorunuyla karşı karşıya olduğumuzu gösterdi. Hükümetin
sorunun muhatabını dışarıda
bırakarak, kendi inisiyatifiyle
hayata geçireceği uygulamaların sınırlı bir etkisinin olacağı,
çözüme gerçekten ulaşılması
için “karşı taraf”ın taleplerinin
mutlaka göz önünde bulundurulması gerektiği açığa çıktı.
Burada karşılaşılan ilk sorunun kimin muhatap olarak
alınacağı olduğu söylenebilir.
Zira tüm siyasi gücüne rağmen
BDP’nin temsil ettiği kesim
açısından kapsayıcı bir görünüme sahip olmadığı ve kendi
başına bir irade sergileyemeyeceği gerçeğiyle karşılaşıldı.
Dolayısıyla sorunun çözülmesi
bakımından müzakere süreci-
nin başka bir yere adreslenmesi
gereği ortaya çıktı. Bu bağlamda, Abdullah Öcalan’ın denklemin doğru noktasını teşkil
ettiği söylenebilir. Yaklaşık
14 yıldır cezaevinde olmasına
rağmen Öcalan’ın PKK üzerindeki etkisini kaybetmediği
rahatlıkla görülüyor. Buradan
hareketle, sırasıyla “ateşkes”,
“silah bırakma” ve nihayet
“barış” konusunda PKK adına
karar verebilecek en (ve muhtemelen tek) yetkili gücün
Öcalan olduğu gerçeği artık
pek çok kişi tarafından kabul
ediliyor. Bu nedenle hükümetin İmralı ile müzakereler
yürüttüğünün ortaya çıkması,
Kürt sorununun nihaî çözümü bakımından özel bir anlam
taşıyor. Nitekim Öcalan’ın
devreye girmesinden hemen
sonra BDP’nin hükümete yönelik tavrının yumuşaması,
hatta Kandil’in bile Öcalan’ın
kararı doğrultusunda hareket
edecekleri mesajını vermesi
sorunun içine girdiği yeni boyutu gayet iyi anlatıyor. Kısacası sorunun bundan sonraki
çözümü açısından devlet ile
Öcalan arasında yürütülecek
görüşmelerin kritik bir önemi
olduğu söylenebilir. Kuşkusuz bu süreçte, PKK ve Kürt
siyasal hareketinin temsilcisi
BDP içinde çeşitli kırılmalar
yaşanması beklenebilecek bir
durumdur. Aynı ihtimal süreci
sabote edebilecek bazı eylemlerin de doğmasını beraberinde getirebilir. Örneğin görüşmelerin başlamasından ve
kamuoyunda bir umut havası
doğmasından hemen sonra ya-
şanan Paris suikastı bu durumun kanıtlarından biri olarak
gösterilebilir. Ancak anaakım
açısından bakıldığında İmralı
tarafından verilecek kararın
bu kesimler tarafından büyük
ölçüde takip edileceğini söylemek mümkündür.
Öte yandan hükümetin ve
özellikle Başbakan Erdoğan’ın
sürecin arkasında kararlılıkla
durması çözüme ulaşma açısından önemli bir mesafe kat
edildiğinin göstergelerinden
biri olarak değerlendirilebilir. 24 Ocak 2013 tarihinde
yapılan kabine değişikliğinin
de aynı bağlamda okunması
mümkündür. Özellikle İçişleri
Bakanlığına milliyetçi bir dile
sahip olan İdris Naim Şahin
yerine Mardin milletvekili
Muammer Güler’in getirilmesi hükümetin bundan sonra
daha itidalli bir dil kullanacağının işaretidir. Yine kabine
değişikliği ile aynı günlerde
“anadilde savunma” hakkının TBMM’de kabul edilerek
yasalaşması aynı çabaların
uzantısıdır. Buradan hareketle
hükümetin 2013 yılında Kürt
sorununun çözülmesi açısından geçmişteki uygulamaları
tamamlayan bir çizgi izleyeceği anlaşılıyor. Başka bir açıdan
bakılırsa bugüne kadar çeşitli
uygulamalar aracılığıyla izlenen çözüm arayışlarının bundan sonra müzakere zeminine
oturtulacağı söylenebilir. Bu
durumun aslında Türkiye’yi
gerçek anlamda bir çözüme
götürecek yol olduğunu da
görmek gerekir. Zira denkle-
min diğer tarafını görmezden
gelerek girişilecek çözüm çabalarının sınırlı bir etkisinin
olduğunun ve gerçekçi sonuçlar üretmeyeceğinin altı
bir kez daha çizilmelidir. Dolayısıyla sorunun çözümünü
mümkün kılacak temel unsur,
soruna çok boyutlu yaklaşarak
tüm tarafları çözümün bir parçası hâline getirebilmektir.
Büyük siyasal gelişmelerin yaşanması ya da sorunların çözülmesi açısından tarihte belirli dönüm noktaları olduğu
açıktır. Türkiye’nin işte bu tür
bir sürecin en hayatî noktalarından birinde olduğu kolayca anlaşılabiliyor. Elbette bu
süreçleri hazırlayan birtakım
girişimler ve hazırlık çabaları
bulunur. Başka bir anlatımla
güçlü bir binanın inşa edilebilmesi her şeyden önce sağlam bir temel atılabilmesine
bağlıdır. Türkiye’nin özellikle
son on yıl içinde attığı adımlar, bir bakıma çözüme giden
sürecin önceli olarak görülebilir. Bundan sonra atılacak
adımlar, doğrudan sorunun
çözümünü beraberinde getirebilecek bir mahiyet taşıyacaktır. Müzakere sürecinin
kamuoyu desteğini alması,
çözüme oldukça yaklaşıldığını
gösteren bir durumdur. İçinde bulunduğumuz aşamada
“eşitlik ve özgürlük” temelinde şekillenen bir vatandaşlık
anlayışı temelinde uzlaşmaya
varıldığı ortaya çıkıyor. Daha
önce de vurguladığımız gibi,
süreci kesintiye uğratmayı
amaçlayan çeşitli sabotaj girişimlerinin ortaya çıkması,
istenmese de, beklenebilecek
bir durumdur. Burada belki de
en fazla dikkat çekilmesi gereken husus, bu tür tüm muhtemel girişimlere rağmen reform
ve müzakere süreçlerinin hız
kesmeden devam etmesidir.
Kısacası Türkiye’nin her yerinde önümüzdeki süreçte bir
barış ikliminin yaşanmasının
oldukça yakınındayız. Toplum
içinde her kesime düşen görev, barışı getirecek adımları
desteklemektir.
17
2006-2013
PERSPEKTİFİNDEN
TÜRKİYE’NİN
DEĞİŞİMİ
Aydın BOLAT
iÇ POLiTiKA
SDE Stratejik Planlama Kurulu Başkanı
Demokratik hak ve özgürlüklerin meşruiyet referansları
ancak sivil, demokratik, insan onuruna dayanan yeni
anayasa ile sağlanabilir. Kürt meselesinin çözümü,
Alevi sorununun halli, mütedeyyin insanların din, inanç
ve ibadet özgürlüklerinin sağlanması, temel insan hak
ve hürriyetlerinin güvencesi, toplumsal barış, huzur,
adalet ve güvenliğimizin korunması, hukuk devletinin
inşası ile yepyeni bir Türkiye vizyonu, vesayetsiz ve tam
demokratik bir Türkiye için Yeni Anayasa şarttır.
‘E
ski Türkiye’nin güç
dinamiklerinden biri
görünürdeki
devlet sistemi ve kurumlarına
rağmen paralel devlet (derin
devlet) yapılanması içinde yer
alan operasyonel Ergenekon
organizasyonu ve derin çete
örgütlenmeleridir. Demokratik olmayan usul ve yöntemlerle, gayri meşru yollardan ve
güç kullanarak siyaseti, ekonomiyi ve sosyal politikaları
belirleyen, rejimi vesayet iradesiyle kontrol eden bu yapılar
devletin iç ve dış gizli sahiplerinin operasyonel timleri ve
vurucu güçleridir. Ekonomik,
siyasi ve ideolojik yapıdaki bu
çeteler; hükümet değişiklikleri, büyük ihaleler, stratejik
bürokratik kararlar, darbeler,
toplumsal
provokasyonlar,
sosyal mühendislik projeleri
ve ekonomik krizlerden, faili
meçhul cinayetlere kadar varan bütün olayların aktörleri
ve tetikçileridirler.
Eski Türkiye’nin güç dinamiklerinden ikincisi; dış ba-
ğımlılığın, yabancı vesayetinin yani kolonyal sistemin
ana sponsoru olan NATO ve
Amerika’dır. Halk iradesinin
güdümlendiği, ulusal egemenliğin himayesine verildiği,
ittifak bağımlılığı ve blok baskısıyla ülkenin dış ve iç politikalarını yöneten bu yapıdır.
İçerideki derin çeteler bu küresel yapının işbirlikçileri ve
taşeronlarıdır. Küresel sisteme
bağımlılığın ve dış vesayetin
esareti altındaki ‘eski Türkiye’ kendi halkına değil Batı,
Amerika ve NATO’ya hizmet
etti, onların çıkarlarını korudu
ve politikalarının bekçiliğini
yaptı.
Üçüncüsü; yerleşik statüko ve
bürokratik vesayet rejimdir.
Temel insan hak ve hürriyetlerini sınırlayan, demokratik
hukuk devleti ilkesine oturmayan, sosyal barış, adalet, refah getirmeyen, halk iradesine
ve egemenliğine dayanmayan,
demokratik olmayan güdümlü, dışa bağımlı vesayet rejimi
Eski Türkiye’nin statükosu ve
güç kaynağıdır. İşte bu statüko, geri kalmış ve az gelişmiş
Türkiye’nin
sorumlusudur.
Her on yılda bir siyasi darbelerin, sonu gelmeyen krizlerin
ve istikrarsızlıkların temel nedeni bu oligarşik statükodur.
Cumhuriyet ve demokrasi sloganlarının arkasındaki derin
acı gerçeğimizin kimliği dışa
bağımlı bu düzendir.
Yeni Türkiye’yi inşa etmek
için Eski Türkiye’nin bu güç
dinamiklerinin ortadan kaldırılması gerekiyordu. Ülkemizde demokratik değişim sürecinin başladığı 2000’li yıllardan
ve değişimin hızlandığı 2006
yılından itibaren yazdığımız
yazılarda bu süreci analiz etmeye çalıştık. Ergenekon ve
derin çeteler, NATO-ABD ve
bürokratik statüko hakkında
yaptığımız yorumlar, ortaya
koyduğumuz analizler 2013
Türkiye’sinde bir bir karşılığını buluyor ve yerine oturuyor
hamdolsun. Bu tespitlerin sağlamlığı, analizlerin doğruluğu
gelişen olaylarla ve yaşanılan
19
İhtilaller, darbeler, muhtıralar, ekonomik-siyasi-sosyal
krizler, kaoslar, provokasyonlar, faili meçhul siyasi ve
ses getiren cinayetler, katliamlar hepsi ama hepsi bugün
artık biliniyor ki içimizdeki şeytanın eseri ve ruhumuzdaki
düşmanın, ihanetin marifetidir.
süreçle tescilleniyor. Dinamik
tahlil yöntemiyle düşünmenin, bilinçli neden-sonuç bağlantıları kurmanın, ülkenin
ızdırabını yüreğinde hissederek ve ortak akılla teşhis koymanın bugün halkı çıkmanın,
doğrulanmanın onurunu yaşadığımız için çok mutluyum.
Makalelerimizde neler dedik
neler oldu şimdi bunlar üzerinde biraz duralım ve olayların bizi nasıl doğruladığını,
Türkiye’nin değişimini nasıl
okuduğumuzu detaylandıralım istiyorum.
Ergenekon Yapılanması ve
Derin Çeteler
2006 yılından itibaren Derin
Devlet, Ergenekon yapılanması, derin çete oluşumları,
terör örgütleri, askeri darbeler, darbe teşebbüsleri, siyasi suikast ve provokasyonlar
hakkında yaptığımız analizlerde; devlet ve millet hayatını
topyekun kuşatmış ve işgal
etmiş dışa bağımlı kolonyal
bir sisteme ‘devlet içinde devlet’ olarak nitelendirilebilecek
devlet düzenine paralel gizli
bir yapıya dikkatleri özellikle
çekmeye çalışmıştık. Bu bir
efsane değil Türkiye’nin en
derin gerçeğiydi. Örgütlü işgalin, güdümlü yönetimin, sahte
20
STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013
bağımsızlığın, gizli sömürgeciliğin, kolonyal rejimin ve ‘eski
Türkiye’nin kod adı ‘Derin
Devlet’ti. Türkiye üzerine
çullanmış ahtapotun beyni
‘Derin Devlet’ ise kolları siyasi
ve ekonomik çete oluşumları,
terör örgütleri ve darbeci cunta yapılarıdır. Derin Devlet
ve onun operasyonel yapılanmaları hakkında araştırma ve
bilgiye dayalı değerlendirmeler
yaparak bazı temel tespitler ve
sonuçlar ortaya koymuştuk.
2013 Türkiye’sinde gelişen
olaylar, açılan derin davaların
iddianameleri, verilen mahkeme kararları, devam eden
soruşturmaların binlerce sayfa
tutan dosyalarının deşifre ettiği bilgiler, bulgular ve belgeler;
TBMM Araştırma Komisyonlarının ortaya koyduğu cilt
cilt raporların ortaya serdiği
tüyler ürpertici gerçeklikler ve
kamuoyuna mal olmuş, kabullenilmiş artık kimsenin kuşku duymadığı sonuçlar bizim
2005’ten beri yaptığımız analizlerin ve ortaya koyduğumuz
temel tespitlerin isabetlerini
ve doğruluğunu teyit etmektedir.
Ergenekon Terör Örgütü, ideolojik, siyasi ve ekonomik çeteler, mafya grupları ile yolsuz-
luk ve ihaleye fesat karıştırma
dava ve soruşturmalarından;
devletin beynine çöreklenmiş,
millet hayatını esir almış bu
derin gizli yapılanmanın marifetleri artık gün yüzüne çıkmış
bulunmaktadır.
Ergenekon
1. ve 2. davaları ile bağlantılı
davalarda bu derin yapıda hizmet eden asker, polis, gazeteci,
sendikacı, akademisyen, yargıç ve siyasetçi gibi her meslek
grubundan insanların, silahlı
kuvvetler, emniyet, basın, sivil
toplum, üniversiteler, yargı ve
siyaset kurumu gibi her kurumdan desteklerin yer aldığı,
halen içeride olan tutuklu ve
hükümlülerin kimliklerinden
biliniyor artık.
2002 yılından itibaren hazırlıkları planlanan Balyoz, Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz gibi darbe teşebbüsleriyle ilgili davalar
ile 28 Şubat ve 12 Eylül askeri
darbeleriyle ilgili açılan davalar ve soruşturmalarda bizim
adım adım gelişen olaylarla
ilgili açıkladığımız yorumların canlı ve somut delilleri
mahiyetinde sonuçlar getiriyor. Devlet ve millet hayatı
üzerindeki bu derin askeri,
yargısal ve bürokratik vesayet
maalesef Türkiye’nin esaretiydi. Çoğu karar aşamasına
gelmiş bu derin davalardan
tutuksuz, tutuklu ve hükümlü olarak ilişkilendirilen anlı
şanlı generallerimiz, profesörlerimiz, polis müdürlerimiz,
sendika yöneticilerimiz, gazetecilerimiz, bazı siyasilerimizin dünkü makam, görev ve
yetki pozisyonları bu durumu
açıklar mahiyettedir. Sadece
bir bölümüne dokunulan bu
derin organizasyonun iş dünyası, bürokrasi, siyaset, sosyal
gruplar içindeki açılımları yapılabilirse buzdağının ne kadarını görebildiğimizi de ortaya
koyacaktır. Devlet ve toplum
hayatımızdaki arınmanın daha
derinlere inmesi gerektiğini
de yazılarımızda hep dile getirdik. Bilerek ya da bilinçsizce bu derin işgale işbirlikçilik
ve taşeronluk yapan kişi veya
kurumların dış bağlantıları da
analizlerimizde ısrarla vurguladığımız bir boyut olmuştur.
İhtilaller, darbeler, muhtıralar,
ekonomik-siyasi-sosyal
krizler, kaoslar, provokasyonlar, faili meçhul siyasi ve ses
getiren cinayetler, katliamlar
hepsi ama hepsi bugün artık
biliniyor ki içimizdeki şeytanın eseri ve ruhumuzdaki düşmanın, ihanetin marifetidir.
Asılan başbakan da, bakanlar
da, zehirlenen cumhurbaşkanı da, öldürülen başbakan da,
alnından vurulan general de,
uçağı düşürülen komutan da,
suikastlere kurban giden aydınlarımız, siyasilerimiz, faili
meçhul binler, şehit asker ve
polislerimiz hep bu dışarıdan
güdümlü derin tezgahın ihanetleri ve cinayetleridir.
Bunları hep yazdık hep söyledik. 2012 Türkiye’sinde
TBMM Darbeleri Araştırma
Komisyonu’nun iki ciltlik raporunda, yine TBMM faili
meçhulleri araştırma komisyonunun raporunda açıklanan
bilgiler bizi aynı derin gerçeğe,
içimizdeki ihanete götürüyor.
Darbeleri Araştırma Komisyonu raporunda “Derin Devlet Devletin ve vatanın iflah
olmaz düşmanıdır” olarak
nitelendiriyor. Bu araştırma
Türkiye’nin aştığı bir demokrasi eşiği olarak ifade ediliyor.
‘Vatan elden gidiyor’ diyenlerle ‘şeriat isteriz’ diyenler aynı
amaca hizmet eden piyonlar
olarak gösteriliyor. ‘Devlet silahla değil hukukla korunur
ve yaşar’ diyerek bizim yıllar
önce ‘ya devlet başa ya kuzgun
leşe’ dediğimiz hükmün kabullenilişidir varılan sonuç.
Bizim Türkiye’nin derin gerçeği ile ilgili olarak yazdığımız,
sonradan yukarıda belirtilen
soruşturma, dava kararları ve
meclis araştırmalarıyla ortaya
çıkarılan durumlar devlet ve
millet hayatında bazı sonuçlar
ve değişimlerde getirmiştir. Bu
sonuçların konu başlığımızla
ilgili olanları şöyle özetlenebilir sanırım:
• Eski Türkiye’nin ‘Derin
Devlet’ yapısı 15 Mayıs
2006 tarihi itibariyle lağvedilmiştir.
• Askeri darbenin siyasi, sosyal, ekonomik ve konjonktürel şartları ortadan kalkmış, askeri vesayet oldukça
zayıflamıştır.
• Halkın iradesi ve siyaset
kurumu demokratikleşme
reformları ile güç kazanmıştır. Türkiye’de sivil siyaset kurumu tarihimizin
en güçlü dönemini yaşamaktadır.
• Darbeler, darbeciler, halkın iradesine kastedenler
halk indinde mahkum edilmişlerdir.
• Demokratikleşme reformları güçlenmiş, tabular yı-
21
kılmış, ezberler bozulmuş
ülkemiz sivil, sessiz ve beyaz bir devrim yaşamıştır.
• Siyasi ve ekonomik istikrar
ile demokratik değişimler
‘Yeni Türkiye’ gerçeğini
ortaya çıkarmıştır. 11
yıldır kesintisiz AK Parti
iktidarı, milli geliri üçe
katlayan ekonomi bunun
göstergesidir.
• Devlet içi ve dışı çete yapılanmaları etkinliklerini
kaybetmiş, mafya düzeni
büyük darbe yemiş ve oldukça zayıflamıştır.
• PKK dışında sosyal barış
ve huzur ortamını bozan
bütün illegal yapılar, terör
örgütleri dağıtılmıştır.
• Kadim sorunlarımız üzerindeki demokratik değişim
ve açılım çabaları güçlenmiş ve çözüm süreçleri hızlanmıştır.
• ‘Yeni Türkiye’ gerçekleriyle
yeni devlet yapılanması ve
reform çalışmaları güç ka-
22
STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013
zanmıştır. Korku imparatorluğu yıkılmış demokratik
özgürlükleri halk iradesinin
egemenliği ve bağımsız demokratik hukuk devleti
kavramı güçlenmiştir.
• Türkiye yakın geçmişi, tarihi ve devletiyle ilgili bir
yüzleşme ve sorgulama dönemine girmiştir.
• Türkiye halkın desteklediği
ve ona mal olan demokratik bir devrim ve değişim
sürecini yaşamaktadır.
NATO–ABD ve Türkiye
İkinci Dünya Savaşı’nın galipleri ABD, İngiltere, Fransa,
Rusya ve Çin tarafından kurulan dünya düzeninde yeryüzü
hegemonyacı ve emperyalist
küresel güçlerce paylaşılmıştı.
BM’in Güvenlik Konseyi’ni
oluşturan 5 devlet diğer ülkeleri hegemonyalarına alarak
sömürge, yarı sömürge ya da
örtülü tahakkümleri altına
almışlardı. Amerika, Avrupa
yani Batı merkezli küresel iktidar BM, NATO, AGİT, IMF,
Dünya Bankası gibi küresel
kurumlar üzerinden ülkeleri ve
uluslararası sistemi kontrol altına alarak yönetiyorlardı. Eski
Türkiye, eski devlet yani derin
devlet işte bu Batı sisteminin
siyasi, ekonomik, askeri olarak
bağımlılığı ve denetimi altındaydı. 1944 yılından itibaren
siyasi olarak ABD’ye, askeri
olarak NATO’ya, istihbarat
ve güvenlik açısından CIA ve
MOSSAD’a, ekonomik olarak IMF’ye Dünya Bankası’na
yani Batı ekonomik sistemine
göbekten bağlı ve bağımlıydık. Demokratik olmayan bir
cumhuriyet, halkın olmadığı
bir demokrasi, bağımsızlığı ve
egemenliği sınırlı bir devlet yapısıyla yönetiliyorduk. Geri bırakılmış, zayıf ve istikrarsız bir
ekonomik yapı, dışa bağımlı,
güdümlü ve istikrarsız bir siyasi yapı, ittifak bağımlılığı ve
blok baskı altında bir askeriye,
eski Türkiye’nin genel görüntüsüydü.
Sadece devleti değil halkı da
kontrol edebilmek için kurulmuş illegal gladyo yapılanmaları (gizli NATO orduları), terör örgütleri ve çete
grupları Türkiye’nin karanlık
günlerinin aktörleridir. Devleti esir almış, millet hayatını
zehirlemiş organize derin yapıların ağababası ve patronu
olan dış odaklar NATO ve
ABD’dir. Bu bağ koparılmadan, bu bağımlılık çözülmeden Türkiye’nin değişiminin
imkânsız olduğunu yazdık.
Türkiye’nin ittifaklarını, anlaşmalarını, bağımlılığını sor-
guladık. NATO’yu IMF’yi,
BM’i, ABD’yi, AB’yi sorguladık. Siyasi, ekonomik, sosyal
sorunlarımızı irdelerken, içimizdeki Amerikalılara, İsraillilere, ruhumuzdaki yabancı
muhiplerine dikkatleri çekmeye çalıştık. Gizli esaretimizi,
yabancı vesayetini sorguladık.
Batı’nın değerleriyle, kendi ilkeleriyle Batı sistemini hesaba
çektik. İnsan hakları, özgürlük, eşitlik, demokrasi, halkın
iradesi, barış ve adaleti sorduk, soruşturduk.
Neden zengin onlar fakir biz,
kazanan onlar kaybeden biz,
güçlü olan onlar ezilen biz...
Neden kriz, kaos, çatışma,
darbe, terör, ölüm hep bizim
kaderimiz? Niçin komşularımız başta herkes bize düşman,
hiç dostumuz yok? Türk’ün
Türk’ten başka niye dostu
yokmuş? Neden 80 yıldır ayağa kalkamadık, demokrasiyi
öğrenemedik, toplumsal barışı
kuramadık? Huzuru, istikrarı
ve barışı bize kim çok gördü?
Gelişmemizi, kalkınmamızı,
güçlü olmamızı kimler istemedi? Ülkemizi kimler talan
etti, devletimizi, kimliğimizi
istiklalimizi kimler çaldı? Anlaşmalar, ittifaklar, ilişkiler neden tek taraflı ve hep aleyhimize çalıştı? Bizi tarihimizden,
coğrafyamızdan, kültürümüzden ve medeniyet çevremizden kim kopardı? İşte bunları
daha yüzlerce soruyu sorduk.
İçimizdeki ihaneti, gafleti, delaleti araştırırken bunların dış
referanslarını, bağlantı odaklarını yani yabancı elleri, düş-
Değişimci kanat halkın demokratik dönüşüm iradesini
de arkalarına alarak; halkın iktidarı ve egemenliği için,
demokratik hukuk devleti için, vesayet düzenini yıkmak için,
adalet ve demokrasi için büyük bir mücadeleyi başlattı.
man emelleri de irdeledik ve
sorguladık.
Devletimizi halkına düşman
eden, milleti birbirine kırdıran,
komşularımızla aramıza duvar
ören, İslam dünyasını bizden
koparan, bu milletin onurunu, vizyonunu ve potansiyel
güç değerlerini elinden alan
kaderin cilvesini araştırdık
durduk. İşte bu sorgulama dönemi Türkiye’nin değişiminin
rotasını çizdi. Mayıs 2006’da
içimizdeki yabancıyı kovduk.
Derin vesayeti, kolonyal iktidarı, devletteki NATO’yu,
ABD’yi o zaman sınır dışı ettik. Türkiye’nin bağımsızlığını
ve gerçek egemenliğini o gün
bulduk. Yeni Türkiye artık
NATO’nun gizli operasyonlarına kapandı. NATO’nun
her dediğine, ‘okey, tamam’
demiyoruz. Irak’a müdahale
tezkeresinde, Rasmussen seçilirken de, Libya’ya müdahale edilirken de, füze kalkanı
kurulurken de kılı kırk yararak sorguluyoruz, tartışıyoruz
artık. Hakkımızı, yetkimizi ve
çekincelerimizi ortaya koyarak bir ortak gibi şahsiyetli ve
onurlu bir tavır belirliyoruz.
IMF’yi ekonomimizden kovduk, borcumuzu da sıfırladık.
Her şeyimiz daha iyi oldu.
Kısa zamanda Türkiye ken-
dini üçe katladı. Enflasyonun
önünü kestik, milli gelirimizi
artırdık, krizlere batıdan daha
dirençliyiz. G-20’ye girdik, ihracatımızı patlattık. IMF’yi fakir ve gelişmekte olan ülkeler
için sorguluyoruz, eleştiriyoruz. BM’i BMGK’ni dünyadaki açlık, savaşlar, güvenlik,
istikrarsızlık ve adalet için
sorguluyoruz. AGİT’i, Dünya
Bankası’nı yani küresel statükoyu yıllar önce biz sorguladık bugün Türkiye Başbakanı
yüksek sesle sorguluyor: “Güvenmiyoruz, Bu dünya böyle
gitmez” diyor.
Bağımsız Türkiye vizyonunu,
bölgesel güç potansiyelini ve
küresel aktör rolünü yıllardır
yazıyor seslendiriyoruz. Bugün
Türkiye’nin dünyada yükselen güçler arasında olduğunu
herkes kabul ediyor. Bölgesel
gücünü ve küresel etkinliğini
kimse tartışmıyor. Ufukta beliren Yeni Dünya Düzeninin ekseninde Türkiye’nin olduğunu
Obama da, Putin de, Merkel
de görüyor artık. Türkiye’nin,
bölgenin, Dünya’nın değişimini ve dönüşüm trendini yıllar
önce aynen böyle okuduk.
Bunlar hayallerimizde hep
vardı ancak biz ideallerimizin
heyecanı ile değil jeopolitiği, reelpolitiği, tarihi akışını
23
ve zamanın ruhunu fark ettik. Öngörülerimiz ve gelecek
perspektiflerimize sağduyumuz
ışık oldu. İşte Yeni Türkiye ile
beraber Yeni Ortadoğu, Yeni
Amerika ve Yeni Dünya gerçeği var. “Yeni Dünya Düzeni”
dünyamızın en sıcak gündemi.
Demokratik Değişim Süreci
Ağır iç ve dış vesayet baskıları altında bürokratik statükonun yıpranması, devlet kurum
ve kuruluşlarındaki çürüme,
demokrasinin gelişememesi,
hukuk devletinin yerleşememesi, çete düzeninin ve derin
yapıların halka rağmen dayattığı politikalar gelip duvara
dayandı. Deniz bitti. Devlet
yapısı tam göbekten çatladı.
Bir tarafta eski statükoyu devam ettirmek isteyenler, diğer
tarafta devletin değişimini
savunanlar. Değişimci kanat
halkın demokratik dönüşüm
iradesini de arkalarına alarak;
halkın iktidarı ve egemenliği için, demokratik hukuk
devleti için, vesayet düzenini
yıkmak için, adalet ve demokrasi için büyük bir mücadeleyi
başlattı. Daha önce de açıkladığımız üzere devlette paradigma değişimi yani ‘yeni devlet’
kurgusu bundan tam 6 yıl 9 ay
önce start aldı. Dışa bağımlı
derin ‘üst yapı’ o gün yıkıldı.
Demokratik, sessiz, beyaz, sivil devrimin miladı o tarihtir.
Değişim sürecinin giderek
güçlenmesi, bağımsız ve halkın egemenliğine dayanan bir
rejimin adım adım kuvvetlenmesi, iç ve dış politikada yeni
vizyonların uygulanır olması
24
STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013
Türkiye’nin baharını müjdeliyordu. Siyasi ve ekonomik
istikrar, halk iradesinin güçlendirdiği sivil siyaset kurumu askeri ve yargısal vesayeti
giderek zayıflattı. Demokratik
açılım süresi ile Kürt, Alevi,
Roman gibi çeşitli halk kesimleri üzerinde önemli iyileştirme projeleri başarıldı.
Ciddi Demokratikleşme programları işlerlik kazandı, demokratik reformlar ve yasal
düzenlemelerle
demokrasi
güçlendi halk rahatlamaya
başladı. Anayasa referandumu Türkiye’nin demokratik
dönüşüm sürecinde en önemli
kırılma noktası oldu. Bürokratik vesayet en büyük darbeyi
12 Eylül 2010 Anayasa referandumu ile yedi. Yeni cumhurbaşkanı seçimi ve bundan
sonra
Cumhurbaşkanlarını halkın seçeceğinin kabul
edildiği halkoylaması Yeni
Anayasa’nın ve demokratik
Türkiye’nin önünü tamamen
açan sonuçlar yarattı. İşte bu
değişim sürecinde öngörülerimiz ve gelecek perspektiflerimizle Türkiye’nin geleceğini
okumaya çalıştık. Değişim
sürecine bütün gücümüzle
destek verdik. Kamuoyunu
değişim iradesi yönünde doğru
bilgilendirmek ve bilinçlendirmek için çaba gösterdik. Karar
vericileri ve siyaset kurumunu
değişim rotasında teşvik ettik
ve yol gösterdik. Bu süreçte
Türkiye’nin Demokratikleşmesi yönünde atılan adımlar
bu çabaların sonuçlarını gösteriyor. Sivilleşme, normalleş-
me, askeri vesayetin azaltılması, yargı vesayetinin kırılması,
insan hakları ve demokrasi
alanındaki iyileştirmeler, hak
arama özgürlüğü ve ilgili yasal kanalların genişletilmesi,
Kürt meselesinde iyileştirmeler, eğitim sistemindeki yeni
düzenlemeler, bu Demokratik Değişim sürecinde verilen
mücadelenin millet hayatına
yansıyan sonuçlarıdır.
2006’dan itibaren Türkiye’nin
Demokratik Dönüşümünün
adımlarını şöyle sıralayabiliriz:
• 27 Nisan e-muhtırasına
karşı hükümetin 28
Nisan’da karşı bildiri
yayınlaması,
• Ergenekon, Balyoz
ve derin dava
soruşturmalarının açılması,
• Askeri yargının yetki
alanının daraltılması,
• EMASYA protokolünün
kaldırılması,
• Milli Güvenlik Derslerinin
kaldırılması,
• 12 Eylül darbe
soruşturmasının önünün
açılması,
• YAŞ oturumunda
Başbakanı güçlendiren
yeni düzenleme,
• MGK oturma düzeninde
değişiklik,
• Darbe soruşturmalarının
açılması,
• Yükseköğrenimin
yaygınlaştırılması
(üniversiteleşme),
• Zorunlu eğitimin 12 yıla
çıkartılması (4+4+4
sistemi),
• Yargısal denetim
yasaklarının (YAŞ ve
HSYK’da) azaltılması,
• Milli törenlerin ve
bayramların yeniden
düzenlenmesi,
• Türkiye İnsan Hakları
Kurumunun kurulması,
• Milli Eğitim’de kıyafet
serbestliğinin getirilmesi,
• Kamu Denetçiliği
(ombudsman) kurumunun
kurulması,
• Üniversitelerde Kürt Dili
ve Edebiyatı Bölümünün
açılması,
• İşkenceye sıfır tolerans,
• Farklı dil ve lehçelerin
öğrenilmesi, geliştirilmesi
ve bu dillerde yayın
yapılabilmesi,
• Çocuk Hakları ve pozitif
ayrımcılık,
• Kürt kimliğinin tanınması,
inkar ve asimilasyon
döneminin sona ermesi,
• Kürtçe anadil eğitiminin
(seçmeli) başlaması,
• Kürtçe TRT-6 kanalının
açılması,
• Anadilde savunma
hakkının verilmesi,
• Yerel yönetimlerin
güçlendirilmesi ve yeni
büyükşehir yasasının
çıkarılması,
• İl özel idaresi, belediye,
büyükşehir belediyeleriyle
ilgili temel kanunların
çıkartılması (yerel
demokrasi bağlamında
yenilikler),
• Özel Yetkili Mahkemelerin
kaldırılması,
• AYM ve HSYK’daki
değişikliklerle yargı
vesayetinin kırılması,
• AYM bireysel başvuru
hakkının verilmesi,
• Memurlara sendika
hakkının verilmesi,
• Siyasi parti özgürlüğünün
daha güvenceli hale
getirilmesi,
• Düşman konseptini irtica,
bölücülük ve komünizm
olarak kurmuş bir devlet
refleksinin değişmesi ve
Milli Güvenlik Siyaset
Belgesi’nin sivil iradenin
denetiminde yenilenmesi,
Yeni Türkiye İçin
Yeni Anayasa
Bütün bu demokratikleşme
çabalarının devam etmesi,
sürdürülebilir olması, fiilen
aşılmış gibi gözüken vesayetçi,
demokratik olmayan anlayış
ve uygulamaların geri dönmemesi için yasal önlemlerin
alınması daha da önemlisi
yazılarımızda devamlı vurguladığımız gibi yeni anayasanın
mutlaka çıkartılması elzemdir.
Zira demokratik hak ve özgürlüklerin meşruiyet referansları
ancak sivil, demokratik, insan
onuruna dayanan yeni anayasa
ile sağlanabilir. Kürt meselesinin çözümü, Alevi sorununun
halli, mütedeyyin insanların
din, inanç ve ibadet özgürlüklerinin sağlanması, temel insan hak ve hürriyetlerinin güvencesi, toplumsal barış, huzur, adalet ve güvenliğimizin
korunması, hukuk devletinin
inşası ile yepyeni bir Türkiye
vizyonu, vesayetsiz ve tam demokratik bir Türkiye için Yeni
Anayasa şarttır. Türkiye’nin
demokratik değişimi Yeni
Anayasa ile taçlandırılabilir.
İç barışını kurmuş, ekonomik
kalkınmasını başarmış, komşularıyla ve tarihi coğrafyasıyla bütünleşmiş, tarihiyle milli,
manevi ve moral değerleriyle
barışmış, yanlışlarıyla yüzleşmiş, bölgesel güç vizyonunu
kabul ettirmiş, küresel rolünü
etkinleştirmiş ‘Yeni Ankara’
ve ‘Yeni Türkiye’ hayalimizdeki değişimin ve tarihi dönüşümün ana hedefidir.
İşte böyle bir Türkiye; halkını mutlu edebilir, çevresine
ilham kaynağı ve model ülke
olabilir, bölgesine ve dünyaya
barış, adalet, güvenlik sunabilir, ancak böylesi bir değişim,
ilerleme ve gelişme olarak nitelendirilebilir. ‘Yeni Türkiye’
yeni Ortadoğu’nun yeni İslam
dünyasının ve yeni dünya düzeninin itici gücü ve referans
ülkesi olabilir. Zamanın ruhu,
tarihin kaderi Türkiye’nin
önüne bu fırsat ve imkanları
sunmuştur. Risklerine rağmen
avantajları ve stratejik potansiyelleri Türkiye’nin önünü
açmaktadır. Değişerek, dönüşerek Türkiye bunları başarabilir. Yolun açık olsun ‘Yeni
Türkiye’.
25
RÖPORTAJ
ÜMİT FIRAT:
ÖCALAN İNİSİYATİFİN
HÜKÜMETTE OLDUĞUNU GÖRDÜ
Röportaj: Bedir SALA
Helsinki Yurttaşlar
Derneği, Kürt Aydın
İnisiyatifi ve Yeni
Demokrasi Hareketi
gibi sivil oluşumların
kurucuları arasında
yer alan Ümit Fırat,
kamuoyunda Kürt
meselesine ilişkin
yazıları ve fikirleriyle
tanınmaktadır.
Halen SDE Yüksek
İstişare Kurulu
üyesi olan Fırat, son
günlerde sorunun
çözümü ve PKK’nın
silahsızlandırılması
amacıyla devlet
ile Öcalan
arasında yürütülen
görüşmelere
ilişkin sorularımızı
cevaplandırdı.
Hükümetin Kürt sorununa
çözüm arayışı bağlamında
İmralı ile görüşmeleri nasıl
değerlendiriyorsunuz? Genel
bir değerlendirme yapar
mısınız?
İmralı görüşmeleri ya da İmralı
süreci mi diyelim neyse, ama
bence doğru bir yerden başlandı. Yani keşke daha önce aynı
yerden başlansaydı. Çünkü
hem İmralı ile hem de İmralı’yı
tartışmasız bir biçimde lider
olarak gören Avrupa Kanadı,
Kandil Kanadı gibi PKK’nın
diğer kesimleriyle paralel görüşmeler yaptılar, İmralı ile
aralarında diplomasi kavlinde
bazı ilişkiler de sağlandı; netice
itibariyle ortaya çıkan sonuca
bakıldığında, bunların hepsinin son karar mercii olarak
Abdullah Öcalan’ı gördüğü
ortaya çıktı.
Daha önceki
görüşmelerden farkı nedir?
Şimdi teması veya diyalogu
doğrudan doğruya Öcalan ile
başlattılar. Kendisine bağlı taraftarlarına ya da örgüt yapılarına Öcalan’ın hitap etmesi,
onlara seslenmesi, onları ikna
etmesinin daha tercih edilebilir olduğu düşünülmüş anlaşılan. Yani devletin ilgili, yetkili
organları hem Öcalan’la, hem
Öcalan’a bağlı birimlerle ayrı
ayrı görüşüp onlar arasında
bilgi taşıyıcılığı yapmak yerine
doğrudan doğruya Abdullah
Öcalan’ın onlara görüş bildirmesi, onları ikna etmesi ya da
onların sürece dâhil edilmesi
tercih ediliyor. Bir yandan dağ-
dakiler, bir yandan Avrupa’dakiler bir yandan da Türkiye’dekilerin ayrı ayrı görüşülerek
ikna edilmesi yerine meseleyi
Öcalan’la görüşmek ve onların bu sürece dâhil edilmesini
Öcalan üzerinden sağlamak.
Doğrusu budur. Siz bir takıma
ya da partiye yetkili organları,
temsilcileriyle görüşürken, bir
de onlara bağlı birimlerle ayrıca görüşerek bu sürece dâhil
ederseniz işler uzar ve gereksiz
yere zaman kaybedersiniz. Eğer
son sözü bir tek kişi söyleyecekse, ya da onun kendi arkadaşlarını ikna ederek tek söz
söyleme pozisyonunda olduğu
dikkate alındığında Öcalan’la
devletin yetkili elemanlarının
doğrudan görüşmesi doğru
olandır. Öcalan’ın son sözü
söylemesi nihai hedefse yapılan iş doğrudur. Ama Öcalan
hemen evet demez hemen hayır da demez tabii ki. Kendine
bağlı olduğu insanların da görüşlerini alarak bazı kararlara
varmak veya netice varmak
gibi durumlara ihtiyacı olacaksa, buna da teknik imkan sağlanması gerekir elbette.
Tam da Kandil’den
gelen son açıklamalarda
“Önder APO’nun Sayın Türk
ve Akat’a söylediği çerçeve
doğru ve yerindedir. Bizim
adımıza Önderliğimiz
konuşuyor”şeklinde
ifadeler kullanıldı. Daha
önce Abdullah Öcalan’ın
baskı altında olduğu gibi
açıklamalar yaparak
görüşmelere pek olumlu
yaklaşmamışlardı.
Öcalan’ın Ahmet Türk ve
Ayla Akat’ı çağırması ve onlara görüş ve beklentilerini
bildirmesi o konuda sürecin
artık şüphe götürmeyecek ve
endişe ile karşılanmayacak bir
süreç olduğu anlamına geliyor.
Öcalan 1999’da Kenya’da teslim alınıp İmralı’da sorgulanırken, verdiği bazı ifadeler medyaya sızmıştı. O zaman gerek
Kandil gerekse de Kandil’in
enforme ettiği çevreler, “Abdullah Öcalan’a ilaç verildiği
ve dolayısıyla bize uymayan
açıklamalar yapıyor” diye yorumlar yaymıştı. Oysaki Öcalan, bugün bazıları Ergenekon
davasında yargılanmakta olan
o gün devlet yönetiminde bulunan kanallar üzerinden kurduğu ilişkilerle, örgütüne ve
taraftarlarına ruh sağlığının
yerinde olduğunu, sorgusunda
verdiği ifadeleri bilinçli olarak
verdiğini bildirdi ve ancak o
zaman örgütünü mevcut durumu kabule inandırmıştı. Şimdi de öyle oldu. Akıbetinden
ve sağlığından endişe duyan
taraftarlarına ve örgütüne bu
kez Ahmet Türk ve Ayla Akat
görüşmesi ile mesajlarını iletti.
Öcalan’ın yeni söylediklerine
uyum sağlandı. Ancak bu kez
mesajlar kapalı kapılar ardında
kurulan bazı kirli pazarlıklarla
değil de açık olarak taşındı.
Eğer Öcalan’ın ve örgütününtoplumda diyalogları veya
görüş alıverişigüven verici insanların devreye sokulmasıyla
sağlanırsa oradan bir şüphe
olmaz. Ama Öcalan’la sadece
devlet görüşür ve açıklamayı
27
sadece devlet yapıyor olursa o
zaman buna ben de açıklananlara inanmam.
O zaman sorun
Abdullah Öcalan ile Kandil
arasında iletişimi sağlayan
kanal. Yani sorun oradan
kaynaklanıyordu.
Sorunun önemli bir boyutu
oradan kaynaklanıyordu. Çünkü ilişkiler devlet veya hükümet adına değil de,bugün bir
kısmı Ergenekon davalarında
yargılanan, ama bizim o dönemde kullandığımız ‘derin
devlet’ hatta ‘özel harp’ dediğimiz kanal sürdürülüyordu.
Bunlar tabii karanlık bir takım
odaklardı ve toplumun selameti için bir süreci de kendi
alışkın oldukları eski sistemin
selameti için bir süreci hedefliyorlardı. Daha önce devleti
hükümetin değil de askerlerin
temsil ettiğine inanan ve hükümeti pek ciddiye almayan
Öcalan, son üç yıllık süreçte
hükümetin artık devleti yönetebildiğini gördü. Öcalan’ın
kafasındaki imaj buydu ve pek
tabii ki çok insan için de algı
böyleydi. Yani görünen değil
görünmeyen devlet esas alınıyordu. Hükümet görevlendirdiği yetkililerle devletadına
doğrudan doğruya Öcalan ile
temas kuruyor.Hükümet, kafalardaki çok da yanlış olmayan
bu imajı kırdı ve Öcalan da
kavradığı gerçekten hareketle
artık inisiyatife sahip olan hükümetle geleceğe dair görüşmeler yapmaya başladı.
28
STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013
BDP Bir Müzakereci
Olamaz
Bu süreç içerisinde
BDP’nin katkısı veya
rolü hakkında ne
düşünüyorsunuz?
BDP bu süreçte bir müzakereci
olamaz. Devlet adına görevli birileri silahlı bir örgütveya
onun temsilcilerinin normal
bir sürece dâhil olması için
örgütün temsilcisi ile müzakerelerde bulunuyorsunuz. Yıllardır süren bir silahlı çatışmanın sona ermesi, daha barışçı,
daha yaşanabilir bir ortamın
sağlanmasını tartışmaya çalışıyorsunuz. Bunun için kurulan
masanın etrafında BDP’nin
yeri yoktur. BDP nihayetinde
legal, teşkilatları kurulu, parlamentoda grubu olan, dilediği
zaman konuşabilen, taleplerini
meydanlarda, medyada ve parlamentoda açık açık ve yüksek
sesle ifade edebilen bir siyasi
parti. Şimdi siz böylesine bir
masa etrafında BDP ile neyi
konuşacaksınız. BDP zaten
Türkiye’nin meşru kurumu
olan parlamentosunda temsil ediliyor. Ha orada çok da
sözü geçmiyor, ama dünyanın
bütün ülkelerinde muhalefet
partilerinin önerileri veya söyledikleri her zaman dikkate
alınmayabilir. Ancak yine de
önerileri dikkate alınabilir, uzlaşılabilir, paralel veya birlikte
işler yapılabilir. Yani o anlamda BDP’nin bu müzakere masasında taraf olarak değil ancak kaynaştırıcı, yapıcı bir rol
üstlenmesi beklenebilir.
Kamuoyunun ikna
edilmesinde bir rolü olabilir
belki.
Evet. Öcalan’ın uzlaştığı ya da
işte vermek istediği mesajları
BDP üzerinden iletmesi hem
legalite açısından hem toplumun inanması açısından bir
anlam taşıyabilir, ama BDP
bir masanın etrafında ‘Ben şu
konuda uzlaşmıyorum ya da
bunu onaylıyorum’ pozisyonunda değil. BDP zaten Türkiye
Cumhuriyeti’nde yasal zemine
oturmuş bir parti. Buradan kalkıp silahlı mücadele sürdüren
bir örgütün devletle yürüttüğü
bir müzakere ortamına girmesinin hiç de manası yok.
Paris Cinayetleri Bir
Mesajdı
Peki görüşmeler olumlu
bir şekilde devam ederken
yani kısmen olumlu bir şekilde
devam ederken Paris’te 3
PKK’lı kadın öldürüldü veya
infaz edildi. Bunun arkasında
kimin olduğuna ilişkin hala
net bir şeyler yok. Bunu nasıl
değerlendiriyorsunuz? Bu
görüşmelerle ilişkilendirilebilir
mi? Yoksa görüşmelerin
dışında mı?
Görüşmelerle ilişkilendirilir.
Şöyle; görüşmelerde bir endişe
ortamı yaşandı, provokasyon
ortamı yaşandı. İşte Diyarbakır’daki cenazeler, törenler.
Keza onların tekrar memleketlerine gönderilmesi, sonra
oralarda düzenlenen cenaze
törenleri, bir olay yaşanmadan
sona erdi. Ama yaşanabilirdi de. Yani Diyarbakır’da bir
meczup, bir provokatör çıkıp
bir olay yaratabilirdi. Şimdi bu
otomatikman müzakerenin ya
da diyalogun, öyle diyelim, yara
almasına yol açardı. Ama öyle
gözüktü ki, Paris’teki hadise
süreci küçük çapta endişelere
sevk etse de hafifçe yaralamaktan öte bir sonuç yaratmadı.
Yani sadece bir taciz durumu
yarattı. O tacizi de herkes tahmin edip, yorumlayıp, doğru
okuduğu ya da doğru okumaya çalıştığı için, beklenen ve
hedeflenen etkiyi göstermedi. Gerek Türkiye’ye gerekse
PKK’ya ve ona yakın çevrelere
verilmek istenen bir mesajdı.
Provokasyonlarla süreci etkileyip tökezletmeye çalışanbir
mesajdı. Ama bu sökmedi. Bu
yani her şeyden önce taraflar
önceki benzer hadiselerde gösterdikleri refleks yerine sağduyulu davranmayı tercih ettiler.
Daha önce Oslo
Görüşmeleri de vardı.
Şimdi Oslo Görüşmeleri
kesintiye uğradı. Yani o da
yine bir kısım sorunlardan
dolayı kesintiye uğradı. Bu
görüşmelerin de Oslo süreci
gibi kesintiye uğramaması
için neler yapılabilir?
Şöyle; Türkiye’nin toplum olarak en azından 2011 seçimleri
öncesinde yaşanan bir süreçtir
Oslo Görüşmeleri. Ancak bu
süreç açık olarak sürdürülmüyordu. Öte taraftan müzakerelerin yöntemi de bir takım sakatlıklar taşıyordu. Orda görüşüyorlar, bir metin getiriyorlar,
Abdullah Öcalan’a iletiyorlar,
Abdullah Öcalan bir yerinden
çiziyor onlar bir şeyleri kabul
ediyor, diğerleri başka şeyleri.
Yani bu sağlıklı bir süreç değildi. Öyle gözüküyor ki. Toplum
olarak da o günkü koşullarda
siyasi olarak sorunun müzakere ile bir yerlere varması açısından pek de hazır bir dönemde
değilmişiz galiba.
Oslo Bir Aldatmacaydı
Yani şu anki İmralı
görüşmeleri o dönem
yapılsaydı…
O denemde bugünkü biçimiyle görüşmeler sürseydi önce
MHP çok büyük tepkilerde
bulunurdu. MHP mağduriyet
veya şehit cenazeleri üzerinden politika yapıyor. Zaten siz
MHP ile bir demokrasi süreci
yaşayamazsınız,
yaşatamazsınız. MHP’nin Türkiye’de
demokrasi gibi bir talebi yok.
Genel çerçevede söyleyeyim,
MHP’nin tek yapmak istediği
devletin güçlenmesi ve kendisinin de o güçlü devletin başında yönetici olmasıdır. Totaliter
bir rejimdir yani hedefi. Onun
için siz MHP ile demokratikleşme zeminini geliştirmeküzere birlikte sürdüreceğiniz bir
çabada bulunamazsınız. Onun
muhalefeti anlaşılabiliyor. O
zaten bir şeylere karşı.
İkincisi CHP’yi bu süreçte
ılımlı bir zeminde tutamazdınız. CHP’nin o günlerdeki
konumuna nazaran biraz daha
yumuşamış bir görünümü var.
Artık çatışmaların sona erdirilmesi için çok güçlü olmasa da
diyaloga evet diyen bir eğilim
var. Baykal dönemindeki tek
seslilik yerine şimdi içerden
çatlak sesler duyulabiliyor. İşte
partiye birtakım yenitransferler yapıldı, Sezgin Tanrıkulu
vs. Kemal Kılıçdaroğlu’nun
kendisi de bu sürecin selametle sürmesini istiyor. Ancak
tabii yine de CHP için fazla
iyimser olamıyoruz.Başta Baykal olmak üzere, Emine Ülker
Tarhan, Muharrem İnce, İsa
Gök, Ali Rıza Öztürk, Birgül
Ayman Güler, Tanju Tosun,
Süheyl Batum falan gibi sayılmakla bitmez pek çok insan
yerlerinde duruyor. Bunlar
tabi ki doğal olarak böylesi bir sürece karşıdır; çünkü
1920’lerin,1930’ların Kemalist
anlayışına sahipler. Ama CHP
en azından 3 yıl önceki konumundan biraz daha, yani tam
olarak değilse de içinden bazı
seslerle biraz uzaklaşmış ya da
aynı CHP konumunda değil.
O dönem Türkiye’nin komşularıyla olan ilişkileri açısından
dikkate alırsak, pek iç açıcı bir
dönem değilmiş. Suriye krizinin patladı patlayacak diye
beklendiği bir dönemdi.
İran PKK ile çok ciddi bir stratejik ilişki kurdu. PKK ile arasındaki savaşı, çatışmayı sona
erdirdi. PKK topyekûn İran
sınırlarını terk etti. PJAK yani
PKK yerine PJAK diyelim.
Açık bir destekle PKK’yı Türkiye üzerinden savaşa sürmek
için her türlü çabayı gösterdi.
Tabi bu arada da PKK’nın işte
o İran’la yakınlaşan savaşçı kanadı da Devrimci Halk Savaşı
diye bir stratejiyi Oslo sürerken
gündeme almışlar, karar vermişler ve başlattılar. Oslo za-
29
ten bir aldatmacaymış meğer.
Bir yıl sonra Duran Kalkan’ın
açıklamalarından öğreniyoruz
ki,PKK zaten Devrimci Halk
Savaşı kararı almış ve savaş
kararı vermiş. Bir taraftan da
Oslo süreci yürüyor... Bunu
geçtiğimiz Ağustos ayında Star
Açık Görüş’te alıntılarla açıklamıştım. Yani demek ki,Oslo
görüşmeleri Kandil açısından
bir tür ipe un sermenin ötesinde fazlaca ciddiyealınmıyormuş.
Oslo görüşmeleri sadece
devlet tarafından atılan bir
adımdı…
Evet. Yani Silvan’da 2011
Temmuz’unda hadise olduğu
zaman Oslo bitti diye birtakım yorumlar çıkıyor. Öyle
değil. 2011 Temmuz’undan 1
yıl önce zaten devrimci halk
savaşı kararı almışlar. Yani o
son 1 yıl zaten ipe un sermekle
geçmiş. Onun için Oslo süreci Silvan’da devrilmedi. Daha
önce PKK tarafından alınan
bir kararla yok edilmiş bir süreçmiş zaten.
Görüşmelerin olumlu
bir şekilde devam etmesi
durumunda PKK’nın
silahsızlandırılmasının
kısa vadede gerçekleşme
ihtimalini nasıl görüyorsunuz?
Yani tabi ki Abdullah
Öcalan’ın liderliğinde sürdüğü
takdirde çok fazla pürüz çıkmaz. Ancak PKK’dan birtakım
kopuşlar bu savaşı sürdürmeye
niyet etmiş birileri olabilir. O
ihtimal de şimdi henüz ortada
yok, gözükmüyor. O zaman bir
30
STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013
kısmı silahlarını bırakmaz, ama
Öcalan’la bu iş burada bitti
dediğiniz noktada artık silahlı mücadele sayfası kapanmış
olur. Ancak eski PKK geleneğine sahip oldukları iddiasıyla
başka gruplar çıkabilir.
Bunlar ağırlıklı olarak Türkiye
dışındaki Kürtlerden çıkabilir,
Suriye Kürtlerinden çıkabilir.
Onların gelip Türkiye’de bir
savaş sürdürmeleri çok gerçekçi, akılcıdeğil. Yani PKK
Türkiye’de bütün bir sivil ve
militan kadrosuyla Abdullah
Öcalan’a bağlı olduğunu söylerse Suriye’deki Kürtlerin,
İran’daki Kürtlerin, hayır biz
istemiyoruz deme şansı kalmaz.
Şimdi bir tarafta devlet
var bir tarafta Abdullah
Öcalan veya PKK var yalnız bir
de Türkiye’deki kamuoyu var.
Türkiye’deki kamuoyunun bu
görüşmelere yaklaşımını nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Kamuoyu henüz ancak kaba
hatlarıyla bazı detaylardan
haberdar edildi.Tabii müzakereler sürerken,toplumu aydınlatıyorum diye, bugün şunları
görüştük, işte yarın önümüzdeki gündem maddeleri şunlardır
gibi bir takım detaylar açıklanmaz. Kamuoyuna olumlu gelişmeler aktarılır, aydınlatılır.
Kamuoyu da burada yumuşatılır. Üzerinde uzlaşılamamış,
zorlu geçen sayfalar, konular,
başlıklar olabilir. Bunları kamuoyunun bilgisine sunmanın
o aşamada çok fazla bir gereği
yok. Bu gibi konular veya meseleler, ancak müzakereyi yapanlar arasında, kendi çevre-
leriyle görüş alışverişi yapmak
suretiyle görüşülür. Yani bunların ancak nihai sonuçlarından kamuoyu haberdar edilir.
Bir spor kulübü bile bir futbolcuyla transfer için görüşürken
sadece bir diyaloga başladıkları bilinir; Hemen ilkaşamada
işler tamam veya işi bozduk
anlaşamıyoruz denilmez. Sonunda eğer anlaşamamışsanız
zaten süreç biter. Toplumda
böylece nerede işlerin kötü gittiğine dair bilgilendirilmiş olur.
Görüşmelerde şuanda
Hükümetin ciddi bir
inisiyatifi ve çabası var.
Bunun hükümete özelikle
siyasi maliyeti hakkında ne
düşünüyorsunuz?
Böyle büyük siyasi problemler, sosyal problemler masaya
yatırıldığında kısa vadede hükümetlere bir miktar maliyetçıkarabilir. Ama amaçlanan
netice alındığı takdirde ise orta
ve uzun vadedemaliyetin telafisi fazlasıyla geri döner. Çünkü o günün o sıkıntılı süreci
atlatılmış ve toplumun endişe
duyduğu, tehlike beklediği bazı
şeyler gerçekleşmemiş, tersine
durum iyiye gitmiş olur ki, orada artık toplumun endişeleriortadan kalkmış olur.
Öncelikle Şehit
Cenazelerinin Sona Ermesi
Lazım
Abdullah Öcalan için
görüşmeler sonrası ev hapsi
gibi bir durum da sözkonusu
olabilir mi?
Ev hapsi gibi bir durum mutlaka olabilir, ama bu hemen kısa
vadede olmaz. Sonuç almak
lazım. Yani Abdullah Öcalan’a
hükümet gerekli güveni verirse, bu süreç kalıcılık konusunda bize, topluma bir inanç, bir
güven sağlarsa o doğrultuda
giden bir süreç olarak bir inandırıcılık, bir huzur, bir rahatlama sağlayacak gibi bir noktada
ele alınıp değerlendirilirse tabii
ki onun da sonucu Abdullah
Öcalan’ın statüsünün değişmesine yol açar. Bu gelişme
toplumda büyük bir tepki almaz, ama ortada hiç bir şey
yokken de böyle bir şey olmaz.
Yani öncelikle şehit cenazeleri vb işlerin sona ermesi lazım.
Dağdaki çatışmaların, şehirlerdeki şiddetin sona ermesi
gerekir. Toplumda da güven
duygusunun oluşması ancak
böyle mümkün olur. Yoksa durup dururken herhangi bir uygulamaya gittiğinizde insanlar
sorarlar, niye böyle oluyor diye.
Siz taviz veriyorsunuz derler.
Müzakerede tabii bir şeylerde
uzlaşma olur, ama buna taviz demek doğru değildir. Bu
meseleyebir alışveriş gibi bakılmamalı, makul bir zeminde
anlaşabilmek önemlidir. Yani
gerçekten de PKK’nın silahlı mücadeleyi terk ettiğini, en
azından Türkiye dışına çıktığını uzun ve orta vadede de bu işi
tamamen kapatacağı yönünde
bir işaret alınmadan Abdullah
Öcalan’a yeni bir statü tanınması zor; bir şeylerin olması
halinde böyle bir statüye dâhil
olacağına dair umut ve güven
verilir. Böyle sağlanır bu iş.
Kürt Meselesinde
Söylenmedik Bir Şey
Kalmadı
Son olarak eklemek
istediğiniz herhangi bir şey
var mı bu konuyla ilgili?
Özellikle son dönemde medyada sakat bazı yaklaşımlar göze
çarpıyor. Birileri bu işi bir ‘toto
oynamak’gibi ele alıyorlar.Kürt
meselesi üzerinde akla gelebilen ilk talepleri görüşülen konular olarak tahmin edip sıraladıktan sonra, “daha önce belirttiğim gibi, söylediğim gibi,
yazdığım gibi” sözlerle akılları
sıra uzmanlıklarını sergilemeye
çalışıyorlar. Yani çıkıyorlar, alt
alta birkaç madde yazıyorlar ve
o birkaç madde zaten aklıselimin kabul ettiği, genel olarak
da Türkiye’de Kürt meselesi
denince akla ilk gelen çözüm
bekleyen sorunlardır. Onları
alt alta yazıp, ben filanca raporumda şunu yazmıştım bunlar benim dediklerimdi şimdi
haklı çıktım gibi yorumlarla
kafaları karıştırmasınlar. Siz
özgürlüğünden mahrum bir insanın önce neye ihtiyacı olduğunu söyleyerek bir öngörüde
bulunmuş olamazsınız. Bütün
herkes bildiği şeyleri sizin daha
önce bir yerlere kaydetmeniz
bir yüksek akıl örneği değildir.
Kürt meselesi denildiğinde
akla gelen hemen her şey daha
önce söylendi. Hiç yeni bir şey
yok. Onun için bugün vatandaşlık tanımıdır, anadilde eğitim hakkıdır, seçim barajıdır,
yerinden yönetim reformudur,
savunma hakkıdır Öcalan’ın
cezaevi koşullarıdır vs bunla-
rın hepsi fazlasıyla yıllardan
beridir defalarca yazıldı ve
söylendi. Bunları kalkıp benim söylediğim, onun söylediği
gibi ele almamak lazım. Zaten
bunlar olması gereken şeylerdir ve kimsenin burada özel
bir vizyonu, dâhiyane görüşleri
ya da bir dayatması sözkonusu
değil. Bana sorduğunuz zaman,
sokaktaki adama sorduğunuz
zaman, Kürt meselesi denildiğinde aklına ne geliyor diye
verilecek bir takım cevaplar
vardır. Cevapların orada biri,
ikisi masaya yatırılmış olabilir,
olmayabilir de; ama bunları
kalkıp hükümeti de diğer tarafları da filanın dediği oldu,
falanın olmadı gibi noktalarda
endişeye sokmanın ya da işi
zora sokmanın gereği yoktur.
Kimse bilgiçlik taslamasın. Neticede bir yere gelinmiştir. Bu
yerden sonra en azından topluma hitap eden her kesimin
böylesi görüşmelerin, böylesi
müzakerelerin selametle sonuçlandırılmasıdır, düze çıkarılmasıdır. Kimse bilgiçlik taslamamalı. Kimse onun ya da
bunun dediği tekrarlanıyor gibi
böyle öngörüler öne sürüp kafa
bulandırmamalı bence. Bunlar
iyi şeyler değil.
Kürt meselesinde aşağı yukarı
söylenmedik pek bir şey de kalmadı. Neticede bu görüşmeler,
Abdullah Öcalan’la ya da PKK
ile bir savaşın, çatışmanın bir
an önce sona ermesi yönünde atılacak adımlar Türkiye’yi
gerçekten bölgede daha itibarlı, daha dikkate alınacak bir
konuma sokar.
Teşekkür ederiz.
31
RÖPORTAJ
OSMAN CAN:
1982 ANAYASASI
YÜRÜRLÜKTEYKEN
VESAYET KALDIRILAMAZ
Röportaj: Ahmet ÜNAL
SDE Yüksek İstişare
Kurulu Üyesi
Doç. Dr. Osman Can,
Ankara Üniversitesi
Hukuk Fakültesinden
mezun olduktan sonra
yüksek lisans ve doktora
çalışmalarını Almanya’da
tamamladı. Anayasa
Mahkemesi raportörlüğü
döneminde önemli
kararların altına imza atan
Can, Marmara Üniversitesi
Hukuk Fakültesinde
öğretim görevlisi ve Star
Gazetesinde köşe yazarlığı
yapıyor. AK Parti Merkez
Karar ve Yönetim Kurulu
üyeliğine seçilen Can yeni
anayasa çalışmaları ile
bu bağlamda tartışılan
vatandaşlık ve kimlik
konularına ilişkin
sorularımızı
cevaplandırdı.
1982 Anayasası’nda
ve yürürlükteki yasalarda
vesayet sisteminin izleri
tamamen temizlenmiş midir?
Varsa vesayet düzenini
koruyan hangi maddelerin
öncelikle kaldırılması gerekir?
Vesayet sistemini tanımlayarak bu soruya cevap verelim.
İttihatçı sınıf ve ideolojinin
ortaya koyduğu anayasal düzen her şeyden önce sahip
olduğu toplum ve birey tasavvurunu hayata geçirmeye
programlanmış bir düzendir.
İttihatçı ideolojinin etnik milliyetçi, laikçi, sosyal Darwinist
ve pozitivist parametrelere
sahip olduğunu dikkate aldığımızda, kurulan düzenin devlet
aygıtını ittihatçı ideoloji doğrultusunda toplumu dönüştürme, biçimlendirme ve adeta
yeniden yaratma aracı olarak
tasavvur edildiğini kabul etmek gerekir. Jakoben yöntemlerle eldeki toplum yeni baştan formatlanacak, ideolojinin
hedeflediği toplum ve bireyler
yaratılacaktır. Bunu yapacak
devlet aygıtı ise her şeyden
önce merkeziyetçi olmak zorundadır. Merkeze egemen
olan ittihatçıların amaçlarına
ulaşması için devletin merkeziyetçi bir şekilde örgütlenmesi ve tüm yetkilerin merkezde
toplanması gerekecektir. Nitekim Osmanlı modernleşme
süreci, aynı zamanda kendini
devleti kurtarmaya ehil gören
bürokratik elitin hukuki düzenlemelerle sistemi merkezileştirmesi sürecidir.
1922 sonlarından itibaren yeniden ülkenin kaderine hakim
olmaya başlayan ittihatçı bürokratik elit ilk fırsatta ademi
merkeziyetçiliği savunan birinci meclisi ortadan kaldırdıktan hemen sonra, 29 Ekim
1923’te yerel yönetimlerin
özerkliğini ortadan kaldırıp
ittihatçı tercihe dönüş yaptı.
Bu çok bilinçli ve programlı
bir tercih idi, zira başka türlü
toplumu ve bireyi istedikleri
kalıba sokmaları mümkün değildi. Vesayette birinci aşama
buydu, yani topluma ve bireye
vesayet etmeyi mümkün kılan katı merkeziyetçi sistemin
tesisi. İşin ilginç tarafı, daha
sonraki anayasalarda pek çok
şey değişmiş olsa da vesayetçiler, merkez ile yerel arasındaki
bu ilişki düzeneğinin neredeyse virgülüne dahi dokunmadılar, mahkemeler de dokundurtmadı. Vesayetin ikinci
aşaması ise, 1950 ile birlikte
vesayetin partisi CHP’nin iktidardan düşmesi ile ihtiyaç
olarak doğdu. Zira toplum
ve bireyin merkeziyetçilikle
istenildiği kadar dönüştürülmesi mümkün olmamıştı ve
ilk serbest seçime gidilir gidilmez, toplum ve bireyin tercihi
vesayetçilerin reddi yönünde
tecelli etmişti. İşte toplumun
demokratik olarak ortaya çıkan ve merkeze taşınmak
suretiyle vesayetçilerin iktidarına tehdit oluşturan iradesini kontrol altına almak için
ikinci vesayet aşamasının veya
kilidinin tesis edilmesi gerekiyordu. Bunu da 27 Mayıs darbesiyle yaptılar.
1961 Anayasası ile birey ve
toplum merkeziyetçilik tercihiyle doğrudan vesayet altında tutulduğu gibi, onun demokratik iradesi de vesayet
altında tutulmalıydı. Bunun
için yargı başta olmak üzere,
TSK, Üniversiteler, Odalar,
Kurumlar egemenlik kullanma yetkisiyle donatıldılar.
1982 Anayasası ise bu sistemi
berkitti. Kısacası vesayet ikili
aşamalıdır. Birincisi merkeziyetçilikte, diğer ise demokratik meşruiyete sahip olmadığı
halde egemenlik kullanan
organlarda vücut buldu. Sorunuzun cevabı herhalde netleşiyor. 1982 Anayasası’nın
şu ya da bu maddelerinin kaldırılmasıyla vesayet ortadan
kaldırılmaz. Bir bütün olarak
bu anayasanın ilga edilmesi ve
yerine merkez ile yerel arasında demokratik bir dengeyi koyan ve demokratik meşruiyete
sahip olmayan hiç bir organa
egemenlik kullanma yetkisi tanımayan bir anayasanın
konması gerekir.
Vatandaş Devleti Tanımlar
ve Sınırlandırır
Yeni Anayasa
çalışmalarındaki Anayasal
Vatandaşlık kavramı
tartışmaları hakkında
görüşünüz nedir? Türklük
ve Kürtlük gibi kavramların
Anayasa’da yer almasını
doğru buluyor musunuz?
Bu konudaki tartışmalar yanlış
bir zeminde yürütülmektedir.
Bir kere vatandaşlık tanımı
sorunlu bir kavramdır. Eğer
33
demokraside karar kılıyorsak,
vatandaşın, bireyin, toplumun
devlet tarafından tanımlanması gibi tuhaflıklara izin vermemek gerekir. Devlet vatandaşı değil, vatandaş devleti
yaratır, tanımlar ve sınırlandırır. Vatandaşlık egemenliğin
sahibi olan topluma aidiyetin
hukuki ifadesidir. Vatandaş
olan siyasi hakları kullanır.
Parti kurar, milletvekili veya
başkan seçilir. Seçme ve seçilme hakkını kullanmak suretiyle milletin kaderi hakkında
karar verir. Bu bir haktır. İşte
vatandaşlık konusunun anayasada düzenlenmesinin esprisi budur. Bu yüzden vatandaşlığın tanımına anayasada
ihtiyaç yoktur, olsa da bunun
bir hak olduğunun ifadesiyle yetinilmesi doğal olandır.
Bunun ötesine taşan ve etnik, kültürel ve sair özellikler
nedeniyle vatandaşları belirli
bir kalıp içinde tanımlamaya
giden düzenlemeler vesayetçiliktir, meşru değildir, demokrasilerde de reddedilmesi
gereken bir zihniyete tekabül
eder. Vatandaşlığın manası bu
tür etiketleri kaldırmaz, Türk
veya Kürt etiketini kaldırmaz.
Anayasada birden
fazla Resmi Dil ve Ana Dil
bulunabilir mi? Dünyada
bunun örnekleri var mıdır?
Türkiye için size göre uygun
olan ifade nasıl olmalıdır?
Bir kere birden fazla resmi dilin mümkün olup olmadığını
dünyaya bakmak yerine kendi
ihtiyaç ve irademize kulak ve-
34
STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013
rerek cevaplandırmamız gerekir. Eğer güçlü bir toplumsal
talep varsa olur, olmazsa da
olmaz. Ama güçlü bir toplumsal talep olmadı diye, bu
talebi dile getirenler de hain,
bölücü olmaz. Bu bir demokratik fikir ifadesidir. İsviçre’de
dört resmi dil vardır. Güney
Afrika ve Hindistan’da resmi diller saymakla bitmiyor.
Lüksemburg’da beş resmi dil
var. İskandinav ülkelerinde en az iki resmi dilden söz
edilmekte. Tanınmış bölgesel
veya azınlık dillerinden hiç söz
etmedim bile. Bunun dışında,
Türkiye, KKTC ve Azerbaycan dışında tek resmi (yazışma
dili dahil) kabul eden ülke neredeyse yok. Bu açıdan bakıldığında, dünyada neredeyse
bizden başka bu kadar tekçi
tercihe sahip ülke kalmamış.
Herhalde tüm dünya aklını
oynatmış ve sadece bizdeki
vesayetçiler akıllı deme imkanı yok.
Anadil konusuna gelince bu
bir anayasa meselesi değil zaten. Ana dil, bir anadan doğmuş olmakla öğrenilen dildir
ve hukukça düzenlenmesi fiilen imkânsızdır. Aksi taktirde
1982 Anayasası’ndaki anormallik üretilmiş olur. Orada
42. maddede “Türkçeden başka hiç bir dil anadili olarak öğretilemez” denilmektedir. Eğer
kişi Türk bir anneden doğmuşsa, bu düzenleme anlamsızdır. Eğer Kürt bir anneden
doğmuşsa yine de anlamsızdır,
zira Türkçeden başka bir dil
öğretilemeyeceğini söylemesi-
ne rağmen, Türkçe öğretildiğinde anadil öğretilmiş olmayacak, başka bir dil öğretilmiş
olacaktır. İttihatçı-Kemalist
zihniyetin sonucu budur. Anayasanın bu konuda hak tanıyıcı ifadelerden çok, yasaklayıcı
veya dayatıcı düzenlemelerden uzak durması yeterlidir.
Eğitim dili konusunda yasakoyucuya bırakması en doğrusudur. Zira ülkenin demokratik
iradesi, zaman içinde ülkenin
birliğini ve diğer hassasiyetleri gözetmek suretiyle gerekli
demokratik adımları attığında
karşısında en azından anayasayı bulmamış olacaktır.
Anayasa yapım
süresinde, parlamenter
sistem ile başkanlık sistemi
çalışmalarının eşzamanlı
yürütülmesini nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Yeni Anayasanın mevcut
sisteme göre yazılması
ilerde başkanlık sistemine
geçilmesinde sorun
oluşturabilir mi?
Eş zamanlı yürütme biraz siyasal zorunluluktan kaynaklanmaktadır. Her bir sistem talebini diğer partilere dayatmak
yerine, farklı farklı modellere
göre yazımın paralel gerçekleşmesi, sonraki aşamalarda
uzlaşmayı mümkün kılabileceği gibi, belki de alternatifli
model olarak halkoyuna sunulmasını da kolaylaştırabilir.
Ancak muhalefetin başkanlık
sistemiyle ilgili hiç bir bilimsel fikir sahibi olmaksızın yürüttüğü direnişin bunda payı
vardır. Diğer yandan bunun
ileride sorun oluşturabilmesi
mümkündür. Ama unutmayalım, başkanlık modelinin
etkileyeceği maddelerin sayısı
sınırlıdır ve şu anki anayasa
yapımında teşkilat kısmı 1961
veya 1982 anayasalarındaki
gibi uzun olmayacaktır.
En Çok Vesayetçiler Ülkeyi
Bölünme Tehlikesine
Sokuyor
Ulusalcı ve Kemalist
görüşteki uzmanların,
son günlerde Büyükşehir
belediyeleri ve Anadille
eğitim vb mevzuatın
değiştirilmesinin ilerde
Türkiye’yi federal sisteme
götüreceği ve bunun
bölünmeye yol açacağı
şeklindeki görüşleri hakkında
ne dersiniz?
“Ulusalcı ve Kemalist görüşteki uzmanlar” ifadesi sorunlu
bence. Zira hem ulusalcı ve
Kemalist, hem de “uzman”
olunmaz. Ancak “keskin
inançlılık” olur. Bu cenahtan
korku ve paranoya kaynaklı
olmayan rasyonel eleştiri neredeyse hiç duyulmuyor. Bu
konudaki itirazları da bu kabil itirazlar olduğundan ciddiye alınma imkanları yok.
Biz bu soruyu, onların itirazı
dışında değerlendirelim. Bir
kere Türkiye tarihinde hiç federal bir deneyim yaşamadı.
Yaşamasında ilke olarak bir
sakınca yok, ancak yaşamadığının altını çizelim. Kürtlerin
taleplerine en fazla kulak verildiği bir dönemde, 1919-22
döneminde, yani İngilizlerin
bağımsızlık vaat ettiği dönemde, Kürtler sadece idari
adem-i merkeziyetçilikle yetinip (1921 Anayasası) Kurtuluş Savaşı’nda Misak-ı Milli
sınırları içinde kalmayı kabul
ettiler ve halen bu konuda ısrarlılar, evet devletin 90 yılık
ayrımcı, asimilasyoncu, ötekileştirici faşizan uygulamalarına rağmen bu ısrarlarından
vazgeçmediler. Şöyle diyelim:
1921 Anayasası’yla kabul edilmek bir yana sadece reddedilmemek ve bulundukları bölgelerde devletin yönetimine katılmış olmayı yeterli gördüler.
Şimdi şu soruyu sormak gerek:
Ülkenin bölünme ve parçalanmaya en yakın olduğu, en
zayıf olduğu 1919-1922 dönemlerinde bu tercihe sıcak
bakmayan Kürtler, bugün en
güçlü, en fazla özgüvene sahip
olduğu, korku ve endişelerini
aştığı bir dönemde mi bu tercihi dile getirecek? Elbette ki
hayır. Ulusalcı, Kemalist ve
ultramilliyetçi kesitler elbette
ki bunun tersini iddia ederler, hatta adeta böyle olmasını isterler. Sözünü ettiğimiz
yasalar ve öneriler, bırakın
bölünme ve federatif bir yapıya geçişi mümkün kılmayı,
aksine birleştirmeyi, ülkede 90
yıldır vesayetçiler tarafından
gaspedilen hakların halkın demokratik temsilcilerince iadesinden başka bir şey değil. Bu
vesayetçiliğin tektipleştirici
homojenliğiyle sağlanamayan
birlikteliğin, demokrasi ve
özgürlükler temelinde halkın
özgür iradesiyle sağlamasının
ifadesidir. Bu ülkede farkında
olarak veya olmayarak, vesayetçilerden daha fazla ülkeyi
bölünme tehlikesine sokan hiç
bir oluşum ve siyasal hareket
olmamıştır. 90 yıldır sağlayamayan birliktelik bunun bir
kanıtı değil mi? Kürt sorunu
1924 Anayasası’yla başladı.
Yani merkeziyetçilikle ve etnik milliyetçiliğin anayasal
tercihe dönüşüp ötekilerin
yok sayılmaya başlanmasıyla
başladı. Bunun altını çizelim!
Neyse ki onların tasfiyesiyle
milli birlik ve kardeşliğimizin
özgür irade ve demokratik
katılım temelinde hayata geçmesi mümkün hale geliyor. Ve
Türkiye tüm dünyanın gıpta
edeceği barış adasına dönüşecektir. Buna inancım tamdır.
İmralı müzakere süreci
ile yeni anayasa yazımının
birlikte yürütülmesi hakkında
düşüncenizi öğrenebilir
miyiz? Size göre PKK silah
bırakmadan görüşmelerin
sürdürülmesinin fayda ve
zararları nelerdir?
Bu tamamen politik stratejiyle
bağlantılı bir mesele. Anayasa yazımı, bundan sonra nasıl
birarada yaşayacağız sorusuna
verilecek cevabın ifadesidir.
Terörün sona erdirilmesinden
bağımsız bir mesele. Ancak
sürecin ilerlemesi sonuç itibariyle çözüme katkı sağlayabilirse, bu ayrıca alkışlanacak bir
iş olur.
Teşekkür ederiz.
35
CASUSLUK-FUHUŞ, BALYOZ,
ERGENEKON DAVALARI VE
İSTİFA ETMENİN ONURU
Ahmet ÜNAL
SD Yazı İşleri Müdürü
E
rgenekon, Balyoz, casusluk-fuhuş
davalarının
yanı sıra komutanların
dinlenmesine yönelik operasyonlarda halen aydınlatılamamış birçok karanlık nokta bulunuyor. Ortada birçok görüntü,
ses kaydı ve belge bulunduğu
halde bunların nasıl elde edildiği konusunda kamuoyunun
zihninde beliren kuşkular giderilebilmiş değil.
Genelkurmay Başkanı, kuvvet
komutanları ve MİT yetkililerinin özel konuşmaları, siyasi
parti yöneticilerinin yatak odalarına yerleştirilen gizli kameralar, kozmik odalardan çıkarılmış valizlere sığmayan gizli belgeler, Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan’ın makam odasında
‘böcek’ bulunması ve son olarak Donanma Komutanlığı’nda
kritik görevlerdeki onlarca subayın casusluk ve şantaj suçlarından tutuklanması
Türkiye’nin büyük bir güvenlik
zaafı yaşadığının işaretleri.
Türkiye’nin ilk yerli askeri eğitim uçağı Hürkuş, ilk yerli askeri helikopteri ATAK, ilk mil-
36
STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013
li gemisi MİL-GEM, uzaya gönderilecek ilk milli uydular ve
daha nice stratejik proje ve gizli
belgeler hükümlülerin veya tutuklu sanık üzerinde ele geçirilmiştir. Balyoz, Ergenekon,
İnternet Andıcı davalarından
ayrı olarak sadece “Askeri casusluk ve fuhuş davası”nda,
4’ü amiral 75 Deniz Kuvvetleri
mensubu sanık olarak yargılanmaktadır. İstifasını veren
Donanma Komutanı Nusret
Güner’in 14 yaşındaki kızına
dahi şantaj tuzağı kurulmuştur.
Savunma ve istihbarattan sorumlu birimlere ait gizli kalması
gereken bilgi ve belgelerin ortalığa saçılmasının tehlikeleri bir
yana bunları korumakla görevli
askeri ve sivil personelin fuhuş
tuzağına düşürülerek şantaja
açık hale getirilmesi sorunun
vahametini katlamaktadır. Üstelik son yıllara damgasını vuran davalar, resmi kurumların
iç denetim ve incelemeleriyle
değil isimsiz ve imzasız mektuplarla açılmıştır. Savcılıklara
ulaşan benzer ihbar kayıtları-
nın istihbarat arşivlerinde bulunmasına rağmen sümenaltı
edilmesi de kayda değer bir ayrıntıdır.
Konunun dramatik yönü, istihbarat ve güvenlik kurumları çalışanlarının, hizmet için uğrunda canlarını dahi feda etmek
üzere yetiştirildikleri milleti
bizzat fişlemeleri ve bu fişleme
dokümanlarını tedbirsiz davranarak yabancı servislerin adeta kullanımına sunmalarıdır.
Daha da kötüsü gizli odaklar
tarafından tuzağa düşürüldüklerini öne sürerken, komplocuların kim olduğunda dahi görüş
birliğine varamamaktadırlar.
Balyoz davasının gerekçeli kararındaki ifadeler ise akla zarar
şüpheleri gündeme getirmektedir. Donanma Komutanlığı
Askeri Savcılığı, “Suga Harekat Planı” ile ilgili başlatılan
soruşturma sonucunda “kovuşturmaya yer olmadığı” kararı vermiştir. Hava Kuvvetleri
Komutanlığı da, “Oraj Harekat
Planı” kapsamında yürüttüğü
idari tahkikat raporunda, sanıkların “hayal ürünü bir yapılanma içine çekildiği” değerlendirmesine yer vermektedir.
Peki bu kadar silah, askeri techizat, gizli belge, fişleme raporları, dokümanlar ve stratejik
önemdeki ihale dosyalarını
dışarıya kim sızdırmış ve bunları kim ihbar etmiştir? İletişim
teknolojisinde yaşanan gelişmeler, ortam dinlemelerini ve
teknik takibi kolaylaştırarak
hemen herkesi rahatlıkla dinlenebilir kıldı. Ancak teknolojik yeteneklerle temin edilen
telefon - ortam dinlemeleri,
elektronik mesajların takibi ve
özel hayatın görüntülenmesi ile
doğrudan doğruya insan unsuru kullanılarak gerçekleştirilen
profesyonel operasyonların birbirinden ayrılması gerekiyor.
Kozmik odalarda, çelik kasalarda, yüksek güvenlikli ortamlarda saklanan ‘Çok gizli’ belgelerin hem de bavullara doldurularak dışarıya çıkarılması içerden yardım almadan neredeyse
imkansızdır. Belgelerin farklı
kuvvet ve kurumlardan çıkarıldığı dikkate alındığında sorun
daha da düğümlenmektedir.
Yabancı istihbarat kurumlarının da hedef ülkeden ele geçirdikleri bilgi ve belgeleri topluca
kamuoyuna sızdırmaları şeklinde bir yöntem dünyada eşine
rastlanır bir uygulama değildir.
Açıklanması durumunda karşı taraf tedbir alacağı için ele
geçirilen bilgilerin önemi kalmayacak, şantaj amacıyla da
kullanılamayacaktır. Tuzağa
düşürülenler önemli görevlere
geldiklerinde kullanabilecek
kasetleri niçin bir çırpıda harcasınlar!
İkinci ihtimal ise TSK içinde
yuvalanan darbeci oluşumlardan, millete yönelik psikolojik
harekatlardan ve mesai arkadaşlarının fuhuş tezgahlarına
düşürülerek kullanılmasından
rahatsızlık duyan askeri personelin, kamuoyu desteğiyle
askerlik mesleğini çürüklerden
arındırma çabalarıdır. Kırılan
kol mikrop kapmış, bünyeyi
felç edebilecek şekilde yayılmıştır. Komplo kurularak fuhuş
tuzağına düşürülen yüzlerce askeri kişi ve aileleri müşteki ve
mağdur sıfatıyla ifade vermiş-
tir. Nitekim Balyoz davasından
mahkum olan kimi komutanlar, kozmik odalardan sızdırılan
dokümanın karargahta görevli
üst düzey komutanların himayesinde dışarı çıkarıldığını
ileri sürmektedir. Taraf Yazarı
Mehmet Baransu da, “Haber
kaynaklarım
Genelkurmay
Karargâhı’nın tam da göbeğindedir” demektedir.
Balyoz davası sanıklarının ifadeleri doğruysa, kim olduğu bilinmeyen kişiler Genelkurmay
Karargahı’nın kozmik odasından gizlice belge çıkarmakta
ve Donanma Komutanlığı’nın
İstihbarata Karşı Koyma (İKK)
şubesine yine gizlice belge yerleştirmektedir. Bu durumda
daha vahim sorunlarımız var
demektir. Kozmik odaların
gizliliği ayaklar altındadır. Üstelik buralar sözde öyle yüksek
güvenlikli korunmaktadır ki,
önemli bir soruşturma sırasında, ‘Cumhuriyet Başsavcılarının’ dahi güvenlik kleransı yetersiz kalmaktadır!
Aslında bu durum bile komuta kademesini büyük bir vebal
altında bırakmaktadır. Bu zaafların, ihmallerin ve yanlışların
hesabını kim verecektir. Askerliğin en temel kurallarından
biri, komutanın yaptığı kadar
yapamadığından da sorumlu
olduğudur. Bu durumda istifa etmek onurlu bir tavırdır.
Tutuklananların
yerlerine
atanacak komutan kalmadığı
gerekçesi hem tutarlı değildir
hem de gerçeklerin örtülmesine yarar. Ülkenin ve güvenlik
kurumlarının selameti için davalar sürmeli ve sorumluların
üzerine gidilmelidir.
37
DEĞİŞEN DÜZENLER VE
KÜRESEL SAVAŞ İHTİMALİ
Alper TAN
iÇ POLiTiKA
SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi
Afrika’da yaşananları Hıristiyan Batı’nın kolay kolay
hazmetmesi mümkün değil. Bu sebeple de savaş dahil
her türlü yöntemi tercih edebilirler. Bölgede yaşanan
“Baharlara” karşı şu sıralar fazla tepki veremiyor olmaları
Batılı ülkelerin içine düştükleri ekonomik krizlerden
kaynaklanıyor. Batılı ülkeler, ekonomilerini toparladıkları
takdirde ilk iş olarak gelişen baharları hazana çevirmek
için ellerinden geleni arkaya koymayacaklardır. Bunun
bilincinde olmalıyız.
D
aha önceki bazı yazılarımızda da vurguladığımız gibi 20. Yüzyılın
başında Batılı ülkelerin elleriyle kurulan, coğrafyaya ve
toplumsal realiteye uyumsuz
şekilde, sömürgeci ülkelerin
çıkarlarına göre dizayn edilen
statükolar bir bir ve arka arkaya çöküyorlar. Halklar kendi
coğrafi, sosyal ve kültürel durumlarına uygun olarak devletlerini inşa ediyorlar. Yani kısacası özellikle İslam coğrafyasında bir asırdır hüküm süren
kurulu düzenler tepetaklak
oluyor.
Bu durum, hem bölgemiz hem
de dünya için çok büyük bir
değişimdir. Bu değişim, ilk olarak Arap ülkelerinde, Tunus’ta
Mısır’da veya Libya’da değil,
bilinenlerin aksine ilk olarak
Türkiye’de başlamıştır. 2002
yılından bu yana Türkiye’de
yaşananlar İslam dünyasındaki baharın ilk aşamasıdır
ve en önemlisidir. Belki çok
iddialı bulunabilir. Ama gerçek şudur: Eğer son on yılda
Türkiye’de yaşanan kansız
dönüşümler veya devrimler
başarılı olmasaydı, bugünlerde
Ortadoğu’da veya diğer İslam
ülkelerinde Arap baharından
söz edemeyebilirdik.
Arap baharı olarak anılan
devrimlerin gerek ilham kaynağı, gerekse en önemli destekçisi hiç şüphesiz Türkiye’de
gerçekleştirilen devrimlerdir.
Bu devrimler Türkiye’de başarılamamış olsaydı Arap halklar
en azından şimdilik böyle büyük bir eyleme cesaret edemeyebilirlerdi.
Önce kendi iç düzenini, tam
olmasa bile büyük ölçüde sağlamış olan Türkiye, hemen
ardından Ortadoğu’daki diğer
halkların da kendilerine ait olmayan veya kendilerini temsil
etmeyen rejimleri devirmelerine destek ve taktik vermeye
başlamıştır. Bu durum her ne
kadar Türkiye içinde tam olarak anlaşılamamış olsa da sözünü ettiğimiz realiteyi ABD
ve diğer Batı ülkeleri çok daha
iyi bilmektedirler.
ABD
Başkanı
Barack
Obama’nın Dışişleri Bakanı
olmasını ısrarla istediği John
Kerry, geçen ay Senato’da katıldığı oturumda, önceliğin,
söylendiği gibi Güney Asya
ve Çin ile ilişkiler değil, İslam
dünyası olacağının işaretini
verdi.
Senato’dan onay alır almaz
bakan olarak ilk yurt dışı gezisini bu ay Türkiye’ye yapacağı kaydedilen Kerry, yaptığı açıklamada “Ortadoğu
ve Kuzey Afrika’da Osmanlı
İmparatorluğu’nun yıkılışından bu yana görülen en büyük değişim yaşanıyor. İnsansız hava araçları, askerler ya
da ihtilaflarla tanımlanan bir
diplomasiyi kaldıramayız. Anlayışı, yakınlaşmayı başaran
bir diplomasiye sahip olmalıyız” dedi. Liberal görüşleriyle
tanınan ve gençliğinde savaş
karşıtı gruplarda yer almış olan
John Kerry, ABD’nin Ortadoğu ülkelerine yönelik politikasında diyaloğa ve karşılıklı
anlayışa önem vereceğini kay-
39
detti. Kerry, Batı dünyasının
İslam’a bakışındaki çarpıklığı
da eleştirdi. Senato’da kendisini dinleyenlere “Bölgedeki
liderlerin size ilk söyleyeceği,
‘Radikal İslam’da gördüğünüzün İslam olmadığı, o radikal
İslam, İslam değil. Bu, eski ve
onurlu bir dinin sabote edilmesi ve suiistimalidir” değerlenmesinde bulundu.
Kerry, Ortadoğu’yu sıkça ziyaret etmiş biri olarak bölgeye dair derin bilgiye vakıf biri
olarak biliniyor. ABD Başkanı
Bracak Obama’nın ikinci dönem başkanlığında Amerikan
Dışişleri Bakanı olarak görev yapacak olan John Kerry,
aslında Amerikan dış politikasında keskin bir dönüşümün sinyallerini veriyor. John
Kerry’nin bu düşüncelerinde
40
STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013
Birinci Dünya Savaşı ile bir imparatorluk kaybeden
Türkiye’nin ayak tıkırtıları hafiften belli olan yeni bir dünya
savaşına hazırlıksız yakalanamaması gerekir. Çünkü kabul
etsek de etmesek de, istesek de istemesek de dünya din
eksenli olarak hızlı bir şekilde yeniden kutuplaşıyor.
samimi olduğuna, patronu
Barack Obama’nın da öyle
düşündüğüne inanıyoruz. Ancak madalyonun diğer yüzü
çok farklı. ABD, dünya savaş
sanayiinin en büyük aktörü.
Dış ticaretinde silah satışı en
büyük kalemlerinden. Savaş
baronları ABD yönetiminin
dış politikada savaş yönetiminden uzaklaşmasına ne kadar tahammül edebilir? Böyle
bir ABD başkanı ve böyle bir
dışişleri bakanına ne kadar to-
lerans gösterebilirler? Bu soru
işaretleri bir tarafa.
Diğer ve bütün bunların hepsinden daha önemlisi şu: Ortadoğu ve çevresinde 20. yüzyılın başında Batı’nın kurduğu
düzen yerle bir olurken ve bir
asır önce Batı tarafından diz
çöktürülmüş Türkiye’nin desteği ile bu bölgede Batı’ya mesafeli yeni sistemler kurulurken, Rusya dahil olmak üzere
Batı ülkeleri bu yeni durumu
ne kadar kabullenecekler?
Eğer kabullenmeyeceklerse ne
yapacaklar? Siyasi ve diplomatik yolları kullanarak bölgedeki çıkarlarının devamı için mi
çalışacaklar? Yoksa gerekirse
çok büyük savaşları göze mi
alacaklar?
Son yıllarda Türkiye’nin sadece Ortadoğu’ya değil Afrika’ya
da ilgisi inanılmaz derecede artmış durumda. Ankara
artık Sudan, Somali, Senegal gibi ülkelerle neredeyse
Anadolu’nun bir parçası kadar
yakından ilgileniyor. Devletin
her türlü imkanları bu ülkeler
için seferber ediliyor. Afrika
konusunda Ankara’nın Çin’le
de ortak hareket etmeye başladığı anlaşılıyor. Afrika’nın
kuzeyi Mısır, Tunus, Libya
ve diğer ülkelerle zaten ortak hareket eden bir politika
izleniyor. Bütün bunlar son
derece önemli ve üzerinde
yoğun şekilde düşünülmesi
gereken hususlar. Avrupa ve
Amerika’nın, bir Batı Afrika
ülkesi olan Mali konusundaki
telaşı ve ortak hareketine de
bakacak olursak, 21. yüzyılın
en mühim belirleyicisinin Afrika olacağını şimdiden söyleyebiliriz.
Afrika’da bir tarafın merkezinde Türkiye’nin olacağı İslam
ülkeleri ile diğer tarafta Hıristiyan ve diğer inanç gruplarından oluşan Batı ülkelerinin
oluşturacağı iki ayrı kutbun
mücadele edeceği anlaşılıyor.
Bu mücadele siyasi ve diplomatik ağırlıklı da olabilir.
Ancak Afrika merkezli bu
mücadelenin sıcak savaşlara
dönüşme ihtimali hayli yüksek
görünüyor. Sebebine gelince.
Bu coğrafyada yaşanmakta
olanlar, sömürgeci Batının hiç
memnun olmayacağı gelişmeler. Bu tür durumlar, tarihte
büyük dönüşümlere neden olmuştur. Bu dönüşümler ise büyük savaşlar neticesinde şekillenmiş ve netlik kazanmıştır.
Birinci ve İkinci Dünya Savaşları bu konunun en yakın ve
en açıklayıcı örnekleridir.
Dünyanın bu tarafında yaşananları Hıristiyan Batı’nın
kolay kolay hazmetmesi mümkün değil. Bu sebeple de savaş
dahil her türlü yöntemi tercih
edebilirler. Bölgede yaşanan
“Baharlara” karşı şu sıralar
fazla tepki veremiyor olmaları Batılı ülkelerin içine düştükleri ekonomik krizlerden
kaynaklanıyor. Batılı ülkeler,
ekonomilerini toparladıkları
takdirde ilk iş olarak gelişen
baharları hazana çevirmek
için ellerinden geleni arkaya
koymayacaklardır. Bunun bilincinde olmalıyız.
Türkiye’nin son yıllarda milli
silah teknolojilerine hız vermesinin en önemli sebeplerinden birinin de bu olduğunu
düşünüyoruz. Çünkü Birinci
Dünya Savaşı ile bir imparatorluk kaybeden Türkiye’nin
ayak tıkırtıları hafiften belli
olan yeni bir dünya savaşına
hazırlıksız
yakalanamaması
gerekir. Çünkü kabul etsek
de etmesek de, istesek de istemesek de dünya din eksenli
olarak hızlı bir şekilde yeniden
kutuplaşıyor. Bununla ilgili çok emareler var. Bizim de
kutbun hangi tarafında olduğumuz açık. “Hazır ol cenge,
ister isen sulhu salah.”
Savaş dünyanın en son tercih
edilecek yöntemidir. Hiç bir
zaman arzu edilmez. Umarız
bu ihtimaller gerçek olmaz
ve savaşsız çözümler bulunur.
Ancak dünyanın bir de realitesi var. Fazlaca romantik olmanın anlamı yok.
41
RAHMET PEYGAMBERİNDEN
GÜNÜMÜZE BARIŞ VE
KARDEŞLİK
Prof. Dr. Talip ÖZDEŞ
iÇ POLiTiKA
SDE Uzmanı
Mekke’de Hz. Peygamber’e ilk vahyin gelmesinin ardından
farklı kabilelere, -zengin-fakir, köle-efendi- toplumun
farklı kesimlerine mensup insanlar Allah’ın Resulü’nün
etrafında kenetlenmişlerdir. İslam, onların aralarında
kan kardeşliğinden, aile, aşiret ve kabile bağından çok
daha ileri bir kardeşlik tesis etmiştir.
2
3 Ocak akşamı itibariyle
(Rebiulevvel ayının 12.
gecesi) Hz. Peygamber’in
dünyaya teşriflerinin 1442.
yılını idrak etmiş bulunmaktayız. Mevlid münasebeti ile toplumu aydınlatmak için özellikle medyada birçok program
ve yayınların yapılıyor olması,
seminer, panel, konferans ve
sempozyum gibi etkinliklerin
tertip edilmesi ülkemiz için
memnuniyet verici bir durumdur. Bugün Suriye ve Irak
başta olmak üzere, kendi coğrafyası üzerinde anarşi, terör
ve çatışmaların cereyan ettiği İslam dünyasının âlemlere
rahmet olarak gönderilen1 Hz.
Peygamber’i çok iyi anlama ve
anlatma sorumluluğu vardır.
Hz. Peygamber’de tezahür
eden rahmet, Rahman ve
Rahim olan Allah’ın insanlığa olan sonsuz merhametinin
tecellisidir; Allah’ın yol göstermesi olmadığında ihtiraslarının esiri haline gelerek kin,
nefret, düşmanlık, hedonizm
ve cehaletin girdabında boğulabilen, canavarlaşabilen,
manevi karanlıklara gark olan
insanlığa... Yirmi birinci yüz-
yılı idrak eden insanlık, hidayetin kaynağını; medeniyetin
temelini oluşturan prensiplerin ve insani erdemlerin kaynağını oluşturan ilahi hitabı
arkasına atarken, kendisinin
neden olduğu kirlilik ve devasa problemler karşısında
tam bir acizlik sergilemektedir.İnsanoğlu bozgunculuğunu ve zulmünü sadece kendi
hemcinsine yansıtmakla kalmıyor. Üzerinde yaşamakta
olduğumuz gezegende insanın
bozmadığı çok az şey kaldı!
İnsanlık tarihinin en başından
Hz. Muhammed’in âlemlere
rahmet olarak gönderilmesine kadar tarih boyunca bütün peygamberler aracılığı ile
insanlığa tebliğ edilen mesajların temel gayesi, insanlığın
hidayete ulaştırılarak kurtuluşa erdirilmesidir. Ancak şu var
ki, insanoğlunun bozgunculuk
vasfı, hidayet amaçlı gönderilen ilahi mesajın bozulmasında, içinin boşaltılarak kabuğa
dönüştürülmesinde, özünden
uzaklaştırılarak tahrif edilmesinde de kendisini hissettirmektedir.
İnsanlığın hidayeti için ilahi
vahye muhatap kılınarak pey-
gamberlerin sonuncusu olarak
gönderilen, tarihin kendisine
şahitlik ettiği Hz. Muhammed,
insanüstü mitolojik, tarih üstü
bir varlık değildir. Beşerin
arasından seçilerek kendisine
vahyedilen, ilahi mesajın tebliğ edilmesi, açıklanması ve
yaşayan bir örneği olması için
gönderilen, insanlık için örnek
alınması istenilen tarihin içerisinde ölümlü bir peygamberdir. Onun mensup olduğu toplumun diliyle konuşmasının,
giyimi, kuşamı, yiyip içmesi,
yaşama tarzı ve ilişkilerinin,
büyük ölçüde içerisinde doğup
büyüdüğü toplumun, coğrafya
ve kültürün özelliklerini yansıttığı doğrudur. Ancak onun,
insanın yeryüzündeki hayat
serüveninin başlangıcından
itibaren bütün kültür ortamlarına, farklı coğrafya ve tarihi
dönemlere ilahi mesajı ileten
peygamberi geleneğin uzantısı ve son halkası olması, onu
sadece Arap toplumuyla, o
toplumun ihtiyaçları, kültür
ve geleneği ile sınırlama çabalarının önündeki en büyük
engeldir. Kendisine vahyedilen
Kur’an’la İslam Peygamberinin
insanlığa getirdiği mesaj, istis-
43
nasız bütün insanlığı Allah’ı
birlemeye, ondan başkasına
ibadet etmemeye, kul-köle
olmamaya (tevhid’e) davet etmesiyle daha önce gönderilen
bütün peygamberlerin mesajlarının özünü ihtiva etmektedir. Bu mesaj, insanın kendi
varlığı, Allah, evren, ölüm ve
ahretle ilgili en temel sorularına getirmiş olduğu; insanın
fıtratıyla, yeryüzündeki varlığının anlam ve gayesiyle tamamen uyumlu tatminkâr cevaplarıyla, bütün insanlığı ihata
eden yüce ahlak ve hukuk
prensipleriyle tamamen evrensel bir mahiyet arz etmektedir.
Yerde ve göklerde Allah’ı birleme, O’na hiçbir şeyi ortak koşmama anlamına gelen tevhid,
insanoğlunun servetine, kabilesine, kuvvet ve saltanatına
güvenerek her türlü tanrılaşma ve mutlak egemenlik iddiasına (Firavunlaşmaya) verilen
bir cevaptır. Tevhid, mahiyeti
gereği fıtri farklılıklara saygı
ile beraber birlik ve bütünlüğü, insicamı, eşitlik ve adaleti,
birbirine hor bakmamayı, kardeşleşmeyi ve birbirini sevmeyi
gerektirir. Çünkü yaratılanlar
ve insanlar arasında var olan
bütün fıtri (yaratılıştan gelen)
farklılıklar, Allah’ın birliğine,
sonsuz güç ve kudretine, ilmine, rahmet ve hikmetine delalet eden ayetler mesabesindedir. Bunun içindir ki, ayet
ve hadislerde fıtri yönlerden
aralarında ne kadar farklılıklar
olursa olsun, müminlerin birbirlerinin kardeşleri oldukları,
birbirlerini sevmedikçe iman
etmiş olamayacakları ifade
44
STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013
edilmiştir. İnsanlar arasında
ırk, etnik yapı, kabile, aşiret ve
cinsiyet gibi farklılıklar üzerinden hiyerarşi sistemleri ve sınıflar üreterek büyüklenmek,
başkalarını ötekileştirip aşağılamak tevhide dayalı bir iman
ve anlayışın değil, şirke dayalı
bir anlayış ve ideolojinin eseri
olabilir.
Hz. Peygamber’in tebliği ve
yaşantısı ile temsil ettiği tevhid inancı, cahiliye dönemi insanının kendi egosu (nefsi) ve
ihtirasları başta olmak üzere
Allah’tan başka ibadet konusu
haline getirdiği, mutlak sevgi,
teslimiyet, bağlılık ve tazim
gösterdiği bütün putların, sahte tanrıların tasfiye edilmesini
gerektirmiştir. İmanda tevhid
ilkesi uyumluluğu, dengeyi, düzeni, köle ile efendinin Allah’ın
ve hukukun önünde eşitliğini
gerektirirken; şirk, tam bunun
aksine kaosu, parçalanmayı,
ötekileştirmeyi, piramitsel sınıflaşmayı, kibir ve aşağılamayı
beraberinde getirir. Bunun içindir ki şirk mantığından hareketle ırk, kabile, etnik ve cinsiyet
farklılıklarının esas alınmasıyla
insanlar arasında ortaya çıkan
ayrımcılıkların, ötekileştirme
politikalarının ve çatışmaların
ortadan kaldırılması, insanların tevhidi iman üzerinde birbirlerinin kardeşleri kılınmaları
âlemlere rahmet olarak yüce bir
ahlak üzerine gönderilen Hz.
Peygamber’in misyonunun en
önemli kısmını oluşturmuştur.
Bu misyonun bir sonucu olarak, Mekke’de Kur’an’ın ilk
inen ayetlerinin insanlara
tebliği ile başlayan süreçte
müminler arasında tam bir
iman kardeşliği gerçekleşmiştir. Bir tarafta Hz. Ebubekir
ve Osman gibi varlıklı Müslümanlar, diğer taraftan Bilal
Habeşi gibi toplumun en alt
tabakasını oluşturan fakir veya
köle Müslümanlar yalnız Allah rızasını esas alan bir iman
ve sevgi kardeşliği etrafında
bütünleşmişler, kenetlenmişler, birbirlerinin kurtuluşu
için her türlü fedakârlığı göstermişlerdir. Hz. Peygamber,
bir defasında Arap bir köleye
kötü davranan Ebu Zer’i azarlayarak yaptığının cahiliye uygulaması olduğunu, kölelerin
kendisinin kardeşi olduğunu,
yediğinden yedirmesini, giydiğinden giydirmesini, yapabileceklerinden fazla iş yüklememesini ve onlara yardımcı
olmasını
istemiştir.2Onlara
“kölem” veya “cariyem” şeklinde değil, “oğlum” veya “kızım” şeklinde hitap edilmesini
istemiştir. Azatlı kölesi Zeyd b.
Harise ve onun oğlu Üsame’yi,
içinde en önde gelen sahabilerin de bulunduğu ordunun başına komutan olarak atamıştır.
Mekke’de Hz. Peygamber’e
insanları Allah’ın ismiyle okumaya davet eden ilk vahyin
gelmesinin ardından insanları uyarmasının emredilmesiyle başlayan peygamberlik
sürecinde, farklı kabilelere,zengin-fakir, köle-efendi- toplumun farklı kesimlerine mensup insanlar, ilahi mesaja kulak
vererek Allah’ın Resulü’nün
etrafında kenetlenmişlerdir.
İslam, onların aralarında kan
rını, hurmalıklarını ve servetlerini gösterip, “Yarısı senin, yarısı benim” demişlerdir.5Bütün
dünya Müslümanları ve insanlık için eşsiz bir davranış örnekliği oluşturan Ensar’ın bu
fedakârlığı, şu ilahi hükmün
uygulanması olmuştur:
kardeşliğinden, aile, aşiret ve
kabile bağından çok daha ileri
bir kardeşlik tesis etmiştir.
İslam’ın Medineliler tarafından
kabul görmesinde en önemli
faktör, Hz. Peygamber’in gerek Yahudilerin kışkırtmasıyla
gerekse cahiliye dönemi kabilecilik zihniyetinin etkisiyle
birbirleriyle çatışma ve savaş
hali içerisinde bulunan Evs ve
Hazreç kabilelerinin arasını
bulması, onları barıştırarak İslam kardeşliği etrafında bütünleştirmesi olmuştur.Miladi 620
yılında Medine’den gelen altı
kişi Mekke’ye üç km uzaklıkta
bulunan Akabe denilen yerde
İslam’la şereflenmişlerdir. Bu
ilk buluşmada Medine’den gelen altı kişi, Allah’ın Elçisi’ne
şöyle demişlerdi:
“Halkımız, iç ihtilaf ve mücadeleler sebebiyle paramparça olmuş durumdadır. Muhtemeldir
ki senin de aracılığınla Allah bu
durumdan bizi çıkarıp kurtaracaktır. Hepimiz bu yolda çalışacağız ve halkımızı senin bizi
davet ettiğin ve bizim de kabul
etmiş bulunduğumuz şeye davet
edeceğiz.”3
Ertesi yıl Evs ve Hazreç’ten
olmak üzere toplam 12 kişi
tekrar gelerek Allah’a eş ve
ortak koşmayacaklarına, hırsızlık yapmayacaklarına, zina
etmeyeceklerine, çocuklarını
öldürmeyeceklerine,
hiçbir
kimseye iftira etmeyeceklerine ve bütün hayırlı işlerde ona
itaat edeceklerine ve onu düşmanlarına karşı koruyacaklarına dair ona biat etmişlerdir.4
Bir sonraki aşamada çok daha
fazla sayıda Medineli gelerek
Müslüman olmuş, İslamiyet
Medine’de meskûn bulunan
diğer Arap kabileleri arasında
da hızla yayılmıştır.
Miladi 622’de Medine’ye
hicretten
sonra
Allah’ın
Resulü’nün gerçekleştirdiği en
önemli şey “Muhacirler” denilen Mekkeli Müslümanlarla
“Ensar” adı verilen Medineli
Müslümanların
birbirlerine
kardeş ve veli kılınmaları olmuştur. Muhacirlerin bir kısmı
Mekke’de zengin olmalarına
rağmen, onlar Allah yolunda
her şeylerini geride bırakarak
hicret etmiş, bir hurma tanesine bile muhtaç hale gelmişlerdi. Durumları düzelinceye
kadar Medineli Müslümanların (Ensar’ın) evleri onlar
için birer misafirhane olmuştur. Hz. Peygamber, Mescid-i
Nebevi’nin inşası tamamlanırken Ensar’ı çağırmış, “Bunlar
sizin kardeşinizdir” diyerek Muhacir ve Ensar’ın hepsini ikişerli şekilde birbirleriyle kardeş
kılmıştır. Ensar’dan olan Müslümanlar, muhacirlerden kendileriyle kardeş kılınan sahabileri evlerine götürerek eşyala-
“İman edip de hicret edenler ve
Allah yolunda malları ve canlarıyla cihad edenler ve muhacirleri barındırıp yardım edenler var
ya, işte onların bir kısmı diğer bir
kısmının velileridir.”6
Medine’ye hicretten sonra, Hz.
Muhammed, Müslüman sahabileri ile olduğu kadar gayr-i
Müslim Medineliler ve Yahudilerle de durumu istişare etmiştir. Hepsi Enes b. Malik’in
evinde toplanarak bir şehir
devlet yapısı ortaya çıkarma
noktasında anlaşmışlardır. Bu
devletin anayasası yazılı bir şekilde tespit edilip vazedilmiştir. Bu anayasa, Hamidullah’ın
ifadesiyle ilk İslam Devletinin
anayasası olmasından başka,
aynı zamanda yeryüzünde bir
devletin vazettiği ilk yazılı anayasa olma hususiyetine de sahiptir. Bu anayasa dini olduğu
kadar siyasi bir topluluk meydana getirmeye matuftur.7Bu
anayasada müminlerle beraber
Medine’de meskûn bulunan
diğer Arapların ve Yahudilerin
(dini, kültürel, siyasi, hukuki)
hak ve özgürlükleri farklılıklara saygı temelinde ve ortak vatandaşlık çerçevesi içerisinde
garanti altına alınmıştır. Hatta
her bir Arap kabilesinin hak
ve yükümlülükleri kültür ve
gelenekleriyle bağlantılı şekil-
45
de zikredilerek belirlenmiştir.8
Buradan, anayasalarda milleti
oluşturan ve birbirinden farklılıklar arz eden toplum kesimlerin hak ve yetkilerinin,
kültür ve gelenekler de itibara alınarak ortak vatandaşlık
çerçevesi içerisinde istismara
yer bırakmayacak şekilde net
olarak vazedilmesinin önemi
ortaya çıkmaktadır.
Hz. Peygamber, Yahudi, Hıristiyan veya müşriklerle yapılan antlaşmalara daima riayet
etmiş, asla bozucu olmamış,
son noktasına kadar barışı zorlamıştır. Hudeybiye denilen
yerde Mekkeli müşrik Araplarla bir anlaşma yapılırken,
anlaşma şartlarını kaleme alması için görevlendirilen Hz.
Ali, anlaşma metninin baş
kısmına besmele (Rahman ve
Rahim olan Allah’ın adıyla) yazmış, müşriklerin elçisi konumundaki Süheyl b. Amr buna
itiraz edince, Hz. Peygamber
onun itirazını kabul etmiştir. Yine Hz. Ali anlaşmanın
başına “Bu, Allah’ın Resulü
Muhammed’in kabul ettiği anlaşmadır” ibaresini yazınca, Süheyl, “Eğer biz senin peygamberliğini kabul etseydik çatışmaya
ne gerek vardı?” diyerek ona da
itiraz etmiş, yerine “Abdullah’ın
oğlu Muhammed” şeklinde yazılmasını istemiştir. Hz. Ali,
imanının ve Hz. Peygamber’e
duyduğu derin saygının gereği söz konusu ibareyi silmek
istemeyince, Hz. Peygamber
ondan yazdığı ibarenin yerini
kendisine göstermesini istemiş, daha sonra da onu eliyle
silmiştir.
46
STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013
Henüz anlaşma şartları yazılırken, Mekke’de İslam’ı Kabul
ettiği için müşriklerin hapsedip işkenceler yaptığı bir genç,
bir yolunu bulup onların ellerinden kurtularak anlaşmanın
yapılmakta olduğu yere gelmiş, Müslümanlara sığınmak
istemiştir. Bu genç Süheyl
b.Amr’ın oğlu Ebû Cendel’den
başkası değildir. Süheyl daha
önce diğer oğlu Abdullah’a acımasızca işkence ettiği gibi Ebû
Cendel’e de işkence etmişti.
Onu karşısında görünce çok
sinirlenmiş, üzerine yürüyerek
elindeki dikenli budaklı ağaç
dalıyla yüzüne vurmaya başlamış, sonra da, “Ey Muhammed,
anlaşmamız gereğince bana geri
vereceğin ilk kişi budur.” diyerek talebinde ısrar etmiştir.Hz.
Peygamber, henüz anlaşmanın
imzalanmadığını söyleyerek
Ebu Cendel’i anlaşma hükmünün dışında tutması ricasında
bulunmuş ise de Süheyl bunu
kabul etmemiş, Müslüman
olan oğlunun kendisine teslim edilmesini istemiştir. Hatta
oğlu geri verilmediği takdirde
anlaşmayı imza etmeyeceğini
de söylemiş, Hz. Peygamber
de barışın olabilmesi için Ebu
Cendel’i ona teslim ederek anlaşmayı imzalamıştır. Süheyl,
oğlunu çekip götürürken, Ebû
Cendel’in Müslümanlara hitaben, “Ey Müslümanlar! Müslüman olarak yanınıza geldiğim
hâlde, siz beni müşriklere geri
mi iade ediyorsunuz, işkenceye
uğratıldığımı bilmiyor musunuz?
Siz bana işkence yapsınlar, beni
dinimden döndürsünler diye
mi müşriklere geri veriyorsu-
nuz?” diye feryat etmesi üzerine Müslümanlar gözyaşlarını tutamamışlardır. Bunlar
yaşanırken Hz. Peygamber
Ebu Cendel’e yaklaşarak ona
müşriklerle yaptığı barış anlaşmasının tamamlandığını, anlaşmayı bozamayacağını, kendisine yapılanlara biraz daha
sabretmesini, Allah’ın ona ve
kendisi gibi olanlara bir çıkış
yolu ve genişlik yaratacağını
söylemiş, onu teselli etmiştir.9
“Size Saldırılmadıkça
Çatışmaya Girmeyin”
Hz. Peygamber’in Mekke’de
iken kendisine, yakınlarına
ve diğer Müslüman olmuş
müminlere ekonomik ve sosyal ambargo uygulayan, her
türlü gıda girişini engelleyerek çocuklar dâhil herkesi
vicdansızca açlığa mahkûm
eden Mekkeli müşriklere, kıtlık döneminde Yemame’den
Mekke’ye buğday gitmesine
izin vererek ekonomik yardımda bulunmuş olması10dikkate şayandır. O, bu uygulaması ile Mekke’yi fiili olarak
fethetmezden önce manevi
olarak fethetmiştir. Mekke’yi
fetheden ordusuna “Size karşı
konulmadıkça, size saldırılmadıkça, hiç kimseyle çarpışmaya girmeyeceksiniz, hiç kimseyi
öldürmeyeceksiniz.”talimatını
vermiş; fetihten sonra orada
bir fetih hutbesi okuyarak cahiliyeden kalma her türlü kibrin, atalar ve dedelerle büyüklenmenin, kabile zihniyetinin,
kan davalarının ayaklarının altında olduğunu vurgulamıştır.
Orada, aynı cevherden yaratı-
lan insanların etnik ve cinsiyet
yapıları ne olursa olsun, hangi ırka veya kabileye mensup
olurlarsa olsunlar Allah’ın ve
hukukun önünde eşit olduklarına, üstünlüğün ancak takvada olduğuna işaret eden şu
ayeti okumuştur:
“Ey insanlar! Şüphesiz biz sizleri
bir erkekle bir dişiden yarattık ve
birbirlerinizle tanışmanız için sizi
kavimlere ve kabilelere ayırdık.
Muhakkak ki Allah katında en
değerli olanınız, takvada üstün
olanınızdır. Şüphesiz Allah her
şeyi bilen ve haberdar olandır”11
Hz. Peygamber, hutbesini bitirdikten sonra kalabalığa baktığında, karşısında kendisine ve
müminlere her türlü zulüm ve
işkenceyi reva gören, ona karşı
harbeden Kureyş’in en amansız liderlerini görmüştür. Onlara, “Bugün size nasıl davranacağımı hiç biliyor musunuz?” diye
sorduğunda, onun ruh halini
bilen bu kimseler hep bir ağızdan: “Sen şerefli bir kardeşsin
ve şerefli bir kardeşimizin oğlusun” diye bağırmışlardır. Bunun üzerine Hz. Peygamber:
“Bugün yaptıklarınızdan dolayı
sorguya çekilmek yoktur, gidiniz,
hepiniz serbestsiniz!” diyerek
genel af ilan etmiş, aşağıdaki
ayetlerin ruhundan hareketle
intikam almamış, kanı kanla
yıkamamıştır:
“Bir kötülüğün karşılığı, ayni
şekilde bir kötülüktür. Ama kim
affeder ve barışırsa, onun ecri
Allah’a aittir. Doğrusu O, zulmedenleri sevmez.”12
“Eğer ceza verecekseniz, size
yapılan işkencenin misliyle ceza
verin. Ama sabrederseniz, elbette o, sabredenler için daha hayırlıdır.”13
“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik
eden kimseler olun. Bir topluluğa
duyduğunuz kin, sizi âdil davranmamaya itmesin. Adaletli olun;
bu, takvaya daha çok yakışan
(bir davranış) tır. Allah’a isyandan sakının. Allah yaptıklarınızı
hakkiyle bilmektedir.”14
Zulüm ve haksızlığa asla rıza
göstermeyen, zalimlere ve zorbalara gücünü gösteren Hz.
Peygamber, hasımları üzerinde
tam hâkimiyet tesis ettiğinde,
Dipnotlar
1
Enbiya, 21/107
2
Ebu Davud, Edep 124
3
Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, çev.
Salih Tuğ, Ankara 2003, c. I, s. 152 (İbn Hişam,
Sire, s. 287’den naklen)
4
Bk. Mevlana Şibli Numani, Son Peygamber Hz.
Muhammed (Sîretü’n-Nebî), Urduca aslından çev.
Yusuf Karaca, İz Yayıncılık, 3. Baskı, İstanbul 2008,
s. 177-181
5
Geniş bilgi için bk. Mevlana Şiblî Numani, a.g.e., s.
192-196.
6
Enfal, 8/72
Allah’ın kendisine verdiği yetki ile onları affetme yoluna gitmiştir. Kur’an’ın Müslümanlar
başta olmak üzere bütün insanlık için yol göstericiliğinin
yanında, Hz. Peygamber’in
hayatından günümüze ışık
tutan, yolumuzu aydınlatan
birçok sözler, sahneler ve uygulamalar mevcuttur. Bugün,
modernitenin etkisiyle kendi
asli referanslarından uzaklaşan, değer erozyonu yaşayan,
özgün kimlik ve medeniyet
tasavvurunu kaybeden, kabile
zihniyetiyle, etnik milliyetçilikle, terör, saltanat mücadelesi, diktatörlük özlemleri,
darbeler, harpler ve işgallerle
sarsılan bir İslam dünyasının
varlığını müşahede ediyoruz.
Müslüman toplumlar, bütün
insanlığın hidayeti için gönderilen ilahi mesajı ve üsve-i
hasene (en güzel örnek) kılınan İslam Peygamberi’ni daha
iyi anlayıp gereklerini yerine
getirdiklerinde, zelil olmaktan
kurtulup aziz olacaklar, çağı
daha iyi yorumlayacak, problemlerinin üstesinden gelerek
makûs kaderlerini değiştirebileceklerdir.
7
Bk. Muhammed Hamidullah, a.g.e., c. I, s. 188-193
8
Geniş bilgi için bk. Muhammed Hamidullah, a.g.e.,
c. I, s. 206-210
9
Geniş bilgi için bk. Mevlana Şibli Numani, a.g.e.,
286-289
10
Bk. İbn Esir, El-Kamil fi’t-Tarîh, Beyrut 1979, c. II,
s. 87-90
11
Hucurât, 49/13
12
Şura, 42/40
13
Nahl, 16/126
14
Maide, 5/8
47
ERDOĞAN’IN AFRİKA TURU:
TÜRKİYE VE AFRİKA’NIN
BİRBİRLERİNİ KEŞFİ
Prof. Dr. Birol AKGÜN
DIŞ POLiTiKA
SDE Dış Politika Koordinatörü
Önümüzdeki yıllarda Afrika’nın hem yeni hem de eski
güçler arasında yeniden bir rekabet alanı haline gelmesi
adeta kaçınılmaz. Bir yandan yükselen Çin, diğer yandan
AB ve ABD gibi küresel güçler arasındaki mücadelede
Afrika yeni bir jeopolitik rekabet alanı haline gelecek
gibi görünüyor. Afrika kıtası, Kuzey kısmında bugünlerde
yaşanan siyasi devrimlerin gösterdiği gibi, uzun bir
aradan sonra hem bir özne hem de nesne olarak dünya
politikasına geri dönüyor.
B
aşbakan Erdoğan’ın Ocak
ayı başında Gabon, Nijer
ve Senegal gibi bazı kritik Afrika ülkelerini kapsayan
resmi ziyareti ve bu seyahati
sırasında gerçekleştirdiği çok
yönlü temasları, Türkiye’nin
Afrika’ya yönelik izlediği açılım politikalarını yerel olduğu
kadar, uluslararası medyanın da
sıcak gündemine taşıdı. Özellikle Erdoğan’ın yaptığı siyasi
konuşmalar ve kullandığı dil
Fransa gibi ülkelerde rahatsızlık
yaratırken; bu gezinin hemen
ardından Fransa’nın Mali’ye yönelik tek taraflı askeri müdahale
kararı alması ise dikkatlerden
kaçmadı.
Kamuoyu
ve
medya
Türkiye’nin Afrika ile gelişen
ilişkilerini daha çok üst düzey
ziyaretler vasıtasıyla hatırlasa
da, aslında Türkiye’nin attığı
adımlar tesadüf değil. Dışişleri Bakanlığınca on beş yıl
önce hazırlanan bir stratejik
eylem planına göre şekilleniyor. Ancak ilişkilerin gelişmesi yalnızca tek taraflı olarak
Türkiye’nin siyasi iradesine ve
kararlılığını dayanmıyor. Af-
rika ülkeleri de kara kıtanın
kaderini değiştirmek için dış
dünya ile karşılıklı saygı ve çıkar temelinde ilişkilerini yeniden tanımlamaya çalışıyorlar.
Bu çerçevede Afrika ülkeleri
Çin, Hindistan, Endonezya,
Brezilya ve Türkiye gibi, uluslararası arenada yükselen ülkeler ile ilişkilerini geliştirmek
için özel çaba sarf ediyorlar.
Fransa gibi eski sömürge ülkeleri ise kendi arka bahçesi
olarak gördükleri ve postkolonyal dönemde kurdukları
özel ilişki ağları ile hep kontrol
altında tuttukları siyasi coğrafyanın yükselen yeni aktörlerle
çok yönlü angajmanlara girmesinden oldukça rahatsızlar.
Önümüzdeki yıllarda Afrika’nın hem yeni hem de eski
güçler arasında yeniden bir
rekabet alanı haline gelmesi
adeta kaçınılmaz. Bir yandan
yükselen Çin, diğer yandan
AB ve ABD gibi küresel güçler arasındaki mücadelede Afrika yeni bir jeopolitik rekabet
alanı haline gelecek gibi görünüyor. Zira bir milyar nüfusu,
bakir toprakları, zengin yer altı
kaynakları ve özellikle stratejik
öneme sahip petrol gibi enerji
kaynakları nedeniyle Afrika
hem büyük bir pazar olarak
hem de hammadde kaynağı
olarak herkesin iştahını kabartıyor. Bu nedenle artık Afrika
denilince yalnızca açlık, sefalet, yaygın hastalıklar ve iç çatışmalar akla gelmiyor. Afrika
demek bundan sonra işbirliği,
yatırım ve ticaret imkanları
demektir. Üstelik küresel sistemin köklü bir değişim süreci yaşadığı bir dönemde, 21.
Yüzyılın ortalarında keskinleşecek olan küresel hegemonya
mücadelesinden kimin galip
çıkacağını Afrika ülkeleri belirleyecek gibi gözüküyor. Bu
anlamda Afrika kıtası, Kuzey
kısmında bugünlerde yaşanan
siyasi devrimlerin gösterdiği
gibi, uzun bir aradan sonra
hem bir özen hem de nesne
olarak dünya politikasına geri
dönüyor.
İşte Türkiye’nin son yıllarda
Afrika’ya yönelik attığı adımları, küresel gelişmeleri isabetle okuyan ve gerekli stratejik
hamleleri yapmaktan çekin-
49
Türkiye’nin son yıllarda Afrika’ya yönelik attığı adımları,
küresel gelişmeleri isabetle okuyan ve gerekli stratejik
hamleleri yapmaktan çekinmeyen bir politika örneği olarak
okumak mümkündür.
meyen bir politika örneği olarak okumak mümkündür. Zira
vizyoner bir devlet yönetimi
geleceğin dünyasının adalet,
onur ve insani değerler etrafında şekillenmesi için şimdiden tedbirler almayı ve zorunlu angajmanları zamanında
yapmayı gerektirir. Nitekim
2011 yılında Cumhurbaşkanı
Gül’ün ve 2013 başında Başbakan Erdoğan’ın ziyaretlerini
bu çerçevede değerlendirmek
gerekir. Burada önemli olan
hem gerekli bağlantıları kurmaktır hem de Türkiye’nin
bölgeye yönelik bakış açısını
ve algısını muhataplarımıza
doğru anlatmaktır. Aksi halde emperyalizmin elinden çok
çekmiş, masum ve mağdur insanların kıtası olan Afrika’nın
Türkiye’yi yanlış anlaması da
mümkündür. Bu bağlamda
başbakan Erdoğan’ın son ziyareti sırasında Gabon meclisinde yaptığı konuşmasında sert
bir anti-kolonyal dil kullanarak önce batılıları eleştirmesi
ardından da Türkiye’nin kıtaya bakışını açıklaması doğru
bir yaklaşım olmuştur. Aşağıdaki alıntı tam da bu yaklaşımı
yansıtmaktadır:
‘’Tarih boyunca olduğu gibi bugün de Afrika’ya baktığımızda
diğerlerinin tersine elmasları,
altınları, madenleri, yer altı zen-
50
STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013
ginliklerini görenlerden değiliz.
Biz Afrika’ya baktığımızda ortak tarihimizi görüyoruz, sadece
ve sadece dost ve kardeşlerimizi
görüyoruz. Artık kardeşler arasındaki hasreti, ilgisizliği, uzaklığı
ebediyen dindirmeye niyetlendik
ve bunun için mücadele veriyoruz. Şu anda tarihinden ve medeniyetinden güç alarak doğrulan, ayağa kalkan Afrika’yı her
alanda destekliyor, insani yardım
noktasında tüm imkanlarımızı
seferber ediyoruz.”
Tarihsel Arka Plan
Gerçekten de Türkiye’nin Ak
Parti döneminde başlayan çok
boyutlu dış politika yaklaşımının bir sonucu olarak son on
yılda izlediği insan merkezli
dış politika yaklaşımıyla kıtaya yönelik başarılı bir açılım
yaptığından şüphe yok. Ancak
Türkiye’nin Afrika açılımının
farklı boyutlarına değinmeden
önce kısaca tarihi gelişimi gözden geçirmek gerekir.
Türkiye’nin Afrika ile ilişkilerini Osmanlı geçmişi ve
Cumhuriyet dönemi olarak
ikiye ayırmak mümkündür.
Anadolu ve Rumeli merkezli
bir imparatorluk olan Osmanlı imparatorluğunun güney
sınırları neredeyse bugünkü
Kuzey Afrika’nın tamamını
ve Sahra-üstü Afrika’yı kapsa-
maktaydı. Bugünkü Mısır, Libya, Tunus, Cezayir, Sudan, Etiyopya, Cibuti, Somali, Nijer
ve Çad sömürgeci güçler bölgeye gelene kadar Osmanlının
Afrika topraklarını oluşturuyordu. Bu dönemde Osmanlı
devleti Afrika kıtasının güç
dengelerinde önemli bir rol
oynamaktaydı.1Güney Afrika kısmındaysa kolonyalizmle
birlikte bölgeye gelen Müslüman toplumlarla ilişki kurmak
için Osmanlı devleti 1860’larda bölgeye konsolosluk açmış
ve Ebubekir Efendi gibi dini
önderler de göndermiştir. Osmanlının Afrika kıtasından
tamamen çekilişi Libya’nın
İtalyanlarca işgal edildiği 1912
yılına tekabül eder.
Cumhuriyet döneminde ise
Türkiye bir yandan Osmanlı
döneminin kötü hatıralarını
unutma gayreti, diğer yandan
ise yeni bir ulus devlet inşası
uğraşısıyla dış dünya ile ilişkilerini asgariye indirmiş; özellikle de Ortadoğu ve Afrika
bölgesiyle olan ortak geçmişini bilinçli bir şekilde hafızasından atmaya çalışmıştır. İkinci
dünya savaşı sonrasında izlemeye başladığı batı dünyası ile
entegrasyon çabası ve soğuk
savaş koşulları da dış politikamızdaki bu eğilimi pekiştirici
bir rol oynamıştır. O kadar
ki, Türkiye 1954’teki Bağlantısızlık Hareketinin Bandung
konferansındaki toplantıda radikal biçimde batı bloğuyla işbirliğini savunmuş ve BM’deki
1958 Cezayir bağımsızlık oylamasında da Fransa’nın yanında yer almıştır. Ancak Kıbrıs
olayları sonrasındadır ki Rum
yönetiminin
Bağlantısızlık
Hareketi içindeki etkinliğini
dengelemek için, zorunlu olarak Afrika’da yeni bağımsızlığını kazanan ülkelerle diyalog
kurma arayışına girmiştir. Şu
söylenebilir; Türkiye 1997’de
AB’nin Lüksemburg zirvesinde Türkiye’nin adaylığı reddedilene kadar; başka deyişle AB
yolu o gün için kapanana kadar batı-dışı dünya ve özellikle
de Afrika ülkeleriyle sistemik
biçimde ilişkilerini geliştirmeyi
düşünmemiştir.
Nitekim 1998 yılında, biraz da
zamanın dışişleri bakanı İsmail
Cem’in fikri öncülüğünde Ankara ilk kez farklı devlet kurumlarının ve sivil toplum kuruluşlarının da katılımıyla bir
Afrika eylem planı hazırlamıştır. Bir anlamda Türkiye’nin
Afrika açılımının yol haritasını oluşturan planda, Afrika ülkeleriyle diplomatik ilişkilerin
güçlendirilmesi; yüksek düzeyli siyasi ziyaretlerin gerçekleştirilmesi; Afrika ülkeleriyle ve
bölgesel örgütlerle ekonomik
işbirliği imkânlarının geliştirilmesi ve akademik ve kültürel
ortaklıkların altyapısının oluşturulası önerilmekteydi.
Plan çerçevesinde Afrika’ya
dışişleri düzeyinde ilk resmi
ziyaretleri yapan bakan İsmail Cem olsa da, gerek siyasi
kriziler gerekse ekonomik zayıflık gibi nedenlerle ilişkiler
hemen gelişememiştir. Ancak
AK Parti’nin 2002’de güçlü bir parlamento desteği ile
işbaşına gelmesi ve Ahmet
Davutoğlu’nun
çerçevesini
çizdiği çok boyutlu dış politika konseptinin oluşmasıyla
birlikte Türkiye Afrika açılımı planının daha ciddi biçimde uygulama imkânı bulmuştur. Bu çerçevede 2005
yılı Türkiye’de Afrika yılı ilan
edilmiş ve ilk kez 2008 yılında İstanbul’da 49 ülkenin katılımıyla Türkiye-Afrika Zirve
toplantısı yapılmış ve stratejik işbirliğin temeli atılmıştır.
Arkasından ise her yıl hem
bölgeden Türkiye’ye hem de
Türkiye’den bölgeye Cumhurbaşkanı, Başbakan ve bakan
düzeyinde ziyaretler gerçekleştirilmiştir.
Siyasi ve Diplomatik İlişkiler
Şunun altını da özellikle çizmek gerekir ki, Türkiye’nin
Afrika’ya yönelik ilgisini yalnızca bir hükümet ve hatta
devlet politikası olarak görmek son derece eksik bir değerlendirme olacaktır. TİKA
ve Kızılay gibi yardım kuru-
luşları; TOBB gibi yarı resmi
kuruluşlar; TUSKON ve MÜSİAD gibi işadamı örgütleri ve
İHH, Kimse Yok Mu, Dost-Eli
ve CanSuyu gibi pek çok insani yardım kuruluşu da farklı
boyutlarda ve değişik motivasyonlarla Afrika halkları ile
Türkiye arasındaki ilişkileri
geliştirmektedirler.
Türkiye’nin bu toplumsal
destekli Afrika açılımı politikasının sonuçları ise oldukça
tatminkârdır. Ak Parti iktidarı döneminde Afrika kıtasındaki Türkiye temsilciliklerinin sayısı iki kattan fazla
artış göstermiştir (Bkz. Tablo
1). Türkiye’nin 1998’de Afrika’daki 54 ülkenin yalnızca
12’sinde elçiliği varken, 2012
yılı sonu itibariyle elçilik sayısı 31’e ulaşmıştır. Yakın dönemde 3 ülkenin de ilavesiyle
bu sayı 34’e çıkacaktır. Buna
karşılık 21 Afrika ülkesinin de
Türkiye’de temsilcilikleri bulunmaktadır.
51
Tablo 1: Türkiye’nin Son Yıllarda Afrika’da Açtığı Büyükelçilikler
2009
Fildişi Sahilleri, Tanzanya
2010
Kamerun, Mali, Gana, Uganda, Angola, Madagaskar
2011
Zambiya, Mozambik, Moritanya, Zimbabwe, Somali, Gambiya,
Güney Sudan
2012
Nijer, Namibya, Burkina Faso, Gabon, Cibuti, Çad, Gine
Ayrıca Türkiye Afrika temelli uluslararası örgütlerle de
bağlarını güçlendirmektedir.
Türkiye Afrika ülkelerinin
şemsiye örgütü olan Afrika
Birliği’nin stratejik ortağıdır
ve tüm toplantılarına gözlemci statüsünde katılmaktadır.
Diğer yandan Afrika’daki diğer bölgesel düzeydeki örgütlerle de ilişkilerini geliştirmeye
çalışmaktadır. Bu çerçevede
Türkiye’nin Afrika’daki bazı
büyükelçileri önemli örgütler
nezdinde akredite edilmiştir.
Örneğin Nijerya büyükelçisi
Batı Afrika Devletleri Ekonomik Topluluğu’na (ECOWAS), Tanzanya büyükelçiliği ise Doğu Afrika Devletler
Topluluğu’na(EAC) ve Zambiya Büyükelçiliği de Doğu ve
Güney Afrika Ortak Pazarı’na
(COMESA) akredite edilmiştir. Türkiye ayrıca Hükümetler arası Kalkınma Otoritesi
(IGAD) üye olmuştur.2
Başbakan Erdoğan ve Senegal Cumhurbaşkanı Macky Sall
52
STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013
Ekonomik ve İnsani
Boyutlar
Afrika-Türkiye ilişkilerinin en
somut sonuçlarından biri de
artan yatırımlar ve ikili ticaret ilişkilerindeki hızlı artıştır.
Türkiye’nin 2002 yılında tüm
Afrika kıtasıyla olan dış ticaret miktarı 4,3 milyar dolar
civarındayken, 2011 yılı sonu
itibariyle bu rakam 17 milyar
doları geçmiştir (Bkz. Tablo
2). Başbakan Erdoğan bu rakamın 2015 yılında 50 milyar
dolara ulaştırmayı hedeflediklerini açıklamıştır.
Özellikle Türk Hava Yolları’nın
Afrika ülkelerine yönelik başlattığı doğrudan uçuşlar ve iş
adamları arasındaki artan irtibat ticaret imkânlarının sınırlarını her geçen gün zorlamaktadır. THY bugün Afrika’nın 23
noktasına doğrudan uçmaktadır. TİKA ise Afrika’daki 8
temsilciği ile bugüne kadar 37
Afrika ülkesinde farklı projeler gerçekleştirmiştir. Yurtdışı
Türkler Başkanlığı 2012-2013
dönemi için Afrika kıtasından
1053 öğrenciye burs temin
edileceğini açıklarken; TÜBİTAK Afrika kökenli lisansüstü öğrenciler için özel burs
programı başlatmıştır3Diyanet
İşleri Başkanlığı da Başbakanlığın himayesinde 2011 yılında
İstanbul’da “II. Afrika Müslüman Dini Liderler Zirvesi”
düzenlemiş bu toplantıda da
burada özellikle Afrika’nın sömürgeci geçmişinin aşılmasında ve şu anki insani sorunların
çözümünde İslami değerlerin
önemine dikkat çekilmiştir.
da artı değerler olarak değerlendirilmektedir.
Tablo 2: Türkiye’nin Afrika ile Dış Ticareti
İthalat
Milyon $
2009
2010
2011
2012
(Ocak- Ekim)
Kuzey Afrika
2,237
3,098
3,342
2,705
1,7
1,725
3,424
2,203
3,937
4,823
6,766
4,253
Sahra-Altı Afrika
Toplam
İhracat
Kuzey Afrika
7,415
7,025
6,7
7,773
Sahra-Altı Afrika
2,738
2,257
3,633
3,24
Toplam
10,153
9,282
10,333
11,013
Toplam Dış ticaret hacmi
14,090
14,105
17,099
15,266
Kaynak: TÜİK-Dış Ticaret Verileri
İnsani yardım anlamında
Türkiye’nin 2011 yılında
Somali’de başlayan açlık felaketi ile mücadele için bu ülkeye Başbakan Erdoğan’ın yaptığı
tarihi ziyaret tüm dünyada büyük yankı uyandırmıştır. 2010
yılında Kahire’de düzenlenen
“Darfur’un Yeniden İnşası ve
Kalkınması için Uluslararası
Donörler
Toplantısı”ndada
Türkiye, Mısır ile birlikte eşbaşkanlık üstlenmiştir. Diğer
yandan Türkiye 2011 yılında,
çoğunluğunu Afrikalı fakir ülkelerin oluşturduğu 48 üyeli
BM 4. En Az Gelişmiş Ülkeler
Konferansı’na da ev sahipliği
yapmış ve bu ülkelere destek
olmak için her yıl 200 milyon
dolarlık yardım yapmayı taahhüt etmiştir.
Sonuç olarak, Türkiye uluslararası alanda gücü ve görünürlüğü hızla artan bir ülke
olarak Akdeniz’in güneyindeki Afrika ülkeleri başta olmak üzere son on yılda tüm
Afrika kıtasındaki ülkelerle
ilişkilerini bilinçli bir biçimde
ve çok boyutlu olarak geliştirmektedir. Bu politika çok
geniş bir toplumsal meşruluk
temeline dayanmaktadır. Kıtadaki önemli sayıdaki ülkenin nüfuslarının Müslüman
olması ve coğrafi ve kültürel
yakınlık gibi faktörler Türkiye
ve Afrika arasındaki ilişkilerin
hızlı gelişmesine imkân vermektedir. Ayrıca Türkiye’nin
sahip olduğu üretim potansiyeli; know-how teknolojisi ve
müteşebbis gücü gibi unsurlar
Diğer yandan Türkiye batı
dünyası ile ilişkileri iyi olan
ama aynı zamanda sömürgecilik geçmişi olmayan bir devlet
olarak, Afrika coğrafyasındaki
halklar nezdinde daha kolay
kabul görmektedir. Başbakan
Erdoğan’ın son ziyaretinde
gözlendiği gibi, artık Türkiye
ve Afrika ilişkilerinde psikolojik ve siyasi güven zemini
tesis edilmiş, doğrudan iletişim kanalları açılmış ve ulaşım
imkânları artmıştır. Önümüzdeki yılların Türkiye’nin Afrika pazarlarındaki imkânları
daha verimli biçimde kullanmak için altın bir dönem
olması beklenmelidir. Bu çerçevede Türkiye bir yandan iş
adamlarının önünü açmaya
devam ederken, diğer yandan
bölgenin istikrarı için uluslararası platformlarda Afrika
merkezli gelişmelerin içinde
yer almalı ve Fransa gibi sömürgeci ülkelere karşı Afrika
halklarının insani güvenlik,
gelişme ve kalkınma haklarını
savunmaya devam etmelidir.
Bu bağlamda 2013’te İkincisi
gerçekleştirilecek olan Türkiye-Afrika zirve toplantısı bir
fırsat olarak görülmeli ve iyi
değerlendirilmelidir.
Dipnotlar
1
Bu konuda bkz. M. Özkan ve B. Akgün, “Turkey’s Openning to Africa”, Journal of Modern African Studies, Vol.
48, 2010, Sayı 4 (545).
2
Bkz. Numan Hazar, “Türkiye Afrika’da: Eylem Planının Uygulanması ve Değerlendirme On Beş Yıl Sonra”,
Ortadoğu Analiz, 46, 2012.
3
Bilgiler Başbakanlık Kamu Diplomasinin internet sayfasından alınmıştır (www.kdk.gov.tr).
53
AFRKA
SORUNSALI VE
MAL
OPERASYONUNUN
MAKRO
HESAPLARI
Kasım İLERİ
DIŞ POLiTiKA
SDE Asistanı
Mali operasyonu Fransa için bir anlam taşımaktadır. Tıpkı
Ruanda’da Libya’da Fildişi Adalar’ında olduğu gibi Mali’de
de Fransa kendi Afrika tekelini hesap ederek girmiştir.
Mali’de altın rezervleri var belki ama Fransa’nın Mali
müdahalesi direkt olarak altın rezervlerini sömürmek
için değil çünkü zaten oraya mutlak bir girişi vardır.
Fakat Fransa’nın temel stratejisi etkisi altında bulunan
diğer Afrika rejimlerine varlığını hissettirmesi ve onlara
bir anlamda güvence mesajı vermesi söz konusudur.
B
u durum sömürge öncesinde emperyalizmin kıtaya yerleşmesine sebep
olmuş ve sömürgeciliğin kıtanın kaderi haline gelmesine
yol açmışken, sömürge sonrası
dönemde de bu toplumları dış
müdahalelere maruz bırakmış
ve dış müdahaleleri kıtanın
kaderi haline getirmiştir. Bu
büyük resim Afrika ülkelerinin
neredeyse hepsinde söz konusudur. Mali de bu resmin bir
parçasıdır. Afrika’nın bu büyük
resmini görmeksizin yapılacak
bir analiz eksik kalır. Fakat bu
büyük resim Mali veya Afrika’daki herhangi bir ülkeye
müdahale etmek için geçerli
bir sebep değildir. Bu bağlamda, burada Afrika’nın tarihsel
deneyimi göz önüne alınarak
Mali üzerinde durulacaktır.
Ayrıca, Fransa müdahalesi
üzerinden Fransa’nın Afrika
denklemi tartışılarak Afrika
sorunsalına yeni yaklaşımlar
ortaya konulacaktır.
Sömürgeciliğin Sosyolojisi
Afrika toplumları da sosyal
Darwinistlerin iddialarının ak-
sine muasır toplumların geçtiği süreçlerden geçmiştir ve
batı tarafından anlaşılmasa da
kendine has bir siyasal kültüre
sahiptirler. Bu siyasal kült genellikle kabileler şeklinde ormanın derinliklerine dağılmış
toplumlar tarafından coğrafi
koşulların etkisi ile kendine
has bir öz ve özne ile geliştirilmiştir. Diğer bir ifade ile toplumsal sözleşmelerin Avrupa’da
gündeme geldiği varsayılan
zamanlarda Afrika’da da bir
toplumsal sözleşme veya toplumsallık söz konusudur. Fakat toplumlararası sözleşme
Avrupa’dan daha geç gelmiştir.
Toplumlar kabileler şeklinde
egemenlik alanları oluşturuyorlardı. Bu egemenlik alanlarının çakıştığı yerlerde ise
anlaşma yerine çatışma daha
çok görülüyordu. Bir anlamda
toplumlar arası ilişkiler mutlak olarak güç ile tanımlanmış oluyordu. Oryantalizm’in
de söylem düzeyinde değindiği nokta burasıdır. Yani bu
toplumların bir anlamda sivil
devlet anlayışına geçmediği ve
medenileşmediği vurgulanı-
yordu. Hâlbuki Oryantalizmde Afrika ve Asya bu şekilde
tasavvur edilirken Avrupa’nın
bundan ne kadar ileri gittiği
tartışılır.
Bütün
bunlarla
birlikte
Afrika’nın siyasal tarihinde siyasal bir paradigmadan
bahsedilecekse bu paradigma
sömürge paradigmasıdır. 17.
Yüzyıldan itibaren başlamış
olan sömürgecilik 20. Yüzyılın
ortalarına kadar devam etmiştir. Elbette ki sosyal Darwinizm,
oryantalizm, aydınlanma ve sömürgeciliğin denk düşmesi bir
tesadüf değildir. Aydınlanma
projesi batının düşünsel yayılmacılığının, sosyal Darwinizm
ve oryantalizm ise sömürgeciliğin söylemi olarak kullanılmıştır. Bu bağlamda iki buçuk asırlık bir sömürge tarihi Afrika’da
kendine has bir sosyolojik ortam üretmiştir. Misyonerlik
hareketi ve Batının teknolojik
gücü kıtada Batıyı üstün kabul
eden bir anlayışın gelişmesini sağlamıştır. Bu durum başlı
başına söz konusu sosyolojinin
temellerini teşkil etmiştir.
55
İslam Afrika kıtasına sömürge
öncesi dönemde Arap tüccarlar
üzerinden gitmiştir. Özellikle
de Mısır ve Arabistan örneklerinden yola çıkarak kabileler
emirler tarafından yönetile gelmiştir. Müslüman olmayan kabileler ise farklı diller ve farklı
dinlere sahip olup kabile reisleri
veya krallar tarafından yönetiliyordu. Dolayısıyla Müslüman
olmayan Afrika toplumları bir
nebze daha dağınıktılar ve siyasal yapılanma daha zayıftı. Bu
nedenle sömürge döneminde
Britanya Anglofon Afrika’da
doğrudan yönetim (direct
rule) ve dolaylı yönetim (indirect rule) olmak üzere iki şekilde hüküm sürüyordu. Müslümanların yaşadığı bölgeler
sömürge lortlarına tabi emirler
tarafından yönetiliyordu ve
diğer bölgeler de direkt olarak
sömürge lortları tarafından yönetiliyordu2. Bu yönetimin inşa
ettiği sosyolojik kodlar sömürge
sonrası dönemde etkisini göstermiştir. Müslüman Anglofon
Afrika toplumlarının sömürge
sonrası dönemde sömürgeci
devletlere entegrasyonu misyonerlik hareketi ile Hıristiyanlaştırılan toplumlardan daha
zor olmuştur.
Fransa’nın sömürge politikası
ise Britanya’dan farklı işlemiştir. Fransa Kuzey Afrika, Batı
Afrika’nın bir kısmı ve Orta
Afrika’nın çoğuna hâkimdi.
Sömürgesi altında bulunan
Kuzey ve Batı Afrika ülkelerinin nüfuslarının büyük bir
çoğunluğu Müslüman; Orta
Afrika’daki sömürge ülkeler
ise büyük bir çoğunluğu mis-
56
STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013
yonerlerce Hıristiyanlaştırılmış geleneksel dinlere tabi bir
nüfusa sahipti. Bundan dolayı
Britanya’nın aksine dinsel bir
ayrımla farklı yönetim modelleri geliştirmek yerine her bir
kabileyi kendi içinde doğrudan yönetmeyi tercih etmişti. Zaten Fransa’nın söylem
düzeyinde ideolojik olarak
Afrika’ya yayılması sömürge
sonrası dönemde söz konusu
olmuştur; bu da daha çok siyasal yapıyı dolaylı olarak yönetip doğal kaynaklara erişimini
kolaylaştırmıştır.
Bu iki ana sömürge gücünün
kurduğu yönetim anlayışları
19. Yüzyılın ikinci yarısında
diğer Avrupalı sömürge güçlerinin de Afrika’ya gelmeye başlaması ile değişti. Afrika’nın
parsellenmesi (Scramble for
Africa) olarak bilinen sömürge güçlerinin etki alanlarının
sınırlarının çizilmesi Afrika’da
yapay sınırların ve tek tip yönetimlerin inşa edilmesine yol
açmış ve sömürgeciliğin en
kanlı dönemleri bu değişimle
başlamıştır. Kabileler arası güç
mücadeleleri, çizilen yapay
sınırların meydana getirdiği
çatışmalar ve sömürgeci devletlerin empoze ettiği yeni ülkeleşme politikaları kıtayı günümüze kadar gelen kanlı bir
sürecin içine itmiştir. Afrika
sorunsalının temeli buradan
başlamıştır.
Sömürge Sonrası Dönemde
Fransa’nın Afrika Politikası
Afrika ülkeleri bağımsızlıklarını kimi ülkede direnişlerle
kimi ülkede de sömürge güç-
lerinin çekilmesi ile 1940’lardan başlamak üzere almaya
başladılar. Sömürge sonrası
dönem Afrika sorunsalına katkı sağlayan bir süreç olmayıp
bilakis Afrika sorunsalına yeni
sorunlar ekleyen bir süreçtir.
Burada önemli değişiklik sadece yukarıda bahsedilen sömürge paradigmasının öznesinin değişmesidir ve bu sürecin
öznesi Afrikalı elitler olmasıdır. Sömürge lortlarının yerini
Afrikalı lortlar alması sömürge
sonrasında Afrika’da kimlik
arayışının yanında bir de bölgesel güvenlik önemli bir konu
haline getirmiştir.
Sömürge sonrası dönemde
Afrika’daki çatışma ortamından en iyi faydalanan Fransa
oldu. Soğuk Savaş iki kutuplu bir dünya inşa etmişti ama
Fransa bu iki kutuplu güç
dengesinin etkisinden Afrika
ile nispeten kurtulmuş oluyordu. İkinci Dünya Savaşından
sonra Almanya ve Belçika’nın
Zaire, Burundi ve Ruanda gibi
kolonileri Fransa ile işbirliği
yapmaya başladılar. Anglofon
Afrika’sının dışında kalan diğer Afrika ülkeleri için Fransa
ile işbirliği içine girmek hem
bölgesel önemini artırmak
demekti hem de Fransa’nın
askeri gücünden faydalanarak
bölgesel bir caydırıcılık sağlamış oluyorlardı.3 Madalyanın
diğer bir yüzü vardı elbette.
Afrika iktidarları hem iç dinamikleri hem de dış dinamikler
bakımından Fransız desteğini
ayakta kalmak için olmazsa olmaz görüyorlarken Fransa’nın
“Plan Raisonnable” stratejisi de
“Afrikalı ülkelerin ulusal ordularının kurulması ve yeniden
organize edilmesini Fransa’nın
denizaşırı savunmasının” bir
parçası olarak görüyordu.4
Diğer bir ifade ile Fransa’nın
Afrika’daki askeri varlığı Afrikalı iktidarlar için bir güven
ortamı sağlarken Fransa’nın da
Soğuk Savaş paradigmasının
iki süper gücünün etkisinden
kurtulmasını sağlıyordu. Ayrıca, Afrika’da büyük bir silah
ticareti marjını yakalamakla
birlikte özellikle de Frankofon
Afrika’nın zengin doğal kaynakları üzerinde bir anlamda
bir tekel oluşturuyordu. Dolayısıyla Soğuk Savaş paradigmasının etkilerinden kurtulmak, başta silah olmak üzere
Afrika pazarını elinde tutmak
ve Frankofon Afrika’nın kaynakları üzerinde tekel oluşturmak amacıyla Fransa sömürge
sonrası dönemde de Afrika’daki askeri varlığını önemli
ölçüde korumuş ve yirminci
yüzyılın ikinci yarısından bugüne 26 defa Afrika’da farklı
ülkelere askeri müdahalede
bulunmuştur.
Fransa’nın sömürge sonrası dönemde Afrika’ya tekrar
dönüşü ve Afrika’daki varlığının yasallığı her ne kadar
sağlanmış ise de meşruiyeti
hala sorgulanmaktadır çünkü
Fransa strateji olarak her zaman kendi menfaatlerini korumak için Afrika’daki diktatör rejimleri desteklemiştir ve
menfaatleri tehlikeye düştüğü
zaman da o ülkelere müdahale etmiştir. Örneğin, Zaire’de
Sese Seko rejimini Aşaba ka-
bilesine karşı desteklemişken,
Ruanda’da Habyarimana rejimini Tutsi’lere karşı desteklemiş ve 800.000 Tutsi’nin
ölmesine yol açan soykırımda
rol oynamıştır ve Habyarimana öldürüldükten sonra kendi
menfaatleri zarar görme riskine karşı Ruanda’ya BM yetkisi
ile müdahale etmiştir. Güney
Afrika’da aparthayd yönetimi
desteklemiş ve oraya konulan
bütün silah ambargolarını kırmıştır. Libya’da Kaddafi rejimini desteklemiş ve Kaddafi’nin
askeri kapasitesinin en büyük
tedarikçilerinden biri olarak
rol oynamıştır, fakat Kaddafi
rejimini ilk vuran Fransa olmuştur. Dolayısıyla Fransa’nın
Afrika politikasında insani boyut söylem düzeyinde söz konusudur.
Mali Sorunu ve Fransa’nın
Geleneksel Müdahalesi
Mali sorunu sorunsal boyutu
itibariyle Afrika toplumları
için tipik bir örnek iken bu
sorunun bugün alevlenmesi tesadüf değildir. Öncelikli
olarak olayların seyrine baka-
cak olursak Mali’deki radikal
İslamcı ayaklanma Arap baharı ile gelmiştir. Özellikle de
Libya müdahalesi sonrasında
bu olayların Mali’de hız kazanmış olması üzerinde durulması
gereken bir noktadır. Bunun
yanında Afrika’da radikal
İslam’ın yükselişinin Afrika’da
oluşturacağı ortam ve Batı’nın
özellikle de Fransa’nın Afrika
politikasına etkisine bakmak
gerekir.
Mali’de radikal İslamcı örgütler olarak bilinen üç örgüt
mevcuttur. Bunlardan biri
Azavad Ulusal Kurtuluş Hareketi (MNLA: Mouvement
National pour la Libération de
l’Azawad;) Mali’nin kuzeyinde
Tuareg nüfusa sahip Azavad
bölgesinin bağımsız bir devlet olarak Mali’den ayrılması
amacı gütmektedir. Her ne
kadar bölücü bir örgüt niteliğinde olsa da MNLA, Mali’de
faaliyet gösteren diğer iki örgüte nazaran daha organize
bir yapıya sahip. Hiyerarşik bir
kuruluşa ve siyasi kanada sahip örgütün temel ilkeleri “birlik, özgürlük ve adalet” diye
57
Şayet müdahale etmezse Fransız müttefiki diğer Afrika
ülkelerinin Fransa’ya olan güveni azalır ve bölgede başka
destekler aramaya başlar bu da Fransız etki alanlarının Çin
ve Rusya’nın kontrolüne geçmesi anlamını taşımaktadır.
geçer.5 İlginçtir ki bu hareket
Ekim 2011’de kurulmuş silahlı bir örgüttür çünkü örgütün
militan kaynaklarının önemli
bir kısmını Libya’dan geçmiş
gruplar teşkil ediyor. Diğer bir
ifade ile Kaddafi güçlerine destek olarak NATO karşı çatışan
gruplardan kopmuş kesimler
olduğu ve Kaddafi rejiminden
alınan mühimmatların kullanıldığı söyleniyor. Bununla
birlikte örgüt de bunu teyit
ediyor. Fransa’nın Libya’dan
sonra Nijer ve Mali’deki Tuareg kabilesine müdahale etmesinin söz konusu olduğunu ve
bunun Batı Afrika açısından
tehlikeli olduğunu vurgulayan örgüt bunun sebebinin
de Kaddafi’nin Libya’nın güneyinde Tuareg’lerden oluşan özel kuvvetler istihdam
ettiğini ve “Afrika krallarının kralı Kaddafi’nin Libya
müdahalesinde ölmesi”6 ile
Mali ve Nijer’e dönmeleri ile
Fransa’nın bu ülkelere yönelik
çeşitli operasyonlar düzenleyeceğini belirtmişti.
Mali’de aktif diğer bir İslamcı örgüt ise Ensarüddin örgütüdür. Mali’nin kuzeyindeki
Azavad bölgesinde faaliyet
gösteren, etnik olarak Tuareg’lerden müteşekkil ve iddialara göre El Kaide ile sıkı
bağları olan bir örgüttür. Bu
58
STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013
örgüt de 2011 yılında kuruldu
ve Libya iç savaşından sonra
ülkeden çıkan çok sayıda silah
ve mühimmatla birlikte örgüt
büyük oranda güçlendi. Ana
amacını Azavad bölgesinde
Şeriat kanunları ile yönetilen bağımsız bir ülke kurmak
olarak ilan eden Ensarüddin,
Mali’deki iç savaşın başlarında MNLA ile işbirliği kurarak
kuzeydeki konumunu sağlamlaştırmıştı. Ancak Haziran
2012’de MNLA’nın işbirliğini
bozması sonrasında iki örgüt
birbiri ile de çatışmaya başladı.
Batı Afrika Tevhid ve Cihad
Hareketi’nin desteğini alan
Ensarüddin, MNLA’ya karşı
önemli üstünlük ele geçirdi.7
Mali’de hatta Batı Afrika’da
güçlü olan diğer bir İslamcı
örgüt ise Batı Afrika Tevhid
ve Cihad Hareketi’dir. İslâmî
Mağrib El Kaide örgütünün
bir nevi “şubesi” olarak Ekim
2011’de kurulan Batı Afrika Tevhid ve Cihad Hareketi
(Movement for Oneness and
Jihad in West Africa; MOJWA) örgütünün militan tabanının ağırlığını Cezayir’den
kaçan Selefiler teşkil ediyor.
Örgütün lideri de Moritanya
kökenli Hamza Uld Muhammed Heyru’dur. Örgüt, Ensarüddin ile yakın işbirliği içinde.
Bu işbirliği, Goa’nın ele geçiril-
mesinde kilit rol oynadı. Eylül
ayında da Douentza’nın büyük
kesimini ele geçirdi. Hareketin
ilginç bir özelliği, ilgi alanının
sadece Mali değil, tüm Batı
Afrika’yı kapsaması. Mali dışında Cezayir’de de güçlü bir
varlığı bulunuyor.
Bu üç örgüt de Mali’nin kuzeyinde etkin rol oynarken
Mali’de 2012 Mart ayında
ordu Mali hükümetinin bu
örgütlerle mücadelede yetersiz kaldığı gerekçesi ile darbe
yapmıştı. İlginçtir ki darbeden
hemen sonra darbe hükümeti BM’ye müdahale çağrısında bulundu. BM de Ekim
2012’de Afrika Birliği ve Batı
Afrika Devletleri Ekonomi
Topluluğu’na müdahale etme
yetkisi verdi8 ve her iki örgüt
de Fransa ve ABD’nin lojistik
desteğine rağmen bir eylem
planı çıkarıp Mali’ye müdahale etmek konusunda yetersiz
kaldı. Bunu üzerine Fransa askeri olarak 11 Ocak 2013 itibariyle Mali ordusu ile birlikte
ülkenin kuzeyindeki örgütlere
saldırdı.
Burası elbette ki işin yasal kısmıdır. Yani Fransa’nın Mali
müdahalesi uluslararası hukuk açısından yasallığı açıktır.
Öncelikle BM’nin bölgesel
aktörleri görevlendirmesi ve
güvenlik konseyi üyelerinin
lojistik desteğinin söz konusu
olması daha sonra devletin
rızası dâhilinde ülkeye müdahale edilmesi sırasıyla gerçekleşmiştir. Fakat burada tartışılacak konu Fransa’nın müdahalesi değil bu süreçlerin hiç
birinin tesadüfî olmaması ve
Afrika kıtası bağlamında makro hesaplar taşıdığıdır.
Öncelikli olarak Mali’de söz
konusu İslami cihat söylemi
taşıyan örgütler başarılı olursa bu durum Afrika genelinde iki önemli etkiye yol acar.
Bunlardan birincisi İslami
cihat konusu diğer bütün Afrika ülkelerinin de sorunsalıdır. Dolayısıyla Mali’nin bu
anlamda düşmesi diğer bütün
Afrika ülkelerinde benzer bir
tırmanışın olması korkusudur.
Hatta Anglofon bir Afrika
ülkesi olan Nijerya’nın Frankofon olan Mali’ye askeri çıkarma yapması da kendi içindeki Boko Haram örgütünün
Mali’deki İslamcı örgütlerle
benzerlik taşıması önemli rol
oynamaktadır. Başta Fransa
olmak üzere çoğu Batı ülkelerinin hatta Çin’in bile korkusu
bu anlamda Afrika’da istikrarsızlığın tırmanmasıdır. Ayrıca radikal İslam gruplarının
Afrika’nın derinliklerine kök
salıp Afrika kıtasının bir anlamda üs haline getirmesidir.
Diğer önemli etkisi de
Afrika’da siyasal veya radikal
İslami örgütlerin güçlenme-
si ve iktidarlar devirmesi her
ne kadar bugüne kadar görülmemiş bir şey değil ise de
Afrika’da hegemonik etkiler
azaldıkça yukarıda bahsedilen
sömürge sonrası kimlik arayışlarının İslamcılıkla buluşmasını beraberinde getirecektir. Bu
durum başlı başına Afrika’da
paradigma değişikliğine yol
açar. Sosyolojik bir dönüşüm söz konusu olma ihtimali
vardır. Dolayısıyla Mali’deki
tırmanışın Afrika’da bir kara
delik oluşturma ihtimalinden korkuluyor. Bunun İslam
âlemine çok katkıları olup
olmayacağı tartışılır. Radikal
olmaları hasebiyle zararları da
olabilir fakat Afrika’daki Batı
hegemonyasını bitiren bir olgu
olma özelliği taşıyor.
Bunlarla birlikte Mali operasyonu Fransa için de bir anlam
taşımaktadır. Tıpkı Ruanda’da
Libya’da Fildişi Adalar’ında
olduğu gibi Mali’de de Fransa kendi Afrika tekelini hesap ederek girmiştir. Mali’de
altın rezervleri var belki ama
Fransa’nın Mali müdahalesi direkt olarak altın rezervlerini sömürmek için değil
çünkü zaten oraya mutlak bir
girişi vardır. Fakat Fransa’nın
temel stratejisi etkisi altında
bulunan diğer Afrika rejimlerine varlığını hissettirmesi ve
onlara bir anlamda güvence
mesajı vermesi söz konusudur. Şayet müdahale etmezse
Fransız müttefiki diğer Afrika
ülkelerinin Fransa’ya olan güveni azalır ve bölgede başka
destekler aramaya başlar bu da
Fransız etki alanlarının Çin ve
Rusya’nın kontrolüne geçmesi
anlamını taşımaktadır. Dolayısıyla Fransa insani kaygılardan
ve uluslararası meşruiyetten
uzak bölgesel olarak Afrika’daki etki alanını koruması amacı
söz konusudur.
Sonuç olarak bütün tartışmaların ötesinde makro hesapların döndüğü Afrika kıtasının
önümüzdeki yıllarda da çeşitli
müdahalelere maruz kalacağı
söylenebilir. Çünkü sömürge
hegemonları çekildikçe o bölgelerde yeni akımlar baş gösterecek ve yeni küresel güçler
oralarda etkili olmaya başlayacaklardır. II. Dünya Savaşı
sonrası dönemde hegemonyanın el değiştirmesinden farklı
olarak çeşitli çatışma alanları
oluşturması söz konusudur.
Dipnotlar
1
Meredith Martin (2006) The state of Africa a History of fifty years of Independence, CBS Publishing, London.
2
Hodgkin, Thomas Lionel (1975) Nigerian Perspective: A Historical Anthology , Oxford University Press
3
McNulty Mel (1997): France’s role in Rwanda and external military intervention: A double discrediting,
International Peacekeeping, 4:3, sf 28
4
McNulty Mel (1997): Ibid, 28
5
http://www.mnlamov.net/
6
http://www.mnlamov.net/medias/47-medias/75-mali-niger-sous-les-cris-des-armes-le-murmure-des-touaregs-.
html
7
http://www.siyahgribeyaz.com/2013/01/afrika-bildiginiz-gibi-mali-ic-savas-ve.html
8
http://www.un.org/News/Press/docs/2012/sc10789.doc.htm
59
MALİ’DE REKABET:
FRANSA NE ARIYOR?
Zeynep SONGÜLEN İNANÇ
DIŞ POLiTiKA
SDE Uzmanı
Fransa’nın ekonomik yayılma becerisini kısmen de olsa
yitirdiği ve Çin’in Fransa’dan kalan boşlukları acilen
doldurduğu Afrika’da rekabet, gün geçtikçe kızışıyor.
Ekonomik ve sosyal kanallar üzerinden ve ikna kabiliyetini
kullanarak bölgede etkin olamayan aktörler, askeri güce
dayanarak sert önlemlere başvuruyorlar.
F
ransa 11 Ocak 2013’te
Mali’ye hava saldırıları
düzenleyerek bu ülkeye
operasyon başlattı. Bu müdahalenin temelinde radikal
İslamcılarla mücadele edilmesi olduğu Fransız makamlarınca dile getirildi. Buna ek
olarak Fransız Dışişleri Bakanı Laurent Fabius Mali’nin,
Fransa’nın Afganistan’ı olmayacağını ve doğrudan müdahalenin çok kısa süreceğini bildirdi. Bunun ardından
Fransa’nın, bölge ülkelerinin
duruma dahil olmasını beklediği ve Fransa’nın destekleyici
güç olarak faaliyet göstereceği
eklendi. İspanya kadar büyük
bir alanda kontrol sağlanması hedeflenmesine rağmen
bunun gerçekleştirilmesinin
kolay olmadığı belirtilmeli. Bu anlamda Fransa’nın
Afganistan’dan erken çekilmesine neden olan etkenleri
unuttuğu söylenebilir. Ancak bunun ötesinde Fransa’yı
Mali’ye müdahale etmekten
alıkoyamayan başka etkenlerin de bulunduğu ileri sürülebilir.
Mali’ye müdahalenin gerekçesi olarak Konna kentinin
İslamcılardan geri alınmasına yardımcı olmak gösterildi.
Konna başkent Bamako’ya
550 km. uzakta bir şehir ve
Fransız
operasyonundan
bir hafta önce İslamcıların
kontrolüne geçti. Bu açıdan
Konna, tehlikenin başkente
yaklaştığını gösteren önemli
bir sembol olarak görülüyor.
Mali’de Mart 2012’de gerçekleşen darbenin ardından ülkede ortaya çıkan istikrarsızlık,
İslamcıların güçlenmesiyle sonuçlandı ve bu durum Fransa
için bir fırsat yarattı. Düzenli
bir orduya ve hatta modern
anlamda bir devlet yapısına
sahip olmayan Mali’de operasyon, Mali hükümetinin
çağrısı üzerine başlatıldı. BM
Güvenlik Konseyi’nde Rusya
ve Çin dahil olmak üzere oybirliğiyle alınan karar sonucunda Mali’ye komşu Afrika
ülkelerinin müdahale etmesi
ve Fransa’nın askeri eğitim ve
malzeme tedariki başta olmak
üzere sürece destek vermesi öngörülüyordu. Fransa’nın
başlattığı operasyona Nijerya,
Burkina Faso, Gana, Nijer,
Togo, Fildişi Sahili, Senegal,
Benin gibi bölge ülkeleri katılırken ABD, İngiltere, Almanya, Belçika ve Danimarka gibi
ülkeler destek olmakla yetiniyorlar.
Fransa, Mali’nin kuzeyinde
uluslararası güvenliği tehdit
eden bir yapı bulunduğunu
ve bu yapının tüm uluslararası aktörler için tehlike arz
ettiğini belirtiyor. Ülkenin
yarısının kontrolünü elinde
tutan El Kaide ve bağlantılı gruplar batı sistemi için bir
tehdit olarak nitelendiriliyor.
Fransa, yürüttüğü operasyonun terörle mücadele bağlamında değerlendirilmesini
bekliyor ve bu anlamda hem
uluslararası toplumu hem de
bölge ülkelerini destek vermeye teşvik ediyor. İslami militan hareketin Afganistan’ın
ve Irak’ın ardından Afrika’yı
yeni bir cephe haline getirdiği
görülüyor. Söz konusu hareketin yükselişte olduğu ve yerel
seviyede önemli bir destekçi
kitlesine ulaştığı söylenebilir.
Mali özelinde bakıldığında El
61
Kaide’nin desteğini alan ve
bu örgütle organik bağı bulunan, maddi anlamda güçlü,
Libya’dan gelen savaşçıları da
içeren bir yapılanmayla Ensar el Din örgütünün ülkenin
kontrolüne talip olduğu ifade
edilebilir. Bu kontrolün silah
zoruna dayandığı ve şeriat kuralları üzerinden tasarlandığı
da eklenebilir. Bunun dışında
ülkedeki pek çok örgütün yanı
sıra Mali’de bağımsızlık mücadelesi veren en tanınmış örgüt
Tuareg’ler olarak biliniyor. Bir
dönem Ensar el Din ile işbirliğine de giden Tuareg’ler özünde milliyetçi, ayrılıkçı ve laik
bir çizgi izliyorlar ve Mali’nin
geleceğini halkın belirlenmesinden yana bir tavır benimsiyorlar.
62
STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013
Bu noktada Mali’deki farklı örgütlenmeler arasındaki ortak
nokta İslam olarak nitelendirilebilir. Zira İslam, Mali’de ve
genel anlamda Afrika’da sömürgeciliğe karşı eskiden beri
birleştirici unsur olarak işlev
görmüş. Bu anlamda bölgede
İslami referansların zorunlu
olarak terörle bağdaştırılmadığı görülüyor. Buna karşın BM
Güvenlik Konseyi’nden çıkan
karar, sınır aşan en önemli
ademi merkeziyetçi örgütlenme olarak El Kaide’nin uluslararası toplulukta ciddi bir endişe yarattığını gösteriyor. Sınır aşan bir güvenlik tehdidine
karşı ortak hareket edilmesi ve
Fransa’nın bunun liderliğini
üstlenmesi genel olarak kabul
görmüşe benziyor.
Sömürgecilik her ne kadar
sona erse de sömürgeci güç
olarak Fransa’nın bölgeyle
bağları korunuyor. Fransa geçmişteki sömürgeci kimliğine
dayanarak ister istemez kendisini Afrika’daki en etkili güç
olarak görüyor. “Francafrica”
olarak kısaltılan bu yaklaşımın temelinde siyasi etkinlik
gösterirken ve bölgenin kaynaklarını kullanırken ayrıcalıklı statüde yer alma isteği
bulunuyor. Fransa bu hedefe
yönelik olarak Afrika kıtasındaki farklı ülkelere bağımsızlıklarını kazandıklarından
beri çeşitli fırsatlarda müdahale düzenliyor. Sömürgecilik
döneminin sonunda bölgede
ortaya çıkan iç savaşlar, darbeler, isyanlar karşısında Fransa, örneğin Çad’a 1968, 1978,
1983, 1986 ve 2008 olmak
üzere toplam beş kez müdahale etmiş. 1964’te Gabon’a,
1991’de Etiyopya’ya, 1994’te
Ruanda’ya derken 1950’li
yıllardan itibaren Fransa’nın
Afrika kıtasına 25’ten fazla
operasyon düzenlediği biliniyor. Son olarak 2011’de
Fildişi Sahili’ne ve Libya’ya
operasyon düzenlenmiş. Fildişi
Sahili’ne ve Libya’ya düzenlenen ve son halkasını Mali’nin
oluşturduğu
müdahaleler
Fransa’nın sömürgecilik sonrasında etkisi altına almaya
çalıştığı bölgeye işaret ediyor.
Fransa söz konusu müdahale kararlarını verirken etkin
ve hızlı bir tutum benimsedi.
Kararsız ve çekimser bir yaklaşımın yaratacağı boşluğu iyi
hesap etti ve bu anlamda gücünü sınırlandırmak istemedi.
Ayrıca Fransa’daki iktidar değişikliği Afrika’ya yönelik izlenen politikanın ana hatlarında
herhangi bir değişiklik yaratmadı. Bu itibarla Fransa’nın
Mali’deki farklı örgütlenmeler arasındaki ortak nokta İslam
olarak nitelendirilebilir. Zira İslam, Mali’de ve genel anlamda
Afrika’da sömürgeciliğe karşı eskiden beri birleştirici unsur
olarak işlev görmüş.
radikal İslam ile mücadele
başlığı altında sürdürdüğü
operasyonun yukarıda belirtildiği üzere başka unsurlarla da
ilişkili olduğu öne sürülebilir.
Çin’in ABD’yi dahi geride bırakarak Afrika’daki en önemli
yatırımcı olduğu yönünde çalışmalar yapılıyor. Geçmişte
ayrıcalıklı ilişkilerden faydalanan ve istekleri yönündeki siyasi, ekonomik ve sosyal
ilişkileri tesis eden Fransa,
Çin’in bu yayılmacı ve saldırgan ekonomik etkinliği karşısında aynı ölçüde etkili olamadı. Fransız sermayesi, Afrika
kıtasını gönüllü olarak eski
sömürgeciyle ayrıcalıklı bağlar
kurmaya ikna etmeye yetmedi. Fransa Sarkozy’nin son dö-
neminde 2011 yılında Fildişi
Sahili’ne ve Libya’ya müdahale ederken, özellikle Libya’ya
müdahalenin lider koltuğunda
otururken, Afrika’dan beklentiler son derece yüklü bir
listeye karşılık geliyordu. Ancak Fransa beklenen ölçüde
Afrika’ya giremedi ve beklenen kazancı edinemedi. Bu
çerçevede Mali’deki zengin
uranyum ve altın kaynakları
başta olmak üzere doğalgaz,
elmas, petrol, boksit, demir,
bakır gibi kaynaklar ve bu kaynakların işlenmesi Fransa için
çok önemli görünüyor.
Fransa’nın ekonomik yayılma becerisini kısmen de olsa
yitirdiği ve Çin’in Fransa’dan
kalan boşlukları acilen doldurduğu Afrika’da rekabet, gün
geçtikçe kızışıyor. Ekonomik
ve sosyal kanallar üzerinden
ve ikna kabiliyetini kullanarak
bölgede etkin olamayan aktörler, askeri güce dayanarak
sert önlemlere başvuruyorlar.
Örneğin Türkiye’nin Afrika
açılımı ne mutlu ki ilk seçeneğe dayanıyor gibi. Bunun
tersini uygulayan Fransa’nın
agresif yaklaşımları ise Afrikalıları kızdırıyor. Bu nedenle
Fransa’nın öncelikle yeni bir
hafıza yaratmaya ihtiyacı olduğu anlaşılıyor.
63
ÇİN’İN YENİ YÖNETİMİ
VE SİYASAL REFORM
Doç. Dr. Erkin EKREM
DIŞ POLiTiKA
SDE Uzmanı
Çin liderlerinin farklı zaman ve ortamdaki konuşmalarına
göre, Yeni Çin yönetiminin kısa vadeli hedefi giderek
ağırlaşan yolsuzluk ve çürümüşlük sorunlarını ortadan
kaldırmak, yönetimi sağlamlaştırmak ve ekonomik
kalkınma sürecini istikrarlı götürmektir. Orta vadeli
hedefi ise 2020 yılına kadar orta derecede müreffeh
(Xiao-kang) bir toplumu oluşturmaktır.
Ç
in Komünist Partisi (ÇKP) Temmuz
1921’de, Şanghay şehrinde, Enternasyonal örgütünün desteği ve 12 vekilin (toplam üye 57) katılımı ile gizlice
kuruldu. 1927 yılına gelince
silahlı mücadelenin mağlubiyete uğraması ile birlikte partide yol ayrımı yaşandı. Milliyetçi Çin (KMT) Hükümeti’nin
baskısı ve saldırılarına rağmen
uluslararası konjonktürü ve
mevcut hükümetin başarısızlıklarından dolayı yaşanan
iç savaşta (1945-1949) ÇKP
galip çıkarak 1 Ekim 1949’da
Çin Komünist Partisi’nin yönetiminde Çin Halk Cumhuriyeti kuruldu. Çin Komünist
Partisi yönetimi güç kaynağını, tarihî misyonu ve halkın
desteği olarak deklere etmişti.
Çin’de yönetim değişikliği
beş yılda bir yapılan Çin Komünist Partisi Ulusal Halk
Kongresi ile gerçekleşmekte
ve kongre 1921 yılından bu
yana 18 defa düzenlenmiştir.
Çin Komünist Partisi’nin en
son düzenlenen 18. Kongresi,
8-14 Kasım 2012’de Pekin’de
ÇKP Yönetim Yapısı
ÇKP Başkanı
(1)
ÇKP Politbüro Daimi Komitesi
(7)
ÇKP Politbüro Üyesi
(25)
ÇKP Merkez Komitesi
(205)
Parti Vekilleri
(2270)
ÇKP üyesi
(82.206 milyon)
düzenlenmiş, 15 Kasım’da
ise 18. Kongresi’nin 1. Genel
Toplantısı yapılmış, söz konusu toplantıda Çin Komünist
Partisi’nin yönetim kabinesi sırasıyla ilan edilmiştir. 82
milyon 206 bin üyesi olan Çin
Komünist Partisi, 2270 seçilmiş vekil ile yapılan Kongre
sonrası 205 üyeden oluşan
Komünist Partisi Merkez Komitesi teşkil edilmiştir. Merkez Komitesi yedek üye olarak
171 kişi ve ayrıca Merkez Komitesi Disiplin Kurulu’na 130
üye seçilmiştir. Çin Halk Kur-
tuluş Ordusu, Çin Komünist
Partisi’ne bağlı olduğu için 11
kişiden oluşan Askerî Merkezi
Komitesi de oluşturulmuştur.
Çin Komünist Partisi Merkez
Komitesi’nden Çin’i yönetecek olan ÇKP Merkez Komitesi Siyasî Bürosu (Politbüro)
yani 25 kişiden oluşan Çin
Komünist Partisi’nin yönetim
kurulu da belirlenmiştir. Söz
konusu yönetim kurulundan
7’si daimi üye seçilmiştir. 7 kişiden oluşan Politbüro daimi
üyeleri Çin’in en yetkili şahıslarıdır. Politbüro daimi üyeleri
arasından başkan olarak seçilen Xi Jinping ise, Çin Komünist Partisi’nin en yetkilisidir.
Xi Jinping’in Başkan ve Li
Keqiang’ın Başbakan olacağı
2007’de düzenlenen ÇKP’nin
17. Kongresi’nde belli olmuştu. ÇKP Siyasî Bürosu’nun
diğer 5 üyesi ise, ÇKP’nin 18.
Kongresi’nde belirlenmişti.
ÇKP’nin 18. Kongresi’nde
seçilen Merkez Komitesi üyelerinin bazıları Mart 2013’te
düzenlenecek olan Çin Halk
Kongresi ile Çin Halk Siyasî
İstişare Komitesi toplantılar-
65
ÇKP Merkez Komitesi Siyasî Bürosu Daimi Üyeleri
Adı
Yaşı
Eski Görevleri
Yeni Görevleri
Xi Jinping
59
ÇKP Başkan Yardımcısı, Devlet Başkan
Yardımcısı, Merkezî Askerî Komitesi
Başkan Yardımcısı
ÇKP Merkez Komitesi Başkanı, Merkezî
Askerî Komitesi Başkanı, Devlet Başkanı
(Mart 2013)
Li Keqiang
57
Başbakan Yardımcısı
Başbakan (Mart 2013)
Zhang Dejiang
66
Başbakan Yardımcısı ve Chongqing
Özel Belediyesi Parti Sekreteri
Çin Halk Kongresi Başkanı (Mart 2013)
Yü Zhengsheng
67
Şanghay Parti Sekreteri
Çin İstişare Komitesi Başkanı
(Mart 2013)
Liu Yunshan
65
Parti Propaganda Komitesi Başkanı
ÇKP Merkezî Komitesi Sekretaryası
Başkanı
Wang Qishan
64
Başbakan Yardımcısı
ÇKP Merkezî Komitesi Disiplin Kurulu
Başkanı
Zhang Gaoli
66
Tianjin Parti Sekreteri
Başbakan Yardımcısı (Mart 2013)
dan sonra hükümette görev
alacaklardır. Çin Komünist
Partisi Tüzüğü ve Çin Halk
Cumhuriyeti
Anayasası’na
göre, Çin Halk Kongresi ile
Çin Halk Siyasî İstişare Komitesi de Çin Komünist Partisi liderliğinde yürütülecektir.
Yani ÇKP Merkez Komitesi
Başkanı ve Merkezî Askerî
Komitesi Başkanı görevini
üstlenmiş olan Xi Jinping,
Mart 2013’te yapılacak olan
Çin Halk Kongresi’nden sonra Devlet Başkanı görevini de
devralacaktır. Keza Başbakan
Yardımcısı olan Li Keqiang
da, Çin Halk Kongresi’nden
sonra Çin’in Başbakanı olacaktır. ÇKP Siyasî Bürosu’nun
diğer 5 üyesi de tespit edilen
görevlerini üstleneceklerdir.
1945 yılında tesis edilen ÇKP
Siyasî Bürosu ya da ÇKP Politbürosu, parti ve devlet yönetiminde en yetkili organ
olup, devleti ilgilendiren en
önemli kararnameler bu or-
66
STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013
ganda yer alan üyeler tarafından uzlaşarak alınmaktadır.
Bu demokratik merkeziyetçi
yönetim sistemi olarak tanıtılmaktadır. Üyelerin yaşı 68’i
aşmayacak ve deneyimli olması gerekmektedir. ÇKP Siyasî
Bürosu beş yılda bir yapılan
ÇKP Kongresi ile birlikte ortaya çıkmaktadır. Kongre aralarında ÇKP Siyasî Bürosu’nun
görevini, aslında ÇKP Siyasî
Bürosu Daimi üyeleri yani 7
üyeden oluşan Siyasî Bürosu
Daimi Komitesi tarafından fiilen yürütülmektedir. Çin’in
asıl yöneticisi ÇKP Siyasî Bürosu Daimi Komitesi’dir ve
Parti Başkanı Xi Jinping de
bu Komite’ye başkanlık yapmaktadır. Ancak, karar alırken Xi Jinping’in sadece bir
oy kullanma hakkı olduğu gibi
diğer 6 üye üzerinde daha fazla etkisi yoktur. Bunun Mao
Zedong ve Deng Xiaoping
gibi güçlü liderlerin (strong
leader) olmadığı bir ortamda,
parti yönetimini güçlendirme-
nin hedeflenmiş olduğu anlamına gelmektedir. Ancak aynı
zamanda partide askerî ve
devlet başkanlığını üstlenen
Xi Jinping gibi en üst düzey
liderin gücü de paylaşılmıştır
yani Xi Jinping’in liderlik gücü
zayıflaştırılmıştır.
Siyasî
Bürosu
Daimi
Komitesi’nde yer alan Çin
yönetici üyelerinin profilleri
incelendiğinde muhafazakâr
ağırlıktaki Komite’nin güç
dengesinin eski Başkan Jiang
Zemin’dan (86) yana olduğunu göstermektedir. Bununla birlikte ÇKP’nin 18.
Kongresi’ne alışılmışın dışında
eski Başkan Jiang Zemin ve
diğer emekli olan Çin liderlerinin de iştirak etmeleri ve ön
sırada yer almaları, yeni oluşan
Siyasî Bürosu Daimi Komitesi
ve Başkan Xin Jinping’in üzerinde eski Çin liderlerin etkisinin olacağını göstermektedir.
Yeni oluşan Siyasî Büro Daimi
Komitesi’nde yer alan üyele-
rin Parti ideolojisine bağlılık
özelliklerine göre söz konusu
Komite Parti’nin otoritelerini
korumasını ve mevcut siyasî
yolda devam edilmesinin hedeflenmiş olduğu görünümünü vermektedir. Aynı şekilde
sürdürülmekte olan Çin dış
politikasının da değişmeyeceğinin sinyalini vermektedir.
Çoğunluğu ileri yaşta olduğu
bilinen Siyasî Büro Daimi Komitesi üyeleri Çin’in siyasal
ve ekonomi alanında ciddi
reform yapılması umudunu
vermemektedir. Çin toplumunun ve uluslararası kamuoyunun beklediği reformun
yapılması zayıf gözükmektedir.
Xi Jinping’in en yakın destekçisi ve Siyasî Büro üyelerinden
olan ÇKP’nin Teşkilat’tan
sorumlu Bakanı Li Yüanchao
(62) ile mevcut yönetimde en
reformist olarak bilinen Guangdong Eyalati Parti Sekreteri Wang Yang’ın (57) olmayışı,
Xi Jinping yönetiminin, yenilikleri ve reformları yapmasını
beklemeyi zorlaştırmaktadır.
Ancak 5 yıl sonra yapılacak
ÇKP’nin 19. Kongresi sırasında mevcut Siyasî Büro Daimi
Komitesi üyelerinin yaşlarından dolayı 5 üyesinin ayrılacağı gibi emekli olan eski Çin
liderlerin çoğu da ölmüş olacaktır. Neticede, ÇKP’nin 19.
Kongresi sonrası Başkan Xi
Jinping’in ikinci döneminde
Siyasî Büro’da ve Siyasî Büro
Daimi Komitesi’nde kendisini
destekleyen kişilerin gelebileceğini ve daha bağımsız olarak Çin’i yönetmenin fırsatını
yaratmaktadır. Bu durumda
1945 yılında tesis edilen ÇKP Siyasî Bürosu ya da ÇKP
Politbürosu, parti ve devlet yönetiminde en yetkili organ
olup, devleti ilgilendiren en önemli kararnameler bu organda
yer alan üyeler tarafından uzlaşarak alınmaktadır.
Li Yüanchao ve Wang Yang
gibi reformistler de Siyasî Büro
Daimi Komitesi’ne girebileceği gibi Çin’in daha güçlü
olması için reform siyasetini benimsemiş diğer kişilerin
önemli göreve atanabilmesi
imkânını yaratmaktadır. Başkan Xi Jinping, Çin’in içinde
bulunduğu siyasî, ekonomik,
toplumsal ve dış politika alanındaki zorlukları aşabilmesi
ve Çin Komünist Parti tarihinde iz bırakabilmesi için bu
fırsatı kullanabilir.
Diğer bir mesele ise, 25 üyeden oluşan ÇKP Merkezi Komitesi Siyasî Bürosu’nda eski
Siyasi Bürosu üyesi ve Devlet
Konseyi üyesi Liu Yandong ile
Fujian Eyalati Parti Sekreteri
Liu Chunlan gibi iki kadın üye
bulunmaktadır. Bu da ÇKP
Siyasî Bürosu tarihinin ilki
olmuştur. Ancak ÇKP Siyasî
Bürosu Daimi Komitesi’nde
kadın üyesinin olmayışı söz
konusu Siyasî Bürosu’nun kadınlara henüz yer vermediğini
daha çok erkeksi özelliği olduğunu göstermektedir.
Yeni Yönetimin Siyasal
Reformu
Çin liderlerinin farklı zaman
ve ortamdaki konuşmalarına
göre, Çin’in yeni yönetiminin
kısa vadeli hedefi giderek ağırlaşan yolsuzluk ve çürümüşlük
sorunlarını ortadan kaldırmakla yönetimi sağlamlaştırmak ve ekonomik kalkınma
sürecini istikrarlı götürmektir.
Orta vadeli hedefi ise 2020
yılına kadar orta derecede
müreffeh (Xiao-kang) bir toplumu oluşturmaktır. Yani kişi
başı gayri safi yurtiçi hâsılasını
(kişi başı GSYİH) 2010 yılından 2020 yılına kadar bir kat
(kişi başı GSYİH 4000-5000
dolar, GSYİH ise 12 trilyon
dolar) arttırılmasıdır. Bu da
Çin Komünist Partisi’nin yüzüncü yıl hedefidir. Bazı uzmanlara göre bu hedefe 8
yılda ulaşabilir. Uzun vadede
ise, Çin Halk Cumhuriyeti’nin
yüzüncü yılına kadar müref-
ÇKP Merkez Komitesi Siyasî Bürosu Daimi Üyesinin Güç Dağılımı
Kızıl Prensler
Xi Jinping, Yü Zhengsheng, Wang Qishan
Jaing Zemin
Zhang Dejiang, Yü Zhengsheng, Liu Yunshan, Wang
Qishan, Zhang Gaoli
Hu Jintao
Li Keqiang
67
Yeni Çin liderleri yolsuzluğa, çürümüşlüğe ve kanunsuzluğa
karşı mücadeleleri başlatmış durumdadır. Nitekim onların
nazarında bu sorunlar parti ve hâkimiyetin kaderini
belirlemektedir.
feh, demokratik, medenî ve
uyumlu bir sosyalist modern
devleti hedeflemektedir. Buradaki modern devletin ölçüsü
ise endüstriyel, tarımsal, milli
savunma ve bilim ile teknoloji
gibi dört alandaki modernleşmedir. Çin’in nihai hedefi,
Çin ulusunun yeniden büyük
canlanışını yakalamaktır. Çin
Komünist Partisi Başkanı Xi
Jinping de bu hedefi “Çin Rüyası” olarak tanımlamaktadır.
Çin komünistlerin nihai ideali
Çin Komünizmi’nin gerçekleşmesidir, Çin Komünist Partisi ve Çin halkının rüyası ise
sosyalist modernleşme ve Çin
ulusunun yeniden büyük canlanışıdır. Xi Jinping’in başkanlığındaki yeni Çin yönetimi bir
sürpriz olmasa 2022 yılına kadar devam edeceğine göre orta
vadeli hedefi gerçekleştirmeye
çalışacaktır. Ancak, Başkan
Xi Jinping’i şimdiden ciddi sorunlar beklemektedir.
Çin’in hızlı ekonomik büyümesi ile birlikte meydana gelen ciddi yolsuzluklar orduda
da yaşanmaktadır. Hukukun
sağlıklı işleyememesi, gelir
dağlım dengesizliğinin ciddi
boyuta ulaşması, toplumsal
çatışmaların yılda 10 binlerce
yaşanması, uluslararası finansal kriz ile birlikte Çin ekonomisinin durgun dönemine gir-
68
STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013
mesi ve bununla birlikte enflasyon ve işsizlik durumunun
yaşanması merkezi yönetimin
istikrarına zarar vermektedir.
Tayvan, Tibet ve Doğu Türkistan gibi uluslararası boyut
kazanmış ayrılıkçı hareketler
de Çin’in yükselişiyle birlikte
etkisini arttırmaktadır. Ekonomik kalkınma için yurtiçi
ve yurtdışı istikrar ve güvenlik ortamını yaratma stratejisi
üzerinde inşa edilen dış politikası da birçok tehditlerle yüz
yüze kalmaktadır. 30 yıldan
beri sürdürülen iyi komşuluk
ilişkileri de son yıllarda başarısızlığa uğramaktadır. Dünyanın üçüncü ekonomisi olan
Japonya ile yaşanan siyasî ve
güvenlik sorunları ve bundan
dolayı ekonomi-ticaret ilişkilerine olumsuz etkileri; Filipinler ve Vietnam arasında yaşanan adalar konusunda hak
iddiaları ve yükselen Çin’in
komşu ülkelere güven veren
ve endişelerini yatıştıracak
yumuşak gücünü üretememesi; en önemlisi ABD’nin 2010
yılından buyana uygulamaya
başladığı Asya’ya Geri Dönüş
(return to Asia) ya da Yeniden
Dengeleme” (strategic rebalancing) Stratejisi ve bundan
dolayı ABD’nin Çin’i stratejik
kuşatma altına alma politikası Çin’in dış çevresinin kötü-
leşmesine neden olmaktadır.
Devlet Başkanı Hu Jintao’nun
ifadesiyle Çin şu anda benzeri
görülmemiş fırsatlar ve zorluklar (meydan okuyuşu) ile yüz
yüze kalmaktadır.
Yeni Çin merkezi yönetiminin
bütün bu sorunlara çözüm getirmesi gerekmektedir. Aksi
halde Komünist Parti’nin tek
başına yönetme iktidarının
meşruluğu tartışma haline gelebilir. Çin liderleri bu tehlikenin farkındadır. Kısa vadede
yolsuzluğa, çürümüşlüğe ve
kanunsuzluğa karşı çıkmadığı
takdirde hem Çin’in gücü hem
de Çin Komünist Partisi yok
olacaktır. 27 Mart 2012’de düzenlenen Halk Kongresi’nde
konuşan Başbakan Wen Jiabao, yolsuzluk ve çürümüşlüğe karşı çözüm bulamadığı
takdirde Çin hâkimiyetinin
mahiyeti değişebilir ve sonunda hâkimiyetinin de çökeceği dile getirilmektedir. 8
Kasım 2012’de Çin Komünist
Partisi’nin 18. Kongresi’nde
konuşan Devlet Başkan Hu
Jintao, yolsuzluk ve çürümüşlük sorunun halkın en çok ilgilendiği büyük bir siyasî sorun
olduğunu ve çözülemez ise
partiye ölümcül darbe indirmiş olacağını, hatta partinin
de devletin de yok olacağının altını çizmiştir. 19 Kasım
2012’de, Çin Komünist Partisi
Başkanı Xi Jinping de, yaptığı
konuşmasında yolsuzluk sorunun giderek ciddi boyutlara
ulaştığını ve devam ederse,
hem partinin hem de devletin
yok olacağını vurgulamıştır.
Çin’i bugünkü duruma getiren
70 yıllık Üç Aşamalı Kalkınma
Stratejisi’nin (1987-2050) sahibi ve Mao’dan (1893-1976)
sonra Çin’in ikinci nesil lideri Deng Xiaping (1904-1997)
de bu tür tehlikeli durumdan
bahsetmiştir, ancak siyasî kurumsal reform yapılmadığı
takdirde parti ve devletin mahiyetinin değişeceğini ve hatta
partinin ve devletin yok olmasına sebep olacağını belirtmişti. Deng Xiaoping’e göre,
“sadece ekonomik sistemin reformu yetmez, siyasal sistemin
reformunun yapılmaması durumunda ekonomik sistemin
reformundan da sonuç alınamaz”. Bu bağlamda, “Çin’in
bütün reformlarının başarılı
olup olmaması siyasal sistemin
reformuna bağlıdır.” Deng
Xiaoping, Çin’de “siyasal sistemin reformu mecburi ve
acil” olduğunu ifade etmişti.
Ancak, Deng Xiaoping’in ölümünden sonra Başkan Jiang
Zemin’in dönemi (1989-2002)
ve Başkan Hu Jintao’nın döneminde (2002-2012) sadece
siyasal ekonomik sistemin reformu ve siyasal kurumlara yönelik bazı reformlar yapılmıştır
fakat siyasal sistemin reformu
hiç yapılmamıştır. Bugün Çin
liderlerinin yüz yüze kaldığı
siyasal, toplumsal ve ekonomi alanındaki çıkmazlarının
büyük ölçüde hızlı büyümekte
olan ekonomik gücüne paralel olarak siyasal sistemin reformunun yapılamamasından
kaynaklanmaktadır.
Çin’in yeni liderleri yolsuzluğa, çürümüşlüğe ve kanunsuzluğa karşı mücadele başlatmış
durumdadırlar. Nitekim onların nazarında bu sorunlar parti
ve hâkimiyetin kaderini belirlemektedir. Fakat siyasal reform ve bununla birlikte yargı-hukuk alanındaki reformun
yapılmadığı takdirde yüzeysel
ve dönemsel çözüm getirebilir, kökten çözülmesi zordur.
Deng Xiaoping 30 yıl öncesinde bunu dile getirmişti.
Çin liderleri reform sözcüğünü sıkça kullanmaktadırlar.
Devlet Başkanı Hu Jintao’nın
ÇKP 18. Kongresi’nin açılış
konuşmasında reform sözcüğünü 86 defa kullanmıştır.
Bunların arasında, dışa açılma
ve reform sözcüğü 19 defa; reform ve kalkınma sözcüğü 7
defa, siyasal sistemin reformu
5 defa; ekonomi sisteminin
reformu 3 defa geçmekte ve
diğerleri ise kurumlara yönelik reformları kapsamaktadır.
Çin’in müstakbel Başbakanı
Li Keqiang da, Çin’in en büyük karı reform yapmakla elde
edeceğini belirtmektedir. Ancak siyasaldan çok ekonomi ve
kurumlar üzerindeki reformdan bahsetmektedir. Batı bası-
nı, Başkan Xi Jinping’in siyasal
reform yapmasından beklentileri var ve reform yapmadığı
takdirde riskin daha fazla olacağını ileri sürmektedir. Üstelik ekonomi üzerindeki reform
da kolay olmayacaktır. Çinli
uzmanlar ise reformun şartları oluşmadan eyleme geçilir
ise daha fazla risk bulunacağını belirtmektedir. Çin’in en
meşhur ekonomisti Wu Jinglian de Çin’in ekonomik ve
toplumsal sorunları neredeyse
kritik bir noktaya ulaştığını ve
siyasal reformu aşamalı olarak
sürdürmesi gerektiğini belirtmektedir. Çin halkı da siyasal
reformun en zor döneme girdiğini ve milletvekillerine de bu
zorlukların giderilmesi gerektiğini iletmektedirler. Aslında
Başkan Xi Jinping’in reformunun zorlukları ekonomi alanında değil, siyasal alandadır.
Çin’in siyasal reformunun
en önemli ve hassas konusu
Çin’in demokrasileşmesidir.
Çinliler artık demokrasi kavramına yabancı değillerdir.
Çin’in 7 büyük şehrinde yapılan bir kamuoyu yoklama-
69
sında halkın %87.2’si demokrasinin iyi bir şey olduğunu,
%77.2’si demokrasinin bir
trend olduğunu ve %60.1’i
ise Çin’in demokrasisinin Batı
demokrasisinden farklı olacağını belirtmiştir. Diğer bir
kamuoyu yoklamasında Çinlilerin %81.4’ü siyasal sistemde
reform yapılmasını desteklemektedir. Ancak Çin’de en
son düzenlenen Çin Komünist
Partisi’nin 18. Kongresi’nde
Parti Tüzüğü’nde bazı değişiklikler yapılmıştı ve “Çin
Komünist Partisi, halkın sosyalist demokrasi siyasetine
önderlik yapacaktır” ibaresi
kullanılmaktadır. Başkan Xi
Jinping’e göre, “yalnızca sosyalizm Çin’i kurtaracaktır, Çin
tarzındaki sosyalizm ancak
Çin’in kalkınmasına katkıda
bulunacaktır”. Anlaşıldığı gibi
Çin’in demokrasisi yine “Çin’e
özgü” olacaktır, Batı tarzındaki demokrasisine yer verilmemektedir. Bazı Çin uzmanları
bunun ihtimalinin olmadığını
ileri sürmektedir.
Yeni Yönetimin Siyasal
Reformu Çin’in Geleceğini
Etkiler
Çin yönetimi ekonomik reform ile bu konuda tecrübe
kazanmıştır. Çin pazarı birçok
ülkenin ekonomisini etkilediği
gibi Çin ekonomisinin bir süre
daha ilerlemesine çevresel pozitif ortam yaratmaktadır. Bu
nedenle Çin’in yeni yönetimi
ekonomik durgunluğa bir ölçüde çözüm getirebileceği ihtimali yüksektir. Ancak ekonomik nedenli toplumsal sorun-
70
STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013
ları, tek parti yapısı altındaki
yargı sisteminin getirdiği kanunsuzlukları, ideoloji krizinden kaynaklanan duyarsızlık
ve toplumsal ahlaki sorunların
yükselmesi Çin’in ilerlemesine
engel teşkil etmektedir. Bu
bağlamda yeni Çin yönetiminin ciddi ve kapsamlı siyasal
reform sürecini başlatması gerekmektedir. Sadece yolsuzluk
ve çürüklük gibi günü kurtarma yönündeki politikalar
Çin’in yüz yüze kaldığı birçok
sorununa çözüm getiremez.
Ekonomiden sorumlu Çin
Başbakan Yardımcısı ve ÇKP
Merkezî Komitesi Disiplin
Kurulu Başkanlığı’na yeni
seçilen Wang Qishan, Çinlilere Fransız tarihçisi Alexis
de Tocqueville’nin (18051859) Eski Rejim ve Devrim (L’Ancien Régime et la
Révolution) adlı kitabını okumasını tavsiye etmektedir. Söz
konusu kitabın Çin liderleri
arasında okunmaya başlanması ile Çin’de en çok satılan ve
okunan kitaplar listesine girmiştir. Fransız devriminin nasıl
ortaya çıktığını anlatan kitap,
genel olarak bugünkü Çin için
uyarıcı niteliktedir. Çin yöneticileri ve halkı arasında en
çok okunan diğer bir kitap ise,
Daron Acemoglu’nun Uluslar
Neden Başarısız Olur (Why
Nations Fail)? adlı eseridir. Bu
iki kitabın Çin’de rağbet görmesi Çin yöneticilerinin kriz
duygusu yaşamaya başladığını
göstermektedir. Neticede bu
iki kitap Çin’in mevcut durumuna parmak basmaktadır.
Uluslar Neden Başarısız Olur?
adlı kitabın yazarları Daron
Acemoglu ve James A. Robinson, dünyanın birçok ülkesinde kişi başına düşen gelirin
şaşırtıcı derecede büyük fark
olmasını devletin kurumsallaşmasına bağlamaktadır. Bazı
ülkelerin başarısızlığında çoğu
zaman coğrafi konumunun elverişli olmaması, kültürünün
geride kalması ve liderlerin
beceriksizliği gibi sebeplere
bağlanmaktadır. Daron Acemoglu ve James A. Robinson
ise bu durumu modern devletin dönüşüm sürecinde kapsayıcı kurumlara (inclusive
institutions) veya sömürücü
kurumlara (extractive institutions) sahip olup olmadığı
ölçüsüyle analiz etmektedir.
Kapsayıcı kurumlar, siyasî güç
paylaşımı, üretim verimliliği,
eğitim ve teknolojinin ilerlemesi ve halkın daha mutlu
olacağı bir sistem ve düzendir.
Sömürücü kurumlar ise bir
kısım insanların zenginliği ve
kaynakları ele geçirmesi ile bir
kısım insanların fakirleşmeye
zorlanmasıdır. Yani kapsayıcı
siyasal kurumlar ekonominin
büyümesine sebep olurken,
sömürücü siyasal kurumlar ise
ekonomik gelişmeyi engellemektedir.
Kapsayıcı siyasî kurumlar (inclusive political institutions)
kapsayıcı ekonomik kurumları
(inclusive economic institutions) desteklediği gibi kapsayıcı ekonomik kurumlar da kapsayıcı siyasî kurumları destekler. Sömürücü siyasî kurumlar
(extractive political institu-
tions) ile sömürücü ekonomi
kurumlar (extractive economic institutions) arasındaki
ilişkiler de bu şekildedir. Bir
ülkenin başarısızlığı ve çöküşü onun sömürücü ekonomik
ve siyasî sistemi benimsemesi,
ekonomik büyümeyi engellediği gibi toplumsal gelişmeleri
engellemesinden de kaynaklanmaktadır. Yani sömürücü
ekonomik kurumların desteğini alan bir sömürücü siyasî
kurumlar, ekonomik büyümeyi ve toplumsal gelişmeleri
engelleyecektir. Yolsuzlukla
boğuşan bir siyasî yönetim ve
sömürmeye hazır olan bir idareci ile kırılgan ve dağınık bir
devlet yapısıyla ilişkilendirildiğinde yoksulluğun, çatışmaların ve adaletsizliklerin sebebini bulmak mümkündür.
Çin ekonomisinin hızlı büyümesi, onun tek partili otoriter
kontrolü altında sömürücü
kurumlar sayesinde gerçekleşmiştir. Çin ekonomisi kapsayıcı ekonomik kurumlardan
çok uzaktır. Mevcut Çin yönetiminin kapsayıcı kurumlara geçme durumu olmadığı
için Çin ekonomisinin daha
ileriye gitmesi zordur. Şimdiki
Çin’in ekonomik büyüme modelini sürdürmesi zordur ve bu
model yaratıcı yıkımı (creative
destruction) üretemez, çünkü
yaratıcı yıkım, yenilik yaratması ve yüksek gelir sağlaması
açısından fevkalade önemlidir. Ekonomisi güçlü olan
ancak başarısız veya çöküşü
engellenemeyen bir örnek ise
Sovyetler Birliği’dir. Bu görüşlere katılmayan ve eksik bulanlar da vardır.
Daron Acemoglu’nun Çin
basınına verdiği röportajda,
bugünkü Çin’in 70’li yılların Sovyetleri gibi ekonomik
büyümenin hızını yakalamış
olduğunu, ancak bu başarıyı
sömürücü kurumlar sayesinde
ve mevcut teknoloji üzerinde
gerçekleştirdiğini, büyük ölçüde yaratıcılık (yenilikçilik,
inovasyon) olmadığı için söz
konusu durumun sürdürülmesinin güç olacağını ifade
etmiştir. Daron Acemoglu’na
göre, Çin’in ekonomik sistemi üzerinde ancak kısmen reformlar yapılmıştır. Ekonomik
sisteminin açıklık ve rekabetlik açısından söz edilmesi
zordur. Çin’in asıl sorunu nasıl yenilik yaratacağı ve bunu
nasıl teşvik edeceğidir. Fakat
bunun mevcut sömürücü siyasal kurumlar ortamında gerçekleşmesi zordur. James Robinson da Çin basınına verdiği
röportajda benzer görüşleri
savunmuştur. James Robinson
Çin’in ekonomik büyümesini
sağlayan Çin Modeli’ni Sovyetler Modeli’ne benzeterek
mevcut ekonomik durumunu
sürdüremeyeceğini ve Çin’in
teknolojik gelişmesinin sadece yeterli teknoloji olduğunu
ve bundan dolayı ekonomik
reformla beraber siyasal reformun hayata geçirilememesi
sonucunda mevcut ekonomik
kazanımın sürdürebilmesinin
de zor olacağını ileri sürmektedir. James Robinson’a göre,
Çin’in yüz yüze kalacağı zorluğun kapsayıcı kurumları nasıl
gerçekleştireceği ve son 30
yıllık reformun neticesini koruyan bir toplumun nasıl inşa
edileceğidir.
Çin’in değişimi, özellikle siyasal reformu zorunlu hale gelmiştir, bu değişim ve reform
mevcut sorunların büyük bir
kısmına çözüm getiremediği
takdirde Pekin’in sahip olduğu
hantal yapı Çin’in büyümesini
engelleyecektir.
Not: Yazıdaki Çince kaynaklara atıf yapılan 46 adet dipnota yazarının izniyle yer verilmemiştir.
71
Gürcistan Cumhurbaşkanı Mihail Saakaşvili
GÜRCİSTAN
RUSYA’YA
GERİ Mİ
DÖNÜYOR?
Mehmet Fatih ÖZTARSU
Tiflis İlia Devlet Üniversitesi,
Uluslararası Kafkasya Çalışmaları Enstitüsü
G
DIŞ POLiTiKA
ürcistan’da
Ekim
2012’de gerçekleştirilen parlamento seçimlerinde on yıllık siyasi dengeleri değiştirerek yönetime
gelen Gürcü Rüyası koalisyonu seçimlerden hemen sonra,
Gürcistan’ın iç ve dış politikasında büyük değişikliklere gitti. Şimdiye kadar izlenen Batı
yönlü dış politika yerine Rusya
ile ilişkileri düzeltip, bölge ülkeleri ve NATO’yla denge politikasının gerçekleştirilmesini
savunan yeni hükümet bu konuda oldukça radikal adımlar
atmaya başladı.
72
Eski hükümet yetkililerinin
tutuklanması ve Rusya’yla
her koşulda görüşmeye hazır
olunduğunun belirtilmesi gibi
konular muhalif cephelerce
sorgulansa da, halk tabanında
olumlu karşılanmaktadır.
Normalleşme süreci için Rusya
ile Gürcistan’ın Aralık 2012’de
STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013
Cenevre’de
gerçekleştirdiği
ilk görüşmede taraflar başta
ekonomi olmak üzere pek çok
alanda işbirliği sağlayacakları
ve iki ayda bir görüşmeler gerçekleştirileceği yönünde karar
almışlardı.1 Bu buluşmaların
ikincisinin Şubat 2013’te gerçekleştirileceğinin duyurulmasıyla ise bölgede Rusya yönlü
politikaların ağırlık kazanacağı
konuşulmaktadır.
Aralık 2012’de büyük tartışmalara sebep olan siyasi mahkumların salıverilmesi konusu
ise yeni hükümetin Rusya’ya
yaklaşımlarıyla ilgili önemli bilgiler vermektedir. 2005-2012
yılları arasında Cumhurbaşkanı Mihail Saakaşvili tarafından
Rusya ajanlığı suçlamasıyla
mahkum edilen pek çok kişi
yeni hükümet tarafından genel
af kapsamında serbest bırakıldı. 3 bin mahkumun özgürlüğünü garanti eden genel affın
çıkarılması sürecinde Cumhur-
başkanı Saakaşvili iki kere veto
hakkını kullanmış, ancak bu
konuda son derece istekli olan
hükümet sonunda affı yürürlüğe koymayı başarmıştı. Artık
kimsenin siyasi düşüncesinden
dolayı mahkum olmayacağını
duyuran Gürcistan’ın yürürlüğe koyduğu af konusunu büyük
bir memnuniyetle karşılayan
Rusya ise Gürcistan’ın gerçek
bir demokrasi olduğunu ve diğer eski Sovyet ülkelerine örnek olması gerektiğini belirtti.2
Serbest bırakılan mahkumlar
ise haksız yere hapsedildiklerini ve bu yüzden Saakaşvili’den
tazminat almaları gerektiğini
bildirdiler.
Gürcistan Başbakanı Bidzina
İvanişvili’nin 17 Ocak tarihinde Erivan’a gerçekleştirdiği resmi ziyaret de, Gürcistan’ın yeni
hükümetle birlikte yenilenen
dış politikasının ilk örneklerini
sundu. 2008 yılında Gürcistan
ve Rusya arasında yaşanan sa-
vaş ve sonrasında devam eden
siyasi krizlerin sebep olduğu
Rusya karşıtı dış politikanın
değişime uğradığının belirtildiği
Erivan ziyareti, Gürcistan için
farklı sorunlar oluşturabilecek
özelliklere sahip.
Gürcü yetkililer Ermenistan
Başbakanı Tigran Sarkisyan ile
başlayan görüşmeleri; dışişleri,
ekonomi ve enerji bakanlarıyla sürdürdüler. Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan ve Eçmiadzin şehrindeki ruhani lider
II. Karekin’i de ziyaret eden
Gürcü tarafı, ikili temaslar temelinde Rusya ve Abhazya ilişkilerinin geliştirilmesini ifade
etti.
Başbakan Bidzina İvanişvili,
Erivan’dan önce Bakü’ye ziyaret gerçekleştireceği sıralarda
Bakü-Tiflis-Kars demiryolu projesinin Gürcistan için gereksiz
olduğunu dile getirmişti.3 Bakü
ziyaretinde bu demecinin yanlış
anlaşıldığını belirten İvanişvili,
Azerbaycan Cumhurbaşkanı
İlham Aliyev ile görüşmesinden sonra Bakü-Tiflis-Kars
demiryolunun tüm bölge ülkeleri için büyük öneme sahip
olduğunu söyledi. Ancak Erivan ziyaretine damgasını vuran
Abhazya demiryolunun yeniden
kullanıma açılması konusu ise,
Gürcistan’ın henüz tam otur-
mamış denge politikasını gözler
önüne seriyor.
Tiflis yönetimi ile Abhazya
arasında yaşanan sürtüşmelerden dolayı kullanıma kapatılan
Abhazya demiryolunu yeniden
istifadeye sunmak istediklerini
belirten İvanişvili, Erivan’ın
bu konuda kendilerine destek olacaklarından emin olduğunu ifade etti. Abhazya
demiryolunun yeniden kullanımı ile Gümrü-Tiflis-Suhumi
yoluyla Rusya, Gürcistan ve
Ermenistan’ın,
dolayısıyla
Abhazya’nın, ortak bir ulaştırma hattına sahip olacağını
ifade eden İvanişvili, Rusya’nın
bu konuda henüz tavrını netleştirmediğini belirtti.
Bu konuyu Ekim 2012’de gerçekleştirilen parlamento seçimlerinden hemen sonra gündeme getiren yeni Tiflis hükümeti
başlangıçta hem Rusya’dan
hem de Abhazya’dan destek
bekliyordu. İvanişvili’nin Ermenistan ziyaretinin ardından
Abhazya’nın da konuya destek
verdiğini belirtmesiyle Gürcistan-Rusya ilişkilerinin normalleşeceği belirtilmektedir. Başbakan İvanişvili’nin Abhazya
demiryolu çıkışına sert karşılık
veren Cumhurbaşkanı Mihail
Saakaşvili ise bunun tamamen
Rus menfaatlerine hizmet ol-
duğunu ve ülkenin Rusya hegemonyasına teslim edileceğini
dile getirdi. Ülkenin Avro-Atlantik mihverinden çıkarılmasının büyük tehlike oluşturacağını belirten Saakaşvili, hali
hazırda yapımı devam eden
Bakü-Tiflis-Kars demiryolunun
Gürcistan’a daha büyük kazanımlar sağlayacağını açıkladı.
Ermenistan’ı
Azerbaycan’la
gerilime girme pahasına önemseyen İvanişvili, Gürcü-Ermeni
ilişkilerinin hiç olmadığı kadar
büyük ivme yakaladığını da
dile getirdi.
Gürcistan iç siyasetinde Saakaşvili yanlısı asker ve politikacılara yönelik artan baskılar ve
bölge ülkeleriyle sürdürülmeye
çalışılan dengeli ilişkiler yeni
hükümetin deneme yanılma
yöntemiyle oluşturmaya çalıştığı yeni dış politikanın olumlu
ve olumsuz yanlarını kısa vadede gösterecektir. Çünkü enerji
bağımlılığının olduğu Azerbaycan ve büyük ticari ortaklığa
sahip olduğu Türkiye ile ilişkileri dengede tutmak için büyük
çaba göstermesi beklenen Tiflis
yönetiminin tüm komşulardan
yararlanma ve toprak bütünlüğünü sağlama girişimleri son
derece zordur. Nispi bir denge sağlanırsa bu sadece Rusya
menfaatlerinin ağırlık kazandığı bir Kafkasya’ya sebep olabilir.
Dipnotlar
1
Встреча представителей России и Грузии состоится в Женеве в пятницу, http://ria.ru/
world/20121213/914590435.html, Erişim : 20.01.2012.
2
Russia hails Georgian government’s decision to give amnesty to political prisoners, http://www.interpressnews.
ge/en/politics/43808-russia-hails-georgian-governments-decision-to-give-amnesty-to-political-prisoners.
html?ar=A, Erişim: 20.01.2012.
3
Doubtful Baku-Tbilisi-Kars Railway, http://www.georgiatimes.info/en/articles/84795.html, Erişim:19.01.2012.
73
RÖPORTAJ
SAVUNMA SANAYİİ MÜSTEŞARI
MURAD BAYAR:
YABANCIDAN DİREKT ALIM
DEVRİ BİTTİ
Röportaj: Bedir SALA
Savunma Sanayii Müsteşarı Murad Bayar, 2004 yılında bugünkü
görevine atandıktan sonra Türkiye’de Savunma Sanayii’nin yenilenmesi
ve millileştirilmesi konusunda önemli adımlar atıldı. ODTÜ ElektrikElektronik Mühendisliği Bölümünden mezun olan, North Carolina Eyalet
Üniversitesi ve Yale Üniversitesi’nde İşletme alanında yüksek lisansını
tamamlayan Bayar, SD’nin savunma sanayinde gerçekleştirilen ve
planlanan çalışmalarla ilgili sorularını cevaplandırdı.
Türkiye bugün itibariyle
savunma sanayi ihtiyaçlarının
ne kadarını milli imkanlarıyla
karşılamaktadır?
durumdayız. Hava araçlarında
teknoloji daha zor ama yine de o
konuda da, hava eğitim araçları
olsun belli aşamaya geldik.
Bunun hem mali bir hesaba dayanan öğesi var hem de içerik
olarak bakılması gereken bir
soru. Maliyet hesabı yani harcadığımız tedarik bütçesine bakarsak bu rakam 2011 verileriyle,
henüz 2012 değerlendirmesi
yapmadığımız için, %54 oranında. Biz de bu rakamı 2005’ten
beri takip ediyoruz. O yıllarda %
25 olan bu oran 7-8 senelik bu
dönem içerisinde %54’e kadar
çıktı. Zaten bizim de bu yöndeki
stratejik planımız %50’yi öngörüyordu. Bu hedefimizi 2010 da
sağlamıştık, bir miktar daha artış sağladık. % 54, maliyet hesabına dayanan, yani harcadığımız
paranın ne kadarının ülkemizde
kaldığı hesabına dayanan bir veridir.
Askeri Haberleşmede
Dünyadaki 3-4 Ülke
Arasındayız
Burada önemli olan bunun
içeriğinde ne var sorusudur.
Bir bütün olarak resme bakıldığında aslında belli alanlarda
‘kendine yeterliliği’ sağladığına
inanıyoruz. En başta geleni bütün askeri kara zırhlı araçlar.
Biz burada silahlı kuvvetlerin
bütün ihtiyaçlarını karşılıyoruz.
Hatta sadece silahlı kuvvetlerin değil bütün emniyet güçleri
ve güvenlik kuvvetleri de dahil
olmak üzere karşılıyoruz. 6 aylık son projemizle birlikle kara
araçlarının tamamını tasarım
da dahil olmak üzere yapabilme
yeteneğimiz var. Denizde bütün
su üstü botları, karakol gemiler
gibi hepsini yapabilecek formdayız. En karmaşık savaş gemileri
yapabilecek sanayiye ulaşmış
Türkiye’nin askeri ve
güvenlik haberleşmesinin
güvenli olduğu söylenebilir
mi? Yazılım ve kripto
sistemleri ne derece millidir?
Aslında en güçlü olduğumuz
alanlardan biri askeri haberleşme ve bunun güvenliğidir. Çünkü Türkiye’nin ilk tespit ettiği
zafiyet budur ve bu süreç Kıbrıs
Barış Harekâtı’na kadar gider.
Yani o tarihte bu eksiklik hissedilmiştir. Aselsan’ın kuruluş
amacı da askeri telsizlerin üretimidir. O zamandan bugüne gelen birikimle ve bizim bugün yürüttüğümüz projelerle dünyada
ki en iyi haberleşme teknolojisine dayalı yazılım tabanlı telsizler
ve bunların kriptosunda yüzde
yüz milli teknoloji var. Ve şuan
bunu kullanıyoruz. Bazı hava
platformlarında yabancı etkisi
olabilir fakat tersaneyi değiştiriyoruz. Önümüzde ki yıllarda
envanterimiz de yüzde yüz yerli, Aselsan kaynaklı telsizler ve
kriptolar olacaktır. Askeri haberleşme konusunda şunu iddia
edebiliriz. Türkiye dünya da 3-4
ülke arasındadır diyebiliriz. Bu
sisteme uçaklarda dahil ediliyor.
Yeni hava telsizlerinin üretilmesiyle birlikte uçaklara da bu
sistem entegre ediliyor. Bütün
sistem haberleşme ve bunun güvenliği açısında milli teknolojiye
sahip olmuş olacaktır. Bu tabi
kontrol sistemlerinde de böyle,
yani orda da güçlü olduğumuzu düşünüyoruz. Aynı zamanda
bu ihraç edilen bir teknolojidir.
Bugün, Pakistan silahlı kuvvetlerinin haberleşme sistemlerini
Türkiye belirliyor. Azerbaycan
da çok büyük bir projede Aselsan önde. Aynı zamanda Suudi
Arabistan’da, Umman da projeler sürüyor. Dünyada da rekabet
eden bir teknoloji ve bizim bu
konuda kendimize güvenimiz
tam.
Hava savunma sistemi
hakkında ne düşünüyorsunuz?
Türkiye’nin gelişmiş bir milli
hava savunma sistemi var mı?
Hava savunma deyince bu konuyu ayırmak gerekiyor çünkü o
ayrı alandır. Hava savunma konusunda Türkiye yatırımlarını
daha yeni yapıyor yani gecikme
var diyebiliriz. Daha doğrusu,
malum bizim envanterimizde,
ki silah sistemleri 2000lerin başına kadar ithal silah sistemleriydi. 50-60-70’ler de hep böyle
NATO üzerinden aldığımız sistemlerdi. Savunma sanayi projesi başlatırken 2 ana unsur vardır. Bir tanesi, ihtiyacın doğmuş
olması ve ikincisi de burada fizibilitesinin yapılıp projenin başlatılabilmesidir. Elimizdeki hava
savunma sistemleri kullanım
ömürlerini yeni tamamlıyorlar.
Ve şu anda geçiş dönemindeyiz.
Bir kısmıyla ilgili milli çözümler
peşindeyiz, bir kısmıyla da ilgili
uluslararası tedarik yöntemine
başvurduğumuz ve başlattığımız
projeler var. Alçak ve orta hava
savunma sistemlerinin tamamını milli yapmak üzere 2008
ve 2009’a dayanan sözleşmesi
imzalanan projelerimiz var. Bu
75
ma sanayimizi baştan ayağa yeniliyoruz diyebiliriz.
Uçak Gemisi Yerine
Helikopter Gemisi
Son zamanlarda
Türkiye’nin uçak gemisi
alacağı ile ilgili haberler
çıktı. Bunlar doğru mu ve
Türkiye’nin ihtiyacı var mıdır?
projeler 2015, 2016 ve 2017 de
hizmete girecekler.
Yurt dışından alımla çözelim
dediğimiz yüksek irtifa hava
savunma sistemimiz var. Bu da
Patriot ve benzeri sistemlerdir. Orda ilk fizibilitemizi 2005
- 2006 da yaptık ve kendi yöntemlerimizle verim göremediğimizden uluslararası bir ihale
yürütüyoruz. Bu ihale de 4 teklif
var. Bunlar; Amerika, Rusya,
Çin ve İtalya- Fransız ortaklığının teklifidir. Bu tekliflerimizin
değerlendirmesi devam ediyor.
İcra Kurumu’na iki kez sunum
yaptık. Tekliflerin geliştirilmesi
yönünde geri dönüm aldık ve
bunun üzerinde çalışmalar devam ediyor.
Bu süreç tamamlandığında da
biz alçak ve orta irtifa da çözümlerimizi oluşturacağız. Yüksek irtifada da aslında sanayimizin katılacağı bir gerçektir.
Bu projelerde NATO katkısı
yoktur sadece Türkiye’nin kendi ihtiyaçları için düzenlenmiş
projelerdir. Şu an da hava savunma sistemlerimize baktığımızda bunlar zamanı doldur-
76
STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013
makta olan sistemlerdir ve biz
bunları yeniliyoruz. Önümüzde
ki 3-4 sene içerisinde yenilemiş olacağız. NATO ile olan
irtibat farklı bir irtibat, farklı
bir ilişkidir. Suriye Krizi dolası ile Türkiye’ye gelen Patriot
ve materyaller var fakat bunlar
geçici tedbirlerdir. Bunlar bizim
uzun vadeli Türkiye’nin kendi
programını etkileyen programlar değil. Zaten NATO’nun da
maksadı budur. Ülkelerin bu
tür imkânlarını ortaklaşa kullanmalarını sağlamaktır. Şuan
da kriz durumunda olduğumuz
için NATO bize bu yardımı
yapıyor. Ama bunu bizim hava
savunma projelerimizden ayırtmakta yarar var. Çünkü bizim
projelerimiz Aselsan, Roketsan
ve birçok yan sanayiye bağlı
olarak sözleşmeye dayalı şekilde
yürüyor. Tabi ki bunların hepsi
tasarım geliştirme projeleridir.
Bu konuda tasarım mühendislik
aşamalarındayız. Fakat bu seneden itibaren test aşamalarına
geçeceğiz ve önümüzdeki 2-3
sene içerisinde de bunları kendi
envanterimize alacak duruma
geleceğiz. Kısacası, hava savun-
Deniz Kuvvetleri için yürüttüğümüz bir projemiz var ve basınımız bunu biraz iddialı yorumladı diyelim. O bir uçak gemisi
değil. Dünya literatüründe buna
amfibi gemi veya helikopter gemisi deniyor. 25 tonluk bir gemidir ve her bir uçak 40000 ton
ile 100000 ton arasındadır. Bir
uçak gemisi olmasa bile, deniz
hareket üssü olarak önemli bir
gemidir. İçindeki gemileri çıkartıp kıyıya gönderebiliyor. Aynı
zamanda içinde helikopterler
ve zırhlı araçlar barındırabiliyor.
Bu hem askeri harekâtlarda hem
de insani yardım harekâtlarında
kullanılabilecek bir gemidir. Bu
konuya Libya örneği verilebilir.
Libya krizinde 30000 vatandaşımızın tahliyesini yaptık. Böyle
bir gemimiz denizde olsaydı bu
bizim deniz üssümüz olabilir ve
kıyıya bütün desteği oradan verebilirdik. Bu gemi neden uçak
gemisiyle karıştırılıyor diye sorarsanız, geminin üzerinde 200
metrelik bir pist var. Bu pist helikopterlerin konması için tasarlanmıştır. Buna hiç uçak inmez
diye bir şey yok fakat ilaveten
söyleyelim, normal bir uçak
gemisine inen uçaklar buna
inemez çünkü uçak gemilerinde ‘katapult’ sistemiyle uçaklar
fırlatılıp yakalandıktan sonra
kancalarla indirilir ve bu bizim
sistemimizde yok. Ama CSF
projesindeki dikine iniş kalkış
yapan uçaklar ve daha doğrusu
dikine inebilir. Kısa bir pistten
kalkabilen uçaklar bu gemilere
inip kalkabilir. Şuanda bizim
konseptimizde bu yok yani bizim
bu tür uçakları edinme planımız
da yok ama teorik olarak bu gemilerden bu uçaklar kalkabilir
ama bunun dışında, dediğim
gibi, dünya literatüründe bunlara uçak gemisi denmiyor. Uçak
gemisi başka bir sınıf. Onun için
zaten bir deniz-hava filonuzun
olması lazım. Çok başka gerekleri var. Sadece uçak gemisiyle
de bitmiyor ayrıca dediğiniz gibi
ülkenizin harekat ihtiyaçlarının
da böyle bir şeye gerek göstermesi lazım.
Patriotlar Türkiye’nin
Onayıyla Kullanılacak
Kurulacak Patriotlar
güvenlik şemsiyesi
oluşturmada yeterli midir?
Daha üst teknolojilerin
kurulmasıyla ilgili planlarınız
var mı?
Bu seviyede sistemler zaten sadece belli bir bölgeyi koruyabilir. Yani bütün ülkeyi korumak diye bir şey olmaz. Patriot
dediğiniz 100-150 km menzilli
bir füzedir. Demek ki 100-150
kmlik bir çemberde bir koruma yapabilir. Bir bataryanın
koruyacağı alan budur. Birkaç
bataryayı yan yana koyarsanız
öyle bir menzili koruyabilirsiniz
ama yine bu defa oradan gelen
tehdide karşı koruyabilirsiniz
ama Türkiye’nin başka bir istikametinden gelen tehdide karşı
koruyamazsınız. Zaten bunlar
mobil sistemlerdir. Bizim pro-
jelerimizin de tamamı mobil.
Türkiye büyük bir coğrafyada,
küçük bir ülke değiliz, burada
tehdit neredeyse, bunlar oraya
konuşlanırlar ve orada koruma
sağlarlar. Dolayısıyla patriotları
böyle düşünmek lazım. Şuanda Suriye’de bir kriz var. Onun
Türkiye’ye olan olası etkilerine
karşı düşünülmüş bir tedbirdir.
Oraya da konuşlandırılıyor.
Yani o çerçevede, Suriye sınırında yeterli bir koruma sağlar.
Tabii, şimdi, koruma derken
neye karşı onu da belirtmek
lazım? 150 km’lik bir çemberi
korur. Bunlardan yan yana birkaç tane de koyarsanız epey bir
menzilinizi koruma altına almış
olursunuz. Ama oraya konan 6
tane batarya bütün Türkiye’yi
korur demek doğru değil, onu
demeye çalışıyorum.
Patriotların kullanımı ve
denetlemesi konusunda ne
düşünüyorsunuz?
Bu konu benim alanım değil.
Ancak, bütün NATO sistemlerinde şu var: NATO oy birliğiyle karar alan bir ittifaktır
bu önemli. Yani NATO kendi
başına bir strateji uygulayan bir
ittifak değil. Oy birliğiyle karar
alır. Zaten burada bir şey olması için Türkiye’nin evet demesi
gerekir. Evet demeden olmaz.
Yani çoğunlukla karar almaz.
BM gibi de değil. BM’de hayır
kullanabilirsiniz ama çoğunluk evet dediyse en azından
genel kurulda karar alınabilir. NATO’da böyle bir durum
yok. Ya herkes evet diyecek
ya da uygulanamaz. Dolayısıyla bu sistemlerin uygulanışına
ilişkin hususlar Türkiye’nin
onayı ile belirlenir. Türkiye
onay vermezse zaten kullanılamaz. Onun için burada o yetki
NATO’da mı, Türkiye’de mi bu
çok anlamlı bir tartışma değil
bence çünkü onay verilmezse
kullanılamaz zaten. İttifakın
karar usulü bu. Herkesin buna
katılması lazım. Burada NATO
imkanlarının nasıl kullanılacağı da o anlaşmalarla belirlenir.
Buna özel bir durum da yok.
Biz de NATO’ya bazı katkılar
yapıyoruz; işte Afganistan’da,
başka yerlerde. Onlar da o çerçeve içerisinde oranın komuta
sistemi neyse oraya giriyor ama
bunun üst kararını ittifakla almak durumundasınız. Burada
da, Türkiye’nin onayı olmadan
bu karar alınamaz. Kamuoyuna
aksi bir durum varmış gibi yansıtılıyor ama öyle geçerli bir gündem yok. Çünkü NATO’nun
yapısı bu. Bir ülke oraya imza
atmazsa öyle bir kararı NATO
uygulayamaz.
En Fazla Ar-Ge Savunma
Sanayii Sektöründe
Son olarak kurumunuz,
faaliyetleriniz ve projeleriniz
hakkında genel olarak bilgi
verebilir misiniz?
Burada yoğun bir faaliyetimiz
var. Hükümetimizin de bu yönde çok net bir iradesi ve politikası var. Yani burada artık Türkiye savunma sanayii konusunu
çözmek yönünde net bir irade
oluşmuş durumda. Bu tabii, belli projelerle şekillenen irade ve
biz de bunun uygulamasını yapan teşkilatız.
Bugün itibariyle dediğim gibi
belli sektörlerde kendi ihtiyaç-
77
larımızı çözebildiğimizi söyleyebiliyoruz; karada, denizde
yazılımda ve silah sistemlerinde ihtiyaçlarımızı karşılıyoruz.
Teknolojinin şuan daha az yoğun olduğu alanları zorlamaya
başladık. Hava araçları, uzay
araçları, uydu fırlatma sistemleri gibi… Göktürk ve diğer uydularımızın, haberleşme uydularımızın da fırlatılmasına ilişkin
bir çalışmayı şimdi başlatıyoruz.
Bunlar tabii uzun vadeli projeler
ve aslında ülkenin de buradaki
tüm kaynaklarını seferber etmemiz gereken projeler.
Bugün Türkiye’de savunma
sanayii en fazla Ar-Ge yapan
sektördür. Bütün Türkiye’de birinci sırada savunma sanayii geliyor. Bütün Türkiye’de en fazla
üniversite-sanayii işbirliği yapan
sektör savunma sanayiidir. Bütün Türkiye’de en fazla Ar-Ge
mühendisi istihdam eden sektör savunma sanayii ve en iyi
üniversitelerimizin en başarılı
mühendis mezunlarını savunma
sanayii istihdam ediyor çünkü
bu sektörde hakikaten ileri teknoloji tasarımını geliştiriyoruz.
Buradaki gayretimiz dünya
standartlarında ürünler ortaya
çıkartmak. Yani bugün biz bir
Altay tankını yapıyorsak o tank
dünyanın en iyi tankı olacak.
Ortalama bir şey yapmayacağız. Almanya’nın, Amerikalının
yaptıklarına yaklaşmaya çalışmıyoruz; onlardan daha iyisini
yapmaya çalışıyoruz ve yapıyoruz da. Milgem savaş gemimizi
yaptığımızda bütün dünyadaki
en iyi savaş gemilerinden biri
olacaktır. Mesela Hürkuş uçağımız olsun, Anka insansız hava
78
STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013
uçağımız olsun… Bunlar dünyadaki benzerleri neyse ya onlar
düzeyinde ya da onlardan daha
iyi araçlardır. Yani, uluslararası
seviyede sistemlerdir.
Bunun da 2 gerekçesi var: TSK
ve Türk Güvenlik Kurumları
(MİT ve Emniyet) haklı olarak
teknolojide dünya standartlarını talep ediyorlar. Bizim onlara
zayıf performanslı bir şey vermemiz söz konusu değil. Bir şey
vereceksek dünyada ne varsa en
iyisine yakın olacak. İkincisi ise,
Türkiye bu yatırımları yaptığında bundan beklentisi olan bize
yakın birçok ülke var ve onlar da
bizim ürünlerimize talip oluyorlar. Tabii, onlar da dolayısıyla
dünya standartlarında ürünler
istiyorlar. Bunların uluslararası
rekabete çıkması da söz konusu. Basında vardı bir iki gündür; Türkiye İhracat Meclisi’nin
açıkladığı rakamlara göre bir
önceki seneden bu güne savunma sanayii ihracatında ciddi
bir artış var. 2012 verileriyle 2
milyar dolardayız. Bu ihracat
ürünlerinizin artık belli bir kalitede olmasıyla mümkün. Bugün
zırhlı araçlarda Türkiye dünyada ilk 5 ülke arasında. Araçlarımız Ortadoğu’da, Asya’da
birçok ülkeye ihraç ediliyor. Deniz araçlarında ciddi bir ihracat
başlamış durumda. Hava araçlarında da başlayacak. Elektronik sistemlerde zaten belli bir
sayımız var? Hürkuş ve Anka’yı
da ihraç edeceğiz. Türkiye’deki
süreçlerimizi tamamladığımızda
ve TSK’nın kullanımına alındığında bunların hepsi bir anda
ihraç potansiyeli kazanıyor. Dolayısıyla buradaki çalışmamız artık yeni bir aşamaya ulaştı. Al-
tay, Milgem, Anka ve Hürkuş
projeleri ürün vermeye başladı.
Bunlar artık Türkiye’nin markaları. Dünyanın da tanıdığı markalar. Bundan sonrası için de
yeni uydu sistemleri, uydu fırlatma, hatta yeni nesil savaş uçağı,
yani tamamen Türkiye’ye ait bir
savaş uçağının da çalışmasını
yapıyoruz.
Yeni bir helikopter, değişik tipte
insansız hava araçları tasarlamak için projeler başlatıyoruz.
Burada yeni nesil proje ailemiz
daha geliyor. MİL-GEM’den
sonra yeni nesil fırkateyn üzerinde çalışmaya başlayacağız.
Yani biz artık bir sonraki aşamaya geçiyoruz savunma sanayii çalışmalarında hem ülkenin,
hem karar vericilerin, hem de
sektörün kendine güveni belli
bir seviyeye geldi. TSK da artık
bu projelere inanıyor, güçlü bir
şekilde destekliyor ve planlarını da bu projelere göre yapıyor.
Bugün artık TSK’nın savaş gemisi ihtiyaçları Türk sanayisine
bağlıdır. İnsansız hava araçları
da öyle.
Bundan sonraki taleplerini ve
ihtiyaçlarını buna bağlamış vaziyetteler yani orada bir manada
gemileri de yakmış vaziyetteyiz;
geriye dönüş, yabancıdan direkt
alım yok. Bunları ya yapacağız
ya yapacağız yani bir başarısızlık
alternatifi yok çünkü biz bugün itibariyle bu ürünleri hazır
alacağız diye çıksak, zaten 5-6
seneden önce hazır bile alamayız. Zaten hazır almak mümkün
değil. Dolayısıyla artık bu projelerin başarıya ulaşması gerekiyor
ve biz de tereddüt içinde değiliz.
Onlar başarıya ulaşacak.
RÖPORTAJ
EĞİLMEZ:
İMKANIMIZ VARKEN
YAPISAL REFORMLAR
YAPILMADI
Röportaj: Burak YİTGİN
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler
Fakültesi mezunu olan Mahfi Eğilmez
doktorasını Gazi Üniversitesinde “Kamu
İktisadi Teşebbüslerinin Finansmanı
başlıklı” tezle bitirdi. Maliye müfettişi
olarak kamuda çalışmaya başlayan
Eğilmez, değişik kamu birimlerinde
görev aldıktan sonra çeşitli özel
finans kuruluşlarında yönetim kurulu
başkanlığı ve üyeliği yaptı. Halen Kadir
Has Üniversitesinde Ekonomi Politikası
dersleri veren Eğilmez küresel ekonomik
kriz ve Türkiye ekonomisine ilişkin
sorularımızı cevaplandırdı.
Sizce 2007 krizinin
etkilerini hala görüyor
muyuz? 2011 krizini 2007
krizinin bir yan etkisi, bir
ardılı olarak değerlendirebilir
miyiz? Yoksa biz sadece
bunun yan etkilerini mi
görüyoruz.
Bu iki kriz Türkiye açısından pek önemli değil, daha
çok dünyanın geri kalanı için
önemli. Türkiye’yi asıl etkileyen krizler 2001 krizi, 1980
krizi, 1994 krizi. Bunlar 2001
çapında değil. Türkiye için
2001 krizi yaşanan en ağır
krizlerden bir tanesidir. Öncekiler 2001 krizi kadar ciddi değil. Çünkü ekonomide belli bir
boyuta gelmeden belli bir büyümeyi gerçekleştirmeden ev-
vel yaşanan krizler daha kolay,
daha ufak tedbirlerle atlatılabiliyor. Ekonomi iyice büyüdükten, dallanıp budaklandıktan sonra krizlerin atlatılması
daha zor oluyor. 2006’da belirtileri başladı, 2007’de gelişti
ve 2008’de Lehman Brothers
kriziyle birlikte ayan beyan ortaya çıktı ki dünya bir küresel
kriz içinde. Dünya ilk başta
79
da şaşırma olunca bunlara özel
süreler verildi. Ayrıca borç
yükü meselesine zaten baştan
beri süre veriliyordu. Belçika,
İtalya ve Yunanistan’a. Zaten
tutturamıyorlardı % 60lık kriteri. Tutturabilecek olanlar giderek yaklaşıyordu ama hiçbir
zaman gerekli baskı yeterince
yapılmadı. Yani para politikasındaki Avrupa merkez bankasının nispeten tekil uygulaması burada uygulanmadı;
çoğulcu bir yapı uygulandı ve
başarılı olunamadı.
bunu bir finans krizi olarak algılamıştı. Sonra anlaşıldı ki bu
sadece sıradan bir finansal kriz
değil, ciddi küresel bir ekonomik krizdi.
2007-2008 krizinin etkisi çok
büyük ve hala devam ediyor.
2011’de yaşanan büyük kriz,
aslında Avrupa’nın bu işin
içine tam anlamıyla girmesiyle oldu. Esas itibariyle başlangıçta bir Amerikan krizi gibi
başladı olay. Sonra Amerikan
etkisiyle yavaş yavaş tüm dünyaya yayılacak gibi düşünüldü.
Ama öyle bir noktaya geldik
ki 2011’de, Avrupa’daki Euro
bölgesi krizi Amerikan krizini
katladı. Çok daha fazla ülkeyi
ve insanı ilgilendirir hale geldi ve çok daha derin bir kriz
olduğu anlaşıldı. Amerika
batma noktasına gelmedi ama
Avrupa’da pek çok ülke batma noktasına geldi. Türkiye
bu krizden az etkilendi deniyor ancak Türkiye’de -4.7’lik
bir büyüme oranı gördük.
Nitekim bu sene de büyümeyi düşürmek zorunda kaldık.
Tahmin ediyorum ki 2011’de
Avrupa’nın da bu krize dahil
olması nedeniyle biz bu krizin
etkilerini ileride daha fazla yaşayacağız.
Krizin Nedeni Maliye
Açısından Otoritenin Tek
Olmaması
Maastricht kriterleri,
6’lı paket, AB’deki politika
yapıcıları bunu önlemek
için pek çok karar aldı. Ama
uygulamada sorunlar vardı.
Bu krize, AB’deki güçlü ülkeler
80
STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013
çıkmasına göz mü yumdu
aralarından bazılarının
elenmesi için? Bu ülkeler
sonuçta 3-5 yılda bir toplanıp
kararlar aldılar ama neden
engelleyemediler?
Ben öyle olduğunu çok sanmıyorum. Bu görüş bir komplo
teorisine götürür bizi. Avrupa’daki krizin en önemli nedenlerinden bir tanesi maliye
açısından otoritenin tek olmaması. Maliye politikası uygulamasına baktığımızda, kaç ülke
varsa o kadar farklı otorite var
ve o kadar politika uygulanıyor. Üstelik hatırlarsanız Maastricht kriterlerinde de geçişler konulmuştu hatırlarsanız,
bütçe açığının tutturulması,
enflasyonun tutturulması için.
Özellikle Fransa’yla Almanya
Konuyu bilip bilmemeleri ölçüp ölçmemeleri meselesine gelirsek, örneğin
Yunanistan’da çok büyük bir
hile yapıldı. Bunu IMF bile
bilemedi. Her ülke her ay tüm
dataları IMF’ye göndermesine
rağmen, IMF’nin her yıl her
ülkeye gidip o bilgilerin doğruluğunu ölçmesine rağmen...
Gidip de bizdeki TUİK’in yerine geçip 4000 tane malın
toplanışının doğru olup olmadığını ölçemez tabi ki. Sonuç
itibariyle tutarsızlık var mı
yok mu ona bakıyor. Belli ki
veri üretiminde bir sahtekarlık yapılmış Yunanistan’da.
Birçok Avrupa ülkesinde de
benzerleri su yüzüne çıkmaya
başladı. Bana kalırsa dünyanın
gayrı safi yurt içi hâsılasında
son on yılda, önceki 2000 yılı
katlayacak artış var ve bence
bu artış doğru değil. Burada
verilerle oynama var. Herkes
daha fazla büyüyormuş gibi
göstermeye çalışıyor kendini.
Kimse de buna ses çıkarmadı.
Avrupa Bu İşten Çok Kolay
Çıkamayacak
2013’ten konuya devam
edelim. Avrupa’da kötü
bir senaryo olacağından
bahsediyorsunuz. Avrupa’da
işsizlik %20’nin üstünde, sizce
bu oran daha da yükselecek
mi?
Tabi Avrupa’da işsizliği etkileyen en büyük etken
İspanya’nın işsizlik oranının yüksekliği. Yani İspanya o kadar yukarı çekiyor
ki Avrupa’yı. Ama nereden
bakarsak bakalım, Fransa’da
%10’lara dayanmış olması,
orası için inanılmaz yüksek
bir oran. Tabi bunlar ileride
Avrupa’yı çok etkileyecek.
Ben Avrupa’nın finansal açıdan çok zayıflayacağını düşünüyorum, çok sıkıntı çekecek
Avrupa. Bu işten çok kolay çıkamayacak yani. Banka batışları vs. bunları göreceğiz diye
tahmin ediyorum. Ama birçok
kişi iyimser. Draghi’nin açıklamalarından sonra iyimserlik
yükseldi. Ne var ki açıklama
etkileri bir yere kadar gidiyor,
ondan sonrası çok zor. Yani,
2013’te Avrupalı yatırımcının
geri dönüp tekrar Avrupa’ya
yatırım yapması çok zor görünüyor bana.
The Banker, Erdem
Başçı’ya yılın Merkez Bankası
Başkanı ödülünü verdi. Siz
son kriz döneminde son
dönemde merkez bankasını
başarılı buluyor musunuz?
Şunu daha iyi yapabilirdi
diyebileceğiniz büyük bir
hataları var mı sizce?
Ben Merkez Bankası’nı genel
olarak başarılı buluyorum. Bu
son kriz sürecinin yansımasını
vs. iyi yürüttüler. Enflasyon
azmadan, hatta ufak oranda
düşerek, faizlerini belli oranlarda tutarak hadiseyi iyi yürüttüler, yani bir kaosa yol
açmadan. Tabii burada maliye
politikasının verdiği desteği de
dikkate almak lazım. Türkiye
tarihinde hiçbir zaman bu son
yedi-sekiz yıldaki kadar rahat
bir bütçe politikası görülmedi.
Bu bütçe politikası tek seferlik vergilerle yürütüldüğü için
sakıncalıdır evet; ama yine de
iyi yürüttüler diyebilir. Ben
Merkez Bankası’nın faiz konusunda üzerindeki baskıdan
kurtulamamasını büyük bir
handikap olarak görüyorum.
Yani Merkez Bankası’nın çok
ciddi bir faiz baskısı var; siyasetçiden, ihracatçıdan, büyüme yandaşlarından gelen.
Faizleri indirme baskısı. Şu
anda bu doğru işliyor olabilir, ekonomiyi canlandırmak
için. Ama bir süre sonra faizi
arttırmaya sıra geldiği zaman,
ki ben yılın ikinci yarısında geleceğini düşünüyorum,
Merkez Bankası çok zorlanacak faizleri arttırmada. Çünkü faiz arttırma sanki Merkez
Bankası’nın kullanamayacağı
bir politikaymış gibi oluyor.
Yani politikacıların orada ses
çıkarmaması gerekiyordu, ama
maalesef çıkardılar. Ben en
büyük zorluğu ve sıkıntıyı orada görüyorum bu yıl.
Altın konusundaki
yazınızda da bahsetmiştiniz,
altın 2007’den beri değerini
dörde katladı. Son birkaç
aydır düşüş gösterse
bile altının daha fazla
değer kazanacağına dair
açıklamalar geliyor. Altın
hala bir güvenli liman mı,
yoksa ABD krizinin etkilerini
yavaş yavaş kaybetmesiyle
birlikte altında düşüş yaşanır
mı?
Şimdilerde bu altın işi çok karışık bir iş. Eskiden bu kadar
karışık değildi; eskiden işte
enflasyonun arttığı yerde insanlar altına yönelirler, altının
fiyatı yükselirdi. Böyle bir dengesi vardı. Şimdi öyle değil.
Şimdi gene enflasyon artıyor.
Ne kadar para basarsan bas
hadise gelip enflasyonu etkilemiyor. İkincisi, normalde
bu kadar çok para basılan bir
ortamda altının alıp gitmesi
gerekirdi, insanların hakikaten altına dönmesi gerekirdi.
Çünkü para anlamını kaybediyor, bir süre sonra kağıt parçası haline geliyor. Ama öyle
olmuyor şimdi. O nedenle altının durumu çok enteresan, altın üzerine yorum yapmaktan
kaçınıyorum. Yani şuraya gider, böyle düşer diyemiyorum.
Ama tarihsel olarak herhalde
en önemli dönemlerinden birini 2006’dan 2010’a kadar
olan ve 1500’lerden başlayıp
1900’lere giden büyük çıkışıyla, hızlı çıkışıyla yaşamıştır.
Buna benzer ortamlar oldu
ama bir daha hiç öyle bir çıkışı yakalayamadı. Yani altın
81
işi biraz karışık. Maliyeti 900
dolarmış altının, altın olarak
piyasaya çıkarılmasının maliyeti 900 dolar. Dolayısıyla düşebileceği minimum yeri odur,
oradan aşağı gitmez. Altınla
ilgili bir tek bu söylenebiliyor
kesin olarak.
Borsa Realiteyi
Göstermiyor
Hocam bu son birkaç
ayda yine borsamız
rekorlarda. Sizce belirli bir
çoğunluğunun, %30’ları40’ları yabancıların elinde
olan borsamızın bu derece
yüksek olması bir balon mu,
yoksa gerçekten de İMKB hak
ettiği değerde mi?
Bana sorarsan borsaların zaten %60’ı balondur, tüm borsaların. Bizde biraz fazla şişik.
Yani durumumuza baktığımız
zaman gerçekten o değerleri edebilecek durumda mıdır
o şirketler çok emin değilim.
Yani bizde gayrimenkul işinin
önemli bir bölümü balon. Futbol kulüplerinin borsa değerlerindeki oynamaklar bize balonun boyutunu da gösteriyor.
Yani bir bakıyorsun kulüpler
böyle bir gün prim yapıyor, bir
gün düşüyor. Borsa çok da realiteyi göstermiyor, spekülasyona çok açık.
TL-zone’a ilişkin
Başbakan Erdoğan’ın
açıklaması sizce popülist
bir açıklama mı; yoksa
gerçekten sınırlarda bölgesel
olarak yapılabilir mi; yoksa
bir başka alternatif, bu
82
STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013
Türki Cumhuriyetler veya
Müslüman ülkeler arasında
kullanılabilecek bir para
birimi olabilir mi?
Sınırlarda bölgesel olarak uygulanabilir bence. Bu Türk
Lirası bölgesi anlamına gelmez. Mesela Irakla Suriye’yle
İran’la Rusya’yla sınırda yapılan alışverişlerde değiş tokuş
edilmesi paranın, bu zone demek değil. Bu dünyanın her
sınır ülkesinde iyi kötü bir
sistem var. TL-zone olabilmesi
için TL’yi değişim aracı olarak
kabul etmiş birilerinin olması gerekir. Ki bunlar da Türki
cumhuriyetlerdir. Yani senden
TL’yi aldığında tekrar senden
bir mal almak için kullanmıyor da götürüp başkalarıyla
ilişkilerinde kullanıyorsa olur.
Ben böyle bir şeyin imkanlı olduğunu düşünmüyorum. Şimdi varsayalım ki biz bu Türki
cumhuriyetlerin birinden gaz
alıyoruz. Karşılığında götürüp Türk Lirası vermek istesek kabul eder mi? Bir şartla
eder, o da karşılığında bizden
bir şey alıyorsa eder. Öyle bir
durumda da zaten Türk Lirası yalnızca aracılık etmiş olur.
Esas olan İran’la altın ve gaz
ticaretinde olduğu gibi trampadır zaten. Bu TL-zone demek değil. TL-zone olması
için Euro bölgesinde euronun
tedavül ettiği gibi bir bölgede
de TL’nin tek para gibi tedavül etmesi gerekir. Yani adam
kendi parasından ziyade Türk
lirasını kullanıyor olmalı. Bence böyle bir şey şu anda mümkün değil. Bu sınırdaki ticaret,
İran’la olan alışveriş zone işiyle karıştırıldı. Ben bu TL-zone
lafını hoşluk niyetine söylenmiş bir şey olarak görüyorum
ve ciddiye almıyorum.
2023 hedefleri arasında
en büyük 10 ekonominin
içine girme hedefi var. Sizce
bu yakalanabilir bir hedef mi,
yakalanabilir olsa da bizim
bakmamız gereken kişi başı
gelirde ilk ona girmek olması
gerekmez mi?
Bizim bakmamız gereken hedefimiz bu olmalı ama bana
kalırsa yakalanabilir görünmüyor şu anda. İlk 10’a girmek kolay bir iş değil. İlk 10’a
nasıl girersin? Gayrisafi yurtiçi
hasılanı ilk 10’a sokabilirsen,
ki o da çok zor ama, bu senin
refah ekonominin ilk 10’unda
olduğu anlamına gelmez. Kişi
başı gelirde bu önemlidir. Kişi
başı gelir 40.000-50.000 dolar
olmadan ilk 10 ekonomi arasına girmek çok zor. Dolayısıyla
bunu yakalanabilir bir hedef
olarak görmüyorum. Türkiye
buralarda kalır bence. İlk 15
bile iyidir. Yani bir veya iki
kademe yukarı çıkması iyidir
Türkiye’nin. Bence biz buna
kafayı takacağımıza, ilk 10’a
girmeyi hedefleyeceğimize; en
iyi eğitimli ilk 10, en iyi hukuk
sistemine sahip ilk 10, en demokratik ilk 10’a girmeye çalışsak daha iyi olur. Ekonomi
zaten kendiliğinden bunların
peşinden gelir. Yalnız ekonomiyi ittiğin zaman, diğerleri
peşinden gelmiyor oysa.
Türev piyasalarının,
Türkiye’ye geç girmesini bir
şans olarak yorumlayabilir
miyiz?
Kesinlikle. Mesela öncelikle
2001 krizinde yediğimiz darbe çok daha kötü olabilirdi.
Ayrıca küresel krizler bizde
çok daha ağır yankılanabilirdi. Çünkü Türkiye bu işlere
çok hevesli. Yani bu türev
piyasalarına girme vs. gibi yeniliklere müthiş açık. Gerekli
denetim de yok, çünkü bu
işlerde denetim arkadan geliyor. Amerika’da bile denetlenemedi. Ki bu kadar New
York Stock Exchange, ...Falan
bunlar son derece işin içinde
olmasına rağmen yapamadılar. En azından bundan sonra
yeni kurallarla girersek bu tür
batışları engelleyebiliriz diyoruz. Türkiye’nin yeni kurallara
uyarak yavaş yavaş girmesinin
zamanının geldiğini düşünüyorum. Bu zamana dek iyi ki
girmemişiz, girseydik gerçekten perişan olabilirdik.
İthal İkame Modeli Sonuç
Vermedi
Herkes cari açıktan
bahsediyor. Türkiye’nin
enerji ithalatı olmasaydı
cari açık olmazdı deniliyor.
Türkiye’nin enerji ithal
etmemesi gibi bir durum pek
olası değil. Bu nedenle bu tarz
negatif yorumlardansa daha
yapıcı çözümler üretmemiz
gerekiyor mu? Kısa vadede bu
konuda neler yapılabilir?
Kesinlikle gerekiyor. Bir kere
enerji ithal etmeseydik durumumuz bu olurdu demek çok
yanlış. Şu sorulsa doğru olabilirdi; enerji ithalatını dışarıda
tutsak bakalım durumumuz
nedir? Faiz dışı denge gibi bir
şey yani. O yapılabilir, ama
bir beyin jimnastiği olarak.
Yani biz enerji ithal etmezsek
büyüyemeyiz, büyüyemezsek
istihdam oranı azalır, işsizlik
alır başını gider. Tüm bunlar
olmazsa ithalat da düşük olur,
cari açık da. Sorun bu değil.
Şimdi öncelikle bizim bu gerçeği kabul etmemiz gerekiyor.
Türkiye’nin enerji açığı var,
gerekli enerjiyi karşılayamıyor
ve dolayısıyla bunu ithal etmemiz lazım. İşin kötüsü de
iş büyüdükçe yani bizim ekonomimiz büyüdükçe enerji
ihtiyacımız da artacak. Enerji
iç üretimi arttırmak için de lazım, ihracatı arttırmak için de
lazım, hepsi için lazım. Bunu
bir veri olarak, gerçek olarak
kabul edip bundan sonra ne
yapabileceğimize bakmamız
gerekir. Benim kanaatime
göre bizim yapmamız gereken,
hükümet de zaten benzer bir
adım attı sonra. Türkiye’nin
uzun süre uyguladığı ithal ikamesi modelinin iyi sonuç vermediğini düşünüyorum. Sonuç alamadık. Dünyada pek
çok ülke sonuç aldı: Kore aldı,
Japonya aldı, Çin aldı. Hepsi
ithalatı kısıtladılar sonra içeride benzer üretimi arttırdılar;
önce taklitle, sonra modifiyeyle falan derken kendi markalarını yarattılar. Biz bu noktaya
gelemedik. Taklit ettik ama
oradan öteye gidemedik, hiç
marka yaratamadık. Birkaç
tane 2’nci, 3’ncü sınıf tekstil
markamız var sadece. Şimdi
bizim bu noktaya geri dönmemiz lazım, geçici bir kısmi ithal
ikamesi uygulamamız lazım.
Geçici olmalı, kalıcı olursa o
gümrüklerin arkasına sığınıp
tembellikle rahat rahat dışarıda 1 dolara üretilen şeyi içeride iki dolara üretip gümrükte
bunların arkasına sığınarak o
satışı yaparlar. Bu böyle olmamalı. Devlet 2 yıl, 3 yıl en fazla
5 yıl gibi sınırlı bir süre vererek ve bu süreçte denetleyerek
gerekli desteği vererek orada
83
üretilen malın dışarıda olduğu gibi 1 dolara üretilmesini
sağlayacak şekilde bir düzeni
kurmalı. Böyle bir düzen kurulabilecek rekabete elverişli
alanlarımız var mı buna bakmalı ve teşvikleri buna göre
vermeliyiz. Bu sürenin sonunda kısmi olması da: eğer rekabet koşulları yoksa ve ileride
de olmayacaksa, o zaman o
alanda bu işe hiç girmememiz
lazım.
Örneğin uzay sanayiinde, bizim böyle bir kabiliyetimiz
yoksa hiç girmeyeceğiz. Bilgisayarda yoksa girmeyeceğiz.
Ama mesela modemde varsa
gireceğiz, saatte varsa gireceğiz. Ama geçici. Yani bütün
teşviki vereceğiz; o süre içinde
yaptın yaptın kardeşim. Bakacağız adama bir gelişme var mı
diye, yoksa kaldıracağız birinci
yılın sonunda teşviki. Şimdi
devlet yeni bir modelle bunu
yapmaya çalışıyor.
Gümrük Birliği buna
büyük bir engel değil mi?
Değil, engel olmadığı anlaşıldı. Çünkü yaptılar zaten
teşviki. Şu anda teşvik veriyorlar, gümrük vergisiyle yapmıyorlar, ama vergi indirimi
sağlıyorlar. Gelir vergisini
indiriyor, kurumlar vergisini
indiriyor, üstüne para da veriyor. Öyle bir engel olmadığı
ortaya çıktı. Çünkü şu anda
bir teşvik modeli uyguluyorlar
cari açığı düşürmeye yönelik,
benim dediğime benzer bir
model. Fakat bunu yaparken,
tekrar söylüyorum, o 1 dolara
84
STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013
üretilecek malı adama verdin adam 2 dolara üretiyor şu
anda, verdin beş yıllık süreyi,
ikinci yılın sonunda baktın ki
adam hala 2 dolara üretiyor, o
zaman kaldıracaksın.
Türkiye 2001’de Batmanın
Eşiğindeydi
Kriz dönemine dönmek
istiyorum tekrar. Kemal
Derviş geldi, özelleştirmenin
şartları belirlendi.
Bildiğim kadarıyla diğer
hükümetlerden farklı olarak,
ilk defa bir parti, daha
önce yapılmış ekonomi
politikalarını tamamen
çöpe atmadı; bunlar doğru
olabilir diye, özelleştirmeler
başta olmak üzere bunları
kabul etti ve uyguladı.
Bu durum sizce AK Parti
hükümetinin 10 yıldaki
başarısına bir etken miydi,
yoksa tamamen 10 yılda çok
şeyi doğru yapmasından mı
kaynaklandı?
Şimdi burada kritik birçok
nokta var. Bunlardan bir tanesi Türkiye 2001’de tam anlamıyla batmanın eşiğindeydi.
Yani artık herkes her şeye
razı hale gelmişti. Unutmamak lazım ki o zamanlar ikişer kere vergiler ödendi, ikişer
kere her türlü zamlar ödendi.
Kimsenin gıkı çıkmadı, çünkü insanlar işsiz kaldılar ve
her şeye razı hale geldiler bu
büyük bir avantajdı. İkincisi,
AKP daha önce hiçbir şekilde
iktidar olmamıştı, dolayısıyla
önceki batışlardan hiçbir şekilde sorumlu tutulmayan bir
konumdaydı. Ve ona kredi
vermeye hazırdı Türkiye. Hükümette olmayan ama geçmişte bu işlerin içinde bulunmuş
bir parti gelseydi böyle bir
kredi ona tanınmazdı. Üçüncüsü, Derviş’in hazırladığı bir
ekonomik model vardı ve bu
model yürüyordu. IMF destekli bir modeldi. Unutmamak
lazım ki bu modele IMF 45
milyar dolar koydu. Geldi gitti
ödendi, tekrar geldi vs. toplamda 45 milyar dolarlık bir
destek koydu bu işe. Ekonomi
öyle batmıştı ki, öyle bir dip
noktaya gelinmişti ki, yapılan
her şey işi muhakkak daha iyi
bir noktaya götürecekti. Bir
de dünya konjonktürü müthiş bir çıkış noktasındaydı.
Yani likidite bol, yatıracak yer
arıyorlar, Türkiye IMF politikaları uyguluyor, faiz yüksek,
yabancı sermaye geliyor. İşte
bu noktalar, iktidarın devraldığı dönemde lehine olan durumlar. Enkaz devraldı ama
bu onun olağanüstü biçimde
lehine oldu. İyi bir ekonomi
devralsaydı bu kadar lehine
olmayabilirdi. Doğru yaptılar
mı? Evet bu politikaları doğru
uyguladılar, doğru devam ettirdiler. Zaten IMF’le devam
ettiğiniz sürece onun dışında
bir şey yapma ihtimaliniz de
yok.
Dolayısıyla orada akıllıca bir
şekilde devam ettiler. Sonra Amerika’nın müthiş bir
desteği var, yani Amerika
Türkiye’yi Ortadoğu’da lider
ülke konumuna getirmeye
karar verdi bir şekilde. O da
bu sürece denk geldi. Niye
böyle oldu? Çünkü Mısır’ın
bu pozisyonu tutamayacağını
gördü, yani Mısır- İsrail ekseninin yürümeyeceğini tahmin
etti ve bu nedenle Mısır’ın
yerine Türkiye’yi oturtmayı
planladı. Bu bağlamda müthiş
bir destek verildi Türkiye’ye.
Dolayısıyla Türkiye onun da
desteğini aldı. Konjonktür lehineydi, müthiş paralar girdi.
Artı Türkiye AB ile müzakere
kararı aldı, müzakere süreci
başladı ve 2005’ten itibaren
Türkiye’ye, daha önce görülmemiş bir şekilde yılda 20-22
milyar dolar doğrudan yabancı
sermaye girişi yaşandı. Türkiye, cumhuriyet tarihinde aldığı paranın tamamını bir yılda
aldı. Bütün bunlar lehe bir
rüzgar yarattı. Açıkçası doğru
da uygulamalar yapıldı birçok
konuda. Dolayısıyla AKP’nin
uyguladığı politikaların doğruluğunu onlara teslim etmemiz
lazım; hem maliye politikası
olarak, hem para politikası
olarak.
Eleştirimiz ne olabilir? Şu olur
benim eleştirim: bu on yıllık,
büyük imkanlara sahip olduğumuz bu dönemde yapısal reformları yapmadılar. Halbuki
bu yapısal reformları yapsalardı, yani mesela dolaylı-dolaysız
vergi ilişkisini doğru çözebilselerdi, maliye politikasını böyle
tek seferlik gelirlerle yürütmek
yerine daha doğru işlere bağlayabilselerdi çok daha sağlıklı
bir yapıya kavuşabilirdik. Bu
bir eksiklikti. Ama genel baktığımızda, başarılı diyebilirim.
Kayıt Dışı Düşük, Vergi
Dışı Yüksek
Türkiye’de kayıt içi
ekonomi olduğu kadar çok
büyük bir kayıt dışı ekonomi
de var. Ve kimi uzmanlara
göre kayıt dışı ekonomi
olmalı fakat seviyesi genel
ekonomiye göre az olmalı.
Sizce Türkiye’de kayıt dışı
ekonominin belirli bir kısmını
kayıt altına almak için hangi
çalışmalar yapılmalı?
Şimdi burada kayıt dışı dediğimiz zaman aslında herkes farklı bir şey tarif ediyor. Ben kayıt
dışı dediğim zaman, gayrisafi
yurtiçi hasılanın kaydı dışında
kalmış olan, milli gelir zaptlarına girmemiş olanı anlıyorum.
Öteki çünkü aslında vergi dışı
demektir. Oysa bazı şeyler
vergi dışı kalmış ama gayrisafi
yurtiçi hasılaya girmiş olabilir.
Benim kanaatimce, vergi dışılık yüksektir Türkiye’de, ama
kayıt dışılık o kadar yüksek
değildir. Yani Türkiye ekonomisi, kişi başına gelirin 10
bin dolar değil de 20 bin dolar
olduğu bir ekonomi izlenimi
vermiyor bana. Bilemedin 11
veya 12 bin dolarlık bir görünüm veriyor ki o da bizim kayıt dışılık oranımızın yaklaşık
%20 civarında olduğunu gösteriyor ve bu o kadar büyük
bir oran değil. Ama kesinlikle söylemek mümkün ki vergi
dışılık yüksektir. Türkiye’nin
vergi dışılığın üstüne gitmesi
lazım, bunun için de çok iyi
denetim yapması lazım. Ben
bunu çok seferdir söylüyorum,
vergi denetim otoritesi bağımsız olmalı. Siyasetten tamamen
bağımsız olmalı, ama maalesef
böyle olmuyor.
İMKB’nin şirketleşmesi
sizce ne kadar doğru bir
karardı? Erken mi oldu, yoksa
çok mu geç kaldık?
Yani İMKB zaten bir özel sektör kurumudur. Yalnızca başkanı kamu tarafından atanan
bir özel kurum. Dolayısıyla
şirketleşmesi zaten normaldir.
Bence kamu hiç karışmamalıdır ve başkanı da kamu tarafından atanmamalıdır. Kamu
yalnızca denetim yapmalıdır.
Atamaları onlar kendi içlerinde yapmalıdırlar. Kamu,
üretime girmeyeceği gibi, bu
olaylara da girmemeli; yalnızca denetlemekle yetinmeli.
Yani Sermaye Piyasası Kurulu
var, o yapmalı bu denetimi.
İMKB’nin de, İMKB’deki kuruluşların da denetimini SPK
yapmalı ve devlet burada bırakmalı işi, atamalarla uğraşmamalı. Dolayısıyla bu adım
doğru bir adım, ama atama
işinin de çözülmesi lazım.
Geçen sene Merkez
Bankası en fazla kar
eden şirket oldu. - Hep
öyledir zaten.- Bir merkez
bankasının bu kadar kar
etmesi sizce olumlu bir
gösterge mi?
Yani merkez bankası hep kar
eder, çünkü merkez bankasının bastığı 100 lira 200 lira 500
lira her neyse bunların maliyetleri hep 50 kuruş bilemedin
85
1 lira. 1 liraya mal edip 200 liraya satarsan kar etmeme diye
bir durum olamaz, mümkün
değil hep çok kar eder. Biraz
da işte kur farkından kar eder.
Normaldir yani bence. Sonuçta karını da önemli ölçüde
Hazine’ye devrediyor zaten.
Yani bir anormallik görmüyorum ben. Dünyanın her yerinde merkez bankaları böyle kar
eder.
Türkiye Hak Ettiği Notta
Değil
Avrupa Birliği’nin bu
krizi çözmesinde Türkiye’nin
ne derece yardımı olabilir rol
model olma konusunda?
Bence olamaz. Neden olamaz,
çünkü bunlar farklı işler. Mesela şimdi Türkiye’de Merkez
Bankası ROK diye bir uygulama
yapıyor. Zorunlu karşılıkların
bir bölümünü Türk lirasıyla bir
bölümünü dolarla alıyor. Bunu
Almanya’da ya da Fransa’da
uygulayamazsın ki. Adamın
parası zaten Euro, zaten rezerv
Euro. Yarısını Euro’yla öbür yarısını öbür Euro’yla mı alacaksın? Yani bunların hangisi özgü
ve orijinal uygulamalar Türkiye
açısından. Bunları çıkarıp da
Avrupa’da da böyle olması gerekir diyebilmek kolay değil. Bu
olsa olsa, bir ihtimal Brezilya’ya
ya da Hindistan’a bir model
olabilir, ama Avrupa’ya olmaz.
Peki hocam not
tartışmalarına biraz
değinelim. Sizce Türkiye şu
anda hak ettiği notları alıyor
mu?
86
STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013
Bence şu anda Türkiye hak
ettiği notta değil, ama şu anda
Türkiye notu arttırılacak bir
durumda da değil. Bence
Türkiye’nin notu 2007-2008
yıllarında 3B olmalıydı; o zamanki ekonomiye baktığımız
zaman her şeyiyle sağlam görünüyor. O zaman 3B olmalıydı ve şu anda da 3B’de devam
ediyor olmalıydık. İşte görüntü durağan olur, negatif olur,
pozitif olur o ayrı bir şey. Ama
Türkiye’nin not hakkı 3B.
Ama bugün 2B’den 3B’ye çıkarırlar mı, çok emin değilim.
Bence büyümeyle cari açığın
ne kadar bağlantılı olduğunu
görüp ondan sonra karar vereceklerdir diye düşünüyorum.
Yani Türkiye’nin notunun
artmama nedenlerinden biri
cari açığın büyüklüğüdür biliyorsun, şimdi cari açık düştü ama bu sefer büyüme de
düştü. Bakalım büyüme yavaş
yavaş artarken cari açık düşük kalacak mı, yoksa o da mı
artacak, bence ona bakalım,
hassas noktalar oralar.
3-5 ay için de IMF’ye olan
tüm borcumuzu bitiriyoruz
hatta denildiğine göre IMF’ye
borç verecek konumda
oluyoruz. Sizce bundan
sonraki IMF ilişkileri ne
boyutta olmalı, uluslararası
piyasaya güven vermek
adına, görsellik adına ufak
bir anlaşma yapılmalı mı?
Bence gerek yok. Biz IMF
konusunu çok değişik yorumluyoruz. Benzer ülkelerde de
böyle yorumlanıyor. Biz hovar-
daca parayı yiyoruz, sonra IMF
geldiği zaman ücretleri kısıyor,
vergileri arttırıyor falan diyoruz. Ama sonuçta IMF bize, bir
önceki 10 yılda yaptığımız hovardalığın faturasını çıkarıyor.
Bunun nasıl ödeyeceksin diye
bize soruyor. Biz işin içinden
çıkamadığımızda böyle şeylerle karşılaşıyoruz. Sonra yok bizi
zorladı, yok ümüğümüzü sıktı
falan diyoruz. Bunlar doğru değil, biz IMF’nin üyesiyiz. IMF
üyeliği bize, orada bir para
tutma, kota ve bunun karşılığı
olarak başımız belaya girdiğinde bazı kolaylıklardan faydalanma imkanı sağlıyor. Ama
IMF’ye aynı zamanda bütün
istatistiklerimizi verme, yılda
bir defa da onların gelip konsültasyon yapma yükümlülüğünü getiriyor. IMF denetimi
hiçbir zaman bitmiyor. Biz üye
olduğumuz sürece IMF buraya
her yıl gelecek, konsültasyonu
yapacak, gördüğü eksiklikleri
de raporunda bildirecek. Türkiye IMF ile yeni bir anlaşma
içinde ilişkisine devam etmeli
mi? Hayır etmemeli. O ilk çıktığı dönemde bir yıllık gözetim
anlaşması yapabilirdi; ama
bugün artık buna ihtiyaç yok.
Türkiye’nin bugün IMF ile
herhangi bir anlaşma yapmaya
ihtiyacı yok. IMF Türkiye’yle
ilgili bir rapor yazacak ve bunu
dünyaya da duyuracak. IMF
zaten ödemeler dengesi bozulan ülkelere destek oluyor. Bizde şu anda böyle bir görüntü
yok, ödemeler dengemiz iyiye
gidiyor.
TÜRKYE
EKONOMSNDE
ÖZEL KESM
TASARRUF AÇIĞI
Prof. Dr. Ümit ÖZLALE
TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi
Nurgül SEVİNÇ
1. Giriş
T
ürkiye’de makroekonomik kırılganlık tartışıldığında, haklı olarak
ilk akla gelen “olağan şüpheli”
cari işlemler açığıdır. Nitekim
Türkiye’nin dalgalı büyüme
performansı incelendiğinde,
yüksek büyüme dönemlerinde
oluşan yüksek cari açığın daha
sonrasında kur dengelerini
olumsuz etkilediği görülmektedir. Üzerinde fazla durulmayan ise cari işlemler açığının aynı zamanda ülkedeki
tasarruf açığına eşit olmasıdır.
Bir başka deyişle, Türkiye’de
yapısal bir cari açık problemi
olması aynı zamanda yapısal
bir tasarruf problemi olduğu-
nu göstermektedir. Şekil1’de
cari işlemler dengesi ile kamu
ve özel kesim olarak ayrıştırılan tasarruf dengesi incelendiğinde ise, cari işlemler açığını
oluşturan tasarruf dengesinde
önemli bir değişim görülebilir.
2010 ve 2011 yılındaki mevcut tasarruf açığı problemi,
1990’lı yıllardaki yanlış maliye politikaları sonucu oluşan
yüksek kamu tasarruf açıklarından değil, özel sektörün ve
özellikle hane halkının daha
az tasarruf etmesinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla
cari işlemler açığının kapatılması için önerilen kamu harcamalarının azaltılarak sıkı bir
maliye politikası izlenmesi bu
dönemde oluşan cari açık sorununu –en azından tek başına- çözecek gibi durmamaktadır. Bu defa sorun, hane halkı
ve özel kesimin az tasarruf etmesinden ve üretimin giderek
daha fazla ithalata duyarlı hale
gelmesinden kaynaklanmaktadır.
EKONOMi
Bilkent Üniversitesi
2. Özel Kesim Tasarruf
Açığı Neden Kaynaklanıyor?
Özel kesim tasarruf açığının
detaylarına inmeden önce bütün problemin ana ekseninde
enerji ithalat bağımlılığının olduğunu söylemekte yarar var.
Öyle ki, son açıklanan ödemeler dengesi rakamları incelendiğinde, enerji ithalatı çıkartıldığında ülke ekonomisinin
87
Şekil 1: Özel Tasarruf Dengesi & Kamu Tasarruf Dengesi (%GSYH)
!
!
!
!
*Gerçekleşme Tahmini, **Program
Kaynak: Kalkınma Bakanlığı
cari işlemler fazlası verdiği
görülebilir. Dolayısıyla, hane
halkı ya da şirketler kesimin
giderek daha az tasarruf etmesi önemli bir problem olmakla beraber, problemin tamamı
enerji sektöründen ayrı düşünülmemelidir.
Enerji ile ilgili argüman netleştirildikten sonra özel kesim
tasarrufları incelendiğinde tasarruf oranlarında son 10 yıl
içinde sürekli bir düşüş meydana geldiği görülebilir. 2002
yılında, krizin de yatırımlar
ve gelirler üzerindeki olumsuz etkisiyle % 23 civarında
olan özel kesim tasarruf oranı
2011 yılında % 10’lar seviyesine düşmüştür. Bu da, GSYH
içinde yatırımların oranı neredeyse yatay bir seyir izlese bile
karşılaşılan yüksek tasarruf
açığı problemini açıklamaktadır. Nitekim hane halkı ve şirketlerin tasarruf oranlarındaki
düşme, hane halkı borcunun
GSYH’ya oranından ve firmaların işletme artıklarından da
görülebilir. Yükseler (2011)’de
belirtildiği üzere, 2003 yılında
% 3 olan hane halkı borcunun
GSYH’ya oranı zaman içinde
hızla artarak 2009 yılında %
15.4, 2010 yılında ise % 17.3’e
yükselmiştir. Sanayi ve hizmetler sektöründe 2002 yılında %
23.4 olan işletme artığının ciroya oranı ise 2008 yılında %
15,3’e düşmüş, aynı dönem
için imalat sanayinde % 27.4
olan işletme artığının üretim
değerine oranı ise % 19,7’ye
gerilemiştir. Bu artan oranlar
özel kesimin tasarruf eğilimi
ve kapasitesinin önemli ölçüde zayıfladığını doğrular niteliktedir. Aşağıda özel kesim
tasarruf açığının olası nedenlerine kısaca değinilmektedir.
Demografik Faktörler: Cilasun ve Kırdar (2009), tasarrufların yaşam döngüsü boyunca
analizini yaptıkları çalışmada,
literatür bulgularının tersine
Türkiye’deki hane halkının
55-64 yaşları arasında tasarruf
oranlarının yüksek olduğunu,
bunun da yaşam döngüsünün ortaya koyduğu tasarruf
nedenleri dışında da tasarruf
yapmak için nedenlerin olduğunu söylemektedir.
Finansal Gelişmişlik: Krediye
erişimin kolaylaşıp ucuzlaması bankacılık sisteminin risk
dağıtma stratejisiyle birleşince özellikle dayanıklı tüketim
mallarına talebin artmasına
ve tasarrufların düşmesine
yol açacaktır. Nitekim Dünya Bankası (2011) hazırladığı
tasarruf raporunda düşen faiz
oranları ve kredi akışının hızlanmasıyla beraber artan tüketim eğiliminin tasarrufların
düşmesindeki en önemli faktör olduğunu belirtmektedir.
Burada üzerinde durulması
gereken önemli noktalardan
biri de tasarruf tanımıdır. Konut gibi dayanıklı tüketim
mallarının tasarruf olarak değerlendirilmesi
durumunda
tasarruf oranlarının yükseldiği
görülmektedir. Sonuç olarak
Türkiye’de son dönemde tasarruf oranlarının düşmesinin
temel sebebinin kredi erişiminin ve maliyetinin düşmesiyle beraber dayanıklı tüketim
mal alımlarındaki artış olduğu
söylenebilir. Nitekim Türkiye Bankalar Birliği verilerine
göre 1997 yılında kredi alan
kişi sayısı 17.659 iken bu oran
2004 ve 2011 yıllarında sırasıyla 100.449’a ve 414.033’e
yükselerek önemli bir artış
göstermiştir.
Ampirik Bulgular: Tasarruf
konusuna yapılan ampirik çalışmalar da yukarıdaki argümanları destekler niteliktedir.
Matur vd (2012) kamu tasarruflarındaki artışın özel tasarrufları düşürdüğünü, kişi başı
milli gelirin özel tasarrufları
arttırdığını, nüfus bağımlılık
oranının ise özel tasarrufları
olumsuz etkilediğini göstermektedir. Faiz oranlarında
yaşanacak artış ise tasarrufları
daha cazip hale getirirken kredi maliyetlerini arttırmaktadır.
Ayrıca daha önce de belirtildiği gibi makroekonomik kırılganlıktaki iyileşme ve banka
kredilerinin GSYH’ya oranındaki artışı tasarrufları olumsuz
etkilemektedir.
Türkiye’de özel tasarrufların
belirleyicilerini açıklayan Van
Rijckeghem (2010) ise maliye politikası araçlarının sınırlı
bir etki yaratacağını belirtirken, Üçer ve Van Rijckeghem
(2009) ise ekonomik konjonktürün özel tasarruf oranları
üzerinde önemli etki yaptığını
bulmuşlardır.
Karakurt ve Özlale (2012)’de
yapılan ekonometrik analizler, kamu tasarruflarındaki bir
artışın özel tasarruflarda bir
düşmeye yol açtığını fakat bu
artışın bire bir olmadığını göstermektedir. Dolayısıyla daha
önceki çalışmalarda da bulunduğu üzere Türkiye’de kamu
tasarrufları ve özel tasarrufları
arasında Rikardocu bir denklik söz konusu değildir. Kamu
tasarruflarının artması sonucu
düşen faizler ve özel sektöre
daha fazla kredi sağlanması
özel tasarrufları düşürmüştür. Aynı çalışmada tasarruf
mevduat faizlerindeki %1’lik
bir artışın özel tasarruflarda
% 0.14’lük bir artış yarattığı
bulunmakta, kredi genişlemesinin ise özel tasarrufları
Krediye erişimin kolaylaşıp ucuzlaması bankacılık sisteminin
risk dağıtma stratejisiyle birleşince özellikle dayanıklı tüketim
mallarına talebin artmasına ve tasarrufların düşmesine yol
açacaktır.
düşürdüğü gösterilmektedir.
Bunun dışında ekonomideki
belirsizliğin artıp güven ortamının aşınması, özel kesimin
tedbir amaçlı tasarruf yapma
eğilimini güçlendirmektedir.
Son olarak kişi başı milli gelir
düzeyi ve büyüme oranı özel
tasarruflar üzerinde etkili bulunmamıştır. Örnek vermek
gerekirse, örneklemin ikinci
yarısında 2001 krizi sonrasında kişi başı milli gelir hızla artarken özel tasarruflar da aynı
ölçüde düşmeye başlamıştır.
3. Özel Sektör Tasarruf
Açığı ve Üretim Yapısının
İthalat Bağımlılığı
Kuşkusuz son 10 yılda, kriz
dönemlerini çıkartırsak artan
tasarruf açığının en önemli
nedenlerinden biri de imalat
sanayindeki üretim yapısının
giderek daha fazla ithalata
bağımlı hale gelmesidir. Şekil
2’de son 4 yılda, sektör ayrımı
olmaksızın, Türk imalat sanayinin üretimde kullandığı ithal
ara ve yatırım malı miktarı
üzerinden hesaplanan ithalat bağımlılığı oranlarına yer
verilmiştir. Buna göre 2009
yılında küresel krizin etkisi
ile % 38’e gerileyen ithalat bağımlılık oranı, 2010 yılında %
40’a, 2011 yılında ise % 43’e
yükselmiştir. Diğer bir ifade
ile 2011 yılında Türk imalat
sanayi yaptığı her 43 Dolarlık
ithal ara ve yatırım malı karşılığında 100 dolarlık bir üretim
gerçekleştirmiştir.
Karakurt ve Özlale (2012)’de
sektörel ithalat bağımlılık verileri oluşturulduktan sonra
yapılan ekonometrik analizde,
kurulan her modelde güçlü
Türk lirasının ithalat bağımlılığını arttırdığı bulunmaktadır.
Kurdaki değerlenme imalat
Şekil 2. İmalatın İthalat Bağımlılığı
$
&
&
&
#&
"&
&
!
89
Şekil 3: İthalat Bağımlılığı (2010-2011)
sanayinin yerli ara ve yatırım
malını ithal olanla ikame etmesine yol açmaktadır. Bununla beraber esneklik hesaplamaları ithal girdi miktarının
kur esnekliğinin -beklenen
90
STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013
işareti almakla beraber- düşük olduğunu göstermektedir.
İthal girdinin toplam satış esnekliği ise oldukça yüksektir.
Şekil 3, imalat sanayinde ortalamanın üstünde büyüyen
sektörlerin ithalat bağımlılık
oranlarının altında büyüyen
sektörlerle karşılaştırmaktadır.
Sonuçlar oldukça çarpıcıdır:
2010-2011 arasında ortalamanın -imalat sanayi üretim
endeksi- üstünde büyüme gösteren sektörlerin ithalat bağımlılığı % 50.3, buna karşılık
ortalamanın altında büyüme
performansı sergileyen sektörlerin ortalama ithal bağımlılık
oranı % 25.7’dir. Dolayısıyla
ekonomik büyümenin lokomotifi olan sektörlerin ithalat
bağımlılığı ortalamanın önemli ölçüde üstündedir. Bu bulgu
da, mevcut büyüme dinamikleri altında imalat sanayinin
ithalat bağımlılığının giderek
yükseleceğini ima etmektedir.
Sonuç olarak, imalat sanayindeki büyüme, ithalat bağımlılığındaki artış kanalıyla özel kesim tasarruflarında bir azalma
ve dolayısıyla cari açıktaki bir
artış olarak karşımıza çıkmaktadır.
4. Sonuç ve Değerlendirme
Yüksek ve sürdürülebilir ekonomik büyüme hedeflerine
dış tasarruflara giderek daha
bağımlı hale gelerek ulaşmak
mümkün gözükmemektedir.
Bu bakımdan, Türkiye’nin
istikrarlı ve uzun dönemli bir
büyüme performansı yakalaması için yurtiçi tasarruflar
kilit rol oynamaktadır. Son on
yıllık dönem incelendiğinde
kamu tasarruflarındaki olumlu
tabloya rağmen özel kesim tasarruflarındaki azalma tasarruf
açığını arttırmaktadır. Hane
halkı bazında anket sonuçları
ve tüketim verileri incelendiğinde Türkiye’de özel kesim
tasarruflarının düşmesinde dayanıklı tüketim mallarına olan
talebin önemli rol oynadığı
görülmektedir. Nitekim konut
gibi dayanıklı tüketim malları
tasarruf olarak nitelendirildiğinde özel kesim tasarruflarındaki düşme daha ılımlı olmaktadır. Dolayısıyla, son yıllarda
tüketici kredilerindeki artış ve
hane halkının kriz döneminde
ertelediği harcamaları yapmış olması tasarrufları önemli
ölçüde etkilemekte, tasarruf
oranlarında konjonktür etkisinin önemini bir kez daha göstermektedir.
Yapılan ampirik çalışmalar,
kamu tasarruflarındaki artışın
özel tasarrufları aynı oranda
düşürmediğini bulmaktadır.
Dolayısıyla kamu tasarruflarının arttırılması toplam
tasarruf açığını kapatıcı etki
yapacaktır. Bunun yanında
makroekonomik belirsizliğin
azalmasının tedbir amaçlı tasarruf eğilimini zayıflatıp özel
tasarrufları düşürücü etki yaptığı bulunmaktadır.
Tasarrufları belirleyen bir başka önemli faktör de sanayi
üretiminin daha fazla oranlarda ithal ara ve yatırım malına bağlı olmasıdır. İthalat
faturasının üretim değerinden
daha fazla artması şirketler
kesimindeki işletme artığı ve
tasarruf kapasitesinde önemli bozulmalara yol açacaktır.
Nitekim sonuçlar son dönemlerde üretimde ithalat bağımlılığının arttığını göstermektedir. Elde edilen bulgular, iç
talebin canlanıp ekonominin
büyüdüğü dönemlerde talebin
daha çok ithal ara ve yatırım
malı kullanan ürünlere doğru
kaydığı yönündedir. Üstelik,
ortalamanın üstünde büyüyen sektörlerdeki ithal ara ve
yatırım malı kullanma oranı
önemli ölçüde yüksektir. Bu
sonuçlar da, tasarruf oranlarındaki düşmenin sadece hane
halkının tüketim eğiliminden
kaynaklanmadığını,
üretim
yapısındaki değişmenin de
Türkiye’nin düşük tasarruf
eden ülkeler grubunda yer almasında önemli rol oynadığını
göstermektedir.
Kaynaklar
Cilasun, S.M. ve M.G. Kırdar, 2009. “Türkiye’de hanehalklarının gelir, tüketim ve tasarruf davranışlarının yatay
kesitlerle bir analizi”, İktisat İşletme ve Finans 24:280, 9-46.
Dünya Bankası 2011. “Yüksek Büyümenin Sürdürülebilirliği: Yurtiçi Tasarruflarının Rolü”, Türkiye Ülke
Ekonomik Raporu, Rapor no: 66301-TR, Ankara, 2011.
Karakurt, A. ve Ü. Özlale 2012. “Türkiye’de Tasarruf Açığının Nedenleri ve Kapatılması için Politika Önerileri”,
Bankacılar Dergisi No: 83, 1-33.
Matur, E.P., A. Sabuncu ve S. Bahçeci, 2012. “Determinants of private savings and interaction between public
and private savings in Turkey” Topics in Middle Eastern and African Economies, 14, 102-125.
Üçer M. ve C. Van Rijckeghem, 2009. “The Evolution and the Determinants of the Turkish private saving rate:
What lessons for policy?”, Koç Üniversitesi – TÜSİAD Economic Research Forum Çalışma Tebliği, No: 09-01.
Van Rijckeghem , C., 2010. “Determinants of Private Savings in Turkey: An Update”, Boğaziçi Üniversitesi İktisat
Bölümü Çalışma Tebliği, 2010/04.
Yükseler, Z., 2011. “Türkiye’nin Karşılaştırmalı Cari İşlemler Dengesi ve Rekabet Gücü Performansı (1997-2010
Dönemi)”, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası Yayını, Haziran 2011, Ankara.
91
ENERJİ
TEKNOLOJİLERİ
AR-GE POLTKALARI:
OECD VE TÜRKİYE
KARŞILAŞTIRMASI
Işıl DEMİRTAŞ
EKONOMi
Giresun Üniversitesi Öğretim Görevlisi Sosyal Bilimler MYO
OECD üyesi olan ve aynı zamanda IEA’ya da üye olan
Türkiye, son yıllarda enerji teknolojileri AR-GE alanında
yapmış olduğu çalışmaları hızlandırmış ve bu alanda
stratejik amaçlarının belirlenmesi yönünde araştırmalar
yaparak sistemli bir politikalar bütünü oluşturmayı
amaçlamıştır. Enerji alanında AR-GE’ye verilen önemin
artmasıyla bu alanda yapılan çalışmalar; ileriye yönelik
hedeflerin belirlenmesi, desteklerin arttırılması ve
önceliklendirme girişimleri ile sistemli bir yapıya
kavuşturulmaya çalışılmaktadır.
7
0’li yıllarda yaşanan petrol krizleriyle ortaya çıkan enerji arz güvenliği
sorunu ve enerji fiyatlarının
maliyetler üzerindeki etkisi,
özellikle enerjide dışa bağımlı
ülkelerin enerji politikalarını
gözden geçirmelerine neden
olmuştur. Birçok ülke, petrole
olan bağımlılığını azaltabilmek
için enerji arz güvenliği sağlama, yeni enerji kaynakları
buluma, alternatif enerji kaynaklarına yönelme ve enerji
tasarrufu sağlama konusunda
politikalar belirlemiştir.
Örneğin 1974 yılı başında,
Fransa enerji alanında; nükleer gücün hızla geliştirilmesi,
kömüre dönüş ve enerji güvenliği olmak üzere üç önemli
politika üzerine odaklanmıştır1. Japonya’da ise petrole
olan bağımlılığın azaltılabilmesi için; elektrik üretimi ve
endüstriyel üretimin petrolden diğer enerji kaynaklarına dönüştürülerek yapılması,
nükleer güç geliştirme işlevinin hızlandırılması, kömür ve
sınırlandırılmış doğal gaz ithalinin yaygınlaştırılması ve petrol ithalatının Orta Doğu’dan
Pasifik’e kaydırılması politikaları uygulamaya konulmuştur2.
Petrol krizinin meydana getirdiği diğer bir önemli gelişme ise
Uluslararası Enerji Ajansı (International Energy AgencyIEA)’nın kurulması olmuştur.
1974 yılında OECD’nin çatısı
altında kurulan IEA’nın temel
amaçları - dönemin şartlarına uygun olarak- koruma, alternatif geliştirme ve işbirliği
odaklı olarak belirlenmiştir3.
Petrol krizleri, gerek ulusal
gerekse uluslararası alanda genellikle petrole olan bağımlılığın azaltılması yönünde olup,
yapılan AR-GE ve yenilik çalışmaları da bu kapsamda gerçekleştirilmiştir. Ancak kriz
öncesinde ucuz olan petrolün
aşırı tüketiminin neden olduğu karbondioksit salınımındaki artış, iklim değişikliği ve
küresel ısınma gibi çevresel
sorunların ortaya çıkmasına
neden olmuştur. Hızlı büyüme
ve nüfus artışının da etkisiyle
enerji talebinin geçen zaman
içinde artması, çevresel riskleri daha tehlikeli boyutlara tırmandırmış, bunun sonucunda
enerji kullanımının yenilenebilir enerji kaynaklarına yönlendirilmesi ve enerji tasarrufunun sağlanması yönündeki
çabalar arttırılmıştır. Böylece
söz konusu gelişmeler, enerji
teknolojileri AR-GE faaliyetlerine atfedilen önemi daha
da arttırtmış; özellikle gelişmiş
ülkelerin enerji teknolojileri
AR-GE alanında yeni politikalar geliştirmesine zemin hazırlamıştır.
Enerji politikalarının dönüşüm sürecinde etkili olan bir
diğer unsur ise bilgi ve iletişim
teknolojilerinde yaşanan gelişmeler olmuştur. Ulaşılan bilgi
düzeyi ile sağlanan teknolojik
ilerlemeler ve iklim değişikliğinin olumsuz etkilerini giderme ihtiyacı; hem enerji politikalarında dönüşümü hem
de ülkelerin sistemli ve özgün
93
özellikleri taşımakta; ancak
her ülkenin politikası kurumsal işbirliği, AR-GE önceliklerinin belirlenmesi, enerji
AR-GE politikasından sorumlu kurumlar ve finansman
sağlanması gibi konularda uygulama bakımından farklılık
göstermektedir. Bununla beraber, genel olarak üye ülkelerin amaçları aynı çerçevede
birleşmektedir.
enerji teknolojileri AR-GE
politikaları
oluşturmalarını
gerekli kılmıştır. Karbondioksit salınımının azaltılması
amacıyla yenilenebilir enerji
kaynaklarının geliştirilmesi ve
enerji verimliliği ile tasarrufunun sağlanmasına yönelik çalışmalar, enerji politikalarının
odak noktasını oluşturmaya
başlamıştır.
IEA da değişen koşullara uygun olarak enerji teknolojileri
AR-GE politikalarının geliştirilmesi üzerine yeni bir misyon
yüklenmiştir. IEA’nın politikaların geliştirilmesine ilişkin
önerileri, yol gösterici bir nitelik taşımaktadır.
IEA’nın Enerji Teknolojileri
AR-GE Politikaları Yol
Haritası
IEA’nın üye ülkelere sunduğu
enerji politikalarının temel
çerçevesi, enerji teknolojileri pazarının oluşturulması
ve piyasada serbest ticaretin
sağlanması gibi serbest piyasa
yönelimli bir başka deyişle özel
94
STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013
sektör güdümlü politikalardır.
IEA, üye ülkelerin enerji politikası amaçlarını:
• Enerji sektöründe
çeşitlilik, verimlilik,
esneklik,
• Beklenmedik enerji
krizlerine müdahale
yeteneği,
• Enerjinin çevresel açıdan
sürdürülebilirliğinin temini
ve kullanımı,
• Çevresel olarak kabul
edilebilir enerji kaynakları,
• Arttırılmış enerji
verimliliği,
• AR-GE ve gelişmiş enerji
teknolojilerinin pazara
yayılması,
Enerji politikasından ayrı;
ancak enerji politikalarıyla
uyumlu olarak ortaya konulan
enerji teknolojileri AR-GE politikaları da ülkeler tarafından
farklılık göstermekle birlikte;
IEA’nın ortaya koymuş olduğu
yol haritası temel alınmaktadır. IEA’ya göre ülkeler için
etkin bir enerji teknolojileri
AR-GE politikasının oluşturulabilmesi;
• Devletin rolünün açık
olarak tanımlanması,
• Ulusal bir enerji stratejisi
belirlenmesi,
• Yeterli ve istikrarlı bir
finansman kaynağının
sağlanması,
• Serbest ve açık ticaret,
• İyi tanımlanmış ve
şeffaf bir AR-GE
önceliklendirme ve
değerlendirme sürecinin
ortaya konulması,
• Tüm enerji piyasası katılımcıları arasında işbirliğinin sağlanması olarak ifade
etmiştir4.
• Kamu-özel sektör işbirliği
ile uluslararası AR-GE
işbirliğini sağlanması ile
mümkün olmaktadır5.
IEA’nın önerileri paralelinde
üye ülkeler tarafından oluşturulan politikalar, söz konusu
IEA, devletin rolünün açık
olarak tanımlanması gerektiğine dikkat çekerken, enerji
• Orantılı enerji fiyatları,
teknolojilerinin erken gelişme aşamasında özel sektöre
yol gösterici ve özel sektör
yatırımlarını teşvik edici bir
nitelik taşıması gerektiğini
vurgulamaktadır. Ancak sunulan politikalar, AR-GE yatırımlarını arttırmada yetersiz
kalmış, 80’li yıllarda yaşanan
özelleştirme çabaları uygulanan politikaların etkinliğini
daraltmıştır. Devletin enerji
AR-GE üzerindeki kritik önemine rağmen, çoğu üye ülkede
1980’lerin başı ile 1990’larda
AR-GE bütçesi azaltılmıştır.
Özel sektörün AR-GE harcamalarının azalması, enerji
sektöründeki liberalleşmenin
meydana getirdiği rekabet
baskısı sonucunda ortaya çıkmıştır6. Bu durumda enerji
teknolojileri AR-GE alanında
devlet ve özel sektör işbirliğinin sağlanması ve devletin politikaların uygulanmasındaki
önemi açıkça görülmektedir.
OECD Ülkelerinde Enerji
Teknolojileri AR-GE
Politikaları
Gelişmiş ülkelerin enerji teknolojileri AR-GE politikaları,
enerji politikaları ile uyumludur. Ancak kurumsal altyapıları, politika amaçları ve
finansman olanakları enerji
politikalarından ayrı olarak belirlenmektedir. Bu politikaların
yürütülmesi ise belirli kurumlar
tarafından, diğer ilgili kurumlarla işbirliği içerisinde gerçekleştirilmektedir. Hatta ülkeler
bu konudaki çalışmalarını daha
da ileriye götürerek; ülke ihtiyaçlarına uygun projeler ortaya
koymaktadırlar.
IEA’nın üye ülkelere sunduğu enerji politikalarının temel
çerçevesi, enerji teknolojileri pazarının oluşturulması ve
piyasada serbest ticaretin sağlanması gibi serbest piyasa
yönelimli bir başka deyişle özel sektör güdümlü politikalardır.
Örneğin, Avrupa’da karbon
salınımını azaltabilmek amacıyla temiz teknolojilerin geliştirilmesine yönelik AR-GE
faaliyetlerini içeren, Stratejik
Enerji Teknolojileri Planı (The
European Strategic Energy
Technology Plan- SET) oluşturulmuştur. Yine ABD’nin
Climate Change Technology
Programı (US Climate Change
Technology Program- CCTP),
Japonya’nın Cool Earth Innovation Energy Technology
Programı ve Güney Kore’nin
Road to Our Green Future
Programları sera gazları salınımının azaltılmasına yönelik
AR-GE çalışmalarını içeren
diğer örneklerdir7.
Bununla birlikte ülkelerin enerji potansiyelleri dikkate alınarak, geliştirilmesi uygun alternatif enerjilere yönelik çeşitli
AR-GE çalışmaları da farklı
programlarla yürütülmektedir.
ABD’nin yürütmüş olduğu FreedomCAR Partnership (2002)
ve The Hydrogen Fuel Initiative (2003), 2015 yılına kadar
hidrojenle çalışan yakıt hücreli
araçların ticarileştirilmesi için
planlanan ve kamu- özel sektör işbirliği içerisinde yürütülen
iki girişimdir. Avustralya’da the
CRC (Co-operative Research
Centres) Programı, özel sektör
ile kamu işbirliği çerçevesinde
hem AR-GE’yi hem de özelleştirme ve demonstrasyon
çalışmalarını destekleyen bir
programdır8. Aynı zamanda söz
konusu programlar, özel sektörkamu işbirliğini ortaya koyması
açısından da önemlidir.
Enerji teknolojileri AR-GE
politikalarının yürütülmesinde
genellikle bir kurum yetkilendirilmiş ve söz konusu kurum ile
diğer kurumların işbirliği içerisinde çalışması sağlanmıştır.
Kanada’da enerji AR-GE politikaları, Enerji Araştırma ve
Geliştirme Programı (Program
of Energy Research and Development- PERD) tarafından
yürütülmektedir. Program, Kanada Doğal Kaynaklar (Natural Resources Canada) kurumu
idaresinde, Enerji AR-GE Departmanlararası Kurulu (The
Interdepartmnetal Panel on
Energy R&D) ve Enerji Bilim
ve Teknoloji Ulusal Danışma
Kurulu (The National Advisory Board on Energy Science
and Technology) işbirliğinde
çalışmaktadır9.
İspanya’da ise enerji AR-GE
faaliyetleri 2006 Ulusal Bilim
ve Teknoloji Stratejileri (2006
National Strategy for Science- ENCYT) çatısı altında yer
almaktadır. ENCYT’nin stra-
95
Türkiye, IEA’nın ortaya koymuş olduğu amaçlar çerçevesinde
enerji piyasalarının serbestleştirilmesi alanında çalışmalar
gerçekleştirmektedir. Bununla birlikte enerji alanında AR-GE
yatırımları için hükümet tarafından destek sağlanmaktadır.
tejik amaçları, modern ve yüksek derecede rekabetçi ve bütüncül bir AR-GE kurmak olarak ifade edilmektedir. Planda
aynı zamanda iklim değişikliği,
beş stratejik faaliyetten birisi
olarak yer almaktadır10. Ayrıca
ülkede enerji AR-GE alanında
3 enstitü mevcuttur. Enerji,
Çevre ve Teknoloji Araştırma
Merkezi (Centre for Energy,
Environment and Technological Research- CIMET), Bilim
ve Teknoloji Bakanlığı’nca
yürütülen bir enerji araştırma
enstitüsüdür. Ulusal Yenilenebilir Enerji Merkezi (National
Renewable Energy CentreCENER), yenilenebilir enerji
ile ilgili alanlarda araştırma ve
teknoloji transferi sağlamaktadır. CIUDEN (Fundacion Ciudad de la Energia) ise temiz
kömür teknolojileri alanında
AR-GE faaliyetleri yapmakla
görevli olan kurumdur11.
Türkiye’de Enerji
Teknolojileri AR-GE
Politikaları
OECD üyesi olan ve aynı zamanda IEA’ya da üye olan
Türkiye, son yıllarda enerji
teknolojileri AR-GE alanında
yapmış olduğu çalışmaları hızlandırmış ve bu alanda stratejik amaçlarının belirlenmesi
yönünde araştırmalar yaparak
96
STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013
sistemli bir politikalar bütünü oluşturmayı amaçlamıştır.
Enerji alanında AR-GE’ye
verilen önemin artmasıyla bu
alanda yapılan çalışmalar; ileriye yönelik hedeflerin belirlenmesi, desteklerin arttırılması ve
önceliklendirme girişimleri ile
sistemli bir yapıya kavuşturulmaya çalışılmaktadır.
Bilim ve Teknoloji Yüksek
Kurulu’nun (BTYK) 22 Haziran 2010 tarihinde aldığı
2010/101 sayılı karar ile “Enerji, su ve gıda alanlarında ulusal
AR-GE ve yenilik stratejilerinin hazırlanması amacıyla her
bir alan için TÜBİTAK koordinasyonunda ilgili kurum,
özel sektör ve yüksek öğretim
kurumlarından
uzmanların
katılımıyla çalışma gruplarının
oluşturulmasına ve söz konusu
stratejilerin hazırlanmasına”
karar verilmiştir. Bu kapsamda oluşturulan çalışma grubu,
enerji alanında önceliklendirme, eylem planı oluşturma
ve stratejik çerçevenin ortaya
konulması çalışmalarını gerçekleştirmiştir. Yapılan bu çalışmalar Aralık 2011 tarihinde
enerji alanındaki diğer ilgili
kurum ve kuruluşların da görüşleri alınarak son taslak haline getirilmiştir12.
Enerji sektöründe AR-GE
ve yenilik faaliyetlerine iliş-
kin çalışmalar Vizyon 2023,
Dokuzuncu Kalkınma Planı,
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı (ETKB)’nın Stratejik
Planı ve enerji alanına yönelik
ihtiyaçları belirleyen tüm Bakanlıkların (ETKB, Çevre ve
Orman Bakanlığı, Ulaştırma
Bakanlığı, Bayındırlık ve İskan
Bakanlığı ve Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı) kamu araştırma
programları çerçevesinde gerçekleştirilmektedir13.
Türkiye, IEA’nın ortaya koymuş olduğu amaçlar çerçevesinde enerji piyasalarının
serbestleştirilmesi
alanında
çalışmalar gerçekleştirmektedir. Bununla birlikte enerji
alanında AR-GE yatırımları
için hükümet tarafından destek sağlanmaktadır.
8 Haziran 2010 tarihinde resmi gazetede yürürlüğe giren
Enerji Sektörü Araştırma Geliştirme Projeleri Destekleme
(ENAR) Programı ve 1 Nisan
2012 tarihinde yürürlüğe giren
“1511 - TÜBİTAK Öncelikli
Alanlar Araştırma Teknoloji
Geliştirme ve Yenilik Projeleri
Destekleme Programı” enerji
sektöründe AR-GE faaliyetlerinin arttırılması amacıyla
yürürlüğe giren destek programlarıdır. Yine 2008 tarihinde yürürlüğe giren 5746 sayılı
Araştırma ve Geliştirme Faaliyetlerinin Desteklenmesi
Hakkında Kanun tüm ARGE faaliyetlerini kapsamakta
olup; teşvik, destek ve vergi
istisnaları gibi düzenlemeleri
içermektedir.
Türkiye ve Gelişmiş OECD
Ülkeleri Karşılaştırması
Öncelikle Türkiye’de ortaya
konulan enerji teknolojileri
AR-GE politikalarına yönelik
çalışmalar, hem kapsam bakımından hem de başlangıç tarihi itibariyle gelişmiş OECD
ülkelerinde yer alan çalışmaların bir hayli gerisinde bulunmaktadır. Bununla birlikte
diğer OECD üyesi ülkelerde
enerji teknolojileri alanında
yapılan AR-GE çalışmaları,
enerji alt sektörlerine yönelik
olarak oluşturulan kuruluşlar
ve planlar çerçevesinde özelleşmiş bir yapı sergilerken,
Türkiye’de yalnızca enerji
teknolojileri AR-GE alanında
uzmanlaşmış bir kurum yer almamaktadır. Bir başka deyişle,
gelişmiş birçok ülkede enerji
teknolojileri AR-GE politikaları, devlete bağlı bir alt birim
tarafından gerçekleştirilirken;
ülkemizde bu alanda oluşturulan çalışma grubu benzer bir
statüye sahip değildir.
Örneğin, iklim değişikliğine
ilişkin çalışmalar 2003 tarihinde taraf olunan İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi
ve 2009 yılında imzalanan
Kyoto protokolü çerçevesinde
yapılmakla birlikte, iklim değişikliği sorununa çözüm teşkil
edebilen AR-GE faaliyetlerini
yürütebilecek - ABD’de kurulan İklim Değişimi Teknoloji
Programına benzer yapıda- bir
program ya da kurum yer almamaktadır.
Bununla birlikte, gelişmiş
OECD ülkeleri ile karşılaştı-
rıldığında; Türkiye’de AR-GE
harcamalarının payı oldukça
düşük düzeyde seyretmektedir. IEA verilerine göre,
Türkiye’de 2009 yılında toplam AR-GE ve demonstrasyon harcamaları 8.944 milyon
dolar iken, UK’de 430.532
milyon dolar, Norveç’te ise
166.165 milyon dolar olarak gerçekleşmiştir. Türkiye
OECD ülkeleri arasında ARGE harcamalarına en düşük
pay ayıran ülkeler arasında yer
almaktadır. Yine OECD verilerine göre Türkiye’de GSYİH
içerisinde AR-GE’nin payı
2009 yılı itibariyle %0.85 iken
Almanya’da %2.82, Norveç’te
%1.78, ABD’de %2.90 ve
Macaristan’da ise %1.17 olarak gerçekleşmiştir14.
Türkiye’de, enerji teknolojilerinin geliştirilmesinde ARGE faaliyetlerinin bir plan
kapsamına alınması için çok
geç kalınmış olsa da, yapılan
çalışmaların enerjide teknolojik gelişmenin sağlanması için
son derece önemli bir adım
olduğunu söylemek mümkündür. Aynı zamanda enerji
teknolojileri AR-GE alanın-
Türkiye OECD ülkeleri arasında AR-GE harcamalarına en
düşük pay ayıran ülkeler arasında yer almaktadır. OECD
verilerine göre Türkiye’de GSYİH içerisinde AR-GE’nin payı
2009 yılı itibariyle %0.85 iken Almanya’da %2.82, Norveç’te
%1.78, ABD’de %2.90 ve Macaristan’da ise %1.17 olarak
gerçekleşmiştir.
97
da kurumlar arası işbirliğine
yönelik çalışmaların da ülkemizde mevcut olması çalışmaların etkinliği için son derece
önemlidir.
Diğer OECD ülkelerinin deneyimleri dikkate alındığında
Türkiye’nin de kendi özgün
niteliklerine uygun politikaları uygulaması gerektiği
görülmektedir. Ancak diğer
ülkelerin uygulamış olduğu
politikaların kurumlar, plan
ve programlar çerçevesinde
enerji alt sektörlerine ayrıla-
rak AR-GE faaliyetlerinin yürütüldüğü dikkate alındığında,
Türkiye’nin de politikalarını
bu çerçevede şekillendirmesi
ve ülkenin enerji sektörü özelliklerine özgün çalışmalar gerçekleştirmesi yararlı olacaktır.
Not: Bu çalışma, 8-10 Kasım 2012 tarihleri arasında düzenlenen 10. Bilgi, Ekonomi ve Yönetim Kongresinde sunulan “Enerji
Teknolojileri AR-GE Politikaları: OECD Ülke Deneyimleri ve Türkiye Karşılaştırması” isimli bildiri metninden türetilmiştir.
Kaynaklar
YERGIN Daniel, Petrol Para ve Güç Çatışmasının Epik Öyküsü, Kamuran Tuncay (çev.) , 5. Baskı, Türkiye İş
Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2009, Orijinal Baskı 1991.
IEA, Energy Policies of IEA Conutries, Spain 2009 Review, France, 2009, http://www.iea. org/publi cations/
freepublications/publication/spain2009.pdf
IEA, Enerji İstatistikleri El Kitabı, Fransa, 2004, http://www.iea.org/stats/docs/statistics_ manual_turkish.pdf
IEA, Reviewing R&D Policies, France, 2007, http://www.iea.org/publications/freepubli cations/publicatio n/
ReviewingR&D.pdf
OECD, OECDilibrary, http://www.oecd-ilibrary.org/
TÜBİTAK, Ulusal Bilim, Teknoloji ve Yenilik Stratejisi 2011-2016, Ankara, Aralık 2010, http://www.tubitak.gov.
tr/tubitak_content_files/BTYPD/strateji_belgeleri/UBTYS_2011-2016.pdf
TÜBİTAK, Ulusal Enerji AR-GE ve Yenilik Stratejisi, Ankara, 2011, http://www.tubitak .gov.tr/tubitak_content_
files//BTYPD/btyk/23/Ek1_Ulusal_Enerji_ArGe_Yenilik_Stratejisi.pdf
Dipnotlar
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
98
Daniel Yergin, Petrol Para ve Güç Çatışmasının Epik Öyküsü, Kamuran Tuncay (çev.), 5. Baskı, Türkiye İş
Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2009, Orijinal Baskı 1991.
A.g.e., s. 614.
IEA’nın amaçları için bknz: International Energy Agency, Enerji İstatistikleri El Kitabı, Fransa, 2004, http://
www.iea.org/stats/docs/statistics_manual_turkish.pdf, s. 2.
IEA, Reviewing R&D Policies, France, 2007, http://www.iea.org/publications/freepublications/publicatio n/
ReviewingR&D.pdf , ss. 12-13.
IEA, 2007, a.g.e., s. 15
A.g.e., s. 31.
TÜBİTAK, Ulusal Enerji Ar-Ge ve Yenilik Stratejisi, Ankara, 2011, http://www.tubitak.gov.tr/tubitak _
content_files//BTYPD/btyk/23/Ek1_Ulusal_Enerji_ArGe_Yenilik_Stratejisi.pdf, s. 50.
IEA, 2007, a.g.e., ss. 55-58.
IEA, 2007, a.g.e., s. 55-58.
IEA, Energy Policies of IEA Conutries, Spain 2009 Review, France, 2009, http://www.iea.org/publi cations/
freepublications/publication/spain2009.pdf, s. 133.
A.g.e., ss. 134-5.
TÜBİTAK, a.g.e., s. 2.
TÜBİTAK, Ulusal Bilim, Teknoloji ve Yenilik Stratejisi 2011-2016, Ankara, 2010, http://www.tubitak.gov.tr/
tubitak_content_files/BTYPD/strateji_belgeleri/UBTYS_2011-2016.pdf , s. 10.
OECD, OECDilibrary, http://www.oecd-ilibrary.org/ (09.08.2012).
STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013
SDE’nin de içinde yer aldığı bazı sivil toplum kuruluşlarının
katılımıyla 4-7 Ocak 2013 tarihleri arasında devrim sonrası
Tunus’un siyasal ve toplumsal durumunu yerinde görmek için bir
gezi gerçekleştirildi. Gezi sırasında başta Raşid Gannuşi olmak
üzere değişik siyasi parti ve sivil toplum kuruluşlarıyla görüşülerek
Tunus devrimi, devrim sonrası gelişmeler ve bundan sonraki süreç
gibi konular hakkında bilgi alındı.
Gannuşi ve arkadaşları tarafından 14 Ocak 2011
devrimi sonrasında kurulan Nahda Partisi dayandığı toplumsal taban itibariyle 1980’li yıllara kadar giden bir geçmişi var. Dönemin baskı
ortamında gelişen hareket kısa sürede siyasal
iktidarı korkutacak düzeyde örgütlü bir güce
dönüşür. Bin Ali iktidarı döneminde hareket yasadışı ilan edilirken Gannuşi yurtdışına çıkmak
zorunda kalır. Devrim sonrası ülkesine dönen
ve Nahda Partisi’nin Genel Başkanı olarak seçimlere giren Gannuşi yüzde 41,5 oy oranında
oy alır. Hükümet başkanlığını başkasına bırakıp
parti genel başkanlığını devam ettiren Gannuşi ile Tunus’un Hammamet kentinde 5 Ocak
SDE HABER
DEVRİM SONRASI TUNUS VE RAŞİD GANNUŞİ
2013’te bir görüşme gerçekleştirdik. Aynı gün
Hammamet’te Nahda Partisi’nin Genel Şura
toplantısı da vardı. Toplantı sonrası görüştüğümüz Gannuşi, partinin dayandığı fikri temeller,
devrim sürecinde oynadığı rol ve devrim sonrası
iktidar tecrübelerini bizimle paylaştı.
Gannuşi: Sokağa Hakim Olan Saraya da
Hâkim Olur
“İstanbul bütün ümmetin merkezidir ve hepimizin tarihidir. Ben İstanbul’a geldiğimde Sinan Paşa’nın kabrini buldum ve ona dua ettim.
Çünkü Sinan Paşa, Tunus’un Hıristiyanlaşmasının önüne geçen bir şahsiyetti. Her iki ülke
99
Raşid Gannuşi
daha sonraki yıllarda yeni rejimleri ile de ilişkiyi
sürdürdü. Burgiba, Atatürk’ten etkilendi ve her
iki devlet de laik ve batıcı oldu. Ancak her şeye
rağmen her iki ülkede de ıslah hareketleri vardı
ve şimdi bu ıslah hareketleri başarıya ulaşarak
21. yüzyılda yeni dönemleri ile kardeşliklerini
sürdürüyorlar.
Çok acılar çekildi. Çokça bedel ödendi. Zira her
iki ülkede de İslam düşmanlığı vardı. Tunus’ta
Burgiba döneminde Zeytuniye üniversitesi kapatıldı. Alimler katledildi. Dinle irtibat kesildi.
Gençlik ile din arasına girildi. Sizde de aynı şey
oldu. Fakat her şeye rağmen ıslah hareketleri
başarıya ulaştı. Elbette bunlar demokrasi ile
barışık bir şekilde ortaya çıktı. Ve Necmettin
Erbakan da böyle bir hareketin başlatıcısı oldu.
Ak Parti döneminde İslam’ın siyasi yönü ön
plana çıktı. Türkiye hızlı bir şekilde gelişti. Şu
andaki konumu ile de lider bir ülke durumunda. Dünya da sözü geçerli olan bir devlet haline
geldi. Medya alanında çok ileri bir hale geldiniz. Özellikle Sivil Toplum Kurumlarınız aktif
faaliyet içinde. Bu bütün Ortadoğu ve İslam
dünyasını etkiledi. Özellikle Mavi Marmara
olayı ile Türkiye’de İslami yapının nasıl geliştiğini ve nerelere ulaşabildiğini gördük.”
Hiçbir Zaman Ümidimizi Kaybetmedik
“Bununla birlikte Türkiye’de demokrasi nedeniyle söz söylemenin ve partilerin kurulmasına
izin verilmişti. Şimdi darbecilik de sona erdi.
100
STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013
Ancak Tunus’ta tam bir diktatörlük vardı.
Hem siyasi alanda hem de ekonomide baskı
vardı. Bırakın parti kurulmasını konuşmak bile
yasaktı. Din hayatın içinde tamamen yasaklandı. Saray ekonominin yüzde 52’sine sahipti. Sahil kesimlerinde diktatör yandaşları ekonomik
gücü ellerinde bulunduruyordu. İç kesimlerde
ise fakirleştirilmiş ve dinle arası koparılmış bir
halk vardı. 70’li yıllardaki Tunus İslami hareketi barışçı, hikmetli ve mutedil bir şekilde insanları İslam’a çağırıyordu. İslam’ın güzelliğin ve
barışın aynı zamda adaletin temsilcisi olduğunu
söylüyordu. İslami hareketin bu söylemleri ile
gelişmesi karşısında diktatörler İslami harekete karşı bir savaş başlattı. 1981’de birçoğumuz
tutuklandı. 1987’de yüzlerce Müslüman kardeşimiz işkencede öldürüldü. Çoğu kardeşimiz
sakat kaldı. 1987’de Bin Ali geldi ve özgürlüklerin önünü açtı. İslami hareket bu dönemde
seçime girdi ve yüzde 60 oy aldı. Ancak Bin
Ali bu sonucu tehlikeli gördüğü için partiyi fes
etti. Başörtüsünü yasaklandı. Çoğumuzu hapse
attı ve birçoğumuzu işkencede katletti. 1990’lı
yıllarda İslami hareketin birçok üyesi hapislerdeydi. Ama hiçbir zaman ümidimizi kaybetmedik. Nihayet devrimi gerçekleştirip Bin Ali’yi
devirdik.
Biz devrimde mutedil bir mesaj verdik. İslam’ın
herkese özgürlük ve adalet getireceğini ifade ettik. Ancak rejim büyük bir ahlaki çöküntü yaratmıştı ve Siyonistlerle işbirliği kurarak İslam’ı
hayatın içinde silmişti. Düşünün ki Tunus’ta
İslam kırk yıldır hayatın içinde yok. Namaz
ve başörtüsü gibi İslam’ın hayatın içindeki görüntüsü silinmişti. Ancak biz devrimden sonra
herkese özgürlük vereceğimizi, adaleti sağlayacağımızı ve herkesle ortak hareket edeceğimizi
söyledik. Devrim sırasında bu söylem sonucu
bütün unsurlarla birlikte hareket ettik.
Tunus devrimi Arap Baharı denilen devrimleri
başlattı. Bu yönüyle devrim, hem halklara hem
de yönetimlere mesaj verdi. Baskıların bir sonuç vermeyeceğini ve artık ümmetin mallarını
yemenin sonuna geldiğini ifade ediyordu. Aynı
zamanda halkların sokaklara çıkınca despotları
yıkacağı mesajını da veriyordu. Sokağa hakim
olan saraya da hâkim olur. Hemen sonrasında
Mısır’da Firavun rejimi yıkıldı. Fas kıralı devrilmekten korktuğu için çok partili hayata geçti
ve İslami hareketleri serbest bıraktı. Direnenler devrildi. Diğerleri ıslah oldu. Şimdi Suriye
diktatörü halka ve isteğine direniyor. Ama sonunda o da devrilecek inşallah. Biz devrimde
sosyalistlerle, liberallerle birlikte hareket ettik.
Devrim sonrasında da birlikte iktidar olduk. Bu
yönümüzle barış yanlısı olduğumuzu gösterdik.”
Devrimden Sonra Halk Kendini Keşfetti
“Ayrıca devrimin halklara tehlike değil özgürlük getirdiğini gösterdik. Devrimden sonra halk
kendini keşfetti. Her türlü basını serbest bıraktık. Tunus’ta demokratik bir değişim gerçekleştirdik. Herkes kendisini kolayca ve özgürce
ifade edebiliyor artık. Bu devrim burada başarılı
olursa diğer bölgeler için ise ilham kaynağı olacaktır. İnanıyoruz ki halk kendini keşfettikçe
kendisi için daha iyi olanı da keşfedecektir.
Öncelikle kalkınmaya önem verdik. Diktatör
rejim bir enkaz bırakmıştı. Şu an yüzde 17 işsizlik var. Yeni kalkınma programımızla inşallah
fakirliğe ve işsizliğe çözüm üretmeye çalışıyoruz. Bu noktada bize büyük yardımlar yapan
Türkiyeli kardeşlerimize teşekkür ediyoruz.
Ak Parti hükümeti Tunus’a maddi yardımda
bulundu.
Cumhurbaşkanı,
Başbakan ve Davutoğlu devrim sırasında bizi ziyaret etti.
Hem maddi hem manevi destek verdiler. Biz de bu kadirşinaslık karşısında liselerimizde
Türkçeyi seçmeli ders olarak
koyduk. Ancak işimizin zor
olduğunu biliyoruz.
Muhalif partiler bizi çok sıkıştırıyorlar. Grevler
yapıyorlar ve ülkeyi bir günde değiştirmemizi istiyorlar. Oysa biraz vakte ihtiyacımız var. Biz sorunları ertelemiyoruz. Elimizde sihirli değnekte
yok sadece biraz zamana ihtiyacımız var. Bu
nedenle Tunus halkı zaten acele ediyor. Lütfen
diğer bölgelerde bulunan kardeşlerimiz bizleri
anlasın ve acele etmesinler. İnşallah her şey yoluna girecektir. Sonuç olarak Tunus’ta devrim
benim için sürpriz değildi. Ancak beklenenden
daha erken oldu. Ama diktatör sistemlerinde
halk her an patlamaya hazır bomba gibidir. Ben
sokağa dönük kitaplar, yazılar yazdım arkadaşlarım bana kızıyorlardı. Oysa devrim sokaktan
başlar. Sonuçta öyle oldu.”
Şimdi muhalefet elli yıldır
hakları ellerinden alınmış
Tunus’u bir günde değiştirmemizi istiyor. Oysa deprem
olan yere inşaat yapılmaz.
Eğer muhalefet bizi sürekli sallarsa bir şey yapamayız.
101
SDE HABER
GEÇMİŞTEN GELECEĞE ARAP – TÜRK İLİŞKİLERİ
ÇALIŞTAYI
Stratejik Düşünce Enstitüsü (SDE) ve Amman
merkezli Arap Düşünce Formu’nun (ATF) organize ettiği T.C. Başbakanlık Yurtdışı Türkler
ve Akraba Topluluklar Başkanlığı (YTB), T.C.
Dışişleri Bakanlığı Stratejik Araştırmalar Merkezi (SAM) ve T.C. Başbakanlık Kamu Diplomasisi Koordinasyonu’nun (KDK) sponsorluğunda “Geçmişten Geleceğe Arap-Türk İlişkileri” Çalıştayı 29 Aralık 2012’de Ürdün’ün
Başkenti Amman’da yapıldı.
Amman’da gerçekleştirilen ve gün boyunca
devam eden çalıştay, Ürdünlüler ve Ürdün’de
yaşayan Türkiye vatandaşları tarafından ilgiyle
takip edildi. Genelde Arap Dünyası ve Türkiye
102
STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013
ilişkileri özelde ise Ürdün-Türkiye ilişkilerinin
diplomatik, ekonomik, kültürel, akademik ve
sivil toplum olmak üzere çok boyutlu şekilde
konuşulduğu ve tartışıldığı çalıştay iki oturum,
her oturum sonrası yapılan tartışmalar ve kapanış oturumuyla son buldu.
Çalıştaya akademisyen, siyasetçi ve gazeteci
olmak üzere çok sayıda katılımcının yanısıra
konuşmacı olarak Türkiye’den Prof. Dr. Yasin
Aktay, Doç. Dr. Ahmet Uysal, Prof. Dr. Muhittin Ataman, Prof. Dr. Hacı Duran, Doç. Dr.
Davut Ateş, Doç. Dr. Cenap Çakmak, Doç Dr.
Vehbi Baysan, Dr. Mesut Özcan, YTB Başkanı
Kemal Yurtnaç, Aydın Bolat ve Mehmet Köse
katıldı. Ürdün’den ise konuşmacı olarak Dr.
El Sadik El Fakih, Prof. Dr. Adnan Bardan,
Prof. Dr. Fayez Khassawneh, Dr. Jawad Anani, Asma Khader, Dr. Judy Bataineh, Khalid
Shogran, Dr. Kamel Abu Jaber, Kamal Kaissi, Kayed Hashim, Liela Sharaf, Mahdi Alawi,
Mohammed Adnan Bakeit, Dr. Mohammed
El-Masalha, Mohammed Abdul Aziz, Dr. Mousa Shteivi, Dr. Nabil El Sharif, Nadia Hashim
Alloul, Saleh Qalab, Samir Habashneh ve Dr.
Taher Kanaan gibi Türkiye-Arap ilişkileri konusunda uzmanlar katıldı.
AÇILIŞ KONUŞMALARI VE
ÇALIŞTAYDAN NOTLAR
Arap Düşünce Forumu
Genel Sekreteri Dr. El-Sadık El-Fakih:
“Arap-Türk ilişkileri son zamanlarda büyük bir
hızla gelişiyor. Düşünce kuruluşlarının bütün
bu ilişkilerin sahih bir istikamette gelişmesinde
kurucu, fiili ve yardımcı bir rolü olmaktadır. Bu
rolün her taraf için yararlı sonuçlar doğurması
beklenmelidir. Tarih boyunca Araplarla Türklerin çok ortak yönleri, yararları, kültürleri
olmuştur ve halen vardır. Bu ortak özellikleri,
kaderi, tarihi unutmamak gerekiyor. Bu tarih
içinde bazı hatalar, bu tarihin yanlış okumaları
var ancak bu yakınlaşmaların ortaya çıkaracağı
yeni okumalarla doğru olan tarihe ulaşmaları
gerekiyor. Bu tarihe ulaşmak hepimizin yararına olacağından aradaki yanlış okumaları, yanlış
ifadeleri ayıklamamız gerekiyor. Toplumları-
mızın genel yararına göre önceliklerimizi tespit
edip bu öncelikler muvacehesinde tekrar geçmişte uzun dönem boyunca ilişkilerin yaşadığı
kopukluğu bir daha yaşamamak için gerekli önlemleri almamız gerekiyor. Bunun için birbirimizi biraz daha iyi anlamamız gerekiyor tabii ki.
Türkiye’de bu tür bir değişime gözümle şahit
olduğumu söyleyebilirim. Muhakkak ki bu tür
toplantıların da çok büyük bir etkisiyle Türkiye toplumu başkalarını anlama, özellikle Arap
dünyasına doğru daha iyi bir açılım sergileme
noktasında büyük bir istek duymaktadır. Bu
açılımların daha fazla ve olumlu bir biçimde
sürdürülebilmesi için daha fazla açılım gerekir.
Esasen tarih boyunca bizi birbirimizden ayırmış olduğunu söylediğimiz o yanlış ve önyargılı tarih okumalarının tarihsel ve kültürel bir
derinliği olmadığını kaydetmemiz gerekiyor. O
okumalar ve önyargılara dayalı okumalar alabildiğine biçimsel ve yüzeysel kalmaktadır. O
yüzden halkta bu ilişkilerin daha iyi olması yönünde daha büyük bir talep var.
Kısaca bütün bu olumlu faktörler işte bu tür
toplantıların düzenlenmesinde bize en çok
yardım eden unsurlardan biridir. Öncelikle
Türkiye’nin yaşadığı veya yaşamakta olduğu
dönüşüm bu tür alışverişlerin veya yakınlaşmaların ortaya çıkmasını daha da kolaylaştırmaktadır. Aynı şekilde Arap dünyasının hâlen
içinden geçmekte olduğu aşamalar da bu tür
buluşmaları kolaylaştırmakta hatta teşvik etmektedir. Aslında Türkiye’nin bu açılımlarına
mukabil Arap dünyası eski halinde kalmaya
devam etmiş olsaydı işlerin daha da karmaşık
hale gelebileceğini kaydetmek gerekiyor. Hüsnü Mübarek bir zamanlar çağırdığı tarihçilere
içinde “Türk Fethi” geçen bütün deyimleri
“Türk Savaşı” ile değiştirmelerini istedi. İşte bu
tavır, devam etmiş olsaydı, Arap-Türk ilişkilerini kötü etkileyecek olumsuzlukların en önemli işaretini oluşturuyordu.
Ayrıca hem Türkiye’nin kültürünün, sanatının, edebiyatının Arap dünyasında, Arap dünyasının da yine sanatı, edebiyatı ve kültürünün
Türk dünyasında nasıl bir yumuşak güç olarak
103
etkide bulunduğunu ve bu etkiyle ilişkileri ayrışmaz bir bütüne dönüştürüyor olduğunu biliyor buna şahit oluyoruz. Bu tür buluşmaları
yapmamızı kolaylaştıran unsurların çok olduğunu böylece bir kez daha ifade ettikten sonra ortak çalışmalar için zeminimizin zannettiğimizden daha güçlü olduğunu söyleyerek bu
buluşmanın bir ilk adım sayılmasını diliyorum.
Böylece bu adımların Arap Düşünce Forumu
ile Stratejik Düşünce Enstitüsü arasında bir yol
haritası ve fiili istişareler için de bir basamak
oluşturmasını umuyorum.”
SDE Başkanı Prof. Dr. Yasin Aktay:
“Esasen Türkiye ve Arap ülkeleri arasındaki
ilişkilerde göz önünde bulundurulması gereken
bir noktayı yeri gelmişken, bir başlangıç bilgi
notu olarak ifade etmek isterim. Türkiye’de
bir hesaba göre üç milyona yakın Arap nüfus
vardır. Siirt, Mardin, Urfa, Antakya, Adana,
Mersin’de önemli bir nüfus evlerinde veya
kendi aralarında Arapça konuşmaktadır. Bu
açıdan Türkiye birçok Arap ülkesinden daha
fazla Arap nüfus barındırmaktadır. Ancak sizin
de çok iyi bildiğiniz gibi, sayın Dr. El-Sadig ElRefig’in de belirttiği gibi Arap dünyası ile Türk
dünyası arasında büyük bir kopukluk yaşanmıştır. Aslında sadece Arap ve Türk dünyası arasında değil, Arap ülkelerinin kendi aralarında
da bu kopukluğun aynısı yaşanmış ve sömürge
dönemlerinde bu kopukluk belirleyici bir rol
oynamıştır. O yüzden bu küresel dönemde, bu
küresel dünyada bütün toplumların birbiriyle
104
STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013
iletişime ve ilişkiye geçmesi esas iken Müslüman halklar arasında, Arap ve Türk halklarının kendi aralarında veya kendi içlerinde bu
iletişimi bir türlü kuramıyor olması hepimiz
için büyük bir ayıptır. Esasen bu kopukluk hepimizi zayıflatmakta ve her bir ülkeyi veya toplumu kendi içinde bir hapishaneye kapatmakta
ve onları alabildiğine dezavantajlı kılmaktadır.
Oysa bu buluşmaları gerçekleştirmek bu hapishanelerimizden kurtulabilmemiz açısından
zaruri görünüyor, aksi takdirde kendi ayaklarımıza kendi prangalarımızı vurmuş oluyoruz.
O yüzden aydınlarımızın, sivil toplum unsurlarımızın ve düşünce merkezlerimizin kendi
devletlerine bu açılımı destekleyici anlamda bir
teşvik ve baskı yapması gerekiyor.
Bu küresel dünyanın birçok yerinde yeni ve başarılı ilişki ve birlik modelleri gelişmiş. Avrupa
Birliği bu modellerden sadece bir tanesidir ve
birçok ülkeyi kendi içlerinde bağımsız olarak
bıraksa da aralarında tesis edilen yeni ilişki ve
işbirliği modelleriyle birbirleriye irtibatlandırdı.
Böylece vizelerin kaldırılması ve serbest dolaşım modelinin gelişmesiyle Avrupa ülkeleri
arasında refahın paylaşımı, seyahat özgürlüğünün artırılması ve her türlü yönetim kalitesinin artırılması gibi bütün halkların aynı anda
kazançlı çıktıkları bir birlik oluşmuş oldu. Bu
süreç içinde Avrupa bir bütün olarak paylaşırken bu süreçten zararlı çıkan hiç kimse olmadı.
Benzer bir birlik modeli üzerinde biz de durarak
bizi kaderimize mahkûm eden, bizi bir kadere
mecbur eden bu hapishanelerimizden kurtulmanın yollarını arayabiliriz. Kültür, insan hakları, ekonomi ve yönetim tecrübesi bakımından
bir sürü açıdan Türklerle Araplar arasında,
Arapların kendi aralarında hatta Orta Asya ülkeleriyle çalışılabilecek benzer birlikler yoluyla
benzer bir açılım denenebilir.”
Arapları Anlamak İçin Avrupa Dillerine
Müracaat!
“Esasen bu tür açılımlar hepimizin özgürlüklerini ve kalitelerini daha da artıracaktır. Bu yüzden biz bir sivil toplum kuruluşu olarak bunu
kendi üzerimize bir vazife olarak gördük. Belki
devletlerimiz üzerinde bu istikametteki politikalar için baskılar yapmanın yanı sıra kendi
inisiyatifimizle kendi mukabilimiz olan akademisyenler arasında platformlar oluşturma yoluna girdik. Bu çerçevede 2010 yılının Aralık
ayında Tunus’taki hadiseler başlamadan sadece bir hafta önce Ankara’da Arap-Türk Sosyal
Bilimler Kongresi’ni toplamamız nasip oldu. O
toplantının açılış ve konsept konuşmalarında
aramızda kurduğumuz iletişimde üçüncü dile
olan bağımlılığın üzücü bir durum oluşturduğunu, Arapları anlamak için Avrupa dillerinden birine müracaat etmek zorunda olmamızın
ne kadar ayıp olduğunu vurguladık. Ancak bu
toplantı ve aslında benzer birçok toplantıda ortaya çıkan bir gerçek de bu üçüncü dil gerçeğinden ayrı olarak aramızda tedavülde bulunan
ideolojik önyargılara dayalı dil. Örneğin Türkler arasında Arapların olumsuz algısı, Arapların
bizi arkamızdan vurmuş olduğuna dair yaygın
kanaat ciddi bir ideolojik bariyer oluştururken,
Araplar arasında da Osmanlı’nın Arap ülkelerini asırlarca sömürmüş olduğuna dair ciddi
ideolojik yargılar vardı. Bir çok kesimde halen
devam eden önyargılar bunlar. Oysa yeni bir
tarihsel dönemdeyiz, yeni bir çağdayız şu anda.
Tabii ki tarihte olanları değiştirmemiz mümkün değil. Ancak tarihte olanlara daha sağlıklı
bir tarih felsefesiyle bakış açımızı değiştirebiliriz. Böylece geleceğe daha sağlıklı bir hazırlık
yapabiliriz. Aslında tarihe bakış açımızı ancak
yeni ve güçlü güncel ilişkiler kurarak değiştirebiliriz. Bu ilişkileri yeniden kurup geliştirmemiz
gerekiyor, böylece birbirimizden kopmuş olan
kardeşler olduğumuzu yeniden hatırlar ve gereğini yaparız.”
Yurtdışı Türkler ve Akraba Toplulukları
Başkanı Kemal Yurtnaç:
“Bölge ülkeleri yeni oluşumlar içerisinde. Bizde
ülkeler olarak bu oluşumlarla hep birlikte hareket etmenin düşüncesi içerisindeyiz. Bizler
Arap toplumunu kardeş ve akraba olarak görüyoruz ve bu dostluğu da göstermek için elimizden gelen gayreti göstermek istiyoruz. Bu
kapsamda Başbakanımız Sayın Recep Tayyip
Erdoğan’ın ifade ettiği gibi bu bölgede kardeşlikten, dayanışmadan, karşılıklı işbirliğinden
başka hedefimiz yoktur. Nitekim ekonomik,
kültürel ve sosyal hayatta gün geçtikçe dünyadaki uluslar birbirleriyle daha sıkı ilişkiler içerisine girmektedir.
Bu çerçevede 2000’li yıllardan itibaren Türkiye
devleti de çeşitli yapılanmalara gitmiştir. Örneğin TİKA gibi teknik ve kalkınma yardımı
yapan bir kuruluşu daha hareketli hale getirdik.
Diğer taraftan kültürümüzün dünyada tanıtılması ile ilgili çalışmaları yapmak üzere Yunus
Emre Vakfı’nı kurduk. 2010 yılından itibaren
de başkanlığını yürüttüğüm Başbakanlığa bağlı
olarak çalışan Yurtdışı Türkler ve Akraba Toplulukları Başkanlığı’nı kurduk. Bu topluluk,
tarih sahnesine beraber yaşadığımız ülkelerle
birlikte hareket edecek ve bu hareketi daha da
zenginleştirecek çalışmalar yapmaya adaydır.
Bu vesileyle başında olduğum kurumu size kısaca tanıtmak istiyorum. Bir taraftan 50 yıldan
fazladır yurtdışında yaşayan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları var. Onların sorunları ile
ilgilenirken diğer taraftan tarih sahnesinde
beraberce yaşadığımız soydaş akraba topluluklarımız var. Yani Arap toplumu var, Balkanlar
var, Kafkaslar var. Bir diğeri de yurtdışında
Türkiye’ye lisans, yüksek lisans ve doktora eğitimi için gelen üniversite öğrencileri var ki bu
öğrencileri Türkiye’nin diğer ülkelerle irtibatını
sağlayacak ve ülkeler arasında köprü görevini
yapacak kişiler olarak görüyoruz.
105
Biz şuna inanıyoruz. “Tüm inananlar kardeştir”
bu prensipten yola çıkarak toplumlar arasındaki zenginliklerin ve farklılıkların bir zenginlik
olduğuna inanıyoruz. Milletlerin birbirlerine
üstünlük arayışına girmesi yerine milletlerin bir
zenginlik olduğunu, onların oluşturduğu kültürün bir zenginlik olduğu düşüncesiyle hareket
edilmeli. Bunu bir renk olarak almalıyız. Milletler var olacaktır ama kesinlikle ırkçılık yapmayacağız. Irkçılık taraftarı olmayacağız ve ırkçılık
taraftarı düşüncesi dünyanın neresinde olursa
olsun toplumları bölmüştür. Önemli olan toplumlardaki ortak değerlerin inşasıdır. 400 yıldır
beraber yaşadığımız bu coğrafyanın insanı canı
yürekten bizim kardeşimizdir.
Dünyada her ülke diğer ülkelerle ortak alanlar oluşturmaya çalışıyor. Bu ortak alanlar için
milyonlarca dolar para harcıyor. Oysa bu bölgedeki tüm ülkeler için söylüyorum. Bizim ortak
değerlerimiz zaten var. Burada şunu özellikle
ifade etmek istiyorum. Türkiye cumhuriyeti
devleti son yıllarda bu tür çalışmalar yaparken
acaba farklı bir hesabı var mı diye düşünülüyor. Bunu Türkiye Cumhuriyeti’nin bir yetkilisi
olarak ifade ediyorum ki Türkiye Cumhuriyetinin sınırlarını genişletme gibi hiçbir düşünceci
yoktur. Temel amacımız ortak değerleri ortaya
çıkartmak, buna sahip olmak. Zalimlerin ve
egemenlerin bu bölgedeki ülkelerde yaptıkları
olumsuzluklara karşı beraber hareket etmek.
İslam’ın sunduğu evrensel barış mesajını vererek hep birlikte hareket etmektir. Bu maksatla
bu toplantıyı önemsiyorum.”
Açılış konuşmalarından sonra birinci ve ikinci oturumda konuşmacılar özet olarak şunları
kaydettiler:
BİRİNCİ OTURUM:
ARAP-TÜRK İLİŞKİLERİ
Dr. Cevad Anani:
“İki ülke arasında son zamanlarda yapılan anlaşma ve projelerin sayısı 40’a yaklaştı ve bu
anlaşmaların miktarı hayli yüksek miktarları
bulmaktadır. Ayrıca iki ülke arasındaki eko-
106
STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013
nomik ilişkilerde Ürdün geçmişte daha çok bir
transit geçiş konumundaydı. Ama artık iki ülke
arasında önemli bir gelişme başladı. Özellikle
yatırımlar ve turizmin ekonomik ilişkilerin gelişmesinde rolü oldukça büyük.
Arap Baharı iki ülke arasındaki ilişkilere olumlu bir şekilde yansıdı. Arap Baharı’ndan özellikle Suriye’de yaşanan kriz nedeniyle tam
olarak istifade edilemiyor olsa da yakın gelecekte bu ilişkiler daha iyi konuma gelecektir.
Türkiye’nin son yıllardaki siyasi ve ekonomik
alandaki atılımı gözden kaçmamalıdır. Ayrıca
Filistin konusundaki tavır ve Davos sonrası süreç Araplar tarafından büyük bir memnuniyetle karşılanmaktadır. Şüphesiz bunun karşılıklı
ilişkilerin gelişmesinde ve Türkiye’ye yönelik
sevginin oluşmasında büyük bir rolü var.
Türkiye’nin Avrupa pazarı ile önemli ilişkileri
bulunmaktadır. Su an dört Arap ülkesi Ürdün,
Mısır, Fas ve Tunus Avrupa Birliği ile dostluk
ve ticaret anlaşması imzalamıştır. Bu durum
Avrupa pazarına Arap dünyasının girmesini
kolaylaştıracaktır. Ayrıca bu elbette Ürdün ve
Türkiye arasındaki ilişkilerin gelişmesinde de
önemli rol oynayacak bir başka husustur.”
Nadia Hashim Alloul:
“Kültürel ilişkiler tüm diğer ilişki biçimlerine
göre daha temel bir unsura sahiptir. İktisadi
ve siyasi ilişkiler değişiklikler gösterebilir fakat
kültürel ilişkiler sağlıklı bir şekilde inşa edildiği
takdirde diğer ilişkilerin hepsi de çok daha güçlü olacaktır. Türkiye ve Ürdün kültürel ilişkileri kuvvetlendirme noktasında önemli imkanlara sahiptir. Tarihi birliktelik, coğrafi yakınlık ve
ortak değerler ikili ilişkilerin kuvvetlendirilmesine yabancı kültürlere nazaran çok daha fazla
kolaylık sağlayacaktır.
Ortak tarihimizi ve medeniyetimizi unutmuş
değiliz. Osmanlı geçmişi ve birikimi hala zihinlerimizde. Bu acıdan niçin ortaklıklar inşa
etmeyelim. Kültürel ilişkiler sosyal ve sanatsal
faaliyetleri kapsamakta. Niçin bu sahalarda ortak işler meydana getirmeyelim. Son yıllarda
Türk dizilerinin Arap ülkelerinde ve Ürdün’de
Türkiye’ye yönelik büyük bir teveccüh oluşturduğu ortadadır. Ayrıca birçok Ürdünlü öğrenci
Türkiye’de okumakta ve hatta bazıları oradan
evlenmektedir. Tüm bunlar kültürel ilişkilerin
gelişmesi için büyük adımlardır.
Öncelikle kültürel ilişkilerin siyasi ilişkileri geliştirmesi ve sonrasında da kültürel ilişkilerin
gelişmesinde büyük bir adım olarak tercüme
faaliyetleri gerçekleştirilmelidir. Türkçeden
Arapçaya ve Arapçadan Türkçeye kitaplar
çevrilmeli ve böylece paylaşım artırılmalıdır.
Süleymaniye kütüphanesinden daha fazla yararlanılmalı, Osmanlı ve İslam medeniyetinin
birikimi böylelikle paylaşılmalıdır.”
Doç. Dr. Vehbi Baysan:
“Kral Hüseyin dönemiyle birlikte Ürdün ve
Türkiye ilişkilerinde gözle görülür bir ilerleme
kaydedildi. İlişkilerin geliştirilmesinde öğrenci
değişimi, öğretim üyesi değişimi ve akademik
projelerin büyük katkısı olacaktır. Erasmus
benzeri bir program ile iki ülke arasında öğrenci
değişimi ve öğrencilerin Türkiye ve Ürdün’de
kalmaları ilişkilerin gelişimine katkı sağlayacaktır. Aynı şekilde akademisyenlerin değişimi
ve akademik projeler benzer işlevi görecektir.
Kültürel ilişkilerde daha ileriye gidebilmek için
bu üç alanda efor sarfetmek ve bu alanlara yönelik finansal destek sağlamak ve özel fonlar
ayırmak gerekmektedir.”
Prof. Dr. Muhittin Ataman:
Türkiye’deki yüksek öğrenim sistemi ve
YÖK’ün yapısı hakkında bilgi veren Ataman,
konuşmasında şu noktalarda değindi: “Türk
üniversitelerinin ve Türk yüksek öğrenim kurumunun batı, İslam ülkeleri ve doğu ile ilişkilerinde son yıllarda önemli bir artış var. Özellikle
Yükseköğrenimde başörtüsü sorunun çözülmüş
olması Müslüman ülkelerden bayanların artık
rahat bir şekilde Türk üniversitelerinde okuyabilecekleri anlamına gelmektedir. Bu durum
Türkiye’nin son yıllardaki akademik alandaki
açılımına önemli katkı sağlayacaktır.”
Prof. Dr. Adnan Badran:
Türk-Arap ilişkilerinin tarihine kısaca değinen
Badran, Ürdün eğitim sistemi ile ilgili şu açıklamalarda bulundu:
“Ürdün’de yüksek eğitim için geçmişte Türkiye ve Türk üniversiteleri ziyaret edildi. Ürdün
eğitim sistemi genelde Amerikan tarzı olarak
nitelendirilmektedir. Ürdün olarak Amerikan
sisteminden istifade etmiş olmakla beraber
yüksek öğrenim sisteminin yerel olduğunu belirtmek gerekmektedir. Yermuk Üniversitesinin kuruluşunda 35 Türk akademisyen katkı
sağladı ve bölümlerde görev aldı. Ürdün üniversiteleri arasında gözle görülür bir rekabet
söz konusudur. Geçmişte fakülteler kapasiteleri kadar öğrenci aldılar ve öğrenciler puanlarına göre bu fakültelere yerleştiler. Kapasitenin
fazlasını almamak ciddi bir başarıyı getirdi ve
bu durum model olarak alındı. Fakültelerin
kapasitesinin üstüne çıkılmamaya dikkat edilmektedir. Teknoloji ve bilgi toplumu çağında
olduğumuz gerçeği yüksek öğrenimi bu şartlar
dahilinde formüle etmeyi zorunlu kılmaktadır.
Dolayısıyla bu süreçte kalite en önemli unsur
olarak karşımıza çıkmaktadır.”
Esma Khader:
“Ürdün’de sivil toplum alanında gelişime ihtiyaç
vardır. Bu bakımdan Türkiye tecrübesi Ürdün’de
sivil toplumun gelişimi hususunda önemli rol
oynayacaktır ve Türkiye’nin sivil toplum tecrübesi model alınması gereken bir yapıya sahiptir.
Türkiye’de oldu gibi Ürdün’de de belediyelerde
halk meclisleri olmasına rağmen bu meclislerin
vizyonu yeterli değildir. Bu acıdan faaliyet alanı ve yapılacak işlerin tanzim edilmesinde bazı
zorluklar ortaya çıkmaktadır. Özellikle yardım
derneklerinin tesisi ve tanziminde henüz sistemli
bir yapı oluşturulamamıştır.
Sivil toplumun oluşmasında demokratik bir
yönetimin, düşünce ve ifade özgürlüğünün,
iyi yönetişimin, güçlü bir ekonominin etkisi
büyüktür. Özellikle bölgede sivil toplumunun
gelişmesinde bu unsurlar nedeniyle zorluklar
oluşmaktadır. Son olarak bu buluşmanın hem
107
iki ülke arasındaki ilişkilere yansıması, ikili ilişkilerin gelişimine katkı sağlaması ve özellikle
de Ürdün’de sivil toplumun gelişimine katkı
sağlamasını temenni ederim.”
İKİNCİ OTURUM:
ÜRDÜN-TÜRK İLİŞKİLERİ
Doç. Dr. Mesut Özcan:
Türk dış politikasının farklı veçheleri üzerinde
durarak özellikle Ortadoğu ülkeleri ile gelişen
ilişkilerden bahseden Özcan, Türkiye’nin son
yıllarda bölgesel organizasyonlarda gözlemci olduğunu ve İslam dünyasında daha aktif bir rol
oynadığını vurguladı.
Eski Enformasyon Bakanı Salih al Qallab:
“Sahip olunan siyasi ideoloji ve görüşleri dışarıda tutarak bir ortaklık içine girmek ve açık
kalpli olarak konuları tartışmak ve diyalog
geliştirmek gerekmektedir. Başta akademik,
kültürel, eğitim ve iktisadi konuları kapsamak
üzere her sene geniş katılımlı Türk-Arap diyalogunu artıracak toplantılar düzenlenmelidir.
Mimar Sinan’ın geçmişte Osmanlı coğrafisini inşa ettiği gibi bugün de Sinan’ın torunları
Arap dünyasını yeniden inşa etmektedir.
Sivil toplum kuruluşlarının ortaklaşa faaliyetleri artırmaları için efor sarfedilmelidir. Ortak
araştırma merkezleri kurulmalıdır. Arapçanın
eğitim dili olarak Türk eğitim müfredatına dahil edilmesi ve Arapçanın Türkiye’de yaygınlaştırılması için çalışılmalıdır. Tercüme faaliyetine hız verilmeli ve karşılıklı olarak eserler
Türkçe ya da Arapçaya tercüme edilerek tecrübe paylaşımı artırılmalıdır. Geleceğe yönelik
birlikte yatırım yapmak üzere inatçı bir şekilde
caba gösterilmelidir.”
Doç. Dr. Davut Ateş:
Türkiye-Arap iktisadi ilişkilerinin geliştirilmesinde serbest ticaret anlaşmalarının, vizelerin
kaldırılmasının, girişimcilerin cesaretlendirilmesi ve desteklenmesi hususu üzerinde duran
Ateş, Türkiye ve bölge arasında ne tür bir ticaret ağı oluşturulabileceği ve ne tür ürünlerin
108
STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013
ithal ve ihraç edilebileceğinden bahsederek,
“Nafta, AB örneğinde olduğu gibi bölgeselleşmeyi güçlendirmek gerekmektedir. Teknik ortaklıkları ve bölgesel temelli endüstriyel ortaklıkları ve yine Türk-Arap Üniversitesinin kurulması sağlanmalı” açıklamasından bulundu.
Eski OPEC Yöneticisi Kemal Kaissi:
“Ortadoğu bölgesi sahip olduğu yer altı ve yer
üstü kaynakları dolayısıyla çok önemli bir iktisadi merkezdir. Arap ülkeleri ve Türkiye
enerji, iktisat ve ticaret ekseninin kalbinde yer
almaktadır. Tarihi ve kültürel ortaklık dolayısıyla Türkiye ve Arap ülkeleri aynı çevrede
bulunmakta ve bu nedenle benzer stratejileri
benimsemelidir. Bu bağlamda ortak vizyon ve
siyasi iradenin sağlanması ve bölgede güvenlik ve istikrarın sağlanması bir zorunluluktur.
Kalkınmanın sürdürülebilmesi ve tüm bölgeye
yaygınlaştırılması için Türkiye ile Arap ülkeleri arasındaki bağların güçlendirilmesi hayati
önem taşımaktadır.
Bölge devletleri siyasi, iktisadi ve ticari kurumları desteklemeli ve diyalog, dayanışma ve koordinasyonu teşvik etmelidirler. Bu bakımdan
devletler ve sorumlu hükümetler ortak bir çevrenin oluşturulmasında, ortak siyasi iradenin
tesisinde, istikrarın sağlanması ve devam ettirilmesinde bölgedeki işbirliğinin artırılmasında
ciddi gayret göstermelidirler.”
Eski Senatör Dr. Nabil Sharif:
“Türkiye’nin yeni politikası ve özellikle de Filistin politikası Arap dünyasında memnuniyetle
karşılanmıştır ve bu nedenle Türk hükümetine
müteşekkiriz. Aynı şekilde Türkiye’nin Suriye
krizinde izlediği siyaset de benzer şekilde Araplar nezdinde memnuniyetle karşılandı.
TRT’nin Arapça bir kanal açması bölge ile
Türkiye arasında bir kapı açılmasında önemli
rol oynadı. Anadolu Ajansı’nın, Yunus Emre
Kültür Merkezi’nin açılması Türk kültürünün
Arap coğrafyasında tanınması için büyük rol
oynamaktadır. Benzer şekilde Türk dizilerinin
Arap toplumlarında büyük bir etki bıraktığı
açıktır. Özellikle yeni Türkiye’nin tanınması ve
Türk kültürünün bölgede yaygınlaşmasında diziler önemli bir işlevi yerine getirmektedir.
Diplomatik ve siyasi sahada uygulanan politikalara ek olarak medya, iletişim ve dil alanlarındaki çalışmalar Araplar nezdinde Türkiye’nin
önemini ve yerini artırmaktadır. Bu alanda en
önemli projelerden birisi tercüme faaliyetlerine
şiddetli duyulan ihtiyaç dolayısıyla bu alanda
ciddi çalışma gerçekleştirmektedir. Kültürlerin
paylaşımında tercümelerin rolü büyük olacaktır. Ayrıca Arap dünyasında Türkçe yayın yapacak Türkiye’de de Arapça yayın yapacak kanal ve ajansların kurulmasını gerçekleştirmek
ve sayılarını artırmak gerekmektedir.”
Prof. Dr. Musa Shteiwi:
“Sivil toplumun tesisi Ortadoğu’da demokrasinin anlaşılması ve benimsenmesi acısından
önemlidir. Bu bakımdan hayır kurumları bir
yana -çünkü bunlar uzun yıllardır faaliyet göstermekte- tesis edilecek kurumlar sayesinde
devlet ile toplum arasında bir bağ oluşturacak,
insani haklarını koruyan bir sivil toplum algısının bölgede oluşturulmasına önem göstermek
gerekmektedir.
Arap dünyasında genel olarak baktığımızda
sivil toplumunun rolü ve konumunun çok sınırlı olduğunu görmekteyiz. Geçmişten beri
sivil toplum bölgede genel olarak kontrol altında tutulmuş ve bu nedenle ilerlemesi yeterli
düzeyde olmamıştır. Türkiye ve Arap dünyası
arasında su anda büyük bir açılım gerçekleşmektedir. Bu durum Arap dünyasında sivil
toplumun gelişmesinde önemli bir rol üstlenecektir. Özellikle Arap devrimleri sonrasındaki
yeniden inşa sürecinde sivil toplum olgusunun
Arap dünyasında gelişmesinde Libya, Mısır ve
Suriye gibi ülkelerde daha fazla etkinleşmesinde Türkiye’nin devlet olarak ve Türk sivil toplum kuruluşlarının büyük katkısı olacaktır. Bu
nedenle Türk ve Arap sivil toplum kuruluşları
arasında işbirliği ve dayanışma artırılmalı, geliştirilmelidir. Türkiye tecrübesinin Arap ülkelerinde sivil toplumun gelişmesinde katkısı ve
rolü yakın gelecekte büyük olacaktır.”
Doç. Dr. Cenap Çakmak:
Sivil toplum kavramına ilişkin farklı görüşlere
ve sivil toplumun toplumların gelişmesindeki önemine değinen Çakmak, sivil toplumun
toplumsal değişimde ve demokratikleşme sürecinde oynadığı rolü Türkiye özelinde anlattı.
Türkiye’de sivil toplumun 1990’larda AB’nin
etkisiyle geliştiğini vurgulayan Çakmak, sivil
katılımın Türkiye ve Arap dünyası arasında
karşılıklı ilişkileri artıracağını belirtti.
Prof. Dr. Hacı Duran:
Türkiye ve Arap ilişkilerinde tarihsel olarak
ilmi ve akademik durum ve paylaşımına değinen, çeşitli örneklerle geçmişten beri ilmi sahada ilişkilerin olduğunu ve öğrencilerin özellikle
de Türk öğrencilerin Arapça tedrisi ve İslami
ilimler okumak için Arap ülkelerine gittiğini
ifade eden Duran, Türklerin Arapça ve Arapların da Türkçe öğrenmesinin kültürü ve ortak
birikimi korumak adına zorunlu olduğunun altını çizdi.
Prof. Dr. Muhammed El Masalha:
“İki yıl önce Gazi Üniversitesi ile Ürdün Üniversitesi arasında işbirliği anlaşması imzalandı.
Bu çerçevede Amman’da ortak bir sempozyum
düzenlendi. Bu durum taraflar arasında akademik işbirliğinin gerçekleştirilmesi için oldukça
teşvik edici bir örnektir. Türkler ile Araplar
oldukça büyük bir mirasa sahipler. Yüzyıllardır bir arada olmaları hasebiyle birçok ortak
ve benzer yön bulunmaktadır. Türk ve Arap
akademisyenlerin çok sayıda akademik sempozyum, program ve konferans düzenlemeleri
gerekmektedir.
109
KAPANIŞ KONUŞMALARI
SDE Başkanı Prof. Dr. Yasin Aktay:
Öncelikle burada iki tarafın devletinden de
temsilciler var olsa da ve ilişkiler devletlerin
siyasi kararlarıyla çok önemli bir gelişme veya
duraklama kaydedebiliyorsa da, sivil toplumun
önemini asla ihmal etmemek gerekiyor. Toplantıda buna dair çok şey söylendi. Sivil toplumun önemi üzerine ayrı bir oturum da vardı.
Doğrusu devletler, idareciler geçici, sivil toplumun kendisi kalıcıdır. Sivil toplumun devletlerin ötesinde, onlardan bağımsız çalışıyor olması
gerekiyor ki, çok şükür Türkiye ile Ürdün arasındaki sivil toplum düzeyinde bu ilişkiyi teşvik
edecek çok önemli bir talep var. Esasen bugün
iktidarda bulunan AK Parti zamanında büyük
bir gelişme kaydeden Arap-Türk ilişkileri büyük ölçüde halk tarafından, sivil toplum tarafından desteklenip teşvik edilmektedir. Yani
AK Parti’nin Arap İslam halklarına yönelik
politikası basitçe Türkiye devletinin yeni bir
stratejik kararı veya arkaplanında türlü hesapların olduğu bir politika değil, Türkiye halkının
samimi, dostane duygularla sergilediği taleplere bir cevap olarak da gerçekleşmektedir ki bu
açıdan geleceği olan bir açılımdır bu. Aslında
bu siyasete cevap vererek iktidar olan, iktidarını on yılı aşkın bir süredir devam ettiren AK
Parti’nin kendisi de bir bakıma o sivil toplumun
ürettiği en büyük organizasyonlardan biridir.
Başka bir deyişle AK Parti bir bakıma sivil toplumun klasik devlet anlayışına karşı bir başarı
hikayesidir.
SDE olarak burada yaptığımız toplantının ve
benzerini 12 Arap ülkesinde de düzenlemeyi
planladığımız toplantının değerlendirilebileceği bir web sitesinin kurulması iyi bir iletişim
ağının kurulması açısından önemli olacaktır.
Yine bölgemizdeki güncel gelişmeleri akademik
ve entelektüel bir dikkatle takip ederek bunları tartıştığımız, yer yer ortak aklı arayarak belli
konularda ortak bir duruşu geliştirebileceğimiz
süreklilik arz eden bir ilişki ve iletişim mekanizmasını harekete geçirebiliriz. Bu seri toplantıların sonucunda İstanbul’da düzenlenecek bir
110
STRATEJİK DÜŞÜNCE ŞUBAT 2013
final toplantısıyla “Ortadoğu Düşünce Kuruluşları Platformu”nun tesisi sağlanabilir ve bu
platform düşünce kuruluşlarının tecrübelerini
ortak aklın beslenebileceği bir birikim haline
getirebilir.
Konuşmalardan çıkardığımız en önemli sonuçlardan birisi de bir “Arap-Türk Üniversitesi”nin
kurulması önerisi bu toplantının pratik sonuçlarından biri olabilir. Bu çerçevede Türk üniversiteleri ile Ürdün üniversiteleri arasında
daha fazla öğrenci ve öğretim üyesi değiş-tokuşu hususunda da bazı işbirlikleri yapılabilir.
Türkiye’de sayıları yetmişin üstünde olan ilahiyat fakültelerinde akademik seviyede Arapça
eğitimi verilmekte, yine çok sayıda Arap Dili
Edebiyatı bölümleri ve Arapça Öğretmenliği
bölümleri var. Sayıları bine ulaşan İmam-Hatip
Liselerinde de Arapça eğitimi verilmektedir.
Bütün bunların yanısıra şu anda orta ve liselerde Arapça seçmeli ders olarak bütün okullarda verilmektedir. Yani Türkiye’de Arapça
eğitimine yönelik eskisine nazaran çok büyük
bir gelişme var. Belki aynı şeyin Arap ülkelerinde Türkçeye, aynı ölçüde olmasını beklemek
haksızlık olur ama bugünkü Türkçe ilgisinin
Arap ülkelerinde yeterli olduğunu söylemek de
mümkün değil. Bu anlamda Arapların Türkçeyi daha fazla öğrenmelerini sağlama yönünde
bazı düzenlemeleri teşvik etmek gerekiyor.
Bu çalıştayların Arapça-İngilizce ve Türkçe yayın haline getirilerek İslam dünyasının dikkatine sunulmasını öneriyorum.
ATF Genel Sekreteri Dr. El-Sadık El-Fakih:
Arap Dünyasında Türk Okulları
“Burada kültürel ilişkiler hususunda da güzel
tebliğler sunulduysa da değinilmeyen ama bence çok önemli bir olay var. Şu anda bütün Arap
ülkelerinde yaygın halde Türk okulları mevcut
ve bu okullarda Arap çocuklarına Türkçe eğitim verilmektedir. Ayrıca her yıl bir olimpiyat
düzenlenmekte ve bu olimpiyat için birçok
Arap öğrenci Türkçe şarkı, şiir veya edebiyatındaki maharetini sergilemek için yarışmakta-
dır. Yine bu bünyede Hıra isminde çok güzel
bir Türkçe dergi çıkmakta ve Araplara hitap
etmekte ve Arap dünyasında basılıp dağıtılmaktadır.
Şu anda Arap dünyasında sayısız kurumda Türkiye üzerine yoğun çalışmalar yapılmaktadır,
çünkü Türkiye’de son on yıldır yaşanmış olan
ve aslında kökü daha da eskilerde olan değişimi anlama, tahlil etme veya takip etmekte
gecikmiş durumdayız. Samimi olarak söylemek
gerekirse bu olanları zamanında öngöremedik
ve buna yeterince hazırlıklı olmadık. Şahsen
ben bu olanların sonuçta Adalet ve Kalkınma
Partisi’ni ve onun iktidarını doğuran şartların
Türkiye toplumunun stratejik derinliğiyle ve
toplumsal koşullarının derin değişimiyle ilgisini kurmakta geciktim. Türkiye’de bu değişimin
bir veçhesi de devlet ile Türk toplumu arasında
yaşanan bir barıştır. Diplomasi konusuna tekrar gelirsek, Arap aydınlarının önemli bir kısmı
da Türk diplomasisinin ortaya koyduğu yeni
tartışmaları ve gelişmeleri takip etmektedir.
Özellikle Türkiye’nin Dışişleri Bakanı Ahmet
Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik isimli kitabı
Arapçaya çevrildi ve Arap aydınları arasında
bir çok diyalogun, tartışmanın ve araştırmanın
konusu haline gelmiştir. Bir yandan da bu kitap
Türkiye diplomasisinin tabiatını anlamak açısından da referans bir metin olmuştur.
Ekonomi konusunda da Türkiye’nin yaşamakta
olduğu başarılar hem Arap dünyasına sunduğu
yeni alışveriş imkanları ve kapıları açısından
çok önemli hem de Türkiye’nin bu ekonomik
başarısı, dünyanın 16. Büyük ekonomisi arasına
yükselmesi bizim iktisatçılarımız açısından her
bakımdan incelemeye değer, önemli dersler çıkarılabilecek bir konudur.
Bizim araştırmamız gereken başka konular da
vardır. Washington Ortadoğu Araştırmaları Merkezi’nde bir toplantıda şöyle bir görüşe
yer verildiğini hatırlıyorum Tayyip Erdoğan,
Abdullah Gül ve Ahmet Davutoğlu’nun yönetimindeki AK Parti’nin iktidara gelmesinden
epeyce önceki bir dönemde Türkiye’de Araplara meyyal yeni bir seçkin kitlenin yetişmekte
olduğu ve bu seçkinler yüzünden Türkiye’nin
dış politikasının yakında özellikle İsrail aleyhine bir değişim göstereceği bir tür uyarı olarak
ifade edilmişti. Bu tespitin bir başka veçhesinde
batıda eğitim gören veya batıcı eski seçkinlerin Türk siyasi hayatındaki döneminin bitmiş
olduğu da yer alıyordu.
Yine İstanbul’da düzenlenen bir toplantıda Friedman Türkiye’nin 2040 yılına doğru yeni bir
imparatorluk olarak dünya gücü haline gelmiş
olacağını tahmin ediyordu. Türkiye’nin bu etkinlik alanını genişletmesi tabii ki eskisi gibi
gazalar veya savaşlarla değil, karşılıklı rıza ile
olacaktır. Kadim komşularla şirketler veya müesseseler üzerinden Arap veya İslami ortak düzeylerde ilişkileri düzeltme veya komşularla sorunları sıfıra indirme şeklinde gerçekleşen ilişkiyi tasavvur ediniz. Türkiye kendi bölgesinde
merkez bir ülkedir, bu ona tarihinin veya coğrafyasının farz kıldığı bir kaderdir, tıpkı Mısır’ın
da tarihsel coğrafi bir rolü olduğunu ve bu rolü
oynaması gerektiğini düşündüğümüz gibi.
Burada ürettiğimiz fikirler ortaya konulan doğrular herkesin malı mülküdür. Arap Düşünce
Forumu için hiç bir doğru düşüncenin temellük edilmesi mümkün değildir, ortaya çıkan her
düşünce yeter ki Arap-İslam-Türk toplumlarının yararına olsun, hepsine açığız. Başka toplumlar arasında kuşkusuz Türkiye bize en yakın
ülkedir ve onların tecrübesi, birikimi bizim için
paha biçilmez bir değerdedir. Bizim Türk tarihini veya tecrübesini öğrenmemiz gerektiği gibi
Türkiye’nin de Arap toplumunu, düşüncesini
yakından tanımaya, çalışmaya ihtiyacı vardır.
Tarihten devralınan önyargıları bir gecede ansızın terketme imkanımız herhalde yoktur. Ancak Arap dünyasında gerçekleşen olaylar hakkında ve aynı şekilde Türkiye’de de gerçekleşen
değişim hakkında daha derinlemesine bir bakış
açısına ihtiyacımız vardır. Kuşkusuz Türkiye’de
gerçekleşen değişim sadece siyasi bir devrim
veya bir siyasi hareketin veya bir seçimde bir
defalığına AK Parti lehine sandıklarda gerçekleşen bir seçimin sonucu değildir. Bu değişimin
çok farklı ve daha yakından incelenmesi gereken aşamaları var.”
111
Download