ALLAH'ım! Ümmetin suskunluğunu Sana şikayet ediyorum! Ben ki kocamış bir yaşlıyım. Kurumuş iki elim, ne kalem tutuyor ne de silah!.. Sesimle yeri inletecek güçte bir hatip de değilim!.. Ben ki saçları ağarmış, ömrünün son demlerinde, türlü hastalıkların yıktığı ve üzerinde zamanın belalarının estiği biriyim!.. Tek isteğim benim gibi, Müslümanların zaaf ve aczinden müteessir olanların yazmasıdır!.. Siz ey Müslümanlar! Suskun ve aciz, helak olmuş ölüler!.. Hala kalpleriniz sızlamıyor mu, başımıza gelen bu acı felaketler karşısında?.. Bir halk yok mu? Hiç mi kimse yok,ALLAH için ve ümmetin namusu için kızacak?.. Şerefli direnişçilerken, bizleri katil teröristler olarak ilan edenlere karşı duracak!.. Bu ümmet utanmaz mı, şerefi çiğnenirken? .. Siyonist katilleri ve uluslararası işbirlikçilerini görmezden gelirken!.. Omuzlarımıza el verecek ve göz yaşlarımızı silecek bir bakış!.. Bu ümmetin kurumları, sivil güçleri, partileri, teşkilatları ve bariz şahsiyetleri,ALLAH için kızmaz mı!? Tümü birden sokaklara dökülüp, bizim için dua etmeye; Ey RABBimiz! Gücümüzü topla, zaafımızı gider ve mümin kullarına yardım et! diye çağıramaz mı!?.. Buna da mı gücünüz yetmiyor!?.. Yakında bizim büyük ölümlerimizi duyacaksınız, o zaman alınlarımızda şu yazılacak: Bizler direndik! İleri atıldık ve kaçmadık!.. Ve bizimle birlikte çocuklarımız, kadınlarımız, yaşlılarımız ve gençlerimiz ölecek!.. Onları, bu suspus ve bön ümmete yakıt yapacağız!.. Bizden, teslim olmamızı ve beyaz bayrak dikmemizi beklemeyin!.. Çünkü biz, bunu yapsak da öleceğimizi biliyoruz. Bırakın savaşçı onuruyla ölelim!.. Dilerseniz bizimle olun, elinizden geldiğince, öcümüzü sizden her biri boynuna taksın!.. Dilerseniz bize acıyarak ölümümüzü izleyin! .. Temennimiz, ALLAH'ın, emaneti savsaklayan herkesten kısas almasıdır!.. Umarız bizim aleyhimize olmazsınız! ALLAH aşkına, bari aleyhimize olmayın!.. Ey ümmetin liderleri, ey ümmetin halkları!.. ALLAH'ım! Sana şikayette bulunuyorum Sana şikayette bulunuyorum.. Sana şikayette bulunuyorum.. Gücümün azlığını, imkanımın yetersizliğini ve insanlara karşı zaafımı sana şikayet ediyorum.. Sen mustazafların Rabbisin Sen bizim Rabbimizsin Bizi kime bırakıyorsun?.. Bize cehennem olacak uzaklara mı? Veya düşmana mı?.. ALLAHım! Akıtılan kanlar, dokunulan ırzlar, çiğnenen hürmetler, yetim bırakılan çocuklar, oğlunu yitirmiş anneler, dul kalmış kadınlar, yıkılmış evler ve ifsad edilmiş ekinler aşkına sana şikâyette bulunuyorum… Sana şikâyette bulunuyorum! Gücümüz dağıldı ve Birliğimiz bozuldu Yollarımız ayrıldı Halkımızın zaafını ve ümmetimizin bize yardım edip, düşmanı yenmedeki aczini Sana şikâyet ediyoruz… HAMAS'ın İsrail tarafından şehid edilen liderlerinden Şeyh Ahmed Yasin editör’den Hazreti Âdem’den beri Hak-batıl mücadelesi devam etmektedir. Sünnetullah böyle kurulmuş. Kimisi Hakkın safında kimisi batılın safında yer almaktadır. Kimsi Rabbinin katına şahadetle ulaşırken kimisi de dünyaya sıkı sıkıya bağlanıyor. 1948’de Deir Yunus’ta Siyonist Igur terör örgütü ile başlayan Siyonist terör hareketi günümüzde de devam etmektedir. Hiçbir kural tanımayan bu terör devleti acımasız ve pervasızca cinayetlerine devam etmektedir. Aklımızın durduğu noktadayız. Kelimelerin kifayetsiz kaldığı yerdeyiz. Ümmet nerede? Ümmetin liderleri, devletleri, orduları nerede? Elimizden hiçbir şey gelmez demeyelim. Fert olarak yapmamız gerekenleri bu terör devletine karşı yapalım. Biz gücümüzün yettiğinden sorumluyuz. Elimizden geldiğince yardımlarımızı esirgemeyelim. Yardım kuruluşlarında görev alalım. Bir bardak suyun bir kıvılcımı söndüreceğini unutmayalım. Boykotu elden bırakmayalım. Terör devletine ait olan hiçbir malı evimize sokmayalım. Asla para vermeyelim. Verdiğimiz her kuruşun bir şehidin canına kast edecek bomba olduğunu unutmayalım. Küçük bir kızın tavrına bakınız: Yahudi kızın ibret alınması gereken örnek tavrı!!! Çamlıca Kız Lisesi Müdür Muavini Sebahat Egemen Hanım'ın yine bir lise hocası olan arkadaşının başından geçen su hadise, değişik ülkelerde yıllarca azınlık psikolojisi içinde yaşayan Yahudi cemaatinin millet olma şuurunu nasıl kazandıklarını göstermesi açısından oldukça önemlidir: "Çocuklardan not tutmaları için bir defter getirmelerini istedim. Sınıfın tek Musevi talebesi hariç iki gün içinde hepsi isteğimi yerine getirdi. Her ders Yahudi kızına defter getirmesi gerektiğini tekrarladımsa da, hali vakti yerinde olduğu halde kız deftersiz gelmekte devam ediyordu. Nihayet aradan bir hafta geçtikten sonra, dediğimi yapmadığı takdirde kendisini sınıfa almayacağımı söyleyince ağlamaya başladı. Ailesinin çok geniş imkânı olduğunu bildiğim için bu direnmenin sebebini öğrenmem lazımdı. Kızdan aldığım cevap bir Siyonist prensibin genç bir Yahudi kızında ifade bulmasından ibaretti. Kız ağlamaya devam ederek ''NE YAPAYIM ÖĞRETMENİM, YAKO ON GÜNDÜR DÜKKÂNINI AÇMADI, HERHALDE HASTA OLMALI'' dedi." Dergimiz kırk birinci sayısına ulaşmış bulunmaktadır. Bu yolculuğumuzda sizler desteklerinizi eksik etmediniz. Allah hepinizden razı olsun. Bu sayımızda dergimizin içinde bir abone kâğıdı bulacaksınız. Lütfen bir yakınınızı abone yaparak dekontu dergimize faks, e-mail veya posta yoluyla ulaştırınız. İlgi ve alakanız için şimdiden teşekkürler…. Allah’a emanet olunuz… AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ Yıl: 4 Sayı: 41 Şubat 2009 SAHİBİ Burhan Basın Yayın Eğitim ve Tur. Ltd. Şti. SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Serdar TAŞAR MÜESSESE MÜDÜRÜ Osman MERT içindekiler 6 ÇOCUKLAR SAVAŞTA BİLE 44 EDEP… ÖLDÜRÜLMEZ Ahmet HALİLOĞLU Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN 9 KANIMIZ AKSA DA MESCİDİ AKSA YAYIN KURULU Yusuf ELİBOL Ramazan ÇAKIR Aydın BAŞAR Mustafa ÖZKAYA Umut BULUT GRAFİK TASARIM Burhan Ajans DAĞITIM ORGANİZASYONU Asim AYDOĞDU 0538 233 5000 Fiyatı Tek Sayı: 6 YTL 1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 YTL Öğrenci Abone: 50 YTL 6 Aylık Abone: 36 YTL Yurtdışı 1 Yıllık Abone: 75 Euro Abonelik İçin Hesap Numaraları Posta Çeki No: 5091167 Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi Hesap No: 291928-1 Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi Hesap No: 1673–44165588 YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ Mehmet Akif Mah. Kuran Kursu Cad.No: 87 Sultanbeyli / İST. Tel: +9 (0216) 498 94 00 Faks: +9 (0216) 498 94 00 İNTERNET ADRESİ [email protected] [email protected] [email protected] www.burhandergisi.com BASKI Milsan A.Ş. 0212 697 1000 YAYIN TÜRÜ Aylık Süreli Yayın Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez. Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin sorumluluğu reklam verene aittir. Aydın BAŞAR H.Zekeriyya GÜL 10 GAZZE MEKTEBİ Sezgin ÇAKIR YAYIN DANIŞMANLARI Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR 46 Sevgi İnfakçısı 12 Dünü ve Bugünü ile Filistin Salih AYDIN 48 Bir Gedâ Kuyunun İçinde Hep Sana Yazdım Saliha MALHUN 50 HAKÎM İSMİ’NİN YENİDEN DİRİLİŞİ GEREKTİRMESİ 18 FİLİSTİN’İN MÜSLÜMANLARIN Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE HÂKİMİYETİNE GEÇİŞİ 52 MUHABBET BAHÇESİ Doç. Dr. M. Hanefi PALABIYIK 20 FİLİSTİN’İN KRONOLOJİSİ 24 İSLAM ÜLKELERİ DERHAL MÜDAHALE ETMELİDİR… Mehmet TALU Yusuf ELİBOL 54 Yetiminim Mehtap ABDİ 56 EBU HANİFE (HAYATI, TALEBELERİ VE HOCALARI) 30 ÖFKE ve ACİZLİK Hasan BAŞAR 33 SON NEFESE KADAR “KULLUK” Prof. Dr. Osman ÖZTÜRK Doç. Dr. M. Hanefi PALABIYIK Ergül ER 62 Şiirler 64 Kalbi Allah’tan Gayrisinden Arındırmak 34 Müslümanca Duruş… Seyyid Ahmed er Rufai Hazretlerinden “MAZLUMA DA ZALİME DE YARDIM EDİN.” 66 Abdurrahman Sami Saruhani Ersan BİLGİN Uşşaki (k.s.) 37 FİLİSTİNDE ANNE OLMAK Ahmet HALİLOĞLU Elif KUMBASAR 69 DİRENİŞ DENEMELERİNE DAİR... 38 Cihad Ayetlerine Yorum Getirmek Afşin SELİM Umut BULUT 70 BURHAN ÇOCUK 40 Hasen ve Sahih HADİSLERDEN Musa KARACA SEÇMELER 22 72 ATEŞ ALTINDA ÇOCUKLUĞUM Prof.Dr.İbrahim BAYRAKTAR Fatma ÇAKIR 42 ALLAH İÇİN BİR ARAYA GELMEK 72 DÜNYA BENİ UNUTMA Prof. Dr. Sayın DALKIRAN Tûba ÖZDEMİR Çocuklar Savaşta bile öldürülmez 6 Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Gazze Mektebi 8 Sezgin ÇAKIR Filistin Kronolojisi 20 İslam Ülkeleri Derhal Müdahale Etmelidir 24 Mehmet TALU Allah için bir araya gelmek. 42 Prof. Dr. Sayın DALKIRAN Kamp kültürü ve Kürüesel ölçekte düşünmek 46 Aydın BAŞAR 66 Abdurrahman Sami Saruhani Uşşaki (k.s) Ahmet HALİLOĞLU Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN [email protected] ÇOCUKLAR SAVAŞTA BİLE ÖLDÜRÜLMEZ Hz. Peygamber efendimizin oluşan bir birlikle müslüman muallim- Mekke’den Medine’ye hicretinden üç leri takibe aldı. Maksatları, bu müslü- sene sonra (Temmuz 625), Mekke ya- manları canlı yakalayıp para karşılı- kınlarında oturan Adel ve Kâre kabîle- ğında Mekke müşriklerine satmaktı. lerinden bir heyet Medine’ye gelerek Âsım ve arkadaşları izlendiklerini fark Hz. Peygamber’den kendilerine İslâm’ı edince, kendilerini savunabilecekleri öğretecek muallimler istediler. Hz. Pey- yüksek bir tepeye sığındılar. Düşman- gamber de, onların bu isteği üzerine lar da onların çevresini sardı ve: “Aşağı Âsım b. Sâbit başkanlığında on kişilik inin, elinizdeki silahları bırakın ve tes- bir heyeti onlarla birlikte gönderdi. lim olun. Söz veriyoruz hiçbirinizi öldürmeyeceğiz!” dediler. Kafiledekiler, Usfan ile Mekke Şubat 2009 arasında bir yere kadar yürüdüler. Bu- Bunun üzerine Âsım: “Arkadaş- rada, Reci denilen yerdeki su başında lar! Ben, bir kâfirin sözüne güvene- konakladılar. Müslüman muallimlerin rek aşağı inmem!” dedikten sonra: bu yere kadar geldiği İslâm düşmanı “Allah’ım! Bizim bu durumumuzu Lihyanoğulları kabîlesine haber verildi. Rasûl’üne bildir!” diye duâ etti. Daha Lihyanoğulları yüze yakın okçudan sonra düşmanlar bunları ok yağmu- 6 BAŞYAZI runa tuttu ve Âsım’la birlikte yedi kişiyi şehid ettiler. “Ey Allah’ım! Burada düşman yüzünden Yakaladıkları üç kişiyi de bağlayarak Mekke’nin yo- başka bir yüz göremiyorum. Rasûl’üne elçi ola- lunu tuttular. Gitmemekte ısrar eden müslüman rak gönderilecek bir kimse de yok! Ona selâ- muallimi de yolda şehid edince ellerinde iki kişi mımı sen ulaştır ya Rabbi!” kaldı. Ellerinde kalan Hubeyb ve Zeyd’i götürüp Mekke müşriklerine para ile sattılar. O sırada ashâbıyla Medine’de sohbet eden Hz. Peygamber’in: “Onun üzerine de selâm ol- Hubeyb’i, Bedir savaşında öldürülen Hâris b. Âmir’in oğulları satın aldılar. Onu babalarının yerine sun.” Buyurduğunu etrafındakiler duydular ve hayretle: öldüreceklerdi. Hubeyb, öldürüleceği güne kadar onların yanında esir kaldı. Öldürülmesine karar “Ey Allah’ın elçisi! Kimin selâmına karşılık verdikleri zaman tarihin akışını durduracak şöyle bir verdiniz?” diye sordular. Hz. Peygamber de: “Kar- olay oldu: deşiniz Hubeyb’in selâmına karşılık verdim.” dedi. (Bakınız: Buhârî, Cihâd, 170; Vâkidî, Meğâzî, I, 363) Hubeyb, traş olmak için ev sahiplerinden bir Hz. Peygamber, darağacında günlerce asılı ustura istedi. Ev sahipleri de usturayı bir çocuğun eline verip gönderdiler. Evin kadını olayı şöyle anlatıyor: kalan Hubeyb’in ipini çözmek için ashâbından Amr b. Ümeyye’yi Mekke’ye gönderdi. Amr, vazifesini nasıl yaptığını şöyle anlatıyor: “Ben, dikkatsizce davranarak çocuğa usturayı verip onun yanına gönderdim. Çocuk esirin bulunduğu bölmeye girip usturayı ona verdi. O da çocuğu alıp dizine oturttu. Ben bu durumu görünce feryat ettim. Elinde usturayı tutan esir, benim bu feryadımı işitince: “Çocuğu öldüreceğimden mi korkuyorsun? Korkma! Ben, böyle bir şeyi asla yapmam.” dedi ve çocuğu serbest bıraktı.” “Rasûlullah (s.a.v), beni tek başıma Kureyş’e gözcü olarak göndermişti. Ben de, beni görmelerinden korkarak, Hubeyb’in asıldığı ağacın altına gizlice geldim. Ağaca çıkıp Hubeyb’in ipini çözdüm, o da yere düştü. Ağaçtan indikten sonra birazcık geri çekildim. Sonra tekrar yanına geldim. Hubeyb’in cesedini göremedim. Sanki onu yer yutmuştu.” Müşrikler, Hubeyb’i öldürmek için, Harem’den Hubeyb’in esir olarak tutulduğu evin kadını da dışarı çıkardılar. O da: “Beni bırakınız da iki rekat şunları anlatır: “Ben, Hubeyb’ten daha hayırlı bir in- namaz kılayım.” dedi. Namazını bitirdikten sonra san görmedim. O zaman, Mekke’de üzüm bulun- yanlarına gelip: “Eğer namazı ölümden korkarak madığı ve kendisi de zincirle bağlı olduğu halde, uzattığımı zannetmeyecek olsaydınız, biraz onun üzüm salkımından üzüm yediğini gördüm. daha uzatır ve fazla kılardım” dedi. Böylece öl- Her halde, bu üzümleri ona rızık olarak Allah veri- dürüleceği sırada iki rekat namaz kılmayı ilk önce yordu.” âdet ve sünnet edinen kişi Hubeyb oldu. Müşrikler, önce Hubeyb’i sonra da Zeyd’i idam ederek şehid ettiler. Bu olayda şehid olan Âsım, Hubeyb ve Zeyd’in anlatılmaya değer çok güzel menkıbeleri vardır. Biz, bunların hepsini değil de birini biraz aç- Hubeyb, şehid olmadan önce Yüce Allah’a şöyle duâ ve niyazda bulundu: mak istiyoruz. O da Hubeyb’in, kendisinin idamına karar veren müşriklerin çocuklarını öldürmemesidir. 7 Şubat 2009 Hubeyb, esir olarak tutulduğu ve öldürüleceği önce yapılan savaşların hiçbir ilkesi ve insânî bir günü beklediği evde, tıraş olmak için ev sahiple- yanı yoktu. Savaşlarda insanlar, hayvanlar gibi bo- rinden bir ustura istemişti. Onlar da dalgınlık eseri ğazlanır; kadın ve çocuklar hunharca öldürülür- olarak usturayı küçük bir çocukla göndermişler lerdi. İslâm gelince savaşlara da bir çeki düzen veya çocuk emekleyerek Hubeyb’in kucağına kadar verdi. Mâsûm ve günahsız insanların, çocukların ve gitmişti. İşte bu an, intikam almayı düşünen ve ha- kadınların savaşlarda bile öldürülmesini yasakladı. yatla ilgilenen bir kişinin hesabında pazarlık yapHz. Peygamber efendimiz, savaşlardan önce mak veya haksızlığa haksızlıkla mukabelede bulunmak için eşsiz bir fırsattı. Ev halkının tümünün askerlerine ve komutanlarına şu emirleri verirdi: düşüncesi de buydu. Çocuğun annesi, yavrusunun, Hubeyb’in yanına gidişini fark eder etmez deh- “Kadınları öldürmeyin. Çocukları öldür- şete kapılarak, yavrusunu muhakkak bir ölümün meyin. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 118) Çok aşırı yaşlı olan- pençesinden kurtarmak için sağa sola koşuşmaya ları öldürmeyin. (Ebû Dâvûd, Cihâd, 90) Din adamlarını öl- başladı. Fakat kadın, Hubeyb’in çocuğu kendi di- dürmeyin. zine oturtmuş, şefkatli bir baba gibi onunla şaka- hizmet veren işçileri öldürmeyin. laştığını gördüğü zaman hayretle durakladı. Hu- Mâmûr ve bayındır yerleri yakıp yıkmayın. İbâ- beyb de kadına baktı ve onun içine düştüğü dethâneleri yıkmayın. Ekili araziye zarar ver- korkuyu anladı. Ağırbaşlı bir müminin sükûneti meyin. Öldürmek mecburiyetinde kaldığınız in- içinde: “Onu öldüreceğimden mi korkuyorsun. sanı güzel bir şekilde öldürün, organlarını Korkma! Ben böyle bir şeyi asla yapmam.” dedi. vücudundan ayırmayın. (Müslim, Cihâd, 3)” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 300) Geri saflarda (İbn Mâce, Cihâd, 30) (Bu konuda daha geniş bilgi edinmek isteyenler Ayrıca Hz. Peygamber efendimiz, ashâbına: Adem Saraç’ın “Kur’ân Şehidleri” isimli kitabını okuyabilirler.) “Yüce Allah, her hususta iyilik ve güzellikle hareket etmenizi emretmektedir. O halde öldürür- Yüce dinimiz İslâm’ın insanı nasıl terbiye et- ken bile en iyi ve en güzel tarzda öldürünüz.” (Müslim, Sayd, 57) tiğine bir bakınız! İşte Hubeyb ve onu zulüm ve düşmanlıkla öldürmeye çalışan kindar müşrikler! Her diye emrederek, onları medenî insan- lar olmaya yönlendirmiştir. ikisi de aynı coğrafyanın yetiştirdiği ve aynı kültüEvet, İslâm dini bir medeniyet dinidir. Müslü- rün, aynı geleceğin, aynı tabiatların bürüdüğü Araplardır. Fakat Hubeyb, İslâm’a boyun eğdi. İslâm da onu kendi tornasından geçirerek başka bir insan olarak ortaya çıkardı. Diğerleri ise, kendi sapıklıkları üzere devam edip gittiler. Böyle olunca da, kendi sapıklıkları onları zâlim ve vahşi tabiatları içinde mahkûm etti. Görüldüğü gibi İslâm’ın insan tabiatında yaptığı değişiklik ne kadar büyüktür. man da medenî bir insandır. Onun medenîliği her zaman ve her yerde göze çarpar. Müslüman, yüz kızartıcı suçu olmayan insan demektir. Bugün, bize modern insan tipi veya modern devlet diye yutturulmaya çalışılan zâlimlerin her birinin yüz kızartıcı suçları vardır. Bu konuda en suçlu olanlar da Yahûdîler ve Hırıstiyanlardır. Devlet olarak suç hânesi en kabarık olanlar da başta Amerika olmak üzere, İsrâil, Rusya, Çin ve bunlara destek veren diğer Bilindiği gibi câhiliye Araplarının bir kısmı, İs- modern devletlerdir. lâm gelmeden önce açlık korkusu ve birtakım daha başka sebeplerden dolayı kendi kız çocuklarını diri Şurası iyi bilinmelidir ki, insanlık bu zâlimeri diri toprağa gömüyorlardı. İslâm gelir gelmez bu affetmeyecek ve onlardan bir gün hesap soracak- toplumsal cinâyeti yasakladı. Ayrıca, İslâm’dan tır. Şubat 2009 8 H.Zekeriyya GÜL KANIMIZ AKSA DA MESCİDİ AKSA Günümüzde yaşanılan dünyanın gündemini işgal eden müslümanların yüreklerini ateş topu gibi saran meselelerden biri de Filistin meselesidir. Ümmet-i Muhammed’in durumunu veya kendisine bu ismi verenlerin durumunu en güzel bir tablo şeklinde sergileyen bir mesele. Şeyh Ahmet Yasinler’in, âlimlerin ve şehitlerin kefenlere büründüğü bu topraklar bizlere şunu da haykırıyor. Gerçek alim, gerçek şeyh, gerçek mümin olanlar cihad meydanlarını özleyen ve ne pahasına olursa olsun Allah’ın dinini ihyadan geri kalmayan şehadet sevdalılarıdır. Dualarının başına şehadeti koymayan, koyamayanlar hiçbir vasfın gerçekliğini üzerlerinde taşıyamazlar. Onlar Allah’a canlarını ve mallarını satmışlar, Allah’ın izniyle bunun karşılığında cenneti satın almışlardır. Onlar İslam’ı ve onun şeairlerini ayakta tutmak için ölürler ve öldürülürler. Her iki konumda da başarı sağlayan bu kimselerdir ki onlar gecelerini secde ve kıyamlarla geçirirler, gündüzleri Rasulullâh’ın sünneti gibi karınlarına açlıkları hissedilmesin diye taş bağlayıp Allah yolunda cihat ederler. Onlar bu ümmetin yüz akları, öncülerimiz, önderlerimizdir. Hatırlayacak olursak İslam’ın tarihinde müminlerle münafıkların ilk ayrıştıkları yer cihat olmuştu. Uhut savaşına giderken 300 münafık çeşitli gerekçelerle yan çizmişlerdi. Bugün Filistindeki durum farklı değildir. Münafık güruhu El fetih ve onun satılmış önderleri Dahlanları, Mahmut Abbasları kardeşlerinin yanında omuz omuza zalimlere, katillere karşı saf tutarken savaşırlarken göremiyoruz. Aşşağılık siyonistlerle dünyanın üç büyük lanetlisinden biri olan a.b.d’yle görüyoruz. Zalimlere el açmış onlardan merhamet dileniyorlar. Bu ne kadar aşağılık bir durum. Burda bu şahsın ismini zikrettik yalnız o mu bu konumda olan? İzzeti Allah’tan değil de çağdaş firavunlardan, nemrutlardan, hamanlardan bekleyen sözde müslüman kılıklı zevatlar bu güruha dahil değil mi? Filistin meselesi aslında bir zihniyet meselesidir. Dünyamızın birçok mevkiinde aynı durum söz konusudur. Çeçenistan’da en az 250 bin insanı katleden ki bunlardan 40 bini cocuktur. Hıristiyan Rusya, Bosna’da yaşanan Sırp katliamı, Azerbeycan’daki Ermenilerin yapmış olduğu katliamlar, Keşmir’de ineğe tapan hindûların müslümanları yıllardır sistematik katletmesi, Afganistan’da Birleşmiş Haçlı Ordusunun (BHO) sivil halkı katletmesi gibi. Bunlar tarihin çok eski devirlerinde gerçekleşen ve unutulan hadiseler olmasa gerek. İşte bâtılın medeniyet tasavvuru, işte demokratik vampirler. Hepsinin altını karıştırsak altında mutlaka maymunlaştırılmış Allah’ın lanetine uğramış kendilerine gönderilen nebileri şehit etmiş bu yahudileşmiş canileri görürüz. Bu savaşlar imanla küfrün nifakla samimiyetin savaşlarıdırlar. Bizler kendimize şu soruyu sormalıyız: Bugün bu savaşın neresindeyiz? Maddi, manevî, kalbî olarak neresindeyiz? Yoksa bunlar benim hayallerimi süsleyen fantazivâri şeyler de bunları mı size aktarıyorum. Kardeşler, günümüz deccallerinin bizlere sunmaya çalıştığı baldan ve lezzetli şaraptan gibi görünen televizyonların eğlence programları, lüks yaşama özentisi, tüketimi körükleyen mide merkezli hayat tasavvurundan sıyrılıp, Rasulullah’ın sünneti seniyyesine ittiba ve onun şeriatı garrasına uymaktan başka yolumuz yoktur. Eğer bunu yaparsak Filistin meselemiz hallolacak, ezilen zulüm altında sömürülen mazlumlar rahata kavuşacak dünya yeniden rahatlayacaktır. Bu zulumlerden nefes alacaktır. Yoksa bu akan kanlar zalimleri boğmakla kalmayacak seyircilerinin akıbeti de fena olacaktır. Rabbim bana ve tüm kardeşlerime Allah yolunda katledilmemizi nasip etsin. İçten içe bir ses duyarım irkilirim, Her yükselen çığlığı mehdi gelmiş bilirim. Dirilecek bu ümmet sende akan bu kandan Siyah bayraklılar gelecekler dört yandan. Mahsun olma ey Aksa kılıçlar bilenmekte, Rasullahın sancağı bir Ömer beklemekte, Hüzünlenme zamandır, vakit gelir, gün olur. Sende bu yiğitlerden milyonlarca bulunur. 9 Şubat 2009 Sezgin ÇAKIR [email protected] GAZZE MEKTEBİ Kendilerine gönderilen peygamberleri bile yalanlayan, diri diri parçalara ayırarak öldüren lanetli bir kavim hayal dünyalarını gerçekleştirebilmek için “kardeşlerimizi” acımasızca şehid etmektedir. Kimdir bu Siyonist Yahudiler? Haklarındaki yüzlerce birleşmiş milletler kararını yok sayan, hiçbir uluslar arası sözleşmeyi tanımayan, kendi bildiğinden başka bir şeye kulak asmayan ve tarih boyunca verdiği hiçbir sözü tutmayan bu mel’un kavim iyi tanınmalıdır. Bir insan yolda yürürken bir arabanın çarptığı bir zavallı hayvanı görse içi sızlar. Nihayetinde insandır ve Allah ona merhamet dediğimiz acıma duygusunu vermiştir. Şimdi kundaktaki bebeklerin üzerine bomba yağdıran bir zihniyet insan mıdır? Yakıp yıktığı, bombaladığı binaların üzerinden buldozerlerle geçip sivil, zavallı, savunmasız insanları şehid eden bu mahlûk sürüsü insan mıdır? ÇareŞubat 2009 10 siz, savunmasız zavallı bir çocuk… Mel’unların silahlarından korktuğu için babasının arkasına saklanıyor ve biraz sonra o çocuk sessizce oraya yığılıyor. Kolları bacakları daha çocuk yaşta kopmuş binlerce masum çocuk… Binlerce yetim, tek başına kalmış zavallı çocuk… Bu ne acıdır ya Rabbi! Bu acı Osmanlı devletinin Filistin’den çekilmesinden bu tarafa devam ediyor. Çanakkale’yi geçemeyen İngilizlerin zayıf gördükleri Filistin cephesine saldırması ve Osmanlı ordusunun çekilmesiyle terk etmek zorunda kaldığımız Filistin o tarihten bu güne zulme, işkenceye ve hatta bir soykırıma uğramaktadır. Almanya’dan, Polonya’dan, Rusya’dan ve dünyanın değişik yerlerinden gelen Siyonist Yahudi mel’unlarının yerlerinden yurtlarından ettikleri Filistinli kardeşlerimize yaptık- ları bu zulüm artık tahammül edilemez boyutlara ulaştı. Onlar tarih boyunca dünyayı karıştırdıkları gibi bu günde karıştırıyorlar. Dünyanın bir numaralı meselesi hiç şüphesiz bu Siyonist terör devletidir. Nerde bir savaş, nerde bir insanlık suçu, nerde bir yalan, nerde bir utanmazlık, nerde bir sahtekârlık varsa mutlaka onun altında bu Siyonist terörün mikropları vardır. Mesela şöyle bir düşünün bakalım: Gazze bombalanırken neden Irak’tan hiç ölüm haberi gelmedi? Neden Gazze’de bombalama susunca hemen Irak’tan ölüm haberleri gelmeye başladı? Bir soru daha: Gazze bombalanırken güneydoğu bölgemizden hiç şehid haberi gelmedi dikkatinizi çekti mi? Bu terörist devlet Filistin konusunda üç maymunları oynayan dünyayı elinde kukla gibi oynatmaktadır. Yaptıkları her türlü pisliği gizleyip Filistinli kardeşlerimizi “terörist” göstermek için elinden geleni yapmakta… Kendilerinin nasıl tescilli terörist olduklarını belgelemeye Sabra ve Şatilla kamplarında yaptıkları soykırım yetmez mi? İşte halkının yüzde doksan beşinin Gazze’nin bombalanmasını desteklemesi, en çok Filistinli öldüren liderin en çok oy alması, Filistinlilerin üzerine atom bombası atmaktan bahseden gözü dönmüş haydutların ülkesi olması yetmez mi? Gush Emunim (İnananlar Bloğu) katillerinin, açıkça ve de tereddüt etmeden, amaçlarının, Yahudi Şeriatı’na göre yönetilen Talmudik Yahudi Krallığı kurmak için, Filistin’de Yahudi olmayanları imha etmek veya en azından sınır dışı etmek olduğunu söylemeleri ve gidip camilere haşa haşa “Muhammed domuzdur” yazarak kardeşlerimizi tahrik etmeleri kendilerinin terörist olmalarına yetmez mi? Siz düşünün: Gazze’nin çevresini kuşatmaya alıyorlar. İçeri hiçbir şeyi bırakmıyorlar. Öyle ya oradaki insanlar ölsün. Kardeşlerimiz tünel kazıyorlar ki içeri hayatiyet arz eden ihtiyaçlar sokulsun. Ama bu terörist devlet bu tünellerin neden kazıldığını, kuşatmayı, tecridi konuşmuyor ve her zamanki gibi hem dövüyor hem ağlıyor. CENNET GÜLÜ ÇOCUKLARIMIZ Kolu kopmuş, bacağı kopmuş çocuklarımız. Binlerce sakat bırakılan gençlerimiz. Binlerce cennet gülü şehidiyle Gazze bir mekteptir. Siyonist terör devletinin kurulmasından bu güne dersi cihad olan bir mektep… Allah için yaşamanın ne demek olduğunu, Kutsal için can vermenin nasıl bir hayat tarzı olduğunu haykıran bir mektep… Dünyevî olan her şeyini kaybettiği halde hiç umursamadan “bu direniş Kudüs tamamen özgür olana kadar devam edecek” diyen bir mektep… Bu mektep bize dersimizi verdi: Elinde küçücük taş ile yüreğindeki yangını söndürmeye çalışan çocuk o taşı taş kesilen kalplerimize vurdu. İçimizdeki İsrailleşen dünyevileşme canavarına vurdu. Çarptı yüzümüze samimiyetsizliğimizi. Haykırdı: İlk kıblenizden ben sorumluysam siz sorumlu değil misiniz? Gazzeli anne ve babalar çocuğum iyi bir yerde iş bulsun, iyi bir geleceği olsun diye yetiştirmiyor çocuğunu… Kudüs sevdasını atıyorlar o minicik yüreklere… Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmamayı öğütlüyorlar. Yerin üstünün değil altının yani ahretin kazanılması gerektiğini öğretiyorlar. Korka korka onursuzca yaşamaktansa şerefli ölümün, üstün ve Allah katında değerli olduğunu öğretiyorlar. Bir şey olunması gerekiyorsa olunacak en iyi şeyin “şehadet- şehid” olduğunu öğretiyorlar. Dünyanın geçici süsleri, zevki sefasının bir hiç olduğunu öyle öğretmişler ki yıkılan binaların başında çocuk yaşta sahipsiz kalan yavruların metaneti insanın tüylerini diken diken ediyor. Ağızlarında “Hasbunallah, Allahu ekber” sözleri var. Türkiye’den arayan insanları kendilerinin teselli etmeleri ne kadar manidardır. Yardım kuruluşlarında ki görevlilerin “kesinlikle şahsi yardım kabul etmiyorlar, mutlaka devlet otoritesi tarafından yardımların dağıtılmasını istiyorlar, belki olur ki benden daha ihtiyaçlı kardeşlerimiz vardır, diyerek yardımı reddediyorlar” demeleri bu Gazze insanlarının nasıl yüce ahlaki erdeme sahip olduklarını bize gösteriyor. Bu insanlar inşaallah eninde sonunda kazanacaklardır. Korkarım kaybedenler bizler olacağız. Filistin ümmetindir. Ümmetin namusudur. Kudüs-ü Şerif bize emanettir. Filistin halkı biziz. İşte Çanakkale’de beraber yatıyor dedelerimiz. Yazımızın başında söylediğimiz Çanakkale’yi geçemeyen İngilizlerin Filistin cephesinden Osmanlıya saldırıya geçtiği iyi anlaşılmalıdır. Filistin evimizdir. Orada şehid edilen her can bizim kendi canımızdır. Onun için lütfen Filistine yardımlarımızı unutmayalım. Yardım kuruluşlarında gönüllü olarak çalışmaktan, kermes düzenlemekten vs. elimizden ne geliyorsa kardeşlerimize yardımcı olalım. İnsanın gücünü unutmayalım. Boykot gücü en etkili silahlardandır. Tüm bu yaşanan katliamdan sonra, bile bile bu mel’unların malına para vermek için İslam bağını boynumuzdan çıkarmış olmamız gerekir. Verdiğimiz her kuruşun kurşuna döndüğünü unutmayalım. Onların deterjanı iyi beyazlatıyormuş… Peki, şehid kanının lekesini de temizler mi? 11 Şubat 2009 Salih AYDIN Dünü ve Bugünü ile Filistin Müminlerin ilk kıblesi Mescid-i Aksa’dır. İsra ve Miraç yolculuğunun gerçekleştiği yerdir Filistin toprakları. Bu toprakların en önemli cazibesi tarihteki rolü ve statüsünden ileri gelmektedir. Filistin'in vahye dayanan bütün dinlerde özel bir önemi ve yeri vardır. Bu da birçok peygamberin orada yaşamış veya hayatının bir bölümünü orada geçirmiş ve Yüce Allah'ın bu toprakları kutsal kıldığını bildirmiş olmasından ileri gelmektedir. Daha sonra 634'te Halid ibnu Velid komutasındaki İslâm ordusunun Remle yakınlarında Bizans ordusuna karşı kazandığı zaferle Kudüs dışındaki Filistin topraklarının önemli bir kısmı fethedildi. Kudüs'ün fethi ise 638'de ikinci halife Hz. Ömer (r.a.) döneminde gerçekleşti. Hz. Ömer (r.a.) Kudüs'ün anahtarlarını teslim aldığında oranın halkına, tam bir din hürriyeti ve güven içinde yaşayacaklarına dair yazılı bir eman vermiştir. İslâm Devletinin Filistin'i Fethi Haçlı İşgali ve İkinci Fetih Kudüs'ün ve Filistin topraklarının İslâm açısından taşıdığı değer ve kutsiyet dolayısıyla Medine'de kurulan İslâm devletinin kuzeye doğru sınırlarının genişlemesiyle birlikte Müslümanlar Filistin topraklarına yöneldiler. Hz. Ebu Bekir (r.a.) Filistin üzerine M. 633'te iki küçük birlik gönderdi. Bu birlikler önemli başarılar gösterdiler. Şubat 2009 12 Bu fetihten sonra Kudüs ve çevresi 1099'a kadar sürekli Müslümanların hâkimiyetinde kaldı. O tarihte haçlı ordularının kırk gün süren şiddetli kuşatmaları sonunda bu kutsal belde hıristiyanların eline geçti. Haçlılar Kudüs'ü işgal ettikten sonra bir hafta süreyle şehirde katliam gerçekleştirdiler. Bu katliamda Müslümanlardan yetmiş bin kişi öldürüldü. Katliam sonucu meydana gelen kan gölünde haçlıların atlarının dizlerine kadar gömüldüğü bu katliama şahit olmuş hıristiyan kumandanların hatıralarında geçmektedir. Haçlı işgali seksen sekiz yıl sürdü. Bu işgale 1187 yılında Salahuddini Eyyubi son verdi. Yavuz Sultan Selim'in 1516'da gerçekleştirdiği Mısır seferi sonrasında Kudüs ve Filistin Osmanlı devletine bağlandı. 1918 İngiliz işgaline kadar da Osmanlı yönetiminde kaldı. İngiltere ve Rusya arasında Sykes - Picot Anlaşması adı verilen bir anlaşma imzalandı. Bu anlaşma İslâm topraklarının Fransa, İngiltere ve Rusya arasında paylaştırılmasını öngörüyordu. Anlaşmanın Filistin'le ilgili maddesinde de şöyle deniyordu: "Diğer ortakların ve Mekke şerifinin muvafakati alındıktan sonra Rusya ile de istişare yapılarak bu bölgede uluslararası bir yönetim kurulsun." Siyonizm Hareketi ve Osmanlı'dan Filistin'i Alma Çabaları Zamanın İngiliz dışişleri bakanı Arthur Belfur'dan adını alan ünlü Belfur deklarasyonunda da şöyle deniyordu: "Haşmetli İngiliz kraliyet hükümeti, Filistin'de yahudi halkı için milli bir devlet kurulmasını memnuniyetle karşılıyor. Bu gayeye ulaşmayı kolaylaştırmak için en değerli mesailerini harcayacaktır. Şurası açıkça bilinmelidir ki, haşmetli kral, Filistin'de bulunan yahudiler dışındaki milletlerin dini ve medeni haklarına zarar verecek veya yahudilerin başka herhangi bir ülkede elde ettikleri haklarını ve siyasi nüfuzlarını zedeleyecek hiçbir şey yapmayacaktır." Avrupa'da Yahudilerin belli bir toprak parçası üzerinde bir araya getirilmeleri ve bir devlete kavuşturulmaları amacıyla 1897'de örgütlü Siyonizm hareketi ortaya çıktı. Bu hareket Yahudi halkının bir araya getirileceği toprak olarak da Filistin'i seçti. Siyonistler Filistin'den bir miktar toprak elde edebilmek için ilk önce Osmanlı Devleti nezdinde birtakım girişimlerde bulundular. Bu amaçla Osmanlıların bütün dış borçlarını ödemeyi taahhüt ettiler. Ancak zamanın Osmanlı padişahı II. Abdülhamid'den hiçbir yakınlık ve ilgi göremediler. Teodor Hertzl'in hatıratında ifade edildiğine göre, Hertzl'in Sultan II. Abdülhamid'e konuyla ilgili ilk teklifi götürmesinden sonra II. Abdülhamid aracılık yapan kişiye şu cevabı vermiştir: "Eğer Bay Hertzl senin benim arkadaşım olduğun gibi arkadaşın ise ona söyle bu meselede ikinci bir adım atmasın. Ben bir karış dahi olsa toprak satamam. Zira bu vatan bana değil milletime aittir. Milletim bu imparatorluğu kanlarını dökerek kazanmış ve yine kanlarıyla mahsuldar kılmışlardır. O bizden ayrılıp uzaklaşmadan tekrar kanlarımızla örteriz. Benim Suriye ve Filistin alaylarımın efradı birer birer Plevne'de şehit düşmüşlerdir. Bir tanesi dahi geri dönmemek üzere muharebe meydanında kalmışlardır. Türk imparatorluğu bana ait değildir. Türk milletinindir. Ben onun hiçbir parçasını veremem. Bırakalım yahudiler milyarlarını saklasınlar. Benim imparatorluğum parçalandığı zaman onlar Filistin'i hiç karşılıksız ele geçirebilirler. Fakat yalnız bizim cesetlerimiz taksim edilebilir. Ben canlı bir beden üzerinde otopsi yapılmasına müsaade edemem." Haçlı - Siyonist İttifakıyla Gerçekleştirilen İkinci İşgal: İngiliz İşgali Bu deklarasyonun yayınlanmasından kısa bir süre sonra 1918 yılında İngilizler Filistin topraklarını işgal ettiler. İngilizlerin bu işgali gerçekleştirmeleri zamanın Mekke şerifi ve bugünkü Ürdün krallığının kurucusu Şerif Hüseyin'in yardımıyla oldu. İngilizlerin Şerif Hüseyin'le gizli ilişkiler içine girmelerinin ve kendisine birtakım vaatlerde bulunmalarının en önemli sebebi dünyada dağınık bir halde yaşayan yahudilerin devlet kurabilmeleri için gerekli şartların oluşturulması gayesiydi. 1922'de Milletler Cemiyeti'nin kararıyla Filistin, İngiltere'nin himayesine verildi. O zamanki Milletler Cemiyeti bugünkü BM gibi sömürgeci ve işgalci güçlerin önünü açmak ve gerçekleştirilen gayri meşru işgalleri uluslar arası alanda meşrulaştırmak amacıyla kullanılıyordu. Yahudi Göçü ve Müslümanların Mücadelesi Siyonistlerin İngilizlerle İşbirlikleri Osmanlı Devleti'nden bir şey koparamayan siyonistler bu kez, İngilizlerle ve diğer Batı ülkeleriyle işbirliğine gitmeyi kararlaştırdılar. Osmanlı Devleti'ni yıkmak veya zayıflatmak için her fırsatı değerlendiren Batı ülkeleri siyonistlerin kendilerine yanaşmalarını da iyi bir fırsat olarak görüp değerlendirdiler. Bunun sonucunda 1916 yılında Fransa, Filistinli Müslümanlar İngiliz işgal yönetimine ve yahudi göçüne karşı değişik zamanlarda çeşitli mücadeleler verdiler. Bu doğrultuda zaman zaman ayaklanmalar gerçekleştirildi. 27 Şubat 1920 tarihinde Filistin halkından 40 bin kişilik bir topluluk Mescidi Aksa'da gösteri düzenledi. 8 Mart 1920 ta13 Şubat 2009 rihinde ilk silahlı çatışma meydana geldi. Bu çatışmada yedi yahudi öldürüldü. Kudüs'te de Filistinlilerle yahudiler arasında çatışmalar oldu. Bu mücadeleler sonraki tarihlerde de devam etti. Filistinliler İngiliz işgaline ve yahudi göçüne karşı sistemli bir mücadele yürütebilmek için çeşitli örgütler de kurdular. Yahudiler Nasıl Toprak Sahibi Oldular İngilizlerin Filistin'i işgal etmelerinin amacı dünyanın değişik yörelerine dağılmış durumdaki Yahudileri buraya toplamak olduğundan onların göçlerini kolaylaştırdılar. Onların buralara bağlı olmalarını sağlayabilmek için de kendilerini buralardan mülk sahibi yapmaya çalıştılar. Ancak bu konuda, tarihin çarpıtılmasından ve tarihi gerçeklerin saptırılmasından kaynaklanan yaygın bir kanaat bulunmaktadır. O da Filistinlilerin kendi yurtlarını kendi elleriyle Yahudilere sattıkları iddiasıdır. Oysa bu iddia tarihi gerçeklere tamamen aykırıdır. Öncelikle aşağıda izah edeceğimiz üzere İngilizlerin Filistin'i işgal etmelerinin başlangıç döneminde Yahudiler buralara göç etmeleri için yapılan teşviklere çok fazla rağbet etmemişlerdir. İkinci olarak bu dönemde Yahudi göçmenlerin sahip oldukları toprak miktarı iddia edildiği kadar fazla değildir. Üçüncü olarak da Yahudiler elde ettikleri toprakların çok az bir kısmını ilk sahiplerinden satın almışlardır. Yahudilerin toprak sahibi olmalarına birinci derecede İngiliz işgalciler sebep olmuşlardır ki onların da bu konuda başvurdukları en yaygın metot ağır vergi uygulamasıydı. İngiliz işgalciler Filistinlilerin mülklerine oldukça ağır vergiler koyuyor, bu vergileri ödeyemeyenlerin de mülklerine el koyuyor, sonra buraları ya Yahudilere bağışlıyor ya da sembolik fiyatlarla satıyorlardı. Fakat ne yazık ki Siyonistler buraları bizzat Filistinlilerden satın aldıklarını ileri sürerek dünya kamuoyunu özellikle de Müslüman kamuoyunu yanıltmış, Müslüman kamuoyu da bu tarihi yalana inanarak Filistin halkını suçlu çıkarma kolaycılığına sapmıştır. Yahudilerin toprak sahibi olmalarına ikinci derecede yardımcı olanlar da ihanet içindeki emlakçilerdir. Siyonistler kendilerine aracılık etmeleri için ihanet içindeki bazı emlakçilerle işbirliği yapıyor, onlar da satılık arazilere hemen talip oluyor, arazi sahipleri çoğu zaman herhangi bir yahudiye satılmaması şartıyla verdikleri halde bazen bu anlaşmayı bozarak bazen ikinci bir aracı devreye sokup önce ona naylon satış yapmak sonra da asıl talip olan yahudiye satmak suretiyle işi yürütüyorlardı. Bu şekilde Yahudilerin mülk sahibi olmalarına sebep olan emlakçilerden bazıları Filistinliler tarafından cezalandırılmış, bazıları da Filistin topraklarından kaçmak zorunda kalmışlardır. Gerek İngiliz işgalcilerin ve gerekse işbirlikçi hainlerin bütün çabalarına rağmen, 1948'de Siyonist işgal Şubat 2009 14 devleti kurulduğunda Yahudi göçmenlerin sahip oldukları arazi iki milyon dönümdü. Yani tüm Filistin'in % 7'sine tekabül ediyordu. Bunun 650 bin dönümünü yani üçte birini Osmanlı devleti döneminde mülk edinmişlerdir. O dönemde mülk edinmeleri ise ta Kanuni zamanında başlamıştır. Osmanlı devletinde ilk yahudi lobisini oluşturan Yusuf Nassi'nin Kanuni'yle iyi ilişkilerinden dolayı Kanuni ona Taberiye gölü civarında bazı arazileri bağışlamıştı. İşte bu olayla başlayan mülk edinme çabalarıyla 1918'de Filistin'in işgaline kadar geçen süre içinde toplam 650 bin dönüm arazi edinmişlerdir. Bu arazinin önemli bir kısmının Yahudiler tarafından mülk edinilmesinde de İttihat ve Terakki yönetiminin sağladığı kolaylıkların ve bazı arazilerin o dönemde Yahudilere devlet eliyle bağışlanmasının önemli rolü vardır. 300 bin dönümünü İngiliz işgalciler onlara bağışlamışlardır. 200 bin dönümünü yine İngiliz işgalciler, yahudilere göstermelik bir şekilde parayla satmışlardır. Gerek bağışlanan ve gerekse satılan arazilere de zikrettiğimiz vergi oyunuyla el konulmuştu ve satım işlemi de sembolik paralarla gerçekleşti. 600 bin dönümünü de kendileri Filistin dışından olan, Lübnan ve Suriye'de ikamet edip Filistin'de mülk edinmiş bazı Arap kökenlilerden satın almışlardır. Buraya kadarki kısımda Filistinlilerin herhangi bir dahlinin olmadığını görüyoruz. Yani yahudilerin 1948'e kadar edindikleri arazilerin 8'de 7'sinde Filistinlilerin müdahalesi söz konusu değildir. 250 bin dönüm araziyi de Filistinlilerden satın almışlardır. Yani Filistinlilerden satın aldıkları toplam arazi miktarı Yahudilerin 1948'e kadar tedarik ettikleri tüm arazi miktarının sekizde birine, tüm Filistin topraklarının ise % 0,9'una (binde 9'una) tekabül ediyordu. Bu satış işleminde de yukarıda sözünü ettiğimiz emlakçilerin önemli rolü olmuştur. Arazilerini satanlar da halktan çok şiddetli tepkilerle karşı karşıya kaldıklarından Filistin'i terk etmek zorunda kalmışlardı. Şimdi satılan arazilerin tüm topraklara oranıyla onları satanların genel nüfusa oranlarını denk kabul ederek düşünelim: Bir halk hakkında hüküm verirken % 0,9'un tavrına göre mi yoksa % 99,1'in tavrına göre mi hüküm verilir? Filistin halkının en az % 99'u göçmen yahudilere arazi satmama konusundaki kararlılıklarını korumuşlardır. Bu kararlılığa bağlı kalmayanları da içlerinde barındırmamışlardır. Her halkın içinde mutlaka o halkın genel tavrına muhalefet edenler, kararlılığa uymayanlar çıkar. Eğer yahudi göçmenlerin, yahudi göçünü teşvik eden örgütlerin bütün teşviklerine, cazibeli fiyat tekliflerine rağmen 30 yıl içinde satılan toplam arazi miktarı binde dokuzda kalmışsa bu, Filistin halkının bu konudaki dayanışmasını, kararlılığını ve üstün mücadele azmini gösterir. Ama ne yazık ki Filistin halkı bütün bu kararlılığına rağmen iftiraya uğramıştır. Bu tıpkı iffetini koruma konusunda oldukça dikkatli bir insana fuhuş iftirasında bulunulması gibidir. Yahudi göçmenlerin 1948'den sonra gayrimenkul edinmeleri ise tamamen işgal, gasp ve göçe zorlama yoluyla olmuştur. Yahudi Göçünün Seyri ve Nazi Katliamı İngiliz işgalciler Siyonist örgütlerle tam bir işbirliği ve koordinasyon içinde hareket ediyor ve Yahudilerin Filistin topraklarına göç etmelerini sağlamak amacıyla yoğun bir teşvik faaliyeti yürütüyorlardı. Ancak yürütülen bütün çabalara rağmen Yahudiler, özellikle de Batı Avrupa ülkelerinde yaşayan ve maddi durumları iyi olanlar çağrılara rağbet etmiyorlardı. Göç edenlerin çoğunluğunu yoksul Doğu Avrupa ve Asya ülkeleri Yahudileri oluşturuyordu. Bu yüzden İngiliz işgalinden önce yerleşmiş olanlar ve doğal nüfus artışı da dâhil olmak üzere 1933 öncesinde Filistin topraklarındaki Yahudi sayısı 200 bini bulmamıştı. Ama 1933'de Avrupa'da bir Nazi fırtınası esmeye başladı. Her tarafta Hitler'in Yahudileri kitleler halinde öldürdüğü, fırınladığı söylentileri yayıldı. Bu arada Hitler'in adamları da Yahudilerden bazılarını öldürüp kamyonetlerin arkasına atarak onların yaşadığı mahallelerin sokaklarında dolaştırmaya, oraları terk etmemeleri durumunda kendilerinin sonunun da aynı olacağı tehditleri savurmaya başladılar. İşte bu olaydan sonra Yahudiler adeta çekirge sürüleri gibi Filistin topraklarına akın etmeye başladılar. Böylece 1933-45 arasında geçen 12 yıllık süre içinde bu topraklardaki Yahudi nüfus 800 bine çıktı. Bu yüzden bazı tarihçiler Hitler'in Siyonist örgütlerle işbirliği yaptığını ileri sürmüşlerdir. Hitler'in en yakın çevresindeki adamlarından bazılarının Yahudi olduğu göz önünde bulundurulursa bu iddianın çok da basite alınmaması gerektiği anlaşılır. Ayrıca Hitler'in Yahudileri fırınladığı, kalabalık kitleler halinde öldürdüğü iddiaları da tarihi gerçeklere uymamaktadır. Çünkü Siyonist örgütlerin sürekli kullandıkları söz konusu katliamlarla ilgili olarak verdikleri rakamlar o tarihte Hitler'in tahakkümüne giren bölgelerde yaşayan Yahudilerin sa15 Şubat 2009 yısından fazladır. Oralardaki Yahudilerin birçoğunun Filistin'e göç ettiği bazılarının da kendilerini gizleyerek yaşamaya devam ettikleri hesaba katılırsa söz konusu rakamların gerçekçi olmadığı anlaşılır. Öldürülenler de diğerlerinin Filistin topraklarına göç etmelerinin sağlanması için öldürülmüşlerdir. Siyonistlerin o topraklarda bir devlet kurmalarına imkân verecek insan potansiyeli de işte bu yolla oluşmuştur. Siyonist Terör Siyonistler bir yandan Filistin topraklarına Yahudi göçünü teşvik ederken bir yandan da oranın asıl sahipleri durumundaki Filistinlileri buralardan ayrılmaya zorlamak için muhtelif terör örgütleri kurdular. Haganah, Irgun gibi terör örgütleri bunların başında geliyordu. Bu ikisi en çok terör eylemi gerçekleştirdiğinden isimleri en çok öne çıkan Siyonist terör örgütleri olmuşlardır. Ancak bunların dışında daha birçok Siyonist terör örgütü kuruldu. Bu örgütler cinayet ve katliam konusunda hiçbir sınır tanımıyorlardı. Bu yüzden birçok büyük terör eylemine imza atmışlardır. Siyonist terörden kendilerine her türlü kolaylık ve imkânı sağlayan İngiliz işgalciler de nasiplerini almışlardır. Kral Davud Oteli'nin havaya uçurulması İngiliz işgalcilere karşı gerçekleştirilen terör eylemlerinin başta gelen örneklerinden biridir. Bu örgütler Deir Yasin katliamı başta olmak üzere Filistinlileri hedef alan birçok katliam gerçekleştirdiler. Bu katliamların bazılarında bazı Filistin köyleri tümüyle yok edilmiştir. Katliamlarda öldürülenler arasında savunmasız kadın ve çocuklar en büyük oranı oluşturuyorlardı. Siyonist teröristler bazı cinayetlerinde önce Filistinli kadınların kollarını keserek bileklerindeki bileziklerini alıyor, sonra kendilerini öldürüyorlardı. Terör Örgütlerinin Devlete Dönüşmesi Zikrettiğimiz terör örgütleri 1947'den itibaren devletleşme sürecine girdiler. İlginçtir ki önceden ayrı ayrı örgütler ve gruplar halinde çalışan Siyonistler devletleşme sürecinde tek bir çatı altında toplandılar. Derken 1947'nin sonuna doğru "İsrail" adında bir devletin kuruluşu resmen ilan edildi. Bu devletin ilk kurucuları ve yöneticilerinin tamamı zikrettiğimiz terör örgütlerinin elebaşlarıydı. "İsrail" adı verilen işgalci Siyonist devletin kuruluşu BM tarafından 1948'de resmen onaylandı. Böylece meşru olmayan bir işgale, emperyalizmin "meşrulaştırma" mekanizması olarak çalışan BM tarafından meşruiyet kazandırılmış oldu. Ne yazık ki gayri meşru bir işgal devleti olarak ortaya çıkan İsrail'i ilk tanıyan ülkelerden biri de Türkiye'dir. Şubat 2009 16 Arap Ülkelerinin İhaneti İşgalci Siyonist devletin oturmasında ve güç kazanmasında bölgedeki Arap ülkelerinin ihanetinin önemli rolü olmuştur. İngilizlerin Filistin'i işgal etmelerine yardımcı olan Şerif Hüseyin'in çocuklarının kurduğu Ürdün İsrail'in hâkimiyetini oturtmasında da önemli rol oynamıştır. İsrail'in kuruluşunun ilan edilmesinin hemen ardından Filistinlilerle işgalci Siyonistler arasında savaş çıktı. Bu savaşta Filistinli direnişçiler birçok bölgeyi işgalcilerden kurtardılar. Ancak Ürdün yönetimi Glop Paşa adı verilen bir İngiliz paşasının komutasında askeri birlikler göndererek Filistinli direnişçilere: "Biz düzenli orduyla olaya müdahale ettik. Kurtardığınız bölgeleri bize verin" dediler. Bazılarından ikna yoluyla, bazılarından da zor kullanarak aldıkları bölgeleri daha sonra Siyonistlerle göstermelik çatışmalara girerek ve yenilme numaraları yaparak onlara teslim ettiler. Bu ihanet sonraki dönemlerde de aynen sürmüştür. İşgalin Genişletilmesi Operasyonu Siyonist işgalciler Arap ülkelerinin ihanetlerinden yararlanarak 1967'de işgal altında tuttukları alanı genişletme amaçlı bir savaş başlattılar. Bu savaşta bölgedeki tüm ülkeler Filistin halkına ihanet etmişlerdir. Bu ihanet sonucunda o zamana kadar Mısır'ın kontrolünde olan Gazze, Ürdün'ün kontrolünde olan Doğu Kudüs ve Batı Yaka işgalcilere teslim edildi. Ayrıca Suriye'nin Golan tepeleri ve Mısır'ın Sina yarımadası da işgalci Siyonistlerin eline geçti. Filistin'de Örgütsel Direniş Filistin'de gerek İngiliz işgaline, gerekse Siyonist işgale karşı sürekli mücadele verilmiştir. Ama ne yazık ki bu mücadele sürekli bölgedeki Arap ülkelerinin ihanetine uğramıştır. Arap ülkelerinin ihanetlerini belgeleyen pek çok olaydan söz etmek mümkündür. Ama biz bu olaylarla sözü uzatmak istemiyoruz. Filistin'de örgütlü direnişin tek çatı altında toplanması için 1965'te Filistin Kurtuluş Teşkilatı adı altında bir teşkilat oluşturuldu. Daha önce bu örgüte girmekte tereddüt eden ve kendisinin kurduğu el-Feth'in başkanlığını yapan Yasir Arafat da kuruluşundan iki yıl sonra bu örgütün liderliğine getirildi. 1987 intifadasında Filistin İslâmi Direniş Hareketi (HAMAS)'ın öne çıkmasına kadar Filistin halkını ve direnişini temsil konumunda görülen örgüt de bu örgüt oldu. İntifada ve İslâmi Hareketin Yükselişi Filistin halkı 1987'de Siyonist işgale karşı intifada adı verilen bir direniş başlattı. Bu direnişin öncülüğünü ise Filistin İslâmi Direniş Hareketi (HAMAS) yaptı. HAMAS, Müslüman Kardeşler cemaatinin Filistin kanadının oluşturduğu bir harekettir. Ancak 1987 intifadasında bu isimle ortaya çıktı. Bu çıkış Müslüman Kardeşler'den kopuş anlamına gelmiyordu elbette. Ancak aktif bir direnişin organize edilmesi ve yönlendirilmesi için böyle bir örgütsel yapılanmaya gidilmişti. Barış Oyunları İntifadanın kısa süre içinde bütün Filistin'e yayılması işgalci Siyonist devletin bayağı zorlanmasına sebep oldu. Ayrıca bu harekette HAMAS'ın sesinin ve bayrağının yükselmesi FKÖ'nün biraz arka plana itilmesine sebep oldu. Bu durum karşısında işgalci devlet kendisini zorlayan şartlardan kurtulmak, FKÖ de yeniden öne çıkıp diplomatik alanda Filistin halkını temsil konumunda görünmek için masaya oturmayı kendi açılarından faydalı buldular. Bunun neticesinden 1991'de Madrid süreci veya "Ortadoğu barışı" adı verilen bir süreç başlatıldı. Yapılan görüşmeler neticesinde 1993'te FKÖ tarafından desteklenen bir grupla işgal devleti arasında Oslo İlkeler Anlaşması adı verilen bir temel anlaşma imzalandı. 1994'te Kahire Anlaşması veya Gazze-Eriha Anlaşması adı verilen ilk uygulama anlaşması imzalandı. Bu anlaşmaya bağlı olarak Gazze ile Batı Yaka'nın Eriha kasabasında bir özerk yönetim oluşturuldu. Sonradan imzalanan anlaşmalarla Batı Yaka'da özerk yönetimin kontrolüne verilen şehir merkezlerinin sayısı sekize çıkarıldı. Ancak bu anlaşmalar gerçek anlamda bir özgürlük ve bağımsızlık getirmediğinden Filistin halkına bir şey kazandırmamıştır. Aksa İntifadası HAMAS, sözünü ettiğimiz anlaşmaların tümüne karşı çıkmış ve işgalci Siyonist devletin Filistin topraklarındaki hâkimiyeti tümüyle sona erinceye kadar mücadele edilmesi gerektiğini vurgulamıştır. Göstermelik barış sürecinde müşahhas olarak bir şey göremeyen ve allandırılıp pullandırılan barış anlaşmalarının içi boş balonlardan yahut su vermeyen seraplardan ibaret olduğunu müşahede eden Filistin halkı yeniden direnişe dönmeyi en doğru yol olarak görmüştür. İşgalci Siyonistlerin saldırgan görüşleriyle öne çıkan ve "Beyrut kasabı" unvanıyla tanınan lideri Ariel Şaron'un bir keresinde Mescidi Aksa'yı kirletme teşebbüsünde bulunması da Filistin halkındaki tepkinin aktif bir direnişe dönüşmesine sebep oldu ve 29 Eylül 2000 tarihinde de Aksa İntifadası başladı. 17 Şubat 2009 Doç. Dr. M. Hanefi PALABIYIK FİLİSTİN’İN MÜSLÜMANLARIN HÂKİMİYETİNE GEÇİŞİ Akdeniz’in güneydoğu ucunda, Asya ile Afrika arasında köprü konumunda bulunan tarihî bölgeye verilen addır. Filistin adıyla anılan bu toprakların, istilâlar ve çeşitli kavimlerin buraya hâkim olmak için verdikleri mücadeleler dolayısıyla siyasî sınırlarını açıklıkla çizmek kolay değildir. Bununla birlikte bölgenin coğrafî sınırları konusunda görüş birliği olduğunu söylemek ve bu sınırları şu şekilde belirginleştirmek mümkündür: Filistin toprakları esas itibariyle, Suriye ile Mısır ve Akdeniz ile Şeria Nehri arasında kalan topraklardır. Şeria Nehrinin döküldüğü Ölüdeniz de (Lut Gölü) Filistin’in doğu sınırına dahildir. Bu sınırlar içinde de Filistin toprakları coğrafî bakımdan Akdeniz kıyı şeridi, kuzeyden güneye doğru uzanan dağ silsilesinin bulunduğu ortadaki yayla bölümü ve en doğuda da Şeria Vadisi olmak üzere üç parçaya ayrılır. Bu üç parçalı coğrafî ayırım hemen bütün kaynaklarca benimsenmiştir. Ortadaki dağlık kesim veya yüksek yaylalar Şubat 2009 18 kısmı, genellikle kuzeyden güneye olmak üzere, Safed ve Nasıra (Nezâre) şehirleri ile Tabor Dağının bulunduğu Celîle (Galilee) bölgesi; ortada, Nablus şehrinin bulunduğu ve batıda Cermel dağına kadar uzanan Sâmiriye (Samaria) bölgesi; daha güneyde, Şeria Nehrinin Ölüdeniz’e döküldüğü yerden başlayıp Kudüs, Beytüllahm (Beytlehem) ve Halîlürrahman (Hebron) şehirlerinin içinde bulunduğu Yahudiye (Judea) bölgesi ve daha güneyde de Bi’rüssebi’ (Beersheba) şehrinin bulunduğu Necef çölü olmak üzere dört kısma ayrılır. Adını, milâttan önce XII. yüzyılda Kavimler Göçü sırasında deniz yoluyla buraya gelen Filistler’den alır. Filistin, tarih öncesi devirlerden itibaren çeşitli kavimlerin göçlerle gelip yerleşmesine ve bunlara karşı harekete geçen başka üstün güçlerin pek çok istilâ ve fetihlerine maruz kalmıştır. Bu durumun başta gelen sebepleri arasında, bölgenin Arap coğrafyası içinde sahip bulunduğu zengin ve stratejik tabiatla, üç büyük ilâhî din için kutsal yerler barındırması sayılabilir. Bölgenin İslam’ın doğuşuna yakın zamanlarda (611) uğradığı Sâsânî istilâsında, Kudüs çok büyük bir katliama maruz kaldı (614). 629’da ise Bizans imparatoru Herakleios tarafından Kudüs dâhil bütün Filistin tekrar Bizans hâkimiyeti altına alındı. İslâmiyet’in Filistin’de yayılması için işte bu dönemde başlatılan faaliyetler Asr-ı Saadete uzanır. Hz. Peygamber, çeşitli hükümdarlara İslâm’a davet mektupları gönderirken bir mektup da Bizans’a bağlı olan Busrâ Emîri Şürahbîl b. Amr elGassânî’ye yollamış, ancak Resulullah’ın elçisi Haris b. Umeyr el-Ezdî öldürülmüş ve bu durum Müslümanların yenilgisiyle sonuçlanan Mûte Savaşına (8/629) yol açmıştı. Ertesi yıl bizzat Hz. Peygamber sonuçsuz kalan Tebük Seferine çıktı ve Üsâme b. Zeyd kumandasında hazırlattığı ordu, daha sonra Hz. Ebû Bekir tarafından gönderildi (Rebîülâhir 11/26 Haziran 632). Mi’rac dolayısıyla İslâm tarihinde önemli bir yeri bulunan Filistin’in fethiyle görevlendirilen (12/Şubat 634) Amr b. As komutasındaki ordu, önce Gazze üzerine yürüdü; yakınındaki Dâsın veya Tâdûn denilen yerde bizzat Gazze valisinin kumanda ettiği düşman ordusunu yenilgiye uğratarak şehri ele geçirdi. Tarih boyunca devamlı el değiştiren Gazze, Bizanslılar zamanında önemli bir ticaret merkezi ve bu arada Mekke’den gelen tüccarların da uğrak noktası idi. Kureyş sûresinde bahsedilen yaz ve kış seferlerinde kışın gidilen yerin Gazze olduğu da söylenmektedir. Mekkeli tüccar kafilelerinden birinde Hz. Peygamber’in büyük dedesi Hâşim b. Abdimenâf da bulunmuş ve bu şehirde vefat etmiştir; kabrinin burada yer alması sebebiyle şehre bazı kaynaklarda ‘Gazzetü Hâşim’ denildiği görülür. Hz. Peygamber’in babası Abdullah da Gazze’ye gelen tüccarlar arasındadır. Hz. Ömer’in esas servetini İslâm’a girmeden önce Gazze’ye yaptığı ticarî yolculuklardan kazandığı rivayet edilmektedir. Müslümanların kısa sürede Güney Filistin’i fethedip Gamrülarabât’a kadar ilerlemeleri üzerine Bizans İmparatoru Herakleios, kardeşi Theodoros kumandasındaki büyük bir orduyu Filistin’e sevk etti. Bizans kuvvetleri bölgeye yaklaştığı sırada Kaysâriye’yi kuşatmış bulunan Amr b. Âs bu orduya mukavemet edemeyeceğini anlayarak kuşatmayı kaldırdı ve halifeden yardım istedi. Hz. Ebû Bekir Hâlid b. Velîd’e haber gönderip yardıma gitmesini emretti. Neticede iki ordu Remle ile Beytülcibrîn arasındaki Ecnâdeyn mevkiinde karşı karşıya geldi ve savaş İslâm ordusunun kesin zaferiyle sonuçlandı (28 Cemâziyelevvel 13/30 Temmuz 634). Bu zaferle Filistin ve Suriye’nin kapıları Müslümanlara açıldı ve hemen arkasından Sebastiye, Nablus, Lüd, Yübnâ, Amvâs gibi şehirler fethedildi. Özellikle Bizanslıların yenilgiye uğratıldığı Yermük Savaşı’nın (15/ 636) Filistin’in tarihinde önemli bir yeri vardır. Müslümanlar bu zaferle birlikte bölgede daha sağlam bir şekilde tutundular ve Kudüs’e ulaşarak şehri kuşattılar. Halkın aman dilemesi üzerine Hz. Ömer Câbiye’ye geldi ve Patrik Sophronius başkanlığındaki Kudüs heyetini kabul ederek onlara cizye ve haraç ödemeleri şartıyla bir ahidnâme verdi; böylece Kudüs barış yoluyla fethedilmiş oldu (Rebîülâhir 16/Mayıs 637). Kudüs’ün fethi Müslümanlarla Bizanslılar arasındaki mücadelede bir dönüm noktası teşkil eder. Amr b. Âs, İslâm ordularına karşı direnen Kaysâriye’yi tekrar kuşattığı sırada Mısır’ın fethiyle görevlendirilince yerini Yezîd b. Ebû Süfyân’a bıraktı; onun ölümü üzerine de kardeşi Muâviye kumandayı alarak şehri fethetti (19-20/640-641). Muâviye’nin Askalân’ı (Aşkelon) ele geçirmesiyle Filistin’in fethi tamamlandı ve burası ‘Cündü Filistin’ adıyla askerî bir bölge haline getirildi; merkez olarak da Kaysâriye’nin yerine Lüd şehri seçildi. Hz. Ömer Muâz b. Cebel ile Ubâde b. Sâmit ve Abdurrahman b. Ganm’ı halka İslâmiyet’i öğretmek üzere görevlendirdi; ayrıca Arap kabilelerinin buraya yerleşmesini teşvik etti. Hz. Ali-Hz. Muâviye mücadelesinde Filistinliler Muâviye’yi desteklemişlerdir. Çeşitli sebeplerle Filistin’e giden ve orada vefat eden sahâbîlerden bazıları şunlardır: Kâ’b b. Umeyr el-Gıfârî, Zeyd b. Harise, Ca’fer b. Ebî Tâlib, Abdullah b. Revaha. Haris b. Nu’mân, Abdullah b. Sehl, Üsâme b. Zeyd, Dihye b. Halîfe el-Kelbî, İkrime b. Ebî Cehil, Ayyaş b. Ebî Rebîa, Amr b. Saîd b. Âs, Ebân b. Saîd b. Âs, Amr b. Tufeyl, Nuaym b. Abdillah, Fazl b. Abbas, Abdullah b. Tufeyl, Ebû Ubeyde b. Cerrah, Muâz b. Cebel, Süheyl b. Amr, Şürahbîl b. Hasene. Ubâde b. Sâmit. Burada vefat eden tabiîlerden bazıları da şunlardır: Ravh b. Zinbâ’, İbn Âmir el-Yahsubî, Recâ b. Hayve elKindî, Hânî b. Mektûm, Cünâde b. Kebîr ed-Devsî. Emevîler devrinde bölgeye verilen önem, daha sonraki tüm İslam devletleri ve hükümdarları nezdinde de kendini korumuştur.** ................................................................... * Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi ([email protected], [email protected]). ** Bkz. M. Lutfullah Kahraman, “Filistin” maddesi, DİA, XIII,90-91; Mustafa L. Bilge, “Gazze” maddesi, DİA, XIII,534. Ayrıca bkz. Besim Darkot-Fr. Buhl, “Filistin” maddesi, İA, IV,636-639; Hüseyin Algül, “Mûte Savaşı” maddesi, DİA, XXXI,385-386; Mustafa Fayda, “Ebû Bekir” maddesi, DİA, XX,104; Ahmet Önkal, “Amr b. Âs” maddesi, DİA, III,80; Mustafa Fayda, “Hâlid b Velîd” maddesi, DİA, XV,290-291 19 Şubat 2009 FİLİSTİN’İN KRONOLOJİSİ 1897: I. Siyonist Kongre İsviçre’nin Basel kentinde toplandı. 1916: İngiltere ve Fransa arasında Arap topraklarını paylaşmayı öngören Sykes Picot Anlaşması imzalandı. 2 Kasım 1917: İngiltere, Yahudi halkına Filistin topraklarında devlet kurma yolunu açan Balfour Deklarasyonu’nu yayınladı. 29 Eylül 1923: Filistin’de İngiliz mandası resmen yürürlüğe girdi. 22 Temmuz 1946: İsrail terör örgütü Irgun’un Kral Davud Oteli’ne düzenlediği saldırıda, 96 kişi hayatını kaybetti. 29 Kasım 1947: BM, Filistin’i bölme planını kabul etti. 9 Nisan 1948: Irgun terör örgütüne bağlı militanlar tarafından Deir Yasin Köyü’nde gerçekleştirilen katliamda 254 Filistinli hayatını kaybetti. 14 Mayıs 1948: İsrail devleti kuruldu. 15 Mayıs 1948: İsrail devletinin kurulmasını kabul etmeyen Arap devletleri, İsrail’e saldırdı. Bu ilk Arap-İsrail savaşıydı. 29 Ekim 1948: İsrail ordusunun Safsaf Köyü’ne düzenlediği saldırı sırasında köylülerin üzerine Şubat 2009 rastgele açılan ateş, 70 kişinin ölümüne neden oldu. 11 Mayıs 1949: İsrail BM’ye kabul edildi. 23 Aralık 1950: İsrail Kudüs’ü başkent ilan etti. 2 Kasım 1956: Mısır Devlet Başkanı Nasır’ın Süveyş Kanalı’nı millileştirmesi üzerine, İsrail, Fransa ve İngiltere, Mısır’a saldırdı. 12 Ekim 1958: Şaron önderliğinde, Batı Şeria’da bulunan Kibya Köyü’ne düzenlenen saldırıda 67 kişi hayatını kaybetti, 75 kişi de yaralandı. 7 Ekim 1959: El-Fetih’in kuruluş kongresi Kuveyt’te yapıldı. 29 Mayıs 1964: Filistin Kurtuluş Örgütü kuruldu. 5 Haziran 1967: İsrail; Mısır, Suriye ve Ürdün’e saldırdı ve 6 günde, Sina Yarımadası, Golan Tepeleri, Batı Şeria, Gazze ve Doğu Kudüs’ü işgal etti. 22-25 Eylül 1969: 21 Ağustos 1960’da Mescid-i Aksa’nın yakılmak istenmesi Yahudilerce yakılmak istenmesi, İslam dünyasında tepkilere yol açtı ve bunun üzerine İslam Konferansı Örgütü Rabat’ta ilk kez bir araya geldi. 7 Haziran 1970: Ürdün Kralı Hüseyin İsrail ve ABD’den aldığı destekle Filistin mülteci kamplarını 20 yoğun top ateşine tuttu. Kral Hüseyin’e bağlı „Bedevi Milisleri“ tarafından gerçekleştirilen bu katliam „Kara Eylül“ olarak nitelendirildi. Bu katliam sırasında onbinlerce Filistinli hayatını kaybetti. Bir yıl sonra FKÖ Ürdün’den sürüldü ve Lübnan’a yerleşti. 2 Nisan 1973: İsrail askerlerinin Beyrut’a düzenledikleri operasyonda 3 FKÖ lideri öldürüldü. 8 Ağustos 1973: Filistin Ulusal Cephesi işgal altındaki topraklarda kuruldu. 6 Ekim 1973: Mısır, Suriye ve Ürdün’ün, Sina Yarımadası’nda ve Golan Tepeleri’nde bulunan İsrail kuvvetlerine saldırmasıyla Yom Kippur Savaşı başladı. 13 Kasım 1974: Filistinlilerin kendi kaderini tayin hakkını tanıdı. FKÖ, BM’de gözlemci statüsü elde etti. 13 Nisan 1975: Hıristiyan Falanjistlerin içinde Filistinlilerin bulunduğu bir otobüsü makineli tüfeklerle taramaları üzerine Lübnan'da iç savaş başladı. 6 Eylül 1976: FKÖ Arap Birliği’ne tam üye oldu. 17 Mayıs 1977: İsrail genel seçimlerinde ilk kez Menaham Begin’in liderliğindeki sağcı Likud Partisi iktidara geldi. 14 Mart 1978: İsrail Güney Lübnan’ı işgal etti. 17 Eylül 1978: Mısır, İsrail ve ABD arasında Camp David Anlaşması imzalandı. Bu anlaşma Arap Birliği Zirvesi'nde kınandı. 1980: İsrail parlamentosunda alınan bir kararla Kudüs, İsrail’in değişmez ve bölünmez başkenti olarak ilan edildi. 17 Temmuz 1981: İsrail, Beyrut'u bombaladı. 14 Aralık 1981: İsrail, Golan Tepeleri’ni ilhak etti. 6 Haziran 1982: İsrail Lübnan'ı işgal etmeye başladı. Eylül'de FKÖ Beyrut'tan çekilmeye başladı. 9 Eylül 1982: Arap Birliği Zirvesi’nde bölge ülkelerinin barış içinde yaşaması için, FKÖ’nün Filistin halkının tek meşru temsilcisi olması gerektiği kabul edildi. 15-16 Eylül 1982: İsrail, Filistin mülteci kampları olan Sabra ve Şatilla’ya kanlı bir saldırı düzenledi. 991 Filistinli hayatını kaybetti. 1 Ekim 1985: İsrail Tunus’taki FKÖ karargahına hava saldırısı düzenledi. Saldırıda 70 kişi hayatını kaybetti. 8 Aralık 1987: Gazze’de bir Yahudi kamyonetinin Filistinli işçileri taşıyan bir araca çarparak dört Filistinlinin ölümüne dokuzunun yaralanmasına neden olmasının ardından, Filistinliler intifada hareketini başlattılar. 16 Nisan 1988: FKÖ’nün ikinci komutanı Ebu Cihad İsrail askerlerince öldürüldü. 12 Kasım 1988: Cezayir’de toplanan Filistin Ulusal Konseyi, Filistin Devleti’ni ilan etti. 20 Haziran 1990: Ocak ayında başlayan Sovyet Yahudilerinin yoğun bir şekilde İsrail'e göçü Filistinliler ile İsrailliler arasında büyük sorun oldu. Bunun üzerine Filistinli bir komando grubu İsrail'e girmeye kalkıştı. ABD Başkanı Bush bu olaydan dolayı ABD-Filistin görüşmelerini askıya aldı. 8 Ekim 1990: Kudüs’te Mescid-i Aksa’da katliam gerçekleştirildi. 30 Filistinli hayatını kaybederken 800 kişi de yaralandı. 15 Ocak 1991: FKÖ’nün ikinci komutanı Salah Halef, danışmanı Ebu Muhammed ve FKÖ güvenlik şefi Ebu el-Hol bir suikast sonucu öldürüldüler. 30 Ekim 1991: ABD Başkanı Bush ile SSCB lideri Gorbaçov’un Madrid Konferansı’nı başlatmalarından sonra, İsrail ile Arap komşuları arasında ilk görüşmeler başladı. Filistin, Birleşik Ürdün-Filistin delegasyonunun parçası olarak görüşmelere katıldı. 13 Eylül 1993: İsrail Devlet Başkanı İzak Rabin ve FKÖ lideri Yaser Arafat arasında Washington’da, beş yıl sonra Filistin’de özerk bir devletin kurulmasını öngören, Filistin Özerklik İlkeleri Deklarasyonu (Oslo Anlaşması) imzalandı. 25 Şubat 1994: Batı Şeria’nın El Halil kentinde bulunan Hz. İbrahim Camii’ne sabah namazı esnasında bir Yahudi tarafından gerçekleştirilen saldırıda, aralarında çocukların da bulunduğu 50’nin üzerinde kişi hayatını kaybetti, yaklaşık 300 kişi de yaralandı. 4 Mayıs 1994: İzak Rabin ve Yaser Arafat arasında İsrail-Filistin İlkeleri Deklarasyonu’nu tamamlayıcı düzenlemeler içeren Kahire Anlaşması imzalandı. 26 Ekim 1994: İsrail ve Ürdün arasında barış anlaşması imzalandı. 28 Eylül 1995: II. Oslo Anlaşması Washington’da imzalandı. 4 Kasım 1995: Oslo Anlaşması’nın altına imza atan İsrail Başbakanı İzak Rabin, aşırı sağcı Yigal Amir tarafından öldürüldü. 20 Ocak 1996: FKÖ lideri Yaser Arafat, Filistin Özerk Yönetimi’nin başkanı seçildi. 18 Nisan 1996: İsrail Başbakanı Şimon Peres, Lübnan’a karşı „Gazap Üzümleri“ operasyonunu başlattı. Güney Lübnan’daki Kana BM mülteci kampında 109 sivil, İsrail saldırıları sonucu hayatını kaybetti. 29 Mayıs 1996: İsrail seçimlerini Benjamin Netanyahu liderliğinde aşırı sağ partilerden oluşan koalisyon kazandı. 27 Eylül 1996: Kudüs belediye başkanının Kub21 Şubat 2009 bet’üs-Sahra’nın altına tüneller açtırması sonucu patlak veren olaylarda üç günde 76 kişi öldü. 15 Ocak 1997: II. Uygulama Anlaşması olan elHalil Protokolü imzalandı. 1 Ekim 1997: Ürdün’ün baskısıyla İsrail, 16 Ekim 1991’de müebbet hapis cezasına çarptırılan Hamas’ın manevi lideri Şeyh Ahmed Yasin’i serbest bırakmak zorunda kaldı. 14 Mayıs 1998: İsrail Devleti’nin kuruluşunun 50. yıldönümünde, Filistinlilerin protesto gösterileri sırasında çıkan çatışmalarda dokuz Filistinli hayatını kaybetti, 1.200 Filistinli yaralandı. 21 Haziran 1998: İsrail hükümeti Netanyahu’nun Büyük Kudüs planını onayladı. 7 Temmuz 1998: BM Genel Kurulu Filistin delegasyonuna gözlemci statüsü verdi. 23 Ekim 1998: İsrail ile Filistin arasında Wye River Memorandum’u imzalandı. 18 Aralık 1998: ve İngiliz birlikleri Irak’ı bombalarken İsrail hükümeti Wye River Memorandum’unu uygulamayı askıya aldığını bildirdi. 4 Mayıs 1999: Mayıs 1993 İlkeler Deklarasyonu’nda Filistin özerkliği için verilen sürenin sona ermesi üzerine, ABD Başkanı Clinton’ın Arafat’a nihai statü görüşmelerinin bir yıl içinde sonuçlanacağı garantisini vermesi dolayısıyla, Filistin Merkez Konseyi bağımsız Filistin Devleti’nin ilanını erteledi. 17 Mayıs 1999: İsrail’de yapılan seçimleri, Likud Partisi lideri Netanyahu’yu yenilgiye uğratan İşçi Partisi lideri Ehud Barak kazandı. 25 Temmuz 2000: Camp David Zirvesi, ABD Başkanı Clinton’ın „anlaşmaya varamadılar“ şeklindeki açıklamasıyla sona erdi. 28 Eylül 2000: İsrail Savunma Bakanı Ariel Şaron’un Mescid-i Aksa’ya yaptığı provakatif ziyaret Filistinlilerin tepkisine neden oldu. El-Aksa intifadası başladı. İsrail Başbakanı Ehud Barak, ilk kez Kudüs’te Filistin ve İsrail’e ait iki başkent olabileceğini ifade etti. 6 Şubat 2001: İsrail’de yapılan erken genel seçimlerde Likud Partisi genel başkanı Ariel Şaron ezici üstünlükle başbakan seçildi. 17 Ekim 2001: İsrail-Filistin barış anlaşmalarına karşı çıkan Ulusal Birlik Partisi Genel Başkanı Rehavam Zeevi silahlı saldırı sonucu öldü. Saldırıyı FHKC üstlendi. 19 Kasım 2001: yılında gerçekleştirilen Sabra ve Şatilla Katliamı’ndan kurtulan Filistinlilerin suç duyurusu üzerine Belçika, katliamın sorumlusu olan İsrail Başbakanı Şaron’u ifade vermeye çağırdı. 23 Kasım 2001: İsrail ordusunun roketli saldırısında Hamas’ın askeri kanat liderlerinden MuhamŞubat 2009 med Ebu Hanud öldürüldü. 2 Aralık 2001: Kudüs’te ve Hayfa’da meydana gelen dört patlamada 26 kişi öldü, 220 kişi yaralandı. Saldırıyı Hamas üstlendi. İsrail hükümeti, Arafat’ı saldırıdan sorumlu tuttu. 3 Aralık 2001: Kudüs ve Hayfa’da gerçekleştirilen bombalı saldırılar ardından harekete geçen İsrail, Gazze’ye ve Batı Şeria’ya saldırdı. Batı Şeria’da bir çok eve füze isabet ederken, Gazze’deki hedef Arafat oldu. 13 Aralık 2001: İsrail Güvenlik Kabinesi, Arafat’la tüm ilişkilerini kesme kararı aldı ve Arafat’ı saldırı dalgasının doğrudan sorumlusu olmakla suçladı. 27 Mart 2002: Suudi Arabistan Veliaht Prensi Abdullah’ın Filistin-İsrail sorununun çözümüne yönelik olarak hazırladığı „Ortadoğu Barış Planı“, Beyrut’ta gerçekleştirilen Arap Birliği Zirvesi’nde onaylandı. 29 Mart 2002: İsrail Başbakanı Ariel Şaron Batı Şeria’daki tüm Filistin kentlerine tanklarla girerek Koruyucu Duvar Operasyonu’nu başlattı. Arafat’ın Ramallah’taki karargahını kuşattı. İsrail askerleri karargahı tahrip ederek, elektrik, su ve telefon bağlantısını kestiler. 19 Nisan 2002: BM Güvenlik Konseyi toplantısında Cenin’de İsrail tarafından yapılan katliamları araştırmak üzere bir komisyonunun kurulmasına karar verildi. Söz konusu katliamda bini aşkın kişi hayatını kaybetti. 1 Mayıs 2002: BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın oluşturduğu Araştırma Komisyonu’nun üyeleri konusunda İsrail’in gösterdiği tepkiler nedeniyle Annan komisyonun dağıtıldığını açıkladı. 2 Mayıs 2002: Arafat’ın karargahında yanında bulundurduğu, Zeevi’nin ölümünden sorumlu tutulan altı kişinin Eriha’daki hapishaneye gönderilmesi karşılığında Arafat’ın Ramallah’taki karargahı çevresinde bulunan kuşatma kaldırıldı ve Arafat’ın karargahtan çıkmasına izin verildi. 30 Eylül 2002: Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyan yasa ABD Kongresi’nden geçti. 5 Ekim 2002: ABD Kongresi’nin kararına karşılık Arafat, iki yıl önce Filistin Konseyi’nden geçen Doğu Kudüs’ü Filistin Devleti’nin başkenti olarak kabul eden yasayı imzaladı. 17 Kasım 2002: İsrail Dışişleri Bakanı Benjamin Netenyahu Oslo Anlaşmaları’nın tamamen iptal edildiğini bildirdi. 30 Kasım 2002: İsrail kuvvetleri BM Gıda Programı’nın Gazze’deki gıda deposunu yerle bir etti. 28 Ocak 2003: İsrail’de yapılan erken genel seçimlerde Ariel Şaron başkanlığındaki Likud Partisi 22 milletvekili sayısını ikiye katlayarak (38) seçimin galibi oldu. İşçi Partisi ise altı sandalyeyi kaybederek 19 milletvekilli çıkardı. 19 Mart 2003: Arafat, Mahmud Abbas’ı başbakanlığa atadı. 30 Nisan 2003: Yol Haritası ilan edildi. 25 Mayıs 2003: İsrail hükümeti Yol Haritası’nı 14 çekince ile 7’ye karşı 12 oyla onayladı. 3-5 Haziran 2003: ısır’ın Şarm el-Şeyh kasabası ve Ürdün’ün Akabe kentinde Yol Haritası’nın hayata geçirilmesine ilişkin ABD Başkanı Bush’un öncülüğünde iki zirve gerçekleştirildi. 9 Haziran 2003: Akabe Zirvesi’nin sonuçlarını reddeden Filistinli direniş örgütleri ilk kez ortak silahlı eylem gerçekleştirerek dört İsrail askerini öldürdüler. 10 Haziran 2003: Hamas liderlerinden Dr. Abdülaziz el-Rantisi’ye yönelik füzeli saldırıda 1’si bebek dört kişi öldü. El-Rantisi yara almadan kurtuldu. 11 Haziran 2003: Kudüs’ün merkezinde düzenlenen intihar saldırısında 17 kişi öldü, 65 kişi yaralandı. 29 Haziran 2003: Başta Hamas, İslami Cihad ve el-Aksa Şehitleri Tugayı olmak üzere direniş örgütleri üç aylık şartlı ateşkes ilan ettiler. 15 Temmuz 2003: İsrail Parlamentosu 8’e karşı 26 oyla Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze’nin ne tarihi açıdan ne uluslararası hukuk ne de İsrail devletinin daha önce imzaladığı anlaşmalar açısından „işgal edilmemiş“ topraklar olduğu yönünde bir karar çıkardı. 31 Temmuz 2003: İsrail, Batı Şeria ve Kudüs çevresine inşa edilen „güvenlik duvarı“nın ilk etap inşasını tamamladı. 19 Ağustos 2003: Filistinli direniş örgütlerinin ilan ettikleri şartlı ateşkes İsrail’in saldırılarına devam etmesi sonucu bozuldu. 20 Ağustos 2003: Hamas ve İslami Cihad’ın Kudüs’te ortaklaşa düzenledikleri saldırıda 20 İsrailli öldü, 120 kişi de yaralandı. İsrail saldırının ardından Filistin yönetimiyle ilişkilerini dondurdu. 21 Ağustos 2003: İsrail’in Gazze’ye düzenlediği füze saldırısında Hamas liderlerinden Ebu Şenneb iki korumasıyla birlikte hayatını kaybetti. 6 Eylül 2003: Filistin Başbakanı Mahmud Abbas görevinden istifa etti. Aynı gün İsrail’in, Hamas’ın kurucusu ve manevi lideri Şeyh Ahmed Yasin’e yönelik düzenlediği saldırıdan, Ahmed Yasin yardımcısı ile birlikte hafif yaralı olarak kurtuldu. 11 Eylül 2003: İsrail Güvenlik Kabinesi Filistin lideri Arafat’ı sürgüne gönderme yönünde ilke kararı aldı. Ayrıca 15 AB üyesi, Hamas’ı AB’nin terör lis- tesine alma konusunda uzlaşmaya vardı. 25 Eylül 2003: 20. yüzyılın önemli düşünürlerinden Filistin asıllı Edward Said hayatını kaybetti. 4 Ekim 2003: Hayfa’da düzenlenen intihar saldırısında 20 İsrailli ölürken 55’i de yaralandı. 5 Ekim 2003: İsrail, Hayfa’da düzenlenen saldırıya misilleme olarak, 30 yıl sonra ilk kez Suriye topraklarını bombaladı. 15 Ekim 2003: ’de içlerinde CIA mensuplarının da bulunduğu dört araçlık konvoya düzenlenen saldırıda üçü CIA mensubu dört kişi öldü, bir kişi de yaralandı. 9 Kasım 2003: Berlin’deki „Utanç Duvarı’nın yıkılışının yıldönümü olan 9 Kasım, İsrail’in Filistin’de inşa ettiği „Irkçı Ayrım Duvarı“na uluslararası tepki günü olarak ilan edildi. 19 Kasım 2003: BM Güvenlik Konseyi’nden oybirliği ile geçen 1515 sayılı kararla Yol Haritası taraflar açısından bağlayıcı hale geldi. 1 Aralık 2003: Cenevre İnisiyatifi’nin Yol Haritası’na alternatif olarak hazırladığı deklarasyon resmen ilan edildi. 20 Aralık 2003: 8 Aralık’ta BM Genel Kurulu’da alınan karara uygun olarak Lahey Adalet Divanı, İsrail’in Batı Şeria çevresine inşa ettiği „güvenlik duvarı“nın meşruiyetini şubat ayında ele almaya karar verdi. 14 Ocak 2004: Gazze’de ilk kez Hamas mensubu bir bayan tarafından düzenlenen saldırıda, dört İsrail askeri öldü. Saldırının ardından İsrail Hamas’ın kurucusu ve manevi lideri Şeyh Ahmet Yasin’i her an bir suikaste hedef olabileceği yönünde tehdit etti. 11 Şubat 2004: Filistin ’i çevreleyen tecrit duvarına ve 15 Filistinlinin ölümüyle sonuçlanan İsrail saldırısına karşı bir tepki olarak El-Aksa Şehitleri Tugayı’nın Kudüs’te düzenlediği saldırıda 7 İsrailli öldü, 60’ı da yaralandı. 23 Şubat 2004: Adalet Divanı İsrail’in Batı Şeria’nın çevresine ördüğü tecrit duvarına ilişkin duruşmalara başladı. 22 Mart 2004: Filistin’in manevi önderi Şeyh Ahmet Yasin sabah namazı çıkışında bizzat Şaron tarafından yönetilen bir askeri operasyon sonucu sekiz Filistinli ile birlikte hunharca katledildi. Yasin katliamı sonrası İsrail terörünün sınırlarının artık kalmadığı anlaşılırken BM’nin katliamı kınamasının önünde yine ABD vetosu yer aldı. 17 Nisan 2004: Şeyh Ahmet Yasin’in şehadeti sonrası Hamas liderliğine getirilen Abdülaziz el-Rantisi Ahmet Yasin’e karşı düzenlenen suikasta benzer bir yöntemle şehit edildi. 23 Şubat 2009 Mehmet TALU İSLAM ÜLKELERİ DERHAL MÜDAHALE ETMELİDİR… 2008 yılının son haftasında Filistin topraklarında yaşanan acı ve şiddet, Filistin’in Gazze şehrine düzenlenen hava ve füze saldırısının ortaya çıkardığı elem verici sonuçlar hepimizi mateme boğmuştur. Gerçekten Müslümanların vaziyeti yürekler acısı... Hele hele savaşların, olayların televizyonlarda bir savaş filmi seyrediliyor gibi seyredilmesi, sadece vah! vah! diyerek çaresizlik içinde kalınıp bir şeyler yapılamaması üzüntümüzü daha da artırmaktadır. Biz Müslüman Türkler olarak bu din kardeşlerimizin karşılaştıkları bu acı duruma seyirci ve duyarsız kalmamız düşünülemez. (R.A.) den rivayet edilen Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin bir hadisi şeriflerindeki ifadesiyle: Nasıl düşünülebilir ki Abdullah b. Ömer (R.A.) den rivayet edilen bir hadis-i şeriflerinde Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz: Ben kendime bakıyorum, bende de kuru protestodan başka bir şey yok. “Müslüman, Müslümanın din kardeşidir. Ona zulmetmez. Onu (başına gelen musibete veya düşmanına) teslim etmez” buyurmuşlardır.1 Binaenaleyh yeryüzünün neresinde bulunursa bulunsun, ırkı, rengi, dili ve kültürü ne olursa olsun bütün Müslümanlar, Numan b. Beşir Şubat 2009 24 “Birbirlerine merhamette, sevgide, lütuf ve atifet hususlarında yek vücut olmalıdırlar.”2 Birbirlerinin sevinç ve kederlerini paylaşmalıdırlar. Türkiye müdahil olmalı Arap Birliği acele toplanıp İsrail'i protesto edecekmiş!.. Hükümetimiz de İsrail'i protesto etmiş...İran İsrail'i şiddetle protesto etmiş... İslâm dünyası İsrail'i protesto ediyormuş... Falan filan ve saire... Protestolarımıza birkaç gözyaşı bile karıştıramıyoruz. damla Bizde artık Osmanlı ruhu kalmamış. İslâm dünyasının ahı gitmiş vahı kalmış. Bir buçuk milyarlık İslâm âlemi kuru protestolardan başka bir şey yapamıyor. Filistin, batının çirkin yüzünü bir defa daha ortaya koymuştur. Medeniyetler arası uzlaşma adı altında AB kapılarında bekleyenlerin hangi medeniyetle uzlaşmaya çalıştıklarını bir daha görmeleri gerekir. Çünkü bugün Müslümanlara reva görülen muamele, gayr-i müslimlere uygulansa, tüm haçlı âlemi ayağa kalkardı. Bu gibi olaylar karşısında sadece demeçler vermek kâfi değildir. Bakınız Rabbimiz ne buyuruyor: “Eğer mü’minlerden iki grup, birbirleriyle vuruşurlarsa, (nasihatle, ALLAH’ın hükmüne davetle) aralarını düzeltin, bulup barıştırın. Bundan sonra eğer onlardan biri diğerine saldırırsa, hâlâ tecavüz ediyorsa; siz, ALLAH’ın emrine dönünceye kadar, o saldırganla, tecavüz edenle savaşın. Neticede eğer ALLAH’ın emrine dönerse, aralarını adaletle düzeltin, bulup barıştırın ve (her işinizde) adaletli davranın, hareket edin. Çünkü hiç şüphe yok ki, ALLAH adaletli olanları sever.” 3 İnsanlık olarak son yüzyılda dünyada meydana gelen olaylara ibretle eğildiğimizde, sorumsuzca davranan yetkililerin, çatışma yanlısı odakların, kendi çıkarları uğruna ötekinin hayatını hiçe sayan ve dünyayı kan gölüne çevirmekten çekinmeyen ihtiras sahiplerinin ürettiği şiddet ve savaşların, karşı şiddetleri nasıl beslediğini, kalplerde kin ve nefreti nasıl derinleştirdiğini ve bütün dünyayı müteselsil bir savaş, şiddet ve kaos ortamına nasıl sürüklediğini üzülerek görmekteyiz. Özellikle son yüzyılda, gelişmiş ülkeler açısından stratejik önem taşıyan Ortadoğu ve İslam dünyasında, müdahalelerin, işgallerin, şiddetin, hak ihlallerinin bu coğrafyanın ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal diğer faktörleriyle birleştiğinde insanlarında kin, nefret, intikam ve düşmanlık duygularını nasıl kökleştirdiğini ve toplumsal hayat ve sağduyuyu nasıl altüst ettiğini bütün dünya kamuoyu görmektedir. Muhterem okuyucu! Gazze’ye yapılan, aralarında yaşlı, hasta, çocuk ve kadınların da bulunduğu yüzlerce insanın ölümüne, yaralanmasına, ev ve işyerinin yerle bir olmasına sebep olan bu çirkin saldırı, hangi din ve inançtan olursa olsun, sağduyu ve vicdan sahibi herkese insanlık adına ağır bir mahcubiyet yaşatmıştır. Evet dikkat buyurun! Meali arzedilen ayet-i kerimede Cenab-ı Hak, bir Müslümana diğer bir Müslüman saldıracak olursa, seyirci kalınmamasını ve saldırana ALLAH'ın emrine dönünceye, zulmünden vazgeçinceye kadar karşı koyulmasını emretmektedir. Ya bu Müslümana saldıran, mütecaviz kâfir olursa ne olacak? EIcevab: Bütün Müslümanlar elbirliği ile o mütecaviz kafire karşı koyacaklardır. Falan devlet ne der, filan komisyon ne söyler bakmayacaklardır. Çünkü İslâm, mensublarından bazısı dargın veya birbirine hasım iken seyirci kalınmasını veya ateşin alevlenmeye bırakılmasını kesinlikle yasaklar. Akıl, fikir ve kudret sahiplerinin yalnız hakkı gözeterek ve nefsî arzulardan uzaklaşarak arabuluculuğa teşebbüs etmeleri, mütecaviz olanla, ALLAH Teâlâ'nın hükmüne dönünceye kadar mücadele etmeleri gerekir. Yukarıda meali arzedilen ayet-i kerimede ALLAH Teâlâ'nın hükmü böyle. Hele hele Müslümana saldıran kafir olursa sessiz kalmak asla olmamalıdır. Çünkü bu durum, saldıran kafirin şımarmasına ve cesaretlenmesine nihayet kafa tutmasına ve zulmünü artırmasına sebep olur. Bu hususta hiçbir devletten veya topluluktan çekinmemek gerekir. Sadece ALLAH Teâlâ'dan korkmak ve azimli olmak gerekir. Acilen bir şeyler yapmak gerekiyor. Basit kınamalar, sıradan uyarılar İsrail'i daha da cesaretlendirmekten başka işe yaramamaktadır. Dünya kamuoyu bu katliamları durdurmak için cılız tepkiler vermek yerine İsrail'e karşı ciddi yaptırımlar uygulanmasını sağlayacak adımları atmak zorundadır. Aksi takdirde, kaybeden sadece Gazze değil, bütün insanlığın onuru olacaktır. Bu olay insanlık için yüz karası, insanlık dışı davranış, alçakça yapılan bir soykırım hareketidir. Bir kez daha İsrail'in Gazze'de gerçekleştirdiği katliamları lanetliyor, saldırılarda şehit olan Filistinli kardeşlerime Allah'dan rahmet, yaralılara acil şifalar dili yorum. Herkesin gözü önünde cereyan eden ve amacı da herkesçe bilinen bu olayların “din ve medeniyet çatışması” olarak sunulmasını, bir tespit veya öngörü olarak değil, barışı katleden gerçek failleri göz ardı ettirmeyi ve çatışmayı daha geniş bir zemine yaymayı hedef alan stratejik bir eylem planı olarak değerlendirmek gerekir. Tekrar vurgulamak gerekir ki, bunu bir din ve medeniyet savaşı olarak, hatta savaş olarak nitelemek gerçeği görmemek olur. Bu ve benzeri olaylar, bütün dinlerin gayrı ahlaki olarak kabul ettiği kirli bir güç gösterisidir. Tarihte iktidarını güç gösterisi ve ayrımcılık olarak sergileyenlerden çok çekmiş olan bir ulusun, tarihin değişik dönemlerinde zulme, şiddete ve ayrımcılığa maruz kalanların bugün eline güç geçirdiğinde veya güç odaklarının desteğini aldığında benzeri acıları başkalarına yaşatıyor olmasını bütün dünya ibretle izlemektedir. Bu son gelişme, aynı zamanda yıllardır barış için sarf edilen çok yönlü çabalara indirilmiş ciddi bir darbe olup, bütün bölgenin istikrarsızlığını perçinlemekten, toplumlara, nesiller boyu sürecek kin, öfke, nefret ve şiddet yüklemekten başka bir işe yaramayacaktır. Bize emanet olarak verilmiş bir dünyayı fesat ve tuğyanla, isyan ve zorbalıkla yaşanılamaz hale getirmek sadece insanlığa karşı suç değil, ilahi vahiyden ve rahmet elçisi bütün peygamberlerden de nasipsizliktir. Kimden gelirse gelsin her türlü haksızlığa karşı çıkmak, dini, dili, ırkı ve cinsiyeti ne olursa olsun mazlumun yanında olmak, semavi dinlerin ve kutsal kitapların ortak çağrısıdır. Bunun için de, bugün bütün dini kurum ve liderlerin bir sınavla karşı karşıya olduğunu, bu trajik gelişmeleri kınamalarının yeterli olmayacağını, şiddet, zulüm ve fesadın önlenmesi, huzur ve barışın tesisi için hem kendi 25 Şubat 2009 ülkelerinde hem de dünya kamuoyuna yönelik olarak seslerini yükseltmelerinin ve insani duyarlılığı geliştirmelerinin sadece dini değil insani ve ahlaki bir vazife haline de geldiğini ifade etmek isteriz. Filistin’de yaşanan insanlık dramına seyirci kalmayıp sorumluları teşhis etmek, kınamak, hasta ve yaralılara yardım elini uzatmak insani bir ödevdir. Ancak, kayda değer bir ekonomik güce ve uluslararası etkinliğe sahip İslam ülkeleri de dahil, dünya uluslarının ve sorumlu devlet adamlarının asıl görevi, savaşı, şiddeti ve orantısız güç kullanımını önlemek, bunu önleyecek uluslar arası mekanizmaları çalıştırmak olmalıdır. Masum sivillerin ölümüne yol açan, semavi dinlerin ortak öğretisine, insanlık değerlerine, uluslararası hukuka ve sivillerin hedef alınmasını suç sayan bütün anlaşmalara aykırı olan bu tür saldırıların ve şiddetin bir an evvel sona erdirilmesini, hür ve medeni dünyanın bu vahim gelişmeler karşısında tavır almasını bekliyor, insani yardımların etkin biçimde bölgeye ulaştırılması konusunda geç kalınmamasını diliyoruz. İsrail askeri güçlerinin Gazze'ye yönelik olarak gerçekleştirdiği ve çok sayıda masum Filistinlinin hayatını kaybettiği saldırıları lanetliyorum. Bu saldırının Filistinli çocukların okul saatine denk getirilmesi ve atılan füzelerin sivil yerleşim merkezlerini hedef alması İsrail'in vahşette sınır tanımadığının yeni bir göstergesidir. İsrail'in saldırıları vahşettir. Yaşananlar, İsrail'in terörist devlet yöntemleriyle hareket etmekte sakınca görmediğini ortaya koymuştur. Bu tutum, giderek insan hakları, hukuk ve adalet gibi evrensel değerlere olan inancın, saygının kaybolmasına, kuvvetlinin her şeyi yapacağı duygusunun zihinlere yerleşmesine yol açmaktadır. Saldırı, sadece Filistin halkını değil, tüm insanlığı vurmuştur. lerinin canına okudular. Haçlıların, İstanbul'da Ortodoks Hıristiyanlara yaptıkları zulümleri, merhametsizlikleri, şenaatleri Batılı tarihçiler anlata anlata bitiremiyor. Ayasofya'yı yağmaladılar, vaaz kürsüsüne bir fahişeyi çıkartıp maskaralık ettirdiler. Kıymetli eşyayı taşımak için mabedin içine atlar, katırlar, merkepler getirdiler, bu hayvanlara o kutsal mekâna pislettirdiler. Kadınların, kızların ırzına geçtiler, çaldılar, yağmaladılar, öldürdüler, yıktılar. Şimdi Filistin’de yaptıkları gibi. İslâm alemi niçin bu urumda? Çünkü İslâm ülkeleri, Müslümanlar İslâm'ın, Kur’ân-ı Kerîm'in çok gerisinde kalmışlardır. Müslümanların pek çoğunun yaşantılarının, hayat tarzlarının İslâm ile, Kur’ân-ı Kerim ile pek alâkası kalmamıştır. “Müslümanım” deniliyor, fakat Müslümanca yaşanılmıyor. Şairin dediği gibi: “Bir elde kadeh, bir elde Kur’ân-ı Kerim! Ne helâldir işimiz, ne de haram. Şu yarım yamalak dünyada, Ne tam kâfiriz, ne de tam bir Müslüman!” Müslümanların durumu bu. ALLAH Teâlâ ve Resûlü'nün emirleri yerine getirilmiyor. Muhalefet ediliyor. Bakınız Rabbimiz ne buyuruyor: “...O'nun emrine aykırı davrananlar, başlarına bir belâ gelmesinden veya kendilerine çok elemli, acıklı bir azap isabet etmesinden sakınsınlar.”4 Evet gerçek bu. Hâkim durumda olan ve istiklâl¬lerini koruyan müslümanlar, ALLAH ve Resûlüne itaat etmemeleri, birbirleriyle çekişmeleri, aralarındaki fitne-fesat ve kargaşa sebebiyle esarete ve zillete mahkûm oldular. “Kişinin cezası davranışı (ameli) cinsindendir” fehvasınca kendi içlerinde düşman gruplara ayrılan, hatta birbirlerine karşı kâfirlerle işbirliği yapan bir topluluk, firâsetsizlik ve basiretsizliklerinin cezası olarak düşmanlarına esir kılınmakla cezalandırılır. Filistin ve diğer İslâm ülkelerindeki bu hadiseler yeni değildir. Tarihe baktığımızda Müslümanları yok etmek için düzenlenen haçlı seferlerine bütün gayri müslimlerin katıldıklarını görüyoruz. Hıristiyanlık dünyası bin yıl kadar önce de, İslâm alemine karşı Haçlı seferleri tertiplemişti. İlk Haçlı seferinde, önce Orta Avrupa'daki Yahudileri öldürmekle işe başladılar. Sonra bir milyon kişilik muazzam bir kalabalık halinde Ortadoğu'ya geldiler, bu bölgedeki Müslümanların bölünmüş ve parçalanmış olmasından yararlanarak Kudüs'ü aldılar. Hazret-i İsa'nın öğretilerine taban tabana zıt olarak Kutsal şehirdeki bütün Müslüman ve Yahudileri merhametsizce boğazladılar. Aradan kaç asır geçtikten sonra Papa, bu haçlı seferleri dolayısıyla Müslümanlardan özür diledi. Olmaması gereken, fakat maalesef öyle hadiseler oluyor ki Müslümanlar İslam’da ittifak ediyorlar fakat koltukta ihtilaf ediyorlar ve iktidar uğruna kıyasıya, acımasızca birbirleriyle savaşa girişiyorlar. Müslüman müslümana acımazsa başkası acır mı? Bir Müslüman iktidar uğruna hristiyanlarla, yahudilerle işbirliği yaparak Müslüman kardeşini saf dışı bırakmaya çalışır mı? Halbuki Cenâb-ı ALLAH: “Ey iman edenler! Mü'minleri bırakıp da kâfirleri dostlar edinmeyin…”5, “Ey iman edenler! Yahudileri de, hristiyanları da kendinize dost edinmeyin, yar olarak benimsemeyin. Onlar ancak birbirlerinin dostudurlar, yaranıdırlar. İçinizden kim onlara dost olursa, o da onlardandır. Hiç şüphe yok ki, ALLAH zulmeden kimseleri, doğru yola eriştirmez.”6 buyurmaktadır. Daha sonra yapılan Haçlı seferlerinden birinde Müslümanlarla savaşmak üzere yola çıkmış olan Hıristiyanlar Konstantinopol'e saldırdılar. Kendi din kardeş- Geçmiş dönemlerde olduğu gibi günümüzde de bir kısım müslümanlar, Cenâb-ı Hakk'ın bu apaçık emrini çiğneyerek hristiyanlarla dost olmuşlar ve üstelik diğer Şubat 2009 26 müslümanlarla savaşa girişmişlerdir. Gaye; iktidar, menfaat, ikbal ve hırs. Hak ve adalet değil! Alınacak ibret şudur ki, ALLAH'ın kanununu çiğneyenler ve çiğnenmesine seyirci kalanlar hüsrana düşerler, birliklerini kaybeder¬ler, zayıflar ve çeşitli şekillerde karşılarına çıkan fitneler, bela ve musibetler altında inim inim inlerler. Yine Cenâb-ı ALLAH'ın Kur'ân-ı Kerîm'inde: “ALLAH'a ve O’nun Peygamberine itaat edin. Birbirinizle çekişmeyin, yoksa korku ile zaafa, başarısızlığa düşersiniz ve kuvvetiniz, yardımınız kesilip dev letiniz elden gider..”7 İlâhi fermanına kulak vermemişler ve gerçekten de korkuya kapılmışlar, zayıf düşmüşlerdir. Nihayet: “Öyle bir fitneden, musibetten korkun, sakının ki, o, içinizden yalnız zulmedenlere isabet etmez. (Bu belâ, başkalarına da geçer, umumî olur, herkesi perişan eder.) Hem bilin ki, ALLAH'ın azabı çok şiddetlidir.”8 âyetinin hükmü tecelli etmiş ve fitne, musibet bütün İslam ülkelerini derinden sarsmıştır. İşte, şu sıralar İslâm ülkelerinin, Müslümanların başına gelen belâların sebebini, bu ayet-i kerîmelerin ışığında aramak lâzımdır. Uhud savaşında, Müslümanlar kazanmış oldukları savaşı, sırf Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizin bir emrine muhalefet etmeleri sebebiyle kaybetmediler mi? Bugün İslâm ülkeleri, Müslümanlar üstün değilse, zillet çukurlarında yuvarlanıyorlarsa; zalimlerin, kâfirlerin, mürtedlerin, muattıla güruhunun çizmeleri altında eziliyorsa, yumruklarını yiye yiye yerlerde sürükleniyorlarsa, kendimize bakalım. Kime itaat ediyoruz? ALLAH Teâlâ ve Resûlüne mi, yoksa başkalarına ve tağutlara mı? Evet kime? Sabah namazına kalkma, mışıl mışıl uyu. Veyahut sıcak yatağının basında, pijama ile Kevser ve İhlâs Süresiyle namaz kıl, sonra cup diye tekrar sıcak yatağa atla. Ondan sonra Müslümanlar muzaffer olsunlar. Tembel felsefesi bunlar hep. Rabbimiz Mü’minlere “üstün olmayı” vaat ediyor. Şayet üstün değilsek ki şüphesiz öyleyiz, öyleyse kendimize bakalım. Kendimizi yoklayalım. Bu sebeple zararın neresinden dönülürse kârdır. Tevbe edelim. ALLAH Teâlâ’ya kul, Resûlü'ne ümmet olalım. Ümitvar olalım. İstikbaldeki en büyük, gür sada İslâm'ın sadası olacaktır. Biz İslâm'a sımsıkı sarılırsak ve hakkıyla yaşarsak, şairin: “Doğacaktır sana vaad ettiği günler Hakkın. Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın.” dediği gibi, ALLAH'ın mü'min kullarına Kur'ân'da bir va’di vardır. Zafer va’di... Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: “ALLAH, sizden iman eden ve salih amellerde bulunanlara yemin ile vaadetmiştir ki; kendilerinden evvel gelen Müminleri, Kâfirlerin yerine getirip hakim kıldığı gibi elbette onları da yeryüzünde kâfirlerin yerine geçirip hükümran edecek ve onlara kendileri için razı olduğu dini İslâm’ı yaşama imkanını elbette verecek ve onların her türlü korkularını üzerlerinden kaldırdıkdan sonra hallerini kat’i bir eminliğe, güvene elbette çevirecektir. Onlar bu güvenlik içinde bana ibadet ederler, bana hiç bir şeyi şirk, ortak koşmazlar. Artık bundan sonra kim kâfir olursa işte onlar fasıkların ta kendileridir.” Bu ayet-i kerîme, Müslümanlara, parlak bir geleceği vaat etmektedir. Ancsak bu va’de lâyık olmanın şartları vardır. 1- Müslümanlar, ezelde Kaalu Belâ gününde ALLAH'a vermiş oldukları sözü, O'nunla yapmış oldukları ahd ve misakı unutmazlar, gereğini yerine getirirlerse, 2- İslâm dininin hükümlerini, emirlerini, yasaklarını ferdi ve toplumsal hayatlarına uygularlarsa, 3- Kendilerine ALLAH katından en güzel örnek, model ve rehber olarak gönderilmiş Peygambere itaat ve biat ederler, onun yolundan giderler, onun Sünnetini ve metotlarını esas kabul ederlerse, 4- Şeytanı ve tağutları dost, velî, yar, müttefik olarak kabul etmezlerse, 5- Parayı, serveti, malı-mülkü şu fanî dünyanın aldatıcı ve oyalayıcı oyuncakları durumunda olan birtakım eşya, âlet ve vâsıtaları putlaştırmazlarsa, 6- ALLAH yolunda önce nefisleriyle, sonra harbî ve saldırgan kâfirlerle cihad ederlerse, bu va’de nail olurlar. Yoksa: İslâm'a ihanet ederek, ahkâm-ı ilâhiyeye sırt çevirerek, Resul'ün yolunu bırakarak zafere nâil olunmaz. Bakın arzedilen ayet-i kerimede ALLAH Teâlâ Ümmeti Muhammed’den iman edip ameli salih işleyenlere kendilerini yeryüzünün halifesi kılacağını ve kendileri için seçtiği İslâm dinini yeryüzüne hakim kılacağını beyan buyuruyor. Korkularını emniyete çevireceğini vaat ediyor. İşte ALLAH Teâlâ’nın vaadi... Ve ALLAH Teâlâ’nın vaadi hakikatin ta kendisidir. Muhakkak yerini bulur. Ve ALLAH Teâlâ asla vaadinden dönmez. Evet vaad eden: ALLAH Teâlâ, vaad edilenler: İnananlar ve inandıklarını bilfiil tatbikat sahasına koyanlar, kamil Mü’minler, biz Müslümanlar. Vaad edilen şey: Şu üç husustur: 1- Müslümanlar bulundukları yerde hakim olacaklar, mahkum olmayacaklardır. 2- Dinî inançlarını, hayatlarına kolayca uygulayabilme imkânına sahip olacaklardır. 3- Her türlü korku gidecek, yerine tam bir emniyet, sükunet ve güven gelecek. Evet, vaad edilen bu üç şeyi kendimizde bir arayalım bakalım. 1- Bu gün Müslümanlar bulundukları yerde hakim mi, mahkum mu? El-Cevap: Mahkum. 27 Şubat 2009 2- Bugün Müslümanlar dinî inançlarının gereğini rahatlıkla ifa edebiliyorlar mı? El-Cevap: Edemiyorlar. Bugün şu cennet vatanımızda, hem de “İnsan hakları, laiklik, din ve vicdan hürriyetinin” bulunduğu iddia edilirken; üniversitede baş örtülü okumak isteyen Müslüman kız öğrencilere inançları gereği başlarını örtme müsaadesi verilmemesi, İslâmî tesettüre riayet etmek isteyen kız öğrencilerin okuma öğrenim hak ve özgürlüğünden mahrum edilmek istenmesi bunun en açık misallerinden biri değil midir? 3- Bugün Müslümanlar maddî ve manevî tam bir emniyet, sükunet ve güven içinde midirler? El-Cevap: Değildirler. Bakınız. Vaad edilen bu üç şeyin üçü de bizde yok. Yoksa, ALLAH Teâlâ bu vaadini yerine getirmedi mi? Haşa sümme haşa... Va'dini yerine getirmede ALLAH Teâlâ’dan daha sadık kim olabilir? O halde eğer va’dedilen bu üç şeyin üçü de bizde yoksa, bu demektir ki, ALLAH Teâlâ bizim imanımızdan ve amellerimizden razı değil! Çünkü bu vaad, iman ve salih amellerle şartlıdır. İşlerini, hareketlerini bozan Müslümanlar, bu va'din dışında kalırlar. Bu sebeple dikkat edelim! Kendi kendimizi kandırmayalım. Tarih bunun en güzel şahididir. ve ni'me'l vekil.” diyelim. O'na sığınalım. Unutmayalım ki, diken olmadan gül çıkmaz. Eşsiz bir hazineye alın teri dökmeden, zahmet çekmeden ulaşılamaz. Evet zulüm var. Hem de katmerli zulüm var. Ama bir de şu var: Gün doğmadan neler doğar. Cabir b. Abdullah (R.A)’den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu: “Benden önce hiçbir kimseye verilmeyen beş şey bana verildi: 1- (Bana) bir aylık yol (mesafesi uzaklığında bulunan düşmanının kalbine) korku (verilmek)le yardım olundum. 2- Yeryüzü bana namazgâh ve temizlik sebebi kılındı. Onun için ümmetimden her kime namaz vakti erişirse, hemen namazını kılıversin. 3- Ganimetler bana helal edildi. Halbuki benden evvel kimseye helâl edilmemiştir. 4- Bana şefaat verildi. 5- Benden evvel her peygamber, hassaten kendi kavmine gönderilirken, ben, bütün insanlara gönderildim”9 Kardeşim!.. Mezkur beş şeyden birincisine dikkatini çekerim. Müslümana, bir aylık yol mesafesi uzaklığında bulunan düşmanına, onun korkusu veriliyor. Bugün ise, değil bir aylık yol mesafesi uzaklığında, burnumuzun dibinde bulunan kafirler bizden korkmuyor. Bugünkü kafirler hiçbir İslâm ülkesinden korkmuyorlar. Açın tarih kitaplarını. Okuyun Resûlullah (S.A.V.) efendimiz ve Ashabının dönemini, okuyun Dört Halife dönemini, okuyun Selçuklular dönemini, okuyun Malazgirt Savaşını, okuyun ve hem de ibretle okuyun! Bakın ecdadımız Osmanlılar dönemini, kuruluşunu, yükselişini ve hazin yıkılışını. Ve bugünkü İslam ülkeleri manen ve maddeten zayıflamış ve kafir milletlerin o veya bu şekilde bir takım baskı ve tahakkümü altına girmişlerdir. Neden? Sebebi nedir? Bunun bir tek sebebi vardır. O da şudur: Bugün Müslümanız, İslam ülkesiyiz diyen bütün İslam ülkeleri; kısmen veya tamamen ALLAH Teâlâ'nın ahkamını rafa kaldırmıştır, dinden ibadetten dini yaşantıdan uzaklaşmışlar giyim-kuşam, ahlâk ve yaşantı bakımından tıpatıp onlar gibi olmuşlar ve neticesinde de İslâm'dan uzaklaşmışlardır. Bir kafir, kendisi gibi düşünen, giyinen kuşanan ve hareket edenden korkar mı? Niçin korksun ki?.. O da onun gibi. Cenâb-ı Hakk şöyle buyuruyor: “(Ey mü'minler) gevşemeyin. Mahzun olmayın. Siz eğer (gerçekten) mü'min iseniz, (düşmanlarınıza galip ve onlardan) çok üstünsünüz.”10 Diğer bir ayeti kerime: “ALLAH Teâlâ kafirlere mü'minlerin aleyhinde asla bir yol bahşetmez.”11 İslâm âlemi, Müslümanlar uzun müddetten beri hırpalanıyor. Herkes müteellim müteessir. Ümmeti Muhammed maddeten ve manen hırpalanmış, hırpalanıyor. Bu bir vakıa. Aslında ümitsizliğe asla mahal yok. Çünkü Aziz ve Alîm olan bir Rabbimiz var. Evet, mü'mîn hem davası hem de akıbeti bakımından her zaman, mü'min olmayandan üstündür. Çünkü mü'min, ALLAH Teâlâ'ya inanır, yalnız O'nun kulu ve kölesi olur. Sadece ALLAH Teâlânın dini için savaşır, ölürse şehid, kalırsa gazi ve mükafâtı cennet olur. Üzülmeyelim, ALLAH Teâlâ dilediğini aziz eder, dilediğini zelil eder. Bela ve musibetler de ancak O'nun izniyle gelir. O istemezse bütün dünya bir araya gelse bir kimseye en ufak menfaat sağlayamaz. O istemezse, bütün dünya toplansa bir kimseye en ufak zarar dokunduramaz. O halde neden üzülüyoruz?.. “HasbünALLAHü Bu sebeple ümitvar olalım. Bu da geçer. İstikbalde en gür sâdâ, İslâm'ın sâdâsı olacaktır inşaALLAH. Yeter ki biz üzerimize düşeni yapalım. ALLAH'ın dinini yaşayalım. Sabah namazına kalkalım. İslâm'ın ve Müslümanların aziz ve mansur olması için şu duaları mutlaka, her gün okuyabildiğimiz kadar okuyalım: “Mü’minim, Müslüman’ım” diyen insanlar, İslam âlemi; kamil bir imana ve imanın gereği olan salih amellere ciddi bir şekilde bağlı kaldıkları dönemlerde güçlü devletler kurmuşlar, üç kıtanın hakimi olmuşlar, faziletli hizmetlerde bulunmuşlardır. Fakat, şart koşulan bu iman-amel hususundan ayrıldıkları, taviz verdikleri dönemlerde ise başka milletlere mahkum ve yem olmaktan, en azından uydu durumuna düşmekten kendilerini kurtaramamışlardır. Şubat 2009 28 * HasbünALLAHü ve ni'me'l-vekil, * Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh, * Ya dafia'l-belâyâ idfe’anne'l-belâyâ, * Fellahü hayrun hafiza. Ve hüve erhamü'r-rahimîn. * Lâ ilâhe illâ ente sübhaneke innî küntü mine'z-zalimîn. * Vellahü galibün âlâ emrihi. Ya Rabbi! İslâmı ve Müslümanları aziz ve mansur eyle! Yardım eyle! Dünya ve ahiretimizi ma'mur eyle! Korktuğumuzdan emin, umduğumuza nail eyle! Amin... Cenab-ı Hak, şerleri hayr eyler Gerçekten İslam aleminin ve Müslümanların vaziyeti yürekler acısı... Ancak dua ediyoruz ve inanıyoruz ki, sonu çok hayırlı olacaktır, inşaALLAH...Cenâb-ı hak şöyle buyuruyor: “...... Olabilir ki siz bir şeyden hoşlanmazsınız, ama o, sizin için bir hayırdır. Yine olabilir ki siz bir şeyi seversiniz, ama o, sizin için bir şerdir, kötülüktür. (Bunu ancak) ALLAH bilir, siz bilmezsiniz.”12 Çünkü yaşadığımız hayatta, bir çok hadiseler bize gösterdi ki: Bazen bize iyi gibi, hayır gibi görünen şeyler neticede şerre sebep olabilir. Bununla birlikte şer gibi görünen şeylerin sonunun da hayır ile bittiği hayır getirdiği olabilir. Mesela kimse ilaç içmeyi sevmez ama buna rağmen içeriz. Niçin? Hastalıklardan kurtulmak için yani istemeden beğenmeden yapıyoruz ama sonunda hayır geliyor. Gene bunun gibi şeker hastasına şekeri çok çok yedirirseniz, hatta severek yedirirseniz onu öldürürsünüz. İyi bir şey gibi görünenin sonunda da şer geliyor... kötü sonuç doğuracak işlerden kaçmaya, tehlikelerden sakınmaya çalışmalıyız. Fakat ALLAH'tan, başımıza bir olay geldiği, hoşumuza gitmeyen, bizi üzen bir olayla karşılaştığımız zaman da kendimizi üzüntü girdabına atmak yerine sabretmeli, işin sonunu beklemeliyiz. ALLAH'ın takdiri ne şekilde tecelli ederse etsin, mutlaka hakkımızda hayırlıdır. Atalarımız: “İnsanın gücüne giden şey, hakkında hayırlıdır” demişlerdir. Bir babanın, küçük çocuğunu bazı şeylerden men etmesi, çocuğun zoruna gitse de onun yararınadır. Doktorun verdiği ilaç, acı olsa da hastaya şifa getirir. Doktor, zulmünden değil, şefkatinden ötürü o acı ilacı hastaya vermektedir. Hastanın her arzu ettiğini vermek, onu ölüme sürükleyebilir. Şayet yüce ALLAH da sana istediğin bir şeyi vermiyorsa, seni zengin etmiyor, fakir yaşatıyorsa seni çocuksuz yapmışsa veya çok sevdiğin bir şeyi elinden almışsa üzülme, sabret; bu hoşuna gitmeyen işlerin içinde senin için kimbilir nice faydalar vardır! Ya bu vesile ile ALLAH sana ileride çok yararlı şeyler verecek, yahut seni bu olaylarla deneyip ruhunu olgunlaştıracak, manevi dereceni yükseltecektir. Erzurumlu İbrahim Hakkı (K.S.) hazretleri, Marifetname isimli kıymetli eserinde şöyle diyor: Hak şerleri hayreyler Zannetme ki gayreyler Ârif onu seyreyler Mevlâ görelim neyler Neylerse güzel eyler Evet... İslâm âleminin ve Müslümanların bu yürekler acısı vaziyeti bizim için ve bize göre kötü gelebilir zor görünebilir, zehir gibidir ama bizim için birçok hastalığın tedavisidir bu dramlar, çekilen acılar... Bir çok kişi ölecek, şehid olacaklar. Ama Müslümanlar uyanacak, bilinçlenecek, kendilerine gelecekler. Sen Hakk'a tevekkül kıl Tefviz et ve rahat bul Sabır eyle, razı ol Mevlâ görelim neyler Neylerse güzel eyler Körfez Savaşı'nın olduğu zamanlarda bir gazetenin profesör olan ve uluslararası olayları inceleyen bir yazarı diyor ki: “Bizler uzun uğraşılar sonucu Müslümanları batıya ısındırmıştık. Şimdi ise bu savaşla birlikte Müslümanlar batıya karşı yeni bir kinle yüklendiler, bilendiler. Şimdi bu kini silmek için 50 yıl daha çalışmamız gerekiyor.” Dediği doğrudur bu imansızın. Demek ki biz göremesek de Rabbimiz bize şer gibi görünen bir olayda bu imansızın ifade ettiği bir hayrı gizlemiştir. Bu sebeple ayet-i kerime gereğince, bu olaylardan alacağımız ders: Bazen hoşumuza gitmeyen şeylerin hakkımızda hayırlı olduğudur. Evet, nice üzüldüğümüz şeyler vardır ki sonunda bizim için çok hayırlı olmuş ve nice sevdiğimiz şeyler vardır ki bizim için kötü sonuç vermiştir. Deme şu niçin şöyle Yerincedir ol öyle Bak sonuna sabır eyle Mevlâ görelim neyler Neylerse güzel eyler VALLAHi güzel etmiş Billahi güzel etmiş TALLAHi güzel etmiş ALLAH görelim ne etmiş Ne etmişse güzel etmiş13 ................................................................ 1 Buhari, Mezalim: 4, İkrah: 7, Müslim, Birr: 58, 2 Müslim, Birr: 66, 3 Hucurat sûresi: 9, 4 Nûr Sûresi: 63, 5 Nisa Suresi: 144, 6 Maide Suresi: 51, 7 Enfal Suresi: 46, 8 Enfal Suresi: 25, 9 Buhari, Teyemmüm:1, Salat:56, Müslim, Mesacid:3, Neseî, Gusl:26, Darimi, Siyer:28, Salat:111 , 10 Âl-i İmran O halde biz elimizden geldiği, gücümüzün yettiği kadar yararlı işler yapmaya, durumumuzu düzeltmeye, Sûresi: 139, 11 Nisa Sûresi: 141 , 12 Bakara sûresi: 216 , 13 Erzurumlu İbrahim Hakkı (K.S.) Marifetname: 366-369 29 Şubat 2009 Hasan BAŞAR ÖFKE ve ACİZLİK İsrail’in Filistin’e yaptığı saldırı insanının kanını donduran görüntülere sahne oluyor. Yüzlerce, binlerce trajediler yaşanıyor. Hangi birilerini sayalım ki, hepside birbirinden dehşet görüntüler. En çokta o masum çocukların görüntüleri yok mu? Evladı olanların ve içinde az biraz insanlık kalmışların yüreği parçalanır. Bu dünyada insanın yaşayabileceği en büyük acıdır evlat acısı. Ve bunun en dehşetlisi yaşanıyor Gazze’de. Babaların gözleri önünde evlatları ölüyor. Ve o son bakışlar yok mu evlada, son sarılış, koklayış ve evladın alnına düşen o son buse. Koklamaya kıyamadığı evladını kanlar içinde görmek bir baba için zulümdür. Ama maalesef bütün bu zulmü, trajediyi meydana getirenin kendiside Ocak 2009 30 insan. Ama sadece görüntü olarak. Yoksa insan demeye bin şahit lazım. Yahudileri insanlıktan çıkaran ve onları acımasız hale getiren zihni alt yapı incelendiğinde yaşanan bu vahşetin nedenini daha iyi kavrayabiliriz. Hahamların kendilerine göre değiştirdikleri Tevrat, insanlığa karşı kin ve nefret tohumları ekmektedir. “ Şimdi git… Onların her şeylerini tamamen yok et ve onları esirgeme, erkeklerden kadına, çocuktan emzikte olana kadar hepsini öldür.” (Tevrat, I. Samuel Bölüm 15/3) Bütün bunlar yaşanırken hepimizin içi kin ve öfke ile dolmaktadır. Ama aynı zamanda başka bir duygu da kaplamaktadır içimizi; Acizlik. Bütün dünya bu olup bitenlere seyirci kalıyor. Bazıları kasıtlı olarak bir şey yapmazken, bizler acizlikten bir şeyler yapamıyoruz. Sanıyorum birazda öfkemiz kendi acizliğimizden kaynaklanıyor. Olup bitenlere seyirci kalmak, hiçbir şey yapamamak kanımıza dokunuyor. Gazze’de Müslüman kardeşimize atılan her bomba bizim acizciliğimize atılıyor demektir. Öfkeliyiz, öfkemiz acizliğimizden kaynaklanıyor. Öfkemiz Yahudilere olduğu kadar kendimize. Burada en büyük sorun sanırım dünyanın bu vahşete seyirci kalışıdır. Dünya nasıl olurda bu vahşet karşısında bu kadar acizlik gösterebilir? Bu Mason localarına bağlı ROTARY, LİONS, DINER, PROPELLER, YMCA gibi teşkilatları siyonizmin dünya hâkimiyeti için çalışmaktadır. GDD dünya hâkimiyetini sağlamak, kontrol etmek ve dünya olaylarına yön vermek için birçok kuruluşları kontrolleri altında tutmaktadır. Bu kuruluşların neler olduğunu öğrendiğimizde Hıristiyan dünyasının niye sessiz kaldığını daha iyi anlarız. İşte siyonizmin emrindeki kuruluşlardan bazıları: BM= BİRLEŞMİŞ MİLLETLER, DÜNYA BANKASI VE IMF, NATO, CIA, AB= AVRUPA BİRLİĞİ, CFR= AMERİKAN DIŞ İLİŞKİLER KONSEYİ "Eşeğin çektiği araba yaklaştığı zaman onlara doğru gittik ve ürkütücü yüküne dehşetle baktık. İçinde bir çocuk yatıyordu, kafatası açılmış, göz küreleri kelimenin tam anlamıyla yuvalarından fırlamış, yüzüne yengecinkiler gibi sarkmıştı. Onu aldığımızda hala nefes alıyordu. Öte tarafta küçük kardeşinin göğsü açılmıştı, yırtılmış et parçaları arasından beyaz kaburga kemiklerini sayabilirdiniz. Anneleri organları dışarı çıkmış göğsüne bastırmaya çalışıyordu, sanki adı belli olmayan, sadist emirleri uygulayan bir askerin nefretiyle sonsuza kadar yok olan aşkının meyvesini tamir edebilecekmiş gibi KANATLI DOKTOR: ARAFA ABED AL DAYEM - Vittorio Arrigoni* / İtalyan Gazeteci soruya verilecek cevap siyonizmle mücadelenin de başlangıcını da oluşturur. Bu zulümde Batı ve Müslüman dünyasının sessizliğinin sebeplerini ayrı ayrı değerlendirmek gerekir. Gary ALLEN, Gizli Dünya Devleti (GDD) adlı kitabında Batı dünyasının nasıl siyonizmin kıskacında olduğunu, Yahudilerin dünyayı nasıl yönettiklerini ayrıntısı ile açıklamaktadır. Batı dünyasının siyasi karar mekanizmaları tamamıyla Yahudi lobilerinin kontrolü altındadır. Bir de bunun yanına para ve medya kontrolü de eklenince Batı dünyası tamamıyla Yahudilerin kıskacı altında demektir. “Siyonizm en büyük amacı olan Yahudi egemenliğinde birleşmiş bir dünyanın ilk basamağı Ortak Pazarı ortaya çıkaran Roma Antlaşması da Bilderberg toplantılarında kararlaştırıldı.” (Peeople’s Almanac, S. 81) İslam dünyasının acizliğine gelince. İşte durum bura da daha vahim. İslam dünyası olarak İsrail’in zulmüne karşı savaşımızı maalesef kaybettik. İslam dünyası olarak ilmin, bilimin gerisinde olduğumuzu biliyordum ama bu kadar duyarsız olduğumuzu inanın bilmiyordum. Bizler nasıl oldu da bu kadar duyarsız hale geldik. Bu miskinliğimiz ve vurdumduymazlığımızda Yahudilerin ne kadar etkisi var. Bu her şeyi kabullenişimiz, birilerinden 31 Ocak 2009 medet umma, her şeyi başkalarından bekleme, korkaklığımız, umursamazlığımız daha sayamayacağım nice olumsuzluklarımız olduğu müddetçe bizler iflah olmayız. İslam dünyasını yakından tanıyan Mehmet Akif Ersoy bu gerçeği bir asır önce keşfetmiş ve o zamandan bizleri uyarmıştır. “Ey koca şark, ey ebedi meskenet! Sen de kımıldanmaya bir niyet et. Korkuyorum Garb’ın elinden yarın, Kalmayacak çekmediğin mel’anet.” Diyen Akif’in yaptığı uyarının üzerinden bir asır geçmesine rağmen İslam âleminde değişen bir şeyin olmadığını görmek üzücü. Aynı vahşetlerin bir daha yaşanmaması için bir an önce bir şeyler yapmaya başlanmalıdır. Buda uzun soluklu bir mücadeleyi gerektirir. Bu dünyanın etkin bir elemanı olmamız ancak imajımızı düzeltmemize bağlıdır. Bu mevcut görüntümüzle zaten etkin bir unsuru olamayacağımız belli. Allah aşkına Müslümanlıkla yakından uzaktan alakası olmayan yaftalar bizlerle birlikte anılıyor. Terörizmle Müslümanlığın yan yana anılması kadar acı bir şey olamaz. Mücadeleye buradan başlamak gerekir. Bu imajı da yıkmak inanın göründüğü kadar basit ve kolay değil. Müslüman devletlerin devlet başkanları bu vahşet karşısındaki tutumlarıyla itibarlarını iyice kaybettiler. Hadi Müslüman dünyasının devlet başkanlarından ses çıkmıyor diyelim. Allah aşkına halkına ne oldu? Bakın Allah aşkına Müslüman devletlerin halkının kaç tanesinden ses çıkıyor? Bütün bu olaylara Müslüman dünyası olarak değil, insan olarak bile sesimiz çıkmıyorsa bırakın Müslümanlığımızı insanlığımızı bile sorgulamamız gerekir. Çoğu Müslüman devletlerin halkında bu duyarlılığı göremedik. Eee, be! Müslüman kardeşlerimiz hangi safta olduğumuzu bile gösteremedik. Sükût ikrardan gelir. Bu sessizliğimiz İsrail’e cesaret veriyor. Ve Müslüman kardeşlerimize soykırım yapıyor. Bu anlamda bu katliamda bizim de payımız var mı diye düşünmeliyiz? Devlet başkanlarımızın yaptığı yanlışlığa dur deme cesaretine bile sahip değiliz. Bunu yapabilmemiz içinde her şeyden önce büyük bir zihniyet değişimine ihtiyacımız var. Müslüman dünyası olarak bizim en büyük sorunumuz sivil toplum örgütlenmesinden yoksun Şubat 2009 oluşumuzdur. Sivil toplum örgütlerinin toplumun duygu ve düşüncelerini dünya kamuoyuna göstermek gibi önemli bir işlevi vardır. Sivil toplum örgütleri sayesinde toplum organize olmaktadır. Sivil toplum örgütleri sayesinde bireyler duygu ve düşüncelerini dışa vurabilirler. Yöneticileri tetikleyen, keyfilikten kurtaran bir mekanizma olmalıdır ki yöneticiler kendilerine çeki düzen versinler. Toplumu yönetenlerde bu sayede kendilerine çeki-düzen verirler. Bu anlamda sivil toplum örgütleri toplumu yönetenleri denetim altına alırlar. Yöneticileri keyfilikten kurtaran bir mekanizma olmalıdır ki kendilerine çeki düzen versinler. Bu katliama siyasi ve sosyal en büyük tepki Türkiye’den geldi. Bunda da sivil toplum örgütlerinin önemli rolü olmuştur. Sağduyulu insanlar olarak sivil toplum örgütleri kuralım ve üye olalım. Doğru yerlerde, doğru şeyler yaparak haksızlıklılarla mücadele edelim. Müslüman dünyası olarak sorunlarımız var ve birbirimize kuşku ile bakıyoruz. Gerçi buradaki sorun halkların değil, devlet başkanlarının sorunu; ama hangi gerekçe bu zulüm karşısında ölüm sessizliğine bürünmemize sebep olabilir. Bu saldırılar bir kez daha gösteriyor ki biz Müslüman dünyası bizlere yapılan saldırılara dahi tepki vermeyecek kadar aciziz. Bazı zamanlarda, bazı olaylar vardır ki ne olursa olsun birleşmenin sağlanması gerekir. En kısa zamanda Müslüman dünyası olarak birlikte harekât etmemiz gerekmektedir. Bundan sonra bu tür vahşetin bir daha yaşanmaması için bunu yapmamız gerekiyor. Barışın sağlanması içinde güce ihtiyaç var. Güç her zaman caydırıcı olmuştur. Gerek insanlar, gerekse devletler güçlüler karşısında hareket ederken iki kere düşünmek zorunda kalırlar. Davranışlarını İsrail’in yaptığı gibi pervasızca yapamazlar. Dünya kamuoyunda siyasi anlamda dağınık görünmemiz ciddi alınmamamıza sebep olmaktadır. Allah aşkına biz Müslümanlar bir kez, bir araya gelip ortak bir payda da birleşemeyecek miyiz? Aynı olayın yüzde biri bir Avrupa devletinin başına gelsin bakalım dünyada nasıl kıyametler koparıyorlar. Birlik ve beraberlik caydırıcı bir unsurdur. Müslüman dünyasından ortak bir sesin çıkması dünya barışı için gereklidir. 32 Prof. Dr. Osman ÖZTÜRK SON NEFESE KADAR “KULLUK” “Nerede olursak olalım, ne iş ve ne tahsil Temel kaide olarak Rabbimiz; “bizlere gücü- yaparsak yapalım, hangi mevki ve makamda müzün yetmeyeceği vazifeleri yüklemeye- bulunursak bulunalım; hiç değişmeyen vazife- ceğine” miz Allah’a kulluktur. Biz bu dünyaya bunun için yetirebileceğimiz bir görevdir. O halde kulluk geldik. Kulluk vazifemiz ömrümüzün sonuna nedir? (Bakara (2) /286) göre, kulluk güç kadar devam eder. Terhisi ve emekliliği yoktur. Marifet ve hüner; hoca, doktor, mühendis, eği- Kulluk: Allah’ın bütün emirlerini tereddüt- timci, sanayici ve zengin iş adamı olmak süz yerine getirme ve tüm yasaklarından itiraz- değil,kul-öğretmen,kul-doktor, kul-mühendis ve sız kaçınma çaba ve gayretidir. Buna, takdirine kul-iş adamı… ilh olabilmektir. Söze sıra geldi- rıza göstermeyi de ilave edersek; oldukça derli- ğinde kulluğunu inkâr edeni bulmak imkânsız toplu bir tarif ortaya çıkmış olur. ise de, Allah’ın kulu muyuz, paranın kulu muyuz, makamın kulu muyuz…? Bunlar ancak tatbikatta belli olur. Lafta Müslümanlığı, hatta mücahidliği kimseye bırakmayanların, basit dünyalık imtihanda ne fislerini ve sahip oldukları dünyalıkları nasıo ön plana çıkardıkları her zaman görülen şeylerdendir. Deliller: ez-Zâriyat /56; el-Hicr/99” Mamûl bir eşyanın ne için imal edildiğini tayin hakkı, pek tabiî olarak imalatçısından âid bir husustur. İnsanoğlu ilahi fabrikanın ürünü olduğunu göre imal / yaratılış gayesi elbette Yaratıcısı tarafından tayin olunacaktır.”En güzel surette” (Tin (95) /4) ve “değerli” (İsrâ (17) /70) olarak yaratıldığı beyan edilen insana, “yeryüzü nimetleri de ikram olunmuş” (Bakara (2) /29) , buna karşılık ondan, Allah’a kulluk ve ibadet; yaratılış gayesi olarak istenmiştir. (Zâriyat (51) /56) Ayrıca “bu kulluğun ölüm gelip çatana kadar” (15) /99) Kulluk, dünyalık meslek ve meşgalelerin önünde bir engel olmayıp, onlara çeki-düzen veren bir ana meslektir. Dinlenme ve eğlenmeler de prensipler dahilinde olmak şartıyla, kulluğa mani olmazlar. Şu halde kulluk, dünyadan etek çekmeği gerektiren bir meslek değildir. Elbette dünyada yaşayacağız ve buradaki amellerimizle İnşallah Cennet’i kazanacağız. İşte kulluk, bu sonsuz güzellikler dünyasını elde edebilmemiz için lazımdır. Önce kul ol, sonra ne olursan ol! Prensibinden hareketle yola çıkıldığında, kulluğa aykırı olan hiçbir hususa geçit verilmemiş olur. Bundan sağlanacak kazanç; bize ve topyekün insanlığa aid olacaktır. (Hicr devamı emredilmiştir. Böylece görüldüğü gibi; iman ehli için kul- luk; bülûğdan ölüme kadar emekliliği olmayan bir meslek ve terhisi olmayan bir askerliktir. Kulluk için gerekli çabanın tafsilatı nereden öğrenilecektir? Cevap: Kur’an, Sünnet ve Ehl-i Sünnet alimlerinden. Kulluk şuuruna sahip olanlar, her hareketlerini bu süzgeçten geçirecekleri için, dünyalık gibi görünen bir takım işlerinin bile ibâdet’e dönüşmesini sağlamış olurlar. Böylece hayat, bir baştan öbür başa kullukla geçmiş olur ki, bundan büyük saadet ve şeref de olamaz. 33 Şubat 2009 Ersan BİLGİN Müslümanca Duruş… “MAZLUMA DA ZALİME DE YARDIM EDİN.” İnsanlığın önderi ve örneği Peygamberimiz (sav) buyuruyor ki: “Mazluma da zalime de yardım edin.” soruluyor. - “Mazluma yardımı anladık da zalime nasıl yardım edebiliriz?” Rasulullah (sav) buyurdu: “Onun zulmüne engel olmaya çalışın, bu da ona bir yardımdır.” (Tirmizî, Fiten/68, 2255) Zalime yardım edin, yani zulmüne engel olmaya çalışın ki başkasına daha fazla zulmetmesin. Ona yardım edin ki kendine de daha fazla zarar vermesin. Öyle ya, zulmüne devam ettikçe Allah’ın lâneti, mazlumların ahı ve bedduası onun peşini bırakmayacaktır. Hem bu dünyada, hem de ötede fitil fitil burnundan gelecektir. Yaptığı haksızlıkların karşılığını mutlaka görecektir. Siz yine de merhametli olun, ona engel olmaya çalışın. Zalime asla prim vermeyin, yüz vermeyin, Şubat 2009 34 destek vermeyin oylarınız bile olsa… Müslümanlar her yönden güçlü olacaklar, otorite Müslümanların elinde olacak, zalime zulüm yapacak fırsat tanınmayacak, zalimin eline imkan geçmeyecek. Müslümanlar güçlü olduğu kadar cesur olacak, bir ve beraber olacak, alimleri önde olacak ki zalim diz çöksün… Filistin’de, İslam aleminde ve Dünya’da bunca zulüm, haksızlık ve gözyaşı olduğu halde az sayıda ilmiyle amil ilim adamlarımız müstesna nerede bu ümmetin ilim adamları, alimleri, şeyhleri, kanaat önderleri ? Bu suskunluk niye, çaresizlikten mi yoksa korkaklıktan mı susuyor bu ümmetin önünde olması gereken zevat ? Şu ayeti çok iyi anlamalıyız: “Zalimlere yanaşmayın (meyletmeyin), yoksa size ateş dokunur. Sizin Allah´tan başka veliniz (dost ve yardımcınız) yoktur. Sonra (O´ndan da) yardım görmezsiniz.” (Hûd, 11/113) ONBAŞI HASAN’IN 57 YILDIR DEVAM EDEN KUDÜS NÖBETİ "Mevki: Kudüs. Mekân: Mescidi Aksa. Tarih: 21 Mayıs 1972 Cuma. Ben ve gazeteci arkadaşım rahmetli Sait Terzioğlu, İsrail Dışişleri rehberlerinin yardımı ile bu mübarek makamı dolaşıyoruz. Kudüs Kapalı Çarşısı’nda rüzgâr gibi dolanan entarili kahvecilerin ellerindeki askılara çarpmadan biraz yürüdünüz mü, önünüze çıkan kapı sizi Mescidi Aksa’nın önüne kavuşturur. Miraç mucizesinin soluklanıldığı ilk Kıble’mize yani... Hemen oracıkta, ilk avlu vardır ki, hâlâ bizim lâkabımızla anılır. “12 bin şamdanlı avlu” derler oraya. Yavuz Selim 30 Aralık 1517 salı günü Kudüs’ü devlete katmıştır da, ortalık kararmıştır. Yatsı namazını o avluda kılar kendisi ve bütün ordu beraber. Şamdanları yakarlar. Tam 12 bin şamdan. O isim oradan kalmadır. Sekiz on basamaklı geniş merdiveni adımladınız mı, o mukaddes Mescit’in bağdaş kurduğu ikinci avluya ulaşırsınız. O’nu o merdivenin başında gördüm. İki metreye yakın bir boy. İskeletleşmiş vücudu üzerinde bir garip giysi. Palto? Hayır, kaput, pardösü veya kaftan? Değil. Öyle bir şey, işte! Başındaki kalpak mı, takke mi, fes mi? Hiçbirisi değil. Oraya dimdik, dikilmiş. Yüzüne baktım da, ürktüm. Hasadı yeni kaldırılmış kıraç toprak gibi. Yüz binlerce çizgi, kırışık ve kavruk bir deri kalıntısı. Yine Hz. Ali (ra) bir hutbesinde şunları söylemiştir: “Ey insanlar! Sizden önceki ümmetler, günah işlerlerken âlimlerinin onları bu işten menetmeye çalışmamaları yüzünden helak olmuşlardır. Onlar günahlara dalıp âlimleri de “Sakın bunları yapmayın! Allah’ın haram kıldığını işlemeyin” demedikleri için cezaları kendilerini çepeçevre kuşatarak helak edip onları dünya yüzünden silmiştir. O halde onların başına gelenler sizin başınıza da gelmezden önce iyiliği emredip kötülükten menetme görevinizi hakkıyla yerine getiriniz. Hem şunu da biliniz ki emri bi’l- ma’ruf ve nehy-i ani’lmünker ne insanın herhangi bir rızkını keser ve ne de ecelini yaklaştırır.” “Kalem Sahipleri Büyük İşler Başarabilirler Ancak Gerektiğinde Fikirleri Uğruna Canlarını Feda Etmek Şartıyla” diyor Seyyid Kutub. Peygamberimiz buyuruyor ki: “Bu ümmet zalime zalim deme cesareti göstermediği zaman kıyameti bekle.” (Müsned, 2/190) “İnsanlar zalimi görüp de elini (zulümden alıkoymayacak olurlarsa), aradan fazla zaman geçmeden, Allah’ın onlara genel bir azap göndermesi yakındır.” (Tirmizî, Fiten 8. Tefsir 5/17. Ebu Davud, Melâhim 17. İbni Mace, Fiten 20. Müsned, 1/25.) Siyonist Yahudi ve İşbirlikçileri vazifesini yapıyor. Onların görevi daha çok kan dökmek, daha çok öldürmek ve sömürmek… O mübarek topraklarda bir avuç mücahid ise her şeyleriyle Siyonistlere karşı direniyor. Direnenler mutlaka kazanacaktır. Yanımda İsrail Dışişleri Bakanlığı Daire Başkanı Yusuf var. Bizim eski vatandaşımız. İstanbullu.“Kim bu adam?” dedim. Lâkaydi ile omuz silkti.“Bilmem,” diye cevap verdi.“Bir meczup işte. Ben bildim bileli, yıllardır burada dururmuş. Çakılı gibi, hâlâ duruyor ya! Kimseye bir şey sormaz. Kimseye bakmaz, kimseyi görmez.” Nasıl, neden, niçin hâlâ bilmiyorum. Yanına vardım. Türkçe “Selâmünaleyküm baba” dedim. Torbalanmış göz kapaklarının ardında setreleşmiş gibi jiletle çizilmişçesine donuk gözlerini araladı. Yüzü gerildi. Bana, bizim o canım Anadolu Türkçemizle cevap verdi: Aley- Fakat yaşadığımız asrın şahitleri olan ya bizler, biz Allah’ın yeryüzünde halifesi olan Müslümanlar napıyoruz ? İslam’sız saadetin olmayacağını, hak ve batıl’ın ne olduğunu bilen, hakk’ı fert, cemaat ve toplum bazında hakim kılıp, batılı da yok edecek şuura sahip olması gereken biz Müslümanlar napıyoruz ? Vazifesinin idrakinde ve şuurunda olup imanla salih ameller peşinde olanlar, Hakkı ve sabrı yılmadan yorulmadan tavsiye edenler müs35 Şubat 2009 tesna kimimiz dinin bir hayat nizamı olduğunu unutmuş, İslam’ı seccadeye, camiye ve kalplere hapsetmiş, din ile dünyayı ayırmış, kimimiz dünyanın peşine düşmüş yakalayıp dünyaya sahip olmaya hırslanmış, kimimiz sıcak yatağında cenneti arar olmuş, kimimiz dinler arası diyalog felaketine takılmış, dünyaya lıght (ılımlı) İslam diye yeni bir şey pazarlıyor, kimimiz muktedir olması gerekirken cılız kınama mesajlarıyla günü kurtarır olmuş, kimimiz de bu dünyanın çivisi çıkmış boş ver hastalığına tutulmuş… Bu böyle gitmez. Aklımızı başımıza almalı, adam gibi adam olmalıyız… kümüs selâm oğul. Donakaldım. Ellerine sarıldım, öptüm öptüm. Kimsin sen, Baba? dedim. Anlattı ki, ben de size anlatacağım. Ama evvelâ biliniz. O canım Devlet çökerken, biz Kudüs’ü 401 yıl 3 ay 6 günlük bir hâkimiyetten sonra bırakırız. Günlerden 9 Aralık 1917 Pazar günüdür. Ordu bozulmuş çekiliyor. Devlet zevalin kapısında! İngiliz girinceye kadar geçen zaman içinde yağmalanmasın diye oraya bir artçı bölük bırakırız. Âdet odur ki kenti zapt eden galip, asayiş görevi yapan yenik ordu askerlerine esir muamelesi yapmaz. Anlattı, dedim ya. Gerisini tamamlayayım. Evet, kendimizi kurtarmaya çalışırken 6 milyar insanlığı unutmayacağız, 6 milyar insanlığı düşünürken de kendimizi unutmayacağız. Görevlerimizi ferdi ve toplumsal planda yerinde ve zamanında gerçekleştireceğiz. Ben dedi, Kudüs’ü kaybettiğimiz gün buraya bırakılan artçı bölüğünden. Sustu. Sonra, elindeki silahın namlusuna sürdüğü fişekleri ateşler gibi zımbaladı: "Ben, o gün buraya bırakılmış 20.Kolordu, 36.Tabur, 8.Bölük, 11.Ağır Makineli Tüfek Takım Komutanı Onbaşı Hasan’ım...” Ya Rabbi. Baktım, bir minare şerefesi gibi gergin omuzları üzerindeki başı, öpülesi sancak gibiydi. Ellerine bir kere daha uzandım. Gürler gibi mırıldandı: “Sana, bir emanetim var oğul. Nice yıldır saklarım. Emaneti yerine teslim eden mi?” Elbette dedim, buyur hele... Konuştu: “Memlekete avdetinde yolun Tokat Sancağı’na düşerse; git, burayı bana emanet eden kumandanım Kolağası (Önyüzbaşı) Musa Efendi’yi bul. Ellerinden benim için bus et, öp. Ona de ki...” Sonra, kumandanı olduğu takımın makinelisi gibi gürledi: “O'na de ki, gönül komasın. Ona de ki, “11.makineli takım Komutanı Iğdırlı Onbaşı Hasan, o gün den bu yana, bıraktığın yerde nöbetinin başındadır. Tekmilim tamamdır kumandanım” dedi dersin... Öleyazdım. Sonra yine dineldi. Taş kesildi. Bir kez daha baktım. Kapalı gözleri ardından, dört bin yıllık Peygamber Ocağı ordumuzun serhat nöbetçisi gibiydi. Ufukları gözlüyordu. Nöbetinin başında idi. Tam 57 yıl kendisini unutuşumuzdaki nadanlığımıza rağmen devletine küsmemişti. Ben sizlere, Onbaşı Hasan’ı takdim ederim.” İlhan Bardakçı “Tarık Ramazan’ın babası Said Ramazan der ki: “Eğer birisi bana gelip de İslam aleminde yapılması gereken reformlardan, uygulanması gereken siyasi stratejilerden ve jeo-stratejik planlardan söz ederse, benim ona ilk sorum sabah namazını vaktinde kılıp kılmadığı olur” Galiba meselenin bam teli burası… İslam adına konuşan, yazan ve düşünce üretenler önce sabah namazını vaktinde kılıp kılmadıklarını cevaplamalılar. Çünkü bu sorunun cevabında bizim tüm meselelerimizin çözümü yatmaktadır. Çünkü en büyük farkımız namazımızdır. Çünkü “büyük işler” yapmaya yönelip sabah namazını “küçük işler” kategorisine aldığımız gün kaybetmeye başladık. Ve kalkışımız, düştüğümüz yerden olacaktır.” Ya Rabbi, encamımızı-akıbetimizi hayreyle. Rabbimiz Hira’dan Hicret’e, Hicret’ten Mekke’nin Fethi’ne, Mekke’nin Fethi’nden de Dünya’nın her yerine bir Rahmet yağmuru yağan biricik hakikat İslam Dinimiz’in mesajını en iyi şekilde anlama, yaşama ve yaşatma şuuru ve bilinci ver Rabbimiz. Ya Rabbi, harbler zulümler dursun yerine İslam Adaleti, İslam kardeşliği, iman hakikatı gelsin… Amin. Haydi, cihada ve tüm gayretimizle çalışmaya… Tümüyle Allah’a kulluğu, iyiliği, faydalıyı, adaleti ve hakkı tatlı dil, güler yüzle fert, cemiyet ve tüm otoriteler bazında hakim kılmaya… İnsanlığın iki dünya saadeti için çalışmaya… Şubat 2009 36 Elif KUMBASAR FİLİSTİNDE ANNE OLMAK Akşam televizyonda feryat eden annelere baktım. Çaresizce, evlatlarını son bir defa kucaklayabilmek belki de hala soğumamış bedenlerine sarılabilmek için, kollarını uzatan acılı kadınlara, yüreğinde evlat acısı, vatan acısı, eş acısı, kardeş acısı alev alev yanan Gazzeli mazlumlara… Savaşın içinde doğup büyümüşlerdi. Barut kokan havayı teneffüs etmek Filistinli anneler için artık normaldi. Her gün yaşanan patlamalar, ölümler kimi zaman arkadaş, kimi zaman komşu, kimi zaman da yüreklerin ateşlendiği yerdi. Savaş uçaklarının değil kuşların kanat çırptığı masmavi bir gökyüzünü özlediler hep. Sıcacık evlerinde yürekleri hoplamadan bir tas çorba içmeye hasret oldular yıllardır. Düğün yapıp eğlenemediler, cenazelerine ağlayamadılar bile. Yüzlercesinin acısı taze iken yine şehit haberleri geliyordu. Çocuklarına okuma bayramı yapamadan, evlat acısıyla dağlandı yürekleri. Kor olup yaktı bütün anneleri; Filistinli, Türkiyeli, Lübnanlı hatta Amerikalı… kalbinde birazcık merhameti olan, “insanım” diyebilen tüm insanlığı… Ama biz inanıyoruz ki, İsrail kendi elleriyle sonunu hazırlıyor. “Ağaçların ve taşların, benim arkamda bir Yahudi var! diye haykıracakları günler yakındır, inşallah” İşte Türk Telekomla oynamaları gereken maç sahasına, burunlarını bile uzatmaktan korktular ve maç iptal edildi. Sonuç, Türk Telekom hükmen galip. Müslüman yeter ki ayağa kalkıp, ne olduğunun farkına varabilsin. Yahudiler ödleri patlayarak ölürler. Müslümanın ölümü şehadettir çünkü. Biz canımızı Allah’ın dini için seve seve ortaya koyar, can kuşunu Rabbine kavuşturuncaya kadar savaşırız. Ama onlar, insansız uçaklarla saldıracak kadar korkaktırlar. Yaralı ve ölülerini saklayacak kadar da aciz. Biz Cennet nimetlerinin hayaliyle günlerce aç ve susuz yaşayabiliyoruz. Göğsümüzdeki iman, beşer olduğumuzu unutturuyor. Biz, kaybettiklerimizle ahirette buluşacağımızın sevincini, hüzün ve gözyaşı ile birleştirirken; zalimler, dünyada bir dakika daha fazla yaşamanın hesabını yapıyorlar. Aramızdaki bu uçurum, onların moral olarak çökmesine neden oluyor. Ancak biz Müslümanlar, bu değerlerimizin farkına vararak yeniden dirilmeliyiz. Birlik ve beraberlik içinde, yani “ümmet bilinci” ile düşmana karşı durmalıyız. İdarecilerimizi bu şuurla seçmeliyiz ki “mazlum”un yanında, “zalim”in karşısında olabilelim. Aksi taktirde; biz “Kahrolsun İsrail” sloganı atarken, temsilcilerimiz İsrail Başbakanının kanlı elini sıkan ve İsrail Cumhurbaşkanını meclisimizde konuşturup ayakta alkışlayan insanlardan oluşur. 37 Şubat 2009 Umut BULUT Cihad Ayetlerine Yorum Getirmek Ey Peygamber! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran, onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir. (Tevbe suresi Ayet 73) İlahiyatçıların ve bır kısım hocaların sürekli kenarından dolaştığı ve asla işin tam ve açık tarafını konuşmadığı bir mevzudur cihad ayetleri… Zekâtı, haccı, orucu ve namazı anlatırken rahat anlatır ve fakat sıra cihad ayetlerine gelince sert kayalar çarpa çarpa yol alırlar her nedense… Vecahidu diye emir sigasıyla başlandığı yerde Allah bize cihad etmeyi emrediyor demektir. Bu sözün üzerine başkalarının söz söyleme lüksü de yoktur. Bizdeki bazı aklı evvellerin cihad emrini kendi kıytırık cemaat heveslerine göre yamultup anlatmaya kalkışması Şubat 2009 38 aslında problemin de belkemiğini oluşturuyor. Şimdi geldiğimiz noktada gördük ki kocaman bir İslam dünyasının baş başa kaldığı olay bizi dondurup kımıldatmaz bir halde bırakan bir şoktan başkası değildir. Bizler Müslüman olarak Allah’ın emri olduğu yerde yorumlar yapma hak ve lüksüne sahip değiliz. Böyle olunca ucu zaman zaman bize de dokunacağı için âlimlerimiz kanaat önderlerimiz bir şekilde işin kolay tarafını işaret etmek durumunda kalıyorlar. Burada hiçbir âlimimize doğrudan laf söyleme hakkına sahip değiliz, çünkü alimler de içinde bulundukları toplumun yapısına göre söz söylemek zorunda kalıyorlar çoğu kez… Bir zamanlar ‘’Ayasofya camii ibadete açılmalıdır’’ diyenlere karşı yazar Mehmet Şevket Eygi’nin güzel bir cevabı vardı. Eygi diyordu ki: ‘’Sabah namazlarına Sultanahmet Camiine gidiyorum bir tek saf bile zor doluyor. Ne zamanki Sultanahmet camii dolup taşar o zaman Ayasofya Camii kendiliğinden ibadete açılır’’ buradan şunu söylemeye çalışıyorum ki bizler ne zaman ki İslam’ın emrettiği müminler oluruz o zaman da alimlerimiz de üzerlerine düşen sorumluluğu hakkıyla yerine getiren insanlar olacaklardır. Felsefede appriori dini literatürde ise ‘’layusel ‘’dediğmiz sorgulanamaz bir alan vardır. Allah bir ayette emir sigasıyla bizlere bir şey buyuruyorsa bunu sağa sola çekme lüksümüz yok demektir. Biz kendi kafamızdan da yorum yapamayız. Mesela mecelle’de buna dair bir hüküm var ki şöyledir: ‘’Tasrih mukabilinde delalete itibar yoktur. ‘’ manası ise şöyledir: bir işte açık bir hüküm varsa orada başla deliller aramaya itibar edilmez. Açık hüküm burada nedir Cihat edin! Nasıl malınızla ve canınızla bitti. Bu cihad dediğimiz şey Peygamber(sav) döneminde nasıl anlaşılmış, sahabe devrinde nasıl, tabiin devrinde nasıl buradaki uygulamaya bakıp sonuç çıkarabiliriz. Bu devirde cihadın anlamı değişmiş diyenlerin bütün temel dayanak noktaları İsrail’in Gazze saldırılarıyla birlikte çökmüştür. Nitekim dünya tarihi göstermiştir ki; insanlık var olalı beri insanlar savaşmıştır. Bundan sonra da savaşlar hep var olacaktır. Bu itibarla da Müslümanlar olarak ona göre önceden kendi hazırlığımızı yapmış olmalıydık. Cihad ayetlerine yorum katmaya çalışanların tüm argümanları ellerinde patlamıştır, bundan sonra da onların bu kabil laflarına hiçbir akıl mantık sahibi Müslüman itibar etmeyecektir. İslam’ın kendi kafasıyla düşünmeye çalıştığınızda varacağınız tek sonuç yine bu olacaktır. Cihad ayetlerinde yazan emir neyse o dur onun ötesi yok hükmündedir. İslam’ın kavramlarını kendi yerinden oynatmaya kalkıştığınızda varacağınız gaflet limanında sizi hiç de hoş olmayan sürprizler bekleyecektir. Bu gün Gazze’de olduğu gibi… Hani cihadın anlamı değişmişti? Bu gün etliye sütlüye karışmayan her tarafı korumaya çalışan denge politikalarının dengesiz tarafı yüzümüzde bir soğuk duş etkisi yapmıştır. Artık sadece şapka düştü kel göründü değil kral tamamen çıplak!... Birileri bu ülkede İslam adına bizi uyutup uyuşturmaya çalışıyor. Ümmetin cihad enerjisini boşa heba edip yanlış yerlere doğru kanalize ediyor. Ümmetin cihad ruhunu emen bu kabil çevrelere karşı yeniden ve hiç zaman kaybetmeden bütün ümmete cihad şuurunu kazandıracak çalışmalar yapılmalıdır. Bu saatten sonra cihad ayetlerine yorum getirmeye çalışan insanlara karşı daha temkinli ve şüphe ile bakmaya başladım ki buna da hakkım var diye düşünüyorum. Ümmeti yanlış yerlere çekmeye çalışan kim olursa olsun hakikatte bana göre ya haindir ya cahil… Bu kabil insanlara sadece ‘’emdiğiniz süte yazıklar olsun’’ diyorum. Bu milletin rızkından kestiği paralarla bir yerlere gelip ondan sonra kendi rahatınızı bozmamak adına lafı eğip bükmeye başladınız ya size de helal olsun. Bu millet ki sizi hala adam yerine koyup muhatap alıyor ya biz de buna dışarıdan acı ve öfkeyle şahitlik ediyoruz. Cihad zaten sizin işiniz değildir. Cihad adanmış adamların işidir ki kaybetmeyi göze alamayacağı şeyleri olanların cihad yapması da zaten beklenemezdi. Siz ancak ‘’kolay olanı rahatı bozmayanı’’ tercih edersiniz ki bunu da yaptınız. Bu gün İslam dünyasındaki bu ölü toprağı serpilmiş halin bir sorumlusu da sizin gibi pasif ilim adamları değil de kimdir? Kalabalık yığınlar size uysun diye elinizde firavuni imkânları alabildiğine kullanabilirsiniz. Ama unutmayın her Firavun saltanatı karşısında bir Hz. Musa mutlaka çıkacaktır. Yazarlar Birliği Başkanı İhsan Işık bir konuşmasında Cemil Meriç’ten bahsetti. Cemil Meriç’le yaptığı bir röportajda Türkiye’de aydınlardan sorduğunda Üstat bir tek isim sayabileceğini söyledi. Bediüzzaman Said-i Nursi… Onun da şecaati aydın olmayı hak ediyor’’ dedi. Evet burada diyebilirim ki Said-i Nursi bu gün yaşasaydı Türkiye’de âlimim aydınım diyen pek çok kişinin kafasına dünyayı ters çevirip geçirirdi. Sözümüzün muhatabı cihad ayetlerinin kenarından dolaşan bildiği halde gerçek lafı tam orta yerinden konuşmayan sözde âlim ve hocalardır. 39 Şubat 2009 Mütercim: Prof.Dr.İbrahim BAYRAKTAR HASEN ve SAHİH HADİSLERDEN SEÇMELER 23 Sevap, Ceza ve İman 120 - Mus’ab b. Sa’d’dan rivayet edilmiştir. Saad dedi ki: Ya Rasulallah! İnsanların en çok belaya düçar olanları kimlerdir? Peygamber dedi ki: “Nebiler, sonra onlardan derecesi düşük olanlar ve onları da takip edenlerdir. Dini kuvvetli olursa, o kuvvet miktarınca belalara çarpılmış olur. Eğer dini zayıf olursa, o zayıflığı kadar belalara düçar olur.” Bir keresinde buyurdu ki: “Dinine göre belalara müptela olur. Belalar insandan günahları uzaklaştırır, ta ki o insan, üzerinde bir hata olmadan yeryüzünde yürüyebilir.” Hadisi Buhari, Tirmizi rivayet etmiştir. 121 - İbn Mesud’dan nakledilmiştir: Rasulullah dedi ki: “Allahu Teala, Sıratı Müstakimi (doğru yolu) size darbı mesel yaptı. O yolun iki tarafında iki sur var. O surlarda açık kapılar var. O kapıların üzerinde perdeler sarkıtılmış. Yolun başında bir davetçi, bu doğru yola gelin diye çağırıyor, eğri yola gitmeyin diyor. Bunun üstünde de bir davetçi var. Bir kimse o kapılardan birini açmak isterse o davetçi der ki: Yazık sana, açma kapıyı. Eğer sen onu açarsan o içeri girer.” Sonra şöyle tefsir etti: “Sırat İslam’dır. O açılacak olan kapılar haramlar, kapılara örtülmüş perdeler Allah’ın koyduğu sınırlardır. Yolun başındaki davetçi Kur’an’dır. Onun üstündeki davetçi her müminin kalbinde olan vaizdir.” Hadisi, İmam Ahmet rivayet etmiştir. Şubat 2009 (devam) 122 - Enes’ten nakledilmiştir: Rasulullah şöyle buyurmuştur: “Cennet, hoşa gitmeyen şeylerin işlenmesiyle elde edilir. Cehennem de nefsi arzularla kuşatılmıştır.” Hadisi, İmamı Müslim kitabında zikretmiştir. 123 - Ebu Katade’den nakledilmiştir: Dedi ki: “İnsanların en çok sıkıntıya maruz kalanları Peygamberlerdir. Sonra onların benzeri olanlar, daha sonra da benzeri olanlardır. Kişi dinine göre belaya maruz kalır. Eğer dini kuvvetli ise sıkıntısı şiddetli olur. Eğer dininde zayıflık varsa ona göre sıkıntıya maruz kalır ve belası devam eder.” 124 - İbn Mesud Hz.Peygamber’den nakletmiştir: “Yanağını tokatlayan, elbisesini parçalayan, cahiliyye devri insanları gibi bağırıp çağıran bizden değildir.” Hadisi Müslim ve Tirmizi rivayet etmiştir. 125 - Ebu Hureyre Hz. Peygamber’den nakletmiştir: “Hz.Peygamber Allah Teala’nın şöyle dediğini zikreder: “Salih kullarım için öyle şeyler hazırladım ki, onları gözler görmemiş, kulaklar işitmemiş ve hiçbir beşerin hatırına gelmemiştir.” İsterseniz bu hususta şu ayeti okuyabilirsiniz: ‘Hiçbir kimse göz aydınlığı olarak kendisi için neler saklandığını bilmez.’ (Secde Suresi, 17.ayet)Hadis Müttefakun Aleyhdir. 40 126 - Yine Ebu Hureyre’den nakledilmiştir. O dedi ki: Rasulullah şöyle buyurdu: “Fitnede korunmak ve kurtulmak için salih amel yapmaya devam edin. Adam mümin olarak sabahlar, kafir olarak akşama çıkar. Mümin olarak akşamlar, kafir olarak sabahlar. Dinini az bir dünyalık mal karşılığında satar.” Hadisi Müslim rivayet etmiştir. 127 - Ebu Said’den nakledilmiştir. Rasulullah buyurdular ki: “Yakında müslümanın en hayırlı malı, koyun olacaktır. O, koyunların peşinde, dağların vadilerinde ve yağmur alan yerlerde dolaşacaktır. Böylece dinini fitnelerden korumuş olacaktır.” Hadisi, Buhari ri- birbirlerinin kanını dökmeye ve haramları helal yapmaya sevkeder.” 131 - Hakim, Vasile’den nakletmiştir: O Rasulullah’ın şöyle buyurduğunu zikreder: “Bir kimse Allah’tan korkarsa, Allahu Teala onun namına herkesi korkutur. Bir kimse de Allah’tan korkmazsa Allah, onu her şeyle korkutur.” Hadisi Müslim rivayet etmiştir. 132 - Ebu Hureyre’den nakledilmiştir: O Rasulullah’ın şöyle buyurduğunu nakleder: “Gıybet kardeşinin sevmediği şeyi zikretmendir.” Hadisi Müslim ve Ebu Davut zikretmiştir. vayet etmiştir. 128 - Ebu Hureyre’den rivayet edilmiştir. Resulullah buyurdular ki: “Bir kul bir iyilik yapmaya teşebbüs eder de yapmazsa, Allah onun için bir iyilik yazar. Eğer o iyiliği yaparsa ondan yedi yüze kadar artırır. Eğer bir kimse bir kötülük yapmaya teşebbüs eder de yapmazsa, onun için bir şey yazılmaz. Eğer kötülüğü yaparsa bir karşılık verir.” Hadisi Buhari ve Müslim kitaplarına almışlardır. 129 - Huseyin’den nakledilmiştir: Hz.Peygamber buyurdular ki: “Asıl cimri olan ben yanında zikredildiğim halde bana salat okumayandır.” Hadisi Tirmizi ve İbni Hibban kitaplarında zikretmişlerdir. 130 - Cabir’den nakledilmiştir. O dedi ki: Hz. Peygamber şöyle buyurdular: “Zulüm yapmaktan sakının. Zira zulüm kıyamet gününde karanlık yapar. Cimrilikten sakının. O sizden önceki ümmetlerin helak edilmesine sebep olmuştur. Zira cimrilik, onların 133 - Kays İbn Ebi Hazim, Resulullah’tan nakleder: Resulullah buyurdu ki: “Bir kimse bir müminde dünyaya ait sıkıntılardan bir sıkıntı giderirse, Allah’u Teala da kıyamet gününün sıkıntılarından bir sıkıntıyı kaldırır. Bir kimse darda kalmışa kolaylık gösterirse, Allahu Teala da dünya ve ahirette ona kolaylık hasıl eder. Bir kimse bir müslümanın dünya ve ahirete ait kusurlarını örterse Allahu Teala da onun kusurlarını örter. Bir kimse bir kardeşine yardım ederse Allah da ona yardım eder. Bir kimse ilim talep etmek gayesiyle bir yola girerse Allahu Teala da onun yolunu cennete ulaştırır. Bir takım kimseler Allah’ın evlerinden bir evde toplanır da Allah’ın kitabını okurlarsa ve birbirlerine öğretirlerse, onları sekine denen melekler kuşatır. Rahmet ihata eder. Melekler de kuşatırlar. Allah’u Teala onları, bazı meleklerinin yanında zikreder. Bir kimsenin ameli kendisini geride bırakırsa, nesebi onu öne geçiremez.” Hadisi Müslim rivayet etmiştir. 41 Şubat 2009 Prof. Dr. Sayın DALKIRAN ALLAH İÇİN BİR ARAYA GELMEK İnsan hayatının en verimli zamanlardan biri de Allah için bir araya gelindiği anlardır. Allah için bir araya gelmenin verdiği mutluluğun tarifi imkânsızdır. Zira insan hayatını bu yolla ebedileştirir. Kısa, fani, bekasız ve semeresiz bir ömür bu yolla uzun, daimi, sürekli ve meyveli bir hale getirebilir. Allah için buluşmak, Allah için konuşmak, Allah için hayatına çeki düzen vermek ne kadar güzeldir. Bu istikametteki bir hayatın her bir anı, her bir nefesi ebedileşir, bakileşir. Zamanı bakileştiği gibi, Allah için verdikleri, Allah’ın adını anarak helal dairesinde kendisi, çoluk çocuğu, akraba-i taallukatı ve sair insanlar için harcadıkları da bakileşir. Allah Rasulü (a.s.v.) pek çok hadislerinde Allah için bir araya gelmenin ne kadar önemli olduğuna vurgu yapar. Bunlardan biri ve en ilgi çekeni şöyledir: Ebû Hüreyre’nin rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: “Şüphesiz ki, Allah Tebâreke ve Teâla’nın bir takım seyyar fazla me¬lekleri vardır. Bunlar zikir meclislerini araştırırlar. İçerisinde zikir olan bir meclis buldular mı onlarla beraber otururlar. Ve kanatlarıyla birbirlerini kuşatırlar. Ta ki kendileriyle alt semanın arası dolar. Cemaat dağıldıkları vakit yükselir ve gökyüzüne çıkarlar. Allah, onları bildiği halde kendilerine: “Nereden geldiniz?” diye sorar. Onlar da: “Senin yeryüzündeki bazı kullarının yanından (geldik), onlar sana teşbih ediyor, tekbîr, Şubat 2009 tehlilde bulunuyor, sana hamdediyor ve senden istiyorlar”, cevabını verirler. Allah Teâla Hazretleri: “Benden ne istiyorlar?” diye sorar: “Senden cennetini istiyorlar”, derler. Allah, “Onlar benim cennetimi gördüler mi?” der. “Hayır, yâ Rabbî!” cevabını verirler. Allah, “Acaba cennetimi görmüş olsalar ne yaparlar?” der. Melekler: “Senden eman dilerler”, derler. Allah, “Benden neden eman dilerler?” diye sorar. Melekler, “Senin cehenneminden yâ Rabbi!” diye cevap verirler. Allah, “Onlar benim cehennemimi görmüşler mi?” der. Melekler, “Hayır!” cevabını verirler. Allah, “Acaba cehennemimi görmüş olsalar ne yaparlar?” der. Melekler, “Senden mağfiret dilerler”, derler. Allah da, “Ben onları mağfiret ettim, ne diledilerse kendilerine verdim. Ve onları eman diledikleri şeyden kurtardım”, buyurur. Bunun üzerine melekler: “Ya Rabbi! İçlerinde filân var, günahı çok bir kul. O ancak oradan geçerken onlarla beraber oturdu”, derler. Allah Teâla Hazretleri, “Onu da affettim. Onlar öyle bir cemaat ki, onlarla düşüp kalkan şaki olmaz”, buyurur.1” Zikri geçen hadisin farklı varyantları bulunmaktadır. Diğer rivayet şekilleri içinde topluluğun Allah’ın zatını, cennetini ve cehennemini görmüş oldukları takdirde çok daha dikkatli olacakları vurgulanmaktadır. 42 Burada önemli olan Allah için bir araya gelmek, iman, marifetullah, muhabbetullah, mehafetullah sohbetlerinde bulunmaktır. Böylesi bir mecliste bulunmak kişinin insan olması hasebiyle işlediği küçük ya da büyük suçlarının affına neden olabilmektedir. Kaldı ki, Rabbimiz farklı amaçlarla orada yer alan insanları bile diğerlerinin hatırına affedebilmektedir. Bu mesele ebede aşık ve ebed için yaratılmış olan insan için son derece büyük öneme haizdir. Görüldüğü gibi bu müthiş bir müjdedir. Allah için bir araya gelenleri melekler yalnız bırakmazlar ve Allah da kendisi için bir araya gelen bu kullarının taleplerini karşılıksız bırakmaz. Müminlerin bir araya gelmesi, ister Kur’ân talimi ile alakalı olsun, ister manasını öğrenmek için olsun, isterse Allah’ın kullarının maddi manevi ihtiyaçlarını gidermek için yapılan bir toplantı olsun, hepsi Allah içindir. Bu anlamda bir araya gelerek toplanan müminler inşeallah sonucunu da en iyi şekilde görecektir. Diğer bir hadiste de Allah Rasulü Allah için bir araya gelerek toplanan insanlar için şunları tebşir eder: “Bir gurup insan bir yerde toplanıp Allah’ı gündemde tutmak için onun dinini öğrenmeye çalışırlarsa melekler onların etrafını çevirir. Allah’ın rahmeti onları kaplar ve üzerlerine huzur iner Allah onları kendi huzurundaki melekler yanında anar.2” Bu hadiste ifade edilen hususlar da bir mümin için gerçekten büyük kazançtır. Mümin dinini öğrenmek için bir araya gelecek ve geldiğinde Allah’ın melekleri tarafından yalnız bırakılmayacak ve kendisini Allah’ın rahmeti kaplayacak ve kendisinden meleklerine söz edecektir. Âlemlerin Rabbi’nin aciz ve fakir olan kulundan söz etmesi kadar büyük bir şeref olabilir mi? Allah için yapılan hiçbir şey küçük görülemez. Hele bu Allah için bir araya gelip Allah’tan, kitabından, peygamberinden söz edip, onları sohbetlerine konu ediniyorlar ise. “Sakın maruftan hiç bir şeyi hakir görme! Velev din kardeşini güler yüzle karşılaman olsun3” diyen Hz. Peygamber Efendimiz (a.s.v.), din kardeşlerin arasında güler yüzlü tatlı dilli olmaya büyük önem atfetmektedir. Hatta bir hadislerinde sevmek ve sevilmek ve dost olmak ve dost olunmaya şu ifadeleri ile teşvik etmektedirler: “Mümin sever ve sevilir. Dost olur ve dostluk kurulur. Dost olmayan ve dostluk kurulmayanda hayır yoktur.” Evet, asıl hedefimiz olan Allah’ın rızasını kazanmak noktasında O’nu sevmenin ve dostluğunu kazanmanın yanında; O’nun kulları ile de iyi ilişkiler içinde olmak, onlarla bir ve beraber bulunmak, iyi ve güzel adetlere önderlik etmek de gerekmektedir. Evet, Allah razı olduktan sonra isterse ve hikmeti iktiza ederse kişi istemek talebinde olmasa da insanları ondan razı eder. Ancak Allah’ın rızasının tahakkuku bakımından Allah için bir araya gelmeklerin, onlarla Allah Rasulü’nün örnek olduğu güzel beşeri ilişkileri içinde teşrik-i mesaide bulunmanın da büyük önemi vardır. Allah için bir araya gelen topluluk üzerine Allah’ın rahmet ve sekineti inmektedir. Bununla ilgili de yine Efendimiz (a.s.v.) şöyle buyururlar: “Bir mecliste oturup da orada Allah’ı anan her (müslüman) cemaatı melekler kuşatır, onları rahmet kaplar, üzerlerine sekînet (Allah’ın rızâsı, vakar ve sükûnet) peyderpey iner ve Allah, katındaki (melek) ler arasında onlardan (övgü ile) sözeder.4” Her bir sözü gemilerdeki yönü tayin eden pusula gibi doğruyu ve gerçeği gösteren ve Âlemlerin Rabbi tarafından terbiye edilen, Allah’ı sevmenin yolu sünnetine tabi olmaktan geçen ve güzel ahlakı kendisinde cem edip üsve-i hasene olan Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, konumuzla ilgili şu güzel öğütlerde bulunurlar: “Kim bir mü'mini dünya sıkıntılarından kurtarırsa Allah onu kıyamet günü sıkıntılardan kurtarır. Kim bir Müslümanın hatasını örterse Allah da onun dünyada ve ahirette hatasını örter. Kim bir fakire/borçluya kolaylık sağlarsa Allah da ona dünyada ve ahirette kolaylık sağlar. Kul kardeşine yardımcı olduğu sürece Allah da onun yardımcısı olur. Kim ilim öğrenmek için yola çıkarsa Allah ona cennete giden yolu kolaylaştırır. Bir topluluk Allah'ın evlerinden birinde toplanır, Allah'ın kitabını okur ve anlamaya çalışırlarsa, mutlaka üzerlerine huzur iner, kendilerini rahmet kuşatır, etraflarını melekler sarar ve Allah onları katında (hayırla) anar. Kimin ameli kendisini geri bırakırsa, nesebi onu hızlandırmaz / öne geçirmez.5” Şüphesiz “es-sebebü ke’l-fâil” / “sebep olan yapan gibidir” sırrınca nasıl ki Allah için bir araya gelenler yukarıda Allah Rasulü’nün müjdelediği hasenata sahip oluyorlar, aynı şekilde bu insanların bir araya gelişlerine zemin hazırlayan ve bu güzel adetin başını çeken insanlar da sevap kazanırlar. Ayrıca Allah için bir araya gelinen mekânlar da büyük bir öneme haizdir. Şu hadis konuyla ilgili müminler için müjde doludur: “Allah Rasulü, sahabelerine şöyle buyurur: “Cennet bahçelerine uğradığınız zaman oradan istifade ediniz.” Ashab: “Cennet bahçeleri neresidir?” diye sorduklarında ise Hz. Peygamber (s.a.v.) de: “Allah’ın dinini öğrenmek üzere meydana getirilen sohbet guruplarıdır” buyurdu.6” Sonuç olarak Allah içi bir araya gelmeklerin şüphesiz ki saniyeleri seneler hükmünde iken, Allah’ın hatırlanmadığı bir araya gelmeklerin seneleri bir saniye hükmündedir. Temennimiz hayatımız boyunca Allah dostu olan insanlarla beraberliklerimizin çok daha fazla olması. Böylece fani dünyamız bakileşecektir. Yazımı Allah Rasulü’nün şu ifadesi ile bitirmek isterim: “Allah’ın yardımı cemaatle beraberdir.7” .......................................................... * Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, İslam Mezhepleri Tarihi Anabilim Dalı Başkanı., 1 Müslim, Zikir ve Dua ve Tevbe ve İstiğfar, 25., 2 Tirmizi, Daavât, 7., 3 Müslim, Birr ve Sıla, 144., 4 İbn Mâce, Edeb, 53., 5 İbn Hanbel, II, 252., 6 Tirmizi, Daavât, 82., 7 Tirmizi, Fiten, 7. 43 Şubat 2009 Ahmet HALİLOĞLU EDEP... Ez hudâ cûyîm tevfik-i edeb Bî edeb mahrum u geşt lutf-i rab Hz. Mevlana Mesnevisinde "Huda'dan edeb hususunda yardım dileyelim. Çünkü edebi olmayan, Rabbin lûtfundan mahrum kalır.” Buyuruyor. Edep; yolculuğun her anında yolcuya lazım gelen azıktır. Edep azığı ile yola çıkan derviş yolu hızla kat edeceği gibi yolculuk boyunca meydana gelecek tüm tehlikelerden de azat olur. Lugatta incelik, nezaket ve fiilen insanlara lutf ile muamele etmek gibi anlamara gelen edep; yolun ana esası kabul edilmiştir. Hatta kimi veliler; seyr-i süluktan maksadın edebi elde etmek olduğunu beyan etmişlerdir. Edebin istilahi anlamda Sünnet-i Seniyye’ye uygun hareket etmek olduğunu düşünürsek bu tanımlamanın doğru olduğunu anlamış oluruz. Osmanlı Beyefendisi tabiri; yeni dönemde özellikle tahrif edilmeye çalışılsa da aslında kelimenin tam anlamıyla bir edep timsali demektir. Piyer Lotinin Osmanlı Hayranlığının sebebi Şubat 2009 44 de budur. O devrin süper gücü olan Fransa’dan gelipte Dersaadete hayran olmak kolay izah edilebilir bir şey değildir. Kabul etmemiz gerekir ki; bizim medeniyetimiz her şeyden önce gönül medeniyetidir. Temeli güç ve kuvvet değil bilakis gönüller fethetmeye dayalıdır. Batı Medeniyetinin temelinde ise güç ve kuvvet vardır. Osmanlı başta olmak üzere ecdadımızın gittiği her yerde gönüller fethine hususi itina göstermesinin altında yatan gerçekte bir gönül medeniyeti olmasından kaynaklanmaktadır. Gönül Medeniyetinin en önemli ayağı edeptir. Âdemîzâde eğer bi edebest, âdem nîst Fark der cism-i benî-Âdem ü hayvan edebest "İnsanoğlunda eğer edeb yoksa, bilin ki o insan değildir. İnsanoğlunun cismi ile hayvan arasındaki fark edeb dolayısıyladır." Edebi; İnsan ile hayvan arasındaki turnusol kağıdı olarak niteleyen Hz.Mevlana gibi ; “Edep Ya Hû” isimli müstakil bir eser yazan Münevver Ayaşlı edebi bizim medeniyetimizin temel taşı olarak telakki eder ve şöyle der : "Vaktiyle 'teşrifat' denilen, resmi protokol, bizim medeniyetimizin, yani, İslâmTürk, kısacası Osmanlı medeniyetinin terbiyesini teşkil eden temel kaide 'Edep yâ hû' idi. Edep, 'Edep yâ hû' ihtârına muhatap olmamaktır." Osmanlı Medeniyeti ile bugünü kıyas ettiğimizde insanın midesine kramplar girmemesi şaşırtıcıdır. Ah Osmanlı! Bugün Mekke diyoruz ama ecdad Mekke-i Mükerreme, Medine-i Münevvere şeklinde kullanırdı. Mukaddes beldelere olan özlemini, saygısını, aşkını bu kelimeler ile dillendirirdi. Osmanlı ecdadın bu saygısına bir de Kabe-i Muazzama’dan yüksek bina yaptırmamayı düşünün; bir de Suudi Arabistan’ın şimdiki tavrını. Her tarafı boğan beton ve çelik yüklü binaları gözünüzün önüne getirin. Nerede Ehl-i Sünnet hassasiyeti nerede Allah Resulunun mübarek ayaklarının bastığı mekanları tarumar eden zihniyet. “Ta ezelden ruh-i kudse nur-i Sübhandır edeb, Nisbet-i zat-ı mualla feyz-i Rahmandır edeb.” Edebi her türlü noksan sıfattan uzak olan Mevla Teala’dan gelen bir nur, bir feyz kabul eden Şeyh Abdurrahman Sami Efendinin dediği gibi bu mualla feyz bir gönlü mekan tutsa acaba ne olur? Gönül Medeniyetinin temeli edep olduğu gibi zirvesi de ilim ve irfandır. Osmanlı’ya hasta adam dendiği zamanlar da bile çok sayıda alim/arif yetişmiştir. Abidin Paşa bir yandan valilik yaparken diğer yandan da Mevlana Hazretlerinin Mesnevisini şerh etmiştir. Sadrazamlıkta (Başbakanlık) yapan Said Halim Paşa ise bir yandan birbirinden önemli ve her biri tiryak hükmünde olan fikri eserler kaleme alıyordu. Osmanlı Devlet Erkanı ile beraber Hacca giden Şair Nabi ve kervanı;Medine-i Münevvereye yaklaştıkları bir menzilde konaklarlar. Kafiledeki devlet ricalinden birisi ayaklarını Ravza-i Mutahhaa cihetine uzatır. Bu hali gören Nabi ; “Sakın terk–i edebden, kuy–i mahbub–i huda’dır bu! Nazargah– i ilahi’dir, Makam–ı Mustafa’dır bu” beyitleri ile başlayan meşhur natını söyler. Beyitleri duyan Paşa uyanır ve toparlanır. Sabah Namazına yakın bir vakitte Medine-i Münevvereye inerler. Mescid-i Nebi’deki minarelerden Nabinin natının yankılandığını duyarlar. Kafile şaşırmıştır. Müezzini bulurlar. Nabi müezzine: “ aşkına, Peygamber aşkına ne olursun söyle! Ezandan önce okuduğun naatı kimden, nerden ve nasıl öğrendin?” diye sordu. Müezzin gayet sakin bir şekilde şu cevabı verdi: “Resul–i ekrem bu gece Mescid–i Nebi’deki bütün müezzinlerin rüyasını şereflendirerek buyurdu ki: “Ümmetimden Nabi isimli biri beni ziyarete geliyor. Bana olan aşkı her şeyin üstündedir. Bugün sabah ezanından önce, onun benim için söylediği bu şiiri okuyarak Medine’ye girişini kutlayın. “Biz de Resulullah efendimizin emirlerini yerine getirdik.” Nabi ağlayarak: “Sahiden Nabi mi dedi? O iki cihanın peygamberi, Nabi gibi bir zavallı ve günahkarı ümmetinden saymak lütfünü gösterdi mi?” dedi. “Evet” cevabını alınca da, sevincinden kendinden geçti. İşte edebin mükafatı budur. Bizim ecdadımız edebi her şeyin üzerinde tutmuştur. Geçmişte Mushaf-ı Şeriflerin fiatı olmazdı. Hediyesi olurdu. Bu satırların yazarı dahi ilk mushafını alırken ilk duyduğumda şaşırmıştım. Mushaf-ı Şerife paha biçilemeyeceği için; alan fiatı nedir diye sormaz; hediyesi yani bu değer biçilemeyen Mushaf-ı şerif için sana ne kadar hediye edeyim diye sorardı. Şeyh Edebalinin tekkesinde kaldığı odada Mushafı Şerif olduğu için yatmayıp sabaha kadar bekleyen Osman Gazi Hazretleri nerede, Mushaf-ı Şerife abdestsiz dokunulabilir, dokunarak okunabilir diyen zihniyet nerede ? Ehl-i irfan arasında aradım kıldım taleb Her hüner makbul imiş illâ edeb illâ edeb Edebi her işin başı sayan ecdat; yeni nesilleri de buna uygun yetiştirmiştir. Bizim medeniyetimiz canlı veya cansız her varlığa hususi özen gösterilirdi. Hayatın her sahası edepten ayrı değildir. Her hareketin, her sözün sembolik bir anlatımı ve mecazi bir tanımı olduğunu bilenlerimiz hal ve hareketlerinin tanziminde edebi asla ikinci plana atmazlar. Bir kişiyi uyandırırken “Kalk, uyan” gibi tabirler yerine “ Agah ol erenler” tabirini kullanmak kalbe/gönle yapılan vurgu değimlidir? Uyan emrinde herhangi bir deruni ruh bulamazsınız. Ancak agah ol kelamında “Allah’ın zikrinden gafil olma” ,”Kalbini uyandır(Hadisteki müminin kalbi tanımlaması) gibi manalar vardır. Tesbihi; Allah’ı zikretmede bir araç olduğu için atmayı uygun görmeyen bir zihniyetten şimdi tesbihi bidat sayan ama yere tüküren bir zihniyete düçar olduk. Bu ilerlememidir sizce? Ömrü hayatıda hiç yere tükürmeyen Nebinin ümmeti şimdi daha cami çıkışında yere tükürüyor. Allah edebimizi muhafaza etmeyi nasip etsin. Amin. 45 Şubat 2009 Aydın BAŞAR [email protected] Sevgi İnfakçısı Şubat 2009 Yüce Allah Bakara Sûresi’nin 4. maktadır. Misalen kendisine bilgi veri- ayet-i kerimesinde mealen şöyle bu- len bir alim, sahip olduğu ilmin infakını, yurur: “...Kendilerine sunduğumuz bilgisini insanlarla paylaşarak yapar. rızıklardan Allah için karşılıksız sar- Faraza bu ayette övgüyle bahsedilen federler..” Takva sahibi olan müslü- “infak edenler” ve Leyl Sûresi’ndeki manlar Yüce Allah’ın verdiği nimetleri “verenler ve sakınanlar” zümresinin kendilerine aitmiş gibi hissetmedikle- içerisine, öğrencilerinin iyi bir şekilde rinden dolayı her şeyin Yüce Allah’ın yetişmesi için canla başla çalışan, on- mülkü olduğunu çok iyi bilirler. Bu bi- lardan hiçbir zaman emeğini esirge- linçle, elindekileri insanlarla paylaşır, meyen ve sürekli didinip duran fedakar ihtiyacı olanlara bir kısmını verirler. öğretmenler de girebilir. Yine bu kav- Yüce Allah da onlar üzerindeki nimet- ram; içerisine paylaşmayı seven daha lerini artırır. Bu artırma işlemine ”bere- birçok insanı alabilecek kadar geniş ket” adı verilir. bir kavramdır. Bu ayette bahsedilen rızıkları Ekonomik değeri olan mal ve eş- veya nimetleri sadece maddî rızıklar yanın infak edilmesi gerektiği gibi veya nimetler olarak değerlendirmek paha biçilmez mânevî değeri olan yanlış olur. Çünkü infak etmek sadece “sevgi”nin de infak edilmesi gerekir. maddî değerler üzerinden yapılma- Müslüman, imanın getirdiği mutluluğu 46 paylaşan bir konumdadır. O her şeyi Yüce Allah Şah Nakşibendi şöyle der: “Gönül yap; gönlü için sevdiğinden dolayı imanının neşesi ile yeryü- kırık olanlara. Kendisine kimsenin itibar etmediği, zünde dolaşır. Her haliyle, her tavrıyla etrafındaki- dönüp bakmadığı düşkünlere Cenab-ı Hakk, rubu- lere sevgi ve şefkat saçar. Bu hali onun imanın biyet nazarıyla nazar buyurur.” sağladığı mutluluk nimetini etrafındakilere infak ettiğini gösterir. Böyle bir mümin, infak etmeyi sadece Yunus Emre: “Ben gelmedim dâvâ için/ maddî nimetleri infak etme olarak anlamadığı için, Benim işim sevgi için./ Dostum evi gönüllerdir./ Gö- gönlünü, kalbini, aşkını, neşesini, mutluluğunu, nüller yapmağa geldim” der. emeğini; kısacası her şeyini Yüce Allah için infak eder. Yani anlayacağınız Müslüman; bir sevgi infakçısıdır. Efendimiz Hz Muhammed sallallahü aleyhi ve selem tatlı bir gülümsemeyi Müslüman’ın sadakası olarak değerlendirmiştir. Fakat ne gariptir ki bu gün, insanların çoğu birbirlerine bir gülümsemeyi bile çok görerek kendilerini bu sadaka sevabından mahrum bırakırlar. Ne yazık ki çarşıda pazarda, otobüste, tramvayda, okulda, evde hatta hatta mut- Cenab-ı Mevla kimilerine dünyalık bir takım değerler, kimilerine ise ilahî aşkın ulvî sırlarını, ilahî sevgiyi, muhabbeti ve feyz-i ilahîyi “rızık” veya “nimet” olarak verir. Yüce Allah’ın veli kullarının gönüllerine daima ilahî nurlar ve feyizler yağmaktadır. Bu türden rızıklarla beslenen Allah dostları, kalplerindeki ilahî nurları ve gönüllerindeki feyizleri diğer insanlara infak ederek onlarla paylaşırlar. Tasavvuf ilminde bu paylaşımı kamil mânâda gerçekleştirenlere mürşid-i kamil denilir. luluk mekânları olan camilerde bile insanların yüzlerinin gülümsediğine çok az şahit oluyoruz. Herkes sahip olduğu rızıkların infakını yapabilir. Tabir-i caizse içinde ne varsa onu sızdırır. Çokları ise infakın sadece elle yapıldığını zanneder. Asır ve şartlar insanın yüzündeki gülücükleri Oysa bazıları gönlündekilerin infakını ya sözleri öldürürken, iman ise yüzlere nur vererek, o tatlı gü- (sohbet) ile ya da gözleri (nazar) ile yapar. Bu bir lücükleri tekrar diriltir. Din adına kaba saba tavır- nevi hal transferidir. İnfakın çok daha derin bir mâ- larla konuşanlar ve sürekli ahkam kesenler nâsı daha vardır. Bir şair bunu şöyle ifade eder: Müslüman’ın gülen yüzünü insanlara göstermek “Canı canan için infak etmektir maksadı aşkın./ şöyle dursun, elimizdekini de araya verirler. Gönül Daima gizlemek ve gizlenmektir usulü aşkın.” yapma projesinin büyük mimarları olan mutasav- Yunus ise bunu şöyle ifade eder: “Canını aşk yo- vıfların bu konudaki sözleri ise gönülleri ferahlat- luna/ Vermeyen aşık mıdır/ Cehd eyleyip ol dosta/ maya yetmektedir. Ermeyen aşık mıdır?” Bayezid-i Bistami şöyle der: “Müslüman kar- Peki Yunus’un bu denli yüreğini yakan şey deşinize saygılı olmanızdan daha kolay ne vardır? nedir? Bunu hiç düşündünüz mü? Kendisi şöyle Onlara hürmet etmek haklarını korumak ne güzel cevap veriyor: “Aşkın odu ciğerimi/ Yaka geldi yaka haslettir. Müslüman kardeşinize kin beslemek on- gider/ Garip başım bu sevdayı/ Çeke geldi çeke lara karşı zararlı olmak ne zararlı şeydir.” gider.” Ona bu sıkıntıyı bütün âşıklar da çeker mi diye soracak olursanız, Yunus buna da şöyle kar- Ebu Hasan El Harkani şöyle der: “Bir mümin şılık verecektir: “Hocam aşık olanların/ İşi âh ile zar kardeşini sabahtan akşama kadar incitmeyen olur/ Hasretinden ol ma’şukun/ Gözü yaşı pınar kimse, o gün akşama kadar Peygamber Efendi- olur.” Bu zatları ömürlerini Allah için sarf etmeye mizle yaşamış olur. Eğer bir mümin kardeşini inci- iten düşünce neydi acaba? İlahi aşk mıydı yoksa? tirse, Allah-ü Telala onun o günkü ibadetini kabul Bizim Allah için çok az şey yapmamızın nedeni etmez.” neydi? Kalp katılığı mı yoksa? 47 Şubat 2009 Bir Gedâ Kuyunun İçinde Saliha MALHUN [email protected] Göklerden bir “Târık” yıldızı düştü kuyumun içine. Meryem’e inen sofralara eş sofralar açıldı önüme. Ezelden ebede uzanan bu sonsuzlukta, sonsuz susuzlukta cılız bir kalem kurnasından hep içtim. Seni özleyince yazdım. Tek yoldaşım sendin dede. Ben bu gedâ kuyunun içinde bir tek ceddimiz İbrahim Peygamberin Rabbi’ne inandım. Çünkü O olmasaydı ne kuyular olurdu ne Yûsûfiyeler… Çünkü O olmasaydı ne gökler olurdu ne de yerler… Çünkü O olmasaydı ne yol olurdu ne de varılacak menziller… Ben… Ben bu gedâ kuyunun içinde hep yandım dede, hep yandım… “Kerem eyle kesme kerem bi-nevâlardan Kerem-kâne yakışır mı kerem kesmek gedâlardan” Alvarlı Efe Muhammed Lütfî Erzurûmî Hazretleri (k.d.s) Ben, seni bulmak için yollara düştüm dede. Aramakla bulunmaz diyordu ya o lâhuti ses? Ben, İbn-ül Arabî hazretlerinin sözünün bu tarafına pek kulak asmadım. Çünkü devamında gelen “bulanlar ancak arayanlardır “sadâsına kulak verdim. Galaksilerin kıvrımlarından, kelebeklerin kanatlarına kadar her zerrede hep o esrarlı ses vardı. Nasıl bağlı kalırdı ki ruhum yıldızdan zincirlerle? Senden sonra Yûsuf’un düştüğü, hani senin de yana yakıla anlattığın o gedâ kuyunun içine atıldım. Şubat 2009 48 Bu gedâ kuyunun içinde yalnız göklerim vardı bir de kırık- dökük kelimelerim. Her kelimede senin kokun vardı, gökteki ay senin rengin. Ben her gece göğe bakıp sermest olsam da karabulutlar örtüp hazân etti bahârımı. Bir ağacım kökleri gibi taşa geçmiş parmaklarım çeşme olup aktı bir bir. Hangi kurnaya dayasam ağzımı daha çok susadım. Hangi sofra indiyese göklerden doymadım. Hangi Kerem vuslat kapısına çağırdıysa beni, ben hiçlik eşiğinde kaldım. Düştüm gedâ kuyusuna, düştüm gayyâ kuyusuna düştüm!.. Ben her atıldığımda kuyuya mahzûn kalmadım. Çünkü… Çünkü düştüğüm kuyu O’nun dede. Yitirdiğim her yol, kaybolduğum her yön O’nun. „Bir dağ ne kadar yüce olsa bir kenarı yol olur“ demiştin ya? Ben başı dumanlı dağlara Hep Sana Yazdım koştum kalemimle, ummâna koşan ırmaklar gibi hep aktım uzaklara. Kuyuma akan yağmur sularına, yanıma uçan eflâtun kanatlı kelebeklere bakıp avucumda avundum. Açan bir gül görmek istedim, gülzârları özledim, her arıya, gökte uçan kuşlara seni sordum. Yaz daha yaz dedi hepsi, daha çok yol aşmalısın kaleminle, her şey ötede. Gittim, dağlar vâdiler aştım ama her defasında harâmiler çıktı önüme. „Dur, şurada bekle daha yol yok ileriye!..“ dediler. Ama ben başımı kaldırıp dumanlı göklere, galaksilerin tepesine diktim gözlerimi dede. Kuytularda hep onu tespih ettim. Geçtim her şeyden geçtim!.. Ne cân ne cânan... Yalnız Rabbimi istedim. Ne yazı kurtadırdı beni ne binlerce söz. Benim adım ne? Hangi rüyanın tabiriyim? Bu kuyuda işim ne? Hepsini O’nun kudret elimdedir bildim, bildim... Ben Rabb’imden başka kime yanayım, içimi kime açayım dede? Geceleri O’nun rahmet salıncağında korunup uyuduğumu, gündüz O’nun merhametiyle yeniden dirildiğimi? Ben ona hep şöyle yakardım; „Ey bütün mahsun gönüllerin dermânı... Ey bütün âşıkların pinhânı.... İncil’deki „Ahyed“ aşkına, Zebûr’daki Dâvut aşkına bize inâyet et. Çöl gecelerinde ağan bir yıldız gibi toprağa girip bir fidan gibi dikileyim aşk toprağına. „Bağlığında bir dikene sezâyım, sen dilemezsen ben yol yürüyemem, konuşamam, gülemem. Yüreğimin puslanmış pencerelerini şefkat cilasıyla parlat. Dert verdiysen Şâfiî sen, izzet ancak senin kereminledir, bizi bağışla...“ Şimdi ve her zaman olduğu gibi ellerimden tut dede. Bana dua buyur ki; Rabbim bir çift tatlı söze, dünya çer-çöpüne mahkûm etmesin bu âciz yüreğimi. Gül bahçende bir dikene sezâyım, dûa lbuyur ki; bitsin bu gedâ kuyunun içindeki tutsaklığım, Mısır sarayında Sultan’lığa uyanayım. Ne kasabalar, ne köyler aşıyorum kelimelerimle. Kâf Dağında Ankâ ile söyleşiyorum. Bir an bütün sözler bitiyor ama Rabbim kalıyor sadece. Sonra köpüklü ummanlara dalıyorum, deniz bitiyor, O kalıyor. Kıyılara vuruyorum Üç’lerin sahilinde, onlar gidiyor, bir tek O kalıyor kimsesiz yetim yüreğimde. Ben dilsiz, ben kulaksız... O Sem’î, O Basîr. Lâlezarımda çiçeklerim soldukça dirilten O. O üflemezse ben söyleyemem, o baktırmazsa ben çöllerdeki işaret taşlarını göremem. Her dem târumar edilen Sultân bahçesini O nevbahar salar diriltir. O olmazsa ne dostluk kalır bu âlemde ne vefâ... Kâh hüthüt gazelini söylüyor sabah yakazasında, kâh bülbül şakıyor bu gedâ kuyunun başında. Bazen bir yarasa kanatlarını yüzüme geriyor heyula bakışlarla. Bu da O’ndan, o da O’ndan, hep O’ndan... Ben, bir gedâ kuyunun içinde hep sana yazdım dede Hep sana yazdım… 49 Şubat 2009 Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE HAKÎM İSMİ’NİN YENİDEN DİRİLİŞİ GEREKTİRMESİ Cenab-ı Hakk’ın hikmet sahibi olduğunu bildiren, her işi hikmet ve maslahata uygun olarak muhkem ve mükemmel yapan; boş, faydasız ve abes iş yapmayan manasındaki Hakîm ismi, öldükten sonra yeniden dirilişi gerektiren, bu dünya hayatının ötesinde yeni bir âlemi yani âhiret'i iktizâ eden esmâ-i hüsnâ’nın başında gelir. Kâinâta göz attığımızda, en büyük âlemlerden, galaksilerden en küçük sistemlere, atomlara kadar her şeyin, büyük bir hikmet ve maslahata göre cereyan ettiğini görüyoruz. Hiç bir şey abes olarak, boş yere ve faydasız yaratılmamıştır. Yeryüzündeki canlı, cansız, bitki, hayvan her varlığın pek çok vazife ve faydaları vardır. Basit gördüğümüz, önemsemediğimiz varlıklar dahi, pek çok fayda ve hikmete binaen yaratılmışlardır. Nitekim günümüzde pek çok dallara ayrılmış olan ve her biri mütemâdiyen bu kâinâtı ve yeryüzündeki canlı ve cansız varlıkları inceleyip araştıran pek çok ilim, hilkatte hiç bir kusûr olmadığını itirâf etmekte, her şeyin yerli yerinde ve en mükemmel bir tarzda yaratıldığını söylemekte, adetâ kendi lisanlarıyla, sun'allahi'llezî etkane külle şey' (her şeyi mükemmel yapan Allah'ın san'atı...) (Neml, 88), ahsene Şubat 2009 kulle şey'in halekah (yarattığı her şeyi güzel yaptı) (Secde, 7) âyetlerini terennüm etmektedirler. Hatta, yakın zamanlara kadar insanda bazı organların faydasız ve fazladan olduğunu iddiâ eden, Allah'ın Hakîm isminden habersiz bazı insanlar, yapılan araştırmalar sonunda hataları yüzlerine çarpılıp faydasız zannettikleri şeylerin pek çok hikmet ve maslahatlarla donatıldıklarını görünce, hatalarını anlamış, insan denen mükemmel makinayı ve ahsen-i takvîm üzere yaratılmış, kâinâtın hülasası olan bu varlığı daha büyük bir dikkatle, ön yargısız olarak inceleme ihtiyacını duymuşlardır. Değil faydasız, fazladan bir organ, insan vücudundaki her bir organın bir değil, pek çok fayda ve vazifeleri vardır. Meselâ, karaciğerin dört yüzden fazla vazife gördüğü tesbit edilmiştir. Çok geniş olan büyük âlemde, uçsuz bucaksız fezâda dolaşmada, nazarı yetersiz kalan insanoğlu, nazarını kendine çevirerek, küçük âlem olan insan üzerinde düşünmeli, âfaktan enfüse geçmeli, kendi uzuvlarını tefekkür ve tedebbür edip, incelemeli, "gözünü çevir de bak! bir kusur görebiliyor musun?" (Mülk, 3) âyetinin emri istikâmetinde defâlarca düşünüp, tefekkür ve teemmülde bulunmalıdır. Neticede hiç bir 50 kusûr göremeyecek, her şeyin yerli yerinde yaratıldığını görerek, leyse fi'l-imkân ebdeu minma kân (mevcûd olandan daha mükemmeli imkân dairesinde yoktur)1 ifâdesini, bütün içtenliğiyle söyleyerek, haşyet ve muhabbet içinde Allah'ın sonsuz ilim ve hikmetini temâşâ edecektir. Her şeyi mutlak bir hikmetle yaratan ve vazifelendiren Hakîm olan Allah, en mükemmel bir varlık olarak yaratılan insanın, bu dünya hayatında kısa bir ömür yaşadıktan sonra kabre girip, bir daha kalkmamak üzere yatmasına, yok olup gitmesine hiç şüphesiz müsâde etmez. Çok önem vererek, bin bir itinâ ile yaptığı mükemmel bir binâyı tam bitirdiği sırada, hiç bir sebep yokken ve yenisini ve daha mükemmelini yapmayı kasdetmeksizin, tahrib eden veya senelerini harcayarak yaptığı çok güzel bir resmi sebepsiz yere ve daha iyisini yapmayı murad etmeden, yırtıp atan bir kimse nasıl abes iş yapmış, hikmete aykırı hareket etmiş olursa, Cenab-ı Hakk'ın, bu âlemi, daha mükemmel ve güzelini yaratmayı murâd etmeden, daha önemli bir gâye ve hedef gözetmeden tahrîp etmesi ve insanı mezara atıp bir daha diriltmemek üzere çürümeye terketmesi de aynen böyle olur. Böyle bir şeyden ise, Yüce Allah münezzehtir. Hikmeti buna müsâde etmez. Nitekim, "Sizi boş yere yarattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi mi zannediyorsunuz!?" (Mü'minûn, 115), "İnsan başı boş bırakılacağını mı zannediyor!?" (Kıyame, 36) âyetleri bu gerçeği en güzel şekilde ifâde etmekte ve Cenab-ı Hakk'ın, insanı mühmel, emir ve nehiyden uzak tutmayacağını, ipi boğazına atılıp otlamak için salıverilmiş hayvanlar gibi başıboş bırakmayacağını, bir daha diriltilmemek üzere kabirde terketmeyeceğini haber vermektedir.2 Evet, Allah hiç bir şeyi başıboş bırakmadığı gibi, her şeyin kendisi için yaratıldığı insanı asla başıboş bırakmaz. Cenab-ı Hakk'ın Hakîm isminden hareketle âhiret'in ilerde gerçekleşeceğini, insanların başı boş bırakılmayacağını ifâde eden âyetler, bu iki âyetten ibâret değildir. Daha pek çok âyette bu manâlara işâret edilerek, âhiret'in vukuunun kat'iyyetine işâret edilmiştir. Semâvat, arz ve arasındakilerin boş yere yaratılmadığını ifâde eden pek çok âyet bu gerçeği bildirmektedir. Bir âyette şöyle buyruluyor: "Onlar ayakta, otururken, yanları üzere yatarlarken Allah'ı zikrederler ve semâvât ve arzdaki mahlukât hakkında tefekkür ederler. Rabbimiz bunları boş yere yaratmadın. Seni noksan sıfatlardan tenzîh ederiz, bizi ateş azâbından koru!.." (Al-i İmrân, 191) Bu âyet, zamanları tefekkür ağırlıklı olan insanların, semâvât ve arzın yaratılış gayesini düşünerek, bunların boş yere, gayesiz, netîcesiz yaratılmadığını, dolayısıyla insanın da boş yere yaratılmayıp, bu dünyaya çok önemli bir vazîfeyi yapmak ve böylece cennete lâyık bir keyfiyet kazanmak için geldiğini, bu vazifeyi edâ edemeyenlerin ise, esfel-i sâfilîne düşerek cehenneme girecekleri netîcesini çıkardıklarını ifâde etmektedir. Onlar bu netîceden Allah'a sığınarak, "Seni tenzîh ederiz bizi ateş azâbından koru" diye yalvarırlar3. Kutub, gökler ve yerdeki varlıkları tefekkürden sonra, "Seni noksan sıfatlardan tenzîh ederiz, bizi ateş azâbından koru!.." cümlesine intikal ediş hakkında şunları söylüyor: "Semâvat ve arzdaki mahlûkâtın, gece ve gündüzün peş peşe gelişinin hak ile olduğunu idrâk ile, cehennem ateşinden korkarak, ürpererek, duâya yönelme arasında nasıl bir vicdanî alaka vardır? Bu kâinâtın dizaynında ve zahirindeki hakkı idrâk etmenin, akıl sahiplerine göre manası, insanın bu gezegendeki hayatın ötesinde, ortada bir tedbîr ve takdirin, bir hikmet ve gâyenin, bir hak ve adaletin var olduğu şeklindedir. O halde, insanların takdîm ettikleri amellerine mukâbil bir hesâp ve mücâzat gereklidir. O halde kendisinde hak, adaletin gerçekleşeceği, amellerin karşılığının görüleceği, bu âlemden başka bir âlem gereklidir. İşte bunlar fıtrat ve bedâhet mantığının silsilesidir. Akıl sahiplerinin hissiyâtında bu silsilenin halkaları, sür'atli bir tarzda birbirini gerektirir. Bu yüzden hayallerine aniden cehennemin sûreti çıkıverir. Böylece bu mevcudâtta gizli olan hakk'ı idrâk etmeleriyle beraber hatırlarına ilk gelen şey, cehennem ateşinden korunmak için, Allah'a duâ etmektir..."4 Bu akıl sahiplerinden biri olan, cahiliyye döneminin kehânetleriyle meşhûr nasrânî âlimi Ebu'l-Kebşem lakabıyla marûf, Me'mûn b. Muâviye, mutad olarak pazar günleri insanlara yaptığı hitâplarından birinde, asâsını göğsüne dayamış başını öne eğmiş, uzunca bir tefekkürden sonra başını kaldırıp, semaya, arza, sağına ve soluna baktıktan sonra şunları söylemiştir: "Cevelân eden gündüz, zâil olan gece, cereyan eden güneş, sereyân eden ay, gelip geçen yıldızlar, dönen felekler, iri kara bulutlar, uçsuz bucaksız denizler, dumanlı dağlar, yeşil ağaçlar, semâ ve arz arasında birbirlerine karışmış mahluklar, ölen vâlideler ve onların yerlerine geçen yavrular... Allah Taalâ bütün bunları boş yere yaratmamıştır! Bir sevâb ve ikâb, haşr ve neşr ve Cebbâr olan Allah'ın huzûrunda toplanma ve hesâba çekilme vardır"5. ................................................................................................... *. Atatürk Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi. Not: Bu makale, Kur’an’da Ahiret İnancının Temelleri adlı eserimizden istifadeyle bazı ilave ve düzenlemeler yapılarak hazırlanmıştır. 1. Şa'ranî, el-Mizânu'l-Kübrâ, Daru'l-Fikr, Beyrut, tsz., I, 6., 2. Bkz. Taberî, XII, 351; Maverdî, VI,159-160; Kurtûbî, XIX,76; Şirbinî, IV,446; Beyzâvî, VI, 417; Hazin,VI, 417; Bursevî, X, 257., 3. İbn Aşûr, IV, 197., 4. Kutub, I, 546. , 5. İbn Mehdî, s.162-163. 51 Şubat 2009 MUHABBET BAHÇESİ Yusuf ELİBOL YAHUDİNİN İNKARI VE ALTIN İsa Aleyhisselâm bir Yahudi ile yola çıkar. Yanlarına ekmeklerini de almışlardı. Fakat Hz. İsa'nın iki, Yahûdinin ise üç ekmeği vardı. Yahudi, Hz. İsa'ya göstermeden ekmeğin birini yedi. İsa aleyhisselâm, Yahûdinin üç ekmeği olduğunu biliyordu. — Senin üç ekmeğin vardı, biri ne oldu? diye sordu. Yahudi: «Benim ekmeğim iki idi» diyerek yalan söyledi. Yollarına devam ediyorlardı. Bir cüzzamlı hastaya rastladılar, İsa aleyhisselâm asası ile hafifçe bir vurunca hasta iyileşti. Yahudi bunu gördü, îsa (a.s.) yine ekmeğinin kaç olduğunu sordu. Yahudi: «İki» diye cevap verdi. Biraz ileride bîr âmâya rastladılar, İsa aleyhisselâm teveccüh etti âmânın gözleri açıldı! — Ekmeğin kaç idi? diye sordu. O yine iki olduğunu söyledi. Bu minval üzere Isa aleyhisselâm'ın mu'cizelerini gördüğü halde Yahudi îman etmemekte ısrar eder ve yollarına devam ederler. Bir müddet sonra İsa aleyhisselâm bir ağacın gölgesinde yatıp uyumaya başlar. O muhitin valisinin hasta bir kızı vardı. Ölüleri dirilten, hastalara şifa veren zatın kendi memleketine geldiğini duyup aratmaya başlar. Ağacın altında uyumakta olan İsa Ruhullah'ın yanına varırlar. Yahudi gelenlere ne aradıklarını sorar. Onlar meseleyi anlatıp hasta çocuğun iyileşmesi için yardımını dilediklerini söylediklerinde; Yahudi: «O sizin aradığınız benim... Getirin hastayı iyileştireyim» der. Hastayı getirdiklerinde deynekle bir vurunca çocuğu öldürür. Yahûdiyi hemen yaka-paça valinin huzuruna çıkarırlar. — Çocuğu öldürdüğü için öldürün bunu!, der vali. Bu sırada İsa aleyhisselâm uykusundan uyanıp asasının kaybolduğunu görür ve biraz sonra da meseleyi öğrenir. Kerameti asada sanan yahûdinin asılmak üzere olduğunu görüp: — Bu benim arkadaşımdır. Bunu serbest bırakırsanız, çocuğunuzu biiznillah diriltirim, der. Maalmemnuniye kabul ederler. İsa aleyhisselâm ölünün başına varıp: «Kum biiznillah» deyince çocuk ayağa kalkar. Ve hastalıktan da kurtulur. İsa aleyhisselâm'ın bu mu'cizesini de gören Yahudi'de hâlâ îman alâmeti yoktur. İsa (a.s.): «Kaç ekmeğin vardı?» diye sorar ve Yahudi'den gene, «iki» cevabını alır. Yollarına devam ederler. Bir müddet gittikten sonra beş parça külçe altına rastlarlar. Külçe altını o anda taksim etmek mümkün olmadığından İsa aleyhisselâm: — Kimin ekmeği üçse o üç parçasını alsın, iki ekmeği olan da iki parça alsın, der. Bu zamana kadar ekmeğinin iki olduğunu ısrarla söyleyen Yahudi: — Benim üç ekmeğim vardı. Birisini senden gizli olarak yedim. Ben üç parça almam lâzım, der. İsa aleyhisselâm: «beşi de senin olsun» diyerek külçe altınları ona bırakıp gider. Bir anda milyonların sahibi olan Yahudi sevincinden ne yapacağını şaşırır ve altınların arasında: «Bu da benim, bu da benim» diyerek koşmaya başlar. Biraz sonra oraya iki kişi gelir, onlar da altınlara ortak olmak isteyip; «biz de alacağız» derler. Yahudi bakar ki, kurtulmanın imkânı yok: «Ben eve gidip, at ve araba getireyim. Siz ben gelinceye kadar burada bekleyin. Ben altınları kesmek için bir de testere alır gelirim» der ve gider. Eve varır, karısına zehirli bir börek yaptırıp atları ve arabayı alarak gelir. Tabii ki, bu işleri yapıncaya kadar biraz gecikmiştir. Öbürleri ondan şüphelenirler ve altınların tamamına sahip olmak için Yahûdiyi öldürürler. Öldürdükten sonra da: «Nasıl olsa altınlar bize kaldı. Şu böreği yiyelim de ondan sonra gideriz» deyip zehirli böreği yerler. Netice malûm... Her üçü altınlardan istifade edemez ve dünya hırsıyla geberip giderler. Gittiği yoldan geri dönen Hazreti İsa, altınların yerinde durduğunu ve üç kişinin de bu altınlar yüzünden öldüğünü görüp, dünya nimetlerine meyletmediği için Allah'a şükreder. ÂSIM’IN NESLİ PROJESİ YERMÜK’TE BİR KOMUTAN Hz. Ömer R.A.'ın halifelik döneminin başlarında, Suriye'nin fethi sırasında Yermük mevkiinde Bizanslılar ile müslümanlar arasında çok çetin bir savaş olmuştu (Ağustos, 636). Bu savaşta müslümanların komutanı 'Seyfullah' lakabını taşıyan Halid bin Velid R.A. idi. İşte bu savaşın kızıştığı sırada, Bizans ordusunun önde gelen komutanlarından Cerece (Yorgi) öne çıkarak, Halid bin Velid R.A.'ı yanına çağırdı. Omuz omuza yanaşmış atları üzerinde iki komutan şöyle konuştular: - Halid! Bana doğu söyle. Allah'ın, Peygamberiniz'e gökten bir kılıç indirdiğini ve o kılıcı sana verdiğini söylüyorlar. Sen de bu kılıcı kime çekersen onu hezimete uğratırmışsın, doğru mu? - Hayır. Allah bize Peygamberi'ni gönderdi. O da bizi imana davet etti. Rasulullah A.S. iman ettiğim sırada bana şöyle demişti: 'Sen, Allah'ın müşriklere çektiği bir kılıçsın.' Sonra da zafer kazanmam için bana dua etti. Böylece bana Seyfullah, yani Allah'ın Kılıcı ismi verildi. Şubat 2009 - Siz bizi neye davet ediyorsunuz? - Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed A.S.'ın O'nun kulu ve elçisi olduğuna şehadet etmeye. O'nun Allah'tan getirdiği şeyleri kabul etmeye davet ediyoruz. - Bugün dininize giren kimse sizinle aynı mükâfata erer mi? - Evet. Bu gün sizden İslâm'a giren, belki bizden üstün olacaktır. Çünkü bizim Peygamberimiz'den gördüğümüzü siz görmediniz. Bu konuşmadan sonra, Yorgi Hz. Halid bin Velid R.A.'ın yanına geçerek İslâm'a girdi. O'nun çadırında guslederek iki rekat namaz kıldı. Halid bin Velid R.A. ile çıkıp atına bindi. Bizanslılar'la savaşa girişti. Bizanslılar durumu görünce çok şiddetli bir hücuma geçtiler. Sonuçta savaşı müslümanlar kazanırken, ancak iki rekat namaz kılabilmiş olan general Yorgi o gün şehid olmuştu. 52 HZ. ÖMER’İN ŞİKAYET MASASI ÜMEYR’İN MACERASI Bir cemiyet için, bir millet için adâlet, insanın damarında dolaşan kan gibidir. Adâlet mekanizması sıhhatli çalışırsa, cemiyet hayatı da sıhhatli olur. Dilerseniz Hazret-i Ömer (r.a.) devrinden bir misâlle mevzûmuzu müşahhaslaştıralım. Ashâb-ı kirâmın ileri gelenlerinden, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz'in iştirak ettiği hiçbir gazâdan geri kalmayan, bazan da Medîne'de Efendimiz (s.a.v.)'e vekâlet eden Ensâr'dan Muhammed bin Mesleme (r.a.), Hz. Ömer (r.a.)'in hilâfeti esnasında onun 'Şikâyet Masası' reisi idi. Memurlarla alâklı şikâyetler bu masaya gelirdi. O, gelen bu şikâyetleri inceler, araştırırdı. Neticede şayet haksızlık yapan, adam kayıran, rüşvet alan biri ortaya çıkarsa cezalandırılırdı. Bir defasında Medîne'de toplanan memurlara, Hz. Ömer (r.a.) nasîhat ediyor ve onları, insanlara âdil davranmaları, zulmetmemeleri hususunda îkaz ediyordu. İşte bu esnada halkın arasından, sessizsâkin ve kimsesiz bir adam ortaya çıktı ve 'Beni memurlarınızdan işte şu adam, haksız yere dövdü. Hâlbuki suçladığı hususta benim bir kabahatimin olmadığı da sonradan anlaşıldı' diyerek dâvâcı olduğunu söyledi. Bunun üzerine mes'ele araştırıldı... Adamın haklılığı anlaşıldı, memurun ona zulmen kırbaç vurduğu meydana çıktı. Hz. Ömer (r.a.)'in kararı kesindi: ' Seni döven memura sen de, onun sana vurduğu kırbaç adedince vuracaksın! Amr bin Âs (r.a.) itiraz etti: ' Yâ Ömer, bundan sonra memurlarınızı insanların gözü önünde dövdürecek misiniz? Şayet böyle yaparsanız, bu tatbikat, memurlarınızın itibarını düşürür, onları iş yapamaz hâle getirir. Hz. Ömer'in cevabı aynen şöyle oldu: ' Ben zâlimi, şu veya bu bahânelerle koruyup da, mazlûmu mâruz kaldığı zulümle baş başa bırakmam. Kim zulmetmişse karşılığını görmeli ki, tekrarına cesaret edemesin. Böylece karar kesinleşti. Sessiz ve kimsesiz şikâyetçi adam, kendisine vurulan kırbaç adedince kırbaç vuracaktır zulmeden memura... Bu defa Amr bin Âs (r.a.), kimsesiz olan bu şikâyetçi adama gitti ve şu teklifte bulundu: ' Sana, onun vurduğu kırbaç sayısınca altın vereyim. Bunları al, dâvandan vaz geç. Yoksa kötü niyetli bazı insanlar cesaret bulur, memurlar korkaklaşır. Neticede adâletin temini daha da güç hâle gelebilir, dedi. Mazlum ve mağdur adam da bu teklifi kabul etti: Yediği kırbaç adedince altınları aldı, dâvâsından vaz geçti. Ve böylece, idare edenlerle idare olunanlar arasındaki buna benzer haksızlıklar da son bulmuş oldu. Ne âdil bir hüküm, ne güzel bir hâl çaresi... Tabii ki ne mes'ut bir cemiyet! Bütün insanlığa örnek olması dileğiyle... Bedir gazasından hemen sonraydı. Müşriklerin büyüklerinden Umeyr b. Vehb ile Safvan b. Ümeyye, Mekke'de bir kenara oturmuş, Bedir ölüleri için dertleşiyorlardı. Umeyr'in bir oğlu da Bedir'de esir düşmüştü. Safvan'a diyor ki: - Borçlarım ve çocuklarım olmasaydı, esir oğlumu bahane ederek Medine'ye gider, Muhammed'i öldürürdüm. - Bu işi yaparsan borçlarını ben öderim, çocuklarına da bakarım. - Tamam, öyleyse bu iş aramızda gizli kalsın! Umeyr kılıcını bileyip zehir sürdükten sonra yola çıkar ve Medine'ye ulaşır. Onun kılıcıyla mescidin kapısına geldiğini gören Hz. Ömer (R.A.) durumdan kuşkulanır ve vaziyeti Resul-i Ekrem'e haber verir. Rasulullah'ın isteği üzerine de, adamı kılıcının kayışından yakaladığı gibi huzura getirir. Rasulullah (A.S.) buyurur: - Bırak onu ya Ömer! Sen de yaklaş ya Umeyr! Sonra ona niçin geldiğini sorar. Umeyr cevaben der ki: - Elinizdeki esir için geldim; ona iyi davranasınız. - Öyleyse boynundaki bu kılıç ne oluyor? - Allah kılıçların belâsını versin! Bize bir faydası mı var? - Niçin geldiğini bana doğru söyle. - Söylediğim gibi, sadece bunun için geldim. - Hayır!.. Safvan'la Bedir'de ölenler için dertleşip anlaştınız. Sözleştikten sonra beni öldürmeye geldin. Fakat Allah buna engeldir! - Senin Allah'ın Rasulü olduğuna şehadet ederim. Konuştuklarımızı, ben ve Safvan'dan başka bilen yoktu. Allah'a yemin olsun ki, bunu sana bildiren Allah'tan başkası değil! Elhamdülillah. Umeyr artık, sadık bir müslümandır. Resul-i Ekrem (A.S.) buyurur: - Kardeşinize dinini ve Kur'an'ı öğretin, esirini de salıverin! Öyle yaptılar. Sonra Umeyr, halkı İslâm'a davet isteğiyle Mekke'ye döndü. Birçok kimse, onun sayesinde müslüman oldu. TAŞKAFA, BOŞKAFA, HOŞKAFA Behlül Dânâ Hazretleri, bir mezarlıkta bulduğu üç kurukafayı zembiline koymuş ve para getirip 'Satıyorum'diye bağırmaya başlamış. 'Satıyorum, alan var mı?' Meraklılar başına toplanıp fiyatını sormuşlar: 'Birincisi parasız, ikincisi ise sudan ucuzdur, demiş. Ama üçüncüsünü hiç sormayın... O, ağırlığınca para- dır. Sebebini merak etmişler. Birincisini gösterip: 'Bu gördüğünüz 'Taşkafa'dır demiş, nasihata bile yanaşmazdı. O yüzden beş para etmez. İkincisi de 'Boşkafa'dır, nasîhat istemesine rağmen onları tutmazdı; üç-beş kuruş verenin elinde kalır. Üçüncüsü ise 'Hoşkafa'dır ki, buna 'Kâmil kafa' da diyebiliriz. Hem ameli, hem de ihlâsı vardı; hedefi ise Allah rızâsıydı. O yüzden kurusu bile Altın değerindedir. 53 Şubat 2009 Mehtap ABDİ Yetiminim meleklerinin safiyeti kalbimi… Hayal şehrimin revnak bahçelerinden, kızıl goncalar yağıyor avare düşlerime… Kursağımda yokluğunun bilenmiş hançeri, dilimde ateşten çemberi zemherinin… Adını anmakta değil miydi bütün sır? Hani Sen hep bana koşacak değil miydin; “Allah, Allah, Allah…” diye haykırdıkça ben. Sen!... Zamanın tütsülenmiş karelerinde gizli kalmış sevda güneşim… Seni bulmak için geldiğim diyarlarda, toprağıma kokun düştü düşeli yetiminim... Gel yetiş imdadıma! Nur yağmurların göğsümden kalbime inmeyeli yetiminim! Her unuttuğumda ben, varlığını anımsatan varlığına andolsun ki; Sensizliğin korku dolu nöbetine askerim… Sen kapısını defalarca çaldığım! Sen, yüzüme bakmasa da eşiğine yüz sürmekten usanç duymayacağım, cefasında dahi muhabbet kokusu aldığım güzel! Unuttuysam affet!... Affet gafletini kalbimin… Affet ki, kuşatmadı henüz sadrımı fâziletin… Ama gitme… Toprağıma kokun düştü düşeli yetiminim! Gel yetiş imdadıma… Yetiş! Hasretin hummalı sızısı yüreğime girdi gireli yetiminim… Adını anmaktan yüz çevirdiğim her an, nûruna yüz çevirmişliğimdir bilirim… Bilirim sebebi nefsimdir her terk edilişin… Ama gitme, yalancı diyarlarda aşkının yetimiyim. Sen gül yaprağıma sinen koku… Sen güle yazgılı bülbülün sevda soluğu… Sen tutuşmuş bağrıma düşen ılık yağmur… Sen inciden elleri umudumun… Unuttuysam affet! Affet gafletini kalbimin… Bir yürek atışı sessizliğinde göğe yükseliyor suskunluğum her gittiğinde sen… Bir keskin acı, bir kısık öksürük tıkıyor soluğumu… Lâl oluyorum yokluğunda, korsan istilâsına uğrayan sularında savruluyorum, anlamsızlığında boğuluyorum yoksunluğunun… Yetiminim, gel yetiş imdadıma… Çıkar beni ezelî kovuğumdan, yetiminim yalancı diyarlarda! … Ellerimi tut; başımı okşa, nemli gözlerime bir şefkat öpüşü kondur ki bayramım olsun… Unuttuysam affet, ama gitme… Gitme! Yetiminim Seni bulmaya geldiğim diyarlarda… Gel!... Gel de gir sadrıma ama ne olur çıkıp gitme bir misafir çabukluğunda… Yetiminim! Gel de gör hâlimi… Sözün vardı; ben bilmedikçe Seni; gitmeyecektin… Sözün vardı; ellerin hep ellerimde, sevgin hep sevgimde olacaktı ya? Bir gizli tuğyan düşmüşken gecemin ortasına… Suskun bakışlarımı daldırdığım gül mahzeninde ne yana baksam, karşımda Sen… Bilemedim ki, yaşayamadım ki aşkı aşk gibi ben… Bahar dalında bir gül yaprağı olamadım ki daha… Güne kaim gecede göğe yükselen haykırışların yegâne sebebi Sen… Sensizliğin şaşkına çeviren bakışlarını devşiriyorum yıldızlara, yokluğunda… Hasretin yürek sökücü tırpanını bırakıyorum sonsuzluğun ellerine… Unuttuysam affet, ama gitme! Sözün vardı; Sen bırakmayacaktın, Ben bırakmadıkça Seni… Adım adım kuşatacaktı ya Şubat 2009 54 Nefes aldığım her güne, gözlerimle dürüp sabaha gömdüğüm geceye andolsun ki, katran karası bulaşmış ellerimi arıtacak yegâne ırmak Senin… Muhtacım kör kuyulara düşen Yûsuf’un gibi Sana… Muhtacım, ümidimin solgun çiçeğini diriltecek baharına… Unuttuysam affet, ama gitme! Yetiminim yalancı diyarlarda… Yüreğimin kör kuyuları imdat diler ışıklı sabahından… Ömrüme doladığım her sayfada yazıp yaşamak istediğim, yana yana dilediğim sevgilim Sen… Yokluktur, ruhuma melce diye dilediğim ezelden… And olsun ki; adını zikrettikçe titreyen aşk ehline âşık şu gariban yüreğim… Gelmiş gelecek Hakk dostlarının kapı eşiğinde Hakk’a köle olmak dilerim. Andolsun ki, katından lutfettiğin nûr ile Sana mülâki olmaktır varlık sebebim… Yalnız Seni yol bilir; yalnız Senden istiane isterim. Unuttuysam affet, ama gitme!... And olsun ki bir çirkefe saplanmış nefs kabzasından kurtarmayı dilediğim şu vücut Senin… Yetiminim! Dokun kalbime yine ve yeniden… Ama gitme bir misafir çabukluğunda… Sana sakladım kalp sarayımın bütün inişli çıkışlı merdivenlerini ben. Zulmetin efendisine kapat ki kapılarımı, Sana varayım yollar üstüne!... Sana aksın her daim hasretin damlaları… Erenlerin diyarına yağan nur yağmurları dökülsün pencereme… Masivadan gelen sesini işittir ki; huzurunda okunan ezanlarda bulayım Seni… Unuttuysam affet, affet gafletini kalbimin… Ama gitme… Yetiminim, yokluğun zihnimin sevda arklarına düştü düşeli… Yetiminim; bu dağlara çığ yürekli canlar düştü düşeli… Hissedemeyen, acziyetinin, idraksizliğinin mahbesinde tutuklu olan benliğimle açıyorum ellerimi Sana şimdi… Yunus’a verdiğin aşk kadar aşkını istiyorum… Yetiminim! Doyur kimsesizliğimi… Üftadeler gibi yak; Hüdai’nin aşk testisinden doldur yavan testimi… Doldur ki taşsın damarlarımdan aşkının hayat suyu… Doldur ki yetimliğime yetişsin rahmeti kudretinin. Mührü boynunda Geylâni’yi sever gibi sev beni… Sevdir ki sevilen ben olayım… Sevindir ki, vuslatınla coşayım… Gül açtır küllerimin üstüne, güle kandır ki, Habib’in aşkı üzere gül olayım. Unuttuysam affet! Ama gitme… Hücrelerime kadar var olan Sensin! İliklerimi dokuyan Sen… Yetiminim! Gel yetiş imdadıma… Ahir zamanın son halkasında ahir zaman sahâbesi kıl beni… Yetiminim, sar İlâhî aşkın kanatlarında bedenimi… Gel yetiş imdadıma… Azap günü gelmeden mekânsızlığa gömülsün ruhânî bakışlarım… Münteha’nın ışıklarıyla ışıldat solgun çehremi… Yetiminim! Gel de dirilt zamanın son halkasında beni… Unuttuysam affet, ama gitme… Hayat verdiğin kalbin kara ölümüdür her gidişin. Gitme, kıyılarında kayboluyorum kopan her kasırgasında Sensizlik saatlerimin. Yetiminim… Bırakma ellerimi… Mahbesim Sensin, özgürlüğüm Sen. Çokluğum Sensin, tekliğim sen. Sen varsan, mânâsı var nefesimin. Sen yoksan yok bu âlemde tek zerre dilediğim. Gitme! Sen yürek âlemimin tek vazgeçilmezi, ömür atışımın olmazsa olmazısın. Yetiminim toprağıma kokun düştü düşeli… Yetmiyor, yetmeyecek sevdanın gönül bahçeme düşen cılız güneşi… Yetiminim! Gel yetiş imdadıma… Yetiminim! Gel çıkar beni ezelî kovuğumdan… Ellerimi tut, başımı okşa, nemli gözlerime bir öpücük kondur ki bayramım olsun… 55 Şubat 2009 Doç. Dr. M. Hanefi PALABIYIK Ergül ER EBU HANİFE (HAYATI, TALEBELERİ VE HOCALARI) 1. HAYATI İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin atalarının, tartışmalı olmakla beraber, Kûfe’ye gelmezden önce, Enbâr, Nesâ, veyahut Tirmiz’de oturduğu bilinmektedir. İmam-ı Azam’ın dedelerinin ana yurdunda Türkler de dahil birçok Müslüman kavmin yaşaması, Ebu Hanife Hazretlerin Türk olduğu ihtimalini de akla getirmektedir. Dedelerinin Arap ve İranlı olduğunu söyleyen tarihçiler de vardır. Türk olduğu söyleyenler, Türk boylarından İran’a gelmiş kabilelerden olduğu kanısında hemfikirlerdir. İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin babası Sâbit b. Zutâ b. Mah’ın hür ve Müslüman olarak doğup büyüdüğü hususunda görüş birliği vardır. Sâbit b. Zutâ tâbiînden olup, varlık sahibi bir kumaş tüccarıdır. İslam’da hukuki düşüncenin ve içtihat anlayışının gelişmesinde önemli Şubat 2009 56 payı olup daha çok Ebu Hanife veya İmam-ı Azam diye tanınan Numan b. Sabit, 80/699 yılında Kûfe’de dünyaya gelmiş, orada büyümüş ve hayatının çoğunu orada, öğrenerek, öğreterek ve çalışarak geçirmiştir. Ebu Hanife temiz bir Müslüman evinde yetişmiştir. Ailesi maddi olarak gayet iyi durumdaydı. Ebu Hanife Hazretleri ilim merkezlerine gitmeden önce çarşı pazara gelip giderken gözükürdü. Hayatı boyunca babası gibi kumaş ticaret yaptığı söylenmektedir. Hocası Hammad’ın ismini taşıyan bir tek erkek çocuğu vardır. Küçük yaştan beri çok iyi bir ilim tahsili gören İmam-ı Azam Ebu Hanife, Kûfe’de o bölgenin ileri gelen üstatlarından hadis ve fıkıh meselelerini öğrenmiştir. Kûfe’de küçük yaşta Kur’ân-ı Kerim’i ezberlemiş, Arap dili ve edebiyatını tahsil etmiştir. Ebu Hanife kıraat ilmini 7 kıraat âliminden biri olan İmam Asım’dan öğrenmiştir. Ramazan aylarında kuranı 60 defa hatmettiği rivayet edilir. İmam-ı Azam Ebu Hanife ilim hayatına başlaması şöyle anlatır: Günün birinde Şa’bi’nin yanından geçiyordum. Beni yanına çağırdı ve bana: “nereye devam ediyorsun?”, dedi. Ben de, “çarşı pazara” dedim. “Âlimlerden kimin dersine devam ediyorsun”, dedi. Ben de, “Hiçbirinin dersine gidemiyorum”, dedim. Bunun üzerine Şa’bi: “İlmi ve âlimler ile görüşmeyi sakın ihmal etme! Ben senin uyanık ve canlı bir genç olduğunu görüyorum.” dedi. Ebu Hanife: “Onun bu sözü benim içimde iyi bir tesir bıraktı. Çarşı–Pazar işlerini bıraktım. İlim yolunu tuttum. Allahın yardım ve inayetiyle Şa’bi’nin sözünün bana çok faydası oldu.” demiştir. İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri ilim öğrenmeye başladığında bütün ilimleri göz önüne almış. Her birini kısım kısım okumuştur. Kelam ilmi okumuş sonra edebiyat ve nahvi iyice öğrenmiş. Tefsir ilmi ve hadis ilmi ile de ilgilenmiş ve birçok hadis öğrenmiştir. Ebu Hanife gençliğinden itibaren ticaretle uğraştığından birçok yere gitmiştir. Basra’daki ilimden faydalanmıştır. Hicri 2. yüzyılda Cebriye, Mutezile, Şia ve Mürcienin fikirlerinin çarpıştığı bir devirde, Ebu Hanife kelam ilminde de çok derinleştiği için bu fırkaların mensuplarıyla girdiği münakaşalardan başarıyla ayrılmıştır. En son fıkıh ilminde karar kılmıştır. Öyle ki, Ebu Hanife, bir kadının boşanma ile ilgili olarak sorduğu bir soruya cevap verememiş, kadını fıkıh okutan Hammad b. Ebi Süleyman’ın yanına göndermiş ve ondan alacağı cevabı kendisine de bildirmesini rica etmiştir. Kadın Hammad’dan aldığı cevabı Ebu Hanife’ye nakledince de, fıkıh konusunda yetişmesi gerektiğini düşünmüştür. 22 yaşından itibaren 18 yıl boyunca Hammad’ın derslerini takip etmiş ve Hammad’ı dinlemiştir. Bu süre zarfında tamamıyla ona bağlanmamış farklı ilim adamlarından da bilgiler elde etmiştir. Hac yapmak maksadıyla gitti Mekke ve Medine’de âlimlerle görüşmüş onlardan ilim almıştır. İmam-ı Azam Ebu Hanife 40 yaşına geldiğinde Kûfe’de hocası Hammad’ın kürsüsüne oturmuştur. Kendisine sorulan meseleleri çözmek, olayları hükme bağlamak için öğrencileriyle karşılıklı konuşmalar yapmıştır. Benzeri olayları birbirine kıyas yapıyor, fıtri zekâsı, kuvvetli aklı ve sağlam mantığı sayesinde bunlara kolayca çözüm buluyordu. Böylece Hanefi mezhebini doğuran parlak fıkıh yolunu açtı. Ebu Hanife Hazretleri halifeyi tenkit ettiği gibi devrindeki âlim ve kadıların verdiği yanlış hükümleri de tenkit etmiştir. Öyle ki, Kûfe kadısı Ebu Leyla’nın verdiği hükümleri ilim toplantılarında tartışmış ve yanlış bulduklarını açıkça tenkit etmiştir. Bundan rahatsızlık duyan kadının şikâyeti üzerine Ebu Hanife’nin bir süre fetva vermesi yasaklanmıştır. Ebu Hanife, hem Emeviler hem de Abbasiler zamanında yaşamıştır. Ebu Hanife’ye hem Emeviler zamanında hem de Abbasiler zamanında kadılık teklifi gelmiştir. Fakat ikisini de kabul etmemiştir. Emeviler zamanında halka zulmedildiği için Ebu Hanife gizli gizli Abbasilere destek olmuştur. Fakat zaman ayarlamasını yapamadıklarından dolayı isyana katılmamıştır. Emevilere karşı ayaklanan Zeyd b. Ali’ye maddi yardımda bulunmuştur. Emevilerin son zamanlarında Irak valisi Yezid b. Hübeyra halkın yeniden güvenini kazanmak için meşhur ve saygın bir kişilik olan Ebu Hanife’ye kadılık teklifi yapmıştır. Ebu Hanife ise Ehl-i Beyt’e yapılan eziyetleri tasvip etmemesinden dolayı kadılık teklifini kabul etmemiştir. Bunun üzerine ırak valisi Ebu Hanife’yi kırbaçla döverek hapsetmiştir. Zindanda uzun süre kaldıktan sonra serbest bırakılmıştır. İmam-ı Azam Ebu Hanife serbest kalır kalmaz h.130 yılında hac vazifesini yerine getirmek için Mekke’ye gitmiştir. Geri dönmeyerek burada yaşamaya 57 Şubat 2009 başlamış ve bölgenin seçkin fakihleriyle ilim alışverişi yapmıştır. Bazı bilginler Ebu Hanife’nin hadise az önem verdiği düşüncesiyle Ebu Hanife’yi beğenmemişlerdir. Ancak Ebu Hanife bizzat kendisi görüşlerini açıklayınca bu düşünceler yok olmuş, Ebu Hanife’nin düşüncesi takdir edilmeye başlanmıştır. İmam Malik ve Süfyan b. Uyeyne onu saygı ile anmaya başlamışlardır. Kıyas konusunda Ebu Hanife İmam Malik’i az da olsa etkilemiştir. İmam-ı Azam Ebu Hanife 132/749’da Abbasiler iktidara gelince Kûfe’ye geri dönmüştür. Abbasi halifesi Ebul Abbas es-Seffah ile buluşarak ona biat etmiştir. Fakat Ebu Hanife hilafetin Hz. Ali Ebu Hanife’nin ahlaki meziyetleri çok fazladır. Her şeyden önce nefsine son derece hâkim arzu ve hevese göre değil, iradesine göre hareket ederdi. Nezaketi ve sabrı çoktu. Öyle ki, bir gün Ebu Hanife, Hasan-ı Basri’nin verdiği bir fetvada yanıldığını söylemişti. Bunu duyanlardan birisi sinirlenerek Ebu Hanife’ye, “ey zina yapanın oğlu” diye hitap etmiştir. Bu sözü duyunca sinirlenmemiş ve “kalbi dar olanlara karşı kalbinde geniş yer olduğunu” söyleyerek küfürbaz adamı mahcup etmiştir. Yine kendisine bidatçi ve zındık diyen bir adama, olgun sözlerle hitap ederek onu özür dilemeye mecbur etmiştir. neslinden Muhammet b.Abdullah’a ya da kardeşi İbrahim’e geçmesini istiyordu. Bu durumdan haberdar olan Abbasi halifesi Ebu Cafer Mansur onu Bağdat’a getirtti. Ona hürmet göstererek kadılık teklif etmiştir. Mansur böylece onun manevi nüfusundan istifade etmek istiyordu. Ebu Hanife bunun teklifi de kabul etmemiştir. Halifenin bütün ısrarlarına rağmen kadılığı kabul etmeyen Ebu Hanife’yi hapse attırmış ve her gün on kırbaç vurdurmak suretiyle işkence yaptırmıştır. Sağlık durumu bozulunca hapisten çıkartılmıştır. Ders vermesi yasaklanmıştır. Zaten hapisten çıktıktan 15 gün sonra vefat etmiştir. İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri 150 Şaban ayı/767 Eylül ayında Bağdat’ta vefat etmiştir. Cenaze namazı halife Mansur’un kıldırdığı rivayet edilmektedir. Şerefülmülk Ebu Sa’d el-Müstevfi tarafından 459/1067 yılında üzerine bir türbe yaptırılıp çevresine de medrese inşa edilmiştir. Kabri Şubat 2009 bugün, Bağdat’ta kendisine nispetle “A’zamiye” diye anılan mahaldedir. YETİŞTİĞİ ÇEVRE Ebu Hanife’nin doğduğu yer olan Kûfe, Irak’ın o zamanki iki büyük şehrinden biriydi. Irak’ta muhtelif milletler, kavimler, cemaatler vardı. Süryaniler İslamiyet’ten önce orada yayılmış, mektepler açmış felsefe ve çeşitli bilimler okutmuşlardır. Yine orada birbirleriyle çatışma halinde olan Hıristiyan mezhepleri olup, İslamiyet devrinde de ara sıra fırkaların çıkardığı kargaşalıklar olmaktaydı. İslam’ın ve Arapçanın öğretildiği, siyasi faaliyetlerin yoğun olduğu bir yerdi. Aynı zamanda buralar birçok fakih, dilci, edip, şair ve filozofun da bulunduğu ilim merkeziydi. EBU HANİFE’NİN AHLAK VE MEZİYETLERİ Ebu Hanife farz olan ibadetleri ifada asla kusur etmediği gibi nafile ibadetler de yapardı. Cömert bir insandı. Cimriliği sevmezdi. Fakirlere yardım, düşkünlere merhamet ederdi. Herkesin güvenini kazınmış biriydi. Emanete hıyanetlik etmez, kanaatkâr ve ticarette son derece dürüsttü. Öyle ki, bir kadın ona ipek bir elbise satmak istedi. Ebu Hanife fiyatını sordu. Kadın 100 dirhem istedi. Ebu Hanife, “bu 100 dirhemden fazla eder” dedi. Kadın 400 dirheme kadar fiyatı yükseltti. Ebu Hanife fiyatı yine az bulunca, kadın kendisiyle alay edildiği zannetti. Fakat Ebu Hanife bir hakeme başvurarak elbisenin fiyatını belirletti. Elbiseye 500 dirhem vererek satın aldı. Ayrıca ihtiyaç sahibi kimselere kumaşları maliyet fiyatının altında verdiği olmuştur. Ebu Hanife dinin menfaate alet edilmesine son derece karşıydı. Öyle ki, bir gün bir adam dükkânına gelerek bir kumaş istemiş. O da, oğlu Hammad’a istenilen kumaşı müşteriye göstermesini söylemiş. Hammad kumaşı çıkarırken tesadüfen, “salli ala Muhammed” demiş. Bunun üzerine Ebu Hanife oğluna “malı övdün satmak doğru olmaz” kumaşı satmaktan vazgeçmiştir. Yine bir gün Medineli bir zat Ebu Hanife’nin dükkânına kumaş satın almak için gelmiş. Ebu Hanife’nin olmadığı bir zamanda tezgâhtar kumaşı 1000 dirheme satmış. Fakat kumaşın gerçek değeri 600 dirhem imiş. Ebu Hanife dükkâna geldiğinde yanlışlığın farkına varmış ve hemen fazlalık olan 400 dirhemi sahibine iade etmek için bizzat kendisi Medine’ye gitmiş ve parayı iade etmiştir. 58 Ebu Hanife’nin ahlaki meziyetleri çok fazladır. Her şeyden önce nefsine son derece hâkim arzu ve hevese göre değil, iradesine göre hareket ederdi. Nezaketi ve sabrı çoktu. Öyle ki, bir gün Ebu Hanife, Hasan-ı Basri’nin verdiği bir fetvada yanıldığını söylemişti. Bunu duyanlardan birisi sinirlenerek Ebu Hanife’ye, “ey zina yapanın oğlu” diye hitap etmiştir. Bu sözü duyunca sinirlenmemiş ve “kalbi dar olanlara karşı kalbinde geniş yer olduğunu” söyleyerek küfürbaz adamı mahcup etmiştir. Yine kendisine bidatçi ve zındık diyen bir adama, olgun sözlerle hitap ederek onu özür dilemeye mecbur etmiştir. Son derece şahsiyetli olduğundan inanmadığı bir davayı kabul etmezdi. Ebu Hanife ictihad meselelerinde Kuran’a, Sünnet’e ve ashabın sözlerine itibar ederdi. Gerektiğinde hocası Hammad b. Ebi Süleyman ile münakaşa etmekten çekinmezdi. Son derece hazır cevaptı. Sözleri ve cevapları delillere dayanırdı. Mantıksız ve delilsiz konuşmazdı. Tek amacı dinde doğru yürümek ve her şeyin doğrusunu bulup anlamak ve anlatmaktı. Yani kısacası imam-ı Azam Ebu Hanife, cömert, muttaki, yetimlere ve düşkünlere yardım eden, samimi, iyi niyetli, ilmi ve araştırmayı seven, doğruluktan ayrılmayan, sözünde duran, hür yaşamak isteyen ve fıkıhta isabetli ictihadlar yapabilen bir zattı. 2. ÖĞRENCİLERİ İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin çok sayıda öğrencisi vardır. Hocası Hammad’dan sonra Kûfe gibi çeşitli bölgeler ve kültürler arasında 30 yıl ders okutmuştur. O günkü İslam dünyasının birçok bölgesinde öğrencileri vardır. Mısır, Suriye, Mekke, Medine, Yemen, Bahreyn ve Musul’da sınırlı sayıda öğrencisi varken; öğrencilerin çoğu Kûfe, Basra, Bağdat, Ehvaz, İsfahan, Hemedan, Rey, Cürcan, Merv, Buhara, Semerkant, Belh, Harezm gibi şehirlerdendir. Diğer mezhep imamları ile Ebu Hanife’yi kıyaslayan âlimler öğrencilerinin çokluğu ve başarıları ile İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin diğerlerinden ayrıldığını söylemektedirler. Ebu Hanife’nin öğrencileri hakkında, “içlerinde 36 yetişmiş adam var. Onlardan 28’i kadılığa, 6’sı fetva makamına yararlar. 2’si ise hem baş kadılığa hem de fetva maka- mına layıktır, ki bunlar da Ebu Yusuf ile Züfer’dir.” denmektedir. İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin öğrencilerinin bir kaçı hariç bütün öğrencileri İslam coğrafyasının değişik bölgelerinde kadılık yapmışlardır: Ebu Yusuf: Abbasi Kadılkudatlığı (Adalet Bakanlığı), İmam Züfer: Basra kadılığı, Nuh b. Ebi Meryem: Merv kadılığı, Kasım b. Man ve Nuh b. Derrac: Kûfe kadılığı, Yahya b. Zekariyya: Medain kadılığı, İmam Muhammed: Rakka ,Rey ve Horasan kadılığı, Hafs b. Gıyas: Bağdat ve Kûfe kadılığı, Esed b. Emr el-Beceli: Vasıt ve Bağdat kadılığı, Hasan b. Ziyad: Kûfe kadılığı, İsmail b.Hammad: Bağdat, Basra ve Rakka kadılığı, Ömer b. Meynun ve Ebu Muti: Behl kadılığı yaptıkları bilinmektedir. Hanefi mezhebini yayan ve kendi ictihadlarıyla, görüşleriyle zenginleştirerek “Hanefi” adıyla mezhebi kuran dört öğrenci diğerlerinden önde gelmektedir. Kısaca bunlardan bahsedecek olursak bunlar Ebu Yusuf, İmam Muhammed, Züfer b. elHüzeyl ve İbn Ziyad’dır. İmam Ebû Yusuf Asıl adı Yakup b. İbrahim b. Habib el-Ensaridir. 113/731 yılında Kûfe’de doğmuştur. Aslen Araptır. Ebu Yusuf gençliğinde fakirdi. Bir yandan ekmek parası kazanır diğer yandan da ilim tahsil ederdi. İlkin Ebu Leyla’nın derslerine devam etmiş. Daha sonra Ebu Hanife’nin öğrencisi olmuştur. Kendisi daha çok rey taraftarıydı. Hadis ilmi de tahsil etmiştir. Fakat sultan ve devlet adamlarına yakınlığından dolayı hadisçiler ondan hadis rivayet etmeye çekinmişlerdir. Ebu Yusuf halife Mehdi ve Harun Reşit zamanında baş kadılık yapmıştır. Kadılık yaptığı için Hanefi fıkhının uygulanmasında önemli rolü olmuştur. Birçok fıkhı meselelerde hocası Ebu Hanife’ye iştirak etmiştir. Beğenmediği meselelerde hocasına itiraz etmiştir. Kıyas ve istihsanı ameli hayata uygulamıştır. Ebu Yusuf Hanefi mezhebine mensup olanlarının içinde en fazla hadis bilen kişiydi. Reylerine delil olarak hadisleri de kullanmıştır. Örf ve âdete çok yer vermiştir. İmam Ebu Yusuf’a göre nâs ile örf birbirine aykırı oldu mu, nâs örften doğduğu veya örfe dayandığı takdirde örfe itibar edilir. Çünkü kuranda örfle emredilmesi de bildirilmiştir. Ebu Yusuf fıkıh usulünü koyan zat olarak da tanınır. 59 Şubat 2009 Ebu Yusuf’un birçok eseri vardır. Bunlar, Kitabus-Salat , Kitabuz-Zekat , Kitabus-Siyam, Kitabul-Feraiz, Kitabul-Buyu, Kitabul-Hudud, Kitabul-Vekale, Kitabul-Vasaya, Kitabus-Sayd vezZebaih, Kitabul-Gasb vel-İstibra, Kitabu İhtilafilEmsar, Kitabul-Harac, Kitabul-Cevâmî (bu eser 40 kitap ihtiva etmektedir), Kitabul-Asar, İhtilafu Ebî Hanife ve İbni Ebi Leyla, er-Redd ala Malik b. Enes ve er-Redd ala Siyeril-Evzai’dir. Bugün ilim adamlarının elinde bulunan Kitabul-Harac oldukça önemli bir eserdir. Bu eser dönemin halifesi ve devlet başkanı Harun Reşid’in emriyle yazılmış bir eserdir. Bu eserde devletin gelir kaynakları anlatılmıştır. Verdiği deliller kuran, sünnet ve sahabe fetvalarına dayanmaktadır. Yine Kitabul-Asar da Hanefi fıkhı bakımından üzerinde durulması gereken bir eserdir. Bu kitap Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’un fikirlerini içermektedir. Eserde Ebu Hanife’nin fetvalarının yanında Kûfeli bilginlerin fetvaları da bulunmaktadır. Ayrıca bu kitap âlimlere göre üç yönden ilmi değer taşımaktadır. Bunlar; -Bu eser Ebu Hanife’nin Müsned’i sayılır. Onun naklettiği ve fıkhında dayandığı hadisler bu eserdedir. -Bu eserde Ebu Hanife’nin mürsel hadislere niçin itimat ettiği beyan edilmektedir. -Eserde Irak ve özellikle Kûfeli fakihlerin önemli fetvaları da yer almıştır. Bu haliyle bu kitap bir fıkıh mecmuası hali arz etmektedir. Ebu Yusuf 182/798 yılında vefat etmiştir. Şubat 2009 İmam Muhammed Muhammed b. Hasan Şeybani, Hanefi mezhebinin 3.imamı sayılır. 132/749 yılında Vasıt’ta doğmuştur. Kûfe’de yetişmiştir. Kûfe’de Ebu Hanife’nin derslerine devam etmiştir. Ebu Hanife’nin vefatından sonra Ebu Yusuf’tan ders almaya başlamıştır. Daha sonra Medine’ye giderek İmam Malik’ten hadis dinlemiştir. Muhammed Şeybani, sarf, nahiv, şiir, edebiyat, hadis ve fıkıh tahsil etmiştir. Maddi durumu iyi olduğu için ilim yolunda masraf yapmaktan kaçınmamıştır. Şahsiyeti kuvvetli son derce dürüst bir zattı. Harun Reşid’in ısrarı üzerine rakka kadılığı yapmıştır. Doğru bildiği yoldan hiç ayrılmamıştır. Bunun için Harun Reşitle pek geçinememiştir. Muhammed Şeybani’nin fıkıh malzemesini toplayıp düzenlemek bakımından fıkıh tarihinde önemi büyüktür. İmam Malikten 3 sene hadis dersi aldığı için içtihadında hadise de çok önem vermiştir. Eserlerinde Ebu Hanife ve Ebu Yusuf’un görüşlerini ve onlara uymadığı noktalarda da kendi içtihadını yazmıştır. Başlıca eserleri, el-Mebsut, ezZiyadat, el-Camius-Sagir, es-Siyerus-Sagir, el-Camiul-Kebir, es-Siyerul-Kebir’dir. Muhammed Şeybani, Harun Reşit ile Horasan tarafına sefere çıkarken yolda rey şehrinde 189/805 yılında vefat etmiştir. İmam Züfer b. Hüzeyl Züfer b.Hüzeyl 110/728 yılında doğmuştur. Kûfelidir. Ebu Hanife’nin öğrencilerindendir. Kıyastaki mahareti ile tanınır. Basra da kadılık yapmış, 60 orada Ebu Hanife’nin görüşlerinin yayılmasında önemli hizmeti olmuştur. Züfer b. Hüzeyl, 158/774 yılında vefat etmiştir. Hasan b. Ziyad Ebu Hanife’den ders almış, sonra da iki büyük talebesinden ders görmüştür, ancak hocalarının derecesine gelememiştir. Rey taraftarı olan, âlim ve dürüst bir kişidir. Hadis rivayetiyle de tanınmıştır. Fakat çok kuvvetli sayılmamıştır. 194/809 yılında Kûfe kadılığına atanmışsa da, çok geçmeden kadılıktan ayrılmıştır. 204/819 yılında vefat etmiştir. Eserleri; Kitabul-Mucerred, Kitabu Edebil-Kadi, Kitabul- Hisal, Mânial-İman, KitabunNafakat, Kitabul-Feraiz ve Kitabul-Vasaya’dır. Hammad’ın kelamcı yönünün bulunmadığı ve herhangi bir kelami görüşün savunuculuğunu yapmadığı belirtilmiştir. Hicaz, Basra ve Rakka gibi şehirlere olan kısa süreli yolculukları dışında ömrünün büyük bölümünü Kûfe’de geçirmiştir. Hammad b. Ebi Süleyman 120/737 yılında vefat etmiştir. İmam Zeynel Abidin, Zeyd b. Ali İslam ilimlerinin hemen hepsinde geniş bilgi sahibi olan bir zattı. Kuranın okunma tarzına dair kıraat ilimlerini ve diğer kuran ilimlerini çok iyi biliyordu. O, fıkıh ilminde olduğu gibi akait ve kelam ilminde de üstaddı. Hatta mutezile, kelamdaki üstün bilgisinden dolayı, onu kendi üstatlarından sayardı. Ebu Hanife iki sene kadar talebesi olmuştur. 122/739 senesinde vefat etmiştir. 3. HOCALARI Muhammed Bakır Hammad b. Ebi Süleyman Babası aslen İsfahan melikinin oğludur. Varlıklı bir ailenin çocuğudur. Hammadın zengin ve cömert olduğu, ramazanda kalabalık misafir gruplarına iftar verdiği, etrafındaki fakir ve düşkünleri sürekli gözettiği, giyim ve kuşamına özen gösterdiği ve onuruna düşkün olduğu bilinmektedir. İyi bir tahsil görmesi için babası tarafından Kûfe mescidinde hadis ve fıkıh okutan İbrahim en-Nehainin yanına verildi. Üstün bir zekaya sahip olan Hammadın yetişmesinde şüphesiz en büyük pay İbrahim en-Nehai’nindir. Ayrıca hadisçi es-Şa’bi’nin de önemli katkısı olmuştur. Tabiin neslinin son halkasında yer alan Hammad kendisini her konuda geliştirmiştir. Nehai hayatta iken fetva vermeye başlayan Hammad, onun ölümü üzerine Kûfe meclisinin talebi üzerine Kûfe mescidinde fetva vermeye başlamıştır. Ölene kadar 24 yıl boyunda bu görevi sürdürmüştür. Hammad aralarında Ebu Hanife’nin de bulunduğu birçok âlim yetiştirmiştir. Bundan dolayı en-Nehai ve öğrencisi Hammad, daha sonraları Hanefi mezhebiyle anılacak olan mezhebin doğuşuna zemin hazırlamışlardır. Kûfe’de hocası Nehai’nin izinde yürüyen Hammad rey ile ictihada, hükümlerin illetlerini ve şariin maksadını araştırmaya, ayet ve hadisleri bu yönüyle yorumlamaya önem vermiş ve bu konuda öncülük etmiştir. Hammad’ın hadisçiliği hadis âlimleri arasında tartışmalara konu olmuştur. Bazı âlimler onun hadis anlayışı beğenmezken bazıları beğenmektedir. Zeyd’in kardeşi olan Muhammed Bakır, Şia imamlarından ve 12 imamdan biridir. İmamiye fırkalarının en meşhurlarından olan 12 imam ve İsmailliye fırkası onun imamlığında ittifak etmişlerdir. Bakır unvanı verilmiştir. Çünkü ilmi deşelemiş ve açıp tevsi etmiştir. Muhammed Bakır gayet derin bilgi sahibi idi. Muhammed Bakır 114/732 yılında vefat etmiştir. Cafer-i Sadık Ebu Hanife’nin Muhammed Bakır’la ilmi münasebeti olduğuna değinmiştik. Muhammed Bakır’ın oğlu Cafer Sadık’la da ilmi temasları olmuştur. Cafer Sadık her ne kadar Ebu Hanife’yle aynı yaştaysa da onun üstatlarındandır. 149/766 yılında vefat etmiştir. Abdullah b. Hasan Abdullah b. Hasan, 70/689 yılında doğmuştur. Sözünde sadık bir alim, güvenilir bir muhaddisti. Süfyan-ı Servi, İmam Malik ve diğerleri ondan hadis rivayet etmişlerdir. Ulema nezdinde onun değeri büyüktür. O, kadri yüce bir şahsiyetti. 145/762 yılında vefat etmiştir. İmam-ı Azam Ebu Hanife bunların dışında birçok âlimle de ilim alışverişi yapmıştır. ............................................................................. * Doç. Dr., Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi ([email protected], [email protected]) ** Araştırmacı 61 Şubat 2009 Şiirler Son Unutuş Ölümle nişanlı olmak Verilen söze son nefesle Son olmak... Kanadı kırık bir kuş insanlık artık Suçundan ezikliği İnsan olan varlık Dilsiz şeytan misali Gördüğü yerde cesedi El değse ölür El uzatsa cezalandırılır... Son olsun demek yeter mi Bu sona yürek yeter mi? Utanıyorum adınıza Nefsi ilah insan müsveddeleri Gömmeyin sakın şehitleri Gömün kendinizi Gömün ki Toprak örtsün saklayamadığınız maskenizi... Taşlar ve Silahlar... Dağlar bu hüzün, yürekleri dağlar, Dile gelse kayalar, dağlar ağlar, Filistin’de canlar karalar bağlar... Ölüme bir adım kala Yürür şehit Yüzünde yaralı tebessüm Her ana bir zulüm Biz unuttuk Şehit unutmadı... Filistin’de bahtı karalar ağlar.. Bugün sen kardeşim Yarın biz Unuttukça üzüleceğiz Sustukça öleceğiz Bugün Irak Bugün Gazze Yarın diğer müslüman Yani yarın Yani bize... Vampir kan içiyor! Azdıkça azar Baharından çocuk, sonları yaşar, Çocuk mezarından, kolları taşar, Vahşetin böylesine, canavar şaşar, Filistin’de dertli analar ağlar... Mescid-i Aksa’dan kızıl kan sızar Yastıklar musalla, beşikler mezar... Filistin’de masum yavrular ağlar... Miraç hatırası, Ey kutlu toprak! Henüz doğmadı bizi ayıracak, Çınar gövdemizdir! Sen dal, ben yaprak... Filistin’de dallar, yapraklar ağlar Ya sen müslümanım diye tüten ocak Bilmez misin yalnız bırakılmışlığın Kaybedilen her bir canın Hesabı Kimin defterine yazılacak!... Bir yanda silahlar, bir yanda taşlar, Tanklar karşısında çatılmış kaşlar, Kefenler üstüne dökülmüş yaşlar, Filistin’de canlı cesetler ağlar Halil Atik Şubat 2009 Aydın BAŞAR 62 Yahudi Sana bir hikâye ben anlatayım, Hele gel yanıma sor yavaş yavaş, Maziyi şöyle bir hatırlatayım, Sokul da yanıma sor yavaş yavaş. Demişti bir zaman Teodor Hertz el, Dünyayı tutacak iki çelik el, Ezecek emecek Jozefle Gomel, İki dev vuruyor bak yavaş yavaş. Kitabı Talmut’tur Rabbi Yehova, Ezelde kendine biçmiş bir paha, Güya biz hayvanız onlarsa deha, İnsanlık kölesi duy yavaş yavaş. Sine-i tarihte neler var hele, Küçücük bir çöple şöyle deşele, Taa ucu dayanır Agop Mişel’e, Gerisini artık sor yavaş yavaş. Ateist masonluk O’nun bir kolu, Kapmış köşe başı kestirmiş yolu, Oynatır perdede sağı ve solu, Çağırır uzaktan gel yavaş yavaş. Kalbi taştır O’nun gözü yaşarmaz, Ahde vefa bilmez hukuka bakmaz, Çiğner her ölçüyü sınır tanımaz, Düşmanını artık gör yavaş yavaş. Kan ağlıyor dünya hele ülkem ki, Her gün beş on yirmi ölü verir ki, Bunlar senin amcan benim dayım ki, Fitne kavuruyor uf yavaş yavaş. Haraç memurudur O’nun İMF, Soyar milletleri tıkar bir defe, Sonunda ah başlar bela gergefe, Maliye önünde dur yavaş yavaş. İşte Filistin’de sönen ocaklar, Kesilen kafalar kopan bacaklar, Dünyayı görmeden ölen çocuklar, Mazluma gözyaşı dök yavaş yavaş. Zafenat, Panaeh, Süleyman, Davut, Çizmişti onlara belli bir hudut, Onlar tutturdular hem Arz-ı Mevud, Talmut yürürlükte gör yavaş yavaş. Önünde duruyor cihan atlası, Kutuptan kutuba gitti oltası, Beyninde zonkladı atom bombası, Japonya devrildi vah yavaş yavaş. Versin velveleyi boğsun avaza, Mişon dümbeleğe Salamon saza, İnecek yakındır belayı kaza, Beşer kurtulacak eh yavaş yavaş. Otuz sene evvel girerken Marta, Dağıttılar dört bir yana harita, Salaman hududu Nil’den Fırat’a, Gündemde Türkiye bil yavaş yavaş. Telaviv, Waşington, Varşova ili, Bermuda üçgeni ölüm pergeli, İstersen sen bana deki vay deli Güneşe başladı göç yavaş yavaş. Sebahattin TÜZÜN DARALAN VAKİTLER Yanakları¸ saçları¸ gözleri yanmış¸ Zehirli gaz bombaları Yılan gibi sokmuş¸ yalamış gövdelerini Ağızları¸ küçücük dilleri yanmış Bütün Beyrut sapsarı kalmış Sanki ağlamak imkansız Başları Paletlerle ezilmiş babaları¸ Yahudi doğramış analarını¸ Binlerce çocuk topların¸ betonların altında. Beyrut'un gözyaşları şimdi¸ Kudüs'ün yanıbaşında¸ Müslümanlarsa uzakta¸ Sanki başka¸ Gelinmez bir dünyada. Acın¸ bir vadi¸ Zehirli çiçekler¸ bir ova gibi karşımda. Gözüm baksın sadece¸ Ayrıntıları¸ Kıvrılıp kırılmış bilekleri¸ Kemikten yakılmış etleri¸ Kuma serilmiş cesetleri¸ Büyük ajansların yaydığı resimleri¸ Bir seyirci gibi görsün dursun¸ Bir kadın gibi ağlasın.. Beyrut yengeç kıskacında¸ Çoğu Müslüman kafir yanında¸ Yaslanmış yastıklara sonunu beklerler filmin. Sen Filistin¸ hokkaları doldur kanla¸ Şairler eğer ahın varken Uzanırlarsa tomurcuklara güllere Herbiri kanlı bir ateş gibi korku Bir azar¸ bir şamar olsun. Filistin¸ sen işine bak¸ kar toprağını¸ Yoğur gazabını Yaradanın.. Bu ateş bulutu hangi kavmin üzerinde? Çam ormanlarının salınışında¸ Kuşların cıvıldayışında¸ Otların serin tenlerinde. Eğer varsan bakıp görmeye Şeffaf perdenin az ötesini¸ Bir ateş bulutu var en bildik yerde¸ En emin yerde. Ve bak¸ asıl ölen yaylalar¸ villalar¸ tok karınlar Hissiz dudaklar¸ gayretsiz kalpler¸ 63 Asla değil kavruk çölde yatan kadavralar. Farzet körsün¸ olabilir¸ Elele tut¸ Taş al ve at¸ Kafiri bulur. Hani ceylanların¸ Hani cihat marşın? Bir yumruk harbinden nasıl kaçtın? En arka safta bile kalmadın¸ Cengi attın¸ dünyaya daldın¸ Tezeğe konan sinekler gibi. Dönüyor burgaç¸ Dünya üstten¸ yanlardan daralıyor. Ovalardan¸ Dar geçitlere sürülen sığırlar gibi¸ Bir gün ister istemez¸ Karşısında olacaksın kaçtıklarının. Dua et¸ O gün henüz mahşer olmasın... Cahit Zarifoğlu Şubat 2009 Kalbi Allah’tan Gayrisinden Arındırmak Ömer bin Eyyûp (r.a)’ın rivayet ettiğine göre Resullulah (s.a.v) Efendimiz şöyle buyurdular: “Kim ki Ramazan orucunu tutar, peşinden Şevval’den altı gün oruç da eklerse, bütün yılını oruçla geçirmiş gibi olur”. Bu hadis-i şerifin sırrı, kulun farz ibadetleri eda ederken iştiyak duyması ve sünnet-i seniyye kendini teslim etmesidir. Vakit, onunla (sünnetle) bereketlenir. Ârif için, farz veya sünnetle ya da ikisini cem etmek suretiyle vakti bereketlendirmekten daha önemli bir şey yoktur. Bu bütün gayretlerin gayesidir. Muhakkak ki, sünnet-i seniyye ârifin ruhudur. Onunla oturur onunla kalkar. Ruh, âriflerin özlerinin ışığıdır ve Sünnetin temellerini ve binasını yükselten Efendimiz (s.a.v), hevâsından konuşmaz. Bilâkis, onun konuşması, “Gözü kaymadı, kalbi şaşmadı” ayetinin yankısıdır. Resullah’a uyarak onun varisleri olan ârifler bu bereketten hissedâr olurlar. Ruhumuz ve âlemlerin ruhu, ona (s.a.v) feda olsun. Allah’ın yeryüzündeki hazineleri Ey oğul! Bil ki, Allah’ın yeryüzündeki hazineleri âriflerin kalpleridir. Allah sırrının emanetlerini, hikmetinin inceliklerini, muhabbetinin hakikatlerini, ilminin nurlarını ve kendisinin izni olmadan ne bir meleğin, ne bir nebinin, ne de bir insanın haberdar olamayacağı ilahî marifetin delillerini oraya koymuştur. Ârifin, (kalbi) için neyin uygun olduğunu ve neyin onu bozduğunu bilmesi gerekir. İşlerinde ve davranışlarında dürüst olması, kendisi için neyin kazanç ve zarar olduğunu anlaması ve kendini düşmanın tuzağından koruması gerekir. Bütün hepsinden de Allah’a sığınması gerekir. Kalp, Hakk’ın mekânı olduğundan, oraya masivaya ait şeyler koymamak gerekir. Çünkü Allah Teâlâ, kalbe bakar ve orada kendinden başkasını görürse bu durumdan hiç hoşlanmaz ve memnun olmaz. Düşmanları ona musallat eder. Kalbin özellikle Allah’la ilgili tasarrufu zahiri ibadetlerle ilgili tasarrufu ile birliktedir. Kalbin işleri, zâhiri ibadetler olmadan da kabul olunur. Zâhiri ibadetler ise, kalp olmadan kabul olunmaz ve sevabı hak etmez. Kul, kalbinin işlerinde yetersiz, zâhiri ibadetlerinde yetkin olursa, onun kalbinin yetersiz 64 olduğuna hükmedilir. Bunun tam aksine, kalbinin işleri yetkin, zâhiri ibadetleri yetersiz olduğunda ise kalbinin yetkinliğine ve zâhirinin zayıf olduğuna hükmedilir. Kalp dünya ile beraber olursa Rivayet edildiğine göre Hz. Musa (as) İsrailoğulları’ndan bir kavme rastladı. Yünden elbiseler giymişler ve başlarına toprak saçıyorlardı. Gözleri dolu dolu olmuş, gözyaşları yanaklarından süzülüyordu. Hz. Musa (as) onlara acıyarak, onlarla beraber ağladı ve Allah’a şöyle yalvarmaya başladı: “Ya İlahî! Kullarına acımaz mısın? Onların hâllerini görmüyor musun?” Bunun üzerine Allah Teâlâ, ona şöyle vahyetti: “Ya Musa! Benim rahmet hazinelerim mi tükendi, bir bak? Yoksa en çok acıyan ben değil miyim? Hayır! Ancak ben onların kalplerindekileri bilirim. Onlar, kalpleri benden uzaklaşmıs ve dünyaya meyletmiş bir halde bana dua ediyorlar”. Hz. Peygamber (s.a.v)’den rivayet edildiğine göre Hz. Musa üç yüz seneden beri bir kayanın üzerinde secde eden bir adama rastladı. Adamın gözyaşları sel olmuş akıyordu. Musa (a.s), ağlayarak onun yanında durdu, Allah’a şöyle niyâz etti: “Ya İlahî! Bu kuluna acımaz mısın?” Allah Teâlâ, “Ona merhamet etmem” buyurdu. Hz. Musa, bunun sebebini sorunca Allah şöyle cevap verdi: “Çünkü onun kalbi benden başkasıyla müsterih olur. Onun, kendini sıcaktan ve soğuktan koruyan bir cübbesi var! (kendisini sıcaktan ve soğuktan koruyanın cübbesi olduğunu zannediyor.)” Hz. Peygamber (s.a.v) buyurdu ki: “Kulun kalbi dosdoğru olmadıkça ameli de dosdoğru olmaz. Dili dosdoğru olmadıkça da kalbi dosdoğru olmaz.” Allah Musa (as)’a; “Ya Musa! İsrailoğulları’na söyle; bana ibadet edilen yerlerden birine girerken kalplerinde korku ile başlarını öne eğmiş mütevazı bir şekilde, bedenleri temiz olarak ve halis niyetle girsinler!” diye buyurdu. Yahya bin Muaz (r.a) der ki: “Müminin kalbi, içi (bâtını) olan bir et parçasıdır. Bu et parçasının içi, Rabbanî cevherle doldurulmuştur. Etrafı ferdaniyet bahçesi ile çevrili, altı nûrânî bir alandır. Allah, ona her an şefkat ve rahmeti ile nazar eder. Kalp, Allah’ın merhamet ve şefkati ile kendini meşgul eden şeyler arasında döner durur.” Allah Teâlâ “Kim Allah kadar ahdini yerine getirebilir?” buyurmuştur. Büyükler “Kalbin işleri, sebat etmesi çok güç ve zor olan işlerdir” demişlerdir. İrfân sahiplerinden birine “Kulun kalbi bozulursa ne zaman eski haline döner?” diye sorulunca, ‘Hak oraya (kalbe) indiği zaman’ cevabını verdi. Bu sefer Hakk’ın kalbe ne zaman ineceği soruldu. Ârif şöyle cevap verdi: “Hak’tan gayrı ne varsa oradan çıkıp gittiği zaman!” Kalbe ait işler, on basamağı olan bir yol takip eder: Hatırlat: (kalbe gelen manevî hitaplar, içe doğan şeyler) Nefsin sözleri: (öze ait sözler) İlham: (feyiz yoluyla kalbe gelen özel bir anlam ve bilgi) Fikir: (Allah’ın ayet ve nimetleri hakkında düşünmek) İrade: (hakikatin çağrısına olumlu cevap vermeyi gerektiren kalpteki sevgi ateşi ve koru) Rıza: (kaderin acı tecellileri karşısında sızlanmama, yakınmama, hoşnut ve memnun olma hâli) İhtiyar: (sâlikin, Hakk’ın kendisi hakkındaki tercihini tercih etmesi) Niyet: (amelin evveli ve başlangıcı) Azimet: (nefsin arzusuna bakmaKalbin iyiliği ve kötülüğü dan, emir ve yasaklara uygun bir şekilde hareket etmek) Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buKasd: (amelini yapabilecek seviyeye yurdular: ulaşmak) “Dikkat edin! Vücutta öyle bir et parçası vardır ki o iyi olduğu takKim Allah için kıyam ederse; kaldirde, bütün vücut iyi olur. O bozul- bine manevî hitabın gelişi esnasında, duğu zaman ise bütün vücut fesat Allah onun kalbini korur. Böylece o özü olur. İşte o et parçası kalptir”. sözü doğru sıdık kulların yolu üzere olur. Kim Allah için kıyam ederse nefsinin hitabı esnasında, Allah onun kalbini korur. Böylece o, Hakk’ın yakınlığına ermişlerin yolu üzere olur. Kim Allah için kıyam ederse, ilhamın kalbine gelişi esnasında, Allah onun kalbini korur. Böylece o evvâbinlerin (Allah’a yönelenlerin) yolu üzere olur. Kim Allah için kıyam ederse tefekkürü esnasında, Allah onun kalbini korur. Böylece o, muhlislerin (ihlas sahiplerinin) yolu üzere olur. Kim Allah için kıyam ederse bir şey dilemesi esnasında, Allah onun kalbini korur. Böylece o, müritlerin (Hakk’ı arzu edenlerin) yolu üzere olur. Kim Allah için kıyam ederse bir şeyi tercih etmesi esnasında, Allah onun kalbini korur. Böylece o; muttakîlerin (Allah’tan korkanların) yolu üzere olur. Kim Allah için kıyam ederse; bir şeye niyetlenmesi esnasında, Allah, onun kalbini korur. Böylece o, zâhitlerin yolu üzere olur. Kim Allah için kıyam ederse bir şeyi yapmaya kesin karar vermesi esnasında, Allah onun kalbini korur. Böylece o, tövbekârların yolu üzere olur. Kim Allah için kıyam ederse bir ameli yapmaya başlaması esnasında, Allah onun kalbini korur. Böylece o, Allah yolunda mücahede edenlerin yolu üzere olur. Kim Allah için kıyam ederse zâhir amellerini yerine getirmesi esnasında, Allah onun kalbini korur. Böylece o, tevhit ehli içerisindeki âbidlerin yolu üzere olur. İshak b.İbrahim (r.a) der ki: “Kalbin bir an olsun Allah için çarparsa, bu hâl senin için, güneşin üzerine doğduğu her şeyden daha hayırlıdır. Bir kimse, kalbini dünyevî arzuların kirlerinden arındırır, gaflet tozlarından ve islerinden pak ederse, Allah onu gayelerin gayesine eriştirir.” Ebû Bekir b.Abdullah (r.a), “O, bize yönelen kalple geldi.” âyetini “İnsan, bedeniyle yeryüzünde dolaşırken, kalbi Allah’a bağlıdır” şeklinde açıklamıştır. Ebû Abdullah (r.a)’a, “Kalb-i selim nedir” diye sorulunca şöyle cevap verdi: “Mevlâ’nın sevgisiyle dola- rak, kalbin dünyevî alâkalardan kopmasıdır. Böylece kişi, dünya sıkıntılarından ve musibetlerinden şikayet etmez, takvâ ve hayâ perdelerini yırtmaz.” Büyükler, “Bir kimsenin Allah’la arasında sır dolu bir ilişki yoksa o kişi iyi kabul edilse bile kötüdür” demişlerdir. Bir kimse maddi ve manevi varlığın, Hakk’ın kudretiyle yürüdüğünü ve O’nun bakışı ile hareket ettiğini göremezse kalbin tasarruflarına nail olamaz. Ebû Said Harraz (r.a), “Özün, yegâne (biricik) olan Allah’la yenilenmesi, dosdoğru bir şekilde vakitleri değerlendirmeye devam ederek kalbin gözetlenmesi, kalp aleminin işlerindendir. O’nun olmadığı hiçbir âna ve O’ndan olmayan hiçbir hâle kıymet vermemektir”. Ebû’d-derdâ (r.a) der ki: “Allah Teâlâ’nın, kalpleri iştiyâkla kendisine doğru kanatlanan kulları vardır. Onların kalpleri şimşek kadar hızlı olup idrak edilemez”. Allah elçisi (s.a.v) Efendimiz’in şöyle buyurduğu rivayet edilir: “Ebû Bekir, sizi namazının ve orucunun çokluğu ile geçmemiştir. Lakin o, kalbini Hakk’a yakîn eylemiştir.” Allah Teâlâ, azı az olduğu için reddetmez, çoğu çok olduğundan dolayı kabul etmez. O, ancak kendisinden korkanların amellerini kabul eder. Derler ki: “Kalbi bir makamla ilişkili olan kişi, sıdk makâmı üzere değildir. Lâkin ‘Sâdık’, kalbi makamın Rabbine bağlı olan kimsedir. Hatta Allah’tan başka kimseyi görmez”. Ârifler, kalp âleminin işleri hakkında şöyle söylemişlerdir: “Bütün işler kalbe havale edildiği zaman, vücut istirahat eder. Kalbi saf olan kimsenin kalp alemi canlıdır; kalbi kirli olan kimsenin değil. Kalbi doğru olan kimsenin kalp alemi canlıdır; kalp gözü kör olanın değil. Kalp gözü gören kimsenin kalp alemi canlıdır; kalp gözü kör olanın değil. Kalbi yalnız olan kimsenin kalp alemi canlıdır; kalbi kovulmuş olanın değil. Kalbi, (Hakk’ı) arayan kim- senin kalp alemi canlıdır; (Hakk’tan) kaçanın değil. Kalbi yakın olan kimsenin kalp alemi canlıdır; kalbi gurbette olanın değil. Kalbi akleden kimsenin kalp alemi canlıdır; kalbi gaflette olanın değil. Kalbi semâvî olanın kalp alemi canlıdır; arzî olanın değil. Kalbi candan olanın kalp alemi canlıdır; yabani olanın değil. Sabit bin Nessâc anlatır: “Ben, korkuyla Kur’an okudum; fakat hiçbir şey elde edemedim. Sonra Kur’an’ı ümitle okudum, kalbim yine bir şey elde edemedi. En sonunda kalbimi, Allah’tan gayrı her şeyden soyutlayarak Kur’an okuduğumda, işte o zaman O’nu buldum. Ve O’nun varlığının yanında en büyük velâyetin, en büyük izzetin ve en yüce mertebelerin bulunduğunu gördüm. Allah Teâlâ bit kutsal kitabında şöyle buyurmuştur: “Kalpler kudret elimde, sevgi hazinelerimin içerisindedir. Şayet bir kulumu sevmezsem, onun beni sevmeye gücü yetmez. Eğer ezelde birini anmamışsam, beni anmaya onun gücü yetmez. Ben şayet bir kulumu ezelde dilemezsem, beni dileyemeye onun gücü yetmez”. Rivayete göre âriflerden biri, mescidin etrafında dolanan bir adam gördü, ona ne istediği sorulunca, adam namaz kılmak için boş bir yer aradığını söyledi. Bunun üzerine ârif, adama “Kalbinde Allah’tan başka ne varsa onlardan kurtul ve dilediğin yerde namaz kıl” dedi. Kişi, Allah’a yöneldiği kadarıyla, kalbi Hakk’a yakın olur. Allah, kulun kalbine baktığında, orada kendinden başkasına görürse o kimseye azap eder ve her şeyi ona musallat eder. Yahya bin Muaz (r.a) şöyle buyurur: “Kalp, dünyanin yanına konulduğunda ziyan olur. Ahretin yanına konulduğunda erir gider. Mevlâ’nın yanına konulduğunda ise memnun ve mesrur olur.” Dünya haraptır. Onu mamur hale getirmek isteyen kalp, ondan daha çok harap olmuş demektir. Ahiret, mamur bir yerdir. Ahreti talep eden kalp, ondan daha çok mamur olmuştur. Dünya çölünde adımlarla yol katedilir, ahret çölünde ise kalplerle yol alınır. Nefs harap olursa kalp mamur olur. Nefs mamur olursa, kalp harap olur. Gönül ehli zatlarından birine neden konuşmadığı sorulunca “Kalbimle konuşuyorum” dedi. Kiminle kouştuğu sorulunca da “Kalplerin sahibi” diye cevap verdi. Seyyid Ahmed er Rufai Hazretlerinden 65 Ahmet HALİLOĞLU Abdurrahman Sami Saruhani Uşşaki (k.s.) Bağlıları arasında Şeyh Sami Efendi olarak hala hayranlık ve gözyaşları ile yad edilen Abdurrahman Sami Efendi; 1876 yılında Manisa’da (o zamanki ismiyle Saruhan) dünyaya teşrif buyurmuşlardır. Haremeyn Valilerinden olan babası Asım Efendi Sami ismini koymuşlarsa da Manisanın isimsiz kahramanlarından Çöplü Dede “Abdurrahman” isminin verilmesini de istemişler; böylece ismi Abdurrahman Sami olmuştur. Niyazi ise kendisine aldığı mahlastır. Malumdur ki ; Divan Edebiyatımızda şairler; şiirlerin sonundaki taç beyitte(mahlasın yer aldığı beyit) Allah’a olan saygılarından ötürü gerçek isimleri yerine takma isim kullanırlar. Şucaeddin Baba’ya bağlandıktan sonra Abdurrahman Sami Efendi şiirlerinde Niyazi mahlasını kullanmışlardır. İlk tahsiline memleketinde başlayan Sami Efendinin baba tarafından Hz. Ömerin soyundan olduğunu devŞubat 2009 66 rin Uşşaki Şeyhlerinden Sefine-i Evliyanın müellifi Hüseyin Vassaf Efendi nakleder. Tahsiline daha sonra Fatihte devam eden Abdurrahman Sami Efendi; Hüseyin Necmeddin Efendiden ilim icazeti alarak mezun olur. Tasavvufta ilk yolculuğuna Halveti- Uşşaki şubesinden başlar ve Gelibolu’da Şeyh Ahmed Şucaeddin Efendi’ye intisap eder. Manevi bir işaretle gittiği Gelibolu’da manada kendisine gösterilen şeyhine ilahi bir aşkla bağlanır ve Gelibolu’da Halvetiyye’nin olmazsa olmaz kuralı olan erbaine (halvet/çile) girer. Kısa sürede sülukunu ikmal eden Abdurrahman Sami Efendi; icazet alır ve Kasımpaşa’da Yahya Kethüda Dergahı Postnişinliğine tayin edilir. Ancak buradan aldığı maaşı kendisine harcamaz ve şeyhi Şucaeddin Babaya gönderir. Kendi geçimini ise elinin emeği ile karşılar. Abdurrahman Sami Efendi aynı zamanda kimyagerdir ve misk imal edip; kazancını buradan temin eder.Kimya üzerine yazılmış ancak basılmamış bir eseri de mevcuttur. Arapça ve Farsça’ya şiir yazacak derece de vakıftır. Nitekim bu dillerde yazılmış şiirleri kendi divanı da mevcuttur. Osmanlı Medreselerinde okutulan Kafiye isimli kitaba bir şerh yazması da Arapça’ya olan vukufiyetini göstermektedir. Abdurrahman Sami Efendini bir diğer özelliği ise pek çok tarikattan ve tekkeden mücaz oluşudur. Günümüzde hiçbir şeyhten seyri süluk görmediği halde piyasada dolaşanlara baktıkca Sami Efendinin ahvali bizleri daha da şaşırtmaktadır. Sami Efendi; Nakşinin Halidi / Müceddidi kolu başta olmak üzere; Halvetiyyenin Uşşaki ve Şabani kollarından, Rufai ve Kadiri yollarından da mücazdır. Bu hususta kendi divanında yer alan bir şiir de müntesibi olduğu tarikatlari şöyle zikreder : Didemiz giryan sinemiz suzan, Ruhumuz hayran Halvetiyiz biz. Cismimiz püryan derdimiz derman, Aşkımız burhan Celvetiyiz biz. Seyr ile seyran,aşk ile devran, Ederiz her an Kadiriyiz biz. Hay'yül bakiyiz,dost müştakiyiz, Aşka sakiyiz,Nakşileriz biz. Zikrimiz Esma,fikrimiz müsemma, Seyrimiz evedna,Bedeviyiz biz. Mahremiz Rac'e bülbülüz yar'e Har'ız ağyare Rufaiyiz biz. Ölmeden öldük,sonra dirildik, Uçmağa girdik,Mevleviyiz biz. Bizdedir halvet,Dost ile ülfet, Bulmuşuz vuslat,Cusukiyiz biz. Feyz ile feyzan,ararız heran, Cismimiz türab,Cerrahiyiz biz. Hak için bulduk,nur ile dolduk, Aşkla yoğrulduk,Şazeliyiz biz. Bizdedir halvet,dost ile ülfet, Bulmuşuz vulat,Bektaşiyiz biz. Bizdedir kadem,bizdedir Meryem, Kesilmez duadan,Bayramiyiz biz. On iki Pir're bendeyiz bende, Hak'kın yolunda Hüsamiyiz biz. Sami ko halkı,ara bul Hak'kı Yoludur aşkı,UŞAK'İYİZ biz. Ancak asıl irşadını Halvetiyyenin şubesi olan Hasan Hüsameddin Uşşaki Hazretlerinin usulune göre yapar. Zor günlerde bile darb-ı esma meclislerini kapatmaz. Camilerde yatsı namazından sonra el ayak çekildikten sonra zikir meclisleri devam eder. Kendisine korkup korkmadığı sorulduğunda ;” Bize bu vazifeyi şahıslar vermediler ki şahıslar istedi diye terk edelim” der. Tefsirden hadise, akaidden edebiyata kadar pek çok eseri olan Sami Efendinin en önemli eserlerinden birisi de Evradül Mukarrabin adını verdiği ve haftanın her günü için hususi olarak tanzim ettiği evradıdır. Salavat-ı şerif ağırlıklı olan bu eser;Cuma günü okunmaya başlar ve her gün okunan kısımları mevcuttur. Hakka yaklaşanların zikri olarak tercüme edebileceğimiz bu Evradül Mukarrabin halen bağlıları arasında günlük vazife olarak okunmaktadır. Tekkelerin mülgasından sonra Abdurrahman Sami Efendi için zor günler başlamıştır. Yaşının genç olması, başta İstanbul ve Ege olmak üzere bağlılarının ve sevenlerinin çokluğu Şeyh Sami Efendinin takibi için yeterli bir sebep olarak görülmüştür. Merhum Necip Fazılın deyimiyle Menemen Provakasyonunda serhalifesi Bekir Sıdkı Visali ile beraber tutuklanırlar. Altı ay hapisten sonra beraat etmelerine rağmen artı bir kere yaftalanmışladır. Hem Şeyh Sami Efendi hem de Bekir Sıdkı Efendi hayatlarının sonuna kadar takip altında tutulacaklardır. Zor devrelerdir o günler. Alim olmak, hele de ilmini dünya için satmamak büyük bedeller gerektirir. Kimi o bedelleri ödemeyi göze alamaz ve dünya için dinini satar ama Abdurrahman Sami Efendi öylelerinden değildir. İlmiyle amel eden her zat gibi o da dini için sıkıntılara katlanır. Osmanı Dersiamı olması hasebiyle kaydı hayat şartıyla vaizlik yapabilmek hakkı varken; bu hakkı da gasbedilir. 1934/35 yılında İstanbul’da yaşamı boyunca özlemini çektiği Er-Refiki Ala’ya en yüce dosta kavuşur. Kabr-i Şerifi Edirnekap Şehitliğinde Mısır Tarlası olarak isimlendirilen bölümdedir. Ardında sayısız gözüyaşlı seven ve gün yüzüne çıkartılmayı bekleyen onlarca eser bırakır. Abdurrahman Sami Efendinin bıraktığı en büyük eser; tıpkı kendisinden önceki Ehl-i Sünnet büyüklerinin eserleri gibi insandır. Kendisi gibi yetiştirdiği ve Fatih Dersiamlarından birisi olan Kulalı 67 Şubat 2009 Bekir Sıdkı Visali en kamil eseridir. Muzaffer Özak’ın yetişmesinde de büyük hissesi vardır. Nureddin Cerrahi Asitanesinin son postnişinlerinden olan Muzaffer Özak Efendi çocukluğunda babasını kaybeder. Bunun üzerine Abdurrahman Sami Efendi yakın arkadaşının oğlu olan Muzaffer Efendiyi kanatları altına alır ve eğitimi üzerine hususi ihtimam gösterir. Muzaffer Efendi de ilerleyen yıllarda Şeyh Sami Efendiye intisap edecektir. Ancak Muzaffer Efendi daha eğitimini tamamlamadan Abdurrahman Sami Efendi ahiret alemine sırlanır. Bu göç Muzaffer Efendiyi çok sarsacaktır. Muzaffer Efendi Hazretleri , bu eğitimi esnasında Ayasofya Camiinde tefsir dersleri alırken çok güzel bir rüya görür. Rehber-i Ekmel Efendimiz sav , Hz. Ali’nin tuttuğu bir devenin üzerindedir. Hz. Ali’nin diğer elinde ise meşhur kılıcı Zülfikar bulunmaktadır. Efendimiz ona sorar: -Müslüman mısın? -Evet. -İslam için başını verir misin? Muzaffer Efendi yine “evet” cevabını verir. Peygamberimiz başını kesmesi için Hz. Ali’ye taliŞubat 2009 mat verir. Allah’ın Aslanı da, başını gövdesinden ayırır. Hazret korku içinde uyanır. Rüyasını Abdurrahman Sami Efendi Hazretlerine anlatınca ; tabiri rüyadan daha da güzeldir :” Evlat; sen Hz.Ali’den gelen bir tarikata şeyh olacaksın”. Hazretin tabiri seneler sonra gerçekleşir ve Muzaffer Efendi; Asitanenin son şeyhi İbrahim Fahreddin Efendiden icazet alır ve postnişin olur. “Ta ezelden ruh-i kudse nur-i Sübhandır edeb, Nisbet-i zat-ı mualla feyz-i Rahmandır edeb.” Yukarıdaki beytinde edebi Cenab-ı Rahmanın feyzinden ve nurundan bir nispet olarak tasvir eden Şeyh Sami Efendinin sevenlerince anlatıldığına göre; Ehl-i Sünnet itikadına am bağlı, esen rüzgarlardan sağa sola savrulmayan bir kişiliktir. Abdurrahman Sami Efendi ; hayatı boyunca pek çok Halveti Şeyhi gibi Şeyhül Ekber Muhyiddin-i Arabi Hazretlerine hususi bir sevgi beslemiş ve kendisini ona nispet ettiğini Hüseyin Vassaf haber veriyor. Hatta Hz.Şeyhin bazı eserlerini de Türkçe’ye tercüme etmiştir. Hayatı boyunca Sünnet-i Seniyye üzerine yaşamaya gayret eden Sami Efendinin Ruhu için El-Fatiha 68 DİRENİŞ DENEMELERİNE DAİR... İnsana, hayata ve dünyaya ait notlardan meydana gelen Direniş Denemeleri; Kıbrıs, Bursa ve Ankara hattında yazılmıştır. Ki adından da anlaşılacağı üzere, denemelerden ibarettir. Esasen denenmemişi denemek kaygısına muhataptır kitap. Bakmaktan ziyade, görmek mümkün olduğunca tercih edilmiştir elbette. İnsana, hayata ve dünyaya naçizane bir sesleniş, haykırış ve isyan niteliğinden olan Direniş Denemeleri, ne idüğünü yazılı bir şekilde beyan eden yazı sahibinin, küresel boyutta olan direnişe mütevazı bir katkısıdır. Evet; insanlığın, modern insanın, bireyin, beşerin küreselleşen bir direnişidir söz konusu olan… Dert sahibi Eflatun’un mağara istiaresi ile başlayan kitap, mümkün olduğunca cihanşümul bir idrak gözetir: “İnsan kimdir” in cevabını arayan yazı sahibi; insanı ve isyanı izah etmeye çalışmıştır. Mağlûplar ülkesine atıfta bulunan kitap; hayvanlaşan insanlıktan, işgal ve istilâ edilen beyinlerden, ırzına geçilmiş idraklerden, insanın modern afyonlarından ve putlarından, kâmusundan ve namusundan, sefilleşen insan tipinden dem vurarak, müşterek bir vicdanın harekete geçmesini gaye edinmiştir. Hülâsa; insanın, hayatın, dünyanın ve Türkiye’nin hâl ve gidişatından çeşitli denemeler okuyabileceğiniz bir kitaptır Direniş Denemeleri. Afşin SELİM, Direniş Denemeleri, Fosil Yayınları, Tel: (0212) 527 33 65 / 66 Temin için ayrıca: www.kitapyurdu.com 69 Şubat 2009 BURHAN ÇOCUK Musa KARACA [email protected] FİLİSTİN’DE ÇOCUK OLMAK DUA Ey yücelik ve cömertlik sahibi Rabbimiz Ey güç ve izzet sahibi Rabbimiz Filistin’deki müslüman kardeşlerimize yardım et Allah’ım onların gönüllerini birleştir Allah’ım onların attıklarını isabet ettir Allah’ım onların ayaklarını sabit kıl Senin ve onların düşmanlarına karşı onlara yardım et Ey yücelik ve cömertlik sahibi Rabbimiz Azgın siyonistler bozgunculukta ve taşkınlıkta bütün sınırları aştılar Ey Rabbim sen onlara yetersin Onların güçleri sana yetmez Allah’ım onları mahv-u perişan eyle Birliklerini dağıt onları diğer azgınlaşanlar için ibret kıl Ey Rabbim onların bayrağını yeryüzünde dalgalandırma Ey Rabbim işte bu sana olan duamızdır Buna karşılık verecek sensin ey Rabbim Ey Rabbim işte elimizden gelen budur ve tek güvencemiz sensin Şanı yüce olan Allah’tan başka hiçbir güç ve kuvvet yoktur aminn… Filistin’de çocuk olmak Çocuk olmamaktır Makinelere karşı yüreğiyle çarpışıp Korkular içinde korkusuz olmaktır Filistin’de çocuk olmak Genç ölebilmektir kahramanca Filistin’de çocuk olmak Çabuk büyümektir kısaca Yürümeden koşabilmek Çığlık atarak susmaktır Filistin’de çocuk olmak Kavgalara kefil olmaktır Acılara abone olup Cehennemi dünyada yaşamaktır Filistin’de çocuk olmak Doğuştan sevdalı olmaktır yurduna Oyuncakları tanımadan daha Öğretmen olmaktır yaşıtlarına Filistin’de çocuk olmak Destan olmaktır yarınlara Filistin’de çocuk olmak Güneş olmaktır karanlıklara… Vedat Akdeniz * Kabe imamlarının duası Şubat 2009 70 FİLİSTİN PEYGAMBERLER DİYARI Filistin’de yaşayan peygamberler Hz. İsmail (a.s): Bi’ri Sab’i (Yedi Kuyu) denilen yerde dünyaya gelmiş, Filistin’de El-Halil Şehrine yakın bir mağarada defnedilmiştir. Hz. Davud (a.s): Beyt’i Lahm denilen yerde dünyaya geldiği ve Kudüs de vefat ettiği rivayet edilir. Hz. Süleyman (a.s): Kudüs’te doğmuş ve yine Kudüs’te babası Hz. Davud’un yanına defnedilmiştir. Hz. Zülkif (a.s): Aka şehrinin Damun köyünde defnedildiğine dair rivayetler vardır. Hz. Yahya (a.s): Filistin’de Halil şehrinin güneyinde bulunan Yafa veya Ayn’i karım bölgesinde doğduğu rivayet edilmiştir. Hz. Şuayb (a.s): Hittin veya Hittine yakın olan Hayrat köyünde defnedildiği rivayet edilmiştir. Hz. Lut (a.s): Halil şehrine yakın olan Beni Naim köyünde defnedildiği rivayet edilmektedir. Hz. Yunus (a.s): Nasire kazasına bağlı Meşhed köyünde doğmuş. Halhul denilen köyde de defnedildiği zikredilmiştir. Hz. İsa (a.s): Beyt’i Lahm’inde doğmuş davetini Filistin’in her tarafına götürmüştür. FİLİSTİN KUTSAL MEKAN Filistin’in ne kadar kutsal bir yer olduğunu ayet ve hadislerden anlıyoruz. “Bir kısım ayetlerimizi kendisine göstermek için, kulunu bir gece Mescid-i Haram'dan, çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa'ya götüren O (Allah) Yücedir. Gerçekten O, işitendir, görendir.” ( İsra Suresi Ayet: 1) Ayet-i kerimenin beyan ettiğine göre , Mescid-i Aksa kendisi mübarek olduğu gibi çevresindeki topraklar da mübarektir. O topraklarda Filistin diyarıdır. Hadisi şerifte Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor: "Mescid-i Haram'da kılınan namaz yüzbin namaza, benim mescidimde kılınan namaz bin namaza, Mesci-i Aksa'da kılınan namaz beşyüz namaza denktir." Hz. Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği bir hadise göre de Allah Resulu şöyle buyurmuştur: "Ancak şu üç mescide yolculuk edilir: Mescid-i Haram'a, benim mescidime ve Mescid-i Aksa'ya." Yukarıda meallerini verdiğimiz ayeti kerime ve sahih hadislerden anlaşılıyor ki Mescid-i Aksa'nın İslam'da büyük bir kudsiyeti ve müstesna bir yeri vardır. Mescid-i Aksa ilk kıblemiz olmasıyla da ayrı bir önem arz etmektedir. İSLAM COĞRAFYASININ KANAYAN YARASI Müslümanların dinmeyen yarası Filistin. Bomba sesleri altında gözlerini dünyaya açan çocukların diyarı. İlk kıblemiz olan ve mahzun bir şekilde Müslümanları bekleyen Mescidi Aksanın bulunduğu mübarek belde. Tankların karşısına sapan taşıyla karşı çıkan cesur yiğitlerin memleketi. Resulullah (sav) şöyle buyuruyorlar: “Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar”1. Filistin’de yıllardır yapılan katliamlar, zulümler hepimizi üzmektedir. Çünkü biz Müslümanlar bir vücut gibiyiz. Filistin’e atılan bombalar orada evleri yıkarken burada bizim yüreğimizi parçalamaktadır. Filistin için herkes bir şeyler yapabilir. Manevi destek olarak çokça dua etmeli, ihtiyaçlarını karşılamaları içinde maddi yardım göndermeliyiz. Her zaman yanlarında olduğumuzu bu şekilde göstermeliyiz. 1- Riyazu’s Salihin (Buhari, Edeb 27; Müslim, Birr 66) 71 Şubat 2009 DÜNYA BENİ UNUTMA Gece nöbetlerinde harlanır aklım. Soğuk kaldırımlar yüzüme vurur yokuşları. Gidildikçe varılamayan şehrin adı yitiyor tabelalardan. Birkaç satır arasına sığınıyorum. Bir çocuk yüzüyüm, oyuncağım elimde, kaçıyorum. İlk kez üşütmüyor bu ayaz Yalan! İlk kez boğazımda kalmıyor söylenmesi gereken kelimem Ve ilk kez ellerimde taşlar büyümüyor. Gece… Uykumdayım… Düşümde bir karanlık, yırtıp atıyor uykumu. Aşk ile diyor bir ses; “sabret!” Sükûnete yolcuyum. İçimde cümleler dokunuyor. Uzun yollara ayak izlerimi bırakıp, içimin yaralarını döküp parmak uçlarımdan sıyrılıyorum dün denen cümleden. Adımda bir aşk, adımda savaş... ATEŞ ALTINDA ÇOCUKLUĞUM Okyanusların limanlara ulaşmadığı bir yüzyılın çocuğuyum. Kırık bir kalp verilmiş avuçlarıma. Doğumumla başlayan bu soluk hikâye, Adını yalnız limanlardan, Hikâyesini ateş altında büyüyen bir çocuktan almış. Sebebi sorulduğunda anlamsız, Yüzlerine baktığımda acımasız suretler görüyorum. Zalimlerin ellerinde kaybolan ümitlerim, Sonsuz bir ırmağa akıyor. İçimde biriken öfkem adaletin kılıcına dolanıyor. Yollardayım… Önümde bitmeyen yolların içimde sıkıntı nidaları… Aşkın anlam bulduğu mısra’a gidiyorum. En alt satırdayım, bir adım sonra diğer sayfada. Parmak uçlarımdan yaralarım dökülüyor yine. Yarın sabahsa geceden bellidir nasıl geleceği, neleri götüreceği. Çıktığım bu yolda geride kalan her şey benden çok uzak şimdi. Bir çocuk serzenişi olmalıyken en büyük kederim. Ellerimde taşlar gülümseyecek bir yüz arıyor, Göğsümde patlayan kurşunlarla sarsılıyor, Taşlaşmış her kalple yeniden vuruluyorum. Ağıt yakar gibi dokunuyorum kelimelere. Sessiz çığlıklarla öfkeme bin bir isim buluyorum… Bulamıyorum… Alnımda ilahi müjdenin mührü, Geleceğimde hakikatin kutlu düğünü Semaya açılmış yanan ellerimle yakarıyorum. Hakkımın zalimden bekliyorum... alınacağı Kartı tepeleri aşıp çocukların yanağına gülücük olarak konamıyorum. Birileri kefen biçiyor, Diğerleri bombalarına neden… Dünya, sende üşüyorum. Bombalarla büyüyen bir çocuk değilim. Bilemem mermiden yorganları, kan gölü meydanları. Savaşın içinde yandıkça küllenen bir ateşim. Parmak izlerimden bir kalkan dikemiyorum kendime. Yandıkça bir uçurum kalıyor gerimde. Dünya, beni unutma! Seni unutmayacağım çünkü. günü Tûba ÖZDEMİR Fatma ÇAKIR Şubat 2009 72