T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ İKTİSAT ANABİLİM DALI TÜRKİYE’DE 1980 SONRASI ENFLASYONUN NEDENLERİ Yüksek Lisans Tezi Ayça Aslandoğan Ankara-2005 T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ İKTİSAT ANABİLİM DALI TÜRKİYE’DE 1980 SONRASI ENFLASYONUN NEDENLERİ Yüksek Lisans Tezi Ayça Aslandoğan Tez Danışmanı Prof. Dr. Çelik Aruoba Ankara-2005 T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ İKTİSAT ANABİLİM DALI TÜRKİYE’DE 1980 SONRASI ENFLASYONUN NEDENLERİ Yüksek Lisans Tezi Tez Danışmanı: Prof. Dr. Çelik Aruoba Tez Jürisi Üyeleri Adı ve Soyadı İmzası Prof.Dr.Çelik Aruoba …….….……………. Prof.Dr.Güven Sak ……………………… Yrd.Doç.Dr.Hasan Şahin ……………………… İÇİNDEKİLER İÇİNDEKİLER ............................................................................................................ ii ŞEKİLLER LİSTESİ .................................................................................................. iv TABLOLAR LİSTESİ................................................................................................. v Giriş.............................................................................................................................. 1 BİRİNCİ BÖLÜM ....................................................................................................... 3 ENFLASYON TEORİLERİ ........................................................................................ 3 1.1. Enflasyon Kavramı................................................................................................ 3 1.2. Enflasyon Teorileri........................................................................................... 4 1.2.1. Klasik ve Neo-Klasik Yaklaşımlar: Paranın Miktar Teorisi ......................... 4 1.2.2. Keynes’in Görüşleri ve Neo-Keynesyen Enflasyon Teorileri ....................... 9 1.2.2.1. Keynes’in Enflasyon Hakkındaki Görüşleri ........................................... 9 1.2.2.2. Neo-Keynesyen Enflasyon Teorileri: Phillips Eğrisi............................ 11 1.2.3. Monetarist Enflasyon Teorisi....................................................................... 15 1.2.4. Yapısalcı Okul.............................................................................................. 18 1.2.5. Yeni Klasik İktisadi Yaklaşım ..................................................................... 20 1.2.5.1. Rasyonel Bekleyişler Teorisi ................................................................ 21 1.2.5.2. Reel Konjonktür Teorisi........................................................................ 23 1.2.6. Yeni Keynesyen İktisat ................................................................................ 23 1.2.7. Yeni Neo-Klasik Sentez............................................................................... 24 1.2.8. Politik Konjonktür Teorisi ........................................................................... 26 1.3. Genel Değerlendirme ..................................................................................... 27 İKİNCİ BÖLÜM........................................................................................................ 28 TÜRKİYE’DE ENFLASYON (1980-2000).............................................................. 28 2.1. Türkiye’deki Enflasyonun Tarihsel Arkaplanı ................................................... 28 2.1.1. 1980 Öncesi Enflasyon ................................................................................ 28 2.1.2. 1980-2000 Döneminde Enflasyon ............................................................... 30 2.1.2.1. İstikrar Politikaları ................................................................................ 31 2.1.2.2. 24 Ocak 1980 Kararları ve 1980 Sonrasında Enflasyon ....................... 34 2.2. Türkiye’de 1980-2000 Döneminde Makroekonomik Göstergelerle Enflasyon Arasındaki İlişki ......................................................................................................... 38 2.2.1. 1980-2000 Döneminde Türk Ekonomisinin Evrimi .................................... 38 2.2.1.1. Dış Ticaret............................................................................................. 38 2.2.1.2. Yabancı Sermaye Hareketleri ............................................................... 41 2.2.1.3. Finansal Derinleşme ve Temel Parasal Göstergeler.............................. 43 2.2.1.4. Kamu Kesimindeki Gelişmeler ............................................................. 45 2.2.1.5. Tasarruf, Yatırım ve Tüketim Eğilimleri .............................................. 48 2.2.2. 1980-2000 Dönemi Enflasyon Analizi ........................................................ 51 ii 2.2.2.1. Para Arzı-Enflasyon İlişkisi .................................................................. 51 2.2.2.2. Kamu Kesimi Göstergeleri ile Enflasyon Arasındaki ilişki.................. 53 2.2.2.3. Dış Ticaret ve Enflasyon Arasındaki İlişkiler....................................... 56 2.2.2.4. Tasarruf, Yatırım ve Tüketim Eğilimindeki Gelişmeler ile Enflasyon Arasındaki İlişkiler............................................................................................. 57 2.2.2.5. Enflasyon ve Büyüme Arasındaki İlişkiler ........................................... 59 2.2.2.6. Döviz Kuru, Faiz Oranları ve Enflasyon Belirsizliği ile Enflasyon Arasındaki İlişkiler............................................................................................. 61 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM ................................................................................................... 66 TÜRKİYE’DE ENFLASYONU ETKİLEYEN FAKTÖRLER ................................ 66 3.1. Türkiye’de Enflasyon Konusunda Yapılan Çalışmalar....................................... 66 3.2. Ekonometrik Model Denemesi ........................................................................... 78 3.2.1. Ekonometrik Model ve Değişkenlerin Tanımlanması ................................. 78 3.2.2. Ekonometrik Tahminler ............................................................................... 78 Değerlendirme ve Sonuç ............................................................................................ 81 2000 YILI SONRASI TÜRKİYE EKONOMİSİ....................................................... 84 KAYNAKÇA............................................................................................................. 87 EK 2 : Kullanılan Veriler ........................................................................................... 95 Özet ............................................................................................................................ 97 Abstract ...................................................................................................................... 98 iii ŞEKİLLER LİSTESİ Şekil 1: Enflasyonist Açık.......................................................................................... 12 Şekil 2: Phillips Eğrisi................................................................................................ 14 Şekil 3: Enflasyon ve Para Arzı İlişkisi (1980-2000) ................................................ 52 Şekil 4: Enflasyon ve Para İkamesi İlişkisi (1985-2000)........................................... 52 Şekil 5: İç Borç, Dış Borç ve Enflasyon (1980-2000) ............................................... 54 Şekil 6: İç Borçlanma Faiz Oranları Ve Enflasyon (1989-2000)............................... 55 Şekil 7: Dış Ticaret Kalemleri ve Enflasyon Oranları (1980-2000) .......................... 56 Şekil 8: Enflasyon-Büyüme İlişkisi (1980-2000) ...................................................... 61 Şekil 9: Döviz Kurundaki Değişmeler ve Enflasyon Oranları (1980-2000).............. 62 Şekil 10: Faiz Oranları ve Enflasyon İlişkisi (1980-2000) ........................................ 63 Şekil 11: Hodrick-Prescott Filtresine Göre Enflasyon Belirsizliği (1980-2000) ....... 65 Şekil 12: Ortalama Enflasyon/Standart Sapma Oranına Göre Enflasyon Belirsizliği65 iv TABLOLAR LİSTESİ Tablo 1: Türkiye'de 1980 Öncesi Enflasyon Oranları ............................................... 29 Tablo 2: Türkiye'de 1980-2000 Döneminde Enflasyon Oranları............................... 37 Tablo 3: 1980-2000 Dönemi Dış Ticaret Göstergeleri (GSMH'daki Paylar %) ........ 39 Tablo 4: İhracat ve İthalatın Dağılımı (GSMH İçindeki Paylar %) ........................... 41 Tablo 5: Yabancı Sermaye Hareketleri (Milyon $).................................................... 42 Tablo 6: Yabancı Sermaye Hareketleri (GSMH İçindeki Paylar %) ......................... 43 Tablo 7: Temel Parasal Göstergeler (GSMH İçindeki Paylar %) .............................. 44 Tablo 8: Kamu Kesimine Ait Seçilmiş Göstergeler (GSMH İçindeki Paylar %)...... 46 Tablo 9: Kamu Kesimine Ait Seçilmiş Göstergeler (Devam) ................................... 46 Tablo 10: Tasarruf, Tüketim ve Yatırımda Gelişmeler (GSMH’daki Paylar %)....... 50 Tablo 11: Sabit Sermaye Yatırımlarının Dağılımı (%) .............................................. 50 Tablo 12: Enflasyon Oranları ile Para Arzı Korelasyon Katsayıları 1980-2000 ....... 53 Tablo 13: İç ve Dış Borç Stoku ile Enflasyon Arasındaki İlişkiler............................ 54 Tablo 14: Dış Ticaret Göstergeleri ve Enflasyon İlişkileri (1980-2000) ................... 57 Tablo 15: Tasarruf, Yatırım Ve Tüketim İle Enflasyon İlişkileri (1980-2000) ......... 58 Tablo 16: Enflasyon İle Büyüme Arasındaki İlişkiler (Ortalama, %) ....................... 60 Tablo 17: Çeşitli Göstergelere Göre Enflasyon Belirsizliği (1980-2000)(%) ........... 64 Tablo 18: Modeldeki Değişkenler İçin Birim Kök Testleri ....................................... 80 Tablo 19: Modelin Tahmini ....................................................................................... 81 v Giriş Enflasyon, tüm dünya ülkelerinde öteden beri temel sorunların başında gelmektedir. Özellikle gelişmekte olan ülkelerin ana ekonomik hedeflerden biri olarak hâlâ en önemli konulardandır. Bundan dolayı enflasyon ve nedenleri hem teorik hem de ampirik tartışma alanları arasında en önemli konumdadır. Talep çekişli, maliyet itişli ve yapısal olmak üzere bir dizi faktör ileri sürülerek çeşitli teoriler geliştirilmiştir. Bu teorilerde örneğin, genişletici para ve maliye politikaları, yüksek kamu açıkları, ekonomik sistemdeki katılıklar, enflasyon bekleyişleri vb. faktörler enflasyonun nedenleri olarak gösterilebilmektedir. Dolayısıyla yapılan ampirik çalışmalarda da bu teoriler temel alınarak, enflasyon bir veya birkaç neden bağlamında açıklanmaya çalışılmakta ve varılan sonuca göre çeşitli politikalar önerilmektedir. Benzer bir durum, özellikle 1970’li yıllardan bu yana yüksek ve sürekli enflasyon yaşanan Türkiye’de de söz konusudur ve 24 Ocak Kararlarıyla başlayan bir süreç içinde çeşitli istikrar politikalarıyla enflasyon düşürülmeye çalışılmaktadır. Bununla birlikte, pek çok ülkenin yaşadığı ekonomik problem olarak enflasyon, her yerde aynı teorik etkenle açıklanabilirse de, her ülkenin kendine özgü özellikler vardır ve hatta bu özellikler aynı ülkede içinde yaşanılan konjonktüre göre değişebilmektedir. Ayrıca enflasyona neden olarak gösterilen faktörlerin çoğu karşılıklı etkileşim içerisindedir. Dolayısıyla, herhangi bir ülkede yaşanan enflasyon analizinde, hem iktisat teorisinde ortaya koyulan ilkelerin hem de o ülkeye ait yapısal özelliklerin dikkate alınması daha aydınlatıcı olabilecektir. Çalışmanın temel amacı, özellikle 1970’li yılların sonundan itibaren Türkiye ekonomisinin sorunları arasında en önemli yeri oluşturan enflasyon olgusunun değişik boyutlarını analiz ederek, bu sorunun temelinde yatan faktörleri bir arada incelemek ve uygulanabilecek iktisat politikası seçeneklerini değerlendirmektir. Bu amaçla, 1980-2000 döneminde yaşanan enflasyonist sürece hangi faktörlerin etkide bulunduğu ve uygulanan istikrar politikalarının ne ölçüde başarılı olduğu analiz edilecektir. Konunun incelenmesinde hareket noktası iktisat teorisi olduğu için tartışmanın genel bir resmini ortaya koyabilmek amacıyla önce enflasyon teorileri özetlenecektir. Daha sonra Türkiye’de enflasyonun kaynakları analitik bir çerçevede ele alınacaktır. Bu yapılırken, önce Türkiye’de enflasyonun nedenlerine yönelik ampirik çalışmalar değerlendirilecek, daha sonra yeni bir yapılanma sürecine girilen 1980 sonrası yapısal değişmeler ele alınarak, temel makroekonomik değişkenler arası ilişkiler analiz edilecektir. Son olarak da yapılan değerlendirmeler, 1987-2003 dönemine ait üçer aylık verilerle ekonometrik bir model denemesi çerçevesinde ele alınmaktadır. 2 BİRİNCİ BÖLÜM ENFLASYON TEORİLERİ 1.1. Enflasyon Kavramı Enflasyon, genel olarak, bir ekonomideki fiyatlar genel düzeyinde görülen hızlı ve sürekli artışlar olarak tanımlanmaktadır. Buna göre, belli bir dönem içinde fiyatlar genel düzeyinin bir kerelik artışı enflasyon olarak değerlendirilmemektedir. Dolayısıyla enflasyon olgusu dinamik bir süreçtir ve temel istikrarsızlık göstergesidir (Kepkep, 1991; Kibritçioğlu, 2001a). Bunun yanı sıra kavram, toplam talebin toplam arzı aşması ve hem yurtiçi mal ve hizmet satın alımı anlamında hem de yabancı paralar karşısında olmak üzere yerli paranın değer yitirmesi olarak da ele alınabilmektedir (Frisch, 1989; Beckerman, 1992; Kibritçioğlu, 2001a). Dinamik bir süreç ve istikrarsızlık göstergesi olması nedeniyle enflasyon kavramı, fiyat artışlarına neden olan faktörler bağlamında da ele alınabilmekte, örneğin talep (veya talep çekişli-demand-pull) ve maliyet (ya da maliyet itişli-costpush) enflasyonu sınıflandırmaları da yapılabilmektedir. Buna göre, eğer bir ülkede ekonominin içinde bulunduğu canlanma konjonktürüne bağlı olarak, aşırı talep koşullarının sonucunda yurtiçi mal ve hizmet fiyatları sürekli biçimde artıyorsa, bu durum talep enflasyonu olarak adlandırılmaktadır. Böyle bir durum söz konusu olduğunda, toplam talep toplam arzdan daha hızlı artmakta ve fiyatları yukarı çekmektedir. Buna karşılık, üretimde kullanılan ithal girdilerin maliyetini belirleyen döviz kuru, işgücü maliyetini etkileyen ücret oranları, işletme ve yatırım maliyetlerini etkileyen faiz oranları, elektrik gibi kamu kesimi kaynaklı girdilerin maliyetlerini belirleyen kamu mal ve hizmet fiyatları gibi maliyet faktörleri fiyatlarında sürekli artışlar olması durumunda, söz konusu olgu maliyet enflasyonu olarak tanımlanmaktadır (Uygur, 1993; Kibritçioğlu, 2001a). 3 Bunlardan başka değerlendirilebilmekte enflasyon ve ılımlı, olgusu fiyat yüksek ve artış hızlarına hiperenflasyon göre de biçiminde de tanımlanabilmektedir. Fiyat artışlarının yıllık yüzde 1-2 düzeylerinde olması durumunda ılımlı; aylık fiyat artışlarının %5-6 civarında olması durumunda kronik; yüzde 5-10 ile yüzde 50 aralarında seyretmesi durumunda yüksek kronik ve Philip Cagan tarafından ortaya atılan kriterde olduğu gibi aylık yüzde 50 ve daha yukarı rakamlarda olması durumunda hiperenflasyon olgularından bahsedilebilmektedir (Bruno, 1991; Heymann ve Leijonhufvud, 1995). Nihayet enflasyon kavramı, piyasa mekanizmasının çalışıp çalışmadığına bağlı olarak, örneğin hükümetlerin ücret ve fiyatları kontrol etmeleri durumunda bastırılmış enflasyon, herhangi bir kontrolün olmadığı durumda açık enflasyon; enflasyonist bekleyişlere göre öngörülen ve öngörülmeyen enflasyon ve özellikle gelişmekte olan ülke ekonomilerinin yapılarına göre yapısal enflasyon gibi tanımlar altında değerlendirilebilmektedir (Frisch, 1989; Beckerman, 1992). Görüleceği gibi, enflasyon kavramı oldukça geniş bir sınıflandırmaya konu olmuş ve buna bağlı olarak maliyet enflasyonu, talep enflasyonu ve yapısal enflasyon teorileri gibi çeşitli teoriler geliştirilmiştir. Ancak, ortaya atılan her teori, çeşitli iktisat okullarının ekonominin işleyişi (örneğin istikrarlı veya istikrarsız) ve fiyat belirlenmesi, bekleyişlerin formasyonu gibi konulara ilişkin yaptıkları varsayımlara dayanmaktadır. Bu bakımdan, enflasyonun nedenlerine ilişkin teorilerden her birinin tek tek ele alınması yerine, iktisat okulları çerçevesinde değerlendirilmesi faydalı olacaktır. 1.2. Enflasyon Teorileri 1.2.1. Klasik ve Neo-Klasik Yaklaşımlar: Paranın Miktar Teorisi 1929 Büyük Kriz yıllarına kadar iktisadi düşünceye egemen olan klasik (örneğin A. Smith, D. Ricardo, J. B. Say ve J. S. Mill ) ve neo-klasik (örneğin, L. Walras, I. Fisher, A. Marshall ve A. C. Pigou) iktisatçılar enflasyon olgusunu, Paranın Miktar Teorisi çerçevesinde ele almışlardır (Kibritçioğlu, 2001a). 4 En uzun ömürlü ekonomik doktrinlerden biri olan miktar teorisi, ilk olarak 16. Yüzyıl ortalarında Jean Bodin tarafından ortaya koyulmuş ve kesin ifadesini David Ricardo ile bulmuştur1. Teorinin en basit ve en genel biçimine göre, fiyatlar genel düzeyi dolaşımdaki para miktarı tarafından belirlenmekte ve “para miktarıyla fiyatlar genel düzeyi aynı yönde ve aynı oranda” değişmektedir. Bir başka deyişle miktar teorisi, paranın değeri veya satın alma gücündeki değişmelerin temel nedeni ile ilgili bir hipotezdir. Bu teoriye göre, para bollaştığında değeri veya satın alma gücü düşmekte ve sonuçta mal fiyatları artmaktadır. Aksine para kıtlaştığında satın alma gücü artmakta ve fiyatlar genel düzeyi düşmektedir (Kazgan, 1984; Humphrey, 1986). Kuşkusuz böyle bir sonuca, ileri sürülen belli başlı varsayımlara bağlı olarak ulaşılmaktadır. Bunların en önemlileri (i) para miktarı ile fiyatlar genel düzeyi arasındaki oransallık, (ii) parasal aktarım mekanizmasında para miktarının oynadığı aktif veya nedensel rol, (iii) paranın yansızlığı ve (iv) nominal para stokunun dışsallığı olarak sıralanabilir (Humphrey, 1986). Bu önermeler, klasik ve neo-klasik iktisat geleneğinde kabul edilen temel varsayımlarla büyük ölçüde örtüşmektedir. Bu varsayımlar dört noktada özetlenebilmektedir. İlk olarak, ekonomi çok sayıda homojen bireyden oluşmaktadır. İstedikleri piyasalara serbestçe girip çıkabilen bireylerin piyasaları etkileme gücü bulunmamaktadır. Bir başka deyişle, ekonomide tam rekabet koşulları geçerlidir ve tüm ekonomik birimler fiyat alıcı konumdadır. Sonuçta ücret, faiz ve diğer mal ve hizmet fiyatları esnektir. İkinci varsayım, paranın temel fonksiyonunun değişim aracı olduğu ve sadece işlem motifiyle talep edildiğidir. Dolayısıyla paranın tek başına hiçbir değeri yoktur, 1 Zaman içerisinde miktar teorisine John Locke, Richard Cantillon ve David Hume gibi düşünürler tarafından önemli katkılar yapılmıştır. Örneğin Locke 1691 yılında fiyatlar genel düzeyindeki değişmelerin daima para miktarındaki değişmelerle orantılı olduğunu ilk defa ifade ederken; Cantillon ve Hume uzun dönem durağan denge ile kısa dönemde dengeye doğru hareketler gibi dinamikler ve paranın uzun dönemde yansız olacağını fakat kısa dönemde yansız kalamayabileceğini, böylece kısa dönem dengeden uzun dönem dengeye geçişteki intibak sürecine dikkat çekmişlerdir (Humphrey, 1986). 5 yani nötr’dür. Para iktisadi olayları örten bir peçedir, reel ekonomik faaliyetler üzerinde hiçbir etkisi yoktur. Toplam hasıla, istihdam, reel ücretler gibi reel ekonomik değişkenler zevk ve tercihler, teknoloji düzeyi, kaynak donanımı ve faktörler arasındaki teknik ikame oranları gibi parasal olmayan faktörler tarafından belirlenmektedir. Üçüncüsü, bu iki düşünce geleneğinde ekonomik ajanların rasyonel ve ekonominin içinde bulunduğu ve gelecekteki durum hakkında tam ve kesin bilgiye sahip oldukları varsayımıdır. Tüketicilerin fayda, üreticilerin kâr maksimizasyonuna çalıştıkları ve bekleyişlerini de bu çerçevede oluşturdukları, bekleyişlerin oluşturulmasında ihtiyaç duyulan bilginin fiyatlar aracılığıyla piyasalardan sağlandığı kabul edilmektedir. Nihayet, ekonomide üretilen her malın satılacağı anlamına gelen Say Yasası’nın geçerli olduğu ileri sürülmektedir. Kısaca “her arz kendi talebini yaratır” biçiminde özetlenebilecek bu yasaya göre, ekonomide herhangi bir piyasada arz veya talep dengesizliği oluştuğunda, fiyat mekanizmasının işleyişine bağlı olarak bu dengesizlik giderilecek, sonuçta ekonomi her zaman kendiliğinden tam istihdam dengesine yönelecektir. Bu varsayımların geçerli olduğu böyle bir ekonomide, enflasyonun temel nedeni, ekonomiye tamamen dışsal olan para arzının artırılmış olmasıdır. Çünkü, rasyonel ekonomik birimler, nakit balansların parasal değerinden çok satın alma gücüne önem vermektedirler ve reel balans değerinde bir değişiklik olmaması için fiyatlar genel düzeyinin nominal para arzıyla aynı yönde ve aynı oranda değişmesi gerekecektir. Sonuçta, bu iktisatçılar enflasyonu tamamen parasal bir olay olarak değerlendirmektedirler (Kazgan, 1984; Humphrey, 1986; Ercan, 1997). Bu noktada, her iki düşünce okulunun enflasyon süreciyle ilgili görüşleri, miktar teorisinin matematiksel çerçevede ele alındığı mübadele denklemi aracılığıyla açıklanmaktadır. İlk olarak Fisher tarafından alışveriş ya da reel işlem hacmine göre açıklandığı mübadele denklemi şu şekilde gösterilmektedir: 6 M ⋅V = P ⋅ T (1) Burada M para arzını, V paranın dolanım hızını, P fiyatlar genel düzeyini ve T reel işlem hacmini göstermektedir. Buna göre, ekonomi daima tam istihdam düzeyinde ve dengede iken toplam arz (AS) toplam talebe (AD) eşit olduğundan; AS = T (2) AD = (M ⋅ V ) / P (3) T = (M ⋅ V ) / P (4) yazılabilecektir. Kısa dönemde paranın dolanım hızı ve işlem hacmi sabit kabul edildiği için, (4) numaralı denklem bir fiyat denklemi elde edebilecek şekilde yeniden düzenlenebilir: ( ) P = V T ⋅M (5) Bu son eşitlik, diğer koşullar aynı iken, para arzındaki artışın fiyatlar genel seviyesini aynı yönde ve aynı oranda artıracağını ifade etmektedir. Yani, fiyatlar genel seviyesi para arzının artan fonksiyonudur. Bu eşitlik, miktar teorisinin enflasyon denklemi olarak yorumlanabilecek bir şekilde yeniden düzenlenirse (Kibritçioğlu, 2001a); π ≈ (v − g ) + m (6) ifadesine ulaşılacaktır. Burada π, v, g ve m sırasıyla fiyatlar genel düzeyi, paranın dolanım hızı, reel işlem hacmi ve para arzındaki yüzde değişmeleri göstermektedir. v ve g’nin sıfıra eşit olduğu varsayıldığı için, klasik ve neo-klasik gelenekte enflasyon sadece parasal bir olgu olarak değerlendirilmektedir. Benzer bir sonuca, A. Marshall tarafından geliştirilen Cambridge para talebi yaklaşımından da ulaşılabilmekte ve şu şekilde gösterilmektedir: M = kPT (7) 7 Fisher denklemiyle karşılaştırıldığında, Cambridge denklemindeki tek fark, ilkinde yer alan paranın dolanım hızı yerine ikincisinde insanların ellerinde tutmak istedikleri paranın gelirlerine oranını gösteren k’ya yer verilmektedir. Yine sadece işlem motifiyle para talebine yer verilen bu yaklaşımda, insanların gelirlerini elde ettikleri dönemlerle harcamaları arasındaki zaman farkını kapatmak için gelirlerinin bir kısmını nakit olarak tutmak zorundadırlar (k). Ne var ki, tıpkı paranın dolanım hızında olduğu gibi, para talebinin de kısa dönemde değişmediği varsayıldığı için burada da aynı sonuca ulaşılmaktadır: fiyatlar genel seviyesi para miktarıyla aynı yönde ve aynı oranda değişmektedir (Kazgan, 1984; Humphrey, 1986; Ercan, 1997). Hem klasik hem de neo-klasik gelenekte, paraya atfedilen nedensel rol iki aktarım mekanizması aracılığıyla açıklanmaktadır. Birincisi dolaysız harcama, diğeri ise dolaylı faiz oranı mekanizmasıdır. Dolaysız mekanizma, para arzındaki değişmenin talep üzerindeki etkisi aracılığıyla fiyatlar genel düzeyine kanalize edildiği süreci ifade etmektedir. Bu süreçteki temel bağlantı harcama oranı ile fiili ve arzulanan reel para talebi arasındaki ilişkidir. Örneğin para arzında bir artış olması durumunda, reel para talebi arzulanan düzeyin üzerine çıkacaktır. Para sahipleri arzuladıkları miktardan daha fazla paraya sahip olacaklar ve harcamalarını artırmak suretiyle bu fazlalıktan kurtulmaya çalışacaklardır. Ancak, ekonomi tam istihdam üretim düzeyinde bulunduğu için, bu harcama artışı fiyatlar üzerinde yukarı doğru bir baskı yapacaktır. Harcamalar, fiyatlar ve nominal gelirler, nakit sahiplerinin nominal ve reel para talepleri eşitleninceye kadar artacaktır. Denge, fiyatlar genel seviyesinin reel para talebinin eski düzeyine döndüğü noktada kurulmuş olacaktır (Humphrey, 1986; Aftalion ve Poncet, 1992). Dolaylı mekanizma ise, parasal bir değişmenin faiz oranları üzerindeki etkisi aracılığıyla harcama ve fiyatlar üzerinde etkide bulunduğu bir süreçtir. Bu süreçte, para arzındaki bir artışın ilk etkisi faiz oranlarını düşürmek olacaktır. Faiz oranlarının doğal oranın altına düşmesi bir yandan girişimcilerin daha fazla yatırım yapmalarına, diğer yandan tasarruf sahiplerinin daha az tasarruf daha fazla tüketim yapmalarına yol açacak, sonuçta toplam talebin artması fiyatlar üzerinde yukarı doğru bir baskı oluşturacaktır (Humphrey, 1986; Ercan, 1997). 8 Özetle, hem klasik hem de neo-klasik gelenekte, ekonominin daima tam istihdam altında olduğu, paranın nötr ve sadece işlem amacıyla tutulduğu, tam rekabet koşulları altında ücret, fiyat ve faiz esnekliği varsayımları altında, enflasyonun tek nedeni ekonomiye dışsal olan para arzındaki artışlardır. Dolayısıyla enflasyonla mücadele etmek için yapılması gereken para arzının azaltılmasıdır. 1.2.2. Keynes’in Görüşleri ve Neo-Keynesyen Enflasyon Teorileri 1.2.2.1. Keynes’in Enflasyon Hakkındaki Görüşleri Ekonominin daima tam istihdam dengesinde dengeye geleceğini ve paranın örtüden başka bir şey olmadığını, dolayısıyla enflasyonu sadece para miktarındaki değişmelerle açıklayan klasik okula2 karşı çıkarken Keynes, temel eleştirilerini bu düşünce geleneğinde kabul edilen varsayımlar üzerine geliştirmiştir. Her şeyden önce Keynes, ekonominin daima ve kendiliğinden tam istihdam düzeyinde dengeye geleceği görüşüne karşı çıkmakta ve eksik istihdam koşulları altında işleyen bir ekonomide para arzında meydana gelen değişmelerin fiyatlar genel düzeyinden çok istihdam ve hasılayı etkileyeceğini ileri sürmektedir. Fiyatlar genel düzeyinin para miktarıyla değil, istihdam koşullarına göre belirlenen bir durum olduğunu ifade eden Keynes, para miktarındaki değişmelerin ancak tam istihdam düzeyine gelindiğinde fiyatlar genel düzeyini etkileyebileceğini belirtmektedir (Keynes, 1964). Keynes’in böyle bir sonuca ulaşmasına yol açan teorik etkenler ise, onun parasal ücret, fiyat ve faiz konusundaki görüşleridir. Ona göre, bir ekonomide istihdam ve hasıla düzeyini belirleyen üç temel faktörden biri olan ücretler, işçi ve işveren kesimleri arasında sözleşmelere bağlı olarak belirlenmektedir. Bunun yanı sıra asgari ücret gibi yasal uygulamalar nedeniyle parasal ücretler aşağı doğru esnek değildir. Dolayısıyla, donanım ve teknoloji düzeyi veri iken, fiyatlar genel düzeyi miktar teorisinde olduğu gibi para miktarına değil, kısmen parasal ücretler gibi faktör maliyetlerine, kısmen de istihdam hacmine bağlı olmaktadır. Parasal ücretler esnek olsa dahi, bunun tam istihdamı sağlamaya yetmeyeceğini belirten Keynes, parasal 2 Keynes kendinden önce gelen tüm iktisat okullarını “Klasik İktisat” olarak adlandırmaktadır. 9 ücret indirimlerine gidilmesinin tüketim harcamalarını düşüreceğine ve sonuçta istihdam düzeyinin daha da düşeceğine dikkat çekmektedir (Keynes, 1964). Öte yandan Keynes paranın önemi konusunda da klasik iktisatçılardan farklı görüşlere sahiptir. Analizini zaman içinde hareketli ve belirsiz bir dünya çerçevesine dayandıran Keynes’e göre para, iktisadi olayları örten bir peçe değildir ve kendine özgü bir rolü vardır. Gelecekle ilgili bekleyişlerin bugünkü durumu etkilediği bir sistem içinde paranın temel rolü, bugünle gelecek arasında bir köprü işlevi görmesinde yatmaktadır. Bugünle geleceği birbirine bağlayan bir aygıt olarak ele alındığında, para sadece işlem amacıyla elde tutulmayıp bunun yanında ihtiyat ve spekülasyon motifleriyle de talep edilebilmektedir. Ekonomideki bireylerin gelecekle ilgili kötümser ya da iyimser bekleyişleri tarafından belirlenen para talebi veya likidite tercihi, para arzı veri iken faiz oranını belirlemektedir. Dolayısıyla faiz, klasik teoride olduğu gibi tüketimi kısmanın bedeli, tasarruf-yatırım dengesini veya toplam arz toplam talep eşitliğini sağlayan bir fiyat değildir. Faiz oranı, likiditeden vazgeçmenin ödülü olarak, serveti nakit biçiminde tutma arzusu ile mevcut nakit miktarını dengeye getiren bir fiyattır ve para arz ve talebi tarafından belirlenmektedir. Bu nedenle, para miktarındaki artışların birincil etkisi, faiz oranları aracılığıyla ortaya çıkmaktadır. Buna göre, para arzının artırılarak faiz oranlarının düşürülmesi durumunda, artan para arzının bir kısmı işlem ve ihtiyat motifiyle para talebine giderken, bir kısmı da faiz oranının gelecekteki değeri konusunda toplumun farklı bekleyişlerine bağlı olarak spekülasyon motifiyle para talebini artırabilecektir. Para arzının daha fazla artırılması, likidite tercihinin güven duygusu nedeniyle daha da artmasına neden olabilen geleceğe ait bekleyişlerin kötümserleşmesine ve belirsizliğin artmasına yol açabilecektir. Sonuçta sistemin para miktarındaki değişmelere duyarlılığı, bekleyişlerin farklı olması nedeniyle azalacaktır. Bir başka deyişle Keynes’e göre, bekleyişler kötümser iken faiz oranları sistemin otomatik olarak dengeye gelebilmesi için belli bir seviyenin altına düşürülememekte ve ekonomi eksik istihdam düzeyinde dengede bulunabilmektedir (Keynes, 1964). Eksik istihdam koşulları ve parasal ücret katılığı varsayımları altında, para miktarındaki değişmelerin fiyatlar genel düzeyi üzerindeki etkisi, parasal ücretler ve istihdam hacmi üzerindeki etkilerinin bileşimi olarak düşünülmektedir. Bir diğer 10 ifade Keynes’e göre fiyatlar genel düzeyi faktör maliyetleri ve talep unsurları tarafından belirlenmektedir. Böylece, Keynes’in enflasyon analizinin, maliyet yönlü bir analiz olduğu ileri sürülebilmektedir (Humphrey, 1986; Kotwal, 1987). Bununla birlikte Keynes’in maliyet itişli enflasyon analizi “Treatise on Money” (1930) isimli çalışmasında da ele alınmaktadır. Bu çalışmasında Keynes iki tür enflasyondan bahsetmektedir: Birincisi, günümüzde talep çekişli enflasyon olarak ifade edilen kâr enflasyonudur. Burada, mevcut hasıla düzeyinde fiyatlar genel düzeyinin aşırı para talebi sonucunda artması söz konusu olmaktadır. Diğeri ise gelir enflasyonu olarak isimlendirilmekte ve sendikalar arası rekabet sonucu ücret ve fiyatlarda spontane (kendiliğinden) artışlarla karakterize edilen maliyet itişli enflasyonu ifade etmektedir (Keynes’ten (1930) aktaran Humphrey, 1986). 1.2.2.2. Neo-Keynesyen Enflasyon Teorileri: Phillips Eğrisi Aralarında A. Smithies, G. Ackley ve S. Matial gibi iktisatçıların bulunduğu bazı Neo-Keynesyenler enflasyonu, “enflasyonist açık hipotezi” olarak adlandırılan bir yaklaşım içinde talep enflasyonu bağlamında ele almışlardır. Keynes’in 1940 yılında yaptığı çalışmaya dayanan (How to Pay for the War) bu yaklaşıma göre enflasyonun nedeni, ekonomi tam istihdama yaklaşırken ve tam istihdama ulaşıldığında ortaya çıkan aşırı talep baskılarıdır. Enflasyonist açık hipotezi olarak adlandırılan bu yaklaşımda Keynes, enflasyonun ücretlilerle girişimciler arasında gelir transferine yol açan bir gelirin yeniden dağıtım süreci betimlemektedir. Buna göre, örneğin savaş gibi bir nedenden ötürü, toplam talepte artış meydana gelecektir. Savaşın başlangıcında, tüketim ve yurtiçi yatırımlara ayrılacak üretim miktarlarında önemli düşüşler olması nedeniyle fiyatlar artacaktır. Bu artışlar bir yandan firmaların aşırı kâr elde etmelerine, diğer yandan artan talebi karşılayabilmek için emek talebinde de bir artışa yol açacaktır. Emek talebinin yükselmesi ücretlerin artmasına, bu ise yeniden talep ve fiyatların artmasına neden olacaktır. Bu sürecin devam etmesi ise, ancak vergi artışları ve/veya kamu harcamalarında indirime gitme gibi toplam talep politikalarıyla önlenebilecek ücretfiyat spiralini ortaya çıkaracaktır (Kotwal, 1987; Frisch, 1989). 11 Enflasyonist açık yaklaşımı, Keynesyen gelir-harcama diyagramıyla açıklanabilir (Şekil1). Burada YF tam istihdam gelir düzeyini ve Y1d toplam talebi göstermektedir. Y1* toplam talep fazlalığının temizlenmesi için gerekli istihdam düzeyi olmakla birlikte, tam istihdama ulaşıldığı için bu düzeyin gerçekleşmesi mümkün değildir. Bu nedenle YF ile Y1* arasındaki fark, enflasyonist açığı oluşturmaktadır. Şekil 1: Enflasyonist Açık Bu yaklaşıma göre, parasal ücretler fiyat artışlarına gecikmeli olarak uyum sağlamaktadır. Bu nedenle fiyatlardaki artış, ücretlilerden girişimcilere doğru bir gelir transferine yol açacaktır. Enflasyonist açığın uyardığı gelirin yeniden dağılımı toplam talebin düşmesini ve açığın kapanmasını sağlayacak ve toplam talep eğrisi Y1d’den Y2d’ye kayacaktır. Parasal ücretlerin artması sözkonusu olursa gelir bu kez girişimcilerden ücretlilere doğru yeniden dağıtılacak ve talep tekrar artacak (Y2d’den Y1d’e), böylece enflasyonist açık yeniden ortaya çıkacaktır. Sonuçta bu süreç kendiliğinden sürekli olarak devam edecek ve fiyatlardaki artışlar veya enflasyon yinelenecektir. Görüleceği üzere, bu modelde enflasyon olgusu, tamamen mal piyasası koşullarında incelenmekte, toplam talebin tam istihdam gelir düzeyinin üzerinde oluşması fiyat artışlarını da beraberinde getirmektedir. Toplam talep, Yd, fiyatlarla 12 ters orantılı olarak düşünüldüğünde ve tam istihdam gelir düzeyi de sabit olarak kabul edildiğinde, toplam talep artışı sadece fiyatları artıracaktır. Bununla birlikte, J. R. Hicks ve F. Modigliani gibi iktisatçılar tarafından geliştirilen ve neo-klasik Keynesyen sentez olarak da adlandırılan IS-LM modellerinde ise, enflasyon olgusu para ve mal piyasalarının karşılıklı etkileşimi içerisinde incelenmiştir. Bu yaklaşıma göre toplam talep artışlarının fiyatları sürekli olarak artırması, ancak harcamaların sürekli olarak enflasyon açığı yaratacak şekilde artmasına bağlıdır. Ancak para piyasası dengesinin dikkate alınması durumunda sürekli enflasyon için hiçbir neden bulunmamaktadır. Bu modele göre, eğer mal piyasasında toplam talep artıyorsa, para piyasasında da talep artıyor demektir. Dolayısıyla bu faiz oranlarının yükselmesi anlamına geleceğinden, yatırım harcamaları ve buna bağlı olarak tüketim harcamaları düşecek, sonuçta toplam talep azalarak enflasyonist açık kapanacaktır3. Enflasyonun sürekli olabilmesi için, toplam talebin tam istihdam gelir düzeyinin üstünde olacağı şekilde yatırım harcamalarının artmaya devam etmesine, bu ise para politikası aracılığıyla faiz oranının düzeyine bağlıdır. Kısaca söylemek gerekirse IS-LM modelinde de enflasyon talep fazlalığı ile açıklanmakta, fakat para ve mal piyasaları arasındaki etkileşim nedeniyle, enflasyonun sürekliliği para arzındaki sürekli artışlara bağlanmaktadır (Savaş, 1986; Kepkep, 1991; Kibritçioğlu, 2001a). Neo-Keynesyen analizde enflasyon ve işsizlik arasındaki ilişki ise, IS-LM modeliyle işgücü piyasası dinamikleri birleştirilerek literatürde Phillips Eğrisi olarak adlandırılan bir çerçevede incelenmiştir. İlk olarak A. W. Phillips ve R. Lipsey tarafından ortaya atılan, P. Samuelson ve R. Solow tarafından geliştirilen Phillips ilişkisine göre, yüksek enflasyon oranlarıyla düşük işsizlik arasında bir değiş-tokuş oranı (trade-off) bulunmaktadır. Bir başka deyişle, enflasyonla işsizlik arasında negatif bir ilişki vardır ve enflasyon oranı ne kadar yüksekse işsizlik o kadar düşük veya tersi olmaktadır (Dornbusch ve Fischer, 1998; Kibritçioğlu, 2001a). 3 Bu yaklaşımda toplam talebi belirleyen temel değişken olarak kabul edilen yatırım harcamaları faiz oranının bir fonksiyonudur. Faiz oranları ise para piyasasında otonom para arzı ve işlem, ihtiyat ve spekülasyon güdüsüyle para talebi tarafından belirlenmektedir. Buna göre, para arzı sabitken para talebinin artması faiz oranlarını yükseltecek ve yatırım harcamaları düşecektir. Yatırımlardaki düşüş çarpan etkisiyle gelir düzeyini ve böylece gelirin bir fonksiyonu olarak ele alınan tüketim harcamalarını düşürmektedir. 13 İşsizlik ve enflasyon arasındaki bu negatif ilişki, ilk olarak Phillips tarafından parasal ücret enflasyonu ile işsizlik oranını ilişkilendirmektedir. Wt, Wt-1 ve U sırasıyla cari dönem parasal ücreti, geçmiş dönemdeki parasal ücreti ve işsizlik oranını gösterirse, bu ilişki; Wt − Wt −1 = h(U ) , Wt −1 h< 0 (8) biçiminde gösterilmektedir. Zaman içinde fiyat hareketleri ücret artış oranlarıyla ilişkilendirildiği için Phillips ilişkisi, π enflasyon oranını göstermek üzere; π = h(U ) (9) şeklinde yeniden ifade edilebilmektedir. Phillips Eğrisi aşağıda gösterilmiştir (Şekil2). Şekil 2: Phillips Eğrisi Enflasyonun birincil nedeninin talep yönlü şoklar olduğu kabul edilen bu yaklaşımın temelinde, yukarıda da açıklanan, parasal ücretlerin fiyatlar ve toplam talepteki değişmelere yavaş veya gecikmeli olarak intibak ettiği düşüncesi yatmaktadır. Hükümetlerin ya düşük enflasyonu veya düşük işsizlik oranlarını politika amacı olarak belirleyebileceği ifade edilerek, ilk Keynesyen modellerin aksine, sürekli bir 14 enflasyon artışının olamayacağı gösterilmiş olmaktadır (Dornbusch ve Fischer, 1998). Ne var ki, 1960’lı yılların ikinci yarısından itibaren hızlı enflasyon oranı artışları ile yüksek oranlı işsizliğin bir arada görüldüğü stagflasyon olgusunu açıklayamaması üzerine, Keynesyen neoklasik sentezin açıklamaları yerini Monetarizm olarak adlandırılan bir başka düşünce okuluna bırakmıştır. 1.2.3. Monetarist Enflasyon Teorisi M. Friedman, E. Phelps, A. Schwartz gibi iktisatçıların öncülük ettiği monetarist yaklaşımda, bir özel sektör ekonomisinin doğası gereği istikrarlı bir yapıya sahip olduğu, herhangi bir istikrarsızlıktan sonra ekonominin otomatik olarak dengeye geldiği ve işsizlik oranının doğal düzeyine döndüğü ileri sürülmektedir. Enflasyonun her zaman ve her yerde parasal bir fenomen olduğu ifade edilen bu yaklaşımda, paranın miktar teorisi, fiyatlar genel düzeyi teorisi olarak değil, para talebi teorisi olarak ele alınmaktadır. Paranın servet sahiplerinin portföyünde yer alan bir varlık olarak değerlendirildiği monetarist gelenekte para talebi, klasik iktisatta olduğu gibi kurumsal bir sabit olarak değil, bir dizi ekonomik değişkenin istikrarlı bir fonksiyonu olarak değerlendirilmektedir. Buna göre, talep edilen para miktarı, nominal gelir, beşeri olmayan servet, para ve çeşitli varlıkların getiri oranları ile bekleyişlere bağlıdır. Yani; M 1 dP ;u = f y, w; rm , rb , re , P P dt (10) Burada M para arzını, P fiyatlar genel düzeyini; y nominal geliri, w beşeri olmayan servetin ya da gelirin mülkiyetten elde edilen bölümünü; rm, rs ve re sırasıyla paranın beklenen getiri oranı, sabit değerli menkul kıymetlerin (tahvil) beklenen getiri oranı ve hisse senetlerinin beklenen getiri oranlarını, 1 dP mal P dt fiyatlarında beklenen değişim oranını ve dolayısıyla reel varlıkların beklenen getiri oranlarını ve u gelir dışındaki değişkenlerle ilgili bekleyişleri göstermektedir (Friedman, 1968a). 15 Para arzında meydana gelecek değişmenin enflasyonist süreç ve enflasyonla işsizlik arasındaki kısa dönemli değiş-tokuş üzerindeki etkisi, adaptif bekleyiş mekanizmasına dayalı intibak süreci çerçevesinde ele alınmaktadır. Buna göre, herhangi bir nedenle para arzının artması durumunda, hem bankaların hem de banka dışı kesimin elinde arzulanan miktara göre fazla para oluşacaktır. Böyle bir durumda portföylerin yeniden ayarlanması ve yeni finansal varlık satın alımı söz konusu olacağı için finansal varlık fiyatları artacak, faiz oranları düşecektir. Ancak reel mallara göre finansal varlık fiyatlarının artışı, reel mal ve hizmet talebini artmasına yol açacaktır. Böylece başlangıçta para arzında meydana gelen artış, finansal piyasalardan mal ve hizmet piyasalarına yayılacaktır. Talebin finansal olmayan piyasalara kayması, bu varlıkların da fiyatlarının artmasına neden olacak ve bu artışlar da kendiliğinden parasal varlıkların reel değerini düşürecektir. Bu ise portföylerin yeniden düzenlenmesine neden olacaktır. Sonuçta, fiyat artışları nedeniyle parasal göreli fazlalık azalarak faiz oranları yeniden eski seviyesine çıkacak ve reel para arz ve talebi eşitlendiğinde denge yeniden kurulmuş olacaktır (Friedman ve Schwartz,1963). Para arzında başlangıçtaki artış, ekonominin reel büyüme oranını ve böylece işsizlik oranını düşürürken, uzun dönemde bu reel etki kaybolmakta ve uzun dönemde sadece enflasyon artmasına neden olmaktadır. Bir başka ifade ile para kısa dönemde yansız değilken uzun dönemde nötr olmakta, işsizlik ve büyüme oranı doğal oranına dönmektedir. Monetaristlerin bu görüşleri, bekleyiş yüklü Phillips ilişkisi aracılığıyla formel olarak şu şekilde gösterilebilmektedir: ( ) yt = y + λ π t − π te ; λ > 0, (11) Burada yt GSMH büyüme oranını, πt cari dönem enflasyon oranını, π te beklenen enflasyon oranını, y doğal büyüme oranını ve λ ise bekleyiş intibak hızını göstermektedir. u t ve u işsizlik ve doğal işsizlik oranlarını göstermek üzere, Phillips eğrisi işsizlik oranı türünden de ifade edilebilmektedir: ( ) u t = u − λ ′ π t − π te ; λ ′ >0 (12) 16 (11) ve (12) numaralı eşitliklere göre, kısa dönemde enflasyonist bekleyişler veri iken, enflasyonla işsizlik arasında yine negatif bir ilişki vardır. Bununla birlikte uzun dönemde intibak hızı bire ve beklenen enflasyon gerçekleşen enflasyona eşit olacağı için, işsizlikle enflasyon arasında herhangi bir değiş-tokuş söz konusu olmayacak ve uzun dönem Phillips eğrisi bir tür doğal işsizlik oranını gösteren dikey bir doğru olacaktır (Alesina, vd., 1997). Ekonominin kendiliğinden doğal oranına dönmesi, teoride bekleyişlerin uyumcu ya da adaptif bir yapıda olması ile açıklanmaktadır. Adaptif bekleyişler kavramı, ekonomik ajanların fiyat bekleyişlerini oluşturma sürecinde mevcut durumla ilgili tüm bilgiye sahip olmadıkları ve dolayısıyla çalışanların öngörü hatası yaptıkları varsayımına dayalıdır. Buna göre, toplam talebi artırıcı bir politika izlendiğinde, örneğin para arzı artırıldığında, işsizlik düzeyi toplam talep fazlası nedeniyle değil, çalışanların fiyat artışlarını yanlış tahmin etmesi nedeniyle geçici olarak düşmektedir. Bu hata adaptif bekleyişler aracılığıyla beklenen ve fiili reel ücretler arasında bir açık oluşmasına neden olurken, işverenlerin istihdamı artırmasına ve kısa dönemde hasılanın artmasına yol açar. Daha sonra çalışanlar geçmişteki fiyat artışlarına bağlı olarak hatalarını düzelttiklerinde emek arzı düşer ve ücretler yükselir. Bu süreç kısa dönemde bir enflasyon hasıla dönüşümü yaratır. Ancak uzun dönemde parasal yansızlık geçerlidir. Yani, tıpkı klasik ve neo-klasik düşüncede olduğu gibi, hasıla ve istihdam gibi reel değişkenler para arzı ve nominal fiyatlar gibi nominal değişkenlerden etkilenmemektedir (Aras, 1994; Alesina, vd.,1997). Bekleyişlerin formasyonu ile ilgili bu açıklamalar aşağıdaki denklem aracılığıyla da gösterilebilmektedir (Alesina, vd.,1997): π te = π t −1 + γ (π te−1 − π t −1 ) (13) γ teriminin geçmiş dönem hatalarına bugünkü tepkinin bir ölçüsünü gösterdiği bu eşitlik, t döneminde beklenen enflasyonun bir önceki dönemde gerçekleşen enflasyon oranı ( π t −1 ) ile beklenen enflasyon oranının ( π te−1 ) ağırlıklı bir ortalaması olduğunu ifade etmektedir. Buna göre, uzun dönemde öngörü hataları tamamen düzeltileceği için, enflasyon bekleyişleri bir önceki dönem gerçekleşen enflasyon oranına eşit olacak ve buradaki ilişki π e = π t −1 şeklinde yazılabilecektir. Böylece, uzun dönem 17 öngörü hatası sıfır veya çok düşük ve intibak hızı tam iken, ekonominin büyüme hızı ve işsizlik oranı neredeyse daima doğal düzeyinde olmaktadır. Özetle söylemek gerekirse, enflasyonun her zaman ve her yerde parasal bir fenomen olduğunu ifade eden monetaristlerin enflasyon analizi talep yönlü bir analizdir. Para arzındaki artışlarla ilişkili oldukları sürece maliyet artışlarının enflasyonist olabileceği kabul edilmektedir. Bu nedenle nedenselliğin para arzından başlayarak enflasyon ve maliyetlere doğru işlediği ileri sürülmektedir. Monetaristlerin bu görüşleri bir çok yönden çeşitli iktisatçılar tarafından eleştirilmiştir. Örneğin Yapısalcı iktisatçılar ekonomik istikrarlı bir yapıda olduğu şeklindeki görüşlere karşı çıkarak, enflasyon sürecindeki yapısal aksaklıklara vurgu yapmaktadır. Yeni klasik iktisatçılar ise özellikle bekleyişlerin oluşumu ve işçilerin tahmin hatası yaptıkları varsayımını güçlü bir şekilde sorgulamaktadır. Aşağıda bu okulların görüşlerine yer verilmiştir. 1.2.4. Yapısalcı Okul Enflasyona yapısalcı yaklaşım, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Latin Amerika ülkelerinde süregelen fiyat artışlarıyla ilişkili olarak, Birleşmiş Milletler Latin Amerika Ekonomi Komisyonu ile bağlantılı bazı kalkınma iktisatçıları tarafından geliştirilmiştir. İlk versiyonu 1960’lı yıllarda (Latin Amerika), ikinci nesil versiyonu 1970’lerde (İskandinav ya da neo-yapısalcı) geliştirilen yapısal enflasyon teorileri, esas olarak monetarist iktisat okulunun genelde iktisadi yapı, özelde enflasyonun nedenlerine ilişkin görüşlerine karşı ortaya atılmıştır. Bir başka şekilde ifade etmek gerekirse, bu iki okul arasındaki temel tartışma enflasyonun talep çekişli ya da maliyet itişli bir konu olup olmadığı yönündedir (Kotwal, 1987; Kibritçioğlu, 2001a). Yapısalcı bakış açısına göre enflasyon iki boyutu birbirinden kesin bir şekilde ayırt edilmelidir. Bunlardan biri enflasyonun nedenleri, diğeri ise enflasyonun yayılma veya aktarım mekanizmasıdır. Enflasyonun aşırı toplam talep nedeniyle değil, daha ziyade ekonomilerin yapısal bir takım özelliklerinden kaynaklandığını ileri süren yapısalcılar, konuyla ilgili 18 olarak sosyo-ekonomik sistemin yapısal sınırları ve kümülatif enflasyon süreci olmak üzere iki kategorik ayrım yapmaktadırlar. Bir ekonominin genel düzenini belirleyen yasal çerçeve, nüfusun sosyoekonomik yapısı ve bölgesel dağılımı, teknolojik düzey, ekonominin dışa bağımlılık derecesi, mevcut gelir dağılımı, kaynak kıtlığı, etkin vergi sistemi, yurtiçi tasarruflar gibi fonksiyonel ilişki içinde bulunan faktörlerin yanı sıra, ekonomideki bazı sektörlerin toplam talep miktar ve bileşimindeki değişmelere tepki verme yetersizliği veya gecikmeli olarak tepki vermeleri yapısal nedenler olarak değerlendirilmektedir (Kotwal, 1987; Kepkep, 1991). Örneğin birinci nesil yapısal modellerde enflasyon, bu temel nedenler çerçevesinde, tarım kesimindeki düşük verimliliğe dayalı olarak açıklanmaktadır. Yapısalcılara göre, bu özelliği nedeniyle geleneksel (tarım veya ihracat) sektör, herhangi bir parasal ya da toplam talep şokuna belli bir gecikmeyle karşılık vermektedir. Bu gecikme, kısa dönemde, ücretlerin ve böylece tarımsal ürün taleplerinin artışına yol açan sınai üretim ve istihdamda kısmi bir artışa yol açmaktadır. Bu artış ise, göreli fiyatlarda gıda mallarının lehine bir değişme ile sonuçlanırken, yüksek tarımsal fiyatlar bu sektörde daha yüksek ücret taleplerine yol açmaktadır. Artan ücretler sanayi malları talebini artıracak ve mekanizma bu şekilde işlemeye devam edecektir (Kibritçioğlu, 2001a). Öte yandan, enflasyonun temel nedeni yapısal nedenlere bağlanmakla birlikte kümülatif enflasyonist baskılar olarak adlandırılan bazı etkenler de enflasyona ve/veya enflasyonun sürüp gitmesine neden olabilmektedir. Kümülatif enflasyonist baskılara fiyat aksaklıklarının neden olduğu ileri sürülmektedir. Örneğin göreli fiyatların bozulması, yatırım fonlarının yanlış dağıtılmasına yol açan politikaların varlığı, fiyat kontrolünün zararlı etkileri ve geleceğe ait ekonomik tahminlerin çarpıklaşması gibi etkenler, kümülatif enflasyonist baskılar arasında sayılmaktadır (Kotwal, 1987; Kepkep, 1991). Enflasyon analizlerinde dikkat çekilen bir diğer boyut enflasyonun yayılma mekanizmasıdır. Enflasyonun yayılma mekanizmasını yapısalcılar, toplumdaki farklı sosyal grupların toplam ulusal gelir içindeki göreli paylarını ilerletmek amacıyla 19 yaptıkları mücadele şeklinde tanımlamaktadırlar. Bu mekanizmanın hem kamu hem de özel sektör düzeyinde işlediği ve her sektörün toplam yatırılabilir kaynaklardan maksimum kazanç elde etme mücadelesine odaklandığı ifade edilmektedir (Kotwal, 1987; Kepkep, 1991). Bu yayılma mekanizmasına örnek olarak İskandinav enflasyon modeli gösterilebilir. Bu modelin en temel özelliği, ücretlerin toplu sözleşmeler aracılığıyla tüm işçi sendikalarının tek biçimde ücret artışları sağlamasıdır. Buna göre, daha yüksek fiyat uygulamak veya daha fazla kâr sağlamak yerine daha çok ücret ödemeye çabalayan gelişmiş ve kârlı sanayilerdeki ücret artışları, daha sonra az gelişmiş ve daha az kârlı sektörlere yayılmaktadır. Elde ettikleri kârları maliyetlerini karşılamaya yetmediği için, az gelişmiş sektörler bu ücret artışlarını karşılayabilmek için fiyatlarını artırmak zorunda kalmaktadır. Bu fiyat artışları sonucunda kira gibi önemli yaşam maliyetleri yükselecektir. Bu durumda, ücretliler satın alma gücü anlamında elde ettikleri önceki avantajlarını sabit tutabilme ihtiyacına girecekler ve böylece spiral devam edip gidecektir (Kibritçioğlu, 2001a). Enflasyonist süreçte paranın rolünü inkar etmeyen yapısalcı iktisatçılar, monetarist iktisat geleneğinde olduğu gibi, enflasyonunun para arzından bağımsız olmadığını belirtmektedirler. Bununla birlikte, monetaristler para arzını enflasyonu başlatan güç olarak görürlerken, yapısalcı iktisat geleneğinde para arzının artması enflasyonun bir sonucudur. Bir diğer ifade ile , fazla talep olduğu için para arzı artmaktadır. Enflasyon ekonomideki tüm piyasaların dengede olması durumunda parasalcı modele göre açıklanabilir. Ancak, aynı anda tüm piyasaların dengede olmadığı durumlarda, enflasyon ancak yapısal nedenlerle açıklanabilecektir. Onlara göre para, ısınan makinenin yağlanmasına hizmet eden bir araçtır ve yapısal nedenlerden dolayı artan maliyet etkilerinin giderilmesinde kullanılmaktadır (Taylor, 1988; Kılıçbay, 1991; Aras, 1994). Kısaca söylemek gerekirse, yapısalcı iktisat geleneğinde enflasyon maliyet itişli bir konu olarak değerlendirilmektedir. 1.2.5. Yeni Klasik İktisadi Yaklaşım 1970’li yıllarda iktisadi düşünceye, artan ölçüde rasyonel bekleyişler hipotezini kullanan Yeni Klasik okul egemen olmaya başlamıştır.Yeni Klasik Okul, temelde 20 monetarist okulun varsayımlarını kullanmakla birlikte, ekonomik ajanların sürekli olarak sistematik hatalar yapacağını ileri süren geriye dönük veya adaptif (uyumcu) bekleyiş düşüncesine karşı çıkmaktadırlar. Böyle bir karşı çıkışın ve rasyonel bekleyişler hipotezinin benimsenmesinin temelinde, tüketicilerin fayda, üreticilerin de kâr maksimizasyonu amacında oldukları varsayıldığında, aynı bireylerin bekleyişlerini oluştururken rasyonel davranmadıklarını varsaymanın şizofrenik bir davranış olacağı şeklindeki ilk defa John F. Muth tarafından ortaya atılan düşüncelerin yattığı söylenebilir (Mankiw, 1988; Leijounhufvud, 1992; Bildirici, 1999). Bu bağlamda, Yeni Klasik Araştırma çizgisinde; a) Tüm ekonomik ajanlar, kararlarında sadece reel faktörleri dikkate alan rasyonel bireylerdir. b) Bekleyişler rasyonel olduğu için fiyatlar doğru bir şekilde tahmin edilmektedir. c) Piyasalar sürekli olarak temizlenmektedir. Diğer klasik ve monetarist varsayımların yanı sıra rasyonel bekleyişlere dayalı Yeni Klasik İktisat, iki önemli araştırma programı doğrultusunda gelişmiştir (Mankiw, 1988). Bunlardan birincisi, aralarında Robert E. Lucas, Thomas J. Sargent, Neil Wallace, Robert J. Barro ve Bennett T. McCallum gibi iktisatçıların öncülük ettiği Rasyonel Bekleyişler Teorisidir. Diğeri ise Edward C. Prescott, Finn E. Kydland ve Charles I. Plosser gibi tanınmış iktisatçıların öncülük ettiği Reel Konjonktür Teorisidir. 1.2.5.1. Rasyonel Bekleyişler Teorisi Devresel dalgalanmalar ve enflasyon konusunun dikey bir Phillips eğrisi çerçevesinde ele alındığı rasyonel bekleyişler teorisinde ele alınabilecek en önemli modellerden biri, Lucas tarafından geliştirilmiştir. Bu modele göre, para arzı artışlarının önceden ilan edilmesi durumunda, ekonomik birimler tarafından fiyat artışları olacağı beklenecektir. Dolayısıyla, para politikasının etkileri tam olarak biliniyorsa veya iktisadi ajanlar mevcut durum hakkında tam bilgi sahibi ise, böyle bir durumda, monetaristlerin ileri sürdükleri gibi, kısa dönemde işsizliğin azalması 21 gibi herhangi bir reel etki ortaya çıkmayacak, sadece beklenen enflasyon artacaktır (Mankiw, 1988; Romer, 1996; Bildirici, 1999). Bu nedenle, para arzında beklenilmeyen bir artış olması durumunda, istihdam ve hasıla üzerinde reel bir etki doğabilecektir. Beklenilmeyen enflasyonla ilgili düşünceler esas olarak Lucas’ın Eksik Bilgi Modelinde ele alınmaktadır. Bu modelde Lucas, ekonomiyi bilgi açısından birbirinden uzak ada piyasalar biçiminde tanımlamaktadır. Böyle bir yapı altında, bireyler kendi ürettikleri malların fiyatlarını bilmekte, ancak diğer malların fiyatlarını gözlemleyememektedirler. Bu durumda ekonomide herhangi bir para arzı artışına karşılık talep artışı olduğunda, bunun ne kadarının kendi mallarına olan göreli talep artışı, ne kadarının genel toplam talep artışı olduğunu bilememektedirler. Böyle bir durumda optimizasyoncu karar birimleri açısından en uygun davranış, bu talep artışının bir kısmını kendi ürettiği mala olan talep artışı olarak yorumlamak olacak ve üretimlerini artıracaklardır. Ancak uzun dönemde tahmin hataları düzeltileceği için bu etkiler yok olacak ve ekonomi doğal düzeyine dönecektir (Romer, 1996; Mankiw, 1988). Monetarist ve yeni klasik iktisatçılara göre para arzındaki artışın nedeni, temelde merkez bankası kaynaklarından finanse edilen kamu açıklarıdır. Sargent ve Wallace (1981) tarafından açıklanan “nahoş parasalcı aritmetik” yaklaşımda, enflasyon dinamiklerinin anlaşılabilmesindeki en önemli etken kamu kesimi bütçe açıkları ve bu açıkların finansman yöntemleridir. Sürekli açıkların bulunduğu bir ekonomide, para politikası bu açıkların ve dolayısıyla maliye politikalarının baskısı altındadır. Çünkü, açıklar ya borçlanma veya parasal genişleme (senyoraj) ile kapatılmak zorundadır. Mali açıkların parasal genişleme ve enflasyonist etkilere yol açmaması için borçlanmayla kapatıldığı bir ekonomide, açıkların sürmesine paralel olarak borçlanmanın devam etmesi sonucunda reel faizler yükselir ve zamanla faiz ödemeleri de borçlanmayla yapılır hale gelir. Sürecin sonunda, artan faiz ödemeleri ve borç stoklarının ödenebilmesi için, para basmak zorunda kalınır. Bu mekanizma sonunda ortaya çıkan enflasyon, para basmanın yaratacağı enflasyondan daha yüksek olur (Uygur, 2001; Kibritçioğlu, 2001a). 22 1.2.5.2. Reel Konjonktür Teorisi 1980’li yıllarda ortaya atılan ve yeni klasik iktisadın ikinci nesli olarak da adlandırılan bu teoride, piyasaların sürekli olarak temizlendiği, eksik bilgi ve rasyonel bekleyişler varsayımları sürdürülürken, parasal şokların reel etkilere sahip olmadığı kabul edilmektedir. Dolayısıyla reel ekonomik faaliyetteki dalgalanmaların da esas olarak teknoloji ya da verimlilik şokları gibi arz şoklarından kaynaklandığını ileri sürmektedirler (Mankiw, 1988; Bildirici, 1999; Kibritçioğlu, 2001a). Fiyatlar genel düzeyindeki değişmeler veya enflasyonun açıklanma çabası içinde olunmayan bu teoride, para politikasının ve dolayısıyla para arzındaki değişmelerle hasıla ve istihdam arasındaki ilişkiler ters nedensellikle açıklanmaktadır. Ancak, petrol fiyatlarındaki değişmeler gibi negatif arz şoklarının göreli fiyatlar veya verimlilik üzerindeki etkilerine odaklanmakla, enflasyonun dinamikleri incelemesinde arz şoklarının oynayabileceği önemli role dikkat çektikleri ileri sürülmektedir. Buna göre, reel işlem hacminde önemli değişmeler yaratan sürekli ve negatif arz şokları, para arzı ve paranın dolanım hızı veri iken, enflasyona neden olabilecektir. Ayrıca, bu teori, sürekli teknolojik gelişmelerin dezenflasyon sürecine önemli katkılar sağlayabileceğini ima etmektedir (Kibritçioğlu, 2001a). Buraya kadar açıklanan klasik, neoklasik, monetarist ve yeni klasik iktisadi araştırma programlarında, ücret ve fiyat esneklikleri nedeniyle piyasaların sürekli olarak temizlendiği varsayılmıştır. Dolayısıyla enflasyon bu sistem altında genelde parasal bir olgu ve talep enflasyonu olarak değerlendirilirken, ücret ve fiyatlardaki kısa dönemli katılıklarla sonuçlanabilen fiyat intibak gecikmeleri dikkate alınmamıştır. Ücret ve fiyat katılıkları Keynes ve Neo-Keynesyenler tarafından da ele alınmış olmakla birlikte, Yeni Keynesyen İktisat geleneğinde bu fiyat katılıklarının mikro temelleri araştırılmaktadır. Şimdi bu araştırma programının temel görüşleri ve fiyat hareketleri konusundaki değerlendirmeleri incelenecektir. 1.2.6. Yeni Keynesyen İktisat Rasyonel bekleyişler varsayımı kabul edilmekle birlikte, G. Akerlof, J. Stiglitz, J. B. Taylor, N. Gregory Mankiw gibi iktisatçılardan oluşan Yeni Keynesyen düşünce 23 akımında, Yeni Klasik İktisattan farklı olarak, nominal ve reel katılıklar nedeniyle piyasaların sürekli olarak temizlenemeyeceği, parasal değişkenlerin reel faktörleri etkileyebileceği kabul edilmektedir. Bir bakıma Keynesyen makroiktisada mikro temeller oluşturma arayışı olarak da nitelendirilebilecek bu yaklaşımda, ücret ve fiyat katılıklarının nedenleri, eksik risk ve sermaye piyasaları, eksik bilgi, eksik rekabet ve intibak maliyetleri gibi piyasa aksaklıkları çerçevesinde ele alınmaktadır (Mankiw, 1988; Stiglitz, 1992). Ekonomide bütün fiyatların eş anlı olarak değişmediklerini belirten yeni Keynesyen iktisatçılar, ücret ve fiyat katılıklarını sözleşmelerin önceden belirlenmiş ve fiyat ayarlamaların maliyetli olması, etkinlik ücretlerinin varlığı ve koordinasyon başarısızlıkları gibi nedenlerle açıklamaktadırlar (Mankiw, 1988). Örneğin, Fischer ve Taylor tarafından geliştirilen modellerde, parasal ücretler uzun dönemli sözleşmelerle belirlendiği için, ekonomideki herhangi bir talep şoku karşısında, özellikle düşük enflasyon koşulları altında, fiyatlar hemen artmayıp aşamalı olarak intibak etmektedir. Fiyatlar genel düzeyi, toplam talep değişmelerinden çok girdi maliyetlerine daha duyarlı olduğu ve başlangıçta herhangi bir ücret artışı söz konusu olmadığı için, ikinci dönemde yani ücret ayarlamalarının yapıldığı dönemde intibak edecektir. Ücret sözleşmelerinin farklı dönemlerde yapılmış olması nedeniyle, bu süreç devam edip gider ve böylece ekonomide fiyat düzeyi ya da enflasyon ataleti durumu ortaya çıkar. Bu durum, toplam talep şoklarının uzun dönemli reel etkilere sahip ve dolayısıyla rasyonel bekleyişlere rağmen para politikasının önemli bir istikrar aracı olduğunun göstergesi olmaktadır (Mankiw, 1988; Mankiw ve Romer, 1991; Romer, 1996). 1.2.7. Yeni Neo-Klasik Sentez 1990’lı yılların başlarından bu yana iktisadi düşüncede, iktisadi dalgalanmalar ve fiyat hareketleri konusunda, Keynesyen kısa dönemli analiz ile yeni klasik iktisatçıların uzun dönemli analizi arasında bir anlamda sentez niteliği taşıyan yeni makroekonomik modeller ortaya konulmaya başlamıştır. Temelde kantitatif iktisadi dalgalanma analizindeki gelişmeler ve parasal aktarım mekanizmalarına dayandırılan 24 “Yeni Neo-Klasik Sentez”in iki temel özelliği olduğu söylenebilir (Goodfriend ve King, 1997): (a) Rasyonel bekleyişlere sahip hanehalkı ve firmaların dönemlerarası optimizasyon davranışları ile, (b) Eksik rekabet ve kısa dönem fiyat ve ücret katılıklarının dinamik bir yaklaşımla makroekonomik analizde birleştirilmesi. Yeni Keynesyen modellerde olduğu gibi, kısa dönemli ücret ve fiyat katılıklarının para (ya da talep) şoklarının iktisadi dalgalanmalar ve enflasyonun temel belirleyicileri olduğuna vurgu yapılan yaklaşımda, Rasyonel Bekleyişler Teorisinin aksine optimal para kuralı farklı bir açıdan ele alınmaktadır. Buna göre, para politikasının hem ekonomik faaliyet ve istihdam hem de fiyatlar genel düzeyi ve dolayısıyla enflasyon üzerinde genelde ve sektörel bazda önemli reel etkilere sahip olması nedeniyle, birincil amacın fiyat istikrarı olması gerektiği savunulmaktadır. Bunun yanı sıra, Yeni Klasik Reel Konjonktür teorisinde olduğu gibi, ekonomideki değişmelerin sadece reel değişkenlerle açıklanamayacağı belirtilmekle birlikte verimlilik, vergi politikası veya göreli fiyat değişmeleri gibi arz şoklarının da reel ekonomik faaliyetin zaman içerisinde bu türden reel düzensizliklerin bir sonucu olarak zaman içerisinde değiştiği ileri sürülmektedir. Kısaca söylemek gerekirse, yeni neo-klasik sentezde, enflasyonun kaynak dağılımındaki reel etkinsizliğin hem nedeni hem de göstergesi olduğu ifade edilmekte; iktisadi dalgalanmalar ve enflasyon süreci arz ve talep şoklarıyla bağlantılı olarak bekleyişler temelinde açıklanmaktadır. Yeni IS-LM Phillips eğrisi olarak da adlandırılan bu yaklaşıma göre, hanehalkı ve firmaların geleceğe yönelik bekleyişleri, dönemlerarası toplam arz-toplam talep (ya da IS) ilişkilerinin değişmesine neden olmaktadır. IS eğrisi, reel faiz oranına göre beklenen hasıla düzeyini belirlemekte; toplam arz/Phillips eğrisi, bugünün enflasyonunu gelecekte beklenen enflasyon ve hasıla açığı ile ilişkilendirmektedir. Bu ilişki ise, stokastik fiyat intibakı fırsatlarının sınırları içerisinde tekelci fiyatlama kararlarından türetilmektedir. Sonuçta, fiyat istikrarının sağlanabilmesi için, bekleyişlerin belirli bir 25 para politikası kuralı çerçevesinde yönetilmesi gerektiği savunulmaktadır4 (King, 2000). 1.2.8. Politik Konjonktür Teorisi Enflasyonun nedenleriyle ilgili olarak bir diğer açıklama, literatürde Politik Konjonktür Teorisi olarak adlandırılan teorik yaklaşım tarafından ileri sürülmektedir. Öncüleri arasında W.D. Nordhaus, C. D. MacRae, E. R. Tufte gibi iktisatçıların bulunduğu bu yaklaşımda enflasyonun, insanların enflasyon ve işsizlik arasındaki politik tercihleri sonucunda belirlendiği ifade edilmektedir (Kotwal, 1987; Eren, 1993; Alesina, vd., 1997). Bu yaklaşıma göre, politikacıların amacı yeniden seçilmek veya olası oy kayıplarını en aza indirmektir. Dolayısıyla, sadece seçim sonuçlarıyla ilgilenen politikacılar, seçim öncesi istihdam ve büyüme yönünden ekonomi en olumlu bir düzeye getirerek seçim kazanmak isterler. Bu amaçla, para arzı ve transfer harcamaları artırılır, vergiler ve fiyat artışları azaltılır. Böylece Phillips eğrisi çerçevesinde, seçim öncesinde üretim ve istihdamın, seçim sonrasında enflasyonun arttığı bir durum söz konusudur. Yani bir anlamda, kısa ve uzun dönem Phillips ilişkisi geçerli olmaktadır. Kısa dönemde Phillips eğrisi, fiyatların aynı anda artmaması veya artırılmaması nedeniyle, uzun dönem Phillips eğrisinden sapmaktadır (Kotwal, 1987; Eren, 1993; Alesina, vd., 1997). Bu yaklaşıma göre, enflasyonun hükümetler tarafından yaratılması yani arz enflasyonu olarak nitelendirilebilmekle birlikte, seçmen gruplarının hükümetler üzerindeki lobi faaliyetleri dikkate alındığında aynı zamanda bir talep enflasyonu da söz konusu olabilmektedir. Çünkü, örneğin işçi sendikalarının, işveren örgütlerinin ve çiftçi gruplarının hükümetler üzerinde ciddi baskıları olabilmektedir. Ancak baskı gruplarının etkisiyle olsun ya da olmasın, sonuçta politikacılar tarafından yaratılan veya sürdürülen bütçe açıkları enflasyonun potansiyel nedeni olarak değerlendirilmektedir (Kotwal, 1987; Eren, 1993; Alesina, vd., 1997). 4 Para kuralı uygulamasında, para arzının hedef alınmasını öneren Monetarist ve Rasyonel bekleyişlerin aksine, bu yaklaşımda faiz oranı önerilmektedir. Ayrıca, uygulamada özellikle 1990’lı yıllarda para kuralı olarak döviz kuru çıpa olarak alınmış, son yıllarda ise enflasyon hedeflemesi uygulamaları gündeme gelmiştir (Bu konuda bkz. Oktar, 1998; Alparslan ve Erdönmez, 2000). 26 1.3. Genel Değerlendirme Buraya kadar yapılan açıklamalardan da görüleceği üzere, enflasyonun nedeni olarak pek çok faktör ileri sürülmektedir. En genel biçimde sınıflandırmak gerekirse, enflasyonun talep (parasal) ve arz yönlü (reel) şoklar ile bekleyişlerin rol oynadıkları bir olgu olarak değerlendirilmesi mümkün olacaktır. Bununla birlikte bu tür bir sınıflandırma temelinde, ekonomilerin dışa açıldığı veya küreselleştiği bir dünyada, özellikle gelişmekte olan ülkelerdeki enflasyon dinamiklerinin açıklanması çok gerçekçi bir yaklaşım olmamaktadır. Bir başka deyişle, enflasyon, ekonomideki teknoloji düzeyine, dışa açıklık ve bağımlılık derecesine, piyasaların gelişmişlik düzeyine, politik yapı ve kurumsal özelliklere bağlı olarak değerlendirilmesi gereken kompleks ve dinamik bir süreç olarak ele alınması gerekmektedir. Örneğin, faiz oranlarının yanı sıra sermaye hareketlerinin de serbestleştirildiği bir ortamda, finansal piyasaların yapısına da bağlı olarak, bekleyişler ve dolayısıyla döviz kuru gibi değişkenler çok istikrarsız bir görünüm sergileyebilmekte; ücret ve fiyatların esnek olmaması ve hükümetlerin izledikleri politikalara duyulan güvensizlikle birleştiğinde, enflasyon pek çok değişkenin birlikte etkilediği bir olgu olarak ortaya çıkabilmektedir. Sonuç olarak, herhangi bir ülkedeki enflasyon analizinde, bu faktörlerin bir arada değerlendirilmesi daha kapsayıcı bir yaklaşım olacaktır. Bu bakımdan Türkiye’deki enflasyon analizi de bu çerçevede yapılacaktır. 27 İKİNCİ BÖLÜM TÜRKİYE’DE ENFLASYON (1980-2000) Enflasyonun nedenlerine ilişkin teorik açıklamalardan sonra, bu bölümde Türkiye’de 1980-2000 döneminde yaşanan enflasyon olgusu analiz edilecektir. Söz konusu dönemin seçilmesinin nedeni, 24 Ocak 1980 İstikrar Kararları ile birlikte Türkiye ekonomisinin önemli yapısal değişiklere uğramış olmasıdır. Bu nedenle, söz konusu analize geçmeden önce, hem bu yapısal değişikleri hazırlayan şartları ortaya koyabilmek hem de Türkiye’de yaşanan enflasyonist sürecin genel bir resmini çizebilmek amacıyla, enflasyon olgusu 1980 öncesi ve sonrası olmak üzere iki alt dönemde tarihsel bir perspektif içinde genel olarak değerlendirilecektir. 2.1. Türkiye’deki Enflasyonun Tarihsel Arkaplanı 2.1.1. 1980 Öncesi Enflasyon Türkiye ekonomisinde yüksek oranlı enflasyon olgusuna ilk olarak 1950’li yılların ikinci yarısında rastlanmaktadır. Cumhuriyet tarihinin en temel dönüm noktalarından birini oluşturan 1946 yılı ile başlayan, bir anlamda hem iktisadi hem de siyasi liberalizm rüzgarlarının estiği süreç içinde ele alınabilecek 1950’li yılların ilk yarısında enflasyon oranlarının görece düşük olduğu gözlenmektedir. 1946 yılında çok partili hayata geçilmesinin ardından 14 Mayıs 1950 tarihinde Demokrat Partinin iktidara gelmesiyle birlikte söz konusu dönem, iktisadi bakımdan kapalı, korumacı, dış dengeye dayalı ve içe dönük iktisat politikalarının giderek gevşetildiği; ithalatın, serbestleştirilmesi sonucunda büyük ölçüde arttığı; dolayısıyla dış açıkların kronikleşmeye başladığı ve gittikçe dış yardım ve kredilere bağımlı bir ekonomik yapının yerleşmeye başladığı yıllar olmuştur (Boratav, 2003). Tablo 1’de de görüldüğü gibi TÜFE, TEFE ve GSMH deflatör değerleri dikkate alındığında ortalama yüzde 4-5 civarında gerçekleşen enflasyon oranları, 1950’li yılların ikinci yarısında önemli ölçüde yükselmiştir. Tarımsal üretimin düştüğü, büyüme hızının yavaşladığı, dış açıkların giderek arttığı, 28 dış yardımların kısıldığı ve devalüasyon baskılarının arttığı 1950’li yılların ikinci yarısında, 4 Ağustos 1958’de uygulamaya konulan İstikrar Politikalarına rağmen fiyat artışlarındaki yükselişler önlenememiş, 1956-1959 döneminde ortalama enflasyon oranları yüzde 20’ler düzeyinde gerçekleşmiştir (Karluk, 1996; Boratav, 2003). 27 Mayıs Askeri Müdahalesinin yapıldığı 1960 yılı ile 10 Ağustos İstikrar Kararlarının alındığı 1970 yılları arasındaki dönemde enflasyon oranlarının önemli ölçüde düştüğü gözlenmektedir. Korumacı dış ticaret politikası devam etmekle birlikte 1963 yılından itibaren planlı kalkınma modeline geçilen Türkiye ekonomisinde, izlenen popülist politikalara rağmen 1960-1970 dönemi enflasyon oranları ortalama yüzde 5-6 dolayında gerçekleşmiştir (bkz. Tablo-1). Tablo 1: Türkiye'de 1980 Öncesi Enflasyon Oranları Yıllar TEFE (%) TÜFE (%) GSMH Deflatörü (%) Yıllar TEFE (%) TÜFE (%) GSMH Deflatörü (%) 1950 -10,2 -4,3 -2,1 1965 8,1 6,7 4,3 1951 6,7 -1,1 6,5 1966 4,8 5,5 6,4 1952 0,8 5,1 2,7 1967 7,6 6,3 6,5 1953 2,3 4,8 4,8 1968 3,2 4,1 3,9 1954 11,0 9,0 5,1 1969 7,2 5,7 7,2 1955 7,2 11,9 11,3 1970 6,7 11,8 8,5 1956 16,8 11,5 11,8 1971 15,9 21,8 17,4 1957 18,7 12,5 23,3 1972 18,0 15,3 10,2 1958 15,1 15,7 14,2 1973 20,5 15,8 21,1 1959 19,5 22,6 19,9 1974 29,9 15,4 30,5 1960 5,3 7,4 3,3 1975 10,1 19,0 21,2 1961 2,9 1,3 4,1 1976 15,6 16,4 15,3 1962 5,7 3,8 9,5 1977 24,1 22,5 24,0 1963 4,2 6,5 5,7 1978 52,6 53,3 46,7 1964 1,2 0,8 2,6 1979 63,9 62,0 75,6 Kaynak: DİE, İstatistik Göstergeler (1923-2002). Ancak Türkiye ekonomisi, büyüme hızının ortalama yüzde 6,5 olarak gerçekleştiği istikrar içinde kalkınma modelinden 1970’li yıllardan itibaren uzaklaşmaya başlamıştır. 1960’lı yıllar boyunca dış ticaret açıklarının artması, Türk Lirasının aşırı değerlenmesi ve işçi dövizlerinin azalması gibi nedenlerle yaşanan büyük darboğazların aşılabilmesi için, 1968 yılından itibaren başta IMF olmak üzere 29 dış çevrelerin de etkisiyle 1970 İstikrar politikaları uygulamaya konulmuştur. Bu politikalar çerçevesinde %66,6 oranında bir devalüasyon yapılmış (1 Dolar 9 liradan 15 liraya çıkarılmıştır), faiz ve vergiler yükseltilmiş, ücret ve maaşlar dondurulmuş, KİT ürünlerine %50 zam yapılmıştır (Karluk, 1996; Boratav, 2003). Bununla birlikte, istikrar kararlarına rağmen söz konusu döneme 1973-74 ve 1978-79 dünya petrol fiyatlarındaki ani sıçramalar damgasını vurmuş, 1973 yılından itibaren yükselen bir trende sahip kronik enflasyon Türk ekonomisinin temel bir özelliği haline gelmiştir. 1973-74 yıllarında enflasyon oranları tüketici fiyatlarında ortalama yüzde 15, toptan eşya ve GSMH deflatör değerlerinde ortalama yüzde 25 dolayında gerçekleşmiştir. 1978-79 yıllarında ise tüm indeks değerleri ortalama yüzde 60 düzeylerinde seyretmiştir. Kısaca özetlenen bu süreç sonucunda enflasyon, Türkiye ekonomisinin temel bir özelliği haline gelmiş ve bu koşullar altında yaşanan ciddi ekonomik bunalımın etkisiyle, 1978-79 yıllarında temel amacı ödemeler dengesi ve KİT açıklarını kapatmak ve enflasyon oranını düşürmek olan İstikrar Kararları alınmıştır. Ancak bu istikrar programı siyasi ortamın giderek bozulması ve zayıf hükümetler nedeniyle etkin bir şekilde uygulanamamıştır. Dış borçların önemli ölçüde arttığı, ekonomik bunalımın gittikçe ağırlaştığı bu koşullar altında Türk ekonomisinde ciddi yapısal değişimlerin gerçekleştirilmesi gerektiği tartışılmaya başlanmış ve bu çerçevede 24 Ocak 1980 İstikrar Kararları alınmıştır. 2.1.2. 1980-2000 Döneminde Enflasyon 1970’li yılların sonlarında yaşanan ve ödemeler dengesi krizi şeklinde patlak veren ve giderek derinleşen ekonomik ve sosyal krizle birlikte, Türkiye ekonomisinde 1980 yılının başından itibaren ekonomide dışa açılma ve liberalleşme tartışmaları başlamıştır. 1980 sonrası dönem, içe dönük ve ithal ikamesine dayalı büyüme stratejisinden, dışa dönük büyüme stratejisine ve serbest piyasa mekanizmasına geçiş için ilk adımların atıldığı yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur. Dış ticaretin serbestleştirilmesiyle başlayan liberalleşme süreci, mali piyasaların ve nihayet 1989 yılında sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesiyle devam eden süreçte, çeşitli hükümetler tarafından 24 Ocak 1980 Kararları başta olmak üzere çok 30 sayıda istikrar politikaları ve enflasyonla mücadele programları uygulamaya konulmuştur. Uygulamaya konulan istikrar politikaları, ekonomide köklü yapısal değişiklikleri içermenin yanı sıra, enflasyonun nedenlerine ilişkin temel bakış açılarını da ortaya koymaktadır. Dolayısıyla Türkiye’de uygulamada enflasyon konusundaki temel yaklaşımların ortaya konulabilmesi açısından öncelikle istikrar politikaları üzerinde kısaca durmakta fayda vardır. 2.1.2.1. İstikrar Politikaları Temel hedefi genellikle ödemeler dengesini iyileştirme, kamu açıklarını azaltma ve enflasyonu düşürmek olan geleneksel istikrar politikaları, ortodoks ve heterodoks istikrar programları olmak üzere iki temel grup altında sınıflandırılmaktadır. İstikrar programları ekonomide herhangi bir nedenle bozulan arz-talep dengesizliklerini giderebilmek ve yüksek enflasyon ve cari açık gibi problemleri çözmeyi hedeflediği için, programlarda içerilen politikalar, arz yönlü ve talep yönlü olmak üzere iki grup altında incelenmektedir. Ana hedefi nihai talep düzeyini kontrol altına almak olan talep yönlü politikalar fazla talebi, sıkı maliye, para ve kredi politikaları aracılığıyla düşürmeyi hedeflemektedir. Arz yönlü politikalar ise, reel mal ve hizmet hacmini artırmayı hedeflemektedir; bu amaçla yatırım-tasarruf teşviklerini, eğitim ve teknolojik gelişmeyi, ticaret kısıtlamalarının, vergi ve sübvansiyon politikalarının, monopollerin, uygulanan kur ve fiyat politikalarının ekonomide yarattığı bozulmaları iyileştirecek politikaları içermektedir. Temelde birbirlerinin tamamlayıcısı olmakla birlikte, arz yönlü politikalar çoğunlukla mikroekonomik özellikler taşırken, talep yönlü politikalar makroekonomik bir karakterdedir (Khan ve Knight, 1982). Ortodoks istikrar programları, bu iki politika kombinasyonundan oluşan ve temelde makroekonomik dengeyi hedefleyen programlardır. Reel ve parasal dengenin sağlanmasıyla gerçekleşecek olan makro dengenin kurulması için sıkı para ve maliye politikaları, serbest dış ticaret ve fiyat politikalarından oluşmaktadır. Kamu harcamalarının azaltılması, para arzının daraltılması ve ticaret engellerinin kaldırılması gibi politikalar bu politikalara örnek olarak verilebilir. Uygulanan sıkı para ve maliye politikalarının ekonomide daralma yaratarak, aşırı talebi ve böylece 31 enflasyonu düşürmesi beklenmektedir. Ortodoks programlarda fiyat istikrarını sağlamak için parasal araçlar çıpa olarak kullanılmaktadır. Bir başka ifade ile bu programlarda enflasyon, tıpkı monetarist açıklamalarda olduğu gibi, para arzındaki genişlemeyle, para arzındaki artışın enflasyonist etki yaratması ise kamu harcamalarındaki artışla açıklanmaktadır (Boratav, 1990; Beckerman, 1992; Uygur, 1993; Oktar, 1994; Karluk, 1996). Yüksek enflasyon oranlarını kısa sürede ani ve hızlı bir biçimde düşürmeyi hedefleyen heterodoks istikrar politikalarında ise, genellikle bir toplumsal anlaşma çerçevesinde ücret, faiz, döviz kuru gibi tüm fiyatlardan en azından bir bölümünün dondurulduğu gelirler politikası içerilmektedir. Heterodoks istikrar politikalarının hedef aldığı temel konsept yüksek kronik enflasyondur. Buna göre, iktisadi ajanların geçmiş dönem enflasyonunun cari dönemde de gerçekleşeceğini inanmaları ve bekleyişlerini bu doğrultuda ayarlamaları durumunda dünkü enflasyon bugünkü enflasyon olarak gerçekleşecektir. Dolayısıyla dünkü enflasyonla bugünkü enflasyon arasındaki ilişkilerin kırılması, süregelen enflasyon bekleyişlerinin frenlenmesi bu tür politikaların temel hedefi olmaktadır. Enflasyonist bekleyişlerin kırılabilmesi için ücret ve fiyatların dondurulmasının yanında, anahtar bir fiyatta istikrarın sağlanması önemli olmaktadır. Genelde döviz kurunun çıpa olarak kullanıldığı heterodoks istikrar programlarında amaç döviz kurunda düşüş beklentilerini ve dolayısıyla enflasyonu kontrol altına almaktır. Ücret, fiyat ve döviz kurlarının sabitlenmesinin yanında bu programlarda öne çıkan bir başka temel nokta mali disiplinin sağlanmasıdır. Uygulamada, fiyatlar sabit tutulduğu için programın başında enflasyon oranları hızla düşmektedir. Ancak enflasyon oranındaki bu düşüşle birlikte “Olivera-Tanzi Etkisini”5 tersine çevirmekte, reel vergi gelirleri otomatik olarak artacağından bütçe açıkları büyük ölçüde kapanmaya başlayacaktır. Ancak, fiyat kontrolleri kaldırıldığında enflasyon tekrar yükselmeye başladığında, söz konusu etki nedeniyle vergi gelirlerinde yeniden azalma ortaya çıkabileceği için mali disiplinin sağlanmış olması zorunlu olmaktadır. Bir başka deyişle, programın başarısı için mali dengenin sürdürülebilirliği şart koşulmakta, bunun içinde sıkı mali önlemlerin 5 Olivera-Tanzi Etkisi, yüksek enflasyon vergi gelirlerini azaltması, yüksek enflasyonun sona ermesinin de vergi gelirlerini azaltmasıdır. Bu etki, vergi tahakkuk ve tahsilatı arasında gecikmeden dolayı ortaya çıkmaktadır. Bu konudaki ayrıntılı açıklamalar için bkz. Kiguel ve Liviatan (1992) ve Oktar (1994). 32 alınması özellikle de kamu harcamalarının kısılması öne sürülmektedir (Kiguel ve Liviatan, 1992; Uygur, 1993; Oktar, 1994; Karluk, 1996). İstikrar politikalarının özellikle de ortodoks programların uygulanması büyüme ve istihdam açısından belli maliyetler getirebilmektedir. Bu bakımdan politikaların başarılı bir şekilde uygulanabilmesi ve kredibilitesinin artırılabilmesi için, zaten kaynak sıkıntısı çeken gelişmekte olan ülkeler açısından dış yardım büyük önem arz etmektedir. Bu noktada IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar tarafından hazırlanan yapısal uyum ve istikrar politikaları gündeme gelmektedir. IMF tipi istikrar politikaları olarak nitelendirilen ve neoklasik ve monetarist yaklaşımlarla hazırlanan istikrar programlarının iki temel hedefi ödemeler dengesini düzeltmek ve enflasyonu düşürmektir (Boratav, 1990; Beckerman, 1992). Enflasyonist sürecin kırılması için ekonomik rejim değişikliğinin gerekliliğinin enflasyonun ardında yatan rasyonel olarak görüldüğü IMF’in istikrar anlayışında, yapısal reformlar heterodoks istikrar programlarının temel başarı koşulu olarak görülmektedir. Yapısal reformların uygulamanın zor olduğu durumlarda ise ortodoks politikalar tek seçenek olarak değerlendirilmektedir (IMF, 1994). Nitekim IMF tipi programlar genellikle talep yönlü politikalara dayalı ortodoks yaklaşıma göre hazırlanmaktadır. Geleneksel parasalcı yaklaşımla hazırlanan programlara göre, kısa dönemde paranın dolaşım hızı sabittir. Uluslararası rezervlerden ve yurtiçi banka kredilerinden oluşan para arzı dışsal olarak belirlenmektedir. Denge durumunda para talebinden fazla kredi yaratılıyorsa denge rezerv düşüşüyle sağlanacaktır. Öte yandan fazla kredi yaratılması durumunda toplam harcamalar toplam gelirleri aşacağı için cari açık oluşacaktır. Bu nedenle kısa dönemde üretim, fiyatlar ve paranın dolaşım hızı sabit olduğu için harcamaları gelire eşitlemenin tek yolu kredi yaratımını sınırlamaktır. Dış denge sağlandıktan sonra enflasyonu düşürebilmek için para arzı kontrol altına alınmalıdır. Böylece bu tip istikrar programlarında öne çıkan politikalardan biri sıkı para politikası olmaktadır. Bunun yanı sıra, ihracatı artırarak ödemeler dengesini iyileştirmek ve talep yönünden reel gelir ve harcamaları azaltmak için devalüasyona dayalı kur politikası, istikrar programlarının vazgeçilmez unsurlarından biridir. Yine bütçe açığını kapatmak, toplam talep baskılarını azaltmak ve açıkların para basılarak finanse edilmesini engellemek amacıyla, kamu 33 harcamalarını kısmak, vergileri artırmak, sübvansiyonları azaltmak ve KİT ürünlerin zam yapmak şeklinde özetlenebilecek maliye politikaları da IMF tipi istikrar programlarının en önemli parçalarındandır. Nihayet ticaretin ve mali piyasaların serbestleştirilmesine dayalı serbest ticaret ve finansal politikalar bu tip istikrar programlarının temel özellikleri arasında yer almaktadır (Taylor, 1988; Beckerman, 1992). Yüksek oranlı enflasyonları önleyebilmek amacıyla Türkiye’de de 1950’li yıllardan bu yana çeşitli istikrar politikaları uygulanagelmiştir. Bununla beraber ekonomide en köklü değişim 24 Ocak 1980 İstikrar Kararlarıyla gerçekleşmiş ve enflasyon bu kararlar doğrultusunda uygulamaya konulan politikalar çerçevesinde önlenmeye çalışılmıştır. Şimdi bu kararlar ana hatlarıyla açıklanarak 1980-2000 döneminde yaşanan enflasyonun genel bir profili çizilecek ve enflasyonun nedenleriyle ilgili bakış açısı belirlenmeye çalışılacaktır. 2.1.2.2. 24 Ocak 1980 Kararları ve 1980 Sonrasında Enflasyon 24 Ocak 1980 İstikrar Kararları, Türk ekonomisinde 1980-2000 döneminde meydana gelen temel yapısal değişikliklere damgasını vuran bir istikrar paketi olma özelliği taşımaktadır. “Yapısal Uyum Programı” ve “Yapısal Değişim Programı” farklı isimlerle de anılan bu kararların arkasında yatan temel felsefe, ekonomide devlet müdahalesinin asgari düzeye indirilmesi, piyasa ekonomisine işlerlik kazandırılması ve fiyat mekanizmasına geçerlilik kazandırmaktır. Bu temel düşünce çerçevesinde, öncelikle ödemeler dengesinin iyileştirilmesi, enflasyonun düşürülmesi ve döviz darboğazlarının giderilmesi amacı ile Türk ekonomisinin yeniden yapılandırılmasına yönelik olarak “piyasa aksaklıklarını” ortadan kaldırmayı amaçlayan neoliberal politikalar uygulamaya konulmuştur (Arıcanlı ve Rodrik, 1990; Aras, 1993; Karluk, 1996). Neoliberal politikaların temellerinden biri dış ticaretin serbestleştirilmesi uygulaması olmuştur. 1980 yapısal uyum ve serbestleşme programında, kaynakların etkin dağılımı ve üretim faktörlerinin verimliliğini düşüren dış ticaret engellerinin kaldırılmasıyla, bir yandan ihracatın gelişmesinin sağlanacağı diğer yandan imalat sanayinin rekabet gücünün artırılacağı öngörülmekteydi. Temel hedefi ihracatın 34 özendirilmesi olan bu program doğrultusunda dış ticaret serbestleştirilirken, zaman içinde bu amaçla ihracata vergi iadesi, ihracatçıların desteklenmesine yönelik tercihli krediler, Destekleme ve Fiyat İstikrar Fonu’ndan yapılan ödemeler gibi pek çok önlem uygulanmıştır. Nihayet dış ticaret politikalarındaki liberalleşme, 1995 yılında Avrupa Birliği ile Gümrük Birliğinin gerçekleştirilmesiyle tamamlanmıştır (Arıcanlı ve Rodrik, 1990; Aras, 1993; Togan, 1994; Boratav, 2003). 24 Ocak Kararlarının temel yapı taşlarından bir diğerini ise finansal piyasalarda serbestleşmeye gidilmesi oluşturmaktadır. Zira Türkiye ekonomisi, 1980’li yılların başlangıcında neoliberal iktisatçıların “finansal baskı” olarak nitelendirdikleri koşullar altında bulunmaktadır. McKinnon-Shaw Hipotezi olarak bilinen bu yaklaşım çerçevesinde finansal piyasa, kurum ve araçlar yaygınlık ve derinlik açısından bir baskı altındadır. Sermaye piyasası faaliyetleri oldukça düşük düzeydedir ve bankacılık sistemi genellikle mevduat toplayıp kredi verme şeklinde özetlenebilecek klasik bankacılık anlayışındadır. Yabancı kişi ve kurumların yurtiçi sermaye piyasalarına girişlerine izin verilmemektedir. Döviz piyasaları kontrol altında tutulmaktadır ve döviz cinsinden varlıkların yurt dışına çıkarılmasında çeşitli sınırlamalar vardır. Selektif kredi uygulaması nedeniyle piyasa fiyatının altında tutulan faiz oranlarının yanı sıra, uygulanan sabit kur politikası sonucunda yerli paranın aşırı değerlenmesi nedeniyle ihracata yönelik sanayi olumsuz yönde etkilenmektedir (Toprak, 1993; Akçay ve Öğretmen, 1995; Saraçoğlu, 1997). Dolayısıyla, faiz oranlarının piyasa koşullarında oluştuğu, ekonominin ticaretin yanı sıra finansal olarak da rekabete açıldığı “finansal derinleşme” ortamında, hem makroekonomik istikrar hem de ekonomik kalkınma üzerinde olumlu etkiler sağlanacaktır. Çünkü finansal serbestleşme sonrasında artan faiz oranları tasarruf artışına neden olacaktır, bu ise yatırıma dönüştürülebilecek kaynakları artırarak ekonomik kalkınmanın finansmanına imkan sağlanmış olacaktır. Ayrıca tasarruf artışı sonucunda tüketim de kısılacağından, enflasyonist baskılar ortadan kalkacaktır (Eser, 1993 ve 1996; Önder, vd., 1993; Ersel, 1996). Bu düşüncelerin etkisiyle, 24 Ocak Kararlarıyla birlikte 1980 yılının Temmuz ayında vadeli mevduat ve kredi faiz oranları serbest bırakılarak “finansal derinleşme” 35 sürecine girilmiştir. Bundan başka, 1984 yılında kambiyo rejimi serbestleştirilerek bankaların ve yerleşiklerin döviz işlemleri yapabilmelerine olanak tanınmıştır. Ayrıca Sermaye Piyasası Kurulu faaliyete geçmiş (1983), İstanbul Menkul Kıymetler Borsası işler hale getirilmiş (1986), bankalar arası piyasa kurulmuş, gelir ortaklığı senetleri ve yatırım fonları gibi finansal araçlar çeşitlenmiştir. Söz konusu Kararlar doğrultusunda gerçekleştirilen en çarpıcı yenilik finansal liberalizasyonun son ögesi olan dış finansal serbestleşmenin yapılması olmuştur. Finansal anlamda dış dünya ile bütünleşmek amacıyla Ağustos 1989’da kabul edilen 32 Sayılı Kararname ile sermaye hareketleri serbestleştirilmiştir. Böylece yerleşiklere döviz mevduatları, bono ve hisse senetlerinden oluşan fonları serbestçe hareket ettirmeleri sağlanırken, yerleşik olmayanlara da aynı haklar tanınmıştır (Aras, 1993; Toprak, 1996; Ersel, 1996; Boratav, 2003). Bu yapısal değişikliklerin yanı sıra reel devalüasyonlar doğrultusunda işletilen bir kur politikası, pahalı döviz, ucuz kredi ve vergi iadesi gibi teşvik ve sübvansiyonlarla desteklenen dış ticaret politikası, iç talebin daraltılmasına yönelik sıkı para ve maliye politikaları ile düşük ücret politikalarıyla tipik bir ortodoks yaklaşım özelliği gösteren bu istikrar kararlarına rağmen enflasyonun düşürülmesinde ciddi ve sürekli bir başarı sağlanamamıştır (Celasun, 1994; Boratav, 2003). 1981-1983 döneminde askeri rejimin de etkisiyle uygulamaya konulan politikaların sonucu enflasyon oranı önemli ölçüde düşmüş, 1981-87 döneminde ortalama %35-38 dolayında gerçekleşmiştir. Düşük ücret-değerlenmemiş kur politikasından yüksek ücret değerli kur politikasına geçmenin yanı sıra ithalat tarife oranlarının ciddi ölçüde düşürüldüğü, popülist politikalar nedeniyle gevşetilen sıkı maliye politikaları sonucunda artan kamu harcamaları gittikçe artan oranda iç borçlanmayla finanse edilmiştir. Böylece bir yandan iç talebin diğer yandan Kamu Kesimi Borçlanma Gereği ve dolayısıyla iç borç stokunun arttığı 1988 sonrası dönemde enflasyon oranı yükselmiş, 1988-1993 döneminde ortalama %60-66 civarında gerçekleşmiştir. 1990 yılından itibaren kamu kesimi açıklarının hızla artması, vergi gelirlerinin iç borç servisine bile yetmemesi, kamunun nakit açığını ağırlıklı olarak iç borçlanmayla finanse etmesi, bu açığı kapatmak için dış borca ve 36 Merkez Bankası kaynaklarına yönelmesi ile bozulan ekonomik dengeler sonucu 5 Nisan 1994 Krizi yaşanmıştır. Kamu iç borçlanma krizi olarak patlak veren kriz sonrasında enflasyon, % 120’lik oranla tarihinin en yüksek düzeyine ulaşmıştır. 1994 yılında uygulanan ve 5 Nisan Kararları olarak bilinen istikrar tedbirlerine rağmen enflasyon oranı 1995 yılında ancak % 88-90 düzeylerine gerilemiştir. Ne 5 Nisan Kararları ne de ekonomiyi Asya ve Rusya Krizlerinin etkilerinden korumayı amaçlayan 1997-1999 enflasyonla mücadele programları enflasyon oranlarında kalıcı bir düşüşe yol açamamış, enflasyon oranları % 80-85’ler civarında gerçekleşmiştir. 24 Ocak Kararlarının alındığı 1980 yılı ile sermaye hareketlerinin serbestleştirildiği 1989 yılı arasında ortalama % 49-50 dolayında olan enflasyon oranı, 1990-2000 döneminde ortalama % 70’ler düzeyindedir. 1980-2000 dönemine bakıldığında önemli iniş çıkışlar görülmekle birlikte, enflasyon oranının %60’lar düzeyinde gerçekleştiği gözlenmektedir (bkz. Tablo-2). Tablo 2: Türkiye'de 1980-2000 Döneminde Enflasyon Oranları Yıllar TEFE (%) TÜFE (%) GSMH Deflatörü (%) Yıllar TEFE (%) TÜFE (%) GSMH Deflatörü (%) 1980 107,2 101,4 89,6 1991 55,3 66,0 59,2 1981 36,8 34,0 44,3 1992 62,1 70,1 63,5 1982 27,0 28,4 28,3 1993 58,4 66,1 67,4 1983 30,5 31,4 26,0 1994 120,7 106,3 107,3 1984 50,3 48,4 48,5 1995 88,8 93,6 87,2 1985 43,2 45,0 52,9 1996 75,9 80,4 78,0 1986 29,6 34,6 35,6 1997 81,8 85,7 81,2 1987 32,1 38,9 33,5 1998 71,8 84,6 75,3 1988 68,3 73,7 69,7 1999 53,1 64,9 55,8 1989 64,0 63,3 75,5 2000 51,4 54,9 1990 Ort. 60,0 63,4 52,3 60,3 57,6 Kaynak: DİE, İstatistik Göstergeler 1923-2002, DİE Yay. No: 2790, Ankara. 50,9 61,3 37 2.2. Türkiye’de 1980-2000 Döneminde Makroekonomik Göstergelerle Enflasyon Arasındaki İlişki Bu bölümde, 1980-2000 döneminde çeşitli makroekonomik göstergelerle enflasyon arasındaki ilişkiler ele alınarak, söz konusu dönemler içerisinde uygulanan istikrar politikası yaklaşımları çerçevesinde Türkiye’de yaşanan enflasyonun açıklanıp açıklanamayacağı değerlendirilecektir. Ancak bu değerlendirmenin daha iyi yapılabilmesi açısından, söz konusu dönemde Türk ekonomisinde yaşanan değişimler ana hatları itibariyle ele alınmaktadır. 2.2.1. 1980-2000 Döneminde Türk Ekonomisinin Evrimi 2.2.1.1. Dış Ticaret Daha önce de ifade edildiği gibi, 24 Ocak 1980 Yapısal Uyum ve İstikrar Kararlarının temel amaçlarından biri de, ihracata dayalı kalkınma stratejisi bağlamında ekonomiyi dış açmaktı. Ekonominin dışa açıklığının temel göstergeleri dış ticaretin önündeki engellerin kaldırılması ve hem yurtiçi hem de yurtdışı finansal piyasaların liberalize edilmesidir. Türkiye’de dış ticaret, daha önce de ifade edilen amaç ve hedeflere ulaşabilmek için alınan 1980 Kararları ve bu kararlar doğrultusunda uygulamaya konulan politikalar ve nihayet 1995 yılında Avrupa Birliği ile yapılan Gümrük Birliği anlaşmasıyla tamamen serbestleşmiştir. Finansal liberalizasyon ise, 1981 yılında faiz oranları üzerindeki kontrollerin kaldırılması, 1984 yılında döviz piyasalarının serbestleştirilmesi, 1986 yılında İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’nın açılması, 1987 yılında Merkez Bankasının açık piyasa işlemlerine başlaması ve nihayet 1989 yılında yürürlüğe konulan 32 Sayılı Kararname ile sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi ve konvertibiliteye geçilmesi ile tamamlanmıştır. Tablo 3’ten görüleceği üzere, ticari liberalizasyon hiç kuşkusuz ekonominin dışa açıklığını artırmıştır. 1980-95 döneminde GSMH içindeki payı ortalama % 25,6 civarında gerçekleşen toplam dış ticaret, gümrük birliği anlaşmasıyla birlikte 1996- 38 2000 döneminde ortalama olarak % 37,6 düzeylerine çıkmıştır. Bununla birlikte, dış ticaretin serbestleşmesiyle birlikte, beklenenin aksine, ihracattan ziyade ithalatın payı büyümüştür. Tablo 3: 1980-2000 Dönemi Dış Ticaret Göstergeleri (GSMH'daki Paylar %) İhracatın Dış Büyüme Toplam İthalatı Yıllar İhracat İthalat Ticaret Oranı Karşılama Dış Tic. Açığı (%) Oranı (%) 4,3 11,6 36,8 15,9 7,2 -2,8 1980 6,6 12,5 52,6 19,1 5,8 4,8 1981 8,9 13,8 65,0 22,7 4,7 3,1 1982 9,5 15,3 62,0 24,8 5,6 4,2 1983 12,1 18,2 66,3 30,3 6,0 7,1 1984 11,9 17,0 70,2 28,9 5,0 4,3 1985 9,9 14,8 67,1 24,7 4,8 6,8 1986 11,9 16,5 72,0 28,4 4,5 9,8 1987 12,9 15,8 81,4 28,7 2,9 1,5 1988 10,8 14,7 73,6 25,5 3,8 1,6 1989 8,6 14,8 58,1 23,4 6,1 9,4 1990 9,1 14,0 64,6 23,1 4,9 0,3 1991 9,3 14,5 64,3 23,8 5,1 6,4 1992 8,6 16,5 52,1 25,1 7,7 8,1 1993 13,7 17,6 77,8 31,3 3,9 -6,1 1994 12,7 21,0 60,6 33,7 8,2 8,0 1995 12,6 23,8 53,2 36,4 11,0 7,1 1996 13,7 25,2 54,1 38,9 11,5 8,3 1997 13,1 22,2 58,7 35,3 9,2 3,9 1998 14,4 22,0 65,4 36,4 7,5 -6,1 1999 13,9 27,3 51,0 41,2 13,3 6,3 2000 Kaynak: DPT, Ekonomik ve Sosyal Göstergeler (1950-2001); DİE, İstatistik Göstergeler 1923-2002. 1980 yılında ihracatın GSMH içindeki payı yüzde 4,3 düzeylerinde iken, finansal liberalizasyona gidilen 1989 yılına kadar bu oran yüzde 10-12 düzeylerine çıkmış, ancak sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesini takip eden ilk dört yılda bu pay gerilemiş, 1994 yılında yaşanan kriz sonrasında bu oran yeniden yüzde 13-14 düzeylerine çıkmıştır. Söz konusu dönem içinde tarım ürünleri ihracatı %56’lık düzeylerden dönem sonunda %7 düzeylerine kadar gerilerken; sanayi malları ihracatı yüzde 30’lardan yüzde 90’lara kadar ilerlemiştir (Tablo 3-4). 39 Asıl ilgi çekici gelişme toplam ithalatın payında meydana gelen artışlarda gözlenmektedir. 1980-1995 döneminde toplam ithalatın payı ortalama yüzde 15 düzeylerinde iken, 1996-2000 döneminde bu oran yüzde 25’lere çıkmıştır. Kuşkusuz bu sonuç, Türkiye’nin temel girdi ve yatırım malları bakımından dışa bağımlı olmasıyla açıklanabilecektir. Nitekim ithalatın çeşitli mal grupları arasındaki dağılımı da bunu doğrulamaktadır. Tablo 4’ten de izlenebileceği gibi yatırım malları ithalatının payı söz konusu dönemin ilk yarısında yaklaşık yüzde 15’lik düzeylerden ikinci yarısında yüzde 25 civarın yükselmiştir. Ancak söz konusu dönemin özellikle ikinci yarısında olmak üzere, tarım ürünleri ihracatının payı azalırken tüketim malları ithalatında ciddi artışlar olduğu gözlenmektedir (Tablo 3-4). Ticari liberalizasyonun sonuçları konusunda yapılabilecek bir başka gözlem, ihracatın ithalatı karşılama oranı, dış ticaret açığı ve ekonomik büyüme arasındaki ilişkiler bağlamındadır. Buna göre dış ticaret açının ve ihracatın ithalatı karşılama oranlarının görece yüksek olduğu dönemlerde, büyüme hızları ya negatif ya da çok düşük gerçekleşmiştir. Örneğin 1990, 1993, 1996, 1997 ve 2000 yıllarında dış ticaret açıkları sırasıyla yüzde 6.1, 7.7, 11.0, 11.5 ve 13.3 olarak gerçekleşmekte; buna karşılık aynı yıllarda ihracatın ithalatı karşılama oranları görece gerilerken, büyüme oranları da yüzde 9.4, 8.1, 7.1, 8.3 ve 6.3 olmuştur. Bu tarihleri izleyen yıllarda (1994, 1998-99 ve 2001) büyük krizler yaşanmış ve ithalatın ihracatı karşılama oranı yeniden yükselmiştir. Bütün bu açıklamalardan sonra denilebilir ki, 1980 sonrası dönemde ihracata dayalı kalkınma stratejisi benimsenmiş ve bu doğrultuda politikalar uygulanmış olmasına rağmen, ihracatın göreli olarak büyüdüğü yıllar, ekonomik büyümenin yavaşladığı hatta daraldığı yıllar olmuştur. Söz konusu sonucun özellikle finansal liberalizasyon sonrası dönemde gözlenmesinin temel nedenlerinden birinin, bu dönemde yabancı sermaye çekebilmek amacıyla izlenen aşırı değerli kur politikası olduğu söylenebilir. Bu nedenle ithalat ihracattan daha hızlı artmakta, böylece ekonominin ithalata bağımlılığı artarken, 1989 sonrası dönemde yaşanan yüksek oranlı enflasyonun nedenleri arasında ithalatın GSMH içindeki payının yanı sıra, döviz kuru hareketleri ile sermaye hareketlerinin de katılması gerekmektedir. 40 Tablo 4: İhracat ve İthalatın Dağılımı (GSMH İçindeki Paylar %) İktisadi Faaliyet Kollarına Göre Mal Gruplarına Göre İthalat İhracat Tarım Madencilik Sanayi Yatırım Tüketim Hammadde 56,5 6,6 36,9 10,1 4,6 85,3 1980 46,6 4,1 49,3 12,7 4,3 83,0 1981 36,5 3,0 60,5 14,0 4,8 81,2 1982 32,3 3,3 64,4 13,8 4,4 81,8 1983 23,9 3,4 72,7 13,1 4,9 82,0 1984 20,8 3,0 76,2 16,1 5,9 78,0 1985 24,1 3,3 72,6 21,0 7,4 71,6 1986 17,6 2,7 79,7 16,8 7,2 76,0 1987 19,7 3,1 77,2 17,8 6,7 75,5 1988 17,4 3,5 79,1 16,1 4,7 79,2 1989 17,4 2,5 80,1 18,1 9,4 72,5 1990 19,1 2,1 78,8 20,4 8,1 71,5 1991 14,5 1,8 83,7 21,1 8,1 70,8 1992 15,0 1,5 83,5 25,0 9,1 65,9 1993 12,7 1,5 85,8 22,4 6,4 71,2 1994 9,9 1,8 88,3 22,7 7,0 70,3 1995 10,6 1,6 87,8 23,7 10,4 65,9 1996 10,2 1,5 88,3 22,8 11,6 65,6 1997 9,9 1,4 88,7 23,1 12,5 64,4 1998 9,0 1,5 89,5 21,5 13,2 65,3 1999 7,1 1,4 91,5 20,8 13,7 65,5 2000 Kaynak: DPT, Ekonomik ve Sosyal Göstergeler (1950-2001); DİE, İstatistik Göstergeler 1923- 2002. Yıllar 2.2.1.2. Yabancı Sermaye Hareketleri Dış ticaretin serbestleştirilmesinin yanı sıra, sermaye hareketlerinin liberalizasyonuyla birlikte, reel kesime oranla finansal kesim dünya sermaye piyasalarıyla eklemlenme yolunda daha hızlı ilerlemiştir. Tablo 5’ten de görülebileceği gibi, doksanlı yıllarda toplam sermaye hareketleri seksenli yılların neredeyse yedi katına ulaşmış, 1980-90 döneminde ortalama 770 milyon dolar olarak gerçekleşirken bu rakam 1990’lı yıllarda ortalama 4266 milyon dolara çıkmıştır. Ancak bunun daha çok finansal araçların ve piyasaların gelişmesine bağlı olarak ortaya çıkan spekülatif nitelikli kısa vadeli sermaye girişleri ve portföy yatırımlarından oluştuğu, dolayısıyla reel büyüme açısından önemli bir katkısı olmadığı söylenebilir. Reel büyümeyle doğrudan ilişki içinde olan doğrudan yatırımların GSMH içindeki oldukça düşük düzeylerde seyretmiş; buna karşılık kısa 41 vadeli sermaye ve portföy yatırımlarının payı görece daha büyük fakat daha inişli çıkışlı bir seyir izlemiş, dolayısıyla toplam sermaye hareketleri de önemli ölçüde dalgalanmıştır (Tablo 5-6). Tablo 5: Yabancı Sermaye Hareketleri (Milyon $) Orta Cari ve Yıllar Toplam Uzun Denge Vadeli 672 -2 18 656 -3408 1980 899 121 95 683 -1936 1981 280 98 55 127 -952 1982 883 798 46 39 -1923 1983 73 -652 113 612 -1439 1984 1065 1479 99 -513 -1013 1985 2124 812 146 125 1041 -1435 1986 1891 50 282 106 1453 -806 1987 -958 -2281 1178 354 -209 1596 1988 780 -584 1386 663 -685 961 1989 4037 3000 547 700 -210 -2625 1990 -2397 -3020 623 783 -783 250 1991 3648 1396 2411 779 -938 -974 1992 8963 3054 3917 622 1370 -6433 1993 -4194 -5127 1158 559 -784 2631 1994 4643 3713 237 772 -79 -2339 1995 8763 5945 570 612 1636 -2437 1996 8737 1761 1634 554 4788 -2638 1997 448 2601 -6711 573 3985 1984 1998 4670 759 3429 138 344 -1360 1999 9610 4200 1022 112 4276 -9819 2000 Kaynak:DİE, İstatistik Göstergeler 1923-2002; http://www.tcmb.gov.tr Kısa Vadeli Portföy Doğrudan Yatırımları Yatırımlar Büyüme Hızı % -2,8 4,8 3,1 4,2 7,1 4,3 6,8 9,8 1,5 1,6 9,4 0,3 6,4 8,1 -6,1 8,0 7,1 8,3 3,9 -6,1 6,3 Sermaye hareketlerinde gözlemlenen bu dalgalanmalara paralel olarak, cari işlemler dengesi ve büyüme hızlarında da önemli düzensizliklerin yaşandığı söylenebilir. Toplam sermaye hareketlerinin pozitif ve göreli olarak yüksek olduğu dönemlerde büyüme hızı görece yüksek olurken; sermaye çıkışlarının yaşandığı yıllarda ise büyüme hızının düştüğü veya küçüldüğü görülmektedir. Örneğin, 1987, 1990, 1992-1993, 1995-1997 ve 2000 yılında önemli sayılabilecek sermaye girişleri olurken, büyüme hızları bu yıllarda sırasıyla yüzde 9.8, 9.4, 6.4, 8.1, 8.0, 7.1, 8.3 ve 6.3 olarak gerçekleşmiştir. İlginç olan, sermaye girişlerinin yaşandığı bu yılları sermaye çıkışı olan yıllar (1988, 1991, 1994 ve 2001) takip etmiş ve ekonomide 42 önemli daralma ve krizler ve dolayısıyla yeni istikrar paketleri veya enflasyonla mücadele programları arkasından gelmiştir (Boratav, 2003). Tablo 6: Yabancı Sermaye Hareketleri (GSMH İçindeki Paylar %) Yıllar Toplam 0,96 1980 1,24 1981 0,42 1982 1,42 1983 0,12 1984 1,56 1985 2,78 1986 2,16 1987 -1,05 1988 0,72 1989 2,65 1990 -1,57 1991 2,27 1992 4,92 1993 -3,20 1994 2,70 1995 4,74 1996 4,50 1997 0,22 1998 2,49 1999 4,77 2000 Kaynak: Tablo 5. Kısa Vadeli -0,003 0,166 0,149 1,283 -1,073 2,169 1,062 0,057 -2,507 -0,537 1,969 -1,982 0,868 1,678 -3,910 2,159 3,218 0,906 1,263 0,404 2,085 Portföy Doğrudan Yatırımları Yatırımlar 0,19 0,32 1,29 1,28 0,36 0,41 1,50 2,15 0,88 0,14 0,31 0,84 -3,26 1,83 0,51 0,03 0,13 0,08 0,07 0,19 0,15 0,16 0,12 0,39 0,61 0,46 0,51 0,48 0,34 0,43 0,45 0,33 0,29 0,28 0,07 0,06 Orta ve Uzun Vadeli 0,94 0,94 0,19 0,06 1,01 -0,75 1,36 1,66 -0,23 -0,63 -0,14 -0,51 -0,58 0,75 -0,60 -0,05 0,89 2,46 1,93 0,18 2,12 Cari Denge Büyüme % -4,89 -2,66 -1,44 -3,09 -2,37 -1,49 -1,88 -0,92 1,75 0,88 -1,72 0,16 -0,61 -3,53 2,01 -1,36 -1,32 -1,36 0,96 -0,72 -4,87 -2,8 4,8 3,1 4,2 7,1 4,3 6,8 9,8 1,5 1,6 9,4 0,3 6,4 8,1 -6,1 8,0 7,1 8,3 3,9 -6,1 6,3 2.2.1.3. Finansal Derinleşme ve Temel Parasal Göstergeler Daha önce de ifade edildiği gibi, 24 Ocak Kararlarının alınmasındaki temel kuramsal etken finansal baskı hipotezidir. Kısaca tekrar etmek gerekirse, bu hipoteze göre dış ticaretin yanı sıra faiz oranları, döviz kurları ve sermaye hareketlerinin serbestleşmesiyle birlikte, yurtiçi finansal piyasa ve kurumlar derinlik kazanacak, finansal araçlar çeşitlenecektir. Gerçekten de 1980 dönemi sonrasında Türkiye’de finansal derinleşmenin sağlandığı gözlenmektedir (bkz. Tablo 7). 43 Tablo 7: Temel Parasal Göstergeler (GSMH İçindeki Paylar %) Yıllar M1 M2 M2Y M2Y/M2 13,9 16,6 16,6 1980 12,7 20,4 20,4 1981 13,3 24,1 24,1 1982 15,0 23,6 23,6 1983 11,0 23,4 25,4 1984 10,3 24,4 28,0 114,52 1985 10,3 23,8 28,5 120,01 1986 11,5 23,5 30,7 130,35 1987 8,8 21,1 28,4 134,98 1988 8,5 20,5 26,6 129,98 1989 7,9 18,0 23,5 130,45 1990 7,4 18,5 26,5 143,49 1991 7,1 17,3 26,6 154,12 1992 6,5 14,1 23,7 167,49 1993 5,9 16,2 30,7 189,63 1994 4,9 16,0 30,7 192,15 1995 6,0 19,5 35,9 183,72 1996 5,4 19,3 36,3 188,45 1997 4,8 21,3 37,8 176,94 1998 6,0 28,6 51,3 179,24 1999 6,0 25,4 44,6 175,62 2000 * Döviz Kuru (1 $ + 1,5 DM) olarak hesaplanmıştır. Kaynak: DPT; http://www.tcmb.gov.tr; DİE. Toplam Finansal Varlıklar 22,8 26,7 31,2 30,7 32,2 33,6 35,2 33,8 33,4 33,5 27,7 32,9 42,2 57,0 54,2 49,2 61,5 72,6 67,9 90,0 87,5 Mevduat Döviz Faiz Kurundaki Oranları Değişme* 33,0 145,4 45,0 33,78 50,0 41,77 45,0 36,52 45,0 55,81 55,0 41,61 48,0 44,67 58,0 37,79 83,9 67,67 58,8 44,39 59,4 32,01 72,7 57,78 74,2 70,05 74,7 55,55 95,6 174,14 91,3 62,73 93,8 73,36 96,6 74,36 95,5 71,15 46,7 57,24 45,6 39,63 Tablo’dan da görüleceği gibi, finansal derinleşme göstergeleri kullanılan göstergelerden M1/GSMH oranı gittikçe küçülürken; M2’nin payında liberalleşmeden sonra görece bir düşüş gözlenmiş ancak bu oran dönem sonuna yeniden artmıştır. Bu anlamda en çarpıcı gelişmeler döviz mevduat hesaplarının da kapsandığı M2Y ile finansal varlık stokunun GSMH içindeki paylarında özellikle de 1989 sonrasında meydana gelmiştir. Bu iki oranın, bilhassa finansal varlıkların payında gözlemlenen önemli sıçramaların söz konusu dönemde ortaya çıkmasının nedenleri arasında kamu iç borçlanma oranındaki hızlı artışlar, buna bağlı olarak faiz oranlarında görülen önemli yükselmeler, enflasyonist bir ortamda paradan kaçış ya da para ikamesi olguları gösterilebilir (Önder, vd., 1993). Nitekim, para ikamesinin bir göstergesi olarak kullanılabilen M2Y/M2 oranı 1985 yılındaki 114,5 44 seviyelerinden önemli oranda devalüasyon yapılan 1994 Krizi sonrasında 192,1 düzeylerine çıkmış, dönem sonunda 175,6 düzeyinde gerçekleşmiştir (Tablo 7). Faiz oranlarındaki gelişmeler bağlamında ise finansal baskı hipotezinin öngörülerinin gerçekleşmediği gözlenmektedir. Zira bu hipoteze göre, iç ve dış finansal liberalizasyondan sonra, başlangıçta yükselen faiz oranları daha sonra düşerek dünya piyasalarındaki seviyelerine gelecektir. Ne var ki, söz konusu beklentinin tam aksine faiz oranları önemli ölçüde yükselerek mevduat oranlarında yüzde 95-96 seviyelerine çıkmış; iç borçlanma faiz oranlarında ise 1994 Kriziyle birlikte yüzde yüzleri aşarak önce 164.4, daha sonra 135.2 ve 127.2 gibi yüksek oranlara ulaşmıştır (bkz. Tablo 7-9). 2.2.1.4. Kamu Kesimindeki Gelişmeler 1980 yılında uygulamaya konulan istikrar programıyla birlikte kamu mali kesimine yönelik olarak, KDV ve ücretlilere uygulanan vergi iadesi gibi temel vergi düzenlemeleri başta olmak üzere, KİT’lerin özelleştirilmesi, harcamaların bütçe dışına kaydırılması amacıyla bütçe dışı fon uygulamalarının miktar ve hacim olarak genişletilmesi, ihracata teşvik primleri gibi önemli uygulamalar gerçekleşmiştir. Bununla birlikte, vergi tabanını genişletmeye yönelik politikalarda başarısız kalınmış, kayıt dışı ekonominin büyümesi önlenememiştir. Bu nedenle, kamu harcamalarının finansmanında önce dış, daha sonra da iç borçlanmaya başvurulmuş, böylece Türkiye’de kamu kesimi bir borç sarmalına sürüklenmiştir. Dönemin ilk yarısında yaklaşık olarak ortalama yüzde 2,5-3 civarındaki bütçe açıkları, ekonominin tamamen dışa açıldığı 1990 yıllarda ortalama yüzde 7’ye yükselirken dönem sonunda yüzde 11-12 düzeylerinde gerçekleşmiştir (Tablo 89). 45 Tablo 8: Kamu Kesimine Ait Seçilmiş Göstergeler (GSMH İçindeki Paylar %) Yıllar 1980 1981 1982 1983 1984 1985 1986 1987 1988 1989 1990 1991 1992 1993 1994 1995 1996 1997 1998 1999 2000 Bütçe Açığı 3,1 1,5 1,5 2,2 4,4 2,4 2,8 3,5 3,1 3,3 3,0 5,3 4,3 6,7 3,9 4,0 8,3 7,6 7,3 11,9 10,9 Toplam Borç 32,9 32,6 37,7 54,6 55,9 59,0 63,2 69,7 67,1 56,6 46,6 50,4 52,2 54,9 70,6 59,9 63,9 64,8 68,5 84,2 87,9 KKBG 8,8 4,0 3,5 4,9 5,4 3,8 3,7 6,1 4,8 5,3 7,4 10,2 10,6 12,0 7,9 5,0 8,7 7,7 9,4 15,6 12,5 İç Borç Dış Borç 13,6 12,4 12,6 22,8 20,9 20,9 20,5 23,0 22,0 18,2 14,4 17,3 17,6 17,9 20,6 17,3 21,0 21,4 21,7 29,3 29,0 22,6 22,8 27,1 30,3 34,1 37,4 42,0 46,1 44,8 38,4 32,2 33,1 34,6 37,0 50,0 42,6 42,9 43,4 46,8 54,9 59,4 İç Borç/ Toplam 21,6 25,5 23,6 21,2 28,0 24,1 25,9 25,3 31,1 30,8 29,8 27,5 28,3 27,8 21,7 25,8 29,8 31,3 31,5 34,5 32,7 Dış Borç/ Toplam 78,4 74,5 76,4 78,8 72,0 75,9 74,1 74,7 68,9 69,2 70,2 72,5 71,7 72,2 78,3 74,2 70,2 68,7 68,5 65,5 67,3 Kaynak: DPT, Sayılarla Türkiye Ekonomisi; DİE. Tablo 9: Kamu Kesimine Ait Seçilmiş Göstergeler (Devam) Yıllar 1980 1981 1982 1983 1984 1985 1986 1987 1988 1989 1990 1991 1992 1993 1994 1995 1996 1997 1998 1999 2000 İç Borç Bileşik Faiz 59,8 54,0 80,5 87,7 87,6 164,4 121,9 135,2 127,2 122,5 109,5 38,0 Faiz Ödemeleri/GSMH İç Borç Dış Borç Toplam 0,41 0,51 0,32 0,57 0,80 0,74 1,27 1,68 2,45 2,22 2,42 2,67 2,77 4,63 6,00 6,05 8,87 6,73 10,52 12,55 14,96 0,17 0,42 0,50 0,94 1,19 1,28 1,33 1,34 1,41 1,36 1,10 1,12 0,88 1,20 1,67 1,28 1,12 1,02 1,02 1,14 1,31 0,58 0,93 0,82 1,51 1,99 2,02 2,60 3,02 3,85 3,59 3,52 3,79 3,65 5,83 7,67 7,33 10,00 7,75 11,54 13,69 16,27 Faiz Ödemeleri/ Kamu Har. Dış İç Borç Toplam Borç 2,04 0,83 2,87 2,70 2,24 4,95 2,12 3,31 5,43 3,06 5,02 8,08 4,68 6,98 11,65 4,57 7,91 12,48 7,58 7,97 15,55 9,66 7,71 17,37 14,73 8,48 23,21 13,16 8,09 21,25 14,03 6,35 20,38 13,01 5,48 18,48 13,78 4,40 18,18 19,07 4,94 24,00 25,99 7,26 33,24 27,80 5,88 33,68 33,73 4,27 38,00 24,75 3,75 28,51 36,12 3,51 39,63 34,98 3,19 38,17 40,32 3,54 43,86 46 Bununla birlikte kamu kesimi borçlanma gereği de artmış, dönemin ilk yarısında ortalama yüzde 5’lerden 1990’lı yıllarda yüzde 10 seviyelerine yükselmiştir. Nitekim söz konusu dönemde toplam borçlarda yüzde 30’lu düzeylerden yüzde 80’lere çıkan önemli artışlar gözlenmiştir. Dönemin başlangıcında ağırlıklı olarak dış borçlanmayla finanse edilen kamu harcamaları, daha sonraları iç borçlanmayla finanse edilmeye başlanmıştır. Başlangıçta dış borçların toplam içindeki payı yüzde 78’ler düzeyinden dönem sonunda yüzde 68’lere düşerken; iç borçların toplam içinde payı yüzde 20’lerden yüzde 35 düzeylerine yükselmiştir (Tablo 8). Dolayısıyla, bir anlamda bu dönemde borcun borçla ödendiği bir sürecin de yaşandığı söylenebilir. Toplam borç miktarındaki bu artışlar, özellikle iç borç faiz oranlarının yüksekliği ile birleştiğinde hem genelde ekonomiye hem de özelde bütçeye önemli yükler getirmiştir. Toplam borç faiz ödemelerinin GSMH içindeki payı 1990’lı yıllara kadar ortalama olarak %2,2 düzeyinde iken, 1990’lı yıllarda aynı oran ortalama olarak % 8’lere ulaşmış, dönem sonunda ise yüzde 10 seviyelerini aşmıştır. Burada dikkat çeken nokta, toplam faiz ödemeleri içinde özellikle dönemin ikinci yarısında iç borç faiz ödemelerinin artmasıdır. İç borç faiz ödemelerinin GSMH içindeki payında incelenen dönemin sonlarına doğru önemli artışlar gözlenirken, söz konusu oranın toplam kamu harcamaları içindeki payında kaydedilen gelişmeler daha çarpıcıdır. Dönemin başlarında toplam harcamalar içindeki iç borç faiz ödemelerinin payı yüzde 2 düzeylerinden, kamu harcamalarının iç borçlanmayla finanse edildiği 1980’li yılların ortalarından itibaren yükselmeye başlamış ve yüzde 40’lara kadar artmıştır (Tablo 9). Kuşkusuz hem faizlerin hem de döviz kurlarının önemli artışlar gösterdiği böyle bir ortamda enflasyonist etkilerin yaşanması kaçınılmaz olacaktır. Bir başka deyişle, finansal liberalizasyonun Türk ekonomisine beklenenin aksine, enflasyonist bir maliyet getirdiği söylenebilecektir. Çünkü, yabancı paranın kaçmasını engellemek amacıyla izlenen yüksek faiz politikası, bir yandan kamu bütçesine önemli yükler getirirken diğer yandan üretimin kısılmasına ve durgunluğun hızlanmasına yol açan para ikamesi gibi olgulara neden olabilmektedir (Rodrik, 1990). 47 2.2.1.5. Tasarruf, Yatırım ve Tüketim Eğilimleri Buraya kadar açıklanan gelişmelere yol açan 1980 Kararları, yine bu sonuçlarla birlikte ele alınması gereken ve toplam talebin temel belirleyicileri arasında bulunan tasarruf,yatırım ve tüketim eğilimlerinde belli başlı değişmelere yol açması kaçınılmazdır. Nitekim, finansal baskı hipotezine göre yurtiçi ve yurtdışı finansal serbestleşme sonucunda faiz oranlarının yükselmesine bağlı olarak yurtiçi tasarruflar artarak tüketim düşecek, tasarruflardaki bu artış yatırımların artmasına yol açacaktır. Tablo 10’daki veriler incelendiğinde, toplam tasarrufların incelenen dönemde göreli olarak arttığı görülmektedir. Toplam tasarruflarda özellikle 1988 sonrası, yani sermaye hareketlerinin serbestleştiği dönemde önemli artışlar kaydedilmekle birlikte dönem sonuna doğru belli bir düşüş gözlenmiş, bu düşüş de esas olarak kamu kesimi tasarruflarındaki önemli azalmalardan kaynaklanmıştır. 1989 öncesinde GSMH içindeki payı ortalama yüzde 6 dolayında olan kamu tasarruf oranı, dönemin ikinci yarısında ortalama olarak yüzde -2 oranlarına kadar gerilemiştir. Bu olgunun esas olarak, yukarıda açıklandığı gibi, özellikle 1989 sonrasında kamu kesimi borçlanma gereğindeki artıştan, bunun da kamu harcamaları içindeki faiz ödemelerinin yüksekliğinden kaynaklandığı düşünülebilir. Dönem boyunca özel kesim tasarruf oranlarında önemli artışlar gözlenmiştir. 1989 öncesi dönemde ortalama olarak yaklaşık yüzde 10 civarında olan özel tasarrufların GSMH içindeki payı, dönemin ikinci yarısında yaklaşık 2,3 kat artarak ortalama %23,5 düzeyine yükselmiştir. Ancak özel tasarruflardaki bu yükselme eğilimi, gelir dağılımının varlıklı sınıflar lehine dönmesi ile bağlantılı olarak açıklanabilmektedir. Zira söz konusu dönemde gerçekleştirilen vergi düzenlemeleri sonucunda faizler, bir yönüyle maliyet diğer yönüyle bir gelir öğesi haline gelmiştir. Böylece faiz gelirlerinin gelir vergisinden bağışık olduğu, faiz giderlerinin de vergi matrahından düşüldüğü bir ortamda, özel tasarrufların yükselmesi olağan bir gelişme olarak değerlendirilebilir (Boratav, 1995-2003). Ekonominin reel büyümesini olumlu ve dolayısıyla enflasyonu olumsuz yönde etkilemesi beklenilen yatırımlarda ise, 1989 öncesi döneme göre göreli bir artış 48 olmakla birlikte, 1989 sonrası dönemde bu artış oranlarında göreli bir durgunluk gözlenmektedir. 1980-89 döneminde ortalama yüzde 21 civarında olan toplam yatırımların payı, 1990-2000 döneminde %24 düzeylerinde gerçekleşmiştir. Toplam yatırımlarda gözlenen bu artış ise, esas olarak özel sektör yatırımlarındaki artışlardan kaynaklanmıştır. Zira söz konusu dönemde kamu kesiminin payı ortalama % 9’luk düzeylerden % 5-6 seviyelerine düşerken; özel sektör yatırımları ortalama yüzde 10-12 oranlarından 18-20 oranlarına çıkmış, ancak dönem sonuna doğru bu oranlarda da bir azalış gözlenmiştir (Tablo 9). Özel kesim yatırımlarındaki bu artış hem imalat sanayi hem de konut yatırımlarında görülen önemli sıçramalardan kaynaklanmaktadır. Bunun arkasında yatan olgunun, özellikle 1989 sonrasında iç talepte görülen genişleme ve düşük döviz kuru politikasının uyardığı yatırım malları ithalatı olduğu söylenebilir (Boratav, 1995-2003). Nitekim, bu dönemde yatırım malları ithalatında önemli artışlar olduğuna daha önce değinilmişti. Sabit sermaye yatırımlarının sektörel dağılımına bakıldığında, büyüme hızındaki dalgalanmalar ve enflasyon açısından pek de iyimser bir tablonun olduğunu söylemek mümkün olmamaktadır. Çünkü, söz konusu dönemde tarım, madencilik, ve imalat sanayi gibi üretken sektörlerinin GSMH içindeki payları dönem boyunca giderek gerilerken; üretken olmayan sektörlerde, özellikle de konut sektörünün paylarında önemli artışlar gözlenmektedir. Tablo 10’dan da izlenebileceği gibi, 1980-2000 döneminde tarım sektörünün payı yüzde 9-10’luk düzeylerden yüzde 4-5’lere; imalat sanayinin payı ise dönem içinde yüzde 28-29’luk oranlardan yüzde 17-18’lik oranlara kadar gerilemiştir. Aynı dönem içinde yüzde 17-18’lik oranlara sahip olan konut sektörünün payı giderek büyümüş yüzde 30 hatta yüzde 40’lara kadar ulaşmıştır . Üretken kapasitenin büyüme hızında görülen bu düşüşler sermaye birikiminin yetersiz kalmasına, böylelikle de bir yandan büyüme sürecinde gözlemlenen istikrarsızlığı diğer yandan enflasyonist süreci açıklayabilecek temel bir yapısal etken olarak karşımıza çıkmaktadır (Boratav, 1995-2003). 49 Tablo 10: Tasarruf, Tüketim ve Yatırımda Gelişmeler (GSMH’daki Paylar %) Yıllar Tasarruflar SKamu SToplam 13,5 4,5 1980 16,9 7,1 1981 16,6 6,8 1982 13,3 6,9 1983 14,2 6,5 1984 13,5 6,3 1985 16,3 6,9 1986 17,5 5,6 1987 19,8 5,6 1988 17,2 4,9 1989 22,3 3,7 1990 21,5 0,9 1991 21,8 -0,6 1992 22,9 -2,5 1993 23,4 -0,8 1994 22,3 0,3 1995 20,0 -1,3 1996 21,5 1,1 1997 23,0 -1,6 1998 21,6 -6,3 1999 18,6 -4,8 2000 Kaynak: DPT; DİE. SÖzel 9,0 9,8 9,8 6,4 7,7 7,2 9,4 11,9 14,2 12,3 18,6 20,6 22,4 25,4 24,2 22,0 21,3 20,4 24,6 27,9 23,4 Sabit Sermaye Yatırımları IToplm IKamu IÖzel 21,8 19,8 19,2 20,1 19,3 20,1 22,8 24,6 26,1 22,5 22,6 23,7 23,4 26,3 24,5 24,0 25,1 26,3 24,3 22,1 22,6 8,7 9,0 8,2 8,7 8,0 9,2 10,2 10,0 8,9 7,5 7,0 7,5 7,4 7,2 4,9 4,2 5,1 6,1 6,3 6,6 6,9 13,1 10,8 11,0 11,4 11,3 11,0 12,6 14,7 17,3 15,0 15,7 16,2 16,0 19,1 19,6 19,8 20,0 20,2 18,1 15,6 15,6 Tüketim Harcamaları CTop. CKamu CÖzel 86,9 10,2 76,8 84,4 8,5 75,9 86,9 7,3 79,6 88,1 8,4 79,7 85,6 7,3 78,3 88,7 7,0 81,7 79,0 6,7 72,3 75,8 7,8 68,0 71,1 7,6 63,5 74,0 9,2 64,7 78,7 10,8 67,9 82,4 12,3 70,1 81,6 12,7 68,9 81,5 12,9 68,6 81,2 11,6 69,6 80,1 10,7 69,5 77,8 11,4 66,3 78,8 12,0 66,7 79,9 12,4 67,5 86,4 15,0 71,4 84,9 14,0 70,9 Tablo 11: Sabit Sermaye Yatırımlarının Dağılımı (%) Yıllar 1980 1981 1982 1983 1984 1985 1986 1987 1988 1989 1990 1991 1992 1993 1994 1995 1996 1997 1998 1999 2000 Tarım 7,6 10,5 10,8 10,7 9,9 7,4 6,2 6,9 5,9 5,5 5,4 5,7 4,9 5,0 4,1 5,4 5,8 5,8 5,7 4,5 4,5 Madencilik 3,3 4,7 4,0 4,4 4,4 5,1 3,6 2,4 2,3 1,9 1,8 1,9 1,7 1,4 1,5 1,3 1,2 1,2 1,4 1,6 1,1 İmalat 28,5 28,6 27,3 25,5 25,0 23,1 22,0 17,6 16,1 14,8 19,5 18,9 18,4 18,0 19,6 22,6 21,6 18,2 18,0 17,5 19,4 Ulaştırma 14,2 17,3 18,4 19,8 20,4 22,0 20,8 20,7 16,1 15,9 17,9 19,0 21,5 25,3 16,9 18,8 20,9 24,6 24,1 25,0 29,1 Enerji 8,7 10,3 10,8 11,2 10,2 10,2 11,3 9,7 9,7 10,8 7,3 6,1 5,0 3,6 2,8 2,7 4,1 5,9 6,8 6,6 6,6 Konut 27,8 17,5 17,5 17,3 18,6 18,8 21,4 27,9 35,8 36,7 33,4 32,9 32,5 32,8 41,7 36,0 32,0 27,8 25,5 24,1 16,7 Kaynak: DPT; DİE. 50 2.2.2. 1980-2000 Dönemi Enflasyon Analizi Türk ekonomisinin 1980-2000 döneminde geçirdiği evrimi ve dolayısıyla enflasyon oranlarını etkilemesi muhtemel etken ve süreçleri açıkladıktan sonra, bu bölümde enflasyon oranları ile çeşitli göstergeler arasındaki ilişkiler grafik yardımıyla ve korelasyon analizleri çerçevesinde değerlendirilmektedir. Söz konusu ilişkiler, önce grafik üzerinde gösterilerek genel bir fikir edinilmeye çalışılacak, daha sonra olası ilişkilerin hangi oranda olduklarını ortaya koyabilmek amacıyla, hem genel olarak incelenen dönem, hem de 1980-1989 ve 1990-2000 dönemleri olmak üzere iki alt dönem için korelasyon analizleri yapılacaktır. Böyle bir dönem ayrımına gidilmesinin nedeni, söz konusu dönemlerde ekonominin görece farklı yapıda olması ve dolayısıyla farklı politika uygulamalarının gerçekleştirilmiş olmasıdır. 2.2.2.1. Para Arzı-Enflasyon İlişkisi Önceki bölümde belirtildiği gibi, 24 Ocak Kararları ile birlikte uygulamaya konulan sıkı para politikaları sonucunda M1 ve M2’nin GSMH’ya oranları incelenen dönem içerisinde sürekli düşerken; yerleşiklerin döviz tevdiat hesaplarının da kapsandığı M2Y oranı özellikle 1994 Kriziyle birlikte görece daha yüksek oranlarda kararlı bir yapı sergilemiştir. Şekil 3’ten de izlenebileceği gibi, M1 ve M2 ile enflasyon oranlarındaki sıçramalar arasında anlamlı bir ilişkinin olduğunu söylemek pek mümkün değildir. Buna karşın, 1988 ve özellikle 1994 yılında enflasyon oranlarındaki sıçramalar ile M2Y/GSMH oranındaki artışlar arasında bir paralellik olduğu ifade edilebilir. Bununla birlikte, M2Y ile fiyatlar genel düzeyi arasında bir nedensellik ilişkisinden bahsetmek olanaklı değildir. Çünkü, Şekil 4’ten de görülebileceği gibi, ekonomide yaşanan para ikamesi ile enflasyon arasındaki ilişki, para arzı ile enflasyon arasındaki ilişkiden daha belirgindir. Bu şekle göre, para ikamesinin göstergesi olarak kullanılan M2Y/M2 oranındaki artış eğilimi ve bu oranın sıçrama noktaları ile enflasyon oranındaki değişmeler daha açık bir şekilde paralellik göstermektedir. 51 Şekil 3: Enflasyon ve Para Arzı İlişkisi (1980-2000) 140 120 100 80 60 40 20 0 1980 1982 1984 TÜFE 1986 1988 M1 M2 1990 1992 1994 1996 1998 2000 M2Y Şekil 4: Enflasyon ve Para İkamesi İlişkisi (1985-2000) 250 200 150 100 50 0 1984 1986 1988 TÜFE 1990 1992 1994 1996 1998 2000 M2Y/M2 Nitekim bu gözlemler, söz konusu oranlar ile enflasyon arasındaki ilişkileri oransal olarak gösteren korelasyon katsayıları tarafından da desteklenmektedir. M1 ve M2 oranlarına ilişkin katsayılar tüm dönemlerde negatif değerler alırken; M2Y ve dolarizasyon rakamları tüm dönemlerde pozitif değerler almıştır. Buna göre, özellikle 1990 sonrası dönemde M2Y ve 1985 sonrasında da M2Y/M2 oranlarında gözlemlenen artışlar ile enflasyon arasında, pozitif ve güçlü bir ilişki ortaya çıkmaktadır (Tablo 12). 52 Tablo 12: Enflasyon Oranları ile Para Arzı Korelasyon Katsayıları 1980-2000 M1 M2 M2Y M2Y/M2 1980-2000 -0,534 -0,615 0,121 0,780 1980-1989 -0,104 -0,847 -0,436 - 1990-2000 -0,602 -0,170 0,913 0,652 Dolayısıyla yüksek enflasyonist ortamda, yerli paraya duyulan güvenin azalması ve devalüasyon beklentilerinin artması, ekonomik birimlerin portföylerinde yerli para aleyhine bir dağılıma neden olmaktadır. Böylece bu sonuç, yüksek faiz, düşük kur uygulaması ile birlikte enflasyon beklentilerindeki yükselme ve yerli paradan kaçmanın enflasyonist süreci güçlendiren faktörler olduğunu desteklemektedir. 2.2.2.2. Kamu Kesimi Göstergeleri ile Enflasyon Arasındaki ilişki Daha önceki açıklamalardan da hatırlanacağı üzere, enflasyonun nedenleriyle ilgili olarak, hem politika uygulamalarında hem de ampirik çalışmalarda üzerinde en fazla durulan konulardan biri de iç ve dış borç stoku ile enflasyon arasında kurulan ilişkidir. Buna göre, kamu harcamalarının dış borçlanma yoluyla finansmanının parasal göstergeler üzerindeki kontrolü azalttığı; iç borçlanmanın ise özellikle borçlanma faizi aracılığıyla enflasyonu artırıcı etkide bulunduğu ve böylece yatırımlara ayrılacak kaynaklarda ciddi azalmalara neden olduğu ifade edilmektedir. İç ve dış borç ile enflasyon arasındaki ilişkinin gösterildiği Şekil 5’ten de izlenebileceği gibi, özellikle 1988 sonrası dönemde enflasyonla ilgili değişkenler arasındaki ilişkinin varlığından söz edilebilir. Bununla birlikte, özellikle dış borçların GSMH’ya oranı ile enflasyon arasındaki ilişkinin 1988 sonrasında daha belirgin olduğu; buna karşın iç borçlanma konusunda bu ilişkinin çok da açık olmadığı söylenebilir. Zira, enflasyon oranlarının ilk döneme göre daha yüksek düzeylere ulaştığı 1990’lı yıllarda, dış borçlardaki sıçrama noktaları ile enflasyon oranındaki sıçramalar arasında bir paralellik gözlenmektedir. Dış borçların azalma eğilimi gösterdiği yıllarda enflasyon oranının artış hızının da yavaşladığı söylenebilir. Nitekim bu iki değişken arasındaki ilişkinin ortaya koyulabilmesi amacıyla yapılan korelasyon analizinde de, 1980-2000 döneminde pozitif fakat oldukça zayıf bir ilişki bulunurken, 1990-2000 döneminde bu ilişkinin oldukça güçlü olduğu hesaplanmıştır. 53 Buna karşılık incelenen dönemin ilk yarısında iki değişken arasında anlamlı bir ilişki tespit edilememiştir. İç borçlanma-enflasyon ilişkisine yönelik yapılan korelasyonda ise anlamlı bir ilişki bulunmaması, yukarıda bu konuda belirtilen gözlemi desteklemektedir (Tablo 13). Şekil 5: İç Borç, Dış Borç ve Enflasyon (1980-2000) 140 120 100 80 60 40 20 0 1980 1982 TÜFE 1984 1986 1988 İç Borç/GSMH 1990 1992 1994 1996 1998 2000 Dış Borç/GSMH Tablo 13: İç ve Dış Borç Stoku ile Enflasyon Arasındaki İlişkiler İç Borç/GSMH Dış Borç/GSMH Top. Borç/GSMH İç B. Faiz Ödemeleri/GSMH Dış Borç Faiz Ödemeleri/GSMH Toplam Faiz Ödemeleri/GSMH Bütçe Açıkları KKBG 1980-2000 -0,014 0,211 0,122 0,347 1980-1989 -0,148 -0,126 -0,182 0,188 1990-2000 -0,186 0,917 0,006 -0,116 0,434 -0,227 0,394 0,342 0,034 -0,093 0,293 0,390 0,418 0,824 -0,375 -0,801 Dönem genelinde toplam borçların GSMH içindeki payı ile enflasyon arasında zayıf da olsa pozitif bir ilişki bulunmuştur. Buna göre, özellikle dış borç stoku olmak üzere toplam borç yapısının enflasyona bir katkısı olduğu söylenebilir. 54 Borç faiz ödemeleri ile enflasyon oranları arasındaki ilişki incelendiğinde söz konusu değişkenler arasındaki ilişkinin daha da güçlendiği görülmektedir. Buna göre dönem içinde enflasyonun iç borç faiz ödemeleri ile yüzde 34; dış borç faiz ödemeleri ile yüzde 43 ve toplam faiz ödemelerinin de yüzde 34 oranında etkileşim içinde olduğu görülmektedir. Zayıf olmakla birlikte benzer bir pozitif ilişki, bütçe açıkları ve kamu kesimi borçlanma gereği ile enflasyon arasında da görülmektedir. Enflasyonla ilişkisi bakımından en çarpıcı sonuca iç borçlanma faiz oranları konusunda ulaşılmıştır. 1989-2000 dönemine ilişkin olarak söz konusu değişkenler arasındaki korelasyon katsayısı 0,908 olarak hesaplanmıştır. Bu son noktadan hareketle, kamu kesimi finansman ihtiyacının gittikçe artan oranda borçlanmayla finanse edilmesinin faiz oranlarını yükselttiğini; yüksek faiz oranlarının kamu kesimi borçlanma maliyetlerini yükselterek yeniden borçlanma gereği yarattığını ve böylece bir kısır döngü içine girilerek enflasyonist bir sürece zincirleme bir biçimde etkide bulunulduğunu söylemek mümkündür. İç borç faizleri ile enflasyon arasındaki bu güçlü pozitif ilişki aşağıdaki şekilden de rahatlıkla izlenebilmektedir. Şekil 6: İç Borçlanma Faiz Oranları ve Enflasyon (1989-2000) 180 160 140 120 100 80 60 40 20 0 1988 1989 1990 1991 1992 1993 1994 1995 1996 1997 1998 1999 2000 İç Borç Faiz TÜFE 55 2.2.2.3. Dış Ticaret ve Enflasyon Arasındaki İlişkiler Toplam talep bileşenlerinden ihracat, ithalat ve ihracatın ithalatı karşılama oranları ile enflasyon arasındaki ilişki aşağıdaki şekilde gösterilmiştir. Buradan da görüleceği üzere, ithalat ve ihracat ile enflasyon oranları arasındaki ilişki hakkında net bir şey söylemek pek mümkün görünmemektedir. Söz konusu değişkenlerden sadece ihracat/ithalat oranının enflasyon oranları arasında bir ilişki olduğu söylenebilir. Bununla birlikte, söz konusu değişkenler arasındaki ilişkileri gösteren korelasyon katsayılarına bakılarak bazı gözlemleri somutlaştırmak mümkün olabilecektir. Şekil 7: Dış Ticaret Kalemleri ve Enflasyon Oranları (1980-2000) 140 120 100 80 60 40 20 0 1980 1982 TÜFE 1984 1986 İhracat 1988 1990 İthalat 1992 1994 1996 1998 2000 X/M Tablo 14’teki verilerden görüleceği gibi, incelenen dönem içinde ihracatın enflasyonla ilişkisi zayıf olmakla birlikte pozitif yönlü; buna karşılık dönemin ilk yarısında negatif yönlüdür. Dolayısıyla, bu dönemde ihracatın enflasyonu azaltıcı, dönemin ikinci yarısında artırıcı bir etkisi olduğu ifade edilebilir. İthalat artışlarının görece düşük olduğu 1980-1989 döneminde ithalatın enflasyon üzerindeki etkisinin negatif yönde olduğu; ikinci dönemde ise küçük de olsa pozitif bir etkiye sahip olduğu görülmektedir. Nitekim dönemin ikinci yarısında ihracata göre ithalatın GSMH içindeki payındaki ciddi artışların etkisiyle, ithalatın incelenen dönem boyunca etkisi daha yüksek olmuştur. 56 Tablo 14: Dış Ticaret Göstergeleri ve Enflasyon İlişkileri (1980-2000) İhracat/GSMH İthalat/GSMH İhracat/İthalat 1980-2000 0,132 0,245 -0,238 1980-1989 -0,344 -0,337 -0,400 1990-2000 0,424 0,086 0,502 Dönem genelinde ve dönemin ilk yarısında enflasyonla negatif yönlü bir ilişki içinde bulunan ihracatın ithalatı karşılama oranı, dönemin ikinci yarısında enflasyon üzerinde pozitif bir etkiye sahip olarak gözükmektedir. 1990’lı yılların başlarına kadar önemli sayılabilecek artışlar görülen oranın, 1990’lı yıllarda düşmeye başlaması bu dönemde ithal enflasyon olgusunu çağrıştırmaktadır. Böyle bir sonucun ortaya çıkmasında, özellikle yatırım malları ve tüketim malları ithalatında söz konusu dönemde önemli artışların gerçekleşmiş olması rol oynamış olabilir. 2.2.2.4. Tasarruf, Yatırım ve Tüketim Eğilimindeki Gelişmeler ile Enflasyon Arasındaki İlişkiler Toplam talep eğilimini belirleyen diğer faktörler incelendiğinde özellikle özel kesim sabit sermaye yatırımları ile enflasyon arasındaki ilişkinin yönü ve gücü dikkat çekmektedir. Dönemin genelinde özel kesim yatırımlarıyla enflasyon arasındaki ilişki yüzde yetmişler civarında iken, bu oran dönemin ilk yarısında yüzde 47,3’tür. Gümrük Birliği anlaşmasının yürürlüğe girdiği 1990’lı yıllarda bu ilişkinin derecesi %77,7 düzeylerine çıkmaktadır. Dolayısıyla 1980-2000 döneminde, toplam tüketim talebinde bir artış olmamasına rağmen, yatırımlarla enflasyon arasındaki bu ilişki, özel kesimde maliyet artışlarının fiyatlara yansıtılarak enflasyona katkıda bulunduğu düşüncesini uyandırmaktadır (Tablo 15). Özel kesimdeki ilişkinin aksine, kamu yatırımları ile enflasyon arasında ters yönlü ve güçlü bir ilişki tespit edilmiştir. Kuşkusuz böyle bir sonucun ortaya çıkmasında, yüksek faiz oranları nedeniyle transfer ödemelerinin artmasına bağlı olarak, özellikle dönem sonuna doğru kamu yatırımlarında ortaya çıkan önemli düşüşler rol oynamıştır. Öte yandan, özel ve kamu yatırımlarının enflasyon ile ilişkilerinin zıt yönlü olması, özel ve kamu yatırımları arasındaki ikame ilişkisini 57 gösterirken, bu sonuç aynı zamanda kamu kesiminin dışlanması olarak da yorumlanabilir. Tablo 15: Tasarruf, Yatırım ve Tüketim ile Enflasyon İlişkileri (1980-2000) 1980-2000 1980-1989 1990-2000 0,564 0,367 0,457 -0,635 -0,200 -0,239 0,705 0,473 0,777 -0,231 -0,160 -0,443 0,514 0,683 -0,519 -0,451 -0,267 -0,296 0,479 -0,082 0,507 -0,489 -0,850 0,232 0,523 0,244 0,022 Toplam Yatırım/GSMHIT Kamu Yatırımları/GSMH Özel Yatırımlar/GSMH Toplam Tüketim/GSMH Kamu Tüketimi/GSMH Özel Tüketim/GSMH Toplam Tasarruflar/GSMH Kamu Tasarrufu/GSMH Özel Tasarruflar/GSMH Dikkat çeken bir diğer nokta, tasarruf oranlarıyla enflasyon arasındaki ilişkide ortaya çıkmaktadır. Tablodan da görüleceği üzere, söz konusu değişkenler arasında görece güçlü ve pozitif yönlü bir ilişki bulunmaktadır. Bu ilişkinin sermaye hareketlerinin serbestleştiği dönemde biraz daha yükselmesi ise, yüksek enflasyon ortamında ulusal paraya olan güvenin azalmasının yanı sıra, yüksek faiz politikası ve para ikamesi gibi olgularla bağlantılı olarak açıklanabilir. Özel tasarruf oranlarıyla enflasyon arasındaki ilişkinin bu dönemde pozitif yönlü ve yüksek çıkması da bu sonucu destekler niteliktedir. Kamu tasarruflarının söz konusu dönemde enflasyonla olan ilişkisi negatif yönlü iken, kamu kesimi tüketim harcamalarının enflasyonla ilişkisi pozitif yönlü olarak bulunmuştur. Bu sonuç, kamu harcamalarının enflasyona neden olduğu biçiminde yorumlanabileceği gibi, yüksek enflasyonun da söz konusu harcamalardaki artışın nedeni olarak gösterilebilir. 58 2.2.2.5. Enflasyon ve Büyüme Arasındaki İlişkiler İktisat yazınında üzerinde en çok durulan konulardan birini de enflasyon ile büyüme arasındaki etkileşim oluşturmaktadır. Konuyla ilgili tartışma oldukça uzun süredir devam etmekle beraber, bu yöndeki görüşlerin genel olarak üç grup altında toplanması söz konusu olabilmektedir. Bunlardan birincisine göre, enflasyonla büyüme arasında pozitif yönlü bir ilişkinin bulunduğu; diğeri ise, enflasyon-büyüme ilişkisinin negatif yönlü olduğu şeklinde özetlenebilir. Ampirik çalışmalar doğrultusunda ulaşılan son görüş ise, ilişkinin değişen enflasyon oranlarında farklılaşabileceği yönündedir. Enflasyon-büyüme ilişkisinin pozitif yönlü olduğu, bir diğer ifade ile enflasyonun büyümeyi olumlu yönde etkileyeceği görüşlerinin başında ünlü Phillips Eğrisi ilişkisi gelmektedir. Buna göre, yüksek enflasyon ortamında işsizlik oranlarının düşük olarak gerçekleşeceği, bunun da büyüme üzerinde olumlu etkiler yaratmaktadır. Bu çerçevede ele alınabilecek Mundell-Tobin etkisi olarak adlandırılan (Akçay, vd., 2002) yaklaşımda ise, artan enflasyon oranının para saklamanın maliyetini artıracağını, bu yüzden bireylerin portföy tercihlerinin sermaye birikimine yönelik portföy tercihlerine yönelteceğini ve sonuçta sermaye birikiminin artarak büyümeyi olumlu yönde etkileyeceği ileri sürülmektedir. Bruno ve Easterly (1995) tarafından ifade edilen bir diğer yaklaşıma göre de, enflasyonun zorunlu tasarrufların artmasına yol açacağı ve böylece büyümenin olumlu etkileneceği savunulmaktadır. Yukarıda açıklanan bu görüşlere karşı en önemli eleştirilerin, Neo-klasik yönelimli analizler çerçevesinde ortaya atıldığı söylenebilir. Akçay vd. (2002)’de ifade edildiği gibi, bu yöndeki en etkili ve kapsamlı eleştiri Lucas (1973) tarafından yapılmıştır. Lucas’ın (1973) görüşleri ve bu doğrultudaki diğer çalışmaların6 ana 6 Barro (1995 ve 1996) ile Andres ve Hernando (1997) tarafından yapılan çalışmalar bunlara örnek olarak verilebilir. 59 teması, yüksek enflasyon oranlarına bağlı olarak ortaya çıkan belirsizlik ortamının, üretim ve yatırım kararlarının alınmasında sinyal niteliği taşıyan fiyat mekanizmasının bozulacağı ve böylece büyümenin olumsuz etkileneceğidir (Lucas, 1973’den aktaran Akçay, vd., 2002). Bu iki ana eksen etrafındaki görüşler dışında, enflasyon-büyüme ilişkisinin farklı enflasyon düzeylerinde farklı dinamikler ortaya koyduğu gösteren çalışmalar da yapılmıştır.7 Enflasyon-büyüme ilişkisinin doğrusal olmadığının gösterildiği bu çalışmalarda, düşük enflasyonist ortamlarda enflasyondaki artışın büyümeyi kimi zaman çok az da olsa olumlu etkileyebildiği, ancak belirli düzeylerden sonra iki değişken arasındaki ilişkinin ters yönlü olacağı ortak sonucuna ulaşılmaktadır (Akçay, vd., 2002). Türkiye’nin 1980-2000 dönemine ait verileri incelendiğinde, enflasyonla büyüme arasında pozitif ya da negatif yönlü bir ilişkinin varlığına dair herhangi bir şey söylemek mümkün değildir. Dönemin genelinde TÜFE bazında enflasyon oranı ortalama % 63,4 oranında gerçekleşirken, büyüme oranı % 4,1 düzeyinde gerçekleşmiştir. Alt dönemler açısından bakıldığında ise, enflasyonun görece düşük bir düzeyde gerçekleştiği 1980-1989 döneminde büyüme oranı ortalama olarak yüzde 4 olurken; 1990-2000 dönemi ortalama enflasyonu yüzde 75’ler düzeyine çıkarken büyüme yine yüzde 4,1 olarak gerçekleşmiştir (Tablo 16). Tablo 16: Enflasyon ile Büyüme Arasındaki İlişkiler (Ortalama, %) TÜFE Büyüme 1980-2000 63,4 4,1 1980-1989 49,9 4,0 1990-2000 75,7 4,1 Kaynak: Tablo 2-3. Bu durum, aşağıdaki şekilde daha net görülebilmektedir. Buna göre, enflasyon oranının görece düşük olduğu 1980-89 dönemi, iki değişken arasında genel olarak pozitif yönlü bir ilişkinin var olduğu izlenimi verirken; yüksek enflasyon oranlarının gözlendiği ikinci alt dönemde iki değişkenin kimi zaman aynı kimi zaman da zıt yönde hareket ettikleri gözlemlenmektedir (Şekil-8). Dolayısıyla, iki değişken 7 Bu çalışmalarla ilgili bilgi ve eleştiriler için bkz. Akçay, vd. (2002). 60 arasındaki etkileşime ilişkin olarak kesin bir yargıda bulunabilmek için, daha fazla sayıda veri çerçevesinde daha ayrıntılı analize gereksinim vardır. Bununla birlikte genel olarak, bu veriler ışığında iki değişken arasındaki ilişkinin, yukarıda kısaca özetlenen üçüncü grup görüşler doğrultusunda, değişik enflasyon düzeylerinde farklı dinamikler gösterdiği söylenebilir. Şekil 8: Enflasyon-Büyüme İlişkisi (1980-2000) 120,0 12,0 10,0 8,0 6,0 4,0 2,0 0,0 -2,0 -4,0 -6,0 -8,0 100,0 80,0 60,0 40,0 20,0 TÜFE 20 00 19 98 19 96 19 94 19 92 19 90 19 88 19 86 19 84 19 82 19 80 0,0 Büyüme 2.2.2.6. Döviz Kuru, Faiz Oranları ve Enflasyon Belirsizliği ile Enflasyon Arasındaki İlişkiler Şimdiye kadar yapılan analizler içerisinde en çarpıcı sonuçlardan biri de enflasyon ile döviz kurlarındaki değişmeler arasındaki ilişkiden elde edilmiştir. Şekilden görüleceği üzere, iki değişken arasında neredeyse birebir ilişki bulunmaktadır. İki değişken arasındaki ilişkinin belirlenebilmesi amacıyla yapılan korelasyon analizi sonuçları da bu gözlemi desteklemektedir. Dönem genelinde iki değişken arasındaki pozitif yönlü ilişki 0,804 olarak hesaplanırken, aynı ilişki 19801989 döneminde 0,916 ve 1990-2000 döneminde de 0,812 olarak bulunmuştur. Söz konusu katsayıların iki dönem arasındaki farklı olmasında, 1994 Nisan Krizi sonrasında döviz kurunun çıpa olarak kullanılmasının rol oynamış olabileceği düşünülmektedir. 61 Şekil 9: Döviz Kurundaki Değişmeler ve Enflasyon Oranları (1980-2000) 200 180 160 140 120 100 80 60 40 20 0 1980 1982 1984 TÜFE 1986 1988 1990 1992 1994 1996 1998 2000 Döviz Kurlarındaki Değişme Döviz kurlarında olduğu gibi, mevduat faiz oranları ile enflasyon arasında da oldukça güçlü pozitif bir ilişki bulunmuştur. Söz konusu ilişki dönem genelinde 0,549 olarak tespit edilirken, bu ilişkinin dönemin ikinci yarısında oldukça güçlenmiş ve 0,848 oranlarına çıkmıştır. Yüksek faiz oranlarının enflasyonist etkileri temelde iki şekilde ortaya çıkmaktadır. Birincisi, yüksek faiz oranları hem özel sektör üretim maliyetlerini hem de kamu kesimi borçlanma maliyetlerini artırmak suretiyle enflasyona neden olabilmektedir. İkincisi ise, daha önce değinilen yüksek faizlerin vergiden de bağışık olduğu bir ortamda bir gelir türü olmasıdır. Böylece yüksek faiz geliri, ya da rant geliri elde etme çabaları ekonomideki reel birikim sürecini olumsuz etkileyerek enflasyonist sürece katkıda bulunmaktadır. Faiz oranları ile enflasyon arasındaki ilişkinin dönem içindeki seyri aşağıdaki şekilden de rahatlıkla izlenebilir. 62 Şekil 10: Faiz Oranları ve Enflasyon İlişkisi (1980-2000) 140 120 100 80 60 40 20 0 1980 1982 1984 TÜFE 1986 1988 1990 1992 1994 1996 1998 2000 Mevduat Faiz Oranları Türkiye’de yaşanan enflasyonun nedenleri arasında gösterilen faktörlerden bir diğeri de enflasyon belirsizliğidir. Enflasyonda görülen dalgalanmalar olarak da ifade edilebilecek olan etkenin ölçülmesinde çeşitli yaklaşımlar söz konusu olabilmektedir. Bunlardan biri, ekonometrik analizlerde sık sık kullanılan Hodrick-Prescott trendden arındırma yaklaşımıdır. Buna göre hesaplanan trend değerlerinden sapmalar, enflasyon oranında iktisadi karar birimleri tarafından öngörülmeyen azalma veya artışları ifade etmektedir. Söz konusu sapmalar mutlak değer olarak büyüdükçe veya işaret değiştirdikçe geleceğe dönük enflasyon beklentilerinde belirsizlik artmaktadır (Yeldan, 2001). Enflasyon belirsizliğinin hesaplanmasında alternatif olarak, basit bir istatistik kavram olan ortalama enflasyon oranlarının standart sapmaya oranı da kullanılabilecektir. Hodrick-Prescott yaklaşımına benzer şekilde, bu oranın düşmesi enflasyon oranının tahmin edilebilirliğinin artması, yükselmesi ise belirsizliğin artması anlamına gelmektedir. Burada 1980-2000 dönemindeki enflasyon belirsizliğini ölçebilmek amacıyla her iki yaklaşım da kullanılmıştır. Gerekli hesaplamalar sonrasında elde edilen belirsizlik verileri aşağıdaki tabloda sunulmuştur. Sonuçta her iki göstergeye göre de, 63 Türkiye’de enflasyon oranlarının özellikle dönemin ikinci yarısında önemli ölçüde dalgalandığı söylenebilir. Tablo 17: Çeşitli Göstergelere Göre Enflasyon Belirsizliği (1980-2000)(%) Yıllar TÜFE 1980 1981 1982 1983 1984 1985 1986 1987 1988 1989 1990 1991 1992 1993 1994 1995 1996 1997 1998 1999 2000 115,6 33,9 21,9 31,4 48,4 45,0 34,6 38,9 73,7 63,2 60,3 66,0 70,1 66,1 106,3 93,6 80,4 85,7 84,6 64,9 54,9 HodrickPrescott 47,8 -22,7 -34,2 -28,8 -7,4 -19,5 -32,7 -20,4 -2,8 5,6 -7,1 -4,1 2,7 -1,0 61,3 26,6 16,5 22,4 12,4 -6,3 -8,0 Ortalama Enflasyon/Standart Sapma 4,6 1,4 0,9 1,3 1,9 1,8 1,4 1,6 2,9 2,5 2,4 2,6 2,8 2,6 4,2 3,7 3,2 3,4 3,4 2,6 2,2 Kaynak: DİE Enflasyon oranlarında gözlemlenen bu dalgalanmalar aşağıdaki grafiklerden çok daha rahat izlenebilmektedir. Her iki grafik üzerinde dikkat çeken noktalardan biri, 1980 ve 1994 kriz yılları dışarıda bırakılsa dahi, enflasyon oranındaki belirsizliklerin özellikle seçim dönemlerinde belirgin bir şekilde arttığı söylenebilir. Dolayısıyla buradan popülist politikaların enflasyon üzerinde etkili olduğu yorumu yapılabilecektir. Ayrıca enflasyon oranları ile belirsizlikler arasında yapılan korelasyon analizi sonucunda da, her iki değişken arasında birebir ilişki saptanmıştır. Böylece, enflasyon belirsizliği yüksek enflasyona neden olurken, yüksek enflasyon oranları da belirsizlikleri artırmaktadır. Buradan hareketle, söz konusu ilişkinin ekonomik 64 ajanların enflasyon bekleyişleri üzerinde olumsuz etkide bulunduğu yorumu yapılabilecektir. Şekil 11: Hodrick-Prescott Filtresine Göre Enflasyon Belirsizliği (1980-2000) 60 40 20 0 1980 -20 1982 1984 1986 1988 1990 1992 1994 1996 1998 2000 -40 Enflasyon Belirsizliği Şekil 12: Ortalama Enflasyon/Standart Sapma Oranına Göre Enflasyon Belirsizliği 5 5 4 4 3 3 2 2 1 1 0 1980 1982 1984 1986 1988 1990 1992 1994 1996 1998 2000 Enflasyon Belirsizliği Bu bölümde yapılan açıklamalardan da görüleceği gibi, enflasyonist süreçte reel, parasal veya yapısal olmak üzere çok çeşitli faktörlerin etkileri söz konusu olabilmektedir. Kuşkusuz tam bir analiz yapılabilmesi için, bu faktörlerden bir veya bir kaçının birlikte ele alınması ve kantitatif analiz yöntemleri çerçevesinde 65 değerlendirilmesi gerekmektedir. Türkiye’de enflasyonu etkileyen faktörlerin de bu bakış açısına göre incelenmesi faydalı olacaktır. ÜÇÜNCÜ BÖLÜM TÜRKİYE’DE ENFLASYONU ETKİLEYEN FAKTÖRLER Türkiye’de enflasyonun tarihsel arka planı, istikrar politikaları, yapısal değişimler ve bunlarla ilişkili olduğu düşünülen çeşitli makroekonomik göstergelerle enflasyon arasındaki korelasyon analizlerinden sonra, bu bölümde konuyla ilgili yapılan ampirik çalışmalar ele alınmaktadır. Daha sonra, hem korelasyon analizleri hem de ampirik çalışmalar göz önünde bulundurularak ekonometrik bir model denemesi yapılmaktadır. 3.1. Türkiye’de Enflasyon Konusunda Yapılan Çalışmalar Türkiye’de 1980 sonrasında gözlemlenen enflasyonun istikrar programlarına rağmen düşmemesinin de etkisiyle, bu konuda çok sayıda araştırma yapılmıştır. Bu bölümde, konuyla ilgili akademik tartışmaların nasıl geliştiğini ortaya koyabilmek ve Türkiye’de yaşanan enflasyonist dinamiklerin hangi faktörlerle açıklanmaya çalışıldığını belirleyebilmek amacıyla, bu çalışmalardan belli başlıları yayın tarihleri de dikkate alınarak özetlenmiştir. Türkiye’de enflasyonun nedenleri ve dinamikleri konusunda yapılan en eski çalışma, 1950-1968 dönemi için Akyüz (1973) tarafından yapılmıştır (Kibritçioğlu, 2001). Uyumcu bekleyişlere dayalı para talebi modeli çerçevesinde para arzı ile fiyatlar genel seviyesi arasındaki ilişkinin araştırıldığı çalışmada, enflasyonun para arzı ve reel gelirdeki geçmiş ve şimdiki değişmelerle açıklanabileceği ifade edilmektedir. Parasal genişlemenin büyük ölçüde kamunun destekleme politikalarıyla yakından ilişkili para tabanındaki genişlemeye atfedilebileceği belirtilen çalışmada, 1950 yılında çok partili hayata geçilmesi sonucunda bu ekonomik politikaların popülist politika eğilimiyle şekillendiği vurgulanmaktadır. 66 Türkiye’deki enflasyon dinamiklerinin parasal ve yapısal enflasyon teorileri bağlamında incelendiği çalışmada Aksoy (1982), yıllık veriler çerçevesinde 19501979 döneminde yaşanan enflasyonist süreci analiz etmek için üç ayrı model kullanmaktadır. Toplam hasılanın para arzındaki beklenmeyen değişmelere tepki vermekle birlikte, bu tepkinin büyüklüğünün döviz rejimine bağlı olduğu; para arzıyla fiyatlar arasında oransal bir ilişki bulunmadığı, ancak söz konusu ilişkinin hem enflasyonist bekleyişlere hem de ekonominin döviz durumuna bağlı olduğu ve özellikle döviz krizi dönemlerinde istikrar politikalarının fiyatlar üzerinde çok küçük bir etkiye sahip iken, büyüme üzerinde önemli ölçüde azaltıcı etkisinin bulunduğu parasal model çerçevesinde ulaşılan en önemli sonuçlar arasındadır. Yapısal enflasyon teorilerini test edebilmek amacıyla geliştirilen modellerde ise, para-hasıla-enflasyon ilişkisi hem tarım hem de tarım dışı sektörler bağlamında analiz yapılmaktadır. Beklenmedik para arzı artışlarının, her iki sektörde de hasıla artışlarına yol açtığı bulunmakla birlikte, tarım sektöründeki hasıla artışlarının tarımsal fiyatlara kamu müdahalesi nedeniyle herhangi bir etkisi bulunmamaktadır. Tarımsal destekleme politikalarının net sonucun ise, beklenmeyen para arzı artışının (veya azalışının) göreli fiyatları tarım lehine (veya aleyhine) çevirdiği yönündedir. Nihayet son modelde Aksoy (1982) göreli fiyat değişmelerinin enflasyon oranı üzerindeki etkisini incelemekte ve sübvansiyon politikaları nedeniyle göreli fiyat değişmelerinin zorunlu olarak maliyet baskısı yaratmadığı, aksine yurtiçi para arzı bileşiminde artışlara yol açtığı ve dolayısıyla enflasyonu hızlandıran herhangi bir parasal şokun sistemi istikrarsız yaptığı sonucuna ulaşmaktadır. Makroekonomik politikaların oluşturulmasında yapısal faktörlerin de dikkate alınması gerektiğine dikkat çeken Aksoy , bu yapısal faktörlerden bazılarının en azından Türkiye’de kamu politikaları tarafından yaratıldığına işaret etmektedir. Türkiye ekonomisinin 1950-1983 dönemi için geliştirmiş olduğu iki denklemli enflasyon ve büyüme modelinde Fry (1986), enflasyon oranının açıklayıcı değişkenleri olarak nominal para arzı, kişi başına reel gelir ve reel mevduat faiz oranlarını kullanmaktadır. Hem 1950-1977 hem de 1950-1983 dönemleriyle ilgili regresyon analizlerinin yer aldığı çalışmada, her iki dönem için geliştirilen 67 denklemlerde para arzındaki değişmelerle enflasyon arasında pozitif yönlü güçlü bir ilişki bulunurken, reel gelir ve reel mevduat faiz oranları enflasyon oranlarını negatif yönde etkileyen değişkenler olarak bulunmuştur. Para arzındaki daralmanın enflasyonu olumlu yönde etkileyeceği ileri sürülen çalışmaya göre, 1980’li yılların başındaki iyileşmenin faiz oranlarındaki önemli artışların sonucu olarak değerlendirilmektedir. 1980 sonrası uygulanan istikrar programlarına rağmen, süregelen yüksek oranlı enflasyonun sürekliliğini açıklamak üzere, 1981-1985 dönemine ait aylık verilerle yaptıkları çalışmada Öniş ve Özmucur (1987), döviz kuru değişmeleri, para arzı ve fiyatlar genel düzeyi arasındaki ilişkilerin enflasyonun açıklanmasında temel faktörler olduğunu ileri sürmektedirler. Söz konusu ilişkilerin “kısır döngü” hipotezi çerçevesinde ele alındığı çalışmada, Sims-Granger nedensellik analizleri temelinde döviz kurundaki değişmelerin enflasyon üzerinde önemli bir etkisi olduğu ve para tabanının içsel olarak belirlendiği sonucuna ulaşılmaktadır. Bu çerçevede yazarlar, bu kısır döngünün kırılabilmesi için çeşitli politika önerileri sunmaktadırlar. Bunlardan birincisi, kısır döngünün kırılabilmesinin kamu açıklarının azaltılmasıyla mümkün olabileceğidir. Bu bakımdan vergi gelirlerinin artırılması ile Merkez Bankası’ndan kaynak kullanımının kontrol altına alınması en temel öneriler olmaktadır. Döviz kuru ve fiyat düzeyi arasında bulunan pozitif yönlü ve güçlü ilişki nedeniyle üretim yapısını değiştirmeye yönelik uzun vadeli politikalar uygulanması gerektiği ileri sürülmektedir. Üçüncü olarak, maliyetleri ve enflasyon bekleyişlerini düşürebilmek için kamu kesimindeki fiyat artışları ve faiz oranlarının aşamalı olarak düşürülmesi gerektiği düşünülmektedir. Para arzı ve fiyatlar genel düzeyi arasında oldukça yakın bir ilişki bulunmaktadır. Para arzının kaynağı ise bütçe açıklarıdır. Dolayısıyla, bu açıkların özellikle de harcamaların kısılarak kapatılması ve böylelikle para arzının kontrol altına alınması gerektiği bir başka politika önerisi olarak sunulmaktadır. 68 Çiller ve Kaytaz (1989), enflasyonun temelde kamu kesimi tarafından yaratıldığı varsayımı altında, 1980’li yılların ikinci yarısında yeniden süreklilik ve hacim kazanan enflasyonun nedenlerini araştırmaktadır. Fiyat endeksi, kamu harcamaları, kamu gelirleri, konsolide bütçe gelirleri, kredi faiz oranları, kamu kesimi borçlanma gereği (KKBG), para arzı, parasal taban, para tabanındaki değişme ve cari fiyatlarla GSMH’nın içsel, iç ve dış borçlanma, reeskont oranları ve döviz kurlarının politika değişkenleri olarak alındığı çalışmada, iç ve dış borçlanma düzeyindeki artışların enflasyonu hızlandırıcı bir rol oynadığı sonucuna ulaşılmaktadır. İç borçlanma başlangıçta para tabanı ve para arzını daralttığı için enflasyon düşmektedir. Ancak ikinci aşamada kredi faiz oranlarının kamu harcamalarını ve para arzını artırıcı etkileri nedeniyle fiyatlar genel düzeyi yükselmektedir. Bu ikinci etki bir süre sonra birinci etkiyi bastırdığı için, çalışmada iç borçlanma enflasyonist etki yaratan bir süreç olarak ele alınmaktadır. Dış borçlanmanın da para arzı üzerinde daraltıcı etkiye sahip olmasına rağmen, bu tür borçlanmanın kamu harcamalarında ve KKBG’ de artışlara yol açması nedeniyle yine enflasyonist bir etkiye sahip olduğu belirtilmektedir. Dış borçlanmada da ikinci etki birinci etkiye baskın gelmekte, ancak buradaki enflasyonist etkinin daha yüksek olduğu sonucuna ulaşılmaktadır. 1980’li yıllarda uygulanan istikrar politikaları ve sonuçlarının incelendiği ve aynı dönemin ortalarında yeniden yükselmeye başlayan enflasyonun nedenlerinin araştırıldığı çalışmasında Rodrik (1990), enflasyonu kamu açıkları/GSMH, ekonominin monetizasyonunun göstergesi olarak para bazı/GSMH, reel büyüme oranı ve para talebinin gelir esneklikleriyle açıklamaktadır. Bu çerçevede enflasyonun temel açıklayıcıları kamu açıkları ve para bazı olarak bulunmakta, kamu açıklarının kapatılmasında vergi gelirlerinin artırılmasının kaçınılmaz olduğu vurgulanmaktadır. Çalışmada ayrıca, 1983 yılından sonra para ve sermaye piyasalarındaki liberalleşmenin dolarizasyonu artırdığı, bunun ise enflasyonist bir etki yarattığı belirtilmektedir. Kalkınma hızını fazla düşürmeden, kronik enflasyonun bir buçuk iki yıl gibi kısa bir sürede %10-20 düzeylerine çekebilecek bir istikrar programı geliştirmek amacıyla yaptığı çalışmasında Neftçi (1991), enflasyonun temelde kamu kesimi finansman sorunlarından kaynaklandığı varsayımından hareketle bir model kurmaktadır. Kamu 69 kesimi bütçe kısıtı tanımının da yapıldığı modelde, kamu açığının finansman biçimleri, enflasyon ve büyüme oranları arasındaki ilişkiler incelenmektedir. Çalışmada geliştirilen model çerçevesinde, vergi gelirlerini artırıcı kamu harcamalarını azaltıcı eş anlı düzenlemelerin, kamu açıklarını ve dolayısıyla enflasyonu azaltacağı öngörülmektedir. Bu noktada kamu politikalarına güven artırıcı, enflasyon bekleyişlerini doğrudan etkileyecek tedbirlerin de alınmasının gerekliliğine dikkat çekilmektedir. Bütçe açıklarını azaltıcı düzenlemelerin enflasyon oranı üzerindeki etkisinin ancak bir yıl sonra ve oldukça düşük seviyede etkileyebileceği nedeniyle, söz konusu düzenlemelerin ısrarla uygulanması gerektiği savunulmaktadır. Yazar çalışmasında ayrıca, kamu açıklarının temel nedeninin Kamu İktisadi Teşebbüsleri (KİT) olduğunu, dolayısıyla enflasyon bekleyişleri ve enflasyon oranlarının düşürülmesi için KİT’lerin en kısa sürede tasfiye edilmesinin en temel çözüm olduğunu ve istikrar programının tek başarı koşulunun da buna bağlı olduğunu ifade etmektedir. Türkiye’de enflasyon dinamikleri konusunda yapılan bir başka önemli çalışma ise, bir ekonomideki enflasyon, büyüme gibi makro değişkenlerin hareketlerinin anlaşılmasında mikroekonomik karar alma süreçlerinin incelenmesi gerektiği temel tezi çerçevesinde Uygur (1992) tarafında yapılmıştır. Bu temel çerçevede, özel imalat sanayindeki firmaların fiyatlama, üretim ve yatırım kararlarını analiz edebilmek amacıyla geliştirilen model aracılığıyla, çalışmada Türk sanayindeki enflasyon ve büyüme ilişkisi incelenmektedir. 1980-1989 dönemi özel imalat sanayine ait üçer aylık verilerle yapılan çalışmada modelin oluşturulmasında, piyasa yapısının tekelci rekabet olduğu varsayımı temel alınarak firmaların fiyatlama, üretim ve yatırım kararları belirlenmiştir. Geliştirilen modelde enflasyon; beklenen enflasyon oranı, talep fazlası, talep fazlasındaki yüzde değişmenin ağırlıklı ortalaması, beklenmeyen enflasyon oranı (yani, beklenen enflasyon ile gerçekleşen enflasyon oranı arasındaki fark), ücretlerdeki yüzde değişme ve faiz oranları ile açıklanmıştır. Enflasyon beklentisi denkleminin açıklayıcı değişkenleri olarak; Tüketici fiyatlarındaki yüzde değişme, dolaşımdaki paranın yüzde değişmesi ile kamu kesimi toptan fiyatlardaki yüzde değişmenin farkı, toplam özel yatırımlar içinde imalat sanayi dışındaki yatırımların 70 payı, reel yatırım malları ithalatı, yerleşiklerin döviz mevduatları hariç bankacılık sistemi net dış varlıklarındaki değişme, resmi döviz kuru, ücret oranı, enerji fiyatları ve kamu kesimi toptan fiyatlarındaki yüzde değişmelerin varyansı ve kukla değişkeni kullanılmıştır. Çalışmanın sonuçlarına göre, enflasyon beklentisi ve talep fazlası, özel imalat sanayinde fiyat, üretim ve yatırım kararlarını etkilemenin yanı sıra, enflasyon ve büyümede meydana gelen hareketlerin anlaşılmasında da önemli değişkenler olarak bulunmaktadır. Enflasyon bekleyişlerinin enflasyonun açıklanmasında en güçlü değişken olarak göze çarparken; kamu kesiminin para ve faiz üzerindeki kontrolü ve kamu fiyatlama politikaları aracılığıyla enflasyon bekleyişlerini doğrudan etkilediği bir başka gözlem olarak dikkat çekmektedir. Böylece, kamu politikaları sadece cari enflasyon ve büyüme düzeyini değil, aynı zamanda gelecekteki enflasyon ve büyümeyi de önemli ölçüde belirlemektedir. Ulaşılan bir başka önemli sonuç, bekleyiş hatalarının bir sonraki dönemin beklenen enflasyon oranı üzerinde pozitif bir etkiye sahip olmasıdır. Buna göre, iç ve dış fiyat şokları cari enflasyon oranının yanı sıra, beklenen ve gelecekte gerçekleşecek olan enflasyon oranını da yükseltmektedir. Bu nedenle, dış fiyat şokları engellenemese de, hükümetlerin fiyat sıçramalarını önlemeleri zorunlu olmaktadır. Çalışmada belirsizlik ve enflasyon ataleti, enflasyon bekleyişlerini besleyen diğer önemli faktörler olarak ön plana çıkmaktadır. Sektörel düzeyde değişik enflasyon oranlarının varyansı olarak tanımlanan belirsizliğin artması, enflasyon bekleyişlerinde de yükselmelere yol açmakta, bu nedenle belirsizliği azaltıcı tedbirlerin alınması gerektiği önerilmektedir. Enflasyon ataletinin etkisi ise açıktır. Cari enflasyon oranı arttıkça, gelecekte gerçekleşen enflasyon oranları da artmaktadır. İstikrar politikaları uygulamalarında öngörülen enflasyonun hızlı ya da yavaş düşürülmesi stratejilerini Türkiye için test etmeyi amaçlayan çalışmada Aydın (1992), iki temel denklem tahmin etmek suretiyle analizini gerçekleştirmektedir. Bu denklemlerden birincisinde, toplam talebi tahmin etmek üzere nominal GSMH’daki 71 beklenen ve beklenmeyen değişmeler kullanılmıştır. Diğeri ise, enflasyon oranı denkleminin indirgenmiş formunun tahmin edilmesidir. Bu denklem toplam talepte, enflasyonun hızlı ya da aşamalı olarak düşürülmesi yaklaşımlarına ilişkin modellerin varsayımlarının geçerliliğini açıklamaya yöneliktir. 1982-1988 için üçer aylık, 1968-1988 dönemi için ise yıllık veriler kullanılarak gerçekleştirilen analiz, M2 ve dolaşımdaki para olmak üzere iki farklı para tanımı çerçevesinde yapılmaktadır. Üçer aylık veriler kullanılarak yapılan analizde, fiyat ataletinin varlığı ve enflasyon hızının nominal talepteki değişmelere kısa dönemde aşamalı olarak, uzun dönemde ise kalıcı veya tam olarak yanıt verdiği sonucuna ulaşılmıştır. Denklem sonuçlarına göre, rasyonel bekleyişler modelinin enflasyonun nominal talepteki değişmelere aynı anda ve aynı oranda karşılık verdiği ve dolayısıyla politika etkisizliği şeklindeki hipotezleri yanlışlanmaktadır. Buna göre, enflasyon hızı ancak aşamalı olarak düşürülebilecektir. Yıllık verilerin kullanıldığı analiz ise, enflasyon ataletinin olmadığı ve nominal talepteki değişmelerin aynı anda ve oranda fiyatlara yansıdığı şeklinde sonuçlanmaktadır. Dolayısıyla bu sonuçlara göre, rasyonel bekleyişler hipotezinin yanlışlanmadığı ve enflasyon hızının bir-iki yıl gibi kısa sürelerde görece sert önlemlerle düşürülebileceği belirtilmektedir. Sonuçlar arasındaki bu farklılığı, analiz dönemlerinin farklı olması, üçer aylık GSMH tahminlerindeki istatistik hataları ve analiz dönemlerinde uygulanan farklı politikalarla açıklayan yazar, bu nedenle yıllık verilerle elde edilen sonuçların daha tutarlı olduğunu belirtmektedir. Yeldan (1993), özellikle bölüşüm ve yapısal boyutlara odaklanarak, Türkiye’de yaşanan kronik enflasyonun kaynaklarının arkasında, 1980’lerdeki maliyet enflasyonunu yaygınlaştıracak biçimde etki gösteren gelir bölüşümündeki eşitsizliğin süregelmesi ve dolayısıyla ulusal gelirden alınan payların artırılması çabalarının yattığını ileri sürmektedir. Söz konusu çabaların gelir dağılımında nadiren bir değişmeye yol açmasına rağmen, enflasyonla sonuçlandığı belirtilmektedir. Geliştirdiği hesaplanabilir genel denge modelinde Yeldan, firmalar tarafından uygulanan kâr marjlarının (markup) sadece çok yüksek değil, aynı zamanda, talep 72 koşullarındaki değişmelere bakılmaksızın firmalar tarafından sürekli olarak artırıldığını ortaya koymaktadır. Türkiye’de 1981-1991 döneminde enflasyonu etkileyen temel değişkenlerin belirlenmesi amacıyla Ertel ve İnsel (1993) tarafından yapılan çalışmada, enflasyon “Kamu Maliyesi Yaklaşımı” çerçevesinde geliştirilen bir model aracılığıyla incelenmektedir. Enflasyonu etkilediği düşünülen değişkenler sırasıyla modele katılarak, her yeni değişkenin modelin açıklama gücü ve enflasyon üzerindeki etkileri test edilmiştir. Sonuçta enflasyonu pozitif yönde etkileyen değişkenler; kamu açıkları/para bazı oranı, reel döviz kuru ve enflasyon bekleyişleri olarak tespit edilmektedir. Analiz sonuçlarına göre geliştirilen temel politika önerisi ise, kamu açıklarının kapatılması amacıyla bir yandan vergi reformu yapılması, diğer yandan KİT’lerde verimliliği artıracak önlemlerin alınmasıdır. Çalışmada ayrıca, enflasyon bekleyişlerinin kırılabilmesi için kamu politikalarına olan güveni artırıcı önlemlerin alınması gerektiği belirtilirken; enflasyon oranı düşürülmeden reel döviz kurlarını düşürecek politikaların uzun dönemde kalıcı ve başarılı sonuç veremeyeceği belirtilmektedir. Fatih Özatay (1992), Türkiye’deki Para Politikası ve Enflasyon’ u incelediği makalesinde 1980 ve 1991 yılları arasındaki dönemde başarılı bir para politikası uygulamasının gerekli koşullarının sağlanıp sağlanmadığını incelenmiştir. Bütçe açıklarının Merkez Bankası Bilançosu ve bütün ekonomi için etkisini analiz etmek için bir makroekonomik çerçeve geliştirmiştir. M2, rezerv para ve emisyon oranlarındaki büyümenin nominal gelir ve zımni GSMH deflatöründeki dalgalanmalar için tahmin edici bir etken olduğunu göstermiştir. Daha sonra finansal ortamdaki değişmelere rağmen istikrarlı, uzun dönemli para talebi fonksiyonunun geçerliliğini göstermiştir. Para arzı ve tahmin edilmiş uzun dönemli para talebi arasındaki fark sistemdeki para arzı fazlası olarak ele alınmıştır. Sonuçta, para arzı fazlasının fiyat, döviz kuru ve faiz oranı gibi makroekonomik modelin temel denklemleri üzerinde önemli etkileri olduğu gösterilmiştir. Bu model kullanılarak bazı politika simülasyonları yapılmıştır. Bu simülasyonlar sonucunda, bütçe açığının finansman biçiminde iç borçla finansmandan parasal finansmana 73 geçildiğinde borç stokunda bir değişme olmasa bile, böyle bir seçimin çok ciddi enflasyonist etkilere yol açtığı gösterilmiştir. Abaan (1993), 1983-1990 dönemine ait aylık verilerle yaptığı çalışmasında parasallaşma ile kamu borçlanmasının enflasyon sürecine etkisi olmadığı yönündeki hipotezleri test etmektedir. Parasal araçlarla enflasyon arasındaki ilişkinin para politikaları, kamu borçlanması ile enflasyon arasındaki ilişkinin ise mali politikaları belirlediği varsayımından hareket edilen çalışmada Granger nedensellik testi ile hipotezler sınanmaktadır. Hükümetlerin özellikle vergi ve sübvansiyon politikaları olmak üzere mali politikalarını değiştirmedikçe enflasyonun düşürülemeyeceği sonucuna ulaşılmaktadır. Nedensellik yönünün parasal büyüklerden enflasyona doğru olduğunun belirlendiği çalışmada, bu çerçevede Merkez Bankası yükümlülüklerine olan baskının azaltılması için, hükümetlerin mali politikalarda kısıtlamalara gitmesi gerektiği savunulmaktadır. Enflasyon, büyüme oranı ve parasallaşma arasında ilişki olduğunu savunan “Kamu Maliyesi Yaklaşımı”nı Türkiye ekonomisi için koentegrasyon yaklaşımı çerçevesinde test etmeyi amaçlayan bir başka çalışmada, enflasyon ile bütçe açığıpara bazı arasındaki uzun dönem ilişkiler araştırılmaktadır. 1977-1993 döneminin kapsandığı çalışmada, Türkiye’de bu dönem verileri çerçevesinde parasallaşma ile enflasyon arasında bire bir ilişki bulunmazken, bütçe açıklarını finanse etmede kullanılacak parasal artışın, yüksek enflasyonun nedenlerinden biri olduğu, para talebinin gelir esnekliğinin ise öngörülebilir etkilere sahip olmadığı sonucuna ulaşılmaktadır (İnsel, 1995). Türkiye’de 1948-1988 döneminde enflasyonist sürecin nedenlerini araştırmak amacıyla yaptığı çalışmalarda Metin (1995, 1998), enflasyonu, kamu açıkları, döviz kuru mekanizması ve yurtiçi ücret artışlarının belirleyici olduğu temelde parasal bir fenomen olarak değerlendirmektedir. Enflasyon ile emek piyasası, talep fazlası, ithal enflasyon ve kamu kesimi finansmanı arasındaki ilişkilerin tahmin edilmesinde Hata Düzeltme Yöntemi ile Johansen Koentegrasyon yaklaşımları kullanılan çalışmada öncelikle bir M1 para talebi fonksiyonu tahmin edilmektedir. Para talebinin açıklayıcı değişkenleri olarak enflasyon, reel gelir ve faiz oranları kullanılırken, 74 değişkenlerin dışsallık durumları, para arzının içselliği ve Lucas Kritiği de ayrıca araştırılmaktadır. İkinci olarak kamu sektörünün modellendiği çalışmada, mali genişlemenin enflasyonist etkilere sahip olduğu şeklindeki kamu maliyesi yaklaşımı kullanılarak yapılan analizlerde, Türkiye’de enflasyona neden olan önemli bir değişken olarak kamu açıklarındaki artışlar bulunmaktadır. Bu nedenle, uzun dönemde bütçe açıklarının azaltılmasının enflasyonu düşürmede önemli bir araç olacağı ifade edilmektedir. 1970-1995 döneminde Türkiye’de enflasyonun nedenlerini sorgulamak amacıyla Lim ve Papi (1997) tarafından yapılan çalışmada, para, mal ve emek piyasaları ile dış sektörün kapsandığı bir makroekonomik model çerçevesinde hem kısa dönem hem de uzun dönem enflasyon dinamikleri araştırılmaktadır. Yapılan ekonometrik analiz sonucunda, incelenen dönemin başlangıcında para arzı, dönem sonlarında döviz kuru gibi parasal değişkenlerin Türkiye’de yaşanan enflasyonist süreçte merkezi bir rol oynadıkları sonucuna ulaşılmaktadır. Enflasyon ataletine yol açan faktörlerin önemli olmasının yanı sıra, kamu kesimi açıklarının da enflasyon üzerinde önemli dolaysız bir etkiye sahip olduğu araştırmada elde edilen diğer bulgular olmaktadır. Kapsanan 15 yıllık zaman dilimi içerisinde politikacıların yapmış oldukları devalüasyon anlaşmalarının enflasyonist sürece ayrıca katkı sağladıkları da belirtilmektedir. Emek piyasası ile ilgili olarak yapılan koentegrasyon analizi sonucunda, ücret artışlarının enflasyon üzerinde bir etkiye sahip olmadığı bulunurken; aşırı para talebinin enflasyonu sadece kısa dönemde pozitif olarak etkilediği saptanmaktadır. İthal enflasyon ve sermaye piyasasındaki fazla varlık talebinin tüketici enflasyonu üzerindeki etkisinin sınırlı olduğu, buna karşılık fazla mal talebinin önemli bir etkisinin olmadığı bulunmuştur. Liberalizasyon sonrası dönemde enflasyon dinamiklerini incelediği çalışmada Akyürek (1999), para tabanı, nominal döviz kuru, hasıla ve fiyatlar genel düzeyi arasındaki ilişkileri 1981-1998 dönemine ait aylık verilerle ve VAR (Vector Autoregressive) yöntemiyle analiz etmektedir. Modelin hareketli ortalama gösterimiyle yapılan incelemede, para tabanındaki artış ve nominal aşınma şokları enflasyonun önemli kaynakları olarak bulunmaktadır. Her iki değişkene verilen 75 dışsal şokların incelenen dönemde enflasyonun temel belirleyicisi olmakla birlikte, nominal döviz kurundaki aşınmaların para tabanına göre enflasyon üzerinde daha güçlü etkiye sahip olduğu sonucuna ulaşılmaktadır. Enflasyonun kendi kendini beslemesinin yanı sıra, kamu kesimi fiyatlarındaki artış yönündeki ayarlamaların da enflasyon üzerinde etkili olduğu saptanmaktadır. Bununla birlikte, enflasyonda görülen başlangıçtaki artışın, ileriye doğru dokuz aylık bir süreçte bütçede bir düzelme ve para arzının artış hızında bir yavaşlamanın ortaya çıkmasına hizmet ettiği; Türkiye’de izlenecek düşük maliyetli bir dezenflasyon stratejisinin bekleyişler bileşenini kapsaması gerektiği ileri sürülmekte, ayrıca fiyatlar açısından döviz kurunun en uygun nominal çıpa olarak hizmet edebileceği öngörülmektedir. Kibritçioğlu ve Kibritçioğlu (1999), Kibritçioğlu (2001b) çalışmalarında, ham petrol veya petrol ürünleri fiyatlarındaki artışların genel fiyatlar düzeyi üzerindeki potansiyel etkileri analiz edilmektedir. Ham petrol fiyatları ile enflasyon arasındaki ilişkinin petrol fiyatlarındaki artışın “enflasyona katkısı” ve “enflasyonist etkisi” olmak üzere iki biçimde incelenebileceği ifade edilmekte ve iki ayrı analiz aleti kullanılmaktadır. Türkiye’nin 1990 girdi-çıktı tablosu kullanılarak yapılan hesaplamada, dolar bazında ham petrol ithal fiyatlarında varsayımsal olarak meydana gelecek yüzde 20’lik bir artışın, fiyatlar genel düzeyinde, on aylık bir zaman dilimi içinde, sadece yüzde 1.1’lik bir artışa yol açacağı ifade edilmektedir. Bundan başka, Türk Lirasının dolar karşısındaki nominal değerindeki yüzde 20’lik bir artışın, aynı zaman dilimi içinde enflasyona katkısının yüzde 2.8 olacağı hesaplanmıştır. Son olarak geliştirdikleri VAR modellerinde hem nominal döviz kuru artışlarının hem de enflasyonun kendi geçmiş değerlerinin 1986-1998 döneminde enflasyonunu temel belirleyici olarak önemli rol oynadıkları tahmin edilmiştir. 1975-1998 dönemine ilişkin yıllık veriler kullanılarak yine kamu kesimi açıklarıyla enflasyon arasındaki ilişkileri Granger nedensellik yöntemiyle analiz edilen çalışmada ise Günaydın (2001), söz konusu değişkenler arasında iki yönlü pozitif bir ilişki bulmakta ve enflasyonun büyük ölçüde kamu açıklarından kaynaklandığını ileri sürmektedir. Araştırmacı ampirik bulgular doğrultusunda, kamu açıklarının parasallaşmasının enflasyonu artırdığını, artan enflasyonun nominal kamu harcamalarını artırıcı etkisinin vergi gelirlerini artırıcı etkisinden daha hızlı ortaya 76 çıkması nedeniyle kamu açıklarının arttığını ifade etmektedir. Yazara göre bunun nedeni, enflasyonist bir ortamda devletin satın aldığı mal ve hizmetlerin fiyatları, enflasyon nedeniyle hemen artarken, vergi gelirleri belirli bir gecikme ile tahsil edilmekte, vergi gelirleri enflasyon nedeniyle erozyona uğrarken kamu açıkları artmaktadır. Enflasyonun düşürülmesi için bekleyişlerin değişmesi gerektiği belirtilmekle birlikte, kamu açıklarının azaltılmasının daha büyük önem taşıdığı vurgulanmaktadır. Zira yazara göre, beklentilerin değişmesi enflasyonu azaltıcı bir etki sağlayacaktır. Ancak, kamu açıklarının sürmesi halinde enflasyondaki azalmaları da geçici olacaktır. Buraya kadar yapılan açıklamaları özetlemek gerekirse, hem uygulanan istikrar politikaları hem de yapılan ampirik çalışmalarda, Türkiye’de yüksek ve sürekli enflasyonun, temel olarak aşağıdaki faktörler tarafından beslendiği kabul edilmektedir: a) Yüksek kamu kesimi bütçe açıkları, b) Bütçe açıklarının parasallaşması ya da para arzında görülen sürekli artışlar, c) Döviz kurlarındaki değişmelerin enflasyonist etkileri, d) Faiz oranlarındaki artışlar, e) Yüksek oranlı ücret artışlarına karşılık verimliliğin düşük olması, f) Dünya ham petrol fiyatlarındaki artışlar, g) Seçim dönemlerinde izlenen popülist politikalar, h) Enflasyon belirsizliği ya da enflasyon oranlarında gözlenen dalgalanmalar ve i) Ekonomik ajanların yüksek enflasyon bekleyişleri. 77 3.2. Ekonometrik Model Denemesi 3.2.1. Ekonometrik Model ve Değişkenlerin Tanımlanması Enflasyonun nedenlerini analiz etmeye yönelik ampirik çalışmaların genelinde Harberger (1963) tarafından kullanılan parasal model şu şekilde gösterilmektedir: Pt = α 0 + α 1 MS t + α 2 MS t −1 + u t (1) Burada P toplam fiyat endeksindeki; MS cari dönem para arzındaki MS-1 bir önceki dönem para arzındaki değişmeleri göstermektedir. Modele göre, para arzındaki değişmeler, büyüme oranı veri iken fiyatlarda değişmelere neden olmaktadır (Aksoy,1982). Çalışmamız bu modeli temel almakla birlikte, hem korelasyon analizleri hem de Türkiye’ye yönelik olarak yapılan ampirik çalışmalarda ön plana çıkan temel parasal değişkenler denkleme eklenmiştir. Bunlar ışığında çalışmada analiz edilen denklem şu şekilde gösterilebilir: Pt = α + β 1 M 2 t + M 2 t −1 + β 2 ER + β 3it + β 4 DLt +u t (2) Burada; Pt : Üç aylık enflasyon oranları (TÜFE), M 2 t : Para arzının GSMH içindeki üç aylık payı, ERt : Nominal döviz kurundaki üçer aylık yüzde değişmeler (döviz kuru = 1$ + 1,5 DM), it : Üç aylık hazine bonosu faiz oranları, DLt : Dolarizasyonu temsilen üçer aylık M2Y/M2 oranları olarak tanımlanmaktadır.3.2.2. Ekonometrik Tahminler Denklem (2) üçer aylık verilerle 1987:2-2003:2 dönemi itibariyle tahmin edilmiştir. 78 79 Modeldeki değişkenler için yapılan Birim Kök testinin sonuçları Tablo 17’de görülmektedir. Değişkenlere Augmented Dickey-Fuller testi (Enders, 1995) uygulanmış ve bunun sonucunda değişkenlerin tamamının %1 hata payında durağan olduğu tespit edilmiştir. Tablo 18: Modeldeki Değişkenler İçin Birim Kök Testleri Değişkenler t-ADF Kritik Değer %1 Kritik Değer % 5 Sabit Terim -3.53 -2.90 DL -7.21** -7.68** -3.53 -2.90 M2(-2) -8.49** -3.53 -2.90 ER -5.67** -3.53 -2.90 İ -3.38** -3.53 -2.90 (** % 1 hata payı ile anlamlılığı göstermektedir) Burada değişkenlerin birim kök testi yapılırken boş hipotezimiz (H ) birim kök 0 yok, H hipotezimiz birim kök var şeklindedir. Dolayısıyla H hipotezimiz red 1 1 edilmekte ve H hipotezimiz kabul edilmektedir. 0 Durağan oldukları tespit edilen değişkenler kullanılarak yapılan tahmin sonucu da Tablo 18’ de görülmektedir. Katsayıların anlamlılığının belirlenmesinde tek taraflı hipotez testi (t testi) uygulanmıştır. Bu test sonucunda, başlangıçta modelimizde yer verilen bütçe açıkları, enflasyon belirsizliği (Hodrick-Prescott filtresine göre hesaplanan), reel döviz kuru ve uyumcu (adaptive) bekleyişler mekanizması çerçevesinde hesaplanan8 enflasyon bekleyişlerini temsil eden değişken anlamsız bulunduğu için modelden çıkarılmıştır. 8 Uyumcu bekleyişler ∆Pt* = γ (Pt − Pt*−1 ); ∆Pt −1 = γ (Pt −1 − Pt −2 ) formülünden hesaplanmıştır. γ:uyarlama katsayısı. 80 Tablo 19: Modelin Tahmini Değişkenler Sabit Terim DL M2(-2) ER İ 2 R = 0.59 1) 2) 3) 4) Katsayılar 3.99 0.01 0.21 0.16 0.06 R 2 = 0.57 Standart Hata 1.53 0.002 0.09 0.05 0.01 F = 22,04 t-değerleri 2.60** 4.18*** 2.21** 3.18*** 3.41*** D.W. = 2.08 Modelde Bağımlı Değişken P’dir. *** %1 hata payı ile anlamlılığı ve ** % 5 hata payıyla anlamlılığı göstermektedir. t istatistik tablo değeri %1 için 2.66, %5 için 2.00. F testi için tablo değeri 3.34. Modeldeki değişkenlerin katsayılarına bakıldığında para arzının iki dönem gecikmeli değeri, nominal döviz kuru, faiz oranı ve dolarizasyonu temsil eden değişkenlerin beklenildiği yönde istatistiksel olarak anlamlı oldukları görülmektedir. Modelde R2 %59 olarak bulunmuştur. Buna göre modelin enflasyonu açıklama gücünün yüksek olmadığı söylenebilir. DW istatistiği sonucuna göre ise, modelde otokorelasyon olmadığı söylenebilir. Modelde F testi sonucuna göre hesaplanan değerin tablo değerinden büyük olduğu görülmektedir. Bir başka deyişle H0 hipotezi ret, H1 hipotezi kabul edilmektedir. Modelimizde enflasyon üzerinde para arzı değişkenin iki gecikmeli değerinin en yüksek etkiye sahip olduğu görülmektedir. Bunu sırasıyla nominal döviz kuru, faiz oranı ve dolarizasyon değişkenleri takip etmektedir. Tahmin sonuçlarına göre, iki dönem önceki para arzında yüzde birlik değişme cari dönemdeki enflasyon üzerindeki payı %21’dir. Cari dönem nominal döviz kurundaki yüzde birlik bir artışın aynı dönemdeki enflasyon artışı üzerindeki payı %16’dır. Faiz oranları ve dolarizasyonun payları ise sırasıyla %6 ve %1’dir. Değerlendirme ve Sonuç Bu çalışmada, enflasyonun nedenleri ve enflasyonist sürecin oluşumunu açıklamaya çalışan teorik yaklaşımlar ve konuyla ilgili olarak yapılan ampirik çalışmalar ışığında, Türkiye’de 1980 sonrasında yaşanan yüksek oranlı enflasyonun nedenleri tartışılmıştır. 81 Çalışma, hiçbir teorik yaklaşım veya ön yargıya dayandırılmadan, çeşitli makroekonomik performans ve politika göstergeleri ile enflasyon arasındaki bağlantılar ve etkileşimler çerçevesinde gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Bu bağlamda çalışmada elde edilen korelasyon analizi bulgularına göre, enflasyonla en güçlü ve pozitif yönlü ilişkiler, M2Y, dolarizasyon, dış borç stoku, devlet iç borçlanma faiz oranları ve mevduat faiz oranları, döviz kurundaki değişmeler, ihracatın ithalatı karşılama oranı, toplam ve özel yatırım ile tasarruf oranları arasında saptanmıştır. Ayrıca söz konusu değişkenler arasındaki ilişkilerin özellikle sermaye hareketlerinin serbestleştirildiği dönemin ikinci yarısında güçlü olduğu yapılan temel gözlemlerden birisidir. Çalışmanın ampirik kısmında ise, paracı teorinin para arzı-enflasyon ilişkine yönelik öngörüsünün yanlışlanmadığı görülmektedir. Ancak nominal döviz kurunun etkisinin de göz önünde bulundurulması gereken bir başka değişken olduğu söylenebilir. Buna ek olarak Türkiye’de 1987 sonrasında kamu borçlanma gereğindeki artışa bağlı olarak borçlanma maliyetlerinin enflasyonu artırıcı etkisi de dikkate alınması gereken önemli bir husustur. Kuşkusuz burada yapılan analiz sonucunda karşılıklı ilişkilerin nedensellikleri hakkında kesin bir şey söylemek mümkün değildir. Fakat çalışmamız açısından önemli olan nokta, enflasyonun belirli bir teorik çerçeve içerisinde ele alınması yerine ekonomideki tüm kurum, yapı ve özelliklerin dikkate alınarak değerlendirilmesi gerektiği görüşümüzün büyük ölçüde desteklendiği gözlenmiştir. Zira, hem reel hem de mali anlamda dışa bağımlı gelişmekte olan ülkelerde, makroekonomik istikrar sağlanmadan ekonominin tamamen dışa açılması, bu tür ekonomilerde gözlemlenen yapısal sorunların daha ağırlaşması sonucunu doğurabilmektedir. Örneğin, istikrarlı bir büyüme ve kalkınma sağlayabilmek amacıyla ticari ve mali sermaye hareketlerinin serbestleştirildiği 1980 sonrası Türk ekonomisinde, çeşitli makroekonomik göstergeler bunu destekler niteliktedir. İncelenen dönemde, büyüme oranları önemli dalgalanmalar gösterirken, enflasyon oranları düşmek yerine önemli ölçüde yükselmiş ve kronik bir yapıya kavuşmuştur. Burada rol oynayan en temel etken, sermaye hareketlerinin kamu politikaları üzerinde yaptığı etkidir. Yeldan (1995, 2001), Türel (1994) ve Boratav’ın (2003) da belirttiği gibi, sermaye 82 hareketlerinin serbestleştiği bir ortamda, döviz kuru ve faiz oranları birbirine bağlanmakta ve kamunun politika etkinliği önemli ölçüde azalmaktadır. Ekonominin sıcak para için cazip hale getirilebilmesi için izlenen düşük kur yüksek faiz politikası neticesinde, enflasyonla pozitif ve güçlü ilişkiler ve etkileşimler içinde olduğu saptanan temel değişkenler en başta etkilenmektedir. Kısaca söylemek gerekirse, Türkiye’de yaşanan enflasyonist sürecin nedenleri ve enflasyonla mücadele politikasının belirlenebilmesi için, enflasyona neden olan faktörlerin dinamik bir süreç ve bu çerçevede ele alınması gerekmektedir. 83 EK 1 : 2000 YILI SONRASI TÜRKİYE EKONOMİSİ Türkiye ekonomisi 1990’ları giderek sıklaşan aralıklarla yaşadığı kriz süreci içinde geçirmiştir. Bu süreç boyunca kısmi istikrar programları uygulamaya konmuş olsa da, bunların kalıcı bir başarısı olmamış ve ulusal ekonomi , 1997 Güneydoğu Asya ve 1998 Rusya Krizleri’nden de olumsuz etkilenerek ciddi bir daralma sürecine girmiştir. 1998’in ikinci yarısından itibaren derinleşen ekonomik kriz, bir yandan söz konusu dışsal şokların , bir yandan da 1990’lar boyunca sürdürülen dışa bağımlı yapay büyüme stratejisinin ve çarpık toplumsal bölüşüm ve birikim mekanizmalarının bir sonucudur. ( Yeldan, 2001, s.157-158) Ocak 2000’de uygulamaya konulan ‘Enflasyonu Düşürme Programı’, sıkı para ve döviz kuru politikası ile bankacılık sektöründe yapısal değişimleri öngören düzenlemeler içermektedir. Program, öne çıkartılan öncelikler ve kullanılan politika araçları bakımından döviz kuruna dayalı bir istikrar programıdır. Program, kamuoyunun desteği ve güveniyle Kasım 2000’e kadar başarıyla uygulanmasına rağmen, 22 Kasım’ da likidite krizi ve ardından 19 Şubat 2001’ de ise, döviz krizi baş göstermiştir. Ekonomide yaşanan bu iki kriz sonrası, 2000 Enflasyonu Düşürme Programı’nın temelini oluşturan ‘tabliata’ sistemine son verilmiş ve dalgalı kur sistemine geçilmiştir.( Uygur, 2001) Dalgalı kur rejimine geçilmesiyle birlikte para ve kur politikası uygulaması ve kriz yönetimi yeni bir boyut kazanmış ve kriz ortamından çıkış önlemleriyle birlikte Türkiye ekonomisinde yeni istikrar arayışları başlamıştır. Kasım 2000 ve Şubat 2001’deki finansal krizlerden sonra ‘Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı’ başlığı altında yine IMF destekli, makro düzeyde yeni bir program hazırlanmış ve 14 Nisan 2001’ de kamuoyuna açıklanmıştır. Bu program 1999 sonunda IMF ile yapılan Stand-By anlaşmasının bir uzantısıdır. Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı uzun dönemde ‘enflasyon hedeflemesi’ sistemine geçilmesini amaçlamıştır. 84 Nominal “çıpa” olarak enflasyon göstergesini seçen “enflasyon hedeflemesi” rejiminin ana öğeleri para politikasının operasyonel olarak bağımsız olması, enflasyonu hedeflemenin teknik olarak uygunluğu ve merkez bankasının uygulamalarında şeffaf olmasıdır. Merkez Bankası, enflasyon hedefini tek başına ya da diğer ekonomik aktörlere danışarak belirledikten sonra, bu hedefe nasıl ulaşacağını, hedeften hangi beklenmeyen koşullar gerçekleştiği takdirde sapacağını kamuya duyurup ekonomide enflasyonun yarattığı belirsizlikleri ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır. Enflasyon belirsizliğinin ortadan kalkmasının, enflasyonu düşürmek için feda edilmesi düşünülen işgücü kaybını en aza indireceği hesaplanmaktadır. Enflasyon hedeflemesinin uygulanabilmesi için gerekli koşullar şunlardır: • Enflasyona ilişkin orta vadeli rakamsal hedeflerin, gerçeğe yakın olarak tahmin edilmesi ve önceden kamuoyuna açıklanması, • Diğer nominal hedefler bir tarafa bırakılarak, fiyat istikrarının ve para politikasının tek hedef olarak kabul edilmesi, • Para politikası stratejisinde şeffaflığın arttırılması, para otoritelerinin planları, hedefleri ve kararları hakkında kamuoyunun ve piyasaların bilgilendirilmesi, • Hem kurumsal, hem de operasyonel anlamda, bağımsız bir merkez bankasının varlığı, • Uygun politika araçlarının geliştirilmesi, para politikası aktarım mekanizmasının iyi anlaşılması, ya da en azından orta ve uzun dönemli enflasyon öngörüsü için güvenilir bir modelin geliştirilmesi. Türkiye ekonomisinde yaşanan 2001 krizinin ardından enflasyonda yaşanılan düşüşün sebeplerini yukarıda belirtilen ekonomi politikasındaki değişiklikleri 85 gösterebiliriz. Bunların yanı sıra artan işsizlikle bağlantılı olarak talep azalması nedeniyle ve yaşanılan yüksek oranlı enflasyon ve devalüasyondan kaynaklanan alım gücünün düşmesi gibi nedenlerden dolayı Türkiye ekonomisinde enflasyonda ciddi bir düşüş yaşanmıştır. 86 KAYNAKÇA Aban, E. D. (1993), “Government Debt, The Central Bank and Inflation: Testing of Tree Hypothesses and The Structure of Causality”, ODTÜ Gelişme Dergisi, C. 20, No: 3, ss. 251-267. Aftalion, F. & P. Poncet (1992), Monetarizm, (Çev. L. Özkale), İletişim Yay., İstanbul. Akçay, B. & E. Öğretmen (1995), “Finansal Liberalizasyon ve Türkiye’de Mali Piyasalar”, Banka ve Ekonomik Yorumlar,10:43-57. Akçay, O. C., vd. (2002), Enflasyon ve Büyüme Dinamikleri: Gelişmekte Olan Ülke Deneyimleri Işığında Türkiye Analizi, TÜSİAD Yay., İstanbul. Aksoy, A. (1982), “Structural Aspects of Turkish Inflation, 1950-1979”, World Bank Staff Working Papers, No: 540. Akyürek, C. (1999), “An Empirical Analysis of Post-Liberalization Inflation in Turkey”, Yapı Kredi Economic Review, Vol. 10, No:2, December, pp. 31-53. Akyüz, Y. (1973), Money and Inflation in Turkey: 1950-1968, A.Ü. SBF Yay., No: 361, Ankara. Alesina, A., N. Roubini & G. D. Cohen (1997), Political Cycles and the Macroeconomy, The MIT Press, Cambridge, Mass. Alparslan, M. & P. A. Erdönmez (2000), “Enflasyon Hedeflemesi”, Bankacılar Dergisi, Türkiye Bankalar Birliği, S. 35, ss. 1-32. Andres, J ve I. Hernando (1997), “Does Inflation Harm Economic Growth? Evidence from the OECD”, NBER Working Paper, No:6062. Aras, E. (1994), Inflation and Its Causes: An Emprical Test of the Monetarist Model for Turkey, TC Hazine Müşteşarlığı, Ağustos, Ankara. 87 Arıcanlı, T. & D. Rodrik (1990), The Political Economy of Turkey: Debt Adjustment and Sustainability, MacMillan, London. Aydın, İ. (1992), Enflasyon Hızının Ani ve Yavaş Düşürülmesi Yaklaşımları: Türkiye İçin Ekonometrik Bir Deneme, İTO Yay., No: 1992-33, İstanbul. Barro, R. J. (1995), “Inflation and Economic Growth”, Bank of England Quarterly Bulletin, 35 (2), 407-443. Barro, R. J. (1996), “Determinants of Economic Growth: A Cross-Country Empirical Study”, NBER Working Paper, No: 5698. Beckerman, P. (1992), The Economics of High Inflation, MacMillan, London. Bildirici, M. (1999), “Rasyonel Beklenti”, Ekonomik Yaklaşım, C. 10, S. 32, ss. 3160. Boratav, K. (1990), İstikrar ve Yapısal Uyum Politikalarının Bir Bilançosuna Doğru, Mülkiyeliler Birliği Vakfı Yay., No: 9, Ankara. Boratav, K. (1995), “İktisat Tarihi 1981-1994”, Bugünkü Türkiye 1980-1995, Der. Sina AKŞİN, C.5 : 159-213. Boratav, K. (2003), Türkiye İktisat Tarihi (1908-2002), 7. B., İmge Kitabevi Yay., Ankara. Bruno, M. ve W. Easterly (1995), “Inflation Crises and Long-run Growth”, World Bank Policy Research Working Paper, No.1517 Celasun, M. (1994), “Trade and Industrialization in Turkey, Initial Conditions, Policy and Performance in the 1980’s”, içinde Helleiner, G. K. (Ed.) (1994), Trade Policy and Industrialization in Turbulent Times, London: Rouletge. Çiller, T. & M. Kaytaz (1989), Kamu Kesimi Açıkları ve Enflasyon, İTO Yay., No: 1989-11, İstanbul. DİE (2003), İstatistik Göstergeler (1923-2002), DİE Yay., No: 2790, Ankara. 88 Dornbusch, R. & S. Fischer (1998), Makroekonomi, (Çev. Ak, Salih vd.), Akademi Yay., Ankara. DPT (2002), Sayılarla Türkiye Ekonomisi:Gelişmeler (1980-2001), Tahminler (2002-2005), http://www.dpt.gov.tr/ekonomi/tarih/tr/1980-01.pdf. DPT, Ekonomik ve Sosyal Göstergeler (1950-1998), CD Rom Veri Tabanı. DPT, Ekonomik ve Sosyal Göstergeler (1950-2001), http://www.dpt.gov.tr. Enders, W. (1995), Applied Econometric Time Series, John Wiley & Sons, First Ed., USA. Ercan, F. (1997), Para ve Kapitalizm, Ceylan Yay., No: 23, İstanbul. Eren, E. (1993), “Politika ve Ekonomi: Siyasal Konjonktür Dalgaları”, İktisat, İşletme ve Finans, S. 89, ss. 59-64. Ersel, H. (1996), “The Timing of Capital Account Liberalization-The Turkish Experience”, New Perspectives on Turkey, Vol. 15, Fall, pp.45-64. Ertel, N. & A. İnsel (1993), “Türkiye’de Kronik Enflasyon Süreci ve Antienflasyonist Politikaların Etkinliği: 1981-1991”, ODTÜ Gelişme Dergisi, C. 13, No:1-2. Eser, K. (1993), “Mali Baskı Altındaki Gelişmekte Olan Ülkelerde Uygulanan Finansal Liberalizasyon Politikalarının Etkinliği”, Ekonomik Yaklaşım, C.24, S.10:83-100. Eser, K. (1996), “Finansal Liberalizasyon Politikalarının Makroekonomik Performans Üzerindeki Etkileri”, Hazine Dergisi, 1: 21-40. Friedman, M. & A. Schwartz (1963), “Money and Business Cycles”, içinde Walters, A. A. (Ed.) (1973), Money and Banking: Selected Readings, pp. 105-169, Penguin Books Inc., Baltimore. 89 Friedman, M. (1968a), “The Quantity Theory of Money”, içinde Walters, A. A. (Ed.) (1973), Money and Banking: Selected Readings, pp. 36-66, Penguin Books Inc., Baltimore. Friedman, M. (1968b), “The Role of Monetary Policy”, The American Economic Review, Vol. LVIII, No: 1, ss.1-17. Frisch, H. (1989), Enflasyon Teorileri, (Çev. Ertan Oktay), Elif Matbaacılık Yay., Ankara. Fry, M. J. (1986), “Turkey’s Great Inflation”, METU Studies in Development, 13(1-2): 95-116. Goodfriend, M. & R. G. King (1997), “The New Neoclassical Synthesis and the Role of Monetary Policy”, in B. Bernanke & J. Rotemberg (Eds.), NBER Macroeconomics Annual, MIT Press, Cambridge, pp. 231-282. Günaydın, İ. (2001), “Türkiye’de Kamu Kesimi Açıkları ve Enflasyon”, İktisat, İşletme ve Finans Dergisi, Nisan, ss.62-77. Heymann, D. & A. Leijonhufvud (1995), High Inflation, Clarendon Press, Oxford. Humphrey, T. M. (1986), Essays on Inflation, Fifth Edition, Federal Reserve Bank Of Richmond, Richmond, VA. IMF (1994), “Inflation, Stabilization in High Inflation Countries: The Main Lessons”, IMF Research Department. İnsel, A. (1995), “The Relationship between the Inflation Rate and Money Financed Deficit in Turkey: 1977-1993”, School of Economics, The University of New South Wales Discussion Paper, No: 95/31, Sydney. Karluk, R. (1996), Türkiye Ekonomisi: Tarihsel Gelişim, Yapısal ve Sosyal Değişim, 4. B., Beta Yay., No: 607, İstanbul. Kazgan, G. (1984), İktisadi Düşünce veya Politik İktisadın Evrimi, Remzi Kitabevi Yay., İstanbul. 90 Kepkep, N. (1991), Enflasyon: Kuramlar, Politikalar ve Avusturya Keynesçiliği, Cem Yay., İstanbul. Keynes, J. M. (1964), The General Theory of Employment, Interest and Money, First Harbinger Edition, Harcourt, Brace and World, Inc., New York, USA. Khan, M.S. & M.D. Knight (1982), “Some Theoretical and Empirical Issues Relating to Economic Stabilization in Developing Countries”, World Development, Vol. 10, Iss. 9, pp. 709-730. Kılıçbay, A. (1991), Her Yönüyle Enflasyon, Boğaziçi Yay., İstanbul. Kibritçioğlu, A. & B. Kibritçioğlu (1999), Türkiye’de Petrol ve Petrol Ürünleri Fiyatlarındaki Artışların Enflasyonist Etkileri, Hazine Müsteşarlığı Ekonomik Araştırmalar Genel Müdürlüğü Yay., No:21. Kibritçioğlu, A. (2001a), “Causes of Inflation in Turkey: A Literatüre Survey with Special Reference to Theories of Inflation”, University of Illionis at UrbanaChampaign, College of Commerce and Business Administration Office Research Working Paper, No: 01-0115. İnternet: http://politics.ankara.edu.tr/~kibritci/publications.html Kibritçioğlu, A. (2001b), “Türkiye’de Akaryakıt Fiyat Artışları ve 2001-2002 Enflasyonla Mücadele Programı Üzerindeki Olası Etkileri”, İktisat, İşletme ve Finans Dergisi, S. 184, ss. 31-41. Kiguel, M. A. & N. Liviatan (1992), “When Do Heterodox Stabilization Programs Work? Lessons from Experience”, World Bank Research Observer, Vol. 7, Iss. 1, pp. 35-57. King, R. G. (2000), “The New IS-LM Model: Logic and Limits”, Federal Reserve Bank of Richmond Economic Quarterly, 86(3), pp. 45-103. Kotwal, O. P. (1987), Theories of Inflation: A Critical Survey, McGraw-Hill Publishing Co. 91 Leijonhufvud, A. (1992), “Keynesian Economics: Past Confusions, Future Prospects”, in A. Vercelli & N. Dimitri (Eds.), Macroeconomics: A Survey of Research Strategies, pp. 16-37, Oxford University Press, New York. Lim, C.H. & L. Papi (1997), “An Econometric Analysis of the Determinants of Inflation in Turkey”, IMF Working Paper, No: WP/97/170. Lucas, R. (1973), “Some International Evidence on Output-Inflation Tradeoffs”, American Economic Review, 63: 326-34. Mankiw, N. G. & D. Romer (1991), New Keynesian Economics, MIT Press, Cambridge. Mankiw, N. Gregory (1988), “Recent Developments in Macroeconomics: A Very Quick Refresher Course”, Journal of Money, Credit and Banking, V.20, No: 3, pp. 437-449. Metin, K. (1995), The Analysis of Inflation: The Case of Turkey (1948-1988), SPK Yay., Ankara. Metin, K. (1998), “The Relationship between Inflation and the Budget Deficit in Turkey”, American Statistical Association Journal of Business & Economic Statistics, Vol. 16, No: 4, pp.412-422. Neftçi, S. (1991), Enflasyon, Stabilizasyon Programı, Hedefler, Analiz ve Tedbirler, Ankara. Oktar, S. (1994), “Hiperenflasyon ve Heterodoks İstikrar Programları”, Banka ve Ekonomik Yorumlar, Temmuz, ss.35-44. Oktar, S. (1998), Enflasyon Hedeflemesi: Para Politikasının Güvenilirliği ve Fiyat İstikrarı, Bilim Teknik Yay., İstanbul. Önder, İ., vd. (1993), Türkiye’de Kamu Maliyesi, Finansal Yapı ve Politikalar, (Ed.)Taner Berksoy & K. BORATAV, Tarih Vakfı Yurt Yay., No:2, İstanbul. 92 Öniş, Z. & S. Özmucur (1987), Türkiye’de Enflasyon, İTO Yay., No: 1987-5, İstanbul. Özatay, F. (1992) , Monetary Policy and Inflation Stabilization in Turkey, Central Bank of Republic of Turkey Rodrik, D. (1990), “Primitive Liberalization, Incomplete Stabilization: The Özal Decade in Turkey”, NBER Working Paper. Romer, D. (1996), Advanced Macroeconomics, The McGraw-Hill Companies, Inc., New York. Saraçoğlu, R. (1997), “Financial Liberalization in Turkey”, İktisat, İşletme ve Finans, 132: 5-18. Savaş, V. F. (1986), Keynesyen İktisat Yıkılırken, Beta Yay., 2. B., İstanbul. Stiglitz, J. E. (1992), “Methodological Issues and the New Keynesian Economics”, in A. Vercelli & N. Dimitri (Eds.), Macroeconomics: A Survey of Research Strategies, pp. 39-40, Oxford University Press, New York. Taylor, L. (1988), Varieties of Stabilization Experience, WIDER, Clarendon Press, Oxford. TCMB, İstatistik Veriler, http://www.tcmb.gov.tr Togan, S. (1994), Foreign Trade Regime and Trade Liberalization in Turkey During the 1980’s, Avebury, Aldershot. Toprak, M. (1993), “1980 Sonrasında Ekonomide Yapısal Değişme ve Finansal Derinleşme”, İktisat, İşletme ve Finans, 83:18-32. Türel, O. (1994), “Türkiye’de 1993/1994 Bunalımı Üzerine Düşünceler”, Mülkiyeliler Birliği Dergisi, C. XVIII, S. 168,4-16. 93 Uygur, E. (1992), “Price, Output and Investment Decisions of Firms: An Explanation of Inflation and Growth in Turkish Industry”, içinde, Ersel, H. (Ed.) (1992), Price Dynamics, TCMB Yay., Ankara. Uygur, E. (1993), “Enflasyonunun Aktörleri, Faktörleri ve Anti-Enflasyonist Politikalar”, İktisat, İşletme ve Finans, Sayı 91, Ekim, ss. 6-38. Uygur, E. (2001), “Türkiye’de Enflasyon”, Türkiye Ekonomisi: Sektörel Analiz, Türkiye Ekonomi Kurumu,Ankara Uygur, E. (2001), “Enflasyon, Para ve Mali Baskı: İktisat Politikalarında Geri Kalmışlık”, İktisat, İşletme ve Finans, S. 189, Aralık, ss.7-23. Yeldan, E. (1993), “Conflicting Interests and Structural Inflation: Turkey 19801990”, The Pakistan Development Review, 32(3): 303-327. Yeldan, E. (1995), “1994 Krizinin Yapısal Kaynakları”, Mülkiyeliler Birliği Dergisi, C.XIX, S.185: 42-47. Yeldan, E. (2001), Küreselleşme Sürecinde Türkiye Ekonomisi-Bölüşüm, Birikim ve Büyüme, İletişim Yay., 1. B., İstanbul. 94 EK 2 : Kullanılan Veriler Dönem 1987:1 1987:2 1987:3 1987:4 1988:1 1988:2 1988:3 1988:4 1989:1 1989:2 1989:3 1989:4 1990:1 1990:2 1990:3 1990:4 1991:1 1991:2 1991:3 1991:4 1992:1 1992:2 1992:3 1992:4 1993:1 1993:2 1993:3 1993:4 1994:1 1994:2 1994:3 1994:4 1995:1 1995:2 1995:3 1995:4 1996:1 1996:2 1996:3 1996:4 P ER 3,54 5,81 14,80 29,88 14,19 7,08 15,44 14,83 13,09 9,91 15,43 11,97 14,79 5,50 18,42 13,27 15,18 9,31 17,97 20,17 9,67 7,11 19,05 13,66 12,97 11,76 18,13 15,44 40,45 9,44 24,30 19,93 14,48 10,83 20,36 16,93 16,16 9,89 19,10 7,20 7,28 8,91 12,64 19,64 12,21 11,34 19,16 7,05 6,46 5,41 7,97 7,10 7,68 7,41 7,26 15,06 16,09 12,47 13,54 15,36 17,21 11,67 9,77 9,97 11,15 13,70 15,13 34,53 84,19 0,99 13,12 15,50 7,53 6,83 15,15 18,76 16,90 12,76 14,68 M2/GSMH 2,44 4,56 7,27 14,19 3,24 4,84 6,52 16,19 6,55 7,80 6,75 12,48 4,29 8,91 3,66 7,95 1,28 8,61 6,11 10,36 4,85 6,22 5,77 8,89 5,56 3,10 3,27 6,54 2,00 24,29 6,82 5,87 10,37 12,78 5,39 6,16 7,58 12,99 9,06 13,78 İ 45,90 49,17 44,97 52,80 60,80 69,33 59,67 65,73 63,77 55,23 65,27 51,63 49,60 50,13 52,93 58,53 70,47 80,40 81,20 83,40 75,43 84,73 89,70 92,43 88,50 85,97 88,00 87,50 118,03 248,27 141,27 124,77 143,23 102,17 102,00 149,37 159,73 122,33 126,83 119,97 DL(M2Y/M2) 220,65 64,95 70,19 70,53 1476,96 90,41 60,43 79,63 72,85 90,97 80,65 80,38 66,01 87,15 71,50 74,26 23,36 70,70 57,75 64,88 44,56 44,64 51,89 86,07 60,73 47,45 44,69 53,24 11,49 74,29 46,73 41,14 60,93 89,33 55,55 27,77 51,33 65,79 54,55 54,41 95 1997:1 1997:2 1997:3 1997:4 1998:1 1998:2 1998:3 1998:4 1999:1 1999:2 1999:3 1999:4 2000:1 2000:2 2000:3 2000:4 2001:1 2001:2 2001:3 2001:4 2002:1 2002:2 2002:3 2002:4 2003:1 2003:2 15,30 18,00 15,21 24,70 17,59 12,53 10,35 17,43 11,73 12,06 11,74 17,62 13,56 7,53 5,96 9,86 8,32 20,34 9,95 16,32 10,31 4,24 4,28 9,71 6,74 6,36 15,20 14,10 15,24 17,66 16,82 13,54 8,64 10,86 13,97 12,61 10,38 13,06 10,60 5,78 4,50 3,45 22,14 46,02 16,51 8,28 13,45 9,12 19,81 1,16 6,33 30,39 7,41 9,87 7,57 11,61 5,16 16,53 6,74 14,19 13,74 13,18 12,59 16,35 0,18 7,51 4,89 15,01 26,20 4,97 2,96 9,37 4,65 6,32 3,52 6,94 2,81 5,12 93,90 102,89 114,23 116,04 120,02 95,93 102,28 143,91 119,58 102,63 96,97 95,55 37,52 36,62 33,07 38,29 127,57 100,27 91,73 78,70 69,90 62,07 66,30 55,70 57,33 51,53 43,05 62,05 55,59 47,88 35,51 63,68 29,91 162,52 56,15 51,92 65,28 47,21 1,34 46,23 42,92 127,09 42,83 15,16 10,50 95,35 -64,85 26,26 35,34 69,32 135,67 156,85 96 Aslandoğan, Ayça , Türkiye’de 1980 Sonrası Enflasyonun Nedenleri, Yüksek Lisans Tezi, Danışman: Prof. Dr. Çelik Aruoba , 98s. Özet Çalışmada, enflasyonun nedenleri ve enflasyonist sürecin oluşumunu açıklamaya çalışan teorik yaklaşımlar ve konuyla ilgili olarak yapılan ampirik çalışmalar ışığında, Türkiye’de 1980 sonrasında yaşanan yüksek oranlı enflasyonun nedenleri tartışılmıştır. Öncelikle enflasyon teorileri özetlenmiştir. Daha sonra Türkiye’de enflasyonun kaynakları analitik bir çerçevede ele alınmıştır. Bu yapılırken, önce Türkiye’de enflasyonun nedenlerine yönelik ampirik çalışmalar değerlendirilmiş, daha sonra yeni bir yapılanma sürecine girilen 1980 sonrası yapısal değişmeler ele alınarak temel makroekonomik değişkenler arası ilişkiler analiz edilmiştir. Son olarak da yapılan değerlendirmeler, 1987-2003 dönemine ait üçer aylık verilerle ekonometrik bir model denemesi çerçevesinde ele alınmıştır. 97 Aslandoğan, Ayça , Reasons of Inflation in Turkey After 1980s. Master’s Thesis, Advisor: Prof. Dr. Çelik Aruoba , 98 p. Abstract In this study, in the light of the theories about inflation and by the help of the ampirical studies, the reasons of high inflation in Turkey after 1980 are argued. Firstly, theories about inflation are summarized. Secondly, sources of inflation in Turkey are held in an analitical framework. At first, ampirical studies about reasons of inflation in Turkey is evaluated.Then, by considering structural changes after 1980s , relations between basic macroeconomic variables are analyzed. Lastly, to analyze the relations between inflation and macroeconomic variables an econometric model is formed by using quarterly data between 1987-2003. 98