ankara 2013 ak parti genel merkez ar-ge başkanlığı ak

advertisement
A K PA RT İ
GENEL MERKEZ
AR-GE BAŞKANLIĞI
A K PA RT İ K Ü T Ü P H A N E S İ
K İ TA P TA N I T I M L A R I S E R İ S İ
ANKARA 2013
AR-GE Başkanlığı
AK Parti Kütüphanesi
AK Parti Genel Merkezi 4. Kat
Söğütözü Cad. No. 6
Çankaya 06550 Ankara
Tel: +90 (312) 204 50 00
Dahili: 2314 / 2321
[email protected]
http://kutuphane.akparti.org.tr
Tanıtımı Yapılan Kitap:
İkinci Binyılda Ticaret, Savaş ve Dünya Ekonomisi: Güç ve Refah /Ronald Findlay,
Kevin H. O’Rourke; tercüme, Ahmet Ataseven. İstanbul: Küre Yayınları, 2013. 735 s.
(ISBN: 978-605-5383-30-5)
Tanıtımı Yapan: Mahmut Yeter
*Özetlerde belirtilen görüşler kitap yazarının görüşleridir.
AK Parti’nin görüş ve düşüncelerini yansıtmaz.
A K PA RT İ
GENEL MERKEZ
AR-GE BAŞKANLIĞI
A K PA RT İ K Ü T Ü P H A N E S İ
K İ TA P TA N I T I M L A R I S E R İ S İ
GÜÇ VE REFAH
RONALD FINDLAY
KEVIN H. O’ROURKE
ANKARA 2013
İçindekiler
Birinci Bölüm
Giriş: Coğrafi ve Tarihi Arka Plan...................................................................27
İkinci Bölüm
Birinci Binyıl Dönemecinde Dünya Ekonomisi............................................73
Üçüncü Bölüm
1000-1500 Arasında Dünya Ticareti:
Cengiz Han’ın Yol Açtığı Ekonomik Sonuçlar............................................123
Dördüncü Bölüm
1500-1650 Arasında Dünya Ticareti:
Eski Dünya Ticareti ve Yeni Dünya Gümüşü..............................................187
Beşinci Bölüm
1650-1780 Arasında Dünya Ticareti: Merkantilizm Çağı.........................285
Altıncı Bölüm
Ticaret ve Sanayi Devrimi................................................................................381
Yedinci Bölüm
1780-1914 Arasında Dünya Ticareti: Büyük Uzlaşma................................443
Sekizinci Bölüm
1914-1939 Arasında Dünya Ticareti:
Deglobalizasyon (Küreselleşmenin Geri Çevrilmesi.................................. 517
Dokuzuncu Bölüm
Yeniden Küreselleşme: Tarihsel Açıdan 20. Yüzyıl Sonları......................569
Onuncu Bölüm
21. Yüzyılın Şafağında Küreselleşme............................................................. 631
Kaynakça..............................................................................................................655
Dizin.....................................................................................................................709
4
Yazarlar Hakkında
Ronald Findlay
Burma’daki Rangoon Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi’nden mezun oldu
(1954). MIT’te (Massachusetts Institue of Technology) doktora çalışmasını tamamladı (1960). Rangoon Üniversitesi’nde ekonomi okutmanlığına (1954-57),
ekonomi öğretim üyeliğine (1960-66) ve ekonomi araştırma profesörlüğüne
(1966-68) getirildi. 1970 yılından beri Columbia Üniversitesi’nde Ekonomi
Profesörüdür. Uzmanlık alanı olan uluslar arası ticaret, ekonomik kalkınma
ve siyasi ekonomi konularında birçok makale yayımlamıştır.
Kevin O’Rourke
Dublin’deki Trinity College’da Ekonomi Profesörü, CEPR Economic History Initative’de eş düzenleyici, National Bureau of Economic Research’te
araştırmacı ve Royal Irish Academy’nin üyesidir. Harvard’da doktorasını
tamamlamış (1989), Columbia Üniversitesi, UCD, Harvard ve Paris’te bulunan Sciences Po’da dersler vermiştir. Medeniyet tarihi konusunda pek çok
eser yayımlayan O’Rourke’un Jeffrey G. Williamson ile birlikte yazdığı Globalization and History, American Association en iyi bilimsel eser ödülüne
layık görülmüştür.
5
Kitap Hakkında
Findlay ve O’Rourke, bir yanda bölgeler arası ticaret modelleri arasındaki
etkileşimleri bir yanda da uzun dönemli küresel ekonomik ve politik gelişmeleri analiz ettikleri bu kapsamlı eserde, uluslararası ticaret ve dünya ekonomi tarihinin binyılına dair kavramsal bir çerçeve sunuyorlar.
Kitabın bir özelliği de sürekli çatışma, şiddet ve jeopolitik üzerinde durması. Bugünkü küreselleşmenin ve onun ekonomik ve politik sonuçlarının,
yüzyılları bulan dengesiz ekonomik gelişme sürecinden ortaya çıktığı düşünüldüğünde kitabın önemi daha da artıyor.
Yazarlar, modern dünya ekonomisinin etkileşimli olarak nasıl ortaya
çıktığına dair açıklamalarıyla da, hem Avrupa merkezciliğinin Scylla’sından
hem de Çin merkezciliğinin Charybdis’inden kurtulmayı başardığımız konusunda okuyucularını ikna ediyor.
Güç ve Refah, uzun dönem dünya ticaret tarihi üzerine bir kaynak olma
özelliğiyle, mevcut literatür arasında öne çıkan bir çalışma.
Bugünkü küreselleşme ve onun ekonomik politik sonuçları, bir boşluktan değil, oluşumu bin yıl olmasa bile yüzyılları bulan dünya çapındaki dengesiz ekonomik gelişme sürecinden kaynaklanmıştır. Zamanında bu süreç,
birçok dünya bölgesinin sadece ticaret, göç ve yatırım yoluyla değil, zaman
içerisinde politik ve kültürel olarak da birbirleriyle etkileşime girdikleri değişen şekillerle oluşmuştur. Bir yanda bölgeler arası ticaretin model ve gelişimi arasındaki bu iki taraflı etkileşimi, bir yanda da uzun dönemli küresel
ekonomik ve politik gelişmeleri anlamak bu kitabın temel amacıdır.
Bize göre, dünya tarihinde ikinci binyıla ait üç büyük olay vardır,
6
•
14. yüzyılın Kara Ölümü ve ona gösterilen farklı tepkiler;
•
16. yüzyıl dönemecinde Yeni Dünya’nın “keşfi” ve Eski Dünya’yla
birleşmesi;
•
19. yüzyıl dönemecinde de Sanayi Devrimi.
Sanayi Devrimi, Batı Avrupa içinde ve daha açıkçası Britanya’da meydana geldi ama lokomotif sektörünün ihtiyaç duyduğu gerekli hammadde
Güney ve Kuzey Amerika’daki Afrikalılarca üretiliyor ve nihai ürünler bütün dünya pazarında satılıyordu.
İktisat çok defa emperyalist bir disiplin olmakla suçlanmıştır ve yağma
aşağıda inceleyeceğimiz imparatorlukların bir çoğunun temel niteliği olmuştur.
7
Kitabın Özeti
BİRİNCİ BÖLÜM
Giriş: Coğrafi ve Tarihi Arka Plan
Bu kitabın konusu, geçen binyıldaki dünya ticaretinin model ve yapısının
gelişmesidir. 500’lü yıllar civarında Frank kral Clovis’in din değiştirmesiyle
başlayan süreç, I. binyılın son yüzyılında Çekler, Polonyalılar, Macarlar ve
İskandinavyalıların katılımıyla sona erdi.
İlk Rus devleti, gevşek bir federasyon olan Kiev Prensliği (Kievan Rus)
idi; başkenti Kiev’di. Ruslar, ganimet, paralı askerlik ve Bizans ve İslam dünyasının lüks malları ve gümüş karşılığında kürk, kehribar ve köle ticareti
beklentisiyle doğuya çekilen İskandinavyalı Vikinglerdi.
Ruslar ve diğer Slav kavimleri, evvelce Bizans İmparatorluğu’nun kuzey sınırlarında yaşayan barbar kavimlerdi. Malum kültür alışverişi mantığı sonucunda daha gelişmiş uygarlığın kültürel etkisine girdiler. Balkanlar’daki Sırplar ve Bulgarlar 8-9 yüzyıllarda din değiştirdiler ve Kievli Rus
Prens Vladimir, Rusya tarihinde 1917’den daha önemli bir yıl olan 988’de
vaftiz olup Bizans imparatorunun kız kardeşiyle evlendi.
Doğu Avrupa’daki bir diğer güçlü eski devlet ise, kilise kuruluşu ve edebiyat kültürüyle bütün bütüne o kaynaktan türemiş olsa da ciddi anlamda
Bizans’a meydan okuyan Bulgar imparatorluğuydu. Bulgarlar, bir boyunu
aşağı Tuna havzasında mesken tuttuğu mahalli Slav köylülerine hükmeden bir Türk kavmiydi 811 yılında Pagan Han Krum komutanlığında Bizans ordusunu bozguna uğrattılar ve imparatoru öldürerek kafatasından kadeh yaptılar. Krum ve halefleri, batıda almanlar ve Sırplarca durdurulsalar
da Balkanlar’ın çoğunu fethettiler. Ne var ki nihayetinde Bizans’ın kültürel
cazibesi ve siyasi ve askeri nüfusunun fazlasıyla kuvvetli olduğu anlaşıldı
8
ve Bulgarlar, I. Boris devrinde ( 852-89,ö.907) 869’da Hıristiyanlığa geçtiler.
Hristiyanlık nasıl Cermen ve Slav kabilelerini uygarlaştırdıysa, İslam devletlerinde gittikçe askeri vazifeyi devralan Orta Asya Türklerini uygarlaştırmıştır.
750 yılında, Emevi hilafeti, yönetimin Arap kabilesi karakterini daha
resmi, bürokratik ve merkezi bir Acem modeli yönünde değiştiren Abbasilerce cebren devrildikten sonra tarihin sandığına girdi. Abbasiler şehir ticaret ve zanaat sınıflarında güçlü bir şekilde temsil edilen mühtediler olan
mevalilerin büyük nüfusuna daha çok serbestlik verdiler.
Arap imparatorluğunun merkezindeki sürekli çatışma bir yana, imparatorluğun başlangıçtaki birliği de hanedanlık iç çekişmeleri, dini hizipleşme
ve merkezden daha uzak parçaların kendi ayrı yollarına gitme eğiliminin
sonucunda çok geçmeden dağılmaya yüz tuttu.
Fatımiler, Hz. Ali ve Hz.Peygamberin kızı Fatıma’nın soyundan gelen
gerçek imamların olduğunu iddia eden muhalif Şii mezhebi İsmaililerin taraftarlarıydı. Bundan hareketle, Abbasileri gayrimeşru gaspçılar addettiler
ve Mısır’ın fethini müteakip kendi hilafetlerini ilan ettiler.
İslamiyet idaresindeki İberik yarımadası bölgeleri Arapça adlandırıldığından, el-Endulus (Endülüs) bölgesi, Emevi hilafet merkezinden idareden
ziyade mahalli insiyatifin bir eseriymiş gibi görünüyor. Abbasiler, İranlılara
ve sonunda Selçuklulara karşı güç kaybetti. Endülüslüler Mağrip’te Berberilerce, İberik yarımadasının kuzeyinde de Hristiyanlarca ezildi. Fatımiler de
doğuya doğru Suriye’de, batıya doğru da Kuzey Afrika’daki başarısızlıkları
sonucunda Mısır’a hapsoldu ve cihanşümul İsmaili Şii devlerine yönelik bin
yıllık rüyaları suya düştü.
Orta (veya iç) Asya
Efsanevi İpek Yolu, bölgeden gecen kervanlardan alınan vergi, ekseriyetle yağmalamaktan kat kat karlıydı. Daha karlısı ise ipek gibi kilit malları
Çin’de kaynağından elde etmek, sonrada bunu mümkün ise-silah zoruylabatıya satmaktı. Bu tam da 6.asrın ortalarında bir göçebe imparatorluğunun
üstesinden gelebileceği bir şeydi.6.asrın ikinci yarısında doruğuna varan ilk
9
Türk imparatorluğu da böyle oluştu. Bu imparatorluğu kuran ulus, mavinin
“semavi” veya “ilahi” çağrışımı ve gök rengi olması dolayısıyla “Gök Türkler” veya “Mavi Türkler” olarak biliniyordu.
Türkler, askeri baskı yoluyla çok uygun ticaret şartlarla at karşılığında
büyük miktarda ipek alabiliyordu. Türkler, diğer bölgeler yahut uluslar üzerinde doğrudan yönetime kalkışmadılar ama İpek Yolu boyunca yer alan
vaha şehirleri ve kabileler üzerinde gevşek bir hâkimiyet şekli kurdular.
751 yılında yapılan Talas Savaşının önemli bir sonucu, Semerkant’a götürülen Çinli esirlerin, burada kâğıt yapma sanatını öğretmeleriydi. Bundan
Sonra Mutasavvıf misyonerlerce ihtida ettirilen bir Türk boyu ve yeni bir hanedan olan Karahanlılar Kaşgar havalisinde sahneye çıktı. Doğuda bir diğer
güçlü Türk boyu birliği olan Uygurlar ise 744 yılında sahneye çıktı ve 840
yılına kadar hâkimiyeti elinde tuttu.
Batı bozkırlarındaki diğer iki Türk imparatorluğu ise Karadeniz ile Hazar Denizi arasındaki bölgede yaşayan Hazarlar ve bu nehrin orta alanlarda
yaşayan Volga Bulgarları idi. Volga Bulgarları İslamiyet’e geçerken, Hazarlar
muhtemelen ya Müslüman yahut Ortodoks Hristiyan komşularının nüfuzu
altına girmekten vareste kalmak uğruna Museviliği benimsedi. İki devlet de
10. yüzyılın sonunda önce Kiev Prensliği’nin (Kievan Rus) yükselen gücüne
yenik düştü. Bir diğer Türk boyu olan Peçenekler ise hiçbir zaman bir devlet kuramadı ama vahşet ve savaş cesaretleri, yerleşik veya göçebe, kendileriyle temasa geçen halkları dehşete düşürüldü.
İKİNCİ BÖLÜM
İslam’ın Altın Çağı
7. asırda ve 8. asrın başlarındaki Arap fetihleri, tarihte ilk kez bir yanda
Roma’nın Akdeniz dünyası ile kadim imparatorluklarını, bir yanda da Mezopotamya ile İran’ı birleşti. İskender’in imparatorluğu, ölümüyle birlik komutanlarının rakip bölgelerine bölündü ve Roma İmparatorluğu’nun doğu
sınırları asla Fırat’a ulaşmadı. Araplar, Bizans’ın Mısır, Suriye, Filistin ve
10
Kuzey Afrika sömürgelerini Mezopotamya ve İran’dan İbaret sasani bölgeleriyle birleştirdiler. Bunun yanı sıra sınırlarını Maveraünnehir, Afganistan
ve Hindistan’a kadar genişlettiler. Böylece İslam dini ve Arap diliyle birleştirilmiş geniş karma bir bölge de hem doğuya hem batıya doğru insan, mal,
teknik ve fikirlerin hareketinin de yolu açıldı. İhtidanın ancak peyderpey
gerçekleştiği ve Acemce, Aramice, Kıpti’ce ve Berbericenin bir gecede kayıplar karışmadığı doğru olsa da, Arapça hızla bölgenin çoğunda İslam inancının yanı sıra idare, hukuk ve ticaretin de dili haline geldi.
İslam inancının doğduğu Arap yarımadasındaki Mekke ve Medine, bugüne değin en çok hürmet edilen iki mukaddes yer olmuştur. Şu var ki gördüğümüz gibi İslam devletinin siyasi merkezi Emevilerce Medine’den Şam’a,
sonra da Abbasilerce Bağdat’a taşındı ve bir daha asla Arap yarımadasına
geri dönmedi. Araplar, Mezopotamya’da müstahkem askeri yerleşim bölgeleri olarak küfe ve Basra’yı ve daha sonra da ikisi arasında Vasit’i kurdular. İslam dünyasında ticaretin önemi Abbasilerin payitahtı olan Bağdat’ın
planıyla şahane ifade edilmektedir. Bağdat Dicle kıyısında yer alıyordu ama
bir kanalla da Fırat’a bağlıydı ve sonuçta Akdeniz ve Suriye’den gelen yükler akında yönünde, Hindistan ve Güneydoğu Asya’dan gelen yükler akıntı
yönünde, Hindistan ve Güneydoğu Asya’dan gelen ithal mallar da akıntıya
karşı Basra Körfez’inden Basra’ya kolayca taşınabiliyordu. Şehir dairevi bir
plan üzerine kuruluydu ve dört kapıya götürülen ana yollar çaprazlama olarak kesişiyordu. Kuzey doğu kapısı İran ve Maveraünnehir’e, kuzeybatı kapısı Suriye’ye, güneydoğu kapısı Aşağı Mezopotamya’ya, güneybatı kapısı da
Arabistan ve Mısır’a götürülüyordu.
İslam dünyası İle Sahra altı Afrika arasındaki bir diğer önemli ekonomik
bağlantı da köle ticaretiydi. İslam öncesi çağlardan beri Afrika kölelerinin
Ortadoğu ülkelerinde yaygın olduğu herkesin malumudur. İlk Müezzin olan
Bilal, Peygamber’in azatlı siyahi bir kölesiydi ve İlk Arap fetihlerinin unutulmaz komutanları da dahil çok sayıda sayıda siyahi taraftarlar vardı. Fatımi halifelerinin cariyelerinin, el-Mustansır’ın (1036-94)annesi gibi,oğulları
adına güç ve nüfuz kullandıkları malumdur. El-Mustansır bütün Fatımi halifeler gibi ordusuna siyahi askerler alıyordu ve bunların sayısı 50 bini bulacak
11
kadar çoktu. Daha Uzak ülkelerde de Afrika kölelerinin ticareti yapılıyordu:
Habeşli olarak bilinen Etiyopyalı paralı askerler büyük çapta Hindistan’dan
alınırdı, işe bakın ki bin yılı aşkın bir süredir Afrika kölelerinin Ortadoğu’ya
süreğen bir şekilde akışına rağmen, ”ötekiler”i içine alma yeteneğiyle İslam
dünyasının gösterdiği toplumsal hoşgörüye övgü oluşturabilecek bir topluluk kurabilmiş torunların izine başka herhangi bir yerde rastlanmaz.
Fatımiler, Mısır’ın fethini müteakip faal olarak ticaretle ilgilendiler ve
Hint Okyanusu baharat ticaretini Basra Körfezi’nden Kızıldeniz’e yöneltmeyi
başardılar. Böylece Ortaçağ dünyasında en kazançlı tekel geliri kaynağına
ulaştılar ve bunu Amalfi, Ceneviz, Pisa ve Venedik gibi yeni sahneye çıkan
tüccar İtalyan şehir devletleriyle paylaştılar. Fatımiler, Batı Afrika altın kaynakları ve Kızıldeniz’den faydalanma imkanını kontrol altına almaları sayesinde Berberi, Türk ve Nubyalı askerlerden oluşan güçlü bir ordu ve görkemli bir sarayı idame ettirebiliyorlardı. Kıptilerle Yahudileri yöneticileri ve
mali danışman olarak çalıştırıyorlar ve dikkat çekecek derecede mantıklı ve
tutarlı görünen bir ekonomi politikası takip ediyorlardı. Arap fetihleri, ürün
ve bitkilerin Hindistan ve Güneydoğu Asya’dan batıya doğru İran, Irak ve
Suriye ‘ye, sonrada hâkimiyetleri altında olan Akdeniz’in her iki kıyısında
yer alan bu bölgelere dağılması neticesinde, zapt edilen ülkelerde gerçek bir
“yeşil devrimi”ne yol açtı. Bu doğu ürün ve bitkileri aslında bol yağış alan
muson ikliminde yetiştiğinden, İslam dünyasının daha kurak ikliminde ziraatlarının yapılması için daha karmaşık bir sulama ikliminde karmaşık bir
sulama teknoloji gerekiyordu.
İşte yer altı sulama kanalları yahut kanat ve su çarkı yahut noria gibi eski
İran ve Mezopotamya icatlarının mirası burada kaçınılmaz oldu. Yaratıcı nitelikte bir sentez başarısı olan bu ziraat sisteminin eseri olarak Endülüs’te semeresini verdi. Reilly (1993,s.62), 9. yüzyılda pamuk ve muzun ortaya çıktığını ve bunları 10. yüzyılda pirinç, durum buğdayı, şeker kamışı, patlıcan ve
karpuzun, 11. Yüzyılda da sorgum ve ıspanağın izlediğini söyler. Mevsime
göre otlak peşinde hareket eden büyük koyun sürülerinin yetiştirilmesi, göçmen Müslüman halkın büyük kısmını teşkil eden Berberi kabile topluluklarının Endülüs’te iskân edilmesiyle alakalıydı. Daha az sayıdaki doğulular
12
-Araplar ve Suriyeliler- ise yönetici Emeviler ile toprak sahibi soyluların seçkinlerini teşkil ediyordu. Küçük bir Yahudi topluluğu, ticaret ve idare de büyüklüğüyle tamamen orantısız bir rol oynuyordu, çünkü eğitim, okuryazarlık
ve doğulu kökenleri, bu zümreye Müslümanlar ile Hristiyanlar arasında kültürel bir aracı olma imkânı sağlıyordu. Batıda İspanya ve Kuzey Afrika’dan
doğuda Afganistan ve Hindistan’a varıncaya kadar İslam dünyasının bütün
bu şehirleri ve bölgeleri, belli ki insan, düşünce, teknik mal ve sermayenin
serbest akışı üzerinde hiçbir sınırlama olmadan birbirleriyle daimi temas halindeydi. Bu itibarla hac, haliyle başlıca birleştirici amildi ama elbette başlı
başına bir amil değildi. Kurtuba’da mevsime göre kıyafet değiştirme ve yemekleri ayrı tabaklara koyma gibi adetlerin yanı sıra diş macunu ve koltuk
altı deodorant kullanma gibi zamanının şaşırtıcı yenilikleri de yine kendisine izafe edilir. Doğunun maddi ve kültürel ürünleri, batıda sadece taklidi
değil, topyekûn medeniyetin zenginleşmesi yönünde değişim ve gelişimi de
harekete geçirmiştir. Bu, sırası gelince Batı Avrupa ve dünyanın geri kalanı
için paha biçilmez bir mirası ifade eder.
Çin: Sung Ekonomik Mucizesi
Çin, şimdiki 2. binyıl dönemecinde olduğu gibi 1. binyıl dönemecinde
de Sung hanedanı zamanında benzeri görülmemiş bir ekonomik gelişme
kaydetmişti. Bu dönemde tarımda olduğu kadar sanayi ve ulaştırmada da
teknolojik değişimin ve şehirleşmede fevkalade bir artışın eşlik ettiği pazar,
ticaret ve ihtisas alanında büyük bir genişlemeye tanık olundu. Moğol hamisinin yerini alan Sunglar, MarkoPolo’yu derinden etkileyen çok büyük şehirler meydana getirdiler Hanedanın tüm tarihinin, kuzey sınırlarında güçlü
göçebe devletleriyle girdiği çatışmalarla temayüz ettiği göz önüne alınırsa,
Sung Çin’inin sergilediği ekonomik performans daha da çarpıcıdır. Göçebelerin akınlarına karşı çoğunlukla savunma amaçlı kullanılan Sung ordusu,
yaklaşık 1,25 milyon kişiden teşekkül ediyordu. Bu, zenginliğe rağmen ekonominin taşıyamayacağı ağır bir yüktü.
13
Ticarete açıklığın bariz mali faydaları, ’kendine yeterliliğe yönelik güçlü
bir Konfüçyüsçü tercih ve ticariden ziyade zirai bir ekonomiyle çatışıyordu.
Bu, imparator Kao-tsung’u 1127’de, lüks ithal mallarını yasaklamayı sevk
etti. Fakat imparator 1137’de ekonomik zaruret karşısında geri adım atmak
mecburiyetinde kaldı ve deniz ticaretinden muazzam karlar elde edilmektedir ve doğru yönetilirse bu milyonlarca para demektir. Bu insanlardan vergi
tahsil etmektense ticareti teşvik etmek tercihe şayan olmaz mı? ’ifadesini içeren meşhur bir ferman çıkardı (Wheatley 1959, s.30) Sunguların gümrük
tarifesi, ”ince” nitelikli mallar için de on beşte bir şeklinde gayet makul bir
seviyedeydi.(a.g.e. s.22).
Moğollara yenik düşmeleri, Muhtemelen Batı’nın çok daha ilerisinde
bir modern sanayi toplumu ve uygarlığına ulaşabilecek bir gücün trajik yenilgisini temsil ediyordu. Moğollar saltanatlarında gittikçe Çinlileştikleri
ve halefleri olan mingler de ilkin Sungularla Yuanların “dışa dönük”denize
yönelmelerini destekledikleri halde yine de sonunda içe kapandılar. Göreceğimiz gibi, entelektüel alanda ise Konfüçyüsçü Ortodoksluk yeniden canlanmış ve tecrübeye dayanan pragmatik Sung ruhu da ıskartaya çıkmıştı.
Böylece Moğol saldırısı, aşağı yukarı çağdaş olan İslam’ın altın çağına tamamen denk düşen, hatta onu geçen, dikkat çekici bir iktisadi büyümenin
ilk “çiçeklenme”sine maalesef son verdi (Goldstone2002).
Pirenne Tezi
Belçikalı büyük tarihçi Henry Pirenne (1939,s.234),meşhur “Muhammed olamasaydı Şarlman olmazdı” cümlesiyle bütün akademik tartışmaların bugüne değil hala üzerinde tamamen hemfikir olunmayan en sürükleyicilerden birini harekete geçirmişti. Pirenne, zamanının genel kabul gören
“Cermen İstilalarının Galya bölgesinde Roma İmparatorluğu’nun uygar iskeletini çökerttiği ve böylece toplumun derebeylerince hükmedilen köle köylü sınıfının kendi kendine yeten tarım ekonomisine geri döndüğü ‘Karanlık Çağlar’ı
başlattığı bilgisine hamle eder. Ona göre asıl kendisi 5.Yüzyılın sonları ile 6.
Yüzyıldaki barbar zaptıyla değil, ancak 7. Yüzyılın ikinci yarısında evvelki
14
Roma İmparatorluğu’nun doğu ve batı yarımlarını birbirinden ayıran Arap
hilafetinin Akdeniz hâkimiyetini Bizanslılardan zorla almasından sonra geldi.
Pirenne’egöre, peşinden gelen ticaret ve diğer denizaşırı irtibatlarının kesintiye uğraması, Batı Avrupa’nın Karolenj hanedanı zamanındaki dahailkel, kendi kendine yeten ekonomik bir temele geri dönmesine yol açtı. O halde
“Muhammed olmasaydı Şarlman olamazdı”.
Pirenne ’in tezinin dayandığı temel, hepsinde de Batı’nın Bizans’a bağımlı olduğu papirüs, lükskumaş, doğu baharatı ve altın sikke olmak üzere,
Batı Avrupa’daki (Robert Lopez’in 1943tabiriyle) ”dört yokluk” tu. Buradanhareketle, Pirenne tezi İslam’ın yükselişinin küreselleşme karşıtı bir
güç olduğu iddiasındadır; en azından Batı Avrupa’ya göre, İslam’ın daha
çok sahip olduğu derin bütünleştirici etki göz önünde tutulursa düpedüz
bir paradokstur.
Doğu Avrupa: Viking Bağlantısı
İslam’ın yükselişinden sonra 7-8. Yüzyıllarda Batı Avrupa ile doğu arasındaki ticaretin sekteye uğramadığını, aksine gümüş ve –ipek ve baharat
gibi lüks ürünler karşılığında köle, kürk ve kılıç ihracıyla devam ettiğini görüyoruz. Ancak köleler ekseri doğu Slavlarda ve kürkler de uzak kuzey ve
doğudan geliyordu. Dolayısıyla bu mallar ihraç mallarından ziyade yeniden
ihraç mallarıydı ve sadece kılıçlar Frank imaliydi.
Franklar, kendi birincil ve mamul ürünleri karşılığında Baltık ve Kuzey
Denizi bölgelerinden kürk ve köle alıyorlardı. Köleler Krakow’dan Prag’a kadar yürüyerek götürülüyor, Verdun’da toplanıyor ve Arles’ten İspanya’ya ve
İslam dünyasının diğer bölgelerine –bağlantıları İspanya ve Kuzey Afrika’dan
Çin’e kadar uzanan ve çok dil bilen –Rhadanite Yahudi tacirleri eliyle ihraç
ediliyordu.
Amerikalı tarihçi Thomas S. Noonan Vikingler neden önce Rusya’ya geldiler? Diye sorarak başlar. İngiltere, İrlanda ve Fransa kıyılarında yer alan
zengin manastır ve şehirlere baskın yaptıkları Batı’da olduğu gibi, elbette
15
bunu ganimet yahut yağma uğruna yapmadılar. O yıllarda Rusya gasp edilecek muazzam hazineleri olmayan sık ormanlıklı ve seyrek nüfuslu bir ülkeydi. Ancak geniş Rusya nehir sistemleri ve –Volga’yı ve İstanbul’a götüren
kısa nakliye yolları boyunca daha güneyde bulunan zengin bir hazine kaynağı vardı. Özellikle İslam dünyasından, kürk gibi kuzey orman ürünleri
ve bir de yerleşik tarım haklarından sağlanan her iki cinsiyetten Slav köleler
karşılığında külliyetli miktarda gümüş dirhem sağlanabiliyordu. Hatta Hazarlar ve Volga Bulgarları simsar olarak yararlı iş gördüklerinden, bunların
tamamen Bağdat yahut İstanbul’a götürülmesi gerekiyor ve kuzey malları
ve kölelerin gümüş sikkelerle ve ipek gibi lüks ürünlerle mübadelesi, konak
yerlerinde talihsiz kölelerin olmasa bile üç tarafın yararına yapılabiliyordu.
9-10. yüzyıllarda İskandinav ülkeleri ve Polonya’nın önemli bir ayrı para
sistemi yoktu ve dirhem büyük bir ihtimalle tasarruf aracı olduğum kadar
günlük muamelelerde para olarak da tedavül ediliyordu. Sikkelerin birçoğunun parçalara bölünmesi (havksilver), ekseriyetle bunun delili diye kabul edilmektedir.
Demek ki Karolenj Avrupa sının iktisadi gelişmesini desteklemek için
gerekli reel para arzı, Vikinglerin İslam dünyasıyla olan doğu ticaretinin dolaylı sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
Batı Avrupa Ekonomisi
Roma İmparatorluğu, ”tarım üretimi üzerindeki vergilerle desteklenen iki bin şehir üzerine kuruluyordu” diye veciz bir ifadeyle tarif edebilir (Devroey2001,s.105). Şehirler; forum, amfiteatr, hamamlar ve altyapı ve
kendilerine medeni hayatın hoş ve rahat yönlerini sağlamak için gerekli
olan topyekûn çalışan nüfusla birlikte yönetici ve dini elit tabakanınyaşadığı yerlerdi. Bu muazzam üst yapıyı ve imparatorluk devrinde 600 bin kişinin üzerinde daimi bir orduyu idame ettirmek için gereken gelir, çoğunlukla köle işçilerce işletilen büyük arazilerden oluşan tarım sektörü ve ticaret
üzerindeki vergilerle sağlanıyordu. Barbar saldırıları ve savaşlar, ama esas itibari ile jüstinyen devrinde 542 yılında kırıp geçiren hıyarcıklı bir vebanın
16
patlak vermesi neticesiyle, bu şehirlerin birçoğu askeri seviyede bile beslemeyi imkânsız hale getiren ve neticede Karolenj devri toplumunun neredeyse tamamen kentsel niteliklerinden uzaklaşmasına sebep olan yüzde 2025’lik bir nüfus kaybı oldu.
Anglosaksonlar, ticari faaliyet ve hamlede frizonluların pekte gerisinde
değillerdi kral Alfred ve halifelerinin İngiltere’si, Karolenj ve İskandinavya
dünyalarıyla geniş ölçüde ticaret yapan düzenli ve zengin bir devletti. Ticaret ve ticarileşme bu dönemde giderek artan oranla para basan batı Avrupa
ekonomisinin kilit özellikleridir. Karolenj ekonomisinin gözden kaçırılmaması gereken bir diğere özelliği ise, normalde ancak Vikingler yahut bozkır
göçebeleriyle alakalı bir davranış olan komşu devletlerle ve kabilelerin düzenli yağma ve el koymasıyla sürüp giden bir roldü. Bu sürecin önemli bir
yönü, Hıristiyanlığa geçmeden önce sakson kabilelerin sonrada Slavların zincir vurulup satılmasıyla. Vikingler, kırıp geçiren akınlarından Batı Avrupa
devletlerinin hükümdarlarınca ya sikke yâdakülçe olarak önemli miktarlarda değerli maden ödenmesi sayesinde uzak tutuluyordu çok defa, ”Barbarlarla savaşmak için barbarları kullanmak” kabilinden eski bir Çin taktiğini hatırlatan, Vikingleri savuşturmanın bir diğer yolu da stratejik kıyı
bölgelerinde onlara arazı bağışlamak ve buraları eski yurttaşlarına karşı savunmalarını sağlamaktı.
Avrupa ve dünya tarihinde önemli bir rol oynayan Normandiya Dukalığı da böyle doğmuştu. Buradan hareketle, ”Vikingler korsan mı, tüccar mı
yoksa göçmen mi idiler? Sorusunaverilecek cevapşudur; Fırsat ve duruma göre
bir rolden diğerine geçmelerinden dolayı yukarıdakilerin hepsidir.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
1000-1500 Arasında Dünya Ticareti:
Cengiz Han’ın Yol Açtığı Ekonomik Sonuçlar
Bu dönemi Kara Ölüm ’ün başlamasıyla sınır çekilen 1000-1350 ve 1500 olmak üzere iki farklı döneme bölmek yerinde olacaktır. Avrasya’nın bu yarım
17
binyıldaki ekonomik tarihine, biri jeopolitik diğeri biyolojik iki büyük (ve
birbiriyle ilgili) şok damga vurdu. Birincişok, Avrasya kıtasının çoğunun Cengiz Han’ın önderliğinde Moğollarca birleştirilmesiydi. İkinci şok ise hemen Moğol imparatorluğun parçalandığı zamana tesadüf eden kara ölüm felaketiydi.
1000-1350 Arasında Akdeniz ve Karadeniz’de Ticaret ve Savaş
Bu dönemde İslam dünyası ile Avrupa arasındaki ticaret kaynak yoğun ve emek yoğun mallarda merkez-Çevre çerçevesi içinde tahlil edilebilir. Bütün emek yoğun malların en emek yoğunu olan köleler, pagan Slavların Hristiyanlığa döndürülmesi bu arzı durdurana kadar, asırlar boyunca
Avrupa’nın İslam dünyasına yaptığı başlıca ihracattı.
İslamın Batı kıyısı pazarı olan İberya’daki ilk emevi hanedanı ve ilgili
merkezi devlet, 11. Asır başlarında taife sultanları denilen bir takım küçük
krallığa bölündü. İslam devletinin bu bölünmesi, Hristiyanlara sınırlarını güneye doğru genişletme ve taife sultanlarını büyük miktarda haraca bağlama
ve sonunda 1085 yılında büyük Toledo şehrini ele geçirme imkânı sağladı.
Kereste bu dönemde gerek bizzat ağaç gerekse gemi haline getirilmiş olarak
Müslüman İspanya’nın başlıca ihraç mallarından biriydi. Çok önemli bir yenilik olan, merinos koyunun Kuzey Afrika’dan Kastilya ovalarına getirilmesi
oluşturulan yün sanayi çok hızla gelişte ve Filaman şehirlerine, gelişmekte
olan üretimleri için ihtiyaç duydukları hammaddeyi sağladı.
Bu devirde Fatimi hanedanı, 1171 de Haçlılara karşı Mısır kaynaklarını iyi şekilde kullanan Kürt kahraman Selahattin Eyyubi tarafından devrildi. Mısır, Suriye ve Filistin’e hükmeden Eyyubi hanedanını kurdu. Bu her
iki hanedanın aşil topuğu, büyük ordularını idame zaruretinin gerektirdiği
tarım ve ekonominin geri kalanı üzerindeki yükler olmuşa benziyor. Asker ve memura, Fatımiler zamanında kısa vadeli olan ama sonunda Eyyubiler zamanında miras yoluyla intikal eder hale gelen askeri tımarlar veriliyordu. Toprak vergilerinden sağlanan gelirler artan giderlerin gerisinde kaldı
ve dolayısıyla sanayi ve ticaret gittikçe daha ağır bir yük altına sokuldu. İşte,
Fatımiler ve Eyyubiler de bunun için zayıfladılar ve sonunda gittikçe zapt
18
edilemez bir hal alan büyük ordularının ihtiyaçlarının gelir sistemlerine bindirdiği yükle yıkıldılar.
1250 de Eyyubilerin köle askerleri olan meşhur Memlukler, Mısır’ın 1517
de Osmanlı İmparatorluğuna ilhak edildiği yıla kadar kendilerine şaşırtıcı
bir şekilde iktidarda tutan bir darbeyi sahneye koydular. Bu alaylar, ırk bakımından çoğu Kıpçak Türklerinden, daha sonra ise bir avuç Arnavut, Macar
ve diğer Orta ve Doğu Avrupalılarla birlikte Çerkezlerden teşekkül ediyordu.
Yeni yetmelik çağlarında zincir vurulup satın alınan bu askerler, serbest bırakılmadan ve seçkin ordu birliklerine alınmadan önce çok sıkı askeri eğitimden geçiriliyorlardı. Memluklerin oğulları halis muhlis Memlukler gibi
olamıyorlardı, zira hayatlarının baharlarını bozkırlarda geçirip köleler olarak satın alınamazlardı. İşte Memlukler bunun için “Bir nesillik askeri aristokrasi’’ diye yaftalanmaktadır. Sultanlığın kendisi, çekişen emirler yahut
komutanlar etrafında kümelenmiş hizipler arasında hile ve suikastı içeren
yarışma sürecinden seçilen asker ve memurlardan biri tarafından ele geçirildi. Bu Darvinci süreçten hayatta kalanların ekseriyetle gayet güçlü hükümdardalar olmaları belki şaşırtıcı değildir. ’kılıç erbabı’ndan oluşan Memluk
askeri sistemini büyük ölçüde Kıpti ‘kalem Erbabı’ndan oluşan sivil bürokrasiyle, ’Sarık Erbabı’ndan oluşan Müslüman İlahiyatçılar ve hukukçuların;
adli sisteminde, 250 yılı aşkın bir süredir gelen kimselere rağmen direnebilmiş, Nil’den Fırat’a kadar uzanan gayet müessir merkezi devletlerle birleştirmeyi başardılar.
Memluklerin başlıca tarihi başarılarının, batıya doğru İslam dünyasından ilerlemelerinin sınırını çizen, 1260 da Filistin de yapılan AynCalut Savaşın da Moğolları bozguna uğratmaları olduğu izahtan varestedir. Kahire,
1258 de Moğolların Bağdat’ı zaptını müteakip Memluk sultanının idaresine meşruiyet veren Abbasi halifesinin ikametgâhının dışında, bir de İslam
dünyasının en önemli şehri de sanat, mimari ve ilim merkezi haline geldiği
nokta demek ki Memluklere İbn Haldun tarafından “İslam’ın kurtarıcıları’’
denilmesini hak ettiklerine şüphe yoktur.
19
Kuzey Atlantik’de Vikinglerin, İberyada Hristiyanların yayılmasının
ardında, Müslümanların Bizans İmparatorluğuna doğru ilerlemesine geri
püskürtmek ve Hristiyan âlemi lehine Kutsal Toprakları yeniden ele geçirmek uğrunda büyük bir çaba sarf edildi. 1095 te Clemont’ta Papa II. Urban
tarafından 1. Haçlı Seferi ilan edildi ve 1099 da Kudüs’ün Fatımilerin elinden alınması ve Filistin’de bir kısım Haçlı devletlerinin kurulmasıyla ilk
planda büyük bir başarı elde edildi. Haçlı kuvvetlerinin hücum kıtaları, genellikle kendileri için doğuda bölge prenslikleri kurmaya teşne olan Norman yahut Alman soylularının genç oğullarından oluşuyordu. İtalyan şehir
Devletleri de faal olarak yardımda bulunuyor ve nakliye, mali hizmetler ve
zaman zaman doğrudan deniz desteği sağlanarak bu girişimlerden büyük
ölçüde fayda sağlıyordu. Bunların karşılığında bu devletlere Suriye ve Filistin de ticari imtiyazlar veridi. 12. asırda Venedik Doğu Akdeniz de güç ve
nüfusunu arttırdı. Venedik bir yandan Bizans İmparatorluğunu Normanlar
ve Müslümanların tehdidinden korumaya, bir yandan da yağmalamaya ve
kendisi için imparatorluktan ticari avantaj koparmaya çalışıyordu. Bu faaliyetler, 1204 yılında İstanbul’un talan edildiği IV. Haçlı seferinde doruğuna
vardı. Kazanılan ödül, yeni Latin imparatorluğunun sekiz de üçü ve elde edilen muazzam bir ganimetti. Venedik, mülk payını Girit adası olarak aldığı
ve stratejik olarak Ege ve Yunan denizinde yer alan deniz üstlerine yerleşti;
daha önce izin verilmeyen bir diğer büyük avantaj da Karadeniz’e açık erişimdi. Bütün bu dönem ve ertesinde Venedik’in büyük rakibi, yarım adanın
batı kıyısının kuzey kenarında yer alan Cenova’ydı. Ceneviz, ticaret ve gelirinin zirvesine 13. Asrın son 10 yılında ulaşmışa benziyor. Cenevizliler ise
özellikle seçkin Memluk birliklerine, yani tamda haçlı devletlerinin kalıntılarını Suriye ve Filistin ‘in kıyı bölgelerinden çıkarmaya çalışanlara Karadeniz den köle asker tedarikini sürdürüyorlardı (ehrenkreutz 1981).
Ayrıca Haçlı seferleri, ikincisinin uzun vadeli çıkarına olan Müslüman
ve Hristiyan dünyaları arasında düşünce ve teknolojinin aktarılmasına da
vesile oldu. Bunun en meşhur örneği, hem Müslümanların hem de Avrupalı
muhataplarının bildiği üzere, aslında Hindistan’da ortaya çıkan Arap sayı
sistemidir. Yeni rakamlar giderek Roma rakamlarının yerini aldı ve sonunda
20
ticari amaçlara yönelik olarak Avrupalı tüccarlarca kullanılamaya başladı.
“İslam dünyasının ortaçağ iktisadi hayatına en büyük katkısı yazı ve kayda
dayalı ticari yöntemleri geliştirmesiydi.”
1000-1350 Arasında Hint Okyanusu ve Güney Çin Denizi
Akdeniz ticareti, Avrupa ya baharat akışının tarihi yolları olan Kızıldeniz ve Basra Körfezi kanalıyla Hint Okyanusu ve Güney Çin Denizi Ticaretine bağlıydı. Aşağı yukarı 9. Asırdan 11. Asra kadar bu doğu baharatını
batı pazarına tedarik edenler, fustat ta (eski kahire) bulunan ama İspanyadan Hindistan’a kadar bir hayli yaygın bağlantıları olan bir Yahudi tüccar
topluluğuydu. Zaten bu dönemde Müslüman simsarları bertaraf edip doğrudan doğu baharatına ulaşmaya çalışan Hristiyanların işaretlerini görebiliriz.
1000-1350 Arasında Pax Mongolica (Moğol Barışı) ve Kara Ticareti
Doğu da kıtanlar, Tankutlar ve Cürcenler, Çin’le temasları neticesinde
Çinlileşirken ve Batı Türkleri de İranlar ve Araplara temasları neticesinde
İslamlaşırken, İç Asya Moğol oymakları, bozkırlarda kırsal göçebe hayatlarını idame ettirdiler. 13. yüzyıl başlarında 1206 da Cengiz Han yahut “Cihan
Hükümdarı” olarak ilan edilen Timuçin tarafından etkili bir merkezi birlik
haline getirildiler. Ünlü tarihçiler McEvedy ve Jones, “Moğol istilası sırasında
toplam Çin nüfusu kaybının 35 milyonu bulunduğu ve 1200 deki 115 milyonluk nüfusla karşılaştırıldığında bunun dehşet verici olduğunu” dile getirdiler.
Cengiz’in torunlarından Möngke 1256-1257 yılların da İran’daki haşhaş ilerin kökü kazandı. Sonraki yıl Bağdat büyük bir kıyıma girişilerek ele geçirildi ve bundan kısa bir süre sonra da Şam alındı. Bu meyanda Moğollar,
Güney Çin’deki Sung İmparatorluğuna doğru ilerliyorlardı ve neticede 1276
da başkent HangChohu ele geçirildi (a.g.e bölüm 4) 1294’te Kubilay Han’ın
ölümünün doğu Asya da Moğol İmparatorluğunun gelime dönemine sona
erdirdiği söylenebilir.(bkz3.1)
21
Adshead’e (1993, s. 61) göre, Moğolların şaşırtıcı başarısının önemli bir
nedeni, o devirde yaklaşık 20 milyon tahmin edilen dünyadaki at nüfusunun
yarısına yakınını seferber etme güçleriydi. Gerçi Moğol orduları çok büyük
değildi, yani önemli seferlerde 100 bin civarındaydı, ama her erin nihai çatışmalarda hep bir yenisi hazır olacak şekilde yirmi kadar yedek atı vardı. O
halde meraların el verişliliği bozkırların ötesine yapılan seferlerde hayli belirleyiciydi. Bu da bir Manya ve Vietnam akınlarına kalkışıldığı halde neden Avrupa, Orta Doğu ve Güney Doğu Asya’nın daha içlerine giremediklerini açıklığa kavuşturabilir.
Kara Ölüm Eşiğinde Avrasya
Bu dönemin en çarpıcı değişikliği, Orta Asya’nın Türk-Moğol göçebelerinin Urallar’dan Büyük Okyanus’a Avrasya kıtasına hâkim olmalarıydı.
1000 yılında batıda Bizans, Kiev Prensliği, İslam dünyası ve Kıtan ve Tankut
İmparatorluklarıyla, Doğuda da Sung Çin’iyle sınırdaş olan Hazar İmparatorluğunu kurdular. 1350 yılına kadar Doğuda bütün Çini, Batıda da Irak
ve İran’ı fethettiler ve Rus Prensliklerini de vasal statüsüne indirdiler. Bir de
Delhi ve bereketli Kuzey Hindistan ovalarına köle askerlerden müteşekkil
Türk hanedanları hükmediyordu ve Mısır ve Suriye’ye hâkimolanMemlukler
de çoğunlukla Kıpçak Türkleriydi. Güneydoğu Asya anakarasında yer alan
Birmanya ve Vietnam’a akınlar yapılırken, Japonya ve Cava ’ya denizden yapılan akınlar başarısızlıkla sonuçlandı.
Şu var ki İslam dünyası, daha önceki Şamanizm’e bağlılıkları ve Budizm
ve Nesturilik deneyimlerine rağmen İlhanlılar ve Altınordu’ ya İslam’ı kabul
ettirmek suretiyle askeriyenilgilerini kültürel zafere dönüştürdü. İslam güçlü
ve savaşlı Türk bozkır göçebelerinin kültürel sürüye katılması sayesinde 13.
yüzyılda bir hayli zarara yol açan Moğol saldırılarının etkisini azaltmış ve aşmıştır. İran da ve Rusya sınır bölgelerinde ki Moğollar, ilişkilerinin ve yakın
kültür ve dil benzerliklerinin bulunduğu daha büyük Türk kavimleri içinde
benzeye benzeye yaz, benzeye benzeye kış olur misali kaynaşıp gitmişlerdir.
22
Kara Ölüm
1348-1351 döneminde Avrupa da 80 milyonluk nüfusun yaklaşık 25
milyonunun vebadan öldüğünü söyler. 16. yüzyılın sonuna doğru şiddeti
azalsa da veba, kuşkusuz, 20.yüzyılın iki dünya savaşı hariç tutulmasa bile,
son 1000 yılda batı dünyasını vuran en büyüktü afetti.
1350-1500 Arasında Kara Ticareti: Pax Mongolica (Moğol barışı) Sonrası Dönem
Pax Mongolica, 1335’te İran da İlhanlılar idaresinin son bulması, Orta
Asya da Moğol devletlerinin ayrı iç çatışmaları ve 1368’de Yuan hanedanının yerli Çin Ming hanedanına yenik düşmesi neticesinde sona erdi.
Pax Mongolica’nın sonu, Avrupalı tacirlerin Avrasya’yı serbestçe dolaşabildikleri nispi huzurun sonu demekti. Irk olarak Türk ama siyasi olarak Çağatay Moğol hanlarına bağlı olan Timur, hem göçebe hem de yerleşik
çevre bölgelere bir dizi taarruz başlatarak büyük çapta tahribata yol açtı ve
çok miktarda ganimet elde etti. Bu fethin meyvelerini başkenti Semerkant
ve bölgenin diğer şehirleri toplandı ve haliyle bu, muhteşem mimariye ve rasathanelerle kütüphanelerin kuruluşuna aksetti. Adshead (1393), onun görünüşteki yıkıcı faaliyetlerinin altında, Güney İpek yolunu güvenceye bağlama
ve kervan ticaretini Altın ordunun hâkim olduğu alternatif Kuzey rotasından bu rotaya çevirme düşüncesinin yattığını ileri sürer. Volga kıyısındaki
Altın Ordu’nun payitahtı ve ticaretinin merkezi olan Saray şehrini tahrip etmesi, bu gayeye ulaşmak için yapılmış hesaplı bir hareket olarak açıklanır.
Keza Memluklerden itibaren Suriye de bir Akdeniz limanı olan Halep’i fethetmesi, bu ticaret yolunun Batıdaki bitiş veya başlangıç noktasını güvenceye bağlama olarak: Vefat ettiği 1405 te planladığı Çin’in fethi de İpek Yolu
boyunca Batıya hareket eden mal kaynağını ele geçirme olarak yorumlanır.
Rusya’nın Sahneye Çıkışı
Kara ölümün yol açtığı sekte, Altın Ordu Devletinin Rus Vasallar üzerindeki nüfuzunu zayıflattı. Timur’un tahribatında bir diğer felç eden darbe
23
oldu. Vaziyetten ilkin büyük Litvanya Dukalığı istifade etti; uzun vade de en
çok istifade eden ise Rus Prensliklerinin en güçlüsü olan Moskova Prensliğiydi. III. İvan, bu zamana değin diğer şehir devletleri yahut Cumhuriyetleriyle Prenslikler arasında bölünmüş olan Rus topraklarının Moskova Prensliği hâkimiyeti altında birleştirdi veya “topladı”. 1478 de büyük ticaret merkezi
olan Novgorod’un ele geçirilmesi, Moskova Prensliğinin zenginliğini ve gücünü fevkalade artırdı. III. İvan, Novgorod, Hansa Birliği ve diğer Batılı tacirlere sattığı kürk ve orman ürünlerini topladığı engin bölgelere hâkim olmuştu ve bu topraklar o günlerde İvan’ın sadık yandaşlarına dağıtıldı. Ayrıca
güç ve diplomasinin zekice harmanı sayesinde Moskova Prensliğinin Tatar
Kırım ve Kazan Hanlıkları ve Büyük Ordu olarak bilinen Altın Ordu’nun
bakiyesi üzerindeki nüfusunu artırdı ve böylece Hazar ve Karadeniz’le sınırdaş olan bölgelere ulaşım sağlandı. 1453’te Osmanlı Türklerinin İstanbul’u
Fethi, III. İvan’ın devrinin tek hâkim Doğu Ortodoks Hükümdarı olduğu
manasına geliyordu ve son Bizans İmparatorunun yeğeni olan Sofya’yla evliliği de onun Bizans Mirası üzerinde hak talep etmesine ve Moskova’yı da
üçüncü ve son Roma olarak ilan etmesine imkân sağladı.
1350-1500 Arasında Ortadoğu, Akdeniz ve Uluslararası Ticaret
İslam dünyasının nispi gerilemesiyle Batı Avrupa’nın nispi yükselmesinin belirtisi, iki ortak arasında geleneksel olarak hâkim olan ticaret modellerinin yavaş yavaş tersine dönmesidir. Daha önce gördüğümüz gibi, binyılın başlangıcındaki Avrupa ihracatı, çoğunlukla değerli mamul maddeler ve
lüks mallar karşılığında, Frank Kılıçları gibi, birkaç belgeye dayalı istisna
hariç, nispeten işlenmemiş mallardan ibaretti. Ne var ki artık Memluk bölgelerinde Sanayinin gerilemesi, Avrupa’nın geleneksel anlamda “merkez”
İktisadi bölge manzarasına daha denk düştüğü anlamına geliyordu. İslam
dünyası ise kendisini büyük çapta “çevre” rolünü oynuyor buldu. İtalyan’lar
cam ve sabun imal etmek için Suriye’den Alkali kül satın alıyorlardı ve sonuçta Venedik Murano camı, sanayi lideri olarak Suriye camının yerini aldı.
Keza kâğıt yapımı da İslam dünyasına oranla Avrupa’da büyük bir mesafe
24
kat etti. İhracat için yapılan pamuk ve daha az ölçüde şekerkamışı tarımı,
bu dönemde Memluk ekonomisinin birkaç olumlu özelliklerinden biriydi,
ancak bu başarı hikâyesi bile, ileride Avrupa’yla ilgili olarak ‘’ sömürge’’ ilişkisini ortaya çıkmasının habercisiydi. Vebanın 1360’lar ile 1500’lerin başlarında Mısırda 16, Suriye de de 15 kere nüksetmesi, hastalığın bu bölgelerde
Batı Avrupa’dakinden daha ve sık ve şiddetli olduğunu gösterir. Bu dönemde
Akdeniz’de ki Venedik ile Ceneviz arasında süre giden rekabet hâkimdi.
Venedik, bu dönemde, bu dönemde, düzenli olarak İskenderiye ve Beyrut’a
hem kadırgalar hem de küçük teknelerden oluşan konvoylar gönderiyordu.
Akdeniz deki Ceneviz ticaret modeli Venedik ticaret modelinden farklıydı.
Gücü, İstanbul’un yanı başında ki Pera da ve Ege de Sakız adasındaki sömürgelere dayanıyordu. Hem Mısır ve “Lübnan, Filistin ve Ürdün’ü içine alan”
büyük Suriye ye hem de Hicazda yer alan Mekke ve Medine gibi mukaddes
şehirlere hâkim olan Memlukler, 1258 de Abbasi Hilafetinin çöküşüyle 1453
Osmanlıların İstanbul’u Fethi arasında İslam Dünyasının en güçlü devletini
kurdular. Memluklerle Osmanlılar Sünni Müslümanlardı ve ikisinin seçkinlerinin de Batı Orta Asya Bozkırların da kökleri vardı ama şüphesiz kaderlerin de İslam Dünyasının önderliği uğrunda birbirlerinin rakibi olmak vardı.
Ancak Carl F. Petry’nin (1994) işaret ettiği gibi, bu iki devlet temelde
birbirinden farlıydı; daha eski olan Memluk Devleti statükoyu korumak istiyordu, yeni olan Osmanlı Devleti ise genişlemeci ve etkindi. David Ayalon’un
1956 klasik çalışmasına göre Memluk Devletinin asil tutuculuğu, açıkça ve
ister istemez savaşçı yönetici sınıfının barut ve ateşle silahların kullanılmasına karşı takındığı tutuma yansıyordu. Yay ve mızrak kullanmada eşsiz hünerleri olan usta biniciler olarak, bu yeniliklere dayanan yeni askeri teknolojiye karşı ve kapalıydılar ve sadece yardımcı birimler kıyı savunması için
kullanılan ateşli silahlar ve toplarla donatılıyordu. Osmanlılar ise Balkanlar
ve Orta Avrupa da Avrupa Kuvvetleriyle daha büyük çapta çatışmaya maruz kalmaları sebebiyle seçkin tüfekli Yeniçerilerini silahlandırmada çok
daha ileriydiler ve İstanbul da olduğu gibi, sadece kuşatmalarda değil savaş meydanlarında da çok etkili top kullanıyorlardı. Topları, 1515 yılında
yapılan Çaldıran Savaşında Şah İsmail’in yönetiminde Safavi Hanedanının
25
Hezimetinde belirleyici rol oynadı ve 1516-17 yıllarında Suriye ve Mısır’da
Memluk ordularını aynı akıbete uğrattılar. Her ne kadar Memlukler imparatorluk nüfuslu zümre olarak yaşamayı sürdürseler de, Memluk Krallığı,
Yavuz Sultan Selim yahut Batıda bilindiği adıyla Selim The Grim’in (151220) İmparatorluğuna ilhak edildi.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
1500-1650 Arasında Dünya Ticareti
Portekiz, Atlantik ve Hint Okyanusu
15. asır Portekiz yayılmasının nedeni, bütün bu alanlarda baş düşman
olarak İslam’la birlikte, dini coşkunluk, büyük jeopolitik strateji ve ticari
kazancın girift bir karışımıymış gibi görünüyor. Boxer’a (1975, s. 18) göre,
“Portekiz önderlerini harekete geçiren dört saik… Tarihi ama örtüşen sırasıyla ve değişen derecesiyle şöyledir(i) Müslümanlara karşı Haçlı coşkusu, (ii)
Gine altını (iii) papaz John’u arama, (iv) Doğu baharatını araştırma”. Diğer
bir önemli neden, Kastilya krallığıyla olan siyasi rekabetiydi.
İspanya, Portekiz Yeni Dünya
Kripto Kolomb’un Karayipler’e yaptığı seferleri çok geçmeden Hispanyola ve Küba gibi büyük adalara yapıla yerleşimler takip etti. 1513 te Vasco
Nünez de Balboa, Panama kıstağının işgaline başladıktan sonra, herkesin
bildiği gibi “sessizce Darien’de ki bir tepeden” Pasifik Okyanusu’nu seyrediyordu: bu işgal, Balboa’yı idam ettiren zalim Petro AriasDa villa tarafından
tamamlandı. Hernan Cortes, 1521 yılına gelindiğinde Aztek İmparatorluğunu
ele geçirdi ve bilahare Meksiko olan başkent Tenochtitlan’ı sadece 600 kişi,
16 at ve çok sayıda müttefik Kızılderili kuvvetlerle zapt etti. 1530’lar da ise
Francisco Pizarro sadece 100 kişi ve 37 atla Peru’da ki İnka İmparatorluğuna
son verdi. Sonraki on yılda şimdiki Şili, Arjantin ve Paraguay’ın yer aldığı
bölgelere keşif heyetleri gönderildi. Santo Domingo, Havana ve Cartegena’da
ve başkent Lima’nın ihtiyacını karşılamak üzere Peru’nun Pasifik Okyanus’u
26
kıyısında yer alan Callao’da limanlar kuruldu. Kral, sömürgelerde iki genel
valiyle temsil ediliyordu: Meksiko’da oturan Meksika veya Yeni İspanya’nın
Valisi ile Lima’da oturan Peru veya Yeni Kastilya Krallığı’nın varisi. Bu olağanüstü sonuçların çoğu, Kraliyet görevlileriyle değil, tarihte conquistadores (fatihler) olarak bilinen, çoğunlukla Estremadura sınır bölgesinde olan,
Parry’nin (1966, s.54) tabiriyle “birkaç bin hırpani kılıç ustasıyla” gerçekleşmiştir. Yerlilerin bilmediği ateşli silahlara, çelik silahlara ve atlara sahip olmaları, son derece kararlı ve savaşçı bir ruh taşımaları, özellikle Cortes gibi
önderlerinin görüş ve yeteneği, ayrıca yerlilerin bölünmüşlüğü ve maneviyatlarının kırılması, bu şaşırtıcı başarı için gösterilen sebepler arasında yer alır.
Şu çok önemlidir ki yerli halkları Eski Dünyanın mikroplarına, yani çiçek hastalığı, tifüs, kızamık ve diğer hastalık dalgalarına maruz kalmaları
sayılarını kırıp geçirmiş yahut birden bire düşürmüştür. Bu durum onların
çözülmesiyle ve fethin başarısıyla sonuçlanmıştır. Nüfus azalmasına dair tahminler oldukça değişkenlik arz etmektedir ama doğru rakam ne olursa olsun
müthiş yüksektir. Çok tartışılan bir misal vermek gerekirse, Henry Dobyns’in
tahmine göre, yerli Amerikan nüfusunun yüzde 95 kadarı Avrupai hastalıklarından ölmüş olabilir.
Hollanda’nın Dünya Ticaretinde Liderliğe Yükselmesi
1594 te bir grup Amsterdam tüccarınca “Uzak Ülkeler Şirketi” kuruldu.
Şirket, Doğu Denizlerine dört gemilik bir filo gönderdi ve filo 1597 de bir
gemi ve birçok can kaybına rağmen başarılı sayılacak bir sefer için yeterince
biberle geri döndü (poxer1973, s. 24-26). Bundan cesaret alarak 1598’de toplam 22 gemiden ibaret iki filo yola çıktı. JacopVan Neck’in komuta ettiği bu
filolardan biri, sekiz gemi ve yüzde dört yüz kazanca dönüşecek denli yeterli baharatla geri döndü ve Amsterdam, sevinç çığlıkları ve çan sesleriyle
doldu. Artan kazançlara duyulan iştiyakla, 1601 de de altmış beş gemi yola
çıktı. Ancak çok geçmeden görüldü ki bu galeyan, biber fiyatlarının kaynağında, J. Israel’e (1989,s.68) göre altı yılda yüzde de 100’ün üzerinde keskin
bir şekilde artmasına, Avrupa’da ise düşmesine yol açtı.
27
Etkili bir tekelin kurulmasının gerektiği apaçıktı, fakat bu nasıl başarılacaktı? Sorun, görüşmelerde Güney Hollandalı bir devlet adamı olan meşhur Johen Van Oldenbarneveldt’in başrolü oynadığı Staten – Generalyahut
Parlamento eliyle Federal düzeyde çözüme kavuşturuldu. 1602 de Vereeniğde
Oost-Indische compagnie (VOC) (Birleşik Doğu Hindistan Şirketi) adında
imtiyaz beratı olan bir şirket kuruldu. Şirketin Heeren XVII adıyla meşhur on yedi kişilik bir yönetim kurulu vardı; başlıca sermaye kaynağı olan
Amsterdam’ın sekiz, Zeeland’ın dört, Kuzey Bölgesinin (Hoorn ve enguizen )
iki ve Güney Hollanda’nın (Delft ve Rotterdam) da iki yönetim kurulu üyesi
bulunuyordu. On yedinci yönetim kurulu üyeliği, Zeeland, Kuzey bölgesi ve
Güney Hollanda arasında dönüşümlü olacak ve böylece, aynı zamanda şirketin yönetim merkezinin Amsterdam da bulunmasıyla da işaret edilen üstün
konumu tanınırken garantili çoğunluğa sahip olmasının önüne geçilecekti.
VOC’a ilk yirmi bir yıllığına Ümit burnunun Doğusu ile Macellan Boğazının Batısı üzerinde tekel hakkı verildi. Heren XVII nın savunma amaçlı,
kale ve müstahkem mevki inşa etme ve tekelinin kapsadığı geniş bölgede
anlaşmalar yapma ve ittifaklar kurma yetkisi vardı. Nitekim haklı olarak
VOC’un adeta devletler içinde Devlet olduğu dile getirilmektedir. (boxer
1973,s.26) VOC daha önce görülmemiş bir türden ticari ve siyasi bir gücün
eşsiz bir birleşimiydi. 1602 de VOC’un olağan üstü kurumsal temeli oluşturulur oluşturulmaz, çok geçmeden büyük başarıyla Doğu Hindistan’a açıldı.
Hollandalılar bu yüzyıl ortalarına değin ve seksen yıl süren Hapsburglardan “Kurtuluş Savaşı”nın sonuna kadar Asya ile Avrupa arasındaki ticarete
ve Asya içi taşımacılıkta hâkim güçtüler ve mevcut İberya rakiplerini fersah fersah geride bıraktılar. Bu başarının çoğu, Doğu Hindistan da VOC’un
genel valilerinin dördüncüsü ve şüphesiz en büyüğü olan Jan’Pieterszoon
Coen’n (1587-1629) aittir. Coen’in vazifesine koyulduktan hemen sonra yöneticilerine beyan ettiği “ticaret olmadan savaş, savaş olmadan da ticaret
yapamayız.” Cümlesi, merkantilist çağda savaş ile ticaret arasındaki ilişkinin doğru ifadesidir.
Hint okyanusu ve pasifik Okyanusu’ndaki ticaret, 1600’lerin başlarına geldiğinde istikrarlı bir yapıya kavuştu. Portekiz; goa, hürmüz boğazı, malakka
28
ve Makao’ya İspanya ve müstahkem üsler ve limanlar olarak Manila’yı elinde
tutuyordu ama bu zamanda Avrupa’ya kara yoluyla giren baharat ümit burnu
yoluyla giren baharattan daha fazla olduğundan, Estado’da İndia’nın bu mallarda herhangi bir tekel kurması söz konusu olamazdı. Genç Coen’in son derece keskin jeo-sratejikzekâsı, bu durumu küresel payları devralma teklifinin tam zamanı olarak görüyordu. Anavatanı, İberya süper gücüyle kendi
toprağında tükenene kadar savaşmış ve doğrudan ele geçirmek yahut ticaretlerini çelecek rakipler çıkarmak suretiyle, Hürmüz’den Manila’ya kadar
müstahkem ticaret merkezleri halkasını kırmak için yeterli deniz kaynaklarını oluşturmuştu. Ayrıca oturup baharatın gelmesini beklemektense, daha
ileri bir politikayla, rakip yerli ve yabancı alıcıların kuvvet zoruyla uzak tutula bilmesi durumunda, onu kaynağında yerli üreticilerden düşük fiyatlara
alabilir ve Avrupayada oldukça düşük miktarlarda ama yüksek kar marjlarıyla ihraç edebilirlerdi. İsabetli bir şekilde seçilmiş Hollandalı göçmenler, Asya’nın çeşitli yerlerinde işi için yerleştirilebilir ve (pahalıya mal olan,
Avrupa’da İspanyollar veya onların İtalyan kreditörlerinden gümüş külçe
veya sikke sağlama zorunluluğu olmadan, ticaretin dönmesi için gereken
yıllı işletme sermayesinin sağlanabildiği) büyük çapta Asya için taşımacılıkla da uğraşabilirlerdi. Heeren XVII’nin notlarında yazılı olan bu görüşün
bütün ayrıntılarından sonra, Genç Coen’in 30 yaşında genel vali yapılması
belki pek şaşırtıcı değildir.
Karanfil fiyatlarında art arda olağanüstü artışların olduğunu ve fiyatların da MolukAdaları’ndaki kaynağından Malakka ’da otuz kat, Hindistan
da yüz kat ve Lizbon’da da kıtlık zamanlarında 240 kat kadar daha yüksek
olduğunu kaydeder.
Tokugawa Japonya’sı Qing Çin’i gibi güçlü bir birleşik Asya devletinin
olduğu yerde, Avrupalılar karşılıklı yararlı ticaretin sınırlarına mahsup kalabiliyordu: ama Asya ülkelerinin, Endonezya takımadası veya Seylan’da olduğun gibi, iç çekişmelerle bölündüğü yerde bir yağmacı Avrupa gücünün
yemi olabiliyordu.
29
Ümit Burnu Yolu, Venedik Ve Orta Doğu
İberya kâşiflerinin gayesi, geleneksel olarak Asya’dan yapılan ve Avrupa ithalatına hâkim olan Venedikli ve Müslüman simsarları bertaraf etmekti ve bu simsarlar Vasco’da Gama’nın maceralarının kendi çıkarlarına
arz ettiği potansiyel tehlikeyi fark etmekte gecikmediler. Nitekim Kahire’de
ki Venedikli sefir, haberi, Ümit Burnu yolunun açılmasının Venediklilerin
mahvının en büyük sebebi olarak karşılayacaktı. Avrupa’da müteakip yüzyıllarda iktisadi ağırlık merkezinin gittikçe Akdeniz’den uzaklaşması, muhtemelen bu gözlemcilerin haklı olduklarını ve Ümit Burnu yolunun aslında
güney doğu Avrupa ve Orta doğudaki iktisadi hayata ölümcül bir darbe indirdiğini göstermektedir.
Osmanlılar, 1517’de Mısır’ın fethinden sonra tıpkı Memluk seferleri gibi,
baharat ve ham ipek akışının Kızıl deniz kanalıyla mı yoksa (Osmanlıların 1546’da ele geçirdikleri ve güzergâhını güneye doğru Ümit Burnu veya
Kuzeye doğru Volga yoluyla Rusya yönünde değiştirilmediği) Basra kanalıyla mı devam edeceğini nasıl sağlayacaklarıyla ilgili bir sorunla karşılaştılar. Portekizliler Hürmüz’e, Osmanlılarda Basra’ya yerleştikleri için Basra
Körfezi boydan boya aralarında bir ihtilaf sebebi haline geldi. Hem karada
hem denizde bir neticeye varamayan sayısız şiddetli savaş yapıldı ve neticede
Osmanlılar Kızıldeniz üzerindeki hâkimiyetlerini güvence altına alsalar da
Basra Körfezi’ne hâkim olamadılar (Özbaran 1994,bölüm 13). Osmanlıların
ana deniz üssü olan Süveyş’te bir savaş donanması inşa edildi ve Kızıl deniz
girişini Portekizlilerden korumak için Adenve Yemen ele geçirildi. Portekizlilerin Kızıldeniz’e girmesi, Mekke ve Medine gibi mukaddes şehirler için
tehlike teşkil edeceğinden, Osmanlı Sultanının böyle bir teşebbüsün önünü
kesmek için iktisadi ve siyasi sebeplerinin yanı sıra dini bir vecibesi de vardı.
Basra Körfezi’nde bir neticeye varamayan kıran kırana bir rekabetten
sonra, Portekizliler ve Osmanlıların en nihayet karşılıklı çıkar çerçevesinde
işi birliğinde karar kıldılar(a.g.e). Portekizliler Hindistan baharatı, çivit otu
ve pamuklu tekstil ürünlerinin Basra’ya gelmesine izin verdiler; Arap atları
ise Hürmüz kanalıyla Hindistan’a sevk edilmek üzere burada toplanıyordu.
30
Netice itibarıyla, baharat gerek Halep ve Bursa da gerekse Trablusgarp ve
Beyrut’ta gittikçe artan oranda mevcut hale geldi. Venedik de yüzyıl ortalarına kadar baharat ticaretinde eski konumuna kavuştu ve bundan sonra gelişmeye devam etti. Bu gerçekten olan üstü bir canlanmaydı ve büyük ölçüde
onun büyük Müslüman müttefikinin askeri cesaretinden ileri geliyordu. Bu,
elbette aynı yüzyılda Kıbrıs ve Girit gibi konularda Venediklilerle Osmanlıların pek çok kez birbirleriyle savaşmalarının önüne geçemedi.
Kuşkusuz Osmanlı müdahalesi olmasaydı Portekizlilerin baharatı tekelleştirme çabası başarıya ulaşırdı. Ayrıca, faal Gucarat ticaret gemileri, Kızıldeniz yolunun yeniden canlanmasına ve beraberinde Venedik ve Osmanlı
İmparatorluğunun zenginleşmelerine yardımcı oldu. Osmanlıların, Açe Sultanına teknik ve askeri yardım gönderdiğini ve Portekiz Malakkasınagözdağı vermesini desteklediğini daha önce görmüştük. Osmanlılar, 1538 de
GucarattaDiu’ya yaptıkları deniz taarruzunu sona erdirmek zorunda kaldılar ama bu, Basra’nın zapt edilmesinde olduğu gibi Portekizlileri korkuttu.
Talihleri varmış ki Akdeniz de ki diğer çatışmalar, bu kritik zamanda Osmanlı kaynakları Hint Okyanusu’nda uzaklaştırıldı. Sonunda Açe’yle kurulan askeri ittifak, 1571 de Osmanlıların Lepanto deniz yenilgisinin birkaç
yıl sonra Açe Sultanının ölümünün ardından zayıfladı ama Kızıldeniz’e baharat akışı devam etti. Venedik, Osmanlı böylece Ümit Burnu yolunun keşfine rağmen başlangıçta ayakta kalabildi.
Venedik ve Osmanlı İmparatorluğu arasındaki bir diğer önemli ekonomik bağlamda yüksek kaliteli Venedik yün kumaşıydı. Ne var ki 17. yüzyılda Hollandalılar ve İngilizler bu kilit mamul mallara yönelik Doğu Akdeniz pazarlarında Venedik ve diğer İtalyan üreticileri bir kez daha yerlerinden
ettiler. Charles Wilson (1960, s. 212),durumu şöyle müşahede eder; ”Türkler,
ucuz hafif kumaşlar talep ediyorlar, Venedikliler ise pahalı ağır kumaşlar arz
ediyorlardı ”Lonca kurallarıyla baskı yapan Venedik, Yüksek kalite ve yüksek fiyatların sürdürülmesinde ayak diredi. Bu meyanda Kuzeyliler kalite ve
fiyatı düşürdüler ve bugün hala uygulana gelen, kendi ucuz ucuz ürünlerine
Venedik markaları koydukları sahtekârlık ve kaçakçılık gibi ahlak dışı yöntemlere başvurdular. (Rapp 1975). Rapp’a göre, ”Amsterdam ve Londra’nın
31
altın çağlarını meydana getiren, Atlantik’in istismarı değil, Akdeniz’in istilasıydı” (s. 501). Diğer tarafta İngilizlerin başarısını ise Doğu Akdenizli tüketicilere ince yün kumaşa benzeyen ama düşük kalite ve miktarlarda ham
madde de girdilerinin sonucunda çok daha ucuz kumaşlar sağlayan pazarlamada ki bir tür devrime atfeder.
Kuzey güçlerinin Doğu Akdeniz ticareti ve denizciliğini “İstilası, Papalığa bağlı olan İspanya ve Habsburgların büyük Katolik gücüne karşı, politik ve diplomatik mazi olarak –Osmanlılarla birlikte –Ortak bir düşmanlığadayanıyordu. Osmanlılar, 1571’deki Lepanto yenilgilerinden sonra ortak
düşman II. Philip’in tehdit ettiği, ikisinin de güçlü deniz kuvvetleri olan
Fransızların Protestan İngiliz ve Hollanda desteğine yöneldiler.1580 ticaret
anlaşması yahut “Kapitülasyonu, İngilizlere Venedikliler ve Fransızların ödemek zorunda oldukları Mutat yüzde 5 yerine sadece yüzde 3 gümrük vergisi
ödemeleri karşılığında Osmanlı Limanlarında serbestçe ticaret yapma hakkı
verdi. Bir grup İngiliz Berberistan Tüccarınca kurulan Doğu Akdeniz şirketi, İngiltere’nin ham İpek, Şarap ve kuş üzümü ithalatı karşılığında, yalnız Osmanlı pazarlarına değil, daha Doğuya da yün kumaş ihraç ediyordu.
İngilizlerin bir diğer kilit ihracatı da silahların yanı sıra teneke, kurşun ve
çelik gibi harp malzemeleriydi. İngilizler, yüksek kaliteli yün kumaş pazarını ellerinden almaları yetmezmiş gibi, Osmanlı İmparatorluğuna yönelik
Akdeniz taşımacılığında Venediklilerin elinden aldılar.
Hollandalıların Doğu Akdeniz ticaretine girişi, gecikmeyle birlikte 1612’
de elde edilen benzer bir kapitülasyonla ve benzer bir ihracat ve ithalat yapısıyla İngiliz modelini talip etti. J.Israel’e (1989, s.149-56) göre, İspanya’yla
1621 de savaşın yeniden başlamasından sonra Hollandalıların Akdeniz’deki
ticareti ciddi bir gerileme dönemine girdiyse de 1648 de savaşın sona ermesinde sonra yeniden canlanıp gelişti.
İpekçilik sanayi, Osmanlı ekonomisinin ana sanayi sektörüydü. Marmara Denizinin tam güneyinde yer alan Bursa şehri epey zamandır ipek kumaşlarının imalat ve ticaret merkeziydi. Burada her nevi Batı mamul malları, özellikle yün kumaş, hem İran ham ipeğiyle hem de baharat ve diğer
32
Hint mallarıyla mübadele ediyordu. İnalcık (1994, s. 227), 1500 civarında,
Bursa’da faaliyet gösteren bin kadar ipek dokuma tezgâhının olduğunu, yılda
takriben 36 ton ham ipek dokuduklarını ve yılda asgari 6 kervanın doğudan takriben 120 ton ham ipek getirdiğini söyler. Bu ise Bursa’ya gelen ham
ipeğin takriben 3’de 2’sinin Avrupa’ya tahsis edildiğini gösterir. İpek ticaretinin meydana getirdiği Safavi ve Osmanlı ekonomileri arsındaki “dikey”
karşılıklı bağımlılık birbirlerine ithalat ve ihracat ambargosu uygulamaya
ve birbirlerine karşı ekonomik savaş yürütmeye sevk ediyordu. Yavuz Sultan Selim, sonunda 1520 de tahta çıktığında, oğlu Kanuni Sultan Süleyman
tarafından kaldırılan ithalat ambargosuyla, idaresi altındaki topraklarda ve
İtalya’da zarara yola açtı. Diğer taraftan Büyük Şah Abbas, malların kara
yolundan Ümit Burnu yönüne çevrilmesi ümidiyle ihracat tekeli dayatmasına kalkıştı, ama aynı şekilde çarşafa dolandı. Halefi ve torunu Şah Safi ise
1629 da yeniden açık ticarete döndü.
Bursa, daha bildik doğu-batı yolları kadar önemli kuzey-güney ticaret
yollarında hizmet veriyordu. Osmanlı ve Balkan tüccarları eliyle Bursa dan
Eflak ve Transilvanya arasındaki sınırda yer alan Brasov’a ve Karadeniz’in
kuzey kıyısında yer alan Akerman ve Klia limanlarından Doğu Polonya’daki
Lwow’a karayolundan doğu malları gönderiliyordu. Buradan da Kuzeydoğu
Avrupa’ya geçiliyordu. Görünen o ki Bursa’nın pahalı brokarları, bu devirde
Polonya ve hatta İsveç seçkinlerinin gözde elbiseleriydi. Yün kumaş karşılığında aksi yönde madeni eşyalar ve diğer Avrupa mamulleri göndeiliyordu.
Bu ticaret bağlantılarına rağmen Polonya ve Osmanlı İmparatorlu bu Dinyeper ve Dinyester arasında kalan bölge üzerindeki hâkimiyet üzerinde kıran kırana rekabet ediyorlardı ve Hristiyan Moldovya Hükümdarları da iki
büyük güç arasında sıkışıyorlardı
Özellikle İstanbul ile sarayın çok rağbet ettiği başlıca kürk kaynağı olan
Moskova Prensliği gibi yükselen gücü birbirine bağlamaya hizmet eden eski
Cenevizlileri, Kefe Ticaret Merkezi Osmanlılar zamanında da önemini sürdürdü. Bu dönemde Karadeniz, ziyadesiyle yahut Bizans gölü olmasından
fersah fersah daha öte bir Osmanlı gölüydü; zira Osmanlılar, Cenevizlilerin
veya diğer güçlerin ticari sömürgeleri güçlendirmelerine izin vermiyordu.
33
İstanbul’un erzak ikmali, Kırım’dan çok miktarda tahıl, balık ve canlı hayvan ihracatını gerektiriyordu ve köle ticaretide çok önemliydi. Kırım bozkırlarının göçebe oymaları, İnalcık’ın (1994,S.284),ekonomilerinin başlıca dayanağı dediği hayvancılığa kazançlı bir ilave diye, Polonya, Rusya ve Çerkez
Bölgesinin yerleşik halklarına akınlar yaparak köle buluyorlardı. 1500-1650
döneminde her yıl en az 10 bin köle ihraç edliyordu. Bu ithalatı dengelemek
için yapılan Anadolu ihracatı ise şarap sert kabuklu yemiş ve meyve gibi birincil ürünlerden teşekkül ediyordu ama yerli kaba pamuklu tekstil ürünleride Karadeniz’in kuzey ve güney kıyılarının bütünlüğünü gösteren bir diğer önemli kalemdi. Ümit Burnu Yolu, batı Avrupa’nın ihtiyaçlarına hizmet
ederken dopu ve orta Avrupa’nın Balkanlar ve Osmanlı toprakları gibi geniş
bile bölgenin ihtiyaçları doğu Akdeniz ticareti ile karşılanıyordu.
Bu dönemde İslam dünyası, başlangıçta İslam’ın altın çağda olduğu gibi,
İslam hukuku ve dini ortak kültürel çerçevesi içinde yüksek derecede uluslararası faktör hareketliğini bir kez daha ortaya koydu. Acem şairleri sadece
Safevilerin saraylarına değil aynı zamanda ve daha fazla Moğol (Hindistan)
İmparatorlarının saraylarına teşrif ediyorlardı (Savory 1980). Türk tacirlerinin hem uzak sumatra da hem de Gucarat Limanlarında Kolonileri vardı.
Buna karşılık İran, Türkiye ve hatta Rusya da ise Hint tacirleri ve bankacıları bulunabiliyordu. Osmanlı paralı askerleri ve askeri uzmanları, İslam
dünyasının dört bir tarafında dolaşıyor ve ateşli silahlar ve kullanımlarına
dair bilgilerini yayıyorlardı. Mimarlık, ressamlık, çinicilik, dekoratif sanatlar. Hepsi ide sadece İslam dünyası içinde değil, bütün büyük dini sınırlar
arasındaki karşılıklı kültürel ilişkiler sayesinde zenginleşti.
Gümüş ipek ve Baharat
Bu devirde İran’ın dünya ekonomisindeki rolü özellikle ilginçtir. Safavi
hanedanı, devrin başlangıcında genç ve karizmatik Şah İsmail (1501-24) tarafından kuruldu ve Şah I. Abbas zamanında (1588-1629) zirveye ulaştı. Safaviler İran’da İslam’ın Şia kolunun iyice yerleşmesini sağladılar ve asırlarca
Arap, Moğol ve Türk hükümdarlarca hükmedildikten sonra modern İran’ın
34
temellerini oluşturdular. Batı Avrasya’nın doğu-batı ve kuzey-güney ticaret
yolları boyunca yer alan İran’ın merkezi konumu, her tarafa doğru mal ve
değerli maden akışı kavşağı demekti. Yerli ham ipek, sadece İran’ın brokar
ve tafta dokumacılığıyla ilgili ihtiyaçlarını değil, Türkiye’nin ve İtalya’nın
gelişen ipek sanayilerinin ihtiyaçlarını da karşılıyordu. Bu ise İran’a (süvari
atları, Hindistan pamuklu tekstil sanayisi için boya maddeleri ve türlü türlü
sert kabuklu yemişler, meyveler ve diğer işlenmiş gıdaların karlı ihracatına
rağmen, pamuklu tekstil ürünleri, çivit otu, şeker ve baharat ihracatlarından kaynaklanan) Hindistan ve Doğu Hint Adaları’yla olan açığı yüzünden
kısmen dengelenen, batıyla aktif dış ticaret bilançosu sağlıyordu.
Meşhed’de İmam Rıza’nın hürmetine yakışacak rakip bir Şia bölgesi geliştirerek, Osmanlı topraklarında kalan Mekke’ye yapılan hac yolculuklarından dolayı oluşan para çıkışını durdurmaya çalıştı.
BEŞİNCİ BÖLÜM
1650-1780 Arasında Dünya Ticareti
Merkantilizm Çağı
17. Yüzyıl ortalarından 19. Yüzyıl başlarına kadarki dönemde, Yeni
Dünya’nın kaynakları, bölgesi ve ticaretine hâkim olmak uğrunda, önde gelen Avrupa güçleri arasında uzun süren bir mücadeleye tanık olundu. Yeni
Dünya haklarının birçoğunun işgücü, azar azar gelen Avrupalı göçmenlerle ve bölgelerindeki yerli Amerikalılarla sınırlı değildi. Çok geçmeden
Batı Afrika’dan ithal edilen artan sayıda köleler de sürece dâhil edildi. Bu
da bu kıtanın dünya ekonomisiyle bağlantısında büyük bir gelişmeyi göstermektedir. 16. Yüzyılda Atlantik’in karşı tarafına 250 binden biraz daha fazla
köle gönderildi ama 17.Yüzyılda bu sayıdan beş kat fazlası götürüldü. Yüzyılın sonuna kadar her çeyrek yüzyılda Güney ve Kuzey Amerika’ya yaklaşık iki milyon kişi gönderiliyordu. 16. Yüzyıldan 19.Yüzyılın ortalarına kadar 11 milyondan daha fazla Afrikalı zorla Yeni Dünya’ya götürüldü. Daha
önce gördüğümüz gibi, ilk şeker üreticileri olan Portekizliler, diğer ekonomik
35
faaliyet alanlarında olmasa bile köle ticaretinde üstünlüklerini sürdürüyorlardı ve bütün köle ticaretinin neredeyse yarısından sorumluydular. İngilizler ise dörtte birinden daha fazlasından sorumluydular (ve ticaretin altın
çağı olan 18. Yüzyılda en faal köle tacirleriydiler).
Bu dönemin hâkim merkantilist doktrini, zenginlik yolunda mücadeleyi “sıfır toplamlı oyun” olarak görüyordu. Güçlerin her biri, sömürgelere
hammadde tedarikçileri ve salt “ana vatan” imalatının pazarları gözüyle bakıyor ve gerektiğinde yetkisiz tüccarlar zorla çıkarılıyordu. Güç sırası gelince
Güce enerjisini verecek olan Refahı gerçekleştirecek bir araçtı. Bu bölümün
birleştirici teması, “merkantilizm çağı” denilen çağda Güç ile Refah arasındaki bu bağlantıdır.
İngiliz İmparatorluğunun Temeli: Ticaret, Yağma ve Sömürge
İngiliz yayılması surecide “iç sömürgecilik” ile başladı ve yavaş yavaş
Galliler, İskoçlar ve İrlandalılardan oluşan “Kelt saçağı”nı, sonunda Büyük
Britanya ve İrlanda Birleşik Krallığı haline gelecek olan bir krallığa kattı. İskoç ve İngiliz taçları, I. ve VI. Kral James’in şahsında birleşti ve krallıklarda
1707 Birlik Kanunu’yla birbirine bağlandı. İrlandalıların birleşmesi, “bu ilkel ve barbar ulusun uygarlaşmasını gerekli gören” Elizabeth ‘in ve Oliver
Cromwell’inyönetiminde ve William ile Mary’nin ortak krallığında meydana
gelen son derece insanlık dışı olaylardan dolayı daha zor ve daha kanlıydı.
Sör HumphreyGilbert ve Sör Valtır Raleigh gibi, kendilerine Yeni Dünya’da
ilk yağmalama akınları ve sömürge projelerini meşgale edinen Elizabeth devrinin kimi önemli kişileri, İrlanda’da işledikleri, ilk ağızda artık aleni vahşet olarak görülen zulümlerle öne çıktılar. J. H. Elliott’un (1990 s. 50) dediği
gibi, “İspanyollara göre Endülüs ne idiyse İngilizlere göre de o olan İrlanda,
müteakip denizaşırı imparatorluğun kurulmasını mümkün kılacak düşünce
ve teknikler için yararlı bir laboratuvar vazifesi görmüştür”.
36
Merkantilizm, Ticari Rekabet ve Anglo-Hollanda Savaşları
Önceki bölümde gördüğümüz gibi, Hollandalılar 1650’ye kadar dünyanın hemen bütün denizleri ve okyanuslarındaki küresel ticarette lider olarak sahneye çıkmışlardı. Hollandalılar, İspanya’yla olan düşmanlık sona erer
ermez Karayipler’e daha çok faal hale geldiler. İngilizlerin yatışan öfkesini
arttıran ve 1652-54 arasında ilk Anglo-Hollanda savaşını tetikleyen, işte bu
gelişmelerin İngiltere üzerinde gösterdiği doğrudan etkiydi. İngiltere’nin en
az iki kat daha fazla nüfusa ve Hollanda’dan çok daha büyük tarım ve sanayi kaynaklarına sahip olması ise Hollanda’nın başarısını daha dayanılmaz
hale getirmişti. En güce gideni de Hollandalıların çoğunlukla İngiltere ve
İskoçya kıyılarına çok yakın sulardaki Kuzey Denizi ringa balıkçılığından
sağladıkları muazzam kazançtı.
Dünya ticareti liderliğine yükselen Hollandalılar, sadece denizdeki rakibi İngiltere’de değil, ihraç ve yeniden ihraç mallarının başlıca pazarı ve
ithal mallarının da önemli bir kaynağı olan Fransa’da da inkisara yol açtı.
Britanya ve Fransa: Ticari Büyüme ve İkinci Yüz Yıl Savaşı
1689’dan 1815’e kadarki dönemi tanımlayan “uzun” 18. yüzyıl boyunca,
toplam 126 yılın en az 64 yılı Britanya ile Fransa arasındaki savaşı içeriyordu.
(Seeley 1971, s. 21). Böyle olunca, barış içinde geçen ara dönemlere, çoğunlukla manevralar ve bir sonraki savaşın başlamasına yönelik hazırlıklar damgasını vuruyordu. Savaşın çoğu Avrupa anakarası üzerinde yapılıyordu, ama
savaşlar bir yandan Kuzey Amerika ve Batı Hint Adaları üzerinde, bir yandan da Hindistan üzerinde şiddetle yoğunlaştığı için alan ve kapsam bakımından dünya çapındaydı.
Fransa’nın Avrupa kıtasında hükümranlık kurma isteği, Britanya’nın da
denizaşırı değerli sömürge kaynaklarını ele geçirme arzusu, savaşın temel nedeni olarak ileri sürülebilirse de, karşıt çıkarlar mantığı gereğince, Britanya
Fransa’nın kıtaya hâkim olmasına izin vermeyecek, Fransa da Britanya’nın
denizaşırı sömürgelerini ve ticaret merkezlerini kontrolsüz bırakmayacaktı.
37
Yeni Fransa, bariz bir şekilde Amerika’daki İngiliz sömürgelerinin daha
gevşek ve âdemi merkeziyetçi yapısının aksine, sıkı bir mülki, askeri ve dini
hiyerarşi altında Quebec’ten idare ediliyordu. Kuzey Amerika’nın iç kesimlerinin keşfedilmesi, illinois diyarında ticaret merkezleri ve müstahkem yerleşim yerleri inşa edilmesi, Missisippi’ye inilip 1718 ‘de nehrin ağzında New
Orleans’ın ve 1722’de Louisiana eyaletinin kurulması, Fransa’nın İngiliz anakara sömürgelerinin kuzey, batı ve güneyine düşen yay gibi geniş bir bölgeye
hâkim olduğu ve böylece genişlemelerini bloke ettiği anlamına geliyordu.
İngiltere Şanlı Devrimden (GloriusRevolution) sonraki ilk çeyrek yüzyılda Fransa’yla iki uzun savaşa girişti: Biri 1689’dan 1697’ye kadar süren
“Büyük İttifak Savaşı” veya “Dokuz. Yıl Savaşı”, diğeri 1701’den 1713’e kadar
süren “İspanya Veraset Savaşı” idi. İspanya Veraset Savaşı, İspanya’nın son
Habsburg kralı II. Charles’in çocuğu olmadan ölmesinden sonra Burbonların Fransız ve İspanyol krallıklarıyla birleşmelerini önlemek için yapıldı.
Fransızlarla İngilizler arasında 1713 yılında yapılan Ultrecth AntlaşmasıBüyük bir güç olarak Britanya’nın ve denizaşırı imparatorluğunun yükselişinde bir dönüm noktasıydı. İspanya krallığı, V. Philip’in şahsında Bourbon
hanedanının bir üyesi oldu, ama antlaşma, hanedanın Fransız ve İspanyol
kollarının her iki krallığa hâkim olmak için asla birleşemeyeceğini hüküm
altına alıyordu. 1704’te zapt edilen Cebelitarık İngilizlere devrediliyor ve
böylece bugüne değin bırakmadıkları kilit bir deniz üssü kendilerine veriliyordu. Yedi Yıl Savaşı Büyük Britanya için Fransa’ya karşı kesin bir zaferdi.
Büyük Britanya Batı Avrupa’nın en güçlü kara gücünün istilasından ar
bir su alanıyla hep uzak kalırken, birkaç yıl içinde küresel güç projesinin çarpıcı başarılarını elde etmesini dünya okyanusları hakimiyetine borçluydu.
Çin ve Rus Kara Ticareti
18.yüzyılın ilk çeyreğinde Büyük Petro (1682-1725) tarafından Rusya’nın
“Batılılaşma ”sına yönelik kararlı bir atılım başlatıldı. Ardından Baltık kıyılarında Rus varlığını güçlendirmek için büyük insan kaybı pahasına, Neva nehrinin bataklık kıyıları üzerinde St. Petersburg şehrini kurdu. Polonya’nın büyük kısmıyla birlikte topyekûn eski MoskovaPrensliğinin Rus İmparatorluğuna
38
katılması sonucunda, Büyük Katerina, Rusya’yı Tatar Hanlıklarıyla Osmanlı
İmparatorluğu’nun aleyhine güneye doğru ve Polonya’yla Litvanya’nın aleyhine de batıya doğru genişleterek büyük bir güç olarak daha fazla geliştirdi.
Osmanlılar 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması’yla Rusya’ya hem Karadeniz hem de İstanbul ve Çanakkale boğazlarında Rus gemilerine doğrudan
Akdeniz’e erişme imkânı sağlayan sefer hakları verdi.
18.asrın ortalarına gelindiğinde, uluslararası ekonomi binyılın başlangıcındaki sistemden tanınmayacak denli değişmişti. En önemlisi Amerika artık
ayrı bir kıta değil, doğrudan Asya, Afrika ve Avrupa’yla ticaret yapan uluslararası ekonominin ayrılmaz bir parçasıydı. Batı Avrupa artık Avrasya Güneydoğu Asya’nın büyük bölümü üzerindeki siyasi hâkimiyeti yeni dünya
iktisadi sisteminin merkezi haline geldi.
Yedinci bölümde göreceğimiz gibi, bu sınırların kaldırılması ve genellikle o çağın barış ortamı, 19. yüzyılda ticaretin olağanüstü hızla büyümesinin temel etkenlerinden biridir. Biz, toplamı sıfır (ve hatta toplamı eksi)
olan merkantilist dünyada savaşları kazanmanın önemli olduğunu ve kraliyet donanmasının Büyük Britanya’ya hem iktisadi hem de askeri fayda getirdiğini söylüyoruz. David Ormrod’un (2003, s. 341) dediği gibi, “modern
dönemden önce büyüme sınırlarını jeopolitik belirliyordu; yani devlet gücü ve
uzak sulardaki deniz ticareti için mevcut deniz koruması alanı”.
ALTINCI BÖLÜM
Ticaret ve Sanayi Devrimi
Önceki devirlerden modernite’yi ayırıyor gözüyle bakılan bütün önemli olaylar arasında en bildik ve kalıcı olanı, 18. asrın sonlarına yahut 19. asrın başlarına doğru İngiltere’de meydana gelmesi uzun vakit alan Sanayi Devrimidir.
Sanayii devriminin bir sonucu da Avrupa’nın dünya sanayi üretiminin
artan payıyla birlikte dünya ekonomisinde büyüyen bir asimetriydi. Bairoch’ (1982, s. 296) göre, 1750’de dünyanın gelişmekte olan kısmı, dünya sanayi üretiminin dörtte üçüne, Çin üçte birine ve Hindistan da dörtte birine
39
tekabül ediyordu. Bu rakamlar çok aşırı tahminler olsa bile, 18-19. Yüzyıllarda Asya’nın sanayi üretimindeki azalan payı konusunda hiçbir şüpheye
yer bırakmaz. Elimizde iyi verilerin bulunduğu 1913’te Hindistan’ın payı sadece yüzde 1,4, Çin’in payı sadece yüzde 3,6 ve Avrupa ve İngiliz kollarının
payı da müthiş yüksek bir rakam olan yüzde 89,9’di.
Ticaret Denizaşırı Yayılma ve Sanayi Devrimi
İngiliz yenilikçiler, sanayileri geliştikçe denizaşırı pazarlara fena halde
bağımlı oldular. Sonuç olarak, ulusların düşmanlarını sistematik bir şekilde
korunan pazarların dışında tuttukları merkantilist bir dünyada, İngilizlerin Fransızlar ve diğer Avrupa rakiplerine karşı askeri başarısı, daha sonra
iktisadi olarak ön plana çıkmasını açıklayan önemli bir unsurdu. Bu argümanın isabetliliği iki apayrı sorunun cevaplanmasında denebilir. Birincisi,
neden modern ekonomik büyümeye ilk geçişi, bir diğer Avrupa ülkesinden ziyade Britanya yaptı? İkincisi, neden Sanayi Devrimi Asya’dan ziyade
Avrupa’da meydana geldi?
Neden Britanya? Neden Asya Değil de Avrupa?
Neden Britanya?
Sanayi Devriminin neden Büyük Britanya’da meydana geldiği sorusu her
zaman spekülasyona davetiye çıkarmıştır. MaxHartwell (1967, s. 59), yüksek
tasarruf ve düşük ve azalan faiz oranından dolayı uygun sermaye birikimi,
teknik donatımları, laissez-faire (“bırakınız yapsınlar”) politikaları, nüfus artışıyla ilgili Pazar genişlemesi, tarım verimliliği, dış ticaret ve son olarak dış
savaşlarda başarı ve 1730’lar ve 1740’larda artarda gelen iyi mahsuller gibi
birtakım “çeşitli” faktörleri en yakın nedenler olarak sıralar.
Fransız yazarlar, İngiltere’nin sadece Fransa’nın dörtte biri kadar toprağa sahip olmasına rağmen nüfusunun Fransa’nın neredeyse yarısına denk
olduğunu ve muazzam bir nakliye filosu ve çok daha büyük bir devlet borçlanma gücüyle birlikte toplam ticaretinin iki kat büyük olduğunu kaydederler.
40
ABD, bağımsızlıktan sonra bile beyaz halkın ekseri Britanya Adaları’ndan
geldiği, İngilizce konuşan bir ülke olarak kalmıştır. Yine gözleme dayanan
ticaret ilişkin kaynaklarda, ortak dilin muhtemelen işlem maliyetini düşürmek suretiyle ticareti geliştirdiği ortaya konulur.
1821’de ve ABD ili Britanya’yı karşı karşıya getiren bir savaştan hemen
sonra ABD ithalatının asgari yüzde 44’ü Britanya’dan ve sadece yüzde 7’si,
Fransa’dan geliyordu (Carter ve diğerleri 2006).
Neden Asya Değil de Avrupa?
Avrupa’nın dünyanın geri kalanıyla olan bağlantıları kendi gelişmesinin açıklanmasında son derece önemlidir. Kapitalizm, ani bir tufanın değil,
kimisinin özellikle Rönesans’tan önce Batı Avrupa’nın sınırlarının dışında
meydana geldiği uzun bir olaylar zincirinin sonucu olarak görülmelidir. Vaziyet Doğu’da üretken sistemlerde yeni gelişmelerin meydana geldiği bugünlerde yine nüksediyor gibi gözüküyor. Bir noktada (modernleşmede) öncü
olan toplumlar, diğer noktada diğerlerine yol vermektedir: sarkaç sallanmaktadır. Daha uzun zaman dilimine bakıldığında, hiçbir bölge tek başına modern toplumun doğuşunun sorumlusu değildir.
Devletlerarası rekabetin oransız bir şekilde Batı Avrupa’nın lehine gelişmesinin bir nedeni de bize coğrafya gibi görünüyor. Avrasya’nın Batı sınırındaki çevre (periferi) konumu onu Moğollardan korumuştu, oysa Bağdat
ve Şam gibi İslam şehirleri Cengiz Han’ın haleflerince harap edildi. Moğol
“şok”u, İslam dünyası için ne denli yıkıcıysa, etkileri bakımından Batı
Avrupa için de o denli olumluydu. Avrupa’nın sahip olduğu daha önemli
coğrafi avantaj, elbette Amerika’ya olan nispi yakınlıktı.
Sonuç
Avrupa Sanayi Devriminin başarısı, Avrupa’nın “Ortaçağ’ının son büyük başarısı olan keşif seferlerinden sonra kreşendoya ulaşan ticaret ve denizaşırı genişlemeyle yakından bağlantılıdır. Sanayi Devriminin temelleri,
41
önceki bölümlerde tartışılan uluslararası ekonominin yüzlerce yıllık gelişmesiyle içinden çıkılmaz bir şekilde bağlantılıyken, sırası gelince bir takım kilit
kanallar sayesinde uluslararası ticaret sistemini kökten değiştirecekti. Devrim dünya ekonomisinde muazzam ekonomik asimetrilere yol açmış, uluslararası taşımacılığı kökten değiştirmiş ve Avrupa’nın Afrika ve Asya üzerindeki jeopolitik hâkimiyetini sağlamlaştırmaya yardımcı olmuştur. Sanayi
Devrimi, sadece büyük ölçüde şimdiye kadar incelediğimiz ticaret tarihiyle
izah edilmemiştir. Bu artık bakışlarımızı çevireceğimiz müteakip ticaret tarihini anlamanın anahtarıdır.
YEDİNCİ BÖLÜM
1780-1914 Arasında Dünya Ticareti:
Büyük Uzmanlaşma
18.yüzyıl ortalarına gelindiğinde, beşinci bölümde ele alındığı üzere, ticaret
sayesinde hemen bütün kıtaları birbirine bağlayan çok gelişmiş bir uluslararası ticaret sistemi vardı. Geleneksel Avrupa- Asya ticareti hala önemliydi ve
Atlantik artık bir engelden ziyade Avrupa’yı Güney ve Kuzey Amerika sömürgelerine ve her iki kıtayı da Afrika pazarları ve köle kaynaklarına bağlayan bir köprü haline gelmişti. Teşekküllü yüzyılları bulan bu iyi tanımlanmış kıtalar arası ticaret modelleri, uluslararası sistemde bir dizi büyük
şoklara tanık olunan 1780’den sonraki on yıllarda sürekli altüst olacaktı.
Birincisi büyük bir ekonomik şoktu: Önceki bölümün odak noktası olan ve
kitabın bütün geri kalanında da ağır basacak olan Sanayi Devrimi. İkincisi,
devrin başlangıcında ticarete ağır darbe indiren dünya çapında askeri bir çatışma meydana geldi. Üçüncüsü, Güney ve Kuzey Amerika’daki bağımsızlık hareketleri Avrupa güçlerini buradaki sömürgelerin çoğundan mahrum
etti ve dördüncüsü de İngiliz hükümeti, 1803’te Danimarka’yı takip ederek
1807’de Afrika ile denizaşırı sömürgeleri arasındaki köle ticaretini kaldırdı.
(Engerman 1981, s. 4-5). Bunun yanı sıra, Britanya bütün Atlantik’te diğer
güçlerin köle taşımacılığını önlemek için çalışmaya devam ederken, ABD de
1807’de transatlantik köle ticaretini yasakladı.
42
Savaş ve Devrim
Fransa 1792’de Avusturya ve Prusya’ya savaş ilan etti ve sonraki yılın 1
Şubatında da Büyük Britanya’ya savaş ilan etti. Ardından gelen iki ülke arasındaki çatışma, birincisi Mart 1802’de yapılan ve Mayıs 1803’e kadar süren
Amiens Barışı ve ikincisi de 1814-15 yıllarında olmak üzere iki barış dönemi
hariç, 1815 yılına kadar devam etti.
Fransız Devrimi ve Napolyon Savaşları: Uzun Dönemli Etkileri
1792-1815 savaşlarının dünyadaki uluslararası ticaret üzerinde büyük ve
yıkıcı etkilerinin olduğu ama aynı zamanda gelecek yüzyılda uluslararası ticaret politikasının politik çerçevesini şekillendirecek olan birçok uzun dönemli
etkilerinin de olduğu açıkça görülmektedir. Ablukalar, kilit Kuzey ekonomilerinde, ticaretin bozulmasından nemalanan ve serbest ticaret doğrultusunda
herhangi bir hareketi engellemek için tüm gücünü kullanan korumacı lobi
gruplarını meydana getirdi. Diğer taraftan savaşlar, 18. Yüzyıl uluslararası
merkantilist sisteminin birçok ticareti sınırlayıcı özelliklerini sona erdirdi.
Napolyon Savaşları’nın Britanya’da serbest ticaretin gelişini önemli ölçüde geciktirmediğinin işareti, 1786’da Britanya ve Fransa arasında yapılan
Eden Antlaşması’nda görülebilir. Bu antlaşma, iki ülke arasında süren “yüzyıllık ticaret savaşını sona erdirmiş”, ithalat üzerindeki yasakları kaldırmış
ve “çok defa yüzde 10 veya 15’in altına çekerek” çoğunlukla gümrük tarifelerini indirmiştir.
Savaşlar, birçok ülkede başarılı korumacı lobi gruplarını meydana getirdi. Ama 19. Yüzyıl sonlarının son derece küreselleşmiş ekonomisinin ortaya çıkmasını oldukça kolaylaştıran jeopolitik değişikliklere de yol açtı. Her
şeyden önce savaşlar, Britanya’nın daha önce ABD’ye kaybetmesinden sonra,
Güney ve Kuzey Amerika’daki Kıta Avrupa’sı gücünde bir çöküşe yol açtı.
Trend, Fransa’nın en önemli şeker sömürgesi olan Saint Domingue’teki kölelerin kazan kaldırdıkları 1791 yılında başladı. Haiti, hem Britanya hem de
Fransa tarafından istila edilse de 1804’te bağımsızlığını kazanmayı başardı.
43
Latin Amerika’da, Napolyon’un İberya’yı istilasını sonraki on yılda bir dizi
devrim takip etti. 1820’lere gelindiğinde bütün kıtada bağımsız cumhuriyetler (Brezilya örneğinde ise bağımsız bir imparatorluk) kurulmuş ve İspanyolların elinde kala kala Küba ve Porto Riko kalmıştı.
Sanayi Devrimi ve Ulaşım Teknolojisi
Fransız imparatoriçesi Eugenie tarafından 17 Kasım 1869’da açılan 101
mil uzunluğundaki Süveyş Kanalı, Britanya ile Bombay arasındaki mesafeyi
10.667 milden 6.224 mile ve Britanya ile Kalküta arasındaki mesafeyi de 11.900
milden 8.083 mile indirerek “Asya’yı Avrupa’ya 4bin mil kadar yaklaştırdı” .
19. yüzyılda ulaştırmada bir diğer önemli gelişme de demir yoluydu.
1830’da Liverpool-Manchester hattı açıldı ve Avrupa’da Belçika, Fransa ve
Almanya ilk takipçiler arasına yer aldı. 19. yüzyıl sonlarında özellikle trenlerin milli pazarın teşekkülünde önemli birer rol oynadıkları ABD’de demiryolu uzunluğunda fevkalade gelişme yaşandı. 1869’a gelindiğinde kıtaya kateden bir hat ABD’nin doğu ve batı kıyılarını birbirine bağlıyordu.
19.Yüzyıl Emperyalizmi
Sanayi Devrimi, iktisadi asimetrilere değil, askeri ve siyasi asimetrilere
de yol açmıştır. Birleşik Krallık, Fransa ve Rusya olmak üzere, özellikle üç
Avrupa devleti 19. yüzyılda Asya ve Afrika’ya yayılmak yolunda bu asimetrilerden istifade ettiler.
Avrupa 1800’de yeryüzünün yüzde 37’sine hâkimken, bu oranı 1878’de
yüzde 67’ye ve 1914’e kadarda yüzde 84’e yükseltti. Yeni teknolojinin gücü ve
Asya ve Afrika’nın toprak ve kaynakları üzerinde hâkimiyete yönelik ticari
ve jeopolitik saik. Surecidebirbirini izleyen üç aşamaya ayırır: Nüfus, zapt ve
ulaşım ve iletişim alt yapısının sağlanmasının sayesinde büyüyen dünya ekonomisiyle birleşme. Anglo-Birmanya savaşlarında İrravaddy gibi ve Afyon
savaşlarında yangtze gibi nehirlerde seyreden ve üzerlerine gönderilen savaş
kanoları ve savaş yonglarını rahatlıkla haklayan silahlı küçük istimbotlar,
44
bu aşamanın birincisinde şaşırtıcı derecede önemli rol oynadılar. 19. yüzyılın yarısında arkadan dolma ve makinalı tüfekler, sömürgeci güçlere karşı
yapılan savaşları tamamen tek taraflı hale getirdi. Ancak Latin Amerika’da
Cizvitlerin keşfettikleri ve Avrupalı tüccarlar, misyonerler, askerler ve idarecilerin Afrika ve Asya’nın uçsuz bucaksız topraklarına güvenle nüfus edip
zapt etmeimkânı sağlayan kininin sıtmaya karşı koruyucu olarak kullanılması, belki daha büyük bir ateş gücü kadar önemliydi.
Avrupalılar, genellikle dünyanın daha serbest ticaret şartlarını dayatmak
için işte böyle elde edilmiş bir gücü kullanıyordu. Bunun en menfur örneği,
muhtemelen Britanya 1839-42 ve 1856- 60 arasında Çine karşı açtığı Afyon
savaşlarıdır. Doğu Hindistan şirketi, 1833’te buradaki tekstil ve afyon satışını
artırmak isteyen tüccarların baskısı sonucunda Çin’le olan ticarete sürdürdüğü tek eli kaybetmişti. Ne zamanki Çin, 1839’da afyon ithalatını yasakladı, ardından hemen savaş ilan edildi ve küçük bir İngiliz askeri kuvvetine
kolayca mağlup oldu. Nanking antlaşması (1842) gereğince Britanya’ya Hong
Kong verildi, Şangay dâhil beş liman serbest ticarete açıldı ve Çin gümrük
tarifeleri de tam yüzde beşe sabitlendi. Yine Çinlilerin Arrof adlı bir İngiliz
teknesine çıkmasıyla ikinci savaşın bahanesi de bulunmuş oldu. Fransızlar
bu savaşta İngilizlerin tarafında yer aldılar. Sonuçta ortaya çıkan Tientsin
Antlaşması’yla hem daha fazla yabancı liman hem de Yangtze nehri uluslararası ticarete açıldı ve afyon ticareti de yasal hale getirildi.
Ayrıca formel imparatorluk da Asya’da tam gaz ilerliyordu. Hindistan’da
bir diğer Anglo – İrlandalı Olan Lord Moira 1813’de Bengal’in genel valisi
olarak atandı. Doğu Hindistan şirketi, onun komutasında hem Nepal Gurkalarınınhem de İngilizlerin elinde bulunan bölgeye sık sık baskın yapan
Pindari süvarilerini mağlup etti. Daha sonraki savaşta da başta Maratha hükümdarı veya pişvası olmak üzere, Nagpur ve İndondore gibi birçokPindari
müttefik kuvvetlerini mağlup etti. 1818’de Rajasthan, İngiliz Doğu Hindistan şirketi’nin (EIC) hükümdarlığını kabul etti. 1820’ye gelindiğinde ise Pencap sınırlarına kadar bütün Hindistan, İngiliz kontrolü altına alındı. Raffles
1819’de Singapur’da bir İngiliz sömürgesi kurdu, Britanya 1824’te Malaka’yı
ele geçirdi ve yüzyılın geri kalanını da İngiliz Malaya’sı olarak bilinir hale
45
gelen coğrafyada kontrol sağlandı. Dahası, İngilizler ilk Anglo-Birmanya savaşının sonucunda 1826’da Birmanya kıyı boyunu çoğunu zaptetdiler. (Lloyd
1996, s.147-48). Bunu yüzyılın ortasında daha başka bir dizi ilhaklar takip
etti: Siln, Pencap, Berar ve Outdh. 1857’de Bengal ordusu ayaklanıp Delhi’yi
ele geçirerek Babür önderi ikinci Bahadır Şah’a bağlılığını ilan ettiğinde son
perdeye gelindi. Hunharca bir savaştan sonra ayaklanma bastırıldı, İngiliz hükümeti İngiliz Doğu Hindistan Şirketi’nde (EIC) Hindistan iradesini
devraldı ve Bahadır Şah’ta Rangoon’a sürgüne gönderildi. Aşağı Birmanya
ise 1852’de yapılan ikinci Anglo-Birmanya savaşında işgal ve ilhak edildi.
Bu meyanda Fransızlar, sonraki yüzyılda Batı güçlerinin peşini bırakmayacak bir hamleyle Kamboçya, Laos, Cochinchina ve nihayet bütün Vietnam da kontrolü sağladılar. Sırası gelince, Fransız Hindi Çin’i olarak bilinen
sömürgenin kurulması, İngilizlerin 1885’te bütün Birmanya’yı zapt etmesine
yol açan etkenlerden biriydi. Buda son Birmanya Kraliyet hanedanının sonunun getirdi: Bundan sonra ayrı kimliğini hep korusa da ülkeye bir Hindistan eyaleti olarak yönettiler.
Kuzey Afrika’da, Cezayir, Tunus, Trablusgarp… Hepsi de 18.yüzyıl
başlarında resmen Türk Hükümdarlığı altında kalmakla beraber, Osmanlı
İmparatorluğu’nda fiilen (De facto) bağımsızlığını kazandılar. 19. yüzyılda,
Avrupa hâkimiyeti altına giren (Osmanlılara asla yenik düşmemiş) Fas ve
Mısır’ın yanı sıra bu üç devlette de tanık olunacaktı. Nisan 1827’de, Cezayir dayılarının sonu olan Hüseyin, 1793-1798 arasında Hububatmubayaalarının sonucunda, Fransa’nın borçlu olduğu parayı ödemeyişine kızarak
Fransız konsül Deval’e bir sineklikle vurdu. Bunun üzerine üç yıl süren ablukalar ve başarısız görüşmelerden sonra, Fransa 1830’da Cezayir’i istila etti
ve “Fransa, kendisinine hakikaten istediği nede cidden hazır olduğu bir sömürge teşebbüsünün içinde buldu” (Raymond 1970, s.258). 1847’ye gelindiğinde Cezayir direnişinin önderi Abdülkadir nihayet teslim olmaya zorlandı
ve Cezayir bir Fransız sömürgesi haline geldi.
İstila bütün Kuzey Afrika’da mevcut siyasi dengeyi bozdu. Tunus hükümdarları başlangıçta rakipleri Cezayir’in mağlubiyetini memnuniyetle
46
karşılarken, Tunus giderek daha çok Avrupa’nın etkisi altına girdi ve burada
1881’de bir Fransız protektorası kuruldu. Abdülkadir’in burada sığınmaya çalıştığı Fas, kendisini, 1844’te Fransızlarla ve 1859’da da Septe’nin sınırlarıyla
ilgili bir anlaşmazlık sonucunda İspanyollarla savaş içinde buldu. 1912’de Fas
da bir Fransız protektorası haline geldi. Osmanlılar 1835’te Trablusgarp’ta
yeniden doğrudan idare tesis ettiler ama İtalya’yla yapılan 1911-12 savaşından sonra koloniyi kaybettiler. Nihayetinde Osmanlıların Mısır’daki zayıflığı, Napolyon’un Mısır’ı istila etmeyi başardığı 1978’de zaten ortaya çıkmıştı.
1801’de İngilizlerin müdahalesiyle Osmanlıların buradaki gücü yeniden tesis
edildi. 1831’de Suriye’yi istila eden Mısır’ın Arnavut valisi Mehmet Ali’nin
askeri başarılarının, valiye karşı 1833’de Ruslar ve 1840’ta da İngilizler ve
Avusturyalılarla anlaşan Osmanlı İmparatorluğu’nun varlığını tehdit etmesi
ise daha da çarpıcıydı. (Holt 1970, s. 3838-84). Akabinde İngilizlerin 1882’de
fiilen (defacto) protektora kurmasına kadar artık Süveyş Kanalı’ndan dolayı
mali ve stratejik çıkarlarının olduğu Mısır’da hem iktisadi hem de siyasi açıdan Fransız ve İngiliz etkisi arttı.
Fransa ve Britanya denizaşırı imparatorluklarını genişletirken, Rusya da
kendi kara imparatorluğunu genişletiyordu. Batıya doğru 1809’da (İsveç’ten)
Finlandiya, 1812’de (Osmanlılardan) Besarabya ve (1815 Viyana Kongresi’nde
1795 Üçüncü Bölüşüm sonucunda) Polonya üzerindeki hâkimiyeti ele geçirdi. Ancak (Osmanlı idaresine karşı ayaklanan Sırplar ve Bulgarlar gibi kardeş Slavlar adına birçok kez müdahale etse de ) bu noktadan itibaren özellikle doğu ve güneyde kazanımları artacaktı. İlk ilerlemeler, son iki bölgenin
İran’dan alındığı Gürcistan (1801). Kuzey Azerbaycan (1813) ve Erivan (1828)
da dâhil, Kafkasya’da oldu. Bununla birlikte, on yıllarca süren hunharca bir
savaştan sonra Çeçenler, ancak 1859’de ve Çerkezler de 1864’te kontrol altına alınabildi (Longworth 2005, s. 200-7). Rusların Kazakistan üzerindeki
hâkimiyetlerini takviye ettikleri ve Çimkent, Taşkent, Semerkand, Hiva, Kokand ve Buhara’yı alarak Türkistan’a doğru hareket ettikleri Orta Asya’da
daha kolay ilerleme sağlandı (a.g.e., s. 216-17). Süreç, en sonunda 1885’te Afgan kuvvetleriyle çatışmalara ve Rus yayılmasıyla alarma geçen, 1830’larda
Çerkezlere zaten gizlice yardım eden ve 1853-1856 Kırım Savaşı sırasında da
47
Osmanlılara açıkça yardıma gelen Britanya’yla krize yol açtı. Ardından yapılan görüşmeler, kendi nüfus alanları üzerine Anglo Rus antlaşmasına yol
açtı ve bu yönde Rus yayılmasını durdurdu.
ABD’nin başlarda batıya doğru genişlemesinin çoğu bölgenin satın alınmasıyla gerçekleşti: Louisiana 1803’te Napolyon’dan 15 milyon dolara, Florida
1819’da İspanyollardan 5 milyon dolara ve Alaska da 1867’de Ruslardan 7 milyon dolara alındı.Meksika’ya karşı toy “emperyal cumhuriyet”e Arizona, Yeni
Meksika, Utah, Colorado, Nevada ve California’nın uçsuz bucaksız alanını
kazandıran 1846-48 savaşı yapıldı. Bu da HughBrogan’ın (1986, s. 305) tabiriyle utanç verici bir olaydı. Savaşa, Meksika’ya karşı başarıyla ayaklanan
ve 1836’da bağımsızlığını ilan eden Amerikan göçmenleri tarafından kurulan Texas Cumhuriyeti’nin 1845’te kendi isteğiyle ilhakı yol açtı. ABD’nin
demiryollarıyla kolaylaşan ve Avrupa’da artan göçlerle kamçılanan batıya
doğru genişlemesi, 1865’te İç Savaş’ın sona ermesinden sonraki on yıllarda
son derece hızlıydı ve yerli Amerikalılar, cesurca direnseler de aşağılayıcı bir
rahatlıkla kenara atıldılar. 1890’da sınırın resmen kapalı olduğu ilan edildi.
Sonuç
Sanayi devrimi,ortalama hayat standardının Batı Avrupa da aşağı yukarı üç kat artmasına ve 1913’e gelindiğinde dünyanın en müreffeh bölgesi
haline gelen İngiliz kollarında da dört kattan fazla artmasına yol açtı.
Sanayi Devrimi sadece Batı Sanayisinin daha büyük rekabet gücünden
dolayı değil, aynı zamanda mesafenin vakti ile Hindistan veya Çin gibi ülkelere sağladığı doğal korunmayı ortadan kaldıran 19. Yüzyıl ulaşım devrimlerinin sonucundan dolayı da Asya’nın çoğunda geleneksel sanayinin genelde
yok olmasına yol açtı. Buharlı gemiler, demiryolları ve Süveyş kanalının etkilerinin önlemek yolunda gümrük tarifeleri veya bütün ithalat yasaklarında
muazzam artış olacaktı. Böyle politikaların Asya’nın kendi imkânlarıyla baş
başa bırakıldığı karşıt olduğu dünyasın da ne kadar ihtimal dâhilinde olacağını düşünmeye değerdir ama ne olursa olsun, Batı baskısı Asya pazarlarını açmaya zorladı ve gelişmekte olan dünyanın birincil ürün ihracatı
48
karşılığında Avrupa’nın mamul ürünler ihraç etmesi sonucunda “büyük uzmanlaşma” meydana geldi. Aslında bu sürecin temelini teşkil eden teknolojik ve ekonomik güçler o kadar etkiliydi ki kaynağı bol ülkelerin –Latin
Amerika da olduğu gibi– tarife bağımsızlığına sahip oldukları ve bu bağımsızlığı üretimi canlandırmak için kullandıkları yerde bile sonuç, Avrupa ve
Kuzey Amerika’nın mamul ürün ithalatıyla dengelenen birincil ürün ihracatındaki muazzam artıştı.
SEKİZİNCİ BÖLÜM
1914-1939 Arasında Dünya Ticareti;
Deglobalizasyon (Küreselleşmenin
Geri Çevrilmesi)
Birinci Dünya Savaşı
Birinci Dünya Savaşı 19. Yüzyıl sonlarının Liberal Ekonomik düzenini
bıçak gibi kesti. Böylece 1792-1815 savaşlarının 18. Yüzyıl Merkantilizminin
sona ermesine damgasını vurduğu gibi, Birinci Dünya Savaşı da bir devrin
sonuna damgasını vurdu. Birinci dünya savaşı arkasındamüttefikler arasında
yaklaşık 26,5 milyar dolara tekabül eden savaş borçları mirası bıraktı. Bu
mirasta en büyük alacaklı ABD ve Britanya, en büyük borçluda Fransa idi.
Ayrıca 1921 de Savaş Tazminatı Komisyonu Almanya ya çoğunu Britanya
ve Fransa’nın alacağı 33 milyar dolarlık Savaş Tazminatı faturası kesti (Aldcroft 1971,bölüm 4). Bu mali talepler hem Belçika ve Fransa’nın 1923’e kadar Ruhru istilasıyla sembolleşen müttefik devletler için Almanya arasında
gerileme neden oldu hem de tümünün ödenmesini ısrar eden ABD ile eski
müttefikleri arasında anlaşmazlıklara yol açtı. Tüm bunlar, dünyanın önde
gelen Merkez Bankalarının arasındaki savaş öncesi irtibatları karakterize
eden uluslararası iş birliği tarzının artık daha çok zorlaşmasıyla sonuçlandı.
I. Dünya Savaşı 20 yıl sonra bir diğer dünya savaşına yol açan şartların ortaya çıkmasını yardımcı olmuştur. (Howard 1989). Büyük ve potansiyelolarak tehlikeli bir güç olarak kalan Almanya hem toprak kayıpları, savaş tazminatı ödeme yükümlülüğü ve suçlu taraf diye mahkûm edildiği için hem
49
de Alman Kamuoyunun kabul etmek istemediği savaşı kaybettiğinden dolayı
infiale kapıldı (macMillan, 2001,s.168, marks 2002, s. 83 ). Hitler gibi devlet adamları çabucak infial ve intikam duyguları beslemeye başlayacaklardı.
Rusya’nın artık komünist ellerde olması, Fransa, Britanya ve Rusya’nın
Alman yayılmasının önünü kesmek yolunda uyum içinde hareket etmelerini daha fazla zorlaştıracak ve keza Doğu Asya’da da Japonların saldırıya
açıklık hassasiyetini güçlendirecekti.
Versailles’te Konfüçyüs’ün doğum yeri olan shantung yarımadasının Japonlara bırakılması kararı, Çin de Batıya karşı İnfiale ve hayal kırıklığına
yol açtı ve Japonya’nın bilahare yarımadayı geri verme kararına rağmen, hadise hem Britanya hem de ABD’de Japonya ya karşı yaygın bir kuşku yarattı
aynı zamanda, Japonya’nın Millet Cemiyeti mukavelesine ırksal eşitlik ile ilgili değişikliği koyduramaması onu Batı karşıtı Politikalar izlemeye sevk edecekti (Mac Millan2001, s. 168; Marks 2002. s. 83).
Japon İmparatorluk Ordusu’ndaki birçok subaya göre, “I. Dünya Savaşı,
ekonomik otarşinin ileriki bir çatışmada zaferi garantilemek için gerekli olduğunu gösteriyordu. Bu, kaynak fakiri olan Japonya için şu anlama geliyordu. Eğer ülke Büyük Güç veya Güçlerle meydana gelebilecek ileriki bir
çatışmada varlığını sürdürecekse, bu çok daha büyük ölçüde kendine yeterliliği sağlayacak olan daha büyük bir imparatorluğu gerektiriyordu “(Best
2003, s. 60). Kısacası, göreceğimiz gibi, savaşın harekete geçirmekte yardımcı olduğu ekonomik güçler de Almanya ve Japonya’da militarizmin boy
atmasına ve bu tehlikeye verilecek yeterli bir karşılığın engellenmesinde etkili bir rol oynayacaklardı.
Sonuç
İki dünya savaşı arası dönem, artık klişeleşmiş olan “tarih önemlidir”
müşahedesinin teyididir. I. Dünya savaşı uluslararası ekonomik sistem için
etkileyici ve dış kaynaklı bir şoktu. Buda hemen daha önce var olan abartılı
korumacılık eğilimlerini güçlendirmedi. Daha ziyade doğrudan, uluslararası
50
emtia piyasalarının dezentegrasyonuna, ulusal ve uluslararası politik çevrelerde değişikliğe ve savaş öncesi durumu yeniden tesis etmek yolunda nispeten
müreffeh bir zaman olan 1920’de bile kendisini zorlaştıracak olan ekonomik
faaliyetin dünya çapında yeniden tahsisine yol açtı. Sistem bir ikinci büyük
şok olan Büyük Buhranla ağır darbe alınca, süreç topyekûn korumacılık ve
nükseden uluslararası emtia piyasalarının dezentegrasyonuyla sonuçlandı.
Sırası gelince, uluslararası ekonomik sistemin çökmesi II. Dünya Savaşı’nın
patlak vermesine yol açan önemli bir etkendi (Boyce 1989). Daha önce belirtildiği üzere, toplu işsizliğin ekonometrik delillerin de açıkça gösterdiği gibi
(Stögbauer 2001). Hitler’i Almanya’da iktidara taşıyan son derece önemli bir
etken olduğu ayan beyan ortadadır. Ayrıca Büyük Buhran, Südet’li Almanların Nazi Südet Alman Partisi’ne yönelmelerinin asıl sebebiydi (Marks 2002,
s. 352). Yine Büyük Buhran, İtalya’da Mussolini’nin Etiyopya’ya saldırı kararının kilit etkeniydi. Buda Milletler Cemiyeti’nin daha önceki Japonların
Mançurya’daki maceraperestliğiyle başa çıkmaktaki başarısızlığından sonra,
kuruluşun ortak güvenliğe benzer bir şeyi üyelerine sağlayabileceğine dair
umutların karardığını gösteriyordu (Boyce 2003, s. 255-57).
Kısacası, Büyük Buhran ve Batı korumacılığı, liberal enternasyonalizmden ziyade otarşik emperyalizm politikası peşinde koşan Japonya içindeki
bu unsurlara güç kazandırdı. Bunun sonuçları 7 Temmuz 1937’de Pekin dışında kalan Marko Polo Köprüsü’ndeki küçük bir olay topyekûn Çin-Japon
savaşını ve beraberinde II. Dünya Savaşı’nın başlamasını tetiklediğinde açık
hale gelecekti (Marks 2002, s. 345-49).
DOKUZUNCU BÖLÜM
Yeniden Küreselleşme:
Tarihsel açıdan 20.yüzyıl sonları
II. Dünya Savaşı
1914’te patlak veren dünya çatışması, iki dünya savaşı arası dönemde
uluslararası dezentegrasyonun ana etkeniydi. O halde 1945 sonrası dönemde
51
liberalleşmeye yumuşak bir geçişe tanık olunsaydı şaşırtıcı olurdu, çünkü
birincisinden daha yıkıcı olan ve nitekim uluslararası ticarete zararlı etkileri olan II. Dünya Savaşı liberalleşmeden öncelikliydi. Ve doğrusu istenirse,
dünyanın çoğu için, bu bölüme de ismini veren “yeniden küreselleşmenin
başlaması uzun zaman alacaktı.
Ayrıca iki tarafta düşmanlarının müttefikleri veya sömürgeleriyle ticaret yapmalarını engelleme çabası içinde denizaltı savaşına girişti. I. Dünya
Savaşı’nda olduğu gibi, Alman denizaltıları çoğunlukla Atlantik’teki İngiliz, Müttefik ve tarafsız ülkelerin gemilerini; Amerikan denizaltıları ise Pasifik’teki Japon ticaret gemilerini hedef alıyordu. Atlantik harekâtı, Alman
denizaltılarının 1.570 ticaret gemisini batırdıkları 1942’de zirvesine ulaştı.
1944’te ise Amerikan denizaltıları 549 Japon ticaret gemisini batırdı.
Jeopolitik sonuçlar: Komünizm, Soğuk Savaş ve Sömürge Kolonilerinden Çekilme
Savaş sonrası dünyanın politik manzarasına hükmeden üç ana jeopolitik güç unsuru
•
Avrupa ve Asya’da komünizmin yayılması,
•
Soğuk Savaş’ın başlaması,
•
Asya ve Afrika’nın çoğunda sömürge bölgelerinden çekilme şeklinde öne çıkmaktadır.
1910’dan beri Japon kontrolü altındaki Kore’de yarımadaya 12 Ağustos
1945’te başlayan Sovyet istilasının arından 38. Paralelin kuzeyinde komünist
rejim kuruldu. Ho Chi Minh, bu tarihten üç hafta kadar sonra bağımsız ve
komünist bir Vietnam Cumhuriyeti’ni ilan etti ve bir sonraki yıl başlayan
Fransızların Viet Minh güçlerini bozguna uğratma çabalarına karşı başarılı
bir direniş ortaya koydu. Dünya tarihi için daha önemlisi, Çin’de çoktandır
devam eden iç savaşın Mao Zedong’un Komünist Partisi’nin 1949’da anakarada iktidarı ele geçirdiğinde sona ermesiydi. Dünyanın en kalabalık nüfuslu
ülkesi artık Asya’nın en doğu ucundan Orta Avrupa’ya uzanan komünist blokun bir parçasıydı. (Moğol imparatorluğunun tersine, artık Kuzey Avrasya’ya
52
hâkim olan bu güçlü siyasi blok, dünya ekonomik entegrasyon gücü değil dezentegrasyon gücüydü; çünkü komünist yönetimler tanım gereği hem mallara
hem de üretim faktörlerine karşı serbest piyasa düşmanıydı.)
Uluslararası pazarların temelini zayıflatan üçüncü büyük savaş sonrası
eğilim, Avrupa’nın denizaşırı sömürgelerinin elden gitmesiydi. 1945’te gerek
Britanya gerekse Fransa büyük emperyal güçler olarak devam edeceklerini
düşünüyorlardı. Bilindiği üzere, Churchill 1942’de “İngiliz imparatorluğunun dağılmasını yönetmek için başbakan olmadığını” açıklıyordu. Böyle
bir teminata daha çok ihtiyaç duyan Fransa’da ise Gaston Monnerville Mayıs 1945’te şöyle haykırıyordu: “Fransa, imparatorluğu olmadan olsa olsa
kurtarılmış bir ülke olurdu. Fransa, imparatorluğuyla muzaffer bir ülkedir.” Bu tür beyanatların afra tafrası çok geçmeden belli olacaktı; Fazla değil sadece yirmi yıl sonra, uluslararası ekonomi için büyük sonuçlarıyla birlikte, iki ülkenin de imparatorluklarının yerlerinde yeller esiyordu.
ONUNCU BÖLÜM
21. Yüzyılın Şafağında Küreselleşme
Binyıla ilişkin en muhteşem başarı, 20. yüzyılın sonlarında sömürgelerini
kaybetmelerine rağmen, hiç şüphesiz Batı Avrupa’nınkisidir. Bölge, yüzyıllar boyunca sadece modern ekonomik büyümenin doğum yeri olmakla
kalmamış, aynı zamanda Latin Amerika’daki İberya kollarını ve özellikle
Avustralya, Yeni Zelanda, Kanada ve ABD gibi İngiliz kollarını doğurmuştur. Bölge, yakın zamanlarda ayrı ulus devletleri müreffeh bir Avrupa Birliği çatısı altında başarıyla birleştirmiştir. Aralarında, ABD ve AB, dünya
nüfusunun sadece yüzde 12’sini, dünya GSYH’sinin ise yüzde 40’tan fazlasını teşkil etmektedir.
Küreselleşmenin Geleceği: Politik Karşı Duruşlar
Osmanlı ve Safavi imparatorluklarının bugünkü halefleri olan Türkiye
ve İran, Küresel Balkanlar’daki rekabette en önemli oyuncudur. BTC boru
hattının bitim yeri olan Türkiye’nin Akdeniz’deki Ceyhan limanı, Rusya’ya
53
enerji kaynaklarından dolayı giderek daha çok bağımlı hale gelen AB için
hayati önem taşımaktadır. O halde Türkiye’nin bu örgüte girmesini engelleyecek eski korkular ve ön yargılara neden yer verildiği konusu hayrete şayandır. Keza İran’ın Orta Asya’daki Tacikleri etkilemesinden korkuluyorsa,
o zaman elbette Özbekler ve Türkmenler üzerinde daha çok etkisi olan
Türkiye’yle işbirliğini korumak mantıklı olur. Vakıa Türkiye de Rusya gibi
artık bir ulus devlettir ama bir zamanlar çok etnikli bir imparatorluktu ve
bu itibarla kendi kimliği ve gelecekte izleyeceği yolla ilgili süregiden çatışmaları vardır. Irak’ın istilası, amaçlanmayan ama öngörülmesi gereken bir
sonuç olan, bu ülkenin Şii çoğunluğunun İran’la uyumu sağladığına göre, o
halde Türkiye’nin Batı yörüngesinde daha sıkı tutulması gittikçe daha gerekli
gibi görünüyor.
Bahsetmek istediğimiz, uluslararası politik ve ekonomik sistemi yöneten
kurumlarla ilgili Güney’in yükselişine yönelik bir diğer karine daha vardır.
Bunlar, daha önce gördüğümüz gibi, dünyanın 1945’teki olağanüstü asimetrik olan durumunu yansıtmaktadır ve Avrupa ve kolları, üretin faaliyeti, gelir
ve siyasi nüfus açısından tarihi olarak yüksek paya tekabül etmektedir. Nitekim 2000’de Birleşmiş Milletler ’in beş daimi Güvenlik Konseyi üyesinden
üçü Avrupa ülkesi (Britanya, Fransa ve Rusya), biri Kuzey Amerika ülkesi
(ABD) ve biride Asya ülkesiydi (Çin). Afrika veya Latin Amerika’dan daimi
üye olmaması çarpıcıdır. Daha çarpıcı olanı ise bu kitabın kaleme alındığı
sırada anlaşılan birçok ülkenin (ikisi Asya’dan, ikisi Afrika’dan ve biri de
Latin Amerika’dan olmak üzere) beş diğer daimi üyenin yanı sıra dördüncü
Avrupa ülkesi olarak Almanya’yı da listeye eklemenin mantıklı olacağını düşünmesiydi. Bu meyanda, Dünya Bankası başkanının geleneksel olarak Amerikalı, Uluslararası Para Fonu başkanının ise Avrupalı olması devam etti.
Şüphesiz dünya daha az asimetrik hale geldikçe, siyasi kuruluşları da
aynı şekilde hareket emek zorunda kalacaktır. Bu süreci yönetmek ileriki
yıllarda uluslararası topluma yönelik en nazik meselelerden birisi olacaktır ama dünya nispeten açık ve çok taraflı siyasi ve ticari sistemi dürdürecekse bu zaruridir.
54
Download