avrupa birliği`nde ırkçılık ve yabancı düşmanlığı ile mücadele

advertisement
T.C.
ANKARA ÜNĐVERSĐTESĐ
SOSYAL BĐLĐMLER ENSTĐTÜSÜ
AVRUPA BĐRLĐĞĐ VE ULUSLARARASI EKONOMĐK ĐLĐŞKĐLER
ANABĐLĐM DALI
AVRUPA BĐRLĐĞĐ’NDE
IRKÇILIK VE YABANCI DÜŞMANLIĞI ĐLE MÜCADELE
Yüksek Lisans Tezi
Fatma YILMAZ
Ankara-2008
T.C.
ANKARA ÜNĐVERSĐTESĐ
SOSYAL BĐLĐMLER ENSTĐTÜSÜ
AVRUPA BĐRLĐĞĐ VE ULUSLARARASI EKONOMĐK ĐLĐŞKĐLER
ANABĐLĐM DALI
AVRUPA BĐRLĐĞĐ’NDE
IRKÇILIK VE YABANCI DÜŞMANLIĞI ĐLE MÜCADELE
Yüksek Lisans Tezi
Fatma YILMAZ
Tez Danışmanı
Doç. Dr. Mehmet ÖZCAN
Ankara-2008
ÖNSÖZ
Irkçılık ve yabancı düşmanlığı günümüzde Avrupa entegrasyon projesinin
temellerini sarsan ve etkin bir mücadeleyi gerekli kılan sosyal bir hastalık
konumundadır. Đlginç ve daha vahim olan ise bu hastalıklı düşüncenin giderek artan
bir biçimde siyasi arenada normalleşme ve meşrulaşma sürecine girmesidir. AB
çapında ırkçılık ve yabancı düşmanlığı üzerinden kendini ifade eden aşırı sağın
yükselişi ile ilgili haberler de bunun önemli bir göstergesidir. Güncel sorunların
altından şimdilik ‘yabancılar’a yüklenme yoluyla kalkabilen AB, bugün bile alarm
zillerini çalan bütünleşme projesini daha ileriye taşıyabilmek için yakın gelecekte
uzun soluklu entegrasyon politikalarını ciddiyetle kovalamak zorunda kalacaktır.
Bu çalışma, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı nedeniyle AB bütünleşme projesinin
dayandığı temel değerlerin sarsıldığı fikrinden yola çıkmaktadır. Sorunla mücadele
için gerekli unsurların neden-sonuç ilişkisi içinde ele alındığı bu çalışma ile AB
düzeyinde soruna yönelik sosyal ve siyasi farkındalığın artırımı hedeflenmektedir.
Her ne kadar bu çalışmanın yazımını tek başıma sırtlanmış olsam da arka planda
manevi destek ve teşvikleriyle yükümü hafifleten herkese teşekkürlerimi sunmayı
bir borç bilirim. Başta sevgisini ve bana olan inanç ve güvenini hiçbir zaman
kaybetmeyen babama, maddi-manevi her anlamda deneyim ve birikimlerini benden
esirgemeyen tüm aileme, henüz farkında olamayacak kadar küçük olsa da gönülden
bağlılığı ile motivasyon kaynağım olan Elif’e, tez danışmanlığının çok ötesinde
manevi desteğiyle de her zaman yanımda olan saygıdeğer hocam Doç. Dr. Mehmet
Özcan’a ve çalışmam boyunca büyük sabır gösteren tüm USAK çalışanlarına en
içten şükranlarımı sunarım ve yanımda oldukları için bir kez daha teşekkürlerimi
iletmekten onur duyduğumu belirtmek isterim.
ĐÇĐNDEKĐLER
KISALTMALAR...................................................................................................... v
GĐRĐŞ ........................................................................................................................ 1
I. BÖLÜM............................................................................................................... 13
IRKÇILIK VE YABANCI DÜŞMANLIĞI KAVRAM VE OLGULARININ
ANALĐZĐ ................................................................................................................ 13
1. Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığının Kavramsal ve Kuramsal Analizi ............. 15
1.1. Tarihsel Gelişim Đçinde Irk ve Irkçılık Kavramları .................................. 16
1.2. Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı: Tanım ve Unsurlar................................ 22
1.2.1. Irkçılık: Kavram ve Farklı Düzeyleri................................................. 22
1.2.2. Yabancı Düşmanlığı........................................................................... 28
1.2.3. Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığının Đçerdiği Unsurlar ve Etkilendiği
Faktörler....................................................................................................... 32
2. Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı Kavramlarının Hukuksal Analizi.................. 38
2.1. Terminoloji Sorunu: ‘Irk’ Kavramının Bulanıklığı .................................. 38
2.2. Irkçılıkla Mücadeleye Đlişkin Düzenlemelerde Irk Ayrımcılığı................ 39
II. BÖLÜM ............................................................................................................. 45
AVRUPA BĐRLĐĞĐ’NDE IRKÇILIK VE YABANCI DÜŞMANLIĞININ
ORTAYA ÇIKIŞ VE YÜKSELĐŞ NEDENLERĐ ............................................... 45
1. Avrupa Bütünleşmesi: Derinleşme-Genişleme Đkilemi Eşiğinde Irkçılık ve
Yabancı Düşmanlığı............................................................................................. 47
1.1. Derinleşme Ayağında Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı ............................ 50
1.2. Genişleme Ayağında Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı ............................. 56
2. Küreselleşme.................................................................................................... 67
i
2.1. Ulusal Sınırları Aşan Küreselleşme: Tepkinin Đçeride Görünmez Sınırlar
Oluşturması ...................................................................................................... 69
2.2. Küreselleşen Göç, Kimliksel Farkındalık, Siyasi ve Toplumsal Baskı .... 79
2.3. Küreselleşen Güvenlik Sorunu ve Göçmenler Üzerindeki Đzdüşümü ...... 83
3. Artan Terör Olayları-Đslamofobi: Dönüm Noktası 9/11 .................................. 86
3.1. Đslamofobi – Tarihsel Kalıtımlar ve ‘Öteki’ ............................................. 90
3.2. Küresel Terör - 9/11 ve Yabancı Etiketinin Belirginleşmesi.................... 96
4. Kitlesel Göç: Avrupa’nın Değişen Demografik Yapısı ve Sosyal Dışlama .. 106
5. Politik Yanılsamalar ve Sorunun Siyasallaştırılması..................................... 119
III. BÖLÜM.......................................................................................................... 127
IRKÇILIK VE YABANCI DÜŞMANLIĞI ĐLE MÜCADELEDE AB
POLĐTĐKALARI VE YASAL DÜZENLEMELERĐ........................................ 127
1. AB Düzeyinde Politika ve Girişim Đhtiyacının Nedenleri ............................. 130
2. Amsterdam Antlaşması Öncesi AB Politika ve Düzenlemeleri .................... 134
2.1. 1977 ve 1986 Tarihli Ortak Deklarasyonlar ........................................... 135
2.2. 29 Mayıs 1990 Tarihli Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı ile Mücadeleye
Đlişkin Konsey Đlke Kararı.............................................................................. 136
2.3. Haziran 1994 Korfu Zirvesi ve Kahn Komisyonu Raporu ..................... 139
2.4. 1995 Tarihli Konsey Đlke Kararları......................................................... 144
2.5. 13 Aralık 1995 Tarihli Irkçılık, Yabancı Düşmanlığı ve Anti-Semitizme
Đlişkin Komisyon Bildirisi.............................................................................. 146
2.6. Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı ile Mücadeleye Đlişkin Ortak Eylem.... 148
2.7. Irkçılığa Karşı Avrupa Yılı (1997) ......................................................... 150
2.8. Avrupa Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığını Đzleme Merkezi’nin Kuruluşu153
2.9. Irkçılığa Karşı Eylem Planı..................................................................... 156
ii
3. Amsterdam Antlaşması Sonrası AB Politika ve Düzenlemeleri.................... 157
3.1. Yasal Zemin Oluşturma Çabaları ve ATA Madde 13 ............................ 158
3.1.1. Sivil Toplum Çalışmaları: ‘Starting Line’ Grup Önerisi ................. 159
3.1.2. ATA Madde 13 Kapsamı ve Değerlendirmesi................................. 161
3.1.3. Amsterdam Antlaşması’nda Irkçılıkla Mücadelenin Dayandırılabileceği
Diğer Hükümler ......................................................................................... 164
3.2. Irk Eşitliği Direktifi (2000)..................................................................... 167
3.2.1. Direktifin Amacı ve Kapsamı .......................................................... 170
3.2.2. Ayrımcılık Kavramı ......................................................................... 173
3.2.3. Pozitif Eylem ve Minimum Gerekliliklerin Öngörülmesi ............... 175
3.2.4. Đspat Yükü ve Hukuken Sorumlu Organlar ..................................... 176
3.2.5. Direktifin Đç Hukuka Aktarılması ve Yaptırımlar............................ 178
3.3. Ayrımcılığa Karşı Topluluk Eylem Programı (2001-2006).................... 179
3.4. Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı ile Mücadeleye Đlişkin Çerçeve Kararı 182
3.5. Herkes Đçin Eşit Fırsatlar Yılı (2007)...................................................... 185
3.6. AB Temel Haklar Ajansı’nın Kuruluşu .................................................. 186
3.7. Avrupa Kültürlerarası Diyalog Yılı ........................................................ 188
3.8. Temel Haklar Şartında Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı......................... 190
IV. BÖLÜM .......................................................................................................... 192
AVRUPA BĐRLĐĞĐ’NĐN IRKÇILIK VE YABANCI DÜŞMANLIĞI ĐLE
MÜCADELEDE ETKĐN(SĐZ)LĐĞĐ................................................................... 192
1. Sosyal Boyut: Yabancılara Yönelik Yerleşik Sosyal Algılamalar ve Tutarsız
Politikalar........................................................................................................... 195
1.1. Birliğin ‘Birlik’ Olma Sorunu: Entegrasyon Politikalarındaki Farklılıklar197
1.2. Farklı Alanlardaki Politikaların Sosyal Korkuları Pekiştirmesi ............ 204
iii
2. Yasal ve Kurumsal Boyut: Anti-ırkçı Çerçevede Bırakılan Boşluklar.......... 209
3. Siyasi Boyut: Popülist Siyasetin Mücadelenin Önüne Geçmesi................ 214
SONUÇ.................................................................................................................. 223
KAYNAKÇA ........................................................................................................ 232
ÖZET
ABSTRACT
iv
KISALTMALAR
AB
: Avrupa Birliği
ABA : Avrupa Birliği Antlaşması
AĐHS : Avrupa Đnsan Hakları Sözleşmesi / Đnsan Haklarının ve Temel
Özgürlüklerin Korunmasına Đlişkin Sözleşme
AĐĐ
: Adalet ve Đçişlerinde Đşbirliği
ATA : Avrupa Topluluğu Antlaşması
bkz.
: bakınız
DFP
: Danimarka Halk Partisi
DG
: Directorates General / Genel Müdürlük
EEA
: European Economic Area / Avrupa Ekonomik Alanı
EFTA : European Free Trade Area / Avrupa Serbest Ticaret Topluluğu
ENAR : European Network Against Racism / Irkçılığa Karşı Avrupa Ağı
EUMC : European Monitoring Centre on Racism and Xenophobia / Avrupa Irkçılık
ve Yabancı Düşmanlığını Đzleme Merkezi
FN
: Front National / Ulusal Cephe
FPÖ
: Özgürlük Partisi
FRA
: Fundamental Rights Agency / Temel Haklar Ajansı
Ibid.
: Ibidom / adı geçen eser
IMF
: International Monetary Fund / Uluslararası Para Fonu
m.
: madde
MDA : Merkez ve Doğu Avrupa
NATO : North Atlantic Treaty Organization / Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü
v
ODGP : Ortak Güvenlik ve Dış Politikası
op. cit : opere citation / yukarıda adı geçen eser
p.
: page / sayfa
passim : eserin birçok yerinde
prg.
: paragraf
RAXEN: European Racism and Xenophobia Information Network / Avrupa
Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı Bilgi Ağı
s.
: sayfa
THŞ
: Temel Haklar Şartı
VB
: Vlaams Blok / Fleman Bloğu
vi
GĐRĐŞ
Avrupa son dönemde aşırı sağ partilerin yükselişi, artan milliyetçilik söylemleri
ve yabancılara yönelik ayrımcı politikaların uygulanışına sahne olmaktadır. Bu
bağlamda görünürlüğü artan ırkçılık ve yabancı düşmanlığı, neden-sonuç ilişkisi ve
benimsenmesi gereken yaklaşım tarzıyla Avrupa Birliği içinde temel haklara ilişkin
tartışmaların odak noktası konumundadır. Entegrasyon projesinin temel değerlerini
temel hak ve özgürlüklere dayandıran AB, bu çerçevede söz konusu değerleri
savunmayı ve ırkçılığın reddini aynı kefeye koymakta ve ırkçılıkla mücadeleyi
Avrupa kimliğinin bütününü oluşturan bir unsur olarak adlandırmaktadır. Ne var ki,
bu yaklaşım, Avrupa’nın saldırgan milliyetçilik, etnik-merkezcilik (etno-centrism)
ve yabancı düşmanlığının yeni bir tanımı ile karşı karşıya bulunduğuna dair alarmda
olduğu1 1990’lı yılların başında, tüm siyasi ve hukuki araçlarıyla etkili bir şekilde
sergilenmekten uzak kalmıştır. Hoşgörüsüzlük ifadelerinin Avrupa demokrasisinin
değerlerini tehdit ettiği ve Avrupa yapılanmasının temellerini sarstığı düşüncesiyle
yola çıkan AB yetkilileri, uzun bir dönem antlaşmalar zemininde var olan yetki
boşluğu nedeniyle ırkçılık ve yabancı düşmanlığına karşı gerçek bir politika
geliştirememiştir. 1990’lı yılların sonuna doğru, Amsterdam Antlaşması ile yapılan
değişikliklerle yasal zeminin temelini daha net ortaya koyan Birlik, bu konuda
girişimde bulunma ihtiyacı ve siyasi ve hukuki alanda bu konuya dikkat çekme
1
14-25 Haziran 1993 tarihleri arasında gerçekleştirilen Đnsan Haklarına Đlişkin Dünya Konferansı
sonuç bilirisinde (Viyana Bildirisi) Avrupa Konseyi, ırkçılık ve ırk ayrımcılığına dikkat çekerek
güçlü politikalar üretilmesi ve önlem alınması konusunda tavsiyelerde bulunmuştur. (World
Conference on Human Rights, Vienna, 14-15 June 1993, Report of World Conference of Human
Rights, A/CONF.157/24 (Part I),
<http://www.unhchr.ch/huridocda/huridoca.nsf/(Symbol)/A.CONF.157.24+(PART+I).En?OpenDoc
ument>, erişim tarihi: 15.01.2008).
1
gereğinin bir sonucu olarak, Avrupa’da ırkçılıkla mücadeleye yönelik siyasi ve
toplumsal farkındalığı artırmayı hedefleyen somut girişimlerde bulunmuştur.
Irkçılık ve yabancı düşmanlığı ile mücadele yaklaşımı, yasal düzenlemeler
yanında hedefe yönelik politikalar ve entegrasyon çalışmalarını aktif olarak
sürdürme ihtiyacını da beraberinde getirmektedir. Dolayısıyla, bu konuya yönelik
kapsamlı sosyo-ekonomik politikaların oluşturulması için üye ülkelerin aktif
katılımı gerekmekte ve en önemlisi, söz konusu politikaların alt yapısını oluşturma
açısından, problemin oluşum ve yükseliş nedenlerinin objektif bir şekilde ortaya
konması gerekmektedir. Irkçılık ve yabancı düşmanlığının 1980’lerden sonra
Avrupa genelinde tutarlı bir mücadeleyi gerektiren yaygın bir problem haline
gelmesinin hem küresel hem de Birliğin entegrasyonuna yönelik birbiri ile
bağlantılı birçok nedeni bulunmaktadır. Temeli sosyal, siyasi, ekonomik, hukuki ya
da kurumsal sorunlara dayanan ırkçılık ve yabancı düşmanlığının AB ülkeleri
içindeki artışında önemli bir payı, sınırları daha geçirgen hale getiren
küreselleşmenin etkisiyle dünyanın fakir bölgelerinden AB’ye yönelen düzensiz ve
kontrolsüz göç oluşturmaktadır. Bu olgu, küreselleşmenin yanı sıra AB
bütünleşmesinin bir ayağını oluşturan genişleme dalgaları ile gelecek kaygısı ve
sosyal güvensizlik olarak perçinlenmektedir. Bir taraftan derinleşen Avrupa
bütünleşmesi diğer yandan da küreselleşme ile AB içinde ve dünyada artan rekabet
sonucu ulus-devlet kavramının sulandırılmış hale gelmesi, AB üyelerinin refah
toplum yapısını bir ölçüde zayıflatmaktadır. Paralel bir biçimde, ulus-devlet içinde
artan işsizlik gibi ortaya çıkan pek çok sosyo-ekonomik olumsuzluk, Avrupa’da
yaşayan göçmenlerin suçlanmasına ve refah devletinin sırtındaki bir yük olarak
2
algılanmasına neden olmaktadır. Olumsuzluk ve suçlamaların pekiştirdiği
algılamalar ise siyasi temsil sürecinde milliyetçi duyguları yeniden vurgulayan
hareketlerin yükselişine meydan vermektedir. Ayrıca, sınırların geçirgen hale
gelmesi ile yaşanan göç dalgaları sonucu etnik farklılıkların daha belirginleşmesi,
etnik topluluk retoriklerinde köklerini bulan sağcı popülizm için de zemin
hazırlamaktadır.
Öte yandan, toplumlararası farklılıklara dayanan ayrımcılığın görünür hale
gelmesine rağmen siyasi farkındalığın benzer bir hızla gelişememesi, ayrımcılığa
maruz kalan grupları birleştiren bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Gettolaşma
olarak da ifade edildiği şekilde, etnik azınlıklar ve göçmen gruplar kendi kültürel
çevrelerini, sosyal dışlanmaya maruz kaldıklarını hissettikleri bir ortamda daha
sağlamlaştırmaya başlamaktadır. Bu durum da söz konusu grupların, bulundukları
topluma entegrasyonuna engel teşkil etmekte ve bu grupları, yapılan tespitler
uyarınca, o toplumun temel değerlerinden uzaklaştırmaktadır.2 Dolayısıyla bu
grupların toplu hareket etmesi bu defa halkı rahatsız edip korkutmakta ve politik
söylemlerde ifadesini bulan önyargıları pekiştirmektedir. Hatta geçmiş toplumsal
bilgilere ya da kişisel bilgi ve olaylara dayanılarak yapılan çıkarımlar sonucu oluşan
mevcut önyargılar, Avrupa halklarının gözünde somut bir gerçeklik kazanmaktadır.
Daha da önemlisi, ırkçılık ve yabancı düşmanlığına bağlı ayrımcılık, kişisel bakış
açısı itibariyle sayılan olumsuzluklara dayandırılarak rasyonel bir çizgiye
oturtulabilmektedir.
Yabancı
düşmanlığının
nedensellik
bağı
oluşturularak
rasyonelleştirilmesi, AB halkalarının kendi kültürel değerlerini koruyarak neo2
Trends and Development 1997-2005 – Combating Ethnic and Racial Discrimination and Promoting
Equality in the European Union, European Union Agency for Fundamental Rights, 2007, p. 30.
3
milliyetçilik yaratmasına ve AB içinde bir anlamda ekonomik temellerle de
desteklenen bir ‘kültürel milliyetçilik’ oluşumuna yol açmaktadır.
AB’nin toplum yapısındaki değişim, yaşlanan nüfusu ve artan çok-etnikli yapısı
ile beraber çeşitli yeni sorunları da gündeme getirmektedir. Yaşlanan demografik
yapının sonucu sayısı azalan potansiyel genç işgücünün üzerindeki yükün artması,
fakat bu grup içinde de işsizlik oranlarının fazlalaşması toplum yapısının getirdiği
sorunlardan biridir. Bu durum AB içinde yaşayan göçmen ve azınlık gruplarına
yönelik bakış açısındaki bir paradoksu da beraberinde getirmektedir. Yapılan
anketlerde halk, Avrupa’da yükselen işsizliği bir yandan göçmen ve azınlıkların
varlığına bağlarken, öte yandan bu grupların aslında daha ziyade kendilerinin
yapmak istemedikleri işlerde istihdam edildiklerini söylemektedir.3 Irkçı ve yabancı
düşmanı tavırları etkileyen artan suç oranlarının, sayısal göstergeler bunu
doğrulamasa da4, nedeninin göçmenlere bağlanması da AB toplum yapısındaki
mevcut başka bir paradoksun göstergesidir. Bu durumda, önyargıların ırkçı
duyguların artışında yaptığı etki, mevcut toplumsal gerçeklikler ve algılama
arasındaki farkta da ortaya çıkmaktadır. Paralel bir şekilde, AB vatandaşlarının
mevcut durumlarından ziyade geleceğe yönelik endişe ve olasılıklardan yola
çıkarak göçmen ve azınlıkları gruplandırdığını söylemek mümkündür. Đşsizlikten
ziyade işini kaybetme korkusu ve özellikle genişleme kapsamında refah göçüne
yönelik endişelerin paralelinde hareket edilmesi bu tespite yönelik örneklerden
bazılarıdır.
3
“Racism and Xenophobia in Europe”, Eurobarometer Opinion Poll No 47.1, Luxembourg, 18-19
December 1997.
4
Bkz. Aylin Ünver NOI, Avrupa’da Yükselen Milliyetçilik, Đstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncılık,
2007, s. 162-170.
4
Irkçılık ve yabancı düşmanlığı kavramlarının algılamada yaşanan bir başka
boyutu da kendisini ‘öteki’ ile tanımlama kapsamında göstermesidir. Hudson’un da
belirttiği gibi, ırkçılık farklı zamanlarda “öteki”nin farklı biçimlerde ele alınmasına
bağlı olarak ortaya çıkan aslında tarihsel bir fenomendir ve dolayısıyla kültürel bir
tarihe sahiptir.5 Avrupa tarihinde de ‘ötekileştirme’ bir tanımlama unsuru olarak
kullanılmıştır. Avrupa’nın farklı dil, din ve ırklarla ortak ve birlikte yaşam sürme
konusunda zengin bir deneyimi olmadığından yola çıkarak, farklı ve yabancı
olanlar, topluma sonradan eklenenlere, Avrupa içinde genelde kuşku ile bakıldığını
ve bunun günümüzde de sürdüğünü söylemek mümkündür. Tarihsel kaynaklı bu
kuşku ve ‘ötekileştime’ son dönemde özellikle ABD’ye yönelik 11 Eylül terör
saldırıları ve ardından Avrupa’da gerçekleştirilen Londra ve Madrid bombalamaları
sonrası daha fazla ve daha görünür bir biçimde artış göstermektedir. Tüm dünyada
dini radikalleşmenin bir tehdit olarak algılanması ve göçmenlerin, özellikle de
Müslüman göçmenlerin, potansiyel tehdit olarak görülmeye başlanması, Đslamofobi
gibi akımların yükselmesine neden olmuştur. 11 Eylül sonrası yeniden zemin bulan
Đslamofobi, Đslam dini ve Müslümanların entegrasyon kapasitesinin olmadığına dair
mevcut önyargı ya da suçlamaları artırmış ve sonucunda yabancı düşmanlığını
tetikleyen unsurların başında gelmeye başlamıştır. Avrupa siyasi dönüşümünün ulus
devlet egemenliğine tehdit olarak görülmesi ve yaşanan ekonomik problemlerin
aşırı sağ partiler tarafından kullanılması gibi, terörizmin yarattığı korku da yabancı
grupların üzerine yıkılarak bir kez daha aşırı sağ gruplar tarafından kullanılacak
zemin olarak görülmüş ve potansiyel oy kapısı olarak kullanılmıştır.
5
Nicholas Hudson, “ ‘Hottentots’ and the Evolution of European Racism”, Journal of European
Studies, Vol. 34 (4), 2004, pp. 308-332.
5
Öte yandan, özellikle ırkçılık ve etnik ayrımcılığa karşı koruma düzeylerinin
üye ülkelerde farklılık göstermesi bu sorunun hukuki temelini oluşturmaktadır.
Avrupa ülkelerindeki özellikle göçmen kökenli nüfusun entegrasyonuna yönelik
sosyal ve hukuki yaklaşım farkları bu sorunun hukuki düzeyde de farklı zemin
bulmasına neden olmaktadır. Örneğin, Đngiltere zaman içinde yaklaşımını ve
dolayısıyla politikalarını asimilasyondan kültürel çoğulculuğa kaydırırken, Fransa
göçmenlerin bireyler olarak Fransız toplumuna entegre olması gerektiği görüşünü
benimsemektedir. Dolayısıyla, bir yandan etnik grupların varlığını görünür kılan,
diğer yandan ise Geddes&Guiraudon’ın deyimiyle6 farklı gruplara yönelik ‘renk
körlüğü’ yaratan farklı entegrasyon uygulamaları, AB düzeyinde hukuki bir sorun
yaratmaktadır.
Irkçılık ve yabancı düşmanlığı ile mücadele yaklaşımının bir bütün olarak üye
ülkeler düzeyinde gerçekleştirilmesinin zorluğu ve yukarıda sayılan nedenlerden
dolayı artan sorunun giderek de ciddileşmesinden yola çıkarak AB, Birlik
düzeyinde politika geliştirme ihtiyacı içine girmiştir. Konunun insan haklarının bir
parçası olması ve temel özgürlüklere de müdahale açısından ele alınmasının
yanında, Birliğe olan ekonomik ve sosyal bağlılığın önünde de bir engel olarak
görülmesi, bu ihtiyaç doğrultusunda AB yetkililerini harekete geçirmiştir. Yasal
düzenleme eksikliği ayrıca, ırkçılık ve yabancı düşmanlığının tetiklediği ayrımcılık
karşısında tek pazar işleyişinin önünde de bir engel olarak görülmektedir.
6
Andrew Geddes and Virginie Guiraudon, “Britain, France and EU Anti-Discrimination Policy: The
Emergence of an EU Policy Paradigm”, West European Politics, Vol. 27, No. 2, March 2004, p. 339.
6
Antlaşmalar zemininde var olan yasal yetki boşluğunu 1990’lı yılların sonunda
yasal düzenleme değişiklikleriyle bir ölçüde gidermeye çalışan Birlik, aslında
1980’li yılların ikinci yarısında bu soruna eğilmeye başlamıştır. 1986 tarihli ırkçılık
ve yabancı düşmanlığına karşı yayınladığı ortak deklarasyon ile AT kurumları,
Topluluk içinde var olan ve yükselmekte olan, çoğunluğu göçmenlere yöneltilen
yabancı düşmanı tavır, hareket ve şiddet eylemlerini tanımıştır. Ayrıca AT
kurumları, insan onuruna saygı gösterme ve ırksal ayrımcılık biçimlerini ortadan
kaldırmanın tüm Avrupa ülkelerinin ortak kültürünün ve yasal mirasının parçaları
olduğunu vurgulayarak; ırksal, dini, sosyal ve kültürel farklara dayalı olarak kişi ya
da kişi gruplarına karşı tüm hoşgörüsüzlük, düşmanlık ve güç kullanımını
kınamıştır. Bunu takiben, sosyal politikalar çerçevesinde pek çok önlem alınmış ve
AB Devlet ve Hükümet Başkanları zirvelerinde ırkçılık ve yabancı düşmanlığı ile
mücadeleye yönelik kararlılık bildirilmiştir. Eylem planları paralelinde, ortak
eylem, strateji, bildiri ve çerçeve kararlarla bu kararlılık yasal olarak desteklenmeye
çalışılırken, diğer yandan da sosyal anlamda konuya dikkat çekme ve toplum
bazında farkındalık oluşturma adına AB, 1997 yılını Avrupa’da Irkçılıkla Mücadele
Yılı ilan etmiştir. Benzer şekilde, 2007 yılı Herkes Đçin Eşit Fırsatlar Yılı ilan
edilerek, AB içinde ırkçılıkla mücadeleye hız kazandırma adına mevcut stratejilerin
önünü açacak yeni bir açılıma öncülük etme amaçlanmıştır. 2000 yılında ırk ve
etnik kökene dayalı ayrımcılığı da içine alacak şekilde geniş kapsamlı iki yasal
düzenlemeye -henüz tüm ülkelerde sağlıklı uygulanmamış olsalar da - imza atan
Birlik, Komisyon tarafından finanse edilen eğitim ve değişim programları gibi
programlarla da hukuki düzenlemeleri sosyal alanda yapılan girişimlerle
desteklenmeye çalışmaktadır.
7
Söz konusu hukuki, siyasi ve sosyal girişimlerin etkinliğinin artırılması adına,
çeşitli ulusal ve uluslararası kuruluşlardan destek almaya çalışan Birlik, aynı
zamanda kendi yasal zeminine dayanarak ırkçılık ve yabancı düşmanlığı ile
mücadele konusunda çeşitli kurumlar oluşturmuştur. Bunların başında, 1997 yılında
kurulan ve Mart 2007’de görev alanı genişletilerek Temel Haklar Ajansı adını alan
Avrupa Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığını Đzleme Merkezi gelmektedir. AB
kurumlarının etkili çalışabilmesi adına üye ülkelerden veri sağlayan bu merkez,
Avrupa Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı Bilgi Ağı adındaki bir kuruluş aracılığıyla
mevcut sorunla ilgili güvenilir ve nesnel bilgilerin toplanmasına odaklanmaktadır.
Bu sayede Birlik, bilgi toplamakla kalmayıp aynı zamanda etkili politikaların
üretilmesi konusunda ve yasal çerçevede adım atılmasını gerektiren konularda bir
nevi fizibilite çalışması da yapma imkanı bulmaktadır. AB ayrıca Irkçılığa Karşı
Avrupa Ağı gibi sivil toplum kuruluşlarının araştırmalarından da yararlanarak,
ırkçılık ve yabancı düşmanlığı konusunu çok-temelli bir yaklaşım ile ele almaya
çalışmaktadır.
AB yasal düzenlemelerinin, sosyal politika ve girişimlerle de desteklenmesi
yönündeki Birlik çalışmaları, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı ile mücadelede AB’nin
geçmiş dönemlere oranla özellikle yasal zeminde epey yol aldığını simgelese de bu
durum, yeterli koruma düzeyinin ve mücadele anlamında yeterli etkinliğin
sağlandığı anlamına gelmemektedir. Özellikle bu konuda yeterli politik arzunun
bulunmaması ve AB düzeyinde parçalı ve dağınık konumdaki politika ağı, yapılan
yasal girişimlerin etkinliğini sorgular hale getirmektedir. Đnsan hakları ve ırkçılıkla
8
mücadele örgüt ve kurumları tarafından yayınlanan araştırma ve raporların
göstergeleri de yasal düzenlemelerin siyasi liderlerden gelen destekleyici eylemler,
eğitim, analiz ve araştırmalar, sivil toplumun geniş katılımı, farkındalığın artırılması
ve sosyal parametreler ile desteklenmesi gereğini vurgulamaktadır. Siyaseten zayıf
kalan politikalar, üye ülkelerde konunun farklı çerçevelerde ele alınması ile birlikte,
bu konudaki mücadelenin Birlik düzeyine çıkarılmasını daha zor hale getirmektedir.
Avrupa’da
yabancılara
ilişkin
mevcut
asimilasyonist
ve
çok-kültürlülük
yaklaşımları arasındaki farklılık, Birliğin ırkçılığa karşı girişim ve hareketlerinin
ortak bir amaçta ilerlemesini engellemektedir. Yaklaşım farklılığı yanında,
Avrupa’da ırk, din ve etnik kategori bağlamında terminolojik ve ideolojik
karmaşanın mevcut olması da bu konuda ortak hedefli politikalarda sapmaya neden
olmaktadır. Hatta bu durum Kıta Avrupasının ırksal ayrımcılığı tanımlama
konusundaki isteksizliği olarak nitelendirilmekte ve bu isteksizliğin alternatif
kategoriler içinde eşit fırsatların uygulanmasını engellediği dile getirilmektedir.7
Diğer taraftan, AB, eşit hakları içeren yasal düzenlemeler üzerinde dursa da bu
pratikte yeni-sağ partilerin politikalarıyla tehlikeye girmektedir. Ayrıca, medyanın,
özellikle genişleme ile birlikte, ekonomik göçü olumsuz olarak yansıtması da
kamuoyunda korkunun artmasına neden olmakta ve ırkçılık ve yabancı düşmanlığı
ile mücadelenin etkinliğini baltalamaktadır.
7
Hilary Silver, “European Policies to Promote the Social Inclusion of Disadvantaged Groups:
Lessons for Latin America and the Caribbean”, Document presented for the seminar “Good Practices
in Social Inclusion: A Dialogue between Europe and Latin America and the Caribbean”, March 21
and 22, 2003, Milan, Italy, Inter-American Development Bank, p. 10.
9
Söz konusu sorunlar devam ettiği sürece, Birliğin eylemleri sadece şekilsel
olarak ve çok kısıtlı bir yapıda kalmaktadır. Hala ulusal ölçekteki yasal
düzenlemelerde üye ülkeler arasında büyük farklılıklar bulunması nedeniyle,
giderek Avrupalılaşan ırkçılık ve yabancı düşmanlığı sorunlarında Birlik düzeyinde
ilerlemeyi sağlamak çok kolay olmamaktadır. Bu aşamada AB’nin ırkçılık ve
yabancı düşmanlığı ile mücadelesinde atılması gereken adımlar ve yapılması
gereken girişimler bulunmaktadır. Etkili iletişim ırkçılığa karşı tepki gösterme
bakımından önemli bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır. Aslında bu açılım,
güçlü etkiye sahip politikalar ve yasal düzenlemeler için ortam yaratma anlamına da
gelmektedir.
Milliyetçiliğin aşırı şekli olarak sayılabilecek ırkçılık dalgasının çokkültürlülüğü reddinden ötürü AB projesi için bir tehlike unsuru oluşturduğu göz
önüne alınırsa, bu konuda toplumsal bilinç artırımına gidilmesi ve anti-ırkçılığın depolitize hale getirilmesi için girişimlerde bulunulmalıdır. Hedefe yönelik politikalar
ve entegrasyon çalışmaları ile ırkçılık ve yabancı düşmanlığına maruz kalan
bireylerin toplumdan soyutlanmasının önüne geçilmesi, hem önyargıların kırılması
hem de demokratik değerlerin doğru bir zemine oturması açısından etkili olacaktır.
AB
entegrasyon
temellerinin
hukuka
dayandırıldığı
göz
önünde
bulundurulduğunda, yapılan tüm girişimlerin etkinliğinin artırılması adına, AB
kurumlarınca tüm politika alanlarında uygulanmasını zorunlu kılacak yatay
hükümlerin antlaşmalara dahil edilmesi, sorunun yasal kısmında rahatlamayı
sağlayacak bir faktör olacaktır.
10
Avrupa’da yükselen ırkçılık ve yabancı düşmanlığının neden-sonuç analizine
yönelik veriler ışığında, bu çalışmasının konusunu, AB genelinde artan ırkçılık ve
yabancı düşmanlığı sorununun nedenleriyle beraber ortaya konarak, Birlik
düzeyinde alınan önlemlerin ve Birliğin bu konudaki mücadelesinin yeterliliği
konusunun irdelenmesi oluşturmaktadır. Bu amaçla, genel olarak, sorunun AB
düzeyinde hukuki boyuttaki mücadelesi Birlik verilerine dayanarak incelenmekte ve
soruna yönelik politik arzunun da eksikliğinden yola çıkılarak mücadelenin etkinliği
tartışılmaktadır. Söz konusu tartışmaya yönelik olarak, bu konudaki sorunsalın
irdelenip daha etkin bir mücadelenin nasıl olması gerektiği üzerinde durulması
amaçlanmaktadır. Bu bağlamda, çalışmanın birinci bölümünde ırkçılık ve yabancı
düşmanlığının kavramsal, kuramsal ve hukuksal analizi yapılarak, öncelikle
ırkçılığın tarihsel süreç içinde yaşadığı dönüşüm incelenmektedir. Irkçılık ve
yabancı düşmanlığı olgularının tarihten günümüze dayandığı unsurların zemininde
yaşanan farklılaşmanın kuramsal açıdan incelenmesi, küreselleşme ve bütünleşme
ile sosyal görünümü değişen Avrupa’nın toplum tabanındaki tepkinin yabancılara
negatif yansımasını anlama açısından önem taşımaktadır. Yeni unsurlarla farklı
boyut kazanan bu sorunun kavramlarına yönelik hukuksal terminolojideki boşluk ya
da karmaşaya değinmek ise mücadelenin etkinliğinin irdelenmesi için gerekli
görülmektedir. Çalışmanın ikinci bölümünde, ırkçılık ve yabancı düşmanlığının
ortaya çıkış ve yükseliş nedenleri ele alınmaktadır. Bu bölümde soruna neden olan
faktörlerin analizinin etkili bir biçimde yapılmasının, sorunla mücadeleye ilişkin
kapsamlı politika ve araçların oluşturulması için kilit nokta olduğu fikrinden yola
çıkılmaktadır. Çalışmanın üçüncü bölümü, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı ile
mücadelede AB politika ve araçlarını, hukuksal ve kurumsal düzeydeki
11
düzenlemeler kapsamında ele almaktadır. Üçüncü bölümde, AB düzenlemeleri,
ırkçılık ve yabancı düşmanlığı konusunda AB düzeyinde kapsamlı bir politika
oluşturma hedef ve anlayışına getirdiği etki ya da etkisizlik boyutuyla
incelenmektedir. AB’nin söz konusu düzenlemeler aracılığıyla oluşturmaya çalıştığı
kapsamlı mücadele anlayışı ve çabalarının genel anlamda yeterlilik ve etkinliğinin
analizi ise son bölümde yapılmaktadır. Dolayısıyla çalışmanın dördüncü ve son
bölümü, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı ile mücadelede AB’nin kullandığı hukuki ve
siyasi araçların etkinliği/etkisizliğini ele almakta ve aynı zamanda bu konudaki
boşlukların tespitinden yola çıkarak sorunun aşılmasına yönelik açılımların
sunulmasına çalışılmaktadır. Bu anlamda, Avrupa bütünleşmesinin üzerine
oturduğu temel değerleri sarsan ve toplumların entegrasyonu önünde ciddi bir engel
teşkil eden ırkçılık ve yabancı düşmanlığı sorununu tüm yönleriyle ele almaya
çalışan bu çalışmanın, sorunun ciddiyeti bakımından farkındalığı artırması
hedeflenmekte ve sorunun çözümünde alınacak önlemler açısından literatüre önemli
bir katkı sağlaması beklenmektedir.
12
I. BÖLÜM
IRKÇILIK VE YABANCI DÜŞMANLIĞI KAVRAM VE OLGULARININ
ANALĐZĐ
Günümüzde temel hak ve özgürlüklerin her alanda daha fazla vurgulanmasıyla
hedeflenen eşitlik ve hoşgörü ortamının aksine, hakaret, dışlama ve şiddet gibi
unsurları içeren ırkçılık ve yabancı düşmanlığı, modern Avrupa toplumlarının
aşması gereken önemli bir sorun haline gelmiştir. Geçmişte kalıtımsal farklılıklara
dayanan ‘üstünlük’ iddiasıyla şekillenen bu sorun, tarihten günümüze taşınan
önyargı ve basmakalıp düşüncelerin etrafında, son dönemlerde varlığını daha
karmaşık bir yapılanma içinde sürdürmektedir. Zamanla kalıtımsal özelliklerden
sıyrılan ırkçılık kavramını, artık kültürel dışlama, etnik-merkezcilik (etnocentirism), anti-semitizm ve hatta göçmen karşıtlığı gibi sosyal dışlamacı tavır ve
davranışlardan ayırmak zorlaşmaktadır. Yabancı düşmanlığı da ortak fiziksel
özellikler ve kültürel özdeşliklerin dışında tanımlanan ‘yabancı’ ya da ‘öteki’ne
duyulan güvensizlik, korku ve nefreti barındıran unsurlarıyla ırkçılığın sosyal
dışlamacı biçimlerinden birine dönüşmektedir.
Temelini büyük oranda sömürge tarihinden alan ırkçılık, ilk haliyle insanlar
arasında hiyerarşik bir yapılanma oluşturarak ucuz işgücünün kaynağı olan köleliği
meşrulaştırmak için bilimsel çalışmalara başvurmuştur. Önceleri üstün ırkın ‘aşağı’
olana medeniyet götürmek iddiasıyla genelde siyah insanların ezilmesine neden
olan bu çalışmalar, 20. yüzyılın başlarında arî ırk oluşturma teorileriyle Avrupa’ya
13
felaket getirince terkedilmiştir. Ancak toplumlara yerleşen dışlamacı basmakalıp
düşünce ve inanışları, sadece ırkçı teorileri yine bilimsel çalışmalarla çürüterek
ortadan kaldırmak mümkün olmamıştır. Zira bir zamanlar sömürgeciliğin
meşrulaştırma alanı olarak kullanılan ırkçılığın, bu tarihsel gerçekliğin -uygulamada
farklı biçimlerde devam etse de- sona ermesine rağmen, günümüzde de kendini
meşru kılacak zemini bulma konusunda sıkıntı çektiği söylenemez. Özellikle 21.
yüzyılda gerçekleşen ekonomik ve sosyal yeniden yapılanma, ırkçılık ve yabancı
düşmanlığının dayandığı unsurları da önemli ölçüde kültürel ve sosyal farklılıklara
taşıyarak yeniden şekillendirmektedir. Dolayısıyla günümüzde ırkçılık ve yabancı
düşmanlığı; gelecek korkusu, sosyal güvensizlik, ulusal kimlik vurgusu, önyargı ve
basmakalıp düşünceler ile göç, ekonomik gerileme gibi ‘ırk’ unsurunu içinde
barındırmayan faktörlerle yeni bir boyut kazanmaktadır. Irkçılığın bilimsel bir
ideolojiye dayanmayan yeni boyutu, dışlama ve ırkçılığın farklı görünümlerde
ortaya çıkmasına neden olmakta ve aslında farklı formatlara büründüğü bu gizli
haliyle genelleştirilmiş bir tanımdan uzak kalması nedeniyle bu sorunla mücadeleyi
de zorlaştırmaktadır. Dolayısıyla ırkçılık ve yabancı düşmanlığına yönelik
çalışmalarda ve düzenlemelerde bulunurken bu olguların kökenleri ve değişen
yönleri hakkında etkili ve ‘ırk’ unsurunun ötesine geçen ayrıntılı bir analizin
yapılması gerekmektedir. Bu gerçeklikten yola çıkarak bu bölümde, tarihten
günümüze yaşadığı dönüşümler de göz önüne alınarak ırkçılık ve yabancı
düşmanlığının kavramsal, kuramsal ve hukuksal analizi yapılacaktır. Bölümün ilk
kısmını söz konusu olguların varlık nedeninin ve barındırdığı unsurların kavramsal
ve kuramsal açıdan incelenmesi oluşturmaktadır. Đkinci kısımda ise sosyal, kültürel
ve ekonomik gerçekliklere dayanarak dönüşüm geçiren ırkçı ve yabancı düşmanı
14
unsurların hukuksal terminolojide de yol açtığı karmaşaya ya da boşluğa
değinilecektir. Irkçılık ve yabancı düşmanlığının Avrupa çapında etkin ve kapsamlı
bir mücadele gerektirdiği tezine dayanan çalışmanın bütünü göz önüne alındığında,
sorunun temelindeki kavramların hukuksal analizi, çözüm ve etkili bir mücadele
için gerekli açılım ve düzenlemeler bakımından önem kazanmaktadır.
1. Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığının Kavramsal ve Kuramsal Analizi
Geçmişte köklerini ‘ırk’ kavramına dayalı olarak antropolojik çalışmalarla
desteklenen biyolojik açıklamalarda bulan ırkçılık, günümüzde farklı disiplinlerin
çalışma alanları içinde ele alınarak sosyal bir yapılanmanın ifadesi haline gelmiştir.
Bu yaklaşım içinde ırkçılık, değişik akademik disiplinler çerçevesinde ekonomik,
siyasal, sosyolojik, biyolojik, kültürel ve tarihsel pek çok açıdan incelenme alanı
bulmuştur. Disiplinler arası ele alınan bir yaklaşımın sonucunda, ırkçılığın sadece
‘ırk’ kavramına dayandırılarak ya da ırk temelli özelliklerle sınırlandırılması doğru
bulunmamaktadır. Günümüzde daha çok ‘öteki’nin algılanış biçimi ile şekillenen
ırkçılık, etnik-merkezli (ethno-centric) bir ortak payda ile ‘biz’ ve ‘onlar’ arasındaki
ayrıma bağlanmaktadır.8 Farklı gruplar arasındaki önyargı ve hoşgörüsüzlüğün
ifadesi olarak ortaya çıkan ırkçılığın, ‘öteki’lerden üstün olan özellik ve değerlerin
ön plana çıkarılmasıyla, bir davranış biçimi haline geldiğini de söylemek
mümkündür. Dolayısıyla günümüzde, ırkçılığın bir biçimi olarak tanımlanan
yabancı düşmanlığı ile şekillenen ve sosyal tabana pek çok alanda yansıyan bir
davranış biçiminin varlığından söz edilebilir.
8
J.M. Vorster, “Racism, Xenophobia and Human Rights”, The Ecumenical Review, Vol. 54, Issue 3,
2002, p. 297.
15
1.1. Tarihsel Gelişim Đçinde Irk ve Irkçılık Kavramları
Tarih boyunca ırkçılık, değişen toplumsal yapıya ve düzene paralel olarak
değişik biçimlerde kendini göstermiş ve farklı tanımlamalarda ifadesini bulmuştur.
Bilim öncesi dönemde ‘ırk’ın anlamı, çoğunlukla aristokratik soy ve özellikli bir
hanedanlığa ya da yönetici sınıfa ait olma ile ilişkilendirilmiştir. Söz konusu
dönemde kavram, öncelikle asalet ve kaliteyi ifade etmiş ve somatik kriterlere
referans yapılmamıştır. 18. ve 19. yüzyılda doğru olmayan bilimsel temeller
(pseudo-biological) ve antropolojik sistematikleştirmeler ırk kavramının anlamını,
farklı ülke ve kıtalardaki insanları kategorize etmek için tasarlanan kabaca
genelleştirilmiş fenotipik özellikler ile ilişkilendirmiştir. Bu aşama ile beraber ırk
fikri, siyasi tarih literatürüne dahil edilmiş ve kavramsal olarak tarih terminolojisine
transfer edilmiştir. 19. yüzyılın ikinci yarısında ırk kavramı, bu defa altyapısı
oluşturulan tarihsel ve ulusal özelliklerle beraber, sosyal-Darwinizm ile bağlantı
kurularak açıklanmaya başlanmıştır. Irk teorisyenleri, tarihi sadece en uygun ırkın
hayatını sürdürmeye hakkının olduğu bir ‘ırk mücadelesi’ olarak yorumlamışlardır.9
19.
yy.da
köklerini
bulan
ırkçılık
teorisi,
‘bilimsel
ırkçılık’ olarak
adlandırılmaktadır. Irkları biyolojik olarak tanımlayan bu teori, fiziksel özelliklerin
göstergesi olarak doğasal karakteristik özellikleri kullanmış ve zihinsel ve ahlaki
üstünlük/aşağılık olgularını savunmuştur. Bu tanımlama aryan ırkını diğer tüm
9
Martin Reisigl and Ruth Wodak, Discourse and Discrimination: Rhetoric of Racism and
Antisemitism, London: Routledge, 2001, p. 4.
16
ırklardan üstün görmüş ve spesifik olarak Yahudileri Asyalı insanlar olarak
tanımlayarak hiyerarşinin en altına yerleştirmiştir.10
II. Dünya Savaşı öncesi pek çok Batı Avrupa ülkesinde ırkçılık, Wievioka’nın
ifadesiyle, günümüzden daha yaygın, görkemli ve büyük bir fenomeni ifade
etmiştir. ‘Sömürgeci ırkçılık’ olarak nitelendirilen bu dönem, sömürge altındaki
ırkların daha aşağı bir nitelikte olduğunu varsaymıştır.11 Irkçılığı teoriye döken
farklı yaklaşımların içinde, sömürgeciliği meşrulaştırma aracı olarak bu kavramın
tanımlandığını ortaya koyanlar da bulunmaktadır. Lentin’e göre, farklılıkların daha
belirgin hale geldiği bu dönemde, asimilasyon ve modernleştirme adı altında
bilimin rasyonelliği de kullanılarak hiyerarşik bir gelişim yaratma içine girilmiştir.12
Kapitalist dünya ekonomisinin gelişimi ışığında ele alınan ve ırkçılığı sömürgeyi
meşrulaştırma aracı olarak gören yaklaşım Miles tarafından ‘sömürge paradigması’
olarak adlandırılmıştır. Klasik geleneksel Marksist açıklamalara dayanan bu ifade,
ırkçılığın
sömürgecilik
ve
emperyalizmin
sonucunda
ortaya
çıkarıldığını
vurgulamaktadır.13 Benzer şekilde, ABD’de bu ülke içinde yaşayan Afrika kökenli
insanların köleleştirilmesi ve eziyete maruz kalması ırkçılık olarak analiz edilmiştir.
Oliver Cox, ırkçılığı kapitalist sömürüyü ve onu destekleyen sosyal davranış
biçimlerini tanımlayan bir fenomen olarak ele almaktadır. Bu bağlamda ırkçılığı
sömürgeciliğin rasyonelleştirilmesi olarak tanımlayan Cox, kapitalizm ve
milliyetçiliğin yükselişi ile Avrupalılar arasında ırkçı sömürü ve önyargıların
10
Nora Rathzel, “Developments in Theories of Racism”, in The Evens Foundation (ed.), Europe’s
New Racism: Causes, Manifestations and Solutions, New York & Oxford: Berghahn Books, 2002, p.
4.
11
Michael Wieviorka, “Racism in Europe: Unity and Diversity”, in Ali Rattansi & Sallie Westwood
(eds.), Racism, Modernity, Identity on The Western Front, Cambridge: Polity Press, 1994, p. 176.
12
Alana Lentin, Racism and Anti-Racism in Europe, London: Pluto Press, 2004, pp. 37-38.
13
Resiigl & Wodak, op cit., p. 15.
17
geliştiği tezini ileri sürmektedir. Bununla paralel, kapitalizmin dünya çapında
yaygınlaşmasına bağlı olarak tüm ırkçı düşmanlıkların yönetici kapitalistlerin,
beyazların ve Kuzey Amerikalıların politika ve davranışlarının izlerini taşıdığını
iddia etmektedir. Söz konusu dönemde köle ticaretinin Amerika’nın zengin doğal
kaynaklarını sömürme amacıyla işgücünü sağlamanın kolay yolu olarak ele alan
Cox, bu ticaretin Hintliler ve Afrikalılar kırmızı ya da siyah ırk olduğu için
yapılmadığını belirtmektedir. Madencilik gibi ağır işlerde çalışacak en iyi işçiler
olduğu için bu kişilerin ticareti yapılmıştır.14 Bu tanımlama ve iddiaların devamında
Asya, Afrika, Latin Amerika kökenli insanları aşağı ırklar olarak tanımlayarak
sömürgeciliği ve köle ticaretini meşrulaştıran ideolojiler, ırkçılığın ifadesi olarak
analiz edilmiştir. Dolayısıyla, siyahları hedef alan beyaz insanların teori ve
eylemlerini, ırkçılık olarak tanımlama gibi bir gelenek ırkçılık tarihinde yerini
almıştır.15 Bu bakış açısı içinde, bazılarına göre, ırkçılık aslında iki farklı
yapılanmayı da beraberinde getirmektedir. Bir yandan ırk kavramı, bazı spesifik
sosyal gruplara baskı kurma ve onların maddi, kültürel ve siyasi kaynaklara
ulaşımını, refah sisteminden yararlanmasını engellemek ve sömürüyü meşru hale
getirmek için ideolojik bir araç olarak görülmektedir. Diğer yandan, ırk kavramı
aracılığıyla sömürünün ve ayrımcılığın meşrulaştırılmasından etkilenen bu gruplar,
ırk fikrini pozitif bir kimlik inşa etmek için alternatif bir araç olarak görmekte ve
daha fazla katılım, özerklik ve bağımsızlık adına siyasi bir direnç temeli olarak
kullanmaktadır.16
14
Oliver C. Cox, “Race Relations: Its Meaning, Beginning and Progress”, in Les Back and John
Solomos (eds.), Theories of Race and Racism, London and New York: Routledge, 2000, pp. 71-72.
15
Rathzel, op. cit., p. 5.
16
Resiigl & Wodak, op cit., p. 2.
18
Sömürgeciliğin meşrulaştırma aracı olarak ırkçılığın insanları ayrıma tabi
tutması, medeniyeti yayma ve üstün ırkın aşağı ırkı yönetmesinin olağan hale
getirilmesi ve beraberinde bilimsel çalışmalarla antropolojik olarak desteklenen
ırksal üstünlük fikri, aşırı radikalleşmiş teorik biçimini Alman anti-semitik ve
nasyonal-sosyalist teorilerde göstermiştir. 1930’larda politika malzemesi olarak
kullanılmaya başlanan ve Yahudilere yönelik dini, ekonomik, sosyal, ulusal ve
kültürel her alanda tahammülsüzlük ve şiddetin ifadesi haline gelen anti-semitizm,
milyonlarca insanın öldüğü bir savaşın tetikleyicisi de olmuştur. Irk ayrımcılığının
rasyonelleştirilerek meşrulaştırılmaya çalışıldığı bu dönemin II. Dünya Savaşı ile
unutulmak istenen bir tarihe simgelik etmesi, bilimsel ırkçılığın da çürütülmesi
adına çalışmaların başlatıldığı bir dönemi de beraberinde getirmiştir. 1950’li ve
1960’lı yıllarda, II. Dünya Savaşı sonrasında BM’nin bir alt kolu olarak kurulan
UNESCO tarafından, bir dizi toplantı düzenlenmiş ve uluslararası alanda tanınmış
bilim adamlarından ‘ırk’ kavramının doğası ile ilgili bilimsel kanıtların özetlenmesi
istenmiştir. Yapılan toplantılar sonucunda, bilim adamlarının ırklar arasında bir fark
olmadığını kanıtlamasıyla, ‘bilimsel ırkçılık’ olarak adlandırılan bu olgu
çürütülmüştür. Her ne kadar ırkçılığın bilimsel bir temeli olmadığı uluslararası
alanda kanıtlanmış olsa da, Rathzel’in de belirttiği gibi, hastalıklı fakat rasyonel bir
düşüncenin sonucunda ortaya çıkan ırkçı tavır ve hisler, toplumsal ve bireysel
düzeyin içine yerleşmiş durumdadır.17 Bu bağlamda Appiah, ırksal tanımlamaların
ya da etiketlemenin içerisinde ırk unsuru barındırmadan da yapılabileceği ve ırk
teorilerinin oluşumunda aslında ırkçılığın merkezi rol oynadığı tespitinde haklı
17
Rathzel, op. cit., pp. 4-5.
19
görünmektedir.18 Söz konusu gerçeklik içinde savaş sonrası dönemde ırkçılık,
değişen dünya düzeni, sirkülasyon geçiren toplumsal yapılar ve kültürel
etkileşimlerin sonucu farklı bir biçimin içinde yapılanma alanı bulmuştur.
Soğuk Savaş döneminde zemin değiştiren ideolojiler ve özellikle 1980’lerde
yeni nesil göçmen topluluklarının göç ettikleri ülkelerde kendi yaşamlarını ifade
eden siyasi ve kültürel tanımlama içine girmeleri ırkçılığın bilimsel alandan çıkarak
daha sosyal bir fenomene dönüşmesine ve farklı unsurlarla beslenmesine neden
olmuştur. ‘Kültürel ırkçılık’ olarak adlandırılan bu yeni ırkçılık biçimi, geçmişte
Avrupalı devletler tarafından domine edilen ve sömürgecilik tarihinin bir parçası
olan bilim destekli düzeyinden ziyade, büyük ölçüde ‘yabancı’ ve ‘zayıf’ olarak
algılananlara karşı yöneltilen bir olgu haline gelmiştir.19 Modernitenin getirdiği
ideal toplum arayışı, endüstri toplumunun çöküşü ile sosyal kimliğini koruma
çabası, kültür ve ekonominin küreselleşmesi sonucu belirginleşen farklılıklar
üzerine oturan ‘öteki’ betimlemesinin vurgu kazanması ile yeni ırkçılık, farklı
akademik disiplinler çerçevesinde çok çeşitli ve bazen çelişkili tanımlamalar içinde
açıklanmaya çalışılmaktadır. Thranhardt, yeni ırkçılığın birbiri ile çelişen iki farklı
görüşe yansımasını, bir yandan sosyal ayrım ve ayrımcılık karşısında devlet
müdahalesinin yokluğuna bağlayanların, öte yandan ise kültürel bağımlılığa neden
olan çok fazla devlet müdahalesinin olduğunu savunanların görüşlerini ele alarak
açıklamaktadır. Buna göre, ırkçılığı kapitalizm öncesi geleneğin güçlü kalıntılarını
18
K. Anthony Appiah, “Racial Identity and Racial Identification”, in Les Back and John Solomos
(eds.), Theories of Race and Racism, London and New York: Routledge, 2000, pp. 607-615.
19
Hajo Funke, “Europe at the Threshold: Fairness or Fortress? Racism, Public Policy and Antiracist
Concepts”, United Nations Institute for Social Development, Conference Paper, Durban, South
Africa, 3-5 September 2001, p. 3.
20
barındıran kapitalist otoriter karakterli düzenin bir parçası olarak açıklayanların
yanında, bireyselciliğin artması ve öznelliğin popüler hale gelmesi ile zayıflayan
toplumsal bağlara odaklananlar da bulunmaktadır.20
Yeni ırkçılığın tanımlanmasında etkili unsurlardan biri olan göç olgusu, ‘göçün
ekonomi politiği’ çerçevesinde ırkçılaşma sürecini açıklamakta kullanılmaktadır.
Söz konusu yaklaşım, kapitalizm içinde gelişen bu süreci göç, sermaye birikimi ve
sınıf oluşumu ile bağlantılı bir şekilde açıklamaktadır. Irk ilişkileri açısından
sosyolojik paradigmaları reddederek, 1945 sonrası dünya çapındaki göçe, dünya
ölçeğinde dengesiz kapitalist kalkınmanın bir sonucu olarak odaklanmaktadır.21
Öte yandan, post-modern yaklaşımlar ve kültürel çalışmalar, ırkçılığın kültürel,
ideolojik ve siyasi yapılanmasını analiz etmektedir. Bu çerçevede, etnisite,
milliyetçilik ve ortak kimliğin diğer biçimleri; “hikaye, imaj, müzikal form ve
popüler kültürün oldukça önemli bir role sahip olduğu kültür politikalarının temsili
olarak kavramsallaştırılan bir sürecin ürünleridir”.
Buna göre, “milliyetçilik,
ırkçılık, etnisizm gibi kavramlar artık sosyal düşmanlık ve çatışma için geçerli
zemini tek başına sağlamaktan uzaktır. Çünkü bu kavramlar, öznelliğin ön plana
çıktığı, kimliklerin çoğullaştığı ve post-modern koşullarda ortak kimliklerin ve
geleneklerin yeniden inşa edildiği bir ortamda herkesi kapsayan ve ikna eden
açıklayıcı bir çerçevenin oluşumuna engel teşkil etmektedir”.22
20
Dietrich Thranhardt, “The Political Uses of Xenophobia in England, France and Germany”, Party
Politics, Vol. 1, No. 3, 1995, p. 323.
21
Resiigl & Wodak, op cit., p. 16.
22
Ibid.
21
Görüldüğü gibi (çalışmanın kapsamı çerçevesinde üzerinde durulmayan pek çok
disiplin de bu açıklamalara dahil olmak üzere23) yeni ırkçılık, II. Dünya Savaşı
öncesi görece uzlaşı içinde olan tanımlamasından ziyade, günümüzde farklı
unsurların bileşenlerinin farklı yansımalarda ifadesini bulan daha karmaşık bir
fenomen haline dönüşmüştür. Değişen dünya ve toplum düzeni ile birlikte ırkçılığın
dayandığı maddi faktörler, biyolojiden ekonomiye, sosyolojiden kültüre bir kayma
geçirerek ırkçılığın belli dönemlerde farklı biçimlere bürünmesine neden
olmaktadır.
1.2. Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı: Tanım ve Unsurlar
Irkçılığın tarihsel gelişimi kavramın genetik, biyolojik, kültürel ve sosyolojik
açıdan farklı açıklamalara bağlı olarak ve değişen ideolojiler çerçevesinde doğrusal
(linear) bir yapı sergilemediğini göstermektedir. Günümüz için de geçerli olan bu
belirleyici özellik dahilinde, ayrımcılık gibi bir ortak paydada birleşen ırkçılık ve
yabancı düşmanlığı kavramları, bu bölümde tarihsel birikimden de yararlanarak
geliştirilen güncel tanımlamaları ve içerdiği farklı biçim, düzey ve faktörleri ile ele
alınmaktadır.
1.2.1. Irkçılık: Kavram ve Farklı Düzeyleri
‘Irkçılık’ kavramı, davranış ve ideoloji olarak aslında her zaman birbiri ile
bağlantılı olmasını da gerektirmeyen iki farklı boyutta tanımlanmaktadır. Davranış
23
Irkçılığın farklı disiplin ve akademik çevrelerce ele alınış biçimlerine dair detaylı bilgi için bkz.
Reisigl & Wodak, op.cit.
22
biçimi olarak ele alınan ırkçılık, tanımlanmış fiziksel özellikleri kendilerinden farklı
olan bireylerden nefret etme ya da bu bireyleri küçük görmenin açıkça ifadesi iken;
bir ideolojinin parçası olarak tanımlanan ırkçılık ise insan ırklarıyla ilgili bir
doktrini ifade etmektedir.24 Vorster, ırkçılık kavramının çağımızdaki anlamının
Marger’ın üç temel fikir etrafında şekillenen bir inanç sistemi ya da ideoloji olarak
gördüğü tanım ile daha net anlaşılacağını belirtmektedir. Bu temel fikirlerin
birincisi, insanların doğal olarak farklı fiziksel tiplere ayrılmış olmalarıdır. Đkincisi,
söz konusu fiziksel özellikler, özünde kültür, kişilik ve zeka ile ilişkili olarak
görülmektedir. Sonuncusu ise genetik kalıtımları temelinde, bazı grupların
kalıtımsal olarak diğerlerinden üstün olduğu düşüncesidir. Dolayısıyla, ırkçılık
doğuştan sosyal davranış ve kapasiteleri farklı olan grupların alt gruplara
bölünmesini savunan inancı simgelemektedir. Bu yargı ise toplumsal kaynakların,
özellikle
refah,
prestij
ve
gücün
değişik
biçimlerde
eşitsiz
dağılımını
meşrulaştırmaktadır.25 Irkçılık kavramı ayrıca, ırksal gruplar dışındaki etnik ve dini
gruplar arasındaki önyargı ve hoşgörüsüzlüğü tanımlamak için de kullanılmaktadır.
Dolayısıyla, ırkçı duygu ve inanışları sadece ırk gruplandırmalarının temelindeki
düşüncelerle sınırlandırmak doğru değildir.26 Bu görüşe paralel olarak, ırkçılık aynı
zamanda anti-semitism, Arap-fobisi, siyah-fobisi, engelli insanlara duyulan fobi
gibi
çeşitli
spesifik
korkuların
bileşeni
ya
da
‘heterofobi’
olarak
da
tanımlanabilmektedir.27 Hatta Miles, ‘ırk’ diye bir kavramın aslında var olmadığını,
sadece bazı sosyal grupların ‘öteki’ni oluşturmak ve diğer sosyal grubun da
24
Tzveton Todorov, “Race and Racism”, in Les Back and John Solomos (eds.), Theories of Race
and Racism, London and New York: Routledge, 2000, p. 64.
25
Vorster, op.cit., p. 297.
26
Ibid.
27
Resiigl & Wodak, op cit., p. 5.
23
dışlanmaya karşı durma yoluyla ‘kendini’ tanımlamak için kullandıkları bir inanç
olduğunu savunmaktadır.28 Irkçılığın tarihsel gelişimi göz önüne alındığında,
sömürgeciliğin meşrulaştırılması ve sömürge altındaki grupların da kendi ırksal
farklılıklarını bir siyasi direnç oluşturma aracı olarak kullanmaları, Miles’ın
ırkçılığa yaklaşımı çerçevesinde değerlendirilebilir.
Irkçılığı sokakta, işyerlerinde ya da kurumlardaki günlük davranış, siyasi
program, vatandaşlık gibi kavramlarla gelişen yasal yapı ve devletin ayrımcı
uygulamaları gibi unsurlarla tanımlayanlar da bulunmaktadır. Essed’e göre ise
“ırkçılık, aslında sosyal yapıda var olan, fakat biyolojik ve kültürel faktörler
aracılığıyla farklı ırk ve etnik grup olarak tanımlananlara atfedilen eşitsizliklerin
içinde yer aldığı ideoloji, yapı ve süreç” olarak anlaşılmalıdır. Kavramın bir süreç
dahilinde tanımlanmasının nedeni ise ideoloji ve yapıların, günlük uygulamaların
varlığı olmadan hayat bulmayacağı gerçeğidir ve bu bir süreci gerektirmektedir.29
Irkçılığın farklı çıkış noktaları kullanılarak yapılan günümüz tanımlamalarının
özelliği, bu kavramın toplum içine yerleşmesine neden olan faktörlerden bağımsız
olarak sadece ‘ırk’ temelli bir yaklaşımla ele alınamayacağı tespitidir. Örneğin,
Akıllıoğlu ırkçılığı, yabancı düşmanlığı, ayrımcılık, hoşgörüsüzlük, kültürel
rölativizm (görecilik), entegrizm30 ve köktendincilik (fundamentalism) gibi diğer
28
Ibid., p. 7.
Ibid., pp. 6-7.
30
Entegrizm, dini veya siyasi olsun bir inancı, tarihinin bir önceki döneminde sahip olduğu kültür
yapısı veya müesseseleriyle özdeşleştirmektir. Böylece insanlar mutlak bir doğruya malik
olduklarına inanmakta ve bu doğruların kabullenilmesini dayatmaktadır. (Haluk Hepkon, “Đslamcı
Terörün Kökenleri”, Radikal Gazetesi, 15 Nisan 2005,
<http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=ktp&haberno=3789>, erişim tarihi: 20.01.2008)
29
24
kavramlarla da yakından ilişkili kompleks bir fenomen olarak tanımlamaktadır.31
Irkçılık ve ilişkili diğer kavramları bireylerin sosyal güvensizliğinin sonucu olarak
ele alan Akıllıoğlu, ırkçılık ve yabancı düşmanlığının bireylerin gelecekle ilgili
korku ve güvensizliklerinden doğduğunu ve aynı zamanda işsizlik ve fakirlik ile
beslendiğini belirtmektedir. Ayrıca, Akıllıoğlu’na göre ırkçılığın her biçimi aynı
zamanda ayrımcılığı da beraberinde getirmektedir. Geleneksel ırkçılık, etnik ve dini
ayrımcılığın en ham hali olarak belirtilmektedir. Günümüzde yaşanan ırkçılık için
ise ‘üstün ırk’ terimi artık bir söylem olmaktan çıkmıştır, tetikleyici bir unsur olarak
tatmin edici ya da yeterli gelmemektedir. Irkçılık retoriğinde en çok kullanılan
göçmen unsuru, sadece aşağı bir ırka ait olduğu için değil, ayrıca ekonomik ve
sosyal faktörler gibi pek çok diğer nedenle bağlantılı olarak dışlanmakta ya da
nefret edilmektedir. Akıllıoğlu, bu nedenle ırkçılığın yeni biçiminin özünde
çoğunlukla ekonomik unsurların olduğunun ve yeni kurbanlarının da göçmen işçiler
olduğunun söylenebileceğini belirtmektedir.32
Ayrımcılığı ırkçılığın etkili bir unsuru olarak belirten Akıllıoğlu gibi, Verlot da
ırkçılığı ayrımcılık ve ayrıştırma ile bağlantılı bir sosyal fenomen olarak ele
almaktadır. Irkçılık ve ayrımcılık arasındaki bağlantı, ayrımcılığın ırkçılığın motoru
ya da potansiyel nedeni olarak kullanılmasıyla, diğer yandan ise ırk ayrımının
ırkçılığın sonucu ya da etkisi olarak tanımlanması ile kurulmaktadır.33
31
Tekin Akıllıoğlu, “Contemporary Forms and Manifestations of Racism and Racial Discrimination
against Immigrants”, Perceptions, Vol. II, No. 2, June-August 1997, p. 105.
32
Ibid.
33
Marc Verlot, “Understanding Institutional Racism”, in The Evens Foundation (ed.), Europe’s New
Racism: Causes, Manifestations and Solutions, New York & Oxford: Berghahn Books, 2002, p. 31.
25
Irkçılığın ayrımcılığı peşinden sürükleyen değişen biçimlerinden bir diğeri de,
özellikle radikal olaylarla bağlantı kurularak, dinin temel alınmasıyla kendini
göstermektedir. Örneğin; entegrizm ve köktencilik ile yanlış bir şekilde bağlantı
kurularak bu kavramlarla eşit sayılması nedeniyle Đslam, Avrupa’da yaşayan
Müslüman göçmenler için kendilerine karşı ırkçı zemin sağlayan bir risk faktörü
oluşturmaktadır. Akıllıoğlu, böyle bir ilişki içinde ırkçılığın yeni biçimlerinden
birinin anti-Đslam görünüşüne büründüğünü söylemektedir.34
Avrupa’da bugün karşılaşılan ırkçılık biçimleri Funke tarafından ise ırk-yanlısı
davranışlar, siyasi temsilciler tarafından bu kavramların kullanımı, dışlama ve
ırkçılığın kurumsal ve yapısal biçimi olarak belirtilmektedir.35 Bu bağlamda
ırkçılık, bir yandan günlük yaşamda davranışsal olarak ifadesini bulurken, öte
yandan yapısal ve kurumsal olarak da üst düzeyde kendini göstermektedir.
Bireylerin günlük yaşantılarında, öznel ve nesnel kriterleri kullanarak farklılaşan
davranışları günlük ırkçılık ya da ayrımcılık olarak tanımlanırken, ‘kurumsal
ayrımcılık’ kurumların bireyler ve grupları sistematik olarak farklılaştırılmasına
yönelik başvurduğu yöntem olarak belirtilmektedir. ‘Yapısal ayrımcılık’ ise
politikalarla oluşturulan, fakat bireyler ve gruplar arasındaki var olan sosyal
eşitsizliklerin giderilmesi için başvurulan pozitif ayrımcılığın ifadesidir.36
Mestheneos ve Ioannidi, tüm Avrupa’da çok sık karşılaşılan fakat kendini gizleyen
34
Akıllıoğlu, op. cit., p. 106.
Funke, op. cit., p. 5.
36
Verlot, op. cit., p. 32.
35
26
kurumsal ırkçılığı, “sadece çok az kimsenin görüp tırmanabildiği camdan bir
duvara” benzetmektedir.37
Yukarıda sayılan tanım ve unsurlar paralelinde ırkçılığın ortaya çıkış biçimleri,
Wieviorka tarafından dört farklı düzeyde kategorize edilmiştir. Đlk düzeyde ırkçılık,
ırkçı şiddet içeren katı söylem ve tavırlardan ziyade, yabancı düşmanı ve popülist
açılımlarla düşünce ve önyargılarda ifadesini bulmaktadır. Hem özellik hem de sayı
açısından çok kısıtlı kalan bu ırkçılık düzeyi ‘alt-düzey ırkçılık’ (infraracism)
olarak tanımlanmaktadır. Temel bir sorun hale gelmeye başlayan fakat henüz güçlü
bir siyasi ifadeden yoksun olması nedeniyle bütünleşmiş bir imaj ortaya koyamayan
ve bu nedenle hala zayıf nitelikteki ırkçılık düzeyi ise ‘parçalı düzeydeki bir
ırkçılığı’ (split racism) ifade etmektedir. Đleri bir aşamada, siyasi ve fikirsel
tartışmaların yaşandığı ve bu tartışmaların pratiğe döküldüğü ırkçılık düzeyi, ‘siyasi
ırkçılık’ (political racism) olarak ifadesini bulmakta ve ideolojik bir yapılanmaya
doğru bir açılım sergilemektedir. Geldiği son düzeyde (total racism) ise ırkçılık,
bütüncül bir yapı göstermekte ve devletin ırkçı ilkelere dayandığı görülmektedir.
Wieviorka, ırkçılığın devlet eliyle yürütüldüğü son düzeyinin günümüz için gerçek
bir tehdit oluşturmadığını belirtmektedir.38 Sonuç olarak ırkçılık, fiziksel ve kültürel
farklılıkların büyük ölçüde neden olduğu önyargı ve düşüncelerle beslenen, çeşitli
olumsuz unsurların etkileriyle günlük davranışlardan siyasi ve kurumsal yaşama
37
Elizabeth Mestheneos and Elizabeth Ioannidi, “Obstacles to Refugee Integration in the European
Union Member States”, Journal of Refugee Studies, Vol. 15, No. 3, 2002, p. 318.
38
Michel Wieviorka, “Racism in Europe: Unity and Diversity”, in Ali Rattansi and Sallie Westwood
(eds.), Racism, Modernity and Identity on the Western Front, Cambridge: Polity Press, 1994, pp.
183-184.
27
uzanan farklı düzeylerde ortaya çıkan ve olumsuz yönde de olsa gelişim ve değişim
gösteren ideolojik bir süreci içeren bir fenomenin ifadesi olarak tanımlanabilir.
1.2.2. Yabancı Düşmanlığı
Irkçılık ile birebir bağlantılı olan ve çoğunlukla ırkçılığın bileşenlerinden biri
olarak ele alınan yabancı düşmanlığı, “bir kişinin yabancı olarak algıladığı diğer
kişi ya da gruplardan korkması ya da uzak durmasını tanımlayan oldukça muğlak
psikolojik
bir kavram” olarak
tanımlanmaktadır.39
Literatürdeki
tanımına
bakıldığında, dilimize ‘yabancı düşmanlığı’ (xenophobia) olarak geçen kavram,
yabancı anlamındaki ‘xenos’ ve korku anlamına gelen ‘phobos’ gibi iki Yunanca
terimin birleşmesinden türetilmiştir. Master ve Le Roy, yabancı düşmanlığını,
“kültürü içinde barındıran bir ulusa özdeş kimlikle bağlantı kurularak yabancılara
karşı duyulan güvensizlik, korku ve/veya nefretin ifadesi” olarak tanımlamaktadır.
Buna göre, yabancılar ulusun bütünlüğüne potansiyel tehdit oluşturan farklı
kültürlerin taşıyıcıları olarak görülmektedir.40
Yukarıdaki tanımlardan anlaşılacağı gibi, kültür ve kimlik gibi unsurlar,
‘yabancı’ kavramının oluşmasında ayrım yaratan belirleyici faktörler arasında
görülmektedir. Benzer şekilde, Vorster de din ve kültürün yabancı düşmanlığı
kapsamında önemli bir rol oynadığına vurgu yapmakta ve dini ya da kültürel
argümanların yabancıları daha aşağı göstermek için yorumlanabildiği ifadelerine
39
Vorster, op. cit., p. 301.
Sara De Master and Michael K. Le Roy, “Xenophobia and the European Union”, Comparative
Politics, Vol. 32, No. 4, July 2000, p. 425.
40
28
katılmaktadır.41 Ulusal kimlik oluşumunun unsurlarından biri olarak çoğunlukla
etnik köken ve kültürün belirleyici olması nedeniyle Master ve Le Roy,
kültürlerarası uyuşmayan farklılıklar aracılığıyla ulusal kültürel
kimliğin,
yabancılara yönelik düşmanca algılamalara katkıda bulunduğunu belirtmektedir.
Ayrıca yabancılar, içinde bulundukları toplumda, sadece kültürleri bilinmediği için
değil, aynı zamanda bilinen kültürü değiştireceği ve onu da yabancılaştıracağı algısı
nedeniyle korku yaratmaktadır. Bu bakış açısıyla, yabancılara düşmanca yaklaşan
bireylere göre, ulus-devletin kuruluşu, siyasi olarak kendi kültürünü onu
kuşatanlardan ayırarak, öteki kültürlerin etkisiyle oluşabilecek herhangi bir
bozulmaya kaşı görünür bir koruma sağlamaktadır.42 Dolayısıyla, kimlik ya da bir
topluma ait olma olgularının spesifik olarak ulusal bazda şekillenmesi çerçevesinde,
kimliğin çizilen kültürel sınırlarının genelde yabancıların aleyhine sosyal olarak
yapılandığı43 ifadesine katılmak mümkündür.
Yabancı düşmanlığının ulusal kimlik ve kültüre vurgu yapan tanımlamalarının
yanında Aliboni ise farklıları daha geniş bir potada ele alarak kavrama yeni bir ifade
kazandırmaktadır. Aliboni, yabancı düşmanlığını çeşitlilik ya da farklılığa karşı
duyulan yaygın düşmanlığın bir ifadesi olarak ele almaktadır. Bu bağlamda,
farklılık sadece etnik ve dini olanı içermemekte, cinsiyet farkları da gerilime sebep
olmaktadır ve örneğin homoseksüellere duyulan düşmanlık bunun bir ifadesidir.
Benzer şekilde, yabancı düşmanlığını sadece belirgin farklılıklara değil, aynı
zamanda hayali ya da icat edilmiş farklılıklarla da bağlantılı olarak biçimlendirenler
41
Vorster, op. cit., p. 303.
Master and Le Roy, op. cit., p. 425.
43
Silver, op. cit., p. 9.
42
29
bulunmaktadır.44 Öte yandan, bazı teoriler yabancı düşmanlığını sosyalleştirmenin
bir sonucu olarak açıklamaktadır. Đyi ve kötü algılamasında öteki ya da yabancıyı
‘kötü’ lanse ederek kendini ‘iyi’ olanla özdeşleştirmeyi ifade eden bu yaklaşım,
annesinden ayrılan çocuğun iyi anne imajını bozmamak için dış dünya ile
tanıştığında
olumsuzlukları
anneye
değil
de
yabancılara
bağlaması
ile
benzeştirilmektedir.45 Ayrıca yabancılara duyulan tedirginlik ya da korku gibi
problemlerin aslında onların ‘yabancı’ olmasından değil, gelecek için tehlike
yaratmasından duyulan kaygıdan kaynaklandığı da tartışılmaktadır. Buna göre,
ırkçılık ve yabancı düşmanlığı aslında Arap, Türk, Afrikalı ya da benzeri ırk
ayrımlarıyla ilgili değil; tersine radikal, suçlu ya da uyuşturucu satıcıları gibi
kavramların yabancılarla birlikte anılması ile ilgilidir.46
Yabancı düşmanlığının temel göstergeleri ise kolektif korku ve bu korkuyu
takip eden özellikle kültürleri farklı olan bireylere yönelik saldırganlık olarak
karşımıza çıkmaktadır. Bu bağlamda Vorster, yabancı düşmanlığının geniş anlamda
ırkçılık olarak görülebileceğini ve bu olgunun ırkçılık ile aynı faktörler tarafından
tetiklendiğini belirtmektedir.47 Dolayısıyla yabancı düşmanlığı, ırkçılıkta olduğu
gibi, önyargılar, basmakalıp inanışlar ve ayrımcılığa yol açmaktadır. Daha da
önemlisi, yabancı düşmanı ve ırkçı inanç ve tavırlar, yukarıda sayılan çıkarımlar ve
genellemelere dayandırılarak bireyler tarafından rasyonelleştirilebilmektedir.
Sömürünün bir dönem ırksal özelliklere dayandırılarak meşrulaştırıldığı gibi,
44
Roberto Aliboni, “The EU, Islamophobia and Immigration”, Conflict in Focus, Issue 11, February
2006, p. 2.
45
Rathzel, op. cit., p.17.
46
Ibid.
47
Vorster, op. cit., p. 303.
30
yabancı düşmanı tavırlar da bireylerin kendince haklı sebeplere dayandırılması ile
rasyonel bulunabilmektedir. Geçmişten beri süregelen basmakalıp inanışlar, aynı
zamanda bireylerin kişisel çıkarımlarına dayanan yanlış bilgiler, bireysel bakış
açısından yabancı düşmanı ve ırkçı inanışların rasyonel olarak görülmesini mümkün
kılmaktadır.48 Rydgren, sosyal bilişsel (kognitif) teoriden de destek alarak, bu bakış
açısını bilginin a priori biçimi ile açıklamaya çalışmaktadır. Buna göre, insanlar
olaylara ya da nesnelere, kendine özgü figürlermiş gibi yaklaşmazlar; aksine
olayları geçmiş sistemlerin ve şemalaşmış bilgilerin gözüyle algılarlar. Bireyler bu
a priori düşünce biçimini, günlük yaşantılarında çoğunlukla da kritize etmeden
kullanırlar. Bu bilginin tabii ve gerekli özelliğini taşımakla beraber, aynı zamanda
birçok önemli yanlışın da nesilden nesile taşınmasına neden olmaktadır.
Basmakalıp inanış ve önyargılar, çoğunlukla bu a priori bilgi biçiminden
kaynaklanmaktadır.49 Bununla birlikte Rydgren, yaptığı mantıksal çıkarımlara
dayanarak, toplumda gerçeklikler yerine olasılıklardan yola çıkılarak genellemeye
varıldığını ve böylece yabancı düşmanı basmakalıp inanışların toplum içine
yerleştiğini belirtmektedir. Örneğin, 11 Eylül sonrası havaalanında Müslüman
görünümlü ve tek yön bilete sahip olan ya da son anda rotasında bir değişiklik
yapan bireylerin seyahatini engelleyici yaklaşımları, olasılıklar üzerine kurulu ve
etnik ya da ırka dayalı ayrımcılığın bir parçası olarak tanımlamaktadır. Böyle bir
yaklaşımda, hakkında bireysel olarak çok az bilgiye sahip olunan göçmenlerin
durumlarıyla ilgili diğer olasılıkların hesaplanmadığı ve genellemelerden yola
çıkıldığı belirtilmektedir.50 Sonuç olarak, bahsi geçen tanımlama ve unsurlara
48
Jens Rydgren, “The Logic of Xenophobia”, Rationality and Society, Vol. 16 (2), 2004, p. 124.
Ibid., pp. 124-129.
50
Ibid., pp. 130-135.
49
31
dayanarak, yabancı düşmanlığının çoğunlukla bilinmeyene yönelik korku ve
tedirginliği içeren ve bu unsurların pekiştirdiği önyargılı algılamalara dayalı
psikolojik bir kavram olduğunu söylemek mümkündür.
1.2.3. Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığının Đçerdiği Unsurlar ve Etkilendiği
Faktörler
Irkçılık ve yabancı düşmanlığının kavramsal analizi yapılırken barındırdığı
unsurlardan ve bu olguların ortaya çıkışını tetikleyen faktörlerden bağımsız olarak
bahsetmek mümkün değildir. Yukarıda bu kavramların tarihsel ve tanımsal
analizleri yapılırken, aslında bu kavramların dayandığı unsurlara halihazırda kısaca
değinilmiştir. Gelecek korkusu, sosyal güvensizlik, ulusal kimlik vurgusu,
geçmişten gelen basmakalıp inanış ve önyargılar, bireysel çıkarımlar, toplumsal
yapıda dönüşüme yol açan göç ve ekonomik faktörler gibi unsurlar ırkçılık ve
yabancı düşmanlığının ortaya çıkışındaki ayrılmaz unsurları olarak kavramsal
tanımlama içinde yer almışlardır. Ancak ırkçılık ve yabancı düşmanlığının ortaya
çıkışı ve gelişimi içinde, bu sürece etkili unsurlara toplu halde ve birbiri ile
ilişkilendirerek değinmek bütünsel bir çerçeve sağlama açısından daha yerinde
olacaktır.
Irkçılığın ortaya çıkışının göstergelerini, sosyo-psikolojik, ekonomik ve siyasi
faktörler başlığı altında 3 dizi koşula bağlı olarak nitelemek mümkündür. Maier,
çeşitli akademik çalışmalardaki çıkarımlardan yola çıkarak, ırkçılığı doğrudan
etkileyen, fakat birbirinden bağımsız olmayan 3 unsuru şu şekilde sıralamaktadır:
32
var olan sosyal bağlılığı derinden sarsan sosyal yapının hızlı dönüşümü; toplum
içinde varlıklı olanlar-olmayanlar, iş sahibi-işsiz, zengin-fakir arasında artış
gösteren bölünme ve ulus devletin adaleti sağlamadaki başarısızlığı.51 Wallerstein
ise ırkçılığın gelişimini açıklamak için ekonomik ve siyasi çıkarların analizini
yapmakta ve merkez-çevre ilişkisini ırkçılığı açıklamak için kullanmaktadır. Buna
göre, merkez ve çevrenin farklılaşması ve merkezin çevre üzerinde hakimiyet
kurması ile ırk bazında farklılıklar artmaya başlamıştır. Merkez ve çevre arasındaki
kutuplaşmanın artmasıyla ise ırk sayısında düşüş yaşanmış ve en sonunda odak
konumunda kalan iki ırkın farkı belirgin halde yerleşmiştir. Bahsedilen durum ise
‘beyaz’ ve ‘beyaz olmayanlar’ arasındaki ayrımda ortaya çıkmıştır. Bu çerçevede
ırkçılık olgusu kısaca, küresel kapitalist ekonominin temel yapıları ile bağlantı
kurularak tanımlanmış ve ırk kavramı yatay işgücü paylaşımına coğrafi olarak
odaklanmanın sonucu ve ifadesi biçiminde açıklanmıştır.52 Dolayısıyla ekonomik
eşitsizlikler ve özellikle ekonomik üstünlük, gerek eşitsizliğin neden olduğu öfke
gerekse de ekonomik üstünlüğü elinde barındıranın hakim olma isteğinin sonucu
olarak, ırkçılığın önemli unsurları arasında yerini almıştır.
Ekonominin ırkçılık ve yabancı düşmanlığını tetikleyen bir unsur olarak
belirmesi, endüstri toplumunun çökmesi ile bir önceki sosyal kimliğini kaybetmek
istemeyenlerin ırkçılığın yeniden yorumlanmasına bağlı olarak da açıklanmaktadır.
Kendini sınıf çatışmaları içinde tanımlamayan orta sınıf, bir yandan bireycilik öte
yandan ise ulusal popülizm arasında bocalamıştır. Bu grup içinde sosyal dışlanmaya
51
Robert Maier, “Does a Supranational Europe Stimulate and/or Combat Racism?”, in The Evens
Foundation (ed.), Europe’s New Racism: Causes, Manifestations and Solutions, New York &
Oxford: Berghahn Books, 2002, p. 91.
52
Rathzel, op. cit., p. 15.
33
maruz kalanlar, ulusal popülizmi kendilerine daha yakın gören bireyleri ortaya
çıkarmıştır. Geçmişte işçi sınıfına ya da elit tabakaya ait olanlar kendilerini çok
daha fazla bir topluma ait hissetmekteyken, günümüzde orta sınıf daha kapsayıcı
hale gelip geniş bir kitleye hitap edince, geçmişte kendini imtiyazlı hisseden bu
grup marjinal hale gelmiş ve dışlanmıştır. Böyle bir evrimi Westwood ırkçılığın
yeni ifadesi olarak tanımlamaktadır. Sonuçta eski kimliğini kaybetme korkusu
yaşayan bu gruplar, hükümet politikalarının bu duruma neden olduğunu düşünüp
göçmenlere yönelik popülist söylemlere başvurmaktadır.53 Radikal sağ partilerin
yükselişini açıklayan tezler arasında toplumsal dönüşüm odaklı bu açıklamalara
dayananlar da bulunmaktadır. Bu teze göre, aşırı sağın seçmeni yalnızca işini
kaybetme korkusu yaşayan emekçilerden oluşmamaktadır. Irkçı ve milliyetçi
söylemleri kendine düstur edinen bu partilere yönelen oyların bir kısmı da statü
kaybı korkusu ve hayatın kötüye gittiği yolunda genel bir izlenimden beslenen
ekonomik kötümserlik korkularından kaynaklandığı ileri sürülmektedir.54
Ekonomik yoksunluk ya da üstünlük durumlarının yanında ırkçılığın ‘kontrolü
kaybetme’ kaygısı ile de ilgisi bulunmaktadır. Çünkü ırkçı davranışlar yalnızca
refah seviyesi yüksek ülkelerde ortaya çıkmamaktadır. Bu durumu, ulus-devlet
yapısının zayıflaması ya da göçmen ve azınlık grupları gibi yabancıların üzerinde
kontrolü sağlayamadığı ölçüde ulus-devlet yapısına olan güvenin sarsılacağı
algılaması ile açıklamak mümkündür. Ulus-devlet kimliğinin önemli araçlarından
birisi, sosyal güvenliktir. Bu anlamda rolü azalan ulus-devletler güçlerini yeniden
kazanmak için, Rathzel’in deyimiyle, sınırlara takıntılı hale gelebilmektedir. Bu
53
54
Wieviorka, op. cit., p. 179.
Hasan Saim Vural, Avrupa’da Radikal Sağın Yükselişi, Đstanbul: Đletişim Yayınları, 2005, s. 210.
34
durumda sığınmacı ve göçmenler, ulus devletlerce geliştirilen sıkılaştırılmış
politikaların mağduru olabilmektedir. Avrupa ülkelerinde meydana gelen bazı
uygulamalar bu doğrultuda örnek gösterilebilecek niteliktedir. Avrupa devletleri,
mültecileri sosyal yardım haklarından mahrum bırakmaya çalışmakta, vatandaş
olmayanlara ilişkin veri toplayıp data merkezlerinde depolama gibi uygulamaları
artırmaktadır. Bunun yanında, Schengen Antlaşması ile beraber sınır kontrolleri
kaldırılmış olmasına rağmen kontroller durdur-araştır politikaları ile ülke içine
kaymıştır. Avrupa ülkelerinin sınırlara takıntılı hale gelmesi aslında yasadışı
kişilerin artışını da beraberinde getirmiştir. Rathzel, söz konusu uygulamaları
Almanya’da Yahudilere karşı yürütülen ırkçılığın eski işleyiş mekanizmasına
benzetmektedir. Anılan dönemde Yahudiler, borç vermekten başka bir işle
uğraşmalarına izin verilmemiş, bu sürecin takibinde ise bu konudaki suçlamalara
maruz bırakılmışlardır. Benzer şekilde, uluslararası ekonomik düzen, fakir olan
bölgelerin daha fakirleşmesine neden olurken, öte yandan bu kişiler iltica talebinde
bulunduğunda, refah devletleri kendi refahını paylaşmak istedikleri için bu kişileri
suçlamakta ve daha katı kurallarla bu kişileri yasadışı yollara itmektedir.55
Milliyetçiliğin günümüzde ilerlemeci özelliğini kaybetmesi ve ayrımcı hale
gelmesi de ırkçılığın unsurları arasındadır. Milliyetçilik, kültür ve ekonominin
uluslararasılaşmasından korkan sosyal ve siyasi grupların söylemleri haline
gelmiştir. Bu ortam da, ulusal kimliği koruma çerçevesinde, dibe doğru giden
dışlama ve kaygı gibi problemlerle beraber ırkçılığı tetiklemede etkili hale
55
Rathzel, op. cit., pp. 20-21.
35
gelmektedir.56 1990 sonrası aşırı milliyetçi ve sağ partilerin kullandıkları söylemler
de milliyetçi unsurları tetikleyen ve kaygılara atıf yapan söylemlere dönüşmektedir.
Sadece ırkçı, yabancı düşmanı ideolojiler etrafında dönmeyen ve gelenek, millet,
egemenlik, topluluk gibi söylemleri kullanan günümüz partileri Avrupa’da siyasi
ırkçılığın değişim yaşamasına da neden olmaktadır denilebilir. Milliyetçiliğin tabir-i
caizse aşırı dozda kullanımı, çok-kültürlülük olgusundan rahatsız olmayı da
beraberinde getirmektedir. Çok-kültürlülüğün kaygı unsuru oluşturması ve tehdit
algılaması yaratması da ırkçı imaj ve eylemlerin çoğalmasına neden olmaktadır.
Çok-kültürlü bir ortamda her bir sosyal çatışma için bunlardan sorumlu tutulan bir
grubun varlığı ifade edilmektedir. Örneğin; Rus mafyası, Afrikalı uyuşturucu
satıcısı, Polonyalı oto hırsızı, Doğu Avrupalı kadın tüccarları gibi kullanımlar, polis
kayıtları ve medya ifadeleriyle, sınıflandırma ya da etiketlemelere neden
olmaktadır.57 Sonuçta, problem bu kişilerin ‘yabancı’ olmasından ziyade içinde
yaşadıkları
toplumun
geleceğini
tehlikeye
düşürdükleri
algılamasından
kaynaklanabilmektedir.
Bu başlık altında son olarak belirtilecek olsa da aslında sürece dahil edilebilecek
mevcut bir çok unsurdan bir diğeri de ‘öteki’ algılamasının tarihsel bir gerçeklik
olarak ırkçılık içinde yer almasıdır. Hudson, ırkçılığı “farklı zamanlarda ‘öteki’nin
farklı biçimlerde ele alınmasına bağlı olarak ortaya çıkan tarihsel bir fenomen”
olarak tanımlamakta ve dolayısıyla ırkçılığın kültürel bir tarihe sahip olduğunu
belirtmektedir. Kültürel farklılıklarda yaratılan bir ‘ötekileştirme’nin daha sonra bu
antropolojik çalışmalara da yansıtılmış olduğunu belirten Hudson, Ümit Burnu
56
57
Wieviorka, op. cit., pp. 180-181.
Rathzel, op. cit., p. 22.
36
yakınlarında yaşayan kırsal bir toplum olan ve ‘Hottentot’ olarak adlandırılan bir
topluluğa Avrupalıların bakışından yola çıkarak ırkçılığın gelişimini anlatmaktadır.
Avrupalı gezginlerin keşifleri sonrası rastlanılan bu topluluk, Đngilizlerin diğer
insanlara kendi üstünlüklerini kanıtlama ihtiyacı içinde akılcı bir şekilde
kullanılmıştır. Topluma yerleştirilen olgu ile örneğin Avrupalılar arasında
‘Hottentot’ deyimi medeniyetsiz, kaba olanı anlatmak için kullanılmıştır. Aslında
rasyonel bir amaç dahilinde bilinçli yapılan bir ayrımdan söz edilmektedir.58
Yukarıda verilen ulusal kimlik-kültür ve milliyetçi kavramların ön plana çıkarılması
da çoğunlukla bir ‘öteki’ tanımlaması üzerinden gidilerek dışlama yoluyla
gerçekleştirilmektedir. Dolayısıyla kendinden olmayan ile kendini tanımlama
yalnızca tarihe özgü bir kavram olarak kalmamış ve ‘öteki’ yabancı olanı
vurgulamada önemli bir yer işgal etmiştir ve etmeye de devam etmektedir.
Yukarıda sözü edilen sosyo-psikolojik, ekonomik, kültürel ve siyasi tüm
unsurlar, ırkçılık ve yabancı düşmanlığının teşhisinin yapılması ve nedenlerinin
ortaya konulmasında başlı başına ve fakat birbiri ile bağlantılı gerçeklikleri ifade
etmektedir. Hem genişleyen hem de derinleşen Avrupa entegrasyonu sürecinde
artan ırkçılık ve yabancı düşmanlığının açıklanmasında, Avrupa’nın kendine özgü
nedenlerle bu sürece yönelik hazırladığı zeminin yanında tüm dünyada baş gösteren
ortak
bileşenlerinden
bahsetmek
oldukça
önemlidir.
Dolayısıyla
tarihsel
gerçekliklerden ekonomiye, kültürden siyasete adı geçen unsurlar, sürecin
getirdiği/getireceği farklı unsur ve faktörlerle beraber, ırkçılık ve yabancı
düşmanlığının ayrılmaz parçaları olarak nitelendirilebilir.
58
Hudson, op. cit., pp. 309-310.
37
2. Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı Kavramlarının Hukuksal Analizi
2.1. Terminoloji Sorunu: ‘Irk’ Kavramının Bulanıklığı
Irkçılık ve yabancı düşmanlığı kavram ve olgularının farklı disiplinlere ait
unsurları iç içe geçiren karmaşık yapısı, büyük ölçüde yasal düzenlemelerde de
kendini göstermekte ve hukuksal terminoloji açısından da genel kabul gören bir
kategorizasyonun ya da tanımlamanın yapılmasına engel olmaktadır. Ulusal ya da
uluslararası düzenlemelerde ırk, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı kavramları genel
olarak ayrımcılık yasağı başlığı altında ve ırk ve etnik kökene açık referans
yapılarak ele alınmaktadır. Đnsan hakları ve ayrım gözetmeme konulu pek çok yasal
düzenleme ırk ve etnik kökene dayalı ayrımcılığı konu edindiği alanlarda
yasaklamakta; ancak ‘ırk’ kavramının tanımını yapmaktan uzak kalmaktadır. Bunun
yanı sıra, ırk, renk, dil, din, etnik köken gibi unsurlara açık referans yapmadan
sadece tüm kişilerin genel olarak eşitliğinden söz eden yasal düzenlemeler, her türlü
ayrımcılıkla mücadele konusunda genel kapsayıcı hükme sahip ifadeler olarak
kabul edilmektedir.
Özellikle II. Dünya Savaşı sonrası Avrupalıların ‘ırk’ varlığına karşı durması,
ırkçılıkla mücadeleye ilişkin düzenlemelerde ırk terminolojisinin ön plana
çıkarılmamasının nedenleri arasında gösterilmektedir. Benzer şekilde AB, ırk
ayrımcılığına ilişkin yasal düzenlemelerinde, ayrı insan ırklarını belirlemeye
yönelik teorileri reddettiği gerekçesiyle, ‘ırk’ kavramının tanımını yapmaktan
kaçınmaktadır. Silver’a göre ırk ve ırkçılık konusunda bir terminoloji oluşumundan
kaçınmak, kendi içinde bir ironi oluşturmaktadır; zira, ırkı resmi bir kategori olarak
38
yasadışı ilan etmek için yasal olarak tanımlanması gerekmektedir.59 Kıta
Avrupasının ‘ırk’a dayalı ayrımcılık gerçeğini tanımakta isteksiz davranması, fırsat
eşitliğine dayalı uygulamaların yönünü alternatif kategorilere dönüştürmesine neden
olmaktadır. Bu anlamda sosyal dışlanma, entegrasyon ve hedef politika merkezli
farklı kategoriler altında, bir yandan dilsel, dinsel ve etnik azınlıklar öte yandan ise
kültürel kategori dışında kalan evsiz ve engelli gibi gruplara yönelik yasal
düzenlemeler yapılmaktadır.60
2.2. Irkçılıkla Mücadeleye Đlişkin Düzenlemelerde Irk Ayrımcılığı
Birleşmiş Milletler’in 1965 tarihli “Her Türlü Irk Ayrımcılığının Ortadan
Kaldırılmasına Đlişkin Uluslararası Sözleşme”61 başlıklı insan hakları alanındaki ilk
sözleşmesi, ırk farklılığına dayalı her türlü üstünlük öğretisinin bilimsel açıdan
yanlış olduğunu vurgulamaktadır. Sözleşme, kişiler, gruplar veya kurumlar
aleyhinde ırk ayrımcılığını içeren uygulamaları yasaklamış olsa da ‘ırk’ kavramının
terminolojik tanımını yapmaktan kaçınmaktadır. Sözleşme, “ırk ayrımcılığı”
teriminin tanımını ise açıkça yapmaktadır. Madde 1(1) uyarınca:
“‘Irk ayrımcılığı’ terimi, siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel veya
toplumsal yaşamın herhangi bir alanında, insan hakları ve temel
özgürlüklerin tanınmasını, uygulanmasını, bu hak ve özgürlüklerden
yararlanılmasını ortadan kaldırmak veya zayıflatmak amacına ya da
59
Silver, op. cit., p. 9.
Ibid., p. 10.
61
International Convention on the Elimination of All Forms of Racial Discrimination, 21 December
1965, <http://www.unhchr.ch/html/menu3/b/d_icerd.htm> (erişim tarihi: 22.06.2008).
60
39
etkisine yönelik, ırk, renk, soy ya da ulusal veya etnik kökene dayalı her
türlü ayrım, dışlama, kısıtlama ya da tercih anlamındadır.”
Yukarıda BM’nin ırk ayrımcılığına yönelik sözleşmesi uyarınca yapılan
tanımlama kapsamında ırkçılık, yalnızca bilinçli olarak doğrudan gerçekleştirilen
ırkçı olay ya da saldırıların varlığını gerekli kılmamakta, aynı zamanda ırkçı
dışlayıcı sonuçlara sahip uygulamaları da içermektedir. Bir başka deyişle, yalnızca
açıkça yapılan ırkçı şiddet ‘ırkçılık’ olarak adlandırılmamakta, hemen göze
çarpmayan ırk, etnik, din ve kültür temelli dışlama ifadeleri de bu kategoride
sayılmaktadır. Bununla birlikte, anti-semitizm ve yabancı düşmanlığı da bu tanım
kapsamında değerlendirilmektedir.62
Đnsan Haklarının ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına Đlişkin Sözleşme
(AĐHS) ayrımcılık yasağı hükmü kapsamında ırk ayrımına yer vermekte; ancak
bunu ırk, renk, dil, din gibi unsurlara referans şeklinde yapmaktadır. AĐHS m. 14’e
göre; “Bu Sözleşmede [AĐHS] tanınan hak ve özgürlüklerden yararlanma, cinsiyet,
ırk, renk, dil, din, siyasal veya diğer kanaatler, ulusal veya sosyal köken, ulusal bir
azınlığa mensupluk, servet, doğum veya herhangi başka bir durum bakımından
hiçbir ayırımcılık yapılmadan sağlanır”. Ayrıca, ayrımcılık yasağına ilişkin
Sözleşmeye Ek 12 No.lu Protokol’ün63 1. maddesi genel olarak ayrımcılığın
yasaklanmasına değinmekte ve AĐHS’den farklı olarak özel bir tanımlamaya yer
vermemektedir. Buna göre, “Kanunda öngörülen haklardan yararlanma, cinsiyet,
62
Funke, op. cit., pp. 3-4.
Đnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına Đlişkin Sözleşme (ile Ek Prorokol ve Protokol
no. 4, 6, 7, 12 ve 13), <http://www.echr.coe.int/nr/rdonlyres/3baa147f-29c9-48ce-af64fb85a86b2433/0/tur_conven.pdf>, (erişim tarihi: 25.04.2008).
63
40
ırk, renk, dil, din, siyasi veya başka görüşler, ulusal ya da sosyal köken, ulusal bir
azınlığa mensubiyet, servet, doğum veya başka bir statüden kaynaklanan herhangi
bir nedenle ayrım yapılmaksızın sağlanır”.
Avrupa Konseyi Irkçılık ve Hoşgörüsüzlüğe Karşı Avrupa Komisyonu
(European Commission against Racism and Intolerance - ECRI), 13 Aralık 2002
tarihinde ırkçılık ve ırk ayrımcılığı ile etkili mücadele etmek amacıyla, Avrupa
Konseyi’ne üye devletlerin ulusal düzenlemelerinde yer almasını düşündüğü ilkeler
ve tanımlarla ilgili bir tavsiye kararı kabul etmiştir. Komisyon’un ulusal
düzenlemelerde ırkçılığa ve ırk ayrımcılığıyla mücadeleye ilişkin Irkçılık ve
Hoşgörüsüzlük Karşıtı 7 No.lu Genel Politika Önerisi’ne göre:
“1. Bu Kararın amacı bakımından aşağıdaki tanımlar uygulanacaktır:
(a) ‘Irkçılık’, renk, dil, din, milliyet veya ulusal veya etnik köken gibi bir
esasın kişiyi veya bir grup insanı hor görmeyi haklı çıkaran inanç veya
kişinin veya bir grup insanın üstünlük mefhumu inancı anlamına
gelmektedir.
(b) ‘Doğrudan ırk ayrımcılığı’ ırk, renk, dil, din, milliyet veya ulusal
veya etnik köken temeline dayalı hiçbir objektif ve makul gerekçesi
olmayan her türlü farklı muamele anlamına gelmektedir. Meşru bir amaç
gütmüyorsa veya kullanılan araç ile amaç arasında makul bir orantılılık
ilişkisi bulunmuyorsa farklı muamelenin hiçbir objektif ve makul
gerekçesi yoktur.
41
(c) ‘Dolaylı ırk ayrımcılığı’ bir hüküm, kriter veya uygulama gibi açıkça
tarafsız bir faktöre, objektif ve makul bir gerekçesi bulunmadıkça, ırk,
renk, dil, din, milliyet veya ulusal veya etnik kimlik temelinde belli bir
gruba mensup kişiler tarafından kolaylıkla uyulamayabilecek durumları
ifade etmektedir. Meşru bir amaç güdüyorsa veya kullanılan araç ile
gerçekleştirilmek istenen amaç arasında makul bir orantısallık ilişkisi
bulunuyorsa, hukuka aykırılık söz konusu olmayacaktır.”64
1990’lı yılların ikinci yarısına kadar ırkçılık ve yabancı düşmanlığı konusunda
bağlayıcı düzenleme yapma yetkisine sahip olmayan Avrupa Birliği, 1999 sonrası
Amsterdam Antlaşması’na dayanarak hayata geçirdiği düzenlemelerde de ‘ırk’
tanımının yapılmasından bilinçli bir şekilde kaçınmıştır. Yukarıda belirtildiği gibi,
insanlar arasında ayrım yapan teorileri reddettiği iddiasından yola çıkarak AB, ırk
ve etnik kökene dayalı doğrudan ve dolaylı ayrımcılığın olmaması anlamına gelen
eşit muamele çerçevesinde düzenlemelere gitmektedir. 2000 tarihli “Irk ve Etnik
Kökene Bakılmaksızın Kişilere Eşit Muamele Edilmesi Đlkesinin Uygulamaya
Konmasına Đlişkin Direktif”65 başlıklı düzenlemede yalnızca doğrudan ve dolaylı
ayrımcılığın tanımı yapılmaktadır. Kişinin genel olarak ‘ırk veya etnik kökene
dayalı olarak diğer kişi ya da kişilere göre daha az tercih edilebilir bir muameleye
tabi tutulması durumu’ dikkate alınarak yapılan tanımlamalar, ırk ve etnik kökene
64
ECRI General Policy Recommendation No.7 on National Legislation to Combat Racism and
Racial Discrimination adopted on 13 December 2002, Strasbourg, 17 February 2003, CRI(2003)8,
<http://www.coe.int/t/e/human_rights/ecri/1-ecri/3-general_themes/1policy_recommendations/recommendation_n7/ecri03-8%20recommendation%20nr%207.pdf>,
(erişim tarihi: 08.03.2008).
65
Proposal for a Council Directive implementing the principle of equal treatment between persons
irrespective of racial and ethnic origin (COM (1999) 566 final).
42
dayalı ayrımcılık pratikte farklı görünümlerde kendini gösterdiği için muğlak
kalması bakımından eleştirilmektedir.66
Üzerinde siyasi uzlaşı sağlanmış olsa da henüz onaylanmayan Irkçılık ve
Yabancı Düşmanlığı ile Mücadeleye Đlişkin Çerçeve Kararı67 çerçevesinde AB, yine
‘ırk’ kavramının tanımını yapmaktan kaçınmış olsa da bu defa ırkçılık ve yabancı
düşmanlığı ile ırkçı ve yabancı düşmanı grup tanımlarını yapmıştır. Onay bekleyen
Çerçeve Karar taslağı m.3’e göre; “ırkçılık ve yabancı düşmanlığı; ırk, renk, soy,
din ya da inanç, uyrukluk ya da etnik kökenin birey ya da gruplara duyulan nefretin
belirleyici faktör olarak görülmesi inancı anlamına gelmektedir.” Irkçı ve yabancı
düşmanı grup ise “belirli bir sürenin üzerinde kurulmuş, sayıca iki kişiden fazla
olan ve Kararın ilgili maddelerinde sayılan suçlara paralel eylemlerde bulunan
kurumsallaşmış organizasyon anlamına gelmektedir.” Görüldüğü gibi, söz konusu
düzenlemede AB bir adım öteye giderek ırkçılık ve yabancı düşmanlığı tanımına
açıklık getirmişse de içerisinde barındırdığı ‘ırk’ kavramının tanımını yapmaktan
uzak olması nedeniyle düzenleme bir kez daha tartışmalara açık bırakılmıştır.
Yukarıdaki tanım, ırkçılık ve yabancı düşmanlığını belirli unsurlara dayanan nefret
bazlı bir inanca oturtmaktadır. Ancak özellikle istihdam, çalışma ve yerleşme
alanlarında ırksal özelliklere dayanarak uygulamada ortaya çıkan ayrımcı iddiaları
ırkçılığa dayanarak gerekçelendirecek yeterli zeminden uzak kalabilir. Zira,
önceden de vurgulandığı gibi, farklı görünümler altında uygulanan ırkçı ayrımcılık,
66
Sejal Parmar, “The European Court of Justice and Anti-Discrimination Law: Some Reflections on
the Experience of Gender Equality Jurisprudence for the Future Interpretation of the Racial Equality
Directive”, in Jan Niessen and Isabelle Chopin (eds.), The Development of Legal Instruments to
Combat Racism in a Diverse Europe, Leiden/Boston: Martinus Nıjhoff Publishers, 2004, p. 137.
67
Proposal for a Council Framework Decision on Combating Racism and Xenophobia, COM(2001)
664 final – 2001/0270(CNS), (OJ C 75 E/17, 26.3.2002).
43
‘ırk’ ile biyolojik, sosyal ya da kültürel haliyle neyin kastedildiği tanımı net
verilmeden
yapılan
düzenlemeler
bakımından
muğlak
ifadelerin
arkasına
sığınabilmektedir. Bu durum da toplumsal yaşamın farklı kesimlerinde ortaya çıkan
ırkçılık ve yabancı düşmanlığının tespitine önemli ölçüde zarar getirmekte ve bu
alandaki tespit ve verilerin yokluğu da bu toplumsal soruna olan farkındalığı büyük
oranda etkilemektedir.
44
II. BÖLÜM
AVRUPA BĐRLĐĞĐ’NDE IRKÇILIK VE YABANCI DÜŞMANLIĞININ
ORTAYA ÇIKIŞ VE YÜKSELĐŞ NEDENLERĐ
Irkçı şiddet ve suçları kayıt altına alan resmi veriler, 2000’li yılların başından bu
yana AB üyesi ülkelerde yaşanan ırkçı eğilimi dramatik bir şekilde ortaya
koymaktadır. Bu yükseliş trendi içinde ön sırayı ise Danimarka, Fransa, Đrlanda ve
Slovakya gibi ülkeler almaktadır. Özellikle 11 Eylül sonrası ırkçı şiddet olaylarında
yaşanan patlama, temel hak ve özgürlüklerin savunuculuğunu üstlenen AB’yi
büyük ölçüde zor durumda bırakmaktadır. Söz konusu dönemde Danimarka
%314.3, Fransa %210.6, Đrlanda %138.1 ve Slovakya %172.5 gibi önemli oranlarda
ırkçı saldırıların artışına sahne olmuştur.68 Terör saldırılarının üzerinden geçen
zaman içinde bu oran azalma eğilimi gösterse de pek çok üye ülkede genel durum
ırkçı eğlimin sürekliliği yönündedir. 2000-2005 yılları arasında ırkçı saldırı ve
suçlar bakımından Danimarka %70.9, Fransa % 34.3, Đrlanda %21.2, Slovakya
%43.1, Finlandiya %8.4 ve Đngiltere %4.2 oranlarında artışı hanelerine
yazdırmıştır.69 Bu bağlamda, AB içindeki ırkçı eğilimi sadece uluslararası terör
eylemleri üzerinden okumamak gerekmektedir. Zira, Doğu genişlemesinin
yaşandığı 2004-2005 döneminde de üye ülkelerden gelen resmi veriler ırkçılığın
artış eğiliminde olduğu yönündedir. Bu dönemde ırkçı saldırılar bir önceki yıl
68
“Trends and Developments 1997-2005 – Combating Ethnic and Racial Discrimination and
Promoting Equality in the European Union”, European Union Agency for Fundamental Rights
(FRA), 2007, p. 39.
69
Ibid.
45
aralığına göre (2003-2004) Polonya’da %52.2, Finlandiya’da %19.9, Slovakya’da
%53.2, Đngiltere’de %6.7 oranlarında artarken, Danimarka %136.1 gibi bir oranla
ırkçı saldırıların en çok yaşandığı AB ülkesi olmuştur.70
Yukarıdaki oranların ciddiyeti Birliğin ırkçılık ve yabancı düşmanlığı
sorunlarına yönelik etkin bir mücadele politikası gütme gereğini açıkça ortaya
koymaktadır. Etkin bir politika ise yüzeysel ve günübirlik çalışmaların ötesinde
sorunun köklerine inen kapsamlı bir araştırmayı gerektirmektedir. Hedefe yönelik
uzun soluklu politikaların üretilmesi için gerekli olan bu araştırma, bu bölümün
içeriğini oluşturmaktadır. Bu çerçevede AB içinde ırkçılık ve
yabancı
düşmanlığının oluşumuna ve yükselişine neden olan faktörler ayrıntılı bir biçimde
ele alınacaktır. Avrupa bütünleşmesinin beraberinde getirdiği derinleşme-genişleme
ikileminde sosyal güvensizlik, kimlik kaybı ve refah paylaşımı kaygıları yaşayan
Avrupalıların gösterdiği dışlamacı eğilim bu bölümde öncelikle ele alınan konular
arasındadır. Avrupa bütünleşmesi, üye devletler arasındaki etkileşimi artırmanın
yanında, farklı kültür ve kimliklerin de etkileşimine izin vermektedir. Farklılıkların
önyargı ve basmakalıp düşüncelerle okunmaya çalışılması, çoğu zaman
yabancılaşmayı
artırmakta
ve
çoğunluğu
desteksiz
olan
korkuları
da
pekiştirmektedir. Bütünleşmenin taşıdığı sosyal korkuların benzeri günümüzün
küreselleşme gerçeği içinde de yaşanmaktadır. Karşılıklı etkileşim ve bağımlılığı
beraberinde taşıyan küreselleşme, ulus-devletlerin ekonomik, siyasi ve sosyal
yapıları üzerinde önemli sonuçlar doğurmaktadır. Yeniden yapılanan küresel
ekonomi kapsamında ucuz işgücüne kayan sektörlerin yarattığı işsizlik, ekonomik
70
Ibid.
46
kızgınlığa dönüşerek içerideki yabancıların suçlanmasına neden olmaktadır. Artan
rekabet koşullarının getirdiği sosyal eşitsizlikler, yabancıları birer ‘günah keçisi’ne
dönüştürmektedir. Bununla birlikte küresel güvenlik boşluğunun neden olduğu terör
saldırıları, göçmen grupları potansiyel tehdit kapsamına almaktadır. 9/11 sonrası
artan Đslamofobi de küresel terörün oluşumunu hızlandırdığı gerçekliklerinden
biridir. Bütünleşme ve küreselleşmeden ayrı tutulamayacak göç olgusu da peşinden
sürüklediği sosyal entegrasyon sorunları ile ırkçılık ve yabancı düşmanlığının
oluşumunda önemli bir paya sahiptir. Bu dışlamacı sürecin etkilerini ağırlaştıran
unsur ise göç ve göçmenlerin siyaset malzemesi haline getirilerek, sosyal sorunlar
üzerinden siyasi rant sağlanmaya çalışılmasıdır. Kısaca belirtildiği haliyle tüm bu
unsurlar, Avrupa’daki ırkçı eğilimlerin belli başlı nedenleri arasında yer almaktadır.
Irkçı düşünce ve saldırılara zemin hazırlayan bu faktörlerin detayları, ayrı başlıklar
altında fakat birbiri ile bağlantılı bir biçimde, aşağıda ele alınmaktadır.
1. Avrupa Bütünleşmesi: Derinleşme-Genişleme Đkilemi Eşiğinde Irkçılık ve
Yabancı Düşmanlığı
AB, 1952’de yürürlüğe giren Paris Antlaşması ile AKÇT adı altında
temellerinin atılmasından bu yana, bütünleşme sürecinde, hem kurumsal anlamda
yapısal pek çok köklü değişikliğe giderek hem de zaman içinde üye sayısının
artmasıyla dinamik bir yapı sergilemiştir. Neofonksiyonalist bakış açısı ile aşamalı
bir bütünleşme modelini seçerek sektörel düzeyde uluslarüstü bir yapılanmaya
giden Birlik, bu sayede II. Dünya Savaşı ile bir kez daha yıkıma uğrayan Avrupa’yı
47
tarihinde en uzun yaşacağı barışçıl bir döneme taşımıştır. Öyle ki, Avrupa tarihinde
yaşanan kanlı savaşları hem düşünsel hem de materyal anlamda imkansız hale
getiren Avrupa bütünleşmesi için atılan her adım, milliyetçiliğe karşı kazanılmış bir
zafer olarak yorumlanmaktadır.71 50 yılı aşan bütünleşme sürecinde AB’nin geldiği
aşama, ekonomik entegrasyonunu tamamlamış ve 1993 Maastricht Antlaşması ile
bünyesine eklenen iki farklı sütunla (ODGP ve AĐĐ) siyasi entegrasyon sürecini
başlatan ve buna yönelik revizyon antlaşmaları ile düzenlediği yeni politika
alanlarında aktif hale gelerek dünya liderliğine oynamak isteyen bir yapılanmadır.
Ancak Birliğin bütünleşme süreci ne ortaya çıkışında etkili olan elitler ne de
kendisine bu süreçte uzun dönem söz hakkı tanınmayan Avrupa halkları için
tamamen uzlaşı içinde geçen bir süreci ifade etmektedir. Örneğin; 1970’lerin
Avrupası, hem ekonomik hem de siyasi yönden çıkmazların yaşandığı bir dönem
olarak ‘Eurosclerosis’72 adı altında Avrupa tarihinde yerini almıştır. 1960’larda
Fransa’nın neden olduğu ‘boş sandalye krizi’nin sembolize ettiği siyasi alanda yetki
devrinde kıskanç davranan ülkelerin derinleşme kaygıları ile tıkanan Avrupa
bütünleşmesi, ekonomik alanda da durgunluk, işsizliğin artması ve 1970’lerde
ortaya çıkan petrol krizi ile daha derin bir çıkmaza girmiştir.73 Bu dönemde Avrupa
bütünleşmesi, bir yandan egemenlik yetkilerinin uluslarüstü otoriteye devrinin
tartışıldığı, öte yandan ise bazı üye ülkelerin ulusal çıkarlarını ön planda tutmak
istemesi nedeniyle derinleşmeyi frenleyen genişlemenin ön plana atılmak istendiği
71
Ünver NOI, op. cit., s. 132.
‘Eurosclerosis’ terim olarak ‘Avrupa hastalığı’nı ifade etmekte ve Avrupa’da hem ekonomik hem
de siyasi yönden çıkmazların yaşandığı 1970’li yılları anlatmak için kullanılmaktadır. 1960’larda
başlayan Avrupa derinleşmesinde yaşanan durgunluk ve belirsizlik, 1971 para krizi ve 1973 petrol
krizi ile birlikte ‘Bretton Woods’ sisteminin çöküşü bu dönemde Avrupa’yı sarsan olaylar
arasındadır.
73
Fatma Yılmaz, “1970’lerin ‘Eurosclerosis’i 2000’li yıllarda Yine mi Salgın?”, USAK Stratejik
Gündem, 07.11.2007, <http://www.usakgundem.com/yazarlar.php?id=828&type=24>, (erişim tarihi:
10.10.2008).
72
48
bir şekle bürünmüştür. 1987 Avrupa Tek Senedi ile kurumsal yapının gözden
geçirilmesi ve Tek Pazar hedefi için yola çıkılması bu dönemde AT’nin bütünleşme
sancılarının hafiflemesine yardımcı olmuştur.
Bu dinamik yapısı içinde 1957 Roma Anlaşmaları ile başlayan derinleşme
süreci ve 1973 yılındaki ilk genişleme dalgasıyla birlikte AB, bir yandan
derinleşme-genişleme tartışmalarını gündemine taşırken öte yandan da yoğunluğu
giderek artan bütünleşme süreci içinde ulusal kimlik, ulus-devletlerin ekonomik ve
siyasi otorite kaybı gibi konulardaki endişeleri de beraberinde getirmiştir. Özellikle
2004 yılında 10 ülkenin Birliğe katılımıyla gerçekleşen genişleme dalgası ile
birlikte, birliğin üye sayısı ve birliğe üye olmak isteyenlerin de sayısı arttıkça, birlik
vatandaşları için genişleme kavramı farklı bir boyut kazanmıştır. Bunun temelinde
yatan unsurlardan biri, AB kurumlarının ve bazı AB politikalarının reformu
olmaksızın Roma Anlaşmaları ile oluşturulan sistemin etkin bir şekilde
işleyemeyeceği inancıdır. Diğeri ise ekonomik refahını paylaşma konusunda
Avrupa halklarının bencil74 davranması, refah seviyesinin azalacağına dair gelecek
kaygısı ve sosyal güvensizlik algılamalarıdır.
Dolayısıyla hem yeni politika alanları ile yetki artırımına giderek derinleşme
hem de yeni üyelere kucak açarak genişleme gibi iki süreci ifade eden AB
74
Mehmet Uğur, Anayasa sürecinde Fransa, Hollanda, hatta referandum yapılmadığı halde
Danimarka ve Đngiltere, Avusturya ve Đsveç gibi ülkelerdeki karşı çıkışları dahi Avrupa halklarının
refah paylaşımı konusundaki bencilliği ile açıklamaktadır. Uğur’a göre verilmek istenen mesaj
şudur: “Biz kazanılmış bulunan, ancak küreselleşme yüzünden giderek törpülenmekte olan hakları,
AB üyesi olsun olmasın, diğer ülke vatandaşlarıyla paylaşmak istemiyoruz. Ulusal devlet görevini
bilsin ve vatandaşların sahip olduğu ayrıcalıkları korusun! Bunu ister genişlemenin durdurulmasıyla
yapsın; ister ithalata kısıtlama yoluyla ya da göçü önleyerek! Yoksa, devletin meşruiyeti için
verdiğimiz desteği geri çekeriz”. Mehmet Uğur, Müzakerelerden Üyeliğe: AB-Türkiye
Gündemindeki Sorunlar, Đstanbul: Agora Kitaplığı, 2005, s. 47-48.
49
bütünleşmesi, özünde Avrupa halklarını ortak refah paydasında birleştirmeyi
hedeflerken bir yandan da aynı zamanda dışlayıcı bir sürecin tetikleyicisi de
olmuştur. Başka bir deyişle, derinleşme-genişleme süreci AB için uluslarüstü
yapılanmanın dinamizmini temsil ederken, öte yandan paradoksal şekilde ulusdevlet ve ulus-devlet içindeki refah toplum yapısını sekteye uğratması nedeniyle
milliyetçi duyguları siyasi süreçte ve vatandaşlar arasında yeniden vurgulayan bir
sürecin ifadesine de dönüşmektedir. Milliyetçiliğin aşırı şeklinin sağcı popülizm
olarak kendini göstermesi ve özellikle Doğu genişlemesi sonrası gerek ekonomik
gerek sosyal nedenlerle bütünleşen AB içinde ‘öteki’ne yönelik önyargıların
artması, AB bütünleşmesi kapsamında dolaylı olarak ırkçılık ve yabancı düşmanlığı
olgularına zemin hazırlamaktadır. Derinleşme-genişleme ikilemi içinde AB
vatandaşlarının kaygılarının yol açtığı ırkçı ve yabancı düşmanı düşünce ve
tavırları, süreci ikiye ayırarak daha detaylı incelemek yerinde olacaktır.
1.1. Derinleşme Ayağında Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı
AB açısından derinleşme kavramı, Topluluğun bütünsel bir yapı olarak üye
devletler karşısında yetkilerinin ve dolayısıyla siyasi alanda Birliğin kurumlarına
verilen yetkilerin ve faaliyet alanlarının artırılması anlamına gelmektedir. Böyle bir
bütünleşme projeksiyonu kapsamında, derinleşme AB sistemi içinde bazı ortak
politika alanlarının güçlendirilmesini sağlamakta ve bunun yanı sıra, özellikle
genişleme öncesi, Avrupa bütünleşmesini sağlayacak yapısal reformları da
50
içermektedir.75 Derinleşme kavramı tersten okunduğunda, yetkilerin ulusdevletlerin egemenlik alanından alınıp Birlik kurumlarına devrinin söz konusu
olduğu, dolayısıyla Avrupa ulus devletlerinin hem ekonomik hem de bazı siyasi
alanlarda güç ve otorite kaybına uğradığı görülmektedir. Bütünleşmeye olan
desteğin düşmesi ve bu sürece tepki gösterilmesi de ulus-devlet egemenlik
alanlarının azalmaya ve ulus-devlet gücünün tabir-i caizse sulanmaya başladığı bu
noktada ortaya çıkmaktadır.
Avrupa bütünleşmesinin bugün geldiği aşama gözden geçirildiğinde, 1950’lerin
başında kömür ve çelik sektörü ile başlayan bütünleşme 1950’li yılların sonlarına
doğru farklı ekonomik sektörlere kaymış ve 1980’lere gelindiğinde ise ekonomik ve
teknik sektörlerde faaliyet gösteren bu uluslarüstü örgüt, entegrasyon süreci
geliştikçe yeni alanlarda Topluluk düzenlemelerine gitmiştir. ATS ile bir yandan oy
çokluğu ile karar alma prensibi yaygınlaştırılırken, diğer yandan tek pazarın
gerçekleştirilebilmesi adına ekonomik entegrasyon hız kazanmıştır. Daha da
önemlisi spill-over76 (yayılma) etkisiyle Avrupa Siyasi Đşbirliği yapısı Topluluk
faaliyet alanına dahil edilerek entegrasyonun siyasi alanlara yayılma süreci için bir
adım atılmıştır. 1990’lı yıllar ise siyasi entegrasyon sürecine giden yolda Maastricht
75
ĐKV, Derinleşme (Deepening), <http://www.ikv.org.tr/sozluk2.php?ID=1058>, (erişim tarihi:
23.03.2008).
76
Spill-over kavramı bütünleşmenin bir sektörden diğerine yayılmasıdır. Avrupa bütünleşmesi
açısından değerlendirildiğinde neo-fonksiyonalist teori uyarınca, kömür ve çelik sektörlerinin
ekonominin diğer sektörlerinden soyutlanarak entegre edilmesi, Avrupa’da ekonomik sorunlar
yaratacak ve bu sorunlar da bütünleşmenin daha ileri götürülmesi ile çözülebilecektir. Dolayısıyla
bir sektörde gerçekleştirilen bütünleşme, diğer sektörlerin de bütünleşme kapsamına alınmasını
zorunlu kılacaktır. Dahası, ekonominin bir alanında faaliyet gösteren çıkar grupları kendi
sektörlerindeki uluslarüstü bütünleşmenin sağladığı yararları daha da artırmak için diğer sektörlerde
de uluslarüstü bütünleşmeye gidilmesini teşvik edecektir. Bu yaklaşıma da fonksiyonel spill-over adı
verilmektedir. (Çınar Özen, Türkiye-Avrupa Birliği Đlişkilerinin Neofonksiyonalist Teori
Çerçevesinde Analizi, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara: Gazi Üniversitesi, 1998, s. 38-39.)
51
ve takibi revizyon antlaşmaları aracılığıyla önemli bir yapı taşı olmuştur. AB çatısı
altında toplanan üç sütunlu yapı çerçevesinde bütünleşme daha ileri alanlara
taşınmaya çalışılmıştır. Derinleşen Birliğe, hazırlıkları tamamlanan Anayasa ile
2005 yılında yapılan referandumlar sonucu ağır bir darbe vurulduysa da Aralık
2007 tarihinde imzalanıp onaylama süreci başlayan Lizbon Antlaşması ile AB
yapılanması bir kez daha gözden geçirilmiştir. Ancak Lizbon Antlaşmasının
Đrlanda’da reddedilmesi nedeniyle ortaya çıkan belirsizlik AB sürecini derinden
etkilemiştir.
Ana hatlarıyla değinilen bütünleşme sürecinde AB üye ülkeleri aşama aşama
kendi egemenlik haklarını AB kurumlarına devretmişlerdir. Uğur’un ‘egemenlik
havuzu’77 olarak nitelendirdiği Birliğin yetki alanları, AKÇT ile kömür-çelik
sektörüyle başlamış ve daha sonra AET ile birlikte bu havuz ticaret alanını
kapsamaya yönelmiştir. Sonrasında ise egemenlik havuzu biraz daha genişletilip
başka politika alanlarına (hizmetlerin serbest dolaşımı, teknik ve idari
uyumlaştırılması, para politikası, kısmen dış politika gibi alanlar) yayılmıştır. Bu
bağlamda ulus-devletler özellikle ekonomi alanında güç ve otorite kaybetmeye
başlamışlardır. Ekonomik bütünleşme sonucunda ortaya çıkan AB ekonomisini
düzenleyen kurumlar, ortak pazar, ortak gümrük vergilerinin uygulanması, ortak
paranın
kullanılması
ve
Maastricht
kriterleri
gibi
denetleyici
kriterlerin
uygulanmaya başlaması, ulus-devletlerin kendi toprakları üzerinde ekonomik
alandaki hareket alanını zaman içerisinde kısıtlamıştır. Bunun sonucunda para
77
Uğur, op. cit., s. 44.
52
politikaları ve mali politikalar büyük ölçüde ulusal ayrıcalık olmaktan çıkmıştır.78
Öte yandan, Schengen Anlaşması ile iç sınır kontrollerinin ortadan kalkması ulusdevletin temel görevleri arasında bulunan bir yetkinin daha AB yetki alanına
girmesine yol açmıştır. Bu aşamada sınırların geçirgen bir hal alması ve buna bağlı
olarak etnik farklılıkların daha belirgin hale gelmesi, peşinden sürüklediği göçle
birlikte Birlik vatandaşlarını ‘öteki’ ile karşı karşıya getirmiştir.
Ulus-devlet siyasi gücünün uluslarüstü kurumlara devri, ulus-devlet içindeki
genel refah politikalarının sorun yaşaması ve bunun sonucunda ortaya çıkan
ekonomik olumsuzluklar ile birleşince AB bütünleşmesi halkların gözünde soru
işaretleri yaratmıştır. Özellikle ekonominin gerileme trendi içine girdiği üye
ülkelerde, artan işsizlikle beraber işçi ve kişilerin serbest dolaşımını temel
değerlerinden
biri
olarak
kabul
eden
AB
bütünleşmesini
hazmetmek
zorlaşabilmektedir.79 Böyle bir ortamda AB içinde yaşayan üçüncü ülke
vatandaşları, refah paylaşımına yol açtığı gerekçesiyle rakip olarak görülmekte ve
aslında küreselleşmenin de bir sonucu olarak ortaya çıkan bu durum göçmen,
azınlık ve sığınmacı gibi grupların üzerine yıkılabilmektedir. Bu durumu Karp ve
Bowler’in bütünleşmeye olan desteğin, ulusal siyasi sistem ya da halkları etkilediği
sürece, farklılaştığını belirttikleri tezleriyle açıklamak mümkündür. Buna göre, çoğu
bakımdan ulusal siyasi sistem ya da halkı ya hiç etkilememesi ya da üzerlerinde çok
az etkisinin bulunmasına bağlı olarak ilk aşamalarında Birlik içinde bütünleşmeye
yönelik açıkça bir muhalefet bulunmadığını savunan yazarlar, zamanla bütünleşme
tek para birimi gibi siyasi alanlara kaymaya ve bu alana daha fazla insanın
78
79
Ünver NOI, op. cit., s. 133-234.
Ibid., s. 134.
53
girmesine izin verdikçe, AB içindeki bütünleşme karşıtlarının seslerinin daha çok
duyulur hale geldiğini söylemektedir.80 Dolayısıyla bütünleşmeden özellikle
ekonomik anlamda etkilenen vatandaşların bütünleşmeye olan karşıt tutumları, aşırı
sağ parti politikaları için ortam hazırlamaktadır. Seçmenlerin AB bütünleşmesi
üzerindeki korkuları, dışlayıcılık ve yabancı düşmanlığı gibi unsurlarla beslenen
aşırı sağ partiler için önemli bir seçim malzemesi haline gelmektedir. 1990’lı
yılların başında bütünleşmeye yeni bir boyut kazandıran Maastricht Antlaşması
öncesi ve sonrasında hemen hemen tüm Avrupa çapında milliyetçi partilere olan
desteğin artması ve göçmen ve yabancı karşıtı temaların siyasi arenada bir kez daha
kendini göstermesi bu duruma bir örnek teşkil edebilir. Özellikle Fransız ve Alman
aşırı sağı 1990’lı yılların başında ortalama % 10 civarında oy sağlarken, kamuoyu
yoklamaları her 10 kişiden 3 ya da 4’ünün göçmen ya da yabancılara karşı negatif
bir tavır içinde olduklarını göstermekteydi.81
Sadece
ekonomik
olumsuzluklar
çerçevesinde
Birlik
vatandaşlarının
bütünleşme yönündeki kaygılarını belirtmek çok da doğru olmayacaktır. Bu
anlamda bütünleşmenin yarattığı kültürel etkileşim ve getirdiği ulusal kimliğin
korunması kaygısı da bireylerin bütünleşme yanlısı ya da karşıtı tavırlarında etkili
olmaktadır. Kültürel etkileşim konusunu iki farklı açıdan ele almak mümkündür.
Birincisi NOI’nın da belirttiği gibi, kültürel alanda ulus-devletin birbirine bağlı
topluluk kimlikleri yaratma gücü dilsel, dinsel, ulusal ve bölgesel birbiriyle yarışan
80
Jeffrey A. Karp & Shaun Bowler, “Broadening and Deepening or Broadening versus Deepening:
The Question of Enlargement and Europe’s ‘Hesitant Europeans’”, European Journal of Political
Research, No. 45, 2006, p. 370.
81
Master & Le Roy, op. cit., p. 419.
54
birçok kimliğin mevcudiyetinden dolayı kırılmıştır.82 Başka bir deyişle, çokkültürlülüğü beraberinde getiren Avrupa bütünleşmesi, ulus-devletin üzerine
oturduğu geleneksel kimlik yapısını sulandırarak katı bir milliyetçi tutum takınan
grup ve siyasi partiler açısından yeni bir oy kapısını daha aralamıştır. Örneğin;
1990’larda Fransız aşırı sağın temsilcisi Ulusal Cephe (Front National, FN)
kampanyaları, yaygın emniyetsizlik duygusu ve ulusal kimliğin tehdit altında
olduğu iddialarının birleşimi etrafında şekillenmiştir. Bu bağlamda 1993 yılındaki
siyasi belgesinde FN, ulusal kimliğin korunması için yurttaşlığın kan bağına
dayandırılması, yabancıların geri gönderilmesi ve eğitimde çok-kültürlülük
propagandasına son verilerek ulusal kültür bilinci aşılanması gibi öneriler
getirmiştir.83 Bütünleşmenin yarattığı kültürel etkileşimin ikinci ayağını ise,
yukarıda da değinildiği gibi, bütünleşme ve öte yandan küreselleşmenin getirisi
olarak sınırların daha kolay aşılabilmesi sonucu farklılıkların belirgin hale gelmesi
oluşturmaktadır.
Bu
bağlamda,
ırkçılık
ve
yabancı
düşmanlığının
temel
unsurlarından biri olan ‘öteki’nin tanımını yapmanın çok daha kolay hale geldiğini
söylemek mümkündür. Bu da zaten halihazırda entegrasyon sorunu çeken üçüncü
ülke vatandaşlarının farklılıklarının radikal politika retoriklerinde yerini almasını
kolaylaştırmaktadır.
Bütünleşme projesi kapsamında bir yandan rasyonel çıkarımlara dayanarak
oluşturulan ulusüstü yapı, öte yandan ise ulus-devlet egemenliğinin AB üye devlet
ve vatandaşları için hala vazgeçilmez unsurlardan biri olarak varlığını sürdürmesi,
sonuç olarak dolaylı tavır ve olumsuzluklarını milliyetçi tutum ve aşırı sağ
82
83
NOI, op. cit., s. 137.
Vural, op. cit., s. 153-155.
55
oylarında göstermektedir. Irkçı, yabancı düşmanı ve milliyetçi söylemleri kendine
düstur edinen aşırı sağ, AB bütünleşmesinin ulus-devlet yapısını zayıflattığı iddiası
üzerinden siyasi rant elde etmeye çalışmakta ve AB içindeki yabancıların varlığını
iddiasını güçlendirecek unsurlar olarak kullanmaktadır. Bütünleşme projesinin hem
ekonomik hem de kültürel çıktılarının olumsuz olması halinde ‘günah keçileri’
doğal olarak AB içinde yaşayan üçüncü ülke vatandaşları olmaktadır. Nihayetinde
AB derinleşmesi kapsamında en az etkin olan yabancılar, Avrupa halklarının
derinleşme kaygılarında ya da öfkelerinde karşıtlığın ilk unsuru şeklinde suçlanarak
ırkçı ve yabancı düşmanı tavır ve söylemlerle karşılaşmaktadır.
1.2. Genişleme Ayağında Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı
Avrupa bütünleşmesinin ikinci ayağını Birliğin bünyesine yeni üyeler dahil
ederek genişlemesi oluşturmaktadır. AB günümüze kadar beş genişleme dalgası
yaşamış ve söz konusu süreç içinde Birliğin üye sayısı 27’ye yükselmiştir.
Ekonomik kazanım, siyasi güç, uluslararası dengeler, istikrar ve güvenliğin
sağlanması gibi farklı nedenlere dayanarak gerçekleştirilen genişleme, AB
bütünleşmesi açısından bazı zamanlarda AB’nin siyasi alandaki yetkilerinin artması
yönündeki isteksizliğin bir ürünü olarak da teşvik edilmiştir. Başka bir deyişle
genişleme, derinleşen bir Avrupa bütünleşmesinin karşısında olanlar açısından, AB
yetki alanlarının ulusal siyasi yetkilerin önüne geçmesini önlemenin bir aracı olarak
da görülmüştür.
56
Genişlemenin yeni üyeler ile beraberinde getirdiği birbirinden farklı çıkarlar, bu
anlamda çoğu zaman Avrupa elitleri için ayrı anlam taşırken üye ülke halkları için
ise çoğunlukla kendi refah projelerine uygun düştüğü ölçüde destek görmüştür.
Örneğin; AB’nin Merkez ve Doğu Avrupa (MDA) ülkelerini bünyesine dahil ettiği
2004 genişlemesi öncesi yapılan anket analizlerinde, genişleme nedeniyle refah
seviyesinin azalacağı, refah seviyesindeki bu düşüşün yabancı düşmanlığını daha da
körükleyeceği ve AB bütçesinden önemli pay alan sosyal, bölgesel grupların ve
diğer çıkar gruplarının bütçeden alacağı payların azalacağı gibi endişelerin üye ülke
ve vatandaşlarının adaylara karşı olan önyargılarını körüklediği ortaya çıkmıştır.84
Genişlemenin üye ülkelerde yol açtığı endişe ve ikileme rağmen, elitleri
genişlemeye teşvik eden unsurlar ise pan-Avrupa yanlısı bir Avrupa Birliği
oluşturmak; etkinlik alanını genişletmek; dünya çapında AB’yi daha etkin ve güçlü
bir yapıya kavuşturmak; pazar ekonomisi fikrini ve bir siyaset modeli olarak
çoğulcu demokrasi ve değerlerini ihraç etmek; yeni bağımsızlığa kavuşan ülkeler
arasında çıkabilecek muhtemel çatışmaları önlemek ve doğudan gelebilecek bir göç
dalgasını engellemek olmuştur.85 Dolayısıyla, AB genişlemesine önayak olan
elitlerin uluslarüstü AB bütünleşmesine içeride istikrar, dışarıda ise daha fazla
etkinlik kazandırma yönündeki hedefleri, Avrupa halklarının refah standartları
üzerinde kaygı oluşturduğu ölçüde tabanda zıt yönde bir eğilimin de öncüsü
olabilmektedir. Avrupa Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığını Đzleme Merkezi adına
Eurobarometer tarafından 2000 yılında yayınlanan özel analizde de, benzer şekilde,
yabancı düşmanlığına yol açan endişelerin büyük bir bölümünün refah
84
Danica Fink Hafner, “Dilemmas in Managing the Expanding EU: the EU and Applicant States’
Points of View”, Journal of European Public Policy, No: 6, 5 December 1999, p. 796.
85
Ibid., pp. 796-798.
57
standartlarının kaybından kaynaklandığı tespiti yapılmış ve çoğunluğa büyüyen bir
ekonomi içindeki refah artışına kendilerinin de katılacağı hissi veren politikalar
üretilmesi önerilmiştir.86
Avrupa halklarının genişleme dalgaları ile karşı karşıya kalacağını düşündüğü
refah kaybı kaygısı, büyük ölçüde genişleme sonrası önemli boyutta sosyal
hareketlilik yaşanacağı algılaması ya da önyargısıyla şekillenmektedir. Keza 2004
doğu genişlemesi ile göç konusunun uzun süre endişe ve tartışma yaratması bu
bağlamda değerlendirilmelidir. Bir yandan optimistlerce tartışmaların odağına,
Asya, Afrika ve Orta Doğu’nun fakir ülkelerinden gelen yasadışı göçün
kontrolünün
katılımcı
ülkelere
dış
sınırlar
itibariyle
devredilebileceği
yerleştirilirken; öte yandan, daha da baskın şekilde, genişlemenin istenmeyen bir
refah göçü akınına neden olacağı şüpheleri dile getirilmiştir. Söz konusu şüphe ve
kaygıların temelinde, 2004 genişlemesinden önceki genişlemelerde bu kadar fazla
sayıda ülke ve insanın aynı anda AB’ye girmemiş olması yatmaktadır. Dolayısıyla
eski üye ülkelerde, katılımcı ülke vatandaşlarının birçoğunun bu ülkelere göç
edeceği korkusu daha da artmıştır. 2004 genişlemesi ile Birliğe katılacak ülkelerin
sahip olduğu görece daha az refah, göçe iten bir faktör olarak görülürken; eski
Birlik üyelerinin sahip olduğu yüksek refah seviyeleri göçü çeken bir faktör olarak
görülmüştür. Ayrıca bu ülkelerin AB 15 ile aralarındaki yaşam standartlarını
86
“Attitudes Towards Minority Groups in the European Union: A Special Analysis of the
Eurobarometer 2000 Opinion Poll on Behalf of the European Monitoring Centre on Racism and
Xenophobia, Technical Report, Vienna, March 2001, p. 35.
58
kapatabilmeleri için öngörülen tahmini 20-35 yıllık süre, mevcut endişelerin
artmasında daha da etkili olmuştur.87
AB’nin yaşlanan demografik yapısı ve dolayısıyla küçülen iş gücü gerçeğiyle
beraber ele alındığında, aslında kişisel güvensizlik ve gelecek korkusunun AB
içinde genel anlamda ırkçılığı beslediğini söylemek mümkündür. 1997 tarihli
Eurobarometer anketi, ırkçı hisler taşıdıklarını belirtenlerin çoğunun yaşam
şartlarından memnun olmadıkları ve işini kaybetme korkusu yaşadıkları, gelecek
hakkında güvensiz, durumun kötüye gideceğinden endişe etmekte oldukları ve/ya
da kişisel durumlarında bir bozulma yaşadıklarını göstermektedir. Ankete göre,
işsiz olmaktan ziyade işini kaybetme korkusu AB vatandaşlarının ırkçı hislerinde
daha etkili bir role sahiptir.88 Genişleme dalgalarının, göç ve benzeri faktörlerle
özellikle ekonomik anlamda AB vatandaşlarının gelecekleri hakkında yarattığı
sanal korku da AB halklarının siyasi arenada aşırı uçlara kaymalarında ya da AB
bütünleşmesinden ziyade ulusal yapılanma biçimlerine geri dönme eğilimleri içine
girmelerinde etkili olmaktadır. Sosyo-psikolojik araştırmalar da insanların
belirsizlik durumlarından çok daha kolay etkilendiklerini göstermekte ve
uluslararası ilişkilerde ‘black box situation’ (kara kutu durumu) deyimiyle ifade
edilen, öncesinde o durumla ilgili kesin bir deneyime ya da teorik bilgiye sahip
olunmayan durumlarda, basmakalıp düşünce ve önyargıların, davranış kalıplarında
oldukça etkili olduklarını ortaya koymaktadır. Bu araştırmalara göre, yabancı
87
Jon Kvist, “Does EU Enlargement Start a Race to the Bottom? Strategic Interaction Among EU
Member States in Social Policy”, Journal of European Social Policy, Vol. 14, No. 3, August 2004,
pp. 305-306.
88
“Racism and Xenophobia in Europe”, Eurobarometer Opinion Poll no 47.1, Luxembourg, 18-19
December 1997.
59
düşmanı tutum ve davranışların oluşumunda, belirsizliğin getirdiği önyargılara ya
da başkalarının bilgilerine güvenme eğilimi sık rastlanır bir durumdur.89 Dolayısıyla
böyle bir ortamda genişlemenin ilk yılarında ihtiyaç olmasına rağmen dışarıdan
gelen Polonyalı muslukçunun, önyargılar ve gelecek kaygısıyla hareket edilerek,
günah keçisi ilan edilmesi söz konusudur. Aslında son yıllarda yaşanan Doğu
Avrupa’dan gelen işçi göçünü simgeleyen Polonyalı işçilerin dengeyi sağlama adına
olumlu katkılar yaptığının politikacılar tarafından sabırla halka anlatılması gereği
üzerinde durulmaktadır. Đngiltere örneğinde veriler çok net şekilde ortaya
koymaktadır ki söz konusu işçiler Đngilizlerin işlerini ellerinden almak bir yana,
aksine gerekli sektörlere katkı sağlamaktadır. Ayrıca politikacıların anlatmayı
başaramadıkları bir başka gerçek de örneğin Doğu Avrupa’dan gelen çoğu
göçmenin Batı Avrupa’da sadece kısa bir süre kalmasıdır. Halihazırda Polonya ve
diğer Doğu Avrupa ülkelerinden Batı Avrupa’ya giden pek çok inşaat işçisi,
örneğin, genelde inşaat sektörünün çabuk parlayıp sönmesi ve kendi ülkelerinde işçi
sıkıntısı yaşanmasına bağlı olarak işçi ücretlerin artması nedeniyle geri
dönmektedir.90
Avrupa halklarının genişlemenin refah göçüne yol açacağı ve dolayısıyla refah
kaybının yaşanacağı endişe ve algılamalarından öte, bu süreci göçmen ve yabancılar
aleyhine çeviren önemli bir diğer faktör, bu algılamanın Avrupa hükümetleri
politikalarında tecelli ediş şekilleri ve doğurduğu sonuçlar olmuştur. Kvist, Birliğin
doğu genişlemesi sırasında, refah göçüne yönelik endişelerin AB 15’i dibe doğru
(race to bottom) sürükleyen bir yarış içine itip itmediğini incelemiştir. Yazarın
89
90
Rydgren, op. cit., pp. 141-142.
“Fear of Foreigners”, The Economist, 22 November 2007.
60
araştırmaları sonucu ulaştığı sonuç, refah göçüne yönelik korkuların aslında büyük
oranda temelsiz olduğu fakat AB 15’in ‘ya göç gerçekleşirse’ diye hareket ettiğidir.
Buna göre, AB 15 bu dönemde kendi içinde bir paradoks yaratmıştır. Bir yandan
hem MDA ülkelerini içine almak isterken, diğer yandan da AB refah devletlerinden
işçileri dışlayarak Avrupa sosyal politikalarının geleceğine yönelik önemli
sorunların çıkmasına zemin hazırlamıştır.91 Bu durumun Birliğin eski üyelerinin
politikalarına yansıması, bu ülkelerin sosyal politikalarında düzenlemeye gitmesi ya
da emek piyasalarını yeni katılacak 10 MDA ülkesinin işçilerine kapatan
uygulamalarda bulunması şeklinde gerçekleşmiştir. Özellikle 9/11 saldırıları sonrası
yeniden şekillenen uluslararası konjonktürle beraber genişleme sürecine hız
kazandıran AB, genişlemeye yaklaşan süreç içinde halklarının endişe ve kaygılarını
elimine etmek adına, Birliğe yeni katılacak ülkeler ve dolayısıyla o dönemde ‘eski
Avrupa’nın yabancısı olan kişilerin aleyhine işleyecek tutum ve söylemlere de
başvurmuştur. Örneğin; Katılım Antlaşmalarının imzalandığı 2002 yılında dönem
başkanlığını yürüten Danimarka Başbakanı Rasmussen, Mayıs 2004 genişlemesini
Avrupa için muhteşem bir an diye tabir edip ortak amaçlarının Avrupa’yı
demokrasi, özgürlükler, barış ve refah kıtası yapma ve dolayısıyla tek bir Avrupa
yaratma olduğunu vurgulamıştır. Ancak diğer yandan, bir yıl sonra Danimarka
Đstihdam Bakanı Frederiksen, Birliğe katılımcı ülkelerden gelecek göçmenlere
yönelik olarak bu göçmenlerin çalışma izin ve koşullarını düzenleyen ve geçiş
dönemi boyunca engellenen sosyal haklarını içeren önlemleri açıklamıştır.
Frederiksen, yaptığı konuşmada, “Danimarkalı işçiler şimdi güvenle uyuyabilirler.
AB genişlemesi, maaşlarında herhangi bir uygunsuzlukla sonuçlanmayacaktır.
91
Kvist, op. cit., pp. 301-302.
61
Firmalar, yeni AB ülkelerindeki emeğe erişebilecekleri için mutlu olabilirler.
Hepimiz Danimarka refah projesinin etrafına çit koyduğumuz için mutlu olabiliriz”
ifadesini kullanmıştır.92 Genişlemenin ilk yıllarında öngörülen geçiş önlemlerine,
esasında, ulusal emek piyasaları üzerindeki dengesizlikleri en aza indirmek için
başvurulması amaçlanmışsa da, Kvist çalışmasında bu önlemlerin ayrıca sosyal akın
algılamalarına tepki olarak kullanıldığı tespitine de varmaktadır. Genişlemenin ilk
aşamalarında da olsa emek piyasasına erişimin zorlaştırılması konusunda sosyal
politikalarda ayarlamalara gidilmesi gibi bir trend olduğundan bahsetmektedir.
Kvist, ayrıca eğer bu eğilim güçlenir ve yaygınlaşırsa, aşağı doğru bir yarışın
başlamasına
tanıklık
edilebileceğini
savunmaktadır.93
Dolayısıyla
Avrupa
bütünleşmesi kapsamında yaptığı ulusüstü düzenlemelerle sınırları geçirgen hale
getiren AB, öte yandan refahını paylaşmakta bencil davrandığı yerlerde sınırlara
görünmez engeller yerleştirebilmektedir. Vatandaşların korkularının üzerine
gidebilecek önemli söylemlerden bir diğerine Şubat 2004 tarihinde Đngiltere
Başbakanı Tony Blair’in Parlamentoda yaptığı konuşma örnek verilebilir. Blair, bu
konuşmasında mevcut refahı suistimal etmeye yönelik yeni üye ülkelerden gelen
potansiyel
bir
riskin
ortadan
kaldırılması
ve
kurallardaki
boşlukların
sömürülmemesi adına, bu duruma fırsat yaratacak durumların engellenmesinin
önemli olduğunu vurgulamıştır.94 Genişlemeye ilişkin kullandıkları potansiyel risk
tanımlaması ile AB yetkilileri, birçoğu temelsiz olan endişe ve kaygıların
derinleşmesine ve dolayısıyla yabancılara refah ihracı konusundaki önyargıların
artmasına bizzat katkıda bulunmuşlardır.
92
Ibid.
Kvist, passim.
94
Kvist, op. cit., p. 314.
93
62
Halbuki endişelenilenin aksine araştırma verileri, özellikle Đspanya ve Portekiz
örneğinde, geriye doğru bir göçün olduğunu göstermektedir. 2000 tarihli Eurostat
araştırması, nüfus, emek piyasası ya da göç ile Yunanistan, Đspanya ve Portekiz’in
katılımları arasında kesin, ortak ve tutarlı bir ilişki olmadığını göstermektedir.95
Farklı kaynaklara dayanan araştırma sonuçlarına göre, AB içinde ikamet eden
nüfusun % 0.2 civarında bir oranı, Birliğe yeni üye olan ülkelerden gelen
vatandaşlardır. Hatta bu oran AB içinde yaşayan üçüncü ülke vatandaşlarının
oranından daha azdır.96 Genişlemenin neden olacağı düşünüldüğü göç ve bunun
beraberinde getireceği sosyal refah yapısındaki zayıflama beklentisinin aksine
Poole da AB’nin daha fazla göçmene ihtiyacı olduğu iddiasında bulunmaktadır.
1990’lar boyunca dağılan Yugoslavya’dan mülteci akını yaşanmış ve diğer
bölgelerden de yasadışı göçmen gelmeye başlamıştır. Balkanlar istikrara kavuşur
kavuşmaz ise mültecilerin büyük kısmı evlerine dönmeye başlamış ama yasadışı
göçmenler AB içinde kalmayı başarmıştır. Poole’a göre, şüphesiz bu durum Birlik
içinde bazı ciddi problemlerin artmasına katkıda bulunmuştur; ancak aynı zamanda
bu kişiler düşük ücretle kimsenin çalışmak istemediği alanlarda çalışarak AB
ekonomisinin büyümesine de yardımcı olmuştur.97 Günümüzde değişen ve giderek
yaşlanan AB demografik yapısı göz önüne alındığında98, Poole’un geçmiş döneme
dayalı AB’nin göçmen ihtiyacı tespitinin, özellikle kalifiye eleman gerektirmeyen
işler bakımından artarak devam edeceğini söylemek mümkündür. Zira gelişmiş
95
Ibid., p. 307.
Ibid.
97
Peter A. Poole, Europe Unites: The EU’s Eastern Enlargement, London: Praeger, 2003, pp. 151152.
98
AB demografik yapısının detayları II-4. Kitlesel Göç: Avrupa’nın Değişen Demografik Yapısı ve
Sosyal Dışlama başlıklı bölümde verilmektedir.
96
63
ekonomik yapılanmanın yeni kalifiye iş sahaları yaratmasına rağmen, mevcut
durumda Batı Avrupa işgücünün 1/4'ten fazlası hala kalifiye olmayan işlere
dayanmaktadır. Avrupalıların 55-64 yaş arasında olanların yarısının, 25-34 yaş
arasındakilerin ise 4/5’inin en az lise mezunu olduğu ve kalifiye işleri tercih ettiği
düşünülürse, niteliksiz işlerin yürütülmesinin tek yolu göçmenleri istihdam etmek
olarak görünmektedir.99
Avrupa bütünleşmesinin her iki ayağı için de geçerli olmakla birlikte özellikle
yukarıda analizi yapılan genişleme süreci ve etrafında dönen tartışmalara
bakıldığında, Avrupa entegrasyonunun fayda-zarar analizi şeklinde yansıtıldığını ve
belki de halkları ikna etmenin somut gereklerinden de biri olarak bu yola
başvurulduğunu tespit etmek mümkündür. Bu bağlamda, AB bütünleşmesinin
fayda-zarar analizine dönüştürülmesi ve sonucunda bireysel ekonomik çıkar temelli
açıklamaların ön planda tutularak entegrasyonun açıklanmaya çalışılması da ırkçı
algılamalarda etkili bir unsur yaratmaktadır. Master ve Le Roy, teorisyenlerin AB
entegrasyonunu açıklamak için çok fazla bireysel çıkara dayandıklarını ve faydazarar analizi yaparken bunun kamuoyu üzerindeki kültürel etkisinin ne olabileceğini
kaçırdıklarını belirtmektedir.100 Başka bir deyişle, kamuoyu üzerindeki kültürel
etkisinin ne olacağı düşünülmeden bütünleşmenin getirebilecekleri, salt ‘eksi’ ve
‘artı’lar tablosu şeklinde verilmekte ve AB halklarına bütünleşmeyi cazip kılmak
adına çoğunlukla bütünleşmenin getireceği yeni pazarlar gibi ekonomik katkıları
üzerinde durulmaktadır. Ancak gerçekleşen bütünleşmenin ilk yılları beklentileri
99
Phillippe Legrain, “The Case for Opening Europe’s Borders”, Project Syndicate, 2007,
<http://www.project-syndicate.org/print_commentary/legrain1/English>, (erişim tarihi: 06.07.2007).
100
Master & Le Roy, op. cit., pp. 419-422.
64
karşılamaktan uzak kalınca AB halklarında genişleme dalgası ile Birliğe katılanlar
ve bütünleşme refahının çektiği göç dalgası ile gelen göçmenler suçlama ve
dışlamalara maruz kalmaktadır.101 Entegrasyon çabalarına zarar verebilecek bu
analizin yansıması üzerinden, Fransa’da Le Pen ve Avusturya’da J. Haider gibi
radikal milliyetçiler, üçüncü dünya ülkelerinden gelen göçmen akınının kontrolden
çıktığı ve güvenlik ve ekonomik refahlarını tehdit ettiği söylemleriyle vatandaşların
korkuları
üzerine
oynayarak
siyasi
kazanç
sağlamış
ve
aslında
gerçekleştiremeyecekleri çözümler önermişlerdir. AB’ye de karşı duran bu grup
aynı zamanda doğu genişlemesinin MDA ülkelerinden büyük göçmen potansiyeli
taşıyacağı, kısıtlı olan iş alanlarında rekabete yol açacağı ve AB’nin suç
probleminin artacağı analizi üzerinden doğu genişlemesini yansıtmışlardır.102
Bu durumun nedenlerinden bir diğeri de Avrupa bütünleşme projesinin aidiyet
hissi yaratmadaki yetersizliği olarak gösterilebilir. Erdenir, önemli ölçüde
ekonomik temellere dayanan entegrasyonun Avrupalıların tümünde aidiyet hissinin
oluşumuna uygun zemin hazırlayamadığını ve entegrasyonun ancak derinlere
inemeyen pragmatik boyutuyla kendini gösterdiğini belirtmektedir. Buna göre,
ekonomi ağırlıklı şekillenen bütünleşme belirli bir sınıfın çıkar ve kaygılarına
öncelik veren bir sistemi ortaya çıkararak kitleleri ikinci plana atan dışlayıcı bir
Avrupa’ya neden olmuştur. Sosyal ve siyasi boyutun geri planda kaldığı bütünleşme
101
Fatma Yılmaz, “AB Bütünleşmesinin Olumsuzluklarını Kullanan Aşırı Sağ”, USAK Stratejik
Gündem, 11.02.2008, <http://www.usakgundem.com/yazarlar.php?id=904&type=24>, (erişim tarihi:
11.02.2008).
102
Poole, op. cit., p. 154.
65
biçimi, Avrupa’nın kültürel dışlamanın arkasına sığındığı bir mazeret olarak
belirmiştir.103
Avrupa bütünleşmesi, hem derinleşen hem genişleyen dinamik yapısı içinde,
tarihinde hiç olmadığı kadar uzun soluklu bir refah paylaşım projesine tanıklık
etmektedir. Avrupalı elitlerin önderliğinde başlatılan bu ulusüstü yapılanma,
Avrupa halklarının kendilerini egemen kabul ettiği katı alanlarda kimi zaman
tabandan gelen bir dirençle karşılaşabilmektedir. Yukarıda ayrıntılı bir şekilde ele
alındığı haliyle, özellikle ulus-devlet yapısının Avrupa bütünleşmesi nedeniyle
zayıfladığı düşünülen alanlarda ve refah toplum yapısının sekteye uğradığı
dönemlerde bu direnç kendini daha fazla göstermektedir. Söz konusu direnç ise
bütünleşmenin çıktılarından biri olan çok-kültürlü ortamda, büyük oranda tepki
olarak bütünleşmenin ‘ötekileri’ne yönelmektedir. Özetle derinleşen Avrupa’da
gözden kaybolan sınırların farklılıkları belirginleştirmesi, genişlemenin yarattığı
refah paylaşımı korkusu ve entegrasyonun fayda-zarar analizinde özellikle aşırı
sağın beslendiği negatif yönlere vurgu yapılması olarak sınıflandırılabilecek
yönleriyle Avrupa bütünleşmesi, dolaylı da olsa ırkçılık ve yabancı düşmanlığına
zemin hazırlamaktadır. Bütünleşme karşıtı radikal sağın bu zemini siyasi
platformda kullanması ve bütünleşmenin olumsuzluklarını göçmen, sığınmacı ve
mülteci gibi yabancı gruplar üzerinden okumaya çalışması da yabancılara yönelik
önyargıları tetikleyerek ırkçı ve yabancı düşmanı oluşumlara yol açmaktadır. Sonuç
olarak, Master ve Le Roy’un da belirttiği gibi, Avrupa bütünleşmesi sadece ulusdevletler arasındaki etkileşimi artıran bir yapılanma oluşturmanın ötesinde, farklı
103
Burak Erdenir, Avrupa Kimliği: Pan-Milliyetçilikten Post-Miliyetçiliğe, Ankara: Ümit Yayıncılık,
2005, s. 77.
66
milli kökene ve sosyal altyapılara sahip bireylerin de farklı düzeylerdeki
ilişkilerinin artmasına neden olmaktadır.104 Doğal olarak, sarmal bir yapı içinde,
yabancı korkusu bir yandan bütünleşmeye olan desteğin azalmasına neden olurken,
öte yandan bütünleşme karşıtlığı da yabancı düşmanlığının nedenlerinden birine
dönüşmektedir.
Şunu belirtmek gerekir ki, bütünleşmenin Avrupa devlet ve toplum yapılarında,
yukarıda belirtildiği haliyle, sosyal, siyasi ve ekonomik anlamda meydana getirdiği
değişim ya da dönüşümleri, sadece bütünleşmeye özgü bağımsız çıktılar olarak ele
almak yanlış olacaktır. Bu süreci, başta ekonomik olmak üzere sosyal ve kültürel
alanda etkileşim ve karşılıklı bağımlılığa yol açan küreselleşme ile birlikte
değerlendirmek gerekir. Bu bağlamda aşağıda, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı
sorunlarını etkilediği haliyle, Avrupa bütünleşmesinin çıktılarını daha da
derinleştiren küreselleşme faktörü ayrıntılı bir biçimde ele alınacaktır.
2. Küreselleşme
Yirminci yüzyılın son çeyreğinden itibaren dünya, başta ekonomik olmak üzere
siyasi, kültürel ve sosyal alanlardaki hareketliliğin, ulusal sınırları -maddi varlığına
rağmen soyut anlamda- aşıp dünya çapında hızla yayıldığı bir sosyal etkileşim
ağının oluşum sürecine sahne olmaktadır. Karşılıklı etkileşim ve beraberinde de
karşılıklı bağımlılığı getiren bu yapılanma, çok boyutlu ve diyalektik bir süreç105
104
De Master & Le Roy, op. cit., p. 421.
Kellner, küreselleşmenin diyalektik özelliğinden bahsederken homojen ve heterojenliğin bir arada
yürüdüğü özelliğini kastetmektedir. Ayrıca, bir yandan bireyler küreselleşmenin öznesi durumunda
105
67
halinde ilerleyen doğasıyla küreselleşmeyi ifade etmektedir. Farklı akademik
disiplinleri iç içe geçiren küreselleşme, bu özelliğiyle sadece ekonomik değil, aynı
zamanda sosyal araştırmalar için de önemli bir zemin sağlamaktadır. “Ulus-devlet
ve ulus-devlet pazarları arasında artan etkileşimin yoğunluğu ve bağımlılığı
anlamına gelen uluslararasılaşma ya da liberalleşme”106 küreselleşmenin bir kolunu
oluştururken; dünya üzerindeki ekonomik işbölümünün yeniden şekillendirilmesi,
ekonomik kararların ulus-üstü mekanizmalarca alınmaya başlanması ve ulusdevletin sosyal işlevinin gerilemesi de küreselleşme ile gelen olgular arasında yerini
almaktadır. Bu bağlamda küreselleşme, gelişmiş ve gelişmekte olan tüm ülkelerin
ekonomik, sosyal ve siyasi yapıları üzerinde önemli sonuçlar doğurmaktadır.
Küreselleşmenin bütüncül bir anlamda yarattığı bu dönüşüm, yalnızca üst yapıda
kendini göstermeyip en etkili yansımalarını tabanda bulmaktadır. Zira Koray’ın da
belirttiği gibi, özellikle ekonomik anlamda dünya işbölümü üzerindeki yeniden
ayarlamalara ve beraberinde getirdiği yapısal değişikliğe uyumun faturası, hemen
her ülkede işçi sınıfına ve toplumun yoksul kesimlerine çıkarılmaktadır. Bunun yanı
sıra, dış piyasalardan bağımsız olarak ulusal düzeyde, işgücünü koruyacak sosyal
politikaları uygulamaya koymak daha da zorlaşmaktadır.107 Đletişim teknolojilerinin
hızla geliştiği, (AB’nin bir ölçüde kendine özgü geliştirdiği gibi) ulus-üstü
yapılanmaların tartışılmaya başlandığı, ekonomik sistemlerin hızlı bir şekilde ve
derinlemesine entegre olduğu böyle bir ortamda, dolayısıyla, ulus-devletin konumu
olup bu sürecin nasıl şekilleneceğini etkilemektedir. Diğer yandan bu süreç aynı zamanda bireylerin
geleceğini etkileyerek iki farklı gelişimin aynı anda yürümesine izin vererek diyalektik bir özelliğe
bürünmektedir. Douglas Kellner, “Theorizing Globalization”, Sociological Theory, Vol. 20, No. 3,
2002, pp. 285-305.
106
Christopher W. Hughes, ‘Reflections on Globalisation, Security and 9/11’, Cambridge Review of
International Affairs, Vol. 15, No. 3, 2002, p. 5.
107
Meltem Koray, Avrupa Toplum Modeli: Sosyal Bütünleşme Mümkün mü?, Đstanbul: Đmge
Yayınları, 2005, s. 340.
68
ve meşruiyeti de tartışılır hale gelmektedir. En nihayetinde, refah devleti anlayışının
zayıflaması ya da küresel faktörlerden kolayca etkilenebilir hale gelmesi, siyasi
retoriğini ulus-devlet yapısında yaşanan olumsuzluklarla besleyen aşırı sağ için de
bir zemin oluşturmaktadır. Son tahlilde hem siyasi hem sosyal hem de ekonomik
anlamda küreselleşmenin toplum yapılarında meydana getirdiği değişim, tabanı
olumsuz etkilediği ve aşırı sağın eline de siyasi bir koz verdiği ölçüde, ulus-devlet
içindeki ırkçılık ve yabancı düşmanlığındaki artışa dolaylı da olsa katkı
sağlamaktadır. Bu çerçevede, bu bölümde küreselleşen piyasaların sosyal
eşitsizliklerin oluşumuna etkisi, ulus-devlet ve refah toplumu anlayışında yarattığı
zayıflama ve güvenlik bağlamında neden olduğu endişenin getirdiği dışlamanın,
Avrupa’da yükselişe geçen ırkçılık ve yabancı düşmanlığına etkileri ele alınacaktır.
2.1. Ulusal Sınırları Aşan Küreselleşme: Tepkinin Đçeride Görünmez Sınırlar
Oluşturması
II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa, bir yandan Bretton Woods Sistemi108
çerçevesinde ulusötesi ve çokuluslu güçlerin ortaya çıkışına sahne olurken öte
yandan Keynesyen politikaların uygulandığı ve ulus-devletlerin ekonomiye
doğrudan müdahil olduğu bir süreci yaşamaya başlamıştır. Bu bağlamda, 1970’lere
kadar ulus-devletler Keynesyenist yaklaşım içinde ekonomiye doğrudan müdahil
108
Bretton Woods Sistemi, II. Dünya Savaşı sırasında Temmuz 1944'te ABD'nin küçük bir kasabası
olan Bretton Woods'ta toplanan Birleşmiş Milletler Para ve Finans Konferansında ortaya çıkan
iktisadi sistemdir. Bretton Woods uluslararası para idare sistemi, dünyanın önde gelen devletleri
arasındaki ticari ve finansal işlemlerde uyulması gereken kuralları belirlemektedir. Bu sistem, dünya
tarihinde ilk kez bağımsız ulus-devletlerin kendi aralarında ortak bir parasal düzen üzerinde
anlaşmaları sonucunda uygulamaya konulmuştur. Uluslararası para sisteminin kurallarını belirleyen
bu anlaşma, Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) kurulmasına öncülük etmiştir.
69
olurken, aynı zamanda temel olarak kendi pazarlarını kapitalist sisteme entegre
etme hedefini gütmüşlerdir. Ancak ulus-devlet gücünün ve ulusötesi bağların bir
ölçüde eş zamanlı yürüdüğü bu süreç içinde, ulusötesi sermaye akışı, küresel
iletişimin gelişimi ve üretim teknolojilerinde yaşanan değişim ile birlikte bir süre
sonra özellikle 1980’ler itibariyle ulus-devlet bu yürüyüşte geride kalmaya
başlamıştır. Yeryüzü ölçeğinde artan üretim sonucu bu üretime ihtiyaç duyan
kitlelerin artması fakat aynı zamanda ulus-devlet içinde sınırlı kalan satın alma gücü
ve sonucundaki üretim fazlası, küresel ölçekte mal, sermaye ve hizmetin
dolaşımının serbestleşmesini zorunlu kılmış ve bu da ekonomik açıdan ulusal
sınırların kalkmasını gerektirmiştir. Dolayısıyla ekonomik yapı küresel sistem
içinde önemli bir değişim geçirmektedir. Bunun sonucunda küreselleşme ve
kapitalist sistem hem ulusal hem de uluslararası düzeyde kurumsal bağları
çözmekte, devletleri ve toplumları yeni ilke ve koşullar aramaya yöneltmektedir.
IMF, Dünya Bankası gibi kurumların geçirdiği yapısal ve kurumsal değişiklikler ve
Dünya Ticaret Örgütü gibi uluslararası kurumların ortaya çıkışı ve sözü geçen
uluslararası finans kurumlarının ekonominin kurallarını giderek daha fazla
belirlemeye başlaması söz konusu yönelime örnek olarak gösterilebilir. Ulusal
düzeyde de kurumlar ve standartlardan uzaklaşan esnek yapılanmalardan bahsetmek
mümkündür. Bilgi teknolojileri geliştikçe hem mal hem de hizmet sektörünün
yapısı değişmekte ve devletler buna paralel olarak rekabet güçlerini artırmak için
ekonomi ve istihdam politikalarında yapısal değişikliklere gitmek zorunda
kalmaktadır.109 Sonuç olarak geçmişin ulus-devletleri, Morris’in de belirttiği gibi,
109
Koray, op. cit., s. 338-339.
70
günümüzde ulusüstü kuruluş ve düzenlemelerin kompleks ağlarına bağlı olarak
uluslararası toplum yapısına bağımlı hale gelmektedir.110
Küreselleşmenin dünya ekonomisi üzerinde sebep olduğu değişiklikler ve
oluşturduğu kompleks ağların sonucu karşılıklı bağımlılık, ulus-devlet ve
dolayısıyla refah toplum yapıları üzerindeki etkilerini de tartışılır hale
getirmektedir.
Bu
tartışmaların
Avrupa’da
yükselen
ırkçılık
ve
yabancı
düşmanlığının nedenlerine katkısı da bu etkilerin toplumun bazı kesimlerine
ekonomik eşitsizlik ya da güvensizlik olarak yansıdığı ölçüde ortaya çıkmaktadır.
Küreselleşmenin sermaye, endüstri, işgücü ve finansal bağlamda yarattığı
hareketlilik ve hızlı dönüşümün, ulus devlet yapısının yıpranmasına neden olan ve
toplumda yabancılara karşı tepki yaratacak yansımalara ortam hazırlayan yönlerini,
küreselleşmenin kendine has özellikleriyle şekillenen süreçte açıklamak mümkün
gözükmektedir.
Küreselleşen ve liberalleşen piyasanın, sermayenin hareket kabiliyetini ve
dolayısıyla pazarlık gücünü artırırken, genel olarak ulusal hükümetlerin ve
işgücünün pazarlık gücünü az ya da çok zayıflattığı kabul edilmektedir. Bunun
sonucunda Keynesyen dönemde, özellikle Batı Avrupa modelinde görülen,
ekonomi, siyaset, demokrasi ve serbest piyasa alanlarında var olan uzlaşı ve
dengeler değişime uğramaktadır. Örneğin, söz konusu dönemde siyaset, piyasanın
işleyişine bir yandan pek karışmazken aynı zamanda da piyasanın yarattığı
dengesizlik ve eşitsizlikleri gidermek gibi bir işlev de üstlenmiştir. Fakat küresel
110
Lydia Morris, “Globalization, Migration and the Nation-State: The Path To a Post-National
Europe?”, The British Journal of Sociology, Vol. 48, No. 2, June 1997, p. 192.
71
piyasa içinde, kurallar çok daha serbestlik içinde belirlenmeye başlamış ve
ekonomik kararlar ulus üstüne çıkarak, daha önce de bahsedildiği gibi, piyasanın
işleyişini sağlayacak uluslararası kurumlar aracılığıyla belirlenir olmuştur. Dahası
ekonomi ve istihdam politikalarında önemli yapısal değişikliklere giden devletler,
ekonomide yaşanan yeniden yapılanmanın sonucunda genel olarak teknolojik
gelişmelerden kaynaklanan yapısal işsizlikle karşı karşıya kalmaktadır.111
Küreselleşme bir diğer etkisini de endüstri alanında göstermektedir. Ohmae,
günümüzde önceden olduğundan çok daha küresel bir yönelime sahip olan endüstri
alanındaki değişimi, bir yandan küreselleşmenin sürükleyici dinamiklerinden biri
olarak adlandırırken, aynı zamanda ulus-devletin artık miadını doldurduğunun
işareti olan faktörler arasında saymaktadır. Buna göre, modern çok-uluslu
şirketlerin stratejilerine şekil veren şey, artık devletlerin amaçlarından çok, nerede
bulunurlarsa bulunsunlar, çekici pazarlara hizmet verme ve kaynak havuzlarına
ulaşma arzusudur. Bu şirketler küreselleşmenin nimetlerinden faydalanarak ulaşım
ve iletişim maliyetlerinin düşmesiyle ve mobil hale gelen üretim anlayışıyla birlikte
fabrikalarına çoğu zaman kilit vurarak veya bu fabrikalarını üretim maliyetlerinin
daha düşük, vergi, sosyal harcamaların ise yok denecek seviyede olduğu üçüncü
dünya ülkelerine kaydırmaya başlamışlardır. Bu anlamda üretim, işgücünün ucuz ve
bazen
de
hammadde
erişiminin
daha
kolay
olduğu
bu
ülkelerde
gerçekleştirilmektedir.112 Planlama ve yönetim ise dünya sisteminde merkez olarak
nitelendirilen ülkelerde devam etmektedir. Dolayısıyla, söz konusu şirketler ileri
111
Koray, op. cit., s. 340-345.
Kenichi Ohmae, The End of Nation States: The Rise of Regional Economies, New York: The Free
Press, 1995, passim. & Kenichi Ohmae, The Next Global Stage-Challenges and Opportunities in
Our Borderless World, New Jersey: Wharton School Publishing, 2005, passim.
112
72
teknoloji gerektiren AR&GE çalışmalarını kalifiye elemanların yoğun kullanıldığı
merkez ülkelerde, üretim ve etiketlendirmeyi ise kalifiye olmayan işçilerin bolca
bulunduğu çevre ülkelerde gerçekleştirmektedirler.113 Dolayısıyla endüstriyel
üretim merkezlerinin yer değiştirdiği küresel bir ortamda, ülkelerinden fabrikaları
taşınan kesim işsizlikle karşı karşıya kalabilmektedir.
Günümüzde sert fiyat rekabeti yüzünden maliyetler ulusötesi şirketler için
hayati öneme sahip hale gelmiştir ve işçi maliyetleri toplam maliyetler içinde
oldukça önemli bir yer tutmaktadır. Hızla artan ve literatürde “kıran kırana rekabet”
olarak ifadesini bulan bu durumu ünlü iktisatçı Bhagwati114 şu şekilde dile
getirmektedir: “Şu an karşı karşıya bulunduğumuz şey yeni ve yerini tedrici bir
biçimde sağlamlaştıran gerçekliktir. Artık bu noktada karşılaştırmalı üstünlüğün
doğası gittikçe “ince”lmekte, belirsizleşmekte ve hızla değişebilmektedir.
Karşılaştırmalı üstünlüğün marjları gittikçe daralmaktadır. Şimdilerde maliyetlerin
herhangi bir yerde ufak bir şekilde değişmesi, rekabetinize yönelik ölümcül bir
darbe olabilir.” Teknolojinin, ulaşım araçlarının oldukça geliştiği ve sermaye
hareketleri önündeki engellerin büyük oranda kalktığı çağımızda, ulusötesi şirketler
için bunun çözüm yolu, üretimin işçi maliyetlerinin ucuz olduğu bölgelere
kaydırılmasıdır. Yani bu şirketler işgücü maliyetlerinin ucuz olduğu bölgelere
fabrikalarını kurmayı tercih etmektedirler. Buna literatürde kaçan fabrika (runaway
113
Immanuel Wallerstein, World-Systems Analysis: An Introduction, USA: Duke University Press,
2005, passim.
114
Dani Rodrik, Has Globalization Gone too Far, Institute for International Economics, 1996, pp.
14-16.
73
factory) adı verilmektedir.115 Bu durum ulus-devletleri etkisizleştirmekte,
dolayısıyla “kalkınmacı devlet anlayışı”nı felce uğratmaktadır. Öte yandan
küreselleşen piyasa içinde sermayenin işgücü maliyetinin yüksek olduğu ülkelerden
kaçıp daha uygun koşullar sunan ülkelere kayması, işgücü piyasasının da
küreselleşmesi anlamına gelmektedir. Koray, işgücü piyasasının işçi göçü nedeniyle
değil de sermaye göçü nedeniyle küreselleştiğini iddia etmektedir. Bunun sonucu
olarak küreselleşen piyasalarda yer alan faktör fiyatları birbirine yaklaşacağından,
gelişmiş ülkelerdeki işgücünün koşulları üzerinde de aşağı doğru bir baskı
yaratılmaktadır. Dolayısıyla, gelişmiş ülke ekonomilerinde de genel anlamda
emeğin maliyetini düşürecek önlemler ve politikalar uygulamaya konulmaktadır.
Dahası
işgücü
koruyucu
politika
ve
standartlardan
belirli
ölçüde
vazgeçilebilmektedir.116 Rodrik, işçilerin ulusal sınırlar ötesindeki işçilerle kolayca
ikame edilebilir hale gelmesi gerçeğinin sonuçlarını şu şekilde sıralamaktadır:
“Đşçiler artık çalışma şartlarının ve imkanlarının geliştirilmesi için
gerekli bedelin daha büyükçe bir kısmını ödemek zorundadırlar – yani
ücret dışı maliyetlerin daha büyükçe bir kısmını üstlenmektedirler. Emek
talebindeki veya emeğin üretkenliğindeki değişikliklere karşı işçiler,
gerek ücretleri gerekse çalışma saatleri açısından daha büyük bir
belirsizlik ve istikrarsızlıkla karşı karşıyadır. Yani geçicilik ve
güvensizlik artmaktadır. Đşçilerin pazarlık gücü giderek erimekte ve
115
Kudret Bülbül (ed.), Küreselleşme Okumaları: Ekonomi-Siyaset, Ankara: Kadim Yayınları, 2006,
s. 141.
116
Koray, op. cit., s. 344.
74
çalışma şartlarının pazarlıkla belirlendiği durumlarda işçiler daha düşük
ücretler ve ödenekler almaktadırlar.”117
Son tahlilde bu durum ücretli çalışanlar için çalışma standartlarının ve
ücretlerinin önceki standartların aşağısına düşmesi anlamına gelmekte ve sosyal
eşitsizlik yaratarak, küresel piyasada standartları düşenler ve kaybedenler arasına
gelişmiş ülkelerdeki grupları da dahil etmektedir.
Küreselleşmenin ulus-devletlerin hakimiyetlerini daralttığı, bir ölçüde güçlerini
zayıflattığı ve ani çıkışlara neden olduğu zaman etkisinin tabandan tepki olarak
döndüğü bir diğer alan ise finansal piyasalardır. Günümüzde finans piyasaları
büyük oranda entegre olmuş ve ulus-devletlerin sınırlarını, dolayısıyla hakimiyet
alanlarını fazlasıyla aşmış durumdadır. Özellikle finansal liberalleşme ile birlikte
sermayenin her türlüsü dünyanın birçok ülkesine kolayca girip çıkabilme hakkı
kazanmış ve teknolojideki gelişmelerin de etkisi ile sıcak para olarak adlandırılan
kısa dönemli portföy yatırımlarının bir ülkeden diğerine transferi an meselesi haline
gelmiştir. Ancak tabiatı gereği sıcak para istikrarsızdır ve herhangi bir ülkede risk
priminin öngörülemez seviyeye geldiğini anladığı anda o ülkeyi terk etme
eğilimindedir.118 Bu durum ulus-devletlerin para otoritelerinin (Merkez Bankaları)
ve ekonomik planlama yapan birimlerinin (Maliye Bakanlıkları ve Planlama
Teşkilatları) elini kolunu bağlamakta ve ülkenin geleceği ile ilgili inisiyatifi büyük
117
Dani Rodrik, Küreselleşme Sınırı Aştı Mı?, Đzzet Akyol ve Fatma Ünsal (çev.), Đstanbul:
Kızılelma Yayıncılık, 1997, s. 19.
118
Detaylı bilgi için bkz: J. Stiglitz, Küreselleşme Büyük Hayal Kırıklığı, Arzu Taşçıoğlu-Deniz
Vural (çev.), Đstanbul: PlanB Yayınları, 2002. & J. Stiglitz, “Capital-Market Liberalization,
Globalization, and The IMF”, Oxford Review of Economic Policy, Vol. 20, No. 1, 2004, pp. 57-71.
& D. Rodrik and A. Velasco, “Short-term Capital Flows”, in B. Pleskovic and J. Stiglitz (eds.),
Annual World Bank Conference on Development Economics 1998, World Bank, 2000, pp. 9-58.
75
oranda uluslararası finans kapitalin kontrolüne devretmektedir. Bu da ulusdevletlerin ve onların ilgili birimlerinin gereken müdahaleleri yapamamasına ve
hatta yapsa bile arzu edilen sonuçları alamamasına sebep olmaktadır. Bu durum ise
ulus-devletlerin kamuoyu nezdinde meşruiyet krizine girmesine sebebiyet
vermektedir. Yine aynı kısa dönemli sermaye hareketleri ani çıkışlarla ülkelerin
finansal krizlere girmesinde başat rol oynayabilmektedir. Sıcak para genellikle
ülkelerin o paraya en fazla ihtiyacı olduğu durumlarda o ülkeyi terk etme
eğilimindedir ve de çoğunlukla etmektedir. Bu durum söz konusu ülkedeki finansal
krizi daha da derinleştirmekte ve o ülke bilânçolarına büyük zararlar yazılmasına
sebep olmaktadır.119 Küreselleşmenin bir sonucu olan sermaye hareketlerinin
liberalleşmesinden dolayı ulus devletin ekonomi otoriteleri sermaye hareketlerine
engel olamamakta ve otoritelerinden daha da feragat etmektedirler. Merkez
Bankalarının para politikaları çoğu kez işe yaramamakta ve ulus-devlet halklarının
kaderi bir anlamda küresel sermayenin hareketlerine bağlı hale gelmektedir.
Ekonominin ve piyasanın küreselleşmesinin yukarıda sayılan ve ulus-devlet ve
toplumdaki bireyler açısından olumsuz olarak nitelendirilebilecek yansımaları,
dolaylı da olsa ırkçılık ve yabancı düşmanlığının ortaya çıkışı ve artışına neden
olmakta ya da hiç değilse bunun için uygun bir zemin hazırlamaktadır. Özellikle iç
sorunların dışsallaştırılması konusunda etkin bir yeteneğe sahip Avrupalı devlet ve
hükümetler, küreselleşme nedeniyle ortaya çıkan ekonomik gerileme ve işsizliği
halklarına anlatamayınca, sorunun nedenlerinin Avrupa içindeki göçmenler, üçüncü
119
F. S. Mishkin, The Next Great Globalization, New Jersey: Princeton University Press, , 2006,
passim. & S. F. Mishkin, “Lessons From the Asian Crisis”, NBER Working Paper Series, Working
Paper 7102, 1999, passim.
76
ülke vatandaşları
ya da diğer
yabancıların üzerine yıkılmasının önüne
geçememektedirler. Yukarıda anlatılan süreçte de belirtildiği gibi, ulus-devletin
ekonomi otoritelerinin küreselleşen piyasada sermaye hareketlerinin ani çıkışına
engel olamaması ya da ekonomide gidilen yeniden yapılanma sonucu toplumun
belli kesimlerinin işsiz kalması, çoğunlukla hükümet politikalarından bağımsız
ortaya çıksa da halk tarafından tepki yanlış adrese yönlendirilebilmektedir.
Dolayısıyla bu durum bir yandan aşırı sağın söylemlerinde yerini alırken diğer
yandan ‘günah keçisi’ içerideki göçmenler olabilmektedir. Bu bağlamda, örneğin
aşırı sağ partiler, endüstrinin kaydığı gelişmekte olan ülkelerdeki işçi fiyatlarıyla
rekabet edebilme amacıyla refah toplum yapısındaki standartlardan sapma gösteren
politikalar üzerinden siyaset yaparken bu durum, tabana Avrupa’ya gelen ucuz işçi
göçü nedeniyle ortaya çıkmış gibi yansıyabilmektedir. Halbuki yukarıda, işgücü
piyasasının işçi göçü nedeniyle değil de sermaye göçü nedeniyle küreselleştiği ve
gelişmiş ülkelerdeki işgücü piyasalarında yaşanan aşağı doğru baskının bunun
sonucunda ortaya çıktığı net olarak ortaya konulmuştur.
Toplumda küreselleşen işgücünün sonucunda yabancı işçi ya da göçmene
gösterilen ırkçı ve yabancı düşmanı tavır ya da eylemler, sermayenin yeni
endüstrileşen ülkelere kayması sonucu fabrikaların üçüncü dünya ülkelerine
kayması ile bağlantılı olarak da açıklanabilir. Bir ülkedeki iş sahasının yeni
endüstrileşen ülkelere gitmesi olasılığı arttıkça, önceden de bahsedildiği gibi, bu
durum bu ülke ekonomisi için büyümenin yavaşlaması ve işsizliğin artışı anlamına
gelmektedir. Ekonomide yaşanan bu tarz bir küçülme zaten artık sınırlı olan
istihdam olanaklarının yabancılarla paylaşılması konusunda bencillik yaratarak
77
yabancıların bu piyasalardan dışlanması yönünde bir tepki oluşturmaktadır. Diğer
yandan halkın fabrikalarının taşındığı ülkelere olan kızgınlığı, içerideki o ülke
vatandaşı göçmenlerden de çıkarılmaktadır. Sonucunda modern ulus devletlerin
günümüzde dışta otonomi krizi, içte ise meşruiyet krizi ile karşılaşmasına neden
olan karşılıklı bağımlılık yaratan ortamın120 faturası, Avrupa içinde yaşayan üçüncü
ülke vatandaşlarına bir kez daha çıkarılmış olmaktadır.
Ekonomideki küreselleşmenin halkların ekonomik yaşantıları ile ilgili olarak
yarattığı belirsiz ortamın da çıktısının bir ölçüde dışlama olabileceğini ve
yabancılar hakkındaki mevcut önyargı ya da basmakalıp düşünceleri artırabileceğini
söylemek mümkündür. Önceki bölümlerde bahsedilen ve Avrupa bütünleşmesinin
geleceğine dair belirsizliğin halklarda oluşturduğu güvensizlik durumunun yarattığı
sanal korkunun benzerini küreselleşme için de söylemek yanlış olmayacaktır. Zira
liberalleşmenin en hızlı olduğu alanların başında gelen finansal sektörün
kırılganlığı, başka bir deyişle kısa dönemli sermaye hareketlerinin öngörülmesi zor
ani çıkışlarla ülkelerin finansal piyasalarında yol açabileceği ekonomik sarsıntılar,
halklarda sahip olduğu işlerinin geleceği konusunda güvensizlik yaratmaktadır.
Buna bir de küresel piyasa içinde dışarıdan gelen ucuz maliyetli malların iç
piyasada kapanmasına yol açtığı fabrikalar eklenince, halklarda gelecek korkusunun
yerleşmesi daha kolaylaşabilmektedir. Böyle bir ortamda özellikle doğu genişlemesi
sinyallerinin verildiği ilk dönemlerde AB üyesi ülkelerde gelecek ucuz işgücü göçü
nedeniyle yaşanılabileceği düşünülen belirsiz ortam ve bu nedenle genişlemenin ilk
yıllarında göçmenlere duyulan öfkenin benzeri, küreselleşmenin getirdiği belirsizlik
120
Morris, op. cit., pp. 192-193.
78
ortamı içinde de kendini gösterebilmektedir. Sonuç olarak, küreselleşen piyasaların
ani dalgalanmalarından ve kırılganlığından çekinen halk, ekonomik geleceğinde
gördüğü belirsizliğin öfkesini, zaten sınırlı olan iş imkanlarını ellerinden aldığını
düşündüğü göçmen işçilere yönelik ırkçı ve yabancı düşmanı tavırlarda
gösterebilmekte ya da en azından halihazırdaki önyargı ve basmakalıp düşüncelerini
bu anlamda pekiştirebilmektedir.
2.2. Küreselleşen Göç, Kimliksel Farkındalık, Siyasi ve Toplumsal Baskı
Küreselleşmenin ulus-devlet ve vatandaşlar üzerindeki etkilerini sadece
ekonomik açıdan ele almak, siyasi ve sosyal alanlarda neden olduğu hareketlilik ve
bunun yansıdığı politika ve sosyal düşünce yaklaşımlarının ırkçı ve yabancı
düşmanı tavırlara etkisini yadsımak olacaktır. Halbuki küreselleşme siyasi alanda
da ulus-devlet işlev ve yetkileri üzerinde değişime neden olarak bir ölçüde
milliyetçilik akımlarının yükselmesine, bu akımların aşırı dozda görüldüğü
ülkelerde de dışlamacı tavırlar içine girilmesine yol açabilmektedir. Öte yandan
küreselleşme ile gelen çok-kültürlülüğün paradoksal şekilde beraberinde kimliksel
farklılıkları daha belirgin hale getirmesi, ‘biz’ ve ‘onlar’ arasındaki ayrımın da
netleşmesine neden olabilmektedir. Ayrıca küreselleşmenin sınırları daha geçirgen
bir yapıya büründürdüğü ortam ve insan hareketliliğine özellikle işgücü anlamında
yaptığı katkı, kitlesel göç olarak kendini gösterirken, göçmenlere yönelik artan
toplumsal ve siyasi baskının da göz ardı edilmemesi gerekmektedir.
79
Macedo ve Gounari, küreselleşme ve neo-liberalizmin neden olduğu ırkçılıktan
söz ederken, küreselleşen ortamda siyasi tercihlerin gündeminin artık salt siyasi
temelde şekillenmediğinden bahsetmektedir. Bu bağlamda gücü, politikaların
varlığından ayırmakta ve şöyle tanımlamaktadır: “Güç artık coğrafi yapı içinde
şekillenmemekte ya da ulus-devlet içinde kalmamaktadır. Aksine güç akmakta,
başka bir deyişle ulus-devletin hakim olduğu toprağın ötesinde bir yapı
sergilemektedir (extra-territoriality of power).”121 Dolayısıyla ulus-üstü yapının bir
unsuru haline gelen bu kavram, klasik otorite ve güç terminolojisinin tersine bir
yapı sergilemektedir. Sermayenin aktığı ve ülke ekonomi-politiği üzerinde ulusötesi şirket yapılanmasının belirleyici rol oynamaya başladığı küresel çağda, siyasi
karar alma süreci ve politikaların uygulanması da ulus-üstü yapılanmanın etkisini
kaçınılmaz
kılmaktadır.
Bununla
birlikte,
özellikle
uluslararası
hukuktan
kaynaklandığı haliyle uluslararası kararlara bağımlı hale gelmesi de ulus-devletin
egemenlik alanlarında bir daralma yaşanmasına neden olmaktadır. Ekonomik ve
siyasi kararların alındığı zirvelerin ötesinde bir de güvenlik bağlamında yapılan
savunma antlaşmaları ve NATO gibi uluslararası kuruluşların varlığı, ulus-devletin
egemenlik bağlamında yaşadığı daralmanın alanını genişletmekte ve kimi zaman
halkın tersi yöndeki görüşüne rağmen uygulama alanı bulmak zorunda olması ile de
bağımsız
olamamakla
suçlanarak
tepki
ile
karşılanabilmektedir.
Bunlara
sorumlulukların yerel ve bölgesel otoritelere devri ile dağıtılmasını ekleyen
AlSayyad ve Castells, Avrupa ulus-devletlerinin önemli ölçüde önemini
121
Donaldo Macedo and Panayota Gounari, “Globalization and the Unleashing of New Racism: An
Introduction”, in Donaldo Macedo and Panayota Guonari (eds.), The Globalization of Racism,
London: Paradigm Publishers, 2006, p. 14.
80
kaybetmeye başladığını ifade etmektedir.122 Dahası, Avrupa giderek çok etnikli bir
topluma dönüşmektedir. Yazarlara göre, geri döndürülemez bir trendin ifadesine
dönüşen bu olgu, yabancıların vatandaşlık hakkını elde ettiği ülkelerde siyasi ve
soysal görünümün de değişmesine neden olmaktadır. Örneğin, Almanya’da sayıları
3 milyon civarında olan vatandaşlık elde etmiş yabancıların tercihleri, özellikle bu
nüfusun yoğun olduğu bölgelerdeki Alman siyasi tercih ve sosyal görünümü
etkilemektedir.123
Buradan yola çıkarak, kendi siyasi tercihleri ‘kendinden
olmayanlar’ tarafından yönlendirilen ya da tercihlerinin etkisi azaltılan yerel
toplumun, elinden kaydığını düşündüğü siyaseti yönlendirme gücünü, aşırı sağ
partileri destekleyerek geri kazanmaya çalıştığı söylenebilir. Avrupa halklarının
topluma sonradan gelenler ya da eklemlenenler karşısında otorite kaybı yaşadığı
fikrine kapılarak dışlamacı bir tavır içine girmesi ve bu tepkilerini siyasi arenada
yabancıların varlığını seçim malzemesi yapan aşırı milliyetçiliğin desteklendiği
partilerde göstermesi muhtemel gözükmektedir.
Küreselleşmenin, özellikle kitlesel göçle bağlantılı bir şekilde, bir yandan
kültürlerarası etkileşimi artırırken öte yandan kültür ve kimlik farklılıklarını daha
belirgin hale getirmesi de ırkçılık ve yabancı düşmanlığının Avrupa toplumları
içinde sosyal ve kültürel nedenlere bağlı olarak tetiklenmesine neden olmaktadır.
Kültürel krizle ilgili endişelerin ve ulus-devletin erozyona uğramasına tepki olarak
ulusal ekonomi ve ulusal kültürlerin, özellikle göçmenlere yönelik politika ve
davranışlarında savunmacı ve dışlamacı tavra girdiği bu bağlamda tartışılan
122
Nezar AlSayyad and Manuel Castells, “Introduction: Islam and the Changing Identity of Europe”,
in Nezar AlSayyad and Manuel Castells (eds.), Muslim Europe or Euro-Islam: Politics, Culture and
Citizenship in the Age of Globalization, New York, Oxford: Lexington Books, 2002, p. 2.
123
Ibid.
81
konulardan birini oluşturmaktadır.124 Buna ek olarak, vatandaşlık kimliğinin
sağladığı aidiyet ve bu aidiyetin getirdiği ayrıcalıkların etkisinin küreselleşmenin
sosyal anlamdaki getirisine bağlı olarak azalması da tedirginlik ve tepki
uyandıracak unsurlar arasında yer almaktadır. Ulus-devlet ötesinde evrensel boyut
kazanan insan hakları kavramı ve beraberindeki ulus-üstü düzenlemelere paralel
olarak, klasik vatandaşlık kavramının sorgulanmaya başlandığı ve günümüzde
vatandaş olmasa dahi göçmenlere birtakım sosyal haklardan yararlanma imkanı
sağlandığı açıktır. Klasik anlamda ulus-devletle sınırlandırılan vatandaşlık, kimi
ülkelerde çifte vatandaşlık hakkının tanınması ve üçüncü ülke vatandaşı olunmasına
rağmen ev sahibi ülkenin bazı hak ve ayrıcalıklarından yararlanma imkanı
tanınması ile ulus-üstü bir anlam kazanmaya başlamıştır. Söz konusu ülkelerin
vatandaşı olmaksızın sosyal refah devletinin sağladığı hak ve imkanlardan
faydalanan başta göçmenler olmak üzere yabancılar, sosyal refah devleti üzerinde
özellikle ekonomik sorunların yaşandığı dönemlerde sistemin sırtındaki bir ‘yük’
olarak algılanabilmektedir. Bazı Avrupa ülkelerinde refah devlet yapısında görülen
yeni düzenlemeler işsizlik sigortası gibi sosyal imkanlardan vatandaşları mahrum
bırakmaya başlayınca, bu tepkinin artması da bir o kadar muhtemel görünmektedir.
Dahası, bu durum aşırı sağ partilerce ekonomik gerilemenin yaşandığı dönemlerin
dışında
da
kullanılarak,
NOI’nın
ifadesiyle,
‘refah
devleti
şovenizmini’
oluşturmaktadır.125 Nitekim 2007 Eylül ayı içinde sosyal refah sistemi konusunda
Fransa’da artan tartışmalar dolaylı da olsa bu konu kapsamında örneklendirilebilir.
Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin 1.6 milyon çalışan ve emekli kesimin yararlandığı
‘özel rejim’ diye adlandırılan sosyal imkanları kaldıracağını açıklaması, önemli
124
125
Morris, op. cit., p. 193
Ünver NOI, op. cit., s. 115.
82
tepki ve tartışmaları da gündeme taşımıştır. Belirtilen özel rejim kapsamında
Fransa’da elektrik, gaz, demiryolları ve metro ile ilgili görece daha tehlikeli işlerde
çalışanlar daha erken emekli olmakta ve genel emeklilik rejiminden farklı bir
uygulamaya tabi tutulmaktadır. 12 yıl önce büyük tepki gören değişiklik önerisinin
son dönemlerde yeniden gündeme gelmesi, Fransız halkını rahatsız etmektedir.
Buradaki tartışmaların büyük kısmı, Sarkozy’nin tüm çalışanlara ‘eşit’ muamele
söylemi üzerinden değil, devletin ikame edebileceği daha ucuza istihdam
edebileceği işçileri tercih etmesi iddiaları üzerinden yürütülmektedir.126 Đmtiyazlı
rejimden yararlanan vatandaşların yerine bu imtiyazlara ihtiyaç duymadan
çalışmaya gönüllü kişilerin de genelde Fransa’da yaşayan üçüncü ülke vatandaşları
olduğu/olacağı düşünülürse, vatandaşlardan gelen tepkinin yabancılara yönelmesi
kaçınılmaz bir sonuca işaret etmektedir. Avrupa refah devletleri yapısında yapılan
düzenlemelerin vatandaşları ayrıcalıklı statülerinden mahrum bırakması, sorunların
dolaylı yoldan göçmen ve benzeri gruplar üzerine yüklenmesi anlamına
gelmektedir.
2.3. Küreselleşen Güvenlik Sorunu ve Göçmenler Üzerindeki Đzdüşümü
Dünya hızla gelişen iletişim ağları ve ulus-devletlerin sınırlarını soyut anlamda
görünmez kılan etkileşim sonucu giderek zaman ve mesafenin anlamsızlığına aşina
olurken, eş zamanlı olarak güvenlik sorununun da sınırları aşarak küreselleşmesine
sahne
olmaktadır.
Küreselleşme
iletişim
ve
ulaşımın
uluslararasılaşan
imkanlarından faydalanmayı ulus-devlet ve ulus-devlet vatandaşlarına sağlamakta,
126
“A Rupture with the Past?”, The Economist, September 20, 2007.
83
fakat bu imkanların aynı zamanda ulus-ötesi suç ve terör olaylarının yaygınlaşması
için kullanılmasını da kolaylaştırmaktadır. Küreselleşme terör örgütlerinin bilgi ve
para transferini kolaylaştırarak ve iletişim ağlarının genişliği ile terörist gruplara
küresel çapta propaganda imkanı sağlayarak güvenlik sorununu uluslararası bir
boyuta taşımaktadır. Küreselleşmenin güven(siz)lik ile olan bağlantısı, ırkçılık ve
yabancı düşmanlığını ise iki farklı açıdan tartışmaya açmaktadır. 11 Eylül, Madrid
ve Londra saldırıları gibi küresel terör eylemleri halkın yabancılar üzerindeki
korkularını tetikleyerek ülke içindeki göçmen, mülteci ya da sığınmacı gibi grupları
ırkçı ve yabancı düşmanı söylem ve eylemlerin odak noktası haline getirmektedir.
Diğer yandan, ulus-devletlerin güvenlik riski taşıdığı varsayımından hareketle sınır
kontrollerinde ve göçmenlere yönelik politikalarında sıkılaştırmaya gitmesi,
özellikle göçmenler açısından ‘yabancı’ etiketinin belirginleşmesine ve endişelerin
artmasına neden olmaktadır.
Küresel terör saldırılarının ulus-devletlerin güvenlik düzenlemelerine yansıma
biçimi, küreselleşen dünya düzeni içinde “devletlerin kendilerini sınırlarda
göstermesi” olarak yorumlanmaktadır. Kumar, ekonomik ve kültürel pek çok alanda
önemli oranda güç kaybeden ulus-devletlerin büyük ölçüde kendi inisiyatifindeki
alanlarda yönetimi sıkılaştırdığından bahsetmektedir. Bu alanlar ise başta
vatandaşlık verilmesi olmak üzere pasaport, vize, çalışma izinlerinin onaylanması
şeklinde sıralanmaktadır.127 Ross da benzer bir tanımlamaya giderek ekonomide
yaşanan ve milliyetçiliği zayıflatan küreselleşme ile milliyetçiliğin yeniden
127
Krishan Kumar, “The Nation State, the European Union and Transnational Identities”, in Nezar
AlSayyad and Manuel Castells (eds.), Muslim Europe or Euro-Islam: Politics, Culture and
Citizenship in the Age of Globalization, Lanham, Boulder, New York, Oxford: Lexington Books,
2002, p. 64.
84
belirmeye başladığı göç politikalarındaki zıtlığı ortaya koymaktadır. Buna göre,
1990’lar boyunca, aslında ne kadar çok ülke sınırlarını uluslararası ticarete açtıysa,
gelişmiş ülkelerdeki yasadışı göçmen politikaları bir o kadar kısıtlayıcı hale
gelmiştir. Özellikle 9/11 terör saldırıları sonrası aciliyet kapsamında ülkeye girişçıkış şartları ve sınır kontrollerini sıkılaştıran ülkeler, teröre karşı gösterdikleri
tepkisel önlemler ile göçmenleri büyük ölçüde güvensizlik konseptinin parçası
haline getirmiştir.128
Göç ve küresel terör arasında nedensel bir bağ kurulmasına yol açan
uygulamalar ve medya tarafından da bu algılamanın güçlendirilmesi, aslında pek
çok açıdan eleştirilmektedir. Örneğin, Faist göçün güvenliğe tehdit olarak
gösterilmesinin, istem dışı da olsa, Huntington’un medeniyetler çatışması tezine
katkıda bulunduğunu belirtmektedir. Buna göre, göçün kontrol altına alınarak
güvenli hale getirilmesi çalışmaları, kültürel korku ve çatışmaların temelinde yatan
önyargıları pekiştirmektedir.129 Buonfino ise göç ve güvenliğin karşıt kavramlar
olarak kullanılması ile oluşan farklılıklara dayandırılan temelsiz korkunun güven
yerine güvensizlik yarattığını vurgulamaktadır. Ayrıca söz konusu korku sadece
güvensizlik yaratmakla kalmayıp insan haklarına karşı bir körlük oluşturmakta ve
toplumun değişen yapısında yanlış algılamalara da yol açmaktadır.130 Farklılıklara
dayalı önyargı ve algılamaların güvenlik bağlantısı ile sunularak yabancıların terör
tehdidi oluşturabileceği algılaması ile bir kez daha farklı bir boyuta taşınarak
128
James C. Ross, “Securitizing Migration after 11 March”, Real Instituto Elcano, ARI No. 56/2004,
p. 2.
129
Thomas Faist, “Extension du domaine de la lutte: International Migration and Security before and
after September 11, 2001”, International Migration Review, Vol. 36, No.1, Spring 2002, p. 8.
130
Alessandra Buonfino, “Securitising Migration”, Open Democracy, 12 February 2004, p. 1.
85
pekiştirilmesi ise doğal olarak toplumda kendini dışlamacı tavır ve söylemler içinde
göstermektedir.
Aşağıdaki bölümde artan terör olaylarının başta Müslüman gruplar olmak üzere
göçmen, mülteci ve sığınmacılar üzerindeki negatif yansımaları detaylı bir şekilde
ele alınmaktadır. Ancak, son olarak, küresel terör olaylarının göçmenler üzerindeki
izdüşümü konusunda şunu eklemek gerekecektir: Terör eylemlerinde bulunanların
yasal göç kanallarını sömürerek küreselleşmeden de faydalandığı bilinen ve önlem
alınmasını gerektiren bir gerçeklik olmasına rağmen, Ross’un da belirttiği gibi131,
güvenlik riski oluşturanların göçmenler değil teröristler olduğunun kavranması
gerekmektedir. Zira toplumsal tabanda göçmenlere karşı algılamalardaki mevcut
bulanıklık, ırkçılık ve yabancı düşmanlığının toplumda farklı boyutlarda daha da
kökleşmesine neden olacak bir potansiyeli bünyesinde taşımaktadır.
3. Artan Terör Olayları-Đslamofobi: Dönüm Noktası 9/11
ABD’ye yönelik 11 Eylül terör saldırıları, ulusal ve uluslararası güvenlik
politikalarının değişimi gibi pek çok alanda dönüm noktasını temsil ederken,
köktendincilik tehdidinin artması sonucu yabancılara olan bakışın daha aşağı bir
eğilim göstermesinde de önemli bir dönüm noktası sayılabilir. Özellikle saldırıları
gerçekleştiren radikal grubun Müslüman asıllı olmaları, Müslümanların diğer
göçmenlere göre daha problemli bir grup olarak görülmelerine ve dolayısıyla
Đslamofobi’nin yaygınlaşmasına neden olmuştur. 2004 yılında Madrid, 2005 yılında
131
Ross, op. cit., p. 3.
86
ise Londra’da gerçekleştirilen terör saldırıları ile Avrupa’nın küresel terörizm
gerçeği ile doğrudan tanışması, bu süreci yabancılar aleyhine bir kez daha çevirerek
bu grupları korku ve endişenin odak noktası haline getirmiştir. Bu çerçevede pek
çok Avrupalı Müslüman, etnik kimlikleri ve/veya dinsel
yaklaşımlarına
bakılmaksızın iş, eğitim ve barınma alanlarında ayrımcılıkla karşılaşmaktadır.
Dinsel motifli olaylar hakkındaki veriler sınırlı olsa da, Müslümanların sözlü
tehditlerden fiziksel saldırılara kadar değişen Đslamofobik eylemlere maruz
kaldıkları çeşitli raporlar aracılığıyla da onaylanmaktadır.132 Müslümanlara yönelik
ayrımcılık, Đslamofobik tutumların yanı sıra, genellikle söz konusu tutumlarla iç içe
geçmiş olan ırkçılık ve yabancı düşmanlığına bağlı davranışlar çerçevesinde
düşünülmelidir. Bu nedenle, Müslümanlara karşı düşmanlığın, Avrupa Irkçılık ve
Yabancı Düşmanlığını Đzleme Merkezi’nce de onaylanan haliyle133 daha geniş
kapsamda, göçmenlere ve azınlıklara yönelik yabancı düşmanlığı ve ırkçılık
bağlamında da ele alınması gerekmektedir.
Bugün Avrupa’da yaklaşık 16 milyon Müslüman nüfus yaşamakta ve bu sayı
AB’nin toplam nüfusunun %3.7’sine karşılık gelmektedir. AB içinde yaşayan
Müslüman nüfusları arasında en yaygın olanlar Türkiye, Kuzey Afrika, Orta Doğu,
Pakistan, Bangladeş ve eski Yugoslavya’dan gelen Müslümanlar olmakla beraber134, bu
nüfusun büyük bir kısmı (10 milyon civarı) 2006 verilerine göre135, Fransa (6.12
milyon) ve Almanya’nın (3.05 milyon) başını çektiği Batı Avrupa ülkelerinde
yaşamaktadır. AB içinde ikamet eden bazı Müslümanların yaşadıkları ülkede uzun
132
“Muslims in the European Union: Discrimination and Islamophobia”, EUMC 2006.
Ibid.
134
Ibid.
135
European Muslim Population, <http://www.islamicpopulation.com/europe_islam.html>, (erişim
tarihi: 04.02.2008).
133
87
sayılabilecek geçmişlerinin bulunmasına rağmen, söz konusu nüfusun entegrasyon ile
ilgili yaşadıkları sorun, yaratılan endişe ya da bu yöndeki algılamalar, Avrupa
halklarının Đslam dini ve Müslümanlara yönelik davranışlarının olumsuz yönde
şekillenmesine neden olmaktadır. Bu davranış kalıpları radikal şeklini ise Đslam
dininin Batı medeniyet değerlerine uymadığı gerekçesiyle aşırı sağ partiler
tarafından kullanılan söylemlerinde kendini göstermektedir.
Ülke
Avrupa Müslüman Nüfusu
Toplam Nüfus (milyon)
Müslüman Oranı (%)
(2006)
Müslüman Nüfus (milyon)
(2006)
Kuzey Avrupa
Danimarka
5.40
3.02
0.16
Finlandiya
5.20
0.18
0.01
Đrlanda
4.1
0.01
Letonya
2.30
0.38
0.01
Litvanya
3.4
0.14
0.00
Đsveç
9.00
3.10
0.28
Đngiltere
60.1
2.50
1.51
Batı Avrupa
Avusturya
8.20
2.23
0.19
Belçika
10.5
3.60
0.38
Fransa
60.7
10.00
6.12
Almanya
82.5
3.70
3.05
Lüksemburg
0.50
1.10
0.01
Hollanda
16.3
5.40
0.89
Doğu Avrupa
Bulgaristan
7.7
11.87
0.91
Çek Cumhuriyeti
10.20
0.20
0.02
Macaristan
10.10
0.10
0.01
Polonya
38.2
0.10
0.01
Romanya
21.60
1.00
0.22
Slovakya
5.40
0.02
Güney Avrupa
Yunanistan
11.1
1.50
0.17
Đtalya
59
2.40
1.42
Malta
0.40
1.10
Portekiz
10.6
0.50
0.05
Slovenya
2.00
1.55
0.03
Đspanya
45.5
1.20
0.55
Güney Kıbrıs
0.74*
Toplam
490.74
16.01
Kaynak: Muslim Population Worldwide
(<http://www.islamicpopulation.com/europe_islam.html>, erişim tarihi: 04.02.2008).
*
Güney
Kıbrıs’ın
nüfusu
için
GKRY
Đstatistik
Kurumu
2007
yılı
verilerinden
yararlanılmıştır.
<http://www.pio.gov.cy/mof/cystat/statistics.nsf/All/A6E3A543274C56A5C2256E22002FA590/$file/POPULATION%20PROJECTIONS2002-2052-EN-210104.xls?OpenElement>, (erişim tarihi: 04.02.2008).
88
Đslam dini ve Müslümanlara yönelik davranışlara etkili unsurlar, entegrasyon
sorunları, terör saldırılarının Đslam ile bağdaştırılması ya da küreselleşme ve Avrupa
entegrasyonunun beraberinde sürüklediği ekonomik ve sosyal değişimin yarattığı
kaygının sonucu gelişen dışlama olarak genelleştirilse de, özünde, doğrudan iletişim
eksikliği, başkalarının söylemleri ile şekillenen algılamalar ve sembolik tehdit
algılamaları bu grupların dışlanmasında ve ırkçı düşünce ve davranışlara maruz
kalmasında birincil etkendir. Dekker ve Noll, Hollanda gençliği arasında yapılan
ankete dayalı çalışmalarında, Đslamofobi’yi bir tavır olarak ele almakta ve bu tavrın
köklerini Müslümanlar ile doğrudan iletişim eksikliği, çeşitli kaynaklardan negatif
bilgi edinme, eksik bilgi, klişe/önyargılar ve tehdit algılaması hipotezlerine
dayandırmaktadır. Çalışmanın sonucu 9/11 terör saldırıları sonrası artmakla birlikte,
gençlerin ailelerinin Müslümanlar hakkındaki mevcut bilgi ve çoğunlukla medya
aracılığıyla elde edilen olumsuz bilgilere dayanarak tek-yönlü yanlış algılamalar ile
Đslam dini ve Müslümanlara yönelik görüşlerini şekillendirdikleri tezlerini
doğrulamaktadır.136 Dolayısıyla kitlesel bilinç eksikliği, günümüzde Đslam dini ile
bağlantı kurulan radikal olaylarla beraber artış göstermekle beraber, geçmişten
günümüze Avrupa kültüründe Đslam dininin algılanış biçimini etkilemekte ve yeterli
düzeyde bilinç değişikliği sağlanamadığı için dışlamacı ve ırkçı tavırlarda ifadesini
bulmaktadır. Avrupa tarih boyunca ‘öteki’ ile birlikte yaşama kültürünü yeterince
içselleştirememişken137, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren sosyal, demografik
ve dini manzarasını değiştiren yeni grupların bu topluma eklemlenmeye başlaması,
bu grupların içinde en belirgininin Müslümanlar olması ve karşılaştığı küresel tehdit
136
Henk Dekker and Jolanda van der Noll, “Islamophobia and its Origins”, Paper prepared for
presentation at the fourth ECPR Conference, Pisa, 6-8 September 2007.
137
Talip Küçükcan, “AB’de Müslümanlar ve Đslamofobi”, Radikal Gazetesi, 11.06.2007.
89
algılamaları
ile
bir
kez
daha
dikkatini
Müslüman
‘öteki’ler
üzerine
yoğunlaştırmaktadır. Bu bağlamda, aşağıda Avrupa’daki Đslamofobik eğilimlerin
geçmişten günümüze gelişen biçimi, Avrupa’nın ‘ötekileştirme’ kültürüne
dayanılarak ve 9/11 olayları da kırılma noktası olarak ele alınarak değinilecek ve bu
eğilimin ırkçı ve yabancı düşmanı tavırlara dönüşü örneklendirilecektir.
3.1. Đslamofobi – Tarihsel Kalıtımlar ve ‘Öteki’
Đslam korkusu ve düşmanlığının ifadesi olarak tanımlanan Đslamofobi, bir ülke
vatandaşlarının yurtdışından gelen kişilere tahammül göstermemesinin geniş bir
spektruma yansıyan ifadesinin bir parçasıdır.138 Bu anlamda, kendinden olmayanı
dışlamanın ifadelerinden birini temsilen Đslamofobiyi ırkçılığın yeni biçimi olarak
tanımlayanlar da bulunmaktadır.139 Özellikle radikal olaylarla ilişkilendirilerek
dinin temel alınmasıyla, bu dine mensup olanlara karşı taşınan önyargı ve takınılan
korku ve endişe dolu tavırların ifadesine dönüşen biçimiyle Đslamofobi, tüm
dünyadaki ve özellikle Avrupa’daki Müslüman göçmenler aleyhine ırkçı bir zemin
oluşturmaktadır. Irkçılığın kişileri kategorize etme özelliğinden yola çıkarak
Müslüman olanların siyasi, etnik, kültürel referanslarda ortaya çıkan farklılıkları da
tek bir kategoriye yani Đslam’a indirgenerek bir tanımlama yapılmakta ve
farklılıkların getirdiği her türlü tedirginlik tek bir din üzerinden okunmaya
çalışılmaktadır. Küreselleşme, Avrupa bütünleşmesi ve sonucundaki göç olgusunun
beraberinde getirdiği kültürel, sosyal ve dini çeşitlilik, farklılıkları görünür kılarken;
138
Aliboni, op. cit., s. 2.
Akıllıoğlu, op. cit., p. 106. & Yunas Samad and Kasturi Sen (eds.), Islam in the European Union:
Transnationalism, Youth and the War on Terror, Oxford/New York: Oxford University Press, 2002,
pp. 17-18.
139
90
farklı dil, din ve ırklarla ortak ve birlikte yaşam sürme konusunda zengin bir
deneyime sahip olmayan Avrupa’nın geçmişten beri yabancı olduğu bir din
etrafında bu farklılıkları toplayarak kategorize etmesi Avrupa kimliğinin bir parçası
olan ‘öteki’ için de kolaycı bir zemin sağlamaktadır.
‘Öteki’ ile kendini tanımlamaya çalışma ve ‘ötekileştirme’ sonucunda iç ve dış
düşman ya da tehditlerin oluşturulması Avrupa’nın tarih boyunca başvurduğu bir
gerçekliktir. Dolayısıyla erken dönemlerden itibaren, kendini kendisinden farklılık
gösterenler üzerinden tanımlama çabasına giren insanlık tarihi, Đslamofobi açısından
bir ilk teşkil etmemekle birlikte, dinin insanlık tarihindeki belirleyici rolünü de
hesaba katarak Đslam dinini ötekileştirme konusunda etkin bir unsur olarak
kullanmıştır. Avrupa kimliğinin, gerçekten ziyade bir imge veya düşünce olduğu,
farklı dönemlerin farklı koşullarına göre şekillendirilen tarihsel bir kurgu olduğu
iddiasından140 yola çıkarak, Đslam dininin belirli dönemlerde farklı koşullar altında
tekrar tekrar gündeme getirildiğini söylemek mümkündür. 1970’lerin sonlarından
itibaren Đran Devrimi, Salman Rüşdi olayı141, 11 Eylül saldırıları gibi bir dizi olayla
Đslamofobi adı altında yeniden şekil bulan din üzerinden ötekileştirme, bu sürecin
sadece son dönemde ifadesini bulan bir parçasını oluşturmaktadır.
140
Erdenir, passim.
Hint asıllı Đngiliz vatandaşı Salman Rüşdî’nin 1989 yılında yayınlanan Şeytan Ayetleri romanı,
Hz. Muhammed’e ithamda bulunduğu gerekçesiyle Đslam dünyasından büyük tepkiler almış ve
Güney Afrika, Pakistan, Suudi Arabistan, Katar, Somali, Bangladeş, Sudan, Malezya, Endonezya ve
Somali gibi ülkelerde bu kitap yasaklanmıştır. Aynı yıl Humeyni tarafından fetva verilerek Rüşdî’yi
öldürene üç milyon Amerikan doları ödül konulmuştur. 1989 yılında Rüşdi’ye ve kitabına karşı pek
çok kitlesel eylem düzenlenmiştir. Çeşitli ülkelerde kitabı çeviren ve yayıncı kuruluşlara yönelik
saldırılar gerçekleştirilmiştir. Đran’ın Đngiltere ile ilişkilerini düzeltmek amacıyla ölüm fetvasını
kaldırma girişimi, 2005 yılında Hamaney’in fetvanın kaldırılamayacağını ifade etmesiyle sonuç
vermemiştir.
141
91
Tarihten günümüze uzanan bir perspektiften yola çıkılacak olursa, Hristiyanlık
öncesi Avrupa fikrinden bahsedilmesi oldukça güçtür. Delanty, Hristiyanlığın Batı
ile özdeş anlama geldiği zamana kadar bir ‘Avrupa kimliği’nin oluşumundan
bahsedilemeyeceğini belirtmektedir. Zira söz konusu dönemde zaten Avrupa fikri
coğrafi açıdan bile fazla bir anlam ifade etmemektedir.142 Ancak şüphesiz
Hristiyanlığın Avrupa için birleştirici bir unsura dönüşmesi, Đslam dininin ortaya
çıkışı ile özdeş tutulmaktadır. 7. yüzyıldan sonra Đslam dininin ortaya çıkışı ile
Avrupa’nın kendini uzun yıllar karşıtlığı üzerine tanımlayacağı önemli bir öteki
unsuru tarihte yerini almıştır. Haçlı seferleri bu anlamda Avrupa’nın uzun bir
dönem belirli ölçüde etrafında birleşeceği bir bütünleşmeyi simgelemektedir.
Avrupa bir dönem Hristiyanlık kimliğinden Đstanbul’un düşmesi ile sıyrılmış ve
denizaşırı seferlerle beraber Batı olarak kimlik bulmaya başlamıştır. Đstanbul’un
fethinden sonra Müslüman Doğu’yu mağlup edememesi sonucu kimliğin yeni bir
döneme girdiği söylenebilecek olan Avrupa içinde, merkezi Batıya kayan bir
üstünlük söylemiyle ‘öteki’ rolünü Müslümanlardan ziyade barbar tanımlaması
almıştır. Ancak söz konusu dönemde aşağı olarak görülen ve barbar olarak
tanımlananların Orta Doğu Müslümanları olması ve Hristiyan değerlerin evrensel
ilkeler olarak gösterilmesi yine Đslam’ın dolaylı olarak ‘öteki’ şekline büründüğünü
göstermektedir. Đzleyen dönemde Rönesans ve Reform hareketlerinin getirdiği
Aydınlanma ile dini öğelerin getirdiği tanımlamalar darbe almış ve sonrasında
yükselen milliyetçilik hareketleri ile başlayan ulus-devlet süreci içinde Avrupa daha
çok kendi iç sınırları üzerinden ötekini belirleyerek bir anlamda kendi içine
dönmüştür. Zaten milliyetçilik duygularının belirleyici rol oynadığı bu dönemde
142
Gerard Delanty, Inventing Europe: Idea, Identity, Reality, London: Macmillan Press, 1995, p. 16.
92
Avrupa’ya aidiyet fikri de oldukça silik bir seyir izlemiştir. Buna rağmen
sömürgecilik dönemiyle canlanan kendini üstün görme ve ırk temelli açıklamalarla
insanları kategorize ederek sömürgeciliğin meşrulaştırılması ve sonrasında bilimsel
açıklamalarla desteklenen bu sürecin iki dünya savaşı arası dönemde en tehlikeli
şekilde ifadesini bulması, Avrupa kimliğinin etrafında şekillendiği unsurlar
olmuştur. Dolayısıyla uzun bir dönem Avrupa tarihinde Đslam, odağın din temelli
tanımlamaların dışındaki unsurlara kayması nedeniyle arka plana itilen bir öteki
konumuna düşmüştür. Ancak Đkinci Dünya Savaşı’nın Avrupa’da neden olduğu
maddi ve manevi tüm yıkımlar sonucu, aşırı milliyetçi duyguların reddi ve Avrupa
bütünleşmesi projesiyle yola çıkan Avrupa’da, bütünleşme derinleştikçe, bu
dönemin ‘öteki’leri üçüncü dünya kökenli göçmenler ve Müslümanlar haline
gelmeye başlamıştır.143 Dünya çapında yaşanan ekonomik krizler, sosyal anlamda
küreselleşmenin çok-kültürlülüğü tetikleyerek göçü hızlandırması, ekonomik
küreselleşme ile yükselen neo-liberalizmin sosyal refah devletini olumsuz
etkilemesine paralel olarak, 21. yüzyıla yaklaşırken Avrupa ülkelerinde milliyetçilik
yeniden baş göstermeye başlamıştır. Bu bağlamda göç olgusunun istihdam üzerinde
yaptığı baskı, yabancıların ötekileştirilmesini ve dışlanmasını hızlandırmıştır. Bu
sürece yeni yüzyılın başında Avrupa’yı da yakından etkileyen terör saldırıları
eklenince, dışlamacı kültürün yeniden filizlendiği Avrupa’da Müslümanlar eski
‘öteki’ olarak yeniden en ciddi tehdit olarak algılanmaya ve bu zeminden prim
yapan aşırı sağcı ve milliyetçi kesim tarafından Đslamofobi körüklenmeye
başlamıştır. Öyle ki yüzyıllar arası geçişin yaşandığı bu dönemde çeşitli Avrupa
ülkelerindeki siyasi partiler Đslam karşıtlığı üzerinden propagandalarını açıkça
143
Erdenir, op. cit., s. 53-92.
93
yürütmüşlerdir. Örneğin; Danimarka’nın aşırı sağ partisi DFP (Halk Partisi), 9/11
sonrasında, Đslam’ı terörle bağdaştıran zihniyete dayanarak, bütün Müslümanların
acilen sınır dışı edilmesini savunmuştur.144 Yabancı karşıtlığı kozunu oynayan
Fransız geleneğine paralel bir aşırı sağ geleneği gösteren Belçika’da da ayrılıkçımilliyetçi partilerden biri olan VB (Vlaams Blok), etnik topluluğun varlığına
yönelik en ciddi tehdit kaynağı olarak göçmenleri hedef göstermekte ve özellikle
Müslümanları değer sistemleri ve yaşam biçimleriyle Batı uygarlığıyla bağdaşması
imkânsız yabancılar olarak tanımlamaktadır.145
Sonuç olarak, tarih boyunca değişen parametreler çerçevesinde Đslam dini
Avrupa kimliğinin inşasına önemli katkısı olan ‘öteki’nin bir parçası haline
gelmiştir. Bu süreç, Küçükcan’ın da belirttiği gibi, farklı ve yabancı olanlar,
topluma sonradan eklenenlere, Avrupa içinde hep kuşku ile bakılmasının146 bir
ürünü olarak değerlendirilebilir ve son aşamasını Đslamofobi adı altındaki bir
kalıbın içinde devam ettirdiği söylenebilir. Đslam dini ve Müslümanların
entegrasyon kapasitesinin olmadığına dair mevcut önyargı ya da suçlamalar,
ayrımcılığa bir anlamda zemin hazırlayan yasal düzenlemeler göz önüne
alınmaksızın, son dönemde Đslam üzerinden bir kez daha şekillenen ‘öteki’ ve
yeniden
adlandırılmış
biçimi
ile
Đslamofobi’nin
bir
nedeni
olarak
gösterilmektedir.147 Halbuki, küreselleşme ile birlikte sosyal ve ekonomik değişime
uğrayan veya değişmeye çalışan toplumların, bu süreç içinde kültürel, etnik ve dini
144
Vural, op. cit., s. 135.
Ibid., s. 125.
146
Küçükcan, op. cit.
147
Tarıq Ramadan, “Europe- a Muslim Homeland?”, Global Agenda, Vol. 4, Issue 1, January 20006,
pp. 55-57.
145
94
azınlıklara yönelik yeni davranış biçimlerine girebildiği ve bu grupları söz konusu
değişime zorlarken Đslamofobi gibi akımların yükselebileceği gerçeği de
mevcuttur.148 Hatta bu tespite küreselleşmenin yanında Avrupa bütünleşmesi
çerçevesinde sosyal ve ekonomik değişime uğrayan bir yeniden yapılanma modeli
de eklenirse, Avrupa toplumunun yabancılara yönelik davranış kalıplarındaki
değişimin yeni akımları körüklemesi daha mümkün karşılanabilir. Dolayısıyla
yalnızca bir dine mensup olanların başka bir topluma eklemlenmeleri sırasında
yaşadığı problemler üzerinden Avrupa’nın içinde bulunduğu mevcut durumu
okumaya çalışmak, hem suçlamaların yöneldiği Müslüman grupların daha fazla
dışlanmaya maruz kalmasını arttırdığı gibi hem de dışlama ve ırkçı saldırılara
yönelik Avrupa düzeyinde alınmak istenen önlemleri etkisiz hale getirebilmektedir.
Bahsi geçen toplumsal davranış kalıplarındaki değişim süreci içinde, devlet ve
devlet organlarının toplumda ırkçılık, ayrımcılık ya da yabancı düşmanlığına
yönelik çıkardığı yasalar ve bulmaya çalıştığı yöntemler, bazı vatandaşlar
tarafından tepkiyle karşılanabilmektedir. Đngiltere’de örneğin beyaz ve Müslüman
olmayan gruplar okullarda, kamu alanında ve sosyal politikalarda küreselleşmenin
getirdiği değişikliklere, Đslam’ı benimseyen vatandaşlara ayrıcalık tanınıyormuş
gibi algılamalar sonucu direnebilmekte ve dolayısıyla bu durum da Đslamofobik
eğilimlere neden olabilmektedir. 11 Eylül sonrası Đsveç’te yaşanan bazı olaylar, bu
duruma örnek olarak gösterilebilir. Ayrımcılık ve Đslamofobi gibi sorunlarla
mücadele edebilmek adına Đsveç hükümeti, Müslüman topluma, onları düşman
148
Göran Larsson, “The Impact of Global Conflicts on Local Contexts: Muslims in Sweden after
9/11 – the Rise of Islamophobia, or New Possibilities?, Islam and Christian-Muslim Relations, Vol.
16, No. 1, 2005, p. 39.
95
olarak görmediklerini ve ABD’de gerçekleştirilen terörist saldırılardan sorumlu
tutulmadıklarını göstermeye çalışacak önlemler almaya çalışmıştır. Fakat
hükümetten ağır baskı altındaki hassas bir dini gruba yönelik gelen bu destek,
popülist ve ırkçı partiler tarafından aksi yönde kullanılarak Đslamofobi’nin
artmasına neden olmuştur. Söz konusu partiler, hükümeti, Đsveç değerlerini
saptırmak ve satmakla suçlamışlardır.149 Dolayısıyla pozitif etki yapması beklenen
ve halkın bu konudaki endişelerini azaltmaya yönelik politikalar, tersine bir tepkiye
de neden olabilmekte, yukarıda da iddia edildiği gibi, salt mensup olduğu dini
özellikleri nedeniyle entegrasyon kapasiteleri sorgulanan gruplara yönelik önlemler
bilinçsiz olarak ve dolaylı yoldan da olsa etkisini yitirmektedir.
3.2. Küresel Terör - 9/11 ve Yabancı Etiketinin Belirginleşmesi
11 Eylül 2001 tarihinde ABD ve izleyen dönemde de Avrupa’da gerçekleştirilen
küresel çaptaki terör saldırıları dikkatin, özellikle Batı dünyası içinde, din ve şiddet
arasındaki (sözde) ilişkiye odaklanmasına neden olmuştur. Medya tarafından
yayınlanan önyargılı raporlar, muhafazakar partilerin konuyu kendi lehlerine
çevrilecek zemin olarak kullanmaları ve kanun uygulayıcılarının kimi zaman aşırıya
varan yasal tepkileri de Avrupa kamuoyunda Đslam ile terörün bağdaştırılmasında
oldukça etkili olmuştur. Dolayısıyla Avrupa’daki Müslümanlar, bulundukları ülke
vatandaşlığına geçenler de dahil, ‘öteki’ olarak tanımlanmanın yanında ‘içerideki
düşman ya da tehdit’ olarak algılanmaya başlanmışlardır. Bu bağlamda terörle
mücadeleye yönelik önlemler, terörle mücadele kapsamında Amerikanlaşan bir
149
Ibid., pp. 39-40.
96
trend izleyen AB mevzuatı ve uygulamaları150 göz önüne alındığında, AB halkları
ve üçüncü ülke vatandaşları arasındaki mevcut hak ve özgürlüklerin dengesizliği
olgusunu daha da belirgin hale getirmiştir. Human Rights Watch tarafından
yayımlanan Ocak 2007 tarihli rapor, “terörizm ve devletlerin bu olguya tepkisinin,
AB içinde, insan haklarının korunmasına yönelik ciddi sorunlar olarak kendini
gösterdiğini” belirtmekte ve “göçmen ve sığınmacılar üzerindeki kısıtlamaların ve
bazı durumlarda da ortaya çıkan kötü muamelenin bölgede ayrıca yoğun bir endişe
yarattığı” tespiti üzerinde durmaktadır. Buna göre, ayrıca, terörizm tehdidi 2006
yılında birçok AB ülkesinin insan haklarının korunmasını kısıtlayan yasaları
benimsemelerine neden olmuştur.151
Siyasi düzlemde AB kurumları ve Birlik üyesi ülkelerin ulusal hükümetleri,
alınan ya da alınması planlanan önlemlerin, AB vatandaşı olmayan kişiler de dahil,
tüm kesimlerin kişi hak ve özgürlüklerini ve bu kişilerin güvenlik isteklerini
dengelediğini düşünmektedir. Aynı zamanda pek çok AB yetkilisi, vatandaşlarının
yaşamlarının bu önlemlerden etkilenmeyeceği görüşünü de taşımaktadır. Ancak 11
Eylül olayını takip eden Madrid, Londra saldırıları ve beraberinde Fransa ve
Đtalya’nın da tehdit algılamaları sonucunda artırılan güvenlik önlemleri, bu görüşün
en azından AB içinde yaşayan üçüncü ülke vatandaşları ve üçüncü ülke kökenli AB
vatandaşları için çok da gerçekçi olmadığını göstermektedir. Uygulamalara ve
planlananlara bakıldığında, yaşamı değişenler mülteciler, sığınmacılar ve AB içinde
150
AB’nin Amerikalaşan ve güvenlik-sivil hak ve özgürlükler dengesini kurmakta zorlanan terörle
mücadelesi konusunda detaylı bilgi için bkz. Mehmet Özcan & Fatma Yılmaz, “Pendulum Swings in
between Civil Rights and Security: EU Policies against Terrorism in Light of the PNR Case”,
Uluslararası Hukuk ve Politika, Cilt. 3, Sayı 12, 2007, pp. 97-116.
151
Human Rights Watch, World Report 2007, <http://www.hrw.org/wr2k7/wr2007master.pdf>,
(erişim tarihi: 28.01.2008).
97
ikamet eden üçüncü ülke vatandaşlarıdır denebilir. Bunun en açık nedeni ise
mültecilerin potansiyel terörist olarak algılanmaları, değilse bile en azından
potansiyel suçlu olarak görülmeleri ve önlemlerin en kötü senaryolar düşünülerek
tasarlanmasına bağlanabilir.152 Dahası söz konusu grubun içindeki Müslüman olan
üçüncü ülke vatandaşlarını, algılanan din ve terör bağlantısı nedeniyle, ilk sıraya
yerleştirmek yanlış olmayacaktır.
Ülkelerin ayrımcı politikalarının ya da çıkardığı yasaların toplum üzerinde
yarattığı etki yabancı düşmanlığı, ırkçılık ve dini ayrımcılığı artırma açısından
oldukça önemlidir. Anti-terör önlemleri, izinsiz sorgulamalar ya da evlerinden
alınıp
götürülme
gibi
davranışlar,
çoğunlukla
Müslüman
olan
kesime
uygulandığında, söz konusu ülke vatandaşları üzerinde bu kesime karşı bir
tedirginlik yaratılmakta ve vatandaşların da toplumun bu kesimine önyargılı şekilde
yaklaşmasına sebebiyet vermektedir. Bunun sonucunda polis, hukuk ve askeri
güvenlik sistemlerinin kanun ya da kanun dışı uygulamalarıyla devletin kendi
uygulamalarının dolaylı olarak ırkçılığı tetiklemesi söz konusu olabilmektedir.153
Dolayısıyla, özellikle 11 Eylül saldırıları sonrasında, Müslümanlar artık bazı
kesimler tarafından Avrupa’da bir ‘güvenlik sorunu’ olarak görülmektedir. 2006
yılında yapılan bir araştırmaya göre, Đngilizlerin yarıdan fazlası Đslam’ın Batı için
bir tehdit oluşturduğuna inanmaktadır. The Daily Telegraph gazetesinin tespitine
152
Tony Bunyan, “While Europe sleeps…”, European Civil Liberties Network,
<http://www.ecln.org/essays/essay-11.pdf>, (erişim tarihi: 25.10.2007).
153
Scott Poynting & Victoria Mason, “Tolerence, Freedom, Justice and Peace?: Britain, Austria and
Anti-Muslim Racism since 11 September 2001”, Journal of Intercultural Studies, Vol. 27, No. 4,
November 2006, pp. 367-368.
98
göre, Đngilizlerin yüzde 53’ü Đslam dinini liberal Batı demokrasisi için tehdit olarak
görmektedir. ABHaber tarafından alıntılanan bu tespite göre; “Giderek artan sayıda
kişi, Đngiltere'nin bir Müslüman sorunuyla karşı karşıya olduğunu düşünüyor.
Đngiliz Müslümanların büyük çoğunluğunun ülkeye sadakat duygusu taşımadığını,
bir terör eylemine göz yumabileceğini, hatta eylemi bizzat gerçekleştireceğini
düşünenlerin oranı geçtiğimiz yıl % 10 iken, şimdi % 18 seviyesine çıkmıştır.
Pratikte tüm Đngiliz Müslümanların barışçıl, yasalara uyan ve terör eylemleri
karşısında diğer herkes gibi üzülen kişiler olduğuna inanlar ise % 23'ten % 16'ya
düşmüştür. 2001 yılında radikal Đslamcıları ayrı tutarak, Đslam'ın kendisini bir tehdit
olarak görenlerin oranı % 32 iken şimdi bu oran % 53'e tırmanmış durumdadır.”154
Avrupa’da Müslümanların ‘içerideki tehdit’ olarak algılanmalarından dolayı,
AB Konseyi Aralık 2001 tarihinde terörle mücadeleye yönelik önlemler
kapsamında bir ‘Ortak Tutum’155 benimsemiştir. Üye ülkeler de bunu kendi
yasalarına yansıtmış ve bu düzenlemeler sonucunda istihbarat birimleri “içerideki
yabancı düşmanları” dini profil kullanarak fişlemeye başlamıştır. Đngiltere, Norveç,
Danimarka ve Almanya gibi ülkelerde Müslüman öğrenciler dahi potansiyel tehdit
oluşturdukları
gerekçesiyle
fişlenmiştir.
Hatta
fişleme
kapsamı
daha
da
genişletilmiş ve Müslüman işadamları, sivil toplum kuruluşları, dernekler ve cami
cemaati mensupları da zamanla giderek artan Đslamofobi neticesinde izlemeye
alınmıştır.156 Bu bağlamda, Avrupalı Müslümanların toplumda meydana gelen
154
“Đngiltere’de Đslamofobi”, ABHaber, 25.08.2006,
<http://www.abhaber.com/haber_sayfasi.asp?id=12984>, (erişim tarihi: 11.06.2007).
155
AB Konseyi tarafından alınan ortak tutumun detayları için bkz. Council Common Position of 27
December 2001 on the application of specific measures to combat terrorism (2001/931/CFSP).
156
Küçükcan, op. cit.
99
problemler için, tıpkı ekonomide yaşanan olumsuzluklar nedeniyle göçmen nüfusta
olduğu gibi, bir günah keçisi haline geldiği birçokları tarafından kabul
edilmektedir.157 Özellikle çok kültürlü toplumlarda bu durum çok daha net bir
şekilde
ifadesini
bulabilmektedir.
Đsveç
basınında
çoğunluğu
11
Eylül
saldırılarından sonra çıkan haberler, bu duruma bir örnek olarak gösterilebilir.
Örneğin; Đsveç gazetelerinden Dagens-Nyheter, 2003 yılında yayınladığı yazılarda,
Đslam dini ve Müslüman kültürünü Đsveç toplumu ve birliğine bir tehdit olarak
göstermiştir. Bunun yanı sıra, kimi yazarlar tarafından camiler El-Kaide
eylemlerinin potansiyel tabanı olarak gösterilmeye çalışılmış ve Đslam, Đsveç’in
harmonik yapısına zarar verebilecek olan bir hastalık olarak ifade edilmiştir.158
Küresel terör saldırıları ile birlikte küresel tehdit algılamalarının tüm dünyada
ve AB ülkelerinde deyim yerindeyse yarattığı paranoya, Avrupa içinde yaşayan
Müslümanların yalnızca güvenliği tehdit eden bir unsur olarak algılandığını
düşünmek tek başına Đslamofobi’yi açıklamak için yeterli görünmemektedir. 9/11
ile daha fazla göze batmaya başlayan Müslümanlar, güvenlik yanında sosyal ve
ekonomik alanda da potansiyel işgücü tehdidi olarak Avrupalıların gözünde bir
yargıya tabi tutulmaktadır. AB üyesi ülkelerdeki Müslümanların büyük çoğunluğu
göçmenlerden oluşmaktadır. Pek çok Avrupa ülkesi, II. Dünya Savaşı sonrasında
işgücü pazarlarını oluşturabilmek için göçü desteklemiştir. Başlangıçta, bu
göçmenlerin geçici olarak geldikleri düşünülerek toplumsal entegrasyon göz ardı
edilmiş olsa da göçmenlerin çoğu, beklentilerin aksine, gittikleri ülkelerde kalmayı
tercih etmişlerdir. 1970’li yıllarda AB ülkeleri ekonomik olumsuzluklar nedeniyle
157
158
Efraim Karsh & Rory Miller, “Europe’s Persecuted Muslims?”, Commentary, April 2007, p. 49.
Larsson, op. cit., pp. 37-38.
100
göçe sıkı tedbirler getirmiş ve takip eden yıllarda bu ülkelere girmeyi başaran
Müslüman göçmenler yalnızca aile birleşimi kapsamında gelen akrabalar olmuştur.
Dolayısıyla 1970’lerden bu yana, artan güvenlik önlemleri ve değişen politikalar
hesaba katıldığında, Avrupa ülkelerine artan sayıda kaçak ve sığınmacı Müslüman
geldiği bilinmektedir. Bu gelişmelerle beraber, Müslümanlar 1980’lerden bu yana
yaşadıkları toplumlarda dikkati çeken unsurlar olmaya başlamışlardır.159
AB ülkelerindeki Müslüman toplulukların nüfusu genel olarak bulundukları
ülke nüfusuna göre gençtir. Örneğin, Fransa’daki Müslümanların üçte biri 20 yaşın
altında iken (20 yaş altındaki Fransa’daki gençlerin oranı toplam % 20’dir),
Almanya’da 18 yaşın altındaki nüfus toplam nüfusun %18’ini ve Müslüman gençler
ise bu grubun 1/3’ünü oluşturmaktadır. Đngiltere’de genç nüfus oranı % 20 iken, bu
ülkedeki Müslüman nüfusun üçte biri 16 yaşın altında bulunmaktadır. Genele oranla
yüksek olan doğum oranları da göz önünde tutulduğunda AB ülkelerindeki
Müslüman toplulukların önümüzdeki yıllarda da büyümeye devam etmesi
beklenmektedir. Dahası bazı araştırmalara göre, AB’deki Müslüman nüfusun 2015
yılında iki katına çıkacağı tahmin edilmektedir.160 Müslüman nüfusun bu dinamik
ve genç potansiyeli düşünüldüğünde, özellikle son dönemde Avrupa ülkelerinin
çoğunda baş göstermeye başlayan işsizlik gibi sosyal ve ekonomik sorunların
kaynağının da Müslümanlar olarak algılanıp bu kesime düşmanlığın duyulması
daha belirginleşmektedir.
159
International Helsinki Federation for Human Rights, Report on “Intolerance and Discrimination
against Muslims in the EU, Developments since September 11”, March 2005, p. 13.
160
International Helsinki Federation for Human Rights Report, op.cit., p. 13.
101
Dini ayrımcılığın ya da dışlamanın boyutları sadece, Đslam dinine mensup
bireylerin sözlü ve fiziki anlamda kötü muameleye maruz kalması olarak
görülmemelidir. Müslümanların özellikle okul ve üniversitelerde istihdam ve
hastane, bankalar gibi kamu kurum ve özel kuruluşlardaki hizmet alımında da
ayrımcılığa maruz kaldıkları raporlarda bildirilenler arasında yer almaktadır.
Özellikle Arap kökenli isimleri taşıyan vatandaşlar istihdam edilmekten
kaçınılmaktadır. Đsveç ve diğer Avrupa ülkelerinde yapılan araştırmalar, her beş
işten birinin Arapça ve Arapça benzeri isim taşıyan kişilere kapalı olduğunu
göstermektedir. Paris Üniversitesi’nin araştırma bulgularına göre, Arap ve Afrika
kökenli gençlerin, Fransız toplumunun geri kalan kesimine göre işsiz kalması
olasılığı beş kat daha fazladır.161
AB ülkelerindeki Müslümanların çok farklı toplumlardan gelmeleri çelişen
etnik, kültürel ve sosyal etkileşimlere yol açmaktadır. Bu durum, farklı Đslam
geleneklerinden gelmeleri nedeniyle dinde de kendini göstermiştir. AB’deki
Müslüman toplumların 11 Eylül saldırılarından bu yana şüpheli kişiler olarak
muamele görmeleri olgusu bu toplumların toplumsal kimliklerinin güçlenmesine
neden olmuştur. Yapılan bir araştırmaya göre, bir azınlığın üyeleri ne kadar çok
ayrımcılık ve sosyal dışlamaya maruz kalırsa, bu kişiler dinsel kimlikleri etrafında
bütünleşmeye o kadar eğilimli olmaktadır.162 11 Eylül sonrası artan güvenlik
endişelerinin ve yarattığı güvensizlik ortamının tetiklediği Đslamofobi, 7 Temmuz
161
Danielle Celermajer, “If Islam is our other, who are we?”, Australian Journal of Social Issues,
Vol. 42, No. 1, Autumn 2007, p. 105.
162
Åke Sander, “Muslims in Sweden”, Muhammad Anwar, Jochen Blaschke ve Åke Sander, State
Policies toward Muslim Minorities in Sweden, Great Britain and Germany, European Migration
Center, 2004, p. 264, <http://www.islamawareness.net/Europe/Sweden/Muslims_in_Sweden.pdf>,
(erişim tarihi: 09.06.2006).
102
2005 tarihinde Londra metrosuna yapılan saldırılar sonucunda Avrupa kıtasında
daha fazla tedirginliğe neden olmuş ve panik havası içinde göçmen, mülteci ve AB
içinde ikamet eden üçüncü ülke vatandaşlarına yönelik adli ve polisiye
muamelelerde daha fazla kendini hissettirmeye başlamıştır. Dolayısıyla, örneğin,
özellikle Đngiltere toplumu içinde ayrımcı politikalara maruz kalan Müslümanların
dinsel kimlikleri etrafında birleşmeleri öncekine nazaran daha muhtemel bir hal
almıştır. Londra saldırılarında, saldırıyı düzenleyen bu kişilerin hepsinin Đngiliz
kökenli olmayıp Đngiltere doğumlu olmaları, bu ülkede doğup büyüyen
Müslümanlara yönelik görüşlerin de değişmesine yol açmış ve ‘home-grown’
(Đngiltere’de doğup büyüyenler kastedilmekte) diye tabir edilen kişilere yönelik
terörist endişelerin artmasına neden olmuştur. Bombalı saldırıların hemen
arkasından, hatta 3 hafta içinde, özellikle Müslümanlara yönelik nefret suçlarının
(hate crimes) 6 katına çıktığı gözlenmiştir. Avrupa Irkçılık ve Yabancı
Düşmanlığını Đzleme Merkezi tarafından açıklanan rapora göre, Müslümanlara
yönelik nefret suçları saldırılardan kısa bir süre sonra % 5 oranında yükselmiştir.163
Bu bağlamda, Đngiltere ve diğer Avrupa ülkelerinde yükselen anti-Müslüman
tepkilerin, halkın ya da söz konusu ülkelerde yaşayan toplumlar arasında sınırlar
oluşturmaya başladığını söylemek mümkündür.164 Dışlamacı ve ırkçı ortamın ittiği
söz konusu toplumsal sınırları, Müslüman kökenli kişilerin koşullara bağlı olarak
ortak kimlikleri etrafında birleşerek oluşturduğu ‘gettolaşma’ olarak nitelendirilen
davranış kalıpları ile açıklamak da mümkündür. Asimile olamayan özellikle son
dönemde göç eden Müslümanların dile hakim olamaması, yasadışı konumlarından
dolayı çok kötü işlerde çalışmaları ve mensup oldukları dinin terörle
163
164
Pointing & Mason, op. cit., p. 375.
Ibid., p. 377.
103
ilişkilendirilmesi sonucu potansiyel suçlu olarak görülüp dışlanmaları bu kişileri
etnik ve dinsel kökenleri etrafında bir arada yaşamaya iterek gettolaşmaya neden
olmakta ve bu kişilere diğer toplumlarla çok az iletişim imkanı sağlamaktadır.
Avrupa Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığını Đzleme Merkezi verileri, işsizlik
oranlarının ortalamanın üzerinde olduğu Avrupalı Müslümanların, ortalamanın
altında barınma koşullarına sahip bölgelerde nüfuslarına orantısız bir yoğunlukta
oturduklarını göstermektedir.165 Müslümanların genellikle düşük vasıflı işlerde
istihdam edildikleri ve düşük ücretli sektörlerde aşırı oranda temsil edildikleri
tespiti de barınma koşullarına eklenirse, bu toplumun dayanışma şeklini
gettolaşarak göstermesi bir realite olarak Avrupa’da kendini göstermektedir. Bu
yapılanmanın sonucunda da dışlandıkları bir toplumda kendi içlerine kapanarak ve
yaşadıkları toplumca göz ardı edilerek yaşam sürmeye çalışan çoğunluğu
Müslümanların yaşadığı gettolar, halkın çoğunluğunun girmeye korktuğu ve suç
yuvası olarak algılanan alanlara dönüşmekte ve Müslümanların bu yapılanma
üzerinden okunmasına neden olmaktadır. 11 Eylül saldırıları da Avrupa ülkelerinin
göz ardı ettiği ve bir anlamda kendi politikalarıyla da oluşumlarına dolaylı olarak
katkı sağladığı gettoların tehdit olarak yeniden hatırlanmasında ve bu yapılanma
içindeki Müslüman kökenli kişilerin yabancı etiketlerinin belirginleşerek dikkatlerin
bir kez daha Avrupa’nın sadık ‘öteki’leri Müslümanlara çevrilmesinde dönüm
noktasını oluşturmaktadır.
165
EUMC Basın Bülteni, “Avrupa Birliği’nde Müslümanlar: Ayrımcılık and Đslamofobi”,
<http://fra.europa.eu/fra/material/pub/muslim/EUMC-highlights-TR.pdf>,
(erişim
tarihi:
15.03.2008).
104
Yukarıda hem güvenlik hem de sosyal gerekçelere dayanılarak bahsedilen artan
Đslam ve Müslüman karşıtlığının, çeşitli raporlar aracılığıyla da dile getirildiği
şekliyle AB içinde Müslüman kesime yönelik eylem ve saldırılara dönüştüğü
oldukça aşikârdır. Son 20 yıldır Avrupa’da artış gösteren ırkçılık ve yabancı
düşmanlığı, özellikle 9/11 sonrası aşırı sağ partiler tarafından da kullanılarak
Đslamofobi olarak kendini göstermiştir. Bu süreç hem maddi ve manevi açıdan
Müslüman toplumları hem de Đslamofobik algılamaları taşıyan Avrupa halklarını ve
AB entegrasyon sürecini etkilemektedir. Birçok Avrupalı Müslüman sosyal
ilerlemelerinin önünde engellerle karşılaşmakta ve bu durum, Müslüman kitlelerde
ümitsizlik ve sosyal dışlanma duygularına yol açabilmektedir. Bu sorunun
beraberinde taşıdığı ırkçılık, ayrımcılık ve sosyal marjinalleşme ise, AB tarafından
da tespit edildiği üzere, bütünleşmeye ve toplumsal birleşmeye yönelik ciddi
tehditler oluşturmaktadır.166 Bu süreç, sonucunda Müslümanlar ve Avrupa
toplumları arasındaki algılamaları kısır döngü içine sokmakta ve iki kesim arasında
kutuplaşmalara neden olmaktadır. Böyle bir durumun da Avrupa bütünleşmesi
üzerinde engel teşkil edeceği ortadadır ve AB düzeyinde sadece güvenlik odaklı
değil, aynı zamanda sosyal ve kültürel odaklı önlemlerin kapsamlı olarak alınmasını
gerektirmektedir.
4. Kitlesel Göç: Avrupa’nın Değişen Demografik Yapısı ve Sosyal Dışlama
1950’li yıllarda Avrupa’nın savaş sonrası yeniden inşa sürecinde acil işgücü
talebini karşılama amacıyla başlayan kitlesel göç, bütünleşme ve küreselleşmenin
166
Ibid.
105
hız kazanmasıyla toplum yapısında meydana getirdiği değişiklikler nedeniyle hem
siyasi düzlemde hem de sosyal tabanda tartışılan önemli konulardan biri olmuştur.
Önceki bölümlerde de değinildiği gibi, küreselleşmenin işgücü hareketliliğine izin
veren yapısı ile çok-kültürlülüğü daha görünür kılması ya da küresel krizlerin
yarattığı endişelerin ulusal politikalara, özellikle göçmenlere yönelik, dışlamacı bir
tavırla yansıması göçü, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı perspektifinde tartışmaya
açmaktadır. Bunun yanında göçmen, mülteci ve sığınmacıları ırkçı söylem ve
eylemlerle sosyal dışlamaya maruz kalan gruplar listesinin167 başına taşıması
bakımından, Avrupa’nın değişen demografik yapısı ve sosyal entegrasyon sorunları
da kitlesel göçü, Avrupa’daki ırkçılık ve yabancı düşmanlığı sorunlarının temeline
oturtmaktadır. Buna paralel olarak, hükümetlerin uzun bir süre uygun politikalar
üretmekten uzak kalması ve en önemlisi Avrupa içinde bütüncül bir göç
politikasının olmaması, kitlesel göçün halihazırdaki problemli yapısını ırkçı ve
yabancı düşmanı eğilimlerle daha da tartışmalı hale getirmektedir.
Avrupa’ya kitlesel göç, II. Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda yıkılan
ekonomilerini yeniden inşa etmek üzere Batı Avrupa devletlerinin işgücü ihtiyacını
eski sömürge ülkelerinden ve diğer üçüncü dünya ülkelerinden işçi alarak
karşılamaya çalışması ile başlamıştır. 1960 ve 1970’li yıllarda bu durum, Akdeniz
ülkelerinden ‘misafir işçi’ olarak adlandırılan ve işgücü ihtiyacının doyuma ulaştığı
noktada geri döneceklerine inanılarak geçici statüde görülen kişilerin Avrupa’ya
göçü ile devam etmiştir. 1970’lerin ortasında çıkan petrol krizi ile beraber, pek çok
167
“Racism and Xenophobia in the European Union: Facing the Challenge of Non-Discrimination
and Integration”, European Monitoring Centre on Racism and Xenophobia, Brussels, 30 August
2006.
106
misafir işçi, ekonomik yeniden yapılanmaya bağlı olarak işlerini kaybetmek
zorunda kalmıştır. Bu durumda misafir işçi olarak istihdam edilen söz konusu
kişilerin geldikleri ülkelere geri dönecekleri umulurken çoğu, beklentilerin aksine,
kalmayı tercih etmiş ve aile birleşimine izin verildiği ölçüde eş ve çocuklarını da
yanlarına alarak Avrupa ülkelerine yerleşmişlerdir. Benzer şekilde, Đngiltere, Fransa
ve Hollanda gibi sömürge ülkeleri, dekolonizasyon süreci ile beraber eski sömürge
ülkelerinden gelen göçle karşı karşıya kalmışlardır. Bu süreç yine geçici olarak
değerlendirilmiş, fakat aile oluşumu ve birleşimi bu grup için de baş göstermiştir.
Söz konusu göç akını günümüzde büyük ölçüde azalmış olsa da yerini dünyanın
çeşitli yerlerinden gelen sığınmacı ve mültecilere bırakmış gözükmektedir.168
Kitlesel göçün bir diğer ayağı ise 1980’lerin başlarında Đtalya, Đspanya, Portekiz ve
Yunanistan gibi ülkelerde ortaya çıkmıştır. Bu ülkeler, önceki dönemlerde işçi ihraç
eden bir konuma sahipken, söz konusu dönemde büyük oranda göçmen çekmeye
başlamışlardır. 1990’lara gelindiğinde ise komünizmin çöküşü ve AB içerisindeki
sınırların genel olarak daha korunmasız hale bürünmesi, Avrupa’ya yönelen göç
dalgası ve nüfus hareketlerinin kısmen açıklayıcısı olmuştur. 1970’lerin başından
1980’lerin ikinci yarısına kadar Sovyet Bloğu’na ait ülkelerden yılda sadece
100.000 civarında göçmen alan AT ülkeleri, 1985 ve 1992 yılları arasında 15
milyon göçmeni ağırlamak zorunda kalmıştır. 600.000’in üzerinde göçmen ise eski
Yugoslavya’da yaşanan savaş nedeniyle Batı Avrupa’ya giriş yapmıştır.169 Ayrıca
1990’lardan itibaren süregelen dönemde, uluslararası göç ve işçi pazarında yeni
168
Jeroen Doomernik, “Immigration, Multiculturalism and the Nation State in Western Europe”, in
Yusuf Bangura and Rodolfo Stavenhagen (ed.), Racism and Public Policy, New York: Palgrave
Macmillan, 2005, pp. 72-73.
169
Andrew Geddes, “Immigrant and Ethnic Minorities and the EU’s ‘Democratic Deficit”, Journal
of Common Market Studies, Vol. 33, No. 2, June 1995, p. 202.
107
eğilimlerin gelişmesiyle birlikte, ‘transit göç’ adı altında bazı göç akımları da
gözlenmektedir. Başka bir ülkeye gitmek amacıyla yola çıkan göçmenlerin bir
önceki ülkelerde belli süreliğine geçici olarak kalması anlamına gelen söz konusu
göç akımına başlıca hedef olan ülkeler, başta Đtalya olmak üzere Akdeniz’e kıyısı
olan ülkeler olmaktadır.170
II. Dünya Savaşı’nın ardından başlayan ve dönemsel olarak devam eden kitlesel
göç ve göçmen sayısındaki artış, içlerinde barındırdıkları ulusal azınlıklara rağmen
etnik kimlik, dil, din, kültür ve siyasi tecrübe gibi bağlayıcı faktörlerle görece
homojen ulus-devlet görünümündeki birçok Avrupa ülkesinin zamanla kültürel ve
etnik olarak heterojen bir yapıya bürünmesine neden olmuştur. Avrupa
ülkelerindeki artan yabancı nüfusun gerek kültürel ve dini özellikleri gerekse de
başarısız politikalar nedeniyle yaşadıkları toplumla bütünleşememeleri, bu kesimin
farklılıkları ile ilgili farkındalığın artmasına ve deyim yerindeyse yerel toplum
tarafından göze batmasına yol açmıştır.171 Bu bağlamda, kendi ülkelerinde diğer
milliyet ve ırklardan çok fazla kişi bulunduğunu belirten ya da buna inanan ve en
önemlisi ülkelerindeki ekonomik ve sosyal sorunların önemli bir kısmının bu
nüfusun varlığından kaynaklandığını düşünenlerin sayısı giderek artmaya
başlamıştır.
Demografik yapısı incelendiğinde, Avrupa’da göçmen sayısında ve toplam
nüfus içindeki yabancıların nüfus oranlarında artış yaşandığı bir gerçektir. 2005
verileri, AB-25 içinde yabancı nüfusun toplam nüfusa oranını %8.6 olarak
170
171
Ünver NOI, op. cit., s. 121-128.
Ibid., s. 122.
108
göstermektedir. Bu oran içinde en büyük payı Lüksemburg, Avusturya, Đrlanda,
Almanya ve Fransa gibi ülkeler oluşturmakla beraber, bu ülkelerdeki yabancıların
nüfus oranları toplam nüfus içinde sırasıyla %37.4, %15.2, %14.1, %12.3,
%10.7’dir. Buna karşı, Avrupa kökenli nüfusta yaşanan demografik durgunluk ise
Avrupalı toplum ve siyasilerin endişelerini haklı çıkaracak boyuttadır. 2000-2004
yılları arasında AB-15 içindeki yıllık doğal nüfus değişimi (ölüm ve doğum
oranlarının farkı) % +0.1’den az olarak saptanmıştır. AB-25 içindeki doğal artış,
1000 kişide +0.7 ile kısıtlı kalırken; Ocak 2005-Ocak 2006 arasında Avrupa
nüfusunda 2 milyondan fazla yaşanan artış büyük oranda göçten kaynaklanmıştır.172
AB içinde yabancı nüfusun artış gösterdiği gerçeğinin, diğer verilerden
bağımsız olarak değerlendirildiğinde, Avrupa toplumlarının tepkisi ile karşılaşması
doğaldır. Ancak Avrupa’nın hem sosyal hem de ekonomik anlamda yapısını aşağıya
çeken demografik gerçeklikler, aslında Avrupa’nın elindeki göçmen nüfusu verimli
kullanması gerektiğini ortaya koymaktadır. Zira AB’nin yaşlanan nüfusu ve azalan
potansiyel işgücü ile yakın gelecekte önemli sorunlarla karşı karşıya olduğu
görülmektedir. AB içinde değişen yaş ortalaması bunun önemli göstergelerinden
biridir. 60 yaş ve üzeri 70 milyondan fazla nüfusa sahip AB içinde bu oran toplam
nüfusun %20’sine denk gelmektedir. Ortalama yaşam süresinin geçmişe oranla
uzaması bu durumun bir sebebi iken, yukarıda belirtilen düşük doğum oranları da
yaşlanan nüfus için başlı başına bir sorun yaratmaktadır.173 Birliğe 2004 yılında
katılan 10 Merkez ve Doğu Avrupa ülkesinin de nüfus artış hızına ivme
172
Rainer Muenz, “Europe: Population and Migration in 2005”, Migration Information Source, June
2006, <http://www.migrationinformation.org/Feature/display.cfm?ID=402>, (erişim tarihi:
15.01.2008).
173
Anthony Giddens, Europe in the Global Age, Cambridge: Polity Press, 2007, p. 6.
109
kazandırması beklenmemektedir. Çünkü verilere göre demografik trendler, söz
konusu ülkelerde de eski AB üyesi ülkelerinkine benzer bir seyir izlemektedir.
Araştırmalara göre, 1998 yılı rakamlarıyla 105 milyon nüfuslu Merkez ve Doğu
Avrupa ülkelerinde nüfusun 2025 yılı itibariyle 98 milyona gerilemesi
beklenmektedir.174 2050 yılı itibariyle eski AB üyesi ülkelerinde nüfusun ortalama
yaşının en az 7 yıl daha yükseleceğini ortaya koyan The Economist verileri, eski
Avrupa’nın yaşlandığını ortaya koyarken, benzer şekilde hatta daha çarpıcı bir
biçimde yeni Avrupa’nın da yaşlandığını belirtmektedir. Buna göre, şu anda yaş
ortalaması 40 ve 38 olan Almanya ve Fransa’nın 2050 itibariyle yaş ortalamalarının
sırasıyla 47 ve 45’e yükseleceği tahmin edilmektedir. Aynı dönemde, günümüzde
35 ve 38 yaş ortalamalarına sahip Polonya ve Macaristan’da ise bu oranın sırasıyla
49 ve 50’ye yükselmesi beklenmektedir.175
AB -25'in baş lıc a yaş g ruplarına g öre nüfus yapıs ı
0-14
100%
90%
15-64
65-79
80+yaş
1,5
1,8
2,3
3,2
3,4
4,7
5,8
7,2
9,2
11,4
8,5
9,9
11,2
10,7
12,3
12,9
14,9
17,5
19
18,5
64,5
61,3
58,3
56,7
80%
70%
60%
64,7
63,5
50%
64,4
66,9
67,1
66,9
40%
30%
20%
10%
25,3
24,8
22,1
19,2
17,2
15,5
14,8
14
13,5
13,4
1980
1990
2000
2010
2020
2030
2040
2050
0%
1960
1970
Kayn ak : Euros tat, A B'de S os yal Durum (2005-2006)
174
175
Poole, op. cit., pp.157-158.
“Revitalising Old Europe”, The Economist, March 13, 2003.
110
Gelişmiş ülkelerde yaşlanan nüfus ekonomik ve mali açıdan çok da tercih edilen
bir durumu yansıtmamaktadır. Zira doğum oranlarındaki düşüşe bağlı olarak
aşağıdan yukarıya genç nüfusun eklendiği gelişmekte olan ülkelerin aksine, zengin
ülkelerde yoğunlukta olan orta yaş nüfusu, alttan işgücüne eklemlenecek genç ve
dinamik bir nüfus olmadan, yaşlı nüfusa eklenmektedir. Dolayısıyla söz konusu
ülkeler hem büyümede düşüş yaşamakta hem de mali yükün şişmesiyle karşı
karşıya kalmaktadır.176 Sonuç olarak birçok Doğu ve Batı Avrupa ülkesinin
yaşadığı kötü demografik görünüm, AB’yi artan bir biçimde yabancı iş gücüne
bağımlı hale getirecek gibi görünmektedir. Doğal olarak, ironik bir şekilde, mevcut
durumda hem yapısal sorunlar hem de önyargı ve algılamalardan kaynaklandığı
haliyle Avrupa toplumları tarafından sosyal dışlamaya maruz kalan göçmen
gruplara, yakın gelecekte aslında Avrupa’nın kronik olarak ihtiyaç duyacağı ortaya
çıkmaktadır. Zira dinamik nüfusunda ciddi azalma yaşayan Avrupa toplumlarında
mali yük, daha fazla insan emekli statüsüne geldikçe azalan işgücünün üzerine
binecektir. Çalışan nüfus sayısında gelecek 50 yıl içinde 40 milyon civarında düşüş
yaşanması beklenen Avrupa’da, yaşlı nüfusun (65 yaş ve üzeri) çalışan nüfusa (1564 yaş) bağımlılık oranının 2050 yılı itibariyle % 25’ten %50’ye çıkarak 2 kat
artacağı hesaplanmaktadır.177
176
177
“The Trouble with Migrants”, The Economist, November 22, 2007.
“Revitalising Old Europe”, The Economist, March 13, 2003.
111
AB-25 Yaş lı Nüfus B ağ ımlılık Oranı: 1970, 2010 ve 2050
80
70
60
50
40
30
20
10
1970
2010
B ul
İs p
R om
Ital
A lm
P ort
Y un
Ç ek C .
S love
P ol
A vs t
Mac
S lovak
B el
İng
F in
F ra
L et
L itv
İrl
GKRY
İs v
E st
Mal
Hol
Dan
L üks
A B -15
E uro B öl
A B -25
0
2050
Avrupa’nın değişen demografik yapısının Avrupa işgücü ve mali sistemi
üzerinde yarattığı/yaratacağı olumsuzlukların yabancı nüfusa olan ihtiyacı artırdığı
tespitine zıt bir eğilimle, Avrupa içinde yaşanan ekonomik ve sosyal olumsuzluklar
göçmenlerin varlığına bağlanmaktadır. Avrupa halklarındaki bu algılamanın büyük
bir kısmı ise Avrupa içinde muhalefetteki siyasilerin oy alma aracı olarak
gördükleri göçmenler üzerinden yapılan söylemlerinden ve baştaki hükümetlerin
ülke içindeki ekonomik çarpıklıklar için göçmenlerin varlığı üzerinden günah
çıkartma
eğilimlerinden
kaynaklanmaktadır.
Küreselleşme
bölümünde
de
bahsedildiği gibi, küresel ekonominin getirdiği sorunlara ulus-devletler çoğu zaman
başka faktörlerden bağımsız olarak sadece ulusal bazlı politikalarla müdahale
edememektedir. Böyle bir ortamda, halkın hükümet politikalarını suçlaması,
ekonomik bozukluğu devlet politikalarının yanlış uygulanmasına direkt olarak
bağlaması hükümetleri, içeride bir günah keçisi aramaya itebilmektedir. Dolayısıyla
ekonomik verilerin olumsuzluğu gösteren ibresi, Avrupa refah toplumunun refahını
112
paylaştığını düşündüğü göçmen, azınlık ve yabancı kökenli vatandaşlara
yönelebilmektedir.178
Maier, Avrupa’da göçmenlerin problemli gruplar olarak algılanmalarına neden
olan üç sürecin bulunduğunu belirtmektedir. Đlk süreci milliyetçi ve yabancı
düşmanı partilerin Avrupa ülkelerinin karşı karşıya kaldığı problemleri sömürmesi
olarak tanımlayan Maier, söz konusu partilerin göçmen grupları kültürel ve dini
farklılıklarından dolayı problemli olarak topluma yansıttığını belirtmektedir. Bu
süreçte göçmenlerin devlet ve işverenler tarafından uğramış oldukları ihmal
nedeniyle sorunlu bir yaşam sürdürdüğü ya da sürdürebileceği olgusu göz ardı
edilmekte ve Avrupa sosyal yaşamına ayak uyduramayan göçmenler Batı kültürüne
ait olmamakla suçlanmaktadır. Đkinci süreç, geleneksel demokratik partilerin
konuya yaklaşımları olarak adlandırılmaktadır. Söz konusu partiler, göçmen
nüfusunu kontrol altına almak ve düzenlemek için çoğunlukla bu gruplara yönelik
daha sıkı politikalar izlemektedirler. Böylece, bu nüfusun sorunlu yapısının
doğrudan hükümet nezdinde tanınmış olmasından yola çıkarak göçmenler
üzerindeki olumsuz algılamaların pekiştirildiği düşünülmektedir. Maier, son olarak,
bu süreci Avrupa bütünleşmesinin doğrudan sonuçlarından biri olarak ele
almaktadır. Fakir ve güvenli olmayan alanlardan mültecileri çekmesi, Avrupa
bütünleşmesinin yarattığı refah ortamında süregelen bir gerçekliktir. Ancak Maier,
bütünleşmenin de hız kazanmasıyla birlikte çoğu AB üyesi devletin mültecileri
tanıma konusundaki kurallarını sıkılaştırma yönünde bir nevi yarışa girdiğinden
178
Fatma Yılmaz, “AB’de Artan Yabancı Düşmanlığı: Günah Keçisi Göçmenler: Ya Đçsel
Faktörler?”, USAK Stratejik Gündem, 15.01.2008,
<http://www.usakgundem.com/yazarlar.php?id=883&type=24>, (erişim tarihi: 15.01.2008).
113
bahsetmektedir. Buna göre, görece daha gevşek kurallara sahip ülkelerin daha çok
mülteci çekeceğinden çekinen ülkeler, kendi aralarında mültecileri tanıma
konusunda söz konusu kişilere zarar veren bir yarış içine girmişlerdir. Birbiriyle
bağlantılı bu üç sürecin AB ülkelerinin göçmen nüfusla ilgili olarak karşılaştığı
sorunları aşırı sağ ve popülist partilerin eliyle ırkçılık boyutuna taşındığını belirten
Maier, buradan yola çıkarak Avrupa’nın doğrudan ya da dolaylı olarak ırkçılığı
teşvik ettiği sonucuna varmaktadır.179
Geddes de, benzer şekilde, sıkılaştırılan kontrol ve düzenlemelerin, yasal olarak
ikamet eden üçüncü ülke vatandaşları ve göçmen ve etnik kökenli vatandaşlar da
dahil, pek çok göçmenin durumunu problemli hale getirdiğini belirtmektedir. Bu
bağlamda Geddes, oluşturulmaya çalışılan politikalarda göç konusunun AB
düzeyinde, ekonomik kalkınma ya da insan hakları sorunu olarak ele alınmasından
ziyade, öncelikle güvenlik/suç konuları ya da sorunları çerçevesinde tanımlandığını
belirtmektedir. Söz konusu yaklaşımın yan etkisi ise belli grup göçmenler hakkında
sorun yaşandığı zaman ortaya çıkmaktadır ve bu durumda göç karşıtı-ırkçı
söylemleriyle bilinen aşırı gruplar, göç konusundaki extremist iddialarını meşru
zeminde öne sürebilir hale gelmektedir. Dolayısıyla kısıtlayıcı göç politikalarının
sonuçları, önlemleri meşrulaştırma hakkını aşırı sağ ve göç karşıtı siyasi partilere
verebilmekte ve aşırı sağ partileri yasal zemine daha fazla yaklaştırabilmektedir.
Göçmen karşıtı siyasi söylemlerin ulusal ve uluslararası düzeyde meşru hale
gelmesi ise göçmenleri siyasi süreçten ve önemli karar merkezlerinden dışlayıcı
179
Robert Maier, “Does a Supranational Europe Stimulate and/or Combat Racism?”, in The Evens
Foundation (ed.), Europe’s New Racism: Causes, Manifestations and Solutions, New York &
Oxford: Berghahn Books, 2002, pp. 98-99.
114
şekilde
siyasallaşabilmekte
ve
bu
nedenle
ayrıca
demokrasi
açığı
da
genişlemektedir.180
Bunun yanında, AB üye devletlerinin çok-kültürlülükten asimilasyona yayılan
birbirinden uzak stratejilerle göç konusuna yaklaşımları da göçmen grupların hem
entegrasyon hem de sosyal dışlanma anlamında yaşadığı sorunlara temel teşkil
etmektedir. AB üyeleri içinde bir yandan asimilasyon politikası güden ve
vatandaşlık sistemi ile farklı grupların varlığına izin vermeyen ülkeler (Fransa gibi)
bulunurken, öte yandan tüm farklılıkları tanıyan bir yaklaşımla çok-kültürlülüğü
benimseyen ülkeler (Đngiltere gibi) bulunmaktadır. Dolayısıyla sosyo-ekonomik
hakların farklı düzeylerde tanınması anlamına gelen bu yapılanma, göçmenlerin
entegrasyon ile ilgili sorunlar yaşamasına da neden olmaktadır. Böyle bir yapılanma
içinde de göçmen, mülteci ve diğer azınlık gruplarının topluma entegre olma
kapasitelerinin olmadığı ya da ait oldukları din ve kültür nedeniyle göç ettikleri
topluma entegre olamadığı önyargısı oluşmaktadır. Avrupa toplumlarındaki sosyal
dışlama eğilimi yapılan anketlerde de üstü kapalı biçimde ortaya çıkmaktadır. 1997
tarihli Eurobarometer anketine cevap veren Avrupalıların büyük çoğunluğu,
toplumun kapsayıcı olması gerektiği ve göçmen ve azınlıklar da dahil olmak üzere
tüm vatandaşların eşit haklara sahip olması gerektiğini belirtirken, öte yandan
sorular detaylı şekilde her koşulda hangi hakların uygulanması gerektiğine geldiği
zaman, düşüncelerin aksi yönde bölünmeye başladığı görülmektedir. Buna göre,
çoğu Avrupalı problemli grup olarak görülen, Avrupa’da yasadışı olarak bulunan,
180
Geddes, op. cit., pp. 207-208.
115
suça karışmış ve işsiz olan göçmenlerin haklarının sınırlandırılmasında hemfikir
gözükmektedir.181
Dolayısıyla göçmen ve benzeri grupların farklı kültürde yetişmiş olmaları bazen
entegrasyonu pozitif anlamda etkilese de çoğu zaman söz konusu gruplar açısından
bir bariyer olarak karşılarına çıkmaktadır. Mestheneos ve Ioannidi, 15 AB üyesi
ülkede gerçekleştirdikleri anket çalışmalarıyla göçmen ve mültecilerin iskan ve
istihdama kadar pek çok alanda, ırkçılık ve sosyal dışlanmaya maruz kaldıklarını
açıkça ortaya koymaktadır. Pek çok Avrupa ülkesinde, sömürge geçmişleri ve
süregelen ekonomik üstünlüklerine bağlı olarak, günümüzde de söz konusu gruplara
üstünlük hissi ile yaklaşıldığı ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda geldikleri ülkelerin
üst düzey toplumuna ait olsalar ve iyi bir eğitim almış olsalar dahi bu gruplar
Avrupa’da, üstünlük hissi ve önyargılar nedeniyle ırkçılığın farklı biçimlerine
maruz kalmaktadırlar. Yapılan çalışmadaki göçmen ve mülteci grupların cevaben
paylaştıkları
deneyimlerinden,
Avrupa
halklarının
bu
grupları
kendinden
görmeyerek daha aşağı gruplar olarak algıladıkları ortaya çıkmaktadır.182 Çalışma
göçmenlerin yasal iş bulmadaki sorunlarından bahsederken, bunun nedeninin
sadece üye devletlerdeki emek piyasasında yaşanan problemler olmadığına, aynı
zamanda mültecilerin kalıcı işe yerleşmesinin önüne konan bariyerin de bu
gerçeklikte büyük payı olduğuna değinilmektedir. Sorunun büyük bir kısmı üçüncü
ülke vatandaşı olan bu kişilerin geldikleri ülkede aldıkları eğitimin kalitesinden
şüphe etme ya da haberdar olmamada yatarken, bir başka neden ise önyargılar ve
181
“Racism and Xenophobia in Europe”, Eurobarometer Opinion Poll No 47.1, Luxembourg, 18-19
December 1997.
182
Mestheneos & Ioannidi, op. cit., pp. 311-312.
116
işverenin tercihlerinden kaynaklanmaktadır. Kendi ülkesinde hakim olan ve gittiği
ülkede mesleki geçerliliği tanınan Bosnalı bayanın deneyimleri söz konusu
önyargılara açık bir örnek teşkil etmektedir. Zira bayan Danimarkalı bir hakimle
aynı eğitimi aldığına dair elinde resmi belge olmasına rağmen, bazen benzeri
eğitimin sadece bir kısımını almış olan Danimarkalı kişilerle dahi girdiği iş bulma
yarışında yarışı kaybettiğini belirtmektedir.183 Bu ve benzeri olumsuzluklarla
karşılaşan mülteci ve göçmenlerin, geldikleri Avrupa toplumlarına entegre ya da
adapte olamamasının büyük bir kısmı da karşılaştıkları olumsuzluklar karşısında
yeniden çaba göstermeye heves ve nedenlerinin kalmaması ile açıklanmaktadır.
Irkçı tavır ve aşağılama ile karşılaşan fakat ülkelerinde üst ve orta sınıftan iyi birer
eğitim almış olarak gelen kişilerin, çoğunlukla geldikleri zaman entegrasyon
beklentileri yüksek olduğu halde bu kişiler zamanla uğradıkları muamele nedeniyle
eski statülerini kaybetmeye kendilerini adapte edememektedir. Söz konusu
kişilerden sadece çok azı gittikleri ülkede yeniden başlamaya hevesli olmakta,
dolayısıyla entegrasyon problemleri yaşamaktadır.184
Đstihdam dışında entegrasyon konusunda sorunlu alanlardan bir diğeri de
şehirlerde göçmen ve mülteci grupların oluşturduğu ayrı alanlardır. ‘Gettolaşma’
tanımıyla ifade edilen bu yapılanma, ekonomik koşullar, kişisel bağlantılar gibi
nedenlerle oluşurken, önemli bir kısmı ise sosyal dışlanma ve doğrudan ayrımcılığa
maruz kalan grupların toplumdan ayrışmaya başlaması ile ortaya çıkmaktadır.
Kültürel ve dini farklılıkları nedeniyle topluma entegre olamayan etnik ve göçmen
azınlıklar, sosyal dışlanmanın doğal sonucu olarak kendi kültürel muhitlerini
183
184
Ibid., p. 315.
Ibid., p. 312.
117
sağlamlaştırmaya başlamaktadır. Bu durum da, paradoksal şekilde, söz konusu
grupları içinde bulundukları toplumun temel değerlerinden uzaklaştırdığı için bu
grupların o topluma entegrasyonlarına engel teşkil etmektedir. Sonuç olarak,
önyargılarla beslenen ve yeniden önyargıları pekiştiren sarmal bir yapı ile karşı
karşıya kalınmaktadır. Başka bir deyişle, kendisine aşağı ırk ya da kültür olarak
bakılan göçmen ve mülteci gruplar maruz kaldıkları sosyal dışlanma neticesinde
entegrasyondan dışlanıp gettolar oluştururken; oluşturdukları gettolar nedeniyle
toplumdan kaçtıkları, topluma entegre olmadıkları yargısıyla bir kez daha
dışlanmak zorunda kalmaktadır. Bunun sonucunda da iş bulma sıkıntısı nedeniyle
ekonomik durumu ve yaşam koşulları kötü olan bu çevreler, toplumun yaşam
biçimini ve huzurunu bozduğu gerekçesiyle ırkçı ve yabancı düşmanı tavır ve
söylemlere maruz kalmakta ve özellikle aşırı sağ partiler tarafından siyasi düzlemde
seçim malzemesi yapılmaktadır.
Sonuç olarak, yarım asrı aşan bir süredir Avrupa’nın karşı karşıya kaldığı
kitlesel göçün varlığı yadsınamaz düzeydedir. Ancak Avrupa’nın dinamik ve
verimli bir göçmen nüfusa halihazırda ihtiyacı olduğu ve bu ihtiyacın yakın
gelecekte daha da artacağı gerçeği de tespit edilen ve dikkate alınması gereken
bulgular arasındadır. Buna karşın, hem siyasi düzlemde yürütülen politikalar hem
de sosyal alandaki algılama ve önyargılarla beslenen tutum ve davranışlar; göçmen,
mülteci ya da benzeri grupların entegrasyonuna engel teşkil edecek şekilde dışlama
eğilimleri ile karşı karşıya kalmasına neden olmaktadır. Aşırı sağ partileri
söylemlerine de meşru zemin hazırlayan bu ortam, yalnızca Avrupa toplumlarındaki
göçmen karşıtı basmakalıp düşünce ve önyargıların pekişerek ırkçı ve yabancı
118
düşmanı söylem ve düşüncelere dönüşmesine neden olmakla kalmamakta, aynı
zamanda göçmenlerin de geldikleri Avrupa toplumlarına entegre olma konusundaki
istek ve çabalarını da baltalamaktadır.
5. Politik Yanılsamalar ve Sorunun Siyasallaştırılması
Değişen dünya düzeni ve Avrupa bütünleşmesinin yol açtığı göç ve güvenlik
bunalımı gibi faktörlerin toplum tabanına yansıyan olumsuz yönlerinin ırkçılık ve
yabancı düşmanlığı için zemin hazırladığından bahsedilmişti. Ancak bu zemini
önemli ölçüde görünür kılan ve dışlamacı tavır ve davranışlara dönüşmesine neden
olan unsur, yalnızca bu zeminin varlığına bağlanamaz. Aslında sorunun kronik hale
dönüşmesindeki önemli unsur, bu zeminin siyasiler tarafından kullanımı ve
hükümetlerce bu soruna ‘çare’ adı altında üretilen politikaların toplumdaki
olumsuz/yanlış algılamaları azaltmak yerine meşrulaştırmasıdır. Başka bir deyişle,
bir yandan ırkçı ve yabancı düşmanı söylemlerin özellikle belirli dönemlerde
potansiyel oy kapısı olarak görülmesi, öte yandan toplumda baş gösteren ırkçı
motiflere karşı çare ararken paradoksal biçimde ırksal kategoriler oluşturulması,
kendine uygun zemini bulan sorun açısından aksi yönde bir farkındalık
yaratmaktadır. Đstihdam ve yerleşim gibi alanlarda ırk ve etnik kökene dayalı
ayrımcılığın gözle görünür hale gelmesine rağmen, etkili ve kapsamlı önlemler
alınması konusunda siyasi düzlemde yeterli düzeyde farkındalık sağlanamazken185;
mevcut
sorunların
temel
kaynağı
olarak
yabancıların
gösterildiği
siyasi
185
1997-2005 yılları arasında ırk ve etnik kökene dayalı ayrımcılıkla mücadeledeki gelişmeleri ele
alan 2007 tarihli Temel Haklar Ajansı raporu, yetkili otoritelerin ayrımcılık konusundaki farkındalık
düzeylerine de değinmektedir. Raporda Güney Kıbrıs, Đtalya, Slovenya, Çek Cumhuriyeti, Estonya,
Portekiz, Letonya, Litvanya gibi ülkelerdeki çeşitliliğin yönetimi konusunda siyasi farkındalığın ve
dolayısıyla mücadele politikaların yokluğuna dikkat çekilmektedir. “Trends and Developments
1997-2005 – Combating Ethnic and Racial Discrimination and Promoting Equality in the European
Union”, European Union Agency for Fundamental Rights (FRA), 2007, p. 24.
119
yapılanmalar, ‘öteki’ tanımlamasını pekiştirerek ayrımcı bir farkındalığın
oluşumuna neden olmaktadır. Bu bağlamda kendisine yabancı köken ve kültüre
Avrupalının bakış açısı, entegrasyona kattığı/katacağı çeşitlilik ve dinamizm
açısından değil; farklılıkların getirdiği tedirginlik üzerinden şekillenmeye
başlamaktadır.
Önceki bölümlerde değinildiği gibi seçmenlerin hem bütünleşme korkuları hem
de
kültürel
ve
ekonomik
kaygıları
ile
beslenen
aşırı
sağ,
sorunun
radikalleşmesinden rahatsızlık duymak yerine, ırkçı ve yabancı düşmanı
söylemlerini meşrulaştırma yoluna gitmeyi tercih etmektedir. Küreselleşen dünya
ve bütünleşen Avrupa’nın beraberinde getirdiği çok-kültürlülük ortamı içinde ise
aşırı sağın söylemlerine alet edecek ‘günah keçileri’ bulması zor olmamaktadır.
Göçmen, mülteci ve sığınmacı gibi gruplar ve bu grupların yaşadıkları entegrasyon
sorunları bu anlamda aşırı sağın söylemlerinde kullanabileceği kolaycı bir zemin
oluşturmaktadır. Ekonomik anlamda işsizlik oranlarını, güvenlik bağlamında ise
göçmenlerin işlediği suçlar üzerinden ırkçı-yabancı karşıtı extremist iddialarını
meşrulaştıran aşırı sağ partiler, benzer bir meşrulaştırmayı kullandığı argümanları
demokratik hak savunma şekline dönüştürerek de yapabilmektedir. 1980’lerin
sonunda yeni bir yükselen trend yakalayan sağ radikalizmin siyasi ayağı, kültürel
temelli dışlayıcı bir formül benimsemiş ve 1968 sonrası sol tarafından yürütülen ve
azınlık haklarının savunuculuğu bağlamında formüle edilen farklı olma hakkını
kendi retoriğine uyarlamıştır. Bu anlamda farklı olma hakkı, Avrupa’da yeniden
şekillenen sağ düşüncenin elinde – solunkinden farklı olarak azınlıklar aleyhine etkili bir silaha dönüşmüştür. Azınlıklar gibi çoğunluğun da farklı olma ve farklı
120
kalma hakkının bulunduğu düşüncesinden hareketle aşırı sağ, çoğunluğun kültürel
kimliğinin savunuculuğunu üstlenmiştir. Böylece aşırı sağ partiler, liberal özgürlük
ve hak kavramlarına dayanarak dışlayıcı kimlik siyasetini bir hak savunmasına
dönüştürmüştür. Dahası azınlıklar için geliştirilen pozitif ayrımcılık uygulamalarını,
tersine ırkçılık olarak nitelendirmişlerdir.186
Örneğin; Đngiltere’de aşırı sağ,
1990’ların sonunda ırkçılığın aşağılayıcı retoriğini bırakıp kültürel farklılıklar
üzerine kurulan kimlikleri dışlayıcı yeni bir yaklaşım içine girmiştir. Bu yaklaşım
içinde
yabancıların
zorla
geri
gönderilmesinden
ziyade
geri
dönüşlerin
özendirilmesi gibi bir dışlama siyasetini benimserken, bu siyaseti kimsenin halka
yabancılarla aynı semtte yaşamak isteyip istemediklerini sormadığı türünden
argümanlarla demokratik hak savunmasına dönüştürmeye çalışmıştır.187
Irkçı ve dışlamacı argümanlarını meşrulaştırma yoluna giden siyasi kesim,
yalnızca kendine çoğunlukla muhalefette yer bulan aşırı sağ partiler olmamaktadır.
Radikal anlamda olmasa da Avrupa’da halihazırda yükselişe geçen sağ görüş
temsilcisi partilerin söylemlerinde de göç, işsizlik gibi konulara rastlanmakta ve
göçmen-karşıtı ya da yabancıları dışlayan sloganlarla karşılaşılmaktadır. Liberal
demokrasinin yerleşik olduğu Avrupa ülkelerinde, radikal sağın temel alanı kabul
edilen ırkçılık, milliyetçilik, dışlayıcılık gibi söylemler radikal/aşırı uç partilerden
ziyade daha kabul edilebilir partilere oy getirmektedir. Đngiltere, Portekiz, Đspanya,
Yunanistan gibi ülkelerde seçmen oyları radikal sağdan ziyade milliyetçiliğin nüfuz
ettiği sağ partilere kaymaktadır. Avusturya, Belçika, Fransa, Đtalya, Norveç ve
Danimarka gibi radikal sağın oldukça güçlü olduğu ülkelerin dışındaki Avrupa
186
187
Vural, op. cit., s. 197-199.
Ibid., s. 35-36.
121
ülkelerinde seçimlere giren partilerin zayıflığı ve parlamento dışı siyasi örgütlerin
marjinal kalması, aslında sağ radikalizmin yokluğuna işaret etmemektedir. Aksine,
Vural’a göre, oldukça güçlü otoriter ya da milliyetçi öğelerin siyasi kültüre işlemiş
olduğu durumlarda da aşırı sağ partiler başarısız olabilmektedir. Buna göre, farklı
demokrasilerde radikal partilere oy getirdiği bilinen argümanlar, milliyetçi
unsurların siyasi kültüre yayıldığı ülkelerde yerleşik sağ partilerce işlenmekte ve
seçmenlerin tercihlerinde önemli rol oynamaktadır.188 Dolayısıyla aşırı sağın
kullandığı benzer temalar, başka aktörlere de başarı getirdiği ölçüde yalnızca
radikal uçların eline bırakılmamaktadır. Sonucunda dışlamacı unsurlar siyasi rant
sağladığı ölçüde siyasi kültürün tabanına yayılarak ‘günah keçileri’ yaratıp, halkın
korku ve endişeleri üzerine oynadığı sürece ırkçılık ve yabancı düşmanlığını
tetiklemektedir.
Küreselleşen ve üretim yapıları değişen ekonomik yapılanma nedeniyle ülke
ekonomisinde öngörülemez ya da kontrol edilemez ekonomik bozukluklar ve
işsizlik oranlarında artış yaşayan ülkelerde hükümetler de aşırı sağ ile benzer
söylemlere başvurabilmektedir. Dahası devlet yönetimini elinde bulunduran
hükümetler,
yalnızca
olumsuzlukların
sorumluluğunu
‘günah
keçilerine’
yüklemekle kalmamakta, sahip olduğu yasama ve icra gücü ile yaptığı
düzenlemelerle de kimi zaman göçmen ve benzeri grupların standartlarını aşağı
çeken uygulamaları hayata geçirmektedir. Önceki bölümlerde Doğu genişlemesi
öncesinde refah göçüne yönelik endişeleri azaltmak amacıyla, AB ülkelerinin aşağı
188
Vural, op. cit., s. 51.
122
doğru stratejik bir yarış içine girdiğinden189 bahsedilmişti. Benzer şekilde, göç
konusunda Maier’in Avrupa’nın doğrudan ya da dolaylı olarak ırkçılığı teşvik
ettiğine yönelik tezleri190 tartışılırken AB ülkelerinin mültecileri tanıma konusunda
bu gruba zarar veren bir yarış içine girdiğinden de bahsedilmişti. Dahası özellikle
9/11 ve ardından gelen Madrid ve Londra terör saldırıları sonrası AB üyesi hükümet
politikalarından zarar görenlerin ve yaşamı değişenlerin göçmen, mülteci ve
sığınmacı gruplar olduğu ve devlet eliyle yürütülen bu politikaların halklar
nezdinde görülen dışlamacı tavırları meşru hale getirdiği de ayrıntılı bir şekilde ele
alınmıştı. Bu bağlamda göç, mülteci akını, işsizlik, güvenlik gibi problemleri
kontrol altına almanın faturası büyük oranda söz konusu gruplara çıkarılmaktadır.
Rathzel, ‘öteki’ni kontrol altında göstermenin, çoğunluğun kendini güvende
hissetmesi ve sorunların kendi kontrolleri altında olduğu hissi yaratması
bakımından önem taşıdığını belirtmektedir. Buna göre işsizlik, yerleşim sorunu ve
kültürel çatışmalar gibi iç sorunlar ‘öteki’ üzerinden okunarak ‘dışsallaştırılmakta’
ve bu durum siyasi ve ekonomik önlemlerin parçası olarak gösterilerek topluma her
şeyin kontrol altında olduğu mesajı verilmeye çalışılmaktadır.191
Ayrıca kontrolün ‘öteki’ler üzerinden sağlanması ya da baskının artmasındaki
bir diğer faktörü Rathzel özetle şu şekilde açıklamaktadır: Yabancıların sosyal
çevrede belirlenen kurallara uymaması (örn. çimlere basmamak gibi) ülkede
kurallara uyan vatandaşın kendi özerkliğini kaybetmiş hissetmesine neden
olmaktadır. Bu durumda da vatandaşlar kendilerine ait toplumsal ortam ya da
189
Kvist, op. cit., pp. 301-302.
Maier, op. cit., pp. 98-99.
191
Rathzel, op. cit., pp. 18-19.
190
123
mekanda,
kurallara uymayanların
yabancılar
olmasına öfke duymaktadır.
Dolayısıyla kendilerine ait olarak gördükleri ortamlarda yasaklı duruma düşenlerin
kendilerinin olması Avrupa vatandaşlarının rahatsızlıklarını artırırken, bu durumun
tersine döndürülmesini yetkililerden beklemekte, başka bir deyişle kontrolün
yeniden ait olanlara verilmesini istemektedirler.192 Her iki kontrol mekanizması
içinde de, doğal olarak, yabancıların farklılıkları ön plana çıkarılarak baskı altında
tutulması gündeme gelmekte ve bu durum da ‘öteki’ algılamasını toplum nezdinde
pekiştirerek yabancılara karşı duyulan tedirginlik ve düşmanlığı savunulabilir
kılmaktadır.
Yabancı statüsünü belirginleştirerek Avrupa’nın ırkçılığa dolaylı olarak yön
verdiği bir başka alan da Avrupa kimliği oluştururken ya da Avrupalı tanımlaması
yapılırken kullanılan ifadelerin kategorileşmeye neden olmasıdır. Maastricht
Antlaşması ile Birlik vatandaşlığına ulus-üstü bir statü kazandırılırken, üye ülkelere
AB dışından gelerek ikamet edenler için de ‘üçüncü ülke vatandaşı’ gibi yeni bir
tanımlama ortaya çıkmıştır. Klasik ülke vatandaşlığı yanında Birlik vatandaşlığı
tanımlamasının ortaya çıkması, doğal olarak vatandaş ve vatandaş olmayanlar
arasındaki geleneksel ayrımın ülkenin kendi vatandaşlığı, Birlik vatandaşlığı ve
yabancılar arasındaki farka kaymasına neden olmuştur. Maier, yabancılar arasında
da köken olarak Batı kültürüne sahip bir ülkeden gelenler ve bunun yanında
‘gerçek’ yabancılar arasında önemli bir ayrıma gidildiğini vurgulamaktadır. Buna
göre yasal olarak üye ülke vatandaşı, Birlik vatandaşı ve üçüncü ülke vatandaşından
oluşan 3 ayrı kategori oluşturulurken, öte yandan bu kategorileşme Batı kültüründen
192
Ibid.
124
gelenler ve gelmeyenler arasında alt ayrımlara da izin vermektedir. Belçika,
Danimarka, Fransa, Almanya, Đngiltere ve Hollanda gibi ülkelerde gerçek
yabancılar, aslında Avrupa vatandaşlığından birine sahip olsalar da, Türkler,
Araplar, Asyalı ya da Afrikalılar olarak görülmektedir. Avrupalı olmayan
yabancılar, Avrupalı olan yabancılardan daha az ılımlı bakılan grup olarak
algılanmaktadır. Maier, vatandaş olmayan gruplar arasındaki farklılaşmanın
tümüyle popülist bir fenomen olmadığından ve bir Avrupa kimliği ve vatandaşlığı
yaratma çabası içindeki resmi politikaların sonucu tamamen rastlantısal bir sonuç
olarak da tanımlanamayacağından bahsetmektedir. Avrupa kimliği ve vatanlığının
oluşturulması, öncelikle Avrupa vatandaşlarını ortak bir ekonomik, kültürel ve
siyasi bir proje etrafında birleştirmeyi amaçlayan kapsayıcı bir amaç çerçevesinde
ele alınmaktadır. Fakat diğer açıdan söz konusu kapsayıcı proje, pratikte, Avrupa
kökenli olmayan yabancıların içeride dışlanması anlamına da gelmektedir. Bu
bağlamda, Birlik vatandaşlığı oluşturulma hedefinin yan ürünü olarak ortaya çıkan
‘üçüncü ülke vatandaşı’ ifadesi, ırksal ya da kültürel kategorileştirmeye neden
olarak vatandaş ve vatandaş olmayanlar arasındaki farkın bir kez daha resmi
kanaldan belirginleşmesine neden olabilmektedir.
Sonuç olarak, çok-kültürlülüğe fırsat tanıyan Avrupa bütünleşmesi içinde
yabancıların varlığından rahatsızlık yaratacak zeminin oluşması ve radikal düzeyde
taraftar da bulması beklenen bir olgu olarak nitelendirilebilir. Kültürel, sosyal,
siyasi alanda ve güvenlik alanında yalnızca Avrupa’da değil tüm dünyada yeniden
yapılanmaya doğru gidilmesi ve bu kavramların yalnızca ulusal sınırlar içinde belli
kalıplara bağlı olarak şekillenmek yerine birbirinin içine geçen karmaşık bir yapı
125
alması, farklılıklara olan farkındalığın artmasına neden olmaktadır. Ancak söz
konusu farkındalık sosyal tabanda göçmen gruplar gibi belirli kesimlere olumsuz
olarak yansırken, siyasi düzlemde toplumdaki dışlamacı olgulara karşı bütüncül bir
politikanın oluşturulması gereğine dair bir farkındalığın olmaması ya da göz ardı
edilmesi sorunun daha fazla derinleşmesine yol açmaktadır. Bunun yanında, ırkçılık
ve yabancı düşmanlığı konusundaki farkındalığın siyasiler tarafından oy potansiyeli
olarak görülüp şekillenmesi, ırkçı ve yabancı düşmanı tavır ve söylemleri sosyal
tabanda daha fazla derinleştirmektedir. Bu durumun yalnızca marjinal siyasi
oluşumlar
düzeyinde
kalmayıp
belirli
zamanlarda
hükümet
politika
ve
düzenlemelerine yansıması, dışlamacı ve ırkçı tavırlara meşruiyet kazandırmaktadır.
Dolayısıyla sosyal ve ekonomik sorunların ırkçılık ve yabancı düşmanlığına zemin
yarattığı bir ortamda, siyasi tabandan farklılığı belirginleştiren söylem ve
düzenlemelerin gelmesi, Avrupa toplumu için kendinden farklı olana dair ayrımcı
bir farkındalığın oluşumunu daha fazla tetiklemektedir.
126
III. BÖLÜM
IRKÇILIK VE YABANCI DÜŞMANLIĞI ĐLE MÜCADELEDE AB
POLĐTĐKALARI VE YASAL DÜZENLEMELERĐ
Avrupa entegrasyon sürecinin kaçınılmaz bir gerçeği olan çok-kültürlülük,
Avrupa toplumları için bir yandan ‘çeşitliliğin dinamizmi’ anlamına gelirken, öte
yandan gelişimini kapsamlı bir politika çerçevesinde sürdüremediği ölçüde, neden
olduğu sosyal marjinalleşme ile bütünleşmenin önünde engel oluşturabilmektedir.
Bu bağlamda sosyal, siyasi, yasal, kültürel ve ekonomik pek çok nedenin tetiklediği
ırkçılık ve yabancı düşmanlığına yönelik kapsamlı bir politika geliştirmek,
entegrasyon projesinin değerlerini temel hak ve özgürlüklere dayandıran AB için
önem taşımaktadır.
Özellikle ekonomik temelli oluşumunu siyasi düzleme
kaydırma kararı aldığı 1990’lı yıllar ile birlikte, AB içinde temel hak ve özgürlükler
konusunda bütüncül ve etkili bir yaklaşımın önemi bir kat daha artmıştır. 1990’lı
yıllara kadar bir yandan AT’nin kendine özgü kuruluş amaç ve özellikleri, öte
yandan üye devletlerin tarihsel gerçeklikleri ve konuya yaklaşımlarındaki farklar
nedeniyle, genelde temel hak ve özgürlükler özelde ise ırkçılık ve yabancı
düşmanlığı lehine AB içinde siyasi bir irade gelişememiş ve dolayısıyla hukuki
açılımların da gelmesi gecikmiştir. Hem siyasi hem de hukuki bağlamda
düzenlemelerin yeni bin yıla yaklaşıldığında ancak hız kazanması, AB düzeyinde
127
ırkçılık ve yabancı düşmanlığı olgularına tepkinin geç geldiği ve zayıf kaldığı
yönündeki eleştirilerin193 de elini güçlendirmiştir.
Tarihsel bağlamda ırkçılık ve yabancı düşmanlığına yönelik AT/AB girişimleri,
Topluluk insan hakları politikası kapsamında tanımlanan temel hak ve özgürlükler
ile paralel bir düzlemde başlatılmaktadır. 1977 tarihli Temel Haklara Đlişkin Ortak
Deklarasyon194, özelde ırkçılık ve yabancı düşmanlığına ayrı bir atıf yapmamış olsa
da Topluluğun temel hakların korunmasına olan bağlılığı vurgulaması nedeniyle
politikanın başlangıç noktası olarak ele alınmaktadır. Özellikle 1980’li yılların
ikinci yarısından itibaren, konjonktürel değişimlere de paralel olarak, hız kazanan
temel hak ve özgürlüklere yönelik Topluluk girişimleri, ırkçılık ve yabancı
düşmanlığı düzenlemelerinde de kendini göstermiş ve periyodik olarak yayınlanan
deklarasyon ve ilke kararlarında ifadesini bulmuştur. 1990’ların başında Avrupa
Birliği Antlaşması (ABA), insan hakları ve temel özgürlüklere saygı ilkelerini AB
mevzuatına dahil ederek insan hakları politikasının gelişimi yönünde önemli bir
adım atarken; 1994 tarihli Korfu Zirvesi, Topluluğun ırkçılık ve yabancı düşmanlığı
konusunu öngördüğü spesifik politikalar aracılığıyla daha derinlemesine ele
almasını sağlayacak kararlar dizisi ile siyasi düzlemde politika dönüşümünü
başlatmıştır. Fakat hukuki anlamda temel dönüşüm, Amsterdam Antlaşması ile
Topluluk mevzuatına eklenen ve ırk ve etnik köken dahil olmak üzere geniş bir
temelde ayrımcılıkla mücadeleyi içeren 13. madde ile yaşanmıştır. Avrupa
Topluluğu Antlaşması’na (ATA) eklenen m.13 ile ilk defa Topluluğa ayrımcılıkla
193
Carlo Ruzza, “Anti-racism and EU Institutions”, Journal of European Integration, 2000, Vol. 22,
Issue 2, p. 146.
194
Joint Declaration by the European Parliament, the Council and the Commission of 5 April 1977
(OJ C 103, 27.4.1977).
128
mücadele konusunda yasal önlem alması için yetki verilmiştir. Söz konusu yasal
düzenlemeyi takip eden gelişmeler ise ana hatlarıyla, 2007 yılında Temel Haklar
Ajansı olarak adı değiştirilen Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığını Đzleme Merkezi’nin
kuruluşu ve sonuncusu Avrupa Kültürlerarası Diyalog Yılı olarak belirlenen ve her
yıl yeniden güncellenen sosyal ve siyasi anlam taşıyan kapsamlı açılımlar olmuştur.
Yasal önlemlerin tek başına sadece sınırlı etkiye sahip olduğu fikrinden yola
çıkarak, siyasi liderlerden gelen destekleyici etkinlikler ile birlikte sivil toplumu da
içine alan sosyal bilinci artırmaya yönelik politikalar, AB içinde oluşturulmaya ve
çeşitli projelerle desteklemeye çalışılmaktadır. Yasal düzlemde Avrupa sosyal
girişim ve siyasi iradesinin son örneği, bazı akademik çevrelerce ‘yeni nesil
mücadele anlayışı’ olarak da nitelendirilecek boyuttaki yenilikleri ile 2000 tarihli
Irk Eşitliği Direktifi olmuştur. Eleştirel yönlerinin bulunmasına rağmen, doğrudan
ve dolaylı ayrımcılığı açıkça tanımlaması ve ırk ve etnik kökene dayalı olan da
dahil ayrımcılığın geniş bir temelde varlığını, istihdam alanı dışındaki pek çok
sosyal alanda da kabul etmesi bakımından söz konusu direktif, AB düzenlemeleri
açısından önemli bir hukuki adımı ifade etmektedir. Dolayısıyla Amsterdam
Antlaşması’nın yürürlüğe girdiği 1999 yılına kadar antlaşmalar düzeyinde açık
yasal bir temele dahi sahip olmayan Birlik adına 2000’li yılları, ırkçılık ve yabancı
düşmanlığı ile mücadele alanında sıçrama tahtası olarak kabul etmek yanlış
olmayacaktır.
Bu bölümde, yukarıda kısaca ırkçılık ve yabancı düşmanlığı alanında AB
düzeyinde gelişiminden bahsedilen politikalar ve yasal düzenlemeler tarihsel bir
perspektif içinde ele alınacaktır. Birliğin ırkçılıkla mücadele konusundaki politika
129
ve düzenlemeleri, Topluluğa ayrımcılıkla mücadele konusunda düzenleme yapması
için yasal yetki verilen Amsterdam Antlaşması öncesi ve sonrası düzenlemeler
olarak ayrılacaktır. Bölüm içinde detaylandırılan siyasi girişim ve yasal
düzenlemeler, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı konusunda AB düzeyinde kapsamlı
bir politika oluşturma hedef ve anlayışına getirdiği etki ya da etkisizlik boyutuyla
incelenecek olup; AB’nin söz konusu düzenlemeler aracılığıyla oluşturmaya
çalıştığı kapsamlı mücadele anlayışı ve çabalarının genel anlamda yeterlilik ve
etkinliğinin tartışılması ise bir sonraki bölüme bırakılacaktır.
1. AB Düzeyinde Politika ve Girişim Đhtiyacının Nedenleri
1980’lerde
AĐHS
ve
üye
devletlerin
ortak
anayasal
geleneklerinden
kaynaklandığı haliyle temel hakların AT/AB düzeyinde korunacağına dair Spinelli
Projesi ile atılan adımda ve izleyen düzenlemelerde AB, Avrupa entegrasyon
projesinin temel değerlerini temel hak ve özgürlükler üzerine inşa eden bir yaklaşım
benimsemiştir. Ancak söz konusu yaklaşım, daha çok ATAD’ın içtihadi yorumu ile
şekillenmek zorunda kalırken, Lizbon Antlaşması yürürlük tarihi ile birlikte
bağlayıcılık kazanacak olan Temel Haklar Şartı’na kadar geçen 50 yıllık dönem
içinde AB kendi temel haklar kataloğunu dahi oluşturmaktan uzak kalmıştır.195
AB’nin neo-fonksiyonalist teori çerçevesinde ekonomiden siyasi alana kayan
aşamalı bir bütünleşme tarihine sahip olması, temel hak ve özgürlükler konusundaki
düzenlemelere karşı oluşan mesafenin ana nedenlerinden biri iken, ırkçılık ve
195
AB insan hakları politikasının gelişimi konusunda detaylı bilgi için bkz. Ercüment Tezcan,
Avrupa Birliği Hukukunda Birey, Đstanbul: Đletişim Yayınları, 2002. & Andrew Williams, EU
Human Rights Policies: A Study in Irony, New York: Oxford University Press, 2004.
130
yabancı düşmanlığı ile mücadele kapsamındaki gelişmelerin de 50 yıl gecikmeli
olarak gelmesinin genel kabul gören nedenini oluşturmaktadır.
Siyasi bütünleşme sürecine adım atmadan önce AT/AB, ortak pazar hedefini
gerçekleştirmek amacıyla kendisine devredilen yetkiler çerçevesinde düzenleme
yapma yetkisi ile sınırlı tutulmuştur. Đnsan hakları ve sosyal haklar Topluluk
yetkileri dışında değerlendirilirken, sosyal korumadan uzaklaşmanın rekabet
açısından kabul edilemez dezavantajlar yaratabileceği gözden kaçırılmıştır. Bu
bağlamda sadece üye ülke vatandaşlarına karşı milliyet kökenli ayrım gözetmeme
ve kadın-erkek arasında eşit ücretlendirme konuları temel garanti kapsamına
alınarak sosyal koruma çerçevesinde düzenlenmiştir. Diğer temellere dayandırılan
ayrımcılık ise, uzun bir süre, uygun önlemleri alma ve uygulama bakımından üye
ülkelere bırakılmıştır.196 1990’larda ve özellikle 2000’li yıllara gelindiğinde önemli
ölçüde değişen söz konusu bakış açısı, antlaşmalara doğrudan ya da dolaylı olarak
ırkçılık ve yabancı düşmanlığı ile mücadele hükümlerinin girmesine, spesifik
kurumsal düzenlemelere ve AB bütçesi fonlarının bu alana aktarılmasına izin
vermiştir. AB politikalarında yaşanan gözle görünür değişimin, hem insan hakları
bağlamındaki konjonktürel gelişmelere hem de Avrupa entegrasyon projesine bağlı
olarak ortaya çıkan belli başlı nedenleri bulunmaktadır.
Monar, üye devletlerin önceleri ısrarla ulusal bir problem olarak gördüğü ve
ulusal politika düzeyinde ele alınmasını istediği sorunun ve sorunla mücadelenin
‘Avrupalılaşmasına’ izin veren nedenlerini üçlü bir kategori içinde ele
196
Sandra Fredman, “Equality: A New Generation?”, Industrial Law Review, Vol. 30, No. 2, June
2001, pp. 148-149.
131
almaktadır.197 Öncelikle üye devletler, artan ırkçılık ve yabancı düşmanlığının üye
devletlerin geneline yayılan ortak bir probleme dönüştüğünün farkına varmaya
başlamışlardır. 1980’lerin ikinci yarısından itibaren Batı Avrupa ülkeleri üzerinde
artan göç baskısı, Fransa, Almanya, Đtalya ve Đspanya gibi bu olgudan etkilenen
ülkelerin çoğunda, sorunu artan işsizlik gibi ekonomik problemlere paralel olarak
daha ciddi hale getiren sosyal ve siyasi gerilimin artmasına yol açmıştır. Bu gerilim
ayrıca toplumda artan yabancı düşmanı eğilimler, saldırgan ırkçı grupların ortaya
çıkışı ve artan ırkçı olaylarda ifadesini bulmuştur. 1993 yılında Maastricht
Antlaşması’nın yürürlüğe girmesiyle göç ve iltica sorunlarının ‘ortak ilgi alanlarına’
dahil etmesi ile birlikte üye ülkeler, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı ile mücadelenin,
göç ve iltica sorunlarına yönelik kapsamlı bir yaklaşımda ele alınması gerektiği
kanısına varmışlardır. Bunun sonucu olarak, 1994 tarihli Korfu Zirvesi’nde ırkçılık
ve yabancı düşmanlığına ilişkin kapsamlı ifadelere ilk defa yer verilmiş ve bu
konuda Danışma Komisyonu kurulması198 kararlaştırılmıştır.
Irkçılık ve yabancı düşmanlığını AB gündemine taşıyan ikinci neden, Avrupa
yapılanmasının gelişimi kapsamında temel değerlerin artan önemidir. Ekonomik
alandan siyasi alana bütünleşme sürecini kaydıran AB, kuruluş temellerini, üye
devletlerin ortak ilkeleri olan hürriyet, demokrasi, insan hakları ve temel
özgürlüklere saygı ve hukukun üstünlüğü ilkeleri üzerine oturttuğunu açıkça ifade
etmiştir (ABA m. 6(1)). Hem AĐHS ile garanti altına alınan hem üye devletlerin
ortak anayasal geleneklerine Topluluğun genel ilkeleri olarak saygı göstereceğini
197
Jörg Monar, “The EU’s Role in the Fight Against Racism and Xenophobia: Evaluation and
Prospects after Amsterdam and Tampere”, Liverpool Law Review, 22, 2000, pp. 8-10.
198
Bkz. 24-25 Haziran 1994 Avrupa Konseyi Korfu Zirvesi Sonuç Bildirgesi Bölüm III – 1.
132
(ABA m. 6(2)) taahhüt eden Birlik için bu çerçevede ırkçılık ve yabancı düşmanlığı
ile mücadeleye zamanla vurgu yapma gereği de doğmuştur. Zira pek çok
düzenlemede de ifade edildiği şekliyle genelde ayrımcılık özelde ise ırkçılık ve
yabancı düşmanlığı konusunda bütüncül ve etkili bir mücadelenin yokluğu, siyasi
ve sosyal entegrasyon sürecinin ciddi ve endişe verici bir şekilde istikrarsızlığa
uğramasına neden olacaktır. 1990’lar boyunca Avrupa Parlamentosu, özgür ve
demokratik bir Avrupa toplumunun oluşumuna katkı sağlama amacıyla AB’nin
rolüne vurgu yaparak, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı konusunda düzenlemelerde
bulunması için Konsey ve Komisyon üzerinde baskı kurmuştur. Đnsan hakları baskı
gruplarından, göç ve iltica alanlarında artan sorumluluğuna paralel olarak Birliğin
üçüncü ülke vatandaşlarının AB ülkelerinde yaşadıkları hoşgörüsüzlüğe karşı
yeterli önlemi almadığı eleştirileri gelmeye başlamıştır. Yabancıların önyargılardan
ve baskılardan uzak ikamet etmesini sağlayacak önlemler alınmaksızın göç
konusunda salt kısıtlayıcı bir yaklaşımın benimsenmesi, pek çok politika yapıcı
tarafından AB’nin amaçladığı hukuka ve hoşgörüye dayalı açık toplum fikriyle
tutarsız görülmüştür.199 Artan göçmen ve azınlık nüfusu ile birlikte daha entegre bir
Avrupa emek piyasası içinde ırkçılık ayrıca ekonomik bir engel teşkil etmektedir.
Ruzza, üçüncü ülke vatandaşlarının, AB vatandaşları ile kıyaslandığında daha aşağı
bir statüde bulunduğunu ifade etmekte ve böyle bir durumda ırkçılığın, emek
piyasasına erişim ve çalışma koşulları bakımından ciddi sorunlar yaratabileceğini ve
çoğunlukla da yarattığını belirtmektedir. Bu nedenle ırkçılık günümüzde piyasa
199
Monar, op. cit., p. 9.
133
entegrasyonunun ve genişlemenin daha da vurgulu hale getirdiği sosyal sorunların
bir parçası olarak görülmektedir.200
Sorunların uluslararası özelliğe bürünmesi ve bunların aynı zamanda sınır-ötesi
işbirliğini gerektirmeleri, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı ile mücadelenin üye
ülkeler tarafından ortak bir yaklaşım gerektirdiği gerçeğini kabullenmesindeki
üçüncü etkendir. Avrupa polis işbirliği bağlamında belirtilen kanıtlar, ırkçı
grupların sınır ötesi işbirliklerine başvurduğunu göstermektedir. Organize suçlar
kadar olmasa da ırkçı gruplar, özellikle son yıllarda artan internet olanakları
aracılığıyla, eylem ve bilgi paylaşımı ve propaganda için Avrupa-ötesi ağlar
oluşturmaktadır. Bu bağlamda, 1990’larla birlikte sınır-ötesi bir sorun haline
gelmeye başlayan ırkçılık ve yabancı düşmanlığı için sınır-ötesi karşı-önlemler
alma gerekliliği doğmuştur.201
2. Amsterdam Antlaşması Öncesi AB Politika ve Düzenlemeleri
Kurucu Antlaşmalarda da belirtildiği üzere ‘sınırlı yetki ilkesi’ (ATA m.5)
uyarınca, yalnızca kendisine antlaşmalarla tanınan yetki ve hedeflerle sınırlı olarak
faaliyet gösteren AT, ayrımcılıkla mücadele konusunda bu yetkiyi ancak
Amsterdam Antlaşması ile Topluluk Kurucu Antlaşmalarına eklenen 13. madde ile
elde etmiştir. Irk ve etnik kökene dayalı ayrımcılığı da içeren bu düzenleme
Topluluk kurumlarına daha rahat bir hareket alanı sağlamaktadır. Ancak 1990’ların
ikinci yarısına kadar giderilemeyen söz konusu yasal boşluk, aynı zamanda AB
kurumlarının bu alanda girişim ve düzenlemelerde bulunmaktan uzak kaldığı
200
201
Ruzza, op. cit., pp. 145-146.
Monar, op. cit., pp. 9-10.
134
anlamına da gelmemektedir. Son 20 yıllık dönemde hız kazanmakla birlikte,
deklarasyon ve ilke kararları yayınlayarak AB kurumları, ırkçılık ve yabancı
düşmanlığı sorunlarında farkındalık oluşturmaya çalışmışlardır. Ayrıca sorun, bazı
dönemlerde AB Devlet ve Hükümet Başkanları Zirve Sonuç Bildirilerinde de yer
bularak, kurumların bu konuda girişimde bulunmasına ön ayak olunmuştur.
2.1. 1977 ve 1986 Tarihli Ortak Deklarasyonlar
Avrupa Parlamentosu, Konsey ve Komisyon tarafından yayınlanan 5 Nisan
1977 tarihli Temel Haklara Đlişkin Ortak Deklarasyon202, ırkçılık ve yabancı
düşmanlığına doğrudan değinmemiştir. Ancak bir başlangıç noktası olarak Avrupa
kurumlarının temel hak ve özgürlüklerin savunuculuğundaki kararlılığı belirtmesi
açısından önem taşımaktadır. Deklarasyonda, “Avrupa Parlamentosu, Konsey ve
Komisyon, özellikle üye ülkelerin anayasalarından ve Temel Hak ve Özgürlüklerin
Korunmasına Đlişkin Avrupa Sözleşmesi’nden kaynaklanan temel hakların
korunmasına olan bağlılıklarını önemle vurgulamışlardır”. Ayrıca söz konusu
kurumlar, Avrupa Topluluklarının amaçlarını yerine getirirken ve yetkilerinin
kullanımında söz konusu haklara saygı gösterdiklerini ve göstermeye de devam
edeceklerini belirtmişlerdir.
11 Haziran 1986 tarihli Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığına Karşı Deklarasyon203
ile Topluluk kurumları, önemli bir girişimde bulunmuş ve Topluluk içinde var olan
ve dahası yükselmekte olan, çoğunluğu göçmenlere yöneltilen yabancı düşmanı
202
Joint Declaration by the European Parliament, the Council and the Commission of 5 April 1977
(OJ No C 103, 27.4.1977).
203
Declaration against Racism and Xenophobia of 11 June 1986 (OJ No C 158, 25.6.1986).
135
tavır, hareket ve şiddet eylemlerini tanımıştır. Deklarasyonda ırk ayrımcılığını
ortadan kaldırma ve insan onuruna saygı gösterme, tüm Avrupa ülkelerinin ortak
kültürünün ve yasal mirasının parçaları olarak vurgulanmış ve ırksal, dini, kültürel,
sosyal ve milliyet bağındaki farklara dayalı olarak kişi ya da kişi gruplarına karşı
tüm hoşgörüsüzlük, düşmanlık ve güç kullanımı da aynı zamanda kınanmıştır.
Bunun yanında, toplumun tüm üyelerinin kişilik ve onurunun korunmasındaki
kararlılık belirtilerek, yabancılara yönelik her türlü ayrımcılık reddedilmiştir. Bu
Ortak Bildiri ile garanti edilenlerin sağlanması konusunda gerekli tüm önlemlerin
alınmasını, Topluluk kurumları vazgeçilmez olarak tanımlamış ve bu konuda
gerekli çabanın gösterilmesine karar vermiştir. Yeterli ve objektif bilginin ve
ırkçılık ve yabancı düşmanlığı tehlikesinin tüm vatandaşlar tarafından fark
edilmesinin önemini vurgulamasının yanında Topluluk kurumları, aynı zamanda her
türlü ayrımcılık eylem ve biçimlerinin önlenmesi ya da durdurulması gereğinin de
altını çizmiştir.
2.2. 29 Mayıs 1990 Tarihli Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı ile Mücadeleye
Đlişkin Konsey Đlke Kararı
1980’lerin ortaları itibariyle dünya üzerinde hem siyasi hem ekonomik anlamda
yeni bir düzenin ve Avrupa bütünleşme hareketinde yaşanacak dönüşümün
sinyalleri verilmeye başlanmıştır. Bir yandan Soğuk Savaş’ın ideolojilere dayanan
iki kutuplu düzeni çözülürken ve pazar (market) anlayışı farklılaşıp küreselleşmeye
zemin hazırlarken öte yandan oluşan ideolojik boşluk milliyetçilik akımlarını da
136
yeniden gündeme getirmeye başlamıştır. Komünizmin çöküşü ile Avrupa’da siyasi
zemin kaymaları yaşanmaya başlamış ve bir yandan sol kan kaybederken sağ
partiler yeniden yükselişe geçmeye başlamıştır. Bununla birlikte Kasım 1989’da
Berlin Duvarı’nın yıkılışı, ‘etnik millet’ kavramına dönüşü yeniden gündeme
getirmiştir. Bu bağlamda 1990’lı yılların başı, komünizmin çökmesi ve AB
bütünleşmesinin çoğunluğu konjonktüre bağlı olarak hız kazanmasıyla birlikte artan
göç dalgaları ve nüfus hareketlerine de bağlı olarak, AB üye devletleri içinde
milliyetçilik ve aşırı haliyle ırkçılık akımlarının artmasına sahne olmuştur.204 Dünya
düzeninde yaşanan değişimin getirdiği bu hareketlilik, kaçınılmaz olarak Topluluk
kurumlarını, Topluluk içinde artan hoşgörüsüzlüğe205 dikkat çekme amacını taşıyan
adımlar atmaya yöneltmiştir. Bu bağlamda 1990’ların ilk yarısında Konsey, ırkçılık
ve yabancı düşmanlığı ile çeşitli alanlarda mücadeleye ilişkin farklı ilke kararları
benimsemiştir. Ayrıca Zirve kararlarında da ırkçılık ve yabancı düşmanlığına yer
verilerek bu konudaki girişimlere ön ayak olmaya çalışılmıştır.
Irkçılık ve yabancı düşmanlığını, 1977 ve devamı deklarasyonlarla geniş bir
çerçevede çizilen insan hakları konseptinin bir parçası olarak kabul ederek Konsey,
29 Mayıs 1990 tarihinde Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı ile Mücadeleye Đlişkin Đlke
204
Ünver NOI, op. cit., s. 77-85.
1989 tarihli Eurobarometer anketi, Avrupalıların %78’inin demokrasiyi en iyi rejim olarak
tanımlaması ve insan haklarına saygıyı savunmasına rağmen, farklı ırk, din, sosyal, kültürel kökene
ve farklı milliyete sahip olanlara karşı net bir hoşgörüsüzlük olduğunu tespit etmiştir. Anket,
Avrupa’nın söz konusu dönemde karşılaştığı ve aciliyet arz eden sorunlara siyasi sorumlulukla
yaklaşması gerektiğini vurgulamıştır. (“Racism, Xenophobia and Intolerence: Human Rights and
Immigration in the European Community”, Commission of the European Communities, November
1989.)
205
137
Kararı’nı206 yayınlamıştır. Konsey ilke kararında genel anlamda etkili ve önleyici
bilgi ve eğitim politikasının önemi, medyanın rolü, değişim programlarının ve
özellikle göçmen işçi çocukların eğitim sorunlarıyla mücadeleye getireceği
katkıların üzerinde durmuş ve bu konuda Komisyon ve üye devletleri çeşitli adımlar
atmaya davet etmiştir. Kararında ırkçılık ve yabancı düşmanı eylemlere yasal ve
kurumsal önlemlerle karşılık verilmesi gerektiğini tanıyan Konseyin, bu önlemleri
birebir sıralamış olması ileride Topluluk ve üye devletler tarafından atılacak
adımlara yol gösterici olması bakımından önemli sayılabilir. Ana hatlarıyla söz
konusu önlemleri Konsey şu şekilde sıralamıştır:
-
Her türlü ırk ayrımcılığı ile mücadeleye katkı sağlamayı amaçlayan
uluslararası araçların henüz onaylamayan üye devletlerce onaylanması,
-
AĐHS m. 25 ve BM Her Türlü Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılmasına
Đlişkin Uluslararası Sözleşme m.14 uyarınca belirtilen bireysel dilekçe
hakkının henüz tanımayan üye devletlerce tanınması; gerekirse, Medeni ve
Siyasi Haklara Đlişkin Uluslararası Sözleşmeye Ek Đhtiyari Protokol’ün
onaylanması,
-
Yabancı düşmanı eylemleri önlemeyi ya da yasaklamayı amaçlayan
kanunlara başvuru kararlılığı,
-
Farklı toplulukların ulusal, bölgesel ve yerel düzeyde entegrasyonlarını
sağlama çabaları,
206
Resolution of the Council and the Representatives of the Governments of the Member States,
meeting within the Council of 29 May 1990 on the Fight Against Racism and Xenophobia (OJ C
157, 27.06.1990).
138
-
Đlgili ülkelerin yasal sistemlerine uygun olduğu ölçüde, ırkçılık ve yabancı
düşmanlığı ile mücadeleye ilişkin organların kurulmasına ve yasal işlemler
yapmasına izin verme,
-
Đlgililere kendi haklarını savunmalarını sağlamak amacıyla yasal yardımın
geliştirilmesi,
-
Irkçılık ve yabancı düşmanlığından kaynaklanan ayrımcı eylemlerin
çocuklar üzerindeki muhtemel etkileriyle mücadele için gerekli önlemlerin
öneminin altının çizilmesi.
2.3. Haziran 1994 Korfu Zirvesi ve Kahn Komisyonu Raporu
Topluluk Kurucu Antlaşmaları’nda ırkçılık ve yabancı düşmanlığı konularına
gönderme yapılmamış olması, Topluluk kurumlarını bağlayıcı önlemler almaktan
alıkoyarken Aralık 1990 tarihinden itibaren Topluluğa yeni alanların dahil
edilmesini öngörecek siyasi birlik tartışmaları hız kazanmaya başlamıştır. Özellikle
adalet ve içişleri alanında hükümetlerarası işbirliği çerçevesindeki çalışmaların
Birlik kapsamında düzenlemelerle daha hesap verebilir hale gelmesi öngörülmüştür.
Bu bağlamda gerçekleştirilen Hükümetlerarası Konferans ve Aralık 1991 tarihli
Konsey toplantısı sonucunda Avrupa Birliği’nin oluşturulması konusu karara
bağlanmıştır. Dolayısıyla 1992 yılında imzalanan Maastricht Antlaşması (AB
Antlaşması), Kasım 1993 tarihinde yürürlüğe girerek Topluluk yetki alanlarının
dışında hükümetlerarası özelliğe sahip iki farklı sütunu da bünyesine katan Avrupa
Birliği’ni oluşturmuştur. Böylece yeni antlaşma ile Avrupa halkları arasında daha
yakın bir birliğin temelini oluşturma kararlılığı açıkça belirtilerek yeni bir aşamaya
girildiğinin işaretleri verilmiştir. Ancak III. Sütun çerçevesinde polis ve adli
139
işbirliğini öngören Maastricht Antlaşması da ırkçılık ve yabancı düşmanlığına
ilişkin doğrudan bir gönderme yapmaktan uzak kalmıştır. Bunun sonucunda ırkçılık
ve yabancı düşmanlığına ilişkin alınacak ilk önlemler, uygun yasal zemin bulma
konusunda biraz da yaratıcılığın kullanılmasıyla207 Maastricht Antlaşması’nın III.
Sütun kapsamında cezai konularda adli işbirliğini öngören K maddesine
dayandırılarak çıkarılmıştır. Ancak söz konusu yasal zemin çerçevesinde ırkçılık ve
yabancı düşmanlığına ilişkin ilk ‘ortak eylem’in benimsenmesi için 15 Temmuz
1996 tarihini beklemek gerekecektir.
Maastricht Antlaşması ile polis ve adli işbirliği konularında daha rahat hareket
alanı kazanan Birlik, Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvelerinde de III. Sütun
kapsamında geçen konularla birlikte ırkçılık ve yabancı düşmanlığı konularına
doğrudan eğilmeye başlamıştır. Bu bağlamda 24-25 Haziran tarihli Korfu Zirvesi,
söz konusu olguları derinlemesine ele alması ve spesifik politikalarla bir dizi önlem
girişimini başlatması açısından bir kırılma noktası olarak bahsedilmektedir.208 Zirve
Sonuç Bildirgesinin Adalet ve Đçişleri Alanında Đşbirliği başlıklı III. bölümün 1.
kısmı ırkçılık ve yabancı düşmanlığına ayrılmıştır. Konsey devam etmekte olan
hoşgörüsüzlüğü, ırkçı ve yabancı düşmanı eylemleri kınamış ve sorunla mücadele
konusundaki kararlılığını belirtmiştir. Aynı Zirvede, Almanya Şansölyesi Helmut
Kohl ve eski Fransa Cumhurbaşkanı François Mitterand, başkanlığını (Dünya
Yahudi Kongresi Avrupa Cemaatleri Başkanı) Jean Kahn’ın yaptığı bir danışma
komitesi kurmayı öngören ‘Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığına Đlişkin Ortak
207
Monar, op. cit., p. 10.
“Trends and Developments 1997-2005 – Combating Ethnic and Racial Discrimination and
Promoting Equality in the European Union”, European Union Agency for Fundamental Rights
(FRA), 2007, p. 9.
208
140
Girişim’e öncülük etmişlerdir. Bunun üzerine, ırkçı ve yabancı düşmanı şiddet
eylemleriyle mücadele amacıyla Birlik düzeyinde küresel bir strateji geliştirmeye
karar veren Konsey, Fransa ve Almanya’nın girişimlerinde belirtilen, yabancıları
anlama ve hoşgörüyü teşvik etme lehine çalışan çeşitli sosyal organlar ve
hükümetler arasında işbirliği konusunda önerilerde bulunmakla görevli bir Danışma
Komisyonu’nun kurulmasını kabul etmiştir.209
Korfu Zirvesi’nde kurulması öngörülen Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı
Danışma Komisyonu, Temmuz 1994’te Konsey’den aldığı yetkiyle Eylül 1994
itibariyle Jean Kahn başkanlığında düzenli şekilde toplantılar gerçekleştirerek
çalışmalarına başlamıştır. Bu bağlamda, ulusal düzeyde resmi yetkililerin ve sivil
toplum kuruluşlarının verimli bağlantılar kurmasını sağlayacak yuvarlak masa
toplantıları da düzenleyen Komisyon, Nisan 1995 tarihinde final raporunu
açıklamıştır. (Danışma Komisyonu, Kahn başkanlığında toplandığı için genelde
‘Kahn Komisyonu’ olarak adlandırılmakta ve Komisyon’un ırkçılık ve yabancı
düşmanlığına ilişkin yayınladığı rapor da Kahn Raporu olarak literatürde yer
almaktadır.) Kahn Raporu, hem üye ülkelerde günlük yaşamın bir parçası haline
gelen ırkçılık ve yabancı düşmanı eylemleri tespit etmiş olması hem de sorunla
mücadele için hukuksal ve kurumsal düzeyde öneriler getirmiş olması bakımından
önem taşımaktadır. Kahn Raporu öncelikle tarihinin faşizm, ırkçılık ve antisemitizme tanıklık etmesinden 60 yıl sonra 15’ler Avrupasının yeni bir tehditle
karşı karşıya kaldığı uyarısında bulunmuştur. Endişe ve korkunun giderek yayıldığı
Avrupa’da, ırkçılık ve yabancı düşmanlığının tekrar ölüm ve yaralanmalara neden
209
Bkz. 24-25 Haziran 1994 Avrupa Konseyi Korfu Zirvesi Sonuç Bildirgesi Bölüm III – 1.
141
olduğuna işaret eden rapor, mağdurların çoğunlukla Avrupa’da yaşayan yabancılar
ve azınlıklar olduğuna dikkat çekmiştir.210 Kahn Komisyonu, eğitim, iletişim,
medya, istihdam, serbest dolaşım, polis ve adli işbirliği gibi alanlarda görevli altkomisyonlar aracılığıyla söz konusu dönemdeki sorun ve eksiklikleri tespit ederek
öneriler getirmiştir. Kahn Raporu’nun önemle üzerinde durduğu konulardan biri,
bütün üye ülkelerde azınlıklar arasındaki işsizlik oranının orantısız bir şekilde
yüksek olması ve çalışma ortamında ırk ayrımcılığı ve ırkçı nefretin oldukça önemli
bir sorun haline gelmesi olmuştur.211
Irkçılık ve yabancı düşmanlığı ile mücadelede yasal düzenlemelerin
uyumlaştırılmasının önemini vurgulayan Kahn Raporu, uzun vadeli bir Avrupa
Birliği stratejisi oluşturabilmek için gerekli unsurları da sıralamıştır. Buna göre,
Adalet ve Đçişleri Konseyi bakanları AB üye ülkelerinin konuyla ilgili yasal
düzenlemelerini uyumlaştırmak için adım atmalı ve adalet ve içişlerinde işbirliği
çerçevesinde polis ve adli sistemler arasında işbirliğini sağlamalıdır. Ayrıca
bakanların, kurulacak bir gözlemevi aracılığıyla önerilen politikalarda ilerleme
sağlanıp
sağlanmadığına
dair
yayınlanacak
raporları
her
yıl
incelemesi
önerilmektedir. Polisiye kurum ya da güçlerin, halihazırda ayrımcılıkla mücadele ile
ilgili çabaları göz önünde bulundurularak, polis ve adli sistem içinde ırkçılık ve
yabancı düşmanlığı ile mücadele için gerekli AB çerçevesindeki stratejilerde aktif
olarak yer alması öngörülmektedir. Mali anlamda projelerin AB tarafından
fonlanması da uzun vadeli AB stratejisi kapsamında öngörülen unsurlar içinde yer
210
Final Report from Consultative Commission on Racism and Xenophobia, 6906/1/95, Brussels, 23
May 1995 (26.05), pp. 4-5.
211
Ibid., p. 11.
142
almıştır. Ayrıca Europol’ün yetki alanının, AB içinde uluslararası organize ırkçı ve
yabancı düşmanı suçlara yönelik olarak genişletilmesi gerekliliği ortaya
konmuştur.212
Kahn Komisyonu, raporunda ayrıca ırkçılık ve yabancı düşmanlığı ile mücadele
amacını taşıyan herhangi bir Avrupa stratejisinin gerekli unsuru olarak, Topluluğa
açıkça yetki veren antlaşma değişikliğinin yapılması gerektiği sonucuna varmıştır.
Buna göre, ırk ayrımcılığıyla mücadele etme görevi öncelikle, ATAD’ın görev
alanına giren, tümüyle AB yetki alanının içinde olması gereken bir konu olmalıdır.
Bakanlar Konseyi, oybirliğinin aksine nitelikli oy çoğunluğu ile direktifleri geçirme
yetkisine sahip olurken, Komisyon da uygulamaya yönelik önlemler alma
konusunda yetkilendirilmelidir. Dahası Rapor, istihdam alanında ayrımcılığın
yasaklanması konusunda ortak yasal düzenlemelerin oluşturulmasını; üye ülkelerde
ırkçı nefreti teşvik eden eylemlere karşı açıkça cezai yetkilerin verilmesini ve
sınırlar arasında ırkçı materyallerin dağıtımını kontrol altına almak için bir
mekanizma geliştirilmesini yapılacak değişiklikler arasında saymaktadır. 213
Komisyon raporunun özelliklerinden bir diğeri de ırkçılık ve yabancı
düşmanlığına ilişkin bir Avrupa gözlemevinin kurulmasını önermesidir.214
Bağımsız bir organ kurma önerisi, 1997 tarihinde Konsey tüzüğü aracılığıyla
kuruluşuna izin verilen Đzleme Merkezi fikrinin oluşumuna zemin hazırlaması
bakımından önem taşımaktadır.
212
Ibid., p. 54.
Ibid., p. 57-60.
214
Ibid., p. 60.
213
143
Nisan 1995 tarihinde yayınlanan Kahn Raporu sonrası gerçekleştirilen ilk Zirve
toplantısında AB, bir gözlemevi oluşturma fikrine sıcak baktığını açıklamıştır. 2627 Haziran 1995 tarihli Cannes Zirvesi’nde215 ırkçılık ve yabancı düşmanlığına
yönelik Birlik çapındaki çabaların önemine değinilmiş ve Danışma (Kahn)
Komisyonundan Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığını Đzleme Merkezi’nin fizibilite
çalışmalarını yapmak için, Avrupa Konseyi ile yakın işbirliği içinde, çalışmalarını
genişletmesi istenmiştir.
2.4. 1995 Tarihli Konsey Đlke Kararları
Ekim 1995 tarihinde Konsey ırkçılık ve yabancı düşmanlığı konusunda farklı
alanlara ilişkin iki ayrı Đlke Kararı benimsemiştir. Đlki 5 Ekim 1995 tarihli olan Đlke
Kararı216, istihdam ve sosyal işler alanlarında entegrasyon politikalarının
uygulanmasını sağlamak amacıyla yayınlanmıştır. ABA m. F(2)’de belirtilen
Topluluk hukukunun genel prensipleri olarak temel haklara saygı duyulmasını
sağlayarak ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve anti-semitizm ile mücadeleye katkı
sağlama amacını da taşıyan Đlke Kararı’nda Konsey, özellikle istihdam ve sosyal
işler alanındaki her türlü insan hakları ihlalini ve ırkçılığı şiddetle kınamıştır.
Konsey, kararında mevcut Topluluk programları kapsamında alınan önlemleri
gözden geçirmeye çağırmıştır. Üye ülkelere ise, Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı
215
Cannes European Council 26 and 27 June 1995 Presidency Conclucions, Title III. Internal
Affairs,
article
5,
<http://www.dpt.gov.tr/abigm/abtb/Zirveler/1995%20Cannes%20%202526%20Haziran.htm>, (erşim tarihi: 15.03.2008).
216
Resolution of the Council and the Representatives of the Governments of the Member States,
Meeting within the Council, of 5 October 1995, on the Fight Against Racism and Xenophobia in the
Fields of Employment and Social Affairs (OJ C 296, 10.11.1995).
144
Danışma Komisyonu önerilerini dikkate alarak, belirtilen ortak hedeflerin
gerçekleştirilmesine yönelik ilerleme kaydedilmesi çağrısı yapılmıştır. Kararda
belirtilen ortak hedefler:
-
Irk, renk, din, millet ya da etnik kökene dayalı her türlü ayrımcılığa karşı
kişilerin korunmasını garanti altına almak,
-
Toplumun çeşitliliği göz önünde bulundurularak, ilgili üye devletlerde
yasal olarak ikamet eden kişilerin o devletlere entegrasyonunu sağlayacak
önemli bir araç olarak istihdamı ve mesleki eğitimini sağlamak,
-
Her bir ülkede yasal olarak ikamet eden işçilere yönelik her türlü emek
ayrımcılığı ile mücadele etmek,
-
Özellikle kadınlar, gençler ve çocuklar başta olmak üzere en çok
ayrımcılığa maruz kalan gruplar için eşit fırsatlar sağlamak.
Konsey’in aynı dönemde benimsediği ikinci Đlke Kararı, ırkçılık ve yabancı
düşmanlığı sorunlarına eğitim sistemi içinde cevap verilmesine ilişkin olmuştur. 23
Ekim 1995 tarihli Đlke Kararı217 ile Konsey, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı ile
mücadelede yerel, ulusal düzeyde ve Avrupa düzeyinde girişimleri içeren eğitim
politikasının önemini vurgulamayı amaçlamıştır. Kaliteli bir eğitim sisteminin fırsat
eşitliğini teşvik etme amacında olması gerektiğini vurgulayan Đlke Kararı’nda,
Avrupa eğitim sisteminin de demokrasi ve insan haklarına saygıyı olduğu kadar,
başka kültür, din ya da etnik kökene sahip olanlara karşı dayanışma ve hoşgörüyü
sağlama çabasında olması gerektiği belirtilmiştir. Bu bağlamda Avrupa toplumunun
217
Resolution of the Council and of the Representatives of Member States’ Governments, Meeting
within the Council, of 23 October 1995, on the Response of Educational Systems to the Problems of
Racism and Xenophobia (OJ C 312, 23.11.1995).
145
kültürel çeşitliliğini yansıtan eğitim materyallerinin hazırlanması ve öğrencilere
yönelik spesifik entegrasyon girişimlerinin başlatılması gibi önlemler, dikkate
alınması gereken unsurlar olarak sayılmıştır. Konsey ayrıca Komisyon ve üye
ülkeleri, eğitim sisteminde uygulanması öngörülen çeşitli girişimlerde bulunmaya
çağırmıştır.
2.5. 13 Aralık 1995 Tarihli Irkçılık, Yabancı Düşmanlığı ve Anti-Semitizme
Đlişkin Komisyon Bildirisi
Kamuoyu yoklamalarının ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve anti-semitizmin
Topluluk içindeki durumunun ciddiyetini işaret etmeye başlaması ve kamuoyunda
söz konusu soruna yönelik ulusal, bölgesel ve Avrupa düzeyinde daha fazla girişim
beklentisinin oluşması üzerine Komisyon, 13 Aralık 1995 tarihinde konuya ilişkin
ilk Bildirisini218 yayınlamıştır. Girişimlerin ve eylemlerin ancak tüm politikalara
entegre edildiği sürece etkili olacağını savunan Komisyon, Bildirisinde ırkçılık,
yabancı düşmanlığı ve anti-semitizmle mücadele kapsamındaki güncel ve gelecekte
planladığı etkinliklerini özetlemiştir. Ayrıca her ne kadar ırkçılıkla mücadeleyi üye
ülkelerin temel ilgi alanı olarak kabul etse de Komisyonun sorunu açıkça ulusötesi
bir sorun olarak tanımlaması açısından Bildiri önem kazanmaktadır.
Komisyon, ırkçılıkla mücadele konusunda eylemlerde bulunurken dört ilkeden
yola çıkmaktadır. Buna göre, ırkçılıkla mücadele evrensel bir işbirliğini
218
Commission Communication of 13 December 1995 on Racism, Xenophobia and Anti-Semitism,
COM (95) 653.
146
gerektirmektedir. Đkinci ilke olarak ırkçılıkla mücadele stratejilerinde esas amacın
önleme olması gerekliliği ifade edilmiştir. Eylemlerde tutarlılığı sağlamak amacıyla
mücadele stratejilerde başvurulacak önceliklerin bütün taraflarca ortak olarak
belirlenmesi üçüncü ilke olarak tespit edilmiştir. Son olarak Komisyon, yetki
ikamesi ilkesi çerçevesinde hareket edeceğini belirtmiştir. Söz konusu ilkeler
çerçevesinde Komisyon; Avrupa Sosyal Fonu, eğitim ve gençlik programlarına
mücadele aracı olarak başvurabilmektedir. Bildiride ayrıca entegrasyon politikaları
ve ırkçılık ve yabancı düşmanlığı mücadele politikaları arasındaki ilişkiye vurgu
yapılmıştır.
Komisyon, benimsediği ilke ve deneyimlerinden yola çıkarak, özellikle göçmen
ve etnik azınlıklardan gelecek arabulucu eğitimleri teşvik edeceğini ve
destekleyeceğini belirtmiştir. Ayrıca özellikle sosyal hizmetler, barınma ve tıbbi
hizmetler alanlarında göçmen ve etnik azınlıklarla sıkça ilişki içindeki işçi ve
yöneticiler için eğitim kurslarını teşvik edeceğini ifade etmiştir. Komisyon ayrıca
kamuoyunu ırkçılığa karşı uyarmak ve önyargılarla mücadele amacıyla medyanın
çabalarına da destek vereceğini belirtmiştir. Yetkileriyle sınırlı olarak Komisyon,
gençler arasında gerçekleştirilecek hem Topluluk-içi hem de üye olmayan ülkeler
arasındaki değişim programları aracılığıyla toplumu ırkçılığa karşı uyarmak için
uzun-dönemli eğitim sürecine katkıda bulunacağını da ifade etmiştir.
Bildiride Komisyon, ırkçı nefretin üye ülkelerin çoğunda suça dönüştüğünü
belirten çalışmalara atıfta bulunarak etkili bir ceza sistemini her yerde
sağlayabilmek için yasaların uyumlu hale getirilmesini öngörmüştür. Komisyon
147
yasama süreci için üç ayrı öneride de bulunmuştur. Topluluk hukukuna, tüm yasal
düzenlemelerde başvurulabilecek genel bir ayrım gözetmeme hükmünün yer alması,
Komisyonun 1995 yılında öne sürdüğü düzenlemelerin başında gelmiştir. Dahası
Komisyon, söz konusu Bildiri ile ırk ayrımcılığı ile mücadele için spesifik yetkinin
antlaşmalar yoluyla kurumlara verilmesindeki ısrarını belirtmiştir. Ayrımcılığa karşı
yasal düzenlemelerin, üye ülkelerin Topluluk hukukunu uygularken başvuracakları
genel amaçlar kapsamına alınması da Komisyonun yasal düzenleme boyutuyla
üzerinde durduğu konu olmuştur. Dolayısıyla Komisyondan gelen Topluluk
düzeyinde yasal düzenlemelere yönelik bu öneri ve hatta ısrarın, Amsterdam
Antlaşması ile ayrımcılıkla mücadele konusunda getirilen yeniliklerde, belirli
ölçüde, etkili olduğunu söylemek mümkündür.
2.6. Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı ile Mücadeleye Đlişkin Ortak Eylem
Konsey, 15 Temmuz 1996 tarihinde ABA eski K.3 maddesine (ABA m.31)
dayanarak III. Sütun çerçevesinde bir Ortak Eylem219 yayınlamıştır. Cezai
konularda adli işbirliğine yönelik ortak eylem yayınlama yetkisini AB
Antlaşması’ndan alan Konsey, söz konusu Ortak Eylem içerisinde ırkçı eylemleri
listelemiş olması bakımından önemli bir adım atmıştır.
Ortak Eylem, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı suçlarını işleyen faillerin, cezai
prosedürlerden kaçmak ve böylece yaptıkları eylemlerden muaf olmak için, bir
219
Joint Action/96/443/JHA of 15 July 1996 adopted by the Council on the basis of Article K.3 of
the Treaty on European Union, concerning action to combat racism and xenophobia (OJ L 185,
24.07.1996).
148
ülkeden başka bir ülkeye taşınarak üye devletlerdeki farklı uygulamaları
sömürmelerini engellemek amacıyla mücadele kuralları benimsemek için
düzenlenmiştir. Konsey, söz konusu düzenlemede sayılan davranış biçimlerine
dayanan suçlarla ilgili olarak etkili yargısal işbirliğini sağlama konusunda üye
ülkeleri sorumlu tutmuştur. Ortak Eylem çerçevesinde cezalandırılabilecek suçlar şu
şekilde sıralanmıştır:
-
Ayrımcılığı teşvik etme; renk, ırk, din, milliyet ya da etnik kökene dayalı
olarak tanımlanan bir grup ya da bu gruba mensup kişilere ilişkin olarak
gösterilen şiddet ya da ırkçı nefret;
-
Irkçı ve yabancı düşmanı bir amaçla insanlığa karşı suçları ve insan hakları
ihlallerini görmezden gelme;
-
Renk, ırk, din, milliyet ya da etnik kökene dayalı olarak tanımlanan bir
gruba mensup kişileri hakir gördüğü ölçüde, 8 Nisan 1945 tarihli Londra
Antlaşmasına Ekli Uluslararası Askeri Mahkeme Şartı m. 6 uyarınca
tanımlanan suçları inkar etme;
-
Irkçı ve yabancı düşmanı ifadeler içeren kitapçık, resim ya da diğer
materyallerin yayılması ya da dağıtılması;
-
Ayrımcılık, şiddet ya da ırk, etnik köken ya da dini nefret içeren grup,
kurum ya da kuruluş eylemlerine katılma.
Yukarıda listelenen suçlara ilişkin olarak yürütülecek soruşturma ya da işlemler
sırasında yargısal işbirliğini geliştirme üye ülkeler açısından zorunlu tutulmuş ve
uygun önlemlerin alınması istenmiştir. Kamuya dağıtılma amaçlı ırkçı ve yabancı
düşmanı ifadeler içeren kitapçık, resim ya da diğer materyallere el koyma, söz
149
konusu materyaller üye devlet topraklarında kamuya takdim edildiği zaman,
alınacak uygun önlemler arasında belirtilmiştir. Irkçı ve yabancı düşmanı ifadeler
içeren materyallerin kamuya başka bir ülkede dağıtılma amaçlı bir ülkede
depolandığı durumlarda, Ortak Eylem, üye devletleri alı koyma işlemine
girişebilmeleri için diğer üye devleti haberdar etmekten sorumlu tutmuştur. Üye
ülkelerde ırkçı eylemlere dayalı suçlara karşı yürütülecek soruşturma ya da
işlemlerde yararlı olabilecek bilgi toplama ve değişiminden sorumlu olacak temas
noktalarının kurulması da ırkçılıkla mücadele kapsamında alınması öngörülen
önlemler arasında sayılmıştır.
13 Ağustos 1996 tarihi yasal düzenlemenin yürürlüğe giriş tarihi olarak
belirlenirken, Ortak Eylemde sayılan herhangi bir maddenin üye devletlerin
uluslararası düzenlemelerle bağlı oldukları sorumlulukların altına düşülmesi
anlamına gelmediği de eklenmiştir.
2.7. Irkçılığa Karşı Avrupa Yılı (1997)
Maastricht Antlaşması, yukarıda da belirtildiği gibi, ekonomik birlikten siyasi
birliğe adım atma adına yeni politika alanları oluşturduysa da ırkçılıkla mücadelede
özel bir hüküm öngörmemiştir. Dolayısıyla AB kurumları, spesifik yasal yetkileri
olmaksızın, Topluluk bazında yasal düzenlemelerde bulunma konusunda isteksiz
davranmışlardır. Bu bağlamda yakın zamana kadar bu konudaki faaliyetler,
bağlayıcı olmayan ilke kararlarını benimseme ve deklarasyonlar yayınlama şeklinde
sınırlı bir çerçevede yürütülmüştür. 1990’ların ikinci yarısından itibaren ise
150
ırkçılıkla mücadeleye ilişkin Avrupa Birliği düzeyinde somut adımlar atılmaya
başlanmıştır. Bu çerçevede 1996 yılı ve sonrasında yapılan açılım ve girişimler,
AB’nin anti-ırkçı politikaları açısından dönüm noktası olarak tanımlanmaktadır.220
Due, Topluluk genelinde geliştirilen yasal düzenlemelerin iki önemli amaca hizmet
edeceğini vurgulamaktadır. Buna göre, Topluluk genelinde uygulama alanı
kazanacak düzenlemeler, öncelikle bir Topluluk standardı oluşturarak üye devletleri
mevcut ulusal yasaların geliştirmesi konusunda sıkıştırma imkanı sağlayacaktır.
Đkinci olarak da yasal düzenlemeler aracılığıyla ırkçı materyallerin dağıtımı gibi
Avrupa ülkeleri arasında ırkçılığın artması ve yayılmasına neden olan ırkçı
faaliyetler hedef alınabilecektir.221
Irkçılık ve yabancı düşmanlığı ile Topluluk genelinde etkin bir mücadele
anlayışına katkı sağlama amacıyla atılan ilk somut adım, 1997 yılını Irkçılığa Karşı
Avrupa Yılı olarak ilan eden Đlke Kararı’nın Konsey tarafından benimsenmesi
olmuştur. 23 Temmuz 1996 tarihli Đlke Kararı222 ile Konsey, Topluluğun genelde
insan hakları özelde ise ırkçılık ve yabancı düşmanlığı ile ilgili düzenlemelerini ve
BM ve Avrupa Konseyi çalışmalarını göz önüne alarak, 1997 yılını Irkçılığa Karşı
Avrupa Yılı olarak kabul etmiştir. Avrupa Yılı’nın ilanı ile Konsey, konunun
ciddiyetini vurgulama amacını taşıyan belirli hedeflerle yola çıkmıştır. Đlke
Kararı’nda belirtilen hedefler şunlardır:
220
Johnita P. Due, “European Union Anti-Racism Policy Reaches Turning Point”, The Human
Rights Brief, <http://www.wcl.amercan.edu/hrbrief/v3i2/euro32.htm>, (erişim tarihi: 16.11.2007).
221
Ibid., p.1.
222
Resolution of the Council and the representatives of the governments of the Member States,
meeting within the Council of 23 July 1996 concerning the European Year against Racism (1997)
(OJ C 237 of 23.07.1996).
151
-
Irkçılık, yabancı düşmanlığı ve anti-semitizmin, insan haklarına saygı ve
Topluluk içindeki ekonomik ve sosyal bağlılık konuları önünde ciddi bir
tehdit oluşturduğunun altını çizmek,
-
Avrupa’da ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve anti-semitizm ile mücadele için
gerekli önlemlerin tartışılmasını teşvik etmek,
-
Irkçılık, yabancı düşmanlığı ve anti-semitizm ile mücadele konusunda yerel,
ulusal düzeyde ve Avrupa düzeyinde mevcut etkili strateji ve iyi
uygulamalara ilişkin deneyimlerin paylaşılmasını sağlamak,
-
Bu alandaki eylemlerin etkinliğini arttırmak amacıyla, ırkçılık, yabancı
düşmanlığı ve anti-semitizm ile mücadele konusunda çalışan kişiler
arasında, kullandıkları strateji ve uygulamalara yönelik bilgi paylaşımının
sağlanması,
-
Özellikle istihdam, eğitim ve barınma alanlarında ulusal düzeyde uygulanan
entegrasyon politikalarının faydalarını anlatmak,
-
Irkçılık, yabancı düşmanlığı ve anti-semitizmden etkilenen ya da
etkilenmesi muhtemel kişilerin deneyimlerinden mümkün olduğu ölçüde
yararlanmak ve bu kişilerin topluma katılımını sağlamak.
Avrupa Yılı ile öngörülen amaçların yerine getirilmesi için ayrıca üye devletlere
ve Komisyona bazı önlemler almaları ve hem yerel ve bölgesel hem de ulusal
düzeyde uygulanan önlemlerin desteklenmesi için çağrıda bulunulmuştur. Bu önlem
ve girişimler kısaca; konu ile ilgili seminer ve konferansların düzenlenmesi,
seminerlerin sonuçlarını içeren raporların hazırlanması, bilgi paylaşımında
152
bulunulması ve Avrupa Yılı hakkında ortak bir logo ve sloganın belirlenmesi olarak
ifade edilmiştir.
Irkçılığa Karşı Avrupa Yılının ırkçılık ve yabancı düşmanlığı ile mücadele için
benimsediği hedeflerin en önemli çıktılarından biri, tüm üye ülkelerde ırkçılıkla
mücadele için çalışan Avrupa çapında bir sivil toplum ağının kurulmasıdır. Irkçılığa
Karşı Avrupa Ağı (European Network Against Racism – ENAR) olarak
adlandırılan bu oluşum, 600’den fazla sivil toplum örgütünü bir araya getirmekte ve
sivil toplum adına ortak bir ses oluşturarak AB karar alma sürecini etkilemeye
çalışmaktadır. Farkındalığı ve entegrasyon politikalarının etkinliğini artırarak
sorunla mücadeleye Avrupa çapında katkı sağlamayı hedefleyen ENAR, hedefine
yayınladığı raporlar, düzenlediği konferanslar ve lobi faaliyetleri aracılığıyla
ulaşmaya çalışmaktadır.223
2.8. Avrupa Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığını Đzleme Merkezi’nin Kuruluşu
Irkçılık ve yabancı düşmanlığı ile mücadeleye yönelik Birlik tarafından atılan
somut adımların ikincisi, Kahn Raporu’nun kurumsal önerileri arasında da yer alan
Avrupa Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığını Đzleme Merkezi’nin (European
Monitoring Centre on Racism and Xenophobia – EUMC) kurulması olmuştur. 1995
Cannes Zirvesi’nde ırkçılıkla mücadelenin önemine vurgu yapılarak Danışma
Komisyonu’ndan hakkında fizibilite çalışmalarının yapılması istenen Đzleme
Merkezi, 21-22 Haziran 1996 tarihli Floransa Zirvesi’nde tekrar gündeme gelmiştir.
223
Detaylı bilgi için bkz. <www.enar-eu.org>.
153
Konsey, kuruluş prensiplerini onayladığını belirterek Merkezin bütçesi ve Avrupa
Konseyi ile ilişkilerinin belirlenmesi konusundaki çalışmaların incelenmesini
istemiştir. Ayrıca Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı Danışma Komisyonu’nun (Kahn
Komisyonu) görevini, Đzleme Merkezi kurulana kadar çalışmalarını sürdürmek
üzere uzatmıştır.224
2 Haziran 1997 tarihinde ise 1035/97 sayılı Konsey Tüzüğü225 ile merkezi
Viyana’da yer alan EUMC kurulmuştur. Merkezin temel amacı, yetki alanları
dahilinde önlem alacakları ya da eylemlere girişecekleri zaman yardımcı olmak
amacıyla Topluluk ve üye ülkelere ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve anti-semitizme
ilişkin Avrupa düzeyinde objektif, güvenilir ve karşılaştırılabilir veri sağlamak
olarak belirtilmiştir. Merkezin diğer amaçları arasında ırkçılık, yabancı düşmanlığı
ve anti-semitizm olgularının gelişim ve boyutları üzerinde çalışmak, bu olguların
neden, sonuç ve etkilerini analiz etmek ve iyi uygulama örneklerini incelemek yer
almaktadır. Bu amaçlara ulaşabilmek için Merkez, araştırma merkezleri, üye
devletler, Topluluk kurumları, uluslararası kurumlar ve hükümet-dışı kuruluşların
bilimsel araştırma verileri da dahil olmak üzere bilgi ve verileri toplamak,
kaydetmek ve analiz etmek ile görevlendirilmiştir. Bunun dışında, bilimsel
araştırma ve anketler düzenleme, kamuya açık dokümantasyon kaynakları
oluşturma, Topluluk içindeki ırkçılık ve yabancı düşmanlığı durumunu belirten
yıllık rapor yayınlama ve düzenli yuvarlak masa toplantılarının organizasyonunu
224
Florence European Council, 21-22 June 1996 Presidency Conclusions,Title III. Justice and Home
Affairs, <http://www.dpt.gov.tr/abigm/abtb/Zirveler/1996%20Florence%2021-22%20Haziran.htm>,
(erişim tarihi: 15.03.2008).
225
Council Regulation (EC) No 1035/97 of 2 June 1997 establishing a European Monitoring Centre
on Racism and Xenophobia (OJ L 151, 10.06.1997).
154
teşvik etme görevleri de Merkeze verilmiştir. Ayrıca, ulusal araştırma merkezleri,
hükümet-dışı kuruluşlar ve uzmanlaşmış merkezler ile işbirliğini kuracak bir birim
olan Avrupa Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı Bilgi Ağı’nın (European Racism and
Xenophobia Information Network – RAXEN) EUMC çatısı altında kurulması da
öngörülmüştür.
Irkçılık ve yabancı düşmanlığı hakkında EUMC’nin veri toplamak için
odaklanacağı alanlar; Topluluk içinde kişilerin serbest dolaşımı, medya ve diğer
iletişim araçları, eğitim, mesleki eğitim ve gençlik, istihdam da dahil sosyal
politika, malların serbest dolaşımı ve kültürdür. Özellikle Avrupa Konseyi başta
olmak üzere ilgili uluslararası kuruluşlar ve Topluluk kurumları tarafından
yürütülen eylemleri dikkate alma ve söz konusu kurumlarla işbirliği yapması da
EUMC adına öngörülmüştür.
Ayrı bir tüzel kişiliğe sahip kılınan Merkezin kurumsal yapısı da Konsey
Tüzüğü’nde belirlenen konular arasındadır. Yönetim Kurulu, her üye devlet
tarafından atanan birer bağımsız kişi, Avrupa Parlamentosu tarafından atanan bir
kişi, Avrupa Konseyi tarafından atanan bir kişi ve Komisyon temsilcisinden
oluşmaktadır. Ayrıca, Yönetim Kurulu üyelerinin insan hakları ve ırkçılık, yabancı
düşmanlığı ve anti-semitizm konularında deneyimli kişiler olması gerekmektedir.
155
2003 yılında kuruluş Tüzüğü’nde değişiklik yapılan226 EUMC, 1 Mart 2007
tarihinde yerine görev alanı genişletilen Temel Haklar Ajansı’nın kurulması ile
yürürlükten kalkmıştır.
2.9. Irkçılığa Karşı Eylem Planı
Irkçılığa
Karşı
Avrupa
Yılının
getirilerine
rağmen,
1997
tarihli
Eurobarometer227 anketi açıkça kendini oldukça ırkçı olarak tanımlayanların oranını
yaklaşık %33 olarak belirlemiş ve bu oranın üye ülkelerde endişe verici düzeyde
olduğunu ortaya koymuştur. Anket sonuçlarına göre, yaşam şartlarından tatmin
olmama, işsizlik korkusu, geleceğe ilişkin güvensizlik ve kamu otoritelerine ve
siyasi yapılanmaya duyulan düşük güven, ırkçı terazinin kefesine kendisini koyan
ve göçmen ve azınlıklar hakkında olumsuz düşüncelere sahip olan kişilerin temel
özellikleri olarak saptanmıştır. Bu bağlamda, sorunun süregelen varlığından
duyduğu rahatsızlıkla yola çıkan Eylem Planı, sorunun ulus-ötesi niteliğinin bir kez
daha farkında olarak Avrupa düzeyinde bir tepkinin gerekli olduğunu vurgulamıştır.
25 Mart 1998 tarihli Komisyon Bildirisine228 dayanan Irkçılığa Karşı Eylem
Planı, Avrupa düzeyinde tutarlı bir ırkçılıkla mücadele çerçevesi oluşturma ve
ayrım gözetmemeye ilişkin yeni antlaşma hükmü çerçevesinde daha iyi etkinlikler
hazırlama konunda temel oluşturma amacıyla açıklanmıştır. Söz konusu Eylem
226
Council Regulation (EC) No 1652/2003 of 18 June 2003 Amending Regulation (EC) No 1035/97
Establishing a European Monitoring Centre on Racism and Xenophobia (OJ L 245/33, 29.9.2003).
227
“Racism and Xenophobia in Europe”, Eurobarometer Opinion Poll no 47.1, Luxembourg, 18-19
December 1997.
228
Commission Communication of 25 March 1998 Concerning an Action Plan against Racism,
COM(98) 183.
156
Planı ile Komisyon, AB içinde ırkçılıkla mücadeleye dahil olan tüm aktörleri (üye
devletler, hükümet-dışı kuruluşlar, sosyal partnerler, yerel otoriteler, medya, spor
kuruluşları ve bireyler) bir ortaklık içinde bir araya getirmeyi önermiştir. Eylem
Planı dört temel öneriyi içermektedir:
-
Yasal girişimler için gerekli zeminin oluşturulması,
-
Irkçılıkla mücadeleyi yapılacak düzenlemelerin merkezine yerleştirme,
-
Girişim ve projelere fon sağlayarak yeni modeller geliştirme,
-
Bilgi ve iletişimi güçlendirme.
3. Amsterdam Antlaşması Sonrası AB Politika ve Düzenlemeleri
Mayıs 1999 tarihinde yürürlüğe giren Amsterdam Antlaşması, AB içinde her
türlü ayrımcılığa karşı mücadele kapsamında önemli bir sıçramaya neden olmuştur.
AT Antlaşması’nın erkek ve kadınlar arasındaki ücrete dayalı ayrımcılığı önleme
konusundaki düzenlemesini (m. 141) güçlendirme, genel anlamda tüm faaliyetlerde
kadın-erkek arasındaki eşitsizliği giderme (m. 3) konusunda Topluluğa yeni bir
misyon yükleme ve milliyet esasına dayalı her türlü ayrımcılığı yasaklama (m. 12)
yanında, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı alanında da madde 13’ü AT Antlaşması
bünyesine dahil ederek önemli bir adım atmıştır. Böylece Amsterdam Antlaşması
ile ilk defa ırkçılık ve yabancı düşmanlığına karşı alınacak önlemler bakımından I.
ve III. Sütun çerçevesinde açık yasal bir zemin sağlanmıştır. Söz konusu zemine
dayanarak AB, 2000 yılında iki önemli düzenlemeye imza atarak ırkçılıkla
mücadele konusunda yasal anlamda güçlü düzenlemelerin temelini oluşturmuştur.
Ayrıca ayrım gözetmeme konusunda benimsenen ve 2001-2006 yıllarını kapsayan
157
Eylem Planı da Birliğin yasal zeminden yararlandığı düzenlemeler kapsamında
ortaya çıkmıştır.
Amsterdam Antlaşması ile ayrımcılıkla mücadele konusunda elde edilen
kazanımların, üye devletlerin iradesine dayanarak kolay bir şekilde sağlandığı
söylenemez. Belli başlı temellere dayalı ayrımcılıkla mücadele için uygun
girişimlerde bulunabilmek adına Topluluğa yetki veren bir hükmün, Birliğin siyasi
düzlemde yeni bir aşamaya girmesini öngörmüş olmalarına rağmen, üye devletler
tarafından bir antlaşma hükmü olarak kabul edilmesi oldukça zor olmuştur. Önceki
birkaç örneğin aksine, hiçbir ülke diğer ülkeleri böyle bir hükmün benimsenmesi
için ikna etme konusunda öncü rolünü üstlenmeye yanaşmamıştır.229 Bu bağlamda
Amsterdam Antlaşması ile kazanılan yasal zeminin ve devamında gelen bağlayıcı
düzenlemelerin, büyük ölçüde, Avrupa Parlamentosunun ve özellikle hükümet-dışı
kuruluşların, ayrımcılıkla mücadele konusunda 1980’lerin sonundan itibaren
giriştikleri lobi faaliyetlerinin ürünü olduğunu belirtmek gerekmektedir.
3.1. Yasal Zemin Oluşturma Çabaları ve ATA Madde 13
1980’lerle birlikte iç pazarı tamamlamayı hedefleri arasına alan AT, önceliği
ekonomik temele dayalı programı kapsamındaki fırsatların ayrıca eşitlik ve ayrım
gözetmeme gibi sosyal konulara da yansımasını öngörürken, AT kurumları arasında
bu konudaki tartışmaları başlatan ilk defa Parlamento olmuştur. 1984 yılında
Avrupa’da yükselen faşizm ve ırkçılık konularında inceleme yapmak üzere
229
Isabelle Chopin, “Campaining against Racism and Xenophobia: from a Legistative Parspective at
European Level”, ENAR, November 1999, p. 1.
158
Soruşturma Komisyonu oluşturan Parlamento, biri 1985 (Evrigenis Raporu230)
diğeri ise 1991 (Ford Raporu231) tarihli iki rapor yayınlamış ve ırk ayrımcılığının
farklı bir yaklaşım gerektirdiğini belirten ifadelerde bulunmuştur. Her iki raporda da
Topluluk düzeyinde yasal düzenlemelerin benimsenmesi çağrısında bulunan
Parlamento raportörleri, ATA m. 308’e (eski m. 235)232 ırk ayrımcılığına ilişkin
eylemde bulunmak için gerekli zemini barındırdığı gerekçesiyle atıfta bulunmuştur.
Fakat ne üye devletler ne de Komisyon ırkçılıkla mücadeleyi Topluluk
amaçlarından biri olarak görmediği için, gerekli yetki antlaşmalarda öngörülmemiş
olsa da belirli koşullarda Konseye girişimde bulunma yetkisi tanıyan söz konusu
maddenin kullanımına başvurmaktan ısrarla kaçınılmıştır.233
3.1.1. Sivil Toplum Çalışmaları: ‘Starting Line’ Grup Önerisi
Yukarıda bahsedilen iki Parlamento raporu da hükümet-dışı kuruluş ve
topluluklar tarafından dikkate alınmış ve daha ileri bir aşamaya taşınarak ayrım
gözetmemeye ilişkin Avrupa çapında bir yasal düzenleme için taslak öneri olarak
hazırlanmıştır. Antlaşmalara ayrımcılık konusunda kesin hüküm eklenmesi için
kampanyaların düzenlenmesine ve söz konusu çalışma ve çabaların sonucunda bu
alanda eylem gerekliliği konusunda ulusal düzeyde ve Avrupa çapında farkındalığın
230
European Parliament, Committee of Inquiry into the Rise of Fascism and Racism in Europe,
Report on the findings of the inquiry, December 1985.
231
European Parliament, Committee of Inquiry into the Rise of Fascism and Racism in Europe,
Report on the findings of the inquiry, 1991.
232
ATA m. 308: “Ortak Pazar’ın işleyişinde, Topluluğun amaçlarından birini gerçekleştirmek için
Topluluk tarafından bir girişimde bulunmak zorunlu olur da, bu Antlaşma’da o girişim için gerekli
yetki öngörülmemiş bulunursa, Konsey, Komisyonun önerisi üzerine ve Avrupa Parlamentosuna
danıştıktan sonra gerekli düzenlemeleri oybirliğiyle yapar.”
233
Jan Niessen and Isabelle Chopin, “The Starting Line and the Racial Equality Directive”, in Jan
Niessen and Isabelle Chopin (eds.), The Development of Legal Instruments to Combat Racism in a
Diverse Europe, Leiden/Boston: Martinus Nijhoff Publishers, 2004, pp. 95-97.
159
oluşturulmasına öncelik eden bu öneri, “Starting Line Group” (Başlangıç Çizgisi
Grubu) önerisi234 olarak ortaya çıkmıştır. 15 AB üyesi devletten 400 civarında
kuruluşun oluşturduğu (hükümet-dışı kuruluşlar, kiliseler, birlikler, akademisyenler,
uzmanlar vs.) resmi olmayan bir ağ olan Starting Line Grubu, Amsterdam
Antlaşması öncesi bir araya gelen Hükümetlerarası Konferansın çok öncesinde,
1990’ların başından itibaren, ırkçılıkla mücadele konusunda yasal bir zemin
oluşturmak üzere lobi faaliyetlerine başlamıştır. Irkçılık ve yabancı düşmanlığına
yönelik tek ve etkili bir eylem yokluğunun AB sosyal entegrasyon sürecinin
istikrarsızlaşması ile sonuçlanacağını düşünen Grup, yasal araçların yanında
önleyici nitelikteki bilgi ve eğitimin de aynı zamanda gerekliliği üzerinde
durmuştur.235
Irkçılıkla mücadele konusunda üye devletlerdeki farklı koruma düzeylerini
tarihsel, geleneksel ya da hukuk sistemlerindeki farklılıklara dayandıran Grup,
çalışmalarını bir direktif tasarısı oluşturma üzerinde yoğunlaştırmıştır. Grubun yasal
düzenleme
konusunda
direktif
üzerinde
uzlaşması
belirli
nedenlere
dayandırılmaktadır. Irk, etnik köken, din ya da inanç esasına dayalı ayrımcılıkla
mücadelede, Avrupa düzeyinde aynı koruma düzeyini garantilemeyi amaçlayan
yasal düzenlemelerin uyumlaştırılmasının en kesin ve etkili yöntemi direktif olarak
belirlenmiştir.
Dolayısıyla,
ortak
kriterler
oluşturmak
direktifin
amacını
oluşturacaktır. Ayrıca, direktif gerçekleştirilecek amaçları tanımlarken, ulusal
mevzuatlarına aktarma konusunda üye devletlere esneklik sağlamaktadır. Öte
234
‘Starting Line’ önerisinin karşılaştırmalı ve detaylı analizi için bkz. Isabelle Chopin,
“Campaining against Racism and Xenophobia: From a Legistative Perspective at European Level”,
ENAR, November 1999.
235
Ibid., pp. 1-2.
160
yandan, direktifin benimsenme ve uygulanma süreci, hem Avrupa Parlamentosu
hem ulusal parlamentolara sürece dahil olma imkanı tanıdığı için konu ile ilgili
kamusal tartışmaların yapılmasına da imkan sağlamaktadır.236
‘Starting Line’ Grubu, önerinin ilk versiyonu için çalışmalarına 1992 yılında
başlamıştır. ATA m. 308’in (eski m. 235) söz konusu gibi bir direktif önerisi için
yasal zemin olarak kullanılması konusundaki siyasi irade eksikliğinden hareketle
Grup, ırkçılıkla mücadele konusundaki bir direktif için açıkça yasal bir zemin
sağlayacak antlaşma değişikliğini sağlama konusuna çalışmalarını odaklamıştır. Bu
değişiklik önerisi de “Starting Point” (Başlangıç Noktası) olarak adlandırılmıştır.
Hem ulusal düzeyde hem de Avrupa düzeyinde kampanyalarla desteklenen lobi
faaliyetleri oldukça etkili resmi olmayan bir ağa dönüşmüştür. Sonucunda, Kurucu
Antlaşmalarda değişiklik getiren Amsterdam Antlaşması ile AT Antlaşması’na
eklenen ve ayrımcılıkla mücadelede Topluluğa yetki veren 13. madde, uzun yıllar
süregelen kampanya ve baskıların meyvesi olarak gösterilmektedir.237
3.1.2. ATA Madde 13 Kapsamı ve Değerlendirmesi
Ayrımcılıkla mücadele kapsamında Amsterdam Antlaşması’nın yürürlüğe
girmesiyle kazanılan en önemli gelişme, AT Kurucu Antlaşması’na eklenen 13.
madde olmuş ve, önceden de değinildiği gibi, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı ile
mücadeleye ilişkin alınacak önlemler bakımından I. Sütun (Topluluk Sütunu)
çerçevesinde açık yasal bir zemin sağlanmıştır. ATA m. 13’e göre;
236
237
Ibid., p. 2.
Ibid., p. 3-4.
161
“1.
Konsey,
bu
[Avrupa
Topluluğunu
Kuran
Antlaşma]
Antlaşmanın diğer hükümlerine zarar vermeksizin ve Topluluğa
Antlaşma tarafından tanınan yetkilerin içinde kalarak, Komisyonun
önerisi
üzerine
ve
Avrupa
Parlamentosuna
danıştıktan
sonra
oybirliğiyle hareket ederek, cinsiyet, ırk ve etnik köken, din veya inanç,
engellilik, yaş veya cinsel konuma dayanan ayrımcılıkla mücadele
etmek için girişimlerde bulunabilir.
2. 1. paragrafa istinaden, Konsey, 1. paragrafta belirtilen amaçların
gerçekleştirilmesine katkı sağlamak gayesiyle üye devletler tarafından
alınan eylemleri desteklemek için teşvik edici Topluluk önlemleri
aldığında, üye devletlerin kanun ve düzenlemelerinin uyumlu hale
getirilmesi konusu hariç olmak üzere, 251. maddede benimsenen usul
uyarınca karar tesis eder.”
Yukarıda ATA madde 13(2)’de belirtildiği haliyle Konsey, Komisyon’un
önerisi üzerine Parlamento’ya danıştıktan sonra oybirliği ile ayrımcılıkla
mücadelede uygun önlemleri almaya yetkili kılınmıştır. ATA m.13, bireylere
Topluluk hukukunun kendilerine sağladığı hakları Topluluk kurallarına doğrudan
dayanarak kendi ulusal mahkemeleri önünde ileri sürebilmesi anlamına gelen
doğrudan etkiye sahip değildir. Bu haliyle m. 13 Chopin tarafından, ilk defa
ayrımcılık konusunda açık yasal zemin sağlaması bakımından oldukça önemli bir
kazanım olsa da, siyasi uzlaşıya dayalı bir hüküm olarak tanımlanmaktadır.238
238
Ibid., p. 13.
162
Çünkü mevcut oluşum şekliyle hüküm, m. 13’e dayalı bir düzenlemenin yapılması
oybirliği gerektirmesi nedeniyle, kendisine başvurulmayı üye devletlerin takdirine
bırakmış bulunmaktadır. Bir uzlaşı ya da anlaşmaya varılamaması, hükmü
kullanılamaz kılmaktadır.
Söz konusu maddenin kapsamı ile ilgili görüşler de bölünmüş durumdadır. Bir
yandan Topluluk kurumlarına ayrımcılıkla mücadele amaçlı önlemler alma
konusunda yetki veren m. 13 ile Topluluk yetkilerinin de facto olarak
genişlemesinden tatmin olanlar bulunmaktadır. Öte yandan Almanya gibi bazı üye
devletler, m. 13 ile Topluluğa herhangi bir yeni yetkinin verilmediğini ve söz
konusu maddeye ancak mevcut ATA yetkileri çerçevesinde başvurulabileceğini
savunmuşlardır. Ayrıca Chopin, m. 13’ün Topluluk kurumlarına önlem alabilme
imkanı tanıdığı, ancak bu yönde adım atmak için herhangi bir zorunluluk
getirmediği konusunda üye devletlerin oldukça ısrarlı olduğunu belirtmektedir. Bu
nedenle m. 13’ün uygulanması konusunda diğer bir nokta ise maddenin
uygulanmasının salt yasal bir konu olmaktan ziyade büyük oranda üye devletlerin
siyasi iradelerine bağlı görülmesidir.239 Madde 13, ayrıca, Topluluk kurumlarına
cinsiyet, ırk ve etnik köken, din veya inanç, engellilik, yaş veya cinsel konuma
dayanan ayrımcılıkla mücadele etmek için girişimlerde bulunabilmeleri için açık
yetki tanırken, milliyet (uyrukluk) esasına dayalı ayrımcılıkla mücadele için
herhangi bir ifadeye yer vermemektedir. Ayrımcılık AB vatandaşlarını kapsadığı
kadar üçüncü ülke vatandaşlarını da kapsamaktadır; ancak, milliyet esasına dayalı
ayrımcılığın m. 13 kapsamına alınmaması üçüncü ülke vatandaşlarına yönelik
239
Ibid.
163
durumu muğlak hale getirebilmektedir. Bu amaçla Amsterdam Antlaşması sonrası
Starting Line Grubu, yeni başlangıç noktalarını bu boşluğun giderilmesi konusuna
yöneltmişler ve yeni direktif önerilerini üçüncü ülke vatandaşlarına eşit muamele
konusunda hazırlamışlardır.240
3.1.3. Amsterdam Antlaşması’nda Irkçılıkla Mücadelenin Dayandırılabileceği
Diğer Hükümler
Amsterdam Antlaşması ile ırkçılık ve yabancı düşmanlığı ile mücadelenin
eylemsel boyutuna ilişkin genişletilmiş düzenlemeler, ayrıca cezai konularda polis
ve adli işbirliği kapsamında öngörülen alanlarda ortaya çıkmıştır. ABA m. 29’a
göre, “Avrupa Topluluğu’nun yetkilerine zarar vermeksizin Birliğin amacı, üye
devletler arasında cezai konularda polisiye ve adli işbirliği alanlarında ortak eylem
geliştirmek ve ırkçılık ve yabancı düşmanlığını önlemek ve mücadele etmek
yoluyla, vatandaşlara bir özgürlük, güvenlik ve adalet alanı içinde yüksek seviyeli
güvenlik sağlamaktır”. Söz konusu hüküm, ırkçılık ve yabancı düşmanlığını
Birliğin içinde ortaya çıkan ortak iç güvenlik konseptlerinden biri haline getirmekte
ve ilk defa vatandaşların güvenlik kapsamındaki çıkarlarıyla doğrudan bağlantı
kurmaktadır. Ayrıca, ABA m. 29 yine ilk defa ırkçılık ve yabancı düşmanlığı
konusunda önleyici eylemlerin hükümetlerarası düzeyde alınmasını açıkça sağlamış
olması bakımından önem taşımaktadır.241
240
241
Niessen & Chopin, op. cit., p. 103-104.
Monar, op. cit., p. 11.
164
Temel hak ve özgürlüklerin korunmasına ilişkin olarak Amsterdam Antlaşması
ile Kurucu Antlaşmalarda yapılan değişiklik ve ilaveler242 kapsamında ırkçılık ve
yabancı düşmanlığına açıkça değinilmemiş olsa da ırkçılıkla mücadeleye yönelik
Birlik eylemleri ABA m. 6(2) çerçevesinde de değerlendirilebilir. AĐHS ve
Topluluk hukukunun genel ilkeleri şeklinde üye devletlerin ortak anayasal
geleneklerinden kaynaklandığı haliyle temel haklara saygıyı içeren maddenin, insan
hakları konsepti içinde ırkçılıkla mücadeleye yönelik girişimlerde kullanılması
muhtemeldir. Ayrıca, üye devletlerin m. 6(1)’de belirtilen ilkeleri sürekli ve ağır
ihlali durumuna ilişkin düzenleme getiren ABA m. 7’nin de ırkçı politikalar güden
ve ırkçı eylemlere tolerans gösteren ülkelere karşı kullanılabilmesi prensipte
mümkündür. Ancak, söz konusu ihlal prosedürünün başlatılabilmesi sadece çok
istisnai durumlarda başvurulabilecek bir mekanizma olarak tanımlanabilir.
Avusturya örneğinde olduğu gibi ırkçı söylemleri ile bilinen FPÖ’nün hükümette
yer alması gibi istisnai durumlarda başvurulamamaktadır. Başka bir deyişle, üye
devletlerden birinin herhangi bir ihlali sonucu söz konusu prosedür harekete
geçirilememektedir. Bunun dışında, maddede öngörülen yaptırım mekanizmasının
uygulanması konusunda genel anlamda belirsizlikler bulunmaktadır. ABA m. 7’de
öngörülen prosedürün başlatılabilmesi için gerekli önkoşul, üye devletlerden birinin
Birliğin üzerine oturduğu ilkeleri ciddi ve sürekli ihlal etmesi gerekliliğidir. Ancak
“ciddi ve sürekli ihlal” niteliğinin ne olduğu net olarak ortaya konulmamıştır.
Dahası, ihlal üzerine karar verecek organ olan Konseye tanınan takdir yetkisi
mekanizmanın işletilmesini daha da ağırlaştırmaktadır. Parlamentonun böyle
önemli bir konuda yalnızca uygun görüş belirtme rolüne sahip olması da prosedürün
242
Amsterdam Antlaşması ile temel hak ve özgürlükler konusunda AT/AB mevzuatında yapılan
değişikliklerin detayı için bkz. Tezcan, op. cit., s. 166-188.
165
tartışılan boyutları arasında yer almaktadır. Son olarak, ihlal prosedürü çerçevesinde
bir üye devletin ihlali hukuksal açıdan tespit edilirken, m. 7 uyarınca öngörülen
prosedür çerçevesinde siyasi bir tespit söz konusudur.243
Amsterdam Antlaşması ile getirilen değişikliklerin bir sonucu olarak ırkçılık ve
yabancı düşmanlığı çerçevesinde alınacak önlemler, ayrıca yasal zeminde ATAD’ın
yargı yetkisi alanına girmiştir. Ancak, şunu da belirtmek gerekir ki hükümetlerarası
alanda ATAD’ın rolü çok sınırlı kalmaktadır. Bu bağlamda, ABA m. 29’a
dayanarak alınan önlemler bakımından, ABA m. 35(5)’te belirtildiği üzere, “ATAD
bir üye devletin polisi veya diğer kolluk güçleri tarafından yürütülen faaliyetlerin
geçerliliğini veya orantılılığını veya hukukun ve düzenin muhafaza edilmesine ve iç
güvenliğin korunmasına ilişkin üye devletlerin üzerlerine düşen sorumluluklarına
ilişkin faaliyetlerini denetleme yetkisine sahip değildir”.
Yukarıda bahsi geçen Amsterdam Antlaşması ile getirilen yenilikler, geçmiş
düzenlemelere oranla genel anlamda ayrımcılık özelde ise ırkçılık ve yabancı
düşmanlığı alanlarında ilerleme sağlanması açısından oldukça önem taşımaktadır.
Ancak, diğer yandan hem I. hem de III. Sütun çerçevesinde alınan tüm önlemlerin,
en düşük ortak paydada uzlaşmaya varılmasına ya da hatta önerilerin
engellenmesine
yol
açabilecek
şekilde
Konseyde
oybirliği
gerektirmesi
düzenlemelerin uygulanabilirliğine gölge düşürebilmektedir. Öngörülen önlemler
konusunda Avrupa Parlamentosuna ret ya da değişiklik yetkisi verilmeden sadece
danışma rolü verilmesi de eleştirel noktalardan birini oluşturmaktadır. Söz konusu
243
Tezcan, op. cit., s. 174-182.
166
eylemlerin bireyler ile hatırı sayılır ilişkisi göz önünde bulundurulduğunda, bu
durumun AB içinde mevcut demokrasi açığının net örneklerinden biri olduğu
görülmektedir.244
3.2. Irk Eşitliği Direktifi (2000)
Amsterdam Antlaşması’nın yürürlüğe girmesiyle birlikte, ayrımcılığa yönelik
düzenlemelerde, AT/AB içinde yeni bir rejim oluşturulmaya çalışıldığı iddialarını245
güçlendirecek açılımlar yaşanmıştır. 1999 yılının sonuna doğru Komisyon, ATA m.
13 ile AT kurumlarına verilen ayrımcılık konusunda yasal düzenleme yapma
yetkisine dayanarak, biri istihdam ve çalışmada eşitliği diğeri ise ırk ve etnik
kökene bakılmaksızın eşit muameleyi öngören iki ayrı direktif önerisini Konseye
sunmuştur.246 Söz konusu düzenlemelerden ilki,
“Irk ve Etnik Kökene
Bakılmaksızın Kişilere Eşit Muamele Edilmesi Đlkesinin Uygulamaya Konmasına
Đlişkin Direktif” (bundan sonra “Irk Eşitliği Direktifi” olarak anılacaktır) Konsey
tarafından Haziran 2000 tarihinde benimsenmiştir. “Đstihdam ve Çalışmada Eşit
Muamele için Genel Çerçeve Oluşturan Direktif” ise diğer direktifin alanına giren
ırk ve etnik kökenlere bakılmaksızın kişilere eşit muamele edilmesi ilkelerinin
uygulanması talimatını ve bu talimat uyarınca istihdam ve çalışmada ayrımcılığa
karşı korumayı da esasen kabul ederek Kasım 2000 tarihinde benimsenmiştir.
244
Monar, op. cit., p. 12.
Sejal Parmar, “The European Court of Justice and Anti-Discrimination Law: Some Reflections on
the Experience of Gender Equality Jurisprudence for the Future Interpretation of the Racial Equality
Directive”, in Jan Niessen and Isabelle Chopin, (eds.), The Development of Legal Instruments to
Combat Racism in a Diverse Europe, Leiden/Boston: Martinus Nijhoff Publishers, 2004.
246
Proposal for a Council Directive establishing a general framework for equal treatment in
employment and occupation (COM (1999) 565 final) & Proposal for a Council Directive
implementing the principle of equal treatment between persons irrespective of racial and ethnic
origin (COM (1999) 566 final).
245
167
ATA m.13 kapsamında benimsenen yasal düzenlemelerin ilk ayağını oluşturan
Irk Eşitliği Direktifi, hem ırkçılık alanındaki ilk bağlayıcı düzenleme olması hem
de, bıraktığı boşluklara rağmen, sosyal yaşamın önemli alanlarını kapsayarak
önceki girişimlerden bir adım öteye geçmesi bakımından önem taşımaktadır. AB
Antlaşmasının Avrupa toplumları arasında daha yakın bir birlik kurma yönünde
yeni bir aşamaya işaret etmesinden esinlenerek, demokratik ve hoşgörü
toplumlarının gelişimine katkı sağlamayı öngören Direktif, ırk ve etnik köken
esasına dayalı ayrımcılığın AT Antlaşmasınca öngörülen amaçların başarısının
altını oyduğu düşüncesinden yola çıkmıştır. Bu bağlamda Direktif, diyalog
geliştirilmesinden yeterli yasal koruma araçlarının oluşturulmasına, mağduru
korumadan minimum standartları oluşturmaya kadar sosyal ve hukuki alanda
kapsamlı bir düzenlemeye gitmiştir. Belirtmek gerekir ki üye devletler arasında
işbirliği gerektirecek sektörler arası bir karakter taşıyan ve en önemlisi
benimsenmesi konusunda oy birliği gerektiren bir alanda üye devletlerin kısa
zamanda güçlü bir uzlaşıya varması, AB içinde nadir sayılabilecek bir gelişmedir.
Komisyonun önerisi sonrası Irk Eşitliği Direktifine öncelik verilmesi ve müzakere
sürecinin247 hızlanmasındaki en önemli faktör, Avusturya’da Jörg Haider
başkanlığındaki Özgürlük Partisi’nin (FPÖ) 1999 yılında yapılan seçimlerde
koalisyon ortağı olarak hükümette yer alması olmuştur. Söz konusu dönemde 14
AB üyesi devletin FPÖ’yü içine alan bir Avusturya hükümeti ile siyasi düzeyde
herhangi ikili resmi ilişkiye girmeyeceğini açıklamasına rağmen, 3 Şubat 2000
247
Direktifin çıkarılma aşamasındaki müzakere, tartışma ve pazarlıkların detayı için bkz. Adam
Tyson, in Jan Niessen and Isabelle Chopin (eds.), The Development of Legal Instruments to Combat
Racism in a Diverse Europe, Leiden/Boston: Martinus Nijhoff Publishers, 2004, pp. 111-130.
168
tarihinde 10 bakanlıktan 6’sı FPÖ’ye verilerek koalisyon hükümeti kurulmuştur.
Bunun üzerine 11-12 Şubat’ta toplanan resmi olmayan Lizbon Đstihdam ve Sosyal
Đşlerden Sorumlu Bakanlar Zirvesi sonucu alınan yabancı düşmanı partilere karşı
sözlü kınamanın yasal düzenlemelerle desteklenmesi kararı, direktifin çıkmasını
hızlandıran nedenler arasındadır. Bunun yanında Fransa, Belçika ve Đtalya 21 Şubat
2001 tarihinde ayrımcılığa karşı önlem alması için yasa teklifine yönelik
Komisyona çağrı niteliğinde, daha çoğulcu ve çok-kültürlü bir Avrupa’yı
desteklemek için ortak tutum benimsemişlerdir. Dahası, Haider’in partisinin
başarısının direktif müzakerelerini hızlandırmasının nedeni, ayrımcılığa karşı
düzenlemelerin Fransa ve Almanya gibi anahtar devletler nezdinde anti-ırkçılık ve
savaş sonrası aşırı sağ ile mücadeleyle eş anlama gelmesidir. Bu durum da direktifin
geçmesi için gerekli oybirliğinde veto riskini azaltmıştır. Direktifin çıkmasını
hızlandıran diğer nedenler ise meslek çıkar gruplarının baskısı ve iletişime geçmesi
ve daha da önemlisi Parlamento’nun ağırlığını, başka bir deyişle, karar alma
sürecinde ‘danışma usulü’ kartını kullanması olmuştur. Parlamento istenilen
değişiklikler olmazsa danışma görüşünü vermeyi geciktireceğini belirtmiştir.
Ayrıca, üye devletlerin siyasi irade göstermeleri ve Dönem Başkanı Portekiz’in
kullandığı yöntemin (fast-track method)
rolü de oldukça önemlidir. Portekiz,
müzakereleri telefon aracılığıyla birebir yürütmeyi tercih etmiş ve böylece söz
konusu yöntem ile yan birimlerin süreci baltalamasını engellemiştir.248
Ayrıca Direktifin tartışmaya açılması ve benimsenmesi, zamanlama bakımından
Avusturya krizinin dışında da önem taşımaktadır. Birlik için anayasa tartışmalarının
248
Geddes & Guiraudon, op. cit., pp. 346-350.
169
yapıldığı dönemde ve geniş bir çerçevede azınlık sorununu ön plana taşıyacak olan
AB Doğu genişlemesi öncesi yürürlüğe girmiş olması bakımından önemlidir.249
3.2.1. Direktifin Amacı ve Kapsamı
Irk Eşitliği Direktifi, üye devletlerde eşit muamele ilkesini geçerli kılmak
amacıyla ırk veya etnik kökene dayalı ayrımcılıkla mücadele için bir çerçeve
getirmeyi
amaçlamaktadır.
Bu
anlamda
ırkçılığın
önlenmesine
dayalı
düzenlemelerde AB üye devletler açısından ulusal düzeyde doğrudan bağlayıcı
olması bakımından Direktif önem kazanmaktadır. Irk ve etnik kökene dayalı
ayrımcılığın önlenmesinde oluşturmaya çalıştığı çerçeve sayesinde, belirli oranda
da olsa, uyumlaştırma yönünde önemli bir adım olarak değerlendirilebilir.
Topluluğa devredilen yetkilerin sınırları dahilinde Irk Eşitliği Direktifi, kapsam
bakımından kendinden önce ve hatta sonra çıkarılan düzenlemelere oranla oldukça
geniş bir alana yöneltilmektedir. Đstihdam ve çalışma alanlarını kapsamasının
yanında ayrıca sosyal koruma, eğitim, barınma gibi mal ve hizmetlere erişim gibi
alanlarda da ırk ve etnik kökene dayalı ayrımcılığa yönelik koruma sağlamayı
amaçlamaktadır. Buna göre Irk Eşitliği Direktifi:
(a) Faaliyet alanı ne olursa olsun, meslekte yükselme dahil tüm profesyonel
hiyerarşi kademelerinde seçilme kıstasları, personel alımı koşulları dahil
istihdam edilme, kendi namına işçilik ve bir mesleği icra etme koşullarıyla
ilgili olarak,
249
Parmar, op. cit., p. 132.
170
(b) Pratik iş deneyimi dahil her tür ve düzeyde mesleki rehberlik, mesleki
eğitim, ileri mesleki eğitim ve yeniden eğitime katılma koşullarıyla ilgili
olarak,
(c) Đşten çıkarma ve ücret dahil istihdam ve çalışma koşullarıyla ilgili olarak,
(d) Đşçi ve işveren örgütlerine veya belli bir mesleği icra edenlerin üye olduğu
örgütlere, bu örgütlerin sağladığı yardımlar dahil, üye olma bu tür örgütlerin
faaliyetlerine katılma ile ilgili olarak,
(e) Sosyal güvenlik ve sağlık dahil sosyal koruma ile ilgili olarak,
(f) Sosyal avantajlarla ilgili olarak,
(g) Eğitim ile ilgili olarak,
(h) Konut dahil, halka açık hizmet ve mallara erişim ile ilgili olarak,
Kamu organları dahil kamu sektörü ve özel sektördeki tüm kişilere
uygulanmaktadır.
Sağlıktan barınmaya ve eğitime kadar sosyal yaşamın önemli alanlarını bir
çırpıda sayarak en kapsamlı ayrımcılık düzenlemesi konumuna yükselmiş olması
bakımından Irk Eşitliği Direktifinin ayrımcılık konusundaki benzer direktifler ile
karşılaştırıldığında direktifler hiyerarşisinde zirveye konulduğu belirtilmektedir.
Buna göre Irk Eşitliği Direktifi, cinsiyet eşitliği de dahil diğer temelli ayrımcılığın
üzerine ırk ve etnik kökene bağlı olanları oturtmakta ve böylece AB hukukunca
korunan eşitlikler hiyerarşisinin en üstüne yerleşmektedir.250
250
Sejal Parmar, op. cit., p.132. & Sandra Fredman, op. cit., p. 151.
171
Çalışma alanının dışına taşarak sosyal koruma alanları dahil geniş bir
perspektifte ırk ve etnik kökene dayalı ayrımcılığı ele almasına rağmen Irk Eşitliği
Direktifi uyrukluk (milliyet) esasına dayalı ayrımcılığı açıkça kapsamadığını
belirtmesi nedeniyle eleştirilere neden olmaktadır. Direktif m. 2(2)’ye göre, “Bu
Direktif, uyrukluk esasına dayalı farklı muameleyi kapsamaz, üçüncü ülke
uyrukluların ve vatansız kimselerin üye devletlerin topraklarına girişi ve orada
ikametine ilişkin koşul ve hükümlere ve ilgili üçüncü ülke uyruklular ile vatansız
kimselerin yasal statülerinden kaynaklanan herhangi bir muameleye halel
getirmez”. Howard, sadece ırk ve etnik kökene dayalı ayrımcılığı ele alan
Direktifte, söz konusu ayrımcılık türleriyle bağlantılı özellikle uyrukluk ve hatta din
esaslarının yer almamasını önemli bir boşluk olarak nitelendirmektedir. Bunun en
önemli nedeni olarak da ırk ve dini ayrımcılığın arasında kesin bir ayrımın
yapılmasının zorluğunu göstermektedir. Irk ayrımcılığının bir kişinin bağlı olduğu
bir azınlık dini ya da etnisite temelli ayrımcılıkla iç içe geçebilmesi oldukça
muhtemeldir. Ayrımcılığın sadece AB üyesi vatandaşları değil, aynı zamanda
üçüncü ülke vatandaşlarını da kapsadığı ve ırk ayrımcılığı ve yabancı düşmanlığının
içinden çıkılamayacak şekilde bağlantılı olduğu düşünüldüğünde, uyrukluk esası
gözden kaçırılmaması gereken bir unsur olarak değerlendirilmelidir. Her ne kadar
daha sonra benimsenen Çerçeve Karar din ve inanç esasına dayalı ayrımcılığı içine
almış olsa da sadece istihdam ve iş alanlarını öngörmesi bakımından yetersiz
kalmaktadır.251
251
Erica Howard, “Anti Race Discrimination Measures in Europe: An Attack on Two Fronts”,
European Law Journal, Vol. 11, No. 4, July 2005, p. 475.
172
3.2.2. Ayrımcılık Kavramı
Irk Eşitliği Direktifi, söz konusu Direktifin amaçları açısından eşit muamele
ilkesini, ırk ve etnik kökene dayalı dolaylı ya da doğrudan ayrımcılık olmaması
anlamında tanımlamaktadır. Buna göre Direktifte belirtilen amaçlar açısından:
(a) “Bir kimsenin; karşılaştırılabilir durumlarda, ırk veya etnik kökene
dayalı olarak, bir diğer kişiye göre daha az tercih edilir bir muameleye tabi
tutulması, şimdiye kadar tutuluyor olması veya tutulma ihtimali olması
halinde doğrudan ayrımcılığın ortaya çıktığı anlaşılmaktadır.
(b) Görünüşte tarafsız bir hüküm, yansız kriterler veya uygulamanın; bir
ırksal veya etnik kökenden kimseyi, diğer kişilerle karşılaştırıldığında özel
bir avantajsız konuma getirdiği durumlarda, bu yansız hüküm, yansız
kıstaslar veya uygulama; meşru bir amaç ile nesnel olarak haklılık
kazanmamışsa ve söz konusu amacı gerçekleştirmek için kullanılan araçlar
uygun ve zaruri değilse, dolaylı ayrımcılığın ortaya çıktığı anlaşılmaktadır.”
Dolayısıyla Irk Eşitliği Direktifi, ‘ırk’ ya da ‘ırksal ya da etnik köken’ tanımını
yapmaktan ziyade ırk ya da etnik köken esasına dayalı ayrımcılık kavramına dolaylı
ve dolaysız ayrımcılık tanımları içinde yer vermektedir. Halbuki Parmar’ın da
vurguladığı gibi, ırk ve etnik kökene dayalı ayrımcılık pratikte farklı görünümlerde
kendini gösterebilmektedir. Örneğin, 9/11 sonrası yayınlanan ırkçılık raporlarında,
ırk ayrımcılığında başı çeken faktörler çoğunlukla din, inanç ve uyruklukla sıkı
sıkıya bağlı olarak verilmektedir.252 Irk kavramına en yakın referans Direktifin
252
Parmar, op. cit., p. 137.
173
dibacesinde yer alan 6. paragraf çerçevesinde yapılmaktadır. Söz konusu paragraf,
“AB, ayrı insan ırklarının varlığını belirlemeye yönelik girişimleri reddeder.
Direktifte ‘ırksal köken’ teriminin kullanımı bu teorilerin kabulü anlamına gelmez.”
ifadesine yer vermektedir.
‘Irk ya da etnik köken’ gibi terimlere dair Avrupa çapında geniş tanımlamaların
olmaması, ulusal düzeydeki farklılıkları oldukça göze çarpan gruplama ve
uygulamalar bakımından önemli sorunlara neden olmaktadır. Özellikle pek çok
etnik azınlığın karmaşık bir yapıda yer aldığı Doğu Avrupa ülkeleri açısından
sınıflandırmada sorun yaşanmaktadır. Tarihsel olarak Osmanlı millet sistemi içinde
etnik köken değil de din bakımından sınıflandırılan azınlık grupları için bu durum
günümüzde sıkıntı oluşturabilmektedir. Çoğu zaman kendilerini spesifik azınlık
grupları olarak değerlendiren azınlıklar, kendilerinin devlet tarafından dini
sınıflandırmaya tabi tutulmasından şikayet etmektedirler. Bunun yanında, etnik
azınlık iddialarının devletler tarafından kabul görmemesi, farklı zorluklar
yaratabilmektedir. Örneğin, Yunanistan ve Bulgaristan tarafından Makedonlar ayrı
azınlık grupları olarak tanınmamaktadır. Böyle bir durumda, söz konusu gruba
yapılan ayrımcılığın ırkçılık çerçevesinde gündeme getirilmesi sorun oluşturacaktır.
Avrupa içinde bu alanda sorun yaşayan en önemli gruplardan biri de Romanlardır.
Sektörel olarak en çok ayrımcılığa maruz kalan grup olmalarına rağmen ırk ya da
etnik esasa dayalı ayrımcılık iddiasında bulunması en düşük gruplar yine Romanlar
olmaktadır. Bu bağlamda, Brennan’ın ‘kurumsal körlük’ olarak adlandırdığı
174
sıkıntının, Irk Eşitliği Direktifinin tanım bakımından bıraktığı boşluk nedeniyle
giderilmesi zor gözükmektedir.253
Irk tanımını yapmaktan kaçınmasının dışında, doğrudan ayrımcılık konusunda
yaptığı tanımlama ile de Irk Eşitliği Direktifi eleştiri254 konusu olmaktadır. Direktif,
doğrudan ayrımcılık tanımını karşılaştırmalı bir yaklaşımla yapmaktadır. Bir kişinin
diğer bir kişiye göre daha az tercih edilebilir bir muameleye tabi tutulması ya da
tutulma ihtimali üzerinden doğrudan ayrımcılık tanımının yapılması, bir kişinin
kendini karşıt bir grubun üyesiyle karşılaştırmasını gerektirdiği için bu konuda sabit
kategorik
bir
yaklaşımın
zorluklarını
güçlendirdiği
eleştirisine
maruz
kalmaktadır.255
3.2.3. Pozitif Eylem ve Minimum Gerekliliklerin Öngörülmesi
Irk Eşitliği Direktifi, doğrudan ve dolaylı ayrımcılığı kapsayan ve Kurucu
Antlaşmada öncelikli yetki alanlarında yer almayan alanlarda ‘pozitif eylem’lerde
bulunulmasına izin veren bir sistem kurmuştur. Direktif m. 5 uyarınca, “eşit
muamele ilkesi; pratikte tam eşitliği sağlamak amacıyla üye devletleri, ırk ve etnik
kökenle bağlantılı dezavantajlı durumları önlemek veya tazmin etmek üzere özel
önlemler almaktan veya böylesi özel önlemleri sürdürmekten alıkoymaz.” Bu
253
Fernne Brennan, “EU Enlargement, the Race Equality Directive and the Internal Market”,
European Union Studies Association, 2005, pp. 25-26.
254
Elspeth Guild, “The EC Directive on Race Discrimination: Surprises, Possibilities and
Limitations”, Industrial Law Review, Vol. 29, No. 4, December 2000, pp. 416-423. & Sandra
Fredman, passim.
255
Fredman, op. cit., p. 159.
175
özelliği ile Direktifin ‘yeni nesil mücadele anlayışı’ getirdiği tartışılmaktadır.256
Ayrımcılıktan kaçınmak için yapılmaması gerekenleri sıralamak yerine, eşitliği
sağlayabilmek için aktif şekilde yeni düzenlemelere izin verilmesi direktifin
getirdiği yenilikler arasında sıralanmaktadır. Eşitliği sağlama adına proaktif
adımların öngörülmesi, mağdur odaklı bir yaklaşımı benimsemek yerine mağduriyet
oluşmadan mağduriyeti önlemeyi amaçlamaktadır.
Irk Eşitliği Direktifi ile aynı zamanda AB genel insan haklarının korunması
politikasına paralel bir düzenleme getirilerek, üye devletlere Direktifle belirtilen
koruma standartlarının üzerine çıkma serbestisi tanınmaktadır. Direktif m. 6’ya
göre, “üye devletler; eşit muamele ilkesinin sağladığı koruma bakımından, bu
Direktifle getirilenden daha avantajlı hükümler getirebilir, olanları uygulamaya
devam edebilir.” Ayrıca, “[D]irektifin uygulamaya konması üye devletlerin
halihazırda bu Direktifin kapsamındaki alanda uyguladığı ayrımcılığa karşı koruma
düzeyinde bir gerilemeye hiçbir şekilde gerekçe teşkil etmemektedir”.
3.2.4. Đspat Yükü ve Hukuken Sorumlu Organlar
Dibacesinde (prg. 20) eşitlik ilkesinin etkili bir biçimde uygulanmasının
mağduriyete karşı yeterli hukuksal koruma gerektirdiğini vurgulayan Irk Eşitliği
Direktifinin önemli düzenlemelerinden biri de etkili korumanın sağlanması
amacıyla ispat yükünde ortaya çıkmaktadır. Direktif, bu bağlamda, eşit muamele
ilkesinin kendisine uygulanmaması nedeniyle mağdur edildikleri kanısında olan
256
Fredman, op. cit., pp. 163-164.
176
kişilerin mahkemeye veya ilgili makamlara başvurması halinde, iddia edilen
ayrımcılığın olup olmadığını ispat yükünü şikayet eden tarafa değil aksine edilen
tarafa yüklemektedir. Direktif m. 8 uyarınca, “ üye devletler; eşit muamele ilkesinin
kendilerine uygulanmaması nedeniyle mağdur edildikleri kanısında olan kişilerin,
mahkemeye veya diğer bir makama, doğrudan veya dolaylı ayrımcılık yapıldığı
karinesini oluşturacak olgular sunmaları halinde, eşit muamele ilkesinin ihlal
edilmediğinin şikayet edilen tarafından ispatlanmasını temin edecek, ulusal
yargılama sistemleriyle uyumlu gerekli önlemleri alırlar”. Bu sayede, devlet
organlarının ırkçılıkla mücadele konusunda daha aktif tutum takınması ve ırkçılığa
bağlı suçlarda potansiyel mağdurların hem hukuki hem de psikolojik olarak daha
etkin korunması sağlanabilecektir. Ayrıca ispat yükünün mağdur olan taraftan
alınarak karşı tarafa verilmesi, yargılama sürecinde ispatı zor olan bu konunun
mağdurlarının korunması açısından etkin bir düzenleme olarak görülebilir.
Yeterli hukuki koruma düzeyinin sağlanması konusunda resmi ya da resmi
olmayan kurumların hem res’en hem de mağdurların başvurusuna dayanarak
konuyu ele alma yetkisiyle donatılması gereğini vurgulayan (prg. 19) Direktif, eşit
muameleyi
yerleştirip
geliştirecek
organlar
bakımından
da
düzenleme
getirmektedir. Direktif m. 13 uyarınca, “üye devletler; ırk ve etnik kökene dayalı
ayrımcılık yapılmaksızın bütün insanlara eşit muamele edilmesini yerleştirip
geliştirecek kimi organ veya organları görevli kılar. Bu organlar ulusal düzeyde
insan hakları veya birey haklarını koruma sorumluluğunu üstlenmiş ajanların bir
parçasını teşkil edebilirler.” Üye devletlere ayrıca söz konusu organlara,
177
ayrımcılıkla ilgili şikayetleri takip etmede ayrımcılık mağdurlarına bağımsız yardım
etmeleri konusunda yükümlülük getirilmiştir.
Irk ayrımcılığına yönelik yeterli hukuki koruma alanı sağlaması bakımından
getirilen düzenlemelere rağmen mahkemelerin yaklaşımının nasıl olacağı yönünde
belirsizlik ve endişeler bulunmaktadır. Ulusal mahkemelerin direktifi amaca göre
yorum biçiminde mi ele alacağı yoksa direktifin diline harfi harfine mi uyacakları
konusu soru işareti yaratan alanlardan biri olarak görülmektedir.257 Brennan, bir
yandan Topluluk içinde kişilerin serbest dolaşımı üzerine kurumsal kısıtlamalar
getiren ırkçılıkla mücadeleyi amaçlayan AB politikaları açısından stratejik
düşünceyi yansıttığını söylediği Irk Eşitliği Direktifini, hukuki anlamda ise çok
fazla şey öngörüp çok az çıkar yol göstermesi bakımından eleştirmektedir.258
3.2.5. Direktifin Đç Hukuka Aktarılması ve Yaptırımlar
Üye devletlerin Irk Eşitliği Direktifi ile ilgili uyumlu yasa, tüzük ve idari
hükümleri 19 Temmuz 2003 tarihine kadar benimsemesi öngörülmüştür. Ayrıca üye
devletler, Direktif uyarınca ulusal mevzuatta yapılan değişikliklerin ihlal edilmesi
halinde uygulanacak yaptırımlar hakkında kurallar koymakla ve yapılan
değişikliklerin uygulanmasını sağlayacak gerekli önlemleri almakla yükümlü
kılınmıştır. Mağdura tazminat ödenmesini de içerebilecek yaptırımların etkili,
uygun ve caydırıcı olması gerekmektedir (m. 15-16).
257
258
Brennan, op. cit., p. 24.
Ibid., p. 4.
178
2007 yılında yayınlanan Temel Haklar Ajansı Raporu, 2006 yılı sonu itibariyle
Irk Eşitliği Direktifinin uygulanma düzeyini, uzmanlık birimlerinin bu yasal
düzenlemeyi nasıl kullandığı ve düzenlemenin mahkemelerce nasıl uygulandığını
incelemiştir. Rapora göre, üye devletlerin neredeyse yarısında, yasa ve prosedürler
mevcut olsa da, yaptırım uygulanmadığı görülmüştür. 2006 boyunca bazı ülkelerde
şikayetlerin çok düşük seviyede olması, uzman birimlerin varlığından çok az
derecede farkında olunduğunu göstermiştir. Bu sonuçtan yola çıkarak raporunda
Ajans; bazı üye ülkelerin, uzmanlık birimlerinin ve bunların güçlerinin
farkındalığını artırmak için, potansiyel ayrımcılık mağdurlarını hedef alan
kampanya ve tanıtım yollarını daha fazla kullanmaya ihtiyacı olduğu tespitinde
bulunmuştur. Ayrıca, mevcut ayrımcılığın ele alınması için ilgili ve kesin verileri
sağlayacak sistemlere ihtiyaç olduğu ayrıca ortaya çıkmıştır.259
3.3. Ayrımcılığa Karşı Topluluk Eylem Programı (2001-2006)
27 Kasım 2000 tarihli Konsey Kararı260 ile hem üye ülkelerdeki iyi
uygulamaları örnek almak hem de çoklu ayrımcılığa karşı savaşmak için
politikaların ve yeni uygulamaların geliştirilmesi amacını taşıyan Ayrımcılığa Karşı
Topluluk Eylem Programı benimsenmiştir. Irk, etnik köken, din, inanç, özür, yaş
veya cinsel yönelime dayanan doğrudan veya dolaylı ayrımcılıkla mücadele için
Programın 1 Ocak 2001-31 Aralık 2006 tarihleri arasında gerçekleştirilmesi
259
“Trends and Developments 1997-2005 – Combating Ethnic and Racial Discrimination and
Promoting Equality in the European Union”, European Union Agency for Fundamental Rights
(FRA), 2007.
260
Council Decision of 27 November 2001 establishing a Community Action Programme to combat
discrimination (2001-2006) (2000/750/EC), (OJ L 303, 2.12.2000).
179
öngörülmüştür. Söz konusu Karar ile Konsey, ayrımcılığın farklı biçimleri arasında
derecelendirmeye gidilemeyeceğini belirtmiş ve bu bağlamda hiçbir ayrımcılığın
hoş görülemeyeceğini ifade etmiştir. Kararda ayrımcılıkla mücadele kapsamında
belirtilen ‘ırk’ kavramına yönelik ayrıca açıklama getirilmiştir. AB’nin ayrı insan
ırklarını belirlemeye yönelik teorileri reddettiği belirtilerek söz konusu Karardaki
“ırksal orijin” kavramının bu teorilerin kabul edilmesi anlamını taşımadığı ifade
edilmiştir.
Eylem Programı, çeşitli alanlardaki, ırk ve etnik köken ayrımcılığı da dahil
olmak üzere, her tür ayrımcılıkla savaşmak için bütüncül bir strateji oluşturulmasına
yardım edebileceği düşüncesinden yola çıkılarak yayınlanmıştır. Bu bağlamda,
Topluluğun yetkisi dahilinde Programın Topluluk düzeyinde ve üye ülkelerde
ayrımcılığı önleme ve ayrımcılıkla mücadele ile ilgili yasal gelişmeleri ve çabaları
desteklemesi gereği vurgulanmıştır. Bu konuda belirtilen amaçlar şu şekilde
sıralanmaktadır:
-
Ayrımcılık olgusu hakkında bilgi verilmesi ve bu konudaki politikaların ve
uygulamaların etkililiğinin değerlendirilmesi yoluyla ayrımcılık hakkındaki
anlayışın geliştirilmesi;
-
Ayrımcılığı önlemek ve ayrımcılığa etkin şekilde dikkat çekmek için farklı
ayrımcılık türlerinin spesifik karakterleri göz önünde bulundurularak
özellikle kurumların eylem araçlarının güçlendirilmesi, bilgi alışverişinin ve
iyi uygulamaların desteklenmesi ve Avrupa düzeyinde ağ kurulması;
-
Farkındalık oluşturma kampanyalarını da içine alan ayrımcılıkla mücadele
uygulamalarının yaygınlaştırılması.
180
Yukarıda belirtilen amaçlara ulaşmak için Program çerçevesinde girişilecek
eylemler sıralanmış ve bu eylemlerin uluslarüstü bir çerçevede gerçekleştirilmesi
gereği vurgulanmıştır. Söz konusu eylemler şunlardır:
-
Ayrımcılıkla
ilgili
faktörlerin
analizi
ve
ayrımcılığa
karşı
yasal
düzenlemelerin ve uygulamaların etkililiğinin değerlendirilmesi,
-
Uluslarüstü işbirliği ve Avrupa düzeyinde ayrımcılığın önlenmesi ve
ayrımcılıkla mücadele eden sivil toplum kuruluşlarını da içine alan ortaklar
arasında ağın genişletilmesi,
-
Ayrımcılıkla mücadelede Avrupa boyutunu vurgulayan ve programın
sonuçlarını
bildiren
yayın,
kampanya
ve
etkinliklerle
farkındalık
uyandırılması.
Belirtilen eylemlerin Komisyon, üye devletler ve sivil toplumun işbirliği ile
yürütülmesi öngörülmüştür. Komisyonun, sivil toplum kuruluşlarının temsilcileriyle
ve Avrupa düzeyindeki sosyal ortaklarıyla Programın tasarım, uygulama ve
izlenmesi ile ilgili politik eğilimler konusunda düzenli görüş alışverişinde
bulunması gereği belirtilmiştir. Programda belirtilen Topluluk eylemlerinin
gerektiği gibi uygulanmasını sağlamak amacıyla Komisyona bir komitenin yardımcı
olması öngörülmüştür.
Eylem Programı, AB üye ülkelerinin dışındaki ülkelerin katılımına da açık
tutulmuştur. Buna göre, EEA Anlaşması şartları uyarınca EFTA/EEA ülkeleri;
Avrupa Anlaşmaları şartları, ek protokolleri ve Ortak Konsey kararları uyarınca
181
Merkez ve Doğu Avrupa Ülkeleri; kabul edilen prosedür uyarınca ek ödeneklerle
fon sağlanan Kıbrıs Rum Kesimi, Malta ve Türkiye, söz konusu dönemde,
katılımına açık olan ülkeler olarak belirtilmiştir.
2001-2006 yılları arasında programın uygulanması için belirlenen miktar 98.4
milyon Euro’dur.
3.4. Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı ile Mücadeleye Đlişkin Çerçeve Kararı
AB Adalet Bakanları Konseyi Nisan 2007 tarihinde, Almanya dönem başkanlığının
yoğun çabaları sonucu, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı ile mücadeleye ilişkin bir
Çerçeve
Kararı
hakkında
siyasi
olarak
uzlaşıya
varmıştır.261
Öncesinde
Lüksemburg’un AB dönem başkanlığı sırasında gündeme gelen Çerçeve Karar,
ırkçılık ve yabancı düşmanlığını körükleyen beyanlara yönelik cezai sorumluluk
konusunda bir mutabakata varılamadığı için sonuçsuz kalmıştı. 2007 yılının ilk
yarısında Dönem Başkanlığını devralan Almanya’nın konuyu yeniden gündeme
getirmesi ile müzakerelerin yeniden canlanması mümkün olmuş ve geçici de olsa
tasarı siyasi düzlemde onaylanmıştır.
Hakkında Bakanlar düzeyinde genel bir yaklaşım belirlenen fakat onaylanma
süreci henüz gerçekleşmeyen Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı ile Mücadeleye
Đlişkin Çerçeve Kararı, ilk defa Kasım 2001 tarihinde Komisyon tarafından
261
Framework Decision on Racism and Xenophobia, Luxembourg, 19 April 2007, 8665/07 (Presse
84),<http://www.consilium.europa.eu/ueDocs/cms_Data/docs/pressData/en/misc/93739.pdf> (erişim
tarihi: 30.04.2008).
182
Konseye öneri olarak sunulmuştur.262 Irkçı ve yabancı düşmanlığına dayalı
amaçlarla soykırımın reddi ya da küçümsenmesi ile halkı şiddet ve nefrete teşvik
etmeye yönelik eylemlerin engellenmesini amaçlayan Çerçeve Kararın, üye devlet
düzenleme ve yasalarını yakınlaştırmaya ve üye devletlerin ırkçılık ve yabancı
düşmanlığı da dahil suçlarla ilgilenen yasal ve diğer merciler arasında daha yakın
işbirliğine yönelik hükümler içermektedir. Söz konusu Karara göre, AB üyesi 27
ülkede ‘soykırım, insanlığa karşı suçlar ile savaş suçlarını açıkça hoş görme, inkâr
etme ya da hafife almanın, ırk, renk, din, etnik ya da ulusal kökene yönelik her türlü
tehdit, ayrımcılık ve tacizin 1 ile 3 yıl arasında hapis cezası ile cezalandırılması
öngörülmektedir. Daha çok Đkinci Dünya Savaşı sırasındaki Yahudi soykırımını
temel alan bu kararda, şiddet ve nefreti teşvik edeceği gerekçesiyle soykırım suçunu
onaylamanın
ve
soykırım
suçunun
küçümsenmesinin
de
suç
sayılması
kararlaştırılmıştır. Ayrıca üye ülkelerde kamu düzeninin bozulması sonucunu
doğuracağı gerekçesiyle soykırım suçunun inkârına da cezai yaptırım uygulanması
öngörülmektedir. Soykırım, insanlığa karşı işlenen suçlar ve savaş suçlarıyla ilgili
olarak Çerçeve Kararda belirli bir tanım yapılmamakla birlikte, Uluslararası Ceza
Mahkemesi Statüsü ile 1945 Nuremberg Uluslararası Askeri Mahkemesi’ne atıf
yapılmaktadır. Kararda bir tarihi olayın soykırım, insanlığa karşı suç veya savaş
suçu olup olmadığı ve ceza gerektirip gerektirmediğine yönelik kararın
belirlenmesinin ulusal ya da uluslararası mahkemelere bırakılması öngörülmektedir.
Çerçeve Kararda ırkçılık ve yabancı düşmanlığı ile ırkçı ve yabancı düşmanı
grup tanımlamaları da yapılmıştır. Çerçeve Karar taslağı m.3’e göre; “ırkçılık ve
262
Proposal for a Council Framework Decision on Combating Racism and Xenophobia, COM(2001)
664 final – 2001/0270(CNS), (OJ C 75 E/17, 26.3.2002).
183
yabancı düşmanlığı; ırk, renk, soy, din ya da inanç, uyrukluk ya da etnik kökenin
bireye ya da gruplara duyulan nefretin belirleyici faktör olarak görülmesi inancı
anlamına gelmektedir.” Irkçı ve yabancı düşmanı grup ise “belirli bir sürenin
üzerinde kurulmuş, sayıca iki kişiden fazla olan ve Kararın ilgili maddelerinde
sayılan suçlara paralel eylemlerde bulunan kurumsallaşmış organizasyon anlamına
gelmektedir.”
Çerçeve Karar Taslağı cezai yaptırımlar öngörmesine rağmen bazı gruplar
tarafından eleştirilmektedir. CEJI, Çerçeve Karar hakkında siyasi uzlaşıya
varılmasının ardından yayınladığı görüş metninde, Kararın AB hukuku bakımından
bazı grupları korunmasız bıraktığını belirtmiştir. Buna göre; cinsiyet, cinsel tercih,
engellilik
ve
yaş
gibi
konulara
göndermede
bulunmamaktadır.
Ayrıca
uygulamaların üye devletlere bırakılması nedeniyle, Avrupa çapında bir
uygulamanın yokluğunun Çerçeve Kararı zayıflattığı belirtilmektedir.263
Ayrıca Đngiltere, Danimarka ve Đsveç gibi bazı ülkelerin Almanya’nın söz
konusu tasarısına çok sıcak bakmadığı belirtilmektedir. Bu nedenle söz konusu
ülkelerin girişimleri sayesinde tasarının bağlayıcı olmaktan çıkartıldığı, Çerçeve
Kararda ifade özgürlüğü konusundaki vurgunun arttırıldığı belirtilmektedir.264
263
CEJI Policy Response, Framework Decision on Racism and Xenophobia, Brussels, April 20th
2007.
264
Yıldız Deveci Bozkuş, “Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığıyla Mücadele Çerçeve Kararı Onaylandı”,
ASAM, 25 Nisan 2007, <http://asam.org.tr/tr/yazigoster.asp?ID=1554&kat1=2&kat2>, (erişim tarihi:
01.05.2008).
184
3.5. Herkes Đçin Eşit Fırsatlar Yılı (2007)
2000 yılı itibariyle iki kapsamlı direktifin benimsenmesiyle yasal düzenlemelere
AB içinde hız kazandırılmış olsa da başta ırk temelli ayrımcılık olmak üzere tüm
alanlardaki ayrımcılığa karşı Avrupa çapında farkındalığın yaratılması ve
dolayısıyla söz konusu düzenlemelerin günlük hayata geçirilmesi, toplum bazında
alınacak politika ve eylemlerin desteğini gerektirmektedir. Benimsenen yasal
düzenlemeler aracılığıyla eşit haklar için çağrıda bulunmak, uygulamada herkes için
eşit fırsatlar yaratılacağı anlamına gelmemektedir. Eşit olmayan uygulamalar
nedeniyle mağdur olan belli grup ve topluluklara yönelik grift yapısı dikkate
alınarak bu grupların yaşadıkları sorunlara yönelik adımların da çok yönlü olarak
atılması gerekmektedir. Hem yaşlanan nüfusu hem de çok-etnikli görünümüyle
toplum yapısının değiştiğinin bilincinde olarak ve Avrupa içinde süregelen bu
yapılanmanın yeni sorunları da beraberinde getirdiğinin farkında olarak AB, yasal
düzenlemelerin yanında davranış ve düşüncelerde de değişim yaratmayı teşvik
etmek amacıyla farklı politika araçlarını kullanmaktadır. Avrupa’da ayrımcılıkla
mücadeleye yeni bir hız vermek için daha kapsamlı bir stratejiye yönelik bir girişim
oluşturma adına AB tarafından 2007 yılı, “Herkes için Eşit Fırsatlar Yılı” adıyla bu
araçlardan biri olarak belirlenmiştir. Yalnızca ırk ayrımcılığa yönelmese de ırksal
farklılıklar da dahil olmak üzere farklılıklara karşı hoşgörüyü teşvik etmesi
bakımından 2007 yılı çerçevesinde belirlenen kampanya ve çalışmalar önem
taşımaktadır.
185
17 Mayıs 2006 tarihli Karar265 ile ilan edilen Herkes için Eşit Fırsatlar Yılı, dört
alanda toplanan spesifik amaçlar belirlemiştir. Söz konusu amaçlar; ayrım
gözetmeme ve eşitlik hakkına ilişkin kamu farkındalığını artırmak, güçlendirilmiş
tartışma zeminine toplumun katılımını sağlamak, çeşitliliğe yönelik hoşgörünün
artırılmasını teşvik etmek ve daha fazla dayanışmaya dayanan bir toplumun
oluşumu çabalarına destek vermektir. Hak, temsil, tanıma ve saygı başlıkları altında
gruplandırılan amaçlara ulaşabilmek için yıl boyunca sürdürülecek aktiviteler ise
seminer, toplantı ve konferanslar; logo, slogan ve yarışmaları içeren bilgilendirme
ve tanıtma kampanyaları; hem ulusal düzeyde hem de Topluluk düzeyinde etkinlik
ve anketlerdir. Bir yıllık süre boyunca gerçekleştirilecek aktiviteler için 15 milyon
Euro’luk bir bütçe ayrılmıştır. Söz konusu Avrupa Yılına yönelik belirlenen
aktiviteler, AB’nin bu konudaki benzer diğer girişimlerinde olduğu gibi, üye
devletler dışındaki katılımcılara da açık tutulmuştur.
3.6. AB Temel Haklar Ajansı’nın Kuruluşu
Avrupa Birliği Temel Haklar Ajansı (FRA), 15 Şubat 2007 tarih ve 168/2007
sayılı Konsey Tüzüğü266 ile kurulmuştur. 1997 yılında kurulan ve görevi ırkçılık,
yabancı düşmanlığı ve anti-semitizme ilişkin olarak sınırlı tutulan EUMC’nin görev
alanı genişletilerek oluşturulan Ajans, görevlerini bağımsız olarak yürütmektedir.
Ajansın hedefi, Topluluk ve üye devletlerin ilgili kurum ve makamlarına, bu kurum
265
Decision No 771/2006/EC of the European Parliament and of the Council of 17 May 2006
establishing the European Year of Equal Opportunities for All (2007) – towards a just society, (OJ L
146/1, 31.5.2006).
266
Council Regulation (EC) No 168/2007 of 15 February 2007 establishing a European Agency for
Fundemental Rights, (OJ L 53/1, 22.2.2007).
186
ve makamları kendi uzmanlık alanları dahilinde temel haklara tamamen uyması için
tedbir alırken veya tutum belirlerken desteklemek amacıyla, Topluluk hukukunun
uygulanmasında temel haklara ilişkin yardım ve uzmanlık sağlamaktır. Temel
Haklar Şartı’nda ifade edildiği şekliyle, ABA m. 6(2)’de atıfta bulunulan temel
haklar, Ajansın faaliyet alanlarına ilişkin referans noktası oluşturmaktadır.
Belirtilen amaçlar ve faaliyet alanları çerçevesinde Ajansın görevleri kısaca; bilgi
ve veri toplama ile analiz, sivil toplumla işbirliği ve bilinçlendirme, AB kurumları
ve üye devletlere tavsiyeler verme olarak belirlenmiştir. Bu bağlamda Ajans, AB’de
temel hakların gelişimi hakkında tarafsız, güvenilir ve karşılaştırılabilir bilgi
toplamanın yanında, bilimsel araştırma ve anketler gerçekleştirecektir. Ayrıca
Ajans, AB’de temel haklar hakkında yıllık bir rapor ile yaptığı araştırma ve
anketlere dayalı tematik raporlar yayınlamaktadır.
Ajansın
münferit
bulunmamaktadır.
şikayetleri
Ayrıca
ABA
inceleme
m.7’nin
veya
amaçları
karar
alma
çerçevesinde
yetkileri
AB
üye
devletlerindeki temel hakların durumunu izleme (temel hakların ciddi ve sürekli
ihlali durumunda bir üye devlete karşı eylemde bulunma olasılığı) veya Topluluk
işlemlerinin hukuka uygunluğu ve üye devletlerin hukuki aktarımı ile ilgilenme de
Ajansa verilen görevler arasında yer almamaktadır. Ajans temelde AB ve üye
devletlerdeki temel hakların durumuna odaklanmakla birlikte, ilgili Ortaklık
Konseyi’nin kararı ile aday ülkelerin de gözlemci olarak katılımına açık
tutulabilmektedir. Bunun yanında, Konsey ayrıca FRA’ya katılmak üzere AB ile
Đstikrar ve Ortaklık Anlaşması imzalayan ülkeleri de davet edebilmektedir.
187
FRA, Mart 2008 tarihinde Müslüman toplumların ihtiyaçlarına işaret eden ve
yerel düzeyde Topluluk uyumlaştırılmasını hedef alan son tematik raporunu
yayınlamıştır.
Entegrasyonun
gerçekleştirilmesi
ve
Topluluk
bazında
uyumlaştırılmanın sağlanması için pratik öneriler sunan rapor, Müslüman
toplumların yaşamın tüm alanlarına sistematik olarak dahil olması gereğini ortaya
koymaktadır. Dini önyargıların yanında ırksal ve etnik eşitsizliğin izolasyon ile
çözülemeyeceğini belirten raporunda Ajans, yerel otoritelerce uygulanabilecek bir
eylem planı önermekte, yerel otoritelerin hesap verebilirliğinin artırılması ve eğitim
sisteminin bu yönde iyileştirilmesi konusunda öneriler getirmekte ve istihdam
alanında eşit fırsatlar yaratılması konusuna vurgu yapmaktadır.267
Ağustos 2007 tarihli raporunda ise Ajans, AB üye devletlerinde ırkçılık ve
yabancı düşmanlığı konusuna yer vermiştir. Üye devletlerde 2006 yılı boyunca
meydana gelen ırkçı ve yabancı düşmanı gelişmeleri kapsayan rapor; yasal sorunlar,
istihdam, eğitim, barınma, ırkçı şiddet ve suç konularını içine alan beş tematik
konuda yayınlanmıştır. Tüm AB içinde ırkçı şiddet ve suçun ciddi bir sosyal
hastalık teşkil ettiği belirtilen raporda, söz konusu suçların üye devletlerce kayıt
altına alınmaması nedeniyle sorunla mücadelede kanıta dayalı suç önleme
politikalarının yokluğundan yakınılmıştır.268
3.7. Avrupa Kültürlerarası Diyalog Yılı
267
“Community Cohesion at Local Level: Addressing the Needs of Muslim Communities –
Examples of Local Initiatives”, European Union Agency for Fundamental Rights (FRA), 2008.
268
“Report on Racism and Xenophobia in the Member States of the EU”, European Union Agency
for Fundamental Rights (FRA), 2007.
188
Genişleme, serbest dolaşım ve küreselleşme Avrupa’daki kültürel çeşitliliğin
giderek artmasına katkıda bulunurken kültürlerarası diyalog Avrupa kimliğinin ve
vatandaşlığının güçlendirilmesinde önemli bir rol oynamaya başlamıştır. 2008
Avrupa Kültürlerarası Diyalog Yılı ile AB de Avrupa’nın zengin kültürel
çeşitliliğinin eşsiz bir avantaj sunduğunu kabul ederek, Avrupa’da yaşayan herkesin
zengin bir miras olarak görülen kültürel çeşitliliğin sunduğu imkanları keşfetmesi
konusunda teşvik unsuru olmayı amaçlamaktadır. 269
Avrupa Parlamentosu ve Konseyin 18 Aralık 2006 tarihli Kararı270 ile belirlenen
Avrupa Kültürlerarası Diyalog Yılı, AB’nin stratejik önceliklerine katkıda
bulunulması hedefiyle yola çıkmaktadır. Bu bağlamda özellikle Avrupa’da kültürel
çeşitliliğe saygı gösterilmesi konusunda bilinç oluşturmak, çeşitlilik hakkında bilgi
verme aracı olarak eğitimin işlevini artırmak, bu konudaki Topluluk programlarının
tutarlılığını ve değerini artırmak ve yeni yaklaşımlar geliştirmek gibi belli başlı
hedefleri benimsemektedir. Ayrımcılık ve özelde ırkçılık boyutuyla ilgili olarak ise;
kültürlerarası diyaloğun, “(…) ayrımcılıkla ve toplumsal dışlama ile mücadele,
ırkçılık
ve
yabancı
düşmanlığı
ile
mücadele,
barınma
ve
göçmenlerin
bütünleştirilmesi politikası, insan hakları, sürdürülebilir gelişim, görsel-işitsel
politika ve araştırma alanlarında, pek çok Topluluk politika ve araçlarında önemli
bir boyut [olduğunun]” dikkate alındığı vurgulanmaktadır.
269
“Avrupa Kültürlerarası Diyalog Yılı 2008”, Euractiv, <http://www.euractiv.com.tr/ab-veturkiye/article/avrupa-kulturlerarasi-diyalog-yili-2008>, (erişim tarihi: 31.03.2008). Daha fazla bilgi
için bkz. <http://www.interculturaldialogue2008.eu/> & ENAR/CEJI Fact Sheet 31, The 2008
European Year of Intercultural Dialogue, European Network Against Racism, March 2007.
270
Decision No 1983/2006/EC of the European Parliament and of Council of 18 December 2006
concerning the European Year of Intercultural Dialogue (2008), (OJ L 412/44, 30.12.2006).
189
Tamamı 10 milyon Euro’luk bütçe ile finanse edilen Avrupa Yılı kültür, eğitim,
gençlik, spor ve vatandaşlık gibi temel alanlarda 2008 yılı boyunca program ve
diğer Topluluk etkinlikleri aracılığıyla uygulanacak projelere fon sağlamayı
öngörmektedir. Yıl boyunca Avrupa düzeyinde yürütülecek öncü projelerin yanı
sıra her üye devlette bir ulusal projeye destek verilmekte ve sivil toplumu harekete
geçirmeyi amaçlayan bir ortak program yürütülmektedir. Diğer Topluluk
düzenlemelerinde olduğu gibi iyi uygulamaların ortaya konması ve ihtiyaçların
belirlenmesinde sivil toplumun aktif katılımı beklenmektedir. Ayrıca kültürlerarası
diyaloğun önemi ve yararları konusunda farkındalık yaratmak üzere elçiler
görevlendirilmiştir.
3.8. Temel Haklar Şartında Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı
Lizbon Antlaşması ile birlikte yürürlüğe girecek olan ve Birlik vatandaşlarının
haklarını tek metinde toplayan AB Temel Haklar Şartı (THŞ), ırkçılık ve yabancı
düşmanlığını spesifik olarak ele alan herhangi bir madde içermemiş olmakla birlikte
her türlü ayrımcılığı yasaklayan bir hüküm içermektedir. THŞ m. 21(1) uyarınca,
“Cinsiyet, ırk, renk, etnik veya sosyal köken, genetik özellikler, dil, din veya inanç,
siyasi veya diğer her türlü düşünce, bir ulusal azınlığa mensubiyet, servet, doğum,
sakatlık, yaş veya cinsel eğilime dayalı her türlü ayrımcılık yasaktır”. Bu sayede
THŞ, Topluluk kurumlarına cinsiyet, ırk ve etnik köken, din veya inanç, engellilik,
yaş veya cinsel konuma dayanan ayrımcılıkla mücadele etmek için girişimlerde
bulunabilmeleri için açık yetki tanıyan ATA m. 13’te sayılan ayrımcılık alanlarını
daha detaylı bir şekilde saymaktadır. Ayrıca ATA m. 13 milliyet (uyrukluk) esasına
190
dayalı ayrımcılıkla mücadele için herhangi bir ifadeye yer vermezken ve bu konuda
üçüncü ülke vatandaşlarına yönelik durumu muğlak hale getirmesi eleştirilirken,
THŞ m. 21(2)’de yer verilen hüküm ile milliyet esasına dayalı her türlü ayrımcılığı
açıkça yasaklamaktadır. Buna göre, “Avrupa Topluluğunu Kuran Antlaşma’nın ve
Avrupa Birliği Antlaşması’nın uygulama alanı kapsamında ve bu Antlaşmaların
özel hükümlerine halel getirmemek kaydıyla, milliyet esasına dayalı her türlü
ayrımcılık yasaktır”.
191
IV. BÖLÜM
AVRUPA BĐRLĐĞĐ’NĐN IRKÇILIK VE YABANCI DÜŞMANLIĞI ĐLE
MÜCADELEDE ETKĐN(SĐZ)LĐĞĐ
Irkçılık ve yabancı düşmanlığı ile mücadele, sorunun özü itibariyle, sosyal,
siyasi ve hukuki politikaların birbirinden bağımsız olmayan çok-boyutlu bir
perspektifte ele alındığı bir yaklaşımı gerekli kılmaktadır. Zira önceki bölümlerde
bahsedildiği gibi ırkçılık, zaman içinde sosyal, siyasi ve ekonomik dönüşümlere
bağlı olarak teorik açıklamaların ötesine geçip farklı biçimlerde yeniden şekil
bulmaktadır. Avrupa’yı son dönemde iyice sarsan bu sosyal fenomenin nedenleri de
ırkçı teorilerin farklılıklar üzerinden yarattığı dışlamanın çok ötesinde sosyokültürel ayrımcılık, ekonomik, siyasi ve yasal boşluk ya da çarpıklıklar üzerinden
okunmaktadır. Farklı kategorilere ait olsa da doğrudan ya da dolaylı biçimde
ırkçılığa yol açan bu unsurların öfke ve karşıtlığının aynı ‘yabancıya’ yönelmesi,
neden-sonuç ilişkisinde olduğu gibi mücadeleyi de girift bir yapılanma içine
sokmaktadır. Bu bağlamda ekonomik koşulların iyileştirilmesi sosyo-kültürel
entegrasyon politikalarının bir ayağını oluştururken, siyasi söylemlerin yasal
düzenlemelerle paralel ilerlemesi ya da siyasi iradenin toplum tabanına etki eden
her türlü alanda ayrım gözetmeme şeklinde tecelli etmesi mücadelenin özü
açısından önem taşımaktadır.
192
Irkçılık ve yabancı düşmanlığının ortaya çıkış ve yükseliş nedenleri gibi
Avrupa’da bugün karşılaşılan ırkçılık biçimleri de tek boyutta kalmamaktadır. Irkçıyanlısı tavır ve davranışlar başta olmak üzere sorunların siyasi platformlarda
temsilciler tarafından kullanılması, sosyo-kültürel dışlama ve ırkçılığın kurumsal ve
yapısal biçimi, ırkçılığın gözle görünür tespitini mümkün kılan biçimlerinden
yalnızca birkaçıdır. Dolayısıyla bu sosyal olguyla etkin mücadele, hem neden
olduğu unsurların çeşitliliği hem de kendini gösteriş biçimindeki farklılıklar
nedeniyle geniş bir spektruma yayılan politika ve düzenlemeleri gerektirmektedir.
Hatta doğrudan ırkçılık ve yabancı düşmanlığını hedef alan açılımların ırkçılığa
neden olan tüm unsurların göz önüne alınarak gerçekleştirilmesi de etkin ve
kapsamlı bir mücadele açısından tek başına yeterli değildir. Göç, entegrasyon,
güvenlik ve işsizlik gibi konulara yönelik politikaların üretilmesi sırasında da
toplumdaki olumsuz algılamaları pekiştirecek ya da korkuları meşru kılacak
yaklaşımlardan kaçınılması gerekmektedir. Dolaylı politika üretimi olarak da
nitelendirilebilecek bu yaklaşım, sorunun nedenlerine bakıldığında aslında hedef
politikaları tamamlayıcı bir unsur taşımaktadır.
Yukarıdaki gerçekliğin ışığında AB düzeyinde benimsenen politikalar ve
başlatılan girişimlerin en fazla tartışılan yönü, parçalı ve dağınık bir politika ağının
bulunması olarak karşımıza çıkmaktadır. Yasal önlemlerin tek başına sınırlı yetkiye
sahip olduğu bilinciyle farklı kurum ve raporlar aracılığıyla getirilen öneriler de bu
yönde şekillenmektedir. Yasal düzenlemelerin siyasi liderlerden gelen destekleyici
eylemler, eğitim, analiz, araştırma ve sivil toplumu içine alan bilinç artırımı ile
193
desteklenmesi beklenmektedir.271 Ayrıca pro-aktif politikaların güdülmesi ve çokboyutlu
mücadelenin
yanında
kurumsal
bağlamda
tek
sesli
açılımların
gerçekleştirilmesi gereği de AB açısından daha fazla aşama kaydedilmesi beklenen
alanlardır. AB düzeyinde ırkçılıkla mücadeleye yönelik bir politika ya da kararın
üye ülkeler tarafından destek görmesi, günün koşullarına göre değişim göstererek
mevcut siyasi iradenin tekelinde kalınca, mücadelenin özünü zedeleyebilecek
boşluklar yaratılmaktadır. Doğal olarak mücadele alanında yaratılan boşluklar, AB
düzeyli ırkçılık ve yabancı düşmanlığı politikalarının etkinliğini sarsmaktadır.
Halbuki AB sosyal, siyasi ve yasal araçlarıyla şekillendirilecek politikalar, özellikle
de yasal bağlayıcı düzenlemeler, sorunla mücadeleyi belirli ölçüde daha
savunulabilir ve toplum gözünde meşrulaştırılabilir hale getirmektedir. Zira, Geddes
ve Guiraudon’un da değindiği gibi, bağlayıcı AB düzenlemeleri, hem farklı politik
alanları kapsayan değişim konusunda iç politikada risk ve sorumluluk almak
istemeyen politikacılar açısından bir araç görevi görmekte hem de uygulamalara
Brüksel’de takip şansı tanımaktadır.272 Ancak AB ve üye devlet karar alıcı ve
uygulayıcılarının Birlik düzeyli mücadele konusunda gösterdikleri siyasi irade,
kararlılık ve en önemlisi politikalardaki tutarlılık açısından bu şansı ne kadar
değerlendirdiği tartışılmaktadır.
Bu bölümde, Birliğin ırkçılık ve yabancı düşmanlığı ile mücadelesi konusunda
yukarıda kısaca değinilen tartışmalı yönleri ele alınarak söz konusu mücadelenin
etkinlik ve yeterlilik analizi yapılmaya çalışılacaktır. Bu kapsamda çalışmanın
271
“Trends and Developments 1997-2005 – Combating Ethnic and Racial Discrimination and
Promoting Equality in the European Union”, European Union Agency for Fundamental Rights
(FRA), 2007, p. 9.
272
Geddes & Guiraudon, op.cit., p. 346.
194
önceki
bölümlerinde
sorunun
oluşum
ve
gelişim
nedenleri
ile
birlikte
detaylandırılan mücadeleye ilişkin AB çapındaki önlem ve düzenlemeler, etkin bir
mücadele için olması gerekenlerle karşılaştırılacaktır. Böylece Birliğin ırkçılık ve
yabancı düşmanlığı ile giriştiği mücadelesi etki ya da etkisizlik boyutuyla
incelenmiş olacaktır. Aynı zamanda AB’nin söz konusu sorunla mücadelesinde
etkinlik ya da yeterlilik anlamında bıraktığı boşlukların tespitinden yola çıkılarak bu
boşlukların giderilmesi konusunda yeni açılımların sunulmasına çalışılacaktır.
Bölüm içinde hem sorunun neden olduğu hem de çözüm için gerekli unsurlar
bakımından mücadelenin sosyal, siyasi ve yasal boyutlarıyla ilgili kabaca bir ayrıma
gidilmektedir. Ancak, önceden de belirtildiği gibi, unsurların birbiri içine geçen
yapısı nedeniyle her başlık bir önceki ya da sonrakinin unsurlarından biri ya da
tamamlayıcısı olarak değerlendirilmelidir.
1. Sosyal Boyut: Yabancılara Yönelik Yerleşik Sosyal Algılamalar ve Tutarsız
Politikalar
Irkçılık ve yabancı düşmanlığı, bilimsel kurgular, çarpık ekonomi ya da
siyasetin körüklediği hangi nedene dayanırsa dayansın, özünde birey ve diğer
toplumsal öğeleri barındırmaktadır. Bu nedenle de mücadele düzeyi ne olursa olsun
anti-ırkçı unsurlar, soruna zemin hazırlayan sosyal çatışma ve karşıtlıkları hedef
alan bir girişime yönelmek ve bu girişimin çıkış noktası da sosyal tabandaki birey
ve topluluklar olmak zorundadır. Dolayısıyla ekonomiden siyasete uzanan
politikalar ve yasal düzenlemelerin sosyal boyutlu çalışmalardan bağımsız
195
değerlendirilmesi zordur ve zaten yerinde de değildir. Irkçılık ve yabancı
düşmanlığı ile mücadele kapsamındaki girişim ve düzenlemelerin sosyal etkilerinin
önemi, toplum tabanında büyük çoğunluğu sosyal güvensizlik ile şekillenen ve aşırı
biçimini ırkçılıkta bulan mevcut olumsuz algılamaları dönüştürmesi ya da tersine
pekiştirmesi noktasında ortaya çıkmaktadır. Söz konusu dönüşüm, AB politika ve
yasal düzenlemelerinde sık sık referans noktası olarak kullanılsa da, belli
dönemlerde iç sorunların ‘dışsallaştırma’ aracı olarak önyargıların yöneldiği
grupların kullanılması nedeniyle sekteye uğramaktadır. Hatta konjonktürel değişime
bağlı olarak yeniden şekillenen siyaset ve politikaların büyük çoğunluğu, sosyal
dışlamacı algılamaları korkular üzerinden meşrulaştırmakta ve bu algılamaların
pekiştirilmesine neden olmaktadır. Dolayısıyla özellikle 1990’ların ikinci
yarısından itibaren ırkçılık ve yabancı düşmanlığına karşı AB düzeyinde
yoğunlaşan irade ve mücadele anlayışının pratikte yeterli etkiyi gösterememesi söz
konusudur. Özellikle üye devlet politika ve uygulamalarındaki farklılıkların AB
uluslarüstü yapılanmasına rağmen devam etmesi, soruna yönelik sosyal politikaların
etkisini önemli ölçüde azaltmaktadır. Bu bağlamda, AB’nin ırkçılık ve yabancı
düşmanlığı ile mücadelesindeki etkinsizlik, büyük oranda üye devletlerin sosyal
sorunların üzerine ortak bir anlayışla gitmemesinden kaynaklanmaktadır. Aksine
ortak anlayışın ‘yabancılar’ üzerinde sıkılaştırılan politikalarda ortaya çıkması ve
sonucunda toplumsal ayrışmanın körüklenmesi de AB düzeyli mücadelede önemli
boşluklar oluşmasına neden olmaktadır. Bu bağlamda öncelikle üye devletlerin
sosyal entegrasyon politikalarındaki farklılıkların mücadele üzerindeki etkisine
değinilecek, ardından da farklı alanlarda üretilen politikaların yerleşik sosyal
algılamalar üzerindeki yan etkileri ele alınacaktır.
196
1.1. Birliğin ‘Birlik’ Olma Sorunu: Entegrasyon Politikalarındaki Farklılıklar
Irkçılık ve yabancı düşmanlığı ile etkin ve kapsamlı bir mücadelenin
entegrasyon politikalarından ayrılmazlığı kabul edilen bir gerçekliktir. Zira ırk
ayrımcılığı, barındırdığı sosyal dışlama unsuru nedeniyle toplumsal entegrasyon
önündeki belli başlı engellerden biridir. Hem göçmen grupların hem de toplumdaki
çoğunluğun tutum ve tavırlarına bağlı olarak gelişen iki-yönlü bir sürecin ifadesi
olan entegrasyonun şüphe, düşmanlık ve ırkçılık barındıran bir ortamda
gerçekleşmesi mümkün görünmemektedir. Bu iki-yönlü süreç dahilinde başarılı bir
entegrasyon, AP Sivil Özgürlükler, Adalet ve Đçişleri Komitesi başkan yardımcısı
Gaubert tarafından da özetlendiği haliyle, birkaç unsura bağlıdır. Ev sahibi ülke
açısından, toplumun genelinin farklılıklar için gösterdiği hoşgörü ve açıklık becerisi
önem taşımaktadır. Bu bağlamda, devletler eğitim, barınma ve istihdam gibi
alanlarda yardımcı koşulları oluşturmak için yeterli iradeye sahip olmalıdır.
Göçmen gruplar açısından da etkin bir entegrasyon, başta bireysel iyi niyet olmak
üzere, sorumluluk ve sosyal etkileşim gerektirmektedir. Örneğin, bulunduğu
ülkenin dilini öğrenme konusunda istekli olmak, profesyonel ve sosyal yaşamda
ilerleme sağlamanın kilit unsurlardan biridir.273
Entegrasyon süreci genel anlamda karşılıklı iletişim ve etkileşime dayansa da bu
sürece yönelik politikalar, her devletin kendine özgü milli geleneklerine, tarihine ve
kurumsal düzenlemelerine bağlı olarak farklılık göstermektedir. Bu nedenle de bu
sürecin yönetimi her devletin kendi sorumluluğunda kalmaktadır. AB üye devletleri
273
“Mainstreaming Non-discrimination in Integration Policies”, EUMC Round Table Conference
Report, Helsinki, 4 October 2006, p. 8.
197
açısından da benzeri bir durum söz konusudur. Bazı üye devletler (Fransa ve
Almanya gibi) diğerlerinden daha asimilasyonist politikalar izlerken, Đngiltere gibi
devletler ise çok-kültürlülüğü öngören politikaları tercih etmektedir. Bir üye
devletin entegrasyon politikalarından bahsettiği noktada diğerinin ırk ilişkilerinin
varlığına dayalı politikalara atıf yapması, Birliğin sosyal entegrasyon ve dolayısıyla
ırkçılık ve yabancı düşmanlığı ile mücadele politikaları açısından sıkıntılı bir ortam
yaratmaktadır. Özellikle göçmen kökenli nüfusun topluma entegrasyonları
konusundaki Đngiliz ve Fransız politikalarına indirgenebilecek ikili ve net ayrım,
ırkçılık ve yabancı düşmanlığı ile mücadelede hem siyasi çalışmalar hem de
kurumsal ve yasal çabalar bakımından Birliğin elini zayıflatmaktadır.
Đngiliz entegrasyon politikası, ülke içindeki etnik grupların varlığını görünür
kılarken; Fransa, Geddes ve Guiraudon’un ifadesiyle, ‘renk körlüğü’ yolunu tercih
etmekte ve resmi düzlemde göçmenlerin bireyler olarak Fransız toplumuna entegre
olması gerektiği görüşünü benimsemektedir. Savaş sonrası dönemde eski sömürge
bölgelerinden göç almaya başlayan Đngiltere, 1940’lı yılların sonunda etnik
azınlığın oluşumu ile karşı karşıya kalmıştır. 1950’li ve 1960’lı yıllara gelindiğinde
Đngiltere’ye yaşanan yoğun işçi göçü, etnik azınlık nüfusun yapısını yeni bir
yerleşik
yapılanma
içine
kaydırmıştır.
Üretim
merkezlerinin
çevresinde
yerleşimlerini yoğunlaştıran bu nüfus, zamanla endüstride yaşanan gerilemeden en
çok etkilenen gruplar olmaya başlayınca ‘beyazlar’ ve ‘etnik azınlıklar’ arasındaki
iş/işsizlik farklılıklarının belirginleşmesine neden olmuştur. Đngiltere’de ırk ilişkileri
bağlamında politikalar, siyah ve Asyalı göçmen gruplar üzerinde sıkı kontroller ve
ayrımcılık karşıtı yasalar aracılığıyla liberal hassasiyetleri yatıştırma politikaları
198
arasında karmaşık bir yapıda şekillenmiştir. Son tahlilde ırk, ırk ayrımcılığı, ırksal
eşitlik ve etnik azınlıklar gibi kavramları politikalarında ana referans noktası olarak
kullanmayı tercih eden Đngiltere, ABD örneğinden esinlenerek politikalarını
asimilasyondan çoğulculuğa kaydırmıştır.274 Đngiltere ile aynı dönemlerde göç
olgusuyla karşılaşmasına rağmen, Fransa’nın çok-kültürlülüğe bakış açısı farklı
yönde şekillenmiştir. Devletin bireylerle doğrudan ilişkileri üzerine dayanan
asimilasyonist modeli uyarınca Fransa, çok-kültürlülüğün eşit olmayan haklar
öngördüğünü savunmaktadır. Çok-kültürlülük politikalarını kültürü siyasetin,
grupları ise bireylerin önüne geçirdiği düşüncesiyle reddetmektedir. Bu bağlamda
Fransız politik söylemleri ve hükümet politikaları, sistemi yabancıların mevcut
kurulu toplumsal düzene entegre edilmesi temeline dayandırmaktadır. Böylece,
çok-kültürlü toplumdan ziyade, ‘eritme politikası’ etrafında şekillenen bir Fransız
sisteminden bahsedilmektedir.275
Üye devletlerin başta entegrasyon politikaları olmak üzere ırkçılık ve yabancı
düşmanlığı ile mücadele yöntemlerindeki farklılıklar, Birlik düzeyindeki sorunla
mücadele araçlarının etkin kullanımına engel olmaktadır. Fransa’nın ‘ırk’ı
görmezden gelen yaklaşımı nedeniyle ırksal ve etnik gruba dayalı bir
kategorizasyona giderek veri toplaması söz konusu değildir. Böyle bir durumda,
değil
dolaylı
ayrımcılığın
doğrudan
ayrımcılığın
bile
tespiti
oldukça
zorlaşmaktadır.276 Halbuki ırkçılık konusunda Birlik düzeyinde resmi verinin
oldukça kısıtlı olması, hem sorunun ciddiyeti ile ilgili farkındalık yaratma hem de
274
Geddes & Guiraidon, op. cit., pp. 337-338.
Deniz Altınbaş, “Avrupa ve Çokkültürlülük: Fransa Örneği”, Stratejik Analiz, Ekim 2006, s. 5556.
276
Geddes & Guiraidon, op. cit., pp. 339-340.
275
199
etkili politikalar üretme konusunda önemli sıkıntılardan birini oluşturmaktadır. Zira
problemin görmezden gelinmesine yol açan bu boşluk, AB kurumlarını sorunlu
alanların tespitinden uzak ya da eksik bıraktığı ölçüde, politikaların doğru hedefe
yönelmesini ya da zamanlamanın doğru yapılmasını engelleyebilmektedir. Avrupa
anti-ırkçılığını tanımlayan asimilasyonist ve çok-kültürlülük yaklaşımları arasındaki
farklılıklar, ayrıca Brüksel temelli politikaların oluşumunda da görüş ayrılıkları
olarak yankı bulmaktadır. Asimilasyonist Fransız geleneğini savunanlar antiırkçılığı sivil hakların konusu olarak değerlendirerek entegrasyonda Fransız
modelini savunurken, Đngiliz yanlısı politika yapıcılar kimlik politikaları ve azınlık
kültürleri üzerinde yoğunlaşmaktadır. Đki yaklaşımın zıtlıklar barındırması, Birlik
düzeyinde
tek
sesli
politikaların
oluşumunda
uzlaşıya
varılma
sürecini
yavaşlatmaktadır. Irkçılığa karşı yasal bağlayıcı düzenlemelerin hayata geçirilmesi
konusundaki zorlu ve uzun sürece bir önceki bölümde değinilmişti. Yarım asırlık
bütünleşme dönemi içinde çoğulcu ve çok-kültürlü Avrupa’nın desteklenmesi
konusunda ancak yol alınmaya başlanması, bütünleşmenin çeşitlendirdiği ya da
farklılaştırdığı sosyo-kültürel ve ekonomik özelliklerden kaynaklandığı gibi, görüş
ayrılıkları üzerinden bir siyasi uzlaşıya varılması konusundaki güçlüğün ve irade
eksikliğinin de yansımasıdır. Üye devletlerin geleneksel politikalarındaki katı
çizgiler, ancak Irk Eşitliği Direktifinin bağlayıcılık kazanmasında olduğu gibi, tüm
üye devletlerin aleyhine görünen bir konjonktürün varlığı sırasında erimektedir.
Başka bir deyişle, üye devletler ülkelerinde sağladıkları yerleşik düzenin
bozulacağını sezdiği, sorunun ucunun kendine dokunacağını anladığı ölçüde ve
zamanda farklılıklardan uzlaşıya dönüşen bir politikaya başvurmaktadır. Bir önceki
bölümden hatırlanacak olursa, yeni bin yıla girerken Avusturya seçim krizinin
200
yaşanması üye devletleri bağlayıcı bir düzenlemeye motive etmiş ve Fransa da
böyle bir düzenleme için Komisyona çağrı yapan ülkeler arasında yer almıştı.
Entegrasyon ve anti-ırkçı politikalardaki yaklaşım arasındaki farklılık, Brüksel
temelli politikaları, ayrıca genel bir çerçevenin çizilerek benimsenen ortak irade
sonrasında da etkilemektedir. Söz konusu farklılıklar Topluluğun ırkçılığa karşı
benimsediği eylemlerinin ortak bir amaçta ilerlemesinin önüne geçmektedir.
Örneğin; öngörülen fonların hangi yönde harcanacağı, hangi konular üzerine
odaklanılacağı ya da hangi grupların destekleneceği gibi konular tartışma
yaratmaktadır.277 Halbuki Avrupa içinde etkili bir entegrasyon politikasının
oluşturulması için özellikle iki konunun üye devletler arasında netlik kazandırılması
gerektiği vurgulanmaktadır: Hangi birey ya da gruplar entegrasyon politikalarının
odak noktası olmalıdır? Hangi araçlarla ve ölçüde (dil yeteneği, ekonomik, sosyal
ya da kültürel entegrasyon, siyasi katılım vb.) entegrasyon politikaları
sürdürülmelidir?278 Dolayısıyla Avrupa’da bu konuda bütüncül bir yaklaşımın
varlığı, entegrasyon tanımı ve biçimi konusundaki belirsizliklerin belirli ölçüde
giderilmesine bağlıdır. AB içinde ortak bir yaklaşım bulunmasa da bazı aktivistler,
kurumsal bazdaki hakim görüşün daha çok asimilasyonist politikalardan yana
olduğunu belirtmektedir. Buna göre, resmi politikalar göçmenlerin çoğunluk
kültürüne aktif olarak erişimini sağlayacak adımları teşvik edici unsurlar
içermektedir. Aksine göçmenlerin kültürel çeşitliliğine yönelik farkındalığı açıkça
277
Ruzza, op.cit., p. 159.
Rita Süssmuth and Werner Weidenfeld, “The Integration Challenge: Living Together in a Europe
of Diversity”, in Rita Süssmuth and Werner Weidenfeld (eds.), Managing Integration: The
European Union’s Responsibilities Towards Immigration, Bertelsmann Stiftung: Migration Policy
Institute, 2005, p. XIII.
278
201
vurgulayan politikalardan genel anlamda bahsetmek mümkün değildir. Dolayısıyla
izlenen politikalarda yapılan vurgunun ve ayrılan fonun çoğu, azınlıkların çoğunluk
toplumuna entegrasyonlarının sağlanmasına yönelik olurken, azınlık kültürlerini
daha üst bir koruma düzeyine çıkaran ve dinsel hakları koruyan hükümler sınırlı
düzeyde kalmaktadır.279 Huysmans da kısıtlayıcı göç politikalarının göçmenleri
başarılı bir şekilde entegre etme iddiasıyla savunulduğunu ve entegrasyon
politikalarının büyük ölçüde göç öncesi birörnek toplum yapısını yeniden oluşturma
amacıyla homojen yaklaşımlar içerdiğini savunmaktadır.280
Entegrasyon diğer politika alanlarından bağımsız ele alınıp izole edilemeyecek
bir alandır. Bu süreç, yatay ve dikey olarak tanımlanan entegrasyon alanlarının
dengeli bir karışımına dayandırılmalıdır. Yatay olarak, ekonomik, sosyal, kültürel,
dini ve siyasi entegrasyonu içine alan kapsamlı politikaları içerirken; dikey olarak
ise politikalar, sadece entegrasyonu doğrudan yöneten yerel ve bölgesel önlemleri
içermek yerine, aynı zamanda ulusal düzeyde ve Avrupa düzeyinde kapsamlı
araçların varlığını gerektirmektedir.281 Bu bağlamda başta göç sorunları olmak
üzere barınma, istihdam, eğitim ve şehirleşme gibi politika alanlarından bağımsız
ele alınması, entegrasyonu sadece retorikte bırakan bir durum yaratmaktadır.
Gettolaşma da tek boyutlu ve birbirinden bağımsız yürütülmeye çalışılan
entegrasyon politikalarının sonucu olarak Avrupa’da kendini göstermektedir. Temel
Haklar Ajansı raporları etnik ve ırksal ayrımcılık konusunda mücadele alanlarına
279
Ruzza, op. cit., p. 159.
Jef Huysmans, “European Identity and Migration Policies”, in Larks-Erik Cederman (ed.),
Constructing Europe’s Identity: The External Dimension, London: Lynne Rienner Publishers, 2001,
p. 199.
281
Süssmuth & Weidenfeld, op. cit., p. XIV.
280
202
değinirken, gettolaşmaya karşı politikaların tüm alanları (istihdam, eğitim, barınma,
güvenlik vs.) kapsayan geniş bir önlemler paketinin parçası olması gerektiğine
vurgu yapmaktadır. Çünkü tek başına alınan önlemler sadece yerleşime yönelik
olurken temel entegrasyon sorunlarının çözümünün uzağında kalmaktadır.282 Sosyal
yaşamın tüm alanlarını kapsayan entegrasyon gerçeğinin tamamlayıcısı ve önemli
yapı taşlarından biri de kültürlerarası iletişimdir. Đletişim hem gerçekçi bir etkiye
sahip politika ve yasama ortamı için gerekirken hem de göçmen, mülteci ve
sığınmacı grupların iletişim kopukluğu ve bilgisizlik nedeniyle kendisine ve
toplumun geneline sorunlu alanlar yaratacak gettolaşmanın önüne geçmek için
önemlidir.
Mestheneos
ve
Ioannidi
çalışmalarında,
mültecilerin
AB’ye
entegrasyonunu engelleyen sorunlar arasında bilgi ve iletişim eksikliğine de yer
vermiştir. Buna göre, kamusal ve özel alanda mültecilere yardım edecek kurumların
varlığına rağmen, üye devletlerin çoğunda bilgiye ve imkanlara ulaşma konusunda
bu grupların sıkıntı yaşadığından bahsetmektedir.283
Bütüncül ve etkili bir entegrasyonun, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı ile
mücadele kapsamında gerekliliği ve önceliği ortadadır. Bu bağlamda Avrupa
Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığını Đzleme Merkezi, Avrupa Parlamentosu Sosyalist
Grubu’na sunduğu 2006 tarihli raporunda ırkçılıkla mücadelede entegrasyonun
önemine değinerek bu konudaki görüşlerini bildirmiştir. Đzleme Merkezi, ırk
eşitliğinin, yasal düzenlemeler yapmanın yanında, hedef politikalar ve aktif
entegrasyon çalışmaları ile sürdürülmesi gerektiğini vurgulamıştır. Ayrıca göçmen
282
“Trends and Developments 1997-2005 – Combating Ethnic and Racial Discrimination and
Promoting Equality in the European Union”, European Union Agency for Fundamental Rights
(FRA), 2007, p. 30.
283
Mestheneos & Ioannidi, op. cit., p. 317.
203
ve azınlıkların sosyal ve ekonomik durumlarının doğrudan entegrasyon ve topluma
bağlılık ile doğru orantılı olduğu belirtilmiştir. Sosyal dışlama ve ekonomik
marjinalleşmenin bu grupların kendini toplumdan yabancılaşmış hissetmesine
neden olabileceği uyarısı yapılmış ve bu nedenle üye ülkelerde bu konuya yönelik
kapsamlı soysal ve ekonomik politikaların oluşturulmasına ihtiyaç bulunduğu
uyarısı yapılmıştır.284
Son olarak, üye devletlerin entegrasyona bakış açılarındaki farklılıklar ve AB
içinde olması gereken bütüncül yaklaşım konusunda Doomernik’in önerisini
eklemek yerinde olacaktır. Buna göre, “Açıkça kültürel benzerlik ve asimilasyonu
öngören politikalardan ziyade kültürel ve sosyal çeşitliliğe yönelik açılımlar,
toplumda daha kolay ve daha hızlı şekilde sonuç verecektir”.285
1.2. Farklı Alanlardaki Politikaların Sosyal Korkuları Pekiştirmesi
Irkçılık ve yabancı düşmanlığına karşı geliştirilen toplumsal entegrasyon
projeleri,
bir
yandan
çok-kültürlü
ortamda
farklı
kültürlerin
varlıklarını
sürdürmesine izin verirken, aynı zamanda çoğunluk ve azınlık grupları arasındaki
toplumsal bağın/uyumun varlığına da yer vermelidir. Tezat gibi görünen bu iki
süreç, aslında birbirini tamamladığı ölçüde, toplumda hem farklılıklara karşı
hoşgörünün oluşmasını sağlamakta hem de göçmen, mülteci ve sığınmacı gibi
azınlık grupların sosyal yapılanmanın dışında kalmasını önlemektedir. Her bireye
284
European Monitoring Centre on Racism and Xenophobia, “Racism and Xenophobia in the
European Union: Facing the Challenge of Non-Discrimination and Integration”, Brussels, 30 August
2006, pp. 3-4.
285
Doomernik, op. cit., p. 79.
204
toplumsal bağın bir parçası olarak bakılıp farklılıkların dinamizminden yararlanmak
ise ancak sosyal tabana yerleşmiş önyargıların kırılması ile gerçekleştirilebilir. Bu
anlamda yalnızca entegrasyon politikalarının değil, farklı alanlara yönelik
politikaların da çoğulcu toplum yapısını destekleyici unsurlara yer vermesi
gerekmektedir.
Farklılıklar temelinde toplumsal bağlılık tezinin ırkçılık ve yabancı düşmanlığı
ile mücadele açısından AB politika ve düzenlemelerinde de çeşitli yollarla
vurgulandığı söylenebilir. Ancak AB düzenlemelerinde yapılan bu vurgunun
toplum tabanında ne ölçüde yankı bulduğu tartışılması gereken bir konudur. Zira
Avrupa toplumu, önceki bölümlerde ayrıntılarına yer verildiği gibi, sosyoekonomik refahlarında azalma olmadığı ve güvensizlik hissi yaşamadığı ölçüde
farklılıklara karşı hoşgörüsünü muhafaza etmektedir. Gittikçe küreselleşen ve
bütünleşen
Avrupa
içinde
ise
toplumların
yabancılara
yönelik
olumsuz
algılamalarını pekiştirecek düzeyde farklılıklar daha belirgin hale gelmeye
başlamıştır. Küreselleşmenin de etkilediği Avrupa’nın sosyo-ekonomik yapısındaki
dönüşüm, aynı zamanda yansımalarını, toplumsal farklılıkları yabancılar aleyhine
pekiştiren boyutuyla üye devlet politikalarında da bulmaktadır. Göç, güvenlik ve
ekonomi
gibi
alanlarda Avrupa ulus-devletlerince uygulanmaya
başlayan
sıkılaştırılmış politikalar, genelde başta göçmenler olmak üzere etnik ve dini azınlık
gruplarına
yönelmesi
nedeniyle
toplumdaki
‘öteki’
imajını
daha
belirginleştirmektedir. Dolayısıyla genelde entegrasyon ve ayrımcılığa, özelde ise
anti-ırkçılığa yönelik politika ve düzenlemeler de bu noktada etkinliğini yitirmekle
karşı karşıya kalmaktadır. Başka bir ifadeyle, ülkedeki sorunların aşılması amacıyla
205
öngörülen hedef politikalar, çoğu zaman içerideki ‘yabancıları’ hedef göstererek, bu
gruplara yönelik yerleşik sosyal algılamaları pekiştirmekte ve dolayısıyla çözülmez
kılmaktadır.
Gelecek kaygısı ve sosyal güvensizlik korkularının ihalesinin yabancıların
üzerine kaldığı durumların başında ekonomik sorunların geldiğinden bahsedilmişti.
Değişen demografik yapının, finans ve emek piyasalarının küreselleşmesinin
getirdiği sorunlar, aşırı sağ partilerin de sorunu körüklemesiyle, çoğunlukla
göçmenlerin varlığı üzerinden okunmaktaydı. Bunun da ötesinde hükümetlerin
zaman zaman sorunları ‘dışsallaştırma’ yoluna giderek yabancıların varlığının
arkasına sığınması, Avrupa toplumu ve yabancılar arasındaki uçurumu daha
derinleştirmekteydi. Bu anlamda siyasi düzlemde üretilen politikaların sosyal
tabana yansıyan boyutuyla ırkçılık ve yabancı düşmanlığı ile mücadele
politikalarını etkilediği söylenebilir. Bir yanda kültürel çeşitliliğin Avrupa
toplumuna dinamizm katacağını vurgulayan düzenlemeler yapılırken öte yanda
yabancıları hedef gösteren politikaların varlığı, mücadeleyi sosyal anlamda
zayıflatmaktadır. Sorunun temelinde çözünmesi zor olumsuz sosyal algılamaların
varlığı yatsa da bu anlamda hükümetlerin ve siyasi temsilcilerin yapması gerekenler
bulunmaktadır.
Bütünleşme ya da küreselleşmeden ekonomik anlamda etkilenen vatandaşların
korkularının faturasının yabancılara yüklenmesini önlemek için, ekonomik
sorunların ana kaynağının ekonomideki yeniden yapılanma süreci veya diğer
değişimler olduğu halka açıkça anlatılmalıdır. Çare olarak düşünülen politikalar
206
eksi ve artılarıyla halkla paylaşılmalıdır. Bu durum halkın ‘yabancı’ ya da ‘öteki’ni
rakip görme algısının belirli ölçüde azalmasına neden olacaktır. Ayrıca demografik
yapısı değişen ve gittikçe yaşlanan Avrupa’nın işgücü anlamında üçüncü ülke
vatandaşlarına duyduğu ihtiyacın siyasiler tarafından, topluma, verilere dayanarak
anlatılması gerekmektedir. Zira yakın gelecekte söz konusu gruplar refah paylaşım
unsurları olmayacak, Avrupa’nın sosyo-ekonomik refahına katkıda bulunan bireyler
haline dönüşecektir. Ancak, şu bir gerçektir ki, siyasi irade hem hükümet hem
muhalefet kanadınca, bu gerçekliği yansıtmak yerine mevcut sorunları kullanmayı
tercih etmektedir. Hükümetler kendilerine yöneltilen tepki ve eleştirileri
dışsallaştırmak için göçmen gruplara yüklenmekte, siyasi rant peşindeki diğer
siyasiler ise oy oranlarını artırmak için güncel sorunları araç olarak kullanmaktadır.
Refah kaybı ya da yabancılara refah ihracı gibi algılamaların hükümet
politikalarınca göçmenler aleyhine dönmesi, iki farklı yönde sonuç doğurmaktadır.
Bu sonuçlardan biri, önceden de bahsedildiği haliyle toplum tabanında göçmenlere
yönelik olumsuz algılamaların güçlenmesidir. Diğeri ise politikaların muhatabı
göçmen grupların sıkı politika ve dışlama içinde kendilerini sıkışmış hissederek
daha fazla kenetlenmeye başlamasıdır. Sıkça varlığından yakınılan ve korkulan
gettoların oluşmasının nedenlerinden biri de söz konusu dışlanmışlık duygusudur.
Son tahlilde bir yandan dışlanmışlık hissi ile göçmenlerin öfkeleri artarken öte
yandan vatandaşların endişeleri de karşı tarafa diş biletince toplum içinde ‘biz’ ve
‘öteki’ arasındaki kutuplaşma daha da artmaktadır. Benzer durum 9/11 saldırıları
sonrası yeniden şekillenen güvenlik politikaları ve göçmenler üzerinde yarattığı
yeni profil için de geçerlidir. AB’nin 9/11 ile dolaylı, Londra ve Madrid saldırıları
207
ile ise doğrudan karşı karşıya geldiği küresel terör gerçeğinin sosyal tabana ve
mücadele konusuna yansımaları hakkında aşağıdaki analizleri yapmak yerinde
olacaktır.
Terörle ilgili sorunların tek bir dine (Đslam) mensup kişiler üzerinden okunmaya
çalışılması ve alınan önlemlerin bu felsefeye hizmet etmesi hem suçlamaların
yöneldiği grupların daha fazla dışlamaya maruz kalmasına neden olmakta hem de
sorunla mücadeleye yönelik alınan ve alınmak istenen önlemlerin etkisini
azaltmaktadır. Söz konusu düzenlemeler toplumda yabancı ve yerel gruplar
arasındaki
kutuplaşmayı
ve
gruplaşmayı
artırarak
‘ötekileştirme’ye
katkı
sağlamakta ve entegrasyon politikalarının işlerliğinin yitirmesine neden olmaktadır.
Önceki bölümlerde de değinildiği gibi, bir toplumun içindeki azınlık grupları ne
kadar ayrımcılık ve dışlamaya maruz kalırsa bu kişiler etnik köken ya da din gibi
ortak unsurlar etrafında birleşmeye bir o kadar meyilli olmaktadır. Dolayısıyla
entegrasyonun önündeki en büyük engellerden biri olan gettolaşmanın önüne
geçmek de zorlaşmaktadır. Bu noktada ırkçılık ve yabancı düşmanlığı sorunlarının
aşılması konusunda yapılması gereken belirli etnik ve dini gruplara yönelik
radikalizm
algılamalarını
güçlendirecek
politikalardan
kaçınmak
olacaktır.
Özellikle göçün AB düzeyinde ekonomik kalkınma ya da insan hakları konusu
olarak ele alınmasından ziyade, güvenlik/suç konu ya da sorunları bağlamında
tanımlanarak düzenlemeye tabi tutulması, toplumdaki aşırı ırkçı ya da yabancı
düşmanı algılamaları meşrulaştırmaktadır. Ayrıca aşırı sağın göç konusundaki
extremist iddialarını meşrulaştırarak konuyu siyasallaştırmaktadır. Göçmenlerin
siyasi platformlarda sesini duyurmasını engelleyen bu süreç, bir kez daha dışlamaya
208
neden olmaktadır. Bu şekilde bir dışlanmanın sonucu ise sosyal marjinalleşme ve
şiddete başvuru olarak kendini göstermektedir. Zira seslerini duyuramayan
grupların marjinal yollarla farkındalık yaratmaya çalışması sık rastlanan bir
durumdur. Kutuplaşma ve marjinalleşme ise ırkçılık ve yabancı düşmanlığı ile
mücadele politikalarının etkinlik sağlayacağı ve tek başına yeterli geleceği bir
ortamı ifade etmekten oldukça uzak kalmaktadır.
2. Yasal ve Kurumsal Boyut: Anti-ırkçı Çerçevede Bırakılan Boşluklar
Avrupa bütünleşme projesi kapsamında öngörülen ve Avrupa halklarının
bağlılığına dayanan siyasi ve sosyal entegrasyon sürecinin başarıya ulaşması için,
bir yandan siyasi iradenin şekillendirdiği aynı zamanda da siyasi iradeyi zorlayacak
bağlayıcı düzenlemelere ihtiyaç duyulmaktadır. Amsterdam Antlaşması’na kadar
ırkçılık ve yabancı düşmanlığı konusunda yasal bir zeminden yoksun olan AB’nin
sorunu doğrudan hedef alan düzenlemelerde bulunmaya başlaması için 2000’li
yılların beklenmesi gerekti. Söz konusu düzenlemelerin, bağlayıcı olmayan
girişimlerle birlikte, AB düzeyinde kapsamlı bir politika oluşturma hedefine
getirdiği katkı ise -son yıllarda görece daha hızlı kaydettiği aşama yadsınamasa datartışılacak boyuttadır. Zira yasal düzenlemelerin bağlayıcılık kazanması ırkçılık ve
yabancı düşmanlığı ile mücadele için tek başına yeterli gelmemekte, uygulamada da
benzer
iradenin
samimiyetle
sergilenmesi
gerekmektedir.
AB
çapındaki
düzenlemelerin uygulama alanını zorlaştıracak birtakım etkenler bulunmaktadır.
Bunların birçoğu AB hukuk ve kurumsal yapılanmasının özelliklerinden
209
kaynaklanırken bir kısmı da üye ülkelerin uygulama alanında olması nedeniyle
oluşan zorlukların getirileri olarak değerlendirilebilir.
Irkçılık ve yabancı düşmanlığı konusundaki Birlik girişim ve düzenlemelerin
etkinliğini olumsuz yönde şekillendiren konuların başında, AB düzeyinde parçalı ve
dağınık bir politika ağının varlığı gelmektedir. AB yapılanmasının ağır işleyen
bürokratik yapısı ve ırkçılık ve yabancı düşmanlığı politikalarının kurumsal
anlamda parçalı bir düzeyde ele alınması, politikaların oluşumu ve işleyişinin
önündeki önemli sorunlardandır. AB’de demokrasi açığı yaratması nedeniyle
eleştirilen kompleks bürokratik yapı, gündem belirleme zorluğu yaratması
bakımından da eleştirilerin odak noktası olmaktadır. Bu durum halihazırda siyasi
iradenin yavaş tecelli ettiği ırkçılık ve yabancı düşmanlığını da içeren temel hak ve
özgürlükler konusundaki düzenleme sürecini iyice yavaşlatmaktadır. Bunun
yanında, Komisyon içinde belirli alanlara odaklanan genel müdürlüklerin
(Directorates General-DG) ayrıldığı konuların içinde bırakın özelde ırkçılık ve
yabancı düşmanlığı genel anlamda insan hakları konusu için ayrı bir başlığın
bulunmaması, sorunun bütüncül bir perspektifte ele alınmasını engellemektedir.286
Irkçılık ve yabancı düşmanlığı farklı politikaların içinde ayrımcılık kapsamında
belirli ölçüde tamamlayıcı bir unsur olarak yer almaktadır. Daha önce de belirtildiği
gibi, farklı politikaların içinde anti-ırkçı yaklaşımların önemi tartışılmayacak bir
konu olsa da bu politikaların farklı DG’lerde birbirinden kopuk olarak üretilmesi
aynı etkiyi doğurmamaktadır. Dolayısıyla, Ruzza’nın da belirttiği gibi, alınan
286
Ruzza, op. cit., pp. 145-155.
210
önlemlere rağmen, kurumsal dinamikleri ve yapısı nedeniyle ırkçılık ve yabancı
düşmanlığı konusundaki düzenlemelerde yavaş bir ilerleme söz konusudur.287
AB hukuksal yapısının temel taşlarından biri, AB kararlarının vatandaşlara
mümkün olan en yakın düzeyde alınmasını öngören ‘yetki ikamesi’ ilkesidir. Birlik,
münhasır yetkisine giren konular hariç, eğer AB düzeyinde atılacak adım ulusal,
bölgesel veya yerel düzeyde atılan adımlardan daha etkili olmayacaksa harekete
geçmemektedir. Başka bir deyişle, Birlik düzenlemeleri de olsa atılacak adımlar,
aksi öngörülmemişse, üye devletlerin uygulama alanına bırakılmaktadır. Irkçılık ve
yabancı düşmanlığı bakımından da yetki ikamesi ilkesi geçerlidir. Bir önceki
bölümde Amsterdam Antlaşması ile ırkçılık ve yabancı düşmanlığına karşı alınacak
önlemler bakımından I. ve III. Sütun çerçevesinde ilk defa açık yasal bir zemin
sağlandığından bahsedilmişti. Ancak sorunla mücadelede alınacak önlemler
bakımından antlaşmanın öngördüğü açık yetki, Birliğe bu konuda münhasır bir
yetkinin tanındığı anlamına gelmemektedir. Ne Birlik ne de AT bu alanda münhasır
yetkiye sahip değildir; ‘yetki ikamesi’ ilkesi çerçevesinde, ancak üye ülkeler bu
konudaki amaçları gerçekleştirmede yetersiz kalırsa ve Birlik düzeyinde adımlar
daha iyi gerçekleştirilecekse, Birlik kurumları eyleme geçebilecektir. Bu çerçevede,
ırkçılık ve yabancı düşmanlığına ilişkin önlemlerin, ulusal düzeyde alınan
önlemlerin
yerine
geçmeyi
değil,
bunları
desteklemeyi
amaçladığı
belirtilmektedir.288 Bu özelliğiyle de üye ülkelerde daha iyi uygulama imkanı
bulması beklenen alanlarda AB yetkilerinin genişlemesi konusunda direnç
287
288
Ibid., p.155.
Monar, op. cit., p. 12.
211
olabildiği tartışılmaktadır.289 Ancak üye devletler nezdinde atılan adımların
gerçekten daha etkin gerçekleştirilebileceği için mi yoksa üye devletlerin bu konuda
yetki devrine sıcak bakmaması nedeniyle mi bu direncin gösterildiğinin
sorgulanması gerekmektedir.
Düzenlemelerin kurumsal alanda yapılış ve uygulanış biçimleri bir yana,
hukuksal alanda kavram karmaşasının yaşanması da ırkçılık ve yabancı düşmanlığı
ile mücadele konusunda detay ama sorunun özünü oluşturan unsurların gözden
kaçırılmasına neden olmaktadır. Bir önceki bölümde hem bağlayıcı hem de
bağlayıcı olmayan düzenlemeler için bahsedildiği haliyle, hukuksal terminoloji
açısından ırksal ayrımcılık konusunda genel kabul gören bir kategorizasyonun
yapılmaması sorun yaratmaktadır. Zira ırksal ayrımcılık pratikte farklı görünümde
ortaya çıktığı için bu konudaki boşluk, yasal düzenlemelerin etkisini azaltmaktadır.
Ayrıca bu durumun ırkçılık ve yabancı düşmanlığının tespitine önemli ölçüde zarar
getirmesi nedeniyle özellikle kurumsal ırkçılık konusunda ‘körlük’ yarattığı ilgili
bölümlerde bahsedilmiştir.
Etkili yasal önlemlerin alınması konusundaki boşluklar yalnızca Birlik düzeyli
sorun ya da eksikliklerden kaynaklanmamaktadır. Sorunun tespitini önemli ölçüde
zorlaştıran ve bu nedenle hem kurumsal farkındalığın oluşmasını hem de artan
farkındalığı takiben gelecek düzenlemeleri etkileyen en önemli sorun, ırkçılık ve
yabancı
düşmanlığı
konusunda
resmi
verilerin
üye
devletlerce
Birliğe
sağlanmamasıdır. Birlik düzeyinde ırkçı ve yabancı düşmanı eylem ve girişimlere
289
Ruzza, op. cit., pp. 146-147.
212
yönelik veriler, genelde resmi olmayan NGO raporlarından derlenerek elde
edilmektedir. Resmi verilerin yeterli düzeyde olmaması bazı sorunlu sonuçlar
yaratmaktadır. Birbirini tetikleyen bu sürecin ilk ayağını problemi görmezden
gelme oluştururken, problemin yokluğu mağduriyetin gözden kaçırılmasına neden
olmakta, son tahlilde ise etkili politikaların üretimi engellenmektedir.290 Bu
gerçekliğe bağlı olarak ve özellikle son dönemde ırkçılığın artışıyla da paralel
olarak, üye devletleri daha fazla veri toplama konusunda teşvik etme ihtiyacı
doğmaktadır.
Yasal ve kurumsal düzenlemelerin önemli boşluklarından biri ve bu konuda
Birliğe getirilebilecek en kapsamlı öneri, tüm AB kurumlarınca ve tüm politika
alanlarında uygulanmasını zorunlu kılacak yatay hükümlerin antlaşmalara dahil
edilmesi konusudur. “Bütün Topluluk politika ve faaliyetlerinin tanımlanmasında
ve uygulanmasında, yüksek seviyeli bir insan sağlığı koruması temin edilir” ifadesi
yer alan ATA m. 152 uyarınca Topluluğun bütün faaliyet alanlarında öngörülen
sağlık koşulu gibi açık bir hükmün ırkçılık konusunda da yer alması, AB politika ve
uygulamalarındaki anti-ırkçılık hassasiyetini zorunlu olarak artıracaktır. Monar,
ayrıca, Birliğe bir özgürlük, güvenlik ve adalet alanı temin eden ABA m. 6 ile
bağlantı kurulacak benzeri yatay hükümlerin oluşturulması konusunda da öneri
getirmektedir.291 Anti-ırkçılık ancak sosyo-ekonomi ve entegrasyon politika
alanlarının tümünde yer alması (mainstreaming) ile gerçek anlamda uygulama alanı
bulacaktır.
290
“Racism and Xenophobia in the European Union: Facing the Challenge of Non-Discrimination
and Integration” Presentation to the Socialist Group in the European Parliament, Brussels, 30 August
2006, p. 3.
291
Monar, op. cit., pp. 17-18.
213
3. Siyasi Boyut: Popülist Siyasetin Mücadelenin Önüne Geçmesi
Irkçılık ve yabancı düşmanlığı ile mücadele konusundaki yasal ve kurumsal
düzenlemelerin uygulanabilirlik kazanabilmesi büyük oranda siyasi iradeye
bağlıdır. Yasal zemine sahip olunca adım atmak ya da girişimde bulunmak daha
kolay hale gelmiş olsa da üye devlet ülke iç dinamiklerinin ve çıkarlarının göz ardı
edilerek uygulamanın yüzde yüz Birlik düzenlemelerine bağlı kalınarak
yapıldığını/yapılacağını düşünmek yanlış olacaktır. Özellikle ENAR gibi Avrupa
çapında ırkçılığa karşı sivil toplum ağı oluşturmaya çalışan kurumların rapor ve
yayınlarıyla dikkat çektiği konuların üzerine gidilerek etkinlik kazandırılması,
hükümet düzeyinde güçlü bir siyasi irade gerektirmektedir. Ancak güncel sorunları
yabancılar üzerinden okuyarak kendisine sosyal taban oluşturmaya çalışan siyasi
partilerin varlığı, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı ile mücadele için gerekli iradenin
önüne büyük ölçüde set çekmektedir. Zira genelde aşırı sağ olarak değerlendirilse
de aslında Avrupa genelinde çoğu partinin tabanına yayılan milliyetçi unsurlar,
yalnızca bu konudan pay çıkarmaya çalışan muhalefetin tekelinde kalmamaktadır.
Aşırı sağ ya da aşırı-milliyetçi kanadın hükümet politikalarına yüklenmesi,
extremist iddialarla yabancıların varlığına bağlanan sosyo-ekonomik sorunları kendi
sahasından çıkarmak isteyen hükümetleri de aşırı sağ ile benzer söylemleri
kullanmaya ve göçmen, mülteci gibi gruplara yüklenmeye zorlamaktadır.
Dolayısıyla yabancılar hem seçim malzemesi hem de sorunları ‘dışsallaştırma’ aracı
olarak kullanılmaya devam ettiği sürece, Birlik düzeyindeki anti-ırkçı politikaların
kağıt üzerinde kalması söz konusudur. Bu sorunu aşmanın ve siyasi iradenin güncel
214
siyasi kaygılardan bağımsız tecelli etmesinin tek yolu, anti-ırkçılığı de-politize
(siyasetin dışına çıkarmak) hale getirmektir.
Günümüz Avrupasında, özellikle de sosyo-ekonomik krizlerin artmaya
başladığı ve bütünleşme sürecinde meşruiyet krizi yaşayan Avrupa’da, ırkçılık
söylemlerinin siyasetin dışına itilmesi oldukça zor görünmektedir. Anayasal
Antlaşmanın reddi krizinden bu yana Avrupa’nın yaşadığı güncel meşruiyet krizi,
yeni politika alanlarında Brüksel’in siyasi-kültürel düzeyde açılım yapmasının
tartışılmasına neden olmaktadır. Bu bağlamda siyasi entegrasyonun derinleşmesine
izin veren politik alanlarda yeterli ilerlemenin kısa vadede sağlanması gerçekliğin
ötesinde bir beklentidir. Aksine AB bütünleşme projesinin meşruiyet tabanını
zayıflatan tartışmalar, bütünleşme karşıtı siyasilerin elini daha güçlü hale
getirmektedir.
Söylemlerini
milliyetçi
unsurlarla
süsleyen
ve
Avrupa
bütünleşmesini yabancıları ülkelerine refah paylaşımı için çeken bir unsur olarak
gösteren
aşırı
sağ,
Avrupa
içinde
oylarını
yükseltmekte
ve
tabanını
genişletmektedir. 2006-2007 yıllarında Avrupa’da yapılan genel ve yerel seçim
sonuçları da bu iddiayı doğrulamaktadır.
Danimarka aşırı sağının temsilcisi Danimarka Halk Partisi, Kasım 2007
tarihinde yapılan parlamento seçimlerinde %13.9 oy oranıyla 179 sandalyeden
25’ine sahip olmuştur. Son yıllarda artan suç oranı ve yabancı düşmanlığı sayesinde
parti, Danimarka’nın üçüncü büyük partisi haline gelmiştir. Belçika’da aşırı sağ
Vlaams Bloğu tarafından temsil edilmekte olup; parti, lider Filip Dewinter’in
popülist söylemleri ve yabancılara karşı tutumuyla oy toplamaktadır. Etnik
215
bölünmeyi savunan ve Fransızca konuşulan güney bölgelere karşı politikalar
izleyerek yabancı düşmanlığını körükleyen parti, parlamentoda 17 sandalye ile
temsil edilmektedir. Haziran 2007 seçimlerinde %12 oranında oy almıştır. 2007
yılının sonlarına doğru erken seçime giden Yunanistan’da ise aşırı sağ eğilimli
LAOS partisi %3.8 oy oranı elde etmesine rağmen 10 sandalye ile parlamentoya
girmeyi başarmıştır. Avrupa’da Đngiltere gibi çok-kültürlülüğün simgesi haline
gelen Hollanda da Mart 2006’da yapılan genel seçimlerde aşırı sağ parlamentoya
girmeyi başaramadıysa da genel seçimlerin öncesi Mart ayında yapılan yerel
seçimlerde %16’lık oy oranına ulaşmıştır. Özellikle 1990’ların sonlarından itibaren
ülke siyasetinde aşırı sağın oldukça etkili olduğu Avusturya’da Jörg Haidar
liderliğindeki Özgürlükler Partisi, Ekim 2006 seçimlerinde %11 oy alarak 21
sandalyeye sahip olmuştur. Fransa’da, bilindiği gibi, 1980’lerden bu yana var olan
aşırı sağcı eğilimler genel olarak Le Pen önderliğinde yürütülmektedir. Le Pen’in
Ulusal Cephe partisi etrafında örgütlenen Fransız aşırı sağcılar, Haziran 2007
tarihinde yapılan son seçimlerde aldığı %1.3’lük oy oranıyla 9 sandalyeye sahiptir.
Ancak Fransa başkanlık yarışında öne çıkan rakamlar, Sarkozy de dahil olmak
üzere, (aşırı) sağın ülkede ne kadar güçlü olduğunu göstermektedir. Söz konusu
yarışta Sarkozy oyların %31.2’sini elde ederek başkanlığı göğüslerken Le Pen
aldığı %10.4 oy oranıyla 12 aday arasında dördüncü olmuştur.292
292
Seçim sonuçları ile ilgili detaylar için bkz: http://dosyalar.hurriyet.com.tr/fasizm/ ,
http://en.wikipedia.org/wiki/Danish_parliamentary_election,_2007 ,
http://electionresources.org/be/chamber.php?election=2007 ,
http://electionresources.org/nl/house.php?election=2006,
http://www.ntvmsnbc.com/news/429821.asp, http://dosyalar.hurriyet.com.tr/fasizm/# (erişim
tarihleri: 27-29.01.2008).
216
Aşırı milliyetçi unsurların, ırkçılık ve yabancı düşmanlığının siyasilere belirli
ölçüde prim getirdiği bir ortamda, AB düzeyinde ırkçılığa karşı öngörülen
politikaların nitelikli bir eyleme dönüştürülmesi oldukça güçtür. Ancak çoğu zaman
var olan sorunların siyasiler tarafından körüklenmesi yoluyla toplumda etkisini
bulan ırkçılık düzeyinin geriye çekilmesinde yine siyasilerin etkisi gerekmektedir.
Bu nedenle de Avrupa’da yükselen ırkçılığa karşı alarmda bulunan raporlarda,
siyasilerin ırkçılığa karşı net ve güçlü bir duruş sergilemesi önerilmektedir.293
Ancak görülen o ki üye devletlerin AB düzeyinde bir politika ya da kararı
desteklemesi, söz konusu dönemde ülkenin çıkarı ya da ihtiyacına göre değişim
göstermektedir. Bir başka ifadeyle, AB düzeyinde atılacak adımlar ve politikalar
konusunda ‘siyasi irade’, günün koşullarına göre ad hoc olarak değişmekte ve
güncel olaylardan olumlu ya da olumsuz etkilenmektedir. Bunun en açık örneğini,
Irk Eşitliği Direktifinin geçmesi yönünde o dönemde çok istekli davranan,
şimdilerde ise göçmenlerin varlığından duyduğu rahatsızlığı çıkardığı yasalarda
açıkça ortaya koyan günümüz Fransasında görmek mümkündür.
Irkçılık ve yabancı düşmanlığına karşı kapsamlı ve etkili bir mücadeleye
öncülük eden siyasi iradenin varlığı, sosyal ve kurumsal ayrımcılık konusundaki
siyasi farkındalığın varlığına bağlıdır. Toplum içinde ayrımcılığın gözle görünür
hale gelmesine rağmen siyasi düzlemde bu soruna ilişkin farkındalığın yokluğu,
ayrımcılığa maruz kalan grupları birleştiren unsur haline gelmektedir. Bu grupların
maruz kaldığı sosyal ve kurumsal dışlama ve ayrımcılık karşısında tepkilerini
293
“Racism and Xenophobia in the European Union: Facing the Challenge of Non-Discrimination
and Integration” Presentation to the Socialist Group in the European Parliament, Brussels, 30 August
2006.
217
koyarak toplu hareket etmesi, bu defa halkı rahatsız edip korkutarak bir kez daha
toplum tabanında ırkçılığın artmasına neden olmaktadır. Bu tezin doğruluğu
tartışmasız kabullenilse de farkındalık konusunda bir başka boyutun daha
tartışılması gerekmektedir. Yukarıda ırksal ayrımcılık konusunda resmi veri
düzeyinin yetersizliğinden bahsedilmişti. Veri yetersizliğinin, özellikle kurumsal
düzeyde ve yine özellikle istihdam alanında sorunun tespitini zorlaştırması
nedeniyle, sorun hakkında farkındalık oluşmasını önlediği genel kabul gören bir
görüştür. Resmi veri yetersizliği, elbette sıkıntı yaratmaktadır. Var olan sorun veri
yetersizliği nedeniyle resmen belgelenemediği için cezai boyutta önlemlerin
alınmasını engellemekte ya da geciktirmektedir. Ancak seçim kampanyalarında
ırkçı söylem ve afişlerin açıkça kullanılması, yapılan anketlerde yabancıların
varlığından duyulan rahatsızlığın net olarak sergilenmesi ve belirli gruplara yönelik
saldırı ve hakaretlerin gözle görünür hale gelmesi gibi pek çok durum, veri
yokluğundan
kaynaklanan
farkındalık
yokluğu
mazeretini
çok
da
masumlaştırmamaktadır. Bu aşamada siyasi farkındalığın yokluğundan ziyade, bu
farkındalığın prim unsuru olarak kullanılması tartışılmalıdır. Küreselleşme ve
bütünleşmenin toplumsal farklılıkları görünür kıldığı bir Avrupa ortamında,
yabancılar üzerine siyasi kartları oynamanın prim yaptığını tescilleyen siyasiler, bu
farkındalıklarını -görünen o ki- genelde kendi lehlerine kullanmaktadır. Hatta,
önceki bölümlerde de değinildiği gibi, sundukları görüşler ve ‘yabancı etiketini’
pekiştirecek düzenlemeleriyle toplumda da ‘ayrımcılığa karşı’ değil, aksine
‘farklılığa karşı’ aksi bir farkındalık oluşumuna neden olmaktadır.
218
Irkçılığa yönelik güncel ve popülist siyaset konusunda yukarıdaki tespitlere
eklenmesi gereken bir diğer unsur, üye devletler içinde tehdit olarak algılanan göç
gibi konuların fırsata dönüştürülmesi konusundaki başarısızlıktır. Sosyo-ekonomik
entegrasyonun önemli konularından biri olan göç ve göçün sürüklediği misafir işçi
gerçeği, Avrupa’ya getirdiği yük ya da katkı boyutuyla tartışılmıştı. Daha önce
geçici statüde görülerek entegrasyonları göz ardı edilen bu grup, günümüzde
Avrupa içindeki ‘öteki’lere dönüşmüştür. Artan sosyo-ekonomik problemler,
özellikle de işsizlik nedeniyle, Avrupa toplumuna entegre olamayan kesim çeşitli
politikalarla teşvik unsurları artırılarak geri gönderilmeye çalışılmaktadır.
Teşviklerin geri dönüşler için yeterli gelmediği durumlarda ise sıkı düzenlemelerle
şekillenen extremist politikalara başvurulmaktadır. Almanya ve Fransa’da
göçmenlerin aile birleşimini ve ülke içinde yerleşmesini zorlaştırılması konusunda
son dönemde çıkarılan yasalar, söz konusu politikalar için gösterilebilecek en
önemli örneklerdir. Her iki ülkede de onaylanan göç yasa tasarıları, içerdikleri ırkçı
unsurlar nedeniyle ciddi bir tartışma konusu olmuştur. Bu tartışmaların başında
Almanya’ya aile birleşmesi yolu ile gelecek olan göçmenlere yönelik ayırımcı
uygulamalar gelmektedir. Söz konusu yasaya göre, Almanya tarafından ülkeye
girişi vizeye tabi olan devlet vatandaşları, aile birleşmesi yoluyla da olsa,
Almanya’ya gelmeden Almanca öğrenmek zorunda bırakılmaktadır. Entegrasyonun
hızlandırılmasına yönelik olduğu düşünülse de Almanya bu noktada yadırganacak
bir ayrıma gitmektedir. Çünkü Almanya’nın vize uygulamadığı bir devlet
vatandaşının aile birleşmesi yolu ile Almanya’ya gelmek istediği durumda bu
kişinin eşinden dil bilme şartı aranmamaktadır. Alman göç yasasına karşı eleştiriler
de bu noktada ortaya çıkmakta ve eşlerin birleşmesinde birtakım ülke
219
vatandaşlarının eşlerine ayrımcılık yapılmasının AB’nin ve Almanya’nın temel
değerleri
olan
eşitlik
ilkesine
ve
ayrımcılık
yasağına
aykırı
olduğu
tartışılmaktadır.294 Fransa’da göçmenlerin yerleşim koşullarını sertleştiren yasa da
dil şartı gibi Alman yasası ile benzer şartları getirmenin yanında, daha da ileri
giderek, ailelerin birleşimi sırasında çocuklara DNA testi yapılmasına imkan veren
bir madde de içermektedir. Gerek muhalefet gerekse sivil toplumdan bu ırkçı
uygulamaya gelen tepkiler sonucunda, DNA testinin uygulanmasına koşullu onay
verilmiş olsa da Avrupa’nın göç olgusu ve göçmenlere yönelik paranoyakça
barındırdıkları güvensizlik ve önyargının göçmenleri daha ne kadar etkileyeceği
tartışılmaya devam etmektedir.295
Aslında göç konusunda Avrupa hükümetlerinin yapması gereken, tepkisi
yasadışı yollarla yine kendine zarar verecek extremist politikalara başvurmak
yerine, söz konusu grupları kalifiye elemanlara dönüştürmeye yönelik programları
başlatmasıdır. Zira kısa veya en iyi ihtimalle orta vadede Avrupa’nın nitelikli iş
gücüne olan ihtiyacı katlanarak artacaktır. Bu dönemde Avrupa, büyük olasılıkla,
geçmişte yaptığı gibi nitelikli iş gücünü çekebilmek için üçüncü ülkelere çağrıda
bulunmaya başlayacaktır. Demografik yapısının farkında olan Avrupa, aslında
belirlediği entegrasyon ve eğitim programları ile yabancılar arasındaki sınıfsal
dönüşümü sağlarsa kendi sosyo-ekonomik geleceğine yatırım yapmış olacaktır. Zira
gelecekte istihdam etmek için çağırdığı üçüncü ülke vatandaşları ile bir kez daha
294
Mehmet Özcan, “Yeni Alman Göç Yasası, Türkler ve Đnsan Hakları Đhlalleri”, USAK Stratejik
Gündem, 14.07.2007, <http://www.usakgundem.com/yazarlar.php?id=750&type=2>, (erişim tarihi:
28.01.2008).
295
“Fransa’da göçmenlerin işi daha zor”, ABHaber, 20.09.2007,
<http://www.abhaber.com/haber_sayfasi.asp?id=18963>, (erişim tarihi: 20.09.2007).
220
geçmişin entegrasyon sıkıntılarına girişmesinin anlamı olmayacaktır. Ancak
Avrupa’nın geleceğine yatırım anlamına gelen bu önerinin istikrarlı bir şekilde
gerçekleşmesi için, hükümetlerin ve diğer siyasi temsilcilerin elini taşın altına
sokarak popülizmden vazgeçmeleri gerekmektedir. Bunun için ise siyasilerin
Avrupa’nın yaşadığı sosyo-ekonomik yeniden yapılanmanın faturasını göçmen ve
diğer yabancılardan çıkarmak yerine faturayı kendileri yüklenmeleri, başka bir
deyişle siyasi iradelerini kararlılıkla ve uzlaşı içinde ortaya koymaları
gerekmektedir.
Sonuç olarak, Avrupa’nın yaşadığı sorunları ırkçılık ve yabancı düşmanlığı
retoriklerinin arkasına sığınarak okumaya çalışması, aslında hem AB düzeyli
politika ve düzenlemelerin etkinliğine set çekmekte hem de 50 yılını verdiği
bütünleşme projesi kapsamındaki sosyo-ekonomik ve siyasal entegrasyona zarar
vermektedir. Bu bölümde, AB’nin ırkçılık ve yabancı düşmanlığı ile mücadele
alanındaki girişim ve çabalarının yeterlilik ve etkinlik düzeyi analiz edilmeye
çalışılmıştır. Bunun da ötesinde AB siyasi ve kurumsal yapılanmasında üzerinde
durulan
girişimlerin
neden
uygulamada
etkinliğini
yitirdiği
açıklanmaya
çalışılmıştır. Buna göre, AB düzeyli anti-ırkçı girişim ve çabaların bir kısmı Birliğin
kendi yasal ve kurumsal yapılanmasından kaynaklanan nedenlere dayanırken,
büyük çoğunluğunun üye devlet politikalarındaki farklılıklardan ve eksikliklerden
kaynaklandığı görülmektedir. Başka bir deyişle, AB düzeyindeki kararlılık ve
politikalar, üye devlet uygulamaları veya uygulamaların üye devletlere farklı
yansımaları nedeniyle tehlikeye girmekte ya da etkisiz kalmaktadır. Mevcut ulusal
anayasal ve yasal düzenlemelerdeki büyük farklılıkların varlığı ortamında Birlik
221
düzeyinde ilerlemeyi sağlamak çok kolay olmamaktadır. Özellikle de ulusal sağ
parti söylemleri nedeniyle toplum temelinde şekillenen dışlamacı algılamalara bağlı
olarak öngörülen politikalar etkin bir uygulama alanı bulamamaktadır. Kısacası, söz
konusu sorunların varlığı nedeniyle, Birliğin eylemleri sadece çerçevesel düzeyde
ve hem de çok kısıtlı bir yapıda kalmaktadır ve kalmaya da devam edecektir.
222
SONUÇ
Bütünleşme projesini ‘farklılıklarda birliktelik’ sloganıyla sosyo-kültürel ve
siyasi anlamda ileri taşımayı hedefleyen AB, bugün ırkçılık ve yabancı
düşmanlığının artışı gibi ciddi bir sorunla karşı karşıyadır. Entegrasyon sürecinin
aleyhine işleyen bu süreç, hem Birliğin sosyal, ekonomik, hukuksal ve siyasi
dinamiklerinden etkilenmekte hem de söz konusu dinamiklerin gelişimini
etkilemektedir. Bu etkileşimin en çarpıcı örneklerini ise genişleme sürecinde, ulusal
ekonomilerin beklentileri karşılamadığı dönemlerde ve küresel sistemin ekonomik
ve güvenlik sorunsalı kapsamındaki çıktılarında görmek mümkündür. Nitekim
AB’nin özellikle son genişleme dalgalarında yaşadığı refah kaybı ve göç akını
kaygısı, yeniden yapılanan küresel ekonominin yol açtığı ulusal işgücü kaybının
körüklediği nefret ortamı ve 9/11 sonrası artan Đslamofobi, Avrupa’yı sarsan bu
sürecin çarpıcı çıktılarındandır. Söz konusu süreç Avrupa’da bugün çoğunlukla
güncel sosyo-ekonomik sorunların arkasına sığınılarak meşrulaştırılmaya ya da
belirli ölçüde normalleştirilmeye çalışılmaktadır. Ancak sosyal ve siyasi
farkındalıktan uzak kalındığı ölçüde AB’nin geleceği açısından da nefrete dayalı bir
hastalığın habercisi olan296 ırkçılık ve yabancı düşmanlığı, ne yalnızca günümüz
Avrupasının bir sorunudur ne de sadece yakın geleceğe yönelik bir tehdit
unsurudur.
Zira
ırkçılık
geçmişte
kölelik
sisteminin
ve
sömürgeciliğin
meşrulaştırma aracı olarak kullanılmış ve arî ırk oluşturma gibi çarpık bir
ideolojinin teorik olarak temellendirilmesi sonucunda ise faşizm ile beraber
Avrupa’ya felaket getirmiştir.
296
Glyn Ford, “Racism and Xenophobia in Europe Stemming the Rising Tide”, UN Chronicle,
December 2004.
223
Yarım asır önce uluslarüstü yapılanma sayesinde aşırı milliyetçilik ve faşizm
yıkıntıları altından kalkan Avrupa, ‘kafatasçılık’ olarak nitelendirilebilecek teorileri
yine bilimsel çalışmalarla çürütmeyi başarmıştır. Ancak Avrupa toplumlarına
geçmişten günümüze yerleşen ve dışlamacı unsurlar içeren basmakalıp inanışları,
sadece ırkçı teorilerin dışlanması aracılığıyla ortadan kaldırmak mümkün değildir.
Temel hak ve özgürlükleri düstur edinen 21. yüzyıl Avrupasında ırkçı ve yabancı
düşmanı tavır ve davranışların hala ve giderek artan düzeyde yer bulması, bunun en
önemli göstergesidir. Bu çarpıklığın temelinde ırkçı unsurların kültürel ve sosyal
farklılıklara dayanarak yeniden şekil bulması yatmaktadır. Bu çalışmanın ileri
sürdüğü tezlerden biri, günümüzde ırkçılığın tarihindeki ideolojiler etrafında gelişen
linear bir yapı sergilemediği ve sosyo-kültürel farklılıklarla şekillenen önemli bir
dönüşüm
yaşadığıdır.
Öyle
ki
ırkçılık;
yabancı
düşmanlığı,
ayrımcılık,
hoşgörüsüzlük, kültürel dışlamacılık, köktendincilik, ekonomik kızgınlık ve göç
karşıtlığı gibi diğer olguları barındıran kompleks bir sosyal fenomene dönüşmüştür.
Dolayısıyla Avrupa bugün ‘ırk’ unsurunun ötesine geçen yeni biçimiyle,
önyargıların körüklediği gelecek korkusu ve sosyal güvensizlik ile paralel düzlemde
seyreden sosyal dışlamacı bir kültür yaşamaktadır. Bu durumu daha vahim kılan ise
1990’lı yıllardan itibaren bütünleşme sürecini ekonomiden siyasete hızlandırma
hedefini kovalayan AB içinde, ‘biz’ ve ‘onlar’ arasındaki ayrımın artmasıdır.
Geçmişten günümüze kendini ‘öteki’ üzerinden tanımlayan Avrupa’nın dışarıya
karşı ördüğü duvarların içeride de yükselmeye başlaması, doğasında çokkültürlülüğü taşıyan siyasi ve sosyal entegrasyon sürecinin ciddi ve endişe verici bir
şekilde istikrarsızlığı anlamına gelmektedir.
224
Irkçılık ve yabancı düşmanlığı ile mücadele, çok-kültürlü entegrasyon sürecinin
sosyo-kültürel, ekonomik ve siyasi dinamiklerinin sosyal marjinalleşme nedeniyle
zarar görmesinin önüne geçmek ile özdeştir. Đster bütünleşme ve küreselleşmenin
getirisi sosyo-ekonomik ve kültürel sorunlara ister güven(siz)lik sorunsalı
kapsamındaki unsurlara dayansın, bu sorunun farklı nedenleri arasındaki ortak
payda, ayrımcılık ve sosyal dışlamaya maruz kalan grupların ortak kimlikleri
etrafında birleşerek marjinalleşmeleri yönündeki eğilimdir. Bu çalışmanın önemli
bir kısmında, AB’nin entegrasyon anlamında yaşadığı sarmal bir dışlama ve
dışlanma yapısından bahsedilmiştir. Buna göre, kendisine aşağı ırk ya da kültür
olarak bakılan göçmen ve mülteci gruplar maruz kaldıkları sosyal dışlanma
neticesinde ‘getto’lar oluşturmaya başlamaktadır. Bu sürecin devamı, oluşturdukları
‘getto’lar nedeniyle toplumdan kaçtıkları ve entegre olma konusunda yeterli iradeyi
göstermedikleri yargısıyla bir kez daha toplumsal çoğunluktan dışlanma şeklinde
gelişmektedir. Dolayısıyla çoğunluk toplumunun temel değerlerine uzak yaşadıkları
için toplum dışına itilen yabancılar, paradoksal şekilde, temel değerlerden daha
fazla uzaklaştırılmakta ve topluma entegre olmaları bir o kadar daha zorlaşmaktadır.
Dışlanan grupların kendi değerlerine sarılarak toplu hareket etmeye başlamaları bu
defa halkı rahatsız edip korkutmaya başlamakta ve en önemlisi aşırı sağ
söylemlerinde ifadesini bulan önyargıları pekiştirmektedir. Yabancılara yönelik
önyargılarla beslenen ve yeniden önyargıları pekiştirici sonuçlar doğuran bu
toplumsal paradoks, çalışma içinde, ırkçı ve yabancı düşmanı önyargı ve
davranışları
toplumların
gözünde
rasyonalleştiren
başka
bir
tezle
tamamlanmaktadır. Buna göre, ırkçılık ve yabancı düşmanlığının temelinde yatan
225
kolektif korku ve beraberindeki saldırganlık, münferit olayların genellenmesi ve
mantıksal çıkarımlar yoluyla gerekçelendirilerek meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır.
Örneğin; yabancıların suç potansiyeli taşıdığı önyargısı, uluslararası boyuta erişen
terör olayları nedeniyle, bireylerin gözünde somut bir gerçekliğe dönüşmektedir.
Benzer şekilde, ekonomik olumsuzluklar, göç, işsizlik ve artan yabancı nüfus
oranları
arasında
da
nedensellik
bağı
kurularak
ırksal
ayrımcılık
normalleştirilmektedir. Ancak burada asıl nokta, toplumdaki bireylerin ırkçı
düşünceler beslemesinin yanında, düşünsel düzeyli bu zeminin siyasal platformlara
taşınarak politikaları şekillendirmesi ve böylece bu hastalıklı düşüncenin haklılık(?)
payının meşrulaştırılarak davranış biçimine dönüşmesine meydan verilmesidir. Bu
nedenledir ki popülist siyasetin ırkçılık ve yabancı düşmanlığı ile mücadele
kararlılığının önüne geçtiği ileri sürülmektedir.
Irkçılık ve yabancı düşmanlığı ile mücadele, özellikle AB bütünleşmesi söz
konusu ise, çok-boyutlu bir yaklaşımı gerektirmektedir. Çünkü ırkçılığın ne
kavramsal analizi ne de nedensel boyutu, yukarıda kısaca özetlendiği haliyle dahi,
tek bir boyuta indirgenmekten uzak kalmaktadır. Ayrıca toplumdaki farklı gruplar
için yabancılara yönelik öfkenin nedenleri ekonomik, yasal ve siyasal olmak üzere
farklı kategorilere ayrılabilse bile, söz konusu öfke ve karşıtlığın aynı ‘yabancı’
üzerinde tecelli etmesi, mücadeleyi farklı alanlardaki politika ve düzenlemelerin eş
zamanlı yürütülmesini gerektiren bir yapılanma içine sokmaktadır. Bu çalışmanın
temel tezi de AB’nin ırkçılık ve yabancı düşmanlığı ile mücadelesinde bu girift ve
etkin politika yapılanmasının gerisinde kalması etrafında şekillenmektedir. Birliğin
226
ırkçılık ve yabancı düşmanlığı ile mücadelesi, parçalı ve dağınık bir politika ağının
içine hapsolması nedeniyle tartışma konusu olmaktadır.
1990’ların ikinci yarısından önce, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı konusunda
Topluluk/Birlik düzeyli yasal bağlayıcı düzenleme ve girişimler açısından boşluk
yaşandığı bir gerçektir. Söz konusu boşluk, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı ile
mücadele konusunda alınacak önlemler bakımından ATA m. 13 ile birlikte açıkça
yasal yetki elde edilmesine rağmen bugün de devam etmektedir. Birlik üye
devletleri ırksal ayrımcılık konusunda ilk bağlayıcı düzenlemeyi 2000 tarihli Irk
Eşitliği Direktifi üzerinden gerçekleştirmiştir. Ancak AB için önemli bir açılımı
ifade etse de Direktifin uygulanması konusunda yaşanan sıkıntılar ve içeriğindeki
boşluklar, 21. yüzyıl Avrupasının temel hak ve özgürlüklere yaklaşımının altında
bir performansı simgelemektedir. Irkçılıkla mücadele konusunda AB’nin temel hak
ve özgürlükler kapsamında tam anlamıyla bir standardı yakalaması, ancak anti-ırkçı
politikaların tüm AB kurumlarınca ve tüm politika alanlarında uygulanmasını
zorunlu kılacak yatay hükümlerin antlaşmalara dahil edilmesi halinde mümkün
görünmektedir. Ancak bu tezi tamamlayacak önemli bir unsuru göz ardı etmek,
ırkçılıkla mücadele kapsamındaki düzenlemelerin kadük kalması anlamına
gelecektir. Yasal düzenlemeler, sosyal entegrasyon projeleri ile desteklenmediği ve
bu projeleri hayata geçirecek siyasi irade bulunmadığı ölçüde, tek başına yeterli
olmamaktadır. 1996 yılı itibariyle ayrımcılık ve kültürel dışlamanın önüne geçme
anlamında somut adımlar atmaya başlayan AB, son dönemde ağırlık kazanan bir
kararlılık içinde kültürel çeşitliliğinin dinamizmine vurgu yapan açılımları
destekleme eğilimdedir. Irkçılık, yabancı düşmanlığı ve anti-semitizmin, insan
227
haklarına saygı ve Topluluk içindeki ekonomik ve sosyal bağlılık önünde ciddi bir
tehdit oluşturduğunun altını çizmektedir. Bu konuda da kültürlerarası diyaloğa
vurgu yapan sosyal projelerin destekleyicisi konumundadır.
Irkçılık ve yabancı düşmanlığı ile mücadele konusunda AB’nin etkinsizliği, bu
konudaki kararlılığını belirtmemesinden ziyade, bu kararlılığın ve hatta yasal
düzenlemelerde öngörülen yaklaşımların, tamamlayıcı ve destekleyici unsurlardan
uzak olmasından kaynaklanmaktadır. Dahası sosyal ve siyasi alanlardaki farklı
yaklaşımlar nedeniyle, hedef politikaların etkinliğinin baltalanması söz konusudur.
Irkçılık ve yabancı düşmanlığı ile mücadeleye takılan bu çelmenin nedeni, büyük
oranda, göç, entegrasyon, güvenlik ve işsizlik gibi konulara yönelik politikaların
oluşturulması sırasında, toplumdaki olumsuz algılamaları pekiştirecek ya da
korkuları meşru kılacak yaklaşımların benimsenmesidir. Buradaki esas soru şudur:
Irkçılık ve entegrasyon düzenlemelerinde kültürel çeşitliliğe katkı olarak sunulması
hedeflenen ‘göçmen’ algısı mı, yoksa 9/11 sonrası sıkılaştırılan güvenlik önlemleri
kapsamında potansiyel terörist olarak muamele gören ‘göçmen’ varlığı mı sosyal
tabana yerleşen olumsuz algılamalar üzerinde daha etkili olmaktadır? Ya da güncel
haliyle Avrupa’daki sosyo-ekonomik sorunların çözümü, Fransa’da ailesini
birleştirmek isteyen bir göçmenden istenen DNA testi mi olmalıdır? Bu soruların
niteliği, sosyal tabandaki ‘yabancı’ algılamasını doğrudan etkileyen politikaların
tutarsızlığını açıkça ortaya koymaktadır. Nitekim çalışma boyunca doğrulanan etkin
tezlerden biri, AB düzeyindeki kararlılık ve politikaların üye ülke uygulamaları ve
topluma yansımaları nedeniyle tehlikeye girmesi ve bu nedenle sağlıklı bir
uygulama alanı bulamamasıdır. Sosyo-ekonomik sorunların varlığını yabancılar
228
üzerinden okuyarak beslenen aşrı sağ parti retoriklerini de bu sürece dahil etmek
yerinde olacaktır. Zira entegrasyon, göç ve güvenlik sorunlarının salt yabancı
varlığından kaynaklanan problemlere dayandırılarak ‘dışsallaştırılma’ya çalışılması
ya da bu sorunların siyasi rant sağlama amacıyla seçim malzemesi yapılması, AB
düzeyinde öngörülen anti-ırkçı politikaların kağıt üzerinde kalmasına neden
olmaktadır.
Irkçılık ve yabancı düşmanlığı ile mücadele bir kriz yönetimi olarak
tanımlanırsa, AB tarafından bu krizin iyi yönetilemediğini ve çözüm olarak sunulan
önerilerin dahi çoğu zaman sorunun parçası haline geldiğini söylemek mümkündür.
Bütünleşme ve küreselleşmenin paralelinde sosyal ve belirli ölçüde siyasi dönüşüm
yaşayan günümüz Avrupasının sosyo-kültürel farklılıkları, ancak etkin bir
entegrasyon projesi içinde ‘dinamizm’ kazanabilir. Her bireye toplumsal bağın bir
parçası olarak bakılıp farklılıkların dinamizminden yararlanmak ise ancak sosyal
tabana yerleşmiş önyargıların kırılması ile gerçekleştirilebilir. Yabancılara yönelik
önyargıları ve ‘öteki’ tanımlamasını kıracak en önemli araç, toplumun çoğulcu
yapısına vurgu yapan kapsamlı ve tutarlı bir entegrasyon politikası ile bu politikayı
destekleyecek çok-disiplinli siyasi açılımlardır. Bu noktada Birlik düzeyinde ‘en
düşük ortak payda’nın belirlendiği bir entegrasyon yaklaşımına ihtiyaç vardır. Zira
üye devletlerin entegrasyon gerçeğine bakış açısındaki farklılıklar, sadece ırkçılık
ve yabancı düşmanlığı konusunda değil temel ayrımcılık konularında da Birlik
düzeyinde tutarlı bir politikanın sürdürülmesini engellemektedir.
229
Bu çalışmada küreselleşmeden bütünleşmeye, yasal düzlemde bırakılan
boşluklardan göç gerçeğine kadar birbiri ile bağlantılı pek çok konuda ırkçılık ve
yabancı düşmanlığına neden olan unsurlara ayrıntılı olarak değinilmiştir. Bu
unsurlar, toplumsal tabanda sosyal güvensizlik ve gelecek korkusuna zemin
hazırladığı ve geçmişten günümüze a priori bilgi şeklinde taşınan ‘yabancı’ algısını
güçlendirdiği ölçüde, ırkçılık ve yabancı düşmanlığına zemin hazırlamaktadır.
Ancak bu düşünsel zemini dışlamacı tavır ve davranışa dönüştüren ise büyük ölçüde
konunun siyasiler tarafından kullanımı olmuştur. Konunun siyasallaşmasının önüne
geçmek, bu anlamda ırkçılık ve yabancı düşmanlığı ile mücadelenin önündeki
önemli bir engelin kalkması anlamına gelmektedir. Çünkü hem sosyo-kültürel ve
ekonomik hem de yasal alanda başlatılan girişimlerin uygulanabilirliği, yabancıların
siyasi platformlarda seçim malzemesi ve sorunları ‘dışsallaştırma’ aracı olarak
kullanılması sonucunda önemli ölçüde kan kaybetmektedir. Bu anlamda ırkçılık ve
yabancı düşmanlığı konusunun olmazsa olmazı siyasi iradenin güncel siyasi
kaygılardan bağımsız olarak işlemesinin tek yolu, anti-ırkçılığı de-politize (siyasetin
dışına çıkarmak) hale getirmektir. Bunun için Avrupalı siyasilerin elini taşın altına
sokması gerekmektedir. Küreselleşme ve bütünleşmenin toplumsal farklılıkları
görünür kıldığı bir Avrupa ortamında, yabancılar üzerine siyasi kartları oynamanın
prim yaptığını tescilleyen siyasiler, bu farkındalıklarını -görünen o ki- iç siyasette
genelde kendi lehlerine kullanmaktadır. Ancak aynı siyasiler, aynı zamanda,
Avrupa sosyal toplum modelini de bütünleşik bir AB refah paylaşımı projesi içinde
görmek amacıyla Brüksel’de iradelerini ortaya koymaktadır. Günümüz Avrupasının
çok-kültürlü yapısı, bu refah projesinin toplumsal tabanda sadece ‘biz’ olarak
tanımlananlar üzerinden gerçekleştirilmesini imkânsızlaştırmaktadır. Çünkü ayrımcı
230
söylem ve uygulamalar aracılığyla AB içerisinde ‘biz’ ve ‘onlar’ arasında camdan
duvarlar örülmesinin geri dönüşümü, refah projesinin zararına olmaktadır.
Dolayısıyla yapılması gereken, AB düzeyinde kültürel etkileşimi etkin kılacak ve
bütünleşmenin aşırı sağın milliyetçi söylemlerinin tekeline düşmesini engelleyecek
kapsamlı politikalar üretmektir. Zira günümüzde dahi alarm çanları çalan AB
bütünleşme projesi, ancak farklılıkları fırsata dönüştürmeyi ve çok-kültürlü yaşam
için çekim merkezi olmayı başaran bir ‘Birlik’ yapılanmasının varlığı ile ileri
taşınabilecektir.
231
KAYNAKÇA
KĐTAPLAR
•
AlSayyad, N. and Castells, M. (eds.), Muslim Europe or Euro-Islam: Politics,
Culture and Citizenship in the Age of Globalization, New York, Oxford:
Lexington Books, 2002.
•
Back, L. and Solomos, J. (eds.), Theories of Race and Racism, London and New
York: Routledge, 2000.
•
Bangura, Y. and Stavenhagen, R. (ed.), Racism and Public Policy, New York:
Palgrave Macmillan, 2005.
•
Borkurt, E., Özcan, M., ve Köktaş, A., Avrupa Birliği Mevzuatı, Ankara: Asil
Yayın Dağıtım, 2005.
•
Bülbül, K. (ed.), Küreselleşme Okumaları: Ekonomi-Siyaset, Ankara: Kadim
Yayınları, 2006.
•
Cederman, L. (ed.), Constructing Europe’s Identity: The External Dimension,
London: Lynne Rienner Publishers, 2001.
•
Delanty, G., Inventing Europe: Idea, Identity, Reality, London: Macmillan
Press, 1995.
•
Erdenir, B., Avrupa Kimliği: Pan-Milliyetçilikten Post-Miliyetçiliğe, Ankara:
Ümit Yayıncılık, 2005.
•
Giddens, A., Europe in the Global Age, Cambridge: Polity Press, 2007.
•
Koray, M., Avrupa Toplum Modeli: Sosyal Bütünleşme Mümkün mü?, Đstanbul:
Đmge Yayınları, 2005.
232
•
Lentin, A., Racism and Anti-Racism in Europe, London: Pluto Press, 2004.
•
Macedo, D. and Guonari, P. (eds.), The Globalization of Racism, London:
Paradigm Publishers, 2006.
•
Mishkin, F. S., The Next Great Globalization, New Jersey: Princeton University
Press, , 2006.
•
Niessen, J. and Chopin, I. (eds.), The Development of Legal Instruments to
Combat Racism in a Diverse Europe, Leiden/Boston: Martinus Nıjhoff
Publishers, 2004.
•
Ohmae, K., The End of Nation States: The Rise of Regional Economies, New
York: The Free Press, 1995.
•
Ohmae, K., The Next Global Stage-Challenges and Opportunities in Our
Borderless World, New Jersey: Wharton School Publishing, 2005.
•
Özen, Ç., Türkiye-Avrupa Birliği Đlişkilerinin Neofonksiyonalist Teori
Çerçevesinde Analizi, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara: Gazi Üniversitesi,
1998.
•
Pleskovic, B. and Stiglitz, J. (eds.), Annual World Bank Conference on
Development Economics 1998, World Bank, 2000.
•
Poole, P. A., Europe Unites: The EU’s Eastern Enlargement, London: Praeger,
2003.
•
Rattansi, A. and Westwood, S. (eds.), Racism, Modernity, Identity on the
Western Front, Cambridge: Polity Press, 1994.
•
Reisigl, M. and Wodak, R., Discourse and Discrimination: Rhetoric of Racism
and Antisemitism, London: Routledge, 2001.
233
•
Rodrik, D., Has Globalization Gone too Far, Institute for International
Economics, 1996.
•
Rodrik, D., Küreselleşme Sınırı Aştı Mı?, Đzzet Akyol ve Fatma Ünsal (çev.),
Đstanbul: Kızılelma Yayıncılık, 1997.
•
Samad, Y. and Sen, K. (eds.), Islam in the European Union: Transnationalism,
Youth and the War on Terror, Oxford/New York: Oxford University Press,
2002.
•
Stiglitz, J., Küreselleşme Büyük Hayal Kırıklığı, Arzu Taşçıoğlu-Deniz Vural
(çev.), Đstanbul: PlanB Yayınları, 2002.
•
Süssmuth, R. and Weidenfeld, W. (eds.), Managing Integration: The European
Union’s Responsibilities Towards Immigration, Bertelsmann Stiftung:
Migration Policy Institute, 2005.
•
Tezcan, E., Avrupa Birliği Hukukunda Birey, Đstanbul: Đletişim Yayınları, 2002.
•
The Evens Foundation (ed.), Europe’s New Racism: Causes, Manifestations and
Solutions, New York & Oxford: Berghahn Books, 2002.
•
Uğur, M., Müzakerelerden Üyeliğe: AB-Türkiye Gündemindeki Sorunlar,
Đstanbul: Agora Kitaplığı, 2005.
•
Ünver NOI, A., Avrupa’da Yükselen Milliyetçilik, Đstanbul: IQ Kültür Sanat
Yayıncılık, 2007.
•
Vural, H. S., Avrupa’da Radikal Sağın Yükselişi, Đstanbul: Đletişim Yayınları,
2005.
•
Wallerstein, I., World-Systems Analysis: An Introduction, USA: Duke
University Press, 2005.
234
•
Williams, A., EU Human Rights Policies: A Study in Irony, New York: Oxford
University Press, 2004.
MAKALELER
•
“A Rupture with the Past?”, The Economist, September 20, 2007.
•
“Fear of Foreigners”, The Economist, November 22, 2007.
•
“Revitalising Old Europe”, The Economist, March 13, 2003.
•
“The Trouble with Migrants”, The Economist, November 22, 2007.
•
Akıllıoğlu, T., “Contemporary Forms and Manifestations of Racism and Racial
Discrimination against Immigrants”, Perceptions, Vol. II, No. 2, June-August
1997, pp. 104-117.
•
Aliboni, R., “The EU, Islamophobia and Immigration”, Conflict in Focus, Issue
11, February 2006, pp. 2-4.
•
Altınbaş, D., “Avrupa ve Çokkültürlülük: Fransa Örneği”, Stratejik Analiz,
Ekim 2006, s. 52-61.
•
Bunyan, T., “While Europe sleeps…”, European Civil Liberties Network,
<http://www.ecln.org/essays/essay-11.pdf>, (erişim tarihi: 25.10.2007).
•
Buonfino, A., “Securitising Migration”, Open Democracy, 12 February 2004, p.
1.
•
Celermajer, D., “If Islam is our other, who are we?”, Australian Journal of
Social Issues, Vol. 42, No. 1, Autumn 2007.
•
Chopin, I., “Campaining against Racism and Xenophobia: from a Legistative
Perspective at European Level”, ENAR, November 1999, pp. 1-23.
235
•
De Master, S. and Le Roy, M. K., “Xenophobia and the European Union”,
Comparative Politics, Vol. 32, No. 4, July 2000, p. 419-436.
•
Dekker H. and Van der Noll, J., “Islamophobia and its Origins”, Paper
prepared for presentation at the fourth ECPR Conference, Pisa, 6-8 September
2007.
•
Due, J. P., “European Union Anti-Racism Policy Reaches Turning Point”, The
Human Rights Brief, <http://www.wcl.amercan.edu/hrbrief/v3i2/euro32.htm>,
(erişim tarihi: 16.11.2007).
•
Faist, T., “Extension du domaine de la lutte: International Migration and
Security before and after September 11, 2001”, International Migration Review,
Vol. 36, No.1, Spring 2002, pp. 7-14.
•
Fernne Brennan, “EU Enlargement, the Race Equality Directive and the Internal
Market”, European Union Studies Association, 2005, pp. 1-34.
•
Ford, G., “Racism and Xenophobia in Europe Stemming the Rising Tide”, UN
Chronicle, December 2004.
•
Fredman, S., “Equality: A New Generation?”, Industrial Law Review, Vol. 30,
No. 2, June 2001, pp. 145-169.
•
Funke, H., “Europe at the Threshold: Fairness or Fortress? Racism, Public
Policy and Antiracist Concepts”, United Nations Institute for Social
Development, Conference Paper, Durban, South Africa, 3-5 September 2001,
pp.1-19.
•
Geddes, A. and Guiraudon, V., “Britain, France and EU Anti-Discrimination
Policy: The Emergence of an EU Policy Paradigm”, West European Politics,
Vol. 27, No. 2, March 2004, pp. 334-353.
236
•
Geddes, A., “Immigrant and Ethnic Minorities and the EU’s ‘Democratic
Deficit”, Journal of Common Market Studies, Vol. 33, No. 2, June 1995, pp.
197-217.
•
Guild, E., “The EC Directive on Race Discrimination: Surprises, Possibilities
and Limitations”, Industrial Law Review, Vol. 29, No. 4, December 2000, pp.
416-423.
•
Hafner, D. F., “Dilemmas in Managing the Expanding EU: the EU and
Applicant States’ Points of View”, Journal of European Public Policy, No: 6, 5
December 1999, pp. 783-801.
•
Howard, E., “Anti Race Discrimination Measures in Europe: An Attack on Two
Fronts”, European Law Journal, Vol. 11, No. 4, July 2005, pp. 468-486.
•
Hudson, N., “ ‘Hottentots’ and the Evolution of European Racism”, Journal of
European Studies, Vol. 34 (4), 2004, pp. 308-332.
•
Hughes, C. W., ‘Reflections on Globalisation, Security and 9/11’, Cambridge
Review of International Affairs, Vol. 15, No. 3., 2002, pp. 421-433.
•
Karp, J. A. and Bowler, S., “Broadening and Deepening or Broadening versus
Deepening: The Question of Enlargement and Europe’s ‘Hesitant Europeans’”,
European Journal of Political Research, No. 45, 2006, pp. 369-390.
•
Karsh, E. and Miller, R., “Europe’s Persecuted Muslims?”, Commentary, April
2007.
•
Kellner, D., “Theorizing Globalization”, Sociological Theory, Vol. 20, No. 3,
2002, pp. 285-305.
•
Küçükcan, T., “AB’de Müslümanlar ve Đslamofobi”, Radikal Gazetesi,
11.06.2007.
237
•
Kvist, J., “Does EU Enlargement Start a Race to the Bottom? Strategic
Interaction Among EU Member States in Social Policy”, Journal of European
Social Policy, Vol. 14, No. 3, August 2004, pp. 301-318.
•
Larsson, G., “The Impact of Global Conflicts on Local Contexts: Muslims in
Sweden after 9/11 – the Rise of Islamophobia, or New Possibilities?, Islam and
Christian-Muslim Relations, Vol. 16, No. 1, 2005, p. 29-42.
•
Legrain, P., “The Case for Opening Europe’s Borders”, Project Syndicate,
2007, <http://www.project-syndicate.org/print_commentary/legrain1/English>,
(erişim tarihi: 06.07.2007).
•
Mestheneos, E. and Ioannidi E., “Obstacles to Refugee Integration in the
European Union Member States”, Journal of Refugee Studies, Vol. 15, No. 3,
2002, pp. 304-320.
•
Mishkin, S. F., “Lessons From the Asian Crisis”, NBER Working Paper Series,
Working Paper 7102, 1999.
•
Monar, J., “The EU’s Role in the Fight Against Racism and Xenophobia:
Evaluation and Prospects after Amsterdam and Tampere”, Liverpool Law
Review, 22, 2000, pp. 7-20.
•
Morris, L., “Globalization, migration and the nation-state: the path to a postnational Europe?”, The British Journal of Sociology, Vol. 48, No. 2, June 1997,
pp. 192-209.
•
Muenz, R., “Europe: Population and Migration in 2005”, Migration Information
Source, June 2006,
<http://www.migrationinformation.org/Feature/display.cfm?ID=402>, (erişim
tarihi: 15.01.2008).
238
•
Özcan M. & Yılmaz,, F., “Pendulum Swings in between Civil Rights and
Security: EU Policies against Terrorism in Light of the PNR Case”,
Uluslararası Hukuk ve Politika, Cilt. 3, Sayı 12, 2007, s. 97-116.
•
Poynting S. and Mason, V., “Tolerence, Freedom, Justice and Peace?: Britain,
Austria and Anti-Muslim Racism since 11 September 2001”, Journal of
Intercultural Studies, Vol. 27, No. 4, November 2006, pp. 365-391.
•
Ramadan, T., “Europe- a Muslim Homeland?”, Global Agenda, Vol. 4, Issue 1,
January 20006, pp. 55-57.
•
Ross, J. C., “Securitizing Migration after 11 March”, Real Instituto Elcano, ARI
No. 56/2004, pp-1-7.
•
Ruzza, C., “Anti-racism and EU Institutions”, Journal of European Integration,
2000, Vol. 22, Issue 2, pp. 145-171.
•
Rydgren, J., “The Logic of Xenophobia”, Rationality and Society, Vol. 16 (2),
2004, pp. 123-148.
•
Sander, A., “Muslims in Sweden”, Muhammad Anwar, Jochen Blaschke ve Åke
Sander, State Policies toward Muslim Minorities in Sweden, Great Britain and
Germany, European Migration Center, 2004,
<http://www.islamawareness.net/Europe/Sweden/Muslims_in_Sweden.pdf>,
(erişim tarihi: 09.06.2006).
•
Silver, H., “European Policies to Promote the Social Inclusion of Disadvantaged
Groups: Lessons for Latin America and the Caribbean”, Document presented
fort he seminar “Good Practices n Social Inclusion: A Dialogue between Europe
and Latin America and the Caribbean”, March 21 and 22, 2003, Milan, Italy,
Inter-American Development Bank, pp. 1-20.
•
Stiglitz, J., “Capital-Market Liberalization, Globalization, and The IMF”,
Oxford Review of Economic Policy, Vol. 20, No. 1, 2004, pp. 57-71.
239
•
Thranhardt, D., “The Political Uses of Xenophobia in England, France and
Germany”, Party Politics, Vol. 1, No. 3, 1995, pp. 323-345.
•
Vorster, J.M., “Racism, Xenophobia and Human Rights”, The Ecumenical
Review, Vol. 54, Issue: 3, 2002, pp. 296-312.
RESMĐ BELGELER
•
Cannes European Council 26 and 27 June 1995 Presidency Conclucions, Title
III. Internal Affairs, article 5,
<http://www.dpt.gov.tr/abigm/abtb/Zirveler/1995%20Cannes%20%202526%20Haziran.htm>, (erşim tarihi: 15.03.2008).
•
Commission Communication of 13 December 1995 on Racism, Xenophobia
and Anti-Semitism, COM (95) 653.
•
Commission Communication of 25 March 1998 concerning an action plan
against racism, COM(98) 183.
•
Council Common Position of 27 December 2001 on the application of specific
measures to combat terrorism (2001/931/CFSP).
•
Council Decision of 27 November 2001 establishing a Community Action
Programme to combat discrimination (2001-2006) (2000/750/EC), (OJ L 303,
2.12.2000).
•
Council Regulation (EC) No 1035/97 of 2 June 1997 establishing a European
Monitoring Centre on Racism and Xenophobia (OJ L 151, 10.06.1997).
•
Council Regulation (EC) No 1652/2003 of 18 June 2003 amending Regulation
(EC) No 1035/97 establishing a European Monitoring Centre on Racism and
Xenophobia (OJ L 245/33, 29.9.2003).
240
•
Council Regulation (EC) No 168/2007 of 15 February 2007 establishing a
European Agency for Fundemental Rights, (OJ L 53/1, 22.2.2007).
•
Decision No 1983/2006/EC of the European Parliament and of Council of 18
December 2006 concerning the European Year of Intercultural Dialogue (2008),
(OJ L 412/44, 30.12.2006).
•
Decision No 771/2006/EC of the European Parliament and of the Council of 17
May 2006 establishing the European Year of Equal Opportunities for All (2007)
– towards a just society, (OJ L 146/1, 31.5.2006).
•
Declaration against Racism and Xenophobia of 11 June 1986 (OJ No C 158,
25.6.1986).
•
ECRI General Policy Recommendation No.7 on National Legislation to Combat
Racism and Racial Discrimination adopted on 13 December 2002, Strasbourg,
17 February 2003, CRI(2003)8, <http://www.coe.int/t/e/human_rights/ecri/1ecri/3-general_themes/1-policy_recommendations/recommendation_n7/ecri038%20recommendation%20nr%207.pdf>, (erişim tarihi: 08.03.2008).
•
European Parliament, Committee of Inquiry into the Rise of Fascism and
Racism in Europe, Report on the findings of the inquiry, 1991.
•
European Parliament, Committee of Inquiry into the Rise of Fascism and
Racism in Europe, Report on the findings of the inquiry, December 1985.
•
Final Report from Consultative Commission on Racism and Xenophobia,
6906/1/95, Brussels, 23 May 1995 (26.05).
•
Florence European Council, 21-22 June 1996 Presidency Conclusions,Title III.
Justice and Home Affairs,
<http://www.dpt.gov.tr/abigm/abtb/Zirveler/1996%20Florence%202122%20Haziran.htm>, (erişim tarihi: 15.03.2008).
241
•
Framework Decision on Racism and Xenophobia, Luxembourg, 19 April 2007,
8665/07 (Presse 84),
<http://www.consilium.europa.eu/ueDocs/cms_Data/docs/pressData/en/misc/93
739.pdf> (erişim tarihi: 30.04.2008).
•
Đnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına Đlişkin Sözleşme (ile Ek
Prorokol ve Protokol no. 4, 6, 7, 12 ve 13),
<http://www.echr.coe.int/nr/rdonlyres/3baa147f-29c9-48ce-af64fb85a86b2433/0/tur_conven.pdf>, (erişim tarihi: 25.04.2008).
•
International Convention on the Elimination of All Forms of Racial
Discrimination, 21 December 1965,
<http://www.unhchr.ch/html/menu3/b/d_icerd.htm> (erişim tarihi: 22.06.2008).
•
Joint Action/96/443/JHA of 15 July 1996 adopted by the Council on the basis of
Article K.3 of the Treaty on European Union, concerning action to combat
racism and xenophobia (OJ L 185, 24.07.1996).
•
Joint Declaration by the European Parliament, the Council and the Commission
of 5 April 1977 (OJ No C 103, 27.4.1977).
•
Joint Declaration by the European Parliament, the Council and the Commission
of 5 April 1977 (OJ C 103, 27.4.1977).
•
Proposal for a Council Directive establishing a general framework for equal
treatment in employment and occupation (COM (1999) 565 final) & Proposal
for a Council Directive implementing the principle of equal treatment between
persons irrespective of racial and ethnic origin (COM (1999) 566 final).
•
Proposal for a Council Framework Decision on Combating Racism and
Xenophobia, COM(2001) 664 final – 2001/0270(CNS), (OJ C 75 E/17,
26.3.2002).
242
•
Resolution of the Council and of the Representatives of Member States’
Governments, Meeting within the Council, of 23 October 1995, on the
Response of Educational Systems to the Problems of Racism and Xenophobia
(OJ C 312, 23.11.1995).
•
Resolution of the Council and the Representatives of the Governments of the
Member States, meeting within the Council of 29 May 1990 on the Fight
Against Racism and Xenophobia (OJ C 157, 27.06.1990).
•
Resolution of the Council and the Representatives of the Governments of the
Member States, Meeting within the Council, of 5 October 1995, on the Fight
Against Racism and Xenophobia in the Fields of Employment and Social
Affairs (OJ C 296, 10.11.1995).
•
Resolution of the Council and the representatives of the governments of the
Member States, meeting within the Council of 23 July 1996 concerning the
European Year against Racism (1997) (OJ C 237 of 23.07.1996).
•
World Conference on Human Rights, Vienna, 14-15 June 1993, Report of
World Conference of Human Rights, A/CONF.157/24 (Part I),
<http://www.unhchr.ch/huridocda/huridoca.nsf/(Symbol)/A.CONF.157.24+(PA
RT+I).En?OpenDocument>, (erişim tarihi: 15.01.2008).
RAPORLAR & ANKETLER
•
“Attitudes towards minority groups in the European Union: A special analysis
of the Eurobarometer 2000 opinion poll on behalf of the European Monitoring
Centre on Racism and Xenophobia, Technical Report, Vienna, March 2001.
•
“Community Cohesion at Local Level: Addressing the Needs of Muslim
Communities – Examples of Local Đnitiatives”, European Union Agency for
Fundamental Rights (FRA), 2008.
243
•
“Mainstreaming Non-discrimination in Integration Policies”, EUMC Round
Table Conference Report, Helsinki, 4 October 2006.
•
“Muslims in the European Union: Discrimination and Islamophobia”, EUMC
2006.
•
“Racism and Xenophobia in Europe”, Eurobarometer Opinion Poll No 47.1,
Luxembourg, 18-19 December 1997.
•
“Racism and Xenophobia in Europe”, Eurobarometer Opinion Poll no 47.1,
Luxembourg, 18-19 December 1997.
•
“Racism and Xenophobia in the European Union: Facing the Challenge of NonDiscrimination and Integration”, European Monitoring Centre on Racism and
Xenophobia, Brussels, 30 August 2006.
•
“Racism and Xenophobia in the European Union: Facing the Challenge of NonDiscrimination and Integration” Presentation to the Socialist Group in the
European Parliament, Brussels, 30 August 2006.
•
“Racism, Xenophobia and Intolerence: Human Rights and Immigration in the
European Community”, Commission of the European Communities, November
1989.
•
“Report on Racism and Xenophobia in the Member States of the EU”,
European Union Agency for Fundamental Rights (FRA), 2007.
•
“Trends and Development 1997-2005 – Combating Ethnic and Racial
Discrimination and Promoting Equalityin the European Union”, European
Union Agency for Fundamental Rights, 2007.
•
“Trends and Developments 1997-2005 – Combating Ethnic and Racial
Discrimination and Promoting Equality in the European Union”, European
Union Agency for Fundamental Rights (FRA), 2007.
244
•
CEJI Policy Response, Framework Decision on Racism and Xenophobia,
Brussels, April 20th 2007.
•
ENAR/CEJI Fact Sheet 31, The 2008 European Year of Intercultural Dialogue,
European Network Against Racism, March 2007.
•
EUMC Basın Bülteni, “Avrupa Birliği’nde Müslümanlar: Ayrımcılık ve
Đslamofobi”, <http://fra.europa.eu/fra/material/pub/muslim/EUMC-highlightsTR.pdf>, (erişim tarihi: 15.03.2008).
•
Human Rights Watch, World Report 2007,
<http://www.hrw.org/wr2k7/wr2007master.pdf>.
•
International Helsinki Federation for Human Rights, Report on “Intolerance
and Discrimination against Muslims in the EU, Developments since September
11”, March 2005.
ĐNTERNET KAYNAKLARI
•
“Avrupa Kültürlerarası Diyalog Yılı 2008”, Euractiv,
<http://www.euractiv.com.tr/ab-ve-turkiye/article/avrupa-kulturlerarasi-diyalogyili-2008>, (erişim tarihi: 31.03.2008).
•
“Fransa’da göçmenlerin işi daha zor”, ABHaber, 20.09.2007,
http://www.abhaber.com/haber_sayfasi.asp?id=18963, (erişim tarihi:
20.09.2007).
•
“Đngiltere’de Đslamafobi”, ABHaber, 25.08.2006,
<http://www.abhaber.com/haber_sayfasi.asp?id=12984>, (erişim tarihi:
11.06.2007).
245
•
Deveci Bozkuş, Y., “Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığıyla Mücadele Çerçeve
Kararı Onaylandı”, ASAM, 25 Nisan 2007,
<http://asam.org.tr/tr/yazigoster.asp?ID=1554&kat1=2&kat2=>, (erişim tarihi:
1 Mayıs 2008).
•
European Muslim Population,
<http://www.islamicpopulation.com/europe_islam.html>, (erişim tarihi:
04.02.2008).
•
Haluk Hepkon, “Đslamcı Terörün Kökenleri”, Radikal Gazetesi, 15 Nisan 2005,
<http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=ktp&haberno=3789>, (erişim
tarihi: 20.01.2008).
•
http://dosyalar.hurriyet.com.tr/fasizm/#, (erişim tarihi: 28.01.2008).
•
http://dosyalar.hurriyet.com.tr/fasizm/, (erişim tarihi: 27.01.2008).
•
http://electionresources.org/be/chamber.php?election=2007, (erişim tarihi:
27.01.2008).
•
http://electionresources.org/nl/house.php?election=2006, (erişim tarihi:
27.01.2008).
•
http://en.wikipedia.org/wiki/Danish_parliamentary_election,_2007, (erişim
tarihi: 28.01.2008).
•
http://www.interculturaldialogue2008.eu/
•
http://www.ntvmsnbc.com/news/429821.asp, (erişim tarihi: 28.01.2008).
246
•
ĐKV, Derinleşme (Deepening), <http://www.ikv.org.tr/sozluk2.php?ID=1058>,
(erişim tarihi: 23.03.2008).
•
Özcan, M., “Yeni Alman Göç Yasası, Türkler ve Đnsan Hakları Đhlalleri”, USAK
Stratejik Gündem, 14.07.2007,
<http://www.usakgundem.com/yazarlar.php?id=750&type=2>, (erişim tarihi:
28.01.2008).
•
Population Projections, 01.01.2002-01.01.2052,
<http://www.pio.gov.cy/mof/cystat/statistics.nsf/All/A6E3A543274C56A5C225
6E22002FA590/$file/POPULATION%20PROJECTIONS-2002-2052-EN210104.xls?OpenElement>, (erişim tarihi: 04.02.2008).
•
www.enar-eu.org
•
Yılmaz, F., “1970’lerin ‘Eurosclerosis’i 2000’li yıllarda Yine mi Salgın?”,
USAK Stratejik Gündem, 07.11.2007,
<http://www.usakgundem.com/yazarlar.php?id=828&type=24>, (erişim tarihi:
10.10.2008).
•
Yılmaz, F., “AB Bütünleşmesinin Olumsuzluklarını Kullanan Aşırı Sağ”, USAK
Stratejik Gündem, 11.02.2008,
<http://www.usakgundem.com/yazarlar.php?id=904&type=24>, (erişim tarihi:
11.02.2008).
•
Yılmaz, F., “AB’de Artan Yabancı Düşmanlığı: Günah Keçisi Göçmenler: Ya
Đçsel Faktörler?”, USAK Stratejik Gündem, 15.01.2008,
<http://www.usakgundem.com/yazarlar.php?id=883&type=24>, (erişim tarihi:
15.01.2008).
247
ÖZET
Avrupa Birliği, son yıllarda, yarım asırlık bütünleşme projesinin temel
değerlerini sarsan bir biçimde ırkçılık ve yabancı düşmanlığının artışına sahne
olmaktadır. ‘Farklılıklarda birliktelik’ sloganının kağıt üzerinde kalmasına neden
olan bu süreç, yalnızca ‘yabancı’lara zarar vermekle kalmayıp bütünleşmenin
geleceğini de tehlikeye atmaktadır. Bu nedenle ırkçılık ve yabancı düşmanlığı Birlik
düzeyinde kapsamlı bir mücadele anlayışını gerekli kılmaktadır. Bu çalışmasının
amacı, neden-sonuç analizine dayanarak, AB düzeyinde ırkçılık ve yabancı
düşmanlığı ile mücadele kapsamındaki girişim ve düzenlemelerinin etkinliğinin
irdelenmesidir. Bu çerçevede, öncelikle ırkçılık ve yabancı düşmanlığının
kavramsal, kuramsal ve hukuksal analizi yapılarak, ırkçılığın tarihsel süreç içinde
yaşadığı dönüşüm incelenmektedir. Mücadele kapsamındaki girişimlere perspektif
kazandırması amacıyla ırkçılık ve yabancı düşmanlığının ortaya çıkış ve yükseliş
nedenleri ikinci bölümde ele alınmaktadır. Çalışmanın üçüncü bölümü AB’nin
sorunla mücadelede kullandığı politika ve araçlara ayrılmış olup, AB düzeyli
mücadelenin etkinliğinin detaylı analizi son bölümde yapılmaktadır. Çalışmada,
AB’nin sosyo-ekonomik, kültürel, hukuki ve siyasi açılımları içine alan çok-boyutlu
bir mücadele yaklaşımını yönetmekte yetersiz kaldığı savunulmaktadır.
Anahtar kelimeler: Avrupa Birliği, ırkçılık, yabancı düşmanlığı, mücadele,
küreselleşme, bütünleşme, göç, aşırı sağ.
ABSTRACT
European Union has recently experienced a sharp increase in racism and
xenophobia to the detriment of the fundamental principles of the EU integration
project. This process deals a blow to the mentality of ‘unity in diversity’ by
excluding the foreigners in the EU as well as it endangers future of the integration.
Thus, there is a need of an EU-based approach to combat racism and xenophobia. In
this sense, the primary aim of this thesis lies in possible contribution to the need of
bringing up the issue together with its reasons so as to bring out an efficient solution
in terms of combat racism and xenophobia. Firstly, transformation of the concepts
of racism and xenophobia is under discussion by making conceptual, cognitive and
legal analysis. The reasons behind the emergence and increase in racism and
xenophobia are analyzed in the second part. Whereas the third part of the thesis
examines the EU policies related to racism and xenophobia, the effectiveness of its
policies forms the subject of the last part. The main argument of the thesis is that
the EU remains far away from managing a multi-dimensional approach including
socio-economic, cultural, legal and political basis in order to combat racism and
xenophobia.
Key words: European Union, racism, xenophobia, combating, globalization,
integration, migration, far-right.
ÖZET
Yılmaz, Fatma, Avrupa Birliği’nde Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı ile Mücadele,
Yüksek Lisans Tezi, Danışman: Doç. Dr. Mehmet Özcan, 247 s.
Avrupa Birliği, son yıllarda, yarım asırlık bütünleşme projesinin temel
değerlerini sarsan bir biçimde ırkçılık ve yabancı düşmanlığının artışına sahne
olmaktadır. ‘Farklılıklarda birliktelik’ sloganının kağıt üzerinde kalmasına neden
olan bu süreç, yalnızca ‘yabancı’lara zarar vermekle kalmayıp bütünleşmenin
geleceğini de tehlikeye atmaktadır. Bu nedenle ırkçılık ve yabancı düşmanlığı Birlik
düzeyinde kapsamlı bir mücadele anlayışını gerekli kılmaktadır. Bu çalışmasının
amacı, neden-sonuç analizine dayanarak, AB düzeyinde ırkçılık ve yabancı
düşmanlığı ile mücadele kapsamındaki girişim ve düzenlemelerinin etkinliğinin
irdelenmesidir. Bu çerçevede, öncelikle ırkçılık ve yabancı düşmanlığının
kavramsal, kuramsal ve hukuksal analizi yapılarak, ırkçılığın tarihsel süreç içinde
yaşadığı dönüşüm incelenmektedir. Mücadele kapsamındaki girişimlere perspektif
kazandırması amacıyla ırkçılık ve yabancı düşmanlığının ortaya çıkış ve yükseliş
nedenleri ikinci bölümde ele alınmaktadır. Çalışmanın üçüncü bölümü AB’nin
sorunla mücadelede kullandığı politika ve araçlara ayrılmış olup, AB düzeyli
mücadelenin etkinliğinin detaylı analizi son bölümde yapılmaktadır. Çalışmada,
AB’nin sosyo-ekonomik, kültürel, hukuki ve siyasi açılımları içine alan çok-boyutlu
bir mücadele yaklaşımını yönetmekte yetersiz kaldığı savunulmaktadır.
Anahtar kelimeler: Avrupa Birliği, ırkçılık, yabancı düşmanlığı, mücadele,
küreselleşme, bütünleşme, göç, aşırı sağ.
ABSTRACT
Yılmaz, Fatma, Combating Racism and Xenophobia in the European Union, Master’s
Thesis, Advisor: Assoc. Prof. Mehmet Özcan, 247 p.
European Union has recently experienced a sharp increase in racism and
xenophobia to the detriment of the fundamental principles of the EU integration project.
This process deals a blow to the mentality of ‘unity in diversity’ by excluding the
foreigners in the EU as well as it endangers future of the integration. Thus, there is a
need of an EU-based approach to combat racism and xenophobia. In this sense, the
primary aim of this thesis lies in possible contribution to the need of bringing up the
issue together with its reasons so as to bring out an efficient solution in terms of combat
racism and xenophobia. Firstly, transformation of the concepts of racism and
xenophobia is under discussion by making conceptual, cognitive and legal analysis. The
reasons behind the emergence and increase in racism and xenophobia are analyzed in
the second part. Whereas the third part of the thesis examines the EU policies related to
racism and xenophobia, the effectiveness of its policies forms the subject of the last part.
The main argument of the thesis is that the EU remains far away from managing a
multi-dimensional approach including socio-economic, cultural, legal and political basis
in order to combat racism and xenophobia.
Key words: European Union, racism, xenophobia, combating, globalization, integration,
migration, far-right.
Download