Savaş ve Siyasal Şiddette Hafıza ve Toplumsal Cinsiyet Genç Araştırmacılar Konferansı 25-27 Nisan 2014 Sabancı Üniversitesi Karaköy Minerva Han, İstanbul, Türkiye http://myweb.sabanciuniv.edu/genderconf/ 1 25 Nisan Cuma Sunum 09:30 – 09.45 Fuat Keyman, İstanbul Politika Merkezi Elif İrem Az & Marhabo Saparova (Düzenleme Komitesi) Açılış Paneli 09:45 – 11:15 Konuşmacı: Arlene Avakian, University of Massachusetts-Amherst Sunum ve Tartışma: Ayşe Gül Altınay (Sabancı Üniversitesi) & Andrea Petö (Central European University) Soykırım Hikâyeleri ve Suskunluklar: Travma Aktarımı, Direniş ve Hayatta Kalma Konularına Feminist Bir Bakış Travma hikâyelerinin gelecek kuşaklara aktarımı hem anlatıcının hem de anlatılanın mealine dair en başta bir farkındalığı olmasa dahi dinleyenin üzerinde güçlü bir etki bırakabilir. Travma yaşayanların travma deneyimlerini anlatmak istemelerine yol açan bir çok neden vardır. Mesela konu Ermeni soykırımı olduğunda, anlatıcılar yaşadıkları felakete dair süregiden inkârcılık ve suskunluğa karşı çıkmak için kendi gerçeklerini anlatmak zorunda hissediyor olabilirler. Büyükannem soykırıma dair "hikâyem" dediği şeyi daha ben gençken anlatmıştı bana. Ancak anlattığı şey psişemde uzunca yıllar yer etmesine rağmen, otuzlarıma gelene kadar ben onu aslında hiç “duymamışım.” O günden beri, büyükannemin bana anlatmak zorunda hissettiği her şeyi duymaya çalışarak, hikâyeye dönüp duruyorum. Hikâye halen tutarlı, ama benim duyduklarım ben duygusal, düşünsel ve siyasal olarak değiştikçe değişiyor. Bu konuşmada sessizlikleriyle beraber büyükannemin hikâyesini feminist, metinsel ve psikolojik bir bakış açısından, anlatıcı ve dinleyici arasındaki etkileşime özen göstererek inceleyeceğim. Bu sırada cevaplanması mümkün olmayan birçok soruyu da gündeme getireceğim. Arlene Avakian, profesör ve University of Massachusetts Amherst’teki Kadınlar, Toplumsal Cinsiyet ve Cinsellik Çalışmaları bölümünün kurucusu ve eski başkanıdır. Lion Woman’s Legacy: An Armenian American Memoir (Aslan Kadının Mirası: Bir Ermeni Amerikalı’nın Anıları) (1992) adlı kitabın yazarı, Through the Kitchen Window: Women Explore the Intimate Meaning of Food and Cooking (Mutfak Penceresinden: Kadınlar Yemeğin ve Yemek Pişirmenin Mahremiyetini Araştırıyor) (1997) kitabının ise derleyicisidir. From Betty Crocker to Feminist Food Studies: Critical Perspectives on Women and Food (Betty Crocker’dan Feminist Yiyecek Çalışmalarına: Kadınlar ve Yemeğe Eleştirel Bakışlar) (2005) ve African American Women and the Vote 1837-1965 (Afrikalı Amerikan Kadınlar ve Oylar, 1837-1965) (1997) adlı kitapların da derlemesine katkıda bulunan Avakian bu sürede birçok makale kaleme almıştır. Savaş, Soykırım ve Toplumsal Cinsiyet 11:30 – 13.15 Andrea Petö, Central European University Toplumsal Cinsiyet ve Travmanın Kuşaklararası Geçişi Kalina Yordanova, University College London, İngiltere [email protected] Yirminci yüzyıl savaş, soykırım ve diğer siyasal şiddet formlarının yüzyılı oldu. Peki insanlar şiddet anılarını nasıl hatırlıyor, anlatıyor ve aktarıyor? Bu çalışma, kültürel antropoloji ve psikoanaliz alanındaki çalışmalardan yararlanarak ve toplumsal cinsiyete odaklanarak Bosna Hersek’teki ebeveynlerin çocuklarına savaş deneyimlerini aktarma sürecini incelemektedir. Ebeveyn-çocuk 2 ilişkisinin en özel noktalarına dokunarak tüm aile bireyleri ile uzun ve derinlemesine bir araştırma gerektirdiğinden, bu konu diğer savaş ile ilgili konulara kıyasla daha az çalışılmıştır. Bunun dışında, çalışmada Yugoslavya sonrası ortam öncelikle siyasi ve tarihi bir perspektifle incelenmiştir, bu durum da psiko-sosyal bir konunun etnik ve dini altyapıdan bağımsız olarak derinlemesine ele alınmasını zorlaştırmaktadır. Makale, travmatik olanın ebeveynden çocuğa süregelen bir savaş anlatımıyla değil, çoğunlukla sözsüz olarak gerçekleşen sembolik bir değiş tokuş aracılığıyla aktarıldığını öne sürmektedir. Bu süreç, anlamın yoğunlaştırma ve yer değiştirme mekanizmaları aracılığıyla sembolik bir formda iletildiği ve açık içeriğin çözülmesini gerektiren rüya çalışmalarına benzemektedir. Bosna ve Hersek’teki savaştan sonra hayatta kalan ailelerde bu geçiş için en yaygın sembolik platform hastalık, şikayet, kendine zarar verme, savaşla ilgili şakalar ve sanattır. Diğer taraftan, geçmişin yeniden inşasında toplumsal cinsiyet boyutu söz konusudur. Bunun sebebi savaşta kadın ve erkeklere farklı roller biçilmiş olmasıdır. Kadınların gündelik yaşamda eve su ve yiyecek sağlama, çocuklara bakma ve iş bulmak için göç etme görevleri ile belirlenen savaşta hayatı devam ettirme konumları erkeklere göre daha çok süreklilik gösteren bir savaş anlatısıdır. Erkeklerin mağdur, tanık ve fail perspektifleri arasında sürekli geçiş yapmaları ve savaş alanında korkuya maruz kalmaları ile belirlenen muğlak konumları parçalı ve seçici bir geçmişe neden olmaktadır. Buna ek olarak, ikinci jenerasyonun tarihi yeniden inşası babalarının savaşta yapmış olabileceği suçlar ve annelerinin yaptığı fedakarlıkları temelinde şekillenmektedir. Bu tahayyül çocuktaki cezalandırıcı ve düzenleyici baba metaforuna meydan okumaktadır. Bu durum savaş sonrası Bosna ve Hersek’te ailede babanın eksikliği sonucu bir dışsal otorite arayışında güçlü bir dindarlığın nasıl geliştiğini kısmen açıklamaktadır. Bu makale, Bosna ve Hersek’te 2012 yılında görüşmecilerin anadilinde yapılan derinlemesine mülakatlar, aileler içinde yapılan katılımcı gözlemcilik ile çocukların çizimlerinin incelenmesi metotlarını içeren nitel bir çalışmayı temel almaktadır. Hedef grubu farklı etnik ve dini geçmişe sahip olan ve savaştan sağ kurtulmuş 30 ailenin, 5.5 ve 15 yaşları arasındaki, savaşın ilk elden tanığı olmayan fakat ebeveynlerden bir saat uzak kalabilecek büyüklükte çocuklardır. Hegemonik Erkeklik Burcu Albayrak, Abant İzzet Baysal Üniversitesi, Türkiye [email protected] Bu çalışma, 16-30 Eylül tarihleri arasında bulunduğum Bosna’nın Saraybosna ve Zenica illerinde, 1992-1995 yılları arasında yaşanan savaşta aktif olarak rol almış 20 erkek ve 10 kadın ile yapılan görüşmeleri baz almaktadır. Bu çalışmanın amacı, yarı-yapılandırılmış mülakatlar ve etnografik çalışmaya dayanarak savaş ve soykırım söyleminin hegemonik maskulinite üzerinden nasıl kurgulandığını analiz etmektir. Bosna savaşı kimi yerlerde “ağır soykırım” olarak adlandırılmaktadır. Soykırıma ağır sıfatının yakıştırılmasının iki önemli nedeni bulunur. Bunlardan ilki savaşta birçok insanın hayatını kaybetmesi, diğeri ise gelecek nesillerin doğrudan etkilenmesidir. Buna paralel olarak Lahey’de Bosna’daki soykırım ‘insanlığa karşı işlenen suç’ tanımını almıştır. Bu bağlamda, savaşın üzerinden neredeyse 20 yıl geçmesine rağmen Bosna’da savaşın sürdüğü söylenebilmektedir. Savaştaki bu durum bir tür hiyerarşik erkeksel bir pratiği göstermektedir. Soykırım ve toplu tecavüz hegemonik erkekliği üreten savaşta hiyerarşinin altında kalan kesimlerin yok olması olarak görülmektedir. Bu bağlamda savaşta kadınların katledilmesi, tecavüze uğraması ise utanç verici ancak bir tür erkek-egemen oyunun sonucu olarak görülmektedir. Buna karşılık savaşa katılmayan erkekler ise tam olarak erkek olarak görülmemektedir. Cinsel saldırı tarih boyunca pek çok savaşta kullanılmış bir strateji olmasına rağmen Bosna’da bu durum farklı kodlar barındırmaktadır. Erkek egemen ideolojide bebeğin etnisitesi babasınınkine benzer. Bosna’da da Sırp askerler ve paramiliter gruplar tecavüzleri gerçekleştirirken doğacak olan çocuklara, büyüyünce annelerini öldürecek ‘küçük Çetnikler” ve “Sırp askerler” isimlerini vermişlerdir. O zamanlarda doğan çocuklar şimdilerde neredeyse 20 yaşındalar. Annelerini öldürmek beklentisi biraz ütopik görünse de, tecavüz çocuklarının akıbeti hakkında iyi şeyler söylemek oldukça güçtür. 3 Boşnak aile yapısında kadın, masumiyet ve onuru temsil eder. Tecavüzler sonucu kendilerini onuru kırılmış ve masumiyetini yitirmiş hisseden kadınlar, dünyaya getirmek zorunda kaldıkları çocuklarını kabullenememiş, bir kısmı ise kendi kabul etse de ailesine kabul ettirememiştir. Pek çok evlilik sonlandığı gibi dünyaya gelen çocukların bir kısmı esirgeme yurtlarına diğer kısmı da sokaklara bırakılmıştır. Savaşın akabinde yaşanan travmalardan bahsetmek, tecavüzleri hatırlatmak zorken; şimdilerde savaş kadınları cesaretlerini toplamış durumdalar. Pek çok feminist kuruluşun (Savaş karşıtı kadınlar, siyah giyen kadınlar…) yardımıyla savaş mağduru kadınlar tecavüzcüleri ile yüzleşip, onların cezasını çekmesi için uğraş veriyor. Kadınların durumlarıyla barıştıklarından ya da savaşı unuttuklarından bahsetmek pek mümkün olmasa da özellikle bu feminist derneklerin baskısıyla ailelerinin ve geleceklerinin katillerinin Lahey’ e ulaştırılması konusunda umutlular. Zaten ne şehirler ne de insanlar yaşanan hiçbir şeyin unutulmadığını müzeleriyle, anıtlarıyla, anılarıyla hatırlatıyorlar. "Beyanat"tan Dışlanmak, KL-Auschwitz-Birkenau'da Fahişeliğe Zorlananlar Hakkında Eski Mahkumlar ve Kamp Görevlileri Tarafından Oluşturulan Söylemler Agnieszka Weseli, Bağımsız Araştırmacı, Polanya [email protected] Bu çalışmada, mevcut kaynakları ilk defa araştırma amacıyla kullanarak bir kurum olarak Puff (Almanca'da Genelev) ve fahişeliğe zorlanan insanlar hakkında toplanan ve arşivlenen "beyanatı" toplumsal cinsiyet, ulusal ve toplumsal köken, kamp içerisindeki işlev, hapsedilme sebepleri ve eski mahkumların kamptaki direniş hareketine mensubiyeti gibi açılardan yaklaşarak yorumluyorum. Kampta fahişeliğe zorlanma fenomenini değerlendiren "Beyanat" sahiplerinin bakış açılarını etkileyen farklı etmenleri inceliyorum. Beyanat sahiplerinin Puff ve zorunlu fahişeliğe dair anlatılarını kamp gerçekliğinde (diğer mahkumlara, kamp görevlilerine ve fahişeliğe zorlananlara göre) kendilerini bir yere oturtmak için nasıl kullandıklarının yanısıra onların bu konular hakkında yorum yaparken onyıllardır Polonya'da hüküm süren, cinsel şiddet mağdurlarının deneyimlerine özgü travma, aşağılanma, acı ve fahişeliğe zorlananların çektiği çile gibi unsurları dışarıda bırakan bir söylemi nasıl üretip idame ettirdiğiyle de ilgileniyorum. Savaş Dönemlerinde Erkeklik ve Kadınlık Hâlleri 14:15 – 16:00 Tartışmacı: Begüm Başdaş, Bilgi Üniversitesi Yeni Savaş Retoriklerinde Güçlenen Yeni Bir İmge: Çarpışan/Eşcinsel Erkeklik Çiğdem Akgül, Ankara Üniversitesi, Türkiye [email protected] Kürt Kimliğinin Toplumsal Evrimi Bağlamında Geleneksel Aileden Modern Bireye: Kürt Kadınının Toplumsal Değişim Dinamiklerinden Biri Olarak Çatışma Ortamı Ahmet Vedat Koçal, Dicle Üniversitesi, Türkiye [email protected] Kesinstiz biçimde son otuz yıldır, ancak Kürt sorununun yüz yılı aşan tarihi boyunca aralıklarla süregelen siyasal şiddet ve askerî çatışma ortamı, toplumun bir parçası olarak kadını da doğrudan etkilemekte, kadın kimliğini ve onun toplumsal işlevlerini başkalaşıma uğratan çok çeşitli etkenler üretmektedir. Kürt sorununun ürettiği siyasal şiddet ve askerî çatışma ortamının bir tarafı olarak Devlet’in tanımlamasında kadın, ayrılıkçı şiddet hareketinin propaganda ve eylem için ‘kullandığı’ çocuklar ve kadınlar ile ‘kandırılmış genç kızlar’ kategorileri içerisinde, evde kalıp ‘kadınlığının gereğini’ yapması gereken, böylece, geleneksel topluma özgü cinsiyet rolleri ışığında tanımlanmış, yani, toplumsallaşmamış ve siyasallaşmamış bir alt-kimlik biçimindedir. Çatışmanın diğer tarafında ise, 4 kadınlara özgü örgütsel birimler, hatta askerî birlikler kurulmakta, çatışmada ölen kadınlar, erkeklerden farklı, özel ve ayrıcalıklı bir kategoride anılmakta, bu haliyle kadın, salt bir savaşçı olarak yüceltilmekte, bu yolla, çatışmaya katılımda, feodal erkeklik algısının kamçılanmasında bir simge olarak kullanılmaktadır. Bunların dışında, çatışma ortamının her iki tarafının ortaklaştığı tanımlama ise, özellikle ‘Şehit Anneleri’ ve ‘Cumartesi Anneleri’ gibi örneklerle somutlanan, ‘oğullarının ölümünden acı çeken analar’ olma özelliğidir. Bu bakımdan, kadının, tarım toplumuna özgü geleneksel aile içerisindeki yeri ve rolüyle, bölgesel çatışma ortamı içerisindeki güncel ele alınış biçimleri arasında belirgin bir benzerlik olduğu söylenebilir. Sonuçta, çatışmanın taraflarının algısında ve bu yöndeki iddiaları karşısında, kadının ‘kadın’ olma özelliği dışında modern birey ve özgür yurttaş olarak ele alınıp alınmadığı, sorgulanmayı gerektirmektedir. Bu çalışmada, Kürt kadını kimliğinin, siyasal şiddet ortamı içerisinde ve onun aktörlerince ele alınış biçimlerinin eleştirel değerlendirmesiyle birlikte, temelde, tarım toplumundan modern kapitalist/kentli topluma ilerleyen sosyo-ekonomik değişim sürecinin göç, kentleşme, üretime katılmagelir üretme gibi alt-yapısal etkenleri karşısında gösterdiği değişimin nedenleri ve sonuçları üstünde durulmaktadır. İkinci İntifada Döneminde Filistinli Kadın İntihar Eylemleri: Toplumsal, Kültürel Sosyalleşme ile Güvenlik ve Şiddet Sosyalleşmesinde Toplumsal Cinsiyet Sorunları Maria Alvanou, Kriminolog &Terörizm Uzmanı, Yunanistan [email protected] Filistin ve İsrail arasındaki çatışma, intihar saldırılarına katılan kadınları incelemek için bir fırsat sunuyor. İkinci İntifada döneminde Filistinli kadınlar intihar eylemleri düzenleme amacıyla Filistinli örgüt tarafından kullanıldı. Özellikle uluslararası kamuoyunun dikkatini çekmek için sonradan başarılı bulunmuş bir adımdı bu. Kadınların intihar saldırıları ve bu saldırıların aktörleri, örgütler ve geldikleri toplumlar içerisinde kadın ve erkek savaşçılar arasındaki eşitlik hakkında tartışmalara yol açtı ve korumacı ve şiddetsiz cinsiyet imajını sarstı. Filistin toplumunun ve İsrail-Filistin arasındaki çatışmanın kendilerine has (toplumsal, kültürel ve dinî) özellikleri ele alındığında, bu sunum silahlı mücadele bağlamında toplumsal cinsiyet ve şiddet hakkında ortaya çıkan bazı sorulara cevap aramayı hedeflemektedir. Ataerkil toplum düzeni, kadınlıkla ilgili basmakalıplar ve güçlü bir toplumsal model oluşturan anneliğin oluşturduğu bir arka planda kadınlar nasıl böyle bir tercih yapıyorlar? İsrail-Filistin çatışmasındaki gündelik şiddet koşullarında intihar şiddetine sosyalleşmede kadınlığın rolü nedir? Kadın bedeni ve kadın bedeninin bir silah olarak kullanılması Filistinli örgütler ve İsrail güvenlik güçleri tarafından stratejik açıdan nasıl değerlendiriliyor? Uluslararası kamuoyunun kadın intihar saldırıları hakkındaki genel algısı ve bu algının gerçeğe uygunluğu nedir? Kadınların intihar eylemlerine katılması Filistin toplumunda özgürleşme anlamına mı geliyor? Çatışma Sonrası Türkiye’de İşlenmiş Bedenler: “Güzelliğin” Cinsiyetlendirilmiş Kavramları ve Uygulamaları Esin Düzel, University of California San Diego, ABD [email protected] Kürdistan İşçi Partisi (Partiya Karkeren Kurdistan-PKK) ve Türk ordusu arasındaki 30 yıl süren çatışma sona doğru yaklaşırken, bilim adamları ve kamu oyu savaştan zarar görmüş toplumların tekrar hayatlarını nasıl kurabilecekleri hakkında tartışmaları sürdürmekteler. Bu bağlamda, onarmaya/zararı karşılamaya dair bakış açıları çatışmanın cinsiyetlendirilmiş tecrübelerini yeterince ele almadan gelişmekte. Bu çalışma, Türkiye’de çatışmanın iki döneminde yer alan “güzellik” kavramı çerçevesinde gelişen toplumsal cinsiyet ideolojilerinin izini sürmektedir. İlk olarak, 1990’larda yoğun savaş dönemi hakkındaki Kürt milliyetçi anlatıları ve sözlü tarih anlatılarında cinsellikten arındırılmış beden politikalarını incelemektedir. İkinci olarak, Türkiye’nin Güneydoğusunda Kürtlerin çoğunlukta yaşadığı bir şehir olan Diyarbakır’da yakın zamanda toplanan etnografik verilere dayanarak, bu makale 5 toplumsal ve siyasi ortamlarda şekilendirilmiş “güzellik” kavramının ortaya çıkışını araştırmaktadır. Sonuç olarak, Kürt cinsiyet ideolojilerindeki süreklilikleri, değişimleri ve yenilikleri özetleyen bu araştırma çatışma sonrası yeniden yapılanma süreçleri için önerilen “güzelliğin” nasıl değişik şekillerde algılandığını tartışmaktadır. Kimin Adaleti, Kimin Barışı? 16:15 – 18:00 Tartışmacı: Fuat Keyman, İstanbul Politika Merkezi Uyuşmazlık Dönüşümü Sürecinde Toplumsal Cinsiyet ve Kalkınma: Irak Kürdistan Bölgesi üzerine Düşünceler Katherine Ranharter, University of Exeter, İngiltere [email protected] Doktora tezim kapsamında uyuşmazlık dönüşümü dönemindeki politikaların toplumsal cinsiyetini ve farklı politikaların (toplumsal cinsiyet perspektifi bulunan ve bulunmayan politikalar) uyuşmazlığın dönüşümündeki ve toplumdaki etkilerini inceliyorum. Irak’taki Kürdistan bölgesine yoğunlaşan saha çalışmam kapsamında, şu anki hükümetin çalışmalarının genelde topluma ve özelde bölgedeki kadınların kalkınmasına olan etkileri üzerine nitel görüşmeler gerçekleştirdim. Böylece toplumsal cinsiyeti perspektifine alan ve almayan politikaların uyuşmazlık dönüşümüne ve bölgedeki uyuşmazlık potansiyeline ne gibi etkileri olduğunu araştırdım. Yaptığım araştırma toplumsal cinsiyet çalışmaları ile uyuşmazlık ve barış çalışmaları alanlarına girmektedir. Amacım her iki alanın birbiriyle olan ilişkisinin önemini toplumsal cinsiyet perspektifi ile yapılan politikaların kriz bölgeleri ve insanlarının kalkınmaları üzerindeki etkilerini inceleyerek göstermektir. Bununla beraber, bu araştırma uyuşmazlık dönüşümünde toplumsal cinsiyet odaklı politikaların tam anlamıyla gerçekleşmediğini göstermektedir. Araştırmanın yeniliği çalışmanın yapıldığı bölgeden kaynaklanmaktadır. Her ne kadar uyuşmazlık çözümündeki toplumsal cinsiyet odaklı politikaların topluma etkisi zaten görece yeni bir fikir iken, Kürdistan bölgesinde araştırılması ilk kez yapılmaktadır. Ayrıca Irak’taki Kürdistan bölgesi tarihinde ilginç bir dönemi geçiriyor ve gelecekte benzer süreçler geçirebilecek bölgelere bir örnek teşkil ediyor olsa da, bu bölge hakkında yapılan çalışmalar azdır ve hâlihazırdaki çalışmaların toplumsal cinsiyet odağı yoktur. Ayrıca, toplumsal cinsiyet politikalarını araştırmak bölgedeki liderlerin kadın ve toplumsal cinsiyet konusunu ön sıralara koymalarından dolayı da önemlidir. Liderlerin sözlerinin tutulup tutulmadığı araştırmanın değineceği diğer bir unsurdur. “Kadın, Barış ve Güvenlik” Çerçevesinin Tehlikeleri: Uyuşmazlık Sonrası Şiddetin Toplumsal Cinsiyeti Diyaloğunda Eksik LGBTQ Sesler Jamie J. Hagen, University of Massachusetts Boston, ABD [email protected] Birleşmiş Milletler (BM) kalkınma raporlarında ve BM 1325 ve 1820 kararlarını uygulamaya çalışan sivil toplum kuruluşlarında, kadın ve toplumsal cinsiyet genellikle birbiri yerine kullanılan kelimelerdir. Bu kararlar, “kadın, barış ve güvenlik” çerçevesinde oluşturulmuştur ve cinselliği ve toplumsal cinsiyeti nedeniyle marjinalize edilen diğer bireyleri (LGBTQI ve var olan toplumsal cinsiyet kalıplarına uymayan bireyler) unutmuştur. Amaç kadınları barış masasına getirmek ve uyuşmazlık sonrası dönemlerde toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamak olsa da, “kadın, barış ve güvenlik” dili toplumsal cinsiyeti ele alan ama sınıfı ele almayan çerçevesiyle sorunlu bir başlangıç yaratmaktadır. Bu anlatımı kaydırmak adına bir potansiyeli ele almak istiyorum: kuir teorisyen Judith Butler ve etikçi Carol Gilligan tarafından anlaşılan toplumsal cinsiyet sorusunu incelemek hâlihazırdaki çerçevede nasıl bir değişim meydana getirir? Fiona Robinson ve Carol Gilligan’ın bakım etiğindeki (ethics of care) normatif etik teorisinde varolan insan 6 güvenliği yaklaşımından hareketle, toplumsal cinsiyete daha dikkatli bakmanın uyuşmazlık sonrası yapılan müdahaleleri nasıl geliştirdiğine bakmak istiyorum. Gilligan feminist bakım etiğini (ethics of care) son dönemde yapılan bir röportajda şu şekilde açıklıyor: “Feminist bakım etiği ataerkinin yapısında var olan adaletsizliklere (önem vermenin insanlarla değil kadınlarla özdeşleştirilmesi, önem işinin kadınsılaştırılması, önemi adalete tali hale getirmek – özel bir sorunluluk ya da kişilerarası ilişkiler) karşı direniş etiğidir. Feminist ethics of care patriarkadan özgür demokrasiye tarihsel mücadeleye rehberlik eder; demokratik bir toplumun etiğidir, patriarkal kurum ve kültürleri yapısallaştıran toplumsal cinsiyet ikiliklerinin ve hiyerarşilerin ötesine geçer. An ethics of care insanın yaşamını sürdürmesi ve global toplumun oluşması için anahtardır.” (http://ethicsofcare.org/interviews/carol-gilligan/) Gilligan’nın feminist etiğini Judith Butler’ın erkeklik üzerine çalışmasıyla birleştirmek, toplumsal cinsiyet odaklı feminist yaklaşımın daha derin ele alınmasının, uyuşmazlık sonrasında kadın, erkek ve LGBTQI topluluğunun hepsinin güvenlik ihtiyaçlarını karşılamak için uğraşan sivil toplum kuruluşlarının yanıtlarını nasıl etkileyeceğini ele almak adına önemli bir nokta teşkil etmektedir. Kadınlar için yapılan BM 1325 ve 1820 kararlarının uyuşmazlık sonrası barışı inşa etme, koruma ve gerçekleştirmesini incelemede kullanılan şu anki ekonomik, sosyal ve politik göstergeler üzerinden, toplumsal cinsiyet bazlı şiddeti derleyen yazılı ve sözlü anlatıların LGBTQ topluluğunun deneyimlerini dışlayarak, nasıl kasıtsız sessizlikler yarattığını inceleyeceğim. Araştırmada incelenecek diğer sorular şunlardır: Kadın ve toplumsal cinsiyet kavramını birbirinin aynı anlamda kullanmanın yarattığı sorunlar nelerdir? BM 1325 kararlarını uygulayan ve denetleyen sivil toplum kuruluşları LGBTQI topluluğunda varolan toplumsal cinsiyeti hesaba katıyor mu? Sivil toplum kuruluşunun çalıştığı topluluklarda tanımlanan erkekliğin analizi mevcut mu? Kesişimselci bir Yaklaşım: Çatışma ile Bağlantılı Cinsel Şiddetin Erkek Mağdurlarını Birleşmiş Milletler’in Tanıması Yolunda Atılan İlk adımlar Ellen Gorris, Uluslararası Hukukçular Komisyonu (stajyer) [email protected] “Görünmez Mağdurlar: Erkekler arası Tecavüz ve Silahlı Çatışmada Erkeklere Uygulanan Diğer Cinsel Şiddet Şekilleri” adlı yüksek lisans tezimde, savaş zamanı cinsel şiddet ile ilgili yasal çerçevede ve insan güvenliği çerçevelerinde görece sessiz kalan erkek mağdurların görünürlükleri, korunması ve konumlarını inceledim. Var olan durumda, görünen mağdurların “kadınlar ve kızlar” olduğu sonucuna ulaştım. “Kadınlar ve kızlar” yasalarda ve politika yapımında sıklıkla geçtiği hâlde, erkek mağdurlar dışlanmaktadır. Diğer taraftan birçok rapor savaş sırası cinsel şiddetin erkek mağdurlarının önemini dile getirmektedir. Kadın odaklı yaklaşım tanınmayan ve korunmayan erkek mağdurlar için sonuçlar doğurmaktadır. Hâlihazırdaki araçlar geleneksel toplumsal cinsiyet rollerini izlemektedir. Hegemonik erkeklik ve heteroseksüelliğin geleneksel kavramları dâhilinde, erkekler agresif failler kadınlar ise şiddet kullanmayan mağdurlar olarak resmedilmektedir. Görünen ve görünmeyen mağdurlar arasındaki ikilik, cinsiyet kimliği temellidir ve erkek tecavüz ya da başka çeşit cinsel şiddet mağdurlarının yapısal ayrımcılığa uğramasına neden olmaktadır. Bu durumun üstesinden gelmek ve daha kapsayıcı araçlar geliştirmek için toplumsal cinsiyet, toplumsal cinsiyet perspektifi ve toplumsal cinsiyet boyutu gibi kelimelerin kullanım ve anlamlarının yeniden kavramlaştırılması önerilmektedir. Cinsel şiddete yarattığı acıya maruz kalabilecek mağdurların birçok etnik veya dini mensubiyetleri olduğunu gören daha kesişimselci bir yaklaşım kullanılmalıdır. Şimdiki araştırmam Birleşmiş Milletler’in son politika aracı olan 2106 kararında erkek mağdurların ortaya çıkışını incelemektedir. Bu karar kadın, barış ve güvenlik ile ilgili 1325 kararını takip eden 5. karardır. 2106 kararı ilk kes cinsel şiddete uğrayan diğer mağdurları ele almaktadır. Anlatım kadın ve kızları daha çok etkilenenler olarak kurgulasa da, erkekler, oğlanlar ve diğer hedef haline gelen kişiler ve dolaylı mağdurları da kabul etmektedir. Bu, daha kesişimselci bir yaklaşıma doğru 7 atılan adımların ilkidir. Bu çalışmada, sivil toplum, akademi, medya ve İngiliz Hükümeti ve İngiliz Dış İşleri Bakanı William Hague (Angelina Jolie’nin katkılarıyla) ve BM Uyuşmazlıkta Cinsel Şiddet Özel Temsilcisi tarafından başlatılan Cinsel Şiddeti Önleme İnisiyatifi üzerine odaklanarak, erkek mağdurlar ile ilgili değişimin aktörlerini ortaya koymaktayım. Erkek ve oğlanların artan görünürlüğü her ne kadar pozitif bir gelişme ise de, acılarının çerçevelendirilmesi tamamen sorunludur. “Ama ayrıca” kullanımı ile bazı toplumsal cinsiyet temelli stereotipleştirme devam ediyor. Cinsel şiddet öncelikle kadın ve kızlara karşı yapılan bir durum olarak ele alınmakta ve erkekler ve oğlanlar ikincil mağdur olarak görülmektedir. Bu uzun dönem feminist politika için zararlıdır çünkü bu anlatılar kadınları zayıf ve kırılgan olarak kurgulamaya devam etmekte ve erkekliğe gelince zararlı ideolojiler geliştirmektedir. Hakikat Komisyonları ve Toplumsal Cinsiyet: Kimin Hakikati? Hülya Dinçer, Marmara Üniversitesi & Galatasaray Üniversitesi, Türkiye [email protected] Geçiş dönemi adaleti 20. yüzyılın son çeyreğinde gelişen, yüzleşme teması etrafında geçmişte siyasi iktidar eliyle işlenmiş suçlar ve ağır insan hakkı ihlalleri nedeniyle hesap verebilirliği, hakikatin açığa çıkarılmasını, mağdurlar için adil onarım ve tazmin yöntemlerini ve aynı ihlallerin gelecekte gerçekleşmesini engellemeye yönelik politikaları inceleyen bir alandır. Yaşanan şiddet ve ihlallerde devletin rolü ve sorumluluğunun ortaya çıkarılması ve resmi olarak kabul edilmesini, faillerin tespiti ve cezalandırılmasını ve toplumsal yüzleşmeyi merkeze alan geçiş dönemi adaleti politikalarında, gerek hakikat, adalet ve onarım arayışı gibi temel taleplerin işlenmesi gerekse bu taleplere cevap verecek mekanizmaların oluşturulması sırasında toplumsal cinsiyet temelli bir yaklaşım etkili olmamıştır. Hakikatinin tanınması ve hesap verilmesi talep edilen ihlaller ve temel alınacak hak kategorilerinin sınırlı bir biçimde tanımlanması özellikle kadınları hedef alan suçları kapsam dışı bırakmış; böylece kadınların inşa edilen mağdur kategorilerinden çoğunlukla dışlanmasına sebep olmuştur. Öte yandan geçmişle yüzleşme ve geçiş süreci adaleti mekanizmalarının oluşumunda, yapısında ve işleyişinde de kadınların temsiliyeti büyük ölçüde sağlanamamıştır. Bu tebliğin amacı, yoğun ve sistematik ihlallerin yaşandığı ülkelerde hakikat ve adalet arayışında başvurulan en temel mekanizmalardan biri olan hakikat komisyonlarının özellikle ‘hakikat anlatımı’ (truth telling) sürecinde, yani mağduriyet ve tanıklık anlatıları ışığında kişisel ve toplumsal hakikatlerin açığa çıkarılması sürecinde toplumsal cinsiyeti esas alan bir yaklaşımın etkili olup olmadığını incelemektir. Hakikat komisyonları çatışma ya da otoriter rejim deneyimi sonrasında hesap verebilirliği sağlama noktasında, bireysel faillere odaklanan ceza yargılamalarının kısıtlılığı karşısında mağdurların özgül deneyimlerini merkeze alan; bireysel suç kavramına odaklanmaktan ziyade ihlallere zemin hazırlayan toplumsal-siyasal bağlama da ışık tutan bir geçiş dönemi aracı olma iddiasındadır. Kimi zaman yaptıkları inceleme ve veri toplama sonucunda yargılamalara, hukuki reform ve tazminat politikalarına yön verecek yetkilere de sahip olan komisyonlar, bu çok katmanlı ve esnek hakikat süreciyle, geçmişte yaşanan haksızlıkların ve gelecekteki tazmin ve telafi imkanlarının özgürce tartışılabildiği yeni bir kamusal müzakere alanı yaratılmasının aracı olarak kabul edilmektedir. Oysa fail-mağdur karşıtlığına bağlı dar legalizme hapsolmama ve olabildiğince çeşitli topluluk ve bireylerin deneyim zenginliğini kapsayarak görünür kılma iddiasında olsa da hakikat komisyonları özellikle kadınların şiddet deneyimlerini ihmal etmiş; bu toplumsal cinsiyet körü bakış, insan hakları ihlallerini esas olarak erkek deneyimlerine ayrıcalık tanıyan bir mercekten ele almıştır. Her ne kadar Peru, Doğu Timor, Sierra-Lione’de olduğu gibi az sayıda Komisyon incelemele raporunda çokboyutlu bir toplumsal cinsiyet analizine yer vermiş olsa da, genel olarak komisyonlar siyasi şiddetin kadınlar üzerindeki önemli özgül etkilerini inceleme dışı bırakmıştır. Hakikati ortaya çıkarma ve verilendirme süreci çoğunlukla ‘en temel insan hakları’ veya ‘en ağır insan hakkı ihlalleri’ kategorileri temelinde dışlayıcı bir ihlal hiyerarşisi oluşturmuştur. Yaşam hakkı, beden bütünlüğü ve kişi özgürlüğüne odaklanan bu kategoriler geleneksel olarak işkence, kayıplar, faili meçhul cinayetler, yargısız infazlar ve haksız tutuklamalar gibi en ‘temel’ medeni/siyasi hakları merkeze almaktadır. Hukukun yaslandığı özel/kamusal ayrımının geçiş dönemi adaleti pratiklerini de belirlediği bu çerçeve içinde kadınları hedef alan ihlaller özel alan/ev içinde kaldığı kabulüyle ‘olağanlaştırılmakta’ ve işkence, yargısız infaz 8 gibi şiddetin ‘olağanüstüleştiği’ alana dahil olamamaktadır. Bunun sonucunda, feministlerin çabasıyla nihayet kabul gören bir ihlal haline gelen cinsel şiddet dışında kalan ihlaller, örneğin özellikle kadınlar üzerinde yoğun etki yaratan zorunlu yerinden edilme ve göçün yarattığı ekonomik ve sosyal hak ihlalleri dışlanmaktadır. Bu tebliğde, hakikat komisyonları üzerine toplumsal cinsiyet perspektifinden yapılan incelemeler ışığında, geçmişte yaşanan siyasal şiddet dönemlerine ilişkin resmi tarih karşısında madunların hakikatinin inşası sırasında kadınların deneyimlerinin nasıl marjinalleştirildiğine ve kadın hakikatlerinin hangi araçlarla görünmez kılındığına bakılacaktır. 26 Nisan Cumartesi Post-Hafıza ve Toplumsal Cinsiyet 09:30 – 11:15 Tartışmacı: Leyla Neyzi, Sabanci Üniversitesi Suskun Sesler: Kırgız Kadınlar, "Büyük Vatanseverlik Savaşı" ve Cengiz Aytmatov'un Erken Dönem Eserlerinde Post-Hafıza Gulzat Egemberdieva, Toronto Üniversitesi, Kanada [email protected] “Stalingrad'dayız ve Almanlar çok yakın. Hâlâ hayattayız, kim bilir daha ne kadar?” Bu cümleler Mansur tarafından Kuzey Kırgızistan'da Ichke Suu adlı bir dağ köyünde yaşayan annesi Tyrmaktai'ye yazılmış. Tyrmaktai benim büyük büyükannem. Ölene kadar Mansur'un mektubunu üzerinde taşımış. Bu çalışma dağılan Sovyetler Birliği'nin birçok yerinde olduğu gibi Kırgızistan'da hâlen kutlanmaya devam eden “Büyük Vatanseverlik Savaşı”nın “menzili dışında kalarak” travma yaşayan, hikâyelerini anlatamayan Tyrmaktai gibi kadınların seslerini bulup sizlere ulaştırmaya çalışıyor. Laura S. Brown'ın (“Not Outside the Range: On Feminist Perspective on Pyschic Trauma,” American Imago, Spring 1991) ilham verdiği feminist bir bakış açısıyla, Kırgız yazar Cengiz Aytmatov'un erken dönem eserlerinde belki kendisinin icat etmediği, ama hayata getirdiği Tyrmaktai gibi kadınların “gündelik ve sinsi travması”nı inceliyor. Aytmatov'un eserlerinde kurmaca ve yaşam daima iç içedir ve ana karakterlerin arasında kadınlar bulunur. Aytmatov'un babası Stalin döneminde “Büyük Temizlik”in kurbanı olmuş, annesi ise kocalarını, erkek kardeşlerini, babalarını ve oğullarını kıtlığın kavurduğu Orta Asya topraklarında kaybeden sayısız kadının kaderine katlanmak zorunda kalmıştır. Aytmatov'un Betme bet (Yüz Yüze) gibi ilk dönem hikâyelerinden birkaçı post-hafızanın bir neticesi olarak düşünülebilir. Yüz Yüze'de evine dönüp köyünün yakınında bir mağarada saklanan bir asker kaçağının hikâyesi anlatılır. Kaçağın karısı gündelik hayatın türlü meşakkatinin yanısıra, yeni doğmuş çocuğu ve hasta annesinin üzerine bir de kocasının sırrını taşımak zorunda kalır. Yüz Yüze'nin yayınlandığı zaman (1957) göz önüne alınırsa, öykünün sonunun “sosyalist gerçekçilik” akımına epeyce uygunluk gösterdiği söylenebilir. Zira aşkın vatanseverlik görevine boyun eğmesi gerektiğini anlayan kadın, kaçak kocasını güvenlik güçlerine teslim eder. Bu sonun başlı başına travmatik bir boyutu vardır. Aytmatov hikâyeyi Sovyetler Birliği'nin çöküşünden sonra tekrar kaleme almıştır. 1990 baskısının önsözünde Aytmatov'un açıkladığı (ya da belki de itiraf ettiği) üzere öyküye bir bölüm daha eklenmiş ve sonu değiştirilmiştir. Öykünün yeni halinde asker kaçaklığı bireye, ailesine ve görevin imkânsızlığına dair bir dram haline gelmiştir. Bu çalışma 1958'de, yani Yüz Yüze'den bir sene sonra yayınlanan Dzhamilia'nın incelemesiyle sona eriyor. Aragon'un bu metne “dünyanın en güzel aşk hikâyesi” demekte hakkı var. Dzhamilia'nın bir sene önce yayınlanan Yüz Yüze'ye gizli ve travmatik bir devam olarak yazılıp yazılmadığını merak ediyorum. Çünkü bu sefer kadın sevgilisiyle birlikte kaçarak sadece Büyük Vatanseverlik Savaşı'nın bir kahramanı olan kocasına değil, aynı zamanda Kırgız kültürünün örf ve âdetlerine de "ihanet" eder. Aytmatov'un bunu kendisinden kaçmak ve bir tür "retroaktif aktarım" ile kendisini yazar yapan kadınlarlara ses vermek için yaptığını iddia ediyorum. Beyaz Adamların Çocukları Yelda Başaran Usupbeyli, Paris 8 Üniversitesi, Fransa & Akdeniz Üniversitesi, Türkiye 9 [email protected] Günümüzde Fransız kadın sinemacılar hazırladıkları otobiyografik belgesellerde sıklıkla ailelerine dönerek geçmişlerini deşiyor, bir çeşit kimlik arayışına giriyorlar. Bu otobiyografik filmler elbette ilk bakışta kişisel ve dolayısıyla geniş izleyici kitlelerinin ilgisini çekmesi zor gibi gözüken bir konuyu dışa vurma ihtiyacı hisseden sinemacının özeliyle/mahremiyle ilintili. Ancak kişisel tarihin kolektif Tarih’le daima ilişki hâlinde olduğunu unutmamak gerekiyor. Aileyi, benliği tarihin öznesi olarak kurgulamaya yönelik tam teşekküllü çabaların önünde bulunan bir engel olarak ortaya koyan bu filmler Rousseau ve Goethe'ninki gibi bazı klasik metinlerce tanımlanan klasik Batı otobiyografik modeline uygunluk göstermiyor. Daha ziyade bu eserleri benliğin temsilleri üzerinden kültürel meselelerin araştırıldığı veya ortaya konulduğu otoetnografik itki örnekleri olarak düşünebiliriz. Catherine Russell “sinemacı, kendi kişisel tarihinin daha geniş toplumsal formasyon ve tarihsel süreçler tarafından kapsandığını anladığında otobiyografinin otoetnografyaya dönüştüğünü” belirtiyor. Otoetnografik sinemanın örnekleri olarak ise 1980 ve 1990'larda Amerika Birleşik Devletleri'nde ortaya çıkan deneysel otobiyografik eserleri gösteriyor. Burada ise belgesel filmlerden bahsedeceğimiz için, Michael Renov'un “Domestic Ethnography and the Construction of the 'Other' Self” (Domestic Etnografya ve “Öteki” Benliğin İnşası) makalesinde ortaya attığı "domestik etnografya" kavramına başvuracağım. Renov kavramı ve uygulamasını “benliği araştırmanın bir vasıtası, ailevi ötekiye dönerek öz-bilgiyi inşa etmenin bir yolu” olarak görüyor. Yani buna otobiyografik benlik araştırmasının etnografın başkalarının yaşamlarını belgeleme kaygısına eklemlendiği bir uygulama diyebiliriz. Vaka çalışması olarak Fransız bir anne ve Burkina Faso'lu bir babanın kızı olan Sarah Bouyain'in melez kökenlerini keşfettiği Les Enfants du Blanc (Beyaz Adamların Çocukları) filmini tahlil edeceğim. Film bir aile sırrını ifşa etmenin yanısıra bizlere sömürgeleştirmenin medenileştirici etkilerine dair unutulmuş bir boyutu gösteriyor. Bouyain'in büyükannesi Fransız bir sömürgeci ve Afrikalı bir kızın birlikteliğinden, şimdi Burkina Faso olan Yukarı Volta'da doğmuş. Yirminci yüzyılın ilk on yılında Fransız ordusu Bouyain'in büyükannesinin annesi gibi birçok Burkinalı Faso'lu kadının Fransız teğmenlerle birlikte olmasını şart koşmuş. Genellikle Fransız babaları tarafından terk edilen bu çocuklar özel olarak tesis edilen yetimhanelere yerleştirilmiş. Tarih kitapları bu yerli kadınların ve çocuklarının başına gelenlerden neredeyse hiç bahsetmiyor. Sarah Bouyain ise büyükannesinin tanıklığı üzerinden ait olduğu melez azınlığı keşfederek köklerine dair muammanın parçalarını bir araya getirmeye çalışıyor. Bu noktada post-hafıza Beyaz Adamların Çocukları'nda var olan geçişken otobiyografik unsurların tarifi için yararlı bir kavram olarak görülebilir. Zira Bouyain kendi kimlik oluşumunun doğrudan bir parçası olmayan başka bir hafızaya bağlanıyor. Hirsch'e göre “post-hafıza kendi doğumlarından önce olmuş olayların anlatılarının egemenliğinde büyüyen; kendi hikâyeleri sabık kuşağın ne anlayabildiği ne de yeniden yaşayabildiğii travmalarla yoğrulmuş hikâyeleri tarafından yerinden edilen insanların deneyimini” nitelemektedir. Sarah Bouyain bu filmde sadece kişisel ve ailevi hafızaya tarihsel bir mesele olarak yaklaşmakla kalmıyor, tarihi de kişisel bir mesele olarak ele alıyor. Buradan hareketle otobiyografinin sınırlarını geniş manada tanımlanmış bir tarihsel öznellik sahasına taşıyan Beyaz Adamların Çocukları'nın belgesel, otobiyografi ve kimlik mevzularına musibet olan tanımlama ve sınıflandırma krizine bir örnek teşkil ettiği düşünülebilir. Cinsiyetlendirilmiş Şiddeti Bosna-Hersek'teki Çatışmanın Post-Hafızası Üzerinden Okumak Lydia Cole, Aberystwyth Üniversitesi, İngiltere [email protected] Bu çalışmada Bosna-Hersek'teki cinsiyetlendirilmiş şiddetin hafızası ile onun evrilen post-hafızası arasındaki girift ve üretken ilişkiler konu ediliyor. Esas olarak post-hafıza kavramının hafıza ve posthafıza arasındaki rabıtayı kuramsallaştırmak suretiyle hafızalaştırma süreçlerinin toplumsal cinsiyetle ilişkisini araştırmak hususunda bizlere nasıl yardımcı olabileceğini sorguluyorum. Post-hafıza Marianne Hirsch'in ortaya attığı bir terim: kuşaksal mesafeyle hafızadan, derin ve kişisel bir bağlantı hissiyatıyla tarihten ayrılan, filmler, romanlar ve fotoğraf gibi yaratıcı araçlar tarafından dolayımlanan hafızaya işaret ediyor. Hirsch ve diğerleri bu kavramı, “Kadınlar nerede?”, “Kadınların seslerine 10 nereden erişebiliriz?” gibi feminist sorular yönelterek Holokost'un kolektif hafızasını oluşturmak üzere işe koşuyorlar. Ronit Lentin ise Femina Sacra: Gendered Memory and Political Violence (Femina Sacra: Cinsiyetlendirilmiş Hafıza ve Siyasi Şiddet) adlı eserinde bütün hafızanın zaten aslında post-hafızadan ibaret olup olmadığının üzerinde durarak kavramı sorguluyor. Her ne kadar Lentin'in hafızadan ne anladığımızı temelden sorunsallaştıran itirazı haklı olsa da ben burada kavramın başka bir yararı olduğunu öne süreceğim. Hafıza ve post-hafıza arasında bir ayrıma gitmek, doğrudan “felaketzede” sayılamayacaklar tarafından ortaya çıkarılan yaratıcı araçları çatışmanın kolektif hafızasının oluşturulmasına bir katkı olarak okumamıza cevaz veriyor. Bosna-Hersek'teki çatışmayla alakalı olarak gelişen yaratıcı araçlar ise post-hafıza ile eleştirel bir ilişkiye girmenin yararlı ve gerekli olduğunu gösteren bir alan. Çatışmanın son dönemlerinde ve hemen akabinde gazeteci ve akademisyenler Bosna-Hersek savaşında tecavüzün kullanımını belgelediler. Bütün bunlar mevcut çalışmama feminist bir zemin sağlamakta. O zamanlardan itibaren, çatışmaya dair birçok yaratıcı aracın ortaya çıkışını izledik. Bu çalışmada ise Drakulid’in ‘S – A Novel about the Balkans’ (S—Balkanlar Hakkında Bir Roman) adlı filmini ve Grbavica: Esma's Secret'ı (Grbavica—Esma’nın Sırrı) inceliyorum. Çatışma(daki cinsiyetlendirilmiş şiddet) hafızasının (yeniden) üretimi ile ilgili sorular sormak için bu filmleri bilhassa post-hafıza kavramının merceğinden süzerek değerlendiriyorum. Terimin analitik potansiyelini araştırmak ve cinsiyetlendirilmiş şiddetin post-hafızasının farklı öznellikleri nasıl inşa ettiğine dair sonuçlara varmak amacıyla post-hafıza teriminin sınırlarını zorluyorum. Bu esnada özellikle kuşak mesafelerinin ve annelik anlatılarının üzerine eğiliyorum. Üç bölümden oluşan bu çalışmada ilk olarak Hirsch'in post-hafıza kavramını, kavramın kullanım sahalarına dikkat çekerek ele alıyorum. İkinci bölümde her iki filmde de karşımıza çıkan, çatışma döneminin cinsel şiddet ortamında doğan çocukları sarmalayan anıları ve sessizlikleri değerlendiriyorum. Son kısımdaysa post-hafıza kavramını ve kavramın çatışmanın kolektif hafızası ile etkileşimlerini tartışıyorum. Trans* Seks İşçisi Anneler ve Kızları: İstanbul'daki Trans* Cemaatinin Sistematik Polis Şiddetine Karşı Mücadelesinde Hafıza Geçişinin Rolü Dilara Çalışkan, Sabancı Üniversitesi, Türkiye [email protected] Trans* kadınlar üzerine olan literatür daha çok ön yargı ve ayrımcılığın nasıl deneyimlendiğiyle ilgilenir. Yine konu ile ilgili olan rapor ve araştırmalar, trans* bireylerin nefret olaylarını nasıl deneyimlediği ve bu ayrımcı hareketlerin onların günlük hayatlarını negatif yönde nasıl etkilediği üzerine eğilir. Buna karşılık, yine tüm bu ayrımcı söylem ve davranışlar karşısında trans* bireylerin nasıl bir araya gelerek devam eden şiddet sarmallarına karşı direndiği ve bu direniş sırasında nasıl enstrümanlar kullandıkları ne yazık ki birçok araştırmada görülememektedir. Buna karşılık, bu araştırmanın amacı, trans* seks işçileri cemaati içerisindeki kurmaca anne- kızlık ilişkisine bakarak, bu ilişkinin iki jenerasyon arasındaki şiddet hafızası geçişi üzerindeki etkisine bakmaktır. Bunu yaparken, öncelikle hem "anneler", hem de "kızların" trans* olmak ile ilgili anlatılarını dinleyecek hem de farklı yaş grupları arasındaki hafıza geçişini, çok daha spesifik olarak Hortum Süleyman örneği üzerinden ele alırken, bu geçişlerin genç trans* bireylerin şiddete karşı olan dirençlerinde nasıl etkileri olduğunu tartışacağım. Son olarak bu kapsamda, Hortum Süleyman lakaplı 1996-1997 yıllarında Beyoğlu Emniyet Müdürü olan, farklı boyut ve renklerde olan hortumlarla yaptığı işkencelerle tanınan kişinin yarattığı şiddet hafızasını Marianne Hirsch'ün Post-Memory kavramı perspektifinden, bu kurmaca anne-kız ilişkisini merkeze alarak inceleyeceğim. Bu çalışma, İstanbul'daki trans* cemaati içerisindeki farklı ilişki dinamiklerine anne-kız ilişkisi özelinde bakmayı, bu ilişkinin hangi noktalarda önemli bir alternatif oluşturup hangi noktalarda yeniden üretim riski taşıdığını tartışırken; cemaat içerisindeki anne-kız ilişkisinin önemini postmemory kavramının lensinden, Hortum Süleyman örneğiyle tartışmayı amaçlamaktadır. Marianne Hirsch'ün gözünden trans* bireyler arasındaki bu ilişkiyi incelerken, annelerin Hortum Süleyman tarafından maruz bırakıldıkları benzeri pek de olmayan spesifik işkence türünün, kızlarının hafızasında nasıl bir yer edindiğine ve onların gelecekle ilgili kaygılarıyla ne tür bağlantılara sahip olduğundan bahsetmektedir. Bunların yanı sıra bu araştırma, cinsiyetçi şiddete karşı verilen büyük mücadelede 11 yeniden oluşturulan alternatif anne-kızlık ilişkisinin ve trans* cemaatindeki farklı jenerasyonlar arası hafıza geçişinin, sistematik şiddet ve sessizleştirme politikalarına karşı trans cemaati içerisinde nasıl bir rolü olduğunu tartışmaktadır. Sonuç olarak bu araştırma,30 yılı aşkındır sistematik şiddete maruz bırakılan trans* bireyler arasında oluşturulan farklı direnç mekanizmalarından biri olan anne-kızlık ilişkisine bakarken, sıklıkla trans* bireyleri sistemin “kurbanları” olarak temsil eden literatüre bir alternatif getirmeyi amaçlamaktadır. Farklı örgütlenmeler ve görünürlüğün arttırılması için verilen mücadelelerin yanı sıra, akademik alandaki temsil ve perspektifler hareketin geleceği için hayati önem taşımaktadır. Bu sebepten dolayı bu araştırma sistematik şiddete uzun yıllardır maruz kalan trans* cemaatinin global literatürdeki temsillerinin öznellikten uzak, pasif bireyler olmasına karşı çıkarken, cemaat dinamiklerinin ve onların günlük hayattaki rollerinin bireyler üzerindeki yansımalarının da ele alınması gerektiğine dikkat çekmektedir. Göç Anlatıları 11:30 – 13.30 Tartışmacı: Ayşe Parla, Sabancı Üniversitesi Kadınlar, Diyaspora ve Kimlik: İran’daki Afgan Mültecilerin Değişen Konumu Azadeh Sobout, Ulster Üniversitesi, İrlanda [email protected] Kimlik ve globalleşme üzerine şimdiye kadar yazılmış metinlerde, uzun süren mültecilik durumu, toplumsal cinsiyet, etnik köken ve dini kimliklerle bağlantılı olarak ele alınırken diyaspora ve ulusötesicilik kavramları merkezî bir önem taşır. Uzun süreli mültecilik ile ilgili araştırmaların çoğu mültecileri “pasif, savunmasız ve güçsüz” gösteren indirgeyici temsiller üzerine kurulmuştur. Oysa, kadın, erkek ve çocuk mülteciler toplumsal cinsiyet normları dolayısıyla, mülteci toplulukları içinde de farklılaşan deneyimlere sahiptir. Örneğin, savaş ve yerinden edilme eril deneyimler/ süreçler olarak algılandığından, kadınların diyasporaya katkısı çoğunlukla ya önemsizleştirilir ya da görmezden gelinir. Bu sunum, zorunlu göç üzerine feminist bir bakış açısıyla yapılmış çalışmalara dayanarak, zorla yerinden edilmelerin bir sonucu olarak toplumsal cinsiyet ilişkilerinin nasıl yeniden düzenlendiğine odaklanacaktır: İran’daki Afgan mülteci topluluklarında yaptığım saha çalışmasına dayanarak, zorunlu göçün geleneksel ataerkil normları nasıl güçlendirdiğini vurgulayacağım. Bunu yapmak için de Afgan mülteci kadınların,toplumsal cinsiyetlerinden dolayı sorumluluğu sayılan üretim, üreme ve diğer toplumsal işlerinin mültecilik deneyimlerinin neresinde durduğuna bakacağım. Bu araştırma feminist bir methodla yapılmıştır: Toplumsal cinsiyet merkezli bir analiz temel alınırken, kadınların farklı yaşam ve kadınlık deneyimleri dikkate alınır. Bu methodla, kadınların diyaspora deneyiminden fiziksel, psikolojik, ekonomik sosyal ve kültürel olarak nasıl etkilendikleri ortaya konmaya çalışılacaktır. Elliden fazla Afgan mülteci kadınla yapılan görüşmeler ve katılımcı gözlemler sonucu, toplumsal cinsiyet, diyaspora ve kimlik arasındaki karmaşık ilişkiler aydınlatılmaya çalışılmıştır. Kadınların sosyal, kültürel ve siyasi gelişimiyle ilgili bilgi ve belge toplama süreci, kadınlarla birlikte/ katılımcı bir şekilde yürütülmüştür. Diyasporada yaşayan kadınların hikâyelerinin çeşitliliği, araştırmanın etnik köken, din, yaş, sınıf ve coğrafî arka plana dayalı deneyimler ile sosyokültürel ve sosyoekonomik zorunlulukları görünür kılabilmesini sağlamıştır. Araştırma aynı zamanda Afgan kadın ve erkekler arasındaki dayanışma ilişkilerine vurgu yapmaktadır. Çünkü diyaspora yaşamı, toplumsal cinsiyet rollerinin yeniden düzenlenmesine sebep olmaktadır. Böylece araştırma, Afgan erkeklerin diyaspora yaşamının zorlu koşulları içerisinde erkekliklerini nasıl yeniden kurguladıklarına da değinmektedir. Bu çalışma son olarak, zorunlu göçün yarattığı “boşluk”ta, Afgan kadınların geleneksel kadınlık rollerini yeniden ve kendi yararlarına kurgulamak için kullandıkları stratejileri de görünür kılmaya çalışmaktadır. 12 Savaş, Şiddet ve Göçte Hafıza ve Toplumsal Cinsiyet: Güncel Güney Asya Siyaseti ve Hindistan’ın Bölünmesi Akanksha Mehta, Londra Üniversitesi, İngiltere [email protected] 1947’de Britanya Hindistanı bağımsız Hindistan ve Pakistan devletleri olarak ikiye ayrıldı. Pakistan’ın kurulması, Britanya sömürgesi Hindistan’da ortaya çıkan etnik-milliyetçi bir İslamî hareketin sonucuydu. Bu bölünme, 15 milyon kişinin göçü, büyük dinî ve toplumsal ayaklanmalar, siyasal şiddet, toplumsal cinsiyet temelli şiddet ve yeni kurulan iki ulus-devlet arasında savaşla sonuçlandı. Raporlara göre bu süreçte, 1 milyon kişi öldü, 100.000’den fazla kadın kaçırıldı ve tecavüze uğradı. Binlerce kadın ise “korunmak” ve cinsel şiddet sonucu “namuslarını kaybetmemek” için “öncül bir önlem olarak” aileleri tarafından öldürüldü. Dahası, tecavüzcülerinden veya onları kaçıranlardan kaçmayı başaran ve “evlerine” dönen pek çok kadın, “lekelenmiş” oldukları için aileleri tarafından reddedildi. Hindistan’ın bölünmesi, pek çok hafıza çalışmasının konusu olduğu gibi popüler kültürde de (sinema, müzik, tiyatro, şiir ve roman) geniş yer buldu. Bu makalede, Hindistan ve Pakistan’ın ayrılmasını toplumsal cinsiyet perspektifiyle ele alırken, süreçte yaşanan siyasi şiddetin hafızasının nasıl yaratıldığını ve bu hafızanın güncel siyasetle ilişkisini ele alacağım. Bölünmenin sözlü ve görsel tarihi ile tanıklıkları feminist bir perspektifle araştırırken, ilk olarak, bölünmenin kendisinin, anlatılarının ve hatırlanmalarının toplumsal cinsiyet normlarıyla derinden bağlı olduğunu iddia edeceğim. İkinci olarak, bölünme sürecinde yaşanan siyasal şiddeti anma kültürlerinin/ anlatılarının, kolektif travmayı hatırlamak için cinsiyetlendirilmiş bedenleri nasıl kullandığını ortaya koymaya çalışacağım. Bu anlatılar, egemen devlet söyleminden, bölünmenin kültürel/ etnik/ dini/ milliyetçi yorumlarına kadar giden bir yelpaze sunuyorlar. Siyasal şiddet konusunda hafıza ve toplumsal cinsiyetin nasıl iç içe geçtiğini anlayabilmek için, Güney Asya’da çeşitli siyasi fraksiyonlar tarafından bu şiddetin hatırlanmasında kullanılan film, fotoğraf ve başka sanatsal alanlardan seçtiğim malzemeleri inceleyeceğim. Bu incelemeye dayanarak, siyasal şiddeti anma biçimlerinin ve kadınların bedenleri ve cinsellikleri üzerinde ataerkil tahakkümün iç içe geçerek bölgedeki güncel siyasette önemli bir rol oynadığını iddia edeceğim. Aynı zamanda, inceleyeceğim bu görsel malzemelerin feminist bir analizinin, egemen siyasi söylemin çoğunlukla kadınları sınıflandırmak/ işaretlemek için kullandığı, kurban/ özne, kişisel/ siyasal ve susan/ konuşan ayrımlarına meydan okuduğundan bahsedeceğim. Dolayısıyla, bu görsellerin feminist analizleri alternatif tarih yazımları önererek kadınların özneliği/ aktörlüğü ile siyasal şiddet arasında bağ kurmayı önerecektir. Bu makale, modern tarihin en büyük göçü kabul edilen bu sürecin çok önemli bileşenleri olan siyasal şiddet ve anma kültürünün feminist bir okumasını yapmayı amaçlamaktadır. Güney Asya’da egemen olan milliyetçi siyasi söylemde toplumsal cinsiyet ve bölünme hafızasının nasıl iç içe geçtiğine odaklanarak, bu konu hakkında var olan akademik yazına katkı sunmayı ve bu yazına feminist müdahaleler için alan açmayı hedeflenmektedir. Zorunlu Göçmenler Olarak Şiddeti Anlatmak: Somalili Bir Kadının Perspektifiyle Şiddeti Anlamak Fathima Azmiya Badurdeen, Mombasa Teknik Üniversitesi, Kenya [email protected] Bu makale, Kenya’daki Somalili mülteci kadınların maruz kaldıkları toplumsal cinsiyet temelli şiddeti ortaya koymaya çalışacaktır. Çalışma, on yıllardır Somali’deki yerinden edilmiş nüfusun kaldığı Dadaab Mülteci Kampı’nda yapılan nitel araştırmaya dayanmakta ve var olan yazın tarafından desteklenmektedir. Din, milliyet, etnik köken ve sınıf gibi yapısal değişkenleri de göz önünde bulunduran çalışma, mülteci kadınların anlatılarıyla kamptaki toplumsal cinsiyet ilişkilerini anlamaya çalışmaktadır. Kadınların kamp yaşamlarındaki dinamik değişimleri anlayabilmek adına, bu yapısal değişkenler çatışma öncesi, çatışma esnası ve yerinden edilme dönemleri arasındaki farklılıklar düşünülerek ele alınmıştır.Bu makalede, Somalili mülteci kadınların maruz kaldığı toplumsal cinsiyet temelli şiddetin, çatışma ve yerinden edilme öncesinde var olan ataerkil/ siyasal şiddet arasında 13 devamlılık olduğunu iddia edeceğim. Ancak, mülteci kampında değişen “aile” anlayışı, kullanım alanları, kültürel dengeler ile güvenlik amaçlı ve insanî müdahaleler bu şiddeti arttırıyor. Kadınlar, tecavüz, cinsel şiddet korkusu ve sosyal baskı gibi toplumsal cinsiyete dayalı şiddet türlerine maruz kalıyorlar. Silahlı çatışma ortamlarında ve yerinden edilmeler sonucu oluşan güvensizlik, kadınlarda cinsel şiddet korkusu yaratıyor. Bu korku da kadınların hareket özgürlüğünü ve kamp ortamında daha da kısıtlanan seçim yapma haklarını da olumsuz etkiliyor. Bu çalışma aynı zamanda, yerinden edilme durumlarında kadınların yaşadığı travmatik şiddet deneyimlerine rağmen, yerinden edilme sonrası uluslararası toplumla mecburen kurulan ilişki sonucunda tanışılan toplumsal cinsiyet eşitliği ve kadınların güçlenmesi fikirlerinin fırsatlar yaratabildiğini göstermektedir. “İkircikli güçlenme” diye de adlandırılan bu durum, mülteci kadınların aile ve toplum içinde liderlik rolleri üstlenmeleri için alan açabilmektedir. Bu, kadınlara bir kat daha iş ve sorumluluk yükleyen bir durum olarak yorumlanabilir. Ancak, bu yeni roller kadınların karar alma mekanizmalarında güç kazanmalarını da sağlamakta. Köy Boşaltmaları Sonrası Kürt Kadın Anlatıları: Küçükçekmece Kanarya Mahallesi Örneği, 2013 Melike Gül Demir, Maltepe Üniversitesi, Türkiye [email protected] Çalışmanın amacı, güvenlik güçleri ve PKK arasındaki çatışmalar sırasında, köy korucuları, güvenlik güçleri ya da PKK baskısı nedeniyle köylerin boşaltılması veya bu şiddet ortamından zorla veya kendi iradesiyle Doğu ve Güneydoğu bölgesinden göç ederek, İstanbul'un Küçükçekmece ilçesi Kanarya mahallesine yerleşen kadınların; zorunlu göç deneyimlerini, algılarını, göçün hayatları üzerindeki etkilerini paylaşmak, kendi dillerinde kendilerini nasıl tanımladıklarını anlamak; araştırma raporlarına dayanan rakamlardan oluşan istatistiki verilere bir ses ve yüz olmaktır. Sivil toplum kuruluşları rakamlarına göre dört milyon kişinin yerinden edilmesiyle sonuçlanan "sürgün"; “zorunlu göç, ulus devlet bağlamında kimlik, ulus devlette kadın ve Türkiye’de kadın” bağlamında ele alınarak araştırılmıştır. Araştırma'nın Kanarya mahallesinde yapılmasının nedeni, İstanbul Göç-Der verilerine göre köy boşaltmaları nedeniyle buraya yerleşen kişilerin en yoğun yaşadığı mahalle olmasıdır. Araştırmanın verileri, niteliksel araştırma yöntemlerinden derinlemesine görüşmeyle toplandı. Görüşmecilerle neyin ve nasıl sorulacağıyla ilgili görüşme formu kullanıldı. Araştırmada, Mardin, Siirt ve Şırnak’a bağlı üç köyde yerinden edilmiş, 32-67 yaş arası 24 kadın ile derinlemesine görüşme yapıldı. Görüşmeler katılımcılardan izin alınarak ses kayıt cihazına aktarıldı ve aynı gün içinde görüşme kayıtları çözümlenerek metin haline getirildi. Görüşme sırasında tutulan notlardan da faydalanıldı. Yirmi dört kadın katılımcılardan beşi Türkçeyi iyi düzeyde konuştuğunu, on altı kadın Türkçeyi sınırlı düzeyde konuştuğunu, üçü ise Türkçeyi hiç konuşamadığını beyan etmiş; ancak bütün görüşmeler kadınların isteği doğrultusunda Kürtçe gerçekleştirilmiştir. Erkek katılımcılarla da sık sık bir araya gelinerek göç deneyimleri, özellikle kadınlar ilgili görüşleri, düşünceleri, tavırları katılımcı gözlemiyle anlaşılmaya çalışılmıştır. Köy yakılmalarından sonra aileler; zincirleme göçe maruz kalmış, akraba ve tanıdıklarının yanına sığınmakta çareyi bulmuş, geçimlerini ise ilkokul çağında çocukları çalışarak sağladıkları beyan edilmiştir. Ekonomik sıkıntı içinde olan ailelerin köye dönmeye istekli oldukları ancak geri dönüş için gerekli iyileştirmelerin yoksunluğu, mevcut koruculuk sisteminin devam etmesi, benzer baskı ve şiddet uygulamalarıyla karşı karşıya kalma riski dönüş önündeki engeller olarak sıralanmaktadır. Göç sonrasında metropollere yığılmalarıyla dilleri ve kıyafetleri üzerinden üretilen yaygın dışlanmışlıkla baş etmek zorunda kaldıklarını belirten kadınların; "dillerinin ve kültürlerinin üzerindeki baskıların son bulacağı, kadının özgürleşeceği, bir daha ölüm ve kayıpların yaşanmayacağı, taleplerinin eşit yurttaşlık temelinde çözüleceği bir Türkiye hayalinin" dildeki temsili "barış"tır. Araştırma sonuçlarından anlıyoruz ki, Kürt kadınları babalarının, kardeşlerinin ve çocuklarının kaybetmesi sonucu kamusal alanlara; politik bir bilinçten öte, "hak talebiyle", bir "zorunluluktan" girdiler. Haklarını deneyimleyerek öğrendikleri, kadınları ikincil konuma düşüren her türlü baskı ve 14 tahaküm ilişkilerini reddettikleri, kadının sözünün geçmediği alanlarda yer almayacakları konusunda irade geliştirdikleri gözlemlenmiştir. Kürt sorunundan beslenen PKK'nin içindeki kadınlar ile sivil siyasette yer alan kadınların mücadelesi sonucu kadınların, erkeğin yedeği olmadığı düşüncesi toplumsal yaşamda kendini dayatmış durumda… Abdullah Öcalan'ın kadınları desteklemesi, kadın hareketine bir ivmelik kazandırsa da tek başına yeterli olmadığını; kadın özgürlüğünü sağlayacak temel güç kadının kendi elinde olduğu konusunda hemfikirler. Kadın hareketinin talepleri, ataerkilliğin İslami kanunlarla pekiştirildiği; ataerkilliğin gündelik yaşamda Kur'an ve sünetten gücünü alan meşruluğu; kadın hareketinin İslamı ve İslami kuralları reddetmeden gündelik yaşamı yeniden yaratma isteği arasında üstü örtülü gerilimin nasıl aşılacağı ise muğlaklığını korumaktadır. Kürt kadınlarının siyasette aktif olmaları, ataerkil sistemin zayıfladığı, anaerkilliğin güçlendiği anlamına gelmese de daha insani bir yaşam için umut vaat ettiğini söyleyebiliriz. Kolektif Hafıza ile Tecrübe Arasında: Tarlabaşı’na Göç Etmiş Olan İkinci Kuşak Kadınların Devlet Şiddetini Alımlama Biçimleri Övgü Ülgen, Hafıza Merkezi, Türkiye [email protected] Türkiye’de 1980’li yıllardan itibaren gözle görülür oranda artış gösteren iç göç, 1990’lı yıllardaki savaşın da etkisiyle devlet şiddetinin izlerini giderek daha fazla taşır hale gelmiştir. Silahlı çatışmalar nedeniyle büyükşehirlere göç eden kuşakların yeni yerleşim mekânlarını deneyimleme biçimleri, sözkonusu şiddetin tüm boyutlarıyla kavranabilmesi açısından çok önemli ve ne yazık ki Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerindeki kadar gözle görülür bir biçimde yaşanmadığı için genellikle bu başlıkta ele alınmayan, üzerinde yeterince durulmadan atlanan bir konu olmuştur. Bu çalışma, temel olarak, devlet şiddeti nedeniyle Tarlabaşı’na göç etmiş ikinci kuşak kadınların, bu durumu, şehirde ve yaşadıkları dönemin genel ikliminde nasıl tecrübe ettiklerine odaklanmaktadır. Şehir hayatı; mahalle kimliği ve Tarlabaşı’ndaki dayanışma alt başlıkları üzerinden ele alınarak sorunsallaştırılmaktadır. Yaşları daha çok 20-30 arasında değişen ikinci kuşak kadınlar, 1990’lı yıllardaki devlet şiddetini, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerindeki biçimiyle birebir ya da birinci kuşakta olduğu gibi daha yakından tecrübe etmemelerine rağmen bunu kişisel anlatılarının bir parçası olarak görmektedir. Anlatılara konu edilen kırılmalar ve sürekliliklerin hafızanın oluşumunda ve aktarımındaki etkisi, “tecrübe” kavramına düşünülenden daha derinlikli bir nitelik kazandırmaktadır. “Tecrübe” ve “kolektif hafıza” arasında önemli bir ilişki olduğunu gösteren bu bilginin izlerini derinlemesine mülakat tekniğiyle sürmek, devlet şiddetinin yeterince üzerinde durulmayan bir yönüne vurgu yapmanın yanı sıra hafıza konusu etrafında gelişen literatüre katkıda bulunmak adına da değerlidir. Bugüne kadar Kürtlerin, devletin terörizm ve iç mihrak gibi söylemlerine maruz kalarak sessizleştirildiği düşünüldüğünde sözlü anlatıların, devletin iktidarını kurması ve şiddetini yeniden üretmesi açısından önemi artmaktadır. Bu anlatılar aracılığıyla hafızanın, iktidarın etkisizleştirme söylemine karşı bir direniş metodu da olabileceğini gözlemlemek mümkündür. 1990’larda, yıkılan ve işgal edilen köylerdeki yağmalama, birinci kuşak tarafından her şeyi hatırlamanın mümkün olduğu bir ortamda, bir direniş metodu olarak varolan hafızaya sahip çıkma ve susturulan hikâyeleri anlatma yönünde şekillenmiştir. Bu çalışmada ise Tarlabaşı’nda yaşayan ikinci kuşak kadınların, doğrudan deneyimlenmemiş şiddeti, şehir ortamında nasıl alımladıkları ve en önemlisi nasıl siyasallaştırdıkları incelenmektedir. “Le déplacement forcé kurde après les années 1990 sur la naissance d’une identité communautaire àTarlabaşı, İstanbul” başlıklı ve 2013 yılında tamamladığım yüksek lisans tezimde, 1990’lı yıllarda Tarlabaşı’na zorunlu göçle oluşan mahalle kimliğini çalışmıştım. Bu mahallede ikamet edenlerle yaptığım derinlemesine mülakatlardaki amacım, Kürt göçmenlerin toplumsal hafızalarına yönelmek olmuştu. Bu çalışma için ikinci kuşak kadınlarla gerçekleştirilen görüşmelerden çıkan bulgular, yukarıda anılan tez çalışmasını zenginleştirme ve derinleştirme amacını taşıdığı gibi alana 15 katkıda bulunmayı ve anlatıları mümkün olduğunca çok kişiyle paylaşarak farklı biçimlerde gasp edilen kişisel hikâyelerin sahiplerine iade edilmesini sağlamayı hedeflemektedir. Direniş ve Toplumsal Cinsiyet I 14.30 - 16.15 Tartışmacı: Nil Mutluer, Nişantaşı Üniversitesi Latin Amerika Bağlamında Toplumsal Cinsiyet ve Feminizmi Anlamak: Anneliği Devrimselleştirmek mi Yoksa Devrimi Anneleştirmek mi? Alize Arıcan & Semuhi Sinanoğlu, Boğaziçi Üniversitesi, Türkiye [email protected], [email protected] Latin Amerika ülkelerindeki anneler hararetli siyasal faaliyetleriyle farklı disiplinlerden birçok araştırmacının ilgisini uyandırmakta. Annelerin söylemi bir yandan toplumsal cinsiyete dayalı hiyerarşilerle ve geleneksel değerlerle uyumlu apolitik bir konformizm olarak yorumlanıyor. Kadınları müşküle düşüren iktidar ilişkilerini değiştirecek bir tesire sahip olmadıkları, “acılı anne” imgesine tutunarak toplumsal cinsiyete dair hâkim görüşleri yeniden ürettikleri iddia ediliyor. Öbür yandan ise, annelerin devrimci olduğunu düşünenler de var. Yeni bir siyasetin yolunu açmak adına “annelik çerçeveleri”nden faydalandıkları, sözüm ona “stratejik özcülüğü” ya da “mimesis”i benimseyerek mevcut stereotiplerin anlamlarını lehlerine dönüştürdükleri öne sürülüyor. Hatta böyle toplumsal hareketler vasıtasıyla feminen olanın feminist istemlerle birleştiği belirtiliyor. Bütün bu görüşler “toplumsal cinsiyet aksında bulunan mücadele repertuarı”nın karmaşık muhteviyatı üzerine açıklamalar getirmek gayretinde. Biz bu çalışmada toplumsal hareketleri anlamlandırma çabasındaki kuramlara başvurarak, feminist ideoloji ve annelerin seferberlik deneyimleri arasındaki zamansal ve süreçsel ilişkiye dikkat çekiyoruz. Karşılaştırmalı bir bakış açısıyla, farklı siyasal ve toplumsal bağlamlardan gelen Anneler (Madres) tarafından kurulan dört toplumsal hareket örgütünü, isimleriyle vermek gerekirse, Arjantin'den Mothers of Plaza de Mayo'yu, El Salvador'dan CO-MADRES'yi ve Şili'den Agrupacion de Familiares de Detenidos-Desaperecidos (AFDD) ile EL Poder Feminino'yu inceliyoruz. Öncelikle “çerçeve” ve “ideoloji” arasındaki farkı kuramsal olarak ortaya koyarak, ideolojik olarak zıt konumlarda yer alan toplumsal hareketlerin dahi amaçları için aynı söylemsel repertuardan istifade edebileceklerini öne sürüyoruz. Ardından, “stratejik özcülük” ve benzer çerçeveleme kuramlarında var olan örtük rasyonellik varsayımını reddediyoruz. Akılcılığın evrensel olmadığını, bilakis kültürel olana gömülü olduğunu ve bu durumun da belirli dişil kimlikleri yeniden üretmenin mahreçlerinden biri olan akılcılık/akla aykırılık karşıtlığının yapı-sökümünde kullanılacak bir değişken olarak "duygular"a başvurmayı gerektirdiğini iddia ediyoruz. Salt biyolojik yönüyle dahi annelik apolitik değildir. 20. yüzyılın başından beri süregelen modernleşme süreci vesilesiyle annelik mefhumuna belli başlı görevler ve anlamlar yüklenmiştir. İşte bu yüzden kültürel bağlamları farklı toplumsal cinsiyet repertuarlarına işlerlik kazandıran önemli tabakalar olarak ele almak gerekiyor. Feminizm ve Anti-militarizm Perspektifinden Kadın Vicdani Reddi Süheyla Oğuz, Ankara Barosu, Türkiye [email protected] Vicdani reddini açıklayan birey sayısı kadar vicdani ret tanımı olduğu söylenebilir. Yine de bir yerden başlamak gerekirse Uluslararası Af Örgütü’nün önerdiği tanım genel bir çerçeve olarak değerlendirilebilir. Buna göre bir bireyin ahlaki, dini, felsefi, insani, moral ve / ve ya siyasi nedenlerle silahaltına alınmayı, silahlı hizmet vermeyi, silahlı bir çatışmaya doğrudan ya da dolaylı olarak katılmayı reddetmesi vicdani rettir. Bu genel çerçevenin çeperinde kalan farklı tutum ve eylem türlerini de tanımlamak, tartışmak mümkündür. Söz gelimi, silahlı hizmet ve buna karşı gelişen tepki dünyanın birçok ülkesinde sadece bir cinsiyetle ilgiliymiş gibi anlaşılırken kadınların da vicdani retlerini açıklamaya başlamalarıyla genel çerçevenin genişletilmesi gerekmiştir. 16 Türkiye’de vicdani ret, 1989 yılında Tayfun Gönül ve 1990 yılında Vedat Zencir’in, Sokak Dergisi aracılığıyla yaptıkları açıklamalarla gündeme girmiştir. Kadın vicdani retçi ilk eylem ise 2004 yılında İnci Ağlagül’ün açıklamasıyla gerçekleşti. Böylelikle vicdani ret konusunda anne ya da eş gibi edilgen bir konumda algılanan kadınların etkin bir eylemlilik sürdürebileceği görülmüş oldu. Bu eylemliliğin temel çerçevesi ise antimilitarizm - feminizm buluşmasıyla çiziliyordu. Diğer yandan, vicdani retlerini açıklamaya başlamalarına karşın kadınlar, erkek vicdani retçilere “destekçi” bir konumda görüldü. Bu konumlanma kaçınılmaz olarak “vicdani ret” tutumuna dair bir tartışmayı da beraberinde getirdi. Bugün Türkiye’de 49’u kadın olmak üzere 169 vicdani retçi bulunmaktadır. Bu sunuşun konusu Türkiye’de sayıları her geçen gün artan kadın vicdani retçiler, onların vicdani ret tutumuna dair düşünceleri ve feminist bir çerçeveden anti-militarist yaklaşımın tartışılmasıdır. Kadın vicdani retçilerle görüşmelere dayanan bu kısımla birlikte Türkiye’de kadın vicdani ret hareketinin gelişim süreci genel hatları ile ele alınacaktır. Kimin Failliği Daha Önemli? Devlet, Ordu ve Yargı Doğu Durgun, Sabancı Üniversitesi, Türkiye [email protected] Militarizasyon ulusal ve uluslararası birçok aktörün failliklerini kapsayan bir süreçtir. Farklı aidiyetliklere, çıkarlara ve isteklere sahip bu aktörler, sürekli değişen ulusal ve uluslararası bağlam içinde, militarizmi yeniden üretir, dönüştürür ve ona karşı çıkar. Sürecin gelişimini anlamak için, bu aktörlerin değişen pratik ve temsillerini, öznelliklerini ve hangi failliklerin ne kadar ve ne şekilde önemsenip önemsenmediğini sorgulamak gerekir. Bu çalışma, Türkiye’de 1990 ve 2000’lerde orduyu yeniden üreten, dönüştüren ve eleştiren kişi ve grupları, bu kişi ve grupların devlet ve toplumla ilişkilerini ve yaşanan yargı süreçlerini inceleyerek, bu sürevin ne şekilde geliştiğini araştırmayı amaçlıyor. Bunu yaparken de hangi grupların ve ne şekilde failliklerinin önemsenip önemsenmediğini soruyor. Savaş Sonrası Dönemi Hafıza ve Politika: Gezi Parkı Olayları'ndan Sonra AKP Politikası ve Toplumsal Cinsiyet Zeynep Balcıoğlu, Türkiye Üçüncü Sektör Vakfı, Türkiye [email protected] Bu çalışmada AKP hükümetinin bilhassa Gezi Olayları ertesinde yürüttüğü politikalara odaklanacağım ve bu politikaların toplumsal cinsiyet ve Gezi Parkı Olayları'nın hafızasıyla oldukça bağlantılı olduğunu iddia edeceğim. Cynthia Enloe'ya göre “savaş sonrası” kavramı insanların savaşa dair hafıza ve deneyimleriyle toplumsal olarak inşa ettiği bir kavram. Bu bakımdan her savaştan sonra neyin hatırlanması gerektiği hususu içinde bir çok dinamik barındıran karmaşık bir toplumsal mesele. Bu karmaşıklığı tahlil etmek üzere şöyle bir soru sormak gerekiyor: Savaş sonrası dönemlerde kimler ne şekilde hatırlanır? Her bir savaş, aynen savaş sonrası dönemlerde olduğu gibi özgül bir toplumsal cinsiyet ve tarih bağlamında gerçekleşir. Savaş sonrası, kadınlık ve erkeklik gibi mefhumların inşası eş zamanlı olarak ilerler. Bununla bağlantılı olarak, Türkiye 27 Mayıs 2013'te genellikle Gezi Olayları olarak hatırlanan bir dizi isyan hareketinin patlak vermesine tanık oldu. Aylar süren isyan süresince hükümet, polis ve protestocular arasında yoğun çatışmalar yaşandı. Protestocuların demografik özellikleri hakkında bizlere bilgi sağlayan bir araştırmaya göre, ortalama yaşları 28 olan protestocuların yarısından fazlasını kadınlar teşkil ediyordu. Demek ki genç kadınlar protestocuların çoğunluğunu oluşturuyordu. Siyasal şiddet ya da savaş dönemleri süresince ve ertesinde ortaya çıkan görsel ve işitsel malzemeler, toplumsal cinsiyet, kişisel, kamusal ve siyasal arasındaki ilişkilerin yeniden üretimine katılır. Gezi Olayları'yla ilgili olarak ise, kadınların isyanın asli sembolleri haline geldiğini söylemek mümkün. “Kırmızılı kadın” ve “TOMA'ya kafa tutan kadın” fotoğrafları farklı şekillerde üretilip tedavüle girdi. Parkın çevresinde insan zinciri oluşturan anneler ve cinsiyetçi sloganları protesto ederek feminist bir farkındalık yaratan seks işçileri benimsedikleri farklı kadınlık kurgularına rağmen 17 dayanışma içinde eyleme geçtiler. Dolayısıyla kadınlar şiddet kurbanı kadın imgesini değiştirerek Gezi Olayları'nın kahramanı olarak ortaya çıktılar. Bu çalışmada güçlü kadın imgesini görünür kılan Gezi Olayları'nın hemen akabinde, AKP'nin bilhassa genç kadınları hedefine alan muhafazakar dayatmalarını yoğunlaştırdığını iddia edeceğim. Doğrudan kadınların cinselliğini hedef alan, karma öğrenci evlerinin itibarsızlaştırılması gibi politikalar Gezi Olayları'ndan bu yana giderek şiddetleniyor. Başbakan tarafından sürekli kullanılan üç çocuk söylemiyle bağlantılı olarak (1) hükümetin evlenen genç çiftlere finansal kredi teşviği vermesi (2) evli genç çiftlerin öğrenci kredisi borçlarının silinmesi ve (3) kadınları emek gücünden dışlaması pek muhtemel olan kadınlar için esnek çalışma saatleri gibi kanun tasarıları hazırlanıyor. Muhafazakar söylemin hâkim ve tekil söylem olmasını engellemek adına kadınların Gezi Olayları'nda yarattıkları güçlü faillik kimliğine tutunmaları ve mevcut eşitlik mekanizmalarını muhafaza etmeleri gerektiğini öne sürüyorum. İlaveten kadınların özel olarak kendilerini ilgilendiren politikalar hakkında daima diri tutmaları gereken kamusal tartışmalara kamu, özel ve kadınlık gibi mefhumları sürekli olarak yeniden biçimlendirecek makul muhataplar olarak, hem savaş süresince ve hem de savaş sonrasında iştirak etmeleri gerektiğini iddia ediyorum. Direniş ve Toplumsal Cinsiyet II 16:30 – 18:15 Tartışmacı: Nükhet Sirman, Boğaziçi Üniversitesi Toplumsal Bir Olgu olarak İntihar: Ataerkil İnşa ve Arap Baharı’nda Kendi Yakma Eylemleri Arasındaki Nedensel İlişkinin Analizi Loubna EL Moncef, Ibn Tofail Üniversitesi, Fas [email protected] Bu çalışma Arap Baharı'nın başlangıcındaki kendini yakma fenomenini incelemekte ve toplumun ve sosyal faktörlerin kişisel karar ve hareketler üzerindeki etkilerine bakmaktadır. Durkheim'ın intiharın sosyal bir olay olduğu görüşünü destekleyerek, Arap Baharı’nda kendini yakma ve Orta Doğu'daki ataerkil inşalar arasında nedensel bir ilişki olduğunu savunmaktadır. Çalışma ilk önce Durkheim, onun çağdaşları ve sonraki sosyologlar tarafından geliştirilen intihar teorilerinin titiz bir incelemesini yapmaktadır. İntihar, sosyolojide önemli bir konu olagelmiştir. Psikiyatri alanında muğlaklık kaynağı olan intihar, sosyoloji alanında birincil sosyal nedenler çalışılarak açıklanmıştır. Emile Durkheim'dan Christian Baudelot'ya sosyologlar bireysel davranışları sosyal gerçeklerle açıklamaya eğilimlidirler. Birçok ülkede cinsiyet, yaş, din, meslekî konum, evli ya da bekâr olma gibi değişkenlere bağlı olarak değişen intihar oranlarını çalışmak için istatistik bilimine başvururlar. İkinci bölüm ise, öncelikli olarak dini ve kültürel kurumlar ve ideolojilerden etkilenen bireysel bir karar olarak Arap Baharı’nda kendini yakmayı incelenmektedir. Çalışma Arap Baharı’nda kendini yakan kişinin ataerkil kültürde var olan toplumsal cinsiyet sosyalizasyonunun bir ürünü olduğunu savunmaktadır. Bunun için Arap erkekliğini oluşturan kültürel ritüeller ve geçiş törenlerini çözümlemektedir. Bunu yaparken, çalışma Arap erkekliklerinin sosyal dışlanma korkusundan dolayı toplumsal cinsiyet normlarına ve erkek model ölçülerine uyma mücadelelerini anlatmaktadır. Çalışma ataerkil inşalar ve kısıtlamalar altında Arap erkeklerinin zor durumda olduklarını ortaya koymaktadır. Durkheim'ın intiharın toplumsal teorisi üzerinden bu çalışma, Arap Baharı’nda kendini yakan kişinin kendi ataerkil kültürünün bir ürünü olduğunu savunmaktadır. Arap Baharı’ndaki kendini yakma eylemleri, acı ve yanmalara dayanma üzerinden erkek statüsünün değişmesi için bir başka geçiş töreni olmaktadır. 18 Feminist Tarihin İmkân ve Sınırlılıkları: 1960-70’li Yılların Devrimci Kadınlarının Yakın Tarih Çalışmalarındaki Temsili Derya Özkaya, Sabancı Üniversitesi, Türkiye [email protected] 70’li yıllar, Türkiye yakın tarihi üzerine çalışan tarihçiler arasında en az ilgi gören dönemdir. Homojen bir tarihsel dönem gibi anlatılan ve “80 öncesi” diye geçiştirilen bu dönemde yaşanan gelişmeler genellikle terör veya kaos ortamı, sağ-sol çatışması gibi tanımlamalarla açıklanmaya çalışılmaktadır. 1960’lardan başlayarak, özellikle de 1970’lerde, geniş halk kitleleri politikleşmiş ve sendikalar ile siyasi partiler aracılığıyla hakları için mücadele etmeye başlamışlardır. 70’ler halen üzerinde düşünülmesi ve değerlendirilmesi gereken çok önemli gelişmelere tanık olmuş; geniş kitlelerin politikleştiği ve alternatif siyasal ve toplumsal örgütlenmelerin yaratıldığı bir dönemdir. Tarih yazımının genelinde olduğu gibi bu döneme dair yazında da ciddi bir erkek egemenliği söz konusudur. Döneme dair yazılan tarihsel araştırma kitapları, yapılan siyasal değerlendirmeler ve sözlü tarih çalışmaları ile anı kitaplarının çok büyük bir bölümü hem erkekler tarafından yazılmıştır hem de haliyle erkekleri anlatmıştır. Kadınlar ise uzun bir süre sessiz kalmışlar ve yazılan bu sınırlı tarihin içinde kendilerini var etmeye çalışmışlardır. Elbette siyasal, toplumsal ve kültürel anlamda radikal değişim ve dönüşümlerin yoğun olarak yaşandığı bu dönemde, tüm bu değişim ve dönüşüm kadınlara da yansımış olmalıydı. Peki, kadınlar tüm bu süreçte neredeydiler, neler yaşadılar, neler hissettiler? Kadınların bu toplumsal dönüşüme ne gibi katkıları olmuştu? Bugün sayısı gün geçtikçe artan kadın tarihi çalışmalarından biliyoruz ki kadınlar, bahsettiğimiz bu dönemde tıpkı erkekler gibi silahlı mücadeleden örgütlenme faaliyetlerine, mahalle çalışmalarından fabrikalara, isyanlardan boykotlara her yerdedirler ve aktif birer öznedirler. Kadınlar üretkenlikleri, sabırları ve dirençleri ile tüm bu toplumsal dönüşümde hem etkili olmuş hem de bu dönüşümden etkilenmişlerdir. Kadın tarihini anlamak için uzun yıllardır yok sayılan, unutturulmaya çalışılan veya sessizleştirilen pek çok deneyim günümüzde artık farklı feminist örgütlenmelerin çıkardığı yayınlar, gittikçe çeşitlenen feminist kitabevlerinin bastığı kitaplar, bünyesinde ayrı kadın örgütlenmeleri barındıran sol/sosyalist/devrimci yapıların yürüttüğü çalışmalar, üniversitelerin toplumsal cinsiyet ya da kadın çalışmaları merkezleri bünyesinde yürütülen çalışmalar, bağımsız kadın yazarların yazdıkları kitaplar, yaptıkları araştırmalar, çektikleri belgeseller ve düzenledikleri sergiler vasıtasıyla görünür kılınmaktadır. Kadın çalışmaları alanındaki tüm bu çeşitlilik feminist tarih anlayışının yarattığı imkanları göstermesi açısından oldukça önemlidir. Ancak tüm bu çalışmaların içerdikleri kadar dışarıda bıraktıkları – bilerek ya da farkında olmadan- konular, dönemler ve aktörler de bulunmaktadır. Bu da bize feminist tarih çalışmalarının imkanlarının yanı sıra sınırlılıkları da olduğunu göstermektedir. 1960’larda başlayan ve 70’li yıllarda büyüyerek varlığını sürdüren bu muhalefet hareketinin getirdiği toplumsal ve siyasal dönüşümle ortaya çıkan yeni dönemin kadın bakış açısıyla bir kez daha incelenmesi gerektiğine inanıyorum. Böylesi çalışmalar bize kadınların yaşam tecrübeleri ve değişim konusundaki istek ve arzuları hakkında bize önemli bilgiler sağlayabilir ve kadınların bu süreçteki katkılarını görmemizi yardımcı olur. Kadınlar bu dönemin aktif birer öznesi olabilmişler midir? Öyle ise nasıl, hangi mekanizmalar dolayımıyla bunu başarabilmişlerdir? Dönemin siyasal ve toplumsal ortamına nasıl dahil olabilmişlerdir? Ne tür duygular yaşamış, neler düşünmüşlerdir? Devrimciliği nasıl algılamış ve yaşamışlar; bu konuda erkeklerden hangi noktalarda farklılaşmışlardır? Silahlı mücadeleye dair ne gibi fikirler edinmişler ve bu fikirler zaman içerisinde nasıl değişmiştir? Nasıl ortaklıklar, kolektif üretimler hayata geçirmişlerdir? Sonrasında bu ortaklığın kopmasıyla neler yaşamışlardır? Bütün bunlar ve daha da fazlası hala cevaplanmayı bekleyen sorulardır. Bu soruları cevaplamak farklı kuşaklardan kadınların farklı politik mücadele deneyimleri arasında bağlantı kurabilmek ve bu deneyimler arasında bir süreklilik kurarak hem 1970'lere dair kısıtlı ve toplumsal cinsiyet odağı olmayan Türkiye solu literatürüne katkıda bulunması hem de Osmanlı'dan başlayarak bugüne uzanan feminist literatürün devamlılığını sağlaması açısından önem 19 taşımaktadır. Toplumsal Cinsiyetin Şiddete Etkileri ve Direnen Kadınlar: Türkiye’de 1980-1983 Askerî Cuntası’da Kadınların Gözaltı ve Hapishane Deneyimleri Bürge Abiral, Sabancı University, Turkey [email protected] Türkiye tarihine damgasını şiddetle vurmuş 12 Eylül darbesi hakkında yazılıp çizilmiş çok şey olmasına rağmen darbe sırasında gözaltı ve cezaevlerinde şiddet görmüş kadınlarla ilgili bilgi oldukça az. Hem dönemi inceleyen genel yazında hem de sol tarihinde kadınlar görünmez kılınır. Erkek-merkezci bir tarih yazımında tarihten silinmelerine ve suskunluğa gömülmelerine rağmen özellikle son zamanlarda askeri cunta döneminde tutuklu kalmış bazı kadınlar yazılı ve görsel belgelerle gözaltı ve cezaevi tanıklıklarını paylaşıyorlar. Bu çalışmada, o dönemde tutuklu kalmış kadınların deneyimlerine ışık tutmak amacıyla hâlihazırdaki anlatıları inceleyeceğim. Öncelikle gözaltı ve cezaevinde kadınların maruz kaldığı şiddeti toplumsal cinsiyet açısından anlamlandırmaya, ikinci olarak da toplumsal cinsiyet dinamiğinin kadınların direnişini nasıl etkilediğini tartışmaya çalışacağım. Kadınların anlatılarında öne sürüldüğü üzere, kabul edilebilir kadınlığın ne olduğunu belirleyen egemen söylem polislerin ve gardiyanların siyaseten aktif kadınları algılayış biçimlerinde son derece belirleyici olmuştur. Bu söylem çerçevesinde muhalif kadınlar ya korunması gereken bacı ya da kötü yola düşmüş kadın kategorilerine indirgenmiştir. Hâlihazırdaki anlatılara göre görevliler bazen kadınlara erkeklere davrandıklarından daha yumuşak davranmış olsalar da, onları çoğunlukla cinsiyetlerini hedef alan işkencelerle cezalandırmışlardır. Toplumsal cinsiyetin öne çıktığı bu bağlamda kadınların direnmesi sadece ulusdevletin dayattığı otoriteyi reddetmeleri anlamına gelmemiş, aynı zamanda geleneksel olarak kadınlara bahşedilen rollerin de reddi olmuştur. Diğer bir deyişle direniş, kadınların yeri olarak algılanmayan bir alanda kadınların kendilerini siyasi özne olarak ileri sürmeleri anlamına gelmiştir. Ancak anlatılar aynı zamanda tecavüz ve cinsel taciz tehdidiyle karşılaştıklarında kadınların bazen direnişi kırdıklarını da gösterir. Bu anlatılar da 12 Eylül ve kadınlar hakkında yapılan araştırmalarda öne çıkan kahramanlık hikâyelerine meydan okumaktadır. Aidiyetliğin Dilinin Toplumsal Cinsiyeti: Savaş Anılarını Anlamlandıran Mozambikli Eski Kadın Savaşçılar Jonna Katto, Helsinki Üniversitesi, Finlandiya [email protected] 27 Nisan Pazar Kayıp, Yas ve Melankoli Hafızaları 09:30 – 11:15 Tartışmacı: Banu Karaca, Sabancı Üniversitesi "Yanık Yürekle" Şarkı Söylemek: Türkiye Kürdistan'ında Kürt Kadın Şarkıcılar, Bulaşıcı Sesler ve Yasın Siyaseti Marlene Schäfers, Cambridge Üniversitesi, İngiltere [email protected] Kürt bir kadın olan Fatma bir defasında bana "Şarkılarımı acım için, yüreğimin acısı için söylüyorum," demişti. Yüreği yanmayanın şarkıcı olmayacağını açıklayarak, "Yüreğin yandıkça daha da acılı şarkılar söylersin," diye eklemişti. Fatma'nın yüreğini yakan Kürdistan İşçi Partisi (PKK) ve Türk devleti arasında on yıllardır süren silahlı mücadeledeki acılı deneyimiydi. Bir oğlunu savaşta kaybetmiş ve 20 Kürt özgürlük mücadelesine "şehit" vermişti, bir başka oğluysa PKK ile birlikte dağlarda savaşmaya devam ediyordu. Tek kızı Kürt taraftarı eylemleri sebebiyle hapsedilmişti. Bu çalışma Fatma gibi Kürt kadın şarkıcıların on yıllardır süren siyasal şiddet ortamında nasıl durmadan "yanan" yürekleri hakkında şarkı söyleyerek Kürt yas siyasetine giriştiklerini irdelemeye çalışıyor. Kadınlar şarkılarında yası açıkça tutulamayan hayatlar için yas tutuyor ve böylece "terörist" olarak etiketlenenlerin ölümlerini, ölülere dışlandıkları ahlakî toplulukta bir yer tazmin ederek "iyi ölüme" dönüştürüyor. Şarkıları vasıtasıyla Kürt kadınlar ölülerini yaşayanların dünyasına dâhil ediyor ve böylece siyasal şiddetin imlediği bir geçmişin şimdiki zamana derinlemesine nüfuz etmesine imkân sağlıyor. Bu çalışmada da iddia edildiği üzere, kadınların amacı çekilen acıların üstesinden gelmek ya da mevcut yaraların üzerini kapatmak değil. Tam aksine onlar yaraların açık kalmasını istiyor. Bu suretle kadın şarkıcılar öncelikle cefayla damgalanan Kürt öznelliklerin oluşumuna katkıda bulunarak Kürt siyasi seferberliğine temelden bir katkıda bulunuyor. Ancak bu çalışmanın amacı, kadınların seslerindeki maddi niteliklerin icra ettikleri yas siyasetinin merkezine nasıl oturduğunu araştırarak anlatıların metinsel bir incelemesini yapmanın ötesine geçmek. Kadınların şarkı söylemelerini maddi ve fiziksel etkilere sahip bir "beden tekniği" (Marcel Mauss) olarak düşünmeyi öneriyorum. Bu yaklaşım sesin fiziksel üretimi kadar Kürt kadın şarkıcıların, dinleyicilerini düzenli olarak ağlatması gerçeğini de hesaba katmayı gerektiriyor. Bunların ışığında, kadınların şarkı söylemesini sadece Türk devletinin hegemonyasına meydan okuyacak bir siyasal şiddeti hatırlama biçimi olarak değil, aynı zamanda acı imal etmenin ve –tam manasıyla— bulaşıcı bir güç olarak işleyen bir sesle dinleyicileri siyasal ve cinsiyetlendirilmiş özneler olarak celbetmenin yollarını arayan bir teknik olarak kavramsallaştırmak niyetindeyim. Toplumsal Cinsiyet Melankoli Hafızasının Geçiş Dönemi Adaletindeki Önemi: Güneydoğu’dan Kadın Anlatıları Cansu Bostan, Oñati International Institute for Sociology of Law, İspanya [email protected] “Birini öldürmek istersen sıkarsın kafasına bir tane biter, bizi yeniden ve yeniden öldürüyorlar. Bu cinayet değil, daha başka bir şey.”1 Katliamlar yeniden ve yeniden öldürme biçimleridir. Kültüreldir ve sembolik anlamlar taşırlar. Tüm bu yeniden öldürmeler ve ölmeler; resmi tarih yazımından ayrı daha sahici bir hafıza kurar. Türkiye tarihi sürekli kılınmış bir melankoli hafızası şeklinde tanımlanabilir, başka bir deyişle; kendini yeniden ve yeniden üreten bir melankoli. Yas; kayıptan gelen boşluğu tarif etme halidir. Freud’a göre ise; kaybedilenin sembolleştirilmesi süreci2... Kürt halkı Türkiye’de kendini yeniden üreten bir melankoli haline hapsolmuş durumda. Barış süreci ve bu süreçte kurulmuş mekanizmalar; hafızayı yok sayıyor. Sosyal bilimler toplumsal cinsiyet hafızasının varlığını tartışadursun; şüphesiz ki Güneydoğu’daki melankoli hafızasının bir cinsiyeti vardır ve bu kadındır. Bu projede; Irigaray’ın dişil öznelliğin kurulumunda reddedilmesi gereken erk dil fikrinden hareketle3; dişil hafızanın devletli politikalarla dayatılan sürekli melankoliyi kesip; geçiş dönemi adaleti mekanizmalarının işlevselliği için; yas tutmayı olanaklı kılacak bir zamansallığı açığa çıkarmadaki rolünün çalışılması amaçlanmaktadır. Buradan hareketle Irigaray’ın Speculum’unda vurgulanan “Kadın gibi konuşmak” ile “Kadın olarak konuşmak” ayrımı bu çalışmada çok önemli bir yer tutmaktadır. Kadın olarak konuşmak, toplumsal bir konumlanışa dikkat çeker. Kadın olarak konuşulduğunda erk düzenin dilidir kullanılan; dişil bir dil değildir. Ancak dişil hafıza anlatısı; “kadın gibi konuşma”ya da yol açacaktır ve erk düzen; dişil dilin dişil hafıza üzerinden kurulumuyla yerel, yeni bir tanıma da ulaşacaktır. Bu yöntem; Butler’ın küresel adalette yas sürecinin gerekliliği4 iddiasına bağlanarak ve 1 Bu çalışmaya ilham veren bir günlük konuşmadan alıntılanmıştır. 2 Sigmund Freud, “Mourning and Melancholia” (1915), The Hoghart Press: London. 3 Luce Irigaray, “Speculum, Spiel des anderen Geschlechts” (1974), Frankfurt am Main: Suhrkmp 1980 (6. Auflage 1996). 4 Judith Butler, “Precarious Life: The Powers of Mourning and Violence” (2004), Verso: London, New York. 21 Héléne Cixous’un rüya kayıtları yas tutma ve dehşete tanık olma hali5 ile ilişkilendirilerek çalışılacaktır. Tüm bu teorik çerçeve; yeniden Irigaray’a referansla; Güneydoğu’dan dişil hafıza anlatıları toplanarak; yani, dişil hafızayı dile getirip anaakım hafıza ve resmi tarih anlatısınının erk dili karşısında dişil dil kurularak çalışılacaktır. Kadını doğurganlığı, anneliği üzerinden özneleştirip kutsallaştıran erk düzenin eril anlatımının aksine; bu çalışma; erk düzenin şiddetinin dişil bir anlatımı olacaktır. Çünkü; bu şiddetin kaydı; katledilen oğlunun bedenini gömemeyen; sürekli melankoliye hapsedilmiş ve yeniden, yeniden öldürmelerle melankolisini sürekli yeniden üreten bir annenin hafızasında en gerçek halini bulur. Bölgeden toplanan anlatıların; geçiş dönemi adaleti mekanizmalarındaki hafıza çalışmalarının eksikliğini vurgulaması amaçlanmaktadır. Çalışmada Türkiye Devleti’nin “Barış süreci” olarak yürüttüğü çalışmalar; belirtildiği gibi geçiş dönemi adaleti ile ilişkilendirilecektir. Ancak; “barışma” yıllardır medyada, eğitimde; çeşitli imge ve sembollerle kurulmuş hafıza yıkılmadan gerçekleşemez. Güneydoğu’daki kadın hafızası; çocuğunun ölü bedenini gömemeyen bir annenin; kaybından gelen boşluğu tanımlayamama ve dolayısıyla yas haline geçememesi, üzerinden tanımlanabilir. Bu proje 2014, Eylül’de; “International Institute for Sociology of Law, Oñati”ye sunulacak bir yüksek lisans tez çalışmasıdır. Konferans tarihleri; öngörülen saha çalışması tarihlerinin hemen öncesi olacağından; Konferans’a katılımın kabulü halinde; sunumda; çalışma özelinde toplanmış teorik çerçeve; bu çerçeveden formüle edilmiş sorular ve bağlamlar, önkabul ve hipotezler ve izlenecek metotlar “Toplumsal Cinsiyet Melankoli Hafızasının Geçiş Dönemi Adaletindeki Önemi: Güneydoğu’dan Kadın Anlatıları” genel başlığında ele alınacaktır. Nehir ve Unutmanın Arketipi: Sanat, Toplumsal Cinsiyet, Hafıza Fanny Montes, País Vasco Üniversitesi, İspanya [email protected] Bu çalışma antropoloji tezimin bir bölümünden oluşmakta. Son 60 senesine şiddetin damga vurduğu küçük bir Kolombiya kentinde 20 kadın ve 20 erkek görüşmeciyle yapılan derinlemesine görüşmelere dayanan bu araştırma, görüşmecilerimin 50 sene önceki La Violencia (şiddet, 1948-58) dönemini nasıl hatırladıklarına odaklanarak geçmişin hatırlanmasında toplumsal cinsiyete dayalı farklılaşmalar olup olmadığını araştırıyor. İki senelik araştırma süreci sonrasında, Carl Jung'un arketip kavramına dayanarak, farklı anlatılarda üç unsurun öne çıktığını söyleyebiliriz: kuş, dağ ve nehir. Kadın ve erkeklerin anlatılarındaki ayırt edici nokta bu üç imgenin şiddet yüklü geçmişe dair anılarda ne şekilde ve ne derece mevcut olduğuyla bağlantılı. Erkekler "Kuşlar"a (yakın Kolombiya tarihinde nüfusun paramiliter grupları tanımlamak üzere kullanageldiği bir hüsn-ü tabir) vurgu yaparken, kadınların anlatılarında (insanların içine atıldığı) nehirler ve (nüfusun kendini saldırılardan korumak üzere kaçtığı) dağlar ön plana çıkıyor. Her arketip çeşitli kültürel malumatla yüklü ve ben de burada üzerinde çalıştığım arketiplerden birinin, yani nehrin araştırmam boyunca gelişimini sizlere sunacağım. Farklı silahlı grupların insan bedenlerini nehirlerde zorla kaybettirmesi Kolombiya'nın 70 senelik savaş tarihinin (1948-2013) süregelmiş bir öğesi. Nehrin yüzeyinde süzülen insan bedeni imgesi Kolombiya kırsalında rastlanılabilecek gündelik şiddet anlatılarının daimi bir unsuru. Ancak bu imge yalnızca şiddet dönemini yaşayan insanların hatıralarının değil, aynı zamanda kitaplarıyla, filmleriyle, mitleriyle ve sanatıyla kültürün de bir parçası haline gelmiş. Bu makale nehri bir arketip olarak ele alarak, Batı kültürü ve birçok yerli kültürün bir melezi olan Kolombiya toplumunun kökleriyle şiddet anlatıları arasında bir bağlantı kurmak niyetinde. Nüfusun nehirle olan deneyimi ikircikli. Nehir bir yandan farklı topluluklar için yiyecek ve gelir sağlayabilecek önemli bir ekonomik etmen, öte yandan suçlular için bir cezadan kaçış aracı. İnsan bedenlerinin nehirlerde kaybettirilmesi sadece kanıtları yok etmekle kalmıyor, aynı zamanda nüfusun geri kalanına çalınan yas, korku ve sükunet biçimlerini alabilen kötü bir önsezi de bırakıyor. 5 Héléne Cixous, “Rüya Dedim Sana” (2009), (Çev. Elif Gökteke), YKY: İstanbul. 22 Bazen toplumsal bilimlerin amacı bariz olan bir şeyi kelimelere dökerek yapısöküme girişmek ve kültürel öğeleri gayri-tabiileştirmektir. Katliamların insanlara dayattığı sessizliği aşmak için nehir imgesini kullanan iki sanatsal çalışma var: Magdalenas en el Cauca ve Rio Abajo. Bu iki deneyim görsel sanatlarda kadınlar ve sözlü hafıza arasında temsil edilen ilişkiye dikkat çekiyor. Kadınların Dilinden Zorla Kaybetmeler Özlem Kaya, Boğaziçi Üniversitesi & Hafıza Merkezi, Türkiye [email protected] Zorla kaybetme bir devlet stratejisi olarak kullanılması sadece Türkiye'ye özgü bir durum değil. İç çatışmaların yaşandığı pek çok ülkede, devlet muhalif hareketleri bastırmak, tüm toplum üzerinde en çok da bilinemezliğin korkusunu ve devlet kudretinin etkisini yaymak için bu stratejiye başvurdu, başvurur. Türkiye'de zorla kaybetme, 1980 askeri darbesinden sonra tüm sol, sosyalist kesimlere karşı ancak 1990'larda Türkiye devletinin PKK ile mücadelesi ekseninde daha sistematik olarak Kürt vatandaşlara yönelik olarak uygulanmaya başlandı. Bu konuda çalışan insan hakları kurumları başta olmak üzere, çeşitli kurum ve kişilerce yayınlanan listelerin bize söylediği Türkiye'de ağırlıklı olarak 1993-1995 yılları arasında olmak üzere 1353 kişinin zorla kaybedildiği. Hakim hegemonik söylemde terör sorunu, devletin teröristlerle mücadelesi olanın adının savaş olarak konması elbetteki tarihi egemen dilden kurtaran bir adım. Zorla kaybetmeyi bir devlet stratejisi, farklı ve tartışmalı tanımlamalarıyla bir devlet terörü, devlet şiddeti olarak tariflemek ancak böyle bir okumayla mümkün. Bu sunum bunun da bir adım ötesine geçerek, devletin zorla kaybetme stratejisini geride kalan kadınların deneyimi üzerinden anlatmaya çalışacak. Burada amaç, hem 90'larda yaşanan savaş ortamında özel olarak zorla kaybetmeler ekseninde yaşanan devlet şiddetinin kadınlar tarafından nasıl yaşandığına ve nasıl anlatıldığına odaklanmak. Türkiye özelinde zorla kaybedilenlerin yüzde 90'ı erkekler. Bu durumun yarattığı en somut koşul olarak çoğunlukla evin geçimini dışarda çalışarak sağlayan kişinin kaybedilmesinin kadınların hayatındaki etkisini tarihi anlatının içine katma çabası bu sunum. Elbette ki zorla kaybetmeye eşlik eden tüm şiddet türlerinin etkilerine de değinerek, ama bu etkilerin hepsine kadınların dilinden, kadınların deneyiminden bakarak. Hafıza Merkezi zorla kaybedilenlere yönelik olarak yaptığı arşiv ve hafızalaştırma çalışması kapsamında zorla kaybedilenlerin eşleriyle kadınlık deneyimlerini odağa alan bir çalışma gerçekleştirdi. Bu kapsamda 30 civarında kadınla yapılan derinlemesine görüşmelerden çıkan sonuçlar da bu sunumun asıl paylaşmayı hedeflediği veriler. Zira amaç, bu kadınların anlatıları üzerinden bir tarihi, 90'ların tarihini, Kürt coğrafyasının tarihini ve bir devlet şiddeti olarak zorla kaybetmenin etkisini ve buna karşı yürütülen hayatta kalma stratejilerini ve mücadeleleri anlatmaya ve birlikte anlamaya katkıda bulunmak. Milliyetçilik ve Toplumsal Cinsiyet 11:30 – 13:15 Tartışmacı: Füsun Üstel, Galatasaray Üniversitesi Savaşa Bir Kadın Dergisinden Bakmak: Kadınlar Dünyası ve Birinci Dünya Savaşı, Feminizmden Milliyetçiliğe Atacan Atakan, Boğaziçi Üniversitesi, Türkiye [email protected] 1908 yılında ilan edilen İkinci Meşrutiyet sadece yönetimsel bir değişikliği değil aynı zamanda birçok kesim için hak ve özgürlükler de getiriyordu. Her ne kadar uzun soluklu olmasa da bu özgürlük ortamından yararlanan kesimlerden birisi de kadınlar olmuştur. İkinci Meşrutiyet boyunca (Bab-ı Ali Baskını sonrası tek partili dönem de dahil olmak üzere) kadınlar eğitim alanında, çalışma alanında, kültürel alanda, sosyal alanda ve aile hayatında yenileşmelere şahit olmuşlardır. Özellikle 1913 ve sonrasında bu yenileşmelerde bir artış olmuştur. 1914 yılında kız öğrenciler üniversiteye gitme hakkı kazanmış, kız öğrenciler için idadiler açılmıştır. 1913 yılında Osmanlı Müslüman kadınlar ilk kez devlet 23 memuru olarak çalışmaya başladı. 1917 Aile Kanunu, boşanma, evlenme, kadın ve erkeklerin birbilerine karşı sorumluluklarında yeni gelişmeler ortaya koydu. Bu gelişmeler kadınlar için aile ve evlilik hayatında pozitif ayrımcalıklar içeriyordu. Bunların dışında diğer bir gelişme ise basın hayatında yaşandı. İkinci Meşrutiyet ile İkinci Abdülhamid döneminde basına karşı uygulanan sıkı yasaklar ve sansür kaldırıldı. Bu adım dergi ve gazetelerde sayısal açıdan bir patlamaya neden oldu. Kadın dergileri de bu dönemde hem arttı hem de içerik yönünden değişiklik göstermeye başladı. Demet (1908), Mehasin (1908) ve Kadın (1908) dergileri ile başlayan bu dönemde 30’a yakın kadın dergisi çıkmıştır. Dergilerde genel olarak eğitim, kadınlık konusu, toplumsal yaşama katılım, moda, edebiyat, güzel sanatlar ve güncel olaylar işlenmiştir. Dönemin kadın dergileri inclendiğinde içeriğinin ve dergilerin dilinin devletin halet-i ruhiyesi ile paralel olduğu görülmektedir. Bu durum özellikle 1913 ve sonrasında çıkan kadın dergilerinde (Balkan Savaşı ve Birinci Dünya Savaşı’nın etkileri nedeniyle) daha da belirginleşmektedir. Bu anlamda, Kadınlar Dünyası (1913-1921) dergisinin özel bir yeri vardır. Dergi yayın hayatı boyunca kadın hakları açısından büyük bir uğraş göstermiş, bu konuyu geniş bir şekilde tartışmış ve bu doğrultuda çeşitli icraatlarda bulunmuştur. Dergi kadınlık ve kadın hakları konusuna feminist bir bakış açısıyla yaklaşmıtır. Osmanlı Müdafaa-i Hukuk-ı Nisvan Cemiyeti de bu dergiye bağlı bir dernek olup, Osmanlı kadın hareketine destek vermiş ve kadınların sözcülüğünü üstlenmiştir. Her ne kadar feminist bir bakış açısına da sahip olsa, imparatorluğun bekası söz konusu olunca dergi iktidarın milliyetçi diskurunu benimsemiştir. Beth Baron’un Mısırlı kadınlar üzerinden anlattığı gibi, kurtuluş mücadeleleri döneminde kadın hareketleri özgürlük mücadelelerini ikinci plana atmışlardır. Bu durum Kadınlar Dünyası için tamamiyle geçerli olmasa da, zaman zaman dilinin feminist bir söylemden milliyetçi bir söyleme kaydığı gözlemlenmektedir. Konferanstaki konuşmamda, Kadınlar Dünyası dergisini ele alıp onun savaş konusuna nasıl yaklaştığını, hangi açılardan ele aldığını ve nasıl işlediğini anlatmaya çalışacağım. Erkek egemen bir alanın inisiyatifinde olan savaşın, dergi aracılığı ile kadınların dünyasına nasıl aksettirildiği ve bu anlamda neler paylaşıldığını aktaracağım. Birinci Dünya Savaşı boyunca yayınlanamayan derginin bu boşluğunu savaş zamanında yayınlanan çeşitli kadın dergileri ile dolduracağım. Böylelikle karşılaştırmalı bir perspektif de katmış olacağım. Kadınlar Dünyası genellikle kadın hakları ve Osmanlı kadın hareketi tartışmaları üzerinden ele alınmıştır. Konuşmamın derginin ve diğer dergilerin farklı bir alanı nasıl ele aldıkları ve yönetimdeki hakim diskurla ne derece örtüştüklerini göstermek konusunda bir katkı sağlayacağını düşünüyorum. Askerî Milletin Cinsiyetlendirilmiş Dersleri: Ruhname Marhabo Saparova, Sabancı University, Turkey [email protected] 20. yüzyıl Orta Asya’da ve dünyanın bir çok bölgesinde olduğu gibi ulus devletlerin ve ulusal ideolojinin oluştuğu yüzyıl olmuştur. Bu yeni “bağımsız” devletlerin ulus devlet kurma girişimleri Paul Connerton’un dediği gibi “ tamamen yeni bir başlangıca adım atmak için uyumlu bir çabadır”. Üstelik bu başlangıç birdenbire çıkagelmemiştir, bu başlangıç geçmişe bağlıdır ve resmi ulusal anlatılarda uyuyan güzel kompleksi olarak kavramsallaştırılmıştır. Bir ulus “çalınmış” geçmişini geri kazanmak ve kendine özel ulusal kimliğini yeniden inşa etmek için uyanır. Bu makalede Türkmen ulusal kimliğinin ve hafızasının eğitim aracılığıyla nasıl inşa edildiğini, yeniden üretildiğini ve katılaştığını inceleyeceğim. Daha belirgin olarak resmî ulusal anlatıların (“Ruhname” özelinde) militarist ve cinsiyetçi söyleminin detaylı analizini yapacağım. Bu çalışma 2001 yılında Türkmenistan’ın ilk cumhurbaşkanı Saparmurat Niyazov tarafından yazılan “Kutsal/Mukaddes Kitap” Ruhname’nin retorik özelliklerini incelemeyi ve Niyazov’un sadece Türkmen ulusal devlet kurmayı değil bunun yanı sıra ulusun ortak belleğini de cinsiyetlendirmeyi amaçladığını ortaya çıkaran ulusal militarist söyleminin altını çizmeyi hedeflemektedir. Niyazov’un 2 ciltli kitabı Ruhname ulusal ortak belleğin cinsiyetlendirilmiş yapısını anlamak için kavramsal resmi söylemi ortaya koymaktadır. İlk olarak, bu çalışmada, Türkmenistan ve Türkmen milliyetçiliğini milliyetçilik literatürüne yerleştireceğim. İkinci olarak, Ruhname, 24 Türkmenistan ve Niyazov hakkındaki tarihsel arka planı oluşturacağım. Üçüncü olarak da, Ruhname’yi inceleyerek, ulusal ve militarist mitleri tanımlayarak milliyetçiliğin cinsiyetlendirilmilş hafızasının oluşumunda nasıl görev aldığını tartışacağım. Ruhname’nin cinsiyetlendirilmiş hafızasını kavramsallaştırılmak için şu soruları soracağım: resmi tarihin lineer tek taraflı ve katılaşmış temsilinde kadınlar nasıl betimlenmektedir? Nasıl temsil edilmekteler? Kitap kadınlar hakkındaki hafızayı nasıl şekillendiriyor? Kitapta hangi kadınlar ve hangi erkekler hatırlanıyor? Bu bağlamda, milliyetçi bellek ve cinsiyetçi militarist söylem bağlamında eğitim aracılığıyla kadınlıkların ve erkekliklerin oluşumuna odaklanacağım. Kadınların Milliyetçiliği: Sevgi ve Nefret, Sadakat ve İhanet… Nagehan Tokdoğan, Hacettepe Üniversitesi, Türkiye [email protected] Milliyetçilik ve toplumsal cinsiyet ilişkisine odaklanan feminist literatür, daha çok milliyetçi söylemin kurulması ve yeniden üretilmesinde kadın kimliğinin etkili bir biçimde araçsallaştırıldığı ve bu anlamda son derece merkezî bir yer işgal ettiği yönündeki argümanlar etrafında ilerledi. Milliyetçiliğin erkek bir ideoloji olduğu, kadınları hem söylemsel düzeyde hem de gerçekte bütünüyle ataerkil kodlarla şekillenmiş rollere hapsederek işlevsel kıldığı ve nesneleştirdiği yönündeki feminist eleştiri, beraberinde kadın kimliğini milliyetçiliğin öngördüğü sınırlar içinde iş gören, ideolojinin pasif bir taşıyıcısı ve yeniden üreticisi olarak sabitleme riskini de getirdi. Bu yönelim ennihayetinde milliyetçilik ve kadın kimliği arasındaki ilişkinin tek taraflı bir belirle(n)me ilişkisi olarak okunmasına da zemin teşkil etti. Başka deyişle milliyetçiliğin kadınlar(l)a ne yaptığı yönündeki sorular etrafında şekillenen yüklü feminist külliyatın sesi, aynı derecede önemli olan, (hattâ belki de feminist perspektif açısından daha önemli addedilebilecek olan) kadınların milliyetçik(l)e ne yaptığı sorusunu sormak noktasında cılız kaldı. İşte bu sunuşta, Türkiye’de milliyetçi ideolojinin siyasal alandaki resmî temsilcisi olan Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ve fiilî düzlemde partinin gençlik kolları olarak iş gören Ülkü Ocakları’nda aktif siyaset yapan ve bu haliyle milliyetçi söylemin özneleri olarak işaretleyebileceğimiz örgütlü milliyetçi kadınların, bu erkek ideolojiyi nasıl algıladıkları, nasıl anlamlandırdıkları, nasıl yorumladıkları, nasıl üstlendikleri ve nasıl deneyimlediklerini açığa çıkarmaya çalışacağım. Örgütlü on beş milliyetçi kadınla yaptığım görüşmeleri eleştirel feminist bir perspektifle analiz edecek, onların milliyetçi ideolojiyi hayatlarında nasıl bir anlam evreni içine yerleştirdiklerini anlamayı ve anlatmayı amaçlayacak ve böylece söylemden özneye doğru bir tek taraflı belirle(n)me ilişkisinin ötesine bakmayı deneyeceğim. Sonuç olarak kadınların milliyetçi söylemin yarattığı duygular alanıyla, kendi sözleriyle ifadelendirdikleri duyguları arasındaki sızıntı ve çatlakların anlamına –ve önemine- dair bir değerlendirme yapmaya çalışacağım. Ordunun Gölgeleri 14.15 - 16.00 Tartışmacı: Ömer Turan, Bilgi Üniversitesi Erkeklik, Askerlik ve Pembe Teskere Elif Avcı, Bilgi Üniversitesi & Lambdaistanbul, Türkiye [email protected] Askerlik bir okuldur; bir erkek olma okulu. Genç toy bir delikanlı olarak girer vatana faydalı bir adam olarak çıkarsın. Vurdu mu deviren olmayı, tahammülsüz olmayı, karı gibi olmamayı, gücünü göstermeyi, kazanmayı öğrenirsin. Hegemonik erkekliği bir düz bir ters işlersin içine. Üstelik bunu yapmak için seni teşvik eden hatta çoğu kez teşvik etmenin öteye geçip seni buna zorlayan yegane kurum devletin kendisidir. Bir çok LGBTİ birey kadınsı tüm değer ve özelliklerin aşağılandığı ve saldırgan erkekliğin yüceltildiği bu kurumun/sürecin bir parçası olmamak için pembe teskere (askere elverişli değildir 25 raporu) alma yoluna gitmektedir. Ancak pembe teskere almak çok da kolay bir süreç değildir. LGBTİ örgütleri her yıl sayısız kişiye bu süreç hakkında danışmanlık veriyor olsa da süreci tamamlayabilen kişi sayısı başvuran kişi sayısı yanında çok küçük kalmaktadır. Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) eşcinselliği "ileri derece psikoseksüel hastalık" olarak nitelendirmektedir. Zaten eşcinsel ilişki de T.C hukuk sisteminde suç kapsamında olmasa da, TSK disiplin yönetmeliğinde "gayri tabii mukarenet" yani doğal olmayan cinsel birleşme olarak geçerek en ağır disiplin suçu kapsamında değerlendirilmektedir. TSK eşcinsel olduğuna "inandığı" kişileri çürüğe ayırarak (Askere elverişli değildir raporunun halk arasında kullanılan bir diğer adı da çürük raporudur.) kışladaki "sağlıklı" erkekleri korumayı amaçlar. Ancak askere gitmek istemeyen herkesin "ben eşcinselim", "ben transım" diyerek askerden kaçmasını önlemek amacıyla insan onuruna yakışmayacak uygulamaları içeren bir eleme süreci uygulayabilmektedir. Bu uygulamaların bir kısmı insan hakları ihlali olmalarının yanı sıra bir çok kişinin derin travmalar yaşamasına sebep olmaktadır. Yakın zamana kadar uygulanan ve "En büyük porno arşivi TSK'da" manşetleriyle önce Alman basınında sonra Türkiye gazetelerinde yayınlanan ilişki sırasında çekilmiş bir fotoğraf sunma zorunluluğu bu uygulamalardan yalnızca biridir. Bu sunumda LGBTİ bir bireyin ileri derece psikoseksüel hastalık tanısıyla askere elverişli değildir raporu alması sürecinin nasıl işlediğini anlatmanın yanı sıra bu süreçte yaşanan deneyimlerden örneklerle sistemin askerliği erkeklikle nasıl özdeşleştirdiğini göstermeye çalışacağım. Türkiye’de Askerî Eğitim: Askerî Erkeklikler ve Güncel Türkiye Siyaseti Elif İrem Az, Sabancı Üniversitesi, Türkiye [email protected] Şimdiye kadar Türkiye’de ordu ve militarizm üzerine yazılmış akademik ve aktivist araştırmalar, yüksek siyaset düzlemindeki sivil-askerî ilişkilere ve zorunlu askerlik hizmetine odaklanan çalışmalardır. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) profesyonel üyelerinin, yani subayların nasıl yetiştirildiği üzerine ise ordunun kapalı yapısının bir sonucu olarak hâlen süren bir sessizlik söz konusudur. Bu durum şaşırtıcı değilse de siyasi tarihinde ordunun bu kadar aktif olduğu bir ülke için yeni çalışmalarla aşılması gereken bir durumdur. Bu araştırma 2003-2013 yılları arasında askerî lise ve akademi öğrencisi olmuş erkeklerle yaptığım açık uçlu, yarı yapılandırılmış ve derinlemesine görüşmelere dayanmaktadır. Bedenleri, mekânları ve zamanı kontrol ederek ilerleyen disipline edici ve homososyal bir süreç olarak Türkiye’de askerî eğitime dair veriler ortaya koymayı hedeflemektedir. TSK, yakın geçmişte Ergenekon ve Balyoz Operasyonları’ndan kurumsal ve toplumsal olarak ciddi şekilde etkilenmiştir. Dahası, 2002 yılında iktidar partisi olan ve hâlen bu konumunu koruyan Adalet ve Kalkınma Partisi dönemi boyunca güçlenen neoliberal ekonomi ve siyasetin, TSK subayı olmanın anlamı ve avantajları konusunda toplumsal bir dönüşüm yaşanmasında önemli bir rol oynamıştır. Bu çalışma, TSK, AKP ve yükselen neoliberalizm üçgeninde gerçekleşmekte olan bu iki makro düzey dönüşümün eski askerî öğrencilerin anlatılarındaki yansımalarını ortaya koymaktadır: Askeriî eğitim süreci boyunca, mezun olduktan sonra “milletin gelecekteki koruyucuları” olarak sahip olacaklarını düşündükleri statüyle, mezuniyet sonrası kendilerini bekleyen sivil ve askerî yaşam koşulları arasında kayda değer bir uyuşmazlık vardır. Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, mesele yalnızca TSK’nın değişen siyasi konumu ve eski askerî öğrenciler arasında yükselen neoliberalizmin yarattığı “askeriyenin dışındaki, her şeyin mümkün olduğu fırsatlar dünyası” algısı değildir. Bu uyuşmazlık aynı zamanda, Ergenekon ve Balyoz Operasyonları’nın ardından kurum içinde oluşan korku ortamının bir sonucu olarak askerî okullar içinde artan disiplinin askerî erkeklik biçimlerini tehdit etmesi ve dönüştürmeye başlaması ile ilgilidir. Bu dönüşüm sürecinde komutan-öğretmenler ve disiplin mekanizmalarında onlara katılan üst sınıflar, daha önce askerî okullardaki istikrarlı yapıyı korumakta önemli bir rol oynayan erkekliğe ve disiplin anlayışına dair iki faktöre meydan okumuştur: Erkeklerin arkadaşlığı ile üst ve alt sınıflar arasındaki geleneksel disiplin pazarlığı. Dolayısıyla bu araştırma son olarak, eski askerî öğrencilerin anlatılarında önemli bir yer tutan bu iki faktörün yukarıda bahsedilen makro düzey dönüşümlerle ilişkisini ortaya koymaya çalışmaktadır. 26 Fanusta Yaşamak: Asker Çocuklarının İdaresi ve Ordu Bağımlılığının İnşası Sertaç Kaya Şen, Sabancı Üniversitesi, Türkiye [email protected] Türkiye'de ordu kurumunun ulus-devlete dair kullanımları içerisinde en dikkat çeken niteliklerinden biri ordunun ülke sınırları içerisindeki gerilimleri düzenlemek üzere (bazen kendi kendine) işe koşulmasıdır. Bu konuda birkaç örnek vermek gerekirse, ordu bazen bir ideolojik devlet aygıtı gibi işlev görerek bu gerilimleri yönetmeye çabalamış, birçok kere, mesela "Kürt Sorunu"nu sona erdirmek üzere başlatılan savaşta olduğu üzere ise yumruğunu masaya vurarak meseleyi halletmeye çalışmıştır. Türkiye'de ordunun ulus-devletin yönetimselleştirilmesinde ve nüfusun kontrol edilmesinde üstendiği rol mühimdir. Türkiye'de ordu kurumunun bu baskın niteliğinin beraberinde bir soruyu getirdiğini düşünebiliriz: Eğer ordu farklı eksenler üzerinden cereyan eden iç gerilimlerin yönetimi ve nizamında mühim bir rol üstleniyorsa, ordu kendi faaliyetlerinin etkinliğini ve meşruiyetini tesis etmek üzere, kendi kurumsal sınırları dahilinde ortaya çıkan gerilimleri ve yaşayan kesimleri nasıl idare ediyor? Bu çalışmada konu edindiğimiz kesim ise (askeri) hukuğun dilinde "askeri personelin bakmakla mükellef bulunduğu kimseler" olarak işaretlenen insanlar, bilhassa en az bir ebeveynin subay olduğu "asker aileleri"nde ve ordu kompleksinde büyüyen çocuklar. O halde bir önceki soruyu biraz değiştirecek ve özelleştirecek olursak, bu çalışmanın şu soruya cevap aradığını söyleyebiliriz: Asker aileleri ve ordu kurumu hegemonik erkekliğin ayrıcalıklı, "ordu-millet" söylencesinin ise halen hakim bir konuma sahip olduğu bir ortamda bu çocukların firari, çürük, kaçak ya da vicdani retçi olması yahut zorunlu heteroseksüelliği imal eden bir cinsiyet matrisinden dışarı çıkması gibi ihtimalleri nasıl karşılıyor? Buradan hareketle bu çocukların hayatını incelemenin, ordunun benimsediği "yönetimsellik" kiplerini ve kurumun ve/ya ailelerin beklentilerine cevap veren çocuklar yetiştirmek yolunda verilen gayreti anlamlandırmak noktalarında bizlere epey yardımcı olabileceğini düşünüyorum. Haliyle bu çalışma asker çocukları ile yapılan derinlemesine görüşmelere ve ordu kompleksinde sürdürülen bir saha araştırmasına dayanan etnografik bir çalışma. Basit olarak araştırmanın savı ise ordunun bu çocukları idare etmek üzere özgül kurumsal kontrol mekanizmalarına sahip olduğu. Yine de burada kontrolden kastedilen sadece "tahakküm teknolojileri"nden ibaret bir hadise değil. Aksi taktirde görüşmecilerimin çoğunun 'Dikkat' komutuyla, katı disiplinle ve 'savaş' ile özdeşleştirilen bir kurumun çeperlerinde hissettiği 'rahatlık' ve 'huzuru" anlamlandırmamıza olanak kalmaz. Dolayısıyla, bu çalışmada ordu kompleksinin duvarları arasında sıkışan çocukluk deneyimlerinin, ordunun kurumsal çeperleri dahilinde kalan farklı öznellikleri bastırma isteğinden öte ordunun kendi kurumsal çıkarlarına katkı verecek millileştirilmiş, cinsiyetlendirilmiş ve militarize edilmiş öznellikler düzenleme ve yaratma arzusuyla bağlantılı bir durum olduğunu iddia ediyorum. "Adalet Olmadan Barış Olmaz": Türkiye'deki Darbe Karşıtı Davalarda Devlet Suçları ve Ordu Mensubu Mağdurlar Senem Kaptan, Rutgers Üniversitesi, ABD [email protected] Askerler fedakâr öznelerin en iyi örneklerindendir. Vatanları için hayatlarını vermeye hazır "mitik" kahramanlara dönüştürülen sıradan erkekler bazen esasen korumak için görevlendirildikler insanlara zarar vermeye kadar gidebilirler. Bu makale, darbe yapma girişiminde bulunmakla suçlanan askeriye çalışanlarının yargılandığı Balyoz davasının etnografik incelemesi üzerinden, görevleri milleti korumak olan kişilerin millete karşı suç işlediği düşünüldüğünde ne olduğunu incelemektedir. Bu darbe karşıtı davalar ordunun meşruiyetini sorgulamakta olduklarından Türkiye'de bir ilktir. Ama ordunun istisnai konumundan hukukun üstünlüğüne geçiş olarak nitelendirilen bu süreç düzensizliklerle doludur. Ordu aileleri tarafından “postmodern Dreyfus davası” olarak da adlandırılan bu davalar, aileler için hem bir aşağılanma kaynağı olmuş, hem de mensuplarını korumadığı gerekçesiyle Türk ordusuna karşı kin duymalarına neden olmuştur. Devlet aygıtının birçok devlet şiddeti mağduru yarattığı bir ülkede, aileler sürekli kendilerini mağdur kategorisine koyma çabalarının boşa çıktığını gördüler. Bu makale, 27 ordu aileleriyle yaşam hikâyelerinin ele alındığı görüşmeleri, gösteriler ve hapishane ziyaretlerinde katılımcı gözlemciliği, aileler ve askeriye çalışanlarının yayınladığı kitap ve anıları ve dava dosyalarını temel alarak, sadece benliklerini ve aidiyetlerini sorgulamak zorunda kalmayan, aynı zamanda kişisel olarak sorumlu olmadıkları geçmiş devlet suçlarından sorumlu tutulan bu “düşlün elitler”in hayatlarını davaların nasıl değiştirdiğine bakmaktadır. Bu bağlamda, devlet aktörlerini resmî hafızanın koruyucusu olarak gören ve kanıksanan yaklaşıma tutunmaktansa, bu makale, devlet görevlilerinin bu hafızayı nasıl sahiplendiklerini, bu hafızaya nasıl karşı çıktıklarını ve bu hafızayı nasıl yeniden inşa ettiklerini; nasıl kendilerinin de karşı-hafıza kaynakları olabildiklerini incelemektedir. Bunu hükümetin bu davaları geçmişte ordunun yaptığı yanlışları ele aldığı davalar olarak gösterme çabası ve geçmiş devlet suçlarını sorgulayarak yapmaktadır. Hukukun üstünlüğü hikâyeleri ve ordunun istisnai konumu arasındaki gerginlikte konumlanan bu makale, daha önce meşru devlet aktörleri olan ve vatandaşlara karşı işledikleri şiddet eylemleri yasal olarak cezalandırılan askerler ile onların aileleri sosyal, siyasi ve yasal bir "fazlalık" hâline geldiklerinde, temsil ettikleri ve korudukları devlet aygıtına bir yük olduklarında ne olduğunu incelemektedir. Ayrıca sosyal olarak tanınmış "gerçek" acı ve adalete olan ahlâki taleplerin yarıştığı alanda meşru mağduriyet göstergelerinin ne olduğunu sormaktadır. Bunu yaparken, makale hukukun üstünlüğünü neyin meşrulaştırdığını ve belirli bir kurum tarafından dayatılan şiddetin oluşturduğu hafıza o kurumun tüm üyeleriyle ilişkilendirildiği zaman, adaletin hukukun temsil ettiği herkes için eşit derecede dağıtılmasının mümkün olup olmadığını eleştirel olarak incelemektedir. Edebiyat ve Sinemada Toplumsal Cinsiyet Temsilleri 16.15 - 18.00 Tartışmacı: Sibel Irzık, Sabancı Üniversitesi Hortlaklaşan Öteki: Assia Djebar’ın Mezarsız Kadın (La Femme sans Sépulture) Adlı Eserinde Kayıp ve Toplumsal Cinsiyet Lucy Brisley, Ecole Normale Supérieure de Lyon, Fransa [email protected] Cezayir, geçmişten bugüne görünür bir şekilde tekrar eden şiddet biçimlerine sıkı sıkıya bağlı bir ülkedir. 1954-1962 yılları arasında Fransızlar’a karşı verilen bağımsızlık savaşından sonra, ürkütücü bir adlandırmayla “İkinci Cezayir Savaşı” olarak tarihe geçen 1990’lardaki iç savaş da bu süreçte çok etkili olmuştur. Assia Djebar’ın 2003 yılında yayımlanan Mezarsız Kadın (La Femme sans Sépulture) adlı eseri sömürgecilik karşıtı Cezayir Savaşı’na toplumsal cinsiyet perspektifiyle yaklaşmaktadır. Roman özellikle Fransız askerler tarafından tecavüze uğrayıp öldürülen, direnişçi Zoulika Oudai’nin gerçek hayat öyküsüne dayanıyor. Cezayir’in eril zafer ve şehitlik mitlerinin bir getirisi de Zoulika gibi kadınların öykülerinin sömürgecilik sonrası Cezayir ulus-devletinin bağımsızlık savaşı anlatılarından silinmiş olmasıdır. Judith Butler’ın savaş ve anmalar üzerine yazdıklarından hareketle denebilir ki, Zoulika bugün hâlâ “yası tutulamaz” bir figürdür. Hortlaklar ve yaşayanlara musallat olanlar, bugün sosyal bilimlerde ve dünyada yaşanan “hafıza patlaması”na büyük ölçüde sirayet etmiştir. Mezarsız Kadın’da da yazar Djebar, Zoulika’ya öyküsünü mezarından anlatan bir figür olarak “hortlatmaktadır.” Bugün pek çok araştırmacı, yas sürecine geçilmesine ve hafıza kaybına karşı koyan, eşikte duran ve tekrar tekrar dönüp gelerek musallat olan figürlerin etik açıdan direndiğini söylemektedir. Bununla birlikte, Mezarsız Kadın hortlakların teorik olarak yüceltilmesine dair bir rahatsızlığı da ortaya koymaktadır. Bu makale şu soruyu sormayı amaçlamaktadır: Hafızayı kuvvetlendirmeye yönelik söylemlerde, hayaletler/ hortlaklar ne derece uygun ve etik figürler? Örneğin, ırk ayrımcılığı sonucu yaratılan “öteki” de tarihsel olarak musallat olan, rahatsız eden, “pek de insan olmayan” bir varlık olarak tasvir edilmiştir. Sömürgeleştirilmiş, hortlaklaşmış “öteki” aynı zamanda büyücülüğe, cadılığa, akıl dışılığa yakın olan olarak betimlenegelmiştir. Dolayısıyla hortlaklaşma ve musallat olma, “batı” toplumunun sömürgeleştirdiği halklara dair oluşturduğu basmakalıp kategorilere çok içkin bir tasvir biçimleridir. Zoulika yalnızca ırk ayrımcılığı sonucu değil, toplumsal cinsiyete dayalı ayrımcılık sonu da ötekileşmiş 28 bir figür olarak karşımıza çıkar. Bu noktada Djebar’ın metninin Zoulika’ya “hortlak öteki” olarak ses verirken, sömürgeci söylemi yeniden üretip üretmediği önemli bir soru olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu makalede, Djebar’ın metninin bilinçli olarak bu tarz endişelerin üstüne gittiğini iddia edeceğim. Romanın, hortlaklaşma ve musallat olma mecazlarının hafıza çalışmalarındaki yaygın kullanımını sorunsallaştırıp sorunsallaştırmadığı sorusunu yanıtlamaya çalışacağım. Hindistan ve Pakistan’ın Ayrılma Süreci (1947) ve Sonrasında Edebiyatta Kadın Temsilleri Ana Gatica Uhlir, Universidad Del Salvador, Arjantin [email protected] Yakın zamanda Lahor’da, Hindistan’lı aktör Naseeruddin Shah’ın Hindistan ve Pakistan arasındaki çatışmalı duruma dair bir performansını izleme fırsatı buldum. Performansta, ünlü Pakistan’lı şair Faiz Ahmet Faiz’in kızı Salima Hashmi şairlerin, insanların duygularını, en derin hissiyatlarını ifade etmek için ihtiyaç duydukları kelimeleri bulan ve toplumu seslendiren kişiler olduklarını söyledi. Britanya Hindistanı’nın 1947’de bölünmesiyle üç ülke şekillendi: Hindistan Cumhuriyeti, Pakistan İslamî Cumhuriyeti ve ilerleyen safhalarda, Bangladeş Halk Cumhuriyeti. Şiddetten kesinlikle muaf olmayan bu süreç, 20. yüzyılın en büyük insanlık trajedilerinden biri olarak görülüyor. Bu makale, bağımsızlığını kazanmış iki ülke olan Hindistan ve Pakistan’dan yazarların, metinlerinde kadınları temsil etme biçimleri üzerinden, bu şiddet dolu bölünme sürecini nasıl ele aldıklarını incelemeye çalışacak. Edebiyat insanların (edebî karakterlerin de diyebiliriz) gündelik deneyimleri, mikro ilişkileriyle büyük ölçekli siyasal ve tarihsel süreçleri birbirine bağlayan penceredir: Edebiyat bizi kırıntılar hâlinde, gerçeklik yapbozunun parçaları olarak sunarken belli tarihsel süreçlerin yeniden inşa edilmesinde büyük bir rol oynar. Bu çalışmanın amacı, kadınların özneliğine odaklanarak, yazarların insan deneyimlerine dair perspektifleri arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları bulmak da denebilir. Edebiyat siyasetin aksine, geçmişin kederlerinin müzakere edilebileceği, birbirini anlamanın en azından kurgusal bir gerçeklikte mümkün olduğu, ve estetik ve psikolojik çıkarsamaların bu gerçeklik içinde yapılabildiği bir alan. Böylece edebiyat, tarihsel verilere ve bugünkü duruma eleştirel bir yaklaşımı, yeni tartışma ve anlaşma imkanlarını mümkün kılabiliyor. Nihayet bu makale edebiyatın, siyasal ve sosyal meselelerin/ fikirlerin tartışılıp çözümlerin provasının yapılabileceği esnek ve sabırlı bir alan olduğunu iddia etmekte. Tabancasız ve Penissiz Bir Adam Nedir ki? Dünya Savaşları ile ilgili Sırp Filmi Kahramanlarını Yapı Söküme Uğratmak Dragan Batancev, Orta Avrupa Üniversitesi, Macaristan [email protected] Sosyalist Yugoslavya ve dağılmasının ardından oluşan devletlerde, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları ile ilgili filmlerin bu kadar çok olması, Birinci Dünya Savaşı’nın çok uluslu bir ütopyanın uzatmalı doğumgünü, İkinci’nin ise Sırp egemenliğinde, burjuva bir Yugoslav Krallığı’na giden ilk adım sayılmasının sonucudur. Bastırılmış milliyetçilik mantığına ilginç bir şekilde ters düşerek, bu savaşlarla/ Sırbistan’ın büyük savaşlarıyla ilgili–ikisi de İttifak Devletleri’ne karşı Sırbistan’ın ilk zaferi olan Cer Muhaberesi etrafında şekillenen– iki film de resmî Sırbistan tarihindeki “Güneyli Slav kardeşlerini özgürleştiren Sırp kahramanları”nı yüceltmekten uzaktır. The March on the Drina *Drina Yürüyüşü+ (1964) Sırp subayların günlüklerine dayanmakta. Bu günlükler arasında yönetmenin babasının günlüğü de var. Ana kahraman Komutan Veca, zengin Belgrad’lı ailesinin de arka planda kalmasını istediği eşcinsel bir subaydır. Veca umutsuz bir şekilde üstlerine erkekliğini kanıtlamaya çalışır. Oysa bu kişiler toplumsal cinsiyete dair kendi meselelerinin dahi farkında değildir: Kadın düşmanı binbaşı başka bir katliamda rol oynamayı dört gözle beklemektedir; muhafazakar çavuş karısını dördüzlere “hamile bıraktığı” için tebrikleri kabul etmektedir –komutanı onu birlikte tutmak için yalan söylediğinde onları bir daha canlı göremeyeceğini bilmesine rağmen; artık insanların iyiliğine inanmayan kumarbaz, karısı onu 29 aldattıktan sonra beş parasız bir serseri olduğunu kabul etmektedir. İnsanların geleceğini “kadere” bırakan Anavatan kavramı mantığı gölgede bıraktığından, Veca’nın istediği saygıyı kazanabilmek için tek şansı diğer askerlerle birlikte ölüme gitmekdir. Beklendiği üzere, The March on the Drina’ya gelen tepkiler çok geniş bir yelpazeye yayıldı: Yönetmen sinsice milliyetçiliği pompalamakla ve savaş “zaferini” alkışlamakla da suçlandı; nadiren de olsa, Sırpları korkaklar gibi temsil etmekle de eleştirildi. Fakat şimdiye kadarki eleştiri ve yorumların hiçbiri filmi, ele aldığı toplumsal cinsiyet meseleleriyle egemen ulusal hafızaya meydan okuyan bir iş olarak değerlendirmedi. St. George Shoots the Dragon ise *Aziz George Ejdarhayı Vurur+ (2009), yönetmenin büyükbabasından dinlediği gerçek savaş hikâyelerinden esinlenmiştir: Engelli Balkan Savaşı gazileri, köylü erkeklerin karılarına saldırdıkları dedikodusu komuta seviyesine kadar vardıktan sonra Cer’e gönderilmiştir. Filmin merkezindeki aşk üçgeni, tek kolunu kaybetmiş gazi, feminist eski nişanlısı ve onun, gazinin engelsiz ve anlayışlı arkadaşı olan ama gaziden intikam almamak için kendisini zor tutan kocası arasında geçer. Arka planında devletin popüler ideolojisi ile görünüşte zayıf olan bir birey arasındaki çatışmayı da barındıran film, bireylerin cinsel arzusunun her an saldırganlaşabildiğini işlemekle kalmaz, aynı zamanda ne kadar “erkek” ne kadar “savaşçı” olursa olsun engelli bir adamın ulusal bedenin bir parçası sayılmadığına dair çok güçlü vurgular yapar. Gelmiş geçmiş en büyük bütçeli Sırp filmlerinden biri olarak hem Sırbistan hem de Sırp Cumhuriyeti hükümetleri tarafından desteklenmiş olsa da, St. George Shoots the Dragon geçmişi yüceltmediği için çok soğuk eleştirilerle karşılandı. Pavle Levi bir eleştirisinde, filmin belli kısımlarının 1992-1995 Savaşı’nda Bosnalı Sırplar tarafından kurulan ve yönetilen Omarska ölüm kampının yakınında çekilmiş olmasından duyulan rahatsızlığı dile getirdi. Dolayısıyla, filmin kendisi resmî Sırbistan tarihine açıkça eleştiriler getirirken, film yapımcılarının hâlâ çok taze olan savaş travmalarına dair görüşlerini daha direk ve net bir şekilde dile getirmemiş olmasının yarattığı durum tartışmaya değerdir. Yeni Türkiye Sinemasının “Yaralı” Erkekleri Burçin Kalkın, Ankara Üniversitesi, Türkiye [email protected] Sinema kadınlık ve erkeklik üzerine mitlerin üretildiği ve yeniden üretildiği bir alan olarak önem taşımakta ve önemli tartışma ve değerlendirmelere fırsat sunmaktadır. Kahramanlar aracılığıyla mitlerin üretildiği, fantezilere ve özdeşleşmelere olanak sunan geniş bir imkân olarak sinema aynı zamanda cinsel kimlere dair değişim ve dönüşümlere, toplumsal krizlere dair de önemli ipuçları sunar. Örgütlü eril şiddetin iktidarla, homososyal ortamların içindeki hiyerarşik mücadeleyle, militarizm gibi olgularla ilişkisi ve eril şiddetin kadına yönelişi gibi konuların Türkiye’nin kültürel ve sosyolojik konumu bağlamında tartışılması açısından filmler kültürel ürünler olarak önemli veriler sunmaktadır. Türkiye’de erkeklik açısından krizi oluşturan ve besleyen önemli bir konu Kürt hareketiyle Türkiye ordusu arasında yaşanan iç savaştır. Zorunlu askerlik her erkeği savaş, kahramanlık, ölüm gibi gerçeklerle karşı karşıya bırakmıştır. Kültürel anlatılar olarak filmlerdeki erkeklik temsillerine de çeşitli biçimlerde taşınmıştır. Türkiye sineması savaşan erkeklerin kahramanlığı ve zaferlerinin anlatıldığı, savaşçı erkek üzerine mitlerin üretildiği bir alan olagelmiştir. Şehit olmak, gazi olmak “erkek”liğin onuru, şerefi olarak anlatılmış, milli hamaset askerlik üzerinden önemli bir söylem alanı yaratmıştır. 1990 sonrası Türkiye’de yaşanan savaşın gündelik hayata yoğun biçimde sirayet eden milliyetçi ve militarist söylemi popüler sinemada da yeniden inşa edilirken, bu söylem ve temsil biçiminde Yeni Türkiye Sinemasının kimi örneklerinde kırılmalar görülmektedir, bu erkeklik temsili ve kahramanlık miti sorgulanmaktadır. Bu çalışma kapsamında üç film üzerinden savaştan gazi olarak dönen ve savaş travmasıyla çeşitli biçimlerde başa çıkmayan çalışan erkeklerin kuruluşuna ve bu karakterlerin erkeklik krizinin yaşanma biçimlerine dair bize neler anlatmakta olduğuna bakılacaktır. Savaş filmlerde nasıl hatırlanmakta, savaş sonrası travma nasıl yaşanmakta ve gündelik hayata nasıl taşınmaktadır? Yazı-Tura (Uğur Yücel, 2004), Başka Semtin Çocukları (Aydın Bulut, 2008) ve Tepenin Ardı ( Emin Alper, 2012) filmleri üzerinden tartışılacak olan savaş, hafıza ve gündelik yaşam ilişkisi, Türkiye sinemasında askerlik, savaş ve erkeklik ilişkisinin temsilinde yaşanan dönüşüme dair de bir sorgulama içerecektir. 30 Kapanış Paneli: Militarizmin Tanıkları 18:15 – 19:30 Merve Arkun, Eren Keskin, Rela Mazali Moderatör: Bürge Abiral (Düzenleme Komitesi) 1990 doğumlu Merve Arkun, üniversiteye kadar olan öğrenim hayatını Bursa’da tamamlamış, ardından üniversite eğitimi için İzmir’e gitmiştir. 2011 yılı içerisinde tutuklanan vicdani retçi İnan Süver’in İzmir Şirinyer Askerî Cezaevi ve Buca Cezaevi’ndeki görüşlerine giden Arkun, aynı süreçte İzmir’de “Barış için Vicdani Ret İnisiyatifi” çalışmalarına katılmıştır. Aynı yıl, 15 Mayıs 2011’de vicdani reddini açıklayan Merve Arkun, savaşların ve gündelik yaşamdaki militarist kültürün özellikle kadın üzerindeki etkilerine değinerek “Halkı askerlikten soğutuyorum… Vicdani reddimi açıklıyorum” diyerek hem zorunlu askerlik hizmetini hem de bütünlüklü bir şekilde militarist kültürü reddetmiştir. 2011 yılı içerisinde İstanbul’a taşındıktan sonra Barış için Vicdani Ret Platformu’na katılan Arkun, vicdani ret ve antimilitarism konusunda düzenlenen birçok etkinliğe katılmış, konuya ilişkin çalışmalar yapmıştır. 2011 yılında Diyarbakır’da düzenlenen Mezopotamya Sosyal Forumu’nda Vicdani Retci Kadınlar adına bir sunum gerçekleştiren Arkun, gündelik yaşamdaki militarizasyonun deşifresi ve buna ilişkin mücadelede özellikle kadının katılımının çok değerli olduğunu vurgulamıştır. Şu anda, 2013 yılında kurulan Vicdani Ret Derneği’nin eşbaşkanı olan Merve Arkun, vicdani ret mücadelesi içerisinde aktif olarak mücadele etmeye ve bu alanda çalışmalar yürütmeye devam etmektedir. Eren Keskin avukat ve insan hakları aktivistidir. Türkiye İnsan Hakları Derneği’nin başkan yardımcılığını ve İstanbul şubesinin başkanlığnını yürütmüştür. Kürdistan İşçi Partisi (Partiya Karkerên Kurdistan-PKK) ve Türk Silahlı Kuvvetleri arasındaki savaş yüzünden çoğunlukla Kürt kadınların maruz kaldığı cinsel ve diğer devlet şiddeti türlerine karşı mücadele eden ve kadınlara yasal destek veren Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Bürosu’nun kurucularından ve proje yöneticilerinden biridir. Çalışmalarından dolayı hakkında defalarca dava açılmış ve tutuklama kararı çıkarılmıştır. 1995 yılında hapse atılmıştır. Uluslararası Af Örgütü, düşünce tutuklusu kabul ettiği Keskin için kampanya yürütmüştür. 2004 yılında Aachen Barış Ödülü’ne layık görülmüştür. 2005 yılında ise Sivil Cesaret ve Siyasi Dürüstlük için Theodor Haecker Ödülü’nü almıştır. Keskin, Özgür Gündem gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni olarak da çalışmıştır. Halen Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Bürosu’ndaki çalışmalarına, gazetelere köşe yazıları yazmaya ve avukatlığa devam etmektedir. Rela Mazali, İsrailli bir yazar, bağımsız araştırmacı, feminist ve antimilitarist bir aktivisttir. 1980’den beri İsrail’in işgal hareketine karşı mücadele vermiş olan Mazali toplum ve devleti askerden arındırmak için ortaya çıkan Yeni Profil Hareketi (1998) ve Barış için Kadın Koalisyonu’nun (2000) kurucularındandır. Aynı zamanda Irak Dünya Mahkemesi’ndeki Vicdan Jürisi’nin bir üyesi (İstanbul, 2005), 1000 Barış Kadını projesi tarafından 2005 Nobel ödülü için aday gösterilen sekiz İsrail’li kadından biri ve bir silahsızlanma projesi olan Silahsız Mutfak Masaları Hareketi'nin (2010) eşkurucusu ve eş-koordinatörüdür. Mazali’nin en son çıkan kitabı 2011’de İbranice yayınlanmış olan Home Archaeology (Ev Arkeolojisi)’dir. Önceki kitapları ise şöyledir: Maps of Women’s Goings and Stayings (Kadınların Gidiş ve Kalışlarının Haritaları) (2001), WhaNever (Herhangi / Hiçbir Zaman) (İbranice 1987). Makaleleri arasında ise “Owning and Ending the Production of Shame” (Utancın Üretilmesini Sahiplenmek ve Durdurmak) (2011), “A Call for Livable Futures” (Yaşanabilecek Bir Gelecek için Çağrı) (2010), “Changing Consciousness: Autoethnographic Mapping in a Dialog Group” (Bilinci Değiştirmek: Bir Diyalog Grubunda Otoetnografik Haritalar) (2013), “Ethnically Constructed Guns and Feminist Anti-Militarism in Israel” (Etnik Silahlar ve İsrail’de Feminist Antimilitarizm) (2007), ve “The Gun on the Kitchen Table: The Sexist Subtext of Private Policing in Israel” (Mutfak Masasındaki Silah: İsrail’deki Özel Polisliğin Cinsiyetçi Altmetni) (2009). Kapanış Konuşması: Doğu Durgun & Sertaç Kaya Şen (Düzenleme Komitesi) 31