din – devlet - Ahmet AKGÜL

advertisement
DİN – DEVLET
DEMOKRASİ
AHMET AKGÜL
2
İÇİNDEKİLER
 Önsöz ............................................................................................................................................... 4
 Giriş: Demokrasi Felsefesi ve Tarihi Deneyim ................................................................................. 8
1- Demokrasi ve Denetim ..................................................................................................................... 16
2- Devlet ve Yönetim............................................................................................................................. 19
3- Devlet ve Eğitim ................................................................................................................................ 23
4- Devlet ve Üretim ............................................................................................................................... 25
5- Din ve Devletin Jeopolitiği ve Emperyalizm ...................................................................................... 49
6- Din-Devlet ve Kemalizm ................................................................................................................... 54
7- Cumhuriyet ve Monarşizm ............................................................................................................... 68
8- İslamiyet ve Sekülarizm .................................................................................................................... 75
9- Din Devleti: İsrail ve Siyonizm .......................................................................................................... 96
10- Barış ve Bereket Medeniyetinde Devlet ve Demokrasi .................................................................. 105
11- Halifelik (Hükümranlık) Devlete Aittir .............................................................................................. 108
12- Devletle Düzen Farklı Şeylerdir ...................................................................................................... 112
13- İslami Açıdan Teokrasi, Laiklik ve Rejim ........................................................................................ 120
14- Laiklik Ladinliği Dayatmak Değildir ................................................................................................. 127
15- Kutsal Devlet mi, Sosyal Devlet mi? ............................................................................................... 132
16- Kemalizm’in İttihat ve Terakki’ye Dönüştürülmesi .......................................................................... 137
17- Protestan İslam ve Atatürk’ün Tepkisi ............................................................................................ 149
18- Atatürk ve Peygamberimiz Hz. Muhammed ................................................................................... 162
19- Atatürk, Kadın Hakları ve Kıyafet ................................................................................................... 181
20- Milli Birliğin gereği ........................................................................................................................... 186
21- Din: Hür İrade ve Özgür Tercihtir .................................................................................................... 194
22- İslam Denge Düzenidir ................................................................................................................... 197
23- Medine Sözleşmesi Neleri İçermektedir? ....................................................................................... 200
24- İslam Dini; Diriliş Dinamiğidir .......................................................................................................... 203
25- İslam İlericiliktir ............................................................................................................................... 206
26- Firavun Sisteminin Aktörleri Kimlerdir? ........................................................................................... 212
27- Dinsizlik Dini ve Sosyal Tahribi ve Hayatın Hakikati ...................................................................... 214
28- Küreselleşme: Üç Yahudi Ailesine Köleleşmedir ............................................................................ 248
29- Gizli İktidar; Masonluğun Sinsi Faaliyetleri ve Atatürk’ün Tedbirleri ............................................... 262
30- Batı Medeniyetinin Arka Planı ve Karanlık Çehresi ........................................................................ 269
31- İslam Dünyasının Geri Kalmışlığının Nedenleri .............................................................................. 272
32- İşte Müzakere Çerçeve Belgesi ve Türkiye’yi Parçalama Projesi .................................................. 277
3
33- AB Batılılaşma Hevesi mi, Türkiye’yi Batırma Siyaseti mi? ............................................................ 283
34- Demokrasi Düdüğüyle Sevr Hilesi .................................................................................................. 294
35- Kerkük’ün NATO İşgali ve Piyonların Gafleti .................................................................................. 299
36- Tarih Boyunca Şeytanın İki Silahı ................................................................................................... 305
37- Kuran Persfektifinden Tarihe ve Topluma Bakış ............................................................................ 308
38- Gerçekçi Aydınlarla, Taklitçi Kafaların Farkı .................................................................................. 318
39- Mürteci ve Mertekçi......................................................................................................................... 322
40- Sonsöz Yerine: Safını Bilmeyen ya Saftır veya Sahtekardır! ......................................................... 328
41- Ahmet Akgül ve Kitapları ................................................................................................................ 333
4
ÖNSÖZ
İslamiyet; "silm" kökünden, "barış" demektir. Cumhuriyet ise; farklı kültür ve kökenden, bütün
insanların birlikte, barış ve bereket içerisinde yaşayacakları ve en etkin biçimde yönetime katılacakları yeni
bir medeniyet dönemidir.
Adil ve evrensel hukuk kurallarının uygulanacağı... Temel insan haklarına saygı duyulacağı ve sahip
çıkılacağı...
Dinle devletin barışacağı ve hayırda yarışacağı... Hür düşünce ile düzenin birbirinden yararlanacağı...
Özelliğini ve güzelliğini asla yitirmeyen manevi ve ahlaki değerlerle, mutlu değişimlerin birlikte yaşanacağı bir
kutlu süreç beklenmektedir.
Cumhuriyet deyince, geçmişte ve günümüzde islam adına ortaya çıkan bazı kötü ve ürkütücü
örneklerin hatıra gelmemesi için ve "asla bir arada bulunmaz ve barışmaz" zannedilen Din, Devlet, Laiklik ve
Demokrasi gibi kurum ve kavramların, aslında rahatlıkla uyuşabileceği gerçeğini ortaya koymak üzere bu
kitap hazırlandı.
Değişik zamanlardaki hazırlıklar, ilmi konferans ve sempozyumlardaki sunumlar bir araya getirilerek ve
gerekli yazı ve yorumlar da eklenerek bu eser meydana çıktı.
Çatışma yerine, barışma ve birlikte yaşamanın... Zıtlaşma yerine yardımlaşma ve hizmette
yarışmanın... Düşmanlık ve dışlama yerine hoşgörü ve dayanışmanın... Farklılıklarımızı ve aykırılıklarımızı
bile bir zenginliğe dönüştürüp kucaklaşmanın mümkün ve mübarek olduğu inancında ve sevdasındayız.
Biz, Aziz milletimizin bir ferdi olarak, şanlı geçmişimize layık olmayı ve aydınlık geleceğimize katkıda
bulunmayı amaçlamaktayız. Bu nedenle haklı ve hayırlı bir çizgide olduğuna kesinlikle kanaat getirdiğimiz,
Milli siyaset saflarındayız. Başkaları gibi rengimizi ve çizgimizi saklamaya gerek duymamaktayız.
Her yerde ve her halde mutlaka hukuka bağlıyız. Bu yüzden Adalet Düzenini ve Hukuk devletini
savunmaktayız. Örnek bir laikliği ve gerçek bir demokrasiyi arzulamaktayız. Dinle devletin çatışmasının değil,
barışmasının ve her birinin kendi sahasında çalışmasının yararlı olacağı düşüncesini taşımaktayız. Laikliğin,
”Dini dışlamak veya dine düşmanlık” şeklinde algılamasını ve uygulamasını toplum barışı için çok tehlikeli
bulmaktayız.
Demokrasi içinde, temel insan haklarına dayanan bir toplumsal uzlaşmanın önemine, ve farklı din ve
düşünceden ama herkesle birlikte huzurlu ve onurlu yaşamanın gereğine inanmaktayız.
Her türlü şiddetin, anarşinin, gizli örgütlenmenin, silahlı hareketin ve dayatmacı zihniyetin, her zaman
karşısındayız.
70 milyonun hepsini kardeş kabul ediyor, farklı görüşlere saygı ve sabır gösterilmesini istiyoruz.
Devletimizin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü kabullenip koruyanların yanındayız.
Manevi kardeşlik ilişkisi dışında, İslâm dinini ve bütün müslümanları ”sadece biz temsil ediyoruz”
iddiasında değiliz. Bizden başkalarını suçlayıcı ve dışlayıcı tavırları tasvip etmiyoruz. Ama samimiyetle
inancımızın ve bütün insanlığın hizmetinde olmayı elbette büyük bir şeref ve sevap saymaktayız.
Bize göre DEMOKRASİ: ”Halkın, kendisini yönetecek zihniyet ve şahsiyetleri, kendi hür iradesi ve
vicdani kanaatiyle seçmiş olması... Toplumun her tabakasının ülke yönetimine fiilen katılımının sağlanması...
Farklı görüş ve kesimlerin, temel insan hakları ve evrensel hukuk kuralları çerçevesinde karşılıklı saygı ve
hoşgörü içerisinde, birlikte yaşama şartlarının hazırlanması” şeklindeki bir adalet ve fazilet rejimidir.
Ama
DEMON-KRASİ ve DESPOTİZM’e gelince, kendi halkını ”sadece güdülmesi gereken cahil
sürüler” olarak küçümseyen... Yerli ve milli değerleri ve manevi temelleri terk eden... Ülke yönetimini ve
demokratik hak ve yetkileri sadece bir avuç seçkin zümreye layık gören bir zihniyet ise, demokrasi kılıfı
geçirilmiş bir despotizm’den ve Şeytanlık idaresinden başka bir şey değildir.
Evet demokrasi “doğru”ları, despotizm ise ”yanlış”ları esas alan yönetimlerdir.
Mehdiyet medeniyetinde “Doğru ile yanlışı” tespit etmede beş temel değer ölçümüz ise;
1 - Aklı selim,
5
2 - Müspet ilim,
3 - Tarihi birikim,
4 - Evrensel Hukuk prensipleri
5 - İlahi dinlerin öğretileridir.
İşte bu beş değer ölçüsünün ittifakla iyi ve yararlı gördüğü şeyler “Doğru”, bunların kötü ve zararlı
bulduğu şeyler ise, “Yanlış” kabul edilmiştir.
Artık anlaşılıyor ki demokrasi iyilerin, despotizm ise kötülerin rejimidir.
Despotizm; Nefsi emmare sahiplerinin, yani barbar ve bencil zihniyetlerin baskıcı düzenidir.
Demokrasi ise; Nefsi Mutmainne sahiplerinin, yani olgun ve onurlu kimselerin dayanışma ve paylaşma
sistemidir.
Demokrasi ve hürriyet Mehdiyete... Despotizim ve esaret Deccalizme uygun düşmektedir. Ama ne var
ki, toplumda beğeni kazanmış ve hatta insanlığın genel beklentisi halini almış bazı doğru “kelime”ler, kötü
niyetli insanlar tarafından “yanlış manalarla doldurulup şeytani maksatlar” için istismar edilmektedir.
Bugün bunların başında ise “Demokrasi” ve “Laiklik” gelmektedir.
Yani “kelime”ler bir kalıp ve kılıf gibidir. Onlara hangi manaları yüklerseniz ve hangi maksatları
güderseniz, o kelimeler farklı şekillere dönüşebilmektedir.
Halbuki, mesela “Hukuk” kavramının, evrensel kurallara ve beşeri bir icma (Evrensel konsensüs) ile
kabul edilmiş temel ve tabii esaslara dayanması gerektiği gibi, Demokrasi ve laikliğin de böylesine genel ve
gerekli bazı kurum ve kavramlara uyması lazım gelir.
Nasıl ki, oyun sahalarının ve kale direklerinin boyutlarını ve futbolun kurallarını Türkiye şartlarına göre
değiştirmemiz mümkün değilse, “Demokrasi, özgürlük ve insan hakları” gibi kurum ve
kavramları da,
keyfimize göre eğip bükmemiz, bunları sadece kendimize reva görmemiz bir çifte standart ve art maksat
ifadesidir.
Evet, Türkiye’de demokrasi ve Laiklik açıkca istismar ve suistimal edilmektedir. Ülkenin çoğunluğunu
oluşturan müslümanlara inandığı gibi yaşama ve İslâm’ın kurallarını uygulama hakkı verilmemektedir.
Türkiye’nin gizli yönetim şekli maalesef “susurluk sistemi”ne, o da “Derin devlet düzeni“ne, o da
“Karanlık oda rejimi”ne dayanmaktadır. Başka bir ifade ile sistem, mafya çetesine o da medya şebekesine,
ve masonluk meselesine bağlanmaktadır.
Yani bu dengesiz düzen, bir ara kanal 7 de ve başka T.V. lerde görüntülerini izlediğimiz, kestikleri keçi
kanını içip şeytana tapan “masonlar diktatoryasıdır.”
Yunanca da “Demos” halk anlamında, ama “Demon” ise şeytan anlamındadır. Bunların rejimi
“Demokrasi- halk idaresi” değil, “Demonkrasi” yani şeytanların hakimiyeti olmaktadır.
Ve zaten “susurluk sistemine, mafya meselesine ve soygun çetesine” bulaşmayan ve masonların
hakimiyetine başkaldıran partiler ise, görüldüğü gibi dışlanmaya ve kapatılmaya çalışılmaktadır.
Ardından bu haksız ve dayanaksız kapatma kararının Avrupa insan hakları mahkemesine götürülmesi,
ne hikmetse en çok Batı Klüpçüleri telaşlandırmaktadır. Çünkü sahtekarlıkları ve çifte standartları bizzat
tapındıkları Batı tarafından ortaya koyulacaktır.
Evet kanaatimizce, çok kullanılan demokrasi ve laiklik gibi “Kelime” lerin ıslahı ve yeniden
yorumlanması
gerekir. Her türlü istismar ve suistimalden korunacak sağlam kalıplara ve tanımlara
kavuşturulması önemlidir.
Toplumların arzuladığı, amaçladığı ve ulaşmaya çalıştığı bazı değerleri ve dengeleri ifade etmek için
yeni kelime ve kavramlar türetilmiştir.
Laiklik ve Demokrasi’de bunlardan birisidir.
Laiklik; devleti ve düzeni, din adamları sınıfının ve din istismarının güdümünden kurtarmak, farklı din
ve mezhep mensuplarının birlikte barış içinde yaşama şartlarını hazırlamak amacını ve anlamını belirten,
evrensel bir kurum ve kavram olarak düşünülmekte ve düşlenmektedir. Ki bu anlamda güzel ve gereklidir.
Demokrasi ise, halkın her kesiminin aktif ve etkin olarak ülke yönetimine katılması, zorbaların ve
6
devrim yobazlarının köleliğinden kurtulması ve insan onuruna yakışır bir hürriyet ve hizmet ortamının
hazırlanması heves ve hayalinin bir simgesi ve sistemi olarak dile getirilmektedir. Ki, bu amaçla önemli ve
önceliklidir.
Bu iki anlam ve amaç, temelde İslâmın da ruhuna uygun düşmektedir.
"Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğru ile yanlış açıklanmıştır."1
"Sizin dininiz size, benim dinim banadır" 2 ayetleri bu amaçtaki laikliğe,
"Onların (yönetim) işleri aralarında şura (danışma ve dayanışma) iledir. Bir haksızlığa uğradıkları
zaman yardımlaş(acak ve haklarını koruyacak kurum ve kuralları oIuşturmakta)dırlar"3 ayetleri ise yine bu
anlamdaki demokrasiye uygun görülmektedir.
Ne var ki yeryüzünde ve özeIlikle ülkemizde, bugüne kadar laiklik adına bazılarınca din düşmanlığı
yapılmış, dindarlar hayattan ve hükümetten dışlanmış, ve laiklik; "din dışılık veya İslâma düşmanlık"
şeklinde uygulamıştır. İşte bu yanlış ve haksız uygulamalar yüzündendir ki, laiklik denilince dindarların
kafasında hemen zulüm ve zorbalık algılanmaktadır.
Ve yine Demokrasi pek çok ülkede ve Türkiye'mizde, diktatörlüğün, saltanat yerine seçimle
yürütülmesi, krallığın firavunlardan karunlara (sömürücü sermaye ağalarına) devredilmesi, mutlu ve
dayatmacı bir azınlığın, demokratik köleIer olan çoğunluğa hükmetmesi şeklinde yozlaştırılmıştır.
Bu yanlış ve yozlaştırılmış uygulamalara rağmen, laiklik ve demokrasi hala insanlığın ortak hayali ve
ideali konumundadır. Yani insanlık “din-devlet barışmasını, farklı dinlerin bir arada yaşamasını” haklı olarak
arzulamaktadır. Öyle ise gerçek ilim ve fikir adamlarına, İslâmcı yazar ve araştırmacılara düşen, insanlığın
bugüne kadar "laiklik ve demokrasi" diye arayıp ta bulamadığı arzulayıp ta ulaşamadığı "değerlerin ve
dengelerin" İslâmda bulunduğunu anlamak ve anlatmaktır.
Bu İslâmi doğruların ve değerlerin ise bugün insanlığın ortak malı haline gelmiş olan ve herkes
tarafından kullanılan ve savunulan laiklik ve demokrasi gibi “evrensel kelimelerle” açıklanması gereği vardır.
Yani laikliği ve demokrasiyi İlmi ve insani değerlere uygun yorumlamamız lazımdır. Daha doğrusu bu kelime
kalıplarına adil ve evrensel kavramaları yerleştirip topluma öyle sunmamız bir ihtiyaçtır. Böylece;
a- Hem zaten bilinen ve peşinen kabul edilen bazı "kelimeler" le tabii gerçekleri ve insani gerekleri
anlatmamız kolaylaşacaktır.
b- Hem de "silm - barış" medeniyetinin evrensel bir boyut kazanması ve insanlığın ortak değerleri
halini alması mümkün olacaktır.
Öyle ise bazı kelimelerden korkmak ve kaçmak anlamsızdır. Ve zaten insanların bildiği ve benimsediği
bazı ortak "kelime" lerle onlara yaklaşmak Kur'anın hükmü ve tebliğin şartıdır.
"Deki; Ey ehli kitap sizinle bizim aramızda müşterek ve müsavi olan bir “KELiME" ye gelin"4
ayeti bu gerçeği anlatmaktadır. Zira her ne kadar Yahudi ve Hırıstıyanlarla, Müslümanların Allah inancı ve
kavramı çok farklı ise de, en azından Allah’ın varlığını ve Ahiret hayatını kabul eden ortak "kelime" leri
bulunmaktadır.
Evet Hrıstiyanların ve özellikle Yahudilerin "Bazı kelimeleri YERLERİNDEN DEĞİŞTİRDİKLERİNİ"5
haber veren ayetler, onların doğru kelimelere yanlış kavramlar yüklemiş olduklarına ve böylece haksız ve
ahlaksız uygulamalara yöneImiş bulunduklarına işaret etmektedir.
Bize düşen o kelimeleri gerçek anlamına ve evrensel amacına uygun yorumlamak ve tebliğimizi bu
yollarla insanlığa ulaştırmaktır.
"Allah batılı imha eder ve Hakkı Kelimelerle ortaya koyar"6 ayeti de bazı gerçekleri insanIığın
benimsediği ve ortak değeri haline getirdiği keIimelerle anlatmak gerektiğine izin ve işaret buyurmaktadır.
1
Bakara: 256
Kāfirün: 6
3 Şura: 38 - 39
4 Al-i İmran: 64
5 Nisa: 46
6 Şura: 24
2
7
Zaten, Allahu zülcelal hazretleri "Kitabı (Kur’anı) Hak ve Mizan olarak indirmiştir"7 Yani Kur’an'ın
evrensel kuralları asla "değişmeyen ölçü" dür. Her şey bu ilmi ve insani prensiplere göre düzenlenecek ve
değerlendirilecektir.
Bu nedenle Laiklik ve Demokrasi gibi evrensel boyut ve beğeni kazanmış kelimeleri ve kavramları
yozlaşmaktan ve yanlış uygulamaktan kurtarıp, bunların ıslahına çalışmak ve insanlığın hizmetine sunmak,
hem güzel, hem de gereklidir.
Çünkü İslâm, insanlar arasında adalet ve hürriyeti gerçekleştirmek içindir. Peygamberler de bununla
görevlidir.8
"Laiklik zulümdür, demokrasi küfürdür" gibi haksız ve dayanaksız yorumlara kalkışmak, kolaycı ve
kaçırıcı ucuz kahramanlıklara soyunmak yanlıştır ve tebliğ metoduna aykırıdır.
Ve bu kelimeleri suçlu ve sorumlu tutup savaş açmak, veya bunlardan korkup kaçmak anlamsızdır.
Hem bakınız; laikliği din düşmanlığı, demokrasiyi de sermaye krallığı şeklinde uygulayan bazı hain ve
zalim çevreler:
"Din, iman Allah, Peygamber, Hak, Hukuk" gibi İslâmi ve Kur'ani kelimelerimizi kullanmaktan korkup
kaçınıyorlar mı?
Hayır, tam tersine bu doğru ve değerIi kelimeleri, yanlış ve değersiz amaçları için sıkça kullanıyor ve
istismar ediyorlar. Ve bu mühim ve mübarek kılıfların içini boşaltıp, batıl ve bozuk manalar yüklüyorlar. Öyle
ise "laiklik ve demokrasi" gibi çağdaş ve evrensel kelime ve kavramlara da bizim sahip çıkmamız ve bunları
ilim ve inancımız açısından yeniden yorumlamamız ve bütün insanlığın hayrına çalışmamız hem güzeldir,
hem de gereklidir.
7
8
Şura: 17
Şura: 15
8
DEMOKRASİ FELSEFESİ VE TARİHİ DENEYİM
Demokrasi: kavram olarak, insanlığın umut ışığı ve soyut amacı halini almış; ama kurum ve yorum
olarak hala istismar ve suistimalden kurtulamamış ve hiç değilse asgari müştereklerde ortak ve somut
uygulama örneği oluşturulamamış bir sistemdir.
Hakan Türk’ün “Derin Devlet Var mı?” kitabının sonundaki Demokrasi tarifi ve kritiği önemli tespitler
içermektedir.
Demokrasi niçin önemli ve gereklidir?
İngiltere'nin eski Başbakanlarından Winston Churchill'in dediğine göre: "Demokrasi, zulüm ve istibdat
rejimlerinin tamamı hariç, en kötü yönetim şeklidir." Demokrasi, bu gün tek meşru yönetim biçimi olarak
görülmektedir. Artık "kim yönetecek?" sorusunun cevabı, demokrasi ile diğer yönetim biçimleri arasında
değil, demokrasinin farklı yorum ve pratikleri arasında aranır haldedir. Meşru, ahlakî ve insanî tek yönetim
biçimi olan demokrasiyi daha da geliştirmek ve mükemmele ulaştırmak arayışı içindeyiz. Bu arayışa imkân
ve cesaret veren de demokrasinin kendisidir.
Demokrasi hakkında yanlış fikirlere sahip olmak, bizi yanlış yerlere götürebilir. Demokrasi, çok zengin
kuramlara ve kılı kırk yaran analizlere konu edilmiştir. Bu kuramların ve analizlerin de sonu gelmeyecek gibi
görünmektedir. Ancak unutmamamız gereken basit bir gerçek var: Demokrasi, halkın yönetimi olduğuna
göre, halk tarafından anlaşılabilir olması gerekir. Demokrasinin gücü de anlaşılırlığından gelmektedir.
Demokrasi; sürekli gelişen, olgunlaşan ve zenginleşen, sonu gelmeyecek bir idealdir. Aynı zamanda
eksiğiyle ve fazlasıyla bir gerçeklik olarak mevcuttur. Demokrasinin gerçek dünyasına nüfuz edebilmek için,
onu öncelikle bir "kültür" olarak algılamak oldukça önemlidir. Halkı küçümseyen ve onları güdülemesi
gereken sürüler gören despotik kesimlerin demokrasisi, “demon-krasi”ye, yani şeytanlık rejimine
dönüşmektedir.
Örneğin; Seçimle işbaşına gelmiş, ama boğazına kadar yolsuzluğuna bulaşmış olan bir hükümet
iktidarda olabilir. Benzeri suistimaller her zaman yapılabilir. Başka hiçbir rejimde olmayan meziyetle,
demokrasi bize bu yanlışları düzelme fırsatı ve araçları sunan bir sistemdir. Önemli olan demokrasinin
gerçek gücünün: statüsüne, gelirine, bilgi düzeyine aldırmadan, her bireyin kişiliğine saygı duymasından ve
herkesi eşit bir şekilde siyasete katılmaya çağırmasından geldiğini bilmemizdir. (Ve tabi unutulmasın ki
demokrasi: Emin ve ehil ellerde adalet ve saadet vesilesi, ama cahil ve hain ellerde ise sefalet ve felaket
sebebidir)
Demokrasi nedir, ne değildir?
Demokrasiyi tanımlamak zordur; kavram üzerine hâlâ sürmekte olan bir karmaşadan yakınılmaktadır.
Bu zorluğun ve karmaşanın ilk sebebi, demokrasinin "saygın" bir kavram olmasından kaynaklanır. Bu
kavramın arkasına sığınarak, zayıf argümanlarla bile haklılığınızı ispatlamaya girişebilirsiniz. Nitekim
demokrasiyle yakından uzaktan bir ilgisi olmayan yönetimler bile "demokrat" olduklarını ispatlamak için, akla
zarar bir yığın çaba sarfetmişlerdir. İkinci sebep, kavramın tek başına kullanıldığı zaman gerçekte pek fazla
şey ifade etmemesidir. "Halkın yönetimi"ni ifade eden kavram, aşağıda aktaracağımız üzere, bize yönetim
biçimi ile ilgili sadece bir prensibi vermektedir. Demokrasi, açık bir anlamda kullanıldığı zaman mutlaka
önüne bir sıfat almaktadır. Bu sıfatların bir listesini çıkartmak bile meşakkatli bir iştir. Siyasal demokrasi,
sosyal demokrasi, doğrudan demokrasi, parlamenter demokrasi, katılımcı demokrasi, çoğulcu demokrasi,
anayasal demokrasi vs.
Demokrasi kavramı Eski Yunan'a uzanmaktadır. "Krasi" ile biten diğer sözcükler gibi (örneğin,
otokrasi, aristokrasi ve bürokrasi) demokrasi Yunanca bir sözcük olan ve güç, iktidar anlamına gelen
"kratos”tan türemiştir. Demos ise fakirler, halk yığınları anlamlarına gelen bir sözcüktür. Böylelikle, demokrasi
sözcüğü, kelime anlamı olarak "halkın yönetimi" demektir. Bununla beraber, "halkın yönetimi" deyimi bize
fazla bir şey anlatmamaktadır. Demokrasi, yaygın olarak kullanılan her sözcüğün hiçbir şeyi ifade etmeme
tehlikesi vardır ve bu tehlike demokrasi sözcüğü için özellikle geçerlidir. Bugüne kadar kullanılan farklı
9
anlamlardan aşağıda örnekler verilmiştir.

Yoksulların ve yığınların yönetimi

İnsanların kendi kendilerini, profesyonel politikacılara ve kamu görevlilerine ihtiyaç duymadan
doğrudan ve sürekli olarak yönettikleri sistem;

Hiyerarşi ve ayrıcalıklar yerine liyakat ve fırsat eşitliğine dayanan bir toplum modeli;

Sosyal eşitsizliklerin üstesinden gelmeyi amaçlayan bir refah ve adil dağıtım düzeni;

Çoğunluğun yönetimi ilkesine dayanan bir karar alma rejimi;

Çoğunluğun iktidarına sınırlamalar getirerek azınlıkların hak ve çıkarlarını koruyan yönetim biçimi;

Kamu görevlerine gelmek için halkın oyuna müracaat edilen rekabetçi bir sistem;

İnsanların, siyasal hayata katılımına bakmaksızın çıkarlarına hizmet eden hükümet biçimi.
Demokrasinin doğası üzerine düşünmeye, Abraham Lincoln'un 1864'te Gettysburg Söylevinde yaptığı
tanım ile başlamak faydalı olabilir: "Halkın, halk tarafından, halk için yönetimi." Bu tanım parlak bir belagat
örneğidir. Ancak demokrasinin ne olduğuna dair çok az fikir vermektedir. Yine de bu tanım, demokrasi
kavramının içinde yer alan karışıklığı anlamak ve çözmek için bir başlangıç noktası olabilir. Bu tanımdaki üç
unsura yakından bakmayı deneyelim:

Halk kimdir?

Halk nasıl yönetir?

Halk için yönetimin sınırları nerede sona ermektedir?
Halk Kimdir?
Halk dediğimiz zaman birbirine eşit bireylerden meydana gelen bir topluluğu kastediyor
olmamız gerekir. Demokrasinin en temel dayanaklarından biri “siyasi eşitlik” ilkesidir. Bunun anlamı,
siyasi iktidarın belirlenmesinde herkesin eşit paya sahip görülmesidir. Evet, iktidar üzerinde herkesin
eşit hissesi olacaktır, peki o zaman bu "herkes"' kimdir? Kısaca, demokrasinin "demos"u kimlerden
oluşmaktadır? Yani halk kimdir? İlk akla gelen, ülke nüfusunun tamamının halkı meydana
getirmesidir. Pratikte ise, her demokratik sistem "nüfusun tamamına' bazı kısıtlamalar getirmekte,
siyasete katılım çeşitli şekillerde sınırlandırılmaktadır. Demokrasi tarihi, bu sınırlamaların örnekleriyle
doludur. "Demokrasi" kavramını icat eden Eski Yunanlılar, kadınları, köleleri ve yabancıları
(meteikos) "yurttaş" kabul etmiyorlardı. Oy hakkı üzerindeki sınırlamalar çağımıza kadar devam
etmiştir. Kadınlara oy hakkı tanınması, demokrasinin beşiği kabul edilen İngiltere'de 20. yüzyılda
gerçekleşmiştir, ABD'de 1960'a, İsviçre'de 1971'e kadar "eşit oy hakkı" tanınmamıştı.
Bugün de, yabancılar bir ülkede ne kadar uzun süre yaşarlarsa yaşasınlar oy hakkına sahip değillerdir.
Halkı meydana getiren bireylerin her birine, yönetimde eşit oranda söz hakkı verdiğimizi varsayalım. Buna,
"siyasal demokrasi" diyoruz. Bu sefer ortaya başka bir sorun çıkmaktadır. Özellikle iktisadi olarak birbirine
eşit olmayan bireylerden meydana gelen bir toplumda, sadece "siyasal" eşitliğe dayalı bir yönetimin,
gerçekten eşitliğe dayandığını söyleyebilir miyiz? İnsanlara eşit fırsatlar ve imkânlar verilmediği takdirde,
avantajlı olanlar kendiliğinden yönetimde daha fazla söz hakkına sahip olmayacaklar mıdır? "Sosyal
demokrasi" bu sorunun cevabı olarak geliştirilmiş bir kavramdır.
Bugün, "halk" ile kastedilen bütün yetişkin vatandaşlardır, ama yine de "halk kimdir?" sorusunun
cevabını vermek o kadar kolay değildir. Rousseau'nun "genel irade" kuramı bir soyutlama olduğuna göre,
"halk" birbirine ortak çıkarlarla bağlı yekpare bir bütün olamaz. İstisnasız her toplumda fikir ayrılıkları ve çıkar
çatışmaları bulunur. O zaman halk pratikte karşımıza iki ayrı dünya olarak çıkacaktır. Çoğunluk ve azınlık.
Yönetme hakkı da çoğunluğa verilecektir. Demek ki sadece çoğunluğun yönettiği bir sistemden
bahsetmekteyiz. Buradaki çoğunluk, aynı zamanda azınlığı da yönetecektir. “Sayıca üstün olanın, sayıca az
olanı yönettiği bir sistem” ortaya çıkmaktadır. Böylesi bir sonuç, demokrasiyi gerçek anlamından
uzaklaştıracak ve "çoğunluğun tiranlığı" denilen bir tür zorbalığa yol açacaktır. Çoğunluğun azınlığı yönettiği
bir sistemin, "siyasal eşitlik" prensibine dayandığını nasıl söyleyebiliriz?
Yönetimi çoğunluğa vermemiz, “sayısal üstünlüğe değer vermemiz” anlamına gelmektedir. Sayısal
10
üstünlüğün her zaman nitelik üstünlüğüne yol açmayacağını, çoğunluk kararlarının, sırf çoğunluğa ait olduğu
için "doğru'' ve "haklı" olduğunu söyleyemeyeceğimizi biliyoruz. Yönetim hakkını çoğunluğa vermemizin tek
sebebi vardır: “Azınlığa vermekten daha doğru” olduğu için. Tekrar sorumuza dönelim. Yönetimi çoğunluğa
verdiğimiz zaman azınlığın durumu ne olacaktır? Yönetme hakkına sahip olmayan, çoğunluk tarafından
verilen kararlara uymak zorunda kalan azınlığı, çoğunluğun baskı ve zorlamalarından nasıl koruyabilir,
onların özgürlüklerinin ve haklarının zarar görmesini nasıl engelleyebiliriz?
Demokrasiyi tanımlarken karşı karşıya olduğumuz asıl sorun budur. Bir yönetime "demokrasi"
diyebilmemiz için bu sorunun makul ve azınlığı tatmin edecek şekilde çözümlenmesi gerekir. "Siyasal eşitlik"
ve "çoğunluğun yönetimi" nispeten basit prensiplerdir. Demokrasinin zengin dünyasını, "saygın" yüzünü
oluşturan asıl unsur "azınlık" haklarının garanti altına alınması için geliştirilen yöntemler ve mekanizmalardır.
Anayasal demokrasi, çoğulcu demokrasi, radikal demokrasi, özgürlükçü demokrasi gibi kavramlar, işte bu
"azınlık hakları'na makul çözümler bulmak ve teminat altına almak için geliştirilen mekanizmaları ve
yöntemleri ifade etmektedir.
Halk Nasıl Yönetir?
Demokrasinin birçok tanımı "halk tarafından yönetilmek" ilkesine dayanır. Bu ilke, halkın kendi
kaderine hükmetmesini, kendisi hakkındaki kararları kendisinin vermesini ifade etmektedir. Halk kendisini
nasıl yönetecektir? Söz konusu olan milyonlarca insan olduğuna göre bu durum fiziken imkânsızdır. Şayet
imkân varsa, küçük bir araya gelebilen sayılar söz konusu ise "doğrudan demokrasiden bahsedebiliriz.
İsviçre'nin bazı kantonlarında hâlâ uygulandığı gibi. Ancak doğrudan demokrasi teknik zorlukları yüzünden
uygulanması zor bir yöntemdir. Bunun yerine, halkın iradesini yönetimde belirleyici güç olarak muhafaza
edebilmek için "temsil" kurumunu işletiyoruz. Düzenli yapılan seçimlerle, kendimizi yönetme hakkını birilerine
vekâletle devrediyoruz. (Milletvekili, milletten vekâlet almış kişi anlamına geliyor.) Bu durumda demokrasiye
"temsili demokrasi" adını veriyoruz. Temsilcilerimiz bizim adımıza karar veriyor, bizim adımıza yönetim
işlerini üstleniyor.
Demokrasiyle ilgili sürdürülen tartışmaların ve yaşadığımız sıkıntıların kaynağını işte bu "temsil"
kurumu oluşturuyor. Temel sorun, “temsilcilerimizin bizi temsil yeteneğinde” düğümleniyor. Devreye
profesyonel bir politikacı sınıfı giriyor. Bu sınıf, bizim verdiğimiz vekâletin sınırları dışına çıkıyor, kendi
çıkarlarının
peşinden
koşuyor.
Seçim
aralıkları
uzun
olduğu
için
onları
denetleyemiyor
veya
cezalandıramıyoruz. Diğer yandan, verdikleri kararlar, yürüttükleri politikalar bizim arzu ve isteklerimizi
yansıtmıyor. Onları değiştirmek için en az dört yıl beklemek zorunda mıyız? Seçimler dışında da siyasi alana
isteklerimizi, taleplerimizi taşıyabilmek, kararları denetlemek ve etkilemek, kısaca halkın ağırlığını
hissettirebilmek için yollar aramaya başlıyoruz. Siyasete seçim dışında da katılım kanalları açıyor ve bunu
demokrasiyi işletecek bir yöntem olarak kurumlaştırıyoruz. Böylece elimize "katılımcı demokrasi" dediğimiz
güçlü bir araç geçiyor.
"Halk için yönetme" iddiasında olan modeller de söz konusudur. Bu tip modellerde halkın dolaylı ya da
doğrudan katılım kanalları oldukça sınırlanmıştır. Bu modellerin en kaba örnekleri totaliter demokrasiler
denilen ve Hitler ve Mussolini gibi faşist diktatörlerin rejimlerinde kendisini gösteren uygulamalardır. Böylesi
modellerde "lider" ön plana çıkartılır ve” liderin tüm halkın çıkarlarına sahip çıkacağı ve halk adına en doğru
kararları alacağı” iddia edilir. Bu gibi durumlarda, halkın yönetimi güçlü bir liderin iradesine teslim olmuş bir
dizi sembolik ritüelden ibarettir, (marşlar, gösteriler vb.) Bu bazen plebisiter demokrasisi olarak da kendisini
gösterir. Totaliteryan demokrasiler, gerçek bir demokratik yönetim mantığından uzak olsalar da, halk
tarafından yönetilmek" ile "halk için yönetmek" arasındaki gerilimi ortaya koymaları açısından önemlidirler.
Halk Yönetiminin Sınırları Nelerdir?
Halkın kim olduğu ve nasıl yönetmesi gerektiği sorularını yanıtladıktan sonra, "halkın yönetiminin
sınırları ne olmalı?" Konusunda tartışmalıyız. Yönetme hakkını halka verdik diyelim, ama aynı zamanda “bu
hakkın sınırlarının” da belirlenmesi gerekir. "Yönetme": her alana, her konuya karışmak, düzenlemeye
çalışmak değildir. İnsanların özgürce yaşayacağı alanları da kimsenin karışamayacağı alanları da, aynı
11
"yönetim" garanti altına almalı. Demokrasinin sınırı nedir? Hangi kararlar halkın, hangileri bireylerin
inisiyatifine bırakılmalıdır?
Pek çok bakımdan, bu türden sorular kamusal alan-özel alan ayrımını gündeme getirmektedir. Liberal
bir bireyciliğe dayanan demokrasi modelleri, demokrasinin ve siyasetin sınırlarını genel bir biçimde çizerler.
Buna göre demokrasinin amacı, belirli katılım vasıtalarıyla, bireylerin yer alabilecekleri yasal ve siyasal
çerçeveyi kurmaktır. Demokrasinin bir biçimde bireylerin inisiyatiflerini ve özgürlüklerini engelleyecek
durumlar yaratmaması gerekir. İşte buna "özgürlükçü" veya "liberal" demokrasi denilmektedir.
Bununla birlikte, sosyalistlerin ve radikal demokratların geliştirdiği alternatif bir demokrasi modeli de
mevcuttur. Radikal demokraside, demokrasi bireylerin serbestçe hareket ettikleri genel ve esnek bir çerçeve
olarak değil, halkın ortak çıkarlarını optimum düzeyde gerçekleştirebilecekleri ve her türlü katılım vasıtasının
kullanıma açık tutulduğu bir sistem olarak tanımlanır. Halk kendi hayatını etkileyecek her türden karara
katılma
hakkına
sahiptir.
Benzeri
bir
duruş,
ekonomik
hayatın
demokratikleştirilmesinden
ve
kamulaştırılmasından yana olan "sosyal demokrasi"de de görülür. Feministler ise benzer bir biçimde özel
alandaki katılım kanallarının herkese açık olmasını ve aile hayatının demokratikleştirilmesini talep
etmektedir. Bu perspektiften bakıldığında, demokrasinin sınırlarını geliştirdiği ortak alanlar, sözde özgürlüğün
kapsamını geliştirmekte, ama özde tüm ahlaki ve ailevi kutsalları tahribe yönelmektedir.
Demokrasinin Erdemleri
"Demokrasi bir fazilet rejimidir" sözünü, siyasetçiler sık sık kullanırlar. Demokrasiyi, diğer yönetim
biçimleri karsısında üstün kılan nitelikler nelerdir? Aynı zamanda demokrasiyi evrensel tek meşru yönetim
biçimi haline getiren bu erdemleri şu şekilde sıralayabiliriz.
Bireylerin Kendi Geleceğini Tayin Edebilmesi: Demokrasinin ahlaki temeli, bireylerin kendi
kaderlerini özgürce tayin edebilmelerine imkân sağlamasıdır. Demokratik yönetimin kurallarını yurttaşlar
koymaktadır. En azından bu kurallara rızalarını beyan etmekte ve bunları onaylamaktadır. Bir kimse, kendi
koyduğu veya rızasını gösterdiği kurala, kimsenin zorlaması olmadan gönüllü olarak riayet edecektir.
Bireylerin kendi amaçlarını kendilerinin belirlemesi ve hayatlarını bu doğrultuda sürdürmeleri, özel
hayatlarının dışardan gelen müdahalelerden korunmasına bağlıdır. Bunu sağlayan, demokrasinin garanti
altına aldığı özgürlüklerdir. Öbür taraftan, bireylerin toplumla paylaştıkları ortak alanları vardır. Demokrasi,
ortak alanda alınan kararlara bireyin katılmasını sağlayarak, kendi kaderini tayin hakkının siyasal alandaki
uzantısına imkân vermektedir. Demokratik süreçler bu imkânı sağladığı için, herkesin ahlakî özerkliğine de
saygı göstermektedir. Öyleyse demokrasi, bireylerin sadece ulusal veya yerel düzeyde kendini yönetmesine
değil, aynı zamanda “kendi kendisini yönetmesinin” de siyasal boyutunu ifade etmektedir.
Farklı Hayat Tarzlarının Meşruluğu ve Barış İçinde Birlikte Yaşama Prensibi: Demokrasi, farklı
hayat tarzlarının meşru olduğu kabulüne dayanır. Bütün ortak paydalarına rağmen, insanların dünya,
görüşleri, gayeleri ve yaşam biçimleri büyük farklılıklar gösterir. Barışçı ve medenî bir toplum, bütün bu
farklılıklara rağmen birlikte, barış içinde bir arada yaşama becerisini gösteren toplumdur. İşte bu barış içinde
yaşama vasatını sağlayan şey, demokrasidir.
Bireyin ve Bireysel Özgürlüklerin Değeri: Demokrasi bireyi ve bireysel özgürlükleri koruyan ve
geliştiren bir sistemdir. Demokrasi bu haliyle özgürlüğün sağlam bir aracı yerindedir. Belli haklar, özgürlükler
ve fırsatlar demokratik sürecin vazgeçilmez öğeleri olduğu için, bu süreç varolduğu sürece, bu hakların,
özgürlüklerin ve fırsatların da zorunlu olarak varolmaları gerekmektedir. Bunlar, düşünce ve ifade özgürlüğü,
örgütlenme, adil ve serbest seçimler gibi hak ve özgürlüklerdir.
İnsanın Gelişmesi: John Stuart Mill, demokrasinin insanların bazı erdem ve hasletlerini geliştirdiğini
söylemektedir. Ona göre demokrasi siyasal hayata aktif olarak katılma imkânlarını herkese sağlamak
suretiyle vatandaşların bağımsızlık, kendine güven duyma ve kamusal ruha sahip olma özelliklerini diğer
rejimlerden daha fazla geliştirmektedir. Katılımcı demokrasiyi savunanlar, katılma yoluyla bireylerin
potansiyellerinin geliştiği üzerinde önemle durmaktadır.
Adaletin Gözetilmesi: Adaleti en iyi sağlayacak sistem demokrasidir. Demokrasilerde adaletsizlik
12
ihtimali, siyasi özgürlüklerin baskı altına alındığı sistemlerden daha azdır. Çünkü demokrasi, çıkarları
zedelenen ve adaletsizliğe uğrayanlara seslerini çıkartma ve haklarını arama fırsatı vermektedir. Ancak
demokrasinin doğru işlemesi için; genel siyasi ve ekonomik düzenin adil olması gerekmektedir. Çünkü eğri
bir cetvelle doğru çizmek mümkün değildir.
Çatışmaların Konsensüsle Çözümlenmesi: Demokrasi, çatışma konularının ve çatışan tarafların
kendilerini rahatça ifade etmelerine imkân sağlayarak bir tür emniyet sübabı rolü oynamaktadır. Demokrasi,
muhalefeti meşru hale getirmekte ve çıkar çatışmalarını normal kabul ederek bunların çözümü için adil
yöntemler geliştirmektedir. Demokrasi, "zor yerine oy kullanılmasını, kafaların kırılması yerine sayılmasını"
kurumlaştıran bir sistemdir. Böylelikle dayatılan çözümlerin yerine gönül rızasıyla uyulan çözümler
geçmektedir.
Demokrasi Modelleri
Demokrasi genellikle tek bir modele dayalı, belirsiz bir kavram olarak görülür. Çoğu Batı toplumları için
demokrasi: evrensel, oy hakkına dayalı olarak düzenli ve rekabetçi seçimlerin yapıldığı bir sistemdir.
Günümüzde, özellikle Sovyetler Birliği'nin çözülmesinden ve liberal kapitalizmin zaferinden sonra, en genel
anlamda "demokrasi'' ile kastedilen “liberal demokrasi" olmaktadır. Bununla beraber, hâkim liberal demokrasi
modeli dışında, çeşitli demokrasi modelleri ve teorileri vardır. Söz konusu modeller dört başlık altında
değerlendirilebilir:

Klasik Demokrasi

Korumacı (protective) demokrasi

Gelişmeci (developmental) demokrasi

Halk demokrasisi
Klasik Demokrasi
Klasik demokrasi modeli "polis"e, Eski Yunan şehir devletlerine ve özellikle�bu şeh�r ��vletlerinin en
büyük �� en güçlüsü olan Atina'daki uygulamalara dayanmaktadır.
Atina'da M.Ö. 4. ve 5. yüzyıllarda uygulanan doğrudan demokrasi modeli genellikle halk katılımının en
saf ve ideal hali olarak değerlendirilir, Rousseau ve Marx gibi düşünürleri etkilemiş olan bu modelde kritik
konumu Ecclesia denilen meclis oluşturuyordu. Tüm yurttaşların katılımıyla yılda en az 40 defa toplanan bu
meclis, temel sorunları görüşüyor, karara bağlıyor ve kamu görevlilerini atıyordu. 500 kişilik bir konsey
meclisin yürütme kanadını oluşturuyor ve 50 kişiden oluşan güçlü bir komite Konseye çeşitli teklifler
getiriyordu. Komite başkanlığı bir gün için gerçekleştirilen bir görevdi ve hiçbir Atinalı bu onuru hayatı
boyunca bir kereden fazla yaşayamıyordu. Sadece askeri konularla ilgili olarak, on generalin tekrar seçilme
şansı vardı. Atina demokrasisini bu kadar önemli yapan şey vatandaşların siyasi aktivitelere katılma
düzeyiydi. Vatandaşlar sadece meclis toplantılarına katılmıyor, kamu görevlerinin ve karar alma süreçlerinin
belirlenmesinde de sorumluluk alıyordu.
Bu düzene en sert eleştirileri getiren kişi, Platon olmuştur. Platon kitlelerin kendilerini yönetecek bilgi
ve deneyime sahip olmadığını savunarak, siyasi eşitlik fikrine karşı çıkmıştı. Ona göre iktidar bir filozoflar
sınıfının ve ona bağlı olarak "koruyucular"ın elinde olmalıydı.
Atina demokrasisi, tüm erdemlerine rağmen, kısıtlayıcı bir yurttaşlık anlayışına sahipti. Köleler,
kadınlar ve yabancılar yurttaş sayılmıyor, yalnızca Atina doğumlu 20 yaş üzerindeki mülk sahibi erkekler
yurttaşlık haklarına sahip bulunuyordu. Aslında bu açıdan Atina demokrasisi demokratik ideallerin tam bir
antitezi gibidir. Atina demokrasisinde görülen doğrudan ve düzenli katılım İsviçre kantonlarında ve ABD'de
New England'da da geçerli olmuştur.
Korumacı Demokrasi
Demokratik fikirlerin yeniden canlandığı 17. ve 18. yüzyılda, Eski Yunan'daki klasik demokrasi
modelinden farklı modeller ortaya çıktı. Demokrasi artık halkın siyasete katılma aracı ve hükümetlerin
aşırı müdahaleci tutumlarına karşı koruyucu bir güç olarak görülüyordu. Bu anlayış özellikle bireysel
özgürlükler için en geniş alanı teminat altına alma amacını güden ilk liberal düşünürlerde kendini
13
gösteriyordu. Bireyleri devlet karşısında koruma kaygısı aslında Aristo'nun Platon'a sorduğu soruda
ortaya çıkıyordu: "Quis Custodiet Custodes?" (Koruyuculardan kim koruyacak?) Aynı kaygıyı taşıyan
John Locke, oy hakkını doğal haklar içinde değerlendirme eğilimindeydi, Halk kendisini yönetenlere
karşı bir rıza göstermediği sürece yönetimin meşruiyetinden bahsedilemezdi. Bu demokratik tutuma
rağmen Locke'un kendisinin modern standartlarda bir demokrat olduğu söylenemez. Çünkü Locke
için oy hakkı sadece mülkiyet sahiplerine aittir.
James Mill (1773–1836) ve Jeremy Bentham (1748–1832) gibi 18. yüzyıl faydacıları, demokrasiyi
bireysel çıkarları korumak ve geliştirmek için bir araç olarak görmüşlerdir. Bentham'a göre insanlar
"hazzı arayan, acıdan kaçan yaratıklar" olduğu için evrensel oy hakkının getirilmesi en çok sayıda
insan için en fazla mutluluğu” sağlayacak yegâne yoldur.
Korumacı demokrasi sınırlı ve dolaylı bir demokrasi modeli sunar. Pratikte, yönetilenlerin rızası
düzenli ve rekabetçi seçimlerle sağlanır. Bu da yönetenlerin halka hesap vermesini sağlar. Siyasi
eşitlik böylelikle eşit oy hakkını ifade eden teknik bir kavrama dönüşür. Dahası, oy hakkı gerçek bir
demokrasi için yeterli değildir. Bireysel özgürlükleri korumak için yasama, yürütme ve yargı
üzerinden güçler ayrılığına dayalı bir sistemin tesisi de şarttır.
Sonuç olarak korumacı demokrasi modeli; insanlara seçtikleri gibi yaşamak imkânı vermeyi
amaçlamıştır, bu haliyle laissez-faire (bırakınız yapsınlar) kapitalizmiyle örtüşen bir yapıya sahiptir.
Bireylerin özgürlüğüne ve sosyal ve ekonomik koşullar karşısındaki sorumluluklarına yaptığı
vurguyla klasik liberallere ve Yeni Sağ'a esin kaynağı olmuştur.
Gelişmeci Demokrasi
İlk parlamenter demokrasi modellere bireysel hakları korumaya dikkatlerini vermiş iken; hemen
arkasından toplumu temel alan bir yaklaşım gelişmiştir. Bu modelin en radikal biçimi Jean Jacques
Rousseau tarafından geliştirilmiştir. Rousseau'nun fikirleri pek çok bakımdan liberal gelenekten bir kopuşu
simgelemiş, Marksist ve anarşist geleneklere ciddi bir etkide bulunmuştur.
Rousseau için demokrasi insanların özgürlüğüne hizmet eden bir araçtır. Vatandaşlar sadece
doğrudan ve devamlı bir biçimde toplum hayatını biçimlendiriyorlarsa gerçekten özgürdürler. Bu görüş
radikal bir doğrudan demokrasi anlayışına dayanır. Rousseau, İngiltere'deki seçimlerin vatandaşların
özgürlüğüne bir katkıda bulunmadığını, aksine seçim sisteminin ve temsil mekanizmasının insanları
köleleştirdiğini iddia etmiştir.
Rousseau'nun teorisinin özgün yanı geliştirdiği genel irade tezinde yatmaktadır. Genel irade, toplumun
ortak ve gerçek çıkarlarını ifade eder ve bireyler "en iyiyi temsil eden" genel iradeye uymalıdırlar. Genel irade
basit bir biçimde özel iradelerin toplamına indirgenemez. Rousseau'ya göre böylesi bir model sadece siyasi
değil, ekonomik eşitliği de sağlayacaktır. Rousseau'ya göre "kimse başkasını satın alacak kadar zengin,
kimse de kendisini satmak zorunda kalacak kadar fakir olmamalıdır."
Rousseau'nun fikirleri 1960'lar ve 1970'lerdeki Yeni Sol düşünürlerinin katılımcı demokrasi fikrini
geliştirmelerine yardımcı olmuştur. Katılımcı demokrasi vasıtasıyla her birey kendi yaşamına dair verilen
kararlara katılmakta ve böylesi bir sistem adem-i merkeziyetçilik, açıklık ve hesap verme gibi ilkeleri zorunlu
kılmaktadır. Bu da demokrasinin, halka gerçekten yayılmasını sağlamaktadır. Rousseau'nun fikirleri, özellikle
vatandaşların gerçek ve subjektik iradeleri arasında yaptığı ayrım nedeniyle eleştirilmektedir. Genel iradenin
yukardan tanımlanması, totalitarizm haklılaştırılması için uygun bir zemin yaratabilmektedir.
Temsili hükümet fikrine dayanan liberal bir model, gelişmeci demokrasi modeli çerçevesinde John
Stuart Mill tarafından geliştirilmiştir. Mill için demokrasinin erdemi şudur: "Demokrasi bireysel kapasitelerin en
uygun ve üstün bir biçimde gelişimini sağlamaktadır." Siyasal hayata katılmak suretiyle vatandaşlar, kişisel
gelişimlerine olumlu katkılar sağlarlar. Kısacası, demokrasi önemli bir eğitsel tecrübedir. Mill, eğitimin
önemine inanan bir düşünür olarak, oy hakkının genişletilmesini fakat "okumamış cahil" kimselerin bu hakka
sahip olmaması gerektiğini savunuyordu. Kendi zamanı için radikal sayılacak bir biçimde kadınların da oy
hakkı olması gerektiğini savunan Mill, güçlü ve bağımsız yerel otoritelerin varlığından yanaydı.
14
Demokrasinin tehlikeli yanlarının da farkında olan Mill, tıpkı Platon gibi, tüm siyasi fikirlerin aynı
değerde olduğuna inanmıyordu. Mill, çoğul bir oylama sistemi öneriyordu. Yeteneksiz işçiler bir oy,
yetenekliler iki oy, öğrenilmiş bir meslek sahibi olanlar beş ya da altı oy kullanacaktı. Çoğunluğun tiranlığı
tehlikesinin de farkında olan Mill'in görüşleri parlamenter demokrasiyi destekleyen bir çerçeve sunmuştur.
Halk Demokrasisi
Halk demokrasisi kavramı, Sovyet modelindeki komünist rejimlerden türetilmiştir. Ancak kavram,
Marksist gelenek içinden çıkan bütün demokrasi modellerini kapsayacak şekilde ifade edilir. Bu modeller
kendi aralarında önemli farklılıklar göstermesine karşılık, liberal demokrasi ile keskin hatlarıyla karşıtlık
içindedir.
Marksistler, liberal demokrasiyi: burjuva ya da kapitalist demokrasi modeli olarak eleştirirler. Bununla
birlikte, özellikle eşitlikçi çağrışımları nedeniyle, demokrasi Marksistler için olumlu anlamlar içermektedir.
Marksistlere göre gerçek anlamıyla demokrasi, kaynakların eşit dağılımını gerçekleştirerek, sosyal eşitliği
sağlama amacı gütmelidir.
Marx kapitalizmin çökeceğini ve proletaryanın devrimci diktatörlüğüne dayanan kısa bir evreden sonra
ulaşılacak olan komünist toplumda bir proletarya demokrasisi yerleşeceğini öngörmektedir. Ancak böylesi bir
sistemde bir süre sonra devlet ve hukuk gibi kurumlara gerek olmayacağından demokrasi de
"gereksizleşecek"tir. Bununla birlikte 20. yüzyıldaki haliyle, komünist devletlerde görülen demokrasi
modelinin arkasındaki fikir yapısı Marx'tan çok Lenin'e aittir. Bu modelde proletaryanın gerçek çıkarlarını
temsil eden ve devrimci potansiyeli muhafaza eden "öncü parti"nin kritik bir rol oynadığı görülmektedir.
Komünist ülkelerde, ülkeyi yöneten komünist partilerin denetimsiz gücünün, halk demokrasisini gölgede
bıraktığı eleştirisi yaygın eleştirilerin başında gelmektedir.”
Halbuki ne kapitalist ne de komünist sistemler, insanı tanımadığı ve onun manevi yönünü
hesaba katmadığı için, huzurlu ve onurlu sistemler üretememiş ve demokrasiyi bir demagoji aracı
olarak görüp, ondan yararlanma ve toplumu aldatma yoluna gitmişlerdir.
Aslında, dış güçlerin ve emperyalist merkezlerin güdümüne girmiş; ekonomik, teknolojik,
sosyolojik, politik ve psikolojik yönden bağımlı hale getirilmiş ülkelerdeki demokrasi: Medya marifeti
ve beyin yıkama teknikleriyle, yerli etiketli sömürge valilerini, halka seçtirme hilesidir.
Oysa Türkiye gibi; binlerce yıllık asil devlet deneyimi ve İslam’dan kaynaklanan adil yönetim
birikimi olan bir ülkenin öncülüğünde:
a) Temel insan haklarını ve evrensel hukuk kurallarını esas alan
b) Farklı köken ve kültürden, ayrı din ve düşünceden, ama herkesin huzur ve hürriyet içinde
yaşayacağı şartları hazırlayan
c) Her türlü zulüm ve sömürü çarklarını kıracak, haksızlık ve ahlaksızlık yollarını tıkayacak, Milli
ve yerli kalkınma projeleri üretip uygulayan
d) Barbar batı medeniyeti gibi, saldırma ve çatışma yerine; barışma ve hayırda yarışma
düzenini sağlayan
e) Her kesin ve her kesimin: yerel ve yakın çevrede doğrudan; ülke genelinde ise dolaylı olarak,
ama en yetkin biçimde yönetime katılacağı, ayrıca seçtiklerini (vekalet yetkisi verdiklerini) sürekli
denetleme imkanlarının bulunacağı bir sistemi ortaya koyan;

Gerçek bir demokrasinin

Örnek bir laikliğin

Ve yüksek bir medeniyetin yaşanacağı,
Yeni ve Adil bir dünya düzeni kurulabilir. Ve bu asla uzak bir ihtimal ve temenni olmayıp,
inşallah pek yakında gerçekleşecektir.
Atatürk on yıllar öncesinden,demokrasinin dejenere edilip nasıl despotizme çevrileceğini
sezmiş ve seçim hileleriyle oluşturulan meclisler eliyle oluşturulacak demokratik diktatörlüğe karşı
Milli Şuur ve sorumluluk sahiplerini şöyle ikaz etmiştir:” Uluslar,egemenliklerini geçici bile olsa,
15
bırakacağı meclislere dahi,gereğinden fazla inanmamalı ve güvenmememlidir. Çünkü meclisler bile
despotluk yapabilir. Ve bu despotluk;bireysel despotluktan daha tehlikeli olabilir. Meclisler öyle
kararlar alabilir ki; bu kararlar, ulusun yaşamına, giderilmesi imkansız zararla verebilir.”
Mustfa Kemal Atatürk böyle demiştir ve mutlaka bu sözleri bilerek sarf etmiştir.
Özetel, 22 temmuz seçimleri türkiye’yi ılımlı İslam2a dönüştürmegayretleri için bir milattır.
Seçim sonuçları, ABD çıkarları açısından bir devrim(!) olarak ta tanımlanacak bir başarıdır.
Kırgızistan’daki ,Ukrayna’daki, Gürcistan’daki gibi devrim niteliği taşımaktadır. Ancak, amacı
Türkiye’de sosyal dokuyu değiştirmek, Türkiye’yi ılımlı İslam’a dönüştürmek olan bu sinsi Siyonist
devrim tutmayacaktır. Adını koymak gerekirse, demokratik yöntemlerle gerçekleştirilmiş veTürkiye’yi
Büyük İsrail’e eyalet yapmayı hedeflemiş olan bu hainlerin hezimetiyle sonuçlanacaktır.
16
DEMOKRASİ VE DENETİM
Eski Yunanca’da “demos-kratos” kelimelerinden türetilen ve “halkın kendi kendisini yönetmesi”
anlamında kullanıla gelen demokrasi, çağımızda en çok istismar ve suistimal edilen kavramlardan birisidir. 9
Uygulandığı her ülkede birbirinden oldukça farklı biçimlere bürünen, yani birbirine zıt pek çok çeşidi
gösterilebilen demokrasinin başlıca türleri şunlardır:
1-Doğrudan Demokrasi: Halkın hem anayasa ve kanunlarını, hem yönetim kurumlarını bizzat
kendilerinin hazırlaması ve uygulaması ve yine bütün mahkemelere doğrudan halkın bakması şeklindeki bir
demokrasi anlayışıdır ki, bu sadece 5-10 bin nüfuslu bir şehir-site düzeninde uygulanabilecek bir yönetim
şeklidir. Ve zaten Eski Yunan döneminde Atina ve Sparta gibi tek bir şehir çevresinde yürütülebilmiştir. O
dönemde bile şehir halkının hepsi değil, sadece “yurttaş” statüsüne girebilenler oy kullanma ve yönetime
katılma hakkına sahiptir. Önemli bir kitle oluşturan köleler ve kadınlara demokratik haklar verilmemiştir. Yani
genel insan hakları değil, özel yurttaş hakları gözetilmiştir.
Sonunda yurttaşlar öyle istiyor diye, Atina’da kadın-erkek hamamları bile birleştirilmiş, korkunç bir
toplumsal kokuşma baş göstermiş ve Demokrasi deneyimi
Eski Yunan
medeniyetinin çöküşüyle
neticelenmiştir. O dönem filozoflarından Eflatun bile “Devlet” adlı kitabında, Demokrasiyi, “Tiranlık (zalim ve
zorba yönetim)’den sonra, soysuzlaşmış siyasi sistemlerin en kötüsü” şeklinde ifade etmektedir.
Günümüzde sadece New England’da ve bazı küçük İsviçre Kantonlarında rastlanan doğrudan
demokrasinin, o da şeklen uygulandığını ve bunun bir devlet rejimi halini almasının imkansızlığını
ziyaretlerimiz sırasında bizzat gözlemlemişizdir.
2-Temsili Demokrasi: Halkın siyasi haklarını, kendi seçtikleri ve yetki verdikleri temsilcileri
(milletvekilleri) aracılığı ile kullandıkları yönetim şeklidir. Ne var ki:
a- Partiler arası kör taassup ve inatlaşmanın başlaması, hatta partilerin ilahlaştırılması,
b- Seçilecek milletvekillerinin belli merkezler tarafından belirlenip bunların halka dayatılması,
c- Milletvekillerinin ve partilerin bazı güç odaklarınca
satın
alınması
ve onların hizmetinde
kullanılması,
d- Halk, sunî gündemlerle
oyalanıp
etkin
bir denetim
ve değiştirme
mekanizmasının
oluşturulmaması,
e- “Vatan kurtarıcı”ların ve “düzen koruyucu”ların özel ve yüksek yetkilerle donatılıp demokrasinin
yozlaştırılması gibi endişe ve etkenler en aza indirilebilse “Temsili Demokrasi” ideal bir yönetim şekli olabilir.
İlk defa Eski Roma, kısmen temsili demokrasiyi andıran bir idarî yapılanmayı denemiş, ama soylu ve
zengin yurttaşlara tanınan ayrıcalıklar ve yukarıda özetlediğimiz arızalar yüzünden, sonunda dejenere
edilmiş ve devrilmiştir.
3-Liberal Demokrasi: Ülkedeki “azınlık”ların temel hak ve hürriyetlerini garanti altına alabilmek
amacıyla, çoğunluk iktidarının anayasal düzenlemelerle kısıtlanması halidir. Ne var ki ilk bakışta iyi niyetli ve
insanî bir amaca yönelik görünen bu durum, pek çok ülkede istismar edilmiş ve o ülkedeki (Laikler, enteller,
zenginler gibi) etnik, dini veya sosyal azınlıkların çoğunluğa hükmettikleri, hatta zulmettikleri bir yapıya
çevrilmiştir. Türkiye bu acı ve alçaltıcı durumu fiilen yaşayan ülkelerden birisidir. Hatta bu asrın başlarında
Amerika’da Yahudi Lobisi’nin güdümündeki Kongre’ye hakim olan Federalist Parti (şimdiki Cumhuriyetçiler)
ülke çoğunluğunu oluşturan halk kesimini “kalabalık hayvan sürüleri” olarak görmekteydi. 10
4-Hristiyan Demokrasiler: Hristiyanlık dininin inanç ve ahlak prensipleriyle demokratik ilkelerin
kaynaştırılması sonucu elde edilen program ve projelerin yönetimlere hakim kılınması şeklidir.
Bugün gelişmiş batı ülkelerinde görülen Hristiyan Demokrat partiler ve hükümetler bu düşüncenin tipik
örnekleridir.
9
10
İstismar: Sömürme , Suistimal: Kötü amaca alet etme
Meydan Larousse, Demokrasi tarihi
17
Bu konuda asla unutulmaması gereken şey, Demokrasilerin fantazi bir amaç değil, faydalı bir araç
olarak değerlendirilmesi gerçeğidir.
İngiltere’deki demokratik düşüncenin öncülerinden sayılan John Locke “Of Civil Goverment–Sivil
Yönetim Hakkında” (1690) adlı riselesinde “can, mal ve namus emniyetinin, din ve düşünce hürriyetinin,
insanların
temel ve tabii hakları olduğunu ve hükümetlerin bunları sağlamak ve korumakla görevli
bulunduğunu, demokratik seçimler ve biçimlerle de işbaşına gelmiş olsa, bu hakları çiğneyen hükümetlerin
meşruiyetini yitireceğini ve halk tarafından değiştirilmesi gerektiğini” söylemekte ve İslâm’ın öngördüğü ve
müslümanların asırlarca fiilen yürüttüğü “evrensel insan hakları” prensiplerini bin sene sonra
fark
edebilmektedir.
İnsanların doğuştan eşit olduklarını, “asiller, orta seviyeliler, köylüler, köleler” gibi sınıf ayrımının
yanlışlığını ve haksızlığını Fransız Düşünür Woltaire, peygamberimiz Hz. Muhammed’den tam
bin iki
yüzsene sonra dile getirebilmiştir.
Ya demokratik hileler veya despotik yöntemlerle iktidarı ele geçirip, bir yandan halkın emeğini ve
ülkenin kaynaklarını sömüren, bir yandan da milletin manevi değerlerine hücum eden ve bütün bu zulüm ve
zorbalıklarını da Demokrasi ve Laiklik adına yaptığını söyleyen sahtekârlara 19. Yüzyıl hümanistlerinden
Thomas Hill Green’in şu tespitini hatırlatmak gerekir:
“Demokrasi, insanların kendi manevi değerlerini, yine kendilerinin seçmesi
hakkını
vermek ve
hayatlarını bu değerler doğrultusunda biçimlendirmek fırsatını ve ortamını hazır hale getirmektedir.11
Çağdaş İngiliz düşünürlerden bazıları, haklı olarak “Her hukuki olanın ahlakî olmayacağını ve ahlaki
(vicdani) olmayan, kanun ve kararların uygulanmasının ise zulüm olacağını” söylemektedir.Örneğin:
Meclisler, zencileri ikinci sınıf insan sayan kanunlar çıkarsalar veya Referandumla bir ülkedeki çoğunluk
“oradaki müslümanların inançlarını yaşama haklarını kısıtlayan kararları onaylasalar, bunlar her ne kadar
demokratik ve kanuni de olsa,
ahlaki
ve vicdani olmadığı için geçersizdir. mutlaka değiştirilmesi ve
düzeltilmesi gerekir.
Yukarıda
da belirttiğimiz gibi
demokrasi
amaç değil sadece
bir araçtır ve onu kullananların
niyetlerine göre farklı mahiyetlere bürünmektedir.
Kötü niyetli ve zalim zihniyetli kimselere göre Demokrasi:
“Şeytanî yanlışlarını, halkın ihtiyaçları ve amaçları haline getirme sebebi ve insancıl kılıf geçirilmiş bu
haksızlık ve ahlaksızlıkları, toplumun isteği ve desteği ile yürütme hilesidir.”
İyi niyetli ve insaniyetli kimselere göre ise demokrasi:
“Hakkın doğrularını, halkın arzuları haline getirebilme vesilesi... Ve temel insan haklarını ve evrensel
hukuk kurallarını, halkın ortak iradesi ile icra etme mesleğidir”
Hakka ve hayra değil,
nefs-ü
hevaya meyilli olan insanların nasıl bir yönetim sergileyecekleri
başından bellidir... Ve zaten “Her toplumun layık olduğu idareyi bulması”da münasip ve mükadderdir.
Öyle ise, zulüm ve zorbalığın, ha bir sultan ve meşrutiyet tarafından, veya demokratik seçimle
işbaşına gelmiş bir başkan ve hükümet tarafından yapılmış olması ne fark edecek ve neyi değiştirecektir?
Ve yine ülkede adalet, hürriyet ve haysiyet ortamını sağlayan, Refah, bolluk ve bereket imkanlarını
hazırlayan bir yönetimin, nasıl teşekkül ettiği çok mu önemlidir?
Sırası gelmişken seçmene ve delegeye taparcasına “Taban demokrasisi” diye tepinenlere sormak
lazım...
İçlerindeki iyi niyetli ve memleket sever iş adamları hariç, genellikle sömürücü sermaye baronlarının
“kapalı karargahı” olan ve Demokrasiyi hiç dilinden bırakmayan şu TÜSİAD; acaba kendi başkanını niye 400
civarındaki üyelerin hür iradesiyle seçmezler? Niye kutsal demokrasiyi kendileri için istemez ve işletmezler?
Partisinin ismini Demokratik Sol koyan, Demogoji kahramanı Sn. Ecevit niye, DSP içinde demokrasiye
asla geçit vermedi? Niye kendisinden ve eşinden başkasına güvenmedi? Ve niye marazlı Medyadaki
11
Lectures on the principles of political obligation –Siyasi sorumluluk ilkeleri üstüne dersler
18
demokrasi sahtekarları bu durumları asla dile getirmedi?
Demokrasi diye diye dilleri şişen Türk-İş ve DİSK’in başkanları, acaba niye sendikal saltanatlarına son
verecek demokratik seçimleri ve direk girişimleri asla hoş görmez ve müsaade etmezler?
Artık herkes biliyor ki, Amerika’daki demokrasi aslında başkanlık sistemi görünümlü bir “Lobiler
diktatoryası”, Avrupa’daki demokrasilerin bir çoğu, aslında birer” masonik bürokrasi saltanatı” ve geri kalmış
ülkelerdeki sözde demokrasiler ise ya bir “sömürücü sermaye hegemonyası” veya “Kurtarıcılar ve kurucular
krallığı” dır.
Seçmenlerin ve seçileceklerin birbirlerini rahatlıkla tanıyıp tartabilecekleri dar çerçevede ve yakın
çevrede “doğrudan seçim”, geniş dairede ve ülke genelinde ise “vekiller eliyle dolaylı katılım” esasını
benimseyen ve böylece doğrudan demokrasi ile temsili demokrasiyi birleştiren ve yasama (meclis), yürütme
(hükümet) ve yargı (mahkemeler) ya bir dördüncü kuvvet olarak “Denetleme”yi ekleyen... Her dinden, her
kavimden; de her düşünceden, bütün
bereket içinde
yaşama
şartlarını
vatandaşların temel insan haklarını korumayı, birlikte
hazırlamayı
hedefleyen
Milli siyaset
barış
ve
Medeniyetindeki gerçek
demokrasilerde buluşmak ümidiyle... Zira bugünkü haliyle, çağımız İslâmın çok gerisindedir. Türkiye ise,
maalesef çağın da gerisindedir!...
19
DEVLET VE YÖNETİM
Devlet, toplu halde yaşamak zorunda olan insanların ortak ihtiyaçlarını karşılamak; Hak
ve
hürriyetlerini korumak;. İç ve dış güvenliği sağlamak; Birlikte barış ve bereket içerisinde yaşama şartlarını
oluşturmak ve olgunlaştırmak üzere, genel bir konsensüs ve gönül rızası ile kurulan ve bu amaçları
gerçekleştirmek için gerekli kanun, kurum ve kurallara sahip bulunan, zaruri bir yapılanmadır. Devletsiz,
ülkede düzeni, dengeyi ve disiplini sağlamak olanaksızdır.
Devletin zaman zaman dejenere edildiği ve sömürücü zalimlerin saltanat aracı haline getirildiği bir
gerçek ise de, devleti gereksiz görmek, veya hepsinin zulüm aygıtı olduğunu ileri sürmek, sadece bir
ütopyadır ve yanılgıdır. Elbette amaç insandır. Devlet kendisine kurbanlar adanan kutsal bir totem değil,
teknik bir araçtır. Bu nedenle, her teknik araç gibi devlet de, yöneticilerinin niyetine ve yeteneğine göre ayrı
biçimler almakta ve farklı sonuçlar doğurmaktadır.
Devlet, sadece belli bir dinin, mezhebin, ideolojinin, kavmin (etnik kökenin) veya imtiyazlı bir zümrenin
temsilcisi
veya hizmetçisi olamaz, olmamalıdır. Bu taktirde, sadece dayatmacılığın ve ayrılıkçılığın güç
merkezi gibi çalışacaktır. Oysa devlet, her dinden , her kavimden ve her kesimden bütün vatandaşların
temel insan haklarını korumak ve genel ihtiyaçlarını karşılamak için
vardır. Herkese huzur ve hürriyeti
sağlamak, adalet ve hizmeti eşit olarak dağıtmak amaç olmalıdır. “Zahmet eden gardiyan devlet” değil “
hizmet eden garson devlet” zihniyeti esas alınmalıdır.
Bu nedenledir ki; din, ırk ve mezhep temeline dayanan siyasi parti kurmak, vicdanen de hukuken de
yanlıştır ve yasaktır.
Örneğin İslâm Partisi, Yahudi Partisi , Alevi Partisi, Sünni Partisi, Türk Partisi, Kürt Partisi... gibi
isimler altında parti kurmak veya ismen ve resmen olmasa da, fikren ve fiilen bu amaçları taşımak, peşinen
başka din ve kökenleri dışlamak anlamı taşıyacağından ve bölücülüğe kapı açacağından, kesinlikle yıkıcı ve
zararlıdır.
Evet devletin totemleri ve ideolojisi olmamalıdır. Devlet , bütün vatandaşlarının inancını, anladığı ve
hoşlandığı gibi yaşama şartlarını oluşturan bir hakem kurum olmalıdır. Belli bir dine veya görüşe mensup
olmak, devlet nezdinde özel bir hürmet veya hareket sebebi sayılmamalıdır.
Ve yine temel insan haklarına ve evrensel hukuk kurallarına aykırı olarak, kurucuların ve kurtarıcıların
ilke ve inkılaplarını kutsallaştıran ve bu kılıf altında sömürü saltanatlarını ayakta tutan
ilk çağ totem
rejimlerine benzer, dokunulmaz ve tartışılmaz ideolojileri ve mitolojileri tabulaştıran bir anlayış çağdışıdır.
Çünkü toplum demode olmuş ve dejenerasyona uğramış basmakalıp ilke ve ideolojilerin değil,
ekmeğinin ve özgürlüklerinin peşinde ve telaşındadır.
Çağdaş ve demokratik bir devlet düzeninde siyasi iktidarlar, halkın vekaletiyle işbaşında
olduklarından, haliyle onların temsilcisi ve sorunlarının takipçisi durumdadır. Vekiller ve hükümetler, milletin
(asillerin) can mal ve namus emniyetini, din ve düşünce hürriyetini korumak ve her türlü güvenlik ve
geleceğini sağlamak sorumluluğundadır.
Çeşitli şeytani yollar ve yöntemlerle, halkın alın terinin ve emeğinin sömürülmesine göz yuman, inanç
ve düşünce özgürlüklerini kısıtlayan ve cezalandıran dayatmacı bir zihniyet, devlet- millet kaynaşmasını ve
ülke barışını bozmakta ve sosyal patlamalara zemin hazırlamaktadır.
Özellikle laikliği din düşmanlığı veya dini dışlamak şeklinde anlayan ve uygulayan bir zihniyet, ahlaki
yozlaşmanın sebebi olmaktadır. Bize göre din ile devletin birbirine karışması ve kaynaşması yanlıştır. Din
ile devletin çatışması ise daha da yanlıştır. Doğru olan din ile devletin barışması ve her birinin kendi
sorumluluk sahasında hizmet sunmasıdır. Din ile devleti, bir insandaki ruh ile bedene benzetmek
mümkündür. Fertlerinin dini ve ahlaki değerleri körlenmiş ve kirlenmiş bir devletin, sağlıklı bir alt yapısı
bulunmuyor demektir.
Sadece teknik ve pratik bilgilerle yetiştirilmiş, ama ahlaki ve psikolojik değerleri dejenere edilmiş
insanlardan, dürüst ve verimli hizmet alamazsınız matematik profesörü ve hesap uzmanı da olsa, hırsız bir
20
insanı basit bir marketin kasasına bile koyamazınız. Ve tabi çok inançlı ve ahlaklı da olsa, hesap kitap
bilinmeyen birisini de elbette koyamazsınız.
İslâm Dini, belli bir devlet modeli, kalıplaşmış sistem ve ideoloji şart koşmamakla beraber, her asırda
herkes için gerekli ve geçerli olan, adalet ve hürriyet esaslarını, yönetici kadroların uyması ve taşıması
gereken ahlaki kuralları ve vicdani sorumlulukları ortaya koymuş, laik ve demokratik bir devlet yapısına
uygun kurum ve kavramlar getirmiştir.
Akla, ahlaka ve hukuka aykırı olarak, sadece belli bir zümrenin hürriyetini sağlamak ve korumak
üzere, millete rağmen hazırlanan ve dayatılan sistemlerin, vicdani ayarları ve sorumluluk duyguları körletilmiş
yöneticilerin ağırlıkta olduğu bir ortamda, artık devlete güven kalmaz. Adaletin yerini mafya ve çetecilik,
yatırım ve üretimin yerini faizcilik ve rantiyecilik alır. İnsanlar hayırda ve hizmette değil şeytanlıkta ve hilede
yarışır. Ordu ve polise, milletin
ve memleketin değil, sermaye ve sömürü çevrelerinin emrindeki bozuk
düzenin bekçiliği yaptırılır. Düzenin ve zalim idarecilerin yaptığı haksızlıklar ve baskılar, yaygınlaşan açlık ve
ahlaksızlıklar, giderek anarşi ve terörü doğurur ve azdırır. Bozuk ve barbar düzenle işbirliği yapan din
adamları, üniversite hocaları ve yazar çizer takımı, çok çirkin bir istismar ve suistimal dönemi başlatır.
Yağcılık ve riyakarlık yaygınlaşır. Din istismarcıları ile devrim yobazları görünürde birbirine sataşır, ama
perde gerisinde kol kola dolaşır.
Bütün bunların sonunda ise iki şey olur. Ya toplum bütün bu baskı ve barbarlıklar sonucu dirilir,
bilenir, bilinçlenir, kenetleşir ve demokratik bir değişimle yönetimi ele alır. Böylece ülkede hukuk ve huzur
yeniden sağlanır. Veya kurumları ve kuralları gibi, ruhları ve şuurları da çürüyen toplum, sonunda yıkılır ve
başka ülkelerin sömürgesi ve kölesi durumuna mahkum kalır.
Başkanlık Sistemi ve Değişim
Atatürk’ten sonra sistemli bir biçimde ve sinsi bir süreç içerisinde, bütün dengeler değiştirilmiş ve
cumhuriyetin değerleri ve devrimleri dejenere edilmiştir.
Ve maalesef, mevcut sistem bütün kurum ve kurallarıyla birlikte tıkanmış ve tükenmiştir. Artık, ülkemiz
şartlarına ve dünya standartlarına uygun yeni bir düzenleme mutlaka gereklidir.
Bize göre Türkiye, başkanlık sistemine geçmeli ve devlet başkanını halk seçmelidir. Bunun yanında
yerel yönetimlerin de yetki ve sorumluluk sınırları genişletilip güçlendirilmeli, illerde vali-belediye başkanı
şeklindeki çift başlılık
giderilmeli, valilerin de bazı
yetkilerini üzerinde taşıyan belediye başkanları,
seçimle işbaşına gelmelidir. Atatürk’ün konumuna benzeyen çağdaş standart ve ihtiyaçları da gözeten yeni
bir yapılanmaya gidilmelidir.
Milli birlik ve dirliğimizin garantisi olacak merkezi yönetimle, halkın en etkin biçimde katılımıyla
sağlanacak yerel yönetim dengesi gerçekleştirilmelidir.
Bu arada özellikle hatırlatalım ki; Malum merkezlerin marifetiyle, Türkiye’yi bulandırmaya, bunaltmaya
ve milli devleti etkisiz bırakmaya yönelik olduğu sezilen, AKP liderinin bu konudaki girişimleriyle, bizim
teklifimiz, çok farklı şeylerdir. Türkiye’mizi federasyonlara ayıracak ve parçalanma ile sonuçlanacak bütün
teklifler art niyetli ve dış desteklidir.
Evet, bazı parti liderlerinin ve hükümet yetkilerin
de sıcak baktığı
“Kıbrıs’ta, siyasi
intizam ve
istikrarın sağlanıp korunması için, başkanlık sistemi uygun olabilir" düşüncesi daha da olgunlaştırılarak
Türkiye için düzenlenmelidir. Her din ve düşünceden, farklı köken ve kültürden bütün vatandaşlarımızın
ortak bilinç ve beklentilerine bağlı... Temel hukuki ve ahlaki değerlere saygılı, gerçek bir demokrasiye ve
örnek bir laikliğe dayalı, yeni bir anayasa acilen hazırlanmalı... Dinle devletin çatışması yerine barışması...
Halkla
hükümetin zıtlaşması yerine
kucaklaşması ve yurttaşların her kademede yönetime katılımı ve
kontrolü sağlanmalıdır.
İşte bunun çok önemli bir adımı olarak, Türkiye, kendi şartlarına ve çağdaş standartlara uygun bir
başkanlık sistemine geçmeli ve devlet başkanını bizzat halkımız seçmelidir. Bu meclis tarafından da
gerçekleştirilebilir.
Ancak, şimdiye kadar yapılmış birçok Cumhurbaşkanlığı seçiminde “Meclisin bağımsız hareket
21
edemediğini, dışarıdan yapılan telkin ve tehditlere boyun eğmek durumuna itildiğini” Cumhurbaşkanı ve
başbakan seviyesindeki en üst makamlardan bile dinlemişizdir.
Hatta Turgut Özal’ın sağlığında yaptığı bu konudaki itirafları, milli iradeye yapılmış bir ihbar ve ihtar
niteliğindedir.
Madem ki Cumhurbaşkanlığı seçiminde bu tür endişeler ve engeller gündeme gelmektedir ve herhangi
bir meclisin de böylesi baskılara muhatap olmayacağı ve boyun eğmeyeceği kesinlikle belli değildir, öyle ise,
Cumhurbaşkanlığı seçiminde en uygun yol millete gitmektir.
Çünkü, Meclisi oluşturan milletvekillerini ve onlar üzerinde etkin parti liderlerini, birtakım ümitler ve
tehditlerle yönlendirmek ve sağlıklı bir tercih yapmalarını önlemek, her zaman mümkün olabilir. Ancak bütün
milletimizi bu tür baskılarla yanlış tercihlere yönlendirmek o kadar da kolay değildir.
“Ya dediklerimize boyun eğersin, ya şapkanı alıp gidersin!” tehditlerine en çok muhatap ve mahkum
olmuş birisi olan Sayın Demirel’in bile bir ara “Cumhurbaşkanını halk seçmelidir” şeklindeki sözlerini, acı
tecrübelerinden ders aldığına ve yaptıklarından pişmanlık duyduğuna yormak gerekir. Ancak, eğer bu
konuda gerçekten samimi iseler, tüm partilerin, hatta sivil örgütlerin Cumhurbaşkanlığı için aday önermesine
ve bunların televizyonlardan eşit şartlarda prensip ve projelerini halka iletmesine imkan tanıyacak bir
anayasa değişikliğine destek vermeli, hatta öncülük etmelidir.
Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesine ve her görüşün şartsız, vetosuz olarak istediği bir aday
göstermesine karşı çıkanlar, halkına güvenmeyen ve halkının görüş ve tercihine değer vermeyen çevrelerdir.
Bunlar gerçek demokrasiden de yana değildir. Bunların demokrasi dedikleri, güya halkın inancını, iradesini,
ihtiyacını temsil etmek üzere seçtikleri kimselerden oluşan Meclisi, karanlık güçlerin ve sermaye
diktatörlerinin çıkarları doğrultusunda kullanmayı amaçlayan bir hile rejimidir. Acaba Amerika’dakine benzer
ve daha mükemmel bir başkanlık sistemi, niye bize reva görülmemektedir.
Madem ki, demokrasi çoğunluğun iradesine dayanan bir halk idaresidir. O halde Cumhurbaşkanını
halkın seçmesi kadar ve çoğunluğu Müslüman olan halkımızın da, devlet ve siyaset tecrübesi olan,
dostumuzu düşmanımızı çok iyi tanıyan, milli menfaatlerimizi ve devlet haysiyetimizi her şeyin üstünde tutan,
ülke sorunlarına ve çözüm yollarına yeterince vakıf bulunan, cesur ve kararlı, dindar ve dürüst bir
Cumhurbaşkanı görmek istemesi kadar doğal ve doğru ne olabilir? Böylesine hayati önem taşıyan konularda
Meclis kadar hatta daha fazla millete güvenmek, vekillerden ziyade asillere önem vermek gerekmez mi?
Üstelik, vekillerin; vekaletlerini aldıkları milletin çıkarlarını, bazen şahsi makam ve menfaatlere
değiştikleri ve emanete riayet etmedikleri de herkesçe bilinen bir durumdur. AKP bunun açık ve en acı
örneğidir. Bu nedenle, her şeyden önce AKP iktidarından ve bunların arkasındaki güç odaklarının gizli
saltanatından, bir şekilde kurtulmamız beklenmektedir.
Böylesine gerekli ve gerçekçi bir öneriye, halkına güvenen ve demokrasiyi önemseyen her kesimin de
evet diyeceğini umuyoruz.
Bize göre, gerekli Anayasa değişikliğinden sonra, her görüş kendi adayını biran evvel ortaya çıkarmalı
ve milletimize, adayları yakından tanıyacak ve isabetli bir tercih yapacak fırsat tanımalıdır.
Vitrinden uzak duranlar ve karanlıkta görücüye çıkanlar, kusurlarından korkanlardır. “Adayların erken
açıklanması onları yıpratır” diyenler, farkında olmadan açık veriyorlar. Demek ki dikkatle araştırılırsa
etraflıca
ve
tartışılsa, cilası dökülecek ve foyası görülecek adaylarınız vardır! Bu durumdan ancak yarası
olanlar gocunmalıdır.
O halde tartışıldıkça, araştırıldıkça ve konuşturuldukça daha iyi tanınacak, tanındıkça da takdir
toplayacak şahsiyetler aday gösterilmeli, değerleri ve deneyimleri ile geçmişleri geleceklerinin garantisi
olacak seviyeli kimseler Cumhurbaşkanı seçilmelidir.
İyice tanınmamış, tartışılmamış, asıl mahiyetleri ve gerçek marifetleri ortaya çıkamamış adaylar
arasından seçilecek bir Cumhurbaşkanının yeterli ve yararlı olup olmayacağı belli değildir.
Milleti ve Meclisi bir oldu bittiye getirmek ve karanlıkta karar vermeye mecbur etmek isteyenler, ve
hele milletin ihtiyaçlarına ve ülkenin yüksek çıkarlarına göre değil de, birtakım çevrelerin baskısı ve
22
dayatması ile hareket edenler, hayat boyu sürecek cehennemi bir vicdan muhasebesine ve milli tarihin
lanetine mahkum olurlar.
Yeri gelmişken konuyla ilgili gördüğüm bir fıkrayı da anlatmak istiyorum:
Üç çocuk arkadaş kendi aralarında yeni doğan küçük kardeşleri hakkında konuşurlarken, birisi:
- Bizim yeni bebeğimizi babam Amerika gezisi sırasında Newyork’tan alıp getirdiğini söylüyor, demiş.
Diğeri:
- Benim küçük kardeşimi de, annem Paris’teki bir oyuncak mağazasından almış... deyince, üçüncü
çocuk:
- Biz fakir bir aileyiz. Bizim bebekleri annemle babam kendileri yapıyor!.. deyivermiş.
Şimdi biz de Avrupa etiketli, Amerikan icazetli adaylar aramak yerine “kimliği milli ve yerli” olan
şahsiyetlere yönelmek zorundayız.
Ne de olsa biz fakir bir milletiz (!) Beyler, gelin kendi Cumhurbaşkanımızı yine kendimizden birisini ve
kendimiz seçelim...
Evet, milletimizin hasretini çektiği, dünya şartlarının ve ülke ihtiyaçlarının da gerektirdiği vasıfları
üzerinde taşıyan bir Cumhurbaşkanını halkımız seçmelidir.
“Bu millet cahildir, kimi seçeceğini bilemez” diyenlerin demokrasi nutukları tam bir sahtekarlıktır. Bu
halk milletvekili seçmesini ve meclisi meydana getirmesini biliyor da, Cumhurbaşkanını seçmesini niye
bilmesin?
Bunların asıl korkusu bu milletin kimi Cumhurbaşkanı seçeceğini çok iyi bilmesinden kaynaklanıyor.
Çünkü o taktirde inançlı, iradeli ve ehliyetli birisinin Cumhurbaşkanı olacağından korkuluyor!
Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu ve Akdeniz bölgesinin ve Türki cumhuriyetlerin tabii lideri... İslâm
aleminin tarihi rehberi ve yeni çağın talihli merkezi konumundaki Türkiye’nin başına, milletten kopuk manevi
değerlere soğuk bir insanı getirmek, veya sadece protokol mankenliği ve ekran artisliği yapacak, dış
güdümlü birisini yerleştirmek, küheylana körü bindirmek gibi bir divaneliktir. Yazıktır, bu millete böyle bir
kötülük reva görülmemelidir... Milletimiz de buna müsaade etmemelidir!..
Şükür ki toplum milli bir şuurla bileniyor... Kuvayı Milliye Ruhu yeniden dirilip derleniyor. Gerçek bir
Cumhurbaşkanını, kendisinin seçeceği günleri bekliyor. Demokrasiyi despotizme çevirenlerden, laikliği
laçkalaştırıp dejenere edenlerden kurtulmak istiyor.. Din istismarcılarına da, devrim simsarcılarına da
güvenmiyor…
Bir dostumuzun dua ve dilekleriyle bitirelim:
Gel ey yıllardır beklenen!.. Gel ey yarınlarımız, özlenen!.. Gel ey yolları gözlenen!..
Kıbrıs’ı kaybetmeden, gel... Takatımız tükenmeden gel... AB hayaline, egemenliğimiz elden gitmeden
gel!..
Milli çıkarlarımız satılığa çıkarılmadan... Ülkemiz borç batağında batırılmadan... Başımız daha beter
belalara çarptırılmadan gel!...
Irak Amerika’ya dönüşmeden, Orta Doğu’da haritalar değişmeden gel!...
Ar-namus duyguları hepten köreltilmeden... Gönüller daha fazla kirletilmeden gel!...
Gel ki, zulüm ve zillet gebersin... Gel ki, hak ve adalet dirilsin!.. Gel ki, mutluluk çiçekleri yeşersin!..
Gel ey ümitlerin meleği... Gel ey müminlerin dileği... Kutluluklarla gel, mutluluklarla gel! Mübarek
dualarla gel, mukaddes davalarla gel!
Zalimleri ezenle gel, adaletli düzenle gel!
Gel ki tabular yıkılsın! Gel ki tortular atılsın! Gel ki Türkiyem kurtulsun!
Gel ki, Türkiye merkezli, yeni bir medeniyet kurulsun!
23
DEVLET VE EĞİTİM
Katı devletçi, merkeziyetçi ve müdahaleci bir zihniyet, ekonomiyi hantallaştırıp harap ettiği gibi, eğitim
sistemini de berbat etmekte, kalitesiz ve kabiliyetsiz insanlar üretmektedir. Bu nedenle ekonominin
düzeltilmesi ve özelleştirilmesi gibi, eğitimin de düzeltilmesi ve özelleştirilmesi gerekmektedir. Düzenleme ve
disiplin için devlet kontrolü yerindedir, ama ilim ve eğitimde her türlü kısıtlama, kısırlaştırmayı da beraberinde
getirecektir.
Robot gibi tek tip insan yetiştirmeyi planlayan, insanları resmi ideolojiler doğrultusunda köleleştirmeyi
amaçlayan, özgür düşünceyi ve değerlendirmeyi kısıtlayan, yeni teoriler ve projeler üretmeyi suç sayan bir
eğitim sisteminden, yetenekli ve verimli bireyler beklemek yersizdir.
Bu yüzden, hem bilgi ve beceri yönünden, hem kendine güven ve girişimcilik yönünden, hem de
ahlaki olgunluk ve vicdani sorumluluk yönünden, kaliteli ve karakterli insan yetiştirmek üzere özel sektöre
daha fazla imkan ve fırsat verilmeli, devlet sadece genel bir organize ve denetimle yetinmelidir. Eğitim
sisteminde de, arz – talep dengesine ve rekabet düşüncesine yönelmelidir. Lüks ve fantezi bilgiler ve
çağdışı ideolojiler yerine, ilgi ve ihtiyaç duyulan konulara önem ve öncelik verilmelidir.
Çünkü insanlar, bilgi ve beceriyi “ Hayatta lazım olacaksa, kendisine, yakın çevresine ve ülkesine
yarayacaksa ..... Sorunlarının
çözümüne katkıda bulunacaksa ... Kısaca, kendilerini maddi ve manevi
doyuma ulaştıracaksa .... “ bunları öğrenmeye gayret edecektir.
Özel sektör eğitime el attığı taktirde, önce toplumun ilgi ve ihtiyaçlarını ve bunların öncelik sırasını
tespit edecek ... Hangi sahada ve hangi branşta elemana ihtiyaç duyulduğu belirlenecek... Ve o konuda en
yeterli ve yetenekli
elemanlar yetiştirmeye ve kendi mezunlarını tercih edilir hale getirmeye
özen
gösterecektir. Eğitim kurumlarındaki bu rekabet; haliyle kaliteyi de olumlu yönde etkileyecektir. Çünkü
verimsiz ve kalitesiz eğitim yapan okullara, kimse çocuğunu göndermeyecektir.
Bugünkü gibi, sadece demogoji ve ideoloji ezberletilen ve diplomalı cahiller yetiştiren ve rejime
yakınlığı ve uşaklığı oranında memuriyet ve makamlara getirilen bir sistemde, artık kimse kendini
yetiştirmeye, bilgi ve beceri edinmeye heveslenmeyecektir. Nasıl olsa dayısı olan işe girmekte, arkası olan
yükselmekte, ehliyet ve marifet para etmemektedir.
Şu kadar senedir, bilim ve teknolojide insanlığa ışık tutacak ve millet olarak göğsümüzü kabartacak
yeni buluşlar yapacak ilim adamları yetiştiremiyorsak acaba sebebi nedir? Bunun suçlusu ve sorumlusu
elbette bu sistemdir.
Ezberci, şekilci ve taklitçi bir zihniyetle gençliğimiz ve geleceğimiz israf edilmektedir.
Bugünkü memuriyet ve istihdam politikası da yanlıştır ve mutlaka değiştirilmelidir. Devlet memurluğu
“yıllık sözleşmeli” hale getirilmelidir. Hizmet içi eğitim seminerleri ve özel yöntemlerle, memurların kendilerini
yenileme ve geliştirme mecburiyeti getirilmeli, verimli ve başarılı olanlar ödüllendirilmeli ve terfi ettirilmeli,
isteksiz ve verimsiz olanlar ise elenmelidir. Ömür boyu memurluk garantisi ise bugünkü kadro şişkinliğinin
tembelliğin, bencilliğin ve çürümenin önemli sebeplerinden birisidir. Bir personele, 5-6
yıl deneme ve
yetiştirme sürecinden sonra ve çok ciddi yeterlilik sınavlarını başarırlarsa ve özel anlaşma ve şartlarla ancak
sabit kadrolar verilmeli, bunlar da sürekli takip edilmelidir.
Bugün pek çok batı ülkelerinde öğretim üyeliği bile “yıllık sözleşmelidir.“ Bir hocanın yıl içindeki
performansı, hazırladığı ve yayınladığı yeterli ve yararlı bilimsel araştırma ve buluşlarla ve eğitim ve
öğretime yaptığı katkılarla belirlenmekte, öyle herkese ömür boyu akademik kadro ve kariyer
verilmemektedir. Türkiye’de ise maalesef hiçbir ilmi yetki ve yeterliliği olmayan insanlara kanunla “Hoca’lık
unvanı verilmekte, yine ideolojik ve despotik tavırlarla, YÖK’ün yaptığı gibi “prof” olmuş insanların etiket ve
rütbeleri ellerinden alınabilmektedir
Bir girişimde hizmet maliyeti, verimden fazla ise, o işte zarar ve iflas kaçınılmaz demektir. Bu durum
öğretmenlerde, öğretim görevlilerinde ve tüm memuriyetlerde de böyledir. Bir memurun ve işçinin ürettiği
hizmet, eğer aldığı
ücreti ve eğitim
sürecinde
devlete
olan maliyetini karşılamıyorsa ,
bu durum
24
verimsizliktir. Geriye ve çöküşe doğru gidiştir. Hiçbir şirket böyle bir zarara uzun zaman dayanamayacağı
gibi, herhangi bir devlet de, böylesine verimsiz ve üretimsiz, masa başı yiyicilerinin yükünü çekmeyecek ve
çökecektir.
Bütün bunların yanında eğitimde fırsat eşitliği tanınmayan, ve özgürlük
zemini hazırlamayan bir
sistemde, özel yeteneklerin keşfine ve elemanların yetişmesine de imkan yoktur.
Hakkari Şemdinli’de liseyi 3-4 öğretmenle bitirmiş bir öğrenci ile, İstanbul’da özel dershanelerde
yetişmiş bir öğrenciyi, aynı sorular ve şartlarla imtihana sokmanın adaletsizliği açıktır,
Ve yine inancı gereği başını örtüyor diye, binlerce kız evladımızın okuma ve görev yapma hakkının
elinden alındığı bir ülkede, eğitim özgürlüğünden bahsetmek anlamsızdır.
Maalesef, bizzat yetkili uzmanların da itiraf ettikleri gibi “Ekonomi
de , eğitim de, mahkemeler de
siyasallaşmış, siyaset ise yozlaşmaya başlamıştır. “
Her
şey karanlık odaların (Mason
Localarının), sermaye
baronlarının ve medya
Patronlarının
çıkarları ve saltanatları doğrultusunda şekillenmeye mecbur bırakılmıştır. Yaklaşık yüz yıldır, oldukça gizili
çalışan , kendilerini özellikle saklayan, oraya ait bilinmekten utanan ve bu tür iddiaları bir iftira sayan Mason
Localarının, son günlerde kendilerini açığa vurmaları ve sanki bir hayır ve hizmet kurumu gibi tanıtmaları
da, önemli ve sinsi bir aşamadır. Böylesine yararlı ve hayırlı bir kuruluşsunuz da, bir asırdır bu ülkede niye
gizlendiniz?
Sorularının ve soysuzluklarının hesabı herhalde yakında sorulmaya başlanacaktır. Bu son
gelişmeler de masonların kendilerini aklama çabalarıdır.
Bırakın kız öğrencilerin eğitimini, hatta bir bayan milletvekilinin örtüsüyle Meclise girmesi bile büyük bir
sorun haline getirilmiştir.
Oysa ne meclis iç tüzüğünde ve nede herhangi bir kanun maddesinde başörtüsünü yasaklayan bir
hüküm yoktur. Çünkü böyle bir durum hem temel insan haklarına, hem evrensel hukuk kurallarına, hem de
yürürlükteki anayasa mantığına aykırıdır.
Başörtüsü yasağının, Anayasa Mahkemesi kararlarıyla konulduğunu savunanlar da yanlıştadır ve
yanılgıdadır. Çünkü bizzat Anayasanın 6. Maddesinin son fırkasına göre; “Hiç kimse veya organ, kaynağını
anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz.”
Anayasa mahkemesine verilen yetki ise yasama-kanun yapma değil, sadece yargıdır. Yasama yetkisi,
Büyük Millet Meclisinindir. Eğer Anayasa mahkemesi, başörtüsü ile ilgili bir yasak-kanun koymuşsa bu
zaten geçersizdir. Çünkü yetki ve görevini aşmış, Anayasaya aykırı olarak kanun yapmaya kalkmıştır.
Halbuki
Anayasanın 38. maddesinin 3. fırkasına
göre “ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri
kanunla konulur”. “Eğer Anayasa Mahkemesi türban takmayı yasaklayan bir kanun koymuşsa bu görev ve
yetki sahasını aşmak ve TBMM’nin yasama yetkisini kullanmak olur ve suçtur.”
Nasıl ki, Büyük Millet Meclisi, bir katili mahkeme edip cezalandıramaz ise-çünkü bu yargı görevi
bağımsız mahkemelerindir. Bunun gibi hiçbir kurum kendini meclisin yerine koyamaz.
Velhasıl, eğitim kurumları ve öğretim programları, mutlaka devletin tekelinden
ve ideolojilerin
güdümünden kurtarılmalı, bağımsız ve bilimsel standartlara kavuşturulmalıdır.
Devlet: Milli birlik ve bütünlüğü koruyacak… Eğitim kurumlarının ve programların bölücü, gerici
çevrelerce istismarına mani olacak, anayasal disiplin ve düzeni sağlayacak tedbirleri almak… Gerekli ve
yeterli alt yapı hizmetleri hazırlayıp sunmak ve “denetleme, değerlendirme ve düzenleme” yetkisini
kullanmakla uğraşmalıdır.
25
DEVLET VE ÜRETİM
Özel ve özgür girişimciliği benimseyen, kaliteli ve kâr gayeli üretimciliği teşvik eden, ama faizli kredi
ve israf ekonomisi yüzünden, belli ellerde toplanan sermaye saltanatının bir sömürü ve zülüm sistemine
çevirdiği KAPİTALİST düzenle kötü olan faizle, birlikte iyi olan hür teşebbüsü ve özel mülkiyeti de
kaldıran, her türlü üretim ve denetimin devlet eliyle yürütülmesini amaçlayan
merkeziyetçi ve tekelci
KOMÜNİST zihniyetler ve bunların aracı haline gelen devlet ve hükümetler, özlenen huzur ve hürriyet
ortamını bir türlü sağlayamamışlardır.
Özel mülkiyete ve kişi hürriyetine sahip çıkan, özgür girişimciliğe ve serbest piyasa ekonomisine
dayanan, ama sermaye tekelciliğini ve gelir dağılımındaki dengesizliği önlemek için, faizi ve rantiyeciliği
yasaklayarak sermaye ve üretim vergisini uygulayan bir sisteme ihtiyaç vardır.
Devlet, makro planda (ülke çapında) genel kalkınma planları, araştırma ve alt yapı hazırlıkları, öncülük
ve organize çalışmaları dışında, tüm ekonomik faaliyetleri, hatta duruma göre kademeli olarak eğitim ve
sağlık hizmetlerini, kesinlikle özel sektöre bırakmalıdır. Komünistler, kapitalistlerin yanlışlarını
ve
haksızlıklarını fark etmişler, ama faizi ve tekelleşmeyi önleyelim derken, hür teşebbüsü ve özel mülkiyeti de
kaldırarak, daha bozuk bir yola sapmışlardır. Yani hastalığa teşhisleri doğru, ama tedavileri yanlıştır. Ve
zaten “Problemleri doğru tespit etmek yetmiyor. Buna uygun çözüm tedbirleri geliştirmedikçe doğru ve
doyurucu sonuca ulaşmak mümkün olmuyor.”
Rusya ve Doğu Avrupa örneğinde olduğu gibi, ücret ve hürriyet yerine insanlara bol bol vaat ve kuru
ümit veren ,durmadan demogoji ve ideoloji pompalayarak ayakta kalacağını zanneden komünist sistem,
insanları köleleştirmiş ve güdükleştirmiştir. İnsanlar emeğinin ve hizmetinin karşılığını alamadığı için, gayret
ve girişim körlenmiş, verim ve üretim düşmüş, kalite kötüleşmiş... Ahlaki değerler dejenere edilmiş
ve
sonunda komünizm, bir insan ömrünü bile doldurmadan ve arkasında on milyonlarca kurban ve enkaz
bırakarak yıkılıp gitmiştir.
Bugünkü batı kapitalizmi ise, giderek artırdığı bunalım
ve barbarlıklar yanında görünen bazı
başarılarını ise, genelde şu iki şeye borçludur.
1- Hür teşebbüs, serbest piyasa ve entegre pazarlar sistemini geliştirmesi
2- Bir çoğu müslüman olan geri kalmış Afrika ve Asya ülkelerini sömürmesi
Batı’da (Avrupa ve Amerika’da) sanayileşmeye kaynak temini, gönüllü tasarruflar ve katılımlarla ve
serbest piyasa mekanizması kanalıyla gerçekleştirilmiştir. Batı ülkelerinde tarımsal ürünler dahil, her türlü
üretimin gelire ve yeniden daha büyük üretime dönüşmesi ise, devletin üreticiye pazarlar açması zirai ve
sınai üretime ucuz girdiler ve krediler sağlaması şeklinde gelişmiştir. Çok stratejik olan ve ihtiyaç duyulduğu
halde boş bırakılan sahalar dışında, özel sektör girişimciliğine ve rekabete dayanan serbest piyasa
ekonomisine, devlet müdahale etmemiştir. Bu durum bol, bilinçli ve kaliteli üretimi ve üretilen malların kolay
satış işlemini getirmiştir.
Bu yapılanmada devlet, her türlü üretim için ayrı borsalar kurmaktadır. Halk ürettiği malları bu
borsalara satmaktadır. Gittikçe gelişen ve dünya çapında genişleyen bu borsa ve pazarlar sayesinde,
ülkenin ve dünyanın her yerinde alıcı ve satıcıların buluşması ve ihtiyacını karşılaması kolaylaşmıştır.
Örneğin Malezya’daki bir tüccarın Frankfurt’taki Emtia borsasından, hem de masa başından kalkmadan
satış yapabilme olanağı vardır. Bu işlemler sadece gelişmiş ekonomik haberleşme sistemleriyle ve garantili
biçimde yapılmaktadır. Ortada para ve mal dönmüyor. Teslimatlar ileriki tarihlerde gerçekleşiyor. İşte
bugünkü batı ekonomisinin can damarı bu pazarlar ve tabi bunlarla birlikte geliştirilen ve işleyen “muhabir
bankalar”dır.
Halbuki Türkiye’de bu borsaların önemi hala anlaşılmamıştır ve yeterince uygulanmamaktadır.
Refah-Yol döneminde buğday, fındık, fıstık borsalarının Türkiye’deki bazı merkezlerde kurulması planları
da, maalesef sonuçsuz
bırakılmıştır. Ülkemizde mahalli
ürün ve hizmetlerin
temininde, alıcıların ve
satıcıların teknik olarak buluşma imkanı bulunmamaktadır. Örneğin:Trabzon’daki fındığın fiyatı teklifinin
26
İstanbul’daki ihracatçıya ulaştırılması için, araya en az dört beş aracı sokulmaktadır.
Oysa, elektronik görüntülü haberleşme sistemi sayesinde bu tür emtia borsalarına ulaşma ve
anlaşma imkanı bulunsa, ülkenin her yerindeki üreticilerimize büyük kolaylıklar ve olanaklar sağlanmış
olacaktır. Hatta istense, televizyonların teletex yayınlarıyla bile bu tür pazarlar oluşturmak ve böylece arz
ve talebi, alıcı ile satıcıyı buluşturmak imkanı vardır. Bu tür borsaların ve pazarların kurulamadığı
ülkemizde, üreticiler ve köylüler, ya devletin ya kooperatiflerin ya da üç beş tekelci sermayenin insafına
bırakılmaktadır. Sonunda
üreticiler
emeğinin karşılığını
pahalıya mal olmakta ve bunun doğal sonucu olarak
alamamaktadır. Tüketiciye ise;
ihtiyacı
çok
üretim azalmakta, enflasyon ve pahalılık giderek
azmaktadır. Elinde sermayesi olanlar yatırım yerine rantiyeciliğe, köylü ve çiftçiler ise tarım ve ziraat
yerine
devlet
kapısına
ve maaşlı
işçiliğe yönelmektedir. Ve böylece
ülke
bir iflasa
doğru
sürüklenmektedir. Bunun çaresi, halka açık, çok ortaklı ve geniş tabanlı şirketlerin kurulmasına devletin
öncülük yapmasıdır. Böylesi büyük zirai ve sınai yatırımlara hisse senetleriyle üye olan kimselerin
üretime ve kazanca ortak olması ise, hem kalkınmayı hızlandıracak, hem ekonomik dengesizliği ve
yetersizliği ortadan kaldıracak, hem de ahlaki ve sosyal yozlaşmayı önlemiş olacaktır.
Sonuç olarak;
1-Kredilerin, kartelciler ve rantiyeciler yerine, bizzat üreticilere ve geniş katılımlı şirketlere aktarıldığı,
2-Üretilen malların, kurulan ve kolay ulaşılan borsalarda pazarlandığı,
3-Üreticilerimizin ülke ve dünya pazarlarına açıldığı ve tekelci komisyoncuların aradan çıkarıldığı bir
ortamda, bugünkü ekonomik ve sosyal sorunların birçoğu kendiliğinden aşılmış olacaktır.
Kağıt Paraya ve Siyonist Bankalara Esaret
"Bana bir ülkenin parasının kontrolünü verin, kanunlarını kimin yaptığı umurumda bile
değil".
Şeytan’ın Kasası: Amerikan Merkez Bankası ve Diğer Merkez Bankalarıyla Bağlantısı
"Yeni Dünya Düzeni" (tek merkezli dünya yönetimi) ve Birleşmiş Milletler'e daha fazla yetki verilmesi
konusuna Amerika'nın aşırı ilgisinden dolayı kafası karışanlara ve meselelerin içyüzünü anlamaya
çalışanlara aşağıdaki yazıyı sunuyoruz.
İlk biçimiyle "Savaş ve Barışın Açmazları" adıyla New Mexico State University'de iftihar derecesi için
sunulan bu çalışmayla dalga geçildi. Tanınmış, yerel düzeyde atıfta bulunulan bir terörizm ve Orta Doğu
"uzmanı" olan Dr. Yosef Lapid tarafından da "paranoya... Belki de zihin hastalığının bir göstergesi" şeklinde
tarif edildi. Gerisini siz düşünün...
Kaynağa atıfta bulunmak, "bilimsel yöntemdir" ama bu kural "Komplo Teorileri" için pek geçerli
görünmüyor. Bin tane kaynak gösterilebilir, yine de "şüphecileri" ("realistleri") ikna etmeyecektir. Bana öyle
geliyor ki, kanıtlara bakmayı reddederlerse, "zihin hastalığının göstergeleri" onlar için geçerli. Belki de SİZİN
bilmenizi istemeyen daha meşum bir şey (gerçeği bilmek gibi) sözkonusu burada.
Paranoyak olmak demek, tehlike ve acı çektirme yanılsamalarına inanmak demektir. Tehlike
gerçek ve kanıt da inandırıcı ise, bu durumda yanılsama olamaz. Kanıtları görmezden gelmek ve
gerçek OLAMAYACAĞINI ümit etmek, zihin hastalığının daha bir göstergesidir.
Mesele, felsefe veya siyasal görüş farklılığından çok daha öte birşey. "Soğuk Savaş"ın ortasında
büyüyen bizim kuşağa, ulusal egemenliğimizi yoketmeye ve anayasal hükümetimizi devirmeye teşebbüs
edenlerin vatana ihanet suçu işlediği öğretildi. Tartışılan grubun bu suçu işleyip işlemediğine lütfen siz karar
verin.
Eğer bir grup: ulusal hükümetleri ve çokuluslu şirketleri fiilen kontrol ediyorsa; medyanın
kontrolü, vakıf bursları ve eğitim yoluyla dünya yönetimi (hükümeti) propagandası yapıyorsa; ve günün
sorunlarını kontrol edip yönlendiriyorsa, bu durumda varolan seçeneklerin çoğunu kontrol ediyorlar demektir.
Council on Foreign Relations (CFR = Dış İlişkiler Konseyi) ve gerisindeki finans gücü, yetmiş yıldır yaptığı
gibi tüm bunları başarmış ve "Yeni Dünya Düzeni"nin promosyonunu yapmıştır.
CFR, Amerika Birleşik Devletleri'nin Yönetici Eliti'nin promosyon koludur. En etkili politikacılar,
27
akademisyenler ve medya şahsiyetleri buraya üyedirler. CFR, etkisini kullanarak Yeni Dünya Düzeni'ni
Amerikan hayatına nüfuz ettirmekte kullanıyor. "Uzmanları" karar alma sürecince kullanılmak üzere bilimsel
yazılar yazıyor; akademisyenler birleşik bir dünyanın hikmetini açıklıyor; medya da mesajı yayıyor.
Amerika'daki bu en etkili ekibin (Yahudi Lobilerinin)
nasıl Anayasa'yı ve Amerikan egemenliğini
yıkmak için bilinçlice çalışan bir teşkilatın üyesi olduklarını anlamak için, en azından 1900'lerin başına
dönmemiz gerekir -her ne kadar, bakış açınıza ve inançlarınıza bağlı olarak, hikâye daha eskilere giderse
de.
Çok etkili bir lobi elitinin sahne gerisinde; Amerikan yönetimini gerçekten kontrol ettiği görüşü, makam
mevki sahibi pek çok Amerikalı tarafından ileri sürülmüştür. 1939–1962 yılları arasında Yüksek Mahkeme
yargıcı olarak görev yapmış Felix Frankfurter, "Washington'daki gerçek yöneticiler görünmezler, sahne
gerisinden iktidarı kullanırlar" demişti. Bir arkadaşına gönderdiği 21 Kasım 1933 tarihli bir mektupta Başkan
Franklin Roosevelt, "işin gerçeği şu ki (bunu sen de ben de biliyoruz), büyük merkezlerdeki bir finans unsuru
ta Andrew Jackson'ın günlerinden bu yana yönetime sahip olmuştur". 23 Şubat 1954'te Senatör William
Jenner bir konuşmasında şu uyarıda bulunmuştu: "Görünüşte anayasal bir hükümetimiz var. Ama
hükümetimiz ve siyasi sistemimiz içinde, bir başka yönetici ekibi ve dünyaya hükmettiklerine inanan bir
bürokratik elit var".
Baron M. A. Rotschild'da şöyle yazmıştı: "Bana bir ülkenin parasının kontrolünü verin, kanunlarını
kimin yaptığı umurumda değil". Bir hükümeti kontrol etkin biçimde kontrol etmek için tek gerekli olan, parası
üzerindeki kontrole, yani para ve kredi, arz ve talebi üzerinde tekeli bulunan bir merkez bankasına sahip
olmaktır. Bu, İngiltere Merkez Bankası gibi özel mülkiyet altındaki merkez bankalarının kurulmasıyla Batı
Avrupa'da yapılmıştı. Georgetown'lı Profesör Carrol Quigley (Georgetown'dayken Bill Clinton'un akıl
hocasıydı) merkez bankalarını kontrol eden yatırım bankerlerinin hedeflerine dair şunları yazmıştı: "her
ülkenin siyasi sistemine ve bir bütün olarak dünya ekonomisine egemen olabilecek çapta ve özel ellerde bir
dünya finans kontrol sisteminin yaratılmasından başka birşey değil... Dünyanın uyum içinde hareket eden
merkez bankaları ve sıkça yapılan özel toplantı ve konferanslarda ulaşılan gizli anlaşmalar tarafından
feodalist bir tarzda kontrol edilen bir sistem.."
Federal Reserve (Amerikan Merkez Bankası) Kuruluyor:
Bir Amerikan merkez bankası kurma yönündeki ilk sinsi girişim sayılan The Bank of the United States
(1816–36), ulusu tehdit ettiğine inanan Başkan Andrew Jackson tarafından lağvedilmiştir. Başkan şöyle
diyordu: "Bu bankanın Amerikan yönetimini kontrol etmek için gösterdiği şeytani çaba ve ortaya çıkardığı
büyük rahatsızlık, bu kurumun kalıcılaştırılması ya da benzer birinin kurulması hatasına düşmesi durumunda
Amerikan halkını bekleyen kaderin müjdecisidir".
Thomas Jefferson da şunları yazmıştı: "Merkez Bankası, Anayasamızın ilkelerinin ve devletimizin
mevcut kurumlar arasındaki en büyük düşmanıdır... Eğer Amerikan halkı, özel bankaların önce enflasyon
sonra da deflasyon yoluyla paralarının basımına izin verirlerse, etraflarında çoğalacak bankalar ve şirketler,
halkı tüm mülkünden mahrum bırakacaklardır. Hatta babalarının fethettikleri kıtada çocuklarını evsiz barksız
koyacaklardır."
Bu, Amerika'daki mevcut durumu tarif etmiyor mu?
ABD, 20. yüzyıl başına kadar merkez bankası olmadan yapabildi. Kongre üyesi Charles Lindberg,
Sr.'a göre yüzyıl başında, "Siyonist Para Tröstü 1907 paniğine sebep oldu. Böylece Kongre'yi bir Ulusal Para
Komisyonu kurmaya zorladı". John D. Rockefeller Jr.'in kayınpederi Senatör Nelson Aldrich'in
başkanlığındaki Komisyon, bir merkez bankası kurulması yönünde kararı aldı.
Yasal olmamasına rağmen (zira yalnızca "Kongre para basma ve değerini düzenleme yetkisine
sahiptir", ABD Anayasası Madde 1, Fıkra 8), Federal Reserve Act (Merkez Bankası Yasası) görünürde
ekonomiyi istikrara kavuşturmak ve başka krizleri önlemek amacıyla, 1913 Aralığında yasalaştı. Fakat
Lindberg'in Kongre'yi uyardı, "bu yasa, yeryüzündeki en büyük tröstü kurmaktadır .. Para Tröstü
soruşturmasıyla da varlığı kanıtlanmış olan sermaye gücünün sahip olduğu görünmez hükümet, böylece
28
yasallaştırılacaktır". Büyük Bunalım ve daha sonraki sayısız resesyonun gösterdiği gibi, Federal Reserve,
canı istediği zaman enflasyon ve federal borç yaratmakta, ama istikrar sağlamaktan uzaktır.
1920–1931 tarihleri arasında Temsilciler Meclisi Bankacılık ve Para Komitesi başkanı olan Louis
McFadden, şunları ifade ediyordu: "Federal Reserve Act yasalaştığında, Birleşik Devletler halkı, burada bir
dünya bankacılık sisteminin kurulmakta olduğunu bilmiyordu. Artık Amerika Dünyayı köleleştirmek isteyen
çoğu Yahudi uluslararası bankerler ve sanayicilerin kontrolünde bir süper devlet olmuştu.
Siyonist sermayenin güdümündeki ABD Merkez Bankası (Federal Reserve) kendisini gizlemek için her
yolu denemiştir, ama gerçek şu ki Fed, yönetimin (hükümetin) yerini almıştır.
"Federal" olarak adlandırılmasına rağmen, Federal Reserve sistemi, üye bankaların özel malıdır.
Kendi politikalarını kendisi yapar; Kongre'nin veya Başkan'ın denetimine de tabi değildir. Rezervlerin
denetçisi ve tedarikçisi olarak Fed, bankalara kamu mallarına erişim sunmuş, bu da onların kredi verme
kapasitelerini artırmıştır.
"Ekonomik Çözümler" Kitabında Peter Kershaw, Federal Reserve Banka Sistemi'nin en büyük on
hissedarlarını şöyle sıralamıştır: Rothschild: Londra ve Berlin; Lazard Bros: Paris; Israel Seiff: Italy; KuhnLoeb Company: Almanya; Warburg; Hamburg ve Amsterdam; Lehman Bros: New York; Goldman and
Sachs: New York; Rockefeller: New York (Bu ailelerin tümünün ya Yahudi veya Yahudi asıllı Protestan
olmasının anlamını siz düşünün.) Hisse senetlerinin sahipleri, üye olan büyük ticari bankalardır.
Davvy Kidd'e göre, Federal Reserve, basılan her 1000 banknot için Gravür ve Basım Bürosu'na
yaklaşık 23 $ ödemektedir. Yani 10.000 adet 100 $'lık banknot (bir milyon dolar) Federal Reserve'e 230
$'a mâlolmaktadır. Daha sonra da ABD hükümetinden nominal değerine eşit bir teminat alınıyor.
Teminat da taşeronları IRS tarafından toplanan bizim toprağımız, emeğimiz ve mal varlığımızdır.
Fed'e parayı düzenleme ve basma (sonuçta enflasyon yaratma) yetkisi vermekle Kongre, özel
bankalara diledikleri gibi kar ve kazanç yollarını açmıştır. Lindberg'in dediği gibi, "Bu yasaya göre, tröstler ne
zaman enflasyon isterse o zaman enflasyon yaratacaktır... Heyecanlı dönemlerde hisse senetlerini yüksek
fiyatlardan halka kakalayıp, sonra da bir panik havası yaratarak düşük fiyatlardan toplamaktadır... Hesap
gününe yalnızca birkaç yıl kaldı". Gerçekten bu uyarıların hemen ardından, 1929'da hisse senedi borsasının
çöküşü ve Büyük Bunalım yaşandı.
Fed'e verilen en önemli yetkilerden biri de “devlet tahvili alıp satma ve bunları alabilmeleri için üye
bankalara kredi verme” imkânıydı. Bu, devlet borçları artırıldığında bankalar için bir başka kazanç
mekanizması sağladı. Tüm gerekli olan da borcu kapatacak bir yol bulunmasıydı. Bu da 1913'te gelir
vergisinin yasalaşmasıyla sonuçlandı.
Zamanla, BM ve NATO eliyle, IMF ve Dünya Bankası marifetiyle bir şekilde ABD’ye ve dolayısıyla
Siyonist sömürüye bağlanan ülkelerin Merkez Bankaları da özerkleştirilip, Milli hükümetlerin kontrolünden
çıkarılmış ve Federal Reserve’nin bir şubesi gibi çalışmaya başlamıştır.
İşte Türkiye’deki “Kemal Derviş Yasalarının” ve AKP’nin özelleştirme (peşkeş ve tasfiye)
operasyonlarının perde arkası:
TMSF’nin yaptığı alacak ihalesini kısaca irdeliyor ve soruyorduk: Devlet böyle bir şeyi nasıl yapar?
Yani neye dayanarak alacağını “pay” karşılığında başkasına tahsil ettirir?”.
Şimdi bunun yasal dayanağının nasıl oluşturulduğuna bir bakalım. Bunlar bankaların alacakları olduğu
için, “4389 nolu Bankacılık Kanununda bir dayanağının olması gerekir” diye öncelikle bu kanunu taradık.
18.06.1999 tarihinde kabul edilen Bankacılık Kanunu’na baktığımızda, herhangi bir yasal dayanak
göremiyoruz. Yani Bankacılık Kanununun ilk haline göre bu işlemi yapamamaları lazım. Sadece, borcun
vadeleri uzatılabiliyor, o kadar.
Ancak, Kanunun 15. maddesinin 6.b paragrafında 12.05.2001 tarihinde bir ek değişiklik yapılmıştır. Bu
değişikliğe kadar, sadece “vadeleri uzatma” imkânı verilirken, bu değişiklik ile “sahip olduğu aktifleri ve hisse
senetlerini iskonto veya sair suretlerle üçüncü kişilere satmaya” diye bir hüküm getiriliyor.
İşte bu hükme dayanılarak, o tarihten yaklaşık 4 yıl sonra, bu alacak satışı gerçekleştiriliyor.
29
Eveet. Şimdi buraya kadar birşey anlamayabilirsiniz. Ancak şimdi söyleyeceklerimle tiyatro ortaya
çıkar.
Bildiğiniz gibi Haziran 1999 tarihinde Ecevit-Bahçeli-Yılmaz Hükümeti icraatta idi. IMF’nin talimatları
yerine getiriliyor ve ortada ciddi bir sıkıntı görünmüyordu! O Hükümete yine IMF talimatları ile yeni Bankacılık
Yasası yaptırıldı. 1999 yılı sonu, 2000 ve 2001 yılı başlarında, yeni bankacılık yasasına (yani yeni kurallara)
göre birçok banka battı ya da batırıldı/hortumlandı diye Fona aktarıldı.
Bu arada 2000 yılı sonunda ve 2001 yılı başında ardışık iki tane kriz yaşadık. Krizin sorumlusu belli;
anayasa kitapçığı! (Kimse, yeni bankacılık yasası ile 40 yıllık bankacılık sorunlarımızı 3 ayda nasıl/niçin
hallettiğimizi sorgulamadı!) Yine, bu arada ABD’den büyük bir kurtarıcı transfer ettik; Kemal Derviş.
Kemal Derviş, bir ara (Nisan 2001) ABD’de uluslararası tefeciler ve tekeller (pardon, yabancı
yatırımcılar ve kreditörler diyecektim) ile bir toplantı yaptı. Toplantıdan sonra ABD’den Türkiye’ye “15 günde
15 yasa” çıkarılması talimatını gönderdi.
O yasalar çıkarken, Bankacılık Kanununda da yukarıda anlattığım “küçücük” bir tadilat yapıldı. Sanırım
milletvekilleri, o “küçücük” tadilatın ne manaya geldiğini anlamadan parmaklarını havaya kaldırıp
indirmişlerdir.
2001 ikinci yarısı ve 2002’de Fon’a aktarılan onca bankaların ne olacağı, nasıl kurtarılacağı falan
görüşülürken (İstanbul Yaklaşımı vb. gibi), Kemal Derviş, Nisan 2002’de gittiği ABD’de bu sefer “erken
seçim”i telaffuz etti.
Apar topar yapılan seçim sonrasında yepyeni bir parlamento oluştu. Bu yeni yapı, ne olduğunu
anlamadan ve bilmeden, Derviş’in açtığı yolda tam gaz yürütüldü.
İşte, bankacılık yasasına 12.05.2001 tarihinde getirilen “ince ayar” Derviş değişikliği ile bugün Fon’daki
bankalara borçlu binlerce şirketin (sadece anaparası bir milyar dolar tutan) borcunun tahsilâtı Lehman
Brothers’a verilebildi.
Tabi bu işin daha da detayları vardır. Ancak, benim kısa araştırmam sonunda elde ettiklerimi yanyana
koyunca ortaya çıkan manzara bu. Örnek verirsek; “biri silahı getirip doldurmuş, öteki tetiğe basmış” gibi bir
şey görünüyor!12
Vakıflar Siyonist Sermayenin Vergi Kaçırma Kurumları:
Daha önce; ulusal düzeyde bir gelir vergisi, Yüksek Mahkeme tarafından 1895'te anayasaya aykırı
sayılmıştı. Bunun üzerine Kongre'ye bir anayasa değişikliği teklifi verildi. Teklifi veren de Senatör Nelson
Aldrich'ten başkası değildi. Amerikan halkına sunulduğu biçimiyle yeterince makul görünüyordu: 20.000 $'ın
altındaki gelirler için sadece yüzde 1'lik bir gelir vergisi alınacaktı. Bu oranın artırılmayacağı da garanti
ediliyordu. Kademeli bir vergi olduğu için vergi "zenginleri kazıklayacaktı", fakat zenginlerin başka planları
vardı, servetlerini korumanın başka bir yöntemini bulmuşlardı.
1976'da yayınlanan "Rockefeller Dosyası" adlı kitabında Gary Allen'ın tarif ettiği gibi, "16.
anayasa değişikliği eyaletler tarafından onaylanıncaya kadar Rockefeller Vakfı hizmete girmişti...
Yaklaşık olarak Yargıç Kenesaw Landis'in Standart Oil tekelinin parçalanmasına hükmettiği
zamanlardı bu. John D. Rockefeller, vergiden muaf dört büyük vakıf kurarak vergiden kaçmakla
kalmadı, vakıfları "kurtarılmış malları" için bir depo olarak kullandı; kuşaklar boyu gayrimenkul ve
intikal vergisi vermeden aktarılabilsin diye varlıklarını vergiden muaf yaptı. Rockefeller'lar her yıl
gelirlerinin yarısını bu kukla vakıflarına aktarıp böylece "bağışları gelir vergilerinden düşebilirler".
Servetin kontrolünde sahipliği değiştiren vakıflar aynı zamanda zenginlerin çıkarlarının promosyonunu
yapan bir araçtır. Milyonlarca vakıf paraları, koruyucu tıbbı kötüleyip ilaç kullanımını özendirmek gibi hedefler
için "bağışlandı". Pek çok ilaç kömür katranı türevlerinden yapıldığından, hem petrol şirketleri hem ilaç
üreticileri (ki çoğunun sahibi Rockefeller'dir veya onun kontrolündedir) bu işten en karlı çıkandır.
Hükümete (Federal Reserve'e) çok büyük miktarlarda kredi verme yoluyla (borcu -gelir vergisini- geri
12
Mete Gündoğan, 18 Eylül 2005, Milli Gazete
30
ödememin bir yöntemi ve zenginleri (vakıfları) vergilendirmeden bir kaçış), geriye kalan tek şey, para
borçlanmak için bir bahane bulmaktı. Ne güzel bir "tesadüf" ki 1914'te I. Dünya Savaşı çıktı ve Amerika'nın
savaşa katılımıyla ulusal borç 1 milyar $'dan 25 milyar $'a yükseldi.
Woodrow Wilson 1913'te William Howard Taft'ı yenerek Başkan seçildi. Taft, bir merkez bankası
kurulmasını öngören yasayı veto edeceğini açıkça söylemişti. Cumhuriyetçi oyları bölmek ve görece
tanınmayan Wilson'ı seçtirebilmek için J. P. Morgan and Co., Teddy Roosevelt'in adaylığına ve onun İlerici
Partisi'ne büyük paralar akıttı. Bir görgü tanığına göre Wilson, Demokratik Parti merkezine 1912 yılında
zengin bir banker olan Bernard Baruch tarafından getirildi. Burada tanıştıklarından "beyin yıkama dersi" aldı;
karşılığında da seçilmesi durumunda Federal Reserve ve gelir vergisi tekliflerini destekleyeceği ve Avrupa'da
savaş olması durumuyla ve kabinesinin oluşumuyla ilgili tavsiyeleri "dinleyeceği" sözünü verdi.
BM Niçin Kuruluyor?
İki dönemlik görev süresi içinde Wilson'ın başdanışmanı: Albay Edward M. House adında bir adamdı.
House'ın biyografi yazarı Charles Seymour, ABD’yi Yahudi Lobilerinin güdümüne sokacak kanunların
Kongre'den geçmesine rehberlik eden House'ı Federal Reserve Act'in "görünmez koruyucu meleği" olarak
tanımlıyor. Bir başka biyografi yazarı da, House'ın "on sekizinci yüzyıl aklının ürünü olan Anayasa'nın
hantallaştığına ve çöpe atılıp yenisinin yazılmasının ülke için daha hayırlı olacağına" inandığını söylüyor.
House "Philip Dru: Yönetici" adlı bir kitap yazdı ve 1912 yılında isimsiz olarak yayınladı. Kitabın kahramanı
Philip Dru, Amerikan halkını yönlendirip kademeli bir gelir vergisine, bir merkez bankasının gereğine ve bir
"milletler cemiyeti" gibi radikal değişikliklere inandırmaya çalışmaktadır.
1. Dünya; Savaşı hem büyük bir ulusal borç, hem de Wilson'ı destekleyen Siyonist sermaye için
muazzam kazançlar doğurdu. Baruch, Savaş Sanayileri Kurulu'nun başı olarak atandı. Buradan da ulusal
ekonomi üzerinde diktatoryal yetkiler kullandı. Baruch ve Rockefeller'ların savaş sırasında 200 milyon doların
üzerinde para kazandıkları bildirildi. Wilson destekçisi Cleveland Dodge müttefiklere cephane sattı. ABD'nin
savaşa girmesinin verdiği korumayla J. P. Morgan da onlara yüz milyonlarca dolar kredi verdi. Kar elde
etmenin bir motif olduğu kesin ama savaş, dünya yönetimi nosyonunu haklı göstermek için de yararlıydı.
William Hoar, "Komplo Mimarları"nda, 1950'lerde Carnegie Endowment for International Peace'in (ezelden
beri globalizmi savunuyordu) kayıtlarını inceleyen hükümet müfettişlerinin, “I. Dünya Savaşı'nın çıkmasından
birkaç yıl önce, Carnegie mütevelli heyetinin dünya” yönetimi için sahneyi hazırlamak amacıyla ABD'yi büyük
bir savaşa müdahil etmeyi planladıklarını gördüklerini anlatmaktadır.
Recep Tayip Erdoğan 2005 BM Zirvesinde:
BM, o günlerdeki tanımıyla büyük bir savaşın enkazı altında ezilen insanlığın “barış evi” olarak inşa
edilmiştir. Aradan geçen süreçte ne yazık ki insanlık, büyük acılar çekmeye, büyük yıkımlar görmeye devam
etmiştir.
BM, yeryüzünde işte bu dengeyi barış ve refah lehine değiştirme temeli üzerinde yükselmektedir. Yine
bu sebeple BM’yi güçlendirmeye, bugün karşı karşıya bulunduğumuz insani acıların çözümünü bu zeminde
aramaya mecburuz.
Hak ve özgürlükleri küreselleştirmenin imkânlarını hep birlikte aramalıyız. BM başta olmak üzere
uluslar arası kurumlarımızı buna göre yeniden yapılandırmalıyız. Hiç şüphe etmeyelim ki, insanlık olarak
ortak geleceğimiz buna bağlı olacaktır.
Kendi içinde yaşayan, dışa açılmayan

Küreselleşmenin nimetlerinden yeterince pay alamayan,

Demokrasi ve özgürlüklerden yararlanamayan,

Dünyamızdaki büyük değişime ayak uyduramayan

Çatışmaya, yok etmeye kilitlenen insanlara nasıl yardım edebileceğimiz üzerinde ciddiyetle
durmalıyız.
Biz, İspanyol meslektaşım Sayın Zapatero ile birlikte “Medeniyetler İttifakı” girişimini bu inançla
başlattık. Aynı inancı paylaşan Sayın Genel Sekreter, Büyük bir duyarlılıkla bu çabamıza katılarak himaye
31
etmiştir.
Şeklinde, Yahudi ağzıyla Siyonizm’e ve BM’ye yağcılık yaparken, aynı toplantıda, Hugo Chavez şöyle
sesleniyordu: ( Ama Zaman Gazetesi şov yaptığını söylüyordu!...)
Latin Amerika ülkelerinden Venezuela’nın “asil” Devlet Başkanı Hugo Chavez, Amerika’da bile
Amerika’yı cesaretle eleştirdi. ABD tarafından devrilmesi için darbe düzenlenmesine karşın iktidarını koruyan
Chavez, ABD’ye veryansın etti.
Alkışlar Chavez’e
Chavez, Birleşmiş Milletler (BM) zirvesinde kürsüye çıkıp konuşunca, salondakiler neye uğradığını
şaşırdı. Çünkü Venezuela Devlet Başkanı ABD için “terörist devlet” diye çıkıştı. Başkan Bush için ise “Sayın
Bush, tüm dünyayı tehdit eden en büyük kabalığı ve en vahşi kapitalizmi temsil ediyor” şeklinde tanımladı.
Ardından da BM’ye seslenerek “BM merkezi de, BM Genel Kurulu kararlarına saygı duymayan bu terörist
devletin topraklarından çıkarılmalıdır.
Konuşmasında Chavez, “Asla kitle imha silahları yoktu, ama Irak bombalandı ve BM’nin itirazlarına
rağmen işgal edildi ve hala işgal devam ediyor.
İşte bu nedenle biz BM’nin, Genel Kurul kararlarına saygı göstermeyen bu ülkeyi terk etmesini
öneriyoruz” dedi. Chavez elindeki belgeyi sallarken, konuşmasının ortasında olağan olmayan bir şekilde
alkış aldı. Chavez, konuşmasının sonunda BM zirvesindeki en büyük alkışı alan kişi konumundaydı.
Dünya liderlerinden zirvede 5 dakika konuşması istendiği için, Chavez süresi dolmasına rağmen
konuşmaya devam edince, oturuma başkanlık yapan diplomat Chavez’e zamanın dolduğunu belirten bir not
uzattı. Ancak Venezuela Devlet Başkanı notu yere atarak, “Eğer Bush açılışta 20 dakika konuşabildiyse ben
de konuşurum” dedi ve 20 dakika süren konuşmasını tamamladı.
BM Kimin Oyuncağı?
Hugo Chavez, konuşmasını “Birleşmiş Milletler’e üye ülkeler, yoksulluğu makul düzeyde azaltma
hedefine bile ulaşamadı. Birleşmiş Milletler hiçbir işe yaramıyor” diyerek gerçekleri haykırdı.
Yerli ve Yeterli Üretim ve Milli Sanayi Hamlesi
Yaklaşık 35 sene önce, milli bir duyarlılık ve haysiyetli bir tavırla Erbakan Hoca şunları anlatıyordu:
Aziz kardeşlerim, biraz Önce sizlere konuşmamızın arasında Gümüş Motor Fabrikasına ait bir film
gösterildi. Bu filmi dikkatle takip buyurdunuz. Hiç şüphesiz film hepinizi heyecanlandırdı. Yüzlerinizden ve
gözlerinizden bu heyecanınızı okumak mümkün. Aziz kardeşlerim, bu görmüş olduğunuz filmin hangi
manaya delâlet ettiğini daha iyi açıklayabilmemiz İçin, şimdi sizlere, bu konuşmamda bazı hususları bir bir
ele alarak arz etmek mecburiyetini duyuyorum. Bakınız her şeyden önce Türkiye sanayileşmeye niçin
mecburdur? Bu nokta üzerinde durmamız,
a) Bizim bugüne kadarki, milletimizin sanayileşme tarihine bir bakış yapmamız,
b) Yakın tarihimizdeki sanayileşme hareketine bir bakış yapmamız,
b) Hâlihazır sanayileşme yolundaki çalışmalara bir bakış yapmamız ve bütün bu bakışlar arasında da
Gümüş Motor'un ne olduğunu, ortaya koymamız zannediyorum ki, mevzuumuzun açıklanması için hem
faydalı ve hem de zaruridir.
Sanayileşmeğe Niçin Mecburuz?
Aziz, kardeşlerim, biraz Önce arz ettiğim plan üzerinde, sizlere çok kısa olarak Türkiye'miz niçin
sanayileşmek mecburiyetindedir? Bu hususu birkaç cümle İle belirtmek istiyorum. Bakınız bugün yurt
sahasında birçok yerlerde yaptığımız konuşmalarda, her zaman bu 40 milyona varmış milletimizin, maalesef
birkaç milyon evlâdının dış memleketlere işçi gittiğini, 100 binlece hanımımızın yabancı ülkelere hizmetçi
olduğunu ve milyonlarca vatan evlâdının da bunun İşçi Bulma Kurumunda işsizlik içerisinde beklediğini,
ekmek parası için “biz de dış memlekete gideceğiz” diye boşuna ümitlendiğini konuşuyoruz. Bu durumdan
memleketimiz nasıl kurtulabilir? Ayrıca bugün tarihîn bin yıllık en zengin milleti, maalesef dünyanın âdeta en
fakir milletleri arasına gerilemiştir. Çünkü yeryüzündeki 120 müstakil memleket içerisinde şahıs başına millî
gelirimiz hâlen yukardan aşağı, 100 üncü sıraya inmiştir. Bugün memleketimiz korkunç bir pahalılık ve
32
perişanlık içerisindedir. Peki, kurtuluş çaresi nedir? Bundan kurtulmak için, bir memleketin zengin olması için,
o memleketin bütün iktisadî kalkınmasına ait her sahasında çalışılmak zarureti vardır. Yani o memleketin
tarımında, ticaretinde ve hizmetler sektöründe kalkınmak mecburiyeti vardır. Ve bilhassa bunların hepsinden
mühim olarak, o memleketin sanayileşme sahasında bağımsız ve başarılı olmak mecburiyeti vardır, bir
memleketin fakirlikten kurtulabilmesi için. Bizim memleketimizde ise bu çalışma, bilhassa sanayileşme
sahasındaki çalışma başka memleketlerden kat ve kat daha zarurî bulunmaktadır. Sanayileşme bizim
memleketimiz için “böyle olsa daha iyi olur” diye telâkki edeceğimiz bir mesele değil, “ya bu olacak veya bu
diyardan kovulacak” ehemmiyette bir meseledir. Bizim, sanayileşmeden hayatımızı idame ettirmemiz
mümkün değil. Niçin derseniz, kısaca arz edeyim: Bakınız bu gün, Allah'a şükür, dünyanın en çok nüfusu
artan milletlerden biriyiz. Senede %3 nispetinde nüfusumuz artıyor. Artan nüfusa işyeri hazırlamak için,
bugün %18 e çıkmış olan işsizliği, orta yerden kaldırabilmek için en mühim saha sanayi sahasıdır. Ziraat
sahasında da insanlar elbette istihdam edilmek mecburiyetindedir. Fakat bugün bizim Türkiye'mizin durumu
öyle ki, zaten ziraat sahasında çok fazla insan kullanıyoruz. Türkiye'nin %70'i ziraatla meşgul oluyor.
Köylüdür, ancak, bizim %70 köylümüzün; çalışma durumu öyle ki, Avrupa memleketlerinde ortalama olarak
bizim 10 köylümüzün yaptığını bir kişi yapıyor. Amerika'da 100 köylümüzün yaptığı işi beş kişi yapıyor.
Çünkü bizim köylerimizdeki ziraatimiz bugün, ne makinali ziraattır, ne de sulu ziraattır. Teknik tabiriyle
söyleyeyim, “intansif ziraat” değildir. Sulu ve makinalı ziraat içerisinde bulunmadığımız için, çok eski
devirlerden kalma iptidai metotlarla çalıştığımız için, çok insan çalıştırıyoruz ama az mahsul alıyoruz.
Ziraatimizi inkişaf ettirirsek ki inkişaf ettirmeğe mecburuz, ziraat sahasına yeniden insan koyacak değiliz.
Bilakis, ziraat sahasında çalışan insanları biz sanayiye çekeceğiz. Bugün 10 kişinin yaptığı işi bir kişi
yapacak, 9 kişi ziraî sahadan dışarı çıkacak, ondan dolayı bir yandan artan nüfusa iş bulmak, öbür taraftan
ziraatı inkişaf ettirirken, oradan boşalan insanlara iş bulmak, ancak sanayi ile mümkündür. Türkiye'de zaten
Avrupa gazeteleri %13 işsizlik var diyor, Türkiye'nin önümüzdeki 8 yılda en büyük tehlikesi bir işsizlik
infilâkının olmasıdır, diye haber veriliyor. Bu korkunç issizliği orta yerden kaldırabilmek için, biz dışarıya
eleman gönderecek değiliz. Dışarıdaki işçilerimizi de Türkiye'de kendi köyünün kenarındaki, çoluğunun
çocuğunun başında oturarak kurulacak atölyeli fabrikalarda çalıştırmamız lazımdır. Ondan dolayı
sanayileşmek bizim için hayatî ehemmiyeti haiz bir husus bulunuyor. Buna ilâveten, her akıllı milletin zaten
sanayileşmesi lâzım geliyor. Çünkü bugün yeryüzündeki alışverişleri inceleyecek olursak, zirai sahalarda
çalışan milletlerin sattıkları mallar arasındaki mübadelenin iç yüzü şudur: Sen diyor; ilerlemiş bir devlet geri
kalmış devlete, bir tarlada on saat çalışacaksın, senin on saat çalışarak üretmiş olduğun buğdayı, pamuğu,
tütünü ben bir makinanın başında iki dakika çalışarak ürettiğim makinayla değiştireceğim!
Batının Refah Seviyesi On Misli Yüksek
Avrupa'da sanayi sahasında çalışan bir insanın, bir saati bizim beş saatlik mesaimizle değiştiriliyor.
Amerika'da sanayi sahasında çalışan bir şahsın bir saatlik mesaisi bizim tarlada çalışan bir şahsın on saatlik
mesaisi ile değiştiriliyor. Böylece sanayi, kendi milletine on misli daha yüksek refah seviyesi temin etmiş
oluyor. O itibarla akıllı milletlerin süratle sanayileşmeleri zaten lazım gelir. Bu arz ettiklerimize ilâveten, bu
gün sanayileşmek ayrıca büyük bir zarurettir. Zira zirai sahada kalkınacağız desek dahi, ne yapacağız? Bize
traktör lâzım, bize sulama pompaları lâzım, bize gübre lâzım, o gübreleri üretecek fabrika lâzım. Onun için
ziraatla kalkınmak istiyorsak, yine sanayileşmek mecburiyetindeyiz. Bütün bunlara rağmen diğer bir husus da
düşmanın silâhlarından daha üstününe sahip olabilmek, ancak kuvvetli ve kudretli bir sanayiye sahip
olabilmekle mümkündür. Bir millet kendi harp sanayiini geliştirmedikçe; kuvvetli ve kudretli bir millet olamaz.
Buna ilâveten asıl sınaî mamullerini bizzat kendisi yapamadıkça, her hususta başka milletlere bağlı kaldıkça,
hiç bir zaman önder ve örnek bir memleket olamaz. Onun için Türkiye'nin kuvvetli ve kudretli bir millet, bir
memleket olabilmesi için, aynı zamanda en kuvvetli sanayi memleketlerinden birisi olması zarurîdir.
Sanayileşme Tarihimiz
Muhterem kardeşlerim. Çok mühim bir noktaya daha temas etmek istiyorum O da şudur: Bakınız,
yıllardan beri bizim memleketimizde şöyle menfi bir propaganda yapılmıştır: (ki, bu memleketin evlâtları,
33
Allah'a şükür, gün geçtikçe, bu aşağılık düşüncesi veya telkini kayboluyor.) “Efendim biz sanayileşemeyiz,
sanayi ecnebi memleketlere mahsustur, bu bizim işimiz değildir”, zihniyetinin telkinatı altında bırakılmıştır.
Ondan dolayı, adeta sanayileşmek Avrupalılara has bir şeymiş, bizim yapabileceğimiz bir şey değilmiş gibi
bir komplekse kapılmışız.
Her şeyden önce bu telkinâttan silkinip, kendimizin, aslımızın ne olduğunu görmemiz, bilmemiz,
lâzımdır. Bakınız, bu itibarla çok kısa olmak üzere bizim sanayileşme tarihimiz hakkında birkaç hususu arz
etmek istiyorum. Daha başlangıçta söyleyeyim, “sanayileşmek bizim nemize gerek, biz böyle şey
yapamayız”, zihniyetinin yerine tam tersini getirip koymağa mecburuz. Biz tarihînde sanayileşmenin, bütün
dünyaya örneklerini vermiş, onun hocası olmuş bir milletiz. Ama bize kim olduğumuz öğretilmediği için,
bilâkis ters düşünceler altında körletildiğimiz için, uzun zamandan beri yanlış düşünür hale getirilmişiz.
Bakınız, tarihi vesikaların noksan olduğu eski devirleri bir kenara bırakalım, bundanbin sene öncesini ele
alalım. Bugün Avrupa'da sanayi var, bizde yok deniliyor değil mi?
Bir defabin sene önce dünyanın hali neydi? Hepiniz tarihte Harun Reşid'in Avrupa'ya hediye etmiş
olduğu saatin ne olduğunu Avrupalıların bir türlü anlayamadığını bilirsiniz. Çalar bir saat hediye etmiş idi. O
devirde daha bunun içerisinde, periler var, şeytanlar var, herhalde onlar bu işi yapıyor, diye Avrupalılar uzun
yıllar Harun Reşid'in hediye olarak gönderdiği çalar saati şeytan işi sanmışlardı.
İnce Tül'ü İkiye Bölen Kılıç
Bin sene önce haçlı orduları zamanında Avrupa neydi, biz neydik? Bu husustaki bir filmin sahnesini
çoğunuz hatırlarsınız. Arslan Yürekli Rişar geliyor. İki mesnedin üzerine bir kalın demir tuğ koyuyor ve kılıç
ile bir darbede bunu ikiye bölüyor. Buna karşılık da Selâhaddin-i Eyyûbi, bir incecik tülü havaya atıyor. O tül
kendi ağırlığı ile aşağı düşerken kılıcını altına tutuyor. Tül kendi ağırlığı ile düşerken iki parça oluyor ve yere
iniyor. Bugün teknolojik bakımdan açıklamak, ispat etmek mümkündür ki, Selâhaddîni Ey-yubî'nin kılıcının
çeliğine verilmiş olan su, Aslan Yürekli Rişar’ınkinden yüz gömlek üstündür. Selahaddini Eyyûbi onu orada
teknik bakımdan mağlûp etmiş bulunuyordu. Öbürü kaba kuvvet. Bu iş içinde aynı zamanda çok lâtif bir ruh
ve mâna gösteriyor. Fakat teknolojik bakımdan da çok üstün bir sanata sahip olduğunu gösteriyor aslında.
Bakınız Almanya'da bugün en büyük çelik merkezlerinden birinin adı “Solingen” şehri. Bu şehrin menkıbesini
araştırırsanız, göreceğiniz hakikat şudur: Solingen bir ustanın adı. Haçlı ordularına iştirak etmiş bir köylü bu.
Gelmiş bizde çeliğe su nasıl verilir, bunu öğrenmiş, seferden dönmüş, Avrupa'da ilk defa çeliğe su vermenin
tatbikatını yapmış, demirci olmuş. O köydeotuz kilometre trenle gitseniz, bugün ucu bucağı bulunmayan bir
çelik sanayisinin doğduğunu görürsünüz. Ama bizden öğrenmiş, hocaları biziz.
Gel yakın tarihe kadar, beşyüz sene öncesine bak. Sultan Fatih'in döktürdüğü toplara. Aslında o kadar
kısa zamanda dökülebilmesi dahi büyük bir sanayi harikasıdır. Anlayanlar, inceleyenler için ve size şunu
söyleyeyim: Bugün Türkiye'de aynı topları aynı şartnamelerle ihaleye çıkartınız, yapacak firma bulamazsınız!
Dötyüz sene önce bizim ordumuz Viyana'ya yürürken, iman kuvvetinin yanında, o devrin en büyük
teçhizatına da sahip idi. Her türlü askeri silâh ve vasıtalarla donatılmış idi. Bütün bu askeri silâh ve vasıtaları
biz kendimiz imâl ediyorduk. Başka milletler her harbe girişte, bizden yeni yeni şeyler öğreniyorlardı.
Bir Kış Esnasında
Yine sık sık verdiğimiz çok mühim bir misal var: Bundan ikiyüz sene önce Ruslar gelip, İnebahtı’da
ikiyüz parça gemimizi yaktıkları zaman biz, bir kış esnasında, tekrar ikiyüz parça, o devrin harp zırhlılarını
imâl etmiş ve bütün Akdeniz'e hâkim olmuştuk. Bu ikiyüz parça geminin bir kışta inşası büyük bir hâdisedir.
Sadece teknik bilgi değil, disiplin ve organizasyon harikasıdır. Daha ileriye geliniz, bakınız yakın tarihimizde
son vakitlere doğru, biz bundan yetmiş sene öncesine kadar, daima Avrupa'nın önünde bulunmuşuz. Yetmiş
sene öncesine kadar onlardan bir karış geri kalmamışız. Şu tenkit daima yapılmaktadır: Yanlış ve haksız
olarak, Ecnebiler ve yerli taklitçiler diyor ki: "Evet, efendim tarihimizde böyle büyük harikalar var top
dökülmüş, kılıç imâl edilmiş, çeliğe su verilmiş, bunlar belki birer sanat harikasıdır, ama sanayi ise başka
şey, sanayide organizasyon ve disiplin mühimdir, kütle halinde imâlât mühimdir. Sizde bunun numuneleri
tarihinizde yoktur”. Hâlbuki bu sözler sadece bir aldatmacadır. Asıl sanayi diye bugünkü fabrikaları
34
kastediyorsak, buyurun fabrikalar bakımından tarihimizi mukayese edelim:
Dört Misli Büyük
Bir defa bizde kurulmuş olan “Defterdar fabrikası” nı ele alınız. Defterdar fabrikası, tam yüzelli sene
önce kurulmuştur. Tekstil sanayiinin komple bir fabrikasıdır. Bugün hala, Türkiye'nin en büyük fabrikalarından
birisidir on sene öncesini düşününüz. O tarihte, bugün tekstil sanayinin merkezi neresidir? İngiltere'de o
devirde kurulan tekstil fabrikalarının en büyüğünün dört misli büyüklüğündedir. Niye, Osmanlı imparatorluğu
fabrika kurarsa elbette İngiltere'nin dört misli büyüğünde kurar da onun için. “Hereke Fabrikası” nı al bakalım.
Bu gün de en iyi kaliteli kumaşı dokuyan Hereke Fabrikasıdır .Doksan sene önce kurulmuş bir fabrika bu. Ve
o devirde en iyi kumaşları dokuyan fabrikadır. Ve bir de kuruluş maksadını inceleyiniz. Sultan Hamid
Cennetmekân zamanında kurulmuş bir fabrikadır. Sultan Hamid Cennetmekân kendi sırtında giydiği palto ve
sarayındaki mefruşat dâhil, bütün bunları, yerli malı olarak kullanmaya son derece dikkat etmiş bir insandır.
Bütün askerin her türlü teçhizatı yurdumuzda yapılmıştır. Hereke fabrikası o devrin teknik bakımdan ne kadar
ileri bir fabrikasıydı ki düşünün, bugün dahi aynı fabrika, en iyi kumaşları dokumaktadır.
İleriye geçiniz bakalım: Bizde bütün dünyada elektrik fabrikası, Paris'te, Londra'da kurulduktan sonra,
bir kaç ay farkla İstanbul’da kurulmuştur. Silâhtarağa'daki fabrikanın kuruluşu, dünyadaki ilk elektrik
fabrikalarının kurulduğu yerlerden, tarihlerden ancak bir kaç ay farklıdır... Galata Köprüsü döneminin
teknolojik seviyesinin önünde yapılmıştır. Bilhassa Sultan Hamid Cennetmekân zamanında bütün sanayi
hareketlerinin hepsi, en önde gidecek şekilde başarılmıştır. Balmumcu Çiftliği'nin orada basılan Hamidiye
Suyu, dünyada ilk defa suyun basıldığı tarihte basılmıştır.
Motopomp İstasyonu
Ve Kâğıthane'ye kurulmuş olan, motopomp istasyonundan basılan su ile sular Hamidiye Çeşmesi'ne
çıkarılmıştır. Dünyada ilk tünellerin kurulduğu sırada, Beyoğlu'nun şu, bugün dahi kullandığımız tüneli
yapılmıştır. Ve bundan seksen sene Önce, biz gemi inşaiyesinde dünyanın en ileri memleketiydik. Hamidiye
tipi kruvazörler, bizde yapılmaktaydı. Makina aksamı dâhil Abidin Daver şilebi gibi gövdesi bittikten sonra
yedi sene Haliç'de beklemiyordu. Seksen sene önce yapılan gemiler, bir yandan gövdesi yapılırken, öbür
yandan da makinası yapılmış oluyor ve böylece bütün dünyada yeniden büyük hâkimiyetimiz gösteriyor idik.
Bizim tarihimiz aslında böyle geliyor. Biz bugünkü fabrikalar başladığı zaman da, dünyanın en ilerisinde ve
en önünde yürüyorduk. O zamanki zırhlılarımızın zırhları, o çeliklerin suları bizde veriliyordu. Size çok mühim
bir mevzuu anlatmağa mecburum; Mazimizdeki sanayi anlayışını açıklamak bakımından:
Ford Fabrikaları ve Abdülhamid
Sene 1905, Amerika’da Ford Fabrikaları ilk defa otomobil imâl ediyor ve bu ilk otomobilleri, dünyanın o
zamanki en büyük krallarına hediye edeyim de, otomobil satışının reklâmını yapmış olayım, diyor. Dünyanın
en büyük devlet adamlarının başında Sultan Hamid Cennetmekân geliyor. Bir numaralı otomobil ona
gönderilecek diyor, Ford fabrikaları. Arkasından Alman imparatoru, İngiltere Kralı, öbürlerine de birer tane
otomobil hediye ediliyor. Ford otomobili İstanbul'a geliyor. Sultan Hamid Cennetmekân, bu gelen otomobili
bir müddet bekletiyor, Amerikalı heyetle beraber, ikide bir müracaatta bulunuyorlar: Efendim bir deneseniz
lütfedip binseniz diye... Vakti gelince deneriz diyor. Bizim programımızı siz çizecek değilsiniz. Sırası geliyor,
bir cuma günü, o otomobile biniyor. Ve Cuma'da Yıldız'daki camiye çıkıyor. Camiden çıktıktan sonra heyet
orada, ayakta duruyor. Hemen arkasında: Efendim bu otomobili nasıl buldunuz? Fikrini sormak için, önünü
kesiyorlar. Cuma selâmlığı bittikten sonra, Sultan Hamid Cennetmekân kendilerine diyor ki: “Bu otomobili
buraya ne ile getirdiniz?” diyor. Efendim şu aşağıdaki gemiyle getirdik, diyorlar. “Bunu hemen içine koyun,
geri götürün” diyor. Neden Efendim sizi rahatsız mı etti, bizim bilmediğimiz bir şey mi oldu? Diye telâşa
koyuldukları vakit, onlara diyor ki: “Bunun bir parçası kırılırsa ne olacak?” Efendimiz emredersiniz, derhal
getiririz. Nereden? Tâ Amerika'dan... Sultan Hamid Cennetmekân’ın söylediği söz şu: “Bu arabaların
parçaları benim yurdumda yapılıncaya kadar, ben bunları Türkiye'ye sokmam” diyor. Ama arkadan ne
yapıyor? Sultan Hamid Cennetmekân bu sözü söyledikten sonra saraya geliyor ve Maarif Nezaretine bizzat
kendisi emir yazdırıyor: “Bu sanayinin bütün şubeleri en kısa zamanda Türkiye'de öğretilip kurulsun”... Sultan
35
Abdülhamid Cennetmekân bilhassa Galvone Plâstiği, yani nikelâj kaplaması üzerine, kromaj kaplaması
üzerine, ihtisasa gidecek insanların emirnamesini de kendi eliyle yazıyor. Bu sanayi ilerde çok büyük
ehemmiyet kazanacağa benzemektedir, imparatorluğun, Varna, Şam, Bağdat, bütün buralardaki sanat
mekteplerinden kabiliyetli çocukları toplayınız ve bu çocuklar biran evvel, gitsin bu sanatı öğrensinler,
buyuruyor.
Hicaz Demiryolunu Osmanlı Yapıp Tamamlıyor!
Sultan Hamid Cennetmekân beş senede bütün Anadolu'nun demiryolunu yaptırmış insandır.
Ondan dolayı o devirdeki sanayileşme ve gelişmenin bir ispatıdır. Tabiî bildiğiniz gibi Hicaz demiryolunu da,
Türk mühendisleri inşa etmişlerdi. O devirdeki sanayileşme zihniyeti bugüne kadar devam etmiş olsaydı,
bugün biz dünyanın en büyük uçaklarını yapan ve hepsini yüzde yüz kendisi imâl eden bir memleket
olacaktık. Zerre kadar şüpheniz olmasın, o devirdeki inkişafı nazarı itibara alırsak... Ama ne oldu, Maalesef
onbeş senelik bir harp devresi girdi araya. Bu harp devresinin arkasından koskocaman imparatorluğumuzun
parçaları elimizden alındı. Yakılmış, yıkılmış bugünkü Anadolu’muzun içinde kaldık. Kaldık da ne oldu?
Yeniden çalışmalar başladı. Cumhuriyetten sonraki sanayileşme çalışmalarını, birkaç devre içerisinde
mütalâa etmek mümkündür. 1923 den ikinci Cihan Harbi'nin başına kadar memlekette sanayileşmek için
yeniden gayretler başlamıştır.
Ecnebi Mütehassıslara İtibar Edilip Vakit Kaybediliyor!
Bu devirde birtakım sanayi müesseseleri de kurulmuştur. Ve millî bir sanayinin kurulması gayreti ve
şuuru mevcuttur. Ancak o devrin en büyük hatalarından birisi ecnebi mütehassıslara fazla itibar etmek
olmuştur. Bir misalle arz edeyim. Meselâ, demir-çelik fabrikasının kurulmasının tarihini inceleyiniz. Sene
1925, Büyük Millet Meclisi Türkiye'de bir demir-çelik sanayinin kurulmasını, bütçe müzakerelerinde karar
altına alıyor. Hükümete de emir veriyor. Bak diyor, yanıp yıkılan Almanya hemen demir-çelik sanayi kurdu.
Sanayileşmeye başlıyor. Biz onlardan geri kalmayalım, bizde de bu sanayi kurulsun deniyor. Millet Meclisi bu
kararı alıyor. Hükümet bir demir çelik sanayinin nasıl kurulacağı hususunu bir Belçikalı uzmana havale
ediyor. Belçikalı uzman geliyor 1925 senesinde. Bir kaç sene Türkiye'yi inceledikten sonra bir rapor
veriyoruz: Siz, demir çelik fabrikasını kuramazsınız. Siz bu sevdadan vazgeçin “şeftali yetiştirmeye bakın”,
deyip gidiyor…
Yabancılar Bize: “Siz Ziraate Bakın” Diyor
Bundan sonra sekiz sene memleket vakit kaybediyor. Sene geliyor 1933’e, tekrar bütçe müzakereleri
esnasında, bakınız Almanya büyük adımlar atmaya başlıyor. Aman biz de demir çelik sanayiini kuralım diye,
yine Millet Meclisi karar alıyor. Bu karar üzerine de, bu sefer bir Avusturyalı uzmana aynı mevzu havale
ediliyor. Onun verdiği rapor da öbür kardeşininkinden farklı değil. O da yıllarca buraya geliyor, etrafı
gezdikten sonra, siz demir çelik sanayii kuramazsınız, “siz ziraata bakın”, zihniyetini telkin etmeye çalışıyor.
Ne zamanki İkinci Cihan Harbi patlıyor. Harp patladığı zaman, aman bu işler demir çeliksiz olmayacak. Artık
katiyetle ne yapıp yapalım, bunun temelini atalım deniyor. Bugünkü Karabük'te bu temel atılıyor. Tasavvur
buyurunuz ki, 1923 nere 1938—39 nere, ara yerde tam 15—16 senelik vakit geçmiş. Bu ara yerde geçen
vakitleri, 1925 ten sonra hesaplasak dahi 13 senelik bir zaman kaybediyoruz.
Sanayide Zaman Mefhumu
Hâlbuki bu onüç senelik zaman sanayide çok mühimdir. Sanayileşmenin en büyük avantajlı tarafı, çok
kısa zamanda çok büyük netice orta yere koyabilmesidir. Sanayileşme davasında sene büyük zamandır.
Maalesef ecnebi mütehassısların kasıtlı telkinleriyle kulak verildiği için, bu memlekete demir çelik sanayii
1925 de değil, ancak ta onüç sene sonra temeli atılabilmiştir. Böylece birçok kıymetli yıllar, asıl
sanayileşmede çok mühim müesseseler yapılamadan gelmiş geçmiştir. Hâlbuki dünya üzerindeki diğer
milletler, bu yılları son derece isabetli şekilde kullanmışlar, seksen sene aramızdaki fark, bütün bugüne kadar
geçen yıllar arasındaki, taklitçi zihniyet ve tutumdan dolayı aleyhimize işlemiştir.
Uçak Bile İmal Edildi
Sene 1939, harp ilân edilmiş, dışardan bir şey ithal etmek imkânı yok. İşte ilk defa o zaman yeniden
36
bize makina imâlâtı mecburen başlamıştır. Makinaların parçaları yavaş yavaş millî mal olarak imâl edilmiştir.
Bu arada hatırlatayım ki, bu devrede Türkiye'de uçak bile imâl edilmiştir.
Ankara'da bir uçak fabrikası kurulmuştur. Bugün traktör imâl eden fabrika, aslında uçak fabrikası
olarak kurulmuştur. Makinalarını yapmak üzere uçak motorları imâl ediyordu. Bugün de Ankara'daki THK
uçak imâl etmek üzere kurulmuş idi. O devirde uçaklar da yapıldı. Ve bu yapılmış olan uçaklardan dört tanesi
de Danimarka'ya bile satıldı. Fakat maalesef o harp içerisindeki zihniyet öyleydi ki, bizim kendi ordumuzun
talim uçakları bile kendi fabrikamıza sipariş verilmedi. Bir takım komisyoncuların tesiriyle, onlar bile dış
ülkelere sipariş verildi. Uçak yapmış olan bu fabrika bugün mobilya fabrikası olarak çalışıyor. Masa,
sandalye yapıyor. Hâlbuki o fabrika otuz sene önce uçak imal etmiş idi. Eğer o zihniyet üzerinde
yürünmüş olsaydı, bugün şimdi yıllardan beri başlayacağız denilen sanayi, çoktan kurulmuş olacaktı. Buna
rağmen İkinci Cihan Harbi esnasında faydalı çalışmalar olduğu inkâr götürmez. Ama ne vakit ki, İkinci Cihan
Harbinden sonra dış yardımlar gelmeye başladı, bizdeki imâlâtçı sanayi yine durdu. Çünkü bu dış yardımları
o zamanki idareciler, asıl makina sanayiinin kurulmasına değil, Avrupa ve Amerikadan makina ithaline ve
montaj sanayine harcadılar.
Otobüs İmal Edecek Fabrika
Bir misalle arz edeyim: Sene 1951, İstanbul’a otobüs alınacak. Altmış firma müracaat ediyor. Çünkü
dışarıdan yardım geliyor. Üstelik bu belediye otobüslerinin bedeli dolar olarak ödenecek. Dünyanın 60 tane
otobüs imâlâtçı firması teklif veriyor. Biz de Teknik Üniversitede motor hocasıyız. İstanbul Belediyesi, bu
otobüslerden hangisini alalım diye bize müracaat ediyor. Biz; arkadaşlarla beraber Teknik Üniversite
Motorlar Kürsüsü olarak bu konuyu inceledikten sonra bir rapor verdik. Dedik ki; “siz bu kadar otobüsü bir
defada dışarıdan alacağınıza, bu otobüsleri imâl edecek fabrikayı kursanız, o fabrikada, alacağınız kadar
otobüsün hepsini aynı parayla Türkiye'de imâl etmemiz mümkündür”. Buna rağmen, bir takım ithalâtçıların
tazyikiyle maalesef o sanayi o gün kurulmamıştır. “Efendim, nasıl olur da Türkiye'de otobüs fabrikası
kurulabilir? Bu hayaldir, böyle şey mümkün değildir” safsatasıyla bu paralar dışarıya döviz olarak verilmiştir.
Amma bakınız yıllar geçti, şimdi otobüsler, motoru hariç burada yapılıyor. Hâlbuki o zaman bu iş yapılabilirdi.
yirmi sene vakit kaybedilmiştir. Aynı mesele otobüslerin motoru için de geçerlidir. Bu otobüslerin motoru hâlâ
yapılmıyor. Yirmi sene önce başlansaydı, bugün de bu motorlar, otobüslerle beraber ihracat yapacak
noktaya gelinebilirdi. Sanayide bazı önemli şeyleri, vaktinde görüp o adımları atmak gerekir.
Dünya Yol Kongresi
Size bu konuşmayla İkinci Cihan Harbi’nden sonraki halimizi de arz edeyim: Sene 1956, İstanbul'da
“Dünya Yol Kongresi” yapılıyor. Bu kongrede, karayollarımızın en mühim mevkiinde bulunan kıymetli bir
kardeşimiz, ev sahipliği yapıyor. Bu kardeşimiz Yugoslav Heyetini, bir yemekte ağırlamak mecburiyetinde
kalıyor. Akşamleyin konuşmada, aralarında geçen hususu aynı yıl, aynı akşam gelmiş ve bendenize
nakletmiş idi.
Yugoslav heyeti diyor ki: “Biz yol kongresine geldik, Türkiye'de yol nasıl yapılır? Bunu öğreneceğiz
sizden. Fakat sizden yolun nasıl yapılacağını öğrenmek için buraya gelmiş olmamızdan dolayı hiçbir
küçüklük-eziklik duymuyoruz”. Neden derseniz açıklayalım diyor, Yugoslav mühendisleri: “İkinci Cihan
Harbinden sonra, siz de dış yardım almaya başladınız, biz de… Siz aldığınız dış yardımlarla traktörleri, iş
makinalarını dışarıdan getirdiniz. Parayı oraya harcadınız. Bu makinalarla yol yapmağa başladınız. Sizin bir
miktar yolunuz ve tecrübeniz var. Ama bize gelince, biz dışarıdan aldığımız yardımı traktöre, greydere
buldozere vermedik. Bu yardımı onları imâl edecek olan makina fabrikasına verdik. Ama şimdi biz kendi
traktörümüzü, kendi greyderimizi, kendimiz imâl ediyoruz. Kendi makinamızla yollarımızı yapmağa
başlayacağız. Şimdi buraya yol nasıl yapılır, onu öğrenmek için Türkiye’ye geldik. Siz paranızı hazır
makinelara yatırdınız. Şimdi elinizde sadece eski makina hurdalıkları kaldı!..”
Memleketin Elinde Maşatlık Kaldı
O dışarıdan getirilen makinaların hurdalıklarına bizler, hurdalık demiyoruz. Lâtife olsun diye.
“MAŞATLIK” diyoruz. Çünkü ecnebi mamulâtıdır da ondan. Memleketin elinde maşatlıklar kaldı, öbür
37
memleketler ise o paralar ile onları imâl eden fabrikalara sahip oldular. Ara yerde bir zihniyet farkı var. Bu
zihniyet farkı bizim aleyhimize işledi. Biz dış yardımları makina imâl edecek sanayiye değil, o sanayinin imâl
ettiği mamul makinaları ithal etmekten dolayı aslında çok büyük kayıplara uğradık.
Makına İmal Eden Makinalar
Dış yardımların bir kısmını hiç değilse, “makine imâl eden makinalar” sanayiine yatırmamız lâzım gelir
idi. Büyük hatâ işlenmiştir. Bu devrin ikinci bir yanlışlığı da, asıl imâlâtçı sanayiinin yerine, montaj sanayinin
kurulmuş olmasıdır. “Dışarıdan parça getirilsin, biz bu parçaları monte edelim” zihniyetiyle hareket edilmiştir.
Bakınız, bu zihniyet, bu yanlış zihniyet, bilesiniz ki bugüne kadar geliyor, İkinci Cihan Harbi 1944 de 45 de
bitti. 1946—47 de dış yardımlar geldi. O günden bugüne kadar zihniyet değişmemiştir. 1947 den 1973 e
gelindi. Aradan tam 25—26 senelik, çeyrek asırlık bir zaman geçmiştir.
Gümüş Motor
Bütün bu yanlış gidişatın ortasında bir ada var: GÜMÜŞ MOTOR, o adanın adıdır, GÜMÜŞ MOTOR
bu zihniyetin tam tersine milli ve yerli bir adım, mühim bir atılımdır. GÜMÜŞ MOTOR bu memlekette,
doğrudan doğruya makinayı yüzde yüz Türkiye'de imâl etmek için atılmış bir adımdır. Herkes dışarıdan
motor ithal ederken, GÜMÜŞ MOTOR “bu motorları ithal etmeyelim. Bu motorları yapacak fabrikayı biz kurup
kendimiz üretelim” diyen zihniyet olduğu için, o devrin içerisinde özel bir önem taşımaktadır. Ayrıca GÜMÜŞ
MOTOR bu hareketi yapmış olmakla, ondan sonraki dönemlere yeni bir çığır açmış bulunmaktadır. Bizler,
1950—55—60—61 senelerindeki sanayi kongrelerine gittiğimizde, emin olasınız ki, “Türkiye'de motor yapılır,
buna bir an önce başlayalım” dediğimiz zaman, kendi talebelerimiz olan mühendislerimiz içinde dahi, buna
inananı çok az görüyorduk.
Montaj Sanayiinin Cirolarını Toplayan Kim?
1961 senesinin 4. sanayi kongresinin zabıtlarını alıp inceleyiniz. Bir hafta sürmüş bir kongredir. Bu bir
haftada bizler: “bu sanayii mutlaka Türkiye'de kurulmalıdır, işte Gümüş Motor kurulmuştur. Bu kurulduğu gibi
otomobil, traktör, kamyon sanayii de Türkiye'de kurulabilir” diye çırpınmışız. Bütün bu mücadeleyi
yaparken, maalesef o günkü zabıtları açıp bakınız, bir kişi de çıkmıştır, ismi lâzım değil. “bu
memlekette asla ağır sanayi kurulamaz. Bundan vaz geçiniz, ancak şeftali bahçesi yetiştirilebilir”
diyor idi. Şimdi bugün en büyük montaj sanayiinin cirolarını bu meşhur kişi topluyor. Ne kastettiğimi
bilenler bilmeyenlere öğretsinler. Çok mühim bir şey söylüyorum. Anlayanlara, bilenlere..
Aziz kardeşlerim, o yüzden, Gümüş Motor; bu devrin içerisinde bir büyük hâdisedir. Amma maalesef
memleket olarak, hâlâ bugüne kadar, yirmibeş seneden beri, ciddî sanayileşme hareketi başlamadı. Niçin
başlamadı?
Sanayileşme ve AP
Bu arada, memlekette bazı şeyler yapılıyor. Efendim bu kadar çimento fabrikası kuruldu. Şu kadar
tekstil fabrikası kuruldu. Şu yapıldı, bu yapıldı…. Üç sene önce Adalet Partisi'nin Sanayi Bakanı sözde
CHP'lilere cevap veriyor. Çıktı: “bakınız dedi, 1961 de çimento şu kadar. 1965 senesinde bu kadar üretilmiş.
Hâlbuki biz Adalet Partisini iktidara getirdik, 1965 ten yetmiş e kadar bu kadar artırıverdik…” diye diye
sayıyor idi. Vekillerden birisi, önünü boş bulmuş konuşuyor. Tabiî bu Halk Partili milletvekillerinin de
sanayileşme davasından haberleri yok... O, daha büyük rakam söyledikçe vay canına bunlar bizi geçti
diyorlar. Orada öyle büzülmüş oturuyorlar. Tabiî böyle mühim bir meselede susamazdık. Ondan sonra, (o
Meclis konuşmasının bandı elimizde var. Alıp dinlemenizi rica ederim, içinde çok ibret alınacak hususlar var)
önce şu meseleyi açıkladık: Önünüzü boş bulmuşsunuz konuşuyorsunuz. Bu söylediğiniz rakamlar neyi ifade
eder? Çimento sanayii şuradan buraya, buradan şuraya, benim rakamım daha büyük diyorsunuz. Bakınız,
sanayileşme hareketlerinde ve bütün üretimde, esasen üretimin yıldan yıla artması, lineer değildir, üstel bir
fonksiyondur. Yani 1960 da bir idi, 1969 da on olmuşsa sırada fark beş diyor. Beş, üç den büyüktür, ben
sizden daha üstünüm diye övünüyor.. Hâlbuki sanayileşmenin kendine has bir kanunu var. O zaten, ondan
büyük olmaya mecbur. Böyle olması maharet değil, kabahattır aslında. Bendeniz, CHP’liye, ne susuyorsun?
dedim. O sana rakamlar söyledi, sen de kalk şuna söyle bakayım: 1961 de bir idi, 65 de beş olduk, ben de
38
beş misli arıtırdım! Amma bu neyi ifade eder? Bir sanayi başlanıp yürürken, bunlar çok tabiîdir. Bir ile başlar,
ondan sonra beş olur. Ondan sonra on olması kabahattir. Aynı müddette onbeş olması lâzımdır. Bilmem arz
edebiliyor muyum? Bir iş başlarken önce üretim üstel fonksiyon halinde gelişir, lineer gelişmez. Kendi
kanunu budur onun. Lineer gelişmesi suçtur. O suçu, maharet gibi söylüyor haberi yok...
Asıl Sanayileşme Nedir?
Peki asıl sanayileşme nedir? Bunu bilmeyen insanların yaptığı hiçtir. Neden derseniz; Bakın çimento
fabrikası kurduk, dokuma fabrikası kurduk, şunu kurduk, bunu kurduk diyorlar... Hâlbuki, şimdi Antalya'da
büyük bir dokuma fabrikası kurulacak. Sene gelmiş 1973'e, hâlâ o fabrikanın tezgâhı İsviçre'de, İngiltere'de
yapılacak. Niçin, o dokuma fabrikasının tezgâhını yapan fabrikayı kurmadık. Hâlbuki Türkiye Dünyanın en
büyük pamuk üreticilerinden biri. Yün memleketi, aynı zamanda. Öyle ise Tekstil makinalarının en
mükemmelini Türkiye'nin imâl edip dünyaya satması gerekmez miydi? Eğer biz aklımızı başımıza alsak,
çünkü şartlar onu gerektiriyor. Biz, makina ithali için her sene milyarları dışarıya gönderiyoruz. Onları zengin
ediyoruz. Bizim ayağımızda ayakkabı sırtımızda palto yok. Her zaman söylüyoruz: Milletin bu hale
düşmesinin kabahati idarecilerdedir. Çünkü idareciler asıl memleketi kalkındıracak noktalara dikkat
etmemişlerdir. Bir memleketin kalkınması, bir takım makînaları imâl edecek makina sanayini kurmaktan
geçmektedir. Evet şimdi bugün, bir takım makina fabrikaları var amma, onlar dahi asıl ehemmiyete haiz
değil. Neden derseniz, makina sanayiinde mühim olan, ana teknolojik parçalarını yapmaktır.
“Efendim, bak ben motorun % 80 inini yapıyorum.” Zavallı sen kilo ile tartıyorsun. Motor, asıl o senin
yaptığın kısım değil, o senin yapamadığın krank miline taşlamayı; krank miline harurî mücmele, olayını
başarmaktır. Ayna ve mahruti dişlilerini hatasız olarak yapmaktır ve onun üzerine gereken, haruri muamele
yapmak var ya, o yükte hafif fakat pahada çok ağır bir iş, asıl işin püf noktasıdır. Bu gün bizde kurulan
sanayi, hani o meşhur hikâyeyi düşünün, çırak da usta oldum zannediyor, yapıyor, yapıyor, yaptığı bardaklar
çatlıyor. Niye? Püf noktasını bilmiyor. Bildiklerinin kıymeti yok. Asıl kıymet o püf noktasında. Sanayileşmenin
püf noktasına sahip olmak gerekiyor. Onu bilmezsen senin yaptığının, hiç kıymeti yok. Bir otomobil yap, o
otomobili dokuzyüz kilosunu ben yaptım de, yüz kilosunu dışarı. Ama o yüz kilonun sanayi bakımından
kıymeti çok büyük. Sen kendini aldatıyorsun. Asıl mühim olan o. Bir ayna mahrutî dişli yapamazsan, geriye
kalanın hiç kıymeti yok. Onu paldır küldür nasıl yapsan olur. Ama o ince nokta çok mühimdir. Onu
yapamayan memleket sanayileşmemiştir. Sanayide de mühim olan teknolojidir.
Ayna Mahrutî Dişliler
O otomobillerde bu gün halen yapılmayan ayna mahrutî dişlinin, asıl makina tekniği bakımından
hakikisini imâl edebildiğin gün, sen sanayiye adım atmış olursun. Yoksa onun yaptığı dokuma tezgâhını koy
şuraya, ondan sonra makina çalışsın, sen de sanayileştim de. Hiç alâkası yok. Sanayileşmek teknolojiye
sahip olmak, ucuz olarak o teknolojiyi tatbik edebilecek fabrikaları kurmak demektir. Ama teknolojiyi tatbik
edebilecek fabrikaya harurî muamele yapabilecek, krank milini taşlayabilecek, pistonun üzerinin harurî
muamelelerini yapabilecek, ayna mahruti dişlilerinin harurî muamelâtını yapabilecek, duruma gelmemiz ve
geçmemiz gerekir. Çünkü bu sanatın kurucusu biziz. Demin söyledim, Selâhaddîni Eyyûbi'nîn kılıcı neyi
gösteriyor biliyor musunuz, Bu gün yapamadığımız şeyleri, aslında bütün Dünyaya öğretenin biz olduğumuzu
gösteriyor. Çünkü ayna mahrutî dişliyi bu gün, Selâhaddîni Eyyûbi'nîn kılıcını yapan ustanın tecrübesi bizde
olmadığı için yapamıyoruz. O usta bizde olsaydı, biz çoktan onu yapacaktık. O çeliğe su vermeyi de bütün
dünyaya biz öğrettiğimiz halde, bu gün habersiz haldeyiz. Muhterem kardeşlerim sanayileşmek işte asıl
bu cevhere sahip olmak demektir. Bakınız yirmibeş senelik sürede büyük hata, bu asıl cevherlere dikkat
edilmemiş olmasıdır. Bu gün bile Türkiye'nin motor imâl edememesi büyük kabahat. Bundan başka ara yerde
kurulan sanayiler, mühim sanayiler hep ecnebi memleketlerde projeleri hazırlanmış, ecnebi mütehassıslar
getirilip buradaki işletmeye konulmuştur. Bizim sanayileşmede erkân-ı harplerimiz tecrübesizdir. Asıl tecrübe
kazanacak işler ecnebi mühendislere yaptırılmıştır.
En Büyük Sermaye Erkânı Harbtir
Hâlbuki sanayileşmede bir memleketin en büyük sermayesi, bu erkânı harplerdir. Yani teknik
39
otoritelerdir. Bakınız, ikinci cihan harbinden sonra Almanya'da hiç bir şey yok idi. Fakat erkânı harpler vardı.
Kısa zamanda tekrar her şey başlatıldı. Bir memlekete sanayi memleketidir demek, orada sanayiye ait
yetişmiş, tecrübeli eleman ve ekipler vardır manasına gelir. Kendi milletinden yetişmiş insanlar var demektir.
25 senedir bu noktaya dikkat edilmiyor. Maalesef bizim bu gün kurulan sanayimiz dışarıya bağlıdır. Neyle?
Kendi makinasıyla, ara maddeleriyle, kuran mühendisiyle ve ham maddesiyle... Meselâ; şurada,
Adapazarı’nda bir çelik halat fabrikası vardır. Dışarıdan bakarsanız, muazzam bir fabrika. Aman ne güzel
halat yapılıyor dersiniz. Hâlbuki bu fabrikanın yaptığı ne? Dışarıdan, hazırlanmış, her türlü muamelesi
yapılmış teli getiriyor, o teli büküyor, halat yaptım diyor. Bunun teknik bakımdan hiç bir kıymeti yok.
Daha sen istediğin malzemeyi yapamıyorsun. Sanayileşiyoruz diye radyolarda, gazetelerde ağızlarını
doldura doldura milyarlık rakamlardan bahsettiklerinde çok mühim bir iş yapmış olduklarını zannediyorlar.
Pırasacılık metodu dediğimiz bu metodla, pazarda kantar ile tartarmış gibi tartıyorlar. Bazı şeyler var, o
kantara gelmez ama manen çok ağırdır. Asıl cevher ondadır. Onu idrak etmek mecburiyeti vardır
sanayileşmede. Asıl sanayileşme o teknolojinin Türkiye'ye gelmesidir. Bundan başka tabi Elektronik
sanayiine mutlaka girilmek mecburiyeti vardır. Metalürji sanayiine mutlaka girilmek mecburiyeti vardır. Yine
25 senelik çok mühim hatalarımızdan birisi, bütün filizlerimizi ve madenlerimizi toprak fiyatına satmamızdır.
Hâlbuki en ufak tesislerle onların fiyatını bire on artırmak mümkün.
Ortak Pazarda Neyi Vermiyorlarsa; O İyidir
Biz nasıl sanayileşeceğiz, bunu öğrenmek İstiyor musunuz? Size bir tarihi tecrübeyle söyleyeyim:
Bizim Osmanlı İmparatorluğumuzun sadrazamlarından birisi, dermiş ki; “Ben ülkemizi ilgilendiren önemli bir
iş oldu mu, bunu gider Avrupalıların, Rusların büyükelçiliklerine sorarım, ama ne diyorlarsa tam tersini
yaparım. Böylece en isabetli sonuca ulaşırım. Çünkü onların bizim iyiliğimizi istemediklerini bilirim.” Şimdi
size söyleyeyim: Hani bunlar gittiler, bir Ortak Pazar anlaşması yaptılar ya, o Ortak Pazar antlaşmasında
neyi Türkiye'ye vermiyorlarsa biliniz ki; bizim asıl onu yapmamız lâzımdır. Neden? Çünkü o Avrupa ve
Amerika teknoloji metolurji fabrikalarını bize yasak ediyor. Onların gümrüklerini hemen düşüreceksiniz diyor.
O gümrük kaideler ile topraktan çıkan cevheri biz işlemeyelim diye yapıyor adam onu. Sonra işlenmiş,
kurşunun gümrüğünü düşüreceksiniz diyor. Hâlbuki topraktan çıkan filizi kurşun haline kendimiz getirebiliriz.
Biz kendimiz işlersek, onun bizim piyasamıza getirdiği kurşun çok ucuz olur, o sanayiyi biz kurmayalım diye
hep önümüze tertibat aldılar. Bu büyük hadiseyi biliyorsunuz. Üç sene ünce Millet Meclisinde Üç Dört Saat,
iki defa gensoru verip konuştuk. Falan dediler, filan dediler, hiç bir şey bilmeden gürültü kopardılar. Şimdi
bizim o günkü cümlelerimiz bunların ağzında. Ne yapalım, bu gümrük anlaşmasıyla sanayileşmek mümkün
değil diyorlar. Üç sene önce bu anlaşmayı yaparken, size bunları biz söylemiştik, o zaman aklınız neredeydi?
Türkiye'de Hakikî Manada Kalkınma Plânı Yoktur!
Yirmibeş senedir asıl sanayileşmede faydalı kuruluşlar maalesef yapılmamıştır. Bir takım, daha ziyade
kâr ülkemizi sömürecek ve hemen el çabukluğu ile piyasadan kâr getirecek tesislere yatırım kaydırılmıştır.
Çok mühim bir hususu arz edeyim size:
Efendim, plân yapıyoruz, şunu yapıyoruz, bunu yapıyoruz diyorlar ya, aslında plân falan yok ha,
Türkiye'de hakikî manada hiç bir plân yok. Niye, bakınız tatbikat nasıl yürüyor: Kim kıymetli proje getirirse
ona kolaylık vereceğim diyor. Bunun manası ne demektir? Türkiye'nin sanayileşmesinde, LOKOMOTİF olan
DEVLET DEĞİL üç buçuk mutlu azınlıktır. Her işe projeyi onlar getiriyor. Türkiye de o istikamete doğru
gidiyor. Hükümetin kendisinin, yapılması icap edeni araştırıp, tespit ettiği yok. Şu üç buçuk azınlık kar ve
çıkar peşinde koşuyor, Türkiye'de… İşte onun için, asıl memleketi kalkındıracak tesisler kurulamıyor. Daha
kârlı olan, hemen el çabukluğu ile piyasadan fazla para toplayan tesislere yatırım yapılıyor. Bu hiç bir zaman
sanayileşmek demek değildir, işte halat fabrikası açık misal: Bükecek, para alacak, o büktüğü telleri kim
yapacak sonra? O taraf düşünülmüyor.
Muhterem kardeşlerim! İşte bugün memleket olarak maalesef, hâlâ motorumuzu yapamıyoruz. Hâlâ
traktörümüzü yapamıyoruz. Hâlâ kamyonumuzu yapamıyoruz. Hâlâ iş makinalarımızı yapamıyoruz. Yıllardan
beri bunun mücadelesini veriyoruz. “Gümüş Motor” un kurulduğu günden bugüne kadar, bu kalkınma
40
kavgasını yapıyoruz. Fakat maalesef, hani her demir su almayacağı gibi birçok idarecilerimize de bu işi
kavratamıyoruz...
Bu Halden Nasıl Kurtulabiliriz?
Şimdi bakınız, bugünkü Türkiye'nin kalkınması için neler lâzımdır ve inşallah 4 ay sonra MSP iktidara
geldiği zaman ne yapacak, ne olacak da bu halden kurtulacağız? Çok kimse Milli Selâmet'in ne olduğunun
farkında değildir. Hele bazı kimseler pek çok şeyleri bilmedikleri gibi, Milli Görüşün büyük manasını idrakten
de âcizdir. Bir de üstelik bu aczini şeref gibi göstermenin gayretinde ve gafletindedir. MSP iktidara gelirse ne
yapacak, arz edeyim, madde 1: önce, bugün Türkiye'de perişan haldeyiz. Fabrikaların bir kaç merkezde
toplandığını görmekteyiz. Anadolu'nun hiç bir yerinde bir kaç tane devlet fabrikası, dışında başka hiç bir
yatırım ve kalkınmaya rastlanmamaktadır... Konya'yı ele alalım, iki yüz bin nüfuslu bir köydür bugün Konya.
Bir çimento, bir de şeker fabrikası, yani iki tane devlet fabrikası kurulmuş, bu kadar zamandan beri. Hâlbuki
200 bin nüfuslu bir Stutgart şehrini ele alın, İkibin tane bunun gibi fabrika vardır. Zannetmeyin ki onlar
asırlardan beri bunu kurdular, hayır... Sanayileşme öyle uzun zaman istemez. Almanya’daki bütün Ruhr
sahası otuz senede kurulmuştur. 1870'le 1900 arasında. Başka bir husus daha arz edeyim: Almanya, 1933
senesinde Hitler iktidara geldiği zaman, bir kilo ekmek almak için bir milyon mark yani bir çuval dolusu para
ile fırına girecek kadar iflâs etmiş idi. Ama beş senenin içerisinde uçaklarıyla kendi imal ettiği tanklarıyla,
denizaltılarıyla bütün dünyaya meydan okudu. Bir millet sanayileşmeye azmedecek olursa, 5 senede çok
büyük hamleler yapar.
Türkiye'nin İktisadi Etüdü
Muhterem Kardeşlerim, bakınız, önce bütün Türkiye'nin, her yerinin iktisadî etüdlerinin yapılması
lazım. Bugün Almanya'da işçi kardeşlerimiz para topluyor, elli milyon, yüz milyon. Kendi memleketlerine
fabrika kuracak, amcasının oğluna yazıyor, Konya'da hangi fabrikayı kurayım, diye.
Dünya'da bu kadar gülünç bir şey olmaz. Bir yere bu asırda bir fabrikanın kurulması, mütehassısların
incelemelerine bağlı olan bir iştir. Bakınız, bugünkü Devlet Plânlama Teşkilâtı kadar muazzam, Türkiye'nin
her tarafında İktisadî etüdleri yapacak, bir etüd ve proje teşkilâtının kurulması lâzım. Bütün vilâyetler ve
kazalarda İktisadî bakımdan hangi fabrikalar kurulması lâzım? Bunu mütehassıslar, hem de devlet parasıyla
inceleyecek. Bunları şahıslar incelettiremez. Çünkü büyük masraf ister. Sen Konya’ya bir fabrika
kurduracaksın, beşyüz bin lira etüd ve proje masrafı yapman gerekiyor. Bunu harcadıktan sonra da karşına
bin bir tane müşkülât çıkarılıyor.
Anadolu Köy Halindedir
Bugün kim sadece etüt ve proje için dörtyüz bin lirayı sokağa atabilir? Atmıyor, atmadığı için de bütün
Anadolu köy halindedir.Hiç bir sanayi şehri yoktur, Anadolu'nun Avrupa’daki sanayi memleketleri gibi, her
yanında büyük ve ciddî fabrikaların fışkırabilmesi için bütün Türkiye'nin İktisadî etüdleri mutlaka yapılmalıdır.
-1 Vilâyetlerde ve kazalarda organize sanayi bölgeleri yapılmalıdır. -2 Yani herkes kendi fabrikası için
yeniden elektrik, yeniden transformatör, yeniden yol, yeniden su, getirmesi imkânsızdır. Sanayi bölgesi
toptan, bizzat olduğu gibi planlanmalı, yüz fabrikanın yapılacağı saha bir defada, hepsi ucuz olarak
yapılmalıdır. Hepsinin telefonu beraber verilmeli, hepsinin elektriği beraber verilmeli, hepsinin yolu beraber
yapılmalı ki, sonunda her birinin üretimi ucuz olsun. Organize sanayi bölgeleri, bütün yurt sathında hızla
yaygınlaşmalıdır. Ne acı durum ki, iki sene önce yine bütçe müzakeresinde, saatlerce çarpıştık. Organize
sanayi bölgelerine bir lira koymuşlar, sadece bir lira. Yani hiç bir yerde organize sanayi bölgesi yapılmasın
diye. Hâlbuki bir milyar teklif etmiştik. İşin iç yüzü de bu. Ve bu paranın da nereden toplanacağını da
gösterdik. Şu ısrafa verdiğin, şu faizci firmalara verdiğin, şu musluğundan şarap aksın diye yaptırdığın
otellere verdiğin paralar var ya, şu üç tane turistin İznik'te bir Bizanslının ölüsünü görmesi için, 30 kilometrelik
bir yola yüz milyon harcıyorsunuz ya, bu paraları toplayıp, mutlaka organize sanayi bölgeleri yapın. Bunların
üzerine de fabrikalar bir an önce kurulsun ve Türkiye kurtulsun...
Bu Kurulanlara Fabrika Diyemezsiniz
Bunlardan başka aziz kardeşlerim, önemli bir husus daha var. Bakınız, bugün Türkiye'de sanayi
41
müessesesi kurmak, aslında dünyanın en zor işi. Hatta mümkün değil. Bu kurulanları kurulmuş zannetmeyin
ha. Hiç biri dışarıya mal satamaz. Mümkün değil. Neden mümkün değil, Türkiye'de sanayiin kurulmasının en
büyük engeli ne biliyor musunuz: Mevcut mevzuat: Amerikalının meşhur sözünü unutmayın: “Siz büyük
devlet olacaksınız amma mevzuatınız müsait değil” diyor. Aslında doğru söylüyor. Bizim bugün büyük bir
sanayi memleketi olmamız şöyle dursun, bir fabrikayı bile ciddî olarak kurmamız mümkün değil. —Niye
efendim, bu kadar fabrika kuruluyor- Onlar kuruluyor ama, onların hiç birisine fabrika diyemezsiniz. Çünkü
hiç biri dünya fiyatlarıyla rekabet edecek şekilde kurulmuyor… Ürettiği mallar dışarıya satılmıyor. Bu iş
kökünden halledilmeğe mecburdur.
Bütün Sanayi Kanunları Mülgadır
Bakınız, MSP'nin uygulayacağı ilk kanun şöyle hazırlanmıştır: “Bütün sanayi ile alâkalı ne kadar kanun
var ise, hepsi kaldırılmıştır.” Bizim hazırladığımız, Türkiye'de sanayii geliştirme ve teşvik kanununun ilk birinci
maddesi bu. Bu maddeyi koymadan Türkiye sanayileşmez. Bu kanunlar kalkmadan Türkiye gelişemez.
Neden? Arz edeyim; bugün sanayi ile ilgili sayısız kanun var. Önce size bir kaç tanesini söyleyeyim. Meselâ:
“Alât-ı Sabite Vergisi Kanunu” vaktiyle bakmışlar, belediyelere para lâzım. Nereden toplayalım bu paraları?
Efendim, bak şurada falanca ustanın tezgâhı var, eti budu yerinde, şundan biraz para alalım demişler. Adını
Âlât-ı Sabite Vergisi Kanunu diye koymuşlar. Şimdi bu kanun diyor ki: “Bir atölyede, bir ustanın yere tesbit
edilmiş tezgâhı var ise, ondan vergi alacağım.” Maliye öyle düşünmüş. El âletleri var ya, o el âletlerinden
vergi almayalım demişler. O fakir fukara işi. Amma adamın yere tespit edilmiş tezgâhı var ise, ha... Onun eti
budu yerinde, ondan vergi alalım demişler. Kanun hazırlanmış. Kaç sene önce? Kırk sene önce. Şimdi
bugünkü kanun ne iş görüyor? Dolaşın İstanbul’daki sanayii, birçok yerlerde görüyorsunuz. Bizim de
başımızdan geçti. Burada Gümüş Motor'dan, kıymetli kardeşlerim var, arkada oturuyorlar, hepsi bilecekler.
Geldiler bize, bu krank taşlamayı yere bağlamayın dediler: Biz de bir müddet bağlamadık. Niye? Cıvatalarını
sıkmazsan vergi vermiyorsun, sıktın mı vergi vereceksin!
Tezgâhı Yere Bağlamayacaksın!
Şimdi krank taşlayacaksınız, düşünün bir milimetrenin yüzde biri, mikron ile iş görmek
mecburiyetindesiniz. Bu kadar hassas bir işi göreceğin yerde kanun diyor ki, tezgâhı yere bağlamayacaksın,
iyi kaliteli mal yapanlar ceza çekiyor ha, bugünkü kanunlar böyle. Bundan başka, meselâ, Gider Vergisi:
Gider Vergisi diye bir vergi var. Yani, şimdi sen oturdun, şurada gördüğün silindir gömleğini imâl ediyorsun
değil mi? Bugün maliyeciler dökümhaneye geldiler mi, kapıların arkasına filân bakarlar? Niye biliyor
musunuz? Acaba burada bu dökümhane, dökümün içerisine halita katıyor mu, diye. Onları katarsa vergi
alacak, halitalı döküm yapandan vergi alıyor. Onun için yapanlar bilirler, dökümhanelerde onları bir kenara
saklarlar. Maliyeciler geldikleri zaman, ben sadece pig döküyorum der, geçer. Hâlbuki o silindir gömleğinin
içerisine halita koymazsan, peynir olur, peynir... “Peynir döküm” diye bir tâbir var.
Mutlu Azınlıktan Biri..
Bugünkü kanunlar, silindir gömleği yapmayacaksın, diyor. Kaliteli döküm yapmayacaksın diyor.
Türkiye'nin hali bu. Bir memleket böyle sanayileşir mi? Hangi vergi kanununu ele alırsan al, bilesin ki mutlaka
sanayiye manidir. Şimdi, bugünkü Gelir Vergisinde sanayiyi teşvik edici en ufak bir taraf var mı? Şurada;
Galata'da oturan bir ithalâtçı; mutlu azınlıktan birisi, beş kuruş sermayesi yok. İki sene sonra, farz edin ki bir
milyon liralık mal getirmiş. Bunu iki milyon liraya satmış. Bir milyon lira kârı var.
Bugünkü vergi kanunları ne diyor? Bir milyon lira kâr eden bir insan % 60 vergi verecek. Yani altı-yüz
bin lira vergi verecek. O adama dörtyüz bin lira kâr kalacak. Şimdi bir de sanayiciyi düşünün. Bir sanayicinin
bir milyon lira kâr etmek için ne yapması lâzım? Senede bir milyon lira kâr etmesi için, bir defa en aşağı yirmi
milyon lira parasını yatıracak. Dört sene boyu bin bir müşkülât ile boğuşacak. Ondan sonra da yine bir yirmi
milyon lira kazanacak. Onun da altıyüz bin lirasını vergi verecek. Bir kuruş koymayan masadaki ithalâtçı da
altıyüz bin lira vergi verecek.
Hepsi Yoktur Diyeceksin
Bugünkü vergi kanunları kâra, kazanca göre tayin ediliyor. Amma bu kazanç nereden çıkmış hangi
42
zahmetle çıkmış, onu hesaba katmıyor. Dünyanın hiçbir yerinde böyle kanun yok, sadece bizde bulunuyor.
Bakın Almanya ne yapmış, o alın teri ile kazananlara ne büyük kolaylıklar gösteriyor. Teşvik ediyor adamları.
Biliyorsunuz, işçilerine eğitim yapıncaya kadar hepsi vergiden muaf tutuluyor. Bizde Gelir Vergisi sanayicinin
boğazını sıkıyor. Gider Vergisi sanayicinin boğazını sıkıyor. Ne kadar kanun varsa, sanayi kurulmasın diye
çalışıyor Türkiye'de. Bunları ayıklamak da mümkün değil ha. Bir tek çaresi var: “Hepsi yoktur diyeceksin” Ve
işte bizlerin hazırladığı, sanayiyi teşvik ve geliştirme kanununun, onun için birinci maddesi bu. Bundan yedi
sene önce yapılmış bir sanayi kongresinde, o günün idarecileri uğraşmış, uğraşmış, 933 sayılı kanunu
çıkartmışlar. Sanayicilerin müşküllerini hallettik diye de etrafta bir takım lâflar edip duruyorlardı. Kongrede, bir
kimse kendilerine aynen şu sözleri söyledi. Dedi ki: “Dört sene önceki sanayi kongresinde de, o zamanki
sanayinin müşküllerini, bana vazife olarak vermişlerdi. Bu kongreyi biz tertip etmiştik. Bu kongrede de
sanayinin müşkülleri vazifesini yine bana verdiniz. Şimdi bu kongreye hazırlanırken, geçen kongrede
hazırladığım notları karşılaştırdım. Yüz yedi tane müşkülât göstermiştim, o zamanki konuşmamda. Şimdi bu
en son, sanayini bütün müşküllerini kaldırdık diye çıkardıkları 933 sayılı kanun çıkınca, bu sefer saydım
yüzdörde inmiş müşkülâtların adedi.”
Demek ki bu gidişle ancak yüz sene sonra, bizde müşkülâtlar ortadan kalkmış olacak! Kendi elimizle
ve masonların tertip ve teşvikiyle koyduğumuz müşkülât bunlar... Malî müşkülât ayrı, mevzuat müşkülâtı
ayrı...
Konuyu İbadet Aşkı İle Ele Alabilmek!
Muhterem kardeşlerim, işte Türkiye'nin sanayileşmesi için, asıl mesele bu arz ettiğim hususların yerine
getirilmesidir. Fakat bunlardan daha mühim bir iş var: Türkiye'nin sanayileşmesi için en önemli konu, bu
davayı ibadet aşkı ile ele alabilmelidir. Bakın, ne kastediyorum, arz edeyim: İstiklâl Harbi esnasında
Ankara'da, Ordu harbe gidebilir mi, gidemez mi meselesi Mecliste münakaşa ediliyor. Birinci Büyük Millet
Meclisi karar aldı: Sakarya'dan sonra hücuma ordu çıkabilir mi? diye... Karar şuydu: Konyalı Mehmed Vehbi
Ötendi Hazretleri cepheye gidecek. Meclis ona itimat ediyor. Bizzat, bakacak askerlerin haline. Ordu hücum
edebilir derse, Meclis de hücum emri verecek. Edemez derse, hücum emri verilmeyecek; tâ ki noksanlar
hazırlanıncaya kadar. Ve Vehbi Efendi Hazretleri (Allah Rahmet etsin) gidiyor cepheye askerin haline
bakıyor ve ilk mektubu Ankara'ya gönderiyor. Diyor ki: “Geldim, askerin haline baktım: Askerin, daha yanında
su taşıyacak matarası yok. Siperinden çıkıyor beşyüz metre ilerideki çukurdan su içmeye kalkıyor. Bu haliyle
hücum edemez. Allah rızası için, şu askerin hücum edebilmesi için, önce suyunu yanında taşıyabilmesi
lâzım. Ankara'da, askerin suyunu yanında taşıyabilecek, kap kaçak ne varsa tedarik edip gönderin.”
O zaman tabiî Ankara'da imalât diye bir şey yoktu. Nasıl olur ki, küçücük Ankara. Buna rağmen, Birinci
Büyük Millet Meclisi, nasıl bir meclis biliyorsunuz. Bu haber gelir gelmez, herkes evlerine dağılıyor. Ahmed
Efendi; evinin dışındaki çinkoyu söküyor. Mehmed Efendi; evinin kenarındaki sacı söküyor. Masaları
kuruyorlar. Senin elinden tenekecilik gelirdi, şuna lehim yapabilirsin diyorlar. Daha o gün akşam, güneş
batmadan bir de bakıyorsunuz ki, hepsi tamam... Bu ne demek? Bir millet inanırsa, her şeyi başarabilir!..
Önce inanmak ve ibadet aşkıyla çalışmak gerekir!..
Beşibirlik
Bundan beş sene önce Sivas'ta, bir bölgesel kalkınma toplantısı yaptık. Doğu Anadolu nasıl kalkınır
diye. Oraya gittik, bendeniz Ticaret ve Sanayi Odaları Genel Başkanı olarak gitmiştim. Sivas Ticaret ve
Sanayi Odasında bir camekânın içerisinde bir “Beşibirlik” koymuşlar. Bendenize bunu gösterdiler dediler ki,
Efendim bakınız, burada bir beşibirlik var. Bu beşibirlik, seksen yaşında bir ninemiz tarafından getirildi.
Sivas'ta Demir-Çelik Fabrikasının kurulacağını duydum demiş, O ninemiz, “Altmış seneden beri,
gelinliğimden sakladığım, şu beşibirliğimi. Sivas'ta bir fabrika kurulacağına göre, benim de bu çorbada tuzum
bulunsun fikriyle, getirdim, hediye ediyorum”, diyor. Onlar da almışlar, camekânın içine koymuşlar.
Bu millette ki kalkınma aşkı, bir kere kuvveden fiille çıkarsa, işte seksen yaşındaki ninesi en önde
koşmak üzere, bu büyük sellerin önünde durulamaz aziz kardeşlerim. Türkiye'nin en muhtaç olduğu şeyi
tarihteki şerefli yerini alabilmesi için işte bu ruhtur. Her şeyden önce, sanayileşmemiz dahi yine buna bağlı
43
kalıyor.
Devletin Yapmadığını Bir Grup İnsan Yaptı
Aziz kardeşlerim, biraz önce Gümüş Motor fabrikasına ait bir film gördük. Şimdi sanayileşmeye ait
bazı açıklamalarımızın arkasından, Gümüş Motor mevzuuna bir nebzecik tekrar dönelim: Bu gördüğünüz
fabrikanın 1956 senesinde temeli atıldı. Veüçyüz tane şu İstanbul’un memleketini, milletini seven tertemiz
insanları, bir bir seçilerek bir şirket kuruldu. 1956 senesinde altı milyon lira para toplandı. Ara yerden tam 17
sene geçmiştir. Bu para o zaman bir sene gibi kısa bir müddetin içerisinde toplandı. Memlekette bir motor
fabrikası yapılsın diye. Devletlerin, hükümetlerin yapamadığı işi, İstanbul’da vatana hizmet aşkıyla yanan bir
grup insan, bunu biz yapacağız dedi, yola çıktı. Ve bugün gördüğünüz gibi memleketin en büyük makine
imalât fabrikasını kurdu. O gördüğünüz fabrikanın içerisinde bir sürü imalât tezgâhı var. Türkiye'nin imalât
sanayiinde, en büyük makina imalât fabrikası hâlâ Gümüş Motor'dur. Ondan daha büyük imalât kapasiteli,
makina imalâtı kapasiteli, bir fabrika kurulamamıştır hâlen. O gördüğünüz motorların % 95'i fabrikanın
içerisinde imâl edilerek montaj yapılıyor.
Niçin % 95 de, % 100 değil derseniz, çünkü motorun üzerinde enjektör pompa var, manometre var.
Bunlar, motor sanayii ile alâkalı hususlar değil. Ayrıca, diğer bir fabrika içerisinde yapılmak mecburiyetinde.
Onun için Gümüş Motor'un içerisinde yapılması imkânsız ve lüzumsuz olduğundan dolayı, % 5 başka
fabrikalarda yapılmak üzere, hariç kalmıştır. % 95 piston, sekman, yatak, gömlek bütün bunların hepsi, o
vakit, bunları başka imâl edecek fabrika olmadığı için beşGümüş Motor Fabrikasının içerisinde yapılmıştır.
Ve Gümüş Motor Fabrikası dört sene sonra bunları seri halinde imal etmiştir.
İki Büyük Hadise
Gümüş Motor Fabrikası kurulurken iki büyük hadise yaşanmıştır: Bir tanesi, 1951 de çıkan bir karar
olmuş, % 40 tazminini istemek olmuştur. Ve 6 milyon liraya çıkması gereken fabrika, 25 milyon liraya çıkmak
mecburiyeti ile karşı karşıya kalmıştır. Arkasından bir banka, bu aradaki farkları kapatacak malî bir kaynak
olmadığı için, fabrikamız yalnız kendi gayret ve ortaklarına dayandığı için, bu malî imkânın temininde bir
takım müşkülâtlar çıkarılmıştır. O yılların zaruretinden dolayı. Ama bu akıl havsala almaz müşkülâtları dahi, o
fabrika içinde çalışan insanlar gece yarılarına kadar çalışarak üç ay, hatta hiç aylık almadan çabalayarak,
ancak kendi gayretleriyle, alın teleriyle karşılamışlardır. Şu anda da huzurlarınızda, o büyük gayretleri
beraberce yaşadığımız kardeşlerimiz var. Onyedi sene sonra görüyorsunuz, bizlere teşekkür ediyorlar.
EŞREF, başta seri olmak üzere, İbrahim.. (Alkışlar) sen olmak üzere, Eşrefi demin makina ressamı olarak
gördünüz filmde, motor gözelerinin filmini çiziyordu. Arkada, İbrahim; ayağa kalk İbrahim!. Gümüş Motorun
elektrik mühendisi, (Alkışlar) Şeref orada mı?
Şeref usta! İşte Gümüş Motorun en kıymetli elemanlarından biri Ahmed Usta (Alkışlar) Bunlar bu
memleketin sanayileşmesinin en büyük kahramanlarıdır. Üç ay hiç aylık almadan her gece saat bire kadar,
fabrikada sabahlayan insan bunlar (Alkışlar) Gümüş Motor bu milletin sanayileşme davasında büyük bir
hamledir. Tam onyedi sene sonra şimdi kıymetini daha iyi anlıyoruz. Bilesiniz ki, zaman ilerledikçe bunun
kıymeti daha çok anlaşılacak. Ne olmuş? Memleketin en büyük fabrikası kurulmuş. Türkiye'de motor imal
edilmiş ve bütün diğer sanayiinin de kurulabileceğine herkes inandırılmış. Asıl büyük kazanç budur. “Biz
şeftaliden başka bir şey yapamayız” diyenlere “işte motor yapıldı” deyince hepsinin sesleri kesildi. Ve bugün
motor da yapılır, Otomobil de yapılır, hepsi de yapılır, diyorlar. Ancak yine de yapılamıyor. Çünkü motorlar
yabancı sermayeye yaptırılmak istendi. Onlar da Türkiye'de motor yapılmasını kasıtlı olarak geciktiriyor!..
Isırgan Otları Bitmiş
Bakınız, geçen seçimden önce, İstanbul’da CYH montaj fabrikasının yanında, sözde motor
fabrikasının temeli atıldı. Dört sene önce, şimdi gidin, bakın neler var orada; ısırgan otları bitmiştir.. Neden?
Çünkü yabancı sermayeye havale edilmiştir. “Kurmayacağız” diye İsviçre’de toplantı yapıp ilân etmişlerdir.
Muhterem Kardeşlerim, arz edeceğim husus şudur: Gümüş Motor gördüğünüz gibi bu memlekette bir çığır
açmış fabrikadır. Oraya emeği geçenler şükranla anılacaktır. Gümüş Motor birçok bakımlardan enteresan bir
teşebbüstür. Düşününüz ki, bugün aynen savunduğumuz fikirlerin bir tatbikatıdır. “Yaygın özel sektör”
44
diyoruz. Yani, fabrikalar bir kişinin malı olmasın. Bir tek mutlu azınlığın malı olmasın. Büyük halk kitlelerinin
malı olsun, diyoruz. O vakit de bunun tatbikatını yapmıştık. Gümüş Motor; üçyüz tane ortak toplanarak
yapıldı ve hiçbirinin hissesi % 5 ten yukarı olmamak üzere tespit edildi. Gümüş Motor, filmde gördüğünüz gibi
derin kuyu tulumbalarını da Türkiye'de yapmayı başarmıştır.
Bütün Bu Zorluklara Rağmen
Motor ve tulumba ile Anadolu'nun sulanması gibi, hem sanayiye, hem de ziraate hizmet edelim diye,
memleketin en önemli kalkınma davasını ele almıştır. Hem de akıl almaz engellere ve bütün müşküllere
rağmen… Altı milyonluk fabrikanın, yirmi milyona çıkması gibi bir müşkülâta rağmen… 1961
senesinde,ondört milyon liralık döviz ithaline ait mukavelenin, ihtilâlden sonra bir takım cahiller tarafından
feshedilmesine rağmen… Makinaları teslim eden yabancı ülkenin, on ayda teslim edeceğim dediği halde, üç
senede teslim etmemesine rağmen.. Bunlardan her bir tanesi, bir fabrikanın iflâsına yeter de artar bile
aslında. Bütün bu zorluklara göğüs gerilip, katlanılmış inancıyla bunların hepsini başarmış ve bu gün
memlekete en büyük fabrikayı kazandırmıştır. Bugün Gümüş Motor dışarıya motor ihraç ediyor. Aynı
motorlar, bundan onyedi sene önce bizim yaptığımız motorlar, bugün yapılıyor, ihraç ediliyor ve bu ihracattan
da memlekete döviz getiriliyor. Gümüş Motorda yaşadığımız diğer bir sıkıntı da: fabrikanın mamulleri bittiği
zaman, bunları memlekette satabilmek için yapılan mücadele olmuştur. O vakte kadar bütün motor
ithalâtçılarını davet ettik: “Geliniz, fabrikanın satışlarını siz yapınız. Bizim maksadımız bu işi istismar ederek
kâr etmek değil. Bu memlekette motor imal edilsin. Bu davayı ispat için yola çıktık. Biz imâl edelim, siz ise
satın” dedik.. Heyet! Geldiler, gezdiler, sonra arkadan haber aldık: “biz gümüş motor'un motorlarını
satmayacağız. Bilakis bu fabrikanın yürümemesi için mücadele edeceğiz” diye karar almışlar. Çünkü
altmış tane motor ithalâtçısının içerisinde ismi türk ismi olan sadece üç kişi vardı. Yıllarca kotalardan
çıkartılamadı. Bizim fabrikamız motor imal ediyor, onlar dışarıdan getirip 6700 liradan satıyor. Bizim
motorlarımızı 2800 liraya almıyor!
Biraz önce filmde gördüğünüz dokuz beygirlik motor–6700 liraya satılıyordu piyasada, Gümüş Motor
bunlara 5000 lira fiyat koyar koymaz, 4200 liraya indirdiler. Gümüş Motor fiyatı 4000 liraya indirdi, Onlar 3500
yaptılar. Gümüş Motor 3500’e indirdi, onlar fiyatı 2800’e düşürdüler. Türkiye'nin sanayileşme davası,
zannettiğiniz kadar kolay bir iş değildir, işte bütün bu mücadeleden sonra, memleketteki bu mekanizmanın,
MİLLİ GÖRÜŞ'e göre ayarlanabilmesi için, bildiğiniz gibi bizler, Gümüş Motor'dan Türkiye Odalar Birliğine
geçmeye mecbur kaldık. Çünkü günün birinde Marpuççular'dan birisi çıktı geldi. İsmi Avram mıydı, Mişon
muydu hatırlamıyorum. Dedi ki: Efendim sizin fabrikanız mamullerini dışarıdan ithal ediyorlar diye şikâyet
ediyorsunuz. Daha doğrusu (iflas etmeniz için bin türlü) zorlukla karşılaşıyorsunuz değil mi? Evet dedim.
Efendim ben onları sizin için kotalardan çıkarttırayım, dedi. Sen kim oluyorsun da kotalardan
çıkarttıracaksın? Kotalar, Bakanlar Kurulu Kararnamesidir, dedim. “Hayır, efendim, ben çıkarttırırım” dedi
adam. Ama sen bana şu kadar para vereceksin!.. Biz sana rüşvet veremeyiz dedik. Ama maalesef yıllarca
uğraştık, kotalardan çıkarttırmak için. Arkadan, Allah’a şükür, kotalardan çıktı. Uzun uğraşmalardan sonra...
Fakat bunu çıkarttırabilmek için, Odalar Birliğinin içinde olmak gerekirdi. Onun için oraya geçtik. Kotaları
hazırlayan heyetin başkanı olduk. Fakat bir de baktık ki, o heyetin başkanı da olsan, kotaları bizim
anladığımız manada Millî Görüşe göre gene hazırlayamıyoruz. Neden? Başka sinsi mekanizmalar var da
onun için.
Netice
Şimdi milli selâmet nedir, biliyor musunuz? İşte bütün bunların hepsinin toptan halledilmesi davasıdır.
Çünkü milli selâmet, inşallah bu sıkıntıların tamamını kökünden aşacaktır! (alkışlar) Türkiye'de bir motor
imalâtını yapayım derseniz, bu işin ucu gelir millî selâmete dayanır ve bilesiniz ki hangi işe başlasanız, onun
sonu gelir gelir millî görüşte toplanır. Haberiniz olsun! 13
Hantal Devlet ve Hain Zihniyet
(Erbakan Hoca’nın 1973 Seçimlerinden, Yani Milli Selamet Partisinin 48 Milletvekili ile Koalisyona girmesinden 4 ay
önce İstanbul’da yaptığı bir konferansın teyp bantı çözümüdür)
13
45
Bir ülkede:
a- Adalet, hürriyet ve emniyet şartlarını sağlamak,
b- Barış, bereket ve bilgi ortamını hazırlamak,
c- Ekonomik, teknolojik ve psikolojik kalkınmaya öncülük ve organizatörlük yapmak,
d- Savaş ve deprem gibi felaketlere karşı gerekli tedbirleri almak ve yaraları sarmak gibi görevleri
üstlenen ve halkın etkin katılım ve kontrolüyle yürümesi gereken DEVLET çarkı, eğer yozlaşır ve hain
güçlerin güdümünde olursa, korkunç bir saltanat ve sömürü aracına dönüşebilmektedir.
Bu zulüm ve zorbalığın, despotik bir kraliyet ailesi ile, demokratik bir sömürü şebekesi tarafından
yürütülmesi, görünüşte farklı olsa da, gerçekte ve netice itibariyle aynı şeydir.
Marmara bölgesini vuran
hantallığını, hazırsızlığını
deprem felaketi, Türkiye’deki devlet ve hükümet çarkının sadece
ve hayırsızlığını değil, aynı zamanda, “halkın hizmetinde
ve zihniyetinde
olmadığını” da bir kere daha açıkça göstermiştir. Halkın zihniyetiyle, yani inanç ve ahlak değerleriyle
savaşan bir sistemin, o halka hizmet ve huzur sunması zaten mümkün değildir. Sermaye baronlarının ve
onların kahyası olan bürokratların saltanat çiftliğine dönüştürülen bir ülkede, seçimler ve hükümetler de
göstermeliktir ve milli iradenin gerçekten tecelli ve temsil edilmesine fırsat verilmemektedir.
Türkiye’deki antidemokratik ve despotik “derin devlet” uygulamalarını, “hantallaşmış devlet yapısını” ve
“kökten devletçi anlayışı” eleştiren bazı aydınlar ise, aslında ülkemizdeki zulüm ve sömürü çarkının gerçek
sahiplerini gizlemekten ve halkın tepkisini törpülenmekten başka bir şey yapmamaktadır. Yani, danışıklı
döğüş yapılmaktadır.
Çünkü Türkiye’de hükümetler ve onların tayin ettiği genel müdürlerden oluşan “yönetenler” gerçekte
ekonomik gücü elinde bulunduran kesimin emrindeki memurlar konumundadır.
Sermaye baronlarının, medya patronlarının ve Mason Localarının, seçim zamanı istedikleri isimleri
listelerine yerleştirdikleri ve her yönden destekledikleri partilerin ve yine “Derin Devlet” kılıfı geçirilmiş aynı
merkezlerin talimatıyla bu partilerin oluşturduğu hükümetlerin, sermayenin “emir kulu” olması ve millete
değil malum merkezlere hizmet sunması, bütün sıkıntılarımızın ana kaynağıdır. Bu gerçeği gizleyip, “hantal
devlet”, “kökten devletçi” gibi göstermelik sataşmalar, hedef saptırmaktan başka ise yaramamaktadır.
“Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş sürecinde, Ülkenin ekonomik bağımsızlığını
organize
edilen devlet, oldukça
halkçı bir nitelik
sağlamak
üzere
gösteriyordu. Amaç, zaman içinde yerli kapitalistler
yetiştirmekti. Zamanla dış tekelci kapitalizmle iç içe geçen yerli sermaye, devleti ele geçirdi. Devlet, genel
haliyle bu acente sermayenin çıkarlarını korumak üzere görev yapmaktadır” sözleri, tamamiyle bir gerçeğin
itirafıdır.14
Bütün kurum ve kurallarıyla sermaye baronlarının çıkarlarını korumak ve sömürü çarkını garantiye
almak üzere şekillenmiş bir devlet yapısı, ülkedeki bütün haksızlık ve ahlaksızlıkların asıl sebebi olmaktadır.
Sözde en halkçı ve sosyal demokratçı geçinen uğursuz Ecevit hükümetlerinin bile, işçi, memur, köylü
ve esnaftan kuruşları kıskanırken, katrilyonları
bu tekelci
ve rantiyeci kesime
aktarması , onların
atamasıyla işbaşında geldiklerindendi. Ve yine Mesut Yılmaz’ın, pijamalı patronlara şükran ziyaretleri, hala
hatırımızdadır. AKP ise tamamen İMF’nin ve rantiyecilerin hizmetkarıdır.
Kendi zulüm ve sömürü saltanatlarına “Kutsal Devlet” kılıfı geçiren bu bir avuçluk sermaye baronları,
aslında tüm kutsalları çiğnemekten çekinmeyen ve kendi doyumsuz çıkarları için her melaneti işleyen bir
anlayıştadır.
Türkiye’yi bir sömürge bölgesi gibi düşünen ve daha çok kazanmak hırsıyla her türlü hile ve hıyaneti
mübah gören bu malum ve mel’un zihniyeti ve onların hizmetindeki siyasileri topluma tanıtmak, dürüst yazar
ve aydınların birinci görevi olmalıdır.
“Bugün Türkiye’de devleti, tıpkı bir gerilla bölüğü gibi çalışan vur-kaççı kapitalistler yönlendirmektedir.
Devleti eleştirmekten önce, Türkiye’yi bir sömürge toprağı gibi gören bu kesimi tespit ve teşhir etmek
14
Rıza Zelyut Akşam 23 Ağustos- 99
46
gerekir” diyen yazar yerden göğe kadar haklıdır ve milli bünyemizi tehdit eden bir
habis ura parmak
basmaktadır.
Bu kapitalist leş kargaları, ülkemizdeki ahlaki yozlaşmadan ve hatta deprem gibi tabii afatlardan bile,
gizli bir memnuniyet duymaktadır. Çünkü kendilerine yeni vurgun ve soygun fırsatları doğacaktır.
Kendi çıkarlarını, milyonların göz yaşlarında arayan ve şeytani saltanatları için halkın ezilmesinden
ve sürünmesinden zevk duyan bu azgınların, ülkemize ve milletimize yaptığı hıyanet ve tahribatı, tarih
boyunca hiçbir düşman yapmamıştır.
Ellerindeki marazlı medya marifetiyle, deprem bölgesi acılar içinde kıvranırken sahil diskoteklerinde
çılgınca eğelenecek kadar bu toplumu yozlaştıran, neslimizi İslâmdan ve insanlıktan uzaklaştırmaya
çalışanlar da yine bunlardır.
Yıllardır, bu gerçeğe dikkat çektiği ve ekonomimizden siyasetimize, kültürel faaliyetlerden eğitim
sistemine kadar, bütün kurumlarımızın bu uğursuzların işgaline girdiğini, bu nedenle yeni bir kurtuluş
mücadelesi vermemiz gerektiğini söylediği içindir ki, Milli siyaset rehberi bunların hedef tahtası ve korkulu
rüyasıdır.
Bu sömürü çarkına çomak soktuğu ve halkın yararına milli bir program ve politika ortaya koyduğu
içindir ki, milli siyaset takip eden hükümetler yıkılmıştır, partiler kapatılmıştır.
Hiç layık olmadığımız halde çektiğimiz bunca sıkıntı ve sarsıntıdan sonra, artık aklımızı başımıza
almamız, gerçek suçluları ve sorumluları bulmamız ve sorgulamamız lazımdır.
Evet, cüzdanını şişirmek için vicdanını bastıranlar, çürük ve eksik malzeme ile onbinlere mezar olan
inşaatları yapan firmalar, bu hainlerin uzantılarıdır.
Menfaat devşirmek için maneviyatını satanlar ve haksızlıklar karşısında susanlar, bunların kuklalarıdır.
Koltuk ve etiket hatırına, onurunu ayaklar altına atarak, milli iradeye ve milli emanete hıyanette
bulunanlar, bunların adamlarıdır. Şöhret olmak ve hürmet toplamak için, sahte mürşitlik ve mehdilik rolü
yapanlar, Masonlara yaranmak için, saf müslümanları aldatıp sapıtanlar, bunların kiralıklarıdır.
Evet
ne insanlık
onuruna, ne vicdan
duygusuna
uygun düşmeyen bütün çirkef düşünce ve
davranışları ortaya koyanlar bu sömürü çarkının uşaklarıdır.
Ve çok şükür ki, geç te olsa, toplumumuz bunları tanımaya başlamıştır.
Bütün bu gerçekleri konuşan ve yazan kimselerin “Devletin düzenini , dini temellere dayandırmak...”
veya “Din, ırk ve mezhep ayırımı yaparak halkı tahrike çalışmak...“ gibi hiç ilgilisi olmayan iftira ve isnatlarla
suçlanması da, bu şer şebekesinin en etkin silahıdır. Kendi rantiye ve rezaletlerine karşı çıkıp, toplumun
hakkını ve hürriyetini savunanları “Devlet
düşmanı ve medeniyet karşıtı” gibi göstermek bunların
münafıklığıdır.
Bu arada, “Derin devlet“ kavramı ile genellikle ve öncelikle ordumuz anlaşılmakta ise de, bu doğru
değildir.
Ordumuz, her şeye rağmen en sağlam kalan kurumlarımızdan birisidir ve milli birliğimizin garantisidir.
Asıl, “Kirli devleti“ oluşturan “sermaye baronları, medya patronları ve dış bağlantılı mason Locaları”
nın her kesim ve kurumdan kendilerine uşak ve yandaş buldukları bir gerçek ise de ekonomik bürokratik ve
medyatik gücü elinde bulunduran bu şer şebekesi her türlü haksızlık ve zorbalıklarının faturasını orduya
çıkarmak
ve kendilerini
gizleyip aklamak için, derin
devlet olarak ordunun
anlaşılmasından ve
yıpratılmasından da ayrıca şeytani bir mutluluk duymaktadır.
Sözün özü “Sahipsiz bir vatanın batması haktır. Biz sahip çıkarsak, kurtulacaktır.”
Devlet ve Değer
Devlet olgusunun ne olduğu konusunda ileri sürülen görüşlerin, birbiriyle çatışan öğretilerin ne birini,
ne de bir kaçını birleştirmek suretiyle ideal bir devlet yapılanması gerçekleştirmek herhalde güç bir iştir. Aynı
şekilde devlet olgusunu hiç bir fikri esasla ilgili görmeyerek, bütünüyle insiyaki eğilimlerin pratik ve pragmatik
akışına bırakmak da, basitin ötesinde, tüm insani ve mukaddes değerleri yok sayma anlamı içerir.
Bununla birlikte devlet olgusu, ister kuramsal bir görüş ile ister bir öğretiyle (doktrin) ya da muhtelif
47
(sentez) görüş veya öğretiyle ilişkilendirilerek temellendirilmiş olsa bile, burada yüzde yüz bir ayniyet,
özdeşlik ve tam bir uyum beklenmemelidir. Çünkü ideal olan ile gerçek olan, muhayyel olan ile mümkün olan
arasındaki fark, hiç bir zaman giderilemeyecektir. Aslında bu fark ya da mesafe, bir başka açıdan itici güçtür,
dinamizm sağlayan bir unsurdur. Sözgelimi bir Müslüman’ın nazarında, olgu olarak dünya bir gerçekliktir, bir
mümkün olan (mümkinât)’dır. Varlığı, varoluşu, hayatı, mutluluğu vb. mümkün olan bu dünyaya hasreder,
onunla sınırlı sayarsa, bunların mahiyeti ve anlamı, dolayısıyla önem ve değeri adeta gelip-geçici boyutta
somutlaşır, daralır. Oysa dünyayı bir hazırlık yeri ve hazırlık evresi, bir başka ifadeyle, Hadis-i Şerif’’te işaret
edildiği üzere “bir tarla”, bir ekim yeri olarak değerlendirirse, mahiyeti de, anlam ve önemi de kendiliğinden
farklılaşır. Ahiret böylece ideal bir boyut kazanır. Onun için bir Müslüman’ın gözünde, mesela ölüm,
kendiliğinden korkulan birşey değildir. Aynı şekilde istenen bir şey olmadığı gibi.
Demek oluyor ki, somut gerçekliğiyle dünyaya bağlı kalmak ile ideali (örneğimizde ahiret) esas alarak
dünyayı değerlendirmemiz bütünüyle farklıdır. Kaldı ki, dünyayı kavramaya çalışmamızda, ideal olanın bir
takım tezahürlerinden yardım almak durumundayız. Böylece dünyayı ideal olanın tezahürleri penceresinde
değerlendirir, anlamlandırır ve önemli kılarız. Sözgelimi bu tezahürleri aile, toplum, millet, ümmet şeklinde
kavramlaştırırken, bir diğer açıdan adalet, hak, özgürlük, hukuk, insan haysiyeti, iffet, namus, kanaatkârlık
gibi değerler halinde algılar ve özümleriz. Bu değerlerin gözetilmesi, mesela zühd ve takva, amiyane deyimle
“dervişane” bir hayat tarzının benimsenmesine götürür bizi. Tıpkı Ebu Zer Gıfari (r.a.) örneğinde olduğu gibi.
Ya da dünyanın somut gerçekliğini esas alarak bencillik, hırs, sefahat vb. nihayet bulan bir yaşama
tutkusuna yönelen Kuzman örneğinde veya benzeri başka örneklerde olduğu gibi.
Bu bağlamda devlet olgusunu, bir değer ya da değer bütününün tezahür ettiği bir “mansüb” olarak
tanımlayabiliriz. Nitekim onu tanımlama babında ele aldığımızda başvurduğumuz ölçüt, çoğunlukla ve
öncelikle adalet olmaktadır. Güvenlik, huzur, refah, gelir dağılımı gibi devlete yüklediğimiz yükümler ya da
işlevler (fonksiyonlar) adaleti içkindir.
İslâm ve bir ölçüde İslâm öncesi Türk Kültürü, devlet olgusunun bu kavranılışını yakın zamanlara
kadar devam ettirdi, sayısız badirelere, beklenmedik değişim ve dönüşüm zorlamalarına rağmen bunu
korudu. Üstelik yeni açılımlar sağlayıcı yönleri de işaret etti. Milletimizin bilinçaltında ya da ma’şeri şuurunda
kökleşmiş bu kültür, devlet olgusunu kavramasında adeta sabit kademede tuttu.
Ne var ki, somut göstergeler halinde bu kültürün beslediği devlet olgusu, ‘80’li yıllardan itibaren, adeta
dayanaklarından ustaca, daha doğrusu sinsice ayrıştırıcı bir sürece yönlendirildi. Devlet bilincinin sine quo
non, olmazsa olmaz şartı olan adalet değer olarak örtülmek suretiyle, devlet kaba ve kahhar bir güç, bir zor
şeklinde tasvir edilmeye başlandı. Gerçi bu konuda umulan sonuç henüz tam olarak gerçekleşmiş sayılamaz
ama devlet bilinci mahiyet ve istinadını, salınımlı bir süreçte tutar gibidir. Benzetme yerindeyse “kaht-ı ricâl”
(devlet adamlığı yitimi)den çok “kaht-ı devlet” (devlet bilinci yitimi)ten sözedilse sezadır sanki. Göstergesi
haddinden fazla: “Medeniyetler İttifakı”ndan tutun “dünya devleti olma” ya da “vizyon politikası”na varıncaya
kadar bir takım tanımlar ileri sürülürken, devlet bilinci Kaf Dağı’nın arkasında unutulmuş gibidir. (Oysa devlet
bilincinin, bir başka ifadeyle değer olarak devlet olgusunun nisyana bırakılması, kaba ve zor güçten ibaret bir
“iktidar maslahatı”na râm eder öncelikle siyasetçiyi. Cemal Süreya’nın, Koca Sinan için düştüğü beyti
tersinden eğretilemeyle burada hatırlayabiliriz:
“Bütün mimarlar, mühendisler yüksek de,
Bir sen kaldın alçak, ey Sinan Usta!” dizesini
“Bir kısım tüccarlar, siyasetçiler yüksek de
Bir sen kaldın alçak, ey Devlet Uca!” (*) şeklinde söyleyebiliriz.
(*) Uca: Yanılmıyorsam Azeri Türkçesinde “Yüce, Yüksek” anlamındadır. 15
Türkiye’nin teslim alındığının resmidir
Hükümet ile TÜSİAD arasında yaşanan gerginlik sırasında gözler önce borsaya, sonra da döviz ve
15
28.12.2005 İsmail Kıllıoğlu Milli Gazete
48
faize çevrildi. Çünkü Türkiye’nin geçmişte yaşadığı bir tecrübesi vardı; Bülent Ecevit Başbakanlığındaki
hükümet ile Cumhurbaşkanı Sezer arasında yaşanan gerginlik sonrası Türkiye çok ciddi bir ekonomik krize
girmiş, döviz deyim yerindeyse patlamış, faizler fırlamış, borsada hiç tahmin edilemeyen gelişmeler
yaşanmıştı.
Bu tecrübeyi bilenler, hükümet/TÜSİAD gerginliğinden de böyle bir tablo beklediler. Ama nedense bu
defa geçmişte yaşandığı gibi olmadı, sıcak para ülkeyi bir gecede terk etmedi, döviz ve faizler bu gerginliği
pek umursamadı.
Hükümet üyelerine sorarsanız, bunu ülkede sağlandığı iddia edilen istikrar ortamına bağlıyorlar. Ben
bu görüşe katılmıyorum. Hükümet ile TÜSİAD arasında yaşanan siyasi gerginliğin ekonomiye
yansımamasını,
aslında
ekonominin
dümeninin
hükümetin
elinde
olmadığının
göstergesi
olarak
yorumluyorum.
Türk ekonomik sistemi, dış güçler tarafından teslim alınmıştır. Hükümet ekonominin işleyişinde ve
karar mekanizmalarında olması gerektiği gibi aktif değildir.
Türkiye’nin bankaları birer ikişer yabancı şirketler tarafından satın alınmakta, finans sektöründe kontrol
yabancılara geçmektedir. Borsada işlem gören önemli hisselerin çoğunluğu da yabancıların elinde
bulunmaktadır.
Özelleştirmelerden aslan payını da yabancı şirketler almakta; Telekom, cep telefonu şirketi, petrol,
demir-çelik, elektrik gibi stratejik alanlarda yabancıların ağırlığı giderek artmaktadır.
Ecevit hükümeti döneminde yaşanan siyasi kaynaklı krizin anında ekonomiye yansıması, sıcak
paranın güven sorunu yaşayarak ülkeyi terk etmesi aslında, Türkiye’nin ekonomisi üzerinde karar verici
konumda olduğunu da gösteriyordu. Çünkü yabancılar ekonomik işleyişi etkileyemedikleri ve ne olacağını
kestiremedikleri için risk almayarak çareyi ülkeyi terk etmekte buluyorlardı.
Ama bu defa siyasi kaynaklı bir kriz karşısında geçmişte gösterdikleri tepkiyi göstermediler. Yabancı
yatırımcılar hemen hiç tedirgin olmadı, paralarını dövizde, faizde, borsada tutmaya devam ettiler.
Bu durum karşısında sevinmek mi, yoksa endişe mi duymak gerekir?
Ülkemizin bir ekonomik krize girmemesi elbette olumlu bir gelişmedir ama Türkiye’nin kendi ekonomisi
üzerindeki hâkimiyetini kaybettiğinin bu kadar net bir biçimde ortaya çıkması da oldukça endişe vericidir.
Bankacılık sistemindeki yabancı payının artması, Türkiye’nin finans sektöründeki etkinliğini
kaybetmeye başladığının göstergesidir. Finans sektöründe söz sahibi olamayan bir ülke, ekonomisinin
rotasını nasıl istediği yöne çevirebilir, bu mümkün müdür?
Hükümet ile TÜSİAD arasındaki siyasi kriz, ekonomiye yansımadı, çünkü Avrupa Birliği uyum
sürecinde çıkartılan yasalarla ekonominin yönetimi iktidarın elinden çıktı. Bu nedenle beklenen kriz çıkmadı,
borsa, döviz ve faiz siyasi gerginliği umursamadı.
Burada çok tehlikeli bir unsuru da gözardı etmemek gerekiyor. Ekonominin rotasını elinde bulunduran
dış güçler, kendi istedikleri zamanda Türk ekonomisine diz çöktürme gücünü de ellerinde tutuyorlar. Türk
ekonomisi bugünkü haliyle hertürlü sabotaja açıktır.
Bu durumu kabul etmek mümkün değildir. Ekonominin yönetiminin dış güçlerin etkisine açık hale
getirilmesi, beraberinde ülkemizin de teslim alınmasının yolunu açacaktır.
Mevcut iktidar ülkemizi böylesine tehlikeli bir yola sokmaktadır. Siyasi gerilimin ekonomiye
yansımamasını kendi başarısı imiş gibi gösteren iktidar, aslında ayakları altından halının çekildiğini
görmezden gelmektedir.
Küreselleşme çağında işgaller eskisi gibi tankla tüfekle yapılmıyor, çok uluslu şirketler vasıtasıyla ve
ekonomik alanda gerçekleşiyor. Çok uluslu şirketlerin saldırısıyla karşı karşıya bulunan ülkemizin ekonomik
bağımsızlığı da tehdit altında… Ekonomik bağımsızlığı elinden alınan bir ülkenin siyasi bağımsızlığı da
tehlikeye girmez mi?16
16
30.12.2005 Dr. Abdullah Özkan Milli Gazete
49
DİN VE DEVLETİN JEOPOLİTİĞİ
VE
EMPERYALİZM
İnsanlık bir vücuda benzetilirse: Devlet onun bedeni, din ise ruhu konumundadır. Ruhla bedenin,
karışması da, ayrışması da; hem zararlıdır, hem imkansızdır.
İşte bu nedenle “Din”le “Devlet”in karıştırılması yanlıştır. Bu durum her iki kurumu da
yıpratacak ve yozlaştıracaktır. “Din”le “Devlet”in çatıştırılması ise daha da yanlıştır ve yıkıcıdır.
Doğru olan: “Din”le “Devlet”in barışması ve topluma huzur, hizmet ve hürriyet vermek için
her birinin kendi şahsında çalışmasıdır.
Çünkü din de, devlet de, insana hizmet için birer araçtır. Evet, amaç insandır. Bunun aksine, devleti
veya dini amaç, insanı ise araç yerine koymak; aklen köleleşmenin, vicdanen körlenmenin ve ahlaken
kirlenmenin asıl sebebini oluşturmaktadır.
Atatürk’ün: “Yurtta sulh, cihanda sulh” vecizesiyle özetlediği ve hedeflediği: hem ülkemizde ve
yeryüzünde bereket, bolluk ve barışı sağlamak, hem de insanlığı daha hayırlı ve yararlı bir uygarlık uğrunda
yarıştırmak için; din ile devletin bir biriyle uğraşmak yerine uzlaşması, düşman olması ve dışlaması yerine
dayanışması şarttır.
Modernleşme ile Medenileşmenin Farkı:
Söz buraya gelmişken, modernleşme ile medenileşmenin farkını da ortaya koymamız lazımdır.
Bir Avustralya yerlisine, bir Eskimo ailesine veya bir Afrika kabilesine, takım elbise ve kıravat
giydirmek, çatal bıçakla masada yemesini, cep telefonu, bilgisayar ve araba kullanmasını öğretmek kolaydır
ve uzun zaman almayacaktır. Böylece kısa bir sürede ve az bir emekle modernleşmiş olacaktır.
Ama Newyork’ta, Londra’da veya İstanbul’da yaşayan ve teknolojinin bütün imkanlarından
yararlanan sosyete tabakasına; Adil ve asil davranmak, insan haklarına ve hukuka saygılı olmak, hak ederek
ve helal kazanmak, herkese ve her şeye şefkat ve merhamet duymak, barışçı ve bağışlayıcı bulunmak,
farklılıklara hoş görü ve faziletle yaklaşmak, yalandan ve riyadan uzak, samimi ve seviyeli yaşamak, akılcı,
yapıcı ve yararlı bir tavır takınmak gibi; Medeni ahlak ve anlayışı öğretmenin ve özümsetmenin zorluğu ise
ortadadır.
Üstelik çeşitli ihtiyaçların kolay ve doğal yoldan karşılanabildiği, yıl boyu sıcak tropikal iklim
kuşağındaki kavim ve kabilelerde fazla gerek duyulmadığından, maddi uygarlık ve modernitenin haliyle
gelişmediği; ama buralarda yaşayan kimselerin ormanlar ve hayvanlarla münasebetlerinde, birbirlerine ve
başkalarına karşı safiyet ve samimiyetlerinde, daha insancıl ve insaflı davrandıkları bir hakikattir. Yani; imani,
insani ve ahlaki değerlerden yoksun bir uygarlık, modern bir barbarlıktır.
Ulus ve Millet:
Medenileşememiş modern batı felsefenin “ulus” kavramı, bizim “Millet” anlayışımızın aynısı değil,
karşıtıdır. Ulusçuluk: Irk üstünlüğüne ve köken asabiyetine dayanan şoven bir yaklaşımdır. Başkalarına karşı
muhabbet yerine nefret esaslıdır. Millet ise, Milli ve Manevi dinamikler ve insani değerler üzerinde kucaklaşıp
kaynaşan; şefkat ve şefaatı (herkese acımayı ve yardımına koşmayı) esas alan sağlam bir yapıdır. Ulusçuluk
diye Irkçılık güdenler, sanayi ve teknolojide ilerlemiş ve modernleşmiş de olsalar, henüz “kavmiyet” ten
kurtulup “Millet mertebesine ulaşmamıştır. Daha da acısı, kafatasçı “ulusçuluk”, Siyonist ve emperyalist
güçlerin, diğer milletleri ve devletleri parçalamak için kullandıkları ve kışkırttıkları şeytani bir hegemonya
aracıdır.Hatta bu maksatla farklı kavimler için ayrı ayrı tarih kitapları ve kahramanlık destanları bile
uydurmuşlardır.
Savaş ve Barış:
Millet kavramında, “Yurtta ve dünyada barış” amaçtır. Savaş ise gerektiğinde kendini savunmak, hak
ve adaleti sağlamak için bir araçtır.
50
Hitler gibi ırkçı ve kafatasçı ulusçuluk anlayışında ve Darwinci yaklaşımda ise savaş amaç, barış
araçtır.
İşte Osmanlı, özellikle kuruluş ve yükseliş dönemlerinde: Millet Medeniyetinin, barış ve bereketin
modeli ve merkezi iken, ırkçılık düşünceleriyle yıpratılmış ve yıkılmıştır.
İslam, “silm” kökünden barış anlamındadır. Selam vermek bir barış mesajıdır. Cihad ise “silm” i yani
barış ve adalet düzenini kurmak ve korumak için var gücüyle çalışmaktır. Batılı anlamdaki savaş ve saldırı ile
“cihad” birbirinden oldukça farklıdır.
Irkçılık (kavmiyet) ve savaş; mutlaka bir düşmanı gerekli kılmaktadır. Eğer yoksa,
peydahlanacaktır. Çünkü bunların düşmansız yaşaması imkansızdır.
İstanbul Çırağan Sarayında kuruluş yıldönümü kutlanan D-8 toplantısında: ülkemize,
bölgemize ve bütün yer yüzüne, özlenen barış ve bereketin nasıl getirileceği konuşulurken,
İskoçya’da toplanan G-8 liderleri “ürettikleri son sistem silahların hangi ülkelere, kimler tarafından
satılacağı ve bu sömürme ve sindirme düzenlerine boyun eğmeyen hangi ülkelere nasıl saldırılacağı”
tartışılmıştır. Bu silahlanmaya harcadıklarının yüzde biri ile bütün acil sorunları aşılabilecek olan
Afrika’daki fakir ülkelerin borçlarını ertelemek veya silmek gibi göstermelik merhamet mesajları ise,
asıl gizli ve kirli hesaplarına bir kadife kılıf yapılmıştır.
Ve daha on yıl önce, Bosna-Srebreniça’da, Hollanda askerlerince, sizi biz koruyacağız diye bütün
silahları toplanan suçsuz ve savunmasız Müslümanların üzerine, hem de BM’nin sözde Barış Gücünün göz
yummasıyla saldıran Sırpların, çocuk, kadın, yaşlı demeden on bin kişiyi katletmeleri, Batının bu çifte
standardının ve İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif’in ifadesiyle “tek dişi kalmış canavar”lığının, hala kanı
kurumamış bir kanıtıdır.
Aklın ve Ahlakın Yozlaşması:
Hz. Ademden beri bütün Hak dinlerin ortak adı olan İslam, vahdet ve muhabbeti (birlik ve sevgiyi)
esas alırken insanlara; Hikmet, hürriyet, hakkaniyet ve haysiyet kazandırıp, yeryüzünde Allah’a hilafet
makamına çıkarmayı amaçlarken; maalesef ya devletin veya “dini elit”lerin elinde, “sert”leştirilmek ve “layt”
laştırılmak şeklinde yozlaştırılıp, bir istismar ve suistimal aracı olarak kullanıldığında, fazilet yerine rezalet
doğurmaktadır.
Bu ifrat ve tefrit sonucu; Ya pinti, pısırık ve pejmürde sürüler veya katı, kavgacı ve karanlık kafalı
tipler ortaya çıkmaktadır.
Bunun gibi baskıcı ve basmakalıpçı devlet düzenlerinde, düşünce özgürlüğü kısıtlandığından, akıl ve
idrak de kısırlaşmakta, ahlak ise;
a-Ya yozlaşıp, insanlar hayasızlaşmakta
b-Veya yobazlaşıp riyakarlaşmaktadır.
Hatta böyle ortamlarda ahlak aynen “lastikli kanunlar” gibi “güçlülerin delip geçtiği, zayıf kimselerin
takılıp ezildiği bir örümcek ağı" konumundadır.
Güçlü olanların trilyonları soyması iş bilirlik, zayıfların üç beş bin çalması hırsızlıktır.
Üst tabakanın her gece bir başkasının koynunda gecelemesi flört, ama aşağıdan bir gafilin gayrı meşru
ilişkisi zinadır.
Velhasıl pek çok şey, zenginlere mübah, fakirlere günahtır.
Güçlüler yapınca göz açıklıktır, ayak kaymasıdır zayıflar yapınca ayıptır, arsızlıktır.
Kısaca: Edep, hürmet, hizmet, ibadet, istikamet gibi şeyler sanki sadece zayıfların ahlakıdır ve onlara
lazımdır… Ve bu durum güçlülerinde işini kolaylaştırmaktadır.
Ve tabi böylece: “Her toplum layık olduğu idareyi bulmaktadır.” (Hadis) ve
“Kesinlikle Allah; kendi nefislerinde olanı (akli ve ahlaki tavırlarını) değiştirmedikçe bir
toplulukta (yürürlükte) olanı değiştirip (kaldırmayacaktır)” 17
17
Rad Suresi Ayet:11
51
Tanrı Devlet:
Bu yozlaşma sonucu; Halkın ortak iradesi ve rızasına dayanan ittifakıyla kurulan “örgütlü hizmetkarı”
olması gereken devlet, imtiyazlı ve istismarcı sınıfların elinde “hükümdar”laşır. Hatta: halkı kulları kabul
ederek tanrılaşır ve kutsallaşır.
Daha da beteri:
Devlet; Dünyaya hakim ve zalim güçlerin, o ülkeyi sömürme mekanizmasına…
Hükümet: Uzaktan kumandalı sömürge tahsildarlarına.
Ordu ve polis: Demokrat köleler yapılan halkı hizaya getirme ve sindirme jandarmasına.
Din ise; toplumu uyutma ve avutma vasıtasına döndürülmektedir.
Böylece, aslında Allah’ın halifesi yani, yeryüzündeki temsilcisi ve cüz-i iradesi makamına
müsait; özgür ve özgün yaratılan insan, şeytani düzenlerin ve Tanrı Devletlerin kölesi ve esiri
durumuna düşürülmektedir.
Kurtuluş Çaresi:
Her toplumun sosyal yapısı ile, siyasal yapısı birbirlerini birinci derecede etkilemektedir… Sosyal
yapının en önemli faktörü ise “inanç sistemi”dir. Çünkü insanların fikir dünyası ve bunun neticesi olan fiili
davranışları onların dini inançlarına ve dünyevi ihtiyaçlarına göre şekillenmektedir.
Bu nedenle; Bozuk bir sistemi, barbar bir düzeni, kısaca olumsuz siyaseti düzeltmenin ilk şartı;
halkın inancını ve ahlakını güçlendirmektir. Yani gerçek İslamı öğretmektir. İslamı dışlayarak, hatta
düşmanlık yaparak, girişilecek bütün kurtuluş hareketleri:
a-Ya halkın usandığı ve isyana hazırlandığı mevcut düzeni, başka bir kılıf altında devam ettirme
hilesidir. Sonunda sadece, zulüm ve sömürü arabasının atları değiştirilecektir
b-Veya sonu hüsranla bitecek bir macera ve hayalperestliktir.
Çünkü: Allah’a iman duygusuna, ahiret ve hesap kaygısına ve insani şuur ve sorumluluğuna
sahip olmayan kimseler:
1-İnkar: Maneviyatı, mizanı ve başkalarının haklarını reddetme
2-İmtiyaz: Kendisini, ailesini ve kabilesini seçkin ve ayrıcalıklı görme
3-İnhisar: Her türlü zenginliği, fazileti ve hükmetmeyi kendi tekellerinde zannetme
4-İstismar: Dini, devleti ve düzeni şahsi heves ve hedefleri için sömürme
5-İstikbar: Ellerine geçirdikleri bu imtiyaz, inhisar ve istismar nedeniyle böbürlenip kibirlenme…
6-Veya, İstihkar: Hakaret görmeye, sömürülmeye ve ezilmeye rıza gösterme gibi olumsuz ve onursuz
düşüncelere kolayca kapılıvermektedir.
Türkiye’mizi kuşatan , geleceğimizi karartan ve büyük batı emperyalizminin (ABD ve AB) kıskacından;
ve “aşırı” yada “ılımlı” diye adlandırılan din istismarcısı ve dış güçlerin kuklası kesimlerin irticasından
kurtarmaya çalışan bazı kimselerin;
Hala; İslamı bir tehlike, Müslümanları ise tehdit unsuru görmeleri ve yine, imani ve Kur’ani
gelişmelerden huzursuzluk hissetmeleri:
-Ya stratejik bir cehaletin veya trajik bir gafletin alametidir.
Mustafa Kemal de, asla İslam Diniyle değil köhneleşmiş bazı müesseselerle beraber, istismarcı
ve irticacı bir zihniyete karşı mücadele vermiş ve bunları tasfiye etmiştir.
Bu amaçla, tekke ve zaviyelere yasak getirilmiş ama İslamın asıl kurumları olan camilere
ilişmemiştir. İslamın iki temel kaynağı olan Kur’anı Kerimi ve Buhari Hadislerini, hem de en emin ve
ehil alimlere Türkçeye tercüme ettirmiştir.
Hz. Muhammed’in En büyük Devrimi:
Hz. Muhammed, dini, siyasi, ekonomik ve sosyal; her türlü kölelik ve kötülüğün kökünü kurutmak ve
her konuda saygınlığın ve özgürlüğün yolunu açmak için mücadele etmiş ve iki büyük devrim
gerçekleştirmiştir.
1-Tebliğ ve tatbik ettiği İslam; Hukukta “akıl ve ictihad” sistemini
52
2-Hükümette ise “cumhuriyet” sürecini getirmiştir.
Konunun başına dönersek: Din ile devlet birbirlerinin tezadı (karşıtı) değil, tamamlayıcısı yerindedir.
Vücutla ruh gibidir.
Ancak, dinin siyasete alet edilmesi de, devletin dine müdahalesi de tehlikelidir ve tahrip
edicidir.
Yani: “Teolojinin politikası” da, “politikanın teolojisi” de zarar vericidir.
Teolojinin Jeopolitiği: Din istismarcısı ve ilahiyat inhisarcısı kesimlerin devleti ve siyaseti ele geçirip
yönlendirmesidir… Ki bu durum Teokrasi demektir.
Jeopolitiğin Teolojisi: Despotik veya sözde demokratik devletlerin ve “imtiyazlı devletli” lerin; dini
kendi keyiflerine göre tahrif ve tağyir etmeleri (bozup değiştirmeleri); ziyadeleştirip eksiltmeleri ve bu
dejenere edilmiş dini demon-krasi (şeytan idaresi) denebilecek düzenlerini meşrulaştırma aracı haline
getirmeleridir… Ki bu uygulamalar da “laçka laiklik” şeklinde yürütülmektedir.
Bu durumlarda artık “devlet”, kollektif aklın örgütlenmiş aygıtı ve halkın huzur ve hürriyet
hizmetkarı olmadığı gibi, “Din” de Allah’ın adalet programı ve ahlak kuralları değildir.
Zalim Devlet ve Hükümet başkanları; firavun
Sömürücü sermaye baronları; Karun
Hain bakan ve bürokratlar; Haman
Sahte ve samimiyetsiz din adamları: Bel’am
Kiralık bilim erbabı, üniversite hocaları ve medya yorumcuları ise; Sihirbazlar hükmündedir.
AB süreci, din ve devletin birlikte tahribidir:
AB; bağımsız bir proje değil, küreselleşmenin, yani Siyonist sermaye hakimiyetinin bir temelidir.
Son zamanlarda gözlenen eylemleri değerlendirenler iki kategoriye ayrılıyor. Bir kısmı olayların
bölücülük ya da gericilik gibi iç nedenlerden kaynaklandığını düşünürken önemli bir bölümü de , AB üyeliğini
engellemek isteyenlerin olayları tahrik ettiğini söylüyor. Onlara göre 1-Siyasi istikrarın sağlanamadığı
görüntüsü, 2-Bir iç çatışma ihtimalinin söz konusu olması 3-Ya da dine dayanan rejim taraftarlarının etkinliği
AB üyelerini olumsuz bir tavır almaya zorlayacaktır. Bu nedenle gerçekte amaçları AB üyeliğini engellemek
olanlar, bu sanal tehlikeleri varmış gibi göstermek için tahriklerde bulunmaktadır. Eğer bu gerekçe geçerli
olsaydı söz konusu tahriklerin müzakere tarihinin tespitinden önce yapılması daha anlamlı olurdu.
Zamanlamanın önemli olmadığını düşünürsek bu tahriklerin AB üyeliğini önlemeye yönelik olduğunu kabul
edebilir miyiz?
Önce bu tartışmaların: Türkiye’nin AB üyeliği ile mi sınırlı, yoksa daha geniş bir çerçevede AB’nin
geleceği konusunda mı olduğuna karar vermek gerekir.
Türkiye’nin AB üyeliğini savunanların profili, konuyu daha anlaşılır hale getirmekte faydalı olabilir. Bu
amaç için uğraşan etkin çevreler, AB üyeliğini, daha geniş bir projenin parçası olarak algılamaktadır.
Bunların genel özelliği küresel bir dünya perspektifine sahip olması ve AB üyeliğini bu projenin bir alt başlığı
olarak düşünmeleridir. Onlar, diğer büyük güçler yanında, ekonomik, askeri ve siyasi açıdan farklılaşmış,
bağımsız bir Avrupa düşlememektedir. Asıl amaçları küreselleşmedir ve AB’nin bunun güçlü bir parçası
olmasıdır. Türkiye’deki AB yandaşlarının ilişkileri, değer yargıları, kısaca dünyaya bakışları bağımsız ve
güçlü bir Avrupa yaratma amacına uzak durmaktadır. Zaten ekonomik ve siyasi alanlarda sınırsız
liberalleşme, kendi içinde kapalı bir AB fikriyle bağdaşmaz.
Başlangıçta ABD ve SSCB etrafındaki kümelenmeye alternatif olarak düşünülen birleşik Avrupa fikri,
zamanla aşınmış ve Avrupa , küreselleşme yandaşlarının etkin olduğu bir alana dönüşmüştür. Geçmişte
Türkiye’nin üyeliği bir zaman ya da uyum sağlama sorunu olarak görülürken şimdilerde birliğin vasfını
belirleyen bir etken haline gelmiştir. Türkiye AB üyesi olursa küresel gücün kontrolüne girebilir endişesi asıl
itiraz nedeni haline gelmiştir.
Şu soru cevaplandırılmadan meselenin anlaşılması mümkün değildir: Eğer Türkiye’nin sorunu yeteri
kadar demokratik olmaması, ekonomik durumu, kültürel farklılık ise neden İngiltere bu konuda hoşgörülü
53
davranmakta, Fransa sert bir muhalefet sergilemektedir? İngiltere bu konularda bize daha çok mu
benzemektedir? Durumu bu sebeplerle açıklayamayız ama İngiltere’nin küreselcilerin en önemli üssü
olduğunu, Türkiye’nin katılmasıyla AB’deki egemenliğin bunların eline geçeceğini ve bu nedenle merkez
bloğunu oluşturan Almanya ve Fransa’nın direndiğini söyleyebiliriz.
Türkiye’nin üye olup olmaması AB’nin vasfını belirleyecek bir etkendir ve bu durum Türkiye’nin
özünden değil, yönetime egemen olan güçlerin niteliğinden kaynaklanmaktadır. Üstelik bu nitelik ideolojik
değildir. İslamcı kanatla liberaller arasındaki dayanışma, tüm politikalardaki özdeşliğe yakın benzeşme ancak
hedeflerdeki aynılıkla izah edilebilir.
Bu nedenle okuduğumuz kitabın adı AB değildir. AB, bu kitabın içindeki bir alt başlıktır. Asıl sorun
dünyanın yeniden nasıl şekilleneceği, dengenin nasıl kurulacağıdır. Çatışmanın bir yerinde AB üyeliğinin
olması, bu çatışmanın AB için yapıldığı anlamını taşımaz ve bununla sınırlı kalmaz. Irk çatışması, ülkenin
bölünmesi daha geniş bir projenin araçları ve bütünün parçalarıdır.
Eğer olayları bu alt başlıklarla açıklarsak yanlış yapmış olmayız ama bütünü göremediğimiz için doğru
politikalar üretemeyiz. Tarif edilen şey filin kulağından ibarettir. Kulak filin bir parçasıdır ama kendisi
değildir.18
18
Star / 11.09.2005 / Mahir Kaynak
54
DİN, DEVLET VE KEMALİZM
Kemalizm; Atatürk’e rağmen, ama onun adına ve ondan sonra uydurulup ayarlanmış ve zorla
uygulanmış, dayanaksız ve dayatmacı bir ideolojidir. Asıl mimarları, Siyonist bir Yahudi tarihçisi ve o dönem
CHP milletvekili olan Avram Galanti gibilerdir.
Kemalizm, İsmet İnönü eliyle bir yandan resmileştirilirken, öte yandan Atatürk’ün resimleri paralardan
silinmekte, duvarlardan indirilmektedir. Zaten başından beri bağımsızlıktan ziyade Amerikan mandacılığına
yatkın olan İsmet İnönü’nün asıl görevi; gerçek Mustafa Kemal’i unutturup sahte Kemalizmi yerleştirmektir.
Atatürk ise; siyaset satrancında, stratejik hamleler gerçekleştiren; Milli, külli (bütünsel ve kapsayıcı) ve
uzun vadeli hedefler için, geçici ve cüzi tavizlerden çekinmeyen ve hassas dengeleri gözeten ve yöneten bir
dehanın sahibidir.
Tevrat’ı tahrip edip Talmutlaştıran ve Yaratıcıyı Yahudi hizmetkârı bir insan suretinde tanıtan ve
Yahovalaştıran, Hıristiyanlığı yozlaştırıp Hz. İsa’yı ilahlaştıran, Yahudi dönmesi İbni Sebe eliyle saf İslam
inancını bozmak için Hz. Ali’yi tanrılaştıran ve Şia’nın temellerini atan; bu sapık Yahudi kafası, Atatürk’ü de
aynı şeytani hesaplarla tabulaştırıp putlaştırmayı hedeflemiştir.
Günümüzde yine kendilerinin koordine edip kullandığı “Radikal Şeriatçılık” gibi bağnaz ve barbar örgüt
görüntüleriyle; İslam’dan ürkütme ve Müslümanları kötüleme şeytanlığının bir benzeri olarak: “Radikal
Atatürkçülük” diyebileceğimiz Kemalizm ideolojisiyle de, Mustafa Kemal’den nefret ettirme yoluna gidilmiştir.
Kemalizm ideolojisini, İzmir suikastını hazırlayan ve Atatürk’ün şüpheli ve şaibeli ölümüne yol açan
malum ve mel’un kesimlerin sistemleştirip sahiplendiğini dikkate alırsak; sabataist ve masonik şebekenin şu
amaçları güttükleri sezilmektedir:
1- Dünya ekonomisinde ve siyasetinde etkin bulunan Yahudileri “Anadolu Siyon Devletine
Kavuşacağız” hevesiyle umutlandırıp avutarak, bağımsızlık mücadelesini kazanan ve Türkiye Cumhuriyetini
daha rahat ve kısa zamanda kurmayı başaran, ama sonunda tamamen milli hesaplar güttüğü anlaşılan
Mustafa Kemal’den intikam almak.
2- Böylece yapacakları bütün tahribatların suçunu Atatürk’ün üstüne yıkmak.
3- Kendi gizli niyetlerini ve kirli mahiyetlerini örtmek için, haklı olarak gönülden sevilen ve derin bir
saygı gösterilen Atatürk’ün hatırasına sığınmak..
4- Kemalizm adı altında Anadolu Siyonizm’ini, yani sabataizmi meşrulaştırmak ve iktidar makamına
taşımak.
5- “Sevr’i zamana yayma ve şartlar oluştukça uygulama” siyasetiyle, kerhen (istemeyerek) evet
dedikleri Lozan’ı laçkalaştırmak, Kemalizm ideolojisiyle resmen ve ismen olmasa da Müslüman Türk milletini
fikren ve fiilen Hıristiyanlaştırmak.
Evet, bu sinsi ve Siyonist hedeflerin çoğuna maalesef erişilmiştir.
Ve maalesef, Kemalizm’in dokunmazlık maskesini;
Birileri sindirmeci komünist felsefelerine…
Kimileri, sömürgeci kapitalist düşüncelerine…
Ötekileri egemenliğimizin AB’ye devredilmesi gafletlerine…
Berikileri, her türlü ahlaki rezalet ve sefaletlerine kılıf olarak geçirmiş ve sürekli istismar
etmiştir.
Ve ne garip bir tecellidir ki: birbirlerine şiddetle ve nefretle karşı oldukları sanılan, din
istismarcısı münafıklarla, Kemalizm simsarı sahtekârlar:
a) Dış güçlere ve Sevr şövalyelerine hizmet etmek.
b) İşbirlikçi hain hükümetleri desteklemek konusunda sürekli ittifak halindedir.
Bugün Atatürk’ün kapattığı Mason Locasının sadık ve saygın bir üyesi (!) olduğu için, özellikle
ve tercihen İzmir 9 Eylül Üniversitesine Rektör atanan Hıristiyan Prof. Dr. Emin Alıcı’nın çıkıp,
pervasızca ve papaz tavrıyla:
55
“Fatih Sultan Mehmet çok iyi yetişmiştir, felsefe, tarih, yabancı diller bilir. Ne yazık ki ülkenin
akıl ve bilimle değil de din yoluyla yönetilmesi tercihini yaparak, hem Osmanlı’nın kaderini, hem de
dünyanın tarihini değiştirmiştir” diyebilme küstahlık ve cesareti de, işte bu Kemalizm ideolojisinin bir
semeresidir.
Bu talihsiz ve terbiyesiz sözlerini haberleştirmek isteyen Vatan Gazetesi Yazı İşlerine “Ben
Hıristiyan’ım ve bu sözler Papa’nın Müslümanlara sarf ettiği sözler kadar tehlikelidir ve sonuçları da benim
için çok kötü olabilir. Bunlar özel konumda dile getirilmiş gerçeklerdir. Kamuoyuna göre değildir.” Ricasında
bulunacak kadar da korkak ve suçunun farkında bir Kemalist’tir.
Çünkü bu Mason, Süryani ve sözde Kemalist rektör biliyor ki; İslam olmasaydı ve Aziz milletimiz
Müslümanlıkla tanışmasaydı:
 Selçuklu ve Osmanlı devletleri ve medeniyetleri doğmayacaktı.
 Anadolu Hıristiyan kalacak, Türkiye kurulmayacaktı.
 Haçlı seferleri başarıya ulaşacak, Ortadoğu ve Asya kapıları Barbar Batılılara açılacaktı.
 Şanlı Kurtuluş Savaşı yaşanmayacak, Sevr uygulanmış olacaktı.
 Bir Mustafa Kemal de çıkmayacak 9 Eylül de dindaşları olan Yunan yavşakları bozguna uğrayıp
kaçmayacak ve maalesef Rektörü yapıldığı Üniversite, Haçlı emperyalistleri için böyle acılı ve alçaltıcı bir
tarihi hatıranın adını taşımayacaktı!?...
İşte bunun için diyoruz ki;
Bu soysuz ve sorumsuz çevreler Kemalist, bizler ise Atatürkçüyüz!.
Bunlar ABD ve AB uşağı, bizler özgürlükçüyüz.
Bunların çoğu ya Yahudi, ya Hıristiyan, ya Mason, bizler ise Müslüman ve Milli kültürcüyüz!.
Asıl irticacı bunlardır. Asıl iftiracı bunlardır. Asıl fesatçı ve fırsatçı olan bunlardır.
Ama elbette ve her halde, böylesi hıyanet ve hakaretlere bulaşmayan, bu ülkeyi vatanı, bu devleti
sigortası sayan farklı din ve düşünceden bütün vatandaşlarımızın, her türlü haklarına ve huzurlarına da sahip
çıkarız ve saygı duyarız.
Atatürk’ten Utanın!
Mertçe ve medeni bir cesaretle, Kurana inanmadıklarını ve İslam düşmanlıklarını ortaya
koyamayan, ama fırsat buldukça ve çoğu kez de dokunulmazlık zırhının verdiği bir şımarıklıkla:
“Dogmatik saplantılar, gerici safsatalar” gibi dolaylı sözlerle dine sataşan...
“Çağdışı eğitim, Yobazlık öğretimi” gibi hakaretlerle İmam-Hatip ve Kur’an Kurslarına çatmayı
marifet sayan...
Ve bütün bu şeytanlık ve şarlatanlıklarını “Atatürkçülük” kisvesi altında saklamaya çalışan
zavallılar, aşağıdaki tarihi gerçekleri okuyup Atatürk’ten utanmaları gerekir.
Çünkü Atatürk, Anadolu (Konya) kökenli dindar bir Müslüman Türk ailesinden gelen sağlam bir
Osmanlı medeniyet kültürü içinde yetişen, akıllı ve inançlı, İslam’a bağlı ve Kur’ana son derece
saygılı bir liderdir.
Atatürk'ün Selanik'te doğduğu ev, içindeki eşyalarla birlikte günümüzde aslına uygun şekilde
korunmaktadır. Evin birinci katında yatak odası olarak kullanılan bölümde, yatağın başucundaki
duvarda, gümüş kılaptanlı, kırmızı atlas yüz kesesi içerisinde bir Kur'an-ı Kerîm asılıdır. Yine aynı
duvarda Fetih sûresinin ilk âyetinin (İnnâ fetahnâ leke fethan mübî-nâ) yazılı olduğu bir levha asılı
bulunmaktadır.
Atatürk'ün babası Ali Rıza Bey, din dersleri okutan bir ilkokul öğretmeninin oğluydu. Ali Rıza Bey'in
ailesi özellikle çevrede dindarlığıyla tanınıyordu. Ali Rıza Bey'in babası, Hafız Ahmet Efendi olarak
tanınıyordu. Hafız unvanı, onun Kur'an'ı ezbere bildiğini göstermektedir. Ali Rıza Bey, özellikle hayatının
sonlarında derviş meşrep bir yaşam sürmüştü. Atatürk'ün sahip olduğu dinî inanç, önemli ölçüde çok dindar
56
bir kişi olduğu bilinen Ali Rıza Efendi ile Kızıl Hafız denilen Ahmet Efendi'nin manevi mirasıdır.19
Atatürk'ün ilköğrenimini gördüğü Şemsi Efendi Mektebi, ardından devam ettiği Selanik Mülkiye İdadisi
o dönemin koşullarında ciddi dinî bilgiler veren eğitim kurumlarıydı. Yine onun eğitim aldığı Selanik Askerî
Rüştiyesi ve Manastır Askerî İdadisi, programlarında azımsanmayacak oranda din kültürü dersi bulunan
okullardı. Örneğin, Selanik Askeri Rüştiyesi ve Manastır Askerî İdadisi'nde okutulan dersler arasında, (İslâm
dininin inanç esaslarını konu alan) akâid-i diniye, tarih-i İslâm, ilm-i ahlâk adlı dersler vardır. Akâid-i diniye,
dersi her iki okulda neredeyse her yıl okutulan bir derstir. Atatürk, Kur'an'ı tercüme ve tefsir edebilecek
derecede Arapça bilgisine sahiptir. 20
Milli Mücadele Yılları
Atatürk'ün, en umutsuz görünen koşullarda, yurt savunması için kendisiyle birlikte gözünü kırpmadan
ölümü göze almaya hazır Türk halkını yanı başında bulabilmesinde din unsurunun önemli bir rolü vardır. O,
başlattığı millî istiklal mücadelesinde millî ve dinî amaçlardan güç aldığını açıklamıştır.
Atatürk, 1920'de Ali Rıza Paşa'ya gönderdiği telgrafta, İngilizler tarafından men olunursa istiklâl-i milli
uğrunda mücahedei milliye ve diniye ilan etmek yolunda ilerleyeceğiz, açıklamasını yapmıştır.21
Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nda verilen mücadeleyi, dine yapılan yararlı bir hizmet olarak nitelemiştir. Bu
tür dinî hizmetler uğruna insanların fedakârlık yapmaktan kaçınmayacağını belirtmiştir. Atatürk'ün bu
konudaki yaklaşımını Tevfik Abud Bey'e gönderdiği mektupta görürüz:
"Geldiğinizi ve yararlı hizmetler üstlendiğinizi öğrenerek sevindik. Ulu Tanrı hepimizi dinimize yararlı
hizmetler yapmakta başarılı kılsın. Rahatsızlığınıza üzüldük. Dinsel hizmetler yolunda saygıdeğer
kişilerin bu tür güçlükleri önemsemeyecekleri ve rahat olacakları doğaldır. 22
Atatürk, Türk Kurtuluş savaşının kutsal bir boyutunun olduğunu; bu mücadelenin aynı zamanda,
Müslümanların kurtuluşunu amaçladığını belirtmiştir. Atatürk, 1921 yılında Azerbaycan temsilcisi İbrahim
Abilof'u Çankaya'da kabulünde şu açıklamayı yapmıştır:
"Bu
kutsî
mücadelede,
milletimiz,
artırılmasına hizmet etmekle müftehirdir.
İslâm’ın
kurtuluşuna
dünya
mazlumlarının
refahlarının
23
Atatürk, Kurtuluş Savaşı'nı Müslümanların Batılılardan kurtuluş mücadelesi olarak değerlendirmiştir.
Bu mücadelede Türk milletinin Müslüman kimliğini hep ön planda tutmuştur. Küfrevîzade Şeyh Abdulbaki
Efendi'den Bitlis halkını milli mücadele hakkında aydınlatmasını isteyen Atatürk, ona yazdığı mektupta şu
ifadelere yer vermiştir:
"...Yakında Müslümanların, Avrupalı müstevlilerden kurtuluşu hususundaki başarı haberlerini
inşallah size bildiririm.24
Atatürk, Kurtuluş Savaşı'nın amacını, İslâm'ın kurtuluşu olarak nitelemiştir. Bu amaç için
savaşan Türk ordusunun başarısı için dua edilmesini istemiştir. Şeyh Ahmed Şerif Senûsî'ye,
"İslâm'ın kurtuluşu amaçlarına yönelik olan bugünkü savaşçıların başarılı olmaları için dualarınızı
beklerim." demiştir.25
Atatürk, Kurtuluş Savaşı sırasında camilerde Kur'an ve Sahih-i Buhâri okunmasını istemiştir.26
“Atatürk, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin hem milli hem de İslâmî açıdan büyük bir öneme
sahip olduğunu belirtmiştir. Atatürk'ün, 21 Nisan 1920'de Heyet-i Temsiliye adına yayınladığı
Mehmet Önder, Atatürk Evleri Atatürk Müzeleri, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 1993,'s. 17; Selanik Atatürk Evi,
T.C, Kültür ve Turizm Bakanlığı,
20 Her Yönüyle Atatürk, (Derleyen.- Avni Altıner), Bakış Müessesesi. İstanbul. 1986, s. 64; Fığlalı, "Atatürk ve Din", s. 91;
Şerafettin Turan, Mustafa Kemal
21 Nutuk, 1/367fBkz. Halil Ersoylu, Nutuk Üzerinde incelemeler, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1999, s. 133.
22 Mustafa Onar, Atatürk'ün Kurtuluş Savaşı Yazışmaları, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1995, 11/171; Komisyon,
Atatürk'ün Bütün Eserleri, IX/35.
23 Suat İlhan, Harp Yönetimi ve Atatürk, /Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 1987, s. 85; Komisyon, Atatürk'ün Bütün
Eserleri, XII/36.
24 Utkan Kocatürk, Doğumdan Ölümüne Kadar Kaynakçalı Atatürk Günlüğü, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 1999, s.
231
25 Onar, ag.e., H/261
26 İbrahim Agâh Çubukçu, "Halifelik Din ve Lâiklik", Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı: 17, 1990, s. 304.
19
57
tamim'de şu açıklamalara yer verilmiştir: Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılış günü, Hacıbayramı
Veli Camii Şerifinde Cuma namazı kılınarak, Kur'an ve namazın nurlarından feyz alınacaktır.”
Atatürk'ün bu kişilik özelliğini tespit edenlerden birisi Gott-hard Jachke'dir. Ona göre Atatürk,
çoğu zaman Allah'ın hidâyeti için dua etmiş, bir zaferden sonra da Allah'a şükretmeyi hiç
unutmamıştır. Tanrıdan yardım dilemek onun en belirgin özelliklerinden birini oluşturmuştur.
Mücadelesinde her zaman destek ve yardımı Allah'tan isteyen Atatürk, her fırsatta Kur'an okutup dua
etmeye özen göstermiştir. Yeni Türk devletinin temellerini atarken dayandığı tek kuvvet, Allah'a olan
tevekkülü olmuştur.27
Atatürk, Zübeyde Hanım ve Fikriye Hanım'a cepheden gönderdiği telgrafta, Allah'ın yardımıyla
kazanılan zaferlerden bahsetmiş ve vatanın kurtuluşu için dua etmelerini istemiştir:
"Buraya geldikten sonra düşmanı kovmak gerektiğinden, taarruz ederek Allah'ın lütfuyla attık.
Afyonkarahisar'ı aldık. Bu nedenle daha birkaç gün buralarda kalmak lazım gelecektir. Siz müsterih
olunuz! İnşallah duanız berekâtıyla bütün memleketimizi düşmandan kurtarmak nasip olacaktır.28
Atatürk, milli mücadeleye önderlik etmek üzere Ankara'ya geldiğinde ciddi bir biçimde maddi
sıkıntı çekmekteydi. Bu durumdan haberdar olan Ankara müftüsü Atatürk'ü ziyaret etmiş ve ona bin
lira gibi azımsanmayacak miktarda maddî destek sağlamıştır. Sağlanan bu maddi imkanın ardından
Atatürk, Mazhar Müfit Kansu'ya, "Gördün mü, akşam ne kadar sıkılmıştık. Bu hatıra gelir miydi? Allah
bize yardım ediyor" demiştir.29
Atatürk'ün, Büyük Taarruz sabahı, ordu hücuma hazırlanırken; "Yâ Rabbi! Sen Türk ordusunu
muzaffer et... Türklüğün, Müslümanlığın düşman ayakları altında, esaret zincirinde kalmasına müsaade
etme! Rabb'im, Yunanlıların kazandığını gösterme bana, onlar kazanacaksa, şu gök kubbe benim başıma
yıkılsın daha iyi" diye dua etmiş, "Anacığım dua et!" demiş, bu sırada gözlerinden birkaç damla yaş
süzüldüğü görülmüştür. Yine aynı gün, Türk topçuları düşman siperlerini dövmeye başladığında, Allah'ım,
Türk Milletini ve ordusunu koru, diye dua etmiştir.30
"...Benim için dünyada en büyük mevki ve mükâfat milletin bir ferdi olarak yaşamaktır. Eğer Cenabı
Hak beni bunda muvaffak etmiş ise, şükür ve hamdlar ederim. Bugün olduğu gibi, ömrümün nihayetine
kadar milletin hadimi olmakla iftihar edeceğim.”31
Şeyh Senûsî; Atatürk'ü, halâskâr-ı İslam yani İslâm'ın kurtarıcısı olarak nitelendirmiştir. Atatürk'ün
çalışma odasında bulundurduğu Kur'an nüshalarından ikisini Şeyh Senûsî hediye etmiştir. Şeyh Senûsî bu
Kur'an'lardan birisinin üzerine Atatürk'e hitaben şunları yazmıştır: Kur'an-ı Kerim aramızda sadakat ve
muhâdenet teşkil edecektir. Bunu halâskâr-ı İslâm olan sana hediye ediyorum. Kitabullah önünde yemin
ederim ki, hayatta bulundukça sana yardım edeceğim.32
Atatürk, 1922 yılında yapmış olduğu bir konuşmada, "Ben zannediyorum ki, bu hidematımdan dolayı
milletimin muhabbetine ve teveccühüne mazhar oldum. Belki bütün âlemi İslâm'ın muhabbet ve teveccühüne
mazharım." demiştir. Nitekim Atatürk, sadece Türkler tarafından değil, bütün İslâm dünyası tarafından
"Gazi"ligine ek olarak "kurtarıcı" diye anılmıştır.33 Şimdi düşünce ve görüşünü aktaracağımız bir devlet adamı
ve düşünürün açıklamaları Atatürk'ü yukarıdaki sözlerinde haklı çıkarmıştır.
Pakistan'ın kurucusu Muhammed Ali Cinnah, Atatürk'ü "Yakın doğunun Müslüman devletlerine örnek
olabilecek hizmetler yapan, çağdaş İslâm dünyasındaki en büyük Müslüman" olarak tanıtmıştır.
Can Erkan Atatürk’ün Devlet Adamlığı Sh. 126
Kocatürk, Doğumdan Ölümüne Kadar Kaynakçalı Atatürk Günlüğü, s. 292
29 Adnan Nur Baykal, Mustafa Kemal Atatürk'ün Liderlik Sırlan, Sistem Yayıncılık, İstanbul, 2004, s. 96.
30 Seyit Kemal Karaalioğlu, Resimlerle Atatürk: Hayatı İlkeleri Devrimleri, İnkılâp ve Aka Kitabevleri, İstanbul, 1981, s.
110.
31 Söylev Ve Demeçleri 2-143
32 Mehmet Kaplan ve diğerleri, Devrin Yazarlarının Kalemiyle Milli Mücadele ve Gazi Mustafa Kemal, Kültür Bakanlığı
Yayınları, Ankara, 1981, 11/762, 862.
33 N. Ahmet Asrar, "İki Halk Kahramanı M. Kemal Atatürk ve M. Ali Cinnah", I. Uluslararası Atatürk ve Türk Halk Kültürü
Sempozyum Bildirileri, Ankara, 2001, s. 15; Abdülkadir Karahan, "Dr. Muhammed İkbal'in Türkiye ve Atatürk
27
28
58
Atatürk'ün Okuduğu Dinî İçerikli Kitaplar
İslâm dinini iyi bilen Atatürk'ün, yaklaşık 6500 ciltlik kütüphanesi tetkik edildiğinde, yüzyirmiki
adet İslâm dinine ait kitap okuduğu görülmüştür. Bu araştırmada diğer dinlere ait okuduğu kitapların
sayısının da yirmi olduğu tespit edilmiştir. Özellikle "Dinler tarihi" Atatürk'ün en çok okuduğu konular
arasında yer alır.34
Atatürk'ün kişiliğinin dinsel yönünün oluşmasında okumuş olduğu eserlerin büyük etkisi
vardır. Atatürk'ün, Corci Zeydan'ın Medeniyet-i İslâmiye Tarihi gibi, Batılı yazarların eserlerini de
okuduğunu biliyoruz.35 Atatürk, Leon Caetani'nin İslâm Tarihi, R. Dozy'in İslâm Tarihi Üzerine
Denemeler, Filibeli Ahmet Hilmi'nin İslâm Tarihi, M. Şemsettin Günaltay'ın İslâm Tarihi, Enrico
İnsabato'nun İslâm ve Müttefiklerin Politikası gibi dinî içerikli eserleride okumuştur. Ahmet Naim
tarafından Türkçe'ye çevrilen Buhârî'nin Sahîh adlı eserinin muhtasarı da Atatürk'ün okuduğu kitaplar
arasındadır.36
Atatürk'ün, İslâm Tarihi ve Halifelik meselesi gibi konularda etkilendiği eserlerin başında Leon
Caetani'nin ünlü İslâm Tarihi adlı kitabı gelir. Atatürk, kaleme almış olduğu 'Tarih II. Ortazamanlar"
adlı eserinde Hz. Muhammed'in hayatı ve savaşlarını yazarken Caetani'nin Hüseyin Cahit tarafından
Türkçe'ye çevrilen İslâm Tarihi adlı kitabını kullanmıştır. İtalyan yazardan önemli ölçüde
yararlanmıştır.37
Bu kitaplardan bir kısmını okuyan da Afet inan'dır. Atatürk, özellikle bu çalışmalar sırasında Hz.
Muhammed'in gazvelerini incelerken onların haritalarını çizmiştir. 38
Öğrencilik yıllarında Atatürk okul tatillerinde Selanik'e döndüğü zaman Mevlevi tekkesini ziyarete gider,
orada Mevlevi ayini dinler, sema seyredermiş. Gördükleri ve duydukları ilgisini çektiği için, Mevlâna'nın
Mesnevî ve Divan-ı Kebir isimli eserlerinin tercümelerini okumuştur.39
Atatürk, kendi özel kütüphanesinde bulunan birçok kitabı okumuş ve önemli bulduğu yerlerin altını
çizmiştir. Ayrıca bu kitapların kenarlarına birtakım notlar düşmüştür.
Atatürk, İslâm tarihini çok iyi bilen bir önderdi. O, bir aralık kendisini İslâm Tarihine vermiştir. İslâm
tarihini ve Hz. Muhammed'in hayatını derinden incelemiştir. Atatürk, tarih çalışmaları yapmak üzere
Yalova'ya giderken İslâm Tarihine ve dinler tarihine ait Türkçe, Fransızca kitapları da beraberinde
götürmüştür. Saatlerce süren okumalar ve tartışmalar yapmıştır. Aylarca süren bu etkinlikte Afet İnan,
kendisine asistanlık etmiştir.
Atatürk’ün Kur’an Hayranlığı!
Atatürk'e 1923 yılında küçük boyda bir Kur'an-ı Kerim hediye edilmesi üzerine:
Bence kıymetini takdire imkan olmayan bu hediye Kur'an-ı Kerim'i; en derin hürmetkar din
duygularımla muhafaza edeceğim, demiştir.40
Atatürk, Ankara'da Müftü Rıfat Börekçi ve ulemânın katıldığı bir karşılama toplantısında, Kur'an'a olan
saygısını, onu öpüp başına koyarak göstermiştir. Atatürk, o sırada Seymen alayının idarecisi Güvençli
İbrahim'in göğsünde hamayli şeklinde duran Kur'an'ı saygıyla öpmüştür.41
Atatürk, Kur'an'a duyduğu saygıyı, Kur'an okuyana karşı göstererek de gerçekleştirmiştir.
Süreyya Sofuoğlu, "Atatürk'ün Edirne ve Trakya İle İlgili Anılan", XI. Milli Egemenlik Sempozyumu, TBMM Kültür Sanat
ve Yayın Kurulu Yayınlan, Edirne 2000, s. 105; Muammer Tekeoğlu, "Atatürkçü Düşünce Çizgisinde Toplum Bilim ve
Ekonomi", Atatürk Haftası Armağanı, Atatürk Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınlan, Ankara, 1987, s. 105106.
35 Komisyon, Atatürk Düşüncesinde Din ve Laiklik, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 1999, s. 236; Bayram Bayraktar
ve diğerleri, a.g.e., s. 233.
36 Gürbüz D. Tüfekçi, Atatürk'ün Okuduğu Kitaplar -Eski ve Yeni Yazılı Türkçe Kitaplar-, Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, Ankara, 1983, s. 330-351,
37 Şerafettin Turan, Atatürk'ün Düşünce Yapısını Etkileyen Olaylar Düşünürler Kitaplar, Türk Tarih Kurumu Yayınlan,
Ankara, 1999, s. 33;
38 A. Afetinan, Atatürk'ten Mektuplar, Türk Tarih Kurumu Yayınlan, Ankara,
39 Sadi Borak, Atatürk ve Din, Toplumsal Dönüşüm Yayınlan, İstanbul, 2002, s. 96
40 Sarıkoyuncu, Atatürk Din ve Din Adamları, s. 36
41 Her Yönüyle Atatürk, (Derleyen: Avni Altıner), s. 173; Meydan, a.g.e., s. 442.
34
59
Hafız Yaşar Okur şöyle demiştir: Ramazanların Atam için çok büyük bir önemi vardı. Ramazan
ayında ve Kandil geceleri beni huzurlarına çağırır, Kur'an-ı Kerim'den bazı sureler okuturlardı. Ben
okurken gözleri bir noktaya takılır, derin bir huşu ile dinlerlerdi. Ruhen çok mütelezziz olduğu her
halinden anlaşılırdı.42
1922 yılına ait not defterinde Atatürk, sık sık, "hafıza Kur'an okuttum", "hafız Kur'an okudu"
ifadelerine yer vermektedir:
Saat sekize doğru İsmet Paşa geldi, evvela yemek, yemekten sonra 10 Mart için suret-i hareket
kararlaştırıldı. (9 Mart 1922)
Ondan sonra hafıza Kur'an okuttuk. (10 Mart 1922) 43
Atatürk’ün Manevi Haz ve Duyarlılığı:
Atatürk, Kuran okumasını isteyince, “Nereyi” diye soran Hafız Yaşar'a çıkışarak şöyle der: Buraya
bak! İşte zekâ ile aptallığın mukayesesi! Sana Kur'an oku, dedim. Hangi sûreyi istersiniz diye sordun.
Bu şarkı değil ki, beğendiğimizi okuyalım, Allah'ın kelâmı... Ne diye soruyorsun. Nereden istersen
oradan oku. Sonra, hicaz makamına geç dedim. Makamı bulmak için Kur'an'ın azametini ve zevkini
berbat ettin. Şaşkın herif!44
Kur’anın Anlaşılması için, Türkçe’ye Çevirme Çalışmaları:
Türkler dinlerinin ne olduğunu bilmiyorlar. Bunun için Kur'an Türkçe olmalıdır.
Türk, Kur'an'ın arkasından koşuyor; fakat onun ne dediğini anlamıyor, içinde neler var, bilmiyor
ve bilmeden tapınıyor. Benim maksadım, arkasından koştuğu kitapta neler olduğunu Türk anlasın.
Atatürk, burada Kur'an'ın Türkçe'ye çevrilmesinin gerekçelerini açıklamaktadır.45
Atatürk, Kur'an'ın tercüme edilmesi yönündeki eğilimini, bir dayatma olarak Türk milletinin önüne
koymamıştır. Yapılacak bu çalışmanın dinin ruhuna uygun düşüp düşmediğinden emin olmak istemiştir. Bu
alanda yetkili olan uzman kimselerle uzun süren görüş alışverişlerinde bulunmuştur.
Atatürk, bu konuyla ilgili sorduğu soruya Hafız Ahmet Karaboncuk'un verdiği cevapla yakından
ilgilenmiştir.
Hafız Ahmet şöyle demişti: Muhterem Gazimiz! Arzu buyurduğunuz cevabı Kur'an bizzat kendi
diliyle veriyor. Sonra hafız, "İnnâ enzelnâhu Kur'ânen arabiyyen leallekum ta'kılûn" âyetini okudu.
Bunun üzerine Atatürk, ondan âyetin anlamanı açıklamasını istedi. Hafız Ahmet âyeti şu şekilde
açıkladı:
Bu âyet diyor ki, Biz Kur'an'ı Arap kavmine indirdiğimiz için, Arapça gönderdik. Yoksa başka dillerde
indirebilirdik. Sebebi de Kur'an'ı, yalnız okumak değil, manasını da anlamamız içindir. Muhterem Gazimiz!
Kur'an'ın asıl maksat ve isteği münderecatını anlamakmış, biz Türkler Arapça bilmediğimiz için Kur'an
Türkçe'ye tercüme edilmelidir ki, manasını anlayabilelim. Sualinize Kur'an'dan okuduğum âyetten daha veciz
bir cevap olur mu?
Atatürk bu açıklamalardan o kadar memnun olmuş ki. "hakîkaten bu cevap beni tatmin etti"
demiştir.46
Bilgi boyutunun hemen hemen hiç bulunmadığı Kur'an kıraatına, gerçek anlamda kıraat demek
mümkün değildir. Atatürk'ün gösterdiği yolda, günümüz Müslüman Türk din bilginleri bu soruna çözüm
üretmeyi denemelidirler. Aksi takdirde dün olduğu gibi, bugün de Müslüman Türkler, Yüce Allah'ın "hattâ
ta'lemû mâ tekûlûn" (“Ne okuduğunuzu anlayıncaya kadar”) emrine uymadan namaz kılmaya devam
edeceklerdir. Şuursuzca kılınan namazla başlayan şekilcilik ve tefekkür yoksunluğu, bütün dinî yaşantıyı
şekilci, özden yoksun ve ruhsuz kılacaktır.
Ömer Cam "Atatürk ve Din Eğitimi", Türkiye 1. Din Eğitimi Semineri, İlahiyat Vakfı Yayınları 1981, s. 27; İsmail Yakıt,
Atatürk ve Din, S.D.U. Basımevi, İstanbul
43 Komisyon, Atatürk'ün Bütün Eserleri, XII/69-72; Kerem Yılmaz, Dindar Atatürk
44 Nazmi Kal, Atatürk'le Yaşayanlar (Anılar), T.C. Ziraat Bankası A.Ş. Kültür Yayınlan, İstanbul, 2003, s. 71-72; Gürtaş,
45 a.g.e., s. 51-53.
46 Her Yönüyle Atatürk, (Derleyen: Avni Aktıner), s. 474; Meydan, a.g.e., s. 396-398.
42
60
Bu ayeti kerime:
“Ne okuduğunuzu anlayıncaya kadar, Namaza yaklaşmayın” anlamındadır.
Soner Yalçın’ın Kitaplarından da anlaşılacağı üzere:
Sebataist bir aileden geldiği, dindarlık kisvesi altında sinsi ve siyasi hesaplar gözettiği, Atatürke karşı
gizli bir husumet beslediği, Mustafa Kemalin Musul ve Kerkük’ü alma talimatını geri çevirdiği, Doğudaki
isyanları dolaylı biçimde teşvik ettiği, sabataist ittihatçıların tertiplediği İzmir suikastına karıştığı için tevkif
edildiği ve İnönü’nün özel girişimiyle salıverdiği bilinen Kazım Karabekir, Kur’anın Tercümesi işine şiddetle
karşı çıkmış ve çevresini “Dini yozlaştırıyor” bahanesiyle Atatürk’e karşı kışkırtmıştır.
Atatürk ise sabataistlerin (Türk ve Müslüman görünen gizli Yahudilerin) kendi aralarında “Kur’an
Muhammedin kendi yavaleri (uydurma düzmeceleri) dediklerini ise bilip durmaktadır.
Yine bu konunun tartışıldığı bir toplantıda Atatürk hiddetlenerek; Karabekir’e şunları söylemiştir: Evet,
Karabekir, Araboğlunun yavelerini Türkoğullarına öğretmek için Kur'an'ı Türkçe'ye tercüme ettireceğim ve
böyle de okutturacağım. Ta ki budalalık edip aldanmakta devam etmesinler. Atatürk’ün bu sözlerinde, dinin
doğru anlaşılmasını ve yanlış öğrenilmemesini sağlamaya çalışmaktan başka bir anlam yoktur. Karabekir bu
sert cevap karşısında şaşkınlığını anılarında şu şekilde aktarmıştır: "Şüphe yok ki, yakın günlere kadar
Kur'an'ı ve Peygamberi öven, hatta hutbe okuyan bir insandan bu sözleri duymak herkesi incitiyordu. 47
Halbuki Atatürk Kazım Karabekir’e bir hatırlatma yapmakta ve onun dindarlık görüntüsüyle, Kur’anın
Türkçeye çevrilmesine niye karşı çıktığını, gizli ve sinsi hesabını yüzüne vurmaktadır.
Yani “siz sabataistler bu Kur’an Hz. Muhammedin uydurmaları demiyormusunuz? Öyle ise bunların
tercümesinden niye gocunuyorsunuz?! Çünkü siz bu asil Milletin Kur’an gerçeğini öğrenmesini ve bilinçle
dine yönelmesini istemiyorsunuz!...” uyarısını yapmıştır.
Atatürk, yeni yetişen nesle, Kur'an'ın mealinin en kolay ve anlaşılır yöntemlerle öğretilmesini
istemiştir. Kur'an âyetlerinin, halkın anlayacağı şekilde Türkçe olarak açıklanmasını önermiştir.
Atatürk, Kur'an tefsirinin, bazı kimselerin özel uzmanlık alanı olarak kalmamasını, halkın dinî
ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir işleve kavuşturulmasını tavsiye etmiştir.
Atatürk, Kur'an'ı okuyan kimsenin, ondan mutlaka bir şeyler anlayabilmesi ve Allah’la
doğrudan irtibata geçmesi gerektiğini ifade etmek istemiştir. Nitekim bir keresinde İnşirah sûresini
okuyarak anladıklarını açıklamaya çalışmıştır.
Milli egemenlik kavramının ve bağımsızlık aşkının Kur’andan kaynaklandığını şu sözlerle
vurgulamıştır.
“Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'nun birinci maddesi gereğince egemenlik kayıtsız ve şartsız milletindir.
Milletimiz için hiçbir noktasının her ne şekil ve anlamda olursa olsun değiştirilmesine izin verilmesi imkânı
yoktur. Bu kanun milletçe Kur'an hükümleri mertebesinde önemlidir. Çünkü Kur'an hükümleri dahi bunu
onaylar.”48
Atatürk Fatiha suresinin Türkçe’sini ezberlemişti. Sûreyi bir kere daha gözden geçirdi. Güzel yüzüne
verdiği ciddiyet alametleriyle, gözünü karşıda bir noktaya dikerek okumaya başladı. Ara sıra kitaba da
bakıyordu. Okudu, o kadar güzel ve canlı okudu ki güzel ve canlı okuyan bile buna hayran oldu.
İyyâke'lerdeki hem niyaz nüktelerini hem hasr manalarını hakikaten canlandırdı.
İhdinâ'daki yalvarışları insan psikolojisine en uygun durumda okumayı başardı. Hasılı Türkçe bir ibare;
nükteleri, bediî rolleri ancak bu kadar meydana çıkarılmak suretiyle okunabilirdi.
Hakikaten okudu. Askeri kumanda eder, emirler verir gibi bir ahenk ve tavırla okudu, kendisi de farkına
vardı.
49
Atatürk’ün kur’an üzerinde yoğunlaşması ve ayetleri akıl, ilim ve vicdanla yorumlaması, hayranlık
Kazım Karabekir a.g.e.; Sh. 159
Atatürk!ün Kuran kültürü Abdurrahman Kasapoğlu Sh. 425
49 Niyazi Ahmet Banoğlu, Atatürk Siyasi ve Hususi Hayatı, Pınar Yayınevi, İstanbul, tsz., s. 178; Ergin; a.g.e., V/1951;
Meydan, a.g.e., s. 440;
47
48
61
uyandırıcıdır.
Atatürk, Kur'an tercümesinden bir yer göstererek, Hafız Sadettin Kaynak'tan okumasını ister: 50
Gösterdiği yer, Nisa sûresinde nikahlanması haram olanlarla ilgili âyetinin tercümesi idi. Bu
âyette "ve en tecmaû beyne'l-uhteyni illâ kad selef innallâhe kâne ğafûra'r-rahîmâ" ifadesi şöyle
tercüme edilmişti: "iki kızkardeşi nikâh etmeyiniz. Bir emri vâki olmuş ise(zararı yok) Allah gafur ve
rahimdir."
Burada Atatürk yüksek sesle:
Konya'ya git, orada da karının hemşiresini bilmeden al, sonra da bir emr-i vâki oldu, Allah gafur
ve rahimdir, de ha! Bu bir hezeyandır" dedi.
Ben ayağa kalkarak; Atatürk'üm, burası yanlış tercüme edilmiştir. Âyetin asıl tercümesi
şöyledir, dedim:
İki kızkardeşi bir zamanda nikâhınızda bulundurmayınız. Ancak birini bıraktıktan yahut öldükten
sonra ötekini alınız. "Bir emr-i vâki olmuş ise" değil, "illa mâ kad selef" Kur'an'ın nüzulünden yani
İslâmiyetten önce vaki olan evlenmeler müstesnadır. Bunlardan dolayı Cenâb-ı hak sizleri muhatap
tutmaz.
Atatürk, bu izahatımı sonuna kadar ilgiyle dinledi ve hiçbir şey söylemedi. Ertesi gece yine
huzurlarına çağırıldım. Beni yanına oturttu ve dün geceki bahsi bir daha anlat dedi; ben de anlattım.
Senin dediğin doğruymuş. Ben bugün tetkik ettim. Elimizde bulunan tercümenin yanlışlığı
ortaya çıktı. Bu tercümeyi bırakalım. Mehmet Akif'in tercümesini alalım. 51
Sabiha Gökçen, Atatürk'ün okuduğu şiirler arasında şu mısraların bulunduğunu aktarır:
"Fıtratta tekâmül ezelîdir; bu kemâle Tevrat ile, İncil ile, Kur’an’la inandım." Yani “İnsan, adım
adım olgunlaşmaya müsait olarak Allah tarafından yaratılmıştır. Ben bu gerçeğe Tevrat’ın, İncil’in ve
Kur’anın ayetleriyle inandım.”
Kuran âyetlerinde ve Peygamberimizin sözlerinde kurulacak herhangi bir devlet düzeninin ve
hükümetin ismi ve şekli değil, sadece temel esasları ifade edilmiştir. Onlar şunlardır: İstişare, adalet
ve devlet başkanına itaat.
Cemil Said, yapmış olduğu Kur'an-ı Kerim Tercümesi'ni Atatürk'e hediye etmiştir. Bu Tercümeyi
Atatürk'ün, altını çizerek okuduğu görülmüştür. Örneğin, Bakara sûresi 10-12. âyetler, Hûd sûresi 80. âyet
altı çizilerek ve işaretlenerek okunmuştur.52
Atatürk, 1925 yılında Ankara Gazi Kız Numune Mektebine, Cemil Said'in Türkçe Kur'an çevirisini
armağan etmiştir. Hediye ettiği bu Kur'an çevirisinin üzerine "Gazi Kız Numune Mektebi'ne, dikkatle
okunmak ve... İçin hediye ediyorum." ifadelerini not düşmüştür.53
Atatürk, çeşitli vesilelerle, okunan Kur'an âyetlerinin açıklamalarını yapmıştır. Bu tür etkinliklerden
birisi, Beykoz imamı Hafız Efendi'yle yapmış olduğu görüşme sırasında gerçekleşmiştir.
Beykoz imamlarından Hafız Efendi bir gün Atatürk tarafından saraya çağırılmıştır. Hafız Efendi'yi
karşısına oturtan Atatürk ona saatlerce Kur'an okutmuş, okunan âyetleri de kendisi tefsir etmiştir.54
Atatürk, 1922 yılında Konya'ya gelişinde Kavaklı Medresesi'ni ziyaret etmiş ve öğretmenlerle
görüşmesi sırasında onlara "Devlet nedir?" diye sormuştur. Verilen cevaplar arasında "Muhakkak ki, Allah
iyilik ve adaletle emretmemizi ister..." şeklinde bir açıklama da yer almıştır. Atatürk bu açıklama hakkında
şöyle bir değerlendirmede bulunmuştur:
Beşeriyetin idrak derecesi, nurlanması, mükemmelleştirilmesi her insanın doğrudan doğruya Allah'ın
Bu tercüme, Kazımirski'nin Fransızca Kur'an tercümesinden Cemil Said'in "Kur'an-ı Kerim Tercümesi" adıyla Türkçe'ye
çevirdiği tercümedir.
51 Ergin, a.g.e., V/1953-1954; Cündioğlu, Türkçe Kur'an ve Cumhuriyet İdeolojisi, s. 230-231; Banoğlu, Atatürk Siyasi ve
Hususi Hayatı, s. 17852 Komisyon, Atatürk'ün Okuduğu Kitaplar, 450-457.
53 Palazoğlu, a.g.e., s. 200.
54 Gürtaş, a.g.e., s. 61-62; Yakıt, a.g.e., s. 51-52
50
62
imanıyla temas kabiliyetine erişmesiyle mümkün olur. Bu olayda Atatürk'le diyalokta bulunan kişinin Sadi
Irmak olduğunu öğrendik. Sadi Irmak bu olayı şöyle anlatmaktadır:
"01 Mart 1922 tarihinde Büyük Atatürk Konya'ya teşrif etmişlerdi. Çelebi Efendi ve dervişler tarafından
istasyonda karşılandıktan sonra Kavaklı Medrese olarak adı kalan kültür yuvasına geldiler. Maarif Camiası
içinde Konya İdadisi Öğretmeni olarak ben de bulunuyordum.
Kendilerini bahçede Merasim birliği şeklinde karşıladık. Her birimizi dikkatle süzdükten sonra
"Efendiler, devlet nedir?" sorusunu ani olarak bize yöneltti. Arkadaşlar bayraktır, anayasadır, gibi cevaplar
verirlerken bendeniz cevap arz edeceğimi işaret ettim. İzin verdiler.
Devletçiliğin geniş anlamını emsalsizce Büyük Kitabımız Kur'an-ı Kerim'de yer alan her Cuma
hutbelerinin sonunda hepimizin her zaman duyduğu "innallâhe ye'muru bil'adli ve'l-ihsâni..." âyetini okudum.
Bendenizi takdir edip sırtımı okşayarak taltif ettiler... 55
Atatürk evrendeki kanunlarla Kur'an'daki âyetlerin kaynağının aynı olduğunun arkındadır.
Atatürk Kur'an'da yer alan ve İslâm dininin esasını teşkil eden bilgi ve öğretilerle, evrende
hakim olan kanunların aynı kaynağa dayandığını ileri sürmektedir. Hem dini gönderenin hem de
evrendeki kanunları düzenleyenin Yüce Allah olduğunu belirtmektedir. O, dinî verilerle, evrendeki
kanunlar arasında bir çelişkinin ve uyuşmazlığın bulunmadığını düşünmektedir.
Temel kurallar hepimizce bilindiği üzere Yüce Kur'an'daki buyruklardır. İnsanlara olgunluk ruhu vermiş
olan dinimiz, son dîndir. Çünkü dînimiz akla, mantığa, hakikate tamamen uyar ve uygun düşer. Eğer akla,
mantığa ve hakikate uygun düşmemiş olsaydı bununla diğer ilâhî kanunlar arasında tezat olması gerekirdi.
Çünkü bütün kavânin-i kevniyyeyi yani varlık kanunlarını yapan Cenâb-ı Hak'tır. Atatürk'ün bu yaklaşımı,
Kur'an'ın açıkladığı önemli konulardan birisidir.
Kur'an'da yer alan bilgilere âyet denildiği gibi, Allah'ın evrende yarattığı varlık ve onlarla ilgili
düzenlediği kanunlara da âyet denilmektedir. Kur'an'a göre, evrendeki bütün varlık ve oluşlar Allah'ın
âyetleridir: "Biz onlara, ufuklarda ve kendi canlarında âyetlerimizi göstereceğiz ki o Kur'an'ın gerçek
olduğu onlara iyice belli olsun.56
Yüce Allah Kendi varlığının delillerini/âyetlerini insan ruhunun derinliklerine, kapsamlı bir
şekilde evrene yerleştirmiştir. Evrene yayılan ve insan benliğine yerleştirilen kevnî âyetler Kur'an
âyetlerinin doğruluğunu göstermiştir.
Kur'an'da, evrendeki varlıklar ve geçerli olan tabiat kanunları ile ilgili pek çok âyet vardır.
Günümüzde modern bilimin gelişmesiyle, evrendeki varlık ve oluşlardan bahseden Kur'an âyetleri
daha doğru anlaşılmaya başlamıştır. Bazı araştırmacılar, evrendeki varlık ve oluşlardan bahseden
Kur'an âyetlerinin modern ilmin sağlam verileriyle çelişmediğini gösteren eserler kaleme
almışlardır.57
M. Kemal gösteriş ve şekilciliğe karşıdır:
Atatürk, Gösteriş ve istismar için bıraktığı uzun sakalını asla kesmeyeceğini söyleyen birisini,
önemli bir görev vadiyle Ankara’ya çağırır. Ertesi gün Şıh Atatürk'ü görmek üzere Ankara ya gelir.
Sakal tamamen kesilmiş, saçlar kısaltılmış, kılık kıyafet baştan sona değiştirilmiş, bambaşka bir
görünümle Atatürk'ün huzuruna çıkar. Atatürk'ün mesai arkadaşları, büyük bir merak içerisinde
Şıh'daki değişikliğin sebebini Atatürk'e sorarlar:
Aman Paşam, o şıh sakalına el sürdürmezdi, siz ne ettiniz de kökünden kesmesini sağladınız?
Atatürk, tebessüm ederek yanındakilere şu karşılığı verir: Dün aksam Amasya valiliğine bir yazı
gönderdim ve Şıh'ı Afyon'a vali atadığımı bildirdim.
Atatürk, yeni bir yazı yazdırıp Şıh'a verilmesini söyler. Yazıda şu ifadeler yer almaktadır:
İnancın ölçüsünün sakalda olmadığını anladığına sevindim. Valilik meselesine gelince, bugün koltuk
Sadi Irmak'dan Anılar, T.C. Konya Valiliği, http//www.konya.gov.tr/ataturk/anilar.htm
Fussilet:53
57 Bkz., Celal Kırca, Kur'an-ı Kerim'de Fen Bilimleri, Marifet Yayınları, İstanbul, 1989.
55
56
63
uğruna kırk yıllık sakalından vazgeçebilen, yarın başka şeyler için milletinden bile vazgeçebilir. Seni böyle bir
ikileme mahkum bırakmayalım. Kal sağlıcakla.58
Hz. Muhammed’i anlayarak ve hayranlık duyarak inanmıştır.
Şemsettin Günaltay anlatıyor.
Ben sözlerimi bitirince Gazi, Milli Şef İsmet İnönü'ye dönerek şöyle dedi:
“Muhammed'i bana, cezbeye tutulmuş, sönük bir derviş gibi tanıtmak gayretine kapılan bu gibi
cahil adamlar, O'nun yüksek şahsiyetini ve başarılarını asla kavrayamamışlardır. Anlatmaktan da çok
uzak görünüyorlar. Cezbeye tutulmuş bir derviş, Uhud Muharebesi'nde ancak en büyük bir
komutanın yapabileceği bir planı nasıl düşünür ve tatbik edebilir?.
Önündeki kâğıda Uhud Muharebesi'nin planını çizdi. Milli Şefe uzattı. Her iki tarafın kuvvet ve
durumlarını, alınan tedbirleri, Peygamber'in savaştan önce ve sonraki kararlarını beni hayrette bırakan bir
doğrulukla izah etti. Sonra İnönü’ye hitaben "O zaman orada siz komutan olsaydınız; bundan başka mı
hareket ederdiniz?" diyerek alınan tedbirlerin isabetini ona da tasdik ettirdi.
Ben, on üç asır önce Medine çevresinde cereyan etmiş olan bir harbi bütün teferruatıyla canlandıran
bu büyük komutanın belirttikleri sahneyi sanki seyreder gibi dalmıştım. Gazi, birden bire gözlerini bana
dikerek şunları söyledi:
“Tarih, hakikatleri tahrif eden bir sanat değil, belirten bir ilim olmalıdır. Bu, küçük harpte bile
askerî dehası kadar siyasi görüşleriyle de yükselen bir insanı, cezbeli bir derviş gibi tasvire yeltenen
cahil serseriler, bizim tarih mesaimize katılamazlar. Muhammed, bu harp sonunda çevresindekilerin
direnmelerini yenerek ve kendisinin yaralı olmasına bakmayarak, galip düşmanı takibe kalkışmamış
olsaydı, bugün yeryüzünde Müslümanlık diye bir varlık görülemezdi!” 59
Kur'an'ın, insanlığa model şahsiyet olarak sunduğu Hz. Muhammed, Atatürk tarafından bir örnek
olarak
gösterilmiştir. Atatürk, toplumun kalkınabilmesi ve sorunlarını aşabilmesi noktasında Hz.
Muhammed'in yol göstericiliğine ihtiyaç duyulduğunu belirtmiştir.
Kaynaklarda bu konuda, Atatürk'ün son mesajı başlıklı bir bilgi aktarılır: Bütün dünyanın
Müslümanları, Allah'ın son peygamberi Hz. Muhammed'in gösterdiği yolu takip etmeli ve verdiği
talimatları tam olarak tatbik etmeli, tüm Müslümanlar Hz. Muhammed'i örnek almalı ve kendisi gibi
hareket etmeli: İslâmiyetin hükümlerini olduğu gibi yerine getirmeli; zira ancak bu şekilde insanlar
kurtulabilir ve kalkınabilirler. Hz. Muhammed'i överek onu örnek alan Atatürk, Allah'a yönelmede onu
rehber göstermiştir.60
Atatürk, Hz. Muhammed'e beslenilen sevginin, ancak onun koyduğu fikirleri, esasları korumakla, tecelli
ettirmekle mümkün olduğunu açıklamıştır.61 "Büyük bir inkılâp yaratan Hazreti Muhammed'e karşı
beslenilen sevgi, ancak onun ortaya koyduğu fikirleri, esasları korumakla, tecelli ettirmekle
mümkündür."62 Atatürk ün bu sözü, Âl-i İmrân, 3/31 âyetinin açılımı gibidir. Yüce Allah bu âyette şöyle
buyurmuştur: "De ki: "Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.
Allah bağışlayan, esirgeyendir." Allah'ı sevmek, dolayısıyla O'nun peygamberini sevmek, peygamberin
ortaya koyduğu düşünceleri ve esasları korumakla, gerçekleştirmekle mümkün olur. Sevgi sevilenin
düşüncelerine sadık kalarak ispat edilebilir.
Din eğitimine verdiği önem ve amaçları:
Atatürk, Türk Milli Eğitimi'nin amaçlarından birinin, yeni yetişen nesle dini tanıtmak ve bunun
Hava Kuvvetleri Komutanlığı Atatürk Sayfası, (http: //www.hvkk.mil.tr/Atatürk/Anilar.asp).
M. Şemsettin Günaltay, "Atatürk'e Ait İki Hatıra", Ülkü Dergisi, sayı.- 100, 1945, s. 3; Halil Şimşek, Türk Kültürü, Harp
Akademileri Komutanlığı' Yayınları, İstanbul, 2000, s. 23-25; Yılmaz, a.g.e, s.9-11: Zümrüt, a.g.e., s. 161-163; Perincek,
a.g.e., s. 259.) Atatürk bu açıklamasında, Hz. Muhammed'i askerî alanda büyük bir deha olarak kabul etmiştir. Okuduğu
dinî eserlerde en çok çizdiği satır altları, Hz. Peygamberin savaş hakkındaki sözleri ve uygulamalarıdır. (Zümrüt, a.g.e.,
s. 64
60 Atam İzindeyiz, (http./Avww.atamizindeyiz.com/01/atalO.htm).
61 Arıburnu, a.g.e., s. 286; D-nk, a.g.e.. s. 60. Perincek, a.g.e., s. 259; Yılmaz,a.g.e, s. 11; Zümrüt, a.g.e.. 6b.
62 Gerçek Atatürkçülük, (http://www.bozkurtataturk.com/gercekata04.html).
58
59
64
için de onlara yeterli dinî ve ahlâkî bilgiyi vermek olduğunu açıklamıştır:
Dolayısıyla; bizim takip edeceğimiz maarif siyasetinin temeli, evvela mevcut cehaleti gidermektir.
Teferruata girmekten kaçınarak, bu fikrimi birkaç kelime ile açabilmek için diyebilirim ki, genel olarak bütün
köylüye okumak, yazmak ve vatanını, dinini, dünyasını tanıtacak kadar coğrafi, tarihi, dinî ve ahlâkî malumat
vermek ve dört işlemi öğretmek maarif programımızın ilk hedefidir. 63
Atatürk, yaşadığı dönemde Müslüman toplumların, başka milletlerin egemenliği altında
aşağılayıcı bir yaşam sürdüklerini gözlemlemiştir. Müslüman toplumlarda verilen din ve ahlâk
eğitiminin, onları başka milletlerin tutsağı olmaktan kurtaramadığını tespit etmiştir. Bu yüzden
eğitimin ciddiyetle yeniden ele alınmasını önermiştir:
Efendiler, yeryüzünde üçyüz milyonu aşkın İslâm vardır. Bunlar ana-baba, hoca eğitimiyle eğitim ve
ahlâk almaktadır. Ne yazık ki gerçek durum şudur ki, yeryüzündeki yüz milyonlarca Müslüman yığınlar şunun
ya da bunun tutsaklık ve aşağılayıcılık zincirleri altındadır. Aldıkları manevi eğitim ve ahlâk, onlara tutsaklık
zincirlerini kırabilecek insanlık niteliğini vermemiştir, veremiyor. Çünkü eğitimlerinin hedefi milli değildir. 64
Atatürk, Türk Milliyetçiliğinin asla İslamsız düşünülemeyeceğini açıklamıştır.
Atatürk’ün etkilendiği bir şiirde 'Türk" ve "din” kavramlarına birlikte değer yüklenmiştir. Burada
Türklük ve din kavramları özdeşleşilen iki temel unsuru dile getirmektedir. Atatürk, millî benliğini bu
iki kavramın temsil ettiği anlayışa göre şekillendirmiştir.
Atatürk'e göre, Türk milleti, milliyetçilik bağıyla birbirine bağlıdır. Bununla birlikte İslâm dinine
mensup olan Türk milleti, diğer Müslüman topluluklarla da inanç bağına sahiptir. Bu inanç bağı, Türk
milletinin bağlarını geniş ve sınırsız bir alana taşır:
Bizim milliyetperverliğimiz her halde hodbinane ve mağrurane bir milliyetperverlik değildir ve bilhassa
biz İslâm olduğumuz için; İslâmiyet açısından bizim ümmetçiliğimiz vardır ki, milliyetperverliğin çizmiş
olduğu sınırlı daireyi sonsuz bir sahaya nakleder...65
Atatürk, bir milletin varlığını devam ettirmesinde dini zorunlu bir kurum olarak görmektedir. O,
din olgusundan yoksun milletlerin varlıklarını sonsuza kadar koruyamayacakları düşüncesindedir:
Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkan yoktur. Atatürk, bir milletin kendi millî
benliğini muhafaza edebilmesi için kendi dinine olan bağlılığını da devam ettirmesi gerektiğine
inanmış olduğunu ortaya koymuştur. Onun bu kanaati, dini, Türk kültürünün en önemli temel
unsurlarından biri saymasından kaynaklanmıştır. Vatan sevgisinin, devlete ve millete bağlılığın
kaynağında din vardır. Atatürk, Dinsiz milletlerin devamına imkan yoktur, derken bu gerçeğe dikkat
çekmiştir.66
Atatürk, Türk milletinin dinî geleneklerinin güçlü olduğunu ve buna bağlı olarak da yabancı
düşünce akımlarının millî dokuyu bozmasının zor olduğunu söylemiştir.
Atatürk, Türk milletinin kimliğini Tam manasıyla Türk olmak şeklinde açıklarken, iyi Müslüman
olmayı Türk kimliğinin bir unsuru olarak görür. Atatürk iki defa "biz" kelimesini kullanarak, birisinde
"Türk" kavramına, diğerinde "Müslüman" kavramına vurgu yapar: "Biz Türküz; tam manasıyla Türküz.
İşte o kadar. Bize iyi Müslüman olmak kâfidir.67
Atatürk’ün sağlam Ahiret inancı ve ölümsüzlük anlayışı:
Önemli olan, ölmemek için çareler aramak, ölümden kaçmak değil, ölüm bize nerede, ne zaman
gelirse gelsin anlamlı bir şekilde ölebilmeye her an hazır olmaktır. Her şeyi bu dünyadan ibaret
görenler, zaten ölüm korkusuyla her an ölüp ölüp dirilmektedirler. Yadsıma ya da bastırma türünden
Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi, ALFA Basım Yayım, İstanbul, 2001, s.
Selahattin Öğülmüş, "Atatürk'ün Yetiştiği Çevre ve Dönemin Eğitim Öğretim Siyasal ve Sosyal Gelişmeler Bakımından
Değerlendirilmesi, Atatürk Haftası Armağanı, Gnkur. Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1990,
s.161
65 Komisyon, Atatürk'ün Bütün Eserleri, K/176-177
66 Anıl Çeçen, Atatürk ve Cumhuriyet, Türkiye İs Bankası Kültür Yayınları Ankara
67 Süleyman Arslan, "Atatürk Milliyetçiliği", 100. Yıl Atatürk Konferansları Ankara, 1981, s. 17; Kazım Ütük, Türklüğün
Bayrağını Yükselten
63
64
65
savunma mekanizmaları geliştirenlerin, ölümü, ölüm korkusunu ne derece aştıkları ise kuşkuludur. 68
Atatürk, insanın hem bu dünyadaki hem de ölümden sonraki varoluşunu felsefî düzeyde
sorgulamıştır. Bu konudaki kendi şahsî görüşünü şu şekilde dile getirmiştir:
Vaktiyle kitaplar karıştırdım. Hayat hakkında filozofların dediklerini anlamak istedim. Bir kısmı her şeyi
kara görüyordu. "Mademki hiçiz ve sıfıra varacağız, dünyadaki geçici ömür sırasında neşe ve saadete yer
bulunmaz", diyorlardı.
Başka kitaplar okudum, bunları daha akıllı adamlar yazmışlardı. Diyorlardı ki, "mademki sonu nasıl
olsa sıfırdır, bari yaşadığımız müddetçe şen ve neşeli olalım."
Ben kendi karakterim bakımından ikinci hayat (Ahiret) anlayışını tercih ediyorum. Fakat şu kayıtlar
içinde: Bütün insanlığın varlığını kendi şahıslarında gören adamlar bedbahttırlar. Herhangi bir şahsın,
yaşadıkça memnun ve mesut olması için lazım gelen şey, kendisi için değil, kendisinden sonra gelecekler
için çalışmaktır. Makul bir adam, ancak bu suretle hareket edebilir. Hayatta tam zevk ve saadet ancak
gelecek nesillerin şerefi, varlığı, saadeti için çalışmakta bulunabilir.
Bir insan böyle hareket ederken, "benden sonra gelecekler acaba böyle bir ruhla çalıştığımı fark
edecekler mi?" diye bile düşünmemelidir. Hatta en mesut olanlar, hizmetlerinin bütün nesillerce meçhul
kalmasını tercih edecek karakterde bulunanlardır. 69
Atatürk, "ikinci hayat anlayışını tercih ediyorum" derken bu dünya hayatından sonra gelecek
olan âhiret hayatını kastetmiştir. Ahiret hayatına olan inancını karakterinin bir parçası olarak
açıklamıştır. Atatürk, dünya hayatının ölümle son bulmasını, ölümün insan üzerindeki etkisini, ikinci
bir hayatın varlığına kabul ederek aşmıştır. Atatürk, insanın varoluşunu sadece bu dünyadan ibaret
gören, bu yüzden ölüm dolayısıyla kötümserliğe düşen ya da mevcut dünya hayatını en yüksek hazla
geçirmeyi tercih eden anlayışları benimsememiştir.
Atatürk, kendisinin bu dünyadaki varlığını milletine hizmete adadığını vurgulamıştır. Yaptığı
hizmetlerden dolayı herhangi bir çıkar ya da övgü beklemediğini açıklamıştır. O, bu açıklamaları
yaparken ikinci hayatın varlığına olan inancını belirtme ihtiyacı duymuştur. Dolaylı olarak, milletine
yaptığı hizmetin karşılığını bu ikinci hayatta umduğunu işaret etmiştir. Nitekim onun dünya hayatını
bir imtihan olarak kabul ettiğini, insan davranışlarının cennet ya da cehennemle değerlendirileceğine
inandığını belirtmiştik.
Özetle:
Atatürk, kişiliğinin dinsel yönünü ifade ederken, "dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, buna da
öyle inanıyorum", "elhamdülillah, hepimiz Müslümanız; hepimiz dindarız" demiştir. O, İslâm dininden, "bağlı
bulunmakla mutlu olduğum İslâm dini" diye söz emiştir. Gerçek bir Müslüman olduğunu bütün hayatı
boyunca göstermiştir.70 Atatürk, bu ifadeleriyle, dindarlığın kendi kişiliğinde önemli bir yeri olduğunu
belirtmiştir. İslâm dinini, kendi kimliğini oluşturan temel unsurlarından biri olarak kabul etmiştir.
Atatürk'ün dine bağlılık ve Kur'an ile olan ilişkisi, onun kişiliğinin temel özelliklerinden birisi olarak
değerlendirilmiştir. Onun, Kur'an mesajının özünü iyi kavradığı ve tarihî mecrasını çok iyi bildiği kesindir.
Atatürk, konuşmalarında Kur'an âyetlerine referansta bulunmuştur. O, İslâm dini ve İslâm'a özgü temel
kavramlar hakkında geniş ve zengin bilgi sahibidir. Dinine bağlı bir insan olan Atatürk, dinini hiçbir zaman ret
etmemiştir.71 Bu konuda hem sahte Kemalistler, hem de bazı dinci kesimler Atatürk’e iftira etmektedir.
Atatürk'ün Son Hastalığı ve Vefatı
İslâm dininin, özellikle de Kur'an'ın Atatürk'ün kişiliği üzerindeki etkisi ömrünün sonuna kadar devam
etmiştir: Şifasız hastalığı teşhis edildiğinde, namaz sûreleri ile daha yakından ilgilenmeye başlamıştır. Bu
Nurettin Topçu, Var Olmak, Dergâh Yayınlan, İstanbul, 1997, s. 44-45. Bu konunun başından buraya kadar olan bölüm
yazarın belirtilen kitabından alınmıştır: Kasapoğlu, Kur'an'da İnsan, s. 42-52.
69 Falih Rıfkı Atay, "Atatürk'ün Yaşam Felsefesi", Bilim ve Teknik, sayı: 14, Ankara, 1984, s. 204; Özer Ozankaya,
Toplumbilime Giriş, S Yayınları
70 Ünver Günay, Harun Güngör, A. Vehbi Ecer, Laiklik Din ve Türkiye, Adım Yayınları, Ankara, 1997, s. 129
71 Ethem Ruhi Fığlalı, Dîn ve Lâiklik Üstüne Düşünceler, Muğla Üniversitesi Yayınları, Muğla, 2001, s. 166
68
66
sûreler hakkında Ahmet Hamdı Akseki ve Ali Rıza Sağman hocalardan bilgi almıştır. Bu iki hocayı
kastederek; "Şimdi bana şifa ve huzur getirenlerle beraberim" demiştir.72
Atatürk, nasıl ki, daha doğar doğmaz Kur'an kültürüyle tanışmışsa, hayatının sonlarına doğru da
Kur'an'ın manevî desteğine büyük önem vermiştir. Hastalığının, kendisini rahatsız ettiği dönemlerde teselliyi
Kur'an'da bulmuştur.
Ömrünün son Ramazan ayında, vefatından onbeş gün önce 25 Ekim 1938'de, Türk milletine ve bütün
Müslümanlara vasiyet niteliğinde yapmış olduğu şu açıklama onun dindar kişiliğinin yansımalarından birisidir:
"Allah'ın son peygamberi Hz. Muhammed'i bütün Müslümanlar örnek almalı, İslâm'ın hükümlerine
uymalıdırlar. İnsanlık ancak bu şekilde kurtulup kalkınabilir."73
Atatürk, son hastalığında, büyük acılar içerisindeyken Allah'ın azîz ismini "Yâ Rabbi, Yâ Rabbi"
diyerek aralıksız zikretmiştir. "Aman yarabbi..." gibi sözler sayıklamıştır. Şükrü Kaya'nın anlattığına göre,
Atatürk, hayatının son saatlerinde kendine geldiği bir anda, "Bana ne oldu? Hiçbir şey bilmiyorum...
Allah... Allah... çok şey!" gibi sözler sarf etmiştir. Hastalığı sırasında kendinden geçtiği anlarda "Allah!"
dediği, çevresindekiler tarafından işitilmiştir.74
Atatürk, her Müslüman gibi son demlerinde Allah'ı anmış-tır. Son anlarında hep Kur'an lisanıyla Allah!
Allah! diye ilâhî yardım talebinde bulunarak ruhunu teslim etmiştir.75
Neşet Ömer İrdelp, son derece halsiz düşmüş olan Atatürk'ü tedavi edip rahatlatmak isterken, "dilinizi
lütfen biraz uzatınız!" diye ricada bulunmuştur. Başını biraz sağa çevirip doktora dikkatle bakan Atatürk,
"Aleykümselam!" demiş ve bu onun son sözü olmuştur.76 Atatürk'ün son sözleri hakkında söyle bir rivayet
daha vardır:
Atatürk, üç gece komada kaldıktan sonra gözlerini açtı. Kelime-i şehâdet getirdi. Hafif bir sesle,
Türkiye'nin kalkınma ve refah yoluna koyulmasından ve başladığı işin başarıyla sonuçlanmasından memnun
olduğunu belirtti. İkinci kez şehâdet getirdi ve son nefesini verdi.77
Atatürk'ün hastalığının ilerlediği, ömrünün son günlerinde kardeşi Makbule, başucunda sık sık Kur'an
okumuştur. Cenaze namazını, Dolma Bahçe Sarayı'nda İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi
Şerafettin Yaltkaya kıldırmıştır. İnönü ve sabataist cuntası Atanın cenazesini Müslüman Türk halkından
kaçırmıştır.
İlahiyatçı Doç. Dr. Abdurrahman Kasapoğlu “Atatürk’ün Kur’an Kültürü” adlı değerli araştırmasını şu
önemli tespitlerle bitirmektedir:
Atatürk'ün kişiliğinde etkisi olan unsurlardan birisinin de Kur'an kültürü olduğu kesindir. Bu kültürün
etkisi özellikle ilk yetişme yıllarında, Çanakkale ve Kurtuluş savaşı yıllarında onun şahsiyetinde daha belirgin
hale gelmiştir. O, hayatının her döneminde az ya da çok Kur'an kültürünün izlerini ve etkilerini göstermiştir.
Kur'an, Atatürk'ün saygı duyduğu ve moral motivasyon açısından destek aldığı, bazı toplumsal
sorunların çözümlenmesinde referans gösterdiği ilâhî bir kitaptır. Onun kişiliğini şekillendiren pek çok kaynak
arasında önemli bir yere sahiptir. Atatürk, her yönden olduğu gibi, bu yönden de Türk milletine rehberlik
etmiştir.
Atatürk, Türk milleti için önde gelen model şahsiyetlerdendir. Onun sahip olduğu Kur'an kültürü, Türk
milleti için örnek alınabilecek yönlerden birisidir. Türk milleti, dinî yaşantısında Atatürk'ün Kur'an kültürünü
kendisine örnek edinebilir. Böylece sağlıklı bir din anlayışına sahip olabilme çabalarını sürekli kılabilir.
Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti'nin temellerini atarken, Türk milletinin dinî yaşantısını sağlıklı biçimde
devam ettirebilmesini sağlayacak bir gayret içerisine girmiştir. Türk milletinin dinî kültürünü, asıl kaynak olan
Cemal Kutay, Atatürk'ün Beraberinde Götürdüğü Hasret: Türkçe İbadet, Aksoy Yayıncılık, İstanbul, 1998,1/23;
Meydan, a.g.e., s. 456
73 Kazım Ütük, Türklüğün Bayrağını Yükselten Görkemli Bozkurt: Atatürk, http://www.ulkuocaklari.org.tr/ataturk/013.htm);
Kezban Matemi, 'Kamusal alan Yasakçıları' Atatürk'ü Örnek Almalı!
74 Enver Behnan Şapolyo, Atatürk'ün Hayatı, Güneş T.A.O. Matbaası, Ankara 1954, s. 375
75 Dücane Cündioğlu, Türkçe Kur'an ve Cumhuriyet İdeolojisi, KİTABEVİ, İstanbul, 1998, s. 276;
76 Bilâl N. Şimşir, Atatürk'ün Hastalığı, Türk Tarih Kurumu Yayınlan, Ankara, 1989, s. 91
77 Fauk, a.g.e., s. 101
72
67
Kur'an'dan doğrudan edinebilmesi için, Kur'an'ın Türkçe'ye çevirilerini, herkese ulaştırılmasını gaye
edinmiştir.
Atatürk'ün önerileri ve uygulamaları dikkate alındığında, günümüzde Müslümanların Kur'an ile
ilişkilerine yeni bir boyut kazandırmak gerektiğini söyleyebiliriz. Müslümanlar, dua ve ibadet amaçlı Kur'an
okumalarının yanında, bilgiye dayalı şuurlu okuma ve dinlemeleri daha da gereklidir. Örneğin camilerde
yapılan Kur'an okumalarının, mealleriyle birlikte sunulmasına önem verilmelidir. Türk milleti. Kur'an ile olan
ilişkilerinde bilişsel boyuta yönelmelidir. Bunun için Kur 'an ‘ın Türkçe mealleri yaygınlaştırılmalı ve teşvik
edilmelidir.
Atatürk'ün Kur'an ile olan ilişkisi sadece meal düzeyinde değil, aynı zamanda yorum boyutundadır. O,
bazı Kur'an âyetlerinin yorumu üzerinde de durmuştur. Kur'an'ın yeni yetişen nesle, anlayabilecekleri tarzda
ve
pratik
hayattaki
ihtiyaçlarına
uygun
bir
şekilde
yorumlanıp
aktarılmasını
önermiştir.
Kur'an
yorumculuğunun, sadece belli bir kesimin uzmanlık alanı olmakla sınırlı kalmayıp, halkın ihtiyaçlarına cevap
verebilen bir kültür hazinesi olmasını önermiştir.
Kur'an'ın metafizik alanla ilgili öğretileri, Atatürk'ün manevi dünyasına şekil vermiştir. Atatürk,
dinin, insanın ruh dünyasındaki önemli yerini, dinsizliğin açmazlarını tutarlı bir şekilde kavramıştır.
Allah tasavvuru konusunda ve Allah ile iletişimde dengeli mü'min bir kişilik geliştirmiştir. Allah ile
iletişimde, ilâhî yardım talebi, tevekkül, hamd ve şükür, ilâhî adalete güven gibi ilişki biçimlerini
kişiliğinde özümsemiştir. Allah'a güvenmenin sağladığı moral ve güce bütün benliğiyle inanmış iman
getirmiştir.
Atatürk, aklı kullanmayı, dünya koşullarındaki yöntem ve ilkelerin gereğini yapmayı, çalışıp
üretmeyi, gayret ve çabayı gerçek dindarlığın göstergesi saymıştır. Dindarlık adına, dünyadan
vazgeçmenin doğru olmadığını savunmuştur. Başarısızlık, beceriksizlik, tembellik ve ataletin
ardından kadere sığınmayı büyük bir yanlış kabul etmiştir. Dünya koşullarında insanların ve
toplumların üzerlerine düşen görevden kaçmak için kader inancını savunma mekanizması olarak
kullananları sürekli olarak eleştirmiş, sorumluluk ve görev bilincini öğütlemiştir.
Atatürk, tarih boyunca toplumların sürekli gelişim ve değişim içerisinde olduğunu ve gelişmelere ayak
uydurmanın dinin temel dayanağı olan Kur’an tarafından tavsiye edildiğini vurgulamıştır. Bozulmalar ve
hurafeler karşısında dinî düşüncenin bile her zaman aktif, gelişmeye ve yenilenmeye açık olması gerektiğini
belirtmiştir.
Atatürk, din eğitimiyle yakından ilgilenmiştir. Toplumu doğru bilgilendirmek için yüksek ve gerçek din
öğretimine; temel dinî bilgi ve kültürü yeni yetişen nesle kazandırabilmek için okullardaki din eğitimine önem
vermiştir. Her türlü eğitimde kadın ve erkek arasındaki eşitsizliği gidermenin dinî bir görev olduğunu
söylemiştir. Yaygın din eğitiminin temeli olan Cuma hutbelerini ıslah ederek bu alanda Türk tarihinin en
büyük devrimlerinden birisini gerçekleştirmiştir. Din hizmetlerinin merkezi durumundaki camilerle yakından
ilgilenmiştir. Kurmuş oluğu Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla Türk milletinin sağlıklı bir şekilde din hizmeti
almasını istemiştir.
Bütün bu veriler ışığında şöyle bir öneride bulunmak doğru olur: Ülkemizdeki resmi Kur'an
kurslarında, imam hatip liselerinde ve ilahiyat fakültelerinde, Atatürk'ün Kur'an ve İslam düşüncesi
mutlaka öğrencilere öğretilmelidir. Kur'an'ı ve onun Türk kültür hayatına yansımalarını öğreten
kurumlar, bu alanda Atatürk'ün model kişiliğini öğrencilere gösterilmelidir. İlköğretim ve orta öğretim
kurumlarında verilen din kültürü ve ahlak bilgisi derslerinde Atatürk'ün Kur'an kültürüne daha çok
ağırlık verilmelidir.
68
CUMHURİYET VE MONARŞİZM
Bir toplum için en büyük talihsizliklerden birisi de, siyasilerin ve entellerin;
a) Araçları, amaç yerine koymaları ve hatta bazen araçların hatırına amaçları feda edecek kadar gaflet
ve dalalet içine dalmaları
b) Ülke sorunlarını önem ve öncelik sırasına koymamaları, temel konuları bırakıp teferruatla
uğraşmalarıdır.
Örneğin: Parti ve hükümet araç; ülkeye ve millete adaletli hizmet amaçtır.
Demokrasi araç; halkın fiilen yönetime katılımı ve etkin bir denetim mekanizmasının oluşturulması
amaçtır.
Laiklik araç; Ülkede din ve vicdan özgürlüğünün sağlanması, din istismarının veya dini baskıların
önünün alınması, farklı din ve düşünceden bütün insanların birlikte barış içerisinde yaşaması,
din
hizmetleriyle devlet hizmetlerinin ayrılması amaçtır.
Cumhuriyet araç; Ülkenin varlığı ve bekası, devlet millet kaynaşması, milli birlik ve bütünlüğe yönelik
tehditlere karşı her türlü hazırlığın yapılması amaçtır.
İlke ve inkılaplar, kanun ve kurallar araç; toplumun huzur ve güven ortamına ulaşması, refah ve
kalkınmanın yaygınlaşması, çağdaş yaşam şartlarının ve standartlarının yakalanması amaçtır.
Şimdi ülkemizde, egemenliğimiz AB’ye devredilirken, geleceğimiz ve güvenliğimiz karartılırken, birileri
bunları dert etmeyip, “laiklik elden gidiyor” diye yaygara koparıyorsa…
Türkiye BOP bahanesiyle İsrail’e eyalet yapılmaya ve federasyonlara ayrılmaya çalışılırken, birileri
“başörtüsü tehlikesiyle” uğraşıyorsa.
Ahlaki yozlaşma, ekonomik yabancılaşma ve etnik kutuplaşma, toplumu felakete sürüklerken birileri
“daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlük” diye yırtınıyorsa:
Ya bunlar araçlarla amaçları ayıramayacak kadar akıldan noksandır.
Veya, kendi şahsi ve şeytani hesapları için ortalığı karıştıracak kötü bir insandır.
Kemal Gözler bu konuda çok önemli tespit ve tahlillerde bulunmaktadır. Ama hem İslami kurum
ve kavramları, hem Osmanlı yönetim yapısını ve zamanla yozlaşmasını, Hem de Atatürk İnkılaplarının
özel şartlarını ve genel amaçlarını doğru okuyamamaktan kaynaklanan; Ilımlı İslamcıların ve Yeni
Osmanlıcıların dışarıdan şırıngalı görüşlerini çağrıştıran bazı yanlış yorumlar yapmaktadır.
“Türkiye’de Cumhuriyetin ilanının 75’inci yılı münasebetiyle, 1998’de “cumhuriyet” üzerine çok şey
işittik. Peki ama “cumhuriyet” nedir? Bu soru üniversite öğrencilerine yöneltildiğinde, genellikle şu cevaplar
alınır: “Cumhuriyet halkın halk tarafından yönetildiği rejimdir”. “Cumhuriyet halkın yönetime katıldığı rejimdir”;
“Cumhuriyet en iyi yönetim şeklidir” vs. Bu cevaplarda öğrencilerin ilkokul birden beri öğrendikleri tüm
bilgilerin kalıntıları saklıdır.
Aslında öğrenciler cumhuriyeti değil, demokrasiyi tanımlamaktadırlar. Ülkemizde demokrasiyle
cumhuriyetin aynı şeyler olduğu yolunda yerleşik bir inanç vardır. Her ne hikmetse, “cumhuriyet”in
tanımı istendiğinde, “demokrasi”nin
tanımı verilmektedir. Farkında
olunmadan
cumhuriyet,
demokrasi ile özdeşleştirilmektedir. Oysa bu anlayış bütünüyle yanlıştır; ve bu yanlışlığın
kanıtlanması pek kolaydır. Birer cumhuriyet olmakla birlikte demokratik olmayan pek çok devlet
vardır. Komşularımız Irak ve İran birer cumhuriyettir. Keza eski SSCB de bir cumhuriyet idi. Oysa bu
devletlerin demokratikliği lafta kalmıştır. Demek ki “cumhuriyet = demokrasi” anlayışı ampirik olarak
(tarihi ve fiili gerçeklere göre) yanlıştır.
Öğrencilere “monarşi nedir” diye sorulduğunda ise, genellikle, “monarşinin bir kişinin yönetimi olduğu”,
“monarşide iktidarın halka değil, krala ait olduğu”, hatta “krallığın anti-demokratik ve kötü bir rejim olduğu”
yolunda cevaplar alınmaktadır. Bu cevaplar, öğrencilerin ilkokul birden beri edindikleri kültürü yansıtmaktadır.
Bizim
insanımız,
hatta
aydınlarımız;
monarşiyi
demokrasinin
karşıt
kavramı
olarak
tanımlamaktadırlar. Aslında ülkemizde, pek farkında olmasak da, her nedense, monarşi ile
69
demokrasinin karşıt kavramlar olduğu yolunda yerleşik bir anlayış vardır. Monarşinin anti-demokratik
bir rejim olduğu, demokrasiyle uzlaşamayacağı yolunda bilinç-altımıza yerleşmiş bir kanı yaygındır.
Oysa bu kanı bütünüyle yanlıştır. Arend Lijphart’ın demokratik olarak kabul ettiği yirmi ülkeden onu
cumhuriyet, onbiri ise monarşidir. Avustralya, Belçika, Birleşik Krallık, Danimarka, Hollanda,
Japonya, Kanada, Lüksemburg, Norveç, İsveç, Yeni Zelanda78 gibi demokratikliklerinden hiçbir
şekilde şüphelenilmeyen ve üstelik uzun zamandan beri demokratik rejimleri kesintiye uğramamış
olan bu devletler bir cumhuriyet değil, monarşidir.
Görüldüğü gibi cumhuriyet ile demokrasi arasında bir bağıntı yoktur. Bir cumhuriyet
demokratik olabileceği gibi, anti-demokratik de olabilir. Keza monarşi ile demokrasi arasında da bir
bağıntı yoktur. Bir monarşi demokratik olabileceği gibi, anti-demokratik de olabilir.
O halde biz cumhuriyet ve krallığın ampirik(deneysel ve gerçekçi) veriler karşısında geçerli
olan tanımlarını yapmak zorundayız.
Kanımızca “cumhuriyet, devlet başkanlığının irsî olarak intikal etmediği devlet şekli ve monarşi de
devlet başkanlığının irsî olarak intikal ettiği devlet şekli” olarak tanımlanabilir. Görüldüğü gibi bu tanımlara
göre, cumhuriyet ile monarşi birbirinin karşıt kavramlarıdır. Bu tanımlarda demokrasiye atıf yoktur.
Cumhuriyetlerin ve monarşilerin demokratik olup olmadığı ayrı bir sorundur. Yukarıdaki tanımlar, demokratik
ve anti-demokratik, mevcut tüm cumhuriyetler ve monarşiler için geçerlidir.
Şüphesiz cumhuriyete ve monarşiye isteyen herkes istediği duygusal anlamı atfedebilir. Ama ampirik
verilerle tutarlı olan tek tanım yukarıdaki cumhuriyet ve monarşi tanımıdır. O halde, demokrasiye atıf
yapmadan, cumhuriyet ve monarşi birbirinin karşıt kavramı olarak tanımlanmalıdır.
Aslında cumhuriyetin demokrasiyle özdeşleştirilerek tanımlanması sadece bize özgü bir hata değildir.
Fransız anayasa hukukçularının bir kısmı da cumhuriyeti demokrasinin eş anlamlısı olarak tanımlamaktadır.
Bu yüzyılın başında, bu anlayışı en açık şekilde savunan yazar Maurice Hauriou’dur. Ünlü hukukçuya göre,
“cumhuriyet tamamen seçime bağlı bir hükümet şeklidir”. Dahası yazara göre, cumhuriyet, seçilmiş
yöneticilerin ömür boyu değil, sadece belirli bir zaman için görevde kalmasını gerektirir. Bu şart sayesinde
cumhuriyet, millî egemenliğin en iyi şekilde gerçekleştiği hükümet şekli haline gelir. Böylece cumhuriyet, millî
egemenlik ile ve dolayısıyla demokrasiyle özdeşleşir. 79
Fransa’da günümüzde hâlâ cumhuriyeti, demokratik düzenin temel prensiplerini içine alan geniş bir
kavram olarak kabul eden yazarlar vardır. Örneğin Didier Maus’a göre, “cumhuriyet genel oy, temsilî rejim,
kuvvetler ayrılığı gibi prensipleri kapsar.” 80 Keza Maurice Agulhon, cumhuriyetten “kralsız ve diktatörsüz bir
sistem”i, bir “hukuk devleti”ni, bir “liberal demokrasi”yi anlamaktadır. 81 Dekan Louis Favoreu de cumhuriyeti
demokrasiyle özdeş olarak yorumlamaktadır. Yazara göre, demokrasiyle özdeş anlamda cumhuriyet,
“cumhuriyetçi mirası” oluşturur ve bu anlamda cumhuriyet, 1958 Fransız Anayasasının 2’nci maddesinde
sayılan değerleri (demokratiklik, laiklik, vs.) içermektedir.82 Cumhuriyeti demokrasiyle tanımlamada en aşırıya
giden yazar, hiç şüphesiz Maurice Duverger’dir. Yazara göre, “‘Cumhuriyet’ terimi seçimlerle ifade edilen
halk egemenliği üzerine kurulu bütün rejimleri ifade eder.” 83 Hatta yazara göre, Büyük Britanya gibi, sembolik
fonksiyonlu irsî bir krala sahip rejimler dahi bir “cumhuriyet”tir. Yazar bu tür rejimlere bir de isim koymaktadır:
Arend Lijphart, Çağdaş Demokrasiler, Çev. Ergun Özbudun ve Ersin Onulduran, Ankara, Yetkin Yayınları, Tarihsiz
(1996?), s.79 (Kitabın İngilizce aslı 1984’te yayınlanmıştır)
79 Maurice Hauriou, Précis de droit constitutionnel, Paris, Sirey, 1929, réimpression par les Editions du C.N.R.S., 1965,
s.343
80 Didier Maus, “Sur ‘la forme républicaine du gouvernement’”, Commentaire sous la décision n° 92-312 DC du 2
septembre 1992, Revue française de droit constitutionnel, n°11, 1992, s.412
81 Maurice Agulhon, La République : 1880 à nos jours, Paris, Hachette, 1990, cité par Jean-Louis Quermonne,
“République”, in Olivier Duhamel et Yves Meny (sous la direction de-), Dictionnaire constitutionnel, Paris, P.U.F., 1992,
s.923.
82 Louis Favoreu, Commentaire sous la décision n° 92-312 DC du 2 septembre 1992, “Maastricht II”, Revue française de
droit constitutionnel, 1992, s.738; keza Louis Favoreu ve Loïc Philip, Les grandes décisions du Conseil constitutionnel,
Paris, Sirey, 7e édition, 1993, s.825
83 Maurice Duverger, “Les monarchies républicaines”, Pouvoirs: Revue d’études constitutionnelles et politiques, 1996, no
78, s.107
78
70
“cumhuriyetçi monarşiler (monarchies républicaines).”84
Belki de cumhuriyetin bu yanlış anlaşılış tarzı bize Fransız kültüründen geçmiştir.
Cumhuriyeti devlet başkanlığının irsî olarak intikal etmediği rejim olarak tanımladığımıza göre, “Türkiye
Devleti bir Cumhuriyettir” diyen Anayasamızın 1’inci maddesinin “Türkiye’de babadan oğula veraset yoluyla
geçen bir devlet başkanlığının ihdasını yasakladığını” söyleyebiliriz. Başka bir şeyi değil.
Günümüz Türk Devleti bir cumhuriyettir. Osmanlı Devleti ise bir monarşi idi. Zira 1876 Kanunu
Esasisinin 3’üncü maddesi, “Saltanatı Seniye-i Osmaniye... sülale-i âli Osmandan usulü kadimesi veçhile
ekber evlada aittir” demekteydi.
Türkiye’de cumhuriyet, 29 Ekim 1923 tarih ve 364 sayılı “Teşkilat-ı Esasiye Kanununun Bazı
Mevaddınının Tavzihen Tadiline (Bazı maddelerin açıklanıp düzeltilmesiyle ilgili) Dair Kanun” ile ilan
edilmiştir. Bu Kanunun 1'inci maddesine göre, “Türkiye Devletinin şekl-i hükümeti, Cumhuriyettir”. 1924, 1961
ve 1982 Anayasaları da “Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir” diyerek cumhuriyeti sürdürmüşlerdir.
Aslında cumhuriyetin ve monarşinin Fransa’da ve Türkiye’de yanlış tanımı, tarihi sebeplerle
açıklanabilir. Ülkemizde monarşi deyince Osmanlı İmparatorluğu, “cumhuriyet” deyince de Osmanlı
İmparatorluğu’nu yıkan Türkiye Cumhuriyeti anlaşılmaktadır. Her rejim de, doğal olarak, kendisini “iyi”, yıktığı
rejimi ise “kötü” bir rejim olarak takdim eder. Bir bakıma meşruluğu için de bu gereklidir.
Ancak, Osmanlı İmparatorluğunun anti-demokratik, Türkiye Cumhuriyetinin ise demokratik bir devlet
olduğunu bilimsel olarak kanıtlamak mümkün değildir. Osmanlı İmparatorluğunun ve Türkiye Cumhuriyeti
demokratik olup olmadığı ayrıca tartışılması gereken konulardır.
Demokrasinin “normatif” ve “ampirik” olmak üzere iki değişik teorisi vardır. Normatif teoriye göre,
demokrasi, halkın halk tarafından halk için yönetildiği bir rejim olarak tanımlanır. Bu bir idealdir. Bu ideale
tam anlamıyla hiçbir zaman ulaşılamaz. Dahası bu anlamda demokrasinin gerçekleşip gerçekleşmediğinin
tespiti değer yargılarıyla ilgili bir takdir sorunudur. Değer yargıları alanında ise görecelilik ilkesi geçerlidir. Bu
ilkenin geçerli olduğu alanda bilim yapılamaz.
Ampirik teoriye göre: ise demokrasinin varlığı bir takım kriterlerden hareketle tespit edilir. Örneğin şu
şartları yerine getiren bir rejim demokratik olarak kabul edilebilir. Etkin siyasal makamlar seçimle işbaşına
gelmelidir. Seçimler düzenli aralıklar ile tekrarlanmalıdır. Seçimler serbest, adil olmalı, ve genel oy ilkesi
uygulanmalıdır. Seçimlere birden fazla siyasal parti katılabilmelidir. Muhalefetin iktidar olabilme şansı
olmalıdır. Ülkede temel kamu hakları güvence altına alınmış olmalıdır.
Bir devlet bu altı şartı birlikte gerçekleştiriyorsa, o devletin aşağı yukarı demokratik olduğunu ampirik
olarak söyleyebiliriz. Bu şartlar açısından ise Osmanlı İmparatorluğu’nu ve Türkiye Cumhuriyetini ayrı ayrı
değerlendirmek gerekir. Böyle bir değerlendirme bu çalışmanın sınırlarını aşar. Ancak, Türkiye
Cumhuriyetinin 1950’ye kadar bu şartları yerine getiremediğini, 1950’den sonra ise kesintiye uğrayarak
yerine getirebildiğini genel olarak söyleyebiliriz. Buna karşın, Osmanlı İmparatorluğu da 1876 Kanunu
Esasisinden sonra ve özellikle Kanunu Esasinin 1909 daki değişikliklerinden sonra yukarıdaki şartlara büyük
ölçüde yaklaştığını gözlemleyebiliriz. Ayrıca ampirik demokrasi teorisine göre, her devlet kendi tarihsel
döneminin şartlarına göre değerlendirilmelidir. 1876-1878 yıllarındaki Osmanlı İmparatorluğunun siyasî rejimi
demokratiklik bakımından döneminin Batı Avrupa monarşilerine oldukça yakındır. İkinci meşrutiyet ile
Osmanlı anayasal düzeni, dönemin Avrupa’sında olduğu gibi, meşrutî bir anayasal monarşiye dönüştüğünü
söylemek sanırım bir abartı olmayacaktır. Aşağıdaki paragraf
“Şüphesiz tarihte bazı olaylar olmasaydı, tarihin nasıl gelişeceği yolundaki senaryolar
dayanaksız görülecekti. Her halükarda tasarlanan senaryonun doğruluğunun veya yanlışlığının
ampirik olarak kanıtlanması mümkün değildir. Ancak, Türkiye’de monarşi kaldırılıp, cumhuriyet ilan
edilmeseydi, ampirik demokrasi teorisi açısından demokratik gelişimin sürebileceği tahmin
edilebilirdi. Hatta, insanın aklına Atatürk hayatta kalsaydı Türkiye’nin demokrasiye daha çabuk
84
Ibid
71
geçme ihtimali, hatta monarşili bir Türk demokrasisinin bugünkünden bile sağlam ve istikrarlı
olabileceği konuları akla gelmektedir. En azından, eğer demokrasi egemenliğin teorik kökeni ile
tanımlanmadıkça, İslami hayat ve anlayışın demokrasiye asla engel oluşturmayacağı bir gerçektir.”
Şeklinde düzeltilmelidir. (A.A.)
Şimdi de demokratiklik açısından monarşilerin cumhuriyetlere üstünlüğünü araştıralım.
Demokratik rejim açısından monarşilerin sahip olduğu birinci avantaj, monarşilerde siyaset-dışı,
tarafsız ve birlik sembolü durumunda bir devlet başkanının bulunuşudur. Arend Lijphart’a göre bu, çoğulcu
toplumlar için oldukça büyük bir avantaj oluşturabilir. Zira, bu tür toplumlarda, seçilmiş devlet başkanının alttoplumlardan birinin üyesi olması kaçınılmazdır. 85
Bu formüle göre, Başkan başta oturur, ama yönetmez (le roi règne, mais ne gouverne pas).”86 Yani
kral siyasal yönetimi belirlemez. Bu demokratik olarak sorumlu olan hükûmete aittir. 87 Başkan yön verdiğine,
ama yönetmediğine göre, onun varlığı demokrasi ile tamamen uyum içindedir. Bu sistem demokrasinin iyi
işlemesi için yararlı olabilir. Başkan, siyasî yapının temelinde bulunan siyasal bütünlük olgusunu sembolize
etmektedir.
Miguel Herrero de Minon’un belirttiği gibi, monarşi XIX’uncu yüzyıl boyunca Almanya ve İtalya’da
demokratikleşme süreci içinde rol oynamış, bu ülkelerde millî birliği demokratikleştirmiştir. Keza çok sonraları
ve birbirinden çok uzak iki ülkede, 1977’de İspanya’da ve 1993’te Kamboçya’da monarşi, demokratikleştirici
bir unsur olarak rol oynamıştır. M. Herrero de Minon, Monarşinin yıkılmasının, 1919’da kurulan yeni Alman,
Avusturya ve Çek demokrasilerinin koruyucu şemsiyesini indirdiğini düşünmektedir. Yazara göre bundan
ders alarak, İkinci Dünya Savaşının galipleri, 1945’te Japonya’da monarşiyi ilga etmediler. Keza, eski
sosyalist devletlerinden bazıları kurulurken monarşinin yıkılıp yerine cumhuriyetin ihdas edilmesi demokrasi
için bir zafer olmamıştır.
Demokrasinin ön koşulu ulusal bütünlüktür (integration nationale). Ulusal bütünlük yoksa,
ulusal demokrasi mümkün değildir. O halde bütünleşmek demek, bir bakıma demokratikleşmek
demektir. Monarşi ise aynı zamanda sembolik ve şahsî bir bütünleşme faktörüdür. Şurası açık ki taç,
ister başlangıçtaki mitik anlaşılış tarzına göre olsun, ister daha rasyonalize versiyonlarına göre olsun,
siyasî yapının sembolüdür. Tüm sembollerde olduğu gibi, bilgiden ziyade duygulara hitap eden bir
nesnedir. Bu sembol sayesinde ulusal bütünlüğe ulaşılır. Bu sembol ile siyasî varlık süreklilik
kazanır. Ayrıca başkan, devletin devamlılığının cismanileşmesidir. 88
Diğer yandan monarşide “bir şahsî bütünleşme faktörü” vardır. Gerçek kişi olarak kral, meşruluk
unsurudur. Ancak bu meşruluk Weber'in anladığı anlamda karizmatik bir yöneticinin meşruluğu değildir. Zira,
bir hükümdar alkışlandığında, bu alkışlar “belirli bir kişi” için değildir; onlar daha ziyade, siyasal olarak
birleşmiş bir halkın özbilincinin eylemidir. Monarşik bir devlet başkanının anlamı, millî marş veya bayrakta
olduğu gibi, halkın siyasal birliğinin canlanması ve temsilidir. 89 Carl Schmitt’in belirttiği gibi, sadece kral veya
kraliçeler duygusal bir bağlanma konusu olabilirler. Kral bir sembol, adeta bir nevi bayraktır.90
İspanya örneğinde monarşi ulusal bütünleşmeyi sağlayıcı ve demokratikleştirici bir unsur olarak rol
oynamıştır. İspanya, monarşi sayesinde otoriter rejimden demokrasiye geçmiştir.
Bir başkanın sistemde bulunması kuvvetler ayrılığına hizmet eder.91 Anayasal monarşi, kuvvetler
ayrılığına ve yürütmeden bağımsız bir kral tarafından siyasal birliğin temsili üzerine dayalıdır. Başkanın
karşısında ise, ikinci bir temsilci olarak halkı temsil eden parlâmento vardır. Böylece hukuk devletinin
85
Lijphart, op. cit., s.77
Schmitt, op. cit., s.433
87 Miguel Herrero de Minon, “Monarchie et développement démocratique”, Pouvoirs: Revue d’études constitutionnelles et
politiques, 1996, no 78, s.9
88 Schmitt, op. cit., s.432
89 Ibid., s.12
90 Schmitt, op. cit., s.430
91 Schmitt, op. cit., s.431
86
72
örgütlenmesinde dengelenme ortaya çıkmaktadır.92 (Not: Bazı paragraflardaki “kral”, “başkan” şeklinde
aktarılmıştır.
Max Weber’e göre, irsî monarşi devletin en yüksek makamı için rekabeti saf dışı bırakır. En yüksek yer
için siyasal mücadele mümkün değildir. Böylece siyasal mücadele yumuşar ve rasyonelleşir. Zira,
politikacıların iktidar hırsı, devletin en yüksek makamının daha önceden sonsuza kadar ele geçirilmiş olduğu
olgusuyla sınırlandırılır. İşte Max Weber’e göre, önceden tespit edilmiş ilkelere göre belirlenen bir kralın
varlığı monarşinin en önemli fonksiyonudur.93
O halde kral, siyasal partilerin üstünde bir yer işgal eder. Carl Schmitt’in belirttiği gibi,
parlâmenterleşme ve demokratikleşme devleti siyasal partiler devleti haline getirdiğinde, bu başlı başına
önemli bir yerdir. Yasama ve yürütmenin karşısında kral özel bir konum kazanır. Tarafsız ve ılımlılaştırıcı bir
iktidar haline gelir. Devletin değişik fonksiyonları ve faaliyetleri arasındaki bütün karşıtlıkları ve kırılmaları
yumuşatır, eşitler ve ılımlılaştırır.94
Monarşilerin avantajları konusunda son olarak şunu belirtelim ki, Stalin SSCB’si, Nazi Almanyası gibi
yüzyılımızda görülen en korkunç totaliter rejimler, monarşilerin değil, cumhuriyetlerin içinden çıkmışlardır.
Üstelik her iki rejimin kurulmasından önce söz konusu ülkelerde istikrarlı monarşiler vardı.
Monarşilerin demokratiklik bakımından cumhuriyetlere çeşitli üstünlükleri varsa da, demokratik bir
monarşinin birinci şartı, kralın siyasette aktif bir rol oynamaktan çekilmeyi kabullenmiş olmasıdır. Zira Richard
Rose ve Dennis Kavanagh’ın gözlemlediği gibi, kralın siyasî iktidarı kullanmayı sürdürmek istediği ülkelerde
monarşiler yıkılmıştır.95
Yukarıda belirtildiği gibi, krallar tarafsızlık birlik sembolü olabilir. Ne var ki bazen krallar, bölücü bir güç
haline de gelebilirler. Örneğin, Kral Leopold III’ün İkinci dünya Savaşı sırasındaki tutumu, savaş sonrası
Belçika’da önemli bir siyasal bölünmeye yol açmıştır. 1950’de Kralın tahtta kalıp kalmaması konusunda
başvurulan halkoylaması, belli başlı alt-toplumlar arasında şiddetli bir çatışmaya yol açmıştır. Flamanlarla
Katoliklerin çoğunluğunun Kralı desteklemesine karşılık, Valonların, Sosyalistlerin ve Liberallerin çoğu, onun
tahttan uzaklaştırılmasını istemiştir.96
Demokratik monarşilerde, krallar siyasal iktidarı kullanmaktan vazgeçmişlerdir. Bu nedenle etkin
siyasal bir makam değildirler. Ne var ki, monarşilerde hükümdarlar iktidardan büsbütün de yoksun değildirler.
Parlâmenter hükümet sistemlerinde hükümdarlar, devlet başkanı olarak, genellikle başbakanı atama
yetkisine sahiptirler. Arend Lijphart’i belirttiği gibi, bir başbakan adayı üzerinde herkes birleştiği takdirde bu
önemli bir fonksiyon değildir, ama anî bir ölüm ve istifa durumunda çok-partili bir parlâmentoda partiler bir
anlaşmaya varamadıkları takdirde, hükümdarın başbakan seçimindeki rolü ihmal edilebilir bir rol olmayabilir.
1974 İsveç Anayasası, hükümdarın rolünü salt törensel bir role indirgemek için, başbakanın atanması
görevini hükümdardan alarak Rigsdag (parlâmento) Başkanına devretmiştir.
Böylece cumhuriyet ve monarşiyi tanımlamış ve bunların birbiri karşısında avantaj ve dezavantajlarını
görmüş bulunuyoruz. Sonuç olarak cumhuriyetin bizatihi demokrasi gerektirmediği gibi, monarşinin de
bizatihi demokrasiye engel bir yanının olmadığını söyleyebiliriz.
Büyük Britanya, İspanya, Belçika, Hollanda, Danimarka, Norveç, İsveç, Lüksemburg gibi
Avrupa ülkelerinde monarşi vardır. Cumhuriyet olan birçok Avrupa ülkesinde de günümüzde hala
monarşist partiler vardır. Doğu Avrupa ülkelerinin 1990’ların başında demokrasiye geçişleriyle bu
ülkelerde de monarşist partiler kurulmuştur. Rusya, Romanya, Bulgaristan gibi birçok ülkede
günümüzde monarşi taraftarları vardır; ve siyasal mücadelede azımsanamayacak bir role de
92
Schmitt, op. cit., s.434
Maw Weber, Grundriss der Sozialökonomik, Wirtschaft und Gesellschaft, III, s.649’dan aktaran Schmitt, op. cit., s.431432
94 Schmitt, op. cit., s.432
95 Richard Rose ve Dennis Kavanagh, “The Monarchy in Contemporary Political Culture”, Comparative Politics, 8, no.4,
(July 1976), s.568’den nakleden Lijphart, op. cit., s.77
96 Lijphart, op. cit., s.78
93
73
sahiptirler.
Günümüz Türkiye’sinde herhangi bir monarşist parti olmadığı gibi, bu yönde en ufak bir siyasal
akım dahi söz konusu değildir. Günümüzde milliyetçi ve İslamcı partiler dahi cumhuriyetçidir. İlginçtir
ki, Osmanlı hanedanının bazı üyeleri de günümüzde kendilerinin “cumhuriyetçi” olduklarını
söyleyebilmektedirler. Özetle, günümüzde Türkiye'de cumhuriyet tam anlamıyla yerleşmiş; bu
ülkenin 600 yıl boyunca başarıyla yönetildiği Monarşi ise tamamen unutulmuş gibidir.
Osmanlı Saltanatı, Türkiye Büyük Millet Meclisinin 1-2 Kasım 1922 tarihinde verdiği kararla97
kaldırılmıştır. 3 Mart 1924 tarih ve 431 sayılı Kanun98 ile de hilafet kaldırılmıştır. Yine aynı Kanunun 2'nci
maddesine göre ise, Osmanlı hanedanının “erkek, kadın bilcümle azası ve damatlar Türkiye Cumhuriyeti
memaliki dahilinde ikamet etmek hakkından ebediyen yasaklanmıştır. Bu hanedana mensup kadınlardan
mütevellit kimseler de bu madde hükmüne tabidirler”. Kanunun 3'üncü maddesi ile söz konusu kimselerin
ülkeyi terk etmeleri için azamî 10 gün süre verilmiştir. Keza Kanunun 4'üncü maddesi, bu kimselerin
vatandaşlık sıfatını ve haklarını kaldırmıştır. Kanunun 5’inci maddesi, bu kimselerin Türkiye Cumhuriyeti
sınırları içinde gayrimenkul mallara sahip olması yasaklamış ve 7’nci maddesi de sahip oldukları
gayrimenkullerini “bir sene zarfında Hükümetin malûmat ve muvafakatiyle tasfiyeye mecbur” etmiştir. Diğer
yandan ise, bu Kanunun 8’inci maddesine göre ise, “Osmanlı İmparatorluğunda Padişahlık etmiş kimselerin
Türkiye Cumhuriyeti arazisi dahilindeki tapuya merbut emvali gayrimenkulleri millete intikal etmiştir”. Dahası
Kanunun 9’uncu maddesine göre, sarayların içindeki “mefruşat takımlar, tablolar, âsarınefise ve sair bilûmum
emvali menkule millete intikal etmiştir”.
3 Mart 1924 tarih ve 431 sayılı Kanun sadece Osmanlı Hanedanına mensup kişilerin sınır dışı
edilmesini öngörmüyor; bu Hanedanın “damatlar”nın da sınır dışı edilmesini hükme bağlıyordu. 18 Nisan
1949 tarih ve 5370 sayılı kanunla değiştirilerek Osmanlı Hanedanından olmayan ve bu Hanedandan biri ile
evlenmiş ve ölüm veya boşanma ile dul kalmış olan ve çocuğu bulunmayan erkek ve kadınların Türkiye’ye
girebilmesine imkan tanınmıştır. 18 Nisan 1949 tarih ve 5371 sayılı diğer bir Kanun ile de, bu kimselerin
tekrar Türk vatandaşlığını kazanmalarına imkan tanınmıştır.
Demokrat Parti iktidarı döneminde çıkarılan 18 Nisan 1952 tarih ve 5958 sayılı Kanunla, “Osmanlı
Saltanatı Hanedanının padişahlar sulbünden olan erkek azası ve bunların erkek füruu” dışında kalan
Hanedan mensuplarının Türkiye’ye gelmelerine izin verilmiştir. Keza bu kişilerin Türk vatandaşlığına
alınmalarına da olanak sağlanmıştır. (Bu yeni Osmanlıcılığın ve Ilımlı İslamcılığın ilk adımıdır. A.A)
Osmanlı hanedanının, kadınlarına verilen haklar Cumhuriyetin 50’nci yılı münasebetiyle 1974 yılında
çıkarılan Af Kanunun 8’inci maddesiyle erkekler mensuplarına da tanınmış ve Osmanlı Hanedanının erkek
mensuplarının da yurda gelmelerine imkan hazırlanmıştır.
Osmanlı hanedanı kesintisiz hüküm sürmüş Dünyanın en uzun ömürlü hanedanıdır. Bu hanedanın
saltanatı altında Osmanlı İmparatorluğu başarı ile yönetilmiş ve altı yüzyıl yaşayabilmiştir. Bilindiği gibi
“millet” kavramı, “halk” kavramından farklı olarak geçmişi de içine alır. Bugünkü Türk milleti büyük ölçüde altı
asırlık Osmanlı geçmişinin bir ürünüdür. Türk milleti Osmanlı yönetimi altında asli varlığını koruyabilmiş,
bünyesini çeşitlendirerek geliştirebilmiştir. (Türk millî kimliği açısından Osmanlı Medeniyeti, çok önemli ve
tarihi bir göstergedir. Ancak “Ilımlı İslam, Dinlerarası Diyalog” safsatalarıyla birlikte gündeme getirilen “Yeni
Osmanlıcılık” akımı da; Siyonist ve emperyalist merkezlerin, Milli ve dini duyarlılıklarımızı istismara ve
yozlaştırmaya yönelik yeni bir tuzağıdır. A.A.)
3 Mart 1924 tarih ve 431 sayılı Kanunun masumluk ilkesi, cezaların kanunîliği, şahsîliği gibi temel
hukuk prensiplerini ihlal etmektedir. Keza bu Kanun Hanedan mensuplarının özel mülkiyet haklarına da
dokunmaktadır. Şüphesiz kurucu iktidarı ele geçiren eski siyasal rejimi yıkıp yerine yeni bir siyasal rejim
kuran devrimci bir hükümetin yaptığı işlemlerin hukukîliğini tartışmanın bir anlamı yoktur. Zira aslî kurucu
iktidar özünde hukuk-dışı ve sınırsız bir iktidardır. Bu nedenle Osmanlı Hanedanının sınır dışı edilmelerinin
97
98
Düstur, Tertip 3, Cilt 3, s.152
Düstur, Tertip 3, Cilt 5, s.323
74
hukuka aykırılığını uygunluğunu tartışmak gereksizdir. Hatta, bir bakıma, Cumhuriyet yönetiminin Osmanlı
Hanedanını sınır dışı etmesinin yeni rejimin yerleşmesi açısından yerinde bir tedbir olduğu da düşünülebilir.
Ancak Türk milletini altı asır boyunca yönetmiş soylu bir ailenin Dünyanın çeşitli ülkelerinde yoksulluk
içinde yaşamaları, durumlarına yakışmayan işler yapmaları (ör: otel katipliği ve otel işçiliği), sadece hanedan
mensuplarının değil, asil Türk milletinin de onurunu zedelemiş ve vicdanlarını rahatsız etmiştir. (Ama köklü
bir devrim ve değişim süreci maalesef bazı trajedileri kaçınılmaz hale getirmektedir. Ama sevinilecek, hatta
övünülecek bir durumdur ki, aziz Milletimizin bir parçası olan Osmanlı Hanedanı ülkesinin geleceği ve
Milletinin güvenliği için böylesine büyük bir fedakarlığa göğüs germiştir.
Cumhuriyet rejimi kısa sürede yerleşmiş olmasına rağmen, Hanedan mensuplarının yurda
dönebilmeleri için 1974 yılına kadar beklenilmesi kayda değerdir. Monarşilerini deviren Fransız ve Rus
ihtilallerinden sonra hanedan mensuplarına karşı bazı tedbirler alındığı görülmüş, ancak bu tedbirleri Türkiye
Cumhuriyetinin Osmanlı Hanedanına karşı aldığı tedbirler kadar geniş kapsamlı ve uzun süreli olmamıştır.
Bugün her iki ülkede de monarşist akımlar vardır. Türkiye'de ise en ufak bir monarşist akıma rastlamak
mümkün değildir. İlginçtir ki, bu süreç içinde Osmanlı Hanedanı mensupları da Cumhuriyete karşı içerde
veya dışarda hiçbir siyasî faaliyette bulunmamıştır. Hatta Hanedanın bazı mensuplarından zaman zaman
kendilerinin de Cumhuriyeti destekledikleri, kendilerinin de cumhuriyetçi oldukları yolunda ilginç sözler
işitilebilmektedir.
Türkiye'de siyasal yelpazenin her kesimi cumhuriyetçidir. “Cumhuriyetçi” olmayan kesim de bu
“Cumhuriyet”in kendisinden değil, laikliği algılayış ve uygulayış biçiminden rahatsızlık duymaktadır.
Yukarıda Türkiye'de “cumhuriyet = demokrasi” şeklinde bir anlayış olduğunu ve bunun nasıl yanlış
olduğugösterilmeye çalışılmıştır. Aynı şekilde ülkemizde bir yandan cumhuriyet ile laiklik arasında,
diğer yandan da monarşi ile teokrasi arasında bir paralellik kurulmaktadır. Oysa cumhuriyet ile laiklik
arasında ve keza monarşi ile teokrasi arasında da, doğrudan bir ilişki yoktur. İran örneğinde olduğu
gibi, bir cumhuriyet dine dayalı olabileceği gibi, Belçika ve Hollanda örneğinde olduğu gibi; bir
monarşi laik de olabilir.”99
Ancak Türkiye için gerekli ve önemli sayılan sistem; Anayasamızın giriş bölümünde çerçevesi
çizilmiş olan, Evrensel hukuk kurallarına ve temel insan haklarına dayalı hazırlanan, çağımızın
şartlarına ve insanımızın ihtiyaçlarına da uygun bulunan ve Mustafa Kemal tarafından da hedef olarak
sunulan yeni ve adil bir düzendir.”
99
Yard.Doç.Dr. Kemal Gözler, Uludağ Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, www.anayasa.gen.tr.
75
İSLAMİYET VE SEKÜLARİZM
Üzerinde bazı düzeltme ve eklemeler yptığımız;Aytunç Altındal’ın aşağıdaki değerlendirmeleri
üzerinde durulması gerekir:
"Yeryüzünde yerleşip dolaşanlar melek olsalardı, biz de onlara gökten peygamber olarak bir melek
gönderirdik."100
İslam dininin ve Hz. Muhammed'in ortaya çıkışları İS 7. yüzyılın başlarına rastlar. Bu çağda Arap
aşiretleri bir bütünlük halinde değil, yerleşik ve/fakat dağınık topluluklar olarak yaşamaktaydılar. Her birinin
kendine özgü yaşama tarzı ve anlayışı vardı. Aralarında çatışmalar ve savaşlar eksik değildi. Ancak hiçbir
aşiret, diğerleri üzerinde tam bir egemenlik sağlamış ve 'merkezi otoriteyi' -Devlet'i- kurabilmiş değildi.
Merkezi otorite boşluğu nedeniyle ortada bir 'Yasa tanımazlık' hali vardı. Ama bu tam ve mutlak 'Yasasızlık'
anlamına gelmemektedir. Tam tersine, aynı soydan gelmelerine karşı, her aşiretin kendine özgü yasaları,
töreleri, âdetleri ve gelenekleri vardı. İşte bu 'başına buyrukluk' nedeniyle -bir anlamda her kafadan bir ses
çıkması hali- Arap aşiretleri arasında uzlaşma sağlanamıyordu. Muhammed'in bir peygamber olarak ortaya
çıkışı, bu çatışmaların doruk noktasında olduğu yıllara rastlamıştır.
İlkin hemen şunu belirtelim ki, Arapların 'Cahiliyye' dedikleri bu dönemde gerçekte bir 'üretim' ve
'kavramlar' kargaşası yaşanıyordu. Muhammed'in, belki de en büyük başarısı bu 'üretim ve kavramlar'
kargaşasına son vermesidir. Muhammed, Araplar arasındaki bu kargaşaya karşı, o günkü koşullar
çerçevesinde 'rasyonel' bir çözüm önermiştir. Bu: 'Kitap'tır. O çağa kadar, Yahudi ve Hıristiyanlar 'kitaplı'
dinlerin temsilcileriyken, Arapların onlarınki gibi bağlayıcı bir 'Kitabı' yoktu. Müslüman-Arapların Kitabı,
Kuran, bu nedenledir ki, iktisadi ve siyasi koşulların ortaya çıkardığı bir toplumsal-tarihsel 'Bağıntılar/İlişkiler
Manzumesi’dir. Kuran'da esas itibariyle dört tip 'ilişki' birbirlerinden soyutlanamayacak ve tecrit edilemeyecek
tarzda ele alınmışlardır. Bunlar; a) Birey'in üretim faaliyetleriyle ilgili ilişkiler, b) Birey'in düşünsel-inançsal
faaliyetleriyle ilgili ilişkiler, c) Birey-Toplum (cemaat) ilişkileri ve d) Birey-Tarih ilişkileridir. Kuran, işte bireyin
bu ilişkilerinin 'düzenleyicisi'dir, bazılarınca sanıldığı gibi sert bir 'Emirler ve Cezalar Kitabı' değildir.
Anakronik olmayan bir değerlendirmeyle ele alınırsa, o çağın 'Akılcı' girişimidir. 101 O çağda Hıristiyan
dünyasında, Felsefe Din'in emrindedir (St. Augustine) dogması nedeniyle, Kilise-Realizm'i egemendi ve buna
göre de 'Akıl' değil, ‘Tanrısal-İrade' Gerçek'ti. O günlerin Hıristiyanlığına göre 'İnsan' sadece bir 'Suret'ten
ibaretti, o kadar. Oysa Kuran'da, dikkat edilirse, kendilerine hitap edilen hep somut bireylerdir, yani
Muhammed'dir ve/veya inanmış -ya da inanmamış- 'İnsanlar/Bireylerdir. Hıristiyanlık’ta bilindiği üzere
Tanrı'nın biricik oğlu -ya da bazı yorumlara göre ta kendisi- 'zavallı' insanları 'Doğru Yol'a davet etmektedir;
sonra da onlar adına acı ve işkence çekerek ölmektedir. Bu düşsel orientasyona karşı Muhammed, hayatın
bilfiil içindedir. Ticaret yapmaktadır, savaşmaktadır, evlenmekte, çocuk sahibi olmakta, düşünmekte ve
eylemlerde bulunmaktadır. Tıpkı tüm insanlar -özel olarak da tüm Araplar- gibidir. Bu nedenledir ki, M. Watt,
İslam dininin çöl Araplarının değil, gerçekte ayakları dünyaya basan tüccarların dini olduğu görüşündedir.
İslam dini, Hıristiyanlığın tersine 'Monastisizm'e karşıdır. Bu nedenle de Kilise Babaları tarafından
'Anti-Christ' olarak görülmüş ve gösterilmiştir. Gerçekten de İslam dini Manastır ibadetinden değil, 'Zühd'den
yanadır. İslam'da birey, son tahlilde Takva'dan yargılanır/değerlendirilir, ibadetinden değil.
Kuran'da bireyin şimdiki zamanı soyut ve tecrit edilmiş olarak değil, geçmiş ve geleceğin bir
ÖZDEŞLİĞİ halinde ele alınmıştır. Buna da Arapça’da -o günlerin- şimdiki zaman ve gelecek zaman
kiplerinin olmayışı neden olarak gösterilmiştir. Bunda gerçeklik payı vardır ama Muhammed'in asıl hedefi de
buydu denilebilir. Çünkü 'şimdiki zamanda' yaşayan Araplar, "Biz atalarımızdan ne gördüysek BUGÜN de
100
Kuran Ayeti
Sosyalist düşünür Auguste Bebel, 1883'te yayınlanan Hz. Muhammed ve İslam Kültürü (Türkçesi: Veysel Atayman,
Süreç Yay., 1987) adlı kitabında bu akılcılığı derinlemesine incelemiş ve İslami Kültürün, Hıristiyan Kültürü'nden çok
daha insanlığın yararına olduğunu belirtmiştir. Özellikle bkz. s. 99–103.
101
76
onu yaparız, başka yasa tanımayız," diyorlardı (NOT: Bu anlayış tarzı Yahudi 'Atavizmi'nden
kaynaklanmaktaydı. Yahudiler o çağda 'Atavizm'in [Atacılık] savunucularıydılar. Araplar aynı soydan gelen
ve/fakat 'seçkin' oldukları kendi tanrılarınca onaylanmış olan Yahudilerden etkilenmişlerdi). Muhammed ise
BUGÜN'ü değiştirmeye uğraşıyordu; yeni bir 'düzen' kurmak istiyordu. Kuran'da aynen şöyle yazılmıştır:
"Ey insanlar! Yeryüzündeki temiz ve helal şeylerden yiyin, şeytana ayak uydurmayın, zira o sizin için
apaçık bir düşmandır. Muhakkak size kötülüğü, hayâsızlığı, Allah'a karşı da bilmediğiniz şeyi söylemenizi
emreder. Onlara; 'Allah'ın indirdiğine uyun' denilince, 'Hayır, atalarımızı yapar bulduğumuz şeye uyarız'
derler; ya ataları bir şey akledemeyen ve doğru yoldan olmayan kimseler idiyseler." "Böylece sizi insanlara
şahid ve örnek olmanız için tam ortada bulunan bir ümmet kıldık. Peygamber de size şahid ve örnektir.”
Yüzyıllardır 'ata'larını taklitle yetinen, bu nedenle de diğer inanç topluluklarıyla hiçbir alanda rekabet
edemez duruma düşmüş olan Arapları, daima düşmanca karşıladıkları özgün ve yeni fikirlere çağırmak ve
onlardan bu 'yeni'ye kesin itaat ve iman göstermelerini istemek pek kolay bir girişim değildir, sanırım Hz.
Muhammed bunu başarmıştı. Öylesine başarmıştır ki, çok kısa bir süre içinde aynı İnanç Birliği içinde
toplanan Araplar bir yandan etki alanlarını, diğer yandan da egemenlik alanlarını İspanya'dan Hazar Denizi
kıyılarına kadar yayabilmişlerdir. Muhammed öldüğü sırada (632) sadece Mekke, Medine, Neşed, Taif,
Okaş, Bedr, Ceber bölgelerinde etkili ve egemen olan İslamiyet, Ebu Bekir (634) döneminde İran sınırlarına
dayanmıştı. 656'da ise Tunus ve Hazar kıyılarına uzanmış, 661–750 yıllarındaysa İspanya'dan Fransa'ya
geçerek Rhöne (Arles) kıyısına dayanmıştır. Bu dönemde Arap dünyasının ticaret hayatında da büyük bir
gelişme olmuş ve Araplar göz kamaştırıcı zenginlikleriyle Hıristiyan Batı dünyasının husumet ve garezini
üstlerinde toplamışlardır. Nedir ki, bununla kalınmamıştır. Araplar, felsefe, sanat, edebiyat ve -bilimde
özellikle astronomi ve matematikte- Hıristiyan dünyasını geçmişler ve yoğun tarzda etkilemişlerdir.
Özetlersek, İslamiyet, getirdiği yeni unsurlarla değerlendirildiği takdirde devrimci (inkılâpçı anlamında)
niteliği olan bir inanç olarak ele alınabilir. Şöyle ki, esas itibariyle İslam, Anayasası olan bir inanç sistemidir.
İslam'ın Anayasası Şeriat'tır ve bu da bireyin yaşam tarzını düzenler ve yönlendirir. Dolayısıyladır ki, Şeriat'ın
üstünlüğüne bağlı olan Ortodoks Müslümanlarca -örneğin Hanefi, Hanbelî- İslamiyet diğer dinler gibi bir
‘Tektanrılı' din değil ve/fakat aynı zamanda bir yaşama tarzıdır. İslamiyet'te Şeriat'ın Devlet üstündeki etkisi
tartışılmaz. Bu nedenledir ki, İslami Devlet, esas itibariyle Şeriat Devleti'dir. Ve bu Devlet'in Anayasası da
bizzat Allah tarafından yazdırılmış-tır! Siyasi/ideolojik düzeyde İslam kesinlikle Radikal'dir. Toplumsal olarak
ise Gelenekçi’dir. Yeni -ilerici- görüşleri sadece kendi toplumsal geleneğine uyduğu takdirde benimser, aksi
halde 'yeni' ne denli kâr ve kazanç getirici olursa olsun reddedilmeye mahkûmdur; Şeriat'a aykırı olduğu için
kabul edilemez. Çünkü Şeriat 'Allah'ın açıklanmış iradesidir. Müslüman cemaati denetler ama kendisi
denetlenmez." Ve klasik geleneğe göre Şeriat, her zaman ve her yerde geçerli olan her devlet ve toplumla
çakışan (örtüşen) ebedi standartlar manzumesidir. Dolayısıyladır ki Kuran ve Şeriat, birbirlerinden
koparılamaz bir bütünlük ve uyum içindedirler.
Bu kısa açıklamalardan sonra sorumuzu sorabiliriz: Kuran'da 'Seküler' öğeler var mıdır?
Eğer 'Sekülarizm', 'Çağdaşlaşmak'a indirgenmişse ve çağdaşlaşmacılıktan da son iki yüz yılın Batı
Avrupa'sındaki -son 65 yılın SSCB'si ve son 40 yılın sosyalist ülkeleri hariç tutularak- Yahudi-Hıristiyan
geleneğinin ortaya çıkardığı ve adına 'Çağdaş uygarlık düzeyi' denilen etik, estetik, düşünsel vd. standartlar
anlaşılıyorsa -ve sadece bunlarla sınırlandırılıyorsa-, kuşkusuz Kuran'da 'Seküler' öğeler yoktur. Ama eğer
'Sekülarîzm'i bireyin önemsenişi ve kendisi hakkında özgür iradesiyle ÖZEL KARARLAR ALABİLMESİ VE
DİNSEL DOGMALARDAN AYRI OLARAK cismani/dünyevi yaşamını örgütleyebilmesi ve sürdürebilmesi
olarak anlıyorsak, o zaman Kuran'da, çok şaşırtıcı gelecek ama tıpkı T.C. Anayasası'nın BAŞLANGIÇ
bölümüne benzer tarzda, ama '... Şeriat'ın gereği olarak' Sekülarizm (Doğru Laiklik ve akılcılık) vardır. Nasıl
mı? Görelim.
1)
Kuran'da insan(lar)dan öncelikle kendi kendilerine 'düşünmeleri ve akıl etmeleri' istenmektedir
(NOT: Kuran'daki surelerin hemen hepsinde bu tema işlenmiştir, onun için örnek vermiyorum). Allah'ın
tekliğine ve varlığına inanmalarının istenişi bundan sonra gelmektedir. Diğer bir anlatımla insan(lar)dan
77
'Önce İnan, Sonra Öğren' değil, 'Önce Düşün/Akıl et, Sonra İnan' istenmektedir. Dolayısıyladır ki Kuran'da
insan(lar)dan akıllarının ve vicdanlarının -yani bilinçlerinin- yol göstericiliğine güvenmeleri istenmektedir.
İnsanları doğru yola getirmek/ çağırmak için onların akıllarına hitap eden sayısız örnek ve kıyas olanağı
verilmiştir. İnsan(lar)dan bunlara bakarak sonuçlar çıkarmaları istenmektedir.
2)
Kuran'da her insan -Muhammed dahil- inancında sadece kendisinden sorumludur. Allah'tan başka
hiçbir kişi -Allah kişi değil, tabii- veya kuruma 'kulluk' etmek zorunluluğu yoktur - Muhammed'e bile. Hatta
insan dilerse, Allah'a dua ve ibadet de etmeyebilir. Çünkü Allah hiçbir şeye muhtaç değildir - tabiatıyla bir
insanın dua ve ibadetine de. Allah'a kulluk eden insanın dua ve ibadet etmesi sadece hayırlı bir uğraştır ve
'ecri' vardır, o kadar. İnsanın asıl ereği çalışmasıdır, o olmalıdır.
3)
İslam dininde zorlama yoktur. Başta Muhammed olmak üzere hiç kimse diğer bir kimseyi
Müslüman olmaya zorlayamaz. İslamiyet'i seçiş tamamen bireyin özgür iradesine bırakılmıştır Kuran'da.
Muhammed ise sadece bir 'tebliğci’dir, o kadar. O da hiç kimseyi zorlayamaz Müslüman olmaya.
4)
Kuran'da insan(lar)dan Doğa'ya ve Evren'e bakarak dersler çıkartmaları istenmektedir. Doğa'yı ve
Evren'i inceleyen insan, Allah'ın yarattığı her varlığın diğerinden 'Farklı' olduğunu, ancak (Akıl edecek)
kendisinin de 'Farklı' olduğunun (en şerefli mahlûk) bilincine erecektir. Dolayısıyladır ki, Kuran'da istenilen
insan tipi, 'kendi varoluş bilincinin farkına varabilmiş' insan tipidir. Bu da İnsan’ın bir 'Şey' (kendi-içinde-şey)
olmaktan çıkıp bir 'Birey' (kendi-için-şey) haline geçebilmesi keyfiyetidir (NOT: Yahudilik’te ise tüm Yahudiler
'eşit' ama diğer insanlardan farklı ve üstündürler. Çünkü onlar insanlar arasında KENDİ Tanrıları tarafından
'seçilmiş' insanlardır. Kuran bu tür 'seçilmişlik, eşitlik ve üstünlük' inanışlarına KESİN karşıdır, tıpkı
kavmiyetçiliğe karşı olduğu gibi).
Şimdi saydığımız bu hususları aşağıya sadece on iki tanesini alabildiğimiz örneklerden izleyelim.
Tabiatıyla örnekleri en az yirmi misli çoğullaştırmak mümkündür.
1)
"Bizim yaptıklarımız kendimize, sizin yaptıklarınız da kendinize aittir (...) Onlar geçmiş birer
ümmettir. Kazandıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız da sizedir. Onların yapmış olduklarından
sorumlu değilsiniz."
2)
"Herkesin yöneldiği bir yön vardır. Hayırlı işlerde birbirinizle yarışın."
3)
"Ey inananlar! Sizi rızıklandırdığımızın temizlerinden yiyin; yalnız Allah'a kulluk ediyorsunuz, O'na
şükredin."
4)
"Dinde zorlama yoktur."
5)
"Ey Muhammed! Eğer seninle tartışmaya girişilirse, 'Ben bana uyanlarla birlikte kendimi Allah'a
verdim' de. Kendilerine Kitap verenlere ve Kitapsızlara: 'Siz de İslam oldunuz mu?' de, şayet İslam
oldularsa doğru yola girmişlerdir, yüz çevirirlerse sana yalnız tebliğ etmek düşer. Allah Kullarını
görür."
6)
"Sizden önce neler gelip geçmiştir. Yeryüzünde gezin de, yalancıların sonunun ne olduğuna bir
bakın. Bu Kuran, inananlara bir açıklama, sakınanlara yol gösterme ve bir öğüttür."
7)
"Ey Muhammedi Allah yolunda savaş; sen ancak kendinden sorumlusun."
8)
"Her biriniz için bir yol ve yöntem kıldık; eğer Allah dileseydi sizi bir tek ümmet yapardı, fakat bu,
verdikleriyle sizi denemesi içindir."
9)
"İnsanlara doğruluk rehberi geldiği zaman inanmalarına engel olan sadece 'Allah peygamber
olarak bir insan mı gönderdi?' demiş olmalarıdır. De ki, 'yeryüzünde yerleşip dolaşanlar melek
olsalardı, biz de onlara gökten peygamber olarak bir melek gönderirdik'. De ki, 'Benimle sizin
aranızda şahit olarak Allah yeter'."
10) "İnsan ancak çalıştığına erişir."
11) "Allah hiçbir şeye muhtaç olmadığını ortaya koymuştur. Doğrusu mallarınız ve çocuklarınız sizin
için bir imtihandır."
12) "Ey inanmış kullarım! Benim yarattığım yeryüzü geniştir. O halde güven içinde olacağınız yere
gidip Bana kulluk ediniz."
78
İslamiyet'in kitabı Kuran'da, bir kez daha vurgulayalım ki, somut insanlar vardır ve onlardan
düşünmeleri istenmektedir. Kuran'ın hemen her suretinde birkaç kez bu insanlara hitap edilerek, "Düşünmez
misin(iz)?" ya da "Akıl etmez misin(iz)?" diye sorulur. Düşüncenin sınırları ise 'Şeriat gereği olarak' Allah'la
sınırlı ve tanımlıdır. Ama Allah, her yerde ve her şeydedir. Öyleyse insanoğlu her şeyi düşünebilir; buna
Allah'ın varlığı ve yokluğu dahildir - bunun için hiçbir kul ya da kurumdan icazet alması ya da emir alması
gerekmez. Dahası, Muhammed sadece bir 'tebliğci'dir. İslamiyet'te sadece Allah'a kulluk vardır,
Hıristiyanlık'ta olduğu gibi Kilise'ye ve Ruhbanlara kulluk yoktur. Zaten bu nedenledir ki İslamiyet'te
'Ruhban/Clergy' yoktur, olamaz da.
Öte yandan İslami inanca göre, her yerde ve her şeyde olan Allah, 'HAKK'tır. Müslüman da zaten
'Hakk'a kesin teslim olmuş şahıs demektir. Burada dikkat edilmesi gereken husus, Müslüman'ın herhangi bir
kişiye ya da put'a ya da Tanrı'ya değil, sadece Allah'a (Hakk) teslimiyeti keyfiyetidir. O'na ulaşmak için de her
şâhısın fıtratına uygun özel bir YOL ve YÖNTEM fırsatı tanımakla beraber, genel ve temel kaideler de
konulmuştur,yani; yolunu ve yöntemini seçmekte Muhammed dahil her Müslüman sadece KENDİSİNDEN
sorumludur. Her şahıs, malları -bunları ediniş tarzı- ve çocukları - rızkını temin- aracılığıyla bir imtihana
tabidir. Her şahıs ancak çalıştığına erişebilmekte, zorla din edinmemektedir. Kendi yaptıkları kendine,
başkasının yaptıkları da başkasınadır, vs. vs.
Tabiatıyla bu anlatılanların tümü Kuran'a göre böyledir. Hz. Muhammed ve dört halifesi döneminde bu
kurallara en yakın gelebilecek uygulamalarda bulunulmuştur. Ama daha sonra, özellikle de Emeviler
döneminde bu hükümlerin yerlerini 'despotik' ve keyfi uygulamalar almıştır. Elbette bunlar Muhammed'i ve
Kuran'ı bağlamazlar. Nitekim öylesine bağlamazlar ki, Muhammed, Medine'ye Hicret'in dördüncü yılının
dördüncü ayının son gününde Hıristiyanlarla bir 'mukavele' kaleme almıştır. Ebu Bekir, Ömer, Osman ve
Ali'nin tanıklıkları ile Hıristiyanlar ve Müslümanların önünde Muaviye tarafından yazılan bu 'mukavele' Karmel
Dağı'ndaki Fryars Manastırı'nda imzalanmıştır. Daha sonraki yıllarda Fransa'ya götürülerek Kraliyet
Arşivi'nde saklanmıştır.
Bu mukavelede Hz. Muhammed kendi dininin temsilcisi olduğunu ama Hıristiyanların da kendi
inançlarına 'tam' bir özgürlükle sahip çağını ve onlara ait her tür mülk ve emtianın kendisinin ve tüm
Müslümanların koruması altında bulunacağını vurguladıktan sonra 'Kişi Hak ve Özgürlüklerine' gelerek şöyle
demektedir:
"Papaz ve Keşişlerden vergi alınmayacaktır; kendi istekleriyle bir ödeme yapmaları dışında. Vergi
zengin tüccardan ve balıkçının incisinden, madencinin değerli taşlarından, altınından ve gümüşünden ve
diğer varlıklı ve zengin Hıristiyanlardan alınacaktır ve yıllık 12 şilini geçmeyecektir. (...) şahıslardan güçleri ve
yeteneklerinin üstünde vergi taleb edilmeyecektir. Müslümanlarla birlikte düşmana karşı savaşa gitmeleri Hıristiyanlardan- istenmeyecektir. Ama Müslümanlar onları korumak ve kollamakla yükümlü olacaklardır.
Hıristiyanlar ve Müslümanlar tasada ve kıvançta ortaktırlar. Hıristiyanlar kızlarını Müslümanlarla evlendirmek
zorunda değildirler. En önemlisi, eğer bir Hıristiyan kadın bir Müslüman'la evlenirse, kocası kendisine, dinine
dilediği ve bildiği gibi ibadet edebilme serbestiyesini vermekle yükümlüdür. Müslüman koca bu yüzden
Hıristiyan eşini boşamakla tehdit edemez, susturamaz. "
Bunlara karşılık Hz. Muhammed' in isteği de: Hıristiyanlardan İslam'ın düşmanlarına yardımcı
olmamaları, onlara evlerini ve kucaklarını açmamalarıdır. Muhammed, Müslümanlara tanınmış olan hak ve
ödevleri, Müslümanların denetimindeki Hıristiyanlara da tanımaktan çekinmemiştir. Kısacası Muhammed'e
göre onlar da '... Şeriat' in gereği olarak' Hıristiyan'dırlar (NOT: Yukarıdaki 8 numaralı ayet anımsansın).
Nedir ki, Muhammed'in kurduğu bu düzen ve getirdiği bu anlayış, çok değil, elli yıl sonra büyük
değişikliklere uğramıştır. Daha sonraları Hıristiyan Batı'dan önce İslam'da bir tür Enginizyon Mahkemesi
kurulmuş ve en ünlü din bilginleri, başta İbni Hambel, buralarda yargılanmışlar, acı ve işkence çekmişlerdir.
Ama bu düzmece mahkemelerin İslamiyet'te yeri olmadığı da kısa zamanda ortaya çıkarılmış ve egemenler
tarafından yönlendirilen bu mahkemeler yok edilmişler ve sorumluları da ağır cezalara çarptırılmışlardır.13
79
İslam'da 'Minha'nın (siyasi cezalandırma mahkemesinin) kurulabilmesi, Şeriat'tan değil, 'Örfi Hukuk'tan
kaynaklanmıştı. Bu ise Allah'ın Yasası değil, egemen kulların koydukları kurallar ve yasalar toplamıydı. Örfi
Hukuk, İslam'da Batılı gözlemcilerin de belirttikleri gibi 'Lay' (egemen) kadroların elindeki ve uygulamasındaki
hukuktu, Kuran'ın bizatihi öngördüğü bir kurum değildi. Şeriat'a göre önce kitap (Kuran), ondan sonra Sünnet
(Gelenek), sonra İcma (Sahabe), sonra da Kıyas geliyordu. Kıyas, tamamen 'Akla' dayanmaktaydı ve yargıç
ya da yöneticinin konu/sorun hakkında akli bir sonuca varması gerekmekteydi.
Yeri gelmişken 'Cihat' kavramı üzerinde de durmak gerekiyor. Bu kavrama, Batılı Basın'ın ya da
Orientalistlerin 'Bizlere' öğrettikleri tarzda bakarsak, bu kanlı bir Hıristiyan soykırımı gibi gelir.onların çarpık
ve kasıtlı bakış açılarına göre; canavar, gerici ve ortaçağcı -çağdışı- Müslümanlar kana susadıkları için,
zavallı ve uygar Hıristiyanları kesmektedir. Oysa 'Cihat' kavramını dış ve iç anlamlarıyla ele alırsak; a) Dış
anlamı itibariyle 'Cihat' İslam'ın savunulması ülkede ve yeryüzünde adil bir düzenin kurulması amacıyla
çalışılması anlamına gelir. İslam, ölüm pahasına da olsa düşmana karşı savunulacaktır, b) 'Cihat', iç anlamı
itibariyle ;kişinin nefsiyle yaptığı ve yapacağı mücadeledir. Her Müslüman kendisiyle 'Cihat' halindedir. Ve
Hz. Muhammed'e göre 'İslami Cihat'ın önemi bundandır. Kur’an’a göre dış anlamıyla 'Cihat' az kutsal bir
uğraştır; asıl büyük ve kutsal olan iç anlamındaki 'Cihat'tır.3'1 'Cihat'ı dış anlamıyla mutlaklaştıran ilk devlet
Emeviler olmuştur, ondan sonra ise en geniş çapta Osmanlılar yaymışlardır.
Çıkan sonuç şudur ki, Kuran'a ve Şeriat'a göre, bireye, o çağların Hıristiyanlığı'nda ve Yahudiliği'nde
olmayan bugün bile sözde demokrasilerde bulunmayan veya uygulanmayan bir serbesti alanı tanınmıştır.
Prof. Bahri Savcı'nın da belirttiği gibi, "İslamiyet, önce hayat tarzını hırsızlıktan ve intikamdan ,uzaklaştırıcı;
zorbalığı ve gasbı yasaklayıcı; başkasının hakkına ve hayat tarzına saygılı bir hukuk anlayışı getirmiştir ki,
bunlar bugünün anayasalarında ve insan hakları duyurularında gördüğümüz bazı hak ve hürüryetlerden
daha ileridir." (Şahsi masuniyet hakkı dahil)
Prof. Bahri Savcı'nın sözünü ettiği anayasalar ve insan hakları beyannameleri çağımızdaki laik
nitelikteki belge ve anlaşmalardır. Günümüzden yaklaşık 1400 yıl önce 'bireylere' çağımızın anayasalarındaki
ve insan hakları beyannamelerindeki laik hüküm ve kararlardan daha ileri ÖZEL HAKLAR sağlamış/getirmiş
olan inanç sistemi de İslamiyet'tir ve onun kutsal kitabı Kuran'dır. Günümüzden 1400 yıl önce Kuran'da Allah,
insanlardan 'Düşünmelerini ve Akıl etmelerini' istemişti; 1986 yılında Türkiye'de 'Düşünce Suçu' gerekçesiyle
on yıllarca -hatta yüzyıllarca- hapis cezasına çarptırılanlar bulunduğu ve bu insanların acı ve işkencelere tabi
tutulduğu anımsanırsa ve 'Kıyaslanırsa', T.C. Devleti'ndeki bireysel-laik özgürlüklerle, İslam'ın KENDİNE
ÖZGÜ -yani Şeriat'ın gereği olanadalet arasındaki 'fark' çok daha iyi anlaşılır, kanısındayım.102
Şimdi de Osmanlı Devleti'ndeki uygulamalara kısaca değinelim:
Osmanlı Devleti ve Sekülarizm
Hıristiyanlık öncesi Roma 'Pagan'dı, Grekler ise 'Politikon'dular. Bu iki 'şehirli' tipe karşılık, İslamiyetöncesinde Türkler (Türkik kavimler) 'Nomadik', Normanlar, Hunlar, Got-lar, Vandallar, Tötonlar, Saxonlar vd.
'Barbarik' topluluklardı. Bu dört değişik kategori, aynı zamanda dört değişik yaşama tarzını ve anlayışını
temsil ederler. Bir 'Pagan' için 'özel mülkiyet' ne denli önemliyse, bir 'Politikon' için özel mülkiyetin
kendisinden çok onun iktidarla olan bağlantısı, yani ideolojik/siyasal yansımaları o kadar önemlidir. Roma'da
bir Pagan, özel mülkiyetini yitirse bile yine Tagan'dı (şehirliydi); Grekler'de ise özel mülkiyetini yitiren
Politikon, toplumsal statüsünü de -yani iktidarını- yitiriyordu. Paganlar için 'Res-Publica', yani 'kamuya-aitoluş' (Cumhuriyet) fikri önemliyken, siyasal düzeyde Politikon için 'demokrasi' (temsili hükümet) fikri
önemliydi. Bir 'Barbar' içinse, bunların ikisi de son tahlilde 'bir anlam' ifade etmemekteydiler. Onun için en
önemli değer 'şiddet'ti. Barbar 'şiddet'e tapıyordu ve onları bir arada tutan 'şiddet dengesi'ydi. Bir Nomad ise
diğerlerinden şu hususlarda ayrılıyordu. 1) Nomad, Şiddet'e değil, 'güç'e bağlılık duyuyordu, daima onu elde
etmek çabasındaydı. 2) Nomad, esas itibariyle barbar gibi 'yağmacı' (plunder) değil, 'toplayıcı-avcı' idi. 3)
Şimdi 1994'teyiz. 24 Temmuz'da Lozan'ın 71. ve basından sansürün kaldırılışının 86. yıldönümleri kutlandı! Yapılan
açıklamalara göre T.C. cezaevlerinde tam 91 gazeteci ve yazar düşünce suçluları olarak günlerini doldurmaktaydılar.
Osmanlı'nın hiçbir döneminde bu kadar çok sayıda düşünce ve fikir suçlusu hapishaneye düşmemişti.
102
80
Nomad, Politikon gibi 'köle sahibi' değil, yerine ve zamanına göre kendisi 'köle' olabilen şahıstı. 4) Nomad,
Pagan gibi 'Politeist' değil, Tanteist'ti (evreni üstün bir İradi Güç'ün yarattığı ve yönettiği fikri). 5) Askeri yapısı
itibariyle Barbar, ,'Para-Militer' bünyedeyken; Nomad, her zaman 'Düzenli-Ordu' özlemindeydi. 6) Pagan ve
Politikon için 'servet ve zenginlik' ne denli önemliyse, Nomad için 'töre ve yurt' o denli önemliydi.
Türkler İslamiyet'e bağlanıncaya kadar -ki bu 11. yüzyılın sonlarıyla 12. yüzyılın başlarına rastlar,
İslamiyet'in çıkışından
yaklaşık
500–550
yıl sonra- Nomadik karakterlerini korudular. İslamiyet'i
benimseyişlerinden sonraki yüz yıl boyunca da Araplara, Acemlere ve İslami güçlere paralı askerler ve
köleler olarak hizmet verdiler.
13. yüzyıla gelindiğinde Anadolu'da tam bir 'Fetret' (belki düzensizlik, anarşik denebilir) dönemi
yaşanıyordu. Bir yandan Moğolların önlerine katıp sürdükleri Türkmen boyları, diğer yandan Bizans'ın
kendilerini güvence altında tutabilme çabaları, 4. Haçlı Seferi sırasında çöküşü ve 1261'de Paleologos
tarafından yeniden zaptı, Selçukluların çözülüşü ile çeşitli din, dil, soy ve renkten insanların özellikle
Anadolu'ya ve Anadolu içlerine dağılan göçleri bu dönemin en belirgin özellikleridir. Bu büyük ve kanlı göç
eylemleri sırasında Anadolu'da çeşitli beylikler kurulmuştu. Sakarya dolaylarındaki minik Osmanlı Beyliği de
bunlardan biriydi.
Özellikle son kırk yılın en çok sorulan sorularından biri, nasıl olup da bu küçük beyliğin yüzyıllar
sürecek bir imparatorluğu kurabilmiş olmasıdır. Gerçekten de son derece önemli bir sorudur bu. Ve bu
soruya verilmiş çeşitli yanıtlar vardır. Bunların ayrıntılarına girmeden doğrudan doğruya şu söylenebilir: O
dönemde Osmanlılar, çok önemlidir ki, NESNEL AMAÇLARI olan belki de TEK BEYLİK durumundaydılar.
Diğer beylikler için, önce EGEMENLİK VE SALTANAT mücadelesi geliyordu. 1299'dan itibaren OSMANLI
için bu sorunun kalmadığı ve bunun yerini İslam'ı YAYMA ARACI'nın aldığı bellidir. Bu amaç, NomadikPanteist yapıya ve geçmişe de uyuyordu. Osmanlılar kendilerinin Selçuklu Devleti'nin bir ve tek vârisi ve
temsilcisi olamayacaklarının bilincindeydiler. Dağılan bir devletin güçsüz üyeleri olup, yeniden başkalarının
buyruğu altına girmektense göreceli olarak uzak, küçük bir beylikte özerk bir yönetim kurmak çok daha tutarlı
bir davranıştı. Bu nedenledir ki, Osmanlılar diğer beylikler gibi EGEMENLİK VE SALTANAT mücadelesine
girmediler - giremediler. Buna karşılık Anadolu'da İslami güçlerin birliğini sağlamak için esas hedefin bu
olması gerektiğini açıkladılar. Bu sayede de Anadolu'daki yozlaşmamış tüm GAZİLERİ bünyelerinde
toplamayı başardılar çok kısa bir sürede. Söz konusu GAZİLER için 'kâfirlerin' tutsak edilmeleri çok büyük
'sevap’tı. Ama Halil İnalcık'ın da belirttiği gibi, birçokları için bu tutsakların satılarak 'para' getirmeleri de çok
önemliydi. 'Fetret'
döneminin anarşisinden,
diğer bir anlatımla AMAÇSIZLIĞINDAN kendisini kurtarıp,
NESNEL bir AMAÇ uğruna cihat etmek, İslamiyet'in esası ve Allah'ın 'açıklanmış iradesi, Şeriat'ın
önkoşuluydu. Müslüman olduğunu beyan eden her 'Er' önce bu amaca hizmetle yükümlüydü. Yeryüzü
nimetleri -bu arada EGEMENLİK ve MÜLK edinmecilik- geçici bir hevesti, aslolan, kalıcı olan Allah'tı ve ona
Kulluk'tu. Osman Gazi'nin ve Osmanlı Beyliği'nin İslami öğretiye sahip çıkmaları onların İslami öğretiyi çok iyi
bilmelerinden ileri gelmiyordu. Hatta şu bile söylenebilir, Osmanlılar İslamiyet'in ne olup olmadığını diğer
köklü beyliklere ve devletlere oranla belki de en az bilenlerdi. Ancak diğerlerinden ayrıldıkları husus
'egemenlik/iktidar' sorunuydu. Diğerleri 'saltanat ve iktidar' mücadelesi vererek hem kendilerini hem de
Anadolu'daki İslamiyet'i zayıflatıyorlardı. Osmanlı kendini bunlardan uzak tuttu. Askeri eylemlerini, kendini en
güçlü hissettiği döneme kadar Batı'ya yöneltti. Osmanlı İstanbul'u zapt ettiği sırada bile Anadolu'ya tam ve
mutlak anlamda sahip ve egemen olmamıştı. Osmanlı'yı diğerlerinden ayıran bir özellik de, İslami gelenek
gereği olarak, tıpkı Muhammed'in döneminde olduğu gibi Beyliği -bir anlamda Cemaati- ilgilendiren her
konuda 'Aşiret'in tüm üyelerinin alınacak kararlara doğrudan katılmalarını öngörmesiydi. Diğer beyliklerde ise
bu 'çoktan' terk edilmiş bir yöntemdi ve Selçuklu -daha önce de Emevi ve Abbasi örnek alınaraksultanlarının 'merkeziyetçi, mutlakiyetçi' yönetim tarzını benimsemişti. Osmanlı küçük olmasına rağmen,
Muhammed'in yöntemini izledi. Aşiret'in her bireyini kararlara katılmaya çağırdı, gerekli gördüğü alanlarda
Hıristiyanlık'la diyalog kurdu, hatta onları düşmanlarına karşı korudu, somut anlaşmalar yaptı. Bunlardan
hiçbiri Acem, Emevi ve Abbasi geleneğine bağlı Müslümanlarca onaylanmadı ama sonunda tümü
81
Osmanlı'ya boyun eğdi. İslamiyet'i yaymak ve Allah'ın açıklanmış iradesini yeryüzünde egemen kılmak
AMACIYLA savaşan -cihat eden- Müslümanlar, Osmanlı sancağıyla başarıya ulaştılar; diğerleri hizip ve
iktidar kavgalarıyla bölünüp yok olurken, Osmanlı dünya tarihinin en güçlü ve çokuluslu imparatorluğunu
kuruyordu. Muhammed'in Arapların 'Cahiliye' döneminden evrensel bir din çıkartısı gibi, Osmanlılar da
Anadolu'daki 'Fetret' döneminden evrensel bir devlet çıkarttılar. Çünkü çöken, yozlaşan ve çürüyen 'üretim ve
kavramlar'ın yerini, daima bir üst düzeydeki iktisadi, siyasal, toplumsal, tarihsel -dolayısıyla dinsel ve kültürelörgütlenmelerin alması/alışı bir kural gereğidir, rastlantı değil.
Kuruluş dönemindeki Osmanlı Devleti'nin diğer beyliklerden ve geçmişteki diğer Türkik Devletlerden
ve İslami Devletlerden ayıran iki önemli husus daha vardır. Bunlardan biri 'Kültürel Asimilasyon' sorunu,
diğeri de 'Yönetim Anlayışı/Zihniyeti' sorunudur. 13. yüzyıla kadar kurulmuş olan Türkik Devletler bu iki
konuda Çin modelini uygulamışlardı. Zapt edilen topraklarda yaşayan insanları kültürel asimilasyona tabi
tutmak ve bunları 'merkeziyetçi, mutlakıyetçi' bir anlayışla yönetmek fikri ve bunun bir devlet ideolojisi olarak
kabulü, ilkin İÖ 3. yüzyılda Çin'de ortaya çıkmıştı. Orta Asya kökenli devletlerin hemen hepsi bu kurala
uymuşlardı, denilebilir. Emevi ve Abbasi gibi güçlü İslam devletleri ise bunu İslami Cihat anlayışına uygun bir
dış politika olarak yorumlamış ve uygulamışlardı. Osmanlılar ise, başlangıçta 'Kültürel Asimilasyon' tezine
değil, ilginçtir, 'Kültürel Katılım/Participation' tezine dayandılar. Ele geçirdikleri topraklarda yaşayan, özellikle
Hıristiyan cemaati ve onların gelenek ve göreneklerine sahip çıktılar, korumaları altına aldılar ve onları
yönetime 'katılmaya' çağırdılar; sadece dinsel nedenlerle dışlamadılar. Bu tavır Osmanlılara kendileri için
yeni kültürleri ve anlayışları edinebilme olanağı sağladı (NOT: Selçuklular da özellikle evlilik ve ticari
ilişkilerinde benzer yolu izlemişlerdi. Osmanlı bunu Selçuklulardan tevarüs etmişti, denilebilir). Yönetim
anlayışı itibariyle de Osmanlılar, Fatih dönemine kadar 'merkeziyetçi, mutlakıyetçi' anlayışı değil, bir anlamda
'çoğulculuğu' uyguladılar. Çeşitli konularda Hıristiyanlarla işbirliği yapmaktan ve onlarca öne sürülen fikirleri
benimseyerek birlikte eylemlere girmekten çekinmediler, kaçınmadılar. Kısacası, yabancı kültürlere,
deneylere ve fikirlere açık olmaları ile yönetimde çoğulculuğu uygulamaları Osmanlı'yı başarıya götüren
etkenlerin başında gelirler. Öte yandan Osmanlı toplumu gelip geçmiş tüm devletleşmiş toplumlar gibi sınıflı
bir toplumdur. Çünkü Devlet'in olduğu yerde sınıf(lar) vardır. Dolayısıyla Osmanlı toplumunun bu bakımdan
atipik bir yönü yoktur. Gelmiş geçmiş devletlerin iktisadi-siyasi örgütlenişlerine ve toplumsal-tarihlerine uygun
bir yapıdadır Osmanlı. Ancak bir toplumda 'sınıflar'ın varlığı, o toplumun mutlaka ve kesinlikle diğer
toplumlarla aynı gelişmeleri yaşayacağının belirtisi değildir. Bu da bir kuraldır. Diğer bir anlatımla,
devletleşmiş toplumların tümünde 'sınıflar' vardır ve/fakat bunların arasındaki mücadele -ve yapısallık
mutlaka birbirinin aynısı veya eşi değildir- 'farklı'dır. Yani sınıflar vardır, ama bunların ortaya çıkışları,
toplumsal bünyeleri farklıdır. Örneğin Hindistan'da, Türkiye'de ve İngiltere’de sınıflar vardır. Ancak bunların
yapıları son tahlilde farklıdır. Tabiatıyla söz konusu ülkelerdeki sınıfsal bilinç yerleşmiştir. Türkiye'de ise,
"Sınıflar vardır ama sınıfsal bilinç henüz yoktur." Hindistan'da ise, sınıflar, özellikle 'dinsel inançlar'ın gereği
olarak vardırlar. Kısacası, İngiltere’de bireyler, toplumlarındaki iktisadi' ve siyasal yerlerinin ve rollerinin
bilincinde olarak belirli sınıfların üyeleri olurlarken, Hindistan'da, egemen dinsel inançlara ve geleneklere
göre sınıfların üyeleri olmuşlardır - üretim faaliyeti içindeki yerlerine ve rollerine göre değil.
Osmanlıların 'merkezi, mutlakıyetçi devlet' anlayışı düzeyine ulaşmaları, Fatih Sultan Mehmet
döneminde olmuştur. Diğer bir deyişle, Osmanlılar ilk kez onun saltanatı döneminde monarşik anlamında
Devletleşmişlerdir. İlk kez onun döneminde, Allah'ın 'açıklanmış iradesi Şeriat'a koşut olarak 'Egemen Sultan
ın açıklanmış iradesi' diye nitelendirebileceğimiz 'Kanunname' yayınlanmıştır. Fatih'in Kanunnamesi 'özü',
'görünüşü' (manifestation), 'içeriği' ve 'biçimi' itibariyle, daha önceki İslami devletlerdeki 'örfi' Hukuk'tan farklı
bir yapıdadır. Şöyle ki, Kanunname'de 'öz' itibariyle 'kalıcı' olan hususlar ele alınmıştır; bunlar üretim -yani
iktisadi altyapı- ilişkileridir. Kanunname, bu 'öz'ün -üretim ilişkilerinin- siyasal üst yapı tarafından düzenlenişini
yansıtır, manifeste eder. Kanunname, 'içerik'i itibariyle yeniden-düzenlenmiş olan üretim ilişkilerinin toplumda
nasıl 'uygulanacağını ortaya koyar. Kanunname, 'biçim'i itibariyle, siyasal yapı tarafından yenidendüzenlenmiş olan üretim ilişkilerinin -alt yapısının- toplumda uygulanışıyla birlikte edinilecek olan 'tarihsel
82
biçimlenişi/formation' çizer.
Bu özelliklerinden dolayıdır ki, Fatih'in Kanunnamesi İslam'daki benzeri örfi hukuk gibi 'keyfi' ve
'karakuşi' değil, 'akılcı'dır. Deneyimselliği ve yönetimi vardır. Uzun ömürlü ve bağlayıcı oluşu bundandır.
Nedir ki, 'Kanunname', 'Şeriat' üstünde, ona egemen veya faik bir güç değildir. Fatih, kendi gücünün
sınırlarının bilincinde olan bir devlet adamıydı. Kendi gücünü denetleyen, gerçekte 'Şeriat'tı. Genellikle
Despotik olarak nitelendirilen Osmanlı padişahları, dolayısıyladır ki Amerikalı bir bilim adamı A. H. Lybyer'in
de belirttiği gibi, 'sınırlı despotizm'in uygulayıcıları olabiliyorlardı en fazla'. Aynı araştırmacıya göre, bu üstün
yasa -Şeriat- gereği olarak Padişah, Hıristiyan kullarını din değiştirmeye zorlayamamakta, fazla vergi
alamamakta, kendi başına kesin kararları verememekte ya da savaş çıkartamamaktaydı. Diğer bir deyişle,
Padişah istese dahi, kuramsal olarak, Hıristiyanları ve diğer dinlerden olanları korumakta olan İslami 'Şeriat'a
aykırı davranışlar sergilememekteydi (NOT: Batı'da ise, örneğin Fransa'da ve İspanya'da, Katolisizm,
kendinden başka dine ve inanca hiçbir şekilde cevaz vermemişti yüzyıllar boyunca).
Bu ilginç Despotizm'den çıkan sonuç şudur ki, Padişah ne yaparsa yapsın, kuruluşunda 'çoğulcu'luk
ve 'katılımcı'lık yatan bir imparatorluğu yönetmekle yükümlü ve sorumluydu. Karışık ve değişik kültürlerden
ve kökenlerden gelen milyonlarca insanı 'birlik' halinde tutmaktı asıl görevi. Ancak bu görevi yerine getirdiği
takdirde 'Şeriat'a, dolayısıyla Allah'a kulluk görevini ifa etmiş sayılıyordu. Her Padişah karışık kültürleri ve
onların temsilcilerini -hangi inançtan olurlarsa olsunlar- dinlemek ve korumak zorundaydı. Hatta halen durum
aleyhine bile olsa, Osmanlı padişahları Osman Gazi'den bu yana bir geleneği sürdürmüşlerdir. Şöyle ki, daha
önce de belirttiğimiz gibi, Osman Gazi'nin başarıya ulaşmasında, sadece Müslümanların değil, Hıristiyanların
da payı vardı. Çeşitli iktisadi ve siyasal mülahazalarla Osman Gazi'yi destekleyen Bizans tekfurları ve diğer
Hıristiyan cemaatleri vardı. Osman Gazi, bunlarla istişare etmeden önemli kararlar veremezdi. Osmanlı
padişahları, esasları itibariyle, değişik kültürlerin ve inançların koruyucuları olduklarını hiçbir zaman
unutmadılar. Osmanlı toplumunda, her dönemde değişik fikirler 'bir arada' bulunabilmişti. Bazı İslami Rafızî
hareketler dışındaki fikir ve eylem akımlarına Osmanlı padişahları 'ceberrut' davranmadılar. Hatta bunların
temsilcilerine korunma ve kolaylıklar da sağladılar. Daha da önemlisi, görüşlerini yayabilmeleri için olanaklar
bile verdiler. Örneğin, Avrupa'da Katoliklere karşı dinsel özgürlüğü savunan Protestanları desteklediler.
Öte yandan, bilindiği gibi Osmanlı ordusunda ve yönetiminde de 'çoğulculuk' ilkesi geçerliydi. Özellikle
de 'Devşirme' sisteminde değişik kültürlerden gelen insanlar yer almaktaydılar. Bunlar Osmanlı
İmparatorluğu'nun yönetiminde ve saltanatında da etkili olmuşlardı (Örneğin Sokollu, Mimar Sinan vd.).
Kısacası, Osmanlılar, Lybyer'in de gösterdiği gibi sadece kılıçla başarıya ulaşmış değillerdi, onları başarıya
ulaştıran tüm Akdeniz'in gelmiş geçmiş tüm kültürüne ve yaşama tarzlarına sahip çıkmış -buna vâris olmuşolmalarıydı.
Gerçekten de, Osmanlılar Latin-Grek kültürünün deneyim ve birikimindenhayırlı yönden yararlanmıştı.
Osmanlı medeniyeti ünlü Latin-Grek ve Aramanik kültürlerini kendi içindeyoğurmayı başarmıştı. Onların
inkârı durumundaydı. Örneğin 17. yüzyılın Osmanlı toplumunda yönetici kadrolar, Latin-Grek kültürünü belki
bugünkü (2000'li yıllar) yönetici kadrolardan çok daha derinlemesine biliyorlardı. Tanzimat'a kadar da bu
böyle oldu. Tanzimat Dönemi'nde ise tartışma değişik bir boyut kazandı. Şimdi Tanzimat'a kadar olan
dönemlerdeki uygulamalı Laikliği sezinleyebilmemiz hususunda bize ışık tutacaklardır.
1)
Osmanlı toplumunda bir Ruhban sınıfı yoktu. Dolayısıyla Müslüman bireylerin Ruhbanlara kulluk
etmek gibi bir yükümlülükleri de yoktu.
2)
Osmanlı toplumunda Ticaret ‘Helal' kabul edilmişti. 'Hisba' gereği hakkaniyete uygun olan değeri
İmam tayin ediyordu. 'Hisba' tüccara değil, loncalara uygulanmaktaydı. Tüccar, 'Riba'ya (öldürücü faiz)
giremezdi, o kadar. Bunun dışında her türlü alışverişte kendi adına, dinsel zorlamalardan bağımsızca
kararlar alabilmekte, ortaklıklar kurabilmekteydi. Örneğin ünlü İspanyol Yahudi’si Dona Garcia adlı kadın,
tüm ticari işlerini kendi yönettiği gibi, alacaklarını tahsil edemediği için Padişah'a başvurarak Hıristiyanlara
ticari boykot uygulatmıştı. Ayrıca 1555’te II.
Henry'nin
-Fransa'da-
faizleri %12'den %16'ya çıkarması
üzerine, tüccarlara özenen birçok Osmanlı paşası da bunlara yatırım yapmışlardı. Aynı dönemdeki bir başka
83
Yahudi kadın tüccarın, Ester Kyra'nın da, ticaret aracılığıyla edindiği çok büyük bir serveti vardı (NOT:
1990'lar Türkiye'sinde değil, Avrupa'sında bile bu iki Yahudi kadın kadar, kendi başlarına kararlar alarak, o
denli büyük çapta ticaret yapabilen kadın tüccar yoktur. Osmanlı Devleti bunları sadece korumakla
kalmamış, aynı zamanda ticaretlerini artırabilmeleri için her türlü olanağı da sağlamıştı. Osmanlı'da bu
anlayış, Fatih döneminde yerleşmiş ve sürdürülmüştür. Osmanlı, tüccarları ve ticareti EN ÇOK KORUMUŞ,
onlara bir anlamda sınırsız hareket alanı sağlamış olan bir devletti ve İnalcık'ın da belirttiği gibi, çıkarlarının
bunda olduğunu ÇOK İYİ biliyordu). Kısacası Osmanlı'da tüccarlar, Şeriat'a değil, 'Seküler' nitelikteki 'Lay'
kadrolarca yönlendirilen yasalara, hükümlere ve kurallara tabiydiler. Bunlar ise, tüccarı korumak amacıyla
kaleme alınmış hükümlerdi. Çünkü Şeriat'a göre haram sayılan 'faiz' olmadığı takdirde tüccar da olamazdı.
Şeriat ise, 'faizcilik' ve 'tefecilik' yapanlara uygulanıyordu. Buna rağmen Osmanlı toplumunda 'faizcilik' de
'tefecilik' de vardı. Özellikle düşük ayarlı paralar, ticaret ve siyaset hayatında önemli rol oynuyordu (NOT: 12.
ve 13. yüzyılda özellikle İngiltere'de sahte para ve düşük ayarlı para basımı yaygındı. Çünkü ülkede 40'tan
fazla darphane ve yüzlerce 'paracı' (moneyer) vardı. Düşük ayarlı para basmanın cezası İngiltere'de, şaşırtıcı
gelecek ama sağ elin kesilmesi şeklinde tecelli ediyordu! Tıpkı İslam Şeriatı'nda olduğu gibi!!! Örneğin I.
Henry, düşük ayarlı para basanları Winchester'da toplayıp 1125 yılının yılbaşında tam on iki gün süren
törenlerle sağ ellerini kestirmişti).
3)
Osmanlı toplumunda, diğer dinlere ve inançlara Avrupa'da -örneğin İngiltere'de, Fransa'da,
İspanya'da- olmadığı kadar bağımsızlık ve özerklik tanınmıştı. Çeşitli inançlar, hatta padişahın huzurunda
dile getirilebiliyorlardı. İlginç bir örnek aktaralım. Mary Fisher, Yorkshirelı bir İngiliz kadınıydı. 17. yüzyılın
başlarında ortaya çıkan yeni bir Hıristiyan mezhebine, Quaker inancasına bağlanmıştı. Bu yüzden işkence
görmüş, hapse atılmıştı ve taşlanmıştı (aynen). Daha sonra hapisten çıkınca 1657 yılında Kudüs'e gitmek
için yola koyulmuşken, İzmir'de gemiden ayrılmış ve 'Türklerin Sultanım Quaker inancasına kazanmak
isteğiyle' soluğu Padişah IV. Mehmed'in huzurunda almıştı. Antonia Fraser'in belirttiğine göre Mary Fisher 35 yaşındaydı-, Sultan'a görüşlerini hiçbir baskı altında kalmadan açıklamış ve onu dinine davet etmişti!
Fraser, asıl şaşırtıcı olanın, Sultan’ın bir kadın ve Hıristiyan olmasına rağmen Mary Fisher'i dinlemesi, ona
korunması için emrine adamlar vermesi ve dinini yayabilmesi için İstanbul'a göndermesiydi, diyor. İstanbul'da
ise, İngiltere Büyükelçisi Sir Thomas Bendish, Quakerleri 'Tanrının lanetli kulları' olarak değerlendiriyordu.
Daha sonraki Büyükelçi Earl of Winchilsea ise İstanbul'u merkez edinen Quakerler için yazdığı bir raporda
"Ulusumuzu Türklerin arasında gülünç ve rezil eden bu tip insanlar derhal uzaklaştırılmalıdırlar," diyordu. Bu
soylu İngiliz, İstanbul'a geldikten sonra dört kez evlilik yapmıştı ve yirmi dört çocuğu olmuştu! Onun sekreteri
Paul Rycaut Esq ise Osmanlı toplumu üzerine en ayrıntılı kitaplardan birini yazmıştır. 1668'de İngiltere'de
yayınlanan bu kitap kısa zamanda tüm Avrupa'da ilgi çekmişti. Rycaut, kitabında çok şaşırdığını 'itiraf etmek
zorunda kaldığını belirttiği iki de olay anlatmıştır. Bunlardan biri, Osmanlı toplumunda ne kadar çok birbirine
zıt fikrin bir arada bulunabildiği, diğeri de 'Ateizm'dir. Rycaut'nün anlattığına göre, 1660'larda İstanbul'da en
güçlü mezhep, 'Ateizmi ve her Müslüman'ın Allah olduğunu vaz eden Musrrin'dir.' Bunlar, diyor Rycaut,
Saray'da ve Harem'de bile taraftarlar edinmişlerdi. Ve -dikkat, en önemlisi geliyor-tekil varlıklar, gördüğümüz
ve hayranlık duyduğumuz semavi düzenin yönlendiricileridir; Gökler (Heavens), Güneş, Ay ve Yıldızlar hep
böyledirler ve HAREKET halindedirler, şeklindeki mantıkdışı(!) bir görüşle taraftarlar toplamışlardı, diyor
Rycaut. "Yeryüzünde böyle resmi bir Ateizm bulunabileceğine hiç inanmazdım (I never could believe that
there was a formal Atheism in the world, concluding that the principle [of the being a God]...) diye yazmış
Rycaut - Müslüman Osmanlı başkenti İstanbul'dan, 1660'larda.
4)
Osmanlı toplumundaki 'sınıfsal' ayrım Hıristiyan Batı dünyasındaki gibi değildi. Soyluluk ve aile
sınıf edinmekte etkili olmuyordu. Şöyle ki, Batı'da bir soylunun çocuğu mutlaka soylu olurken, Osmanlı'da
böyle bir kural yoktu. Toplumda en alt tabakalardan gelen insanlar bile, Lybyer'in de belirttiği gibi, "Kişisel
başarısını kanıtlayabildiği takdirde toplumun yönetici sınıfı arasında kendisine bir yer edinebiliyordu."
Kısacası, Osmanlı toplumunda
'başarı'
geleneksel olarak
'birey'indi.
Yine Lybyer'in belirttiğine göre,
"Osmanlı Devleti'nde İslamiyet kurumu temelde demokratikti." (The Moslem Institution was fundamentally
84
democratic.) Allah'ın huzurunda tüm müminler eşittiler, dolayısıyla her birinin yükselme ve şan ve şöhret
edinebilme şansları eşit olarak vardı. Lybyer, bunun Muhammed'in doktrinine bağlı bir dayanışma ve
mükemmel bir uyumdan doğduğunu belirtiyor.
5)
Osmanlı toplumu, diğer devletleşmiş toplumlar gibi Vergilerle ayakta duruyordu. Ama ilginç olan,
Osmanlı Devleti'nde yürürlükte olan vergilerin hemen hiçbiri Osmanlılar tarafından (özgün olarak) keşfedilmiş
değildi. Osmanlı Devleti'nde yürürlükte olan vergilerin tamamına yakını, daha önce ve başka dinsel inanç
sistemleri tarafından konulmuşlardı. Osmanlı bunları AYNEN korumuş, sadece adlarını değiştirmekle
yetinmişti. Dolayısıyladır ki, Osmanlı Devleti'nde vergi sistematiği, gerçekte ve Ortodoks anlamında, İslam
Şeriat'ı tarafından konulmuş değildi. Benzer şekilde, ağırlık ölçüleri ve takvim de Osmanlıların özgün keşifleri
değildiler. Bunlar da başka kültürlerden alınmışlar, geliştirilerek kullanılmışlardı. Çoğu İslami Şeriat'a uygun
değildi - ama gündelik hayatı belirleyen unsurlardı bunlar. Şimdi, takvimin, dirhemin, verginin 'Sekülarizm'le
ilgisi ne, diye soranlar çıkabilir. Bu hususların tümü de, 'Tektanrılı' dinlerden önce Şekiller toplumlarca
keşfedilmiş değerlerdir. Diğer bir deyişle, ilk kez Seküler ortamlarda ortaya çıkmış ve toplumlarca
'uygarlaşmanın' araçları olarak kullanılmış, benimsenmiş standartlardır.
6)
Osmanlı toplumunda, özellikle Katolik mezhebinden olan Hıristiyan devletlerinden farklı bir
SİVİLLEŞME vardı. 19. yüzyıldaki Tanzimat'a kadar Osmanlı toprakları başlıca iki yönetime bölünmüşlerdi,
a) Sivil ve yasal bölgeler, b) Askeri bölgeler. Dolayısıyladır ki, SİVİLLEŞME, temelinde TOPRAK'a ve en
önemlisi dindışı MESLEK'e bağlı bir kurum olarak gelişti. Osmanlı toplumunda Ahilik ve Loncalar, 14.
yüzyılda Anadolu'daki CIVIC kuruluşlardı. Askeri bölgelerde değil, ama sivil ve yasal bölgelerde gündelik
yaşam, çoğunlukla bu kurumsal geleneğe bağlı unsurlarca denetlenebiliyor ve/veya yönlendirilebiliyordu. Bu
nedenledir ki, Osmanlı toplumu, bazılarınca öne sürüldüğü gibi tam bir ASKER DEVLETİ ile yönetilmiyordu;
kılıca dayalı (militarist) bir toplum değildi. Loncalarda her türlü fikir rahatlıkla konuşulup tartışılabiliyordu.
Diğer bir anlatımla bu kurumlarda 'düşünce ve vicdan özgürlüğü' kendi koşulları çerçevesinde vardır, ilginçtir
ki, 'düşünce suçu' diye karakuşi bir 'yasaklama ve ceza' tehdidi de yoktu.
7)
Osmanlı toplumu ÇOK-DİLLİ bir toplumdu. İmparatorluğun sınırları içinde on üç dil ve elliden fazla
lehçe konuşuluyordu. Osmanlı egemen sınıfı 'dilleri'
yasaklamaktan, dolayısıyla 'düşünsel gelişmeyi'
engellemekten yana olmamıştı hiçbir zaman. Osmanlı padişahları da en az üç-dört yabancı dil bilirlerdi. Fatih
döneminde devletin resmi yazışmalarında Bizans’ça ve Uygurca da kullanılıyordu. II. Beyazıd döneminde ise
resmi yazışmalarda en çok Bizans’ça kullanılmıştı. Bir toplumun ÇOK-DİLLİ, dolayısıyla ÇOK-FOLKLORLU,
ÇOK SANATLI olmayı kendine esas tesis etmiş olması, o toplumda SEKÜLARİZM'in bulunduğunun en
belirgin göstergesidir. Osmanlı toplumunda şiirde, sanatta ve gündelik yaşamda çeşitli dillerden türemiş olan
kavramlar iç içe yaşamışlardı. Osmanlı toplumunda insanlar ANADİLLERİ'ni kullanmaktan korkmadan
konuşup, düşünebiliyorlardı. Kısacası, Osmanlı toplumunda bugünün T.C. Devleti'nde olmayan bir DİL
ÖZGÜRLÜĞÜ, dolayısıyla DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜ ve YAZI ÖZGÜRLÜĞÜ vardı.
8)
Osmanlı toplumunda egemen sınıf SAF bir IRKIN temsilcilerinden oluşmuyordu. Değişik
toplumlardan gelen yöneticiler bir mozaik oluşturuyorlardı. Bu mozaikten bazı adlar sayalım: Thomas
Katavolinos, Rum (Müslim Yunus),
II.
Mehmed'in .sekreteri; Sigismund Tomasevic, Kral Stjepan
Tomasevic'in yeğeni, II. Mehmed'in Bosna'daki yöneticisi; Amcazade Hüseyin Paşa, İranlı, 1663'te Osmanlı
maliyesini yönetiyordu; Abaza 'Kör' Hüseyin Paşa, 1672'de Kethüda; Yörük Hasan Paşa, 1691'de Rumeli
Beylerbeyi; Abdülhamidi -Lari, İranlı, II. Mehmed'in hekimbaşı -İstanbul Laleli Camii onun adınadır-; Arnavut
Cafer Paşa, 1691'de Beylerbeyi; Sırbistanlı Gedik Ahmed Paşa, 1461'de Anadolu Beylerbeyi; Stjepan Vukcic
(Despotoğlu - Hersek Ahmed Paşa), II. Beyazıd'ın damadı; Gürcü Mehmed Paşa, 1663'te Kıbrıs Sancakbeyi;
Boşnak Salih Paşa, 1664'te Şam Beylerbeyi; Bosnalı Hadım Yakup Paşa; 1505'te Anadolu ve Rumeli
Beylerbeyi. Bu adlara daha birçokları eklenebilir. Bütün bu insanlar Osmanlı toplumunda kişisel gayretleriyle
yükselmiş, egemen sınıfa katılabilmiş kişilerdi. Hiçbiri özbeöz Türkmen ve/veya Arap değildi. Daha önemlisi,
İslami bir geçmişleri yoktu.
9)
Osmanlı Devleti, ne Emeviler gibi Ortodoks bir Şeriat devleti, ne de Abbasiler gibi bir Halife
85
devletiydi. Osmanlı'da Şeriat'a uygun hale getirilmiş bir Hanedan Devleti vardı denilebilir. Türkler, Arap
olmadıkları için Orta Asya ve Çin modellerinden etkilenerek Hanedan'a çok önem vermişlerdi. Bu ise son
tahlilde İslami esaslarla (Arap değil) tam çakışmayan bir gelişmeydi ve Araplar ve Acemler tarafından her
zaman eleştiri konusu yapılmıştı. Ancak Osmanlılardaki bu gelenek onlara özellikle Hıristiyanlarla çok yönlü
ilişkiler kurmalarında çok yararlı olmuştur. Hıristiyanlığı her bakımdan dıştalayan ve monolitik bir karşı cephe
oluşturan, örneğin Emevilerden farklı olarak Osmanlılar, Kanuni döneminde gerçekte Müslümanlardan çok
gayrimüslimlerin Padişah'ı durumundaydılar. Bu nedenledir ki, Padişah'in -Osman Gazi'den beri- bayrağı
DİRLİK'i simgeleyen beyaz renkli bayraktı. Osmanlı toplumunun mozaiğini belirleyen ve simgeleyen üç
bayrak daha vardı. Bunlar da alaca, kızıl ve sarı bayraklardı. Kanuni bunlara yeşil ve siyah bayrakları da
ekleyerek bayrakların sayısını altıya çıkarmıştı. Aynı dönemde İstanbul'da evler ve resmi binalarda sarı,
kırmızı ve yeşil olarak ayrılmışlardı. Gayrimüslimlerin evleri ise koyu ve açık gri olarak boyanırdı. Osmanlı
toplumundaki ÇOK-UYGARLIK'ın beraberinde getirdiği olgulardan biriydi bu. Osmanlı toplumunda Araplarda
ya da Katolik Fransa, Portekiz, İspanya ve İtalya'da olduğu gibi TEK-DİNLİ, TEK-DİLLİ, TEK-UYGARLIKLI
olmak gibi ZORLAMA bir yapı yoktu. Öylesine yoktu ki, Osman Gazi öldüğü zaman yakınları onu eski bir
kiliseye gömmekten54 ürkmemişler, çekinmemişlerdi. Bu kilise daha sonra onun oğlu Orhan tarafından
türbeye dönüştürülmüştür. Benzer şekilde Osmanlılar birçok kiliseyi cami olarak kullanmaktan da
çekinmemişlerdi. Ayrıca Müslüman ve Hıristiyan zabitlerin bir arada görev aldıkları birçok teşkilat vardı.
Örneğin Voynuk teşkilatında Çeribaşı Müslüman, Pirimkür ve Likatör(ler) Hıristiyan zabitlerden seçilirlerdi.
10) Osmanlı toplumunda Sekülarizm, ilk kez Tanzimat'la birlikte 'resmiyet' kazandı. Osmanlı tarihinde
kısaca Tanzimat adıyla anılan bu reformasyon dönemi, 3 Kasım 1839'da İstanbul'da halka açık olarak
okunan Sultan'ın fermanıyla başlatılmıştı. Alman sosyalist tarihçilerinden Ernst Werner ve VValker Markov
bu gelişimi şöyle açıklamaktadırlar:
"Bu 'kutsal el yazması' bir iyi niyet açıklamasaydı. Din, halk ve sosyal sınıf ayrımı yapılmaksızın,
herkesin şahsiyetinin, malının ve miras hakkının olduğu gibi, 'şan ve onurunun' dokunulmazlığının da
korunacağını garanti ediyordu. Ayrıca iltizam'ın kaldırılacağını, vergilerin yeniden düzenlenecek olan yasalar
çerçevesinde saptanacağını, mahkemelerde bakılan davaların kamuoyuna açıklanacağını ve neferlerin
hizmet süresini indirmek suretiyle düzenli bir şekilde silâhaltına alınacaklarını vurguluyordu. Bu kararname,
çok geniş kapsamlıydı. Bu tamim 'hayırlı talimatlar' (Tanzimat-ı Hayriye, kısaca Tanzimat) devrini açmıştır ve
meydana gelmesinde etkili olan Fransızlarca, kendi Büyük İhtilallerinin İnsan ve Vatandaşlık Haklan
Beyannamesi ile kıyaslanmıştır. Bu kıyaslamaları yaparken (Fransızlar) biraz aşırı duygusal davranmışlardır.
Buna karşılık Hatt-ı Şerif gerçekte sivil yurttaşlık haklarının yeniden düzenlenmesi için gereken unsurları
içermekteydi; ilke olarak -ve Müslüman bir ülkede ilk kez- ruhani ve dünyevi güçlerin birbirlerinden ayrılması
anlayışına, yani devlet ile toplumun Sekülerleştirilmesi anlayışına dayanmaktaydı. (... auf Auffasungen von
der Trennung zwischen geistlicher und weltlicher Gewalt der Sâkularisierung von Stat und Gesellschaft.)"
İlginçtir
ki,
bizzat
İslam'ın
halifesi
tarafından
başlatılmış
olmasına
rağmen
'Sekülarizm'in
resmileştirilmesi ne emekçi halk tarafından -Hıristiyanların çoğu da dahil- ne de onlara dinsel eğitimi veren
din adamlarınca tam anlamıyla onaylanmıştır. Stanford Shaw'un da gösterdiği gibi Tanzimat, egemen sınıfın
içindeki çıkar çelişkilerini keskinleştirmiştir. Nedir ki, egemen sınıf içinde yer alan Ulema'nın önde gelenleri,
Tanzimat'ın Batı Avrupa'dan empoze ediliş şekline karşıydılar, bunun Osmanlı Devleti'ni ve onun dinsel
AMACI'nı ortadan kaldıracağını düşünüyorlardı. Ama Tanzimatçılık fikrine karşı değildiler. Osmanlı
toplumunda bazı köklü değişiklikler (ıslahat) yapılmasından yanaydılar. Eldeki dinsel yasalarla gelişen dünya
koşullarına ayak uydurulanmadığının bilincindeydiler. Zamana uygun yeni düzenlemeler yapılmasından
yanaydılar. Diğer bir anlatımla, Şeriat'ta değil, örfi hukukta yapılan değişikliklerin İslami esaslara ve yönteme,
emr-i -bil marufa-yani nehyi anil münker - uymadıkları kanısındaydılar. Örneğin, 1850'de kabul edilen Ticaret
Yasası, Fransız Ticaret Yasası'ydı, bunun çevirişiydi. Osmanlı Hanedanı bunu aynen aktarmakta bir beis
görmemişti, çünkü böyle bir gelenek vardı. Ama bu yasaya FAİZ eklenmişti. Ulema, yasanın aktarılmasına
değil, buna Şeriat'a aykırı olan FAİZ'in eklenmesine karşıydı. Ceza Yasası da (1858) Fransızca'dan
86
çevrilmişti ve bunda da Hadd (Şeriat'ın koyduğu hüküm) kaldırılmıştı. Yine, Deniz Ticaret Yasası ve diğer
ticaret yönetmelikleri (1861 ve 1863) Fransızca'dan çevrilmişlerdi. En büyük değişiklik ise, Coulson'un
deyimiyle sektiler nitelikteki Nizamiye mahkemelerinin kurulmasıydı. Bunlar Osmanlı toplumundaki ilk resmi
SİVİL ve SEKÜLER yargı kuruluşları oldular.
Özellikle II. Mahmud'la birlikte Osmanlı toplumunda 'Sekülarizm' resmen ağırlığını duyurmaya başladı.
Ama tabiidir ki, bazı tepkiler de gelmeye başladı. Örneğin 1837'de darphane emini Ayasofya'da namaz
kılarken öldürüldü. Galata'da, Padişah'ın yolunu kesen bir derviş ona 'Gâvur Padişah' diyerek saldırdı. II.
Mahmud bu dervişi hapsettirmedi, öldürtmedi. Buna karşılık bir hatt-ı şerif yayınlandı. Bunda 'cehaletin
İslamiyet'te yeri olmadığı' vurgulanıyordu. II. Mahmud'un Seküler girişimlerinden biri de Haydarpaşa'da
Karantina Müdürlüğü'nü kurdurmasıdır. Bu olayın (1838) önemi, sadece bu kurum için bir Divan kurulması ve
İslamiyet açısından bunun uygunluğunun tüm divan üyelerince -Ulema başta olmak üzere- oybirliğiyle
onaylanmasıdır. Ayrıca II. Mahmud döneminde ilk Başvekil atanması da yapılmıştır. Hacı Akif Paşa 30
Mart'ta görevinden alınmış ve yerine Rauf Paşa vekillerin başı olarak atanmıştır. Bir ilginç gelişme de,
1839'da Pera'da ilk operanın sahnelenmesidir. Gaetano Mele adlı bir İtalyan tarafından gerçekleştirilmiştir.
Yine bu dönemde seçilmiş bazı Osmanlı gençleri eğitim amacıyla Avrupa'ya gönderilmişlerdir. 1865'te
yayınlanan kitabında Prof. L. Gardey, "Türkiye sosyal, sivil, dinsel ve politik alanlarda son yirmi beş yılda göz
kamaştırıcı bir yenileşmeyi gerçekleştirmiştir," diye yazmış. Yine aynı yazara göre, bunda Müslüman,
Hıristiyan ve Yahudi ayrımı yapılmaksızın herkesin el ele çalışmış olmasının payı vardır.
Sultan Abdülaziz ise, "Dinde zorlama yoktur," şeklindeki Kuran hükmüne dayanarak II. Mahmut'un
başlattığı 'Sekülarizm'i Osmanlı toplumunun hemen her alanında resmileştirmiştir (10 Mayıs 1868).
Abdülaziz'in Mısır gezisini yazan Prof. L. Gardey onun ne denli 'liberal' ve 'insancıl' bir padişah olduğunu
anlata anlata bitiremez.
Osmanlı toplumunda 'Seküler' girişimler bazılarına göre Kızıl Sultan, bazılarına göre Ulu Hakan
sayılan Abdülhamid'in döneminde de sürdü. İlk kız okulları onun döneminde açıldı. İlk seçim sistemi, 1876
Kanuni Esasi'si ile başlatılmıştı. Osmanlı millet meclisine ilk 'sosyalist' milletvekilleri Osmanlı padişahlarının
döneminde girmişlerdir (NOT: 1980’ler Türkiye'sinde bırakın sosyalist milletvekilliğini, sosyalizmden söz
etmek bile yasaktı, sakıncalıydı). Toplumsal yaşamı yeniden düzenleyen daha birçok 'ilk', Osmanlı
padişahları döneminde gerçekleşmiştir. Osmanlı'nın son dönemlerinde ise -savaş sırasında- 'Seküler'
Uslamlar hükümette yer almaz oldular. Seri Mahkemeler de artık Şeyhülislamların fetva alanları
olmaktan çıkartıldılar. Evkafın yönetimi de dindışı 'Seküler' kurumlara aktarıldı. Kısacası, Cumhuriyet'in
ilanına kadar geçen dönem içinde Osmanlı toplumunda ÜST YAPIDA SİVİLLEŞME ve SEKÜLARİZM
alanlarında son derece köklü değişmeler olmuştu. Ve bir Amerikalı yazarın belirttiği gibi, "19. yüzyılda Batı'da
Sanayi Devrimi'nin getirdiği acımasız yaşam şekline tepki olarak, özellikle Fransız romantikleri Osmanlı'yı ve
Doğu'yu tüm erdemleriyle yüceltmişlerdi. 19. yüzyılda Batı'da bir Osmanlı hayranlığı olmuştu, ama Osmanlı
yöneticileri ne yazık ki ülkeyi Batılılaştırmaya karar verdiler."
Cumhuriyet ve Laisizm
Resmi ideolojinin yönlendirdiği 'Resmi Tarih'e göre, Türkler tam tamına on altı devlet kurmuşlardır ve
günümüzdeki T.C. Devleti de bunların sonuncusudur. Konumuz gereği, ilk on beş devleti bir kenara bırakıp,
on altıncı ve sonuncu sayılan devlet üzerinde durmakta yarar vardır. Çünkü bu (sonuncu) devleti
diğerlerinden ayıran son derece önemli iki husus vardır. Dolayısıyladır ki, kanımızca sonuncu denilen T.C.
Devleti, gerçekte esas itibariyle diğerlerinden ayrı olduğu için İLK DEVLET durumundadır. Bunun nedenlerini
kısaca görelim.
T.C. Devleti; a) Ortaya çıkışı, oluşumu (nesnelliği) itibariyle diğerlerinden farklıdır, b) Varlığı, konumu
(gerçekliği) itibariyle diğerleriyle çelişkilidir. İlkin (a) bendi üzerinde kısaca duralım.
a)
T.C. Devleti; Leninist anlamıyla değil, Batılı bilim ve devlet adamlarınca anlaşıldığı ve kullanıldığı
tarzdaki 'Anti-Emperyalist', yani 'Yurtseverlik-Patriotist' bilincinde ve kimliğinde bir 'Milli Mücadele' sonucunda
kurulmuştur. Tarihsel olarak, bu tip bir savaş aracılığıyla kurulmuş İLK ve TEK CUMHURİYET'tir. Bu nedenle
87
de örnektir. Diğer bir anlatımla Türkiye'de CUMHURİYET, klasik oluşumu itibariyle örneğin Fransa'da ve
Rusya'da olduğu gibi İHTİLALLER ve/veya DARBELER aracılığıyla değil, MİLLİ -milliyetçi değil- mücadele
sonucunda kurulmuştur. Dolayısıyladır ki, T.C. Devleti, diğer on beş devlet gibi 'Hanedan Devleti' değildir.
Diğer on beş Devlet ise, daima belirli 'Beyler'in girişimleriyle kurulmuşlardı ve onlardan gelen kan bağı,
Hanedan tarafından yönetilmişlerdi. Tabiatıyla Hanedan'ın çökmesiyle birlikte Devlet de dağılmıştı. T.C.
Devleti için böyle bir durum bahis konusu olamaz, olmaz. Kısacası Türkler, kanımca Cumhuriyet’le birlikte
'dinsel ya da monarşik' anlamında değil, 'bilimsel ve sosyolojik' anlamlarda İLK kez devletleşmişlerdir.
b)
Daha önemlisi, T.C. Devleti, kendilerine Türk denilen insanların tarihlerinde kurdukları,
kurabildikleri İLK ve TEK CUMHURİYET'tir. Bu, Türk için, iktisadi, siyasi, toplumsal, tarihsel, dinsel ve
kültürel alanlarda bir SIÇRAMA'yı (kantitatif olandan kalitatif olana geçişi) gösterir. Toplumun yeni bir nitelik
edişini vurgular. T.C. Devleti'nde bireyler, toplumsal olarak YENİ BİR İKTİSADİ-SİYASİ KİMLİK'le (identity)
YENİ BİR TOPLUMSAL-TARİHSEL ŞAHSİYET (personality) olmak durumundadırlar - ki böylesi bir oluşum
Türkler açısından İLK kez denenmiş ve denenmektedir. Bu özellikleri itibariyle de şu on altıncı ve sonuncu
denilen Cumhuriyet Devleti'nin öncekilerle hiçbir bağı, yani 'sürekliliği' olmaması gerekir.
Ek olarak (a) bendindeki 'MİLLİ' ile (b) bendindeki 'YENİ' konseptleri üzerinde de durmak gerekiyor.
Bilindiği üzere M. Kemal için 'Milli' anlamı ve kapsamı itibariyle 'Milli Misak’la tanımlı ve sınırlıydı.
Yaklaşık bugünkü Türkiye topraklarının coğrafi alanını kapsıyordu. Oysa Kurtuluş Savaşı'na katılan İslamcı
güçler için ve özellikle de son Osmanlı Meclisi Mebusanı'nda 'Milli Misak' ilkelerini kabul ederek dünyaya ilan
eden 'Felah-ı Vatan' grubu için 'milli' konsepti, sadece coğrafi sınırlarla tanımlı değildi. Bu çevreler 'milli'
kelimesini 'İslami' anlamıyla kullanıyorlardı. Onlara göre Dar-ül İslam ve Dar-ül Harb ayrımı çerçevesindeki
'Milli' Müslümanların yaşadıkları tüm topraklar olarak nitelendiriliyordu. Ve bu nedenle de Kurtuluş Savaşı'na
katılmışlardı. Bu gruptan olanların amacı İslamiyet'i ve Hilafet'i kurtarmaktı; hemen hiçbiri Cumhuriyet'i
kurmak düşünde ya da düşüncesinde değildi. Bu yaygın görüş Kurtuluş Savaşı'na katılan tüm Müslüman
emekçilerle de benimsenmişti ve bu nedenle de M. Kemal, Kurtuluş Savaşı'nı Hilafet'i kurtarmak amacıyla
başlattığını söylemek zorunda kalmıştı.
'Yeni'ye gelince... Gerçekte 'Yeni/Yenileşme' özgün ve doğal bir SÜREÇ'tir. Cumhuriyet döneminde
doğal bir 'Yenileşme' yaşanmadı, yaşanamadı. Acıdır ki, 'Yeni' değil, 'Gelenek' belirleyici oldu. Neydi bu
Gelenek? İki kelimeyle özetlenirse, Tepeden inmecilik ve taklitçilik'tir. Cumhuriyet döneminde 'Avrupa'yı taklit
etmek 'yenileşmek' sanıldı. Bu garip tavra, ondan daha garip olan bir tez de kendilerine 'Mukaddesatçı'
nitelemesini uygun gören çevrelerden geldi. Bunlar da -ne biçim Mukaddesatçılıksa bu- 'Batı'dan ilimi ve
tekniği (irfan) alalım, gerisini almayalım' demeyi 'Yenileşme'nin koşulu olarak gördüler. Özetlersek, (b)
bendinde sözünü ettiğimiz kuramsal YENİ, pratikte özgün ve doğal bir süreç'in 'yeni'si olarak ortaya çıkmadı.
Benzetmeyle söylersek bu 'Second Hand' bir YENİ'ydi. Taklitten öte anlam taşımıyordu. Dolayısıyladır ki
Türkiye toplumunda uzun yıllar sürecek YAPAY çelişkilere yol açtı. Daima gerçekliğin bozuk bir belirişi
(distorted image of the reality) olarak bulundu, hâlâ da bulunuyor. 'Milli' kavramı ise, özellikle 1960
sonrasında kurulan Kurucu Meclis'te en çok tartışılan kavram oldu. Sonunda yeni Anayasa'ya 'Milliyetçilik'
kelimesi konuldu, ama Bakanlıkların adları 'Milli' olarak tescil edildi. 'Milli' kavramı ve 'Millicilik' zamanla
unutturuldu, yerine 'milliyetçilik' kavramı yerleştirildi. 'Milli' kavramı, böylece İslami bağlamından kopartılmış,
tecrit edilmiş oldu, yerini İslamiyet'in esastan karşı çıktığı 'Kavmiyetçilik' karşılığı olan 'Milliyetçilik' aldı.
Bu kısa açıklamalardan sonra T.C. Devleti'ndeki 'Laiklik' anlayışının niteliğini irdelemeye geçebiliriz.
Ama önce bazı gelişmeleri, kronolojik sıralarıyla anımsatmakta yarar vardır. "25 Şubat 1924'te Meclis'te din
ve devlet ayrımı teklifi tartışılmaya başlandı. Önergede Hilafet'in kaldırılması, Şeriyye ve Evkaf
bakanlıklarının, medreselerin kaldırılması maddeleri de vardı.
25 Şubat'tan 3 Mart'a kadar süren tartışmalardan ve Adliye Bakanı Seyit Bey'in Hilafet hakkında bilgi
veren söylevinden sonra teklifler Meclis'te kabul edildi. Bu, 1922'de Saltanat'ın ilgasıyla başlayan
gelişmelerin bir uzantısıydı. M. Kemal ve arkadaşları için sıra Şeriat Mahkemelerine ve Hilafet'e gelmişti.
Bunlar da 1924'te kaldırıldılar. Ayrıca ünlü Tevhid-i Tedrisat Kanunu (1924) ile eğitim 'Laikleştirildi'. 17 Şubat
88
1926'da İsviçre Medeni Kanunu kabul edildi. 1926'da Ceza Kanunu'nun 163. maddesiyle dini siyaset aracı
olarak kullanma eylemi yasaklandı. Aynı kanunun 241. maddesi din görevlilerinin görevlerini yaparken devlet
kanunları ve kurallarına karşı söylev ya da dinsel öğreti konuşmaları yapmaları cezalandırma konusu
olmuştur. (NOT: Daha sonra (1949), Ceza Kanunu'nda yapılan değişikliklerle din esasları güden eylemler
suç kapsamına alındılar.) 1928'de devletin bir dini olduğu maddesi anayasadan çıkartıldı. Aynı yıl, Kuran dili
olan yazı kaldırıldı, yerine, gerçekte Kilise Yazısı olan Latin Alfabesi alındı.
Diyanet İşleri'ne gelince... Bu kavramın (Diyanet) mucidi Ziya Gökalp'tir. İlk kez de o böyle bir kurumun
kurulması gerektiği fikrini işlemiştir. Onun bu arzusu 1924'te gerçekleşti. Herkes'in tespitiyle söylersek,
"1924'te çıkan bu kanun anayasadaki devlet dini maddesinin kaldırılmasından ve Medeni Kanun'dan eskidir.
Bu kanunun birinci maddesi 'Müslümanlık' kurallarını eylemler (muamelat) ile inançlar ve ibadetler olarak
ikiye ayırır. Birinci alanı tüm olarak BMM'nin yasama yetkisi altına ayırmakla şeriatı hukuk olarak kaldırıyor
demektir. Buna karşılık inanç ve ibadetlerle ilgili işlemlerin yönetimi Diyanet İşleri Başkanlığı'na özgü alan
olmuştur."
Türkiye'de Cumhuriyet'in ilanıyla (29 Ekim 1923) başlayan 'Laikleşme' çabaları işte bu beş yıllık
dönemde bir 'resmi' kimliğini bulmuştur denilebilir. 1937'de Laiklik kavramı, T.C. Anayasası'na sokularak
'Resmi/Devlet İdeolojisi' haline getirilmiştir. Günümüzde 'Laiklik' ilkesi Anayasa ve T.C. Ceza Kanunu'nun -ki
bu kanun da 1926'da İtalyan Ceza Kanunu'ndan alınmıştı ve iki yıl sonra (1928), bu kez de Alman Ceza
Yasası'ndan esinlenilerek bazı değişiklikler yapılmıştı- doğrudan doğruya koruması altındadır. Günümüzde
Batı Avrupa'daki kapitalist ülkelerde, 'Sekülarizm ve Laisizm' bu şekilde bir korunma altında değildir. Bu
uygulamayı yapan tek ülke Türkiye'dir.
Cumhuriyet dönemine özgü 'Milli' ve 'Yeni' Türk tipi insanın bu aktarma yasalarla forme edilebileceği
varsayımı, son altmış yıllık dönemin tüm siyasal ve ideolojik çalkantılarına damgasını vurmuştur. Bunun
kaçınılmaz sonucu olarak Türkiye toplumunda 'Laisizm'i çeşitli veçheleriyle savunan 'Laikler' ve bunlara karşı
olan güçler oluşmuşlardır. Şimdi kısaca bu gruplaşmaları görelim.
Cumhuriyet döneminde 'Laikliği' savunan esas itibariyle dört değişik tip ortaya çıkmıştır. Bunları
şöylece sıralamak olasıdır:
1) "Laiklik, din ile devletin ayrılmasıdır," diyenler. Bu gruba girenlerin çoğu SİVİL kadrolara
mensupturlar (örneğin bilim adamları, sanatçılar, üniversite öğrencileri, basın mensupları, vd.).
2) "Laiklik, dinsizlik değildir," diyenler. Bu gruba çoğu çıkarlarını düşünen siyasiler girmektedirler.
3) "Laiklik vicdan özgürlüğüdür," diyenler. Bu gruba özellikle aydınlar girmektedirler (NOT: Solcu
aydın vardır, sağcı aydın yoktur gibi 'deli saçması' bir ayırım yapılmaksızın).
4) "Laiklik, çağdaşlaşmacılık ve Atatürkçülüktür," diyenler. Bu gruba çoğunlukla faal ya da emekli
subaylar ve bazı eğitimciler girmektedirler. Tabiatıyla bunlardan birini ya da birkaçını, ya da
tamamını savunanlar da vardır.
Bunlara karşı ise çok karmaşık isteklerle bir tür cephe kurmuş olan büyük bir kitle vardır. Bunların
arasında kendilerine milliyetçi diyenler, maneviyatçı diyenler, mukaddesatçı diyenler en ağırlıklı etki
alanlarını
oluşturmaktadırlar.
Nedir
ki,
bu
kimseler
Anayasa'daki
'Laiklik'
ilkesini
savunmazlık
etmemektedirler. Tam tersine yerine ve zamanına göre buna sahip de çıkmaktadırlar. Onlardan ayrı olarak,
kendi başlarına ağırlıklı gruplar oluşturanlar da vardır. Bu gibilere, gündelik basında olayına göre yobaz,
gerici, softa, çağdışı, ortaçağcı vs. gibi sıfatlar yakıştırılmaktadır ve tamamı 'gerici' damgasıyla
boyanmaktadırlar. Çeşitli görüş ve inançtaki çevrelerce Türkiye toplumuna bir anlamda umacı gibi tanıtılan
ve kendilerinden 'Şeriat Devleti Taraftarları' ya da 'Şeriatçı Müslümanlar' diye söz edilen bu
gruptakileridiğerlerinden ayıran bazı asli özellikler vardır. Bu nedenledir ki, kısaca 'Şeriat Devleti ve Düzeni'
konusuna değinmeden geçemeyiz. Bu bölümde sorularımız şunlardır: Türkiye'de gerçek anlamıyla bir Şeriat
Devleti kurulabilir mi? Bu soruya bağlı olarak soracağımız ikinci soru da şudur: Yoksa 'Şeriat Devleti
Tasarımı', bizzat egemen sınıf tarafından, kendi çıkarlarını korumak ve “rejim despotizmi” pekiştirmek
amacıyla kullanılan bir şaşırtmaca aracı mıdır?
89
Devlet Laisizm'i ve Şeriat Devleti
İngilizlerin Türk düşmanı devlet adamı Gladstone'un 'Yüce Katil' (le Grand assasin), Albert Vandal'ın
'Kızıl Sultan' ve Anatole France'ın da 'Despot' dediği -ve o günlerden bu yana 'ilerici' diye tanınan çevrelerce
bu sıfatlarla anılan- II. Abdülhamid'in dönemindeki Osmanlı toplumunda sanat, kültür ve fikir alanlarında
'Hürriyet' (liberty) var mıydı? 'Vicdan özgürlüğü' var mıydı? 'Devlet ve din ayrışması' ve bunların 'özerkliği' var
mıydı? İlkin çok kısaca ve sadece Batılı kaynaklardan bunları görelim.
1)
"Avrupalılar özgür-düşünceciler özgürlük hakkında iyi şeyler söyler ama pratikte kötüdürler. Bu
gibilerin Türklerden ve onlardaki hoşgörüden (tolerance) öğrenecekleri çok şey vardır." Bu satırları, ünlü
'Ermeni Tarihi'nin yazarı P. Baudin D'Allauch, 1896'da yayınlanan kitabında yazmış! Yazara göre özellikle
19. yüzyılın sonlarına yaklaşırken Osmanlı toplumunda neredeyse 'mükemmel' denebilecek bir 'fikir ve
vicdan (ibadet) hürriyeti' vardır. Yine aynı yazara göre, örneğin Mont Athos (Aynaroz) gibi bir ibadet
merkezine bunca yüzyıldır tanınmış olan otonomi başlı başına bir 'hoşgörü ve anlayış' nişanesidir. Aynı
Abdülhamid döneminde Osmanlı Levanten ve kozmopolit çevrelerinin, Müslüman dostlarıyla birlikte
kurdukları özel kulüpler ve dernekler İzmir’de 'Sporting Club' gibi- egemen sınıf üyelerine tam bir 'Hürriyet'
ortamı sağlamaktaydılar. Bizzat Padişah'ın davetlileri olarak sayısız 'eğlence ve tiyatro' topluluğu Avrupa'dan
İstanbul'a, İzmir'e ve Selanik'e akın etmişlerdi. En ünlü tiyatro oyuncuları defalarca İstanbul turnesine
çıkmışlardı. Örneğin Sarah Bernhardt - üç kez İstanbul turnesi yapmıştı, 1888, 1893 ve 1904 tarihlerinde
Rejane, Janne Harding, Marguerito Moreno, Cecile Sorel, Suzan-ne Despres, Marthe Brandes, Bartet,
Robine, Vera Korene Coquelin, Alexandre, Sylvain, Gemier, Lucien Quitry, de Reraudy, Le Bargy, Galipaux
vd. İstanbul'da gösterilerini sergilemişlerdi. Hıristiyan Batı dünyasının 'Seküler ve Laik' ortamlarında, bu
düşüncelere göre yazılmış ve sahnelenmiş yüzden fazla tiyatro eseri, opera ve operet -bu arada illüzyonist,
cambaz, hokkabaz vd. İstanbul'da sergilenmişlerdi. İlginçtir ki, fotoğraf sanatının Osmanlı'da-ki en ünlü
koruyucusu ve geliştiricisi de yine 'çağdışı' denilen II. Abdülhamid olmuştu.
2)
Şu hiç akıldan çıkartılmamalıdır ki, Tanzimat'tan sonra Batılı(Siyonistlerin güdümündeki) Hıristiyan
güçler Osmanlı toplumunda, Türk Müslüman-Osmanlı'nın değil, Hıristiyan-Osmanlı'nın 'uygarlaşmasından'
yana olmuşlardır. Onların hedefi Osmanlı tebası Hıristiyanları korumak ve kollamaktı; Müslüman-Osmanlı'nın
uygarlaşma yönünde yaptığı ve yapacağı girişimler, 'Devlet Politikası' olarak onlar için sadece uzak bir
tehlikeydi, o kadar. Bu nedenledir ki, özellikle Hıristiyanlar için sayısız okul açılmıştı. Bazı rakamlar aktaralım.
I. Dünya Savaşı'nın başladığı 1914 yılına kadar Osmanlı topraklarında 600'den fazla Fransız, 500 Amerikan
ve İngiliz, 200 İtalyan, 60 Rus ve 25 Alman mektebi vardı. Fransızlar ve onların 'Dinsel ve Laik' öğretim
kurumlan neredeyse tüm Anadolu'yu sarmışlardı. 'Alliance française' ve 'Mission Laique' ile 'Office notionoale
des unversites et des grandes ecoles françaises' tüm Müslüman topraklarında cirit atıyorlardı. Lübnan'daki
'Freres de St. Joseph' Üniversitesi'ne bağlı olarak çalışan sayısız misyoner Anadolu'yu âdeta
parsellemişlerdi. İlginçtir ki, o yıllarda Müslümanlarla bunlar arasında değil, örneğin Fransız ile İngiliz, İtalyan
ile Amerikalı misyonerler arasında koyu ve korkunç bir rekabet yaşanıyordu. Fransızlar, bu rekabette başta
gidiyorlardı. Bir Alman eğitimcisinin sözleriyle söylersek o yıllarda, "Fransızlar Roma Katolik Kilisesi'nin
kadim sloganını, rex christianissimus, tüm Türkiye topraklarına yayma çabasındaydılar. Ve bu ilkenin gereği
olarak da, Doğu'da 'Ateist Cumhuriyetler' kurdurarak bunlarda Katolikliği yaygınlaştırmayı hedefliyorlardı."
Benzer şekilde Fransızların desteğindeki 'Alliance Israelite Üniverselle' de Bağdat'ta, Musul'da, Halep'te
merkezler açmıştı. Bu çevrelerce seçilmiş bazı Müslüman ailelerinin çocukları da bu okullarda eğitilmişlerdi.
Daha sonra Cumhuriyet döneminde 'Kemalist/Devletçi Laisizm'in en kararlı savunucuları işte bu çocuklar
olmuşlardır. Kısacası, Osmanlı'da Devlet'in dini olamayacağı fikri ilk kez bu kurumlarda işlenmişti. Ek olarak,
Devlet'in 'Laik' olması gerektiği fikri de... Eşitçilik de... Kadınların özgürlüğü (Feminizm) de... Şaşırtıcı olan,
Osmanlı egemen sınıfından bir yetkilinin çıkıp da, özellikle 'Eşitlikçiliğin Şampiyonu' Fransızlara, "Bu nasıl iş!
'Herkes Eşit Olmalıdır' diyorsunuz, ama siz bizden imtiyazlar (kapitülasyon) istiyorsunuz," diye sormamış
olmasıdır. Gerçekten de Osmanlı'yı 'Eşitlikçi' olmamakla suçlayan Batı'nın Hıristiyan-kapitalist ve emperyalist
çevreleri, konu 'ticaret ve kâr'a gelince çeşitli ve ağır 'imtiyazlar' edinmek için zor kullanmak dahil her yola
90
başvurmuşlardır.
3)
Osmanlı toplumunda 'Devlet ve Din' ayrışması yaşanmış mıydı? Bilindiği üzere Osmanlı
toplumunda 'Din'i de Devlet'i de Yavuz Sultan Selim'den sonra Padişah-Halife temsil etmiştir. Nedir ki,
Osmanlı toplumunda doğal ve doğru laikliğe resmiyet kazandıranlar da onlardırlar. Osmanlı toplumunda
İslamiyet, gerçekte ve özellikle ordu içinde etkiliydi. Katoliklik'te olduğu gibi İslamiyet'te sacerdotalism (Tanrı
ile Kul arasında mutlaka otoriter ve yetkili bir açıklama gücü bulunmalıdır dogması) yoktu. Buna bağlı olarak
'Ruhban/Clergy de yoktu. Padişahlar Sekülarist-laisist uygulamalara geçtiklerinde, Ulema'dan hiç kimse,
sacerdotalistçe bir gerekçeyle karşı çıkmamıştı, çıkamamıştı. Ulema -dikkat-, genel eğilimi itibariyle 'Asker'in
De-İslamizasyon'a
tabi
tutulmasına
karşı
çıkıyordu.
Onlara
göre
Osmanlı
ordusu
'Batılılaşırsa'
(İslamsızlaştırılırsa) imparatorluk çökerdi! Ulema'nın padişahlara ve onlara akıl veren çevrelere karşı çıkışı
gerçekte bu nedene dayanıyordu. Bu mücadelede Ulema, dış destekli 'Batıcı' çevreye yenildi. Ordu da, bu
öngörüyü doğru çıkarttı: İttihat ve Terakki'yle birlikte çöktü. Daha sonra M. Kemal Paşa'nın 'Padişah'ı ve
Hilafet'i kurtarmak tezi ile ortaya çıkışı, gerçekte İslamiyet'e içtenlikle bağlı bazı çevrelerce Ordu'nun yeniden
'İslam Ordusu' haline getirildiği inancıyla benimsendi ve desteklendi. Bu, III. Selim'den bu yana ilk kez ve
yeniden -tıpkı Osman Gazi'nin günlerindeki gibi, nitekim M. Kemal'e Gazi unvanının verilişi de teamül
itibariyle bundandır- gündeme getirilmiş oluyordu. Kurtuluş Savaşı'nın 'manevi' cephesinde bu 'inanç' vardır.
Din ile Devlet'in ayrılması ise, tam olarak değilse de büyük ölçüde gerçekleşmişti. Özellikle 1860'tan sonra
padişahlar, Batılı bir bilim adamının saptayışıyla, "Her toplumun hakkını gözeten Laik güç, hem de dinsel
lider durumundaydılar." Nitekim tamamen 'faiz'e dayalı ilk yerli ve yabancı kurumlan, örneğin Osmanlı
Bankası'nı ve evkafı bunlar kurdurmuşlar ya da yeniden 'Seküler' görüşlerle organize ettirmişlerdi. İslami
esaslara göre yönetilmesi gereken Osmanlı Maliyesi'nin, Hıristiyanlarca yönetilmeye başlanışı da yine
Osmanlı Padişah-Halifelerinin dönemine rastlar. Örneğin, adı Osmanlı olan bankanın yönetim kurulu 15
gayrimüslim Avrupalı 'Asil'den oluşturulmuştu.
Cumhuriyetle birlikte M. Kemal'in 'Laiklik' anlayışı ile Osmanlı padişahlarının 'Sekülarizm' anlayışları
arasında başlıca iki fark ortaya çıkmıştır. Bunlardan birincisi, Friedrich-Wilhelm Fernau'nun açıklamasıyla
"Kemalist Laisizm, Batı-Avrupa'dan, özellikle Fransız Pozitivizmi'nden ve 19. yüzyıl Anti-Klerikalizmi'nden
kaynaklanmaktaydı." Osmanlı Sekülarizmi'nde ise 'Anti-Klerikalizm' ve 'Anti-Sacerdotalizm' eşyanın tabiatına
aykırı olduğu için yoktular. İkincisi, Kemalist/Devletçi Laisizm, elitisttir. Osmanlı Sekülarizm'nde ise "AntiKlerikazilm" ve Anti-Sacerdotalizm" eşyanın tabiatına aykırı olduğu için yoktular. İkincisi, Kemalist/Devletçi
Laisizm, elitisttir. Osmanlı Sekülarizmi ise özellikle katılımı öngörmekteydi. Kemalist/Devletçi Laisizm,
Türkiye Cumhuriyeti'nde CIVIC ve Demokratik bir SÜREÇ'ten gelişmedi, tepeden inmeci Laisizm, Liberal
değil, otoriteryendir. Dikkat edilirse, önce Kemalizm'in, sonra da Cumhuriyet Halk Partisi'nin şu ünlü altı
ilkesinin arasında Demokrasi ve 'Liberalizm' yoktur. Gerçekte bunların koruyucusu ve garantörü olarak
'Laiklik' ilkesi konmuştur. 1908'in ünlü sloganı 'Yaşasın Hürriyet!' altı ilke arasına alınmamıştır. Bu nedenledir
ki, Cumhuriyet dönemi Türkiye'sinde 'Laiklik' ilkesi elden gider korkusuyla önce İslamiyet'e karşı (1926'da),
sonra da Sosyalizm'e karşı (1936'da) çok ağır yasalar konulmuştur. (1926'da 163. madde, 1936'da 141 ve
142.)
İlginçtir ki, Türkiye'de özellikle de 1961 sonrasında 141. ve 142. maddelerin TCK'ndan çıkartılmasını
savunan ve kendilerine 'İlerici/Devrimci' denilen çevreler, gerçekte 'Düşünce Öz-gürlüğü'nün/Hürriyeti'nin'
Devletçi Laisizm'le sınırlandırılmış olduğunu sezememişlerdir. Sezemedikleri için de var güçleriyle
'Kemalist/Devletçi Laisizm'i savunmayı 'İlericilik, Devrimcilik, Solculuk' sanmışlardır. Bu indirgemeci tavır -ki
Türkiye'deki entelektüeller arasındaki çocukluk hastalıklarından biri de budur- beraberinde, İslamiyet'e
bağlılık duyan büyük emekçi kitleyi 'Karşı-Devrimci', 'Gerici' vs. diye tanımlamak yanılgısını getirmiştir.
Batı'daki Hıristiyan-Kapitalist çevrenin gerçek arzusu da zaten buydu. Türkiye'de özgür bir ortamda geniş
emekçi kitlesinin özgürce politize olmasını ve örgütlenmesini Kapitalist-Batı hiçbir zaman istememiştir.
'Kemalist-Laisizm' düşünce ve vicdan özgürlüğünü 1928'den itibaren tamamen 'Devlet'in, sonra da
onun bütünleştirilmiş olan Cumhuriyet Halk Partisi'nin Bürokratik-Otoriter-yen siyasetinin denetimine soktu.
91
Robert Bianchi'nin saptayışıyla, "1908–24 arasında güçsüz de olsa çoğulculuk yaşanmıştı. Amaç yerli orta
sınıfı geliştirmek ve güçlendirmekti. Bilinçli değilse de bir işçi sınıfı hareketi başlamıştı. Kurumlara yönelik
siyaset temelinde Pluralistic'ti (çoğulcuydu). 'Modest Liberalizm' diye tanımlanabilecek bir ekonomik yapı
vardı." Aynı bilim adamına göre, 1925–46 arasında siyasal-katılım korkutucu (Drastic) bir tarzda daraltılmış,
güçlü bir korumacılık ve tarım sektöründe de ilkel birikime dayalı Yarı-Merkantilist devlet denetimi
yaratılmıştı... Devletçilik (Etatism) nedeniyle var olan 'Hür Teşebbüs' kurumları ani ve kesin (Abrupt) bir
yıkıma sürüklenmişler, zamanla da parti denetimini şemsiye olarak kullanan grupların ellerine terk
edilmişlerdir.
Bu dönemde Atatürk’e rağmen egemen Kemalist kadronun Türkiye'de masonluğu yerleştirmek için
başvurduğu yollar birçok Batılı bilim ve devlet adamı tarafından şaşkınlıkla izlenmiştir. Örneğin bu girişimler,
Coulson'a göre 'Aşırı', Dodd'a göre de 'Kötü şöhretli' (Notorious) niteliktedir. Gerçekten de masonik
Laisizm'in boyutları ve 'Fikir, Sanat, Kültür ve Vicdan'a yönelik Kontrol Mekanizması o boyutlara ulaşmıştı ki,
1930'ların Türkiye'sinde Devlet'in radyosunda sadece Batı müziği, özellikle de senfoni ve konçertoların
çalınmasına izin veriliyordu.
İsviçreli bir gazetecinin tesbitiyle: Ankara hükümeti Müslüman toplumdan gelen tepkiler ve baskılar
karşısında bazı geri adımlar atmak zorunda kalmış Masonik -Laisizm'in kapattığı din okulları 1947'den
itibaren açılmaya başlanmıştır. Bir de İlahiyat Fakültesi kuruldu."
Türkiye' Atatürk sonrası, Osmanlı'nın tersine, Cumhuriyet yönetimi 'Din'i Devlet'in yönetimine ve
baskısına soktu. Osmanlı Devleti'nde 'özerk' olan İslamiyet, Cumhuriyet Devleti'nde bu özelliğini yitirdi.
Osmanlı Sekülaristler ülkenin iktisadi, siyasi, toplumsal, tarihsel ve kültürel yapısında İslami normları
(Gelenek) göz önünde tutarak reformlar yapmışlardı. Cumhuriyetçi Kemalist kadro ise, Batı'dan empoze
edilmiş olan 'Laiklik' ilkelerini, Batı'da olmadığı şekilde Türkiye toplumuna dayattı. 'Devletin Din'i olmaz' ilkesi
-ki bu da bir dogmaya dönüştürülmüştür- gereğince Devlet'in 'Laik' olduğu görüşü yerleştirildi. Kimse çıkıp da
Devlet gerçek değil, tüzel kişiliktir, 'Dini olmayacağı gibi Laik de olamaz' demedi! Gerçekten de Devlet, asla
ve hiçbir zaman Dinli ya da Dinsiz ya da 'Laik' olamaz. Din Devleti olduğunu ya da Laik Devlet olduğunu ne
denli iddia ederse etsin, bu gerçeği değiştiremez. Dindar ya da Laik ya da Ateist olmak sadece gerçek
insanlara özgüdür. Çünkü her din ancak gerçek insanlarla vardır. İnananları olmayan bir din olamaz
ama devleti olmayan bir din olur. Örnek, yahudilik 1880 yıl devletsiz din'di. Laik olmak ya da olmamak
birey-toplum-sınıf ilişkisinde ortaya çıkar. Birey-devlet ilişkisinde değil. Çünkü toplumsuz ve sınıfsız
bir devlet yoktur.
İstismarcı /Devletçi Laisizm, Türkiye toplumunda Din'i (İslamiyet'i) 'Vicdan Özgürlüğü' başlığı altında
tamamen kişiye özel bir inanca indirgedi. Oysa Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet gerçekte
'Cemaat
Dinleriydiler'. Yeryüzünde 'Cemaatsiz', Yahudi, Hıristiyan ve Müslüman yoktur. Kişi ancak cemaati
aracılığıyla müslüman olur. Bu tamamen kişiseldir. Yani bireyin İslamiyet'i seçip seçmeme keyfiyeti
kişiseldir. Yoksa bireyin Cemaatinden soyutlanması, izole edilmesi ya da tamamen kendine özgü dinsel
inanç edinebilmesi söz konusu bu üç din için geçerli değildir. Bu görüş, temelde bu üç dinin ortaya çıkış
gerekçelerine, raison d'etre, aykırıdır. İslamiyet'te -dikkat- Kuran'ın temel amaçlarından biri de Kul ile Allah
arasındaki ilişkiyi bir nizama bağlamaktır. Kişinin İslamiyet'i seçip seçmeme kararı, hiçbir maddi ve manevi
baskı altında kalmaksızın tamamen kendine aittir. Ama 'İslamiyet'i öğrenebilmesi' ancak ve ancak 'Müslüman
cemaatin' (toplumun) arasında bulunmakla mümkündür. Dolayısıyladır ki, 'Kişiye özel dinsel inanç' sözü ve
önermesinin, Hıristiyan âleminde ve Yahudi-Zionist İsrail'de hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur - bu sadece
Türkiye'de vardır.
Masonik - Laisizm, Türkiye'de 'fikir ve düşünce' alanında da son derece etkili bir denetim mekanizması
kurmuştu. Şu ünlü 141. ve 142. maddelerle, 'düşünce suçu' kavramının -ki böylesi bir suç kavramı
Osmanlı'da yoktu, bugünün Hıristiyan-kapitalist Batı Avrupa'sında da yoktur- ortaya çıkışları hep 'Laik Devlet'
döneminde olmuştur. Bugün Türkiye'de 'Laikliği' savunmak ve propagandasını yapmak serbest, ama
eleştirmek suçtur - ya da suç kabul edilmektedir (kasta göre). Oysa 'suç' kavramının kendisi, bizatihi
92
'düşünce'nin bir ürünüdür. Düşünceyi 'suç'a indirgeyen bu görüş, Ceza Yasaları'nda izdüşümünü bulduğu
için, binlerce insan cezaya çarptırılmış, soruşturmalara uğramış ve/veya mimlenmiştir. Düşüncenin 'suç'a
indirgenmesi halinde 141. ve 142. maddelerin kapsamına giren 'sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıf(lar)
üzerinde egemenlik kurması vs. vs. keyfiyeti' ile 163. maddede ifadesini bulan, 'Din'i siyasete alet etmeyi'
düşünmek son tahlilde birbirinden pek farklı değillerdir. Çünkü düşünceyi inançtan soyutlayabilmek, tecrit
edebilmek mümkün değildir. Devlet-Laisizm'i, dikkat edilirse, Türkiye'de Sosyalizm'in ve İslamiyet'in 'örgütlü'
olmasını istememektedir. Çünkü Devlet-Laisizm'i kişiye özgü inanç istemektedir, topluma özgü değil.
Günümüzde T.C. Devleti'nde kişinin kendi başına sosyalizme ya da islamiyet'e bağlılık duyması suç
değil'dir. Buna rağmen kişinin Anayasal haklarını kullanıp bu düşünceler doğrultusunda örgüt kurması ya da
kurulmuş örgüte girmesi suçtur.
Türkiye'de Masonik Devlet-Laisizm'i hayatın her alanında vardır ve etkilidir. Tapu ve Kadastro'dan
vergi sistemine, dirhem ve tartılardan aile adlarına kadar her alanda standart ölçü 'Laiklik'tir. Türkiye'de
hiçbir yurttaş bu çağdaş dogma’nın dışında kalamamaktadır. Şöyle ki, Türkiye'de İslami anlam ve değeri
olan adların çocuklara konulması yasak, ama Hıristiyan’ca adların konulması -ne hikmetse- serbesttir. Garip
ama gerçek olan bu yasakları koyduranların çoğunun da kendini yerine göre 'Laik', yerine göre de
'Müslüman' olarak tanımlamasıdır. Özellikle Batı Avrupa'yla ilişkiler Türkiye'nin en yetkili ağızları, Türkiye'nin
temel direğinin 'Laiklik' olduğunu ve bundan asla vazgeçilemeyeceğini defalarca vurgulamaktadırlar.
İlginçtir ki, 'Laiklik' T.C. Devleti'nde toplumsal hayatın her alanında etkili olmasına rağmen, Liberal
anlamında kendisi toplumsallaşmış değildir. Çünkü laiklik kişiye değil devlete ait bir özellik olarak
sunulmuştur. Oysa Laisizm'i toplumsallaştıracak olan birey(ler)'dir. Yine garip ama gerçektir ki, bu kitabın
başlarında da gösterdiğimiz gibi, Türkiye'de birey'in laikliğini tescil ettirmeye kalkışması da olası değildir.
Yine LAİK olduğuna inanan biri de gerçekte devlet'e ait olan bir özelliği kendisinde topluyor demektir ki T.C. Devleti buna da izin vermemektedir. Kısacası, Türkiye'de 'Devlet Laisizm'i, bazen açıkça ama
çoğunlukla gizliden gizliye 'siyasal teoloji'nin bir varyantı olarak işlev görmektedir ve Türkiye'nin bununla
'çağdaşlaşacağı' varsayılmaktadır. Osmanlı'da Devlet İslamiyet'i (Din'i) empoze ediyordu diyenler,
günümüzde de kirli ve gizli Derin Devlet'in 'Cebren ve Hileyle' Masonik Laikliği empoze etmesini
görmemezlikten gelmektedirler.
Türkiye'de 'Laisizm'den geri dönüş -nereye(?)- olur mu ve Türkiye'de Şeriat Devleti kurulabilir mi?
Sonda söylenecekleri başta söyleyelim. Türkiye'de 'Kemalist/Devletçi Laisizm'in geleceği yoktur.
Bunun nedenlerini az sonra göstereceğiz. Ama bu 'Laisizm'den vazgeçilmesi anlamına gelmez. Türkiye için,
gerçekten de 'Laisizm'den başka yol yoktur. Ancak bu nasıl bir 'Laisizm' olmalıdır sorusu ayrıdır. Şeriat
Devleti sorusuna gelince. Bu, kanımızca bir aldatmacadan ibarettir. Neden mi? Az sonra göreceğiz. Önce
birinci soru üzerinde duralım.
Türkiye'de 'Kemalist/Devletçi Laisizm'in geleceği yoktur, kanısındayım. Bunun nedenleri şöylece
sıralanabilir:
a)
Türkiye toplumunda 'Kemalizm istismarcısı masonik ‘Laisizm' kurumsal olarak ne denli özgürlükçü
olduğunu ileri sürerse sürsün, uygulamada hiçbir zaman Hıristiyan-Kapitalist Batı standartlarına göre 'Liberal'
olmamış, olamamıştır. Uygulamada Jakobence Radikal ve dediğim dedikçi çizgiyi izlemiştir. Türkiye toplumu
uzun yıllar Parti-Bürokrasi-Devlet özdeşliğinin, tek kişide (Milli Şef-İsmet İnönü) sembolize edilmesini
yaşamıştır. Bunun kaçınılmaz sonucu olarak da 'kişilerin' yüceltilmesi dönemi başlamıştır. Hatta bu
yüceleştirme öyle boyutlara ulaştırılmıştır ki, bazı kasıtlı yabancılar, örneğin Donald E. Webster, 'Atatürk'ü
Laik Peygamber' ilan etmekten kaçınmamışlardır. Aynı yazara göre, Atatürk'ün başkanlığında yapılan
CHP'nin 1931 ve 1935 kurultayları eski Hıristiyan Kilise Meclisleri'nde -İznik ve Kadıköy- yapılan görüşmelere
benzemektedir ve Köy Enstitüleri de gerçekte 'Manastırlar'dı. Türkiye toplumunun ulaştığı Politizasyon,
Anadolu'da artık yeniden bir 'Milli Şef Laisizmi'ne ya da 'tepeden inmeci Laisizm'e geçit vermez. Anadolu'da
Otokratik Laisizm'i baskı zoruyla yürürlükte tutmak mümkün değildir. Bu deneyin tutmadığı açıkça belli
olmuştur.
93
b)
‘Masonik- Laisizm' Türkiye toplumunu, De/İslamizasyon'a tabi tutmuş ve bunu gerçekleştirebilmek
için de toplumu 'tarihsizleştirmiş' ve 'dilsizleştirmiş'tir. Nedir ki, bu çabalar da olumlu sonuç vermemiştir.
Örneğin Kuran, biraz da bozuk bir Türkçe'yle tercüme edilip ibadet dili haline getirilmiş ama çok kısa bir süre
sonra bu uygulamadan geri adım atılması gerekmiştir. Çünkü yeryüzünde Tarih-siz ve Dil-siz toplum
olmamıştır, olamamaktadır. Her toplum, er geç Tarihi'ni ve Dili'ni aramakta, korumakta ve tanımaktadır; bu
ihtiyacı duymaktadır. Bugünkü aşamada Türkiye toplumunu artık yeniden 'Resmi Tarihle oyalayabilmek ya
da yönetebilmek olası değildir. 'Kemalist/Devlet Laisizm'i ise 'Resmi Tarih'in belkemiğidir. Nedir ki, nesnel
koşullar artık bunun yeniden canlandırılmasına müsait değildir. Somut deney, 12 Eylül 1980 sonrasındaki
yoğun beyin yıkama faaliyetlerinin sonuç vermeyişidir.
c)
Türkiye'de ordu, maalesef ‘masonik-Laisizm'in daimi koruyucusu ve kollayıcısı gibi gösterilmeye
çalışılmıştır. Ancak sivil kadrolar 'Laisizm'in Atatürkçü yorumundan yoksun oldukları için, her müdahale
döneminde belirli çevreler 'sağ'a da 'sol'a da karşıyız teranesiyle ordu'yu 'Laisizm'i kurtarmaya çağırmışlardır.
Bunun kaçınılmaz sonucu olarak da, ister istemez ordu ile İslami güçler arasında bir polimerization
yaşamaktadır. Bu, tehlikeli bir gelişmedir. Kanımızca tutarsız ve sakıncalıdır. Ordu, bazı çevrelere göre
'siyasetin' dışında kalması gereken bir kurumdur, Türkiye'de 'Devlet-Laisizm'i son tahlilde siyasal ve ideolojik
bir olgudur. Ordu, 'Laiklik' tartışmalarının da dışında kalmalıdır. Eğer Laiklik 'Vicdan Özgürlüğü' ise, bu
konuda doğacak tartışmalara ordu ve devlet kurum olarak taraf olamazlar - Liberal ve Demokrat bir
ortamda. Tabiidir ki, bireysel olarak bir Devlet memuru ya da ordu mensubu bu tartışmalara katılabilir. Hatta
katılması gereklidir de. Son beş-altı yıllık deneye bakıldığında, TSK'nin artık bu konuda çığırtkanlık yapan
çevreleri kullanımına girmeyeceği anlaşılmaktadır.
d)
‘Masonik- Laisizm', bir zamanların şu ünlü belgesinde dile getirilen 'İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış
kitle'sini yaratamamış, tam tersine imtiyazlı, sınıflı bir kitlenin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Bu
anlamda da toplayıcı ve birleştirici olamamıştır. Çünkü bunu içtenlikle benimsemiş bir kitle tabanı
çıkmamıştır. Bugünün Türkiye'sinde 'Masonik-Laisizm'in, çok önemlidir ki ne sınıfsal ne de kitlesel tabanı
vardır. Bu gidişle da çok yakın bir gelecekte, devlet baskısına dayalı, elitist, otokratik tepeden inmeci ve
otoriteryen bir 'Milli Şef Laisizmi'ni savunacak hiç kimse bulunmayacaktır. Türkiye'nin Cumhuriyet döneminde
ulaştığı bugünkü aşamada bu tip bir Laisizm'in nesnel gerçekliği kalmamıştır
Şimdi de kısaca 'Şeriat Devleti', 'Şeriat Düzeni' görüşü üzerinde duralım.
Türkiye'de Suudi Arabistan ve Taliban tipi ve tarih olmuş klasik örnekli bir 'Şeriat Devleti' de
kurulamaz. Bu savın ya da görüşün de T.C. Devleti'nde hiçbir şekilde gerçekliği yoktur. Bunun belirli bir
işbirlikçi çevrenin çıkarlarının korunması ve geniş emekçi kitlenin 'örgütsüz' bırakılabilmesi için kullanılmakta
olan bir manipülasyon/aldatmacadan öte bir anlam ve değeri bulunmamaktadır.
Niçin 'Şeriat Devleti' kurulamaz?
T.C. Devleti'nde, diyelim ki başta Cumhurbaşkanı olmak üzere tüm parlamenterler ve partiler 'Şeriat
Devleti'ni kurmak isteseler, bu sadece bir istek olarak kalır, asla gerçekleşemez. Çünkü T.C. Devleti, A'dan
Z'ye 'Laisizm'in ilkelerine göre örgütlenmiştir. ( Kaldıki Kur’an; değişen ve gelişen şartlara , çağdaş ihtiyaç ve
standartlara uygun, adil yönetim biçimlerinin ve sosyal kurallara göre her dönemde yeniden şekillendirilmesi
istemektedir)
Toparlayacak olursak:
Bu konudaki eleştiri ve açıklamaları özetleyerek konuyu noktalayalım.
1)
Sekülarizm, Çağdaşlaşmacılık (Modernizm) ve Laisizm birbirleriyle karıştırılmamalıdırlar. Bunlar
birbirleriyle bağlantılı ve/fakat kendi başlarına bütünlük ifade eden ayrı ve özerk anlayışlardır.
2)
Türkiye toplumunun NESNEL yapısında İslamiyet’in tecrit edilmesi imkansızdır. Bu durumda
İslamiyet'in 'cebren ve hile' ile Batı'nın kapitalist-emperyalist mihrakları öyle istiyorlar diye baskı altında
tutulmasına karşı çıkmalıdır. Bu inanca bağlı kitleleri 'gerici' olarak nitelendirme alafrangalığına da artık bir
son verilmelidir. 'Sutyen takmayan kadın ilerici, başını örten kadın gerici' ayrımının ne bilimsel ne de etik bir
değeri vardır. Türkiye'de gerçek 'gericiler' en kalın çizgilerle, 'Biz adam olmayız' diyerek batıya uşaklığı
94
kurtuluş sayanlardır. 'Bir Türk dünyaya bedeldir' diyenlerdir.
3)
Osmanlı toplumunda laik öğeler vardır. Ancak hiç unutulmamalıdır ki, bunlar tüm topluma değil,
belirli bir egemen çevreye aittir. Toplumda geçerli olan Kuran/Şeriat'ın 'izin verdiği ölçüdeki' hoşgörü
zihniyetiydi. Bu koşullar altında değişik inanç sistemlerinden gelmiş insanlar, belirli amaçlar uğruna birlikte
eylemler koyabilmişlerdi. Örneğin Şeyh Bedreddin Rum asıllıydı. Onunla kader birliği yapan Torlak Kemal
Yahudi, Börklüce Mustafa Müslüman kökenliydi.
4)
Türkiye toplumunda 'Cumhuriyet'in anlam ve önemi ile 'Cumhuriyetçilik' tam anlamıyla
anlatılamamıştır. Dolayısıyladır ki 'Laisizm' de Devlet'i ellerinde tutan gençlerin elinde bir manipülasyon aracı
yapılmıştır. Laisizm'in Anadolu'nun Hıristiyanlaştırılmasını engellediği, ne hikmetse hiç vurgulanmamıştır.
Eğer Türkiye 1920'lerde bu inanılmaz atılımı (Cumhuriyet ve Laisizm) yapamamış olsaydı, bugün hiç
kuşkusuz Anadolu'da %99'luk bir Müslüman kitleden söz edilemezdi. Atatürk laisizmi sayesindedir ki,
Anadolu emperyalizmin yoğun dinsel saldırısından kendini kurtarabilmiştir. Bu hususlara nedense hiç dikkat
çekilmemekte ve/fakat durmaksızın elitist bir yaklaşımla genç emekçi Müslüman kitle ve din adamları
'gericilikle, yobazlıkla, softalıkla' vd. suçlanmaktadırlar. Türkiye'de artık 'din adamlarını' suçlamaya bir son
verilmelidir. Çünkü İslamiyet'te Ruhbanlık ve Sacerdotalizm yoktur. Son tahlilde din adamının hiçbir kıymeti
harbiyesi yoktur. Hıristiyan dünyasında papa gündelik politikanın tam göbeğinde yer alırken, Türkiye'de din
adamının siyasi fikir belirtmesi suç kabul edilmektedir. Böyle bir uygulama o çok özenilen Batı
'demokrasilerinde' yoktur, Laisizm'i, din adamlarına düşmanlığa indirgeyen dar kalıpçı, dar Devletçi anlayış
terk edilmelidir.
5)
Türkiye'de elbette “Masonik Laisizmi'ne değil, doğal ve TOPLUMSAL LAİSİZM'e ihtiyaç vardır.
Türkiye toplumunda öncelikle LAİSİZM, TOPLUMSALLAŞTIRIL-MALIDIR. Laisizm Devlet'in elindeki baskı
aracı olmaktan çıkartılmalı ve eğer 'Vicdan ve Fikir Özgürlüğü' olarak yorumlanacaksa, Devlet'in 'Vicdan'ı
olamayacağı dikkate alınarak bu SİVİL BİREYLERİN VİCDANI'NA MAL edilmelidir. Ancak böylelikledir ki
Türkiye'de özlenen ve istenen anlamında 'Din ve Devlet' işleri” ayrımı gerçekleşir. Türkiye'de 'Masonik
Laisizmi'nden
vazgeçip,
bir
an
önce
Laisizm'in
yeniden
yorumlanarak
SİVİLLEŞTİRİL-MESİNE
(toplumlaştırılmasına) bakılmalıdır. T.C. Devleti'nde Laisizm'in sivilleştirilebilmesi için nesnel temel vardır. Bu,
Osmanlı örneğidir. Bu temelden çıkılarak yeni bir Laiklik (Seculer mahiyette) tanımına gidilmelidir.
6)
Türkiye toplumunda 'Şeriat Devleti' belirli çevrelerin elinde kullanılan bir UMACI gibidir. Tıpkı
Komünist Partisi UMACISI gibi, Türkiye'de gerçekte taklitçi gelenekçi bir 'Şeriat'a bağlı Devlet düzeni
kurabilmek hayalden ibarettir ve münasipte değildir. Din'i Devlet işlerine alet edebilmek ise öncekinden daha
zırva bir iddiadır. Siz ekonomik,teknolojik, politik ve psikolojik yönden batıya esir olmuş Türkiye'de, bir
yetkilinin -örneğin baştan aşağı zemzem suyuyla yıkanmış, namazında niyazında 'Tam' Müslüman bir devlet
yetkilisi- IMF ile, Dünya Bankasıyla, AET ile, NATO vd. ile İslami Şeriat'a uygun anlaşmalar
imzalayabileceğini düşünebiliyor musunuz? Sadece Türkiye'de değil, dünyanın hiçbir ülkesinde -İran dahiltaraflardan biri, dinsel esaslara göre hazırlanmış bir 'petrol' ya da 'teknoloji' ya da 'ticaret' anlaşması
imzalatmayı isteyemez. Bu koşullar altında “aman şeriat geliyor”iddiaları sadece bir aldatmaca ve umacı
işlevini görmektedir. (Oysa gerekli ve geçerli olan, ilmi, insani ve İslami adalet kuralları temelinde yeni
bir medeniyet devrimine öncülük etmektir. Ve işte Milli Görüş ve Erbakan bu amaca hizmet etmekte
dir. A.A.)
Öte yandan Laik T.C. Devleti'nin İslam Birliği içinde yer almasının hiçbir sakıncası yoktur. Türkiye,
'İslam Birliği' ile 'fark'ı (Sekülerizm'i) esas alan bir 'özdeşlik' kurmalıdır. İslamiyet dışındaki dünya ile de
'çelişki'yi esas alan bir 'birlik' halinde olmalıdır.
Kaldı ki Türkiye'nin 'İslam Birliği' içinde yer alabileceği 1920'lerde bizzat M. Kemal tarafından da işaret
edilmişti. Nutuk'ta şöyle yazılıdır:
"Ortaya atılan kuram şu idi: Avrupa'da, Asya'da, Afrika'da ve dünyanın başka yerlerinde yaşayan
Müslüman toplulukları, gelecekte herhangi bir gün, kendi başlarına buyruk bir duruma gelebilirlerse ve o
zaman gerekli ve yararlı görülürse, çağın koşullarına uygun nitelikte birtakım uzlaşma ve birleşme ilkeleri
95
bulabilirler. Elbette her devletin, her topluluğun birbirinden alacağı ve sağlayacağı şeyler bulunacaktır.
Karşılıklı çıkarları olacaktır. Tasarlanan bu bağımsız Müslüman devletlerin yetkili delegeleri bir araya gelip bir
kongre yapacaklar, böylece falan falan falan Müslüman devletlerarasında şu ya da bu ilişkiler kurulacaktır.
Bu ortak ilişkileri korumak ve bu ilişkilerin gerektirdiği koşullar içinde birlikte iş görmeyi sağlamak için, ilgili
Müslüman devletlerin delegelerinden bir meclis kurulacaktır. 'Bu meclisin başkanı, birleşmiş Müslüman
devletleri temsil edecektir' diye bir karar alınırsa, işte o zaman istenirse, o Birleşik Müslüman Devletleri'ne
'Halifelik' adı verilir. Yoksa herhangi bir Müslüman devletin bir kişiye bütün Müslümanlık dünyasının işlerini
yönetip yürütme yetkisini vermesi us ve mantığın hiçbir zaman kabul edemeyeceği bir şeydir."
Kanımızca uygarlık, sabit bir olgu değildir, sürekli bir toplumsal gelişmedir. Ama tarihten tecrit edilmiş
bir uygarlık düşünülemez. Türkiye uygarlaşma SÜRECİNİ, Devlet'i, Birey'in (yurttaş) tepesindeki Demokles'in
kılıcı olarak kullanmaktan vazgeçtiği ve Devlet'i SİVİL yurttaşın EMRİNE verebildiği takdirde sürdürebilir.
Bunun önkoşulu da ÖZGÜR ve UYGAR YURTTAŞLAR (CIVIC) yetiştirmektir. Yoksa Türkiye'de Ortaçağ
Simyacıları'nın, “bir bilinmeyeni daha çok bilinmeyenle açıkla”, safsatası yürürlükte kaldıkça ne olması
gerektiği kadar MÜSLÜMAN ne de LAİK olunabilecektir.103
103
Laiklik Aytunç Altındal Alfa Yy. 3. Baskı sh. 17–67
96
DİN DEVLETİ: İSRAİL VE SİYONİZM
Dünya tarihi, Hak ve Batıl’ın mücadele süreci ve serüvenidir. Hak; Akla, ahlaka ve adalete uygun olan
değer ve düşünceler üzerine kurulan düzenlerdir.
Batıl ise; inançsız, insafsız ve ahlaksız düşünceler üzerine kurulan yanlış ve zalim sistemlerdir.
İnsanlık tarihi, haklı ve hayırlı düşünceler taşıyan kimselerle, zulüm ve sömürüyü amaçlayan
kesimlerin veya bunların oluşturduğu devletlerin çekişme sahnesidir. İlahi adalet, hangi taraf daha ciddi ve
cesaretli davranır, daha sabırlı ve sistemli çalışırsa, üstünlüğü ona vermektedir.
Bugün yeryüzünde Batılı “Siyonizm” temsil etmekte ve asırlardır korkunç bir zulüm ve sömürü
düzenini yürütmektedir.
Siyonizm, bazı Yahudilerin, bütün dünyaya hakim olma hayali ve hedefidir.
Siyonizm, gelip geçmiş bütün küfür ve kötülük sistemlerinin en gelişmiş, en güçlenmiş ve en görkemli
şeklidir. Her türlü haksızlık ve ahlaksızlığı mübah gören bir zulüm rejimidir. Daha doğrusu şeytanın
şaheseridir.
Siyonizmin en büyük korkusu, İslâmdan kaynaklanan Hak ve adalet düşüncesidir. İslâmi düşünce ve
değerlerin dirilmesinden, haklı ve hayırlı kesimlerin derlenip disiplinize bir güç haline gelmesinden, oldukça
tedirgin olması bu yüzdendir.
Farklı ülkelerdeki, değişik
din ve kavimlerden insanları, siyonist amaçlara hizmet ettirmek için
kurdukları “masonluk” denen gizli ve kirli bir örgüt eliyle, mili ve yerli gelişmeleri boğmak ve devre dışı
bırakmak istemektedir.
Çeşitli makam ve menfaatlerle ve cazip vaatlerle elde ettikleri ve özel yöntemlerle eğitip-deneyip etkili
noktalara yerleştirdikleri... Ve genellikle gönüllü ve sivil hayır ve hizmet kurumları şeklinde gizledikleri
masonların, maalesef ülkemizde de oldukça yaygın ve saygın oldukları bilinmektedir.
Gizli niyetlerinin ve hıyanetlerinin giderek anlaşılmaya başlanması, milli girişim ve gelişmelerin her
geçen gün daha bir hız ve heyecan kazanması, masonik merkezlerde oluşan telaş ve şaşkınlığı, şimdilerde
taşkınlığa
ve
saldırganlığa
yöneltmektedir...
Ülkemizdeki
ve
Filistin’deki
gelişmeleri
bu
açıdan
değerlendirmelidir.
Ama çaresi yok, şeytanın bu en büyük saltanatı yıkılmak üzeredir.
Birleşmiş Milletler Teşkilatı, NATO, Avrupa Birliği, IMF, Dünya Bankası gibi, sözde “Dünya barışını
sağlama, ekonomik kalkınmayı ve refahı yaygınlaştırma” gibi insani amaçlar için kurulduğu zannedilen
teşkilatların, nasıl siyonizmin vahşi hedeflerine ulaşmada birer araç olarak kullanıldığını, artık aklı erenler
fark etmiştir.
Türkiye’nin NATO’ya kabul ediliş töreni için Lizbon’a giden dönemin Dışişleri Bakanının yaptığı
konuşmada: “karşınızda büyük bir istekle ve KAYITSIZ, ŞARTSIZ işbirliği zihniyetiyle hareket etmeyi ilke
edinen bir Türkiye bulacaksınız” 104 diyerek, Yabancı kuruluşlara ve siyonist oluşumlara gösterilen “kayıtsız
şartsız teslimiyet” dönemi ve kölelik zihniyeti, artık yerini özgürlük ve özgüvene terk etmektedir.
Geçmişte Celal Bayar, taksim meydanındaki seçim konuşmasında söylediği: “Türkiye küçük bir
Amerika olacaktır” sözlerini, 1945’teki Amerikan gezisi sırasında, Washington’daki basın toplantısında ABD’li
siyonist sermayedarlara şöyle izah ediyordu: “Türkiye, Amerika için büyük bir Pazar konumuna gelecektir” 105
Bu zihniyetin bir temsilcisi olan Çevik Bir’de “Amerika’nın Irak’ı işgaliyle, Türkiye’ye komşu olacağını
sevinerek” ifade etmiştir.
Ama bugün sevinçle ve övünçle görüyoruz ki Amerika ve Avrupa’ya açık Pazar olmayı değil, kendi
değer ve dinamikleriyle ayakta durmayı, siyasi, ekonomik, ve kültürel bağımsızlığına ulaşmayı, demokratik,
laik ve hukuki olgunlaşmayı sağlamayı amaçlayan şuurlu ve onurlu insanlarımızın sesi yükselmektedir.
104
105
(Doğan Avcıoğlu-Milli Kurtuluş Tarihi. İstanbul. 1974. Cilt:3 sh.1677)
a.g.e. sh. 1680
97
Sadece siyasi ve ekonomik hayatımızda değil, dış politikamızda da oldukça etkili olan masonların
marifetiyle, Türkiye İsrail’i resmen tanıyan ilk İslâm ülkesi olmuş, 9 Şubat 1957 tarihinde B.M’deki oylamada,
Menderes hükümeti kardeş Cezayir’den değil, işgalci Fransızlar’dan yana tavır almış, ve yine 1956’da
Süveyş Kanalı yüzünden İngiltere ile askeri çatışmaya giren Müslüman Mısır’dan değil, maalesef
İngilizlerden taraf oy kullanmıştır.106
Siyonist lobilerin etkisiyle, ABD Kıbrıs harekatında bizi yalnız bırakmış, PKK ve Asala’yı bize karşı
kışkırtmış, karşımıza Ermeni meselesi gibi, suni sorunlar çıkartmıştır.
Hem PKK’nın, hem Türkiye’ye Hizbullahın... Hem Asala’nın, hem Diyaspora’nın... Hem masonların
hem de Mooncu Hocaların arkasında hep siyonist merkezlerin bulunması şaşırtıcıdır.
Türkiye Cumhurbaşkanı ve Başbakanlarının ABD ziyaretlerinde, belediye başkan vekillerince ve
protokol müdürlerince karşılanmaları ve Beyaz Sarayda resmi bir ziyafete bile layık bulunmamaları ve
böylece hafife alınmaları da yine bu siyonist merkezlerin oyunlardır.
Hatta 57. Hükümetin başbakanı Bülent Ecevit’in ABD gezisinde, Dünya Bankası başkanı James
Wolfensohn’la bir görüşme talebini, bu şımarık siyonist “çok istiyorsa, gelsin, Bankanın merkez binasındaki
ofisimde beni görsün” şeklinde cevaplandırmıştır.107
Ve yine aynı gezide, Demokrat senatör, siyonist Joseph Biden, Ecevit’in yüzüne karşı “ABD’nin size
ihtiyacı yok, ama siz ABD’ye muhtaçsınız... Kredi almak istiyorsanız, Kıbrıs’ta bizim isteklerimizi yerine
getirin... Aksi halde hiçbir yere varamazsınız...” 108 demek küstahlığında bulunmuş, mason biraderlerini bile
kırmaktan sakınmamıştır.
Dönemin Tüsiad Başkanı Tuncay Özilhan’ın Amerika seyehati dönüşü; 11 Haziran 2003’te “Türkiye
Kıbrıs ve Ege sorunlarında, Ortadoğu politikasında ve özellikle Suriye ve İran konusunda ABD’nin kararları
ve çıkarları doğrultusunda hareket ederse ilişkilerimiz yeniden düzelebilir” şeklindeki açıklamaları Siyonist
uşaklarının ve içimizdeki Amerikanın pervazsızlığını ortaya koymaktadır.
Çünkü Kıbrıs’ın, Rumların elinde kalması İsrail’in güvenliği ve geleceği açısından hayati önem
taşımaktadır. Şurası unutulmasın ki Kıbrıs konusuna Yunanistan psikolojik, İngiltere askeri ve ekonomik,
ABD politik... Ama Türkiye ve İsrail stratejik yaklaşmaktadır.
Bütün dünyayı, masonlar eliyle siyasi bir ablukaya alan... Marazlı medya marifetiyle, kültürel ve ahlaki
yozlaşmaya yol açan... Çıkardıkları savaşlar, anarşi ve iç çatışmalar nedeniyle, toplumları huzura ve
hürriyete hasret bırakan bu Siyonistler, kurdukları ve bir ahtapotun kolları gibi bütün dünyayı sardıkları “çok
uluslu şirketler” kanalıyla da insanlığın kanını emerek kudurmaktadır.
Bu “çok uluslu şirket” denilen siyonist sömürü sermayesi:
a- Başka ülkelerdeki dış yatırımları, kendi öz kaynaklarıyla yapmazlar. Bu siyonist şirketler her 100
dolarlık yatırımın sadece 9 dolarını kendi öz kaynağından ayırmakta, diğer 91 dolarını başka ülkelerin
katkılarıyla oluşturulan fonlardan karşılamaktadır. IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşların verdiği krediler de,
yine yerel ortaklar aracılığıyla bu siyonist şirketlere aktarılmaktadır.
Yani IMF, dünyanın her yerindeki yatırımları ve ekonomik programları kontrol ve organize eden,
siyonizmin evrensel mali polis teşkilatıdır.
b- Bu sözde çok uluslu, ama gerçekte tek merkezli ve siyonist kurgulu şirketler, yatırım yaptıkları
ülkelerde, ortak üretilen malları ihraç etme yetkisini asla vermezler.
Ülkelerin yerli ve milli sanayilerini körletmek ve yerleştikleri ülkelerdeki masonik hakimiyetlerini
perçinlemek amacıyla yaptıkları bazı ortak yatırımlarla üretilen malların dış piyasa kontrolünü kendi
tekellerinde tutarlar.
Hatta, sömürülen ülkelerde iş gücü ve diğer girdiler çok ucuz olduğu için, buralardaki fabrika
ürünlerinin yarıdan fazlasını getirip ABD, Almanya ve Japonya gibi ülkelere pazarlarlar.
Milli Kurtuluş Tarihi. Doğan Avcıoğlu. Cilt: 3. Sh. 1638
Hürriyet 22-9-1999
108 Hürriyet. 1-10-1999
106
107
98
c- Çok uluslu siyonist şirketlerin, başka ülkelerdeki yerli şirketlerle yaptıkları ortaklıklar, kendilerini
gizlemeye ve tekelleşmeye yöneliktir.
Bu şirketler, herhangi bir ülkede bir üretim birimi açarken, ya yeni bir şirket kurarlar, ya yerli bir şirketi
satın alırlar veya o ülkede tanınmış bir şirketle ortaklık kurarlar. Bu yerli ortakların hisse oranları ne olursa
olsun, asıl söz ve yetki sahibinin merkezi-siyonist şirketlerin olmasını garantiye alırlar.
Yerli ortakların:
1- Yatırım için uygun, hatta bedava devlet arazisi temin etme
2- Bürokratik işleri ve hükümetlerle ilişkileri yürütme
3- Düşük ücretli işçi ve elemanlarla, ucuz üretimi gerçekleştirme
4- Ve bu ürünleri “yerli malı” gösterip, ülke halkına pahalıya tükettirme gibi görevleri vardır.
d- Bu çok uluslu şirketler, hiçbir ülkede asla vergi vermezler ve mali açıdan hiçbir şekilde
denetlenemezler.
Çünkü o ülkelerde yatırım ve ortaklık yapmadan önce, vergi vermeyecek ve denetim altına girmeyecek
şartları garanti ederler.
Dünya otomotiv devlerinden ve meşhur siyonist şirketlerden Ford, Türkiye’de bir fabrika kurmak için
harekete geçtiğinde, bu durum bütün medya haberlerinde öncelikli sıraya oturdu ve çok hayırlı ve yararlı bir
girişim olarak kamuoyuna duyuruldu.
Ardından, Devlete ait Gölcük yakınındaki SEKA’nın çok değerli arazisi, üzerindeki doğal varlıklarla
birlikte ve ücretsiz olarak bu şirkete devredildi. Çok kısa bir süre içinde ve alelacele hazırlanan temel atma
törenine ve Danıştayın yürütmeyi durdurma kararına rağmen, Sn. Demirel Cumhurbaşkanı olarak katıldı ve
yaptığı konuşmada: “Ben böyle yatırımlar için, Çankaya’nın bahçesini bile veririm” dedi.
Ford’a yerli ortakları aracılığıyla, miktarı açıklanmayan, büyük teşvik kredileri verildi.
Masonik Medya ve kiralık yazarlar ise, “çevrede işsiz gençlerin bu büyük yatırımı nasıl içtenlikle
desteklediklerini ve bu fabrikanın bölgeyi nasıl şenlendireceğini” bildiren yazılar ve röportajlar döktürdüler.
Evet, başörtülü vatan evlatlarını üniversite bahçelerine sokmayan zihniyetin, siyonist Fordlara ve
sömürücü Lortlara Çankaya’nın bahçesini bile fedaya hazır olmaları, bu ülkenin kimler ve hangi işbirlikçiler
eliyle bu hale getirildiğinin acı ve açık bir göstergesidir.
e- Bilerek veya bilmeyerek Siyonizmin Dünya hakimiyetine hizmet eden, liberal solcular, sözde
Milliyetçi sağcılar, bazı kiralık yazarlar, karanlık kafalı aydınlar, rantiyeci patronlar, Masonik bürokratlar, satın
alınmış sendikacılar, uysallaştırılmış ve kendilerine uyum sağlamış din ve devlet adamları... Evet bunların
hepsi de maalesef küreselleşme perdesi altındaki siyonist tekelleşmenin, ülke bazındaki basamağını
oluşturan yanlış ve haksız bir “özelleştirme”yi hayırlı ve yararlı göstermeye çalışırlar.
Özelleştirme perdesi altında, kar eden KİT’lerin, arsa bedellerinin bile altındaki fiyatlarla, çok uluslu
şirketlere ve onların yerli işbirlikçilerine peşkeş çekmek için kılıf uydurur ve vatandaşı uyuturlar.
Ve bütün bu girişim ve gelişmelerin, ekonomik olduğu kadar, hatta daha da fazla “ideolojik” olduğunu
toplumdan saklar ve Siyonizmin dünya hakimiyeti hedefine hizmetkar olurlar.
f- Ülkelerin, çok yüksek faizlerle almak ve genellikle fantezi yatırımlara harcamak ve siyasi özverilerde
bulunmak gibi çok ağır şartlarla buldukları dış kaynaklı borçların büyük bölümü “teşvik” adı altında yine bu
uluslararası şirketlere akıtılmaktadır. Açıkçası, borçlanan Türkiye, ama bu kredileri kullanan yabancı şirketler
ve yerli ortakları olmaktadır.
g- Ülkemizdeki, Koç, Eczacıbaşı, Sabancı, Yaşar Holding gibi şirketlerin, Amerikalı, Alman, Fransız,
İtalyan ve Japon ortaklarının tamamına yakını, o ülkelerdeki siyonist patronlardır.
Yani, vatandaşlarımız bu holdinglerin, Amerikan, Alman ve Japon şirketlerle ortak yatırım yaptığını
zannetmekte, ama gerçekte o ülkelerdeki aynı siyonist Yahudi sermayesine taşeronluk yapıldığını ve şahsi
kazançlar dışında ülkemize ve milletimize yararlı bir sonuç alınmadığını bilmemektedir.109
109
Bak. Metin Aydoğan. Bitmeyen Oyun. Kuvayi Milliye Yayınları. Sh. 157-161
99
Örneğin, Türkiye’de faaliyet gösteren çok uluslu şirketler, 1973 yılında, yatırım sermayelerinin %81’ri
kadar da borçlanmışlar ve bu borçların %96’sını Türkiye’nin iç kaynaklarından sağlamışlardır. 110
Yani, Yabancı sermaye dedikleri, aslında tam bir yabancı sömürü batağı ve ekonomik işgal tuzağı
olmaktadır.
h- Önceleri siyasi hedefleri gizlenip sadece ekonomik bir Ortak Pazar diye başlayan ve şimdi Avrupa
Birliği’ne ulaşan gelişmeler de yine bir siyonist planıdır. Sözde Avrupa ülkelerinin ekonomik ve hukuki işbirliği
şeklinde görünse de aslında Avrupa Birliği siyonist tekelleşmenin bir ayağıdır. Üye ülkelerin ekonomik hukuki
ve hatta siyasi bağımsızlıklarını ve milli çıkarlarını siyonist merkezlere devretme hazırlığıdır.
“Türkiye Gümrük Birliği ile ulusal pazarını, rekabet etmesinin mümkün olmadığı Avrupa mallarına
açmış, gümrük vergilerini sıfırlamış ve tüm fonları kaldırmıştır... Türkiye, Gümrük Birliği ile, dış ekonomik
ilişkilerini belirleme hakkını AB’ye devretmiş bulunmaktadır”111
Bu çok uluslu şirketler ve siyonist merkezler, ülke halkı bu gerçekleri görmeye ve karşı gelmeye fırsat
bulamasın diye, güdümlerindeki medyayı ve mason bürokratları kullanarak, sağ-sol çatışmaları... Türk-Kürt
kapışmaları... İlerici-gerici kavgaları... Alevi-Sünni kapışmaları... Başörtüsü sorunları ve irtica senaryoları
hazırlayarak, dikkatleri yanlış yönlere ve hayali hedeflere çekmeye çalışmakta ve bunu başarmaktadır.
Kısaca toplum sun-i gündemler ve sahte gerekçelerle oyalanmakta ve böylece “Bulanık suda balık
avlanmaktadır.” Daha çarpıcı bir ifade ile “irtica bahane, soygun şahane” yapılmaktadır.
Dünyayı yöneten Siyonist merkezlerin ve çok uluslu şirketlerin yaygın ve şeytani siyasetlerinden birisi
de, bulundukları ülkelerdeki tarihi şahsiyetleri istismar etmeleri ve onların görüşlerini kendi çıkarları
doğrultusunda yorumlamaları ve yozlaştırmalarıdır.
Bu Siyonist çevreler ve işbirlikçileri, ülkemizde de koyu bir Atatürkçü geçinerek, sömürü saltanatlarını
ve şeytani amaçlarını sürdürmeğe çalışmaktadır.
Siyasi ve ekonomik bağımsızlığa, Milli ve yerli kalkınmaya, ilmi ve ahlaki olgunlaşmaya herkesten çok
önem veren ve öncülük eden Atatürk’ü, kendi sinsi planlarına ve sömürü hesaplarına alet etmeye kalkışan ve
milletiyle savaşan “sahte Atatürkçülerin” yüzsüzlüğünden toplum nefret etmeye başlamıştır. Cumhuriyetin ilk
dönemlerinde, kendi ürettiği uçakları Danimarka’ya ve Ürdün’e satan Türkiye’yi daha sonra dikiş iğnesi bile
yapamaz hale getirenlerden elbette hesap sorulacaktır.
Her bakımdan, Osmanlının yıkılış günleri öncesinin sorunları ve tuzaklarıyla karşı karşıya bulunan
Türkiye’mizin yeniden kurtuluşu için bu gerçekleri fark eden ve dile getiren samimi vatanseverlerin artık
gayrete gelmeleri ve kuvayi milliye ruhunu yeniden diriltmeleri zamanıdır.
12 yaşındaki yavrusunu kucağına alıp, çöp bidonunun arkasına sığınan Filistinli babaya kurşun
yağdıran ve masum çocuğunu kana bulayan...
Vatanlarını ve canlarını sadece taşlarla savunan kahraman Filistinlilerin üzerine füzelerle saldıran
kahpe İsrail’e “Ateşkes çağrısı” yapan ülkelerin insafsız yöneticilerine sormak lazım: Bre gafiller, Filistinlinin
elinde ateşli silah mı var ki ateş kessinler?..
Yeri gelmişken bir gerçeği daha dile getirmemiz gerekiyor: Biz, dünyayı sömürmek, insanları ezmek,
başkalarını hor görmek gibi vahşi düşünceler taşımayan, özellikle ülkemiz ve milletimiz aleyhinde düşmanca
hesaplar içinde olmayan her din ve düşünceden, farklı kültür ve kökenden bütün insanlarla birlikte ve barış
içinde yaşamaya, yurdumuzu ve dünyamızı onlarla paylaşmaya razıyız ve hazırız. Ve tarih boyunca da,
millet olarak bunu ispatlamışız.
Bu nedenle, siyonist amaçlar ve oluşumlar peşinde gitmeyen diğer sade Yahudilere karşı da asla
hakaret ve haksızlık düşünmüyoruz... Herkesin olduğu gibi, onların da can, mal ve namus emniyetine, din ve
düşünce hürriyetine saygı duyuyor ve sahip çıkıyoruz.
Nasıl ki, nazizme karşı olmak, bütün Almanlara düşman olmak değilse... Faşizme karşı olmak, bütün
İtalyanlara düşmanlık anlamına gelmezse... Komünizme karşı olmak, Rus veya Çin vatandaşlarına kin
110
111
Çok Uluslu Şirketler. C. Alper. (1977. Ana.) sh. 54
Prof. Dr. Erol Manisalı. Gümrük Birliğinin Ekonomik Ve Siyasi Boyutları. Bağlam Yay. Sh. 65-66
100
tutmak tarzında değerlendirilemezse...
PKK terörizmine karşı olmak, bütün Kürtleri suçlu saymak ve dışlamak şeklinde düşünülemezse...
Bunun gibi, Deccalizmin tezahürü olan Siyonizme karşı olmak da, bütün Yahudilere düşman olmak ve
dışlamak biçiminde gösterilemez.
Velhasıl, Siyonizm, bütün insanlık için olduğu gibi Yahudiler için de en büyük tehdit ve tehlikedir.
Siyonizmin kurduğu zulüm ve sömürü düzenine karşı izan ve vicdan ehli herkesin ve her ülkenin işbirliği
etmesi gerekir. Bu yoldaki gayret ve girişimlere ise inançlı Türk aydınları öncülük etmelidir. Çünkü siyonizmin
asıl hedefi Türkiye’dir.
Bu nedenle ülkemizi ve milletimizi sevenlerin ve tüm insanlarla barış içinde yaşamak isteyenlerin ve
özellikle Türkiye’yi yönetenlerin mutlaka bilmesi gereken “siyonizmi”, en güzel ve özlü biçimde tanıtan 11
Ekim 2000 tarihli Milli Gazetenin başyazısında ortaya konulan gerçekleri dikkatlerinize sunuyorum.
Büyük bir milletin yönetiminden sorumlu olanlar bütün bir tarihle birilikte, özellikle son dönemin tarihini
çok iyi kavramak zorundadırlar. Bu ülkeyi yönetenlerin dünya siyasetindeki siyonist ağırlığın derecesini
bizden daha iyi bildiklerini tahmin edebiliyoruz. Ama yine da bazı şeyleri hep birlikte hatırlamanın yerinde
olacağına inanıyoruz.
İsrailli siyonistlerin, işgal ettikleri toprakları başkasından değil, bizim elimizden koparıp aldıklarını
unutmuyoruz. Ve şimdi onların nasıl belirleyici “tek güç” haline geldiklerini herkese hatırlatmak istiyoruz.
100 sene önce İsviçre’de toplanan Siyonizmin, Basel Konferansı’nda belirlenmiş üç ana hedefi vardı:
Birincisi yurt edinmek, ikincisi devlet kurmak, üçüncüsü de dünya devleti olmaktır!
Türkiye’mizde yaşadıklarımız dahil, yeryüzünün her yanında yaşanan bütün bu zulümlerin tek amacı,
işte bu üçüncü aşamanın tamamlanmasıdır. Bunu görmemek için sadece kör olmak yetmiyor, ahmak olmak
da gerekiyor.
Şu tarihi gerçeklere bakınız:
Gerek birinci gerekse ikinci cihan harpleri siyonizmin yurt edinmesi ve devlet kurması için
başlatılmıştır.
Her iki savaşın da alt yapısını KRUPP ve BERNARD isimli iki silah devi oluşturmuştur.
KRUPP, Alman silah devidir. Kuruluşunu siyonist Abraham Oppenheim gerçekleştirmiştir. Silah
satışlarını farklı kamplardaki devletlere yaparak Birinci Cihan Harbi’nin alt yapısını oluşturmuştur. Ekonomik
gücünü Almanya’da Hitler’i iktidar etmek için seferber etmiştir. Seçim süresince onun finansörü, iktidarında
ise ekonomik ve askeri danışmanı olmuştur. Bunun karşılığını ise 1946’ya gelindiğinde yüzde 433 oranında
artan karı ve genişleyen pazar payıyla almıştır. Dünyayı kasıp kavuran Hitler, bu şirket için şunları
söylüyordu: “132 Yıllık aile şirketi olan Krupp, Almanya’nın askeri gücüne yaptığı katkılardan dolayı en
yüksek ödüle layıktır.”
Bernard Baruch, Amerikan silah devidir. Her iki savaşın altında da imzası bulunmaktadır. Milyonlarca
insanın ölümünden başka, Japonya’yı yerle bir eden atom bombasının yapımından patlamasına kadar ki her
aşamasında emri, emeği ve sermayesi vardır. Manhattan Projesi onun eseridir. ABD’deki 246 silah
fabrikasından 243’üne sahip olması İbrani dilinde “Kutsal” anlamına gelen Baruch’un gücünü göstermeye
yeter.
B. Baruch, 1916 yılında Başkan Wilson tarafından Milli Savunma Konseyi Danışma Kurulu’na atandı.
Ondan sonraki bütün başkanların askeri danışmanlığı yaptı. Birinci harpte ABD Savaş Endüstrisi’nin
başkanıydı. İsrail’in kurulmasına büyük destek veren Baruch, “İsrail’in kurulmasını, çözümün sadece bir
bölümü olarak görüyorum” sözleriyle nihai hedefin dünya hakimiyeti olduğunu açıkça söylemiş oluyordu.
Siyonistlerin o çok nefret ettikleri (!) Nazi Almanya’sının en önemli kuruluşu olan Lufthansa, harpte
Alman Hava Kuvvetleri’nin en büyük destekçisi oldu. Lufthansa’yı finansıyla AEG, Hapag, Deustche Aero
Lloyd ve Jurkers gibi siyonist sanayi şirketlerinin kurduğunu hatırlatmak isteriz.
“Önce parçala, sonra yut” taktiği siyonizme aittir. Bunun için kapitalizmin babası olan Siyonistler, onun
alternatifi olarak takdim edilen Komünizmin de mimarıdırlar. Ekim 1917 ihtilalini hazırlayanlar siyonistlerdir.
101
Rus ihtilalini gerçekleştiren 29 yöneticiden sadece Lenin’in Rus (o da rütbeli mason) diğer 28’inin Yahudi
oluşu her şeyi açıklamaya yetmez mi?
Siyonizmin dünyanın ekonomik gücünü elinde tutmasını sağlayan kuruluş BUSİNES ROUND
TABLE’dir. Onların siyasi maşaları ise CFR, TRİLA TERAL, AIPAC ve diğerleridir.
BUSİNES ROUND TABLE, birbirinden bağımsız gibi gözüken dünyanın en büyük 200 siyonist
firmasının bir araya gelmesiyle kurulmuştur. Amacı Yahudi ve mason sermayesinin güç birliğini
oluşturmaktır. Tüm iş hayatının sesi olan bu kuruluş ABD’de kanunların hazırlanmasında en büyük güçtür.
Vergi, enflasyon, enerji kullanımı ve işsizlik gibi kilit noktaları kontrol altında tutar. ABD kongresinden İsrail
aleyhine herhangi bir karar çıkmasına izin vermez.
ABD Dışişleri Bakanlık İlişkilerinden sorumlu Jonh G. Rancy’in 1983 yılında Liberya Devlet Başkanı
Samuel Doe’ya yazdığı şu mektup her şeyi apaçık göstermektedir: “Yahudiler Amerikan ticaretinde büyük
rol oynarlar. Onların bu maddi gücü lobilerin siyasi açıdan güçlenmesine yol açtı. İsrail ile yakın işbirliğine
giderseniz, size planlanan desteği sağlamak büyük ölçüde kolaylaşacaktır...”
Busines R. Table, ABD’nin Merkez Bankası olan Federal Reserve üzerinde tek belirleyicidir.
Onların sayesinde Merkez Bankasının hesaplarını hiçbir güç tetkik edemez. Türkiyemizde yahudi
sermayesinin en ağırlıklı
kişisinin de üyesi bulunduğu Busınes, özellikle 1970’lerden
beri ABD
başkanlık seçimlerinin en belirleyici güçleri arasına girmiştir.
TRILA TERAL: Önde
gelen Yahudilerden Zbigniev Brezinski’nin desteğiyle kuruldu. Finansörü
Yahudi banker David Rockefeller’dir. Brezinski 1972 yılındaki Bilderberg toplantısında bu kuruluşu açıkladı.
Önemli simaları üye yaptı. B. Avrupa ABD ve Japonya’da örgütlendi. İlk toplantısını kasım 1973’te Tokyo’da
gerçekleştirdi. Amacı Yahudi tröstler yoluyla ekonomik ve siyasi güç elde etmek, dünya ekonomik ve siyasi
politikalarına yön vermek, IMF ve dünya Bankası’na kaynak oluşturmaktır.
28 şubat diye bilinen huzursuz bir sürecin bu uğursuz hükümetinin başbakanı Bülent Ecevit ve ortağı
Mesut Yılmaz’ın da Bilderberg toplantılarının üyelerinden olduğu bilinmektedir.
Ve yine 57. hükümetin perde arkası mimarlarından MHP’li Tunca Toskay’ın da bu mahfillerle ilişkisi
söylenmektedir. Ve yine AKP yöneticilerinden ve 59. Hükümetin Başbakanlarından Ali Babacan’da
Bilderberg üyesidir.
CFR: Dünya problemleriyle ilgilenen uzman, iş temsilcisi ve siyaset adamlarının bir araya geldiği bu
organizasyon ABD’nin dış politikasına hakimdir. Örgütün 40 yıl başkanlığını yapan Allen W. Dulles adlı
siyonist aynı zamanda CIA’nın kurulmasına öncülük etmiş, bir dönem de direktörlüğünü yürütmüştür.
Daha sonraki dönemlerde George Bush, William Colby, Richard Helmes, William Cesey gibi ABD’ye
damgasını vuran CIA başkanları hep CFR üyelerinden seçilmiştir.
CFR’nin 6 Haziran 2003’teki gizli toplantısını Ankara’da yapması… AKP hükümetinin Bilderberge
bakan yollaması… T.Erdoğan ve B. Arınç’ın Rotary açılışlarına katılması, ülkemizin ve bölgemizin nasıl bir
masonik kuşatma altına girdiğini göstermektedir.
AIPAC: Dünya Yahudiliğinin beyni olan B’nai B’rith ile yoğun ilişkili olarak çalışır. Görünüşte
Amerikan-İsrail Halkla İlişkiler Örgütüdür. Ürdün’ün vefat eden Kralı Hüseyin AIPAC için şunları söylemişti:
“ABD, AIPAC’in yani siyonistlerin ve İsrail’in kendisi için çizdiği sınırların dışına çıkamaz”.
Bir zamanlar AIPAC’ın başkanlığını yapan Tom Dine, “Beyaz saraydaki arkadaşlarımız bizim en
önemli destekçilerimizdir” sözleriyle bu gerçeği gözlerimize sokmuştur.
ABD için söylenen diğer bir isim “ikinci İsrail” dir
Şüphesiz bugün Ermeni Karar Tasarısıyla karşımıza dikilen ABD bu ikinci ismi boş yere almamıştır.
İşte ABD’nin siyonist hizmetkarı cumhurbaşkanı örnekleri :
Woordrow Wilson: Yahudilerin desteğiyle seçildi. İsrail devletinin kuruluşu için canla başla çalıştı.
İsrail’in fikir babası Theodor Herzel’in Beyaz saraydaki en yakın dostu olan Wilson, “Kutsal toprakları tekrar
oranın insanlarıyla doldurmaya yardım etmek zorundayız” sözlerinin sahibidir.
Franklin Roosevelt : Öndaşı Wilson’u takip etti. En yüksek danışmanlık mertebesine haham Stephen
102
Wise’i getirerek onunla çalıştı.
Harry Salomon Truman: ABD’nin bu 33. Başkanı 33’üncü derecedeki bir masondu. En yakın
danışmanı David Niles isimli siyonistti. O’nun girişimleriyle 1948 yılında Chaim Weizmann’la bir araya gelip
peşinden de israil devletini ilan ettiler.
Lyndoon B. Johnson: BM’in İsrail temsilcisi I.L.Kenen yazdığı bir kitabında Johnson’dan, “Beyaz
saray’daki gelmiş geçmiş en iyi İsrail dostudur” şeklinde bahsetmiştir.
Richard Nixon: Dünya siyonist Kongresi’nin dönem başkanlığını yapan ve altı nesil boyunca (kendisi
dahil) haham olan Arthur Herzbeerg ABD başkanlık seçimlerinde çok önemli bir ifşaatta bulunmuştur:
“Nixon’ın bize çok yararı oldu. Başkanlığı hak etti.” “Bütün mesele kongre üyelerinin Yahudiler tarafından
idare
ediliyor
olmasıdır” sözlerinin sahibi olan Nixon daha sonra Jacob Stein, Max Fisher ve Arthur
Hertzbeer’e, “Brejnev’le anlaştım, 38 bin
500 Rus Yahudisinin Filistin’e göçünü sağlayacak” müjdesini
vermiştir.
Jimmy Carter: Yahudi olan Carter, devlet başkanlığına AIPAC sayesinde getirildi. Carter, “İsrail’i
üzeceğime politik hayatıma son vermeyi tercih ederim” sözleriyle ne kadar siyonist yanlısı olduğunu
gösterirken, “Kutsal topraklar” için sarfettiği
şu sözlerle de
ispat etmiştir. “İsrail’in başarısı ve Arz-ı Mev-ud hedefine
Türkiye’mizle
ulaşması
yakından ilgili olduklarını
politik bir mesele değildir.
Gerçekleşmesi şart olan bir inançtır.”
Ronald Reagan: İzak Şamir’in en büyük dostu olan Reagan, B’nai B’rith ve AIPAC’ın desteğiyle
seçildi. Washington Büyük Locası tarafından kutsanmıştır, Royal Arch derecesine yükselmiştir. Reagan’ın
seçimlerdeki finansörü Yahudi Albert Spiegel’di.
George Bush : Daha önce CIA Başkanıydı. CFR üyesidir. Seçilmesine CFR ile birlikte TRILATERAL
da büyük destek verdi. BM’nin siyonizmi ırkçılık sayan 3379 sayılı kararının kaldırılması için elinden geleni
yaptı. “Siyonizmi ırkçılıkla özdeşleştiren karar bir an evvel geri alınmalıdır. Milliyetçilik, Yahudilere çok
görülmemelidir” sözlerinin sahibidir. Nitekim bu söylediğini gerçekleştirmiş ve kararı geri çektirmiştir.
Körfez savaşı sonrası Amerikan ekonomisinin çok sıkıntıda olduğu bir dönemde, İsrail’in istediği
ekonomik yardımı geciktirdiği için siyonistlerce aforoz edilmesine rağmen günahını affettirmek için elinden
gelen gayreti göstermiştir.
Aynı George Bush, 2000 eylülünde Türkiye’ye gelip eski Cumhurbaşkanı Süleymen Demirel’le özel ve
gizli görüşmelerde bulunmuş, siyonist Dünya Düzeninin Türkiye taşaronluğunu üstlenecek, yeni bir siyasi
oluşumun başına geçmesi planları üzerinde durulmuş, ancak yeğen Yahya Murat Demirel’in Ege Bankı
soyma operasyonlarının patlak vermesiyle bu siyonist senaryo da sekteye uğramıştır.
Daha sonra ABD’nin Yahudi Dışişleri Bakanı Bayan Olbraght’ın teklifi ile “İsrail Filistin Barış
görüşmelerine zemin hazırlamak için, siyonizme bağlılıklarıyla bilinen 4 kişi ile birlikte ve sözde arabulucu
statüsüyle, Ortadoğu Araştırma Komisyonuna Süleyman Demirel’in de seçilmiş olması ve bunun İsrail’de
büyük bir memnuniyetle karşılanması oldukça düşündürücüdür. Ve yine Baba Bush’un yerine şimdi
ABD’nin başına getirilen bebe Bush, Büyük İsrail’i kurmak, petrole el koymak ve İslami dirilişi boğmak üzere
Irak’a saldırmış ve bu işlerde kendilerine kiralık karakolluk ve taşeronluk yapsın diye AKP iktidara taşınmış.
Hatta 2. tezkereyi geçiremediler diye, Abdullah Gül ve Tayip Erdoğan, yalvarmalarına rağmen bir dönem
Amerika’ya bile sokulmamıştır.
Şu kısa tarihi bilgileri aktardıktan sonra, şimdi yöneticilerimize ve tüm yetkililerimize bir kez daha
soruyoruz:
Son onbeş yıldır tam bir kuşatma altında tutulan ve şu anda tarihinin en karanlık dönemlerinden birini
yaşayan Türkiyemize karşı yerine getirmemiz gereken sorumluluğu bugün yüklenmeyeceksek ne zaman
yükleneceğiz?
Bütün gelişmeler bir yana, sadece Güneydoğumuzdaki durumu göz önüne getirsek ABD, İsrail ve
Avrupa’nın bu bölgemiz hakkındaki değerlendirmelerini iyi düşünsek, bu bile bize gerçek düşmanın ne
olduğunu göstermeye yetmez mi?
103
Oysa yönetim kademesinin tamamı olmasa bile, maalesef bir bölümü hala gerçeklere gözünü
kapatıyor. Hala bu güzide milletimizin inançlarına karşı zorbaca
düşmanın adını
gizleyerek milletimizi
çabalıyor. Hiç şüphesiz
hedefine, yani
hayali
tavırlar takınıyor.
Hala
gerçek
tehlikelerle oluşturduğu bir kaos ortamında tutmaya
bu kesimin amacı, Türkiye’mizin yok olması pahasına, siyonizmin son
İsrail’in Dünya
hakimiyetine katkı sağlamaktır. Onlar elbette görevlerini yapıyorlar.
Fakat yönetim mevkilerinde bulunan ve devletini, milletini, istiklalini gerçekten seven bir yığın insan ne
güne duruyor? Onlar bu çirkin oyunu niçin gün yüzüne çıkartmazlar? Onlar milletle, milletin
değerleriyle, gelenek ve görenekleriyle savaşanlara niçin engel olmazlar?
Son yüzyıl hiç kuşkusuz siyonizmin kanlı tarihi olarak anılacaktır. Bin sekiz yüzlerin son çeyreğinde
Basel’de toplanıp bir siyon devleti kurmaya karar verdiklerinde, henüz “ulus devlet”ler türememişti. Filistin’le
birlikte bütün islam toplumları tek halifenin sancağı altında, birlik ve beraberlik içerisindeydi.
Sultan Abdulhamid’in karşısına çıkıp, köleliğe bile razı olduklarını, ama karşılığında “Filistin’de çiftlik
büyüklüğünde” bir toprak istediklerini söylediklerinde, izzetli padişah siyonistlere, “kurabiye büyüklüğünde”
bir parçayı bile vermeyeceğini belirtmişti.
Oysa bugün onlar Mescid-i Aksa gibi, islam’ın en onurlu mekanında Cuma Namazı için 45 yaş
zorunluluğu getirdiler.
Hayret etmiyoruz!
Çünkü Kutsal kitabımızı öğrenmek için 15 yaş mecburiyeti getirilen Müslüman bir ülkede yaşıyorsak,
İsrail’in zulmünü niye yadırgayalım ki?
Yahudi vatandaşların
inançlarına
her
türlü
toleransı
gösterirken,
müslüman
vatandaşların
hanımlarının başörtülü olması durumunda sicillerine çentik atan bir rejimin kurbanları, israil zulmüne
şaşar mı? Çoğu çocuk yüzlerce Filistinlinin katliamını bir kenara itip, üç İsraillinin linç edilmesini, bu
savaşın asıl sebebi olarak göstermeye yeltenen alçak ve iğrenç bir medyanın, yönetimde
en etkin
güç haline getirildiği bir ülkede yaşarken, Şaron’un, Barak’ın yaptığı katliamların nesine şaşıracağız?
Üniversitelerin toplama kamplarına döndürüldüğü, İnançlarının gereğini yerine getiren körpecik
kızların
üzerine
namluların
çevrildiği
bir
ülkede
yaşamanın
Ramallah’ta, Gazze’de
siyonistlerin
roketlerine hedef olmaktan daha şanslı bir durum olduğunu iddia edecek kaç kişi bulunur içimizde ?
Ömrünü yaşanabilir, Onurlu, tam bağımsız Türkiye’ye vakfeden insanlara hayat zindan edilirken,
milletin
anasını
ağlatan
soysuzların
hükümferman oldukları
bir
yerde
yaşamak,
Filistin’de
taş
olmaktan daha şerefli bir şey değildir her halde....
Arap çöllerinden kafkaslara; Ortaasya’dan Balkanlar’a .. Ne büyük bir coğrafya Allah’ım.. Ve bu
coğrafyanın bahtsız milleti son 150-200 yıldır ne büyük bir zulmün muhatabı oluyor ya Rabbi!
Neden böyle olduk ?
Masal kadar değeri
olmayan “dünya devleti” iddialarını ve siyonist propagandalarını sahici
zannettik de ondan. 150-200 yıl öncesinden
kavrayamıyoruz ve yeniden
bizi
biz yapan
trafik işaretlerini
yanlış okumaya başladığımızı hala
değerlere dönemiyoruz da ondan! Ve kendi ellerimizle,
kendimize çevrilmiş namlulara mermi sürerek, yani kendi insanımız ve kendi inancımızla cedelleşerek
büyük devlet olacağımızı zannediyoruz da ondan.!
Ancak unutulmasın ki “zulm ile abad olanın, ahiri berbat olacaktır” Bu haksızlık ve ahlaksızlık
medeniyeti mutlaka son bulacaktır.
Bugün, aynen İslamın doğuşu öncesi şartlara benzer bir durum söz konusudur. Yani yeni bir
devrimin ve hayırlı bir değişimin ayak sesleri duyulmaktadır.
O dönemde, Batıda
bugünkü
kapitalist
Amerika ve Avrupa’nın yerinde Bizans İmparatorluğu
bulunmaktaydı.
Doğuda ise; sosyalist Rusya’nın yerinde İran'daki Sasani imparatorluğu vardı... Ve her ikisi de,
zahirde
rakip
gibi
görünse
de, aslında
gizli bir ittifak içinde bütün dünyayı hakimiyeti altında
tutmaktaydı. Çünkü bir İran Pers imparatoru, Bizans hükümdarına yazdığı bir mektupta söyle diyordu:
104
“Bizans ve Pers (İran ) tanrının tek başındaki iki göz gibidir...”
Evet, bir yanda
sömürme ve sindirme üzerine kurulan, batıl ve barbar Roma
Yahudilerin yozlaştırdığı Hıristiyanlık düşüncesine
dayalı Bizans Medeniyeti
zirveye
kültürüyle,
ulaşmıştı. Yani
zeval öncesi kemal dönemini yaşamaktaydı...
Diğer tarafta, havanın ve suyun ortak olduğu gibi, malın ve kadının da ortak kullanılması
gerektiğini savunan ve komünizmin iptidai şekli sayılan Mazdeizmi uygulayan ve perde arkasındaki
İran
Yahudilerinin güdümünde bulunan Pers İmparatorluğu dünyanın ikinci süper gücü olarak
algılanmaktaydı.
İşte, Hakkaniyet ve adalet esasına dayanan Muhammedi İnkılap, nasıl bu zulüm düzenlerini ve süper
güçlerini temelinden sarmışsa, uzun yıllar Amerika ve Rusya’yı sağ ve sol kolu gibi kullanan
siyonizmin şeytani saltanatı da, Türkiye merkezli Milli bir dirilişle yıkılacaktır. Ve tüm insanlığı kurtarıp
kucaklayacak olan yeni bir saadet ve selamet medeniyeti oldukça yakındır.
Evet, yeni bir diriliş ve devrim müjdesi Haktır ve bütün insanlığın hayrınadır!...
105
BARIŞ VE BEREKET MEDENİYETİNDE
DEVLET VE DEMOKRASİ
“Hatırla ki, Rabbin Meleklere: Ben, yeryüzünde bir halife yaratacağım.”112 Ayetinde ifade edildiği gibi
insanlar, yeryüzünde Allah’ın halifesi, yani O’nun
adalet ve saadet
kurallarını
uygulamakla yetkili ve
yükümlü olan birer vekili, kefili ve temsilcisi makamında ve sorumluluğunda yaratılmışlardır.
Bu “Hilafet” sorumluluğunu ise insanlar fert fert, tek başına değil, ancak hepsinin ortak iradesiyle
teşekkül edecek, organizeli ve otoriteli bir “merkezi mümessil” yani “Devlet” tarafından yerine getirilebilirler.
Bu nedenle Allah’ın halifesi fert değil, Devlet olmaktadır. Öyle ise Devlet, fertlerin şahsi manevisi ve temsilcisi
konumundadır. Kur’an’daki bir çok ayetlerden ve Peygamberimizin bazı hadislerinden “Bizden olmak, yani
kendi değerlerimize ve doğrularımıza inanmak ve uygulamak ve evrensel hukuk kurallarına bağlı kalmak”
şartıyla Devlet ve hükümetlerin, halkın iradesine yani onların her tercihi ve seçimi ile “Emaneti teslim ettiği
ehil temsilcilere (Milletvekillerine) dayanması gerektiği anlaşılmaktadır. Ve zaten bu tür bir yönetim şeklinin
Yunancası Demokrasi, Arapçası ise Cumhuriyet olmaktadır.
Haydarabad Üniversitesi eski Profesörlerinden Harun Han Şirnvani de “Allah’ın hilafetini ancak toplum
adına oluşturulan bir demokratik devletin temsil edebileceği” gerçeği üzerinde durmaktadır.
“İslâm akidesine göre, hiçbir kimse otokrat (müstebid, mutlak hükümdar) olamaz. Siyasi iktidarın asıl
dayanağı, vekalet ve velayettir ve bu anlamda hükümetin şüphesiz halka karşı sorumlu olması gerekir.
Bunun dışında hiçbir şahıs ve zümre için mutlak mülkiyet ve hakimiyet hakkı yoktur. Zira her şeyin
gerçek sahibi Allah’tır. Dünyaya dönük anlamıyla da Allah’ın halifesi olan insanların toplamı ve onların
tabii temsilcisi devlet ve bunu emanet olarak yüklenen hükümet olmaktadır.”113
Ve yine Mevdudi “Her kim O’nun (Allah’ın) halifeliğini ve naibliğini üzerine alırsa o kimse, Kur’anın
ruhuna uygun (evrensel hukuk kurallarına ve temel insan haklarına göre) ülkeyi yönetip, işleri buna göre
idare edecektir.”114 diyerek, hilafetin devlet ve hükümete ait bir görev olduğunu savunmaktadır.
Bazı İslâm alimleri de “Allah’a ve Resulüne itaat ediniz” mealindeki ayetlerden “Adil devlete ve
hükümete itaat ediniz” anlamını çıkarmakta, ekonomik ve siyasi dünya düzenine ve adalet disiplinine
dönük olarak, “Allah’a itaat” yerine Devleti, “Resule itaat” yerine de hükümeti koymaktadır. 115
Bu tespit ve tefsir “Benim tayin ettiğim kimselere itaat bana itaattır. Bana itaat ise Allah’a itaattır.”
Mealindeki
hadisi
sahiplerine de itaat
şeriflere ve “Ey iman edenler! Allah’a itaat ediniz... Resule ve sizden
ediniz...”116
olan emir
şeklindeki ayet-i kerimelere de uygun bulunmaktadır. Yoksa “aman bunlar
devleti ilahlaştırıyor, hükümeti peygamber yerine koyuyor!” gibi bir itiraz yanlıştır ve iftiradır. Çünkü biz
zaten, kutsal devlet değil sosyal devlet, patron devlet değil hizmet eden devlet anlayışını savunmaktayız.
Ancak, Kur’anın
ruhuna ve aklın nuruna
göre
mümkün ve münasip
olan bir yorumla, haşa
Rububiyyet ve Nübüvvet makamında değil, ama hilafet ve temsiliyet maksadıyla “Allah’a ve Resule itaat
ediniz” ayetlerindeki “Allah” kelimesi yerine Devlet, “Resul” kelimesi yerine de hükümet koyulursa, o
takdirde günümüzdeki ekonomik ve siyasi tıkanış ve tükenişlere karşı yeni ve yeterli çözümler üretme
imkanı bulunacaktır. Hem İslâmi hem de insani olacak bu türlü ilmi yorumlara “Dinimizi yozlaştırıyorlar,
itikadımızı bozuyorlar” gibi safsatalarla saldırmak aslında yanlıştır ve yobazlıktır.
Bakınız:
“De ki,
ganimetler Allah ve Resule
aittir.”117 Ayet-i
kerimesine
“Ganimet gelirleri devlete
ve
hükümete aittir.” Manası vermek uygun bulunmaktadır. Zira aslında hem Allah’ın ganimetlere ihtiyacı
yoktur, hem de Peygamberin vefatından sonra bu pay kimin olacaktır?
112
113
114
115
116
117
Bakara 30
İslâmda Siyasi Düşünce ve İdare Prof. Harun Şirvani Mütercim Kemal Kuşcu İrfan Yayınevi 1965, Sh. 179
Mevdudi İslâmda Hükümet Sh. 65
Osman Eskicioğlu Kur’ana Göre İslâm Ekonomisinin Esasları Teksir İzmir 1977 c. 1, Sh. 4, C.2, sh.306-307
Nisa : 59
Enfal : 1
106
Ayetin devamında “O halde siz inanmış kimselerseniz, Allah’tan sakının ve aranızı düzeltin.” Hükmü
içerisinde “Adil Devlet düzeniyle uyum içinde yaşayın ve haklarınıza hukuk yoluyla sahip çıkın ve isyana
kalkışmayın” manası da vardır.
Bunun gibi “Zekatı eda edin. Allah’a güzellikle (gönül hoşluğu içerisinde) borç verin” 118 ayeti de Allah
rızasına ve Ahiret hesabına yapılan hayırlı harcamaların Cennet nimetleri olarak karşımıza çıkacağını
anlatmakla beraber, "Vergilerin eksiksiz ve zamanında devlete ödenmesine ve faizsiz banka düzeninde
ihtiyaç fazlası birikimlerin, başka vatandaşlar tarafından faizsiz kredi olarak kullanılmak üzere devlete borç
verenlerin, yatırdıkları paranın miktarı ve zamanı kadar ek kredi kullanabilmesine” işaret sayılmaktadır.
“Allah’ın sadakaları alacağını bilmezler mi?”119 ayeti de, bu anlamda yorumlanmalıdır. Zira ayette
geçen “Eğeze” almak, beraber götürmek, zaptetmek, alışveriş etmek, kabul etmek manalarına gelmektedir.
“Allah’ın sadaka alması, yapılan hayırları kabul etmesi manasına münasip düşse de” vergilerin devlet
tarafından toplanması ve yine vakıf misali “hayırlı yatırımların rasgele şahıs ve oluşumlara değil, güvenilir
resmi kurumlara yapılması” gerektiğine de işaret olunmaktadır.
“Eğer onlar Allah ve Resulünün kendilerine verdiğine razı olsalardı... (daha iyi olurdu)” 120 ayeti de
Adil Devletin ve hükümetin vereceği imkanlara ve kararlara razı olmak, kanun ve kurallara uymak ve
sadece meşru zeminde hak aramak” gerektiği şeklinde anlaşılması uygun bulunmaktadır.
Kur’an-ı Kerim’de “itaat”la ilgili ayetler incelendiğinde, şu dört şekilde emredildiği görülecektir:
1- “Allah’a ve Resulüne itaat edin”. 121
2- “Allah’a ve Resule itaat edin.”122
3- “Allah’a itaat edin, Resule itaat edin.” 123
4- “Bana (Resule) itaat edin.”124
Ayrıca dikkat çeken bir husus ta şudur:
Kur’an’da sadece “Allah’a itaat edin” şeklinde hiçbir ayet yoktur.
İtaati, yukarıdaki şekillerde emreden ayetlerden, İslâmın 4 çeşit cumhuri yönetime izin verdiği sonucu
çıkarılabilir.
1- “Allah’a ve (onun) Resulüne itaat edin.” Mealindeki ayetler, BAŞKANLIK statüsündeki Demokratik
Cumhuriyete izin sayılabilir. Çünkü “Devlet başkanına ve O’nun hükümetine itaat edin.” Şeklinde
yorumlanabilir. Burada hükümet, devlet başkanına tabidir.
2- “Allah’a ve Resule itaat edin.” Ayetleri, YARI BAŞKANLIK sistemine izin ve işaret şeklinde
anlaşılabilir. Çünkü burada yetkileri arttırılmış bir hükümet ve başbakan hatıra gelmektedir. Zira yukarıdaki
ayetlerde olduğu gibi “Resul” Allah’a bağlanmayıp, ayrı olarak zikredilmiştir.
3- “Allah’a itaat edin, Resule itaat edin.” ayetleri “Eyalet sistemine ve birleşik Cumhuriyetler düzenine”
işaret etmektedir. Çünkü merkezi devlete itaat ile, hükümetlere itaat ayrı ayrı zikredilmiştir. Bu ayetler İslâm
Birleşmiş Milletleri statüsüne uygun yorumlanabilir.
4- “Bana (Resule) itaat edin”. Şeklindeki ayetler ise, Cumhurbaşkanın sembolik olduğu, yetkilerinin
sınırlı bulunduğu BAŞBAKANLIK sistemine işarettir.
“Kim Resule itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur”.125
“Peygambere itaat edin ki rahmet bulasınız (ve gözetilip korunasınız)”
126
gibi ayetlerde “Bu tür
hükümetlere itaatin, devlete itaat sayılacağına ve meşru hükümetlere itaat edenlerin korunup kollanacağına
işaret edilmektedir.
Müzzenmil: 20
Tevbe: 104
120 Tevbe: 59
121 Enfal: 20
122 Ali İmran: 32
123 Nur: 54
124 Şuara: 108
125 Nisa: 80
126 Nur:56
118
119
107
Ve zaten Peygamberlerin çoğu aynı zamanda devlet ve hükümet başkanlığını da yürütmüşlerdir.
“Cenab-ı Hak Hz. İbrahim’e buyurdu: Ben seni bütün insanlara imam yapacağım.”127 Ayetinin tefsirinde
Elmalılı Hamdi Yazır şunları söylemektedir:
“İmam; kendisine uyulan öncü” demektir. Dolayısıyla büyük imamlık; din ve dünya işlerinde insanlara
reis olmak anlamına gelir. Bunun en mükemmel biçimi de Peygamberlik mertebesidir. 128
Eski Diyanet Reislerinden A. Hamdi Akseki’de Riyazüs-Salihin Tercümesi Mukkaddimesi’nde
Peygamberlerin; 1-Tebliğ, 2-Fetva, 3-Kaza, 4-İmamet (Siyaset ve riyaset) olmak üzere 4 sıfatı ve
sorumluluğu olduğunu söylemektedir.
Yukarıdaki ayetlerden de anlaşılacağı üzere Hakk’a ve hukuka dayanmak ve halkın hür iradesiyle
oluşmak şartıyla, cumhuri yönetimlerin 4 farklı biçimi de şartlara göre mümkün ve münasip düşmektedir.
Gerek BAŞKANLIK, gerek YARI BAŞKANLIK, gerek BAŞBAKANLIK ve gerekse Eyalet ve Birleşik
Cumhuriyet biçiminde olsun, temel insan haklarına ve evrensel hukuk kurallarına uygun hareket eden bir
yönetime karşı çıkmak, kanunlara ve yargı kararlarına uymamak, şahsi heves ve hesaplarla isyana
kalkışmak ise, birlik ve dirliği bozacağı için yasaklanmış ve böylesi davranışlar şiddetle yerilmiş ve ikaz
edilmiştir.
“Allah ve Resulüne itaat edin. Birbirinizle çekişip didişmeyin. Sonra korkuya kapılırsınız, havanız
(hakimiyetiniz ve devletiniz) gider”129 ayeti “Adil Devlete ve meşru hükümete bağlı kalınız. Vatandaş olarak
devletle, devlet olarak vatandaşla uğraşmayınız. Böyle yaparsanız elbette huzur, hürriyet ve hakimiyetinizi
elden kaçırırsınız” uyarısını içermektedir.
“Allah ve Resulüne harp açan (Hakka ve hukuka dayalı, halkına da saygılı bir devlet ve hükümete
isyana kalkışanlar) ların (ve böylece ülkede) yeryüzünde fesatçılığa koşanların cezası... (en ağır şekilde
verilmelidir)”130 ayeti de, Devlet ve şevketimizin devamı için birlik ve dirliğin önemine ve itaat disiplininin
gereğine dikkatimizi çekmektedir. Yanlışlıklara ve haksızlıklara ise, meşru zeminlerde kalarak, demokratik ve
hukuki yollar kullanılarak karşı çıkılacaktır.
Bu nedenle hadisi şeriflerde “Zalim yöneticilere karşı hakkı söylemek, onları ikaz ve irşat etmek ve
gerekirse bu yüzden ölüm dahil bir çok eziyetlere göğüs germek cihadın en faziletlisi" sayılmış, ama "Hak“ını
alamamış veya haksızlığa uğramış bile olsa, meşru yönetime karşı isyana kalkışmak, iç savaş ve terör
çıkartmak özellikle yasaklanmıştır.
127
Bakara:124
Hak Dini Kur’an Dili Şura Çelik Yayını sh. 394
129 Enfal:46
130 Maide:33
128
108
HALİFELİK (HÜKÜMRANLIK) DEVLETE AİTTİR
Yeryüzünde Allah’ın (cc) halifesi olabilecek ve onu hakkıyla temsil edecek yetenek ve yetkiye,
fertlerden ziyade devlet sahiptir.
Cenab-ı Hakk’ın bütün isim ve sıfatları, ancak şuurlu Müslümanların gayret ederek kuracakları bir “adil
devlet düzeni” içerisinde kendini gösterebilir. Örneğin Cenab-ı Allah’ın (cc):
“Rezzak”,
(sebeplerle rızıklandıran) sıfatını, vatandaşlarına insanca yaşama şartları ve geçim
imkanları sağlayan, zekat vergisini mükelleflerden alıp müstahaklara dağıtan bir devlet en güzel biçimde
temsil edebilir.
“Mü’min”, (Kullarını emniyetle tutan) sıfatını, Müslümanların can, mal ve namus güvenliğini, din ve
düşünce özgürlüğünü koruyan bir devlet en iyi şekilde gösterilebilir.
“Adil”, (herkese ve her hususta hak ettiğini veren) sıfatı, ancak tabii ve evrensel hukuk nizamını kuran
ve uygulayan bir devlet düzeninde hakkıyla tecelli edebilir.
“Hakem”, (uyuşmazlık konularında taraflar arasında hakkaniyetle hükmeden) sıfatının gereği, ancak
güçlü bir devlet düzeninde ve adil mahkemelerce yerine getirilebilir.
“Rab”, (basitten mükemmele doğru tedrici bir suretle terbiye edip yetiştiren ve hayatın dengesini
korumak için fıtri kanun ve kuralları yerleştiren) sıfatı en mükemmel şekilde ancak bütün fertlerini ve özellikle
gençliğini çeşitli kademedeki eğitim ve öğretim kurumlarında yetiştirip İslâmın ve insanlığın hizmetine
hazırlayan bir devlet düzeninde tezahür edebilir.
“Şafi”, (şifa veren) sıfatı, en güzel ve en geniş manada ancak çeşitli hastalıklara karşı gerekli koruma
tedbirlerini alan ve hastaların tedavisi için yeterli hastaneler, dispanserler v.b. yerler açan, yeterli doktor ve
ilacı hazırlayan bir devlet tarafından yerine getirilebilir. Ayrıca:
“Vali”, (kâinatı ve hadisatı (Evreni ve olayları) yöneten),
“Vekil”, (İşlerini kendisine bırakanlara sahip çıkan ve haklarını koruyan),
“Şehid”, (Her yerde ve her zaman hazır ve nazır olan),
“Mücib”, (Yalvaranların ve ihtiyacını anlatanların isteklerine cevap veren),
“Hafiz”, (Her şeyi koruyan ve muhafaza edip saklayan),
“Melik”, (Mülkün ve memleketin gerçek sahibi, hükümdarı bulunan). gibi diğer bütün esma ve
sıfatlarını, en geniş şekilde tecelli ve tezahür ettirecek ve yeryüzünde en güzel biçimde Allah’ı temsil edecek,
yani ona halife olabilecek makam, fertlerden ziyade devlettir... Fertler tek başına Allah’ı temsil edemezler ve
hilafet mesuliyetini yerine getiremezler. Zira, bir fert olarak Kur’an adaletini yürütemezler. Bu nedenle
devlete, “İnsan-ı Kamil” denilebilir. Zaten Efendimiz (sav), “Müslümanlar bir vücudun azaları gibidir.”
buyururken bu manaya işaret etmişlerdir.
“Sizi yeryüzünün halifeleri yapan, sizi verdiği şeylerle denemek için kiminizi kiminizden derecelerle
üstün kılan O’dur”131.
“Hatırlayın ki Allah sizi Ad (kavminden) sonra halifeler yaptı 132”.
“Biz Nuh’u (as) ve gemisinde bulunanları kurtardık ve yeryüzünün halifeleri (hakimleri) yaptık”133.
“Sizi yeryüzünde halifeler (yöneticiler) yapan O’dur.” 134 Gibi ayeti kerimeler de, yeryüzünde Allah’ın
halifesi olmak sıfatının ve sorumluluğunun fertlerden ziyade devlete ait olduğuna işaret etmektedir. Çünkü
kendilerine kuvvet ve hakimiyet verilenlerin “halifeler” kılındığı belirtilmektedir. Kuvvet ve hakimiyet ise
devletin elindedir.
Müslümanlar evrensel hukuk kurallarını uygulayacak bir adil devlet düzeni kurmak ve yürütmek için
bütün gayret ve samimiyetleriyle çalışır ve bunu başarırlarsa, yeryüzünde Allah’ın halifesi olma ve O’nu
En’am: 161
Araf:74.
133 Yunus: 73
134 Fatır: 39, Naml :62.
131
132
109
temsil etme şeref ve sevabına ortak olurlar...
Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de birçok yerde “ben” yerine “biz” zamirini kullanması ve Müslümanlara
dua etmesini öğretirken de Fatiha’da olduğu gibi “Biz ancak Sana ibadet eder ve Biz yalnız senden yardım
dileriz.” şeklinde yine “ben” yerine “biz” zamiriyle emir buyurması. Hem bir nevi, hitabette İltifat-ı Rabbani
sayılması, hem kullarını benlik ve enaniyetten kurtarmak için bir edep dersi olması, ve asıl "Müslümanların
ferdi değil, cemaat ve teşkilat halinde hareket etmesi gerektiğini" anlatması bakımından önemlidir.
Cenab-ı Hakk’ın meleklere hitaben, “Yeryüzünde bir halife yaratacağım.” buyurarak Hz. Adem’e işaret
etmesi de, Hz. Adem ailesi ve kabilesi arasında Allah’ın yasalarını (10 sahifelik ilahi esasları) uygulayan bir
peygamber olduğu, yani aile ve kabile düzenini ve bir nevi çekirdek devletin temelini kurduğu ve yürüttüğü
içindir...
Bu arada Emri bil ma‘ruf ve nehyi anil münker (iyilikleri yürütme, kötülükleri önleme) görevi de
öncelikle devlete aittir ve iktidar gerektirir.
Günümüzde yanlış anlaşılan ve maalesef yozlaştıran Kur’ani kavramlardan birisi de “emri bil ma‘ruf,
nehyi anil münker” meselesidir.
“İyiliği emretmek, kötülükleri de men etmek” sadece “bazı hayırlı işlerin ve ibadetlerin yapılmasını
tavsiye ve temenni etmek, günahların ve kötülüklerin ise dünyevi ve uhrevi zararlarını insanlara söylemek ve
nasihat etmek” şeklinde anlaşılmış ve uygulanmıştır.
Konuyla ilgili:
“İçinizden (insanları) hayra
edecek bir topluluk
ise
bulunsun.” 135
çağıracak, marufu (iyiliği) emredecek,
münkerden (kötülükten) men
Ayeti dikkatle incelendiğinde, toplumda iyilikleri hakim kılacak, kötülükleri
yasaklayacak bir “yaptırım” gücüne sahip olmamız, yani
siyasi
iktidar ve otoriteyi sağlamamız
gerektiğinin vurgulandığı görülecektir.
Çünkü ayette
geçen “ümmet” kelimesi, imam kökünden gelen bir çoğul ismidir. Yani ümmet, bir
liderin etrafında toplanan düzenli ve disiplinli bir cemaat ve teşkilat demektir. 136 O halde “emri bil maruf,
nehyi anil münker” öyle herkesin rastgele yapacağı ve başaracağı bir tebliğ ve tavsiye işi değil, hizmet
düzeni ve disiplini içinde hareket eden etkili ve yetkili bir cemaat ve teşkilat işidir.
Ayette geçen “minküm” sizden, içinizden kaydı da bu görevin herkesin değil, belirli bir kesimin işi
olduğunu göstermektedir. Ayet-i kerimenin başındaki “veltekün: olsun, bulunsun” hükmü ise toplumda
iyilikleri hakim kılacak ve kötülükleri yasaklayacak bir siyasi istiklal ve iktidarın kurulmasını emretmektedir.
Zira herkes her iyiliği kendi başına yaptırmaya veya kötülükleri bizzat yasaklamaya kalkışırsa, ülkede
anarşi ve kargaşa baş gösterecektir. Sadece anlatmak ve hatırlatmak ise, ciddi bir işe yaramayacak ve tam
etkili olmayacaktır. Zira, işte yurdumuzda nice yıllardır belki milyonlarca kez, vaizler; “Namaz kılın, oruç
tutun, hanımlarınızı örtün, içki içmeyin, faiz yemeyin, haram şeyleri seyretmeyin” şeklindeki tavsiyelerini
tekrarladıkları halde, kötülüklerin habire çoğaldığını ve yaygınlaştığını görüyoruz.
Çünkü ayette “iyiliği emretmemiz” isteniyor, nasihat etmemiz değil.
Emir, yetkili bir üst makamın, alt makamdakilerden bir işin yapılmasını kesinlikle istemesidir. Şayet
alttaki bu emri yerine getirmediği taktirde onu cezalandırabilecek bir otoriteye sahip bulunmalıdır. 137
Fertlerin birbirine yapacakları ise, sadece teklif ve tavsiyedir... “Emretmek ve men etmek” ise ancak
devlet ve teşkilat işidir. Kısacası, “yaptırmak” ve “yasaklamak” bir güç ve otorite gerektirmektedir.
Bu gerçeği ifade etmek üzere, ayette geçen “ümmet” kelimesi tekil ve dişi olduğu halde, onun sıfatı
olan kelimenin aralarında uygunluk bulunması bakımından “te’muru” şeklinde olması gerekirken “ye’mürune”
kalıbında çoğul halinde gelmesi, bu işi fertlerin değil, organizeli bir teşkilatın ve yetkili devlet kurumlarının
yapacağına işaret etmektedir.
İyiliklerin de kötülüklerin de temel kaynağı olan, bozuk sistemin ve zalim yöneticilerin değiştirilmesi,
135
136
137
Ali İmran: 104
Elmalı Tefsiri C.1, sh. 508, c.2, sh. 1154
Molla Hüsrev: Mir’at, 39
110
eğitim sisteminin düzeltilmesi, basının
ve televizyonun islah edilmesi, ekonomik düzenin adaletle
dengelenmesi ve yeniden şekillenmesi ve toplumun hakka ve hayra yönlendirilmesi gibi işlerin hepsi, ancak
siyasi iktidar ve imkanlarla mümkündür. Yoksa sadece konuşmak ve yazmakla bir yere varamayacağımız
artık anlaşılmış olmalıdır.
Yani Cenab-ı Hak, “Faiz haramdır, günahtır” diye konuşup durun demiyor, “Faizsiz adil ekonomik
sisteminizi kurun” diye emrediyor.
Bütün bu gerçekler ışığında siyasi
şuurun ne denli
gerekli
ve önemli olduğunu, ülkede ve
yeryüzünde “İyilikleri hakim kılacak, kötülüklere engel olacak” bir iktidara kavuşmak üzere insanları hayra
çağırmak için güzel bir fırsat sunduğunu daha iyi anlıyor ve ayetin sonundaki müjdeye bakıyoruz:
“İşte kurtuluşa erenler, iyiliği hakim kılmak, kötülükleri ortadan kaldırmak üzere insanları hayra
çağıranlar ve Hakk’ın hakimiyeti için teşkilat düzeni ve disiplini altında çalışanlardır.”
Bu arada; a-Her müminin, b- İlim ehlinin, c-Devlet yetkililerinin kendi sorumluluk sahalarında ve
yetkileri oranında “iyilikleri yürütme, kötülüklüleri önleme” görevleri bulunduğu da unutulmamalıdır.
Herkes ve her zaman devamlı bir cihat (gaye, gayret ve hizmet) içerisinde olmalıdır.
Çünkü cihat, İslâmın canıdır. İslâm ahlakının bir bütün olarak uygulanması, yaşanması ve Kur’an’ın
amacına ulaşması ancak cihat ile mümkündür. Cihatsız Müslüman, ruhsuz bir cesetten farksızdır.
Ahlakın olgunlaşması ve hayatın İslâmi disipline sokulması için NEFSİ CİHAT,
Sistemin ve yönetimin ıslahı için SİYASİ CİHAT,
Saldırgan düşmanlara, içteki anarşi ve isyanlara karşı ise silahlı ve ASKERİ CİHAT yapılır. Bunların
haliyle amaçları da, araçları da ayrıdır.
Nefis terbiyesi olmadan olgun ve sorumlu insan çıkmayacak… Siyasi şuur ve denetim olmadan huzur
ve nizam korunamayacaktır. Güçlü ve disiplinli bir ordu olmadan, güven ortamı sağlanamayacaktır.
Eski ABD Savunma Bakanı Danışmanı Siyonist Richard Perle, AKP iktidarının zafiyetinden de cesaret
alarak:
“Türkiye, eğer Suriye ve İran konusunda bize yardımcı olmazsa, ilişkilerimiz felakete sürüklenebilir”
şeklinde, tehditler savurabiliyorsa bu, ekonomik ve askeri gücünün verdiği şımarıklıktandır.
Evet, cihat, hayatın ruhu gibidir. Cihat; her konuda en güzele ve en mükemmele ulaşma gayretidir.
Çalışma ve başarma azmini yitirmiş… Hayırlı hedefler için hırs ve heyecanı körlenmiş insan… Kısaca cehdü
gayretsiz insan, sadece yürüyen bir cenazedir.
Mesela namaz; ticaretini, memuriyetini ve istirahatını bırakıp günde beş vakit camiye gitmeyi,
cemaat ve teşkilat şuuruna ermeyi, bir imamın emrine girmeyi, emir-komuta disiplini ve düzeni içinde
hareket etmeyi öğretir. İnsanı benlikten ve başıboşluktan kurtarır. Böylece pek çok yönden insanı cihat için
gerekli olan şartlara hazırlar.
Oruç, açlığa ve susuzluğa katlanmayı, cinsi arzularımıza gem vurmayı ve nefsimizi disiplin altında
tutmayı öğreterek cihadı kolaylaştırır.
Zekat, maddi fedakarlıkta bulunmayı ve canın yongası sayılan malın inancı ve ideali
yolunda
harcamayı öğretir. İnsanı cimrilik ve pintilikten kurtarıp cihada hazırlar. Zira malına kıyamayan canına hiç
kıyamayacaktır.
Yine hac ibadeti, evinden, ailesinden ve yakın çevresinden haftalar ve aylarca ayrı kalmayı, uzun ve
meşakkatli yolculuk sıkıntılarına katlanmayı, arkadaşlarıyla işbölümü yapmayı ve uyum içinde çalışmayı,
tek başına birçok ihtiyaçlarını karşılamayı ve çok geniş bir saha içerisinde ve belirli vakitlerde zor ve
zahmetli vazifeleri bazen canı pahasına yerine getirmeye kararlı olmayı öğreterek Müslümanları cihada
alıştırır. Hac ibadeti bir nevi yıllık olağan cihat manevrasıdır.
Bunun gibi tasavvuf terbiyesi insana gerçek Allah sevgisini kazandırarak, Onun yolunda severek ve
isteyerek çalışmayı ve şehadet arzusuyla O’na ulaşmayı sağlar ve cihada hazırlar. Osmanlıdaki tekkeler
bir nevi cihada hazır asker yetiştiren manevi kışlalar gibidir.
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun. Ve O’na (yakınlaşmaya) yol arayın. Ve O’nun yolunda cihat edin
111
ki, kurtuluşa eresiniz.”138 ayeti üzerinde durmamız ve düşünmemiz gerekir.
Cehdü gayreti olmayan… Hedefi ve himmeti bulunmayan… Yenilenme ve yükselme amacı taşımayan
insan, ruhsuz bir robottan farksızdır.
İslâmı bir ağaca benzetirsek, iman bunun kökleri, namaz, oruç, hac gibi ibadetler bu ağacın gövdesi
ve dalları, cihat
ise
meyveleridir. Kökü
ve tohumu çürük olan ağaç
filiz
vermeyecek, dal budak
salmayacaktır. Meyve vermeyen ağaç ise odundan başka işe yaramayacaktır.
Evet hayat; iman ve cihattır. İman Hak’ka inanmak, cihat ise insanlığın hayrına çalışmaktır. Ayırım
gözetmeden tüm insanlara yararlı ve yardımcı olmak… Herkesin temel haklarını korumaya, ülkemizde ve
yeryüzünde huzur ve hürriyeti sağlamaya uğraşmak bize cihat sevabı kazandıracaktır.
Her türlü zulüm ve sömürüye başkaldırmak ve yeryüzünde adalet ve hürriyeti hakim kılmak için
gayret göstermediği gibi, üstelik zalim ve hain zihniyetleri destekleyenler, iman şuurundan ve insanlık
onurundan nasipsiz kimselerdir.
Gayretsiz muhabbet sahtedir. Allah’ın emirleriyle alay edilirken, Kur’an’ın hükmü çağdışı sayılırken,
Müslümanlar zulüm ve zillet altında ezilirken, insanlar fakirlik ve işsizlik altında kıvranırken, namuslar pazara
dökülüp aile yuvaları dağılırken, bunları kendine dert etmeyen insan, vazgeçtik Müslümanlıktan, acaba
insan mıdır?
“İslâm; Yüce Yaratıcıya hürmet, bütün mahlukata ise şefkat ve merhamettir.” şeklinde tarif edilmiştir.
İnsanlara hayırlı hizmet götürmenin, saadet ve selameti temin etmenin yegane çaresi ise, bir an evvel adil
ve güçlü bir iktidarı kurmak için siyasi cihat etmek ve gerçek bir demokrasiyi ve örnek bir laikliği ülkemize
yerleştirmektir.
Bu elbette kolay değildir ama, imkan dahilindedir ve inşallah yakında gerçekleşecektir.
Hem ameller niyetlere göre değerlendirilecektir.”Kim bir insanı (haksız yere) öldürürse sanki bütün
insanları öldürmüş gibidir. Kim de
diriltmiş gibi
olur.”139
bir insanı ( ölümden ve zulümden kurtarıp) diriltirse bütün insanları
Mealindeki ayeti kerimeden de anlaşılıyor ki, adil bir düzenin kurulması için çalışmak,
yorulmak, bu yolda zamanına ve parasına kıymak sadece 70 milyon insanımızın değil, bir buçuk milyar
Müslümanın, hatta 6 milyar insanın kurtuluşuna vesile olmak kadar büyük bir sevap ve şereftir.
138
139
Maide : 35
Maide 32
112
“DEVLET”LE “DÜZEN” FARKLI ŞEYLERDİR
Hz. Peygamberimizin: “Hepiniz,aynı gemide yolculuk eden kimseler gibisiniz. Geminin batmasına yol
açacak gaflet ve hıyanet girişimlerine, neme lazım diyemez ve müsaade edemezsiniz.” Anlamındaki hadisini
açıklayıcı mahiyetteki şu yazıyı dikkatle okuyalım:
Son derece büyük bir uçağa bindiğinizi düşünün, çok uzun ve zorlu bir yolculuk yapıyorsunuz. Uçağın
şirketinde, idaresinde, yolculara verilen hizmetlerde büyük aksaklıklar var. Uçağın gelirleri hissedarlara âdil
bir şekilde dağıtılmıyor. Uçağın bakımı iyi yapılmıyor. Uçak iyi temizlenmiyor, içi kirli, yerleri, duvarları,
koltukları haşarat dolu. Bitten, pireden, tahta kurusundan, sivrisinekten yolcular kaşınıp duruyor. Yasak
olması gerekirken uçakta birtakım kişiler fosur fosur sigara ve puro içiyor, ortalık duman içinde, göz gözü
görmüyor. Uçağın hostesleri bir âlem... Çay veriliyor, bulaşık suyu gibi, kekler bayat ve kurtlu. Uçak sık sık
hava boşluklarına düşüyor, içindekiler perişan oluyor. Beterin beteri: Uçak sizi istediğiniz yöne götürmüyor.
Siz mesela Tanzanya’daki Dârüsselâm şehrine bilet almışsınız, yolda rota değiştiriliyor ve bilmem neredeki
Darülcahim şehrine ineceğiz deniliyor.
Velhasıl uçak bir alamet, yolculuk bir rezalet...
Siz bu uçak için “Batsın bu uçak, dyansın bu uçak...” diyebilir misiniz?
Diyemezsiniz. Çünkü uçak düşerse siz de bitersiniz.
Bu yolculukta sizin birinci vazifeniz nedir?
Önce “Ya Rabbi! Bizi koru, uçağımızı koru, selâmetle menzilimize varmayı bize nasip et...” diye dua
etmek ve elinizden geldiği kadar uçağın idaresini, içindeki hizmetleri düzeltmeye gayret göstermektedir.
Uçaktaki kötülüklerle ilgili bir paralellik kurmamak şartıyla devlet de böyledir.
Hiçbir Türkiyelinin, devletimiz için “batsın bu devlet!” demeye hakkı yoktur.
Devlet uçak gibidir, deryada seyr eden gemi gibidir. Batması, düşmesi, kahr olması istenmez, bu yolda
dua edilmez.
Böyle istek sahipleri, bu şekilde dua edenler hafif akıllı sefih insanlardır.
İçinde oturduğun eve kızıyorsun ve çöksün bu ev diye bağırıyorsun.
Sen deli misin? Ev çökerse kendin de çoluk çocuğun da enkaz altında can verecek, böyle bir duayı
nasıl yaparsın.
Uçak başka şeydir, uçağın şirketi, idaresi, personeli, içindeki hizmetler başka şey. Bu ikisini birbirine
karıştırmamak gerekir.
Biz Türkiyeli Müslümanlar devletimizin selâmetini, iyiliğini istemeliyiz.
Peygamberimiz ne buyurmuştur:
“Siz ne halde iseniz öyle idare edilirsiniz.”
İdarecilerimize kızmaya hakkımız yoktur. İdareciler ayna gibidir, seçenler o aynada kendilerini görürler.
Bizim inancımız, idarecilere beddua etmeyi değil, onları doğru seçmeyi emrediyor.
İslahları, iyi olmaları için dua ederiz. Uyarlarsa en münasip yollarla değiştirilmelerine çalışırız.
Türkiye demek üç şey demektir.
Önce bir vatandır. Peygamberimiz “Vatan sevgisi imandandır” buyurmuştur. Biz insanlar, biz
Müslümanlar zamandan ve mekândan münezzeh varlıklar değiliz. Var olmamız için bir mekânda, bir zaman
dilimi içinde bulunmamız gerekiyor. İşte bu mekân vatandır. Vatanımızı korumakla mükellefiz (yükümlüyüz).
Türkiye, ikinci olarak bir millet, bir halk topluluğu demektir. Bunların hepsine birden Türk denir. Biz bu
halkı, bu milleti de sevmek, korumak, yüceltmekle vazifeliyiz. İç ve dış düşmanlarımız ne yapıyor? Halkımızı
Türk Kürt, Sünnî Alevî, Sağcı Solcu, İlerici Gerici, Dinci Laik diye çeşit çeşit kamplara ayırıyor, bunları
birbiriyle çekiştirip tepiştiriyor ve sonra malı götürüyor. Onların oyunlarına gelmemeliyiz.
Türkiye’nin üçüncü unsuru Türkiye Cumhuriyeti Devletidir. O, bizim tarih içinde yolcusu olduğumuz
uçağımızdır. Şuna buna kızıp, sistem veya düzenden birtakım aksaklıklara öfkelenip batmasını isteyemeyiz.
Bu devleti canımız gibi korumamız gerekir.
Müslümana devlet düşmanlığı yakışmaz. Bir ara 1970’li yıllarda birtakım ajanlar Müslüman gençler ve
113
halk arasında devlet yıkıcılığı propagandası yapmışlar, “Batsın bu devlet!” sloganları attırmışlardı. Aradan
zaman geçti ve bu devlet düşmanı radikallerin çoğunu şimdi mücahit olarak değil, müteahhit olarak
görüyoruz.
Doğuda yedek subaylık yaptığım 1959 yılında yolum bir gün Horasan ilçesinin bir köyüne düşmüştü.
İsmini hatırlamıyorum, soyadı Kara olan yaşlı bir köylü ile konuşmuştum. Konuşma arasında şöyle demişti:
“Birinci Cihan Harbinde bir ara Ruslar bu bölgeden çekildiler, yerlerini bizim devletimiz hemen
dolduramadı, bir müddet devletsiz kaldık, çok sıkıntılar çektik, Allah hiçbir toplumu devletsiz bırakmasın...”
Devlet düşmanlığı yapan saf ve cahil vatandaşlar âmme hukuku nedir bilmiyorlar. Devlet başka şeydir,
düzen veya sistem başka şey. Bu ikisini mutlaka ve çok kesin şekilde ayırmak gerekir.
Halkın şikâyet ettiği bozukluklar devletten kaynaklanmıyor, sistemden kaynaklanıyor. O halde devlet
yerinde dursun, sistem düzeltilsin.
Türkiye’deki G.Y.’ler devlet ile sistemi veya düzeni özdeşleştiriyor. Böyle bir özdeşleştirme onların işine
geliyor. Menfaatlerine uygun olan budur.
Bizim görüşümüz başkadır. Biz devletimizin yücelmesini, devamını, bekasını, güçlenmesini istiyoruz.
Bunu, sistemin islah edilmesinde görüyoruz.
Birinci Cumhuriyet diye direnip duranlar var.
Yahu ne birinci Cumhuriyeti, 1923’ten bu yana kaç Cumhuriyet gelip geçti, haberleri yok mu?
Kaç anayasa değişikliği oldu... Kaç rejim veya sistem değişikliği yaşadık... Hangi birini sayayım.
Cumhuriyet çoğulculukla başladı, sonra tek parti rejimine geçildi. 1945’te dışarıdan gelen baskılarla
yeniden çok partili sistem işletildi. 1950 seçimlerinde CHP oligarşisi el değiştirdi, yerine Demokrat Parti
iktidarı geçti. 1960’ta darbe oldu, DP yıkıldı, başka bir rejim getirildi. Sonra 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980
darbeleri... Nihayet 28 Şubat post-modern darbesi...
Bunların hepsi ayrı birer rejim değil midir?
Bazılarının: “Atatürk’ün Cumhuriyetini yıktırtmayız” edebiyatı neyi ifade etmektedir. Hangi Atatürk
Cumhuriyeti... Atatürk bugün Anıtkabrinden kalksa şimdiki sisteme Atatürkçü diyebilir mi?
Artık, Türkiye’de kökten bir değişiklik gerekmektedir.
Devlet, vatan, halk yerinde dursun, fakat sistem mi, düzen mi neyse o düzeltilsin, o islah edilsin. Mevcut
rejim, Siyonist ve emperyalist merkezlerin gizli güdümündedir.
Bunun için iki sâbit fikri, iki dogmayı yıkmak gerekiyor:
- Birincisi: Bu devlet batsın zihniyetini,
- İkincisi: devlet ile sistem veya düzeni özdeşleştiren skolastik zihniyeti.
Birtakım
ideolojiler
devletimize,
vatanımıza,
halkımıza
ağır
bir
yük
teşkil
etmektedir.
Marksistler hâlâ Türkiye’de Marksist-Leninist (Bazıları Maoist) bir rejim kurulmasını istiyor. Yahu Marksist
ideoloji iflas etti, Sovyetler Birliği dağıldı, bu adamlar neler sayıklıyor.
Sabataycıların kendi ideolojileri var. Bunu din gibi benimsetmeye çalışıyor. Düşünmüyorlar ki, dünyanın
hiçbir ileri, düzenli, sağlıklı, demokrat, hukuklu, insan haklarına bağlı ülkesinde artık despotik bir ideoloji
yoktur.
Hür bir ülkede şu veya bu şahsın, şu veya bu grubun bir ideolojisi olabilir ama devletin olamaz. Resmî
ideoloji sistemi demokrasiye, insan haklarına aykırıdır.
Dayatmacı ve doğmatik ideoloji sistemleri mazide kalmıştır.
Şu Çin’e bakınız, hâlâ sözde komünist bir sistem gibi görünüyor ama orada Marksizmin-LeninizminMaoizmin papucu çoktan dama atılmıştır. Resmî ideoloji dogmasını, sultasını kırdıkları için de son derece
ilerlediler, dünyayı iktisadî bakımdan neredeyse istilâ ettiler.
Devletimiz bütün ideolojilerin üzerinde olmalıdır.
Hiçbir vatandaşa şu veya bu ideoloji empoze edilmemelidir.
İsteyen inansın, istemeyen inanmasın. Kimse kimseye baskı yapmasın.
Parti kurmak serbest. Şu veya bu ideolojinin Türkiye’yi kurtaracağı sanılıyor ve iddia ediliyorsa,
114
buyursunlar partilerini kursunlar; hür ve demokratik seçimlerle iktidar olurlarsa, hukukun ve insan haklarının
sınırları içinde kalmak, ülkemizin birliğine ve dirliğine dokunmamak şartıyla istedikleri siyaseti takip etsinler.
Türkiye devleti bütün hepimizindir. Hiçbir parçanın, azınlığın, lobinin veya çetenin devletimizi ele
geçirmesine izin vermemeliyiz.
Bu devlet Türklerin de, Kürtlerin de, diğer etnik kökenlilerin de devletidir.
Bu devlet Sünnîlerin de, Alevîlerin de devletidir.
Bu devlet Dindarlarında, Çağdaşların da devletidir.
Herhangi bir grup veya lobinin köşebaşlarını ele geçirerek, önemli stratejik mevkileri kontrol ederek,
kadrolaşarak devleti sadece kendi emelleri için kullanmaya, kendisinden olmayanlara ikinci sınıf vatandaş
olarak bakmaya hakkı yoktur.
Türkiye devletini kurtarmak, yüceltmek, korumak, güçlendirmek istiyorsak 1923’te Lozan’da birtakım
gizli protokollarla verilmiş tâvizlerden vaz geçmeliyiz. Bu tâvizler devletimizin, milletimizin, vatanımızın
aleyhinedir. Onlara bağlı kalarak ayakta duramayız, varlığımızı devam ettiremeyiz.
Ve en önemlisi:
Devletimiz üzerindeki G.Y. vesayetini, G. Y. sultasını artık kaldırmalıyız.
Bu devlet hepimizindir, bu Cumhuriyet hepimizindir.
Devlet başka şeydir, sistem veya düzen başka şey... 140
Anti-semitizmin tarihsel kökenleri
Kabaca bir yaklaşımla anti-semitizm kavramı, yahudi düşmanlığı olarak kullanılır. Fakat işin ilginç yanı,
hiç kimse bu yahudi düşmanlığının nereden kaynaklandığını açıkça söylemez. Bir Müslüman veyahut
herhangi bir birey; haklı gerekçelerle İsrail’in Filistin’de yaptığı katliamları ve yahut Arz-ı mev’ud (Tanrı
Yehova tarafından vaad edilmiş topraklar) görüşünden kaynaklanan yayılmacı, emperyal düşüncelerini
eleştirdiğinde, yahut bir kitap yayınlamaya kalktığında, “anti-semitik” olarak damgalanır ve medyanın müthiş
bir sansürü yahut görülmemiş bir linç kampanyası ile karşılaşır. Hatta Roger Garaudy örneğinde olduğu gibi,
fikir özgürlüğünün vatanı sayılan(!) Fransa’da bile kitabınızı bastıramazsınız. Halbuki İslam tarihinde ve
Müslümanların egemenlik kurduğu hiçbir coğrafyada anti-semitizm, yani yahudi düşmanlığı olmamıştır.
Niçin? Çünkü İslam, yahudileri ehli-kitap kategorisinde değerlendirmiştir. Bundan dolayı onlara dinlerini
özgürce yaşama hakkı verdiği gibi, mallarını, canlarını, namuslarını, ticaret ve seyahat özgürlüklerini de
garanti altına almıştır.
Bu hakikat nedeni iledir ki, hıristiyanların, daha doğrusu kurumsal anlamda Kilise’nin, faşist ve komünist
diktatörlerin katliamlarından kaçan yahudiler, Müslüman hükümdarlara sığınmışlardır. Ve yine bundan
dolayıdır ki, yahudiler Bağdat, Şam, Delhi, İstanbul, İsfahan, Endülüs İspanya’sının ve Osmanlı’nın tüm
şehirlerinde güvenlik içinde yaşamışlardır ve son olarak, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları kimliğiyle en
güvenli ve rahat dönemlerini geçirmeye devam etmektedirler. Hatta devletin en üst bürokratik kurumlarına
kadar tırmanmalarında hiçbir sakınca görülmemiştir. Bu söylediklerimize bir de Müslüman ismi kullanan,
ancak gerçekte Müslüman olmayan ve çoğu kez düşmanca davranan yahudi kökenli Sabatayistleri (yani
dönmeleri) katarsak, ne kadar rahat oldukları gözler önüne serilmiş olur. Neden? Çünkü bizim
medeniyetimizin temelinde ırkçılık yoktur. İslam’ın damgasını vurduğu medeniyetimizin temelinde tüm
renkleri, dilleri, ırkları, kültürleri Allah’ın ayetlerinin bir tezahürü olarak gören bir paradigma vardır. Bundan
dolayı, Batı medeniyetinin düşünsel ve inanç temelini oluşturan Greko-Romen, Judeo-Chritean gelenek gibi
çoğulculuğa kapalı değildir. Bazı yahudi yazarlar, efendimiz döneminde Medine’de bulunan Beni Kaynuka ve
Beni Kurayza gibi kabileleri, yahudi katliamına örnek olarak verseler bile, bu gerçekte bir saptırmadır. Zira
Beni Kaynuka ve Kurayza, yahudileri, Peygamber Efendimiz ile yaptıkları anlaşmayı bozarak müşriklerle
birlikte Müslümanları arkadan vurdukları için, bu kabilelere yine anlaşmanın bir gereği olarak Tevrat’ın
hükümleri uygulanmıştır. Yani ortada bir hukuksuzluk yoktur; yapılan ihanetin Kur’an’a göre değil, kendi
140
Milli Gazete / 19 01 2006 / M. Şevket Eygi
115
kitapları Tora’ya (Tevrat) göre cezası vardır, o kadar. Öyleyse, bu anti-semitizm nereden kaynaklanıyor?
Büyük İskender’den bugüne...
Batılı toplumlarda; M.Ö. 721’de Asurluların II. Saragon önderliğinde İsrail Krallığını, Babillilerin
Nabukadnezar liderliğinde M.Ö. 586’da Yuda Krallığını yıkıp kutsal Süleyman mabedini yıkmalarını,
yahudileri kılıçtan geçirip tutsak etmelerini bir tarafa bırakırsak; yahudi düşmanlığının kökenini ta
Makedonyalı Büyük İskender’in Mısırı-Kudüs’ü ve akabinde Sıleykalılar’ın (Selevkoslar) Judea-Filistin
bölgesini işgal etmesiyle başlatabiliriz.
Yahudiler o dönemde tevhid inancını temsil ettiklerinden dolayı, kendilerini daima paganlardan
(müşrikler) ayrı tutarak, onların egemenliklerini tanımamışlardır. Bilahere M.Ö. 169’da Yudas Makkabi
önderliğinde ayaklanan yahudiler, bağımsızlığını kısa bir süre için kazansalar bile, sonradan kılıçtan
geçirilmişlerdir. Daha sonra Judea-Filistin bölgesinin hakimiyeti Romalıların eline geçer. M.Ö. 63’te Romalı
komutan Pompeus burada zalimane icraatlar yapar. Romalıların zulmüne dayanamayan yahudiler yine
ayaklanır. Nihayet sonradan imparator olan Titus, Kudüs’e girer Süleyman Mabedini tahrip ederek
Masada’da büyük katliam yapar. Mabetten sadece bugünkü Ağlama-Batı duvarı kalır. Yahudiler Kudüs’ten
çıkarılarak koloniler halinde Roma İmparatorluğu’nun çeşitli yerlerine köle olarak gönderilir.
Mesihliğini ilan eden Bar Kochba yeniden ayaklanır. M. S. 132-135 yılları arasında, bu ayaklanma da
Romalılar tarafından kanlı bir şekilde bastırılır ve tüm Roma İmparatorluğu’nda Yahudi takibatı başlar. Bu,
Avrupa’da anti-semitizmin kök saldığı ilk dönemdir denilebilir. Yahudiler, Filistin bölgesinde M.S. 636’da Hz.
Ömer’in Filistin ve Kudüs’ü fethetmesine kadar bir daha özgür ve rahat olamazlar.
Kilisenin yahudi düşmanlığı
M.S. ilk yüzyıl Avrupa’da anti-semitizmin kök salmasının en büyük nedenlerinden birisi de, şüphesiz
kendisi de Tarsuslu bir yahudi olan yahudi alimi Stefan Gamaliel’in talebesi Saul’dür. Hıristiyanlarca bilinen
ismiyle Paulus’tur. Zira, bugünkü kilise Paulus’un görüş ve yorumları ile şekillendiğinden dolayı yahudi
düşmanlığı ön plana çıkmıştır. Zira Roma paganizmiyle İsa’nın dinini uzlaştırmaya çalışan Paulus,
kendilerine göre [Kur’an’a göre İsa Tanrı olmadığı gibi, çarmıha da gerilmemiştir.] İsa’nın, yani Tanrı’nın
çarmıha gerilme işinde Romalılardan çok, dönemin yahudilerini sorumlu tutmuştur. Bu anlayış dolayısıyla ve
Pauluscu Kilisenin de kışkırtmasıyla, Avrupa hıristiyanları içerisinde yahudilerin Teocid (Tanrı katili) olarak
görülmelerine neden olmuştur.
Bu sakat teolojik alt yapıdan sonra, Avrupa’da artık her kötülükten, felaketten, depremden, katliamdan,
hastalıklardan, ekonomik, siyasal ve sosyal çöküntülerden yahudiler sorumlu tutulmaya başlanmıştır. Büyük
Kostantin’in girişimi ile hıristiyanlık Roma’nın resmi dini olunca, yahudi takibatı resmiyet kazandı. Öyle ya,
Tanrı’yı çarmıha geren bir halk her türlü kötülük yapabilirdi. Zira, kilise babası ve Teologu Agustin’e göre
“gerçek yahudi, Tanrı İsa’yı gümüş karşılığı ele veren Yahuda İşkaryot’un ta kendisidir.” Aziz John
Chrysostom ise bu konuda şöyle der: “Yahudiler, Mesih’in nefret uyandırıcı suikastçileridir. Tanrıyı
öldürmenin hiçbir mümkün kefareti, hoşgörüsü ya da mazereti yoktur.”
Bizans İmparatoru III. Leo, yahudiliği yasa dışı ilan ederek sinagoglarda katliam yaptı. Kral Edward
1290 yılında yahudileri İngiltere’den sürgüne gönderdi, Fransa’da 1306 yılında Kral Filip aynı şeyi yaptı. Yine
1360 yılında Macaristan’dan, 1380 ve 1744’te Çekoslavakya’dan, 1444 Hollanda Otriyt’den trajik bir şekilde
kovulmuşlardır. Rönesans ve Reformasyon döneminde Kilise’nin etkisinin azalmasıyla biraz rahat ettiyseler
de, bu uzun sürmedi. Bu sefer 1540’da İtalya’nın Napoli, 1551’de Almanya’nın Bavyera eyaletinden
işkencelere maruz kalarak kovulmuşlardır. Nihayet 1919 yılında Rusya ve Ukrayna’da, 1933’ten itibaren
rakamlar abartılı bile olsa Hitler Almanya’sında insanlık tarihinin en acımasız katliamlarına maruz kaldılar.
Kimler tarafından?
Elbette hıristiyanlar tarafından. Ancak hemen belirtelim ki, müesses hıristiyanlığın yahudilere bakışı ne
kadar insanlık dışı ve sakat ise, maalesef muharref, rabbinik-ortodoks yahudiliğin yahudi olmayanlara
(gentile) bakışı da o derece sakat teolojik bir zemine oturmaktadır. Zira, Tora (Tevrat) ve sözlü gelenek olan
Talmud’a göre “yahudiler seçkin ırktır ve milletler arasında sayılmayacaktır. Dünya insanları ancak yahudi ve
116
yahudi olmayanlar diye ikiye ayrılabilir. Yahudiler Tanrı tarafından yaratılmış efendiler, diğer milletler ise köle
statüsündedirler. Dini durumları, Nuh’un yasalarına bağlı olmak kaydıyla az da olsa meşruiyet kazanabilir.
Böyle bir anlayışın ırkçılığa, siyonizme ve aynı zamanda anti-semitizme zemin hazırladığı da gözden
kaçırılmamalıdır.
Yahudilerin İslam düşmanlığı
Dikkat edilirse yukarıda çizdiğimiz tarihsel panoramada hiçbir İslam ülkesinin ve Müslümanın dahli
yoktur. Öyleyse aklı selim sahibi tüm yahudilere ve özellikle İsrail devlet aygıtını yöneten bireylere sormak
gerekir: Size tarihte Avrupalılar gibi katliamı ve köleliği değil, insanca yaşamayı layık gören Müslümanlara
evangelistlerle işbirliği yaparak düşmanlık yapmanızın, Filistin halkını çoluk cocuk demeden katletmenizin
gerekçesi nedir? Batılı hıristiyanların sizlere yaptığı zulmün, katliamın, sürgünün intikamını, yine onlarla
ittifak halinde niçin Müslümanlardan alıyorsunuz? Size her şeyi ile kucak açan Türkiye’nin Van havzasından
itibaren başlayan topraklarını niçin “vaad edilmiş topraklar” efsanesi içerisinde gösteriyorsunuz? [Bilindiği gibi
İsrail’de basılan birçok kitap ve atlasta Van gölünden başlayarak tüm GAP bölgesi Arzı Mev’ud sınırları
içerisinde gösterilir. Zaten Şaron, Knesette-İsrail parlementosunda yaptığı konuşmada Arzı Mevud’un İsrail’in
resmi politikası olması gerektiğini deklare etmiştir. Ve bu konuşmaya, sosyalistler dahil hiçbir üye temelde
karşı çıkmamıştır.]
Niçin PKK ve Peşmergelere lojistik destek veriyorsunuz? Niçin ABD’li evangelistlerle Türkiye dahil İran,
Suriye, Sudan’dan Endonezya’ya kadar olan İslam ülkelerini “şer cephesi” olarak gösterip işgal etmenin,
nükleer füzelerle vurmanın yahut darbe yapmanın planlarını yapıyorsunuz? Niçin yüce Kur’an’ın da sık sık
vurguladığı gibi ahitlerinizde durmuyor ve sürekli fesat çıkararak tüm insanlığı kaosa sürüklüyorsunuz? Artık
tüm bu yaşananlardan ibret almanın zamanı gelmedi mi?
Özet olarak, kelimenin kendisinden de anlaşılacağı üzere İslam ülkelerinde ve Müslümanlarda antisemitizmin (yahudi düşmanlığının) tarihsel ve inançsal temeli yoktur. Bu tamamen Batı kaynaklı bir
hastalıktır.141
Gizli Protokollar
SİYON Önderlerinin Protokolleri konusunda tartışma vardır. Bunların uydurma, sahte, düzmece olduğu
iddia edilmektedir. Bu iddiayı kabul etsek bile, o protokollarda yazılı olan şeylerin hayata uygulandıklarını
inkâr etmek mümkün değildir.
Bazıları bu protokollerden bahs etmeyi antisemitizm olarak görüyor. Hukuka ve ahlâka aykırı olmamak
şartıyla her konudan bahs edilebilir. Bir de, fikirlerin şiddetli eylemlere dönüşmemesi gerekir.
Dünya Yahudileri ırk, inanç, düşünce, görüş, kültür bakımından homojen bir yapıya sahip değildir.
Siyon Önderlerinin Protokollerinden bahs ederken bütün Yahudileri aynı kefeye koymak doğru olmaz.
Kaldı ki, Yahudiler ile İsrail Oğulları arasında da fark vardır.
Şimdi yapılacak şey şudur:
Siyon Önderlerinin Protokolleri hayalden, kuruntudan, kurgudan mı ibarettir, yoksa bunlar hayata
uygulanmakta mıdır? Bu sorunun cevabını ben vermeyeyim, vicdanlı, hür düşünceli insanlar versinler.
Siyon Önderlerinin Protokolleri konusu üzerinde fazla durmayacağım. Benim asıl konum
ikiye ayrılıyor:
(1) 1923 Lozan Antlaşmasının Gizli Protokolları.
(2) Bugün Türkiye’de sinsice uygulanan Protokollar.
Bazıları “Lozan Protokollerinden bahs edip duruyorsun, göster bize onların metnini” diyebilir. Maalesef
elimizde bu konuda şu anda belge bulunmamaktadır. Ancak bu konuda hayli karine vardır. Bazı gerçekler,
yazılı belge olmadan da isbat edilebilir. Meselâ şâhitlerle...
Lozan’ın Gizli Protokollerinin mimarı Osmanlı devletinin son Başhahamı Hayim Nahum efendidir. Bu
zatı bir ara devletin Washington sefiri yapmak istemişlerdi. Lozan’ın ikinci devre müzakerelerinde Türk
141
Milli Gazete / 19 01 2006 / Lütfü Özşahin
117
heyetine katılmış, Avrupa başkentlerinde dolaşmış, gizli görüşmeler yapmış ve galip devletlerle Türkiye’nin
arasını bulmuştur. Rıza Nur Hatıralarında onun hakkında iyi yazmaz.
İngiltere devlet arşivlerindeki belgeler, aradan yetmiş beş sene geçtikten sonra tarihçilerin,
araştırıcıların tedkiklerine açılır. Fakat, Hilafet’in kaldırılmasıyla, yeni Türkiye ile ilgili birtakım belgelerin, Türk
resmî makamlarının istekleri üzerine bir müddet daha gizli ve saklı tutulması istenmiştir ve İngiltere bu isteği
kabul etmiştir. Acaba, “belgesi şu anda elimizde olmayan” Lozan’ın gizli protokolları da bu açılması
istenmeyen evrak içinde midir?
Lozan’ın Gizli Protokollarını da bir kenara koyalım ve bugün Türkiye’de uygulanan birtakım protokollara
bakalım. Bunların da elimizde yazılı metni yoktur. Yapılanlara, hayata bakarak ben yazıyorum. Dikkat
buyurarak okumanızı rica ederim:
Madde 1: Müslüman Türkler dilsiz bırakılacaktır. Atalarının mezartaşlarını bile okuyamayacak derecede
câhil kalmalarına dikkat edilecektir. Türkçe bir-iki yüz kelimelik kaba bir konuşma, çarşı-pazar, günlük iletişim
dili seviyesine indirilecektir.
Madde 2: Edebî ve kültürel lisan o kadar bozulacak, o kadar dejenere edilecektir ki, yeni nesiller yakın
tarihte yazılmış Ömer Seyfeddin Hikayelerini, Halide Edib’in romanlarını, Hüseyin Rahmi’nin kitaplarını
okuyamaz hale ve anlayamaz hale getirilecek, bunların “SADELEŞTİRİLMİŞ” baskıları yapılacaktır. Velhasıl,
Müslüman Türklerin mâzi ile millî kültür ile en büyük bağı olan zengin edebî Türkçe tahrip edilecektir.
Madde 3: Müslüman Türklere yeni bir tarih yazılacaktır. Geçmişteki İslâm büyükleri tahkir edilecektir.
Asıl kahramanlar yerin dibine batırılırken yeni kahramanlar türetilecektir.
Madde 4: Türk toplumunun temeli olan aile kurumu yıkılacak, darbelenecek, zayıflatılacaktır. Zina bir
suç ve ahlâksızlık olmaktan çıkartılacak, teşvik görecektir. Cinsel sapıklıklar, Avrupa’da olduğu gibi meşru
hale getirilecek, aynı cinsten kişilerin evlenmelerine zemin hazırlanacaktır.
Madde 5: Halk yığınları gece gündüz vur patlasın çal oynasın eğlence, şamata, zevk u sefa, oyun,
dans, bayağı bir müzik ile meşgul ve sersem edilecektir.
Madde 6: Başta futbol olmak üzere on milyonlarca halk, çığırından çıkmış spor müsabakalarının
hastası, holiganı haline getirilecek, bu oyunlar yeni bir din gibi kütleleri sarıp kucaklayacaktır.
Madde 7: Türkiye’nin ve Türkiye halkının en büyük gücü olan İslâm dini bir tehlike ve tehdit olarak
görülecek, halk yığınlarına birtakım ideolojiler din gibi benimsetilecektir.
Madde 8: Büyük medyada tekelleşme ve kartelleşme yoluna gidilecek, yurt çapında dağıtımı yapılan
büyük bir gazete kurmak ancak beş on süper zenginin yapabileceği bir iş haline getirilecek, kartel ve tekel
medyası ile protokollar hayata uygulanacak, bu gücün karşısında başka hiçbir güç dayanamayacaktır.
Madde 9: İslâmiyet darbelenecek, büsbütün ortadan kaldırılamazsa dinde reform, dinde yenilik, dinde
değişim, Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü paravanası ardında yeni bir İslâm üretilecek ve türetilecektir.
Sünnetsiz, fıkıhsız, şeriatsız evcil bir İslâm.
Madde 10: Türkiye Müslümanları kendilerini idare edebilecek aydın bir kafaya sahip olmadıkları için,
dinsizleşinceye kadar onlar güdülecek, vesayet altında bulundurulacaktır. Bu gütme ve vesayet de iki
kimliklilere verilecektir.
Madde 11: Birtakım önemli kurumlar, köşebaşları, anti-demokrat yollarla da olsa “BİZDEN” olanlara
verilecektir.
Madde 12: Dindar Müslümanların okumaları, yüksek tahsil yapmaları engellenecektir.
Madde 13: Ülkede hâkim/dominant unsuru teşkil eden Müslümanların büyük fabrikalar, büyük
holdingler, büyük medya organları, büyük ticarethaneler kurmaları her yola başvurularak önlenmeye
çalışılacaktır. Onlara “Yeşil Sermaye” denilecektir.
Madde 14: Alkollu içkiler, fuhuş, zina, sapıklık, israf, bayağı müzik, lüks ve aşırı konfor tutkunluğu,
uyuşturucu teşvik edilecektir.
Madde 15: Bu protokollara karşı gelenler karalanacak, her vasıtaya baş vurularak sindirilecek,
cezalandırılacaktır.
118
Madde 16: Eskiden altın ve gümüş en büyük güçtü. Zamanımızda ise Dolar ve Euro altın ve gümüşün
yerini almıştır. Ülkenin parasının büyük kısmı bizim elimizde bulunacaktır. Millî gelirin yarısını üç-beş bin kişi,
aile, holding paylaşacaktır.
Madde 17: Müslümanların arasına casuslar, ajanlar, provokatörler, manipülatörler, yönlendiriciler
sızdırılacak, bunlar vasıtasıyla onlar bin parçaya bölünecek, birbirleriyle çekişip tepişmeleri sağlanacak,
güçleri ve kuvvetleri kırılacaktır.
Madde 18: Dinî hizmet ve faaliyetlerin köy kültürü, kırsal kesim, varoş, gecekondu, taşra zihniyetiyle
yapılması sağlanacaktır. Böylelikle Müslüman çoğunluk, içinde bulunduğu çukur ve tuzaktan bir türlü
çıkamayacaktır.
Madde 19: Büyük medya vasıtasıyla ülkeye sahte, uydurma, sun’i bir gündem yapılacak; halk incir
çekirdeğini doldurmaz faydasız ve lüzumsuz konularla oyalanacak, asıl meseleler ve dertler yüzüstü
bırakılacaktır.
Madde 20: Başta komşu İslâm ülkeleri olmak üzere İslâm dünyası ile sıkı, canlı, yakın ilişkiler,
kurulmayacak; onlarla ticaret, ithalat-ihracat, turizm, öğrenci mübadelesi, kültür münasebetleri asgarî
seviyede tutulacaktır. Öyle ki, Suriye ile Türkiye sanki Moğolistan’la Venezuela kadar birbirine uzak
kalacaktır.
Madde 21: Halk yığınları öyle sersemletilecek, uyuşturulacak, afyonlanacaktır ki, yararlarına ve
zararlarına olan şeyleri birbirinden ayırt edemeyeceklerdir.
Madde 22: Protokolları ayakta tutmak için devletten, Millet Meclisi’nden, millî iradeden, hukuktan, millî
menfaatlerden, millî kimlikten daha üstün lâ yüs’el (sorumsuz) bir üst-güç bulunacak; hiçbir denetime tâbi
olmayan bu güç son sözü söyleyecektir.
Madde 23: Birtakım önemli, hayatî, temel mevkilere kesinlikle Müslüman Türkler getirilmeyecektir.
Başka maddeler de var ama şimdilik bu kadarı yeter. “Sen neler sayıklıyorsun, ne hezeyanlar
savuruyorsun” diyen varsa, onları büyük bir televizyon kanalında açık oturuma davet ediyorum. Gelsinler,
tartışalım. Aydın geçinen o adamlara, Türkiye’de bundan seksen yıl kadar önce basılmış Türkçe bir kitap
vereyim, “Lütfen okuyunuz bu Türkçe kitabı” diyeyim. Okuyamazlarsa benim haklı olduğum peşinen
anlaşılmış olacaktır.142
Yahudi teolojisinde bazı kelimeler ve kavramlar…
Sözlük okumanın önemine dair yazdığım yazıdan sonra “Yahudi teolojisi”nde yer alan bazı kelimelere
ve kavramlara değinecektim, olmadı. Demek nasip bugüneymiş.
Öncelikle Yahudiler tarihsel süreçte “lanete” uğramış, bu yüzden “sürgün üstüne sürgün” yemiş bir
ırktır. Ünlü tarih felsefecisi ve sosyolojinin banisi olan İbn-i Haldûn, onların “ikiyüzlü ve hilekâr” bir topluluk
olmasında, hatta “kötü ahlak ve karaktere” sahibi olmalarında bu sürgünlüğün büyük payı olduğunu belirtir ve
bu düşüncesini şöyle izah eder:
“Başkalarının boyunduruğu ve baskısı altına giren ve onların şiddetli muamelelerine maruz kalan
toplumlar… güzel ahlaktan ve insani değerlerden uzaklaşır ve en küçük seviyelere düşerler… İdaresi
başkalarının elinde bulunan herkesin durumu buna örnek teşkil eder. Onlar kendilerini idare edecek bir
melekeden mahrumdurlar. Yahudilerin durumuna dikkat et! Sahip oldukları kötü ahlak ve karakterden dolayı,
her yerde ve her asırda iki yüzlülük ve hilekârlıkla nitelenmişlerdir. Bunun sebebi ise yukarıda
söylediklerimizdir.”
İbn-i Haldûn bu satırları beş asır önce yazmıştır. Aradan geçen süreçte Yahudiler çoğunlukla
Osmanlının idaresi altında 1492’den beri rahat bir hayat sürmüş, dinlerini ve kültürlerini serbestçe
yaşamışlardır. Kısacası, Osmanlının hoşgörülü yönetiminden fazlasıyla nasiplenmiş, Osmanlının üst
yönetiminde önemli mevkiler elde etmişlerdir. Osmanlının çöküş sürecinde ise, kendilerine asırlar boyu kol
kanat germiş Osmanlı yönetimine minnet duymaları gerekirken, akıl almaz bir ihanetle Osmanlının
142
Milli Gazete / 22 01 2006 / M. Şevket Eygi
119
çözülüşünü ve çöküşünü hızlandırmış, hatta Osmanlının yıkımında en büyük pay sahibi olmuşlardı.
Kısacası, Üstad İbn-i Haldun’un asırlar önce Yahudilere ilişkin yaptığı tesbitleri haklı çıkarmışlardır.
1948’de ise, İslam coğrafyasının orta yerinde kurdukları siyonist İsrail devletiyle kan ve ölüm saçan,
Müslümanların kanını akıtmaya doymayan bir “ihanet şebekesi, bir zulüm mekanizması” olarak yalnızca
Filistin’i değil, dünyayı kana boyamaya devam etmektedirler. Çünkü “Kralların Yahudileridir” artık onlar.
Bu kısa girişten sonra Yahudi teolojisine dair bazı kavramlarını konu edinebiliriz:
Ahuramazda: Yahudilikte her şeyi bilen, iyiliğin ve sağlığın yaratıcısı olan Tanrı(Yahova).
Arz-ı Mevud: Yahudi düşüncesinde, Tanrı Yahova’nın Yahudilere vermeyi vaad ettiği topraklar.
Bar Mitzva: Her Yahudi çocuğu on iki yaşını bir ay geçince “şeriatın oğlu” anlamına gelen bu ismi
alırlar.
Bet-Hamikdaş: Yahudilerce Süleyman Peygamberin Kudüs’te yaptırdığı Beytül-makdis’ e verilen ad.
Dönme: Görünürde Müslüman olmalarına karşın, Yahudiliğe inanç ve bağlılıklarını gizlice sürdürenlere
verilen ad.
Hahambaşı: Yahudi teolojisini öğrenen, Yahudi cemaatine ruhani önderlik vasfını kazanmış kişi.
İsrailiyat: Yahudi ve Hıristiyan kültürüne ait bilgiler.
Kabala: Kitab-ı Mukaddes’in gizli yorumlarını yapan Yahudi mistisizmi.
Kipa: Yahudi erkeklerin başlarına taktıkları küçük takke.
Kotel: Yahudilerin kutsal olarak addettikleri Yahudi kutsal tapınağının ayakta kalan kısmı, Yahudilerin
ağlama duvarı.
Magen David: Kral David’in mührü olarak kabul edilen iki üçgenden oluşturulan altı köşeli yıldız;
Yahudiliğin en önemli simgesi.
Menora: Yahudilerin dini ve milli sembollerinden biri olan yedi kollu şamdan.
Mezuza: Yahudilerin evlerinin giriş kapısında uzun bir rulo içine konmuş Tevrat’tan cümleler. Yahudiler
eve giriş çıkışta elleriyle bunlara dokunup sonrada parmak uçlarını öperler.
Ner-hatamid: Yahudi ibadet yerlerinde bulunan ve devamlı yanan ışık.
Pesah: Yahudilerin Mısır topraklarından çıkışının anısına kutladıkları bahar bayramı.
Roş haşana: Yahudi takviminde yılbaşı.
Siddur: Yahudilerin dua kitabının adı
Sinagog-Havra: Yahudilerin ibadet mekânı. Yahudiler ibadet yerlerine “Bet ha Kneset” derler.
Simha Tora: Tevrat’ın hatim bayramıdır.
Sukkot: Yahudilerin Mısır’dan çıktıktan sonra çölde dolaşmalarının anısına kutladıkları dini bayram.
Şabat: Yahudilerin iş yapmasının yasaklandığı kutsal dinlenme ve ibadet günü: Cumartesi.
Saoşyant: Yahudilikte dünyanın sonunda geleceği beklenen kurtarıcı.
Şavuot: Tevrat’ın (Yahudiler Tora derler) Yahudilere verilişi anısına kutlanan Yahudi bayramı.
Şofar: Yahudilerin dinsel objeleri arasında önemli yeri olan hayvan boynuzundan yapılmış üflenerek
çalınan müzik aletine verilen ad.
Tallit: Her Yahudi erkeğin ibadet ederken örtünmek durumunda olduğu dinsel nitelikli örtü.
Teşa-beav: Ab atının dokuzuncu günü. Yahudiler için esaret, acı ve yıkımı sembolize eden gün.
Yom kippur: Yahudilikte yıllık oruç günü. Günahlarını örtme günü.
Yahudi teolojisiyle ilgili son bir bilgi: İbadet sırasında Yahudi erkekleri başlarına kipa adlı takkeyi giyip,
sırtlarına da birer cübbe alırlar. Bu yalnız Yahudi erkeklerine özgü bir davranıştır. Çünkü Yahudi kadınlar
ibadetlere katılamaz. Ancak başları örtülü olarak yalnızca ibadet yapan erkekleri seyredebilirler... 143
143
Milli Gazete / 22 01 2006 / Fahri Güven
120
İSLÂMİ AÇIDAN TEOKRASİ, LAİKLİK VE REJİM
Medeniyetler de insanlar gibi doğar, büyür, gelişir, geriler ve ölürler. Ne var ki bir insan ömrünün 60 70 yıl olmasına karşın, medeniyetlerin ömrü birkaç asır olmaktadır. Yeni medeniyetler, yeni kurumlar yanında
yeni kavramlar da geliştirirler. Bunun için de, genellikle yeni kelimeler üretmek yerine, eski kelime kalıplarına
yeni manalar ve kavramlar yüklemek suretiyle, yeni bir “medeniyet dili” oluştururlar.
Ancak bir medeniyet yıkıldıktan ve aradan uzun zaman geçtikten sonra, o medeniyete ait kavramların
kalıpları - yani kelimeleri aynen kalmakla beraber, onun taşıdığı öz mana, giderek unutulur. İnsanlar, içi
çürümüş fos cevizler gibi, sadece kabuklarla oyalanmaya başlar. Onlar cevizi tanıdıklarını zannedip
durdukları halde, aslında cevizin içini ve özünü görüp tatmadıkları için, gerçek te ”mefhumlara” (kavramlara)
değil sadece ”mevhumlara” (kendi vehimlerine, zan ve tahminlerine) tabi olduklarını bilmezler.
“Onlar kitabı (Kur’anın hikmet ve hakikatını) bilmezler. Bütün bildikleri kuru söylentilerdir ve sadece
zan ve tahmin (le hareket) ediyorlar.”144 ayeti bu gerçeği ifade etmektedir.
Günümüzde sağcılar sağcılığı, solcular da solculuğu bilmedikleri gibi, maalesef Müslümanlar bile,
genellikle İslâm'ı yanlış anlamakta ve yanlış uygulamaktadırlar. Özellikle, ”demokratik ve laik bir düzende,
ekonomik ve siyasi yapılanma” konusunda bildiklerimiz pek yetersizdir.
Bir çoğumuz, ya kendi tahmin ve hayallerimizi İslâm zannetmekte, veya geçmişte yaşanan ve artık
”tarih olan” bazı kurum ve kuralları ihya etmeyi düşlemektedir.
İslâm diye hep eskiye özenenlere Bediüzzaman’ın cevabı ne güzeldir.
“Eski hal, artık muhal. Ya, yeni hal, ya izmihlal”
Yani, eskimiş ve artık önemini ve özelliğini yitirmiş bir düzeni diriltmek ve geri getirmek imkansızdır ve
anlamsızdır. Ya mutlak doğrulara ve çağdaş standartlara uygun yeni bir yapılanma başarılacak veya yıkım
kaçınılmaz olacaktır.
Elbette gelecek, geçmişin üzerine kurulacaktır. Ama bu, geçmişin aynısı veya kopyası olmayacaktır.
Kalkıp geçmişine sövmek nasıl bir soysuzluk alameti ise, oturup kuru kuruya geçmişiyle övünmek ve
avunmak ise, başka bir şuursuzluk halidir. Zira:
“Onlar bir ümmetti gelip geçti. Onların kazandıkları (ve yaptıkları) kendilerinin, sizin kazandıklarınız (ve
yaptıklarınız) da sizindir. Siz onların yaptıklarından sorulmazsınız.” 145
Bugün, zalim sistemlerden ve bozuk hayat düzeninden bir kurtuluş yolu arayan insanlara, “İslâm” diye,
ya kendi zanlarımızı veya günümüze tatbiki mümkün ve münasip olmayan Osmanlı, Selçuklu veya Abbasi
uygulamalarını aynen gösterdiğimizde, çok kimseler, haliyle bununla tatmin ve bize tabi olmuyorlar. Biz ise
onları Haktan ve İslâm'dan kaçıyorlar diye suçluyoruz. Halbuki onların İslâm'dan değil, bizim yanlış vehim ve
kuruntularımızdan hoşlanmadıklarını bile fark edemiyoruz.
Merhum Akif'in dediği gibi ”İslâm'ı, asrın idrakine söyletmek” zorundayız. Bu bakımdan ”Yeni bir Dünya
ve adil düzen” konusunda konuşulan ve yazılanları sağlam kaynaklardan, ve ilim erbabından dinleyip
anlamaya ne kadar muhtacız.
“(Ey Resulüm)! Sen, ancak inzar (ikaz ve irşat) edici (bir peygamber) sin. Her kavmin (İslâm'ı
öğretecek ve kurtuluş yolunu gösterecek) kendi ”hadi” leri vardır.” 146 ayetinin hikmet ve hakikatı da korkarım,
ahirette anlaşılacaktır...
Uzunca sayılacak bir girişten sonra, şimdi esas konumuza gelelim. Teokrasi nedir? İslâm düzeni bir
teokrasi midir?
Bu soruların cevabına geçmeden önce, kısaca ”Teokrasi”nin tanımını yapalım. ”Teo”,
tanrı, ilah
manalarına gelir. ”Krasi” idare ve yönetim demektir. Batılı anlayışa göre Teokrasi: Tanrıların, yani tabiat üstü
varlıkların veya onların vekili olarak ortaya çıkanların, akli, ilmi ve insani hiçbir kanun ve kurala
144
Bakara. 278
Bakara: 134
146 Er Rad: 7
145
bağlı
121
kalmadan ve hiçbir makama karşı sorumlu tutulmadan, toplumu keyfince yönetmeleri veya daha başka bir
deyimle ”dine dayalı devlet şekli” demektir.
Bu anlamda Afrika ve Amerika yerlilerinin ilkel totem teşkilatları veya ortaçağ Avrupasında hüküm
süren, din ve Allah adına insanları ezen ve sömüren Kilise yönetimleri, birer teokrasi örnekleridir.
Ve yine tarihte Mısır firavunları, İran, Hint ve Japon kralları, çağımızda ise Lenin, Mao gibi yarı tanrı
yerine konulup heykelleri dikilen, ilim ve akıl süzgecine gerek görmeden, doğru yanlış her sözü ve her
davranışı ”ilke ve ülkü'‘ kabul edilen, hiçbir konuda ve hiçbir şekilde tenkit edilmelerine asla izin verilmeyen,
”kurtarıcıların” kurduğu ve ”istismarcıların” ısrarla koruduğu sistemler de, aslında tam bir teokratik
düzenlerdir.
İslâm ise, sadece imani ve ahlaki konuları içeren bir ”din” değil , aynı zamanda idari, iktisadi, ilmi ve
hukuki velhasıl hayatın her safhasına ait, adil ve kamil kurallar öngören bir ”barış ve denge” düzenidir.
Sosyalizmin vaat edip de bir türlü vermediği ”sosyal adaleti,” Kapitalizmin amaçlayıp da asla
ulaşamadığı hür teşebbüs ve yaygın saadeti; güdümlü demokrasilerde ve hile rejimlerinde asırlardır aranıp
da bulunamayan ”en geniş hürriyeti ve milli hakimiyeti” gerçekleştirecek, can, mal ve namus emniyetini ve
tam anlamıyla, din ve düşünce hürriyetini kuracak ve koruyacak olan yegane hak din ve hayat disiplini
İSLÂM’dır.
Biz, Mehdiyet Medeniyetindeki Adalet Düzeninin; siyasi, hukuki, iktisadi ve ahlaki kurum ve kurallarını
diğer bütün sistemlerle mukayeseli olarak tartışmaya hazırız. Geliniz gerçeği ve mutluluğu arayan medeni
insanlar olarak, ön yargılardan ve şartlanmışlıklardan uzak, aklın ve ilmin ışığında bir karar verelim.
İnsanlık olarak aradığımız ve acilen muhtaç olduğumuz ”adil ve kamil” bir düzene, sırf ”dini ve ahlaki
değerlerden” de yararlanıyor diye karşı çıkacağımıza, bize böylesine gerçek bir saadet ve adalet kurallarını
sunan İslâm'a saygı duymamız gerekmez mi?
Bütün bu gerçekleri anladıktan sonra, İslâm'ın asla bir teokratik düzen olmadığını, aksine
“demokrasinin özü sayılan serbest seçimlere dayalı milli hakimiyeti esas alan tam bir hukuk ve hürriyet
ortamı hazırladığını” rahatlıkla ve inanarak söylüyoruz .
Çünkü İslâm'da, Hıristiyanlıktakine benzer, Allah'la kul arasına giren, insanları af veya afaroz edebilen,
hiçbir makama karşı hesap vermeyen ve dokunulmazlığı olan bir ”din adamı” sınıfı bulunmamaktadır. Ayrıca
İslâm düşüncesinde “devleti din adamları yönetecektir” diye bir kural da yoktur.
Hem İslâm düşüncesi dengeli, uyumlu ve irtibatlı bir ”kuvvetler ayrılığı” nı kabul eder, Adalet
düzenindeki;
1 - İnsanlardaki fikir ve düşünce melekesinin dil vasıtasıyla doğurduğu İLİM kurumlarının;
2 - İnsanlardaki inanç ve ibadet gibi hissi ve fıtri duyguları doyuran ve düzenleyen DİN ve DİYANET
kurumlarının,
3 - İnsanlardaki irade, ihtiyar ve menfaat gibi yetenek ve isteklerin, hakkaniyet ölçülerine göre
oluşturduğu EKONOMİ kurumlarının,
4 - Ve yine insanlardaki ünsiyet ve ülfet gibi duyguların zorunlu olarak ortaya koyduğu ve hem
cinsleriyle olan münasebetlerini adalet ölçüleriyle ayarlayan SİYASET ve YÖNETİM kurumlarının hiçbiri
diğerine hakim veya mahkum kılınmamıştır.
Bu temel kurumlardan her birisi ”barış düzeni ve devlet disiplini” içersinde bir nevi özerk olarak, kendi
hizmet ve faaliyetlerini yürütecek, biri diğerine müdahale etmeyecek, devlet ise bunlar arasındaki organizeyi
sağlayacak, bunların yetki ve sorumluluk sınırlarını belirleyecek ve hepsi birden toplumun ve insanlığın
maddi ve manevi saadet ve selametini gerçekleştirmek için çalışacaklardır.
Bu ”adil denge düzeninde” halkın ya bizzat veya milletvekilleri eliyle seçtiği ”devlet başkanına”
kuvvetler arasındaki bu dengeyi kurmak ve korumak için önemli görevler verilmiştir.
Bütün bu gerçekler ortada iken, hala İslâm'la teokrasi’yi aynı görenler:
1 - Ya İslâm'ı bilmiyorlar, onu Hıristiyanlık gibi bir din zannediyorlar.
2 - Veya bilerek ve maksatlı olarak insanları korkutmak ve kaçırmak için İslâm'a ”teokrasi” diyerek iftira
122
ediyorlar.
3 - Ya da açıkça İslâm düşmanlığı yapamayan münafıklar ”bazı çevrelere hoş görünmek, halkı da
ürkütmemek için ”teokrasi” gibi bulanık kavramların arkasına sığınıyorlar.
Adil düzende bu dört temel müessese (ilim, idare, iktisat ve diyanet) bir vücutta ahenk içinde çalışan
değişik organlar gibidir.
Nasıl bir vücuttaki sindirim, solunum, dolaşım ve boşaltım sistemleri, duyu ve hareket organlarından
her biri, kendi hizmet ve faaliyetlerini yürütüyor, asla birbirine mani olmuyor, ortak bir beyin ve sinir sisteminin
kontrol ve komutasında o vücudun hayat ve huzuruna hizmet ediyorlar. Bunun gibi, adil bir devlet
düzenindeki müesseseler de böyle bir irtibat ve intizam içinde hareket ve hizmete mecburdurlar.
Hz. Peygamberin (sav):
“Müslümanların (toplum düzeni) tek bir vücut gibidir. Bu vücudun azalarından birisinin rahatsızlığı,
diğerlerini de rahatsız eder.” Mealindeki hadisi bu gerçeği ifade içindir.
İslâm; dini kurumların (diyanet teşkilatlarının) ilim, iktisat ve idare gibi diğer kurumlara hakimiyeti
esasına dayanan teokrasiyi kabul etmediği gibi, dinin, devlet düzeninin ve hayat sisteminin tamamen dışında
tutulması, sadece vicdanlara kapatılması şeklindeki bir ”laiklik” anlayışını da kabul edemez. Laiklik, dini
kurum ve kişilerin devlet işlerine, devletin ise din işlerine karışmadığı, her din mensubuna hürriyet ve
hoşgörü imkanının hazırlandığı bir sistem olmalıdır.
Çünkü, diyanet, siyaset, iktisat ve ilim müesseselerinin, adil bir devlet düzeninde kendi sahalarında
özerk, birbirleri arasında ise, irtibat, intizam, ittifak ve işbirliği içinde çalışmaları ve yardımlaşmaları esasına
dayanan, herkese tam anlamıyla din ve düşünce özgürlüğü sağlayan bir anlayış,
zaten bizim samimi
inancımız ve arzumuzdur.
Çünkü İslâm; sadece inanç, ahlak ve ibadetlerle ilgili prensipler koyan bir din değil, aynı zamanda fert,
aile ve toplum hayatını ilgilendiren her konuda sağlam kurallar getiren bir hayat disiplinidir. İslâmiyetin,
bilhassa bu özelliği asla unutulmamalıdır. İslâm'ı Hıristiyanlık gibi sadece ”ibadet ve ahlak” dini olarak
görmek veya böyle göstermek, hem İslâm'a hem de insanlığa yapılacak en büyük kötülüktür.
Şurası da kesinlikle bilinmelidir ki, her din ancak kendisine uygun bir ”düzen” içinde yararlı olabilir.
Mesela, kapitalizme ve liberalizme, Hıristiyanlık dini münasiptir. Komünizme ise ”dinsizlik” dini daha uygun
düşer. Halbuki ne kapitalist ne de Komünist veya sosyalist düzen içerisinde, İslâm dini asla faydalı olamaz ve
olamamıştır. İslâm dini, ancak ”adil barış düzeninde ve gerçek bir demokratik sistemde” yararlı olabilir. İster
istemez şu iki şıktan birine karar vermek durumundayız: YA İSLÂM’IN HAYAT DİSİPLİNİNİ DE KABUL
EDECEĞİZ, VEYA İSLÂM’LA RESMEN ALAKAMIZI KESECEĞİZ!... Kendimizi daha fazla aldatmayalım.
Bağnaz ve barbar bir düzen içinde İslâm'ca yaşamak ve dinimizin kurallarına uymak mümkün değildir.
Son zamanlarda, Vatikan’ın öncülüğünde bazı çevrelerce, kapitalist “Avrupa Birliğinin anayasasına, bu
oluşumun Hristiyanlık değerlerine ve Roma kültürüne dayandığı” hükmünün koyulmaya çalışılması…
Ve özellikle İslami prensiplerle AB’nin asla uyuşamayacağının ve bu nedenle, Türkiye’nin sorun
olacağının sık sık vurgulanması, bu yöndeki tespitlerimizi haklı çıkarmaktadır.
Çünkü; her günahı mübah gören Kapitalist bir sistem içinde, sömürü ve zorbalığı benimseyerek
yaşayan müslümanların, ismen ve resmen olmasa da, düşünce ve davranış tarzı olarak zamanla fiilen
Hıristiyanlaştıkları, Komünizmi seven ve savunan insanların da giderek dini ve insani değerlerden
uzaklaştıkları inkar edilemez bir gerçek olarak karşımızdadır.
Evet, gerçek ve gerekli bir din ve düşünce özgürlüğünü sağlayan ve bu manadaki laikliği savunan tek
din ve disiplin İslâm'dır.
Kur’an ”Dinde zorlama yoktur. (çünkü) Kötülük iyilikten ayrılmış, gerçek ortaya çıkmıştır. (Artık) kim
tağutu (zalim düşünce ve düzenleri) bırakır da (Allah'ın dinine ve adalet düzenine) inanırsa O, sağlam bir
kulpa tutunmuş olur.”147 buyurmakla, İslâm'daki laiklik anlayışının temel ilkelerini ortaya koymaktadır.
147
Bakara: 256
123
“Dinde zorlama yoktur.” hükmüne göre:
a - Başka dine mensup bulunan veya dinsiz olan kimseleri ölüm, hapis, işkence, açlık, işten atma,
sürgün etme, en tabii insan haklarından mahrum bırakılma gibi tehditler ve korkutmalarla onları zorla din
değiştirmeye veya İslâmlaştırmaya hakkımız olmadığı gibi,
b - Adil barış düzeni içinde, İslâm dinine mensup müslümanların herhangi bir mezhep, meşrep ve
tarikata girmeleri veya çıkmaları hususunda da zorlama ve baskı yapma hakkımızda bulunmamaktadır.
Çünkü insanlar anlayarak, inanarak, benimseyerek ve isteyerek bir dine veya mezhebe girerlerse bu
hem kendileri hem de çevreleri için yararlı ve verimli olur. Fakat dış baskılar ve korkularla müslüman
görünenler ise, gerçekte münafık olur ki, bu tipler toplum için baş belasıdır.
Karşılıklı hak ve hürriyetleri belirleyen ve her din ve düşünceden insanların birlikte yaşama düzeni ve
dengesini oluşturan ”barış ve adalet devletinin” kanun ve kurallarına uymak, fitne ve anarşi çıkarmamak ise,
zaten herkesin bilmesi gereken bir husustur.
İslâm’i hayat sürecinde;
1 - DİNİ VE AHLAKİ yönden; herkes mürşidini ve mürebbisini kendisi tayin ve takdir edip ona
bağlanır. Bundan tarikatlar ve meşrepler doğmuş ve bunlar zamanla tekkeler, kurslar ve dershaneler
şeklinde teşkilatlanmıştır.
2 - İLMİ yönden; her fert örnek ve rehber alimini ve müçtehidini kendisi seçer. Bu şekilde mezhepler
doğmuştur ve bunlar medreseler ve mektepler şeklinde teşkilatlanmıştır.
3- İKTİSADİ yönden; herkes ustasını, locasını yine kendisi seçer ve bunlar günümüzde odalar,
dernekler ve sendikalar şeklinde teşkilatlanmıştır. Kişiler ekonomik ve ticari haklarını bu kuruluşlar eliyle
korur ve savunur.
4 - SİYASİ VE İDARİ yönden; ise herkes liderini seçmek hakkına sahiptir. İslâm'da fertler devlet
başkanı seçme hakkını ya genel halk oylaması şeklinde bizzat kendisi kullanır veya vekalet verdiği millet
vekilleri (ehlül hal vel akt) eliyle kullanır. Günümüzde idareye talip değişik görüşler, partiler şeklinde
teşkilatlanmıştır.
Dinin de, aklın da, ilmin de kabul ettiği bir gerçek vardır. O da adil bir devlet düzeninde mezhepler,
tarikatlar, meslek gurupları dernekler, partiler birden fazla olabilir ve haliyle olacaktır. Ancak, ülkenin ve
milletin birliğini ve dirliğini temin ve temsil eden ”Devlet düzeni ve anayasal sistemi” mutlaka korunmalıdır.
Adil ve kâmil düzende partiler, Milli menfaatleri ve insani değerleri koruyan ve kollayan, hayır ve
hizmet yarışı yapan makul ve makbul proje ve teklifler üreten, iktidardaki siyasi kadroyu millet adına
murakâbe ve muhasebe eden siyasi kuruluşlardır. Ancak bunlar sadece belirli bir ırkın, mezhebin tarikatın
sendikanın veya derneğin temsilcileri olarak kurulamazlar.
İnsanca ve İslâm'ca yaşama haklarını kısıtlayan batıl ve zalim yönetimlerde ve azınlık olarak
yaşadıkları ülkelerde, müslümanların kendi haklarını ve çıkarlarını korumak için, siyasi parti perdesi altında
toplanmaları ise ayrı ve yararlı bir olaydır.
Adil barış düzeninde farklı partilerin bulunması, hem mevcut hükümetin daha dikkatli ve gayretli
çalışmasını sağlamak açısından, hem de devlet ve millet aleyhine olacak ve anarşiye dönüşecek bozuk fikir
ve faaliyetlerin gizli teşkilatlanmasını önlemek bakımından, hem de yeni ve yararlı teklif ve teorilerin
üretilmesi bakımından gerekli ve yararlıdır.
İşte ”laiklik” ten maksat, a-Hiçkimseyi bağlı bulunduğu din, mezhep, tarikat, dernek veya partisinden
dolayı kınamamak, b-Bunları değiştirmeye zorlamamak, c-Bunlardan birine mensup olmayı temel hak ve
hürriyetler bakımından özel bir imtiyaz veya mahrumiyet sebebi saymamak, d-Gerçek ve adil barış
düzeninde birlikte yaşama disiplinini oluşturmak ve e-Tam anlamıyla din ve düşünce özgürlüğünü sağlamak
ise, bunları en güzel şekilde İslâm getirmiş ve sistemleştirmiştir. Bunun için diyoruz ki: ”İslâm'dan kaçan
insanlar, doktordan kaçan hastalardan farksızdır."
Velhasıl, Demokrasi ve Laiklik, İslâm'ın ruhuna uygun bulunmaktadır.
Atatürk’çülük ve laiklik maalesef yozlaştırılmıştır. Aşağıdaki hatıra buna önemli bir kanıttır.
124
“Halk isterse beni de kovar”
1935 senesi idi. Atatürk’ün Çanakkale’ye geleceği rivayetleri dolaşıyordu. O zamanlar dünyanın bazı
yerlerinde olduğu gibi memleketimizin de bazı bölgelerinde Yahudiler aleyhine bir hareket ve ayaklanma baş
göstermişti. Bu hal karşısında bütün Museviler mallarını, mülklerini satarak yolculuğa hazırlanıyorlardı.
Bunlar, o zaman rivayet olunduğuna göre Filistine gitmek istiyorlardı.
İşte bu sıralarda “Atatürk Çanakkaleye geliyor” dediler. Çok sevindim. Çünkü Atatürkü daha önce hiç
görmemiştim. Heyecanla Atatürkün geleceği Balıkesir caddesine koşarak gittim. Bütün Çanakkale halkı
oraya toplanmıştı. Ben de bir kenara dikildim. Bu esnada yanımda tesadüfen bulunan bir kaç Yahudinin fısıltı
ile pek hararetli olarak konuştuklarını gördüm. Alakadar olmağa vakit kalmadan karşıdan bir kaç otomobil
göründü. “Atatürk geliyor” sözü yeniden ağızdan ağıza dolaştı.
Halkın “yaşa, varol” nidaları arasında Atatürk otomobilinden indi. Alkışlar devam ediyor, o da halkın
ortasında ilerliyordu. Garip bir tesadüf ve talih eseri olarak Atatürk bizim önümüze gelince hafif bir duraklama
yaptı. Halka bakıyor ve kalabalığı selamlıyordu.
Tam bu esnada yanımda bulunan ve biraz evvel fısıltı halinde, fakat hararetli konuşan Yahudilerden
biri, ileri doğru yürüdü ve Atanın önüne atıldı. Muhafızlar mani olmak istediler. Atatürk:
- Bırakın gelsin! dedi.
Bu Musevi vatandaş, Atatürkün önünde ellerini açtı, omuzlarını yukarıya kaldırarak:
- Paşam, bizi kovuyorlar. Biz ne yapacağız? dedi.
Atatürk, bu şekilde önüne atılan bu adamın ne demek istediğini ve kim olduğunu derhal anlamıştı.
Buna rağmen sordu:
- Sen kimsin?
- Ben Paşam, Çanakkale Musevilerinden Avram Palto.
- Sizi kim kovuyor? Hükümet mi? Kanun mu? Polis mi? Jandarma mı? Bana söyle… dedi.
Bu Musevi vatandaş durakladı, şaşaladı. Biraz sonra kendini toparlayarak cevab verdi:
- Hayır Paşam, halk kovuyor.
Atatürk, bu adamın yüzüne dikkatle baktı, gülümsedi ve:
- Halk isterse beni de kovar, dedi ve yürüdü.
C. Yalçın imzalı bu ilginç anıyı, 1949 tarihli bir kitapta buldum. Cumhuriyet Matbaasında basılan kitap,
“Atatürke Ait Hatıralar” adını taşıyor. Kitabın hikayesi ise şöyle: Atatürk’ün ölümünden dokuz yıl sonra,
Cumhuriyet Gazetesi “en güzel Atatürk anıları” başlıklı bir yarışma düzenler ve ilk üçe giren anılara ciddi
para ödülleri verir. Mesela birinciye, o zamanın parasıyla tam 1000 Türk Lirası.
11 Temmuz 1949’da Beyoğlu Büyükkulüp’te toplanan jüri, C. Yalçın imzalı bu anıyı üçüncü seçer.
Anıların yer aldığı kitap ise bir ay sonra yayınlanır. Kitabın girişinde şöyle bir cümle var: “Bu eserin safi
hasılatı tamamiyle İstanbul Üniversitesi Talebe Birliğine terkedilmiştir.”
Şimdi bu kitabı bulmanın imkanı yok. (Ben bir kömürlükte, onlarca tozlu torbadan birinin içinde
buldum.) Üçüncü olan bu “anlamlı” anıyı da bugüne kadar hiçbir yerde okumadım. Gerçekten tuhaf:
Atatürk’ün yaptığı, yazdığı, söylediği her şey unutulmadı da, “bu özel anı” unutuldu ya da unutturuldu.
İlk olarak dikkatimi çeken, Cumhuriyet Gazetesinin “bu özel anıyı” üçüncü seçmesi.
Kitaba giren birçok anı, bu anıdan daha güzel, daha anlamlı.
1939 yılında, Cumhuriyet Gazetesinin sahibi Yunus Nadi’nin ve bazı Cumhuriyet yazarlarının Aldof
Hitler’in doğum gününe katılmak için Almanya’ya gittiğini göz önüne alırsak; hatta Nazilerin, Yahudiler
aleyhine haber yapması karşılığında bazı Türk gazetelerine teşvik primi verdiğini hesaba katarsak, bu anının
niçin üçüncü seçildiğini anlarız.
Bu “özel anının” akibetinden çıkaracağımız sonuç ise şu: Oldukça önemli bir yarışmada üçüncü seçilen
bu anı, nasıl olur da bir daha hatırlanmaz olur? Bunu, “anı sahiplerinin” Türkiye’deki etkinliğine mi yormak
125
gerekir, yoksa toplumsal hafızamızın zayıflığına mı?148
Atatürk halkın iradesine bu denli bağlı ve saygılı olduğu halde, görünürdeki sahte Atatürk’çüler ve
laikler halkın okullarına ve çocuklarına savaş açmaktadır.
İMAM-HATİP okulları laik devletin okulları değil mi? Bu okullar laik sistemin sıkı kontrolu altında değil
mi? O halde bu okullardan niçin korkuyorsunuz? İmam-Hatip mezunu çocuklarımızın üniversitelerin bütün
bölümlerine gidip, her sahada yüksek tahsil yapmasından niçin ürküyorsunuz?
Bu ülkenin en güçlü lobisini Sabataycılar teşkil ediyor. Onlar devletin her kademesinde
kadrolaşmışlardır. Devlet dışında üniversitelerde, büyük medyada, yüksek finans ve bankacılıkta, iş
hayatında da hâkim durumdadırlar. Ülkemizdeki bu aşırı Sabataycı kadrolaşma sizi niçin rahatsız etmiyor?
Sabataycılar kadar olmasa da ülkemizde bir Bahaî kadrolaşma mevcuttur. Niçin bundan hiç
bahsetmiyorsunuz?
Laiklik laiklik deyip duruyorsunuz. Nedir şu laiklik? Dinin devlete, devletin dine karışmaması değil
midir? O halde:
– Devletin, genel müdürlük seviyesinde bir Diyanet İşleri Başkanlığı'na sahip olması laikliğe uygun
mudur?
– Kabinede, din işlerinden sorumlu bir devlet bakanının bulunması laikliğe uygun mudur? Böyle bir
bakan, eski Şeyhülislâm'ın, Cumhuriyet'in başındaki Şer'iye ve Evkaf vekilinin (Şeriat ve Vakıf işleri
bakanının) benzeri değil midir?
– Devletin beş yüz İmam-Hatip okuluna, on yedi ilahiyat fakültesine sahip olması laikliğe uygun
mudur?
– Devletin, resmî memur statüsünde yüz binden fazla imama, müezzine, müftüye, hatibe, din dersi
öğretmenine sahip olması laikliğe uygun mudur?
Siz hangi laikliği sayıklıyorsunuz?Türkiye'de laiklik falan yoktur. Bizdeki sistem "Devlet dini"
sistemidir. Rejim, İslam diye çeşitli ekleme ve çıkarmalarla yozlaştırdığı bir düşünceyi topluma dayatmak
istemektedir.
Dünyadaki ciddî ve büyük devletler içinde gerçekten laik olan tek devlet Fransa'dır. Orada:
– Katolik kilisesinin liseleri vardır. Devlet, kendi bütçesinden onlara para ödemektedir.
– Müslümanların ve başka dinlere mensup olanların özel okullar, liseler, üniversiteler açmasına izin
verilmektedir.
– Bütün Fransız üniversitelerine başörtülü Müslüman kızlar serbestçe gidip okuyabilmektedir. Bazı
sürtüşmeler olsa da, liselere de gidebilmektedir. Fransız Danıştay'ı başörtüsü lehinde karar vermiştir.
Ülkemizde, hakları Lozan andlaşması ile uluslararası garanti altına alınmış Rum, Ermeni azınlıklarının
kendi okulları bulunmaktadır. Çoğunluğu teşkil eden Müslümanlar niçin özel din liseleri, din üniversiteleri
açamıyorlar?
Niye açamazlarmış... Çünkü Müslümanlar böyle okullar açarlarsa Türkiye'deki Mason, Sabataycı
saltanat ve hakimiyet tehlike altına girermiş...
Dünya ülkeleri ve devletleri içinde biz mi daha demokratız, yoksa İngiltere mi? İngiltere'de:
– Devlet ve millî Anglikan kilisesi birdir. Kral veya kraliçe hem devletin, hem de kilisenin başıdır.
– Orada en az beş milyon Müslüman yaşıyor. Orada başörtülü Müslüman kızların ilkokuldan
üniversiteye kadar dinî kıyafetleriyle tahsil yapması serbesttir.
– Londra emniyeti son bir karar aldı ve Müslüman emniyet memurlarının sarık sarmalarına izin verdi.
Bundan haberiniz oldu mu? (Bu haber Hürriyet'te çıktı!)
Siz, olmayan bir laikliğin korunması için feryat edip duruyorsunuz. Önce gerçek mânâda laiklik olsun,
sonra onun korunması için çareler düşünürsünüz.
Stalin rejimi de laikti. Yoksa siz oradaki sisteme laik mi diyorsunuz? Hayır, stalinist bir laiklikle
148
15 / 08 / 2003 Milli Gazete İbrahim Tenekeci
126
demokrasi, insan hakları, hukuk bir arada olamaz.
Laiklik evrensel bir değer değildir.
Hiçbir insan hakları bildirgesinde, temel haklarla ilgili hiçbir metinde laiklik diye bir değer, bir madde
yoktur. Laiklik ne bir haktır, ne de bir vazife.
Din, inanç, inandığı gibi yaşamak hürriyeti ise temel bir değerdir, temel bir haktır. İnsan hakları ile ilgili
bütün metinlerde bu hak ve hürriyet yer almaktadır.
Dünyanın hiçbir medenî, hukukun üstünlüğünü tanımış, evrensel insan haklarına bağlı, demokratik
ülkesinde müzmin din ve devlet kavgası yoktur. Laik Fransa'da da yoktur.
İslâm zaten laik bir sistemdir. İslâm'da, katoliklikte olduğu gibi ruhban sınıfı yoktur.
Hindistan'da Hinduizmin, Birmanya'da Budizmin, Japonya'da Şintoizmin, Polonya'da Katolilikliğin,
Mısır'da İslâm'ın siyasette, sosyal hayatta, kültürde ağırlığı olmasından daha tabiî bir şey olabilir mi? Türkiye
Müslüman bir ülke olduğuna göre, tabiatıyla burada da İslâm'ın etkileri ve belirtileri olacaktır.
Çoğunluğu teşkil etmedikleri halde Sabataycılar ülkeyi, devleti, bütün faaliyetleri kontrol edecekler;
Müslümanlar ise bir şeye karışmayacak. Böyle demokrasi, böyle laiklik, böyle eşitlik olur mu?
Samimî bir laiklik taraftarı olanların Müslümanların serbest bırakılması yönünde yayın yapmaları
gerekir. Bırakınız:
– Müslümanlar kendi eğitim sistemlerini, liselerini, üniversitelerini kurabilsinler.
– Müslümanlar, bütün medenî ve demokrat ülkelerde olduğu gibi, üniversitelere başörtüsü ile
gidebilsinler.
– Müslümanlar, İngiltere'de olduğu gibi kız çocuklarını bütün okullara başörtülü olarak gönderebilsinler.
– Müslümanlara sadece teorik ve kağıt üzerinde kalan bir din hürriyeti değil, inançlarına göre bir hayat
sürebilmek hürriyeti tanınsın ve bunun bütün imkânları verilsin.
– Müslümanlar, dinlerinin tavsiye ettiği kıyafetleri kullanabilsin.
Böyle demokratik, ılımlı, insan haklarına uygun bir laikliği içinize sindiremiyorsanız o halde
Müslümanlara gösterdiğiniz sertliği Sabataycılara ve Masonlara da gösteriniz. İslâm, devlet ve Cumhuriyet
için tehlike ve tehdit oluşturuyor da Masonluk ve Sabataycılık niçin oluşturmuyor? Açıklayabilir misiniz?
Bu memlekette çok büyük değişiklikler oluyor. Şu anda binlerce Müslüman çocuğu dış ülkelerin
okullarında ve üniversitelerinde okuyor, yetişiyor.
Bütün baskı ve engellemelere rağmen yurt içindeki okul ve üniversitelerde de Müslüman bir gençlik
yetişmektedir.
Belki haberiniz yoktur. Yüzlerce Müslüman Türk genci İbranice öğreniyor. Niçin öğreniyor? Roman
veya gazete okumak için değil!
Henüz yeterli olmasa da binlerce Müslüman genci sosyal, edebî, tarihî konularda araştırmalar,
incelemeler, yüksek lisans tezleri, doktoralar yapıyor; bunların bir kısmı kitap halinde basılıyor.
Din düşmanları ve boyunları altında kalasıca bazı din baronları Müslümanları varoş ve bedevî kültürü
seviyesinde tutmaya çalışıyor ama bir kısım Müslümanlar medenîleşiyor, şehir kültürü dairesine giriyor.
Laiklikse gerçeği uygulansın... Din işleri, din hizmetleri devletten bağımsız bırakılsın. Müslümanlar;
Ermeniler, Rumlar, Museviler, Bahailer, Masonlar, Sabataycılar (Onların da başhahamı var!) gibi bir ruhanî
lider seçsinler ve dini hayatlarını kendileri ayarlasın.
Haydi samimî iseniz, bunları isteyiniz.
Hem din hürriyeti, dinî serbestlik, laik devletten ayrı bir İslâm Cemaati Teşkilatı olmayacak; hem de
Müslümanlara baskı yapılacak, laiklik elden gidiyor diye bağırılacak. Olur mu böyle şey? 149
149
12 / 08 / 2003 Milli Gazete Şevket Eygi
127
LAİKLİK “LADİN”LİĞİ DAYATMAK DEĞİLDİR
AKP’li Meclis Başkanı Bülent Arınç’ın ve AB’ye teslimiyetçi odakların dillendirdiği “Laikliği yeniden
tanımlayalım”, “Atatürk dönemi özel şartları tartışmaya açalım” şeklindeki teklif ve temenniler samimiyetten
ve çözüm üretmekten uzaktır.
Samimiyetsizliklerinin kanıtı, anayasayı ve kanunları değiştirecek ve yeni düzenlemeler getirebilecek
her türlü imkân ve iktidara sahip oldukları halde, hiçbir girişimde bulunmayıp, sadece felsefe yapmak ve fesat
çıkarmakla uğraşmalarıdır. Hâlbuki iktidar, edebiyat değil icraat makamıdır.
Kötü niyetlerinin ve dış güdümlü hareket ettiklerinin ispatı ise, ABD Büyükelçisi Siyonist hain Wilson
gibilerin, komutanlara karşı bunlara sahip çıkmalarıdır.
Laikliği laçkalaştırmayı, din istismarını meşrulaştırmayı ve Batının dayattığı Ilımlı İslam safsatasıyla
dinimizi de, demokrasiyi de yozlaştırmayı amaçlayan kuru sıkı ve kasıtlı çıkışlardır.
Bu konulardaki duyarlılıkları ve tutarlı uyarıları da anlayışla karşılamalıdır… Ancak, “Laiklik” kavramını
ve ilgili kanunları:
a) Gizli İslam düşmanlığına bahane yapmaktan,
b) Gereksiz kuruntu ve kuşkularla, dindar Müslümanları suçlamak ve sıkıştırmaktan,
c) Aslında sosyal adaleti, toplumsal dengeyi, dayanışma ve yardımlaşma düzenini, karşılıklı saygı ve
sevgi düşüncesini, devlete ve kanunlara itaat disiplinini öngören ve yerleştiren İslam dinini, sadece
kişilerin vicdanına ve iç dünyasına hapsetme dayatmasında bulunmaktan (ki hem insafsız hem
imkânsız ve hem de zaten yararsız bir tavırdır)
d) Temelde “Din işleriyle, Devlet işlerini birbirinden ayırmak” esasına dayalı Laikliği; “Devletin, dini
kendi güdümüne alıp güdükleştirmesi, hem Cenab-ı Hakk’ın iradesine, hem de Müslüman halkın
hür tercihine müdahale etmesi” şeklinde algılamak ve uygulamaktan kurtulmak için, laikliğin ilmi ve
hukuki bir tanımının yapılıp, Anayasaya ve kanunlara konulması lazımdır… Dönemin Yargıtay
Başkanının duyarlılığı da bu amaçladır ve olumlu bir yaklaşımdır.
Böylece
hem
vatandaşların,
hem
devlet
kurumlarının
hem
de
yargıçların
haklarının
ve
sorumluluklarının çerçevesini bilmesi kolaylaşır.
Anayasa metinleri ve kanun maddeleri, bütün vatandaşların rahatlılıkla okuyup kavrayacağı ve aynı
şeyleri anlayacağı sadelik ve netlikle olmalıdır. Oysa bizdeki “Laiklik” kavramını vatandaşların çok büyük
çoğunluğu anlayıp anlatamadığı gibi, bu konudaki uzmanlar bile ortak bir kanaate varamamaktadır.
Üstelik Anayasamız, Resmi Dilimizin Türkçe olmasını şart koşmaktadır…
Cumhuriyet ve demokrasi gibi kavramların, adı aynı ama tadı çok farklı onlarca çeşit uygulamaları
olduğu gibi, Laikliğin de genelde üç türlü ve birbirine aykırı algılamaları görülmektedir.
1-
ATAİST LAİKLİK: Çöken komünist Rusya’da olduğu gibi, her türlü dini inanış ve yaşayışı, hem
devletten, hem mabetten, hem aileden ve hatta fert fert beyinlerden dışlama ve yasaklama anlayışıdır. Ve
tabi çok kısa zamanda çürümek ve çökmekle sonuçlanmıştır.
2-
BİZANTİNİST LAİKLİK: Dini kavram ve kurumları, devletin kontrolüne ve hizmetine uygun olarak
kısıtlama ve basit bir inanç olarak kullanma mantığı ve münafıklığıdır.
3-
REALİST LAİKLİK: İlmi gerçeklere ve insani değerlere uygun şekilde:
a-
Din işleriyle devlet hizmetlerinin birbirine karıştırılmadığı
b-
Din ile devletin birbirine düşman olup çatışmadığı ve zıtlaşmadığı
c-
Din ve devletin barıştığı ve her birinin kendi sahasında vatandaşa hizmet yarışı yaptığı en doğru
ve dürüst yaklaşımdır.
Türkiye’de biz Milli Görüşçülerin ve Adil Düzencilerin savunduğu işte bu ilmi ve insani anlayıştır.
Yani amaç insandır. Din de, devlet te insana hizmet için birer araçtır.
Laiklik mi, yoksa Seküler Fundamentalizm mi?
Dünyada, özellikle Avrupa ve Amerika’da Batı’nın İslam’ı yeniden inşa etmeye ve imajını sabote
128
etmeye yönelik olarak kullanılan “İslam fundamentalizmi ve radikalizmi” gibi kavramlar tartışılırken ve kasıtlı
olarak gündem belirlenirken, esas gözden kaçırılan ve saklanan bir yöneliş vardır ki, o da Türkiye gibi
ülkelere dayatılan seküler-profan [dünyevi - dindışı] fundamentalizimdir.
Fundamentalizmi kelime anlamı itibarı ile temeldencilik, köktencilik şeklinde ele alırsak, terim olarak da
bir düşüncenin, bir dünya görüşünün veyahut bir dinin değişen ve dönüşen sosyo-politik-ekonomik ve
kültürel koşullar dikkate alınmaksızın asıl, otantik, katıksız, saf ve mümkünse yorumsuz bir şekliyle insanı
çevreleyen hayatın tüm alanlarına şamil kılınması anlamına gelir. Bu yafta daha çok İslam’la maksatlı olarak
yan yana getirilen inşai bir slogandır ve daha çok Batı’nın, Kilise, din, siyaset, toplum ve hukuk ilişkilerinde
anlamlı bir terimdir. Bizim tarihsel ve toplumsal serüvenimizle alakası yoktur. Ancak ben bu kelimenin
doktriner anlamda laisizm veyahut sekülarizm kelimesi ile yan yana getirilebileceği kanaatindeyim. Çünkü
bugün dünyada hakim olan, düzen ve ona yön veren siyasal akıl, dini yahut vahiy kaynaklı, metafizik
değerleri önceleyen, evreni Tanrı’nın bir eseri, tüm bir insanlığı da onun halifeleri olarak Allah katında
sorumlu kılan bir akıl değildir.
Bu akıl ve geçerli paradigma C. Marlow’un "Ey insanoğlu, güçlü beyninle bir ilah ol" şeklindeki anlayışı
içselleştiren, insanın Tanrı olduğunu ilan eden seküler-dünyevi bir akıldır.
Ortada bir gerçek var, o da şudur: Dünyamız; Rönesans ve reformla başlayan humansantrizm (insan
merkezli), Tanrı’nın merkezini işgal ettiği teosantrik dünya görüşünün rafa kaldırılması, deistlerinde önemli rol
oynadığı evren ve din anlayışı ile beraber, Decartes’ın kartezyenci, Newton’un mekanik evreni ve insanın
yapıp etmelerini Tanrı karşısında otonom-bağımsız, ona karşı sorumsuz bir bölge olarak anlayan anlam ve
kavram çerçevelerine dayanan uygulamalarla tamamen dünyevileştirilmiştir. [Sekülarizasion.] Yani tabiri
caizse, insanın gönül bağı dışında, kendisini çevreleyen tüm sosyo-politik, ekonomik, ekolojik ve kültürel
alanda Allah’la olan ilintisi kesilmiştir. Gerçek, aşkın varlıkla ilintisi kalmayan insan, her şeyi metalaştıran
yönüyle günümüz dünyasında belki de var olduğundan itibaren en büyük düşüşünü yaşamaktadır.
Sonuçta bu dünyevileşme Sanayi Devrimi ile beraber Yırtıcı Kapitalizmi doğurarak daha çok üretmek
ve tüketmek adına insanlığın önüne bir gezegen sorunu ortaya çıkarmıştır. İnsanlığın ezici bir çoğunluğu
fakirlik, işsizlik, açlık ve sefaletle boğuşmaktadır. Zira yapılan hesaplamalara göre bir Hintli, Çinli veyahut
Afrikalı, Türk, Arap; bir Amerikalı, İngiliz yahut Alman’ın üretip tükettiği kadar üretip tüketse, en iyimser
rakamla dünyanın tüm enerji, maden ve ekolojik kaynakları on beş günde bitebilir.
Dünyevileşmenin sakıncaları...
Şüphesiz dünyamızı bu hale dinler değil, seküler fundamentalizm uygulamaları getirmiştir. Batı
kaynaklı bu hareket, özellikle İslam ülkelerine aile, din, hukuk, kültür, siyaset, mimari ve sanata kadar her
alanda jakoben bir şekilde dayatılmıştır. İşte bu, tam anlamıyla postmodernizmin Amerika’lı gurusu Rechard
Rorty’nin deyimi ile Tanrıyı, bırakın kamusal alandan, yeryüzünden kovma hareketinin ta kendisidir. Artık din
ve onun doğal uygulayıcısı olan insanın yapıp etmeleri, aile, hukuk, siyaset, sanat, mimari, müzik, hukuk,
basın, kültür alanlarında görülmemesi gereken zararlı bir mistifikasyondur. İşte bundan dolayı, bunun adına
kelimenin tam anlamıyla fundamentelist sekülarizm denir.
Çünkü bu temeldenci-köktenci dünyevileşme dine ve inananlara sadece kamusal alanda değil,
gezegenimizde dahi yer vermek istememektedir. İnsan yapısı gereği yeteri kadar zaten dünyevidir,
sekülerdir. Zira yeterli derecede yemeye, içmeye, giyinmeye, barınmaya, gezmeye, üretmeye ve tüketmeye
ihtiyacı vardır. Bunda bir sakınca yok. Sakıncalı olan şey ideolojik anlamda laisizm ve sekülerizmin bir
doktrin, Auguste Comte’çu anlamda ise bir din olarak halka dayatılmasıdır. Zira Radikal ve Fundamentalist
Sekülarizim, doktriner anlamda insanı çevreleyen tüm alanlardan dini anlam ve kavramların kovulmasını,
dinin bir aldatmaca (mistifikasyon) olduğunu iddia ederek bilimin her şeyi çözeceğini savunur. Yani katı bir
pozitivizimle iç içe bir mahiyet arz eder.
Bunun Türkiye ile ne alakası var denilebilir. Çok büyük bir alakası var, zira özellikle Türkiye solu ve
devlet aygıtını kontrol eden layüsel bazı kurumlar ve kişiler, laikliği böyle bir mantaliteye dayanan dünya
görüşü ile anlamaktalar da ondan. Filhakika cumhuriyet tarihinde buna benzer çok uygulama vardır.
129
Başbakan’ın ulema-alimler [Not: İslam tarihinde tüm insanlığın kendilerine borçlu olduğu İmam-ı
Azam, İmam-ı Cafer, Farabi, İbni Sina, Harezmi, İbni Rüşt, Gazali, Molla Fenari, Molla Sadra gibi hem, alim
hem filozof ve aynı zamanda müsbet bilimlerle ilgilenen nice düşünce ve bilim adamı vardır ki, Ulema sözünü
küçümseyenler, bu zevatın yazdıkları eserlerin bir sayfasını dahi okuyamaz ve anlayamazlar.] sözüne dahi
tahammül edemeyen bu çevrenin elbette kamusal alanda insanların dini inançlarına göre yaşamasına ve
giyinmesine tahammül edemeyeceği açıktır. Çünkü bu çevre; teknik anlamda bütün düşüncelere, felsefi
kanaatlere, dini inançlara, yaşama hakkı tanıyan, ilahi ve tabi hukuka dayanan evrensel temel haklarını
çiğnemedikleri, kendi inanç düşünce ve kanaatlerini başkalarına dayatmadıkları sürece çoğulculuğa kapı
aralayan tarafsız bir laisiteyi içlerine sindirememektedirler ve laikliği de böyle anlamaktan özenle
kaçınmaktadırlar. Daha çok laikliğin, ancak ateist bir düzlemde anlaşılabileceği Sovyetik-Bolşevik bir
uygulamasını savunmaktadırlar.
Milletimizden saklanan gerçekler
Elbette bunu halka açık olarak söylemeseler bile, dilimizde var olan ve milletimize kişilik ve derin
anlamlar kazandıran din, iman, tesettür, ulema, şahadet, cihat, gaza, molla, İmam-hatipler, Kur’an kursları,
eğitim, din ve siyaset ilişkisi gibi konularda takındıkları tavırlar bu yargımızı güçlendirmektedir. Örneğin
tesettürlü bir bayanın kamu alanında öğretmen, hakim, savcı, doktor, avukat vs. olamayacağı, hatta halkın
ve meclisin özgür iradeleri ile seçecekleri Cumhurbaşkanının eşinin tesettürlü olamayacağı şeklindeki
beyanları gerçekte temel insan haklarına ve Demokratik Hukuk Devletine aykırı olduğu gibi, laisiteye de
aykırıdır. Çünkü ortaya zımmen şöyle bir manzara çıkmaktadır: Kamu alanında görev alan herkes inançsızateist olmak durumundadır.
Zira bu görüşü savunan fundamentalist laisist ve sekülaristlere göre, eğer bir kamu görevlisi inancını
belli edecek bir simge taşırsa, tarafsızlığını kaybeder ve dolayısı ile hizmet verdiği insanların güvenini
zedeler, taraflı davranarak haksız uygulamalara yol açar. Hâlbuki bu insanların kalbini ve beynini okuma
iddiasından öteye geçemeyen boş bir lakırdıdır. Peki, eğer kamu görevlisi ateistse, fanatik bir din
düşmanı ise, dinin boş bir kuruntu olduğuna inanıyorsa, onun inanan birisine objektif davranacağına
yahut adaletle muamele edeceğine kim garanti verebilir?
Yine, herhangi bir kamu görevlisi lezbiyen yahut feminist ise, erkeklere; Hıristiyan ise Müslüman’a;
Marksist ise Ülkücüye tarafsız ve adaletli davranacağını kim kestirebilir. Dünyanın hangi yerine giderseniz
gidin John Locke’un "Tabula Rasası” [boş levhası] gibi fikirsiz ve dünya görüşü olmayan kamu görevlisi
yoktur. Zira böyle bir şey insanın doğasına aykırıdır.
İnsan “boş levha” değildir
Bir kişi, vatandaş olarak ateist-inançsız olabilir. İyi de ateist olmak da inananlara karşı taraf olmaktır.
Hatta bu anlayışa göre demokrasi, seçim geleneğini bile sürdürmemiz imkânsız olur. Çünkü belli bir rozeti,
simgesi, dünya görüşü olan bir iktidar yönetime gelmekte ve ülkeyi yönetmektedir. Şimdi şöyle diyebilir miyiz;
efendim artık seçim yapmayalım, iktidarın inancı, dünya görüşü ve yönetim felsefesi kaybolmuyor. Hâlbuki
burada önemli olan iktidarın simgelerinin ve dünya görüşünün kaybolması değil, önemli olan iktidarın
demokratik laik ve hukuk devleti çerçevesinde vatandaşlar arasında hiçbir fark gözetmeksizin adaletle hizmet
verip vermediğidir. Bundan dolayı kamuda görev alacak memurların ve yöneticilerin durumu da bundan farklı
değildir. Zira kamu görevlisi olmak kişinin kendisini var kılan, ona şahsiyet kazandıran değerlerden,
yargılardan, sembollerden yalıtılması anlamına gelmez..
Demek ki, ortada bir düşmanlık, ön yargı ve kindarlık var; o da din ve özellikle İslam düşmanlığıdır.
Zira hiç kimse bir kamu görevlisinin hangi makamda olursa olsun ateist, sosyalist, Marksist,
Liberalist, Hıristiyan, Yahudi, sabatayist, lezbiyen, feminist, homoseksüel olmasından rahatsız değil,
tek rahatsız oldukları şey İslam’ın kamu alanında görünür olması, yani inanan mütedeyyin dindarların
inandıkları gibi yaşamalarıdır.
O zaman doğrusu nedir? İnsan "tabula rasa" boş bir levha olamayacağına göre, doğrusu şudur: Kamu
görevlisi; inancı, düşüncesi, giyimi ne olursa olsun insanın insana değil, bizzat Yaratıcının insana tanıdığı,
130
yani her bireyin doğuştan getirdiği, kimsenin tekelinde olmayan evrensel temel insan haklarını gözetiyorsa,
görev alanında hukukun üstünlüğüne dayanan hukuk devletinin ilkelerine uyuyorsa, ona göre davranıp
hüküm veriyorsa, kamu hizmetinde din, dil, mezhep, ırk, sınıf, cinsiyet, renk, giyim-kuşam ayrımı yapmadan
hizmet veriyorsa, onun Müslüman, tesettürlü yahut ateist, Marksist olması kimseyi ilgilendirmez. Demokratik
laik anlayış ve çoğulculuk da budur. Zira laikliğin birçok uygulama biçimi vardır.
Birincisi Sovyetik-Bolşevik uygulama ki, bu anlayışa göre sadece kamusal alan değil; birey, aile,
eğitim ve dilden başlayarak insanı çevreleyen tüm faktörler dinden arındırmalıdır. Türkiye’de devlet aygıtı ve
sivil toplum kuruluşlarında etkin ve yetkin olan elitist bir kesimin özellikle bu anlayışı savundukları bilinmelidir.
İkincisi, Bizantinist uygulama: Bu anlayışa göre din, devletin tanımladığı ve anladığı biçimde
toplumda yer alır. Yani din devletin hizmetindedir, halkı devlete ve müesses düzene itaat ettirdiği sürece din
iyi bir fenomendir. Eğer bu din sorgulamaya, yahut adalet istemeye yöneltirse, tedip edilmesi ve sınırlarının
çizilmesi gerekir. Özellikle sağ ve ortanın solu bazı akımlar Türkiye’de bu uygulamadan yanadırlar. Yani
Bizantinist laiklik anlayışında din, düzen ve iktidarın meşruiyet aracıdır. Onun iktidarına ve düzenine destek
arz ettiği, halkı kendi kaderine razı edip susturduğu sürece iyi bir şeydir din.
Milletin özgür iradesi ve mutabakatı, her türlü kurumun üzerindedir
Üçüncüsü, demokratik laik anlayıştır ki, devlet bütün inanç topluluklarına eşit mesafede durur,
başkalarının haklarını ihlal etmedikleri sürece, onların inancına göre yaşama, giyinme, eğitim alma,
örgütlenme ve inancını yaymasına saygı gösterir ve bu haklarını garanti altına alır. Bu inanç topluluklarına,
bir birilerine inançlarını ve dünya görüşlerini dayatmadıkları, şiddet ve teröre başvurmadıkları sürece devlet
müdahale etmez. Ancak devlet bunu yaparken kamu uygulamalarında sürekli kutsala karşı yapılan
uygulamalarda taraf olamaz. İşte sekülarist ve laisist fundamentalistlerin içine sindiremedikleri demokratik
laiklik uygulaması budur.
Ancak hemen belirtelim ki, her düşüncede, her cemaatte, her siyasal ve sosyal oluşumda samimi
olmayanlar ve bir takım değerleri istismar edenler olabilir, fakat bunu önlemenin ve gerçekten samimi
olanların anlaşılabilmesinin yolu, yasakları devam ettirmekten değil, yasakları kaldırmaktan geçer. Tesettür
konusu da böyledir, kaldırırsınız insanlık dışı yasağı samimi, mütedeyyin ve gerçekten dindarlıklarının gereği
olarak örtünenler kendiliğinden ortaya çıkar. Varsa tesettür üzerinden siyasal kazanç, makam ve mevki
kazananlar da ellerindeki bu rantı kaybetmiş olurlar.
Hem “haydi kızlar okula” diyeceksin, hem de okulun hemen girişinde “ama senin başörtün var ve
dolayısı ile okuma hakkın yok” diyeceksin. Bu trajik komediyi kaldırmanın zamanı gelmiştir. Eğer toplumda
ezici bir çoğunlukla mutabakat sağlanmışsa ve aynı zamanda azınlıkların da hakları korunuyorsa, kurumların
mutabakat sağlayamamasının hiçbir önemi ve değeri yoktur. Zira demokratik hukuk devletinde kurumlar
milletin iradesinin üzerinde olamaz ve ona ipotek koyamaz. Filhakika milletin özgür iradesi ve mutabakatı her
türlü kurumun üzerindedir.
Sonuç olarak, bu radikal-fundamentalist sekülerciler milletin özgür iradesine ipotek koymaktan ve tüm
dini, aşkın-transandantal değerleri yeryüzünden kovmaya çalışmaktan vazgeçmedikleri sürece, gerçek bir
millet ve devlet kaynaşması olmayacaktır. Umarım sağduyu hakim gelir ve bu hastalıklı anlayıştan dönüş
yaparak, gerçek bir demokratik, laik, hukuk devletinin oluşmasına katkıda bulunurlar. 150
Üst kimlik tartışması ve din kardeşliği
Bir dönem Sayın Baykal ve Sayın Erdoğan ortaya bir üst kimlik tartışması çıkardılar.
Sayın Erdoğan’a göre, üst kimliğimiz Türkiye vatandaşlığıdır, Türkiye mozayiğidir. Sayın Baykal’a göre Türk
Milleti kavramıdır.
Ama gerçek odur ki, en güçlü üst kimliğimiz din kardeşliğimizdir. Vatan ve milletimizin bütünlüğü
tehlikeye düştüğü zaman din kardeşliği birlik ve bütünlüğü bizlere kurtuluş yollarını açmıştır.
Din kardeşliğinin, ne kadar güçlü bir üst kimlik olduğunun, en önemli şahitlerinden birisi ise, o zamanki ismi
150
26.11.2005 / Milli Gazete / Dr. Lütfi Özşahin
131
ile Mustafa Kemal Paşa’dır.
Bakınız M. Kemal Paşa 15 Mayıs 1915 tarihinde komutan iken, Çanakkale’de cereyan eden bir çarpışmada,
bütün üst kimlik tariflerinin üstünde olan din ve imânla birlik ve bütünlüğün en yakın şahidi olarak, BOMBA SIRTI
olayını nasıl anlatıyor:
“Bomba sırtı olayı çok önemli ve dünya harp tarihinde, eşine rastlanması mümkün olmayan bir hâdisedir.
Karşılıklı siperler arasındaki mesafe 8 metre, yani ölüm muhakkak. Birinci siperdekilerin hiçbiri kurtulmamacasına
hepsi düşüyor. Fakat ne kadar imrenilecek bir soğukkanlılık ve bir tevekkül biliyor musunuz? Bomba, şarapnel ve
kurşun yağmuru altında öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor ve en ufak bir çekinme bile göstermiyor.
Sarsılma yok. Okuma bilenler Kur’an-ı Kerim okuyor ve cennete gitmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler ise
kelime-i şehâdet getiriyor ve ezan okuyarak yürüyorlar. Sıcak, cehennem gibi kaynıyor. Yirmi düşmana karşı her
siperde bir nefer süngü ile çarpışıyor. Ölüyor-öldürüyor. İşte bu Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren,
dünyanın hiçbir askerinde bulunmayan tebrike değer bir örnektir. Emin olmalısınız ki, Çanakkale
Muharebelerini kazandıran bu yüksek ruhtur.”
Bilindiği gibi, bu eşsiz destanı yazanlar Türk, Kürt, Çerkez ve daha alt kimlikleri sayılamayacak derecede
çeşitli şehid ve gazilerimizden oluşuyordu. Şimdi kalkmış Sayın Baykal ve Erdoğan bu tarihî gerçekleri âdeta yok
farzederek ihtilafa düşüyorlar. Milletimizi bir kimlik ve kavram karmaşasına sürükleyenlerin içerisinde bulundukları
gafletin derecesini, siz sayın okuyucularımızın takdirlerine bırakıyorum.
Kaderimizde yeni bir savaş yazılmışsa, bu savaşta milletimiz yine ALLAH ALLAH diyerek hücuma
kalkacaktır. Türküz, Çerkeziz, Kürdüz veya mozaik mozaik, diye diye düşmanın üzerine yürümeyecektir.
Din kardeşliğimizin ne kadar güçlü olduğunu gösteren başka bir misal daha verelim:
Birinci Dünya Savaşı’nda yenik düşmüşüz. Sevr muahedesi imzalanmış. Anadolumuzun büyük kısmı işgal
altında. Ordumuz dağıtılmış. İşte böyle bir fetret devresinde, Adıyaman’ın Kâhta ilçesinde, Rahmetli Hacı Bedir
Ağa’nın konağına bir İngiliz kurmay subayı maiyetiyle beraber geliyor. Mekkârelere yüklediği altını ağaya vermek
istiyor ve ona:
- “Biz inceledik, Doğu ve Güneydoğu’nun en güçlü aşîreti ve lideri sizsiniz. Teklifimizi kabul edin ve
Doğu Anadolu toprakları üzerinde bir Kürt devleti kurun. Size, ilaveten istediğiniz kadar para, silah ve
takviye asker gönderelim. Teklifinde bulunuyor.
Hacı Bedir Ağa’nın cevabı özetle şöyledir:
- “Bu mösyöye söyleyin. Parasını alsın defolsun gitsin. Bizim dinimizde kavmiyetçilik (yani ırkçılık)
yoktur. Biz Türklerle bu vatan ve bu devlet uğrunda birlikte çarpıştık, birlikte şehid verdik, birlikte gazi
olduk. Yarın Allah’ın huzurunda ben alnımı kara çıkartmam, teklifinizi red ediyorum” diyor.
Görüldüğü gibi, Osmanlı devletinin teslim olduğu, ordumuzun dağıtıldığı ve henüz İstiklâl Savaşımızın da
başlamadığı bir fetret devresinde bile, Doğu Anadolu’muzun liderleri etnik ayrılıklara ve tahriklere asla değer
vermeyerek dinimizin birleştirici ve kardeşlikleri pekiştirici gücüyle, birlik ve bütünlüğümüzün
sağlanmasında başarılı görevler yapmışlardır.
Siyonist ve Evangelist ittifakının meydana getirdiği durumla örtüşen Dick Cheney’in gazetelerde yayınlanan
beyanatı, başlatılmış olan yeni haçlı savaşının, aynı zamanda ülkemize de yönelik olduğunu göstermektedir.
Zira Güneydoğumuzda cereyan eden hadiselerin, körün attığı taş gibi tesadüfî olmadığını anlamak için, artık
delile hacet kalmamıştır. Devletimizin tamamen gücünü kaybettiği bir dönemde, bölücüler ve etnik tahrikçiler, hiçbir
netice alamazken, gerek PKK terörünün ve gerekse, Güneydoğumuzda dışarıdan başlatıldığı görülen son günlerde
yeniden nüksetmeye başlamış olması düşündürücüdür.
Bu durumda yapılacak iş Bomba Sırtı destanında şahlanan birlik ve beraberlik ruhunu yeniden harekete
geçirilmesinden ibarettir.
132
KUTSAL DEVLET Mİ, SOSYAL DEVLET Mİ?
Her şeyin mutlak yaratıcısı ve Rabbı olan Cenabı Hak; gezegenlerden atom zerrelerine, beyin
hücrelerinden sinir sistemine kadar, bütün alemlerin ve hadiselerin tek ve gerçek hakimidir.
Her konuda en doğru ve değişmez kuralları bilen ve gönderen de Allah’ın kendisidir...
Ancak, imtihan gereği, istedikleri sistemi tercih ve tatbik etmek fırsatını insanlara vermektedir. “Biz,
(zafer ve hakimiyet) dönemlerini insanlar arasında dolaştırıp dururuz” 151 ayeti bu duruma işaret etmektedir.
Ve Hz. Musa’ya iman eden sihirbazların, Firavunun tehdidine karşı “Hükmün ne ise (ve elinden ne gelirse)
yürüt... Zira senin hükmün sadece bu dünya hayatında geçerlidir” 152 ayeti de hakimiyetin, zahirde ve belli bir
sürede insanlara verilebileceğini göstermektedir.
Öyle ise bu anlamda “Hakimiyet Milletindir” sözü yerindedir. “Nasıl olursanız, öyle idare edilirsiniz”
hadisi şerifi de, kendi iradenizle tercih ettiğiniz, istikamet ve gayretinizle liyakat kesbettiğiniz yönetim biçimine
ulaşırsınız, mealindedir.
Sistemleri ilahi ve beşeri diye ayırmak ise münasip değildir. Zira bütün sistemler birer insan olan ilim
adamlarının içtihat ürünü oldukları için, hepsi “beşeri”dir.
Ne var ki, mesela Hanefi fıkhı dayanağı vahiy ve akıl olan bir beşeri sistemdir.
Ama kapitalist sistem, dayanağı nefis ve akıl olan bir beşeri sistemdir.
Devlet ise bir ülkede yaşayan insanların ortak nefsi ve iradesi yerindedir.
Bu nedenle, “millet devlet için değil, devlet millet için vardır” felsefesi güdülmelidir.
Öyle ise, “kutsal devlet” değil, “adil ve sosyal devlet” düşüncesi önemlidir.
Gardiyan devlet yerine, garson devlet prensipleri yürütülmelidir.
Despotik bir Kanun devleti değil, demokratik bir hukuk devleti gerekli ve geçerlidir.
Dünya tarihi boyunca her türlü insan topluluğunda olsun, çeşitli kültür ve inanç olgusunda olsun
mutlaka devlete veya onun fonksiyonunu görecek bir mekanizmaya ihtiyaç duyulmuştur. Devleti oluşturan bu
ihtiyaçları ise üç ana başlıkta toplamak mümkündür.
1-Hukuk ve Adalet: Sınırları belirli aynı coğrafyayı paylaşan topluluğun, temel inanç ve ahlak
anlayışına ve genel ihtiyaçlarına uygun olarak hazırlanmış, yazılı ve yazısız yasa kurallarının belirlenmesi ve
yürütülmesi.
2-Hürriyet ve Emniyet: Dış tehditlere karşı ülkeyi savunmak için ordu, iç güvenliği sağlamak ve
kanunları uygulamak üzere ise polis teşkilatının kurulması ve güçlendirilmesi.
3-Hükümet ve Siyaset: Toplumsal bir uzlaşma ve milletle devlet arasındaki anlaşma metinleri olan
anayasaları ve kanunları yürütmek, iç ve dış sorunları çözecek proje ve stratejileri üretmek, kalkınma ve
refahı artırma hamlelerine girişmek amacıyla sorumlu ve selahiyetli bir idari mekanizmanın belirlenmesi.
Bu üç temel ihtiyaç ne tarım toplumunda, ne sanayi toplumunda ve ne de bilgisayar toplumunda asla
değişmemiştir. Farklı dinlerin farklı kavimlerin ve farklı ideolojilerin oluşturduğu devlet modellerinde de bu üç
ihtiyaç yine değişmeyecektir.
Herhangi bir devletin bu temel ihtiyaçları karşılamak ve asli fonksiyonlarını uygulamak için de iki
önemli kaynağı ve dayanağı vardır.
Birincisi: farklı kabiliyet ve marifetlere sahip nüfus potansiyelini ve insan mozayiğini;
a-Hem ahlaki ve psikolojik yönden,
b-Hem de fiziki ve teknolojik yönden eğitmek, yetiştirmek ve değerlendirmek.
İkincisi de: Çağın ihtiyaçlarına ve standartlarına uygun ekonomik şartları hazırlayacak zirai ve sınai
kalkınmayla ilgili metot ve modelleri geliştirmek, yani maddi ve mali kapasitesini yeterli hale getirmek.
Vatandaşlarının ahlaki değerleri yozlaştırılmış ve sefalete maruz bırakılmış, ekonomik kaynakları da
151
152
Ali İmran: 140
Taha: 72
133
sömürülmeye başlanmış bir devlet, bu üç önemli fonksiyonu yürütemez hale gelir. Artık o devlet, dış güçlerin
gizli sömürgesidir. Hükümetleri, mason locaları ve sermaye patronları belirler. Demokrasi ve seçim ise, gizli
güçlerce tayin edilen yerli sömürge valilerini millete onaylatma hilesidir.
Ordu; Sömürü rejiminin nöbetçileri, polis ise mafya maliyesinin bekçileri konumuna getirilir. Gayri milli
eğitim sistemi, tektip ve demokrat köleler yetiştirir. Modern usullerle öğretilen bazı maddi bilgiler de sadece
bencilliği ve beleşçiliği pekiştirir.
Kendi ülkesinde teknik üniversite bitirmiş, Amerika’da, Avrupa’da uzmanlık eğitiminden geçirilmiş, ama
milli haysiyeti ve ahlaki hususiyetleri körletilmiş insanların ne türlü soygunlara ve soysuzluklara girişebildikleri
herkesçe bilinen bir gerçektir.
Masonik merkezler tarafından empoze edilen mukaddes ve muhalefet edilmez ideolojiler, ilke ve
inkılaplar .. Uydurulan ve topluma dayatılan yeni tanrılar ve tabular sayesinde, korkunç bir sermaye
diktatörlüğü hüküm sürmektedir.
Cahiliye Arapları yaptıkları putları para karşılığı sattıkları ve hatta acıkınca hamurdan yaptıkları bu
putları yiyip yuttukları gibi, günümüz müşrikleri ve münafıkları da, her türlü haksızlık ve ahlaksızlıklarını
putlarının heykeline ve hatırasına sığınarak yürütmektedir.
Milli ve yerli düşüncenin, yeniden özgüven ve özgürlük ortamını gerçekleştirmek gayesi ve gayretiyle;
1-Önce ahlak ve maneviyat,
2-Sonra mutlaka sanayi teknoloji ve yaygın kalkınma
diyerek yola çıkması işte bu yüzdendir ve milli (imani ve insani) değerleri yeniden diriltmek ve devletin
dengelerini düzeltmek içindir.
Sömürge çiftliğindeki demokrat kölelerinin uyanmasından ve rantiye hortumlarının koparılmasından
endişe eden sermaye baronları ve bunların kahyası olan yazarlar, yorumcular, bürokratlar, din istismarcıları,
devletine ihanet eden siyasi satılıklar, bazı sivil ve askeri kiralıklar, bu şerefli direniş ve diriliş hareketini ve
onun liderini sindirmek ve tesirsiz hale getirmek için her türlü hileyi ve hıyaneti denerler...
Ama çetin ve çetrefilli bir mücadele sonucu yenilir ve devrilirler.
Çünkü imani ve ahlaki hüviyetini ve insani haysiyetini henüz tamamen yitirmemiş olan her sınıf ve
seviyeden halk tabakaları, adım adım bu kurtuluş hareketine katılır ve kenetleşirler.
Sade vatandaşından seçkin aydınına, sivil memurundan asker komutanına, emekli ve köylüsünden iş
adamına ve öğrenci kesiminden ilim erbabına kadar herkes, bu asil ve adil çağrıya er-geç kulak verir,
kabullenir, silkinir ve dirilirler.
O zaman devlet yeniden devlet olur, hükümet mahkumiyetten kurtulur. Yeni bir dünya ve yeni bir
medeniyet kurulur.
Ama ne var ki, elbette zahmetsiz rahmet, külfetsiz nimet, feragatsiz fazilet, imansız ve ibadetsiz
cennet olmayacağı gibi, gayretsiz ganimet, hizmetsiz hürriyet ve siyasetsiz de hükümet asla olmayacaktır.
Bu bakımdan toplumun ve özellikle şuurlu ve sorumlu bir grubun, huzur ve emniyete kavuşmak ve
insanları refah ve selamete ulaştırmak üzere mutlaka bir bedel ödemesi ve çok ciddi bir gayret göstermesi
kaçınılmazdır.
İslâmcı diye partileri dışlanan... İrticacı diye şirketleri suçlanan... Çağdışı diye mektepleri kapatılmaya
çalışılan bir toplum!..
Sokak soytarılarının bikinisine karışılmadığı halde karısının kızının başörtüsüne el uzatılan .. Papazın
pelerinine, hahamın fötürüne ve smokinine selam çakıldığı halde dedesinin sarığına, hocasının cübbesine
kem gözle bakılan bir toplum!
Mason locaları ve fuhuş yuvaları kollanırken edep ve irfan ocakları yasaklanan .. Hıyanet merkezi
yabancı okullar çoğalırken Kuran kursları kapatılan bir toplum!
Ve sonunda, nice yıldır bütün devlet imkanlarının bir avuç dönmeye ve mason dürzüye peşkeş
çekildiğini .. Alın terinin ve emeğinin sömürülerek kanının emildiğini .. Temel insan hak ve hürriyetlerinin gasb
edildiğini... Ve özetle “hem sırtına binildiğini hem namusunun kirletildiğini” fark edip uyanan bir toplum...
134
Şayet dirayetli ve ferasetli bir lidere sahipse, meşru zeminlerden yürüyerek mutlu neticeye ve milli hükümete
yönelecek ve bir sandık ihtilaliyle yönetimi ele geçirecektir.
Böyle bir lidere ve organizeye sahip olmayan ezilmiş ve ezildiğini fark etmiş topluluklar ise, içlerinde
biriken kin ve nefreti intikam ateşiyle isyana dönüştürecek, çok kan dökülecek, her şey tahrip edilecek, ama
sonunda yine dikta rejimleri ve vatan hainleri mutlaka def edilecektir.
Öyle ise, sabır taşı çatlama noktasına varmış müslüman ve mazlum bir toplumun, mağdur ve mahkum
bir grubun, böylesine olumlu ve onurlu bir lidere, şuurlu ve huzurlu bir harekete sahip bulunması, hem
ezilenler hem de zulmedenler açısından büyük bir şans kabul edilmeli ve kıymeti bilinmelidir. Tutundukları
dalı kesmeye ve içinde bulundukları gemiyi delmeye kimse yeltenmemelidir!
Siyaset bilimciler tarafından akılcı, kalıcı ve kucaklayıcı bir iktidarı kurmak ve korumak için üç önemli
unsur öngörülmektedir:
1-Otorite: İç ve dış güvenliği sağlayacak, caydırıcılık özelliği olan bir ordu ve polis gücüne sahip
olmak elzemdir.
2-Organize: İş çevrelerinden bürokrasiye, medyadan maarife kadar her sahada emin ve ehil
elemanları ve ekipmanları oluşturmak ve kadrolaştırmak ta elbette gereklidir.
3-Ortak İrade: Hükümetle halkın aynı inanç ve idealler etrafında anlaşıp kaynaşması da iktidarını
devamlı kılmak için kaçınılmaz bir ilkedir.
Halkının huzur ve hürriyetini sağlayacak, ekonomik, demokratik, sosyolojik ve psikolojik tedbirleri
alamayan hükümetlerin ve bunların dayandıkları rejimlerin, sonunda yozlaşıp yıkılacağı ve sadece asker ve
polis gücüyle iktidarların devamlı kılınamayacağı bir gerçektir.
Halkı demokratik köleler durumundan çıkarmak ve gerçekte “mason diktatörlüğü” olan bugünkü zulüm
ve sömürü rejimlerinden kurtarmak ve toplumu hürriyet kılıflı esaretten uzaklaştırıp gerçek insanlık onuruna
kavuşturmak için de yukarıda saydığımız bu üç unsur mutlaka ele geçirilmelidir.
Yani önce “ordu” meselesi halledilmeli, Milli şuuru benimseyen vatanperver generaller disiplinize
edilmelidir.
Sonra basından bürokrasiye, iş çevrelerinden siyasetçilere kadar etkili ve yetkili kesimlerden size bağlı
ve de bağımlı birimler hazır hale getirilmelidir.
Bunlar da yetmez. Halkın çoğunluğunun da sizi
haklı görecek, güvenecek ve destekleyecek bir
konuma gelmesi gerekir.
Türkiye'mizde Milli hareketin, ilk iki unsuru, yani “otorite ve organize” meselesini hallettiklerini, uzun
yıllar özenle ve özveriyle bu konularda önemli mesafeler katettiklerini biliyoruz.
Ancak, demek ki, halkımızın da bu köle rejiminin, sağcı ve solcu aktörlerin ve asıl perde arkasındaki
siyonist rejisörlerin gerçek yüzünü görmesi için, biraz daha sıkıntı çekmesi ve iyice nefret etmesi
gerekiyordu. Zira “(işsizlik, fakirlik, geçim sıkıntısı ve çaresizlik gibi) yoksulluklar ve (anarşi ve ahlaksızlık
gibi) sıkıntılarla iyice sarsılmadan ve gaflet içindeki inananların Allah’ın yardımı ne zaman gelecek? İslâm’ın
adalet düzenine ne zaman geçilecek?” diye yalvarmadıkça batıldan hakka dönmeleri kolay olmuyordu. Ve
işte mevcut düzenin ve mason yöneticilerin hainliğini ve dengesizliğini görüp hakka yöneldikten sonra da
Allah’ın nusreti yakında tecelli edecek ve Milli şuur iktidara yürüyecektir.
İşte bu hikmetin gereği olarak batıl kafalı ve batı uşağı partilerin bir müddet daha hükümette kalması
ve halkın da rejimin rezaletini ve sefaletini iyice tatması takdir ediliyor, böylece despotik düzen tamamen
iflasa sürükleniyor ve sonunda Rahmani düşüncelere kapı açılıyordu...
Ve şimdi artık adım adım mehdiyet medeniyetine doğru yol alınmaktadır.
Ve unutulmasın ki karanlığın en koyu olduğu zaman sabaha en yakın olduğu zamandır.
Ve tabi sular iyice bulanmadan durulmayacaktır.
Yani, Rahmani güçlerle şeytani güçlerin kapışması kaçınılmazdır. Ve tarihi hesaplaşma yakındır.
Evet, belki Amerika’nın elinde her birisi milyarlarca dolarlık dev uçak gemileri vardır. Ama birilerinin
elinde bin kilometrede hedefinden ancak bir iki metre sapan ve düşman radarlarına yakalanmayan ve
135
sadece bir milyon dolara mal olan “güdümlü füze”lerden bulunursa, Amerika tek bir uçak gemisini yerinden
kaldıramayacaktır!?
Ve, yakında tağutların taşlandığına şahit olacaksınız!..
Tabuların parçalandığı bayramlar yaşayacaksınız!
Umutların nasılda böylesine canlandığına şaşacaksınız ..!
Bizim inancımızın onların Tanrılarından üstün ve güçlü olduğunu yakinen anlayacaksınız ..!
Barış ve bereket medeniyetimizin, onların zulüm düzenlerini bir kağıt gibi nasıl yırttığına ve tarihin
çöplüğüne
attığına
hayran
kalacak
ve
yeryüzünde
hükümran
olacaksınız
..!
Daha
şimdiden
heyecanlanıyorum ve mutluluktan uçuyorum !.. Sakın beni edebiyat yapmakla ve hayalperest olmakla
suçlamayın!
Aman dikkatli olun ve Allah’a karşı edepli bulunun... Zira biz hayal görmüyoruz, sadece Kuran’ın
müjdesini haykırıyoruz!
Kehanette bulunmuyoruz, sadece kainatın efendisinin sözlerini aktarıyoruz ve sadece inanıyoruz,
güveniyoruz ve bekliyoruz.
“Eğer siz gökleri gezip, dünyanın üzerinde duran ışıklı çadırları görebilseydiniz!...
Ve o çadırların gizemli ve görkemli hayatına girebilseydiniz!
O zaman Kaderin “Küllü şey’in kadir’e bağlı olduğunu bilir, atom başlıklı füzeleri kuvvet ve kıyamet
sebebi görmezdiniz!..
Ve eğer “boşluk” olduğunu zannettiğiniz o sırlı ve gizemli göklerin dünyadaki “gizli iktidarı”nı
sezebilseydiniz. Kainatın o eşsiz mimarına titreyerek secde eder ve kendinizden geçerdiniz!” *
Ve o ezeli takdir programının, mehdiyet asrıyla ilgili taksimatını Kuran dürbünüyle gönül ekranında
okuyabilseydiniz, şeytanın en azim saltanatı olan siyonizmin yıkılışını ve Rahmanın en kamil hakimiyetinin
temellerinin atılışını fark ederdiniz ..! Evet, kan, zulüm ve gözyaşı üzerine kurulan, mazlumların alın terini ve
emeğini sömürerek kuduran siyonizmin ve İsrail güdümündeki Amerika ve Avrupa ülkelerindeki zalim
yönetimlerin “cezaen vifaka- suçlarına muvafık ve münasip ceza” olarak, artık mutlu sona yaklaşan Hak-Batıl
mücadelesinde yenilip dağılmaları ve kendi akıttıkları masum kanlar içerisinde boğulmaları kaçınılmazdır.
Zira, kan üzerine kurulan, sonunda kanla yıkılacaktır!.
Elbette Filistinlinin ahu figanı, Kosovalının acı feryadı, Boşnakların çaresiz duaları ve Afrikalının açlık
çığlıkları ve Iraklı mazlumların göz yaşları Yahudi siyonistlerin ve Hıristiyan emperyalistlerin
sonunu
hazırlayacak ve “Aziz-ün züntikam” olan Allah c.c. mazlumların intikamını zalimlerden mutlaka alacaktır. Ve
mutlak hükümdarın yeryüzündeki halifesi olan mü’min insanın eliyle, insi şeytanların şatosu yıkılacak ve
masonluğun soysuz ve sorumsuz saltanatı parçalanmış olacaktır!
Haksızlık ve ahlaksızlık düzenlerinin yıkılacağını sezen bazı kesimlerin “Laiklik, demokrasi, çağdaşlık
elden gidiyor!” zırvalarına da kulak asmamalıdır.
Çünkü, bunlar Laiklik diye din düşmanlığı, çağdaşlık diye sosyete soytarılığı, demokrasi diye
“sahtekarlık saltanatı” yapmaktadır.
Evet, gerçekte mason diktatörlüğü olan “güdümlü ve göstermelik demokrasi”lerin, gözden kaçan çok
önemli bir özelliği daha vardır: Bu sistemin çarkları öylesine ayarlanmıştır ki, çeşitli eleme ve denemelerden
sonra, insanların en adisini ve en kahpesini seçip, en üste çıkarır. İyi ve istikametli kimseler ise, devamlı altta
kalmaktadır.
Milli devlet düzenleri ise, kendi asil ve adil yapısı nedeniyle, insanları öylesine eğitir ve eler ki,
sonunda en layık ve sadık olanlar en üste çıkar. Kötüler ve kalleşler ise hep alta düşer!..
Buna rağmen, bazı istisnai durumlara da rastlanmakta, mesela birkaç asırda bir, batı tipi demokratik
sistem içindeki “çarpıtıcı ve çürüğe çıkartıcı” çarklardan, sağlam kalarak geçebilen ve kendi asaletini
yitirmeden devletin en üst makamlarına çıkabilen çok yüksek karakterli ve deha çapında kabiliyetli ender
şahsiyetlere de rastlanmaktadır.
Normalde ise, eğer masonik merkezli demokrasilerde, insanların ayarını ve değerini öğrenmek
136
istiyorsanız, onların işgal ettikleri makam ve mevkiye dikkat etmeniz kafidir. Yani, ister siyaset ve bürokraside
olsun, ister sanat ve şöhrette olsun, ister ticaret ve servette olsun, etiketleri; yani “masonluk dereceleri” ne
kadar yüksek ise, gerçek tiyniyetleri de o denli alçaktır! “İstisnalar kaideyi bozmaz. Hüküm ekseriyete göre
verilir” ölçüsü unutulmadan, siyaset, sanat, ticaret ve memuriyet hayatında bozulmadan sağlam kalabilmiş
insanlarımız elbette bu genellemenin dışındadır.
Bakınız, ağzı ve ahlakı bozuk birileri, basit ve bayağı bir Bilderberg ajanı iken, şayet koca bir ülkeye
sadrazam yapılıyor, ama o makamda talan ve tahribattan başka bir işe yaramıyorsa!..
Hakikat nizamında, cuma kayyumu (cami bakıcısı) bile olamayacak bazı kart masonlar, bir ülkenin en
yüksek yerlerinde oturuyorsa!?..
Birileri İstanbul belediyesine şoför bile olamazken, maalesef üniversitelere rektör yapılıyorsa!?..
En sulu soytarılar sanatçı diye alkışlanıyor ve sanat adına dini ve ahlaki değerler dejenere ediliyorsa !..
En sahte solcular ve bazı donkişotlar, Sosyal demokrat geçiniyor ve “İslâm geliyor!..” diye tepiniyorsa..
İşte orada demokrasi yerine despotizm var demektir!..
İşte orada çağdaşlaşma değil çamurlaşma var demektir!..
Orada batılılaşma yerine barbarlaşma var demektir!..
Ama çok şükür ki şimdi demokrasi barbarlarıyla din baronlarının ortaklaşa yürüttükleri sömürü
sisteminin temelleri çökmeğe başlamış ve Milli cephenin güçlenmesi, şeytanları iyice telaşlandırmıştır.
Ve tarihi hesaplaşma başlamıştır!
137
KEMALİZM’İN İTTİHAT TERAKKİ’YE DÖNÜŞTÜRÜLMESİ
VE
İSMET İNÖNÜ’NÜN DEJENERASYON SÜRECİ
Kemalizm’in yozlaştırılması ve Sabataist saltanatının İttihat ve Terakki benzeri hortlatılmasının,
Atatürkçülük şeklinde yaldızlanması, cumhuriyetin en büyük arızasıdır.
Tayip Yelen, “Gizlenen Rejim: Kemalizm” kitabında çok önemli tespit ve tahlillerde
bulunmaktadır:
“Cumhuriyet Devriminin dinle ilgili müspet tutumu M. K. Atatürk’ün şu sözleriyle özetleniyordu.
“Din, bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz.
Düşünüşe ve düşünceye karşı değiliz. Biz sadece din işlerini, millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya
çalışıyor, kasıt ve fiile dayanan tutucu hareketlerden sakınıyoruz. Ancak gericilere asla fırsat
vermeyeceğiz.”
Bu cephede karşıdevrim; İsmet İnönü’nün bilgisi dahilinde 1939’da başlatılan Atatürk’ü
karalama kampanyasına paralel olarak CHP’nin “din düşmanı değil, İslam’ın hamisi rolüyle; halkımızı
kandırma ve İslam’ı yozlaştırma arzusu ile başlar. İnönü’nün İlahiyat Fakültesi ve İmam Hatip Okulları
açması ve dini siyasi bir araç olarak kullanmaya başlaması ile dini istismar kapısı açılmıştır.
İnönü döneminde Atatürk karşıtları o kadar güçlenirler ki, İsmet İnönü’nün desteği ve isteği
doğrultusunda CHP Kurultaylarında ‘Kemalizm’ deyimlerinin tüzükten çıkarılmasını isterler. 1953
Kurultayında Kemalizm, CHP programından çıkarılmış yerine “Atatürk yolu” diye bir kavram
getirilmiştir. Bu kavram zamanla ‘Atatürkçülük, Atatürkçü Düşünce’ olarak toplumdaki yerini almıştır.
Kemalizm’in ilkelerini korumak üzere oluşturulan Atatürkçü düşünce, maalesef İsmet İnönü dönemi
laikliğini korumak gibi bir misyon üstlenmiştir. Gerçek Kemalizm’i savunanlar tasfiye edilmiştir. Oysa
Kemalizm; devrimci rejim olarak sürekli geliştirilip uygulanması gerekirken, tam aksine durağan ve
statükocu olan Atatürkçü düşünce; Kemalizm’i gizlemek ve toplumun sadece bir kesiminin yönetim
talebini gerçekleştirmek için kullanılmıştır.
Emperyalizmin Atatürk’ü tasfiye programına paralel olarak; Kemalizm’e karşı olanlar, Atatürkçü
kimliği ile ortaya çıkmış ve bazı derneklerin yönetimlerine girmişlerdir. Bazı Atatürkçü demokratik
kitle örgütleri yöneticilerinin 1998’den sonraki temel misyonu; emperyalizmin Kemalizm’i yok etme
uygulamasını arttırdığı son dönemlerde, Kuvay-ı Milliyeci bir direnmenin başlamasını önlemek
olmuştur. Kontrol altındaki hükümetler, Kemalist kurumları tek tek yasalarla sonlandırırken, bu
örgütlerin sadece merkez yöneticileri cılız tepkiler koymuşlar, örgütlerinin Kuvay-ı Milliye ruhu ile
yasal direnme haklarını kullanma isteklerini engellemişlerdir.
1953 Kurultayının karşı devrimci tohumları daha öncelerden atılmış 7. Büyük Kurultay’da
yeşertilmiştir.
1945 sonrasında ABD isteği doğrultusunda girişilen sandıklı demokrasi yarışı Kemalizm’den
ödün verme yarışına dönüştü ve kurumlaştı. Milli eğitime İslamı yozlaştırıcı ve özünden uzaklaştırıcı
din dersleri sokuldu, Köy Enstitüleri kuruluş amacının dışına çıkarıldı, Kontrolsüz ve kalitesiz Kuran
kursları bu süreçte yaygınlaştırıldı.
Bütün bunları artık İsmet İnönü’nün Cumhuriyet Halk Partisi olan CHP ve parti örgütü yaptı.
CHP, Ticani tarikatıyla işbirliği yapmaya bile başladı. İstismarcı tarikatlarla, siyasilerin işbirliği
yapması ve bu cephedeki karşıdevrimin meşru itibar kazanması, İnönü CHP’sinin siyasi mirasıdır.
Demokrat Parti, bu kurumu 1950 yılından sonra devralmıştır. Çünkü Celal Bayar’ın, 1950 seçimlerinde
Bursa’da yaptığı laiklik ilkesini öven konuşmasını, İsmet İnönü ve CHP, şeriatçı dergi Sebilürreşad
vasıtasıyla istismar etmiş, DP aleyhine seçim malzemesi olarak kullanmıştır.153
153
Bkz: Metin Aydoğan – “Yeni Dünya Düzeni, Kemalizm ve Türkiye” – Umay Yay. C.2 sh.818
138
1950’den sonra, dini siyasette kullanmayı parti politikası haline getiren Demokrat Parti’nin aşırılığı
karşısında CHP, Türk Ordusunu da yanına alarak yeniden laiklik savunuculuğuna soyunmuştur. Ancak
Cumhuriyet Halk Partisi’nin dayattığı laiklik, sadece Fransa’nın uyguladığı laikliktir. Oysa Siyonist Graham E.
Fuller’e göre bile Fransız laiklik modeli; dini hepten reddeden, gericiliğin simgesi olarak gören ve dinin yerine,
sözde bilimsel akıl diye Darwinist düşünceyi koymayı hedefleyen bir devrimin mahsulüdür. 154
1938 öncesi, gerici kalkışmalarla yürütülen o zorlu mücadele yıllarında dahi laiklik, bu yaklaşımla
uygulanmıyordu. Bir taraftan devlet ve din işleri, birbirlerinden ayrı uygulama alışkanlığı yaratılırken diğer
taraftan da din kurumu; yobazların, din istismarcılarının egemenliğinden kurtarılıyordu. Özellikle İslam dinini,
din cübbesi giymiş bazı, inanç sömürücülerinden korumak için Kemalist-laik anlayış kurumlaştırılıyordu.
Eğitilmiş şuurlu Müslümanlardan oluşan imam hatip kadrosuyla, istismarcıların Müslümanlar üzerindeki
egemenliğine ve sömürüsüne son veriliyordu.
Devlet, herkesin dinini doğru öğrenme hakkını eksiksiz kullanabilmesi, herkesin inancını ve ibadetini
Özgür ortamda doğru gerçekleştirebilmesi için tedbirler almakla yükümlü tutuluyordu.
Kemalizm’in özlü uygulama yasası olan Medeni Kanun 4 Ekim 1926’da yürürlüğe konuldu. Bu
kanun yurttaşların yaşamlarını gerçek laiklik ilkesine göre düzenlemesini amaçlıyordu. Bu bir bakıma
İslam dininin Osmanlıdaki uygulanışının sonucunu da yansıtıyordu.
Kanunun 266. maddesi “Çocuğun dini terbiyesini tayin ana ve babaya aittir. (...) reşit (yetişkin),
dinini seçmekte hürdür.” hükmü ile her türlü din baskısını, dolayısıyla dini, iç sömürü aracı olarak
kullanmayı engelliyordu. Kemalizm’in laiklik anlayışı, Kuran’ın ön gördüğü eleştirel aklın kullanılması
ortamını da hazırlıyordu. İslam dininin öngördüğü aklın kullanılması prensibinin inkâr edilmesiyle dini
kurallar dogmaya dönüşüyordu.
1938’den sonra Cumhuriyet Halk Partisi, Kemalizm’in ilkelerinden laiklik ilkesini de değiştirerek
kendisine göre tanımlıyordu. Osmanlının çöküşünü hazırlayan Sabataist ve reformist kafalar yeniden
iktidara gelmiş, özellikle Fransız toplum düzeninin etkisiyle Siyonist laiklik kurumsallaştırılıyordu.
Oluşan yeni yönetici seçkinlerin ve masonik mahfillerin girişimiyle halkın dinsel inançlarını kamusal
alanda ifade etmeleri bile kesin olarak yasaklanıyordu.
Uygulamaya konulan bu yasak; işbirlikçi tarikatların, yobazların ve din istismarcılarının birleşip,
bu yasağa karşı güçlü bir cephe oluşmasına neden oldu. Bu tepki, İslam’ın marjinalleşmesini
doğurdu. Artık devlet için İslam ve dindarlık, gelenekçi ve taklitçiliğin gericiliği ile özdeşleştirilen bir
kurum olarak algılanıyordu.
Devlet; camilerin inşasına, camilerin kimler tarafından nasıl yönetileceğine, cuma günleri bütün
camilerde devlet tarafından hazırlanmış yazılı metinlerin cuma hutbesi olarak okunmasına varıncaya kadar
baskıcı bir uygulama ile kitlelerin laiklik karşıtı tutum almasına neden oluyordu. Pek çok cumhuriyet aydınıyla
birlikte ordumuz da bu değişikliği ya fark edemedi veya toplumda oluşan doğal tepkiye karşı, ordunun haklı
korumacılık eylemleri de, toplumun kendi ordusuna karşı kırgınlıkların oluşmasına yol açıyordu.
Basmakalıpçı ve istismarcı Atatürkçü seçkinler, Avrupa ile kurduğu bağlarına kendilerini o kadar
kaptırdılar ki, Cumhuriyet Devrimi’nin geleneksel Türk ve İslam kültür değerlerini yok saymaya başladılar ve
böylece de, bunların nüfusumuzun çoğunluğunu oluşturan Anadolu halkıyla yolları ayrıldı.
Kemalist laiklik yerine Fransa tipi laiklikle ve “Halka rağmen halk için” tezi ile kitleleri baskı altına alan
İsmet İnönü’nün Cumhuriyet Halk Partisi, emperyalistlerin daha rahat işbirlikçi yaratmak için dayattıkları
sandık demokrasisinde; bu sefer ezdiği halkın oyuna muhtaç olunca, karşı devrim eylemlerine ortam
hazırlamaktan ve destek vermekten sakınmadı.
CHP’nin 17 Kasım - 4 Aralık 1947’de Ankara’da toplanan 7. Büyük Kurultayında; Türkiye’nin kapıları
hem daha çok emperyalizme açılıyor, hem devrimlerden ödün veriliyor ve hem de ilk defa delegelerden
bazıları açıkça devrimlere karşı çıkıyordu. Hamdullah Suphi Tanrıöver türbelerin yeniden açılmasını isterken,
154
Graham E. Fuller / Radikal / 24.08.2004
139
Ali Veziroğlu Devletçiliği yeriyor, CHP liberal kapitalist bir ekonomi politikanın hukuki şartlarını hazırlamayı
kurultay kararları ile gerçekleştiriyordu.155
Bu kurultayın en önemli özelliklerinden biri de laiklik ilkesinden taviz verilmesinin gündeme gelmesidir.
Milli Şef egemenliğinin sürdüğü CHP’de, Milli Şef’in bilgisi dışında hiç kimsenin konuşmasının mümkün
olmadığı bir ortamda, delegeler adeta Kemalizm ve Cumhuriyet düzenine saldırabiliyor, bazı konularda
kurultay kararı aldırabiliyordu.
Atatürk karşıtlığı talebinin adresini, Sabataist Ahmet Emin Yalman 12 Şubat 1949 tarihli Vatan
Gazetesinde övünerek vermekte sakınca görmüyordu: “Askeri ıslahat ve talim terbiye sahalarında
yeni kabine tarafından tutulan yollar, Amerikan askeri heyetlerini son derece memnun etmiş ve her
türlü tereddütleri ve kötümserlikleri ortadan kaldırmıştır.”
Tahsin Banguoğlu başkanlığında oluşturulan CHP komisyonu 15 Şubat 1948 günlü
toplantısında ilkokulların son sınıflarında isteğe bağlı din dersleri konulmasını kararlaştırarak, hem
İslam’ın içini boşaltıyor, hem de istismar dönemini başlatıyordu.
Tarihi bir belge olduğu için CHP’nin yayın organı Ulus Gazetesi’nin 20 Şubat 1948 günlü
sayısında CHP Meclis Grubu Başkan Vekilliği’nin bildirisini dikkatle okumakta büyük fayda vardır:
“CHP meclis gurubu başkan vekilliğinden:
CHP Meclis Grubu Genel Kurulu bugün (19.2.1948) saat 15’de Sivas Milletvekili Şemsettin
Günaltay Başkanlığında toplandı.
1-Dini öğretim kurumlarını incelemek üzere Grup Genel Kurulunca teşkili kararlaştırılan
komisyon raporu okundu.
Komisyon raporu ile teklif edilen konular hakkında söz alan hatipler genel konuşmalarda
bulunduktan sonra fikirlerin belirginleşmesi ve karşılıklı görüş ve kanaatlerin dağıtılmaması için
rapordaki üç konunun (Din dersleri, İmam-Hatip Okulları ve İlahiyat Fakültesi) ayrı ayrı görüşülerek
karara bağlanması; başkanlıkça oya sunularak çoğunlukla kabul edildi. Bunun üzerine ilkokullarda
din bilgisi verilmesine dair olan komisyon raporunun birinci kısmı üzerinde muhtelif hatipler geniş
mülahazalar ileri sürdüler. Kürsüye gelen Milli Eğitim Bakanı (Reşat Şemsettin Sier), bu hususta
etraflı açıklamalarda bulundu ve soruları cevaplandırdı.”156
Oy uğruna dini siyasallaştırma adımını atan CHP, bir adım daha ileriye giderek Türk Devrimi’nin
kurumlarını bugün olduğu gibi yasa çıkararak ortadan kaldırma gayretine giriyordu. Prof. Dr. Çetin
Yetkin’in tespitine göre 1 Mart 1950’de TBMM “Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve
Türbedarlıklarla Birtakım Unvanların Men-i ve İlgasına Dair olan 677 Sayılı Kanunun 1. Maddesine Bir
Fıkra Eklenmesine Dair Kanun” kabul edilerek türbelerin yeniden açılması, yeniden türbedarlıklar
kurulması yasa ile gerçekleştiriliyordu. 157
Sandık demokrasisi ile Anadolu halkı, yeni oluşumlar arayışına girerek geleceklerine güvence aradılar.
Bu arayış, kitleleri önce ekonomik olarak bir araya getirdi. Cumhuriyet zenginleri diyebileceğimiz kapitalist
kodamanlarla, sandık demokrasisinin yarattığı cumhuriyet burjuvalarına karşı: Türkiye Cumhuriyeti’ne sadık,
dindar Anadolu esnafından oluşan yeni bir sermaye sınıfı doğdu. Anadolu kaplanları denilen bu grup, hem
Türk hem İslam geleneklerine bağlı kalarak, İnönü Kemalizm’inden liberal kapitalist bir ortamda Türkiye’nin
İslami mirasına sahip çıkan siyasi partilere destek verdiler.
Atatürk’ün laiklik anlayışından farklı olarak yerleşen militan laikliğe karşı; sandık demokrasisinin
yarattığı siyasi tarikat gücü, maalesef emperyalistlerce kullanılarak hem Türkiye Cumhuriyeti’nin sahip
olduğu ulus devletin parçalanma aracı, hem de kırıntıları kalmış devrimleri tasfiye aygıtı olarak kullanılmak
üzere örgütlendi ve desteklendi. Bu haliyle bakıldığında Cumhuriyet sonuç olarak bu cephede kaybetmiş gibi
görünse de, yeniden tam bağımsızlık direnişinde, halkın çoğunluğunu oluşturan Milli ve manevi değerlerine
Çetin Yetkin, “Karşı Devrim”, Otopsi Yayınları, sh; 414
Çetin Yetkin, “Karşı Devrim”, Otopsi Yayınları, sh; 450
157 TBMM TD, Dönem 8, C.XXV-I Toplantı 4, Bileşim 57, 1 Mart 1950, Oturum 1, S. 36
155
156
140
bağlı, inançlı, ahlaklı ve akıllı Müslüman Cumhuriyet evlatları, ulusal gücün en önemli kaynağını
oluşturacaktır.
Atatürk’ün İslam bilgini Abdülbaki Gölpınarlı’ya yazdırtıp İlkokullarda ve Köy okullarında
okutturduğu bu Din Dersi kitaplarında şunlar yazılıydı:
“Allah’a evlerimizde de ibadet edebiliriz. Fakat. Allah, camideki ibadeti daha çok sever. Çünkü
onun faydası daha çoktur. Oradaki büyüklerden din işlerini öğreniriz. Birbirimizi tanırız, severiz.
Birbirimizin halini anlarız. Birbirimize faydamız dokunur. Zaten Müslümanlık, ayrılık dini değil,
topluluk dinidir.”
“İMAN: Müslümanlık, Allah’a ve Müslümanlığı öğreten Peygamberimize inanmaktır. Allah’a ve
Peygambere inanmaya ‘iman’ deriz. Allah; bu kâinatı ve biz kullarını yaratan yüce ‘kudret sahibi’dir.”
“Peygamberlerin sonu ve en büyüğü, insanlara İslam dinini öğreten, İslam imanını bildiren
‘Hazreti Muhammet’dir. İşte bunlara inanan ve gereğini yapan kimseye Müslüman denir.”
“Şu iki söz İslam imanını bildirir: “La ilahe illallah Muhammedün resulullah”, Türkçesi, “Allah
birdir, ondan başka Allah yoktur, Hz. Mumammed de Allah’ın Peygamberidir”, demektir. İşte bu
sözlerin anlamını kabul edenler mü’mindir.
“Müslümanların kutsal kitabı ‘Kur’an’ı Kerim’dir. Allah’ın emirleri bu kitapta yazılıdır. Biz
Kur’an’ı Kerim’e çok hürmet ederiz.”158
İnönü’nün CHP’si, Atatürk’ün “Cumhuriyet Çocuğunun Din Dersi” kitaplarını kaldırıp yerine
“Müslüman Çocuğunun Kitabı” adıyla yeni bir din dersi kitabı yazdırmıştı. Gelgelelim, bu kitap
Atatürk döneminde okutulan Abdülbaki Gölpınarlı’nın yazdığı din dersi kitabının tersine, çocukları
hikâye ve hurafelerin tutsağına dönüştürücü nitelik taşımaktaydı.
CHP’nin 1948’de Atatürk‘ün yazdırdığı din dersi kitaplarını okullardan kaldırarak yerine
koymaya çalıştığı “Müslüman Çocuğunun Kitabı”nda teslimiyetçilik ve taklitçilik egemendi, İslam
şuuru ve akılcılık yoktu. Çünkü Amerika dinsel aydınlanma istemiyor, tersine kendisine bağlı
İslamcıların buyruklarına boyun eğerek Amerika’nın istediği her yere savaş için koşacak ve “Niçin
gidiyorum diye?” sormayacak kuşaklar yetiştirilmesini istiyordu.”
Kurtarıcılar-Devrimciler Çatışması
Kurtuluş Savaşı’nın kazanılması ve ‘Bağımsızlık Beratı’ olarak Batı tarafından tanınmasından sonra;
fiili işgale karşı savaşan ve Atatürk’ün yanında saf tutan kadronun; ekonomik ve kültürel işgalden de
kurtulma konularında direnç göstermeleri ve karşı durmaları üzerine Mustafa Kemal; devrim kurallarının
oluşturulması ve uygulanmasında yapayalnız olduğunu sezdi.
Bu şartlar altında Mustafa Kemal devrimlerin gerçekleştirilmesi aşamasında etrafındaki
Tanzimat aydınlarından hiç birisine güvenemeyeceğini görerek, bir karargâh subayı olan İsmet
İnönü’yü ikna edip devrim bürokrasisinin üstünde değerlendirme yolunu benimsedi. Çünkü İsmet
İnönü, yapılmakta olan devrimleri ve içeriklerini anlayamayan birisiydi. İsmet İnönü’nün hatıralarında
itiraf ettiği gibi “(...) Atatürk aldığı kararlarda beni ikna ederdi; fakat diğerleri korktukları için kabul
ederlerdi” demiştir. Bu beyan açıkça Kemalist Devrimin, halkıyla birlikte gerçekleştirilen tek kişilik bir
devrim olduğunu göstermektedir.
Cumhuriyetin kurucu unsuru olan Osmanlı aydınları, aydınlanma dönemi yaşamamış, ulusal bilincin ve
toplumsal aklın oluşmadığı, tabanı feodal yapılı, tavanı monarşik yapılı olan bir toplumun, ama kısa zamanda
ve en zor şartlarda işgalci ordulara karşı kurtuluş savaşını başarmış bir toplumun aydınlarıydı. Demokrasi
anlamına gelen ‘Halk idaresi, cumhuriyet, tam bağımsızlık, eşitlik, kardeşlik, adalet, kişi hakları, yurttaşlık,
özgürlük, laiklik, halkçılık’ gibi kavramlara pek çoğu yabancıydı. Bu nedenle Cumhuriyetin kurucu aydınları,
başta İsmet İnönü olmak üzere “Türk Devrimi’ni ve sürekli devrim olan Bağımsız Devlet Modeli, Kemalizm’i”
anlayamamış ve içlerine sindirememişlerdir.
(Bkz: Muallim Abdülbaki, “Cumhuriyet Çocuğunun Din Dersleri, Atatürk Dönemi Ders Kitabı” Maarif Vekaleti Talim ve
Terbiye Dairesi’nin 88 Numaralı karar ile ilk mekteplere ve Köy mekteplerine kabul edilmiştir. Kaynak yay.)
158
141
Atatürk’ün Söylev‘inden, hatıralardan ve İnönü-Atatürk çatışmalarından anlaşılacağı gibi,
Kurtuluş Savaşı’nın komutanları, sonradan kurtuluşun önderi ve mimarı Mustafa Kemal’e ters
düşerek devrimlere karşı tavır alırken, bunlardan bazıları devrimler konusunda sadece ikna edilmişler
ama devrimleri özümsememişlerdi. Toplumumuza yerleşen düşünme ve fikir üretme tembelliğine
uygun olarak, kurtuluşta kendilerine önder ve komutan olmuş Mustafa Kemal’e kayıtsız şartsız bağlı
olanların destekleri ile devrimler birinci ve ikinci meclis dönemlerinde çok zor şartlar altında
yasalaşarak uygulanabilmiştir.
Kemalist Devrim’in gizlenmek istenen ve emperyalist güçleri ve işbirlikçileri ürküten en belirgin
özelliği; insanlık tarihinde ilk defa halkın egemenliğine dayanan, halkın sınıflara ayrılmadan tümünün
eşitlik, kardeşlik ve adalet içerisinde ‘temel hak ve özgürlüklerin’ kullanılabilirliğini sağlamakla
görevli sosyal bir yapılanmanın kurulmasının temel amaç oluşudur. Dr. Vedat Nedim Tor 159 1933
yılında Kemalizm’e direnen liberalizm ve kapitalizm savunucusu o günün aydınlarını bakınız nasıl
suçluyor:
“Batıya doğru çevrilmiş aydınlanma hayatımızın ilk göz ağrısı; liberalizm ve ferdiyetçi hayat
anlayışı olmuştur. Ta Tanzimat’tan beri memleketimize taşınan taklitçi fikir balyalarının, hemen hepsi
bu mektebin ürünleridir.
Adeta Türkiye’de, halkından farklı bir ferdiyetçi aydınlar saltanatı oluşmuştur ve Darülfünun da
sanki bu tip aydınlar yetiştirmek için kurulmuş bir kuluçka makinesidir.
İttihat ve Terakki masonlarının güdümündeki sona yaklaşmış Saltanat Türkiye’sinin toplumsal
ve siyasi şartları içinde, ancak bu şartların devamını sağlayacak bir sömürge ideolojisi yaşayabilirdi.
Buna karşı bazı reaksiyonlar verildi. Fakat, bunların çoğu zamanın şartlarına uyarak bir tür
oportünizme kaçtı ve mistik bir mefkureciliğe saplandı. Halbuki Kemalist Devrim onların ideal olarak
hayal ettiklerini çoktan aşmış ve daha da ileriye giderek önümüze yeni ilkeler sermiştir.”
İşte kurtarıcı ve kurucu olan aydınların çoğunluğu; Kemalizm’in tam bağımsız halk egemenliğine
dayalı, eşitlik, özgürlük ve adalet sağlama işinin ancak demokratik cumhuriyet rejimi içerisinde oluşturulacak
‘Üniter Halkçı (Sosyal) Ulus Devlet Modeli ile: zengin, refahlı Hıristiyan ve Yahudi kültürlü toplumların
“sömürgeci ulus devletlerinden” farklılığını görememişlerdir. Kapitalist Devlet Modeli’ni benimseyerek bu
bağımsız devlet modelini, diğer iki devlet modelinin karması ya da taklidi olarak topluma kabul ettirmek
istemişlerdir. Bu konuda yine Dr. Vedat Nedim Tor, 1933’de Kadro dergisinde “Kemalizm’in Dramı” başlıklı
makalesinde bu acı gerçeğe işaret etmiştir.
“Yeni Türk Devleti; geri teknikli bir yarı sömürge ülkesinin: hem ekonomik, hem politik yeniden
kuruluşunun tarihte ilk örneğidir. Devrimimizin bu özelliğini bazıları kavrayabilmiş değildir. Onu sadece
Avrupalılaşma yani Fransız devriminin doğurduğu devlet tipine ve toplum koşullarına ayak uydurma hareketi
sananlar var. İşte bu anlayış bizi taklitçiliğe götürüyor. Türk devrimine özgü bir ekonomi politikası, Türk
devrimine özgü bir eğitim sistemi, Türk devrimine özgü bir basın cihazı, Türk devrimine özgü bir sanat
anlayışı, Türk devriminin erek ve niteliğine göre bir Türk toplumunu kurma savaşı yerine, bunların Avrupa
örneklerine özenmeye yeltenmeler, bizim en büyük sıkıntımızdır. Oysa Avrupa’dan ancak metot ve teknik
alabiliriz. Fakat sistem, ideoloji ancak bu toplumun kişiliğinden Milli ve manevi değerlerimizden doğabilir. Bir
yarı koloninin özgür ulus olma örneğini tarihe ilk armağan etmiş olan Atatürk Türkiye’si, kendine özgü dünya
görüşünü, yine kendisi yaratmak zorundadır.”
2006 Yılına geldiğimiz günümüzde Dr. Vedat Nedim Tor “Ne kadar haklıymış” değil mi?
Mustafa Kemal hem anlaşılamayan hedeflerini anlatabilmek hem de diğer sistemlerden
farklılığını ortaya koyabilmek için ilkelerini şöyle açıklıyordu.
“Bizim izlemeyi uygun gördüğümüz devletçilik prensibi, bütün üretim ve dağıtım araçlarını
bireylerden alarak milleti büsbütün başka esaslar içinde düzenlemek amacı güden; özel ve ferdi,
159
Kadro Dergisi, Cilt 2, No: 21 Eylül 1933
142
iktisadi girişim ve çabalara yer vermeyen, Sosyalizm ilkesine dayanan Kolektivizm, Komünizm gibi
bir sistem değildir. Bizim izlediğimiz Devletçilik, ferdi çalışma ve çabaları esas tutmakla birlikte,
mümkün olduğu kadar az zaman içinde milleti refaha, ülkeyi bayındırlığa eriştirmek için, milletin
genel ve yüksek menfaatlerinin gerektirdiği işlerde, özellikle iktisadi alanda, devleti fiilen
ilgilendirmektir.”
Bu tanımlama; 1938’e kadar uygulanan Kemalist Devletçiliğe tamamen uymakla birlikte
maalesef bu tarihten sonra Milli Devletçilik, kimlik kaybetmiş ve Devlet Kapitalizm’ine çevrilmiştir.
Kemalizm’in devletçilik ilkesini, Klasik Sosyalizm’le veya Marks’ın, Lenin’in komünist
ideolojisiyle karıştıranlar, ya da maksatlı olarak Kemalizm’i, sosyalist ve komünist çizgide göstermek
isteyenlere cevap olabilecek her şeyi ile donanımlı ‘Bilimsel Kemalizm’ çalışması yapılmamış,
yaptırılmamıştır. Öte yandan pek çok yerli ve yabancı bilim adamının, Kemalizm’in liberalizm ve
kapitalizm kaynaklı karma bir rejim olduğunu kanıtlamaya yönelik, ya da sadece övgü dolu bir
kurtuluş hareketi ve batılılaşma reformu gibi gösterilmesine gerekli her türlü özenin gösterildiği
onlarca çalışma bulmak mümkündür. Oysa M. Kemal Atatürk’ün şu ifadeleri, Kemalizm’in farklılığını
ve insanlık için üçüncü bir yol olduğunu açıkça kanıtlamaktadır:
“Türkiye’nin uyguladığı devletçilik sistemi, on dokuzuncu yüzyıldan beri Sosyalizm kuramcılarının ileri
sürdükleri düşüncelerden alınarak tercüme edilmiş bir sistem değildir. Bu, Türkiye’nin ihtiyaçlarından
doğmuş, Türkiye’ye özgü bir sistemdir. Devletçiliğin bizce anlamı şudur:
Bireylerin özel girişimlerini ve çabalarını esas tutmak, fakat büyük bir milletin bütün ihtiyaçlarını ve
birçok şeylerin yapılmadığını göz önünde tutarak, ülke ihtiyaçlarını devletin eline almak...
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Türk vatanında yüz yıllardan beri ferdi ve özel girişimlerle yapılmamış
olan şeyleri bir an önce yapmak istedi ve kısa bir zamanda yapmayı başardı. Bizim izlediğimiz yol, görüldüğü
gibi, Liberalizm’den başka bir yoldur.” 160
Reformistlerin Egemenliği, Devrimcilerin Tasfiyesi
(İkinci Tanzimatçılar Dönemi)
Dünya emperyalist güçleri, 10 Kasım 1938 günü sabah saat dokuzu beş geçe, bir şekilde
kurtuldukları Mustafa Kemal Atatürk’ten sonra, devrimci Türk toplumunun başında Kurtuluş Savaşı
komutanlarından İsmet İnönü’nün olduğunu gördüler. İsmet İnönü’yü Lozan’dan tanıyorlardı. Kesin
olarak gözlemleri: İnönü’nün devrimci lider özelliklerine sahip olmadığı, ama kolay ikna edilebilir bir
karargâh subayı olduğuydu.
Stratejilerini bu özelliklerine göre ayarladılar. İsmet İnönü; Kemalizm’i anlamamış, yapılanların
devrim olduğunun farkında olmayan reformist bir Tanzimat aydınıydı. Nitekim devrimci Kemalizm
uygulamalarının tamamını, ‘Cumhuriyet Reformları’ olarak görmüştü. Bu özelliğini bizzat kendisi,
1960’lı yıllarda Abdi İpekçi ile yaptığı bir konuşmada söylemiştir. “Demokratik rejime karar verdiğimiz
zaman, büyük otorite ile büyük reformların hemen yapılabileceği dönemin değiştiğini, değişmesi
gerektiğini kabul etmiş oluyorduk.” 161
İsmet İnönü; yapılan bunca temel değişiklikleri Tanzimat gibi, Islahat gibi reform olarak
görmekte ve mevcutlarının yanına yenilerini koymak ya da mevcut sosyal yapılanmaları iyileştirmek
olarak algıladığını açıkça belirtmektedir. Oysa Kemalizm, toplumsal yapılanmanın tümünü, felsefi
açıdan da dahil olmak üzere değiştirmekte, eski sosyal düzeni kaldırıp atmakta, yerine yeni bir düzen,
yeni bir anlayış getirmektedir. Bütün bu değişimleri de yeni bir insan topluluğu yaratarak
gerçekleştirmektedir.
İsmet İnönü’nün devrimleri kavramaktaki zorluğu, işin başındaki tavrından ve tercihinden
bellidir. Çünkü 4 Eylül 1919’da Erzurum’a gelen kurmay Binbaşı Saffet, İsmet Beyden Kazım
Karabekir’e ABD Mandasını savunan 27.08.1335 tarihli mektup getirir. Ondaki devrim-reform
160
161
Prof.Afet İnan, “Devletçilik İlkesi” sh; 15
Metin Aydoğan - ‘Kemalizm ve Türkiye” - Umay Yayınları, C.2, sh;.819
143
karmaşası bu mektuptaki görüşlerinde herhangi bir değişikliğin olmadığının ifadesidir. Bu mektupta
şöyle demektedir: “Bütün memleketi parçalamadan ülkeyi bir Amerikan denetimine bırakmak,
yaşayabilmek için tek uygun çare gibidir.” 162
Kemalizm’de hiç olmaması gereken şey; sürekli, değişmez bir iktidar, değişmez başkanlık ve ‘Milli Şef’
kurumudur. Atatürk’ün 1935 yılında tepki göstererek önlediği “yönetim gücünün kişi elinde toplanması ve
katılımcılıktan vazgeçilmesi” önerisi, 1939 yılında yapılan CHP’nin beşinci kurultayında, İsmet İnönü’nün
kendisi tarafından ‘Milli Şef’ olduğunu ilan ederek uygulamaya koyuldu.
Halkçılık, yani Kemalist demokrasi, seçimleri toplum yönetiminin esası saymaktadır. İsmet İnönü bu
kuralı yıkarak, Toy kurallarına uymayan, milletvekilliği kurumunu “Onaylayıcılar Grubu” haline getirdi. Bu da,
“siyasi partilerin ve parlamentonun, hükümetlerin emrine girmesi” geleneğini başlattı.
İsmet İnönü, Mart 1939’da erken seçime giderek Türk devriminin uygulayıcı kadrosu ve Atatürk’ün
yakın dostu olan kimseleri hem hükümetten hem de Meclisten uzaklaştırarak, Kemalizm’i terk etme kararı
vermiştir.
- Tevfik Rüştü Aras: (1925—1938) 13 yıl İçişleri Bakanlığı yapmış, (1923- 1939) 16 yıl Milletvekilli
olarak seçilmiştir.
- Şükrü Kaya: (1927—1938) 11 yıl İçişleri Bakanlığı yapmış, (1923—1939) 16 yıl Milletvekili seçilmiştir.
- Kılıç Ali (Asaf Kılıç): (1920—1939) 19 yıl Milletvekili seçilmiştir.
Böylesi kadroları ülke yönetiminin dışına atarak bunların yerine Mustafa Kemal karşıtlarını meclise alıp
hükümette görev vererek, birlikte Cumhuriyeti hedefinden saptırmak istemiştir. Partiyi etkisizleştirip
yetkisizleştirmiştir. Kurduğu siyaset kurumu “Lider sultalı, zayıf parti örgütlü ve Sabataist güdümlü” bir
şekildedir. Milletvekili olacakları ve hükümeti seçme yetkisi doğrudan kendi elindedir. Bu da Cumhuriyetin
Siyasi Halkçılık ilkesine aykırı, faşist yönetimlerin siyasi yöntemidir.
Devrimin başında görev verilmeyen ve asla görev verilmemesi gereken bu kadro: Ali Fuat Cebesoy,
Rafet Bele, Hüseyin Cahit Yalçın, Kazım Karabekir, İzmir suikastından hükümlü Rauf Orbay, Adnan Adıvar’
gibi Atatürk’e karşı oldukları açıkça belli olan kimseler cumhuriyetin ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin
uygulayıcıları haline getirilerek ülke bu günlere sürüklenmiştir. Hatta 1960’lı yıllarda bu partiyi ‘ortanın solu’
gibi garip bir ideoloji ile tanımlayarak Atatürk’ü tamamen unutturma siyaseti devam ettirilmiştir.
1938 sonrası hedefinden uzaklaştırılan ‘İnönü Devleti(!)’nde (Çünkü 1938 sonrasında devlet,
Büyük Türk Devriminin ürünü olan Devlet vasıflarını hızla kaybetmeye başlamıştır); Kemalizm’in
temelini oluşturan kurumlardan biri olan kamu hizmeti felsefesinden vazgeçilerek, Kapitalizm’in ve
Protestan kültürün kurumu olan kamu yönetimi kurumu ile bürokratik diktatörlük esasına gidilmiştir.
“Hizmet eden devlet” anlayışından vazgeçilerek, sadece denetleyen, despotizme yönelen ve
halkına zahmet eden devlet kuramı kabul edilmiştir.
Atatürk’ün “Özendirici, denetleyen, yol gösteren, halkın girişimci gücü ile devlet olanaklarını
birlikte geliştirerek halk teşebbüslerini destekleyen” çizgisinden vazgeçilerek yerine: halkı, bireyi,
özel sektörü rakip olarak gören ve bunların faaliyet alanlarına da giren bürokratik, muhafazakâr ve
otoriter Sosyalist Devletçiliğe geçilmiştir.
Milli dış politikamızda olmaması gereken; ulusun bağımsızlığına aykırı ikili veya çoklu
antlaşmalar yapılarak, Kemalizm’in “tam bağımsızlık” ilkesinden vazgeçilmiştir.
Atatürk’ün ‘Baba Devlet, Yol Gösterici Devlet, Adil Devlet, Şefkatli Devlet’ anlayışı terk edilerek,
bunun yerine; vergi toplayan devlet, jandarma devlet, kutsal devlet, tahsildar devlet, tüketici devlet
anlayışına yönelmiştir.
İsmet İnönü ile birlikte, “Ulusal Sanayi Programından” da vazgeçilmiştir. Bunun yerine başta
bilim ve teknolojide bağımlılığı getirecek olan “teknoloji transferine” gidilerek hem askeri alanda,
hem de sanayi alanında: Tam bağımlılık sürecine girilmiştir.
162
Metin Aydoğan- ‘Kemalizm ve Türkiye” - Umay Yayınları, C.2, S.820
144
Amerika Birleşik Devletleri ile yapılan ikili anlaşmalar, tarım ürünleri anlaşmaları ve yardım
anlaşmaları ile, maalesef kapitülasyonlar geri getirilmiştir. ABD’nin sanayi mallarına %12-%88
arasında gümrük indirimi sağlanıp Türkiye ABD’nin sömürgesi haline dönderilmiştir.
Bu dönemde: Varlık Vergisi, Tarım Vergisi gibi uygulamalarla toplum yapısında parçalanmalar,
farklılıklar yaratılarak, Devletimizin “üniterlik” özelliği bozulmuş, bir avuç sömürücü sermaye diktatörlüğü baş
göstermiştir.
İkinci Dünya Savaşı başlarında Almanya ile ilişkilerin iyi olduğu dönemde ırkçılık, Turancılık
desteklenerek toplum önce kutuplaştırılmış, ardından Amerika ve İngiltere ile ilişkiler güçlenince bu sefer
Türkçülük, Turancılık baskı altına alınarak milliyetçi duygular sindirilmiştir.
1945’de ABD’nin isteği üzerine toplumda komünist ve solcu avı başlatılmış. Yeteri kadar solcu,
komünist bulunamayınca da kendi kurdukları Köy Enstitüsü’nde yetişen gençleri ve emperyalizme direnenleri
‘komünist’ damgası vurarak baskı altına almaya girişmişlerdir.
Dönemin kanaat önderlerinden Sabiha Sertel, 24 Ağustos 1945 Tan Gazetesinde şunları dile
getirmektedir:
“Hürriyeti Tehdit Edenler Hürriyet Veremezler.
İnkılabı müdafaa edenler, her nevi tenkit, muhalefet, cemiyet kurmayı, demokrasinin verdiği hakları
kullananları menfi, bozguncu, vatan haini sıfatı ile vasıflandırmışlar, vatanseverliği kendi inhisarlarına alarak,
kendi fikirlerine uymayanları hıyanetle damgalamışlardır. Bu zihniyete sahip olan, bu zihniyetle inkılabı
hareket mebdeinden uzaklaştırıp tamamen aksi istikamete götürenler, bu gün bu hürriyeti iade edemezler.
Memleketin daha geniş bir demokrasiye geçebilmesi için, Halk Partisi’nin diktatoryasını, kudret ve
salahiyetini diğer partilerle paylaşması, bu hürriyeti milletin serbest, tazyiksiz bir seçimle iktidara getireceği
bir meclisin yeni bir zihniyetle millete iade etmesi şarttır. Hürriyeti tehdit edenler, hürriyet veremezler”
1 Aralık 1945 Görüşler Dergisinde ise “Zincirli Hürriyet” yazısında şöyle seslenir:
Bu gün iktisadi sistemimiz, kanunlarımız, içtimai ve kültürel mekanizmamız tamamıyla bir faşist
sistemin mekanizmasıdır. Hangi demokraside matbuat kanunu ferdin söz, fikir, vicdan hürriyetini men eder?
Hangi demokraside cemiyetler kanunu, vatandaşların cemiyet kurmasını, siyasi partiler mücadelesini men
eder? Hangi demokrasi siyasi düşünüş ve akidelerinden dolayı vatandaşlarını polise teslim eder, ev
masuniyetini ortadan kaldırır, polise herkesin kafasını ve evini araştırmak salahiyetini verir? Hangi hürriyet
vatandaşlarını düşüncesinden mesul tutar, hatta muayyen bir kanaati müdafaa ettiği için onu işkenceye
maruz bırakır? (...) Dünyanın geçirmekte olduğu bu inkilab seli içinde, sahte bir demokrasi ile Türkiye, dünya
milletleri arasına hür ve demokrat bir devlet olarak karışamaz.”
Marko Paşa gazetesinin yazarlarından Sabahattin Ali, Haluk Yetiş imzasını taşıyan yazıları ile halkı
bilgilendirmek isteyen, Aziz Nesin de Amerikan yardımının gerçekte Türkiye’yi sömürme projesi olduğunu
yazdığı için mahkum edileceklerdir.
Bir başka kanaat önderi Sabahattin Ali, Malumpaşa Dergisi’nin 29 Eylül 1947 günlü 4. sayısında
yer alan “Bir Alçak” başlıklı yazısında şunları söylemektedir:
“Bir alçak, on parmağında on kara, kendisi gibi olmayanlara, yani namuslu insanlara saldırıyor.
Her şeyi kendi çirkef vicdanı gibi satılık sanan hayasız, bu vatanın şu veya bu gavura peşkeş
çekilebileceğini iddia ediyor.
Dün bu memleketi iki şişe biraya Almanlara devretmeye hazır olan basılı kağıt bezirganı, şimdi,
istiklalinin üstüne titrediğimiz aziz yurdumuza üç bardak viskiye müşteri arıyor.
Amma, bu topraklar olsun, bu topraklarda alınlarının teriyle yaşayan asil insanlar olsun, hiçbir zaman o
çirkefleri kusan, ciğeri beş para etmez kalem orospusu gibi orta malı değildir; ne Moskof’a satılır, ne
Amerikalıya.
Bu alçak, Amerika’nın Türkiye’yi ‘himaye’sinden bahsediyor. Müstakil bir devlet için ‘himaye’nin ne
demek olduğunu bu millet bilir: Bir zamanlar böyle bir himayeden canını zor kurtarmıştı.
Atatürk’ün idaresinde koca bir milletin oluk gibi kan dökerek istiklalini kazandırdığı bu toprakları
145
Amerikan bankerlerinin himayesine vermekte bu ne acele böyle?..”
İşte; Türkiye Cumhuriyeti’nin Emperyalizm’e Teslim Edilişinin Yol Haritası:
“Tam bağımsızlık elbette, siyaset, maliye, iktisat, adalet, askerlik, kültür gibi her alanda tam
bağımsızlık ve tam özgürlük demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk,
ulusun ve ülkenin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından yoksun olması demektir.” (Gazi Mustafa
Kemal)163
İşte İnönü Dönemindeki Devrim Sapmaları:
23 Şubat 1945: Türkiye, Birleşmiş Milletlere üye olabilmek ve emperyalist cephede yer
alabilmek için Almanya ve Japonya’ya savaş ilan etti.
TC Hükümeti ile ABD Hükümeti arasında imzalanan, 11 Mart 1941 tarihli Ödünç Verme ve
Kiralama Kanunu’ndan yararlanmak için yapılan anlaşma yürürlüğe girdi. (4780 sayılı kanun)
19 Mayıs 1945: Emperyalizm’in isteğine uyarak İnönü 19 Mayıs konuşmasında “savaş
zamanlarının gerektirdiği sıkı önlemlerin kaldırılacağını ve demokrasi ilkelerinin uygulanacağını”
söyledi.
29 Haziran 1945: Türkiye; San Francisko’da Birleşmiş Milletler Antlaşması’nı imza etti.
15 Ağustos 1945: Adnan Menderes, Birleşmiş Milletler Antlaşması TBMM’de görüşülürken,
Kemalizm’in kurumlarını kastederek, Türkiye’deki rejimin bu antlaşmaya aykırı olduğunu söyledi.
(Birleşmiş Milletler Antlaşması 4801 sayılı yasa ile onaylandı)
8 Kasım 1945: İnönü’nün 1 Kasım tarihli kapitalist demokrasiyi hedefleyen TBMM açış
konuşmasına ABD’de Congressional Record’ da yer verildi.
7 Ocak 1946: Celal Bayar, Refik Koraltan ve Adnan Menderes “liberal kapitalist” rejim öngören
Demokrat Parti’yi kurup faaliyete geçirdi.
27 Şubat 1946: 4882 Sayılı Kanunla ABD ile 10 milyon dolarlık Kredi Anlaşması kabul edildi.
23 Mart 1946: Türk Sosyal Demokrat Partisi, hükümet tarafından kapatıldı.
6 Nisan 1946: Amerika önce askeri ile geldi. Amerikanın Missuri zırhlısı ve iki savaş gemisi
İstanbul’a demirledi.
13 Nisan 1946: Hükümet, ABD’den 500 milyon dolar kredi istedi.
7 Eylül 1946: Türk parasında ilk kez devalüasyona gidildi.
23 Kasım 1946: Amerikan Filosu İzmir’i ziyaret ederek gövde gösterisine girişti.
6 Aralık 1946: TC Hükümeti ile ABD Hükümeti arasında Kahire’de imzalanan anlaşmaya Ek
Anlaşma ile Amerika’ya Türkiye’de mülk edinme ayrıcalığı verilerek Türkiye Amerika’nın hem ileri
karakolu hem de pazarı haline getirildi. (Kabul tarihi 10 Şubat 5002 sayılı kanun)
3 Mart 1947: Truman Doktrini gereğince Türkiye ve Yunanistan’a yardım yapılmasına karar
verildi.
11 Mart 1947: Türkiye, Uluslararası İskân ve Kalkınma Bankası’na (Sonradan Dünya Bankası
Oldu) ve Uluslararası Para Fonu’na (IMF) resmen girdi.
12 Nisan 1947: (Amerika inceleme heyetleri, danışmanları, barış gönüllüleri ve misyonerleri ile
işgal hazırlıklarını başlattı.) İncelemeler yapmak üzere bir Amerikan heyeti Türkiye’ye geldi.
2 Mayıs 1947: Amerikan filosu İstanbul’a geldi ve Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, başkent
Ankara’dan İstanbul’a ziyaret için filo komutanının ayağına gitti.
22 Mayıs 1947: 20 Kişilik bir ABD askeri yardım kurulu General Oliver başkanlığında Türkiye’ye
geldi.
24 Mayıs 1947: Türk Ordusunda Kara Kuvvetleri subay üniformaları Amerikan modeline göre
değiştirildi. (Daha sonraları Kara Harp Okulu öğrencilerinin dahili elbiseleri Amerikan askeri
öğrencilerinin dahili elbiselerine benzetildi)
163
Gazi Mustafa Kemal, Söylev, Ankara Üniversitesi Basımevi, An kara, 1963, S. 431
146
14 Haziran 1947: Amerikan İktisat Heyeti, Türkiye’ye geldi.
12 Temmuz 1947: ABD ile ilk Askeri Yardım Anlaşması imzalandı. Bu anlaşma ile Truman
doktrini uygulamaya konuluyor, anlaşmanın üçüncü maddesinin ikinci fıkrası ile “Türk Hükümeti,
Türkiye’de Amerikan propagandası yapmakla görevlendiriliyordu.” Bu anlaşma Amerikan ürünü
askeri malzeme ve silahların Amerikanın rızası dışında kullanılmasını yasaklıyordu. Ayrıca bu
anlaşmayla asker üniforması ile Amerikan subay, astsubay ve erleri uzman adı altın da Türk Silahlı
Kuvvetleri karargâhlarını işgal ediyor, yüksek rütbeli Türk subayları daha düşük rütbeli Amerikan
subay ve astsubaylarına tekmil verir hale geliyorlardı. Yine bu anlaşma ile eğitim ve kurs adı altında
Türk subaylarının Amerika’ya götürülüp “Amerikanın çıkarına olan Türkiye’nin de çıkarınadır” sloganı
yerleştirilmeye başlanıyor ve beyinler yıkanıyordu. Bu anlaşma ile Türk ordu yapısının kadro, kuruluş
ve teşkilatı, eğitim sistemi talimnameleri, yürüyüş, hatta askerin yemek yeme şekline varıncaya kadar
her şey Amerikan sistemine uyduruluyordu.
8 Ağustos 1947: Türk subaylarının eğitim görmek üzere ilk kez Amerika Birleşik Devletleri’ne
götürülüşü gerçekleşti.
21 Eylül 1947: Bir Amerikan yardım kurulu Türkiye’ye geldi.
31 Ekim 1947: Bir başka Amerikan yardım kurulu daha Türkiye’ye inceleme yapmak üzere
gönderildi..
5 Şubat 1948: Kuruluşu gereği işbirlikçi olduğu için, Atatürk tarafından kapatılan Mason
dernekleri yeniden açıldı ve çalışmaları yasallaştırıldı.
4 Temmuz 1948: ABD ile Ekonomik İşbirliği Anlaşması imzalandı. (Stratejik ortaklığa giden yol
başlatıldı)
12 Temmuz 1948: Bayındırlık Bakanı Nihat Erim, Amerikalı uzmanların bakanlıkta çalıştığını ve
Türkiye’yi topografik, ekonomik ve askeri açılardan incelediklerini kamuoyuna açıkladı.
8 Ekim 1948: Dünya Bankası’ndan 50 milyon dolar kredi alınması için girişim başlatıldı.
22 Ocak 1949: Türk Hükümetinin istediği borç için Dünya Bankası’ndan iki kişilik bir kurul
incelemelerde bulunmak üzere Türkiye’ye yollandı. İslamı yozlaştırma ve istismar kapısı açıldı.
15 Şubat 1949: İlkokullara din dersi konuldu.
28 Şubat 1949:164 IMF Heyeti ilk kez Türkiye’ye geldi.
27 Aralık 1949: Türkiye ve ABD Hükümetleri arasında Eğitim Komisyonu Kurulması Hakkındaki
Anlaşma yapıldı. (Resmi Gazete, No: 7460) Bu anlaşmanın özelliği; kültür emperyalizminin milleti
temsil eden hükümet eliyle uygulanması için yasal ortamın hazırlanmasıdır.
1 Mart 1950: Türbelerin tekrar açılmasına ilişkin yasa kabul edildi.
Menderes Dönemi Yozlaştırmalar:
14 Mayıs 1950: Demokrat Parti seçim kazandı.
13 Şubat 1952: Türkiye NATO’ya katıldı
20 Ağustos 1952: Kuzey Atlantik Antlaşması’na taraf devletlerarasında, Kuvvetlerin Statüsüne Dair
Sözleşme’ye Türkiye’nin iltihakına dair karar alındı.
20 Mart 1954: NATO Kuvvetler Statüsü Sözleşmesi’nin 6375 Sayılı Yasa ile kabulü sağlandı.
23 Haziran 1954: Türkiye’de bulunan Amerikan Askeri Yardım Kurulu Personeline NATO Kuvvetler
Statüsü Antlaşması’nın Tatbik Edileceğine Dair Antlaşma imzalandı. (Askeri Kolaylıklar Antlaşması)
Amerikalılara tanınan geniş ayrıcalıklarla bir bakıma kapitülasyonlara dönüş başladı. Bundan sonrasında
NATO gerekçesiyle Amerika, Türk karar vericilerini diledikleri gibi kullanmışlardır. En çarpıcısı;
16 Temmuz 1956: Kuvvetlerin Statüsüne Dair Anlaşmaya Ek Sözleşme yapıldı. Kanun No: 6816. Bu
kanun ile Amerikalılara tam anlamıyla ‘Adli Kapitülasyon’ hakkı tanınmıştı.
12 Kasım 1956: Zirai Maddeler Ticaretinin Geliştirilmesi ve Yardımlaşma Hakkındaki Muaddel
164
Bkz: Haydar Tunçkanat – “İkili Anlaşmaların İçyüzü” – Kaynak Yay. 2001
147
Amerikan Kanunu’nun 1. Kısmı gereğince, Türkiye Cumhuriyeti ile ABD Hükümeti Arasında Münakit Zirai
Emtia Anlaşması.
25 Ocak 1957: Bu anlaşmaya ek anlaşma.
Bu iki anlaşma ile Türk tarımına karşı ABD resmen savaş açmıştır. Artık Amerika kendi ihtiyaç fazlası
buğday, arpa, mısır, don yağı, sığır eti gibi tarımsal ürünleri dünya borsa fiyatı ile Türkiye’ye bağlayıcı
şartlarla satacaktır. Türk çiftçisinin tek üretim fazlası ve ihracat malı olan tarım ürünlerini almayacak olan
Türk Devleti, Amerikan tarım ürünlerini ağır şartlarla kullanmak zorunda bırakılmıştır. Bu antlaşma ile tarım
üretim fazlası olan Türkiye bile Amerikan emperyalizminin sadık pazarı yapılmıştır. Sanayi ürünleri
konusunda yapılan ticari anlaşmalar ise tam bir mandacılıktır.
Emperyalizm artık Türkiye’de üstlenmiş, dilediği gibi toplumu yönettirebileceği yandaşlarını yaratmıştır.
Emperyalizmin Türkiye’de kurduğu sömürü düzenine uymayanları dilerse idam ettirmeğe, dilerse başına
çuval geçirmeğe başlamıştır.
Bu tarihten sonra emperyalizmin oyunu önce kendilerinin Projelendirdikleri ancak kontrol edemedikleri
27 Mayıs 1960 olaylarından sonra şuurlu Türk subaylarının “Mustafa Kemal Atatürk’ün 1938’de yarım
bıraktığı Kemalist devrimleri tamamlamak için” Milli Birlik Komitesi içerisinde insiyatif almaları ve açıkça
Amerikan emperyalizmine karşı çıkmaları, Siyonist ve emperyalist güçlere iyi bir ders olmuş ve yandaşları
eliyle Türkiye’de Milli düşünceyi sindirmek ve Kemalizm’i gizlemek için her şeyi yapmışlardır. (Milli Görüş
hareketine ve Yeniden Büyük ve Bağımsız Türkiye hedefine savaş açmalarının sebebi giderek daha
iyi anlaşılmaktadır.)
Adım, Adım Sevr
Atatürk tarafından başlatılıp başarılan Türk Milletinin ihtiyaçlarından kaynaklanarak tüm
mazlum milletlere model olan, kabul edilebilirliğini (meşruiyetini) halktan aldığı ve egemenliği de
doğrudan halk kullandığı için; kapitalist, komünist ve diğer devlet modelleri yanında kendine özgü
farklı bir model olan Cumhuriyet 1938’den bu yana dalga dalga planlı saldırılara uğramıştır.
İlk saldırı içimizden gelmiştir. Cumhurbaşkanı değişmez ‘Milli Şef’ (Monark) statüsü kazanarak
Türk Cumhuriyeti özellik kaybetmiş, devletin toplumu katılımcı demokrasiye hazırlama felsefesinden
vazgeçilerek “Halkla beraber halk için” hedefi yerine “Halka rağmen halk için” anlayışı kabul edilmiş,
-Milli Şef de iktidarını bürokrasi ile korumak istediği için- toplumu geleceğe hazırlamakla ödevli tek
parti yönetimi, tarihin kırılma noktasında bürokratik egemenliğe dönüşmüştür.
Türkiye’de bu değişimler olurken ikinci büyük paylaşım savaşının da sonuna yaklaşılmıştır.
Yavaş yavaş el değiştirmeye başlamış olan Siyonist emperyalizminin fiili temsilciliği, bu savaştan
sonra
kesin
olarak
İngiltere’den
Amerika
Birleşik
Devletleri’ne
geçmiştir.
Emperyalizmin
globalleşebilmesi ve Gizli Dünya Devleti’nin kurulabilmesi için; sömürünün her türüne karşı çıkan,
kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün adından esinlenilerek emperyalistlerin Kemalizm adını verdikleri
‘‘Tam Bağımsız Üniter Halk Devleti Modeli”, sömürgeciliği meşrulaştırmış olan kapitalizmin önündeki
en büyük engel olarak görülmüştür.
İngiliz emperyalizminin iki yüzyıllık Türk sosyal yapılanmasındaki deneyimi, miras olarak
Amerikan emperyalizmine devredilince, Amerika Birleşik Devletleri aynı yöntemle yurt içinde
işbirlikçiler oluşturmaya başlamıştır. İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru İnönü yönetiminin tercihi
ile
Truman
Doktrini
ve
Marshall
yardımlarıyla
Türk
devleti
tam
bağımsızlık
ilkesinden
uzaklaştırılmıştır.
Devrimci Devlet Modeli’nin başta gelen özellikleri; egemenlik hakkının doğrudan halka ait,
sosyal, laik ve hukuk devleti olmasıdır. Yani hedeflenen, kişi hakları yanında kamu haklarının da
geniş tutularak temel hak ve özgürlüklerin kullanılabilir olmasını sağlamaktır. Ayrıca ekonomide hür
teşebbüs ile birlikte özel sektörün yatırım yapmadığı ya da yapamadığı alanlarda devletin halk adına
yatırım yapması ile halkın refahını hızlı biçimde artırmaktır.
Rejim olarak Cumhuriyetin bir başka farklılığı da sömürgeci olmaması, sömürünün her türünü
148
insanlık suçu kabul etmesiyle antiemperyalist vasfıdır. İşte Kemalizm’in tüm bu özellikleri
emperyalizmin Gizli Dünya Devletini kurmasının önünde engel oluşturmaktadır.
Bu nedenlerle emperyalist güçlerin birinci dalga saldırıları antiemperyalist Türk Devletini
başarısız kılmak için, devletin başarılı olduğu sanayi planlamasından vazgeçilmesi talimatıyla
transfer teknolojisine geçildi. Ayrıca emperyalizmin yurt içindeki siyasi ve ekonomik işbirlikçilerinin
yönlendirmeleri ve uluslararası mason dayanışması ile devlet kadroları; liyakatsiz, partizan
yandaşlarla doldurularak halkın devlete olan güveni yıkılmıştır.
Devletin ekonomik hayata müdahalesine son vermek, toplumun sosyal yapısını bozmak ve kontrolsüz
sömürünün önünü açmak için ikinci dalga saldırı 1980 müdahalesiyle ve 24 OCAK KARARNAMELERİ İLE
GELDİ. Bu kararnamelerin stratejik hedefleri Dünya Bankası ve IMF aracılığı ile hazırlandı. Bu saldırı ile bir
taraftan devlet borçlandırılarak ekonominin dışına itilirken bir taraftan da ulusal kaynaklarımız sömürüldü ve
ulusal güçlerimiz dağıtıldı.
Üçüncü dalga saldırılar; 1990’dan sonra risk-kontrol yöntemleriyle toplumsal dengelerimiz bozuldu,
ekonomimiz duraklatıldı, ticaret ve yatırımlarımız durduruldu, ülkemiz ve devletimiz borç batağına
sürüklenerek halkımızın kurtuluşu Avrupa Birliği’ne girişe bağlandı.
İstenilen her şeyi yapmak zorunda bırakılan Türk Devleti ve Türk toplumuna son darbeyi vurup
dağıtmak için sırasıyla şu dayatmalar halktan gizlenerek yasalaştırıldı;
Ardından MAİ (Çok Taraflı Yatırım Anlaşmaları) Kararları’na uygun yasal düzenlemeler yaptırıldı.
Böylece: Bir ülkede en çok kayrılan ülke işlemi varsa tüm MAİ üyeleri de bu haktan ve farklılıktan aynı ölçüde
yararlanacaktır.165
28 Şubat darbesi ise, Türkiye’yi havuz sistemiyle borç ve faiz sarmalından kurtaran, D-8
oluşumuyla, Lider Ülke konumuna çıkaran ve Yeni bir Dünyanın temellerini atan Refah-Yol
hükümetini hedef alan bir dalgadır. Ve AKP bu talihsiz sürecin, gayri meşru meyvesi durumundadır.
Ve artık, Milli bir hamle kaçınılmazdır.
165
Tayip Yelen - Gizlenen Rejim: Kemalizm - Tanı yay. 1. Baskı.2005 Ankara. Sh:(273-290)
149
PROTESTAN İSLAM VE ATATÜRK’ÜN TEPKİSİ
Hatırlayacaksınız; Üsküdar’daki Çamlıca Subaşı Camii’nde bir grubun kadın erkek karışık namaz
kılması, kamuoyu tarafından tartışılmaya devam ederken bu grubun Protestan misyonerlerin paratoneri SEV
(Sağlık ve Eğitim Vakfı) ve Üsküdar AmerikaN Lisesi’nden sınıf arkadaşları olduğu anlaşıldı. İslâm’a
kesinlikle uymayan tavır ve şekillerde kadın-erkek birlikte namaz kılan grubun bu halleriyle ‘Ilımlı İslâm’
projesi çerçevesinde İslâm’ı reforme etme ve özünden saptırmayı hedefledikleri ortaya çıktı.
Öte yandan bu şekilde gayri İslâmi hareketlerde bulunan kişilerin büyük bir kısmının Amerikan Board
üyesi ve Üsküdar Amerikan Koleji’nden mezun olduğu belirtilirken okulların MİT raporunda misyonerlik
yaptığı tespit edilen SEV’e bağlı olması dikkatlerden kaçmadı.
Üsküdar Amerikan Kolejinden sınıf arkadaşlarıdır.
Küresel Vaftiz adlı kitabıyla Türkiye’deki misyoner örgütleri deşifre eden Araştırmacı- Yazar Ali Rıza
Bayzan, Üsküdar’da gayri İslâmi tavır içinde olan grubun Üsküdar Amerikan Lisesi’nden sınıf arkadaşı olan
bir ekip olduğunun altını çiziyor ve özetle şunları söylüyor:
“Malum ekip, medyada yer alan haberlere göre ağırlıklı olarak Üsküdar Amerikan Koleji’nden okul ve
sınıf arkadaşı. Üsküdar Amerikan Koleji, Osmanlı’da Ermeni Sorunu’nun doğmasında kritik rol oynamış
Protestan bir misyoner örgüt olan Amerikan Board Teşkilatı tarafından kurulmuştur. Amerikan Board
Teşkilatı, Amerika’da iktidarı her zaman tekellerinde tutan Beyaz Anglo-Sakson Protestanlarla (WASP’ın)
bağlantılıdır. Amerikan Board Teşkilatı da WASP’ın diğer kanatları gibi, Tanrı’nın dünyevi planının
Yahudilerle ilişkili olduğuna inanır. ABCFM, yeniden yapılanma sürecinden sonra Cumhuriyet Türkiyesi’nde
de bir vakıf statüsüyle faaliyet göstermektedir. Üsküdar Amerikan Koleji, fiilen Amerikan Board Teşkilatı’nın
Genel Sekreteri’nin merkezinde olduğu Sağlık ve Eğitim Vakfı’na bağlı olarak faaliyet göstermektedir. Kısa
adı SEV olan bu vakfın misyonerlikle ilişkisi daha önce medyada çıkan MİT raporuna konu olmuştu.”
Masonlarla da ilişkileri vardır:
“İlginç bir başka nokta da şu: Bir mason örgütünün 16 Ocak 1996 tarihli Milliyet Gazetesi’nde yer alan
açıklamasına göre ABCFM orijinli bu vakfın temelinde ve yöneticileri arasında mason biraderler ve eşler
vardır. Buna göre misyoner-mason işbirliğinden söz etmek gerekir mi; bunu kamuoyunun görüşüne
bırakıyoruz. Misyoner Örgütler sadece suyla vaftiz için uğraşmazlar; deyim yerindeyse ‘zihinsel vaftizi’ de
önemserler. Takvim Gazetesi’nde yayınlanan fotoğrafa bakarsanız görüntüyü, cami’yi kilise gibileştirme
çabası olarak okuyabilirsiniz. Kadın-erkek karışık olması, başın açık olması, karma cemaatle namaz kılarken
kadınların göbeğinin bile açık olabileceğinin savunulması bunun göstergesidir.”
Amerikan kolejleri, projenin bayraktarıdır:
“Hıristiyan Teolojisi’ndeki ‘Görünmeyen Kilise’, ‘İsimsiz Hıristiyan’ ve ‘İnkültürasyon’ kavramları bu
bakımdan önemlidir. 11 Eylül’den sonra Amerikan Dış Politikası, daha önce oryantalistlerin ‘Liberal İslâm’
dediği Ilımlı İslâm Projesi’ne odaklıdır. Amerikan Kolejleri artık bu projenin bayraktarlığını yapıyor. Nitekim
Amerikan Board Teşkilatı’nın Genel Sekreteri K. Frank’ın bir ilahiyatçımız ile birlikte yazdığı İslâm konulu
kitap da bu çerçeveye girmektedir.”
Üsküdar’da olması kılıf sağlamaktadır:
2023 Platformu Kurucusu Behiç Gürcihan, yapılanların İslâm’ı light’laştırma çalışması olduğuna dikkat
çekerek “Olayın bu şekilde kullanılması bir yerlere hizmet ediyor. Biliyorsunuz bu bir cenaze namazında
kadınların da saf tutmasıyla başlamıştı. Bu faaliyetlerin dini hassasiyetin yüksek olduğu Üsküdar’da
yapılması misyonerlik faaliyetleri açısından çok iyi bir örtü sağlıyor” dedi.
Hedef İslam’ı sulandırmaktır:
Türkiye’de Misyonerlik adlı kitabıyla tanınan Araştırmacı-Yazar Uğur Yıldırım ise Üsküdar’da
yaşananları “Bunlar bir kilise nizamı içinde namaz kılıyorlar. Yaptıkları bu. Siyasi olarak bu Evanjelik İslâm’ın
uygulanmasıdır. Amaçları İslâm’ı temel referanslarından uzaklaştırmaktır” şeklinde değerlendirdi.
Müslümanlar arasında ‘kamplaşma ve tartışmayı’ hedefliyorlar:
150
Dinler Tarihçisi Murat Hakan Yıldırım, Üsküdar’da yaşananları şöyle yorumluyor: “Bu, bana bir grubun
fevri hareketi olarak gelmiyor. Bir televizyonda şu sözüm ona bu grubun lideri olan Ahmet Küre’nin kızı ve
Amerikalı Jazz (?!) sanatçısı eşi konuk oldular.... Adam önceden Protestan’mış zaten. “Operation Word” adlı
eserde özellikle Ortadoğu yol haritasına dayanak olabilecek birtakım sosyokültürel girişimlerden ve toplumsal
demoralizasyona (yani toplumu çökertmeye ve moral değerler açısından eritmeye) neden olabilecek eylem
planları vardı. Bunlar arasında temel dini hüküm ve prensipleri ve Müslümanlar arasında da sürtüşme ve
tartışma konusu yapmak da vardır. Bu tür tartışmaların amacı İslâm’ın temel iki dayanağı Kur’an ile Sünnet
arasında çatışma yapmaktır. Şer’i şerife uygun olan, bilinen şekliyle olanıdır. İslâm tarihinin bütün
devrelerinde bu böyle uygulana gelmiştir. Bunun Tük İslâm’ı ya da Arap İslâm’ı veya şu bu İslâm’ıyla bir
ilgisi yoktur. Geçmişte de zoraki bir Türkçe ezan uygulaması yürütülmeye çalışılmıştı. Sonuçları belli...
Kur’an’da Setri avret’e ilişkin uyarılar kesindir. Hz. Peygamber (sav)’in de uygulaması ve Ashab’ın
hanımlarına uygulatması bu meyandadır.”
Bunların amacı İslâmiyet’i yozlaştırmaktır:
Misyoner örgütler aleyhinde yayınlar yaparak aleyhinde pek çok dava açılan Üsküdar Gazetesi Sahibi,
Gazeteci Adnan Odabaş ise Millî İstihbarat Teşkilatı’nın (MİT) yayınladığı raporda da adı misyoner örgütler
listesine de giren SEV’e dikkat çekti. Odabaş, “2 yıl gibi bir süredir Subaşı Camii’ne geliyorlar. İçlerinden bir
kısmı Sağlık Eğitim Vakfı’na (SEV) bağlı Amerikan Board okullarından mezun. Bunların amacı İslâmiyet’i
sulandırmak” şeklinde konuştu. Odabaş, “Bu kişilerle uzun zamandır mahkemelik olduk. Benim yazdığım her
şey MİT tarafından da onaylanınca davalarının bir tanesi düştü” dedi.
Bunlar yerli misyonerler takımıdır!
Adnan Odabaş, özetle şunları söyledi: “İstemihan Talay, Işın Çelebi’nin Karısı Şükran Çelebi, Gazeteci
Mete Akyol, Amerikan Board yöneticisi. MİT, bunların (SEV) misyonerlik faaliyetleri yaptığını belirten
raporu/yazıyı bunlara da yolladı. Rapor, Sağlık Eğitim Vakfı’nın (SEV) Dünya Kiliseler Birliği’nin devamı
olduklarını içeriyordu. Benim yazdığım her şeyi kapsıyordu bu rapor. Bu şahısların bir kısmı Amerikan Koleji
mezunu. Amaçları Türkiye’de İslâm’ı sulandırmak. Ben bunlara yerli misyonerler diyorum. Misyonerlik
faaliyetleri insanlara din değiştirtmekle olmuyor. İslâm Dini’ni yıpratmak da bir misyonerlik faaliyetidir.
Müslümanlığın nasıl olacağı, namazın nasıl kılınacağı dinimizde belli. Yıllardır biriktirdikleri Türk ve
Müslüman düşmanlığını farklı sahalarda sahneye koymaya başladılar. “
MİT’e bile meydan okunmaktadır!
Adnan Odabaş, şöyle devam etti: “SEV Vakfı, MİT Raporu için ‘yalan yanlış bilgilerle dolu’ ifadesini
kullanıyor. Kanal 7’de de yayınlanan savunmasında vakıf, bu ifadeleri kullanıyor. Yani kendilerini MİT’e
meydan okuyacak kadar güçlü hissediyorlar.”
Kiliseleri AKP açtırmıştır..
Adnan Odabaş, ‘Türkiye’de misyonerlerin faaliyetlerini rahatlatan yasalar çıkması ekseninde kendilerini
güvencede hissediyorlar mı?’ şeklindeki sorumuza ise “Tabi o da bir faktör. Zaten Sayın Başbakan da
‘Bunlara AB sürecinde mülk alma ve kilise açma iznini ben verdim’ diyor. O da bir rahatlık getirdi tabi. Çok
rahat saldırıyorlar. Ben oniki bin Türk ve Müslüman çocuğunu bu misyoner kuruluşa kaydettiler, demiştim.
MİT beni doğruladı. Onbeş Trilyon servetlerinden bahsetmiştim, MİT beni doğruladı. Bağlarbaşı’ndan
kırksekiz adet tapu aldılar, Burhaniye Mahallesi’nden dokuz adet tapu aldılar demiştim, Tapu Dairesi beni
doğruladı. Daha önce yazdığımız her şey doğru çıkıyor” şeklinde cevap vererek sinsi oyunlara dikkat
çekiyor.166
Türkiye’de “Protestan İslam”ın temelleri sabataist Yahudi dönmesi İttihatçılara dayanır. Zaten
Luther eliyle Hıristiyanlığı Protestanlaştırıp siyonizmin bir kolu haline sokanlarda yine Yahudi
hahamlardır. Tevrat’ı tahrif edip Yahudi ırkçılığı doğrultusunda istismara kalkışan ve Kabalist
safsatalarla karıştıran da aynı odaklardır.
166
Milli Gazete / 27.01.2006
151
İşte İslamiyet’i de yozlaştırıp yine Siyonist ve sabataist şebekenin kışkırttığı “Türk ırkçılığının
bir şubesi ve onu meşrulaştırma vesilesi” yapma girişimleri de bu şeytani hedeflerin bir devamıdır.
Mustafa Kemal ise, elbette bütün bunların farkındadır. Ancak, ne yeryüzünde hakimiyet kurmuş
dış güçlere ne de kendi çevresini kuşatmış sabataist ve mason çeteye, açıkça karşı koymasına imkan
bulunmaktadır. Sadece, siyasi dehası ve stratejik manevralarıyla onların yanında ve yolunda
gözükerek, ama kasıtlı olarak Müslüman toplumu kışkırtacağı ve geri adım atmaya mecbur kalacağı
bazı sivri tavırlar takınarak, dini yozlaştırma girişimlerinin asla tutmayacağını ve çok şiddetli tepkiler
toplayacağını göstermeye çalışmış ve başarmıştır.
 Hafız Sadettin Kaynak’ı Türkçe hutbe okumak üzere, minbere cübbe yerine, çok sırıtan bir frakla ve
başı açık çıkarması…
 Ve özellikle, “dini yozlaştırmaya, tabii ve tarihi çizgisinden uzaklaştırmaya çalışan; Cenabı Hakkın
gönderdiği Kur’an esaslarına ve Müslüman halkların icma ve ittifak ettiği hususlara uymayı, kendi nefsi
gururlarına yakıştıramayan, marazlı münafıkların” durumunu anlatan Bakara Suresi 11-12 ve 13. ayetlerinin
mealini okumasını Atatürk’ün bizzat emir buyurması…
 Bu girişimlere karşı oluşan yoğun tepkiler üzerine, Diyanet reisi Rıfat Börekci’ye “İbadetlerin ancak
Kur’anın Arapça orijinal okunuşuyla yapılabileceği” yolunda resmi fetvalar çıkarması, Bizim kanaatlerimizi
haklı çıkarmaktadır.
İşte o çarpıcı ayetler:
“O münafıklara: Yeryüzünde (ve ülkenizde) fesat çıkarmayın (ortalığı karıştırmayın!...)”
denildiğinde: “Biz sadece ıslah edicileriz, yanlışları düzeltmekteyiz” derler.
Oysa kesinlikle bilin ki, bunlar gerçekten fesat çıkaran (ve fitneye uğraşan kötü niyetli)
insanlardır. Ama bunun şuurunda değildirler.
Ve siz (bu münafık ve fesatçılara): (Asırlar boyu milyarlarca Müslüman’ın ve binlerce ulemanın
icma ve ittifakla bu) insanların iman ettiği gibi sizde öyle iman edin (ve müminlerin yolundan gidin)”
denildiğinde: “Biz akılsız, anlayışsız (bir sürü zavallı) insanların inandığı gibi mi inanalım? (Bu bize
yakışır mı?) derler. Oysa kesinlikle biliniz ki: Asıl ahmak ve alçak olan kendileridir, ama bilmezler.”
Hem İslamiyet’in hem de Kemalizmin laytlaştırılıp Protestanlaştırılması projesinde özel bir görev
verilen Taha Akyol’un, TV. Programına çıkardığı, Kazım Karabekir’in torunu, Yrd.Doç. Dr. Pınar
Akkoyunlu’nun da itiraf ettiği gibi: halk arasında daha dindar ve İslam’a taraftar zannedilen ve İslam’ı
yozlaştırma girişimlerine hep karşı çıktığı ve Atatürk’le çatıştığı bilinen Kazım Karabekir:
-Atatürk’ün Balıkesir, Bursa’da dine fazla atıf yapılmasına karşı çıkıyordu.
-Meclisin açılışında dini törenlerin abartılmasına karşı çıkıyordu.
-Atatürk Sultan Vahdettin’in halife olmasını istiyor, Karabekir Abdulmecid’i öne sürüp buna karşı
çıkıyordu.
-1933’te nutka nazire olmak ve Atatürk’ün anlatımlarını yalan çıkarmak üzere Karabekir’in hazırladığı“İstiklal Savaşımız” kitabı matbaa baskısı yapılıyordu. 1960’tan sonrada basılıyordu.
-Musul:
Atatürk Karbekir’in Musul’a girmesini istiyor, ama o bunu dinlemeyip askerlikten istifa edip, meclise
girerek muhalefete başlıyor.
-Şeyh Said:
Bu isyanın çıkacağını önce Atatürk’e ve hükümete rapor ediyor.. Recep Peker hükümeti güya dikkate
almıyor. Oysa Karabekir ve sabataist gizli şebeke, bu isyanı teşvik ve tahrik ediyor. Kazım Karabekir’in
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (Partisi) bu ihaneti yüzünden kapatılıyordu.
-Ve İzmir suikastına karıştığı için İstiklal Mahkemesine veriliyordu.
Ama sabık ve sadık dostu, İsmet İnönü tarafından kurtarılıyordu.
Atatürk ise, bütün orduyu karşısına almak, en azından ordu içinde bir kamplaşmaya sebep olmaktan
çekindiği için, İnönü’nün bu iltimasına göz yumuyordu.
152
Hatta Kazım Karabekir’in daha etkili bir muhalefet cephesi oluşturmasın diye bir suikastta öldürülmesi
bile düşünüldüğü yine İsmet İnönü’nün girişimiyle önlendiği söylenir.
Bundan sonra Kazım Karabekir ölümüne kadar Atatürk’le hiç görüşmüyordu.
Ancak Atatürk’ün ölümünden sonra, İsmet İnönü bütün bu Atatürk muhaliflerini 1939’da tekrar bir araya
getirip önemli görevler ve yetkiler veriyor.
Yani gizli sabataist cunta böylece, Atatürk’ün hemen ardından İsmet İnönü eliyle çok sinsi ve sistemli
bir karşı devrim gerçekleştirdi..
Ama buna da çok etkili bir hile ile “Kemalizm” adı verilip Atatürk’ten nefret ettirilme dönemi başlatılıyor.
Tam 12 sene,
 Atatürk’ün fotoğrafı devlet dairelerinden indiriliyor..
 Atatürk’ün resmi, paraların üzerinden siliniyor.
 Atatürk’ün hayatına bile kastedecek kadar şerli şebekelerle ilişkileri ve çeşitli fesat girişimleri
yüzünden, İstiklal Mahkemelerine düşen, resmi görevlerinden defedilen, ölünceye kadar Atatürk’le
görüştürülmeyen bütün şüpheli ve şaibeli kişiler, yeniden yetkilendirilip şereflendiriliyordu.
 Ve daha da beteri Atatürk’ün cenazesine vasiyet etmesine rağmen Çankaya’dan bir mezar bile reva
görülmüyor, tam 12 sene Atatürk’ün İsmet İnönü ve sabataist cunta tarafından, sanki cesaretlendirilip
kendisinden alınamayan intikamını cesedinden alır gibi Etnografya Müzesinin karanlık mahzenlerinde
bekletiliyordu.
Tarihte böyle bir muamele hiç kimseye reva görülmemiştir.
Şimdi, Atatürk’ün, “Türkçe ezan, Türkçe hutbe” gibi girişimleriyle ilgili, Muharrem Coşkun’un Milli
Gazetedeki önemli tespit ve tahlillerini; birde belirttiğimiz mazeret ve mecburiyetleri bağlamında ve bizim
bakış açımızla yeniden özetlersek, konu daha da aydınlığa kavuşacaktır:
Ezanla Niye Uğraşılıyor?
29 Ocak 1932 tarihinde yani bir Ramazan ayında başlayan ve Atatürk’e rağmen, rayından çıkarılan
dinde reform girişimlerinin bir parçası olan Türkçe Ezan, ilk kez Hafız Rıfat tarafından Fatih Camii
minaresinden okunmuştu.. Aslında Osmanlının Batılılaşmasını savunan kesimin son 200 yıldır istediği şey
bu reformasyondu.. Yeni dönem işte bu istekleri hayata geçirmek için oldukça elverişli görülüyordu. 1932
Ramazanına kadar çeşitli yıllarda nabız yoklama amacıyla yapılan denemeler 1932 Ramazanında fiilen
uygulamaya konuldu. Aslında bu dönemde şahit olduklarımız, planları daha önceden yapılmış 200 yıllık
büyük bir projenin parçalarından başka bir şey değildi.. Bu bağlamda; son günlerde sıkça duymaya
alıştığımız ‘Light İslam’ ya da ‘Ilımlı İslam’ deyiminin kaynağı da belki de asırlık projenin bir devamı olarak
görülebilirdi. Osmanlı’dan Cumhuriyete, Cumhuriyetin ilanından bugüne, dine müdahalelerin temelinde hangi
unsurlar yer alıyor?.. Pozitivizm, modernleşme ve batılılaşma hareketiyle başlayan, yeni dönemle hızlanan
‘dinde reform’ ya da ‘dinin millileşmesi’ projesiyle bugün seslendirilen Ilımlı İslam arasındaki farklar nelerdir?
Özellikle uygulamaya konulan Türkçe Ezan, Türkçe Kur’an, Türkçe Hutbe ve Türkçe Tekbir girişimleri toplum
tarafından nasıl karşılandı ve hangi tepkiler verildi?.. Yakın tarihin bu en tartışmalı konularına belge ve
kaynaklar yardımıyla ışık tutmaya çalıştık..
ABD, projeyi yakından takip ediyor
Bugün aleni ve “çağdaş” yöntemlerle uygulamaya sokulmak istenen planın başka versiyonları
Osmanlı’nın özellikle son 200 yılında da kendini göstermişti.. İslam, geri kalmanın müsebbibi olarak
sunulmuş ve reforme edilmesi gündeme gelmişti. AB’nin AKP’ye dayattığı “ilerleme Raporu”da bize
“gerici”liğimizi resmen kabul ettirmek içindi.
Bu girişimler dinin mabede hapsedilmesiyle başlanmıştı.. Din’in dili ve özüyle oynanmak istenmiş, bu;
“Türkçe Kur’an, Türkçe Ezan, Türkçe Tekbir, Türkçe Sela, Türkçe Hutbeyle” halka yansımıştı.. İşin ilginci, bu
girişimler yine dönemin ABD Ankara Büyükelçisi Charles Sherill’in taktirini toplamış, dönemin hükümetine
övgüler düzmüştü.. Sherill, Bir zamanlar camii olan Ayasofya’da yapılacak Türkçe Tekbir ve Türkçe Kur’an
gecesine eşiyle bizzat katılarak, projesini yakından takip ettiğini göstermişti..
153
Batılılaşma hevesi... Bizi nereye sürüklüyor?
Prof. Niyazi Berkes’e göre, Türkiye’de modernite değişimi 17. Yüzyılda başlayıp, 19. Yüzyılda
hızlanmış, yeni dönemle birlikte radikal bir karakter kazanmıştı.. Lale Devri’yle birlikte askeri alanda
başlatılan yenileşme, Batı’yı tanıma imkanı bulan aydın bürokrat kesiminde İslam’ı problem olarak görmeyi
hızlandırmıştı.. Batı’daki İslam aleyhtarı oryantalizm ve pozitivist akımların etkisiyle de Osmanlı aydın ve
bürokrasisi, İmparatorluğun gerilemesinde sorumlu (tek suçlu) olarak İslam’ı sanık sandalyesine oturtmuştu.
Yönetici elit, yenileşme çabasından başka yol olmadığını düşünüyor, bunun yolunuysa Batı tarzı yenilikleri
en kısa sürede devreye sokmakta görüyordu.. Bu batıcı kesime göre, geriliğe İslam sebep olmuştu ve
dolayısıyla onun oluşturduğu geleneksel yapıdan sıyrılıp, her şeyle Batılı olmak gerekiyordu..
“İslâm’a rağmen reform” neyi amaçlıyor?
1900’lü yılların başına gelindiğinde ise artık her şey için çok geçti.. Önce 31 Mart Vak’ası, ardından 2.
Meşrutiyet.. İmparatorluk içerden ve dışarıdan müdahalelerle adeta can çekişiyordu.. Sonunda 2.
Abdülhamid’ 1908’de tahttan indirildi..
Yerine geçen İttihat ve Terakki’nin planları arasında Batı’da olduğu gibi dini reformasyon planları da
vardı.. 2. Meşrutiyet’in hakim Türkçülük söylemi, dini, dini telakki ve yaşayışları da etkiler hale gelmiş, Ziya
Gökalp’in tabiriyle “Dini Türkçülük” teklifleri etkisini artırmıştı...
Siyasi gelişmelerin, bu söylemin lehinde gelişmesi ise, ibadetlerin Türkçeleştirilmesi projesinin sadece
seslendirilmesine değil, adım adım gerçekleştirilmesine de zemin hazırlamıştı...
Kur’an’ın “halk Türkçesine” çevrilme talepleri günden güne seslendirilir olmuştu.. Ardından da deneme
mahiyetinde önce dergilerde, sonra da kitap halinde Kur’an Türkçe haliyle basıldı.. Tam metin olarak halk
Türkçesi mahiyetinde ilk Türkçe çeviriyi ise Hıristiyan bir Arap olan Zeki Megamiz yapacaktı.. Hıristiyan
yazarın hazırladığı ilk Türkçe çeviri, önce tepki alır diye saklansa da sonunda 1914 yılında baskıya verilerek
piyasadaki yerini alacaktı..
Paşaların yollarını ayıran tartışmanın iç yüzü niye gizleniyor?
Cumhuriyetin ilanına 3 buçuk ay gibi kısa bir süre kala 14 Ağustos 1923’te de Ankara Türk Ocağı’nda
verilen bir çay ziyafetinde, Mustafa Kemal, “Kur’an-ı Kerim’i Türkçeye aynen tercüme ettirmek” meselesini
ortaya atacak, ancak Karabekir’in “Devlet Reis’inin din işlerini kurcalamasının doğru olmadığını söylemesi
üzerine tartışma çıkacaktı.. Karabekir Paşa’nın bu çıkışına hayli kızan Mustafa Kemal ise, “Evet Karabekir!
Arapoğlu’nun yavelerini Türkoğullarına öğretmek için Kur’an-ı Türkçeye tercüme ettireceğim ve böylece de
okutacağım.. Ta ki budalalık edip de aldanmakta devam etmesinler” 167 cevabını veriyor. Evet, çünkü Atatürk,
Kazım Karabekir’in Sabataist Yahudi olduğunu ve bunların kendi aralarında: “Kur’an Muhammedin yaveleri:
uydurma sözleri” şeklinde konuştuğunu biliyor ve Karabekir’e, “öyle ise, bırakın Türk milleti bu uydurma
dediğiniz sözlerin aslını öğrensin ve doğru karar versin diye, Kur’an’ı tercüme ediyoruz… Niye
gocunuyorsunuz?” demek istiyor ve Karabekir’in dindarlık perdesi altındaki sinsi hesabını ortaya döküyor!..
Kazım Karabekir, Mustafa Kemal’le yaşadıkları tartışmayı İsmet İnönü’ye açtığında ise daha da ilginç
cevapla karşılaşacaktır.. İnönü, “müslüman olduklarından dolayı bugüne kadar istiklalin kendilerine
verilmediğini ve müslüman kaldıkları sürece müstemlekeci devletlerin bilhassa İngilizlerin daima aleyhlerinde
olacaklarını, hatta kazanılan istiklalin de daima tehlikede kalacağını” söyler..
19 Ağustos 1923 tarihinde de Mustafa Kemal’in de bulunduğu bir yemekte, İnönü ilginç bir inkılap
hamlesinden bahsedecektir.. İnönü, “hocaları toptan kaldırmadıkça hiçbir iş yapamayız. Bugünkü kudret ve
prestijimizle bu inkılabı yapamazsak, hiçbir zaman yapamayız” diyerek herkesi şaşırtacaktır..
Prof. Bülent Tanör, Diyanet’in, bundan sonra izleyeceği konumu şu şekilde açıklayacaktı: “Diyanet
İşleri Başkanlığı, teknik bir kamu hizmeti kuruluşu olarak çalışıyor, rejimin talepleri doğrultusunda dinin
kişiselleşmesine katkıda bulunuyordu.. Yetkileri sınırlıydı, ruhani bir otoritesi yoktu. İslami kurallar öneremez,
teolojik araştırma yapamazdı, dinsel mülk sahibi değildi. Kısacası DİB, laikleştirme politikasına dinsel
167
Söylev ve Demeçler / 1919-1937
154
meşruluk kazandırma görevi yüklenmişti.. Devlet, dinin siyasal ve toplumsal alana karışması olasılığına karşı
DİB’i kullanmaktaydı”168
İkinci Meşrutiyetten sonra Türkçe Kur’an ve Türkçe Hutbe sesleri artacak, hatta İttihatçıların mollalığını
yapan Mehmed Ubeydullah Efendi, Talat Paşa’dan Türkçe namaz kıldırmak için izin dahi isteyecekti.. Talat
Paşa ise şartların buna elvermediğini söyleyerek bu talebi geri çevirmişti.. Bu durum, ibadetlerin
Türkçeleştirilmesi projesinin Cumhuriyetten çok önce, özellikle İkinci Meşrutiyet’ten sonra sıkça gündeme
geldiğinin açık göstergesiydi.. Türkçe namaz konusu daha sonra 1913 yılında Şerafettin Yaltkaya tarafından
ortaya atılacak ancak pek ilgi görmeyecekti.. Aslında bu süreçte sadece Türkçe namaz değil, Türkçe Kur’an
ve Türkçe Hutbe denemeleri yapılsa da, Cumhuriyetin ilanına kadar ciddi bir mesafe kat edilememişti... Yeni
dönemde garpçılık anlamında uygulanan modernlikle, gelenekten bütünüyle kopulacak, redd-i mirascı bir
politika güdülecekti.. Geçmişin, geleneğin ya da dinin sembolleri, kurumları ve etkinlikleri radikal biçimde
kaldırılacak, yerine modern kurumlar, modern değerler inşa edilecekti.. Prof. Şerif Mardin’e göre de, Fransız
devrimi ile Türk devrimi arasında ciddi farklılıklar vardı.. Zira “Fransız devriminin arkasında milyonlarca insan
kitlesi varken, Türk devrimi kitlelerce desteklenen bir hareket değildi..
Kimi tarihçilere göre de, Lozan görüşmelerine İsmet paşa ile birlikte giden ünlü Yahudi doktrincisi Haim
Nahum’un Lozan’da batılı devletlere teminat verdiği ve bu yeni oluşumda aktif rol oynadığı belirtiliyordu..
İddiaya göre Haim Nahum, hilafetin kaldırılıp, geçmişe ait bağlardan yeni devletin koparılacağı sözünü
vermişti.. Bu iddianın doğru olup olmadığı bir yana, ilerleyen yıllarda olayların gelişimi bu iddiaları doğrular
mahiyette olacaktı.. Nitekim Cumhuriyetin ilanının üzerinden bir yıl geçmeden de, 3 Mart 1924 tarihinde
Meclis’te ivedilikle görüşülerek kabul edilen üç kanun yeni siyasi yapılanmanın istikametini göstermesi
açısından önemli ipuçları verecekti.. Aynı gün çıkarılan hilafetin kaldırılmasıyla ilgili kanunla, yeni devletin,
İslam dünyası ile bağlarını koparacak, Tevhid-i Tedrisat kanunu ile de medreselerin kapatılması
sağlanacaktı..
Böylece örgün din eğitimi büyük ölçüde, yaygın din eğitimi de tamamen ortadan
kaldırılacaktı..
Batı basını bayram ediyor!..
Başta hilafetin kaldırılışı olmak üzere yapılan değişiklikler Batı dünyasında ise büyük yankı bulacaktı..
Avrupalı ve ABD’li önde gelenlerle, basın neredeyse bayram ediyordu..
Boston gazetesi (Amerika): Türkiye halifeyi tekmelemekle kurtuldu.. Batılı temeller üzerine Cumhuriyet
ilan ediliyor. Bugüne kadar kurulmuş bütün İslami devletlere temel teşkil eden dini kanun ve gelenekler
dağıtılıverdi... Bunun yanında 500 milyon dolar değerindeki tüm dini kurum ve kuruluşlar da
devletleştiriliyor...”
İngiliz büyükelçisi Ronald Lindsay: “Laik Türkiye’nin müslümanları artık İngiliz imparatorluğu için bir
tehlike olmaktan çıkmıştır.”
Arnold J.Toynbee (İngiliz tarihçi): “Halifeliğin kaldırılmasıyla Türkiye, İslam dünyasının merkezi
olmaktan çıkmıştır. Türkiye İslam’ın manevi önderliğini bırakıp, dünyevi bir hükümet kurup halifeyi sınır dışı
edince, batılılaşmanın nimetlerine karşılık, İslam birliği ve İslam’ın desteğinden vazgeçer olmuştur. Ne olursa
olsun halifelik İslam toplumunun en birleştirici ve İslam’ın geçmişi ile en güçlü bağı sayılmıştı..” 169
Meşrutiyetten itibaren gündemden düşmeyen dini ıslahat meselesinin Cumhuriyetle birlikte “dinin
millileşmesi ve anadilinin mabede girmesi” çalışmaları sırasıyla 1924, 1926, 1928 ve 1932 ramazanlarında
gündeme getirilecekti..
Proje zaten, 2. Abdülhamid’i tahttan indirerek yerine geçen İttihat ve Terakki’nin planları arasında da
bulunuyordu..
“Milli din” tezini savunanlar, yapmaya çalıştıkları ile Avrupa’daki reformasyon hareketi arasındaki
benzerliklere dikkati çekiyorlardı. Reformasyonun, Avrupa’nın ilerlemesine katkısı öne sürülerek kendi
projelerinin de aynı neticeyi doğuracağını ima ediyorlardı.
168
169
Tanör, Kuruluş Üzerine 10 konferans, 1920 sonları / 1996
Türkiye Türkçesi İst. 1971
155
“İlk Türkçe Kur’an denemesi” tabiri toplumu yanıltıyor?
Bir kaç yakını haricinde, hiç kimse Mustafa Kemal’in bir kış günü Ankara’dan İstanbul’a gelmesiyle
birlikte, Cumhuriyet tarihinin en büyük dini inkılaplarını başlatacağını kestiremezdi.. Oysa her şey 1932
Ramazan’ının 4. Günü yani 12 Ocak 1932 salı günü, Mustafa Kemal’in, Haydarpaşa Tren İstasyonu’nda
maiyetiyle birlikte trenden inmesiyle başlamıştı..
Mustafa Kemal’in bu gelişinde, görünürde askeri tören yapılması da istenmemişti..
Bu hadiseden iki gün sonra, 20 Ocak 1932 tarihinde de, Mustafa Kemal Aydın milletvekili Dr. Reşit
Galip ile Antep Milletvekili Kılıç Ali’nin bulunduğu bir meclis’te, hafız Yaşar Okur’a bu cuma günü Yerebatan
Camii’nde Türkçe Kur’an okuyacağını söyler... Reşit Galip ve Kılıç Ali’yi de bu hadiseyi gazetelere bildirmek
ve bizzat Türkçe Kur’an merasimine nezaret etmek üzere görevlendirir....
Hafız Yaşar’ı çağıran Mustafa Kemal, kendisine, İstanbul’un musikiye aşina meşhur hafızlarının
listesini hazırlamasını emreder ve bir sonraki cuma, yani 29 Ocak 1932 tarihinde de Sultanahmet Camii’nde
aynı uygulamanın yapılacağını söyler..
Ertesi akşam da, İstanbul’un meşhur hafızları Dolmabahçe Sarayı’na davet edilir.. Dokuz kişiden
oluşan heyeti, kendilerine riyaset etmekle görevlendirilmiş bulunan Reşit Galip karşılar... Reşit Galip hafızları
karşılayıp Mustafa Kemal’in yanına sokmadan önce şunları söyler;
“Camilerde Türkçe Kur’an okuyacaksınız.. İşte birer tane veriyoruz.. Evet, bu tercüme belki iyi değildir,
çünkü Arapça’dan Fransızcaya ondan da Türkçeye tercüme edilmiştir.. Bununla beraber Ankara’da bir heyet
tarafından Türkçe bir Kur’an hazırlanmaktadır, bundan sonra camilerde ve namazlarda onlar okunacaktır...”
Reşit Galip’in, hafızlara dağıttığı Türkçe Kur’an, Albay Cemil Said’in daha önce Fransızca’ya, sonra da
Türkçeye çevrilmiştir…
Dolmabahçe Sarayı’nda yapılan toplantıda dört maddelik karar çıkar ortaya;
– Müslümanlığın bir Türk dini olduğu ispatlanacak
– İbadetin, Allah’la kul arasında olduğu tezi kafalara sokulacak
– “İbadetin anadilde yapılması lazımdır” inancı oluşturulacak.
– Bu fikirde ittifak hasıl olduktan sonra duaların Türkçeleştirilmesi için işbölümü yapılacak…
– Görülüyorki, Atatürk çok haklı ve hayırlı bir girişimle ve anlaşılsın diye, Kur’an’ı, hemde en emin ve
ehil şahsiyetlere tercüme ettirmek isterken, etrafını saran sinsi sabataist cunta ise “Türkçe Kur’an”
safsatasını yerleştirmek peşindedir.…
1928 yılında da İsmail Hakkı Baltacıoğlu, dinde reform taleplerini yeniden gündeme getirmişti..
Baltacıoğlu tarafından hazırlanan “dini ıslah beyannamesi”nde ibadetlerin Türkleştirilmesi hatta yeniden
düzenlenmesi öngörülüyordu.
Baltacıoğlu, Kur’an tercümesi ve ibadette reform çalışmalarında aktif olarak görev almıştı.. Kur’an-ı
Kerim’de bazı ayetlerin çıkarılmasından, camilere ayakkabılarla girilebileceğine, camilere kiliselerde olduğu
gibi sıralar yerleştirilmesi ve müzik eşliğinde ibadet edilmesi gibi radikal öneriler Baltacıoğlu’nun gündeme
getirdiği bazı taleplerdi.. Baltacıoğlu, bu çabaları nedeniyle Halk Partililerden de büyük destek alıyor,
kendisine Luther yakıştırması yapılıyordu..
Dinin Türkleştirilmesi projesinin önde gelen aktörlerinden biri de Dr. Reşit Galip’di. Galib, Müslümanlık:
Türk’ün Milli Dini isimli eserinde, “Şu halde din, dil vasıtasıyla insanın milliyetine girmektedir. Burada din, milli
bir unsur oluyor. Binaenaleyh din, milliyetin birbirinden ayrılmaz bir parçasıdır” diyerek yapılacak reformların
dil odaklı olacağına işaret ediyordu.
Frakla hutbe, hangi sonuçları doğuruyor?
Sıra Türkçe hutbeye geldiğinde ise tarihler, 5 Şubat 1932’yi, yani Ramazan ayının son cuma gününü
göstermektedir.. İstanbul Süleymaniye Camii’nde okunacak Türkçe hutbe içinse, hafız Sadettin Kaynak
seçilmiştir… Hafız Sadettin Kaynak fraklı, başı açık olarak çıktığı minberde, Mustafa Kemal tarafından da
onaylanan o meşhur hutbesini, “ey ulu Tanrı…” ifadesiyle okumaya başlar…
Sadettin Kaynak, o günü hatıralarında anlatırken, hutbenin konusunun Mustafa Kemal tarafından
156
seçildiğini, Mustafa Kemal’in kendi elleriyle Türkçe Kur’an’dan seçtiği ayetin ise Bakara Suresi’nin 11, 12 ve
13. Ayeti olduğunu yazar…
Bu ayetlerin Türkçesi ise, “O gafillere, ‘yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayın’ denildiği zaman, ‘biz
bozguncu değil, ıslah istiyoruz’ derler. Halbuki işte onlar bozguncuların ta kendileridir. Fakat ne yaptıklarının
farkında değillerdir… Onlara, ‘insanların inandığı gibi inanın!’ denildiğinde, ‘o beyinsizlerin inandığı gibi biz de
mi inanalım’ derler.. Bilesiniz ki asıl beyinsizler kendileridir, fakat bilmezler” şeklindedir.
“İlk Nabız Yoklaması” başarısız kalıyor!
Dinde reform girişimine 1926 yılında seçilen aktörlerden biri, Göztepe Camii İmamı Cemaleddin
Efendiydi..
Cemaleddin efendi, 1926 yılının ramazanında, Göztepe Camii’nde, ilk Türkçe namaz kıldırarak dikkat
çekmişti.. Cemaleddin efendinin bu girişimi her ne kadar ferdi bir çıkış gibi görülse de aslında bir nabız
yoklamasıydı.. Nitekim halktan gelen yoğun tepkiler üzerine Cemaleddin Efendi görevinden alınmış, ancak
maaşı kesilmediği gibi bir kaç ay sonra da imam hatip mektebi muallimliğine atanmıştı.. Dönemin Diyanet
işleri reisi Rıfat Börekçi ise Türkçe namaz kılınamayacağını, namazlarda ayet ve surelerin orijinallerinin
okunması gerektiğini söyleyecekti.
Ne var ki toplum hayatının kökten değiştirilmeye çalışıldığı bir dönemde, bu tür karşı çıkışlar pek uzun
soluklu olamayacak ve ibadetlerin Türkçeleştirilmesine yönelik taleplerden vazgeçilmeyecekti..
Dinde reformcular ilhamını nerden alıyor?
Dinin millileşmesi ya da milli din tartışmaları 1918 yılında dönemin şairlerinden Ziya Gökalp’in bir şiirine
de konu olmuştu... Dil ve din bağlantısının belki de en meşhur ifadesi sayılan Ziya Gökalp’in yazdığı bu şiir,
dinde reformcular için ilham kaynağı olacaktı...
“Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur.
Köylü anlar manasını namazdaki duanın...
Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur’an okunur.
Küçük, büyük herkes bilir buyruğunu Hüda’nın...
Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!..”
Ancak çok geçmeden de beklenen tepkiler gelmeye başlar.. Türkçe ezana en dikkat çekici tepki
Bursa’da meydana gelir
Daha bir kaç yıl öncesine kadar, Kurtuluş Savaşı sırasında dine ve dindara gösterilen saygının gidip,
yeni tavırların tersi yönde ilerlemesi, herkeste büyük şaşkınlığa neden olur.. Ezan’ın Türkçe okunmasına
tepki gösteren yüzlerce Bursalı Ulu Camii önünde nümayiş yapar..
Olayların büyümesi üzerine İzmir’e gidecek olan Mustafa Kemal karar değiştirerek, Bursa’ya hareket
edecektir..
İslâm’ın gelişmesi baltalanıyor!
"Milli Mücadele yıllarında Osmanlı döneminde olmadığı kadar önem kazanmışken İslam Dini,
Cumhuriyetin ilanından sonra bu süreç hızla baltalandı.. Oysa Mili Mücadele yıllarında milliyetçilik olmadığı
için İslam yegane tutunum öğesi olarak kullanılmıştı.. Yani İslam’dan çok faydalanıldı.. Hatta birinci Meclis’te
çok sayıda sarıklı din alimi vardı.. Meclis’in duvarında ise Kur’an-ı Kerim’den "Ve emrehu şura beynehüm"
şeklinde, "Aranızda şura ile karar verin" anlamına gelen bir ayet bulunuyordu.. Sonraki yıllarda tabi bu süreç
hızla baltalandı.. 1928 Yılında İsmail Hakkı Baltacıoğlu’nun da aralarında bulunduğu bir komisyona İlahiyat
Fakültesi’nde layiha hazırlatıldı.. Camiye müziği ithal etmek, sıralar yerleştirmek, duaların Türkçe okunması
bunlardan bazılarıydı.. Tabii, Atatürk istemeden böyle bir çalışma yapılamazdı..
Elmalılı: “Türkçe Kur’an mı var be hey şaşkın!” diye haykırıyor!
Sahih-i Buhari’yi tercüme işi Ahmed Hamdi Aksekili’ye, Kur’an-ı Kerim’i tercüme işi ise Mehmet Akif
Ersoy’a verilmişti..
Ancak Mehmet Akif, ilk yıllardaki atmosferin giderek değiştiğini görünce, çevireceği Kur’an
tercümesinin istemediği bir maksat için kullanılacağını düşünmüş ve aldığı ücreti iade ederek bu işten
157
vazgeçmişti.. Tüm ısrarlara rağmen de çevirisini yetkililere teslim etmemişti..
Kur’an-ı Kerim’i tercüme görevini daha sonra, meşhur müfessir Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır
yerine getirecekti.. Elmalılı da, Akif’le aynı endişeyi taşımakla birlikte, çevirdiği Kur’an’ın önsözüne, “Haşa
Türkçe Kur’an” şeklinde bir ifade koyacaktı.. Türkçe Kur’an olamayacağını anlatmak için kullandığı bu
cümleyi, mukaddimeden çıkarması istendiğinde ise, bir adım daha atarak, “Türkçe Kur’an mı var be hey
şaşkın!” ifadelerine yer verecekti..
Bir kopuş belgesi: Lozan
Din hakkındaki en şiddetli tartışmalardan biri ise Lozan görüşmelerinin sürdüğü tarihlerde yaşanmıştı..
Kazım Karabekir Paşa’nın anlattığına göre, 18 Temmuz 1923 tarihli Meclis gündeminde din vardı.. Gerisini
Karabekir Paşa’dan dinleyelim;
“18 Temmuz 1923’te Meclis’te, Tevfik Rüştü Bey, (Teşkilat-ı Esasiye) ‘anayasada dinimiz apaçık
yazılmalıdır’ diyordu.. Ben söz aldım ve sordum, ‘anayasa’da dinimizin İslam olduğu zaten yazılıdır..’ Tevfik
Rüştü Bey, hangi kanaati haykıracaksın ve anayasaya hangi dini yazdıracaksın? Hıristiyanlığı mı?..’diye
sorunca, bu sırada Mahmut Esat (Bozkurt) bey söz aldı ve sertçe cevap verdi: Evet Hıristiyanlığı, çünkü
İslamlık terakkiye (ilerlemeye) manidir. Bu dinle yürünmez ve bize de kimse ehemmiyet vermez.”
Tartışmaya Fethi Okyar da katılarak, “Evet Karabekir! Türkler İslamlığı kabul ettiklerinden böyle geri
kaldılar ve İslam kaldıkça bu halde kalmaya mahkumdurlar. Bunun için İslam kalamayacağız” diyecekti..
Mahmut Esat Bozkurt’un dile getirdiği, “İslam’ın ilerlemeye engel” olduğu inancı o dönemde neredeyse
pek çok kimsenin yaygın kanaati halini almıştı... 170
Atatürk’ün Hz. Muhammed ile ilgili kanaatleri:
“O tarihin en büyük devrimcisi ve hidayet önderidir”
“Devrim yaratan Hz. Muhammed’e sevgi, onun yüksek fikirlerine sahip çıkmakla olur.”
(Hz.) Muhammed’i, bana, cezbeye tutulmuş sönük bir derviş gibi tanıtmak gayesine kapılan bu gibi
cahil adamlar, onun yüksek kişiliğini ve başarılarını asla kavrayamamışlardır. (…) Askeri dehası kadar siyasi
görüşüyle de yükselen bir insanı, cezbeli bir derviş gibi tasvire yeltenen cahil serseriler, bizim tarih
çalışmamıza katılamazlar.
(…)
Büyük bir devrim yaratan (Hz.) Muhammed’e karşı beslenilen sevgi, ancak onun ortaya koyduğu
fikirleri, esasları korumakla yaşatmak gerekti. Peygamber ölür ölmez düşünülecek şey, onun bir an evvel
toprağa vermek değil, yaratmış olduğu devrimi güvenceye almaktı. Bu da, yerine evvela devrimi kavramış en
yakın bir arkadaşını geçirerek, baş gösterecek tehlikeleri önlemekle olurdu. Devrimi kavramış ve ona bütün
varlığıyla bağlanmış böyle bir halef seçtikten sonradır ki, onun gömülmesi düşünülebilirdi.171
Atatürk’ün lise tarih kitabına el yazısıyla yazdıkları
“Toplumsal ve hukuki eşitliği savundu”
(Hz.) Muhammed’in savunduğu toplumsal ilkelerden biri, toplumsal ve hukuki eşitlik olduğundan, iman
edenler arasında kölelerin, azatlıların ve fakirlerin çokça bulunması doğaldı.172
“Gayesi, toplum hayatını iyileştirmekti.”(Kötülüklerin kökünü kurutmaktı.)
“(Hz.) Muhammed başlangıçta herhalde şiddetli bir heyecana maruz oldu. Bir takım dini endişeler ve
vicdani düşüncelerle samimi surette üzüldü. (Hz.) Muhammed namuskar ve çıkar fikrinden arınmış olarak
ortaya atıldı. Onun gayesi, çevresinin ahlakını, dinini ve toplumsal hayatını iyileştirmekti. 173
“Halkla birlikte hendek kazdı” (İnancının ve insanlığının gereğini yaşadı)
“İranlı bir zat, şehrin açık tarafını hendekle çevirmeyi teklif etti. (Hz.) Muhammed teklifi kabul etti. Bu
tedbir, Arapların bilmediği bir yenilikti. Hendek kazıldı, savunma tertibatı alındı. Herkes çalışıyordu.
Milli gazete / Muharrem Coşkun
Yıl 1930 / Aktaran: Şemsettin Günaltay / Ülkü Dergisi / 1945 / c.IX / Sayı 100 / s-4
172 II, tıpkı basım, Kaynak yayınları, s.90
173 II, tıpkı basım, Kaynak Yayınları, s.93
170
171
158
Muhammed de herkesle beraber toprak dolu küfeleri taşıyarak çalıştı. Bazen yorulanların elinden kazmasını
alarak bizzat kazıyordu. Altı gün devam eden hendek kazma sırasında (Hz.) Muhammed gece gündüz iş
alanından ayrılmadı”174
“Daima ileriye yürüdü ve geleceği düşündü”
(Hz.) Muhammed, gerek dini meselelerde, gerek toplumsal hususlarda bir reform yapmak gerektiği
zaman, kendisini hiçbir şeyle bağlı görmemiştir. Daima ileriye doğru yürümüştür. Ölüm, bu ilerlemeyi birden
bire kesti. (Hz.) Muhammed’den sonra İslam aleminde görülen durgunluk ve gerileme sebebini, (Hz.)
Muhammed’de değil, onun haleflerinin (Hz.) Muhammed’in mesleğinin ruhunu değil, metnini (şuurunu değil,
şeklini, hedeflerini değil hareketlerini) almalarında aramak gerekir”175
Cumhuriyet Kurmaylarının Hz. Muhammed’le ilgili görüş ve övgüleri:
Atatürk’ün Adalet Bakanı; Mahmut Esat Bozkurt:
“Muhammed’in ihtilal hareketi”
Onun hadisesi, bir ihtilal hareketiydi.
(…)
Devlet kurdu, milletini her millete egemen kıldı. Bayındırlık içinde bıraktı. Çünkü hakkı unutmadı. Kılıcı
elinden bırakmadı.176
Samsun Milletvekili Rüşeni Barkur
“Zamanının mühim inkılapçısı”
Muhammed yasalaştırdığı hükümlerle zamanının mühim bir inkılapçısı olduğunu ispat etmiştir. Günün
ihtiyacına göre ümmetine (Allah’tan) ayet yetiştirmesi ve bazen gördüğü lüzum üzerine (rabbının) yeni bir
ayetle eski ayetleri değiştirmesi, herhalde Muhammed’in uzun mücadele ve derin muhakeme ile bir toplum
hayatı kurmak istediğine işaret eder. Bundan dolayı Muhammed, şüphesiz büyük bir terih adamıdır. 177
Cumhuriyet Devrimi’nin tarih öğretmeni Samih Nafiz Tansu
“Hz.Muhammed’in sınıf inkılabı”
Başlangıçta Mekke aristokrasisinin ilgisizliği ile karşılanan yeni inkılap, pek az sonra ızdıraplı insanları,
fakir kimseleri etrafına toplayınca yüksek tabakayı kuşkulandırmıştı.
Hz. Muhammed’in bu yeni inkılabında her devrimde olduğu gibi hürriyet, adalet, müsavat, kardeşlik
esasları vardır. O yalnız tek tanrı üzerinde değil, her şeyden evvel bir sınıf inkılabı üzerinde duruyor, haksız
kazançların zulüm olduğuna işaret ediyordu. O zaman tehlikeli bir insanla karşılaştıklarını anlayan Mekke
zenginleri, (…) Müslümanlara boykot yaparak onları müşkülata uğratmışlardı.”
Peygamber yaşlı gözler ile Mekke’den kaçtıktan tam on sene sonra davasına bağlanmış, ona inanmış
bir kalabalığın içinde mesut bir şef, bahtiyar bir inkılapçı olarak yükseliyordu.
Yalnız büyük bir insan, inkılapçı bir önder, büyük bir din kurucusu değil, aynı zamanda bütün
Arabistan’ın kudretli hükümdarı idi (…) Yeni bir medeniyetin kuruluşuna önderlik etmişti. 178
Doğru Perspektif ve Doğal prensip:
Samimiyetle ve iyi niyetli bir gayretle; her konuda haklı ve hayırlı olanı arayan bir insan, mutlaka
gerçeğe erişir. Hatta insan bu gerçeği arayış sürecinde, doğru sanılan bazı yararsız ve yanlış akımlara da
kapılabilir. Ama vicdanın emrindeki ve müspet ilmin rehberliğindeki selim bir akıl, önünde sonunda, sahte ve
hayali reçetelerden kurtulup, hakikatle yüzleşir.
İşte Doğu Perinçek’in “Hz. Muhammed’in Medeniyet Devrimi” başlıklı yazısı da, böyle bir aklıselimin ve
vicdani kanaatin meyvesidir. Arzumuz ve umudumuz: Kuvayı Milliye dirilişinin temel dinamiği olan İslami
değerlere ve halkımızın manevi tercihine sahip çıkılması ve saygı gösterilmesidir.
Yıllar boyu güya İslami ilimlerle uğraşan ve çevresinde din adamı ve ilahiyatçı olarak tanınan nice
II, tıpkı basım, Kaynak Yayınları, s.118
II, tıpkı basım, Kaynak Yayınları, s.118
176 Atatürk İhtilali I-II, Kaynak yayınları, s.64 vd, 129 vd, 132,401
177 1926, Din Yok Milliyet Var, Elyazı kitap, Atatürk Kütüphanesi, Çankaya Arşivi, no:2,s.40
178 Tarihte orta Zamanlar II, s.42,48,49,59)
174
175
159
zavallının fark etmediği, fark etse de korkusundan dile getiremediği, “Hz. Muhammed’in, bugün de örnek
alınması gereken; tarihin en büyük medeniyet devrimcisi ve hidayet rehberi” olduğu gerçeğini bu yazı dile
getirmektedir.
Belki bilgi eksikliğinden veya ifade değişikliğinden kaynaklanan bazı hatalar söz konusu olabilir. Ancak
bakış açısı ve olaya; insancıl, akılcı ve insaflı yaklaşımı takdire değerdir. Elbette ve her halde düşünce
farklılıklarımız ve aykırı taraflarımız vardır ve bu normaldir. Ama bir insanın; doğru, olumlu ve onurlu olan
eylem ve söylemine sahip çıkmak, saygı duymak ve onu alkışlamak ta, hem İslam’ın hem de insanlığın bir
gereği değil midir?
Ve hele Aydınlık’ın: Atatürk’ün ve kurmaylarının, Hz. Peygamber Efendimizle ilgili; erdemli ve gerçekçi
tespitlerini içeren; tarihi ve talihli ifadelerini derleyip yayınlaması da, ayrıca tebrik ve takdir edilmelidir.
“Tağuta (Zalim, hain ve inkarcı iktidarlara ve emperyalist odaklara) kulluk etmekten kaçınan ve Allah’a
içtenlikle yönelip (hakikati arayan) kimseler için bir müjde vardır. Öyleyse (böylesi) kullarıma müjde ver ki:
Onlar (her konuda kaleme alınan ve konuşulan, her çeşit yazıyı ve anlatılan) sözü (dikkatle) dinlerler
ve (sonunda akla, vicdana ve İslam’a en uygun ve) en güzeline tabi olurlar. İşte bunlar, Allah’ın kendilerine
hidayet ettiği kimselerdir. Ve onlar temiz ve olgun akıl sahipleridir” ayetleri de bu gerçeği ve görevi dile
getirmektedir.
Hz. Muhammed’in Medeniyet Devrimi:
• Bilim, İslamiyet’e dinler arası cepheleşme ve bağnazlığın penceresinden bakmaz.
• Dünyanın bütün bilim merkezlerinde; İslam’ın ortaya çıkışı, Ortaçağ (da gerçekleşmiş tarihin)
en büyük devrimidir. Ve Hz. Muhammed de, bu büyük devrimin önderidir.
İslamiyet’in ortaya çıkışı, tarihi en az bilen için (dahi), yeni bir dinin doğuşudur; ancak tarih içindeki
yerine oturtacak olursak, yeni bir uygarlığın kurulmasıdır. Hz. Muhammed, bir Peygamberdir. Ama aynı
zamanda yeni bir devletin, yeni bir toplumun kurucusudur; büyük bir devrimin önderidir.
Bütün Boyutlarıyla Devrim
Siyasal açıdan bakarsak; İslamiyet, kabileler halinde örgütlenmiş bir toplumun devlete sıçramasıdır.
Kabileler arasında “baskın basanındır” kuralının geçerli olduğu, yağmacılığın yerini, devlet düzeninin
sağladığı, barış ve huzur ortamı almaktadır.. Böylece: özel mülkiyet ve ticaretin gelişmesi için gerekli koşullar
yaratılmıştır.
Ekonomik açıdan, kabilenin kapalı ekonomisinden; ticaretin gelişmesi yoluyla para ekonomisine geçiş
yapılmıştır. Para kazanan (emek harcayıp üretim yapan) kişi, Allah’ın sevgili kulu sayılmıştır; yani “El-kasip
Habibullah.” (hadisi bu gerçeği anlatmaktadır) Mülkiyet ilişkileri açısından, kabilenin ortaklaşa mülkiyeti
çözülürken, özel mülkiyet (için) de serpilip gelişme (yolları açılmıştır)
Bu zeminde kabilenin akrabalık ilişkileri, İbni Haldun’un deyişiyle “asabiye” (bağnaz kabilecilik) bağı,
Morgan ve Engels’in diliyle “gentilice” (kanbağı) ilişkileri dağılmakta, onun yerini ümmet (cemiyet, devlet ve
tüm insaniyet haklarını sağlama ve koruma bilinci) almaktadır. Bedir savaşında Arap yarımadasında ilk kez
akrabalar karşı karşıya gelmiş ve (Hak ile batılın, doğru işle yanlışın, zulümle adaletin ve insanca yaşayışın
mücadelesi olarak) birbirleriyle savaşmışlardır. Bu (durum): akrabalığa dayanan (kabile) toplumunun
çözülmesi, onun yerini ümmet (genel ve ortak hukuk kuralları ve temel insan hakları çerçevesinde konsensüs
sağlamış cemiyet) ilişkilerinin almasıdır. İslamiyet, kabile içindeki kardeşliği, bütün müminlere yayarak
“ümmet kardeşliğine” dönüştürmeyi başarmıştır.
Hz. Muhammed’in (vahye dayanarak) getirdiği yeni hukuk sistemi, kervanların basılması ve
yağmalanmasını yasaklamış, özel mülkiyeti ve (serbest) ticareti korumuş, böylece: devlet düzenini sağlamış
ve Arap yarımadasındaki (var olan potansiyel) bir enerjiyi birleştirip, batıya ve doğuya doğru yönelterek;
büyük bir imparatorluğun (ve medeniyet ufkunun) önkoşullarını hazırlamıştır.
Kuşkusuz bu büyük yönelişin ideolojik ve psikolojik iticilerini de gözden uzak tutmamak gerekir.
Toplumu ümmet kardeşliği içinde birleştiren yeni iman, toplumun psikolojisini sarmalamış, büyük bir kollektif
enerjiyi ateşlemiş ve cihat yoluyla dışa doğru yayılmayı örgütlerken, tarihsel açıdan da, toplumun kendi
160
mücadelesiyle medeniyete sıçramasının manevi gücünü canlandırmıştır.
Medeniyete Geçiş
Siyaset, ekonomi, toplum ve mülkiyet ilişkileri, hukuk, ideoloji ve toplum psikolojisi açısından toplam
olarak baktığımız zaman, İslamiyet’in doğuşu ve gelişmesi, bir devrimdir. Bu devrim, tarihsel açıdan:
(cehaletten ve zulmetten) medeniyete geçiş devrimidir. İnsanlığın Sümer’lerden ve Çin uygar1ığı sürecinden
ve benzerlerinden (ve özellikle geçmiş Peygamberlerden) beri dalga dalga yaşadığı olay, başka bir tarihsel
düzlemde (ve en mükemmel biçimde) bir kez daha yaşanmıştır.
“Hayatta en hakiki yol göstericinin bilim olduğunu” kabul eden Atatürk ve diğer Kemalist Devrim
düşünürleri de, İslamiyet’in bu tarihsel rolünü ve büyüklüğünü açık bir dille saptamışlardır.
Özgünlüğü
Ancak bu olay, eski medeniyetlerin bir tekrarı değildir. Devlete, özel mülkiyete, para ekonomisine,
kanbağı ilişkilerinin çözülerek toplumun sınıflara bölünmesine ve feodal bağımlılıkların oluşmasına, felsefe
ve bilimin doğuşuna geçiş anlamında: bütün medeniyetlerin oluşması, her toplumda farklı zamanlarda
yaşanmakla birlikte, sonunda aynı tarihsel aşamaya denk düşer. Ancak her medeniyet, farklı coğrafyalarda,
farklı serüvenlerden gelerek, farklı birikimler oluşturmuş toplumlar tarafından kurulduğu için, aynı zamanda
kendine özgü farklılıklar da taşır.
Arap yarımadasında yaşayan Bedeviler, Hz. Muhammed’in başlattığı devrimle, feodal bir ticaret
uygarlığı kurdular. Batıda İspanya’ya, Doğuda ise Asya ortalarına kadar uzanan bu yeni imparatorluk, 7-11.
yüzyıllar arasında dünya uygarlığının merkezi ve öncüsü oldu.
İslam uygarlığı, Sümer’lerden başlayan; Ortadoğu, sonra Yunan ve Roma uygarlığının mirasını
geliştirdi ve bugünkü Batı uygarlığına taşıdı. İslam uygarlığı ve Türk uygarlığı, bu açıdan 7. yüzyıl ile 15-16.
yüz yıl arasında köprü oldu; öte yandan Çin ve Hint uygarlığı ile Batı uygarlığı arasında da bir köprü
oluşturdu,
9-11. yüzyılın dünyasına baktığınız zaman, insanlığın kapitalizme doğru sıçrayışını, Ortadoğu
merkezinden yapacağı izlenimini edinirsiniz. O sıralar Batı Avrupa, uygarlığın merkezinde değil, fakat
kenarlarındadır ve bir bakıma derin ve karanlık bir uykunun içindedir. Ancak okyanusları aşan denizcileri
sayesinde Batı, 15. yüzyıldan başlayarak dünya ticaretine hükmeder; büyük zenginlikler biriktirir. Artık
uygarlığın merkezi, Batı Avrupa’ya kaymıştır. Böylece insanlık, kapitalist uygarlığa sıçramasını, Avrupa’nın
Atlantik kıyılarından gerçekleştirir. Dünün uygarlık merkezi olan Doğu ise gerilemenin kıskacına itilir.
Taşlaşan Ön Yargılar ve Bilimin Bakışı
Ayrı Dinlerin mensupları birbirine farklı cephelerden bakarlar. Haçlı savaşları ve cihat, bin yılı aşan bir
süredir devam edip gelmektedir. Bu savaşlar, dinler arası savaş gibi görünür, ama temelinde imparatorluklar
ve sınıflar arasındaki bir savaştır. Zaman zaman da ileri ile geri arasındaki savaştır. Bu savaşlarda din
‘bayrağı altında toplanan Batılı krallar ve toplumlar, İslam Peygamberi hakkında yüz yılların derinleştiği yanlış
yargılar oluştururlar. Bu ön yargılar (giderek) taşlaşır, karikatürlere yansır.
Ama bilim, İslamiyet’e bu cepheleşme ve bu bağnazlığın içinden bakmaz! Dünyanın neresinde olursa
olsun, ister Çin’de, ister Batı’da Atlantik kıyılarında, ister Rusya’da, ister Güney Afrika’da, dünyanın bütün
bilim merkezlerinde (kabul edilir ki): İslam’ın ortaya çıkışı, ortaçağda gerçekleşmiş tarihin en büyük
devrimidir ve Hz. Muhammed de, bu büyük devrimin kutlu önderidir.
Bir televizyon programından sonra, vicdanlı bir grup ilahiyat Fakültesi profesörü, dokuz hocamız
ziyaretime gelmişlerdi, Masaya oturur oturmaz, “Biz dünyaya tarihsel bakıyoruz” dediler. O gün hayatımın
büyük mutluluk duyduğum sohbetlerinden birini yaşadım. İbni Haldun’un deyişiyle “Tarih bilimlerin anasıdır.”
Hatta sosyal bilim tarihten ibarettir. Tarihsellik, gerçeklere yaklaşmanın biricik anahtarıdır.”
Bu arada unutulmasın ki İslam’la tanıştıktan sonra, özlerindeki; düzgünlük, özgürlük ve öncülük
cevherleri parlayan Türklerin kurdukları ve Hindistan’dan Viyana’ya, Kafkasya’dan Afrika’ya kadar bütün
dünya’yı adalet ve insaniyetle tanıştırdıkları, Karahanlılar, Selçuklular ve Osmanlılar örneği, tarihin en
görkemli ve en erdemli devletleri de, Hz. Muhammed’in ve Yüce İslamiyet’in, altın taçlı eserleridir.
161
Bunun gibi: Türkiye’den çıkacağı ve Türkler eliyle başlayıp başarılacağı sahih haberlerle işaret ve
beşaret edilen (müjdelenen) ve tüm mazlum ve mümin milletler tarafından hasretle beklenen, yeni bir Barış
ve Bereket (Mutu Mehdiyet) Medeniyeti de, yine Hz. Muhammed’in ve İslamiyet’in en büyük zaferi ve en
kutlu devrimi niteliğindedir.
Türkiye’de seviyeli sosyalistlerin ve samimi Kemalistlerin; bu tabii ve tarihi gerçekleri kabullenip
sahiplenmesi, çok önemli ve ümitlendirici bir gelişmedir.
162
ATATÜRK VE PEYGAMBERİMİZ HZ. MUHAMMED
I- Silahlı Peygamber Hz. Muhammed'in medeniyet devrimi
Hz. Muhammed de, bütün devlet ve medeniyet kurucuları gibi, elbette silahlı bir gücü kumanda
etmiştir. Hz Muhammed'in silahla kurduğu devlet ve medeniyet, eski uygarlıklar ile 15. yüzyıl
sonrasının kapitalist uygarlığı arasında köprü oluşturdu. İnsanlık, Hz. Muhammed'in silahına çok şey
borçludur.
Cihat Peygamberi
Batılı bilim adamları Hz. Muhammed'den "Silahlı Peygamber" diye söz etmişlerdir. Örneğin Maxime
Rodinson, Hz. Muhammed'in silahlı güç inşa etmesini, devlet ve medeniyet kuruculuğuna giden bir stratejinin
gereği olarak ele alır.179 Kemalist Devrim'in önderleri de, başta Atatürk olmak üzere Hz. Muhammed'in devlet
ve medeniyet kuruculuğunu öne çıkarırlar. Mahmut Esat Bozkurt'un Hz. Muhammed'i anlatırken saptadığı
gibi medeniyetler kılıçla kurulur: "Devlet kurdu, milletimi her millete egemen kıldı. Bayındırlık içinde bıraktı.
Çünkü hakkı unutmadı. Kılıcı elinden bırakmadı."180
Doğrudur ve çok önemlidir; Hz. Muhammed de, bütün devlet ve medeniyet kurucuları gibi, elbette
silahlı bir gücü kumanda etmiştir. Silahlı güç tekeline sahip olmak, devletin ayırt edici özelliğidir. Silahlı güç
varsa, devlet vardır. Ve her medeniyet, ancak devletle, silahlı güçle kurulur. İnsanlık kabile toplumundan
devlet ve medeniyet kuruculuğuna silahın tekelde toplanmasıyla geçmiştir. İşte İslam Peygamberi'nin büyük
başarısı da buradadır. Mezopotamya uygarlığı, Mısır, Çin, İran, Türk, Yunan, Roma uygarlıkları, Cromwell'in
İngiliz demokrasisi, Washington ve Lincoln'ün Amerikan demokrasisi, Robespierre'in Fransız demokrasisi,
Bismarck'ın Alman birliği, Garibaldi'nin İtalyan birliği, hep silahla kurulmadılar mı?
Bütün bu nedenlerle Hz. Muhammed'in "Silahlı Peygamber" olması onun uygarlığa katkısının temel
şartıdır. Hz. Muhammed’i diğer birçok peygamberden ayıran en önemli başarısı, savunduğu davayı, silahlı
bir insan gücünü örgütleyerek zafere ulaştırmış olmasındadır. Ve o dava, medeniyet davası idi. Nitekim
birçok Batılı bilim adamı, bu açıdan Hz. Muhammedi bir medeniyet kurucusu olarak tarihteki yerine oturturlar.
Örneğin Goethe, Hz. Muhammed'i anlattığı bir şiirinde, O'nun "Deha sahibi insanın en mükemmel örneği"
olduğunu belirtir. Büyük Alman şairi, Hz. Muhammed'i, derelerin ve çayların okyanusa ulaşmak için yardım
beklediği koca bir ırmağa benzetmektedir. 181 Alman sosyalizminin önde gelen liderlerinden August Bebel de,
Hz. Muhammed'in kurduğu İslam medeniyetini, Ortaçağ'ın Hıristiyan karanlığıyla karşılaştırır. Hz.
Muhammed'in örgütlediği devlet ve kurduğu disiplin, Arap toplumunun ötesinde, Atlas Okyanusu'ndan Hint
Okyanusu'na kadar büyük bir coğrafyada yaşayan insanlığı kucaklayan büyük bir medeniyet yaratmıştı.
Bebel, Hz. Muhammed için şu değerlendirmeyi yapar: "Asya'nın o güne dek çıkardığı en büyük adam ve
dünyanın gördüğü en büyük adamlardan biriydi." 182 Bebel'in Veysel Atayman'ın çok güzel çevirisiyle
Türkçemize kazandırdığı Hz. Muhammed ve Arap Kültürü başlıklı kitabı, İslam'ın doğuşuyla yaşanan büyük
medeniyet devrimini çok iyi anlatmaktadır.
Caetani de, Türkiye'de Cumhuriyet’in ilk yıllarında Atatürk tarafından yayınlatılan sekiz ciltlik İslam
Tarih’inde, Hz. Muhammed'in tarihin yönünü gören çok önemli meziyetini saptamıştır. O, "Zaman ve halin
toplum sorunlarının gerçek yönünü" berrak bir şekilde kavramıştır. Bu nedenle toplumda filizlenen yeniliklerin
başına geçmede büyük bir yetenek ve cesaret göstermiştir.183
Fernand Grenard da, Asya'nın Yükselişi ve Düşüşü başlıklı önemli kitabında, Hz. Muhammed'in
medeniyet kuruculuğunun sınıfsal temellerini açıklar, İslamiyeti, bedevi çobanlar değil, şehirli tüccarlar
kurmuştur, "İslam Peygamberi, Kızıldeniz, Habeşistan, Hind Okyanusu, Suriye ve Mezopotamya ile ticaret
Maxime Rodinson, Hazreti Muhammed, çev. Atilla Tokatlı, G n Yayınları, İstanbul 1968, s. 141 vd.
Mahmut Esat Bozkurt, Atatürk ihtilali l-ll. Kaynak Yayınları, s. 64 vd, 129 vd, 132, 401..
181 Aynı kitap, s.290.
182 August Bebe/, Hz. Muhammed ve Arap Kültürü, çev. Veysel Atayman, Alan Yayıncılık, ikinci baskı, İstanbul 1997, s.
33 vd.
183 Caetani, İslam Tarihi, 1924. c. 1, Sadık Perin-çek'in yeni yazıya çevirdiği daktilo metin.
179
180
163
yapan Kureyş kabilesinin mensubudur."184
İslamiyet’in ortaya çıkışı, tarihi en Dilen için (dahi) yeni bir dinin doğuşudur; ancak tarih içindeki yerine
oturtacak olursak, yeni bir uygarlığın kurulmasıdır. Hz. Muhammed bir peygamberdir. Ama aynı zamanda
yeni bir devletin, yeni bir toplumun kurucusudur; büyük bir devrimin önderdir.
Hz. Muhammed'in silahla kurduğu devlet ve medeniyet, eski uygarlıklar ile 15. yüzyıl sonrasının
kapitalist uygarlığı arasında köprü oluşturdu. İnsanlık, bu nedenle Hz. Muhammed'in silahına çok şey
borçludur.
III- Kemalist Devrim'in Hz. Muhammed değerlendirmesi
Atatürk’e göre Hz. Muhammed
Atatürk, bilindiği gibi, liseler için hazırlanan Tarih II kitabının İslamiyet'in doğuşu ve Hz. Muhammed'in
hayatıyla ilgili bazı bölümlerini eliyle yazdı veya yazdırdı.185 Bu kitaplarda, Hz. Muhammed'in, İslam’ın temel
kaynakları sayılan Kur'an ve hadislerin verdiği bilgilere göre değil, tarih ve sosyoloji bilimlerinin bulgularına
göre incelendiği görülüyor.186
Kemalist devrimcilerin ilgi alanı, İslam'ın inanç kaynakları ve düşünsel oluşumuyla sınırlı değildi. Bu
inanç ve düşüncelerin boy verdiği tarihsel-toplumsal ortama daha büyük ilgi göstermişlerdir. Burada Fransız
İhtilali sonrasının materyalist tarih anlayışı ve yöntemiyle karşılaşırız. Nitekim Atatürk, 1921 yılında
İslamiyet'in "sosyo-politik bir sistemden başka bir şey olmadığını ve ferdiyetçilik ile komünizm arasında orta
bir yol teşkil ettiğini" söyler.187
Atatürk, Hz. Muhammed'i kendisine sonradan yüklenmiş soyluluktan kurtarırken, bir bakıma
demokratik toplumun gözünde daha değerli bir yere oturtmaktadır.
“Çağdaşlarının en yükseği”
Atatürk, Hz. Muhammed'in peygamberliğini toplumsal-siyasal bir olay olarak görmektedir. Muhammed,
“bir din kurucusu ve dini bir devlet reisi”dir, başarılı bir komutandır. "Çağdaşlarının en yükseği olduğunu
yaptığı işlerle ispatlamıştır. "188
Daha sonra başbakanlık yapacak olan Şemseddin Günaltay, Hz. Muhammed'in "Cezbeye tutulmuş,
sönük bir derviş" olarak tanımlanmasına, Atatürk'ün sert bir dille tepki gösterdiğini anlatır. Atatürk, böyleler!
İçin, "O'nun yüksek şahsiyetini ve başarılarını asla kavrayamamışlardır" saptamasında bulunuyor ve "Cahil
serseriler bizim tarih çalışmalarımıza katılamazlar" diyor.189
Hz. Muhammed’in asilzadelikten kurtarılması
Atatürk ve Tarih kitapları, Peygamber'in kökenini ve hayatını, "sonradan icat olunmuş" ve "efsanevi"
bilgilerden arındırarak incelediler. Böylece İslam ulemasının kapalı devresinin dışına çıkarak, bir tarihçinin
nesnelliği kaygısıyla hareket ettiler. Bu konuda Atatürk'ün öne sürdüğü saptamaların tarihsel gerçeğe
uygunluğundan daha önemli olan, bilimsel yöntemi benimsemesi ve halkın aydınlanmasına hizmet çabasıdır.
Atatürk, Peygamber'in başına sonradan takılan aristokratik haleleri, feodal çelenkleri ve kutsamaları
rahatlıkla tartışmaktadır, İslam'ın önderlik ettiği feodalizm, daha sonra Peygamberi, feodal asaletle ve feodal
değer yargılarıyla bezemiştir. Soylu olmayan yoksul ve sıradan insanları ezen feodal sistem, Peygamber'e
şanlı bir soy kütüğü icat ederek tarihi yeniden yazmıştır.190
Oysa Atatürk'ün de belirttiği üzere, "Muhammet kendisi hiçbir zaman asalet şerefi iddiasına
kalkışmamıştır; o, boş teferruata ehemmiyet vermezdi; gayesine doğru tereddütsüz yürür ameli [pratik] bir
Fernand Grenard, Asya'nın Yükselişi ve Düşüşü, çev. Orhan Yüksel, MEB Yay., 1992, s.22
Atatürk'ün İslamiyet ve Hz. Muhammed konusundaki el yazılan için bkz. Doğu Perinçek, Kemalist Devrim–2 Din ve
Allah", birinci basım, İstanbul, Eylül 1994.
186 Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Doğu Perinçek, Kemalist Devrim–2 Din ve Allah, birinci basım, İstanbul, Eylül 1994.
Özellikle "Kemalizm’e Göre İslamiyet" başlıklı bölüm.
187 Streit ile görüşmesi, Atatürk'ün Bütün Eserleri, c. 11, s. 63.
188 Tarih, II, Kaynak Yayınları’nın tıpkıbasımı, s. 93.
189 Şemseddin Günaltay aktarıyor. Ülkü. c.9, 1945, s. 100, s.4.
190 Aynı kitap, s.227 vd.
184
185
164
adamdı. Muhammet, hiçbir zaman bir esalet hücceti istemedi; damarlarında ibrani nebilerinin canı dolaştığını
iddia etmedi; bilakis gerek kendisinin gerek ana ve babasının fakir halleriyle iftihar etti." 191
Peygamberin rolü ve “kavmin halleri”
Cumhuriyet devrimcileri, İslam tarihini incelerken, kişinin tarihteki rolü ile toplumsal süreçler arasındaki
ilişkiyi önemle gözetirler. Atatürk, Hz. Muhammed'in kabile toplumundan devlete sıçramadaki tarihsel rolüne
haklı olarak' övgüyle değinmekle birlikte, tarihi kişilerin yapmadığına da işaret ediyor. Ona göre, İslamiyet'in
13 yüzyıldır devam eden güçlü etkisinin nedenleri, Peygamber'in seçkin niteliklerinin ötesinde, toplumdadır.
"Bu harikanın sebebini araştırırken, yalnız Muhammed'in şahsı üzerinde durmak yeterli değildir. Başka
unsurları da göz önünde tutmak gerekir. O unsurlar, söz konusu şahsiyetin faaliyet sahasını oluşturan
kavmin halleridir."192
Atatürk, kendi tarih felsefesine ve inanç sistemine uygun olarak, Muhammed'in içinde yaşadığı
toplumun oluşturduğu bir "faaliyet alanı" içinde rol oynadığını açıkça belirlemiştir. Devamla der ki: "Herhalde
toplum Hz. Muhammed'in ilk telkinlerini yavaş bir gelişme ile benimsenmiş ve genişletmiştir."193
Hazreti Muhammed’in büyük devrimi
Atatürk, dikkatini, Hz. Muhammed ve İslamiyet'in tarihsel rolü üzerinde yoğunlaştırmıştır. Arap
çöllerinde Hz. Muhammed'in ortaya çıkışı ve İslamiyet'in doğuşu, kabile hayatından büyük bir imparatorluğa
geçiş aşamasına rastlamaktadır. Gelişen ticaret, kabile ilişkilerini dağıtır ve kabileler arası anarşiye son
verecek güçlü bir otoriteyi ve hukuk düzenini gerekli kılar. Nitekim Bedir savaşında Arabistan'da birbirine kan
bağıyla bağlı olan akrabalar birbirlerine karşı savaşmışlardır. 194
Atatürk'e göre, İslam öncesinde Arapların "toplumsal ve siyasal hayatları anarşi içinde"dir. "idareleri de
bir nevi halk idaresi"dir.195 Atatürk'ün kastettiği, "kabile demokrasisi"dir. Ancak kabile hayatına rağmen, meta
üretimi filizlenmiş ve Mekke ve Medine gibi ticaret merkezleri olan şehirler kurulmuştur. Atatürk, "Mekke ve
Medine ahalisinin tüccar olduğunu" belirler. Hatta Yemen'de "küçük kabile krallıkları" olduğunu saptar. Toprağın verimliliği ve ticaretin gelişmesiyle bu kabile krallıkları arasındaki ilişkiye değinmemekle birlikte, Arap
Yarımadası'nın güneyinde yer alan Yemen'in "büsbütün başka olduğunu", "verimli yerleri" bulunduğunu ve
"eski bir medeniyete" beşiklik ettiğini belirtir.196
Sonuç olarak Hz. Muhammed, ticaretin çözüldüğü bir bedevi kabile toplumundan "dinî bir medeniyete"
geçişe önderlik etmektedir. Atatürk, olayın "büyük bir devrim" olduğunu söylemektedir. Gerçi Atatürk, bu
tarihsel sıçramanın toplumsal-ekonomik temeli ile siyasal ve ideolojik üstyapısı arasındaki ilişkileri açık
olarak göstermemiştir, ancak altını çizdiği tarihsel olgular arasında tutarlı iç bağlantılar sezilmektedir.
Atatürk’ün kaynakları
Atatürk'ün incelediği Batılı İslam tarihçileri, İslam'ın kabile toplumundan devlete (imparatorluğa) geçiş
olayına rehberlik ettiğini açıklamışlardı. Atatürk'ün İslam üzerine yazdıklarını birleştirdiğimiz zaman, bazı
bulanıklıklara rağmen, bu kavrayışı benimsediğini söyleyebiliriz. Atatürk'ün İslam tarihi konusundaki
kaynakları arasında Caetani’nin özel bir yeri olduğunu biliyoruz, İtalyan tarihçi, Hz. Muhammed'in son derece
terakkiperver bir ruha malik olduğunu" belitmiştir. Atatürk'ün Caetani'nin İslam Tarihi kitabında, altını çizdiği
yerler arasında şu cümleler dikkat çekicidir:
"Muhammed, sistemini daima muhitin gereklerine göre ıslah ve tadil etmeğe düzeltip değiştirmeye
müsait temellere bina etmişti. Hayatının her peygamberlik mesleğini ve sistemini daimi surette sabit ve dar
kalıplara sokmak istemediğini belli etmiş, gerek dini kanuklarda gerekse sosyal sorunlarda bir düzeltme
yahut düzenleme lazım geldiği zaman mazideki bir hata ile hiçbir zaman kendisini bağlı görmemiştir.
Muhammed'in en büyük meziyetlerinden biri sisteminin esnekliği içinde kendi kendisine oluşan değişiklik ve
Aynı kitap, s.229. "Kerek" sözcüğünü Atatürk, el yazısıyla böyle yazmış. Bugün "gerek" diye yazıyoruz.
Aynı kitap, s.251.
193 Aynı kitap, s.251.
194 Samih Nafiz Tansu, Tarihde Orta Zam an la r II, Çığır Kitabevi, İstanbul 1945, s.44.
195 Doğu Perinçek, Kemalist Devrim 2, s.223.
196 Aynı kitap, s. 225.
191
192
165
yeniliği izlemek konusunda gösterdiği kolaylıktır. Her zaman çağın ihtiyaçlarını ve insanların maslahatını
gözetmiştir. Zaman ve halin toplum sorunlarının gerçek yönünü berrak bir intikal ile taktir etmiştir."197
Yeni bir uygarlık
Hz. Muhammet’le y eni bir uygarlık doğmaktadır. Atatürk, yeni inanç sistemine geçiş ile yeni siyasal
sisteme geçiş arasındaki ilişkiyi, müsbet tarihçiliğin verileriyle açıklamıştır: "Arap kabilelerinin mabûdlarını
temsil eden yere dik konulmuş taşlar", arkada kalmakta olan kabile toplumunun inancıdır. Toplum, kabile
putlarına taparken, soyut ve tek bir Allah fikrine doğru aklen ve ahlaken olgunlaşmaktadır.198
Türklerin İslamiyeti kabulü
Ancak Türklerin İslamiyet'i kabul etmesine gelince, Atatürk'ün görüşlerinde çelişkilere rastlanır. Kimi
zaman "Türklerin toplumsal geleneklerinin pek çoğunun İslam’ın hakikatlerine uygun ve yakın olduğu" kabul
edilirken,199 kimi zaman da bu olay, üstün bazı özelliklerin terk edilmesi gibi yorumlanır. Atatürk'ün bu
değerlendirmelerinde, sosyolojik tarihçiliği terk ettiği anlaşılmaktadır. Olaya Türklerin kabileden devlete
sıçrayışları açısından değil, o tarihte var olmayan milliyetçi açıdan yaklaşılmaktadır.
Türklerin İslamiyet'i kabulünün tarihsel sürece uygun bir yükselme olduğunu saptamak gerekir. Türk
hakanları ve soyluları, daha Hunlar zamanında Orta Asya'da Tanju veya Gök Tanrı diye anılan tek tanrıya
yönelmişlerdi. Bu açıdan uygarlaşmış Türklerin inancı Şamanizm değildi. Bu ciddi yanlışı ne yazık ki bazı
tarihçilerimiz bile tekrar ederler. Oysa Şamanizm, din değil, büyücülük idi. Gök Tanrı'ya inanan kağanlık
aristokrasisinin Şamanizmle bir ilgisi yoktu. Nitekim Türk kağanlıklarının uygarlığı temsil eden soyluları ve
tüccarları, İslamiyet! Kolayca benimsedi ve kabul etti. Çünkü İslamiyet'in Allah inancında Gök Tanrı'nın
Ortadoğu'da Sümerlerden beri daha soyutlanmış ve mükemmelleştirilmiş halini buldular. Kemalist Devrim'in
önderleri, bu konuyu yeterince açıklayamadı ve berraklaştıramadılar. Bu konuda Bozkurt Efsaneleri ve
Gerçek başlıklı kitabımın "Gök Tanrı'dan Allah'a" başlıklı bölümünde geniş bir tahlil bulunmaktadır.200
Mahmut Esat Bozkurt: Muhammed’in ihtilal hareketi”
Yalnız Atatürk değil, Cumhuriyet Devrimi'nin düşünürleri, Hz. Muhammed'in "büyük bir devrim
yarattığını" saptamışlardır. Atatürk'ün Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt, üniversitelerdeki İnkılâp Tarihi
derslerinde Hz. Muhammed'i şöyle anlatıyordu: "Onun hadisesi, bir ihtilal hareketiydi. (...) Devlet kurdu,
milletini her hususta egemen kıldı. Bayındırlık içinde bıraktı. Çünkü hakkı unutmadı. Adalet ve hürriyet kılıcı
elinden bırakmadı."201
Samsun Milletvekili Ruşeni Barkur: “Zamanının mühim inkılâpçısı”
Kemalist Devrim'in aşırı köktenci düşünürlerinden Samsun Milletvekili Ruşeni de, Atatürk'ün sayfa
kenarlarına "alkışlar", "bravo" gibi notlar yazdırdığı elyazması kitabında, Hz. Muhammedi uzun uzun inceler.
Ruşeni, İslamiyet'i bir inanç olarak kabul etmemekle birlikte, Hz. Muhammed'in devriminden övgüyle söz
eder:
"Muhammed yasalaştırdığı hükümlerle zamanının mühim bir inkılâpçısı olduğunu ispat etmiştir. Günün
ihtiyacına göre ümmetine ayet yetiştirmesi ve bazen gördüğü lüzum üzerine yeni bir ayetle eski ayetleri
değiştirmesi, herhalde Muhammed'in uzun mücadele ve derin muhakeme ile bir toplum hayatı kurmak
istediğine işaret etmektedir. Bundan dolayı Muhammed, şüphesiz büyük bir tarihi şahsiyettir."202
Cumhuriyetin tarih öğretmeni Hz. Muhammed’i nasıl yazdı?
Kemalist Devrim'in bilimsel eğitim sistemi, İslamiyet ve Hz. Muhammedi, 1930'larda genç kuşaklara,
Lise Tarih, Medeni Bilgiler ve İnkılâp Tarihi kitaplarında, yukarda kısaca özetlediğimiz içerikle anlatmıştır. Bu
tarihsel tavrın, ikinci Dünya Savaşı sonrasında bile devam ettiğini saptıyoruz. Kabataş ve Şişli Terakki
liselerinin tarih öğretmeni Samih Nafiz Tansu'nun 1945 yılında yayınlanan "Tarihte Orta Zamanlar II" başlıklı
Caetani, İslam Tarihi, 1924, c. 1, s. 142'den nakleden Gürbüz Tüfekçi, Atatürk'ün Düşünce Yapısı, s. 112.
Doğu Perinçek, Kemalist Devrim 2, s.225 vd.
199 Atatürk'ün Bütün Eserleri, c. 15, s.211.
200 Bkz. Doğu Perinçek, Bozkurt Efsaneleri ve Gerçek, 5. basım, Kaynak Yayınları, İstanbul, Şubat 2003, s.114vd.
201 Mahmut Esat Bozkurt, Atatürk ihtilali l-ll, Kaynak Yayınları, s. 64 vd, 129 vd, 132, 401.
202 Ruşeni, Din Yok Milliyet Var, 1926, Elyazı kitap, Atatürk Kütüphanesi, Çankaya Arşivi, no:2, s.4.
197
198
166
ders kitabında, İslam devriminin sınıfsal karakteri şöyle açıklanır:
"Hz. Muhammed’in bu yeni inkılâbında her devrimde olduğu gibi hürriyet, adalet, müsavat, kardeşlik
esasları vardır. O yalnız tek tanrı üzerinde değil, her şeyden evvel bir sınıf inkılâbı üzerinde duruyor, haksız
kazançların zulüm olduğuna işaret ediyordu. O zaman tehlikeli bir insanla karşılaştıklarını anlayan Mekke'nin
zenginleri, (...) Müslümanlara boykot yaparak onları müşkülata uğratmışlardı."203
Peygamberin Medine'ye göçünü ve savaşlarını biliyoruz. Bütün bu mücadeleden zaferle çıkan Hz.
Muhammed’in Mekke'ye dönüşünü Kemalist Devrim'in tarihçisi şöyle anlatır:
"Peygamber yaşlı gözler ile Mekke'den kaçtıktan tam on sene sonra, davasına bağlanmış ve ona
inanmış bir kalabalığın içinde mes'ut bir lider, bahtiyar bir devrimci olarak yükseliyordu."204
Hz. Muhammed, Kemalizm’in tarihçilerine göre, "Yalnız büyük bir insan, inkılâpçı bir önder, büyük bir
din kurucusu değil, aynı zamanda Arabistan'ın kudretli hükümdarı idi."205 Bu devrimci önder, yeni bir
medeniyetin kuruluşuna önderlik etmişti.206
Atatürk döneminde, 1935 yılında kaldırılana kadar, din derslerinde, Arapların İslamiyet'e geçişleri
medeniyet kuruculuğu olarak öğretildi.207
Atatürk'ün kaleminden Hz. Muhammed
10 numaralı not defteri (Nisan-Mayıs 1909)
Sarık saran bazı hafiyelerin din perdesi altındaki icraatı menfaatten başka bir şey değildir. Din, şeriat,
vatan ve millet onurunun hakiki gerekleri, Kur'an-ı Kerim'in hükümlerini ve onun hükümlerinin uygulanması
olan anayasayı muhafaza etmektir. İşte bizim hareketimiz gibi.
Faziletli din heyeti başımızın tacı, yüceltilmeye ve saygıya değerdir. Fakat adi menfaat sağlamak
maksadıyla yalandan din kisvesine bürünerek Muhammed'in mübarek dinini karalayıp küçük düşürmekten
çekinmeyerek bozgunculuğa kalkışan birtakım hafiyeler, menfaatçiler elbette şer-i kanunun gereklerine göre
muamele görmekten kurtulmayacaklardır.208
İslam âlemine beyanname
"... Bütün İslam Dünyasının iki göz bebeği olan Türk ve Arap milletlerinin dağınıklık yüzünden ayrı ayrı
zaafa uğraması karşısında Muhammed Ümmetinin şanına ve şerefine yakışır bir halde el ele vererek
Muhammed Ümmetinin hürriyet ve bağımsızlığı uğrunda mücadele etmek bizler için Allah'ın emridir.
Müslüman unsurların safiyetini ve gelenekleri koruyarak Mukaddes Hilafet Makamı etrafında toplanarak kâfirlerin esaretinden yakamızı kurtarmaya yönelik mücadelenizde soylu kişiliğinizle beraber olduğumu arz
ederim."209
(17 Mart 1920)
Mukaddes İslam Hilafetinin yüksek merkezi olan İstanbul, Meclisi Mebusan ve bütün resmi hükümet
müesseselerine de el konulmak suretiyle malesef resmen ve cebren işgal edilmiştir. Bu tecavüz, Osmanlı
saltanatından ziyade, hilafet makamında hürriyet ve bağımsızlıklarının yegâne dayanağını gören bütün İslam
âlemine yapılmıştır. Asya'da ve Afrika'da Peygamber'in beğeneceği yolda yüksek bir gayretle, hürriyet ve
bağımsızlık mücahedesinde devam eden İslam ehlinin manevi kuvvetlerini kırmak için son tedbir olarak İtilaf
devletleri tarafından kalkışılan bu hareket, hilafet makamını esaret altına alarak, bin üçyüz seneden beri
payidar olan ve müebbeten yok olmaktan korunmuş kalacağına şüphe bulunmayan İslam hürriyetini hedef
almaktadır.210
BMM’nin bütün İslam âlemine beyannamesi (9 Mayıs 1920)
Samih Nafiz Tansu, Tarihde Orta Zamanlar II, Çığır Kitabevi, İstanbul 1945, s. 42.
Aynı eser, s. 48.
205 Aynı eser, s. 49.
206 Aynı eser, s. 59.
207 Bu konuda bkz. Muallim Abdübaki, Cumhuriyet Çocuğunun Din Dersleri, 1927–1931, ikinci basım. Kaynak Yayınları,
İstanbul, Nisan2005, s.37, 55.
208 Atatürk'ün Bütün Eserleri, c. f, Kaynak Yayınları, İstanbul, Ekim 1998, s.37–45.
209 ATABE, ait 2–1915–1919, s.378.
210 ATABE, ait 7- 192O, s. 138.
203
204
167
Güney çöllerinin bir köşesinde arzın seslerini (ve mazlumların nefeslerini) dinleye dinleye yatan
Peygamberi zişanın ruhlarını ruhlarımızla birleştirdiği İslam kardeşlerimiz! Dini mübinin son askeri, (olan Türk
milleti) kuşatılmış bir kale içinden size hitap ediyor. Her taraftan üstümüze hücum ederek, yüksele yüksele
Osmanlı vatanını büsbütün boğmak isteyen ölüm kuvvetleri ortasında tehlikelerle kuşatılmış bir ada içinde
kalmış gibi size nidalarını yetiştirmek isteyenler, öfke ve kin ufuklarından kopup gelen tehdit ve küfürler,
yalan ve riya gürültüleri arasında hakikatin sesini duyurmaya muvaffak olabilecekler mi? Sınırlarında
muharebelerin yangını hiçbir zaman sönmeyen, etrafında düşmanlık dalgalarının yükselişi nihayet bulmayan
Anadolu'dan, bu ezeli gaza ve cihat topraklarından yükselen hitabımız acaba aldatma ve desisenin 4 bin
mâniası arasından geçip sizi bulabilecek mi?211
Pozantı Kongresi’nde konuşma ve beyanname 212 (5 Ağustos 1920)
Peygamber'in esaret tanımayan dindar ümmetinin cihat ordularına öncü olmak şerefiyle iftihar eden siz
aziz Adanalı dindaşlarımız, kalplerinizde sönmez bir azim ve iman bulunduğu halde, bakışlarınızı eski
hedeflerden çevirerek, bir taraftan Peygamber'in mezarıyla şehit kabirlerinin, diğer taraftan da sayısız iftihar
edilecek harikalarla dolu olan milli tarihimizin işaret ve yol göstericiliğine tabi oldunuz. O andan itibaren
Adana İslamları, bütün Anadolu için vatanperverlik timsali oldu. Düşmanların tecavüzlerine karşı maddi ve
manevi yıkılmaz bir demir set olmak şerefini hakkıyla kazandı.
Düşmanların imhakârane maksadı ve haçın düşmanlığı karşısında mübarek hilalin hakiki vaziyeti artık
bütün vatan ehlince tamamıyla idrak edilmiştir.
Şeref ve bağımsızlık davasında istifade edeceğimiz muvaffakiyet vasıtalarının feyiz kaynağı yalnız
Anadolu değildir. Avrupa'nın bin türlü zulüm ve haksızlığına uğramak suretiyle, esaret hayatının türlü türlü
ıstıraplarını çekmiş olan Mısır, Hindistan, Rusya ve Afrika'daki Müslüman kardeşlerimiz, bakışlarını Cenabı
Hakk'ın rahmet eşiğine ve yumruklarını İslamiyet nurunu söndürmek üzere her türlü kötülüğü yapmaya,
Peygamber'in kabrine zalim taarruzlarını uzatmaya cüret eden düşmanlara çevirmiş ve bizlere bütün
mevcudiyetleriyle maddi ve manevi yardıma karar vermiş bulunuyorlar. Fazla olarak, Rusya'da insani ve ulvi
gayeler etrafında toplanmış olan ve her milletin hukukuna riayet etmeyi esas olarak kabul eden ve günden
güne genişleyerek zulüm ve tahakküm âlemini yıkmakta olan muazzam kuvvetler de bize azami yardımda
bulunmayı vaat etmişlerdir.
Hakiki kuvvetleri Allah'ın yardımından alan ve bağımsızlık ve şerefi muhafaza uğrunda azami
fedakârlık duygularını, şanlı ve şerefli ecdadımızdan miras alan milletimizin, yakın bir zamanda her türlü
manasıyla dini ve milli tarihine şanlı ve ebedi sayfalar ilave edeceğine şüphe yoktur. Bu iftihar sayfalarında
Adana'nın muhterem Müslümanlarının parlak mevki işgal edeceği hakkındaki genel ve kati itimada tercüman
olmakla hissettiğimiz haz büyüktür.
Bağımsızlık ve dinin muhafazası uğrunda şehadet rütbesine erişen kardeşlerimizin Allah'ın rahmetine
kavuşmalarını ve Allah'ın yardımının yüce tecellisine mazhariyetimizi tazarru ve niyaz ve cümlenize gerek
Büyük Millet Meclisi ve gerek bütün İslam âlemi namına teşekkürler arz ederiz, muhterem gaziler.
Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal
Efendiler, yine malumdur ki, dünya yüzünde yüz milyonluk bir Arap kütlesi vardır ve bunların Asyâi
kısmı Arabistan Yarımadası'nda yoğun olarak mevcudiyet arz eder.
Peygamberliğe ve resullüğe mazhar olan Fahri âlem Efendimiz, bu Arap kütlesi içinde, Mekke'de
dünyaya gelmiş mübarek bir vücut idi.
"Ey arkadaşlar! Tanrı birdir, büyüktür. İlahi âdetlerin tecellilerine bakarak diyebiliriz ki, insanlar iki
sınıfta, iki devirde değerlendirilebilir. İlk devir, insanlığın çocukluk ve gençlik devridir, ikinci devir, ikinci devir,
insanlığın erginlik ve olgunluk devridir.
İnsanlık, birinci devirde tıpkı bir çocuk gibi, tıpkı bir genç gibi yakından ve maddi vasıtalarla meşgul
olunmayı gerektirir. Allah, kullarının lazım olan olgunluk noktasına varmasına kadar içlerinden vasıtalarla
211
212
Atatürk'ün Bütün Eserleri, c.8, Kaynak Yayınları, İstanbul, Mayıs 2O02, s.2O2-2O5.
Atatürk'ün Bütün Eserleri, c.9, Kaynak Yayınları, İstanbul, Ekim 2002, s. 133–134.
168
dahi kullarıyla meşgul olmayı Tanrılığın bir gereği saymıştır. Onlara Hazreti Âdem Aleyhisselam'dan itibaren
kaydedilmiş ve edilmemiş ve sayısız denecek kadar çok nebiler, peygamberler ve resuller göndermiştir. Fakat Peygamberimiz vasıtasıyla en son dini ve medeni hakikatleri erdikten sonra artık insanlıkla dolaylı olarak
temasta bulunmaya lüzum görmemiştir. İnsanlığın idrak, aydınlanma ve olgunlaşma derecesi her kulun
doğrudan doğruya ilahi ilhamlar ile temas kabiliyetine vasıl olduğunu kabul buyurmuştur ve bu sebepledir ki;
Cenabı Peygamber, peygamberlerin sonuncusu olmuştur ve kitabı en mükemmel kitaptı r."213
"Daima öne sürülen bir şey vardır ki, o da din engellemesidir. Bilhassa Batılılar, bilhassa bu milleti
mahvetmek isteyen o koyu düşmanlar, bizi daima her işimizi dinin tesiri altında yapmış olmakla ve böyle
yapışların da mutlak neticesiz hedeflere varacağını iddia etmekle itham etmektedirler.
Hâlbuki arkadaşlar, bunda büyük bir hata vardır. Çünkü bizim dinimiz hiçbir vakit böyle bir şey talep
etmez. Tabii içimizde bulunan hoca efendiler çok iyi bilirler ki, Allah'ın emrettiği emri, Müslim ve Müslimenin
evli kadınlar da beraber olarak- her türlü ilim ve irfanı kazanmasıdır. Dinin emrettiği budur. Yine hepimiz
biliriz ki, bu ilim ve irfanı aramaya mecburuz. Nerede bulunursa bulunsun oraya gitmek, onu bulmak, almak,
donanmak dini mecburiyetindeyiz. Daha evvel derim ki, Allah'ın emri, Müslimin ve Müslimenin aynı derecede
ilmen, fazileten ve her bakımdan olgunlaşmasıdır. İkinci şey, yani Kur'an ile hatırlatmak istiyorum ki, bu
nerede ise oraya kadar gidecektir. Kim? Hepsi gidecektir, kadın da gidecektir, erkek de gidecektir.
Dolayısıyla dinin böyle bir engellemesi yoktur.
Sonra tarihin başından, milli tarihimizin başlangıcından bugüne kadar bütün safhalarını incelersek,
görürüz ki, ne İslam ve ne de Türk tarihinde bugün nazarı dikkati çeken ve bugün bertaraf etmek için bin türlü
kayıtlarla bağlı olduğumuzu zannettiğimiz şeyler yoktu.(Alkışlar) Diğer bir yerde de bu konuda söz söylerken
arz etmiştim ki, Türk toplumsal hayatında kadınlar daim ilmen, irfanen, fazileten ve fiilen erkeklerden bir zerre
geriye kalmamıştır. Belki daha ileri gitmişlerdir. İleriye gidenler pek çoktur. Ve din tarihimizde de görürüz ki,
aynıdır. Kadınlar daima erkeklerle beraber çalışmışlar, berber yürümüşlerdir. Beraber muvaffak olmuşlar
veyahut berber muvaffakiyetsizliğe uğramışlardır.214
Hz. Muhammed ve hayatı
Hz. Muhammed, 570 tarihinde dünyaya gelmiştir. Bu devirde, İran'da Husrev Nuşirevan ve Bizans
İmparatorluğu'nda II. Jüstin (565–578) hâkim bulunuyordu. Hz. Muhammed'in babası Abdullah Muhammed
doğmadan evvel ölmüştür. Muhammed altı yaşına geldiği zaman annesi Âmineûe öldü. Bu suretle
babasından ve anasından yetim kaldı. Anasının ölümünden sonra bu yetim çocuğu Abdülmuttalip ve bu da
öldükten sonra Ebu Talip himayesine aldı.
Hz. Muhammed büyüdükten sonra Kureyşlilerin geçim kaynağı olan kervan ticaretine başlamıştır.
Hatice isminde dul ve zengin bir kadının Suriye'ye göndereceği bir kervanın idaresini almakla işe başlamıştı.
Muhammed'in idaresinden memnun kalan Hatice sonunda onunla evlenmiştir. (594)
Hz. Muhammed’in Daveti
Hz. Muhammed, Mekke'de müşriklik muhitinde ve etkisinde büyümüş olmasına rağmen dinî meseleler
ve dinî düşünceler pek derin bir surette zihnini işgal ediyordu. Kırk yaşına geldiği zaman peygamberliğini ilan
ve vatandaşlarını, kendisinevahyolunan ve doğru olduğuna inandığı yeni bir dine davete başladı.
Muhammed'in davet ettiği bu dine o zamanın haniflerine215 benzetilerek "İbrahim dini" yahut Hakk’a boyun
eğmek anlamını ifade eden ‘’İslam" denilmiştir.
Hz. Muhammed, Mekkelileri on iki yıl sürekli bu dine davet etmişse de, bu müddet içinde ancak yüzelli
kadar insana İslamiyeti kabul ettirebilmiştir. Mekke halkı tarafından da baskı gördü. Kureyşlilerin İslam dinini
kabul etmemelerindeki iktisadî ve malî sebepler önemliydi. Kureyşlilerin hayatı Kâbe ve Mekke etrafındaki
panayırla geçiyordu. Eski din terk edildiği takdirde, Mekkelilerin iktisadî çıkarları bozulacaktı.
Hz. Muhammed'in davetine ilk uyanlar, ailesi fertlerinden bazıları ve yakın dostlarıdır. Karısı Hatice,
213
ATABE, ait 14 -1922–1923, s. 78. 7)ATABE, ait 15- 1923, s.69.
ATABE, cilt 15–1923, s.69.
215 Hanif: İbrahim dinine inananlar (Kaynak Yayınları’nın notu).
214
169
eşraftan ve tüccardan Ebu Bekir, Ebu Talib'in oğlu Ali, ilk iman edenler arasındaydılar. Muhammed'in
savunduğu toplumsal ilkelerden biri toplumsal ve hukukî eşitlik olduğundan, iman edenler arasında kölelerin,
azatlıların ve fakirlerin çokça bulunması doğaldı. Ebu Talip bu dini kabul etmediği halde hayatının son
günlerine kadar Muhammed'i himaye etmiş ve onu birçok felaketten kurtarmıştır. Davetinin beşinci yılında
Ömer'in İslamiyeti kabul etmesi İslam tarihi açısından önemli bir olay oluşturur. Ebu Bekir kuvvetli bir
muhakeme sahibiydi. Ömer de pek faal ve cesaretliydi.
Hz. Muhammed, Mekkelilerin hakaret ve alaylarını sabırla karşılamış ve bütün başarısızlıklara göğüs
germiştir. Hatice'nin ve Ebu Talib'in ölümüyle iki büyük koruyucusunu kaybetmiştir. Bunların ölümünden
sonra Mekke'yi terk ederek yabancı ellere göçmek zorunluluğunu hissetmiştir. Muhammed, Mekke'ye Arap
kabillerini ve bu arada Medinelileri de İslamiyete davet etmişti. Medinelilerin bir kısmı İslamiyeti kabul etti.
Medineliler iktisadî açıdan Yahudi etkisindeydiler. Yahudiler ve Hanifler vasıtasıyla vahdaniyet(9) dininin
esaslarını biliyorlardı. Muhammed de bunları vahdaniyete davet ediyordu. Medine Arapları azınlıktaydılar.
Bundan başka aralarında bir bağlılık da yoktu. Kendilerini bir araya toplayacak bir reise muhtaç olduklarını
takdir ediyorlardı. Medinelilerle Mekkeliler arasında derin bir düşmanlık da vardı. Medinelileri, Muhammed'in
davetine uymaya sevk eden başlıca sebepler işte bunlardır. Şüphesiz en etkili sebep Muhammed'in
şahsiyetidir. Medineliler Muhammed'i ve Müslümanları koruyacaklarına söz verdiler. Hz. Peygamberde
Mekke’ den kalkıp Medine'ye göç etti.(16 Temmuz 622); buna Hicret denildi ve bu Hicret İslam tarihine
sonradan başlangıç oldu.
Kur’an ve Vahiy
Hz. Muhammed'in koyduğu esasların toplu olduğu kitaba Kur'an denir. Bu esasları içeren cümlelere
ayet, ayetlerden meydana gelen parçalara da sure denir. İslam inancında bu ayetlerin Muhammed'e Cebrail
adında bir melek aracılığıyla Allah tarafından vahiy, yani ilham edildiği kabul edilir.
Hz. Muhammed başlangıçta herhalde şiddetli bir heyecana maruz oldu. Birtakım dinî endişeler ve
vicdanî düşüncelerle samimî surette üzüldü. Muhammed namuskâr ve çıkar fikrinden arınmış olarak ortaya
atıldı. Onun gayesi, çevresinin ahlakını, dinini ve toplumsal hayatını iyileştirmekti.
Kur'an'ın içindekiler başlıca üç bahiste incelenebilir.
Birincisi ve en önemlisi Allah'ın bir olduğuna ve ondan başka Allah olmadığına ve Muhammed'in onun
resulü olduğuna inanmak;
İkincisi, hukukî hükümler ve ibadetler; Üçüncüsü, tarihe ait bilgilerdir.
Hukukî hükümler zaman ve mekân içinde toplumsal durumun uğradığı değişikliklere göre değişe
geldiğinden on dört asır evvelki zaman ve mekânın ihtiyacına göre lüzumlu ve yeterli görülmüş olan esaslar
yerine bugün türlü kanunlar ve usuller konulmak zorunluluğu görülmüştür. Bunlar da sonsuz olmayıp
zamanla değişmeye mahkûmdurlar.
Tarihe ait bilgilere gelince: yeni fenler sayesinde meydana çıkarılan gerçekler en yakın tarih bilgilerini
bile temellerinden sarsmaktadır.
İmana ait olan birinci esas, sadeliği itibariyle gerçekten pek önemlidir. Bu esasen, her muhatabın
kabiliyetine göre izahında güçlük çekilmez.
Muhammed sağken Kur'an'ın ayetleri arkadaşlarından bazıları tarafından derilere, kemiklere, çömlek
parçalarına, hurma dallarına yazılmışsa da, bir araya toplanmamış, ayrı ayrı parçalar halinde kalmıştı. Birinci
defa Ebu Bekir'in hilafeti sırasında ve son defa olarak Halife Osman devrinde toplanmıştır. Kur'an'ın bizim
elimize ulaşanı, Halife Osman (644–656) tarafından toplanmış nüshasıdır. Kur'an'ın düzenlenmesinde yalnız
surelerin uzunluğu ve kısalığı göz önünde tutularak uzun sureler baş tarafa, kısaları en sonuna konulmuştur.
Başlangıç olduğundan yalnız Fatiha Suresi bunun dışında tutulmuştur. Kur'an sureleri Mekke'de ve
Medine'de söylenmiş olmak itibariyle başlıca ikiye ayrılır. Birinci devreye ait ayetler hissî ve ebedîdir.
Medine'de söylenen ayetler ise içerik itibariyle daha ciddi olmakla beraber edebiyat açısından Mekke devri
170
ayetlerinden aşağıdır.216
İslâm, bilim ve Batı
Ünlü Doğu bilimci ve düşünce tarihçisi F. Rosenthal, konusu İslâm'da bilgi kavramı olan Knowledge
Triumphand adlı eserinde, İslâm uygarlığının bir bilgi uygarlığı olduğunu ve bu özel niteliğiyle İslâm'ın diğer
dinler ve uygarlıklardan ayrıldığını söyler. 217 Bu ve benzer yargıları İslâm düşünce ve bilim tarihini, İslâm'ın
Yahudi ve Hıristiyan dünyasına etkisini iyi bilen Sarton'dan Mieli'ye insaflı diğer Batılılar da farklı şekillerde
ifade etmişlerdir.218
İslâm hem semantik, hem de olgusal olarak din ile bilimi, şehri ve uygarlığı özsel olarak birleştirmiştir.
İslâm, dindir; şehir anlamındaki "Medine" ve uygarlık anlamındaki "medeniyet", aynı din sözcüğünden
türemiştir. Bu açıdan İslâm ülküsel anlamda şehir ve uygarlık ifade eder. İslâm'ın doğuşuna kadar
Yahudiliğin yaklaşık üç bin yıldan ve Hıristiyanlığın altıyüz yıldan fazla tarihî geçmişleri olmasına rağmen, bu
dinler İslâm'dan önce ne bir filozof, ne bir tabib, ne bir matematikçi olarak hiçbir bilim adamı
yetiştirememişlerdir; çünkü bu dinlerin otoritelerinin ilimden anladıkları, sadece teolog denen kimselerin
ellerindeki kutsal metin yorumlarından ibaretti ve hatta o devirlerde Mezopotamya'da ve Yunanistan'da
oluşmuş bilim ve felsefe geleneklerini putperest kültürün ürünleri olarak gördükleri için de öğrenilmelerini
yasaklamışlardı. Aklî teoloji yapmaya çalışan ve Yunan felsefesiyle ilgilenmiş sayılı üç-beş kişiyi geçmeyen
bazı insanlar çıkmış ise de, onlar da başlangıçta Yunan kültürüyle yetişmiş ve putperest iken sonradan
Hıristiyan olmuş kişilerdi, İslâm, Kur'an'ın ve Hz. Peygamber'in öğretisi olarak, daha ilk yüzyıllardan itibaren
bilgiyi temele alan bir din olarak ortaya çıkmıştır; başta eski Yunan olmak üzere insanlığın geçmiş
kültürlerinin bilim ve felsefe geleneklerine sahip çıkarak onları canlandırdı. O kültürlere ait mevcut bilimsel
eserlerin Arapçaya aktarılmasıyla ve Müslüman bilginlerin aklî çabalarıyla çok hızlı bir şekilde, kısa sürede
bugünkü modern bilim ve felsefenin de temelini oluşturan bilim ve felsefenin İslâmî geleneği oluştu, işte İslâm'ın bu geleneği oluşturmasıyla ve onun etkisiyledir ki, 9. yüzyıldan itibaren Doğu'da ve Batı'da Yahudiler
ve Hıristiyanlar arasında da gerçek anlamıyla filozoflar ve bilginler yetişmeye başladı. Bu durum inkârı
mümkün olmayan tarihî ve olgusal bir gerçektir.
Kur’an’ın bilim ve düşünceye verdiği önem
Kur'an, yüzlerce ayetinde, bir yandan sivrisinekten gökyüzü cisimlerine çok çeşitli varlıklardan
bahsederken "teakkul", "tezekkür", "tefekkür", "teemmül" ve "tedebbür" gibi düşünmenin çeşitli şekilleriyle
Müslümanları metafiziksel ve fiziksel olarak düşünmeye teşvik ettiği gibi, "Bilenlerle bilmeyenler hiç eşit olur
mu?"219 Şeklindeki ayetleri ile Müslümanlara doğrudan bilginin önemini ve işlevini vurgulamıştır; diğer
yandan da "Yeryüzünde dolaşın ve yaratılışın nasıl başladığını inceleyiniz" 220
geçmiş milletlerin sonlarını
araştırın"221
ve "Yeryüzünde dolaşın
anlamındaki pek çok ayetle de Müslümanları yeryüzünün fizikî tarihi
ile insanlığın tarihini ve ilmi mirasını öğrenmeye davet etmiştir.
Müslümanlara bilimin, eğitim ve öğretimin önemi ve zorunluluğu Hz. Peygamber ile de aynı şekilde
vurgulanmıştır.
O,
savaşlarda
alınan
esirlerden
okuma-yazma
bilenleri,
okuma-yazma
bilmeyen
Müslümanlara öğretmen olmak üzere serbest bırakmıştır. Ayrıca "İlim Müslüman’ın yitik malıdır. Nerede
bulursa alsın" ve "İlim Çin'de de olsa öğreniniz" gibi sayısız sözleriyle Müslümanları bilim yapmaya ve
geçmiş bilimsel mirasları öğrenmeye teşvik etmiştir.
Burada Kur'an'ın bilgi, bilim ve düşünceye verdiği önemin bilim felsefesi açısından son derece önemli
başka bir göstergesine de işaret edelim. Bu, Kur'an'ın bilimin sadece "Niçin" sorusuyla değil, aynı zamanda
da "Nasıl" sorusuyla yapılması gerektiğini öğretmesidir; örneğin "Devenin nasıl yaratıldığına, gökyüzünün
216
II Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri (1931–1941), c.2, Kaynak Yayınları, İstanbul, Ocak2001, s.89–92.
Rosenthal (F.): Knowledge Triumphand. London. 1970. Giriş ve 1. bölüm.
Sarton (G.): Introduction to the History of Science, 3. cilt, Baltimore, 1927–1948; Mieli (A.): La Science Arabe et Son
Role dans l'Evolution Scientiphi-gue Mondiale, Leyden, 1938: Dun/op, (D.M.):Arabic Science in the Mest, Karacı, 1969.
219 Zümer: 9
220 Ankebût:20
221 Rûm: 9, 42
217
218
171
nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiklerine, yeryüzünün nasıl şekil aldığına bakmazlar mı? O halde
düşün, sen ancak düşünen olmalısın."222
Genelde eski Yunan düşünürleri özellikle Eflâtun ve Aristo bilimde ve felsefede hep "Niçin" sorusuyla
uğraştıkları için onların bilim anlayışları hep tümdengelimi esas alan metafizik formlu spekülatif bilim anlayışı
olmuştur. Bu yüzden de A. Comte, o çağların düşüncesini hep metafizik devir olarak tanımlayarak, bilim
çağının artık "Nasıl" sorusuyla ilgilenmesini önermiştir. Çünkü ona göre "Niçin" sorusu insanı sürekli
metafiziğe götürür.
İşte Kur'an'ın bilimin "Nasıl" sorusuyla da yapılmasını öneren çok sayıdaki ayetinden mülhem olan
ünlü Türk bilgini Bîrunî'den ibnü'l-Heysem'e birçok bilgin, böylece bilimi sadece zihinsel spekülatif bir iş
olmaktan çıkararak, deney ve gözleme dayalı, tümevarımsal bir etkinlik olarak bir bilim felsefesi
oluşturmuşlardır.
Müslüman bilginlerin büyük keşifleri
Deney-gözleme dayanmayı temel alan "Nasıllık" ile bilim yapan Müslüman bilginler, o çağlarda büyük
bilimsel görüşlere imza atmışlardır. Sayısız örneklerden, Bîrunî'nin nütasyon olayını keşfini, eskinin yer
merkezli ve yeri tepsi gibi düz gören sistemi yerine Güneş merkezli ve yerin yuvarlaklığını esas alan
kozmoloji ve astronomi modelini keşfetmesini; modern optiğin kurucusu sayılan İbnü'l-Heysem'in görme
olayını ilk defa bilimsel olarak izahını, İbn Benna ve Galasadi gibi matematikçilerin eskinin matematiği sözsel
ifade etme geleneği yerine matematik ve cebirsel sembolleri keşfetmelerini; Müslüman matematikçilerin 7.
yüzyılın sonlarından itibaren sıfırı sayı olarak kullanmalarını; Battânî'den Keşânî ve Nasıruddin Tûsî'ye birçok
bilginin trigonometriyi oluşturmalarını ve özellikle sonuncunun Öklid'in beşinci postulatının yanlışlığını
keşfiyle anti-öklidçi geometrinin oluşmasına katkısını; İbn Nefs'in kan dolaşımını keşfini, Câbir İbn Hayyân'ın
birçok temel asidi keşfedip üretmesini; Zekeriya er-Râzî'nin kızıl-kızamık hastalıklarının ayrı iki hastalık
olduğunu keşfetmesini zikredebiliriz.
Maalesef birçok ikincil neden yanında esas neden olarak Müslümanların zamanla "bilim" kavramının
anlamını kırılmaya uğratmalarıyla İslâm dünyasında bilim ve felsefe anlayışları 14. ve 15. yüzyıllarda eski
canlılığını kaybetmiştir. Özellikle de son iki yüzyılda durağanlaşması sonucu, İslâm dünyası, bugünkü
duruma düşmüştür.
İslam bilginlerinin Batı’ya etkisi
Buna karşılık Batı, 9. yüzyıl sonlarından itibaren, İslâm bilginlerinin ve filozoflarının eserlerini Latinceye
ve diğer yerel dillere çevirmeleriyle bir bilim ve felsefe geleneği oluşturmaya başlamıştır. Bu çeviri
hareketleriyle Batı, bir yandan İslâm felsefe ve bilim geleneğinin aktarımıyla ve diğer yandan da yine İslâm
kültürü vasıtasıyla başta Aristo olmak üzere o güne dek neredeyse unutulmuş olan Yunanlı filozofları
öğrenmekle Ortaçağ'ın karanlığından kendisini kurtarabilmiştir. Kilise'ye rağmen Batı'da İbn Rüşdçülük, İbn
Sinâcılık ve Gazâlîcilik gibi akımlar doğmuştur, 12. ve 15. yüzyıllar özellikle Batılı bilginler İslâm
düşünürlerinin bilimsel ve felsefî otoriteleri etrafından bilim ve felsefe üretmişlerdir. Batılı bilginler
etkilendikleri Müslüman bilginlerinin isimlerini ve görüşlerini çoğu kez eserlerinde anmışlardır. Ancak, bu etki
Descartes sonrası modern devirde de devam etmesine rağmen artık Descartes ve sonrakiler İslâm bilimcilerinin isimlerini anmaz olmuşlardır. Ne var ki günümüz düşünce tarihçileri bu modern devir Batılı
düşünürlerin hangi İslâm düşünüründen etkilendiklerini de ortaya çıkarmaya başlamışlardır.
Örneğin bugün hiç kimse, Descartes'ın melodik şüphede Gazâlî'den, ruh beden dualizminde ve ruh'un
bedenden ayrı bağımsız bir cevher olduğunu anlattığı "Uçan Adam" kavramını İbn Sina'nın aynı konuda
verdiği "Uçan Adam" misalinden etkilendiği konusunda artık şüphe taşımamaktadır. Descartes, fikren esinlendiği ve faydalandığı kaynakları göstermemekle bilinen bir düşünürdür. Son çalışmalar, onun, özellikle
Gazâlî'den etkilendiğini göstermektedir. Vitali N. Naumkin bu gerçeği şöyle dile getirmektedir: "Az bilinen bir
olguya işaret etmek isterim ki, Gazâlî'nin eserleri Descartes tarafından okunmuştur. Bu, Paris Milli
222
Ğâşiye: 17–21
172
Kütüphanesi'nde bulunan Cartesian Collection'daki bir notla doğrulanmaktadır.223 Leibnitz'in "Bu evren,
mümkün evrenlerin en iyisidir" tezini, aynı fikri aynı sözlerle daha önce ifade eden Gazâlî'den almıştır.224 L.
Locke'un "Tabula Rasa"sının kökünde İbn Sina ve İhvân-ı Safa'nın "Boş Levha" veya "Boş Sayfa" kavramları
vardır. Spinoza'nın "Natura Naturata ve Natura Naturans" kavramlarında İbn Rüşd'ten esinlendiği
bilinmektedir. R. Jolivet, Hegel, Fichte ve Schelling gibi Alman idealistlerinin felsefecisi modern İbn
Rüşdçülük olarak görmektedir.225 Pascal'ın kendi adıyla anılan "Şans Oyunu" konusunda Gazâlî'den etkilendiği ortaya konmuştur.226
Bilim ile ilgili etkilerden bazı örnekler verecek olursak, Max Jammer'a göre Galilei'nin sonsuz ve
bölünmezlik teorisi, Eş'ârî kelâm öğretisinin bir hatırlatmasıdır.227 Galilei'nin Müslümanlardan etkilenmiş
olması ayrıca Bullough tarafından da genel hatlarıyla şöyle dile getirilmektedir: "İbn Rüşd'ün fikirleri de Galilei
ve aynı şekilde Giordano Bruno üzerinde de büyük tesirler icra etti; her ikisi de İbn Rüştçülerden öğretim
gördüler."228 İnsan vücudundaki parazitler ve solucanlar hakkında verdiği bilgilerini Alman Doktor E.
Kaempfer (1656/1716) İbn Sina ve Ebû Bekr er-Râzî'den aktarmıştır.229 Batı'daki ilk bilimsel jeoloji kitabının
yazarı kabul edilen Charles Lyell (1797–1875) The Principles of Geology adlı eserinde dağların, vadilerin ve
minerallerin oluşumu ile ilgili verdiği bilgilerde İbn Sina'dan etkilenmiştir.230 Son örnek olarak C. Colomb'un,
Ekim 1948 tarihli Haiti'den yazdığı mektubunda kendisine Amerika'nın keşfini ilham ettirenin İbn Rüşd
olduğunu söylemesini zikredebiliriz. 231 İşte bunun için ünlü İtalyan Doğu bilimci A. Bausani, "Batı Kültürünün
Özsel Parçası Olarak İslâm" adlı makalesinde İslâm'ın bilim değerlerini ve Batı'ya olan katkılarından söz
ederken, İslâm'ı Batı bilim ve felsefesinin bir değeri olarak görmektedir.232
Bugün bütün Batı dillerinde kullanılan yüzlerce bilimsel kelimenin aslı çoğunlukla Arapça, Farsça ve
Türkçeden geçmedir. Birkaç örnek: Bütün Batı dillerinde "sıfır"ı ifade eden kelimelerin aslı Arapça "sıfır"
kelimesidir; Cebir, Kimya, Simya, Logaritma gibi bilim dallarının Algebra, Chemistry, Aichemy, Logarithma
şeklindeki isimleri Arapça kökenlidir. Bugün dünyanın kullandığı 1, 2, 3 şeklindeki rakamlar, Müslümanların
icâd ettikleri rakam şekilleridir ki Batı'da "Arap Rakamları" olarak bilinir. Batı dillerindeki "kiyoks" kelimesinin
aslı Türkçe köşk kelimesidir; İngilizce'deki "star" kelimesinin aslı Farsça Setâra'dır. Batı dillerindeki çek
(cheque) Arapça "şek"tir. Burada daha fazla sözü uzatmamak için Otto Spies'ın şu yargısının tarihî bir
gerçeği ifade ettiğine katıldığımızı söyleyelim: "İşte bizim bugünkü kültürümüz de incelenecek olursa,
Oriental tesirlerin bazen kuvvetlenerek, bazen zayıflayarak günlük hayatımızın her safhasında izler bıraktığı
görülecektir."233
Batı'nın tahrip ettiği değerler
Bütün bu örneklerin dışında genel ve ilkesel olarak mesele değerlendirildiğinde, İslâm'ın Batı'ya etki ve
katkısını şöyle ifade edebiliriz: 1) Akılcılık; 2) Bireycilik (Bunu bugünkü Batı'daki bireyselcilik olan
individüalizmden ayırmak gerekir); 3) Zihin ile zihniyet ayırımıdır. Bugün biz Müslümanların kaybettiği, fakat
Batı'nın 9–10. yüzyıllardan itibaren kazandığı bu üç temel ilke, yaratıcı felsefenin, bilimin ve kültürün en
temel ilkeleridir. Burada bir gerçeğe de işaret etmek gerekir ki, Batı bu ilkeleri, 20. yüzyıldan itibaren
saptırmaya başlamıştır; bireyciliği, bireyselciliğe, akılcılığı ve zihniyeti zihinciliğe dönüştürmüştür; böylece de
Naumkin (V.N.): "Some Problems Related to the Study of the Works by al-Gazâlî" Ghazâlî: La Raison etle Miracle, Paris, 1987, s. 124.
224 Goodmann (L.E.): "Maimonides and Leibnitz". Journal of Jewish Studies, s.214–216.
225 Jolivet (R.): Metaphysigue, Paris, 8. baskı, 1966, s. 54–55.
226 Palaciös (M.A.): Los Precedentes Musulmanes del Par/de Pascal, Santander, 1920.
227 Jammer (M.): Concepts of Space, The History of Theories of Space in Physics, 2. baskı, Hanvard University Press,
1969, s. 67.
228 Bullough (V.L.): "Medieval Scholasticism and Averroism: The Implication of the Writings of Ibn Rushd to Western
Science", Averroes and the Enlightenment, New York, 1990, s. 49.
229 Meier (K.): "Uber den Medina-Wurm", Sudhoffs Archiv, XXX, 1937–38, s.69–77.
230 Brentjes (B.) ve Brentjes (S.): Ibn Sina (Avicenna), çev. O. Özügül, İstanbul, Pencere Yayınları, tarihsiz, s. 70.
231 Navarrete (A.): Collection de Viages y Descubrimientos, Madrid, 1825, c. l, s.261.
232 Bausani (A.): "İslam as an Essential Part of Western Culture", Studies on İslam, Amsterdam-London, 1974, s. 19–36.
233 Spies (O.): "Doğu Kültürünün Avrupa Üzerinde¬ki Tesirleri", çev. N. Ersoy, ATO Dergisi ilâve Yayınları, No: 8. 1974,
s.30.
223
173
değerler ve vasıtalar düzenini bozmuştur; bu da bugün bütün insanlık için büyük bir tehlike halini almıştır.
Batı, İslâm dünyasına ve Afrika'ya sözde demokrasi yerleştirmeye çalıştığını iddia ediyor, fakat demokrasi
adeta bir terör olan savaşla mı yerleştirilebilir? Irak'ta ve çeşitli Asya ve Afrika ülkelerinde olan şiddet ve kaba
kuvvet demokrasiyi nasıl yerleştirecek acaba?
Özetle:
İslâm dünyası bugün Batı'nın karanlık devrini yaşıyor ancak Müslümanlar akıllarını başlarına
alabilirlerse, her zaman canlanma imkânları vardır; uzun tarihî tecrübeleri, sağlam dinî kaynakları, güçlü
tarihî şahsiyetleri vardır. Bugün olmaz ise, er geç yarın Müslümanları kendilerine döndürecek kimseler ortaya
çıkacaktır. Bunu bilen Batılı bazı güç odakları özellikle son zamanlarda içten ve dıştan sürekli olarak,
Kur'an'a, Hz. Muhammed'e ve Atatürk gibi önderlere çamur atmaya yeltenerek, akıllarınca Müslümanların
zihniyetini dönüştürmek istiyorlar. Fakat Müslümanlar akıllarını kullanırlarsa, er geç zafer aklın olacaktır, işte
bunun için Goethe'nin meşhur sözünü burada hatırlamakta yarar vardır: "Geleceğimizde İslâm yatar. Er veya
geç akla uygun olan İslâm'ı kabul etmek zorunda kalacağız." Bir başka Alman filozofu meşhur Nietzsche
Deccal adlı eserinde,
Avrupa'nın kurtuluşu için Hıristiyanlığın
Avrupa'dan kovulması gerektiğini
düşünmektedir. Batı bugün vara yoğa Türkiye ve İslâm dünyasına söz atarken, aslında bilinçli veya bilinçsiz
kendi kaygılarını dile getirmektedir.
İslâm uygarlığı bilimsel ve felsefî mirası ile önümüzde bir değer olarak durmaktadır; bu sadece bizim
için değil herkes için evrensel bir önem arz etmektedir. Sorunumuz aklımızı başımıza alarak, kazandığımız
bugünkü tecrübe ve kazanımlarla, geçmiş bilginlerimiz gibi düşünmeye çalışmaktır. Aklen ve bilmen doğru
olan, İslâm açısından da doğrudur. Ne İslâm'dan ne de akıldan korkmaya gerek vardır. Eskiler mantık,
matematik ve geometri bilmeyen müftünün fetvasına güvenilmez demişlerdir. Bunun altında yatan gerçek
şudur: Sadece dünyayı değil, İslâm'ı da anlamak için bilim gereklidir.
Ortaçağ'da İslamiyet'in bilimsel çalışmaların gelişmesine etkisi
Ortaçağ İslam dünyasında insanlar körü körüne taklitçi değildir; serbestçe hakikati aramışlardır. O
halde İslamiyet'i sadece vaat edilen cennete giden bir yol olarak algılayamayız. İslam dini ile bu dönemdeki
bilimsel faaliyetler arasında çok sıkı bağlar vardır.
Yedinci yüzyılda Arap Yarımadası'nda ortaya çıkan yeni bir din şemsiyesi altında şekillenmeye
başlayan İslam dünyasında bilimin geliştiğini söyleyebilmek için İslamiyet'in bilime nasıl baktığını ve ne kadar
önem verdiğini belirtmek gerekir. İslam dünyasında bilimsel faaliyetlerin başlamasında İslamiyet'in önemli
etkisi olmuştur. İslam felsefesi konusunda çalışmalar yapan Prof. Daiberg 234 1973 yılında International
Conference on Science in Islamic Policy adlı toplantıda "Erken İslam da Bilimi Tetikleyen Kur'an'dır" başlığı
taşıyan bir konuşma yapmıştır. Bu konuşmasında İslam dünyasındaki bilimsel çalışmaların bazı özelliklerine
de değinen Prof. Daiberg şöyle söylemektedir: "İnsanlar bu dönemde körü körüne taklitçi değildir; serbestçe
hakikati aramışlardır. O halde İslamiyet'i sadece bir din olarak belirleyemeyiz; sadece vaat edilen cennete
giden bir yol olarak algılayamayız. İslamiyet'i iyice anlayabilmek için onun görünen yüzünün arkasını idrak
edebilmek gerekir. Çünkü İslam dini ile bu dönemdeki bilimsel faaliyetler arasında çok sıkı bağlar vardır."
Kur'an ve Hz. Peygamber'in sözleriyle bilginin önemi
Şüphesiz ki İslamiyet, bilimin oluşması, şekillenmesi ve gelişmesi açısından büyük öneme sahiptir.
Gerek Kur'an’daki ayetlerde, gerekse Hz. Peygamber'in hadislerinde bilimin desteklendiği, bilimle
uğraşanların yüceltilmiş olduğu belirlenir. Bilindiği gibi, Kur'an’da birçok ayet 'oku' sözcüğü ile başlamaktadır.
Bilgi kelimesi Kur'an’da bazı kaynaklara göre 789 defa kullanılmaktadır. Örnek olarak bazı ayetleri burada
aktaralım. Bu surelerden birisi, 'alaka'dır. Onun 1–5 arasındaki ayetleri mealen şöyledir: "Allah'ın adıyla oku;
o Allah ki seni pıhtılaşmış kandan yarattı! Oku! Kalemle öğreten insana bilmediğini bildiren Allah en büyük
kerem sahibidir. "235 Kur'an’da ki bir başka ayette ise şöyle denmektedir: Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?236
Prof. Dr. Daiberg Hollanda'da Amsterdam'da Free University'de görevlidir.
Kur'an, 96, 1–5.
236 Kur'an, 39/9.
234
235
174
Yine bir başka ayette ise "Allah'ın kulları arasında ondan korkanlar ancak bilginlerdir. Allah güçlüdür. Allah
bağışlayıcıdır''denmektedir.237
Sadece Kur’anda ki ayetler değil, Hz. Peygamber'in birçok sözü de bilimin, öğrenmenin ve bilginlerin
İslamiyet'te ne kadar önemli olduğunu vurgular. Bunlar arasında çok bilinen hadislerden biri şöyledir: "Bilgiyi
aramak her Müslüman’ın görevidir." Bir başka hadis ise bilginin ne kadar uzakta, hatta Çin gibi uzak bir
ülkede de olsa da gidilip aranması, bulunması gerektiğini vurgulamaktadır. Ayrıca, yine bir başka hadiste ise
öğrenmenin belli bir yaş sınırı olmadığı 'beşikten mezara kadar ilmi arayınız' şeklinde verilmektedir.
Buraya kadar verilen birkaç örnekten de anlaşılacağı gibi, gerek Müslümanların kutsal kitabı Kur'an’da
gerekse Hz. Peygamberin sözleriyle bilginin, öğrenmenin önemi vurgulanmıştır. Burada bilim (ilim) sözcüğü
ile kastedilen, birçoklarının iddia etmiş olduğu gibi, hadis, tefsir, fıkıh gibi İslami bilimler değildir, aynı
zamanda astronomi, matematik, tıp gibi müspet bilimler de bu sözcükle desteklenmektedir.
Bilimsel çalışmaların İslamiyet için önemi
Zaten, İslamiyet’in yapısı düşünüldüğünde, sadece dini bilimlerin kastedilmesi pek de mümkün
değildir. Çünkü bilindiği gibi, her Müslüman günde 5 defa kıble yönüne dönerek namaz kılmak zorundadır ve
ibadet edebilmek için namaz vakitlerini bilmek ve yine namaz kılabilmek için bulunduğu yerin kıble yönünü
bilmek zorundadır. Aynı zamanda Ramazan ayında oruç tutabilmek için, ilk hilalin ne zaman gökyüzünde
görüneceğini de bilmesi gerekir. Dolayısıyla bütün bu bilgilere doğru olarak ulaşabilmek, zamanı doğru
belirlemek, yön tayini yapabilmek için erken tarihlerden itibaren astronomi çalışmalarının, takvim
çalışmalarının ve jeodezi çalışmalarının şekillenmeye başladığı görülmektedir. Özellikle gittikçe genişleyen
İslam uygarlığının yayıldığı coğrafya düşünülürse, bu yönde yapılan çalışmaların önemi ve ciddiyeti daha
açık ortaya çıkmaktadır.
Bu çalışmalar 9. yüzyılda daha sistematik şekilde yürütülmüştür. Özellikle Halife Memun zamanında
görevlendirilen devrin tanınmış matematikçi ve astronomları (bunlar arasında Harezmi de bulunmaktaydı)
belirlenen yerlerde (örneğin Sincar ve Tedmür arasında) yaptıkları ölçümlerle konuyu ana temellerine
oturtmaya çalışmışlardır. Bu çalışmalar matematik çalışmalarıyla da desteklenmiştir (Sabit b. Kurra'nın
trigonometri çalışmaları gibi). Daha sonraki dönemde yapılan trigonometri çalışmalarıyla 1 derecelik enlem
ve boylam yaylarının belirlenmesine gayret edilmiştir.
Böylece farklı coğrafyalarda kıble yönü tayini mümkün olurken, astronomide Güneş ve Ay'ın
hareketlerinin zaman içinde gelişen İslam dünyasında yer ve zaman belirlemesinin en doğru şekilde
yapılması sağlanmıştır. Bilindiği gibi bu coğrafyada kullanılan takvim Ay takvimidir. Ramazan ayının
başlangıcının belirlenmesi ise ilk hilalin tarihinin belirlenmesi açısından çok önemlidir.
Ay ve Güneş'in hareketleri zamanın belirlenmesi açısından önemliydi. Onların hareketleri,
düzensizlikleri ve tutulmaları ve özelikle de tutulma düzleminin eğiminin hesaplanması konusunda çalışmaların gelişerek devam ettiğini görmekteyiz.
Çeviri ve dil alanındaki çalışmalar
Yukarıda söz konusu çalışmaların yapılabilmesi için belli seviyede astronomi ve matematik bilgisi
gerekmekteydi. Dolayısıyla, daha önceki çalışmaların gerek Doğu gerekse Batı kaynaklarından İslam
dünyasına kazandırılması yönünde önemli çalışmalar yapılmıştır. Böylece Aristo, Platon, Hippokrates,
Batlamyus, Öklid, Galen, vb. gibi bilim adamları ve düşünürlerin eserleri Yunancadan Arapçaya çevrilmiş ve
hatta ilk çeviriler yeterince iyi olmadığı kaygısıyla, ilerleyen zaman içinde, belli başlı bilimsel eserlerin tekrar
tekrar çevrilmesi yoluna gidilmiştir.
Ayrıca, bilim ve düşüncenin gelişim süreci içinde kendilerini daha iyi ifade edebilmek ve ihtiyaç
duyulan terimlerin üretilebilmesi için dil çalışmaları başlatılmış; Arapça bir bilim dili olarak gelişmeye
başlamıştır. Zaman içinde çeviri faaliyeti kurumlaşmış ve Hikmet Evi denen kurumda bu faaliyet sistematik
bir şekilde yürütülmüştür. Burada çeviri faaliyetinde bulunanlar genellikle dönemin önemli bilim adamlarıdır.
237
Kur'an, 35/28.
175
Örneğin Sabit b. Kurra aynı zamanda tanınmış bir matematikçidir ve birçok bilimsel eseri Arapçaya
kazandırmıştır. Aynı şekilde Huneyn b. İshak dönemin bilinen hekimlerindendir ve sadece tıp eserlerinin
değil, felsefe, matematik ve astronomi eserlerinin de Arapçaya çevrilmesinde görev almıştır.
İslamiyet bir yaşam biçimi önerir
Yukarıda da belirtilmiş olduğu gibi İslamiyet sadece bir din olarak düşünülmemelidir. İslamiyet'te, belli
bir hayat şekli de önerilmektedir. Örneğin iyi bir Müslüman beslenmesine dikkat eder; belli besin maddelerini
yemez ya da içmez. Çünkü onun için zararlıdır. Ancak bazı besin maddelerini yemesi onun için yararlıdır.
Nitekim Hz. Peygamber hadislerinde bazı besin maddelerinin alınmasının yararlı olacağını belirtmiştir.
Bunlardan en bilinen ikisi hurma ve baldır. Yine bir Müslüman için temizlik çok önemlidir. Burada sadece
elbise ve çevre temizliği kastedilmemekte, ruh ve beden temizliği birlikte ele alınmaktadır. Bugünkü anlamda
sağlığın korunabilmesi konusunda Hz. Peygamber'in hadisleri vardır. İslamiyet'te fal ve benzeri pse-udobilim
olarak nitelendirdiğimiz yollardan tedavi dinen yasaktır. Bizzat Hz. Peygamber'in kendisi hasta olan insanları
doktorlara yönlendirmiştir.
İslam dünyasındaki bilimsel çalışmaların yürütülebilmesi için erken tarihten itibaren kurumlaşma
başlamıştır. Bunlar arasında hastaneler ve gözlemevleri zikredilmelidir. Astronomi çalışmaları için
gözlemevleri yapılırken, tedavi için hastaneler inşa edilmiştir. İlk gözlemevleri Bağdat ve Şam'da açılmıştır.
İlk hastane ise Bağdat'ta açılmıştır. Zaman içinde bu kurumların önemli gelişmeler gösterdiği bilinmektedir.
Ancak, zaman içinde bu kurumlar önemli gelişmeler göstermiştir. Özellikle Tolunoğulları tarafından kurulmuş
olan ve altıncı hastane diye bilinen hastane, bedava hasta bakımı, steriliteye dikkat etmesi ve hasta
yakınlarına kalacak kervansaray içermesi, yanındaki cami ve eczanesiyle bir külliye görüntüsünde bugünkü
hastanelere adeta örnek teşkil edecek niteliktedir.
Buraya kadar verilen kısa bilgiden de anlaşılabileceği gibi, İslam dini daha başlangıçtan itibaren
bilimsel faaliyeti desteklemiştir. Bilimsel çalışmanın önemi, bilim adamının önemi, mevcudun tekrar
edilmeyerek, araştırma yapılmasının gerekliliği birinci dini kaynaklar diyebileceğimiz Kur'an ve hadislerle
vurgulanmıştır. Dolayısıyla Ortaçağ İslam dünyasında, başta astronomi, matematik ve tıp olmak üzere,
bilimin hemen bütün dallarında çalışmalar başlamıştır. Devlet adamları, bilimsel faaliyetleri maddi ve manevi
olarak desteklemişler; bu çalışmaların yürütülebilmesi için uygun zemin hazırlamışlar ve bilimsel kurumlar
açmışlardır. Hatta ilerleyen zaman içinde bizzat bilimsel faaliyette bulunan bilim adamları ortaya çıkmıştır.
12. yüzyıldan itibaren ise bu bilgi birikiminin Latinceye yapılan çevirilerle Batı'ya aktarıldığı
görülmektedir. Böylece matematik, astronomi, tıp, fizik, kimya gibi konularda yapılan çalışmaların yanı sıra,
felsefe konusundaki çalışmaların da Batı'ya aktarıldığını görüyoruz. Böylece, modern bilimin oluşmasında
İslam dünyasında yapılan bu çalışmalar temele alınmıştır.
Hz. Muhammed'in tarihsel rolü
Hz. Muhammed, feodal devrime önderlik etmiş, toplumu yeni bir aşamaya sıçratan hareketin başını
çekmiştir. Onun için devrimcidir. Var olan statüyü değiştirmek için harekete geçmiştir, eskinin yıkılıp yeninin
kurulması için faaliyet göstermiştir.
İslam dininin kurucusu Hz. Muhammed'in bugün iki çarpıtmanın konusu olduğu görülüyor. Bunlardan
biri emperyalist metropollerde, ötekisi ise Ezilen Dünyaya mensup olan Müslüman ülkelerde yapılıyor.
Emperyalist metropollerde, özellikle yaygın ajitatif etkisi olan kitle iletişim araçlarınca yaratılan izlenime
göre, Hz. Muhammed şiddete dayalı bir dinin kurucusudur. İsa Mesih barış va'zetmekten başka bir şey
yapmamışken, İslam peygamberi eline kılıç almış, ordular yönetmiş, devlet kuruculuğu yapmıştır. Getirdiği
din ilerlemeye, gelişmeye açık değildir. O nedenle öğretisi çağdaş dünyaya ayak uydurmanın önünde bir
engeldir ve İslam fundamentalizminin nedenidir. Emperyalizm, metropollerdeki kitleler üzerinde Ezilen
Dünyanın önemli bir kesimine karşı psikolojik yönlendirme operasyonları yaparken Ortaçağ'dan kalma İslam
düşmanlığı ile birlikte Avrupa merkezci kalıpları da kullanıyor. Kuşkusuz Hz. Muhammed ile ilgili iddialar her
zaman bu kadar kaba bir şekilde ifade edilmiyor; ince ayarı hitap ettiği kitlenin bilgi düzeyine göre yapılıyor.
Örneğin tabloid gazetelerde Hz. Muhammed "terörizmin piri" olarak tasvir edilirken, daha mürekkep yalamış
176
kesimler için "İslam Rönesans yaşamadı", "Müslümanların Lüther'i olmadı" tezleri piyasaya sürülüyor. Bu
tezlerin halkının çoğunluğu Müslüman ülkelerde de Batı'dan etkilenen kimi aydınlar arasında rağbet gördüğü
oluyor.
Emperyalizm Müslüman ülkelerde de, bir yandan çağından soyutlanmış, zaman dışı, biçimselliğe
indirgenmiş bir Hz. Muhammed anlayışının egemen olmasını sağlamaya çalışırken, "ılımlı İslam" projeleriyle
de İslam dinini temel referanslarından uzaklaştırmaya, deyim yerindeyse "Evanjelikleştirmeye" uğraşıyor.
Böylece, Müslümanların bu dünyada mal-mülk, öteki dünyada da cennet köşkünden başka şey düşünmeyen,
yanı başındaki bir ülkede kardeşleri katledilirken kılı kıpırdamayan, üzerine seccadesini özgürce serebileceği
vatan toprakları tehdit altındayken aklını tesettürle bozan insanlar haline getirilmesi amaçlanıyor. Öte yandan
"karikatür provokasyonu" ile aynı insanların biçimsel duyarlılıkları tahrik ediliyor.
Her
iki çarpıtmanın kaynağı
da
emperyalizmdir. Daha
somut konuşmak
gerekirse ABD
emperyalizmidir. Nitekim "karikatür provokasyonu" da Amerikan kaynaklıdır. Batı ülkelerinde karikatürleri
yayınlayanlar da, Müslüman ülkelerde tepkileri örgütleyenler de ABD tarafından denetlenen güçlerdir.
ABD'deki küresel iktidar heveslilerinin amacı bir tür "medeniyetler çatışmasıyla bütün Batı âlemini kendi
safına çekip Müslüman ülkelere, özellikle İran ve Suriye'ye yüklenmektir. "Karikatür provokasyonu" ancak
Büyük Ortadoğu Projesi bağlamı içerisinde anlaşılabilir.
Tarihsel materyalistlere düşen görev
İslam dininin kurucusu Hz. Muhammed bugün emperyalizmle kol kola giren şeriatçı gericilere karşı da,
onu dinsel gericiliğin kaynağı olarak göstermeye çalışan Avrupa merkezciliğe ve Şarkiyatçılığa karşı da
savunulmalıdır. Ait olduğu yere, ilerici insanlığa mal edilmelidir. Bu öncelikle bilimsel sosyalistlere düşen bir
görevdir. Çünkü bugün Aydınlanmanın başını çekme görevini üstlenmiş olan bilimsel sosyalistler, tarihe ve
dine diyalektik maddeci açıdan bakarlar.
Atatürk nasıl Atatürkçülük adına Natotürkçülük yapanlara terk edilemezse, Hz. Muhammed de
emperyalist merkezler tarafından yönlendirilen Şeriatçı gericilerin halkı aldatma ve dinsel duygularını
sömürmekte kullanacakları, tarihsel rolünden kopartılmış bir efsane kahramanı olmaya bırakılamaz. Tarihte
olumlu rol oynamış bütün büyük şahsiyetler gibi Hz. Muhammed de sahtekârların tekelinden kurtarılmalıdır.
"Sol içinde Milli Demokratik devrimimizin en büyük atılımını yapan hareketin önderi Atatürk'ü
burjuvaziye hediye edenler olduğu gibi, dinsel gericilikle mücadele bahanesiyle Hz. Muhammed'in tarihte
oynadığı rolü önemsizleştirmeye, hatta karalamaya çalışanlar da vardır. Atatürk'ün ait olduğu yere mal
edilmesinde bilimsel sosyalistler nasıl kararlı bir mücadele vermişse, Hz. Muhammed'in de emperyalizmin
hizmetindeki dinci gericiliğin elinden alınması gerekmektedir. Çünkü Hz. Muhammed tarihte oynadığı rol
itibariyle ilerici insanlığın mirasına dâhildir.
Hz. Muhammed neden ilericidir?
Bir şahsiyetin tarihte ilerici bir rol oynayıp oynamadığı değerlendirilirken onun toplumsal eyleminden
hareket edilmelidir. Hz. Muhammed'in toplumsal eylemi nedir?
Hz. Muhammed, Arap yarımadasının kabile toplumundan feodalizme geçişini sağlayan toplumsal
devrimin önderi olmuştur. Onun rolü de bu tarihsel çerçeve içinde değerlendirilebilir. Daha geniş bir tarihsel
perspektifle bakıldığında ise, bütün İslam âleminde ortak olan bir "İslam Uygarlığından söz edilebilirse, Hz.
Muhammed bu uygarlığın temel ideolojik referanslarını formüle eden tarihsel şahsiyettir. O bakımdan,
toplumsal eylemini Arap yarımadasında oynamış olmakla birlikte, tarihsel önemi dünya çapındadır.
Hz. Muhammed, Ortadoğu dünyasında bir çağı sona erdirip yeni bir çağın açılmasına yol açan bir
toplumsal devrimin önderidir. Arapları devletleştirme ve uygarlık aşamasına yükselten, bu yükselmenin
ideolojisinin içeriğini tanımlayan, siyasal hareketi örgütleyen, devrimin iktidarı alma aşamasını başarıyla tamamlayan önderdir. Dünya tarihindeki, en önemli liderlerden biridir. Yaptıklarının küçümsenmesi, tarihsel
maddeciliğe uygun bir tavır olamaz.
Tarihte ilerici rol oynamaktan kasıt nedir?
Bilindiği gibi tarih, toplumsal-ekonomik biçimlenmelerin birbiri ardınca ortaya çıkması ve birbirinin
177
yerini almasıyla ilerleyen bir süreçtir. Bugüne kadar insanlık ilkel ortaklaşmacılık, feodalizm, kapitalizm ve
komünizm adı verilen üretim tarzları ve bunlara dayalı toplumsal-ekonomik kuruluşlar tanımıştır. İlkel
ortaklaşmacılıktan çıkışta kimi yerlerde araya bir kölecilik aşaması girmiştir. Komünizmin ilk aşaması, ya da
kapitalizmden komünizme geçiş aşaması sosyalizmdir. Dünya üzerindeki bütün toplumlar, tarihsel gelişmelerinin herhangi bir evresinde bu toplumsal-ekonomik kuruluşlardan birine denk düşen bir aşamada
bulunurlar.
İnsan toplumlarının ilerlemesi
İnsanlık ilkel ortaklaşmacılık aşamasındayken maddi yaşamın üretilmesini sağlayan üretim güçleri çok
geri düzeydeydi. Fakat uzun bir evrim sonucunda üretim araçlarında ve buna bağlı olarak üretim güçlerinde
belirli ilerlemeler meydana geldi. Bu ilerlemeler toplumsal zenginliğin belirli ellerde birikmesini getirdi.
Zenginliğin birikmesi, ilkel topluluğun ortaklaşmacı üretim ve tüketim kalıpları ile bir çelişki meydana
getirmeye başladı. Üretim güçleri ile üretim tarzı arasındaki çelişmenin bir devrimle aşılması gerekti.
Zenginliğin belirli ellerde birikmesi, tek tek emekçilerin bu zenginliği elde tutanlar karşısındaki durumunu
kötüleştirmekle birlikte, üretim güçlerinin gelişmesini sağladığı için ilerici bir rol oynamış oldu. Çünkü
insanlığın çok daha üst düzeyde gerçekleşecek sınıfsız topluma varacak olan ileri doğru yürüyüşünde,
üretim güçlerinin gelişmesi ancak belirli bir maddi birikimle meydana geliyor.
Bu maddi birikim de kendine iktidar ilişkileri düzeyinde, uygun mekanizmalar yaratıyor. Bir başka
deyişle, ekonomik ilişkiler, kendine uygun siyasal ilişki biçimleri de yaratıyor. İnsanlığın ilkel kabile
düzeninden feodalizme, feodalizmden kapitalizme, kapitalizmden komünizme doğru yürümesi bir
ilerlemeyse, bu ilerlemeyi kolaylaştıran gelişmeler olumlu, zorlaştıran gelişmeler de olumsuzdur. Bu
ilerlemenin önünü açan devrimlerin itici gücü olan sınıflar ilerici, onu engellemeye çalışan sınıflar gerici
olmuştur. Tek tek emekçilerin hayatına getirdiği güçlükler ne kadar büyük olursa olsun, kabile şefleri
karşısında feodal egemenler ilerici bir konumdaydı. Feodal sınıf karşısında burjuvazi ilerici bir konumdaydı.
Burjuvazi karşısında işçi sınıfı ilerici bir konumdadır. Burjuvazi, feodal egemenlere karşı ilerici, işçi sınıfına
göre gericidir. Tarihsel rol değerlendirilirken, toplumsal-siyasal faaliyetin yürütüldüğü dönem dikkate
alınmalıdır. Her dönem için ilerici burjuvazi olmaz; her dönem gerici burjuvazi de olmaz. Feodalizm
zincirlerinin kırılmasında ilerici rol oynayan burjuvazi, artık gerici bir niteliğe bürünmüştür.
Tarihte birey ve önderin rolü
Kabile toplumundan çıkışta feodal devrimler çok önemli bir rol oynamışlar, toplumsal ilerlemeyi
kolaylaştırmışlardır. Bu devrimlerin gerçekleşmesinde rol alan ve önderlik eden siyasal kadrolar da tarihte
ilerici bir rol oynamıştır.
Tarihte sınıflar gibi bireylerin rolü de bu açıdan değerlendirilmelidir. İnsan soyut bir varlık olmayıp,
Marx'ın dediği gibi, toplumsal ilişkilerinin bir toplamıdır. Her kişilik, ancak onu oluşturan toplumsal-siyasal,
manevi ve kültürel koşulların bağlamı içinde kavranabilir. Kişiliğin çehresi büyük ölçüde bu koşullar
tarafından, özellikle sınıf çıkarları ve mevcut sınıfların ruhsal durumları tarafından belirlenir. Tek tek insanlar
açısından ele alındığında, ait olduğu toplumsal sınıfın çıkarlarına ters davranışlar görülebilmekle birlikte,
bireylerin genel davranışlarının toplumsal koşullar tarafından belirlendiği genellemesi geçerliliğini
korumaktadır. İnsan toplumsal ilişkilerinin bir toplamı ise, toplumda oynayacağı rol de nesnel koşullar
tarafından belirlenmiş demektir. Bir başka deyişle, rolünü oynayacağı toplumsal sahne, onun iradesinden
bağımsız nesnel koşullar tarafından hazırlanmıştır. Ona düşen seçme özgürlüğü, tarihsel ilerlemeyi
kolaylaştıran ya da zorlaştıran taraflar arasında yer almaktır.
Bireylerin rolü için söylenen önderlerin rolü için de geçerlidir. Toplumsal hareketlerin önderleri, o
hareketlerin ihtiyaçlarına göre ortaya çıkar. Pek çok birey arasından, toplumsal ilerlemenin gerektirdiği rolü
oynamaya en uygun bireyler sivrilir. Bu bireylerin rollerini iyi oynamaları, yani öznel etken, hareketin başarısı
üzerinde önemli bir etkide bulunur. Yetenekli bir önder toplumsal gelişmeyi hızlandırabilirken, yeteneksiz
önderler engelleyici etkide bulunabilir. Ancak son tahlilde, önderin rolü, yine nesnel koşullarca belirlenir.
Merkezi iktidar ne zaman ilerici, ne zaman gericidir?
178
Toplumsal sınıfların ve onların önderleri için geçerli olan, toplumsal örgütlenmeler için de geçerlidir.
Toplumsal örgütlenmelerin en önemlisi ve en karmaşık biçimlerinden biri olan devlet de ilerici ve gerici rol
oynayabilir. Her dönemde gerici, her dönemde ilerici devlet olmaz. Devlet egemen sınıfların hakimiyetini
yürütmekte yararlandıkları bir araçsa, o araca hâkim olan sınıfın niteliğini yansıtır. Devlete hâkim olan sınıf
ilerici olduğu ölçüde devlet de ilericidir. Zaman zaman devlet egemen sınıf ile bire bir uyum içinde
görünmese de, son tahlilde niteliği hâkim sınıf tarafından belirlenir. Devlete hâkim olan sınıf üretim güçlerinin
gelişmesinde olumlu bir rol oynuyorsa, devlet de ilerici bir konumdadır.
Osmanlı tarihinden bir örnek verelim. Osmanlı Devleti'nin kuruluşu Anadolu için büyük bir ileri adım
olmuştur. Kabile toplulukları, var olan devlet gelenekleri ve birikimi üzerine oturmuş, merkezi bir iktidarın
kurulmasıyla anarşi dönemi geride bırakılmıştır. Bu aşamada, merkezi iktidar servet birikimini sağlamayı
kolaylaştırıcı ve üretim güçlerinin ilerlemesinin önünü açıcı bir rol oynamıştır. Yıldırım Bayazıd'ın Timur
önündeki Ankara yenilgisi bu sürece çelme takmış, ancak Timur'un imparatorluğu, köklü devlet gelenekleri
bulunan Anadolu'da fazla kalıcı olmamış ve Osmanlı kısa sürede yeniden toparlanmıştır. Bu dönemde
merkezi iktidarın güçlenmesine yardımcı olan hareketler ilerici rol oynamış, merkeziyetçiliği zaafa uğratan
hareketler olumsuz rol oynamıştır.
Emekçilerin özlemlerini dile getiren ve farklı inançlar arasında kardeşliği savunan bir hareket olmasına
rağmen, Şeyh Bedreddin hareketi bir de bu açıdan değerlendirilmelidir. Bu hareketin duygusal planda çok
güzel talepler ileri sürmesi, zalimce ezilmiş, önderlerinin acımasızca katledilmiş olmaları, tarihin uzun
ilerleyişi içindeki konumunu doğru değerlendirmeye engel olmamalıdır. Nesnel tarihsel koşullar gereği başarı
kazanma şansının olmayışı da bundandır. Yine kölelerin haklı isyanını dile getiren Spartaküs hareketi de
nesnel koşullar gereği başarısızlığa mahkûmdu. Bu hareketler, ancak emekçi sınıfların özlemlerini dile
getirmeleri ve hâkim sınıflara karşı direnme ateşini yakmaları bakımından değerlidir. Tarihsel gelişme
içindeki konumları ise daha nesnel değerlendirilmelidir. Osmanlı Devleti taşıdığı ilerleme potansiyellerini
tüketmediğinden çabuk toparlandı ve merkezi iktidar yeniden kuruldu. Kısa bir süre sonra İstanbul'un
alınmasıyla, tarihsel ilerlemenin önünde bir moloz yığını gibi duran köhne Bizans da ortadan kaldırıldı. Bu
anlamda Fatih Sultan Mehmet'in toplumsal eylemi ilerici bir rol oynamıştır. Fatih ile Osmanlı Devletinin
imparatorluğa dönüşmesi de merkezi iktidarı güçlendirici bir rol oynamış, bu ise üretim güçlerinin gelişmesine
yardımcı olmuştur.
Osmanlı merkezi iktidarı 1500'lü yılların ortalarına kadar üretim güçlerinin gelişmesini sağlayıcı bir rol
oynamış; bundan sonra dünya çapındaki ekonomik ve toplumsal gelişmelerin de etkisiyle bu konumunu
yitirerek gerici bir karakter kazanmaya başlamıştır. Batı Avrupa'da denizaşırı sömürgelerden aktarılan
servetin yardımıyla merkezi devletler güçlenmiş ve bu da kapitalizmin gelişmesine yardımcı olmuştur.
Gelişmiş ve yerleşmiş bir feodal devlet olan Osmanlı imparatorluğu yeni gelişmeler karşısında aynı esnekliği
gösterememiş, tarihte eşitsiz gelişme yasası uyarınca geri kalmıştır. İleri olan geriye düşmüş, geri olan öne
çıkmıştır. Bundan sonra Osmanlı merkezi iktidarı gerici bir rol oynayacak, yeni ve ileri bir aşama olan
kapitalizmin gelişmesi önünde bir engel haline gelecektir.
Feodal devrim ve tektanrıcılık
Konu dışına az da olsa çıktıktan sonra, Hz. Muhammed çağına geri dönersek, onun önderlik ettiği
hareketin de ilerici bir rol oynadığını görüyoruz. Burada, feodal toplumların ideolojisinin dinsel ideoloji olduğu
hatırlanmalı. O dönemde, farklı sınıflar ve toplumsal katmanlar çıkarlarını dinsel ideoloji ile formüle ediyordu.
Birbirinden ayrı yaşam sürdüren kabilelerin ideolojik izdüşümü çok tanrıcılıkken, tektanrıcı inançlar merkezi
iktidar ihtiyacına denk düşüyordu.
Hz. Muhammed, tektanrıcı kavramları diğer dinlerden alarak daha da rafine bir hale getirmiş ve içinde
bulunduğu toplumun şartlarına ve geleneklerine, toplumsal birikimine uyarlamıştı. Çok-tanrıcılığın izlerini
taşıyan Hıristiyan Üçlübirlik (Teslis) inancına göre, bu türden bir mantık oyununa başvurma gereği
hissetmeyen Müslüman tektanrıcılık bir ilerlemeyi temsil etmektedir.
Tektanrıcılık, insanlığın evreni kavrayabilme çabasında çok önemli bir aşamayı temsil etmektedir.
179
Genel olarak dinler, burjuva aydınlanmacılarının iddia ettiği gibi her zaman gerici bir rol oynamamıştır; tam
tersine insanlığın nesnel gerçeği kavramasından toplumsal-tarihsel koşullara uygun bir ilerlemeyi temsil
etmektedir. Nesnel gerçeğin doğruya giderek daha yaklaşan bir şekilde kavranmasında olumlu roller
oynamışlardır.
Tektanrıcılık, nesnel gerçeğin kategorize edilip sınıflanmasında, göreceli olarak yukarı düzeyde bir
soyutlama aşamasına denk düşer. Bugün Aydınlanma döneminin başarıları ile ve diyalektik ve tarihsel
maddecilik
ile
kıyaslandığında,
geri
bir
bilinç
biçimi
olmaları,
geçmişte
oynadığı
rolün
doğru
değerlendirilmesine engel olmamalıdır.
Feodal devrim
Hz. Muhammed'in toplumsal eylemine bakacak olursak, bunu daha somut olarak değerlendirebilmek
için, çok kısa bile olsa, o dönemin koşullarına eğilmek gerekecektir.
İslam öncesi bedevilerinin yaşamı, kabile ortaklığına dayalı bir yaşam tarzından daha yeni yeni
uzaklaşmaya başlamıştı. Fakat henüz kabile döneminin özelliklerini taşıyordu. Kabile dayanışması henüz
oldukça güçlüydü. Yerleşik nüfusun yaşadığı Mekke, Yesrib (Medine) ve Taif kentlerinin bulunduğu bölge,
merkeziyetçi olmayan bir yaşam biçimi sürdürüyordu. Bu yaşam biçiminin ifadesi, çok sayıda tanrının bir
arada bulunmasıydı. Ama çoktanrılı sistem, kentleşmenin hızlanması ve yerleşik hayatın belirginleşmesiyle
belirli bir hiyerarşi de belirmeye başladı. Bu gelişme, Hicaz adı verilen bölgedeki toplumsal farklılaşmalara
paralel olarak ortaya çıkıyordu. Hindistan'dan gelen baharat yolunun Kuzey'e ve Mısır'a bağlantı noktalarının
merkezinde yer alan Hicaz bölgesi, Sasani ve Bizans İmparatorlukları arasında süre giden çatışmalar
nedeniyle iyice önem kazanmıştı. Bu, bölgedeki zenginleşmeyi ve toplumsal farklılaşmayı iyice artırdı.
Toplumsal farklılaşmalar, zenginleşen sınıf için siyasal olarak bir merkezden yoksun olmayı bir olumsuzluk
olarak duyurmaya başladı. Mekke eskiden beri önemli bir ticari ve dini merkezdi. Onun için merkezi iktidar
ihtiyacı, doğal olarak öncelikle burada duyuldu. Ticaret ve zenginleşme, Mekke içinde yerleşik hayata geçen
bedevi kabileleri arasında hızla bir hiyerarşinin ortaya çıkmasına yol açtı. Toplumsal farklılaşma, kabile
içinde etkili olan bağları da zayıflatıyordu. Güçlü kabile dayanışmasının yerini artık ticari amaçlar almaya
başladı.
Özetle, Araplar İslam öncesinde kabile toplumunun çözüldüğü, toplumsal farklılaşmaların hızlandığı ve
merkezi bir iktidar ihtiyacının kendini duyurduğu bir aşamadaydılar. Bu nedenle merkezi iktidar ihtiyacına
denk düşen tektanrılı bir dinin ortaya çıkması için elverişli koşullar hazırlanmıştı. Fakat kabile ilişkilerinin
henüz tamamen ortadan kalkmamış oluşunun bir göstergesi olarak diğer tanrılar ve onların simgesi olan
putlar varlığını sürdürüyordu. Kabile ilişkilerinin tasfiye edilmesi süreci, putlara karşı mücadele ve tektanrı
inancını, yüce Tanrı'dan başka tanrı olamayacağı dogmasını (Lâilâhe ill-Allah) yerleştirme mücadelesi ile el
ele gitti.
Araplarda feodal devlet
Her devrim bir sınıfın iktidarını kurmayı amaçlar ama halk kitlelerinin seferber edilebilmesi sayesinde
başarı kazanabilir, İslam devriminde de aynı şey yaşandı. Hz. Muhammed, bedevi kitlelerini kazanmanın
yollarını aradı. Bedevi geleneklerinden yararlandı. Hz. Muhammed, bedevilerin kervan vurma alışkanlıklarını
hak ve adalet yolunda İslam cihadına dönüştürmeyi başardı. Hz. Muhammed bu güce dayanarak, Medine'ye
hicret etmek zorunda kalmasından sekiz yıl sonra Mekke'yi teslim aldı. Mekke'nin tesliminden sonra, yeni bir
medeniyet dönemi başlayacaktı. Müslüman kabileleri birbirine saldırmayacak, savaş gücü yabancı düşmana
karşı kullanılcaktı. Müslüman kabileler arasında barışın sağlanması, doğmakta olan İslam devletinin birliği
bakımından büyük önem taşıyordu.
Hz. Muhammed'in sağlığında devletleşme yolunda önemli adımlar atıldı. Onun kurduğu yönetimin,
devletin temeli sayılması doğrudur. Ancak bu yönetimin tam anlamıyla bir devlet olduğunu söylemek
mümkün değildir. Silahlı güç dışında, devletin en önemli kurumları oluşmamıştı. Bir devletin oluşmasında en
önemli etken, silahlı güçtür. Çünkü devlet silahlı güç kullanma tekelidir. Ama bir devlet sadece bu güçten
oluşamaz, iktidarın uzun bir süre sadece bu güce dayanarak korunması, istikrar kazanması düşünülemez.
180
Devletin diğer organlarının oluşması gerekir, işleri yürüten bir bürokrasi, devletin işleyişini belirleyen kurallar,
gelenekler vb. gerekir. Oluşan devlet, bu geleneklerin gelişmesi için gerekli zamanı bulmuşsa, bunlar o
ülkede de oluşabilir. Ama oluşum hızlı, gelişmeler süratliyse, geleneklerin dışarıdan alınması gerekir. Geleneklerin dışarıdan alınması da tesadüfe bağlı olarak olmaz. Temasta olunan bir toplumdan ihtiyaca göre,
gerekli uyarlamalar yapılarak alınır.
İstisnai bir önder
Hz. Muhammed, kurduğu yönetimin başında pek az bir süre kalabildi. Mekke'ye girdikten sonra 2 yıl
yaşadı. Fakat sağlığında gerçekleştirdikleri, devletin hızlı adımlarla ve sağlam şekilde kurulmasına temel
teşkil etti. Bir bakıma, sağlığında toplumsal faaliyetlerinin semeresini görmüş, pek çok devrimciye nasip
olmayan bir başarıyı tatmıştır. Tek tek devrimci önderler açısından bakıldığında, böylesi başarılar fazla
değildir. Tarihsel koşulların uygun olmaması nedeniyle, devrimci önderler mücadelenin başarısını genellikle
sağlıklarında görememekte, onların ektiği tohum onları izleyen kuşaklarca yeşertilmekte ve misyonları başka
önderlerce tamamlanmaktadır. Muhammed bu bakımdan da istisnai bir önderdir. (Çünkü O en son, genel ve
mükemmel bir peygamberdir. A.A.)
Hz. Muhammed, feodal devrime önderlik etmiş, toplumu yeni bir aşamaya sıçratan hareketin başını
çekmiştir. Onun için devrimcidir. Var olan statüyü değiştirmek için harekete geçmiştir, eskinin yıkılıp yeninin
kurulması için faaliyet göstermiştir. İnsanlığın ileri doğru yürüyüşüne önemli katkılarda bulunmuş ve yol
göstermiştir. Onun için ilericidir. Bu özellikleriyle, gericiliğin en büyük merkezi emperyalizmle kol kola yürüyen
şeriatçı gericilikle hiçbir ortak yanı bulunmamaktadır. İslamın ortaya çıkışından beri, gericilerin ona sarılıp
onu bayrak yapmaya çalışmaları onun bu özelliklerini değiştirmez. O, insanlığın besleneceği en önemli
kaynakların başında gelmektedir.
181
ATATÜRK, KADIN HAKLARI VE KIYAFET
Atatürk'ü sevmek ona zarar vermeye mani değildir. Çünkü pek çok insan sevdiğini zannederek zarar
vermektedir. Tarih Kurumu'na yöneltilen baskılar sonucu, Latife Hanım'ın mektup, not ve hatıratının
açıklanmasının engellenmesi de bunun en son örneğidir.
Açık söylemek gerekirse; Türk halkı devletinin kurucusunu doğru dürüst tanımıyor. Ortada: Atatürk'ten
ziyade, Atatürkçülük adı altında İsmet Paşa'nın 'milli şeflik' iktidarında ve onun tercihleri doğrultusunda icat
edilmiş olan tablo görünüyor. Ki onun da; “gerçekleri çarpıttığı ve yaşanmışlığı değil, masalsılığı yansıttığı”
sırıtıyor.
1980 ihtilali sonrası darbeci generaller Atatürk'ün hayatını konu alan sinema filmi yaptırma hevesine
kapılmışlardı. Ankara'da düzenlenen 'Atatürk Filmi Sempozyumumda Org. Kenan Evren'in, "Artık devir
değişti. Filmde halka Onun rakı içtiği gösterilebilir" dediğini hatırlıyoruz.
Atatürk'ü; yaşayıp yaşamadığı belirsiz bir mitoloji kahramanı ya da heykel/büst/rozet adamı haline
getirmek kimin işine yaradı? Ömrü askeri okullar, kışlalar, karargâh ve cephelerde geçmiş, tedavi amaçlı
istirahatları dışında gönlünce yaşadığı günler parmakla sayılabilecek kadar az olan bir liderin hatırasını,
acaba bizim kadar tahrip eden, değiştiren ve küçülten ikinci bir ulus var mı bilmiyoruz!...
Her odaya onun fotoğrafını asıp, her meydana heykelini, her okula büstünü dikmek, basılan her
paraya resmini koyup her ormana onun, annesinin veya babasının ismini vermekle, Atatürk çiçeğinden
Kemalpaşa tatlısına, Atatürk Havalimanı'ndan Atatürk Barajı'na; kentlerin bulvarlarından, üniversitelere kadar
bir dizi etiket üreterek, O’nu tahrip ettik. Sonuçta; kişileri bir şeye zorlayarak bezdirmek manasında eski dilde
'ikrah getirtmek' dedikleri hal doğdu. Belki amaç bu değildi ama işte sonuç bu oldu!
Üç önemli kitap
Bugüne kadar Onu tanımak adına okuduğum pek çok yayın içinde üç kitap belleğime takılmıştır. Biri,
'Atatürk'ün Uşağıydım' adıyla yayımlanan Çankaya Köşkü hizmetlilerinden Cemal Granda'nın hatıralarıdır..
Diğeri Sadi Borak'ın derlediği “Atatürk'ün Özel Mektupları”dır. Üçüncüsü de Falih Rıfkı Atay'ın
'Çankaya'sıdır...
Sadece nutkundan, yazdıklarından ve siyasi yakınlarının anılarından onu tanımak mümkün değildir.
mesela siyaseten benimsediği ve teşvik ettiği şeylerin bir kısmına kendi hayatında yer vermemiştir. Ya da
öncülüğünü yaptığı kimi hamlelerden uygulama safhasında hazzetmeyip vazgeçmiştir.
Keza kadın bahsinde... Gerçekte mutaassıplık sınırında bir muhafazakâr olduğu görülmektedir.
Tek başınayken sessizliğin ortasında, ezan dinlemekten hazzettiğini kaç kişi bilir? Ya da şimdilerde
pek çok kişinin yaptığı gibi, canlı, yayımlanan konser programı, sırasında; radyoyu arayıp sanatçılardan
Faize Hanım'ın, 'Bade-i vuslat içilsin kâse-i fağfurdan' adlı bestesini ardına bir gazel eklenerek söylemelerini
istediğini? Münir Hayri Egeli'ye film senaryosu sipariş edip metnin önemli bir kısmını dikte ettirdiğini!?... 238
Çünkü Atatürk’ün sabataistler ve masonlar gibi bazı hakim ve hain çevreleri idare etmek için yaptığı bazı
değişim ve girişimlerle, o konudaki asıl niyet ve hedefleri çoğu kez değişiktir.
Atatürk ve kadın kakları
"Atatürk'ün kadınların siyasette, ekonomide, sanatta, yani hayatın her alanında erkeklerle eşitliğinden
yana olduğuna şüphe yoktur. Ancak Cumhuriyetin kurucusunun kadınların kıyafeti konusunda günümüz
Atatürkçüleri gibi düşünmediği de açık ve kesin bir durumdur.
Hilaliahmer'in, yani Kızılay'ın Kadınlar Şubesi'nin düzenlediği çay davetinde yaptığı şu
konuşmaya göz atın:
"Düşmanlarımızı aldatan görüntü; bilhassa kadınlarımızın, giyim biçiminden ve örtünme şeklinden
kaynaklanıyor. Onların aldanmalarına yol açan nokta: yabancılarla temas edebilecek mevkide bulunan
kadınlarımızın tavır ve hareketlerinin milli tavır ve hareketlerimizin timsali olmayıp, belki Avrupa tavır ve
238
Avni Özgürel / Radikal / 06.02.2005
182
hareketlerinin taklitçisi olarak görülmesidir. Filhakika (maalesef gerçek o dur ki), memleketimizin bazı
yerlerinde, en ziyade büyük şehirlerinde giyim tarzımız ve kıyafetimiz bizim olmaktan çıkmıştır. Şehirlerdeki
kadınlarımızın giyim tarzı ve örtünmesinde iki şekil tecelli ediyor; ya ifrat, ya tefrit görülüyor. Yani, ya ne
olduğu bilinemeyen, çok kapalı, çok karanlık bir dış görünüm gösteren bir kıyafet; veya Avrupa'nın en
serbest balolarında bile dış kıyafet olarak arz edilemeyecek kadar açık bir giyim. Bunun her ikisi de, şeriatın
tavsiyesi ve dinimizin emri haricindedir. Bizim dinimiz kadını o tefritten de, bu ifrattan da tenzih eder. O
şekiller, dinimizin muktezası (gereği) değil, muhalifidir.
Dinimizin tavsiye ettiği tesettür; hem hayata, hem fazilete uygundur. Kadınlarımız şeriatın tavsiyesi ve
dinin emri mucibince örtünseler, ne o kadar kapanacaklar, ne o kadar açılacaklar. Dini örtünme, kadınlar için
zorluk çıkarmayacak, kadınların toplum hayatında, ekonomik hayatta, çalışma hayatında ve ilim hayatında
erkeklerle ortak çalışmalar yapmasına mani bulunmayacak bir normal şekildedir. Bu normal şekil,
toplumumuzun ahlak ve terbiyesine de uygun biçimdedir.
'İşi ifrata vardıranlar'
Giyim tarzımızı ifrata vardıranlar, yani kıyafetlerinde aynen Avrupalı kadınları taklide çalışanlar,
düşünmelidir ki; her milletin kendine mahsus ananesi, kendine mahsus âdetleri, kendine göre millî
hususiyetleri vardır. Hiçbir millet, diğer bir milletin mukallidi olmamalıdır. Çünkü böyle bir millet, ne
taklit ettiği milletin aynı olabilir, ne kendi milliyeti dahilinde kalabilir. Bunun neticesi şüphesiz ki
hüsrandır. Bizim örtünme meselesinde nazarı itibara alacağımız şey, bir yandan milletin ruhunu ve
ahlakını diğer yandan hayatın icabatını düşünmektir. Örtünmedeki ifrat ve tefritten kurtulmakla; bu iki
ihtiyacı da temin etmiş olacağız. Giyim tarzımızda milletin ruhi ihtiyacını tatmin için, İslam ve Türk hayatını
başlangıçtan bugüne kadar layıkıyla araştırmamız ve etrafıyla açıklamamız lazımdır.
Bunu yaparsak görürüz ki, şimdiki giyim tarzımız ve kıyafetimiz ecdadımızdan başkadır, lakin
onlardan daha iyidir diyemeyiz. Bizim kadın hayatımızda, kadının giyim tarzında yenilik yapmamız söz
konusu değildir, buna bir ihtiyaçta görülmemektedir.
Milletimize bu hususta yeni şeyleri bellettirmek mecburiyetinde değiliz.
Belki ancak dinimizde, milliyetimizde, tarihimizde zaten mevcut olan beğenilir âdetlere uygunluğu
sağlamak mevzubahis olabilir. Biz kendi başına fertler olarak her türlü şekilleri tatbik edebilir, kendi
zevkimize, kendi arzumuza, kendi terbiye ve seviyemize göre istediğimiz kıyafeti seçebiliriz.
Ancak bütün milletin şayanı kabul göreceği şekilleri, bütün milletin hayatında uygulanması mümkün
olan kıyafetleri; herhalde genel temayülde aramak ve o şekillerin gerçekleşmesini de genel temayüle
uygunlukta görmek lazımdır. Bazı milletlerin zevk alemlerini memleketimizde tatbike kalkmak şüphesiz
ki hatadır. Bu yol toplum hayatımızı feyz ve fazilete ulaştırmaz. Eğer kadınlarımız dinin tavsiye ve
emrettiği bir kıyafetle, faziletin icap ettirdiği hareket tarzıyla içimizde bulunur; milletin ilim, sanat,
içtimaiyat hareketlerine iştirak ederse bu hali, emin olunuz, milletin en mutaassıbı dahi takdir
etmekten geri duramaz. Bilakis o halin aleyhinde söylenecek sözlere karşı, belki onun
müteşebbislerinden daha fazla savunucusu olur."239
Bu satırları okuduktan sonra gelin de Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü bizim sahte Atatürkçülerimizin
tanımadıkları, hatta kasıtlı çarpıttıkları… O’nun duygu, düşünce ve fikirlerini aslında içlerine sindiremedikleri
ve özümsemekte zorlandıkları kanaatine kapılmayın” 240
Atatürk’ü, art düşüncelere alet yapmamalı!
Yıl 30 Ekim 1918. 1. Dünya Savaşında (Sabataist ittihatçıların gaflet ve hıyanetiyle) Almanya,
Avusturya-Macaristan imparatorluklarının yanında yer alan Osmanlı İmparatorluğu, bu savaştan yenik
çıkıyordu. Bu anlaşma hükümlerince ordular terhis ediliyor, Osmanlı coğrafyası galip devletler tarafından
işgal ediliyordu.
Mondros Ateşkes Antlaşmasından sonra, birliğinden 13 Kasım 1918'de İstanbul'a dönen Mustafa
239
240
Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri - 11. Cilt, s. 149-151
Avni Özgürel / Radikal / 26.06.2005
183
Kemal, o günlerin resmini şöyle çiziyordu:
"Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu topluluk, Dünya Savaşında yenilmiş, Osmanlı ordusu her yanda
zedelenmiş, koşulları ağır bir "Ateşkes Antlaşması" imzalamaya mecbur edilmiş, Büyük Savaşın uzun yılları
boyunca, ulusumuz yorgun ve yoksul bir duruma düşmüş vaziyettedir... Ordunun elinden silahları ve
cephanesi alınmış ve alınmaya devam etmektedir... itilaf devletleri, Ateşkes Antlaşması hükümlerine bile
uymaya gerek görmemektedir. Birer uydurma nedenle, itilaf donanmaları ve askerleri İstanbul'u işgal
etmişlerdir. Adana İli'ne Fransızlar; Urfa, Maraş, Antep'e İngilizler girmişlerdir.
Antalya ile Konya'da İtalyan birlikleri, Merzifon'la Samsun'da İngiliz askerleri görülmektedir. Her yanda
yabancı devletlerin subayları ve özel adamları iş görmektedir. Daha sonra, sözümüze başlangıç olarak
aldığımız tarihten dört gün önce, 15 Mayıs 1919'da İtilaf devletlerinin uygun bulmasıyla, Yunan ordusu
İzmir'e çıkarılıyorlar.
Bundan başka, yurdun dört bir bucağında Hıristiyan azınlıklar, gizli, açık, özel istek ve amaçlarının elde
edilmesi ve devletimizin bir an önce çökertilmesi için çalışıp duruyorlar."
İşte bu resim karşısında bir insanın karamsar olmaması mümkün değildi. Ancak, Türk milletinin kara
günleri için sakladığı kahramanları her zaman vardır. İşte Mustafa Kemal o kahramanlardan biriydi. İstanbul'a
geldiğinde İtilaf devletlerinin donanmalarını gören Mustafa Kemal yaverine tek bir söz söyledi: "Geldikleri gibi
giderler"!. Tarihin sayfalarında yankılanan bu sözle milli mücadele ateşini tutuşturmuştu. Bunun için önce
İstanbul hükümetinden yeni bir görev almayı başardı ve Bandırma Vapuruyla Samsun'a ayakbastı. Hedefi
tekti, emperyalistleri ve işbirlikçilerini Anadolu'dan kovmak ve "tam bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak".
Bunu gerçekleştirmek için toplumun tüm kesimleriyle iletişim kurdu. Laz, Çerkez, Kürt, Türkmen, Alevi,
Sünni herkesle... Hiç kimseye ayrımcılık yapmadan, aşağılamadan, hor görmeden, ötekileştirmeden
kurtuluşu ancak benim insanım gerçekleştirecek diyordu. Samsun'dan Havza'ya, Havza'dan Amasya'ya,
Amasya'dan Erzurum'a, Erzurum'dan da Sivas'a geçti. Bir toplumu oluşturan ve ayakta tutan tüm kesimleri
Milli Kurtuluş davasının etrafında bir araya getirmeyi başardı ve emperyalistleri ve onların işbirlikçilerini
Anadolu'dan çıkararak Türk milletinin kalbinde yerini aldı.
Atatürk İşgalci Emperyalistlere Karşı Mücadele Vermişti, Kendi Milletine Karşı Değil...
Vatan işgal altındaydı. Anadolu insanı, fakir, gariban, yorgun ve çaresizdi... O cephe senin bu cephe
benim diyerek koşmaktan sayısız evladını savaşlarda yitirmişti... İşte Mustafa Kemal moral olarak çökmekte
olan bu toplumu Türkmen, Kürt, Alevi, Sünni, Laz, Çerkez demeden tek bir yürek haline getirebilmeyi
başarabilmiştir.
Karşısında farklı ırklardan ve farklı renklerden ama açıkça ülkemize kasteden düşmanlar vardı. “Yeni
bir milli mücadele başlattığını sanan gafiller acaba kime karşı bu savaşı sürdürüyorlar. Türkiye herhangi bir
ulusun işgali altında olmadığına göre!?”... Soran ve yukarıdaki tespitleri arkasına şimdi bu yanlışlığı
sokuşturan Avni Özgürel, acaba şimdi AB’nin, ABD’nin, IMF’nin, yerli işbirlikçileri eliyle, Türkiyemizi sinsice:
Bankalarından, fabrikalarından, bürokratlarından, kanunlarından, dış politikasından kuşattıklarını ve içimizi
boşalttıklarını görmeyecek kadar ahmak mıdır, yoksa bile bile bu gerçeği gizleyen bir kiralık mıdır? Bu arada:
Ulusalcıların düşmanları belli... Kendileri gibi düşünmeyen, ötekileştirdikleri Türk halkının bizatihi kendisi...
Kendi milletinin vatandaşlarını düşman ilan eden bir zihniyetin kartopu gibi büyümüş ülke sorunlarına çözüm
yolları üretebilmesi mümkün mü!?” Sorusuna haklılık kazandıran bazı ulusalcıların da, kendi insanımızla ve
İslam inancımızla barışması yolundaki uyarılarımızın ne denli gerçekçi ve gerekli olduğu da ortada.
Atatürk Bölücü Değildi, Sahte Kemalistler Bu Ülkeyi Bölmek İstiyor
Mustafa Kemal, kendi fikirlerini istismar eden, Milli Mücadeleyi Türk toplumuna karşı gerçekleştirmeyi
isteyen gafillere şöyle cevap veriyordu:
“Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı hep bir ırkın evlatları ve
hep aynı cevherin damarlarıdır. Bugünü Türk Milleti siyasi ve içtimai camiası içinde, kendilerine Kürtlük fikri
veya Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaşlarımız vardır. Fakat mazinin istibdat devirleri
mahsulü olan bu yanlış isimlendirmeler, birkaç düşman aleti mürteci beyinsizlerden başka hiçbir millet ferdi
184
üzerinde üzüntüden başka bir tesir hasıl etmemiştir. Çünkü bu millet efradı da umum Türk toplumu gibi
müşterek maziye, tarihe, ahlaka, hukuka sahip bulunuyorlar.”
Atatürk’ün şu tarihi sözüne kulak verilmelidir!
“Türk milletinin toplumsal düzenini bozmaya yönelen didinmeler, boğulmaya mahkumdur. Türk
milleti, kendinin ve memleketin yüksek menfaatleri aleyhine çalışmak isteyen bozguncu, alçak,
vatansız, milliyetsiz beyinsizlerin saçmalıklarındaki gizli ve kirli emelleri anlayamayacak ve onlara
müsamaha edecek bir topluluk değildir.”
Evet aydınlarımızın ve sorumluluk makamında bulunan adamlarımızın, artık halkımızla ve onun
inancı ve yaşam tarzıyla barışması, en azından anlamaya ve saygı duymaya çalışması mutlaka
gereklidir.
Bir yazarın dediği gibi:
Bilgi ile o bilgiyi dile getiren gruplar arasındaki sosyolojik ilişkideki ifşaat türlerinin bir örneği, günümüz
siyasi tartışmalarındaki "türban" konusunda görülmektedir. Türbanın karşısında yer alan, esas itibarıyla
literasi cumhuriyetine (republica litteraria) ait olduklarını dile getirmeyi de unutmayan bir çevre, konumlarıyla
asla bağdaşmayan bir cehalet sergileyebilmekte, belki samimi ancak gereksiz "duyarlılıklardan" politik ve
"ayırıcı kibri" akılcılaştıran söylemlere kadar bir dizi hissi ve retoriği dolaşıma sokabilmektedir. Geniş bir
skalada yer alan bu söylem ve tavırları birkaç noktada toparlamak mümkündür:
Bunlardan birincisi, İslam'ın kaynakları kadar bin dört yüz küsur yıllık kültürel/tarihsel birikiminden
haberdar olma adına hiçbir bilgilenmeye gerek görmeksizin, kulaktan dolma, ancak kahvehane düzeyindeki
dedikodular ölçüsünde bir "malumat" ve cahil cesaretiyle "suret-i hak"tan görünerek, türban sorununa
"aydınlanmacı-İslam sentezi" türünden çözüm yolları önermektir. Gazetelere de yansıyan "Türban farz değil.
İslam dininde kaza uygulaması var. Bu kızlarımız bunu bir kaza olarak saymalıdırlar." türünden sözler bu
türdendir.
İkincisi, kültürel, felsefi analizlere girmek yerine talep edilen "kültür" değişimini akılcı-teknik zaruretler
ile ilişkilendirerek güya objektif bilgi alanına havale etmektir. Buna örnek olarak, "Cep telefonlarının bluetooth
kulaklıkları var. O kulaklığı kulağına takan ve türbanla kapatan bir öğrenci sınava girdiğinde ne olacak?
Dersteki erkek hocaysa türbanını açtırıp arama yapamaz. Yapsa cinsel tacizle suçlanır. Her derse kadın
hoca mı vereceğiz?" sözleri verilebilir.
Üçüncüsü, açıkça İslam’ı gericilik kabul eden, onunla rasyonel ilişkiyi tahammül ötesi gören, hangi dil,
kültür, adalet anlayışı açısından bakılırsa bakılsın "haksızlık" olarak değerlendirilecek bir tavır sergilemeyi,
içinde bulunduğu kibir yüzünden göremez hâle gelen, bakıştır. Bunun örneği ise şu sözlerde ve aynı minval
üzere benzerlerinde kayıtlıdır: "Türban kararı üniversitelerde barış ortamını zedeler. Bu gerginlik bizi bile
etkileyecek. Belki hiç hakkımız olmadığı halde, türbanlı bir öğrenciye, Cumhuriyet ilkelerinin kıyafetlerine
aykırı diye hak ettiği notu vermeyeceğiz."
Nihayet kültürel olarak "Asla uyuşmaz ve aşılamaz iki ayrı evrende olduklarına yönelik saplantılarla"
kendisinden farklı yerde ve tabii aşağı derecede olana karşı tam anlamıyla hasmane davranan, onu
"değiştirmek, dönüştürmek adına olsun hiçbir umut ve ima taşımayan" tavırdır. Buna örnek ise, "Başörtüsüne
izin verilmesi durumunda kilit asarız üniversitenin kapısına. Biz işimizi bırakırız. Çünkü üniversite
üniversitelikten çıkar. Biz bu şartlarda hocalık yapamayız. Benim sebebi mevcudiyetim ortadan kalkar."
sözleridir.
Yukarıdaki ifadeler gazetelere yansıyan demeçlerden rastgele seçilmiştir. Kimin söylediğinden daha
çok belli bir kamuyu temsil etmesi bakımından önemlidir. Bu sözler ve tavırlar, başörtüsü ekseninde bir
toplumsal bölünmenin değil, "kutsal hakikati" temsil eden bir grup insanın toplumun ne kadar uzağına
itildiğinin işaretidir. Demokratik kurallar içinde kültürel alana yönelik bir düzenleme söz konusu olduğunda,
"toplumsal denge ve istikrar adına" muhalefet etmesi beklenenler, her tür değeri istismar edecek bir otoriter
siyasete soyunabilmektedir. Oysa "sayısal çoğunluğu" kaybetmiş olanların işin siyasal yönüne ilişkin bir
çaresiz strateji olarak otoriterliği öne çıkartmak yerine, daha kapsayıcı ve ikna edici bir dilin gelişmesine
185
çalışmaları gerekmektedir.
Mannheim, aydını "Toplumdan göreceli olarak bağımsız, boşlukta yüzen intelligentsia" olarak tarif
etmektedir. Bu “göreceli” sözü önemlidir... Elbette hepimiz bir yerlerde duruyoruz, belli kamularla ilişki
içindeyiz, ancak yine de literasi cumhuriyetine ait olduklarını düşünenlerin, görecelinin üzerine çarpı çekecek
ölçüde yeminli bir konuma kendilerini hapsetmeleri, toplumun boşluğunda yüzerek her kesimin vicdanı olmak
yerine, belli bir yere demir atmaları kabul edilir bir iş değildir. Türbana karşı durmak ve bunun çeşitli
açılardan açıklamasını yapmak elbette olabilir. Ama aydın o kişidir ki, dile getirdiği değerlendirmeler, kibrinin
ve kültürel ırkçılık kininin imalarını hiçbir şekilde akla getirmeksizin türbanlı insanların vicdanlarında da haklı
bir yer edinir. Söz, dünyalar farklı da olsa iki dünya arasında köprü kurabilmeli, sonuç olarak tavırlar da bir
değişiklik doğurmasa dahi bir bağlam ortaklığında uyuşabilmelidir. Maalesef türban tartışması en azından bir
kesim için "türbanı" anlamak yerine türban üzerinden kendi "dünya görüşlerinin" ifşasına ve toplum barışının
ifsadına dönüşmüş vaziyettedir.241
241
M. Naci Bostancı / 20.02.2008 / Zaman
186
MİLLİ BİRLİĞİN GEREĞİ
Bir toplumu, yüzyüze geldiği engeller karşısında dirençli ve muzaffer kılan, o toplumu oluşturan
bireyler arasındaki milli dayanışma ve birlik ruhudur. Bu birlik bağı, Büyük Önder Atatürk'ün "Biz milli
mevcudiyetimizin temelini, milli birlikte ve milli şuurda görmekteyiz." sözüyle ifade ettiği gibi, bir milletin
varlığını koruyan ve fertlerini birarada tutan en güçlü bağdır. Bunu zaafa uğratan veya kaybeden toplumların
ayakta durması mümkün değildir. Geçmişi ve kültürü ne kadar eskiye dayanırsa dayansın, milli ve manevi
bağlarının parçalanması, bir toplumda dejenerasyonun başgöstermesini, anarşinin hortlamasını, ardından da
bölünmeyi ve yokolmayı kaçınılmaz hale getirir. Tarih; güçlenmiş, yükselmiş, zenginleşip büyümüş fakat milli
şuurunu kaybetmesinden dolayı varlığını yitirmiş toplumların örnekleriyle doludur.
Türk Milleti'nin sayısız tehdit ve zorluk karşısında asırlarca ayakta kalması, hiçbir zaman boyunduruk
altına girmeden varlığını sürdürmesi, herbiri diğerinden güçlü 16 büyük devlet kurarak milyonlara
hükmetmesi, insanımızın milli birlik konusundaki duyarlılığının ve titizliğinin bir sonucudur. Türk insanının bu
husustaki kararlılığı, milletimizi tarih sahnesinde yüzyıllardır lider ve öncü konumda tutmuştur.
İşte bugün 21. yüzyıla girmeye hazırlanırken, Büyük Önder Atatürk'ün bize emaneti olan vatanımız
dört bir yandan tehditlerle çevrilmiş durumdadır. Bu mukaddes topraklara göz dikenler, dünya çapında gizli
ve açık yürüttükleri kampanyalarla, siyasal, sosyal ve ekonomik yönden her fırsatta düşmanlıklarını ortaya
koymaktadırlar. Şu bir gerçektir ki, milletimiz bütün bu tehdit ve tehlikelere ancak topyekün milli birlik ruhuna
sarılarak karşı koyabilir. Bu nedenle, bugün gerek iç huzur ve istikrarımızın, gerekse dış güvenliğimizin
sağlanması açısından en acil ihtiyaç, bu ruha sahip çıkılması ve onun yaygınlaştırılmasıdır.
Devletimiz, bütün kurumlarıyla, her geçen gün bu yoldaki mücadelesinde önemli mesafeler
katetmektedir. Milletimizi birbirine kenetlemeyi, daha da sağlıklı ve kuvvetli bir bağla birbirine bağlamayı
hedefleyen bu hareketler, ideolojik, siyasi veya şahsi gerekçelerle bazı kimseler tarafından eleştirilse de,
sonuç itibarıyla hep milletimizin faydasına ve hayrına olacak davranışlardır.
Milli Kültürün Anlamı
Milli kültür, bir devleti ayakta tutan unsurların en önemlisidir. Çünkü ancak milli kültür oluştuğunda
ortaya bir millet çıkar. Millet ise, mutlaka ve mutlaka bir devlet oluşturur.
Eğer bir devletin halkı, milli kültürünü yitirmişse, yani bir millet olmaktan çıkmışsa, o devlet kısa süre
içinde mutlaka yıkılır. Bu kaçınılmaz bir sondur. O devletin askeri ya da ekonomik gücü, ayakta kalmak için
yeterli olmaz. Buna karşın eğer bir halk, milli kültüre sahipse, millet olduğunun bilincindeyse, ekonomik ve
siyasi yönden zayıf da olsa, bir süre sonra bu zayıflığı aşar ve kendisi için bir devlet inşa eder.
Türkiye'nin de içinde bulunduğu Ortadoğu bölgesine baktığımızda, milli kültüre sahip halkların her türlü
zorluğa karşı varlıklarını koruduklarını, buna karşın bu kültürden yoksun halkların en ufak bir zorlamada
dağılıp parçalandıklarını görebiliriz.
Irak, milli kültüre sahip olmayan ve bu nedenle de parçalanan ülkelere iyi bir örnektir. Irak, bilindiği
gibi, I. Dünya Savaşı'nın ardından Osmanlı'nın yıkılmasının bir sonucu olarak İngiltere ve Fransa arasındaki
gizli Skyes-Picot anlaşmasının sonucunda kurulmuştu. Ama ortada bir "Irak Milleti" ve doğal olarak da "Irak
Milli Kültürü" yoktu, hiç bir zaman da oluşmadı. Bu nedenle de Irak, Körfez Savaşı'nın doğurduğu siyasi
istikrarsızlığın sonucunda bir anda parçalanma sürecine girdi. Irak örneğine karşılık, öteki uçta Almanya ve
Japonya örneklerini görebiliriz. II. Dünya Savaşı'ndan enkaz halinde çıkan bu ülkeler, milli kültürlerinin gücü
sayesinde kısa sürede toparlanarak ciddi birer dünya gücü haline gelmişlerdir.
Bu örnekler ortaya açık bir gerçek çıkarmaktadır: Devletin bekası milli bilincin, milli kültürün gücüne
bağlıdır. Eğer bir devlet çok büyük saldırılarla da karşı karşıya kalsa, halkının sahip olduğu milli kültür onu
yaşatır. Hatta o devlet belki yıkılır ama o millet, yerine yenilerini kurar, adeta küllerinden yeniden doğar.
Bu nedenle de birer Müslüman Türk milliyetçisi olarak bizim misyonumuz, devletin siyasi ve askeri
gücünün artırılmasının yanısıra, Türk Milli Kültürünün bekası ve gelişmesi için çalışmak, bu kültüre tehdit
oluşturan unsurları ortadan kaldırmaktır.
187
Türk Milli Kültürünün Coğrafyası
Tarih boyunca dünyada en geniş coğrafi alana yayılmış millet olarak Müslüman Türkleri göstermek
yanlış olmaz. Bugün de "Müslüman Türk dünyası" dendiği zaman, Müslüman Türk halklarının çoğunluk veya
azınlık durumunda yaşadığı bölgeler kastedilir. Çin ve Moğolistan'ın içlerinden başlayarak Türkistan,
Kafkasya, Türkiye ve Balkanlar'dan Kosova, Makedonya, Sancak, Bosna'ya kadar uzanan bir alanda
Müslüman Türk halkları yaşamaktadır. Ayrıca, BDT (Bağımsız Devletler Topluluğu) içinde de birçok Türk
boyu bulunmaktadır. Tatar, Başkırt ve Çuvaş boylarının ve Fin-Uygur kavimlerinin yaşadığı İdil-Ural bölgesi,
Yakutistan ve Altay Dağları ile Baykal Gölü arasındaki Altay, Hakas ve Tannu-Tuva bölgeleri de Türk
dünyasının sınırları içindedir.
Bunun dışında, Bulgaristan'ın Deliorman, Mestanlı, Kızanlık, Varna, Filibe, Plevne bölgelerinde,
Yunanistan'da Batı Trakya'da, Polonya'da, Romanya'nın Dobruca ve Besarabya bölgelerinde, Kuzey İran'da,
Kıbrıs'ta, Irak'ın Kerkük bölgesinde, Suriye'de Lazkiye ve Azez'de, Afganistan'da da Türklerin yaşadığı
bilinmektedir.
Tüm bu dağılım, Müslüman Türklerin geniş bir coğrafi alanda yaşadıklarını göstermektedir. Ancak,
nüfus çoğunluğu olarak ele alırsak, Anadolu Türkiyesi dışında Türk dünyasının iki büyük merkezinin
Türkistan ve Kafkasya olduğu görülür. Türk dünyasının bugünkü durumunu değerlendirmek için bu iki
bölgede yaşayan Müslüman Türk halklarının tarihlerini hatırlamak gerekmektedir.
Orta Asya ülkelerine yönelik Çarlık Rusya'nın ilk atağı, 1856 yılında Aral Gölü civarında kurduğu askeri
üslerle gerçekleşmiştir. Orta Asya milletlerinin direnişleri kanlı bir şekilde bastırılmış ve bu ülkeler Çarlık
Rusya'sının sömürgesi haline getirilmiştir. Bu ülkeler 1917 yılındaki Bolşevik İhtilali'ni de kabule
zorlanmışlardır. 70 yıl Çarlık döneminde ve 70 yıl da Komünizm döneminde olmak üzere toplam 140 yıl
boyunca esaret altında yaşayan Müslüman Türk halkları, nihayet 1990'dan başlayarak bağımsızlıklarını
kazanmışlardır. 140 yıllık bu esaret dönemi hiç şüphesiz, siyasi, ekonomik ve kültürel bakımdan büyük bir
yıkım olmuştur. Dolayısıyla şu an Orta Asya'daki müslüman halkların çözmesi gereken çok önemli meseleleri
vardır.
Türk Milli Kültürünün Karakteri
Türk milletinin sahip olduğu "hars", son derece şerefli bir tarih ve üstün bir karaktere dayanmaktadır.
Türkler, tarih boyunca asla esaret altında yaşamayı kabul etmemiş ve 16 bağımsız devlet kurmuş bir millettir.
Tarih boyunca mertlikleri ve dürüstlükleri ile tanınmışlar, zulüm ve adaletsizlikten uzak karakterleriyle
düşmanlarının bile takdirlerini toplamışlardır.
İslam tarihi incelendiğinde, Abbasi Devleti'nin son zamanlarından itibaren İslam sancağının el
değiştirdiği dikkat çekmektedir. Selçuklular'la başlayan bu dev süreç Osmanlı'yla devam etmiş ve bu asırlar
İslam'a büyük hizmetlerin yapıldığı ve müslümanlığın en geniş coğrafi alana, en geniş insan kitlelerine
ulaştırıldığı dönemler olmuştur.
Halkımızın İslamiyet'le şekillenen karakterinin en dikkat çeken özelliği, haksızlığa ve zulme karşı olan
tepkisidir. Türk halkı, tarih boyunca birçok imparatorluklar ve süper devletler kurmuş, üç kıtaya nizam
vermiştir. Adalet ve hoşgörü prensipleri üzerine kurulu Türk devlet anlayışı, özgürlüğün, barışın ve huzurun
güvencesi olmuştur. Tarih sahnesinde Müslüman Türkler hemen her dönemde, "yönetici" vasıflarıyla boy
göstermişler, adaletli ve merhametli yönetimleriyle örnek teşkil etmişlerdir. Türk milleti, tarihin hiç bir
döneminde zalime destek vermemiş ve her zaman ezilenin, mazlumun yanında yer almıştır.
Farklı kültürlere ve inançlara sahip, farklı dilleri konuşan birçok milleti aynı bayrak altında ve büyük bir
hoşgörü çerçevesinde sevgi ve saygı hudutları içinde yaşatabilmek elbette önemli bir başarıdır. Ünlü
düşünür ve yazar Voltaire (1694-1778) Türkler, Müslümanlar ve Ötekiler adlı eserinde bu gerçeğe şöyle
dikkat çekmiştir:
Türklerin sanatı kumandanlıktır. Otuz milleti bayrağı altında toplayan bir devlet kurmayı
başarmışlardır. Türk imparatorluğu Avrupa devletlerinden hiçbirine benzemez.....
Büyük tarihçilerimizden İ. H. Uzunçarşılı da, Voltaire'in işaret ettiği bu gerçeği Osmanlı Tarihi eserinin
188
1. cildinde şu cümlelerle tasdiklemiştir:
Osmanlılar işgal ettikleri bölgelerde; o güne kadar ezilmiş, hor görülmüş insanlara düşünce ve
vicdan özgürlüklerini tanımışlar, haksız tutumlara son vermişler, vergi angaryalarını ortadan
kaldırmışlar; kısacası halkla kaynaşma yoluna gitmişlerdir.
Gerçekten de, en güçlü olduğu çağlarda bile Müslüman Türk'ün, diğer halkları aşağı gören veya
sömüren bir bakış açısı taşımaması dikkat çekicidir. Halkı ezen, sindiren, adaletten habersiz yönetici tipinin
ön planda olduğu materyalist Batı anlayışı, "Cihan Hakimi" olduğu devirde bile, Müslüman Türk yöneticilerde
asla görülmemiştir.
Müslüman Türk Milleti, şartların gerektirdiği türlü zorluklara her zaman katlanmış, mukaddes değerleri
uğrunda her türlü sıkıntıya seve seve talip olmuştur.
Ahlaki değerlerine, dinine, milliyetine, bağımsızlığına, hürriyete ve adalete düşkün Müslüman Türk
Halklarının omuz omuza vererek büyük bir güç haline gelmesi, materyalist düşünceye ve yaydığı sapkın
felsefelere karşı en büyük darbenin indirilmesi anlamına gelecektir. Şüphesiz, böyle bir gelişme dünya
tarihinde bir dönüm noktası olacaktır.
Aslında karşı karşıya olduğumuz sinsi saldırılar ve provokasyonlar, sahip olduğumuz gücü de ortaya
koymaktadır. Eğer elele verir, Müslüman Türk kimliğine, milli ve manevi değerlerimize sarılır ve tarihimizdeki
kardeşlik geleneğini canlandırırsak büyük bir bunalım ve kargaşa içinde olan dünyaya da ışık tutmamız
mümkün olacaktır.
Çünkü Türkler, yeryüzüne hakim oldukları her dönemde, dünyaya nizam vermişlerdir. Büyük Türk
hakanı Bilge Kağan, asırlar öncesinde bu durumu şöyle açıklamaktadır:
Doğuda gün doğusuna, güneyde gün ortasına, batıda gün batısına, kuzeyde gece ortasına
kadar ülkelerde yaşayan bütün milletler hep bana bağlıdır. Bunca milleti düzene soktum. Artık
karışıklık yok. Türk kağanı Ötüken'de oturdukça ülkede düzen bozulmaz.
Türk beyleri, millet, işitin!
Üstte gök batmasa, altta yağız yer delinmese, Türk milleti, senin ilini ve töreni kim bozabilir? Ey
Türk milleti, titre ve kendine dön!
Türk Milli Kültürünün Özü:
Manevi Değerlere Bağlılık
Türkiye'nin gelecek yüzyılda çevresinde söz sahibi bir dünya gücü haline gelebilmesi için, siyasi ve
ekonomik gelişmesinin yanısıra, milli kültürünü de sağlam temellere oturtması gerekir.
Milli kültürümüzün özü, milletçe mukaddes saydığımız manevi değerler, yani inançlardır. Şüphesiz
ki, bu değerler birlik ve beraberliğimizin muhafazası için vazgeçilmez birer ihtiyaçtır.
Bir milletin fertlerini birarada tutan en güçlü bağ olan ortak manevi değerler; aile, ahlak ve devlet
müesseselerinin de devamını sağlayan en önemli unsurdur. Dinin varolmadığı veya dini değerlerin ortadan
kalktığı bir toplumda, bunun kaçınılmaz bir sonucu olarak aile, ahlak ve devlet kavramları da geçerliliğini
yitirecek ve kısa süre içinde ortadan kalkacaktır. Böyle bir gelişme ayrıca, tarihi ve kültürü ne kadar eskiye
dayanırsa dayansın bir milleti birbirine bağlayan milli ve manevi tüm bağların parçalanmasını, anarşinin
hortlamasını ve toplumun bölünmesini kaçınılmaz hale getirecektir.
İşte bütün bu nedenlerden ötürü, toplum dokusunun emniyet sübabı niteliği taşıyan manevi
değerlerinin devamını sağlayamayan bir ulus, sosyolojik ve bilimsel açıdan ayakta duramaz. Gerek kişi,
gerekse toplum açısından dinin lüzumlu bir müessese olduğunu belirten, siyasi alanda yaptığı sayısız
reformla bu sağlıklı bakış açısını geniş kitlelere yaymayı hedefleyen Büyük Önder Atatürk, Türk Milleti'nin
dindar olmasını ve dini değerlerini muhafaza etmesini "Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin
devamına imkan yoktur"; "Din vardır ve lazımdır" sözleriyle teşvik etmiştir.
Nitekim tarihe, özellikle de Türk milletinin tarihine baktığımızda bu değerlendirmelerin ne derece
isabetli olduğunu kolayca müşahade etmekteyiz. Türk Milleti'nin tarihinde yer alan tüm güçlü ve kalıcı
devletler, özellikle de 6 yüzyıl boyunca dünyanın en büyük siyasi güçlerinden biri olan Osmanlı
189
İmparatorluğu, manevi değerlere bağlılıktan gelen güçlü bir kültür üzerine yükselmiştir.
Şanlı bir tarihe sahip, büyük ve köklü bir medeniyetin temsilcisi olmuş Müslüman Türk Milleti, özellikle
İslamiyet'in kabulünün ardından daha güçlü bağlarla birbirine bağlanmıştır.
Sultan Alpaslan'ın Malazgirt'teki zaferinin ardından, Anadolu'da Müslüman Türk halkının egemenliği
başlamış ve manevi yönden yapılan fetihle de bu egemenlik sağlamlaştırılmıştır. Anadolu'nun kapılarını
müslümanlara açan Sultan Alpaslan'dan itibaren Türk yöneticilerin ve yanlarındaki kadroların en temel
özellikleri, İslam dinine olan sadakatleri olmuştur. Aylarca at sırtında ordularının başında savaşan
komutanlar, dini geniş kitlelere ulaştırmak amacıyla aylar boyu sefer üstüne sefer düzenleyen şanlı Türk
Ordusu, İslam'ı anlatmak için Orta Asya'daki yurtlarını bırakarak Anadolu'ya koşan manevi önderler hep bu
bağlılığın en büyük temsilcileri olmuşlardır.
Türklerin İslamiyet'i kabulünden sonra kurulan Türk devletlerinin (özellikle Osmanlı İmparatorluğu'nun),
İslam'dan önce kurulan Türk devletlerine göre daha istikrarlı ve uzun ömürlü olmasının nedeni, kaynağını
dinden bulan bu ortak kimliktir. Çünkü din ortak paydası, tarih bilinci, etnik kimlik bilinci, dil birliği, toprak
birliği gibi unsurlardan daha güçlü bir şekilde bireyleri birbirine bağlar. Bu bağ o derece kuvvetlidir ki milletin
siyasi çalkantıları atlatmasını, dışarıdan gelebilecek bir saldırı ya da tacize karşı dayanaklı olmasını ve
ayakta kalmasını sağlar. Diğer taraftan dini ve milli bağları zayıf, hatta dinsiz toplumlar tarih sahnesinde çok
kısa süreler boyunca yer alabilmişler ve zaman içinde asimile olup gitmişlerdir.
Bu sosyolojik gerçek, tarih boyunca hep tekerrür etmiş ve dini bağları güçlü devletler varlıklarını
sürdürebilirken diğerleri kaos, kargaşa ve anarşi içinde yokolmuşlardır. Peki bunun sebepleri nelerdir?
Din Olmazsa Ne Olur?
1) Herşeyden önce dinin olmadığı bir toplumda, dinsizlik ve temeli inançsızlık üzerine kurulu görüşler
rağbet görür, birçok sapkın fikir sistemi yayılacak zemin bulur. Bireyler kendi benliklerinden, ortak
kimliklerinden uzaklaşırlar. Temelini Allah'ı inkar ve dinsizlik üzerine oturtmuş olan materyalizm gibi felsefeler
ve , komünizm gibi ideolojiler o toplumu kısa zamanda bir ağ gibi sarar. Kısacası böyle bir toplumda dinin
yokluğundan meydana gelen boşluğu bölücü ve dejenere edici fikir sistemleri doldurur.
2) Bunun daha baştan sağlıksız bir model oluşturduğu açıktır. Çünkü din, bir ahlak sistemi ve yaşayış
biçimidir. İnsanlara doğruyu ve yanlışı açık olarak öğrettiğinden dolayı, dini değerlere sahip biri, iyiyle kötüyü
birbirinden ayırmasını bilir. Örneğin, doğru olmanın, hoşgörülü olmanın, vatanını, devletini sevmenin iyi;
fuhşun, zulmün, adaletsizliğin kötü olduğunu bilir. Dolayısıyla din, insanlar arasındaki yardımlaşma,
dürüstlük, hoşgörü, adalet, fedakarlık gibi erdemlerin en temel kaynağıdır. Dinin varolmadığı bir ortamda bu
değerlerin hiçbirinden söz etmek mümkün olmaz. Din yoksa, ahlak da yoktur; dürüstlük, fazilet, adalet de
yoktur. Dini inançların kasıtlı olarak yokedildiği toplumlarda ise, bu değerler zaman içinde kaybolmuştur.
Nitekim temellerini inançsızlık ve Allah'ı inkar üzerine kuran toplumların yaşadıkları dejenerasyonun
boyutlarını, bugünün materyalist uluslarında görmek mümkündür. Sovyetler Birliği, Küba, Arnavutluk, Çin gibi
örnekler, bir toplumda dinsizlik hakim olduğunda önce hızlı bir ahlaki dejenerasyonun başladığını, ardından
da toplumsal ahlakın kısa zamanda yokolduğunu ortaya koyan somut birer delil teşkil etmektedir.
3) İnsanı insan yapan ahlaki değerler geçerliliğini yitirdiği ve yokolduğu takdirde, toplumun her kesimi
ve her ferdi bundan nasibini alır. Her birey sadece kendisini umursayan ve diğer hiç kimseyi önemsemeyen
birer ayrı "parça" haline gelir. Tümüyle dini bir kurum olan aile ve yine kaynağı din olan evlilik müessesesi
ortadan kalkar. Çünkü dine inancın olmadığı bir toplumda, dinin kurumlarının varlığı da söz konusu olamaz.
4) Bu çark bir kere işlemeye başladığı takdirde, devletin oturmuş düzenini ve milletin yerleşmiş
dokusunu da akıl almayacak şekilde tahrip eder. Çünkü devlete bağlılık, vatan sevgisi gibi üstün vasıflar yine
dini inançların sonucunda gelişmiş özelliklerdir. Dini olmayan, dolayısıyla vicdani duyguları gelişmemiş bir
insanın milletini, bayrağını sevmesi, devletine hizmet şuuru içinde çalışması, karşılık beklemeden gece
gündüz vatanı için nöbet beklemesi elbette düşünülemez. Böyle bireylerin yetişmediği, yetişmiş bireylerin de
bu üstün vasıflarını kaybettiği bir toplum, şüphesiz ki hem sosyolojik açıdan hem de siyasi olarak varlığını
sürdüremeyecektir. Dinin olmadığı bir yerde devlet otoritesinden, devletin varlığından ve bekasından söz
190
etmek mümkün değildir.
5) Dine inancın ortadan kalkışının bir başka tehlikeli sonucu, insanların yavaş yavaş psikolojik
sorunlara mağlub olmaya başlamasıdır. Suç oranlarındaki artış, içki ve uyuşturucuya yöneliş, fuhuş
patlaması, huzursuzluk ve çatışma ortamı toplumun psikolojik açıdan yıprandığının en somut alametleridir.
Bunun doğal bir sonucu olarak birbirine güvenmeyen, birbirini sevip saymayan, sadece kendi yaşam
mücadelesini sürdürmeye çabalayan, toplumun diğer üyelerini ise birer rakip hatta birer düşman gibi gören
bireyler ortaya çıkar. Sosyal adaletsizlik ve ekonomik sıkıntılarla beslenen bu gerilim, kısa süre içinde adeta
toplumsal bir cinnete dönüşür ve bunun sonucunda da toplum parçalanır.
6) Dünya tarihinde birçok ulus, dini değerlerini bir kenara ittiği anda, dejenerasyon, çözülme ve
parçalanma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır. Dünyanın hangi bölgesinde olursa olsun, dini değerler ne
zaman yokedilmeye, inanç özgürlüğü ne zaman baskı altına alınmaya çalışılsa devlet karşıtı anarşist
hareketler zirveye çıkmıştır. Örneğin, birtakım kişiler bizzat devlet otoritesini zaafa uğratma arayışlarına
girmiş; mevcut düzeni yıkarak Marksist bir rejim tesis etmeye çalışmış; asırlarca birarada yaşamış bir milleti
kamplara bölmeye kalkmış; toplumu sağ-sol çatışmalarıyla iç savaşın eşiğine getirmiş; sol darbe hayalleriyle
grevler, yürüyüşler, protesto gösterileri yapmış ve toplumsal çalkantılara sebep olmuşlardır.
Tarihinde birçok defa bu kritik dönemleri yaşamış olan Müslüman Türk Milleti, dindışı ideolojilerin,
Marksizmin, komünizmin bir ülkeye iç huzur, güven, refah ve ilerlemeden ziyade terör, anarşi, kaos ve
kargaşa getirdiğini artık görmüştür.
7) Din ortak paydasının yokolması, toplumlararası barışı da tehdit eden önemli bir tehlikedir. Dinin
ortak hoşgörüsünde birbirleriyle uyumlu bir şekilde yaşayan uluslar, bu hoşgörü ve uzlaşma zemini olmadığı
takdirde birbirleriyle çatışacak, yeryüzünde kaos ve büyük bir kargaşa meydana gelecektir.
Buraya kadar yaptığımız analizlere ve "Dinsiz toplumların devamına imkan yoktur" sosyolojik
gerçeğinin tarihteki somut delillerine dayanarak söyleyebiliriz ki Türkiye'nin bekası için dini kimliğimizin
korunması ve güçlendirilmesi hayati öneme sahiptir. Çünkü dini değerlerin yokolmasının alternatifi yoktur.
Dinsizlik ve temeli dinsizliğe dayalı akımlar hiçbir suretle birer alternatif olamazlar. Bu akımlar tarihte hiçbir
zaman hiçbir topluma, millete ve devlete en ufak bir fayda getirmemiştir.
Müslüman Türk Milleti, harcında varolan bu anlayış sayesinde en zor dönemlerinde bile İslam'ın
sancaktarlığını yapmış, bu sayede mevcudiyetini, bütünlüğünü ve otoritesini muhafaza etmiştir. 2000'li yılları
modern, ilerici ve refah düzeyi yüksek bir Türkiye olarak karşılamak isteyenler, bunun ancak dini kimliğimizin
korunması ile gerçekleşebileceğini, yoksa dinin olmadığı bir ortamda toplumdan da, milletten de, devletten
de söz edilemeyeceğini bilmelidirler.
Modern Türkiye'nin Önündeki En Güzel Örnek:
Atatürk'ün Mirası Milliyetçi - Mukaddesatçı Cumhuriyetçilik
Anadolu topraklarını düşman işgalinden kurtaran Büyük Önder Atatürk, dört yılık Milli Mücadele'yi
tamamladığında, Türk milleti için yeni bir yol çizmesi gerektiğini düşünüyordu. Nitekim yaşamının geri kalan
kısmını, en az Milli Mücadele kadar önemli olan bu yeni yolu oluşturmaya ayırdı. Bu yeni yolun en önemli
vasfı ise, Cumhuriyet düzeninin tesisi oldu.
Atatürk'ün bize miras bıraktığı dünya görüşüne, siyaset anlayışına, devlet geleneğine ve kültüre
baktığımızda, Büyük Önder'in gerçekte bugün "milliyetçi-muhafazakar" kavramları ile tanımladığımız
sentezin sahibi olduğunu görürüz. Atatürk bize; sınırları Türkiye'yi de aşan bir Türk milliyetçiliğini, liberal bir
ekonomi anlayışını, onurlu ancak uzlaşmacı ve dengeli bir dış politika yöntemini, dine son derece saygılı bir
laiklik düşüncesini bırakmıştır. O, hem bir Osmanlı paşası, hem de Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu olarak
Osmanlı geleneğini modernleştirerek 20. yüzyıla aktaran büyük bir dehadır. Bize düşen ise, aynı geleneği
yine modernleşme sürecini koruyarak 21. yüzyıla taşımak olacaktır.
Atatürk'ün Milliyetçiliği
Atatürk'ün bize bıraktığı en önemli fikri miras, milliyetçilik anlayışıdır. Bu milliyetçilik, Ziya Gökalp'in "hars
milliyetçiliği" kavramına dayanır, ve her türlü kafatasçı ve ırkçı yaklaşımdan uzaktır. Buna göre bu topraklar
191
yüce Türk Milleti'nin topraklarıdır. Türk Milletini var eden ve yaşatan unsur ise hars, yani kültür potasıdır.
Bunun mayası ise islamdır. Dolayısıyla Türk Milleti'nin bir parçası olmak için, etnik olarak Türk olmak şart
değildir. Türk harsını benimseyen ve kendisini Türk addeden herkes bu milletin bir parçasıdır.
Burada Atatürk
milliyetçiliğinin Türkiye sınırlarını da aşan bir kapsayıcılık bilincine dayandığını
söylemeliyiz. Büyük Önder, Türkiye sınırları dışında yaşayan Türkler'e her zaman önem vermiş, hatta
gelecekte bir "Türk Birliği" kurulmasının özlemini duymuştur.
Atatürk milliyetçiliği, Anadolu toprağını vatan belleyen ve "Türküm" diyen her ferdi, hangi ırk veya etnik
kökenden olursa olsun bir çatı altında birleştirmiştir. Milliyetçilik, temelde, birlik ve beraberlik ortamının tam
manasıyla sağlanmasını amaçlayan kilit bir Atatürkçülük ilkesidir. Saf ve yüksek İslam inancı ise, bunun en
önemli öğesidir.
Atatürk milliyetçiliği, Türk Milleti'ne mensup olmakla övünmeyi, Türk Milleti'ne inanmayı ve güvenmeyi
esas alır. O, bu konudaki görüşünü şöyle özetlemiştir:
Türk milliyetçiliği, ilerleme ve gelişme yolunda ve milletlerarası temas ve ilişkilerde, bütün
çağdaş milletlere paralel ve onlarla uyum içinde yürümekle beraber, Türk toplumunun özel
karakterini ve başlı başına bağımsız kimliğini korumaktır.
Atatürk'ün Muhafazakarlığı
Atatürk milliyetçiliğinin bir diğer kendine has yönü ise, her türlü materyalist fikriyatın aksine dine ve dini
değerlere büyük önem vermesidir. Büyük Önder, önceki sayfalarda da ifade edildiği gibi, İslam'ın Türk milli
kimliğinin çok önemli bir parçası olduğu ve bu parça olmadan o kimliğin korunamayacağı gerçeğini pek çok
vesileyle ifade etmiştir.
Atatürk'ün Cumhuriyet'in ilk yıllarında uyguladığı nüfus politikasında da bu bilinci görmek mümkündür.
Cumhuriyet'in ilk yıllarında, Türkiye nüfusunun elden geldiğince müslümanlardan oluşması için çaba
gösterilmiştir. Atatürk, etnik olarak Türk olmadıkları halde müslüman kimliği ile Türkiye'ye bağlı olan
Boşnaklar, Çerkezler gibi azınlıkların Türkiye'ye göç isteklerinin hepsini olumlu karşılamıştır. Hatta bazı
tarihçiler bu politika nedeniyle Atatürk'ün Türk Milliyetçiliği'nin bir yönden de "müslüman milliyetçiliği"
olduğunu söylerler.
Bu ise, Atatürk'ün gerçek mirasının, Türk siyasi ve fikri hayatında "milliyetçi-muhafazakar" çizgi
tarafından temsil edildiğinin açık bir göstergesidir.
Atatürk'ün milliyetçi-muhafazakar kimliğini ortaya koyan unsurların bir diğeri, "milli ahlak" kavramına
verdiği önemdir. Atatürk'e göre milli ahlak, bir millet oluşturmanın ilk şartını teşkil etmektedir. Atatürk, bu
konudaki görüşünü, "Mükemmel bir millette, milli ahlakın icapları, o milletin fertleri tarafından, hiç
tereddüt etmeksizin vicdani ve hissi bir şevkle yapılır. En büyük milli heyecan işte budur." sözleriyle
özetlemektedir.242
Atatürk, milli ahlak anlayışını "mukaddes" bir değer olarak kabul etmiş ve bu inancını bir çok defa
ifade etmiştir. 1930 yılında kendi elyazısıyla yazarak Prof. Dr. Afet İnan'a teslim ettiği notlar arasında "Ahlak
mukaddestir; çünkü aynı kıymette eşi yoktur ve başka hiç bir çeşit değerle ölçülemez" şeklindeki
sözleri yer almaktadır.243
Atatürk'ün büyük mirasının anlamı
Atatürk dönemini gerçekçi bir gözle incelediğimizde, onun gerçekten de bugünün kavramlarıyla bir
"milliyetçi-muhafazakar Laik- Müslüman" olduğunu görürüz.
Atatürk; tam bir Türklük ve Türkiye sevgisine sahip olan; dış politikada Türk milli menfaatlerinin
savunulması için çok basiretli ve (Hatay örneğinde olduğu gibi) mücadeleci davranan; sosyalist akımlara
prim vermeyip her zaman için kalkınmanın gerçek yolu olan özel girişime destek olan; Batı'yla gerektiğinde
mücadele eden ama varılması gereken noktanın Batı tarzı demokratik bir "muasır medeniyet" olduğunu
bilen; laikliği toplumun huzuru ve devletin bekası için zorunlu gören ancak aynı zamanda dine büyük bir
242
243
Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, sf. 302
Prof. Dr. Afet İnan, Atatürk'ün El Yazıları, sf.362
192
saygı besleyen ve hatta dinin doğru anlaşılması ve yaşanması için çaba harcayan bir liderdir.
Bu sıfatların hepsi milliyetçi-muhafazakar bir istikamete işaret etmektedir.
Milli Kültürümüzün Muhafazası Ve Yeni Nesillere Aktarılması
Siyaset bilimciler, milli kültürün özellikle de 21. yüzyılda her dönem olduğundan daha etkili bir faktör
olacağını düşünmektedirler. Bu yüzden Türkiye'nin geleceği, tarih boyunca ayakta tutmuş olduğu kültürünü
ya da bir başka deyişle Türk-İslam mirasını modernleştirerek sonraki nesillere aktarmasında yatmaktadır.
Milli kültürümüzün gelişmesi için yapılması gereken ilk büyük hizmet, Türk Milli Kültürünün bekasına
karşı orta ve uzun vadede oluşan tehditleri teşhis etmektir. Bu tehditlere karşı Türk milliyetçisine düşen,
kendi milli kültürünü, milli harsını İslam inancı ve ahlakını muhafaza etmek için tüm bu tehditlere karşı ciddi
çözümler üretmektir.
Bu mukaddes vazifeyi iki temel platformda yürütmek mümkündür.
Birincisi, Milli Kültürün bekası, geliştirilmesi, canlı tutulması, topluma ve özellikle de genç kuşaklara
aşılanması için uygulanması gereken geniş bir eğitim ve propaganda programıdır.
İkincisi, milli kültürümüzü tehdit eden unsurlara karşı geliştirilmesi gereken müşahhas birer karşıpropaganda ve fikri mücadele stratejisidir.
1) Milli Kültürün Korunması İçin Program Önerileri:
a) Milli Eğitimin düzenlenmesi:
Bu hedef için düzenlenmesi gereken kurumların başında okullar gelmektedir. Bugün Türkiye'deki tüm
okullarda "Milli Tarih" başlığı altında dersler okutulmaktadır ancak bu dersler gerekli milli tarih bilincini
vermekte yetersiz kalmaktadır.
Genç nesiller ilkokul, ortaokul ve lise öğrenimi sırasında Türk milletinin tarihini daha detaylı ama daha
ilgi çekici bir biçimde öğrenmeli, tarihteki Türk başarıları ile gurur duyacak şuura kavuşturulmalıdır. Bunun
için de kuşkusuz hem eğitim müfredatları yeniden gözden geçirilmeli hem de öğretmenlerin iyi bir biçimde
yetiştirilmesine dikkat edilmelidir.
b) Medyanın milli kültüre hizmet için yönlendirilmesi:
Bugün toplum bilinci üzerinde en çok etkiye sahip olan güç, medya, özellikle de televizyondur. Bu
kanal kullanılarak toplumun eğitilmesi son derece verimli olacaktır.
Ancak ne yazık ki Türkiye'de televizyon olumlu bir işlev yüklenmekten çıkmış, yalnızca bir ticari araç
haline dönüşmüştür. En çok seyredilen özel televizyon kanallarında yalnızca "eğlence" programları yer
almakta, hiç bir öğretici yayın yapılmamaktadır. Bu haliyle televizyon, kitleleri eğiten bir araç olabileceği
halde, kitlelerin zihnini boşaltan, onları bilinçsizleştiren bir araç haline dönüşmüştür. Hatta özel
televizyonların, sürekli ekrana getirdikleri bazı programlar ve filmler sonucunda, Türk milli kültürünü, milli
harsını, örf ve törelerini aşındıran, bunların yerine materyalist anlayışı ve dünya görüşünü kitlelere enjekte
eden bir araç konumuna geldiğini söyleyebiliriz.
Milli kültürün önemini idrak etmiş vatanseverler, medya gibi güçlü bir potansiyeli muhakkak eğitici ve
faydalı bir şekilde kullanmalıdır. Fransa gibi demokratik ülkelerde de yapıldığı gibi, medya milli kültüre hizmet
etmeye teşvik edilmeli, milli kültürü dejenere eden yayınlar süzgeçten geçirilmelidir.
Bunun yanısıra, Kültür Bakanlığı tarafından hazırlanacak olan eğitici ve bilinçlendirici programların
özel televizyonlar tarafından yayınlanmasını sağlayacak yasal düzenlemelere gidilmelidir. Bu televizyonları
seyreden, hatta bu televizyonlar dışında bir bilgi kaynağı olmayan kitleler, binlerce amaçsız program yerine,
bu tür yararlı programlar ile eğitilebilir.
c) Akademik araştırmaların desteklenmesi:
Milli kimliğin oluşmasındaki en önemli iki unsur bilindiği gibi dil ve tarihtir. Cumhuriyet'in ilk yıllarında
kurulan Türk Dil ve Türk Tarih Kurumlarının bu konuda yaptığı çalışmalar bilinmektedir. Ancak özellikle son
dönemlerde bu konuya yeterince önem verilmemektedir.
Oysa milli kimliğin muhafazası konusunda dil ve tarih araştırmaları son derece büyük bir öneme
sahiptir. Bu alana kaydırılacak kaynaklarla, Türk tarihinin daha iyi araştırılması, yeni bulguların ortaya
193
çıkartılması sağlanmalıdır. Üniversitelerde konu hakkındaki kürsülerin genişletilmesi, akademik kariyer
yapmak isteyenlerin bu konuda teşvik edilmesi yararlı olacaktır. Bu araştırmalarla elde edilebilecek olan
başarılı bulgular, hem kısa hem de uzun vadede Türk Milli bilincinin ve kültürünün gelişmesine katkıda
bulunacaktır. Ayrıca, Türkiye sınırları dışında yaşayan Türkler'den sorumlu ve geniş yetkiye sahip bir devlet
bakanlığının kurulması, orta ve uzun vadede Türk dünyasının bütünleşmesi için kuşkusuz son derece yararlı
olacaktır.
2) Milli Kültürü Zedeleyen Tehditlerle Mücadele Yöntemleri:
Milli kültürümüzü bizden sonraki nesillere sağlıklı bir biçimde aktarabilme misyonu, bizleri, bu kültürel
mirası tahrip edecek fikir akımlarına karşı son derece duyarlı olmaya yöneltmektedir. Bu fikir akımlarının
en önemlisi ve temeli ise, hiç şüphe yok ki, materyalist felsefedir.
Materyalizm, maddenin sonsuzdan beri varolan mutlak ve yegane varlık olduğu iddiasına dayanır.
Maddenin dışında hiç bir madde-ötesi varlık ve anlam olmadığına inanır. Dikkat edilirse materyalizm, milli
kültürün temeli olan her türlü manevi kavramı reddetmektedir. Materyalizmin tahrip ettiği bu kavramların
başında ahlak, aile, vatan sevgisi, toplum için fedakarlık gibi erdemler gelir. Bu tür erdemleri olmayan bir
toplumun kısa sürede dağılıp parçalanacağı açıktır.
Bugün özellikle genç kuşak üzerinde etkili olan bu tehdide karşı, Ziya Gökalp'in "Türkleşmek,
İslamlaşmak, Muasırlaşmak" formülü kullanılmalıdır. Gökalp, Türkleşmenin ve İslamlaşmanın muasır, yani
çağdaş olmaya bir engel teşkil etmediğini, aksine üçünün bir arada açıklamıştır. Sabetaist ve Siyonist Yahudi
yıkıcıların etkisinde kalarak bazı aşırı tavırlarını, dönemin şartlarına bağlamalıdır. yürüyeceğini söylemişti.
Bugün de materyalist kültür içinde bilinçsizleşmiş olan toplum kesimlerine, özellikle de gençlere Müslüman
Türk ahlakı mutlak aşılanmalıdır.
Bugün gençliğin bir kısmı, çağdaşlaşmayı kendi kimliğinden taviz vererek "Batılılar gibi olma" şeklinde
algılamaktadır. Oysa Batılılaşmak demek, teknolojinin en son geldiği sınırı kullanabilmek, bilim alanında
katılımcı olmak, karşısındakinin haklarına saygılı olmak, hoşgörülü ve adaletli olmak, toplumun bütünlüğünü
sağlayan temel yapı olan ailenin korunması demektir.
Yapılması gereken, milliyetçiliği ve milli kimliği muhafaza ederken siyasi ve iktisadi yönden onlarla boy
ölçüşecek, örnek olacak bir seviyeye gelmektir. Gençliğe bunu kavrattığımız takdirde, büyük bir mesafe kat
edilmiş olacaktır.
Özetleyecek olursak:
Yetmiş yıl süren bir dönemin ardından Doğu Bloku'nun ve Marksizmin çökmesinden en çok etkilenen
ülkelerden biri de hiç kuşkusuz Türkiye olmuştur. Birçok uzmana göre, Türkiye'nin karşısına, bir ülkenin eline
bin yılda bir geçecek bir fırsat çıkmıştır. Bu fırsat, "Türk Dünyası"dır. Ve tüm İslam coğrafyasına ve ezilen
toplumlara önderlik imkanıdır.
Asırlardır İslam'ın bayraktarlığını yapan Müslüman Türk Milleti, bugün de modern, aydınlık ve güçlü
yapısıyla bağnazlık ve aşırılıktan uzak katıksız din anlayışıyla bu görevi üstlenebilecek en uygun yapıya
sahiptir. Müslüman Türk Milleti dünyaya örnek olmak için gereken bütün meziyetleri ve vasıfları bünyesinde
layıkıyla barındırmaktadır.
Süper devletler kurmak Müslüman Türk'ün meziyetidir. Tarih bunun en büyük şahididir. Bugün
Özbeğinden Azerisine, Türkmeninden Kırgızına bütün müslüman Türk halkları adeta nefeslerini tutmuş bir
biçimde Türkiye'nin birlik konusunda atacağı adımları beklemektedir. Çünkü bu, bütün dünya milletleri için bir
ümit ışığıdır. Bugün yeryüzünde eksikliği hissedilen adaletin, barışın ve kardeşliğin sağlanması Müslüman
Türk'ün rahatlıkla başarabileceği bir iştir.
Tarihte olduğu gibi günümüzde de, gerçek manasıyla barış ve adaletin garantörlüğünü Müslüman
Türklerin üstleneceğinin yüzlerce işareti belirmiştir. Türk Milleti'nin İslam ahlakıyla birleştirdiği iman, cesaret,
azim, sabır, irade gibi üstün nitelikleri dünya milletlerine örnek olacaktır. 244
244
Harun Yahya / Milli Birliğin Önemi
194
DİN; HÜR İRADE VE ÖZGÜR TERCİHTİR!...
İslam Dini zorlama ve dayatmayı değil, özgür iradeyi ve gönül tercihini esas alır. Bu nedenle İslâmın
bazı özelliklerini hatırlamakta fayda vardır.
İslâm dinini dört ana bölüme ayırmak mümkün ve münasip görülmektedir.
1. İman ve itikat, esasları,
2. İbadet ve istikamet, düsturları,
3. Ahlak ve muaşeret, hususları,
4. Hayat ve Muamelat, kanunları
Muamelat (tabii hayat) konusu ise:
a. Hukuk ve adalet,
b. İktisat ve ticaret,
c. Hükümet ve siyaset,
d. İlim, eğitim ve marifet,
e. Sanayi ve zanaat,
b- Dengeli ve güvenli sosyal hayat, prensiplerini içermektedir.
Yani İslâm; hem “din” dir, hem de “Adil bir düzen öngörmektedir” dir. Kur’an ve sünnet bize itikat,
ibadet ve muaşeret hususları yanında, Adil ve kâmil bir düzenin temel esaslarını da öğretmektedir.
Ne var ki İman ve İbadet kısmı “özel”dir, samimiyetle inananlar için geçerlidir. Ama “düzen” kısmı
“evrensel” dir ve herkes için gereklidir. Ayrıca “din”de zorlama yok, ama “düzende” zorlama vardır.
Şimdi İslâm’da hangi hususlarda zorlama (mecbur tutma) yoktur, ve yine hangi durumlarda mecburiyet
ve müeyyide vardır ? konusunu biraz daha açalım:
A - İnsanları imana çağırmak hususunda “tebliğ ve ikna” vardır, ama zorlama ve mecbur tutma yoktur
ve yanlıştır.
“(Ey Resulüm) Eğer Rabbin dileseydi yeryüzündekilerin hepsi, mutlaka iman ederdi. (Allah
imtihan gereği onları serbest bıraktığı) halde, sen insanları iman etmeleri için zorlayacak mısın? (Hayır)
Allah’ın izni olmadan (gerçeği araştırıp Hakka teslim olmadan) hiç kimse iman edemez. O (Allah)
akıllarını kullanmayan (ve nefsi hevalarına uyan) ları (imandan ve İslâm’dan mahrum ve) murdar kılar”
245
gibi birçok ayeti kerime iman etmeleri için insanları zorlamanın yanlış ve yararsız olacağını bildirmektedir.
Zira inanmak akli kanaat yanında bir gönül işi ve vicdani tatmin meselesidir. Hakkı arayan ve hayrı
arzulayan kimselere Allah’ın hidayet ve inayetidir.
Aslında insan fıtratı ve tabiatı imana meyilli ve müsaittir. Bize düşen sadece insanların aklını ve
vicdanını harekete geçirmek ve imana davet etmektir.
B - Dine sokmak ve Müslüman yapmak için de zorlama ve sıkıştırma yoktur:
“Din(e sokmak) için zorlama yoktur. Zira doğrulukla sapıklık birbirinden kesinlikle ayrılmış
(Hidayet ve dalalet yolları açıklanmış) tır. O halde her kim tağutu (şeytani düzen ve davranışları terk ve)
inkar edip, Allah’a (İslâm dinine ve hayat disiplinine) iman (ve itaat) ederse (artık o) asla kopmayan
sağlam bir kulpa yapışmıştır.”246
Bir kişiyi veya topluluğu döverek veya tehdit ederek Müslüman olmaya zorlamak veya bizzat mecbur
tutmak yasaktır ve yanlıştır.
Çünkü o taktirde insanlar mümin değil münafık olacaktır. Yani gerçekte aklı yatmadığı ve inanmadığı
halde, zorlama sonucu zahiren inanmış görünecek ve daha tehlikeli bir konum alacaktır.
İslâm’da cihat ise insanları zorla İslâmlaştırmaya değil, fikir hürriyetine ve insanların özgür tercihine
mani olan unsurları ortadan kaldırmaya ve her din ve düşünceden bütün insanların birlikte barış içinde
245
246
Yunus: 99 - 100
Bakara: 256
195
yaşama şartlarını hazırlamaya yönelik bulunmaktadır.
C - İbadet hususunda zorlama yoktur
“Siz onu istemediğiniz halde biz sizi ona zorlayacak mıyız?”
247
ayetinde de ifade buyrulduğu gibi,
ibadette aslolan gönülden inanarak, ihtiyaç ve iştiyak duyarak ve Allah’tan sevap umarak yapılmasıdır.
Müslümanları, küçük yaştan itibaren ibadet ve istikamete yönlendirmek, çevremizdekilere manevi
hayatı sevdirmek, dini disiplin ve terbiyeyi yerleştirmek üzere ve özellikle çocuklarımıza ve yakınlarımıza
teşvik ve telkinde bulunmak gibi tedbirler elbette lazımdır.
Ancak devlet ve kanun zoruyla insanların namaza ve oruca mecbur edilmesi gibi bir hüküm yoktur ve
böyle bir durum zaten yanlış ve imkansızdır.
Çünkü insanların beş vakit namaz kılıp kılmadıklarını ve yine oruç tutup tutmadıklarını takip etmek
mümkün olmadığı gibi, takip edilemeyen suça herhangi bir ceza tatbik etmekte mümkün olmayacaktır.
Sadece Müslüman olduğu ve mazereti bulunmadığı halde, ramazan ayında tahrik niyetiyle açıkça oruç
yemek, Cuma saatinde ve mescit mahallinde gürültü etmek gibi çevresine kötü örnek olan ve mukaddesata
hakaret sayılan ve laubalilik aşılayan davranışlar elbette uyarılır ve önü alınır.
Zorlama ile yapılan bir ibadetin faydası ve sevabı olmadığı gibi, yine zorlama ile yapılan bir küfrün ve
işlenecek günahında cezası yoktur.
“Kalbi iman ile dolu olduğu halde (inkâra) zorlanan başka...(ona bir günah yoktur)” 248
“Kim (cariyelerini veya emri altındakileri zinaya), zorlarsa bilmelidir ki bu mecbur tutulmalarından
sonra Allah onlar için bağışlayıcı ve merhametlidir.” 249
Hatta ekonomik, sosyal ve siyasal bütün kurum ve kuralları batıl ve bozuk olup, idarecileri de zalim ve
kafir olan bir cahiliye döneminde ve düzeninde, resmi ve fiili bir baskı ve zorlama olmasa da, devletin ve
düzenin dolaylı olarak yönlendirmesi, teşvik ve tahrik etmesi sosyal ve ekonomik şartların mecbur hale
getirmesi sonucu işlenen ama vicdan azabı çekilen günahların da bağışlanacağı umulmaktadır.
Sihirbazların Hz. Musa’ya iman ettikten sonra firavuna dönüp:
“Bizim (hem) bilmeden yaptığımız hatalarımızı (hemde) senin bize zorla yaptırdığın sihir
günahımızı bağışlaması umuduyla Allah’a iman ettik”250 demeleri de buna işarettir.
Çünkü sihirbazlar firavunun zalim ve kafir olduğunu, kendilerini kullanıp sihir gösterileriyle halkı uyutup
aldattığını biliyorlardı. Firavun bu hizmetlerine karşılık sihirbazlara makam ve menfaat sağlıyor, dolaylı da
olsa sihirbazlığa teşvik, hatta elinden gelipte yapmayanları tehdit ediyordu.
Bugünkü çağdaş firavun düzenlerini destekleyen, halkın faiz ve fuhuş peşinde sürüklenmesini ve
sömürülmesini temin eden medya sihirbazları da aynı günahın sahipleridir.
D - Düzende ise zorlama kaçınılmazdır.
Bütün beşeri sistemlerde olduğu gibi Adil devlet düzeninde de müeyyide (yaptırım), ve gerekirse
toplum huzurunu korumak için konulan kanun ve kuralları zorla uygulama ve suçluları cezalandırma elbette
olacaktır.
(Not: Adil Düzen, ilahi bir
düzen olmayıp, müspet ilimle beraber, dini ve ahlaki değerlerden de
yararlanarak hazırlanmış beşeri bir projedir. Yani asla “Kutsal ve değişmez” değildir.)
“Nihayet hak geldi (İslâm’ın adalet kuralları belirlendi), onlar istemedikleri halde Allah’ın emri (ve)
Kur’anın hükmü zahir oldu (ve adalet yerini buldu)”,251 ayeti de bu gerçeği işaret buyurmaktadır.
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin Resulüne (itaat edin) ve sizden olan (Adaleti uygulayan ve
temel insan haklarını koruyan) ulülemre (devlet yetkililerine ve adalet düzenine) de itaat edin.”
istemesek bile kanun ve kurallara uymak zorunda kalabileceğimizi.
247
Hud: 28
Nahl: 106
249 Nur: 33
250 Taha: 73
251 Tevbe: 48
252 Nisa: 59
248
252
ayeti,
196
“İstemeyerek infak etmeleri”
253
ni bildiren ayeti kerime nefsimiz hoşlanmasa da icabında devletin
vergileri zorla alabileceğini,
“Hoşunuza gitmese de cihat size farz kılındı.” 254 ayeti askerlik için vatandaşın zorlanabileceğini.
Ve yine; “Eğer (faiz yasağına) uymazsanız Allah ve Resulünün (faizcilere) açtığı savaştan
haberiniz olsun.” 255 ayeti faiz ve kumarın yasaklanabileceğini,
Zina, hırsızlık, yaralama ve cinayet suçlarının mutlaka cezalandırılması gerektiğini göstermektedir. Ve
bunlar, bir düzenin disiplini ve yürümesi için zaten gereklidir.
Konuyu özetlersek:
I - “İlim” de tartışma ve ispat etme esastır.
II - “Din” de ise ikna ve inandırma vardır.
III - “Düzen” de ise müeyyide (yaptırım) ve icap ederse zorlama kaçınılmazdır.
İslâm ise hem "din" dir. Hem "Adil bir düzenin temel esaslarını içermekte" dir. Hem de "İlim" dir...
Öyle ise, her bir kısmı için, ayrı bir metot ve mantığın bulunması tabidir.
Bu ilmi ve İslâmi gerçekler ortada dururken kurulacak Adil Bir Düzenin "bütün vatandaşları,
Müslüman olmaya zorlayacağı, Müslüman olmayanlara hayat hakkı tanımayacağı, ve herkesi namaz,
oruç, gibi ibadetlere mecbur tutacağı" gibi yanlış ve yanıltıcı iddia ve isnatlar, kafaları karıştırmaya
yöneliktir.
Demokrasi ve Laiklik adına hiç bir sistemin veremediği temel insan hak ve hürriyetlerini, Milli ve Adil bir
Düzen gerçekleştirecektir.
İmani ve ahlaki değerleri yerleştirmek dahil, her şeyi kanun zoruyla ve devlet baskısıyla yapacaklarını
sanan ve savunan bazı müslümanların bu yanlış tutum ve tavırları da maalesef halkın ürkütülmesinde önemli
ve olumsuz bir etkendir.
253
Tevbe: 54
Bakara: 216
255 Bakara: 279
254
197
İSLÂM, DENGE DÜZENİDİR
İslâm; Her dinden her kavimden, her görüşten ve her sınıf ve seviyeden bütün insanların, birlikte barış
ve bereket içinde yaşama düzeni ve herkesin temel insan haklarıyla kişisel hürriyetlerini, başkalarına zarar
vermeden kullanma disiplinidir.
Kur’an ise; hayatın ve hakikatin kendisidir. Kur’an, huzur ve hürriyetin reçetesidir. Kur’an: Medeniyetin
ve insaniyetin, tek kelime ile saadetin ve selametin en önemli rehberi ve tarifesidir.
Evet, İslâm hem Hak ve ilahi bir dindir.
Hem kâmil ve Adil bir düzen öngörmektedir.
Hem de birbirine zıt ve karşıt gibi görünen durumlar arasında, gerçek bir denge ve yüksek bir ahenk
oluşturan ve her türlü dışlamayı ve düşmanlığı barıştıran bir mutluluk ve sonsuzluk müjdesidir.
Bu bakımdan Kur’an mesajı:
1- “İlahi”likle akılcılık arasında,
2- Sabitlikle değişkenlik arasında,
3- Dünya ile ahiret arasında,
4- Fert ile cemiyet arasında,
5- Adalet ile hürriyet arasında, yani “bireylerin hürriyetleriyle başkalarının hakları ve haysiyetleri”
ortasında tam bir uyum ve denge kurmuş, asla barışmaz ve bir arada olmaz zannedilen kavram ve kurumları
uyuşturmuş... Dünyaya huzur ve emniyet, ölüme ise hayat ve ebediyet kazandırmayı amaçlamış ve
bunlardan bir bütün oluşturmuştur.
İslâm “ilahi” likle akılcılık arasındaki dengedir”
İslâm hukukunun temel kaynağı ve asıl dayanağı Kur’andır. Sünnet ise Kur’anın ilk yorumu ve örnek
tatbikatıdır.
Ancak bu temel ve genel esaslar hem aklı selime, hem ahlaki ve vicdani ölçülere, hem de müspet ilme
bütünüyle uygun bulunmaktadır.
Bu bakımdan İslâm’da din-devlet çatışmasına, iman-ilim zıtlaşmasına, ahlâkla hukuk farklılığına asla
yer yoktur. İslâm’ın son ve mükemmel din olmasının sırrı ve hikmeti de zaten burada yatmaktadır.
İmam-ı Gazali’nin dediği gibi İslâm’ın en önemli gayesi: Dini, hayatı, aklı, nesli ve mülkiyeti
korumaktır.256
İslâm; “sabit” likle “değişken” lik arasında dengedir:
İslâm bütün hayatı kuşatan ve her konuda sağlam ve sabit esaslar koyan bir din olmakla beraber,
değişen ve gelişen şartlara göre bu temel ve genel esaslara uygun olarak içtihat ve ruhsat kapısını da açık
bırakmıştır.
Bu bakımdan İslâm hukuku; kaynağı Kur’an, konusu insan, prensipleri ideal, tatbikatı kolay ve pratik,
metotları ilmi, ruhu demokratik (katılımcı), modeli toplumcu, sahası şümullü ve evrensel, tabiatı enerjik ve
canlı olan bir yapıya sahiptir.
Ve zaten insan yeryüzünde Allah’ın halifesi ve temsilcisidir. Allah’ın C.C. temel ve genel kanunlar
koyması, ilim ve ehliyet sahibi insanların da bunlara dayanarak gerekli ve yeterli kurallar yapması da,
hilafetin başka bir ifadesidir.
İslâm; dünya ile ahiret arasında dengedir:
İslâm’ın en önemli özellik ve üstünlüklerinden birisi de, madde ile mana arasında köprü kurması ve
bunların bir bütün halinde ele alınmasıdır.
Mü’minin duası ve davası: “hem bu dünyada en iyiye ve en mükemmele ulaşmak, hem de ahirette en
güzele kavuşmaktır.”257
256
257
El - Mustasfa sh. 140
Bakara: 201
198
İslâm dini; insanın fıtratındaki (yaradılışındaki) şehvet, lezzet, ünsiyet (sevgi) gibi duygu ve değerlerini
körletmeyi ve kirletmeyi değil, bunları mubah ve meşru yollarla tatmin etmeyi ve geliştirip güzelleştirmeyi
amaçlar.
İslâm’ın koyduğu kanun ve kurallar da hayatı disiplinize etmek, başıboşluğu ve sorumsuzluğu önlemek
ve her türlü zorluğu gidermek içindir.
Zira : “Allah sizin için kolaylık ister, güçlük istemez"
258
“Allah yükünüzü hafifletmeyi ister, çünkü insan zayıf yaratılmıştır.”259
Akıllı insan dünyası için ahretini, ahreti için de dünyasını terk etmeyen yani her ikisine de hakkını
veren insandır...
“Dünyadan nasibini unutmamak ve “Allah’ın kulları için yarattığı helal ve güzel nimetleri haram
kılmamak”ta Kur’anın emridir.
“Bu bakımdan, ilimden cehalete, refahtan sefalete, adaletten zulmete, hürriyetten esarete, izzet ve
şereften horluk ve zillete meyleden hiçbir şeyin İslâmiyet’te yeri ve değeri yoktur.”
260
İman, istikamet ve iyi
niyetle beraber kişinin okuması, çalışması, kazanması, dinlenmesi, eğlenmesi, uyuması hatta ailesiyle
oynaşması bile bir nevi ibadet hükmüne geçmektedir...
Müslümanın ibadet yapması çalışıp kazanmasına, takva sahibi olması siyasetle uğraşmasına, zikir ve
tarikat ehli bulunması, cihat ve teşkilat hizmetlerine katılmasına, manevi ilimlerle uğraşması müspet bilimler
sahasında çalışmasına, samimi ve dindar biri olması sanat ve sporla meşgul olmasına asla mani değildir.
Bu dünya aslında her yönden bir olgunlaşma evi, ahireti ve ebedi saadeti kazanma yeridir. Namaz,
oruç, zekât, zikir gibi müspet ibadetler ise iman akülerini dolduran ve insana kuvvet ve gayret kazandıran
manevi güç kaynaklarıdır.
İslâm; fert ile cemiyet arasında bir dengedir:
İslâm; fertlerin hakkını ve hürriyetini cemiyet adına gasp eden Sosyalizm ile, toplumun menfaatlerini
fertlere feda eden Kapitalizme nazaran orta bir yol takip eder.
Bu bakımdan Kur’an Müslümanları “Vasat (orta) bir ümmet, adil ve mutedil bir millet” olarak tarif
eder.
İslâm toplumunda birileri çoban, diğerleri koyun sürüsü değildir. Tam tersine herkes kendi çapında bir
yöneticidir. “Hepiniz birer çobansınız ve raiyetinizden sorulacaksınız” hadisi bu gerçeği ifade etmektedir.
Toplumun her üyesi bir vücudun azaları gibidir. Birisinin sorunu ve sıkıntısı diğerlerine de sirayet
edecektir. O halde hepsinin birbirine ihtiyacı var demektir.
Bunun içindir ki Peygamber Efendimiz (sav) “Cemiyetin içine karışan, insanlara faydalı olan ve
onlardan gelen sıkıntılara katlanan kimselerin, toplumdan uzaklaşıp kendi başına ibadetle uğraşan
kişilerden daha hayırlı olduğunu” söylemiştir.
İslâm, ferdi hürriyetlerin devlet otoritesi adına engellenmesine karşı çıktığı gibi, özgürlük ve demokrasi
hatırına anarşi ve başıboşluğa da fırsat vermemiştir.
İslâm; Adalet ile Hürriyet arasında dengedir.
İslâm insanlara gerekli olan her türlü hürriyet ve serbestiyeti tanımakla beraber bu hakların
başkalarının zararına kullanılmasını önleyecek ve toplumu disiplinize edecek kurallar getirmiştir. Yani
bireysel özgürlüklerle toplumsal güvenceyi dengelemiştir.
Herkesin yaşama hürriyetini ve can emniyetini korumak için kürtaj ve katliam yasaklanmış,
Çalışıp kazanma hürriyetini ve mal emniyetini korumak için faiz, kumar ve rüşvet kaldırılmış,
Namus emniyetini, aile saadetini ve nesil garantisini korumak için fuhuş ve cinsi sapıklıkların önü
tıkanmış,
Akıl emniyetini ve fikir hürriyetini korumak için içki ve uyuşturucu yasaklanmış,
258
Bakara: 185
Nisa: 28
260 İbnil Kayyum - El Mukavakkin C.3 Sh. 1
259
199
İnanma ve inancını yaşama hürriyetini korumak için de “Dinde zorlama” ya fırsat tanınmamıştır. Ve bu
hususlara uymayanlar en ciddi ve caydırıcı tedbirlerle engellenmiş ve uyarılmıştır. İşte bütün bu gerçekler
ışığında diyoruz ki; İslam, insanlığın saadet ve selamet projesidir.
Tarihin hiçbir döneminde insanlık İslâm’a bu denli ihtiyaç göstermemiştir. Üzülerek görüyoruz ki,
yeryüzündeki zulüm ve sömürü düzeni insanlığı korkunç bir vahşet ve sefalet cehennemine sürüklemiştir.
İslâm’ın yeniden anlaşılması, çağımızın ihtiyaçlarından kaynaklanan ve ilmi temeller üzerine kurulacak
adil bir düzenin biran evvel hakim kılınması yolunda yapılacak girişim ve gayretler ise hizmetlerin en yararlısı
ve ibadetlerin en hayırlısı bilinmelidir.
Bu konuda çağımızın en büyük hukuk bilginlerinden ve Londra Üniversitesi profesörlerinden Count
Leon Ostrorog’un şu samimi ve ilmi itiraflarına kulak verelim:
“Mantıki ve ilmi yapısı açısından düşünülecek olursa, Kuran’a dayanan İslâm Hukuku, bugüne kadar
okuyup araştıranların hayranlığını kazanmış olan mükemmel bir sistemdir. Her şeyden önce Peygambere
inen vahiy hüküm olarak kabul edilmiştir. Hem Arapça gramer kaideleri, hem de mantık ölçüleri açısından
fevkalade kesin ve net görünen ve çeşitli vesilelerle değişik konularda ard arda gelmesine rağmen bu
hükümler arasında bir kusur ve tezat bulmak imkansızdır. İnsanlığın koyu bir cehalet ve zulmet içinde
kıvrandığı bir dönemde bugün bile benzeri halâ yapılamamış bu denli adil ve mutedil kuralların konulması ve
temel insan hak ve hürriyetlerinin korunması bizleri hayretten de öte şaşkın bırakmaktadır.
8. ve 9. Asrın doğulu İslâm düşünürleri pek çok ihtiyaçlarında ferdi hürriyetlere şahıs ve mülkiyet
dokunulmazlığı temellerine dayanan ve tüm insan haklarını koruyan kuralları dinlerinin esası saymışlardır.
Hatta yüce iktidar sayılan hilafet ve hükümet makamının bile toplumla yapılan anlaşma esaslarına ve
adil icraat şartlarına olsun, devletler arası anlaşmalar sahasında olsun ve özellikle bireysel hak ve
özgürlükler konusunda olsun, bize uymadığı taktirde ilga edilmesi ve değiştirilmesi gerektiği kararına
varmışlardır.
Savaş ve barış hukukunda batılıların binlerce yıl sonra bile hala ulaşamadığımız ve okuduğumuz
zaman utandığımız çok yüksek ve örnek doktrin ve değerler ortaya koyan ve bunları başarıyla uygulayan
Müslümanlardır ve önünde saygıyla eğildiğim İslâm hukuk nizamıdır.”
261
261
Ostrog - The Angora Reform London 1927 pp 30 - 31 - MEB. Din Öğretimi Dergisi Sayı: 31 - 1991
200
MEDİNE SÖZLEŞMESİ NELERİ İÇERMEKTEDİR?
İslâm; her dinden, her dilden ve her kavimden, ama herkesin; birlikte huzur içerisinde yaşayacağı, can,
mal ve namus emniyeti, din ve düşünce hürriyeti gibi temel insan haklarının korunacağı barış ve adalet
düzeni demektir.
"Ey insanlar! Hepiniz birlikte (ve her hükmünde bir hayır olduğunu bilerek) silm’e yani İslâm
dinine, barış ve selamet düzenine girin. Şeytanın adımlarına-haksızlık ve ahlaksızlık yollarına tabi
olup gitmeyin.”
262
Ayeti de bu gerçeği ifade etmektedir. Farklı dinlere ve hukuk sistemlerine mensup
topluluklarının, temel ve tabii esaslar ve anlaşmalar çerçevesinde, birlikte yaşayabileceklerinin ilk tatbikatını
Hz. Peygamber Efendimiz göstermiştir.
Medine’ye Hicretlerinden sonra, Müslümanlar, Yahudiler, Müşrikler ve bir miktar da Hıristiyan kabileler
arasında, hem ortak savunma esaslarını belirleyen, hem de
başıboşluktan kurtulup kanun, kurallar ve
anlaşmalar çerçevesinde, yani bir devlet düzen içerisinde birlikte yaşama şartlarını içeren, tarihin ilk yazılı
anayasası hazırlanmıştı. İbni Hişam’ın siyerinde 52 madde olarak verdiği, M. Hamidullah’ın madde madde
inceleyip çağdaş yorumlar getirdiği, Hicretin 1.ci, Miladi 622. yılında Efendimizce hazırlanan ve taraflarca
mutabık kalınarak imzalanan bu anayasa;
1-
Hem Peygamberimizin, (sav) resmen değilse bile zımnen ve fiilen Medine’deki Site İslâm
Devletinin Cumhurbaşkanlığı makamına getirilmesi ve son karar mercii olarak kabul görmesi,
2- Ve insiyatifin İslâm’ın eline geçirilmesi ve Müslümanların hem varlığının hem de ağırlığının Medineli
Yahudi, Hıristiyan ve müşriklere tescil ettirilmesi açısından siyasi ve sosyal bir zaferdir.
3- Hem de fertle devlet arasındaki hak ve sorumlulukları, adaletin dağıtımı, askeri savunmanın
teşkilatlanması, gayri müslim vatandaşların hukukları, sosyal sigorta kurumları gibi konularda da her zaman
ve mekanda gerekli ve geçerli olacak prensipler getirmesi açısından son derece önemlidir.
Şimdi “Medine Sözleşmesi” diyebileceğimiz bu anayasanın önemli maddelerine bir göz atalım:
1- Mekke’li ve Yesrib’li Müslümanlar (muhacir ve ensar) ve onlarla birlikte savunmaya katılanlar diğer
insanlardan farklı bir toplum sayılmış, aralarındaki her türlü kavim ve kabile ayrıcalıkları ve bütün sınıf
farklılıkları kaldırılmıştır.
2- Bütün Müslümanlar kendi aralarındaki kan diyetlerini ve esaret fidyelerini yürürlükte olan kurullara ve
adil esaslara uygun olarak ortaklaşa ödeyecekler, fakir, borçlu ve çok çocuklu olan mü’minlerin de bu gibi
durumlarda yardımına koşulacaktır.
3- Mü’minler, kendi içlerinde azgınlık ve haksızlık yapacak, fitne ve fesat çıkaracak kimselere karşı
birlikte karşı koyacaklar ve mani olacaklar, bu işi yapan evlatları ve en yakınları da olsa, asla zalimlere
müdafaa ve müsamaha edilmeyecek ve elleri top yekün onun aleyhine kalkacaktır.
4- Bundan böyle Müslümanlar savaş ve barış gibi konularda ferdi ve fevri hareket edemeyecekler,
olayları, kabile ve aile çıkarları açısından değil, artık millet ve devlet planında düşünecek ve değerlendirecek
ve mutlaka birlikte hareket edeceklerdir.
5- Yahudiler de Müslümanlarla birlikte bir topluluk teşkil edecekler, Medine’ye karşı yapılacak her türlü
tecavüze karşı Müslümanlarla birlikte ortak savunma konumuna girecekler, Hz. Muhammed’in izni ve haberi
olmadan askeri seferler düzenleyemeyecekler ve Yahudilere karşı yapılacak herhangi bir hareket ve
haksızlık durumunda ise Müslümanları yanlarında göreceklerdir.
6- Medine Site - İslâm devletinin himayesine giren ve bu anlaşmayı kabul eden Yahudiler ve de onların
koruyacağı kimseler her türlü hakaret ve hıyanetten emin olacaklar, kendi dini inanç ve ibadetlerinde
tamamen serbest kalacaklar ve aralarında kendi hukuk kurallarına göre yargılanacaklardır.
7- Medine’deki müşrik Araplar ve bazı civar köylerdeki Hıristiyanlar da, Yahudi ve Müslümanların
anlaşmalı bulunduğu diğer dostları da, bu anlaşma hükümlerine sadık kaldıkları müddetçe her türlü hürriyet
262
Bakara: 207.
201
ve emniyet şartlarından yararlanacak ve aynı haklara sahip olacaklar ama bunların hiçbirisi ve hiçbir şekilde
Mekkeli müşrik Kureyşlilere asla yardım ve yataklıkta bulunamayacaklardır.
8- Medine ve civarı bu belgeyi kabul edenler için “harem” yani emniyet bölgesi sayılacak, herkesin
canı, malı ve namusu korunacak, din ve düşünce özgürlüğü sağlanacaktır.
9- Fakirlere, çaresizlere ve zayıflara her türlü yardım yapılacak, mahrum, mağdur ve mazlumlar
sahipsiz bırakılmayacak, sosyal adalet ve sigorta sistemi yerleşecek ve yaygınlaşacaktır.
10- Bu ahdi ve anayasayı kabul edenler arasında, her hangi bir konuda ihtilaf ve uyuşmazlık çıkarsa,
bunu halletmek üzere, hakem mevkiinde başvurulacak ve kararına uyulacak son makam ve merci Allah ve
Resulü olacaktır.
11- İyilik ve itaat ehli olanlar ve bu anlaşma şartlarına sadık kalanlar Allah’ın ve İslâm’ın himayesinde
kalacak ve korunacaklar, ama zalimlere ve hainlere ise asla sahip çıkılmayacak ve cezasız
bırakılmayacaklardır...
Bu esaslar sağlam kaynaklarda263 kaydedilen 50’ye yakın çeşitli maddeler sadeleştirilerek, bazıları
birleştirilerek ve bir kısım zaruri ve açıklayıcı izahlar eklenerek meydana getirilmiş ve aynı metin olarak değil,
mana ve meal olarak takdim edilmiştir.
Bu anlaşma metnine bir bütün olarak bakıldığında şu tespitleri yapmamız mümkün ve münasip
görülmektedir.
a- İslâm’ın temel amaçlarından birisi de, insan olarak doğan herkesin can, mal ve namus emniyetini, din
ve düşünce hürriyetini sağlamak ve korumaktır. Öyle ise bu amacı gerçekleştirmek üzere Yahudi, Hıristiyan
ve müşriklerle anlaşmalar yapmak caizdir ve gereklidir.
b- Yaşama hürriyetine kasteden her türlü cinayet ve katliamların mal ve emniyetini tehdit eden faiz,
kumar ve çeşitli hırsızlıkların, aile saadetini nesil ve emniyetini mahfeden zina, fuhuş ve ahlaksız yayınların
yasaklanması herkesin hayrına ve yararına olacak, bu yasaklara uyulması ve bu mutlak yanlışların ortadan
kaldırılması için en ciddi ve caydırıcı tedbirlerin alındığı, uygulandığı ve zaten her kesin tabiatıyla uymak
zorunda kaldığı bir Adil düzen içerisinde değişik dinlere ve farklı hukuk sistemine mensup topluluklar birlikte
ve barış içerisinde yaşayabilmektedir.
c- Bu şartlardan da anlaşılıyor ki, İslâm ülkesinde yaşayan ve zimmet akdiyle devletin himayesinde
bulunan gayri müslimler İslâm’ın “kaza” yetkisine ve hükümet güvencesine dahildir, ama İslâm hukukuna
tabi olmaya mecbur değildir. Çünkü İslâm kendi toprakları üzerinde ve özellikle geçiş döneminde her
topluluğa adli bir muhtariyet vermek suretiyle hukukun çeşitliliğini kabul etmektedir.
Hatta bizzat peygamberimizin kendisine zina suçuyla getirilen iki Yahudi’ye Tevrat’ın Leviler kitabına
göre hüküm verdiği
264
ve eğer taraflar kabul ederlerse değişik dinlere mensup olsalar bile kendilerine İslâm
ahkamının uygulanmasına izin verildiği, ve yine darul-harb şartları içinde suç işleyen Müslümanlara darülİslâm hukukunun tatbik edilmeyeceği
265
gibi hususlar Adil bir Düzen içinde farklı hukuk sistemlerinin var
olabileceğini göstermektedir.
d- İslâm; kendi hukuk düzeninin yüksek adalet ve hakkaniyet esaslarına güvendiğinden, farklı din ve
görüşten insanların ise kendi haklarının korunması ve mağduriyetten kurtulmaları konusunda Kur’anın
himayesini gördüklerinden, zamanla pek çoğunun İslâmın adaletini tercih edeceğini yani, Hak gelince batılın
kendiliğinden biteceğini bildiği ve zaten herkesin kendi istek ve iradesiyle seçip tercih ettiği hukuk sistemine
tabi tutulmasının adalete uygun düşeceği içindir ki, farklı özel hukuk sistemlerinin varlığını kabul etmektedir.
a - Sireti İbni Hişam - Hicret
b - Medine Toplumu. E. Ziya Umeri Sh. 56
c - Fıkhus - Siyre R. El Buti Sh. 212
d - İslâm Tarihi. H. Ülkü Sh. 113
e - Saadet Yılları. A. Akın Sh. 212
f - Asrı Saadet. Mevlana Şibli C. 1 Sh. 214
g - İslâma Giriş, M. Hamidullah Sh. 27
264 Buhari - Müslim
265 Mezahib - i Erbaa
263
202
Yani devletin genel düzenine ve disiplinine bağlı kalmak şartıyla farklı din ve kültürlerin ibadet ve sosyal
münasebet konularında kendi özel hukuklarını uygulama fırsatı verilmektedir. Bu durum Amerika ve
Avrupa’daki ileri demokrasi ülkelerinde de halen sürdürülmektedir.
Bu değişik topluluklara belli konularda belirli şartlarda adil özerklik tanınması ve farklı özel hukuk
sistemlerinin uygulanması acaba bir geçiş dönemi için mi gereklidir, yoksa her zaman ve her zeminde mi
geçerlidir? Sorusu ve münakaşası bizce yersiz ve yararsızdır.
Çünkü, İslâmiyet öncesi cehalet döneminden, adalet ve saadet düzenine ulaşmak için nasıl bir tedrici
geçiş dönemine ihtiyaç var idiyse, bugünkü sömürü ve sefalet ortamından, selamet ve emniyet ortamına
kavuşmak için de mutlaka bir geçiş dönemi yaşanacaktır, bir. İkincisi “Dinde zorlama yoktur” esası
amacına ve anlamına uygun daha bir titizlikle uygulanacaktır. Devlet, farklı din ve düşüncedeki bütün
vatandaşlarına aynı yakınlıkta olmalıdır.
Ve zaten İslâm’da devletin görevi vicdani kanaatleri ve dini öğretileri zorla değiştirmek ve dejenere
etmek değil, ülkede kanunların tatbikini ve adaletin tecellisini sağlamaktır.
İslâm, Efendimizin Medine sözleşmesi ile başlattığı bu uygulama ile aynı zamanda bugün ülkemizde
de olduğu gibi sadece kağıt üzerinde kalan ve genellikle fakir ve zayıf tabakalara uygulanan hukuk
kurallarının herkese ve her yerde tatbikini sağlamış, insanları “hukukun üstünlüğü” prensibine alıştırmıştır.
e- Aleyhisselatü Vesselâm Efendimiz, İslâm’ın insani ve evrensel hedeflerini, Yahudi ve Hıristiyanların
da gayesi ve menfaati haline getirip, gerçekleştirmeye çalışmış ve bunda başarılı olmuştur...
Bu yeni Barış ve Bereket Düzeninin varlığını onlara resmen kabul ettirmiş ve kendisini dolaylı da olsa,
son karar mercii, yani fiili devlet başkanı seçtirmiş olması, Efendimizin siyaset ve diplomasi sahasında örnek
bir hareketi ve üstün bir zaferidir.
Medine sözleşmesi, farklı din ve düşüncedeki insanların birlikte ve karşılıklı saygı çerçevesinde
yaşayabileceğine, devletin genel hukuk düzeni ve disiplini korunarak, özel hukuk uygulamasının da
yürütülebileceğine güzel bir örnektir.
203
İSLAM DİNİ DİRİLİŞ DİNAMİĞİ
VE
STRATEJİK GÜÇ BİRLİĞİ DİSİPLİNİDİR.
Bütün mazlumlar dünyası ve özellikle Ortadoğu ve ülkemiz için İSLAM; Sadece manevi ve ahlaki
disiplin sağlayan bir din değil, aynı zamanda bir diriliş ve direniş dinamiğidir. Ve hele ülkemizin her yönden
kıskaca alındığı, kolunun ve kanadının kırılmaya çalışıldığı böylesine kritik bir süreçte, İslamiyet’in milletimiz
ve geleceğimiz açısından, hayati derecede gerekli ve stratejik bir önem taşıdığını fark edemeyen bazı askeri
ve siyasi yetkililerin… Marazlı Sivil örgüt ve Sendika temsilcilerinin; İmam-Hatip ve başörtüsü konusunda ve
YÖK kanununda sergiledikleri sorumsuz ve seviyesiz tavırların, sadece dinimize değil, aynı zaman da
devletimize karşı da bir suikast anlamı taşıdığını kabul etmemiz gerekir.
AKP’nin zevahiri kurtarmaya, teşkilat ve tabanını rahatlatmaya yönelik samimiyetsiz girişimleri de…
Buna karşın AKP’ye mazeret kazandırmak hatırına, ordumuzu din düşmanı göstermeye yarayacak bazı
asker demeçleri de; bırakın tarihi ve vicdani sorumluluk bilincinden… Hatta dünyanın gidişatını ve ülkemizin
çıkarlarını düşünüp değerlendirecek asgari bir şuur ve kavrama yeteneğinden bile, maalesef mahrum
olduklarını göstermektedir.
Tony Blair’in, Türkiye’ye gelip “AB’den tarih alabilmemiz için, ABD’nin isteklerine boyun eğmeniz,
Afganistan ve Irak’a asker göndermeniz gerekir” yolunda tembih ve tekliflerde bulunması…
Komünizmin yıkılışından sonra, İslam’ı düşman seçen NATO’nun bu yeni statüsüne resmiyet
kazandıracak zirve toplantısının İstanbul’a taşınması ve İslam alemine yönelik BOP projesi çerçevesindeki
kuşatma hareketinde Türkiye’nin taşeron olarak kullanılması…
Ve Genel Kurmay’ın İstanbul’daki zirvede, NATO’nun Afganistan ve Irak’a birer tugay asker
göndermemizi istemesi tuzağına karşı;
gafil yöneticilerin teslimiyetci tavrı, daha şimdiden hazırlıklara
başlaması; Açıkça ortaya koymuştur ki; mutlaka potansiyel değer ve dinamiklerini devreye sokup kabuğunu
kırması ve lider konumuna çıkması gereken Türkiye’mizin, bu körlenmiş beyinler ve köleleşmiş bireylerle,
artık yoluna devam edemeyeceği kesindir.
Ne demokrasi, ne bürokrasi… Ne Avrupa Birliği, ne çağdaşlaşma seferberliği… Bunların hiçbirisi, ne
ülkemizin güvenliğinden ne de milletimizin geleceğinden daha önemli değildir.
Bir zenci düşünürün: “Avrupalılar Afrika’ya geldiklerinde, onların İncilleri ve kiliseleri, bizim ise
arazilerimiz ve madenlerimiz vardı… Şimdi ise onların çiftlikleri ve maden atölyeleri vardır. Bizim elimizde ise
sadece İncillerimiz kalmıştır.” Dediği gibi.
Batılılar da; Bize laiklik ve demokrasi verip, karşılığında hürriyetimizi, haysiyetimizi, ülkemizi ve
geleceğimizi elimizden almaya çalışmaktadır. Ve bu yolda maalesef çok önemli ve tehlikeli mesafeler
almışlardır.
Artık solcu-sağcı, dinci-devrimci gibi farklılıkları bırakıp… Ülkücü, Milli görüşcü, Atatürkçü… Gibi
ayrılıkları aşıp ve barışıp, yeni ve Adil bir Medeniyet merkezi olacak Türkiye’yi bu badireden kurtarmamız
lazımdır. Yoksa batacak gemi ile birlikte hepimizin boğulması kaçınılmazdır.
 Türkiye’de misyonerlik faaliyetlerinin hız kazanması,
 Her tarafta kiliselerin açılması,
 AB’nin Kürtleri, Lazları, Çerkezleri de azınlık sayması,
 AB’nin 2001 ilerleme raporunda Alevi vatandaşlarımızın “Müslüman azınlık” diye tanıtılması,
 “Dinler arası diyalog” ve “Layt ılımlı İslam” safsatalarıyla beyinlerin bulandırılması çalışmalarını
yürüten dış güçlerle,
İmam-Hatiplere ve başörtülülere savaş açan içimizdeki işbirlikçilerinin, aynı karanlık merkezlerin kiralık
memurları olduğu açıktır.
İşte bunun için diyoruz ki; Kuvay-ı Milliye’nin, yeni kurtuluş mücadelesi mutlaka lazımdır. İnşallah zafer
204
müjdesi yakındır!..
Mustafa Kemal Atatürk’ün;
“Durumumuzu düzeltmek için, mutlaka Avrupa’dan öğüt almak, bütün işlerimizi onların arzusu
istikametinde yapmak ve her hususta onların peşine takılmak gerektiği” gibi yanlış ve hayırsız fikirler ileri
sürülmektedir. Hâlbuki, böyle, sadece yabancıların öğütleri ve projeleri ile yükselebilmek mümkün değildir.
Mali (ekonomik) bağımsızlık olmadan, siyasi ve milli bağımsızlık göstermeliktir.” (1922)
“Biz “gidişatımızı ve toplum hayatımızı yabancıların tavsiye ve takdirlerine uydurmak gerektiği”
görüşünü bir zillet ve zafiyet kabul ediyoruz.”
“Avrupa’nın en ileri devletleri, Osmanlı Türklerinin gerilemesi ve çökmesi sayesinde ortaya çıkmış ve
güç kazanmışlardır. Batılılar, bugün de, kendi çıkarlarını Türkiye’nin zararında ve hatta yıkılmasında
aramaktadır. Ve Türkiye’yi yıkma konusunda, kendi aralarındaki çekişmeleri bırakıp, ittifak kurmuşlardır.
Türkiye’yi uygarlaştırmak gibi bazı bahanelerle müesseselerimize, mekteplerimize, ticaret ve
sanayimize sızmışlardır.
Unutmayınız ki, himaye altına giren bir ülke gerçek hâkimiyetini kaybetmiş sayılır. Bağımsızlık ve
egemenlik bir bütündür. Siyasi, İktisadi ve içtimai her yönden bağımsız olmayan bir devletin geleceği
karanlıktır.”266
Şeklindeki kesin ve keskin uyarılarını göz ardı eden sahte Atatürkçülerin, AB’ye ve ABD’ye teslimiyet
yolundaki gayretleri de, tam bir karakter hamlığı ve kabiliyet noksanlığıdır.
İstanbul’u 3’e bölme planı Yapılıyor:
Yeniden Misak-ı Milli Dergisi'nin Konya Şubesi'nde düzenlenen, “Türkiye'de Misyonerlik Faaliyetleri”
konulu konferansta konuşan Türk Ortodoks Patrikhanesi Basın ve Halkla İlişkiler Sorumlusu Sevgi Erenerol,
“açılması gündeme gelen Heybeliada Ruhban Okulu'nda militan yetiştirilip, Anadolu'ya yayılacağını
açıklamıştır. Erenerol, "Yunanistan'da bir papaz okulu var, isteseler oradan öğrenci yetiştirip getirebilirler.
Ama amaç papaz yetiştirmek değil. Orası onların Osmanlı'dan beri harp okullarıydı, orada militan
yetiştiriyorlardı. Bu şekilde okulu tekrar faaliyete geçirip, Anadolu'nun her tarafına bu yetiştirdikleri papazları
göndermeyi düşünüyorlar. Bu şartlar altında, Türkiye Cumhuriyeti devletinin buna amin demesi mümkün
değil. Ne yazık ki son günlerde yurt dışı baskılarıyla, Avrupa Birliği'nin ilerleme raporlarında, Amerika'daki din
ilişkileriyle ilgili hazırlanan raporlarda devamlı ruhban okulu meselesi konu ediliyor. Resmen bir dayatma
başladı bu konuyla ilgili olarak. Türkiye'nin baskılardan kurtulması için AKP’li yetkililer okulu açmaya sıcak
bakıyorlar" diye yakınmıştır.
Fener Rum Patriği Bortholomeos'un Türkiye'nin başına sorun olmaya başladığını savunan Türk
Ortodoks Patrikhanesi Basın ve Halkla İlişkiler Sorumlusu Erenerol, "Bu adam sadece dine ihanet etmiyor.
Ortodoksların hepsini satıyor ve aynı şekilde Türkiye'ye de çok büyük bir sorun olmaya başlıyor. Şu ana
kadar kimse bu papaza sen ne yapıyorsun, ne yapmak istiyorsun diye soru soramadı. Son olarak emrivaki ile
yurt dışından 6 tane metropolit getirdi. Onun görüşeceği en yüksek devlet memuru Fatih Kaymakamı'dır.
Bırakın Fatih Kaymakamı'nı, İstanbul Valisi'ni bile dikkate almıyor. O direkt olarak ya başbakanla ya
Dışişleriyle görüşüyor. O da mecbur olduğu için, sorunlarını birine açması gerektiği için. Yoksa görüştüğü ya
Bush oluyor, ya Schröder, ya da Blair kendini devlet başkanı sanıyor."
Erenerol, İstanbul'un bir Amerikan çetesi tarafından üçe bölünmek istendiği iddiasında bulundu. Tansu
Çiller'in başbakanlığı döneminde, bu olayın basına da yansıdığını hatırlatan Erenerol, şunları söyledi:
"Amerika'nın başındaki çetenin bütün istediği, İstanbul'un üçe bölünmesi. Bir zamanlar elli milyar dolar teklif
etmişlerdi. İstanbul eğer üçe bölünürse, daha rahat idare edilir düşüncesindeler" diyerek önemli bir hıyanete
parmak basmıştır.
Son yıllarda yabancı dil öğrenilmesi için herkesin İngilizce'ye yönlendirildiğini belirten Erenerol,
"Sadece okullarda değil, mecliste bile milletvekillerine dersler veriliyor. Amaç, Türk insanının bilgili olması,
266
Bak: ATO. Vatanseverin el Kitabı:2 / Dünden Bugüne Kapitülasyonlar. Sh.127-130
205
lisanlar bilmesi değil. Yarın öbür gün efendiler emrettiğinde, biz köleler, onların emirlerini yerine getirirken
konuştuklarını anlayalım diye. Yüz yüzelli kelimelik İngilizce öğrenmek için mecbur ediliyoruz. Din de aynı
durumda. Onların bir tek dini var, oda madde ve menfaattir. Bütün insanlığı o dine yönlendirmektedirler."
Türk Ortodoks Patrikhanesi Basın ve Halkla İlişkiler Sorumlusu Erenerol, konferansta Trabzon'daki
Pontus faaliyetlerine değindi. Yunanistan'ın organize ettiği ekipler tarafından yıllarca Pontus faaliyetleri
yapıldığını, bunun önüne ise Jandarma Komutanlığı ekiplerinin geçtiğini söyleyen Erenerol, "Trabzon'daki
Pontus faaliyetleri, Yunanistan'ın özellikle organize ettiği ekiplerce yıllarca yapıldı. Meşhur bir yazar vardı,
Yorgo Andiaris. Bir yıl içerisinde kırkyedi kez Trabzon'a gidip geldi. Ancak kırksekizinci kez bizimkiler
uyanmışlar, sen niye gidip geliyorsun diye sormuşlar ve ondan sonra da müsaade etmemişler. Ama o, birçok
çocuğu kendi ülkesine götürüp devşirdi.” Diyerek yetkilileri uyarmıştır.
206
İSLÂM İLERİCİLİKTİR
Geçen yıllarda hava şehitlerini anma günü törenlerinde Kur'an-ı Kerim ve Türkçe mealini okutarak
hasretle beklenen "Milli özlem"e tercümanlık yapan bir Komutanımız "Kur'an dışı İslâm'a karşıyım. Kur'an
içindeki İslâm ise, hepimizin ulvi gücüdür" diyerek, mutlak ve ortak gerçeğimizi" dile getirmiştir.
Evet Kur'an dışı olan, Kur'an'ın hükmüne, hikmetine ve hedefine aykırı bulunan, ilimle ve insani
değerlerle çatışan, hiçbir düşünce ve davranış zaten İslâmi değildir.
Bu Komutanımızın samimiyetle ifade ve itiraf ettikleri gibi "Kur'an içindeki (veya Kur'anın paralelindeki)
İslâm ise hepimizin ulvi gücüdür" Kur'an'dan kaynaklanan, akıl, mantık ve medeniyetle uyuşan İslâm ise aziz
milletimizin manevi, ahlâki ve sosyal değer ve dinamiklerinin köküdür, kültürüdür.
Kur'an'ın bütün zamanları kuşatan nuruna ve ruhuna aykırı bulunan, insanlık tarihinin ortak birikimi
olan çağdaş şartlara ve standartlara uyum sağlayamayan, modern ve medeni hayatın çok gerisinde kalan,
ve zaten sadece Kur'an'la değil, ilmi ve akli kurallarla da çatışan bir anlayış, ya İslâm görüntülü bir "gelenek
dini" veya kasıtlı bir istismar vesilesi ve çıkar devşirmesidir.
“Kur'an'ın içindeki İslâm, hepimizin ulvi gücüdür" sözlerini, “Türkü-Kürdü, Alevisi-Sunnisi, solcususağcısı, köylüsü-şehirlisi, zengini-fakiri, askeri-sivili ile millet olarak hepimizin yeniden buluşması ve
barışması gereken manevi merkezlerinin başında Kur'an'ın kucaklayıcı şemsiyesi gelmektedir" şeklinde
yorumlamak ta mümkün ve münasiptir.
Komutanlarımızın bu hareketleri ve ifadeleri, ordumuz aleyhine oluşturulmak istenen kasıtlı ve
kışkırtıcı kötü imajlarının silinmesine ve ordu-millet bütünleşmesine katkıda bulunacağı için de oldukça
anlamlı ve önemlidir. Bu tür kuşkuları dağıtacak ve toplumu rahatlatacak açıklamaların diğer yetkililerce de
yapılması özellikle beklenmektedir.
Yine, geçen yıllar Harp Akademilerimizin hazırladığı bir raporda "Özelleşme perdesi altında devlet
imkanlarının yabancı sermayeye peşkeş çekildiğini" bildirmesi ve belgelemesi de, toplumumuzun ordu gibi
milli kuruluşlara karşı olan güvenini tazelemiştir.
Şimdi asıl konuya gelelim:
Evet, İslâm, hayatın kendisidir. Çünkü, Atatürk'ün de defalarca dile getirdiği gibi tabii ve fıtri olan bir
dindir. Her konuda en güzele ve en mükemmele doğru gelişmesi gereken hayatın rehberidir. İslâm, farklı din,
kesim ve kavimden, ama herkesi kucaklayan, eskimez ve evrensel prensiplerdir. İslâm'ın amacı: Ne
yozlaşmış kilise zihniyeti gibi "insanın tabii arzu ve ihtiyaçlarını körleştirip hayatı güdükleştirmek" ne de,
kabbalist Siyonistler gibi "Her şeyi madde ve menfaat planında düşünerek, şeytani arzuların kölesi haline
getirmek ve hayatı kirletmek" değil, madde ile mana arasında, ifrat ile tefrit ortasında mutedil bir hayat tarzını
insanlığa göstermektir.
Bu nedenle Müslümanlar tarih boyunca örnek medeniyetlerin öncülüğünü üstlenmişlerdir. Özellikle
şanlı ecdadımız adil devletler ve asil müesseseler meydana getirmişlerdir.
Ama Müslümanlar cihat (Din ve dünya saadeti için ciddiyetle çalışmak) yerine tembelliği, ilimde ise
araştırma ve içtihat yerine taklitçiliği tercih etmeye yani, milli savunma ve yerli kalkınma gayretlerini terk
etmeğe başlayınca, bugünkü geri kalmışlığın pençesine düşmüşlerdir. Bir asırdan fazladır çekilen bunca
zulüm ve zilletten sonra başlayan yeniden diriliş hamleleri, medeniyet ve hakimiyet yarışında öne geçme
gayretleri ise, bizleri sevindirmekte ve ümitlendirmektedir.
Ancak, maalesef hem hocalar ve ilim adamları arasından, hem tarikat ve tasavvuf erbabı arasından,
hem de diğer bazı hizmet grupları arasından çıkan bir takım "tutucu ve taklitçi" kişiler ve çevrelerin bulunması
da bizleri üzmektedir. Bütün Müslümanları ve farklı sahalardaki hizmet ve gayret erbabını tenzih ederek, ama
dinimize ve diriliş davamıza zarar veren birtakım "tutucu" unsurları da kabullenmemiz gerekmektedir.
Bilindiği gibi, İrtica: geriye dönmek. Hak dinin istismarına ve yozlaşmasına yönelmek… Taklitçilikle
geçmişe özenmek katı bir taassupla yeniliklere direnmek demektir.
"Yobazlık, kabalık ve softalık" taassupcuların genel karakterdir.
207
Bu gibilerde ilim akıl yerine, hurafe ve saplantı hakimdir. Kişileri veya ideolojileri tabulaştırma ve onları
"tartışılmaz ve dokunulmaz" kılmak bunların genel eğilimidir.
Devrim yobazları, kurtarıcı ve kahraman kişileri tabulaştırır. Solcu softaları, komünist liderleri ve
ideolojileri putlaştırır ve maalesef bazı Müslüman grupları da, şeyhlerini ya da hoca efendilerini "mason"
laştırır. Bazıları da kuru şekilcilikleri öne çıkarmak suretiyle, başkalarını dışlayıcı, kavgacı ve dayatmacı bir
tavır sergilemektedir.
Bütün peygamberlerin ve mücedditlerin, inkarcı müşrikler yanında bu "itirazcı ve inatçı taklitçiler" le de
uğraşmak zorunda kaldıklarını tarih haber vermektedir.
Daha önce Tevrat ve İncil'in aslını bozarak yozlaşan Yahudi ve Hristiyanlar gibi, zamanla bazı
Müslümanların da Kur'an'ın özünden Resulullah'ın izinden ayrılacaklarını ve din diye bid'at ve hurafelerle
uğraşacaklarını yine Kur'an ayetleri bildirmekte, ve bu gibilerin İslâm'ın aslına dönmelerini ve Allah'a
yönelmelerini istemektedir.267
Ayrıca pek çok hadislerde ve haberlerde, ahir zamanda gelmesi beklenen zatın, dinsizler ve zalimler
yanında bu gibi "inatçı gericilerle" uğraşmak zorunda kalacakları da özellikle ikaz ve işaret edilmektedir. 268
Hatta gerçek ilim ve dava önderlerine "bu kişi fetvaları çiğniyor, takva yolunu terk ediyor, günahlara
giriyor, dinimizi değiştiriyor" diye saldıracakları ve önemli sorunlar çıkaracakları bildirilmektedir.
Bu arada mütedeyyin (dindar) mü'minlerle, mürteci kimseleri de birbirinden mutlaka ayırmak
gerekmektedir. İnandığı gibi yaşamaya çalışan herkese "gerici" diye saldıran karanlık kafalılara da aldırış
etmemelidir.
Şimdi kör taassubun başlıca özelliklerini ayet ve hadislerle anlatmaya çalışalım.
1- Külfetçidirler
2- Taklitçidirler
3- Gayretsizdirler
4- Bit'atçidirler
5- Bencil ve bölücüdürler
6- Şekilcidirler
7- Dünyaya düşkündürler
1- Külfetçilik:
Tutucu ve taassupçu kesimler genellikle dini zorlaştırmaya, imandaki safiyeti ve ameldeki sadeliği
bozmaya çalışırlar. İslâm'ı yaşanmaz bir din ve taşınmaz bir yük haline sokarlar, bunları da çoğu zaman bir
fazilet zannederek ve yanlışlığını fark etmeyerek yaparlar.
Halbuki Kur'an-ı Kerim : "Allah'ın kullarına dinden bir zorluk olsun istemediğini" 269
"İnsanlara kapasitesinden (taşıyabileceğinden) fazla teklif yüklemediğini" 270
"İnsan zayıf yaratıldığından, Allah’ın zor teklifleri hafiflettiğini"271 açıkça beyan etmekte.
Hz.
Peygamber
ettirmeyiniz".272
Efendimiz
(sav)'
de
"Kolaylaştırınız,
güçleştirmeyiniz,
müjdeleyiniz,
nefret
"Dinde aşırılıktan sakınınız, çünkü sizden öncekiler işte bu yüzden helâka gitmişlerdir."273
talimatını vermektedir.
Hatta ilerici geçinen bazı sapıklar, dinde haram olan şeyleri helal ettikleri gibi, bazı kimseler de tam
tersine helal ve mübah olan şeyleri bile "haram ve günah" saymakla dini yozlaştırır ve zorlaştırırlar.
"Diliniz yalana alıştığı için rastgele, "şu haramdır, şu helaldir" diyerek Allah'a iftira
atmayın (ve dinin aslını bozmayın).274
267
268
269
270
271
272
273
274
Hadid : 16
Muhyiddini Arabi-Futuhatı-Mekkiye Kıyamet Alâmetleri: 186-187
Hac: 78
Bakara: 286
Nisa: 28
El-lu’luvel Mercan: 2/296
Ramuz-el – Ehadis: 1/176
Nisa: 116, Yunus: 59
208
"Ey mü'minler (sakın) Allah'ın helal ettiği temiz şeyleri haram kılmayın haddi de aşmayın. Doğrusu
Allah (c.c) aşırı gidenleri sevmez"275 ayetleri bu davranışları yasaklamakta ve şiddetle yermektedir.
"Takva perdesi ve tarikat terbiyesi" adı altında, aslında hayırlı ve yararlı olan ve peygamberlerimiz
tarafından bizzat yapılan ve tavsiye olunan bir çok spor ve eğlence bile haram kılınmış ve yapanlar şiddetle
kınanmıştır.
Elfaz-ı küfür (küfre sokan sözler) diye binlerce maddelik ve yüzlerce sahifelik kitaplar yazılmış ve "kafir
olurum!" korkusuyla bizzat, Kur'an'ın emrettiği, tefekkür ve tezekkür, (düşünme, araştırma, soruşturma
doğruyu bulmak için tartışma) yolları bile maalesef Müslümanlara kapanmıştır.
"Gece yatma donu ayrı, gündüz çalışma donu ayrı ve namaz kılma donu ayrı" gibi ne ayetlerde ne de
hadislerde bulunmayan gereksiz ve göstermelik zahmet ve külfetlerle, haşa Peygamberden takva olmaya
çalışılmıştır.
2- Taklitçilik:
Tutucuların diğer bir özelliği de taassup ve taklitçiliktir. İslâm'ı, Kur'an'da Resulullah'tan ve diğer temel
kaynaklardan öğrenmek zahmetine asla girişmezler. Anadan-babadan-atalardan ve hazır kalabalıklardan
görüp öğrendikleri gelenek ve görenekleri körü körüne takip ve tatbik ederler.
"Onlara, gelin, Allah'ın indirdiği (Kur'an'a uyun) denilince "hayır biz atalarımızın üzerinde bulduğumuz
şeye inanırız ve yalnız onlara uyarız" derler.” 276
Taklitçiliğin bir diğer şekli de bilim ve fikir adamlarının itikat ve ibadet dışındaki gelişen hayat ve
muamelatla ilgili kurum ve kurallar konusunda, kendi çağının sorunlarına ve standartlarına uygun olarak
verdikleri fetvaları "dinin temel ve değişmez kaynağı" zanneden kimselerin tutumudur. Bunların (din) dedikleri
sadece kendi şeyhlerinin ve hoca efendilerinin sohbetlerinden ve eserlerinden ibarettir. Kur'an'a ve temel
kaynaklara dönerek bugünkü şartlara ve ihtiyaçlara uygun yeni ve yeterli çözüm ve çareler üretme
girişimlerine "mezhepsizlik, reformistlik" diye peşinen tepki gösterirler. Bunlara göre içtihat kapısı kapanmıştır
ve gereksizdir.
Ve zaten bunlar için "din" toplum ve ticaret çoktan çekilmiştir. Bunların İslâm diye bildikleri, sadece
adet haline getirilen bir takım ibadetler, mevlit ve cenaze gibi göstermelik merasimler ve kurs/dershane gibi
sadece kendi mensuplarına yönelik birtakım hizmetleridir.
Bunların din anlayışında, İslâm'ın vazgeçilmez iki temel dinamiği olan "cihat ve içtihat" kavramları
unutulmuştur. Yani Milli Savunma ve yerli kalkınma gayretleri yoktur.
Bütün kurum ve kuralları zulüm ve sömürü üzerine biçimlenmiş ve tüm insani değer ve doğruları
dışlayarak şekillenmiş bir dünya düzeni ile uzlaşarak dindarlık rolü oynarlar.
Ve hatta din istismarlığına devam edebilmek için adil bir dünya düzeninin kurulmasına bile, çeşitli
bahanelerle karşı çıkarlar ve İslâm düşmanlarıyla rahatlıkla uyuşur ve anlaşırlar.
Taklitçiliğin bir diğer biçimi de Emevi, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı gibi asırlar öncesi şartlar için
hazırlanmış ve uygulanmış devlet ve hükümet modellerinin bugüne aynen tatbikini istemektedir. Onlar şeriat
diye bugünkü ekonomik, siyasi, sosyal ve ahlâki sorunlara çare olmayacak "tarihi modelleri" hayal
etmektedir. Böylece hem İslâm'ın yanlış anlaşılmasına hem de insanların Kur'an'dan ürküp kaçmalarına
sebebiyet verilmektedir.
3- Dini Gayretsizlik:
Taassupçular genellikle ya "korkak, pısırık ve nemelazımcı", yada tam tersine "saldırgan, kaba ve
dışlayıcı" olarak ifrat ve tefrit gibi aşırılık psikolojisinden bir türlü kurtulamazlar. Ama genellikle perde
arkasından hain ideolojilerle anlaşırlar ve hakiki hizmet ve harekete karşı ortak tavır alırlar.
Bunlar haktan ve halktan taraf değil, devamlı suçludan ve batıldan yanadırlar. Evet, devletler ve
şirketler arasında siyasi ve ticari anlaşma ve işbirliği caiz olmakla beraber, bize düşmanlık besleyen dış
güçlere ve yerli sömürü çevrelerine ve bunların kurduğu teşkilatlara ve sistemlere "güvenmek ve bunların
275
276
Maide: 87
Bakara: 170, Lokman: 21
209
emrine girmek" bizzat Kur'an tarafından yasaklanmışken ilerici geçinen bazı gerici tipler, siyonist ve
emperyalist güçlerin dostluğunu kazanmak için can atarlar ve kendilerini" Müslümanlar zayıf ve çaresizdir.
İslâm'ın küfre galebe çalması imkansız gibidir. Velhasıl devran ve şartlar aleyhimizedir. Bu sebeple başımıza
bir felaket gelmesin diye süper güçlerin himayesine girmemiz gerekir" şeklindeki safsataları savunurlar. 277
Şeytana uyarak akraba düğününde bir şişe içki içene düşman kesilirler ama içkinin fabrikasını kurup
reklamını yapanlara övgü düzerler!..
Milletimizin huzuru ve kurtuluşu için bazı mazeret ve mecburiyetler sonucu bile olsa, yapılan basit
hataları en büyük günah sayarlar, ama fuhuş patroniçelerine madalya takanlara destek verip saygı
gösterirler!..
Kur'an'ın kelamını ezberletir, kalıplaşmış bazı dini bilgileri ders verirler ama İslâm ahlakına Kur'ani
kurallara düşman olanları hoş görürler ve onlarla işbirliğine girişirler!..
Dünya dengelerinin ve ülke yönetiminin, inancımızın ve insanlığın lehine değişmesi konusunda hiçbir
riske girmezler ve gayrete gelmezler.
Ve bu talihsiz teslimiyetlerini "takdire rıza ve tevekkül" şeklinde takdim ederler. Bunların safdil başlıları
da "efendi böyle buyurmuşsa mutlaka bir hikmeti vardır" diye düşünürler.
4- Bid'atçilik:
Tutucular, İslâm'ın saf ve sade yapısını bid'atler ve uydurma adetlerle bulandırırlar. "Çeşitli teferruatları
ve ruhsuz tatbikatları" dinin esasıymış gibi tutarlar.
"Size ne oluyor, nasıl hüküm veriyorsunuz (ve bunları nerden uyduruyorsunuz?)"
Yoksa (Kur'an'dan başka) bir kitabınız var da bunları ondan mı okuyorsunuz? 278 ayetleri bu gibileri
uyarmaktadır.
Bid'atçı gericilerin bir özelliği de İslâmi emir ve hükümlerin önem ve öncelik sırasını değiştirmektir. Mali
ve bedeni yönden fedakârlık gerektiren cihat (milli savunmaya katılma ve manevi değerleri koruma) ve zekat
gibi ibadetleri terk ve ihmal edip, risksiz ve zahmetsiz bazı hizmetler sıkça tekrar edilir. Yani bunlar nafileleri
işlemekten farzlara vakit bulmayan tiplerdir.
"Onlar ki Kur'an'ı bölük bölük ettiler" 279
"İnsanlardan kimisi de Allah'a sadece (kolayına gelen) bir yönden ibadet eder"280 ayetleri bu durumu
haber vermektedir.
5- Bölücülük ve Bencillik:
Din istismarcılarının yanlış ve yıkıcı bir tavrı da, grup ve fırka taassubundan kurtulup, bir türlü "millet ve
vahdet" şuuruna erememişlerdir.
"Siz insanlık için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz"281 ayetinde ifade edilen... Yalnız Müslümanlara
değil bütün insanlığa hizmet edecek adil bir dünya medeniyeti kurmak yolundaki çalışmalara ilgi ve iltifat
etmezken, sadece kendi meşrep ve mensuplarına yardım ve yakınlık göstermeleri bu bencilliğin ve
bölücülüğün bir alâmetidir. Bunların bazıları kendi mezhep ve meşreplerinden olmayanları ikinci sınıf
Müslüman görecek kadar ileri gitmektedir. Hatta kendilerinden olmayanları kafir sayanlar bile görülmektedir.
"Sonra aralarında gruplar, fırkalar çıktı ve kendi aralarında ihtilafa düştüler." 282
"Fakat insanlar din işlerinde aralarında parça parça oldular. Ve her bölük kendi tuttuğu yolun en doğru
olduğunu sanıp ferahlanmaktadır"283 ayetleri bunların durumunu bildirmektedir.
Bunlar kendi grup ve meşrep menfaatlerini milli menfaatlerin ve Müslümanlara ait meselelerin üstünde
görmektedirler. Bu nedenle kendilerine özel menfaat sağlayan, ama diğer yandan dinlerini ve milli
277
278
279
280
281
282
283
Bak: Maide 51-52 tefsiri
Kalem: 36-37
Hicr: 91
Hac: 11
Ali İmran: 110
Zuhruf: 65
Ali İmran: 85
210
menfaatlerine saldıran ve Müslümanlara zulüm yapan kişileri veya kuruluşları baş üstünde gezdirirler.
6- Şekilcilik:
İslâm dini;
1- Bir kadın ve erkek için, vücutlarının öngörülen kısımlarını gizleyecek rahatlıkta bulunmak
2- Kendisini kasıtlı olarak onlara benzetecek veya öyle zannettirecek, gayri müslimlere ve müşriklere
ait özel dini kıyafetler olmamak şartıyla, her iklimde, her ülkede, her mevsimde ille de aynı tip aynı model
elbise giyilecek diye bir mecburiyet getirmemiştir.
Bugün okullarda ve resmi kurumlarda başörtülü kızlarımıza yapılan haksızlık ve hakaretler ne derece
vahşilik ve gericilik ise, sanki farzmış gibi herkese şalvar ve cübbe giydirmeye, çarşaf yerine pardösü veya
başka bir elbise ile örtünenleri günah işlemiş gibi yermeye kalkışanlar da bu denli yanlış içindedir.
Ve zaten taassubun belirgin bir özelliği de şekilciliktir. Tavır ve hareketlerinde olsun, kılık ve
kıyafetlerinde olsun, hatta hizmet ve ibadetlerinde olsun devamlı "göstermecilik ve şekilcilik" hakimdir.
"Herkes tarafından fark edileyim, dikkatleri üzerime çekeyim, hep kendimden bahsettireyim, her yerde
hürmet ve rağbet göreyim, maneviyat ve keramet ehli bilineyim" düşüncesi bunların asıl hedefidir.
Yani görünüşte hakka tapan, gerçekte ise halka gösteriş yapan kimselerdir. Zevahircilik ve şekilcilik
bunların ortak niteliğidir. Bir Müslüman kendi anlayışına ve bakış açısına uygun olarak Efendimizin giydiği
kıyafetleri tercih edebilir ve bunu bir fazilet olarak değerlendirebilir. Ancak bunu dini temel kuralıymış gibi
davranması ve dayatması böyle giyinmeyenleri dışlaması ve suçlaması yanlış ve yersizdir. Ve hele İslâm'ın
yanlış anlaşılmasına yol açacak ve insanları ürkütüp kaçıracak hareketleri mutlaka terk etmelidir.
Hatta bazıları, Aleyhisselatü Vesselam Efendimizin kılık kıyafetle ilgili hiçbir yenilik ve devrim
yapmadığını "coğrafi şartlarla uyuşan, örf ve adetlerle oluşan, ekonomik ve sosyal gelişmelerle olgunlaşan"
bu gibi kıyafet ve adetleri aynen taklit etmenin en büyük takva ve tebliğ olduğunu zannetmektedir. Gerçi bazı
Müslümanların bu konudaki gayreti biraz da bazı hükümetlerin çağdaşlık adına dayattığı türlü kıyafet
şekillerine, açık saçıklığı ve ahlaksızlığı bir nevi teşvik etmesine karşı gösterilen tabii bir tepkidir.
Bazı kimselerde medeni dünyanın ortak kıyafeti halini alan ceket ve pantolonu giyip kravat
takmamakla kahramanlık ve farklılık fantezisi sergilemektedir.
Bu gibiler; İslâm'ın özü olan "iman, ihlas, güzel ahlak, dürüstlük, şefkat, merhamet, adalet ve dini
gayret" gibi duygu ve değerlere ise pek önem vermemektedir.
7- Dünyaya Düşkünlük:
Bu tiplerin diğer bir özelliği de maddeperestlik ve dünyalık menfaatlerine aşırı düşkünlükleridir. Makam
ve menfaat için her türlü mukaddeslerini rüşvet verirler. Bunlar ahiret ehli görünseler de gerçekte beleşçi ve
dilenci tipleridir.
"(Bile bile) dünya hayatını (ve menfaatini) ahirete tercih ederler. Bu yüzden (çevresindekilerini) Allah
yoluna çevirmeye (ve zalim yöneticileri desteklemeye) ve İslâmi hükümleri eğip bükmeye gayret ederler. Ve
işte bunlar derin bir sapıklık içindedirler"284 ayeti bunların içini dışa dökmektedir.
Sonuç:
a- Bu tür tutucu ve gerici davranışlar, İslâm düşmanlarının ellerine, aleyhimize kullanacağı bazı kozlar
vermektedir.
b- Safiyet ve samimiyetle tövbe edip İslâm'a dönmek ve artık düzenli bir hayat sürmek isteyenlere kötü
ve katı bir örnek teşkil etmektedir ve ürkütmektedir.
c- Bunlar yüzünden bazı marazlı ve münafık çevreler, bütün Müslümanlar çağdışı ve mürteci diye
hakaret etmektedir.
d- Böylesi kaba ve katı davranışlar, ürkütülen kalabalıkların irşadını ve ıslahını da güçleştirmektedir.
e- Ve bütün bunlar sonunda ilmi, İslâmi ve insani bir huzur ve hürriyet döneminin kurulmasını
geciktirmektedir.
284
İbrahim: 3
211
f- Ve böylece bilerek veya bilmeyerek zalim yönetimlerin ve bozuk zihniyetlerin devamına ve halkın
sefalet ve esaret altında kıvranmalarına neden olmak gibi büyük bir günaha girilmektedir.
Öyle ise İslâm'ın ve insanlığın aleyhine olacak katı, kaba, dışlayıcı ve suçlayıcı davranışlardan uzak
durup, Kur'an'ın evrensel prensiplerine, ilerici ve yol gösterici özelliklerine bağlı kalmamız, herkesi kuşatıcı ve
her kesimi kucaklayıcı ekonomik, siyasi, ahlâki ve sosyal her soruna yeterli, tutarlı çözüm yolları arayıcı bir
tavırla insanların karşısına çıkmamız gerekir.
Zira Kur'an'i kurallar da, bu kuralların hayatın her safhasında tatbikatını amaçlayanlar da, her zaman
öndedir, örnektir ve bizlere de ilericiliği emretmektedir.
Yüce dinimiz bize ifrat ve tefritten uzak bir "orta yolu" göstermekte, fitne çıkarmamak ve herkesin temel
insan haklarına saygılı bulunmak şartıyla farklı din ve düşünceden herkesle birlikte barış içerisinde
yaşamamız gerektiğini öğretmektedir.
212
FİRAVUN SİSTEMİNİN AKTÖRLERİ KİMLERDİR?
İnsanlık tarihinde acı örnekleri sık sık görülen ve bugün de yeryüzünde acımasızca sürdürülen,
zulüm ve sömürü düzenlerini daha yakından tanıyabilmek ve yeterli tedbirleri alabilmek için, Kur’an’ın
özellikle ve önemle
üzerinde durduğu “Firavun sistemini” iyi
bilmemiz
gerekmektedir. Ahirzaman
Firavunlarını hadisler, süfyan ve Deccal diye tarif etmektedir. Hz. Mehdi ise Decccal düzenlerini ve Firavun
sistemlerini yıkmak ve insanlığı huzura kavuşturmakla görevlidir.
Kur’an-ı Kerim’deki
anlatılan şahsiyet
Düzeni”nin
beş
ilgili
ayetler dikkatle incelendiğinde ve çeşitli
ve zihniyetlerle
ayrı unsurun
alakalı
parçalar, bütün
ittifak ve işbirliği
ile
halinde
oluşmuş
surelerde değişik
bir araya
bir zulüm
cepheleri
getirildiğinde “Firavun
ve sömürü
sistemi olduğu
görülecektir.
Bu beş unsurdan:
1- Firavun: Siyasi istibdadı ve zorba bir rejimi,
2- Karun: Ekonomik sömürü düzeni olan kapitalizmi,
3- Haman: Makam ve menfaat uğruna zalim yönetimlere uşaklık yapan bürokrasiyi,
4- Bel’am: Bunların keyfine ve küfrüne alet olan din adamlarını ve ilim erbabını,
5- Sihirbazlar ise, halkın gözünü boyayan medya mensuplarını temsil etmektedir.
Firavun, Karun ve Haman Ankebut Suresi 39. Ayette birlikte zikredildiği gibi daha bir çok süre ve
ayetlerde de ayrıca anlatılır.
Bel’am ise Kur’an’da ismen zikredilmemekle beraber Araf Süresi 175 ve 176. ayetlerinde anlatılan
şahsın Beor oğlu Bel’am olduğunu hadislerden ve tefsir haberlerinden öğreniyoruz. 285
FİRAVUN, çeşitli
yollarla
siyasi
iktidarı
eline alan, kuvveti
üstün tutan ve hükümet
gücünü
zorbalıkla kullanan, “Kuralları krallar koyar, kanunları beş-on kişi yapar ve herkes mecburen ona uyar”
düşüncesini savunan zalim idarecilerin ve putlaştırılan kişilerin tipik bir örneğidir.
Bunun için Firavun, “Ben sizin için, benden başka ilah (kanun koyucu) bilmiyorum.” 286 diyordu.
“Ben sizin en yüksek Rabbinizim (hayat sisteminizi tanzim ve sizi dilediğim gibi terbiye ediciyim)”
diye övünüyordu.287
KARUN ise,
Firavun’un
sayesinde, ihtikar, karaborsa, faiz,
rüşvet, vurgun ve soygun yoluyla
zenginleşen, halkın emeğini ve servetini gayrı meşru yoluyla sömüren ve semiren bir kapitalist zengin
tipidir. Karun bu sınırsız serveti kendisine kazandıran rejimi seviyor ve savunuyor, Firavun da devamlı
onu koruyor ve kolluyordu.
Ankebut Süresi 39. ayette Karun’un Firavun’dan
önce
zikredilmesinde, kapitalist sömürü
sistemlerinde, "sermayenin siyasete hakim olduğuna" bir işaret vardır.
HAMAN’a gelince o, dünyalık makam ve menfaat uğruna Firavunlara vezirlik, bakanlık, genel
müdürlük yapan ve onların zulmüne alet olan bürokrat kesimini temsil eder.
Bu tipler arasından çıktıkları inançlı insanları görünce, “Bizi yanlış anlamayın. Makam ve mevkide
gözümüz yok, sadece sizlere hizmet verebilmek için bu batıl partilerde ve zalim yönetimlerde görev
alıyoruz.” derler.
Aslında, İslâmi hüviyet ve haysiyetlerini, yüksek maaş ve memuriyet aşkına rüşvet verirler.
BEL’AM’a gelince, bunlar din adamı ve ilim erbabı sıfatıyla insanları aldatan “din ayrı, dünya ayrı”
safsatasıyla Müslümanları
siyasi, sosyal
ve ekonomik girişimlerden uzaklaştıran ve böylece Firavun
sisteminin yürümesini kolaylaştıran kimselerdir. Bunlar din alimi, diyanet görevlisi, tarikat şeyhi, meşrep
ağabeyi veya üniversite hocası, köşe yazarı gibi pozisyonlarla ortaya çıkarlar...
“Bu dünyanın Müslümanın zindanı, zalimlerin meydanı” olduğunu çarpıtarak anlatırlar. Ve insanları
285
286
287
Tefsir-i Mücahit, Katar 1396. İmam Kurtubi el- Cami li -Ankamü’l-Kur’an, Kahire 1967 (3. Baskı) c.7, sh. 320
Kasas: 38
Naziat: 24
213
uyutmaya çalışırlar. Müminlerin ahiret ve cennet
için çalışmalarını, siyaset ve devlet
işlerine
karışmamalarını savunurlar. Siyasetin dışında kalmayı en büyük meziyet sayarlar... Hakkı hakim kılmak ve
adil düzeni kurmak ve insanları refaha ulaştırmak için, siyasi hizmet ve gayret içinde olanları “istismarcı ve
fesat çıkarıcı” olarak suçlarlar. Aslında kendileri İslâmın sahtesini sattıkları için, gerçek İslâm düzeninin
kurulmasından pek çok korkarlar...
Bunun için de faizci, kumarcı, içkici ve fuhuşçu mason partileri desteklemekten geri durmazlar.
Bel’amlarla ilgili ayet-i kerime bunları çok iyi anlatmaktadır:
“(Ey Resulüm) Onlara o kimsenin (Bel’am’ın) haberini de oku ki, biz kendisine ayetlerimizi vermiştik
de, O bunları kötüye kullanmış, şeytan da onu arkasına takmış ve aldatmış ve böylece azıp sapanlardan
olmuştu.
Eğer dileseydik (Bel’am gibileri verdiğimiz nimet ve faziletlerin kıymetini bilseydi) o kimseyi bu ilimle
yükseltir ve şereflendirirdik. Fakat o (bunları
dünya
rahatı ve menfaati
için kötüye
kullandı) Arza
(aşağılığa) saplandı ve nefs-ü hevasına kapıldı.
İşte onun misali o (kuduz) köpeğin haline benzer ki, eğer üzerine varırsa dilini sarkıtıp solur veya
kendi haline bıraksan da yine dilini uzatıp solur. (Ne müminler yanında kıymeti kalır, ne zalimler katında
rağbet bulur...) İşte ayetlerimizi (Hak dinimizi ve adalet düzenimizi) yalanlayan ve yanlış sayanların hali
böyledir.
Sen bu kıssayı onlara anlat. Olur ki gereği gibi düşünür (ve gerçeği görürler)..” 288
SİHİRBAZ’lar ise, yazıları ve yorumlarıyla olayları çarpıtan, karalama kampanyalarıyla Milli güçleri
ve yerli gelişmeleri yıpratan, sömürücü sermaye baronlarını ve mason uşaklarını kurtarıcı ve kahraman
yapan bir kısım medya mensuplarıdır.
Firavunun sihirbazları bir takım numaralar ve hokkabazlıklarla halkı
oyalıyor ve Firavuna
köle
yapıyorlardı.
Bugünün Medya sihirbazları
sahtekarlıklarla
çağdaş
da, gazete sütunlarında
Firavunların ve sömürücü
ve Televizyon ekranlarındaki
karunların zulüm saltanatını
saptırma ve
ayakta tutmaya
çalışmaktadırlar.
İşte bu beşli belanın, önder şahsiyetlere ve milli siyasete karşı şeytani ittifakları, gerçek durumlarının
ortaya çıkması ve sömürü saltanatlarının yıkılması telaşındandır.
288
Araf Süresi 175, 176
214
DİNSİZLİK DİNİ VE SOSYAL TAHRİBİ
VE HAYATIN HAKİKATİ
Bu başlığı o kuduğunuz zaman belki de kendinize "Dinsizliğin Dini" ne demek diye sormuş olabilirsiniz.
Çünkü birçok insana göre din kavramı sadece Allah'ın vahyine dayalı kutsal dinleri içermektedir. Veya "batıl"
din olarak bilinen bir kısım inançlar vardır ki; bunlar da Budizm, Hinduizm gibi öğretilerdir. Dinsizlik ise,
adından da anlaşılacağı gibi, din ahlakını bütünüyle reddeden, Allah'ın varlığını inkar eden bir anlayıştır.
Fakat şu an dünya üzerinde "din" olarak adlandırılmayan, ama aslında adeta bir din gibi benimsenmiş
olan başka inanç sistemleri de mevcuttur. İşte biz bu nedenle, dünya üzerinde hakim olan materyalizm,
komünizm gibi ideolojileri, bunların kendilerine sözde bilimsel dayanak olarak gördükleri Darwinizm'i ve
bunların dışında da dinsizliğe dayalı tüm sistemleri "dinsizliğin dinleri" olarak tanımlıyoruz. Çünkü bu
ideolojiler, inançlarıyla, uygulamalarıyla, günlük hayata yönelik kurallarıyla maalesef “dinsiz bir din” halini
almışlardır. Her birinin adeta ilah olarak gördükleri önderleri, her bir kelimesini ezbere bildikleri ve asla
değiştirilemeyecek birer gerçek olarak kabul ettikleri kitapları vardır. Bu sahte dinler çok büyük bir hızla
yayılmakta, takipçilerinin sayısı günden güne artmaktadır. Çünkü bunların peşinden gidenler "dinsizliğin
dini"ni hakim kılmak için çok ciddi bir çaba içindedirler. Kitaplar yazarak, makaleler yayınlayarak, sürekli bu
batıl dinlerin tebliğini yaparak hak dine karşı mücadele etmektedirler.
Dinsizlik dinini savunanların karşılarındaki en büyük engellerden biri ise, Allah'ın inanan kullarına bir
rehber olarak indirdiği vahyi, yani Kuran-ı Kerim'dir. Kuran'da, sözünü ettiğimiz batıl dinlerle yapılacak olan
mücadele tarif edilmekte ve bu şerefli görev inananlara verilmektedir.
İşte bu noktada Allah'ın vahyine uyan samimi Müslümanların üzerine çok büyük bir sorumluluk
düşmektedir. Bu batıl dinlerin geçersizliğini anlatma hizmetini üzerine alacak, bu uğurda çok ciddi bir şekilde
çaba sarf edecek, elindeki tüm imkanları bu yolda kullanacak inançlı kişilere ihtiyaç duyulmaktadır.
Geçtiğimiz 20. yüzyılda ve içinde bulunduğumuz dönemde, dinsizlik dini belki de tarihte ilk defa bu
kadar fazla yayılma imkanı bulmuştur ve bu dinin bağlıları da Allah'ın Kuran'da bildirdiği gibi "hakkı batıl ile
geçersiz kılmak için"289 mücadele vermektedirler. Bu nedenle de özellikle bu dönemde, Kuran'da tarif edilen
bu şerefli mücadele içinde yer almak, dinsizliğin dininin tüm dayanaklarını fikri anlamda geçersiz kılmak çok
büyük bir önem taşımaktadır.
Allah bu şerefli görevi üstlenen kullarına çok önemli bir müjde de vermiştir. Kuran'da, "Hayır, Biz
hakkı batılın üstüne fırlatırız, o da onun beynini darmadağın eder. Bir de bakarsın ki, o, yok olup
gitmiştir. (Allah'a karşı) Nitelendiregeldiklerinizden dolayı eyvahlar size." 290 ayetinde haber verildiği
üzere, batıl mutlaka yok olacaktır.
Dinsizliğin Dinleri: Materyalizm ve Darwinizm
M addecilik ya da günümüzde kullanılan adıyla materyalizm, tarihin çok eski dönemlerinden beri var
olan fikir sistemlerinden biridir. Materyalizm, tek gerçek varlığın madde olduğunu savunur. Bu batıl anlayışa
göre madde ezelden beri vardır ve sonsuza kadar da varlığını sürdürecektir. Materyalizmin en önemli özelliği
ise bir Yaratıcı'nın varlığını ve her türlü dini inancı reddetmesidir. Yeryüzünde dinsizliği kendine temel
prensip edinen pek çok akım, ideoloji ve fikir sistemi bulunmaktadır. Ancak materyalizm, dini inkar eden bu
akımların büyük bir bölümünün temelini oluşturur. Diğer bir deyişle dinsizliğin en etkin dini materyalizmdir.
Maddeci anlayışa, Sümerlerden, eski Yunan dinlerine kadar tarihin her döneminde rastlanmıştır.
Ancak bu batıl inanış asıl olarak 19. yüzyılda yaygınlaşıp, yerleşik bir fikir sistemi haline gelmiştir. Çok büyük
bir hızla yaygınlaşan bu maddeci anlayışın önünde her zaman için önemli bir engel bulunmuştur. Maddenin
ezeli olduğunu iddia eden materyalizmin önündeki bu büyük engel, "evrenin ve canlılığın nasıl meydana
geldiği" sorusudur.
289
290
Kehf: 56
Enbiya: 18
215
Aynı yüzyıl içinde, Charles Darwin'in ortaya attığı evrim teorisi, materyalistlerin önünde bir engel teşkil
eden bu soruya tam da onların aradıkları -ama aslında hiçbir geçerliliği olmayan- cevabı vermiştir. Darwin'in
ortaya attığı asılsız teoriye göre cansız maddeler kendi kendilerini rastgele gelişen bazı olaylarla organize
etmişler ve bunun sonucunda ilk hücre tesadüfen var olmuştur. Ve Darwinizm'e göre yeryüzündeki canlıların
tümü, bu ilk hücrenin tesadüfler sonucunda evrimleşmesiyle meydana gelmiştir.
Darwin, bu iddialarıyla aslında bilim tarihindeki en büyük yanılgının mimarıdır. Hiçbir somut bilimsel
bulguya dayanmayan teorisi, kendisinin de kabul ettiği gibi sadece bir "mantık yürütme"dir. Hatta Darwin'in,
Türlerin Kökeni isimli kitabındaki "Teorinin Zorlukları" başlıklı uzun bölümde itiraf ettiği gibi, evrim teorisi
birçok önemli soru karşısında çaresiz kalmıştır.
Yine de Darwin, bilim geliştikçe teorisinin önündeki bu zorlukları aşabileceğini ve yeni bilimsel
bulguların teorisini güçlendireceğini ummuştur. Bunu da kitabında sık sık belirtmiştir. Ancak gelişen bilim,
Darwin'in umutlarının tam aksine, teorinin temel iddialarını birer birer dayanaksız bırakmıştır. Öyle ki evrim
teorisi bugün, lehinde yürütülen tüm propagandalara rağmen, Avustralyalı ünlü moleküler biyolog Michael
Denton'ın Evolution: A Theory in Crisis (Evrim, Kriz İçinde Bir Teori) adlı kitabında vurguladığı gibi "kriz
içinde bir teori"dir.291
Ancak 19. yüzyılda evrim teorisi ile ilgili bilimsel gerçekler bilinmiyordu. Ve kendilerine bilimsel bir
destek arayan materyalistler için bu teori kaçırılmayacak bir fırsattı. Çünkü Charles Darwin, teorisine
dayanarak bir Yaratıcı'nın varlığını inkar ediyordu. O dönemde insanın başıboş tesadüflerin etkisiyle cansız
maddelerden oluştuğu iddiası, materyalistlerin en fazla duymak istedikleri şeydi.
Evrim teorisine getirdiği eleştirilerle ve yayınladığı kitaplarla akademik çevrelerde çok saygın bir yere
sahip olan Chicago Üniversitesi profesörlerinden Phillip Johnson, evrim teorisinin dinsiz fikir akımları için
taşıdığı önemi şöyle açıklamaktadır:
… Darwinizm'in kabul edilmesi Allah'ın varlığının inkar edilmesi anlamına geliyordu ve sonuç olarak
Allah'ın vahyine dayalı dinin yerine evrimsel natüralizme dayalı yeni bir inanç oluşturuldu. Bu yeni inanç
sadece bilimin değil, hükümetlerin, hukukun ve ahlakın da temel inancını oluşturdu, modernizmin temel dini
felsefesi sayıldı.292
Peki Phillip Johnson'ın yukarıdaki sözleriyle de ifade ettiği bu dinsiz felsefenin sahiplerinin gerçek
amaçları nedir?
Allah'ın varlığını ve din ahlakını inkar eden bir toplum oluşturmak isteyen materyalistler, insanın,
karşısında kendisini sorumlu hissedeceği bir varlık olmadığını iddia ederler. Kendi çarpık anlayışları
nedeniyle, insanın başıboş ve sorumsuz olmasını ve hiç kimseye hesap vermek zorunda olmamasını isterler.
Materyalistlerin bu cahilce tutkusu, materyalist bir bilim adamı tarafından şöyle özetlenmektedir:
İnsan, evrende anlama kapasitesine ve potansiyeline sahip tek varlıktır. Ama bilinçsiz ve akılsız
maddelerin bir ürünüdür. Böylece dünyaya gelişini kendisi başarmış olan insan, sadece kendisine karşı
sorumludur.293
Yukarıdaki alıntıda ifade edilenin ne kadar mantıksız bir çıkarım olduğu, akıl ve vicdan sahibi her
insanın rahatlıkla anlayabileceği bir gerçektir. Bu sözlerin sahibi olan materyalist bilim adamı, insanın
dünyaya gelişinin kendi başarısı olduğunu iddia etmektedir. Oysa açıktır ki insan dünyaya gelişinin hiçbir
aşamasında irade kullanmamış ve karar yetkisine de sahip olmamıştır. Allah insanı yeryüzünde kusursuzca
var etmiştir. Ama tarih boyunca materyalist zihniyetin kendini "sorumsuz" hissetme tutkusu, onu bilinçsiz ve
akılsız maddelerden bilinçli ve akılcı planlamalar bekleme hezeyanına sürüklemiştir.
Ayrıca şunu da hatırlatmak gerekir ki, dinsizlerin yukarıda ifade edilen bu başıboş ve sorumsuz
bırakılma istekleri sadece 19 ve 20. yüzyılda yaşayan materyalistlere ve evrimcilere ait değildir. Allah
Kuran'da geçmiş topluluklarda da aynı düşünce yapısına sahip insanların bulunduğunu şu şekilde bildirmiştir:
Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis, London: Burnett Books, 1985
Phillip E. Johnson, Defeating Darwinism Intervarsity Press, 1997, s.99
293 George Gaylord Simpson, Life of The Past:An Introduction to Paleontology, New Haven: Yale University Press, 1953
291
292
216
İnsan, 'kendi başına ve sorumsuz' bırakılacağını mı sanıyor? Kendisi, akıtılan meniden bir damla su
değil miydi? Sonra bir alak (embriyo) oldu, derken (Allah, onu) yarattı ve bir 'düzen içinde biçim verdi.'
Böylece ondan, erkek ve dişi olmak üzere çift kıldı. (Öyleyse Allah,) Ölüleri diriltmeye güç yetiren değil
midir?294
Allah insanı bir damla sudan yaratmış ardından ayetlerde de bildirildiği gibi ona "düzen içinde biçim
vermiş"tir. Yani insanın kendi varlığı hakkında herhangi bir karar yetkisi yoktur; çünkü yaratılmıştır. Ama
Allah'ın bu apaçık lütfuna rağmen kimi insanlar -yukarıdaki örnekte görüldüğü gibi- kendi iradeleriyle
yeryüzünde bulundukları ve "başıboş" oldukları iddiasında bulunabilmektedirler.
Maddeci fikir sistemlerinin ve evrim teorisinin "sorumsuz, başıboş insan özlemi", günümüzde de
toplum yapısına, bilim ve fikir dünyasına hakimdir. Bu sebeple manevi değerleri hiçe sayan, toplumdaki dirlik
ve düzeni sağlayan tüm ahlaki değerlere karşı savaş açan bu çarpık anlayışın bir sonucu olarak, giderek
artan bir hızla ahlaki dejenerasyona uğrayan nesiller yetiştirilmiştir.
Bugün bilim, materyalist düşüncenin ve evrim teorisinin geçersiz olduklarını, hiçbir bilimsel delile
dayanmadıklarını, hatta bilimsel bulgular ile yalanlandıklarını açıkça göstermektedir. Ancak 150 yıl boyunca
ısrarla sürdürülen toplumsal telkin nedeniyle, materyalist düşünce ve evrim teorisi hala birçok insan
tarafından sanki ispatlanmış birer gerçek gibi savunulmaktadır. Çünkü bu anlayışın öncülerinin, Allah'ın
varlığını inkar edebilmeleri, insanları din ahlakından ve her türlü manevi değerden uzak tutabilmeleri için
materyalizme ve evrim teorisine ihtiyaçları vardır. Aksi takdirde ellerinde dinsizliklerini telkin edebilecekleri
herhangi bir malzeme kalmayacaktır.
Neden Bilimin Yalanladığı Ve Yaralandığı Bir Teoriyi Hala Savunuyorlar?
Günümüzde pek çok bilim adamı, bilimsel gerçeklere rağmen neden hala evrim teorisini ve
materyalizmi savunduklarını aslında açıkça itiraf etmektedir. Örneğin Philip Johnson, evrim teorisinin ateşli
savunucularından ve günümüzün en koyu materyalistlerinden biri olan Harvard Üniversitesi'nden genetikçi
Richard Lewontin'in bir bilim adamı olarak amacını belirttiği cümlesini aktarmış ve şu yorumu yapmıştır:
Asıl sorun insanlara en yakın yıldızın ne kadar uzaklıkta olduğunu göstermek veya hangi genlerin
hangi bilgiyi içerdiği hakkında bilgi vermek değildir… Asıl sorun insanların dünya ile ilgili irrasyonel ve doğa
üstü açıklamaları reddetmelerini sağlamaktır. İnsanların öğrenmesi gereken, ister beğenin ister beğenmeyin,
şudur: "Biz, tüm fenomenleri maddelerin arasındaki maddi ilişkilerden doğan, maddi bir dünyada yaşayan,
maddi varlıklarız". Diğer bir deyişle insanlar Allah'ın varlığını inkar eden materyalizme inanmalıdır…295
Lewontin'in bu ifadeleri, maddeci fikri savunanların aslında nasıl çarpık bir mantık anlayışına sahip
olduklarını da göstermektedir. Çünkü bugün bilimin ortaya koyduğu gerçekler, materyalizmin öne sürdüğü
iddiaların akıl ve mantıkla taban tabana zıt olduğunu ortaya koymuştur. Ama materyalistler her türlü bilimsel
delile rağmen, körü körüne bağlandıkları inançlarını korumakta kararlıdırlar ve bu uğurda hizmetlerini
sürdürmektedirler. Sydney Üniversitesi'nden, antropolog Dr. Michael Walker da evrim teorisine neden hizmet
edildiğini şöyle açıklamaktadır:
Birçok bilim adamı ve teknoloji uzmanının Darwin'in teorisine onay veriyor olmalarının tek nedeninin,
bu teorinin Yaratıcı'nın varlığını reddetmesi olduğunu kabul etmek zorundayız. 296
Darwinizm'in bilim dışı iddialarını reddeden saygın bilim adamı Phillip Johnson ise, Darwinizm'in
neden bilimin dinsiz liderleri için "yeri doldurulamaz" bir önemi olduğunu ve neden her ne pahasına olursa
olsun onu korumaya çalıştıklarını şöyle anlatır:
Modern bilimin liderleri, kendilerini 'dindarlara' -yani bir Yaratıcı'nın var olduğuna inananlara- karşı
girişilen bir savaşın öncüleri olarak görmekteler… Darwinizm ise, 'dine' karşı girişilen bu savaşta yeri
doldurulamaz ideolojik bir rol oynamaktadır. İşte bu nedenle bugün bilim çevreleri, Darwinizm'i test etmeyi
değil, ne olursa olsun korumayı kendilerine amaç edinmişlerdir. Bilimsel araştırmaların kuralları da, bu
Kıyamet: 36-40
Phillip E. Johnson, Objections Sustained, İntervasity, 1998, USA, s. 69-70
296 Dr. Michael Walker, Quadrant, Ekim 1982, s.44
294
295
217
ideolojiyi doğrulayacak şekilde belirlenmektedir 297
Materyalist ve ateist felsefenin en önde gelen savunucuları ve bunları tüm dünyaya yaymayı
kendilerine hedef edinen "dinsizliğin önderleri", Johnson'ın da belirttiği gibi, Darwin'in evrim teorisine kendi
ideolojilerine sözde bilimsel bir dayanak sağladığı için sahip çıkmışlardır.
Bu durumun örneklerine geçmişte, evrim teorisinin ilk ortaya atıldığı günlerde de rastlanmıştır. Örneğin
diyalektik materyalizmin kurucularından, din düşmanı Friedrich Engels evrim teorisinin, kendi savunduğu
fikirler açısından ne kadar önemli olduğunu defalarca ifade etmiştir. Engels, Darwin'in Türlerin Kökeni kitabını
okuduktan sonra şöyle demiştir:
Bizim teorimiz evrimin teorisidir, ezberlenecek ve mekanik olarak yinelenecek bir dogma değildir. 298
Diyalektik materyalizmin diğer ünlü ismi Karl Marx ise, yakın dostu Friedrich Engels'e yazdığı bir
mektupta Darwinizm hakkındaki düşüncelerini şöyle ifade etmiştir:
Bizim görüşlerimizin tabii tarih temelini içeren kitap işte budur. 299
Amerikalı botanik profesörü Conway Zirckle ise, komünizmin kurucuları olan Marx ve Engels'in
Darwinizm'i neden benimsediklerini aşağıdaki sözleriyle açıklar:
Marx ve Engels, evrim teorisini, Darwin'in Türlerin Kökeni adlı kitabı yayınlanır yayınlanmaz
benimsediler… Evrim, komünizmin kurucuları için, insanlığın doğaüstü bir gücün müdahalesi olmadan nasıl
ortaya çıkmış olabileceği sorusuna getirilen cevaptı ve dolayısıyla savundukları materyalist felsefenin
temellerini desteklemek için kullanılabilirdi. Dahası, Darwin'in evrimi yorumlama biçimi -yani evrimin bir doğal
seleksiyon süreci içinde geliştiği teorisi- onlara o zamana dek hakim olan teolojik (dini) düşüncelere karşı
koyma fırsatı veriyordu. Doğal seleksiyon teorisi sayesinde, bilim adamları organik dünyayı materyalist bir
terminoloji ile yorumlama şansı elde etmiş oluyorlardı. 300
Bu ifadelerden de açıkça anlaşıldığı gibi, materyalist bir dünya görüşüne sahip olan Marx ve Engels'in,
Darwin'i desteklemelerinin ardındaki tek neden dine olan düşmanlıklarıydı. Aslında bilimsel açıdan hiçbir
değeri olmayan, yalnızca Darwin'in hayal gücünden kaynaklanan bazı mekanizmalara ısrarla sahip çıkmaları
bu yüzdendi. Nitekim Friedrich Engels bir kitabında Darwin'in teorisini niçin önemli gördüğünü şöyle ifade
etmişti:
Darwin, bütün organik varlıkların, bitkilerin, hayvanların ve insanın kendisinin, milyonlarca yıldır
olagelen bir evrim sürecinin ürünleri olduğunu kanıtlayarak metafizik doğa görüşüne en ağır darbeyi indirdi. 301
Görüldüğü gibi Engels, evrim teorisinin yeryüzündeki milyonlarca çeşit canlının nasıl var olduğunu
açıklayabildiğini zannetme yanılgısına düşmüştü. Ama Darwin'in teorisinin kanıtlanmış olduğunu zanneden
ve döneminin bilimsel açıdan geri kalmışlığını ortaya koyan yalnızca Engels değildi. Geçmişte yaşamış
komünist ve dinsiz liderlerin en kanlısı olarak bilinen Joseph Stalin de otobiyografisinde evrim teorisine
verdiği öneme şöyle dikkat çekmişti:
Okullardaki öğrencilerimizin zihnini altı günde yaratılış efsanesinden temizlemek için onlara üç şeyi
özellikle öğretmeliyiz: Dünyanın yaşını, jeolojik orijinini ve Darwin'in öğretilerini. 302
Görüldüğü gibi materyalist inanışa sahip fikir akımlarının ve Darwin'in evrim teorisinin ortak oldukları
nokta dinsizliktir. Bu fikir akımlarını savunanların yegane amaçları insanların tamamına Allah'ın varlığını inkar
ettirebilmektir. Allah, "Biz, onları ateşe çağıran önderler kıldık; kıyamet günü yardım görmezler."303
Phillip Johnson, Darwin on Trial, 2.b. Illinois:Intervarsity Press, 1993, s.155
Karl Marx-Friedrich Engels, Seçme Yazışmalar 2, 1870-1895, Sol Yayınları, birinci Baskı, Ekim 1996, Ankara,
Çev:Yurdakul Fincancı, (Kitabın orjinali Moskova 1975 basımı) (Marx and Engels Corespondence, International
Publishers, 1968, Letter from Engels to Florence Kelley Wischnewetsky)
299 Conway Zirkle, Evolution, Marxian Biology and The Social Science, University of Pennsylvania Press, 1959, s.527
300 Conway Zirkle, Evolution, Marxian Biology and The Social Science, University of Pennsylvania Press, 1959, s.85-86
301 Marx – Engels, Seçme Yapıtlar 3, Sol Yayınları, s. 156
302 Kent Hovind, The False Religion df Evolution, http://www.hsv.tis.net/ke4vol/evolve/ndxng.html (Bu kitap sadece
internette yayınlanmıştır)
303 Kasas: 41
297
298
218
ayetiyle insanların inkar etmeleri için çaba sarf eden bu liderlerin varlığını Kuran'da bildirmektedir. 304
Ancak Allah başka bir ayette, insanları inkara sürükleyenlerin uğrayacakları sona da şu şekilde dikkat
çekmektedir:
… Allah'ın ayetlerini yalanlayandan ve (insanları) ondan alıkoyup-çevirenden daha zalim kimdir?
Ayetlerimizden alıkoyup-çevirenlere, bu 'engelleme ve çevirmelerinden' dolayı pek çetin bir azabla karşılık
vereceğiz.305
Materyalizmin çökertilmesi, aynı zamanda dünya üzerinde gün geçtikçe daha fazla yaygınlaşan
dinsizliğin ortadan kaldırılması anlamına da gelmektedir. Bunun içinse, insanlara maddenin ezeli ve ebedi
olmadığının anlatılması ve evrim teorisinin bilimsel açıdan tamamen geçersiz bir teori olduğunun
duyurulması gerekmektedir. Bu sayede Allah'ın varlığını inkar eden düşünce sistemlerinin tamamı yok
edilmiş olacaktır.
Bu, materyalizmi bekleyen kaçınılmaz sondur. Allah'ın bir ayetinde bildirdiği gibi; "Onların içinde
bulundukları şey (din) mahvolucudur ve yapmakta oldukları şeyler (ibadetler) de geçersizdir." 306
Darwinizm'in Dinsizlik İçin Önemi
Belki bu kitabı okuyanların bazıları, Darwinizm ve materyalizm gibi fikirlerin dinsizliğin en önemli
dayanağı sayılamayacağını, çoğu insanın bu kavramlardan hiç haberi olmadığı halde dinsiz ya da dinden
tamamen habersiz bir yaşam sürdüğünü düşünüyor olabilir. Bu fikir ilk bakışta doğru gibi durabilir: İçinde
bulunduğumuz çağa bakıldığında, insanların çoğunun hiçbir şey düşünmemeye dayalı bir hayat sürdükleri
görülmektedir. Özellikle gençler arasında, sadece bol para kazanıp eğlenceli hayat sürmeye dayalı yüzeysel
bir kültür gelişmiştir. Bu yüzeysel kültür içinde "ben nasıl var oldum, kim beni yarattı" gibi sorulara yer yoktur.
Bu insanlar ne kendilerini Allah'ın yaratmış olduğunu düşünürler, ne de sapkın ideolojilerinin bilincindedirler.
Kafalarını dolduran düşünceler, film yıldızlarının hayatları, pop şarkıcılarının skandalları ve buna benzer
tamamen boş konulardır. Toplumun büyük kısmı da yine nasıl var oldukları gibi "derin" konularla ilgilenmez.
İnsanların bütün düşünceleri -kendi deyimleriyle- "geçim derdi" ya da benzeri dünyevi konular ve güncel
meseleler üzerine yoğunlaşmıştır.
Sonuçta toplumda Darwinizm'e inanan, materyalist felsefeyi bilinçli olarak benimseyen insanların oranı
hiçbir zaman büyük bir yüzde oluşturmaz. Bazı insanların din ahlakından uzak durmalarının nedeni,
çoğunlukla akıllarının bomboş olmasıdır. İşte bu nedenle de, yukarıda sözünü ettiğimiz "Darwinizm ve
materyalizm bu kadar önemli mi?" sorusu doğmaktadır. Ancak eğer bu tablo biraz daha yakından
incelenirse, gerçekte Darwinizm'in dinsizliği ayakta tutan en önemli unsur olduğu görülür. Çünkü Darwinizm'i
benimseyen kitle, toplum içindeki oranı az da olsa, o topluma fikri açıdan yön veren kitledir. Örneğin ABD'de
yapılan bir kamuoyu araştırmasında, toplumun sadece %9'unun ateist evrimci olduğu ortaya çıkmıştır. Ama
bu %9'luk kesim, üniversitelerde, medyada, resmi bilim kurumlarında ya da film sanayisinde hakim
durumdadır. Topluma yön veren, eğitim politikasını belirleyen, medya yoluyla halkın bilincini şekillendiren
kesim, büyük ölçüde söz konusu ateist evrimcilerden oluşmaktadır.
Dikkatli bir biçimde bakılırsa, aynı durumun pek çok ülkede geçerli olduğu görülür. Bu noktada ilgi
çekici bir gösterge, komünist ideolojiyi savunan kimselerin, fikri ve kültürel alanlardaki çabasıdır. Bilindiği gibi
bugün komünizm, birkaç ülke dışında, siyasi bir sistem olarak çökmüştür. Ama gerçekte komünizm hala bazı
çevrelerce yoğun olarak gündemde tutulabilmektedir. Çünkü önemli olan komünizmin fikri temelini oluşturan
materyalist felsefedir ve materyalist felsefe hala yaşamaktadır.
Komünistler de "Marx'ın ekonomi teorisinde bazı yanılgılar vardı ama materyalizm yaşıyor" mesajını
sık sık vermektedirler. Pek çok ülkeye bakıldığında, komünistlerin kültürel yönden ciddi bir örgütlenme içinde
oldukları, sanat, bilim, felsefe gibi alanlarda son derece önemli bir etki sağladıkları görülebilir. Yayınevlerinin
önemli bir bölümü, onların denetimindedir. Kitap fuarlarında onların fikriyatı ön plana çıkmaktadır. Büyük
Detaylı bilgi için bkz. Dinsizliğin "Ateşe Çağıran" Önderleri bölümü
Enam: 157
306 Araf: 139
304
305
219
medya kuruluşlarını yönlendiren, buralarda köşe yazarlığı yapan kişilerin önemli bir bölümü de, "68 kuşağı"
olarak bilinen veya "eski tüfek" olarak tanımlanan Marksist kökenli kimselerdir. Bunlar komünizmin ekonomik
olarak çöktüğünü kabul etmelerine rağmen, materyalist felsefeye olan bağlılıklarını sürdürmekte ve
kendilerince "din halkın afyonudur" diye düşünmeye devam etmektedirler.
İşte Darwinizm, bu kimselerin dinidir. Darwinizm'e her ne olursa olsun körü körüne inanmakta ve
ellerindeki imkanları kullanarak bu teoriyi yaşatmak için çaba harcamaktadırlar. Toplumun önemli bir bölümü
"ben nasıl var oldum" sorusu üzerinde hiç düşünmeden bomboş bir zihinle yaşıyor olabilir. Ama bu soruyu
düşünen insanların çoğu, az önce belirttiğimiz komünist örgütlenme yüzünden, Darwinizm'le aldatılmaktadır.
Genç bir insan üniversiteye gittiğinde Darwinist hocaların telkini altında kalmakta, kitap fuarını
gezdiğinde Darwinist ve ateist kitaplarla karşılaşmakta, bir sanat galerisine, tiyatro oyununa gittiğinde, yine
aynı mesajlara maruz kalmaktadır. Böylece toplumun eğitimli ve kentli kesimini etkisi altına alan dinsiz bir
kültür oluşturulmaktadır. Darwinizm ise bu kültürün en büyük dayanağıdır.
Bu büyünün etkisi altına girmiş olanlar, Darwinizm'i bilimsel bir gerçek sanmakta, din ahlakını ise
sözde "halk kesimlerinin sahip olduğu geleneksel bir inanç" olarak görmektedir. Nitekim Kuran'da
inkarcıların, "Rabbiniz ne indirdi?" dendiğinde, "Eskilerin masalları"307 diye cevap verdikleri bildirilmektedir.
Oysa gerçekte din ahlakının yaşanması, insanın Yaratıcımız olan Allah'a dönüp-yönelmesidir, Rabbimiz'in
bildirdiği hak olan bir gerçektir. Ama Darwinizm'le aldatılan kişiler, bu gerçeği kavrayamayacak kadar
şuursuzlaşmıştır.
Bu din ahlakından uzak kültürün ortadan kaldırılması için, Darwinizm'in ve materyalist felsefenin ilmi
yöntemle yıkılması zorunludur.
Materyalizmin Oluşturduğu Sahte Dinler
Önceki bölümde de gördüğümüz gibi insanları din ahlakını yaşamaktan uzaklaştıran, manevi
değerlerini tahrip eden en tehlikeli fikir akımlarından biri materyalizmdir. Günümüz toplumlarının büyük bir
bölümü, farkında olsun veya olmasın, materyalist dünya görüşünün etkisi altındadır. Ancak burada önemli bir
noktanın belirtilmesi gerekmektedir. Materyalist dünya görüşüne sahip olmanın tek göstergesi, Allah'ın
varlığını açıkça inkar etmek değildir. İnsanların büyük bir bölümü Allah'ın varlığını kabul ederler, ama buna
rağmen maddeci bir bakış açısına sahiptirler. Kuran'da bu çarpık mantığa sahip insanlarla ilgili çok sayıda
ayet vardır. Bu ayetlerden bazılarında şöyle buyrulmaktadır:
De ki: "Göklerden ve yerden sizlere rızık veren kimdir? Kulaklara ve gözlere malik olan kimdir? Diriyi
ölüden çıkaran ve ölüyü diriden çıkaran kimdir? Ve işleri evirip-çeviren kimdir? Onlar: "Allah" diyeceklerdir.
Öyleyse de ki: "Peki siz yine de korkup-sakınmayacak mısınız? İşte bu, sizin gerçek Rabbiniz olan Allah'tır.
Öyleyse haktan sonra sapıklıktan başka ne var? Peki, nasıl hala çevriliyorsunuz? 308
De ki: "Eğer biliyorsanız (söyleyin:) Yeryüzü ve onun içinde olanlar kimindir?" "Allah'ındır" diyecekler.
De ki: "Yine de öğüt alıp-düşünmeyecek misiniz?" De ki: "Yedi göğün Rabbi ve büyük Arş'ın Rabbi kimdir?"
"Allah'ındır" diyecekler. De ki: "Yine de sakınmayacak mısınız?" De ki: "Eğer biliyorsanız (söyleyin:) Herşeyin
melekutu (mülk ve yönetimi) kimin elindedir? Ki O, koruyup kolluyorken Kendisi korunmuyor." "Allah'ındır"
diyecekler. De ki: "Öyleyse nasıl oluyor da böyle büyüleniyorsunuz?" Hayır, Biz onlara hakkı getirdik, ancak
onlar gerçekten yalancıdırlar.309
Andolsun, onlara: "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye soracak olsan, elbette "Allah" diyecekler. De ki:
"Gördünüz mü-haber verin; Allah'tan başka taptıklarınız, eğer Allah bana bir zarar dileyecek olsa, O'nun
zararını kaldırabilirler mi? Ya da bana bir rahmet vermeyi istese, O'nun rahmetini tutup-önleyebilecekler mi"
De ki: "Allah, bana yeter. Tevekkül edecek olanlar, O'na tevekkül etsinler." 310
Yukarıdaki ayetlerde de görüldüğü gibi, bu kişilere inançları sorulduğunda Allah'a ve dine inandıklarını
307
Nahl: 24
Yunus: 31-32
309 Müminun: 84-90
310 Zümer: 38
308
220
söylerler. Fakat Allah'ın kudretini gereği gibi takdir edemez, O'na başka varlıkları ortak koşarlar. İşte bu
insanlar, hak dinden uzak bir bakış açısının oluşturduğu sahte dinlere mensupturlar. Geçmişte olduğu gibi
günümüzde de insanların bir bölümü "din" olarak Allah'ın vahyine dayalı gerçek dine değil, özünü dinsizliğin
oluşturduğu sahte ve yapay dinlere uymaktadır.
Yukarıda sözünü ettiğimiz insanların yanı sıra bir de açıkça Allah'ı ve ahireti inkar eden kişiler vardır.
Bu kişiler diğer insanların da kendileri gibi inkara yönelmeleri için çaba harcarlar. Günümüzde birçoğu,
materyalizmin ve evrim teorisinin bağlıları olarak karşımıza çıkan bu insanlar, diğer insanlara da kendi
inançları doğrultusunda telkinlerde bulunurlar.
Ancak materyalistlerin, Allah'ın varlığını bilen, ama gücünü takdir edemeyen geleneksel bir din
anlayışına
sahip
toplumlarda
uyguladıkları
yöntemler,
ateizme
daha
yatkın
olan
toplumlarda
uyguladıklarından farklıdır. Materyalistler, her toplumun yapısına göre şekillendirdikleri yeni dinler ve
maddeyi esas alan telkinlerle insanları, Allah'ın elçileri vasıtasıyla indirdiği hak dinlerden uzaklaştırmaya
çalışırlar.
İçine hurafelerin katıldığı, özünden uzaklaştırılan bir din anlayışına sahip insanların ise dinsizlikle
mücadele etmesi ve dinsizliği etkisiz hale getirmesi imkansızdır. Hatta böyle bir din anlayışı dinsizliğe bilerek veya bilmeyerek- destek sağlayacaktır. Bu nedenle materyalist bakış açısıyla oluşturulan sahte
dinlerin özelliklerinin üzerinde durmak ve bu sapkın din anlayışlarını tanımak dinsizlikle mücadele konusunda
son derece önemlidir.
İlerleyen sayfalarda öncelikle dinsizliğin dinlerinden bu kitaba konu olan ikisinin, yani materyalist ve
evrimci dinin bazı özellikleri üzerinde duracağız. Ve bu sahte dinlerin inanç şekillerinin, Kuran'da bildirilen
putperest inançlarla aralarındaki dikkat çekici benzerlikleri inceleyeceğiz.
20. Yüzyılın Putperestleri
Allah Kuran'da, Kendisi'nden başka varlıklara tapan, cansız putları ilah edinen insanların varlığından
ve elçilerinin bu insanlarla olan mücadelesinden söz etmektedir. Birçok insan geçmişte yaşamış olan ve
cansız putlara tapan bu toplumların ilkel bir yaşam sürdüklerini ve bu nedenle böyle bir din anlayışına sahip
olduklarını zanneder. Hatta günümüzdeki bazı geri kalmış Afrika kabilelerinin totemlere tapmalarını da, bu
toplumların ilkelliği ile bağdaştırır.
Oysa Kuran'da puta taptıkları belirtilen toplumların inanç ve bakış açılarını dikkatlice incelediğimizde,
günümüz insanlarının bir kısmının yaşayışlarıyla aralarında çok büyük benzerlikler olduğunu fark ederiz. Bu
putperest toplumlar nasıl kendilerine cansız heykelleri, tahtadan, taştan yapılmış eşyaları ilah edinmişlerse,
günümüzde de cansız maddeleri kendilerine bir nevi ilah kabul eden anlayışlar vardır. Putperestlerle
günümüzdeki birtakım anlayışlar arasındaki benzerliklere geçmeden önce, Kuran'da Allah'ın putperest
toplumlar hakkında verdiği bazı bilgiler üzerinde duralım.
Kuran'da sözü edilen putperest topluluklardan biri Hz. İbrahim'in kavmidir. Ayetlerde şöyle
buyrulmaktadır:
(İbrahim) Hani babasına demişti: "Babacığım, işitmeyen, görmeyen ve seni herhangi bir şeyden
bağımsızlaştırmayan şeylere niye tapıyorsun? 311
(İbrahim) Hani babasına ve kavmine demişti ki: "Sizin, karşılarında bel büküp eğilmekte
olduğunuz bu temsili heykeller nedir? "Biz atalarımızı bunlara tapıyor bulduk" dediler. Dedi ki:
"Andolsun, siz ve atalarınız apaçık bir sapıklık içindesiniz." 312
Ayetlerde de bildirildiği gibi Hz. İbrahim'in babası ve kavmi, kendi elleriyle oluşturdukları, hiçbir şeyi
yaratmaya güç yetiremeyen cansız maddeleri ilah olarak kabul etmişlerdi. Bir varlığı ilah olarak kabul
etmenin anlamı, o varlığın yaratma, rızık verme, bereket verme, şifa verme, azap verme, doğa olaylarını
yaratma gibi özelliklerin tümüne veya bir kısmına sahip olduğunu kabul etmek demektir. Hz. İbrahim
döneminde böylesine ilkel bir inanca sahip olan putperestler kendi elleriyle yaptıkları cansız heykellerin bu
311
312
Meryem: 42
Enbiya: 52-54
221
tür özelliklere sahip olduklarını öne sürüyor ve onların önünde bel bükerek bu putlara ibadet ediyorlardı.
Bu kavmin günümüzdeki bazı inanç sistemleriyle olan şaşırtıcı benzerliklerini ise ilerleyen satırlarda
ele alacağız.
Günümüz Toplumlarında Hakim Olan Putperest İnanç
Putperestler, taştan, tahtadan oyulmuş, cansız, konuşma yeteneği olmayan, kısacası hiçbir şeye güç
yetiremeyen heykellerin güç sahibi olduklarını iddia etmişlerdir. Hatta bu putların tüm evreni yarattıklarına ve
evrenin işleyişi için gereken kontrolü ellerinde bulundurduklarına inanmışlardır. Bu yüzden onların karşısında
bel bükmüş, sağlığı, bereketi ve rızkı onlardan istemişlerdir.
Bu gerçekler göz önünde bulundurulduğunda, günümüzde de aynı putperest mantığı yaşatanların
varlığı açıkça ortaya çıkar. Materyalistler ve evrimciler, aynı geçmiş dönemde yaşamış olan putperestlerin,
taştan yapılmış heykelleri evrenin ve canlılığın var oluşunda güç sahibi gördükleri gibi, şuursuz atomlardan
oluşan cansız maddelerin bir güce sahip olduklarını öne sürerler. Bu cansız maddelerin tesadüfler
sonucunda biraraya gelerek kendi kendilerini organize ettiklerini ve son derece kompleks ve kusursuz
özelliklere sahip olan canlıları oluşturduklarını iddia ederler.
Dahası, onlara göre evrende meydana gelen her olay yine cansız ve şuursuz atomlardan oluşan
"doğa"nın bir işidir. Örneğin evrimcilere ve materyalistlere göre bir kasırga veya bir deprem "doğa"nın karar
vermesiyle meydana gelir ve bu olayları anlatırken "tabiat ananın gazabı" veya "doğanın mucizesi" gibi
terimler kullanırlar. Ama "doğa" denen gücün ne olduğunu, nereden kaynaklandığını açıklayamazlar. "Tabiat
ana" veya "doğa" olarak isimlendirdikleri bu sözde güçler, geçmişte yaşayan putperest toplumların "toprak
ana", "bereket tanrıçası" gibi isimler verdikleri putlarından farklı değildir aslında. Ortadan sadece semboller
kaldırılmış, gözle görülmeyen cansız maddeler ve tesadüfler ilah edinilerek, onların yaratma gücüne sahip
oldukları iddia edilmiştir.
Evrimcilerin ve materyalistlerin bu gizli ilahlarını, kendisi de koyu bir evimci olan Fransız zoolog Pierre
Paul Grassé şöyle açıklamaktadır:
… (Evrimcilerin canlılığın açıklaması olarak öne sürdükleri) Tesadüf, ateizm görüntüsü altında
kendisine gizlice tapınılan bir tür ilah haline gelmiştir. 313
Tesadüfleri, cansız maddeleri, şuursuz atomları yaratma gücüne sahip varlıklar zannetmek elbette ki
önemli bir mantık bozukluğudur. Putperestler nasıl elleriyle yaptıkları putların tüm varlıkları yarattıklarına
inanıyorlarsa, evrimciler ve materyalistler de cansız maddelerin kendi kendilerine canlı varlıkları
oluşturduklarına inanmaktadırlar. Bu inancın kökeni, cansız maddeleri akıl ve irade sahibi, karar alabilen ve
bu kararları uygulayabilen varlıklar olarak kabul etmeye kadar gitmekte ve böylece aslında herşey ilah olarak
görülmektedir.
Örneğin kara topraktan çok güzel bir kokuyla ve göz alıcı bir renkle çıkan bir gülü evrimciler ilah
edinmişlerdir, çünkü gülün kendi kendine oluşabileceğine, yani bir gülü oluşturan cansız maddelerin gülü
kendi kendilerine tasarlayıp yarattığına iman etmektedirler. Aynı şekilde evrimciler portakalları, elmaları,
çilekleri, muzları, üzümleri, ağaçları, çiçekleri, ceylanları, aslanları, filleri, karıncaları, balarılarını, sinekleri,
deniz altındaki tüm canlıları, topraktan çıkan karpuzu, maydanozu, kısacası var olan herşeyi canlı cansız tüm
varlıkları, kendi kendilerini oluşturabilme yeteneğine sahip birer ilah olarak görmektedirler. Çünkü tüm bu
saydığımız ve burada sayamadığımız milyonlarca canlının kendi şuurları ve iradeleriyle bir gelişme
gösterdiklerini, şu anki fiziksel özelliklerine ve bilinç sergileyen davranışlarına sahip olduklarını iddia
etmektedirler.
Örneğin evrimciler, bir balarısının geçmişte farklı bir canlı olduğunu, daha sonra arı olmaya karar
vererek kendi vücudunda bal üreten mekanizmalar kurduğunu iddia ederler. Sineklerin de aslında eskiden
uçamayan canlılar olup, günün birinde kendilerine bir çift kanat oluşturarak uçmaya başladıklarını söylerler.
Üstelik bugünün insan yapımı helikopterleriyle, uçaklarıyla dahi kıyaslanamayacak mükemmelikte uçuş
313
Pierre Paul Grassé, Evolution of Living Organisms, New York: Academic Press, 1977, s. 103
222
sistemleri geliştirerek…
İşte evrimcilerin yeryüzünde var olan milyarlarca canlı ile ilgili anlatabilecekleri bu tür sayısız hikaye
vardır. Ve bu hikayelerin tümünde dikkat çeken ortak nokta, canlıları oluşturan cansız atomların veya içinde
yaşadıkları cansız doğanın aklı, şuuru ve bilinci olduğuna yöneliktir. Anlattıkları tüm bu senaryoyu, "doğal
seçilim", "rastlantısal mutasyonlar", "coğrafi izolasyon" gibi bilimsel görünüm sağlayan terimlerle süslerler.
Ama sonuçta savundukları şey, doğayı oluşturan cansız maddelerin kendi kendilerine kusursuz canlılar
yaratabildikleri iddiasıdır.
Bundan çıkan sonuç, tüm bu varlıkların bağımsız ilahlar olarak kabul edilmeleridir. Yani evrimcilerin
yüz binlerce, milyonlarca, hatta katrilyonlarca putu vardır; muz putu, portakal putu, sivrisinek putu, maydanoz
putu, kedi putu, karanfil putu, gül putu, balina putu, zürafa putu, tavuskuşu putu, kelebek putu, örümcek putu,
akasya putu, mandalina putu, karınca putu, fil putu, menekşe putu… Çünkü bu inanca göre, bu varlıkların
tamamı kendi kendini ve kendilerinden sonraki nesillerini yaratabilen birer ilahtır.
Evrimcilere göre çeşitli maddeleri oluşturan şuursuz atomlar aynı zamanda atmosferi de kusursuzca
tasarlamışlar ve organize ederek "yaratmışlar"dır. (Allah'ı tenzih ederiz) Böylece atmosfer, dünya için
koruyucu bir tavan olmuş ve yeryüzünde canlılığın oluşabilmesi ve devam edebilmesi için gerekli tüm
özellikleri kendisinde var edebilmiştir. Yani maddeyi ilah edinenlerin bu konuda da güç sahibi gördükleri
putları vardır; karbon putu, oksijen putu, helyum putu, hidrojen putu, azot putu, demir putu…
Yine bu yanlış inanışa göre, görmek nedir bilmeyen atomlar önce biraraya gelmişler, sonra birbirleriyle
anlaşarak kusursuz bir organizasyon yapmışlar ve bunun sonucunda da görebilen bir gözü oluşturmuşlardır.
Ancak öyle bilinçli ve planlı davranmışlardır ki, gözden önce gözü yerleştirecekleri göz çukurunu oluşturmak
için diğer atomların organize olmalarını da sağlamış ve bunun için meydana gelmesi gereken tesadüfleri
sabırla beklemişlerdir. Gözü oluşturan atomlar böylesine mükemmel bir organı ve duyuyu yaratabildikleri için
evrimcilere göre görmeyi sağlayan "ilahlar"dır. Yani geçmişte yaşamış insanlar nasıl kendilerine yağmur
yağdıracağına inandıkları hayali "yağmur tanrısını" ilah edinmişlerse, evrimciler de göze ait atomları, gözü
oluşturan ilahlar olarak benimsemişlerdir.
Bu mantığa göre, materyalist ve evrimci dinin, katrilyon x katrilyon x katrilyondan daha fazla taptıkları
ve yaratıcı olarak kabul ettikleri ilahları vardır. Evrende görülen her varlığın kendi kendine ve tesadüfler
sonucunda meydana geldiğini söylemek, evrendeki her varlığı tesadüflerle birlikte ilah olarak kabul etmek
demektir. Şuursuz atomların ve tesadüflerin kusursuz ve eksiksiz tasarımlar ortaya çıkardıklarını iddia
etmekle, totemlerin önünde eğilip tahta heykelden sağlık ve bereket istemek aynı mantık bozukluğunun
ürünüdür. Değişen tek şey içinde yaşanılan yüzyılların ismidir.
Evrimcilerin Sahte İlahları: Şuursuz Atomlar
Üstünde taş, toprak, beton veya asfalt diye yürüdüğünüz, koltuk diye oturduğunuz, ciğerlerinizle hava
diye soluduğunuz, yaşamınızı sürdürebilmek için yediğiniz yiyecekler ile vücudunuzun 3'te 2'sinden fazlasını
oluşturan su ve hatta tüm bedeninizin içinde ve dışında var olan canlı-cansız herşey atomlardan meydana
gelmiştir. Ayrıca evreni oluşturan yıldızlar, galaksiler, güneşler ve bu arada üzerinde yaşadığınız dünya da
tıpkı sizin gibi atomlardan oluşmuştur. Gezdiğiniz her yerde, bulunduğunuz her köşede, şehrin her binasında,
tozunda, havasında yine atomlar vardır.
Bilindiği gibi tüm canlılar da karbon, hidrojen, oksijen, kalsiyum, magnezyum, demir gibi elementlerin
atomlarından oluşmaktadır. Dolayısıyla insan da bu atomlardan meydana gelmektedir. Darwinizm ise bu
atomların şuursuz tesadüfler sonucu biraraya geldiklerini iddia eder. Yani evrimci mantığa göre söz konusu
şuursuz atomlar yığını, şuurlu bir insanı, mesela atom üzerinde ihtisas yapmış bir atom mühendisini
oluşturma kararı almışlardır.
Bu saçma iddiayı biraz daha detaylı incelemek gerekirse karşımıza şöyle bir sonuç çıkar: Sebebi belli
olmayan bir gücün etkisiyle çeşitli atomlar oluşmuş, daha sonra bu atomlar tesadüfen biraraya gelerek
yıldızları, gezegenleri yani tüm gök cisimlerini meydana getirmişlerdir. Daha sonra yine aynı atomların
tesadüfi şekilde biraraya gelmesi ile son derece kompleks yapıda canlı bir hücre oluşmuş, sonra da
223
atomlardan oluşan bu canlı hücre sözde bir evrim süreci geçirerek son derece olağanüstü sistemlere sahip
canlıları ve en son aşamada da son derece şuurlu olan insanı meydana getirmiştir. Tamamıyla tesadüfler
sonucu var olan insan, yine tesadüfler sonucu oluşan aletlerle, örneğin bir elektron mikroskobuyla kendisini
oluşturan atomları keşfetmiştir. İşte Darwinizm'in bilimsel bir tez olarak öne sürdüğü mantık tam olarak
budur.
Bu durumda evrim teorisi, açıkça her bir atomu "ilah" olarak kabul etmektedir. Akıl ve bilinç sahibi
insanı oluşturan atomların kendilerine ait bir şuurları ve iradeleri yoktur. Ama evrimciler her nasılsa bu cansız
atomların biraraya gelip, örneğin bir insanı meydana getirdiklerini, sonra da bu "atomlar topluluğu"nun
okumaya, üniversite bitirmeye karar verdiğini iddia etmektedirler.
Bu iddiaya göre atomların aynı zamanda çok ilginç yetenekleri de vardır; bu atomlar yine atomlardan
oluşan yemekleri yerler, yerken tadını alırlar; yine atomlardan oluşan gülü koklarken de kokunun zevkine
varırlar. Aynı atomlar, bulundukları mekanın sıcaklığını hissederler. Bu arada atomlar teypten çıkan ses
dalgalarını dinleyip, müziğin ritmini tutabilirler. Evrimci iddiaya göre çok sayıda atom biraraya gelince
düşünebilir, özleyebilir, sevinir veya üzülür. Dahası bir komedi filmi seyredip, seyrederken kahkahalarla
gülebilir.
İşte bu noktada artık geçmiş kavimlerin tahtadan, taştan edindikleri putlarla atomlar arasında bir
farklılık kalmamaktadır. Nasıl ki geçmiş kavimler tahta parçalarının birtakım güçlere sahip olduklarını iddia
ettilerse, evrimciler de şuursuz atomların aynı güçlere sahip olduklarını söylemektedirler.
Oysa evrende var olan hiçbir şeyin bir rastlantı sonucu oluşamayacağı, ancak üstün bir şuur ve
iradenin varlığıyla hayat bulabileceği açık bir gerçektir. Gerek insanın gerekse doğanın her ayrıntısında çok
büyük bir aklın ve ilmin izleri görülmektedir. İşte bu ilmin ve aklın sahibi göklerin ve yerin Rabbi olan Allah'tır.
Allah, hiçbir gücü olmayan putlara tapan kavimlerin yaptıklarının geçersiz kılınacağını ve üzerinde
bulundukları yolun da "mahvolacağını" şöyle haber vermiştir:
İsrailoğulları4nı denizden geçirdik. Putları önünde bel büküp eğilmekte olan bir topluluğa rastladılar.
Musa'ya dediler ki: "Ey Musa, onların ilahları (var; onların ki) gibi, sen de bize bir ilah yap." O: "Siz gerçekten
cahillik etmekte olan bir kavimsiniz" dedi. "Onların içinde bulundukları şey (din) mahvolucudur ve yapmakta
oldukları şeyler (ibadetler) de geçersizdir. O sizi alemlere üstün kılmışken, ben size Allah'tan başka bir ilah
mı arayacağım?"314
Güneş Dini
Günümüz evrimci ve materyalistleri ile geçmişteki putperest toplumlar arasındaki bir diğer benzerlik,
her iki grubun da Güneş'e tapınmaya dayalı dini bir inanca sahip olmalarıdır.
Güneş'e tapınmak, tarihin en eski dönemlerinden beri var olan sapkın bir inançtır. Güneş'in kendilerine
ısı ve ışık sağladığını gören insanlar, bu durum karşısında varlıklarını bu gök cismine borçlu oldukları
zannına kapılmışlar ve Güneş'i ilahlaştırmışlardır. Bu sapkın inanç, tarihte pek çok toplumu Allah'ın hak
dininden uzak tutmuştur. Kuran'da bu konuya değinilir ve Hz. Süleyman devrinde yaşayan Sebe Halkı'nın
Güneş'e taptıkları şöyle anlatılır:
Onu ve kavmini, Allah'ı bırakıp da Güneş'e secde etmektelerken buldum, şeytan onlara yaptıklarını
süslemiştir, böylece onları (doğru) yoldan alıkoymuştur; bundan dolayı onlar hidayet bulmuyorlar. Ki onlar,
göklerde ve yerde saklı olanı ortaya çıkaran ve sizin gizlediklerinizi ve açığa vurduklarınızı bilen Allah'a
secde etmesinler diye (yapmaktadırlar).315
Dikkat edilirse, insanların Güneş'e tapmaları, tam bir cehaletin ve akılsızlığın sonucudur. Güneş'in
Dünya'ya ısı ve ışık ulaştırdığı doğrudur, ancak bunun için şükredilmesi gereken varlık, Güneş değil, onu
yaratmış olan Allah'tır. Hiçbir şuuru olmayan bir madde yığını olan Güneş'i Allah bir zamanlar yok iken
yaratmıştır. Gelecekte bir gün de yakıtı tükenecek ve sönüp gidecektir. Allah, Güneş'i de, tüm diğer
gökcisimlerini de yoktan yaratmıştır ve dolayısıyla tüm bu varlıklar nedeniyle övülüp yüceltilmesi gereken
314
315
Araf: 138-140
Neml: 24-25
224
Allah'tır. Bir ayette bu gerçek şöyle açıklanır:
Gece, gündüz, Güneş ve Ay O'nun ayetlerindendir. Siz Güneş'e de, Ay'a da secde etmeyin. Allah'a
secde edin, ki bunları Kendisi yaratmıştır. Eğer O'na ibadet edecekseniz.316
İlginç olan, günümüz evrimcilerinin de eski Güneş dinlerinin temel inancını tekrarlayarak, varlıklarını
Güneş'e borçlu olduklarını savunmalarıdır. Evrimci kaynaklara bakıldığında, Dünya üzerindeki tüm canlılığın
kaynağının Güneş olarak gösterildiği görülür. Evrimcilere göre Güneş'ten gelen ışınlar, Dünya üzerinde ilk
canlılığın başlamasını sağlamıştır. Daha sonraki canlı türlerini oluşturan da yine Güneş enerjisi ve Güneş
ışınları nedeniyle oluşan mutasyonlardır. Evrimcilerin bu konudaki yaklaşımını en iyi özetleyen kişi ise, ünlü
Amerikalı ateist ve evrimci Carl Sagan olmuştur. Sagan, Cosmos adlı kitabında, "eğer insanlar kendilerinden
büyük bir şeye tapınacaklarsa bu Güneş olmalıdır" diye yazmış ve şöyle eklemiştir:
"Atalarımız Güneş'e tapıyorlardı ve bu şekilde hiç de aptalca bir iş yapmıyorlardı." 317
Carl Sagan'ın hocası olan evrimci astronom Harlow Shapley ise, "bazıları başlangıçta Allah vardı
diyor, ben ise başlangıçta hidrojen vardı diyorum" sözüyle tanınmaktadır. Yani Shapley, hidrojen gazının
zaman içinde kendi kendine insanlara, hayvanlara, ağaçlara dönüştüğüne inanmaktadır. Dikkat edilirse, tüm
saçma evrimci fikirlerin temelinde, maddi varlıkların ve doğanın ilahlaştırılması inancı yatmaktadır.
Evrimcilerin dini, maddeye ve doğaya tapınmaktır.
Akıl sahibi insan ise, evrenin ve doğanın cansız ve şuursuz maddelerin bir eseri olmadığını,
aksine gördüğü her detayda olağanüstü bir akıl, plan ve sanat bulunduğunu anlar. Böylelikle Allah'ın
varlığını ve muhteşem yaratışını kavrar. Ancak günümüzde çoğu insan, bu gerçeğe karşı kördür ve
maddeye tapınmaya devam etmektedir. Çünkü, Sebe Halkı örneğinde olduğu gibi, "şeytan onlara
yaptıklarını süslemiştir, böylece onları (doğru) yoldan alıkoymuştur. Bundan dolayı onlar hidayet
bulmuyorlar."318
"Maddiyyun ve Tabiiyyun Taunu (Hastalığı)"
Hayatı boyunca dinsizlikle mücadele etmiş olan Bediüzzaman Said Nursi de, Kuran'ın bir tefsiri olarak
hazırladığı Risale-i Nur Külliyatı'nda sık sık "maddiyyun ve tabiiyyun taunu"ndan söz etmiştir.
Bediüzzaman'ın "tabiatçılık yani tabiata tapma ve maddecilik yani sadece maddenin varlığını kabul etme
hastalığı" olarak tanımlayabileceğimiz bu ifadesi, dinsizliğin temelini oluşturan materyalizm ve Darwinizm'e
dikkat çekmektedir. Bediüzzaman, "maddiyyun ve tabiiyyun" olarak tanımladığı bu dinsiz akımların mantık
bozukluklarını çok detaylı olarak açıklamıştır. Bu açıklamalarından biri şöyledir:
Veyahut Firavunlaşmış maddeci filozoflar gibi, "Kendi kendine oluyorlar. Kendi kendini besliyorlar.
Kendilerine lâzım olan herşeyi yaratıyorlar" diye mi düşünüyorlar ki, imandan, kulluktan çekinirler. Demek
kendilerini birer Yaratıcı zannederler. Halbuki bir tek şeyin Yaratıcısı'nın herşeyin Yaratıcısı olması gerekir.
Demek kibir ve gururları onları son derece ahmaklaştırmış ki bir sineğe, bir mikroba karşı mağlup mutlak bir
acizi, herşeye gücü yeten zannederler.
Evet, akılları gözlerine sükut etmiş maddeci felsefecilerin hikmetsiz hikmetleri, faydasızlık esasına
dayanan felsefelerine göre tesadüfe bağlı olan zerrelerin hareketini, bütün kanunlarına esas oluşturup, İlahi
yaratılışa kaynak göstermişlerdir. Sonsuz hikmetlerle süslenmiş yaratılışı, hikmetsiz, manasız, karmakarışık
bir şeye dayandırmaları, ne kadar aklın hilafına olduğunu çok az şuuru olan bile bilir. 319
İnsanların kendilerine bir "ilahlık" vasfı vermeleri son derece yanlıştır. Nitekim Bediüzzaman da
yukarıdaki ifadelerinde bu gerçeğin üzerinde durmaktadır. İnsanın Allah karşısında aciz bir varlık olarak bu
kusursuz kainatın var oluşunu "tesadüfler"e bağlamasının, Allah'ın apaçık varlığını inkar etmesinin ne kadar
büyük bir nankörlük olduğuna dikkat çekmiştir. Bediüzzaman, başka ifadelerinde ise günümüzde bu tip bir
dinsizlik akımının çok yoğun olarak yaşanacağına, bu "dinsizlik dini"nden insanların mutlaka kurtarılmaları
316
Fussilet: 37
Carl Sagan, Cosmos, New York: Random House, 1980, s. 243
318 Neml: 24
319 Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, s. 551
317
225
gerektiğine dikkat çekmiştir:
Materyalist, maddeci felsefesinden çıkan nemrudca bir fikir akımı, ahir zamanda materyalist felsefe
aracılığı ile yayılarak kuvvet bulur, Uluhiyeti inkar edecek bir dereceye gelir... Bir sineğe mağlup olan ve bir
sineğin kanadını bile yaratmaktan aciz bir insanın ilahlık iddasında bulunması ne derece ahmakça bir
maskaralık olduğu malumdur.
Bediüzzaman'ın da üzerinde durduğu gibi cansız maddelerin kendi kendilerine evreni ve canlılığı
yarattıklarına inanmak son derece akıl ve mantık dışıdır. Böyle bir inanca sahip olanların akıl ve muhakeme
yeteneğine sahip insanlar olduklarını söylemek mümkün değildir. Nitekim Hz. İbrahim de önceki sayfalarda
anlattığımız kıssanın devamında, elleriyle yonttukları putlara tapan kavminin akılsızlığını şöyle ifade etmiştir:
Dedi ki: "O halde, Allah'ı bırakıp da sizlere yararı olmayan ve zararı dokunmayan şeylere mi
tapıyorsunuz? Yuh size ve Allah'tan başka taptıklarınıza. Siz yine de akıllanmayacak mısınız?" 320
Materyalist ve Evrimci Dünya Görüşünün Oluşturduğu Sahte Dinler
Özellikle dikkat çektiğimiz gibi, materyalistlerin en büyük amacı Allah'ı ve dini inkar eden, başıboş
insan toplulukları oluşturmak ve hiç kimseye hiçbir şey için hesap vermeyen bir insan modeli meydana
getirmektir.
Dolayısıyla maddeci felsefenin kökeninde Allah'ın varlığını inkar eden, her türlü manevi değeri,
dürüstlük, kardeşlik, paylaşma, sevgi, barış gibi güzel ahlaka dair her türlü özelliği reddeden bir toplum
özlemi yatmaktadır. Materyalistler, bu özlemlerini gerçekleştirmek için yapmaları gerekenlerin başında,
maddeci anlayışın toplum içinde yaygınlaştırılmasının ve köklü bir şekilde yerleştirilmesinin geldiğini
bilmektedirler.
Bu nedenle, günümüzde insanların büyük bir kısmını etkisi altına almış olan materyalizm ve onun
sözde bilimsel temeli evrim teorisi hak dini kesinlikle kabul etmez. Materyalizm, ancak batıl yani sahte bir
dinin varlığını kabul edebilir. Neo-Darwinist akımın önde gelen isimlerinden biri olan George Gaylord
Simpson evrimciler tarafından kabul edilebilir olan dini şöyle ifade eder:
Elbette dini olarak tanımlanan ve dini duygulara dayanan ve hala varlıklarını koruyan bazı inanç
sistemleri vardır. Bunların evrimle uyuşmaları kesinlikle söz konusu değildir ve dolayısıyla duygusal etkilerine
rağmen, entelektüel olarak savunulmaları mümkün değildir. Ancak duygusal alanda kalmaları şartıyla, ben
bunların evrimle birarada var olabileceklerini savunuyorum. Bir başka deyişle, evrim ve doğru din, birbirleriyle
uyuşabilirler.321
Evrimci Simpson özetle doğru dinin, "duygusal alanda kalmak şartıyla" kendi dünya görüşleri ile birlikte
sürdürülebileceğini ifade etmektedir. Bu evrimci bilim adamının "doğru din" olarak kastettiği din ise, elbette
Allah'ın vahyine dayalı olan hak din değildir. Bu din, gerçekleri ifade etmeyen, insanları sadece duygusal
olarak etkileyen, materyalist düşünce doğrultusunda üretilmiş olan "dinsiz" bir dindir. Günümüzde "ben dine
inanıyorum" diyen insanların bazıları ise aslında farkında olmadan, materyalistlerin "doğru din" olarak kabul
ettikleri bu sahte dini yaşamaktadırlar.
Aşağıda bu sahte dinlerin bazı özellikleri üzerinde durulacaktır. Görüleceği gibi bunların hepsi
toplumda din adı altında yaygın olarak yaşanan çarpık inanışlardır. Fakat bazı insanlar genelde düşünmeye
pek alışkın olmadıkları için, bu inanışlardaki çarpıklığı da fark edemezler. Bu nedenle hak dini bilen samimi
müminlerin, insanları dinsizliğin bu çarpık dinlerine karşı uyarmaları ve onlara Allah'ın kullarına bir hidayet ve
rehber olarak indirdiği Kuran'ı ve gerçek dini anlatmaları çok önemli bir sorumluluktur.
Allah'ın Gökyüzünde Olduğu Safsatası
İnsanların büyük bir bölümü Allah'ın varlığına inanmalarına rağmen, Allah'ın nerede olduğu ile ilgili son
derece sapkın inanışlara sahiptirler. Çünkü maddeci dünya görüşüne göre madde mutlaktır ve maddenin
dışında hiçbir varlığın bulunması mümkün değildir. Bu görüşün etkisi altında olan insan ise Allah'ın bu
maddelerin arasında bir yerinin bulunması gerektiğini düşünür. Ancak Allah'ın nasıl bir mekanı olabileceğini
320
321
Enbiya: 66-67
Phillip E. Johnson, Darwin on Trial, 2.b. Illinois:Intervarsity Press, 1993, s. 128
226
zihninde canlandıramaz.
Aynı çarpık anlayışa sahip insanların geçmişte de var oldukları Kuran'da bildirilmiştir. Kuran'da
Firavun'un Allah'a ulaşmak için göğe uzanan bir kule inşa ettirmek istediğinden bahsedilir. Onun bu sapkın
inancı Allah'ın kudretini kavrayamamasından ve maddeyi mutlak sanmasından kaynaklanmaktadır:
Firavun dedi ki: "Ey önde gelenler, sizin için benden başka ilah olduğunu bilmiyorum. Ey Haman,
çamurun üstünde bir ateş yak da, bana yüksekçe bir kule inşa et, belki Musa'nın ilahına çıkarım çünkü
gerçekten ben onu yalancılardan (biri) sanıyorum."322
Mekanı Allah yaratmıştır ve Kendisi mekandan münezzehtir. Mekana bağlı olan, yalnızca yaratılmış
olan varlıklardır. Allah'ın varlığı her yeri sarıp kuşatır, dolayısıyla Allah her an her yerdedir. (Bu konunun
detaylarını "Dinsizliğin Dinlerini Mağlup Eden Gerçek" bölümünde okuyabilirsiniz.)
Maddeci bakış açısının etkisi nedeniyle bu açık gerçeği kavrayamayan insanların tabi oldukları sahte
dine göre ise Allah gökyüzünde bir yerdedir. Bazı insanların dua ederken sadece gökyüzüne bakmalarının
bir nedeni de budur. Oysa Allah'ın her yerde olduğunu bilen biri, nereye bakarsa baksın Allah'ın orada
olduğunu bilir. Allah bu gerçeği ayetlerinde şöyle bildirmektedir:
Doğu da Allah'ındır, batı da. Her nereye dönerseniz Allah'ın yüzü (kıblesi) orasıdır. Şüphesiz ki
Allah, kuşatandır, bilendir.323
Gözler O'nu idrak edemez; O ise bütün gözleri idrak eder. O, latif olandır, haberdar olandır. 324
Allah'ın Evreni ve İnsanları Yarattıktan Sonra, Kendi Başlarına Bıraktığına İnanma sapıklığı
İnsanların tabi oldukları sahte dinlerin inançlarından biri de, Allah'ın önce tüm evreni ve canlılığı
yarattığı, ancak sonrasında hiçbir şeye karışmadan, gökyüzündeki mekanından olayları izlediğidir. (Allah'ı
tenzih ederiz) Bu çarpık anlayışa göre, insanlar kendi kaderlerini de kendileri belirlerler.
Oysa Allah, mekandan olduğu gibi zamandan da bağımsızdır. Dolayısıyla Allah insanları ve tüm evreni
yarattığında onları geçmişleri ve gelecekleri ile, yani kaderleriyle birlikte "tek bir an" olarak yaratmıştır. Biz
geleceğimizi yaşamadan bilemeyiz. Ancak Allah her insanın geleceğini ve yaşayacağı her anını bilir; çünkü
bizim her anımızı, her konuşmamızı, her hareketimizi yaratan Allah'tır. Sahte dinlere mensup insanların
zannettikleri gibi Allah evreni yaratıp, sonra kendi başına bırakmamıştır. Allah evrende var olan her canlıyı
başlangıçları, yaşamları ve sonları ile birlikte meydana getirmiştir. Tek bir yaprağın, dalından kopup, yere
düşmesinden bir insanın hayatı boyunca yaşayacağı olayların tamamına kadar herşey, Allah'ın belirlediği
kader üzere işler. Allah bu gerçeği bir ayette şöyle haber vermektedir:
Gaybın anahtarları O'nun Katındadır, O'ndan başka hiç kimse gaybı bilmez. Karada ve denizde
olanların tümünü O bilir, O, bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez; yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş
ve kuru dışta olmamak üzere hepsi (ve herşey) apaçık bir kitaptadır. 325
Oysa sizi de, yapmakta olduklarınızı da Allah yaratmıştır. 326
Cennet ve Cehennemin Varlığına İnanmama Yozlaşmışlığı
Materyalist düşüncenin etkisi altında yaşayan insanların bir bölümü Allah'ın varlığına inansalar bile,
cennet ve cehennemin varlığına inanmazlar. Bunun en önemli nedeni sadece gözleriyle gördüklerini gerçek
zannetmeleridir. Gözleri ile görmedikleri veya elleri ile hissetmedikleri sürece bir şeyin varlığından emin
olamayacaklarını düşünürler.
Oysa aklını ve vicdanını kullanan bir insan için, Allah'ın ve ahiretin varlığıyla ilgili sayısız delil
bulunmaktadır. Canlılığın devamı için kusursuz bir tasarımla ve eşsiz bir uyumla yaratılan yeryüzünde ve
gökyüzünde, tüm canlı maddelerin yapıtaşı olan hücrenin son derece kompleks yapısında, renkleri, kokuları,
içinde yaşayan çeşit çeşit canlılar ile muhteşem güzellikteki doğada Allah'ın sayısız yaratış delili vardır. Tüm
canlıları kusursuzca yoktan var etmiş olan Allah'ın, her birini ölümlerinin ardından diriltmeye kadir olduğuna
322
Kasas: 38
Bakara: 115
324 Enam: 103
325 Enam: 59
326 Saffat: 96
323
227
da kuşku yoktur. Fakat buna rağmen inkarcı insan, iman etmemekte direnir.
Aklını kullanan bir insan ise, Allah'ın canlıları ilk kez yarattığını da, onları yeniden diriltmeye kadir
olduğunu da kavrar. Ayetlerde, bu gerçeği kavrayamayan inkarcılardan şöyle söz edilmektedir:
Dediler ki: "Biz kemikler haline geldikten, toprak olup ufalandıktan sonra mı, gerçekten biz mi yeni bir
yaratılışla diriltileceğiz? De ki: "İster taş olun, ister demir. Ya da göğüslerinizde büyümekte olan (veya
büyüttüğünüz) bir yaratık (olun)." Bizi kim (hayata) geri çevirebilir" diyecekler. De ki: "Sizi ilk defa yaratan."
Bu durumda sana başlarını alaylıca sallayacaklar ve diyecekler ki: "Ne zamanmış o?" De ki: "Umulur ki pek
yakında." Sizi çağıracağı gün, O'na övgüyle icabet edecek ve (dünyada) pek az bir süre kaldığınızı
sanacaksınız.327
Dini inkar eden insanların, Allah'ın Kuran'da bildirdiği "ölümden sonraki dirilişi" kavrayamamalarının ve
bu gerçeğe şüphe ile yaklaşmalarının nedeni, yine ön yargılı materyalist inançtır. Maddeci anlayışa göre
insan maddelerin etkileşiminden oluşan bir varlıktır. Hatta insanın zekası, duyguları gibi madde ile
açıklanamayacak özellikleri bile materyalistlere göre maddenin etkileşimleri ile oluşmaktadır. Dolayısıyla bu
insanlar yeniden dirilişi maddenin kendisini tekrar inşa etmesi olarak yorumlar ve bir türlü bunun nasıl
olabileceğine akıl erdiremezler. Yani yok olan bir maddenin tekrar geri gelebileceğini bir türlü
kabullenemezler.
Oysa eğer anlayamadıkları nokta, yok olmuş ve çürümüş bir bedenin nasıl tekrar canlanacağı ise,
zaten insanın en başta bir yokluktan yaratılmış olduğunu düşünmeleri gerekir. Yeryüzünde bir insana, hatta
herhangi bir canlıya ait tek bir zerre dahi yokken, Allah insanı yoktan var etmiştir. Gerçek bu iken, ikinci kez
yaratılmayı sorgulamak veya "nasıl olabilir" diye bu gerçekten şüpheye düşmek büyük bir akılsızlıktır. Allah
ayetlerinde dirilmekten yana şüphesi olanlar hakkında şöyle buyurmaktadır:
Ya, Biz ilk yaratılışta güçsüz mü düştük? Hayır, onlar 'karmaşık bir kuşku' içindedirler. Andolsun,
insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz. Biz ona şahdamarından daha
yakınız.328
Bu konuyla ilgili diğer bir gerçek ise insanı insan yapanın, bedeni değil, ruhu oluşudur. Yani insana
canlılık veren elli, altmış kiloluk et ve kemikten oluşan beden değil, ruhtur. Ölümle birlikte insanın bedeni yok
olur, ancak ruhu yok olmaz. Ölüm sadece insanın ruhunun bulunduğu mekanın değişmesidir yani ahiret
hayatının başlamasıdır. Ruh konusunda Allah Kuran'da bize şu bilgileri vermektedir:
Sonra onu 'düzeltip bir biçime soktu' ve ona ruhundan üfledi. Sizin için de kulak, gözler ve gönüller var
etti. Ne az şükrediyorsunuz? Dediler ki: "Biz yer (toprağın için) de yok olup gittikten sonra, gerçekten biz mi
yeniden yaratılmış olacağız?" Hayır, onlar Rablerine kavuşmayı inkar edenlerdir. De ki: "Size vekil kılınan
ölüm meleği, hayatınıza son verecek, sonra Rabbinize döndürülmüş olacaksınız." 329
Ancak inkarcı insanların ön yargıları çok açık bir gerçeği bile anlamalarına engel olmaktadır. Allah,
ahiretin varlığını kavrayamayan, tek hayatlarının bu dünya olduğunu zanneden ve ölünce yok olacaklarına
inanan bu insanların akletme ve kavrama yeteneklerinden yoksun olduklarını birçok ayetinde bildirmiştir:
Şimdi sen, kendi hevasını ilah edinen ve Allah'ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağını ve
kalbini mühürlediği ve gözü üstüne bir perde çektiği kimseyi gördün mü? Artık Allah'tan sonra ona
kim hidayet verecektir? Siz yine de öğüt alıp-düşünmüyor musunuz?
Dediler ki: "(Bütün olup biten,) Bu dünya hayatımızdan başkası değildir, ölürüz ve diriliriz; bizi
"kesintisi olmayan zaman' (dehrin akışın)dan başkası yıkıma (helake) uğratmıyor." Oysa onların
bununla ilgili hiçbir bilgileri yoktur; yalnızca zannediyorlar. 330
Gerçekleri görebilen, materyalist inancın etkisinden kurtularak samimi ve açık bir zihin ile düşünebilen
insanlar ise ahiretin varlığına hiçbir şüphe duymadan kesin bir bilgi ile iman ederler:
İsra: 49-52
Kaf: 15-16
329 Secde: 9-11
330 Casiye: 23-24
327
328
228
Onlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler. Ve onlar kesin bir bilgiyle ahirete inanırlar. İşte
onlar, Rablerinden bir hidayet üzerindedirler ve felah bulanlar da onlardır. 331
Onlar, gaybe inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden
infak ederler. Ve onlar, sana indirilene, senden önce indirilenlere iman ederler ve ahirete de kesin bir
bilgiyle inanırlar.332
Sonuç olarak dinsizliğin dini ile mücadelede üzerinde durulması gereken iki önemli konu
bulunmaktadır. Bunlardan bir tanesi evrim teorisinin bilimsel açıdan geçersizliğini anlatmaktır. Böylece
insanlar tesadüflerle oluşmadıklarını, kendilerini Allah'ın yarattığını ve ona karşı sorumlu olduklarını
görebileceklerdir. Diğer konu ise, maddenin gerçek mahiyeti hakkında insanları bilgilendirerek ön
yargılarından kurtulmalarını ve gerçek dini anlayabilmelerini sağlamaktır. Çünkü bir madde yığınından ibaret
olmadığını kavrayan insan, Yaratıcımız olan Allah'ın sonsuz kudretinin de bilincine varacaktır.
Allah'ın her yeri sarıp kuşatması, zamandan ve mekandan bağımsız olması, tüm varlıkları kaderleri ile
yaratmış olması, cennet ve cehennemin varlığı ve insanların fiillerini de yaratanın Allah olması gibi, hak dinin
bildirdiği gerçekler aslında anlaşılması ve kavranması çok kolay konulardır. Ama bazı insanlar bu gerçekleri
anlamak istemezler ve bu yüzden zor göstermeye çalışırlar. Bunun nedeni insanların bilerek veya bilmeyerek
maddeci dünya görüşünün etkisinde kalmış olmalarıdır. Bunun için insanlar madde ile ilgili ön yargılarından
kurtularak maddenin gerçek mahiyetini öğrenmelidirler.
Dinsizliğin "Ateşe Çağıran" Önderleri
İ nsanları tarih boyunca hak yoldan ayıran, onlara Allah'ı ve dini inkarı emreden, zalim ve zorba
karakterli önderler bulunduğu Kuran'da bildirilmiştir. Allah bir ayetinde bu insanları "ateşe çağıran
önderler"333 olarak tanımlamıştır. Bu karakter Kuran'da anlatılan Hz. Musa kıssasında, Firavun adıyla
karşımıza çıkar. Fakat bu zorbacı karaktere tüm tarih boyunca rastlamak mümkündür. Dinsizliğin önderliğini
yapan bu insanların hemen hepsi, içinde bulundukları toplumlara karşı aynı zalimlikleri yapmışlar, aynı
yöntemlerle onları dinden uzaklaştırmışlar ve insanları dünyada ve ahirette helaka sürüklemişlerdir.
Yüzyılımızda Firavun ile özdeşleşen kişilerin başında Rus ve Çin devrimlerinin kanlı liderleri Vladimir
Lenin, Joseph Stalin ve Mao Tse Tung, onların fikir babaları Karl Marx ve Friedrich Engels, tüm Avrupa'yı
kana bulayan acımasızlığı ile bilinen Adolf Hitler gibi dinsiz ve zalim liderler gelir. Charles Darwin ise tüm bu
zalim liderlerin fikirlerini, ortaya attığı evrim teorisi ile besleyen ve dinsizliğe farklı bir yönden liderlik eden bir
isimdir.
Kuran'da haber verildiği gibi tarih boyunca Allah'ın elçileri ve salih müminler, bir topluluğu uyarmakla
görevlendirildiklerinde karşılarında zorlu düşmanlar olarak hep bu zorba karakterdeki liderleri bulmuşlardır.
Bu nedenle de elçilerin fikri alandaki mücadeleleri gönderildikleri toplulukla değil, topluluğu etki ve
denetimleri altında tutan "diktatör" karakterli önderlerle olmuştur. Çünkü dinsizliğin liderlerinin ikna edilmeleri
veya fikirlerinin etkisiz hale getirilmesi, onlara inanan toplulukların da ikna edilmeleri demektir. Bu nedenle
elçiler ilk olarak kavmin önde gelenleri ile görüşmüş, onlara kendi görüş ve fikirlerini bildirmişlerdir. Ayetlerde
Hz. Musa'nın din ahlakını anlatması için ilk olarak Firavun'a gönderildiği şöyle bildirilir:
Andolsun, Musa'yı ayetlerimizle ve apaçık olan bir delille gönderdik. Firavun'a ve onun önde
gelen çevresine. Onlar Firavun'un emrine uymuşlardı. Oysa Firavun'un emri doğruya-götürücü (irşad
edici) değildi.334
Sonra bunların (peygamberlerin) ardından Musa'yı ayetlerimizle Firavun'a ve önde gelen
çevresine gönderdik; onlar ona (ayetlerimize) haksızlık ettiler. İşte bozgunculuk çıkaranların nasıl bir
sona uğradıklarına bir bak.335
Yukarıda bahsettiğimiz nedenlerden ötürü dinsizlikle mücadelede önderler çok önemli bir yer teşkil
331
Lokman: 4-5
Bakara: 3-4
333 Kasas: 41
334 Hud: 96-97
335 Araf: 103
332
229
etmektedirler. Ve daha önce belirttiğimiz gibi, günümüzde dinsizliğin en önemli cephesi materyalizmi temel
alan komünizm, anarşizm gibi sistemler ve tüm dinsiz ideolojilere dayanak olan evrim teorisidir. Bu fikir
akımlarının ve evrim teorisinin fikir babaları da günümüzdeki dinsizliğin asıl önderleridir. Bu liderlerin artık
hayatta olmamaları da etkilerinden bir şey kaybettirmemiştir. Onların insanlar üzerindeki kötü etkileri hala
sürmekte ve birtakım çevreler tarafından bu etki ayakta tutulmaya çalışılmaktadır. Öyle ise dinsizlikle
mücadelede bu önderlerin gerçek yüzlerinin ve amaçlarının ortaya konması son derece önemlidir. Bu
konunun öneminin daha iyi anlaşılması için Kuran'dan ve yüzyılımızdan örnekler vererek "ateşe çağıran"
dinsiz önderlerin bazı özelliklerinin ve yöntemlerinin incelenmesinde fayda vardır.
Dine Düşman Olmaları ve Zor Kullanarak Halkın İman Etmesini Engellemeleri
Materyalizmi benimseyen ve siyasi sistemlerini materyalizm üzerine kuran Lenin, Stalin, Troçki ve Mao
gibi liderlerin en büyük hedefleri, dini ortadan kaldırmak olmuştur. Komünizmin fikir babası Karl Marx'ın şu
sözleri materyalistlerin dine bakış açılarının bir özetidir aslında:
Din halkın afyonudur… Halkın aldatıcı mutluluğu olarak, dinin ortadan kaldırılması halkın gerçek
mutluluğunun beyan ettiği taleptir.336
Marx, Engels ve Lenin'in yazılarının yer aldığı Anarşizm ve Anarko Sendikalizm isimli kitapta ise
komünizmin din karşısında alması gereken tavır şöyle açıklanmaktadır:
Marksizm materyalizmdir. Bu niteliği ile 17. yüzyıl ansiklopedicilerinin materyalizmi ya da Feuerbach'ın
materyalizmi kadar alabildiğine din düşmanıdır. Bu yalanlanamayacak bir şey. Ancak Marx ve Engels'in
materyalizmi, materyalist felsefeyi tarih alanına ve toplumsal bilimler alanına uygulamada ansiklopedicilerden
ve Feuerbach'tan daha ileri gitmiştir. Dine karşı koymalıyız; bu materyalizmin dolayısıyla da Marksizm'in
"abc"sidir. Ama Marksizm "abc" ile yetinip kalan bir materyalizm değildir. Marksizm daha ileri gider. Der ki:
Dine karşı savaşmayı bilmek gerek; bunun için de yığınlara inancını ve dinlerin kaynağını materyalist
biçimde açıklamak gerek.337
Yukarıdaki sözlerle ifade bulan ve Marx'la alevlenen din düşmanlığı bütün komünist rejimlerin ortak
özelliği haline gelmiştir. Her ne kadar Marx'ın ömrü bu sapkın idealini gerçekleştirmeye yetmediyse de, Lenin
onun kötü mirasına sahip çıkarak, din düşmanı bir rejim kurmuştur. Stalin ise bu zalim rejimi doruk noktasına
ulaştırmıştır.
Bu amaç doğrultusunda, Rusya ve Çin'de gerçekleşen komünist devrim sırasında camiler ve
ibadethaneler kapatılmış, komünist ihtilale karşı çıkan insanlar hunharca katledilmişlerdi. Örneğin dünya
tarihinin en kanlı katliamlarını yapmış olan Joseph Stalin 20 milyondan fazla insanı acımasızca öldürtmüştü.
Stalin, "On binlerce kişinin ölüm emrini imzalayıp sonra da güzel bir uyku çekmek. İşte en sevdiğim şey."
diyebilecek kadar acımasız bir karaktere sahipti. 9 milyonluk ülkede 3 milyon kişiyi katleden Kamboçya'nın
komünist diktatörü Pol Pot da, Stalin gibi insanlara yönelik yürüttüğü vahşet ile tanınan dinsizliğin
önderlerindendir. Arnavutluk'un komünist lideri Enver Hoca ise, ülkesinde her türlü dini inanç ve ibadeti ağır
cezalarla yasaklamış ve "dünyanın tam anlamıyla ateist olan ilk devletini kurduğunu" ilan etmiştir.
Bu liderleri, dine karşı duydukları şiddetli düşmanlıkları, merhametten, acıma duygusundan, sevgi ve
şefkatten uzak karakterleri ve kibirleri ile "20. yüzyılın firavunları" olarak tanımlamak mümkündür. Çünkü
Firavun da iman edenleri cezalandırıyor ve onlara türlü işkenceler yapıyordu. Kuran'da Firavun'un zorba
karakteri şu şekilde bildirilir:
Sonunda Musa'ya kendi kavminin bir zürriyetinden (gençlerinden) başka -Firavun ve önde
gelen çevresinin kendilerini belalara çarptırmaları korkusuyla- iman eden olmadı. Çünkü Firavun,
gerçekten yeryüzünde büyüklenen bir zorba ve gerçekten ölçüyü taşıranlardandı. 338
(Firavun) Dedi ki: "Ben size izin vermeden önce ona inandınız öyle mi? Şüphesiz o, size
büyüyü öğreten büyüğünüzdür. O halde ben de sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çapraz olarak
K. Marx, Friedrich Engels, Din Üzerine, s.38
Marx, Engels, Lenin, Anarşizm ve Anarko Sendikalizm, s. 282
338 Yunus: 83
336
337
230
keseceğim ve sizi hurma dallarında sallandıracağım. Siz de elbette, hangimizin azabı daha
şiddetliymiş ve daha sürekliymiş öğrenmiş olacaksınız."339
(Firavun) Dedi ki: "Ona, ben size izin vermeden önce mi inandınız? Şüphesiz, o, size büyüyü
öğreten büyüğünüzdür; öyleyse yakında bileceksiniz. Şüphesiz ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama
kestireceğim ve sizin hepinizi gerçekten asıp-sallandıracağım."340
Dinsizliği Savunanlar "Atalarının Dinine" Uyarak Şeytanın İzinde Gitmeleri
Acımasız katliamlar yapan, kadın, çocuk demeden insanların canına kasteden diktatörlerin peşinden
bu kadar çok insanın gitmesi düşündürücüdür. Ancak bu durum sadece bizim yüzyılımız için geçerli değildir.
Kuran'da sapkın inançlarından bir türlü vazgeçmeyen insanlardan söz edilir ve bu inançlar için "ataların dini"
ifadesi kullanılır. İnkarcılar ne zaman Allah'ın dinine uymaya davet edilseler, elçilere kendi dinlerini
bırakamayacaklarını, çünkü atalarını bu din üzerinde bulduklarını söylerler. Bu ayetlerden bazıları şöyledir:
Ne zaman onlara: "Allah'ın indirdiklerine uyun" denilse, onlar: "Hayır, biz, atalarımızı üzerinde
bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız" derler. (Peki) Ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da
bulamamış idiyseler? İnkar edenlerin örneği bağırıp çağırmadan başka bir şey işitmeyip (duyduğu veya
bağırdığı şeyin anlamını bilmeyen ve sürekli) haykıran (bir hayvan)ın örneği gibidir. Onlar, sağırdırlar,
dilsizdirler, kördürler; bundan dolayı akıl erdiremezler. 341
Her türlü dini ve manevi değeri reddeden günümüz inkarcılarının durumu yukarıdaki ayetlerde açıkça
ifade edilmektedir. Onların benimsedikleri dinler de aslında "dinsizliğin dini"dirler. Nitekim günümüz dinsizleri,
atalarını yani Charles Darwin'i, Lenin'i, Stalin'i ve Mao'yu bu dine inanıp, bu dinin ilahlarına ibadet ederken
buldukları için bu inançlarından bir türlü vazgeçmezler. Onların ataları, canlılığın cansız maddelerden var
olduğuna, yeryüzündeki tüm canlıların birbirlerinden tesadüfler sonucunda türediklerine, herşeyi yoktan var
eden bir Yaratıcı'nın olmadığına inanmaktaydılar. Bu anlayışı savunanlar, tesadüflerin ve doğanın birer
yaratıcı olduğuna, bir bilince veya akla sahip olmayan bu iki gücün bilinçli ve akılcı seçimler yapabildiğine,
sadece maddenin mutlak olduğuna, ezeli ve ebedi olduğuna dair batıl bir inanç taşımaktaydılar.
İşte günümüzde "atalarının dini"ne uyan bazı kişiler de üzerinde hiç düşünmeden, bilimsel açıdan
geçersizlikleri pek çok kez kanıtlanan bu safsatalara inanırlar. Dahası, iddialarının ne anlama geldiğini
kavramadan, bunları bağıra çağıra, dergilerinde, gazetelerinde yayınlayarak, mitinglerinde sloganlarını
atarak savunurlar. Çünkü ataları onlara bu sapkın inancı miras bırakmıştır. Allah Kuran'da, "Onlar bunu
(tarih boyunca) birbirlerine vasiyet mi ettiler? Hayır; onlar, 'azgın ve taşkın (tağiy)' bir kavimdirler" 342
ayetiyle inkarcıların birbirlerine inkarı miras bıraktıklarına dikkat çekmektedir.
Bu saplantılı düşünce yapısındaki insanların çoğuna kitaplar dolusu bilimsel delil sunulsa da,
saplandıkları fikirlerin yanlışlığı sözlü ve yazılı, türlü şekillerde anlatılsa da bu inançlarından vazgeçmezler.
Çünkü onlar atalarının dinine körü körüne bağlanmış, bu nedenle de akıl, kavrama ve muhakeme
yeteneklerini yitirmişlerdir. Böylece çok küçük bir çocuğun bile kolaylıkla görebildiği gerçekleri göremez hale
gelmişlerdir. Allah inkarcıların görme ve kavrama yeteneklerini kaybettiklerini Kuran'da şöyle haber vermiştir:
Andolsun, cehennem için cinlerden ve insanlardan çok sayıda kişi yarattık (hazırladık). Kalbleri vardır
bununla kavrayıp-anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır bununla işitmezler. Bunlar
hayvanlar gibidir, hatta daha aşağılıktırlar. İşte bunlar gafil olanlardır. 343
Allah iman eden ve yaşamını din ahlakını anlatarak ve Kuran ahlakını eksiksizce yaşayarak ve
yaşatmaya çalışarak geçiren kulları için ise şöyle müjde vermektedir:
Şüphesiz: "Bizim Rabbimiz Allah'tır" deyip sonra dosdoğru bir istikamet tutturanlar (yok mu); onların
üzerine melekler iner (ve der ki:) "Korkmayın ve hüzne kapılmayın, size vadolunan cennetle sevinin. Biz,
dünya hayatında da, ahirette de sizin velileriniziz. Orda nefislerinizin arzuladığı herşey sizindir ve istediğiniz
339
Taha: 71
Şuara: 49
341 Bakara: 170-171
342 Zariyat: 53
343 Araf: 179
340
231
herşey de sizindir. Çok bağışlayan, çok esirgeyen (Allah)tan bir ağırlanma olarak." Allah'a çağıran, salih
amelde bulunan ve: "Gerçekten ben Müslümanlardanım" diyenden daha güzel sözlü kimdir? 344
Özetle
Bir insan hayatı boyunca "dinsizliğin dinine" göre yaşamış, hatta din ahlakına her zaman karşı olmuş
olabilir. Ancak eğer bu insan, samimi olarak düşünür ve vicdanının sesini dinlerse, Kuran'ın hükümlerinin ne
kadar doğru, açık ve kolay olduğunu görecektir. Ve tevbe ettiği takdirde Allah'ın tüm geçmiş günahlarını
bağışlamasını umabilecektir. Unutmamak gerekir ki, hiçbir lider hiçbir insana şefaat edemez; hiç kimse
Allah'ın huzurunda bir başkasına fayda sağlayamaz. İnsanların tek velisi, tek dostu ve koruyucusu alemlerin
Rabbi olan Allah'tır. Allah ayetlerde bu açık gerçeği kavramış kişilerle ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
Siz beni Allah'a (karşı) inkar etmeye ve hakkında bilgim olmayan şeyleri O'na şirk koşmaya
çağırıyorsunuz. Ben ise sizi, üstün ve güçlü olan, bağışlayan (Allah')a çağırıyorum. "İmkanı yok; gerçekten
sizin beni kendisine çağırmakta olduğunuz şeyin, dünyada da, ahirette de çağrıda bulunma (yetkisi, gücü,
değeri ve bağışlama)sı yoktur. Şüphesiz, bizim dönüşümüz Allah'adır. Ölçüyü taşıranlar, onlar ateşin
halkıdırlar.345
"Dinsiz Bir Millet Yaşayamaz Gerçeği "
İnsanların bir bölümü din ahlakının sadece ibadetlerden oluştuğu gibi bir yanılgıya sahiptir. Oysa
gerçek din, ibadetlerin yanı sıra, insan yaşamının her anını kapsar ve böylece insanlara Kuran'da tarif
edilenler doğrultusunda bir bakış açısı ve güzel ahlak kazandırır. Dinine bağlı, samimi bir Müslüman Allah'ın
rızasını, rahmetini ve cennetini kazanmak için hayatının her anında Kuran'da tarif edilen bu üstün ahlakı
yaşamaya gayret eder. Hiçbir zaman ve hiçbir ortamda dürüstlüğünden, samimiyetinden, itidalli tavırlarından,
saygı ve sevgi dolu yapısından, kısacası güzel ahlakından ödün vermez. İşte bu nedenle de Kuran ahlakına
sahip insanların oluşturdukları topluluklarda, her insanın özlem duyduğu bu üstün özellikler yaşanır.
Örneğin Kuran ahlakına uygun yaşam süren bir ailede, günümüz ailelerinde yaşanan sorunların hiçbiri
yaşanmaz. Günümüzde, anne ve babaya itaatsiz, doğru ile yanlışı birbirinden ayıramayan, saldırgan
çocuklara ve çocuklarına doğru ile yanlışı anlatma gereği duymayan, onları başıboş bırakan, kendi
aralarında dahi geçimsiz olan anne babalara çok sık rastlanır. Bu evlerde, sevgi, saygı, merhamet ve şefkat
yerine kavga ve hakaret hakimdir. Oysa Kuran ahlakı yaşandığında, anne babaya itaat eden, hatta Allah'ın
emri gereği onlara "öf" bile demeyen, doğru ve yanlışı daha küçük yaşlarından itibaren ayırt edebilen,
vicdanını kullanarak kötülüklerden uzak duran çocuklar yetişir. Çocuklarını din ahlakı ile yetiştirerek devlete
ve millete hayırlı insanlar olmaları için çaba harcayan, kendi aralarında da sevgi ve saygıyı yaşayan,
davranışları ve konuşmaları ile çocuklarına örnek olan anne babalar ortaya çıkar. Kısacası sevgi, saygı ve
dayanışma içinde birbirine bağlı aileler oluşur.
Aile ise bir devletin en temel birimidir. Aile yapısı güçlü olan bir milletin devlet yapısı da çok güçlü olur.
Ancak aile yapısı çökmüş, manevi değerlerini kaybetmiş, bireyleri arasında sevgi, saygı, birlik ve beraberlik,
vefa duyguları körelmiş bir devletin güçlü olması mümkün değildir. Özellikle dinsiz bir toplumun hedef
alındığı bazı ülkelerde bu manevi çöküş çok büyük bir hız kazanır ve ahlaki dejenerasyon toplumun her
kademesinde kendini gösterir. Böyle bir toplumda hayat, sadece karşılıklı maddi çıkarlar üzerine kurulur.
Birbirlerine çok yakın aile bireyleri arasında dahi sevgi, kardeşlik, dayanışma, fedakarlık ve sadakat
duyguları gibi manevi duygular köreldiğinde, artık o milletin varlığını devam ettirebilmesi çok zor olur. Çünkü
bu dejenerasyon yalnızca aile ortamlarında yaşanmakla kalmaz, toplumun tüm kesimlerine yayılır. Okullarda,
arkadaş toplantılarında sevgi ve saygı yerine, haset, ikiyüzlülük, alay, dedikodu gibi kötü tavırlar ortaya çıkar.
İş yerlerinde de tüm sistem çıkar ilişkileri üzerine kurulu olur. Kimse kimsenin hakkını korumaz, adalet
aranmaz, mazlumlara karşı şefkat ve merhamet duyulmaz. Kısacası böyle bir milletin bireylerinin birarada
huzur ve barış içinde yaşamaları imkansız hale gelir.
İşte bu sebeple insanları dinsizliğe sürükleyen, bu yolla manevi değerlerini tahrip eden dinsizliğin
344
345
Fussilet: 30-33
Mümin: 42-43
232
dinlerinin, fikri yönde çökertilmesi imanlı insanlara düşen büyük bir görevdir. İlerleyen sayfalarda dinsizliğin
aile yapısını ve toplumdaki sosyal ilişkileri çökertmenin ötesinde, bir devlete ne tür zararlar verebileceği daha
detaylı olarak incelenecektir. Bu inceleme sonucunda ortaya çıkan tespitler, "devletime bağlıyım, milletimi
seviyorum" diyen her bireyin dinsizlikle nasıl ciddi bir mücadele içinde olması gerektiğini bir kez daha ortaya
koyacaktır.
Darwinizm'in Yetiştirdiği Teröristler
Bugün dünyanın dört bir köşesinde terör, soykırım ve katliamlar yaşanmakta, masum insanlar
hunharca öldürülmekte, suni sebeplerle birbirlerine düşman hale getirilen topluluklar ülkeleri kana
bulamaktadır. Birbirlerinden çok farklı tarihlere, kültürlere ve toplumsal yapılara sahip olan ülkelerde
meydana gelen bu olayların, her ülkede kendine özgü bazı nedenleri ve kaynakları olabilir. Ancak biraz
araştırıldığında her birinin ilginç bir ortak noktası olduğu görülecektir. Bu, dinsiz ideolojilerin toplumlar
üzerinde yarattığı manevi tahribattır.
Bu dinsiz ideolojilerin en önemli ortak özelliklerinden biri ise, militanlarını Darwinizm ile eğitiyor
olmalarıdır. Başta da belirttiğimiz gibi evrim teorisi, insanların kendilerini sorumlu hissedecekleri ve ahirette
hesap verecekleri bir Yaratıcı olduğu gerçeğini reddeder. Bu teorinin eğitimini gören bir insan da kendisinin
sorumsuz ve başıboş olduğunu zanneder. Bu nedenle de "nasılsa kimseye hesap vermeyeceğim" diye
düşünerek, her türlü insafsızlığı, ahlaksızlığı ve vicdansızlığı kolaylıkla yapar hale gelir.
Evrim teorisinin terörizme verdiği ikinci önemli destek ise, bu teorinin insanı gelişmiş bir hayvan olarak
göstermesidir. Dolayısıyla Darwinizm'e inananlar bir insanın öldürülmesini herhangi bir hayvanın öldürülmesi
kadar kolay görürler. Bölücü terörün tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de bebekleri, kadınları, yaşlıları ve
binlerce masum insanı gözünü dahi kırpmadan öldürebilmesinin ardında yatan neden, Darwinci anlayıştır.
Darwinizm'in bilimsel açıdan hiçbir geçerliliği olmayan bir safsata olduğunun insanlara anlatılmasının
önemi bu noktada tekrar ortaya çıkmaktadır. Darwinizm'i bilimsel bir gerçek zanneden, dini duygulardan
uzak, Allah korkusu olmayan bazı kimselere Darwinizm'e dayandırılan ideolojiler telkin edildiğinde kolayca
ikna edilebilmektedirler. Ve bu kapsamlı telkinin sonrasında herkes gibi yaşam süren sade bir insan, eline
silah
alıp
dağa
çıkabilmekte,
masum
insanların
canına
kastedebilmekte
ve
devletine
karşı
ayaklanabilmektedir. Çünkü bu kişilere Allah, din, vatan, millet ve bayrak sevgisi yerine, dinsizlikleri ve kanlı
katliamları ile ünlenmiş Stalin'i, Lenin'i, Mao'yu sevip saymaları, insanı hayvan gibi gösteren Darwin'in
teorisine göre düşünmeleri öğretilmektedir.
Oysa Allah'ın varlığının delilleri ve Kuran'da bildirilen güzel ahlak anlatıldığında, insanların düşmanlığı,
savaşı ve kaos ortamlarını kendilerine hedef edinen bu tür ideolojilere saplanmaları imkansız hale gelir.
Allah'a iman eden, ahirette her yaptığının hesabını vereceğini bilen bir insan, devletine ve milletine güçlü bir
bağ ile bağlanır. Çünkü Allah Kuran'da insanları bozgunculuk yapmaktan şöyle men etmiştir:
O, iş başına geçti mi (ya da sırtını çevirip gitti mi) yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve
nesli helak etmeye çaba harcar. Allah ise, bozgunculuğu sevmez. Ona: "Allah'tan kork" denildiğinde,
büyüklük gururu onu günaha sürükler, kuşatır. Böylesine cehennem yeter; ne kötü bir yataktır o. 346
Allah'a verdikleri sözü, onu kesin olarak onayladıktan sonra bozanlar, Allah'ın ulaştırılmasını
emrettiği şeyi kesip-koparanlar ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlar; işte onlar, lanet onlar içindir
ve yurdun kötü olanı da onlar içindir.347
Bu ayetlerden de anlaşılacağı gibi, Allah'tan korkan bir insanın devletine, milletine en küçük zarar
dokunduracak bir harekete dahi göz yumması söz konusu değildir. Çünkü Allah'tan korkan bir insan O'nun
hoşnut olmayacağı ve cehennemde sonsuz bir azapla karşılık vereceğini bildirdiği her türlü tavırdan titizlikle
sakınır.
Allah'a ve ahiret gününe inanmayan bir insan ise kimseye hesap vermeyeceğini zannederek her türlü
kötülüğü kolaylıkla yapabilir. Bediüzzaman Said Nursi de dinsiz ideolojilerin, özellikle komünizmin doğurduğu
346
347
Bakara: 205-206
Rad: 25
233
anarşist yapıyı bir eserinde şöyle açıklamıştır:
Ve sosyalistlik ise bir kısım mukaddesatı tahrip ettiğinden, aşıladığı fikir, bilahare bolşevikliğe inkılap
etti. Ve Bolşeviklik dahi çok mukaddesat-ı ahlakiye ve kalbiye ve insaniyeyi bozduğundan, elbette, ektikleri
tohumlar hiçbir kayıt ve hürmet tanımayan anarşistlik mahsülünü verecek. Çünkü kalb-i insaniden hürmet ve
merhamet çıksa, akıl ve zekavet, o insanları gayet dehşetli ve gaddar canavarlar hükmüne geçirir; daha
siyasetle idare edilmez.348
Bediüzzaman'ın bu sözlerinin de işaret ettiği gerçek şudur: Anarşi, terör ve kargaşa belasının
kökeninde insanların saygı, sevgi, merhamet gibi güzel duygulardan uzaklaşması, ahlaki ve insani
değerlerini kaybetmesi yatmaktadır. Bu beladan kurtulmak için öncelikle yapılması gereken ise, dinsizliğin
ortadan kaldırılması ve insanlara Allah korkusunun ve Kuran ahlakının öğretilmesidir.
Şunu unutmamak gerekir ki, devletine ve milletine karşı ayaklanıp, bölücü faaliyetlerde bulunanlar
kadar, bu duruma seyirci kalarak imkanları olduğu halde devletine destek olmayanlar da, aynı materyalist
bakış açısını taşıyor demektir. Çekimser davranan kişilerin tek amaçları kendi hayatlarını devam
ettirebilmeleridir. Çevrelerinde olup bitenler kendilerine dokunmadığı sürece rahatsız olmayan bu kişiler,
dinin insanlara kazandırdığı fedakarlık, kardeşlik, dostluk, dürüstlük ve hizmet anlayışından yoksun
kimselerdir. Bu kişilerin, şerefli bir hedefleri yoktur. Hayatları boyunca sadece devletin imkanlarını tüketerek,
milletin karşı karşıya olduğu tehlikelerden habersiz bir şekilde kendi nefislerini tatmine çalışırlar. Bu tür
insanların durumu Kuran'da şöyle açıklanmaktadır:
Allah şu örneği verdi: İki kişi; bunlardan birisi dilsiz, hiçbir şeye gücü yetmez ve herşeyiyle efendisinin
üstünde (bir yük), o, onu hangi yöne gönderse bir hayır getirmez; şimdi bu, adaletle emreden ve dosdoğru
yol üzerinde bulunanla eşit olabilir mi?349
Ayette de belirtildiği gibi "dosdoğru yol üzerinde bulunan", dinine bağlı, Allah'tan korkup sakınan,
manevi değerlere önem veren, vatanına ve milletine hizmet şevki içinde olan bir kişinin, bulunduğu topluma
büyük hayırlar getireceği kesindir. Bu yüzden insanların gerçek dini öğrenmeleri ve Kuran ahlakına uygun
yaşamaları son derece önemlidir. Bu üstün ahlakı yaşayan insanları ise Allah bir ayetinde şöyle
tanımlamıştır:
Onlar ki, yeryüzünde kendilerini yerleştirir, iktidar sahibi kılarsak, dosdoğru namazı kılarlar, zekatı
verirler, ma'rufu emrederler, münkerden sakındırırlar. Bütün işlerin sonu Allah'a aittir. 350
Dinsizliğin Dini İle Mücadele Yöntemleri
İnsanların dünyadaki ve ahiretteki kurtuluşları için dinsizliğin yeryüzünden tamamen kaldırılması son
derece önemlidir. Ve dinsizliğin yeryüzünden silinerek yerine Kuran ahlakının yaygınlaştırılması da -baştan
beri üzerinde durduğumuz gibi- tüm inananların sorumluluğudur. "Ben dindarım, diğer insanlar başlarının
çaresine baksınlar" demek, samimi bir Müslümanın vicdanına sığmaz. Aşağıdaki ayet, bu görevi tüm
Müslümanların üzerine İlahi bir görev olarak yüklemektedir. Allah her mümini, yakınlarını ve tüm insanları
cehennem azabından korumakla yükümlü kılmıştır:
Ey iman edenler, kendinizi ve yakınlarınızı ateşten koruyun ki onun yakıtı insanlar ve taşlardır;
üzerinde oldukça sert, güçlü melekler vardır. Allah kendilerine neyi emretmişse ona isyan etmezler ve
emredildiklerini yerine getirirler."351
Bazı kimseler ise "ben dinsizlikle nasıl mücadele edebilirim?" diye düşünüyor olabilirler. Bu, şeytanın
insanları oyalamak, Kuran ahlakının yaşanmasını engellemek ve dinsizliğin dininin yayılmasına zemin
hazırlamak için verdiği bir kuruntudur. Kitabın genelinde de söz edildiği gibi dinsizlikle mücadeleden
kastedilen, dinsiz felsefelerin ve fikir akımlarının bilimsel ve akılcı delillerle geçersizliklerinin ortaya konması,
fikri alanda bunların çökertilmesidir. Çünkü fikri yönden çökmüş ve bilimsel olarak da dayanağı kalmamış bir
Risale-i Nur Külliyatı, Beşinci Şua, Nesil Yayınları, s. 888
Nahl: 76
350 Hac: 41
351 Tahrim: 6
348
349
234
ideolojinin peşinden hiç kimse gitmez.
Dolayısıyla bu önemli fikir mücadelesinde her insanın yapabileceği bir hizmet mutlaka vardır. Hiçbir
şeye imkan bulamayanlar da, bu önemli mücadelede yer alan, hayatını buna adayan kimselere yardımcı ve
destekçi olmalıdırlar. Örneğin dinsizlikle mücadele amacıyla yazılmış kitapların veya yazıların geniş bir çevre
tarafından okunmasını sağlamak, bu kitaplarda yazanları çok iyi öğrenerek bunları herkese anlatmak,
dinsizlikle mücadele eden, dinsizliğin fikrini çürüten bilgileri türlü yollarla dünyaya yaymak gibi hizmetler
dinsizlikle mücadelenin önemli birer parçasıdır.
Unutmamak gerekir ki Bediüzzaman'ın da belirttiği gibi "Küfre rıza küfür olduğu gibi; dalalete, fıska,
zulme rıza da fısktır, zulmdür, dalalettir."352 Bu nedenle çekimser kalanlar, dinsizliğe karşı imkanı olduğu
halde mücadele etmeyenler veya mücadele edenlere destek olacaklarına zorluk çıkaranlar, aslında bilerek
veya bilmeyerek dinsizliğe destek olmakta ve onların işlerini kolaylaştırmaktadırlar.
Samimi bir mümin, hiçbir zaman bu önemli konularda çekimser kalmaz. Her zaman Kuran'ın emrettiği
konularda son derece duyarlı, atak ve kararlı davranır. Vicdanından dolayı bugün yeryüzünde zulüm gören,
zayıf bırakılmış, aç, güvenliksiz yaşayan ve zavallı konumda olan her insanın sorumluluğunu üzerinde
hisseder. Örneğin bugün Keşmir'de, Doğu Türkistan'da ve Filistin'de milyonlarca Müslüman sadece
dinlerinden dolayı zulüm görmektedir. Geçtiğimiz yıllarda Kosova ve Bosna'da yüz binlerce insan olmadık
işkencelere maruz bırakılmış, yerlerinden, yurtlarından edilmiş, dünyanın gözü önünde katledilmişlerdir.
Sadece bazı Müslüman ülkelerde değil, dünyanın bir çok yerinde insanlar, dinsiz gruplar veya dinsiz fikir
akımları nedeniyle zulüm görmeye devam etmektedirler. Rusya'da yıllardır dinsiz nesiller yetiştirilmekte,
dinsizliğin dini çok büyük bir hızla yayılmaktadır.353 Vicdan sahibi bir insan bunların hiçbirini gözü kapalı
izlemez. İşte bu nedenlerden ötürü tüm Müslümanların dinsizliğin insanlık üzerindeki zulmünü kaldırmak için
var güçleriyle mücadele etmeleri gereklidir. Bunun en akılcı ve en etkili yolu ise kitap boyunca belirttiğimiz
fikri alandaki mücadeledir.
Bu bölümde, böyle önemli bir görevi yüklenen insanların özellikle üzerinde durmaları gereken konular
ele alınacak ve Kuran ayetleri doğrultusunda, bu mücadelenin nasıl izlenmesi gerektiği anlatılacaktır.
Dinsizliğin Putlarını Kırmak Gereği
Dinsizliğin dini ile mücadelede en etkili yöntem kuşkusuz Kuran'da örnek olarak gösterilen Hz.
İbrahim'in metodudur. Önceki bölümlerde anlattığımız gibi Hz. İbrahim'in döneminde yaşayan insanlar kendi
elleriyle yaptıkları putlara tapıyor ve her konuda bu sahte ilahlarından medet umuyorlardı. (Bilindiği gibi bu,
aynı zamanda tarih boyunca pek çok inkarcı kavmin uyguladığı bir yöntemdir.) Hz. İbrahim ise bu insanlara
önünde eğildikleri putların hiçbir şeye güç yetiremeyen, tahtadan yapılmış, cansız varlıklar olduğunu
hatırlatmış ve onların mantık ve muhakeme bozukluklarını tüm açıklığı ile gözler önüne sermiştir.
Önceden de belirttiğimiz gibi, Hz. İbrahim döneminde yaşayan insanlarla günümüz "puta tapıcıları"
arasında pek bir fark yoktur. O dönemdeki insanlar nasıl ısrarla tahta heykelleri ilah olarak kabul ediyorlarsa,
günümüz dinsizleri de cansız atomları, şuursuz doğayı, tesadüfleri ilah olarak kabul etmektedirler. Şuursuz
atomların biraraya gelerek, kusursuz ve muhteşem bir sistemi oluşturmak üzere organize olduklarına
inanmaktadırlar.
Hz. İbrahim'in, kavmini bu sapkın inançlarından kurtarmak, onları "uyandırmak" için başvurduğu
yöntem ise Kuran'da şöyle haber verilmektedir:
Hani babasına ve kavmine demişti ki: "Sizin, karşılarında bel büküp eğilmekte olduğunuz bu
temsili heykeller nedir?" "Biz atalarımızı bunlara tapıyor bulduk" dediler. Dedi ki: "Andolsun, siz ve
atalarınız apaçık bir sapıklık içindesiniz."354
"Andolsun Allah'a, sizler arkanızı dönüp gittikten sonra, ben sizin putlarınıza muhakkak bir
tuzak kuracağım." Böylece o, yalnızca büyükleri hariç olmak üzere onları paramparça etti; belki ona
Risale-i Nur Külliyatı II, Emirdağ Lahikası, Nesil Yayınları, s. 1183
Detaylı bilgi için bkz. Çözüm Kuran Ahlakı, Harun Yahya
354 Enbiya: 52-54
352
353
235
başvururlar diye.355
Ayetlerde haber verildiği gibi Hz. İbrahim, babasının ve kavminin gerçekleri göremeyecek kadar
körleştiklerini gördüğünde onların taptıkları putlara bir tuzak kurmaya karar vermiştir. Kavmi yanından
uzaklaştığında, taptıkları cansız putları kırarak, onların akıllarıyla bulamadıkları açık bir gerçeği kendilerine
delille ispatlamıştır: Cansız putların aciz oldukları ve bir şey yaratamayacakları gerçeğini…
Putperestler geri dönüp de Hz. İbrahim'e neden putları kırdığını sorduklarında aldıkları cevap ise,
içinde bulundukları akılsızlığı gözler önüne sermesi açısından son derece önemlidir:
Dediler ki: "Ey İbrahim, bunu ilahlarımıza sen mi yaptın?" "Hayır" dedi. "Bu yapmıştır, bu onların
büyükleridir; eğer konuşabiliyorsa, siz onlara soruverin." Bunun üzerine kendi vicdanlarına başvurdular da;
"Gerçek şu ki, zalim olanlar sizlersiniz (biziz)" dediler. Sonra, yine tepeleri üstüne ters döndüler: "Andolsun,
bunların konuşamayacaklarını sen de bilmektesin."356
Bu insanların, "Andolsun, bunların konuşamayacaklarını sen de bilmektesin" diyerek aslında gerçeğin
farkında olduklarını belirtmeleri son derece önemli bir noktadır. Hepsi aslında putların konuşamayacaklarının
bilincindedirler. Putlarının hiçbir şeye güç yetiremeyeceklerini, cansız bir varlığa hayat veremeyeceklerini,
evrende var olan kusursuz düzeni yaratamayacaklarını çok iyi bilmektedirler. Ancak atalarından devraldıkları
dinsizlik mirasını devam ettirebilmek ve Allah'ın varlığını inkar etmek için bu cansız varlıkları ilah kabul
etmişlerdir.
Günümüzde evrimciler ve materyalistler de tamamen buna benzer bir zihniyeti taşırlar. Bugün
herhangi bir evrimci, samimi olarak düşündüğünde canlılığın tesadüflerle oluşamayacak kadar karmaşık ve
kusursuz olduğunu anlayacaktır. Bunun yanında aynı bilim adamları evrenin bir başlangıcı olması gerektiğini,
yani ezeli ve ebedi olamayacağını da onaylayacaklardır. Ancak söz konusu kişiler, bunu itiraf etmelerine
rağmen, son derece bağnaz bir tutum sergilemeye devam ederler. Aynı Hz. İbrahim döneminde yaşayan
putperestler gibi kendi sahte ilahlarını bırakıp Allah'a inanmalarının imkansız olduğunu dile getirirler.
Evrimcilerin ve materyalistlerin kitabın başından itibaren tarif ettiğimiz atalarının dinine ne kadar körü körüne
bağlı olduklarını anlamak için günümüz evrimcilerinden birkaçının bu yöndeki itirafını görmek yeterlidir.
Örneğin Harvard Üniversitesi'nden evrimci ve materyalist genetikçi Richard Lewontin kendisinin ve
diğer materyalistlerin ön yargılı ve bağnaz tutumlarını şöyle ifade etmiştir:
Bizim materyalizme olan bir inancımız var, 'a priori' (önceden kabul edilmiş, doğru varsayılmış) bir
inanç bu. Bizi dünyaya materyalist bir açıklama getirmeye zorlayan şey, bilimin yöntemleri ve kuralları değil.
Aksine, materyalizme olan a priori bağlılığımız nedeniyle, dünyaya materyalist bir açıklama getiren araştırma
yöntemlerini ve kavramları kurguluyoruz. Materyalizm mutlak doğru olduğuna göre de, İlahi bir açıklamanın
sahneye girmesine izin veremeyiz.357
Ünlü İngiliz zoolog ve evrimci D.M.S. Watson ise, evrimcilerin ellerinde evrimin gerçekleştiğine dair
delilleri olmamasına rağmen neden hala bu teoriyi savunduklarını şöyle açıklamıştır:
Evrim teorisinin yaygın kabul gören bir teori olmasının nedeni bu teoriyi ispatlayacak yeterli delilin var
olması değil, ancak diğer alternatifin yani doğaüstü yaratılışın tümüyle kabul edilemez olmasıdır.358
Ünlü İngiliz bilim adamı Chandra Wickramasinghe de Allah'ın inkar edilmesi için insanların beyinlerinin
nasıl yıkandığını şöyle açıklamıştır:
Bir bilim adamı olarak aldığım eğitim boyunca, bilimin herhangi bir bilinçli yaratılış kavramı ile
uyuşamayacağına dair çok güçlü bir beyin yıkamaya tabi tutuldum. Bu kavrama karşı şiddetle tavır alınması
gerekiyordu... Ama şu anda, Tanrı'ya inanmayı gerektiren açıklamaya karşı olarak öne sürülebilecek hiçbir
argüman bulamıyorum…359
355
Enbiya: 57-58
Enbiya: 62-65
357 Richard Lewontin, "The Demon-Haunted World", The New York Review of Books, 9 Ocak, 1997, s.28
358 D.M.S. Watson, "Adaptation", Nature, sayı 124, s. 233
359 Chandra Wickramasinghe, London Daily Express ile bir röportajından, 14 Ağustos 1981
356
236
Yukarıda örnekleri verilen evrimci bilim adamlarının, doğru olmadığını bildikleri halde sadece Allah'ı
inkar edebilmek için evrim teorisine ve materyalizme inandıkları kendi sözleriyle ortaya çıkmaktadır. Ve bu
kişiler günümüzün önde gelen materyalist evrimcilerinden sadece birkaçıdır.
Bu insanlara verilebilecek cevap ise, Kuran'da bildirilen, Hz. İbrahim'in kendi kavmine verdiği cevaptır.
Hz. İbrahim'in kavmine verdiği karşılık, onları sarsmak ve akla davet etmek olmuştur. Ayetlerde Hz.
İbrahim'in sözleri şöyle haber verilmektedir:
Dedi ki: "O halde, Allah'ı bırakıp da sizlere yararı olmayan ve zararı dokunmayan şeylere mi
tapıyorsunuz? Yuh size ve Allah'tan başka taptıklarınıza. Siz yine de akıllanmayacak mısınız?" 360
Hz. İbrahim nasıl putperestlerin putlarını kırarak ve dinsizliğin tüm dayanaklarını ortadan kaldırarak
onların acizliğini ortaya koyduysa, günümüzdeki inananların da dinsizlerin ilah edindiği madde putunu kırarak
dinsizliği etkisiz hale getirmeleri gerekmektedir.
Bu putların kırılmasında uygulanacak yöntem ise, kısaca şöyle maddelendirilebilir:
Dinsiz Akımların İdeolojilerini ve Savundukları Fikirleri Çok İyi Tanımak
Her insanın, manevi değerleri tahrip edecek faaliyetler içinde olan dinsiz akımları çok iyi tanıması,
onların ideolojilerini, hangi konuda hangi fikri savunduklarını iyi bilmesi son derece önemlidir. Çünkü ancak
bu yolla söz konusu çevrelerin mantık bozuklukları, sapkınlıkları, devlete ve millete zarar verecek
düşünceleri, bilime ve akla aykırı yönleri deşifre edilebilir. Ve bunun sonucunda bu dinsiz ideolojilerin ne
kadar zayıf temellere dayandıkları, tutarsızlıkları gözler önüne serilebilir. Ayrıca dinsiz ideolojileri yakından
tanıyan vicdan sahibi kişiler, bunların devlete ve millete verebilecekleri olası zararları önceden tahmin
edebilir, bu sayede gerekli önlemlerin alınması için devlete destek ve yardımcı olacak bir faaliyet içine
girebilirler.
Materyalizmin ve Evrim Teorisinin Geçersizliklerinin Bilimsel Delilleri İle Ortaya Konması
Günümüzde dinsizliğin en tehlikeli ve en yaygın dininin materyalizm olduğunu görüyoruz. Materyalizmi
diğer dinsiz fikirlerden farklı kılan ve daha etkili olmasına neden olan bir unsur da, "bilimsel bir kılıf" içinde
sunulmasıdır. Bu nedenle putperestlik ilkellik olarak adlandırılırken, materyalizm ve evrim teorisi, putperestlikten bir farkları olmamasına rağmen- sahte bir "bilimsel saygınlık" kazanmışlardır. Dolayısıyla
materyalizmin ve evrim teorisinin aslında bilimle ve akılla çelişen fikirler olduğunun ortaya çıkarılması ve
bunun insanlara anlatılması son derece önemlidir.
Evrim teorisinin iddialarının tek tek ele alınarak, tüm delillerinin aslında sahte olduklarının veya bu
delillerin insanlara çarpıtılarak sunulduklarının anlatılması son derece önemlidir. Bunu yaparken en son
buluşların, bilim dünyasındaki gelişmelerin an an takip edilmesi, dünyanın dört bir yanında evrim konusunda
ortaya atılan iddiaların hiç atlanmadan bilimsel olarak çürütülmesi, her konuda çok bol delil sunulması
gereklidir.
Ayrıca bir noktayı daha belirtmekte yarar vardır: Aslında evrim teorisinin delil olarak öne sürdüğü
birkaç konu vardır ve bunlar da daha en baştan çürütülmüştür. Ama evrimciler bunları sürekli bilimsel
terimlerle süsleyerek, farklı kişilerin kalemlerinden veya ağızlarından, "bilimsel" bir kisve altında aktardıkları
için, yeni yeni deliller sunuyor gibi görünürler. Oysa halk açısından anlaşılmaz ifadelerle, bol Latince
kelimelerle, sayfalarca yazdıkları konuların özüne bakıldığında, bilimsel yönde hiçbir delil sunmadıkları
anlaşılır.
Ne var ki bugün dünya insanlarının büyük çoğunluğu Darwinizm'in ne denli saçma bir iddia olduğunu
görememekte ve bu teoriyi bilimsel bir gerçek sanmaktadır. Dolayısıyla, önemli bir başka hizmet de,
insanların bilgilendirilmesi ve bu tehlikeye karşı uyarılmasıdır. Takdir edileceği gibi, bu hizmet ciddi bir çaba
gerektirir. Herkes elinden geleni yapmalı, bu tarihi sorumluluğun ağırlığını olabildiğince yüklenmelidir.
360
Enbiya: 66-67
237
Kuran'da Bildirilen Gerçek Dinin Anlatılması
Materyalist çevreler halka kendi ideolojilerini telkin ederlerken, dine karşı saldırgan bir tutum
sergilerler. Ancak bu çevrelerin dine saldırırken kullandıkları malzemeler, ya tahrif edilmiş eski dinler ya da
Müslümanlık adı altında yaşanan, içine türlü hurafeler katıldığı için özünden tamamen uzaklaşmış bazı
anlayışlardır.
Oysa gerçek Müslümanlık, bu çevrelerin hedef aldıkları tutucu din anlayışından tamamen farklıdır. Bu
nedenle hurafelerle dolu dine karşı olarak, Kuran'da bildirilen gerçek din ahlakının insanlara çok etkili ve
yaygın bir şekilde anlatılması gerekir. Kuran, içinde hiçbir çelişki bulunmayan ve Allah Katından indirilmiş bir
kitaptır. Bu gerçeğin delillerinin açıkça ortaya konmasının yanı sıra, Kuran'da bildirilen ayetlerin ve anlatılan
olayların insanlara aktarılmaları da son derece önemlidir. Bediüzzaman Said Nursi de "maddiyyun ve
tabiiyyun felsefeleri" ile mücadelede en etkili yolun Kuran'ın hakikatlerini anlatmak olduğunu çok defa
belirtmiştir:
… Beşinci olarak: Şimdi bu zamanda en büyük tehlike olan dinsizliğe, anarşistliğe, maddeciliğe karşı
yalnız tek bir çare var: O da Kur'an'ın hakikatlerine sarılmaktır. Yoksa koca Çin'i, az bir zamanda
komünistliğe çeviren bela, siyasi, maddi kuvvetler ile susmaz. Onu yalnızca Kur'an gerçekleri susturabilir. 361
Görüldüğü gibi Bediüzzaman'ın, dinsizliğin getireceği tehlikelere karşı sunduğu çözüm, Kuran
ahlakının yaşanması ve yaşatılmasıdır. Ayrıca Bediüzzaman'ın dinsizliğin neden olduğu anarşi ve devlet
düşmanlığının nasıl yenilebileceği ile ilgili sözlerinden bazıları da şöyledir:
Sarsılmaz bir iman isteyen ve dinsiz anarşistliğe karşı kırılmaz bir kılınç arayanlar, Büyük alamete
(Kur'an'a) müracaat etsinler362
Çünkü masonluk, komünistlik, dinsizlik doğrudan doğruya anarşistliği doğuruyor. Ve bu dehşetli
duruma karşı ancak ve ancak Kuran gerçekleri etrafında İttihad-ı İslam dayanabilir…363
Allah'ın Varlığının Delillerinin Anlatılması
Aklını ve vicdanını kullanan bir insan için Allah'ın varlığı çok açıktır. Allah yarattığı her varlıkta sonsuz
ilminin, aklının, gücünün delillerini insanlara göstermektedir. Ancak kimi insanlar yıllarca Allah'ı inkar etmeye
yönelik bir telkin alırlar. Kimileri de bu konuda kuşku içindedirler. Dolayısıyla bu insanlara Allah'ın varlığının
delillerini göstermek gerekir. Bu insanların sahip oldukları ön yargıları ve bağnaz tutumu kırmak için onlara,
Allah'ın varlığına dair deliller göstermek, her varlığı tek tek inceleyerek, bunların en küçük bir parçasının dahi
tesadüfen meydana gelemeyeceğini açıklamak gerekir. Hem yazılı, hem de görsel yöntemler kullanarak bu
konuda çok kapsamlı bir faaliyet yürütülmesi Müslümanlar üzerine düşen büyük bir görevdir.
Apaçık gerçekleri göremeyecek kadar manevi yönden aciz hale gelen insanlar, ancak ciddi bir çabayla
bulundukları gaflet uykusundan uyandırılabilirler. Allah'ın varlığını ve çevresinde gördüğü kusursuz
sistemlerin tek başlarına, tesadüfler sonucunda oluşamayacağı gerçeğini kavrayan bir insan için ise, dinsizlik
tehlikesi artık ortadan kalkmış olur. Çünkü Allah'a iman eden bir insan O'na karşı sorumlu olduğunu ve bundan
sonraki hayatını O'nun rızası için yaşaması gerektiğini de kavrar.
Nitekim Allah Kuran'ın birçok ayetinde insanları yarattığı varlıklar üzerinde düşünmeye ve bu
varlıklardan ibret almaya çağırmaktadır:
Üzerlerindeki göğe bakmıyorlar mı? Biz, onu nasıl bina ettik ve onu nasıl süsledik? Onun hiçbir çatlağı
yok. Yeri de (nasıl) döşeyip-yaydık? Onda sarsılmaz dağlar bıraktık ve onda 'göz alıcı ve iç açıcı' her çiftten
(nice bitkiler) bitirdik. (Bunlar,) 'İçten Allah'a yönelen' her kul için 'hikmetle bakan bir iç göz' ve bir zikirdir. Ve
gökten mübarek (bereket ve rahmet yüklü) su indirdik; böylece onunla bahçeler ve biçilecek taneler bitirdik.
Ve birbiri üstüne dizilmiş tomurcuk yüklü yüksek hurma ağaçları da. Kullara rızık olmak üzere. Ve onunla (o
suyla) ölü bir şehri dirilttik. İşte (ölümden sonra) diriliş de böyledir. 364
Risale-i Nur Külliyatı II, Emirdağ Lahikası, Nesil Yayınları, s. 54
Şualar, 599
363 Beyanat ve Tenvirler, s. 21
364 Kaf: 6-11
361
362
238
İşte bu nedenle, "dinsizliğin dini" ile mücadelede en etkili yöntemlerden biri de insanların çevrelerindeki
iman hakikatlerini, Allah'ın varlığının ve yüceliğinin delillerini görebilmelerini sağlamaktır. Allah Kuran'da
"Rabbinin nimetini durmaksızın anlat"365 ayetiyle bu gerçeği haber vermektedir. Müslümanların da Allah'ın
insanlar için yaratmış olduğu tüm nimetleri, içinde bulundukları çağın en etkili yöntemleri kullanarak,
insanlara durmaksızın anlatmaları gerekmektedir.
Kuran Ahlakı Yaşandığında Nasıl Bir Hayat Olacağını Açıklamak
Allah Kuran'da insanlara güzel ahlakı, adaleti, sevgi, şefkat ve merhameti, fedakarlığı, sabrı, diğer
insanların çıkarlarını kendi çıkarlarının üzerinde tutmayı, devlete saygı, sevgi ve itaati, barış ve güvenliği
sağlamayı, insanların arasını düzeltmeyi, fakir ve zavallıları koruyup kollamayı, çalışkanlığı, Allah rızası için
hizmet etmeyi emreder. Bu özelliklerin hakim olduğu bir milletin nasıl bir üstünlüğe, refah ve huzur ortamına
sahip olacağı ise açıktır.
İnsanların birçoğu Kuran'da bildirilen din ahlakını tanımadıkları için, onlara Kuran ahlakının insanlara
sunduğu güzelliklerin anlatılması, asıl din ahlakını yaşamanın kolay ve insanın yaratılışına en uygun hayat
olduğunun gösterilmesi gerekir. Böylece insanlar tüm dünyada yaşanan sorunların çözümünün Kuran'da
olduğunu da göreceklerdir. Allah bir ayetinde Kuran'ın indiriliş amacını şöyle bildirir:
... Biz Kitabı sana, herşeyin açıklayıcısı, Müslümanlara bir hidayet, bir rahmet ve bir müjde olarak
indirdik.366
Vicdanlı İnsanların Birlik Olmaları
Dinsizlikle mücadele konusunda Müslümanların çaba harcamaları, tüm imkanlarını birleştirerek,
devleti ve milleti elbirliği ile bu tehlikeden korumaları son derece önemlidir. Her insan bu fikri mücadelede ne
kadar çok hizmet ederse, dinsizliğin yeryüzünden silinmesi ve böylece "yeryüzünde fitne kalmaması" da o
kadar hızlı olacaktır.
Birlik (tesanüd), imanlı insanlara hem maddi hem de manevi bir kazanç sağlar. Allah müminlere birçok
ayetinde birlik içinde davranmalarını ve aralarında çekişmemelerini emreder:
Allah'a ve Resûlü'ne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider.
Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir. 367
Allah, bir başka ayetinde de müminlere eğer aralarında çekişirlerse yeryüzünde fesat oluşacağını
bildirir:
İnkar edenler birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız (birbirinize yardım etmez ve dost
olmazsanız) yeryüzünde bir fitne ve büyük bir bozgunculuk (fesat) olur. 368
Bu ayetten de anlaşılacağı gibi, Allah'ın dinini inkar eden, toplumları helaka sürükleyen zalim kişilere
karşı şerefli bir mücadele imkanı varken, Müslümanların birbirleriyle çekişmelerinin, hayırlı faaliyetlerine
engel olmalarının Allah Katında çok büyük bir sorumluluğu olabilir.
Müminlerin birbirlerine yardımcı olmalarının yanı sıra, birbirlerinin hizmetlerini teşvik etmeleri, güzel bir
hizmette bulunanı takdir etmeleri de gerekir. İmanlı insanların kardeşlik duyguları içinde, birbirlerine destek
olmaları gerektiğine Bediüzzaman da birçok kereler dikkat çekmiştir. Said Nursi'nin bu sözlerinden biri
şöyledir:
Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız. İhtilafınızdan
istifade eden zalimlere karşı, "Ancak inananlar kardeştir"369 kutsal kalesinin içerisine giriniz, korununuz.
Yoksa ne hayatınızı muhafaza ve ne de hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz. Malumdur ki iki kahraman
birbiriyle boğuşurken, bir çocuk ikisini de dövebilir. Bir tartıda, iki dağ birbirine karşı tartılırsa, bir küçük taş
dengelerini bozup, onlarla oynayabilir. Birini yukarı, birini aşağı indirir.
İşte ey ehl-i iman! İhtiraslarınızdan ve düşmanca taraf tutmanızdan kuvvetiniz hiçe iner. Az bir kuvvetle
365
Duha: 11
Nahl: 89
367 Enfal: 46
368 Enfal: 73
369 Hucurat:, 10
366
239
ezilebilirsiniz. Sosyal hayatla alakanız varsa, 'Mümin mümin için sağlam bir binanın birbirine kuvvet veren
taşları gibidir' yüksek prensibini, hayat prensibi yapınız. Dünya sefilliğinden ve ahiret sıkıntısından
kurtulunuz.370
Bu durumda vicdanlı insanların üzerine düşen görev bellidir. Allah Kuran'da "fitne kalmayıncaya ve
dinin hepsi Allah'ın oluncaya kadar…"371 ayetiyle dinsizliğin dini ile mücadele etmeyi emretmiştir.
Uyarı: Hayatın Anlamı, Hakikatı ve Amacı
Okuyacağınız bu bölüm, hayatın çok önemli bir sırrını içermektedir. Maddesel dünyaya bakış açınızı
kökten değiştirecek olan bu konuyu, çok dikkatli bir biçimde ve sindirerek okumalısınız. Burada anlatılacak
olanlar yalnızca bir bakış açısı, farklı bir yaklaşım veya herhangi bir felsefi düşünce değil; dine inananinanmayan herkesin kabul edeceği, bugün bilimin de kanıtladığı kesin bir gerçektir.
Dinsizliğin Dinlerini Mağlup Eden Gerçek
İnkarcıların dine karşı olumsuz bir mücadele içinde olmalarının en önemli etkenlerinden biri, herşeyi
dünyevi kıstaslara göre değerlendirmeleridir. Bunun nedeni de, tüm yaşamlarının dünya ile sınırlı olduğunu
zannetmeleri ve dünyaya karşı hırs dolu bir bağlılık duymalarıdır. Din ahlakından uzak insanların bu ruh hali
Kuran'da şöyle bildirilmektedir:
"O (bütün gerçek), yalnızca bizim (yaşamakta olduğumuz bu) dünya hayatımızdan ibarettir; ölürüz ve
yaşarız, biz diriltilecekler değiliz."372
İşte bu hırs sebebiyle inkarcılar dünyaya yönelik bir kavrayış eksikliği içine düşerler. Etraflarında
gördükleri şeyleri Allah'tan bağımsız zanneder, tüm varlıkların ancak Allah'ın dilemesiyle varlığını
sürdürdüğünü kavrayamazlar. Allah inkarcıların dünya hayatına yönelik gerçekleri kavrayamadıklarını bir
ayette şöyle bildirmiştir:
Onlar, dünya hayatından (yalnızca) dışta olanı bilirler. Ahiretten ise gafil olanlardır. 373
İnkarcıların hayatları boyunca hesap edemedikleri çok önemli bir gerçek vardır. Onlar bu gerçekten
habersiz şekilde her türlü ahlaksızlığı uygular, dünyada kendilerince çıkar sağlamaya çalışır, yalan söyler,
dine yönelik alaycı davranışlarda bulunur, inananlara iftiralar atar, onlara zarar vermeye çalışırlar… Ancak
aslında büyük bir gaflet içindedirler fakat bunun şuurunda değildirler. İlerleyen sayfalarda bu insanların nasıl
büyük bir şuursuzluk ve gaflet içinde yaşadıklarını ortaya koyan bu büyük gerçek anlatılacaktır.
Maddenin Ardındaki Sır
Görme, duyma, koklama, tat alma, dokunma duyularımızın tamamı birbirlerine benzer bir işleyişe
sahiptir. Dışarıdaki nesnelerden gelen etkiler (ses, koku, tat, görüntü, sertlik vs.), sinirlerimiz vasıtasıyla
beyindeki duyu merkezlerine aktarılır. Beyne ulaşan söz konusu etkilerin tamamı elektrik sinyallerinden
ibarettir. Örneğin görme işlemi sırasında dışarıdaki bir kaynaktan gelen ışık demetleri (fotonlar) gözün arka
tarafındaki retinaya ulaşır ve burada bir dizi işlem sonucunda elektrik sinyallerine dönüştürülür. Bu sinyaller,
sinirler vasıtasıyla beynin görme merkezine iletilir. Ve biz de, birkaç santimetreküplük görme merkezinde
rengarenk, pırıl pırıl, eni, boyu, derinliği olan bir dünya algılarız.
Aynı sistem diğer duyularımız için de geçerlidir. Tatlar dilimizdeki bazı hücreler tarafından, kokular
burun epitelyumundaki hücreler tarafından, dokunmaya ait hisler (sertlik, yumuşaklık vs.) deri altına
yerleştirilmiş özel algılayıcılar tarafından, sesler ise kulaktaki özel bir mekanizma tarafından elektrik
sinyallerine dönüştürülerek beyindeki ilgili merkezlere gönderilir ve o merkezlerde algılanırlar.
Konuyu daha netleştirmek için şöyle örneklendirebiliriz: Şu an bir bardak kahve içtiğinizi düşünelim.
Elinizde tuttuğunuz bardağın sertliği ve sıcaklığı deri altındaki özel algılayıcılar tarafından elektrik sinyallerine
dönüştürülerek beyne iletilir. Aynı zamanda kahveye ait keskin koku, onu yudumladığınız anda hissettiğiniz
acı tat ve bardağa baktığınızda gördüğünüz koyu kahverengi renk de ilgili duyularınıza ait sinirler tarafından
Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, s.261
Enfal: 39
372 Müminun: 37
373 Rum: 7
370
371
240
beyne ulaştırılan birer elektrik akımıdır. Hemen arkasından masaya koyarken bardağın cama çarpmasıyla
çıkan ses de kulağınız tarafından algılanıp beyne elektrik sinyali olarak gönderilir. Ve bu algıların tümü
beyindeki birbirinden farklı ama birbiriyle ortak çalışan duyu merkezleri tarafından yorumlanır. Siz de bu
yorumun bir sonucu olarak bir bardak kahve içtiğinizi düşünürsünüz. Yani aslında herşey beyindeki duyu
merkezlerinde olup bitmektedir ama siz tüm bu algılarınızın somut bir varlığı olduğunu zannedersiniz.
Oysa bu noktada yanılırsınız çünkü beyninizin dışındaki maddesel dünyaya ulaşmanız imkansızdır.
Muhatap olduğunuz tüm nesneler, gerçekte görme, işitme, dokunma gibi algıların toplamından ibarettir. Algı
merkezlerindeki bilgileri değerlendiren beyniniz, yaşamınız boyunca maddenin dışınızdaki "aslı" ile değil,
beyninizdeki kopyaları ile muhatap olur. Siz ise bu kopyaları dışınızdaki gerçek madde zannederek
yanılırsınız.
Kuşkusuz bu, üzerinde detaylı olarak düşünülmesi gereken çok önemli bir gerçektir. Şimdiye kadar
dışarı baktığınızda gördüğünüz herşeyin mutlak varlıklar olduğunu zannetmiş olabilirsiniz. Oysa bilimin de
gösterdiği gibi muhatap olduğunuz herşey algılarınızın toplamından ibarettir.
Burada kısaca özetlenen, yaşamınızda farkına varabileceğiniz en büyük gerçeklerden biridir.
Yapay Olarak Oluşturulan "Dış Dünya"
Buraya kadar anlattığımız fiziksel gerçekler bizi tartışılmaz bir sonuca ulaştırır: Bizim gördüğümüz,
dokunduğumuz, duyduğumuz ve adına "madde", "dünya" ya da "evren" dediğimiz kavramlar, aslında
beynimizde yorumlanan elektrik sinyalleridir. Biz hiçbir zaman maddenin, beynimiz dışındaki var olan aslına
ulaşamayız. Ancak, dış dünyanın beynimizde oluşan görüntüsünü görür, duyar ve tadarız.
Tanıdığımız tek dünya, zihnimizin içinde olan, orada çizilen, seslendirilen ve renklendirilen, kısacası
zihnimizde meydana gelen bir dünyadır. Beynimizde seyrettiğimiz bu algılar kimi zaman "yapay" bir
kaynaktan da geliyor olabilirler. Herhangi bir şekilde beynin uyarılması ile tüm duyular harekete geçebilir,
hisler, görüntüler ve sesler oluşabilir. Maddesel karşılıkları olmayan algıları gerçek zannederek aldanmak
çok kolaydır. Rüyalarımız bunun en açık delilidir.
Rüya görürken, bedeniniz genellikle karanlık ve sessiz bir odada, hareketsiz bir şekilde yatmaktadır ve
gözleriniz de kapalıdır. Dışarıdan beyninizin algılayabilmesi için size ulaşan ne ışık, ne ses, ne de benzeri bir
şey yoktur. Ancak, rüyanız boyunca uyanıkken yaşadıklarınızın çok benzerlerini, aynı canlılıkta yaşarsınız.
Rüyada da sabah uyanır, işe yetişmeye çalışırsınız. Veya tatile çıkar, deniz kenarına gider, orada Güneş'in
sıcaklığını hissedersiniz.
Üstelik rüya sırasında, gördüklerinizin gerçekliğinden kesinlikle kuşku duymaz, ancak uyandıktan
sonra düşününce hepsinin bir rüya olduğunu anlarsınız. Rüyanızda korku, heyecan, sevinç, üzüntü gibi
duygular yaşarken aynı zamanda çeşitli görüntüler görür, sesler duyar, maddenin sertliğini hissedersiniz.
Ancak ortada bu hislere, algılara sebep olacak hiçbir kaynak yoktur. Hala karanlık ve sessiz bir odada
yatmaktasınızdır.
Rüyada tamamen gerçek gibi duran olaylar yaşar, insanlar, nesneler, ortamlar görürsünüz. Ama hepsi
birer algıdan başka bir şey değildir. Rüya ile "gerçek dünya" arasında ise temel bir fark yoktur; her ikisi de
zihinde yaşanır.
Algılayan Kim?
İçinde yaşadığımızı sandığımız ve "dış dünya" adını verdiğimiz maddesel dünyanın aslında
beynimizde oluştuğuna kuşku yoktur. Ama asıl önemli soru burada ortaya çıkar: Bildiğimiz bütün maddesel
varlıklar gerçekte birer algı ise, o halde beynimiz nedir? Beynimiz de kolumuz, bacağımız ya da başka
herhangi bir nesne gibi maddesel dünyanın bir parçası olduğuna göre, o da diğer maddeler gibi bir algı
olmalıdır.
Rüyadaki ortamla gerçek hayat dediğimiz ortam arasında herhangi bir fiziksel fark olmadığını biliyoruz.
Öyleyse, bize gerçek hayat dediğimiz ortamda, "nerede görüyorsun?" sorusu sorulduğunda da "beynimde"
cevabını vermenin bir anlamı yoktur. Her iki durumda da gören ve algılayan irade, bir et parçası niteliğindeki
beyin değildir. Buraya kadar hep dış dünyanın bir kopyasını beynimizde izlediğimizden söz ettik. Bunun
241
önemli bir sonucu, dış dünyanın var olan aslını hiç bir zaman tam olarak bilemeyeceğimizdir.
En az bu kadar önemli olan ikinci bir gerçek ise, beynimizde izlediğimiz bu dünyayı izleyen "irade"nin,
beynin kendisi olamayacağıdır. Beyin, kendisine gelen verileri işleyen ve görüntüye çeviren bir bilgisayarmonitör sistemi gibidir; ama dikkat edilirse bilgisayarlar kendi kendilerini izlemezler. Varlıklarının şuurunda da
değildirler.
Bu şuuru aramak için beyni analiz ettiğimizde karşımıza, diğer canlı organlarda da bulunan protein ve
yağ molekülleri gibi moleküllerden daha farklı bir malzeme çıkmaz. Yani beyin dediğimiz et parçasında,
görüntüleri seyrederek yorumlayacak, bilinci oluşturacak, kısacası "ben" dediğimiz şeyi yaratabilecek bir şey
yoktur.
Elinizdeki kitap, içinde oturduğunuz oda, kısaca önünüzdeki bütün görüntüler beyninizin içinde
görülmektedir. Peki bu görüntüleri atomlar mı görüyor? Hem de kör, sağır, bilinçsiz atomlar... Neden
atomların bir kısmı bu özellikleri kazanmış da, diğerleri kazanamamış?... Düşünmemiz, kavramamız,
hatırlamamız, sevinmemiz, üzülmemiz, bütün bunlar bu atomların arasındaki kimyasal reaksiyonlardan mı
ibaret?
Bu soruları dikkatle düşündüğümüzde, atomlarda irade aramanın bir anlamı olmadığını görürüz.
Açıktır ki, gören, işiten ve hisseden varlık, madde ötesinde bir varlıktır. Bu varlık "canlı"dır ve ne madde, ne
de görüntüdür. Bu varlık vücut görüntümüzü kullanarak önündeki algılarla muhatap olur.
İşte bu varlık "Ruh"tur.
Bu satırları yazan ve okuyan akıllı varlıklar, birer atom ve molekül yığını -ve bunların arasındaki
kimyasal reaksiyonlar- değil, birer "ruh"tur.
Bize En Yakın Varlık Allah'tır
İnsanlar birer madde yığını değil, birer "ruh" olduklarına göre dış dünya dediğimiz algılar bütününü
ruhumuza hissettiren, daha doğrusu bunları hiç durmaksızın yaratan kimdir?
Kuşkusuz bu sorunun cevabı son derece açıktır. İnsana "ruhundan üfleyen" Allah, çevremizdeki
herşeyin Yaratıcısı'dır. Bu algıların tek kaynağı da O'dur. Allah'ın yaratması dışında herhangi bir şeyin varlığı
söz konusu değildir. Allah bir ayetinde herşeyi sürekli yarattığını, yaratmayı durdurduğu takdirde ise
gördüğümüz hiçbir şeyin varlığını sürdüremeyeceğini şöyle haber vermiştir:
Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri zeval bulurlar diye (yok olurlar, yıkılırlar) (her an kudreti altında) tutuyor.
Andolsun, eğer zeval bulacak olurlarsa, Kendisi'nden sonra artık kimse onları tutamaz. Doğrusu O, Halim'dir,
bağışlayandır.374
Elbette bu ayette maddesel evrenin Allah'ın kudreti altında tutulması anlatılmaktadır. Allah evreni,
dünyayı, dağları, canlı cansız tüm varlıkları yaratmıştır ve onları her an kudreti altında tutmaktadır. Allah'ın
Halik sıfatı bu maddesel evrende tecelli etmektedir. Allah Halik'tir, yani herşeyi yaratan, yoktan var edendir.
Bu da bize göstermektedir ki, beynimizin dışında, Allah'ın yarattığı varlıklardan oluşan maddesel bir evren
vardır. Ancak, Allah bir mucize ve yaratışındaki üstünlüğün ve sonsuz ilminin bir tecellisi olarak, bu maddesel
evreni bize bir "hayal", "gölge" veya "görüntü" gibi izlettirir. Allah'ın yaratışındaki mükemmeliğin bir sonucu olarak,
insan beyninin dışındaki dünyaya asla ulaşamaz. Bu gerçek maddesel evreni bilen sadece Allah'tır.
Fatır Suresi'ndeki ayetin bir başka tevili de, insanların görmekte oldukları maddesel evren görüntülerini
de Allah'ın her an tutmakta olduğudur. (En doğrusunu Allah bilir.) Allah zihnimize dünya görüntüsünü
göstermemeyi dilese, tüm evren bizim için yok olur ve bir daha asla ona ulaşamayız.
Bizim maddesel evrenin kendisine asla ulaşamadığımız gerçeği, insanların pek çoğunun aklını meşgul
eden "Allah nerede" sorusunun da cevabını ortaya çıkarır.
İnsanların çoğu, Allah'ın gücünü kavrayamadıklarından, O'nu göklerde bir yerlerde bulunan ve dünya
işlerine müdahale etmeyen bir varlık olarak düşünürler. (Allah'ı tenzih ederiz) Bu yanlış mantığın temeli,
evrenin bir maddeler bütünü olduğu, Allah'ın ise bu maddelerin "dışında" bir yerlerde bulunduğu şeklindedir.
374
Fatır: 41
242
Oysa, şimdiye dek incelediğimiz gibi, maddesel evrene hiç bir zaman ulaşamadığımız gibi, onun
mahiyetini de tam olarak bilemeyiz. Tek bildiğimiz, tüm bunları yaratan Yaratıcı'nın, yani Allah'ın varlığıdır.
İmam Rabbani gibi büyük İslam alimleri, bu gerçeği ifade etmek için "var olan tek mutlak varlık sadece
Allah'tır, O'ndan başka herşey "gölge varlıklardır" demişlerdir. Çünkü gördüğümüz dünya zihnimizdedir ve
bunun dış dünyadaki karşılığına ulaşmamız kesinlikle imkansızdır. Böyle olunca da, Allah'ın, hiç bir zaman
ulaşamadığımız bir maddi evrenin "dışında" olduğunu düşünmek yanlış olur.
Allah gerçekte "her yerde"dir ve her yeri kaplamaktadır. Bu gerçek Kuran'da şöyle açıklanır:
…O'nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır. Onların korunması O'na güç
gelmez. O, pek Yücedir, pek büyüktür.375
Dikkatli olun; gerçekten onlar, Rablerine kavuşmaktan yana derin bir kuşku içindedirler.
Dikkatli olun; gerçekten O, herşeyi sarıp-kuşatandır.376
Allah'ın mekandan münezzeh olduğu ve her yeri çepeçevre kuşattığı gerçeği bir başka ayette de şöyle
belirtilmektedir:
Doğu da Allah'ındır, batı da. Her nereye dönerseniz Allah'ın yüzü (kıblesi) orasıdır. Şüphesiz ki Allah
kuşatandır, bilendir.377
İnsan kendisine en yakın olan varlığın yine kendisi olduğunu sanarak yanılır. Oysa Allah bize,
kendimizden bile daha yakındır. "Hele can boğaza gelip dayandığında, ki o sırada siz (sadece) bakıpdurursunuz, Biz ona sizden daha yakınız; ancak görmezsiniz." 378 ayetleriyle de bu gerçeğe dikkat çekmiştir.
Ancak ayette de bildirildiği gibi insanlar gözleriyle görmedikleri için bu olağanüstü gerçekten habersiz
yaşarlar.
Öte yandan, İmam Rabbani'nin ifadesiyle bir gölge varlıktan başka bir şey olmayan insanın, Allah'tan
bağımsız bir güce sahip olması da mümkün değildir. Nitekim "Sizi de, yapmakta olduklarınızı da Allah
yaratmıştır"379 ayeti yaşadığımız tüm olayların Allah'ın kontrolü altında gerçekleştiğini gösterir. Kuran'da bu
gerçek bildirilmekte ve "... attığın zaman sen atmadın, ama Allah attı..." 380 ayetiyle, hiçbir fiilin Allah'tan
bağımsız olmadığı vurgulanmaktadır. İnsan gölge varlık olduğu için atma eylemini yapan kendisi olamaz.
Ancak Allah bu gölge varlığa kendisinin attığı hissini vermektedir. Gerçekte ise tüm fiilleri gerçekleştiren
Allah'tır.
Gerçek budur. Bir insan bunu kabullenmek istemeyebilir, kendisini Allah'tan bağımsız bir varlık
sanmaya devam edebilir, ama bu hiçbir şeyi değiştirmez.
Sahip Olunan Herşey Aslında Hayaldir Ve Gelip Geçiçidir !
Açıkça görüldüğü gibi, bizim "dış dünya" ile doğrudan muhatap olmadığımız, Allah'ın sürekli ruhumuza
gösterdiği bir kopyası ile muhatap olduğumuz bilimsel ve mantıksal bir gerçektir. Ne var ki insanlar bunu pek
düşünmek istemezler.
Bu konuda biraz samimi ve cesur düşünecek olursanız, evinizin, içindeki eşyalarınızın veya
antikalarınızın, yazlığınızın, yeni aldığınız arabanızın, ofisinizin, mücevherlerinizin, bankadaki hesabınızın,
gardrobunuzun, eşinizin, çocuklarınızın, iş arkadaşlarınızın ve sahip olduğunuz diğer şeylerin de, aslında
zihninizde olduğu gerçeğini fark edersiniz. Etrafınızda gördüğünüz, duyduğunuz, kokladığınız kısacası beş
duyunuzla algıladığınız herşey bu "kopya dünya"ya aittir; en sevdiğiniz sanatçının sesi, oturduğunuz
iskemlenin sertliği, kokusu hoşunuza giden bir parfüm, sizi ısıtan Güneş, renkleriyle göz alıcı bir çiçek,
pencerenizin dışında uçan bir kuş, denizin üzerinde hızla ilerleyen sürat motoru, bol ürün veren bahçeniz,
işinizde kullandığınız bilgisayar ya da dünyadaki en kaliteli teknolojiye sahip müzik setiniz...
Gerçek budur, çünkü dünya yalnızca insanı denemek için yaratılan bir alemdir. İnsanlar kısa yaşamları
375
Bakara: 255
Fussilet: 54
377 Bakara: 115
378 Vakıa: 83-85
379 Saffat: 96
380 Enfal: 17
376
243
boyunca asla gerçeğine ulaşamayacakları algılarla denenirler. Bu algılar ise, özellikle süslü ve çekici
gösterilir. Bu gerçek, Kuran'da şöyle haber verilmektedir:
"Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve
ekinlere duyulan tutkulu şehvet insanlara 'süslü ve çekici' kılındı. Bunlar, dünya hayatının metaıdır. Asıl
varılacak güzel yer Allah Katında olandır."381
İnsanların çoğu sahip oldukları ya da olmaya çalıştıkları malların, paraların, yığdıkları altınların,
gümüşlerin, dolarların, mücevherlerin, taşıdıkları hesap cüzdanlarının, kredi kartlarının, kullandıkları dolaplar
dolusu kıyafetlerin, son model arabaların, kısacası her türlü zenginliğin büyüsüyle dinlerini bir kenara bırakır,
ahireti unutur ve yalnızca dünyaya yönelirler. "İşim var", "ideallerim var", "sorumluluklarım var", "vaktim
kısıtlı", "yetiştirmem gereken işler var", "ileride yapacağım" diyerek, dünyanın "süslü ve çekici" yüzüne
aldanarak namaz kılmaz, mallarını fakirlere vermez, ahirette kazanç sağlayacakları ibadetlere yönelmezler.
Aksine yalnızca dünyada kazanç sağlamaya çalışarak ömürlerini tüketirler. "Onlar, dünya hayatından dışta
olanı bilirler, ahiretten ise gafildirler"382 ayetinde işte tam bu yanılgı tarif edilir.
Kitabın bu bölümünde anlattığımız gerçek ise, bütün bu hırsları ve bağlılıkları anlamsızlaştırması
açısından çok önemlidir. Çünkü bu gerçeğin anlaşılması, insanların sahip oldukları ve olmaya çalıştıkları
herşeyin, hırsla sahip oldukları mülklerinin, varlıklarıyla övündükleri çocuklarının, kendilerine en yakın
sandıkları eşlerinin, en sevdikleri arkadaşlarının, bedenlerinin, bir üstünlük olarak gördükleri mevkilerinin,
okudukları okulların, geçirdikleri tatillerin birer gölge varlıktan ibaret olduğunu göstermektedir. Bu durumda
bunlar adına yapılan hırslar, geçirilen zamanlar, harcanan çabalar da boşunadır.
O halde bazı insanlar sahip oldukları mal ve mülkleriyle, yatlarıyla, helikopterleriyle, fabrikalarıyla,
holdingleriyle, köşkleriyle, arazileriyle sanki bunların aslı ile muhatap olabilirmiş gibi övündükleri zaman
küçük düşmektedirler. Yatlarında "kasılarak" dolaşan zenginler, arkadaşlarına arabalarıyla gösteriş yapanlar,
zenginliklerini her fırsatta dile getirenler, mevkilerinin kendilerini herkesten üstün kıldığını zannedenler,
bunlarla gösteriş yaptıklarını sananlar, aslında zihinlerindeki görüntüler ile gösteriş yaptıklarını anladıklarında
ne duruma düşeceklerini bilmelidirler.
Bunların benzerlerini rüyalarında da sık sık görürler. Rüyalarında da evleri, çok süratli arabaları, son
derece değerli mücevherleri, tomar tomar dolarları, yığın yığın altın ve gümüşleri vardır. Rüyalarında da
yüksek bir mevkide bulunurlar, binlerce kişinin çalıştığı bir fabrikaları olur, pek çok insana hükmedebilecek
bir güçleri olur, herkesin hayran kaldığı kıyafetler giyerler... Ancak nasıl rüyada sahip oldukları ile övünmek
onları komik duruma düşürürse, aynı şekilde bu dünyada muhatap oldukları görüntüyle övünmek de buna
eşdeğerdir. Rüyalarında gördükleri de, bu dünyada muhatap oldukları da sonuçta zihinlerindeki birer
görüntüden ibarettir.
Bunun gibi dünyada yaşadıkları olaylara gösterdikleri tepkiler de, gerçeği anladıklarında insanları
utandıracaktır. Kendini kaybetmiş şekilde kavga edenler, bağırıp çağıranlar, dolandırıcılık yapanlar, rüşvet
alanlar, sahtekarlık düzenleyenler, yalan söyleyenler, cimrilik yapanlar, insanların canını yakanlar, onları
dövüp sövenler, gözü dönmüş saldırganlar, içleri makam mevki hırsı ile dolu olanlar, haset edenler, gösteriş
yapmaya çalışanlar, kendilerini yüceltmek için uğraşanlar ve diğerleri, bir hayal içinde bunları yaptıklarını fark
ettiklerinde rezil olacaklardır.
Bilinmelidir ki, tüm evreni yaratan ve her insana ayrı ayrı gösteren Allah olduğuna göre, bu dünyadaki
tüm malın gerçek sahibi de yalnızca Allah'tır. Nitekim bu gerçek Kuran'da özellikle haber verilir:
Göklerde ve yerde ne varsa tümü Allah'ındır. Allah, herşeyi kuşatandır. 383
Aslı ile muhatap olunamayan hırslar uğruna dini bir kenara bırakmak ve bunun neticesinde sonsuz
yaşamı kaybetmek ise, çok büyük bir akılsızlıktır. Dahası insana sonsuz kayıp getirir.
Bu konuda şu nokta çok iyi anlaşılmalıdır: Karşı karşıya olduğumuz gerçek, "tüm bu sahip olduğunuz
Al-i İmran 14
Rum: 7
383 Nisa: 126
381
382
244
ve hırsını yaptığınız mallar, zenginlikler, çocuklar, eşler, arkadaşlar, makam-mevki ileride yok olacaktır, o
yüzden bir anlamı yoktur" dememektedir. "Bu sahip olduklarınızın hiçbirinin aslı ile şu anda zaten muhatap
değilsiniz, hepsi yalnızca bir beyninizde izlediğiniz bir algıdan ibaret, Allah'ın sizi denemek için gösterdiği
birer görüntü" demektedir. Dikkat ederseniz ikisi arasında çok büyük bir fark vardır.
İnsan bu gerçeği şu an kabul etmek istemese ve tüm sahip olduklarını var kabul ederek kendini
aldatsa bile, sonuçta ölümünün ardından yeniden dirildiğinde, yani ahirette herşey çok net ortaya çıkacaktır.
O gün insanın "görüş gücü keskinleşecek"384 ve herşeyi çok daha açık fark edecektir. Ama eğer dünyadaki
yaşamını hayali amaçlar peşinde koşarak harcamışsa, orada hiç yaşamamış olmayı dileyecek, "keşke o
ölüm kesip bitirseydi, malım bana hiçbir yarar sağlayamadı, güç ve kudretim yok olup gitti" diyerek helak
olacaktır.385
Akıllı bir insana düşen ise, tüm kainatın bu en büyük gerçeğini zaman varken burada kavramaya
çalışmaktır. Aksi halde bütün ömrünü hayaller peşinde koşmaya harcayıp sonunda büyük bir yıkıma uğrar.
Allah, dünyada hayaller (ya da "seraplar") peşinde koşup herşeyin Yaratıcısı olan Allah'ı unutan bu insanların
son durumlarını şöyle bildirmektedir:
İnkar edenler; onların amelleri dümdüz bir arazideki seraba benzer; susayan onu bir su sanır. Nihayet
ona ulaştığında bir şey bulamaz ve yanında Allah'ı bulur. (Allah da) Onun hesabını tam olarak verir. Allah,
hesabı çok seri görendir.386
Materyalistler Tarihin En Büyük Tuzağına Düşmüşlerdir
Maddenin aslına ulaşamadığımız gerçeği, modern bilim tarafından ispat edilmiştir ve dahası çok açık,
kesin ve güçlü bir biçimde ortaya konmaktadır. Materyalistler tüm felsefelerini üzerine dayandırdıkları
maddesel dünyanın, aslında hiç bir zaman aşamayacakları bir algı sınırının ötesinde olduğunu görmekte ve
buna karşı hiçbir şey yapamamaktadırlar.
İnsanlık tarihi boyunca materyalist düşünce hep var olmuş ve bu kişiler kendilerinden ve savundukları
felsefeden çok emin bir şekilde, kendilerini yaratmış olan Allah'a baş kaldırmışlardı. Ortaya attıkları
senaryoya göre madde ezeli ve ebedidir ve tüm bunların bir yaratıcısı olamazdı. Bu kişiler yalnızca
kibirlerinden dolayı, Allah'ı reddederlerken muhatap olduklarını zannettikleri maddenin ardına sığınmışlardı.
Bu felsefeden öylesine eminlerdi ki, hiçbir zaman bunun aksini ispatlayacak bir açıklama getirilemeyeceğini
düşünüyorlardı.
İşte bu yüzden, maddenin aslı ile ilgili olarak bu bölümde anlatılan gerçekler bu kişileri büyük bir
şaşkınlığa düşürmüştür. Çünkü burada anlatılanlar felsefelerini temelden yıkıp atmış, üzerinde tartışmaya
dahi imkan bırakmamıştır. Tüm düşüncelerini, hayatlarını, kibirlerini ve inkarlarını üzerine bina ettikleri
madde, ellerinden bir çırpıda uçup gitmiştir. Hiç bir insan maddenin aslını görmemiştir ki, buna dayalı bir
felsefe olabilsin. Allah'ın bir sıfatı, inkarcılara tuzak kurmasıdır. Kuran'da, "... Onlar bu tuzağı tasarlıyorlarken,
Allah da bir düzen (bir karşılık) kuruyordu. Allah, düzen kurucuların (tuzaklarına karşılık verenlerin)
hayırlısıdır"387 ayetiyle işte bu gerçek bildirilir.
İşte Allah, maddeyi mutlak bir varlık zannettirerek materyalistleri tuzağa düşürmüş ve onları tarihte
benzeri görülmemiş şekilde küçültmüştür. Mallarını, mülklerini, mevkilerini, ünvanlarını, içinde bulundukları
toplumu, tüm dünyayı mutlak varlık sanmışlar, üstelik bunlara güvenerek Allah'a karşı büyüklenmişlerdir.
Böbürlenerek Allah'a isyan etmiş ve inkarda ileri gitmişlerdir. Bunları yaparken de güç aldıkları tek şey
maddenin mutlaklığı inancı olmuştur. Ama öyle bir anlayış eksikliği içine düşmüşlerdir ki, Allah'ın kendilerini
çepeçevre sarıp kuşattığını hiç düşünmemişlerdir. Allah inkarcıların anlayışsızlıkları sonucunda düşecekleri
durumu Kuran'da şöyle haber vermiştir:
Yoksa hileli-bir düzen mi kurmak istiyorlar? Fakat (asıl) o inkar edenler hileli-düzene düşecek
384
Kaf: 22
Hakka: 27-29
386 Nur: 39
387 Enfal: 30
385
245
olanlardır.388
Bu, belki de tarihin gördüğü en büyük yenilgidir. Materyalistler kendilerince büyüklenirken, dinle ve
iman edenlerle alay ederken aslında büyük bir oyuna gelmişler, Allah'a karşı çirkin bir cesaret göstererek
açtıkları savaşta kesin olarak yenilmişlerdir.
Kuran'da haber verilen, "Böylece Biz, her ülkenin önde gelenlerini -orada hileli-düzenler kursunlar
diye- oranın suçlu günahkarları kıldık. Oysa onlar, hileli-düzeni ancak kendilerine kurarlar da bunun şuuruna
varmazlar"389 ayeti Yaratıcımız olan Allah'a başkaldıran bu gibi inkarcıların nasıl bir şuursuzluk içinde
olduklarını ve nasıl bir sonla karşılaşacaklarını en açık şekilde haber verir.
Bir başka ayette ise bu gerçek şöyle vurgulanır:
(Sözde) Allah'ı ve iman edenleri aldatırlar. Oysa onlar, yalnızca kendilerini aldatıyorlar ve şuurunda
değiller.390
İnkarcılar kendilerince tuzak kurmaya kalkışırlarken ayetteki "şuuruna varmazlar" ifadesiyle açıklandığı
gibi, çok önemli bir gerçeği fark edememişlerdir: Yaşadıkları tüm olayların aslında zihinlerinde gerçekleştiğini
ve işledikleri her fiil gibi, kurdukları tuzakların da zihinlerinde olduğu gerçeğini... Bu kavrayışsızlıkları
sebebiyle de, Allah ile yalnız olduklarını unutarak kendi kendilerini hileli bir düzene düşürmüşlerdir.
Her dönemde Allah inkarcıların tüm hileli düzenlerini temelinden yıkacak bir gerçekle onları yüz yüze
getirmiştir. Allah "... hiç şüphesiz, şeytanın hileli-düzeni pek zayıftır"391 ayetiyle, bu düzenlerin daha ilk
kuruldukları anda sonuçlarının yıkım olacağını da haber vermiştir. Ve müminleri de "... onların hileli düzenleri
size hiçbir zarar veremez..."392 ayetiyle müjdelemiştir.
Allah bir başka ayetinde, "İnkar edenlerin işleri bir seraba benzer, susayan onu bir su sanır. Nihayet
ona ulaştığında bir şey bulamaz ve yanında Allah'ı bulur..." 393 şeklinde haber verir. Materyalizm de bu ayette
işaret edildiği gibi, isyan edenler ve dünya hayatlarını dinle alay ederek geçirenler için bir "serap" oluşturur;
ona güvenerek ellerini uzattıklarında, bu felsefenin aldatıcılığını anlarlar. Allah onları böyle bir serapla
kandırmış, maddeyi mutlak varlık gibi göstermiştir. "Koskoca" insanlar, profesörler, astronomlar, biyologlar,
fizikçiler, ünvanları, mevkileri her ne olursa olsun maddeyi kendilerine ilah edinmeleri sebebiyle bu oyuna
gelmişler, birer çocuk gibi aldanmış ve küçük düşmüşlerdir. Hiçbir zaman aslına ulaşamadıkları maddeyi
mutlak sanarak onun üzerine felsefelerini, ideolojilerini kurmuşlar, hakkında ciddi tartışmalara girmişler,
alaycı anlatımlar kullanmışlardır. Tüm bunlardan dolayı da kendilerini çok akıllı saymışlar, evrenin gerçeği
hakkında
fikir
yürütebileceklerini
düşünmüşler
ve
en
önemlisi
kendi
sınırlı
akıllarıyla
Allah'ı
yorumlayabileceklerini sanmışlardır. Allah, onların içine düştükleri bu durumu bir ayette şöyle bildirir:
Onlar (inanmayanlar) bir düzen kurdular. Allah da (buna karşılık) bir düzen kurdu. Allah, düzen
kurucuların en hayırlısıdır.394
Dünyada bazı tuzaklardan kurtulmak mümkün olabilir; ancak Allah'ın inkar edenlere kurduğu
bu tuzak öyle sağlamdır ki, asla bir kurtuluş imkanları kalmamıştır. Ne yaparlarsa yapsınlar, kime
başvururlarsa vursunlar, kendilerini kurtaracak, Allah'tan başka bir yardımcı bulmaları da mümkün
değildir. Allah'ın Kuran'da haber verdiği gibi, "... kendileri için Allah'tan başka bir (vekil) koruyucu
dost ve yardımcı bulamayacaklardır."395
Materyalistler böyle bir tuzağa düşeceklerini hiç beklemiyorlardı. 21. yüzyılın bütün imkanları
ellerindeyken rahatça inkarda diretebileceklerini ve insanları da inkara sürükleyebileceklerini sanıyorlardı.
Allah inkarcıların tarih boyunca taşıdıkları bu zihniyeti ve uğradıkları sonu Kuran'da şöyle haber vermiştir:
Onlar hileli bir düzen kurdu. Biz de onların farkında olmadığı bir düzen kurduk. Artık sen, onların
388
Tur: 42
Enam: 123
390 Bakara: 9
391 Nisa: 76
392 Al-i İmran: 120
393 Nur: 39
394 Al-i İmran: 54
395 Nisa: 173
389
246
kurdukları hileli düzenin uğradığı sona bir bak; Biz, onları ve kavimlerini topluca yok ettik.396
Ayetlerde anlatılan gerçeğin bir anlamı da şudur: Materyalistlere sahip oldukları herşeyin aslında
zihinlerinde olduğu açıklanmış, yani ellerindeki herşey topluca yok edilmiştir. Ve onlar, mutlak varlık
zannettikleri mallarının, fabrikalarının, altınlarının, dolarlarının, çocuklarının, eşlerinin, dostlarının, makam ve
mevkilerinin, hatta kendi bedenlerinin ellerinin arasından kayıp gittiğine şahitlik ederken, bir anlamda "yok
olmuşlardır". Maddenin değil, Allah'ın mutlak varlık olduğu gerçeğiyle yüz yüze gelmişlerdir. Kuşkusuz bu
gerçeğin farkına varmak materyalistler için olabilecek en dehşet verici olaydır. Çünkü çok güvendikleri
maddenin kendilerinden aşılmaz bir sınır ile ayrılmış olması, kendi tabirleri ile onlar için henüz dünyadayken,
"ölmeden bir ölüm" hükmündedir.
Bu gerçekle birlikte, bir Allah, bir de kendileri kalmıştır. Nitekim Allah, "kendisini tek olarak (ve
yapayalnız) yarattığım (şu adam)ı Bana bırak" 397 ayetiyle, her insanın Kendi Katında aslında yapayalnız
olduğu gerçeğine dikkat çekmiştir. Bu olağanüstü gerçek daha pek çok ayetle haber verilmiştir:
Andolsun, sizi ilk defa yarattığımız gibi (bugün de) 'teker teker, yapayalnız ve yalın (bir tarzda)'
Bize geldiniz ve size lütfettiklerimizi arkanızda bıraktınız...398
Ve onların hepsi, kıyamet günü O'na, 'yapayalnız, tek başlarına' geleceklerdir. 399
Bu ayetlerde anlatılan gerçeğin bir manası da şudur: Maddeyi ilah edinenler, Allah'tan gelmiş ve yine
O'na dönmüş ya da dönmeyi beklemektedirler. Onlar isteseler de, istemeseler de Allah'a teslim olmuşlardır.
Şimdi herkes gibi hesap gününü beklemektedirler ve o gün hepsi tek tek sorguya çekileceklerdir. Her ne
kadar anlamak istemeseler de...
Velhasıl;
Bu gerçekler okuyanların "dinsizliğin dinleri"nin oluşturduğu ciddi tehlikeleri fark etmeleri ve kendi
üzerlerine düşen büyük sorumluluğun farkına varmaları amacıyla yazılmıştır. İyiliği emredip, kötülükten men
etmek birbirlerinin velileri olan müminlere Allah'ın emrettiği önemli bir ibadettir. Kitap boyunca bu şerefli
sorumluluk hatırlatılmıştır. Bu hatırlatmayı duyan veya okuyan kişinin önünde iki seçenek vardır: Bunlardan
birincisi "nasıl olsa bir yapan çıkar" diye düşünüp kendini geride tutmak, ikincisi ise bu Allah'ın kendisine
yüklediği sorumluluğun bilincine vararak hemen harekete geçmektir.
İnananların önünde güzel bir örnek olarak bu konuda öncü olan peygamberler ve salih müminler
bulunmaktadır. Kuran'da kıssaları anlatılan peygamberlerin ve onların yanlarındaki salih müminlerin tamamı
dinsizlikle fikri olarak mücadele etmişler, dinsiz fikirleri yok etmek için tarih boyunca insanlara Allah'ın birliğini
anlatmak için çaba sarf etmişlerdir. İnsanlara ulaşabilmek için pek çok yolu denemişlerdir ve bu uğurda hiçbir
engel onları durduramamıştır. Bu kutlu insanların dinsizlikle mücadele konusundaki azimleri, kararlılıkları,
sabırları ve cesaretleri tüm inananlara örnek olmalıdır.
Yakın tarihimizde yaşamış ve hayatı müminlere önemli bir örnek teşkil eden pek çok önemli İslam
alimi de vardır. Örneğin Bediüzzaman Said Nursi çok zor koşullar altında, her türlü fedakarlığı göstererek
dinsizliğin dinleri ile mücadele etmiş, devletini ve milletini bu tehlikeden korumak için canıyla ve malıyla
sabırlı bir uğraş vermiş mübarek bir şahsiyettir. Ve Bediüzzaman'ın şu sözleri vicdan ve akıl sahibi tüm
insanlara "dinsizliğin dinleri ile mücadele" konusunda büyük bir şevk verecektir:
Bir tek gayem vardır: O da mezara yaklaştığım bu zamanda, İslam memleketi olan bu vatanda
bolşevik baykuşlarının sesini işitiyoruz. Bu ses, alem-i İslamın iman esaslarını zedeliyor. Halkı, bilhassa
gençleri imansız yaparak kendisine bağlıyor. Ben bütün mevcudiyetimle bunlarla mücadele ederek gençleri
ve Müslümanları imana davet ediyorum. Bu imansız kitleye karşı mücadele ediyorum. Bu mücahedem ile
inşaAllah Allah huzuruna girmek istiyorum. Beni bu gayemden alıkoyanlar da, korkarım ki bolşevikler olsun!
Beni serbest bırakınız. Elbirliği ile komünistlikle zehirlenen gençlerin ıslahına ve memleketin imanına, Allah'ın
396
Neml: 50-51
Müddessir: 11
398 Enam: 94
399 Meryem: 95
397
247
birliğine hizmet edeyim.400
Bu satırları okuyan vicdanlı her insan bir an önce harekete geçmeli ve vicdanının sesini dinleyerek
kendisine hizmet için yollar aramalıdır. Allah, iman eden ve diğer insanları da imana davet eden kulları ile
sadece "iman ettim" diyen, ama bu imanın gerektirdiği mücadeleden kaçanların arasını ayıracaktır. Bir ayette
"insanlar, (sadece) "İman ettik" diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?" buyrulur. 401 Bir başka
ayette ise, dinsizlikle mücadele etmeden gerçek imanın ve cennetin elde edilemeyeceği şöyle
bildirilmektedir:
Yoksa siz, Allah, içinizden cehd edenleri (Hak ve hayır yolunda çaba gösterenleri) belirtipayırdetmeden ve (bu yolda bütün sıkıntı ve saldırılara) sabredenleri de belirtip (riyakardan ve sahtekarlardan)
ayırdetmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? 402 403
Risale-i Nur Külliyatı II, Şualar, Nesil Yayınları, s.427
Ankebut: 2
402 Al-i İmran: 142
403 Harun Yahya / Dinsizliğin Dini İle Mücadele
400
401
248
KÜRESELLEŞME:
ÜÇ YAHUDİ AİLESİNE KÖLELEŞMEDİR
Avrupa Birliği; Yahudi siyonizminin ve onun güdümündeki Batı emperyalizminin Dünya hakimiyeti
hedefi için, önemli bir araç ve aşama konumundadır. Avrupa ülkelerinin iş ve güç birliği ve Hıristiyanlık
aleminin barış ve beraberliği, bu sinsi amacın sadece dış kalıbı ve kılıfıdır.
Şimdi AKP’ye müzakere tarihi vermek karşılığında, Kıbrıs Rum devletini tanımamızı ve özellikle
limanlarımızı Rumlara açmamızı dayatmalarının asıl nedeni: Türkiye’yi fiilen küresel sermaye ve ticaretin bir
unsuru haline getirme çabasıdır.
Tüpraş ve Erdemir başta olmak üzere stratejik ve ekonomik değeri yüksek bütün KİT’lerin yabancı
sermayeye peşkeş çekilmesi de, bu hıyanetin bir parçasıdır.
Ve özellikle Türk Telekom’un ele geçirilme girişimlerine
tamamen,
bir küreselleşme ve
köleleştirme operasyonu olarak bakılmalıdır.
Küreselleşme: Üç Aileye Hizmetçilik Anlamını Taşıyor:
Günümüz dünyasında; bütün girişim ve gelişmeler bizim düşünce ve dahlimizin dışında olmasına
rağmen, bunların iz düşümleri ve dönüşümleri Hak medeniyetinin kapsadığı coğrafyalar üzerinde
yoğunlaşmaktadır.
Hak Medeniyetimizin gereği olarak, bizler bütün yer küreden ve de dünya üzerindekilerden
sorumluyuz. Bu sorumluluğu kul olma bilinciyle algılamayıp, batıl Batı medeniyetinin büyülü kuşatmasına
kapılarak yaşamaya koyulursak, dünyamızın daha da karanlığa ve kaosa sürükleneceği kaçınılmaz
olacaktır…
Dünyada bugün yaşananların; zannedildiği gibi çok basit ve tabii gelişmelerden kaynaklanmadığı,
yaşanan olayların ve olumsuzlukların, şeytani ve tarihi derinlikleri de bulunduğu unutulmamalıdır.
Tüm Dünyaya
egemen olma mücadelesi verilerek, insan nesline, ürettiklerine ve tüm değerlerine
sahip olma amacı güden, sinsi ve Siyonist odaklar vardır.
Siyonist güdümlü barbar Batının ve Batılın hanedanlığı, tepede üç aile, üç örgüt, aşağıda beş yüz
aile ile, bunların iş birlikçileri ve IMF gibi karanlık kuruluşların öncülüğünde birçok kurum, vakıf ve derneklerle
sürüp gitmektedir. Diğer yandan ise Hakkın hakimiyeti ve halkların selameti için çalışan Milli Görüş misali
hayırlı yapılanmalar da iş başındadır.
Dünyada estirilen global sermaye: petrol, altın, finans, kimya, elektronik, silah, gıda, tekstil, sanayi,
tarım ve medya olmak üzere hepsi; bu şeytanı hanedanlığın karmaşık ve kaotik ilişkileriyle şekillenmekte ve
yönetilmektedir. Bir yumurta pişirip yiyebilmek için dünyayı ateşe vermekten sakınmayan bu aileler, özde
şeytana tapmakta olup diğer semavi din mensuplarını da kullanarak güçlerine güç katmaktadır. Tek istekleri;
karışıklıklar, kaoslar, savaşlar, tufanlar meydana getirerek siyonizme bağlı yeni dünya düzenini kurmaktır.
Yani Siyonizm-Deccalizm Dünya hakimiyetini sağlamaktır. Peki bu hanedanlığın üç ailesi kim?
A- Rothschild Ailesi: Bu ailenin ana ilkesi “Bir ulusun parasının denetimi elimde olsun, onun
kanunlarının ne olduğu umurumda değildir” anlayışıdır.
Bu ailenin iki asırlık bir zaman diliminde Avrupa’nın hatta dünyanın ekonomik, siyasi, politik tarihi
üzerinde derin izleri ve etkileri bulunmaktadır.
Bu hanedanlığın kurucusu 1744 Frankfurt doğumlu MAYER tefecilikle işe başlayarak Avrupa’nın diğer
finans merkezlerine göndererek finans hanedanlığını genişletmeye çalışmıştır..
Napolyon savaşları döneminde savaşları finanse edenler, İngiltere’de Avusturya’da, Almanya’da,
İtalya’da, İspanya’da bütün finans kurumlarını kendi hanedanlıklarına katanlar bunlardır. Şeytani amaçlarına
engel gördükleri Osmanlı’yı Rus (Kırım) Savaşı’na sokturarak ortadan kaldırmayı başarmışlardır.
O dönemlerin İngiliz hükümetleri ellerinde oyuncak gibiydi. Avrupa’nın neresinde olursa olsun çıkan
savaşları her iki cephede de bu hanedanlık organize ederek finanslarını sağlayarak, başkalarının kanları ve
yıkılışları üzerine kazançlarını artırıyorlardı. Savaşlar sonrasında oluşan büyük krizlerde kargaşa ortamları
249
bu hanedanlığı büyütüyordu. Birinci, ikinci dünya savaşları da bunların eseriydi. CFR, Bilderberg, Trilateral
ve IMF gibi kurumlarda bunların beslenme kaynaklarıdır.
Sonuçta; tefecilik, faiz, kaçakçılık, uyuşturucu ticareti, nakliye, medya, maden, akar yakıt, otomotiv
alanlarında dünyanın liderlik merkezinde oturmayı başaran ve istediği ülkeye istediği gibi karışan ve
karıştıran bir hanedanlık kurmuşlardır.
B- Rockefeller Ailesi: Bu aile Protestan bir görünüm kamuflajında “Yahudi Dönmesi” bir aile olup
1870’li yıllarda ABD’de Rothschidlerle işbirliği ve aile evlilikleri kurarak finans çevrelerinde, petrol ve maden
işletmelerinde çok büyük gelirler elde ettiler. Bu aileyle ABD yüksek mahkemesi de baş edememiştir. Bu aile
ayrıca aktif siyasetle de ilgilenmiş, N. Rockefeller ABD başkan yardımcılığı da yapmıştır. Yine bu aile, CFR,
Bilderberg, Trilatiral, IMF gibi dünya dengelerini ve değerlerini değiştiren ve sömüren kurumların hem
kurucularından hem de finansörlerinden olmuşlardır.
C- Warburg Ailesi: Bu ailenin geçmişi onuncu asra kadar
dayanır. Bunların ataları yaptıkları
zulümlerden dolayı bulundukları ülkelerden kovularak İspanya’ya taşınmışlardır. Bunlar da yukarıda
bahsedilen aileler gibi tefecilikle işe başlamışlardır. Almanya’ da çok etkin hale gelerek siyasetle, istihbaratla
ilgilenmişlerdir. Almanların mali işleri bu aile üyelerinin sorumluluklarındaydı. Elmas ticaretinde de çok
aktiftiler. Rusya-Japonya savaşında; iki taraftan da maddi anlamda hem güç kazandı hem de etkin rol
oynadı. Afrika ülkelerinde de krizlerin arka planında yer almışlardır.
Ayrıca Morgan ailesi: ABD’de, enerjide, ulaşımda, savunma sanayinde, uzay teknolojisinde bir çok
kazanımlar elde etti. Rockefellerin himayesinde bulunmaktadır.
DuPant Ailesi: Dünyanın neresinde olursa olsun çıkartılan savaşların bütün kimyasallarını kendi
tekelinde toplamıştır. Ayrıca, köleleştirilmiş Dünya Eğitim sistemini de kendi düşünceleri çerçevesinde
ayarladılar. UNESCO ile genç beyinleri Yeni Dünya Düzeni’ne hazırlamaktadır.
Bu üç ailenin en büyük ortak özellikleri; bütün semavi dinleri kamuflaj olarak kullanmaları(İslam’ı da
ılımlılaştırılıp yozlaştırmaktadır), Yeni din anlayışı ile hareket etmeleri( şeytana tapınma ), kendi içlerinde
evliliklerini yapmaları, birbirleriyle çatışmaya asla girmemeleri, her yıl gizlice toplanarak ortak hareket
etmeleridir. Amerika Merkez Bankası (özel bankadır) 1913’de Başkan Wilson tarafından bu üç aileye
verilmiştir. Dünya ülkelerinin iktisadi, siyasi, jeopolitik bütün değerlerini bu üç aile sömürmekte ve
kirletmektedir.
CFR ( Kanlı Örgüt ): Bahsettiğimiz aileler hanedanlığı –ki bunlar en geniş olarak 13 aileden ibarettirdoyumsuzluklarını gidermek ve insan ırkına hükmetme amacıyla hayata geçirmeye çalıştıkları “Yeni Dünya
Düzeni”ne gizlilik içinde ulaşmak amacıyla Birinci Dünya Savaşı sonrasında bir araya gelip: Finans gücü
siyasette büyük güç olabilmenin temeli olabiliyor. Finans gücünün elde tutulabilmesi için de siyasi güç finans
gücünün besleyici kaynağı oluyor. Yani “Gizli Dünya Devleti” siyasette ve parayla oluyor.
Ülkelerin siyasetini tek merkezden denetlemek ve yönlendirmek adına CFR 1930’larda çok aktif hale
getiriliyor. ABD’yi, İkinci Dünya Savaşı’na bu kurum sokuyor. Aslında Almanya’yı da CFR destekleyerek,
teknoloji, araç, gereç, maddi kaynak aktararak dünyayı kana boyuyorlar. Savaşın öncesinde de sonrasında
da yine kazanıyorlar. Baktığınızda, Birleşmiş Milletler’de de CFR’ nin ağırlığı var. Dolayısıyla “Aileler
Hanedanlığı” yine zirvede şeytanlık yürütüyor!..
ABD’nin bugünkü neo-con şahinlerinin hepsi CFR üyesidir. Ayrıca Dünya büyük medya sahipleri de
CFR’nin ya üyesidirler ya da kontrollerindedir.
Finans, kominikasyon, akademi, istihbarat, yazılım sistemleri, uzay teknolojisi, kimyasal teknolojiler
medya alanlarında etkin 3500 civarında aktif üyesi mevcuttur.
FBI, CIA, DIA, DEA, MOSSA, KGB örgütlerinin derin elemanları CFR ile kandaştırlar.
Komünist Rusya’nın kurulması, gelişmesi, arkasından Komünizmin yayılmasını Türkiye ile durdurma
stratejisi de yine CFR merkezlidir.
Günümüzde Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” ve buna karşı tez olarak da “Dinler Arası
Diyalog” tezleri, yine “ılımlı İslam” modeli de yine CFR marifetidir.
250
Çok yakın AKP iktidarıyla yaşadığımız “BOP” planları AB yasaları altında II.Sevr dayatmaları yine
CFR kaynaklı ve desteklidir.
Trilateral (Üç yüzeyli) Komisyonu: Bu örgütün kuruluşu 1973’de D. Rockefeller ve Z.Brzezinski
tarafından gerçekleştirilmiştir. Büyük planlar yine gizlilik içinde karara bağlanır. Gizli Dünya Devleti’nin
ekonomik, siyasi çalışmaları bütün dünya ülkelerini kapsar. ABD Başkanı J.Carter zamanında hükümette 20
üyesi görev almıştır. Açık bilinen uluslar arası danışma kurulu olarak insani amaçlı çalışmasıdır. Ama
bugüne kadar hiç insani hizmeti olmadığı gibi çok gizli dünyanın yıllık planlanmasının yapıldığı icra kurulu
görevini yürütür. New York, Paris, Tokyo merkezli dönüşümlü olarak yıllık toplantılar yaparlar. Aslında çok
geniş olan “Bilderberg Grubu”nun İcra Kurulu konumundadır.
Bilderberg Grubu:
1954 yılında toplandığı yerden ismini alan örgüt çok gizlilik içinde çalışır. Konular önceden tespit
edilir, konular üzerinde telifte bulunulmaz, bilgi sızdırılmaz, not da tutulmaz. Ama bu örgütün de “Yeni Dünya
Düzeni”ne giden yolda amacı; uluslar arası global ekonomi, uluslar arası tek parlamentonun kurulması,
uluslar arası yeni bir ordunun kurulması, tek bir dünya yönetiminin oluşmasını gerçekleştirmektir.
Yani, ulusların egemenliklerinin yok edilmesi, ulusların kendi ordusunun, ekonomi ve parasının
kaldırılmasını gerçekleştirmek. Bunların olabilmesi için yeni bir din, kültür, eğitim algılamasının kaçınılmaz
olduğunu üyeleri sayesinde hakim kılma faaliyetlerinde bulunurlar.
BM,IMF, OECD,NATO, UNESCO,WHO,FIFA… gibi evrensel politik, ekonomik, stratejik kurumlar ile
çalışmayı uygun görürler.
Bu örgüt aldığı kararları gelişmekte olan üçüncü dünya ülkelerine dayatır. Ülkeleri yükseltmek,
çöküntüye sevk etmek bunlar için zor olmayan şeylerdir.
Toplantıya katılanlar: Dünyanın en büyük şirket yöneticileri yanında, NATO, BM, CFR yöneticileri, ülkelerin
bakan veya başkanları, istihbarat başkanları.
Bilderberg toplantısına katılanlar özenle seçilirler. Aile hanedanlığına hizmetin yanında kendileri de
dünyevi yükselişle de görürler. Bazen de işlerine yaramadığını da yerin dibine batırırlar.
ABD’de J.Carter, B.Clinton valiyken ABD’nin başkanı oldular. İngiltere’de M.Thatcher, T.Blair
Başbakanlığa yükseldiler. Türkiye’nin meşhur Bilderbergcileri, Süleyman Demirel altı kez gidip yedi kez geldi.
Sonuçta, cumhurbaşkanı oldu. Ecevit, Mesut Yılmaz defalarca başbakan oldu. Devşirme Tansu Çiller de
başbakan oldu.
Bilderberg “Yeni Dünya Düzeni”ni temel yapı taşı olarak ülkemizde 1959’da Yeşil Köy’de toplantı
yapmıştı. Bu toplantıya Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı F.Rüştü Zorlu katılmıştı. Hangi
talimatların dışında faaliyet yaptılar bilinmez ama başbakanın idamı gerçekleşmişti.
1975’ de ikinci kez Türkiye’de Çeşme’de yapıldı. Demirel, Ecevit ve Selahattin Beyazıt katıldı. 91
yılında Mesut Yılmaz katıldı.
Ayrıca, Özelleştirme İdaresi Başkanı Uğur Bayar Bilderberg üyesi olduktan sonra Dünya Ekonomik
Formu tarafından “Yarının Küresel Lideri” ödülünü almışlardı. Daha sonra Cem Boyner, Rahmi Koç, İsmail
Cem üye olduktan sonra bu ödülü kazanmışlardı.
Türkiye Merkez Bankası’ndan ilk kez 1993 yılında IMF’den devşirme ile gelen Rüştü Saraçoğlu oldu.
Daha sonra Anap’ dan İzmir milletvekili yapıldı.
Bilderbergci Gazi Erçel Merkez Bankası başkanlığına taşındı. Bu zat da IMF kökenli, ülkeyi iflasa
götüren ekonomik kararların alınmasında ve uygulanmasında aktif rol oynadı. Bu nedenle Türkiye Merkez
Bankası özerkleştirilip . Hanedanlığın/Bildergbergcilerin çiftliği olması sağlandı.
1991 yılı Bilderberg toplantısına katılanlardan Bill Clinton-vali, D.Rockefeller- Bankacı( Hanedan
İmp), H.Kissinger- CFR üyesi, Selahatin Beyazıt- iş adamı, Vakit Halefoğlu-bakan, Tugay Özçeri-iş adamı.
1993 yılı Bilderberg’ileri: Tony Blair o sırada henüz İngiltere Parlamentosu üyesi, Rüştü SaraçoğluMerkez Bankası Başkanı, Selahattin Beyazıt-İş adamı
1994 yılı: George Soros-Ortadoğu Spekilatörü, Selahattin Beyazıt-İş adamı, Rahmi Koç-iş adamı, Ali
251
Hikmet Alp-iş adamı
1995 yılı: Selahattin Beyazıt-İş adamı, Hikmet Çetin-Dış işleri Bakaını
1996 yılı: Selahattin Beyazıt-İş adamı, Gazi Erçel-Merkez Bankası Başkanı, George Soros, Paul
D.Wolfowitz.
1997-Selahattin Beyazıt, Gazi Erçel, Sinan Şarık Tara-Enka Holding
1998 yılı: Selahattin Beyazıt- iş adamı, Uğur Bayar-Türkiye özelleştirme idaresi başkanı, İsmail CemDışişleri Bakanı, Meral Gezgin Eris-Türkiye İk. Kal. Vakfı Bşk., Suna Kıraç-Koç Holding.
1999 yılı: Gazi Erçel-Merkez Bankası Başkanı, Sedat Ergin-Hürriyet gazetesi, Suna Kıraç-Koç
Holding, Erkut Yüceoğlu-Tüsiad üyesi
2000 yılı: Nuri Çolakoğlu-NTV Yönetim Kurulu Başkanı, Muharrem Kayhan-TUSİAD Başkanı
2001 yılı Bilderbergçileri: Gazi Erçel-Merkez Bankası Başkanı, Özlem Sanberk-Türkiye Ekonomik ve
Sosyal Etütler Vakfı Başkanı.
Bu Siyonist şebeke, 2007’de ise ve özellikle genel seçim öncesinde İstanbul’da toplanmışlardı.
Her üç örgüte da üye olanlar: Z.Brzezinski, Bill Clinton R.Holbrooke, H.A. Kissinger, D. Rockefeller,
George Soros, Paul d. Wolfowitz.
Bu ismi geçenler son yıllarda Türkiye siyasetiyle yakından ilgililer. 2001-2005 yıllar arasında da
toplantılar yapıldı. AKP hükümetinden de katılanlar oldu. Biraz da sizler merak edip araştırırsanız
görülecektir. Kısa sürede siyasette, medyada, iş sahasında yıldızı parlayanlara bakmak yeterli olacak…
Dünya Düzeni varlığını hep gizler. Ama her yerde varlığı hissedilir. Bu düzenin hizmetçileri her
zaman değişir ama Düzen sabit kalarak varlığını yürütür.
Eğer bütün uluslar CFR’ yi anlayıp cephe alırlarsa, Yeni Dünya Düzeni’nin yüklenicisi Bilderberg’ler
olur. Şayet bu da ulusların midesini bulandırırsa Trilateral Komisyonu görevi üslenir. Bunun arkasında
Dünya’ya tahakküm kurma aracı para olduğundan bunun da bir kurumu olmalıydı. Ulusların istekleriyle
yardım amaçlı ülkelerine girerler. Ama bütün dayatmalar CIA, MOSSAD, KGB, FBI gibi gizli örgütlerin
karıştırmasıyla, Soros vakıflarıyla alt yapılar hazırlanarak çareler sunulur.
Dünya savaşları sonrasında ABD hariç bir çok ülkede ekonomik, kültürel, sosyal dengeler alt üst
olmuş, İtalya, Almanya, Japonya dışta tutularak yeni bir sömürü sistemi G-7’lerin öncülüğünde 1945’de IMF
kuruluyordu. Amaçları kağıt üzerinde ne olursa olsun özde illuminatı locası (tarikatı) hanedanlığına hizmette
yarışacak yüzseksenüç üye ülke IMF’yi oluşturuyordu. Güçlü üye ülkeler IMF’den döviz kurlarını
desteklemek amacıyla yardımlar alırlar, ancak kur ve ticaret politikalarında direktif ve dayatma almazlar.
Ama üçüncü dünya ülkelerine IMF dayatmaları ve ekonomik politikaları hüzün, acı ve zulümden
başka bir şey verememektedir.
Aslında güçlü üye ülkeler dendiğinde devletler yine borçludur. Ama dünya ölçeğinde beşyüz büyük
ailenin içinde ikiyüz aile şirketinin çok etken olduğu bunun da özünde onüç ailenin bütün değerlerin
kullanılmasında aktif olduğu söz konusudur.
Bahsedilen zengin ikiyüz ailenin yüzonikisinin dinin ABD’li olması yine üç zengin kişinin servetinin en
yoksul kırksekiz ülkenin servetinden çok olması dikkat çekicidir.
Yani IMF aslında üçler-on üçler-iki yüzler sonra beş yüzler için politika ve değer üreten bir sömürü ve
bizler içinde misyoner kurumudur.
Bu sistemle zenginler daha zengin, fakirler daha fakir olmaktadır.
ABD’de yoksulluk oranı %19,1, Avusturalya’da %13,5, Japonya’da %11,8, Kanada’da %11,7,
Fransa’da %7,5 olarak istatistiklere yansımaktadır.
Borçlanan ülkeler listesine baktığınızda ABD de dahil bütün devletler borçlu. Yaklaşık borçların yıllık
faizleri toplamı 55 milyar doları aşmaktadır.
Sorulması gereken bu ülkeler hangi iş birlikçiler sayesinde sömürülüp soyularak kimler
kazandırılıyor…Yeni dünya düzeninde askeri kanat yani ordu oluşumu NATO ve gizli örgütlere
yönlendirilirken finans ve ekonomik kanat ise illuminati hanedanlarının hakim olduğu tatlı reçeteler sunmak
252
için var olan Dünya Bankası, IMF’ye havale edildi. Ülkelerin dış politikaları da CFR’ ye havale edildi. Adım
adım “Yeni Dünya Düzeni” kurulmaya başlandı.
Komunizm tehlikesi de ortadan kalktıktan sonra NATO’ nun düşman algılaması da değişti. Gerçek
düşman İSLAM, bulunmuş oldu. Yani Yüce kitabımızın bahsettiği Hak ve Batıl bir kez daha karşı karşıya
geldi.
1976 yılında IMF’ de yeni bir açılım daha gündeme getirdiler. Bugün ülkemizin ekonomik gündemini
teşkil eden yabancı sermaye akışı ve özelleştirme politikaları o yıllardan miras kaldı…
Osmanlı’nın dünya arenasından 19.asrın başında çekilmesinden sonra yer yüzünün dengeleri
bozulmaya başladı. Sömürenler artmaya, kan ve göz yaşı akmaya başladı. 1990 yılında Sovyet Rusya’da
dünya arenasından çekilince dünya dengeleri yine daha da bozulmaya başladı. Ekonomik tekelleşmeler ve
ulusal fakirlikler dünyası kurulmaya başladı.
Dünya üretiminin tümünü on illuminati hanedanlığına bağlı şirketler yönlendirmeye başladı.
Türkiye 1947 CHP iktidarıyla kırküç milyar dolar olan kotasının %19’unu dolar, %81’ini altın olarak
ödeyerek IMF’ e üye oluyordu. ABD’den Truman yardımı adı altında Türkiye ABD’nin pazarı oluyordu.
Arkasından Marshal yardımları geliyor. Akabinde demokrasiyi ihraç ediyorlar. Bir sürü ABD anlaşmaları
yapılıyor. Sonra DP iktidarı ve sonra IMF paketleri açılıyor. Bilderberg toplantıları ülkemizde yapılıyor.
Sonrasında ihtilal ve idamlarla ülkemiz hizaya sokuluyor.
Ülke ekonomisi IMF eliyle tahribata uğratılarak çökme noktasına getirilirken ilk IMF devşirme bakanı
Kemal Kurdaş getiriliyor. Enflasyonlar, devalüasyonlar, kaoslar, karışıklıklar derken 12 Mart Muhtırası 1971
ikinci devşirmeci Atilla Karaosmanoğlu Maliye Bakanlığı’na kurtarıcı olarak getiriliyor. Yine hüsran yine
buhran dinmiyor. Milli Görüşün ortak olduğu hükümetlerde dengeler yavaş yavaş yerine oturmaya başlıyor,
ağır sanayi hamlesiyle ülke ayağa kalkıyor, Karlofça’dan bu tarafa Osmanlı- Türkiye ilk kez toprak alarak
Kıbrıs Zaferi’ni gerçekleştiriyor. Hem de petrol krizinin yaşandığı, bütün ambargoların konulduğu bir zaman
diliminde bunlar başarılıyor.
Bu zamanlarda
açıkça
görüldü ki, kendine güvenerek değerlerine sahip, devlet vatandaş
kaynaşmasıyla, Türkiye’nin başaramayacağı, geçemeyeceği engel bulunmuyor.
1981 sonrası Özal dönemiyle Batıya tamamen bağımlı bir siyasi yapılanma yolu izleniyor. Batı
örgütleri sayesinde ülkemizde PKK terörü hortlatılıyor. Bunda Çekiç gücün önemli payı ve katkısı olduğu
daha sonra anlaşılıyor.
Bu dönemde ABD silah sanayini Türkiye beslemeye başlayarak dünyada silah alımında birinci sıraya
yerleşiyor.
Batıya dönük ekonomi ve siyaset anlayışıyla; maalesef İslam ülkeleri iş birliğinden ve de Avrasya
potansiyelinden uzaklaşıyor.
5 Nisan kararları, gümrük birliği anlaşmaları ülkemizi daha kritik noktalara taşıyor.
54. Erbakan Hükümeti IMF ile anlaşmaları bırakıp milli ekonomiye geçerek denk bütçeyi-havuz
sistemini gerçekleştiriyor. Çekiç gücün gönderilmesi sonrasında kaynak paketleriyle ülkemiz rahatlatılıyor. G7’ lere karşı D-8’leri hayata aktarması Batı kulüpleri tarafından hoş görülmeyip 28 Şubat darbesiyle
durduruluyor.
IMF eliyle Şili’de kaoslar üreterek darbeler düzenlediler. 1997 Asya krizlerini çıkararak Endonezya,
Tayland, Kore’yi iç bunalımlara sevk ediliyor. ( Bu krizi George Soros ve vakıflarıyla başarıyor)
Güney Amerika’da Arjantin, Brezilya, Meksika bunalımları cereyan etmeye başlıyor. Özelleştirmeler,
sıcak döngü paraları, dış sermaye girişimleri sayesinde daha da kötüleşen ekonomiler iflas ediyor. Meydana
gelen ulusal işsizler ordusu, kapanan işletmeler… Kaoslar, yine göz yaşı ve kanlar dökülüyor.
Ülkemizde medyadan maliyeye, siyasetten bürokrasiye herşeyin kirlenmesi ve krize sürüklenmesi de
IMF eliyle gerçekleşiyor.
AKP iktidarının da 2007’ye kadar IMF ile yol birlikteliği yaptığından ekonomimizin yürümesi dış
borçlanmayla olacaktır. Türkiye haftada yaklaşık bir milyar dolar, yılda elliiki milyar dolar faizi illuminati
253
hanedanlığına ödemek zorundadır. Bu ödemeye ABD ne de Avrupa ülkeleri dayanabilir. Bu ekonomi anlayışı
ülkemizin sınırlarını çatırdatmaktadır…!
İçimizdeki Biderberg’çiler ve devşirmeler sayesinde IMF programlarıyla, ülkeden para çekilecek
işletmeler kapanacak, herkes işsiz kalacak, devlet gelirleri azalacak, ordu zayıflayarak dağılacak, sosyal
adalet-ahlak bozulacak, halk birbirine açlıktan saldıracak, talan, kaos ortamı oluşacaktır. İşte bu ortam, tam
da şeytana tapanlar hanedanlığı ( illuminati locası/örgütü)’nin özlediği ve gözlediği fırsatları doğurmaktadır.
Kimlerin destekleriyle oluyor? Maalesef Milli Görüşü ve haysiyetli duruşu olmayan hizmetçi ve
teslimiyetçi yöneticilerimizle, yani içimizdekilerle. AKP ile son üç yıllık 19.cusu olan stand-by anlaşmasını IMF
ile tazeledik. Bütün saldırılara rağmen çökertilemeyen ülkemiz, üç yıl daha IMF, dolayısıyla illüminati
hanedanlığına peşkeş çekiliyor. Para döngüsünü dolarla, ekonomiye kayıt altına almayla, stratejik
sanayilerimizi yabancılara pazarlamaya, işsizliği vergileri artırmayla, ekonomiyi “sıcak para” ile ayakta
tutmakla bu işleri yapmaya devam ediyorlar.
Ama kolay olmayacak; Güney Amerika’da emperyalizme karşı milli hamlelerini başlatan VenezuellaCHAVEZ, Brezilya-SİLVA, Asya’da dirilen Çin ve Rusya, D-8’lerle bilinen İslam Dünyası ve yeni bir
medeniyetin mimarı ve motoru Milli Görüş- ERBAKAN olduğu sürece- şeytana tapanlar tarikatı-sömürülerine
devam edemeyecek, çöküp gideceklerdir.
Birileri Bizans’ın çocukları olabilir. Ama bizler İslam’ın mensubu ve insanlığın sorumlusu olmakla
onur ve huzur duyarız. Elbet bir gün özümüze dönecek ve önümüzü görecek günler de gelecektir.
Dr. Abdullah Özkan, bu konuyla ilgili Milli gazete’de şu tespitlerde bulunmaktadır.
“Küresel Tehdit ve Ulusal Güvenlik” (niye tartışılmıyor?)
Küreselleşme tanımlanırken iki temel esas üzerinde sıklıkla durulur: İletişim ve Ulaşım. Her ikisi de
küreselleşme sürecinin can damarlarıdır, onlar olmazsa ne dünya böylesine hızlı bir şekilde “köy haline”
gelebilir, ne de çok uluslu şirketler dünyayı kendilerine “pazar yeri” yapabilirler…
Ulaşım ve iletişim imkanları arttığı için şirket merkezi ABD’de olan bir firma, malını Tayland’da
ürettirip Türkiye’de satabilmektedir. Hem de bunu çok az masrafla çok kısa sürede yapabilmektedir.
Küreselleşme süreci, dünyada mal ve hizmetlerin üretim tarzlarını değiştirmiş, ortaya teknolojik
gelişmenin enformasyonel tarzına dayanan bir küresel üretim tarzı çıkmıştır. Bu tarz aynı zamanda tüm
teknolojik değişiklikleri de belirlemektedir. Küresel üretim tarzının temel dinamiğini, iletişim teknolojlerindeki
gelişmeler oluşturmaktadır.
Yeni küresel üretim tarzı en fazla da çok uluslu şirketlerin işine yaradı. Gelişen iletişim
imkanlarından yararlanarak işletmelerde dikey entegrasyonu azalttılar, fason imalat yapıp, az stokla
çalışarak maliyetleri düşürdüler. İletişim ve ulaşımdaki gelişmeleri kullanarak, maliyetleri azaltmak amacıyla
üretimin bazı aşamalarını başka ülkelere kaydırdılar.
Üretimde küreselleşme beraberinde teknoloji transferini de getirdi. Dünyada yeni bir uluslararası
işbölümü şekillendi; gelişmiş ülkeler yeni metalar ve üretim süreçleri icat edip bunları ihraç ederek önemli bir
gelir kaynağı sağlamaya başladılar. Burada teknoloji üreten ülkeler ön plana çıkarken, teknoloji üretemeyen
ülkeler sadece üretileni tüketen bir konumda kaldılar.
Küresel üretim tarzı denilince ilk akla gelen çok uluslu şirketler, “iletişim ve ulaşım” kanallarını ele
geçirerek egemenliklerini pekiştirmek istemektedirler. Küresel rekabette söz sahibi olabilmenin yolu
iletişime ve ulaşıma hakim olmaktan geçmektedir.
Dünya piyasalarında limanlara ve telefon şebekelerine çok uluslu şirketler tarafından yoğun
şekilde talep gösterilmesinin altında da bu nedenler yatmaktadır.
Küreselleşme süreciyle birlikte devasa büyüklüklere ulaşan çok uluslu şirketler, devletlerle yarış eder
hale gelmiş, hatta kimi alanlarda devletleri bile geride bırakmaya başlamışlardır.
Devlet tekelinde bulunan ulaşım ve iletişim, yavaş yavaş çok uluslu şirketlerin tekeline
geçmektedir. Çok uluslu şirketler, devletlerin ellerinde bulunan telefon şebekelerine, limanlara,
havaalanlarına talip olmakta, çok yüksek paralar vererek bu stratejik merkezleri ele geçirmektedir.
254
Olaya ülkemiz açısından bakıldığında, Türkiye’nin de iletişim ve ulaşım gibi stratejik unsurları
çok uluslu şirketler tarafından ele geçirilmektedir.
İletişim tekelini elinde bulunduran Telekom özelleştirme adı altında yabancı bir şirkete satılmıştır. Bu
satışla birlikte, stratejik önemi olan iletişim şebekesi, yabancı bir şirketin eline geçmiştir. Küresel süreçte en
önemli unsurlardan biri olan iletişim şebekesinin devlet tekelinden çıkıp yabancı bir şirketin eline geçmesinin
beraberinde getireceği sakıncalar, sanılandan çok daha fazladır.
Aynı şey ulaşım sektörü için de geçerlidir. Türkiye’nin limanları özelleştirme adı altında yabancı
şirketlere 49 yıllığına kiralanmakta, liman gibi stratejik değeri olan yerlerin işletmesi yabancılara
teslim edilmektedir.
Limanların kiralanmasından elde edilecek maddi gelirle, bu limanların yabancıların eline geçmesinin
beraberinde getireceği olumsuzlukları kıyaslamak mümkün bile değildir.
Geçtiğimiz günlerde, yabancılara kiralanan İskenderun Limanı’ndan Amerika Birleşik Devletleri’nin
askeri malzeme geçirdiğinin ortaya çıkması dikkat çekmeye çalıştığımız tehlikelerden sadece birisini
oluşturmaktadır.
Bir ülke limanlarını, iletişim şebekesini yabancılara teslim edemez! Her iki unsur da bir
ülkenin doğrudan egemenliğini ilgilendiren konulardır.
İletişim şebekesi ile limanlarını yabancı şirketlere satan/kiralayan Türkiye, çok önemli bir tehlike ile
karşı karşıyadır. Türkiye’nin egemenliği tehdit altındadır.
Sümerbank’ın basma fabrikası ile limanların, telefon şebekesinin satışı aynı şey değildir. Hiç kimse,
egemenliğimizi tehdit altına sokabilecek stratejik sektörlerin yabancı şirketlerin eline geçmesini, özelleştirme
diye savunamaz. Savunursa, bu aymazlık olur!
Dünya’da hiçbir ülke özelleştirme yaparken, ulusal güvenliğini tehlikeye atacak şekilde davranmıyor.
Limanlarını küresel imparatorluk kurma peşinde olan emperyal güçlere açmıyor, iletişim şebekesini
yabancılara teslim etmiyor. Peki biz neden böyle davranıyoruz? Yoksa stratejik değerlerimizi satarak elde
edeceğimiz üç kuruş parayı, ulusal güvenliğimizden bile daha mı fazla önemsiyoruz!..”404
Maalesef Türkiye, AKP iktidarı eliyle, Suriye ve İran’ı hizaya getirmek ve Siyonizmin küresel
hakimiyetine hizmet etmek üzere kullanılmaya çalışılmaktadır.
Amerikanın Irak işgaline ve vahşetine seyirci kalmak hatta destek çıkmak, Kuzey Iraktaki tüm kırmızı
çizgilerimizi yalamak yetmiyormuş gibi, şimdi de Suriyeyi sıkıştırma planına piyonluk yapılmaktadır.
ABD talimatıyla Suriye’ye Sataşılıyor!
“ABD dış politikasının Türkiye’deki çığırtkanları, Suriye ile Türkiye’nin arası açıldı diye neredeyse zil
takıp oynayacaklar. Bu sayede, ABD, Türkiye ilişkileri ısındı diye seviniyorlar. Komşumuz bir halkın başına
çorap örülüyor diye sevinmek!
Bakar mısınız insanlar ne duruma düşebiliyor ve üstelik buna siyaset analizi diyebiliyor. Bunun neresi
analiz, ABD dış politikasının gereği olan her şeyi allayıp pullayıp satmak ne zamandan beridir dış politika
değerlendirmesi sayılıyor? Türkiye bir ara Suriye ile yakınlaştı diye, karalar giymişlerdi. Şimdi ‘yanlıştan
dönülmüş!’ diye seviniyorlar. ABD’nin mevcut işgalci politikalarının kuyruğuna takılmacı iseniz, tabii
Türkiye’nin Suriye üzerinde yoğunlaşan baskıya ortak olmayı reddetmesi size yanlış gelir. Bu kafaya göre,
akla, vicdana sığmayacak ama ABD’nin bölge politiklarına uygun her şey doğru, gerisi yanlış. Türkiye’nin dış
politikası için önerileri de açık; talimatla dost, talimatla düşman olacaksınız! Öyle görünüyor ki, hükümet de
bu raya girmiş durumda.
Bu arkadaşlar ne kadar sevinse yeridir. Çok yakında, Beşar Esad rejimini, Hafız Esad dönemini,
Baas rejimini öne sürüp, Suriye’nin başına örülecek çorapların ne kadar haklı olduğunu sayıp dökmeye
başlayacaklar. Yarın sıra kime gelirse, o rejimin kötülüğü gündeme gelecek.
Peki, bu adamların (ve kadınların), ABD’nin hedefinde olmayan bir rejimi sırf ilkesel nedenlerle
404
Milli Gazete / 16 10 2005
255
eleştirdiğine tanık oldunuz mu? Suudi Arabistan? Mısır? (Ha, bu arada Libya’dan artık bahseden var mı?),
Birleşik Arap Emirlikleri? Fas? Vd. Bunlar çok mu demokratik, temiz rejimler? Neden onlarla aramız
soğumuyor? Soğumasına çalışılmıyor?
Hülasa, Suriye ile ilişkilerin açıkça mesafelenmesi de gösteriyor ki, Türkiye karanlık bir yola girmiş
vaziyette. En yakınımızdakilerle bile, talimatla dost, talimatla düşman olacağız, yanı başımızda yaşayanların
başına gelenlere ve de tüm dünyada yaşananlara aldırmadan milyar dolarlık projeleri ülkemize nasıl
çekeceğimizle meşgul olacağız. Dünyanın gerçeği bu deyip, vicdanımızı susturmaya çalışacağız. Dahası,
vicdanımıza ilelebet susturucu takmak için fazladan nedenimiz var; AB süreci! Her şeye rağmen AB’ye
girmeye çalışıyoruz ya, o fatura öncelikle Ortadoğu’daki rolümüz üzerinden ödenecek. Başından beri ABD ve
İngiltere desteğiyle ilerliyoruz ve bu gerçek müzakere sürecinin başlamasında tüm açıklığı ile ortaya çıktı.
Hem bu adamların himayesine girip, hem Ortadoğu’daki planlarına uzak durmak mümkün mü?” 405
Suriye Dosyası Açılıyor!
BM Hariri suikastini çözemeyecek. Sadece Suriye’yi resmen suçlayacak. Bu da bir ülkeye
saldırı için gerekçe olacak. Irak için böyle yapmadılar mı? Kasımdan itibaren ABD ve İsrail’in Suriye
dosyası açılıyor. Irak’ta olduğu gibi Suriye’de de “cehennemin kapıları” açılıyor.
“Suriye İçişleri Bakanı Gazi Kenan, makam odasında intihar etti. Kenan, Suriye derin devletinin
önemli isimlerindendi. İntiharından hemen sonra iki soru akla geldi:
1- Hariri suikastinde bir rolü var mıydı? BM Raporunda suçlanacağı için mi intihar etti? Ya da Şam
yönetiminin kendini yargılamasından veya teslim etmesinden korktuğu için mi intihar etti?
2- Devlet Başkanı Beşşar Esad’ın reformlarına direnen ekibin içinde olması, Lübnan’da kazandığı
gücün ve imtiyazlı konumunun yeni Suriye için tehlike teşkil etmesi, hatta değişimi tehdit etmesi nedeniyle
ortadan kaldırılmış olabilir mi? Öldürülmüş ya da intihara zorlanmış olabilir mi?
Dünya, işgal öncesi Irak’la ilgili iddialarda olduğu gibi, yeni bir mizansenle mi karşı karşıya? Bence
öyle. BM Hariri suikastini çözemeyecek. Sadece Suriye’yi resmen suçlayacak. Bu da bir ülkeye saldırı için
gerekçe olacak. Irak için böyle yapmadılar mı? Peki ne oldu Irak’la ilgili iddialara? Hani kitle imha silahları?
Suriyeli birkaç kişi suikastten sorumlu olsa ve bu kanıtlansa bile bir ülkeye müdahale sebebi sayılamaz ama
bunlar sayacak.
Türkiye’de bile birçoğu şu anda ellerini ovuşturuyor. Bazıları ise Suriye’yi de bir ticari meta olarak
görüyor. İnsan, vatan, toprak, din, iman, ahlak, kültür, tarih, insani değerler onların umurunda mı?
15 Ekim’den sonra Irak’ta ciddi gelişmeler bekliyor bizi. Kasımdan itibaren ise, ABD ve İsrail’in Suriye
dosyası açılıyor. Irak’ta olduğu gibi Suriye’de de “cehennemin kapıları” açılıyor. ABD ve İsrail, Türkiye dahil
bölge ülkeleriyle pazarlığa başladı bile.”406
Lawrence’ın önerisi gerçekleşiyor!.
Birinci Dünya Savaşı’nda 1916-1918 yılları arasında Arapları Osmanlı İmparatorluğu’na karşı
ayaklandıran ve Arabistanlı Lawrence adıyla bilinen İngiliz casusu T.E. Lawrence’ın savaşın bitiminde
Ortadoğu’nun siyasi şekillenmesi için bir harita önerdiği ve bu haritada Kürtler ve Ermenilerin ayrı bir devlet
olarak örgütlenmesini istediği ortaya çıkmış bulunuyor. Lawrence’ın çizdiği bu haritanın yakında Londra’daki
Emperyal Savaş Müzesi’nde sergileneceğini yayınlayan BBC, haritanın kısa bir süre önce keşfedildiğini
belirtiyor!...
İşte böylesine karmaşık ve karanlık bir dönemde Türkiye Hugo Chavez gibi cesaretli ve dirayetli bir
liderden de maalesef mahrum bulunuyor.
Hugo Chavez Amerikalı misyonerleri sınırdışı ediyor!
Venezuela Cumhurbaşkanı Hugo Chavez, ülkesinde Hristiyan olmayan yerli gruplara yönelik
faaliyetlerde bulunan Amerikan misyonerlik örgütünü sınır dışı etme kararı alıyor.
Chavez: “Venezüelalılar’ın burnunun dibinde akıl almaz şeyler yaşanıyor” Chavez, emperyalist
405
406
Radikal / 13 10 2005 / Nuray Mert
Yeni Şafak / 13 10 2005 / İbrahim Karagül
256
olarak nitelediği örgütün ülkedeki varlığının utanç verici olduğunu söylüyor.
Venezüelalılar’ın yerli direnişi olarak kutladıkları günde konuşan Chavez, New Tribes Mission adlı
misyonerlik grubuna yönelik ağır eleştirilerde bulundu. Askeri istihbarat tarafından çekilen video kayıtlarına
atıfta bulunan Chavez, “Venezuelalar’ın burnunun dibinde akıl almaz şeyler yaşanıyor” dedi. Hugo Chavez,
misyonerlerin Amerikan Merkezi Haberalma Örgütü CIA’yle hassas bilgileri paylaştığını, yardım malzemesi
taşıyan uçaklarının gümrüklerden geçmediğini belirtiyor.
Venezüela’da 150 kişilik bir ekibi bulunan misyonerlik örgütü Chavez’in suçlamalarına henüz yanıt
vermedi. Chavez hafta başında da ünlü Amerikalı vaiz Pat Robertson’la atışmıştı. Robertson’un kendisi için
“Usame Bin Ladin’e para verdi” dediğini öğrenen Chavez, “Gitsin aklını kontrol ettirsin” diye konuşmuştu.
Caracas, Amerikalı dini grupları, petrol gelirleri sayesinde bölgede etkinliğini giderek artıran bir ülkenin
cumhurbaşkanını devirmeye yönelik bir komplo planının parçası olarak görüyor. (BBC)
Ve ne yazık ki, şu andaki TBBM’nde , Mustafa Kemal dönemindeki Hüseyin Avni Ulaş gibi
dürüst ve demokrat milletvekillerine de rastlanmıyor!
İlk Meclisteki muhaliflerden bilinen Hüseyin Avni Ulaş:
a) Ülkenin yararına ve milletin hayrına gördüğü girişimleri desteklerken, zararlı ve zorbacı tavır ve
tatbikatları da, hatta Atatürk’ün yüzüne karşı cesaret ve ciddiyetle eleştirebilen bir şahsiyettir.
b) Ancak H.avni Ulaş, Atatürk’ün şahsına değil, malum ve mason çevrelerce Onun istismarına ve
suistimalına karşı direnmektedir.
c) Hüseyin Avni Ulaş ve benzerleri, Mustafa Kemal’in, emperyalist güçleri ve sabataist işbirlikçileri
oyalamak amacıyla vermek zorunda kaldığı bazı tavizkar tutumların ve bağımsız Türkiye Cumhuriyetini
kurmak ve korumak adına attığı bazı stratejik geri adımların, gerçek niyetini ve mahiyetini kavrayamamaktan
kaynaklanan bazı tenkit ve teklifleri de, onların duyarlılığına ve tutarlılığına bir delildir.
ç) Mustafa Kemal, Hüseyin Avni Ulaş’a yönelttiği sorusuyla:
“Hem Tanzimattan sonraki Osmanlı döneminde, hem de Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyetin kuruluş
sürecinde, hükümete ve askeriyeye hakim çevrelerin: İttihatçı masonlar ve Müslüman kılıklı sabataycı
münafıklar olduğunu ima ve işaret etmektedir.
Ve yine H.Avni Ulaş’a:
“İçimize çöreklenen ve dış güçlerle desteklenen, bu “dindar paşa görünümlü kindar
mason”lara karşı; öyle kuru cesaretle değil, ancak siyaset ve ferasetle mücadele edilebilir” mesajını
da vermektedir.
Atatürk’ün bu sitemli sözleri arasında, Milli ve haysiyetli duyarlılıklarından dolayı, Hüseyin Avni Ulaş’a
gizli bir takdir hissi beslediği de sezilmektedir.
d) Son zamanlarda Ahmet Altan gibi “ AB’ye üyeliğe ve küresel sermayeye köleliğe engel olarak
gördükleri:
1- Milli Görüş düşüncesini
2- Atatürk gerçeğini
aşındırmaya ve aşmaya çalışan “karanlık kafalı kiralık aydınlar”ın Hüseyin Avni Ulaş’a sahip çıkmaları ise,
Onu sevdiklerinden değil, Atatürk’ü yerme ve Milli egemenlik devrinin kapandığı kanaatini yerleştirme
isteğindendir.
Suavi Kemal’in şu tespitleri oldukça önemlidir:
Meclisin ilk demokratı: Hüseyin Avni Ulaş
TBMM’nin ilk muhaliflerinden bilinen Hüseyin Avni Ulaş. “Ateşten Gömlek” giyen Türkiye’nin en
karanlık günlerinden, en bıçak sırtı dönemlerinden geçtiği Milli Mücadele sürecinde, yani “müsait zamanlar
demokratlarının” henüz ortaya çıkmadığı devirlerde ateşli konuşmalar ve yürekli itirazlar yapabilen birisidir.
Bugün Hüseyin Avni Ulaş’ın unutulmuşluğu, resmi tarihin onu yok sayma çabaları kadar,
despotluktan arınmış muhalif duruşundan kaynaklanıyor belki de. Nice gayri resmi tarih yazıcısı bile fazla
demokrat bulduğu için, onu kendi “resmi” tarih kitaplarına ya almamış ya da çifte standartlarını deşifre eden
257
şerhler koymak zorunda kalmışlardır.
İhsan Çolak’ın tesbitiyle: “Hüseyin Avni Ulaş, bürokrasinin otoritarizmine bulaşmadan, halkın
devrimine, değerlerine ve en önemlisi milli iradenin tecellisi olan demokrasi ilkesine sadık kalınması için
mücadele vermiş bir şahsiyettir. Fransız Devrimi’nin Danton’una benzetilen Hüseyin Avni; Danton’un
ihtilâlciler karşısına dikilip, insanların kanının akmaması için ihtilâlci terörün önüne geçmeye çalışması,
devrimin kendi kendini aşmaması için bir sınır konulması gayretlerine mukabil, şahıs istibdadının önlenmesi,
kanun hakimiyetinin yerleşmesi ve demokrasinin tesisi için, birinci mecliste muhalefet saflarında mücadele
etmiştir.”
Peki, Ulaş’ın ayırıcı temel vasfı neydi? Öncelikle, Hüseyin Avni Ulaş’ın, Tanzimat’tan itibaren
Osmanlı siyasi hayatına yön veren, Dersaadet kökenli ve çoğunluk itibariyle asker olan bürokratlardan
olmadığını vurgulamamız gerekiyor. Tepeden inme projelere pek iltifat etmemesi, kendisinin de bulunduğu
noktaya tepeden inme gelmemiş olmasının muhakkak büyük bir payı vardır. Bu eğer bir eksiklik ise Ulaş’ın
damadı olan Nurettin Topçu’nun “En büyük korkusu şark despotizminin yeniden hortlamasıydı” yorumunun
arka planında bu ‘eksikliğin’ de payı elbetteki tartışılamaz.
Evet, Hüseyin Avni Ulaş’ı farklı kılan özelliklerinden birisi ‘dersaadetten’ (Saadet kapısı:İstanbul) ya
da zamanın büyük şehirlerinden birinden olmamasıdır. Hayatını Anadolu’ya vakfeden Ulaş’ın doğum yeri de
Anadolu’dur. 1887 yılında Erzurum’un Kümbet köyünde (Bugün söz konusu köy Bingöl sınırları içinde) doğan
Hüseyin Avni Bey, Gençağazade Musa Bey’in oğludur. Onbir yaşına kadar yaşadığı köyünde Halil
Efendi’den ilk eğitimini alan Ulaş, gizli cemiyetlerin cirit attığı; komita faaliyetlerinin örgütleyip kışkırttığı isyan,
protesto ve ayaklanmaların sarstığı bir şehir olan Erzurum’da ilk gençlik yıllarını geçirdi. Mülkiye İdadisi’nin
Ziraat Bölümü’nde okuyan Hüseyin Avni, Prens Sabahattin ve arkadaşlarının Paris’ten yönettikleri ünlü 1906
Erzurum Jöntürk Kıyamı’nı bir lise talebesi olarak adım adım izledi. İkinci Meşrutiyet’ten sonra Kümbet köylü
Gençağazade Hüseyin Avni Bey, liseyi Vefa İdadisi’nde tamamladıktan sonra Hukuk Mektebi’nden mezun
oldu ve İstanbul’da avukatlığa başladı.
Hüseyin Avni Bey, Birinci Dünya Savaşı’nda Doğu Cephesi’nde yedek subay olarak dört sene
savaştıktan sonra Erzurum’da Mali Müşavir olarak çalıştı. Milli Mücadele’yi ateşlendiren ilk kıvılcımların
ortaya çıktığı Erzurum ve Sivas kongrelerine katılarak Anadolu Hareketi’nin önde gelen isimlerinden biri oldu.
Misak-ı Milli’yi kabul eden son Osmanlı Mebusan Meclisi’nde mebus olan Hüseyin Avni Bey ile daha sonra
TBMM kürsüsünden son Osmanlı Mebusan Meclisi’nin silâh zoruyla dağıtılmasına atıfta bulunan Mustafa
Kemal Paşa arasında yaşanan ve meclis zabıtlarına yansıyan şu konuşmaya bu anlamda dikkat etmemiz
gerekiyor:
Mustafa Kemal Paşa: “Bir Heyet-i Vekile ki; irade-i milliyenin mümessili olacaktır, ispat ederimki:
onun eline salâhiyet verdiğiniz zaman, o istediğini yapacaktır ve haberiniz bile olmayacaktır. Sorarım size;
Heyet-i Vekile sizin buradan dağıtılmanıza karar verirse ne yapacaksınız?”
Hüseyin Avni Bey: “Güleriz!”
Mustafa Kemal Paşa: “Gülemezsiniz! İstanbul Meclis-i Mebusanı’na giden zatıaliniz, o zaman da
güleriz demiştiniz, ama bunu yapamadınız, kulaklarınızdan tutup kapıdan dışarı atmışlardı!?”
Hüseyin Avni Bey: “Yapanlar Saray kumandanı idi. Halbuki şimdi bizi tutanlar milli kuvvet ve milli
kumandanlardır. Binaenaleyh kimse bizi atamaz.”
Ulaş neye muhalifti?
Hüseyin Avni Bey’in muhalefetinin odak noktasında, yönetimin bazı konularda otoriterizme kayması
vardı. Hüseyin Avni’nin amacı muhalif olmak değil, milli iradenin meclis eliyle hakim kılınması ve yönetimin
tarafsızlığının sağlanması, İstiklâl Mahkemeleri adıyla ve özel yetkilerle donatılmış mahkemelerin
mahzurlarının anlaşılması ile temel hak ve özgürlüklere sahip çıkılmasıdır. Nitekim Milli iradenin meclis
elinden alınıp önce Heyeti Vekile’ye, daha sonra da Başkumandanlık Kanunu ile Mustafa Kemal’e verilmesi
karşısında ekibi ile birlikte şiddetli bir muhalefet atağına başlamıştır. Bu noktada, Hüseyin Avni Ulaş’ın
muhalefetinin, kişiler değil ilkeler bazında olduğunu vurgulamakta fayda vardır.
258
Tarihçi Ahmet Demirel, Hüseyin Avni ve ekibinin bu kanun hakkındaki görüşlerini şöyle
yorumlamaktadır: “Muhalif mebuslar; Mustafa Kemal Paşa’nın başkumandanlığa getirilmesine karşı
çıkmamışlar, hatta destek olmuşlardır. Ancak Başkumandan’a, kanun yürürlükte olduğu süre boyunca
“meclis yetkilerini kullanma hakkı” verilmesini hiçbir zaman uygun bulmamışlar, başından beri buna karşı
durmuşlardır.”
Nitekim Mustafa Kemal’in şu sözleri de meselenin fevkalâdeliğini vurgulaması bakımından önemlidir:
“İtiraf etmek lâzımdır ki, bu yetki büyük bir yetkidir. Meclisin yetkisidir ki, bana veriliyor. Böyle
olmakla beraber, üç ay sonra elbette bu yetki kanununu ya yenilersiniz veya yürürlükten kaldırırsınız.
Böyle bir yetki vermek aslında doğru değildir. Bunun için üç ay gibi kısa bir zamanla sınırlayınız.”
İnkılâp kanla değil, fikirle yapılır!
Hüseyin Avni Ulaş, İstiklâl Mahkemeleri hakkında şu kanaattedir: Bu mahkemelerin el uzatmadığı
alanın kalmadığını, hükümetin bütün icraatlarını eline aldığını ve meclis adına icraatlar yaptığını vurgular ve
eğer bir mahkeme teşkil edilecekse, bunun da hukuk kuralları içinde işletilmesi gerektiğini belirtir. Milli
Mücadele dolayısıyla yaşanılan olağanüstü durumun, konunun sakıncalarını büsbütün devre dışı
bırakmadığını Hüseyin Avni Bey şu sözlerle ifade etmektedir: “Memleketimiz üç İstiklâl Mahkemesiyle mi
idare ediliyor? Efendiler her kazada zaten bidayet mahkemeleriniz vardır. Cinayet mahkemeleriniz vardır.
Buna rağmen gelişigüzel üç kişiye ‘kendi görüşünüze göre hüküm verin’ deyip yetki vermek, milletin
hukukunu tepelemek demektir. İhtilalin de bir hukuku vardır. Hüner, halkı isyan ettirmemektir. Kanun hakim
olmalıdır. Şahısları hakimiyeti payidar olamaz. Mesela Samsun ve havalisinde 30-40 mahkememiz vardır. Bu
mahkemeler ilimle donatılmıştır. Bu mahkemeler hakim hakkına tamamen sahiptir ve bu meslekte çalışan
adamlardır. Elinizde bir kanun varsa bunu herkese eşit olarak uygulamakla sorumlusunuz. İçinizde özel emel
taşıyan, hükümetimizi yıkmak isteyen bu gibi kimselere ceza kanunumuz gayet vasi cezalar tayin etmiştir.
Bunları ehline vererek ve uzmanlığını adalete uygun bir şekilde uygulamaya muvaffak olursanız, hükümet
manası çıkar. Yoksa onlara karşı muamele yaparsak hükümet sisteminden ayrılmış oluruz ki, millet onu
bizden istemez. Memlekette artık İstiklâl Mahkemeleri’nin görevlerine son verilmelidir. Memlekette kanunu
hakim kılmalıyız.”
Hüseyin Avni Ulaş, “Hüner, isyan ettirmemektir” der. Ulaş’ın sözlerinin lafta kalmadığının bir delili de
burada karşımıza çıkar. Ulaş, karşılaştığı sorunları mümkün mertebe barışçıl yöntemlerle çözmeye çalışır.
Nitekim Nurettin Topçu bir yazısında, onun Bolu’da çıkan bir isyanı yatıştırmak için bölgeye gidişini anlatır.
Ulaş, yolda isyancıların ailelerine kötü muamele yaparak bölgeden sürgün eden jandarmayı yetkilerini
kullanarak durdurur ve isyancılara kimliğini gizleyerek ulaşıp onları hükümete teslim olmaya ikna etmeye
çalışır. O sırada ailelerinden Ulaş’ın onları jandarmadan kurtaran kişi olduğunu öğrenen asiler isyanı
bırakırlar.
Ulaş’ın, İstiklâl Mahkemeleri’ne ilişkin eleştirilerine karşılık “Cepheler kan ağlarken bunlar da ne
oluyor” diye sorulur ve Ulaş’ın cevabı her demokrata yakışacak vecizliktedir: “Cepheleri tutacak olan
kanundur, adalettir zorbalık değildir!.”
Hüseyin Avni’nin de içinde bulunduğu muhalefet karşısında o günlerin ‘medyasının’ tavrını
görebilmek için, gelin Yunus Nadi’nin Yenigün gazetesinde yayınlanan “Yeni Bir Cidal Devri” adlı makalesine
bakalım.
Yunus Nadi, muhalefet hakkında “Bazı maksatlar için kamuoyuna tereddüt ve teşevvüşler (karışık
düşünceler) aşılamak isteyen beş on kılıç arttığının gayretleri” ifadelerinin yanısıra, “Türk Milleti kendi
istiklâlini korumaya ve kurtarmaya çalışırken; karşısına çıkan düşmanların en şeni’i (kötüsü) Halife ve Sultan
olduğunda elbette karar kılmıştır. Hâl böyle iken bu memlekette Sultan ve Padişah isteyen sefil ruhlar
bulunabildiğini farzettirecek bazı emare ve alâmetler eksik değildir. Biz biliriz ki onlar vardır, ve biz biliriz ki
onlar kendi kanları içinde boğulacaklardır. Bize diyecekler bulunabilir ki: Hani ya, yahu hürriyet ve serbesti?
Millet emrediyor ki, bu işte hürriyet ve serbesti yoktur. Kokmuş ve muzır fikirlere serbest gezmek ve serbest
söyleyebilmek mesağı (izin ve ruhsatı) yoktur. İsterse onu söylemek iddiasında bulunacaklar Büyük Millet
259
Meclisi azasından bulunsunlar!” demektedir.
Buna cevaben Hüseyin Avni’nin yapmış olduğu meclis konuşması, onun duruşunun tutarlılığını
göstermesi bakımından çarpıcıdır: “Biz inkılâbı fikirle yapacağız ki, payidar (sağlam ve kalıcı) olabilsin. Eğer
kabadayı usulünü takip edersek, korkarım ki o zaman inkılâptan mahrum kalırız. Kanla değil, fikirle inkılâp
yapacağız. İnkılâplar fikir teşkilâtıyla, mektebiyle gelişir. Yoksa 31 Mart hadisesi gibi bu memlekette inkılâp
yapılamaz. Bizim inkılâbımızı maalesef bu gibi fikirler çürütmektedir. İnkılâp fikrinin münevver öncüsü olan
Türkiye Büyük Millet Meclisi, halka hakk-ı hükümranisinin (Hakimiyet ve hükümet hakkının, milletin kendisine
ait olduğu gerçeğinin) fazilet ve meziyetini öğretmelidir. Onun tercüman-ı efkârı olan gazeteler, onun
alemdarlığını ilân eden arkadaşlarımız, ilmi münakaşa ile bu vazifeyi yapmalıdır, ölüm tehdidiyle değil
efendiler!”
Nitekim yıllar sonra Muammer Asaf, Hareket Dergisi’nde dönemin Bahriye Vekili İhsan Yavuz’un şu
sözlerini aktaracaktır: “Bizim en büyük hatamız, Hüseyin Avni’nin kapatmaya çalıştığı zorbalık kapısını açık
tutmaktır. Bu yüzdendir ki inkılâbın mev’ud meyvesini çürüttük.”
Muhaliflerin tasfiyesi
Ali Şükrü Bey cinayetinden sonra, 1 Nisan 1923’te meclis seçim kararı aldı. Ancak Mustafa Kemal
Paşa’nın aynı yılın ocak ayında İzmit’te gazetecilerle yaptığı bir görüşme sırasında, meclisin seçimlere karar
vermesinin zorunlu olduğunu söylediğini de hatırda tutmak gerekir. Çünkü meclisin o dönemdeki durumuyla
Lozan’da imzalanacak muhtemel bir anlaşmayı reddetmesinden endişe ediliyordu.
Nitekim Mustafa Kemal’in bir gazeteciye “Her şeyden evvel kız gibi bir meclis yapalım da, ondan
sonra istediğiniz gibi yazınız” dediği kaydedilmiştir. Seçimlere Ali Şükrü Bey cinayetinin muhasebesi
yapılmadan gidilmemesi gerektiğini söyleyen Saruhan Mebusu Reşat (Kayalı) dışında itiraz eden olmaz.
Seçim kararı alındıktan sonra yapılan son toplantıda Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nda yapılan bir değişiklikle
muhalefetin eli biraz daha daraltılır. Esat Öz’ün Tek Parti ve Siyasal Katılım adlı kitabında belirttiğine göre
İkinci Meclis’e Birinci Grubun yüzde 97’si tekrar seçilirken, bu oran İkinci Grup için yüzde 3’te kalmıştır.
İkinci Grubun yani muhaliflerin tasfiyesini anlayabilmek için seçim sistemine göz atmakta
fayda vardır.
Hakkı Uyar, Toplumsal Tarih Dergisi’nde yayınlanan makalesinde dönemin seçimlerinin yapısını şu
sözlerle anlatıyor: “Seçimler iki dereceliydi. Halk ikinci seçmenleri seçiyor, ikinci seçmenler de
milletvekillerini seçiyordu. Aslında yapılan, seçimden ziyade iki dereceli bir onaylamadan ibaretti.
İkinci seçmenler CHP üyesiydiler ve parti tüzüğü gereği, parti üyelerine oy vermek zorundaydılar.
Bağımsız olarak ikinci seçmenliğe ya da milletvekilliğine soyunanların şansı yoktu. CHP’li ikinci
seçmenler, partinin olur verdiği ‘müstakil’ milletvekili adaylarına oy verebiliyordu.”
17 Kasım 1924’te Terakkiperver Cumhuriyetçi Fırka kuruldu. Yeni fırkanın kurucuları arasında yer
alan Hüseyin Avni Bey, İstanbul İl Kongresi İdare Heyeti üyesi oldu. (Öyle anlaşılıyor ki Terakkiperver
cumhuriyetçilerin, Sabataist ve mason taifesince, Atatürk’ü yıpratmak ve devre dışı bırakmak üzere
kurulduğundan Hüseyin Avni’nin haberi yoktu)Önce Şeyh Said isyanı, ardından gelen Takrir-i Sükun
Kanunu ile Terakki Perver Cumhuriyet Fırkası ve muhalefet tasfiye edilirken, Hüseyin Avni de kendisini
idamlıklar arasında, meşhur Aliler mahkemesinin önünde buldu. Ama onu mahkûm edecek uydurma da olsa
bir delil bulunamıyordu. Hüseyin Avni Ulaş, kendine beraat ettiğini bildiren Kel Ali’nin yüzüne karşı “Bugüne
kadar namusumdan emindim, fakat şimdi şüphe ediyorum” diyordu. Kel Ali’nin “Niçin” sualine karşı
verdiği “Hepsi de benden bîgünah ve namuslu arkadaşları astınız. Bende ne gibi namussuzluk
gördünüz ki, bu şerefli ölümden esirgediniz” cevabıyla yakın siyasi tarihimizin en açık sözlü politik
şahsiyetleri arasında yer alıyordu.
Böyle bir durumda, bütün muhalifler gibi Hüseyin Avni’nin de gözaltı hayatı başlamış oldu. Tek parti
siyasi komiserleri onu zaman zaman yokluyor, siyasi alâkalarını ölçmeye çalışıyordu. Nitekim, Ali İhsan
Sabis Paşa hatıralarını kaleme aldığında, kendini yargıç önünde buldu. Bu gözdağı operasyonunda yargıcın
Hüseyin Avni’ye yönettiği “Ali İhsan Paşa, bu kitapları ne maksatla yazmış olabilir” sorusuna verilen cevapta
260
bir siyaset mualliminin ruhları dirilten nefesi vardır: “Bana Ali İhsan Paşa bu kitapları niçin yazdı diye
sormayın. Sen niçin böyle kitaplar yazmadın, diye sorun.”
Hüseyin Avni Ulaş İkinci Meclis’e seçilemeyince İstanbul’da Mahmutpaşa’da 5. Noter olarak
çalışmaya başladı. 1945 seçimlerinde İsmet İnönü, önceki seçimlerden farklı olarak, ara seçimlerde, CHP
dışındakilerin de aday olmasına imkân sağlayınca Hüseyin Avni Ulaş aday oldu fakat bu seçimi kazanamadı.
Daha sonra Nuri Demirağ başkanlığındaki Milli Kalkınma Partisi kurucuları arasında yer alan Hüseyin Avni
Ulaş, kısa bir süre sonra bu partidende ayrıldı. 23 Şubat 1948’de İstanbul’da vefat etti.
Ceddinden ne devralmıştın, ahfadına (gelecek nesillere) ne bırakmaktasın?
Hareket Dergisi, Hüseyin Avni Ulaş’ın vefatının birinci yılında dostlarının onunla ilgili hatıralarını
yayınlamıştı. Asaf Muammer Bey, Ulaş’ın fikri yapısı ve karakteri hakkında da önemli ipuçları vermektedir:
“Cerrahpaşa Hastanesi’ndeyim. Hüseyin Avni’nin yattığı karyolanın ayak ucunda rahat bir koltukta
oturuyorum. Oda hususi, biz bizeyiz. Dünya hadiselerini gözden geçirerek sağa sola çata çata konuşuyoruz.
Fakat onda da, bende de sevimsiz bir sohbet dermansızlığı var. Ben dermansızlığın menşeini biliyorum.
Ertesi sabah saat sekizde Hüseyin Avni’ye ameliyat yapılacak. Ne düşünüyor? Bilmiyorum!”
Endişesiz, âvâre bir sesle soruyorum: “Nen var senin ya hu? Dalıp dalıp gidiyorsun! Yarınki
ameliyata ehemmiyet veriyorsun galiba? Hiç endişelenme, basit bir ameliyat imiş.”
Hiç beklemediğim bir kahkaha atıyor: “Desene ki beni bıçaktan korkan bir tabansız sandın?
Tıbbın bıçağından korkar mıyım hiç! Ancak doktorun cehlinden, soysuzun gururundan korkarım!
Birçok baylarımız (Bu vasfı hiç sevmez: daima istihza makamında kullanırdı) gibi kendini ehil
zanneder de ‘yapıyorum’ diye insanı büsbütün kör eder maazallah... Hayır azizim, bunları
düşünmüyorum, haddizatında ölümden de pervam yoktur. Kemali teslimiyetle bilirim ki bu âlemde
beka yoktur; her gelen, günün birinde göçer gider. Benim için korkunç olan asıl seyyiatım(kötülük ve
kusurlarım), günahlarımdır birader. Beş on gün şurada dinlendim de biraz, selâmet-i akıl ile, huzur-u
vicdan ile ömrümün bilançosunu gözden geçirdim: Baştan başa hüsran!”
Medâr-ı teslimiyet veya neşe olsun için: “Senin ne seyyiatın olacak? Geç. Mübâlağa ediyorsun,
tevazua kaçıyorsun bir hayli” dedim.
Yüzünde nahoş bir ifade belirdi. Mahzun bir sesle: “Gel” dedi. “Bugün gafil ve mağrur
nefislerimize uyarak özsüz lâf etmeyelim. Seninle birçok konuşacaklarım var. Hakikat şu ki, hepimiz
gırtlaklarımıza kadar seyyiat içindeyiz! Halbuki, geçmiş bizden bekler, âti (gelecek) bizden bekler, biz
ise nâdan (cahil ve arsız) nefsimizin peşinde bir ihtiras batağından diğer bir ihtiras batağına
dalmaktayız: Ne hayrımız var, ne hasenatımız.”
Birdenbire hiddete kaçan bir sesle mevzudan atladı: “Dün buraya bir ziyaretçi gelmişti. İsmi lâzım
değil, kahramanlık mahramanlık diye bir sürü riyakâr lâf etti, kafamı patlattı. Zannınca can siperâne çalışmış,
mecliste çekinmeden söz söylemişim, elbette kahraman imişim. Ne semahat...(ne boş keseden dağıtmaklık!)
Ne beleş kahramanlık bu! Kendi teseyyübümüz (sorumsuzluk, kayıtsızlık ve onursuzluk) yolundan
ocağımıza sel basmış da, sonra elbirliği etmiş, bir oturumluk yer kurtarmışız! Bu kadarcık da yapmasaydık
hangi yüzle “Bu ülke bizim, şu muhteşem taç, şu muazzam tarih bizim” diyebilecektik acaba?
Kurtardığımız bir avuç toprak için kahramanız, pekâlâ, ya verdiğimiz bin dönüm toprak için
istihkakımız nedir? (Hangi haklı bahaneye sığınabiliriz?) Bunu sorunca muhatabım sustu. Susar elbet. O
da bilir ki hakikatin sillesi, riyânın kahpe dudağı gibi yumuşak değildir. Bir karışlık yer kurtardık, binlerce
kasabalık yeri düşmana bıraktık, dede tâcı elimizde parçalandı. Bugün her parçası bir krala taç oldu, bunun
esbabını âtî araştırır (gelecek nesiller bunun sebeplerini araştırıp, suçluları sorgular), cürmü bize sorar,
günahı bize yükler. Sanma ki ben cihâdımla, varlığımla müftehirim. Haşa! Ancak aczimin teseyyübümün
(tembelliğimin ve pintiliğimin) hayâsını duymaktayım, yarın geberir gidersem, ceddim katına hangi yüzle
varırım? Ömrüm devâm eder de kalırsam ahfâdıma (torunlarıma) ne yüzle bakarım?” diye kaç gündür şu
yatakta titriyorum. Hüsran acısın halimize birader, hüsran!”
Son yıllarda, hemen her ölüm yıldönümünde Hüseyin Avni Ulaş’ın anısına bir yazı kaleme alan
261
Mehmet Altan, Ulaş için şöyle diyor: “Cumhuriyet’in demokratik hâle getirilmesi için hukukun üstünlüğünü
savunan ve Birinci Meclis’te, İkinci Grup’un önderlerinden olan Cumhuriyet’in ilk demokratı sayılabilecek,
Erzurum Milletvekili Hüseyin Avni Ulaş’ı 23 Şubat 1948’de kaybetmiştik. Hüseyin Avni Ulaş, sivil ve hukukçu
olduğu için muhalif konuma düşmüştü. Hukuk egemenliğini kurmak... Hukukun üstünlüğünü savunmak...
Ankara’nın seksen yıldır istemediği ve tehlikeli bulduğu bir öneri… Genç kuşaklara, Hüseyin Avni Ulaş, İkinci
Grup filân öğretilmiyor. Ömrünü Türkiye için heba eden Hüseyin Avni Ulaş’ın memleketi Erzurum’da bir tek
büstü bile yok.”
Yakın tarihimizin yıkıntıları arasında unutulan Hüseyin Avni Ulaş ve benzeri kahramanları düştüğü
nisyan çukurundan kurtarmadan demokrasi kültürünün bu memlekette güçlü bir şekilde kök salabileceğini ve
milletin meyvelerinden yararlanabileceğini sanmıyorum. Çünkü demokrasinin en büyük gıdası (tarihsel ve
toplumsal) hafızadır.”407
407
Milli Gazete / 15 10 2005
262
GİZLİ İKTİDAR; MASONLUĞUN
SİNSİ FAALİYETLERİ VE ATATÜRK’ÜN TEDBİRLERİ
Masonluğun Saklanan Yüzü
Bir kişi, internet sitelerinden veya gazete, dergi ve kitaplarda yapılan açıklamalardan masonları takip
ederse, onların insancıl olduklarını ve iyiliğe hizmet ettiklerini zannedebilir. İlkelerini anlattıklarında,
masonluğun faydalı ve gerekli bir dernek olduğunu düşünebilir. Ancak masonların kendi gizli kaynaklarını
incelediğimizde karşımıza daha başka bir yapı çıkar. Bu kaynaklarda masonluğun, hükümetleri ve devletleri
yok sayıp ülkeleri yönetmeyi, devrimler yapmayı hedefleyen, hatta masonik amaçlar uğruna göz kırpmadan
savaşlar dahi çıkartabilen bir örgüt olduğu görülecektir. Bununla birlikte vurgulanması gereken önemli bir
nokta da, çeşitli vaadlerle masonluğa dâhil edilmiş bazı alt düzey masonların, örgütün bu faaliyet sistemine
farkında olmadan dâhil edildikleridir.
Masonluk aynı zamanda, hakkında en çok soru işareti bulunan ve insanların merakını çeken
konulardan biridir. Çünkü bu örgütün çalışmaları gizlidir, gerçek felsefesi ve amaçları hakkında da çok farklı
yorumlar yapılmaktadır.
Masonlar kendilerini tanıtırken "insan sevgisi, hoşgörü, evrensel kardeşlik, akıl ve bilim yolu" vs.
gibi etkileyici kavramlar kullanırlar. Oysa masonluk oldukça karanlık bir örgüttür. En temel özellikleri ise dini
inançlara saygılı gibi görünmelerine rağmen dinsiz, hatta din ahlakının karşısında olmalarıdır. Ancak bunu
doğrudan söylemeyip farklı şekillerde dile getirirler. Asıl amaçları, insanın merkez olarak kabul edilmesi yani
insanın ilahlaştırılmasıdır. (Yüce Allah'ı tenzih ederiz.) Türk mason localarının 1923'te yayınladığı "Meşrik-i
Azam İçtimai Zabıtlarında, bu sapkın felsefe şöyle ifade ediliyor:
"Biz artık Allah 'ı hayat gayesi olarak tanımayacağız. Biz bir gaye yarattık. O gaye Allah değil,
beşeriyettir." (Rabbimiz'i tenzih ederiz.)
Bir başka masonik kaynakta ise şöyle denmektedir:
"İptidai (eski-ilkel) cemiyetler, acizdiler, aczleri dolayısıyla etraflarındaki kuvvetleri ve hadiseleri
ilahlaş-tırdılar. Masonizm ise insanı ilahlaştırdı." (Rabbimiz'i tenzih ederiz.)
Masonluğun temelini oluşturan hümanizmin tanımı, bu felsefenin doğrudan din ahlakına karşı bir
kimliğe sahip olduğunu göstermektedir. 20. yüzyıldaki hümanist felsefe akımının öncüsü olan Julian Huxley,
Darwin'in evrim teorisini rehber kabul ederek "Evrimsel Hümanizm" adı altında yeni bir batıl din kurmuş ve bu
sapkın inanışın anlamını da şöyle ifade etti:
"Ben "hümanist" kelimesini kullanırken, insanın, aynı bir bitki ya da hayvan gibi, doğal bir
varlık olduğunu kastediyorum. Yani insanın bedeni, zihni ve ruhu, doğaüstü bir güç tarafından
yaratılmamış, aksine evrim süreci sonunda oluşmuştur. Dolayısıyla insan, herhangi bir doğaüstü
gücün kontrolü ya da yol göstericiliğine değil, sadece kendi varlığına ve kendi gücüne inanmalıdır."
(Yüce Allah'ı tenzih ederiz.)
Huxley’in yolunu izleyen John Dewey adlı Amerikalı filozof, 1933 yılında bir "Hümanist Manifesto"
yayınlamıştır. 1973 yılında yayınlanan II. Hümanist Manitesto'da ise insanlığı tehdit eden sorunlar
anlatıldıktan sonra bu felsefenin Allah'ı nasıl inkâr ettiği şöyle özetlenmiştir: "Bizi kurtaracak bir Yaratıcı
yoktur, kendimizi biz kurtarmalıyız." (Rabbimiz’i tenzih ederiz.)
İşte masonik felsefenin özündeki,
insanın temel alınması düşüncesinin özeti budur.
Bu sapkın
felsefenin öne sürdüğü iddialar aldatıcıdır.
Çünkü Yüce Rabbimiz’in eşsiz gücünü kabul etmeyerek sözde "insanlar arasında sevgi, barış,
kardeşlik" gibi kavramların öneminden bahsetmenin tek başına hiçbir kıymeti kalmaz. İnsanoğlunun
varoluşunun amacı, Kuran’ı Kerim’in, "Ben, cinleri ve insanları yalnızca Bana ibadet etsinler diye
yarattım"408 ayetinde bildirildiği gibi, Allah'a kulluk etmektir, insan bu sorumluluğunu göz ardı edip, Yüce
408
Zariyat Suresi, 56
263
Allah’a iman etmedikten sonra kurtuluşa eremez.
1. Masonluğun temel ilkeleri nelerdir? Kimler mason olur?
Masonlar, haricilere yani mason olmayanlara "Biz Allah inancı olmayanları aramıza almayız, hepimiz
Allah'a inanırız" derler, ancak bunun sadece bir kamuflaj olduğu kendi yayınlarındaki bilgilerden açıkça anlaşılmaktadır. Nitekim masonik kaynaklara bakıldığında Allah inancının, örgütün içinde aşamalı bir şekilde ortadan kaldırıldığı görülebilir. Türk masonlarının bir yayın organında, dinsizliği "bilim" maskesi altında
yaymanın masonların en büyük görevi olduğu şöyle ifade edilmektedir:
Hepimize düşen en büyük insancıl ve masonik görev, olumlu bilim ve akıldan ayrılmamak, bunun
evrimde en iyi ve tek yol olduğunu benimseyerek bu inancımızı insanlar arasında yaymak, halkı olumlu bilimlerle yetiştirmektir. Ernest Renan'ın şu sözleri çok önemlidir:
"Ancak halk olumlu bilim ve akıl ile eğitilirse, aydınlatılırsa, dinlerin boş inançları kendi kendine
yıkılır."
Lessing'in şu sözleri de bu düşünceyi destekler: "İnsanların olumlu bilim ve akıl ile
aydınlatılmasıyla bir gün dine gerek kalmayacaktır."
Masonların,
bilimsel düşünen insanların din ahlakından uzaklaşacağını öne sürmeleri büyük bir
yanılgıdır. Din, düşünmeyi, araştırmayı ve incelemeyi teşvik eder. Akılcı ve vicdanlı düşünenlerdin ahlakını
samimi olarak yaşarlar. Başka bir masonik metinde şöyle denir: "Sizler Allah'ı, kader, tabiat, kanun,
kuvvet gibi zekâ ve ruhunuzun eğilimine, inanç ve idrakinize göre herhangi bir isimle
adlandırabilirsiniz." (Yüce Allah'ı tenzih ederiz.)
Kaderi, tabiatı, kanun, kuvvet ve zekâyı yaratan Yüce Allah’tır ve Rabbimiz sonsuz kudret sahibidir. Bu
en büyük hakikatten gaflet içinde olan masonluk, içinde bulunduğu gafleti topluma da yayma çabası
içindedir. Masonlar insanları da ahlaki durumuna göre değil, kendilerince belirledikleri koşullara göre
seçerler. Bunlardan bazıları şu şekildedir:
"Umumi vasıflardan sonra bir de bizim Masonik açıdan arayacağımız bazı şartlar lazımdır. Şimdi onları
inceleyelim.
1) İdealist olmak;
2) İyi isim ve şöhret sahibi olmak:
3) Maddi ve mali imkânların iyi durumda olması.
4) Haricilerin vaktinin müsait olması409
2.
Masonluğun dünya görüşü nasıldır?
“Masonlukta hareketlerin rehberi Akıl ve Hikmettir. Masonluğa göre Akıl, mevhumelerinden
(Dini inançlardan), batıllardan, hurafe ve hayallerden kurtulmak ve mevzuunu (konusunu) hakkiyle
(gerektiği gibi) tanımaktır. Akıl ile mevhumelerden (Dini inançlardan) kurtulan kimse mevzuuna
(konusuna) hâkim olduğu zaman Hikmete ermiştir. Hakiki masonun en önemli vasfı da budur." 410
"Bugün yavaş da olsa, şuuru tam manasıyla tatmin edebilecek tek ve evrensel bir din TEŞEKKÜL
ETMEKTEDİR (meydana getirmektir)... Bu evrensel dine paralel olarak, bir de dünya görüşü ölçüsünde
ahlak kurulacaktır... Böyle bir din insanı kâinatla birleştirecektir. İşte bu MASONİZM'dir. Bu din
gönülden gönüle kurulacaktır. Kurulan bu dinin mabetleri insanlık mabetleri olacaktır. Bu tapınakta
okunan ilahiler, belki de bir insanın ruhundan fışkıran müzik eserlerinin en soylusu olan
Beethowen'in 9. Senfonisi olacaktır... 411 Masonluğun din-dışı hümanist ahlak teorisinin gerçek amacı, adı
Masonizm olan "ahlaklı bir dünya kurmak" değil, din-dışı bir dünya kurmaktır.
Bir başka deyişle, masonlar, ahlaka çok önem verdikleri için değil, sadece topluma "din ahlakı gerekli
değil" mesajını verebilmek için hümanist felsefeye sarılmaktadırlar. Oysa ne hümanist felsefe ne de bir
MASON DERGİSİ - 81/4, s.32
Din açısından Mason öğretisi, Akasya Tekâmül Mahvili Yayın. Dr. Selami Işındağ s: 11
411 Mason Dergisi, Yıl: 29, Sayı. 40–41, 1981,5.105–107
409
410
264
başka batıl düşünce insanlara güzel ahlakı yaşatamaz. Ancak Allah'tan gereği gibi korkan insanlar gerçek
anlamda güzel ahlak gösterebilirler.
Açıkça görüldüğü gibi, masonların amacı, Hak dini ortadan kaldırarak Hümanist felsefeye dayalı yeni
bir dünya, yani tümüyle din ahlakından uzak bir dünya meydana getirmektir. Ancak bilinmelidir ki, Allah, iman
etmeyenlerin planlarını bozulmuş olarak yaratmaktadır. Allah bir ayette şöyle buyurur:
"Onlar (inanmayanlar) bir düzen kurdular. Allah da (buna karşılık) bir düzen kurdu. Allah, düzen
kurucuların en hayırlısıdır."412
Masonların amacı, hümanist felsefeye dayalı yeni bir dünya, yani tümüyle din ahlakından uzak
bir dünya meydana getirmektir.
3. Türkiye'de Masonluk nasıl kurulmuş, nasıl gelişmiştir?
Her ne kadar Türkiye'de Masonluğun ve ilk Masonların 1720'li yıllardan bu yana var olduğu bilinse de,
daha ziyade dış güçlere bağlı ve Osmanlı topraklarındaki yabancıların etkinliğinde sürdürülen bu çalışmalar,
18. yüzyılın ortalarından itibaren Türkleri daha da kapsamlı şekilde içine almaya başlamıştır. Bilinen ve
kayıtları günümüze ulaşan ilk Türk Masonlar, bu yüzyılın ortalarında topluluğa kabul edilmiş olan İbrahim
Müteferrika ve Yirmisekizinci Çelebizade Sait Çelebi'dir. Sonrasında hızla gelişmiş ve yaygın hale
getirilmiştir.
Bilinmelidir ki, Allah, iman etmeyenlerin planlarını bozulmuş olarak yaratmaktadır.
4. Masonların Yahudilik ve Yahudi örgütleriyle ilişkileri var mıdır?
Masonluğun kökeni Tapmak Şövalyelerine kadar iner. Kudüs'e yerleşen Tapınakçılar,
bir müddet
sonra gizli ve tehlikeli bir örgüt halini alırlar. Tapınakçıların tarihi incelendiğinde, zaman içinde büyük bir
değişim gösterdikleri hemen fark edilir. İlk başta Hıristiyan bir kimlikle ortaya çıkan şövalyeler aradan uzun
bir süre geçmeden, sapkın felsefe ve öğretilerle, karanlık bir dünyanın içine girmişlerdir. Bu geçiş birden bire
olmamış, birçok olay bu değişimi şekillendirmiştir.
Tapınakçıların bu büyük değişiminde iki unsur belirleyici olmuştur. Bunlardan birincisi, tarikat
üyelerinin kutsal topraklarda bulundukları süre boyunca başta Kabala olmak üzere, çeşitli Yahudi mistik
öğreti ve inançlarını öğrenmeleridir. Bu öğretilere, Haşhaşilerin sapkın anlayışı da eklenmiş, böylece
Tapınakçıların Hıristiyanlık inançları kaybolmuş, yerini okültist (kara büyü ve gizliliğe dayalı) bir inanç
almıştır. Yeni inançla birlikte, Tapınakçıların idealleri ve amaçları da değişmiş, tarikat çalışmaları yeni bir
hedefe yönelmiştir. Ancak bu yapıya dini çevrelerden tepki gelmiş ve Tapınakçılar her ortamda dışlanarak
din dışı tarikat oldukları anlaşılınca kilise tarafından yasaklanmışlardı.
Tapınakçılar engizisyona yakalanmamak için kendilerini gizlemiş bunun için çeşitli tarikatlara ve
örgütlere sızmışlardır. Tarikat mensupları bu amaca en uygun yol olarak masonluğa sızmış, ele geçirmiş,
kendi felsefe, inanç ve ritüellerini masonluğa kabul ettirmişlerdir.
Masonluk felsefesi üzerinde de Kabala'nın etkisi yoğun olarak görülür. Bu konu masonik dergi ve
kitaplarda üstü kapalı olarak anlatılır. Örneğin Amerikan masonluğunun yayın organı New Age dergisi,
Kabala ile masonluk arasındaki bağlantıyı şöyle dile getiriyor:
"Kabala, bilinçaltının kapılarını açan ve ruhu saran manevi değerlerinin dışarı çıkmasını sağlayan anahtardır. Masonluk, onu insanın yaşamı anlaması için gerekli görür."413
"Masonlar ana düşüncelerini ve belirgin sembollerini Kabala’dan almışlardır. Amblemlerin pek çoğu da
Kabala kaynaklıdır. Örneğin; jakin ve Boaz sütunları Kabalist bir eser olan Cheare Ora'dan alınmıştır.
Masonluğun, Kabala'nın felsefesiyle olan çok büyük benzerliği çok yerde belirtilmiştir."414
Türk mason kaynakları da bu bağlantıyı aynı çarpıcılıkta işlerler: "Görüyoruz ki, Kitab-ı Mukaddes'in
haricinde Yahudiliğin gizli bir ananesi, bir geleneği (Tradition Orale-Kabbala) vardır. Ve yalnız buna vakıf
olanlar, Kitab-ı Mukaddes'in hakiki manasını anlayabilirler. Biz de bu gelenek (Kabala) etrafında teessüs
Al-i İmran Suresi, 54
New Age, sf.31
414 La Kabbala, Henri Seronya
412
413
265
eden (kurulan), yüksek felsefeyi hülasa etmeye çalışıyoruz."415 Masonların kendi izahlarından da
anlaşılacağı üzere masonluk, Yahudilik ve hatta onun okültizm kitabı olan Kabala kaynaklıdır. Aslında
masonluk din kabul etmediği için Yahudiliğe de karşıdır. Ancak öğreti olarak fanatik Siyonist ideolojiyi
kullanır.
5. Masonların gizli örgütlerle bağlantısı var mıdır?
İngiliz tarihçi Michael Howard, The Occult Conspiracy (Okült Komplosu) adlı kitabında, Tapmakçı
gelenekten gelen masonluk, Gül-Haç, İlüminati gibi okült (gizli) derneklerin, Batı medeniyetini Hıristiyanlık
öncesindeki putperest kültüre geri döndürmek için yürüttükleri uzun mücadeleyi anlatmaktadır. Kitabın
girişinde konu şöyle açıklanır:
Kendisi de gizli bir dernek olan masonluk, pek çok gizli dernek ve örgütlerle iç içe olmuş birçok entrika
ve batıl işler yürütmüşlerdir. Örneğin, italya'da ortaya çıkan Propaganda Due (P2) locasının skandalı,
masonların bu örgütlerle olan ilişkilerini su yüzüne çıkarmıştı. Masonların Mossad, MI5 ve CIA gibi gizli
haberalma teşkilatlarıyla olan ilişkileri artık herkes tarafından biliniyor. Gladio da bunlar gibidir, daha çok
italya'daki siyasi cinayetleriyle adını duyurmuş bir gizli örgüttür. Gladio'nun görünüşteki amacı herhangi bir
komünist saldırı karşısında gerilla savaşını organize etmektir. Ancak Gladio'nun mason yöneticileri,
bu
örgütü de masonik amaçlar uğruna kullanmışlardır. Gladio'nun masonlarla olan ilişkilerini bağımsız gazete ve
yayın organlarında açıklanmıştır.
Masonların ve Darwinistlerin Karanlık İttifakı
1. Atatürk Hakkında Ne Düşünüyordu?
Atatürk, "Çocuklarımıza her şeyden evvel Türkiye'ye düşman bütün uluslarla mücadele etmek
öğretilmelidir." demektedir. Mustafa Kemal Atatürk, kökü dışarıda olan bütün kurumlara karşı net bir tavır
almıştır. 1935 tarihinde mason localarını kapatmıştır. Dr. M. Kemal Öke, Atatürk'ü masonların tabii reisi
göstermek için gayret sarf etmiş, Atatürk bu teklifi reddetmiş ve şöyle demiştir:
Ben bu cemiyete girmem, ben başkalarının yaptığı prensiplere değil, ancak kendi prensiplerime
uyarım.
Masonlar, 1935 yılında da Cumhurbaşkanlığı konutu olarak kullanılan Çankaya Köşkü'nü kovularak
terk etmişlerdi. Mason localarının kapatılmak istenmesi üzerine Atatürk'ü ikna etmek için 11 Ocak 1935
tarihinde Cumhurbaşkanlığı konutuna çıkan Mason heyeti, Atatürk'ün büyük tepkisiyle karşılaşmıştı.
Dönemin Van Milletvekili İbrahim Arvasi anılarında bu tarihi gerçeği şu şekilde anlatıyor:
"Masonların Büyük Üstadı Mim Kemal,
Reis-i Cumhur’a hitaben: "Efendimiz biz zaten maiyet-i
devletindeyiz fakat siz Meşrik-i Azam'ımız olursanız, bir pervane gibi etrafınızda dönüp dolaşırız demiş. Reisi
Cumhur da; peki bir şey soracağım, bana cevap veriniz de sonra... Siz Avrupa'da hangi locaya bağlısınız ve
mektebinizin ismi nedir?" diye sormuş. Mason Üstadı Mim Kemal "Biz Cenova'ya tabiyiz ve Reisimiz
Barca Mişon'dur"
diye cevap verince küplere binen Mustafa Kemal Paşa, "Haydi defolun buradan,
cehennem olun gidin. Yahudi uşakları! Benim milletim bana kahraman sıfatı verdi. Ben sizin gibi bir
çift Yahudi'ye uşak mı olacağım? Bu gece sabaha kadar Türkiye'deki bütün locaları kapatmadığınız
takdirde, yarın teşkil edeceğim Divan ı Harb-i Örfi’ye hepinizi verir ve astırırım. Haydi defolun
karşımdan" diyerek masonları kovdu." İbrahim Arvasi'nin "Tarihi Hakikatler" isimli kitabının 71 ve 72.
sayfalarında anlattığına göre; "Atatürk'ten ağır hakaret işiterek kovulan masonlar, o gece adeta yıldırım
hızıyla durumu İzmir, İstanbul ve Adana'daki localara bildirirler. Sabah olmadan Türkiye'deki bütün
locaların kapanma kararlarını aldırıp, ilgili belgeleri daha sabah kahvaltısı sofrasından kalkmayan
Atatürk'ün önüne koyup derin bir nefes alırlar."
2. Masonlukta Gizlilik Neden Önemlidir?
Masonlar bu sorunun da en açık cevabını yine kendi kaynaklarında vermektedirler:
"Masonluk sırlarını ve hakikatleri maskeler. Arzu edenler ise esasen hafifçe maskelenmiş olan bu
415
Selamet Mahfili, 4. Konferans, sf.48
266
hakikatleri bulabilirler. Bu hakikatlerin ise bazen zayıf ve düşüncesizlere açıklanması tehlikeli olabilir. Hatta
onların mevcut olan inançlarını bile yok edebilir. Masonluğa intisab edenlerinkini (girenlerinkini) ise
kuvvetlendirir. Kadim (daimi) sırların tesis edilme sebebi bundan ileri gelmektedir. Bunlar bilgi ve hikmet
arayıcıları için bu işe başlangıç veya verilecek malumata hazırlık safhası vazifesini gören mekteptir.
Doğru dürüst bir hazırlık safhasından geçmeden verilen hakikatler bunları alanlar için yıkıcı ve şaşırtıcı
olabilir."416
"Bize tevdi (emanet) edilen sırları kalbimizin en derin köşelerinde saklamalıyız. Bir ölü kadar sessiz,
bir mezar kadar ketum olmalıyız. Bu bizler için bir yemin, bir şeref, bir vicdan borcudur." 417
3. Masonlar Neden Birçok Gizli Gerçeği Sembollerle İfade Ederler?
Semboller, sır ve gizlilik konusunda son derece titiz olan masonlar için büyük önem taşır. Çünkü
dışarıdan bakıldığında belirli bir mana taşımayan birçok sembol, masonlar için çok şey ifade edebilmektedir.
Bu sayede kendi aralarında rahatlıkla anlaşabilmekte ancak harici olanlara (mason olmayanlara) da fark
edilmemektedirler. Gizli bir örgüt olan masonluk, sembollerle Yahudi mistizmi olan Kabalist yapıyı devam
ettirmektedirler. Mimar Sinan dergisinde sembollerin önemi şöyle dile getirilir:
"Masonluğun bir tarifi onun "Allegori perdesi arkasına gizlenmiş sembollerle tasvir edilen bir ahlak
Sistemi" olduğudur. Loca içinde dilsiz, sessiz, hatta tozlanmış duran amblemlerin manalarını incelemek ve
bu suretle hakikatler meydana çıkarmak hepimizin vazifesidir. Yani Masonluğun sistemiyle, allegorileriyle,
sembolleriyle ne öğretmek istediği hakkında, bilgimiz olmalıdır."418
Masonik sembolizm, tamamen büyü ve okültizm üzerine kurulu Kabalizm kaynaklıdır. Sembollerdeki
benzerlik, ifade ettikleri anlamlar hep bunu ispat etmektedir.
4. Masonların Dine Bakışları Nasıldır?
Masonluk hakkında günümüze kadar yazılan pek çok eserde, masonların "dinsiz" ve "din düşmanı"
oldukları ısrarla vurgulanmıştır. Masonlar ise kamuoyuna yaptıkları açıklamalarda ve her vesileyle bu
iddiaları yalanlamış, kendilerinin bütün dinleri kabul ettiklerini, hatta ateist olanların masonluğa alınmadığını,
locaya kabul sırasında ise üç mukaddes kitabın da bulundurulup yemin töreninin öyle gerçekleştirildiğini
ifade etmişlerdir. Ancak kendi kaynaklarında din ahlakına olan bakış açılarını anlatırlarken yaptıkları
izahlarda dini, bir dogma olarak, sözde boş bir inanç olarak ifade ederler. İşte masonların kendi ağızlarından
birkaç örnek: (Bu alıntılarda geçen uygunsuz anlatımdan Rabbimiz'i tenzih ederiz.)
"Bu evrenin bir mimarı vardır. Buna Tanrı, Allah, Total enerji (kudreti külliye), Salt güç (kudreti
mutlaka), Kutsal Güç (kudreti ulviye), Doğa, Evren... Denebilmektedir. Bizce bu güç, ulu ve yücedir ve
"Evrenin Ulu Mimarıdır". İnkâr edilemez (yadsınamaz) nitelendirilemez (tavsif edilemez). Olumlu bilim akıl,
bilgelik, mantık bunu reddetmez...
...Burada bir açıklama yapmak isterim: Olumlu bilim, doğa, toplum ve insana özgü (ait) olayların,
gözlem (müşahede), inceleme (tetkik), deneme (tecrübe), olayları çoğaltarak aynı işlemleri yenileme (tekrar),
sonucu anlatma, tartışma ve eleştirmeden ve bilimsel yasaların bulunmasından doğar. Bu bilimsel
eylemlerden geçmeyen bütün düşünü ve inançlar, bize göre dogmatiktir, boş inançlardır (batıl) dır.
Olumlu akıl da, olumlu bilimden ve onun sonuçlarından başka bir şey benimsemeyen akıl (aklıselim,
sağduyu)" dur.419
Mimar Sinan dergisindeki "Masonluğun İlk Devirleri" başlıklı bir makalede belirtildiği gibi, "Masonluk,
kiliselerin dışında hakikati arayanların bir araya geldiği, toplandığı yer, melce (sığınılacak yer) oluyordu." 420
"Hakikati dinin dışında arayan" bu zümre, din ahlakına karşı da büyük bir husumet duyuyordu. Bu
nedenle örgüt, kısa sürede Kilisenin, özellikle de Katolik Kilisesi'nin rahatsızlık duyduğu bir güç merkezi
(Masonlara Özel) Mimar Sinan Dergisi, Masonluk ve Esasları adlı yazı, Raşit Temel, 2. yıl, Eylül 1968, sayı:7, sf:11
(Masonlara Özel) Mimar Sinan Dergisi, Masonluk Sırları-Ketumiyet vs Susmanın Fazileti adlı yazı, Hanri Benazus, 2.
yıl, Eylül 1968, sayı:7, sf:16
418 Mimar Sinan Sayı:13, Yıl:4
419 Masonluk Bir Ahlak Okuludur. Dr. Selami Işındağ, sf: 13
420 Neşet Sirman, Masonluğun İlk Devirleri, Mimar Sinan, 1997, Sayı 1O4, s. 41
416
417
267
haline geldi. Bu masonluk-Kilise çatışması giderek büyüyerek 18. ve 19. yüzyıl Avrupası'na damgasını vurdu.
19. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa dışındaki coğrafyalara da yayılmaya başlayan masonluk, gittiği her
ülkede din karşıtı felsefelerin ve hareketlerin çıkış noktası haline geldi.
Masonların kendi yayın organlarından bu konudaki diğer alıntılar da şu şekildedir:
"Bir dinin tesirinden hala kendini kurtaramayan Masonik prensip ve hakikatleri kavrayamayan
Masonların bol miktarda mevcudiyeti çok üzücüdür." 421 "Ölümden sonra hayat var mı? İnsanoğlu bu sorunun
cevabını henüz vermiş değil"422 "Ruhun ölmezliğine inanmak, imgeye (hayale) kapılmaktır."423 "Beşeriyet de
ruh fikri, ölüm korkusundan, daha doğrusu birdenbire 'yok oluşun' kabul edilememesi, bu korkunun elem ve
azabının hafifletilmesi düşüncelerinden doğmuştur."424
Yukarıdaki alıntılardan da anlaşılacağı gibi Masonlar, aslında dine inanmazlar ve inanmadıklarını
sadece kendi üyelerinin okuyabilecekleri dergi ve yayınlarda açıklarlar. Halka yönelik yayınlarda ise bu
gerçeği perdeleyerek, dine inandıklarını, aralarında dini inançlara saygılı insanların da olduğunu özellikle
vurgularlar.
5. Masonlar Ateizme Temel Oluşturan Evrimi Neden Destekler?
Bilimsel hiçbir dayanağı olmadığı halde bilimsel bir gerçekmiş gibi lanse edilen evrim teorisi Türkiye'ye
ilk defa Masonlar tarafından sokulmuş ve din ahlakına karşı kullanılmaya başlanmıştır. Masonlar kendilerine
özel yayınları olan Mimar Sinan Dergisi'nde bu konuyu şu şekilde anlatmaktadırlar:
"Bizde de Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde (Mason) Ahmet Mithat Efendi'nin kendi çıkardığı
"Dağarcık" dergisinde "Dünyada İnsan Zuhuru"
adlı kısa makalede Lamarck'in "Dönüşüm" teorisine
dayanarak insanın maymundan türediğini bildirmesi üzerine İstanbul din bilginlerinin tepkisine yol açtı." 425
Masonlar evrim teorisini kabulle yetinmeyip, bunu topluma da yayma ve benimsetmenin en büyük
görevlerinden biri olduğunu şöyle ifade etmektedirler:
"Hepimize düşen en büyük insancıl ve Masonik görev, olumlu bilim ve akıldan ayrılmamak bunun
"Evrimde en iyi ve tek yol olduğunu benimseyerek, bu inancımızı insanlar arasında yaymak halkı olumlu
bilimlerle yetiştirmektir."426
Masonluğun gizli bir örgüt olmasının belki de en önemli sebebi din ahlakına karşı olan yapılarını belli
etmemeye çalışmalarıdır. Çünkü masonluk dine inanmaz ve bunu topluma yaymak için çaba harcar. Din
ahlakının ortadan kalkması için ilk başvurdukları yöntem de bilimsellikten uzak bir aldatmaca olan evrim
teorisini gerçekmiş gibi topluma yaymaya çalışmalarıdır. Yine kendi yayın organları olan bir dergide Üstadları
Selami Işındağ evrimi çıraklarına şöyle öğütlüyor:
"Araştırmalara göre, XIX. asrın sonları ile XX. asrın başlarında İngiltere'nin Sussex Kontluğunda ve
Piltdown bölgesinde bulunan iskeletler, insan ile maymun arasında bit taslak mevcuda alttır. Bu taslağa, iki
ayak üzerinde yürüdüğünden (Ayakta duran insan maymun-Pitocantrus erektus) ismi verilmiştir. Yani evvela
yüksek maymunlar, sonra da Tantativ Men ve sonra da insan gelmiş gibi görülmektedir."427
Önemli Not: Piltdown bölgesinde bulunduğu iddia edilen kafatasının gerçek olmadığı, çenesinin yeni
ölmüş orangutana, kafatasının ise 500 yaşında bir insana ait olduğu, eskitmek için de çeşitli kimyasallar
kullanıldığı anlaşıldıktan sonra, bu olay bilim tarihinin Piltdown Sahtekârlığı olarak geçmiştir (Daha fazla bilgi
için Hayatın Gerçek Kökeni, Harun Yahya, Araştırma Yayıncılık)
6. Yakın Tarihimizde Türk Masonlarının Dine Karşı Yürüttükleri Mücadeleler Nelerdir?
Yıllar boyunca kendilerini bir 'hayır kurumu' olarak tanıtan masonların en rahatsız oldukları konulardan
birisi, gerçek yüzlerinin açığa çıkarılması, gizli faaliyetlerinin deşifre edilmesidir. Dünyanın pek çok ülkesinde,
421
Mimar Sinan, S: 4, Sf: 40
Mimar Sinan 1977, 5:24, Sf:8
423 Mason Dergisi, Ocak 1975, Sf:8
424 Türk Mason Dergisi 1965 S: 59 Sf: 30–36
425 Mimar Sinan Dergisi Şayi: 39, Sf: 38
426 Türk Mason Dergisi, Sayı:25–26, Mart 1977, Sf: 59
427 Otuzuncu Derece Ritüelinin Tetkiki, Dr. Selam Işındağ, 1966, Sf: 34
422
268
bu yönde faaliyet yapan kişiler masonlar tarafından engellenmiş, bir şekilde faaliyetleri durdurulmuştur.
İtalya'da P2 mason locasının açığa çıkmasının ardından, bu konuyu soruşturan savcıların ve emniyet
görevlerinin birer birer faili meçhul bir şekilde öldürülmeleri bu durumun yakın tarihten çarpıcı bir örneğidir.
Ülkemizde ise, masonların iç yüzlerini açığa çıkaran çalışmalar yapan kişilere karşı da, zaman zaman çeşitli
komplolar yapılmış, ancak bu komplolar bir sonuca ulaşamamıştır.
Bu durum İslam tarihinde de birçok defa yaşanmıştır. İnkârcılar hep tuzak kurmuşlar ancak Allah
kurdukları tuzakları inananlardan uzaklaştırmış, hayra çevirmiştir. Bu durum bir ayette şöyle bildirilmiştir:
"Hani o inkâr edenler, seni tutuklamak ya da öldürmek veya sürgün etmek amacıyla, tuzak
kuruyorlardı. Onlar bu tuzağı tasarlıyorlarken, Allah da bir düzen (bir karşılık) kuruyordu. Allah, düzen
kurucuların (tuzaklarına karşılık verenlerin) hayırlısıdır."428
Değerli İslam alimi Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur'da masonların kendisine olan özel
düşmanlıklarını da ifade etmiştir. Bu büyük alime yapılan haksız baskı ve zulümlerde masonların büyük rolü
vardır:
"Burada bir günde çektiğim sıkıntı ve azabı, Eskişehir'de bir ayda çekmezdim. Dehşetli masonlar,
insafsız bir masonu bana musallat etmişler, ta ki hiddetimden ve işkencelerine karşı "artık yeter" dememden
bir bahane bulup, zalimane tecavüzlerine bir sebep göstererek yalanlarını gizlesinler” Bediüzzaman'nın
hayatını anlatan Son Şahitler adlı kitapta, bu büyük İslam alimine masonların çektirdiği sıkıntı ve eziyetler
anlatılmaktadır. Bediüzzaman'nın kendi ağzından masonların suçsuz yere kendisini hapse attırdığı
açıklanmaktadır
7. Türkiye’deki Masonlar Yabancı Ülkelerdeki Masonlarla Nasıl Bir İlişki İçindedirler?
Masonluk varlığını ilk kez 1717'de İngiltere'de resmi olarak ilan etti. Bu tarihten sonra, önce
İngiltere'de, ardından başta Fransa olmak üzere kıta Avrupası'nda yayılan masonluk, her ülkede din ahlakına
karşı olan kişilerin toplanma yeri oldu. Kendilerini "hür düşünürler" olarak ilan eden -bununla, İlahi dinleri
tanımadıklarını ifade eden- (Allah'ı tenzih ederiz.) pek çok Avrupalı mason, localarda buluştu. Kendi
anlatımlarında uluslar üstü olduklarını şu şekilde açıklıyorlardı:
"Franmasonluk siyasal bir parti olmamakla beraber, siyasal ve sosyal olayların akımına uygun olarak
uluslararası birleşik ve sosyal bir kuruluş halinde örgütlenmesi 18. yüzyılın başlarına rastlar.
Mezheplerin özgürlük kurallarını uygulamaya çalıştığı sırada, onlara yardım için, din adamları kurallarının
(ruhban heyetlerinin) nüfuz ve iktidarlarına karşı savaş açmak durumuna giren farmasonluğun yıkmak
istediği şey, Kilisenin hükümetler ve halk üzerindeki tahakkümü idi. Bundan dolayı 1738 ve 1751 yıllarında
Papa tarafından dinsiz olarak ilan edilmiştir…”429
428
429
Enfal Suresi, 30
Naki Cevad Akkerman, Politika ve Masonluk, Mimar Sinan, Eylül 1968, Sayı 7, s. 66–67
269
BATI MEDENİYETİNİN ARKA PLANI
VE
KARANLIK ÇEHRESİ
Modern dünyanın (!) dünü bilinmeden bugününü doğru değerlendirmenin imkanı yoktur. Bu gün
kendisi dışındaki dünyanın ‘geri’ kendisini ise ‘ileri’ olarak niteleyen bu kendini beğenmiş, küstah uygarlığın,
bu refahı elde etmek için dünyanın gözü yaşlı insanlarına ödettiği bedeli hepimizin bilmesi insanlık adına bir
borçtur.
Hemen belirtelim ki, Avrupa’nın kalkındığı şartlarda kalkınmak bir medeniyet için yüz kızartıcı olduğu
kadar utanç verici bir insanlık suçudur da aynı zamanda. Bu yargıya nasıl vardığımızı biraz sonra örnekleri
ile göreceğiz.
İsterseniz konuya büyük bir kandırmaca sonucu Amerika’yı keşfeden ‘kaşif’ adıyla bizlere lanse edilen
Kristof Kolomb’un seyahat günlüğünden alınan bir alıntı ile başlayalım.
“Aravak yerlileri silah taşımıyorlardı. Hatta silahın ne olduğunu bile bilmiyorlardı. Onlara bir kılıç
gösterdim, keskin tarafından tuttular ve ellerini yaraladılar.”
Kolomb “dünyanın en nazik insanları’ diye söz ettiği Amerika Kızılderilileri için şöyle diyor:
“Kötülüğün ne olduğunu bilmiyorlar, çalmıyorlar, öldürmüyorlar, komşularını kendileri kadar seviyorlar.
Dünyanın en tatlı dilli insanları, hep gülüyorlar.”
Bu övgüleri sıraladıktan sonra batılı’nın ruh halini yansıtan sözlerini kulak verelim:
“Bunlardan çok iyi hizmetkâr olur. Sadece elli adamla bütün yerlilerin hepsini kolayca boyun eğdire
biliriz ve her istediğimi yaptırabilirim.”
Batı Afrika sahillerinden kandırarak getirdiği on binlerce mazlum siyahın kan ve gözyaşı üzerine
kurduğu sanayi medeniyeti ile dünyanın efendisi olmuştur. Unutmayalım ki, bu kanlı medeniyet kurulurken
sadece Afrika’dan gemilerle taşınan zencilerden telef olanların sayısının ondokuz milyon olduğu, her bir
siyahi esiri yakalamak için de on kişinin öldüğü bilinmektedir.
ABD’li tarihçi Samuel Eliot Morison şöyle diyor:
“1492’de bir yeryüzü cenneti olan (yeni adıyla) İspanyol adasının bütün insanlarının yok edilmesi
siyaseti ve o siyasetin uygulanması, tek sorumlusu olan Kolomb tarafından başlatıldı. Çağdaş bir etnoloğa
göre 1492’de 300.000 olması gereken ada nüfusunun üçte biri 1494-1496 arasında öldürüldü.1508’de sağ
kalan yerlilerin sayısı 60.000 idi. 1548’de Oviedo (İspanyolların resmi tarih kitabı), adada yaşayan
Kızılderililerin 500’ü bulduğundan kuşkuluydu”
Bartolome de la casas (1474–1566) bir piskopos Amerika kıtasına ilk çıkan Avrupalı ‘kâşiflerin’
yanında din adamı olarak bulunan arkadaşlarından dinlediği ve arkadaşlarının bizzat şahit olduğu zulüm ve
katliamların notunu tutan Casas’ın notlarından birkaç alıntı:
“İspanyol adası adı verilen adaya ilk çıktığımızda 3 milyon yerli vardı, bu gün ise 200 den fazla
kalmadı.”
Örneklerini daha önce de bunların ataları olan Romalılarda gördüğümüz arena dövüşlerindeki
gladyatörlerin ve mahkûmların birbirlerini parçalamaları; aç aslanlara parçalatmaları, Roma sokaklarında
yöneticilerin çocuklarının sırf zevkleri için sıradan insanları bıçaklayarak karınlarını deşerek öldürmelerini
aratmayan bir sahneyi görelim:
“Kimin tek bıçak darbesiyle bir insanı ortadan ayıracağı veya tek mızrak atışıyla başını deleceği, ya da
bağırsaklarını dökeceği üzerine bahse girişiyorlardı. Anne sütü emen bebekleri zorla alıyor, ayaklarından
tutup başlarını kayalara çarpıyorlardı. Bazıları ise onları yüksekten ırmaklara atıyor, bir yandan da
gülüşüyorlardı…”
“Bu kaptanın önceden boyun eğmiş yerlileri diğerleriyle savaşsınlar diye beraberinde götürme
alışkanlığı vardı. Götürdüğü 15-20 bin yerli adama yemek vermediğinden yakaladıkları yerlileri yemelerine
270
izin veriyordu. Ordugâhında akıl almaz bir insan eti kasaplığı vardı.”
Durum böyle iken bizlere yıllardır yerlilerin insan eti yedikleri yalanını bu şekilde manipüle ederek
yutturdular.
Amerikalı antropologlar, tarihte ilk defa kafa derisi yüzenlerin Avrupa’dan gelen beyazların olduğunu
söylerler. 1978 yılında bir Japon gazetesinde ikinci dünya savaşı sırasında binlerce Japon askerinin kafasını
Amerika’lı askerler keserek Amerika’ya hatıra olarak götürdüklerini, binden fazla askerin de kafasını keserek
çukurlara attıklarını yazar.
Yıllardır bizlere seyrettirdikleri Kızılderili filmlerini düşünelim birde? Acımasız, vahşi, korkunç, ilkel,
yamyam, saldırgan Kızılderili; bunların karşısında ise, medeni ilerici, kahraman, gözü pek inek çobanı
(kovboy) İşte Avrupalının imaj bozması budur.
“Saint François tarikatı papazı Marcos de Niza’nın Castilla kralına yolladığı mektuptan:
“Yerliler İspanyollara hiçbir şey yapmadan, hiçbir şeye sebep olmadan yakıldılar. Oraya gelen Ocana
isimli bir papaz adayı, yanan bir erkek çocuğu ateşten çekti. Başka bir İspanyol gelerek çocuğu elinden alıp
yeniden alevlerin ortasına attı. İspanyolların, yerlilerin ellerini, burunlarını ve kulaklarını hiç sebepsiz, sadece
canları istediği için kestiklerini gözlerimle gördüğümü aynı şekilde doğrularım.”
Bunların abartılı olduğunu zannetmeyelim. Bunların çok daha vahşi, çok daha iğrençlerini
gerçekleştirdiklerine yakın tarihimiz de şahittir. İkinci dünya savaşında Rusların ve Ermenilerin Anadolu’da
yaptıkları katliamlar, yukarıda anlatılanları aratmayacak cinsten. Karnı deşilerek öldürülen hamile
kadınlarımız, baltalarla kesilen başlar, yüzlerce toplu mezarlar vs.
Yakın zamandaki dünya tarihini hatırlayalım; Sırpların Arnavutluk’ta yaptıkları katliamlar medeni!
Batının gözleri önünde yıllarca devam etti.
İsrail’in Filistin’de yıllardır sürdürdüğü devlet terörüne ne demeli? Dünya medyasının gözleri önünde
bir babanın kolları arasında saklanıp bir köşeye pusan çocuğu ve babasını bilerek öldüren canilere
kendilerinden olmalarına rağmen Filistinlilerin haklarını arayan ve İsrail tanklarının paletleri altında can veren
gazeteci bayan muhabiri hatırlayalım.
Temelleri diğer insanların kan ve gözyaşlarıyla atılan bu sahte medeniyetin bilinçaltı nasıl oluşmuştur?
İşte bu sorunun cevabı her şeyi açıklığa kavuşturur niteliktedir.
Hıristiyanlıktaki ilk günah teorisini hatırlayalım: Bu teori aynı zamanda Pavlos Hıristiyanlığı’nın insan
anlayışını da ele veriyor. Buna göre insan daha anasının karnındayken günahkâr olan insandır. Bu teze göre
oğul babanın suçunu yüklenmektedir. İsa kendi bireyselliğinde günahsızdı ama İnsanoğlunun işlediği (Adem
ile Havva’nın) bu günah yüzünden tüm insanlık da bu günahı işlemiş gibidir. İşte günahsız İsa kendisini feda
ederek insanlığın günahını affettirmeye çalışmıştır.
Peki bu öğretinin konuyla bağlantısı nedir? O da şu:
Hıristiyan inancına göre bu günahtan kurtulmanın bir yolu daha vardır ki, oda acı ve ıstırap çekmek.
Onun için Hıristiyan dininde yeni doğan her çocuk vaftiz edilir. Böylece çarmıhta acı çekerek ölen İsa gibi acı
çekerek günahlarını affettire bilirdi.
Bu korkunç öğreti gerçekte beraberinde de zulmü getiriyordu. Çünkü acı çekmek insanı masum ve
günahsız kılmanın bir yolu ise, Hıristiyan olmayan ya da günahkâr Hıristiyan bir insana acı çektirmek ona
iyilik etmekti. Burada ünlü Engizisyon mahkemelerinin verdiği insan yakma cezaları her türlü işkence ve
cinayeti yapan kilise tarafından bir arınma olarak görünüyordu. İşte batı tarihi boyunca görülen saldırganlığın
ve cinayetlerin arka planında bu yanlış inanç yatıyordu. Böyle olmasaydı çeyrek yüzyıl içinde altmış milyon
insanın ölümüyle sonuçlanan insanlık tarihinin en kanlı savaşları nasıl açıklanabilir? Avrupalı sömürgecinin
Afrika’dan yüz, kuzey ve güney yerlilerinden doksanbeş milyon insanın katletmesini neyle izah edilebilir?
Ortadoğu’da ve Asya’da öldürdüğü masum insanların sayısı bilinmiyor. Bertrand Russele’ın da ifade ettiği
gibi İspanyollar Meksika ve Peru’da bebekleri önce vaftiz edip hemen ardından beyinlerini dağıtıyorlardı.
Böylece bu bebeklerin cennete girmelerini sağlamış oluyorlardı.
Zulüm medeniyetini Yahudi ayağına geldiğimizde ise; biliyoruz ki, Yahudilere göre onlar tanrı
271
tarafından seçilmiş Allah’ın en yakın dostları, günahları bağışlanmış, cenneti garantilemiş tek millet kendileri.
Diğer bütün insanlar Allah tarafından bu seçilmiş kavme hizmet etmeleri için yaratılmıştır. Gerçekte bir
Yahudi olmayanın yapacağı en güzel ibadet gerçek Yahudilere hizmet etmektir. Yahudiler ve Hıristiyanlar
şuna inanırlar. Bir gün İsa gelip Tanrının krallığını kuracak. Bizler İsa gelmeden önce “Tanrı’nın kırallığı”nı
kurmasına yardım etmeliyiz.
Yahudilerin diğer bir inancına göre ise; dünyayı kaos ve kargaşa kaplamadan kıyamet kopmayacaktır.
Öyle ise kıyametin çabuk gelmesi için bizler dünyayı kaos ve kargaşaya sürüklemeliyiz. Peki bu inancın
onlara sağlayacağı kazanç ne olabilir? Kazanımları şu: bizler zaten cenneti garantilemiş Allah’ın seçilmiş ve
sevilmiş kullarıyız bir an önce kıyamet kopsun da cennete gidelim. İşte Batı medeniyetinin vahşiliğinin
koordinatlarını bütün bu yanlış inanç ve düşünceler vermektedir. Acımasızlıklarının altında yatan saikler
bunlardır.
Bir Yahudi olan ve ünlü Darwinizm teorisini geliştiren ve bizlere de yıllarca okutulan bu yalan ve yıkıcı
teorinin kurucusu olan Charles Darwin’in aşağıdaki fikirlerini daha iyi anlıyoruz. “İnsanlar aşağı ırklar ve
medeni ırklar olmak üzere ikiye ayrılır. Aşağı ırklar gelişimini tam tamamlayamamış yarı insan yarı maymun
canlılardır. Medeni ırklar bu aşağı ırkları yok etmelidirler. Türk ırkı da aşağı ırklardandır. Ve onların da yok
edilmesi gerekiyor”.430
Bütün bu değerlendirmelerden sonra Avrupa birliği gibi; kan emici vampirlerin oluşturduğu,
Kızılderililerin ‘çift dilli, çok yüzlü’ diye tanımladığı böyle bir birliğe girmek için nelerimizi feda etmek, hangi
değerlerimize ihanet etmek üzere olduğumuzu lütfen bir düşünelim. Sevgili kardeşlerim; unutmayalım ki,
bizim köklerimizin dayandığı medeniyet bir Rahmet medeniyeti olarak temellerinde hiçbir milletin, ırkın kan
ve gözyaşının bulaşmadığı saf ve berrak bir medeniyettir. Buna delil olarak yüzlerce şey söyleyebiliriz. Şu
kadarını söyleyelim ki, Atalarımız fethettikleri yerlerin insanlarının önce gönüllerini fethederlerdi. Zaten diğer
milletler ne z
Download