temsilcilerimiz - Burhan Dergisi

advertisement
TEMSİLCİLERİMİZ
Avrupa Koordinatörü
Fatih YILDIRIMTEPE
00316 248 769 56
[email protected]
Gürbüz IŞIK - Fransa
0033688870254
İSTANBUL
Emre KABAN - Avcılar
0532 784 8069
Enver GENCER - Bağcılar
0535 232 3729
Fikret ALTUN - Fatih
0212 455 7187
0535 292 4530
Fatih ŞAHİN Gazi Osman Paşa
0212 564 4771
0532 206 4809
Asim AYDOĞDU - Sultanbeyli
0538 233 5000
Hasan İRKİLMEZ - Şirinevler
0555 226 3284
ANTALYA
Aydın ÇAKIR
0505 828 4970
BAYBURT
Burak KUTLU
0458 211 7010
0535 440 7554
BURSA
Muhsin DEMİR - İnegöl
0532 734 9769
ERZURUM
M. Zeki İMAMOĞLU Kağıthane
0533 462 6496
Emre HANCIGAZ
0536 293 0760
HATAY
Yusuf CİLAN
0537 326 2065
Pendik
Yaşar CANPOLAT - Payas
0539 934 6670
KAYSERİ
Hicabi ZEYBEK
0352 221 4606
0533 591 9242
KONYA
İsmail YİĞİT
0555 746 3716
KÜTAHYA
Abdurrahim ÇAKIR
0544 641 2389
MUŞ
İbrahim ÖNVER
0535 327 8454
SİVAS
Ali ÖZTAŞ - Suşehri
0346 311 3602
Ekrem KARAKAYA
0542 394 37 25
TEKİRDAĞ
Mecnun AKDENİZ
0537 321 3567
İZMİT - KOCAELİ
İsrafil AKA - Samandıra
0536 440 4325
Maksut AKBULUT - Silivri
0535 611 3256
TRABZON
Burhanettin ÇALGAN Gölcük
0532 774 3692
Ekrem AY
0462 325 3839
14
içindekiler
Şe’air-i İslam’a Saygı İmanî Bir Vazifedir Kamil ABDULLAHOĞLU
4
Hicreti Anlamak / Yaşamak Ramazan ÇAKIR
8
Hasen ve Sahih Hadislerden Seçmeler 11
Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR
12
Bir Duanın Parmak Uçlarında Metin ÜNLÜ
14
Yeniden Diriliş Gerçeği Doç. Dr. Veysel GÜLLÜCE
16
İman Amel ve Sabır Osman KARABULUTOĞLU
18
Tasavvuf, Tarîkat: Kulluk Yoludur Prof. Dr. Osman ÖZTÜRK
21
Gerçek Bayram...! Özkan KILBAŞ
22
Çöl Üniversiteleri Ömer KORKMAZ
24
‘Kader İnancı’ Üzerine Okumalar Doç.Dr. M.Hanefi PALABIYIK
28
Mesajı Doğru Algılama Hüseyin SELAMCI
32
Gecelerde Şiir
35
Sonları terk etmek Halil Atik
36
Küllenen Yarınlar Mehmet DEMİRCİ
38
Ebû Abdurrahman Es-Sülemî Abdullah ÇAKIR
40
Fani Dünya, Hamd ve Sena Sebahattin TÜZÜN
44
Hoşgörünün Kaynağı SEVGİDİR... Hasan BAŞAR
46
Satırlık Hakikatler Yahya MACİT
49
Muhabbet Bahçesi Yusuf ELİBOL
50
Mus’ab Bin Ümeyr Ersan BİLGİN
52
Haccın Hikmeti ve Önemi II Furkan TOK
56
Hacı Şaban Efendi Hz. (K.S.)
59
Gam ve Keder Dr. Gül ADA
60
Aşure GünÜ ve Hicrî Yılbaşı Nizamettin SÜRMELİ
62
Evinin Sultanları Zeynep GÜLOĞLU
66
Beklenen Eser Çıktı Mefahim Ahmet YEŞİL
68
Burhan Çocuk Musa KARACA
70
Bir Duanın
Parmak
Uçlarında
21
Tasavvuf
Tarikat:
Kulluk
Yoludur
24
Çöl
Üniversiteleri
38
Küllenen
Yarınlar
52
Mus’ab Bin
Ümeyr
62
Aşure Günü
ve
Hicri Yılbaşı
AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ
Yıl: 3 Sayı: 28
Ocak 2008
SAHİBİ
Burhan Basın Yayın
Eğitim ve Tur. Ltd. Şti.
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Osman MERT
YAYIN DANIŞMANLARI
Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR
Doç. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR
YAYIN KURULU
Yusuf ELİBOL
Ramazan ÇAKIR
İhsan AKTAŞ
Mustafa ÖZKAYA
Semi HAFIZOĞLU
GRAFİK TASARIM
Burhan Ajans
DAĞITIM ORGANİZASYONU
Asim AYDOĞDU 0538 233 5000
Fiyatı
Tek Sayı: 6 YTL
1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 YTL
6 Aylık Abone: 36 YTL
Yurtdışı
1 Yıllık Abone: 75 Euro
Abonelik İçin Hesap Numaraları
Posta Çeki No: 5091167
Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi
Hesap No: 291928-1
Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi
Hesap No: 1673–44165588
YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ
Mehmet Akif Mah.
Kuran Kursu Cad.No: 87
Sultanbeyli / İST.
Tel: +9 (0216) 498 94 00
Faks: +9 (0216) 498 94 00
İNTERNET ADRESİ
[email protected]
[email protected]
www.burhandergisi.com
BASKI
Milsan A.Ş.
YAYIN TÜRÜ
Aylık Süreli Yayın
Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu değişiklik
yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez. Yazılardan
kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.
Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin sorumluluğu
reklam verene aittir.
editöden
Demokrasi dedikleri şeyi karşılıklı saygı üzerine bina ettiklerini
söylüyorlar. Yani diğerinin kutsalına ve kutsal olmayanına, kişiliğine,
her şeyine saygı. Aslında bu saygı elzemdir ve bu insanca yaşamanın
gereğidir. Ama nedense bu ülkede söz konusu İslam ve Müslüman
olunca bu saygı da, demokrasi de rafa kalkıyor.
Gelin görün ki bu ülkede yıllardan beri bizim dinimizle,
kutsalımızla dalga geçilir alaya alınır, adeta inanan insanımızın
üzerinde bir baskı hegemonya kurulmak istenir. İsteniri bırakalım
aynen baskı yapılır. Yeşilçam filmlerinde dindar karakterler hep uyuz
tiplerdir. Kirli mi kirli beyaz takkeli cahil hocalar, sakalı acayib-ul garaib
ev sahibi, acımasız, kışın kiracısını sokağa atan hacı amca, düşmanla
işbirliği yapan satılmış hocalar vs. Bütün bunlar niçin yapılır? Ey
insanlar Müslüman budur demek için. “Dindar insan tipini” insanların
kafasına “istenmeyen, sevilmeyen” bir tip olarak yerleştirmek için. Bu
gayretlerinde art niyet gün gibi ortadadır. Çünkü hiçbir yerde “iyi bir
Müslüman” potresi çizmezler ve hatta bundan şiddetle rahatsız olurlar.
Onların bu rahatsızlığının temelinde muhakkak ki Dîni Mubîn-i İslam’a
duydukları kin ve nefret yatıyor. İnşallah mutu bi ğayziküm.
Her abone bir abone
Abone kampanyamız devam ediyor. Dergimizin daha iyiye
ulaşabilmesi için elimizden gelen gayreti göstererek siz değerli
okurlarımıza layık olmaya çalışıyoruz. Tabii ki bu aşamada sizlere de
görevler düşüyor. Siz değerli okurlarımızdan istirhamımız lütfen bu
konuda elinizden gelen gayreti göstermeniz. “Bir aboneden de ne olur
ki” demeden ulaşabildiğiniz herkesi abone yapmaya çalışınız. Size
gelen derginizin içerisinde ayrıca bir tane daha abone formu
bulacaksınız. Lütfen bu formu en yakın bildiğiniz bir eşinizi dostunuzu
abone yaparak bize iletiniz. Bu şekilde bize büyük bir destek sağlamış
olursunuz. Sevdiklerinizin de hem hediye ettiğimiz kitaplara
ulaşmasını, hem de bir yıl boyunca dergimizle tanışmasını sağlamış
olursunuz.
Mehmet Talu Hoca Efendi
Önümüzdeki sayıdan itibaren günümüzün değerli âlimlerinden
Mehmet Talu Hoca Efendi yazılarıyla aramızda olacaklar. Hocamıza
hoş geldiniz diyoruz Allah Tela kendilerinden razı olsun. Sizlerden
gelen soruları inşallah dergimizin sayfalarında cevaplandıracaklar.
Lütfen sorularınızı dergimizin iletişim bilgilerinden telefon, faks, mail
vs. yoluyla bizlere iletiniz.
Gösterdiğiniz ilgi ve gönderdiğiniz dualarınızın devam etmesi
dileğiyle Allah’a emanet olunuz.
Yirmisekiz
Kamil ABDULLAHOĞLU
Şe’air-i İslam’a Saygı
İMANÎ BİR VAZİFEDİR
Şe’air kelimesi, Dince kutsal sayılan, ifası is-
layanlar ve hoş görmeyenler, İslam’i tesettürden
tenen şeyler, dini semboller, remizler, Allah’a ait ni-
nefret edip ona karşı kin ve nefret duyanların dinen
şaneler anlamına kullanılır. Şe’airullah, Allah’ın hac
durumları nedir? Bunlar Müslüman olduklarını iddia
ibadetiyle ilgili emir ve yasaklarıyla O’na itaatı gös-
ettikleri halde İslam’ın bunlar hakkında hükmü
teren ihram, mikatlar, cemreler, Safa ile Merve,
nedir? Şeklindeki bir soruya cevap arayalım.
Meş’ar-i Haram, Arafat ve benzeri “haccın menasiki” denilen ibadetlerle ilgili mekanları ve alametleri
ifade
eder.1
Hz Peygamber (s.a.v.)in vefatından hemen
sonra İslam coğrafyasında dinden dönüş (irtidad)
hareketi baş gösterdi. Bu irtidad hareketi iki şekilde
Bir anlama göre şe’air, Allah’ın kullarına farz
cereyan etmiştir.
ve vacip olarak kılmış olduğu tüm hükümleri ifade
etmektedir. Şe’airullah dendiğinde herhangi bir ayı-
Birincisi: Din değiştirmek ve başka bir pey-
rıma gitmeden emredilen tüm hükümleri kapsa-
gamberin varlığını kabul etmek şeklinde olmuştur.
maktadır. Bir kısım müfessirlere göre şe’airullah
Yalancı peygamber müseylimeye uyanların du-
dendiğinde, Allah’ın dini kast edildiğini ifade etmiş-
rumu bu kabildendir. Bu tür irtidad, dini hükümlerin
lerdir.2
tamamını yada bir kısmını reddetmek ve benimsememektir. Yalancı müseylime’ye uyanlar Peygam-
İkinci görüşü dikkate aldığımızda birinci gö-
berimiz (s.a.v.)i ve getirdiği hükümleri tamamen
rüşte zikredilenleri de kapsamakta ve İslam’ın tüm
reddetmeyip, Peygamberimizin peygamberliği ya-
hükümlerine saygı gösterilmesini ifade etmektedir.
nında Müseylime’nin de haşa peygamber oldu-
Mesela günümüzde ezanla alay edenler veya ha-
ğunu kabul ediyorlardı. Mürtedleri vasf eden bir
fife alanlar, kurban ibadetini vahşet olarak tanım-
ayette Rabbimiz “Şüphesiz ki, kendilerine doğru
4
Burhan
yol belli olduktan sonra, arkalarına dönenleri,
şeytan sürüklemiş ve kendilerine ümit vermiştir. Bunun sebebi; onların, Allah’ın indirdiğinden hoşlanmayanlara: bazı hususlarda sana
itaat edeceğiz, demeleridir. Oysa Allah, onların
gizlediklerini biliyor.”3 Buyurarak dinin emirlerine
itaat hususunda tam bir teslimiyet istemektedir.
Bahsedilen ayet bazı hususlarda dinin hükümlerini
kerih gören ve başkaların hükümlerini Allah’ın hükümlerine oranla üstün kabul edenlerin mürted olduklarını ifade temektedir.4
Bir başka ayette de: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygambere ve sizden olan
buyruk sahibine itaat edin.Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz –Allah’a ve ahiret’e gerçekten inanıyorsanız- onu Allah’a ve Resulüne
götürün (onların talimatına göre halledin); bu hem
hayırlı hem de netice bakımından daha güzeldir. Sana indirilene ve senden önce indirilenlere inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi?
Tağut’a inanmamaları kendilerine emrolunduğu
halde, Tağut’un önünde muhakemeleşmek isti-
“Doğrusu kafirlerden
yorlar. Halbuki şeytan onları büsbütün saptırmak istiyor.”5 Buyurarak Allah ve Resulünün
başkası Allah’ın
rahmetinden
ümit kesmez”
(Yusuf 87)
hükmüne rıza gösterme, güzel görme ve gönül
hoşnutluğu ile kabul etmenin imanın alameti olduğunun göstergesidir. Münafıklığın alameti ise Allah
ve Resulünün hükmüne rıza göstermeme, gönül
hoşnutluğu ile kabul etmeme, davalarını İslam’ın
hükümlerine göre değil hava ve heveslerine uygun
gelecek şekilde halletmeye çalışmaktır.6
“Fakat büyük zararı
göze alanlar
topluluğundan başkası
İmanın sahih olabilmesi için temel kriterler
vardır. Alimler naslara dayanarak bunu üç temel
esasta toplamışlardır.
1. İmanın dünyada hür iradeye dayalı bir
Allah’ın azabından
tercih olması, baskı, tehdit veya dünya hayatından
emin olmaz.”
lunması gerekir. Daha önce mümin olmayan bir
ümit kesme (ye’s) durumunda gerçekleşmemiş bukimsenin, hayattan ümidini kestiği son nefesinde
(Araf 99)
uğrayacağı azabı fark edip “iman ettim” demesi halinde, onun bu imanı geçerli olmaz. Bir ayette
Burhan
5
“Artık o çetin azabımızı gördükleri zaman ‘Al-
muhakkak cennete giderim” düşüncesiyle kendin-
lah’a inandık ve O’na koştuğumuz şeyleri inkar
den emin olması veya “çok günah işledim, ben mu-
ettik derler. Fakat azabımızı gördükleri zaman
hakkak cehennemliğim” diye Allah’ın rahmetinden
imanları kendilerine bir fayda vermeyecektir. Al-
ümit kesmesi imanını kaybetmesine sebep olabilir.
lah’ın kulları hakkında süregelen kanunu budur.
Bu hususta Kur’anda şöyle buyurulmuştur: “Doğ-
uğramışlardır.”7
rusu kafirlerden başkası Allah’ın rahmetinden
İşte kafirler burada hüsrana
Buyurulmuştur.
ümit kesmez”8 “Fakat büyük zararı göze alanlar
topluluğundan başkası Allah’ın azabından emin
2. Mümin iman esaslarından birini inkar an-
olmaz.” 9,10
lamına gelen tutum ve davranışlardan kaçınmalıdır. Mesela Allah Teala’yı ve bütün peygamberleri
Müslüman olduklarını söyledikleri halde dinin
tasdik edip de Hz. Muhammed’in peygamberliğine
temel ilkelerine karşı savaş açmış çağdaş yobaz-
inanmayan yahut farz veya haram olduğu kesin
lar, eğer İslam’ın farzlarını güzel görselerdi Tevhide
olarak biline bir hükmü, mesela namazın farz,
ve benzeri i yavruların baş örtülerine kırmızı gör-
şarap içmenin haram olduğunu kendi hür iradesiyle
müş boğa gibi saldırıya kalkışmazlardı. Bu tipler
inkar eden, yahut alaya alan, puta, haça vb. şey-
kesinlikle itikadi sapma içerisinde oldukları ve Müs-
lere tapan yada saygı gösteren kimseye mümin de-
lümanlık iddialarının gerçeği yansıtmadığı görünen
nilmez.
bir gerçektir. Bu tipler yalancı Müseylime’nin peşinden gidenlerden pek farkları yoktur. Bir insan bir
3. Mümin Allah’ın rahmetinden ne ümitsiz
anda birden çok mabud ve mabed edinemez. Hem
ne de emin olmalıdır. Korku ile ümit arasında bu-
islam’a inanalım hem de putlarımızı bırakmayalım
lunmalıdır. Mümin “nasıl olsa ,imanım var, o halde
tarzında bir anlayış Mekke müşriklerinin de savun-
6
Burhan
dukları bir şirk yöntemiydi. Rabbimiz müşriklerin
Bunun üzerine Ebu Bekr şu cevabı verdi:
şirk mantıklarını şöyle beyan buyurmaktadır: “Dikkat et, halis din yalnız Allah’ındır. O’nu bırakıp
“Vallahi namazla zekat arasını ayıranlara
kendilerine bir takım dost edinenler: Onlara,
karşı mutlaka savaşırım. Çünkü zekat malın
bizi sadece Allah’a yaklaştırsınlar diye kulluk
hakkıdır. Vallahi Allah Resulü (s.a.v.) zama-
ediyoruz,
derler.”11
Allah’ın yeryüzünde son ve
nında ona zekat olarak vermiş oldukları dişi ke-
yegane dini olan İslam’ı potansiyel tehlike gören ve
çiyi
bana
(zekat
olarak)
vermemeye
İslam’ın olmazsa olmazlarına karşı düşmanca tavır
yeltenirlerse, bu zekata engel olmak suçundan
sergileyen çağ dışı mahluklar her ne kadar kendi-
dolayı onlarla savaşırım.”
lerini demokrat ve medeni saysalar da gerçekte
böyle olmadıkları ve sadece kendi ideolojilerini be-
Sonra Ömer dedi ki: “Vallahi onlarla sava-
nimseyenlerin hak sahibi olduklarını düşünmekte-
şılması hususunda hüküm, Allah’ın Ebu Bekr’in
dirler.
gönlünü açmasından dolayıdır. Ben bu sayede
onlarla savaşmanın hak olduğunu öğrendim.”13
İkincisi: Ameli manada irtidad’dır. İnanan her
bir Müslüman dinin hükümlerini yerine getirmek zo-
Yaşadığımız asırda ameli manada irtidad
rundadır. Allah ve Resulü (s.a.v.) bir hususta
olayı sadece namaz ve zekat gibi ibadetleri terk et-
hüküm verdiğinde mümin bir kimseye başka bir ter-
mekle sınırlı kalmayıp, tüm farz’ı ayn ve farz’ı ki-
cih hakkı yoktur. Bir ayette bu husus şöyle ifade
faye hükümler içine dahil olan eğitim, öğretim, ferdi
edilmiştir: “Allah ve Resulü bir işe hüküm ver-
ve siyasi ahlakı sistemi kapsayan pek çok alanda
diği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi
kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her
kim Allah ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir
sapıklığa düşmüş olur.”12 Allah’ın hükmünü inkar
ederek karşı gelen dinden çıkar. Hükmü kabul et
baş göstermiştir. Bugünün biz Müslümanları o
kadar duyarsız hale geldik ki, neuzu billah namazın
terkini bile normal görmeye başladık. Halbuki bu
gibi farz hükümlerin terk edilmesi ameli manada bir
irtidad olarak görülmektedir.
tiği halde tembellik vb. sebeplerden dolayı yapmayan günahkar olur.
Bir alimin bu meseleyi izah bakımından şu
ifadeleri çok ehemmiyet arzetmektedir: “İman rütbesi en büyük rütbedir. Bu rütbenin şerefini ayak
Hz. Peygamber (s.a.v.)in vefatından sonra bir
altına alacak derecede küfür söz söylenir, küfür iş
kısım Müslümanlar Hz. Ebu Bekr (r.a)e zekat ver-
yapılırsa Mevla rütbeyi hemen alır. Eğer bu rütbe-
meyi reddettiler. Bunların bu hareketleri de irtidad
nin haysiyetini lekeleyecek işler yapılırsa, iman
olarak adlandırıldı. Bu olay toplu bir eylem olması
devleti yavaş yavaş elden çıkar.”14
.........................................
hasebiyle de, onlara karşı askeri güç kullanıldı.
1 - Kur’an yolu Türkçe meal ve Tefsir, II/205
2 - Fahruddin er-Razi, Tefsiru’l Kebir, XI/128
Ebu Hureyre (r.a)in nakline göre: Allah Re-
3 - Muhammed, 25,26
sulü (s.a.v.) vefat edip Hz. Ebu Bekr halife olduğu
4 Said Havva, Cündullah Sekafeten ve ahlaken, 5
zaman, Araplardan inkar edip kafir olanlar oldu.
5 - Nisa, 60
Ömer dedi ki: “Bu insanlarla nasıl savaşırsın?
6 - Said Havva, 7
7 - Mü’min, 84,85
Allah Resulü (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “İn-
8 - Yusuf, 87
sanlar La ilahe illallah deyinceye kadar onlarla
9 - A’raf, 99
savaşmakla emrolundum. Kim La ilahe illallah
10 - İlmihal (İSAM), 1/74,75
derse, canını ve malını benden korumuş olur.
11 - Zümer, 3
12 - Ahzab, 36
Ancak (kanının dökülmesini) hak ederse başka.
13 - Rudani, Cem’ul-Fevaid (altı hadis imamı rivayet etmiştir), 2/7
(gizli günahlarının) hesapları Allah’a aittir.
14 -Binbaşı Numan Kurtulmuş, Amentü Şerhi, 56
Burhan
7
Yirmisekiz
[email protected]
Ramazan ÇAKIR
Hicreti
Anlamak / Yaşamak
“Asıl Muhacir, Allah’ın yasakladıklarını terk edendir.”
(Buhari, Müslim, Ebu Davud)
Bizler genellikle kendi değerlerimizin pek farkında değiliz. Bizim için önemli olanları gündemimize almıyoruz. Pek gündemimize almadığımız bu
önemli hadiselerden biri de 10 Ocak 2008 tarihiyle
beraber başlayacak olan hicri yıldır. 10 Ocak’ta, 1
Muharrem 1429’a yani Hicret’in 1429. yılına gireceğiz.
Hicri takvim, Peygamber Efendimiz(sav)’in
Mekke’den Medine’ye hicretinden 17 yıl sonra Hz.
Ömer zamanında hicret edilen yılın 1 Muharrem’i
esas alınarak kabul edilmiş bir takvimdir. Hicri takvim biz Müslümanların ibadet hayatlarını, önemli
gün ve gecelerini birebir ilgilendiren bir takvimdir.
Ramazan ayındaki farz olan oruç ibadetimiz, haccımız, kurbanımız, kadir gecemiz, miraç gecemiz,
üç aylarımız gibi ibadet hayatımız hep bu hicri takvime göre belirlenir. Bunun için 1 Muharrem 1429
(10 Ocak) günü biz Müslümanlar için önemli bir
gündür.
Hicret, İslam tarihinin en önemli olayıdır.
Mekke döneminde 13 yıl boyunca Allah’ın dini insanlara teker teker ulaştırılmaya çalışıldığı halde
beklenen bir sonuca varılamadı. Müslümanlar tahammül derecesini aşan eziyetlere katlanmak zo8
runda kaldı. Peygamber Efendimiz (sav), bir
çözüm olur düşüncesiyle ziyaret ettiği Taif’ten eziyet görerek geri döndü. Habeşistan hicreti can güvenliği sağlama dışında bir fayda sağlamadı.
Hanımı Hz. Hatice ve amcası Ebu Talib’in vefatıyla
Efendimiz’in en yakın destekçileri kayboldu. İmkânlar iyice azaldı. Kureyş’in baskısı daha da arttı.
Artık Müslümanlara ekonomiden sosyal hayata
kadar her alanda ambargo uygulanmaya başlandı.Tam bu sırada Medine’den gelen güzel haberle hicret zemini oluşmuş oldu. Yesrib (Medine)
den gelen bir gurup insanla Peygamber Efendimiz
(sav) Akabe’de görüşmüş ve bu insanlar Müslüman olmuştu. Daha sonra Yesrib (Medine)’e öğretmen-hoca olarak gönderilen Musab b. Ümeyr’in
başarısı ile de artık Yesrib (Medine) hicret mekânı
oldu.
Enfal Suresi 30. ayette Allah(cc) “Hani kâfirler seni tutuklamak veya öldürmek, ya da (Mekke’den)çıkarmak için tuzak kuruyorlard…”
ayetiyle müşriklerin planını Efendimiz’e haber verdikten sonra; “Kim Allah yolunda hicret ederse
yeryüzünde gidecek çok yer bulur…” (Nisa, 100)
buyurarak Hicrete izin verdi.
Burhan
Hicret sözlükte; ayrılmak, terk etmek, bir yerden bir yere göç etmek demektir. Terk edilen yer,
Mekke’ydi, göç edilen yer, Yesrib. Terk etme nedeni
Allah’a gerçek anlamda kulluğun müşrikler tarafından engellenmesi. Terk edenler, Resulullah (sav)
ve ashabı, yani muhacirler. Yani toprağını, malını,
tüm sevdiklerini imanları uğruna terk edip gidenler.
Terk edenleri karşılayanlar, ensar. Muhacirleri ağrına basanlar; kardeşliğin en üst sınırını insanlık tarihine göstermiş olanlar, kardeşlikleri ve
fedakârlıkları Kuran’da Allah tarafından övülmüş
olanlar.
Hz. Peygamber Efendimiz (sav) hicret yoluna
bir pazartesi günü Hz. Ebubekir (ra)’le çıktı. Peygamber Efendimiz (sav)’in hicretini şair ne güzel
tasvir etmiş:
“Bir avuç toprak saçtı ve çıktı, yemin
olsun Yasin’e,
Mekke! Senden ayrılmak acı, bir gün dönecek yine,
Onu çağıran şehir, merhaba ey Medine!
Artık Ebu Cehiller korksun, şirk yüzüstü
sürünsün.
Gönül aynasında dost, yanında Sıddık
vardı,
Her sözü derde deva, her adımı bahardı,
Kim bilir kimler Hicret yollarına bakardı,
Ah Sultanım Efendim gül cemalin görünsün.
Hurma ağaçlarından gözetle ufukları,
Geliyor kâinatın en güzel konukları,
Bu sevinç size yeter ey ensar çocukları,
Bundan böyle sade siz değil tüm insanlık
sevinsin.
Hz. Peygamber Efendimiz bir pazartesi günü
Hz. Ebubekir’le yola çıktığı zaman evinde kendisini
hicrete zorlayan Mekkeli müşriklerin emanetleri
vardı. Hz. Ali’yi bu emanetleri yerlerine teslim etmesi için yatağına yatırmıştı. Bu, bugünün Müslüman’ı için çok önemli bir ibret belgesidir. En büyük
düşmanınız olan insana emanetlerinizi teslim edebilmek, güvenebilmek. Peygamberleri düşmanları
tarafından dahi emin sıfatı alabilmiş bir ümmetin en
azından birbirlerine güven verebilmeleri gerekmez
mi? Ama bugün bizler bundan ne kadar uzağız. Bu
olaydan alınacak bir önemli ders daha var: Hz. Ali
(ra) öldürüleceğini bile bile bunu göze alarak bir feBurhan
9
varsa bırakıp hicret etmişlerdi. Bugünün Müslümanları da Allah yolunda bütün varlıklarını fedaya
ve Hicrete hazır olarak yaşamalı.
*Muhacirler her şeylerini bırakıp hicret ettiklerinde kendilerini bağırlarını açmış bir Ensar topluluğuyla karşılaşmışlardı. O gün Ensar olmasaydı
Hz. Peygamber ve ashabı nereye gideceklerdi?
Ensar olmak, muhacir olmaktır. Bugünü Ensarı
olmak imkânsız mı? Evini Kuran hizmetine, sohbete, İslami çalışmaya açabiliyor musun? Allahın
dinin yardımcısı olabiliyor musun? Cevabın evetse
Ensar olmayı hak ediyorsun demektir.
*Hz. Peygamber, Hz. Ebubekir’le yola çıktığında Medine’ye ters bir yönü seçti ve üç gün Sevr
mağarasında bekledi. Bu stratejik bir plandır. Öyleyse Müslüman da Allah yolunda bir iş yaparken
sebepleri kullanarak bir plan dâhilinde işini yapacak.
*Hz. Ali’nin öldürüleceğini bildiği halde Peygamberimizin yatağında yatması, Hz. Ebubekir’in
canından çok Peygamberini düşünmesi en güzel
fedakârlık örnekleridir. Tarih de şahittir ki bütün dadakârlık örneği göstererek Hz. Peygamber’in yatağına yatıyor. Rabbim bu güçlü imanı hepimize
nasip eylesin.
Burada Hicret olayını uzun uzun anlatmayacağız; ancak Hicret’in 1400 yıl öncesinde kalmış
bir olay olmadığını her Müslüman’ın bilmesi gerekir. Hz. Peygamber Efendimiz (sav)’in yaşadığı her
olayda olduğu gibi Hicret’te de bizler için, yani bu
günün Müslüman’ı için önemli ibretler ve örnekler
vardır. Şimdi bugünün insanının alabileceği derslerle Hicret’ e devam edelim:
“Kim
Allah yolunda
hicret ederse
yeryüzünde
*Hicret, sadece toprağı terk etmek değildir.
Hatta toprağı terk etmeden önce batılı ve Allah’ın
haramlarını terk etmektir. Hz. Peygamber Efendimiz (sav)’in şu hadisi bu konudaki en önemli ilkelerimizden bir olmalıdır: “Asıl muhacir (hicret
eden), Allah’ın yasaklarını terk edendir.” Zevklerini, kötü alışkanlıklarını, kendisini kötülüğe iten
arkadaş ve iş ortamını terk edemeyen toprak hicretini yapabilir mi?
gidecek
çok yer bulur…”
(Nisa, 100)
*Muhacirler Allah ve Resulü istiyor diye,
imanları uğruna malları, toprakları, sevdikleri ne
10
Burhan
valar ancak fedakâr mensupları varsa yükselebilir.
Bu 1400 yıl önceki Hicret olayı da öyleydi, bugün
de böyledir.
*İman, fedakârlık ve sabrın iç içe kavramlar
olduğu hicretle bir kere daha anlaşılmış oldu.
*Medine’ye hicretle İslam’ın sadece bir vicdan işi olmadığı dinin bir devlet ideali olduğu görüldü. Çünkü hicretle beraber hüküm ayetleri,
sosyal ilişkilerle ilgili ayetler, devlet yönetimiyle ilgili
ayetler birer birer inmeye başladı. İslam, devleti
olan bir din görüntüsüne büründü. Bu sebeple
bugün kimsenin bu dini vicdanlara hapsetme gibi
bir hak ve yetkisi yoktur.
*Hicretten sonra Yesrib, Medine oldu. Medine
Burhan
şehir, uygarlık ve medeniyet demektir. Gerçek medeniyet hak ve adaleti getiren; barışı, huzuru sağlayan, Hakkın var kılan, batılı yıkan bir anlayışla
oluşur. Bu ise sadece yeryüzünün tek hak dini İslam’la gelir. İşte Hicret o günün insanına bunu nasıl
gösterdiyse bugünün Müslüman’ı da bunu bütün
gücüyle oluşturmaya çalışacaktır.
“İman edip, hicret eden, Allah yolunda
cihad eden, barındıran ve yardım edenler, işte
onlar gerçek iman edenlerdir. Onlara bağış ve
bol rızıklar vardır.” (Enfal, 74)
“Zulme uğradıktan sonra Allah için hicret
edenleri biz, bu dünyada güzel bir yere yerleştiririz. Ahiret sevabı ise daha büyüktür; bir bilseler.” (Nahl, 41)
11
Yirmisekiz
Hadis
Mütercim: Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR
Hasen ve Sahih
HADİSLERDEN SEÇMELER 11
Müteşabih Ayetlere Tabi Olmak
Kur’ân-ı Kerîm-i Hatmetmek
61. Hz. Aişe’den rivayet edilmiştir. “Rasulul-
63. Abdullah b. Amr’dan rivayet edilmiştir. Hz.
lah şu ayeti okudu. “Hüvellezi enzele aleykel ki-
Peygamber şöyle buyurmuştur: “Kur’an’ı her ay
tabe…”
ve şöyle söyledi: “Sen,
hatmediniz. Yirmi gece de hatmediniz. On ge-
müteşabih ayetlere tabi olanı gördüğün zaman,
cede hatmediniz. Yedi gecede hatmediniz. Bun-
bil ki onlar, Allah’ın kalplerinde eğrilik olduğunu
dan daha az zamanda Kur’an’ı hatmetmeyiniz.”
söylediği kimselerdir. Onlardan sakın!” Hadisi Bu-
Hadisi, Buhari, Müslim ve Ebû Dâvûd tahric etmiştir.
(Al-i İmran,7)
hârî ve Müslim rivayet etmişlerdir.
Kitapta İhtilaf Etmek
Zorlanarak Kur’ân Okuyan
64. Abdullah b. Amr’dan şöyle dediği rivayet
edilir: Bir gün erkenden Rasullullah’a uğradım. O,
65. Aişe’den Rasûlullah’ın şöyle buyurduğu
bir ayetin okunuşunda ihtilaf eden iki adamın se-
rivayet edilmiştir: “Kur’ân’ı güzel okuyan şerefli
sini işitti. Bunun üzerine yanımıza geldi, kızgınlığı
yüce meleklerle birliktedir. Kur’ân’ı zorlanarak
yüzünden anlaşılıyordu. Sonra dedi ki: “Sizden
okuyan kimse için iki sevap vardır.”
önceki kimseler kitapta ihtilaf ettikleri için helak
Müslim ve Ebû Dâvûd tahric etmişlerdir.
12
Hadisi Buhârî,
oldular.” Hadisi, Müslim rivayet etmiştir.
Burhan
Kur’ân-ı Kerîm-i Okuyarak
Para Kazanlar
İmrân b. Husayn’dan şöyle bir rivayet
mevcuttur. “O, bir defasında bir hikayecinin
Kur’ân-ı Kerîm’in Yazılması
Zeyd b. Sabit’ten rivayet edilmiştir. O dedi ki “Ebu
Bekr Yemame ehlinin öldürülmesinden sonra bana bir
adam gönderdi. Ömer b el-Hattab da orada idi. Ebu
Bekr şöyle söyledi; Ömer bana geldi ve dedi ki;
yanına uğramıştı. O bir şeyler isteyerek hikâye anlatıyordu. İmran, istirca’ etti. (İnna lil-
“Savaş Yemame gününde bir çok Kur’an hafızı-
lah ve inna ileyhi raciun, dedi.) Sonra
nın ölümüne sebep oldu. Kur’an kurralarının öldürül-
Rasulullahın şöyle söylediğini işittim, dedi.
mesi sebebiyle, Kur’an’ın yok olmasından korkuyorum.
“Bir kimse Kur’an okursa, o kimse müka-
Bunun için Kur’an’ın cem’ edilmesi fikrindeyim.”
fatını
Allah’tan istesin. Gelecekte bir
takım kavimler gelecek Kur’an okuyacak-
Ben de dedim ki; Rasulullah’ın yapmadığı bir şeyi
lar, bu vesileyle insanlardan dilencilik ya-
nasıl yapabiliriz? Ömer de; “And olsun ki bu iş hayırdan
pacaklar.” Hadisi, Ahmet b. Hanbel ve Tirmizî rivayet etmiştir.
başka bir şey değildir, dedi.” Bundan sonra Ömer,
zaman zaman bana başvurarak bu işin yapılması iste-
Abdurrahman b. Şibl’in rivayetine göre
Hz. Peygamber söyle buyurmuştur. “Kur’an’ı
okuyun! Onunla amel edin! Ondan uzak
kalmayın ve haddi aşmayın! Onunla mal
toplamaya kalkışmayın!”
Hadisi, Ahmed b. Hanbel,
Ebu Ya’la, Beyhakî kitabına almıştır.
İmrân b. Husayn’dan rivayet edilmiştir.
Rasûlullah şöyle buyurdu: “Kim Kur’ân’ı
okursa sevabını Allah’tan istesin. Şüphe-
ğini yineledi. Ta ki Allah benim kalbime bu işin yapılması için bir ferahlık verdi de ben de Ömer’in görüşüne
katıldım. Zeyd dedi ki, Ebu Bekr, bana şöyle söyledi.
“Sen genç ve akıllı adamsın.Senin hakkında bir
töhmet de yoktur. Rasululllah’a vahiy katipliğinde de
bulunmuştun. Kur’an’ı araştır ve topla! Allah’a yemin
ederim ki Kur’an’ı cem’ etmek, dağlardan bir dağı nakletmekten daha ağırdır.”
siz ki bir grup insanlar gelecek ve Kur’ân’ı
okuyup karşılığını insanlardan isteyeceklerdir.” Hadisi Tirmizî rivayet etmiştir.
Ben dedim ki; “Rasulullah’ın yapmadığını ben
nasıl yapayım.” O da dedi ki; “And olsun ki bu hayırdır.” Ebu bekr, zaman zaman bu işi bana teklif etti. Ta
ki Allah, Ebu bekr ve Ömer’in kalbine verdiği rahatlığı
bana da verdi. Bunun üzerine ben Kur’an’ı araştırıp,
hurma dallarında, taşlardan ve insanların ezberlerinden alma suretiyle topladım. Ta ki Tevbe Sûresi’nin sonundaki ayeti, Ebu Huzeyme el-Ensarî’nin yanında
buldum. Başka kimse de bu ayetin bilgisi yoktu. Bu
ayet de “Lekad caeküm rasulün…” ayeti idi. (Zeyd
b. Sabit, her ayet için iki şahit istiyordu. Sadece bu ayetin şahidi tek bir kişi olmuştur. Bunun sebebi de Hz.
Peygamber’in bir at satışı olayında Ebu Huzeyme’yi iki
şahit yerinde değerlendirdiğinin bilinmesidir.Toplanan
sahifeler, Hz. Ebu Bekr vefat edinceye kadar aynında
kaldı. Sonra Hz.Ömer’in yanında ölünceye kadar kaldı.
Daha sonra da Hz.Hafsa binti Ömer’in yanında kaldı.”
Hadisi, Buhari kitabına almıştır.
Burhan
13
Yirmisekiz
Metin ÜNLÜ
Bir Duanın Parmak Uçlarında
Hatice Öğretmene Veda Girizgahı
I
Bandırmadan İstanbul’a taşıyor bizi deniz
parmak uçlarıyla…
Sahici bir hüznün şarkısı yağmur, kurşuni gök
yüzünü sarmalıyor ufkumuza. Ayrılığın başlangıcıyla vuslatın başlangıcı düğümleniveriyor cama
çarpan yağmur damlalarında…
Tüm başlangıçların bir yalandan ibaret olduğunu haykırıyor mahmur, mahzun gözler…
Mekanik devinimlerle ilerlerken, sebep olduğu duygu sağanağının hangi düşlerin lahdi olduğunu nereden bilecekti feribot?
Denizin uçarı düşleri köpükler ne çabuk sönüyor böyle?...
Tıpkı ömür gibi… sözler gibi… mecalsiz bir
tebessüm gibi…
II
Marmara’yı yorgan gibi örtmüş sisi aralasam
hangi sanı çıkacak karşıma acaba yarına sakladığım?
14
III
Hayat derdi büyük ninem, “emanet aldığın
kelimeyi koruma çırpınışıdır.”
Sırrını korumaktır, kalbinin en korunaklı noktasında
uçarı bir çocuk gibi dışarı koşmaya çalışan…
Gün be gün büyütmektir biricik bir kelimeyi,
hayat denen hikaye…
Acıyı, hasreti, uzleti, endişeyi, umudu küçücük bir et parçasına sığdırabilme maharetidir…
Umutla korku arasında bir salınımdır aslında
hayat.
Bir umudun bir umutsuzluğun kollarında bulmuyor muyuz kendimizi?
Tıpkı bir sağına bir soluna sallanan feribot
gibi…
Savruluyoruz bir oyana bir bu yana.
Ne mutlu içindeki kelimeyle birlikte savrulanlara…
IV
Akşam ezanı güneşin veda şarkısı gibi çınlıyor kulaklarda…
Burhan
V
Yolcuyuz.
Evet ama bunun feribotta bulunmamızla bir
ilintisi yok.
Kalbimizin yol haritası yönünde ilerlediğimiz
müddetçe yolcuyuz.
Yolcuyuz, garibiz, yalnızız.
İnsanız…
VI
Dönüş yolunda hayli kalabalık feribot.
Tıklım, tıklım yalnızlık taşıyor feribot.
Uyuyuvermiş kimisi, kimisi işporta malı kelimeleri boca ederek karşısındakine vakit geçirme
yolunu tutmuş.
Diğer bir kısmı dikkat kesilmiş çağdaş zamanların en teskin edici ilacı ekrana.
Birazdan iskeleye yanaşacağız ve yalnızlıklar başka yalnızlıklarla buluşacak.
Gülücüklerin ihtiyaç miktarı kullanıldığı zamanların bireyleri gözlerinin içiyle değil dudak uçlarıyla gülecekler birbirlerine…
Çünkü, gözlerini gülücükle dolduracak sırları/kelimeleri yitivermiş çoğunun.
VII
Köpükler bir şeyler haykırıyor canhıraş…
Daha cümlelerini kuramadan lakin, yok olup
gidiyorlar…
Neyse ki menekşe kokulu bir kadın tamamlayıveriyor köpüklerin yarım bıraktığını.
Salavat renkli kelimeler uzatıyor önüme tebessümle.
Tevhit ediveriyor hayatın dağınık anlamlarını
ve sımsıkı yapışıyor sırrına.
Gösterişsiz bir bilgelikle şerh ediyor feribotun
neden bir dünya olduğunu…
VIII
Bandırmadan İstanbul’a taşıyor bizi bir dua
parmak uçlarıyla…
Burhan
15
Yirmisekiz
Doç. Dr. Veysel GÜLLÜCE
Kâf Sûresi, 1-15. Ayetler Çerçevesinde
YENİDEN DİRİLİŞ GERÇEĞİ
Bu makalede, Kâf Sûresi, 1-15. âyetler pen-
Semâdan bereketli bir su indirdik. Onunla bah-
ceresinden kıyamet gününde gerçekleşecek olan
çeler ve biçilecek daneler bitirdik. Kullara rızık
öldükten sonra yeniden diriliş hadisesinin Allah için
olması için birbirine girmiş, küme küme tomur-
ne kadar kolay olduğuna, O’nun ilim ve kudreti açı-
cukları olan uzun boylu hurma ağaçları yetiş-
sından bakmaya çalışacağız. Öncelikle âyetlerin
tirdik. Ve o su ile ölü beldeye hayat verdik.
meâllerini zikrederek, ardından tefsir kaynakların-
(Kabirlerden) çıkış da böyledir. Onlardan önce
dan istifadeyle açıklamasını yapmaya çalışacağız.
Nûh kavmi, Ress halkı ve Semûd, Ad, Firavun,
Lût'un kardeşleri, Eyke halkı ve Tubba kavmi
"Kâf. Şerefli Kur'ân'a andolsun. İçlerinden
de yalanlamışlardı. Hepsi peygamberleri yalan-
cehennemle uyaran birinin gelmesine şaştılar
ladılar. Böylece tehdîdim gerçekleşti. İlk yarat-
da, kâfirler şöyle dediler: Bu şaşılacak bir şey-
mada âcizlik mi gösterdik?! Bilâkis, onlar yeni
dir. öldüğümüzde, toprak olduğumuzda mı?!..
bir yaratma hakkında şüphe içindedirler."
Bu uzak bir dönüş! Biz toprağın onlardan neleri eksilttiğini biliyoruz. Katımızda bir de mu-
"Biz toprağın onlardan neleri eksilttiğini
hafaza edici bir kitap vardır. Bilâkis onlar hak
biliyoruz" ifâdesindeki toprağın eksilttiği şeyler,
kendilerine gelir gelmez yalanladılar. Artık onlar
ölenlere ve arz tarafından çürütülen cesetlere ve
bir bocalama içindedirler. Üzerlerindeki semâya
dağıtılan kemiklerine delâlet eder1. Kâfirlerin "bu
bakmadılar mı, onu nasıl binâ etmişiz ve süsle-
uzak bir dönüş!" diyerek, yeniden dirilişi uzak gör-
mişiz! Hiç bir gediği de yoktur. Yer yüzünü de
meleri, çeşitli şüphelerden kaynaklanmaktadır.
yayıp döşedik, ona sabit dağlar dikdik ve orada
Şöyle ki, (onlara göre) “cesedlerin dağılan parça-
gönüle hoş gelen her çift bitkiden bitirdik. Al-
larının, rüzgâr vs. nin tesiriyle yer yüzünün çeşitli
lah'a yönelen her kula bir ibret ve nasihat için.
bölgelerine atılmasıyla, bunları tekrar bir araya top-
16
Burhan
lamak mümkün olmaz. Çünkü bunların yerlerini
sizin ölümünüzden sonra diriltilip çıkarılmanız da
kimse bilip ihâta edemez. Bilse bile, bunları derle-
bu beldenin bitkilerle yeniden canlandırılıp diriltil-
yip toparlayamaz. Toparlasa bile, eski hâline döndüremez...” İşte bu yüzden Kur'ân-ı Kerîm onların
mesi gibidir. Çünkü insanların gıdalanma, büyüme,
bu nevi şüphelerini kökünden bertaraf etmek için,
çoğalma, yaşama ve ölme gibi halleri bitkilerde de
şüphelerinin aslı olan, Cenab-ı Hakk'ın bu parça-
vardır. Onların da hayat, gıdalanma, büyüme, ço-
ların yerlerini bilmediği şeklindeki zanlarını ortadan
ğalma ve ölümleri vardır. Ayrıca arz kurur, sonra
kaldırmıştır2. Böylece, toprak tarafından çürütülen
insan bedeninin parçalarını dahi bilecek derecede
ilmi latîf olan bir Zât'ın, onları tekrar başlangıçtaki
bitkilerle canlanır. O halde insanın hali de bunlara
kıyas edilerek, tekrar diriltileceği anlaşılmalıdır.
gibi iâde etmeye de gücünün yeteceğini bildirmiştir3.
Bu âyetlerde hurûc (çıkış) tabir olunması maDaha sonra Cenab-ı Hak, "Katımızda bir de
nidârdır. Ebu's-Suûd'un beyanına göre, yerden bit-
muhafaza edici bir kitap vardır" ifâdesiyle te-
kilerin çıkarılmasına ihyâ, ölülerin diriltilmesine ise,
kidde bulunarak buyuruyor ki, bu ilmimizle beraber,
hurûc tabir olunması, önemsiz gibi görülen, yerden
katımızda onların adetlerini, isimlerini ve arzın on-
bitkilerin çıkarılması hâdisesinin şanını büyültmek
lardan eksilttiği şeyleri muhafaza eden bir kitap vardır ki, o kitap da, olacak şeylerin kendisine
ve akıldan uzak görülen ölülerin diriltilmesi işini
kaydedildiği Levh-i Mahfûzdur. Bu kitabın Hafîz
kolay göstermek, böylece bitkileri ihrâc ve ölüleri
olarak isimlendirilmesinin sebebi, onda kaydedilen
ihyâ arasındaki benzerliği göstererek, mukayese
şeylerin silinip kaybolmaması, değişikliğe uğramamasındandır4.
etmeyi kolaylaştırmak ve anlayışa yaklaştırmak
içindir7.
Bu kitap hakîki manasıyla, Allah'ın meleklerine tevdi ettiği, insanların vefatları, cesetlerinin
yerleri, rûhlarının makarrları vs. nin yazıldığı her insana mahsûs bir kitap olabileceği gibi, Cenab-ı
Daha sonra Cenab-ı Hak, peygamberlerini
yalanlamaları neticesinde helâk edilen pek çok
Hakk'ın ilmini temsîl etmek için söylenilmiş bir ifâde
kavmi ard arda sıralayarak, onları başı boş bırak-
de olabilir. Yani, Cenab-ı Hakk'a göre bu şeylerin
mayarak hesâp soran bir Zât'ın, diğer insanları da
ilmi bir kitaptaymış gibidir. Onları cüz cüz, fasıl fasıl
başı boş bırakmayacağına dikkat çekiyor. Peşin-
bilir5.
den şu belîğ cümleyle mevzuyu tamamlıyor: "İlk
Cenab-ı Hak bu şekilde, inkârcıların istib'âd-
yaratmada âcizlik mi gösterdik?! Bilâkis, onlar
larını (akıldan uzak görmelerini) bertaraf etmek için
yeni bir yaratma hakkında şüphe içindeler."
ilminin her şeyi ihâta ettiğini bildirdikten sonra, kud-
.................................................
retinin de bu işe yeterli geldiğini göstermek için
*. Atatürk Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi.
"üzerlerindeki semâya bakmadılar mı?!.." âye-
Not: Bu makale, Kur’an’da Ahiret İnancının Temelleri adlı eserimizden istifadeyle bazı ilave ve düzenlemeler yapılarak hazırlanmıştır.
tiyle kâinatta sergilediği pek çok kudret eserlerine
1. Bkz. Maverdî, V, 341.
dikkât çekerek böyle şeyleri yapan bir Zât'ın, ölüm-
2. İbn Aşûr, XXVI, 281.
lerinden sonra insanları tekrar diriltmeye de kâdir
3. Nesefî, IV, 176; İbnu'l-Cevzî, Zâdu'l-Mesîr, VII, 190; Şevkânî, V, 71; Cev-
olduğunu ifâde ederek, "... Ve o su ile ölü bir bel-
herî, XII,1. cüz, s. 7.
deye hayat verdik, mezarlardan çıkış da böyle-
4. İbnu'l-Cevzî, Zâdu'l-Mesîr, VII,190; Tabatabaî, XVIII, 339.
5. Bkz. Taberî, XI, 407; İbn Kesîr,IV, 237.
dir" âyetiyle bu dirilişin misâllerinin dünyâ
6. İbn Aşûr, XXVI, 283.
hayatında da görüldüğüne işâret etmiştir. Yani,
7. Bkz. Nesefî, IV, 176; Cevherî, XII, 1. cüz, s. 7.
Burhan
17
Yirmisekiz
Osman KARABULUTOĞLU
İman Amel ve Sabır
Kur’an’ı kerimde kısa bir sûre vardır ki; Ashabı Resulullahtan iki kişi bir araya gelip ayrıldıkların da, biri diğerine mutlaka o sûreyi okurdu,
İmam Şafii hazretleri bu sûre için diyor ki: ‘Eğer insanlar bu sûreyi düşünseler onlara yeter de artar
bile.’
Merhum M. Akif’te: Ashaptan iki kişi bir araya
geldiğin de mutlaka Sûreyi Vel- Asr okurlarmış ayrılalım derlerken/ çünkü önce îmanî hakiki geliyor,
sonra salah sonra hakkı tavsiye sonra sabır/
da yoktur. Ondan ötesi hep ziyan ve hüsrandır.
“Asra yemin olsun ki, insanlar muhakkak
hüsrandadır.”
Allah (cc) ‘Asr’ sözcüğü ile mutlak zamana
yemin ediyor; Asr yani zaman insan hakikatinin
gerçeğidir; insanın ömrü kişinin en kıymetli sermayesidir, ne kazanacaksa onunla kazanacak, ne
İşte Merhum Akif’in de belirttiği gibi o sûre Asr
sûresidir.
kaybedecekse onunla kaybedecek, insan ömrü zamandan bir cüzdür. Onunla akmaktadır.
Şair öyle diyor:
Evet, Bu sûre: Yaratıcının muradına uygun
olarak, beşer hayatı için kâmil bir projenin sınırlarını resmediyor.
Hüsrandaki İnsan
Bunca zaman geçmesine rağmen, insanın
önünde onu ebedi cennete götürecek bir başka yol
18
Paralar vakit ile değiştirilir de, vakitler
para ile değiştirilmez.
Burhan
Bir şairi de:
Öyle görüyorum ki, zaman bir gemi, bizimle ölüme doğru gidiyor, fakat onun harekâtını
biz göremiyoruz.
Yine bir başka şair
Allah’ü teâla zamana yemin ederek insanın
ziyanda olduğunu söylüyor; yani zamanın geçişi
insan ömrünü bitirmeye yeter ki, o ömür onun baş
malı ve Salih amelinin kabıdır; öyle ki, o amel kendisine vaat edilen cennetin karşılığıdır.
İnsan ziyan ettiği vakti, değerlendirdiğin de,
kaybını telafi eder, bu da ancak imanla, ameli Salih
le, hakkı ve sabrı tavsiye ile olur.
İşte Hüsrandaki İnsandan istisnalar
1.
Yukarıda ziyan içerisinde olduğunu belirttiğimiz insandan iman edenler hariçtir.
Hayat bizi aldatıyor; ölümümüzse onun
memesinden süt emip duruyor; yani
ölümümüzü emzirip büyüten, kucağında
büyüten ana, ölümün anası hayat iken, o bizi aldatıyor da kişi, nefes alış verişi arasında
yaşıyor zannediyor, hal bu ki o nefes alış ve
veriş bizim için kefen dokuyor; kefen ören
makine gibi tıkır, tıkır tıkırdıyor, hal böyle iken
insan yaşadığını zannediyor.
Üstat da şöyle diyor:
Su iner yokuşlardan hep basamak, basamak;
Benimse alın yazım yokuşlarda susamak.
Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir;
Oluklar çift, birinden nur akar, birinden kir;
Akışta demetlenmiş, büyük küçük kâinat;
Şu çıkan bulata bak, bu inen suya inat!’
Evet, ömrümüzden geçen her gün bizden bir
parça alıp götürür; fecrin attığı hiçbir yeni gün
olmaz ki, Şöyle nida etmesin:
Ben yeni bir yaratığım, amelinin
şahidiyim, azığını benden tamamla, kıyamet
gününe kadar sana dönmeyeceğim.
Burhan
İman: varlığı küçük, zayıf, fani, imkânları
sınırlı olan insanla, her varlık kendisinden sudur
eden bakî, mutlak ve ezelî varlık arasındaki ittisal,
yani bağdır.
İş böyle olunca, insanın küçücük cirmi kâinatın en büyük yaratığı konumuna yükseliyor. Yine
yaratılış karşısında ki sınırlı bu güç, imanı
sayesinde gizlenmiş en büyük güç konumuna
çıkıyor. Keza ömrü sınırlı bu varlık, Allah’tan
gayrisinin bilmediği şekilde ebedileşiyor.
İnanan insandaki, Allah’la (cc) olan bu iman
bağı, insana bu gücü, bu ebediliği ihsandan öte,
hakiki saadeti de ikram ediyor ki, insan onu
dünyada elde etmek için onun ardında nefes, nefese koşup duruyor. Bu saadet yüce bir saadettir;
çok nefis bir ferahtır, sevgilinin sevgiliye enîs
olduğu gibi hayatın enîsidir, o bir kazançtır ki hiçbir
kazanç ona muadil değildir. Ondan kopuş ise bir
ziyandır ki, fevkinde bir hüsran yoktur.
O iman, insanı başkasına değil, mabûdi
hakikiye kul eder, her şeyin hâkimi olan Allah’tan
gayrı kimseye boyun eğmez; ondan başka güç ve
ondan başka mabût tanımaz. Böyle olunca da nefsi
arzuları reddeder ve bunun yerine ilahi kanuna,
adalete, sağlam bir itikada koşar ki, bu da imanın
levazımatındandır. Sağlam bir itikat ise onu indi
ilahide yükseltir,
19
Merhum Akif şöyle diyor:
İmandır o cevher ki ilahî ne büyüktür
İmansız paslı yürek sinede yüktür.
Üstat Necip Fazıl KISAKÜREK’TE şöyle
diyor:
Bir şey koptu benden, şey, her şeyi tutan
bir şey,
Benim adım bay Necip, babamınki Fazıl
bey;
Utanırdı burnunu göstermekten sütninem,
Kızımın gösterdiği kefen bezine mahrem,
2.
‘İmanına ilaveten Salih amel yapanlar,’
iman, îcabî bir hakikattir; dinamik, enerjik ve müteharriktir. Bu da tabii olarak ameli salihi intaç eder;
iman müminin içinde hareketsiz, donuk ve camit
duramaz; eğer hareketsiz ise o iman zayıftır,
ölüdür. İman çiçek ve gül gibidir, tabii olarak çiçeklenir, Gülleşir; eğer gül de ve çiçek te, gül ve çiçek
yoksa çiçek ve gül yok demektir; dolayısıyla o çiçek
sunî’dir.
kardeşini yüreklendirmek ve onanla beraber
olduğunu ona ihsas etmek, böylece zorlukta ve
genişlikte birlikte hareket etmeyi amaçlayan bir
cemiyetin oluşmasına gayret etmek ve hakkın,
ancak dayanışma ve cemiyet halinde yaşanabileceğini ihsas etmek gerekir.
Kişi iman, ameli Salih yapmakla kendini,
hakkı tavsiye ile ise başkasının kemale ermesine
vesile olur. Şunu da bilmek gerekir ki, bu din bize
nakli sahih ile geldi, akıl onu teyit etti, vakıalar onun
fıtrata mutabık olduğunu doğruladı; öyleyse, bu
hak dinin tatbikinin sürekliliği gerekir; bu da ancak
şuurlu bir toplumla olur
4.
Ayriyeten ameli Salih inkıtaa (kesilen)
uğrayan arızî bir şey de değil, onu hedefe yönlendiren bir kaynak vardır, müminler o hedefe
varırken birbirini desteklerler.
Demek ki iman, zorunlu olarak amele yöneltir,
bir hedefi vardır, o da kâinatın düzenini dengeli bir
şekilde temine gayret, ana hatlarını programı
ilahinin belirlediği duruma layık olarak toplumu o
cihete yönlendirmeye gayret etmektir.
3.
Hikmeti ilahî dünyayı, hayır ile şer arasında
deneme, hak ile batıl arasında ise cedel yeri olmasını murat etti; ondan dolayı da imtihanda
başarılı olması, yapılmakta olan mücadelede nefsin arzularına galip gelmesi, batıla karşı direnmesi,
zorluklara karşı dayanıklı olması için sabrı tavsiye
etti ki; başına gelebilecek zorlukları umursamamaya, güçlüklere karşı dayanıklılığının kat, kat artmasına ve gayeye ulaşmaya vesile olsun.
Bunun için Üstat diyor ki:
O iman ve amelden sonra ‘birbirine Hakkı
tavsiye ederler.’
Zira hak yolunda ayağa kalkmak zordur; engeli çoktur; bunlar nefis, menfaat, toplumun durumu, taklit, kötü örf ve adetler, hırs, tamah ve
benzeri engeller bunlardandır. İşte bütün bu
güçlükler karşısında hakkı hatırlatmak, mümin
20
Bir sır ki aşikâre
Avcı yenik şikâre
Yalnız, yalnız sabırda
Çaresizliğe çare…
Evet, yol uzun, hesap çetin, düşman kavi,
şeytan sinsi, zemin kaygan.
Burhan
Yirmisekiz
Prof. Dr. Osman ÖZTÜRK
Tasavvuf, Tarîkat:
KULLUK YOLUDUR
“Tasavvuf ve tarîkat konusuna; ihlâs ve ilim
sâlihlerin dünyasını oluşturmaktır. Nihâî gaye ise;
temeli üzerine bina olunması şartıyla; müspet ba-
sadece ve sadece rızâyi Bârî’dir. Hesap günü kim-
karız. Ancak, bir mecburiyet değil, nafile bir ibadet
seye tarikatından suâl olunmayıp, amelinden soru
olarak görürüz. Tarikata mensubiyetin rüçhaniyye-
sorulur. Hedefi yakalayabilmektir esas olan, kulla-
tine inanmadığımız gibi, müslümanların birbirlerine
nılan vasıta değil… Bu sebeple insanlar birbirletini
“tarikat”den suâl açmalarını lüzumsuz, hatta bazen
vasıtaya değil, hedefe davetle mükelleftirler.
zararlı olarak görürüz. Allah katında üstünlüğün tarikatta değil, “takvâ” ile olduğuna iman ederiz. Deliller: el-Hucurât, 13”
Allah’a giden yol tektir amma, bu yoldan muhtelif nizamî vasıtalarla rızaya erilebeilir. Bunlardan
birisi de Tasavvuftur. İslamî anlayışta hedef meşru’
olduğu gibi vasıta da meşrû’ olmak mecburiyetin-
Tarih bize bu müessesenin ehemmiyet ve
azametini göstermektedir. Bugün de dünyanın neresinde Müslüman varsa orada tarikat mensubu da
muhakkak vardır. Dün de bugün de İslâm’ın yayılışında tarikatların büyük çapta rol sahibi olduğu görülür. Kanun çıkarmakla ve polis takibiyle de
dedir. Bu sebeple meşrû’ Şeriat hedefine,
yasaklansa da yaşamakta ve gelişmektedir, iftirâ
meşrû’/nizâmî Tarikat vasıtasıyla ulaşmak icabe-
ve istismarlara rağmen yol almaktadır. Maddeye
der. Meşruiyetin kazanılması için; hâlisiyyet, mah-
yönelişin hızlı çoğalıp arttığı dünyamızda ona çok
viyyet, ilim ve amel şarttır.
daha ihtiyaç duyulacaktır. Meşrûiyyetimizin kaynağı olan; samimiyet, tevâzu, ilim ve amele dört
Tasavvuf; meşreb ve tarzın, tarikat ise müessesenin adıdır. Hedef insan-ı kâmil yetiştirmek ve
Burhan
elle sarılmak onun varlık sebebi olacaktır. (Daha fazla
bilgi için bkz. Tasavvufta İslâmî Hassasiyet, O.Öztürk, İstanbul, 2003.)
21
Yirmisekiz
[email protected]
Özkan KILBAŞ
Gerçek Bayram...!
Satırlarıma başlarken bütün Müslüman kardeşlerimizin mübarek kurban bayramlarını en içten
duygularla tebrik eder , sağlık , sıhhat , huzur ve
mutluluk içinde nice bayramlar yaşamalarını Yüce
Yaratıcımızdan temenni ederim. Umarım bu bayram zalimlerin zulümlerini durdurmasına , akan
kanların yerini mutluluk gözyaşlarına bırakmasına
ve dünyanın her yerinde adaletin , barışın hakim
olmasına vesile olur.
Bilindiği gibi bayram günleri Allah’ın insanlara
bir hediyesidir. Bu günler insanların kaynaşmalarına , kucaklaşmalarına , sevgi ve dostluk duygularının kabarmalarına ve bu duyguların hayata her
zaman kinden daha fazla yansımalarına ve paylaşmanın ciddi anlamda gözlenmesine ve doruğa
çıkmasına vesile olan, olması gereken günlerdir.
Gerçekten bayram günleri haber programlarına
yansıyan , duygulandıran bir o kadarda bizleri sevindiren ve umutlandıran pek çok manzara ve görüntü vardı. Ensar - Muhacir kardeşliğini bir nebze
de olsa anımsatacak görüntülerdi bunlar. Bu görüntüler bir yandan gözlerimizin sulanmasına ve
içimizin burkulmasına vesile olurken , bir yandan
22
da bize bir aşk ve şevk vermektedir. Bu ülkede , bu
zamanda hala başkasını düşünen , başkalarının
derdini kendi derdi bilen , başkası için kendi rahatını , ailesini bırakıp kardeşinin durumunu düzeltme konusunda sefere çıkan yüce ruhlu
insanların olduğunu gösteriyor. Adeta bize bu kervana sizde katılın , ümit var olun mesajı veriyordu.
Ümitsizliğe kapılmayın. Bu gibi yardımlaşma fotoğraflarını hep biz tarihten okumuş , başkalarına
da bir hikaye ve masal gibi anlatmıştık. Ama artık
görüyoruz ki suçu zamana atıp bu işlerden kaçma
şansımız yok. Bu zamanda da Hz. Ebubekir gibi.,
Hz. Ömer gibi davranılabiliyormuş. Bu tür yardımların var olduğunu kabul etmek için elbette ki bunları ekranlardan izlemek gerekmiyor. Hani sık sık
söylüyoruz ya bu zamanda fedakar, başkasını kendine tercih eden Müslüman kaldı mı ki diye . Bu dinimizin ruhuyla da uyuşmayan felsefe artık iflas
etti. İşte bunun en büyük delili ekranlardaki bayramlaşma görüntüleri ve bu bayramda evinden,
çocuğundan kilometrelerce uzaktaki insanların yanına bayramlaşmak ve kurbanını onunla paylaşmak için bayram günlerini yuvasından uzakta
geçiren gönül erlerinin , vefa ve fedakarlık dolu yüBurhan
reklerin hem yurt içinde hem yurt dışında göster-
götüren yollar ise işte bu tür icraatlardır.
dikleri örnek tavır ve bunun yaşanmasına destek
İnanın yazmaya başlarken bu mevzuyu işleyeceğim hiç akılıma gelmemişti. Aslında ben bu yazıya bu başlığı şunun için koymuştum. Bir gün bir
Allah dostu yatsı namazı sonrası cami çıkışında
cemaati oluşturan insanlara elini tek tek uzatıp
şöyle der. Bayramım mübarek olsun. Cemaattaki
insanlar şaşkınlık içerisinde birbirlerine bakar ve
Allah dostunu uyarırlar. Efendi efendi bugün bayram değil. Bayram geçti, diğeri de daha gelmedi
derler. Allah dostu insan diğerlerine şöyle der. Beklememe gerek yok . Bugün benim bayram günüm.
Çünkü ben bugün hiç günah işlemedim. Günah iş-
veren cömert, “Komşusu açken, kendisi tok
yatan bizden değildir” hadisi şerifini en ala bir şekilde kavramış ince ruhlu insanlardır. Müslüman
işte bu yüce ruha sahip kimsedir . Sürekli hayra
koşan, hayırda yarışan, şerre engel olan , mazlumun başını okşayan , zor durumda olanların olumsuzluklarını paylaşan dünyaya ve içindeki her
geçici şeye pamuk ipliğiyle bağlı olan kimse . Hakkın hatırı için yollara düşen ve zamanını , emeğini
ve malını bu uğurda seve seve feda edebilen kimsedir Müslüman...
Ben bu bayramda ihlaslı bir şekilde gerek yurt
içinde ve gerekse yurt dışında , kurban ibadetinin
asıl amaçlarından biri olan fakir fukarayı sevindirmek şıkkını yerine getirmek için elinden gelen her
türlü çabayı gösteren ve bu uğurda parasını, zamanını, emeğini harcayan Deniz Feneri, Kimse
Yok mu, Can Suyu, İHH v.b., yardım kuruluşlarını
ve kurbanlarını bu kuruluşlara vererek bu hizmete
destek verenleri gönülden tebrik ediyor ve bundan sonraki çalışmalarında başarılar diliyorum.
Allah razı olsun. Allah yar ve yardımcıları olsun.
Sanırım bayrama anlam yükleyen ve bayramı bayram yapan anlayış bu olsa gerek. Bayramlar
arınma günleridir, melekleşme günleridir. Arınmaya
Burhan
lemediğim her gün benim bayram günümdür. İşte
gerçek bayram budur. Evet bayram anlayışımızı bu
şekilde değiştirmeli ve bu Allah dostu gibi her günü
bayram yapmanın çaba ve gayreti içinde olmalıyız.
Bayramın bizlere kazandırdığı paylaşma, sevgi,
saygı, barış, dostluk, merhamet, yardımlaşma, hatırlama gibi duyguları diri tutmalı ve her güne yaymalıyız. Her anımızı ve günümüzü bayram anlayışı
içinde geçirmeli ve bu konuda hassas davranmalıyız. Hepinizin bayramını tekrar tebrik ediyor dualarınızı bekliyorum. Allah’a emanet olunuz.
23
Yirmisekiz
Ömer KORKMAZ
Çöl Üniversiteleri
İşgale Karşı Alternatif Bir Eğitim Modeli
Moritanyada Kur’an Kursu
Tarihte, adı altın harflerle yazılan bazı ülkeler
veya şahıslar vardır. Bunların isimleri ne zenginliklerinden dolayı ne de askeri güçlerinden dolayı günümüze kadar ulaşmıştır.
Osmanlı Tarihinde birçok âlim olmasına rağmen günümüzde en çok adı anılan Akşemseddin’dir. Akşemseddin, Fatih Sultan Mehmet gibi bir
devlet başkanı ve askeri bir dehayı yetiştirmiş,
onun manevi terbiyesini vermiş gerçek bir kahramandır.
Moritanya âlimleri, bütün ilimleri
şiire dökmüşlerdir. Halk şiire çok
yatkın olduğu için mahdarada
bütün ilimler şiir olarak
ezberleniyor. Fıkıh, Siyer, Usul
ilimleri, Tarih, Coğrafya, Tıp ve
Hukuk kısaca bütün ilimler şiir
Son dönemlerde birçok siyasi liderin, işadamının manevi terbiyesinde rol oynamış Mehmed
Zahid Kotku da böyle şahsiyetlerden birisidir. Bu tip
şahsiyetler kendi başına bir üniversitedir ve ortaya
koydukları ürünlerle anılırlar.
1960 ‘larda Fransız işgalinden kurtulmuş Moritanya dünyanın en fakir ülkelerinden birisi olmasına rağmen bu ülkede yetişmiş âlimler ülkeyi
uluslararası gündemden hiç düşürmemişlerdir.
Batı ve Kuzey Afrika’nın tamamını işgal eden
Fransızlara karşı Cezayir’de uzun yıllar süren 1
24
şeklinde ezberletiliyor. Hukuk
fakültesinde okumak için Fas’a
giden eski kültür Bakanı
Muhammed Salim adlı bir âlim,
Arapça olarak okuduğu Fransız
hukukunu dahi on bin beyitte şiir
haline getirmiştir.
Burhan
milyon insanın şehit olmasına neden olan silahlı bir
direniş sergilenirken, gerek nüfusunun çok az olması gerekse imkânsızlıklarından dolayı Moritanya
halkı ise Fransızlara karşı kültürel ve ilmi direniş
yolunu seçmiştir.
Bölgeye Fransızcayı hâkim kılan ve yerel kültürel değerleri yok etmek isteyen Fransa’ya karşı,
aydınlar ve âlimler öğrencilerini alıp çöllere çekilmişlerdir. Halk, Fransız kültürüne ve diline karşı
sessiz ve derin bir direniş başlatmıştır. Bölgede
yüzyıldan fazla kalan Fransa, şehirlerde biraz etkin
olmasına rağmen çöllerde gelişen çok güçlü eğitim
sistemine müdahale edememiştir.
Çöllerde yürütülen eğitim kurumlarına ‘mahdara’ adı veriliyor. Bir mahdaranın oluşumu için bir
hoca ve bir öğrenci yetiyor. Zamanla öğrenci sayısı
artarak çoğalıyor. Yakın zamana kadar bu mahdaraların tamamı seyyar okullar olarak yürütülüyordu.
Çöllerde, bizim Yörük kervanlarına benzeyen gruplar halinde göçebe yaşayan bu hoca ve talebeler
sürekli hareket halinde idi. Bu mahdalarda ilkokuldan üniversite düzeyine kadar eğitim veriliyor. Bundan dolayı Moritanlar ,’Biz üniversiteyi develerin
Burhan
sırtına kurduk.’diye övünüyorlar.
Fransızlar, mastır düzeyinde çok kaliteli eğitim almış mahdara mezunlarını Fransızca bilmedikleri için okuma yazma bilmeyenler arasında
sayıyorlardı. Fransızlara göre okumak yazmak
demek Fransızca bilmekten geçiyordu. Bağımsızlıktan sonra mahdara mezunları ülkenin siyasal ve
kültürel hayatına damgalarını vurarak bunun böyle
olmadığını gösterdiler.
Mahdara eğitim sistemi tamamen ezbere dayanıyor. Çölde zihni çok temiz olarak yetişen öğrencilere ne verirsen ezberliyorlar.
Moritanya âlimleri, bütün ilimleri şiire dökmüşlerdir. Halk şiire çok yatkın olduğu için mahdarada bütün ilimler şiir olarak ezberleniyor. Fıkıh,
Siyer, Usul ilimleri, Tarih, Coğrafya, Tıp ve Hukuk
kısaca bütün ilimler şiir şeklinde ezberletiliyor.
Hukuk fakültesinde okumak için Fas’a giden eski
kültür Bakanı Muhammed Salim adlı bir âlim,
Arapça olarak okuduğu Fransız hukukunu dahi on
bin beyitte şiir haline getirmiştir.
25
Moritanya’da okuma yazma bilen
herkes şairdir. Çünkü hepsinin zihninde
binlerce beyit var. Sıra geceleri bu ülkede
şiir atışmaları şeklinde geçiyor.
Sosyal hayat şiirli sohbetlerden ibaret. Üç milyonluk ülkenin bir milyondan
fazlası şair. Bundan dolayı Moritanya bir
milyon şairin ülkesi olarak biliniyor.
Bu eğitim kurumları sayesinde ülkenin milli kültürü ve dili korunmuştur. Bütün
Fransızlaştırma çabalarına ve resmi kurumlarda yüz yıldan fazla Arapça eğitimi
verilmemesine rağmen,1960’da bağımsızlığına kavuşur kavuşmaz Arapça eğitime
geçilebilmişse bu mahdaraların sayesinde
olmuştur.
Mahdaralar çöllerde hala eğitimini
sürdürüyor. Bu mahdaralarda yaşam tamamen bedevi kültüründen ibaret. Bedevi;
çöl şartları anlamında, yani badiyede yetişmiş adam anlamına gelir. Bedevi; Moritanya’da kültürlü insanı ifade ediyor.
Buraların sosyal şartları çok zor olduğu
için Türklerin bu ortamda okumaları, yaşayabilmeleri oldukça zordur.Bununla birlikte Amerika’nın en önemli Müslüman
hatiplerinden Hamza Yusuf yıllarca bu
mahdaralarda okuyarak eğitimini tamamlamıştır.Mahdaralarda defter, kitap yerine
küçük ahşap levhalar kullanılmaktadır.
Mahdara Sisteminin ilk kurucuları
Moritanya’da bulunan Şengıyt şehrinin
âlimleri olduğu için mahdara mezunları
kendilerini Moritanyalı yerine Şengıytî yani
Şengıytlı olarak tanıtıyorlar. Bundan dolayı
Moritanya’nın diğer adı ise Şengıyt yani
Şengiytîlerin ülkesi olarak biliniyor. İyi yetişen mahdara mezunu Şengıytiler Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt ve Suudi
Arabistan’da en üst düzey görevlere getiriliyorlar.
Son dönemde yetişmiş en iyi Şengıytilerden birisi Allâme Hasan Dedo’dur.
Bugün 45 yaşlarında olan Allâme Dedo;
sarf, nahiv, usul-u fıkıh, usul-u hadis ve fı26
Burhan
kıhta temel eserlerin tamamını ezberlediği gibi
Kütüb-i Sitteyi râvileriyle ezbere bilen en genç Şengıytî olarak biliniyor.
Prof. Yusuf Kardavî, Allâme Hasan Dedo’nun
olduğu yerde, ‘Bizim kaynak kitap bulundurmamıza, kaynaklara dönmemize gerek kalmıyor. Sorularımızın cevabını kitaplarının sayfasına kadar
ezbere bilen Hasan Dedodan alabiliyoruz.’ Diyor.
verilen zorunlu eğitimin fiyaskoyla sonuçlanması
sonucu alternatif arayış içerisinde olanlara bu alternatifin Fransız emperyalizmi karşısında çölde
bile yeşerdiğini hatırlatmaktır. Çöl şartlarında, bu
alternatifler ortaya konabilmişse iletişimin, teknolojinin bu kadar geliştiği ve yaygınlaştığı ortamlarda
duyarlı insanların daha kaliteli alternatifleri ortaya
koymaları gerektiğini hatırlatmak içindir.
Hasan Dedo’nun en önemli özelliği ise mütevazı
ve mûtedil bir âlim olmasıdır. Selefilikle, tasavvufu
Amerikan eğitim sistemine güvenmeyen mu-
bir arada götürmesi ise nadir durumlardan birisidir.
hafazakâr aileler Homeschool (Ev Okulu) sistemini
Bununda sebebi Abdul Fettah ebu Gudde ve Na-
geliştirmişlerdir. Bu sistemin ülkemize gelmesi için
suriddiyn Albanî ile yakın ilişkilerinin olmasından
kaynaklanıyor.
Mahdara ders programları çok teknik bir konu
birkaç yıl daha beklememiz gerekebilir. Bu arada
birçok kuşağı kaybedebiliriz. Eğitimin beklemeye
tahammülü yoktur.
olduğu için bir başka yazımızın konusu olarak ilgilenenlere sunulacaktır.
Bu arada ‘Okulsuz Toplum’ kitabıyla farklı alternatifler olabileceğini bize hatırlatan İvan İllichi’i
Bu makalenin amacı, günümüzde gerek doğuda gerekse batıda dayatılan devlet kontrolünde
Burhan
saygıyla anıyor, bu tür aydınların ülkemizde de yetişmesini diliyorum.
27
Yirmisekiz
[email protected]
Doç.Dr. M.Hanefi PALABIYIK
‘Kader İnancı’ Üzerine
OKUMALAR
Kader, hakkında çoğu zaman susmayı tercih
ettiğimiz, hatta ‘din’ konusunda en yetkili kişi olarak bizi aydınlatması gereken Allah Resulü’nün ağzından da ‘önceki ümmetleri helak eden konunun
kader tartışmaları olduğu, bu yüzden de hakkında
konuşulmasını uygun görmediği’ söyletilerek irdelenmeyen bir inanca dönüşmüştür. Her ne kadar
‘tabu’ya dönüştürülmüş ve bu bağlamda hakkında
konuşmamız geleneksel olarak yasaklanmışsa da
kader inancı, tarih boyunca tüm insanlığın olduğu
gibi, Müslümanların da ilgilerini çekmiştir. Mezkûr
yasak, dinî, siyasî, sosyal ve kültürel birçok sebepler içermekle beraber, burada en önemli sebebin, siyasî ve sosyal olduğunu; ama en az da dinî
olduğunu düşünmekteyiz.
Kader meselesi, insan aklına arız olan ve insanlığı meşgul eden en karmaşık problemlerden
biridir1. Hücreyi açmayı başaran bilim adamlarının,
‘her şey bittiğini’ ve ‘bilimde son noktanın konduğunu’ sandıkları esnada, daha büyük ve karışık sorunlarla karşılaşmaları gibi; kader konusunun içine
girildikçe de sorular artmış, mesele çözüldü zannedildikçe dolanmış ve Gordion Düğümü halini
28
almış veya öyle zannedilmiştir. Görünen odur ki,
aynı tarzda gidilirse bu kördüğüm kıyamete kadar
da çözülemeyeceği görülmektedir.
Her ne kadar sorun karmaşık da olsa, konunun anlaşılamaz ve anlatılamaz olmadığına inanmaktayız. Çünkü Müslümanlar açısından kader
meselesinin çözümü için başvurabileceğimiz yegâne kaynak, Kur’ân-ı Kerîm’dir. Bu yüzden bu konuda yapacağımız her türlü yorumun dayanağının
Kur’ân olması gerektiğini düşünmekteyiz. Ayrıca
meseleyi, klasik görüşlerden arınarak ve yeni düşüncelere açılmaya hazır olarak ele almak gerektiğine inanmaktayız. Çünkü yeni, ancak eskinin
tenkidi veya bir kenara bırakılmasıyla anlaşılabilecektir. Ayrıca her ‘dünya görüşü’ kendi içerisinde
tutarlıysa, ‘yeni bir görüş’ de kendi tutarlılığı içerisinde ele alınmalıdır. Bu arada yeninin, ‘kendiliğinden yeni’ yani ‘mübdâ’ veya ‘bid’at’ olduğunu değil,
geleneğin içinden ve geleneksel anlayışların tenkidinden çıkarıldığını düşünmekteyiz.
Kader hakkında çok şey yazılmış, çizilmiş,
can alıcı tartışmalar yaşanmış, fakat bir türlü sonuç
Burhan
alınamamıştır. Çünkü kaderle alakalı tartışmalarda
çoğunluk, çözüm bulmak yerine, mezhebinin, fırkasının görüşünü öne çıkararak savunmayı tercih
etmiştir. Tartışmaların tarihî boyutu, akidevî ve ilmî
kaygılardan daha çok siyasî kaygılardan etkilenmiş,2 kim hangi dünyaya dönükse, öbürüne kör ve
sağır kalmayı tercih etmiştir3. Zaten taassubun ve
ön yargının olduğu yerde bir ilerlemeden, bir sonuca varmadan bahsetmemizin imkânsızlığı ortadadır.
Kaderi tarif ederek konuya başlamak istiyoruz. Kader sözlükte, “gücü yetmek4, planlamak,
miktar, ölçü, bir şeyi bir ölçüye göre tayin ve tahsis
etmek, bir hikmete göre yapmak5, ölçü ile yapmak,
bir şeyin seklini, niteliğini belirlemek, kıymetini bilmek, rızkını daraltmak6, bir işi tam bir sağlamlık ve
tam bir güvenle gerçekleştirmek”7 gibi anlamlara
gelmektedir. Ayrıca “kudret ve ölçme” için de kullanılan bir terim olup, Kur’ân, kader kelimesini bu iki
anlamda da kullanmıştır8.
Buna göre kader, ilahî plan ve programdır9
Varlığın sınırlarını belirlemektir10. Allah’ın mahlûku
bir ölçü ile belli bir düzen ve tartı ile var etmesidir11.
Allah’ın fiili olarak Kur’an’da, Allah’ın her şeyi bir ölçüye göre, sebep-sonuç ilişkisi içinde düzenli, sınırlı, kimlikli, muayyen ve kurallı yaratması
(Sünnetullâh) anlamındadır12. Örneğin: “Allah
her şey için bir ölçü (kader) koymuştur” (Talak, 3).
“Geceyi ve gündüzü Allah takdir etmektedir”
(Müzzemmil, 20). “O (her şeyin) biçimini ve süresini
belirleyip (kaddera) hedefini gösterdi” (A’lâ, 3). “
“Aranızda ölümü biz kader kıldık” (Vâkı’a, 60). “Biz
her şeyi bir plana (bi-kaderin) göre yarattık”
(Kamer, 49)
Bunlardan ayrı olarak Kur’an’da, kader, “süre,
vakit” anlamında (Mürselât, 22); “bir şeyin haddi,
hududu, kapasitesi” anlamında (R’ad, 17); “kıymetini takdir, değerini idrak anlamında” (En’âm, 91) ve
“sayı, adet” anlamında (Me’âric, 4) değişik ayetlerde kullanılmıştır13.
Bu ayetlerden yola çıkarak konuyu biraz
daha açmak istiyoruz: Kur’ân’a göre Allah, bir şey
yaratacağı zaman, o şeyin kabiliyetlerini ve davranış kanunlarını (Sünnetullâh) o şeyin mahiyeti içeBurhan
risine yerleştirir. Böylece o şey, bir düzen içine girer
ve evrende bir etken durumuna gelir. Evrendeki her
şey bu kanunlarla hareket ettiği için Allah’ın emrine
teslim olur14. Bu yönden tabiat, Allah’ın köklü bir
şekilde içine yerleştirdiği kendi kanunları sayesinde
işler15. Tabiat, Allah’ın emirlerine karşı gelmez ve
gelemez, yani tabiat, tabiat kanunlarını çiğneyemez16. Bu evrensel kanunun tek istisnası ise insandır. Çünkü Allah’ın emirlerine uyup uymamakta
bir seçim yapabilme kabiliyeti kendisine verilen tek
varlık odur17.
İşte tabiatla insan arasındaki esas fark, tabiata gelen emirlerde itaatsizliğe izin verilmeyişinde, insana olan emirler de ise insanın seçim
yapmasının ve özgür iradesinin dikkate alınmasındadır18. Bu durum, insana yaratılış düzeyinde eşsiz
bir yer verir ve aynı zamanda sadece takva ile altından kalkacağı eşsiz bir sorumluluğu da ona yükler19. Çünkü Allah, irade ve idrak ile donattığı
insana20, bu dünyada, hayatını devam ettirebilmesi
için gerekli bütün şartları en güzel surette ve en
mükemmel tarzda hazırlamıştır21. İşte insanın denenmesi de burada işin içine girer: İnsan, bu irade
ve idrakini iyilik için mi yoksa kötülük için mi kullanacaktır, başarmak için mi yoksa kaybetmek için
mi kullanacaktır?22 Bu yüzden Allah’ın insanı yaratması, ona rızk ve hidayet vermesi onun sorguya
çekilmesini gerekli kılar.
Buna bir örnek vermek istiyoruz: İnsanın bedeni,
et, kemik, sinir vs.’den yaratılmıştır. Tabiattaki birçok varlığa karşı türlü reaksiyon gösterir. Vucüdumuza giren bir merminin bedeni tahrip etmesi, hem
onun sertliği, hızı vb. özellilikleri münasebetiyle,
hem de bedenin yapısı gereği ondan etkilenmesi
anlamında Allah’ın onlara yüklediği özellikleridir. Bu
bağlamda, mermi vücuda girince onu yaralar veya
öldürücü bir noktaya girmişse onun işlerliğini sona
erdirir. Beden de kendi özelliğine uygun davranarak, merminin girdiği yere uygun olarak cevap verir,
yaralanmaya veya ölüme gider. Bu, bedenle mermi
arasındaki ilişkinin sonucudur ve bu ilişkiyi, ilk yaratılışın sahibi olan Allah koymuştur. Tabiattaki hiçbir varlık, böyle bir ilişkiden kurtulamaz.
Başka bir örnek daha vermek istiyoruz: Yuvarlak bir cismin yuvarlanması ve bunu uygun bir
ortamda harekete geçmesi, Allah’ın onun tabiatına
29
yüklediği özelliktir. Yuvarlak eşya yamaca gelince
yuvarlanmak durumundadır, bu onun kaderi olup,
baştan bu özellikte (kaderde) yaratılmıştır. Önüne
bir engel çıkınca durumuna uygun olarak duracaktır bu da onun özelliği olarak yapısında bulunmaktadır. Eğer engeli aşabilecek özellikteyse aşar,
değilse aşamaz, bu, onunla engel arasındaki ilişkinin durumuna göre değişiklik arzeder, bu iki varlığın özelliklerinin (kaderinin) çakışması sonucudur.
Kader hakkında çok şey
yazılmış, çizilmiş, can alıcı
tartışmalar yaşanmış, fakat
bir türlü sonuç alınamamıştır.
Sonsuza kadar örneklendirilebilecek bütün
her şeyin ve her şeyin ilişkisinin benzer özelliklerle
‘kader olarak’ ortaya konmasının, son derece olası
ve tutarlı olduğunu düşünmekteyiz. Fakat örnekleri
uzatmak istemiyoruz.
Allah hiçbir şeyi gayesiz, abes olsun diye ve
zaman geçirmek için yaratmaz23. “Yeri, göğü ve
ikisi arasındakileri boş yere yaratmadık.” (Sa’d,
27); “Biz yeri, göğü ve bunların arasında olanları
eğlence olsun diye yaratmadık. Eğer bir eğlence edinmek isteseydik, kendi katımızdan
edinirdik. Yapacak olsaydık böyle yapardık.” (Enbiya, 16-17). Eğer kâinatı ve insanı eğlence olsun diye
gayesiz yaratsaydı, o zaman Kur’ân’ın kasteddiği
anlamda, hidayetten, sapıklıktan ve bir hesaba çekilmekten bahsetmek sadece yersiz olmakla kalmaz, aynı zamanda bir aldatmaca da olurdu24.
Allah’ın, insanları iyiliğe çağırıp, kötülükten menetmesi, idrak ve irade vermediği insanı, tefekkür etmeye, düşünmeye, görmeye ve anlamaya davet
etmesi anlamsız olurdu. İyileri cennetle müjdelemesi, kötüleri cehennemle tehdit etmesi boş bir söz
olurdu. Çünkü Allah insana mahlukatın bilgisini vermiş ve onunla ilişkiye geçmesini de sağlamıştır.
Bütün bunlara rağmen, kader meselesinin ortaya çıkış zamanını bilmek gerektiğini de düşünmekteyiz. Tarihî sürece baktığımız zaman, cahiliye
devri insanlarında iki çeşit kader inancının olduğunu görüyoruz: Her şeyin ezeli takdire göre olduğuna ve insanın elinden gelen hiçbir şey
bulunmadığına inananlar olduğu gibi, insanın fâil
ve yaptığından sorumlu olduğuna inananlar da
vardı25. Ama büyük çoğunluğu cebrî kadere inanıyor, yani fiillerin gerçekten insandan sâdır oluşunu
red ve bu fiilleri Allah’a isnat ediyorlardı26. Araplar,
insan hayatının -özellikle ölüm ve musibetlerin30
Çünkü kaderle alakalı
tartışmalarda çoğunluk,
çözüm bulmak yerine,
mezhebinin, fırkasının
görüşünü öne çıkararak
savunmayı tercih etmiştir.
‘dehr’in (zamanın) kontrolünde olduğuna inanıyorlardı27: “Bu dünya hayatımızdan başka bir şey
yoktur; yaşarız ve ölürüz, bizi helak eden dehrden (zamanın akıp gitmesinden) başkası değildir.’ dediler.” (Casiye, 24).
Cahiliye Arap şiiri, insan hayatının ‘dehr’in
kontrolü altında olduğunu, yaşamanın ve ölümün
dehr tarafından tayin ve tespit edildiğini ifade eden
atıflarla doludur. Bir kimsenin başına gelenler
daima ‘dehr’ tarafındandır, insanoğlunun muvaffakiyeti ve bilhassa başarısızlığı, bahtsızlığı hep
‘dehr’ kaynaklıdır. Burada karşı konulamaz bir
yazgı, ‘ne yapılırsa yapılsın değişmeyecek bir gelecek’ anlamında bir ‘geleceğin belirlenmişliği’
inancı çöl hayatında insanlara bir dayanma gücü,
zorluklara aldırış etmeden hayatını idame ettirebilme azmi vermektedir. Bu anlayış bedevî hayatına uygunluğu aşikardır. Bir insan her şeyin
önceden tayin ve tespit edildiğini neticede ortaya
çıkan şeyin kendi gayreti ile tesir altına alınamayacağını ve değiştirilmesinin mümkün olmadığını
kabul ettiği zaman, çöl şartlarında felakete gitme
endişelerinden ve kararsızlıklardan kurtulur. Böyle
Burhan
bir kadercilik, bedevinin çölde yaşamasına ve güç
ve güvenle yarınlara sahip çıkmasına yardım etmiş
olur28.
Resulullah'ın sağlığında bu konunun bir
sorun olarak gündeme geldiği görülmemekle birlikte, ilk halifeler döneminde Hz. Ömer’in hilafetinden beri sorunun giderek belirginleştiğini
görüyoruz. Hz. Ömer döneminde hırsızlık yapan
biri, bunu “Allah’ın takdir ve kazasıyla yaptığını”
söyleyince, Halife Ömer, bu adama hırsızlığından
dolayı el kesme, bir de Allah’a iftira ettiğinden dolayı sopa cezası uygulamıştır. Yine Sıffın savaşından dönünce yaşlı bir ihtiyar, başlarına gelen bütün
olayların Allah’ın önceden takdir etmesiyle -kaçınılmaz- olarak vuku bulduğu inancı hakkında Hz
Ali’ye bir soru sorunca, o, kaza ve kaderi Allah’ın
önceden takdiri olarak değil, ezeli ilmiyle bilmesi ve
insanlara iyi olanı emretmesi, kötü olanı yasaklaması olarak yorumlar29.
Allah tarafından bilinip tayin edilmesi anlamında
‘kader’ düşüncesini sistematik olarak ilk defa
Emevi iktidarı savunmuştur. Zorla ele geçirdikleri
iktidarı meşrulaştırmak ve halk nezdinde saygınlık
gören Ashabın olumsuz durumunu izah etmek için
bu yola başvurmuşlardır31. Hz. Muaviye, ‘yaptıklarının, Allah’ın kaderi ve ön tasarımı ile gerçekleştiğini’
söyleyerek
üzerinden atmak
icraatlarının
istiyordu32.
sorumluluğunu
Zülüm ve haksızlıkla-
rın bu şekilde ‘kader’ üzerinden meşrulaştırılması,
haksızlıklara karşı kitlelerin protestosunu, başkaldırısını ve muhalefet bilinci oluşturmasını önlemeye mâtuftu33. Hz. Muaviye ve Emevi halifeleri,
bu yüzden o anda Arap zihninde köklü bir yer etmiş
olan cebrî kaderciliğe sarılmışlardır. Allah’a şirk koşanların Kur’ân’ın şahitliğiyle sabit olan aykırı
‘kader inançları’, saadet asrının hemen ardından
yeniden tedavüle sürülmüştür34. Bu görüşler al-
Burada görüldüğü gibi daha sonraki dönemlerde ve günümüzde, her ne zaman ‘kaza ve kader’
(bu terimlerin Resulullah zamanında kullanılmadığı
unutulmamalıdır) tartışması çıksa, ‘Allah’ın bilgisi’nin gündeme getirildiğini görmekteyiz. Bu hususta yapılan tartışmaların, yani olayların ‘Allah’ın
bilgisi’ dâhilinde cereyan ettiğinin söylenmesinin
gereksiz olduğuna ve tartışmalara hiçbir katkı sağlamadığına dikkat çekmek istiyoruz. Çünkü benim
fiillerimin ‘Allah’ın bilmesi’yle ilgisi olmadığını iddia
ediyorsak -ki zaten öyle olduğu kabul edilmiştirbunu seslendirmenin ve bu bilgiyi tartışmanın gerekli olmadığını düşünmekteyiz. Yani ‘benim şöyle
ve böyle yapacağımı, Allah bilse ne olur -haşa- bilmese ne olur?’ Bunun önemi olmadığını söylemekle beraber, yine de kader tartışmalarına bu
konuyla başlanmasını -hatta buna ‘kader’ denmesini garipsemekteyiz. Aslında bu tartışmalara ‘Allah’ın çekilmesi’ de ancak bu yolla sağlanmakta ve
tartışmada, cebrî olanın eline koz verilmektedir.
Tartışma böyle başlayınca sonucun da zaten çıkmaza varacağı aşikârdır.
tında kurulan Cebriye ekolü, insana, eylemlerinde
hiçbir rol tanımıyordu. Onlar, “insan bir yaprak misali rüzgârın önündedir. İnsan, rüzgâr nereye isterse oraya gitmek zorundadır, çünkü kulların fiilini
yaratan Allah’tır35. İnsanın bu fiillerde hiçbir fonksiyonu yoktur. Yaşanan olaylar Allah’ın ezeli takdiriyledir.” diye görüş belirtiyorlardı. Devletin maddî
ve manevî desteğini de arkasına alan Cebriye, bu
fikirlerini insanlara kabul ettirmiştir. Fakat insan özgürlüğünü savunan ve İslam geleneğinin en dikkat
çekici ve en aydınlık yönlerinden biri olan Mutezile36 ve Cebriye karşıtı gruplar bu konuda başarılı
olamamıştır. Görünen odur ki, İslam’ın, olanca ruhî
gücüne rağmen, Araplar şartlandıkları ‘dehr’ fikirlerinden kendini kurtaramamıştır37.
.............................................................................................
*
Atatürk
Üniversitesi
İlahiyat
Fakültesi
Öğretim
Üyesi,
([email protected], [email protected])** Araştırmacı
1 Akbulut, 272, 2 İslamoğlu,165, 3 İslamoğlu, 169, 4 Akbulut, 284, 5
Atay,133, 6 Akbulut, 285, 7 Güler,93, 8 Rahman,43, 9 Aydın,28, 10 Akbulut,301, 11 Rahman,43, 12 Güler, 94, 13 İslamoğlu,163, 14 Rahman, 59, 15
Bu iddialarımız destekleyen en önemli husus
da, kader tartışmalarının bir ‘iman’ meselesi olarak
ilk defa Emeviler döneminde ortaya çıkmış olmasıdır30. İnsanların başına gelen olayların önceden
Burhan
Rahman, 32, 16 Rahman, 44, 17 Rahman, 59, 18 Rahman, 44, 19 Rahman, 45, 20 Rahman, 39, 21 Kırkıncı, 11, 22 Rahman, 38, 23 Rahman, 37,
24 Rahman, 37, 25 Akbulut, 271, 26 Watt, 122, 27 Güler, 77, 28 Keskin, 22,
29 Güler, 78, 30 Aydın, 28, 31 Güler, 79, 32 Ammara, 14, 33 Güler, 79, 34
İslamoğlu, 166, 35 İslamoğlu, 168, 36 Ammara, 7, 37 Watt, 159
31
Yirmisekiz
Hüseyin SELAMCI
Mesajı Doğru Algılama
İnsanlar birbirlerini anlama sürecine, hayat
çizgilerinden ayırdıkları uzun zaman diliminden,
harcadıkları çabalarla, verdikleri amansız mücadelelerle ulaşırlar. İnsanların anlayış melekeleri,
olayları idrak ettikleri ölçüde işlem görür. İnsanların
bu anlayış melekelerini bir noktada toplayabilirsek,
birbirlerini anlama sürecini kısaltmış olacağız. Tabiki bu da çok zor olanı başarmak olacaktır.Başarıldığında ise insanlar olarak sonsuz zevke ulaşmış
olacağız.
İnsanlar aynı frekanstan yayın yapan radyolarını açtığında farkında olmadan, o frekansı dinleyen bütün insanlarla, o frekanstan yayın yapan
verici istasyonda birleşiyorlar. Böylece bütün insanlar anlayışlarını o bir tek noktada birleştirdikleri
için, birbirlerini daha iyi anlamaya başlıyorlar. Bu
anlayış zamanla hoşgörü ve insanlar arasında birbirlerinin kişiliğini incitmeyecek şekilde davranış
kurallarına dönüşmektedir. Önemli olan frekansların çatışmasını körüklemek değil, insanları aynı frekansa yönlendirmektir.
Her insanın ayrı ayrı frekanslarla farklı yayınlar yapan radyo kanallarını dinleyip, ayrı ayrı anla32
yışlarla, birbirlerine karşı tahammülsüz bir yaklaşımla, aynı gezegende yaşam mücadelesi vermesi
ne kadar zor oluyor. Halbuki bu dünyada insana
kendi nasibi olan nimetler ayrılmış ve vakti geldiğinde edebiyle verdiği mücadele sonunda kendisiyle buluşmaktadır. Bunun için haddi aşmasına,
zorba bir davranışta bulunmasına gerek yoktur.
Her şey tek bir insanla başladığına, o da kamil bir
insan olduğuna, her eşyanın sırrı kendine öğretildiğine göre insanların sapmasını gerektiren bir
özelliklerinin olması gerekir. Aslında dünyadaki
bütün medeniyetler, ilk insan Adem (a.s) ile başlayan, peygamberlerin getirdiği, değişmeyen bir kaynaktan yayın yapan tevhid medeniyetidir. İnsan
üstü bir güç tarafından gönderilen mesajlara dönüşüm gerçekleştiğinde, insanlar birbirlerini daha
iyi anlayacaklar. Çünkü senin benim mesajım, yayınım, doğrularım değil, senin ve benim tek kaynaktan yayın yapan mesajı algılamamız, idrak
etmemiz ve onu hayatlarımıza yansıtmamız ölçü
olacaktır.
İnsanlar kendi kafalarından bir medeniyet
inşa etmediler. Gerçek medeniyetleri tahrif ederek,
yeni ama yanlış medeniyetler inşa ettiler. Bu inaBurhan
nışları ile kendilerine haklı olma hakkı verdiler.
Firavuna: “Neden insanlara zulmediyorsun?”
diye sorduklarında, ben onlara zulmetmiyorum,
bu benim hakkımdır, diyordu. Musa (a.s)’ da
onun tahrif ettiği tevhid medeniyetini, tekrar düzeltmeye çalışıyordu.
Nuh (a.s) toplumunun ve toplumun ileri gelenlerinin yanlış anlayışlarını düzeltmek için 950
yıl, tevhid mücadelesi verdi. Her yüz yılda bir
gelen insanlık neslini sabırla bekledi. Ama ne
yazık ki, her gelen nesil bir önceki neslin yanlış
yayınlarıyla doğrulara dönemeden helak olup
gittiler.
İbrahim (a.s)’ın dinindeniz deyip, şirkin, çıkarların, despotluğun, Allah birdir diyenlere karşı
zulmün zirvelerinde yaşayan Mekkeliler de Cebeli Nur dağından yayın yapan, ilahi dinin peygamberinin tevhide davetiyle, birbirlerini seven,
birbirlerini anlayışla karşılayan, bir karıncayı bile
incitmekten imtina eden, kız çocuklarını diri diri
toprağa gömdüklerinden dolayı pişmanlık gözyaşları döken, merhamet ve şefkat insanları oluyorlardı.
Bizlerde akıllarımızı yaratılış fıtratımıza
aykırı yayın yapan, bizleri asıl kimliğimizden koparıp yabancı olduğumuz, tahrif edilmiş yanlış
bir kültürün değerlerine götüren vericilerle irtibat
kurduğumuzdan, birbirimizi anlamaz hale geldik.
Bizlere ne oluyor ki, her şeye merhamet
ve şefkat nazarıyla bakmamızı gerektiren iman
gibi ortak bir paydamız var iken, birbirimize tahammül edemiyoruz.
Yoksa mesajları anlayamaz, algılayamaz
bir hale mi geldik?
“Yoksa gerçekten onların çoğunun
(söz) dinleyeceklerini veya akıl erdireceklerini mi sanıyorsun?” (Furkan-44)
Bu ayet bizlerin imdadına yetişiyor. Demek
ki tevhid anlayışına akıl erdirmenin zorluğunu
bu dönemde de yaşıyoruz. Peygamberlerin getirdiği ilahi mesajları dinleyip, akıl erdirmenin
herkese nasip olmayacak kadar ayrı bir hususiBurhan
33
yet olduğunu anlıyoruz. Bu mesajları anlayacak,
idrak edecek insanların önce kendilerini beğenme,
gururlarını aşma, kibirlerini terk etme, okudukları
3-5 yanlış fikrin eserlerini bir kenara bırakmak suretiyle kendi öz benliklerine dönüş yapıp, için nefislerinin ve şeytanın tahriklerine karşı eylem
güçlerini kullanmalılar. Yani fikir dünyalarında ciddi
bir temizlik yapmalılar.
“(O peygamber) Onlara O’ nun ayetlerini
okuyor, onları temizliyor.” (Cuma-2)
Bu asırda bizlerde O’nun ayetlerini okuyup,
idrak edip, kendimizi yanlış fikirlerin etkisinden temizlememiz gerekiyor. Çünkü tevhid insanı şirkin
kirlerinden arındıran tek kurtuluş reçetesidir.
Mevki ve makamlar şimşek hızıyla gelip
geçen yağmur bulutları gibidir. Eğer oraların kıymetini bilip, Allah (c.c)’ ın yarattığı kullara merhamet ve şefkatle muamele edilirse, ürünü bol bir
verim elde edilir. Toplumsal barışın temelleri tesis
edilmiş olur. Eğer oraları kendi nefislerinin doğrultusunda kullanıp benim gibi inanmayan, benim gibi
yaşamayan insanlar için bir ızdıraba dönüştürecek
34
olursak o zaman da unutmamak gerekir ki mazlumun ahı mutlaka aheste aheste bir gün çıkar.
Unutmayın! Allah (c.c) hakkını alamayan
mazlumların haklarını iade etmesini seven bir ilahtır. Ummadığınız yerden sizleri rızıklandıran, sizleri
güldürendir.
Tevhid dini dediğimiz İslam’ın en güzel bir
yönü de, dünyada kavga ve anarşiyi istememesidir.
Size zulmedeni affedin. Vermeyene verin, gelmeyene gidin. Prensibiyle olgun ve kamil insan yetiştiriyor. İman intikam almak için değildir. Doğru ve
güzel olanı tesis etmek içindir. Bu önce insanın
kendi nefsinde başlar. Kendi nefsinde bunu yerleştirip, düzene koyamayan toplumun yapılanmasında başarılı olamaz. O zaman nefislerinin zorba
duygularına esir olmuş, kabalıkları ve tahammülsüzlüklerinin kasveti yüzlerine sirayet etmiş insanlar önce kendilerine merhamet ederek, iç
dünyalarına çeki düzen vermeleri gerekecektir.
Yoksa onların kendilerine karşı bu yanlış tutumları,
çevrelerini de toplumlarını da sürekli rahatsız edecektir.
Burhan
Gecelerde
Ey dide nedir uyku gel uyan gecelerde
Kevkeplerin et seyrini seyran gecelerde
Bak heyet-i alemde bu hikmetleri seyret
Bul saniini ol ana hayran gecelerde
Çün gündüz olursun nice ağyar ile gafil
Koy gafleti dildardan utan gecelerde
Gafletle uyumak ne reva abd-ı hakıra
Şefkatle nida eyliye Rahman gecelerde
Cümle geceyi uyuma Kayyumu seversen
Ta Hay olasın hay ile ey can gecelerde
Aşıklar uyumaz gece hem sen uyuma kim
Gönlün gözüne görüne ey can gecelerde
Dil beyt-i Hüdadır anı pak eyle sivadan
Kasrına nüzül eyler o sultan gecelerde
Az ye az uyu hayrete var fani ol andan
Bul canı beka ol ana mihman gecelerde
ALLAH için ol halka mukarın gece gündüz
Ey Hakkı nihan-ı aşk ödine yan gecelerde
Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri (K.S) 1701-1780
Burhan
35
Yirmisekiz
Halil Atik
Sonları Terketmek
Sensizliklerin arasında sessizliğe sesleniyorum şimdi...
Yaşamın en derinlerinde gezerken sensizlik yükümle yığıldım. Hasret denizlerinde
boğuldum çoğu kez. Nasıl yaşayabilirdim ki
sensizliğin acısıyla. Sana erişmek ister kutlu
sevdam büyük bir sancıyla...
rum. Ama nafile çağrışlar... İzin vermez bana
sahte bakışlar....
Bir bilsen acıtan yüreğimi...
Hep seni aradım heryerde. Ulaşmak istedim
sana gönül yollarımla. Blirmisin Ey Sevgili
sanadır yolum. Hep ateş koydular ayaklarımın altına...
Güllerim hasretle başını büktü, gözlerim sensiz gecelerde umuda yaş döktü. Yıkıldı ve serildi benliğim çöl yollarına. Artık bir
yalvarıştayım hep Rabbimden sana doğru.
Artık bir kaçıştayım hep sonlardan sana
doğru.
Diken sapladılar yaralı yüreğime.... Kırdılar umudumu sensizlik ülkesinde... Bense
halâ küsmedim... Çünkü biliyordum ki sana
gelen yollar kolay olmamalıydı...
Sonsuz bakışlarını arar durur gözlerim...
Ve artık hep bir hüzündedir yüreğim...
Biliyordum sana gelmek için atılan
adımlar kan toplardı... Ama yürüyeceğim o
yollarda... Yeri gelecek kanayacağım... Yeri
gelecek ağlayacağım... Dikenler batırılmış
gönlüm gülistan olmaya doğru yola çıkacak...
Hayâllerimdesin ama uzanamadığım
kadar uzak hayâllerimde. Bir yıldız gibisin
gecemde. Uzanıp yüreğime almak istiyo36
Ve bir masum bebeğin annesine baktığı
gibi bu gözlerim hep yoluna bakacak...
Burhan
Senle güle dönüşürmüş dikenli yollar...
Senle manâ bulurmuş sevdalar... Şefkat
dolu bakışınla bir gelsen rüyâlarıma... Aşkı
sarışınla bir sarsan beni yüreğine...
Bir deniz dalgasında yankılanır sana
sevdam... Taşar kıyılara vurur... Bir volkanda
yankılanır sevdam... Ateş olurda yüreğimi
kavurur...
Sonlu hayatımı sonsuz sevdanla yenmek istiyorum...İzinin bulunduğu yüreklerde
kalmak istiyorum hiç çıkmayacasına... Seslenmek istiyorum dağlara yankılansın sevdam hiç susmayacasına... Güller koklamak
ve dermek istiyorum... Yalnızca sana ve
sana olan sevdama...
Acıtırmış sevdalar... En acılarda yaşatırmış yürekleri ve anlıyorum şimdi uğrunda
acı çekenleri... Akan gözyaşları kan olur gülleri boyarmış yollarında... Hasretler sararmış
gözleri... Sevdan, saklarmış sahteliklerden
yüzleri...
Ve bir umut verirmiş senli diyarlardan
sensizlik ülkesine doğru yıldızlar...
Sevgili, bir avuç dua olmak isterdim
gönlüne dolan... Köprü olmak isterdim sana
sevdalıların sevdalarını aktaran... Bir toprak
zerresi olmak isterdim kokunu duyan... Yağmur damlası olmak isterdim tenine değen...
Bir hayâl olmak isterdim sonsuzlukları yırtarak sana uzanan...
Unutulmuşların arasında kalmaktan korkuyorum...
Bir ağlayışla geldik dünyaya... Kalabalıkların arasına girdik hep... Ama yalnızlığın
tam ortasındaydık... Hep hatırlarımızla yaşıyoruz sandık ama unutulmuşluğun fotoğrafıydık...Sen olmayınca hayatımızdan gitti
bıraktı bizi sevdalar...
Dünyalık dertler çöktü içimize... Anlatamadık seni yeterince, yaşayamadık sevdanı
yüreklice...Şimdi eğiktir başım bakamam yüzüne... Akar damla damla gözyaşım soğuk
tenime...
Ve hasretin işlenir yüreğime ilmik ilmik
sana yakın olunca...
Kalbi vuslata kavuşturan en güzel hasrettin sen... Ama anlamadılar insanlar... Mutluluğu hep başka yerlerde aradılar... Ve ne
yazık ki mutluluğu bulduklarını sandılar...
Sonlarla birlikte yaşadıklar... Oysa seni sevmek "Sonları Terketmek" demekti... Öyleydiki sevdan, dertleri gül kokulu cennet
gösterirdi...
Dikenleri gül yapar kanamış gönüllere
verirdi...
Sevda olmak isterdim üşüyen gönülleri
saran... Bir yol olmak isterdim sana varan...
Bir damla yaş olmak isterdim sana akan ve
bir dil olmak isterdim seni anlatan...
İncilmiş yüreğim, sanadır bu son seslenişim: Haydi umuda doğru son bir defa daha
kalk!... Yürü ateşli yollarda yansın ayakların... Aşka aksın çaresiz gözyaşların... Bu
yolda akan kanımızla En Sevgili`ye sevdamızın güllerini çizelim... Umduğumuzu bulmanın verdiği bir umutla yürüyelim... Bizi
incitenlere sevdamızı sunalım...
Sevgili, bir umut olmak isterdim yalnızca seni uman...
Ve fethedelim yürekleri En Sevgili`ye
doğru...
Döner dünya şimdi sahteliklerin ve unutulmuşluğun girdabında... Sana gelmek isterken sevdanla ölememekten korkuyorum...
HAYDİ YÜREĞİM GİDELİM!
SONLARI TERKEDEREK
SONSUZLUĞA DOĞRU...
Burhan
37
Yirmisekiz
Mehmet DEMİRCİ
Küllenen Yarınlar
Hüsrâna rıza verme... Çalış... Azmi bırakma;
Kendin yanacaksan bile, evlâdını yakma!
M.Akif
İnsan, hayat denilen yolun yolcusu. Uçsuz
bucaksız, inişli yokuşlu, yerince düz bazen
engebeli bir yol bu.
Her şey ilk zamanlar duru, anlamlı, açık ve
anlaşılır duruyordu insanın önünde. İnsanın ortaya
koyduğu gayret hep daha güzel bir hayat yaşamak
için. Fark edemiyor yolu ve kendisinin yolcu
olduğunu. Sanki ikamet edeceği yer burası gibi
davranıyor. Değişik kulvarlara yöneliyor, basitte
karmaşığa kendince sevinçler yumağı oluşturuyor.
Günler hızla geçiyor o mutluluk adına
kendine kucak açan dünyayı sömürüyor. Ruhunu
sömürüyor. Gün oluyor sızı alıyor insanın yüreğini.
İnsan insanlığı yok ediyor. Geri gelmiyor saatleri
geri alsa bile zaman. Düş kapanında ilerliyor sabah
akşam demeden. Her acı dokunduruyor hançeri
yüreğe. Her fakir toprağa koşuyor, özüne dönüyor.
Her insan aslında kanıyor için için. Dur duraksız
serüvenler ve yollar kovalıyor insanı. Yetimler,
öksüzler kapı aralarından gözlüyor merhamet
adına şerhler koyan hayır severleri. Kimsesiz
çocuklar yorgan niyetine karanlığı çekiyor üstüne.
38
Bankları anne kucağı biliyor.
sarılıyorlar. Bayramlar yitiriliyor.
Yağmurlara
İnsan kendini kendi dar ağacına çekiyor.
İlmeği kendi takıyor boğazına. Payların en
değersizi düşüyor fakire. Verilen karın doyurmuyor.
Buzlukları süslüyor vitrin niyetine. Sadakalar bozuk
para niyetiyle dağıtılıyor. Ekmek artık nimetten
sayılmıyor, eskisi gibi hürmet görmüyor.
Geceler bizim değil artık. Gaflet içinde
uykuda kendimizden habersiz hayallerde
yüzüyoruz. Yolarımız kayboldu. Sanki binlerce yılın
biriken tufanı yolarımızdaki şeritleri kaybetti.
İnsanlık eriyor da farkında değiliz. Yarınlar eriyor
kar gibi. Ama hep kirden ve isten düşüyor
insanlığımızın payı. Ne yana ne yöne gitsek
tutuşmuş çıkar ocakları çevreliyor bizi. Nesiller
duygusuz ve hissiz yaşıyor. Darmadağın olmuş
yüreklerine sığdıracakları hiçbir şeyleri yok,
merhametten yoksun yaşıyorlar.
Hasılı bu bayramda böyle gelip geçti. Sancılı,
anlamsız ve manasız. Çok karamsar olabilirim.
Burhan
Fakat her ne kadar görünen güzellikler olsa da
yüreğimin bir köşesinde vicdan havanına tuttuğum
düşünceler rahatsız ediyor beni. İnandırıcı
gelmiyor. Çünkü yediye takılıp kalıyor Allah adına
kesilen kurbanlar. Yedi samimiyet ve ihlâsın önüne
geçiyor. İnsanlar sayılara takılıp kalıyor. Allah rızası
sayılarla ölçülüyor.
menfaat adına. Bilim adına nutuk devşirenler
rezalete kapı aralıyor. Ne alan ne de veren bir
anlam taşıyor. Mektepler yanıyor. İnsan bir nevi
kendi yangınını duyuruyor da fark edemiyoruz. Ben
külleniyorum sen bana kulak ver beni bu lav
çukurundan kurtar diyor.
Velhasıl yarınlar külleniyor. İçin için eriyip
Rahmet ve bereket kapılarını açmak için
çabalamak
varken…!
Değişik
ifadelerle
insanlardan gizleniyor manasız düşünceler.
Haklılık payı varmış gibi lanse ediliyor. Müslüman
şuuruna
sahip
olmayan
ama
kendini
Müslümanlıkta caka satan insanlar neyi
amaçlıyorlar. “Desinlere giden, el ne der”
ifadelerine takılıp asıl amaç ve gayeyi hiçe sayan
insanlardan daha ne bekleyebiliriz.
biten ömür sermayesi gündelik uğraşlar yerine
daha anlamlı ve sürekli hedeflerdekullanılmalı. Bir
el uzatmalı tüm insanlığa. Bir ışık yakmalı karanlık
gönüllere. Her haneye yönelmeli. Her ıssız yerlere
varılmalı. Yüreklere Allah rızası aşılanmalı. Kimse
İslam nurundan mahrum kalmamalı. Yanlış
anlayışlar bertaraf edilmeli. Neslimize yeni ufuklar
çizilmeli. Birler bine binler milyona dönüşerek
çağlara emin adımlarla ilerlemeli. Böylece her
Dünya adeta tersine dönüyor kendisi için ve
kurban kesemeyen Müslümanlar için kurban kesen
ey kutlu nebi biz ümmetine bağışlanma dile. Bizim
dualarımız bile boşlukta duruyor. Bedenle
namazda fikirle çarşıda duruyoruz. Hep alış verişte
görüyoruz kendimizi. Ama hayır adına değil
Burhan
düşünce ve davranış meşru olarak Habîbullah’ın
yolunda Allah rızasına ulaşmalı.
Ancak yarınlarımızı gelecek nesilleri bu
şekilde kurtarabiliriz. Yoksa yarınlar kül olup
gidecek.
39
Yirmisekiz
Allah Dostları
Abdullah ÇAKIR
[email protected]
Ana-Baba Duası Ve İlme Adanan Bir Ömür
Ebû Abdurrahman Es-Sülemî
Ebû Abdurrahman el-Ezdî es-Sülemî1, h. 10
Cemazi’l-evvel 325/m.16 Nisan 936’da Nisabur’da
doğdu.2
Sülemî, baba tarafından “Ezd Kabilesi”ne
mensub olduğu için “Ezdî”, ana tarafından “Süleym
Kabilesi”ne mensub olduğu için “es-Sülemî” nibesiyle tanınmıştır. Her iki kabile de arap olduğu için
Sülemî ana ve baba tarafından arap soyundandır.
Sülemî, araplardaki adetin tersine babasının kabilesinden daha çok annesinin kabilesine nisbetle
şöhret bulmuştur. Bunun iki sebebi vardır: biri,
baba tarafı fakir olduğu halde ana tarafının ilim ve
faziletle birlikte maddi servet yönünden Nişâbur’un
ileri gelenlerinden olmasıdır. Diğeri sebebi de ana
tarafından dedesi İsmail b. Nüceyd’in himayesinde
büyümesidir. Devamlı sûrette onunla birlikte ilmî
sohbetlere katılması, gezip dolaşması sebebiyle
herkes Sülemî’yi başka bir çocuğu olmayan İbn
Nüceyd’e nisbet etmiş bu sebeple o Sülemî nisbesiyle anılmaya başlamıştır.3
Babası Hüseyin b. Musa zâhid, müttaki, daimü’l-mücahede (sürekli nefsiyle cihâd eden) ve
muamele (insanlar arası ilişkileri düzenleyen şer’î
hukuk kuralları -insanlarla hoş geçinme) ilimlerine
40
vakıf bir kimse idi. Ebû Abdullah el-Hakîm onun
hakkında, “Muamelat ilimlerini bilenler arasında
onun gibisini görmedim.” demiştir. Horasan’da melâmiyye şeyhlerinden Ebû Osman’ın talebelerinden
olan Muhammed b. Münazil ve Ebû Ali es-Sakafî
ile görüşmüş, Şiblî’yi de görmüştü. Fakîr fakat kadri
yüce bir insan idi.
Annesi de zamanın sûfî alimlerinden, geniş
servet sahibi Ebû Amr İsmail b. Nüceyd’in kızıdır.
Değerli bir sûfînin kızı ve zâhid bir sûfînin karısı
olan annesi de babası gibi kendini zühde vermişti.
Sâhib olmuş olduğu servet onu şımartmıyordu.
Gerçek zenginliğin gönül zenginliği olduğunu bilen
o mübârek anne, oğlu Sülemî’nin, tarikatta hocası
olan Şeyh Ebu’l Kasım Nasrâbâdî ile hacca gitmek
için izin istediği vakit oğluna şöyle dua etmişti: “Sen
Allah’ın evine gidiyorsun. Kirâmen kâtibîn yarın
sana utanacağın bir şey yazmasınlar.”
Sülemî’nin hayatından bahseden eserler
onun çocukluğu hakkında fazla bilgi vermiyorlar.
Kardeşlerinin olup olmadığı bilinmiyor ancak doğumu sebebiyle ailesinin sevinmesi ve babasının
bu yüzden malının hepsini tasadduk etmesi âilenin
ilk ve tek çocuğu yada ilk erkek çocuğu olduğunu
Burhan
göstermektedir. Câmî, bu hadiseyi anlatırken şunları söylemektedir: “Oğlun oluca malının hepsini tasadduk edip ona hiçbir şey bırakmadın”
dediklerinde, onlara şöyle cevap vermiş: “Eğer
oğlum iyi bir insan olursa iyilerin kefil ve yardımcısı
Allah’tır. Yok eğer bozguncu biri olursa hiç olursa
eline fesat âletlerini vermemiş olurum.”4
Babası vefat edince annesinin babası onu himayesine aldı. Gittiği her yere yanında onu da götürüyordu. Böylece, ilim meclisleriyle küçük
yaştayken tanıştı. Çok erken yaşta tahsiline akranları gibi Kur’ân’ı hıfz ile başladı. Sırasıyla edebiyata ve dile dair ilimleri okudu.5 Hocaları, onun
h.333 / m. 944 tarihinde henüz sekizini geçmemiş
bir çocuk iken o günlerin Nisâpûr (Nişabur) âlimi ve
muhaddisi olan Ebû Bekir es-Sıbğî’den kendi hattıyla yazdığını söylemişlerdir.
Sülemî, zâhir ilimlerini öğrenip icâzet ve fetvâ
yetkisine sahip olduktan sonra çalışmalarını daha
çok hadis araştırmalarına ve tasavvufî bilgilerini artırmaya hasretti. Bu maksatla asrının âdetine uyarak âlim ve şeyhlerden istifâde etmek için Irak’a,
Rey’e, Hemedân’a, Merv’e Hicâz’a yolculuklar
yaptı.6 Yolda âlimler ile buluşarak onlardan teeddüb ve tefeyyüz etmiştir. Bu yolculuklarında üstâdı
Nasrâbâdî ile beraberdi. Sülemî diyor ki: “Hangi
şehre girdiysek üstâdım, “kalk gidip hadis dinleyelim derdi.” İşte bu kelâm bile gerçek şeyhlerin Peygamber Efendimiz’in (sav) sünnetine verdikleri
gerçek değeri ortaya koymaktadır.
Zengin dedesinin yanında büyümesi ve dedesinden kendisine büyük bir servet kalmasından
dolayı Sülemî maddî bir sıkıntı çekmemiş, böylece
aklı ve gönlü huzûr içinde kendisini tamamen ilme
vermişti.
Seksen seneden fazla yaşayan ve bereketli
bir ömür süren Sülemî sekiz yaşında ilmî hayatına
başlamış vefatına kadar da ilimle meşgul olmuştur.
Son zamanlarını memleketi olan Nisâpûr’da geçirmiştir. Nisâpûr’da h. 3 şa’bân 412, m. 3 Kasım
1021’de vefat etmiştir.7
İLMÎ KİŞİLİĞİ
A) TASAVVUFÎ YÖNÜ
İslamî hayatın geneline yayılan ve özellikle
İslamî tefekkürü (İslâm düşüncesini) etkileyen, İsBurhan
lam’dan neş’et edip onu çekici hale getiren en
önemli etkenin tasavvuf olduğu inkâr edilemez bir
gerçektir. Fakat bu zümre arasından selefin yöneldiği hedeften ayrılan bir takım istismarcıların ve bidatçıların türemiş olduğu da inkar edilemez.
Tasavvufu iyi anlayan büyük sûfî önderler insanları sırat-ı müstakime çağırmak için çok çalıştılar. Bu mevzuda meşrık sûfîlerinin arasında en çok
gayreti sarfeden Cüneyd-i Bağdâdî olmuştur.
Cüneyd’in mezhebi, hareketlerini Kitab ve
sünnete arzetmek, onlara uyanı kabûl, uymayanı
reddetmek idi. Bağdat’ta bu anlayış etrafında toplanan bir okul meydana gelmişti. Bu hareket müslümanlar arasında geniş bir hüsn-i kabul görmüş
ve tasavvufa muârız olanlar dahi Cüneyd’i dolayısıyla gerçek tasavvufu sevmişti.
Buna paralel olarak Neysâpûr’da bu anlayışa
çağıran bir okul doğmuştu ki bunun önderleri elLuma'’sahibi Serrâc, Sülemî ve onun talebesi Kuşeyrî’dir.8 Nitekim Sülemî’nin tarikat silsilesine
baktığımızda onun Cüneyd-i Bağdâdî okuluna
mensub bir sûfi olduğunu söyleyebiliriz. Birçok
şeyhten feyz almasıyla birlikte onun tasavvufta asıl
üstâdı Nasrâbâdî’dir. Tarikat hırkasını onun elinden
giymiştir. Nasrâbâdî, Şiblî’nin mürîdidir. Şiblî de Cüneyd’in mürîdidir.9
Muâsırı, meşhûr Hilyetü’l-evliyâ müellifi Ebû
Nuaym el-İsfehânî, Sülemî’nin bu ekolünü şöyle
açıklamaktadır: “Bu tâifenin câhilleri tarafından aslî
hüviyetinden saptırılan tasavvuf medresesini, ilk
dönemlerinde olduğu gibi hurâfelerden temizleyip
sünnete uygun şekliyle muhâfaza etmeye çalışanlardan biri de Sülemî’dir. O karşılaştığım en büyük
âlimlerden biridir. Kendisi selef-i sâlihin ahlâkında,
onları dosdoğru takib eden ve bu tâifenin câhillerinden yüz çeviren, yanlışlıklarını aslâ kabul etmeyen biridir. Zira bu mezhebin hakikati teblîğ ve teşri’
ettiği şeylerde Rasûlullah’a (sav), sonra da hakîkate ermiş muhakkık sûfî âlimlere ve muhaddislere
uymaktır.”10
Sülemî ömrünü tasavvufa karşı çıkan zâhir
ulemâsı ve tasavvuftan nefret ettiren ham sofularla
mücâdeleye adamıştır. Ona göre “her şeyin câhilinden, özellikle bidat ve hurâfelerle örülü dünyasında bilgi sâhibi olduğunu iddiâ eden ham
“sofular”dan fersah fersah kaçacaksın. Sülemî’ye
göre tasavvufun esası, kitab ve sünnete sarılmak,
41
yani bir ölçü olması için sağlam delillere dayalı kuvvetli bir dîn bilgisinin edinilmesi yanında bidatları
ve nefsin kötü arzularını terk etmektir.11 Bu maksatla, şekilciliğe karşı çıkan ve tasavvufu ilk safvetine geri getirme amacını güden ilk melâmîlerin
sözlerini ve prensiplerini Kitâb ve sünnete dayandırarak “Risâletü’l- melâmiyye” adlı eserinde derlemiş olması ve “Hakaikü’t-tefsîr”inde bu konuda
geniş mâlumat vermesi bize, onun melâmet tesirinde kaldığını da göstermektedir.
Sülemî tasavvuf tarihinde çığır açacak kadar
geniş bir bilgiye sâhib olmuş yazdığı eserler sonrakiler için örnek teşkil etmiştir. Çağdaşı olan büyük
bilginler ve talebeleri ondan hep övgüyle bahsederler. Örneğin Zehebî ise şöyle der: “Havastan
olsun avamdan olsun, muvafık olsun muhalif olsun,
sultan olsun reaya (halktan bir kimse) olsun kendi
beldesinde ve sair İslam beldelerinde kendisinden
razı olunan bir kimseydi. Nitekim Allah’a da böle
kavuştu.” Cenâb-ı Hak annesinin ve babasının
onun hakkındaki hayr duâsını kabûl etmişti. Zehebî’nin de çok güzel ifâde ettiği gibi bundan daha
değerli ne olabilir?
Büyük hadis imamı ve aynı zamanda talebesi
olan Ebû Abdillah el-Hakîm de onun için şöyle der:
“Eğer Sülemî abdâllardan (velilerden) değilse, yeryüzünde Allah’ın hiçbir veli kulu yoktur.”12
B) HADİSÇİ YÖNÜ
Sülemî, büyük bir mutasavvıf olduğu kadar
büyük bir muhaddistir de. Yukarıda belirttiğimiz gibi
Cüneyd-i Bağdâdî’nin dolayısıyla onun ekolünü benimseyen Sülemî’nin düşüncesinde “mutasavvıf
muhaddis olmaktansa, muhaddis mutasavvıf
olmak” vardır. Yani ilk önce elde edilmesi bakımında şerîat ilminin tarîkat ilmine göre öncelenmesi gerekmektedir. Nitekim tasavvuf tarihine
baktığımızda da zâhir ilmini en iyi şekilde tahsîl
edenlerin tasavvufa sülûk ettikten sonra açtıkları
çığırların çok muazzam olduğu görülmektedir.
El-Beyhakî, el-Hakîm Ebû Abdillah el-Beyyi’ ve Ebû
Nuaym gibi hadis üstadları ondan hadis rivayet etmişlerdir.
Sülemî’nin hadisçiliği konusun lehinde ve aleyhinde olan görüşler vardır. Şöyleki:
Sülemî’nin muasırı olan Muhammed b. Yusuf
el-Kettân, onu hadis uydurmakla ithâm etmiş ve
42
Hatîb Bağdâdî’ye Sülemî’nin sika olmadığını ve sufiler için hadis uydurduğunu söylemiştir. İşte, Sülemî’nin hadisçiliği hakkındaki tenkitlerin tek kaynağı
el-Kettân’ın bu sözüdür. Özellikle İslam’ın içine yabancı fikirlerin girmesine ve mutasavvıfların rüsûm
ehli haline galmesine karşı çıkan zahirî-hanbelî fikıhçıların hedef tahtası olmuştur. Bunların başında
da İbn Teymiyye ve talebesi İbnü’l-Cevzî gelir.
İbn Hacer de Sülemî’nin hadiste kuvvetli olmadığını, âlimlerin aleyhinde görüş beyân ettiklerini dile getirmekte ve Kettân’ın yukarıda geçen
sözünü naklettikten sonra Sülemî’nin hocası olan
Serrâc’ın, Sülemî hakkında yalana bile tenezzül etmeyeceğini ancak sehven yanlışlıklar yapabileceğini nakletmektedir.13
Şunu zikretmek lâzımdır ki, esasen birçok
hâfız ve muhaddis ki kütüb-i sitte müellifleri de dahil
olmak üzere bu ve buna benzer töhmete maruz
kalmıştır. Hasan-ı Basrî bile “tedlîsi çok” (iki yada
daha fazla hadîsi birbiriyle karıştırma) diye suçlanmıştır.14
Sülemî’nin, Tabakat’ta hadis rivayet ettiği sûfiler diğer tabakat kitaplarında da hadis râvisi olarak gösterilmiştir. Ve Tabakat’ındaki hadîslerin de
ondan önceki kitaplarda bulunduğu görülmüştür.
Sonra o zaman rivâyet ve hadîs çağı idi, az çok
ilme vâkıf olanların meşreplerine uygun hadîsler
derleyip rivayet etmeleri uzak görülemez.
Bir diğer husus da usûl-i hadiste mevzu ve zayıf
hadis kavramlarının arasındaki farkı iyi bilmektir.
Bilindiği gibi uydurma hadis külliyen reddedilirken
zayıf hadis hakkında “el-i’mâl hayrün mine’l-ihmâl”
kaidesi vardır. Yani Sâlih amellere dair hadisler reddeilmeyip onlarla amel edilebilir.
Bir diğer husus da şudur: Alimler, va’z ve mekârim-i ahlâka dair hadisler üzerinde fazla titizlik
göstermemişler, ahkâm hadislerinde fazla durmuşlardır. Ahmed İbn Hanbel şöyle diyor: “Biz helal
ve haram hakkında olan, bir hüküm koyup kaldırmayan hadislerin senedleri üzerinde fazla durmazdık.”
Şimdi, biz Sülemî’nin rivayet ettiği hadislere
baktığımız zaman bunların hüküm koyup kaldıran
cinsten olmadığını görürüz. Onun kitaplarındaki
hadisler zühd, tevazu, îsâr, hased, ucub, kibir gibi
kötü huylardan kaçınmaya dairdir. Sülemî’nin tasniflerinde zayıf hatta mevzu hadis yok değildir.
Burhan
Fakat bu onu ithama vesile olamaz. Çünkü Sülemî
bunları uydurmamış sadece tasavvuf erbabının
prensipleri haline gelmiş olan hadisleri ve çok itimad ettiği, itirazı küstahlık saydığı mutasavvıflardan duyduklarını tenkide tabi tutmadan rivayet
etmiştir. Nitekim hadislerin kaynaklarını bulmak için
gayret sarf edildiğinde, bunların kendinden önceki
veya çağdaşı olan zahid ve sufilerin va’z veya zühd
kitaplarında var olduğu görülecektir.15
C) TEFSİRCİ YÖNÜ
Sülemî, işârî tefsir sahasında da yed-i tûlâ
sahibidir. Telif ettiği “Hakaikü’t-tefsir” adlı tasavvufî
tefsirinde sûfi sözlerini toplamıştır. Aslında tutarsız
olan bazı sufi sözlerini de buraya kaydettiğinden
sonraki bilginlerin tenkidine uğramıştır.
Sülemî’den önce sûfiler arasında işârî tefsir
adıyla bilinen, zâhir müfessirlerin görüşlerinden
faklı bir tefsir anlayışı vardı. Bu ilk sûfî tefsirini Sehl
b. Abdullah et-Tüsterî yazmıştır. Ondan sonra Ebû
Bekir el-Vâsitî bu üslupta bir tefsir meydana getirmiştir. Sülemî’nin tefsiri bu iki tefsirden sonra kaleme alınmıştır. Ona hücûm edenlerin başında
gelen İbü’l-Cevzî, Hakayık’taki bazı âyetlerin tefsirlerinin batıl olduğunu ve ekserisinin hezeyan olduğunu iddia eder. İmam Ebu’l-Hasan el-Vahidî’ye
göreyse kim bunun bir tefsir olduğuna itikad ederse
kafir olur. Ancak Katip Çelebi bu durumu şöyle
özetler: “Fakat zahir ehlinden olan müfessirler
adetleri vechile benzerlerine yaptıkları gibi ona da
ta’n etmişlerdir”.
Eleştirilen tefsirler Tüsterî’nin tefsirlerinden
farksızdır. Hatta bu tefsirlerin çoğu Tüsterî’ye aittir.
Her ikisinin tefsirinde de bazen zahir manaya da
işaret edilmiş genellikle bâtınî mana üzerinde durulmuştur. Bu hususta o Taberî ile mukayese edilebilir. Taberî nasıl zahir tefsirin kaynağı ise Sülemî
de batın tefsirin kaynağıdır.16
SÜLEMÎ’NİN TESİRİ
Sülemî, sufi tabakat kitaplarının babası olduğu gibi sufi usulünde yazılmış olan işârî tefsirlerin de babasıdır. Eserleri haleflerine örnek teşkil
etmiştir. Sülemî’nin sonraki nesillere etkisini başlıca iki grupta mütalaa edebiliriz:
1. Sufi Tabakat Kitapları Üzerindeki tesiri
2. Tasavvufî Tefsirler Üzerindeki Tesiri
Burhan
ESERLERİ
Dedesinden kalan külliyetli miktarda mal, Sülemî’nin geçim kaygısı çekmeden salim kafa ile
kendini ilim tahsiline vermeye yardım etti. Bu imkanla kitaplar derledi. Tevarüs ettiği kitaplara kendi
topladığı kitapları da katarak zengin bir kütüphane
kurdu. Kütüphanesini o zamana kadar eşine rastlanmayacak bir şekilde düzenledi, donattı. Orada
sufi ve muhaddislerin eserlerini toplamıştı. Mütalaâ ve telif için kütüphanesinde uzlete çekilirdi.
Neysâbur’un şeyhleri bu kütüphanede bulunan
nefis nüshaları ondan emanet alırlardı.
Tasnife h. 350’den sonra 20-25 yaşlarındayken başladı. Yaklaşık elli yıl tasnifle uğraştı. Hadis,
tafsir, tasavvuf ve tarihe dair eserler yazdı. Sadece
hadis hakkında üç yüz cüz yazmıştır. Ama onun
asıl şöhret bulduğu saha tasavvuf ve tasavvufî teliflerdir. Bu telifleriyle Sülemî, “sufilerin nakkali ve
sözlerinin ravisi” ve tasavvufu selefin ifade ettiği şekilde yerleştirmeye, Kur’ân ve sünnetle bağdaştırmaya çalışanlardan biri olarak meşhur olmuştur.
Tasnifleri büyük rağbet görmüş, henüz hayattayken
yüksek fiyatlara satılmış ve kendinden rivayet edilmiştir. Yüzden fazla eser telif ettiği beyan edilmektedir. Kaybolanlarla kıyaslanırsa bu zengin
servetten bize pek az bir şey intikal etmiştir.17 Elimizdekilerin ise çok azı Türkçe’ye çevrilmiştir. Pek
kıymeti hâiz olan eserlerinin belli başlıcaları şunlardır:
Tabakatü’s-sufiyye
Hakaikü’t-tefsîr
Âdabü’s- sufiyye
Âdabü’l-fakri ve şeraitüh
El-Erbaîn fi’l-hadis
Beyanü ahvâli’s-sufiyye
Derecâtü’l-muamelât
El-Fark beyne ilmi’ş-şerî’a ve’l-hakika
Risaletü’l- melâmiyye
Uyûbun’nefs ve müdâvetühâ
Cenâb-ı Hak rûh-i âlîlerini şâd ü hürrem
etsim. Âmin, el-Fâtiha…
...........................................
1 Nureddin Şeribe, Tabakatü’s- sufiyye, (önsöz), Halep 1986, s. 16
2 Nureddin Şeribe, a.g.e, s. 18
3 Niyazi Beki, Ebû Abdurrahman es-Sülemî’nin Hayatı, İlmî kişiliği ve Eserleri, (Sakarya Ünivrsitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi), Adapazarı 1996, c.I, s.130
4 Nureddin Şeribe, a.g.e, s. 17
5 Tahsin Yazıcı, MEB İslam Ansiklopedisi, İstanbul 1979. c. XI, s.95
6 Nureddin Şeribe, a.g.e, s. 19, 7 Süleyman Ateş, a.g.e, s.38
8 Nureddin Şeribe, a.g.e, s. 48, 9 Süleyman Ateş, a.g.e, s.37
10 Nureddin Şeribe, a.g.e, s. 47, 11 Niyazi Beki, a.g.e, s. 136
12 Nureddin Şeribe, a.g.e, s. 47-48, 13 Niyazi Beki, a.g.e, s. 135
14 Süleyman Ateş, Sülemî ve Tasavvufî Tefsiri, s.46
15 Süleyman Ateş, a.g.e, s.47,
16 Süleyman Ateş, a.g.e, s.41-42
17 Süleyman Ateş, a.g.e, s. 58
43
Yirmisekiz
[email protected]
Sebahattin TÜZÜN
Fani Dünya
Gözümü gönlümü büyüleyen yar,
Ruhum benden bizar, intizarı var,
Bir ömür kapında, köleliğim var,
Vefama karşılık sal beni dünya,
Artık defterinden sil beni dünya.
Ömrüm yaz, kış derken nasıl güz oldu,
Daha anlamadan baharım soldu,
Belki bir nefeslik zamanım kaldı,
Kalan nefesime izin ver dünya,
Emreden nefsime hüzün ver dünya.
Yüzünü gösterme alevlenirim,
Ne Kerem’ler yaktığını bilirim,
Göz kırparsan dayanamam gelirim,
Aslının gözünde sürmesin dünya,
Mil çek gözlerime görmesin, dünya.
44
Bir hayalsin ancak hoştur nefesin,
Ne aslanlar yutuverdi kafesin,
Bin yıla çağırır efsunlu sesin,
Hırsımı hançerle söneyim dünya,
Beni yolda indir döneyim dünya.
Ne günler yaşadık seninle ne hoş,
Bir Leyla sunardın olurdum ser hoş,
Meğer bir serapmış kaldım eli boş,
Elini üstümden al artık dünya,
Leyla’nı başına çal artık dünya.
Sanki sermayemi harcadım boşa,
Sonunda korktuğum geldi ya başa,
Uzanmış kalmışım bir soğuk taşa,
Benden hayır yoktur, bakınma dünya,
Bari namazıma dokunma dünya…
Burhan
Hamd ve Sena
Hamdıyla Her Hitaba, Zikriyle Her
Kitaba Başlanılan Rahman Ve Rahim Olan
Allah’ın Adıyla…
Yaratan, yaşatan, öldüren ve ölümden
sonra hayat veren, dilediğini dilediği aman
ve en kâmil biçimde yapan, şiddeti ve kahrı
bulunan, kullarının en seçkinlerini en doğru
yola ileten ve onlara tecelli eden,
Zatında bir, ortaksız, noksansız ve benzersiz
Zıddı olmayan, eşi bulunmayan, diri,
Kadir ve Cebbar,
Her mahlûkun her çeşit ihtiyacını gideren,
Varlığı ebediyen devam eden,
Her şeyi işiten,
Her şeyi bilen,
Lütfü ve keremi umulan,
Mekrinden ve azabından korkulan,
Mülk ve melekûtu tedvir eden,
Gökleri direksiz yükselten,
O göklerdeki ve yerdeki bütün yarattıklarını rızıklandıran,
Her nefsi yaptıklarıyla kontrol eden,
Kalplerin gizli köşelerine vaki,
Yüceliği ve kibriyasında Celal sıfatıyla
münferit,
Takdis, tespih ve tenzihe müstahak,
Hükmettiği ve takdir buyurduğu mevzularda adaletle kaim,
Kulunu her cihetinde korumayı tekellüf
eden,
Kullarına lütfederek onları nezafete
Burhan
mecbur eden,
Rahmet ve merhameti sonsuz ve sınırsız,
Zahir ve batın her şeyi kudreti altında
toplayan Allah’a sonsuz hamdler ve senalar
olsun.
O öyle bir Allah ki;
Kumlar O’nu tespih eder,
Gölgeler O’na secde eder,
O’nun heybet ve azametinden, dağlar
paramparça olur.
O’nun ilminden göklerde ve yerde, sükûnete kavuşan ve hareket halinde olan hiçbir şey kaybolmaz.
O öyle bir Allah ki;
Gizlide olsa amellerin çoğundan ve
azından hesaba çeker.
O öyle bir Allah ki sırların gizliliklerine
muttali, kalplerin inceliklerini bilendir
O, mahlûkatı tedvir etmekte danışman
ve yardımcı bulundurmaktan beridir.
Onun eşi ve benzeri yoktur,
Her varlığın dayanağı olan Samed’dir,
İhtiyacı hiç kimseye olmayan Gani’dir,
O’nun sanatının ve hikmetinin karşısında akıllar şaşkına döner,
ZİRA O
“EVVELDİR, AHİRDİR,
ZAHİRDİR, BATINDIR.
O HER ŞEYİ BİLİCİDİR.”
45
Yirmisekiz
Hasan BAŞAR
Hoşgörünün Kaynağı
SEVGİDİR...
“Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dide-i ekvan olan âdemsin sen”
Şeyh Galip
Mensubu olmakla onur ve mutluluk duyduğum İslamiyet’in en önemli özelliği hoşgörüye
önem vermesidir. Hoşgörü sayesinde içinde bulunduğumuz dünya daha yaşanılır bir yer haline
gelir. Her zaman ihtiyacımız olan hoşgörüye içinde
bulunduğumuz zamanda daha çok ihtiyaç vardır.
Birbirlerimize karşı tahammül sınırlarımız iyice daraldı. İnsanları bizden ve bizden olmayanlar diye
ayırmaya başladık. Aslında bunda yadırganacak
bir durum da yok. İnsanların biz ve bizden olmayanlar diye ayrılmaları doğaları gereğidir. İnsanın
bir gruba üye olması kaçınılmazdır. Ama burada
kabul edilemez olan şey, kendi duygu ve düşünceleri dışındaki duygu ve düşüncelere tahammül edememesidir. Kendi duygu ve düşüncelerini tek doğru
olarak kabul etmesi ve karşı tarafa yaşama hakkı
tanımaması düşündürücüdür.
İster kabul edelim istersek etmeyelim dünyada herkes kendi doğrularına inanır ve yaşar. Biz
bu gerçeği değiştiremeyiz. Bu gerçekle yaşamasını öğrenmeliyiz. Bu noktada yapabileceğimiz şey
insanların doğru olarak bildiklerinin aslında yanlış
olduğunu görmesini sağlamaktır. Kendi doğru bildiklerini senden olmayanlara bildirmek yani tebliğ
46
Burhan
etmek vazifesini kendine yükleyebilirsin. İnsanları
doğru olduğuna inandığın duygu ve düşüncelere
yönlendirebilirisin.
Bu noktada insanların en büyük destekçisi ve
yardımcısı hiç şüphesiz hoşgörü olacaktır. Ama burada söz konusu olan gerçek anlamdaki hoşgörüdür. Hoşgörü adı altında yapılan sinsi planlar değil.
İnsanlar yaptıkları ahlaksızlıklara, hoşgörü kılıfı adı
altında meşruluk kazandırmaktadır. Her türlü ahlaksızlığı, terbiyesizliği ya da sömürüyü yapmakta
ardından da “hoşgörünüze sığınıyorum” denmektedir. Oysa toplumun geleceği söz konusu olduğunda hoşgörüden bahsedilemez. O zaman hoş
gören durumundaki insan ahmak durumuna düşmektedir. Oysa Müslüman uyanık olmalıdır. Üzerine oynan sinsi oyunlara kanmamalıdır. Herkes
sınırını iyi bilmeli ve bu sınırları içerisinde istediği
gibi hareket etme özgürlüğüne sahip olmalıdır. Ne
zaman bizim sınırlarımıza müdahale edilmeye başlanırsa karşı konmalıdır. Tabi bu karşı konma ölçülü ve Müslüman’a yakışır olmalıdır.
Müslüman aşırılıktan kaçınır kin ve nefret
beslemez. Onun hayat felsefesini sevgi oluşturur.
Burhan
Her şeyi karşılıksız ve menfaat beklemeden sever.
Çünkü bilir ki her şeyin sahibi Allah’tır ve Allah’ın(cc) olan her şey sevgiyi hak etmektedir. İnsanları kazanmanın en güzel yolu sevgiden geçer.
“Sen Allah’tan bir esirgeme sayesindedir
ki onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı
yürekli olsaydın onlar etrafından herhalde dağılıp gitmişlerdi bile.” (Al-i İmran 3/159)
İslamiyet insana hoşgörülü olmayı emreder.
İslam peygamberi Hz. Muhammed’in(sav) hayatı
tam olarak incelendiğinde bu hakikat anlaşılacaktır.
Irkı, dili, cinsi, yaşı, statüsü ne olursa olsun Peygamberimiz insanları sevmiş ve onlara değer vermiştir. Hiçbir zaman insanlara kızmamış şahsına
yapılan hakaretlere bile sabır göstermiştir. Uhud
savaşında dişi kırıldığı zaman bile beddua etmemiş ve şöyle buyurmuştur: “Ben beddua etmek
için gönderilmedim rahmet olarak gönderildim.”
Hoşgörünün anahtarı sabırdır. Mevlana’nın
söylediği gibi “genişlik sabırdan gelir.” Sabır anahtarı olmadan hoşgörü kapısından girilmez.
47
ranmalıyız. Ayrılık olmalıdır. Amaç insanları birleştirmektir. İnsanı birleştirmenin en iyi yolu sevgi ve
saygıdan geçmektedir.
Seven insanın tahammül sınırları da geniştir.
Seven insanın kendine güveni tamdır. Çünkü sevginin kaynağı bilgidir. O bilgi sayesinde hakikatin
sırlarını keşfetmiştir. Onun içindir ki Allah’ı(cc) ve
hakikati keşfeden insanlar sevgi dolu insanlardır.
Sevginin gücü sarmalamıştır benliklerini. Bu güç
sayesinde etraflarına ışık saçarlar. İnsanlığa en
faydalı olanlar sevgiyi içinde en fazla duyanlardır.
Allah’ta(cc) kullarına sabırlı olmayı tavsiye etmektedir.
...Şüphesiz ki Allah, sabredenleri sever.
(3/146)
... Allah, sabredenlerle beraberdir. (2/153)
... Takva sahipleri sıkıntı, hastalık ve savaş
zamanlarında sabreder... (2/177)
“Sabır, imanın yarısıdır.” (Hadis-i Şerif)
“Bedende baş ne ise, imanda da sabır aynıdır. Başsız beden olmayacağı gibi, sabırsız da
iman olamaz.” (Hz. Ali r.a.)
İslam devletlerindeki adaletin kaynağı da
hoşgörüdür. Osmanlı imparatorluğunun 623 yıl
ayakta kalmasındaki ince nokta da hoşgörüde yatmaktadır. Osmanlı devleti bizden olmayanlara
karşı asla haksızlık ve adaletsizlik yapmamıştır. İslamiyet’in emirleri gereği inançlarını, örf ve adetlerini yaşamalarına en ufak bir müdahalede
bulunmamıştır. Bilakis istedikleri gibi yaşamaları
için bütün tedbirleri almıştır.
Hoşgörülü olmak için insanları sevmek gerekir. İnsanları sevmenin yolu da Allah’ı(cc) gerçek
anlamda tanımaktan geçer. İnsanı insan olduğu
için seven, asla kötülük düşünmez. Müminlerin
hayat güneşi ve rehberi Peygamberimizin (sav)
izinden giden Allah (cc) dostları da hoşgörü ve
insan sevgisine önem vermişlerdir. Yunus Emre’nin
“Yaratılanı severiz Yaratandan ötürü.” Sözü ile
“Bir kalp kırdın ise Bu kıldığın namaz değil” dizeleri bu hakikati göstermesi bakımından önemlidir.
Sevgi emek ister, özveri ister her şeyden
önemlisi sabırlı olmayı ister. İnsana insanca dav48
Işığı yüzyılları aşıp günümüze kadar ulaşmış,
hayat felsefesini İslamiyet’ten ve tasavvuftan almış
olan büyük İslam âlimi Mevlana Celalettin Rumi’de
insanlara ve insanlığa karşı büyük bir sevgi beslemiştir. Ve bu özelliği ile de hoşgörü ve sevginin
sembolü haline gelmiştir. Onun sevgisi dar çerçeveli bir sevgi değildir. Bütün insanlığı kucaklamaktadır. Bütün dertlerin, sıkıntıların ortadan
kalkmasının da ancak sevgi sayesinde olacağını
belirtmiştir.
“Sevgiden, tortulu bulanık sular arı-duru bir
hale gelir. Sevgiden, dertler şifa bulur. Sevgiden,
ölüler dirilir. Sevgiden, padişahlar kul olur. Bu sevgi
de bilgi neticesidir.”
“Şu toprağa sevgiden başka bir tohum ekmeyiz
Şu tertemiz tarlaya başka bir tohum ekmeyiz
biz”
“Şehvetin adını Aşk Koydular
Eğer Şehvet Aşk Olsaydı
Eşekler Aşkın Şahı Olurdu”
Evet, Mevlana Celalettin-i Rumi 2007
UNESCO ya adını veren büyük İslam âlimi bütün
insanlığa barışın, kardeşliğin ve dostluğun anahtarı olan şu yedi özlü sözle seslenmektedir
Sevgide güneş gibi ol,
Dostluk ve kardeşlikte akarsu gibi ol,
Hataları örtmede gece gibi ol,
Tevazuda toprak gibi ol,
Öfkede ölü gibi ol,
Her ne olursan ol,
Ya olduğun gibi görün,
Ya göründüğün gibi ol.
Burhan
Satırlık Hakikatler
Yahy a MA Cİ T
[email protected]
Dünya üç günlüktür: Dün, bu gün, yarın.
Dün geçti, yarının geleceğibelli değil.
Öyle ise bu günün kıymetini bil.
Hasan-ı Basrî (r.a.)
Geçen vakti kaybettiğine
üzülmekle meşgul olmak,
ayrı bir vakit öldürmedir.
Okuma ve öğrenme isteği
sonsuzdur, ama zaman
sınırlıdır.
A. Fettah Ebû Gudde)
Mustafa Rûşen
Boş işle geçirdiğiniz her bir an, belki sizin ebedî hayatınızı
kazanmanıza bir fırsat olacak.
Burhan Toprak
Dün hatıra, yarın hayal, bu
En zor üç şey; sır
saklamak, acıları unutmak gün ne ? Ne devlet,
ve zamanı değerlendirmek zamanı bütünleyene
Şeyh Sâdî Şirazi
Boş zaman yoktur. Boşa
geçen zaman vardır.
Burhan
Necip Fazıl
Zamanın ne işe
yaradığını, insan zamanı
kalmadığında anlar.
49
Muhabbet Bahçesi
Yusuf ELİBOL
Bir zamanlar bir yerde Allah’ın bir veli kulu yaşardı. Temiz kalpli, ihlaslı, safça bir mü’mindi. Her
gördüğünü iyiye yorumlar, Allah’a çok tevekkül
ederdi. Bir kötülük, bir çirkinlik görse iyi tarafından
alır, “Bunda bir hikmet vardır” diyerek gönlünü hoş
tutardı. Her şeyin iyi yönünü görür, gülleri devşirir, dikenlerle hiç ilgilenmezdi. Yaratandan ötürü yaratılanı
hoş görür, onlara güler yüzle nasihat ederdi.
Müslümanların kıskanmasına aldırmaz. Onlara karşı yine hüsn-ü zan ederdi. Şeytanı ve nefsini
tam ve katıksız düşman bilir, Allah’a sığınırdı. Nefsinin hücumlarına karşı iman kalesine girer, elden geldiğince ona karşı silahlanırdı.
Açıktan küfrünü açıklayanlara, Tevhid’i bulmaları için dua ederdi. Hayatı nurlu, gönlü sürûrlu has
bir kuldu. Kur’an-ı sıkça okur, ayetleri anlamaya çalışırdı.
O gün yine nafile oruca niyetlenmişti. Dûha namazını biraz erkence kılmış, şehrin dışına doğru yürüyüşe çıkmıştı. Çevre duvarlarının dışına ağaç
gölgelerinin sarktığı eski mezarlığa doğru yürüdü.
Kabristana girdi. Fatiha ve ihlası okudu. Bunu
da, ebedi ikamegâhlarında yatanların ruhlarına hediye eyledi.
Koyu gölgeli bir ağacın altına oturup alnında
biriken terleri mendiliyle sildi. Derin bir tefekküre
daldı. Mezardakilerin hallerini düşünüp, onlar için
kaygılandı. Yüreğine ılık bir şeyler aktı, gözleri yaşardı.
Sevgili Peygamberimiz kabir konusunda ne
buyurmuştu? “Kabir, ya cennet bahçelerinden
bir bahçe ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur.”
Şimdi burada yatanlar acaba hangisinde?
Acaba bunlar dünya hayatında neler yaptılar?
Nasıl inandılar, nasıl yaşadılar? Şimdi cennet bahçesinde zevk mi ediyorlar, yoksa cehennem çukurunda azap mı çekiyorlar? Bir meraktır kapladı içini...
Bu eski mezarlıkta kimler yatıyor? Zengiler, fakirler, iyiler, kötüler, zalimler, günahkârlar...
Sonra yaşadığı zamanı düşündü... Hiç ölme50
yecekmiş gibi dünya için çalışanları, mazlumlara eziyet eden zalimleri, vatan, millet, bayrak diye halkı
uyutanları, bankalarındaki hesaplarını kabartabilmek
için herşeyi mübah sayanları düşündü.
Bir lokma için çöplük karıştıranları, televizyonda gördüğü sanatçı(!)lara ilah muamelesi yapanları, sırf okumak için gittikleri okula; senin
giyinişin, kılık-kıyafet yönetmeliğine aykırı diye umudunu o okula bağlamış kızları okula almayan zihniyeti, dininin gereği giyindiği için okuluna alınmayan
kızları, alkolün ve uyuşturucunun batağına düşmüş
gençleri, ekranlarından fuhuştan başka birşeyin gösterilmediği televizyonların yöneticilerini düşündü...
Allah’ım aklıma mukayyet ol! Sen ki duaları kabul
edersin. Bizleri Rasulullah’ın (s.a.v.) sancağı altında
toplananlardan eyle!...
Senin dininin gereklerini yerine getirmeyenler,
bu hayatın sonunda hesap yok zannediyorlar. Oysa
Üstad Necip Fazıl Kısakürek bir şiirinde:
“Bu hayatın sonunda hesap yok mu zannettin sen?
Lokantanın garsonu bile; ‘hesap lütfen’
diyor.
Lokantanın garsonu bile hesap isterken...
Sen nasıl olur da; bizlere herşeyi bahşeden, sen...
Hesap sormazsın?..
İlahî onları affet, onlara hidayeti nasip et.”
Ya Rabbi! Çok sürmeden beni de buraya getirecekler. Benim halim ne olacak? Her nefis ölümü
tadacaktır. “Ölümün acısı üç yüz kılıç yarasından
fazladır.” buyurulmuş. Ben nasıl dayanacağım?
Şeytan son anda bana musallat olursa ben ne
yaparım? O zaman halim nice olur. Kabir hayatı,
sonra diriliş, hesap-kitap, mizan-terazi, sırat, cennet,
cehennem...
Gelen iki meleğe nasıl hesap vereceğim? Onların sorularına cevap verebilecek miyim?...
Bu düşünceler içindeyken uyku bastırdı. Başını yaşlı ağacın gövdesine dayadı. Dualar mırıldanırken gözü dallara, yapraklara kaydı. Sanki o
yapraklarda ölmüş insanların isimleri vardı. Onları
Burhan
okumaya çalıştı. Uyku iyice bastırdı. Gözleri kapandı. Derin bir uykuya daldı.
ledi. Onlara yapılan izzet-i ikramı gördü. Onlara gıpta
ile baktı.
Rüyasında mezardakileri gördü. Güyâ kendisi
de ölmüş, orada bulunan kabir arkadaşları hâl diliyle
kendisine bir şeyler anlatıyorlardı. Geriye dönüşü olmayan dünya hayatlarını, çaresizliklerini, nasıl aldandıklarını, halen hayatta olanlara nasıl gıpta
ettiklerini, kendilerine fırsat verilse ve dünyaya dönseler sırf Allah’ın (c.c.) rızası için nasıl yaşayacaklarını, hepsini, hepsini...
Bizim ALLAH (c.c.) dostu rüyasında kabir aleminde dolaşırken gelen gürültülerle uyandı. O kabristana yeni bir ölü getirilmişti. Kalabalık bir cemaat
vardı. Ölüyü kabre koydular. Üzerini toprakla örttüler. Yasin, tekasür, ihlas, fatiha surelerini okuyup dua
ettiler. Ellerini yüzlerine sürüp kabristandan ayrıldılar. Kabrin başında ölenin oğlu, kardeşi, bir de imam
kaldı. İmam ayağa kalkıp:
Sonra kabrin içinde en çok feryatların, iniltilerin
geldiği kabrin sahibine sordu:
- Arkadaş halin nedir? Neden en çok azap sana
çektiriliyor?
Kabirdeki şöyle cevap verdi:
- Ah!.. Aman... Halimi hiç sorma. Ben dünya hayatında Allah’a (c.c.) şirk koştum. Her günah affolunur, benim günahım affolunmaz.
- Anladım...
Sonra ana-babasına karşı gelenlerin, katillerin,
intihar edenlerin, zulüm yapanların, zina yapanların,
içki içenlerin, faiz yiyenlerin, kumar oynayanların, iftira atanların, riyakârların, münafıkların, rüşvet yiyenlerin, yetim malı yiyenlerin, sihirle uğraşanların,
avret yerini açanların, karşı cinse benzeyenlerin, ilmiyle âmil olmayan alimlerin, hatta sattığı süte su karıştıranların hayatını dinledi. Çektikleri azaba tanık
oldu.
İçi sıkıldı iyice. Çıldıracak gibi oldu. Sonra duyduğu kuş sesleriyle, hissettiği ve tarif bile edemediği
eşsiz korkularla kendine geldi...
- Ya sen ey mevta! Nedir tüm bu güzelliğin sebebi? Seni görünce içim açıldı, gönlüm rahatladı.
Senin yerinde olması ne kadar isterdim. Belli ki cennete namzetsin. Seni bu makama çıkaran nedir?
dedi.
- İmandır kardeş, iman.
- Nasıl yani?
- Ben dünyadayken “La ilahe İLLALLAH (c.c.)
Muhammedürresullah” lafzını tam manasıya anladım, layıkıyla iman ettim, ibadet ettim.
Allah’ım bu güzelliklerini hepimize nasip et, düşüncesi içinde diğer cennetlikleri; zekat verenleri,
oruç tutanları, namaz kılanları. Allah’ı (c.c.) çokca
zikredenleri ana-babasına hürmette kusur etmeyen
evlatları, iyiliği emredip kötülükten nehyedenleri. İffet
sahibi insanları, şehidleri, ehl-i takva sahiplerini dinBurhan
- Ey Ahmet oğlu Hasan! diye üç kere bağırdı.
Dünya üzerinde bulunduğun inancı hatırla. O
da şudur: “Allah’tan (c.c.) başka ilah olmadığına, Muhammedin (s.a.v.), Allah’ın (c.c.) Rasulü olduğuna,
senin Rab olarak Allah’a (c.c.) Din olarak İslam’a,
Peygamber olarak Hz. Muhammed’e (s.a.v.) razı olduğuna dair şahitliğindir.” dedi...
Artık imamın ve yanındakilerin işi bitmişti. Son
kez kabre bakıp çıkışa doğru yürümeye başladılar.
Kendisini halen rüyada zannediyordu ki; karşıdan gelen imam:
- Hey! Mübarek kalk ne yatıyorsun? sözleriyle
irkildi ve birden ayağa fırladı.
- Sen kimsin? Ben nerdeyim? Öldüm mü? dedi..
İmam tebessüm ederek:
- Korkma, dünyadasın. Güneşin altında mezarlıkta uyumuşsun. Az önce bir kardeşimizi ahirete
uğurladık. Uyuyacağına cenaze namazına iştirak etseydin, daha iyi olurdu dedi.
- Çok derin uykudaydım hocaefendi. Öyle rüyalar gördüm ki... Bende, ölmüş gibiydim...
- Hayırdır inşaallah. Nasıl olsa öleceğiz. Şimdi
önce bir abdest al açılırsın. Sonra öğlen namazının
vakti çıkmadan namazını kıl.
İmam ve yanındakiler kabristandan ayrıldılar.
O ise halen gördüğü rüyanın etkisi altındaydı. Elinin
tersiyle alnının terini sildi. Rüyasında bile cehenneme tahammül edememişken nasıl olur da yaşadığı hayatı cennete gidebilmek için harcamazdı...
İlahi! Bizi af ve mağfiret eyle. Rahmeti ve mağfiretini üzerimizden eksik etme.
Bizlerin canını Senin yolundayken al. Yoksa biz
sorgu meleklerine nasıl hesap verir, kabir azabına
ve cehenneme nasıl dayanırız?...
İlahi!.. Affet...
51
Yirmisekiz
Yol Kandilleri
Ersan BİLGİN
Mus’ab Bin Ümeyr
RASULULLAH (sav) HÎRÂ (NUR)'da
Resulullah (s.a.v.)'in yaşı kırka doğru yaklaşınca sık sık sadık rüyalar görmeye başladı.Rasulullah'ın içinde her şeyden uzaklaşma, yalnızlığa
çekilme, tefekküre dalma, derin derin düşünme,
ibadetle Rabbi'ne yönelme sevgisi doğmaya başladı.
Allahü Teâlâ, Rasulullah'a (sav) Mekke'nin
kuzeydoğusunda bulunan Hirâ mağarasındaki yalnızlığı iyice sevdirmişti. Resulullah orada inzivaya
çekiliyor, günlerce orada kalıyordu. Sonra evine
dönüyor, inziva için gerekli olan azığını alıyor, kısa
bir zaman sonra tekrar yine Hirâ mağarasına çekiliyordu. Bu durum O, mağarada derin bir düşünce
ve Rabbi'ne yöneliş halinde iken; kendisine vahiy
gelinceye kadar, devam etmiştir.
“Yaratan Rabbi'nin adıyla OKU” (Alak 1,2)
Hz. Âişe (r.anha) vahyin başlangıcı konusunda şöyle der: "(610 yılında) Allah'ın Resulü, (40
yaşındayken) Hirâ mağarasında bulunduğu bir sırada vahiy geldi. Şöyle ki; O'na melek gelip, "Oku!"
52
dedi. O da, "Ben okumak bilmem" cevabını verdi.
Resulullah (s. a.v.) buyurdu ki; "O zaman melek
beni alıp takatim kesilinceye kadar sıktı. Sonra bıraktı ve: "Oku".dedi. Ben de yine: "Ben okumak bilmem" dedim. O, beni yine takatim kesilinceye
kadar sıktı ve sonra yine "Oku" dedi. Ben de yine:
"Ben okumak bilmem" dedim ve beni tekrar alıp
üçüncü defa sıktı. Ve beni bıraktıktan sonra:
"Yaratan Rabbinin adıyla oku! O insanı
pıhtılaşmış kandart yarattı. Oku ki, senin Rabbin kalemle yazı yazmayı öğreten, insana bilmediğini öğreten, bol kerem ve ihsan
sahibidir." (Alak Suresi, 1-5) dedi.
Böylece Cebrail (Cibril) as, Rabbimiz'in vahyini (Alak suresinin ilk beş ayeti) Peygamberimiz'e
bildirmiş ve kaybolmuştu.
Bu ilk âyetleri alan Allah'ın Resulü, yüreği titreyerek, korku ve ürperti ile sarp vadileri aşarak
Mekke'ye eşi Hatice'nin yanına geldi ve: "Beni
örtün" dedi. Hatice Validemiz korkusu geçinceye
kadar onu örttü.
Burhan
Rasulullari (as), ürpertisi geçince başından
geçenleri eşine anlatarak: "O an kendimden korktum." demişti. Bunun üzerine o asil hanım, Hatice
Validemiz:
"Hayır. müjdeler olsun! Allah'a yemin ederim ki. Rabbin seni hiçbir zaman utandırmaz,
hüsrana uğratmaz. Çünkü, sen akrabanı gözetirsin, zayıflara vardım eder, fakire verir, misafiri
ağırlar. Hak yolunda halka vardım edersin,
hakkı korumaya çalışanların yanında olursun"
diyerek, onu teselli etti.
Bu olgun, zeki ve asil kadın Hatice Validemiz,
sık sık ziyaret ettiği amca oğlu Varaka bin Nevfel'den hak din, peygamberlik, peygamberler ve
melekler hakkında bilgiler edinmişti. Rasulullah'ın
ahlakını, dürüstlüğünü, her şeyini bilen Hatice Validemiz, Rabbi'nin onu koruyacağına derinden inanıyordu.
Bundan sonra Hz. Hatice Validemiz, ResûluHah'ı alıp, amcazadesi Varaka bin Nevfel'e götürdü. Varaka bin Nevfel, câhiliyye çağının kirlerine
hiç bulaşmamış, şirkten-putlardan nefret eden, tevhid inancına sahip yeryüzünde az kalan insanlardan biriydi. Efendimiz (sav) başından geçenleri
Varaka'ya anlattı. Bunun üzerine Varaka heyecanlanarak dedi ki;
"Vallahi sen bu ümmetin peygamberisin.
Sana gelen Musa'ya gelen Nâmûs-u Ekber (Cebrail)'dir. Kavmin seni inkar edecek, yurdundan çıkaracak ve sana karşı savaşacaktır." dedi.
Kureyşin kendisine verdiği değeri bilen, "sadık
(doğru) ve emin (güvenilir)" kişi olarak lakaplandırılan Allah'ın Resulü onun bu cümleleri karşısında
şaşırarak; "Kendi milletim beni yurdumdan çıkaracaklar mı?" diye sordu. O da;
"Evet, senin gibi bir şey getirmiş, yâni vahiy
tebliğ etmiş hiçbir kimse yoktur ki, düşmanlığa uğramasın, başına bu çeşit sıkıntılar gelmesin. Şayet
o günlere ulaşırsam en büyük yardımı benden göreceksin" diye cevab verdi. Çok geçmeden Varaka
vefat etti. O sırada bir müddet için vahiy kesilmişti.
Bir süre sonra tekrar vahiy gelen Resulullah
(s.a.v.), bu konuda şöyle buyurur: "Ben bir gün
yürürken birdenbire gökyüzü tarafından bir ses
Burhan
işittim. Başımı kaldırdım. Bir de baktım ki Hirâ'da bana gelen Melek (Cebrail a.s.) sema ile
arz arasında bir kürsi üzerinde oturmuş. Pek ziyade korktum. Evime dönüp "beni örtün, beni
örtün", dedim. Bunun üzerine Allahü Teâlâ Hazretleri: Ey örtüye bürünen Resulüm, kalk da (insanları uyar. Sadece Rabbi'ni büvük tanı.
Elbiseni temiz tut, kötü şevleri terke devam et"
(Müddessir 1-5) âyet-i kerîmelerini indirdi. Artık vahyin ardı arkası kesilmedi..." (Buhari)
Bunlar Yaratıcı'dan emirdi ve tebliğ başlamıştı... Kendisine ilk önce vefalı ve asil eşi Hz. Hatice Annemiz iman etti. Efendimiz'in yanında her
şeyiyle yer aldı, en yakın destekçisi oldu, yükünü
hafifletti, derdine ortak oldu. Hz. Hatice Validemiz,
Müslüman Hanımefendilere çok güzel bir örnek ve
ışık olarak yerini aldı. Yanı sıra çocuklardan Hz. Ali
(ra), Rasulullah'ın azadlısı Zeyd b. Harise (ra),
sadık dostu zengin ve cömert insan Hz. Ebubekir
(râ) iman ettiler. İman kervanı yeni katılanlarla yürümeye devam etti ve devam ediyor. Hıra (Nur) Dağında başlayan bu nur, asırlar boyu sayısız fedakar
müminlerin verdiği hizmetlerle cihanı kapladı. Rabbimiz bizi bu nurdan, İslam'dan ve İslam için çalışmaktan ayırma. (Amin)
EBEDİ SAADETİ; GEÇİCİ ZEVKLERE TERCİH
(Mus’ab bin Ümeyr radıyallahu anh)
Rabbimizin rızası için Sevgili Peygamberimiz'i (sav) düşmana karşı müdafaa ederken sağ
kolu ani bir kılıç darbesi ile kesilince İslam sancağını sol koluna alan sol kolu Kesilince kesik kolları
ile onu bağrına basan ve şehid olunca üzerindeki
entari yetmediğinden ayak tarafı ancak otlarla örtülmek suretiyle toprağa verilen o büyük Sahabi'ye
gökteki yıldızlar, Göllerdeki kumlar adedince selam
olsun.
Kıvrım kıvrım siyah saçlar, cezp edici-güzel
yüzü, uzun boyu, ayakkabıdan elbiseye kadar tril
tril kıyafeti ile Mekke'nin en zarifi, en narini, en kibarı ve en güzeli: Mus'ab bin Umeyr (ra).
Mus'ab bin Umeyr, çok zengin bir ailenin çocuğu; mükemmel bir tahsil görmüş. Kıvrak bir zeka
ve üstün fesahat ve belagata (dil, konuşma ve
mantığa) sahip.
53
Bu yüzden de annesi başta olmak üzere
bütün aile üstüne titriyor...
Fakat O, içinde bulunduğu halden memnun
değil. Şu putların tanrı olması ne demek? Nihayeti
ağaç, taş, cansız cisim. Aklı almıyor böyle bir şeyi,
içinde bir boşluk var. Sebebini bilmediği bir sıkıntı,
cevabını bulamadığı sualle, iç dünyasını zorlayıp
duruyor...
Allah, şu cansız heykeller olmamalı... Allah,
elbette madde ve cisim değil. Ve bu sebeple Mekke
cahiliye toplumunun bu entellektüel ve yakışıklı
genci, aileden gelen şu batıl dine; daha gerçek ifadesi ile; din zannettikleri düzmeceye-uydurulan
şeye içten içe isyanda haklıdır.
Mus'ab, yaşadığı coğrafyanın din diye sarıldığını kabullenemiyor. Bu nasıl din ki tutar tarafı
yok?
Seçkin genç, bu fikirle çalkalanırken beklemediği bir zamanda ruhunun penceresinden bir nur
huzmesi akmaya başlıyor. İslamiyet'i işitiyor. Muhammed-ül Emin (sav), yeni bir dinden bahsediyormuş; kendisi de o dinin peygamberiymiş...
Sağdan soldan O'nun büyük çağrısı kulağına geliyor. Allahu ekber, Allah en büyüktür...
Ne güzel sözler... Bunlar, insan aklının eseri
olamaz! Mus'ab, bu sözlerdeki derinlikle çarpılıyor
sanki. Ve İslami davet, O'nu da Dar'ul Erkam'a çe54
kiyor. Mus'ab, burada Allah'ın Resulü'nü dinliyor.
Yeni dini ve tevhidi öğreniyor ve müslüman oluyor.
Kuş gibi hafif. Bütün iç huzursuzluk ve sıkıntılar
silinmiş gitmiş.
Şimdi Mus'ab radıyallahü anh, bir kat daha...
hayır bir kat değil; bin kat daha güzeldir, bin kat
daha kibardır, bin kat daha zarifdir. Sadece dışı
değil içi de süslenmiştir. Çünkü Mus'ab fıtratında
bulunan İslam hakikatiyle buluşmuştur.
Darül Erkam'a gizli ziyaretleri devam ediyor...
Kelime-i şehadeti söyledikten, tevhid bilincini kuşandıktan sonra kulluğumuzun ifadesi namaz.
İmandan sonra en büyük hakikat namaz. Mü'minin
ömrünün sonuna kadar şerefle ifa ettiği; ifa etmeye
mecbur olduğu büyük yükümlülük. Müslümanı namazsız düşünmek ne kadar zor. Ve diğer ibadetler...
- "Mus'ab (ra), Hz. Muhammed'in dinine girmiş; namaz kılarken gözümle gördüm; haberiniz
olsun!"
İhbar, Mus'ab'ın evinde bir bomba gibi infilak
etti. Hazret-i Mus'ab'ı bularak aile divanını kurdular.
Ve derin bir sorgulama başladı. "Sen nasıl olurda
atalarının dinini, putlarımızı bırakırsın?"
Nasihatleri, tehditleri hep boş... Belli ki hiç bir
tedbir O'nu, yüzünü döndüğü yönden, Hak'tan çeviremeyecek. Tek yol geriye kalıyor; Şiddet, zulüm
ve baskı.
Burhan
Anne-babasının emri ile hapsettiler. Burada
günlerce aç susuz bırakıldıktan sonra bir gün en
kızgın saatlerde, güneşin altına çıkarılarak dayak
ve eziyet başladı. Oğulları ile haklı olarak iftihar
eden ve üzerine titreyen anne-babası şimdi O'na
bîr tercih hürriyetini çok görüyor ve insafsızca işkenceler yapıyordu.
- "Islamiyetten dön! ..." Mus'ab, bu ve benzeri sözlere kainatın değişmez mutlak hakikati kelime-i şehadet ile cevap veriyor... Eşhedü en la
ilahe illallah ve eşhedü enne muhammeden abdühu ve Resuluhü.
Yeniden zindan; tekrar işkence, bir daha zindan ve netice alınamayınca hep zindan... Büyük
mazlum Mus'ab (ra), bir gün serbest bırakıldı. Nereye gitse? Onların yanına mı; yani ailesine? Aile
mi kaldı? Anne annelikten çıktı, baba babalıktan...
Şimdi en yakınları ile arasında kapanmaz uçurumlar var. Yollar ayrıldı. Maksatlar farklı. Fikirler, duygular, heyecanlar uyuşmuyor...
Mus'ab radıyallahü anh; ailesinin gözbebeği
Mus'ab; tril tril kıyafeti, aşılmaz kibarlığı ile bütün
hayranlıkları etrafına bir hale gibi çekmiş olan
Mus'ab, bu şehre yabancılaşmıştır artık. Artık, bu
insanlarla, zalim ve müşrik insanlarla ortak tarafı
yok.
Mus'ab, bir ve tek olan Allah'a inanıyor ve
O'na sığınıyor. Allah var gam-keder yok. O, Muhammed (as)'ı çok seviyor ve O'nu dinliyor, itaat
ediyor...
Bu hakikatin ta kemiğe kadar, iliğe kadar işlediği iman...
Ve bir gün Müminler, Efendimiz'in (sav) emirleri ile birazcık nefes alabilmek için Habeşistan'a
hicret ediyorlar. İşkencelerden yakayı kurtarmak
başka türlü mümkün değil. Mus'ab radıyallahü anh
da aralarında... Bu öncü sahabi, Habeş diyarında
bir zaman kalıyorsa da Peygamber aleyhisselam'ın
aşkına daha fazla dayanamayarak, yeniden Mekke
yollarına düşüyor...
O, Mekke'den içeri girdiği sırada Kainatın
Efendisi aleyhisselatü vesselam, Hazret-i Ali Kerremallahü veçhe ile bir kenarda oturmuş sohbet
ediyorlar... Uzaktan bir gelen var. Gelen, yaklaBurhan
şınca Resuller şahının gözleri yaşla doldu. Zira
dünün o en pahalı ve en güzel giyinen gencinin
üzerinde eski püskü ve yamalı bir entariden başka
bir şey yoktur.
Hey gidi hey!... Şıklık ve zarafetinden yürüdüğü sokaklarda insanların pencerelere dökülüp
ardınca baktığı Mus'ab bin Umeyr! Bu ne iman, bu
ne kahramanca fedakarlıktı böyle?., İşte Sevgili
Peygamberimiz nemli gözlerle, bunu ifade buyuruyorlar:
"Kalbini Allah’u teala'nın nurlandırdığı şu
kimseye bakın... Allah ve Resulü'nün sevgi ve
muhabbeti onu bu hale getirmiştir. Allah ve Rasulullah muhabbetinin ne demek olduğunu öğrenmek isteyen Mus'ab'a baksın."
Evet Arkadaşlar; Rasulullah (sav), daha
sonra Mus'ab'ı (ra) Medine'ye, Kur’an-ı Kerim’i öğretmesi, İslami bilgiler vermesi ve onları eğitmesi
sonuç itibariyle Medine'yi hicrete hazırlaması için
gönderdi. Mus'ab (ra), Medine'de canla başla çalıştı ve islam'ın kutlu mesajının duyulmadığı ev kalmadı.
Mus'ab (r.a), İslam'ın başka beldeye gönderilen ilk davetçisi, Medineliler'in hocası ve İslam'ı en
güzel şekilde yaşayarak gönüllere aktaran örnek
bir insan oldu.
Bedir Gazvesi'nde ve Uhud'da İslam sancağı
Mus'ab'ın (ra) elindeydi. Şehid düşene kadar...
Mus'ab, toprağa verilirken üzerindeki elbise, kefen
olarak vücudunu örtmeye yetmemiş, elbisesi ile
baş tarafı kapatılmış, ayakları "izhir" otları ile örtülmüştü.
Evet, Mus'ab (ra); genç yaşında, bütün dünyalık şeylere sahip olmasına rağmen Allah ve Rasulü'nü her şeyden çok sevmenin ve İslam için
seferber olmanın, İslam için fedakarlığın adıdır.
Allahım, bizleri de Mus'ab (ra) gibi Allah ve
Rasulü'nü çok seven ve itaat eden kullarından
eyle. Rabbimiz, bizlere güçlü ve samimi bir iman,
ibadet bilinci, güzel ahlak, edep, şuur, aşk ve heyecan ver. (Amin)
55
Yirmisekiz
Furkan TOK
Haccın Hikmeti ve Önemi II
“Hani biz İbrahim’e, Kâbe’nin yerini,
“Bana hiçbir şeyi ortak koşma; evimi, tavaf
edenler, namaz kılanlar, rükû ve secde edenler
için temizle” diye belirlemiştik.” (Hac:26)
ki hac iradeye bağlı iken ölüm ise insanın iradesine
bağlı değildir. İşte bunun içindir ki, hacca gidenler
tüm tanıdıkları insanlarla helalleşirler.
“İnsanlar arasında haccı ilan et ki, gerek
yaya olarak, gerek uzak yollardan gelen yorgun
develer üzerinde sana gelsinler” (Hac: 27)
Hac esnasında sarf edilen gayretlerin karşılığı, bedeni bir rahatsızlığın giderilmesinden ebedi
hayatın kazanılmasına kadar pek çok faydaları
ümit edilir.
HAC
KABE
Hac: Hayatımızı Resulüllah’ın hayatına kodlamaktır. Onun hayat programını hayatımıza proglamaktır.
Hac: Hayatın ve ahiretin bir tatbikatıdır.
Hac: Müslümanların yıllık genel kogresidir.
Hac: Ruhun sılasıdır ve asıl sılayı rahimdir.
Kabe: Kabe Allah’ın evidir. Kalp Kabedir, kan
tavaftır.
Kabe: Sonsuzluğun sembolü, yörüngenin
merkezi, çekim alanı ve hayatımızın merkezidir.
Kabe: Allah’u
teâlâ,
İbrahim
(a.s),
Muhammed (s.a.v) ve insanların buluşacağı evdir,
o ev ki, dünya yörüngesinin merkezidir.
Hacca gitmek; Allah’a söz vermektir, yoksa
Allah’tan söz almak değildir.
Gazali’nin ifadesiyle hac, kişinin dininin
kemale ermesi ve teslimiyetin tamamlanmasıdır. (İhya:1.314).
Bil hassa tasavvufta hacca hazırlık safhası,
bir yönüyle ölüme hazırlanmaya benzetilir, şu farkla
56
O kutsal mekan, insan tarafından seçilmiş
değil, insan tarafından keşfedilmiştir.
İHRAM
İhram: Hacının ünüformasıdır. İhram varlığa
hürmettir, saygıdır. Hududa riayettir. Yani ihramlı
Burhan
iken hiç bir cana kıyamazsınız, hiç bir canı incitemezsiniz, hatta yeşil yaprak dahi koparamazsınız,
dilinizle kimseyi incitemezsiniz. Çünkü ihramlı
olmak varlığa karşı saygıdır, hürmettir ve hududa
riayettir.
İhram: Teslim oluş, Saflık - sadelik - mütevaziliktir. Çünkü ben haremim diyorsunuz.
ARAFAT
Arafat: Buluşma, tanışma ve marifet yeridir.
Atan’ın cennetten dünya sürgününe gönderildiğini
hatırlamandır, kendi aczini bilmen, kendini tanımandır.
Arafat: Adem’in toprakla buluşması, özüne
kavuşmasıdır. Ölmeden önce ölmektir ve mahşerin
bir provasıdır.
da yedidir. Bakın, Do, Re, Mi, Fa Sol, La, Si. Sesleri gibi. Safa ve Merve arasındaki sa’y’ın sayısı da
yedidir. Haftanın günleri de yedidir. Nefislerin sayısı da yedidir.
İkinci ve üçüncü günlerde her üç cemarata da
yedişer taş atılır, toplamı 21 taş eder, yani 21 pare
top atılır. 21 pare top atışı, zafer bayramı kutlamasını simgeliyor. İşte bunun için Milli bayramlarımızı
kutlarken de 21 pare top atışları yapılır.
Bu üç günde cemarata atılan taşların sayısı
70 eder. Yetmiş sayısı da sonsuzluğu ifade eder.
Şeytanı taşlamadan kurban kesmek olmaz.
Yani şeytanı taşlayıp onu aradan çıkarmadan kurban kurbiyyetini yapamazsınız. Çünkü cemarat cihattır, şeytanla mücadeledir. Bütün benliğinle
haram olan, yasak olan, günah olan ve bizi onları
yapmaya sevk eden nefis ve şeytanla cihattır.
MÜZDELİFE
Müzdelife: Şuura ermek ve bu şuurla o mekanda taş toplayıp adeta silahlanarak şeytanla savaşmak için minaya sefere çıkmaktır. Bilgi kılıcını
kuşanma yeridir, aşk için dönüşü olmayan cihat yürüyüşünün başlangıcıdır. Burada silahlar kuşanılıp
hedef belirlenmiş, İbrahim (a.s) ordusunun başına
geçmiştir. Artık ileri emri verilmiş ve şeytan’ın karargahı olan minaya doğru yola çıkılmıştır.
Yolda o mahşeri kalabalığın içinde giderken
adeta kendini yalnız hisseder. Çünkü orada herkes
kendi derdine düşmüştür. Bununla beraber damla
da olsan deniz olursun. Habbe iken kubbe olursun,
zerre iken kürre olursun. Çünkü göle düşen göl
olur, çöle düşen çöl olur.
MİNA
Mina: Şeytan’ın taşlandığı ve kurbanların kesildiği yerdir. Önce ebedi düşmanımız olan şeytanı
taşlarız. Arkasından da kurbanlarımızı keseriz.
Cemarata taş atarken de adeta hem kendi
nefsimize taş atarız, hem de bir başkasının yerine,
mesela falan oğlumun şeytanını da taşlıyorum diyerek de atabiliriz.
Cemarat: Mücahededir, her şeyle cihattır.
Kadınların cihadı hacdır. Dolayısıyla hac cihattır da
diyebiliriz.
Yüce Allah (c.c) Şöyle buyuruyor;
İnsanlar arasında haccı ilan et ki, gerek
yaya olarak, gerekse nice uzak yoldan gelen
yorgun argın develer üzerinde, kendilerine ait
bir takım yararları yakinen görmeleri, Allah’ın
kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine belli günlerde Allah’ın ismini anmaları(kurban kesmeleri için) sana (Kabe’ye)
gelsinler. Artık ondan hem kendiniz yiyin, hem
de yoksula, fakire yedirin. (Hac 27-28)
Sonra kirlerini gidersinler; adaklarını yerine getirsinler ve o Eski ev’i Beyt-i Atik’i (Kâbe’yi) tavaf etsinler. (Hac: 29)
CEMARAT
KURBAN
Cemarat: Şeytan taşlamadır. İlk gün büyük
şeytana yedi taş atılır. Yedi sayısı sonsuzluğu ifade
eder. Bakın tavafın şaftlarının sayısı da yedidir.
Gökteki semanın sayısı da yedidir. Seslerin sayısı
Burhan
Kurban aslen hacla ilgili bir ibadettir. Çünkü
İbrahim (a.s) mina da şeytanı taşlayıp, orada kurbanını kesti. İbrahim (a.s)’ın ordusu bütün tağut57
ları, putları ve şeytanları bozguna uğratarak minayı
fethedip zaferi kazandılar. Bu zaferle, kulun Allah’a
yaklaşmasına mani olan şeytanı aradan çıkartıp,
nefsini elinin tersi ile itip kovulmuş şeytan’ın üzerine kurşunları (taşları) atarak şeytanı ve karargahını yerle bir edip, nefsine ve şeytana köle
olmadığını, özgür olduğunu isbatlıyarak, Ya Rabbi;
Artık canımı, malımı sana kurban edebilirim diyerek, kurbanını keserek Allah’a olan sadagatını gösterir.
Hacca gidemeyenler ise şöyle derler. Ya
Rabbi; biz gidemedik bari kurban keselim de kurbanlarımızı, hac da kesilen kurbanlara kat ve bizim
kurbanlarımızı da kabul eyle. İşte asıl bu sebepten
dolayı kurban bayramında insanlar memleketlerinde kurban keserler.
Bu ise adeta, hacca gidemeyenlere haccın
gelmesidir. İşte kurban kesmekte budur.
Hacılar, bayram namazını kılmak ve adeta
Allah (c.c) ile bayramlaşmak için kabe’ye yönelirler.
TAVAF
Tavaf: Ubudiyettir. Dünya gezegeni de, hacılar gibi güneş Kabesini tavaf ediyor.
Tavaf: Ezel’den ebede akıp giden zamanın
sembolüdür.
Bitkilerde sırığı tavaf misali sararlar. Her şey
hareket halinde ve her şer bir şeylerin etrafında
dönmektedir.
Tavaf: imanın altına, bedenle atılmış bir imzadır.
Kabe’ye tapınma korkusu olmaması için, hacılar kabeyi görünce Lebbeyk’i söylemez tekbir getirirler.
SA’Y
Sa’y: Hicret, muhaceret ve gayrettir. Milyarlarca kadını ve erkeği, bakın o köle cariye dedikleri kadın (hacer validemiz) hacıları nasıl ardına
takıyor ve kendisi koştuğu gibi ardından koşturuyor.
58
Sa’y: İhtiyaçların için tabiatın kalbinde araştırma yapmak ve taştan su çıkarma girişimidir.
Çünkü Yahudiler Hz. İsmail’e bir köle kadından doğdu dediler. İshak ise hür bir kadından (sara
dan) doğdu dediler. Dolayısıyla da hür olan, köle
olandan daha üstündür diyerek, Hz. İshak’ı Hz.
İsmail’den üstün, gördüler. Hz. İshak’ın soyundan
gelen peygamberleri de Hz. İsmail den ve onun soyundan gelen Hz. Muhammed (s.a.v) den üstün
kabul ettiler.
Bu nedenle de Yahudi ırkını Hz. Muhammed
(s.a.v) in ümmetinden üstün gördüler. Tabi bu
görüş hem çok yanlış hem de batıldır.
Hac Sadece hacca gidenlerin haccımıdır?
Öylesi var ki, Hacca gidemedi ama orası için yüreğinin başı yandı. Öylesi de var ki; Hacca gidiyor
ama sanki sıradan bir turist misali, normal sıradan
bir geziye gider gibi gidiyor, maksadına uygun yapamadığı için haccını daha yaparken kafadan kaybeder. Diğer yandan bedenen ve zahiren gidemedi
ama gönlüyle ruhuyla bütün maneviyatıyla oraya
gitti. O zaman şöyle diyebiliriz; Oraya gidip de hacı
olamayan hacılar, ruhen gidip bedenen gitmeden
hacı olan hacılar vardır.
Öyle insan vardır ki; Kabe’ye gider, ama
Kabe ondan kaçar. Öyleleri de vardır ki; Kabe onun
ziyaretine gider. Netice de Mebrur hac lazım. Mebrur hac ise sembollerin fark edildiği hacdır. Eğer
mebrur hac olursa İşte o zaman bu, annesinin karnına dönmek ve günahsız evine dönmek demektir. Hadisi şerifte: Kim eliyle ve diliyle
Müslümanlara eziyet vermeyerek bir hac yaparsa annesinden yeni doğmuş çocuk gibi günahsız olur. (Buhari Hac:4Muhsr:9,l0,Müslim Hac.)
Peygamberimiz bir defa hac yapmıştır ama
mebrur bir hac yapmıştır.
Hac; zipli yani sıkıştırılmış program gibidir.
Hacda bizim bildiğimiz ve bilmediğimiz nice sırlar,
hikmetler vardır. Netice de Hac şu demektir; Ya
Rabbi ben senden razıyım, sende benden razı ol
demektir. İşte bütün bunlar razı olunmuş bir hayatın kodlarıdır. Allah (c.c) bütün ömrümüzü hac kılsın. Hitamuhu misk olsun. Amin.
Burhan
Hafi kılınan namazlarda huşu ve huzurun korunması için
6 husus tefekkür edilir:
1. İhlas; “Allah (c.c.)’ı görüyormuşçasına O’nun huzurunda olduğunu bilmek”
2. Tefekkür; “Allah (c.c.)’ın kuvvet ve kudretinin eserlerini, Allah (c.c.)’ın sıfatlarını,
isimlerini manasıyla düşünmek”
3. Rüyet-i taksir; “Akil baliğ oluşundan içinde bulunduğu ana kadar işlediğin büyük
günahlarını düşün.”
4. Havf; “Allahû Teala’nın azabından emin olmayıp, devamlı bir korku üzere olmak”
5. Reca; “Allahû Teala’dan hiçbir zaman ümit kesmemek”
6. Mücadele; “Yukarıda sayılan beş şeyin dikkatini, huşunu, huzurunu temin etmeye
yetmiyorsa öyle bil ki, ölümlü bir fanisin ve bir gün öleceksin, tek başına kabre gireceksin,
yanın yere ağzında yara gelecek.
Amelin kabul şartı dörttür: ilim, niyet, ihlâs, sabır
Kadın-erkek ilmihalini bilmek her mükellefe farz-ı ayındır. Cehalet en büyük düşmandır.
At fışkısı bile gübre olur, yakacak olur. Cehalet ise hiçbir işe yaramaz.
Düşman dörttür: nefis, şeytan, dünya, heva
Şeytan insanın kan damarlarında dolaşır, kalbi ağzına alır. Kalp zikredince meyusen
geri çekilir.
Mürid mürşidini kontrol etmeli. İki kez uyarısından sonra onu terk etmeli. Bunun
için ilim farz…
İstikametten büyük keramet yoktur. Nefis keramet ister, Mevla ise istikamet.
Bir kişinin havada uçtuğunu, denizde yürüdüğünü görseniz, hal ve hareketine
bakınız. Sünnete uygun değilse, havada kuşlar uçar, denizde balıklar yüzer. İtibar
etmeyiniz.
Allah için Salihleri sevmek, Allah için fasıklara buğzetmek farzdır.
Allah bizi Salihlere refik eyleye.
Hacı Şaban Efendi Hz. (K.S.)
Yirmisekiz
Tıp
Dr. Gül ADA
Gam ve Keder
Meydana gelen bir olay veya elden kaçırılan bir fırsat nedeniyle aşırı üzüntü duymaya “gam, kaygı,
tasa”, gelecek zamanda olabilecek kötü bir hadise
ya da doğacak bir fırsatın elden kaçırılması endişesi nedeniyle duyulan sıkıntıya da “keder” denir.
Kaygı ve keder, hastalıkların en önemli sebeplerindendir. Kederli insan çevresinden kopar, içine
kapanır, yeme düzeni bozulur ve sonunda vücudun
direnci azaldığından bir çok bedensel hastalığı ile
baş edemez hale gelir.
Peygamber Efendimiz üzüntü ve kederden
Allah’a sığınırdı. Hz. Ali, “Her kimin üzüntü ve kederi çok olursa bedeni hasta olur, her kimin de
ahlakı kötü olursa kendine eziyet vermiş olur,
her kim de münakaşa ederse saygınlığı gider,
saygınlığı azalır.”, “Üzüntü ve keder, uykuya
engel olur, Rabbimin yarattığı şeylerin en tesirlisi üzüntü ve kederdir.” buyurmuştur.
Korkularımız, dostlarımızdan uzak olmamız,
hoşlanmadığımız ortamlarda sürekli bulunmak zorunda kalmamız, borçlu olmak, hastalıklar, yanlış
toplumsal baskılar, baş edilemeyen sosyal problemler, yoksulluk, güvensizlik hissi, gam ve keder
60
duymamıza sebep olan başlıca nedenlerden bazılarıdır.
Herhangi bir hadise, olgu veya nesneden korkan kişi, korku duyduğu şeyden emin oluncaya
kadar huzurlu olamaz. Gerçek dostumuzun olmaması veya dostlarımızdan uzak oluşumuz, kaygı ve
kederimizi arttıran bir faktördür. Hz. Ömer, “Hz.
Ebu Bekir’in ölüm sebebi, Peygamber Aleyhisselamın ölümünden duyduğu üzüntü ve kederdir. Bu üzüntüden dolayı ölünceye kadar
vücudu zayıflamaya devam etmiştir.” demiştir.
Hz. Davud Aleyhisselam da,“Sağlık gizli bir hazinedir, bir saatlik üzüntü ve keder, kişiyi bir yıl
ihtiyarlatır, dostlardan ayrı kalmak ise vücudu
hasta eder.” buyurmuştur. İnsanların sevmediği ya
da hoşlanmadığı kişilerle aynı ortamı paylaşmak
zorunda kalması, başlı başına bir stres sebebidir.
Borçlanmak, borçlarını söz verdiği tarihte
ödeyememek ya da ödeyememe endişesi taşımak,
insanları intiharlara kadar sürükleyebilen kaygı nedenidir. Peygamber Efendimiz, “Borçtan sakınınız!... Çünkü borç geceleri üzüntü ve keder
verir, gündüzleri ise utanma ve zillettir.” buyurmuştur.
Burhan
Mutlu ve neşeli insanların gözlerinde canlılık,
tenlerinde parlaklık olduğu gibi, kederli insanın da,
cildinde solukluk ve gözlerinde donuk bir bakış
mevcuttur. Tasalı kişide, genellikle, gündelik işleri
yapmakta isteksizlik, amaçsız olarak dönüp durmak, uykusuzluk, iştahsızlık ve bunlara bağlı olarak ta sürekli bir yorgunluk hali gözlenmektedir.
Bütün bu duygu durum değişiklikleri, hastalıklara
sebep olabilmektedir. Hz. Yakup Aleyhisselamın,
oğlu Yusuf’a olan hasretinden ve onun akıbetinden
duyduğu endişe ve üzüntüden dolayı, gözleri görmez olmuştur. Üzüntü ve kederin, kişiyi ihtiyarlatan
sebeplerden biri olduğu da söylenebilir.
Üzüntü ve kederin en güçlü ilacı, dua etmek
ve Allah’a sığınmaktır. Peygamber Efendimiz, “Allah’ım üzüntü ve kederden, acizlik ve tembellikten, cimrilik ve korkaklıktan, borçluluktan,
borçluluğun vereceği sıkıntıdan ve düşmanların kaba kuvvet kullanıp üstün gelmesinden
sana sığınırım” buyurmuştur. Enes İbni Malik
(R.A.) “Peygamber Aleyhisselam, herhangi bir
şeyden üzüntülü ve sıkıntılı olduğu zaman, ya
Hayyu ya Kayyumu, rahmetinle senden yardım
diliyorum diyerek dua ederdi.” demiştir.
Hz. Ali, “Her kime bir nimet verilirse, Allah’a hamdü sena eylesin!...., her kimin rızkı
azalırsa Allah’a istiğfar ve duada bulunsun!....her kime de üzüntü ve keder isabet
ederse LA HAVLE VELA KUVVETE İLLA BİLLAH desin” buyurmuştur.
Havadar ve tenha yerlere gidip dinlenmek,
seyahat etmek, kederini unutturacak ve kendisini
oyalayacak bir işle meşgul olmak, el sanatlarıyla
uğraşıp ortaya bir eser çıkartmak, sevdiği insanlarla konuşup dertleşmek, gam ve kederi uzaklaştırabilecek bazı yöntemlerdir. Bütün bunların
denenmesine rağmen düzelmeyen uzamış gam ve
keder hali, uzman psikiyatristler tarafından değerlendirilmelidir. Onların önereceği ilaç veya terapi
yöntemleriyle tedavi olunmalıdır.
Yazımızı Peygamber Efendimizin “Ey Rabbim!...üzüntü ve kederin çokluğundan dolayı
sağlığımın bozulmasından sana sığınırım.” şeklindeki duası ile sonlandıralım. Afiyette kalınız.
Burhan
61
Yirmisekiz
[email protected]
Nizamettin SÜRMELİ
Aşure Günü ve Hicrî Yılbaşı
10 Ocak 2008 Perşembe
günü Muharrem ayının biri ve hicri
yılbaşıdır. 19 ocak cumartesi günü
ise 10 muharrem ve aşure günüdür. Bu mübarek günlerin tüm
okurlarımıza hayırlar getirmesini
Mevlâ teâlâ’dan dilerim.
10 Ocak 2008 Perşembe günü Muharrem
ayının biri ve hicri yılbaşıdır. 19 ocak cumartesi
günü ise 10 muharrem ve aşure günüdür. Muharrem ayı haram aylardandır. Hazret-i Âdem Aleyhisselâm zamanından beri müstesna bir gün olarak
tanınan Muharrem’in onuncu gününe Aşure günü
deniyor. Arapça “aşr” veya “âşir” kelimelerinden türetilmiş olan “aşure”, onuncu gün demektir.
Aşure gününe izafe edilen bir hayli tarih vardır. Özetlersek; Allah Teâlâ’nın Arşı, melekleri, gökleri, yeri ve Hz. Âdem Aleyhisselâm’ı bu gün
yarattığı; Hazret-i Âdem Aleyhisselâm’ın tövbesinin bu gün kabul edildiği; Hazret-i Nuh Aleyhisselâm’ın gemisinin Cûdî dağına bu gün oturduğu;
Hazret-i Yûnus Aleyhisselâm’ın balığın karnından
bu gün çıkarıldığı; Hazret-i İbrâhim, Hazret-i Mûsâ
ve Hazret-i Îsa Aleyhimüsselâm’ın bu gün doğdukları; Hazret-i İbrâhim Aleyhisselâm’ın Nemrut’un
ateşinden bu gün kurtulduğu; Hazret-i Yakup Aleyhisselâm’ın oğlu Yûsuf Aleyhisselâm’a bu gün kavuştuğu; Hazret-i Eyüp Aleyhisselâm’ın hastalıktan
bu gün şifâ bulduğu; Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâm’ın
kavminin Firavunun zulmünden bu gün kurtulduğu
ve Firavunun bu gün denizde boğulduğu; Hazret-i
62
Dâvud Aleyhisselâm’ın tövbesinin bu gün kabul
edildiği; Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm’a bu gün
mülk verildiği; Hazret-i Îsa Aleyhisselâm’ın bu gün
gökyüzüne yükseltildiği rivâyetleri mevcuttur. Bu
haberlerden bir kısmının Peygamber Efendimiz
Aleyhissalâtü Vesselâm tarafından da doğrulandığı
bilinmektedir.
(Aşure günü Nuh aleyhisselamın gemisi,
Cudi dağına indirildi. O gün Nuh ve yanındakiler, Allahü teâlâya şükür için oruçlu idiler. Hayvanlar da hiç bir şey yememişti. Allahü teâlâ
denizi, beni İsrail için, aşure günü yardı. Yine
Aşure günü Allahü teâlâ Adem aleyhisselamın
ve Yunus aleyhisselamın kavminin tevbesini
kabul etti. İbrahim aleyhisselam da o gün
doğdu.) [Taberani]
Öteden beri Kureyş de, Resulullah da
Aşure günü oruç tutardı. Medine’ye gelince de
yine o gün oruç tuttu ve tutulmasını emretti. (Buhari, Müslim, Tirmizi, Ebu Davud) Ancak Hicretin ikinci senesi
Ramazan orucu farz kılınınca Muharremin onuncu
günü orucunu bıraktı. Artık dileyen bu orucu tuttu;
dileyen tutmadı.
Burhan
Medine’de aşure günü oruç tutan Peygamber
efendimiz, Yahudilerin de oruç tuttuklarını gördü.
(Niye oruç tutuyorsunuz?) diye sordu. Onlar da,
(Allah’ın İsrail oğullarını düşmanından kurtardığı bir
gündür, Musa bu günde oruç tuttuğu için) dediler.
Resulullah efendimiz de, Müslümanların bugün
oruç tutmalarının sebebini anlatmak için, (Ben
Musa aleyhisselama sizden daha layıkım) buyurdu. (Buhari, Müslim, Ebu Davud) Ve efendimiz aleyhisselam şöyle buyurdu: (Aşure günü bir gün önce,
bir gün sonra da tutarak Yahudilere muhalefet
edin.) [İ.Ahmed]
gece namazıdır.) [Müslim, İbni Mace, Ebu Davud, Tirmizi, Nesai]
Abdullah b. Ömer (r.anhümâ)’nın bu konudaki rivayeti de şöyledir: “Aşûre câhiliyye devri insanlarının oruç tuttuğu bir gündü. Fakat Ramazan
Orucu farz kılınınca Rasûlullah (s.a.v)’e Aşûre konusu sorulmuş, o da: “Aşûre Allah’ın günlerinden bir gündür, dileyen bu günde oruç tutsun,
dileyen tutmasın.” buyurmuştur. (Müsned, c. II, s. 59, 143)
heki)
Selemetü’bnü’l-Ekva’ (r.anhâ) şöyle demiştir:
“Peygamber (s.a.v.) Eslem kabîlesinden (Hind b.
Esmâ isminde) bir kişiye, insanlar içinde şunu îlân
et diye emretti: “Her kim yemek yediyse, günün
geri kalanında yemekten kendini tutsun! Yememiş olan kimse ise oruç tutsun. Çünkü bu gün
Aşûre günüdür.” (Buhârî, Savm 68)
Ebû Katâde (r.a.)’den rivayete göre Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Aşûre gününün
orucunun, kendinden önceki seneye keffâret
olmasını Allah’tan kuvvetle ümîd ediyorum.” (Tirmîzî, Savm 47)
İbn-i Abbas (r.anhümâ)’dan rivâyet edilmiştir.
Dedi ki: “Rasûlullah (s.a.v.), Aşûre orucunun
onuncu gün tutulmasını emretti!” (Tirmizî, Savm 49)
Yine İbn-i Abbas (r.anhümâ)’dan rivâyet edilmiştir:“Muharremin dokuzuncu ve onuncu günleri oruç tutarak yahûdîlere muhâlefet edin!”
(Tirmîzî, Savm 49)
(Ayların efendisi Muharrem, günlerin efendisi Cuma’dır.) [Deylemi]
(Ramazandan sonra en faziletli oruç, Allahü teâlânın ayı Muharrem ayında tutulan
oruçtur. Farzlardan sonra en faziletli namaz,
Burhan
(Nafile oruç tutacaksan Muharrem ayında tut.
Çünkü o, Allahü teâlânın ayıdır. O ayda bir gün
vardır ki, O günde Allahü teâlâ geçmiş kavimlerden birinin tevbesini kabul etti. Yine o gün
tevbe edenlerin günahlarını da affeder.) [Tirmizi]
Hadis-i şerifte, (Aşure günü ismidle sürmelenen, göz ağrısı görmez) (Hâkim)
(Aşure günü, aile efradının nafakasını
geniş tutanın, bütün yıl nafakası geniş olur) (Bey-
Hazret-i Nuh (as) zamanından beri bütün hak
dinlerde makbul olan Muharremin onuncu gününde
oruç tutmak, Yahudiler için farz kılınmıştı. Peygamber Efendimiz (asm) önceleri Muharremin
onuncu gününde oruç tutmuşsa da, Ramazan
orucu farz kılındıktan sonra bırakmış ve Yahudilere
muhalefet olsun diye bu gün nafile oruç tutmak isteyenlere bir gün önceden bir gün sonraya kadar
üç gün oruç tutmalarını tavsiye buyurmuştur.
Netice olarak, Muharremin onuncu günü bir
gün önce ve bir gün sonrası ile oruç tutmayı sünnet
olarak zikredebiliriz. Bunun dışında Muharremin
onuncu gününe mahsus olarak yapıla gelen yıkanmak, gözlere sürme çekmek, süslenmek, kına
yakmak, bayramlaşmak, hububat ile karışık aşure
pişirmek, sadaka vermek, mescitleri ziyaret etmek,
kurban kesmek gibi davranışlar da mubah veya derecesine göre menduptur. Muharremin onuncu gününde “aşure” adıyla bilinen aşı pişirmek ve
dağıtmak mubahtır, örfümüzce benimsenmiş güzel
bir âdettir.
Nafile ibadetlerin sevabına kavuşabilmek
için, ehl-i sünnet itikadında olmak, haramlardan
kaçıp günahlara tevbe etmek, farzları kusursuz
yapmaya çalışmak, o ameli ibadet olarak yapmaya
niyet etmek şarttır.
BUGÜN YAPILABİLECEK İŞLER
1. Aşure günü oruç tutmak sünnettir. Mümkünse bir gün önce veya bir gün sonra tutmak en
uygunudur.
2. Sıla-i rahim yapmalı. Yani akrabayı ziya63
ret edip, hediye ile veya çeşitli yardım ile gönüllerini almalı. Eş dost tebrik edilerek bu günün önemine dikkat çekilmeli.
3. İlim öğrenmeli! Ayrıca Kur’an-ı kerim okumalı, kazası olan kaza namazı kılmalı.
4. Sadaka vermek sünnettir, ibadettir.
(Bugün aşure ibadet) diye aşure pişirmek günahtır.
Aşurenin bugüne mahsus ibadet olmadığını bilerek, bugün aşure veya başka tatlı yapmak günah
olmaz, sevap olur. Bu inceliği iyi anlamalı.
5. Çok selam vermeli.
6. Çoluk çocuğunu sevindirmeli! Hadis-i şerifte, (Aşure günü, aile efradının nafakasını
geniş tutanın, bütün yıl nafakası geniş olur) buyuruldu. (Beyheki)
7. Gusletmeli. Bu günün ihyası ve bereketinden faydalanabilmek için tertemiz olunmalı.
HİCRÎ YILBAŞI
Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselam, miladi 571’de 20 Nisana rastlayan, Rebiulevvel ayının on ikinci Pazartesi sabahı, Mekke’de
doğdu. 622’de Mekke’den Medine’ye hicret etti. 20
Eylül Pazartesi günü, Medine’nin Kuba köyüne
64
geldi. Bu tarih Müslümanların şemsî yılbaşı oldu.
O yılın Muharrem ayının birinci günü de, Kamerî
yılbaşı oldu. Muharrem ayının birinci gecesi Müslümanların kameri yılbaşı gecesidir. 10 Ocak 2008
Perşembe günü Muharrem ayının biri ve hicri yılbaşıdır. Bu yılbaşı günümüze sahip çıkmalı eş ve
dostlarımızın yılbaşını tebrik ederek Müslümanların
yılbaşının farklı olduğunu hatırda tutmalıyız.
İslamiyet’ten önce Araplar, Muharremde harp
etmek isteyince, o yıl Muharrem ayının ismini, sonraki aya korlar, sonraki ayın ismini, Muharrem
ayına takarlardı. Böylece, haram ay, Muharremden
bir sonraki ay olurdu.
(Bir ayın haramlığını başka aya geciktirmek,
ancak kâfirliği arttırır. Kâfirler, böylece sapıtıyorlar.
Onlar, Allah’ın haram kıldığı ayların sayılarını denk
getirmek için, haram ayı bir yıl helal edip, başka yıl
onu yine haram ederler. Böylece, Allah’ın haram
kıldığını helal kılmaya çalışırlar) mealindeki Tevbe
suresinin 37. âyet-i kerimesi, ayların yerlerini değiştirmeyi yasak etti.
Muharrem ayı, Zilkade, Zilhicce ve Receb
Burhan
ile beraber Kur'an-ı kerimde kıymet verilen dört
aydan biridir. (Tevbe 36).
HZ. HÜSEYİNİN ŞEHADETİ
Hazret-i Hüseyin, Hazret-i Hüseyin (r.a.)Hicrî
10 Muharrem 61’de (1 Ekim 680) Kerbelâ’da şehîd
edilmiştir. Seyyid Abdülkâdir Geylânî (k.s.) Hazretleri bu hâdiseyi şöyle değerlendirmektedir: “Hazret-i Hüseyin (r.a.)’in şehîd edilmesi, Allah
Teâlâ’nın, Rasûlullah (s.a.v.)’in torununun derecesini yükseltmek, kerâmetini kat kat artırmak, şehîdlik sebebiyle şehidlerin önderi
durumunda olanların derecesine ulaştırmak
için, katında günlerin şerefli ve büyüğü olan
Aşûre gününde olmuştur.” (Abdülkadir Geylânî, Gunyetü’tTâlibîn, s. 355)
O yüce imamın şehid edilmesi, elbette bütün
müslümanlar için büyük musibet ve üzüntüdür.
Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman, Hazret-i Ali ve
Hazret-i Hamza’nın şehid edilmeleri de, böyle
büyük musibet ve üzüntüdür. Fakat, Peygamber
efendimiz, Hazret-i Hamza’nın şehid edildiği günün
yıldönümlerinde matem [yas] tutmadı. Matem tutmayı da emretmedi. Matem yasak olmasaydı, herkesten önce Peygamber efendimizin ölümü için
matem tutulurdu. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Matem tutan, ölmeden tevbe etmezse, kıyamette şiddetli azap görür.) [Müslim]
(İki şey vardır ki, insanı küfre sürükler. Birincisi, birinin soyuna sövmek, ikincisi, ölü için
matem tutmaktır.) [Müslim]
Burhan
65
Yirmisekiz
[email protected]
Zeynep GÜLOĞLU
Evinin Sultanları
Osmanlının son yüzyılında
Sadece İstanbul'da kapanan
tekkelerin sayısı:
Eyüp'te 39, Fatih'te 153,
Eminönü'nde 46, Sarıyer'de 8,
Beykoz'da 16, Üsküdar'da 59,
Kartal'da 4, Kadıköy'de 9,
Beyoğlu'nda 26, toplam 573 tekke
İstanbul'da yıkıldı. Kıymetini,
bilmeyince Mevla'da elimizden aldı.
DİN NEYE DENİR
2. MUHARREF (Bozulmuş) DİNLER
Din, Allah-û Teâlâ tarafından konulmuş ilahî
bir kanun olup, akıl sahiplerini kendi istekleri ile her
iki cihanda huzura kavuşturan ilahî bir nizamdır.
Yani din, insanların dünya ve ahiret saadeti için
Mevlâ Teâlâ tarafından indirilen bir hayat nizamı
olup, bütün yönle-riyle mükemmel ve kusursuzdur.
Zîra sonsuz ilim sahibi olan Allah (Celle Celâlühü)
tarafından gönderilmiştir.
Hak din iken sonradan insanlar tarafından
değiştirilen ve aslı bozulan dinlerdir. Hıristiyanlık ve
Yahudilik gibi.
DİNLER KAÇ KISMA AYRILIR
İSLÂM DÎNİ
Dinler üç kısma ayrılır:
1. HAK DİN
Allah-û Teâlâ tarafından peygamberleri aracılığı ile insanlara bildirilen, hiçbir değişikliğe uğramadan ve bozulmadan günümüze kadar gelen
dindir. Bu özellikleri taşıyan din sadece İslâm dînidir.
“Muhakkak ki Allah katında din İslâm’dır.”
(Âl-i İmran sûresi: Âyet: 19)
66
3. BATIL DİNLER
Allah (Celle Celâlühü) tarafından gönderilmeyip, insanlar tara-fından uydurulan dinlerdir. Putperestlik,
Mecusilik, Totemizm (Kızıl-derililerin dini) gibi.
Dinler sıralamasında zikrettiğimiz hak din
olup, Allah-û Teâlâ tarafından insanlara, rızasını
kazanmaları, dünya ve ahirette huzuru elde etmeleri maksadıyla son peygamber Hz. Muhammed
(sallallâhü âleyhi ve selem) aracılığı ile gönderilen
son dindir.
Hakîkatte İslâm dîni, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem (Aleyhisselam)’dan Hz. Muhammed
(sallallâhü âleyhi ve selem)’e kadar olan bütün
peygamberlerin dînidir. Âdem (Aleyhisselâm)’dan
İsa (Aleyhisselâm)’a kadar bütün peygamberler, insanlara Allah (Celle Celâlühü)’nün birliği inancını
Burhan
tebliğ etmişler ve nasıl ibadet edileceğini öğretmişlerdir. An-cak iman esasları ve dinin hükümleri
gün geç tikçe bozulmuş, aslını kaybetmiştir.
Bunun üzerine Allah’û Teâlâ, Hz. Muhammed
(Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’in vasıtası ile son olarak kemâle ermiş bir din olan İslâm’ı göndermiştir.
İslâm dîninin gelmesiyle diğer dinler hükümsüz kalmış-tır. Bugün kâinâtın hak dîni İslâm’dır. Bu hususta Allah’û Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de şöyle
buyurmuştur:
“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa,
ondan asla kabul edilmeyecektir. O, ahirette de
hüsrana uğrayanlardandır.” (Âl-i İmran sûresi: Âyet: 85.)
AVRET NE DEMEKTİR?
KADINLARIN BÜTÜN VÜCUDU
AVRET MİDİR?
Erkek ve kadında örtünmesi gereken yerlere avret denir.
Hanefi ve Şafii mezhebine göre, Erkeğin
erkeğe nispetle avreti; diz ile göbeğin arasıdır.
Buna göre diz ile göbeğin arasındaki yerlere
bakmak haramdır.
Kadının kadına nispetle avreti; Diz ile
göbek arasıdır. Buna göre, Diz ile göbeğin arasındaki yerlere bakmak haramdır.
Erkeğin kadına nispetle avreti; Mahremi
olduğu takdirde yine diz ile göbeğinin arasıdır.
Namahrem ise, Şafii ve Hanbelî mezhebine göre el ve yüz dâhil bütün vücudu avrettir.
Hanefi ve Maliki mezhebine göre, el ve
yüz müstesna bütün vücut avrettir. Fitne korkusu varsa bütün vücudu avrettir. Avret olan
yerlere bakmak haram olduğu gibi dokunmakta
haramdır.
ZİKRİN BEŞ ANA ÖZELLİĞİ VARDIR
1. Zikirde Allah'ın(cc) rızası vardır.
2. Zikirde şeytandan korunma vardır.
3. Zikir kalbi yumuşatır.
4. İbadete olan aşkı artırır.
5. Mü'mini ma'siyetten alıkoyar.
Burhan
ALTIN İÇİN DEĞİL, ALLAH İÇİN
Hz. Ebu Talha (radıyallahu anhu), Müslüman olmadan evvel, hanım sahabilerden Ümmü
Süleym lakaplı Hz. Rumeysa (radıyallahu
anha)’ya evlenme teklif eder. Rumeysa (r.anha):
"Doğrusu ben de sana hevesliyim. Fakat sen
kafirsin, bense Müslüman bir kadınım. Seninle
evlenmem caiz olmaz” der.
Ebu Talha (ra): “Sarı ve kırmızıdan (altın
ve gümüşten) sana çok versem benimle yine
evlenmez misin?” deyince, o büyük sahabi
hanım şu mana yüklü, ibret ve ders dolu cevabı
verir: “Altın ve gümüş aramıyorum. Sen; duymayan, görmeyen ve sana hiçbir faydası-zararı olmayan şeye tapıyorsun. Falanların
siyah kölesinin dağdan sürükleyip getirdiği,
yerden biten bir ağaç parçasına tapmaktan
hiç sıkılmıyor musun? Eğer sen Müslüman
olursan, o benim mehrim olsun, evlenelim;
başka bir şey istemeyeceğim.” Ebu Talha hidayete erer (r.anhu) ve Rumeysa (r.anha) ile evlenirler.
İste bu derece iman-ihlâs ve şuur sahibi
bir hanım için Resulullah (sav) Efendimiz: “Cennete girmiştim. Gördüm ki Ebu Talha'nın hanımı Rumeysa (Ümmü Süleym) da orada idi.”
Buyurdular.
NEDEN BOŞUNA PARA ALIYORSUN
İmam Ebu Yusuf'a birisi öğrenmek istediği
bazı konularda sorular sormuş. Ebu Yusuf,
soruların bazılarına:
"Bilmiyorum" cevabını vermesi üzerine
sorduğu soruların bir kısmına cevap alamayan
şahıs:
"Bilmiyorsun madem devlet hazinesinden
neden boşuna para alıyorsun?" diye fırça
atmaya kalkınca, İmam Ebu Yusuf şöyle diyerek
muhatabını susturmuş:
"Ben devlet hazinesinden bildiklerim için
para alıyorum. Bilmediklerim için para almış
olsaydım devlet hazinesinde para kalmazdı."
67
Yirmisekiz
Bir Kitap
Ahmet YEŞİL
Beklenen Eser Çıktı
MEFÂHİM
Uzun süredir yayınlanması beklenen yüzyılın büyük alim ve velilerinden es-Seyyid Muhammed bin Alevi el-Maliki el-Haseni -rahimehullah- Hazretleri'nin Mefahim Yecibu En Tusahhah -Düzeltilmesi Gereken Kavramlar- isimli eseri yayınlandı. Hasan Ali Yaşar'ın akıcı bir
üslupla Türkçeye kazandırdığı eser, tevessül, şefaat, Peygamberimizin ölüp-ölmemesi, teberrük, istiğase vs. gibi konuları hadis-i şerifler, sahabe ve tabiin kavli ışığında ele alıyor ve mevzuları net bir şekilde ortaya koyuyor. Özellikle bu tür konuları merak edenlere tam anlamıyla bir
"şifa" olan eserin Türkçe baskısı için merhum müellifin oğlu Seyyid Ahmed bin Muhammed bin
Alevi el-Maliki el-Haseni Hazretleri'nin takdim yazısının dışında Hüseyin Avni Hocaefendi ve
Mustafa Yiğitarslan Hocaefendi'nin de takrizleri yer alıyor.
İÇİNDEKİLER
Seyyid Muhammed bin Alevi'nin Hayatı
Önsöz ve Takrizler
1. TEVHİD VE ŞİRK
1. İman ile Küfrü Ayırt Etmek
a) Muhammed bin Abdulvehhab'ın tekfir hakkındaki görüşleri
b) Müslümanın Müslümana karşı tutumu nasıl olmalı?
c) ALLAH ile kulları arasındaki fark
d) Her insan aynı seviyede değildir
e) ALLAH'ın bazı sıfatlarının kullara nisbet edilmesi
f) Uluhiyet ve beşeriyet arasında "Mecâz-ı Aklî"
g) Dilde mecaz kullanmak kaçınılmazdır
h) Tazim etmek ibadet etmek değildir
ı) Şirkin gerçek sebepleri nelerdir?
2. Hakikati Kim Temsil Ediyor?
a) Hakkın anlaşılabilmesi için önemli bir kavram; 'Bid'at'
b) Her yenilik sapkınlık değildir
c) Tasavvuf ehlinin durumu
d) Kelâm alimlerinin durumu
e) Kelâmî tartışmaların bazı sakıncaları
3. Tevessül ve Mahiyeti
a) Tevessülde bütün alimlerin kabul ettiği ölçü
b) Hz. Adem'in Peygamberimizle tevessülü
c) Tevessülün meşru olduğunu gösteren diğer rivayetler
ç) Yahudilerin Peygamberimizle tevessülü
68
d) Tevessül edilen kimsenin hayatta olması şart
değildir
e) İbni Teymiye'ye göre tevessülün şartları
f) İmam Şevkani'nin tevessüle dair görüşleri
g) Muhammed bin Abdulvehhab'ın tevessüle dair
görüşleri
h) Peygamberlere ait olan eşyalarla tevessül etmek
ı) Bir kimsenin hak ve hürmetine bir şey istemek
j) Bir kimseyle gıyabında tevessül etmek
k) Hz. Ömer'in Hz. Abbas ile tevessülü
l) Peygamberimizin kabrine gidip tevessül etmek
m) Tevessül hakkında son bir değerlendirme
n) Tevessülü kabul eden bazı alimlerin isimleri
4. Şefaat ve Yardım İstemek
a) Sahabeler şefaat talep ederlerdi
b) İbni Teymiye'nin şefaat hakkındaki görüşleri
c) ALLAH'tan başkasından yardım istenir mi?
d) Ashab-ı Kiram Peygamberimizden yardım isterdi
e) Öldükten sonra ruhların dünyada tasarrufu
mümkün mü?
f) ALLAH'ın güç yetirebileceği bir şeyi başkasından istemek
g) "İstediğin zaman ALLAH'tan iste" hadisi ne anlama gelir?
h) "Benden değil ALLAH'tan yardım istenir" hadisinin manası
ı) Mecazi ifadeler yanlış anlaşılmaktadır
2 PEYGAMBER VE VELİLERİN ÖZELLİKLERİ
Burhan
1. O Diğer İnsanlar Gibi Değildir
a) İbni Teymiye'nin kerametlere bakışı
b) Şeyh İbni Kayyım'ın ilginç bir rivayeti
c) Şeyh Mansur bin Yunus'un naklettikleri
d) Peygamberimiz cennetten yer verebilir mi?
e) Mevlid gecesinin bir özelliği var mıdır?
f) İnsanları medhetmekteki ölçü
g) Peygamberler beşerdir ama bizim gibi değil
h) Peygamberlerin üstün özellikleri
2. Bir Muhabbet Tezahürü Teberrük
a) Peygamberimizin saçıyla teberrük
b) Peygamberimizle beraberken sahabelerin hali
c) Peygamberimizin abdest suyu ile teberrük
d) Peygamberimizin saç ve sakalıyla teberrük
e) Peygamberimiz kendi saçlarını bölüştürüyor
f) Peygamberimizin teriyle teberrük
g) Peygamberimizin cildine dokunarak teberrük
h) Peygamberimizin kanıyla teberrük edenler
ı) Onun namaz kıldığı yer, ağzının değdiği kırbayla teberrük
i) Peygamberimizin el sürdüğü, ayak bastığı yerlerle teberrük
j) Peygamberimizin verdiği paraların bereketlendirdiği ev
k) Peygamberimizin minberi ve kabri ile teberrük
l) Salih insanların eşyalarıyla teberrük
m) İbni Teymiye'nin teberrük hakkındaki görüşü
n) İmam Ahmed'in teberrük hakkındali görüşleri
3. ÖLMÜŞLERİN DÜNYA İLE İRTİBATI
1. İnsan Ölünce de Yaşamaya Devam Eder
a) Peygamberlerin Berzah Hayatı
b) Peygamberler kabirde namaz kılarlar
c) Peygamberlerin bedenleri ölümden sonra çürümezler
d) Peygamberimizin berzah hayatı
e) Peygamberimiz kendisine nida edeni bilir
f) Kabir ehlinin olağanüstü halleri
g) Muhammed bin Abdulvehhab'dan kabir ehlinin
halleri
2. Kabir Ziyareti
a) Kabir ziyareti meşru mudur?
b) Peygamberimizin kabrini ziyaret için yola çıkılır mı?
c) İmam Malik'in kabir ziyareti ile alakalı görüşleri
d) Hanbeli imamlarının kabir ziyareti ile alakalı
görüşleri
e) Selef-i Salihin'den kabr-i Nebevi'yi ziyaret âdabı
f) Şeyh İbni Kayyım'a göre Peygamberimizi ziyaret
g) Peygamberimizin kabri deyince ne anlaşılmalıdır?
ı) Peygamberimizin kabrinde dua etmek
Burhan
i) Şeyh İbni Teymiye'nin kabir ziyareti hakkındaki
görüşleri
j) Muhammed bin Abdulvehhab'a göre kabir ziyareti
k) Peygamberimizin kabrine el sürmek veya öpmek
l) Peygamberimizin kabri şirkten korunmuştur
3. Tarihi Mekanların Ziyareti
a) Salih insanların yaşadığı yerleri ziyaret etmek
b) Peygamberlere ait eşyaları muhafaza etmek
c) ALLAH, salih insanların eşyalarına değer verir
d) Peygamberimiz önemli mekanların ismini öğretiyor
e) Sahabe, Peygamberimizin eşyalarına ihtimam
gösteriyor
f) Suud yönetimi de eski eserlere ihtimam göstermekte
g) İbni Abdulvehhab'ın Yeşil Kubbe'ye dair görüşleri
4. Mübarek Gün ve Geceleri İhya Etmek
a) Peygamberimizin doğduğu gün
b) Ebu Leheb'in Peygamberimizin doğumuna sevinmesi
ESERLE İLGİLİ İRTİBAT
[email protected]
[email protected]
[email protected]
DAĞITIM
Yasin Yayınevi Manyasızade Cd Nu:25/B Fatih-İstanbul Tel
: +90 (212) 635 30 55 Fax : +90 (212) 635 78 65
69
BURHAN ÇOCUK
Musa KARACA
[email protected]
ARKADAŞLAR GÜNDE ACABA KAÇ REKAT NAMAZ KILIYORUZ ?
Bulmanıza yardımcı olmak için size bir formül verebilirim. Sadece boşlukları doldurursanız bir
günde kaç rekat namaz kıldığımızı bulabilirsiniz.
Vakitler
Rekat Sayısı
Rekat Sayısı
Rekat Sayısı
Rekat Sayısı
........
Sünnet
........
Farz
........
........
Sünnet
........
Farz
........ Son Sünnet ........
........
Sünnet
........
Farz
........
........
........
Farz
........
Sünnet
........
........
........
Sünnet
........
Farz
Toplam
........
........ Son Sünnet ........
Genel Toplams
BİR BİSİKLET MACERASI
Sabah güneş doğuyordu. O zaman 4. sınıfa gidiyordum. Büyük bir heyecanla merdivenleri indim,
en alt katta oturan dedemlerin zilini çaldım. Kapıyı anneannem açtı, Ondan bodrum katın anahtarını
istedim. Bisikletimi oradan çıkararak, üstüne atladım ve zevkle sürmeye başladım. O günlerde bisiklet sürmeyi çok iyi bilmediğimden, sadece evin önünde kullanıyordum.
Saat henüz erkendi, dedem, annem ve babamlar uyanmamışlardı. Bisikletle evimizin önündeki boş arsa dışına çıkmam yasaklanmıştı, bir şeye yasak koyunca daha cazip geleceğini tahmin
edersiniz. Bunun için hep bahçeden dışarı çıkmak istiyordum. İşte bu gün o gündü ve ben dışarı çıkacaktım. Önce etrafı kontrol ettim, ortalıkta kimsecikler yoktu. Hızla sürerek bahçeden dışarı çıktım.
İçimde hem bir sevinç, hem de bir sıkıntı vardı. Sebebini bilmiyorum ama vardı işte. Önce uzun bir
yokuş çıktım, çok yorulmuştum. Ama yokuştan ineceğim zaman alacağım ki keyfimi düşündüğümde
yorgunluğumu unutuyordum. Sonunda yokuşun başına geldim, aşağıya doğru şöyle bir göz attım. Hiç
bir şey yoktu, yol bomboştu.
Kendimi aşağıya doğru bıraktım, çok hızlı bir şekilde aşağıya iniyordum. Ama çok da güzel kontrol ediyordum bisikleti. Birkaç hareket yaptım, şöyle küçük manevralar, bayağı iyi gidiyor ve yokuşun
sonuna doğru yaklaşıyordum. O ana kadar hiçbir vukuat olmamıştı, gazla seri bir şekilde bisikleti sağa
doğru çevirdim. Fakat ne olduğunu anlayamadan aniden bir taksi ve benim olduğum yola doğru
döndü. Taksideki adamı gördüğüm an, sanki zaman durmuştu. İçimden çok kötü şeyler olacak gibi geliyordu. Taksi şoförü de donup kalmıştı.
Zaman sanki durmuştu ve ben hemen gözlerimi kapadım. Ne olduğunu bilmiyorum. Gözlerimi
açtığımda kendimi bisikletimle beraber taksinin üzerinde buldum. Adeta yorulan bisikletime taksi kiralamıştım. Daha sonra taksi şoförünün nazik uyarılarına muhatap olmamak için çok seri bir şekilde
arkama bile bakmadan, taksinin üzerinden bisikletimle beraber inerek rüzgar hızıyla evimin yolunu
tutmuştum…
Mürsel BÜYÜKADALI
Sultanbeyli/ İst.
70
Burhan
MESLEKLERİ TANIYALIM
MEKKE’NİN FETHİ
AVUKATLIK
Mekke Suudi Arabistan’ın en büyük şehri, Hz. Muhammed
(s.a.v) efendimizin doğduğu ve Namaz kılarken yöneldiğimiz Kabe’nin bulunduğu yer. Kutsal şehir.
İslam’ın yayılmasından rahatsız olan müşrikler. Müslümanlar üzerindeki baskılarını artırarak, işkence yaparak Müslümanları hicret etmek zorunda bırakmışlardır. Peygamber
efendimiz doğup büyüdüğü bu şehirden ayrılırken "Ey Mekke..
senden ayrılmak zorunda kalmasaydım seni hiç bırakmazdım,"
diyerek sevgisini dile getirmiştir.
Müslümanlar 622 yılında hicret etmek zorunda kaldıkları
Mekke’ye 8 yıl sonra 630 yılında bu sefer muzaffer olarak dönmüşlerdir. Peygamber efendimiz (s.a.v) muzaffer bir komutan
olarak girmiştir şehre, ancak O (s.a.v) bütün muzafferliğine rağmen mütevazı bir tavırla şehre giriş yapmıştır. Mekke kan dökülmeden fethedilmiş ve Mekkelilere efendimiz sormuştur:
- Benden nasıl bir muamele bekliyorsunuz?
- Senden hep iyilik gördük, yine iyi muamele bekliyoruz.
- O zaman gidin, bugün size kınama yoktur,
sözleriyle sadece şehri değil insanların kalplerini, gönüllerini de fethetmiştir. Hatta efendimiz (s.a.v) gelince kaçan bazı
azılı düşmanlarını bile affetmiş ve geri dönmelerini istemiştir.
Kendilerine işkence yapan, ana yurdundan hicret’e zorlayan
düşmanlarına Rahmet peygamberimiz merhamet etmiş, yapmış
oldukları kötülükleri unutarak hepsine iyi davranılmasını emretmiştir. Müslümanların intikam almalarını bekleyen müşrikler bu
durumdan çok etkilenmiş ve çoğu İslam dinini seçmiştir.
Kan dökülmeden gerçekleşen fetih diye tarihe geçmiştir.
31 Aralık 2007 pazartesi günü 1377. yıl dönümü çeşitli etkinliklerle kutlanacaktır.
SORU 1) Adınız Soyadınız
CEVAP 1) Ali BÜYÜKADALI
SORU 2) Bize kısaca kendinizi tanıtır mısınız?
CEVAP 2) Şu an Avukatlık yapıyorum. Hukukçuluğun bir kolu diyelim Avukatlık.Daha
önce Hakimlik yaptım. Hukuk Müşavirliği
yaptım. Şimdi Serbest Avukatlık yapıyorum.
SORU 3) Mesleğinizden bize bahseder misiniz?
CEVAP 3) Avukatlık ne demek ? Avukatlık
kişilerin haklarını mahkemeler önünde ve
diğer kurumlarda savunmak. Bu konuda vatandaşlara bilgi vermek. Onlar adına işlem
yapmak. onların haklarını korumak veya
hapse düşen bir kişinin cezaevinden çıkması ve yargılanmasıyla ilgili konularda
onun adına mahkemelerde beyanda bulunmak.Veya tapuda, devlet dairelerinde işlem
yapacakların problemlerini çözmek.Nasıl bir
matematik problemi var nasıl hocalar çözüyor ise Avukat’lıkta da bu sorunu hakimler
çözer. Avukat’larda hakimlere yardımcı
olur.Vatandaşın meselesini anlatmada, çözmede.
SORU 4) Bu mesleğe sahip olmak için neler
yapmak lazım?
CEVAP 4) Bu mesleğe sahip olmak için öncelikle 4 yıllık bir Hukuk Fakültesini bitirmek
lazım. Ondan sonrada Avukatlık stajına tabi
tutuluyorsunuz. Stajdan sonra da avukatlık
belgesini ruhsatnameyi alıyorsunuz. Ruhsatnameyi alınca da göreve başlayabiliyorsunuz. Önceden bir ara sınav vardı şu an
yok.
Verdiğiniz bilgiler için size Teşekkür
ederim.
BİLMECELER
1. İki domates yolda gidiyormuş, birinin üzerinden otomobil
geçmiş, diğeri ona ne demiş?
2. Çok hızlı giden bir tırı kim durdurur?
3. Sarı mendil mavi denize düşerse ne
olur?
4. Saat niçin tehlikelidir?
5. Ev yanmış ama tavan’daki kedi
yanmamış neden?
Cevaplar: 1.Yürü Salça
2. Trafik Polisi 3. Islanır
4. İçinde Akrep olduğu için 5. Kedi (ta)
daymış.
Bende sana teşekkür ederim. Çalışmalarınızda başarılar.
Hasan Veli ŞİRİN
Yenibosna / İst.
Burhan
Muhammet Furkan
KARACA
Gebze/ KOCAELİ
71
Van
Download