KELÂMA G‹R‹fi - Onlinedil.net

advertisement
T.C. ANADOLU ÜN‹VERS‹TES‹ YAYINI NO: 2052
AÇIKÖ⁄RET‹M FAKÜLTES‹ YAYINI NO: 1086
Anadolu Üniversitesi
‹lâhiyat Önlisans Program›
KELÂMA G‹R‹fi
Editör
Prof.Dr. Ca¤fer KARADAfi
Yazarlar
Prof.Dr. Mevlüt ÖZLER (Ünite 1, 2)
Prof.Dr. Ca¤fer KARADAfi (Ünite 7, 8)
Doç.Dr. Cemalettin ERDEMC‹ (Ünite 5, 6)
Doç.Dr. Kamil GÜNEfi (Ünite 3, 4)
Yrd.Doç.Dr. Ulvi Murat KILAVUZ (Ünite 9, 10)
ANADOLU ÜN‹VERS‹TES‹
Bu kitab›n bas›m, yay›m ve sat›fl haklar› Anadolu Üniversitesine aittir.
“Uzaktan Ö¤retim” tekni¤ine uygun olarak haz›rlanan bu kitab›n bütün haklar› sakl›d›r.
‹lgili kurulufltan izin almadan kitab›n tümü ya da bölümleri mekanik, elektronik, fotokopi, manyetik kay›t
veya baflka flekillerde ço¤alt›lamaz, bas›lamaz ve da¤›t›lamaz.
Copyright © 2010 by Anadolu University
All rights reserved
No part of this book may be reproduced or stored in a retrieval system, or transmitted
in any form or by any means mechanical, electronic, photocopy, magnetic, tape or otherwise, without
permission in writing from the University.
Genel Akademik Koordinatörler
Prof.Dr. ‹brahim Hatibo¤lu (Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi)
Prof.Dr. Ali Erbafl (Sakarya Üniversitesi)
Program Koordinatörü
Doç.Dr. Cemil Ulukan
Uzaktan Ö¤retim Tasar›m Birimi
Genel Koordinatör
Prof.Dr. Levend K›l›ç
Genel Koordinatör Yard›mc›s›
Ö¤retim Tasar›mc›s›
Doç.Dr. Müjgan Bozkaya
Ö¤retim Tasar›mc›s› Yard›mc›lar›
Arfl.Gör. Mehmet F›rat
Arfl.Gör. Nur Özer
Grafik Tasar›m Yönetmenleri
Prof. Tevfik Fikret Uçar
Ö¤r.Gör. Cemalettin Y›ld›z
Ölçme De¤erlendirme Sorumlusu
Ö¤r.Gör. Hülya Özgür
Kitap Koordinasyon Birimi
Doç.Dr. Feyyaz Bodur
Uzm. Nermin Özgür
Kapak Düzeni
Prof. Tevfik Fikret Uçar
Dizgi
Aç›kö¤retim Fakültesi Dizgi Ekibi
Kelâma Girifl
ISBN
978-975-06-0735-6
3. Bask›
Bu kitap ANADOLU ÜN‹VERS‹TES‹ Web-Ofset Tesislerinde 35.000 adet bas›lm›flt›r.
ESK‹fiEH‹R, Ocak 2013
İÇİNDEKİLER
Ünite 1: Tarif, İsim ve Kapsam
…………………..…………………… 2
Ünite 2: Kelâmın Doğuşu ……………………………………………… 26
Ünite 3: İlk Dönem Kelâmî Şahsiyetler
Ünite 4: Mu’tezile-Kelâmı
Ünite 5: Ehl-i Sünnet Kelâmı
……………………………… 50
…………………………………………… 66
………………………………………… 86
Ünite 6: Yeni İlm-i Kelâm……………...…………..……………………106
Ünite 7: Kelâmda Bilgi…………………..………………………………126
Ünite 8:
Kelâmda Varlık…………………..………………………..……142
Ünite 9: Kelâm Eserleri…………………..…………………………...…158
Ünite 10: Kelâmın Konumu ve Kelâm Eleştirisi……………………….…180
iii iv ÖNSÖZ
Hicrî I. yüzyıl (M. VI. yüzyıl) sonu itibariyle başlayan kelâm ilmi, yaklaşık
on beş asırlık tarihi boyunca inişli çıkışlı bir seyir takip etmiştir. İlk
yüzyıldaki bireysel ama canlı fikrî ortamın yerini sonraki yüzyıllarda
düşüncenin gelenekselleşmesi ile birlikte daha yavaş işleyen kurumsal yapılar
almıştır. Kurumsal yapılar, doğası gereği değişim ve dönüşüme kapalı, yavaş
işleyen bir görüntü sergiler. Buna rağmen süreklilik ile değişimi içinde
barındıran zamanın akışına boyun eğmek gibi bir zorunlulukla da karşı karşıyadırlar. Her ne kadar kurumsallık gelenekselleşmeyi ve bunun muhafazasını öncelese ve önemsese de, nihaî noktada gelişmeleri göz ardı etmesi ve
onlara direnmesi mümkün değildir. Ancak şu da önemlidir ki, gelenekselleşmeyen ve sistematik bir yapı kazanmayan bir düşüncenin geçmişinden ve
geleceğinden bahsedilemez.
Kelam ilminin oluşum döneminde bireysel arayışlar ve düşünceler ön
plan çıkarken ilerleyen safhada, ortaya çıkan ekoller vasıtasıyla düşüncelerin
gelenekselleşmesi ve kurumsallaşması söz konusu olmuştur. Bu bağlamda ilk
olarak Mu‘tezile kelâm okulu, ardından Eş‘arîlik, Mâtürîdîlik kelâm okulları
sistematik bir yapı olarak ortaya çıkmıştır.
İbn Sina’nın felsefedeki baskın kişiliğinin kelâma yansıması kaçınılmaz
olarak kelâmî düşüncede yeni gelişmeleri hatta kırılmaları beraberinde getirmiştir. Bu gelişme neticesinde kelâmın bir yandan felsefeye diğer yandan
tasavvufa yaklaşmasıyla birlikte yeni bir kelâm formu hatta içeriği ortaya
çıkmıştır. Bunun en iyi ve çarpıcı örneği Gazzâlî ile Fahreddîn er-Râzî’dir.
Gazzalî’den ve bilhassa Fahreddîn er-Râzî’den itibaren felsefeleşen kelâmın, XIX. yüzyıla gelindiğinde Batı’da gelişen yeni düşünce akımları
karşısında yeni bir form ve içeriğe kavuşturulması ihtiyacı hissedilmiştir.
Yeni İlm-i Kelâm diye adlandırılan bu dönem aslında yeni ve farklı bir
oluşumun da habercisiydi. Bu dönemde kelâm hem yeni bir alana açılmış
hem de yeni bir metot ve söylem arayışı içerisine girmiştir. Nitekim başta
İstanbul olmak üzere Mısır, Hint Alt Kıtası ve Orta Asya’nın Kazan bölgesinde bu hareketin temsilcileri ve ürünleri ortaya çıkmıştır.
Elinizdeki bu kitapta söz konusu on beş asırlık kelâm serüveninin ne
şekilde geliştiği ve ne gibi konuları nasıl bir metot dâhilinde ele aldığı, bir
giriş çerçevesinde ele alındı. Takdir edersiniz ki, dünyanın en eski bilim
dallarından biri olan kelâm ilminin tarihi geçmişini, metodunu ve zihniyetini
bir giriş çerçevesine sığdırmak kolay değildir. Ancak bu zorluk, kolektif bir
çalışma ile aşılmaya çalışıldı. Nihaî noktada bilimsel olmaktan ödün
v vermeyen ama anlaşılır bir üslubu benimseyen derli toplu bir çalışma ortaya
çıkması hedeflendi. Kitap, içerik olarak şu ana başlıklardan oluşmaktadır:
Birinci ünite, kelâmın tanımı, kapsamı ve isimleri,
İkinci ünite, kelâmın bir ilim olarak ortaya çıkışı ve bunu hazırlayan
etkenler,
Üçüncü ünite, ilk dönemde ortaya çıkan kelâmî şahsiyetler ve bunların
sonraki döneme etkileri,
Dördüncü ünite, Sistematik ve kurumsal kelâmın başlangıcını oluşturan
Mu‘tezile kelâm okulunun oluşum ve gelişim süreci,
Beşinci ünite, Ehl-i Sünnet kelâm okulları olan Eş‘arîlik ve Mâtürîdîlik
okullarının oluşum ve gelişim süreçleri,
Altıncı ünite, Batı’daki düşünsel gelişmelere paralel olarak İslam
dünyasında ortaya çıkan Yeni İlm-i Kelâm hareketi,
Yedinci ünite, kelâmda bilgi, bilgi edinme yolları ve kelâm ilminin temel
kaynakları,
Sekizinci ünite, kelâmda varlık, varlık çeşitleri ile Allah ve alem
tasavvuru,
Dokuzuncu ünite, başlangıcından günümüze metotları ve içirikleri ile
kelâm eserlerinin gelişim süreci,
Onuncu ünite ise, kelâmın diğer alanlara etkisi ile başta Ehl-i Hadîs grubu olmak üzere, felsefe ve tasavvuf çevrelerinden kelâma getirilen eleştiriler.
Prof. Dr. Cağfer KARADAŞ (Editör)
vi 1 Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
•
Kelâm ilmini konusu ve amacı açısından tanımlayabilecek,
•
Kelâm ilminin amacını ve bu ilmi konu edinen insan için faydalarını saptayabilecek,
•
Kelâm ilminin önemini açıklayabilecek,
•
Kelâm ilmine tarihi gelişimi içinde ne tür isimler verildiğini ve bu isimlerin anlamlarını listeleyebilecek,
•
Kelâm ilminin diğer bilimlerle olan ortak ve farklı yönlerini ayrıştırabileceksiniz.
Anahtar Kavramlar
•
Ulûhiyet, Nübüvvet-Risâlet
•
Tevhîd-Akâid-Kelâm
•
Usûlü’d-dîn
Öneriler
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için;
•
Metin içerisinde geçen ıstılahlar hakkında Bekir Topaloğlu - İlyas Çelebi’nin Kelâm Terimleri Sözlüğü ile TDV İslâm Ansiklopedisi’nin ilgili
maddelerine başvurunuz.
•
Bekir Topaloğlu’nun Kelâm İlmi-Giriş, Şerafettin Gölcük - Süleyman
Toprak’ın Kelâm ve A. Saim Kılavuz’un Anahatlarıyla İslam Akâidi ve
Kelam’a Giriş adlı kitaplarını inceleyiniz.
2
Tarif, İsim ve Kapsam
GİRİŞ
İslâm dininin konu ve muhtevasını oluşturan iki temel alan vardır. Bunlardan
birincisi itikad (inanç), ikincisi ise amelî (pratik) alandır. Bu iki unsurun
hakiki anlamda gerçekleştirilmesiyle, adına ahlâk dediğimiz bir sonuç çıkar
ki bu da dinin üçüncü esasını teşkil eder. Bir başka ifadeyle dini hükümlerin
bir kısmı inançlarla alakalıdır ki bunlar dinin temelini, aslını oluşturur. Yani
din, başlangıçta ve evvelemirde inanç, itikat üzerine inşa edilir. Sonra bu sağlam itikat üzerine ve ondan ayrılmaksızın, onun tabii gereği ve sonucu olarak
günlük hayatta yaptığımız davranışlarımız, yani ameller (muamelât) gerçekleştirilir. Aslında ayrılmaz bir bütün gerçeklik olan dinin muhtevasını taksime
tabi tutmak, sadece zihnî anlamda onu anlamaya yardım eden bir işlemdir.
Gerçekte bu kısımları birbirinden ayırmak doğru değildir. Çünkü bunların her
biri diğerinin olmazsa olmaz şartıdır.
Pratik hayatla ilgili esaslar, yani ibadetler ile tüm varlık âlemiyle ilgili
işlerimiz (muamelât) üzerinde düşünüldüğünde görülecektir ki bunların hiçbiri, teorik alt yapısı olmadan, yani sağlam bir inanca dayanmadan özü olmayan ve sadece şekilden öte bir anlam taşımayacaktır. Şu halde din, özü
itibariyle itikat, iman dediğimiz teorik alt yapıya dayalı ve daima onun
yönlendirdiği inanç ve pratik bütünlüğün adıdır. Bu bütünlüğün kavranarak
gerçekleştirilmesi sonucunda ortaya çıkan ferdî ve toplumsal telakkî ve kabuller ise ahlâkî esasları oluştururlar. Öyleyse din, bu üç esasın oluşturduğu
bütünün adıdır.
Dinin inanç alanıyla ilgili hüküm ve delilleri kaynaklarından, yani Kur’an
ve Sünnet’ten elde eden ilme kelâm, amelî alanıyla ilgili hükümleri bilmeyi
sağlayan ilme de fıkıh denilmiştir.
KELÂM İLMİNİN TARİFİ
Kelâm kelimesi lügatte; bir fikri, bir manâyı tam olarak anlatan söz, lafız,
konuşma, nutuk, ibare anlamlarına gelir. Bu çerçevede ilâhi söz ve emirler de
aynı kelimeyle ifade edilir. Nitekim Kur’an’ın bir ismi olarak söylenen kelâmullah ifadesinin anlamı; Allah’ın sözü, O’nun konuşması, insanlığa hitabesi
demektir.
3
Istılahî anlamda kelâm ilminin tarifini, biri bu ilmin konusuna diğeri
gayesine göre olmak üzere iki ayrı çerçevede yapmak onu daha iyi ve doğru
anlamaya yardımcı olur.
Konusuna Göre Kelâmın Tarifi
Kelâm ilminin konusu İslâm dininin inanç alanıdır. Dini anlamda iman;
Kur’an’ın iki kapağı arasında var olan muhtevanın tamamına inanmaktır.
Dolayısıyla bunları, yani iman prensiplerini tek tek saymak mümkün değildir.
Ancak, bu muhtevayı, öğretimde kolaylık sağlamak ve akılda kalmasına
imkân vermek için Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hadîslerinden de istifade edilerek kısaca altı iman ilkesi şeklinde ifade edilmiştir. Şu halde kelâm ilminin
konusu, Kur’an ve vahyin bütünüdür ve dolayısıyla o bütünlüğün şifreleri
olan altı iman esasıdır. Ancak, geleneğimizde bu altı esasın bazıları diğerinin
içinde var kabul edilip, indirgeme yapılarak daha kısa şekilde üç esas (usûl-i
selâse) olarak ifade olunur ki bunlar; Allah’a, peygamberlere ve Âhirete
imandır. Kelâm ilminde ıstılahlaşmış haliyle bu üç esas kaynaklarımızda
ilâhiyyât, nübüvvât ve semiyyât şeklinde ifade edilir. İşte buradan hareketle
kelâm ilmi; Allah’ın zatından, sıfatlarından; peygamberliğe ait meselelerden;
dünya ve ahiret (mebde ve meâd) bakımından yaratılmışların hallerinden
İslâm ilke ve esaslarına göre bahseden ilimdir diye tarif edilmiştir.
Bu tarifte yer alan Allah’ın zatından maksat, O’nun başka hiçbir varlığa
benzemeyen, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, varlığı zatından olan, ezelî ve ebedî mutlak varlığıdır. Allah’ın sıfatlarından maksat ise bu mutlak varlığa ait
olan, dolayısıyla benzerleri hiçbir varlıkta bulunmayan vasıflarıdır. Yaratılmışlardan maksat da yer ve gök başta olmak üzere, görünür-görünmez bu
âlemde ve öte dünyada (âhirette) tamamı Allah tarafından yaratılmış ve yaratılacak ne kadar varlık var ise bunların hepsidir. İşte kelâm ilmi, başta Allah’ın zatı ve sıfatları olmak üzere bütün varlıkların nasıl var olduklarını, varlıklarının mahiyetini, varlıklarını nasıl devam ettirdiklerini ve varlıklarının
bir sonunun olup olmadığını ve nasıl yok olacaklarını inceleyen bir ilimdir.
Konusu bu kadar geniş ve önemli olan kelâm ilminin bu muhtevasına
bakıldığında onun konusunun Allah’ın mutlak varlığı ve birliği ile kâinatın
yegâne yaratıcısı olarak O’nun bu evrenle ilişkisinin ilmi, çok kısa bir ifadeyle bir varlık bilgisi ilmi olduğunu söylemek mümkündür. Bundan dolayı kelâm ilmini “Allah’ın mutlak varlığı ve birliğiyle O’nun varlık âlemiyle ilişkisinden bahseden ilimdir” diye tarif etmek mümkündür.
Kelâm ilminin konusuna göre yapılan bu tariften hareketle, onun varlık
âlemiyle ilgilenen fizik, kimya, biyoloji, astronomi ve benzeri ilimlerden metot itibariyle ayrıldığını anlarız. Şöyle ki; bu ilimler varlık âlemiyle ilgilenirken onları başlangıç (yaratılış) ve sonuçları itibariyle ele almazlar. Onlar,
sadece bu âlemde duyu organlarıyla anlaşılabilen varlıkları konu edinirler.
Ama onları var eden bir ilk sebebin bulunup bulunmadığını ve fizikötesi
dediğimiz bir âlemin olup olmadığını araştırmazlar. Dolayısıyla onlar, bu
varlıkların yaratılmalarındaki maksat ve hikmeti sorgulamadıkları gibi,
varlıklarını yitirdikten ya da öldükten sonra ne olacakları sorularına cevap
aramazlar. Hâlbuki kelâm ilmi bu sorulara cevap vermeye ve varlığın
nedenini ve niçinini araştırmaya çalışır.
Burada şunu ifade etmekte fayda vardır ki; yukarıda isimleri sayılan
ilimler ve benzerlerinin varlık âleminin işaret edilen yönleriyle ilgilenmediğini söylemek onlara yöneltilen bir eleştiri değildir. Aksine sadece iki ilmin
4
konuları itibariyle benzerlik ve ayrılıklarını belirtmekten ibarettir. Kaldı ki
kelâm ilmi bu ilimlerin elde ettikleri sonuç ve verilerden oldukça istifade eder
ve o alana asla ilgisiz kalmaz.
Kelâm ilminin tarifinde dikkat çeken önemli bir husus da konuları ele
alırken “İslâmî ilke ve esaslara göre” hareket etmesi, böyle bir metodu kullanmasıdır. Bilindiği üzere felsefe de varlığın başlangıcı ve sonucundan yani,
varlıkların bir başlangıcı olup olmadığıyla bir sonlarının olup olmayacağı,
olacaksa nasıl olacağından bahseder. Bu demektir ki kelâm ilmi ile felsefe
konu itibariyle benzer şeylerden bahsederler. Ancak bu iki düşünüş tarzı birbirlerinden metot itibariyle zaman zaman ayrılırlar. Bu ayrılıkta kelâmın tanımındaki “İslâm ilke ve esaslarına göre bahsetmek” kaydı çok önemlidir.
Çünkü kelâm ilmi, konu edindiği bütün meseleleri aklın yanında vahyi ve
nakli, yani Kur’an ve sünneti dikkate alarak çözümler veya hükme bağlar.
Kelam ilminin esas aldığı bu metotta akıl ile vahiy arasında bir öncelik ve
sonralık belirlemekten ziyade her iki gerçekliğin insan ve varlık âlemindeki
yerini ve rolünü vurgulamak ve doğru tespit etmek söz konusudur. Unutmamak gerekir ki başlangıçta vahyin doğruluğunu anlayarak onu kabul ve tasdik
eden akıldır. Yani akıl, vahyin kabulünün kaynağıdır. Onun içindir ki din,
aklı olmayanı muhatap almaz, onu sorumlu tutmaz.
Kelâm ilmi, dinin ilke ve prensiplerini ispat etmek ve desteklemek için
tabiat bilimlerinin verilerinden elbette faydalanmaktadır. İslâm dininin muhteva ve prensiplerinde selîm akılla çatışan ve çelişen hiçbir şey yoktur. Şayet
uyuşmayan şeylerin var olduğu iddia edilirse burada bir dini anlama ve
yorumlama sorunu vardır. Bir bütün olarak ele alınıp değerlendirildiğinde din
ile onun muhatabı olan insan ve varlık âlemi arasında bir uyuşmazlıktan
bahsedilemez. Dini koyan Allah ile bizzat O’nun yarattığı insan ve varlık
âleminde uyuşmazlık olmasını sağlam bir akıl nasıl tasavvur edebilir? Şayet
böyle bir iddia var ise bu durum, din ve varlığın her ikisinin de sahibi ve
kaynağı olan Allah ile O’nun yaratıklarını bir bütün olarak anlayamama
sorununun ifadesidir. Bu çerçevede şu husus hiçbir zaman unutulmamalıdır
ki aklın ve ilmin tek başına bilgisini elde edemeyeceği şeyler ve gerçeklikler
de vardır. İç içe yaşadığımız ve daima hissettiğimiz bu şeyleri anlamak için
akıl durmadan soru sormakta, ama bir türlü tatmin edici cevabı tek başına
bulamamaktadır. İşte din, vahiy yoluyla ve peygamberler aracılığıyla bunları
insana öğreterek, akla yardımcı olmuş, akıl da onların doğruluklarını kabul
etmiştir. Şu halde akılla vahiy ya da bilimle din birbirlerinin rakipleri değil,
tam aksine birbirlerinin yol arkadaşı ve yardımcılarıdırlar. Aklın tek başına
halledemediği ve tıkandığı yerde vahiy onun yolunu ve önünü açmakta, ona
yardımcı olmaktadır. Böylece akıl ile vahyin ve dolayısıyla her şeyin imkân
ve sınırları ve rolleri belirlenmiş, her şey ait olduğu yere konulmuştur.
Netice olarak; kelâm ilmi nakli ve aklı bir arada tutan, her birine yerine ve
durumuna göre değer veren metoduyla; meseleleleri sadece akılla çözmeye
çalışan felsefeden ayrılmaktadır. Kelâm metodu genel olarak din (vahiy) ile
aklı bir arada tutmayı temel almaktadır. Onun için o, her ne kadar aklî delillere dayanmış olsa da sonuçta bu delillerin doğruluğuna dair dinden bir şahidin bulunmasına önem verir.
Gayesine Göre Kelâmın Tarifi
Konusunda olduğu gibi gayesine göre de kelâm ilminin çeşitli tarifleri
yapılmış olmakla birlikte bunları göz önüne alarak gayesine göre kelâm
ilmini şöyle tarif edebiliriz: Kelâm ilmi, aklî ve naklî delillere dayanarak
5
İslâm inançları ile ilgili ortaya çıkabilecek şüpheleri ortadan kaldırmaya ve
anılan inanç ilkelerini açıklamaya ve ispat etmeye çalışan bir ilimdir.
Kelâm ilminin Kur’an ve Sünnet’te yer alan İslâm inanç esaslarıyla ilgili
olmak üzere iki temel görevi ve gayesi vardır. Bunlardan birincisi; İslâm dininin inanç esaslarını aklî ve naklî delillerle ispat etmeye çalışmaktır. İkincisi
ise; bu esaslar hakkında ortaya çıkabilecek şüpheleri izale etmek ve Müslüman olmayanların İslâm’a yöneltecekleri eleştirilere cevap vermek, onların
iddia ve delillerini çürütmektir.
Şu halde kelâm ilmi öncelikle vahiy ile sabit dinî inançları ortaya koyar,
onları araştırır, onlar üzerinde düşünür ve akıl yürütür. Sonra bu alanda ortaya çıkabilecek şüphe ve tereddütlerle ona yöneltilebilecek eleştirileri vahyin
ışığında aklî delillerle cevaplandırmaya çalışır. Bütün bunları yaparken kelâm
ilminin nihaî gayesi bir bütün olarak her alanda dünya saadetini elde etmek
ve bunun tabii bir sonucu olarak âhiret hayatında ebedî kurtuluşu gerçekleştirmektir. Bu noktada dünya saadetiyle ebedî kurtuluşun dinî düşünce
açısından birbirinden ayrılmazlığını asla dikkatlerden kaçırmamak gerekir.
İslâm dininde, onun hayat telakkisinde biri dünya diğeri âhiret olmak üzere
birbirinden kopuk, birbirleriyle ilişkisi olmayan iki ayrı dünya tasavvuru
yoktur. Hayat bir bütündür. Hem dünyayı hem de âhireti içine alır. Binâenaleyh dünyayı yaşamadan âhireti yaşamak mümkün olmadığı gibi dünyanın hakkını vermeden âhiret mutluluğunu elde etmek mümkün değildir. Bir
başka bakış açısıyla söylersek, bu dünyada âhireti yaşamak mümkün değildir.
Çünkü henüz yaşayan insan için âhiret daha gerçekleşmemiştir. Bundan
dolayı dünyayı ihmal ederek burada bir âhiret hayatı yaşamak söz konusu
olamaz. Önce içinde bulunulan gerçekliğin, yani bu dünya hayatının hakkı
verilmeli, aynı zamanda âhiret gerçekliğine de hazırlanılmalıdır. Bu ikisi
biribirine zıt şeyler değildir. Din, dünya hayatına indirilmiş gerçekliğin adıdır. Onu burada anlamak ve yaşamak hem dünyayı hem de âhireti gerçekleştirmek demektir. İşte kelâm ilmi sağlam bir itikat oluşturmaya çalışırken inanan insana bu gerçekliği anlatmaya çalışır.
KELÂMIN FAYDASI VE GAYESİ
Kelâm ilminin gayesine göre yapılan tariften anlaşılmıştır ki bu ilmin esas
fayda ve gayesi, insanın dünyada mutlu yaşamasını, âhirette de ebedî kurtuluşu elde etmesini sağlamaktır. Bu nihaî hedefe ulaşabilmek için aşağıda
sayacağımız fayda ve gayeleri de göz önünde bulundurmak gerekir.
1. Kelâm ilmi sayesinde insan, aklî ve naklî delillerle desteklenmiş bir imanla taklitten tahkîke, gerçek ve sağlam bir inanca ulaşır.
2. Kelâm ilmi sayesinde elde edilen sağlam inanç bilgisi ve imanıyla insan,
İslâm inançlarına ters düşen sapık akım ve cereyanlardan, her çeşit hurafe
ve batıl inançlardan kurtulur. Böylece gerçek anlamda sahip olduğu inancını korur.
3. Kelâm ilmi doğru yolu arayanlara rehberlik ederken, hakkı, hakikati kabule yanaşmayan, ona karşı itirazlarda bulunan, şüpheler ortaya atanlara
bunlardan kurtulmaları hususunda yardımcı olur.
4. Kelâm ilmi, sahip olduğu yöntemiyle gerek diğer din mensupları tarafından ortaya atılan kasıtlı şüphe ve itirazları, gerekse samimi olmalarına
rağmen kimi şüpheleri olan insanlarca ileri sürülen tereddütleri ve itirazları göğüsleyerek İslâm inancını sarsıntıya uğramaktan korur.
6
5. Kelâm ilmi, diğer dini ilimler için bir temel oluşturur. Diğer dini ilimler
kelâm ilmine istinad eder. Kelâm ilmi, konusu olması hasebiyle Allah’ın
varlığını ve birliğini, nübüvvetin hak oluşunu, ilâhî kitapların gönderildiğini ispat edip âhiretin varlığını temellendirmedikçe diğer ilimlerin bu alanlarda yorum yapmalarından bahsetmek mümkün olamaz. Bu ilimler
ancak kelâm ilminin tespitlerine dayanarak yorumlarda bulunabilirler.
6. Kelâm ilminin en önemli faydalarından birisi de yaratıcı olarak Allah’a ve
O’nun yaratmış olduğu tüm evrene, mahlûkata karşı görev ve sorumluluklarını bilen, bunun bilincinde olan bir imana sahip insanı yetiştirmek,
bu insanlardan müteşekkil bir cemiyet inşa etmek ve böylece amelî (pratik) hayatta insanı mutlu kılmaktır. Bu sayede insan, Allah’a karşı ibadet
(kulluk) görevini bilinçli bir şekilde yaparken, aynı zamanda tüm evrene
karşı da duyarlı ve sorumlu bir biçimde hareket eder. Onun sahip olduğu
sağlam inanç ona bu sonucu elde etmede doğru bir rehberlikte bulunur.
Ancak sağlam delillerle elde edilmiş hakikî imanın pratik hayatta yaptırım
gücü olur. Kişinin kendi hür iradesiyle karar verip benimsediği, doğru olduklarını kabul ettiği şeyleri yerine getirmesi, bunlar için gerekli olan
niyetin sağlamlığı ve geçerliliği ancak her türlü şek ve şüpheden arınmış
bir imanla mümkün olur. Böyle bir imanın neticeleri de şüphesiz güzel
olur. Unutmamak gerekir ki sağlam bir inanca sahip olmak tek başına bir
değerdir, ama amele dönüşmeyen, yani pratik hayatta fiilî bir karşılığı
olmayan iman bir bilgi yükü olmaktan öte bir anlam taşımaz.
Kelâm ilminin gayeleri hakkında verilen bilgileri değerlendiriniz.
KELÂMIN KONUSU
Kelâm ilminin ele aldığı konuları başlıca iki başlık altında incelemek doğru
olur. Bunlardan birincisi, doğrudan doğruya dinî akideleri oluşturan
konulardır ki bunlara mesâil ve makâsıd, yani ana konular ve amaçlar adı
verilir. Bu anlamda kelâm ilminin ana konusu, temel itikadî meseleler, inanç
ilkeleridir. Yukarıda işaret edildiği üzere İslâmın inanç ilkelerini rakamlarla
ifade edip sınırlandırmak esasen mümkün olmamakla ve bu anlamda tüm
Kur’an’ın muhtevasına inanmak temel ilke olmakla beraber, bu geniş muhteva önce altı, sonra üç ilkeye indirgenerek, anlaşılması ve akılda tutulması
kolaylaştırılmıştır. Ana kelâm kaynakları da inanç konularını bu üç temel
esas (usûl-i selâse) başlığı altında ele almıştır. Bunlar, ilâhiyât, nübüvvât ve
semiyyât konularıdır.
İlâhiyât denince bu başlık altında öncelikle Allah’ın varlığı, birliği,
sıfatları ve fiilleri, yani yaratıp var etmesi ve tüm varlık âlemiyle ilişkisi konu
edinilir. İkinci temel konu olan nübüvvât başlığı altında, vahiy ve vahyi getiren melek ile tüm meleklere iman ve vahyin toplanıp yazıldığı Kitap
(Kur’an) ile tüm ilâhî kitaplara iman incelenir. Üçüncü ana başlık olan
semiyyât konusunda, melek, cin, şeytan gibi görünmeyen varlıkların yanında
bu dünya hayatının geçiciliği, ölümün bir son olmayıp, yeni bir hayatın, bir
dirilişin başlangıcı olduğu, ebedî hayatın âhirette yaşanacağı, bu hayatın
kıyamet denilen bir hâdise ile başlatılacağı konuları işlenir. Ayrıca burada
yaşadığımız hayatın hesabının verileceği, onun sonucuna göre Cennet ve
Cehennem hayatının yaşanılacağı, Cennet ve Cehennem’in mahiyeti gibi
âhiret hayatıyla ilgili tüm meselelerden bahsedilir.
Bu temel itikadî meseleler bütün detaylarıyla incelenirken bunların daha
doğru ve kolaylıkla anlaşılabilmelerini sağlamak için adına vesâil yani ana
konuları anlamaya vesile ve yardımcı olan konular ele alınır. Bu konular as-
7
lında ana mesele olan itikadın anlaşılmasına ve açılımına aracı olan, onları
ispat etmede ve delillendirmede kolaylık sağlayan araç konulardır. İşte kelâm
ilminin ikinci konusunu bunlar teşkil eder.
İslâm düşünce tarihi ve bilimdeki gelişmeye bağlı olarak vesâil konuları
değişiklik ve gelişme göstermiştir. Şöyle ki; İslâm’ın ilk asrından sonraki dönemlerde felsefenin İslâm dünyasına girerek yayılmaya başlaması sonucunda
aklî izah ve yorumlar daha çok ağırlık kazanınca kelâm ilmi de tabiî ve kaçınılmaz olarak aklî izahlara yer vermeye başlamıştır. Böylece kelâm ilminin
ele aldığı konular farklılık arz etmeye başladığı gibi takip edilen metotta da
değişiklikler olmuştur. Bu safhada kelâm ilmi evrende var olan her mevcudu
(varlık) konu edinmiştir. Yani var olan her şey, her varlık, var olması
bakımından kelâm ilminin konusunu teşkil eder. Görüldüğü üzere kelâm
ilminin konusu böylece genişletilmiş olmaktadır.
Burada işaret edelim ki kelâm, mevcudu (varlık) ele alırken aynı şeyi
inceleyen tabiat ilimleri ve felsefeden metot ve muhteva itibariyle ayrılır. Yani, kelâm ilmi, fizik ve kimya gibi varlığı laboratuarda incelemediği gibi,
varlıktan sadece aklî veriler ışığında bahsetmez, aksine akılla beraber varlık
hakkında vahyin söylediklerine de kulak verir, onları önemle dikkate alır.
Zira vahyin kaynağı olan Allah, varlığın da yaratıcısıdır. Dolayısıyla elbette
ve kaçınılmaz olarak, varlığı yaratanın onun hakkında söylediklerine dikkat
etmek aklın da bir gereğidir, aklî bir zorunluluktur. İşte bu bakımdan varlığı
konu edinen tabiat ilimleri, felsefe ve kelâm birbirlerinden metot ve yöntem
olarak ayrılırlar.
Daha sonraki dönemlerde adına müteahhirîn denilen ve Gazzâlî ile
başlayan kelâmcılar asrında felsefenin yanında mantık ilmi dâhil edilmesiyle
kelâm ilminin konusu buna paralel olarak yeniden genişlemiştir. Bu gelişme
neticesinde zihin dışında var olmadığı halde, dinî esaslarla uzak ya da yakın
bir ilişkisi bulunmak şartıyla beşer tarafından bilinebilen her şey, yani malûm
kelâm ilminin konusu haline gelmiştir.
Başlangıçtan günümüze kadar temel meseleler, yani inanç konuları daima
aynı kalmış ve değişmemiştir. Zira bunlar insan tarafından belirlenecek,
geliştirilecek ya da değiştirilecek şeyler değildir. Bu konuda tek söz ve yetki
sahibi, dini vaz eden Allah’tır.
Vesâile (vesileler) gelince onlar, çağın kültürü, bilim anlayışı ve fikir
hareketlerine bağlı olarak tabii şekilde gelişmiş ve değişmiştir. Kısaca denilebilir ki kelâm ilmi, konu olarak dini inançları uzaktan yakından ilgilendiren
bütün meseleleri içine alır. Ancak, bütün bunları konu edinmekten maksat,
Allah’ın mutlak varlık ve birliğini anlamak, bu çerçevede akideyi sağlamlaştırmaktır. İslâm dininde Allah bilgisi her işin başıdır. Allah kavramı ve
inancı olmadan din, dolayısıyla İslâm dini olmaz. Bu inanç olmazsa vahiy ve
Kur’an, kısaca İslâm olmaz. Demek ki kelâm ilmi her şeyden önce varlık
meselesini, yani Allah’ın varlığı ve birliğini konu ve maksat edinir.
Bu maksada ulaşmada acaba akıl mı nakil mi daha önemlidir? Sorusunu
yeniden düşünmek gerekir. Hemen ifade edelim ki işin başlangıcında nakil
söz konusu değildir. Zira Allah inancı yokken nakil diye bir şey düşünülemez. Dolayısıyla burada ilk önce aklî muhakeme ile Allah’ın varlığına
ulaşmak gerekmektedir. Kaynak olarak kelâm ilmi için aklın önemi burada
karşımıza çıkmaktadır. Bundan dolayıdır ki Mâturîdiye ve Mu‘tezile gibi
önemli kelâm ekolleri, vahiy ulaşmasa bile insanın aklıyla Allah’ın varlığını
bilmesi gerektiğini, aksi takdirde sorumlu tutulacağını belirtirler.
8
Allah’ın varlığı ve birliği anlaşıldıktan sonra O’nu bilmeyi ve tanımayı
kolaylaştıracak sıfatlar meselesi gelir. Bu mesele de kelâm ilminin önemli
konularındandır. Buradan kelâm ilminin konularından birisi olan ve olması
gereken bilgi meselesi ve onun nasıl elde edildiği, yani bilginin kaynakları
konusuna ulaşılır. İnsan bilgisi nasıl oluşmaktadır? Özne olarak insan, kendi
dışındaki varlıkları hangi yollarla ve nasıl bilmektedir? Bu bakımdan bilgi
nazariyesi kelâm ilminin en önemli konularındandır. Bundan sonra bilginin
imana dönüşmesi nasıl olmaktadır, sorusuna cevap olmak üzere iman meselesi incelenir. Sonra peygamberlik ve onunla ilgili hususlar, vahiy, kitap, mucize ve benzeri konular ele alınır. Ayrıca Allah’ın bilgisi ve insanın hürriyeti
ve sorumluluğu konusuyla ilişkili olmak üzere kader, kaza konusu işlenir.
Bütün bu konuları geçmiş asırlarda titizlikle inceleyen, bunlar üzerinde
ciddi manada kafa yoran ve yorumlar yapıp öneriler ortaya koyan kelâm ilmi,
İslâm düşüncesine ve tevhid akidesinin doğru anlaşılmasına gerçekten çok önemli hizmette bulunmuş, katkılar yapmıştır. Tarihî birikimimize baktığımızda bu anlamda ne büyük çabaların sarfedilip eserlerin ortaya çıkarıldığını, bunu yapmaya çalışırken, acaba doğru bir düşünüş tarzı üzere miyiz diyerek ekoller arasında ne kadar ciddi ilmî münazaraların yapıldığını görür ve anlarız.
Gelinen noktada bugün kelâm ilminin konusu ve yöntemi ne olmalıdır?
Bu soruyu sorarken, geçmiş dönemlerde söylenenlerin hiçbirinin bugün artık
işe yaramadığı zannıyla bunu sormamalıyız. Aksine onların yaptığı gibi, zamanın gelişen ve değişen soru ve sorunlarına, tarihi birikimimizi de ortaya
koyarak çağın diliyle cevaplar bulmalıyız. Bunun için, gelişen sosyal ilimlerde ulaşılan seviye ve sonuçlardan istifade ile geçmişte bu gelişmeler ışığında
kelâm ilminin konusu nasıl genişletildi ise benzer bir şekilde günümüzde de
yeni konular ve yeni yorumlar geliştirilmelidir. Açıktır ki sosyal ve diğer beşeri bilimlerin gelişmelerine paralel olarak yeni bazı metot ve izah tarzları yapılmak zorundadır.
Bu bakımdan kelâm ilminin ele aldığı bazı meseleler izah edilirken beşeri
ilimlerde ulaşılan seviyeden faydalanmak gerekir. Böylece daha etkili, daha
inandırıcı izah tarzları bulunmuş ve kelâm ilminden beklenen fayda daha da
çoğaltılmış olur.
Kısaca, kelâm ilminin konusu, yeni gelişmeleri de ihtiva etmeli, onların
dışında kalmamalıdır. Müslüman düşünür, sosyal ilimler ve evrendeki tüm
gelişmeleri takip ederek onlardan istifade etmeli, böylece daha inandırıcı ve
etkileyici çözümlere ulaşmalıdır.
Kelâm ilminin ana konularının neler olduğunu değerlendiriniz.
KELÂMIN YERİ VE ÖNEMİ
Bir ilmin önemi, konusunun önemine göre belirlenir. Öte yandan ilmin, bilginin değeri insana sağladığı fayda ile doğru orantılıdır. Kelâm ilminin gayesine göre yapılan tarifinden ve onun gayesinden bahsederken onun önemi
de ortaya çıkmış bulunmaktadır.
Her şeyden önce İslâm dininin inanç sistemini ortaya koymakta olan kelâm ilmi, insanın ve dinin temel meselesi olan Allah’ın varlığını ve birliğini
aklî ve naklî delillerle anlatmaya çalışmaktadır. Sonrasında ise diğer inanç
esaslarını yine aynı yöntemle insan aklına hitap ederek onun idrakine sunmaktadır.
9
Bu çerçevede İslâm inançlarına içeriden ve dışarıdan yapılabilecek olan
itirazlar, ortaya atılacak şüphe ve tereddütler ile İslâm itikadını sarsmayı hedef edinen akımları, hurafe ve batıl inançları tesbit ederek onlara gerekli cevabı vermesi kelâm ilminin önemini göstermektedir.
Demek ki kelâm ilmi, bir taraftan İslâm’ın inanç esaslarını belirleyip onları izah ederken, diğer taraftan dışarıdan gelebilecek yıkıcı ve bâtıl inanç sistemlerine karşı gerçek İslâmî inanç, prensip ve kaideleri savunmak konumundadır. Bu anlamda kelâm ilmi içte İslâm inanç sisteminin tahkikini yaparken dışa doğru onun bir savunusunu gerçekleştirmektedir.
Ayrıca kelâm ilmi, var olan her şeyi (mevcûd) içine alan tüm bilgileri ele
alması bakımından konusu itibariyle en geniş ve en genel bir ilimdir. Bu genellikteki konuları işlerken insan için bilgi kaynakları olan akıl ile duyu organlarına ilaveten ilahî bir bilgi kaynağı olarak nakli, yani vahyi de esas aldığından delilleri ve yöntemi bakımından da oldukça sağlam ve tutarlı bir
ilimdir.
Şu husus da önemle hatırlanmalıdır ki kelâm ilminin maksadını, yani ana
ve öncelikli konusunu teşkil eden inanç esasları bütün peygamberlerin tebliğlerinde yer almış değişmez ve evrensel gerçeklikler olduğundan kelâm ilmi
bu anlamda gerçek ve evrensel bir ilimdir. Öte yandan bu ilim, diğer dinî ilimlerin esas ve dayanağı konumundadır. Çünkü onun ana konusu olan inanç
esasları sahih ve sağlam bir şekilde ortaya konmadan bunlar üzerine inşâ edilebilecek bir fıkıh, bir tefsir, bir hadîs ve benzeri ilimlerden bahsolunamaz.
Büyük İslâm bilgini Gazzâlî (ö. 505/1111) ilim tasnifi yaparken onları
önce aklî ve dinî olmak üzere ikiye ayırır. Sonra bunların her birinin küllî ve
cüzî kısımlara ayrıldığını söyler. Ona göre dinî ilimlerin içinde küllî olan
kelâm ilmidir. Fıkıh, tefsir, hadîs gibi diğer ilimler ise cüzî ilimlerdir. Çünkü
müfessir, sadece Kur’an’ın manasına bakar. Muhaddis sadece hadîsin sabit
oluş yollarını araştırır. Fakih sadece efâl-i mükellefînin hükümlerini tesbite
çalışır. Usûl-i fıkıh ile meşgul olan âlim ise şerî hükümlerin delilleriyle
uğraşır. Kelâm ise araştırmaya varlıkların en umumî olanından başlar ki o da
“mevcud” dur. Sonra o, bu mevcudu vasıflarına göre kısımlarına ayırır ve
onlar hakkında yorumlarda bulunur. O halde bütün dinî ilimlerin dayandığı
esas ve prensipleri ispat etmek vazifesini üzerine alan ilim kelâm ilmidir.
Diğer ilimlerin hepsi kelâma nisbetle cüzî ilimlerdir. Bundan dolayı İslâmî
ilimler içerisinde kelâm ilmi, rütbesi en yüksek olan ilimdir. Çünkü cüzî
ilimlere geçiş bu ilimden olmaktadır.
Şekil 1.1: Gazzâlî’nin ilim tasnifi
10
Ayrıca, kelâm ilminin tarifi, konusu, gayesi ve mertebesi gibi konulara
özel bir önem veren, büyük İslâm bilginlerinden Adudiddîn el-Îcî (ö.
756/1355) ile Sadüddîn et-Taftazânî (ö. 793/1390) kelâmın en önemli, en
üstün ilim (eşrefu’l-ulûm) olduğuna işaret etmektedirler.
Gazzâlî, kelâm ilminin avama değil, havâssa ait entelektüel bir bilgi
olduğunu söyler. O, bununla kelâmın özel ve dakîk (ince) bir ilim olduğunu,
dolayısıyla belli bir donanıma sahip olmayan insanların bu ilimle uğraşmalarının doğru olmayacağına dikkat çeker. Ona göre kelâm ilmi, inanç
alanında ortaya çıkacak hastalık ve problemler için bir ilaç konumundadır.
Onun için her beldede bu ilimle uğraşan kimselerin bulunması gereklidir ve
bu bir farz-ı kifayedir. Dolayısıyla maddi hastalıklarla ilgilenen doktorun
yetiştirilmesi nasıl zarûrî ise manevî alan olan inanç alanıyla ilgilenen kelâmcının yetiştirilmesi de toplum için kaçınılmaz bir zarûrettir. Böyle bir bilginden yoksun olan, onu yetiştirmeyen toplumun tamamı sorumludur.
Bu görüşler doğrultusunda kelâm ilmini farz-ı kifayelerin en kuvvetlisi
gören bazı âlimler, dinî alanla ilgili bir şüphe olup da bu şüphenin çözülmesinin kelâm ilmine bağlı olması durumunda bu ilmin farz-ı ayn olduğunu
söylemişlerdir.
Kelâm ilminin İslâmî ilimler içerisindeki yeri ve önemi bu kadar açık
olmakla birlikte onun ve kullandığı metodun aleyhinde konuşanlar da olmuştur. Her güzel, doğru ve faydalı şeyin yanında olmak bir fazilet olmasına rağmen, günümüzde olduğu gibi tarihte de bunlardan hoşlanmayanların olduğu
maalesef görülmüştür.
İbn Asâkir’in (ö. 571/1176) belirttiği üzere, kelâm ilminin zor bir ilim olması nedeniyle onunla ilgilenmek, o sahada söz sahibi olmak zordur. Ayrıca
bu ilmi elde etmenin sonucunda peşin ve hazır bir takım dünyevî menfaatler
elde edemeyeceklerini görenler bu ilme iltifat etmedikleri gibi onunla uğraşanları da tenkit etmekten geri durmamışlardır. (Bkz. İbn Asâkir, s. 359).
KELÂMIN İSİMLERİ
İslâm dininin inanç alanını konu edinen kelâm ilmi, tarihi süreç içerisinde
çeşitli safhalar geçirmiş ve farklı isimlerle anılmıştır. Bu adlandırmalar kelâm
ilminin geçirdiği çeşitli evrelere işaret ettiği gibi bu ilmin önemli özelliklerine de işaret etmektedir. Dolayısıyla bu isimleri bilmek kelâm ilminin ilgili
olduğu alanı ve tanımını daha iyi anlamanın yanında bu ilmin tarihini ve gelişim sürecini kavramaya da yardımcı olur.
el-Fıkhu’l-ekber
Kelâm ilmi için kullanılan ilk isimlerden olan bu adlandırmayı Hanefî mezhebinin büyük imamı; İmam Azam Ebû Hanîfe yapmış ve bu sahada yazdığı
eserine el-Fıkhu’l-ekber (en büyük fıkıh) adını vermiştir.
Ebû Hanîfe fıkhı; “Kişinin lehinde ve aleyhinde olan şeyleri bilmesidir”
şeklinde tarif eder. İslâm düşüncesinin amelî alanında ortaya çıkan en önemli
ve yaygın mezheplerden birisinin imamı kabul edilen Ebû Hanîfe, fıkhı böyle
tanımlarken, inanç alanında yazdığı eserine bu ismi vererek şöyle demek istemektedir: İtikadî alandaki bilgi fıkıh ilminde konu edinilen amelî alandaki
bilgiden daha üstündür. Çünkü itikattaki bilgi asıldır, ameldeki bilgi ise
11
ferîdir, ikinci derecededir. Onun için kişinin bilmesi gereken ilk ve en önemli
bilgi inanç alanına ait bilgidir. Zira sahih ve sağlam bir inanç olmadan makbul bir amelin olması düşünülemez.
İmam Azam Ebû Hanîfe, Selef adı verilen ilk üç nesilden olmakla birlikte
akâidde selef metodunu tamamen benimsememiştir. Onun fıkıh alanındaki
çalışmaları da göstermektedir ki Ebû Hanîfe akla önem veren bir âlimdir.
Onun bu yaklaşımını akâid sahasında da görmekteyiz. Bundan dolayı onun
akâid alanında yazdığı el-Fıkhu’l-ekber ile diğer akide risaleleri selef metodundan kelâm yöntemine geçiş özelliği taşıyan bir özelliğe sahiptirler.
Akâid
Akâid, akîde kelimesinin çoğuludur. Akîde, gönülden bağlanılan, kesinlikle
karar verilen, düğümlenmişcesine sağlam şekilde katiyetle inanılan şey, itikad ve iman demektir.
O halde İslâm akâidi, İslâm dininde kesinlikle inanılan hususlar anlamına
gelir ki bunlara iman esasları adı verilir. Binaenaleyh akâid ilmi iman esaslarını konu edinen ilmin adıdır. Şu halde İslâm akâidi, İslâm dininin amelî
alanıyla değil, itikadî alanıyla ilgili hükümlerden bahseden bir ilimdir.
Bir başka husus ise, akîde kelimesi bir kişi ya da grubun iman esasları ile
ilgili anlayış, yorumlayış ve kabul ediş tarzına isim olmasıdır. Mesela, şu
itikadî meselede falanca âlimin akîdesi şöyledir, denildiğinde bu sözden o
âlimin o konudaki anlayış ve yorum tarzı anlaşılır. Ancak, burada önemle
belirtelim ki İslâm akâidini oluşturan esaslar şüphesiz ki Kur’an ve Hadîsler
ile belirlenmiştir. Yani kişilerin akîde esası belirleme yetkisi yoktur. Dolayısıyla “şu âlimin bu konudaki akîdesi şöyledir” sözü ve akîde eserlerinin isimlerinde yer aldığı haliyle Tahâvî Akîdesi, Nesefî Akîdesi gibi adlar bu
kişilerin akîde belirledikleri anlamına kesinlikle gelmez. Aksine, bu ifade,
vahyin belirlemiş olduğu değişmez iman ilkelerini bu âlimlerin anlama, anlatma ve yorumlama tarzlarını kasteder. Şu halde akîdeyi tesbit, nassın (vahy);
onu anlama ve yorumlama ise, işin ehli âlimlerin işidir.
Tevhîd ve Sıfatlar İlmi
Bu isim kelâm ilmine konusu itibariyle verilmiştir. Çünkü Allah’ın sıfatları
ve tevhîd bu ilmin en önemli, en meşhur ve en şerefli konusudur. Esasen
kelâm ilmiyle ilgili bütün meseleler Allah’ın birliği ve tevhîd inancı etrafında
toplanmaktadır. Bu bakımdan tevhîd bilgisi ve inancı kelâm ilminin esas
amacıdır. Zira İslâm itikadında bütün iman esaslarının temeli Allah’a, O’nun
mutlak birliğine inanmaktır. Tevhîd İslâm dininin bir şiarıdır. İslâm tevhîd
dinidir. Birlik ve tevhîd, bu dini diğerlerinden ayıran en temel özelliktir.
Lügat açısından tevhîd; bir şeyin bir olduğuna hükmetmek, onu bir olarak
bilmek, bir şeyi diğerlerinden ayırarak onu tek kılmak, birlemek, bir kılmak
anlamlarına gelmektedir.
Bir ıstılah olarak tevhîd; mutlak manâda Allah’ın bir olduğunu bilmek,
O’ndan başka ilâh bulunmadığına, zât, sıfat ve fiillerinde eşi, benzeri ve dengi olmadığına inanmaktır. Bir başka ifadeyle tevhîd; Allah’ın zâtını, düşünce
ve anlayışta tasavvur edilebilen, vehim ve zihinlerde tahayyül olunabilen her
şeyden tecrid ve tenzih etmektir.
12
Allah’ın mutlak varlığını anlama bakımından böyle tarif edilen tevhîd, amelî bakımdan ise ibadeti sadece Allah’a has kılmak demektir.
Şunu önemle belirtelim ki Allah’ın birliğinden maksat, O’nun sayı yönünden bir olması değildir. Çünkü sayı yönünden bir olmak sadece Allah’a mahsus değildir ve bu anlamda ikincisi ve benzeri bulunmayan herhangi bir varlığa da “birdir” denebilir.
Allah’ın birliğinden esas maksat; O’nun hiçbir sûretle benzerinin olmaması, sahip olduğu yüce, ezelî ve ebedî isim ve sıfatlarıyla hiçbirşeye benzememesi, benzeri veya zıddının bulunmaması, bir sayısı da dahil olmak üzere
yaratılmış tüm vasıflardan, değişimden, yok olmadan, maddi anlamda herhangi bir sınırlama ve huduttan münezzeh olması, doğmamış ve doğurmamış
olması, kısa ve özlü Kur’an ifadesiyle “hiçbir sûretle denginin bulunmamasıdır.” (el-İhlâs, 112/4). Onun birliğini sayı yönünden anlamak Onu
gerçek manâda ifade edemez. O, bütün birlerin kendisine muhtaç olduğu sayı
üstü birdir.
İşte kelâm ilmi, bu anlam ve çerçevede Allah’ın birliği ve tüm sıfatlarından bahsettiği için ona tevhîd ilmi denmiş ve bu isimle eserler yazılmıştır.
İslâmın ilk asırlarından itibaren tartışılmaya başlanan ve her biri Allah’ın
sıfatlarıyla doğrudan alakalı olan, başta Allah’ın sıfatlarının keyfiyeti olmak
üzere, kader, insan hürriyeti meselesi, büyük günah işleyen insanın (mürtekib-i kebîre) iman açısından durumu, iman-amel ilişkisi, iman-küfür konusu
ve benzeri meselelerde tartışmalar oluyordu. Selef uleması bu konularda tartışmalara katılmış ve bunlar hakkındaki düşüncelerini kaleme aldıkları eserlerinde ifade etmişlerdir. İşte bu eserlere onlar tevhîd risâlesi ismini verirlerken bu tartışmaların yapıldığı ilme ise tevhîd ve sıfât ilmi denilmiştir. Bu
çerçevede, konusu sadece Allah’ın sıfatları olmak üzere yazılmış eselere örnek olmak üzere İbn Huzeyme (v. 311/923)’nin Kitâbu’t-tevhîd ve İsbâtu
sıfâtı’r-rab isimli eserini zikredebiliriz.
Daha sonraki dönemlerde kelâm ilminin konularının gelişmeye ve genişlemeye başlayarak bütün itikadî meseleleri içine alması sonucunda kelâm ilminin bütün bu konularını ele alıp inceleyen eserlerden bir kısmına müellifler
yine tevhîd kitabı adını vermişlerdir. Mâturîdiyye kelâm ekolünün fikir önderi ve imamı olan İmam Ebû Mansûr el-Mâturîdî (ö. 333/944)’nin önemli kelâm eserine “Kitabu’t-tevhîd” adını vermesi buna açık bir örnektir.
Usûlü’d-dîn
Usûl, asıl kelimesinin çoğuludur. Asıl kelimesi lügatte; kök, esas, temel, kaynak, başlangıç yeri, belli başlı, en mühim, en önemli, gerçek ve hakîkat, bir
şeyin üzerine bina edildiği temel anlamına gelmektedir. Usûlü’d-dîn ise, dinin aslını, esasını oluşturan, dinin amel, ahlâk gibi diğer unsurlarının kendisi
üzerine bina edildiği temel, yani imana, itikada taalluk eden konulardır. Kelâm ilmi, dinin aslını oluşturan akîdeyi, temel inanç ilkelerini kendisine konu
edindiği için bu isimle adlandırılmıştır.
İslâm dininin hem itikada hem de amele taalluk eden hükümleri vardır.
Dinin inanca taalluk eden hükümleri asıl, amele ilişkin yönünü ifade eden
fıkıh ise fer’î hükümler olarak ifade edilir. Onun için inanç konularıyla ilgili
hükümlere “ahkâm-ı asliyye”, bundan bahseden ilme de Usûlü’d-dîn denilmiştir. Çünkü iman hakîkati dinin temelidir. Dolayısıyla bu ilim sayesinde
13
Allah’ın varlığı, birliği, nübüvvet müessesesinin hak oluşu, ceza ve mükâfat
gününün vukû bulacağı ispat edilmedikçe İslâmın ne fıkhî meselelerinden ne
de ahlâkî prensiplerinden bahsetmek mümkün değildir.
İşte bu düşüncelerden hareketle kelâm alanında yazılmış eserlerin bir
kısmına “Usûlü’d-dîn” adı verilmiştir. Abdulkahir el-Bağdâdî (ö. 429/1038)
ile Ebu’l-Yusr Muhammed el-Pezdevî (ö. 493/1099)’nin Usûlü’d-dîn isimli
kelâm eserleri bunun birer örneğidirler. Ayrıca Ebu’l-Hasan el-Eş‘arî (ö.
324/936)’nin “el-İbâne an usûli’d-diyâne” adlı eserinde de bu isme vurgu
yapılmaktadır.
Nazar ve İstidlal İlmi
Eşya hakkında düşünme ve bu yolla, henüz bilgisine ulaşılamamış şeylerin
bilgisine ulaşmak amacıyla zihinde önceden var olan bilgileri düzenlemek,
bir araya getirmek ve böylece bir sonuca ulaşmak çabasına nazar ve istidlal
denir.
Kelâm ilmi, ele aldığı problemlerin çözümünde metot itibariyle tefekkürü,
düşünmeyi ve akıl yürütmeyi esas aldığı için bu isimle adlandırılmıştır. Bundan dolayı kelâm ilmiyle ilgili eserlerde, nazar ve istidlalin temelini oluşturan, onun ilkelerini belirleyen bilgi problemi, bilgi edinme yolları ve bilginin
kaynağı gibi konulara giriş mahiyetinde yer verilmiştir.
İşte dinde ve dinî düşüncede bu kadar çok önemli olan aklî düşünceyi, nazar ve istidlâli önemseyerek kendisine metotlardan birisi olarak kabul eden
kelâm ilmine haklı ve yerinde bir gerekçe ile nazar ve istidlal ilmi denilmiştir.
Kelâm ilmi hakkında İslâm düşünce tarihi boyunca yapılan adlandırmaları ve
anlamlarını değerlendiriniz.
Kelâm İlmi
Bu ilmin en çok ve yaygın olarak kullanılan ismi kelâmdır. İslâm dininin akâid esaslarını naklin yanında aklî delilleri de kullanarak açıklamaya çalışan bu
ilme söz anlamına gelen kelâm ismi verilmesinin nedenleri hakkında şunlar
söylenmektedir.
1. İslâm düşüncesinin ilk asrında Allah’ın sıfatları meselesi anlaşılmaya
çalışılırken bu çerçevede üzerinde en çok tartışma yapılan sıfat kelâm
sıfatı olmuştur. Bu yüzden bu ilme kelâm ilmi denilmiştir.
2. Bu ilim, naklî ve aklî delillerle desteklenen kuvvetli kanıtlara dayanır.
Onun için kalbe en fazla tesir yapan ve ona nüfuz eden ilim budur. Bundan dolayı yaralamak manasına gelen kelm kökünden türetilen kelâm
sözü bu ilme ad olarak verilmiştir.
3. Bu ilim, dinin aslı olan itikadî meselelerin hakikatini araştırırken insana
kelâm, yani söz söyleme, konuşma gücü verir. Nasıl ki mantık ilmi, felsefî konulara bir giriş teşkil ediyor ve insana daha doğru ve tutarlı söz
söyleme kudreti vererek ele alınan meseleleri isbata güç kazandırıyorsa,
kelâm da dinî konularda söz söyleme ve onları ispat etme kudreti kazandırır. Bir diğer ifadeyle kelâm ilminin takip ettiği akıl yürütme ve
konuları delillendirme usûlü mantık ilmi ile benzerlik arz eder. Kaldı ki
14
mantık kelimesi Yunanca’da “logos” yani “söz” anlamına gelir ki bunun
Arapçadaki karşılığı “kelâm”dır. İşte bu ilim hem takip etmiş olduğu yöntemiyle mantık ilmine benzemesi hem de mantık kelimesinin kökeniyle
de bir benzerliği bulunduğundan dolayı “kelâm ilmi” olarak adlandırılmıştır.
4. Öğrenilmesi ve öğretilmesi gereken bilgiler ilk defa sözle öğretilir ve öğrenilir. Dinî düşüncede, hakkında ilk önce söz edilmesi, yani konuşulması
gereken ilim ise elbette itikad ilmidir. Onun için bu ilme kelâm ilmi denilmiştir.
5. Bu ilmin konuların dindeki yeri ve önemine binâen, onlar hakkında insanın aklına çok çeşitli sualler geldiğinden dolayı karşılıklı, çok ve dikkatli
konuşmayı, yani kelâmı gerektirir. Çünkü karşıdaki insanın ikna edilmesi
gerekir. Bundan dolayı bu ilme kelâm ilmi denilmiştir.
6. Bu ilimde kullanılan naklî ve aklî delillerin kuvvetinden dolayı, diğer
ilimlere nazaran “artık kelâm dediğin işte budur, diğerleri değil” anlamında, bu ilmin konuları hakkında söylenen sözün, diğer sözleri kesip bitiren söz olduğu için kelâm ismi verilmiştir.
7. İlimlerin tedvin ve tasnif edildiği ilk dönemlerde herhangi bir konuya başlanırken “el-kelâm fî keza-şu konudaki söz, görüş” şeklinde başlık atılırdı.
Her ilmin müştereken kullandığı bu usûlde yer alan kelâm ifadesi, hakkında başlık atılmaya, söz söylenmeye en layık konu itikattır, vurgusunu
çağrıştırmak üzere, husûsen inançla ilgilenen ilme ad olarak verilmiştir.
8. İslâm düşüncesinin ilk mümessilleri olan Selef uleması itikadî konularda
naklin muhtevası ile yetinir, aklî izah ve yorumlarda bulunmazlardı. Onlar
bu konularda teslimiyetçi bir yol izlemeyi daha çok tercih ederlerdi. Fakat
zamanla Müslümanlar, farklı yollar ve nedenlerle diğer din, kültür ve
medeniyetlerin mensuplarıyla daha yoğun temasa geçtiler. İşte bu durum
İslâm itikat düşüncesindeki bir metot değişikliğini zorunlu kıldı. Böylece
Müslüman düşünürler, itikadî konularda Selef’in aksine daha çok konuşmaya ve tartışmaya başlayınca bu ilme söz söyleme, sözü gerekli kılan
ilim anlamında kelâm ilmi denildi.
Bu ilme kelâm adının verilmesinin nedeni yukarıda zikredilenlerden sadece birisi olamaz. Öyle anlaşılmaktadır ki bunlardan birkaç tanesinin etkisi
sonucunda bu ilme kelâm ismi verilmiştir.
Ancak, bu ilme kelâm adının verilişinin en önemli ve etkili nedenini,
Kur’an’ın, kelâmullah yani, Allah’ın sözü, O’nun kelâmı olduğu gerçeğinde
aramak daha doğru olur. İlim olarak kelâmın konusu, İslâm dininin temel meselesi, gerçekleştirmek istediği ana hedefi sahih ve sağlam itikattır. İtikadın
değişmez ve mutlak kaynağı ise şüphesiz ki Allah’ın sözü, kelâmı olan
Kur’an’dır. Dinin muhtevası açısından baktığımızda onun serapa bir iman
meselesi, bundan dolayı da Kur’an’ın baştanbaşa, bütün detaylarıyla aslında
ve özünde imandan, itikattan bahseden bir ilahî söz, ilahî kelâm olduğunu
görür ve anlarız.
Netice olarak, tevhîd dini olan İslâm’ın kabul edilmesini istediği tevhîd
inancının kaynağı “kelâmullah”, yani Allah kelâmı, sözü olan Kur’an’dır.
Buradan hareketle, tevhîd inancı başta olmak üzere tüm iman ilkelerini konu
edinen ilme kelâm demek daha doğrudur. Bir ilim olarak kelâm, “kelâmullah”ın ana meselesini kendine konu edindiği için, kelâm kavramı doğrudan
15
“kelâmullah” ifadesinden alınarak bu isimle adlandırılmış olmalıdır. Çünkü
ilim olarak kelâm, “kelâmullah”ın savunusudur. Onun için ilmin bu isimle
adlandırılmış olması daha doğru ve tercihe şâyandır.
Kelâm ilminin tarife, konusu ve isimleri hakkında geniş bilgi için Bekir
Topaloğlu’nun Kelâm İlmi: Giriş kitabının Kelam İlminin Tarif, Mevzuu ve
Gayesi bölümünü inceleyiniz.
Kelâm ilmine bu ismin verilmesinin sebeplerini tartışınız.
KELÂM VE DİĞER İLİMLER
Kelâm ilminin diğer ilimlerle ilişkisini; diğer İslâmî ilimler, felsefe, tabiat
ilimleri ve sosyal-beşerî ilimler olmak üzere dört ayrı başlık altında mek
doğru olur.
Kelâm ve Diğer İslâmî İlimler
Din, iman ve amelden, yani pratik hayatta gerçekleştirdiğimiz eylemlerden
müteşekkildir. Bu bakımdan din, evvelemirde ve başlangıçta hiç süphesiz iman ilkeleri üzerine oturur. Ancak ondan sonra fiilî hayat bir anlam ve değer
kazanır. İnanç olmadan hayatı anlamlandırmak mümkün değildir.
Dinin inanç alanıyla ilgilenen ilim dalı kelâm olduğu için o, amelî hayatla
doğrudan ilgilenen fıkıh başta olmak üzere diğer tüm islâmî ilimlerin temelini
oluşturur. Kelâm ilmi, dinî ilimlerin esas ve dayanağı konumundadır. Çünkü
onun konusu olan iman esasları sahih ve sağlam bir şekilde ortaya konmadan
bunlar üzerine inşâ edilebilecek bir fıkıh, tefsir, hadîs ve benzeri ilimlerden
bahsolunamaz.
Fıkhın konusu olan ibadet ve muamelat, dinî bir düşünce bağlamında ele
alındığına göre her şeyden önce dinin ne demek olduğu, imanın mahiyeti ve
mutlak varlık olarak Allah’ın varlığı ve birliğinin ispat olunması, sonra ona
ibadetin niçin ve neden yapılması gereğinin ortaya konması gerekir. Allah’ın
yaratıkları arasındaki ilişkiyi belirleyen muamelat ilkelerinden bahsolunabilmesi de buna bağlıdır. Sonra, ibadet ve muamelattan ibaret olan bu hayatın
sonunda ebedî bir mükâfat ve ceza yurdunun, yani âhiretin varlığı ve var
olması gerekliliği ispat edilmeli ki ilkeli ve düzenli bir hayat yaşanabilsin.
Aynı şekilde, Kur’an’ın yorumunu, onun anlaşılmasını kendisine konu edinen tefsir ilminin varlığı da öncelikle vahiy eseri olan ilahî Kitab’ın bilgisini alan ve tebliğ eden peygamberin ve peygamberlik müessesesinin ispat
edilmesine bağlıdır. Bütün bu konular, yani nübüvvet müessesesi ile ona bağlı olarak kitap ve melek inancı kelâm ilminin ana konularından bir kısmını
oluşturmaktadır.
Hadîs ilminin varlığı da bu anlamda yine doğrudan doğruya nübüvvetin
ispatıyla alakalıdır. Bir peygamber olmadan ıstılahî anlamda “hadîs”ten bahsedilemeyeceğine göre, nübüvvet meselesini ana konularından birisi olarak
ele alan Kelam ilmi hadîs ilminin de temelini oluşturur.
16
Kelâm ve Felsefe
Kelâm ilmi ile felsefe, konuları itibariyle sıkı bir münasebet içindedirler.
Çünkü her ikisi de başlangıcı ve sonucu itibariyle varlığı, onun mahiyetini,
nedenini ve niçinini araştırırlar. Ancak, bu iki ilim, metotları itibariyle
farklılık arz ederler. Gerek kelâm ilmi gerekse felsefe bir bilgi kaynağı olarak
akla ve aklî ilkelere önem verirler. Fakat felsefe, meselelere çözüm bulmaya
çalışırken sadece akla dayanır. Halbuki kelâm ilmi, akla dayandığı gibi nakli
yani vahiy yoluyla bize ulaştırılmış olan ilahî bilgiyi de önemli bir bilgi
kaynağı olarak kabul eder ve ele aldığı konuları her iki bilgi kaynağından
hareketle izah ve ispata çalışır. Felsefenin yöntemi ise böyle değildir. Filozofun düşünce sistemi salt akla dayanır. Akıl, filozofu nereye kadar götürür
ve hangi sonuca ulaştırırsa onu kabul eder. Kelâm ilmi ise ulaştığı neticelerin
ilâhî bilgi ile örtüşüp örtüşmediğine ve dinin temel ilke ve değerlerine uygun
olup olmadığına dikkat eder. Böylece felsefenin tek bilgi kaynağına nisbetle
Kelam ilmi iki ayrı bilgi kaynağınına sahiptir.
Şu halde, bütünüyle aklî hükümlerden ibaret olan felsefeye nisbetle kelâm
ilminin hükümleri temel olarak akılla birlikte vahye de dayanan dinî, itikadî
hükümlerdir. Bu meseleler elbette akılla da uyum sağlar ve ondan istifade
eder. Fakat ele aldığı meseleler dinî olduğundan vahye dayanması ve naklî
bir delille ispat etmesi gerekir. Değilse bu konularda akıl tek başına hüküm
veremez. Ama unutmamak gerekir ki vahiyden bir delil arayıp bulan ve onu
yorumlayan da yine akıldır.
Bir başka açıdan, kelâm ilminin İslâm’ın inanç esaslarını ortaya koymak
ve onların müdafaasını yapmak gibi bir gayesi vardır. Bunu yaparken tabii
olarak ilahî bilgiyi dikkate alır. Felsefenin böyle bir gayesi olmadığından
vahyî bilgi onun için delil teşkil etmez. Dolayısıyla ulaştığı neticelerin vahyin
prensiplerine uygun olup olmadığı da felsefe için önemli değildir.
Bu açıdan değerlendirildiğinde felsefenin kelâmdan çok daha serbest bir
ortamda faaliyet gösterdiği ve felsefenin daha pozitif ve daha aklî neticelere
ulaştığı, dinin ise aklı sınırlandırdığı söylenebilir. İlk planda akla yatkın gibi
görünen bu durum, konu üzerinde daha derin ve dikkatli düşünüldüğünde
gerçekte öyle olmadığı anlaşılır.
Evvela şunu ifade etmek gerekir ki kelâm ve felsefe her ne kadar aynı
konuları tahlil etseler de metotları farklı iki ayrı ilim dalıdır. Bu bakımdan
onları olumlu-olumsuz, doğru-yanlış gibi ölçütlerle birbirleriyle mukayese
etmek doğru olmaz. Dolayısıyla bir insan mutlak aklıyla hareket ederek varlık hakkında bir sonuca ulaşmak isterse o felsefe yapmış olur. Ama varlık
hakkında vereceği aklî hükümleri vahyin ilgili olduğu alanlarda vahyin
süzgecinden de geçirirse onun yaptığı ameliyenin adı kelâm olmuş olur. Bunlar, başlangıçta karar verilerek yapılacak olan ayrı metot ve işlerdir ve tamamen kişisel bir tercihtir.
Kelâmın yöntem olarak benimsediği aklî hükümleri vahyin süzgecinden
geçirmesi nedeniyle dinin aklı sınırlandırdığı iddiasına gelince buna katılmak
aklen mümkün değildir. Çünkü din, akıl temeli üzerine oturur ve dini diğer
iddialardan ayırarak onun doğruluğuna yani din olduğuna karar veren de tek
başına akıldır. Ancak, insan düşüncesiyle ilgili öyle alanlar vardır ki bunlar
hâli hazırdaki duyulur âlemin ötesindedirler. Dolayısıyla aklın o alanları tecrübe etmesi, bu alanlarda akılla verilen hükümlerin doğru olup olmadığını yine aklın kendisinin tahkik etmesi ve onlar hakkında sağlıklı neticelere ulaş-
17
ması mümkün değildir. İşte bu noktalarda din, aklın önünü açar, onun elinden
tutar ve onu hiç görmediği ve bilmediği bu alana götürür, ondan haberdar eder, onun bilgisini verir. Ama bundan sonra onun yorumunu ve anlaşılmasını
yine akla bırakır. O halde burada asla bir sınırlama yok, tam aksine akıl ve
vahiy gerçekliklerinin yer, sınır ve imkânlarını belirleme ve uyumlu bir yardımlaşma vardır. Dolayısıyla burada salt akılla hareket eden felsefeye, onun
sadece akıldan ibaret olan bilgi kaynağına nisbetle, dinde biri akıl, diğeri
vahiy olmak üzere iki ayrı bilgi kaynağı vardır.
Şu halde başlangıçta önemli olan, insanın iki yöntemden hangisini benimseyeceği ve dini kabul ederek artı bir değere, ilave bir bilgi kaynağına sahip
olmayı isteyip istemediğidir. Sorun buradadır. Yaşadığımız hayat gerçeği de
açıkça göstermektedir ki bu iş ne salt akılla ne de akılsız olabilir. Onun içindir ki felsefî sistemlere baktığımızda onlardan bir sonraki gelenin öncekini ya
yıkmaya ya da zayıflatmaya çalıştığını görürüz. Halbuki Allah katında din
tektir, o da İslâmdır. Dinin muhtevasını yorumlayan ise akıldır. Din ve dinî
muhtevaya iman asla aklı sınırlandırmak değildir. Çünkü iman serapa akıldır
ve iman sınırsız aklın adıdır.
Kelâm ilmi ile felsefe arasındaki benzerlik ve farklılıkları değerlendiriniz.
Kelâm ve Tabiat İlimleri
Tabiat bilimleri dediğimiz fizik, kimya, biyoloji, astronomi, matematik ve
benzeri ilimlerle kelâm ilminin ilişkisi, her iki ilim türünün de varlığı ve onun
özelliklerini konu edinmelerinden dolayıdır. Varlığı konu edinmeleri
açısından bu ilimler arasında konu birliği olmakla birlikte, kelâm ilminin
varlık perspektifi daha geniştir. Çünkü tabiat bilimleri varlığı yalnız bu
dünyadaki durumuyla ele alır. Bir yaratanın bulunup bulunmadığıyla uğraşmadığı gibi, duyulur alemin dışıyla da ilgilenmez. Halbuki kelâm ilmi varlığı
ele alırken ilk ve mutlak varlık olan ve diğer varlıkları da yaratan Allah’ın
zâtını konu edindiği gibi, duyulur alemin dışında kalan gâib alanla doğrudan
ilgili bir bilim dalıdır.
Öte yandan tabiat ilimleri daha çok gözlem ve deneyle sonuca ulaşır.
Sadece olayın seyrini takip ederek tâbi oldukları kanunları keşfe ve izaha çalışır. Kelâm ilmi ise tüm varlık ve olayların sebep ve nedenlerini sorar,
araştırır. Tabiat kanunlarının nedeni nedir ve nedensellik nedir? Âlemde bir
determinizm var mıdır? Sonra tabiat kanunlarını keşfedip anlamanın amacı
nedir? Ve bütün bu evrende olup biten olaylar ve gerçeklikler ortasında insanın konumu nedir? Tümüyle eşya niçin ve kim tarafından yaratılmıştır? Bir
yaratıcı var mıdır, yok mudur? Bütün bu sorular, kelâmın varlığı incelerken
sorduğu temel sorulardır ve bu ilmin amacı da bu sorulara cevap bulmaktır.
İki bilim dalı arasındaki benzerlik ve ayrılığı şöyle bir misalle anlatmak
mümkündür. Mesela, tabiat ilmi, bir ağacın nasıl büyüdüğünü, hangi şartlarda
ve nasıl meyve verdiğini kendisine has kanunlar ve prensipler çerçevesinde
inceler ve açıklar. Ancak, onun yaratıcısının kim olduğunu, niçin ve ne
sebeple yaratıldığını yani yaratılmasındaki gaye ve hikmetler üzerinde düşünmez. Zira inanç alanı ve metafizik alan deney kapsamına girmez, deneye konu edilemezler. İşte işin bu yönü kelâmın konusudur.
Kelâm ile tabiat bilimleri arasında var olan konu birlikteliği ile yöntem
farklılığını kısaca böylece belirttikten hemen sonra ifade edelim ki daha iyi
ve isabetli olması yanında, daha anlaşılabilir ve daha derinlikli bir kelâm ilmi
18
için hiçbir ayırım yapmadan tabiat bilimlerinin hepsinin verilerinden yeterince ve fazlasıyla istifade etmek zorunludur. Unutmamak gerekir ki tabiat bilimlerinin inceleme konusu olan evren ve varlık tamamıyla Allah’ın mülkü
ve yarattığıdır. Allah’ı tanımanın yolu ise eserlerini tanımaktan geçer.
Kelâm ve Sosyal-Beşerî İlimler
Kelâm ile insan ve toplum bilimleri, işin tabiatı gereği birbirleriyle yakından
ilgilidir. Çünkü akâide dair meselelerin kaynağı ilahî ise de onların üzerinde
gerçekleştiği ve bu meseleleri konu edinen insanın bizzat kendisidir. İtikat ve
inanç insanın bilincinde ve toplumun vicdanında yaşar. Bu bakımdan inanç
konuları aynı zamanda insanî ve toplumsal konulardır. İnsan ise sahip olduğu
değerleri bakımından toplumun çocuğudur. Toplumsa tek tek insanlardan
oluşur. Onun için inanç alanıyla ilgilenen kelâm ilmi, amacını gerçekleştirmede başarılı olabilmesi için insanî ve toplumsal olguya, sosyal olaylara ve
onları etkileyen unsur ve dinamiklere dikkat etmek, onları anlamak, onlardan
yararlanmak zorundadır. Bunun için de sosyal ve beşerî bilimlerin değerlendirmelerinden önemle istifade etmelidir. Toplum bilimleri ve diğer insan
bilimlerinin ulaştığı sonuçlardan, özellikle fert ve kitle psikolojisinden, din
sosyolojisinden, insanın ve inancın tarihinden istifade etmek, çağa hitap
etmek durumunda olan bir kelâm ilmi için elzemdir.
Özet
Kelâm ilmini konusu ve amacı açısından tanımlayabilmek.
Kelâm kelimesi lügatte; bir fikri, bir manâyı tam olarak anlatan söz, anlamına
gelir. Istılahî anlamda kelâm ilmi; Allah’ın zatından, sıfatlarından; nübüvvet
ve risalete ait meselelerden; başlangıçları ve sonuçları bakımından yaratılmışların hallerinden İslâm ilke ve esaslarına göre bahseden ilimdir. Geyesine göre tanımı ise şöyledir: Kelâm ilmi, aklî ve naklî delillere dayanarak
İslâm inançları ile ilgili ortaya çıkabilecek şüpheleri ortadan kaldırmaya ve
anılan inanç ilkelerini açıklamaya ve ispat etmeye çalışan bir ilimdir.
Kelâm ilminin amacını ve bu ilmi konu edinen insan için faydalarını saptayabilmek.
Kelâm ilminin İslâm inanç esaslarıyla ilgili olmak üzere iki temel görevi ve
gayesi vardır. Bunlardan birincisi; İslâm dininin inanç esaslarını aklî ve naklî
delillerle ispat etmeye çalışmaktır. İkincisi ise; bu esaslar hakkında ortaya
çıkabilecek şüpheleri izale etmek ve Müslüman olmayanların İslâm’a yöneltecekleri eleştirilere cevap vermek, onların iddia ve delillerini çürütmektir.
Bu ilmin esas fayda ve gayesi, insanın dünyada mutlu yaşamasını, âhirette de
ebedî kurtuluşu elde etmesini sağlamaktır.
Kelâm ilminin ana konusu temel itikadî meseleler, inanç ilkeleridir.
İslâmın inanç ilkelerini rakamlarla ifade edip sınırlandırmak esasen mümkün
değildir. Esas olan, Kur’an’ın bütün muhtevasına inanmaktır. Temel ilke bu
olmakla birlikte, anlaşılması ve akılda tutulmasını kolaylaştırılmak için bu
geniş muhteva Kelam ilminde önce altı, sonra üç ilkeye indirgenerek incelenir. Ana kelâm kaynakları da inanç konularını bu üç temel esas (usûl-i selâse) başlığı altında ele almıştır. Bunlar, İlahiyat, Risalet-Nübüvvet ve Âhiret
konularıdır.
19
Bu temel itikadî meseleler bütün detaylarıyla incelenirken bunların daha
doğru ve kolaylıkla anlaşılabilmelerini sağlamak için, adına “vesâil” yani ana
konuları anlamaya vesile ve yardımcı olan konular da ele alınır. Bu konular
aslında ana mesele olan itikadın anlaşılmasına ve açılımına aracı olan, onları
ispat etmede ve delillendirmede kolaylık sağlayan araç konulardır. İslâm düşünce tarihi ve bilimdeki gelişmeye bağlı olarak “vesâil” konuları değişiklik
ve gelişme göstermiştir.
Kelâm ilminin önemini açıklayabilmek.
İslâm dininin inanç sistemini konu edinen kelâm ilmi, insanın ve dinin temel
meselesi olan Allah’ın varlığını ve birliğini aklî ve naklî delillerle anlatmaya
çalışmaktadır. Sonrasında ise diğer inanç esaslarını yine aynı yöntemle insan
aklına hitap ederek onun idrâkine sunar.
Bu çerçevede İslâm inançlarına içeriden ve dışarıdan yapılabilecek olan
itirazları, ortaya atılacak şüphe ve tereddütler ile İslâm itikadını sarsmayı hedef edinen akımları, hurafe ve batıl inançları tesbit ederek onlara gerekli cevabı vermesi de kelâm ilminin önemini göstermektedir.
Kelâm ilminin makasıdını, yani ana ve öncelikli konusunu teşkil eden
inanç esasları bütün peygamberlerin tebliğ ettiklerinde ittifak edilmiş evrensel gerçeklikler olup değişmez olduklarından kelâm ilmi bu anlamda gerçek
ve evrensel bir ilimdir.
Kelâm ilmine tarihi gelişimi içinde ne tür isimler verildiğini saptayıp bunları
listeleyebilmek.
Kelâm ilmi, tarihi süreç içerisinde çeşitli safhalar geçirmiş ve farklı isimlerle
anılmıştır. Bu isimleri bilmek, kelâm ilminin ilgili alanını ve tanımını daha
iyi anlamaya yardımcı olduğu gibi bu ilmin tarihini ve gelişim sürecini kavramaya da yardımcı olur. Tarihî süreçte Kelam ilmi, el-Fıkhu’l-ekber, Akâid,
Tevhîd ve sıfatlar ilmi, Usûlü’d-dîn, Nazar ve istidlal ilmi isimleriyle adlandırılmıştır.
Kelâm ilminin diğer ilimlerle olan ortak ve farklı yönlerini ayrıştırabilmek.
Kelâm, dinin inanç alanıyla ilgilenen bir ilim dalı olduğu için o, amelî hayatla
ilgilenen fıkıh başta olmak üzere diğer tüm İslâmî ilimlerin temelini oluşturur. Kelâm ilmi, dinî ilimlerin esası ve dayanağı konumundadır. Çünkü onun konusu olan iman esasları sahih ve sağlam bir şekilde ortaya konmadan
bunlar üzerine inşâ edilebilecek bir fıkıh, tefsir, hadîs ve benzeri ilimlerden
bahsolunamaz.
Kelâm ilmi ile felsefe, konuları itibariyle sıkı bir münasebet içindedirler.
Çünkü her ikisi de başlangıcı ve sonucu itibariyle varlığı, onun mahiyetini,
nedenini ve niçinini araştırırlar. Ancak bu iki ilim metotları itibariyle farklılık
arz ederler. Gerek kelâm ilmi gerekse felsefe bir bilgi kaynağı olarak akla ve
aklî ilkelere önem verirler. Fakat felsefe, meselelere çözüm bulmaya çalışırken sadece akla dayanır. Hâlbuki kelâm ilmi, akla dayandığı gibi nakli yani
vahiy yoluyla bize ulaştırılmış olan ilahî bilgiyi de önemli bir bilgi kaynağı
olarak kabul eder.
Tabiat bilimleri dediğimiz fizik, kimya, biyoloji, astronomi, matematik ve
benzeri ilimlerle kelâm ilminin ilişkisi, her iki ilim dalının da varlığı ve onun
özelliklerini konu edinmelerinden dolayıdır. Varlığı konu edinmeleri açısın-
20
dan bu ilimler arasında konu birliği olmakla birlikte, kelâm ilminin varlık
perspektifi daha geniştir. Çünkü tabiat bilimleri varlığı yalnız bu dünyadaki
durumuyla ele alır. Onun ötesiyle yani mebde ve meâdıyla, başlangıç ve sonucuyla, onu bir yaratanın bulunup bulunmadığıyla uğraşmaz.
Kelâm ile insan ve toplum bilimleri işin tabiatı gereği birbirleriyle yakından ilgilidir. Çünkü akâide dair meselelerin kaynağı ilahî ise de onların
üzerinde gerçekleştiği ve bu meseleleri konu edinen insanın bizzat kendisidir.
Kelâm ilmi amacını gerçekleştirmede başarılı olabilmesi için insanî ve toplumsal olguya, sosyal olaylara ve onları etkileyen unsur ve dinamiklere dikkat etmeli, onları anlamalı, onlardan yararlanmalı ve beşerî bilimlerin değerlendirmelerinden önemle istifade etmelidir.
Kendimizi Sınayalım
1. Aşağıdakilerden hangisi kelâm ilminin ana konularından biri değildir?
a. Nübüvvet
b. Muamelât
c. Âhiret
d. Ulûhiyet
e. Risâlet
2. Aşağıdakilerden hangisi kelâm ilminin amaçlarından biri değildir?
a. İslâm inancını müdafaa etmek
b.Tüm mahlûkata karşı görev ve sorumluluklarını bilen insan yetiştirmek
c. İmanı taklitten tahkîke ulaştırmak
d. Dinin amelî yönüne dair emir ve yasakları yorumlamak
e. İnsanı dünya ve âhiret mutluluğuna ulaştırmak
3. Aşağıdakilerden hangisi kelâm ilmine kelâm adının verilme nedenlerinden
biri değildir?
a.İtikadî meseleleri araştırırken insana söz söyleme gücü vermesi
b. Naklî ve aklî delillerle desteklenen kuvvetli kanıtlara dayanması
c. Kur’an’ın ana konusunu kendine konu edinmesi
d. İlk dönemlerde üzerinde çok durulan sıfâtullâh tartışmaları
e. Kelâm ilminin diğer dini ilimler için bir temel oluşturması
21
4. Aşağıdakilerden hangisi kelâm ilminin konusudur?
a. Semiyyât
b. Ahlâkî meseleler
c. Muamelât
d. Amelî meseleler
e. Cezaî yaptırımlar
5. Aşağıdakilerden hangisi kelâm ilmine verilen isimlerden biri değildir?
a. Nazar ve istidlal ilmi
b. Akâid
c. Usûlü’l-fıkh
d. Tevhîd ve sıfatlar ilmi
e. Usûlü’d-dîn
Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı
1. b
Yanıtınız doğru değilse, “Kelâm İlminin Konusu” adlı bölümü yeniden okuyunuz.
2. d
Yanıtınız doğru değilse, “Kelâm İlminin Faydası ve Gayesi” konusunu yeniden okuyunuz.
3. e
Yanıtınız doğru değilse, “Kelâm İlminin İsimleri ve Adlandırma
Nedenleri” konusunu yeniden okuyunuz.
4. a
Yanıtınız doğru değilse “Kelâm İlminin Konusu” adlı bölümü yeniden okuyunuz.
5. c
Yanıtınız doğru değilse, “Kelâm İlminin İsimleri ve Adlandırma
Nedenleri” konusunu yeniden okuyunuz.
Sıra Sizde Yanıt Anahtarı
Sıra Sizde 1
Kelam ilminin temel gayesi; İslâm inancını sarsıntıya uğramaktan korumak,
tüm evrene ve mahlûkata karşı görev ve sorumluluklarını bilen insan yetiştirmek, imanı taklitten tahkîke ulaştırmak, insanı dünya ve âhiret
mutluluğuna kavuşturmaktır. İlaveten Kelam ilmi, doğru yolu arayanlara
rehberlik ederken, hakkı, hakikati kabule yanaşmayan, ona karşı itirazlarda
bulunan ve şüpheler ortaya atanlara da bunlardan kurtulmaları hususunda
yardımcı olur ve diğer dinî ilimler için bir temel oluşturur.
22
Sıra Sizde 2
Kelam ilminin temel konuları, Ulûhiyyet, Nübüvvet-Risalet ve Âhiret olmak
üzere üç ana başlık halinde ele alınır. Bunlara ana konular anlamında “Mesâil-Makâsıd” ismi verilir. Ayrıca, bu ana konuların daha iyi anlaşılabilmeleri
için adına “Vesâil” denilen diğer konular da bu ilmin meselelerini oluşturur.
Sıra Sizde 3
Kelâm ilminin İslâm düşünce tarihindeki adlandırmaları şunlardır:
el-Fıkhu’l-ekber: Bu adlandırmayı Hanefî mezhebinin büyük imamı İmam Azam Ebû Hanîfe yapmış ve bu sahada yazdığı eserine el-Fıkhu’l-ekber (en
büyük fıkıh) adını vermiştir. Ebû Hanîfe fıkhı; “Kişinin lehinde ve aleyhinde
olan şeyleri bilmesidir” şeklinde tarif eder. Ebû Hanîfe, fıkhı böyle tanımlarken, inanç alanında yazdığı eserine bu ismi vererek şöyle demektedir: İtikadî
alandaki bilgi fıkıh ilminde konu edinilen amelî alandaki bilgiden daha önemlidir. Çünkü itikattaki bilgi asıldır, ameldeki bilgi ise ferîdir, ikinci derecededir.
Tevhîd ve Sıfatlar ilmi: Bu isim, kelâm ilmine konusu itibariyle verilmiştir. Çünkü Allah’ın sıfatları ve tevhîd bu ilmin en önemli, en meşhur ve
en şerefli konusudur. Esasen kelâm ilmiyle ilgili bütün meseleler Allah’ın
birliği ve tevhîd inancı etrafında toplanmaktadır. Bu bakımdan tevhîd bilgisi
ve inancı kelâm ilminin esas amacıdır. Zira İslâm itikadında bütün iman esaslarının temeli Allah’a, O’nun mutlak birliğine inanmaktır. Tevhîd İslâm dininin bir şiarıdır. İslâm tevhîd dinidir.
Akâid İlmi: Akâid, “akîde” kelimesinin çoğuludur. Akîde, gönülden bağlanılan, kesinlikle karar verilen, düğümlenmişcesine katiyetle inanılan şey,
itikad, iman demektir. İslâm akâidi, İslâm dininde kesinlikle inanılan hususlar
anlamına gelir ki bunlara iman esasları adı verilir. Şu halde “Akâid ilmi”
iman esaslarını konu edinen ilmin adıdır.
Nazar ve istidlal ilmi: Kelâm ilmi, ele aldığı problemlerin çözümünde metot itibariyle tefekkürü, düşünmeyi ve akıl yürütmeyi (nazar ve istidlal) esas
aldığı için bu isimle adlandırılmıştır. Kelâm ilmi, dinin aslını oluşturan akîdeyi, temel inanç ilkelerini kendisine konu edindiği için bu isimle adlandırılmıştır. İslâm dininin hem itikada hem de amele taalluk eden hükümleri
vardır. Dinin inanca taalluk eden hükümleri asıl, amele ilişkin yönünü ifade
eden fıkıh ise ferî, ikinci derecedeki hükümler olarak ifade edilir. Onun için inanç konularıyla ilgili hükümlere “ahkâm-ı asliyye”, ahkâm-ı asliyyeden
bahseden ilme de “Usûlü’d-dîn” denilmiştir.
Usûlü’d-dîn: İslâm dininin hem itikada hem de amele taalluk eden hükümleri vardır. Dinin inanca taalluk eden hükümleri asıl, amele ilişkin yönünü ifade eden fıkıh ise ferî, ikinci derecedeki hükümler olarak ifade edilir.
Onun için inanç konularıyla ilgili hükümlere “ahkâm-ı asliyye”, ahkâm-ı asliyyeden bahseden ilme de “Usûlü’d-dîn” denilmiştir.
Sıra Sizde 4
İslâm düşüncesinin ilk asrında Allah’ın sıfatları meselesi anlaşılmaya çalışılırken bu çerçevede üzerinde en çok tartışma yapılan sıfat “kelâm sıfatı” olmuştur.
23
Bu ilim naklî ve aklî delillerle desteklenen kuvvetli kanıtlara dayanır. Onun için kalbe en fazla tesir yapan ve ona nüfuz eden ilim budur. Bundan dolayı “yaralamak” manasına gelen “kelm” kökünden türetilen “kelâm” sözü bu
ilme ad olarak verilmiştir.
Bu ilim, dinin aslı olan itikadî meselelerin hakikatini araştırırken insana
kelâm, yani söz söyleme, konuşma gücü verir. Öğrenilmesi ve öğretilmesi
gereken bilgiler ilk defa sözle öğretilir ve öğrenilir. Dinî düşüncede hakkında
ilk önce söz edilmesi, yani konuşulması gereken ilim ise elbette itikad ilmidir.
Bu ilmin konularının dindeki yeri ve önemine binâen onlar hakkında insanın aklına fazlaca sualler geldiğinden dolayı karşılıklı çok ve dikkatli konuşmayı, yani kelâmı gerektirir. Bu ilimde kullanılan naklî ve aklî delillerin kuvvetinden dolayı, diğer ilimlere nazaran “artık kelâm dediğin işte budur, diğerleri değil” anlamında, bu ilmin konuları hakkında söylenen sözün nihâî,
yani diğer sözleri kesip bitirecek söz, kelâm olduğu için bu isim verilmiştir.
Netice olarak, tevhîd dini olan İslâm’ın kabul edilmesini istediği tevhîd inancının kaynağı “kelâmullah”, yani Allah kelâmı, sözü olan Kur’an’dır. Buradan hareketle, tevhîd inancı başta olmak üzere tüm iman ilkelerini konu edinen ilme kelâm demek daha doğrudur. Bir ilim olarak kelâm, “kelâmullah”ın ana meselesini kendine konu edindiği için, kelâm kavramı doğrudan
“kelâmullah” ifadesinden alınarak bu isimle adlandırılmış olmalıdır. Çünkü
ilim olarak kelâm, “kelâmullah”ın savunusudur. Onun için ilmin bu isimle
adlandırılmış olması daha doğru ve tercihe şâyandır.
Sıra Sizde 5
Kelâm ilmi ile felsefe, konuları itibariyle sıkı bir münasebet içindedirler.
Çünkü her ikisi de başlangıcı ve sonucu itibariyle varlığı, onun mahiyetini,
nedenini ve niçinini araştırırlar. Ancak, bu iki ilim metotları itibariyle farklılık arz ederler. Gerek kelâm ilmi gerekse felsefe bir bilgi kaynağı olarak akla ve aklî ilkelere önem verirler. Fakat felsefe, meselelere çözüm bulmaya çalışırken sadece akla dayanır. Halbuki kelâm ilmi, akla dayandığı gibi nakli,
yani vahiy yoluyla bize ulaştırılmış olan ilahî bilgiyi de önemli bir bilgi kaynağı olarak kabul eder ve İslâmî prensipleri her iki bilgi kaynağından hareketle izah ve ispata çalışır ve bunu bir gaye edinir. Felsefe vahyi bir bilgi kaynağı edinmediği gibi, onun gayesi de kelâm ilminin gayesi değidir. Filozofun
düşünce sistemi salt akılla nereye kadar gider ve hangi sonuca ulaşırsa onu
kabul eder. Kelâm ilmi ise ulaştığı neticelerin dinin temel ilke ve değerlerine
uygun olup olmadığına dikkat eder.
Yararlanılan Kaynaklar
İrfan Abdulhamid, (1981), İslamda İtikadi Mezhepler ve Akâid Esasları,
Çev. M. S. Yeprem, İstanbul: Marifet Yayınları.
Bilmen, Ö. N., (1959). Muvazzah İlm-i Kelam, İstanbul.
Cürcânî, Seyyid Şerif, (1216), Şerhu’l-mevâkıf, Bulak.
Cürcânî, Seyyid Şerif, (1300), Ta‘rîfât, İstanbul.
24
Ebû Hanîfe, (1981). el-Fıkhu’l-ekber, Çev. Mustafa Öz, İmam-ı Azam’ın
Beş Eseri, İstanbul: Kalem Yayıncılık.
Ebu’l-Hasan el-Eş‘arî, (1952), Risâle fî istihsâni’l-havdi fî ilmi’l-kelâm,
Nşr. R. McCarthy, Beyrut.
Erdemci, C., (2009), Kelam İlmine Giriş, İstanbul: Ensar Neşriyat.
İbn Asâkir, (1347), Tebyînu kezibi’l-müfterî fî mâ nusibe ile’l-imâm ebi’lHasan el-Eş‘arî, Dımaşk.
İzmirli İsmail Hakkı, (1340–1343), Yeni İlm-i Kelam, İstanbul.
Şâfiî, Hasan Mahmûd, (2009), Kelam’a Giriş, Çev. Süleyman Akkuş,
Sakarya: Değişim Yayınları.
Taftazanî, Sa‘düddîn Mesûd b. Ömer, (1310), Şerhü’l-Akâid, İstanbul.
Tunç, C., (2001), Kelam İlminin Tarihçesi ve İlk Kelam Okulları, Kayseri.
Yazıcıoğlu, M. S., (1987), Kelam Ders Notları, Ankara.
Yeprem, M. S., (2010), “Kelam”, İslam’a Giriş, Evrensel Mesajlar,
İstanbul: DİB Yayınları.
25
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
•
Müstakil bir ilim olarak kelâmın ana çıkış noktasını saptayabilecek,
•
Kelâm ilminin geçirdiği süreci değerlendirebilecek,
•
Kelâm ilminin doğuşuna tesir eden etkenleri özetleyebilecek,
•
İtikat alanında farklı görüşler izhar etmenin ve benimsemenin hükmünü
açıklayabileceksiniz.
Anahtar Kavramlar
•
Hz. Peygamber Dönemi
•
Kırtâs meselesi
•
Hilâfet
•
Cemel-Sıffin
•
İhtilaf
Öneriler
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için;
•
Metin içerisinde geçen terimler için Bekir Topaloğlu – İlyas Çelebi’nin
Kelam Terimleri sözlüğü ile TDV İslâm Ansiklopedisi’nin ilgili maddelerine bakınız.
•
Şerafeddin Gölcük’ün Kelâm Tarihi; Bekir Topaloğlu’nun Kelâm İlmi
Giriş ve Muhammed Hamidullah’ın İslam Peygamberi isimli eserlerini
tetkik ediniz.
26
Kelâmın Doğuşu
GİRİŞ
Kelâm ilmi doğrudan doğruya Müslümanlar tarafından Kur’ân ve Sünnet’in
verilerinden hareketle kurulan ve geliştirilen bir ilimdir. Kendine özgü sorunları ve yöntemi bulunan bu ilim, tamamen Müslümanların içinde bulundukları şartlara ve ihtiyaçlara göre geliştirilmiş ve şekillenmiştir. Kelâm ilmi,
İslâm toplumunun belirli dinî, tarihî, sosyal ve siyâsî koşullarında ortaya çıkmış, zamanla gelişmiş ve olgunlaşmıştır.
Kelâm ilminin kendisine konu seçtiği alan İslâm dininin akîde alanıdır.
Akîdenin kaynağı ise doğrudan doğruya Kur’ân’dır. Sünnet ise onun daha iyi
anlaşılmasında bize yardımcı olmaktadır.
İslâm dininin inanç ilkeleri; tevhîd ekseninde olmak üzere Allah inancı,
O’nun varlığı, birliği, sıfatları, melekler, ilahî kitaplar, peygamberler, âhiret
hayatı, kader ve kaza konularıdır. Sonra, bu temel konularla alakalı ve onların
bir açılımı olmak üzere ru’yetullâh, yani Allah’ın âhirette görülmesi meselesi,
insan-Allah ilişkisi, insanın hürriyeti sorunu, ecel, rızık meseleleri, ölümden
sonra diriliş, Cennet, Cehennem hayatı, iman kavramı, iman-amel ilişkisi,
günah problemi ve iman-küfür sorunu ve bütün bunların gerektirdiği ve çağrıştırdığı diğer birçok mesele kelâm ilminin doğrudan konularını oluşturmaktadır. Ayrıca tüm bu konuların daha iyi anlaşılmasına yardımcı olmak
üzere varlık ve onunla ilgili birçok problem de ele alındığı gibi, bütün bu meselelere bir temel oluşturmak üzere bilgi problemi de konu edinilmektedir.
Kelâm ilminde ele alınan konuların her birini Kur’ân ve Sünnet’te bulmamız mümkündür. Çünkü Kur’ân ve onun birinci elden yorumu olan Sünnet’in öncelikli ve temel işlevi inanç ilkelerini yerleştirmektir. İnsanı ve tüm
evreni yaratan Allah, Kur’ân’da başta kendi zâtı olmak üzere varlığın başlangıcından sonuna kadar onunla ilgili her şeyden haber vermektedir. Kur’ân
bu çerçevede dikkatle okunduğunda bu gerçeklik açık şekilde görülecektir.
Binâenaleyh bütün bu konuları kendisine temel alan olarak seçmiş olan
kelâm ilminin tüm konularının kaynağı doğrudan doğruya Kur’ân’dır. Yani
ilim olarak kelâm, kelâmullahın bilgisidir. Kavram da doğrudan doğruya
oradan alınmıştır.
Çıkış noktası ve kaynağı Kur’ân ve Sünnet olmakla birlikte bu, kelâm
ilminin hariçten hiç etkilenmediği anlamına gelmez. Zira inanç yönüyle insanı konu edinen bir ilmin, insanın yaşadığı sosyal hayattan, ondaki gelişim
ve değişimden etkilenmemesi mümkün değildir. Kaldı ki insan, sahip olduğu
27
zihinsel, rûhî ve manevî donanımlarıyla aslında toplumun eseri, onun çocuğudur. Dolayısıyla bu ilimle uğraşan bilginler de çevrelerinde olup bitenlerden etkilenmekte idiler. Onlar düşünen, akleden bir toplumda yaşıyorlardı. Farklı kültür, medeniyet ve felsefî düşünüş tarzlarıyla karşılaşıyorlardı.
Bütün bu yaşam gerçeklikleri onların düşüncelerine etki ediyordu. Fakat bu
etkileşim, kelâmın konularını ortaya çıkarmış değil, aksine, ifade edildiği
üzere Kitap ve Sünnet’te var olan konuların tartışılmasına, böylece müstakil
bir ilim dalı olarak kelâmın ilmî usûlünün belirmesi ve tam bir disiplin haline
dönüşmesine vesile olmuştur.
Kelâm ilminin ana konularının kaynağı Kur’ân olduğu gibi onun bu
konuları ele alış yöntemi de temelde Kur’ânî bir yöntemdir. Kelâm ilmi iki
temel bilgi kaynağına dayanarak yöntemini geliştirmiştir. Bunlardan birincisi
nakil yani vahiy ve onun eseri olan ana metin Kur’ân, diğeri de akıldır. Bir
İslâm biliminden bahsettiğimize göre onun temel bir kaynağının vahiy olması
çok tabiî ve zorunludur. Ama önemle hatırlayalım ki bu kaynak yani Kur’ân
baştan sona hep akla hitap etmekte, aklın çalıştırılmasını ve onun verilerinden
yararlanılmasını daima istemektedir. Aklın doğruya ve gerçeğe ulaşmanın bir
aracı olduğunu ifade eden Kur’ân (Bk. el-Mülk, 67/11), onun verilerinden
yararlanmamanın akılsızlık olduğunu söylemektedir. Onun için Allah, akılsız
insanı dinen muhatap ve sorumlu tutmaz. Bu gerçekliklerin üzerinde önemle
düşünülmelidir. İşte Kur’ân açısından dindeki yeri bu kadar önemli olan akıl
kelâm ilminin belirlemiş olduğu yöntemin ikinci ana hareket noktasıdır.
Bundan dolayı kelâm ilminin yöntemi de orjinaldir, kendine özgüdür. Ancak,
bu ilim, sahip olduğu yöntemi işletme noktasında tabii olarak gelişen ve
değişen şartları dikkate almıştır. Onun için tarihinin başlangıcında daha çok
nakille yetinen kelâm ilmi sonraki asırlarda akılla nakli dengeli şekilde
kullandığı gibi zaman zaman da aklî çıkarımlara öncelik vermiştir. Bütün
bunlar aklın yoludur ve akıl için yol açıktır.
Konularını doğrudan doğruya Kur’ân’dan alan kelâm ilminin ana konularının
ortaya çıkışı, bunları anlamaya yönelik ilmî tartışmaların doğuşu, başlaması
ve kazandığı muhteva açılarından kelâm ilminin tarihi sürecini beş ayrı
dönem halinde incelemek doğru olur. Bunları şöyle sıralamak mümkündür:
1.
Kur’ân vahyinin devam ettiği dönem; Hz. Peygamber dönemi.
2.
Kelâmî tartışmaların ortaya çıktığı ilk fikrî hareketler ve ihtilaflar
dönemi.
3.
Mu‘tezile mezhebinin ortaya çıkışı
4.
Ehl-i Sünnet kelam mezheplerinin ortaya çıkışı.
5.
Yeni ilm-i kelâm dönemi: Ondokuzuncu asrın sonlarından başlayarak
hâlen devam etmekte olan dönem.
Kelâm ilminin ana kaynağı bağlamında kelâmın konusunu ve bu ilme “kelâm”
isminin verilişini birlikte değerlendirmeye çalışınız.
HZ. PEYGAMBER DÖNEMİ VE KELÂM
Hz. Peygamber dönemi Kur’ân vahyinin devam ettiği ve onun vefatına kadar
bu vahyin sürdüğü dönemdir. Bu dönemde ortaya çıkan sebepler (nüzûl
sebepleri) ve hayatın akışı içerisinde Kur’ân nâzil oluyordu. Dolayısıyla bugün elimizde olduğu haliyle Kur’ân-ı Kerim tamamlanmış bir kitap olarak
mevcut değildi. Onun vahiy süreci Hz. Peygamber’in vefatıyla tamamlanmış
28
oldu. Dolayısıyla bu dönemde bugünkü anlam ve çerçevede başka herhangi
bir İslâmî ilim olmadığı gibi kelâm ilmi de yoktu.
Bu durumun temel üç sebebi vardır:
Birincisi: Yukarıda ifade dildiği üzere kaynağı Kur’ân-ı Kerim olan bir ilmin o kaynağın henüz tamamlanmadığı ve her an yeni bir vahyin nâzil olmakta olduğu, dolayısıyla konular hakkında yeni ilahî bilgilerin beklendiği
bir dönemde bir İslâmî ilim tedvîn edilemezdi. Bir başka ifadeyle dinin inşâ
edildiği bir dönemde ilimlerin tedvîn edilmesi mümkün olamazdı.
İkincisi: Hz. Peygamber (s.a.v) döneminde daha sonraki devirlerde olduğu gibi, itikadî konularda Müslümanlar arasında ihtilafa yol açacak,
onların düşüncelerini sarsacak herhangi bir fikir fazlaca ileri sürülmemiştir.
Kaldı ki ilk Müslümanlar, yani sahabe topluluğu Kur’ân vahyinin cereyanına
bizzat şahit oluyorlar ve bu ilahî mesajın ilk ve en doğru yorumunu bizzat
Hz. Peygamber’den öğreniyorlardı. Dolayısıyla itikadî konularda, mevcut
vahiyde yer alan ilahî beyan ve aklî deliller onlara kâfi geliyordu.
Üçüncüsü: Ashâb-ı kirâm, akıllarına gelen soruları doğrudan doğruya
vahyin alıcısı, ilk ve en doğru yorumcusu olan Hz. Peygamber’e sorup ondan
kesin cevabı aldıklarından başka bir şeye ihtiyaç duymuyorlardı.
Ancak, durumun böyle olması, Hz. Peygamber hayatta iken ilk Müslümanlar döneminde hiçbir tefekkürün bulunmadığı ya da hiçbir itikadî problemin gündeme gelmediği anlamına gelmez. Zira Kur’ân’ın en önemli konularını teşkil eden Allah, peygamberler ve âhiret hayatına, yani ölümden sonra
yeniden dirilişe, Cennet ve Cehennem hayatına ait konular bu dönemde üzerinde en çok ve en dikkatli bir şekilde durulan konulardı. Kelâm ilminin de
ana konularını teşkil eden bu hususlarda, yani akîde konularında düşünmeyi,
akıl yürütmeyi ve soru sormayı Kur’ân ve Hz. Peygamber yasaklamamıştır.
Onun için ilk Müslümanlar kendilerine müşkül gelen konularda sorularını, hatta kalplerinden, zihinlerinden geçen şüphe ve tereddütleri dahi soruyorlardı. Allah Resûlü de bu soruları onların kalplerini rahatlatacak tarzda cevaplandırıyordu.
Hz. Peygamber’e hem kendisinin arkadaşları, yani ilk Müslümanlar hem
de kendisine inanmayan müşrikler, hıristiyanlar ve diğer inanç mensupları sorular soruyorlardı. Ashab, sorumlu oldukları hakikatleri daha iyi anlama,
açıklayabilme, imanlarını teyid edip kalplerini mutmain kılmak için sorarken;
diğerleri daha çok mücadele ve müminleri güya zor duruma sokabilmek için
soruyorlardı.
Hz. Peygamber, gerek Müslümanlardan gerekse Müslüman olmayanlardan gelen tüm soruları cevaplandırırken vahiy ve Allah’ın kendisine verdiği
bilgi ile hareket ediyordu. Bu işi yaparken O, hiç şüphesiz evvela Kur’ân
vahyine dayanıyor, Kur’ân’ın delillerini kullanıyor ve bazen de bunlara başka
deliller de ilave ediyordu. Muhatabının anlayacağı yöntem, seviye ve üslupta
konuşmak O’nun âdetiydi ve bağlılarına da bunu tavsiye ediyordu.
Bundan dolayı, Hz. Peygamber’in ve Ashab’ın inanç konularında tartışma
yapmadığı asla söylenemez. Böyle bir iddia evvela Kur’ân’ın muhtevasıyla
bağdaşmaz. Kur’ân’ın muhtevasında yer alan birçok meselede Hz. Peygamber, insanlarla tartışmıştır. Nitekim Necrân Hıristiyanları ile Hz. İsa’nın
şahsiyeti ve mahiyeti ile ilgili yaptığı tartışma meşhurdur.
29
Gerek Kur’ân’ın gerekse Hz. Peygamber’in, aklı, aklî tefekkürü önemseyen ve onu kullanmayı teşvik eden açık beyanlarından hareketle ilk Müslümanlar inançlarını aklî istidlallerle teyid ve tahkik etmişlerdir. Onlar bu ameliyeyi yaparken akıllarına gelen birçok şüphe ve tereddüdü doğrudan Hz.
Peygamber’e açmış ve sormuşlardır. Bu suallere muhatap olan Hz. Peygamber, onları ayıplamak şöyle dursun, aksine içlerindeki şüpheleri dile getirmelerini sağlayıcı ve teşvik edici ifadelerde bulunmuştur.
Ebû Hüreyre’nin rivayet ettiğine göre Ashaptan bir grup Hz. Peygamber’e
gelerek;
— İçimizden öyle şeyler hissediyoruz ki herhangi birimiz bunları
söylemeyi bile büyük günah addeder, dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber;
— Gerçekten öyle bir şey hissettiniz mi? diye sorunca, onlar da;
— Evet, dediler. Hz. Peygamber’in cevabı şöyle oldu;
— İşte bu imanın ta kendisidir, gerçek iman budur.
Bir başka rivayette Hz. Peygamber’e vesvese sorulunca; “imanın hâlis
olanıdır”, demiştir. (Bkz. Müslim, “Îman”, 60; Ahmed b. Hanbel, II, 456).
İbn Abbas’tan şöyle rivayet edilir: Peygamber efendimize birisi gelerek;
— İçimde öyle şey hissediyorum ki onu söylemektense yanıp kül olmayı
tercih ederim, dedi. Bunun üzerine Resûlüllah şöyle buyurdular:
— Kulunun halini (iman derecesini, taklitten) vesveseye (tahkike)
yükselten Allah’a hamdolsun. (Bk. Ebû Davûd, “Edeb”, 109; Ahmed b. Hanbel, I, 240).
Ashabın, kıyametin halleri, Cennet, Cehennem, ruhun mahiyeti, kader ve
daha başka itikadî konularda sordukları sorular ile Hz. Peygamber’in onlara
verdiği cevaplar hadîs külliyatımız tarafından bizlere aktarılmıştır.
İtikat konusunda akla gelebilecek tüm sorular insan olmanın, daha
doğrusu inanan bir insan olmanın çok tabii sonucudur. İnanan insanın bunları
düşünmesi ve sorması onun inancına verdiği değerin yanında, onunla sürekli
meşgul olduğunun ifadesidir. Bu durum bugün için böyle olduğu gibi
geçmiştekiler için de böyle idi. Yeter ki insan bu sualler içinde boğulup kalmasın, onların cevabını bulabilsin, onları cevaplandırabilecek ehliyetli insanlara sorup kalbini mutmain kılsın. Önemli olan budur ve bu yol aynı zamanda
imanı taklitten kurtarıp tahkike ulaştırmanın yoludur.
Onun içindir ki Hz. Peygamber ashabını bu tür sorular sormaktan men
etmemiş, bilakis onları bu suallerinden dolayı taltif ve teşvik etmiştir. Bu
davranışıyla o, daha sonraki dönemlerde ortaya çıkabilecek olan ve aklî tefekkürü ön planda tutan kelâm ilminin metodunun meşruiyetinin zeminini
oluşturmuştur.
Hz. Peygamber döneminde bugünkü anlam ve çerçevede bir kelâm ilminin
olmayışının sebepleri nelerdir?
30
KELÂMI DOĞURAN ETKENLER
İlk İhtilaflar
Kelâm ilminin konularının kaynağı Kur’ân olduğundan onun bir disiplin, bir
ilim dalı olarak ortaya çıkışını hazırlayan sebepler de pek tabii olarak İslâm
toplumunun içinden kaynaklanan dâhilî sebeplerdir. Kelâm ilmi, her biri
birbirine bağlı, birbirlerine etki eden ve yardımcı olan etkenlerin neticesi
olarak tamamen Müslüman toplumun ve İslâm kültürünün içinden doğmuştur. Dolayısıyla kelâm ilminin doğuşunu hazırlayan nedenler etrafında yapılan ilmî tartışmalar ve geliştirilen yorumlar Kur’ân muhtevasının itikadî anlamda bir tefsiri konumundadır.
Durumun böyle olması kelâmın doğuşunda hiçbir hâricî etkinin olmadığı
anlamına gelmez. Bahsedilecek bu hâricî etkenler kelâm ilminin doğuşunu
hazırlamaktan çok, yapılan ilmî tartışmaların gelişip genişlemesine ve metodolojik açıdan derinlik kazanmasına sebep olmuştur. Değilse, konularını doğrudan doğruya Kur’ân’dan alan bir ilmin sadce hâricî etkenler sonucu doğduğunu söylemek makul değildir.
Kelâm ilminin doğuşuna sebep olan âmiller evvela bu toplumun içinde
oluştuğu için İslâm düşünce tarihinde kelâm ilminin doğuşu ve varlığı kaçınılmaz ve gerekli idi.
Kelâm ilminin doğuşuna zemin oluşturan sebepleri maddeler halinde
zikrederek onlar etrafında geliştirilen ilmî tartışmalar ve fikrî çabalara
geçmeden önce şu hususu önemle belirtmekte fayda vardır. İslâm dininin,
onun ana kaynağı olan Kur’ân-ı Kerim’in getirdiği ve daima var olmasını
isteyerek sürekli tavsiye ettiği aklî düşünce, fikir ve vicdan hürriyeti ile
düşünceyi ifade etme özgürlüğü yanında, insanların birbrinden farklı duygu,
düşünce, karakter, zeka ve anlayış seviyesinde oldukları gerçeği birlikte
düşünülürse Müslümanlar arasında değişik düşüncelerin doğuşunu anlamak
kolaylaşacak ve sonuçta meydana gelen farklı yorum ve anlayışlar tabii
karşılanacaktır. Bir diğer ifadeyle farklı düşünmenin kaçınılmaz ve doğal
birinci sebebi insanın fıtratı ile vahyin ona tanıdığı imkândır. Bu en önemli
ve en temel etken iyi anlaşılıp daima akılda tutulursa diğer nedenler daha
kolay anlaşılır.
Kur’ân ve hadîs metinlerinden bir kısmı üslûp ve muhteva bakımından
kolay anlaşılır açık naslar (muhkem) iken, bazıları gerek ifade tarzı gerek
konu itibariyle muğlâklık taşımakta (müteşâbih), bu sebeple asıl maksat ve
manânın neden ibaret olduğu kolay ve net bir şekilde bilinememektedir.
Müslümanlar arasında özellikle ilk devirlerde meydana gelen siyâsî sürtüşmeler ve neticesinde ortaya çıkan iç çatışmalar da dikkate alındığında İslâm toplumunda dâhilî sebeplerden kaynaklanan farklı anlayışların zuhûru
kaçınılmaz olmuştur.
İslâm düşünce tarihinde oluşan bu dâhilî sebeplerin yanında, İslâm dünyasında başlatılan çeşitli tercüme faaliyetleri ile fetihler ve daha başka yollarla çeşitli kültürlere mensup milletlerle karşılaşılmış olmasını da fikir ve
yorum ayrılıklarına sebep olan haricî âmiller arasında saymak mümkündür.
31
Kelâm ilminin doğuşunu hazırlayan sebeplere tarih itibariyle baktığımızda bunların ilk işaretlerinin Hz. Peygamber’in son günlerinde tartışma konusu olan “kırtas hâdisesi” ile ona bağlı hilafet tartışmalarına dayandığını
görürüz.
Bu girişten sonra şimdi kelâm ilminin doğuşuna sebep olan etkenleri ana
hatlarıyla zikrederek bunlar etrafında geliştirilen kelâmî yorumları anlamaya
çalışabiliriz.
Kırtas Hâdisesi
Arapça bir isim olarak “kırtas” kâğıt demektir. Onun için kâğıt, kalem gibi
yazı malzemelerini satan yere kırtasiye denir.
İbn Abbâs’tan rivayet edilen bir hadîse göre; Hz. Peygamber’in, vefatıyla
neticelenen son hastalığında, rahatsızlığının şiddetli olduğu bir anda yanında
bulunan ashabına; “Bana bir kâğıt ve kalem getirin, size bir yazı yazdırayım
ki benden sonra sapıklığa düşmeyesiniz” (Bk. Buhârî, “Mardâ-Tıb”, 17), buyurmuştur. Orada bulunan ashaptan bir kısmı Hz. Peygamber’in bu emir ve
arzusuna uyulmasını isterken, Hz. Ömer’in de içinde yer aldığı bir grup,
burada bir vahiy durumunun olmadığını, yani o esnada Hz. Peygamber’e yeni
bir vahyin gelmiş bulunmadığını, dolayısıyla yazdırmak istediği şeyin vahiy
olmayıp, hastalığının şiddetlendiğini anlayınca ümmetine olan düşkünlüğünün bir tezahürü olarak böyle bir istekte bulunduğunu düşünmüşlerdir.
Bundan dolayı onu rahatsız etmemek için kâğıt, kalem getirilmemiş ve
neticede herhangi bir şey yazılmamıştır. Hz. Peygamber de bu arzusunu yenilememiş ve konu kapanmıştır.
Hâdisenin seyrinden açıkça anlaşılmaktadır ki burada bir vahyin yazdırılması isteği yoktur. Zira şayet yazdırılmak istenen vahiy olsaydı, ashap, bunu orada hazır bulundukları için anlarlar ve bu isteğe asla karşı çıkmazlar,
çıkamazlardı. Sahabe, bir vahiy durumunun olup olmadığından tereddüt etselerdi bunu Hz. Peygamber’e sorarlardı. Onlar sormadılarsa bie bu durumda
Hz. Peygamber, yazdırmak istediği şeyin bir vahiy olduğunu açıkça beyan
eder ve bunu muhakkak sûrette yazdırırdı.
Buradan açıkça anlaşılmaktadır ki bu arzunun bir vahiy sonucu ve yazdırılacak şeyin de vahiy olduğunu söyleyip ama neticede bunun yazdırılmadığını kabul etmek, vahyin tamamlanmadığını ve Hz. Peygamber’in de tebliğini gerçekleştirmediğini iddia etmek olur ki bunu peygamberlik gerçeğiyle
bağdaştırmak asla mümkün değildir. Ashap da durumu böyle anladıkları için,
her ne kadar isteğin vuku bulduğu anda kalem-kâğıt getirip getirmeme hususunda tartışmış olsalar da, konuyu daha sonra bir daha tartışmamışlardır.
Kırtas hâdisesiyle ilgili rivayetler, daha sonraları Şîa ile Ehl-i sünnet arasında ihtilaf konusu olmuş ve Şiîler; eğer kâğıt, kalem getirilseydi Hz. Peygamber Hz. Ali’yi kendisinden sonra halife tayin edecekti, demişlerdir.
Kırtas hâdisesi, daha sonraları ortaya çıkacak olan ve temel nazariyesi hilafet meselesi üzerine oturan Şîa ekolünün önemli dayanak noktalarından birisini oluşturur.
32
Hilâfet Meselesi
Hz. Peygamber’in vefatından hemen sonra Müslümanlar, halife seçimi meselesiyle karşılaşmışlardır. Hilafet meselesi ve halife seçimi aslında siyâsî bir
konudur. Halife, Hz. Peygamber’e siyâsî anlamda halef olan, onun tesis ettiği
idarî yapının sürdürülmesini sağlamak üzere onun yerine siyasal anlamda
geçen, seçilen kişidir.
Hilafet meselesi aslında İslâmî ilimler içerisinde İslâm hukukunun konusudur. Ancak, daha sonra bu mesele etrafında şekillenecek ve fikir sistemini bu konu üzerinden hareketle oluşturacak olan Şîa ekolünün konuyu itikadî
muhtevada mezhebî bir ilkeye dönüştürmesi üzerine başta Ehl-i sünnet olmak
üzere diğer kelâm mektepleri de meseleyi, Şîa’ya cevap vermek üzere bu
bağlamda tartışmak durumunda kalmışlardır.
Kur’ân’da ve hadîslerinde halifenin Hz. Peygamber’den sonra kim
olacağı şöyle dursun, onun nasıl belirleneceğine dair açık bir beyan bile bulunmamaktadır. Kur’ân, genel bir ilke olarak Müslümanlar’ın işlerini şûra,
yani aralarında yapacakları danışma, istişare ile yürütmelerini tavsiye ederek
(bk. Âl-i İmrân, 3/159; eş-Şûra, 42/38), görevlendirmede ehliyet ve liyakata
önem verilmesini (bk. en-Nisâ, 4/58; en-Nahl, 16/43) ve hüküm verildiğinde
âdil davranılmasını ister (bk. en-Nisâ, 4/58).
Hz. Peygamber, kendisinden sonra kimin halife olacağı hususunda bir
belirlemede bulunmadığı için Müslümanlar, onun vefatından hemen sonra
yaptıkları toplantıda konuyu etraflıca istişâre etmişler, konuşmuşlar ve halife
adayları çıkarmışlardır. Böylece onlar, İslâm toplumunu kimin daha iyi idare
edebileceğini önemle tartışmışlardır. (bk. Hamidullah, II, 1103 vd.) Şayet,
konu hakkında Kur’ân ve Sünnet’te açık bir beyan bulunsaydı, hele Şîa’nın
iddia ettiği üzere Hz. Peygamber’in Hz. Ali’yi hayatta iken halife tayin ettiği
sabit olmuş olsaydı tartışmaların ne anlamı olurdu? Diğer bir deyişle Ashâb
bu tartışmaları yapabilir miydi? Dinin ilkelerine, Hz. Peygamber’in sünnetine
sıkı sıkıya bağlı oldukları tarihen sabit olan bir toplumun, Hz. Peygamber’in
belirlemesine rağmen onun hemen vefatını müteakip, hatta onun defin işlemi
dahi henüz gerçekleştirilmemiş iken böyle bir tartışma yapması asla beklenemez.
Hilafet meselesi ve halife seçimiyle ilgili olarak İslâm düşüncesinde ortaya çıkan temel görüşleri kısaca şöyle özetlemek mümkündür:
a. Ehl-i sünnet’e göre, kendisinden sonra kimin halife olacağına dair Hz. Peygamber bir belirlemede bulunmamıştır. Dolayısıyla halifenin belirlenmesi
seçimle gerçekleştirilir. Onun için Ashab istişare sonucunda Hz. Ebû Bekir’i halife seçmiştir.
b. Şîa’ya göre halifelik meselesi insanların seçimine bırakılabilecek bir iş değildir. Halife nasla belirlenir. Hz. Peygamber Hz. Ali’yi kendisinden sonra yerine halife olarak tayin etmiştir.
c. Haricîlerin bu konu hakkındaki görüşleri Ehl-i sünnet ile aynıdır. Onlara
göre de halifenin belirlenmesinde esas olan seçimdir.
İslam düşünce tarihi içinde ortaya çıkan ihtilaflarla ilgili olarak Şehristanî’nin
İslam Mezhepleri adıyla Mustafa Öz tarafından tercüme edilen ve Ensar
Neşriyat tarafından yayınlanan kitabın Dördüncü Mukaddime (s. 33-44)
kısmını okuyunuz.
33
Siyâsî Anlaşmazlıklar ve İç Savaşlar
Hz. Peygamber’in vefatından sonra hilafet görevini yürüten ilk iki halife Hz.
Ebû Bekir ve Hz. Ömer devrinde Müslümanlar arasında birlik, beraberlik ve
sükûnet hâkim idi. Ancak, üçüncü halife Hz. Osman’ın hilafetinin özellikle
son dönemlerinde idareyle ilgili siyâsî sorunlar nedeniyle huzur ve sükûnet
bozularak yerini çatışma ve kargaşa aldı. Gittikçe büyüyen kargaşa sonucunda Hz. Osman şehid edildi. Yerine halife olarak Hz. Ali seçildi. Hz. Ali
döneminde de siyâsî istikrar sağlanamadı. Hz. Osman’ın öldürülme nedenleri
ve olayın sorumluları etrafında gelişen tartışma ve sürtüşmeler sonucunda adına iç savaşlar denilen Cemel (36/656) ve Sıffin (37/657) vakâları peş peşe
yaşandı. Binlerce insan öldürüldü.
İslâm tarihinde Müslüman toplumun bizzat içerisinde meydana gelen bu
üç olayın her birisi tamamen siyâsîdir. Dolayısıyla bu olaylar meydana gelirken ortada kelâmî bir problem yoktur. Ancak, olaylar olup bittikten sonra
İslâm düşüncesinde kelâmî muhtevada ciddi ve çözümü güç birçok soru ve
sorun ortaya çıkmıştır. Aslında Müslümanlar daha önceleri Hz. Peygamber
döneminde, ilk iki halife devrinde çeşitli savaşlara katılmışlar, ölüm ve öldürme hâdiseleriyle karşılaşmışlardı. Ama bizzat kendi içlerinde ve birbirlerine karşı böyle bir mücadele yaşanmamış ve bu ölçülerde ağır sonuçlarla
karşılaşmamışlardı. Onun için bu olayların sonucunda, daha önce sorulmamış
sualler soruluyor ve bunlara cevaplar aranıyordu.
Hz. Osman’ın şehadeti, Cemel ve Sıffîn olayları sonucunda ortaya çıkan
kelâmî problemleri başlıklar halinde şöyle sıralayabiliriz:
1. Büyük günah işleyen kişi (mürtekib-i kebîre)nin dindeki durumu. İslâm’da
adam öldürme Kur’ân’ın açık beyanıyla büyük bir günahtır. (bk. en-Nisâ,
4/92–93). Bu olaylarda öldürme hâdiseleri vardır ve ölen de öldüren de
Müslüman’dır. O halde büyük günah işleyen bir müminin iman bakımından dindeki konumu nedir?
Bu önemli soruya cevap aranırken birçok kelâmî ekol ortaya çıkmış ve
konuyu detaylarıyla tartışarak cevaplandırmaya çalışmışlardır. Sözgelimi Sıffîn savaşı sonucunda, bu soruya ve bununla ilgili diğer sorulara kendilerince
cevap arayan Hâricîler denilen müstakil bir fırka doğmuştur. Anılan sorular
etrafında ortaya çıkan görüşleri kısaca şöyle ifade ve tasnif etmek mümkündür:
a. Hâricîlere göre adam öldürmek gibi bir büyük günah işleyen dinden
çıkar ve kâfir olur. Ölünce ebedî olarak Cehennem’de kalır. Azabı
kâfirlerinkinden farklı olmaz.
b. Mu‘tezile’ye göre büyük günah işleyen dinden çıkar ise de kâfir olmaz,
iman ile küfür arasında kalır. Ne mümin ne kafir sayılır. Ölünceye kadar tevbe etmesi beklenir. Tevbe etmeden ölürse ebedî olarak Cehennem’de kalır, fakat azabı inkârcılarınkinden hafif olur.
c. Mürcie’ye göre konu hakkında hüküm vermemek ve sorunu âhirete
ertelemek uygundur.
d. Ehl-i sünnet’e göre günahlar helal sayılarak işlenmediği müddetçe kişiyi dinden çıkarmaz. Fakat günahlar imana zarar verir ve sahibi âhirette
cezalandırılır. Ne var ki, Allah dilerse onları af edebilir.
34
2. İmanın tanımı, mahiyeti, iman-amel ilişkisi meselesi. Bu konu doğrudan
yukarıdaki hususla ilgilidir. İmanın mahiyeti nedir? İman sadece sözlü bir
kabul beyanı mıdır, yoksa amelle doğrudan alakalı mıdır? Mümin olduğu
halde amel alanını ihmal eden, yapmayan kişinin durumu nedir? İmanküfür ilişkisi nasıldır? İmanın sınırı nerede biter, küfür nerede başlar?
Sonra günah nedir, onun tanımı nasıldır? Bu ve buna benzer sorular kelâmî açıdan oldukça önemlidir ve bu ilmin ana konularındandır.
Kader ve İrâde Hürriyeti Sorunu
Müslümanlar üzerinde büyük tesirler icra eden ve acı hatıralar bırakan bu
olaylar sonucunda hem hâdiselere katılanlar hem de sonrakiler ve konu
üzerinde düşünen kelâm bilginleri şu çok önemli ve derin soruları sormaya
başlamışlardır. Bu iç savaşlar niçin olmuştur? Bunlara katılan insanlar acaba
Allah tarafından takdir ve tespit edilen ilâhî kaderin sonucunda mı katılmışlardır? O halde kader nedir? İnsanın belirlenmiş, değiştirilemez bir kaderi
var mıdır? Varsa insanın yaptıklarından ve yapmadıklarından sorumlu olmasının anlamı nedir? Kader ile sorumlu olma hali birbiriyle bağdaşır mı? İnsan
bu hayatta iş yaparken kendi iradesiyle mi hareket etmektedir? İrade nedir?
Allah’ın iradesiyle insanın iradesi nasıl bir ilişki halindedir? Hürriyet nedir,
sınırları nelerdir? İnsan için mutlak bir hürriyetten bahsedilebilir mi? Yoksa
insan robot bir varlık mıdır? O halde bu hayatın ve âhiretin anlamı nedir?
Âhiret niçin vardır? Mükafâtın, ödülün ve Cennet’in anlamı nedir? Ceza ve
Cehennem’in anlamı nedir?
Bütün bu sorular bugün dahi insanın kafasını meşgul etmektedir. Konu
etrafında geliştirilen kader, alın yazısı, talih, kısmet, felek gibi adlandırmalarla insanlar konuyu ve kendilerini sorgulamaktadırlar. Psikolojik bir savunma ve sığınma aracı olarak insan çoğu zaman kaderi istismar etmekte ve
başarısız olduğu alan ve zamanlarda ne olduğunu bilmediği kaderin kucağına
sığınmaktadır.
Allah-insan ilişkisinin ana noktasını oluşturan bu suallere Kur’ân ve Sünnet’te cevaplar verilmiş ve buradan hareketle kelâm âlimleri konuları büyük
bir dikkat ve titizlikle yorumlamaya çalışmışlardır. Sonuçta ortaya bazı kelâmî ekoller çıkmıştır.
Metinleri, bazı sosyal-siyasî etkiler sonucunda, peşin fikirlerle ve onu
anlamak için değil de anladığını, önceden kararlaştırdığını Kur’ân ve Sünnet’in metnine onaylatmak isteyen ve adına Cebriye denilen ekol bu sorular
etrafında oluşmuştur. Sonra Cebriye’ye bir tepki olarak Mu‘tezile ve Ehl-i
sünnet ekolleri problemi daha dikkatli bir şekilde, Kur’ân’a ve akla uygun
olarak çözmeye çalışmışlardır.
Tarihte, yukarıdaki sorulara cevap arayan, onları çözmek için çaba sarf
eden başta Mu‘tezile, Mâtürîdiye ve Eş’ariye gibi ekollerin, görüşlerine ister
katılalım ister katılmayalım samimî çabalarını minnetle anarken önemle belirtelim ki bu sorular bugün de İslâm dünyasının, Müslüman toplumların üzerinde ciddiyetle kafa yormaları ve doğru cevaplandırmaları gereken hususlardır.
Burada bir hususa daha dikkat çekmek gerekmektedir. Görüldüğü üzere,
İslâm dünyasının iç bünyesinde ve toplumsal-siyasal alanda meydana gelen
gelişmeler sonuçta akaid sahasında çeşitli problemler üretmekte, bunların tartışılmasına sebep olmaktadır. Yani olaylar siyâsî, fakat önemli sonuçlarından
birisi de itikâdîdir.
35
Bu durum göstermektedir ki çoğu düşünce sorunları gibi, itikadî problemlerin de en azından bir kısmı sosyal-siyâsî hayat ve olaylarla doğrudan
ilgilidir. Dolayısıyla İslâm düşüncesinde ortaya çıkmış kelâmî ekollerin temelinde doğrudan itikâdî âmillerin yanında, siyâsî ve ictimâî sebepler de
mevcuttur. Binâenaeyh fırkalar, ortaya çıktıkları cemiyetin yaşadığı sosyalsiyâsî hâdiselerden muhakkak sûrette etkilenmişlerdir. Bir başka ifadeyle
ekoller, düşünce biçimleri, ortaya atılan fikirler ve çözüm önerileri sosyal
hayat ve olaylardan hiçbir sûrette etkilenmeden ortaya çıkmış değillerdir.
Böyle olsaydı nazarî ihtilaflar, sadece fikir planında kalır, toplumun bünyesine aksetmez ve fikir sahiplerinin yok olmalarıyla varlıklarını kaybederlerdi. Bu durumda ihtilafların giderilmesi de kolay olurdu. İslâm’ın ilk
devirlerinde başlayan ihtilafların, aradan on beş asır geçmesine ve bütün yönleriyle tartışılmış olmalarına rağmen çeşitli şekillerde hâlâ münakaşa edildikleri bilinen bir gerçektir.
Bu bakımdan İslâm’ın ilk devirlerinden itibaren zuhûr eden ve günümüze
kadar varlıklarını bizzat ya da fikrî anlamda sürdüren kelâm ekollerinin en
azından bir kısmını, yalnız fikir hareketleri olarak değil; çeşitli zümrelerin
sosyal, siyâsî düşünce yapılarını temsil eden oluşumlar olarak görmek mümkündür. O halde bir mezhep, yalnız bir fikir cereyanı değil, aynı zamanda
sosyal-siyâsî bir müessesedir. Bundan dolayı ekolleri doğuran tarihî, siyâsî ve
ictimâî şartlar tam olarak bilmeden ve toplum yapısını, kültürel çevreyi isabetli şekilde tesbit etmeden, mezheplerin oluşumunu ve görüşlerini doğru anlamak hemen hemen mümkün değildir. Bu demektir ki şahısların veya toplulukların fikirleri, ictimâî, tarihî ve siyâsî şartlar ve çevreden tecrit edilemez.
Bu durum bize İslâm tarihinde var olan fırkaların oluşumunda temel itikâdî meselelerdeki görüş ayrılıkları yanında başka unsurların ve sebeplerin de
varlığını göstermektedir. Mesela Hâricîlik, tamamen siyâsî çatışma, sosyal
patlama ve kabile taassubunun sonucunda doğan bir fırkadır. Aynı şekilde siyâsî boyutu hesaba katmadan ne Cebriye ne Şîa ne de Mürcie’yi anlamak
mümkündür.
Hz. Osman’ın şehadeti, Cemel ve Sıffîn olayları sonucunda ortaya çıkan kelâmî problemler nelerdir?
Kur’ân ve Sünnet Metinlerinin Yorumu
Ana konularının Kur’ân’dan kaynaklanması nedeniyle kelâmî meseleler üzerinde yorum yapan, onları anlamaya çalışan her fırka tabiî olarak bu anlayışlarını Kur’ân ve Sünnet’le teyit etmek durumunda idiler. Toplumsal zeminde yer edinebilmek ve görüşlerinin meşruiyetini sağlayabilmek için de bu
zarurî idi. Kaldı ki her müslüman, âyet ve hadîsleri okuyup anlamada serbesttir. Zaten Kur’ân, bizzat adından da anlaşılacağı üzere okunmak ve anlaşılmak için nazil olmuş ilahî kitaptır. Allah’ın muradı bu kitaptadır. Dolayısıyla Kur’ân anlaşılmadan Allah’ın muradının ne olduğu bilinemez.
Bu bakımdan Müslümanlar, Kur’ân’ı okuyup anlamak için büyük gayret
göstermişlerdir. Ancak, Kur’ân âyetlerinin hepsi üslup açısından aynı
özellikte değildir. Kur’ân’da ifade edildiği üzere (Bkz. Âl-i İmrân, 3/7) bazı
âyetlerin manâsı apaçık olup anlaşılması noktasında herhangi bir ihtilaf olmamış, orada ilahî muradın ne olduğu kolaylıkla anlaşılmıştır. Bu ayetlere
muhkem ayetler denilir. Ancak, diğer bir grup âyet vardır ki manâları muhkem âyetler kadar açık değildir. Onların farklı anlamlara gelmeleri nedeniyle
kesin anlamların verilmesi zordur. Bu âyetlere müteşâbih âyetler denir. Bu
36
âyetlerin, metin içerisinde hakikat, mecâz, teşbih, temsil gibi kullanımlarının
olması onların anlaşılmasını güçleştirmektedir.
Bu durum, çok doğal olup bir dil üslûbu sorunudur. Her dilde edebî metinlerin yanında, dilin günlük kullanımın da bile böyle dil problemlerinin
olduğu bir gerçekliktir. Dolayısıyla Kur’ân metni gibi belağat şâhikası, mucize bir ilahî kelâmda bu tür anlama sorunlarının olması çok daha tabiîdir.
Kur’ân ve hadîs metinlerinde var olan bu dil sorunları etrafında ortaya
çıkan sorular şunlardır. Kur’ân’ın hangi âyetleri muhkem, hangileri müteşâbihtir? Müteşâbih ne demektir? Müteşâbih âyetler anlaşılabilmeleri için tevil edilmeli midir, edilmemeli midir? Tevil ne demektir? Tevîlin şartları ve
sınırı nedir?
Bu ve benzeri sorular etrafında tabiî olarak ihtilaflar meydana gelmiş ve
her bir ekol, kendi anlayışları ve geliştirdikleri yöntemlerle meseleleri anlamaya çalışmışlardır. Mesela, Selef âlimleri müteşâbih nasları tevil etmeksizin
anlamaya çalışmışken, Mu‘tezile ve Ehl-i sünnet kelâm ekolleri büyük bir
çoğunlukla bu nasları tevîl etmişlerdir.
Müslümanlar’ın Diğer Din ve Medeniyetlerle Karşılaşması
İslâmiyet, Hz. Peygamber döneminde Arabistan Yarımadası’nın dışına çıkmamıştı. Ancak, fetihler büyük bir hızla gelişti ve kısa zaman içinde birçok
ülke İslâm topraklarına katıldı. Hicrî birinci asrın içerisinde Suriye, Mısır, İran ve Irak gibi ülkeler İslâm dünyasının sınırları içerisine girdiler. Daha sonraları Emevîler ve Abbasîler döneminde İslâm toplumunun sınırları doğuda
Mâverâünnehir, batıda Kuzey Afrika ve İspanya’ ya kadar genişledi.
Arabistan Yarımadası sâkinleri sâde bir hayata ve pek karmaşık olmayan
bir din anlayışına sahip idiler. Ancak, İslâm toplumunun sınırları içine giren
bu yeni ülkeler, çok farklı din, kültür, medeniyet, inanış ve düşüncelerin beşiği halinde idi. Suriye ile Mısır’da Hıristiyanlık ve Yahudilik, İran ve Irak’
ta ise Mecusîlik, Sâbiilik, Mazdekiyye, Seneviyye ve Zerdüştlük yaygın idi.
Hz. Ömer döneminde kurulan Kûfe şehrinde, yeni fethedilen ülkelerin insanlarının gelip yerleştiği ve kendilerine ait mahalleler kurdukları da dikkate alındığında Müslümanlar’ın erken bir dönemde çok farklı inanç, düşünce ve
felsefî anlayışlara sahip kimselerle karşı karşıya geldiklerini anlarız.
İslâm toplumuna giren bu insanların yeni görüşler ortaya atmaları eski
inanış ve kültürlerinin tesiriyle farklı fikirleri savunmaları tabiî idi. Müslümanlar, aynı topraklarda bir arada yaşadıkları, hayatı birlikte paylaştıkları bu
insanlarla çok doğal olarak karşılıklı etkileşim içine girmişlerdi.
Bu etkileşim farklı şekil ve muhtevada olmuştur. Yeni fethedilen ülkelerde yaşayan insanların pek çoğu eski dinlerinden vazgeçerek İslâm’a giriyorlardı. Ancak, bu yeni Müslümanlar arasında, eski inançlarından tamamen
sıyrılmaya, bunların etkisinden kurtulmaya muvaffak olamayanlar vardı.
Bunların kafalarında hâlâ eski dinlerinin fikir kalıntıları mevcuttu. Dolayısıyla dinî meselelerin bir kısmını eski inançlarının ışığı altında mütalaa ediyorlardı. Bu da tabiî idi. Çünkü bir insanın zihninde ve ruhunda yer etmiş,
bütün benliğini sarmış bir inancı birdenbire terk etmesi kolay değildir. Bundan dolayı bu yeni Müslümanlar, farkında olarak veya olmayarak eski inançlarından bazılarını İslâm’a taşıyorlardı.
37
Ayrıca, yeni fethedilen ülkeler ahalisinden samimî anlamda Müslüman
olanların yanında, kötü niyetliler de vardı. Onlar, Müslüman görünerek gizli
amaçlarını İslâm kisvesi altında gerçekleştirmek, böylece nezih İslâm akidesini bozmak istiyorlardı. Tarihte “Bâtınîlik” ve “Bâtıniyye” diye adlandırılan kimi grupları bu çerçevede mütalaa etmek mümkündür.
Bunların yanında İslâm’ı gerçekten inandığı için değil de mal, mevki,
şöhret ve benzeri kişisel amaç ve şahsî çıkarları için kabul etmiş görünenler
de bulunuyordu.
Bu arada başka dinlere mensup olanlardan, kendi dinlerine bağlı kalarak
cizye vermeyi kabul edenler de vardı. Müslümanlarla aynı sınırlar içinde yaşayan bu gayr-i müslimler arasında da fikir alışverişi olmuş ve karşılıklı etkileşim gerçekleşmiştir.
Başlangıçtan itibaren İslâm’a her millet ve dinden insanların katılımı sonucu İslâm akaidi ile Ehl-i kitab (Hıristiyan ve Yahûdî) akîdeleri arasında
ihtilaflar olduğu gibi çeşitli putperest ve şirk ehline mensup insanlarla da ihtilaf ve mücadeleler yaşandı.
Aslında hıristiyanlar ile Müslümanlar arasındaki ilk tartışmalar Hz. Peygamber hayatta iken Necran Hıristiyanlarından bir grubun gelip Hz. Peygamber’le tartışmaları ile başlamıştı. Fakat Hz. Peygamber’in vefatından
sonra Müslümanlar, Suriye, Mısır gibi ülkelerde İran, Hint ve Yunan felsefesi
türü çeşitli düşüncelerle meczolmuş, böylece farklı muhteva kazanmış bir
Hıristiyanlıkla karşılaştılar. Bu bölgelerde İslâm ile karşılaşan Hıristiyanlardan birçok kişi İslâm dinine girdiler. Hıristiyan din adamları da Hıristiyanlığı savunmak ve müntesiplerinin İslâm’a girmelerini engellemek için
yoğun bir çaba gösterdiler. Böylece Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasında ilmî münakaşa ve mücadeleler gerçekleşti. Özellikle Allah’ın birliği ile zat ve
sıfatlar, teşbih ve tecsîm hususunda ciddi tartışmalar yaşandı. Emevîler döneminde bir tabip olarak görev yapan Hristiyan ilahiyatçı Yuhanna ed-Dımeşkî,
Allah’ın birliği ile Hz. İsa’nın tabiatı konularında Müslümanlarla nasıl tartışılması gerektiği hususunda metot tesbit etmeye çalıştı ve İslâm’a karşı reddiyeler yazdı. Müslüman âlimler de Hıristiyanlık ve diğer inanç sahiplerine
karşı “er-Red ala’n-nasârâ”, “er-Red ale’l-mecûs”, “er-Red ale’s-sümeniyye”,
“er- Red ale’d-dehriyyîn” ve “er-Red ale’t-tabîiyyîn” adlarıyla reddiyeler
yazdılar.
Öte yandan tarihte İran topraklarında vücut bulmuş olan ve ikili tanrı anlayışına sahip bulunan Manihaistler ve Mecûsîler ile Müslümarlar arasında
önemli kelâmî tartışmalar yaşandı. Çünkü bu iki anlayışın sahip olduğu düalist tanrı anlayışı ile İslâm’ın mutlak tevhîd anlayışı temelde birbirine zıttır.
Kısaca ifade etmek gerekirse, İslâm’ın farklı din, kültür ve medeniyetlerle
karşılaşması sonucunda tevhid, teslis, teşbîh, tecsîm, kader, cebir ve ihtiyar,
Kur’ân’ın hakikati, Tevrat ve İncil’in tahrifi, Nübüvvet, Mesih, Mehdi ve daha birçok itikadî konu Müslümanlarla diğer inanç sahipleri arasında tartışılmıştır. Böylece son ve evrensel dinin müntesipleri Müslümanlar, dinin üzerine inşa edildiği temel alan olan inanç konusunda doğruyu anlatma ve ikame
etme hususunda üzerlerine düşen görevlerini yapmaya çalışmışlardır.
İslâm coğrafyasının genişlemesiyle birlikte Müslümanların diğer din ve medeniyetlerle karşılaşmasının İslâm toplumu üzerindeki etkisini ve kelâm iliminin
oluşumuna tesirlerini değerlendiriniz.
38
Tercüme Hareketleri
Müslümanlar, yeni fethedilen bölgelerde eski Yunan felsefesinin iyi bilindiğini ve yapılan tartışmalarda bu felsefenin metodunun kullanıldığını görmüşlerdi. Bu da Müslümanlar arasında felsefeye karşı merak uyanmasına ve
felsefî eserlerin Arapçaya tercüme edilmesine yol açmıştı.
Müslümanlar, eski ilmî birikime karşı bir tavır takınmayarak, kendi evrensel dünya görüşlerine destek olacak unsurları bünyelerine almakta sakınca
görmediler. Felsefe ile kelâmın, metotları ve çıkış kaynakları ayrı olsa da yaratılış, evren ve insana ait temel meseleleri birlikte konu edinmiş olmaları onlar için ayrıca teşvik edici olmuştur.
Gerçekleştirilen tercüme hareketlerinde sadece felsefî eserler değil aynı
zamanda tabiat ilimleri, tıbba dair ilimler, kimya, astroloji, simya ve ahlâk bilimleri de tercüme edilmişlerdir.
Eski Yunan ilimlerini Arapçaya tercüme faaliyeti Emevîlerin son dönemlerinde başlamış, Abbasî halifelerinden Mansûr (ö. 158/775), Hârun Reşid (ö.
193/809) ve Memûn (ö. 218/833) döneminde devam etmiştir.
Aslında ilk tercümelerin daha önce hicretin birinci asrında Halid b. Yezid
b. Muaviye b. Ebî Süfyan (ö. 86/705)döneminde başladığı söylenmektedir.
Bu ilk dönemde daha çok tıp, kimya ve astronomiye ilgi duyulmuş ve bu tür
eserler tercüme edilmiştir.
Felsefî anlamda ilk tercüme, halife Mansûr döneminde yapılmıştır. Mansûr zamanında önce Mantık ilmi Arapça’ ya tercüme edilmiştir. Mantığı
Arapça’ya ilk tercüme edenin İbn el-Mukaffa olduğu söylenir.
Felsefenin sistemli bir şekilde tercümesi halife Memûn döneminde başladı. Memun zamanında ilâhiyât, tabîiyât ve ahlâka dair felsefî eserlerin Arapçaya tercümesi yapıldı. Yunan felsefesi tercüme edilirken eserler doğrudan
doğruya Arapça’ya çevrildikleri gibi, bazen de Yunanca’dan önce Süryânîce’ye, daha sonra Arapça’ya tercüme ediliyordu. Yapılan tercüme faaliyetlerinde pek çok Dâru’l-hikme (felsefe akademisi) kurulmuştur. Bu tercüme
faaliyetleriyle Müslümanlar Yunan felsefesiyle doğrudan ilişki içine girmişlerdir.
Yunan felsefesinin İslâm dünyasına aktarılmasında dönemin birer ilim
merkezi olan ve felsefeden tabiat bilimlerine kadar pek çok ilmin okutulduğu
İskenderiye, Cundişapur, Harran okullarının rolü büyüktür. Bu okulların bir
kısmında Yunanca, bir kısmında Süryanice, diğer bir kısmında ise Pehlevîce
konuşuluyordu.
İskenderiye Okulu İslâm’ın ilk dönemlerinde Mısır’dan Antakya’ya taşındı. Bu okul yaklaşık olarak 130–140 yıl kadar Antakya’da devam ettikten
sonra Harran’a gitti. Harran, Yunan kültürünün önemli merkezlerinden biriydi. İskenderiye okulunun Antakya’dan Harran’a intikalinin halife Mütevekkil
(ö. 247/861) döneminde olduğu söylenmektedir.
İskenderiye, Antakya ve Harran’da mevcut olan okullar Müslümanlar’ın
herhangi bir şekilde engeliyle karşılaşmamıştır. Urfa, Nusaybin, Medain ve
Cundişapur’da bulunan ilmî ve felsefî okulları Hıristiyan Nastûrî mezhebi
bilginleri idare ederken, Antakya ve Amid’de bulunan okulları ise Hıristiyan
Yakubî mezhebi bilginleri yönetiyordu. Müslümanlar, daha sonraları İslâm
öncesi bu okulların mensuplarını ve okumuş oldukları ilimleri öğrenmiş
oldular.
39
Tercüme faaliyetleri sonucunda ilk İslâm filozofları yetişmiştir. Bunlar
arasında Kindî (ö. 252/866), Fârâbî (ö. 339/950) ve İbn Sinâ’yı (ö. 428/1037)
sayabiliriz.
Gerek fetihler gerekse tercüme hareketleri sonucunda İslâm kültürüyle diğer kültürlerin karşılaşması neticesinde meydana gelen etkileşim kelâm ilminin konularını belirleyen bir nitelikte değildir. Zira bu ilim konusunu doğrudan Kur’ân’dan almaktadır. Ancak, bu etkileşim kelâm ilminin tartışma yönteminin gelişmesine, konularının derinleşmesine ve daha felsefî bir boyut
kazanmasına vesile olmuştur. Böylece kelâm âlimleri mantık ilmini bir âlet
olarak kullanmaya ve bazı akaid ve felsefe konularına onu felsefî terimleriyle
kullanarak karıştırmaya başladılar. Ayrıca kelâmın konularına yakın olan
varlık ve benzeri felsefî konularla ilgilenmeye, böylece akîde konularının
anlaşılma ve yorumlanmasına yardımcı olacak konu ve bilgilerden faydalanmaya çalıştılar.
Kelâm ile felsefe arasındaki bu etkileşim ve yakınlaşma işine İslâm dünyasından en çok meyledenler Mu‘tezile mensupları oldu. Felsefenin tercüme
edildiği bu dönemde bir Müslüman kelâm ekolü olarak fikrî gelişimini
sürdürmekte olan Mu‘tezile, tercümeler yoluyla olup bitenin farkına vardı ve
üzerine düşen sorumluluğu üstlendi. Felsefî kaynakları inceleyen Mu‘tezile
bilginleri önce onların metotlarını öğrendiler, sonra aynı metotla dine aykırı
bulunan hususlara cevap vermeye başladılar. Mu‘tezile, maskadını gerçekleştirmek, yani dinin inanç ilkelerini savunabilmek için felsefeden bazı
şeyleri kelâm ilmine karıştırdı. Böylece aynı yöntem ve araçla yani muhataplarının anladıkları dilden konuşarak onlara cevap verdiler.
Mu‘tezile ekolü, yabancı tesirlere karşı İslâm inancını savunmak amacıyla
önemli işler gördü. Bu mezhep mensupları, bir taraftan felsefeyle ilgilenip
orada İslâm akidesiyle bağdaşmayan düşünceleri cevaplandırmaya çalışırken,
diğer taraftan yeni fethedilen ülkeler halkına İslâm’ı tebliğ etmek ve İslâm
inancına yöneltilen eleştirileri cevaplandırmak için büyük gayretler gösterdiler. Mu‘tezile’nin fikir önderi ve imamı olan Vâsıl b. Atâ’nın (ö. 131/748)
Horasan, Mağrip, Yemen, Irak, Kûfe ve Ermeniyye bölgelerine davetçiler
göndermesi bunun en açık delilidir. Mu‘tezile, bu önemli sorumluluğu yerine
getirirken mezhebinin beş ana usûlünden ( usûl-i hamse) birisi ve aslında
Kur’ânî bir emir ve ilke olan emri bi’l-mârûf ve nehyi ani’l-münker, yani
iyiliği, güzelliği, doğruyu emredip, yanlıştan insanları koruma prensibinden
güç almıştır.
Tercüme hareketleri sonucunda felsefî düşünceden en çok etkilenen ve
faydalanan Mu‘tezile olmuşsa da Müslümanlar’ın tamamı, erken dönemlerde
yapılan bu tercümeler yoluyla değişik felsefe ve düşüncelerle karşı karşıya
gelmişlerdir. Bu düşünce sistemlerine karşı İslâm’ı savunma rolünü üstlenen
kelâmcılar, İslâm’ın inanç sistemini akıl yoluyla temellendirmeye, yani metodunu daha da etkin ve muhataplarının anladığı dili konuşur hale getirmeye
çalıştılar. Bu çabalar esnasında onlar, muhataplarının gündeme getirdikleri
konularla ilgilendikleri gibi, görüşlerini de onların anladığı kavramlar ve
yöntemlerle dile getirdiler.
İnsanın Düşünen Varlık Olması Gerçeği
İslâm düşüncesinde meydana gelen ihtilaflar ve kelâmî tartışmaların ortaya
çıkışını hazırlayan sebeplerin en başında ve temelinde insan gerçeği yatmaktadır. İnsan, düşünen, akleden ve ilâhî hitaba muhatap bir varlıktır. İnsanın bu
40
özelliği, fikir ihtilaflarını meydana getiren tüm diğer sebeplerin de kaynağıdır. Dolayısıyla insan var oldukça çok tabiî olarak farklı düşünme, anlayış ve yorumlar da olacaktır. İhtilaf dediğimiz şey de işte budur. Onun için
ihtilaf kaçınılmazdır.
İnsanı değerli kılan aklı ve düşüncesi olduğu gibi, her bir ferdi diğerinden
ayırarak onun ‘ben’ini, kimliğini oluşturan da aklî kabiliyet ve değerleridir.
İnsan düşündüğü ölçüde değerlidir. Kur’ân, aklı olup da düşünmeyen, gerçeği, doğruyu anlamayan insanın, aklı olmayan hayvan gibi hatta ondan da aşağı bir konumda olduğunu ifade eder (bk. el-A’râf, 7/179).
Birbirinden farklı duygu, düşünce, karakter ve anlayışa sahip olan insanın
düşünmesi sonucunda diğerlerinden farklı fikirler üretmesi ve böylece ihtilafın olması gayet tabiî, doğal, hatta kaçınılmazdır. Zaten ihtilaf demek, farklı
düşünmek demektir. Bu gerçeklik, insanların hiçbir konuda aynı şekilde
düşünemeyecekleri anlamına asla gelmez. Nitekim tarihî vâkıa ve yaşanılan
hayat da bunun böyle olmadığını göstermektedir.
Kur’ân’ın birçok âyeti okumayı, düşünmeyi, böylece hakikati, gerçek ve
doğruyu bulup kabul etmeyi emreder. Bu durum, düşünen insanın düşündüğünü açıkça ifade etmesinin de emridir. İnsanların düşünüş ve anlayışlarının birbirinden farklı olabileceği, bu sebeple de değişik neticelerin ortaya
çıkacağı muhakkak olduğuna göre ihtilaf kendiliğinden var olacak demektir.
Aslında düşüncenin hareketliliği demek olan ihtilaf, insan için kaçınılmaz
olup, doğruya isâbet edebildiği, yaklaştığı ölçüde makbul ve muteberdir.
Unutmamak gerekir ki İslâm kültürünün hareketlilik, canlılık ve zenginlik
kazanması da bu ihtilaflar yoluyla olmuştur. Dolayısıyla ihtilafı reddetmek,
insan fıtratını kabul etmemek ve düşünceyi donuklaştırmak demektir. Şüphesiz bu, ihtilafı teşvik etmek değil, aksine bir hakikati ifade etmektir. Ancak
şu da unutulmamalıdır ki ihtilafın olduğu yerde doğru da yanlış da olacaktır.
Mühim olan işte bu doğruyu arama bulma çabası içinde olmak, bu hususta
sahih bir niyet taşımak ve samimi olmaktır.
Buraya kadar sayılan sebepler sonucunda, itikâdî meseleler İslâm düşüncesi içerisinde tartışılmış, ortaya çıkan problemler Kur’ân ve aklın ışığında çözülmeye çalışılmıştır. Tabiatıyla bu çalışmalar yapılırken ihtilaflar
zuhûr etmiş ve insanlar kendilerini tatmin eden görüşler etrafında toplanmışlardır. Sonuçta, adına fırka, ekol ya da mezhep dediğimiz kelâmî teşekküller, düşünce mektepleri oluşmuştur. İlk dönemden itibaren oluşan bu ekoller; Havârıc, Cebriyye, Mürcie, Mu‘tezile, Şîa, Mâturidiye ve Eş’ariye adlarıyla anılırlar.
USÛLÜ’D-DÎNDE İHTİLAFIN HÜKMÜ
Düşüncede ihtilaf, yukarıda izah edildiği üzere, onu meydana getiren diğer
sebepler bir tarafa, aslında akleden, düşünen bir varlık olarak insanın doğrudan doğruya tabiatından kaynaklanan bir husustur. Bu anlamda ihtilaf kaçınılmazdır. Burada tartışılması gereken mesele şudur: İhtilaf kaçınılmaz olmakla birlikte acaba dinin temelini oluşturan inanç alanında caiz görülebilir
mi?
Tevhîd dini olan İslâm, Allah’ın mutlak anlamda birliğine inanmayı zorunlu kıldığı gibi, bu dinin mensuplarının ırk, dil, bölge ve diğer farklılık
sebepleriyle ayrılıp parçalanmamalarını da tevhîdin gereklerinden kabul eder.
41
İnsanlar arasında doğabilecek ayrılıkların Müslümanlar arasında kin ve
düşmanlıklara neden olmaması, onların birlik ve bütünlüğünü bozmaması
için Kur’ân-ı Kerim onları daima Allah’ın dinine sarılmaya davet eder.
Kur’ân’ın, “Hepiniz Allah’ın ipine (dinine) sımsıkı sarılın, parçalanıp bölünmeyin” (Âl-i İmrân, 3/103), “Allah’a ve Resûlüne itaat edin ve birbirinizle çekişmeyin. Aksi takdirde gevşersiniz, gücünüz ve kuvvetiniz elden gider.”(elEnfâl, 8/46) emirleri ile Hz. Peygamber’in konu hakkında sözlü uyarıları ve
fiilî örnekliği de daima bu birliği muhafazayı amaçlar. Ayrıca İslâm’ın tüm
dinî muhtevası da Müslümanların birliğini muhafaza etmeyi, onu daima canlı
tutmayı hedefler.
İnsan denen varlığın fıtratının tabiî bir sonucu olan ve onu o yapan en
husûsî vasfı olan akıllı, düşünen bir varlık olmasından kaynaklanan, dolayısıyla kaçınılmaz olan fikrî ihtilaflara gelince, bunları amaç ve muhtevalarına göre değerlendirmek gerekir. İdeolojik olan ve dolayısıyla İslâm
toplumunu parçalama istidadı gösteren fikir ayrılıkları caiz görülmemiştir.
Yukarıda kaydedilen âyetler bunu açıkça ifade etmektedir. Binâenaleyh,
toplumsal bünyeyi sarsacak ihtilaflar yasaklanmıştır. Ayrıca, hakkında apaçık
âyetler, sarih, kesin deliller bulunan dinî hükümleri ihtilaf konusu haline
getirmek de yasaklanmıştır. Bu hususta Kur’ân’da şöyle buyurulur: “Siz,
kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp dağılanlar, ayrılığa
düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azap vardır.” (Âl-i İmrân,
3/105)
İtikâdî alanda bir meselenin inanç konusu sayılabilmesi için ya Kur’ân’ın açık
ve tevile ihtiyaç göstermeyen âyetleriyle ya da Hz. Peygamber’den mütevâtir
yolla gelen bir hadîse dayanması gerekir.
Buna göre Kur’ân’ın tevile ihtiyaç duyulmayacak bir biçimde açık ifadelerle itikad ve iman edilmesini emrettiği ve Müslümanların Hz. Peygamber’in ağzından ifade edildiğinde ittifak edip mütevatiren ondan naklettikleri,
bu konuda ayrılığa düşmedikleri şeyler iman konusudur. Bu katî hükümler
ise İslâm dininde iman ve İslâm esasları diye sıralanan ilkeler ile farziyyeti
yahut haramlığı katî, kesin delil ile sabit olmuş bütün dinî meselelerdir. Dinin
temel prensip ve hükümlerinin mevcudiyetinde ihtilaf etmek, yani Hz.
Peygamber’e Allah tarafından vahyedildiği kesinlikle sabit olmuş olan şeylerden birini veya birkaçını inkâr etmek elbette câiz değildir. Bu manâda
Kur’ân’ın iki kapağı arasında bulunan muhtevanın tamamının vahiy eseri
olduğuna inanmak bir iman ilkesidir.
Dikkat edilecek olursa burada ihtilaf konusu haline getirilmesi yasak olan
şey, dinden olduğu kesinlikle bilinen bir hususun mevcudiyetinde ihtilafa
düşmek, onu inkâr etmektir. Ama onun mevcudiyeti kabul edildikten sonra,
mahiyet ve keyfiyeti üzerinde, yani anlaşılması ve yorumlanması hususunda
delillere dayanarak birbirinden farklı görüşler ortaya koymak, değişik sonuçlara ulaşmak yasaklanmış değildir. İşte İslâm düşüncesinde itikadî alanda
ortaya çıkmış bulunan ihtilaflar ile kelâmî düşünce ve yorumlar bu kapsamdadır.
Birkaç örnekle meseleyi şöyle açıklayabiliriz. Müslümanlar, Allah’ın
sıfatlarını nasıl anlamışlar, bu sıfatların onun zâtıyla ilişkisini nasıl yorumlamışlardır, sıfatlar zâtının aynı mıdır, gayrı mıdır? İnsanların fiillerini yaratan Allah mıdır, yoksa Allah’ın müdahelesi olmadan onların bizzat kendileri
mi fiillerini yapar ve sonuçlandırırlar? Allah’ın mutlak ve her şeye şamil iradesiyle insanın iradesi arasındaki ilişki nasıldır? İnsan, iradesinde bağımsız
mıdır değil midir? Kaderin insan fiilleriyle ilgisi nedir? Miracın keyfiyeti
42
nasıldır? Allah âhirette görülecek midir? Bu ve benzeri meseleleri kelâm
bilginlerinin ve diğer insanların nasıl anladıkları ile bu hususlardaki değişik
yorumları İslâm akîdesinin özüne ve aslına ait değildir.
Onun için bu anlayışlardan herhangi birini kabul edip benimseyerek diğer
düşünceleri reddetmek inanç esaslarının özüne bir zarar vermez. Dolayısıyla
bu anlayışlardan birini sağlam delillere dayandırarak benimseyip ona göre
düşünüp davranan kişi ya da ekoller, iyi niyetli iseler ve doğrunun gerçekte o
şekilde olduğuna samimiyetle inandıkları için öyle düşünüp inanıyorlar ve bu
hususta gizli bir niyet ve amaç taşımıyorlarsa İslâm dairesinin dışına çıkmaz,
inkârcı olmazlar.
Nitekim birkaç istisna dışında, İslâm hukukçuları ile kelâmcıların büyük
çoğunluğu, dine ait olduğu zarûrî olarak bilinen şeylerin dışında, itikadî
ihtilaflar yüzünden insanların ve fırkaların tekfir olunamayacağı hususunda
ittifak etmişlerdir.
Dinin esaslarında, yani itikad alanında ihtilaf etmenin hükmünü tahlil ediniz.
Özet
Müstakil bir ilim olarak kelâmın ana çıkış noktasını saptayabilmek.
Kelâm ilmi doğrudan doğruya Müslümanlar tarafından Kur’ân ve Sünnet’in
verilerinden hareketle kurulan ve geliştirilen bir ilimdir. Kendine özgü
sorunları ve yöntemi bulunan bu ilim tamamen Müslümanlar’ın içinde bulundukları şartlara ve ihtiyaçlara göre geliştirilmiştir. Kelâm ilmi, İslâm toplumunun belirli dinî, tarihî, sosyal ve siyâsî koşullarında ortaya çıkmış, zamanla gelişmiş ve derinleşmiştir.
Kelâm ilminin geçirdiği süreci değerlendirebilmek.
Kelâm ilminin, ana konularının ortaya çıkışı, bunları anlamaya yönelik ilmî
tartışmaların doğuşu, başlaması ve kazandığı muhteva açılarından tarihi sürecini beş ayrı dönem halinde incelemek doğru olur:
1.
Kur’ân vahyinin devam ettiği dönem; Hz. Peygamber dönemi.
2.
Kelâmî tartışmaların ortaya çıktığı ilk fikrî hareketler ve ihtilaflar
dönemi.
3.
Vâsıl b. Atâ ve Amr b. Ubeyd ile Mu‘tezile mezhebinin ortaya çıkışı
4.
Eş‘arîlik ve Mâtürîdîlik gibi Ehl-i Sünnet kelam mezheplerinin ortaya
çıkışı.
5.
Yeni ilm-i kelâm dönemi: XIX. asrın sonlarından başlayarak hâlen
devam etmekte olan dönem.
Kelâm ilminin doğuşuna tesir eden iç ve dış etkenleri özetleyebilmek.
Kelâm ilminin müstakil bir ilim dalı olarak ortaya çıkışını hazırlayan sebepleri şöyle sıralamak mümkündür:
1.
Kırtas hâdisesi ve halife seçimi gibi ilk ihtilaflar.
2.
Siyâsî anlaşmazlıklar ve iç savaşlar
3.
Kur’ân ve Sünnet metinlerinin yorumlanması meselesi.
43
4.
Müslümanlar’ın diğer din, kültür ve medeniyetlerle karşılaşması.
5.
Tercüme hareketleri.
6.
İnsanın düşünen bir varlık olması gerçeği.
İtikad alanında Farklı görüşler ileri sürmenin hükmünü açıklayabilmek.
İtikâdî alanda bir meselenin inanç konusu sayılabilmesi, yani iman edilmesi
gerekli hususlardan olabilmesi için bu meselenin ya Kur’ân’ın açık ve tevile
ihtimal tanımayan, tevil edilmesi mümkün olmayan âyetlerinin bu meseleye
iman etmenin şart olduğu hakkında tam, kesin bir delâletinin olması ya da o
meselenin mütevâtir bir haberle Hz. Peygamber’den nakledilmiş bulunması
gerekir. Bu katî hükümler ise İslâm dininde iman ve İslâm esasları diye
sıralanan ilkeler ile farziyyeti yahut haramlığı katî, kesin delil ile sabit olmuş
bütün dinî meselelerdir.
Dinin temel prensip ve hükümlerinin mevcudiyetinde ihtilaf etmek, yani
Hz. Peygamber’e Allah tarafından vahyedildiği kesinlikle sabit olmuş olan
şeylerden birini veya birkaçını inkâr etmek elbette câiz değildir. Bu manâda
Kur’ân’ın iki kapağı arasında bulunan muhtevanın tamamının vahiy eseri
olduğuna inanmak bir iman ilkesidir.
Dinden olduğu kesinlikle bilinen bir hususun mevcudiyeti kabul edildikten sonra, mahiyet ve keyfiyeti üzerinde, yani anlaşılması ve yorumlanması hususunda delillere dayanarak birbirinden farklı görüşler ortaya koymak, değişik sonuçlara ulaşmak memnû değildir. İşte İslâm düşüncesinde itikadî alanda ortaya çıkmış bulunan ihtilaflar ile kelâmî düşünce ve yormlar bu
kapsamdadır.
Kendimizi Sınayalım
1. Aşağıdakilerden hangisi kelâm ilminin doğuşuna tesir eden öncelikli temel
kaynaktır?
a. Akıl
b. Kur’ân
c. Felsefe
d. Sünnet
e. Diğer dinler
2. Aşağıdakilerden hangisi kelâm ilminin düşünce tarihinde geçirdiği
devrelerden biri değildir?
a. Müteahhirûn dönemi
b. Hz. Peygamber Dönemi
c. Yeni ilm-i kelâm devri
d. İlk fikri hareketler ve ihtilaflar devri
e. Aydınlanma dönemi
44
3. Aşağıdakilerden hangisi ilk kelam ekolu Mu‘tezile’nin önderidir?
a. Mâturîdî
b. Vâsıl b. Ata
c. Fârâbî
d. Gazzâlî
e. Bakillânî
4. Aşağıdakilerden hangisi kelâm ilminin doğuşuna tesir eden etkenlerden
biri değildir?
a. Tercüme faaliyetleri
b. Siyâsî, sosyal sebepler
c. Kur’ân ve Sünnet’in anlaşılma çabası
d. İnsan faktörü
e. Amelî konulardaki gevşeklik
5. Aşağıdakilerden hangisi dinde kesin hükmü bildirir?
a. Farz
b. Caiz
c. Mekruh
d. Sünnet
e. Bid‘at
Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı
1. b
Yanıtınız doğru değilse, “Kelâm İlminin Kaynağı” konusunu
yeniden okuyunuz.
2. e
Yanıtınız doğru değilse, “Kelâm İlminin Geçirdiği Devreler”
konusunu yeniden okuyunuz.
3. b
Yanıtınız doğru değilse, “Kelâm İlminin Geçirdiği Devreler”
konusunu yeniden okuyunuz.
4. e
Yanıtınız farklıysa “İlk İhtilaflar ve Kelâm İlminin Doğuşu”
konusunu yeniden okuyunuz.
5. a
Yanıtınız doğru değilse, “Usûlü’d-dîn’de İhtilafın Hükmü”
konusunu yeniden okuyunuz.
45
Sıra Sizde Yanıt Anahtarı
Sıra Sizde 1
Sistematik kelâm ilmi kaynaklarında ele alınan konulardan her birine ait
olmak üzere Kur’ân-ı Kerim’de ve Sünnet’te beyanlar vardır. İnsanı ve tüm
evreni yaratan Allah, başta kendi zâtı olmak üzere varlığın başlangıcından
sonuna kadar onunla ilgili her şeyden haber vermektedir. Kur’ân, bu çerçevede dikkatle okunduğunda bu gerçeklik açık şekilde görülecektir. Binâenaleyh, bütün bu konuları kendisine temel alan olarak seçmiş olan kelâm
ilminin tüm konularının kaynağı doğrudan doğruya Kur’ân’dır. Onun için de
bu ilme Allah’ın sözü, kelâmı olan Kur’ân’ın (kelâmullah) en önemli ve
temel konularıyla ilgilendiği için kelâm ilmi denilmiştir. Yani ilim olarak
“kelâm”, “kelâmullah”ın bilgisidir. Kavram da doğrudan doğruya oradan
alınmıştır. İslâm bilginleri işaret edilen tüm bu konuları başta Kur’ân, sonra
Hz. Peygamber’in açıklamalarından hareketle tahlil etmişlerdir. Yani kelâm
ilminin ana çıkış noktası ve kaynağı Kur’ân ve Sünnet’tir.
Sıra Sizde 2
Hz. Peygamber döneminde bugünkü anlam ve çerçevede başka herhangi bir
İslâmî ilim olmadığı gibi kelâm ilmi de yoktu. Bu durumun temel üç sebebi
vardır:
a. Kaynağı Kur’ân-ı Kerim olan bir ilmin o kaynağın henüz tamamlanmadığı
ve her an yeni bir vahyin nâzil olmakta olduğu, dolayısıyla konular
hakkında yeni ilahî bilgilerin beklendiği bir dönemde bir İslâmî ilim
tedvîn edilemezdi.
b. Hz. Peygamber (s.a.v) döneminde daha sonraki devirlerde olduğu gibi,
itikadî konularda Müslümanlar arasında ihtilafa yol açacak fikirler fazlaca
ileri sürülmemiştir. Kaldı ki ilk Müslümanlar, yani Sahabe topluluğu
Kur’ân vahyinin cereyanına bizzat şahit oluyorlar ve bu ilahî mesajın ilk
ve en doğru yorumunu bizzat Hz. Peygamber’den öğreniyorlardı. Dolayısıyla itikadî konularda, mevcut vahiyde yer alan ilahî beyan ve aklî deliller onlara kâfi geliyordu..
c. Ashab-ı kiram, akıllarına gelen soruları ise doğrudan doğruya vahyin alıcısı, ilk ve en doğru yorumcusu olan Hz. Peygamber’e sorup ondan kesin
cevabı aldıklarından başka bir şeye ihtiyaç duymuyorlardı.
Sıra Sizde 3
Hz. Osman’ın şehadeti, Cemel ve Sıffîn olayları sonucunda ortaya çıkan kelâmî problemlerin başlıcaları şunlardır:
a. Büyük günah işleyen kişi (mürtekib-i kebîre)nin dindeki durumu. İslâm’da
katl (adam öldürme) Kur’ân’ın açık beyanıyla büyük bir günahtır (kebîre)
(Bkz. Nisâ, 4/92-93). Bu olaylarda katl hâdiseleri vardır ve ölen de öldüren de Müslümandır. O halde büyük günah işleyen bir müminin iman
bakımından dindeki konumu nedir?
46
b. İmanın tanımı, mahiyeti, iman-amel ilişkisi meselesi. Bu konu doğrudan
yukarıdaki hususla ilgilidir. İmanın mahiyeti nedir? İman sadece sözlü bir
kabul beyanı mıdır, yoksa amelle doğrudan alakalı mıdır? Mümin olduğu
halde amel alanını ihmal eden, yapmayan kişinin durumu nedir? İmanküfür ilişkisi nasıldır, imanın sınırı nerede biter, küfür nerede başlar?
c . Kader, irade ve insanın hürriyeti sorunu.
Sıra Sizde 4
Fethedilen ülkelerde yaşayan insanların pek çoğu eski dinlerinden vazgeçerek
İslâm’a giriyorlardı. Ancak, bu yeni Müslümanlar arasında eski inançlarından
tamamen sıyrılmaya ve bunların etkisinden kurtulmaya muvaffak
olamayanlar vardı. Bunların kafalarında hâlâ eski dinlerinin fikir kalıntıları
bulunuyordu. Dolayısıyla dinî meselelerin bir kısmını eski inançların ışığı
altında mütalaa ediyorlardı. Bu da tabiî idi. Çünkü bir insanın zihninde ve
ruhunda yer etmiş, bütün benliğini sarmış bir inancı birdenbire terk etmesi
kolay değildir. Bundan dolayı bu yeni müslümanlar, farkında olarak veya
olmayarak eski inançlarından bazılarını İslâm’a taşıyorlardı.
Ayrıca, yeni fethedilen ülkeler ahalisinden samimî anlamda Müslüman
olanların yanında, kötü niyetliler de vardı. Onlar, müslüman görünerek gizli
amaçlarını İslâm kisvesi altında gerçekleştirmek, böylece nezih İslâm
akidesini bozmak istiyorlardı. Tarihte “Bâtınîlik” ve “Bâtıniyye” diye adlandırılan kimi grupları bu çerçevede mütalaa etmek mümkündür.
İslâm’ın farklı din, kültür ve medeniyetlerle karşılaşması sonucunda
başta; tevhid-teslis, teşbîh, tecsîm, kader, cebir ve ihtiyar, Kur’ân’ın hakikati,
Tevrat ve İncil’in tahrifi, Nübüvvet, Mesih, Mehdi ve daha birçok itikadî
konu Müslümanlarla diğer inanç sahipleri arasında tartışılmıştır.
Sıra Sizde 5
Dinden olduğu kesinlikle bilinen bir hususun mevcudiyeti kabul edildikten
sonra, mahiyet ve keyfiyeti üzerinde, yani anlaşılması ve yorumlanması
hususunda delillere dayanarak birbirinden farklı görüşler ortaya koymak,
değişik sonuçlara ulaşmak yasaklanmış değildir.
Yararlanılan Kaynaklar
Buhârî, (1981). es-Sahîh, İstanbul.
Düzgün, Ş. A., (2005), “Kelâmın Doğuşu Gelişimi ve İslâm Bilimleri
İçindeki Yeri”, Sistematik Kelâm (İlitam), Ankara: Ankuzem.
Ebû Davud, Süleyman b. Eş‘as es-Sicistânî, (1981), es-Sünen, İstanbul.
Ebû Zehrâ, (1983), İslâm’da Siyâsî ve İtikadî Mezhepler Tarihi, Çev.
Hasan Karakaya-Kerim Aytekin, İstanbul.
Erdemci, C., (2009), Kelâm İlmine Giriş, İstanbul: Ensar Neşriyat.
47
Fığlalı, E. R., (1980), “Mezheplerin Doğuşuna Tesir Eden Sebepler”
İslâm İlimleri Enstitüsü Dergisi, IV, Ankara.
Gölcük, Ş.-Toprak, S., (1996), Kelâm, Konya: Selçuk Üniversitesi Yayınları.
İbn Hanbel, Ahmed b. Muhammed, (1982), el-Müsned, İstanbul.
Kılavuz, A. S., (2004), Anahatlarıyla İslam Akaidi ve Kelâm’a Giriş,
İstanbul: Ensar Neşriyat.
Kutlu, S., (2006), “İslam Bilimleri”, İslam Bilimlerinde Yöntem (İlitam),
Ankara: Ankuzem
Özler, M., (2010), İslam Düşüncesinde 73 Fırka Anlayışı, İstanbul:
Rahman, Fazlur, (1981), İslam, Çev. Mehmet Dağ-Mehmet Aydın, İstanbul:
Selçuk Yayınları.
Müslim, Ebu’l-Hüseyin Müslim b. el-Haccâc, (1981), Sahîhu Müslim,
İstanbul: Çağrı Yayınları.
Şehristânî, Ebu’l-Feth Muhammed b. Abdulkerim, (1395/1975), el-Milel
ve’n-nihal, Beyrut.
Taftazânî, Ebu’l-Vefâ, (2000), Ana Konularıyla Kelâm, Çev. Şerafeddin
Gölcük, Konya: Kitap Dünyası.
Topaloğlu, Bekir, (1981), Kelâm İlmi-Giriş, İstanbul.
48
49
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
•
Kelâm ilminin doğuşunda rol almış Ma’bed el-Cühenî, Gaylân ed-Dımaşkî, Ca‘d b. Dirhem, Cehm b. Safvân, Hasan-ı Basrî, Ebû Hanîfe’nin kimliklerini tanıyabilecek,
•
Bu kelâmcıların inanç konularındaki görüşlerini saptayabilecek,
•
Kelâmî ekollerinin oluşumuna nasıl tesir ettiklerini açıklayabileceksiniz.
Anahtar Kavramlar
•
Ma’bed el-Cühenî,
•
Ca‘d b. Dirhem,
•
Cehm b. Safvân,
•
Gaylân ed-Dımaşkî,
•
Hasan-ı Basrî,
•
Ebû Hanîfe.
Öneriler
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce;
•
Tanımına ihtiyaç duyduğunuz kelâm terimleri için Bekir Topaloğlu-İlyas
Çelebi’nin Kelâm Terimleri Sözlüğü’ne başvurunuz.
•
Üniteye konu olan ilk kelâmcılar hakkındaki Türkiye Diyanet Vakfı İslam
Ansiklopedisi’nden ilgili maddeleri okuyunuz.
50
İlk Dönem
Kelâmî Şahsiyetler
GİRİŞ
Kelâm ilmi şüphesiz tek bir sebebin sonucu olarak doğmamıştır. Birbirine
bağlı birçok sebep ve etkenin neticesi olarak ortaya çıkmıştır.
Hz. Peygamber’in ahirete irtihalinden sonra daha önceden gündeme gelmemiş bazı konulara girilmiş, iman esaslarını ilgilendiren bir takım sorulara
cevaplar aranmıştır. Öncelikle, müslümanlar arasında cereyan eden olayların
akabinde büyük günah işleyenin durumu, imanın mahiyeti, kaza-kader gibi
konularda oldukça farklı fikirler ortaya atılmış, fırkalaşmanın temelleri
atılmıştır. Kader tartışmaları ve kaderin inkârı bu olayların ardındaki süreçte
ortaya çıkmıştır.
Yabancı din ve kültür mensuplarıyla karşılaşmalar neticesinde gerek
merak, gerek İslam’ı savunma amacıyla daha teorik konulara girilmiş; sıfatların, halku’l-Kur’ân gibi konular tartışılır olmuş; bazı kişilerce Allah’ın sıfatları inkâr edilmiş, bu düşüncenin uzantısı olarak Kur’ân’ın mahlûk olduğu
iddia edilmiştir.
Felsefî eserlerin tercümeleri bir takım kimselerin, iman esasları etrafında
o döneme kadar ifade edilmemiş farklı konuları, farklı içerik ve üslupla ifade
ve izah etmelerini de beraberinde getirmiş oldu.
Nasslarda zikredilen müteşabih ifadelerin farklı ve aşırı yorumlanmaları
mesela teşbih ve tecsime düşen anlayışları ortaya çıkardı.
Farklı anlayış düzeyi, metot farklılığı, ilmî yönteme uymadan yorum yapma, bilgisizlik, sonradan müslüman olanların eski kültürleriyle İslam’a bakmaları, İslam’ı içten yıkmak isteyenlerin çabaları gibi başlıklarda toplanabilecek etkenlerle İslam inançları etrafında sahabe ve tabiûnun dile getirmediği konular gündeme gelmeye başladı.
Bu ünitede, bir takım görüşleriyle olumlu ya da olumsuz, sonradan kelâm
ilminde bazı anlayışların ve önemli tartışmaların yerleşmesine sebebiyet veren ilk ilim adamlarından söz edilecektir.
Hasan-ı Basrî ve Ebû Hanîfe gibi Ehl-i Sünnet’in öncü ve makbul olarak
kabul ettiği şahsiyetlerle Ma’bed el-Cühenî, Cehm b. Safvân, Ca‘d b. Dirhem, Gaylân ed-Dımaşkî gibi Ehl-i Sünnet tarafından bidat düşüncelerin
öncüleri olarak kabul edilen şahsiyetler ele alınacaktır.
51
Vâsıl b. Ata ve Amr b. Ubeyd gibi kelâmcılar da ilk dönemde gelmiş
olmalarına rağmen Mu‘tezile içinde anlatıldıkları için burada kendilerinden
söz edilmeyecektir.
MA’BED el-CÜHENÎ
İslam coğrafyasının genişlemesine paralel olarak bir takım fikrî gelişmeler
meydana gelmiştir. Bu gelişmeler içerisinde kaza ve kader meselesi de vardır.
Kaderin olmadığı, ezelde kulların fillerinin belirlenmediği fikrini toplumda
yüksek sesle ilk ortaya atanın Ma’bed el-Cühenî’dir (80/699). Gaylân edDımaşkî (ö. 120/738 civarı) de bu konuda benzer fikirleri savunmuştur.
Bu konuda önemli olan husus, iki şahsın kader konusunda müslümanlar
arasında ilk defa konuşanlar olmaları, kaderi inkâr ederek insanı fillerinde
hür kabul etmeleri ve insanı kudret sahibi olarak görmeleridir. Bu iki zatın
kader ile ilgili görüşleri Kaderiyye mezhebinin aslını teşkil etmiş, bu görüşü
benimseyenlere kaderî denilmiştir.
Sahabeden Ebû Zer el-Gıfârî (ö. 31/651-652) bunlardan önce Müslümanların mallarını Allah’ın malı olarak kabul ettikleri ve bu malların tasarruf
hakkının ve yönetimin kendilerine ilahî kader ile geçtiğini iddia etmeleri
sebebiyle Emevîleri sert bir şekilde eleştirmişti. Çünkü onların bu tavrı cebir
ve baskı anlamına geliyordu. Ma’bed’in kader konusundaki olumsuz tavrında
Ebû Zer’in bu çıkısının da etkisi vardır.
Kader ile ilgili bu görüşlerin ortaya çıktığı dönemde Ebû Hureyre (ö. 59/
678), Abdullah b. Abbas (ö. 68/687), Abdullah b. Ömer (ö. 73/692), Enes b.
Mâlik (ö. 93/712) gibi büyük sahabîleri henüz hayattaydı. Onlar bu gelişme
karşısında kendilerinin böylelerinden uzak olduklarını ilan ettiler. Sorular
karşısında da bu fikri savunanlara selâm verilmemesi, cenaze namazlarının
kılınmaması ve uzak durulması tavsiyesinde bulundular.
Ma’bed, eylemci bir kişiliğe sahipti. Basra’ya intikalinin ertesinde Emevî
hükümdarlarının ilâhî adalet adına yaptıkları zulümlere karşı çıktı ve başlatılan isyan hareketine katıldı. Hasan-ı Basrî’nin isyana katılmaması yönündeki telkinlerini de dikkate almadı.
Ma’bed’in, isyanın ardından Mekke’de yaralı olarak ele geçirildiğinde
Hasan-ı Basrî’nin tavsiyelerine uymadığından dolayı pişmanlığını dile
getirdi. Buna rağmen Haccâc’ın kader ve kaza konusundaki alaycı soruları
karşısında fikrinin arkasında durdu ve yılgınlık göstermedi. Siyasî düşünce ve
faaliyetleri sebebiyle idama mahkûm edildi.
Öyle görünüyor ki, onun kaderi yok saymasının ardında yatan neden
Emevîlerin keyfî yönetim şekli ve haksız uygulamalarıdır. Çünkü onlar bu
haksız uygulamalarının sorumluluğunu kadere yükleyerek işten sıyrılmak
istiyorlardı. Buna karşılık Ma’bed, hangi konumda olursa olsun insanların
kendi yapıp-ettiklerinden sorumlu olduğunu söylüyordu.
Onun kader yorumu ve inandığı düşünceleri açıkça söyleme tavrı,
Mu‘tezile üzerinde ciddi tesirleri olmuştur. Bundan dolayı bazı Mu‘tezilî
alimler onu Mu‘tezile’nin Medine grubu içinde saymışlardır. Yahya b. Maîn,
Ebû Hatim, Dârekutnî, İbn Hacer gibi alimler ise onu hadîs rivayetinde
güvenilir kişilerden kabul etmişlerdir.
52
GAYLÂN ed-DIMAŞKÎ
Gaylân b. Müslim ed-Dımaşkî el-Kıbtî (ö. 120/738 civarı) irade hürriyeti konusundaki fikirleriyle Ma’bed el-Cühenî ile birlikte ilk Kaderiyye fırkasının
doğuşunu hazırlayan tabiûn dönemi âlimlerinden biridir, ancak hayatı hakkında fazla bilgi yoktur.
Başlangıçta Gaylân’ın Emevî halifeleriyle yakın ilişkisi vardı. Ancak sonraları kaderi inkâr düşüncesine gitti. Bu fikrini halka açıklayıp onları yönetime karşı kışkırttı, Emevîlerin parasal politikalarını eleştirdi. Daha da ileri
giderek Emevî halifeliğini tanımadığını ilan etti. Bu da onun idamını getirdi.
Gaylân, bazı kaynaklarda Kaderiye’ye, bazılarında Mürcie’ye, bir kısmında Kaderî Mürcie’ye, bir kısmında ise Mu‘tezile’ye mensup bir âlim olarak gösterilmektedir. Gaylân’ın Mürcie’den sayılmasına muhtemelen onun,
imanı “kalbin tasdiki ve dilin ikrarı” şeklinde tanımlaması, ameli imana dahil
etmemesi ve büyük günah işleyenin kâfir olmadığı şeklindeki görüşleri sebebiyet vermiştir.
Gaylân, kelâm ilmi ve tarihi bakımından, Kaderiye ve Mu‘tezile’nin
benimsediği prensipleri daha önce ortaya koyması bakımından önem arz
eder. Nitekim Mu‘tezile’nin “el-usûlü’l-hamse” diye anılan beş temel prensibine temel teşkil eden görüşleri ilk önce o dile getirmiştir. Öte yandan onun
ilâhî sıfatların zatın aynı olduğu ile Kur’ân’ın yaratılmış olduğu şeklindeki
görüşleri Mu‘tezile’nin tevhid prensibinin temelini oluşturmuştur. Aynı şekilde onun, irade hürriyeti konusundaki fikirleri Mu‘tezile’nin adalet prensibinin teşekkülünde önemli rol oynamıştır. Bu yüzden, Kaderiye’nin öncülerinden sayılmakta, Ma’bed el-Cühenî’den sonra ikinci önemli isim olarak
anılmaktadır.
Gaylân, imâmet konusunda liyakat ve vasıf ilkelerine ağırlık vermiştir.
Bununla o, Emevîler’e karşı bir siyasî muhalefet sergilemiştir. Ona göre
halife Kitap ve Sünneti iyi bilmelidir. Ümmet üzerinde ittifak ettiği takdirde
Kureyş’e mensup olmayan bir kişi de halife olabilir.
Ehl-i Sünnet’in Selef âlimleri tarafından eleştirilen Ca‘d’in görüşleri
sonradan yankı bulmuş, başta talebesi Cehm b. Safvân olmak üzere Vâsıl b.
Atâ, Amr b. Ubeyd ve diğer bazı Mu‘tezilî alimlerce benimsenerek kelâm
ilminin teşekkül etmesinde rol oynamıştır.
Kader konusunda bilgi edinmek için Halife Keskin’in İslam Düşüncesinde
Kader ve Kaza adlı kitabına bakabilirsiniz.
CA‘D b. DİRHEM
Ca‘d b. Dirhem (ö. 124/742 [?]) tabiûn neslinden olup, İslam düşünce tarihinde ilâhî sıfatlar, halku’l-Kur’ân ve insanların fiilleri gibi itikadî konuları ilk
defa tartışmaya açan kelâmcılardan biridir.
Hayatının ilk dönemleri hakkında bilgi yoktur. Aslen Harranlı olduğu ileri
sürülmüştür. Akaid konularını akılcı bir yaklaşımla ele alışı, onun eski felsefî
kültür merkezlerinden biri sayılan Harran’da doğmuş ve yetişmiş olması
ihtimalini güçlendirmektedir.
53
Ca‘d b. Dirhem, hicrî II. asrın başlarında akaid konularında Selef anlayışına aykırı olarak ortaya attığı görüşleriyle dikkati çeken bir şahsiyettir. O,
Dimaşk, Basra, Kûfe gibi merkezleri dolaşarak görüşlerini yaymaya çalışmış,
özellikle Cehm b. Safvân’a ilâhî sıfatların reddi ve Kur’ân’ın yaratılmış
olduğu konusunda tesir etmiştir.
Ca‘d b. Dirhem’in bazı kelâmî görüşlerini şu noktalarda toplamak mümkündür:
1- Allah Teâlâ’nın zatı dışında kadîm olarak kabul edilebilecek birtakım sıfatları yoktur. Eğer Allah’ın kadîm sıfatları bulunsaydı bu, Allah’tan
başka kadîm varlıkların kabul edilmesi demek olduğu için tevhidi ortadan
kaldırırdı.
2- Allah, yaratıklara asla benzemez. Buna göre dinî metinlerde zikredilip de
Allah’ı yaratıklarla benzerlik taşıyacak şekilde niteleyen “yed”, “vech”,
“ayn” gibi tabirlerin Allah’ın zatına yaraşır biçimde tevil edilmeleri
gerekir.
3- Kur’ân-ı Kerîm kadîm değil hâdistir, yaratılmıştır.
4- İnsanın fiilleri tamamen kendisine aittir; o, fiil işleme gücüne (istitâat) ve
iradesine özgürce sahiptir.
Eski din ve kültürlerin tesirinde kalarak İslam akaidinde yeni görüşler
ortaya attığı söylenen Ca‘d b. Dirhem’in hayatı ve itikadî görüşleri hakkında
yeterli bilgi bulunmamaktadır. Bundan dolayı kendisine nisbet edilen görüşlerin ona ait olup olmadığını, ayrıca eski kültürlerden ne ölçüde etkilendiğini belirlemek oldukça güçtür. Bununla birlikte Ca‘d’in, inançla ilgili
konuları aklın ışığında açıklamaya çalışan ilk kelâmcılardan olduğunda şüphe
yoktur.
CEHM b. SAFVÂN
Cehm b. Safvân es-Semerkandî et-Tirmizî (ö. 128/745-46) ilk kelâmcılardandır. Cehmiyye fırkasının kurucusudur. Cehm’in, sıfatların inkârı, Kur’ân’ın
yaratılmışlığı ve insan iradesini kabul etmeme (cebr) gibi düşünceleri en belirgin özelliklerini oluşturur. Onun adıyla anılan Cehmiyye mezhebi, insan
iradesini inkârı ve tam bir cebr anlayışı cihetinden Cebriye ile sıfatların inkârı
yönünden Mu‘tezile ile örtüşür.
Cehm, pek çok muhitte bulunmuş, buralarda karşılaştığı kişilerden ve
farklı kültür çevrelerinden etkilenmiştir. Nitekim Kûfe’de Cad b. Dirhem
(124/742 [?]) ile karşılaşmış ve ilâhî sıfatlar, kader ve halku’l-Kur’ân gibi
konularda onun tesiri altında kalmıştır. Emevîlere karşı yürütülen bir isyana
taraftar olmuş, dönemin siyasetine fikren ve fiilen katılmıştır.
Cehm, çağdaşı Ebû Hanîfe ve Vâsıl b. Atâ ile de fikir alışverişinde bulunmuş ve talebeleriyle tartışmıştır. Ayrıca ünlü tefsirci Mukâtil b. Süleyman ile
de münazaralarda bulunmuştur. Onun görüşleri ana hatlarıyla şöyledir:
1. Ulûhiyet: Cehm b. Safvân’a göre, Allah’a subutî ve haberî sıfatlar nisbet
edilemez. Allah yaratıklara ait hiçbir sıfatla nitelendirilemez. Zira bu
durum, teşbih, yani Allah’ı kullara benzetme anlamına gelir.
54
Allah’tan başka her şey sonradan yaratılmıştır. Allah, ezelde âlim ve kâdir
sıfatlarına sahip değildir. Çünkü ezelde ilâhî ilim ve kudrete konu teşkil edecek bir nesne bulunmamaktadır. Dolayısıyla Allah’ın ilmi hâdistir; bu sebeple
bir varlığı yaratmadan önce onun hakkında bilgi sahibi değildir. Çünkü var
olmamış bir şeyi bilmek imkânsızdır.
Her şeyi kuşatan sınırsız varlık olan Allah’ın bir yere inmesinden de
(nüzul) söz edilemez. Kur’ân ve hadîslerde Allah hakkında zikredilen “yed”,
“vech” vb. tabirler, zahirî manalarına alınamazlar. Bunlar akla uygun bir
biçimde te’vil edilmelidir.
Allah’ı yaratıklara benzetmekten kurtulmak için Allah’a vücûd sıfatını
bile isnat etmekten kaçınacak derecede aşırı bir tenzih anlayışı geliştiren
Cehm b. Safvân’ın görüşleri daha ziyade ölümünden sonra yayılmış ve bir
müddet müstakil bir fırka olarak Cehmiye adıyla devam etmiştir.
2. Halku’l-Kur’ân: Kur’an’ın yaratılmışlığı meselesidir. Allah’ın sıfatları
ve halku’l-Kur’ân hakkında ilk defa konuşan Ca‘d b. Dirhem olmuştur.
Cehm b. Safvân, bu görüşleri ondan almış ve sistemleştirmiştir.
Cehm b. Safvân’a göre Kur’ân mahlûktur. Zira kelâm yapılan, edilen,
sonradan olma bir fiildir. Bu fiil cisimlerle birlikte bulunur. Dolayısıyla cisim
olmaktan münezzeh olan Allah’a nisbet edilemez. Ayrıca konuşma anlamına
gelen kelâm, bir organa ve sese ihtiyaç gösterir. Allah’ın kelâm sıfatı var
demek, O’nun konuşması için bazı araçlara ihtiyaç duyması demektir.
Hâlbuki O, bunlardan münezzehtir. Öyleyse Allah’ın kelâmı vardır, ancak bu,
hâdistir yani yaratılmıştır.
Cehm’in ve Mu‘tezile’nin hâdis/yaratılmış dedikleri kelâm, daha sonra Ehl-i
Sünnetin dile getirdiği kelâm-ı lafzî olabilir mi?
Kelâm-ı lafzî ve kelâm-ı nefsî ayrımı ile Ehl-i Sünnet ve Mu‘tezile’nin bunlara
yaklaşımı hakkında Kamil Güneş’in Akıl ve Nass kitabından ilgili yerleri ve
Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi’nden “Kelâm” maddesini
okuyabilirsiniz
3. Kaza Kader: Cehm, kulların mutlak cebr altında olduklarını öne sürmektedir. O, insanın hiç bir gücünün olmadığını, fiillerinde mecbur olduğunu,
fiillerini icra ederken hiçbir iradesinin bulunmadığını, onları Allah’ın
yarattığını ileri sürmüş, fiillerin insana izafe edilmesinin mecazî olduğunu
iddia etmiştir. Zira insanın fiilleri Allah tarafından takdir edilmekte ve
yaratılmaktadır. İnsanın yaptığı fiiller, suyun akması, havanın cereyan
etmesi, taşın ve yaprağın düşmesi gibidir.
İnsanın fiillerini mecburen işlediği ve hiçbir iradesinin olmadığı kabul
edilirse ahiretteki durumunun ne olacağına dair getirilen izah da cebr
çerçevesindedir. Allah bir kimse için iyi bir fiil takdir ettiyse, onun için sevap
takdir etmiş; bir kimse için de günah takdir ettiyse o kimse için azap takdir
etmiş demektir. Cehm b. Safvân, insanın fiilleri ve özgürlüğü konusunda Kaderiyye’nin savunduğu görüşlerin tam aksini savunmaktadır.
4. İman: Cehm’e göre iman, Allah’ı bilmek, küfür ise bilmemektir. Diğer bir
deyişle iman kalbin marifetidir, bilgisidir; tasdik olmaksızın Allah’ı ve
Hz. Peygamberin haber verdiği şeyleri kalben bilmek demektir. Kim
Allah’ı hakkıyla bilir ve tanır, daha sonra diliyle inkâr ederse, küfre
düşmüş olmaz. Çünkü ilim ve marifet, inkâr ile yok olmaz.
55
İman kalp ile tasdik, dil ile ikrar ve azalarla amel diye kısımlara ayrılamaz. Zira kalbin tasdiki, zihnin karar vermesinden başka bir şey değildir.
Marifetin dışında kalan dil ile ikrar, organlarla amel imandan değildir. İman,
gerçekte sadece hakkıyla ma’rifettir.
Peygamberlerin ve diğer insanların arasında iman bakımından bir fark
yoktur. Çünkü marifet/bir şeyi hakkıyla bilmiş olma, kişiden kişiye değişen
bir şey değildir. İmanın mahiyeti değişmediğine göre derece itibariyle iman
ehli arasında da bir farklılık olmamalıdır.
5. Ahiret: Cehm b. Safvân’a göre Allah, ahirette görülemeyecektir. Zira bir
şeyin görülebilmesi için onun cisim olması; bir yön ve mekânda bulunması gerekir. Allah Teâlâ cisim olmadığı ve bir yönde bulunmadığı
için görülemez. Öte yandan Cehm’e göre kabir azabı, sırat ve mizân da
yoktur.
O, Cennet ve cehennemin ebedî değil fani olduğunu, oraya gireceklerin
bir süre sonra yok olacaklarını ileri sürmüştür. Cennete girenler, oradaki nimetlerden bir müddet faydalandıktan, cehenneme girenler de belli bir müddet
oradaki azabı tattıktan sonra cennet ve cehennem son bulacaktır. Cennet ve
cehennemin daimî bir ebedîliği söz konusu değildir. Çünkü evveli olmayan
bir sonsuzluk düşünülemeyeceği gibi, sonu olmayan bir sonsuzluk da düşünülemez. Kur’ân’da cennet ve cehennemim ebedîliğiyle ilgili ifadeler
hakikî değil, tekit ve mübalağa içindir.
6. Akıl-Nakil: Cehm, nasları serbest bir akılcılıkla yorumlamaya çalışan;
akılla nassın çatışması halinde aklın esas alınması ve nassın buna göre
te’vil edilmesi gerektiğini savunan ilk kelâmcılardan biridir. Onun,
nasslar karşısında aklı yanılmaz bir hakem kabul ettiği anlaşılmaktadır. O,
nakil olmadan, akılla iyi ve kötünün bilinebileceği görüşündedir.
Cehm’in düşüncesini, kökleşmiş bir itikadî mezhebi temsil etmekten ziyade hür bir akılcılıkla iman esaslarını yorumlama çığırını açan ve çeşitli
ekollere tesir eden bir cereyan olarak değerlendirmek mümkündür. Cehmiyye
mezhebine mensup zikredilebilecek belli başlı bir âlimin olmayışı da bunu
göstermektedir.
Allah’ın gerçek fâil ve gerçek mürîd olması insanın özgürlüğüne bir engel
midir?
EBÛ HANÎFE
Ebû Hanîfe Numan b. Sabit (80-150/699-767), h. 80 yılında Kûfe’de doğmuş,
150 yılında Bağdat’ta vefat etmiştir. O, Hanefî mezhebinin imamı ve büyük
bir müctehiddir.
Ebû Hanîfe, fıkıh ilmindeki öncülüğünün yanı sıra kelâm (akaid/elfıkhu’l-ekber) ilmiyle de uğraşmış, bu ilmin temel konularını düzenleyerek
ve dönemindeki inkârcı ve bid’atçılarla münakaşalar yapmış, Ehl-i Sünnet
kelâmının kurulmasına zemin hazırlamıştır. O, bu tür münakaşa ve münazaralarıyla, Hz. Peygamber’den sahabeye ve sonraki nesillere intikal eden ve o
dönem müslümanlarının çoğunluğunca da benimsenen itikadî esasları savunmayı gaye edinmiştir.
Muhammed Ebû Zehra’nın Ebû Hanîfe adlı kitabını inceleyiniz.
56
Ebû Hanîfe Havâric, Cehmiyye, Mu‘tezile, Müşebbihe, Kaderiyye, Cebriyye, Mürcie ve Şia’nın birer itikadî mezhep olarak teşekkül etmeye başladığı bir dönemde yaşamıştır. Bize ulaşan risalelerinin içeriğinden de anlaşılacağı üzere özellikle Basra‘da ilâhî sıfatlar, kader, büyük günah işleyenin
(mürtekibü’l-kebîre) durumu, imanın hakikati ve tekfir gibi ilk dönemin
akaidi ilgilendiren belli başlı meseleler üzerinde değişik görüşlere mensup
alimlerle yaptığı tartışmalarda İslâm ümmetinin çoğunluğu tarafından benimsenen itikadî ilkeleri ortaya koymuş ve bunları güçlü delillerle müdafaa
etmiştir.
Ebû Hanîfe’nin çağdaşları arasında Ca‘d b. Dirhem, Cehm b. Safvân,
Vâsıl b. Atâ, Amr b. Ubeyd ve Şeytânüttâk gibi farklı görüşleri savunan ilk
kelâmcılar yer alır. Bunlardan özellikle Cehm b. Safvân, Amr b. Ubeyd ve
Şeytânüttâk ile yaptığı tartışmalar kısmen de olsa bize kadar gelmiştir.
Ebû Hanîfe’nin kelâm ilmi ve metoduna yaklaşımının gerçekte ne olduğuyla ilgili bazı görüşler ileri sürülmüştür. Onun kelâmı öğrenilmesi caiz olmayan ilimlerden saydığı, hatta başta oğlu Hammâd olmak üzere öğrencilerine bu ilimle uğraşmayı yasakladığı, insanlara kelâmın kapısını aralayan
Amr b. Ubeyd ile birlikte biri tenzihte, diğeri teşbihte olmak üzere iki aşırı
ucu temsil eden Cehm b. Safvân ile Mukâtil b. Süleyman’ı sert bir şekilde
tenkit ettiği söylenmiştir.
Ne var ki gerçekte Ebû Hanîfe, itikadî tartışmalarda bulunmuş, henüz
teşekkül döneminde bulunan kelâm ilminin ilk temsilcileri arasında yer almıştır. Bize kadar ulaşan ve Ebû Hanîfe’ye ait olan bazı akaid risalelerinin
varlığı, onun fıkıh sisteminde re’ye ve kıyasa başvurup bir anlamda akılcılığı
benimsemesi kelâmî bir perspektife sahip olduğu göstermektedir.
Ebû Hanîfe’nin, hayatının belli bir döneminden sonra fıkhî konularla
fazlaca meşgul olması, kelâmı ilgilendiren meselelerle ilgilenmeyi caiz görmemesinden değil, akaide dair temel esaslar üzerinde görüşlerini ortaya
koyduktan sonra bu alandaki çalışmalara fazla ihtiyaç hissetmemesinden,
ayrıca çözüm bekleyen fıkhî-amelî meselelerin çokluğundan kaynaklanmış
olmalıdır. Vefatından önce öğrencilerine yaptığı tavsiyeleri ihtiva eden elVasiyye ile er-Risale’sinin itikadî meselelere dair olması kelâmî konularla ilgisini kesmediğini gösterir.
Mustafa Öz tarafından tercüme edilen ve Ebû Hanîfe’nin itikatla alakalı beş
eserini bir araya getiren İmam-ı Azamın Beş Eseri adlı kitabı okuyunuz.
O, akaid esaslarını belirlerken Kur’ân ve hadîsleri esas almış, kendisiyle
tartıştığı kimse nassları kabul eden biriyse onunla kesin naklî delil; nassları
delil saymayan biriyse kesin aklî delil kullanarak münakaşa etme yolunu seçmiştir.
Ebû Hanîfe’nin akaid alanında görüşlerinden faydalandığı kişilerin başında Hz. Ali gelmektedir. Ayrıca Ebû Hanîfe Zeyd b. Ali, Muhammed elBakır ve Ca’fer es-Sâdık Ehl-i beyt alimlerinden akaid konularında istifade
etmiş; sahabeden özellikle Abdullah b. Mes’ûd; tabiûndan Hasan-ı Basrî, Atâ
b. Ebî Rebâh, Sa‘îd b. Müseyyeb ve Ömer b. Abdülazîz gibi âlimlerin görüşleri kendisinin akaidle ilgili düşüncelerine şekil vermiştir.
Ebû Hanîfe’nin itikadî görüşlerinden özellikle, Ebû Yûsuf, Ebû Mutî elBelhî ve Ebû Mukâtil es-Semerkandî gibi talebeleri tarafından yazılıp nakledilen el-Âlim ve’l-müteallim, el-Fıkhu’l-ekber, el-Fıkhu’l-ebsat, er-Risâle,
57
el-Vasıyye adlı beş akaid risalesi aracılığıyla haberdar oluyoruz. Ayrıca
tabakât ve menâkıb kitaplarından da onun görüşlerini tesbit etmek mümkündür. Ebû Hanîfe’nin akâid konularındaki görüşleri ana hatlarıyla şöyledir:
1. Ulûhiyet: Allah Teâlâ her şeyin yaratıcısıdır. Her insan, mahlûkat üzerinde
düşünerek Allah’ın var olduğunu idrak edebilir. Bundan dolayı dinî bir
davetle karşılaşmasa bile yetişkin ve akıllı her insan, Allah’a inanmakla
mükelleftir.
Allah’ın ilim, irade, hayat, kudret, kelâm, sem’, basar gibi zatî; yaratma,
rızık verme, diriltme, öldürme gibi fiilî sıfatları vardır. Akıl yürütmek suretiyle Allah’a isim ve sıfat nisbet edilemez; O sadece zatına nisbet ettiği isim
ve sıfatlarla nitelendirilebilir.
Allah’ın sıfatları zatından ayrı düşünülemez. O’nun bütün isim ve sıfatları
ezelî olup hiçbiri hâdis değildir. Allah’ın fiilî sıfatları ezelî olmakla birlikte
bu sıfatların teallukuyla meydana gelenler (meful) hâdistir.
Allah Teâlâ, sayı itibariyle değil eşi ve benzeri bulunmaması itibariyle
birdir. Allah Teâlâ, zat ve sıfatları itibariyle yaratıklara ve sıfatlarına asla
benzemez. Nasslarda Allah’a isnad edilen yed, nefs, vech, nüzul gibi sıfatların
keyfiyeti bilinemez. Bu sıfatlara nasıl oldukları ve ne anlama geldikleri bilinmeksizin öylece iman edilir. Bunların te’vil de yapılamaz.
2. Halku’l-Kur’ân: Ebû Hanîfe’ye göre Kur’ân, Allah kelâmı olup mahlûk
değildir, fakat Kur’ân’ı telaffuz edişimiz ve onu yazışımız mahlûktur.
Bununla birlikte Allah’ın kelâmı olan Kur’ân mahlûk değildir.
3. Kader: Kâinatta meydana gelen her şey Allah’ın takdiri ve kazasına göre
cereyan eder. Zira Kur’ân ve hadîslerde her şeyin yaratılmadan önce
yazıldığı ve meydana gelen şeylerin bu yazıya göre gerçekleştiği açıkça
belirtilmiştir.
Allah Teâlâ, hayır olsun ve şer olsun vuku bulacak her şeyi ezelî ilmiyle
bilmiş ve ilmine göre vasfederek levh-i mahfuza yazmıştır. Bununla beraber
O, müminleri imana, kâfirleri de küfre zorlamamış, herkese fiillerini iradeleriyle gerçekleştirme imkânı vermiştir. Zira Allah, herkesin kaderini,
kendi iradeleriyle gerçekleştirecekleri şekilde yazmıştır. Bundan dolayı
kişi annesinden mümin veya kâfir (mutlu veya bedbaht) olarak doğmaz;
kendi irade ve kudretiyle mümin iken kâfir, kâfir iken mümin olabilir.
Kullarda fiillerini serbestçe yapabilme iradesi vardır; kul fiil yapmayı
diler ve onu gerçekleştirir. Bununla birlikte kulun fiillerini yok iken varlık
alanına çıkaran, onları yaratan Allah’tır. Kula, fiillerinin yaratıcısı vasfını
vermek doğru değildir.
Allah, kulun fiilinin halıkı, kul ise gücünü hayır veya şer yönünde kullanmakla fiilinin kâsibidir; Allah yaratandır, kul ise kendi iradesiyle yaptığı
fiilinin iyi ya da kötü sorumluluğu üstlenendir.
4. Peygamberlik: Peygamberlerin gösterdikleri mucizeler de haktır. Hz.
Peygamberin ayın yarılması (inşikâku’l-kamer) ve mi’rac mucizesi haktır,
gerçektir.
Peygamberler şirkten, büyük ve küçük günahlardan korunmuştur. Ancak
onların küçük hatalar (zelle) işlemeleri mümkündür.
58
Bütün peygamberlerin getirdiği dinler tevhid esasına dayanır; peygamberlerin getirdiği dinlerde inanç esasları değişmez. Bununla birlikte fer’î hükümlerde (şeriat) farklılıklar olabilmiştir.
Allah’a inandığı halde Hz. Peygamber’in nübüvvetini benimsemeyen
kimse Allah’a da iman etmiş sayılmaz. Çünkü ona iman etmek Allah’ın emirlerinden biridir (bk. en-Nisâ 4/65). Dolayısıyla Allah’a iman eden herkesin
Hz. Muhammed’in nübüvvetini de kabul etmesi gerekir.
5. Ahiret: Kabir azabı haktır, gerçektir. İnsanların ölümden sonra diriltilmeleri ve amellerinin tartılması haktır. Müminlerin günahları sebebiyle
âhirette tâbi tutulacakları muamele ise Allah’a kalmıştır. O, dilerse
affeder, dilerse azaba uğratır. Sadece peygamberlerin ve naslarda haklarında açıklama bulunan kimseler doğrudan cennete gireceklerdir. Allah
Teâlâ, dilediği şekilde ve keyfiyeti bizce bilinmeyen bir tarzda müminler
tarafından cennette görülecektir.
6. İman-Amel İlişkisi: Ebû Hanîfe’ye bir insanda imanın gerçekleşmesi için
onun şüpheden arınmış kesin bilgiye sahip olmasının yanı sıra bu bilginin
doğruluğunu kesin olarak tasdik etmesi ve bu kararını sözlü olarak
açıklaması gerekir. İman için bunların hiçbiri tek başına yeterli değildir.
Aksi halde kalben tasdik etmedikleri halde inandıklarını söyleyen münafıkların ve Hz. Muhammed’in gerçek peygamber olduğunu bilmelerine
rağmen nübüvvetini tasdik etmeyen Ehl-i kitap’ın mümin sayılması
gerekir.
Bununla birlikte bazı ifadelerine bakarak Ebû Hanîfe’nin, Allah katında
mümin vasfını kazanmak için kalben tasdiki yeterli görmesini şöyle anlamak
gerekir: Marifet ve tasdik aslî unsurdur; dil ile ikrar da tâli unsurdur. Zira ona
göre dil ile ikrar dünyevî hükümlerin uygulanması için gereklidir. Baskı altında inandığının aksini ifade eden kimsenin mümin kabul edilmesi de imanın
gerçekte kalp ile tasdik olduğu anlamını göstermektedir.
Ebû Hanîfe’ye göre imanın aslî unsuru olan kalben tasdik artmaz ve
eksilmez. Zira tasdik anlamında imanda azalma olursa ya da eksiklik olursa o
takdirde imanın zıddı olan küfür ortaya çıkmış olur. Bu açıdan bakıldığında
peygamberler ve melekler dahil bütün müminlerin imanı aynıdır veya birbirinin benzeridir.
Ebû Hanîfe’ye göre günah işlemek mümini imandan çıkarmaz. Çünkü
Kur’ân’da, zina eden ve adam öldürenler, kendilerinden iman vasfı alınarak
zikredilmiş değillerdir. Hz. Ali de kendisiyle savaşanları mümin olarak adlandırmıştır. Eğer günah işlemek mümini imandan çıkarmış olsaydı şirkten
sonra günahların en büyüğü sayılan adam öldürme fiilini işleyenleri Hz.
Ali’nin kâfir kabul etmesi gerekirdi. Mümin bir kimsenin kararlı bir ifade ile
“ben gerçekten müminim” demesi gerekir; zira iman şüphe kabul etmez.
7. Tekfîr: Ebu Hanîfe’ye göre insanların kendi beyanları, ibadet şekilleri ve
dinî alâmet sayılan kıyafetleri tekfir sebebi olabilir. Mümin olduğunu
söylese de, ilâhî sıfatlan inkâr eden veya bunları yaratıkların sıfatlarına
benzeten, kadere inanmayan, Kur’an’da açıkça belirtilen hükümleri kabul
etmeyen, günah işlemeyi helâl sayan ve Kur’an’ın bir harfini bile inkâr
eden kimse tekfir edilir.
Kur’an’ı tefsir veya te’vil ederek ümmetin çoğunluğuna aykırı da olsa
hükümler çıkaranlar yahut Hz. Peygamber’e nispet edilen hadîslere dayalı
bazı itikadî hususları tevatüren gelmediği için kabul etmeyen kimseler tekfir
edilemez.
59
8. İmamet: Ebû Hanîfe’ye göre devlet başkanı, müminlerin bir araya gelip
istişarede bulunmaları yoluyla seçilmelidir.
Hz. Ali, muhalifleriyle olan anlaşmazlıklarında haklıdır. Ali evlâdı, hilâfete, idareyi zorla ellerine geçiren Emevî ve Abbâsîlerden daha lâyıktır. Bu
kanaatine bağlı olarak Ebû Hanîfe, İmam Zeyd’in ve Ehl-i Beyt’e mensup kişilerin mevcut idareye karşı giriştiği mücadeleleri meşru kabul etmiş, hatta
onlara destek vermiştir.
Ebû Hanîfe’nin, Ehl-i beyt’i mücadelelerinde desteklemesi Şia’nın imâmet
anlayışını benimsediği anlamına gelmez. Zira Ebû Hanîfe, imâmeti Ehl-i beyt’e
nassla verilmiş bir hak olarak görmemiş, sadece döneminde Ehl-i beyt’e
mensup olanları imâmete diğerlerinden daha lâyık görmüştür.
Ebû Hanîfe, Kur’ân-ı Kerim’e ve ona aykırı olmayan sahih hadîslere dayanarak İslâm akaidini belirlemeye çalışmıştır. O, naklin yanında aklı ihmal
etmemiş, itikadî meseleleri açıklamak için aklî kıyaslar yapmıştır.
Ebû Hanîfe’nin akaide dair görüş ve izahları, Ebû Ca’fer et-Tahâvî tarafından daha çok Selefî anlayış çerçevesinde, Ebû Mansûr el Mâtürîdî tarafından kelâmî perspektif içerisinde açıklanıp yayılmışlardır.
Ebû Hanîfe’nin sistemindeki tasdik kavramı ile Cehm b. Safvân’nın düşüncesindeki marifet kavramı arasında ne gibi bir fark vardır. Kalben bir şeyi
bilmek, onu doğrulamak anlamına gelir mi?
Ebû Hanîfe’nin hayatı, şahsiyeti ve düşünceleri için Kurav Yayınları arasında
çıkan İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe ve Düşünce Sistemi adlı sempozyum kitabını
inceleyiniz.
İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe ve Düşünce Sistemi adlı kitabın pdf‘sine
www.kurav.com sitesinden ulaşabilirsiniz.
HASAN-ı BASRÎ
Hasan-ı Basrî (ö. 110/728), 21/642 yılında Medine’de doğdu. Babası ve annesi azatlı köle idiler. Bu yüzden mevâlîden sayılır. Annesi Hz. Peygamber’in eşi Ümmü Seleme’nin azatlısı ve hizmetkârıydı. Ümmü Seleme onunla
yakından ilgilendi ve iyi yetişmesi için her türlü imkanı sağladı.
Hasan-ı Basrî, Hz. Ömer başta olmak üzere birçok sahâbînin duasını almıştır. Hz. Ali’nin halife olmasının ardından ailesiyle birlikte Basra’ya gitmiş
ve oraya yerleşmiştir. Hasan-ı Basrî, ilmi ve zühdü ile tabiûnun en önde gelen
simalarındandır.
Pek çok sahabeden ilim almakla birlikte en çok Enes b. Malik’ten istifade
etmiştir. Talebeleri arasında Eyyûb es-Sahtiyânî, Katâde b. Diâme, Amr b.
Ubeyd. Vâsıl b. Atâ, Malik b. Dinar gibi alimler bulunmaktadır.
Hasan-ı Basrî’nin yaşadığı dönem itikadî mezheplerin teşekkül etmeye
başladığı zamana rastlamaktadır. Basra gibi farklı düşünce ve inançların
birbiriyle kesiştiği bir ortamda Hasan-ı Basrî’nin farklı konularda düşünce ve
izahlarını bulmak mümkün olabilmektedir. Hasan-ı Basrî’nin itikadî görüşlerini şöylece özetlemek mümkündür:
60
1. Ulûhiyyet: Allah Teâlâ’nın kemal sıfatları vardır, onlarla nitelendir. Allah
Teâlâ ahirette müminler tarafından görülecektir.
2. Kader: Hasan-ı Basrî, Emevî idaresinin, siyasî iktidar ve icraatlarını
meşrulaştırmak için bunların ilâhî irade doğrultusunda gerçekleştiğini
iddia etmeleri karşısında öğrencileriyle birlikte mücadele vererek kulların
kendi iradeleriyle yapmış olduğu fiillerin ilâhî takdirin zorlayıcı tesiri
altında gerçekleşmediğini savunmuştur.
Hasan-ı Basrî, Emevî halifesi Abdülmelik b. Mervan’a yazdığı kazakader içerikli mektupta, Selefin inancına aykırı olarak ortaya çıkan cebir
telakkisini eleştirmektedir. Mektuba bakıldığında Mu‘tezile’nin kader
konusunda muvafık kaldığı bir içeriğe sahip olduğu görülür.
Hasan-ı Basrî hakkında yapılan yeni araştırmalarda onun kader konusunda Mu‘tezile ile aynı görüşleri paylaşmadığı; bilakis, kaderin işlenen
günahlar için bir mazeret olarak ileri sürülemeyeceğini vurguladığı belirtilmektedir. Bu açıdan bakıldığında bu görüşlerinin Ehl-i Sünnet anlayışıyla
bağdaştığı söylenebilir.
Sonuç olarak Kader Risâlesi’nde, insanın irade ve sorumluluğunu tamamen kaldıran kader anlayışı tenkit edilmektedir. Bu görüşünden dolayı Hasan-ı Basrî’nin kader konusunda Mu‘tezile ile aynı fikirde olması gerekmemektedir. Risalenin, Ehl-i Sünnet’te bulunmayan katı cebir anlayışına
karşı yazıldığını söylemek daha isabetli gözükmektedir.
L. Doğan ve Y. Kutluay’ın çevirdiği “Hasan Basrî’nin Kader Hakkında Halife
Abdülmelik B. Mervan’a Mektubu” başlıklı risaleyi okuyunuz (Kaynak: Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi Cilt: 3 Sayı: 3, 1954). Ayrıca Türkiye
Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi’nden “Hasan-ı Basrî” maddesinden onun
akaid ile ilgili görüşleri bölümünü inceleyiniz.
3. Peygamberlik: Kadınlardan peygamber gönderilmemiştir. Hz. Peygamber’in isrâ ve mi’racı bedenen değil ruhen gerçekleşmiştir.
4. Âhiret: Hz. İsa, kıyametin kopmasından önce canlı olarak bulunduğu gökten inecek ve herkes ona iman edecektir. Kalbinde iman bulunup da
günahlarının cezasını çekmek üzere cehenneme giren kimseler ilâhî şefaat
sayesinde oradan çıkacaklardır. Ergenlik çağına girmeden ölen kâfir
çocukları cehenneme girmeyecektir.
5. İman-Amel İlişkisi: Hasan-ı Basrî, gerçek imanın kişiyi dinin buyruklarına itaat etmeye sevk ettiğini belirtmektedir. Amelsiz imanın bir değeri
yoktur. Bu sebeple iman artar ve eksilir.
Büyük günah (kebire) işleyen kimse münafıktır. Ancak buradaki “münafık” kelimesini gerçekte kâfir anlamına dinî manada değil sözlük anlamında
değerlendirmek gerektiği belirtilmektedir. Nitekim Hasan-ı Basrî’nin büyük
günah işleyeni mümin olarak kabul ettiğini nakledenler de olmuştur.
Yukarıda ismi geçen şahsiyetlerin hepsinin ya Sahabeden sonra gelen Tabiûn
neslinden ya da bir sonraki nesil olan Etbau’t-Tabiînden olması size neyi
çağrıştırıyor? Bugün için ne anlamı olabilir?
61
Özet
Kelâm ilminin doğuşunda rol almış Ma’bed el-Cühenî, Ca‘d b. Dirhem,
Cehm b. Safvân, Gaylân ed-Dımaşkî, Hasan-ı Basrî, Ebû Hanîfe’nin kimliklerini tanıyabilmek.
Hasan-ı Basrî, Ebû Hanîfe, Ma’bed, Ca‘d, Cehm, Gaylân kelâm düşüncesinin
öncüleridir. Kendilerinden sonra gelen kelâmcıları ve kelâm okullarını
düşünceleri ve yöntemleri ile etkilemişlerdir.
Bu kelâmcıların inanç konularındaki görüşlerini saptayabilmek.
Ma’bed, Ca‘d ve Gaylân irade hürriyetine aşırı vurgu yaparken Cehm, cebr
düşüncesine aşırı vurgu yapmıştır. Ca‘d, Gaylân ve Cehm ilâhî sıfatların Allah’a nisbet edilemeyeceğinde ve Kur’ân’ın mahlûk oluşunda hem fikirdirler.
Ehl-i Sünnet alimlerinden Hasan-ı Basrî ile Ebû Hanîfe ise ilâhî sıfatları
kabul etmekte; kula özgürlük verirken ilâhî ilmi inkâr etmemektedirler.
İlk kelâmcıların, ekollerin oluşumuna nasıl tesir ettiklerini açıklayabilmek.
Cehm b. Safvân’ın kendi adıyla anılan bir mezhebi vardır. Bununla onun sıfatlar konusundaki görüşleri Mu‘tezile’nin, kader konusundaki görüşleri Cebriyye mezhebinin temeli olmuştur. Sıfatlar ve halku’l-Kur’ân konularında
Ca‘d, Cehm’e tesir etmiştir. Bu kelâmcılar yöntem olarak naklin yanında aklı
da kullanarak sonraki kelâm okullarına geniş bir fikri açılım imkanı sağlamışlardır.
Nitekim Ma’bed, Ca‘d ve Gaylân’ın kaderi inkâr eden görüşleri Mu‘tezile’nin bu konudaki görüşlerinin temelini oluşturmuştur. Ehl-i Sünnet ekolü
açısından bakıldığında Ebû Hanîfe’nin görüşleri akaid ilminde hem Ehl-i
Hadîs âlimlerince rehber alınmış; hem de İmam Mâtürîdî tarafından sistemli
bir kelâm okuluna dönüştürülmüştür.
Kendimizi Sınayalım
1. Aşağıdakilerden hangisi ilk dönem kelâmcılarından biri değildir?
a. Ca‘d b. Dirhem
b. Ebû Hanîfe
c. Cehm b. Safvân
d. Ahmed b. Hanbel
e. Gaylân ed-Dımaşkî
2. Ma’bed el-Cühenî aşağıdakilerden hangisiyle kelâm tarihinde önemli rol
oynamıştır?
a. Kaderi kabul etme
b. Halku’l-Kur’ân
c. Sıfatlar
d. İmamet
e. Kaderi reddetme
62
3. Aşağıdaki ilk kelâmcılardan hangisi cebr düşüncesini savunmuştur?
a. Cehm b. Safvân
b. Ma’bed el-Cühenî
c. Ca‘d b. Dirhem
d. Gaylân ed-Dımaşkî
e. Hasan-ı Basrî
4. Aşağıdaki görüşlerden hangisi Ebû Hanîfe’ye ait değildir?
a. Allah’ın zâtî ve fiilî sıfatları vardır.
b. Allah’ın vech ve yed gibi sıfatları te’vil edilmelidir.
c. Kur’ân mahlûk değildir.
d. Büyük günah işlemek kişiyi dinden çıkarmaz.
e. İman artmaz ve eksilmez.
5. Aşağıdaki görüşlerden hangisi Hasan-ı Basrî’ye ait değildir?
a. Allah, ahirette müminler tarafından görülecektir.
b. Allah, arşa istiva etmiştir.
c. İnsanlar, fiillerinde özgür iradeye sahip değillerdir.
d. Kadınlardan peygamber gönderilmemiştir.
e. Büyük günah işleyen kimse münafıktır.
Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı
1. d
Yanıtınız doğru değilse, “Giriş” bölümünü yeniden okuyunuz.
2. e
Yanıtınız doğru değilse, “Ma’bed el-Cühenî” konusunu yeniden
okuyunuz.
3. a
Yanıtınız doğru değilse, tüm başlıkları tarayınız.
4. b
Yanıtınız doğru değilse, “Ebû Hanîfe” konusunu yeniden
okuyunuz.
5. c
Yanıtınız farklıysa “Hasan-ı Basrî” konusunu yeniden okuyunuz.
63
Sıra Sizde Yanıt Anahtarı
Sıra Sizde 1
Cehm b. Safvân ve Mu‘tezile’nin mahlûk dediği ve varlığın hâdis kategorisinde sayılan kelâm, Ehl-i Sünnet tarafından kelâm-ı lâfzî olarak adlandırılır
ve bu niteliklerdeki kelâmın muhdes olduğu kabul edilir. Bununla beraber
Allah’ın zatıyla kâim, ezelî, O’nun konuşması anlamına gelen kelam ise,
kelâm-ı nefsîdir ve Allah’ın sıfatıdır. Çünkü Allah, bir organa, alete ve yaratılmışlar için gerekli olan ağız, dil, hava gibi konuşma araçlarına ihtiyaç
duymaksızın ve mahiyetini bizim bilme imkânı olmayan bir biçimde kelâm
sıfatına sahiptir. Ebû Hanîfe’nin dediği gibi Allah’ın kelâm sıfatı vardır ama
bizim kelamımız gibi değil.
Sıra Sizde 2
Allah’ın gerçek fail ve gerçek mürîd olması insanın özgürlüğüne bir engel
değildir. Zira insanın fiilleri Allah’ın irâdesi ve yaratması olmadan var olduğu düşünülürse, o zaman Allah’a denk ve ondan bağımsız başka irâde edici
ve yaratıcıların olduğu problemi ortaya çıkar. Esasen Allah’ın bilmesi, dilemesi ve fiilleri yaratmasının kulu mecbur kıldığı anlamına gelmez. Öte yandan kulun fiillerini serbest irâde ve kudretiyle yapması da Allah’ın bunları
irâde etmiş olmasına ve yaratmasına engel değildir. Çünkü Allah’ın iradesi
ile kulan iradesi fiile farklı yönlerden etki ederler. Kulun iradesi fiilin kazanılmasına yönelik iken Allah’ın iradesi fiilin yaratılmasına yöneliktir. Kul da
bu durumda fiili kazanmış olmaktan sorumludur. Değilse fiilin yaratılmasından asla sorumlu olmaz. Bu yüzden kuldan irade dışı gerçekleşen fiileri
sebebiyle bir sorumluk istenmez. Sözgelimi uyuyan bir kişi, uyku halindeyken yaptığı bir hareket dolayısıyla sorumlu olmaz. Çünkü orada irâde söz
konusu değildir. Halbuki uyku halinde fiil kişiden sâdır olmaktadır.
Sıra Sizde 3
Tasdik ile ma’rifetin her ikisi de kalbî bir iştir. Bununla birlikte aralarında
farklılıklar vardır. Tasdik, kalpte bilinçli bir seçim (ihtiyar) ve kesb neticesinde meydana gelir. Ma’rifet ise kimi zaman ilim karşılığında kullanılır kimi
zaman da ihtiyar ve kesb olmaksızın kalpte beliriveren bilgi anlamında
kullanılır. Çeşitli sebeplerle kalpte meydana gelen salt bilgiye iman denemez.
İmanın varlığı için bilgiden öte seçimli ve bilinçli bir boyun eğişin, teslimiyetin bulunması gerekir. İmam Mâtürîdî (ö. 333/944) imanın, kalpteki mücerret bilgiden ibaret olmadığını söylemiş ve “ma’rifet, cehaletin zıddıdır.
Hâlbuki imanın zıddı küfürdür. Eğer iman ma’rifet olsaydı, bilgisizliğin
küfür olması, dolayısıyla her cahilin kâfir, her âlimin mümin olması gerekirdi
ki bu mümkün değildir” demiştir. Eğer iman ma’rifet olsaydı, yahudi ve
hıristiyanların Hz. Peygamberi, Şeytanın da Allah’ı bildiği içip mümin
olmaları gerekecekti.
Sıra Sizde 4
Sahâbe sonrası Tâbiîn ve Etbau’t-Tabiîn nesli döneminde İslâm dünyasında
şaşırtıcı düzeyde bir fikir çeşitliliğinin olduğu görülür. Aslında bu, bir
anlamda fikir zenginliğidir. Burada anlatılan şahsiyetlerin hayatları dikkatli
incelendiğinde her birinin kendi fikrine ve fikir özgürlüğüne ne kadar önem
64
verdiği görülür. Hatta bunlardan bazılarının fikirleri ve duruşları dolayısıyla
idam edilmiş olması da fikir özgürlüğü açısından değerlendirmeye değer
niteliktedir. İşte bu dönem ve sonrasında ortaya çıkan kelâm okulları ve diğer
düşünce teşekkülleri bu zengin kültür ortamından istifade etmişlerdir.
Günümüzdeki İslam mezhepleri ise bu çeşitlilik içerisinden süzülerek günümüze ulaşanlardır.
Yararlanılan Kaynaklar
Gölcük, Ş.-Toprak, S., (1988), Kelâm, Konya: Selçuk Üniversitesi Yayınları.
Gölcük Ş., (1998), Kelâm Tarihi, Konya: Kitap Dünyası.
Kutluay, Y., (2003), İslamiyette İtikâdî Mezheplerin Doğuşu, İstanbul.
Öz, M., (1992), İmam-ı Azam’ın Beş Eseri, İstanbul: İFAV yayınları.
Şehristânî (1993), el-Milel ve’n-Nihal, Beyrut.
Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA) “Ma’bed el-Cühenî”;
“Gaylân ed-Dımaşkî”; “Cehm b. Safvân”; “Ca‘d b. Dirhem”; “Hasan-ı
Basrî”; “Ebû Hanîfe” maddeleri.
65
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
•
Mu‘tezile’nin ortaya çıkışını ve neden bu isimle meşhur olduğunu açıklayabilecek,
•
Mu‘tezile’nin en önemli iki ilkesi tevhîd ve adâleti tanımlayabilecek,
•
Mu‘tezilî düşüncenin vardığı sonuçları değerlendirebilecek,
•
Basra ve Bağdat ekollerini ve aralarındaki farkı ayırt edebilecek,
•
Mu‘tezile’nin temel özelliklerini açıklayabileceksiniz.
Anahtar Kavramlar
•
Mu‘tezile
•
el-Usûlü’l-hamse: Beş Temel Prensip
•
Tevhîd ve Adâlet
•
Basra Mu‘tezilesi, Bağdat Mu‘tezilesi
Öneriler
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce;
•
Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi’nden (DİA) “Mu‘tezile” maddesini okuyunuz.
•
Tanımına ihtiyaç duyduğunuz Kelâm terimleri için Bekir Topaloğlu-İlyas
Çelebi’nin Kelâm Terimleri Sözlüğü’ne başvurunuz.
•
Marife Bilimsel Birikim dergisinin Mu‘tezile özel sayısını(Konya, 2003)
inceleyiniz.
66
Mu‘tezile Kelâmı
GİRİŞ
Kelâm ilmi tarihinde Mu‘tezile oldukça önemli bir yere sahiptir. Mu‘tezile,
hicrî II. asrın başlarında Basra’da ortaya çıkan, kendisine ait özel görüşleri
olan ve Kelâmın kurucusu olarak kabul edilen bir ekoldür. Ortaya çıkışından
sonraki üç asırda hep tartışmaların merkezinde yer almıştır. Hatta Ehl-i Sünnet kelâmının fikri temellerinin atılmasında da bu ekolün katkısı vardır.
Ortaya çıkaran ihtilaflarla birlikte kendileri bakımından İslamî inançlarla
bağdaşmayan düşünce ve ekollere karşı selefin genel tutumu, onların yanlış
yolda olduklarını belirterek bu tür tavır ve yaklaşımlardan uzak durmayı
tavsiye şeklinde olmuştur. Buna rağmen özellikle yeni Müslüman olanlar
arasında bid’at kabul edilen fikirlerin yayılıp taraftar bulmasına engel olunamamıştır. Çünkü bid’at ehli sayılanlar, düşüncelerini kabul ettirebilmek
için her türlü vasıtaya başvuruyor, nassları te’vîl ettikleri gibi aklî ve felsefî
delillerden de yararlanıyorlardı.
İslam akaidini savunmada naklin yanında aklî ve felsefî delillerin
kullanılmasını da gerekli gören hatta nakli, aklî prensipler ışığında yorumlama ilkesini öne alarak selefin metodundan farklı bir yol izleyen Mu‘tezile’nin kullandığı metoda kelâm adı verilmiş; bu metotla İslamî akîdelerin
savunulmasını üstlenen ilme kelâm ilmi denilmiştir. Mu‘tezile, bu ilmi ilk
defa sistemleştiren ekoldür. Zaman içerisinde geçirdiği aşamalardan sonra
Mu‘tezile mezhebi denilince her birine özel bir anlam yüklenen tevhîd,
adâlet, el-va‘d ve’l-vaîd, el-menzile beyne’l-menzileteyn ve el-emru bi’lma’ruf ve’n-nehyu ani’l-münker olarak bilinen beş esası benimseyen bir ekol
anlaşılır.
Aşağıdaki başlıklarda Mu‘tezile’nin ilk çıkışı, ismi, prensipleri Basra ve
Bağdat Mu‘tezilesinin önemli temsilcileri ve görüşleri hakkında bilgiler
verilecektir.
MU‘TEZİLE İSMİ VE MEZHEBİN DOĞUŞU
“Mu‘tezile” kelimesi, sözlük anlamı itibariyle “ayrılanlar”, “uzaklaşanlar”,
“bir köşeye çekilenler” gibi anlamlara gelmektedir. Terim olarak ise itikadî
meselelerin yorumunda akla ve insan iradesine öncelik veren kelâm mezhebi
olarak tanımlanabilir. Mu‘tezile mezhebinin doğuşu hakkında değişik görüşler vardır:
67
1. Bu hususta genellikle kabul edilen görüş, Mu‘tezile’nin ilk defa, Basra’da
Vâsıl b. Ata’nın (ö. 131/748) Hasan-ı Basrî’nin (ö.110/728) ders halkasından ayrılmasıyla oluşmaya başladığıdır. Vâsıl’ın ayrılışına sebep olan
olay şöyledir:
Bir gün Hasan-ı Basrî’nin ders verdiği Basra camiindeki meclisine gelen
bir zat der ki:
- Ey imam! Büyük günah işleyen kişiyi bazıları tekfir etmektedir. Onlara
göre büyük günah işlemek küfürdür ve kişiyi dinden çıkarır. Haricîler
bunu iddia etmektedirler. Başka bir topluluk ise büyük günah işleyeni
önemsememektedir. Bunlara göre büyük günah işleyen kimse iman sahibi
ise, bu günah onun imanına zarar vermemektedir. Bunlara göre amel,
imanın bir parçası değildir. İmanı olan kimseye günahı zarar vermez.
Bunlar da Mürcie’dir. Büyük günah işleyen hakkında sen ne dersin?
Hasan-ı Basrî böyle bir kişinin imanı ile ameli birbirinden farklı olan
manasında münafık olduğunu düşünmektedir. Ancak kendisi bu soruya henüz
cevap vermeden öğrencilerinden Vâsıl b. Ata şöyle der:
- Ben, büyük günah işleyen kimseye ne gerçek mü’min ne gerçek kâfir
diyebilirim; böyle bir kimse iki mertebe arasında bir mertebededir (elmenzile beyne’l-menzileteyn). Dolayısıyla o, mü’min de değildir, kâfir de
değildir.
Bu sözleriyle Vâsıl, büyük günah işleyen hakkında şimdiye kadarki görüşlerden farklı yeni bir görüş ortaya koyuyordu. Bu olayın ardından Hasan-ı
Basrî’nin meclisini terk eden Vâsıl’a daha sonra arkadaşı Amr b. Ubeyd
(ö.144/761) de katıldı. Bunun üzerine Hasan-ı Basrî, “Vâsıl bizden ayrıldı”
anlamına gelen “kad i‘tezele annâ Vâsıl” ifadesini kullandı.
Bir diğer görüşe göre Vâsıl, Hasan-ı Basrî’nin meclisinden kendisi ayrılmamış, bilakis kovulmuştur. Amr b.Ubeyd de Vâsıl’a katılınca halk onlara
“ümmetin görüşünden ayrılanlar” anlamında Mu‘tezile adını vermiştir.
Mu‘tezile ismi, ister Hasan-ı Basrî, ister halk tarafından verilmiş olsun bu
ifade, henüz Hasan-ı Basrî hayattayken onunla öğrencileri Vâsıl ve Amr arasındaki büyük günah meselesine farklı yaklaşımlardan dolayı verilmiştir.
2. Bu isim kendilerine, büyük günah işleyeni imandan da küfürden de ayırmaları sebebiyle verilmiştir.
3. Büyük günah meselesinde el-menzile görüşünü ileri süren Vâsıl ve arkadaşları, o güne kadar Müslümanların büyük günah işleyenler hakkındaki mevcut görüşlerin hepsinden ayrılmaları sebebiyle bu ismi almışlardır.
Esasen i‘tizâl ve mu‘tezile kelimelerinin kullanılışı daha eskidir. Hz. Ali
ile Hz. Aişe ve Hz. Muaviye arasındaki olaylarda hiçbir tarafa katılmayan ve
çekimser bir yol takip edenlere Mu‘tezile deniliyordu. Fakat bu ilk devirlerdeki kelime anlamıyla “ayrı duranlar” manasındaki “Mu‘tezile” ile kelâm
ilmindeki Mu‘tezile mezhebi arasında sadece isim yönünden benzerlik vardır.
Yoksa daha sonradan bazı Mu‘tezile ileri gelenlerinin iddia ettikleri gibi
birtakım sahabîlerin Mu‘tezilî olmaları söz konusu değildir. Onlara sadece
tarafsız kalanlar manasında bu ad verilmektedir. Onların, kelâm ilmindeki
Mu‘tezile mezhebi ve bu mezhebin fikirleriyle hiçbir alakaları yoktur. Kelâm
68
ilminde bir ekol olan Mu‘tezile’nin kuruluşu hicrî ikinci asrın başlarında Vâsıl ve Amr’ın Hasan-ı Basrî’den ayrılmalarından sonradır.
Mu‘tezile kendisini tevhîd ve adâlet ehli olarak tanımlamaktadır. Tevhîd
ve adaletin ne anlama geldiği ileride açıklanacaktır. Onların kendilerine verdikleri isimlerden ziyade Mu‘tezile ismi, büyük günah işleyenin durumu,
tevhîd, adâlet, kader gibi itikadî-kelâmî konularda bu ekolden farklı düşünen
Ehl-i sünnet/ümmetin çoğunluğu tarafından verilmiş bir isim olarak yaygınlık
kazanmıştır.
Mu‘tezile mensupları, “tevhîd ve adâlet ehli / ehlü’t-tevhîd ve’l-adl”
ismini kendilerine layık görseler de bir müddet sonra bu ismi benimsemiş ve
kullanır olmuşlardır. Ne var ki Mu‘tezile’nin bu ismi kullandığı mana haktan
ve ümmetin genel çizgisinden ayrılanlar anlamında değil kavrama olumlu bir
mana yükleyerek şer, şirk ve tüm kötü şeylerden ayrılanlar manasını taşır. Bu
bakımdan Hz. İbrahim’in, toplumunda tevhidden uzak unsurlara karşı
söylediği “sizi ve Allah’tan başka tapındıklarınızı bırakıp çekiliyorum” (Meryem 19/48) sözlerindeki i’tizal kelimesinin olumlu anlamından istifade etmek
istemişlerdir.
Mu‘tezile ismi hakkında daha fazla bilgi için Kemal Işık’ın, Mu‘tezile’nin
Doğuşu ve Kelâmî Görüşleri (Ankara 1967) adlı eserinden 50-59. sayfaları
okuyunuz.
MU‘TEZİLENİN DOĞUŞUNU HAZIRLAYAN
SEBEPLER
Mu‘tezilî fikirlerin ve temel ilkelerin teşekkülünde etkili olan ana faktörleri
şu şekilde sıralamak mümkündür.
Müslümanlar Arasındaki İhtilaflara Çözüm Arayışları
Mu‘tezile mezhebinin doğuşuna etki eden unsurların başında İslam toplumunda zaman zaman kendini gösteren ve kaynağı gerek itikadî gerekse siyasî
olan bir takım ihtilaflar gelir. Mu‘tezile bu ihtilaflardaki görüşleri tenkit ediyor ve meselelere yeni çözümler getirmeye çalışıyordu. Bu sebeple Mu‘tezile’nin görüşlerinin çoğunun karşıt düşünceleri reddederken ortaya çıktığı
görülmektedir. Mesela büyük günah işleyenin durumu ve imanın hakikatinin
ne olduğu hususunda Mu‘tezile, bir taraftan Haricîlere diğer taraftan Mürcie’ye karşı çıkmıştır.
Hz. Osman’ın şehit edilişinden sonra Müslümanlar arasında cereyan eden
Cemel (36/656) ve Sıffîn (37/658) savaşları yeni soruların ve gruplaşmaların
oluşmasına sebep olmuştur. Havâric, Mürcie ve Mu‘tezile’yi büyük günah
meselesi üzerinde önemle durmaya ve çeşitli görüşler ortaya atmaya iten sebep, sahabe arasında cereyan eden olaylardır. Bu olaylarla ilgili olarak ortaya
atılan sorular farklı cevapların ve ekollerin teşekkülüne zemin hazırlamıştır:
Karşı karşıya gelen taraflarda kim haklıydı kim haksızdı? Hz. Osman mı
yoksa onu şehid edenler mi haklıydı? Hz. Ali mi yoksa Hz. Aişe mi
haklıydı? Hz. Ali ile Hz. Muaviye arasında cereyan eden Sıffîn Savaşı
hakkında nasıl hüküm vermek gerekir? Bu kavgalara karışanların ve
hakem olayı taraflarının durumu nedir? Birbirlerini öldürenler büyük gü-
69
nah işlemişler midir? Bu günah onları dinden çıkarır mı çıkarmaz mı?
Onların ahiretteki durumları nedir? Bu savaşlara kendi iradeleriyle mi
geldiler yoksa onların hareketlerinde tamamen cebr mi vardı?
Haricîler, amellerin imandan bir parça olduğuna inanıyorlardı. Bu,
kelimeyi şehadeti tasdik edip söyleyen bir kimsenin farzlardan birini yerine
getirmediği yahut büyük günahlardan birini işlediği takdirde onun kâfir
olacağı anlamına gelmekteydi. Nitekim Haricîlerden Nâfi’ b. Ezrak, kendi
grupları dışında herkesi tekfir etmiş onlarla evlenmenin ve kestiklerini yemenin caiz olmadığını ve kanlarının helal olacağını söylemiştir.
Mürcie ise imana zarar vermediği sürece hiçbir günahın imana zarar veremeyeceğini, büyük günah işleyenlerin durumlarının Allah’a havale edilmesi
gerektiğini iddia etmiştir.
Haricîler şiddet ve sertlik yolunu seçip sadece kendilerini mümin saymış,
Mürcie uzlaşmacı bir yol takip ederek karşıt grupları da mümin kabul
etmiştir. Mu‘tezile, Haricîler ile Mürcie arasında yer almış, ne Haricîler kadar
sert, ne Mürcie kadar yumuşak tutum içine girmiştir. Mu‘tezile’ye göre büyük günah işleyen mümin de değildir, kâfir de değildir. Şu takdirde böyle
birisi iman ile küfür arasında bir mertebededir. Mu‘tezile’ye göre bu mertebe,
fâsıklık olarak adlandırılır. Cemel ve Sıffîn savaşlarına karışan kimselerin
durumlarına Mu‘tezile’nin getirdiği yorum, el-menzile beyne’l-menzileteyn
prensibi ortaya çıkmıştır.
Ayrıca Mu‘tezile’nin diğer bir prensibi olan el-va‘d ve’l-vaîd de bu
savaşlara katılanların ahiretteki durumuyla ilgili tartışma ve ihtilaflara bir çözüm getirmek amacıyla teşekkül etmiştir.
Mu‘tezile’nin beş temel esasından biri olan adâlet ilkesinin teşekkülünden önceki aşamayı oluşturan kader tartışmaları da yine Hz. Ali ile Hz.
Aişe arasındaki Cemel ve Hz. Ali ve Hz. Muaviye arasındaki Sıffîn savaşlarından sonra ciddi anlamda tartışılmaya başlanmıştır. Emevî yönetiminin, yaptıkları haksız ve adaletsiz uygulamaların, Allah’ın kaderiyle
meydana geldiğini iddia etmeleri, yapılan yanlışları bir şekilde kadere isnat
etmiş olmaları, bu görüşe muhalif hareketleri de gün yüzüne çıkartmıştır.
İnsanın kendi kaderini kendisinin oluşturduğu düşüncesi, Emevîlerin keyfi
yönetim anlayışlarına son vermek ve sosyal adaleti gerçekleştirmek üzere
Emevî iktidarına muhalif kişilerce işlenmiştir. Mu‘tezile’nin kaza-kader
hakkındaki görüşlerinin oluşmasında konunun kelâmî boyutu kadar,
meselenin tartışma alanına girmesine vesile olan siyasî olayların da önemli
katkıları olmuştur.
Görünmektedir ki Mu‘tezilî fikirlerin ve ilkelerin oluşumunda onların,
Müslümanlar arasındaki ihtilafları çözme çabaları oldukça etkili olmuştur.
Müslümanlar arasındaki ihtilaflara çözüm aramanın Mu‘tezile’nin ilkelerinden
“iyilikle emretme kötülükten alıkoyma” ilkesini ortaya çıkarmada ne tür rolü
olabilir?
İslam’ı Savunma
Fetihler yoluyla sınırlar genişleyince Müslümanlar, yabancı din ve kültür
mensuplarıyla iç içe yaşamaya başlamışlar; İslam toplumunda ister istemez
bir tartışma ortamı belirmiştir. Özellikle hicrî II. asırda yabancı din ve kül-
70
türlerle tartışarak İslamî inanç ve düşünceleri ilk savunanlar ve bu konuda
önemli hizmet görenler Mu‘tezilî alimler olmuştur.
Mu‘tezile geleneği içerisinde yabancı din ve kültürlerle ilişki içerisinde
olan ve onlarla mücadelelerde ilk öne çıkan kişi Vâsıl b. Ata’dır. Vâsıl’ın
Haricîler, Şia, materyalistler, tabiatçılar (natüralistler) ve Mürcie kelâmını en
iyi bilen; İslam’a açıkça zıt görüşleri ve düalistleri(senevîye) en iyi susturan
kişi olduğu ifade edilmektedir. Ayrıca Mu‘tezilî alimler Budizm’e mensup
olanlar (Sümeniyye), Mecusiler, Mazdekîler, Sabiîler, Maniheistler, inkârcı
filozoflar, zındıklar, Hıristiyanlar, Yahudiler, Hint dinlerine mensup olanlarla
da tartışmalar yapmışlardır.
Vâsıl b. Ata ve Amr b. Ubeyd’den sonraki dönemde bu mücadeleler
devam etmiş, Abbasî halifeleri Mehdi (158-169/775-785), Harun Reşid (170193/786-809) ve Me’mun (198-218/814-833) dönemlerinde hem ilmî hem de
devlet düzeyinde mücadeleler yapılmış, Mu‘tezilî alimlerin bilgi ve düşüncelerinden önemli ölçüde istifade edilmiştir. Mesela Harun Reşid döneminde
Râfızî suçlamasıyla hapsedilenlerden Mu‘tezilî bilgin Bişr b. el-Mu’temir (ö.
210/825) gibi Budizm konusunda yetkin olan bir takım şahıslar, Sind
bölgesinde yönetimin başına bela olan bu fırkayla tartışmaları için serbest
bırakılmışlardır. Ebü’l-Huzeyl el-Allaf’ın (ö. 226/840) da İslam dinini
düşünce sahasında savunma amacına yönelik olarak değişik din ve kültür
mensuplarıyla yaptığı tartışmaları da burada anmak gerekir.
Özellikle Allah’ın sıfatları konusunun ele alındığı tevhîd prensibinin;
insanın kendi fiillerini gerçekleştirmesi konusunda tamamen hür olduğunun;
hayır ve şer, salah-aslah, Allah’ın hikmeti gibi konuların işlendiği adâlet
prensibinin teşekkülünde Mu‘tezile’nin diğer din ve kültürlerle tartışmalarının ve onlara karşı İslam’ı savunma psikolojilerinin önemli rol oynadığını söylemek mümkündür. Halku’l-Kur’an (Kur’an’ın yaratılıp yaratılmadığı) meselesi de bu tartışmalar sonucunda Mu‘tezile’nin önemle gündeme
getirdiği bir kelâmî konu olmuştur.
Tercüme Faaliyetleri ve Felsefeye İlgi
Emevîlerle başlayan özellikle Abbasîler döneminde hız kazanan tercüme
faaliyetleri, Mu‘tezilî bilginlerini daha özgün bir yapıya kavuşturmada etkili
olmuştur. Mu‘tezilî bilginleri, Yunan felsefesini incelemeye sevk eden sebep
öncelikle, İslam’ı savunmak olmuştur.
a. Ancak neticede Mu‘tezile, İslamî inançları savunma ve ispat gibi dinî
meselelerden felsefî problemlere doğru kaymış, zamanla felsefî konularla
uğraşma onların esas meşguliyeti olmuştur.
b. Mu‘tezile, aşırı hayranlık duyduğu yunan felsefesinin tesirinde kalmış,
itikadî konularda akla ve aklın vardığı ilkelere öncelik vererek akılla
çelişir gördüğü nakilleri aklın ışığında te’vîl etmiştir. Onların bu tutumu,
itikadî konularda aklın söz sahibi olmasını doğru bulmayan özellikle
II./VIII. ve III./IX. asırdaki hadîs ve fıkıh alimleri tarafından şiddetle tenkit edilmiştir. Mu‘tezile’nin akla bu derece önem vermeleri onları hedeflerinden saptırmış ve nass ile çelişen görüşleri savunma durumunda
kalmışlardır.
Mu‘tezile mensupları, tartışma ortamlarında edindiği birikim ve güç ile
Abbasî halifelerinden özellikle Me’mun, Mu’tasım (218-228/833-841) ve
Vâsık (227-232/841-846) zamanlarında devlet otoritesini de yanlarına alarak
71
Kur’an’ın yaratılmış olduğu anlayışını başkalarına zorla kabul ettirmeye
teşebbüs etmiş, Ahmed b. Hanbel’in (ö. 241/855) de içlerinde bulunduğu pek
çok alimin eziyet ve işkence görmelerine sebebiyet vermişlerdir. Bu sıkıntılı
günler tarihe mihne dönemi olarak geçmiştir. Bu olaylar, ilk zamanlar gayet
samimi düşüncelerle hareket eden Mu‘tezile’nin daha sonra neden görevini
yapamaz hale geldiğini ve Ehl-i Sünnet kelâmının ortaya çıktığını önemli
ölçüde izah etmektedir.
Başlangıçta İslam inanç esaslarını savunma görevini üstlenmiş olan
Mu‘tezile’nin zamanla gayesinden uzaklaşması ve kendi görüşlerini zorla
kabul ettirmeye kalkışması karşısında Abbasî Halifesi Mütevekkil (232247/847-861), Mu‘tezile’yi devlet çevresinden uzaklaştırmış, inanç meselelerini Kur’an ve sünneti öne çıkararak anlamaya çalışan hadîs ve fıkıh alimleriyle onlara karşı koymaya başlamıştır. Zaman içerisinde iyice zayıflayan
Mu‘tezile, müstakil olarak tarih sahnesindeki varlığını kaybetmiş olup, günümüzde kısmen Şiî muhitlerde, yoğun olarak da Yemen'deki Zeydiyye
mezhebi içinde varlığını sürdürmektedir.
Her ikisi de Marife Bilimsel Birikim’de (Konya 2003) yayınlanan Cağfer Karadaş’ın “Mu‘tezile Kelâm Okulunun Oluşum Ve Gelişim Süreci” başlıklı
makalesi ile Osman Aydınlı’nın “Mu‘tezile Ekolü Teşekkülü, İlkeleri ve İslam
Düşüncesine Katkıları” başlıklı makalesine bakınız.
MU‘TEZİLE’NİN BEŞ TEMEL İLKESİ
Mu‘tezile, kendi içinde Basra ve Bağdat ekolü olarak iki ana şubeye ayrılsa
da tüm mezhep mensuplarının ittifakla kabul ettiği beş temel ilke vardır ki
bunlar, Mu‘tezile’yi diğer kelâm ekollerinden ayıran ve mezhebin ana
karakterini oluşturan prensiplerdir. Bununla birlikte bu ilkelerin yorumunda
mezhep içinde farklılıkların bulunduğu göz ardı edilmemelidir. Mu‘tezile’nin
beş temel prensibi şunlardır:
Tevhîd
“Tevhîd”, Allah’a hiçbir şekilde ortak koşulmaması ve birliğinin tasdik edilmesi anlamına gelmektedir. Tevhidin bu manasında İslam mezhepleri arasında bir ihtilaf yoktur. Bununla birlikte Mu‘tezile, tevhîd konusunda kendilerine mahsus izahlar yapmış, bundan dolayı, tevhîd esası Mu‘tezile’nin en
önemli prensiplerinden biri olmuştur. Mu‘tezile’nin bu konudaki görüşleri
şöyledir.
a. Onlara göre Allah birdir, eşi ve benzeri yoktur. Allah’ın bir ve kadîm olması, O’nun en özel sıfatlarıdır. Eğer Allah’ın kadîm oluşu dışında O’na
çeşitli sıfatlar isnad edilirse Allah’tan başka birçok kadîm varlığın mevcudiyeti kabul edilmiş olur. Böylece teaddüd-i kudemâ yani kadîm varlıkların çokluğu ortaya çıkar ki bu durum, Allah’ın birliği gerçeğine aykırıdır.
Mu‘tezile, Allah’a ait masdar kalıplarıyla ifade edilen hayat, ilim, kudret,
irade… gibi subutî sıfatların varlığını kabul etmemektedir. Onlara göre Allah,
zatıyla haydır, zatıyla semî’dir, zatıyla basîrdir, zatıyla kâdirdir, zatıyla mürîddir ve zatıyla âlimdir. Onlar Allah’ın her şeyi bildiğini her şeye gücünün
yettiğini… kabul etmektedirler. Fakat Allah’ın, zattan ayrı bir ilim, kudret...
sıfatıyla değil zatının aynı olan sıfatlarla alim ve kadirdir. Allah’ın zatının
dışında kendisine isnat edilecek başka bir ilim, kudret… sıfatı yoktur.
72
Mu‘tezile, Ehl-i Sünnet’in Allah’a izafe ettiği subutî sıfatları iki gruba
ayırmaktadır. Birinci grup siga bakımından da sıfat olan hayy, alim, kadir
gibi masdardan türetilen kelimelerdir. Mu'tezile bu sıfatları Allah’a izafe
eder. İkinci grup ise hayat, ilim, kudret… gibi masdar sigasındaki kelimelerdir. Mu‘tezile, işte bu grubu Allah’a izafe etmez. Buna göre Mu‘tezile, Allah âlimdir, kâdirdir gibi hükümleri kabul etmekle birlikte Allah’ın ilmi
vardır, kudreti vardır gibi hükümleri kabul etmez.
Eğer Allah’ın zatından başka ilim, kudret gibi müstakil bir mana tasavvur
edilecek olursa, o takdirde bu sıfatlar da Allah’ın zatı gibi kadîm olur ve
neticede kadîm varlıklar çoğalmış, birden fazla kadîm varlık kabul edilmiş
olur. Bu ise tevhîd prensibini bozan bir durumdur.
Allah zat ve sıfat itibariyle hiçbir varlığa benzemez. Eğer Allah’ın
sıfatları yaratıklarınkine benzetilirse Allah ile yaratıkları arasında müşabehet
olur. Bu sebeple Mu‘tezile vahdaniyet ve kıdem dışındaki Allah’ın diğer sıfatlarını te’vîl yoluna gitmiştir. Onlar bu iki sıfat dışında Allah’a kadîm sıfatlar isnadını caiz görmezler.
Ehl-i Sünnet’in yapmış olduğu sıfat izahında Allah’ın zatının dışında Allah’ın
zatı gibi müstakil ve kendi başına var olan bir sıfat olmadığı, kadîm manasında masdar sıfatların varlığı şeklinde bir izah yapılmadığı için teaddüd-i
kudema endişesine gerek yoktur. Buna göre masdar manasında sıfatların
varlığı kadîm varlıkların çokluğu manasına gelmez.
b. Allah’ın hiçbir şeye benzememesi ve bu açıdan da tek olması inancıyla
Mu‘tezile, Allah’a isnad edilen bazı sıfatları te’vîl etme cihetine gitmiştir.
Onlar, Kur’an ve sahih hadîslerde geçen Allah’ın eli, yüzü, sureti, gözü,
istiva etmesi, gelmesi, gitmesi, gülmesi, haya etmesi gibi ifadeleri zahirî
ve lügat manasıyla değil mecazî ve te’vîl edilen manalarıyla anlamıştır.
Bunları, Allah’ı yaratıklara benzetme olduğu için zâhirî manalarıyla kabul
etmek şirktir, Mu‘tezile bu gibi tabirleri te’vîl kurallarına göre mecazî
olarak anlamış, akla ve mantığa uygun hale getirmiştir.
Ehl-i Sünnetin selef alimleri bu gibi ifadeleri kullarla herhangi bir benzerliğe götürmeksizin, bu ifadelerin de keyfiyetini bilmeksizin, olduğu gibi kabul etme inancında iken özellikle Gazzâlî (ö. 505/1111) ve sonraki dönem
alimleri, Allah’ın zatına ve Kur’an da zikredilen anlaşılabilir diğer sıfatlarına
uygun bir biçimde te’vîl cihetine gitmişlerdir.
c. Mu‘tezile’ye göre Allah’ın kelâm sıfatı da yoktur. Kelâm kadîm bir sıfat
olarak kabul edilirse Allah’tan başka kadîm bir varlık kabul edilmiş olur.
Ayrıca Kur’an’ın elimizdeki yapısı, kelâmın mahiyeti bize ait olan kelâmın mahiyetiyle aynıdır. Yani ses ve yan yana dizili harflerden oluşmaktadır. Bizim kelâmımıza benzeyen Allah’ın kelâmının kadîm olması
düşünülemez. Zira Allah zat ve sıfatlarında hiçbir zaman yaratıklara
benzemez. Şu halde kelâm Allah’ın sıfatı değil, yarattığı bir sözdür. Yani
Mu‘tezile’ye göre Kur’ân mahlûktur.
Kelâmı, Allah’ın sonradan var ettiği bir fiili olarak gören Mu‘tezile ile
kadîm bir sıfatı olarak kabul eden Ehl-i Sünnet arasında tartışmalar ilim tarihimizde oldukça meşhurdur.
Kur'an’ın yaratılıp-yaratılmamışlığı konusu ile ilgili Kamil Güneş’in (İstanbul
2003) Akıl ve Nass kitabını inceleyiniz.
73
d. Allah’ın hiçbir varlığa benzemediği ve bu açıdan da tek olduğu inancının
bir uzantısı olarak Mu‘tezile, Allah’ın ahirette gözle görülemeyeceğini
iddia etmiştir. Çünkü onlara göre Allah cisimlere benzemez. Gözle görünen bir şey, bir yönüyle cisimlere benzemiş sayılır. Şu halde tevhîd prensibinin gereği olarak Allah, beşerin ve cisimlerin sıfatlarına benzemediğine göre gözle görülemez. Gözle görülmesi, imkânsızdır. Onlar aklî
delillerin yanı sıra “gözler O’nu idrak edemez, hâlbuki O gözleri idrak
eder” (En’am 6/103) gibi ayetlerle de delil getirirler.
Ehl-i Sünnet’in Allah’ın ahirette gözle görüleceğine dair inancı ile Mu‘tezile’nin
görünemeyeceğine dair inançları arasındaki ihtilafı ve delilleri mukayese
etmek için Temel Yeşilyurt’un Tanrı'nın Aşkınlığı Bağlamında Ru'yetullah
Sorunu (Malatya 2001) adlı kitabı ve Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisine yazdığı “Rü’yetullah” maddesinden yararlanabilirsiniz.
Adâlet
Bütün Müslümanlara göre Allah adildir, adâlet sahibidir; zalim değildir, zulüm işlemez ve zulmü asla sevmez. Ancak Mu‘tezile, tevhîd ilkesinde olduğu
gibi adâlet kavramına farklı manalar yüklemekte, bununla diğer ekollerden
ayrışmakta ve şunları anlamaktadır:
a. Allah’ın adil olması, kullara ait fiilleri yaratmaması anlamına gelir. Kul işlediği fiili bizzat kendisi varlık alanına çıkarır. Eğer böyle olmayıp da
kulların fiillerini Allah yaratmış olsaydı sonrada bu fiillerinden dolayı
insanları cezalandırsaydı bu takdirde Allah’ın adaletinden söz edilemezdi.
Şu takdirde Allah, kullarına bir şeyi yapıp yapmama gücü vermiştir. Bununla beraber insan hürdür, kendi fiilini kendisi yapar. Eğer insan herhangi
bir şeyi yapıp yapmama hürriyetine sahip olmasaydı o takdirde insanın işlediği iyi ve kötü amellerden sevap veya ceza görmesi manasız olurdu. Eğer
insanın fiilleri ezelî yazı/kaderde belirlenmiş olsa ve Allah insanları bu fiilleri
yapmaya zorlamış farz edilseydi Allah’ın o fiillerden dolayı bir insanı
cezalandırması zulüm olmuş olurdu. Hâlbuki Allah adildir; kullarına hiçbir
şekilde haksızlık etmez. Kısaca Mu‘tezile’ye göre kul, fiilinin hâlıkıdır
(yaratıcısıdır). Kader diye bir şey yoktur.
Mu‘tezile’nin, kaderi reddeden ve insana mutlak özgürlük veren adâlet
anlayışında yaptıkları zulümleri ve kötü fiilleri kadere yükleyerek kendilerini
sorumluluktan kurtarmak isteyen idarecilere ve insanların Allah tarafından
yaratılmış fiilleri işlemeye mecbur olduklarını ileri süren, hatta insanın
rüzgârın önünde iradesi olmayan bir yaprak gibi Allah’ın karşısında iradesi
olmadığını ileri süren Cebriyye’ye karşı bir tepki vardır.
Mu‘tezile, zulmü Allah’a yüklemeyi ve insan iradesini yok sayan anlayışı
eleştirirken bir aşırı uçtan diğer aşırı uca kaydığı gerekçesiyle Ehl-i Sünnet
tarafından şiddetle eleştirilmiştir.
b. Allah, adaleti gereği yapmış olduğu fiillerinde ve yaratmasında mutlaka bir
takım hikmet ve maslahatları gözetir, boşu boşuna hiçbir iş yapmaz. O,
yaptığı her şeyi bir sebep ve gayeye bağlı dolayı yapar. Mu‘tezile’ye göre
Allah Teâlâ’nın bazı yüce ve iyi prensiplere göre hareket etmesi zaruridir.
c. Mu‘tezile’nin adâlet anlayışına göre kulun menfaatine en uygun olanı
Allah’ın yaratması O’nun üzerine vaciptir. Zira Allah, kötü ve çirkin bir
74
şeyi yapmaz; yaptığını da en iyi bir şekilde yapar. Bu onun adaletinin
gereğidir. Allah’ın Kulun menfaatine en uygun olanı yapmasının vacip
oluşu meselesi kelâm ilminde salah-aslah meselesi olarak bilinir.
Ehl-i Sünnet’in, Allah’ın üzerine en iyi olanı yaratması vaciptir ifadesini
kullanmamasının, Allah’ın yarattığı şeylerin ve yaptığı fiillerin -hâşâ- iyi
olmadığı anlamına gelmediğine dikkat ediniz. Ehl-i Sünnet’e göre bir şeyi
yapma mecburiyeti uluhiyyet makamına yakışmaz. Allah, dilediğini yapar, o
mü'minlere lütfüyle muamele eder. Eğer O, Aynı lütfü bütün kâfirlere
gösterseydi, hepsinin iman etmesi gerekirdi. O, salahı yapmaya, insanları
hayırda tutmaya mecbur değildir.
d. Adâlet anlayışının bir uzantısı olarak Mu‘tezile’ye göre Allah’ın, kullarına
güçlerinin yetmeyeceği bir şeyi teklif etmesi caiz değildir.
e. Allah’ın itaatkar kulunu cezalandırmayacağı, ölen müşrik çocuklarına azap
etmesinin caiz olmadığı gibi hususlar da Mu‘tezile’nin adâlet anlayışı çerçevesinde varmış olduğu sonuçlardan bazılarıdır.
Mu‘tezile, yukarıda temel özellikleri zikredilen adâlet prensibine özel bir
önem verdikleri için kendilerine ehlü’l-adl ismini vermişlerdir.
Onların, insana vermiş oldukları mutlak serbest iradeye karşı Allah’ın
iradesini sınırlandırmaları ve kaderi inkâr etmeleri, insanın iradesiyle Allah’ın iradesini dengeli bir biçimde yorumlamaya çalışan Ehl-i Sünnet ile aralarında cereyan eden en önemli tartışma alanlarından birisini oluşturmaktadır.
Va‘d ve va‘îd
Va‘d iyi işler yapanların ahirette mükâfatlandırılması; va‘îd ise kötü amelde
bulunanların ahirette cezalandırılması anlamlarına gelmektedir. Esasen bu
prensip adâlet prensibinin bir sonucudur. Zira Mu‘tezile’ye göre iyi işlerde
bulunanların ahirette sevap görmemesi, kötü amellerde bulunanların ceza
görmemesi Allah’ın adaletine aykırıdır. Çünkü Kur’ân, yapılması iyi ve kötü
olan hususları açıkça ortaya koymuştur.
Allah Teâlâ va‘dinden de va‘îdinden de asla caymaz. Bu sebeple Mu‘tezile’ye göre büyük günah işleyenler tevbe etmeden ölürlerse bunlar bağışlanmazlar ve bunlara peygamberlerin şefaati söz konusu olmaz. Mu‘tezile va‘d
ve va‘îd başlığı altında iman, küfür, fısk, kebire, tevbe, sevap, ikâb, şefaat,
kabir azabı, cehennemliklerin durumu gibi konuları ele almıştır.
Mu‘tezile va‘d ve va‘îd prensibiyle neleri amaçlamış olabilir?
el-Menzile beyne’l-menzileteyn
İki yer arasında bir konum anlamına gelen el-menzile beyne’l-menzileteyn kavramına, büyük günah işleyenin durumunun ne olacağı sorusuna
Hasan-ı Basrî’den önce cevap veren Vâsıl b. Ata’nın bu çıkışıyla Mu‘tezilî
oluşumun başladığını anlattığımız yerde değinmiştik. Kısaca tekrar edersek
Mu‘tezile’ye göre büyük günah işleyen kimse ne mü’mindir ne kâfirdir.
Bilakis iman ile küfür arasında bir mertebededir. Bu mertebe, Mu‘tezile’ye
göre fâsıklıktır. Böyle bir kimse tevbe etmeden ölürse ebedi cehennemliktir.
Şu kadar var ki bu kimsenizi azabı kâfirin azabından daha hafiftir. Tevbe
ederse mümin olarak cennete gider.
75
İki yer arasında bir konum prensibi, Mu‘tezile’ye göre amelin imana
dâhil olduğu anlamına gelmektedir. Zira tevbesi yapılmamış büyük günah,
tıpkı kâfirler gibi insanı ebedi cehennemde bırakabilmektedir.
Mu‘tezile’nin bu ilkeye verdiği anlama göre büyük günah sahibine
mümin denilemez. Müminlere yapılan övücü sıfatlar bunlara yapılamaz, bunlara saygı gösterilemez; bunlar sevilemez ve dost tutulamaz. Zira bu türden
olumlu muamele ancak müminlerin hakkıdır.
Büyük günah işleyenlere Haricîlerin dediği gibi kâfir demek de doğru değildir. Zira bu insanlarla evlenmek, mirasçı olmak ve bunların cenaze namazını kılmak gibi davranışlar caizdir.
Ehl-i Sünnet’e göre fâsık kime denilir? Araştırınız.
Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi’nden Ali Şafak’ın “Fısk” maddesini
okuyunuz.
Emr bi’l-ma’ruf nehy ani’l-münker
Mu‘tezile’nin beş temel esasından biri olan bu ilkeye göre “iyiliği emretmek,
kötülüğü yasaklamak” her Müslümana farzdır. Nitekim Kur’an’da iyi ameller
emredilmiş, kötü ameller yasaklanmıştır. Mu‘tezile bu düşüncesine
Kur’an’dan birtakım ayetlerle delil getirmiştir. “Sizden, hayra çağıran, iyiliği
emreden ve kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler
onlardır”(Al-i İmran 3/104) ayeti Mu‘tezile’nin bu görüşünün temel dayanaklarından biridir.
Mu‘tezile’ye göre İslamî çağrının yayılması ve dalalette olanların
hidayete ermesi için her Müslümanın iyiliği emretmesi kötülükten sakındırması mecburi bir görevdir. Mu‘tezilîler, ilk zamanlarda iyiliği emir kötülükten nehiy ilkesiyle daha çok Yahudilik, Hıristiyanlık, Mecusilik, Berahime
gibi dinlere ve Mücessime Müşebbihe, Râfizîlik ve zındıklık gibi mezhep ve
inanç akımlarına karşı İslam’ı savunmuşlardır. Ayrıca toplum içindeki ahlakî
bozuklukları önlemek ve adaleti yaygınlaştırmak amacıyla bu ilkeyi uygulama sahasına koymuşlardır.
Her Müslümanın kolaylıkla kabul edeceği bu prensibi, temel ilkelerinden
saymakla Mu‘tezile, toplum içerisinde sıkı bir denetim mekanizması kurmak
istemiştir. Ne var ki onlar, iyiliği emrediyorum diye kendi prensiplerine karşı
gelenlere şiddetli hücumlarda bulunmuş, kendi görüş ve tevillerini başkalarına zorla kabul ettirmeye çalışmışlardır. Devlet desteğini yanlarına alarak
özellikle halife Me’mun zamanında Kur’an’ın mahluk olduğu iddiasını kabul
etmeyen başta Ahmed b. Hanbel’e olmak üzere hadîs alimlerine yapılan
eziyetler ve işkenceler buna örnektir. Mu‘tezile kendi ilkelerini devlet eliyle
zorla diğer Müslümanlara kabul ettirmeye çalışırken yaptığı sert çıkışlarla
alimler ve halk nezdinde kendi varlığının sonunu hazırlamıştır.
Mu'tezile’nin beş temel esasını sayınız.
Mu‘tezile’de Akıl-Nakil Meselesi
Kelâm mezhepleri içersisinde akla en çok yer veren ekol, Mu‘tezile’dir. Onlar, akla önem verdiğinden dolayı mukallidin yani inandığı şeyin delillerini
bilmeyen birinin imanını geçerli saymaz. Onlar, akıllı bir insanın vahiy
gelmeden önce kendi düşüncesiyle Allah’ın varlığını bulması gerektiğini
söylerler.
76
Mu‘tezile’nin genel karakterinde şu vardır: Özellikle tevhîd ve adâlet
konularında Allah ile ilgili belli prensipler, ilkeler konulur, Kur’an ya da
hadîs metinleri eğer bu ilkelere uyuyor ise aynen bırakılır; uymuyor ise bu
aklî ilkeler çerçevesinde nasslar te’vîl edilir. Bundan dolayı Mu‘tezile kelâmında akıl, te’vîl ve mecaz kavramları çok önemlidir.
Mesela “Allah’ın her yönüyle tek olduğu” ilkesi aklî olarak önceden
konulur. Buradan hareketle Kur’an’da zikredilen Allah’ın sıfatlarının müstakil olarak varlığından söz edilemeyeceğine ulaşılır. Sıfatlar, Allah’ın zatının
ya aynısı ya da zatıyla birlikte olarak kabul edilir. Allah’ın zatına ilave gibi
görülen ilim, irâde, kudret gibi sıfatlar yoktur; zira eğer bunlar kadîm sıfatlar
olacak olursa Allah’ın birliğine ters düşer, iddiasını taşırlar.
Yine “Allah’ın hiçbir şeye benzemediği” ilkesinden hareketle nasslarda
zikredilen Allah’ın eli, yüzü, gelmesi, gülmesi… gibi haberî sıfatları teşbihe
düşmemek için Kur’an’da zikredilen diğer sıfatlara ve dil kurallarına uygun
olarak te’vîl ederler.
Allah Teala’ya isnad edilen el, yüz, gelme, gülme… gibi sıfatlara neden haberî
sıfatlar denmiş olabilir?
Aynı şekilde “Allah’ın mutlak adâlet sahibi olduğu” ilkesi aklî olarak
ortaya konulur. Buradan hareketle Allah’ın adaleti gereği kulların kendi
fiillerinden hesaba çekilebilmeleri için fiillerinin tüm sorumluluğunun
kendilerine ait olması gerekliliği belirtilir. Kur’an’da fiillerin Allah’ın ilmi,
iradesi ve yaratmasıyla olduğunu bildiren ayetler bu aklî ilke merkeze alındığı için tevil edilir.
Sadece kelâmî konularda aklî ilkelerin Kur’an ve Sünnet’i yorumlamada
belirleyici olduğu hususu Kâdî Abdülcebbâr tarafından açıkça belirtilir.
Mu‘tezile’nin ‘aklın nakilden önce geldiği’ iddiası, onların Kur’an’ı
önemsemediği ya da akıl karşısında sıradanlaştırdığı anlamına alınmamalıdır.
Bilakis bu yaklaşım, onların nassları yorumlama metodolojilerinin bir parçasıdır. Onların bu görüşleri Ehl-i Sünnet tarafından tenkit edilmiş ve önemli
tartışma alanlarından birini oluşturmuştur.
Konuyu daha iyi kavramak için İlyas Çelebi’nin, İslâm İnanç Sisteminde
Akılcılık ve Kadı Abdulcebbar, (İstanbul 2002) kitabının; Kamil Güneş’in, Akıl
ve Nass kitabı ile İman ve Yorum adlı kitabının ilgili bölümlerini inceleyiniz.
Nasslardan dolayı ihtilafa düşüldüğü ve ekollerin ayrıştığı bir vakıadır. Ancak,
Kur’an, insanları ihtilafa düşürmek için gelmemiştir. Eğer Kur’an’dan hareket
ederek bir ihtilaf vaki oluyorsa bu, ya bilgi eksikliğinden ya da anlayış
yetmezliğindendir. Sorunun muhataplardan kaynaklandığı bu tür durumların
dışında gerçekten farklı anlamlara izin veren bir metin yapısı varsa orada
anlam ve tefekkür zenginliği vardır. Bu tür durumlar ise Müslümanları
fırkalaştırıcı değildir. Özellikle inanç konularında Kur’an ayetleri son derece
açıktır. Ancak, inançla ilgili yorumlar farklı olabilir, sonradan ortaya çıkan bu
yorumları din ve akîde olarak algılanmamasına dikkat etmelidir.
Mu‘tezile’nin Diğer Görüşleri
1. Mu‘tezile göre katil tarafından öldürülen birisi kendi eceliyle ölmemiştir.
Bilakis ecelinden önce öldürülmüştür.
77
2. Mu‘tezile’ye göre haram yiyecekler rızık değildir. Rızkı Allah verdiğine
göre Allah kötü bir fiili işlemez. Bundan dolayı sadece helal olan yiyecek
ve gıdalar rızık olarak adlandırılabilir.
3. Mu‘tezile Kur’an’a çok vurgu yapar. Onlar itikadî konularda sahih bile
olsa hadîslere güven duymamaktadırlar.
4. Hüsün ve kubuh yani iyi ve kötü olan şeyler vahiy gelmeden akılla bilinir.
5. Mu‘tezile’ye göre evliyanın kerameti diye bir şey yoktur.
6. Sihrin aslı yoktur. Sihir denilen şey sadece göz boyamaktır.
Mu‘tezile ve diğer mezheplerin insanın ölüm anı anlamına gelen ecel ile ilgili
görüşleri için Osman Karadeniz’in Ecel Üzerine (İzmir 1992) adlı kitabını
inceleyiniz.
BASRA VE BAĞDAT MU‘TEZİLESİ
Mu‘tezile, biri Basra diğeri Bağdat olmak üzere iki ana kola ayrılır. Bu iki
ekole mensup âlimler, Mu‘tezile’yi diğer mezheplerden ayıran beş temel
esasta birleşmelerine rağmen bir takım konularda ve ayrıntılarda farklı görüşler ortaya koymuşlardır.
Basra Mu‘tezilesi, Mu‘tezile’nin ilk temsilcilerinin de içinde yer aldığı bir
ekoldür. Bu ekol, siyasi tartışmalardan ve iktidar ilişkilerinden uzak duran bir
anlayışa sahiptir.
Basra ve Bağdat ekollerini birbirinden ayıran en belirgin fark, Bağdat
ekolünün Hz. Ali’ye olan yaklaşımıdır. Onlara göre Hz. Ali, diğer sahabeden
üstündür. Onlar Hz. Ali’nin nesline yakın duran siyasi bir tavır belirlemişlerdir. Nitekim Basra ekolüne mensup Mu‘tezilî âlimlerin önemli bir kısmı o
günlerde iktidarda bulunan Abbasîler ile sorun yaşamazken, Bağdat ekolüne
mensup bazı âlimler, Hz. Ali’nin oğullarını destekledikleri için sıkıntı yaşamışlardır.
Mu‘tezile’nin Basra ekolü, kelâmî meseleleri daha çok teorik biçimde ele
almış, bundan dolayı fikrî mücadele taraftarı olmuş, usûl ve furûda hem akla
hem de vahye birlikte değer vermişlerdir. Bunların amacı daha çok Hz. Peygamber’den intikal eden İslam inancının devamlılığını sağlamak, İslam
inançlarına yöneltilen eleştirileri en iyi biçimde savunmak olmuştur. Onlar bu
düşünceden hareketle felsefeyi dine hizmet eden bir araç olarak görmüşlerdir.
Buna dayanarak da karşılaştıkları farklı din, kültür ve felsefî düşüncelerin
mahiyetine vakıf olmaya çalışmışlardır.
Bağdat ekolü ise daha çok amelî yönü öne çıkaran incelemelerde
bulunmuşlar, mezhebin görüşlerinin devlet eliyle yayılması taraftarı olmuşlar, bundan dolayı yöneticileriyle iyi ilişkiler kurmuşlar, eserlerinde
imamete daha çok vurgu yapmışlardır.
Basra ekolü daha çok Allah’ın sıfatları konusunu, Bağdat ekolü ise varlık
meselesini ele almıştır. Bağdat ekolü, Halife Me’mun’un Bağdat’ta başlattığı
tercümeler sebebiyle Basra ekolüne göre daha fazla Yunan felsefesinin tesirinde kalmıştır.
78
Basra Mu‘tezilesinin önde gelen bazı temsilcileri şunlardır. Vâsıl b. Ata
(ö. 131/748), Amr b. Ubeyd(ö. 144/761), Ebû Bekir el Esamm (ö. 200/816),
Muammer b. Abbad (ö. 215/830), Hişam b. Amr el-Fuvatî (ö. 218/833), İbrahim en-Nazzam (ö. 231/845), Ebü’l-Hüzeyl el-Allaf (ö. 235/849), Abbad b.
Süleyman (ö. 250/864), Câhız (ö. 255/869), Ebû Ali el-Cübbâî (ö. 303/916),
Ebû Haşim el-Cübbâî (ö. 321/933), Kâdî Abdülcebbâr (ö. 415/1025), Ebü’lHüseyin el-Basrî (ö. 436/1044), Zemahşerî (ö. 538/1143).
Bağdat Mu‘tezilesinin önde gelen bazı temsilcileri şunlardır: Bişr b.
Mu’temir (ö. 210/825), Sümâme b. Eşras (ö. 213/828), Ca’fer b. el-Mübeşşir
(ö. 234/849), Cafer b. Harb (ö. 236/851), Ahmed b. Ebî Duâd (ö. 240/854),
Ebû Ca’fer el-İskâfî (ö. 240/854), Ebü’l-Hüseyin el-Hayyât (ö. 300/913),
Ebü’l-Kâsım el-Belhî el-Ka’bî (ö. 319/931).
MU‘TEZİLENİN ÖZELLİKLERİ
Mu‘tezile, sistemini kumuş ilk kelâm mezhebi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Onların İslam inançlarıyla ilgili geliştirdikleri yorum ve izahlar, Ehl-i Sünnet
ile genellikle ihtilaf ve çekişme noktalarını oluştursa da, onların bazı görüşleri özellikle sonra gelen (müteahhirûn) Ehl-i Sünnet alimleri tarafından
benimsenmiştir. Allah’ın eli, yüzü, gelmesi, gülmesi gibi Allah’a isnad edilen
lafızların te’vîl edilmesi gerektiği düşüncesi buna örnektir.
Mu‘tezileyle ilgili şu genellemeleri yapmak mümkündür.
1. Mu‘tezile, Bağdat ve Basra gibi eski medeniyet mensuplarının bulunduğu
çok kültürlü bir ortamda zuhur etmiştir.
2. Mu‘tezile çok kültürlü ortamlarda Müslümanların kafalarını karıştıranlara
ve İslam’ı tenkit edenlere karşı ilk ciddi tepkileri vermiş; muhaliflerine
ikna edici ve ilmî cevaplar sunmuşlardır. Bu konuda onların önemli
eserlerinin olduğu kaydedilmektedir.
3. Mu‘tezilî alimler, daha çok yunan felsefesinin tesirinde kalmışlardır.
Onlar ilme ve felsefeye meraklı, araştırmaya ve düşünmeye hevesli
kültürlü kimselerdir.
4. Mu‘tezile, akılcıdır; akla büyük değer verir. Bundan dolayı bazıları
tarafından “ İslam rasyonalistleri” olarak adlandırılmışlardır. Zira onlar
akla aykırı gördükleri nassları hemen te’vîl etmekte ve akla uygun bir
şekilde tefsir etmektedirler.
5. Mu‘tezile, hürriyetçidir; serbest düşünceye ve insanın irade özgürlüğüne
büyük önem vermektedir. Kendi aralarında pek çok gruba ayrılmış
olmaları bunun bir göstergesidir. Bu özgürlükçü tutumlarına rağmen özellikle Kur’an’ın yaratılmış bir şey olduğuna dair inançlarını diğer mezheplere mensup âlimlere ve halka zorla kabul ettirme girişimleri bir çelişki ve taassup örneği olmuştur.
6. Özelikle ilk Mu‘tezilî alimler, ibadetlerine düşkün ve zahid insanlardır.
7. Mu‘tezile, İslam dünyasında dinî ve tabiî ilimlerin gelişmesine katkıda
bulunmuştur. Onlar dinî ilimlerde akılcılığın, tabiat ilimlerinde deney ve
gözlem metodunun kullanılmasında ön ayak olmuşlardır.
79
8. Mu‘tezilîler Kur’an üzerinde yoğunlaşmışlar, bir konuda naklî delil
getireceklerse bunun Kur’an’dan olmasına itina göstermişlerdir. Bu anlayışlarının bir uzantısı olarak sahih de olsa inanç konularında hadîslere yer
vermemişlerdir. Ayrıca Mu‘tezile mensupları, dirayet tefsirine önem veren ve bunun öncülüğünü yapan kimseler olmuşlardır.
9. Ehl-i Sünnet ile ciddi anlamda ihtilafları olsa da Mu‘tezile, pek çok açıdan Sünni kelâma tesir etmiştir. Kelâm metodunun kullanılmasında, ilahî
sıfatlar, kesb, cüz-i lâ yetecezzâ, te’vîl ve hudûs gibi konuların işlenmesinde Mu‘tezile’nin Ehl-i Sünnet kelâmına tesiri olmuştur.
Özet
Mu‘tezile’nin ortaya çıkışını ve neden bu isimle meşhur olduğunu
açıklayabilmek.
Mu'tezile, büyük günah işleyenlerin ne mü’min ne kâfir olduğunu söyleyerek
Hasan-ı Basrî’nin meclisinden ayrılan Vâsıl b. Ata’nın çıkışıyla başlayan bir
harekettir. Bu ekole Mu‘tezile ismi, Müslümanların genel inanış ve anlayışlarından ayrıldıkları için ilk dönem fıkıh ve hadîs alimleri tarafından haktan
ayrı kalanlar anlamında kendilerine verilmiş; sonradan, mezhep mensupları
kavrama bâtıldan uzak duranlar şeklinnde olumlu bir anlam yükleyerek
Mu‘tezile ismini benimsemişler ve tarihte böylece bilinir olmuşlardır.
Mu‘tezile’nin en önemli iki ilkesi tevhîd ve adaleti tanımlayabilmek.
Tevhîd, Allah’ı zat ve sıfatlarını birlemek anlamına gelir. Bu ilkeden
hareketle masdar manasında ilim, irâde, kudret gibi Allah’ın zatına ilave gibi
görülen sıfatları kabul etmek, bunları kadîm saymak anlamına gelir. Bu sıfatların kadîm sayılması ise, kadîm varlıkların yani ilâhların sayısının çoğaltılmasıdır. Bu da tevhîd ilkesine aykırıdır.
Adâlet ilkesi öncelikle ve özellikle kulların irade hürriyetlerine vurgu
yapar. Buna göre kullar, irade ve fiillerinde tamamen hürdürler. Allah,
kulların fiillerine müdahalede bulunmaz. Kul, fiillerini özgürce kendisi
yaratır. Kula, kudret sıfatını Allah vermiş olsa da kulun, kıyamet gününde
yaptıklarından sorumlu olabilmesi için bu fiillerin Allah tarafından dilenmemesi ve yaratılmaması gerekir. Zira kulun fiillerini hem Allah yaratacak
hem de kendi yarattığı fiillerden dolayı kulunu hesaba çekecek. İşte bu,
Allah’ın adaletine aykırıdır. Adâlet gereği kullar, fiillerinde mutlak özgürlük
sahibidirler.
Mu‘tezilî düşüncenin vardığı sonuçları değerlendirebilmek.
Tevhîd ilkesi gereği Allah hakkında kullanılan Allah’ın eli, yüzü, gelmesi ve
gülmesi gibi ifadeler mecazîdir. Bunlar, te’vîl edilmelidir. Mesela Allah’ın eli
kudreti; yüzü, rızası; gelmesi, emrinin ya da melek kullarının gelmesi; gülmesi ise, rızası şeklinde te’vîl edilir.
Adâlet ilkesi gereği kıyamet günü günahkârlara şefaat olamaz. Zira Allah,
verdiği sözden ve tehdidinden caymaz. Şefaate izin vermekle, sözünden cayma durumunda olamaz.
Allah, adâlet ilkesi gereği kulların menfaat ve faydasına en uygun olanı
yaratmak zorundadır. Aynı ilke gereği kullara güçlerinin yettiğinden başkasını yükleyemez.
Nasslarda gelip de aklî olarak Allah’ın zat, sıfat ve fiillerine aykırı ne
varsa bunlar uygun bir biçimde te’vîl edilirler.
80
Basra ve Bağdat ekollerini ve aralarındaki farklılıkları ayırt edebilmek.
Basra ekolü daha çok teorik konulara önem vermiş, fikrî mücadeleyi öne
çıkarmıştır. Bağdat ekolü ise daha çok pratik ve siyasî mücadeleyi öne çıkarmıştır. Bundan dolayı Bağdat ekolü imamet konusuna daha çok vurgu yapmıştır.
Yunan felsefesinden ve diğer kültürlerden yapılan tercümelerin Bağdat’ta
yoğunlaşması sebebiyle Bağdat ekolü, Basra’ya göre felsefenin tesirinde daha
çok kalmıştır.
Mu‘tezile’nin temel özelliklerini açıklayabilmek.
Mu'tezile, akla oldukça önem vermiş; koydukları aklî ilkeleri Kur’an
yorumunda merkeze alarak te’vîl ve mecazı çok işletmişlerdir.
Kur’an’ı yaptıkları vurgu, sahih de olsa inanç konusunda hadîsleri dikkate
almama düşüncesini de beraberinde getirmiştir.
İslam’ı savunma amacıyla başladıkları felsefe yolculuğunda, zaman
içerisinde hakikati tanıma adına felsefî konulara daha çok dalmışlardır. Başka
bir açıdan bakıldığında ise onların bu tavrı bilimsel düşüncenin gelişmesine
büyük katkı sağlamıştır.
İnsanın özgürlüğüne yaptıkları vurgu, mesela halku’l-Kur’an konusunda
kendi düşüncelerini din diye dayatma çelişkisini beraberinde getirmiş, onların
bu konudaki sert ve şiddet yanlısı tavırları, görüşleri itibariyle kısmen yaşasalar da tarih sahnesinden fiilen çekilmeleriyle sonuçlanmıştır.
Kendimizi Sınayalım
1. Aşağıdakilerden hangisi Ehl-i Sünnet’in Mu‘tezile ismine yüklediği
anlamlardan biridir?
a. Dinden ayrılanlar
b. Dalaletten ayrılanlar
c. Emr-i bi’l-ma’ruftan uzak kalanlar
d. İslam inancını terk edenler
e. Haktan ve çoğunluğun yolundan ayrı kalanlar
2. Aşağıdakilerden hangisi Mu'tezile’nin doğuşunu hazırlayan sebeplerden
biri değildir?
a. Tercüme faaliyetleri
b. Müslümanlar arasındaki ihtilaflara çözüm arayışı
c. Yabancı kültür mensuplarıyla tartışma
d. Mu‘tezile’nin iktidar tutkusu
e. Felsefe merakı
81
3. Aşağıdakilerden hangisi Mu‘tezile’nin esaslarından biri değildir?
a. Adâlet
b. Kebire
c. Tevhîd
d. el-Menzile beyne’l-menzileteyn
e. Va‘d ve va‘îd
4. Mu'tezile’nin adâlet ilkesiyle ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır?
a. Kullar, fiillerinde tamamen özgürdürler.
b. Allah, kulları için en uygun olanı yaratmak zorundadır.
c. Allah, yaptığı işlerde mutlaka hikmeti gözetmelidir.
d. Allah, kullarına güçlerinin yetmeyeceği şeyleri yükleyemez.
e. Allah, kıyamet gününde günahkârlara şefaat edilmesine izin verir.
5. Aşağıdaki hükümlerden hangisi Mu'tezile için geçerli değildir?
a. Akıl, nakilden önce gelir.
b. Güzellik ve çirkinlik eşyanın doğasında vardır, akılla bilinir.
c. Öldürülen kişi eceliyle ölmüştür.
d. Sihrin gerçekliği yoktur.
e. Haram gıdalar rızıktan sayılmaz.
Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı
1. e
Yanıtınız doğru değilse, “Mu‘tezile İsmi Ve Mezhebin Doğuşu”
konusunu yeniden okuyunuz.
2. d
Yanıtınız doğru değilse, “Mu'tezile’nin Doğuşunu Hazırlayan
Sebepler” konusunu yeniden okuyunuz.
3. b
Yanıtınız doğru değilse, “Mu'tezile’nin Beş Temel İlkesi”
konusunu yeniden okuyunuz.
4. e
Yanıtınız doğru değilse, “Adâlet” konusunu yeniden okuyunuz.
5. c
Yanıtınız farklıysa “Mu'tezile’de Akıl-Nakil Meselesi” ve
“Mu'tezile’nin Diğer Görüşleri” konularını yeniden okuyunuz.
82
Sıra Sizde Yanıt Anahtarı
Sıra Sizde 1
Büyük günah meselesinde eğer diğer insanlar hataya düşmüşler idiyse
bunlara doğru olanın hatırlatılması gerekmektedir. Aynı şekilde büyük günahın tevbe edilmediği takdirde ebedi cehenneme düşüren bir durum olduğu
insanlara mutlaka hatırlatılmalıdır.
Sıra Sizde 2
Mu'tezile, va‘d ve va‘îd prensibiyle toplumsal düzenin sağlanmasını, ahirette
ne ile karşılaşacağını bilen insanlara davranışlarını kontrol etme imkanı sağlamış olduklarını, hem bireysel hem toplumsal erdemlilik için ahiret düşüncesini ve inancını etkin hale getirmeyi amaçlamış olabilirler.
Sıra Sizde 3
Kelime anlamı itibariyle taze hurmanın kabuğunu yarıp dışarı çıkması; birinin belirli bir sınırı aşması, yuvasından çıkması gibi anlamlara gelen ve İslam
öncesi Arapçada daha çok bitki ve hayvanlar hakkında kullanılan söz konusu
fısk kavramı İslam’ın gelişi ile birlikte hak yoldan ayrılma, Allah'ın emirlerine itaatsizlik etme manalarıyla anlam genişlemesine uğramıştır.
Mu‘tezile, büyük günah işleyip de tevbe etmeyenleri mümin saymayarak
kavrama farklı bir anlam yüklerken Ehl-i Sünnet, bu kelimenin Kur’an’da
imandan çıkanlar hakkında kullanıldığı gibi ameli terk ederek itaatten çıkanlar hakkında da kullanıldığını söylemektedir.
Kur’an'da fısk (çoğulu füsûk) kelimesinin geçtiği bazı ayetlerde
müslümanların muhatap alınarak fısk kavramıyla meyte. kan, domuz eti ve
Allah'tan başkası adına kesilen hayvanların etini yemek, fal oklarıyla kısmet
aramak, borç ilişkilerinde karşı tarafa zarar vermek, Hz. Peygamber'e itaatsizlikte bulunmak, müminlerle alay etmek ve onlara kötü lakap takmak gibi
küfür ve şirk dışında kalan büyük günahların işlenmesinin, dinin emir ve
yasaklarına aykırı davranılmasının kastedildiği görülür.
Hadîslerde ve sahabe sözlerinde de geçen fısk ve fâsık kelimeleri genelde
salih ameli ve itaati terk anlamında kullanılmış, meselâ Müslümana sövmenin
fısk olduğu ifade edilirken bu anlam kastedilmiştir.
Fıskın, Kur'an ve Sünnet'teki bu geniş, kısmen de izafî ve takdirî anlam
genişliği, Ehl-i Sünnet kelâm terminolojisine de yansımıştır. Ehl-i Sünnet
kavramsallaştırmasına göre Müslümanlar arasında birisine fâsık denildiğinde
bu kişinin imandan çıktığı kastedilmez.
Sıra Sizde 4
1. Tevhîd, 2. Adâlet, 3. Va‘d ve va‘îd, 4. el-Emru bi’l-ma’ruf ve’n-nehyu
ani’l-münker, 5. el-Menzile beyne’l-menzileteyn.
83
Sıra Sizde 5
Zira insanlara ait bu tür nitelendirmeler, habere, vahye, Hz. Peygamber’den
gelen bir rivayete dayanmadıkça Allah hakkında kullanılamaz. Bu tür nitelendirmeler ancak Kur'an ya da hadîs gibi haberî bir yolla bilindiği için Allah’ın
eli, yüzü, gelmesi, gülmesi vb. ifadelere haberî sıfatlar denilmiştir. Selef alimleri bunları te’vîl etmezken Mu‘tezile ve Ehl-i Sünnet’in özelikle Gazzâlî ve
sonrası alimleri te’vîl yolunu benimsemişlerdir.
Yararlanılan Kaynaklar
Erdemci, C, (2009), Kelâm İlmine Giriş, İstanbul: Ensar Neşriyat.
Gölcük, Ş.-Toprak, S, (1988), Kelâm, Konya: Selçuk Üniversitesi Yayınları.
Güneş, K, (2003), Akıl ve Nass, İstanbul: İnsan Yayınları.
Işık, K, (1967), Mu‘tezile’nin Doğuşu ve Kelâmî Görüşleri, Ankara:
Ankara İlahiyat Yayınları.
Kâdî Abdülcebbâr, (1986), Fadlü’l-i’tizâl ve tabakâtü’l-Mu‘tezile, Tunus.
Uludağ, S, (1992), İslâm’da İnanç Konuları ve İ’tikâdî Mezhebler,
İstanbul: Marifet Yayınları.
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), (1988-2009).
“Mu‘tezile” mad.
84
85
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
•
Ehl-i Sünnet kavramını tanımlayabilecek,
•
Ehl-i Sünneti meydana getiren ekolleri değerlendirebilecek,
•
Eş‘arîliğin ve Mâtürîdîliğin tarihî gelişimlerini ve kelâmî görüşlerini
açıklayabilecek,
•
Eş‘arîlik ile Mâtürîdîliğin birbirleriyle örtüşen ve ayrılan yönlerini ayırt
edebileceksiniz.
Anahtar Kavramlar
•
Ehl-i Sünnet- Eş‘arîlik- Mâtürîdîlik
•
Ehl-i Hadîs-Ehl-i Rey
•
Ulûhiyet-nübüvvet-âhiret
•
Kesb- istitâat
•
Büyük günah (el-murtekibu’l-kebîra)
Öneriler
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce;
•
Metin içerisinde tanımı verilmeyen sözcükler için Bekir Topaloğlu-İlyas
Çelebi’nin Kelâm Terimleri Sözlüğü’ne başvurunuz.
•
Ehl-i Sünnet kelâmını daha iyi değerlendirebilmek için Türkiye Diyanet
Vakfı (DİA) İslam Ansiklopedisinden “Ehl-i Sünnet”, “Mâtürîdîlik” ve
“Eş‘arîlik” maddelerini inceleyiniz.
86
Ehl-i Sünnet Kelâmı
GİRİŞ
İslam düşünce tarihinde ‘Ehlü’s-sünnet ve’l-cemâat’ terkibinin ne zaman ortaya çıktığı, sünnet ve cemâat kavramlarıyla neyin kastedildiği ve buna kimlerin dâhil olduğu konusunda farklı görüşler ortaya atılmıştır. Kimileri Eş‘arî
öncesi dönemde kullanılan Ehl-i sünnet ifadesinin yalnızca Ashâbü’l-hadîs’i
kapsadığını söylerken, kimleri ise Ashâbü’l-hadîs ile birlikte Ehl-i rey taraftarlarının da bunun içinde yer aldığını söylemişlerdir.
Bağdâdî Ehl-i sünnet içinde yer alan grupların sekiz, İbn Hazm beş, İsferâyînî ise iki olduğunu söylemiştir. Bu durum Eş‘arî öncesi dönemde Ehl-i
sünnet terkibiyle kimlerin kastedildiği konusunda bir ihtilafın olduğunu ortaya koymaktadır. Dolayısıyla Eş‘arî öncesi dönemde söz konusu terkiple kimlerin kastedildiğini tespit edebilmek için öncelikle bu kavramların ne ifade
ettiklerini, ne zaman ortaya çıktıklarını ve bu kavramlarla ne anlatılmak
istendiğini ortaya koymak gerekir.
EHL-İ SÜNNET KAVRAMI
Ehl-i sünnet terkibinde yer alan ehl kelimesi nisbet ifade eder. Ehl-i sünnet,
‘sünnet ehli’, ‘sünnete mensup olanlar’ gibi anlamlara gelir. Sünnet kelimesi
ise sözlük anlamı itibariyle; yol, gidiş, tarz, üslup, adet ve davranış gibi
anlamları ihtiva eder. Kur’ânı-kerimde geçen sünnetü’l-evvelîn (öncekilerin
sünneti) (Fâtır, 35/43) ifadesi ‘geçmiş kavimlerin tuttukları yol, karşılaştıkları
muamele’ anlamına gelmektedir. Sünnet kavramı sünnetullâh biçiminde Allah’a nisbet edildiğinde ‘Allah’ın hükümleri, emir ve yasakları’ yani O’nun
muamele şekli ve değişmez kanunu anlaşılır. Sünnetü’n-nebî derken de
‘Peygamberin takip ettiği yol’ kastedilir. Buna göre Ehl-i sünnet, peygamberin yolunu ve onun dini anlama ve uygulama biçimini takip edenler anlamına gelmiş olmaktadır.
Bu terkibe bazen Ehlü’s-sünne ve’l-cemâa’ şeklinde cemâat kavramı da
ilave edilir. Bunun anlamı bir araya getirilmiş, toplanmış şeydir. Istılahta ise
ümmetin siyasi birliği, bütünlüğü, Müslümanların çoğunluğu anlamındadır.
Esasen siyasî bir kavram olan cemâat kavramı ilk dönemlerde tek bir halife
ya da başkan etrafında bir araya gelen bütün Müslümanları, çoğunluğu veya
çoğulcu siyasi-toplumsal yapıyı (es-sevâdu’l-a’zam) ifade etmek için kullanılmıştır.
87
Ehl-i sünnet kavramıyla kastedilenlerin kimler olduğu konusunda birbirinden farklı görüşler mevcuttur.
Yukarıda da ifade edildiği gibi kimi araştırmacılar Eş‘arî öncesi dönemde
kullanılan Ehl-i sünnet kavramıyla kastedilenin Ashâbü’l-hadîs olduğunu iddia etmişlerdir. Kimi araştırmacılar ise Ashâbü’l-hadîsin bu dönemde Ehl-i
sünnet şemsiyesi içerisinde yer alan guruplardan biri olduğunu, hatta bunlara
müşebbihe, haşeviyye gibi yerici sıfatların verildiğini ifade ederek Ehl-i
sünneti Ashâbü’l-hadîs ile özdeşleştirmenin büyük bir yanılgı olduğunu ileri
sürmüşlerdir. Aynı şekilde Ehl-i sünnet kavramıyla Eş‘arî öncesi selefin
kastedildiğini iddia edenler olduğu gibi, Eş‘arî öncesi fırak kitaplarında
‘selef’ olarak bilinen bir guruba rastlanmadığı için Ehl-i sünneti selef olarak
tanımlamanın doğru olmadığını ifade edenler de olmuştur. Dolayısıyla Ehl-i
sünnet kavramının Eş‘arî-Mâtürîdî öncesi dönemde kimleri kapsadığı, net
değildir.
Bağdadî mezhepleri tasnif ettiği el-Fark beyne’l- fırak adlı eserinde Ehl-i
sünnet olarak nitelendirilen sekiz guruptan bahseder. Bağdadî’nin tasnifi
şöyledir.
1. Allah’ı yaratılmışlara benzetmek anlamına gelen teşbih ile ilahî sıfatları
yok sayma anlamına gelen ta’tîl anlayışından uzak durup Rafizîler, Hâricîler, Cehmiye, Neccâriye ve diğer bidat fırkalarının dışında kalan kelâmcılar.
2. Ehl-i rey ve Ehl-i hadîs’e mensup olan ve selef itikâdı üzere bulunan İmam
Malik (ö. 179/795), Şafiî (v. 204/819), Evza’î (ö. 157/773), Sevrî (v.
161/777), Ebû Hanîfe (ö. 150/767) İbn Ebi Leyla (ö. 148/765) Ahmed b.
Hanbel (ö. 241/855), Davud ez- Zahirî (ö. 270/883) gibi fakîhler.
3. Ehl-i bid’atın inançlarına meyletmeyen muhaddisler.
4. Ehl-i bid’ata meyletmeyen sarf, nahiv, lügat ve edebiyat âlimleri.
5. Kur’ân’ı Ehl-i sünnetin anlayışına uygun olarak anlayan müfessirler ve kıraat âlimleri.
6. Benimsedikleri prensipleri şeriata ters düşmeyen sufiyye.
7. Ehl-i sünnet itikadı üzere bulunan cihad ehli.
8. Ehl-i sünnet akidesinin yayıldığı memleket ahalisi.
İbn Hazm ise Ehl-i sünnet adı altında şu beş guruba yer verir. 1. Sahabe 2.
Onların yolundan giden seçkin tabiun nesli 3. Ashâbü’l-hadîs 4. Onlara tabi
olan fakihler. 5. Nesil nesil günümüze kadar onları takip eden, yollarını izleyen yeryüzünün doğusunda ve batısında bulunan Müslümanlar. İsferâyini de
bunları Ehl-i hadîs ve Ehl-i rey olarak belirtir.
Yukarıdaki izahlar dikkate alındığında birbirlerinden farklı kesimlerin
kendilerini Ehl-i sünnet’e nisbet etikleri görülmektedir. Dolayısıyla bu dönemde Ehl-i sünnet kavramı şemsiye bir kavram konumundadır. Öyle görünüyor ki Ehl-i sünnet kavramı Eş‘arî-Mâtürîdî öncesi dönemde Ehl-i rey
taraftarları başta olmak üzere Ashâbu’l-hadîs ve daha başka birçok gurubu
içine alan bir kavramdır. Nassları anlama ve inanç esaslarını temellendirme
noktasında hem metot hem de bakış açısı yönünden aynı gurup içinde
88
değerlendirilmeleri mümkün olmayan birçok gurubun bu kavramın içinde yer
aldığı görülmektedir. Bu da bu gurupları bir araya getiren ve onların Ehl-i
Sünnet kavramı ile nitelendirilmelerini sağlayan şeyin belli bazı inançlar,
temel esaslar olduğunu ortaya koymaktadır. İsferayinî’nin söylediği “Ehl-i
sünnet kavramı Râfizîler, Hâricîler ve Kaderîleri red konusunda ittifak
edenleri ifade eder” sözü Ehl-i sünneti meydana getiren, onları bir araya
toplayan hususların ne olduğunu açık bir şekilde açığa çıkarmaktadır. Ayrıca
Ehl-i Sünnet başlangıçta camaati yani Müslümanların çoğunluğunu temsil
eden bir anlayış olarak itidal, arabuluculuk, birleştirme, toplumsal dayanışma,
İslam toplumunun bütünlüğünü tehdit eden unsurlara karşı olma gibi bir
misyonla ortaya çıktı. Bu misyonun en belirgin özelliği İslam toplumunun
birlik ve bütünlüğünü korumak ve bunu yıkmaya yönelen oluşumlara karşı
olmak şeklinde izah edilebilir.
Bu ekolün bütünleşmeyi, farklılıklara rağmen bir arada olmayı sağlayan
iki önemli ilkeye sahip olduğu görülmektedir. Bu ilkelerden biri büyük günah
işleyen kimsenin tekfir edilmemesidir. Bu husus İslam toplumunda özellikle
fetih hareketleriyle birlikte İslam toplumuna dahil olan ve bilerek veya
bilmeyerek İslam’a aykırı düşünce ve davranışlar sergileyen kesimlerin bu
sayede İslam toplumundan dışlanmaları, ötekileştirilmeleri tehlikesini ortadan kaldırmıştır. Bu misyonu mümkün kılan ikinci esas ise ehl-i kıblenin
tekfir edilmemesidir. Bu da bir önceki ilkeyle sıkı ilişkisi olan bir prensiptir.
Bu prensip de tekfir edilme korkusu yaşamadan farklı düşünceler ve eylemler
geliştirmeye imkan tanımıştır. Yukarıda saydığımız prensipler Ehl-i sünnet
ekolünün İslam toplumunu birleştirme, ayrılığı ortadan kaldırma, hoşgörü ve
diyalog ortamı oluşturma hedeflerine hizmet etmiştir.
Ehl-i sünnet kendini fırka-i naciye yani kurtuluşa eren fırka olarak
görünce kendi dışında kalan, kendisi gibi düşünmeyen gurupları, anlayışları
kurtuluşa eremeyen dolayısıyla fırak-ı dall yani sapmış, haktan ayrılmış kimseler olarak gördü. Bu dışlayıcı ve ötekileştirici anlayış bid’at ehli, ehl-i ehvâ
gibi yerici tanımlamaları beraberinde getirmiştir. Bu anlayış belli bir süreç
içerisinde olmuştur. Nitekim Abbasiler döneminde Halku’l-Kur’ân meselesinin mihneye dönüştürülmesi ve o dönem Ashâbü’l-hadîs’in önde gelen
isimlerinden biri olan Ahmed b. Hanbel’in yapılan işkencelere rağmen iktidarın söylemine teslim olmaması sonrasında kazandığı karizma, Ashâbü’lhadîsin toplumda güç kazanmasına ve Ehl-i sünnet’i temsil eden tek fırkaymış gibi algılanmasına yol açtı. Bu dönemde Ehl-i sünnet şemsiyesi altında
yer alan Ehl-i rey, Mürcie ve zühd eğilimli yapılanmaların Ehl-i Sünnet ekolü
içersindeki rolleri sönük kaldı.
Mihne olayını sona erdiren ve Mutezilileri görevden alıp yerlerine
Ashâbü’l-hadîs’ten kimselerin atandığı halife Mütevekkil ve Emin
dönemlerinde güçlerine güç katıldı. Sahip oldukları güç onları öyle bir
konuma yükseltti ki kendileri gibi Ashâbü’l-hadîs gurubu içerisinde yer alan
kimseler bile farklı görüş belirttiklerinde dışlanmaktan kurtulamadılar. Bu
dönemde hiçbir titizlik ve özen gösterilmeden hadis adı altında kanaat ve
uydurma sözlerin halk arasında dolaştığı ve bu tür hususlara rağbet edildiği,
bu anlamda dinin temel esasları ile bağdaştırılması mümkün olmayan tanrı
tasavvurları, inançlar, bidat ve hurafelerin yayıldığı gözlenmektedir. Ahmed
b. Hanbel, genel olarak ilâhî sıfatların ispatı ve haberî olanlarının tevile tâbi
tutulmaması, Kur’ân’ın ezelî oluşu ve rü’yetullah gibi konular üzerinde
durmuş, inanç esaslarının naslardan hareketle belirlenmesi gerektiğini
savunmuş, böylece itikatta naklî delilleri hâkim kılmaya çalışmıştı.
89
Ne var ki nassa ve lafza bağlılıkla ön plana çıkan bu anlayış, Mu‘tezile ve
diğer düşünce akımları ile düşünsel anlamda mücadele edecek mekanizmalardan ve yöntemlerden yoksundu. Bunun yanı sıra tercüme hareketleri ile
birlikte İslam toplumunda yaygın bir hal kazanan felsefi tartışmalar ve
fethedilen ülkelerin farklı din, düşünce ve kültüre sahip kesimleri ile sadece
Ashâbü’l-hadîsin nassa ve lafza bağlılık olarak özetlenebilecek yöntemleri ile
mücadele etmek kolay değildi. Ashâbü’l-hadîs bu dönemde hem dışarıdan İslam’a yöneltilen eleştirilere hem de İslam toplumu içerisinde yer alıp Ashâbü’l-hadîse eleştiriler yönelten kesimlere cevap vermek durumundaydı. Salt
nassa dayanarak karşı tarafın ikna edilmesi mümkün görünmemekteydi. İşte
bu dönemde Ehl-i sünnet şemsiyesi altında yer alan ve Ehl-i sünnetin sahip
olduğu inanç ve düşünceleri akılla temellendirmeye çalışan bir kesim ortaya
çıktı.
İbn Küllâb (ö.240/853), Kalânisî (ö.255/869) ve Muhâsibî’nin (ö.243/856) öncülük ettiği bu kesim, Ehl-i sünnetin itikadını kelâmi argümanlar
kullanarak ortaya koymaya çalışmışlardır. Bu çalışmalar daha sonra Ehl-i
sünnet kelâmı denildiğinde akla gelen Eş‘arî ve Mâtürîdî kelâm ekollerine
zemin hazırlamıştır. Bunda dolayı İbn Küllâb, Kalânisî ve Muhâsibî, Sünnî
kelâmın öncüleri olarak görülmüşlerdir.
Ehl-i Sünnet kavarmının anlam alanını daha iyi tespit etmek için Mevlüt
Özler’in Ehl-i Sünnet-Ehl-i Bid’at adlı kitabı ile Muammer Esen’in Ehl-i Sünnet
Kavramının Oluşum ve Gelişim Süreci adlı eserini inceleyiniz.
Ehl-i Sünnet Ekollerinin Temel Görüşleri
Yukarıda da ifade edildiği gibi Ehl-i sünnet kavramı Eş‘arî-Mâtürîdî öncesi
dönemde Ehl-i rey taraftarları başta olmak üzere Ashâbu’l-hadîs ve daha
başka birçok gurubu içine alan bir kavramdır. Nassları anlama ve inanç esaslarını temellendirme noktasında hem metot hem de bakış açısı yönünden aynı
gurup içinde değerlendirilmeleri mümkün olmayan birçok gurup bu kavramın
içinde yer almıştır. Bu gurupları bir araya getiren ve onların Ehl-i Sünnet
kavramı ile nitelendirilmelerini sağlayan şeyin belli bazı inançlar, temel
esaslar olduğu görülmektedir. İsferayinî’nin söylediği “Ehl-i sünnet kavramı
Râfizîler, Hâricîler ve Kaderîleri red konusunda ittifak edenleri ifade eder”
sözü Ehl-i sünneti meydana getiren, onları bir araya toplayan hususların ne
olduğunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Ehl-i sünnet, Râfizîleri reddetmekle imamet konusunda, Kaderîleri reddetmekle kader ve insan fiilleri
konusunda, Hâricîleri reddetmekle de büyük günah meselesinde bu guruplardan kendisini ayrıştırmıştır. Öyleyse bunları sırasıyla izah etmek uygun
olacaktır.
İmâmet
İmamet olarak ifade edilen ve Hz. Peygamberden sonra kimin ve kimlerin
devlet başkanı olması gerektiği ve olabileceği sorunu etrafında gelişen bu
tartışmada genel anlamda iki temel görüş ortaya çıkmıştır.
1. İmametin nass ve ittifakla olması esasını benimseyen mezhepler. Ehl-i
sünnet, Hâricîler, ve Mu‘tezile bu görüşü paylaşan mezhepler olarak ön
plana çıkmaktadırlar. Bunlar İmamın Kureyşten olması veya olmaması
konusunda kendi aralarında ihtilaf etmişlerdir. Ehl-i sünnet imamın
Kueryşten olmasını şart koşarken, Hâricîler ve Mu‘tezile halifenin Ku-
90
reyşten olmasını şart koşmamışlardır. Bu mezhepler imametin nass ve tayinle olmadığı konusunda ittifak etmişlerdir. Ehl-i sünnet, tarihte vuku
bulan olguyu esas alarak ilk dört halifenin hilâfetini meşru görmüş ve üstünlük sırasını da buna göre belirlemiştir.
2. İmametin nas ve tayinle olduğunu iddia edenler. Şia ve revafız olarak ifade
edilen Hz. Ali ve çocuklarının nassla tayin edildiklerini söyleyenlerin
oluşturduğu mezheptir.
Hilâfetin Hz. Ali ve çocuklarına tahsis edilmesi ve ilk üç halifenin hilâfetinin tartışmalı hale getirilmesi konusunda Ehl-i sünnet, Şia’dan ayrılmıştır.
Daha doğru bir ifadeyle Şia süre giden ümmet anlayışından ayrılmış ve cemaatın dışına düşmüştür.
Büyük Günah
Büyük günah (el- Murtekibu’l- kebîre) meselesi özellikle Cemel ve Sıffîn
savaşlarında Müslüman toplumu oluşturan bireylerin birbirilerini öldürmeleri
sonrasında ortaya çıkan bir problemdir. Kur’ân- kerimde kasten adam
öldürmenin cezasının ebedi cehennem olduğu belirtilmektedir. Dolayısıyla bu
savaşlarda birbirilerini öldüren Müslümanlar cezası cehennem olan bir büyük
günah işlemiş olmaktadırlar.
Hâricîler bu noktada hem savaşlarda birbirlerini öldüren Müslümanların
hem de hakem olayına karışanların büyük günah işlediklerinden kafir olduklarını söylemişlerdir. Bu düşünceden hareketle ister öldürme olsun isterse
başka bir günah olsun büyük günah işleyen kimsenin küfre girdiğini ve ona
Müslüman hukukunun uygulanamayacağını iddia etmişlerdir. Bu konuda
kendi aralarında da fırkalara ayrılmışlardır. Fakat büyük günah işleyen
kimsenin kafir olduğu konusunda ittifak etmişlerdir.
Mu‘tezile ekolü bu konuda el-menziletu beyne’l- menzileteyn görüşünü
savunurken Ehl-i sünnet bir bütün olarak büyük günah işleyen kimsenin kafir
değil, günahkar Müslüman olduğunu bu dünyada işlediği günahtan dolayı
kendisine kafir muamelesi yapılamayacağını söylemişlerdir. Onlara göre âhiretteki durumu da Allah’a kalmıştır; Allah dilerse onu affer dilerse de yaptığı
günahın karşılığı olarak onu cezalandırır.
Ehl-i sünnet şemsiyesi altında birleşen ekoller bu konuda ittifak içinde
olmuşlar ve büyük günah işleyen kimsenin kâfir olduğu iddiasında olan Hâricîleri bu görüşlerinden dolayı reddetmişlerdir. Onları, sahabenin genel
telakkisinin dışında fikirlere sahip olmaları dolayısıyla cemaatin dışına çıkmakla itham etmişlerdir.
Kader ve İnsanın Özgürlüğü
Ehli sünnet şemsiyesi altında toplanan gurupları bir araya getiren diğer bir
husus da yukarıda ifade dildiği şekliyle kader konusudur. Bilindiği gibi Kelâm ilminin temel problemlerinden birini kader konusu oluşturur. Bu konu,
insanın hürriyeti, insanın fiillerinin yaratılması, hidayet-dalalet ve bunların
Allah’ın ilmi, iradesi, kudreti ve adaleti ile ilişkisi bağlamında tartışılmıştır.
Kader konusu, esas itibariyle insani bir problemdir ve insanın olduğu her yerde var olagelmiştir.
91
Bu konu her ne kadar Hz. Ömer ve Hz. Ali’nin hilâfet dönemlerinde
gündeme geldiyse de ayrışmaları beraberinde getirecek bir seviyede olmamıştır. Bu konunun Müslüman toplumu birbirinden ayrıştıracak şekilde fırkalara bölmesi Emevîler dönemine denk gelmektedir. Hasan el-Basri, Ömer
b.Abdülaziz ve Ğaylân ed-Dımeşkî gibi alimlerin yazdıkları kadere ilişkin
risalelerin Emevîlerin iktidar dönemine denk gelmesi, bu dönemde bilinçli bir
şekilde bu konunun gündeme getirildiğini düşündürmektedir.
Ehl-i sünnet içerisinde değerlendirilen Ebû Hanîfe, Ömer b. Abdülaziz,
Hasan el-Basri gibi zatlar kaderi kabul etme noktasında ortak bir görüşlerinden bahsedilebilse de, kaderi anlama biçimleri farklıdır. Nitekim Hasan
el-Basri, ‘kaderi inkâr eden kâfirdir, fakat günahını Allah’a yükleyen de
zalimdir’, derken, Ömer b. Abdülaziz insana hiçbir şekilde hüriyyet tanımayan bir kader anlayışını dile getirmiştir. Ona göre Allah’ın ilmi tenfiz edicidir. Yani Allah’ın bir şeyi bilmesi o şeyin meydana gelmesini zorunlu kılar.
Ebû Hanîfe ise Allah’ın ilminin tavsifi olduğunu ve Allah’ın bir şeyi bilmesinin o şeyin meydana gelmesini zorunlu kılmayacağını ifade etmiştir. Öyleyse Eş‘arî-Mâtürîdî öncesi dönemde Ehl-i sünnet şemsiyesi altında birleşen
guruplar kaderin inkâr edilemeyeceği noktasında itifak içinde olmuşlardır,
fakat kaderi anlama biçimleri birbirinden farklıdır, denilebilir.
Ehl-i sünneti meydana getiren Ehl-i Hadîs ile Ehl-i Rey’in amel –inanç
konularına yaklaşımları nasıldır? Farklı yönlerini yazınız.
MÂTÜRÎDÎLİK
Ebû Mansûr el- Mâtürîdî’ye (ö.333/794) nisbet edilen kelâmî düşüncenin
adıdır. Mâtürîdîlik, Eş‘arîlik ile birlikte Sünnî kelâm ekolünü temsil etmektedir. Hanefîlik ile olan yakın ilişkisi dolayısıyla da zaman zaman kaynaklarda Hanefîlik-Mâtürîdîlik şeklinde yer almıştır.
Mâtürîdîliğin Tarihî Gelişimi
Mâtürîdîlik, dönemin hilâfet merkezi olan Bağdat’ın nispeten uzağında
Mâverâünnehir bölgesinin Semerkant kentinde ortaya çıkmıştır. Semerkant,
Buhara ile birlikte IV./X. ve V./XI. yüzyıllarda ilim merkezi idi. Mezhebin
önderi Mâtürîdî, Hanefî anlayışın hakim olduğu Semerkant medreselerinde
eğitim görmüş ve zihni bu doğrultuda şekillenmiştir. Mâtürîdî ekolün önemli
temsilcilerinden olan Ebü’l-Muîn en-Nesefî, Ebû Hanîfe’yi bu düşüncenin en
büyük önderi Ebû Mansûr el-Mâtürîdî’yi de Ebû Hanîfe’nin görüşlerini en iyi
bilen kişi olarak zikretmiştir. İki mezhebin bu iç içeliği dolaysıyla kimileri
Mâtürîdîliği Hanefîliğin bir devamı veya geliştirilmiş şekli olarak görmek
istemişlerdir. Her ne kadar Hanefîlik ile Mâtürîdîlik arasında sıkı bir ilişkinin
varlığından bahsetmek mümkün olsa da, bu iki mezhebi aynileştirmek
mümkün görünmemektedir. Zira Mâtürîdîlik, Ebû Hanîfe’nin görüşlerinden
esinlenerek ve ondan etkilenerek ortaya çıkmış olmakla birlikte, Hanefîlikte
olmayan bazı görüşlere yer vermesi ve olaylara yaklaşım biçimi dolayısıyla
farklı bir yerde durmaktadır.
Öte yandan Ebû Hanîfe’nin hasımları tarafından Mürcie mezhebine nispet
edilmesi dolayısıyla Mâtürîdîlik, Mürcie ile de ilişkilendirilmek istenmiştir.
Ne var ki imanın tanımı ve büyük günah meselesinde Mâtürîdîlik ile Mürcie
arasında benzerlikler varsa da iki düşünceyi aynileştirmeyi engelleyen hususlar da mevcuttur. Her şeyden önce Mürcie denilenlerin kelâm ilminin temel
92
konularını oluşturan ulûhiyet, nübüvvet ve âhiret ahvâliyle ilgili kapsamlı bir
teori ortaya koyduklarına dair bir bilgi söz konusu değildir. Oysa
Mâtürîdîlikte kelâm ilminin sahasına giren bütün konulara ilişkin görüşler
sistematik olarak serdedilmiştir. Bundan dolayı Mâtürîdîliği Mürcie’nin
Maveraünnehir’deki versiyonu olarak görmek doğru bir yaklaşım değildir.
Hanefîliğin bu bölgeye gelmesi ve yayılması Ebû Hanîfe’nin öğrencilerinden Ebû Yûsuf’un Bağdat başkadılığı dönemine rastlamaktadır. Bir
başkadı olarak Ebû Yûsuf Horasan ve Mâverâünnehir bölgelerine Hanefî düşünceyi benimsemiş kadılar göndermiş, onların gayretleriyle kısa sürede
Hanefîlik bölgenin en güçlü mezhebi haline gelmişti. İmam Mâtürîdî de işte
böyle bir ortamda Hanefî anlayışın hakim olduğu medreselerde eğitimini
tamamlamıştı.
Mâtürîdîlik Ebû Mansûr el-Mâtürîdî ile başlayan; onun yöntemini ve
itikâdî konulara yaklaşımını benimseyen öğrencileri ve taraftarları vasıtasıyla
geliştirilmiştir. Onların bu çabaları ve gayretleri İmâm Mâtürîdî’nin görüşlerinin vefatından yaklaşık bir asır gibi uzun bir zaman diliminde ekolleşmesini sağlamıştır .
Yukarıda ifade edildiği gibi Mâtürîdîliğin gelişip bir ekol düzeyine
çıkmasında Mâtürîdî’nin öğrencilerinin ve taraftarlarının katkısı olmuştur.
Bunların en önemlilerinden biri kuşkusuz es-Sevâdu’l-a’zam adlı risalenin
sahibi olan Hakîm es-Semerkandî’dir (ö. 342/953). Hakîm es-Semerkandî,
Mâtürîdî’nin ders arkadaşlarından biri olmasına rağmen Mâtürîdî’den önemli
ölçüde etkilenmiş ve onu üstat olarak benimsemiştir. Mâtürîdîliğe büyük katkı sağlayanlardan biri de Hakîm es-Semerkandî ve Mâtürîdî’nin hocalığını
yapmış olan Ebû Nasr el-İyâzî’nin (ö. 277/ 890) oğulları Ebû Ahmed el-İyâzî
ile Ebû Bekir el- İyâzî’dir. Bu iki alim de Mâtürîdî ile birlikte babaları Ebû
Nasr el-İyâzî’nin ders halkasında yetişmişlerdir. Ebû’l-Muin en-Nesefî’nin
aktardığına göre Ebû Nasr el-İyazî, Mâtürîdî düzeyinde kırk (40) kadar âlim
yetiştirmiş ve bu alimler Hanefî anlayışı yaymaya gayret göstermişlerdir.
Bunların bir kısmı İmâm Mâtürîdî’nin ders arkadaşları olmalarına rağmen
ondan etkilenmiş, Mâtürîdî’nin görüşlerinin yayılmasında ve başkalarına
aktarılmasında etkin rol oynamışlardır.
Mâtürîdîliğin gelişmesinde katkısından bahsedilen âlimlerden biri de
İmam Mâtürîdî’nin öğrencilerinden biri olan Rüstüfağnî’dir (ö.345/956).
Rüstüfağnî İrşâdu’l- muhtedî adlı eserinde hocası Mâtürîdî’nin görüşlerini
paylaştığını ifade etmiştir.
Gerek Mâtürîdî’nin Kitâbu’t-tevhîd ve Tevilâtu’l-Kur’ân gibi kendi yazdıkları gerekse öğrencilerinin yazdıkları eserler ve yetiştirdikleri öğrenciler
Maveraünnehir bölgesinde Mâtürîdî’nin görüşlerinin yayılmasında ve tanınmasında etkili olmuşlardır. Fakat Mâtürîdîliğin bir ekol olarak tanınması çok
daha sonraki bir döneme neredeyse Mâtürîdî’den bir asır sonrasına denk gelmektedir.
Mâtürîdîliğin gelişmesinde ve ekolleşmesinde önemli katkıları olan
isimlerden biri de Ebû’l-Yüsr el-Pezdevî’dir (ö. 390/1000). Pezdevî her ne
kadar Mâtürîdî’nin eserlerinde kullandığı üslup ve ifade biçimine yönelik
eleştirilerde bulunmuş olsa da Usûlü’d-dîn adlı eseri ile Mâtürîdî ekolünün
gelişmesinde önemli katkılarda bulunmuştur.
Kelâm İlmi ile ilgili yeni araştırma ve çalışmalardan haberdar olmak için
http://www.kelam.org/ adresine başvurabilirsiniz.
93
Mâtürîdî ekolün gelişip belirgin hale gelmesinde en büyük pay kuşkusuz
Ebü’l-Muîn en-Nesefî’ye aittir. Mâtürîdî’ye olan bağlılığını değişik vesilelerle dile getiren Ebû’l-Muin en-Nesefî, başta Tebsıratu’l- edille adlı eseri
olmak üzere kelâm ilmi alanında yazdığı eserlerle Mâtürîdîlik mezhebinin
ekolleşmesinde ve bir ekol olarak yerini almasında önemli katkılarda
bulunmuştur. Ebû’l-Muin söz konusu eserinde Ebû Hanîfe’yi mezhebin önderi olarak takdim etmekle birlikte Mâtürîdî’yi de Ebû Hanîfe’nin görüşlerini
en iyi bilen kişi olarak sunmaktadır. Ebû’l-Muin en-Nesefî’nin söz konusu
kitabında Hanefîliğin yanı sıra Mâtürîdîlik şeklinde bir mezhepten bahsetmesi Mâtürîdîliği Hanefîlikten farklı bir ekol olarak gördüğünü ortaya
koymaktadır.
Müteahhirîn döneminde de Mâtürîdîlik ekolünün gelişmesine fikirleri,
faaliyetleri ve eserleriyle katkı sağlayan birçok âlim yetişmiştir. Ebû Şekûr
Muhammed b. Abduseyyid el-Kişşî (ö. V./XI. yy.), Ebû İshak İbrahim esSaffâr (ö. 534/1139), Ali b. Osman el-Ûşî (ö. 575/ 1179), Buhârâlı Nureddîn
es-Sabûnî’nin (ö. 580/ 1148), Habbâzî (ö. 691/1292), Ebü’l-Berekât enNesefî (ö. 710/1310) kendi dönemlerinde Mâtürîdî ekolü temsil eden âlimlerdendirler.
Zaman içinde Eş‘arî ekolü bünyesinde çok güçlü otoriter kelâmcıların
ortaya çıkması ve bunların etkinliğinin İslam dünyasının tamamına yayılması
ve de Mâtürîdî ekolü içerisinde bunlara denk âlimler yetişememesi görünüşte
Mâtürîdî ekolünün geride kaldığı izlenimini doğurmuştur. Hatta bazı
Mâtürîdî âlimlerinin Fahreddîn er-Râzî (ö. 606/1210) gibi otoritelerin etkisi
altında kalması bu izlenimi güçlendirmiştir. Öte yandan bu dönemde Mâtürîdî geleneğe bağlı kelâmcıların güçlü eserlerine rastlanmamakta daha çok
ekolün görüşlerini özetleyen muhtasar eserler görülmektedir.
Şerhçilik ve Haşiyecilik döneminde Kemaleddin el-Beyâzî (ö.
1098/1687), Ali el-Kârî (ö. 1014/1606), Hayâlî Ahmed Efendi (ö. 875/1470),
Beyâzîzâde (ö. 1098/1687), Davûd el-Kasrî (ö. 1169/1756) gibi isimleri
sayabiliriz.
Modern dönemlerde batıda gelişen pozitivist ve materyalist felsefelerin
İslam dünyasına ve dolayısıyla İslam’a yönelik tehditlerine karşı yeni ilm-i
kelâm inşa etme faaliyetleri başlatılmıştır. Özellikle Mâtürîdî geleneğin devamı mahiyetinde İslamı savunan, materyalizme karşı koyan çalışmalar yapılmıştır. Filibeli Ahmed Hilmi (ö. 1330/1914), Abdüllatif Harputî (ö.
1333/1916), İzmirli İsmail Hakkı (ö. 1946), Şerefeddin Yaltkaya (ö. 1947),
Mehmed Zâhid Kevserî (ö. 1371/1952), Mustafa Sabri Efendi (ö. 1954),
Ömer Nasuhi Bilmen (ö. 1971) Mâtürîdî gelenek içinde yer alan bu dönem
âlimleridir.
Mâtürîdî Ekolü ile Hanefîlik ve Mürcie arasında ne tür bir ilişkiden söz
edilebilir? Benzeyen ve farklı olan yönleri nelerdir?
Mâtürîdîliğin Temel Görüşleri
Ulûhiyet
Mâtürîdîlere göre Allah’ı bilmek aklen vaciptir. Eğer Allah peygamber göndermeseydi yine de insanlar akıllarıyla Allah’ın varlığını ve birliğini, evrenin
yaratıcısı olduğunu bilmeleri gerekirdi. Esasen Allah’ın varlığı basit bir tefekkürle bilinebilecek bir husustur. Bununla birlikte insanlar Allah’ın var-
94
lığını kabul etmeyebilirler. Bunun sebebi onların yeterli delillerle karşılaşmamış olmaları değildir. Bu daha çok psikolojik bir durumdur. Nitekim apaçık gerçekler de insanlara farklı zaman ve durumlara bağlı olarak farklı görünebilirler. Bundan dolayı Allah’ın varlığı hudûs, imkân, fıtrat, gaye ve nizam,
gibi değişik ve farklı şekillerde ortaya konulmuştur.
Allah’ın zihinde canlandırılamayan zatı hakkında sadece isim ve sıfatları
vasıtasıyla bilgi sahibi olunabilir. Allah’ın isimleri vardır ve bu isimleri
Mâtürîdîlerin çoğunluğuna göre tevkifidir, yani ancak Allah’ın naslarda
belirttiği isimleri Allah’a izafe edilebilir, naslarda bulunmayan isimler
Allah’a izafe edilemez. Bununla birlikte eksiklik özelliği taşımayan sani’,
vacibu’l-vücûd gibi isimler Allah’a izafe edilmiştir. Allah’ın zatî ve sübûti
sıfatları vardır. Sıfatlar ilahi zatın ötesinde ve zat’a ilave varlıklardır. Zati
sıfatlar Zat-ı Bâriye özgü olan, sadece Allah’ta bulunan sıfatlardır. Bunlara
tenzîhî, selbî sıfatlar da denilmiştir. Bunlar; vücûd, kıdem, bekâ, muhalefetün
li’l-havâdis, vahdaniyet ve kıyâm bi-nefsihî şeklinde sıralanmıştır. Sübûtî
sıfatlar ise hem Yüce Allah’ta hem de başka varlıklarda bulunabilen fakat
Yüce Allah’ta en mükemmel şekliyle bulunan sıfatlardır. Bunlar da; Hayat,
ilim, sem’, basar, irade, kudret, kelâm ve tekvîn sıfatlardır. Mâtürîdîlere göre
tekvîn sıfatı da diğer sübûtî sıfatlar gibi ezelidir. Yaratma, diriltme, rızıklandırma gibi fiili sıfatlar ezelî tekvin sıfatıyla gerçekleşir. Eş‘arîler tekvîn
sıfatını kabul etmemişlerdir. Onlar tekvîni, kudret ve irade sıfatlarının içinde
değerlendirmişlerdir.
Kur’an ve hadîs metinlerinde geçen el anlamındaki yed, yüz anlamındaki
vech ve oturmak anlamındaki isitvâ gibi Allah ile yaratılmış arasında benzerlik çağrıştıran kavramlar bu benzerliği ortada kaldıracak şekilde anlamlandırılmalıdır. Örneğin arşa istivâ, yüce Allah’ın yüksek bir mekanda
bulunmasını değil, O’nun yücelik, ululuk ve hükümranlığını ifade eder. Diğer
haberi sıfatlar da Arap dilinin te’vîle imkan sağlayan mekanizmaları kulanılarak Allah’ın zatına yaraşır bir şekilde yorumlanmalıdır. Rü’yetullâh konusundaki görüşlerine gelince onlar da bu konuda Eş‘arîlerle benzer görüşler
ortaya koymuşlardır. Onlara göre Yüce Allah cisimlere ait özelliklerden münezzeh olarak cennette müminler tarafından görülecektir. Eğer Allah görülemez olsaydı dünyada gözle idrak edilmesinin nefyedilmesi anlamsız olurdu.
İnsanın Özgürlüğü
Mâtürîdîler göre insan kendi eylemlerinin sahibidir. İnsanın kendi fiillerinin
sahibi olduğuna akıl, duyular ve Kur’ân ayetleri delalet etmektedir. İnsana
belli görev ve sorumlulukların verilmesi ve bunların karşılığı olarak ceza ve
mükafatın konulması da bu esasa dayanmaktadır. Yüce Allah insana
eylemlerini kendisiyle gerçekleştireceği bir güç (istitâat) vermiştir. Bu güç
fiilden önce ve fiil esnasında olmak üzere iki türlüdür. Birincisi fiilin
gerçekleşmesine zemin hazırlayan sebeplerin ve vasıtaların (selâmetü’l-esbâb
ve sıhhatu’l-âlât) sağlam olmasıdır. İkincisi ise iyi veya kötü sonuçlar
doğuracak olan fiilin işlenmesi esnasında kişide oluşan ve fiili gerçekleştiren
kudrettir. İnsanın fiilleri bu gücün (kudret) ve yaratılmamış olan cüz’î
iradenin sonucudur. İnsan bunlarla fiile yönelir ve özgür iradesiyle onu seçer
ve yapar. İnsanın iyi ve kötü bütün fiillerinin yaratılması Allah’ın kudretiyledir. Burada görüleceği üzere bir fiilin meydana gelmesinde biri Allah’a
diğeri de kula ait olmak üzere iki yön vardır. Buna göre fiile yönelmek, onu
seçmek insana, fiili yaratmak ise Allah’a ait olmaktadır. Diğer bir ifadeyle fiil
gerçekleşme (kesb) yönüyle insana, yaratma yönüyle de Allah’a aittir.
95
Büyük Günah
Mâtürîdîlere göre Müslüman bir insan işlediği büyük günah sebebiyle imandan çıkmaz ve küfre de girmez. O bu dünyada hakiki mümindir, ona mümin
muamelesi yapılır. Fakat işlediği günah sebebiyle de ayıplanır ve günahkâr
Müslüman anlamında fasık olarak nitelendirilir. Bir kimse Müslüman olduktan sonra Allah’ı inkâr etmedikçe veya Allah’a ortak koşmadıkça ya da Allah’ın açıkça haram kıldığı bir şeyi helal veya helal kıldığı bir şeyi haram
saymadıkça İslam Dininin dışına çıkmaz, küfre girmez. Yalnız şu var ki
Müslüman kimse işlediği günah dolayısıyla Allah’ın cezalandırma tehdidinin
muhatabıdır. Allah dilerse onun günahlarını bağışlar ve cennetine girdirir, dilerse de günahının karşılığı olarak onu cezalandırır. Büyük günahlardan kaçınmak, küçük günahların bağışlanmasına vesile olur. tövbe etmekle de her
türlü günah affolunabilir.
Amel- İman İlişkisi
Mâtürîdî mezhebine göre iman tasdikten ibarettir. Kişi Allah ve resullünü
gönülden tasdik ederse mümin ve müslim vasfını kazanır. Bu anlayışın bir
sonucu olarak onlar iman ve ameli iki ayrı olgu olarak kabul etmişlerdir.
Buna göre amellere inanmak ayrı şey, farz olduğunu bildiği halde yapmamak
ayrı şeydir. Örneğin namazın farz olduğuna inanmamak küfür, farziyetine
inandığı halde onu kılmamak küfür değildir. Böyle bir kimse günahkâr
mümindir. Mâtürîdîlere göre namaz, oruç, zekat, hac, iman değil, imanın
dışında birer farzdır. Eğer ameller imandan olmuş olsalardı peygamberler bile
bütün iyilikleri tamamlayamadıklarından mükemmel bir imana sahip olmuş
olmazlardı. İslam’a girmenin şartı ameller değil, Allah’ı tasdiktir. İnsanlar
amelleri terk etmekle mümin vasfını kaybetmezler, fakat tasdiki kaybettikleri
anda iman vasıflarını kaybetmiş olurlar. Müminlerin iman vasfının amellerden önce olması, amel ve imanın ayrı şeyler olduklarını gösterir.
Nübüvvet
Mâtürîdî kelâmcılara göre Yüce Allah’ın peygamber göndermesi Allah’ın
hikmetinin bir gereğidir. Hatta insana nefsânî arzuların peşinde gitmenin
kötülüğünü öğretecek, topluma iyilik ve güzellikleri anlatacak bir kılavuzun/rehberin bulunması gereklidir.
Bir kimsenin peygamber olduğunun kanıtı Allah tarafından kendisine
verilen mucize olabildiği gibi, bir insanın eğitim yoluyla kazanması mümkün
olmayan erdemlere sahip olması, iyiyi doğruyu öğütlemesi, kötülüğü yasaklaması, dünya ve âhiret saadetini temin edecek ilkeler getirmesi de başka
kanıtlar olarak değerlendirilebilir.
Peygamberlerin sıdk, ismet, fetanet, tebliğ, emanet gibi niteliklere sahip
olması zorunludur. Bunlar peygamberlik iddiasında bulunan kişide bulunması
gereken asgari koşullardır. Mâtürîdîlere göre Allah kadın peygamber göndermemiştir. Dolayısıyla kadınlar peygamber olamazlar. Peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed’dir (s.a.v.). Yüce Allah’ın ona peygamberliğinin kanıtı
olarak verdiği en büyük mucizesi Kur’ân-ı kerimdir. Kur’ân’ın lafız ve mana
bakımından bir benzerinin meydana getirilememesi, geçmiş ve geleceğe ait
ğayb haberlerini içermesi, birey ve toplum için vazgeçilmez bilgiler içermesi,
öğrenim görmemiş ümmi bir insan tarafından getirilmiş olması Kur’ân’ın
96
i’câz yönlerini oluşturmaktadır. Hz. Muhammed’in (sav) getirdiği dinin
önceki peygamberlerin mesajını tekit etmesi, o peygamberlerce daha önceden
müjdelenmesi, tebliğine karşılık herhangi bir menfaat ve ücret beklentisi
içinde olmaması, iyiliği emredip kötülükten sakındırması, insanı maddi ve
manevi kirlerden temizleyen ibadetler getirmesi O’nun peygamber olmasının
diğer kanıtlarıdır. Ayrıca fakirleri gözetmesi, zalimin karşısında mazlumdan
yan tavır takınması, sosyal adaleti temin eden ilkeler vazetmesi, getirdiği
dinin ilkelerinde toplumsal ve bireysel faydaların yer alması onun peygamberliğinin başka delilleridir.
Mâtürîdî ekolün tarihi gelişimini, ekolün önde gelen simalarını ve onların kelâm
ilmine ilişkin görüşlerini daha iyi öğrenmek için Sönmez Kutlu’nun
editörlüğünde hazırlanan İmâm Mâtürîdî ve Mâtürîdîlik adlı eseri inceleyiniz.
EŞ‘ARÎLİK
Önderi Ebû’l- Hasan el-Eş‘arî’ye (ö. 324/ 935-936) nispetle Eş‘arîlik (elEş’ariyye) adını alan bu mezhep muhalifleri tarafından müşebbihe ve mücbire
gibi isimlerle de anılmıştır. İlahi sıfatlar, kulların fiilleri, iman-amel ilişkisi
ve bunlara bağlı konularda kendine özgü fikirler ortaya koyan Eş‘arîlik,
Mâtürîdîlik ile birlikte Ehl-i sünnet kelâmını oluşturmaktadır.
Hayatının önemli bir kısmını Mu‘tezile arasında geçiren Eş‘arî, hocası
Ebû Ali el-Cübaî (ö. 303/ 915-16) ile girdiği ve kaynaklarda üç kardeş
meselesi olarak geçen Yüce Allah’a bir şeyin vacip olup olmaması meselesinde Mu‘tezilî izahın yetersiz kalması dolayısıyla Mu‘tezile’den ayrıldığı
kaydedilmektedir .
Eş‘arîliğin Tarihi Gelişimi
Kuruluş ve Mütekaddimîn Dönem
Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî, önceleri Ahmed b. Hanbel’in itikadına bağlı biri
olarak ortaya çıkmasına ve el-İbane an usûli’ddiyâne adlı eserinde bunu
ortaya koymasına rağmen Hanbelîlerin yoğun eleştirilerine muhatab olmuştur. Bu durum onu Risâle fî istihsânu’l-havd fi imi’l-kelâm adlı eserini
yazmaya zorlamıştır. Eş‘arî yaşadığı süre içerisinde kendisinden koptuğu
Mu‘tezile ekolü başta olmak üzere değişik guruplarla polemiklere girişmiş ve
bu bağlamda el- lüma’ ile birlikte birçok eser yazmıştır. Ne yazık ki bu eserlerin önemli bir kısmı bize ulaşamamıştır. Eş‘arî birçok öğrenci yetiştirmiştir.
Bunlardan Ebü’l-Hasasn el-Bâhilî, Ebû Abdillah b.Mücahid et-Tâî ve bunların yetiştirdikleri Bakıllânî (ö 403/1013), İbn Fûrek ((ö. 406/1015), Ebû
İshâk el-İsferâyînî (ö. 418/ 1027) ve Abdulkahir el-Bağdâdî (ö. 429/1037)
gibi öğrenciler bu düşüncenin gelişmesine büyük katkı sağlamışlardır.
Eş‘arî’nin vefatından sonra bu çizgiyi takip eden âlimler sayesinde
Eş‘arîlik, sistemli bir kelâm ekolü haline gelmiştir. Bu ekolün en önemli
simalarından birisi Bâkıllânî’dir. O, kelâm ilmine ilişkin yazdığı eserlerle
Eş‘arî kelâmının sistemleşmesi hususunda önemli katkıları olmuştur. Nitekim
et-Temhid adlı eserinde cevher, araz, âdet gibi kavramlarla mezhebin
kozmolojiye ilişkin görüşlerini temellendirmiştir. Ona göre evrende olup
biten her şey yüce Allah’ın müdahalesiyledir. Bu görüşüyle o, evrenin
kendisinde güç vehmeden tabiatçıları reddetmiştir. Aynı zamanda o, bilgi
97
kaynaklarından haberi ve dolayısıyla vahyi inkâr eden, buna bağlı olarak
geçmiş peygamberleri ve onların gösterdikleri mucizeleri reddeden bazı Hint
inanç sahipleri ve Budistlerle de mücadele etmiştir. Ayrıca haberî bilgiyi
kabul etmekle birlikte Hz. Muhammed’in (s.a.v) peygamberliğini ve onun
gösterdiği mucizeleri inkâr eden Hıristiyan ve Yahudilere yönelik onun
reddiyeleri olmuştur.
Eş‘arî ekolünün köşe taşlarından biri hiç kuşkusuz Cüveynî’dir (ö.
487/1085). Gazzâli’nin de hocası olan Cüveynî, Nizâmiye medreselerinde
birçok talebe yetiştirmenin yanı sıra Eş‘arî ekolün kelâma ilişkin en
sistematik eserlerini vermiştir. eş-Şâmil fî usûli’d-dîn adlı eseri kelâm ilminin
bütün konularını kapsayan hacimli bir eserdir. Bu eserinde o, kelâm ilminin
temel problemlerini sistematik bir biçimde ortaya koymuştur. Bunun
muhtasarı konumunda bulunan Kitâbu’l-irşâd adlı esri de kelâm konularını
derli toplu bir biçimde kapsayan ve Eş‘arî ekolün düşüncelerini yansıtan
önemli bir eserdir. Cüveynî, ünlü sufî Kuşeyrî ile birlikte Selçuklu sultanı
Tuğrul Bey (429-455/10381063) zamanında Şiîlerin yanında Eş‘arîlere yönelik yıldırma politikası güden veziri Amîdulmülk el-Kundurî’nin baskılarından
kurtulmak için Hicaz bölgesine göç etmek zorunda kalmıştır. Sonraki
Selçuklu veziri Nizamülmülk zamanında tekrar Nişabur’a dönmüş ve Nizamiye müderrisliğine getirilmiştir. Bu medresede Gazzâlî’nin yetişmesini sağlamıştır.
İlahiyat
alanı
ile
ilgili
akademik
makalelere
http://ktp.isam.org.tr/?url=makaleilh/ adresine başvurunuz.
ulaşmak
için
Müteahhirîn Dönem
Eş‘arîlerin Gazzâlî (450-505/1058-1111) ile başlayan dönemine Mütaehhirîn dönem denilmektedir. Bu dönemin en belirgin özelliği Bakıllânî tarafından Eş‘arî ekolün metodu haline getirilen delilin geçersiz olması ile
medlûlün de geçersiz olacağı şeklinde formüle edilen inikâs-ı edille’nin terk
edilmesi ve Aristo mantığının bir mihenk taşı kabul edilerek kelâm ilmine
sokulmuş olmasıdır. Gazzâlî kuşkusuz İslam düşüncesinin yetiştirdiği en
yetkin simalardan biridir. Onun yazdığı el-İktisad fi’l-i’tikâd, İlcâmu’l- avâm
an ilmi’l- kelâm ve Kıstâsu sıarti’l-mustakîm gibi irili ufaklı birçok eser onun
kelâm ilmine katkısını ortaya koymaktadır. Esasen ansiklopedik bir âlim olan
Gazzali’nin filozoflarla polemikleri esnasında ortaya koyduğu Makâsidu’lfelâsife ve Tehâfütü’l- felâsife adlı eserleri onun tanınmasında en çok rol
oynayan eserleridir. Ona ait Mihakku’n-nazar, Mi’yaru’l- ilim mantığa dairdir; el-Munkizu mine’d-dalâl ise düşünce serüvenini anlattığı bir otobiyografi
eseridir. Gazzâlî’nin hem İslam dünyasında hem de batı dünyasında etkileri
olmuştur. İslam dünyasında en büyük etkisi özellikle felsefe ile kelâmı
yakınlaştırmasıdır. Yine onun sayesinde mantık kitabı ilk defa medrese müfredatına girmiştir. Batı düşüncesinde de önemli etkileri olan Gazzâlî özellikle
el-Munkiz mine’d-dalâl adlı eserinde hakikate ulaşmaya çalışırken takip ettiği
ve edilmesini istediği şüphecilik metoduyla başta Descartes olmak üzere
batılı filozofları etkilemiştir.
Gazzâlî ve etkilerini tanımak için Cağfer Karadaş’ın Gazzâlî adlı eserini
inceleyiniz.
Gazzâlî sonrası dönemde dinler ve mezheplere objektif bakışıyla bilinen
Şehristânî önemlidir. Özellikle onun Mu‘tezilî alim Ebû Haşim’in ortaya attığı ve Eş‘arîler’den Cüveynî’nin benimsediği hâl teorisine yönelttiği eleş-
98
tiriler kendisinden sonra gelen kelâmcıların tekrar Eş‘arî görüşe dönmelerini
sağlamıştır. Bunun yanı sıra başta İbn Sina olmak üzere Felsefecilere yönelttiği eleştiriler de dikkat çekicidir.
Fahreddîn er-Râzî (ö. 606/1209) ile birlikte kelâm-felsefe evliliği artık
tamamlanmış ve birliktelik resmiyet kazanmıştır. Onun hem felsefe hem de
kelâmdaki baskın kişiliği el-İmâm olarak tanınması ve anılmasını beraberinde
getirmiştir. Nitekim onu takip eden Seyfeddîn el-Âmidî (ö. 631/1233), Kâdî
Beydâvî (ö.685/1286) Adududdîn el-İcî (ö.756/1355) eliyle bu birliktelik
perçinlenmiş oldu. Kelâmın nikahı altına giren felsefe artık bağımsızlığını
neredeyse yitirdi. Ancak yine bu birliktelikle kelâmın renginde de felsefe
tonu hâkim hale geldi.
Teftazanî (ö. 792/1390) şerh ve haşiye döneminin en seçkin simasıdır.
Onu Cürcânî (ö. 816/1413) takip etmiştir. Teftazanî yazdığı Şerhu’l-Akâid ve
Şerhu’l-Mekâsıd adlı eserler ile Cürcanî’nin kaleme aldığı Şerhu’l-Mevâkıf
adlı eser Osmanlı dönemi dâhil olmak üzere medrese programlarında kelâm
ders kitabı olma hüviyeti kazanmıştır.
Bu arada Eş‘arî ekolün tasavvufa meyleden yönüne işaret etmekte yarar
vardır. Bu yönelimde ünlü sufî ve er-Risâle müellifi Kuşeyrî’nin (465/1072)
etkisi büyüktür. Celaleddîn Devvanî (ö. 918/1512) bu yönelimi daha da ileri
götürerek Muhyiddin İbn Arabî’nin vahdet-i vucûd anlayışı ile Eş‘arî kelâm
düşüncesini uzlaştırmaya çalışmıştır.
Kelâm ilminin mütekaddimîn ve müteahhirîn şeklinde iki döneme ayrılmasının
nedeni nedir, özellikleri nelerdir?
Eş‘arîliğin Temel Görüşleri
Eş‘arî ekolüne mensup âlimler arasında genel çerçevede fikir birliği
bulunmakla birlikte zaman zaman ihtilafların ve farklı görüşlerin olduğu da
görülmektedir. Bu durumda ekolün genel görüşlerini açıklarken farklı görüşlere de yer vermek ekolün düşüncelerini net bir biçimde ortaya koymak açısından uygun olacaktır. Fakat detaylı olarak bunlar üzerinde durma imkânımız bulunmadığından burada daha çok üzerinde ittifak edilen görüşlerle
yetinmek durumundayız.
Uluhiyet
Allah’ın varlığına ancak akıl yürütme yani istidlal ile ulaşılabilir. Allah’ın
varlığına ilişkin bilgiler doğuştan değil, istidlal ile ulaşılan bir bilgidir. İnsanların Allah’ın varlığı konusunda farklı düşünmelerinin temelinde yatan sebep de budur. Allah’a ilişkin bilgi zaruri olmuş olsaydı insanlar Allah’ın varlığından şüphe etmez ve herkes O’na inanmak zorunda kalırdı.
Eş‘arî ekole mensup kelâmcılar Allah’ın varlığının ispatında araz ve
cevherlerin sonradanlığına dayanan hudûs delilini kullanmışlardır. Müteaahirîn kelâmcıları ise hudûs delilinin yanı sıra imkan, gâye ve nizâm
delillerini de kullanmışlardır.
Eş‘arî anlayışa göre Allah vardır, birdir, ezeli ve ebedidir; eşi-benzeri
yoktur. O madde değildir, cisim değildir, araz değildir; herhangi bir yönde ve
bir mekanla sınırlı değildir. Allah’ın ezeli sıfatları vardır. Âlim, kâdir, hay,
99
mürîd, mütekellim, semî’, basîr oluşu, O’nda ilim, kudret, hayat, irâde, kelâm, sem’, basar sıfatlarının bulunduğu anlamına gelir. Diğer bir ifadeyle
yüce Allah bir ilimle âlim, bir kudretle kâdir ve bir irâde ile mürîttir.
Eş‘arî ekol haberi sıfatlar olarak ifade edilen ve Yüce Allah’a izafe edilen
vech, yed, istiva gibi sıfatları tevil edip etmeme konusunda farklı görüşlere
sahip olmuşlardır. İmam Eş‘arî’nin bize ulaşan eserlerinde onun haberi
sıfatları te’vil etmeden Allah’a izafe ettiği fakat Allah’ın zatına layık olacak
manaları bulunduğuna hükmeden bir anlayışa sahip olduğu Bakıllani’nin de
bu görüşü devam ettirdiği görülmektedir. Fakat Cüveynî, Bağdâdî, Gazzâlî
gibi Eş‘arî kelâmcılar ise haberî sıfatların Arap dilinin te’vile imkan sağlayan
üsluplarından yararlanılarak Allah’ın zatına layık bir biçimde teşbih ve
tecsime düşmeden tevil edilmeleri gerektiğini ifade etmişlerdir.
Eş‘arî kelâmcılar Allah’ın âhirette görülmesi meselesini, hem aklın hem
de naklîn etkin olduğu bir alan olarak görmüşlerdir. Allah’ın görülmesini,
Allah’ın var olmasına bağlayan Eş‘arî kelâmcılar “var olan her şey görülebilir, Allah vardır, öyleyse Allah da görülebilir” şeklinde bir önerme ile bunu temellendirmişlerdir.
Kaza-Kader ve İnsanın Özgürlüğü
Eş‘arîlere göre yaratan, yoktan var eden yalnızca Yüce Allah’tır. Onun
dışında ne bir yaratıcı ne de yoktan var eden (ihtira’) vardır. Havadis yani
sonradan var olan her şey Yüce Allah’ın kudretiyle var olmuşlardır. Bu konuda insanın kudretiyle ilişkili olan fiillerle yalnızca Yüce Allah’ın kudretiyle
ilişkili olan şeyler arasında fark yoktur. Hepsini Allah yaratmıştır.
Bu genel prensipten hareket eden Eş‘arîlere göre insanın ihtiyari fiilleri de
Allah tarafından yaratılmışlardır. O fiillerin yaratılıp meydana getirilmesinde
kulun kudretinin bir tesiri yoktur. Yüce Allah insanda fiillerini kendisiyle
kesbedeceği/kazanacağı bir kudret yaratır insan da bu kudretle fiillerini kesb
eder. Fakat fiilin meydana gelmesinde bu kudretin bir etkisi yoktur. İnsanda
bulunan kudret her fiil için ayrı ayrı yaratılmaktadır. Dolayısıyla şu an iş yapan/eylemde bulunan insan biraz sonra aynı işi yapamayabilir. Zira Allah’ın
insanda bu işi yapmasını sağlayacak kudreti yaratması zorunlu değildir.
Nübüvvet
Eş‘arîler öncelikle Allah’ın insanlara peygamber göndermesinin aklen mümkün olduğunu ortaya koymuşlardır. Buna göre yüce Allah’ın kullarının dünya
ve âhirette mutlu olmalarını sağlamak için emirler, yasaklar, öğütler içeren
talimatlar göndermesi ve bunları insanlar arasından seçeceği kimseler vasıtasıyla insanlara bildirmesi aklen imkânsız değildir. Tarih de Yüce Allah’ın
insanlara kendi emir ve yasaklarını ileten insanların/ peygamberlerin varlığına tanıklık etmektedir. Yüce Allah’ın tarih boyunca insanlara kendi cinslerinden peygamberler gönderdiği ve bu peygamberlerin insanlara peygamber
olduklarının kanıtı olarak mucizeler gösterdikleri mütevatir haberle bize
ulaşmıştır ki mütevatir haber kesin bilgi ifade eder. Nübüvvetin imkan
dâhilinde olduğunun bir başka delili de duyu vasıtaları ve akıl yoluyla ulaşılamayan bir çok bilgiye peygamberlerin sahip olması ve bunları halklarıyla
paylaşmış olmalarıdır.
100
Eş‘arîlere göre bir kişinin peygamber olduğunun kanıtı gösterdiği mucizedir. Mucize tabiatta hakim bulunan kanunları aşan ilahi bir fiil olup peygamberin doğruluğunu tasdik eden bir kanıttır. Bundan dolayı Yüce Allah her
peygambere kavminin benzerini meydana getirmede aciz kalacağı bir mucize
bahşetmiştir.
Peygamberde bulunması gereken nitelikler konusunda ekole mensup
âlimler arasında bir ittifak sağlanamamıştır. Peygamberlerin yaşadıkları dönemin en zeki insanları olmaları, tebliğini engelleyecek bedeni ve ruhi kusurlardan uzak olmaları gerektiği konusunda bir ittifaktan söz edilebilirse de
örneğin peygamberlerin cinsiyeti konusunda bir ittifak söz konusu değildir.
Eş‘arî ekolüne mensup kelâmcıların çoğu nebinin erkek olmasının şart olmadığını ileri sürmüşlerdir. Bundan dolayı da Asiye, Meryem gibi üstün nitelikleri ile ön plana çıkan tarihi şahsiyetlerin peygamberlik mertebesine ulaştıklarını ve peygamber olmalarının ihtimal dâhilinde olduğunu söylemişlerdir. İbn Fûrek ve Teftazanî ise bu mesleğin zor ve aktif bir görev olduğunu, dolayısıyla bunu yürütecek kimsenin zorlukların üstesinden gelebilecek
erkekler olmaları gerektiğini iddia etmişlerdir.
Eş‘arî ve Mâtürîdîliğin İnsanın özgürlüğünü temellendirme biçimi arasında ne
tür bir benzerlik ve farklılıktan bahsedilebilir?
EŞ‘ARÎLER VE MÂTÜRÎDÎLER ARASINDAKİ
FARKLAR
Eş‘arîler ile Mâtürîdîler arasında ortak bir çok görüş olduğu gibi birbirinden
farklı görüşleri ve yaklaşım biçimleri de vardır. Kimileri aradaki farkları
50’ye çıkarırken kimileri bunları 13’e, kimileri de sekize kadar indirmişlerdir.
Dolayısıyla kimilerinin fark olarak gördüklerini başkaları fark olarak görmemişlerdir. Esasen Eş‘arî ekole mensup iki âlimin görüşleri de karşılaştırılırsa bu kadar bir fark çıkabilir. Dolayısıyla bu farkları problem edinmemek hatta bunları bir zenginlik ve rahmet olarak görmek gerekir. Bu
farkların bazılarını şu şekilde sıralamak mümkündür:
1. Cüz’i İrade: Mâtürîdîlere göre insanda müstakil bir cüz’’i irade vardır ve
bu irade itibarî bir varlığa sahip olup Allah tarafından yaratılmamıştır.
Eş‘arîlere göre ise insan müstakil bir cüz’î iradeye sahip değildir, iradeyi
insanda yaratan Yüce Allah’tır.
2. Tekvîn: Mâtürîdîlere göre Yüce Allah’ın kendisiyle fiillerini gerçekleştirdiği bir tekvîn sıfatı vardır. Bu da irade, kudret gibi sübûtî
sıfatlardandır. Eş‘arîlere göre ise Allah’ın sübûtî sıfatları arasında tekvîn
diye bir sıfat yoktur. Kudret sıfatı yaratma işlevini yerine getirir.
3. Güç yetirilemeyenin teklif edilmesi (Teklifu mâ lâ yutâk): Eş‘arîlere
göre Yüce Allah insanın güç yetiremeyeceği bir şeyi yapmasını isteyebilir
ve onunla mükellef kılabilir, Mâtürîdîlere göre ise böyle bir sorumluluk
yüklemek caiz değildir, zira bunda herhangi bir hikmet yoktur.
4. Nübüvvet: Mâtürîdîlere göre peygamber olmanın şartlarından biri erkek
olmaktır. Eş‘arîlere göre ise, peygamber olmak için erkek olmak şart değildir, kadınlar da peygamber olabilirler.
101
5. Sebep ve hikmet: Eş‘arîlere göre Allah’ın fiilleri hikmetli olmak ve bir
sebebe bağlı olmak zorunda değildir. Çünkü Allah dilediğini yapandır ve
Allah yaptıklarından sorumlu değildir. Mâtürîdîler ise Allah’ın fiillerinin
bir hikmete bağlı olduklarını ve bir sebebe dayandıklarını ileri sürmüşlerdir. Zira Allah boşuna iş yapmaz. Hikmetsiz ve sebepsiz iş yapmak ise
boşunadır/abestir.
6. İbadet mükellefiyeti: Eş‘arîlere göre kâfirler iman etmekle yükümlü
oldukları gibi, ibadet etmekle de yükümlüdürler, ibadet etmedikleri için
ayrıca ceza göreceklerdir. Mâtürîdîlere göre ise kâfirler iman etmekle
yükümlüdürler, ibadetle değil, ayrıca ceza görmezler.
7. İrtidat: Eş‘arîlere göre irtidat eden kimse tekrar İslam dinine dönerse
amelleri de geri döner. Mâtürîdîlere göre ise amelleri geri dönmez.
8. Ümitsizlik halinde yani son nefeste tövbe (tevbe-i ye’s): Eş‘arîlere göre
bu durumdaki bir tövbe geçerli değildir. Mâtürîdîlere göre ise geçerlidir.
Özet
Ehl-i Sünnet kavramını tanımlayabilmek.
Ehl-i sünnet terkibinde yer alan ehl kelimesi nispet, sünnet kelimesi ise yol,
gidiş, tarz, üslup, adet, davranış gibi anlamlarına gelmektedir. Sünnet kavramı sünnetullâh biçiminde Allah’a nispet edildiğinde ‘Allah’ın hükümleri,
emir ve yasakları’ yani O’nun muamele şekli ve değişmez kanunu; Sünnetu’n-nebî şeklinde peygambere nispet edildiğinde de ‘Peygamberin takip
ettiği yol’ anlamına gelir. Buna göre Ehl-i sünnet, peygamberin yolunu ve onun dini anlama ve uygulama biçimini takip edenler anlamına gelmiş olmaktadır. Bu terkibin ikinci kavramını oluşturan cemâat kavramı ise bir araya getirilmiş, toplanmış şey anlamlarına gelmektedir veya tek bir halife ya da başkan etrafında bir araya gelen çoğunluğu ve çoğulcu siyasi-toplumsal yapıyı
ifade etmektedir.
Ehl-i Sünneti meydana getiren ekolleri değerlendirebilmek.
Eş‘arî-Mâtürîdî öncesi dönemde kullanılan Ehl-i Sünnet kavramıyla kimlerin
kastedildiği hususunda ihtilaflar mevcuttur. Klasik mezhepler tarihine ait
fırak kitapları incelendiğinde kendini Ehl-i sünnete nisbet eden birden fazla
grubun olduğu görülmektedir. Ehlu’l-Hadîs, Ehl-i rey, zühd eğilimli mutasavvıflar, Mürcie ve fıkıh ekolleri bunlardan bir kaçıdır. Dolayısıyla Ehl-i
Sünnet kavramı şemsiye bir kavramdır. Yöntemleri ve bakış açıları farklı
olmakla birlikte ümmetin birlik ve bütünlüğünü sarsan, Hâricîler, Ravâfız ve
Kaderiye’ye karşı olma noktasında bir araya gelmiş topluluklar Ehl-i sünneti
oluşturmaktadır. Ehl-sünnet kelâmı denilince de Eş‘arî ve Mâtürîdî kelâm
ekolleri anlaşılır.
Eş‘arîliğin ve Maturdiliğin Tarihi gelişimlerini ve kelâmi görüşlerini
açıklayabilmek.
Mâtürîdîlik, Muhammed b. Muhammed b. Mahmud Ebû Mansur elMâtürîdî’ye, Eş‘arîlik ise Ebu’l- Hasan el-Eş‘arîye nisbetle bu ismi almıştır.
Her iki ekol Ehl-i sünnet kelâmını oluşturmaktadırlar. İmamet, büyük günah
meselesi, imanın tanımı ve kader konularında birbirilerine yakın görüşler
ortaya koymuşlardır. Maturdilik Maveraunnehir bölgesinde, Eş‘arîlik ise orta
doğuda yayılmıştır.
102
Eş‘arîlik ile Mâtürîdîliğin birbrileriyle örtüşen ve ayrılan yönlerini ayırt
edebilmek.
Ehl-i sünneti oluşturan Eş‘arî ve Mâtürîdî kelâm ekollerinin birbirileriyle
örtüşen görüşleri olduğu gibi farklı görüşleri de vardır. Fakat örtüşen görüşler
çoğunluktadır. İmanın tanımı, bilginin kaynakları, büyük günah meselesi,
imamet gibi kelâm ilminin belli başlı konularında fikir birliği içinde
olmalarına rağmen, cüz’i irade, kesb, kadınların peygamberliği, Allah’ın
fiillerinin hikmete dayanıp dayanmadığı, ye’s halindeki tövbenin kabulü gibi
tali konularda ihtilaf etmişlerdir.
Kendimizi Sınayalım
1. Ehl-i Sünnet ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi doğrudur?
a. Ehl-i Sünneti temsil eden yegane fırka Ehl-i Hadîs’tir.
b. Ehl-i Sünneti, Ehl-i rey temsil eder.
c. Ehl-i Sünnet şemsiye bir kavramdır; Ehl-i Hadîs, Ehl-i rey, zühd
eğilimi olan Sufileri içinde barındırır.
d. Ehl-i sünnet, selefin diğer bir adıdır.
e. Ehl-i sünnet, Mu‘tezile karşıtlarına verilen isimdir.
2. Aşağıdakilerden hangisi Ehl-i Sünnetin üzerinde ittifak ettiği görüşlerden
biri değildir?
a. İman tasdikten ibarettir.
b. Büyük günah işleyen kimse kafir değil, günahkar Müslümandır.
c. Ehl-i Kıble tekfir edilemez
d. Kadere iman İslam inanç esaslarından biridir.
e. İmamet nass ve tayinle değildir.
3. Mâtürîdîlikle ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır?
a. Mâtürîdîlik, Ebu Mansur el-Mâtürîdî’nin önderi olduğu bir mezheptir.
b. Mâtürîdîlik, Hanefîlikten farklı bir mezhep değildir.
c. Maturidilik Eş‘arîlik ile birlikte Ehl-i Sünnet kelâmını oluşturmaktadır.
d. Mâtürîdîlik, İmam Mâtürîdîden bir asır sonra ekolleşen ve tanınır hale
gelen bir mezheptir.
e. Mâtürîdîliğin Mürcie ve Hanefîlikle yakın ilişkisi varsa da onlardan
bağımsız, kendi başına bir mezheptir.
103
4. Kelâm ilminde mütekaddimîn ve müteahhirîn şeklindeki dönemlendirme
aşağıdaki alimlerden hangisi ile başlamıştır?
a. Kâdî Abdülcebbâr
b. Cüveynî
c. Ebü’l- Muîn en- Nesefî
d. Fahreddîn er- Râzî.
e. Gazzâlî
5. Aşağıdakilerden hangisi Mâtürîdî ile Eş‘arî ekol arasındaki farklardan biri
değildir?
a. Cüz’î iradenin müstakil olup olmaması
b. Kadınların peygamberliği
c. Ye’s halindeki tövbenin kabulü
d. Büyük günah işleyenin durumu
e. Allah’ın fiillerinin hikmet ve sebebe bağlı olup olmadığı
Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı
1. c
Yanıtınız doğru değilse “ Ehl-i Sünnet Kavramı” kısmını tekrar
okuyunuz.
2. a
Yanıtınız doğru değilse “ Ehl-i Sünnetın Temel Görüşleri” konusunu tekrar ediniz.
3. b
Yanıtınız yanlış ise “ Mâtürîdîlik” konusunu tekrar gözden geçiriniz.
4. e
Yanıtınız yanlış ise “ Eş‘arîlik” konusunu bir kez daha okuyunuz.
5. d
Yanıtınız yanlış ise “ Mâtürîdîlik ve Eş‘arîlik arasındaki Farklar”
konusunu tekrarlayınız.
Sıra Sizde Yanıt Anahtarı
Sıra Sizde 1
Ehl-i Hadîs’in en belirgin özelliği nassları mümkün olduğunca yoruma tabi
tutmadan, kıyasa başvurmadan uygulamak, amel-inanç konularında akıl ve
dilbilim mekanizmaları yerine nakle başvurmaktır. Ehlu’rey ise nassların
lafzi anlamlarına sarılmak yerine mütekellimin kastının ne olduğunu anlamak
üzere lafzın ötesine geçerek tevile başvurur. Amel-inanç konularını temellendirmede de akla, kıyasa ve ictihada yer verir.
104
Sıra Sizde 2
Mâtürîdîlik ile Hanefîlik arasında yakın bir ilişkiden bahsedilebilir. Zira
İmam Mâtürîdî Hanefî medreselerinde yetişmiş bir alimdir. Fakat bu yakın
ilişki, Maturdiliğin Hanefîlikle aynı olduğuna delalet etmez. Dolayısıyla
Mâtürîdîlik müstakil bir mezhep olup Hanefîlikten başkadır.
Sıra Sizde 3
Mu‘tezilenin elinde II. (VIII) yüzyılın başlarında kurulan kelâm ilminin
Gazzali’ye kadar geçirdiği döneme Mütekaddimin dönemi kelâmı denilmektedir. Gazzâlî ile başlayan döneme de müteahhirin dönemi kelâmı denilmektedir. Bu dönemin temel özelliği daha önce karşı çıkılan Aristo mantığının bilimsel bir ölçü olarak kullanılması ve daha önce kelâmcıların kullandığı in’ıkası edille’nin yani delilin geçersiz kılınmasıyla delilin ortaya
koyduğu şeyin de geçersiz kılınması prensibinin terk edilmesidir.
Sıra Sizde 4
Eş‘arî ve Mâtürîdî ekollere göre İnsanın bütün fiilleri Allah tarafından
yaratılır. İnsan ise o fiilleri kesbeder. Fakat insanda iki tür fiil vardır; iradeye
dayanmayan fiiller (titreme, kasların ve diğer organların fiilleri gibi) ve
iradeye dayanan fiiller. İradeye dayanmayan fiillerle iradeye dayanan fiiller
arasında fark vardır. İradeye dayanan fiilleri yaratan Allah ise de insanın da
bunda katkısı vardır. İnsanın o fiillerin meydana gelmesinde katkısı olduğu
için insan sorumludur. Eş‘arîlere göre iradeye dayalı fiillerin meydana
gelmesinde etkin olan cüz’î irade de Allah tarafından yaratılmıştır. Allah
fiilleri yaratır, insan ise fiilin gerçekleşmesi esnasında yaratılmış olan kudretiyle onları kesbeder, fakat bu kesb de Allah tarafından yaratılmıştır. Mâtürîdîlere göre ise fiilleri Allah yaratır, fakat insandaki azm, ve cüz’i irade Allah tarafından yaratılmış değildir. Bu insanda vardır. İnsan cüz’i iradesiyle
tercihlerini yapar. Allah’ın yarattığı fiilleri insan kesb eder, bu kesbi Allah
yaratmamıştır.
Yararlanılan Kaynaklar
Erdemci, C.(2009), Kelâm İlmine Giriş, İstanbul: Ensar Neşriyat.
Esen, M. (2009), Ehl-i Sünnet Kavramının Oluşum ve Gelişim Süreci,
Ankara.
İmam Mâturîdî ve Mâtürîdîlik, (2003), Haz. Sönmez Kutlu, Ankara:
Ankara Okulu.
İzmirli, İ. H., (1981), Yeni İlm-i Kelâm, Ankara: Umran Yayınları
Özler, M. (1995), İslam Düşüncesinde Tevhid, İstanbul.
Marife Dergisi -Ehl-i Sünnet- Özel Sayısı, (2005), Konya.
Tarihte ve Günümüzde Ehl-i Sünnet, (2006), İstanbul: Ensar Neşriyat.
105
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
•
Yeni ilm-i kelâmı tanımlayabilecek,
•
Kelâm ilminde yenilik arayışlarının nedenlerini değerlendirebilecek,
•
Yeni İlm-i kelâmın öncülerini ve temel yaklaşımlarını saptayabilecek,
•
Yenilik arayışlarına karşı ortaya konulan tepkileri açıklayabilecek,
•
Yeni İlm-i Kelâmda ön plana çıkan konuları ve bunun sebeplerini değerlendirebileceksiniz.
Anahtar Kavramlar
•
Yeni İlm-i Kelâm - Kelâm ilminde yenilik arayışları
•
Ateizm- materyalizm- pozitivizm- darwinizim
•
Makâsıd- vesâil
•
Kepler- Galile- Newton
•
Şiblî Nu’manî- Muhammed Abduh- İzmirli İsmail Hakkı
Öneriler
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce;
•
Metin içerisinde tanımı verilmeyen felsefî kavramlar için Ahmet Cevzici’nin hazırladığı Felsefe Sözlüğü’ne başvurunuz.
•
Felsefi doktrinler için Süleyman Hayri Bolay’ın Felsefi Doktrinler Sözlüğü’nü inceleyiniz.
106
Yeni İlm-i Kelâm
GİRİŞ
Kelâmın temel konuları makâsıd, bunları temellendirmeye yarayan unsurları
da vesâil olarak isimlendirilmiştir. Makâsıd sabit, vesâil ise zamanın gerekliliklerine göre değişikliklere uğramıştır. Vesâilin zamanın gereklerine uygun
olarak değişebilmesi Kelâm ilminin esnek bir yapıya sahip olmasını
sağlamıştır. Kelâm ilmi bu özelliği sayesinde İslam toplumunun gelişimine
ve karşılaşılan problemlerin niteliğine bağlı olarak kendini yenileyebilmiştir.
Ne var ki Gazali ile başlayıp, Râzî, Amidî, Kâdî Beydâvi ile devam eden müteaahhirin döneminde belli bir aşamadan sonra şerh ve haşiyecilik dönemi
başlamış, özgün eserler verilememiş ve İslam kelâmı uzun süren bir duraklama ve gerileme dönemine girmişti.
Batıda Rönesans’la birlikte fikir, sanat ve bilimde yaşanan gelişme ve
sıçrama sonrasında diğer İslami disiplinlerde olduğu gibi kelâm ilmi de canlılığını yitirerek çağın sorunlarına cevap veremez bir duruma gelmişti.
XIX. yüzyıla gelindiğinde özellikle de söz konusu asrın ikinci yarısında
Batıdan İslam dünyasına yayılan ve her geçen gün etkisi daha çok hissedilen
materyalist, pozitivist, determinist düşünce ve anlayışlara karşı Müslüman
bilginlerin rahatsızlık duydukları bunlara karşı koyma adına zihinsel bir
çabanın içine girdikleri görülmektedir. Bu dönemde Muhammed Abduh,
Cemaleddin Afgânî, Seyyid Ahmed Han, Filibeli Ahmed Hilmi, Şiblî
Nu’manî, Emir Ali, İzmirli İsmail Hakkı, Abdüllatif Harpûtî gibi isimlerin bu
alanda ön plana çıktıkları görülmektedir. Bu âlimlerin ortak kanaati klasik
kelâm argümanlarıyla çağın pozitivist, materyalist akımlarına karşı
konulamayacağı yönündeydi. Onlar daha önce olduğu gibi kelâm ilminin
zaman ve zemine göre değişebilen vesâilinin değiştirilerek yeni argümanlar
ihdas edilebileceğini ve çağın inanca yönelik saldırılarının bu şekilde göğüslenebileceğini düşünmüşlerdi. Nitekim onlar bu düşüncenin bir sonucu
olarak birçok eser kaleme almışlardır. Onların bu çabaları esnasında ortaya
konulan Yeni İlm-i Kelâm: Bütün şekilleriyle materyalizmi ve felsefi bir
görüş olarak pozitivizmi reddeden, dine karşı yapılan biyolojik ve psikolojik
teknikleri (Darwinizm, Freudizm) cevaplandıran, yeni felsefi cereyanları
eleştirdikten sonra müsbet ilimden de istifade ederek, Allah’ın varlığını ispat
eden, İslamın akâid konularını isbât ve izah ederek mukaddesâtı savunan bir
ilim, olarak tanımlanmıştır.
107
KELÂMDA YENİLİK ARAYIŞLARI
Kelâm ilminde yenilik arayışları Batıda düşünce, sanat ve bilimde meydana
gelen değişim ve dönüşümlerin İslam dünyasını etkisine almasından sonra
ortaya çıkmıştır. İslam dünyasını etkisi altına alan bu cereyanların mahiyetini
anlayabilmek amacıyla öncelikle Batı zihniyetinde ve bilim anlayışında
meydan gelen değişimin tarihi seyrini izlememiz uygun olacaktır.
Batı Bilim ve Düşüncesindeki Değişim
Batı düşüncesi Rönesans’la birlikte yeni bir döneme girmişti. Bu dönemi
farklı ve yeni kılan bilimde ve zihniyette yaşanan bazı değişim ve
dönüşümlerdir. Bu değişimi sağlayan olayların en önemlilerinden biri
Kopernik’in Dünya’yı merkeze alan Batlamyusçu evren görüşü yerine güneşi
merkeze alan evren görüşünü ortaya koymasıydı. Bilindiği gibi Arsito’nun
ortaya attığı Dünya’nın sabit merkez olduğu; bütün gezegenlerin, yıldızların,
Güneş ve Ay’ın dünyanın etrafında döndüğü anlayışı Batlamyusçu evren
görüşü olarak bilinir. Batlamyusçu evren görüşü neredeyse 1500 yıl
hâkimiyetini sürdürdü ve Hıristiyan dünyasında Kopernik’in güneş merkezli
evren görüşünü ortaya atmasına kadar fiilen varlığını devam ettirdi. Kopernik
(1473- 1543) Güneşin merkezde yer aldığını ve Dünya dâhil diğer bütün gezegenlerin Güneşin etrafında döndüklerini ortaya koydu. Batlamyusçu evren
anlayışı benimseyen ve yanılmazlık payesi verilen Kilise, Kopernik’in bu
görüşüne şiddetli tepki gösterdi.
Bütün tepkilere rağmen Kopernik’in bu başarısını Kepler ve Galile’nin
çalışmaları takip etti. Astronomi’yi fiziğin bir parçası olarak tanımlayan
Kepler, fizik yasalarını gök cisimlerine uygulayan kişi olarak öne çıktı. Galile
(1564-1642) ise teleskop kullanarak ilk ciddi yıldız gözlemlerini yapan kişi
olarak tarihe geçti. Galile yaptığı gözlemler sonrasında sabit evren modeline
ölümcül bir darbe indirdi. Ona göre Güneş merkezde yer almakta Dünya da
Güneşin etrafında dönmektedir. Fakat bu anlayış Kopernik ve Kepler’le
ortaya çıkan Kilise-bilim karşıtlığında son derece sert tartışmalara neden oldu
ve Galile engizisyon mahkemesinin aforozundan artık görüşlerinden vazgeçtiğini söylemekle kurtulabildi.
Galile’den sonra astro-fizik alanında çok daha önemli sonuçlara yol
açacak Newton (1642- 1726) geldi. Newton, gezegenleri neyin yörüngede
tuttuğu, Dünyanın altındakilerin neden düşmediği gibi sorularla uğraştı ve
daha sonra bilim tarihinde çok önemli yeri olan yer çekimi kanununu keşfetti.
Newton, ağaçtan elmayı düşüren kuvvetin, aynı zamanda Ay’ı dünyamıza
doğru çektiğini ortaya koydu. Ona göre bu yasa sayesinde gezegenler yörüngelerinde hareket ediyordu. Newton bu yeni keşfe “evrensel çekim yasası”
adını verdi. Newton’un hareket yasaları, hiçbir şeyin durağan olmadığını ortaya koyuyordu. Bu da Batlamyus’un evrenin çevresindeki yıldızları sabit
gören fikrini ortadan kaldırdı.
Astro-fizik alanında ortaya konulan bu anlayışlar başka alanlarda da
meyvesini verdi ve bilim anlayışında bir devrim niteliğinde başka gelişmeleri
de beraberinde getirdi. Francis Bacon (1561-1626) kendisine kadar her
alanda kullanılan tümdengelim yöntemini eleştirerek bilimde takip edilmesi
gereken yöntemin gözlem ve tecrübe olması gerektiğini savundu. O, her
şeyde tümdengelim yöntemine dayandıkları için Aristo ve skolastikleri
eleştirdi ve bu yöntemde akıl yürütmelerde kullanılan öncüllerin filozofların
108
kendi yargıları olduğunu, tabiatta bunların herhangi bir gerçekliğinin olmadığını iddia etti. Gerçek filozofun tabiatı incelemesi ve oradan hükümlere
varması gerektiğini söyleyen Bacon, gözlem ve tecrübe olmadan bilginin
meydana gelmeyeceğini ileri sürdü.
Batı modern bilim anlayışının oluşumunda etkin rol oynayanlardan biri de
Descartes’tir (1596-1650). Descartes kendinden önceki filozofları bilim ve
matematiği bilmemekle, geçerliliği olmayan delilleri kullanmakla eleştirdi.
Ona göre iyiyi kötüden ayırabilecek ve bilgide kesinliği verebilecek yegâne
vasıta akıldır. O kesinliği sebebiyle matematiği kendisine model olarak almıştı. Kartezyen felsefenin kurucusu olan Descartes, ortaya koyduğu düalist
anlayışla ilimde sekülerleşmenin meydana gelmesine de öncülük etti. Bu
anlayışın bir sonucu olarak modern bilimle uğraşan insanlar yaptıkları araştırma ve incelemelerde Tanrıya atıfta bulunma gereği duymamışlardır.
Batı bilim anlayışının oluşmasında zikredilmesi gereken bilim adamlarından biri de David Hume’dur (1711-1776). Hume duyuları bilgi elde etmenin tek vasıtası olarak gördü. Bundan hareketle de metafizik bilgiyi yanlış
ve dayanağı olmayan bir nevi zihnî yanılma saydı. Hume’a göre metafiziğin
bilmeye çalıştığı şeyleri bilmenin imkânı yoktur. Zira metafizik bilginin
dayandığı aklın; tabiat olaylarını, kâinatın dayandığı aslı, amaç ve planını
bilme imkanı yoktur. Ona göre bir şeyin bilinebilmesi için öncesinde bir duyu
algısının olması zorunludur.
Aydınlanma felsefesinin en önemli filozofu kuşkusuz İmanuel Kant’tır
(1724-1804). Kant, bütün zihinsel çıkarımları reddeden Hume’den farklı
olarak aklın tabiata karşı pasif olmadığını, aklın tecrübe ile gelen bilgileri
kavramlaştırdığını söyledi. Ona göre duyularla kavranması mümkün olmayan
sebeplilik, zaman ve mekân gibi bir alan mevcuttur ve bu alanın inkar edilmesi mümkün değildir. Kant duyuların ötesindeki bu alana numen, tecrübe
ile bilinen dış dünyaya da fenomen adını verdi. Kant bu ayırımdan hareketle
aşkın tasavvuru temsil eden numen dünyanın kesin bir şekilde bilinemeyeceğini iddia etti ve bundan hareketle aklın prensiplerine dayalı bütün teolojileri inkâr etti. Bu bağlamda ontolojik, kozmolojik ve teleolojik delillerle
Allah’ın varlığının ispatlanamayacağını iddia etti. Kant aşkın âlem ve Tanrıyı
ifade eden numen alanla ancak ahlak vasıtasıyla ilişki kurulabileceği düşüncesindeydi. “İnanmaya yer bırakmak için bilgiyi inkâr etmek zorunda kaldım” diyen Kant’a göre insan sadece bilen bir varlık değildir, o aynı zamanda
yapıp eden bir varlıktır. İnsana ne yapması gerektiğini bildiren şey de pratik
akıldır. Ona göre dünyada mutlak iyinin var olması, ancak ahlaka uygun bir
gücün varlığı ile mümkündür. Bu varlık da Tanrı’dır.
Batıda meydana gelen bu gelişmeler çoğu kere Kilise’ye rağmen gerçekleştikleri için aynı zamanda dine karşı olma gibi bir durum da söz
konusuydu. Hume’un her şeyi duyulara hasretmesi ve sebep-sonuç ilkesi dahil bütün ideleri reddetmesi, Kant’ın ahlaki alanda Tanrı’ya yer verse de
metafiziği bilgi alanının dışına atması modern düşüncenin giderek sekülerleşmesini de beraberinde getirdi. XIX. yüzyıla gelindiğinde yukarıda
gelişim sürecini aktardığımız Rönesans, Aydınlanma hareketleri meyvelerini
vermeye başladı ve Modernite olarak da anılan bir dönemi ve bu dönemde
ortaya çıkan ideolojileri doğurdu. Bunları da kısaca izah etmek Yeni İlm-i
Kelâm dönemi bilginlerinin kimlerle karşı karşıya olduklarının diğer bir
ifadeyle hangi ideolojilerle mücadele ettiklerinin anlaşılması açısından uygun
olacaktır.
109
Batı dünyasındaki dönüm noktalarını tespit için Serdar Uslu’nun tercüme ettiği
Peter Whitfield’in Batı Biliminin Dönüm Noktaları kitabını inceleyiniz.
Batıda Ortaya Çıkan Akımlar
Batıda ortaya çıkan zihniyet değişimi ve bunun sonrasında tecrübe ve gözleme dayalı bilgi, mekanik ve determinst evren anlayışı, başta Tanrı fikri
olmak üzere metafizikle ilgili konuların bilim alanının dışında görülmesi,
beraberinde seküler bir anlayışı getirdi. XVII. ve XVIII. yüzyılda ortaya
konulan bu çabalar XIX. yüzyılda sonuçlarını vermeye ve adeta zirve yapmaya başladı. Bu dönemde pozitivist, materyalist çok sayıda akım ve ideoloji
ortaya çıktı. Bunlar dine karşı olmakla, ön plana çıkan akımlardı. Bunlardan
özellikle İslam dünyasında etkili olanlardan bir kaçını zikretmek istiyoruz.
Pozitivizm
Pozitivizm, Auguste Comte (1798-1857) tarafından XIX. yüzyılda ortaya
atılan felsefi düşüncenin adıdır. Comte insanlık tarihini, dinî, metafizik ve
pozitif olmak üzere üç evreye ayırdı. Ona göre dinî evre fenomenlerin Tanrı
ya da manevi nedenlerle açıklandığı evredir. Bu evrede insanlar her şeyi din
ile açıklamaya çalışırlar ki bu evre Orta Çağ’a kadar devam eder. Metafizik
evrede ise olaylar soyut kuvvetlerle açıklanır, eşitlik, özgürlük gibi. Bu evre
Orta çağ’dan başlayıp 1789 Fransız ihtilaline kadar devam eder. Pozitif evre
ise insanın sadece gözlemlenebilene yöneldiği ve yalnızca olaylar arasındaki
yasalar ya da değişmez bağlantıları incelediği bir evredir. Ona göre bu evre
insan düşüncesinin ve gelişiminin en yüksek basamağıdır. Comte’un ortaya
attığı pozitivizm kavramı XIX. yüzyılın temel kavramı haline geldi. Tecrübî
bilgi de yegâne evrensel bilgi olarak takdim edilmeye başlandı. Sadece
gözlem ve deneye dayanan doğal bilim, her problemi çözebilecek ve
toplumlar için evrensel kanunlar koyabilecek güçte görüldü..
Comte, bilim ile teoloji arasına kesin ayırımlar koyarak bilim ile dinin
uyuşmasının mümkün olmadığını iddia etti. Comte sisteminin gereği olarak
bütün dinleri inkar etmesine rağmen kültürel boşluğu doldurmak amacıyla
yeni bir din ortaya koyma ihtiyacı hissetmiş ve “insanlık dini” adını verdiği
bir din ortaya koyduğunu iddia etmişti. Bu dinin esası bilim, temel hedefi
düzen ve ilerleme idi. Pozitivizm öncelikle Fransa’da ortaya çıkmış XIX.
yüzyılın ikinci yarısına kadar Avrupa’da; Latin Amerika ve Ortadoğu’da da
XX. yüzyılın ortalarına kadar etkisini sürdürmüştür. Günümüzde de Batı
bilim anlayışında ve İslam dünyasında etkisi hala hissedilmektedir.
Darwinizm
Darwinizm, Charles Darwin (1809-1882) tarafından ortaya atılan modern
evrim teorisinin adıdır. Tekâmül nazariyesi olarak da adlandırılır. Evrim
teorisi daha önce de bilinen bir teori idi. Darwin’in bu teoriye katkısı tabii
ayıklama (selection) fikrini bu teoriye dâhil etmesidir. Darwin’in ortaya
koyduğu bu teoriye göre canlılar arasında acımasız bir mücadele vardır. Bu
mücadele varlıklar arasında bir çeşit seçme yani ayıklama işlevi görmektedir.
Bu mücadele esnasında en güçlü olanlar hayatta kalırlar, zayıf ve güçsüz
olanlar, yok olmaya mahkûmdur. İnsan da dönüşüm ve ayıklanma ilkesinin
zorunlu bir sonucu olarak maymundan gelmiştir. Darwin bu görüşünü
İnsanın Türeyişi adlı eserinde dile getirmiştir. Darwin böylesi bir müca-
110
delenin hüküm sürdüğü tabiat düzeninde merhametli bir Tanrı inancına yer
olmadığını söyler. Ayrıca o, tabiata düzenin değil, düzensizlik ve tesadüfün
hakim olduğunu ileri sürmüş böylece din ve Tanrı inancından uzaklaşmıştır.
Darvincilik maddecilerin eksik kalan açıklamalarına belli noktalarda
destek sağlamıştır. Nitekim Darwin’in hayat mücadelesi ve doğal ayıklanma
ilkelerinin Marx’ın diyalektik ve sınıf mücadelesi görüşlerine etkide bulunduğu söylenmiştir. Darwin, üstün canlı olarak yaratılan insanı tabiata, yani
hayvana indirgeyerek onu maneviyatından, değerlerinden, inanç ve kabiliyetlerinden soyutlamıştır. Bununla dinin ve teist filozofların tabiattaki gaye
prensibine karşı materyalistlere malzeme hazırlamıştır. Ayrıca insanı Allah’ın
değerli bir kulu olarak değil de tabiatın başarılı ve gelişmiş bir hayvanına
indirgemekle de pozitif maddeci anlayışa destek sağlamıştır.
Materyalizm
Materyalizm, maddeyi değişmez, aktif ve dinamik bir prensip olarak kabul
eden, ruh ve düşünce gibi cevherlerin bu maddenin bir tezahürü olduğunu
iddia eden ya da bunları inkar eden düşünce akımı olarak tanımlanır. Materyalistler, tabiatı esas aldıkları ve insanı da tabiatın bir parçası olarak
gördükleri için tabiatçılar olarak da anılırlar. İslam dünyasında XIX. yüzyılda
etkin olan materyalizm, tarihi materyalizmdir ki bu akımın öncüsü Karl
Marx’tır (1818-1883). Marx, Hegel’den mülhem olarak tarihi düzenli ilerleme esasına göre ilkel toplum, Asyatik toplum, köle-toplayıcı toplum,
feodalizm ve kapitalizm olarak beş değişim ve dönüşüm aşamasına ayırır.
Marx Communist Manifesto ve Das Kapital adlı eserlerinde kapitalist sistemin yıkılacağını, proletaryanın bir devrim sonucu yönetimi ele alacağını ve
devletin olmadığı komünist toplumun oluşması için zemin hazırlayacağını
iddia ederek tarihin materyalist yorumunu yapmıştır.
Marx diyalektik materyalizmi üç temel esasa dayandırmış bunları da ferdi
ve toplumsal hadiselere uyarlayarak tabii ve sosyal olaylarda zorunlu
değişime dayalı bir determinizm ortaya çıkarmıştı. Marx, ekonomi ve araçlarını ‘alt yapı’ felsefe, ahlak ve dini de ‘üst yapı’ olarak nitelendirmiş ve üst
yapının alt yapı tarafından belirlendiğini iddia etmiştir. Bunun bir sonucu
olarak Marx, din, felsefe ve ahlakı, alt yapı olarak gördüğü ekonominin bir
yansıması olarak ifade etmişti. Nitekim ona göre Tanrı, insanın idealize ettiği
kendi imajından başka bir şey değildir. Yani insan kendisinin olması gereken
halini Tanrı olarak ifade etmiştir ki bu hayali bir tasvirden başka bir şey
değildir.
Yukarıda anlattığımız ve XIX. yüzyılda etkin olan pozitivist, materyalist
ve Darvinci anlayışlar seküler, agnostik, şüpheci ve dine karşı mesafeli bir
anlayışın yayılmasını beraberlerinde getirmişlerdir. Modernleşme sürecinde
her ne kadar bu görüşlere karşı olan Pascal, Bergson gibi bilim adamları çıktıysa da özellikle XVIII. yüzyılda gerçekleşen sanayi devrimiyle birlikte teknolojide yakalanan başarı, onların etkin olmasına fırsat vermemiştir. Bu dönemde pozitif-seküler anlayış; endüstri devrimi, şehirleşme ve makine hayatının getirdiği yeni başarılarla daha da hız kazandı.
Batı dünyasında bu gelişmelerin İslam dünyasına yansıması kaçınılmazdı.
Bu yansıma neticesinde dinî hassasiyet sahibi insanlarda da rahatsızlıklar
görülmeye başlandı. Batıyla bu şekilde karşılaşma, İslam dünyasının siyasi,
ekonomik ve bilimsel düzeyinin pek de iyi olmadığı bir dönemde gerçekleşmişti. İlk karşılaşmaları ve bu karşılaşmada İslam âlimlerinin takındığı
tavrı ortaya koymak Yeni İlm-İ Kelâmın anlaşılması açısından uygun
olacaktır.
111
Burada sayılan kelâm ilminde yenilik arayışlarının sebepleri olarak başka ne
eklenebilir?
YENİ İLM-İ KELÂMIN ÖNCÜLERİ
XIX. yüzyılda Batıda ortaya çıkan inkarcı akımlar dünyayı etkilemeye devam
ederken İslam coğrafyası askeri, iktisadi ve kültürel bir işgalle de karşı
karşıyaydı. Gerek tanrıtanımaz akımları reddetme gerekse de insan haklarını
askıya alan ve insan hakları ihlallerinde bulunan sömürgeci güçleri İslam topraklarından atmak için toplumsal bir bilinç yenilenmesine ihtiyaç vardı. Bu
ihtiyaç Müslüman bilginleri bir arayışın içine sokmuş ve İslam dünyasında
yaşanan askerî, siyasî başarısızlıkların sebeplerini düşünmeye sevk etmişti.
Bu bağlamda ilim adamalarının üzerinde durduğu hususlardan biri de mevcut
ilim anlayışı ve eğitim sistemiydi. Acaba İslam dünyasının gerilemesinde,
siyasi, askeri ve kültürel düzeyde başarılı olamamasında etkili olan husus
ilim anlayışımız olabilir miydi? Bu bağlamda ilim adamlarının fıkıh, tefsir ve
kelâmda yenilik arayışlarına çıktıkları görülmektedir. Fıkıhta içtihat kapısının
açılması, tefsirde çağın gereklerine uygun olarak Kur’ân’ın tefsir edilmesi bir
ihtiyaç olarak görülmüş ve bu alanlarda yoğun çalışmalar yapılmıştı.
İslam alimlerinin yenilenmesini gerekli gördükleri ilimlerden biri de
kelâm ilmiydi. Özellikle inkarcı akımların İslam dünyasına yayıldığı, dinin
ve inancın tehdit altına girdiği bir dönemde İslam inancını sağlam delillerle
ispat etme ve İslam inancına yönelen eleştirileri karşılama gibi bir hedefi olan
kelâm’a bu dönemde her şeyden çok ihtiyaç vardı. Ne var ki klasik kelâmın
argümanlarıyla çağın materyalist akımlarının kullandıkları argümanlara karşı
koymak mümkün görünmemekteydi. Bundan dolayı da kelâm ilminin zaman
ve zemine göre değişebilen vesâilinin değişmesi gerekirdi. Bu ihtiyacı dile
getiren bir çok âlim ortaya çıkmıştır. Bunların bir kısmı Hindistan’da bir
kısmı, Mısır’da bir kısmı da dönemin Osmanlı Türkiyesinde idi. Hint alt
kıtasında Seyyid Ahmed Han, Şiblî Nu’manî, Emir Ali, Muhammed İkbal,
Mısır’da Muhammed Abduh, Reşid Rıza, Osmanlı Türkiyesi’nde Abdüllatif
el-Harpûtî, İzmirli İsmail Hakkı, Filibeli Ahmed Hilmi bunlardan bir kaçıdır.
Yeni ilm-i kelâmın öncü şahsiyetleri olarak ifade ettiklerimiz de bunlardır.
Osmanlı
Abdüllatif el-Harpûtî (1842–1914)
Abdüllatif el-Harpûtî, kelâm ilmi ile ilgili iki önemli eseri bulunmaktadır.
Bunlardan biri Tarih-ı ilm-i kelâm diğer ise Tenkihu’l-Kelâm fi akâdi ehl’ilİslam adını taşımaktadır. Esasen Harpûti’nin Yeni İlm-i Kelâm bağlamında
üzerinde durulması gereken eseri budur. Harpûti bu kitabı yazmasının gerekçesini Darü’l-Fünün İlahiyat Fakültesinde kelâm derslerini okuturken çağdaş bid’at sahiplerini cevaplayabilecek, inkarcıları susturabilecek özelliğe sahip bir kelâm kitabı bulamaması olarak açıklar. Harpûtî’nin bu eserinin söz
konusu ihtiyaca ne kadar cevap verdiği tartışılabilir. Fakat Harpûtî’nin bilim
ve felsefede meydana gelen değişimlerin ve bilimin dine karşı kullanılmaya
çalışıldığının farkında olduğu görülmektedir. O din ile bilimin objektif
kriterler kullanıldığında uzlaşabildiklerini, esasen İslam dinini zorda
bırakacak verilerin bilimden çıkmayacağını ifade etmiştir. Bu bağlamda fizik
ve astronomi ile ilgilenmiş bir kısım batılı yazarların ve Müslüman aydınların
modernliğe dayanarak İslam’a ya da dinin kendisine yaptıkları ithamları
geçersiz kılmaya gayret göstermiştir.
112
Harpûtî’nin yeni bilim karşısında pasif olmadığı görülmektedir. O bu
bilim içinde yararlanılabilecek verilerin olduğunu, bunların alınıp kullanılması gerektiğini öte yandan dinle uzlaşması ve tevil edilmesi mümkün
görünmeyenlerin de reddedilmesi gerektiğini söyleyerek eklektik bir yöntem
takip etmiştir. Harpûti’ye göre ilk dönem kelâmcıları da böyle bir yöntem
takip etmişlerdir. Bizzat kendisi mütekaddimin ve müteahhirin dönmelerinden sonra üçüncü bir kelâm dönemi başlattığını söylemiştir. Harpûtî, kelâm
âlimlerinin madde ve kuvvetin yaratılmışlığı, maddenin hiçbir şey meydana
getiremeyeceği, evrenin madde ve maddiyatla sınırlı olmadığı, görünenin
dışında mana ve ruh âlemlerinin varlığı üzerinde durmaları gerektiğini
söylemiştir. Özellikle felsefi konular işlenirken usûlü’d-dîne bağlı kalınmasını zorunlu görmüştür.
Harpûtî’nin Yen-i ilmi kelâm ile ilgili görüşlerini ve çabasını daha iyi kavramak
için Erkân Yar’ın Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisinde yayınlanan
“Abdullatif Harpûtî ve Yeni Kelâm İlmi” adlı makalesini okuyunuz.
İzmirli İsmail Hakkı (1868–1946)
Yenilenme hareketinin Türkiye’deki en önemli temsilcisi İzmirli İsmail
Hakkı’dır. Esasen bu dönemde buhrandan kurtulmak için iki farklı görüşün
ortaya çıktığı görülmektedir. Bunlardan birincisi ihyacılıktır ki temel hedefi;
aslî kaynaklara dönerek, zaman içerisinde hem gelenek hem de modern Batı
düşüncesi kanalıyla İslam’a sokuşturulan bir takım yabancı unsurları
temizlemekti. Diğer görüş sahipleri ise modernist kanat olarak nitelendirilmekte idi ve İzmirli de Osmanlı’nın son dönemlerinde ortaya çıkan İslamcılık
akımının modernist eğilimlere sahip kanadında yer alıyordu. Namık Kemal,
Musa Carullâh, M. Şemseddin gibi şahsiyetlerin içinde yer aldığı bu kanat,
İslam’ın değer ve ilkelerini Batı’nın belirlediği modern düşünce kriterlerine
göre yeniden yorumlamayı, İslam’ı modern düşünce ve kurumlarla kaynaştırmayı hedefliyordu. İzmirli ve onun gibi düşünenler sırasıyla Müslümanların saf bir inanç sahibi kılınmasını, eğitim- öğretim ve tasavvufun ıslahını,
İslam dünyasındaki mevcut ahlak anlayışının değiştirilmesini ve cihat kavramının yeniden çok geniş ve kapsamlı şekilde anlaşılmasını gerekli
görüyorlardı.
İzmirli ve onun gibi düşünenler, dikkatlerini çağdaş medeniyete çevirerek
asrın gerekleriyle dinin inançları arasında ahenk kurmaya gayret göstermişlerdir. Onun Yeni İlm-i Kelâm adlı eseri ve bu eseri yazdıktan sonra Sebilurreşâd dergisine verdiği röportaj, buna yönelik özellikle Muhsin-i Fanî’nin
gösterdiği tepki yine İzmirli’nin ona verdiği cevaplar yeni ilmi kelâmın ne
olduğu, nasıl olması gerektiği ile ilgili görüşlerini detaylı bir şekilde kapsamaktadır.
İzmirli’ye göre kelâm ilmi İslamî ilimlerin anasıdır. Dolayısıyla kelâm
ilmi sayesinde bir çok şey başarılabilir. İzmirli yeni bir kelâm ilmine duyulan
ihtiyacı şu şekilde dile getirmiştir: Mevcut kelâm ilmi başta Yunan feslefesine; sonra bu felsefeyi yaymak suretiyle İslami fikirleri ona yakınlaştırmak
isteyen İbn Sinâ gibi İslam filozoflarının felsefelerine; ve en nihayet o
zamanlar ortaya çıkan bid’atçi ve mülhid (inkarcı) fırkalara karşı ortaya konulmuştu. Bu gün bu ilmin muhatapları değişmiştir. Esasen İslam kelâmının
muhatap aldığı Yunan felsefesi üç asırdan beri çöküntü içindedir ve yerini
İngiliz, Fransız Alman felsefelerine bırakmıştır. Eski kelâmcıların muhatapları Thales, Anaxagoras, Empedokles, Demokritos, Sokrat, Eflatun Aristo
oldukları için tabii olarak kelâm kitaplarında bunların isimleri zikredilirdi.
113
Muhataplar değiştiğine göre artık onların yerini Bacon, Decartes, Spinoza,
Leibniz, Locke, Malbranche gibi filozofların alması gerekir. Kelâm ilmi
tabiatı itibariyle çağın gelişmelerine ayak uydurmak durumundadır. Muhataplar ve onların felsefeleri değiştiğine göre kelâm ilmi de yeni muhataplar ve
onların kullandıkları metot ve yöntemleri dikkate alarak kendini yeniden
konumlandırmalıdır. Geçmişte kelâm ilmi bunu yapmış ve başarmıştı. Nitekim Râzî’nin Bâkıllânî’nin kullandığı mebâdi ve vesâille yetinmediğini,
Gazzâli’nin daha önce karşı çıkılan Aristo mantığını kelâm ilminin içine
dahil ettiğini biliyoruz. Onları buna iten sebep zaman, zemin ve muhataplarının değişmesi idi.
İzmirli’nin önemle üzerinde durduğu hususlardan biri de şudur: Ona göre
İslam akaidi ile bağdaşmayan her türlü felsefi kanun reddedilmelidir. Bu
konuda taviz verilmemelidir. Dolayısıyla kabul edilen bir delille kabul edilmeli, reddedilen de bir delille reddedilmelidir. İzmirli’ye göre tabiat bilimlerinin ve astronominin doğrudan doğruya kelâm ilmine dahil edilmesi doğru
değildir. Klasik kelâmcılar, muhatapları olan filozoflar tabiatı feslefelerinin
bir parçası kıldıkları için bu kadar varlıkla, tabiatla uğraşmışlardır. Bugün
yapılması gereken ise onların sonuçları ve kanunlarının incelenmesidir.
İzmirli, Kelâm ilminin canlı ve dinamik olmasını istemiştir. Onun için yeni
ilm-i kelâm’da nesli tükenmiş İslam fırkaları, felsefe ekolleri yerine bu gün
varlığını devam ettiren, tedvin edilmiş eserlere sahip İslam fırkaları, felsefe
ekolleri ve onların görüşlerine ağırlık verilmelidir. Kelâm ilmi kesin ve ispat
edilmiş kanunlara ters düşmemeli ve onları yok saymamalıdır.
İzmirli İsmail Hakkı’nın Yeni İlm-i Kelâm anlayışının ne olduğunu daha iyi
değerlendirebilmek için Bülent Baloğlu’nun İzmirli İsmail Hakkı Sempozyumu
bildirileri içerisinde yer alan “İzmirli İsmail Hakkı’nın “Yeni İlm-i Kelâm”
Anlayışı’ adlı makalesini inceleyiniz.
Mısır
Mısır daha XVIII. yüzyılda Batı ile yakın temas içinde kalan İslam coğrafyalarından biridir. Napolyon’un Mısır’ı işgali (1798-1801) İslam dünyasında
yeni bir dönemin başlangıcı sayılır. Mısır’ın işgali üzerine gönderilen Kavalalı Mehmed Ali Paşa, Napolyon’un Mısır’ı terk etmesinden sonra Osmanlıdan bağımsız bir biçimde Mısır yönetti. Ali Paşa Mısır’ın iktisadi, sosyal ve
eğitim düzeninde büyük değişikliklere gitti. Napolyon’dan kalan makineleri
kullanarak Bulak’ta bir matbaa kurdu. Çeşitli askeri, mühendislik ve tıp okulları açtı. Bu okullarda görevlendirilmek üzere Fransa’dan subaylar, hekim ve
mühendisler getirtti. Paris’e Mısırlı öğrenciler gönderdi. 1839’da bir tercüme
ve dil okulu kurarak çeşitli dallarda tercüme heyetleri oluşturdu. Mehmed Ali
Paşa’nın vefatından sonra bu gayretler yavaşladıysa da Hidiv İsmail Paşa
(1863-1879) döneminde tekrar hızlandı. Uzun süren Fransız işgalinden sonra
bu sefer de İngilizlerin hakimiyetine girdi. Bu dönemde edebiyat, sanat ve
düşünce alanında tercümeler çoğaldı.
Muhammed Abduh (1849–1905)
Muhammed Abdûh, bu dönem Mısır’da kelâm ilminin problemleriyle uğraşan ve bu ilmin daha verimli hale gelmesi için gayret gösterenlerin başında
gelmekteydi. Abdûh Beyrut ve Paris’te sürgün hayatı yaşamış daha sonara da
Mısır’a dönerek Mısır müftüsü olmuştu. Sürgünde kaldığı dönemde Batı’yı
tanıma fırsatı bulmuş, zamanla hocası Cemaleddin Efgânî’nin ideolojik ve
siyasî çizgisini terk ederek uzun vadeli hedeflere yönelmiş buna paralel
olarak tedrisatı yeniden düzenlemeye yoğunlaşmıştı.
114
Abduh kendi dönemindeki kelâm eğitiminden memnun değildir. Öğrencilerin ellerinde Eş‘arî, Mâtürîdî ve Bakıllânî’nin kitaplarını görememekten
yakınan Abduh, bu kitapların artık kitapçılarda da bulunmamasına hayıflanır.
Kelâm ilmi ile uğraşanların kelâm ilminin temel klasiklerini okumak yerine
müteahhirin döneminin muhtasar kitaplarıyla yetindiklerini ve kelâm ilminin
temel konularını kavramaktan uzak olduklarını dile getirir. Abduh’un yine
yakındığı bir husus da öğrencilerin üretken olamamaları ve kendilerine ezberletilenlerle yetiniyor olmalarıdır. İnsanlara ait görüşlerin nass mesabesinde
görülerek eleştirel gözle incelenmemesi de Abduh’un eleştirdiği hususlardan
biridir. Abduh bu eleştirileri ile medreselerde yapılan eğitimin yüzeyselliğine,
hayattan kopukluğuna işaret etmek istemektedir.
Abduh’un ortaya koyduğu kelâm, içerik itibariyle geleneksel kelâmdan
farklı olmamıştır. Fakat kendisi bazı konulara daha çok vurgu yapmıştır. Örneğin o, geleneksel kelâm eserlerinde ihtilaf konusu olan konulara değinmeyi, aslı ilgilendirmeyen meselelerle ilgilenmeyi pek hoş karşılamamış, toplumun ihtiyaç duyduğu konulara öncelik verilmesini istemiştir.
Yeni İlm-i Kelâm’a karşı çıkanların gerekçeleri ne olabilir?
Hindistan
Hindistan sahip olduğu zenginlikler dolayısıyla tarihin her döneminde uluslar
arası siyasetin merkezinde yer almış ve hiçbir zaman rahat bırakılmamıştır.
XVII. yüzyılda İngilizler iktisadi gayelerle Hindistan’a gelip East Indıan
Company adlı bir şirket kurdular. Moğol İmparatorluğunun çökmeye başlamasıyla İngilizler bu şirket vasıtasıyla nüfuzlarını genişletmeye; Hindistan’ın yapısına ve Müslümanların sosyal-hukuki hayatına müdahale etmeye
başladılar. Hindu- Müslüman ittifakıyla 1857’de İngilizlere karşı yapılan
mücadelenin başarısızlıkla neticelenmesi sonrasında da İngilizler siyasi hakimiyeti ellerine geçirerek kendilerine ait bir hükümet kurdular. Mücadelenin
başarısızlıkla sonuçlanması, Müslüman alimleri derinden sarstı ve onları bir
durum değerlendirmesi yapmaya sevk etti. Âlimlerin bir kısmı İngilizlerle
uyum içinde yaşamayı reddederek Hindistan’ı terketti, bir kısmı ise İngiliz
idaresi ile uyum içinde olunmasının Müslümanların menfaatine olduğunu
söyledi.
Bu görüşü dile getirenlerin başında da Seyyid Ahmed Han gelmekteydi.
Hindistanlı alimler, içinde bulundukları durumdan memnun değillerdi. Bu
kötü durumdan çıkmak için bir arayış içerisinde idiler. Onlar bir zihniyet değişimine ihtiyaç olduğunu ve bu zihniyet değişimini gerçekleştirmede Kelâm
ilminin önemli roller üstlenebileceğini düşünmüşlerdi. Seyyid Ahmed Han,
Şiblî Nu’manî, Emir Ali, Muhammed İkbâl, Ebu’l-Kelâm Azâd gibi alimler
bu alanda ön plan çıkmışlardır.
Seyyid Ahmed Han (1817-1898)
Seyyid Ahmed Han, kelâm ilminde yenilik ihtiyacını ilk dile getiren kişi
olarak bilinir. Yaşadığı dönemde Hindistan’ın içinde bulunduğu durum onu
böyle bir anlayışa sevk etmiş olmalıdır. Ona göre klasik kelâmın muhatapları
olan Yunan felsefeleri problemlere yaklaşımlarında tecrübe ve müşahedeyi
değil aklî ve kıyasî delilleri kullanmışlardı. Dolayısıyla onlara akli ve kıyasi
delillerle karşı konulmuştur. Fakat günümüzdeki ilim, akli kıyasa değil,
tecrübe ve müşahedeye dayanmaktadır, Kelâm ilminin de buna paralel olarak
115
müşahede ve tecrübeye dayalı deliller kullanması gerekir. Bu da mevcut
ilimlerle uyumlu yeni bir kelâmı gerekli kılmaktadır.
Seyyid Ahmed Han’ın ortaya koyduğu yeni kelâma tabiatçı kelâm denilmiştir. Onun bu görüşlere gitmesinde modern bilimle temas içerisinde olmasının büyük rolü vardır. Öte yandan Seyyid Ahmed Han yeni kelâm anlayışını ortaya koyarken sadece Ehl-i sünnet kaynaklarıyla yetinmemiş Mutezile
ve filozofların görüşlerinden özellikle o dönemde Hindistan’da çok ilgi gören
Yeni Mu‘tezilecilikten önemli ölçüde yararlanmıştı.
Seyyid Ahmed Han’ın ortaya koydğu yeni İlm-i kelâmı daha iyi değerlendirebilmek için Şaban Ali Düzgün’ün Seyyid Ahmed Han ve Entelektüel
Modernizmi adlı eserini inceleyiniz.
Şiblî Nu‘manî (1857-1914)
Yeni kelâm hareketinin Hindistan kıtasındaki asıl teorisyeni olarak bilinir.
Şiblî Nu’manî kelâm tarihi alanında yazdığı İlmu’l-kelâm adlı kitabının
önsözünde eski kelâmın faydasız ve yetersiz olduğunu ifade etmiş ve yeni bir
kelâma duyulan ihtiyacı dile getirmiştir. İlm-i Kelâm-ı Cedid adlı eseriyle de
ihtiyaç duyulan kelâmı yazmıştır. Nedvetü’l- ulemâ adıyla kurduğu teşkilatın
temel hedefini de önceki kelâmcıların Yunan felsefesine karşı yaptıkları gibi,
ateizmin meydan okumalarına karşı metot bakımından yeni bir kelâm ilmi
kurmak olarak belirlemiştir.
Şiblî’ye göre kelâm ilminin modern fikirler ışığında yeniden ele alınması
gerekir. Ne var ki o, Seyyid Ahmde Han’dan farklı olarak dinin modern düşünceyle zaman zaman çatışabileceğini, felsefi nazariyelerin değişebileceğini,
dolayısıyla bunların dinde esas alınmamaları gerektiğini söylemiştir. Bununla
birlikte onun görüşleri tetkik edildiğinde kendisinin önemli ölçüde dönemindeki bilim ve felsefe anlayışının etkisinde kaldığı, yaygın nazariyelerle
çelişmemek için bazı inançları tevil etmeye kalkıştığı görülmektedir.
Şiblî Numanî yeni kelâm ilminin sahasının itikatla sınırlı olmadığı
kanaatindedir. Ona göre geleneksel kelâm ilminde itirazlar yalnızca itikat
esaslarına yöneltildiği için kelâmcılar yalnızca inanç konularını ele alıp
savunmuşlardır. Günümüzde ise İslam’ın sadece itikat yönü değil, tarihî, ahlakî ve sosyal yönleri de saldırılara maruz kalmaktadır. Dolayısıyla kelâm
ilminin bu konularla da ilgilenmesi, İslam dininin bu ilkelerini de savunması
gerekmektedir. Ona göre İslam’ın bütünlüğü içinde işlevi olan her konu,
kelâmî bir yaklaşıma muhtaçtır. Bu bağlamda İslam’ın insan özgürlüğü
kısıtlayıp kısıtlamadığı, kutsal metinlerin tarihsel olup olmadıkları, insan
haklarıyla kadının sosyal konumu kelâm ilminde birer problem olarak ele
alınıp işlenmelidir. Şiblî de Abduh gibi, kelâm ilminde anlaşılması zor
mantık ıstılahları ve uzun mukaddimeler yerine açık ve sade bir şekilde temel
konuların yer almasından yanadır. Ayrıca aklın yanında kalp ve vicdanın
tatmin edilmesi de hedeflenmelidir. Ona göre kelâm, İslam inanç esaslarını
kolayca açıklayabilmek için kullanılan bir metottur. Bundan dolayı sadece
Gazzâli ve Râzî değil, İslam’ı farklı bir üslupla fakat bütün ilkeleriyle takdim
etmek isteyen Mevlana Celaleddin-i Rûmî (ö. 672/1273) de kelâmcı sayılmalıdır.
Yeni İlm-i Kelâm hareketinin öncülerinden beş âlim sayınız.
116
YENİ KONULAR VE YENİ YAKLAŞIMLAR
Yeni ilm-i kelâmı, geleneksel kelâmdan ayıran temel farklılık, yeni dönem
kelâmcılarının kelâmî problemlere yaklaşım biçimleri ile ele aldıkları konular
ve öncelikleridir. Burada bu dönem alimlerinin ele alıkları konuları ve konulara yaklaşımlarını kısaca ele almakta yarar vardır.
Bilgi ve Varlık
Bilindiği gibi bilgi ve varlık hem mütekaddimîn hem de müteahhirîn kelâmcıların önemle üzerinde durdukları ve kitaplarının hemen girişine
yerleştirdikleri iki konudur. Özellikle müteahhirin dönemi eserlerinde bu
konulara aşırı biçimde yer verilmiştir. Yeni dönem kelâmcıları ise bu konulara girmeyi, uzun uzun bu konuları tartışmayı pek hoş karşılamamışlardır.
Hatta klasik kelâma yönelttikleri eleştirilerden biri de bu dönemde yazılan
kitapların uzun girişler ve başlangıç ilkeleri ile ilgili konulardan oluşuyor
olmasıdır.
Geleneksel kelâmda bilginin kaynakları akıl, duyu ve haber olarak
belirlenmişti. Öyle görünüyor ki İzmirli bunları bilgiye ve hakikate ulaşmada
yeterli görmektedir. Nitekim o,‘kelâmcılar hakikate ulaşmada dinî-şer’î
metodu kullanırken hem his ve tecrübeye hem de akıl ve tefekküre yer vermektedir. Ayrıca tecrübe ve tefekkürün yetmediği yerde doğrudan ya da dolaylı olarak sahih nakil kullanmaktadırlar. Bu metot zihni okşadığı gibi gönlü
de hoş tutmaktadır’, demiştir.. İzmirli’ye göre dinde aklın bilemeyeceği, ispat
edemeyeceği şeyler vardır fakat aklın reddedebileceği bir şey yoktur.
Yeni Kelâm ekolü içerisinde Şiblî Nu’manî’nin modern bilimin akılcılığının etkisinde kaldığı görülmektedir. O, modern rasyonalizme daha yakın
bir tavır sergilemiştir.
Varlık konusu da yeni ilm-i kelâm eserlerinde detaylı bir şekilde ele
alınmamıştır. Varlık konusunda diğerlerine göre Şiblî Nu’manî’nin farklı bir
yerde durduğu görülmektedir. O, Newton’un maddeyi esas alan felsefesinden
oldukça etkilenmiş görünmektedir. Maddenin sakımı kanununa oldukça bağlıdır. Ayrıca âlemin kıdemi konusunda klasik kelâmın söyleminden ayrılarak
İslam filozoflarının görüşüne meyletmiştir.
Bu dönemin kelâmcıları bilgi ve tabiat konularına ağırlık vermemişler, daha
çok bu konuların uluhiyet ve din açısından sonuçlarını ele alıp tartışmışlardır.
Ulûhiyet
İslam’ın uluhiyet anlayışı Allah’ın varlığı ve birliği esaslarına dayanan, son
derece sade ve basit bir şekilde anlatılabilen bir inançtır. İslam inancında Allah’ın varlığı kadar birliği de önemlidir. Nitekim Mekke müşrik toplumu, Allah’ın varlığını kabul ettikleri halde bu inançları şirkten beri olmadığı için İslam tarafından kabul görmemişti. Bu durum klasik kelâmda da önemsenmiştir. Nitekim İslam kelâm ekollerinin ilki olan Mutezile tevhidi yani Allah’ın
birliğini temel prensiplerinden biri haline getirmişti.
Yeni ilm-i kelâm dönemi kelâmcıları da Allah’ın varlığı konusu üzerinde
hassasiyetle durmuşlardır. Çağın ateist ve materyalist akımlarının İslam toplumu için bir tehdit oluşturması, onları bu konuda daha çok çaba sarf etmeye
ve bu konuyu öncelemeye sevk etmiş olmalıdır.
117
Allah’ın varlığı konusunda Mutezile, Eş‘arî ve Mâtürîdîler hudûs delili,
gaye ve nizam delili daha sonra da felsefecilerin kullandığı imkan delilini
kullanma hususunda ittifak etmişlerdi. Ne var ki XIX. yüzyıl Batı toplumunda bilim, felsefe ve tefekkürde meydana gelen değişimlerden sonra söz
konusu delillerle insanları ikna etmenin yeterli olmadığı kanaati hakim olmaya başlamıştı. Bundan dolayı dönemin kelâmcıları İslam toplumunu etkisi
altına almaya başlayan ateist ve materyalist anlayışlara karşı yeni argümanlar
ortaya koyma çabası içinde oldular. Bunda ne kadar başarılı oldukları
tartışılabilir fakat bu konuda büyük bir gayretin içinde oldukları görülmektedir.
Yeni dönemin kelâmcılarından Muhammed Abduh, Allah’ın varlığının
ispatında klasik imkan deliline başvurmuş, Seyyid Ahmed Han, sebeplerin
sebebine giden felsefi delili kullanmıştır. Bu dönemde rağbet gören delillerden biri de gaye ve nizam delili ile fıtrat delilidir. Öyle görünüyor ki kelâmcılar her ne kadar geleneksel kelâm argümanlarının yetersiz olduğundan şikâyetçi olmuşlarsa da kendilerini o delilleri kullanmaktan alıkoyamamışlardır.
Muhammed İkbal Kant’ın etkisinde kalarak klasik kelâmcıların kullandığı, hudus, imkan, gaye ve nizam delillerinin hiçbirinin Allah’ın varlığını
ispat etmediğini iddia etmişti. İzmirli ise İkbal’le görüşmemesine rağmen
Kant’ın bu delillere yönelttiği eleştirileri incelemiş ve Kant’ın ortaya koymaya çalıştığı argümanların yetersiz ve çelişkili olduğunu ifade ederek bir
anlamda İkbale de cevap vermiştir. Bununla birlikte bu dönemde şöyle bir
anlayışın geliştiği de görülmektedir: Allah’ın varlığı felsefi bilginin konusu
değil, tasdik ve imanın konusudur. Zira mantıki istidlaller ve ispatlar felsefi
bir kesinlik ifade edebilir, fakat inanma, iman etme ve kesin kanaate ulaşma
farklı bir şeydir.
Ulûhiyet bağlamında yeni dönem kelâmcıları, kelâm ilminin yeni muhatapları olarak kabul ettikleri materyalist ve pozitivist akımlara eleştiriler
yöneltmişlerdir. İzmirli İsmail Hakkı kitabında bunlara geniş biçimde yer
vermiş, materyalizmi ilmi araştırmaya tahammül edemeyen bir akım olarak
nitelendirmiştir. Ona göre materyalizm, her ne kadar dışarıdan bilimsel görünüyorsa da iyice tetkik edildiğinde, bu akımın ilim ve tecrübeye zıt olduğu
rahatlıkla görülebilir. Örneğin materyalizm her şeyin temeli ve kaynağı olarak maddeyi görür. Oysa fizik alanında yapılan ve gerçekleştirilen gelişmelerle madde fonksiyonunu kaybetmiş onun yerini artık enerji almıştır.
Dolayısıyla maddenin ezeli ve ebedi olduğuna dair iddianın bir geçerliliği
kalmamıştır.
İslam dünyasında o dönemde etkili olmaya başlayan akımlardan biri de
pozitivizm idi. Pozitivizmin bilginin kaynağı olarak yalnızca duyuları esas alması, akla ve habere yer vermemesi, öte yandan mead gibi konularda söz
söylemeyi abesle iştigal olarak ifade etmesi, eleştirilerin odağını oluşturmaktadır.
Peygamberlik
Peygamberlik, İslam inancının temel esaslarından biri olup ilk dönemlerden
itibaren kelâm kitaplarında ele alınan bir konudur. Bu konu nübüvvetin
imkanı, mahiyeti, peygamber olarak gönderilen zatın sahip olması gereken
nitelikler bağlamında ele alınmıştır. İlk dönem kelâm kitaplarında bu konunun bu şekilde ele alınması, fetihlerle birlikte Müslümanların karşılaştıkları
bazı Hint inanç gruplarının peygamberliği inkar ediyor olmalarıydı.
118
Yeni ilm-i Kelâm döneminde ise peygamberliğe yaklaşımın bölgeden
bölgeye değiştiği görülmektedir. Batı düşüncesinin yoğun etkisinde olan Hindintan alimleri ile Türkiye ve Mısır alimleri birbirilerinden farklı görüşler
ortay koymuşlardır. Şiblî Nu’manî ve Seyyid Ahmed Han geleneksel kelâm
anlayışından farklı olarak peygamberliği Allah vergisi değil, çalışıp kazanma
ile gerçekleşen bir şey olarak görmüşlerdir. Buna karşılık İzmirli İsmail
Hakkı, Muhammed Abdûh ve öğrencisi Reşîd Rızâ geleneksel görüşü yani
peygamberliğin Allah’ın bir bağışı olduğunu savunmuşlardır.
Nübüvvet bağlamında tartışılan hususlardan biri de mucize’dir. Bilindiği
gibi mucize, nübüvvetin ispatında kullanılan delillerden biridir. Mucize:
Peygamberlik iddiasında bulunan kimsenin gösterdiği ve benzerini meydana
getirmek hususunda muhataplarını aciz bırakan olağanüstü olay olarak
tanımlanır. Mucize, insanların benzerini getirmekten aciz olduğu bir hadise
olduğundan Allah’ın fiilidir.
Yakın dönem kelâmcılarının bir kısmı özellikle Hint Alt Kıtası’nda
yaşayanları mucizeye farklı bakmışlardır. Örneğin Şiblî ’ye göre Allah’ın
koyduğu âdetlerin bozulması ve mucizenin hârikulâde olması düşüncesi
doğru kabul edilemez. Çünkü Allah tarafından takdir edilen ‘adetler yani
tabiat kanunları değişmez. Fakat tabiat kanunu olarak bilinen birçok husus
aslında tabiat kanunu değildir. Öyleyse her önümüze gelen şeye tabiat kanunu
diyemeyiz. Zira tabiat kanunlarına aykırı olayları aklın kabul etmesi söz
konusu değildir. Bununla birlikte Şiblî, Kur’ânda geçen olağanüstü olayların
akla aykırı olmadığı görüşündedir. Bunların zamanla bilimsel keşiflerle gün
ışığına çıkacağını ileri sürer.
Seyyid Ahmed Han ise, hadîslerde geçen hissî mucizeleri inkar eder,
Kur’ân’da geçen mucizleri de aşırı yoruma tabi tutar ve farklı anlamlar verir.
Tabiat kanunlarının varlığı, etkinliği ve değişmezliği şeklinde katı bir
determinizmi savunan Hint Alt Kıtası alimleri bu anlayışlarının Tanrı’yı
dışlayan ateizm şeklinde anlaşılmaması gerektiğini, canlı-cansız bütün varlıkların aşkın ve mükemmel varlık olan Allah’a yani sebeplerin ilk sebebine
dayandığını ileri sürmüşlerdir. Hint alt kıtasında görülen aşırı determinist
anlayışın, pozitivist anlayışa dayalı Batı biliminin etkisiyle ortaya çıkmış
olması kuvvetle muhtemeldir.
Kelâm ilminde yenilik çabalarını ve bu alanda yapılan çalışmaları görmek için
Said Özervarlı’nın Kelâm İlminde Yenilik Arayışları adlı eserini inceleyiniz.
YENİLİKLER VE FARKLILIKLAR
Klasik Kelâm Konularının İhmal Edilmesi
Geleneksel kelâm kitapları ile Yeni İlm-i Kelâm dönemi eserleri karşılaştırıldığında öncelikle ele alınan konular yönünden bir farklılığın olduğu
göze çarpar. Klasik kelâm kitaplarında çok önemsenen bazı konuların yeni
dönem eserlerinde ihmal edildiği, ele alınmadığı görülmektedir. Bu dönemin
âlimleri Müslümanlara yarar sağlamayacak bilgi yığınlarını aktarmak yerine
onlara fayda sağlayacak, onları harekete geçirecek bilgiler aktarmak istemişlerdir. Bu sebeple Gazzâlî ve sonrasındaki müteahhirîn kelâmcılarda
görülen bilgi ve varlık konularına fazla yer vermemişledir. Ayrıca Aristo
mantığı ve felsefesine yer vermeyerek onun etkisinin kırılmasını istemişlerdir.
119
Ulûhiyet ile ilgili mezhepler arasında tartışma konusu yapılan sıfatların
zatın aynı olup olmadığı konularına da girmek istememişlerdir. Bu konuya
değinenler de bir anlamda bu tartışmanın ne kadar gereksiz olduğunu ifade
etmek bağlamında buna değinmişlerdir. Nitekim Şiblî, İslam’ın iki temel
esası olan tevhid ve nübüvvetin sade ve berrak olduğunu fakat Müslümanların bir sürü haşiye ve ilavelerle bunları bir problemler yumağına dönüştürdüklerini ifade etmiştir. Bu dönemin kelâmcılarının uzak durdukları konulardan biri de kader konusudur, onlara göre bu konulara girmek imanın bir
gereği değil, zihni egzersiz ve felsefi yönden tatmin olma isteğinin bir sonucudur. Yeni İlm-i Kelâm kitaplarında az değinilen konulardan biri de meâd
yani ahiret ve ilgili konulardır. Bu konulara da fazla girilmediği görülmektedir.
Eleştirel Zihniyetin Gelişmesi ve Mezhep Taassubunun
Kırılması
Yeni ilm-i kelâm dönemi alimlerinin belki de en öne çıkan özelliklerinden
biri de eleştirel bir zihniyetle geleneğe yaklaşmaları ve mezhep taasubundan
oldukça uzak durmalarıdır. Örneğin İzmirli İsmail Hakkı, dinî metinler
dışında hiçbir alimin görüş veya sözünün eleştiri dışı olmadığını vurgular. Bu
anlamda mezhep farkı da gözetmez, bütün alimlere eşit mesafede durduğunu
dile getirir. Buna benzer görüşler, Abduh, Şiblî ve Seyyid Ahmed Han’da da
bulunmaktadır. Nitekim Abduh, kendi dönemindeki insanların taklitçilik ve
zihinsel donukluklarından şikayet ederek onların muhtasar kelâm kitaplarında
gördükleri bilgilere Allah’ın veya Peygamber’inin sözüymüş gibi sarıldıklarını, onlara itiraz edildiğinde de ‘kitapta böyle diyor’ deyip işin içinden
çıktıklarını söyler. Şiblî Nu’manî fıkıhtakine benzer bir içtihat hareketinin
kelâmda da yapılması gerektiğini dile getirir. Ona göre kelâm kitaplarında
‘inanç alanında taklit caiz değildir’ denildiği halde bu kural maalesef göz ardı
edilmiş ve uygulanmamıştır
Geleneksel Kelâmda Yer Almayan Konulara Yer Verilmesi
Bu dönemin kelâmcıları inanç esaslarının yanı sıra dinin bireysel ve
toplumsal boyutuyla ilgili izahlara da eserlerinde yer vermişlerdir. Kelâmcıların böyle bir yöntem takip etmeleri, oryantalistlerin ve İslam toplumundaki Batıcı aydınların İslam’ın inanç esaslarının yanı sıra dinin hukuki, ahlaki, sosyal, ve ekonomik ilkelerini Batılı normları esas alarak eleştiri konusu
yapmaları ve bunları çağdışı göstermeye çalışmışlardır. Bundan dolayı
dönemin kelâmcıları da sadece inanç esaslarını savunmakla kalmamış, dini
bir bütün olarak müdafaa etme gayreti içinde olmuşlardır
Edward Said’in ifadesiyle sömürgeciliğin keşif kolu olan oryantalistler
sömürgecilik hedeflerini gerçekleştirmek için Doğu’nun kültür, dil, din ve
tarihini irdeleyerek o toplumları çözecek, birlik ve beraberliklerini bozacak
unsurlar tespit etmeye çalışmışlardır. Bu bağlamda hak ve hürriyetleri gündeme getirerek İslam Hukukuna tenkitler yöneltmişlerdi. Bu tenkitler Batılılaşmış aydınlar tarafından da dile getiriliyordu. Ayrıca bunlar esasen İslam
dininden kaynaklanmayan İslam toplumlarının zaaflarını dillerine dolayarak
İslam’ı kötülemek istiyorlardı. Bu dönemin kelâmcıları bir yandan İslam’ın
insan haklarına verdiği önemi ortaya koymak için Kur’ân’da yer alan haklar
manzumesini ortaya koymaya öte yandan önlerine konulan İslam toplumlarının imajının İslam’dan kaynaklanmadığı izah etmeye çalıştılar.
120
Yen-i İlmi Kelâm döneminde yukarıda zikredilen konuların ön plana çıkmasının
başka ne tür sebepleri olabilir?
Bu bağlamda kelâmcıların şu hususları ön plana çıkardıkları görülmektedir: İslam insan hayatı ve yaşama hakkına büyük önem verir. İyice incelendiği zaman insana verilen değer ve ona tanınan haklar konusunda hiçbir
düşüncenin İslam’la yarışamayacağı görülecektir. İkinci bir husus da şudur:
İslam ırk üstünlüğü gözetmeksizin bütün toplulukları ve gurupları aynı
statüde görür. Hindulardaki gibi bir kast sistemi, Yahudilerdeki gibi bir ırkın
üstünlüğü yoktur. Üçüncü bir husus da İslam tarihi boyunca Müslümanların
diğer din ve topluluklara karşı gösterdiği hoşgörü ve müsamahadır. Bütün
bunlar İslam’ın insan hakları konusunda yeterli bir donanıma sahip olduğunun göstergeleridir. Bu tür konular daha önceki kelâm kitaplarında yer verilmeyen konular olarak önümüze gelmektedir.
Kadın hakları ve kadının sosyal konumuna ilişkin yapılan eleştirilere de
cevaplar vermişlerdir. Kelâmcıların buna ilişkin getirdikleri argümanlardan
biri, kadının hukuki durumunun ilk defa İslam dini tarafından tespit edildiği
şeklindedir. Nitekim Batı hukukunun temeli olan Roma Hukuku’nda, kadın
kocasının mülkü olarak görülmüştür. Dolayısıyla İslam’ın kadına bakışı daha
üstündür. Ayrıca İslam kadına huzur hakkı vermiş, onu mirastan yararlandırmış, akrabalar arasında herhangi bir ayırıma gitmemiştir. Boşanma konusunda da İslam hem Yahudilikten hem de Hıristiyanlıktan daha iyi konumdadır.
İslam’ın Diğer Dinlerle Mukayesesi
Yeni dönem kelâmcıların eserlerinde yer verdikleri hususlardan biri de diğer
dinlerle İslam dini’nin karşılaştırılmasıdır. Bu karşılaştırmalara kısaca değinmemiz uygun olacaktır.
Kelâmcılar öncelikle İslam’ın tevhit inancıyla diğer dinlerin Tanrı
anlayışını karşılaştırmışladır. Buna göre diğer bütün dinlerin temeli tevhit
olduğu halde bu dinlerde tevhit inancı şirkle karışmış ve bu inanç önemli
ölçüde zedelenmiştir. Tevhid esasını koruyabilen yegâne din İslam’dır. İslam’da Allah ile kul arasında herhangi bir vasıtanın kabul edilmemesi de
İslam’ın ruhbanlığı esas alan Hıristiyanlık ve benzeri uygulamalardan üstün
olduğunun delili olarak sunulmuştur.
İslam akla önem vermiş ve akıl ile naklin çatışmayacağını bildirmiştir.
Bundan dolayı akli istidlal ve muhakemeye izin verilmiştir. Hıristiyanlık ve
Yahudilik’te ise bilim ve din çatıştığından biri lehine diğerini bırakmak
zorunluluğu doğmaktadır. İslam’ın nübüvvet anlayışı da diğer dinlerin
nübüvvet anlayışından üstündür. Zira İslam’da peygamberin beşer olduğu
tespit edilirken diğerlerinde ilahlaşmış veya ilahtan bir parça olan peygamber
anlayışı hâkim olmuştur.
Özet
Yeni İlm-i Kelâmı tanımlayabilmek.
Yeni İlm-i Kelâm: Bütün şekilleriyle materyalizmi ve felsefi bir görüş olarak pozitivizmi reddeden, dine karşı yapılan biyolojik ve psikolojik teknikleri
(Darwinizm, Freudizm) cevaplandıran, yeni felsefi cereyanları eleştirdikten
sonra müsbet ilimden de istifade ederek, Allah’ın varlığını ispat eden,
İslam’ın akâid konularını ispat ve izah ederek mukaddesâtı savunan bir
ilimdir.
121
Kelâm ilminde yenilik arayışlarının nedenlerini değerlendirebilmek.
Rönesans ile birlikte Batı’da düşünce, sanat ve bilimde değişim ve dönüşümler meydana geldi. XIX. yüzyılın özellikle ikinci yarısında bu değişim ve
dönüşümler materyalizm, pozitivizm biçiminde birer akım ve ideoloji olarak
İslam dünyasında yayılmaya ve İslam dünyasını etkisi altına almaya başladı.
Müslüman bilginler bundan rahatsızlık duydular. Bunlara karşı koyma adına
zihinsel bir çabanın içine girdiler. Müslüman bilginlerin böyle bir çabanın
içine girmelerinin temel sebebi, İslam inancı için bir tehdit konumunda olan
Batı kaynaklı materyalist ve pozitivist akımlara karşı İslam’ı savunmaktı.
Yeni İlm-i kelâmın öncülerini ve temel yaklaşımlarını saptayabilmek.
Muhammed Abduh, Cemaleddin Afgani, Seyyid Ahmed Han, Filibeli Ahmed
Hilmi, Şiblî Nu’manî, Emir Ali, İzmirli İsmail Hakkı, Abdüllatif Harpûtî
Yeni İlm-i Kelâm anlayışını öncüleri olarak ön plana çıkmışlardır. Bu alimlerin ortak kanaati klasik kelâm argümanlarıyla çağın pozitivist, materyalist,
akımlarına karşı konulamayacağı yönündeydi. Onlar daha önce olduğu gibi
kelâm ilminin zaman ve zemine göre değişebilen vesâilinin değiştirilerek
yeni argümanlar ihdas edilebileceğini ve çağın inanca yönelik saldırılarının
bu şekilde göğüslenebileceğini düşünmüşlerdi.
Yenilik arayışlarına karşı ortaya konulan tepkileri açıklayabilmek.
Yeni ilm-i kelâm’a karşı çıkanlar da olmuştur. Özellikle Türkiye’de Muhsin-i
Fânî ez-Zahirî müstear adını kullanan Hüseyin Kazım Kadri ve Mustafa Sabri
Efendi bunların en önemli temsilcileridir. Temel gerekçeleri, yeni kelâm
ilminin tarihte kalmış ihtilafları canlandıracağı ve böyle bir ilme ihtiyacımızın olmadığıdır. Sebilürreşâd adlı dergide İzmirli İsmail Hakkı ile Hüseyin
Kazım Kadri arasında yeni bir kelâm ilmine ihtiyaç olup olmadığı konusunda
çok seviyeli bir tartışma ortaya konulmuştur.
Yeni İlm-i Kelâmda ön plana çıkan konuları değerlendirebilmek.
Yeni İlm-i Kelâm eserleri ile klasik kelâm eserleri karşılaştırıldığında aralarında farklılıkların olduğu göze çarpmaktadır. Yeni eserlerde klasik
kelâmda çok önemsenen bilgi ve varlık konularına ya hiç değinilmekte ya da
çok kısa bir şekilde değinilerek geçilmektedir. Ayrıca klasik kitaplarda mezhepler arasındaki ihtilaflar yer aldığı halde bu dönemde ihtilaf konusu olan
konulara değinilmemeye özen gösterilmiştir. Bu dönemde yazılan eserlerde
klasik kelâm eserlerinde işlenmeyen İnsan hakları, kadının sosyal konumu
gibi konulara da yer verilmiştir.
Kendimizi Sınayalım
1. Aşağıdakilerden hangisi Yeni ilm-i kelâmın ortaya çıkış sebeplerinden biri
değildir?
a. Materyalizmin İslam dünyasında yayılması
b. Pozitivizmin İslam toplumunu etkilemesi
c. İhya hareketlerinin ortaya çıkması
d. Ateizmin İslam inancı için bir tehdit oluşturması
e. Darwinci anlayışların İslam toplumunu etkilemesi
122
2. Aşağıdakilerden hangisi Yeni İlm-i Kelâm hareketi içinde yer alanlardan
biri değildir?
a. Muhammed Abduh
b. Hüseyin Kazım Kadrî
c. İzmirli İsmail Hakkı
d. Şiblî Nu’mânî
e. Seyyid Ahmed Han
3. Aşağıdakilerden hangisi Yeni İlm-i Kelâm eserlerinde ele alan konulardan
biri değildir?
a. Allah’ın varlığı ve birliği
b. İnsan hakları
c. Kadının sosyal konumu
d. İslamın diğer dinlerle kıyaslanması
e. Hilafetin Kureyşiliği
4. Yeni ilm-i kelâm anlayışı ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır?
a. Yeni anlayışta mezhep taassubu yoktur.
b. İslam geleneğine eleştirel yaklaşılmaktadır.
c. Sadece inanç esasları değil, dinin bireysel ve toplumsal ilkeleri de
savunulmuştur.
d. İslam geleneği bütünüyle inkar edilmiştir.
e. Materyalist ve pozitivist akımlara karşı İslam dinini savunmuştur.
5. Aşağıdaki eşleştirmelerden hangisi yanlıştır?
a. Hint Alt Kıtası-Reşid Rıza
b. Osmanlı Türkiyesi-İzmirli İsmail Hakkı
c. Hint Alt Kıtası-Şiblî Nu’manî
d. Mısır-Muhammed Abduh
e. Osmanlı Türkiyesi-Abdüllatif Harputî
123
Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı
1. c
Yanıtınız doğru değilse, “ Kelâmda Yenilik Arayışları” konusunu
yeniden okuyunuz.
2. b
Yanıtınız doğru değilse, “Yeni İlm-i Kelâmın Öncüleri” konusunu
yeniden okuyunuz.
3. e
Yanıtınız doğru değilse, “Yenilikler Farklılıklar” konusunu yeniden okuyunuz.
4. d
Yanıtınız farklıysa “Yenilikler Farklılıklar” konusunu yeniden
okuyunuz.
5. a
Yanıtınız doğru değilse, “Yeni İlm-i Kelâmın Öncüleri” konusunu
yeniden okuyunuz.
Sıra Sizde Yanıt Anahtarı
Sıra Sizde 1
İslam dünyasının sömürgeleştirilmesine karşı koymak, halkı uyandırmak,
içtihat kapısını açarak İslam’ın ilk dönemlerdeki dinamik yapısını ortaya
çıkarmak.
Sıra Sizde 2
Yeni İlm-i Kelam hareketini eleştirenler, kelâm ilminde yenilik arayışlarının
tarihte kalmış Müslümanlar arasındaki ihtilafları körükleyeceğini, bunun
İslam toplumu için bir fitneye dönüşeceğini ileri sürerek karşı çıkmışlardır.
Ayrıca Müslümanların kendi inançlarını korumak için böyle bir bilime ihtiyaçlarının olmadığını ileri sürmüşlerdir.
Sıra Sizde 3
Şiblî Nu’manî, Muhammed Abduh, Muhammed İkbal, Filibeli Ahmed Hilmi,
Muhammed Hamdi Yazır.
Sıra Sizde 4
İslam toplumunun bu tür konulara ihtiyaç duyması, Batı kaynaklı materyalist
ve ateist akımların en çok İslamın bu yönlerine saldırmaları bunun başka
sebepleridir.
Yararlanılan Kaynaklar
Baloğlu, B. (1996), “İzmirli İsmail Hakkı’nın ‘Yeni İlm-i Kelâm’ Anlayışı”,
İzmirli İsmail Hakkı Sempozyumu. Ankara.
Baloğlu, B. (1996), Sebilürreşâd Dergisinde ‘Yeni İlm-i Kelâm” Tartışmaları” İzmirli İsmail Hakkı Sempoyumu. Ankara.
124
Düzgün, Ş.A.(1997), Seyyid Ahmed Han ve Entelektüel Modernizmi.
Ankara.
Evkuran, M. (2004), “Kelâm İlminin Yeniden İnşası” Sözünün Anlamı ve
İçeriği Üzerine”, Kelâm İlminin Yeniden İnşasında Geleneğin Yeri
Sempozyumu. Elazığ.
İzmirli İ.H. (1981). Yeni İm-i Kelâm. Ankara.
Özervarlı, S. (2008). Kelâmda Yenilik Arayışları. İstanbul: İSAM Yayınları.
Yar, E. (1997). “Abdullatif Harputi veYeni Kelâm İlmi” Fırat Üniversitesi
İlahiyat fakültesi Dergisi. Elazığ
125
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
•
Kelâmda bilgiyi tanımlayabilecek,
•
Kur’ân’ın bilgiye bakışını saptayabilecek,
•
Kelâmda bilgi edinme yolları, bilgi çeşitleri ve bilginin değerini açıklayabilecek,
•
Kelâmın kaynaklarını değerlendirebileceksiniz.
Anahtar Kavramlar
•
İlim-marifet
•
Hâdis-kadîm
•
Duyu-haber-akıl
•
Bedihî-iktisabî
•
Aklî-naklî
Öneriler
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce;
•
Anlamadığınız kelâm terimleri için Bekir Topaloğlu-İlyas Çelebi’nin Kelâm Terimleri Sözlüğü’ne bakınız.
•
A. Saim Kılavuz’un Anahatlarıyla İslam Akaidi ve Kelâm’a Giriş kitabının “Hükümler, Deliller ve Metotlar” kısmını inceleyiniz.
•
Kelâm’da Bilgi Problemi Sempozyumu kitabını inceleyiniz.
126
Kelâmda Bilgi
GİRİŞ
Kelâm ilminde bilgi, öncelikli ve önemli bir konudur. Bu konunun önemi,
Kur’ân’ın ilk inen ayetlerinde bütün açıklığı ile ortaya konmuştur: “Yaratan
Rabbinin adıyla oku! O insanı rahim duvarına yapışan bir nesneden yarattı.
Oku! Rabbinin çömertliği sınırsızdır. O kalemle yazmyı öğretti. İnsana bilmediğini öğretti.” (el-Alak 96/1-5) Hz. Peygamber’e ilk inen bu ayetlerde ilk
sözün “Oku!” emri olması, ilme ne denli önem verildiğinin açık kanıtıdır.
“De ki, hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (ez-Zumer 39/9) ayeti ile
“Allah’tan hakkıyla sakınanlar ancak bilen insanlardır.” (Fâtır 35/28) ayeti bu
gerçeği dile getirir.
Bu noktada bilginin ne olduğunun ve İslam düşünce tarihi içinde nasıl
anlaşıldığının bilinmesi önem arz etmektedir. Arapça bir kelime olan “ilim”
ve Türkçe’de bunun yerine kullanılan “bilgi” sözlükte “bilme”, “biliş” ve
“tanıma” gibi anlamlara gelmektedir. Bilgi yerine kullanılan diğer kelime
olan “marifet” ise, Arap dilcilerince ilim kelimesi ile eşanlamlı kabul edilmiş
ise de, çeşitli bağımsız ilim dallarının ortaya çıktığı sonraki dönemlerde farklı
anlamlar kazanmışır. İlim, somut ve objektif gerçekliğin bilgisi için kullanılırken marifet, soyut ve sübjektif algıların ürünü olana bilgi anlamında
kullanılmıştır. Bu anlamda sufîlerin manevî veya dinî tecrübeleri marifet
olarak isimlendirilmiştir.
Terim anlamına gelince, kelâm âlimleri ilmin tam bir tarifinin yapılabileceği konusunda ittifak içinde görülmemektedir. Cüveynî (ö. 478/1085)
ile Gazzâlî (ö. 505/1111) ilmin tarifinin zor olduğunu söylerken, Fahreddîn
er-Râzî (ö. 606/1210) bunun mümkün olmadığı ancak mahiyetinin bilinebileceği şeklinde bir görüş ortaya koymaktadır. Bu iki olumsuz tavra karşılık
ilmin tarifinin yapılabileceğini iddia edenler de olmuş ve bu alanda bazı tarifler yapılmıştır. Bunların en çok kabul görenlerini şöylece sıralamak mümkündür: “Akla ve duyulara konu olan objenin tanınması”, “Aksine ihtimal verilmeyecek şekilde anlamların birbirinden ayırt edilmesi.” Birinci tarifte hem
aklın ve hem de duyuların bilgi edinmede rolü vurgulanmıştır. İkinci tarifte
ise duyular göz ardı edilerek sadece aklın bilgi edinmedeki rolüne vurgu
yapılmıştır.
Felsefede ise bilgi, “bilen süje ile bilinen obje arasındaki ilişki” şeklinde
tanımlanır. Benzer bir yaklaşım kelâm bilginleri arasında da göze çarpmaktadır. Nitekim kelâm bilginlerinin çoğunluğu bilgiyi, bilen kişi ile bilinen
olgu ve olay arasında bir irtibat olarak kabul ederler. Bilinenin bilene aidi-
127
yetini sağlayan bu irtibat onlara göre bir tür bilen ile bilinen arasındaki
ilişkidir. Bilen ile bilinen arasındaki söz konusu ilişki, ilimdir. Bir diğer ifade
ile ilim, bilinen olgu ve olay ile bilen kişi arasında ortaya çıkan anlamdır.
Böylece kişi ile nesne ve olay arasında irtibat kurulmuş olmakta ve kişinin
nesneyi veya olayı bilmesi imkanı ortaya çıkmaktadır.
KUR’ÂN’DA BİLGİ
Kur’ân’da bilgi, insanın özelliklerinin tümünü dikkate alan bir çerçeve içinde
sunulur. Duyulardan akla kadar insanın sahip olduğu özellikler veya bilgi
edinme yetenekleri bir bütün olarak değerlendirilir. Bunlar arasında kuvvetlizayıf, yeterli-yetersiz ayrımına gidilmez. Örneğin “Görmüyorlar mı ki biz
suyu kuru ve otsuz yere götürüyoruz da o sayede ekin bitiriyoruz. O ekinden
hayvanları da kendileri de yiyor. Onlar hâlâ görmüyorlar mı?” (es-Secde, 32/27)
ayetinde gözün, dolayısıyla duyu organlarının önemi vurgulanır. birçok
âyette de yerde ve gökte değişen olaylar sayılmak suretiyle insanın
düşünmesi ve aklını kullanması sık sık vurgulanmıştır. “Onlar âdetâ sağır ve
lâl, kördürler, bundan dolayı da düşünemezler” (el-Bakara 2/171) ayetinde ise
inkâr edenler gerçekte sağır, lâl, kör olmadıkları halde duyularını gereği gibi
kullanmadıklarından bu şekilde nitelenmişlerdir. Ayrıca burada duyularını
kullanmayanların akıllarını da gereği gibi kullanamayacaklarına işaret vardır.
Bu, hem duyu-akıl ilişkisinin vurgulanması hem de bilgi edinme yollarının
birinin diğerinden bağımsız olmadığının ifadesidir. Haber konusunda ise
Allah’ın insanlarla kendisi arasında sözlü ilişkiyi sağlamak için gönderdiği
peygamberlere “haber veren” anlamında “nebî” diye isimlendirmesi bunun en
güzel örneğidir. Kur’ân, kişinin sağlam duyuları, kusursuz aklı ve doğru
haber ile gerçek bilgi elde edebileceğinin altını çizer. Öte yandan aklın ve
duyuların verdiği bilginin sınırlı olması hasebiyle insanın sağlam ve her
zaman doğru kalabilen bir bilgi kaynağına ihtiyacının olduğuna dikkat
çekilir. Kur’ân’ın söz konusu ettiği bu bilgi kaynağı vahiydir. Bütün varlık ve
olayları ezelî ilmi ile kuşatan Allah’tan gelen bir bilgi olması nedeniyle
vahiy, insanın en doğru ve kesin bilgi kaynağıdır.
Kur’ân’da geçen kalb ve fuâd kelimeleri incelendiğinde, bunların ya
aklın değişik bilgi düzeylerini ifade eden kavramlar ya da aklın yanında ona
destek veren farklı bilgi araçları olduğu görülür. Çünkü bunlar Kur’ân’da
olumlu ve olumsuz kullanılmaya uygun imkanlar olarak zikredilir. Öte
yandan Kur’ân’da duyular ile aklı ifade eden kavramların bir arada
zikredilmesi, ancak bunların hep birlikte kullanılması durumunda gerçeğe
uygun doğru bilgi elde edilebileceğinin ifadesidir.
Kur’ân’da bilgi elde etme aracı olarak geçen kalbe, sezgi demek bile
mümkündür. Çünkü sezgi, insanın içine aniden doğan bir bilgi türüdür. Bu
bilginin elde edilmesinde ne aklın ne de duyuların bir rolü vardır. Yine
Kur’ân’da sezgiyi çağrıştıracak bir başka kavram olarak basiret kavramı
kullanılır. Basiret kavramı halk arasında daha çok öngörü, iç görü ve bir şeyi
önceden sezme/hissetme anlamında kullanılır. Bu yönüyle Kur’ân’daki
kullanımı ile örtüşür. Sezgiye günümüz düşüncesinde altıncı his adı
verilmekle birlikte diğer beş duyu ile tam bir benzerliğinden söz edilemez.
Çünkü sezgide, beş duyuda olduğu gibi bir objektiflik yoktur. Bir diğer
deyişle sezgi, beş duyu ile elde edilen bilgi gibi test edilebilme imkanından
yoksundur. Ancak, her insanın şu ya da bu şekilde sezgiye sahip olduğu da
bir gerçektir. Peygamberlerin vahiy almasını sezgi ile karıştırmamak gerekir.
Çünkü vahiy Allah’ın peygamberine özel bir bilgi aktarma biçimidir.
Halbuki sezgi her insanın sahip olduğu bir bilgi edinme özelliği ve yoludur.
128
Kur’ân’da geçen bilgi edinme yolları hakkında bilgi veriniz.
KELÂMDA BİLGİ
Bilgi Edinme Yolları
Kelâmda bilgi edinme yolu, duyular, haber ve akıl şeklinde belirlenmiştir.
Bu şekilde belirlenmiş olması, bir önceki başlık altında değinilen Kur’ân’da
geçen bilgi araçları ile de paraleldir. Kelâmcının, Kur’ân’ı birinci bilgi kaynağı ve yol haritası olarak görmesi ile bu durum doğru orantılıdır. Zira kelamcının temel kaynağı aşağıda geleceği gibi Kur’an ve onun açıklaması
konumunda bulunan Sünnet’tir.
Beş Duyu: Kelâmda duyular görme, işitme, tatma, dokunma ve koklama şeklinde beş duyu olarak geçer. Her bir duyunun ancak kendi alanı ve
belirlendiği hususlarda işlev göreceği özellikle belirtilir. Bunun anlamı,
görme duyusu ile işitilmeyeceği, işitme duyusu ile tat alınamayacağı, dokunma duyusu ile görülemeyeceğidir. Çünkü her bir duyu Yüce Allah tarafından, belli ve belirlenmiş bir alanda işlev görmek üzere yaratılmıştır. Ancak
bazı duyuların eksilmesi ile diğer duyuların meydana gelen açığı bir ölçüde
kapatmak için gelişmesi de söz konusudur. Sözgelimi görmeyen bir kimsenin
insanları dokunma duyusu ile tanıması veya koklama duyusu ile eşyayı veya
kişileri kokularından ayırt edebilmesi mümkün olabilmektedir.
Haber: Kelâmda haber aktarma yoluyla insanda hasıl olan gerçeğe
uygun bilgi şeklinde tanımlanır. Gerçeğe uygun olması haberin doğru olduğu,
aktarma şeklinde gerçekleşmesi de dış bir araç ile insana ulaşması anlamına
gelir. Çünkü kişinin duyularını ve aklını kullanarak bizzat kendi çabasıyla
elde ettiği bilgi haber olarak değerlendirilmez. Bir bilginin haber olabilmesi
için kişinin kendi dışında bulunan bir aracı vasıtasıyla onu elde etmesi
gerekir. Bu bilginin gerçeğe uygun düşmesi haberin doğru, gerçeğe uygun
düşmemesi ise yalan olması anlamına gelir. Bu durumda aracı konumunda
bulunan şahıs haberin gerçeğe uygun düşüp düşmemesine göre ya doğru ya
da yalancı olarak adlandırılır.
Peygamberlere melek aracılığı ile gelen vahiy olarak adlandırılan bilgiler
de haberdir. Aynı şekilde peygamberin kendisine gelen bu vahyi insanlara
aktarması ve onların da diğer insanlara aktarması haber kategorisinde değerlendirilir. Bu çerçeveden bakıldığında dinin esasları bütünüyle haber türü bir
bilgidir. Ancak bu bilgi güvenilir bir melek aracılığı ile geldiği ve yine
güvenilir bir kişi olan peygamber vasıtasıyla insanlara duyurulduğu için
gerçeğe uygun doğru haberdir.
Kelâm kaynaklarında haberler kesinlik hiyerarşisine göre birkaç sınıfa
ayrılır. Kesinlik düzeyinin en üst noktasında bulunan haber mütevatir olandır. Mütevatir haber, yalanda birleşmeleri imkansız görülen bir topluluğun
verdiği haberdir. Burada iki şart söz konusudur: Birincisi bir topluluk olması
ikincisi ise bu topluluğun yalanda birleşmelerinin imkansız görülmesidir. Bu
yolla gelen bilgiler doğru ve kesin bilgi kabul edilir. Bu bilgiye dayanan
hükümler de dinde vacip veya farz sayılır. Mütevatir olmayan haber, tek
kişinin veya yalan üzere birleşmesi imkan dahilinde olan bir topluluğun
verdiği haberdir. Bu tür habere âhâd haber adı verilir. Kelâm ilminde tek bir
bireyin verdiği haber kesin kabul edilmez ve ona dayanan hüküm de kesin
129
hüküm olarak görülmez. Bir haberin mütevatir veya âhâd haber olması,
haberin gerçekliği ve gerçekleşmişliği ile alakalıdır. Kelâmî ifade ile haberin
sübut yönünü gösterir. Bunun yanında haberin içeriğinin açık ve anlaşılır
olması da önemlidir. Buna kelâm dilinde haberin delalet yönü denilir. Kesin
olan mütevatir bir haberin açık ve anlaşılır olmaması da dinde kesin hüküm
kaynağı sayılmasına engel teşkil eder. Sözgelimi İhlas suresinde geçen
“Allah birdir” ifadesi hem mütevatir yani kesin hem de açık ve anlaşılır bir
ifadedir. Bu ifadeye bağlı olarak Allah’ın bir olduğu hükmünü veririz ve
putların ilah sayılmasını ve Hıristiyanların üçlü ilâh/teslis inancını yanlış
sayarız.
Akıl: İnsanda bulunan düşünme, anlama ve kavrama gücüne genellikle
akıl denilir. Aslında akıl gücü insanın kavrama mekanizmasının merkezini
oluşturur. İnsan bu güç sayesinde anlama, anlatma ve seçme faaliyetini yürütür. Bir başka deyişle insanın bir konuyu anlaması, onu bir başkasına açıklaması ve önüne çıkan seçeneklerden birini tercih etmesi bu akıl gücü sayesinde gerçekleşir. Bu yüzden kelâm ilminde akla bir bilgi edinme yolu ve
aracı olarak bakılmıştır. Hatta Mu‘tezile ve Mâtürîdî alimleri aklın iyi ve kötü
hususları bilebileceğini ve bu bilgisi ile kendisine yararına olanı tercih
edeceğini ileri sürmüşlerdir. Ancak Mâtürîdîler bu bilginin tümel (küllî)
hususlar için söz konusu olabileceğini, tikel (aynî) şeyler hakkında mümkün
olamayacağını söylemişlerdir. Sözgelimi zehirli maddeler insan için
zararlıdır. Akıl bu yargıyı kolaylıkla verebilir. Ancak ebucehil karpuzunun
zehirli olduğunu ve insana zarar verebileceğini bilmemiz ya birinin haber
vermesine ya da denememize bağlıdır. Denememiz ölümcül sonuç doğurabilir. Haber verme yoluyla bilgilenmek demek, insanın dış desteğe ihtiyacının bulunduğunu kabul etmek demektir. Bu durum doğal olgu ve olaylar
için geçerli olduğu gibi teorik ve dinî hususlar için de geçerlidir. Öyleyle akıl
sahibi insanın, Allah’ın bilgilendirmek ve doğruyu göstermek için gönderdiği
peygambere ihtiyacı vardır.
Klasik bir kelam kitabında bilgi edinme yollarının nasıl anlatıldığını görmek için
Bekir Topaloğlu’nun tercüme ettiği Nureddin es-Sâbûnî’nin Matüridiyye Akaidi
adlı eserinin 55-57. sayfalarını inceleyiniz.
Keşif ve rüyanın bilgi edinme yolu sayılması: Keşif, genel kabule göre
Allah'ın bazı sevgili kullarına ilham yoluyla çeşitli konularda bilgiler
vermesidir. Seven ve sevilen kul mertebesine erişen müminlere Allah’ın lutfu
ile bazı perdelerin açılması ve kulun bilgilendirilmesidir. Bu mertebeye
ulaşan kişiye de, Allah dostu anlamında velî denilir. Ancak bu tür olağanüstü
olaylar sadece velî denilen kişilerde değil, başka şahıslarda da görülebilir.
Sözgelimi isyankar ve inanmayan kişilere de Allah bazen olağan üstü olayları
verir. Bu onları sınamak veya isyan ve küfürdeki durumlarını diğer insanlar
nezdinde açığa çıkarmak veya inatları sebebiyle bulundukları yerden daha
kötü bir duruma gitmelerinin yolunu açmak içindir.
Ancak önde gelen sufî düşünürlerin verdiği bilgiye göre, velî konumunda
bulunan kişi, keşfi, kendi yetenek ve kapasitesine göre kavrar, dilinin
döndüğünce aktarabilir. Bu yüzden algılama ve aktarma esnasında yapılabilecek bir yanlışlık veya meydana gelebilecek bir eksiklikten kulun kendisi
sorumludur. Çünkü peygamber dışındaki kişilere ilahî bilgiyi alma ve
aktarma noktasında bir garanti sağlanmış değildir. Onun için İbn ‘Arabî (ö.
638/1240) toplumda karışıklığa yol açacak bir keşfin açıklanmasını sakıncalı
bulur. İkinci bin yılın müceddidi unvanı verilen İmam Rabbânî (ö.
1034/1624) keşfin doğruluk ve yanlışlık açısından içtihat gibi değerlendirilmesi ve müçtehidin içtihadındaki hata ihtimalinin, velinin keşfi için de
130
söz konusu olması gerektiğine dikkat çeker. Bundan dolayı da, İslâm
alimleri, itikadî ve amelî konularda hüküm verirken keşif ve ilhama hep
ihtiyat ile yaklaşmışlar ve her ne kadar sahibi için bir değer ifade etse bile,
başkaları için kesinlikle bağlayıcı olamayacağını dile getirmişlerdir. Çünkü
keşif/ilham ile elde edilen bilgi kapalı, ispatı imkansız ve kişinin vicdanı ile
sınırlıdır. Bu yüzden sufîlerin de içinde bulunduğu büyük çoğunluk, keşfin
inanç alanında delil olmasını uygun bulmazlar.
Keşif hakkında daha geniş bilgi için Süleyman Uludağ’ın Keşif ve Keramet adlı
eserinin 11-52. sayfaları arasını okuyunuz.
Aynı husus rüyalar için de geçerlidir. Her ne kadar rüya, gören açısından
bir değer taşısa bile, rüyadan hareketle dinî bir hüküm verilemez. Sadık/doğru olan rüya ile olmayanı birbirinden ayırmak çok kolay değildir.
Çünkü ilham ve keşifte olduğu gibi rüya da, test edilemez ve sübjektiftir. Öte
yandan yapılan psikolojik araştırmalar, rüyaların çok çeşitli nedenlerden
kaynaklandığını/kaynaklanabileceğini ortaya koymuştur. Bu da rüyanın çok
karmaşık bir konu olduğunu gösterir. Bu yüzden kişinin, kendi rüyasını
başkaları hakkında hüküm aracı olarak kullanması doğru olmaz. Halk
arasında dolaşan veya çeşitli rüya kitaplarında bulunan rüya tabirleri de,
herkesin rüyasına yorum olamaz. Çünkü rüyalar kişiseldir. Benzerliklerden
yola çıkılarak rüyalara getirilecek yorumlar, yanıltıcı sonuçlara götürebilir.
Böylesi belirsiz ve karışık bir şeyin, dinin temeli sayılan inanç alanında delil
olarak kullanılması, İslâm alimleri arasında kabul görmemiştir.
Keşif ve rüyanın bilgi aracı olmamasının nedenlerini diğer bilgi elde etme
araçları ile karşılaştırarak değerlendiriniz.
Bilgi Çeşitleri
Kelâmda bilgi birkaç bakımdan kategorize edilebilir. Birinci ayrım, Allah’a
ait bilgi ile insana ait bilgi, hem mahiyet hem de içerik olarak birbirinden
farklıdır. Allah’a ait bilgi öncesiz ve sonrasızlık özelliklerine sahip iken,
insana ait bilginin bir öncesi bir de sonrası vardır. Çünkü Allah için zaman ve
mekan söz konusu olmadığından O’nun için önce ve sonradan söz edilemez.
Ancak insan zaman ve mekan içinde bulunduğundan öncesi-sonrası, arkasıönü, sağı-solu bulunmaktadır. İnsanın sahip olduğu bilginin de öncesi-sonrası
ile belli bir niceliği ve niteliği vardır. Bu yüzden kelâm alimleri Allah’ın
ilmine öncesiz ve sonrasız anlamında kadîm bilgi, insana ait bilgiye de
öğrenme ile sonradan meydana geldiğinden ve başlangıcı bulunduğundan,
sonradan olma anlamında hâdis bilgi demişlerdir.
İkinci ayrım ise bilginin akıl ile elde edilmesi ile nakletme yani haber
yoluyla elde edilmesi bakımındandır. İnsanın düşünmesi ve akıl yürütmesi ile
elde ettiği bilgiye aklî bilgi denilirken, bir başkasından nakil yoluyla alınan
haberlere ise naklî bilgi denilmiştir. Sözgelimi insanın düşünmesi ve
çıkarımlarda bulunması ile elde ettiği bilgiyi kendi aklıyla ürettiğinden aklî
bilgidir. Ancak Allah’ın bir melek aracılığı ile peygamberine bildirdiği bilgi
bir şahıstan diğer bir şahsa nakledilmiş bir bilgi olduğundan naklî bilgidir. Bu
iki tür bilgi de kendi içinde ayrıca bir sınıflamaya tabi tutulmuştur.
Aklın hiçbir çaba sarfetmeksizin elde ettiği bilgi, zarûrî/zorunlu
bilgidir. Bu bilgiye, herhangi bir şüpheye ve ihtilafa yol açmayacak şekilde
son derece açık olduğundan apaçık bilgi anlamında bedihî bilgi de
denilmiştir. Bunun tersine insanın bir çaba ve düşünmesi sonucu elde edilen
131
bilgiye kazanılmış anlamında iktisâbî bilgi adı verilmiştir. Bu tür bilgiye bir
kanıt/delil yoluyla ulaşıldığından delile gereksinim duyan bilgi anlamında
istidlalî bilgi adı da verilmiştir. Ayrıca nazar yani düşünme yoluyla elde
edilmesi dikkate alınarak nazarî bilgi diye de adlandırılmıştır.
Bu alanda son bir ayrım, bilginin kesinlik ifade edip etmemesine göredir.
Aklî bilgi sağlam ve objektif delillere dayanıyor ve kesinlik ifade ediyorsa
burhanî bilgi, şayet şüphe taşıyan veya subjektif delillere dayanıyorsa ve
ancak ikna yoluyla anlatılması söz konusu ise buna hatâbî bilgi adı verilir.
Hatabî kelimesi hitaptan gelir ve sözle bir kişiyi ikna etmek anlamındadır.
Burhan hem kelâmda hem de felsefede kesin delil anlamına gelir. Bu delile
dayanan bilgiye de burhanî bilgi denilir. Buna karşılık hatabî bilgi, hitabet
gücüne dayanır ve muhatabın ikna edilmesiyle kabulü mümkün olur.
Haber yoluyla elde elde edilen naklî bilgi ise kesin bilgi anlamında
yakînî ve şüpheli bilgi anlamında zannî şeklinde iki gruba ayrılır. Yukarıda
geçtiği gibi haber yalan söylemesi imkan ve ihtimal dahilinde olmayan bir
topluluk tarafından aktarılmışsa yani mütevatir ise ve anlaşılması noktasında
bir kapalılık yoksa bu bilgi kesinlik ifade eder ve yakinî bilgi olarak
değerlendirilir. Şayet haber tek kişinin bildirmesi ile gerçekleşmiş âhâd
haber ise veya mütevatir olmakla birlikte kapalılık özelliği taşıyorsa bu tür
bilgiye zannî denilir.
Kelamda bilgi çeşitleri ve istidlal yollarınını daha iyi anlamak için Hüseyin
Aydın’ın Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî’de Nazar ve İstidlal kitabının ilgili bölümlerini
inceleyiniz.
Şekil 7.1: Kelâmda bilgi çeşitleri
Bilgi çeşitlerinden naklî bilginin yakînî-zannî ayrımı ile aklî bilginin burhanîhatabî ayrımı kesinlik ayrımıdır. Yakinî bilgi naklî bilginin kesin olanını,
burhanî bilgi ise aklî bilginin kesin kısmını oluşturur. Naklî bilginin zannî kısmı
ile aklî bilginin hatâbî kısmı, her iki kategorinin de kesin olmayan taraflarıdır.
Bazı kelâm kitaplarında hatâbî bilgi için de zannî ifadesi kullanılır. Ancak dini
hükümlerde her iki kesin bilgi aynı derecede görülmez. Dinî hükümler
öncelikle naklî bilgiye dayandığından, naklî yakînî bilginin hüküm koymada
aklî burhanî bilgiye önceliği vardır.
Kelam ilminde bilgi konusuna bu kadar ayrıntılı yer verilmesinin nedeni ne
olabilir?
132
Bilginin Değeri
Kelâm alanında bir bilginin inanç açısından değer ifade etmesi için öncelikle
naklî ise yakînî, aklî ise burhanî olması gerekir. Diğer bir deyişle inanç ilkesi
oluşturulurken bilginin akıl ve nakil bakımından sağlam ve apaçık delillere
dayanıyor olması aranır.
Bilginin değeri bilgi araçlarının değeri ile de doğru orantılıdır. Duyular
yoluyla elde edilen bilginin kesin ve şüpheden uzak olması, duyuların
kusursuz olmasına bağlıdır. Duyularda var olan veya meydana gelen kusur ve
eksiklik aynıyla elde edilen bilgiye yansır. Sözgelimi gözlerinde şaşılık
bulunan bir şahsın bir nesneyi iki olarak görmesi, kusura bağlı bir yanlış
bilgidir. Gürültülü mekanlarda çalışan insanların zaman içinde kulaklarında
ses duymaları da kusurdan kaynaklanan bir husustur. Hasta olan kişinin tat
almaması veya kokuyu hissetmemesi, yine kusurdan kaynaklanmaktadır.
Kusurlar bu şekilde içsel olabileceği, yani kişinin kendisinden veya duyu
organından kaynaklanabileceği gibi, dışsal yani duyuya konu olan olgu veya
olaydan da kaynaklanabilir. Sözgelimi yarısı su dolu bardaktaki kaşığın sanki
kırılmış gibi görünmesi gözdeki kusurdan değil suyun kaşığı o şekilde
göstermesinden kaynaklanır. Çölde serap görmeler de yine dışsal bir etkiyle
meydana gelen yanlış algılamalardır. Bütün bunlar gösteriyor ki, duyularla
elde edilen bilgilerin doğruluğu, hem duyuların sağlam ve sağlıklı olmasına
hem de şartların uygun olmasına bağlıdır. Duyularla elde edilen bilginin
kesinliği ve değeri de ancak bununla belirlenir.
Bir bilgi akla dayanıyor yani düşünme yoluyla elde ediliyorsa, aklın
sağlam ve sağlıklı olması şartı aranır. Ayrıca akıllar tek tip ve tekdüze
olmadığı için her insanın aklı ve onun ürünü olan bilgi de eşit veya denk
kabul edilemez. Sağlam ve sağlıklı bir akıl, kesin bilgi ortaya koyarken, zihinsel yetenekleri gelişmemiş veya bir hastalık nedeniyle kusurlu hale gelmiş
olan akıl kesin bilgi üretemez. Buna rağmen kelâmcılar, üretilen bilginin
kusurunu tamamen akla yüklemezler. Burada düşünme biçimi ve metodunun
da dikkate alınması gereğini vurgularlar. Nitekim insanlar arasında meydana
gelen görüş ayrılıkları ya akıl düzeyinin farklılığından ya da düşünme
metodundan kaynaklanır. Diğer bir deyişle akıl düzeyi aynı olmayan ve
düşünme metot ve şartlarına uymayan kişiler arasında ihtilaf ve görüş ayrılıklarının meydana gelmesi kaçınılmazdır.
Haber yoluyla elde edilen bilginin değeri, haberi getiren kişinin güvenilir
olması ile birebir irtibatlıdır. Haberi getirenin güvenilmez oluşu, aynıyla
haberi etkiler ve değerini düşürür. Bundan dolayı Kur’ân’da “Size bir fasık
haber getirdiğinde onu araştırın” (el-Hucûrât 49/6) emri verilmiştir. Yukarıda
değinildiği gibi haberin gerçeğe uygun olması kesinliğini ifade eder. Yalan
söyleyen bir kimse gerçeğe uygun haber vermiyor demektir. Dolayısıyla bu
haberden hareketle bir hüküm çıkarmak veya yargıya varmak doğru değildir.
Öte yandan getirilen haberin açık ve anlaşılır olması da önemlidir. Eğer haber
açık ve anlaşılır değil ise, yanlış anlamaların meydana gelmesi kaçınılmaz
olur. Yanlış anlaşılan veya haber kaynağının kastetmediği bir hususu çıkarmaya elverişli bir haber, zararlı sonuçların doğmasına sebebiyet verir. Yüce
Allah’ın “fasık kimsenin haberini araştırın” emri vermesi bundan dolayıdır.
Çünkü bu tür yalan haberlerin toplum içinde fitne ve tartışmalara hatta kavgalara sebebiyet vermesi mümkündür.
İnsanlar arasında meydana gelen farklı düşüncelerin veya fikir ayrılıklarının
nedeni ne olabilir?
133
KELÂMIN KAYNAKLARI
Kur’ân
Kelâm, İslam akaidini açıklamak ve savunmak için ortaya çıkmış bir ilim
dalıdır. Kelâm ilminin savunduğu İslam akaidinin temel kaynaklarını tanımak
aynı zamanda kelâmın temel kaynaklarını tanımak anlamına gelir. Akaid ise,
dinin inanç esaslarıdır. Bunun da yegane kaynağı, Allah’ın peygamberine
vahiy yoluyla gönderdiği Kur’ân’dır. Kur’ân’ın iki temel özelliği vardır: 1.
Vahiy getiren melek Cebrail aracılığı ile Hz. Peygamber’e ulaşması. 2.
Sadece vahiy yoluyla Kur’ân kendisine inzal olunan Hz. Peygamber değil,
Kur’ân’ın gönderildiği bütün insanların ondaki hükümlerle yükümlü tutulmasıdır.
Allah
İnzâl
Cebrâil
Peygamber
İnsan
Tebliğ
Şekil 7.2: Vahyin inişini gösteren şema
Şemada görüldüğü gibi, Kur’ân, güvenilir melek Cebrail vasıtasıyla ilâhî
alandan beşerî alana indirilir. Bu indirilme işlemine inzal veya nüzûl denilir.
Beşerî alandaki ilk muhatabı Hz. Muhammed’dir. Hz. Muhammed peyamber
olma özelliği ile görevini aksatacak veya zarar verecek her türlü maddimanevi tehlikeden korunmuştur. Buna masum olması veya ismet sıfatına
sahip olması denilir. Hz. Peygamber’e inen bu Kur’ân, korunmuş özelliğine
sahip Hz. Peygamber aracılığı ile insanlara ulaştırılır. Bu işleme tebliğ adı
verir. İşte böyle günvenli bir şekilde hedefine ulaşan Kur’ân “İçinde hiç
şüphe bulunmayan bir kitaptır” (el-Bakara 2/2). Bu güvenirlik, Hz. Peygamber’in hem Kur’ân’ı algılaması hem de onu aktarması noktasında Allah’ın
koruyuculuğu altında olmasındandır. Nitekim Hz. Peygamber’e hitaben “Onu
çarçabuk ezberlemek için ağzında tekrarlama. Onu kalbine toplamak ve
okutmanı sağlamak bize aittir.” (el-Kıyame 75/16-17) buyrulmuştur. Bir
başka ayette ise “Kur’ân’ı kesinlikle biz indirdik, elbette onu yine biz koruyacağız” (el-Hicr 15/9) buyrulmuş ve korumanın hem inzâli hem de tebliğ
ve sonrasını da kapsayacak genişlikte olduğuna işaret edilmiştir.
Kur’ân’ın iniş süreci Hz. Peygamber’in hayatının bitimi ile tamamlanmıştır. Bir diğer deyişle Hz. Peygamber’in vefatı ile vahiy artık kesilmiştir.
Bundan dolayı elimizdeki Kur’ân dışında başka bir vahiyden söz edilemez.
Öte yandan Kur’ân, Peygamberimiz Hz. Muhammed’den bize yalan üzere
birleşmeleri imkansız olan büyük topluluklar eliyle sağlam bir şekilde
mütevatir olarak ulaşmıştır. Böylelikle Kur’ân, hem içeriği hem de bize
kadar gelişi bakımından tam ve güvenilir bir kaynaktır.
134
Sünnet
İnanç esaslarının ikinci kaynağı bizzat Hz. Peygamber’in kendisidir. Hz.
Peygamber, Kur’ân’ın ilk ve en güvenilir yorumcusudur. Çünkü o dinî her
türlü tasarrufunda Allah’ın koruyuculuğu altındadır. Bu onun yorumunun ilahî gözetim altında olması anlamına gelir. Nitekim “Sana Kur’ân’ı okuduğumuzda onun okunuşunu takip et; sonra onun açıklaması/yorumu bize aittir”
(el-Kıyâme 75/18-19) mealindeki ayette Kur’ân’ın Hz. Peygamber tarafından
açıklaması ile uygulamasının ilâhî kontrol altında olduğu ifade edilir. Ayrıca
“O kendinden bir şey söylemez ne söylüyorsa vahiydir” (en-Necm 53/3)
mealindeki ayet özellikle peygamberin söz, fiil ve kabullerinin ilahî gözetim
ve denetim altında olduğunu göstergesidir. Kur’ân’da bazı peygamberlerin
bir kısım fiil ve davranışlarından dolayı uyarılması yine bunun en büyük belgesidir. Ancak Hz. Peygamber’den gelen açıklamaların kelâmda kesin delil
olması için, bize kadar tevatürle ulaşmış olması gerekir. Zira tek kişinin
getirdiği haber (haber-i vâhid), bu haberi getiren sahabeden biri bile olsa
peygamber gibi korunmuş olmadığından, inanç konularında kesin delil kabul
edilmez. Zaten içerik bakımından da Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrirleri
Kur’ân ayetlerine eşdeğer olacak şekilde vahiy kategorisine dahil edilmemiştir. Bu durumda Hz. Peygamberden gelen bir hadîsin akâid konusunda
kesin delil olabilmesi için, güvenilir aktarma yolu olan tevatürle ulaşması
gerekir. Ancak bu yargı, tek kişiler tarafından getirilen âhâd haberlerin akaid
alanında hiç delil olmadığı anlamına gelmez. Sözgelimi kelâm alanında yazılan eserlerde özellikle ruh, cin, şeytan ve ahiret konularının işlendiği bölümde, âhâd yolla gelen hadîsler sıklıkla kullanılır. Yukarıdaki söylenenlerin
anlamı, “ahad haber zannî bilgi ifade ettiği için ona dayandırılan hüküm de
zannî hüküm olacaktır; mütevatir haber gibi bağlayıcılığı olmayacaktır”
şeklinde anlaşılmalıdır. Bu tür zannî delillere dayalı itikadî hükümler, zannî
hükümler olacağından, bunlara inanmak dinen sakıncalı olmadığı gibi inanmamak da, dinen küfrü gerektirmek anlamında bir sakınca oluşturmaz. Diğer
bir deyişle ahad haberin kesinlik ifade etmemesi demek, onun itikat alanında
kullanılmaması değil, ondan elde edilen hükmün kesin bir bağlayıcılığının
olmaması anlamına gelir. Daha açık ifade ile kesin delillere dayanmayan bir
inanç esasının inkârı, küfrü gerektirmez; inanılması da, dinî açıdan sakınca
doğurmaz.
Akıl
Kur’ân ve Sünnet’in yanı sıra kelâmda aklın da bir kaynak olması söz konusudur. Aklın kaynak olması, istidlâl veya istinbât denilen çıkarsama yolunun
kullanılmasıdır. İlk dönem kelâmcıların çıkarsama yöntemi daha çok görünenden hareketle görünmeyen hakkında hüküm vermek şeklinde formüle edilebilecek fıkhî kıyastır. Ancak daha sonraki kelâmcılar mantığın da etkisiyle
bilinenlerden hareketle bilinmeyen hakkında hüküm vermek anlamına gelen
mantık kıyasını kullanmaya başlamışlardır.
Birinci yöntemi kullananlar, iki husus arasında bir benzerlik kurarak
değerlendirme yapıyorlardı. Böylece görünen alemde var olan olgu ve
olaylardan hareketle görünmeyen alemdeki olgu ve olaylar hakkında hüküm
vermiş oluyorlardı. Burada olayın bir tarafında mutlak anlamda somut bir
gerçeklik söz konusudur. Bir somut gerçeklikten yani olgu ve olaydan hareketle, görmediğimiz bir olay hakkında hüküm vermiş oluyoruz. Sözgelimi
yaşadığımız bölgede bir ev yandığında evin içindeki eşyaların da yanması
somut bir bilgidir. Başka bir bölgede bir evin yandığı haberini aldığımızda
önceden var olan tecrübemizle söz konusu evin içindeki eşyaların da yandığı
hükmüne vararız. Dinî alandan bir örnek verecek olursak, var olan her şey
135
görülebilir. Melekler de var olan varlıklar olduğuna göre onların da
görülmesi mümkündür. Nitekim melekler, insan suretinde Hz. Peygamber’e
geldiğinde görülmüşlerdir. Normalde onları görememiz, görme şartlarına
sahip olmamamızdan kaynaklanır. Nitekim normal olarak mikropları göremiyorken, mikroskop sayesinde görmemiz böyle bir şeydir. Demek ki bir
varlığın görülmemesi onun yok olduğu anlamına gelmiyor, görme şartlarının
bulunmadığı anlamına geliyor.
Sonraki kelâmcıların uyguladığı mantıkî kıyas yöntemi ise bilgiyi esas
alır. İnsan zihninde var olan bilgiden hareketle, bilinmeyen hakkında hüküm
vermemiz mümkündür. Bu tür bilgide iki öncül, bir sonuç şeklinde tam bir
kıyasın bulunması gerekir. Öncüllerin de sağlam ve sağlıklı olması aranan bir
şarttır. Öncüllerde var olan kusur aynıyla sonuca yansır ve sonucun yanlış
çıkmasına neden olur. Buna şöyle bir örnek verilebilir: Her insan ölümlüdür.
Ahmet insandır. Ahmet ölümlüdür. Bu basit kıyasta insanın ölümlü ve
Ahmet’in de insan olduğu bilgisinin ardından Ahmet’in ölümlü olduğu
hükmüne varılmaktadır. Dinî alanla ilgili de şöyle bir hüküm verebiliriz: Her
mümkünün bir yaratıcısı vardır. Alem de mümkündür. Öyleyse alemin de bir
yaratıcısı vardır.
Aklın kaynak olması bu şekilde mümkün ise de, dinî alanda kesin kaynak
olması hususu tartışmaya açıktır. İlk dönem İslam düşünürleri ile günümüzde
Selefî yöntem ve düşünceyi benimsediğini iddia eden alimler, aklın dinde
asla hüküm vermeye yetkili olmadığını ileri sürerler. Başka bir deyişle aklın
yetkisi sadece anlama ve aktarmadan ibarettir, bağımsız olarak hüküm koyma
yetkisi yoktur. Kelâm alimleri ise yukarıdaki esaslar çerçevesinde aklın
hüküm koyabileceği kanaatindedirler. Ancak onlar da aklı aşan hususlar
bulunduğunu göz önüne alarak sınırlama yoluna gitmişlerdir. Kabul gören
görüş, Kur’ân ve Sünnet’in boş bıraktığı alanlarda akıl yoluyla hüküm
verileceğidir. Bu açıdan akıl kaynak olarak değerlendirilebilir. Ancak şu
unutulmamalıdır ki, din temelde nakle yani Kur’ân ve Sünnet’e dayanır. Akıl
öncelikle dinde muhatap kabul edilir. Yani kişinin dini hükümlerle yükümlü
olabilmesi aklının kusursuz biçimde çalışmasına bağlıdır. Bununla birlikte
dinde boş bırakılan alanlarda akıl yürütme kıyas adı altında caiz görülmüştür.
Öte yandan müteşabih ayetler gibi kapalı lafızlar için akla yorum yapma ve
hüküm çıkarma yetkisi tanınması özellikle kelâm bilginleri tarafından uygun
görülmüştür.
Müteşabih ayetlerin yorumu/te’vili hususnda Sabri Yılmaz’ın Kelamda Te’vil
Sorunu adlı esere bakabilirsiniz.
Şekil 7.3: Kelâmın kaynakları
Kelamda bilgi edinme yolları ile kelamın kaynakları arasında ne gibi bir farklılık
söz konusudur?
136
Özet
Kelâmda bilgiyi tanımlayabilmek.
Bilgi, akla ve duyulara konu olan nesnenin tanınması ile elde edilen anlamdır. Bu bilen ile bilinen arasındaki ilişkinin doğurduğu sonuç olarak da tanımlanır.
Kur’ân’ın bilgiye bakışını saptayabilmek.
Kur’ân, beş duyu, akıl ve haber almak yoluyla elde edilen bilgiyi bir bütün
olarak görür. Bu üç bilgi edinme yolunun birini diğerine tercih etmenin veya
üstün saymanın yanlışlığını dile getirir. Aslında beş duyu, akıl için; akıl da
haber ve beş duyu için bir test aracı işlevi görür.
Kelâmda bilgi edinme yolları, bilginin çeşitleri ve değerini açıklayabilmek.
Kelâmda bilgi edinme yolları Kur’ân’ın bildirdiğine paralel olarak duyular,
akıl ve haberdir. Bilgi çeşitleri ise farklı tasniflere göre, kadîm-hâdis, aklînaklî, bedihî-iktisabî, yakinî-zannî, burhanî-hatabî şeklindedir. Bilginin
değeri bilgi araçlarının yeterliği nispetindedir.
Kelâmın kaynaklarını değerlendirebilmek.
Kelâmda bilgi kaynakları birincisi Kur’ân ve Sünnet gibi temel kaynaklar,
ikincisi ise akıl yürütme şeklindedır. Akıl, kelâmcılarca bilgi kaynağı görülürken, hadis ehlince bilgi kaynağı değil, anlama aracı olarak kabul edilir.
Kendimizi Sınayalım
1. Bilginin tarafları arasındaki ilişki aşağıdakilerden hangisini sağlamaz?
a. Bilen ile bilinen arasındaki ilişki
b. Bilen ile bilinen arasındaki anlam
c. Bilenin bir nesneyi tanıması
d. Bilenin nesne veya olayların farkına varması
e. Bilenin nesneye sahip olması
2. Kur’ân’ın bilgi araçlarına bakışı aşağıdakilerden hangisidir?
a. Duyuların bilgi edinmede bir araç olmaması
b. Haberle gelen bilginin birinci dereceden önemli olması
c. Aklın birinci dereceden bilgi elde etme aracı olması
d. Akıl, duyular ve haberin aynı değerde bilgi aracı olması
e. Akıl ve duyuların bilgi aracı olmaması
137
3. Aşağıdakilerden hangisi kelâmda bilgi edinme yollarından biri değildir?
a. Beş duyu
b. Akıl
c. Rüya
d. Duyular
e. Haber
4. Aşağıdakilerden hangisi bilginin değerini göstermez?
a. Bilginin gerçeğe uygun düşmesi
b. Bilginin elde edildiği kaynak
c. Bilginin elde edildiği aracın güvenirliği
d. Bilginin verildiği dil
e. Bilginin bilene sağladığı yarar
5. Aşağıdakilerden hangisi kelâmda kesin bilgi kaynağı değildir?
a. Mütevatir haber
b. Ahad haber
c. Kur’ân
d. Akıl
e. Mütevatir Sünnet
Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı
1. e
Yanıtınız doğru değilse “Giriş” kısmını tekrar okuyunuz.
2. d
Yanıtınız doğru değilse “Kur’ân’da Bilgi” konusunu tekrar ediniz.
3. c
Yanıtınız yanlış ise “Kelâmda Bilgi Edinme” konusunu tekrar
gözden geçiriniz.
4. d
Yanıtınız yanlış ise “Kelâmda Bilginin Değeri” konusunu bir kez
daha okuyunuz.
5. b
Yanıtınız yanlış ise “Kelâmda Bilgi Kaynakları” konusunu tekrarlayınız.
138
Sıra Sizde Yanıt Anahtarı
Sıra Sizde 1
Kur’an’da geçen bilgi araçları, duyular, haber ve akıldır. Ancak akıl yerine
bazen Kur’an’da kalb, fuâd ve basiret kullanılır. Bunlar aklın değişik varyantları olabileceği gibi farklı düzeylerini de ifade edebilir.
Sıra Sizde 2
Kelam ilminde keşfin ve rüyanın bilgi aracı olmamasının en önemli nedeni
test edilebilme imkanının bulunmamasından kaynaklanır. Duyular, haber ve
akıl gibi bilgi edinme yolları test edilmeye açıktır ve dolayısıyla objektiftir.
Bir şahsın gördüğünü bir diğerinin görmesi, haberin kaynağından soruşturulması ve aklı çıkarsamaların gözden geçirilmesi imkan dâhilindedir. Ancak keşif ve rüya, tamemen kişiye bağlı ve sübjektiftir, dolayısıyla da test ve
kontrol edilme imkanı söz konusu değildir. Sözgelimi bir kişinin gördüğü rüyayı görebilmek veya keşif ve ilham ile elde edilen bilgiyi kontrol etmek
şanşı bulunmamaktadır.
Sıra Sizde 3
Kelam ilminin biri sahip olunan inancı izah etmek diğeri ise savunmak
şeklinde iki görevi vardır. Dolayısıyla bilgi kaynakları kadar bilginin de çok
iyi tasnife tabi tutulması gerekir. Aksi takdirde izah etme ve savunmada
sıkıntılar ve kusurlar meydana gelir. Bu yüzden kelâmcılar bilgiyi çeşitli
açılardan tasnife tabi tutarak hem kesinliğini hem de kelam ilmi açısından
taşıdığı değeri belirlemeye özen göstermişlerdir.
Sıra Sizde 4
İnsanlar arasında meydana gelen fikrî ihtilafların temel iki nedeni bulunmaktadır: Birincisi akılların farklı farklı yaratılmış olması, ikincisi ise düşüncede takip edilen yöntemin yeterli olup olmamasıdır. Bakıldığında insanlar
aklî ve zeka itibariyle birbirlerinden farklıdır. Bu farklılık onların ürettikleri
düşünceye de yansımaktadır. Ayrıca düşünce alanında takip edilen yol ve
kullanılan yöntem de ortaya çıkan düşünce ürünlerinin farklı olmasına neden
olmaktadır. Nitekim kaçınılmaz olarak, iyi bir yöntemle elde edilen düşünce,
kötü bir yöntem ile elde edilen düşünceden farklı olacaktır. Öte yandan
eskiler “vusulsüzlümüz, usulsüzlüğümüzdendir” demişlerdir. Bunun anlamı
bir konuyu anlamamak veya bir problemi çözümemek, ya yöntem olmadığından ya da yöntemin iyi kullanılmamasındandır.
Sıra Sizde 5
Bilgi edinme yolları genel bilgi araçlarıdır. Kelam ilmi bu araçlardan
yararlanabileceği gibi diğer ilim dalları da aynı araçlardan yararlanabilir.
Ancak kelamın kaynakları denildiğinde bu artık kelam ilmine özel bir kaynaktan bahsediliyor anlamına gelir. Bir başka açıdan da kelam ilminin
kaynakları kelama kendine özgü ayrıcalıklı bir özellik kazandırır. Genel bilgi
kaynaklarının ilimlere böylesine bir özellik katması söz konusu değildir,
çünkü onlar ortak bilgi edinme araçlarıdır.
139
Yararlanılan Kaynaklar
Atay, H., (1982), Kur’ân’da Bilgi Teorisi, İstanbul: Furkan Yayınları.
İmam Ebû Yusr Muhammed Pezdevî (1988), Ehl-i Sünnet Akaidi, Çev. Şerafeddin Gölcük, İstanbul: Kayıhan Yayınları.
Karadaş, C., İbn Arabî’nin İtikadî Görüşleri, (1997) İstanbul: Beyan Yayınları.
Karadaş, C., (2006), İslam’ın İnanç Yapısı, Bursa: Emin Yayınları.
Keskin, H., (1997), İslam Düşüncesinde Bilgi Teorisi, İstanbul: Beyan Yayınları.
Nureddîn es-Sâbûnî, (2005), Matüridiyye Akaidi, Çev. Bekir Topaloğlu,
Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları.
Topaloğlu, B., (2004). Kelâm Araştırmaları Üzerine Düşünceler, İstanbul:
M.Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları.
Kelâmda Bilgi Problemi Sempozyumu, (2003), Bursa: Arasta Yayınları.
140
141
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
•
Kelâmda varlığı tanımlayabilecek,
•
Kelâmda varlık çeşitlerini saptayabilecek,
•
Âlem ve unsurlarını açıklayabilecek,
•
Araz ile cevher-cisim arasındaki ilişkiyi değerlendirebileceksiniz.
Anahtar Kavramlar
•
Varlık-yokluk
•
Varolan-yokolan
•
Kadîm-hâdis
•
Âlem
•
Cevher-cisim-araz
Öneriler
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce;
•
Anlamadığınız kelâm terimleri için Bekir Topaloğlu-İlyas Çelebi’nin Kelâm Terimleri Sözlüğü’ne bakınız.
•
Cemaleddin Erdemci’nin Kelâm İlmine Giriş kitabının 119-141 sayfaları
arasını okuyunuz.
•
Konu içinde geçen kavramların daha iyi anlaşılması için Türkiye Diyanet
Vakfı İslam Ansiklopedisinden (DİA), “Âlem”, “Cisim”, “Cevher” ve
“Araz” maddelerini okuyunuz.
142
Kelâmda Varlık
GİRİŞ
Ne zaman ki, Müslümanlar, fetihlerle birlikte Hicaz bölgesinin dışına çıkıp
eski medeniyet merkezleri olan Irak, Mısır, Suriye ve Anadolu’nun güney
kısmına intikal ettiler, yeni ve soyut bir takım felsefî düşünceler ve problemlerle yüz yüze geldiler. Bu problemlerin başında da varlık konusu gelmekteydi. Arapçada vücûd olarak isimlendirilen varlık ile mevcûd olarak
isimlendirilen varolan meselesi, yüzyıllardır felsefenin temel konusu olmasının yanında erken dönemden itibaren kelâmın da temel ve öncelikli konusu
haline geldi.
Tarifi itibariyle düşünüldüğünde varlık, soyut ve genel kavramlar tarafında yer alır. Bu yüzden varlığın tam bir tarifinin yapılamayacağı kanaati
hakimdir. Sözgelimi Fahreddîn er-Râzî’ye göre tarif, ya bilinen vasıtasıyla
bilinmeyeni açıklamalı ya da en azından tarif edilene işaret etmelidir. Birinci
anlamda varlığın tarifini yapmak mümkün olmamakla birlikte, ikinci anlamda bir tarif mümkündür. Ancak burada da tarifin tarif edilenden daha kapalı
olma durumu sözkonusudur. Bundan dolayı da varlık hakkında yapılan tarifler meramı anlatmaktan uzak kalmıştır. Kelâmcıların bir kısmı varlığı varolanın zatının aynı kabul ederken diğer bir kısmı varlığı sıfat olarak görme taraftarıdır. Zaten kelâm bilginlerinin çoğunluğu varlığı, varolan zatın bir sıfatı
olarak kabul etme eğilimindedir. Nitekim Mu‘tezile kelâmcısı Kâdı Abdulcebbâr ile Eş‘arî kelâmcısı Fahreddin er-Razî, varlığı sıfat olarak telakki ederler. Buna karşılık içlerinde Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî, Bâkıllânî ve Cüveynî’nin de bulunduğu ilk dönem Eş‘arî alimleri varlığı zatın aynı olan nefsî sıfat sayarlar.
Öte yandan felsefe ile çok sıkı ilişkiye girmemiş olan ilk devir Mu‘tezile
ve Sünnî kelâmcılarda varlık/vücûd ve varolan/mevcûd ayrımı ve tartışması
söz konusu değildir. Zaten onların temel amacı, felsefî anlamda varlık ve
varolan tartışması olmayıp âlemin varlığının geçiciliğinden hareketle Allah’ın ve varlığını ve birliğini ispattır. Mutlak anlamda varlık ve varolan kavramları, felsefenin etkisiyle Gazzâlî’den sonra kelâmcılar arasında tartışma
konusu olmaya başlamıştır. Nitekim ilk dönem kelâmcıları, “Allah var mıdır?” sorusuyla değil, “Allah nasıl varolandır?” veya “Allah’ı diğer varolanlardan ayıran temel özellikler nelerdir?” gibi sorularla meşgul olmuşlardır.
Çünkü onlar soyut ve karşılığı sadece zihinde olan varlıkla değil, zihin dışında gerçekliği bulunan varlıkla yani varolan ile ilgilenmişlerdir. Örneğin Sünnî kelâmcılar, Allah’ın varlığı gibi, sıfatlarının varlığının da zihin dışındaki
dış dünyada bir gerçekliğinin varolduğu görüşündedirler. Nitekim kelâmcıla-
143
rın esas amacı, Allah ile âlem arasındaki temel ayrımı göstermektir. Bundan
dolayı onlar, varlığın ne olduğundan çok kaç kategoriye ayrıldığı üzerinde
dururlar. Bunun gereği olarak varlık/vücûd kavramını kullandıklarında bile
bununla varolanı/mevcûdu kastederler ve varolanın ne olduğunu değil,
neleri kapsadığını anlatmaya çalışırlar. Onlara göre varlık kapsamına sokulacak bir şey ya cisim ya cevher ya da arazdır.
Varolanın/mevcûdun kelâm kitaplarındaki tarifi, “sâbit ve kâin olan şey”
şeklindedir. Tarife bakıldığında varolan karşılığında sâbit, kâin ve şey şeklinde üç kavram kullandığı görülür. Dikkat edilirse tarifteki asıl karaşılık şey
kavramıdır, diğerleri ise bunun niteliğidir. Zaten şey kavramı Arapça dilinde
varolan karşılından kullanılır. Nitekim Ebû Hanife el-Fıkhu’l-Ekber adlı
risâlesinde Allah varolandır. Bundan dolayı O’na şey denilebilebilir. Çünkü
şey, Arap dilinde varolan karşılında kullanılır. Bu kavram tek başına kullanılabileceği gibi, pekiştirmek için sâbit ve kâin sıfatları ile de desteklenebilir.
Bu durumda varolan demek, her türlü nitelikten soyutlanmış şey değil, sâbit
ve kâin nitelikleri ile belirlenmiş şeydir. Bununla birlikte şey, sâbit ve kâin
kelimeleri arasında ciddi bir anlam farklılığı söz konusu değildir. Çünkü
hepsi de varolan anlamındadır. Muhtemeldir ki, kelâmcılar varolanın kesinliğini ve zihin dışındaki gerçekliğini pekiştirmek için böyle bir nitelemeye başvurmuşlardır. Bütün bu açıklamaların ardından varolanın tarifini şöylece
verebiliriz: Varolan, varlığında şüphe duyulmayan, algılayan kişiden bağımsız olarak bulunabilen ve dış dünyayada gerçekliği olandır. Daha kısa
bir ifade ile varolan, zihin haricinde kesin bir gerçekliği bulunandır.
Varolanın zıttı ise yokolan/ma‘dûm kavramıdır. Bu konuda Mu‘tezile ile
Sünnî kelâmcılar arasında görüş ayrılığı bulunmaktadır. Mu‘tezile’ye göre
yokolan dediğimiz şeylerin de, neticede bir varlığından bahsedilebilir. Ancak
Sünnî kelâmcılar, yok olanı hiçbir şey yani varlığa konu olmayan olarak gördüklerinden Mu‘tezile’nin bu anlayışını yanlış bulurlar. Burada dikkat edilirse yokolan da yine şey kavramı ile tarif edilmektedir. Varolan, şeydir; yokolan ise şey değildir, yani hiçbir şeydir. Ancak yokluğun veya yokolanın da
çeşitli düzeyleri söz konusudur. Bir zata veya bir varlık düzeyine göre yok
kabul edilen, diğer bir zata veya varlık düzeyine göre var kabuledilebilmektedir. Durumuna ve gerçekleşme özelliğine göre yokolanı üç kategüriye
ayırmak mümkündür.
a. olması imkansız olan (muhal/imkansız),
b. şu anda olmayan gelecekte gerçekleşecek olan (henüz vuku bulmamış),
c. Geçmişte olmuş ve bitmiş olan (vuku bulmuş).
Birinci şık mutlak yokluğu ifade ederken ikinci ve üçüncü şıklar, göreceli
bir yokluğu ifade etmektedir. Sözgelimi bir nesnenin aynı anda iki ayrı yerde
bulunması imkansızdır. Ancak henüz gerçekleşmemiş ama gelecekte gerçekleşmesi muhtemel olan kıyametin kopması gibi olaylar ile İstanbul’un fethi
gibi geçmişte olmuş bitmiş ve bugün için artık bulunmayan olaylar görecelidir. Anılan olayların gerçekleştiği zaman diliminde bulunmadığımızdan
biz onları yok saymaktayızdır. Gelecekte olan bizim için gerçekleşmediğinden yok hükmündedir. Geçmişte olmuş bitmiş olan ise, bizim olmadığımız
bir zaman diliminde gerçekleştiğinden, hakkında ancak haber ile bilgimiz
olmaktadır. Varlığı hakkında birinci elden veya duyusal bir tanıklığımız söz
konusu değildir.
144
Hem varolanın hem de yok olanın şey kavramı ile tanımlanması ne anlama
gelmektedir?
VARLIK ÇEŞİTLERİ
Kelâm literatüründe özellikle Gazzâlî öncesinde varlık iki kategoride ele
alınır: Kadîm ve hâdis. Aynı dönemde felsefenin etkisiyle kelâma giren vâcib ve mümkin terimleri felsefî terimler oldukları için kelâm içerisinde aslî
ve yerli unsur olarak yer edinememiştir. Her ne kadar belli ölçüde felsefî anlamları korunmuş olsa bile kullanım itibariyle kadîm ve hâdis terimlerinin
yerine kullanıldıkları için, içerikleri anlam kaymasına uğramıştır. Gazzâlî, bu
terimleri ontolojik anlamdan soyutlayarak mantıksal hükümler diğer bir
tabirle aklın ortaya koyduğu hükümler anlamında kullanmıştır. Ondan önce
Hicri IV. asrın sonlarında yaşamış olan Matürîdî alimi Ebû Seleme es-Semerkandî de söz konusu kavramları aklın hükümleri olarak ele almıştır.
Kadîm ve hâdis terimlerinin kelâm sistemine ve zihniyetine uyum göstermesinin veya ontolojik anlamdaki vâcib ve mümkin terimlerinin bu
sisteme yabancı kalmasının nedeni, yaratma düşüncesidir. Buna göre “Allah’ın dışındaki her şey” anlamına gelen âlem sonradan olmuş, diğer bir ifade ile yoktan yaratılmış varlıklar bütünüdür. Bu yaratılma veya sonradan olma anlamını tam ifade eden hâdis ya da muhdes kelimeleridir.
Mümkin ve vâcib kavramları felsefedeki anlamları ile düşünüldüğünde
yaratmaya değil, tercih etmeyi gerektirdiği görülür. Buna göre Tanrı, yoktan
yaratan değil, var olanın yokluk ya da varlık yönü tercih, tayin ve tahsiste
bulunandır. Dolayısyla kelâmda olduğu gibi mutlak anlamda yoktan yaratma
düşüncesi, felsefede bulunmamaktadır. Bundan dolayı da, onlara göre mümkin, varlık ve yokluk yönü eşit olandır. Tanrı, onun hangi tarafını tercih ederse o yönde bir gerçekleşme olur. Yani var olmasını isterse mümkün varlık
sahnesindeki yerini alır, yokluk yönünü tercih ederse mümkin yokluk taraftaki yerini alır.
Hâdis, sonradan olma, aynı kökten türetilmiş olan muhdes ise sonradan
varedilmiş anlamındadır. Bu anlamlarına ilave olarak önceden yok iken
sonradan olma, yoktan var edilme anlamları yüklenerek terimleştirilmiştir.
Mukabilinde ise önce olan anlamı yerine öncesi olmayan anlamı yüklenerek
kadîm kelimesi kelâmda terim haline getirilmiştir. Kadîm varlık ile sadece
Allah ve O’nun zatî sıfatları ifade edilirken hâdis varlık ile Allah’ın dışındaki
her şey (mâ sivâ) ifade edilmektedir. Kadîm, öncesiz olması ve kendisi
varken başka bir varlığın olmaması anlamları ile felsefedeki vâcib tariminden ayrılır. Felsefecilerin vâcib terimi her ne kadar öncesizliği ifade ediyorsa
da, bir başka varlığın bulunmaması anlamını tam olarak ifadede etmemektedir. Sözgelimi, heyulânın ezeliliğinin kabulü, Tanrı-âlem ilişkisini illetma’lul ilişkisi biçiminde değerlendirmeleri bu zorluğu gösteren önemli hususlardır. Zira illetin zorunlu olarak ma’lulu gerektirmesi, illet ile ma’lulun
birlikte bulunduğunun ifadesidir. Nitekim Şehristânî (ö. 548/1153) feslefecilerin mümkinin sonsuza yani vâcibe kadar gideceğini kabul ettiklerini nakleder. Bu da kelâm mantalitesine ters düşmektedir.
Buna göre özellikle Gazzâlî öncesi kelâm ilminde varlığın kadîm ve hâdis
olmak üzere iki kategoriye ayrıldığı çok açık bir şekilde görülmektedir. Nitekim bu dönemin ilk kuramcı Eş’ari kelâmcısı olan Bâkıllânî bu paralelde varlığı kadîm ve hâdis ayrımına tâbi tutmakta ve varlık görüşünü bu ayrım üzerine kurmaktadır. Ona göre kadîm kelimesi dilde iki tür varlık için kullanılmaktadır:
145
a. Hâdis olmakla birlikte tayin edilmiş bir zaman önce var olan ve yine belirli
bir zaman diliminde varlığını sürdüren varlıklar.
b. Kendisi için vakit tayin edilemeyen, ezelî ve ebedî olan varlık yani Allah.
Bunun mukabilinde kullanılan muhdes ise sonradan olan, yoktan varlığa
çıkarılan anlamındadır. Daha önce değinildiği gibi kelimenin günlük kullanımında terim anlamını çağrıştıracak bir anlam da vardır. Örneğin, “Falanca
bu arsada bir bina ihdas etti” anlamına gelen “Ahdese fülan, fi hazihi’l-arsa
bina” denildiğinde, bu dili konuşan Araplar bu sözden “Daha önce olmayan
bir bina yaptı” anlamının kastedildiğini anlarlar. Aynı şekilde “Falanda bir
şey hâdis oldu” ve “Dinde bid’at ihdas etti” cümlelerinde de hâdis, olmak ya
da ihdas etmek, önce yok iken sonradan olmak anlamlarındadır. Kadîm ile
hâdis kelimelerinin terim anlamları gözetildiğinde aralarındaki temel fark
şudur: Kadîm için ne önce ne de sonradan bahsedilebilirken hâdis için hem
önce hem de sonradan bahsedilebilir. Bu da kadîmin zaman ve mekandan
bağımsız, hâdisin ise zaman ve mekan ile kayıtlı olmasından kaynaklanmaktadır. Zira önce ve sonra zaman ve mekana göredir. Her ikisi için varlık
sıfatını taşımak bakımından bir ortaklıktan bahsetmek mümkün ise de, mahiyet farkı göz önüne alındığında bu ortaklığın onların temel farklılıklarına
zarar getireceğini söylemek mümkün değildir. Zira, kadîm özü itibariyle kadîm, hâdis özü itibariyle hâdistir. Sonuç varlığın kısımları geleneksel formda
kadîm ve hâdis olarak ikiye ayırır, kadîm, Allah ve O’nun sıfatlarıdır. Hâdis ise, cevher, cisim ve arazdan ibarettir.
Kelâmcıların varlığı hâdis-kadîm şeklindeki taksimleri ile felsefecilerin vâcibmümkin şeklindeki taksimlerinin sebebi ne olabilir?
Şekil 8.1: Kadîm ve hâdis olmaya göre varlık kadegorisi
Gazzâlî, varlığı yer kaplamasına (mütehayyiz) göre bir taksime tabi tutar.
Buna göre, Varolan (mevcûd) ya yer kaplayandır (mütehayyiz) ya da yer kaplamayandır (gayr-i mütehayyız). Yer kaplayan, birleşik (mürekkep) değilse
cevher-i ferd; birleşik ise cisimdir. Yer kaplamayan, varlığı için başkasına ihtiyaç duyan araz, varlığı için bir başkasına ihtiyaç duymayan Yüce Allah’tır.
Şekil 8.2: Mütehayyiz olup olmamaya göre varlık kategorisi
146
Gazzâlî öncesi kelâm literatüründe Allah’ın varlığı hudûs delili ile isbat
edilmeye çalışıldığından, bu delilin doğası gereği tikelden tümele giden bir
özellik taşır. Kelâmî bir tabirle görünenden görünmeyene delil getirmeyi gerektirir. Bu durumda Allah vardır hükmüne varmak için âlemin varlığı ve bu
varlığın mahiyetinin bilinmesi gerekmektedir. Bu da âlem ve içindekilerin
incelenmesi ile elde edilebilir. Kelâm anlayışına göre âlem cevher ve arazlar
ile bunların birleşimi (müellef) sonucu ortaya çıkan cisimden ibarettir.
Varlık konusu için ayrıca Tevfik Yücedoğru’nun Geçmişten Günümüze İlim ve
Din Açısından Yaratılış kitabının 75-136. sayfalar arasını okuyunuz.
KADÎM VARLIK: ALLAH VE SIFATLARI
Kelâmın varlık tasnifinde, kadîm varlık tarafını Allah’ın zatı ve sıfatları oluşturur. Allah’ın zatı kendiliğinden kadîm (lizâtihî kadîm) iken sıfatları, zatına
bağlı olarak kadîm (ligayrihî kadîm) olma özelliği kazanırlar. Aslında Allah
ile sıfatlarını ayrı düşünmek bile doğru değildir. Çünkü bir varlığın sıfatları o
varlığın tamamını oluşturur veya ifade eder. Allah’ın sıfatları da onun varlığının tamamının ifadesidir. Bu yüzden Mu‘tezile mezhebi bilginleri, Allah’ın
sıfatlarını onun zatının aynı kabul etmişlerdir. Sünnî kelâmcılar ise Allah’ın
sıfatları ne onun kendisi ne de ondan bağımsızdır diyerek ilahî sıfatların
Allah’ın zatından tamamıyla ayrı ve bağımsız olmadığını ifade etmişlerdir.
Allah, zaman ve mekan içinde bulunmayan, sayısal anlamda tanımlamaya
uygun düşmeyen, yegane, tek ve hiçbir şeye ihtiyaç duymayan yüce bir varlıktır. Diğer bir deyişle o, birleşik olma, mekan tutma, eksik olma, ihtiyaç
duyma, gelişme-gerileme, olgunlaşma-noksanlaşma gibi hiçbir özelliği taşımaz. Onun bölünmesi, parçalanması, kısımlara ayrılması ve yönlerinin bulunması düşünülemez. Çünkü bu gibi hususlar zaman ve mekan içinde bulunan varlıklar için geçerlidir. Yüce Allah için ne zaman ne de mekan söz konusu olmadığı için O’nun yönünden, kısmından, parçasından da söz edilemez. Zira O her şeyden müstağni, hiçbir şeye ihtiyacı bulunmayan, aksine her
şeyin kendisine ihtiyaç duyduğu bir varlıktır. Bu yüzden onun için bir amacının olması, bir şeyi hedeflemesi, bir eksikliği gidermeye çalışması, bir şeyi
tamamlama gayreti içinde olması gibi insana has özellikler düşünülemez. O
olgunluğun en yüksek düzeyinde kâmildir. Bunu en güzel Kur’ân-ı Kerîm’de
İhlas Sûresi ifade eder: “Allah birdir. O, eksiği ve noksanı olmayan ve hiçbir
şeye muhtaç bulunmayandır. O ne çocuk sahibidir ne de ana babası bulunandır. Ona denk olabilecek eş, dost ve akraba olması söz konusu değildir”
(el-İhlâs 112/1-4).
Allah, âlemi yaratmış ve O’nun idaresini yürütmektedir. Âlemde var olan
her şey O’nun yarattığıdır ve varlığını sürdürebilmek için O’nun müdahele ve
desteğine ihtiyacı vardır. Hiçbir şey onun bilgi ve iradesi dışında değildir. Ne
olursa onu bilir, ne dilerse o gerçekleşir. Dünyada, karada, denizde, dağların
başında, uzay boşluğunda her nerede olursa olsun Allah’a gizli kalamaz,
ilminin ve iradesinin dışına çıkamaz. O, büyük bir nesneyi veya olayı bildiği
gibi küçük bir nesneyi ve olayı da aynı şekilde bilir. Çünkü O’nun için zaman
ve mekan söz konusu değildir, bu yüzden açık-gizli, küçük-büyük, duranhareket eden arasında bir fark yoktur. Yüce Allah’ın bu özelliklerin en çarpıcı
şekilde Bakara Sûresi içinde bulunan Ayete’l-Kürsî anlatır: “Allah, kendisinden başka tanrı olmayandır. O diridir ve her şeyi ikame ve idare edendir.
Ne uykuya ne uyuklamaya yenik düşer. Göklerde ve yerde olan her şey
O’nun hükmü altındadır. O’nun izni olmaksızın kim bir başkasına arka çıka-
147
bilir veya aracılık edebilir? Onların önlerini ve arkalarını/geleceklerini ve
geçmişlerini O bilir. O dilemedikçe hiç kimse O’nun bilgisine erişemez.
Kürsüsü/kudreti bütün gökleri ve yeri kapsar. Gökleri ve yeri bir düzen içinde
tutmak ve idare etmek O’na asla ağır gelmez. Çünkü O, her türlü eksiklikten
uzak ve her şeyin üstündedir.” (el-Bakara 2/255)
Allah’ın sıfatları, selbî ve subûtî olmak üzere temelde iki kadegoriye
ayrılır. Selbî sıfatlar Allah’ın ne olmadığını anlatan sıfatlardır. Allah’ın şanına uygun düşmeyen, O’na nispet edilmesi yakışık almayan, bir eksikliği ve
çirkiniği çağrıştıran bütün özellikleri ondan uzak tutmayı hedefleyen sıfatlar,
selbî sıfatlar tarafını oluşturur. Allah’ın kendi dışında bir varlığa ihtiyaç
duyması, birden fazla ilahın bulunması, başka varlıklara benzerliğinin söz
konusu olması gibi hususlar yukarıda saydığımız tanımlama içinde girer. Allah’ın selbî sıfatları İslam alimlerince altı olarak tespit edilmiştir. Bunlar sır
sıyla şöyledir:
Vücûd: Allah’ın var olması, yok olmasının düşünülememesi.
Kıdem: Allah’ın geçmişe doğru başlangının bulunmaması.
Bekâ: Allah’ın gelecek yönünde bir sonunun bulunmaması.
Vahdâniyet: Bir ve tek yani yegane olması, iki ve daha fazla olmaması.
Muhâlefetün li’l-havâdis: Yaratılmış hiçbir varlığa benzememesi.
Kıyâm bi nefsihî: Bir başka varlığa ihtiyaç duymaması.
Subutî sıfatlar ise, Allah’ın ne ve nasıl olduğunu anlatan sıfatlardır.
Diğer bir ifade ile bu sıfatlar, Allah’ın genelde âleme, özelde insana yönelik
işlev gören özellikleridir. Bu yüzden bu sıfatların bir gerçeklikleri söz konusudur. Çünkü bu sıfatların taalluku yani irtibatı ile kainat içinde varlıklar
vücuda gelmekte veya yok olmaktadırlar. Allah’ın bilmesi, güç yetirmesi,
dilemesi ve yaratması işte bu sıfatlar ile gerçekleşmektedir. Subûtî sıfatlar da
sekiz sıfat olarak belirlenmiştir:
Hayat: Allah’ın diri ve canlı olmasıdır.
İlim: Allah’ın her şeyi bilmesidir.
İrâde: Allah’ın hiçbir sınırla kayıtlı olmayacak şekilde dilemesidir.
Kudret: Dilediği her şeye güç yetirebilmesidir.
Tekvîn: Güç yetirdiği her şeyi yaratmasıdır.
Kelâm: Allah’ın yarattığı varlıklara vahiyde bulunması yani onlara sözlü
olarak hitap etmesidir.
Semi’: Allah’ın kainatta bulunan her şeyi işitmesidir.
Basar: Allah’ın kainatta bulunan her şeyi görmesidir.
Allah’ın selbi sıfatları ile sübûtî sıfatları arasındaki farkı belirtiniz.
148
Bu sıfatların dışında Mu‘tezile ve Eş‘arî mezhebi mensuplarınca fiilî sıfatlar adı altında bir sıfat grubu daha öngörülmüştür. Bu ayrımla onlar, Allah’ın kudret sıfatının taalluku/tecellisi ile ortaya çıkan fiilleri ayrı bir kategori olarak düşünmüşlerdir. Bu kategori, Allah’ın yaratması, diriltmesi, öldürmesi, rızık vermesi, yaşatması, ihsan ve ikramda bulunması gibi sıfatları ifade eder. Anılan mezheplere göre bu tür sıfatlar Allah’ın fiilleridir ve kudret
sıfatının eseri olmaları dolayısıyla da hâdis yani sonradan olmadırlar. Matüridîler ise bu tür sıfatlar için tekvîn adı altında sekizinci bir sübûtî sıfat öngörümüşler ve bütün bu fiilî sıfatların diğer sıfatlar gibi kadîm olduğu görüşündedirler.
Bir başka sıfat kategorisi ise, Kur’ân ve hadîslerde geçen müteşabih lafızlardır. Bu lafızlar Allah’a izafe edilmekle birlikte anlamında bir netlik bulunmamaktadır. Zaten bu yüzden zihne karışık gelen anlamında bu tür ifadeler
müteşabih lafızlar denilmiştir. Bu şekilde Allah’a izafe edilen ve açık bir
anlamı bulunmayan veya anlamı konusunda ihtilaf edilen sıfatlara haberî sıfat
adı verilmiştir. Başta Hanbelîler olmak üzere Ehl-i Hadîs grubunun tamamı
bu sıfatların te’vîl edilmemesi yani aklî yoruma tabi tutulması gerektiği konusunda ısrarcı olmuşlardır. Selef alimleri ile ilk dönem kelâmcılarının bir çoğu
da bu görüşü paylaşmışlardır. Ancak Mu‘tezile ve sonraki Sünnî kelâmcılar,
zihinlerdeki karışıklığı önlemek ve bu tür ifadeleri daha açık ve anlaşılır aklî
bir çerçeveye oturtmak için te’vîl yoluna gitmişlerdir.
Allah’ın varlığı ve sıfatları için Bekir Topaloğlu-Y. Şevki Yavuz ve İlyas Çelebi
tarafından hazırlanan İslam’da İnanç Esasları ile Cağfer Karadaş’ın İslam’ın
İnanç Yapısı adlı eserlerin ilgili kısmını okuyunuz.
HÂDİS VARLIK: ÂLEM
Âlem terimi kelâm kaynaklarında Allah’ın dışında varolan her şey diye tarif
edilir. Yukarıda geçtiği gibi, Allah, kadîm varlığı; O’nun dışındaki varolanların toplamı olan âlem de, hâdis varlığı temsil eder. Kelâm mezheplerinin
tamamı bu ortak noktada buluşmalarına rağmen ayrıntılarda ihtilafa düşmüşlerdir. Ayrıntı dediğimiz husus da, Allah ve âlem tasavvurunda varolanlar
kategorisine giren nelerin Allah’a ait, nelerin âleme ait olduğudur. İşte bu
nokta, ciddî ihtilafların ve tartışmaların sürdüğü yerdir.
Mutezile’ye göre Allah yegane kadîm varlık olduğuna göre onun dışındaki varlıklar, âleme dahil edilmeli ve hâdis kategorisinden sayılmalıdır. Kelâmcılar varolanı, hariçte yani zihin dışında gerçekliği bulunandır şeklinde
tarif etmişlerdir. Yine onlara göre Allah’tan başka zihin dışında gerçekliği
bulunan her varlık, âlem kapsamındadır. Diğer bir ifade ile âlemin sınırları
Allah’ın dışındaki her varlığı içine alacak genişliktedir. Bu durumda Sünnî
kelâmcılar tarafından zihin dışında gerçekliğinin bulunduğu söylenen sıfatlar,
Mu‘tezile’ye göre âlem kategorisine dahildir ve hâdistir. Mevcudun kadîm ve
hâdis şeklindeki ayrımından hareketle Allah, kadîm varlık, âlem ise hâdis
varlıktır.
Yukarıda dile getirilen ihtilafın anlaşılmasına yardımcı olacak en açık örnek Kur’an’dır. Mu‘tezile’ye göre Kur’an hariçte gerçekliği olan bir varlıktır, dolayısıyla Allah’tan başkadır ve âlemin bir parçasıdır. Bu itibarla da
Kur’an yaratılmıştır. Ehl-i Sünnet’e göre ise Kur’an Allah’ın kelâmı olması
yönüyle O’nun bir sıfatıdır ve kadîmdir. Ancak burada insanlar tarafından
okunan Kur’ân ile Allah’ın sıfatı olan Kur’ân’ı karıştırmamak gerekir. İnsanların okuduğu ve yazdığı Kur’ân, ses ve yazı olarak insanlara aittir, dolayısıyla yaratılmıştır. Ancak Allah’ın sıfatı olan Kur’ân, O’nun bir sıfatı olma yönüyle kadîmdir.
149
İlahî sıfatlar hususunda Mu‘tezile’den ayrı düşünen Sünnî kelâmcılar,
bunları, yukarıdaki mevcut kategorisine eklenmiş üçüncü bir unsur olarak
görmüşlerdir. Onlara göre sıfatların her ne kadar hariçte gerçeklikleri var ise
de Allah’tan bağımsızlıkları söz konusu değildir. Dolayısıyla bu sıfatlar, âlemin bir parçası değil, Allah’ın nispetleridirler. Halbuki, Mu‘tezile’ye göre
Allah’a nispet edilecek sıfatların zihin dışında gerçekliği yoktur, dolayısıyla
bir varlık kategorisi olarak ele alınamazlar. Bu itibarla sıfatlar, Allah’ın zatının aynıdır.
Netice itibariyle kelâm ilminde; insan, cin, melek, şeytan, hayvan, bitki,
taş, toprak gibi canlı cansız bütün varlıklar âlem adı altında bir çerçeveye dahil edilmiş ve hâdis olma ortak noktasında birleştirilmiştir. Belki bu varlıkların birbirleri arasında ve kendi içlerinde nicelik ve nitelik bakımından farklılıkları söz konusu ise de, yaratılmış olma ortak noktasında birleşmektedirler. Böylece âlemin mahiyeti ve kapsamı konusunda belli ölçüde bir açıklık meydana geldiğine göre âlemin cevher, cisim ve arazlardan ibaret unsurlarına geçebiliriz. Diğer bir deyişle âlem ve içindeki varlıklar temelde üç unsurdan ibarettir. Bunlar ya birleşik olmaları itibariyle cisimdir ya basît olmaları bakımından cevherdir ya da bu ikisinin özellikleri anlamında arazdır.
Şekil 8.3: Âlemin unsurları
Yukarıdaki taksim daha çok Mu‘tezile ve Eş‘arî kelamcıları tarafından
benimsenir. Mâtürîdî kelamcıları alemi önce aynlar ve arazlar olarak iki kısma
ayırır. Sonra aynları kendi içinde müfred ve mürekkep kısımlarına ayırır. Müfred cevherdir, mürekkep ise, cisimdir. Ayn, kendi başına varlığı olan veya
arazlara konu ve mahal teşkil edendir. Arazlar ise aynlar ile ancak varlıkları
söz konusu olandır. Aslında burada taksim ve isimlendirme dışında mahiyette
önceki ayrım ile çok fazla farklılık yoktur.
Şekil 8.4: Mâtürîdîlere göre âlemin unsurları
Cevher
Kelâm düşüncesinde cevher, fikrinin kabul edilmesindeki temel kaygı ve
amaç yoktan yaratma düşüncesine uygun bir âlem tasavvuru oluşturmaktır.
Bu doğrultuda olmak üzere kelâmcılar, cevherlerden ve arazlardan oluşmuş
yaratılmış kelâmî tabirle hâdis/muhdes olan bir âlem düşüncesi ortaya
koymuşturlar. Çünkü anlık arazlarla birlikte bulunan sonlu cevher, hem sonluluğu hem de birleşmeye (terkîb) yatkınlığı ifade etmesi bakımından İslâm’ın yaratıcı tanrı tasavvuruna uygun bir unsurdur. Nitekim Eş‘arî kelâm-
150
cısı olan Teftazanî’nin, “cevherin kabulünün altında, âlemin kıdemini çağrıştıran felsefecilerin madde ve sûret unsurlarını reddetmek vardır” şeklindeki
beyanı bunun açık kanıtıdır.
Kelâmcılar cevher yerine bölünmeyen en küçük parça anlamına gelen cüz
ellezî lâ yetecezzâ şeklindeki ifadeyi de kullanırlar. Cevher, şahidde bulunan, araz kabul eden mütehayyiz akledilebilir bir varlıktır diye tarif edilir.
Tarifte geçen şâhid, görünüş anlamındadır ve görünmeyen anlamına gelen
gâib kavramının zıttını ifade eder. Mütehayyiz ise uzayda yer kaplayan anlamındadır. Bu tanımda cevherin üç temel özelliğinin olduğu görülür.
a. Görünüşte bulunan bir varlıktır.
b. Kendisiyle birlikte araz bulunur.
c. Yer kaplayandır.
Görünüşte bulunan bir varlık olarak tanımlanmasında bazı dilcilerin
cevher kelimesinin ortaya çıktı anlamına gelen Arapça (c-h-r) kökünden geldiğini iddia etmeleri etkili olmuş olabilir. Bu durumda cevher, duyular ile
kavranılabilecek görünüşte bir varlık anlamındadır. Diğer bir tarif ise, zihnî
ve hayalî bir varlık değil, zihin dışında gerçekliği bulunan bir varlık şeklindedir. Cismin, cevherlerin birleşmesi ile meydana gelmesi göz önüne alındığında, cismin görünür olması onun bir parçası olan cevherin de görünür olmasını gerektirir.
Cevherin ikinci özelliği arazlardan ayrı ve arınmış olamamasıdır. Diğer
bir deyişle her cevher mutlaka bir arazı beraberinde bulundurur. Ancak bu,
cevherin arazın içine girmesi (hulûl) anlamına gelmez. Burada asıl olan cevherdir, araz ise ona bağlı olarak ve ondan hariç olarak birlikte bulunan özelliktir. O özelliğin ayrılması ya da yok olması cevherin özüne zarar vermeyeceği gibi birlikte bulunması da özüne bir katkı sağlamaz. Çünkü araz geçici,
cevher ise kalıcıdır. Bir araz gider, diğeri gelir, ancak cevher olduğu gibi kalır; bununla birlikte hiç bir zaman arazlardan hali kalamaz. Zaten kelâmcılar
cevherin arazlara mahal teşkil etmesini, onların hudûsunun (yaratılmışlığının)
delili olarak görürler.
Cevherin üçüncü özelliği ise, uzayda yer kaplayan (mütehayyiz) olmasıdır. Yer kaplayanın kapladığı yere hayyiz denilir. Bâkıllânî hayyizi, kendisinde bir şey bulunan mekan ya da mekan takdirinde olan yer diye tanımlar.
Cürcanî ise, kelâmcıların hayyizi, bir şeyin işgal ettiği düşünülen boşluk şeklinde tarif ettiklerini bildirir. Her iki tarifte de hayyiz itibarî (varsayılan) mekan kabul edilmektedir. Eş‘arî kelâmcısı Cüveynî de bu kanıyı destekler
mahiyette açıklama da bulunur. Öyleyse cevher, boşlukta değil kendisinin
işgal ettiği bir mekandadır. Bu mekan sadece tek bir cevher tarafından işgal
edildiğinde bir birim genişliğinde iken, cevherlerin birleşmesi sonucu cisim
olduğunda, cismin boyutları genişliğindedir. Çünkü hayyizin cismin ayrılmaz
bir unsuru olması hasebiyle onsuz cevher düşünülemez.
Kelâmcıların hayyiz için itibarî ya da takdirî ifadelerini kullanmalarındaki maksat, cevherin işgal ettiği mekanın cevherin kendisi olmayıp,
onun mekan içerisinde olduğunu anlatmak içindir. Bu da cevherin kendi
başına bir varlığının olmadığının ifadesidir. Çünkü mekansız kendi başına
varlığı olan ancak kadîm sıfatının sahibi Allah’tır. Zaten cevherlerin yaratılması ile mekanları olan hayyizin bulunması arasında bir zaman farkı
yoktur. Bu durumda hayyiz yaratılıştan itibaren cevherin ayrılmaz bir özelliği
151
olup ne hayyizsiz cevher ne de cevhersiz hayyiz düşünmek mümkündür. Zira
kelâm sistemi açısından bakıldığında mekansız cevher kabul etmek İslâm itikadı bakımından mahzurludur. Bundan dolayıdır ki, Eş‘arî kelâmcısı Bâkıllânî, devrindeki Hıristiyanların, cevherlerin kendi kendisine kâim olmasını
dışardan bir desteğe ve dayanağa muhtaç olmama, özü itibariyle bağımsız
olma şeklinde anladıklarını, bu anlayıştan hareketle de Allah’ı cevher sayma
gibi bir yanlışa düştüklerini nakleder.
Aslında âlemin en temel unsuru cevherdir. Çünkü cisimler cevherlerin birleşmesi ile meydana gelen varlıklardır. Arazlar ise cevher ve cisimlerde bulunan
ve onlar ile varlıklarını sürdürebilen özelliklerdir. Dolayısıyla tekrar etmek gerekirse âlemin asıl unsuru cevherdir. Cisim ve araz ise, ona bağlı unsurlardır.
Cisim
Genel itibariyle hakim görüş cismin, birleşik varlık olduğudur. Cevherin varlığını reddeden Mu‘tezile kelâmcısı Nazzam’a göre, cisim, birleşik ancak
sonsuzca bölünebilen bir varlıktır. İlk dönem kelâm alimlerinden Dırâr cismi
arazların toplamından ibaret şeklinde tarif eder. Bölünemeyen en küçük parça olan cevheri ve onun hareket etme mekanı olan halâyı reddeden felsefeciler, cismi madde ile sûretin birleşmesi sonucu meydana gelen varlık olarak
tanımlarlar.
Kelâm okullarından cevher düşüncesini ilk savunan Mu‘tezile mensupları,
yukarıda geçen birleşik olmayı, cevherlerin ve onlarla birlikte bulunan arazların birlikte bulunması ile meydana gelmiş bir birleşme şeklindeki saptamayı doğru kabul etmekle birlikte, cismin tanımında Sünnî kelâmcılardan
ayrılırlar. Onlara göre her ne kadar cismi belirleyen temel unsurlar cevherler
olmakla birlikte cisme, cisim olma özelliği veren onun boyutlarıdır. Yani bir
cismin cisim olabilmesi için ya sağ-sol ve alt-üst gibi yönlerinin ya da uzunluk, derinlik ve genişlikten ibaret üç boyutunun teşekkül etmiş olması gerekir.
Bunun gerçekleşebilmesi için en az altı veya sekiz cevhere ihtiyaç vardır. Bu
açıklama doğrultusunda Mu‘tezile’nin cisim tarifi cevherlerin birleşmesi ile
üç boyutu ya da yönleri teşekkül etmiş somut varlık şeklindedir.
Sünnî kelâmcılar ise, boyutlarını göz ardı etmek suretiyle cismi iki veya
daha çok cevherin birleşmesi ile meydana gelen varlık olarak tanımlamışlardır. Onlara göre bir cismin teşekkülü için de en az iki cevherin birleşmesi
yeterlidir. Çünkü Sünnî kelâmcılar cismi, cevherden ayıran en temel ve basit
ayrım olarak birleşik olma özelliğini öne çıkarmışlardır. Üç boyutlu olmak
cismin önemli bir özelliği ise de, üç boyutlu olmayan ve bileşik olmak ile
cevherden ayrılan varlıkların bulunması zihinsel planda bile olsa mümkündür. Bu durumda bu tür varlıklara ayrı bir kategori belirleme ihtiyacı doğacaktır. Cisim için bileşik olandır şeklindeki tarif, bu ihtiyacı ortadan kaldırmaktadır. Mu‘tezile ise boyut ve yönleri oluşturamayacak sayıdaki cevherlerin birleşmesi sonucu meydana gelen oluşumları ya görmezden gelme ya da
onlara başka isim bulmaya yönelmiştir. Sözgelimi, iki cevherin birleşmesi ile
teşekkül eden oluşuma çizgi (hat), dört cevherin birleşmesi ile meydana gelen
oluşuma yüzey (satıh), sekiz cevher ile üç boyutun gerçekleştiği oluşuma ise
cisim demişlerdir.
Kelâmcılar bir fizikçi veya filozof olmadıkları için bir kavramı tanımlarken onun sadece fiziki boyutunu değil, dilde kazandığı anlamı da göz önünde
tutmaktadırlar. Onlar için ortaya koydukları bir görüşün inanç açısından ne
anlam ifade ettiği ve inananlar nezdinde ne tür bir yankı uyandıracağı ö-
152
nemlidir. Bundan dolayıdır ki, sözlük anlamından kopuk, salt bilimsel gerçekliği ihtiva eden bir terimi topluma sunmak onlar bakımından anlamlı olmasa gerektir. Bundan dolayı Bâkıllânî ve Cüveynî, cismin birleşik olması
şeklindeki tarifini benimserlerken cisim kelimesinin birleşme ve bir araya
gelme sonucu çok olmak şeklindeki sözlük manasını da göz önünde bulundurmuşlardır. Bu bilgileri verirken onların temel amacının cismin mahiyeti
hakkında fikir yürütmek olmayıp, âlemin Allah’ın yaratmasıyla meydana
geldiğini (hudûs) kanıtlamak, ve bu yolda halkın inançlarını pekiştirmek
suretiyle onları taklit düzeyinden tahkîk düzeyine ulaştırmak olduğunu unutmamak gerekir.
Araz
Âlemin üçüncü unsuru olan araz kelimesi, Arap dilinde bir kimse hasta olduğunda ya da karnı ağrıdığında “Falana bir şey ârız oldu” anlamında “Arada li
fülânin ‘ârıdun” cümlesindeki anlamının yanı sıra “önceden yok iken sonradan olan” ve “yok olmaya yüz tutmuş bir şey” gibi anlamlarından hareketle
bir zaman diliminde ortaya çıkan ve aynı zaman diliminde yok olan vasıf,
mâna ve sıfatlar anlamında terimleştirilmiştir. Arazın terim anlamını desteklemek ve dini meşruiyetini sağlamak için Kur’an’dan, “Siz dünya arazını(=dünyanın gelip geçiciliğini) istiyorsunuz” (el-Enfâl 8/67) meâlindeki ayet
ile “Nihayet onun (azabı) bir bulut(=arız) halinde bulundukları vadiye doğru
geldiğini görünce, bu bize yağmur yağdıracak bir buluttur dediler” (el-Ahkâf
46/24) meâlindeki ayet delil getirilmiştir. Zira Araplar bu ayetlerde geçen
“dünya malı” ve “bulut” gibi yok olması, var olmaya başladığında düşünülen
şeyler için araz kelimesini kullanmışlardır.
Araz kelimesi bir terim (ıstılah) olmakla birlikte erken dönemde özellikle
mâna, vasıf ve sıfat kelimeleri ile sık sık karıştırılmış, hatta bu dört kelime kimi zaman birbirinin yerine kullanılmıştır. Abdulkâhir el-Bağdâdî’nin “arazlar, cevher ile kâim sıfatlardır” ifadesinden hareket edildiğinde, aslında araz
ile sıfat arasında temel bir farklılık yoktur. Ancak arazın sözlükteki önce yok
iken sonra olan veya yok olmaya yüz tutan anlamlarından hareketle cisimlerdeki sıfatlar için terim olarak kullanılması uygun bulunmuştur. Sıfat ise sözlük itibariyle geçici olmayan, kalıcı manaları çağrıştırdığından Allah’ın sıfatları için terim yapılmıştır.
Araz kelimesi “bir zaman diliminde bulunup, yok olması” itibariyle geçiciliği ifade eden bir görüntü veriyorsa da, kelâmcılar tarafında cevher ve cisim gibi âlem içerisindeki varolanlardan biri sayılır. Diğer bir deyişle araz,
hariçte mevcut bulunan bir varlık türü olup, her ne kadar bulunması itibariyle
cevhere muhtaç ise de, kategorik olarak ondan bağımsız bir varlığa sahiptir.
Burada şu açıklamayı getirmekte fayda vardır: Kelâm alimlerinin geneline
göre her ne kadar cisim ve cevherler teorik olarak arazdan bağımsız gibi
düşünülebilirse de gerçekte bir cevher ve cismin arazdan tamamen bağımsız
olması söz konusu değildir. Arazların cevher ve cisme olan ihtiyaçları ne ise
cevher ve cisimlerin arazlara olan ihtiyaçları aynı orandadır. Bu yüzden arazlar cisimlerin ayrılmaz parçası olarak tanımlanır. Bunun anlam, arazı olmayan bir cevher ve cisim olamayacağıdır. Bir diğer deyişle kendilerinde arazların yaratılması son bulan cisim ve cevherin varlığı da sonlanmış demektir.
Arazların temel özelliği bir zaman dilimi içerisinde var olup son bulmasıdır. Onun ikinci zaman dilimine intikal etmesi söz konusu değildir. Bu
yüzden arazlar geçici varlıklardır. Arazlardaki geçicilik cevherlere ve cisim-
153
lere değişime uğrama özelliği kazandırır. Arazların geçiciliği ile cevher ve
cisimlerdeki değişim içten değil dışardan bir müdahale yani Allah’ın yaratmasıyla gerçekleşir. Arazların geçiciliği, değişimi; cevher ve cisimlerin kalıcılığı ise sürekliği sağlar. Böylece değişen arazlara karşın değişmeyen cevher
ve cisimler hayatın düzeninin korunmasını temin eder. Arazlar bir zaman diliminde yok olması, onların sürekliliğinin olmaması anlamanı gelmez mi?
sorusu akla gelebilir. Bu soruya kelâm bilginleri arazların sürekliği her bir
zaman diliminde benzerlerinin yaratılmasıyla sağlanır diye cevap vermişlerdir. Arazların her bir zaman diliminde yeniden gerçekleşmesine, benzerlerinin yenilenmesi anlamında teceddüd-i emsâl terimini kullanmışlardır. Böylece her bir zaman diliminde yaratılan arazın benzer olması sürekliliğini sağlarken yenilenmesi değişim olgunusu beraberinde getirmektedir. Böylece
dünyada gerçekleşen süreklilik değişimin açıklaması mümkün olmaktadır.
Örneğin bir meyve ağacı, mevsimlere göre değişirken asıl itibariyle varlığını
sürdürmektedir. İnsan da aynıdır. Çocukluk, gençlik, olgunluk ve yaşlığı
itibariyle değişiklik gösterirken asıl itibariyle aynı kalmaktadır.
Cevher-cisim ile arazlar arasında nasıl bir ilişki söz konusudur?
Özet Kelâmda varlığı tanımlayabilmek.
Kelâmda varlığın tanımı aslında varolanın tanımıdır. Eski ifade ile kelâmda
vücûdun tarifi yerine mevcûdun tarifi verilir. Buna göre mevcut “sabit ve kaîn olan şeydir” Şey, dış dünyada gerçekliği olandır. Sabit ve kain ise bu dış
dünyada gerçekliği bulunan şeye artı katkılar sağlar. Sâbit, varlığı hususunda
şüphe duyulmayan, kâin ise algılayan sujeden bağımsız olarak bulunandır.
Bu durumda varolanı şöyle tarif edebiliriz: varlığında şüphe duyulmayan,
algılayan kişiden bağımsız olarak bulunabilen ve dış dünyayada gerçekliği olan varlıktır. Daha kısa bir ifade ile varolan, zihin haricinde kesin bir
gerçekliği bulunandır.
Kelâmda varlık çeşitlerini saptayabilmek.
Kelâmda varlık, birincisi kadîm-hâdis, ikincisi ise mütehayyiz olmak bakımından iki şekilde tasnif edilmiştir. Birinci tasnife göre varolan ya kadîmdir
ya hâdistir. Kadîm varlık, kendiliğinden kadîm ve başkasına bağlı olarak kadîm şeklinde ikiye ayrılır. Hâdis varlık ise cevher, cisim ve araz olmak üzere
üç kısımdan oluşur. İkinci tasnife göre varolan ya mütehayyizdir ya da gayr-i
mütehayyizdir. Mütehayyiz varlık uzayda yer kaplayandır. Bunlar cevher ve
cisimdir. Gayr-i mütehayyiz dediğimiz, uzayda yer kaplamayan varlık ise Allah ve arazlardır. Allah zaman ve mekan içinde bulunmadığından bir yer kaplaması düşünülemez. Bu yüzden gayr-i mütehayyizdir. Araz ise cevher veya
cisimlerin içinde bulunur. Cevher ve cisimler arazlar için mekan değil mahaldirler. Bunlar cevher ve cismin sıfatlarıdır. Bu yüzden cisim ve cevherden bağımsız bir yer kaplaması söz konusu değildir.
Âlem ve unsurlarını açıklayabilmek.
Âlem, Allah’ın dışında bulunan ve varolan tarifi içine giren her şeydir. Görünen ve görünmeyen (gâib ve şâhid) bütün varlıklar dahildir. Âlemin üç temel
unsuru vardır: Cevher, cisim ve araz. Bunlar aynı zamanda hâdis varlığın da
unsurlarıdır. Dolayısıyla âlem aslında hâdistir. Yani sonradan olmuş, Allah
tarafından yaratılmıştır.
154
Araz ile cevher-cisim arasındaki ilişkiyi değerlendirebilmek.
Cevher, âlemdeki en küçük yapı taşıdır. Cisim, cevherlerin bir araya gelmesi
ile oluşan bir varlıktır. Araz ise bu cevher ve cisimlerde bulunan özelliklerdir.
Ancak arazlar yani özellikler cisim ve cevherlerin ayrılmaz bir parçasıdır.
Onlara bağlı olarak yer kaplamaksızın uyazda bulunurlar. Cevher ve cisim
olmaksızın araz olamayacağı gibi araz olmaksızın cisim ve cevher de bulunamaz. Bu yüzden arazların geçici olması, cevher ve cisimlerin de geçici
olmasını gerektirir. Sonuçta âlemin yapı taşları olan cevher, cisim ve araz
önceden yok ile sonradan var olan yani yaratılan varlıklardır. Bunların toplamından ibaret olan âlem de aynı hükme dâhildir.
Kendimizi Sınayalım
1. Varolan için aşağıdaki yargılardan hangisi geçerlidir?
a. Zihnî bir varlıktır.
b. İnsanın tasavurundan ibarettir.
c. Zihin dışında kesin gerçekliği olandır.
d. Sadece zihinde düşünülendir.
e. Dış dünyada bir gerçekliği söz konusu değildir.
2. Cisim ve cevher hangi varlık kategorisine girer?
a. Kendiliğinden kadîm varlık
b. Uzayda yer kaplamayan varlık
c. Başkasına bağlı kadîm varlık
d. Uzayda yer kaplayan varlık
e. Uzayda başkasına bağlı olarak bulunan varlık
3. Genel kabule göre kelâmda âlemin unsurları nelerdir?
a. Cisim ve cevher
b. Cevher, cisim ve araz
c. Araz ve cevher
d. Cisim ve araz
e. Aruz
155
4. Araz ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi doğrudur?
a. Araz tek başına bulunabilir.
b. Araz cismin ayrı kalabilen bir parçadır.
c. Araz cevherden bağımsız olabilir.
d. Arazın varlığı cisim ve cevhere bağlı değildir.
e. Araz cisim ve cevher olmadan bulunamaz.
5. Âlem ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır?
a. Âlem, Allah’ın dışındaki her şeydir.
b. Âlemi Allah yaratmıştır.
c. Âlem önceden yok iken sonradan olmuştur.
d. Âlem Allah’ın dışında ve O’ndan bağımsız varolandır.
e. Âlem, cisim, cevher ve arazdan oluşmuştur.
Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı
1. c
Yanıtınız doğru değilse “Giriş” kısmını tekrar okuyunuz.
2. d
Yanıtınız doğru değilse “Varlık Çeşitleri” konusunu tekrar ediniz.
3. b
Yanıtınız yanlış ise “Cevher, Cisim ve Araz” konularını tekrar
gözden geçiriniz.
4. d
Yanıtınız yanlış ise “Araz” konusunu bir kez daha okuyunuz.
5. d
Yanıtınız yanlış ise “Âlem” konusunu tekrarlayınız.
Sıra Sizde Yanıt Anahtarı
Sıra Sizde 1
Arap dilinde şey kavramı varolanı ifade için kullanılır. Bu yüzden varolan
şeydir. Yok olan ise şey olmayandır. Sözgelimi Araplar şeyin zıttına lâ şey
veya leyse bi şey derler. Bu kelime Arapçadan Türkçeye neredeyde aynı
anlamda geçmiştir. Örneğin hiçbir şey dediğimizde bir şeyin bulunmadığını
ifade etmiş oluruz.
Sıra Sizde 2
Kelâmcılara göre kadîm, sadece Allah’tır. Allah’ın dışındakiler ise hâdistirler. Halbuki felsefeciler âlemin yapı taşları kabul ettikleri madde ve sûreti
kadîm yani öncesiz olarak düşünürler ve buna bağlı olarak âlemin de kadîm
olduğunu söylerler. Bu yüzden onlar kelâmcıların kadîm ve hâdis terimleri
yerine vâcib ve mümkin terimlerini kullanılar. Çünkü vâcib demek onların
literatürende beraberinde mümkinin bulunan demektir. Yine feslefecilere
göre vâcib ile mümkin arasında zamansal değil, makamsal bir sıralama söz
konusudur.
156
Sıra Sizde 3
Selbî sıfatlar, Allah’ta bulunmaması gereken, O’nun şanına yakışmayan sıfatlardan Allah’ı arındırmak demektir. Subutî sıfatlar ise, Allah’ta var olan ve
bulunması kemalinin gereği olan sıfatlar demektir. Bu durumda selbi sıfatlar
Allah’ı her türlü noksanlıktan uzak tutmayı, subûtî sıfatlar ise Allah’ı kemal
sıfatlar ile nitelemeyi gerektirirler.
Sıra Sizde 4
Cisim cevherlerin birleşmesiyle meydana gelir. Araz ise cevher ve cisimlerin
ayrılmaz parçasını oluşturur. Kelâmcıların genelinin kanaatine göre nasıl ki,
cisim olmaksızın cevherin olması söz konusu değilse, araz olmaksızın da
cevher ve cisimlerin olması söz konusu değildir.
Yararlanılan Kaynaklar
Çelebi, İ., (1996), İmam Azam Ebû Hanife’nin İtikâdî Görüşleri, İstanbul:
İfav Yayınları.
Gölcük, Ş.-Toprak, S. (1988). Kelâm, Konya: Selçuk Üniversitesi Basımevi.
Karadaş, C., (2006), Bâkıllânî’ye Göre Allah ve Âlem Tasavvuru, Bursa:
Arasta Yayınları.
Kılavuz, U. M., (2009), Kelâmda Kozmolojik Delil, İstanbul: İz Yayıncılık.
es-Sabûnî, N. (2005), Mâtürîdiyye Akâidi, çev. Bekir Topaloğlu, Ankara:
DİB yayınları.
Topaloğlu, B., (2008), Allah İnancı, İstanbul: İsam Yayınları.
Yazıcıoğlu, M. S. (1987) , Kelâm Ders Notları, Ankara.
157
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
•
Kelâm ilminde eser yazım türlerini açıklayabilecek,
•
Kelâm tarihinin her bir döneminde yazılmış belli başlı eserleri listeleyebilecek,
•
Kelâm eserlerinin dönemlere göre muhtevasını karşılaştırabilecek,
•
Farklı dönemlerde kelâm eserlerinde kurgu ve içerik açısından görülen
farklılıkların sebeplerini değerlendirebileceksiniz.
Anahtar Kavramlar
•
Akaid
•
Reddiye
•
Şerh ve haşiye
•
Mütekaddimîn ve müteahhirîn
Öneriler
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce;
•
Metin içerisinde tanımı verilmeyen sözcükler için Bekir Topaloğlu ve İlyas Çelebi’nin Kelâm Terimleri Sözlüğü’ne başvurunuz.
•
Eserlerin verildiği fikrî arka planı değerlendirebilmek için bu kitabın 4, 5
ve 6. ünitelerini tekrar gözden geçiriniz.
•
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’nden “Kelâm” maddesini
okuyunuz.
158
Kelâm Eserleri
GİRİŞ
Kelâm alanında eser yazımının başlaması, doğal olarak inanç konuları
üzerinde kelâmî tartışmaların ortaya çıkışıyla paralel bir seyir izlemiştir.
Peygamber Efendimiz dönemine bakıldığında, İslâm Dini’nin iman esaslarından bahseden bir ilmin (akaid, kelâm veya tevhid) varlığından söz etmek
mümkün değildir. Çünkü yirmi üç senelik peygamberlik süresince vahiy art
arda devam etmektedir. Ayrıca bu dönemde teşekkül sürecini tamamlamış
herhangi bir İslâmî ilimden söz etmek de mümkün değildir. Bütün konularda
olduğu gibi, inanç konularında da sahabî, Resûl-i Ekrem’e gelmekte, probleminin çözümünü ondan istemektedir. Beliren ihtiyaçlara (esbâb-ı nüzûle)
göre ayet-i kerimeler inebilmekte, Peygamber Efendimiz de sorulan sorulara
gerekli cevapları vererek sahabenin problemini çözmektedir. Problemi çözülen sahabî, gönül huzuru ve kalp dinginliğine kavuşmaktadır.
Hz. Peygamber’in vefatından sonra da, onun dönemindeki mutlak bağlılık
ve teslimiyet büyük ölçüde devam etmiştir. Ancak ilk etapta özellikle hilafet
konusundaki anlaşmazlıklar ve Müslümanlar arasındaki iç savaşlar gibi
sebeplerle bazı itikadî ve kelâmî problemler/tartışmalar başgöstermiştir. Bu
nedenle, daha hicrî I. asırda kelâm alanına giren konularda fikir üretimi
başlamıştır.
Bu dönemde de kelâm ilmi oluşumunu tamamlamış olmadığı için konuları sistemli biçimde ele alan bütünlüklü kelâm çalışmalarına rastlamak mümkün değildir. Ancak belli konulardaki tartışmalar doğrultusunda bazı yazılı
metinler ortaya konulmuştur. Hâricîler’in bir kolu olan İbâzîliğin kurucusu
Abdullah b. İbâz’ın (ö. 86/705) Emevî halifesi Abdülmelik’e hitaben yazdığı
ve İbâzî esaslarının kısa bir açıklaması niteliğini taşıyan mektubu ile Hasan-ı
Basrî’nin (ö. 110/728) yine Abdülmelik’in bir sorusuna cevap niteliğindeki,
kulların fiilleri ve kadere ilişkin görüşlerini açıkladığı, cebir görüşüne
dayanan kaderci anlayışı eleştirdiği Risâle’si bunlara örnek teşkil eder. Bu
noktada, Hz. Ali’nin torunu Hasan b. Muhammed İbnü’l-Hanefiyye’ye (ö.
100/718 [?]) nispet edilen iki risaleyi de zikretmek gerekir. Birincisi, Hz. Osman ve Hz. Ali ile Cemel ve Sıffîn gibi iç savaşlara katılanlardan bir tarafı
veya her iki tarafı küfürle suçlamak yerine hükmün tehir edilip Allah’a bırakılmasının savunulduğu Kitâbü’l-ircâ, diğeri ise kaderi inkâr edenlere karşı
sorular formunda düzenlenen bir risaledir.
Bu risalelerin ortak özelliği, dönemin siyasî gelişmeleri ve ilk ihtilafların
sonucunda ortaya çıkan bazı meseleleri ele almalarıdır. Ancak küçük hacimli
159
bu eserlerin tamamı tek bir konu üzerine odaklanmıştır ve müellifinin konu
hakkındaki görüşlerini ihtiva etmektedir. İtikad/kelâm alanında değerlendirilebilecek bir meseleyi ele almakla birlikte, özellikle yukarıda zikredilen ilk
iki örneğin, kelâm eserlerinin temel özelliği olan tartışma (cedel) metodunu
kullanmadığı görülmektedir. Bu nedenle her ne kadar kelâmî görüşlere yer
verseler de, kelâm eseri olarak nitelenecek olgunluğa ulaşmış değillerdir.
KELÂMIN TEŞEKKÜL DÖNEMİ ESERLERİ
Erken dönem İslâm tarihinde bazı tartışma ve ihtilafların etkisiyle çeşitli
itikadî gruplar oluşmuşsa da, II./VIII. asrın ikinci yarısına kadar itikadî düşüncede belirgin bir ekolleşme gerçekleşmemiştir. Nitekim hicrî I. asır sonu
ile II. asır başlarındaki ilk fikir hareketlerinden sonra Mu‘tezile mezhebi bir
düşünce ekolü olarak doğmuştur. Mu‘tezile’nin kurucuları kabul edilen Vâsıl
b. Atâ (ö. 131/748) ve Amr b. Ubeyd’in (ö. 144/761) pek çok eser telif ettikleri sonraki kaynaklarda belirtilmekte ise de bunlardan hiçbirisi günümüze
ulaşmamıştır.
Kelâmın teşekkül döneminde itikadî meselelerin bir yandan da akla dayalı
biçimde ele alınması sadece Mu‘tezile ile sınırlı kalmamıştır. Hanefî fıkıh
ekolünün kurucusu Ebû Hanîfe de (ö. 150/767) Sünnî kelâmın teşekkülünden
çok daha erken bir dönemde sahabe devrindeki şartların değiştiğini müşahede
etmiş, İslâm dünyasında çeşitli siyasî ve fikrî gelişmelerin ortaya çıkması
dolayısıyla iman esaslarının belirlenmesi için akaid konularının incelenmesini zorunlu görmüştür. Onun el-Fıkhü’l-ekber, el-Fıkhü’l-ebsat, el-Âlim
ve’l-müteallim, er-Risâle ve el-Vasiyye gibi akaide dair eserleri itikadî meselelerin incelenmesinde teknik ayrıntı ve tartışmalara fazla girilmeyen, fakat
inanç esaslarının derli toplu bir dökümünü veren akaid risalesi tarzı eserlerin
güzel örneklerindendir. Bu tür eserlerin içerik özelliklerini sergilemesi
açısından el-Fıkhü’l-ekber’in muhtevası risalede ele alınış sırasına göre
aşağıda gösterilmiştir:
İman esasları, Allah’ın birliği, zatî, fiilî ve haberî sıfatlar, halku’l-Kur’ân,
kazâ ve kader, fıtrat konusu, halk ve kesb kavramları, peygamberler ve Hz.
Muhammed, ashabın faziletçe sıralanması, mürtekib-i kebîre, Mürcie’nin
bazı görüşlerinin reddi, tekfîr bahsi, mestler üzerine meshetme, teravih
namazı, itaatkâr veya günahkâr müminin arkasında namaz kılınıp kılınmayacağı, mucize, keramet ve istidrâc, ru’yetullah meselesi, imanın mahiyeti,
Allah’ın zatının hakikatinin bilinip bilinemeyeceği, şefaat, mîzan, havz
konuları, kıyamet gününde hasımlar arasında kısas, cennet ve cehennem,
münker ve nekirin sorgulaması, kabirde ruhun cesede iadesi, kabir azabı,
Allah’ın bazı isim ve sıfatlarının Farsça (Arapça’dan başka bir dille) söylenip
söylenemeyeceği, Allah’a nispet edilen kurb (yakınlık) ve bu’dun (uzaklık)
anlamları, Kur’ân ayetleri arasında fazilet bakımından fark bulunup bulunmadığı, esmâ-i hüsnâ, Hz. Peygamber’in ebeveyni ve kısaca fetret meselesi,
Resûl-i Ekrem’in çocukları, itikadî bir mesele ile karşılaşan bir kimsenin
yapması gerekli olan şeyler, mi’rac ve kıyamet alâmetleri.
Görüldüğü gibi eser, Ehl-i sünnet inancını ilgilendiren hemen hemen tüm
konuları ihtiva etmektedir. Konular ayrıntılı biçimde tartışılmadığı gibi, delillere de yer verilmemiştir. Bu özellikleriyle el-Fıkhü’l-ekber, kelâmî usul ve
üslubun erken dönem habercisi niteliğini hak eden bir eserdir..
160
MU‘TEZİLE’NİN SİSTEMLEŞME DÖNEMİ
ESERLERİ
Erken Dönem Mu‘tezile Eserleri
Ehl-i sünnet kelâmının teşekkülüne kadar olan dönemde Vâsıl ve Amr b.
Ubeyd’den başka Bişr b. Mu’temir (ö. 210/825), Muammer b. Abbâd es-Sülemî (ö. 215/830), Ebü’l-Hüzeyl el-Allâf (ö. 235/849), Nazzâm (ö. 220230/835-844 arası) ve Câhiz (ö. 255/869) gibi isimler kelâm ilminin
gelişimini sağlamış, fikrî mücadeleye öncülük etmişlerdir. Günümüze ulaşıp
neşredilen bu döneme ait Mu‘tezilî eserlerin başlıcaları, Câhiz’in Kitâbü’ddelâ’il ve’l-i’tibâr, el-Osmâniyye ve er-Red ale’n-nasârâ ve’l-yehûd’u ile
Ebû Cafer el-İskâfî’nin (ö. 240/854) el-Mi’yâr ve’l-muvâzene’sidir. Zaten erken dönem Mu‘tezilîler’den, bunların dışında kalan isimlerin hiçbirinin müstakil eseri günümüze ulaşmamıştır. Sonraki dönem kaynaklarda zikredilen
eser isimleri ve bilgilerden hareketle, onların bilgi teorisi ve kelâm yöntemi,
tabiat felsefesi, siyaset yani hilafet meselesi üzerinde durdukları, usûl-i
hamse, yani Mu‘tezile’nin beş temel esasını ayrıntılı biçimde işledikleri,
ayrıca farklı dinler ve fikir akımlarına yönelik ve kendi aralarındaki ihtilaflı
konularda reddiyeler kaleme aldıkları anlaşılmaktadır. Bu şekilde onların
bütün kelâm sistematiğine yönelik eserler verdikleri söylenebilir.
Yukarıda zikredilen isimlerden yaklaşık yarım asır sonra vefat eden
Ebü’l-Hüseyin el-Hayyât’ın (ö. 300/913 [?]) el-İntisâr isimli eseri de, müellifin günümüze ulaşan tek eseridir. Mu‘tezile’yi savunma amacıyla kaleme
alınan bu eser, daha önceki Mu‘tezilî görüşleri yine yetkin bir Mu‘tezilî’nin
eliyle günümüze aktarması açısından önem taşımaktadır.
Kelâm alanında ilk sistemli eserlerin Mu‘tezile mezhebi mensupları tarafından
verildiği görülmektedir. Bu durumun sebeplerini kısaca açıklayınız.
Sünnî Kelâmın Öncüleri ve Eserleri
Aynı dönemde, Sünnî kesimden İbn Küllâb el-Basrî (ö. 240/854), Hâris elMuhâsibî (ö. 243/857) ve Ebü’l-Abbâs el-Kalânisî (ö. h. 4. asır başı) gibi
şahıslar, Sünnî inanca yöneltilen itirazları cevaplamak düşüncesiyle kelâmı
öğrenmişler, Selef mezhebinin inançlarını kelâm delilleriyle desteklemişlerdir. İbn Küllâb’ın, tamamını Mu‘tezile’yi red amacıyla yazdığı anlaşılan
Kitâbü’s-sıfât, Kitâbü halki’l-ef’âl ve Kitâbü’r-red ale’l-Mu‘tezile isimli
eserleri ile Kalânisî’nin yine Mu‘tezile’ye karşı yazdığı eserlerinin hiçbiri
günümüze gelmemiştir. Muhâsibî ise özellikle Fehmü’l-Kur’ân, Mâhiyyetü’lakl ve Fasl min kitâbi’l-azame gibi eserlerinde kelâmî konulara değinmiş,
Mu‘tezile başta olmak üzere Râfızî, Mürciî ve Hâricîler’i eleştirerek, Ehl-i
sünnet akidesinin savunmasını yapmıştır.
Bu dönemin bir diğer önemli ismi Ahmed b. Hanbel’dir (ö. 241/855). O,
itikadî meselelerin çözümlenmesinde aklın kullanımına, çağdaşlarına göre
oldukça mesafeli yaklaşmış, ancak zaman zaman kelâm metotlarını da
kullanarak Ehl-i sünnet görüşlerinin savunmasını yapmıştır. Hemen hemen
tamamı vefatından sonra başkaları tarafından derlenen eserlerinin kelâm
açısından en önemlisi, çeşitli mezhepler ile halku’l-Kur’ân, kader, deccal,
melâike, ru’yetullah, kürsî ve ahirete ilişkin görüşlerini ihtiva eden Kitâbü’ssünne veya diğer adıyla İ’tikâdü Ehli’s-sünne’dir. er-Red ale’z-zenâdıka ve’lCehmiyye’si ise ilk dönem inanç yapısını ve selef akidesini yansıtması
açısından önemlidir.
161
EHL-İ SÜNNET KELÂMININ DOĞUŞ DÖNEMİ
ESERLERİ
Hicrî IV. asır başlarına gelindiğinde İmam Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî (ö. 324/93536), Ehl-i sünnet kelâm ilminin öncüsü olarak fikir meydanına çıkmıştır.
Ömrünün kırk yılını bir Mu‘tezilî olarak geçiren Eş‘arî’nin Mu‘tezile’den
ayrıldığı dönemde Selef tarafından kelâma aşırı tepki gösterilmekte, Sünnî
Hanbelî çizgi hem devletin resmî görüşünü, hem de fikir sahasının hâkim
unsurunu temsil etmektedir. Onun verdiği ilk eserlerde bu fikrî ve psikolojik
ortamın yansımalarını görmek mümkündür. Eş‘arî, muhtemelen Ehl-i sünnet’e intisabının ilk günlerinde kaleme aldığı el-İbâne an usûli’d-diyâne
isimli eserinde Ahmed b. Hanbel’e bağlılığını ifade etmektedir. Yine Mu‘tezile’den ayrıldıktan kısa süre sonra yazdığı Risâle ilâ ehli’s-Seğr isimli eseri
ise Selef’in üzerinde icmâ ettiği itikadî ilkeleri ihtiva eden, Demirkapı
ahalisine hitaben yazıp gönderdiği bir risaledir.
Eş‘arî daha sonraki dönemde Ehl-i sünnet mensuplarının kelâma karşı
tavırlarını tenkit ve yumuşatmaya yönelik bir çalışma olan ve Risâle fî
istihsâni’l-havz fî ilmi’l-kelâm adıyla da bilinen el-Has ale’l-bahs’i kaleme
almıştır. Bu eserini cehaleti sermaye edinen, düşünme ve araştırmayı hoş
görmeyen, taklide yönelen, itikadî meselelerle ve kelâm konularıyla ilgilenmeyi bid’at ve sapkınlık olarak değerlendirenlere karşı yazdığını ifade
etmesi, onun Selef metodundan uzaklaşarak kelâmcılığını sergilemeye
başladığı anlamına gelmektedir. Onun el-Lüma’ isimli eserinde akılla nakil
arasında denge kurmaya çalışan kelâm metodunu tamamen benimsediği
görülür. Ancak belirtmek gerekir ki, Eş‘arî’nin görüşlerinin doğrudan tespit
edilebildiği mevcut tek kaynak olan bu eser çok geniş hacimli değildir ve
bilgi anlayışı, nübüvvet bahisleri, ahirete ilişkin meselelere tatmin edici derecede yer verilmemiştir. Çeşitli kelâm meselelerinde İslâm fırkaları ile diğer
akımların mensuplarının inanç ve telakkileri ise onun tarafından mezhepler
tarihine dair yazdığı eser olan Makâlâtü’l-İslâmiyyîn’de nakledilmiştir.
Eş‘arî’nin temel itikadî/kelâmî meselelerin tamamına ilişkin kendine özgü
görüşlerine, daha sonraki dönemde Eş‘arî kelâmcısı İbn Fûrek’in (ö.
406/1015) derleyerek kaleme aldığı Mücerredü makâlâti’l-Eş‘arî isimli
eserden ulaşmak mümkündür.
İmam Eş‘arî, Basra ve Bağdat’ta görüşlerini yayarken, Mâverâünnehir’de
de Ebû Mansûr el-Mâtürîdî (ö. 333/944), Eş‘arîliğe paralel, fakat ona göre
akılcılığa daha fazla önem veren bir akımın kurulmasını sağlamıştır. Mâtürîdî’nin kelâm sistemi ve eserleri, Eş‘arî’ye göre daha kapsamlı ve metodolojik açıdan daha muhkem bir görünüm sergiler. Mâtürîdî’nin başlıca kelâm eseri olan Kitâbü’t-tevhîd’in önemli bir özelliği, bilginin tanımı ve kaynakları gibi konular üzerinde durarak, “bilgi”yi bir teori olarak ele alan ilk
eser olmasıdır. Bu eser, sonradan kelâmın ortak konuları hâline gelen bütün
itikadî meseleleri bu denli ilmî ve sistematik bir yaklaşımla incelemesi
açısından, IV/X. yüzyılın başlarında yazılıp günümüze intikal eden diğer kelâmî ekollere ait eserler arasında ön plana çıkar.
Kitâbü’t-tevhîd’in ele aldığı konular beş ana başlık altında incelenebilir:
1. bölüm: İlâhiyyât konuları (âlemin yaratılmışlığı, Allah’ın varlığı, birliği, sıfatları, fiilleri, özel olarak kelâm sıfatı ve ru’yetullah). Ayrıca bu bölümde tevhid anlayışına aykırı görüş ve ekollerin eleştirisi yapılır.
162
2. bölüm: Peygamberlik konusu (nübüvvetin akaid içerisindeki yeri, insanlığın dünya ve ahiret saadeti için nübüvvete olan ihtiyacı, Hz. Muhammed’in nübüvvetinin ispatı, nübüvvet karşıtı anlayışların reddi ve
Hristiyanlar’ın Hz. İsa’nın ulûhiyeti hakkındaki görüşlerinin eleştirisi).
3. bölüm: Kazâ ve kader konusu.
4. ve 5. bölümler: Büyük günah, şefaat, iman gibi konular. Mâtürîdî’nin
bu eserinde imamet/hilafet konusuna ise yer verilmemiştir.
Mâtürîdî’nin bir diğer önemli eseri, Te’vîlâtü Ehli’s-sünne veya Te’vîlâtü’l-Mâtürîdiyye isimleriyle de bilinen Te’vîlâtü’l-Kur’ân isimli tefsiridir. Bu
eser, fıkıh ve fıkıh usûlü ile birlikte kelâm alanında da önemli bilgiler içerir.
Ayrıca İslâmî fırkalar, İslâm dışı akımlar ve dinlerin eleştirisi açısından
önemli bir kaynaktır.
Ehl-i sünnet görüşü doğrultusunda kelâmî metotları kullanan eserlerin
yazılmaya başlanmasında hangi hususlar etken olmuştur?
Bu noktada, İmam Mâtürîdî ile çağdaş olan Hakîm es-Semerkandî’nin (ö.
342/953) eseri es-Sevâdü’l-a’zam’ı da zikretmek gerekir. Eser, Mâtürîdîliğin
başlangıç dönemi eserlerinin en önemli örneklerinden biridir. Müslüman
toplumunu birleştirmek üzere yazıldığı anlaşılan eser, o dönemde resmî akide
olarak kabul edilmiş ve medreselerde okutulmuştur.
Sünnî kelâmın doğuş döneminde Mu‘tezile, Ebû Ali el-Cübbâî (ö.
303/916) ve oğlu Ebû Hâşim el-Cübbâî (ö. 321/933) ile Ebü’l-Kâsım elKâ’bî el-Belhî (ö. 319/931) tarafından temsil edilmektedir. Bunlardan ilk
ikisinin hiçbir eseri günümüze gelmemiştir. Kâ’bî’nin elimize ulaşan yetkin
eseri Kitâbü’l-makâlât ise mezhepler tarihine dairdir.
Bu dönemde Selef çizgisinde verilen eserlerin en önemlisi, Eş‘arî ve
Mâtürîdî ile aynı yıllarda yaşayan Ebû Ca’fer et-Tahâvî’nin (ö. 321/933) elAkîdetü’t-Tahâviyye’sidir. Eser, muhalif görüşleri red metodunu kullanmak
yerine, çeşitli kelâm meselelerinin Selef metoduyla incelendiği küçük hacimli
bir risaledir.
Yine bu dönemde Hanbelî düşüncenin önemli temsilcilerinden Hasan b.
Ali el-Berbehârî (ö. 329/940-41), Şerhu Kitâbi’s-Sünne’sinde bid’atların
reddedilmesi ve Kur’ân ile Sünnet’e dönülmesi esaslarını ısrarla savunmuş,
kelâm yöntemini benimseyen hiçbir yönelimi tasvip etmemiştir. Hanbelî
âlimi İbn Batta el-Ukberî de (ö. 387/997) el-İbânetü’l-kübrâ ve el-İbânetü’ssuğrâ isimli iki eserinde kelâmcıların felsefî meselelerle ilgilenip bunları dinî
esaslar hâline getirdikleri, ihtilaf ve çelişkiye düştükleri, bu sebeple dinde
problem çıkardıkları iddiasında bulunmuştur. Selef akidesinin işlendiği bu
hacimli eserlerde Tahâvî’den farklı olarak kelâmî fırkaların görüşlerinin
eleştirisine de yer verilmiştir.
Mezhebin ilk şekliyle teşekkülü oldukça erken döneme uzanmakla
birlikte, Şîa’ya ait ilk eserlerin ortaya çıkışı da Ehl-i sünnet’in doğuş dönemiyle olmuştur. Ancak bu ilk örneklerden günümüze ulaşanlar, kelâm konularını sistemli biçimde ele almaktan ziyade büyük ölçüde Şiî grupları ve
görüşlerini anlatan eserlerdir. Sa’d b. Abdullah el-Kummî’nin (ö. 301/91314) el-Makâlât ve’l-fırak’ı ile Hasan b. Musa en-Nevbahtî’nin (ö. 310/922
[?]) Fıraku’ş-Şîa’sı bunlar arasında zikredilebilir. Şîa’nın itikadî görüşlerini
ilk defa derli toplu biçimde ortaya koyan eser, Şeyh Sadûk adıyla meşhur
163
olan İbn Bâbeveyh el-Kummî’nin (ö. 381/991) Risâletü’l-i’tikâdât veya
Kitâbü’l-i’tikâdât’ıdır. Bu kitap, tevhid, teklif, kulların fiilleri, irade, kazâ,
kader, vahiy, Kur’ân, imamet, takiyye, rec’at gibi konularda Şîa’nın itikadî
esaslarını ihtiva etmektedir.
MÜTEKADDİMÎN DÖNEMİ ESERLERİ
Mütekaddimîn döneminin en önemli Eş‘arî kelâmcısı Ebû Bekr elBâkıllânî’dir (ö. 403/1013). O, Kitâbü’t-temhîd ve el-İnsâf gibi eserlerinde
Mâtürîdî ile başlayan geleneği takip ederek Eş‘arî kelâmında bilgi problemi
üzerinde duran isim olmuş, bilginin tanımı, kaynakları ve çeşitleri gibi
meselelere eğilmiştir. Bunun yanı sıra cevher, araz, atom gibi tabiat felsefesine ilişkin konuları sistemleştirerek bunları ulûhiyet anlayışının temeline
yerleştirmiş, bu şekilde Eş‘arî kelâmını tabiat felsefesi açısından da ikmal
etmiştir. Bâkıllânî, İ’câzü’l-Kur’ân isimli eserinde Kur’ân’ın mucize oluş
yönlerini incelemektedir. Onun el-Beyân’ı ise mucize ve diğer olağanüstü
olaylar ile bunlar arasındaki farkları ele alan bir eserdir.
Bâkıllânî ile aynı dönemde yaşayan Abdülkâhir el-Bağdâdî’nin (ö.
429/1037) el-Fark beyne’l-fırak’ı İslâm mezhepler tarihine dair temel kaynaklardan biridir. O, bu eserinde özellikle Eş‘arîler’i kastederek kullandığı
“Ehl-i sünnet”in üzerinde ittifak ettiği esaslara müstakil bir fasıl ayırarak, bir
anlamda Sünnî doktrinin inanç manifestosunu sunmaktadır. Usûlü’d-dîn
isimli eserinde de bu hususları ayrıntılı biçimde işlemektedir.
Mütekaddimîn kelâmcılarının sonuncusu sayılan İmâmü’l-Haremeyn
Ebü’l-Meâlî el-Cüveynî’nin (ö. 478/1085) başlıca kelâm eseri eş-Şâmil fî
usûli’d-dîn’dir. Bu eserin ihtisar edilmiş hâli olarak değerlendirilen el-İrşâd’ı
ise Aristo mantığına yer vermesi, kısmen felsefî açılımlarda bulunması, kelâm terminolojisinin gelişimine katkısı gibi özellikleriyle mütekaddimîn
döneminden müteahhirîn kelâmına geçişe zemin hazırlamıştır.
Mütekaddimîn dönemi ve sonrası mütekâmil kelâm eserlerinin yapısına
bir örnek teşkil edebilecek el-İrşâd’ın kapsadığı konular şu şekildedir:
Giriş: Nazar bahsi, ilmin hakikati.
1. bölüm (ilâhiyyât): Allah’ın varlığı, sıfatları, ru’yetullah, kader, irade,
istitaat, ta‘dîl ve tecvîr, salâh-aslah.
2. bölüm (nübüvvât): Nübüvvetin ispatı, Hz. Muhammed’in nübüvveti,
Kur’ân’ın mucize oluşu vb.
3. bölüm (sem’iyyât): Ahiret hâlleri, isimler, hükümler, mürtekib-i kebîre,
şefaat, tevbe.
Hâtime: İmamet meselesi.
Mütekaddimîn döneminde Mâtürîdî çizgide verilen eserlerin bir örneği,
Ebû Seleme es-Semerkandî’nin (ö. IV./X. asrın ikinci yarısı) Cümelü usûli’ddîn’idir. Risale hacmindeki bu çalışmada, sistematik kelâm konularının tamamına yakın bir kısmına kısa ve özlü biçimde yer verilmiştir. Dönemin bir
diğer Mâtürîdî kelâmcısı Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî (ö. 493/1100), klasik kelam
kitaplarında yer alan hemen hemen tüm bahisleri ihtiva eden Usûlü’d-dîn
164
isimli eserini, bid’at ehlinin görüşlerinin açığa çıkması ve Ehl-i sünnet
çizgisini daha muhkem hâle getirme amacıyla yazdığını ifade eder.
Bu dönemde Mu‘tezile’nin en önemli temsilcisi konumundaki Kâdî
Abdülcebbâr’ın (ö. 415/1024) kelâma dair en önemli eseri, Mu‘tezilî düşünceyi en ayrıntılı biçimde günümüze ulaştıran el-Muğnî fî ebvâbi’t-tevhîd ve’ladl’dir. Bir başka eseri olan el-Muhtasar fî usûli’d-dîn, el-Muğnî’nin bir tür
özeti mahiyetindedir. Tesbîtü delâili’n-nübüvve, adından da anlaşılacağı
üzere muhalif din ve fikir akımlarına karşı İslâm’ın nübüvvet anlayışını
ortaya koymak ve savunmak amacıyla kaleme alınmıştır. Fazlü’l-i’tizâl ve
tabakâtü’l-Mu‘tezile ise Mu‘tezile’nin fikirlerini genel bir çerçeve hâlinde
sunması ve Mu‘tezilî âlimler hakkında ihtiva ettiği biyografik bilgiler
açısından büyük önemi haizdir.
Kâdî Abdülcebbâr’ın talebesi olan İbn Metteveyh’in (ö. V./XI. yüzyılın
ortaları) en önemli eseri olan et-Tezkire fî ahkâmi’l-cevâhir ve’l-a’râz, tabiat
felsefesine ilişkin meseleleri ele alır. el-Mecmû’ fi’l-muhît bi’t-teklîf’i ise
Abdülcebbâr’ın eserini şerh edip bazı ilavelerde bulunarak oluşturduğu bir
derlemedir.
Hicrî V. yüzyılın ortalarına doğru vefat eden Ebû Reşîd en-Nîsâbûrî’nin
en önemli eseri el-Mesâil fi’l-hilâf beyne’l-Basriyyîn ve’l-Bağdâdiyyîn,
Mu‘tezile’nin Basra ve Bağdat ekolleri arasında tabiat felsefesine ilişkin
konulardaki ihtilafları ele alır. Kelâma dair bir diğer önemli eseri olan Fi’tTevhîd ise tabiat felsefesinin yanı sıra ilâhî sıfatlar konusunu da ihtiva eder.
Mütekaddimîn döneminde kelâm karşıtlığını temsil eden isimlerden Ebû
Abdullah İbn Mende’nin (ö. 395/1005) Kitâbü’l-îmân, Kitâbü’t-tevhîd ve erRed ale’l-Cehmiyye isimli eserleri büyük ölçüde iman, Allah’ın varlığı ve
sıfatları gibi konuları ele alır. Bu eserlerde, insanların Allah’ın varlığını kelâmî/felsefî delillerle kabul etmekle yükümlü olmadıkları hususu bir ana fikir
olarak işlenir. Hâce Abdullah Herevî (ö. 481/1089), Zemmü’l-kelâm ve ehlihî
isimli eserinde kelâmı şiddetli biçimde eleştirir, itikadî konularda tartışmaya
girmenin insanı haktan saptıracağını ve nihayetinde helâke götüreceğini
savunur. Ebû Ya’lâ el-Ferrâ (ö. 458/1066) ise, diğer Hanbelî âlimlerden farklı
olarak, el-Mu’temed fî usûli’d-dîn isimli eserinde Selef metodunu nazar ve
istidlâle dayalı kelâm metodu ile uzlaştırma yoluna gitmiş ve bu kesim
içerisinde bazı kelâm terimlerini de kullanan ilk isim olmuştur.
Mütekaddimîn döneminde zikredilmesi gereken önemli bir isim de, bağımsız bir ilmî şahsiyet sergileyen İbn Hazm’dır (ö. 456/1064). Mezhepler ve
dinler tarihi alanlarında çok önemli bir kaynak olan eseri el-Fasl fi’l-milel
ve’l-ehvâ ve’n-nihal ile itikadî görüşlerini bütüncül biçimde ortaya koyan elUsûl ve’l-fürû’unda dinî esasların savunulabilmesi için mantık ve felsefenin
bilinmesi gerekliliğine vurgu yapar. Ancak bir yandan da bütün bilgilerin
naslar ışığında tekrar değerlendirilmesi ve dolayısıyla nakle dönülmesi
gerektiğini ısrarla savunur.
Bu dönemde yaşayan Şiî müellif Şeyh Müfîd (ö. 413/1022), Evâilü’lmakâlât fi’l-mezâhibi’l-muhtârât, Tashîhu’l-i’tikâd, el-Emâlî gibi eserleriyle
günümüze kadar uzanan Şîa kelâmının temellerini atmıştır.
Mütekaddimîn dönemi kelâm eserlerinde felsefî bahislere genellikle pek yer
verilmemesini nasıl açıklayabiliriz?
165
MÜTEAHHİRÎN DÖNEMİ ESERLERİ
Müteahhirîn kelâm döneminin ilk önemli ismi olan Gazzâlî’nin (ö. 505/1111)
bir kısım eserleri muhalif görüşlere reddiye mahiyetindedir. O, Makâsıdü’lfelâsife’de İslâm felsefecilerinin görüşlerini tarafsız biçimde ortaya koyduktan sonra, Tehâfütü’l-felâsife’sinde bu görüşlerin kapsamlı eleştirisine yer
verir. Yaşadığı dönemde hem dinî hem de siyasî açıdan ciddi bir tehdit unsuru hâline gelen Bâtınîler’e karşı yazdığı Fedâihu’l-Bâtıniyye de reddiye türü
eserlerin örneklerindendir. Öte yandan o, karşı çıktığı fikir akımlarını ele alıp
görüşlerinin geçersizliğini ispatladıktan sonra, Ehl-i sünnet düşüncesinin de
ortaya konulması gerektiği kanaatindedir ve bu sebeple kelâm ilmine dair
özgün eserler de ortaya koymuştur. Bunlar arasında el-İktisâd fi’l-i’tikâd
isimli eseri, İhyâü ulûmi’d-dîn’in bir bölümünü teşkil eden Kavâidü’l-akâid’e
göre kelâm metodunun daha yoğun tatbik edildiği bir örnektir. Esmâ-i hüsnâ
ve buna ilişkin meseleleri ele aldığı el-Maksadü’l-esnâ, bu konuda sonraki
dönemlerde yazılan eserler üzerinde etkili olmuştur. el-Hikme fî mahlûkâtillâh’ta insanın ve âlemdeki diğer varlıkların yaratılışındaki hikmetlerden
bahisle Allah’ın varlığı ve birliği konusunu işlemektedir. Gazzâlî’nin İlcâmü’l-avâm an ilmi’l-kelâm isimli eserinde kelâm ilminin halk için faydalı
olmadığını, bu ilimle ancak belli bir entelektüel seviyeye sahip olanların
ilgilenmesi gerektiğini savunması, Selef’in yaklaşım tarzının haklılığı ve
özellikle halkın Selef inancının ilkelerini takip etmesi gerekliliği üzerinde
durması ilgi çekicidir.
Gazzâlî’nin kelâmî görüşlerini derli toplu biçimde veren el-İktisâd’da şu
konulara yer verilmiştir:
Dört ayrı bölüm hâlinde düzenlenen giriş kısmında kelâmın İslâmî ilimler
arasındaki yeri, önemi ve gerekliliği, kelâm ilmiyle ilgilenmenin farz-ı kifâye
oluşu ve konuların işlenişinde takip edilen metotlar.
Yine dört ayrı bölüm hâlinde kurgulanan sistematik kısmında Allah’ın
zatı, varlığı, zatî ve sübûtî sıfatları, fiilleri, ru’yetullah, Hz. Muhammed’in
peygamberliğinin ispatı, ahiret ve ahiret hâlleri ile ilgili meseleler, imamet
bahsi ve tekfiri gerekli olan fırkalar.
Mâtürîdî kelâmında müteahhirîn dönemi Ebü’l-Muîn en-Nesefî (ö.
508/1115) ile başlar. Onun başlıca kelâm eseri olan Tebsıratü’l-edille fî
usûli’d-dîn, Mâtürîdî’nin Kitâbü’t-tevhîd’indeki karmaşık ve muğlak
üsluptan kaynaklanan zorlukları aşmakta temel kaynak konumundadır. Nesefî’nin düşünce yapısı itibariyle büyük ölçüde Mâtürîdî’nin sadık bir takipçisi
olması, pek çok yerde ondan iktibaslarda bulunması, hatta yer yer aynı ifadeleri ve delilleri kullanması açısından Tebsıra, Mâtürîdî’nin eserini tamamlayıcı mahiyettedir. Nesefî’nin kelâma dair diğer eserleri, Tebsıra’nın özeti
mahiyetindeki et-Temhîd fî usûli’d-dîn ile muhtasar bir eser olan Bahru’lkelâm’dır.
Bu iki isimden kısa süre sonra Necmeddîn Ömer en-Nesefî’nin (ö.
537/1142) kaleme aldığı küçük çaplı bir risale olan el-Akâid, itikadî meseleleri kısa, açık ve veciz bir üslupla ele almaktadır. Sonraki dönemde pek çok
defa şerhleri yapılarak günümüze kadar etkisi ve yansımaları gelen bir eser
olmuştur.
Müteahhirîn kelâmı dönemine gelindiğinde Mu‘tezile artık bir ekol olarak
etkinliğini sürdürmemektedir ve ancak müstakil kelâmcılar eliyle varlık
166
sergilemektedir. Bu dönemde Mu‘tezile’nin önemli bir ismi olan İbnü’lMelâhimî’nin (ö. 532/1137-38) başlıca kelâm eseri olan el-Mu’temed fî
usûli’d-dîn’den ancak belli kısımlar günümüze ulaşabilmiştir. Onun el-Fâik’i
bu kitabın bir özeti mahiyetindedir. Tuhfetü’l-mütekellimîn isimli eserinde ise
Gazzâlî’de olduğu gibi İslâm felsefecilerinin görüşlerini eleştirmektedir.
Mu‘tezile’nin son temsilcilerinden olan Zemahşerî’nin (ö. 538/1144) kelâma
dair eseri el-Minhâc fî usûli’d-dîn’dir. el-Keşşâf isimli tefsiri de Mu‘tezilî
fikirleri yansıtır.
Dönemin Hanbelî düşüncesini temsil eden ismi Ebü’l-Ferec İbnü’lCevzî’dir (ö. 597/1201). Def’u şübheti’t-teşbîh isimli eseri, çeşitli kelâm
konularını ele almakla birlikte, özellikle zahirî anlamı itibariyle teşbih ve
tecsîm ifade edebilecek nasları doğru biçimde değerlendirip ayıklamaya tâbi
tutması ve Müşebbihe ile Mücessime’ye reddiye olması açısından önemlidir.
Telbîsü İblîs’te ise başta mutasavvıflar olmak üzere bazı İslâmî grupların
görüşlerini itikadî açıdan tenkit etmektedir.
Felsefîleşmiş Kelâm Dönemi Eserleri
Gazzâlî’nin başlattığı ve felsefî konulara kelâm ilminde daha çok yer verme,
hem üslup hem de terminoloji açısından kelâmın felsefeleşmesi diye ifade
edilebilecek yaklaşım, kendisinden sonra gelen Şehristânî (ö. 548/1153)
tarafından devam ettirilmiştir. Onun Nihâyetü’l-ikdâm fî ilmi’l-kelâm’ı klasik
Sünnî kelâmın hemen bütün konularını Eş‘arî bakış açısı ile ele almakla
birlikte, pek çok felsefî meseleye ve delile de yer verilmiştir. Öte yandan
Musâraatü’l-felâsife’de özellikle İbn Sînâ’nın kelâmî konulara dair
görüşlerini eleştirir. el-Milel ve’n-nihal isimli eseri ise mezhepler tarihinin
temel kaynaklarındandır.
Fahreddîn er-Râzî (ö. 606/1210) tam anlamıyla felsefî kelâmı başlatan
isim olarak kabul edilir. Onun en hacimli kelâm eseri olan el-Metâlibü’l-âliye
ve bunun muhtasar şekli kabul edilebilecek el-Muhassal, felsefî konuların
kelâm çerçevesine dâhil edilmesinin önemli örneklerini teşkil eder. Râzî,
Kitâbü’l-erbaîn’de kelâm ilminin ana konularını yine aynı yaklaşımla ele alır.
Onun kelâma dair diğer önemli eserleri Meâlimü usûli’d-dîn, Esâsü’t-takdîs,
Levâmiu’l-beyyinât, İsmetü’l-enbiyâ ve Nihâyetü’l-ukûl’dür. İ’tikâdâtü
fıraki’l-müslimîn ve’l-müşrikîn’de ise belli başlı İslâmî mezheplerle İslâm
dışı din ve görüşlere dair bilgiler verir.
Kâdî Beyzâvî (ö. 685/1236) kelâm ile felsefeyi biri diğerinden ayırt
edilemeyecek derecede birleştiren isim olarak görülür. Öte yandan o, kelâma
dair başlıca eseri Tavâliu’l-envâr’da daima kelâmcıların görüşlerini savunur,
felsefeyi daha ziyade kelâmî meselelerin açıklanmasında bir vasıta olarak
görür. Çünkü bu eserinin başında kendisinin ifade ettiği üzere, kelâmı dinî
ilimlerin temeli kabul etmekte ve bu ilimle uğraşmayı bir görev olarak değerlendirmektedir. Onun Envâru’t-tenzîl ve esrâru’t-te’vîl isimli tefsiri de kelâm
ve felsefe konularında yer yer geniş açıklamalar ihtiva eder.
Dönemin Mâtürîdî ekolü temsilcilerinin en önde geleni Nureddîn esSâbûnî’dir (ö. 580/1184). Zamanının en hacimli kelâm eseri olan el-Kifâye
fi’l-hidâye’si ve onun bir özeti mahiyetindeki el-Bidâye fî usûli’d-dîn’inde
Ebû Mansûr el-Mâtürîdî ve Ebü’l-Muîn en-Nesefî’nin görüşlerini büyük
ölçüde benimseyerek temellendirmiş ve bu şekilde Mâtürîdî ekolünün sistemleşmesinde önemli rol oynamıştır.
167
Şerh dönemi öncesi Mâtürîdî müellifler arasında Ebü’l-Berekât enNesefî’yi de (ö. 710/1310) zikretmek gerekir. Onun el-Umde’si, Ömer enNesefî’nin el-Akâid’inden biraz daha hacimli bir akaid risalesidir. Kendisi bu
eserini el-İ’timâd fi’l-i’tikâd adıyla şerh etmiştir.
Seyfeddîn el-Âmidî (ö. 631/1233) eserlerindeki içerik ve metot açısından
Râzî’nin takipçisidir. Ancak onda felsefî yaklaşım daha ileri bir boyuta
taşınmıştır. Ebkâru’l-efkâr isimli eseri Eş‘arî kelâmının en hacimli kaynaklarından biridir ve kelâm ile felsefenin birleştirildiği dönemin ilk örneklerindendir. Bu eserde ele aldığı konularda kendisinden önce ortaya konulan hemen hemen tüm görüşlere yer vermiş, bunları değerlendirmiş ve eleştiriye
tâbi tutmuştur. Gâyetü’l-merâm fî ilmi’l-kelâm’ı ise onun kelâmî görüşlerini
bir bütün hâlinde ortaya koymaktadır.
Eş‘arî ekolüne mensup Âmidî’nin dönem eserlerinin kurgu ve içeriğine
örnek teşkil eden Ebkâru’l-efkâr’ının tertibi şu şekildedir:
Giriş: Kelâm ilminin önemi ve kelâm öğrenmenin gerekliliği.
1-3. bölümler: Bilgi problemi (bilginin çeşitleri), aklî istidlâl (nazar) ve
nazarî hükümlere ulaştıran metotlar.
4. bölüm: İnsan bilgisine konu olan hususlar (malûm); Allah’ın varlığı,
sıfatları, fiilleri, ru’yetullah, kudret ve irade, cevher, araz, bunlara ilişkin
hükümler ve âlemin yaratılmışlığının ispatı.
5. bölüm: Nübüvvet ve buna ilişkin meseleler
6. bölüm: Ölümden sonraki hayat ve ahiret hâlleri.
7. bölüm: İman ve küfür kavramları, buna ilişkin hükümler ve tekfir
meselesi.
8. bölüm: İmamet/hilafet meselesi.
Kelâmın gittikçe felsefîleştiği bu dönemde, Selef çizgisinde ve kelâmî
düşünceye muhalif eserler de verilmeye devam etmektedir. Bu tarz eser veren
isimlerden birisi, Muvaffakuddîn İbn Kudâme el-Makdisî’dir (ö. 620/1223).
Lüm’atü’l-i’tikâd isimli eserinde temel inanç konularını Selef anlayışı
doğrultusunda ortaya koyan İbn Kudâme, Zemmü’t-te’vîl ve Tahrîmü’n-nazar
fî kütübi ehli’l-kelâm’da yine belli itikadî meseleleri Hanbelî bakış açısıyla
yorumlamış, ayrıca kelâmcıları tenkit etmiştir.
Şerhçilik dönemine yaklaşıldığında Hanbelî akidesinin en önemli temsilcisi Takiyyüddîn İbn Teymiyye (ö. 728/1328), kendisinden önce daha ziyade
akılcı kelâmî yaklaşımların reddi çerçevesinde seyreden Selefî düşünceyi
sistemleştiren isim olarak ortaya çıkmıştır. Akaide dair çok sayıda eserinden
el-Akîdetü’l-Vâsıtiyye muhtasar bir risaledir ve defalarca şerh edilmiştir.
Minhâcü’s-sünneti’n-nebeviyye’de Şîa ve Kaderiyye’nin kelâmî görüşlerini
reddetmiş, bunlara karşı bütün Sünnî mezhepleri ve özelde Selef çizgisini
savunmuştur. Muvâfakatü sahîhi’l-menkûl li-sarîhi’l-ma’kûl veya diğer
adıyla Der’ü teâruzi’l-akl ve’n-nakl isimli eserini, doğruluklarında şüphe
bulunmadığı takdirde akıl ile naklin çatışmayacağını göstermek üzere
yazmıştır. Bununla birlikte, konuyla direkt irtibatı bulunmayan pek çok
kelâmî ve felsefî meseleyi de ele almıştır. İbn Teymiyye’nin kelâma dair
sayıları elliye ulaşan eserleri arasında İktizâü’s-sırâti’l-müstakîm, el-Akîde-
168
tü’l-Hameviyye, el-İstiğâse, el-Îmân, er-Risâletü’t-Tedmüriyye, en-Nübüvvât
ve Beyânü telbîsi’l-Cehmiyye sayılabilir.
Bu dönemde Şîa’nın en önemli temsilcisi, astronomi, metafizik, felsefe
gibi alanlarda yetkin eserler veren Nasîruddîn et-Tûsî’dir (ö. 672/1274).
Kelâm alanında önemli eserleri Tecrîdü’l-akâid ve Kavâidü’l-akâid’dir.
Bir diğer Şiî müellif olan İbnü’l-Mutahhar el-Hillî (ö. 726/1325), eserleriyle belli Mu‘tezilî görüşlerin taşıyıcısı rolünü de üstlenmiştir. Kelâm
alanındaki çok sayıda eseri arasında Menâhicü’l-yakîn fî usûli’d-dîn, Nehcü’lmüsterşidîn fî usûli’d-dîn, Minhâcü’l-kerâme ve Keşfü’l-murâd sayılabilir.
Şerh ve Haşiyecilik Dönemi Eserleri
Hicrî VIII. asır ortalarından başlayıp, XIX. asrın ikinci yarısına kadar devam
eden bu dönem, kelâm ilminin duraklama ve gerileme dönemi olarak değerlendirilirse de, bu kanaate katılmak mümkün değildir. Esasen bu dönemde
felsefe ile mezcedilmiş kelâm döneminde olduğu kadar sistemli ve hacimli
eserler meydana getirilmemiş, daha çok önceki eserler üzerinde çalışılmıştır.
Yani kelâm ilmine ait önceki bir esere şerh ve haşiyeler yazılmış, notlar
(talikât) eklenmiş, hülasalar (özetler) meydana getirilmiş veya bu eserler
yeniden düzenlenmiş, yani tehzib edilmiştir. Yine bu devirde, Allah’ın varlığının ispatı (isbât-ı vâcib), kader, küfür ifade eden lafızlar (elfâz-ı küfür) vb.
konularda bağımsız risaleler kaleme alınmıştır.
Bu dönemin önde gelen ilk temsilcilerinden birisi Adudüddîn el-Îcî’dir (ö.
756/1355). Onun el-Mevâkıf fî ilmi’l-kelâm adlı eseri, felsefî konu ve açıklama biçimlerine yoğun biçimde yer vermesi yönüyle dönemin özelliklerini
yansıtır. Ancak şerh mahiyetinde olmadığı için dönemin kendisinden sonraki
eserlerinden ayrılır ve klasik kelâm tarihinin son hacimli metni olarak görülür. Îcî’nin Mevâkıf’tan önce kaleme aldığı bir diğer kelâm eseri Cevâhiru’lkelâm, onun ilk şekli olarak değerlendirilebilir. el-Akâidü’l-Adudiyye ise
medreselerde ezberlenmeye yönelik telif ettiği, üzerinde ittifak edilen itikadî
meselelere yer verilen küçük çaplı bir risaledir. Bu risale sonraki dönemde
yoğun ilgi görmüş ve pek çok defa üzerine şerhler yazılmıştır.
Kelâm alanında şerh türü eserlerin en yaygın ve bilinen örneklerinden
birisi, Sadeddîn Mesud b. Ömer et-Teftâzânî’nin (ö. 792/1390) Şerhu’lAkâid’idir. Ömer en-Nesefî’nin yukarıda zikredilen el-Akîde isimli küçük
risalesinin şerhi olan bu eser, Eş‘arî bir müellifin Mâtürîdî bir eser üzerine
yazdığı şerh olması açısından dikkat çekicidir. Teftâzânî kendi yazdığı elMakâsıd isimli eserini Şerhu’l-Makâsıd adıyla şerh etmiştir. Bu şerh, kelâm
tarihinde hacimli şerhler döneminin ilk örneği olarak görülebilir. Hem
Şerhu’l-Akâid hem de Şerhu’l-Makâsıd Osmanlı medreselerinde asırlarca
ders kitabı olarak okutulmuştur. Onun kelâma dair diğer eserleri, el-Makâsıd’ın muhtasarı niteliğindeki Tehzîbü’l-mantık ve’l-kelâm’ı ile Îcî’nin
akaid risalesini şerh ettiği Şerhu’l-Akâidi’l-Adudiyye’dir.
Seyyid Şerîf el-Cürcânî’nin (ö. 816/1413), Îcî’nin Mevâkıf’ı üzerine
yazdığı Şerhu’l-Mevâkıf isimli eseri, hacimli şerhler geleneğinin belki de
başta gelen örneğidir. Bu eserde felsefî bahislerin akaid konularına göre çok
daha fazla yer alması ve kitabın hemen hemen üçte ikilik bölümünü kapsaması, kelâmın felsefîleşme sürecinde geldiği noktayı göstermesi açısından
önemlidir. Bu eser, Teftâzânî’nin kitapları ile birlikte İslâm düşüncesi ve
Osmanlı ilim anlayışı üzerinde kalıcı tesirler bırakmış, Osmanlı medresele-
169
rinde ders kitabı olarak okutulmuş, bu eserlerin gerek bütünü gerekse belli
kısımları üzerine yapılan çalışmalar, zaman içerisinde oldukça geniş bir külliyat teşkil etmiştir. Cürcânî’nin kelâma dair diğer eserleri arasında Hâşiyetü’tTecrîd ve Şerhu’l-Akâidi’l-Adudiyye sayılabilir.
Dönemin bir başka Eş‘arî kelâmcısı Celâleddîn ed-Devvânî’nin (ö.
908/1502) en önemli kelâm eseri, Şerhu’l-Akâidi’l-Adudiyye’dir. Üzerine pek
çok haşiye yazılan bu şerh de uzun dönem Osmanlı medreselerinde ders kitabı olarak okutulmuştur. O, Risâle fî isbâti’l-vâcib’inde Allah’ın varlığı konusunu ele alır. ez-Zevrâ ve’l-havrâ isimli eseri ise mebde ve meâd, yani varlığın nasıl başladığı ve sonunun nereye varacağı konusu üzerinedir.
VIII./XIV. yüzyıldan itibaren Mâtürîdî geleneğine ait eserler büyük
ölçüde Osmanlı coğrafyasında ortaya konulmuştur. Aslen Sivaslı olan Kemâleddîn İbnü’l-Hümâm’ın (ö. 861/1457) el-Müsâyere isimli eseri, şerhçilik döneminde kaleme alınmış olsa da, genelde Mâtürîdî görüşleri savunmuş
olmakla birlikte Eş’ariyye ile Mâtürîdiyye arasında mukayeseler yaparak özgün fikirler ortaya koyması açısından orijinal bir eserdir.
İstanbul’un ilk kadısı olan Hızır Bey’in (ö. 863/1459) en önemli kelâm
eseri el-Kasîdetü’n-nûniyye’dir. Manzum bir akaid risalesi olan bu eserde,
akaid konuları ve bunların dayandığı delillerin her biri bir veya birkaç beyitte
ele alınmıştır. Konular, özellikle Ebû Hanîfe’nin akaid risaleleri ve Ömer enNesefî’nin el-Akîde’sinden istifade edilerek Mâtürîdî ekolünün görüşleri
çerçevesinde işlenmiştir.
Fatih Sultan Mehmed devri âlimlerinden Hayâlî Ahmed Efendi’nin (ö.
875/1470) kelâma dair eserlerinin tamamı şerh ve haşiye tarzındadır ve dönemin eser verme geleneğini tam anlamıyla yansıtır. Bunlar, Hâşiye alâ Şerhi’lAkâidi’n-Nesefiyye, Şerhu’l-Kasîdeti’n-nûniyye, Hâşiye alâ Şerhi Tecrîdi’lakâid, Hâşiye alâ Şerhi’l-Makâsıd, Hâşiyetü Şerhi’l-Mevâkıf ve Hâşiye alâ
Risâleti isbâti’l-vâcib’dir.
Hocazâde Muslihuddîn Mustafa’nın (ö. 893/1488) en önemli eseri,
Gazzâlî’de olduğu gibi felsefecilerin görüşlerini eleştirdiği, fakat onun
eserinden daha objektif görünen Tehâfütü’l-felâsife’sidir. Bunun yanı sıra
Hâşiye alâ Şerhi’l-Mevâkıf, Hâşiye alâ Şerhi’t-Tavâli’ gibi haşiye tarzında
eserler de kaleme almıştır.
Ali el-Kârî’nin (ö. 1014/1605) Minehu’r-ravzi’l-ezher fî şerhi’l-Fıkhi’lekber adıyla Ebû Hanîfe’nin el-Fıkhü’l-ekber isimli akaid risalesine yazmış
olduğu şerh, fıkh-ı ekber şerhleri arasında en çok yaygınlık kazananı olmuştur. O, Ebû Hanîfe’nin risalesini, bazı konularda geniş açıklamalar ve deliller
ekleyerek bir kelâm kitabı hâline getirmiştir.
Kemâleddîn el-Beyâzî veya Beyâzîzâde Ahmed Efendi de (ö. 1098/1687)
Ebû Hanîfe’nin beş akaid risalesindeki görüşlerini kelâm kitaplarının tertibine göre bir araya getirerek el-Usûlü’l-münîfe li’l-İmâm Ebî Hanîfe adlı
eserini oluşturmuştur. Bu eseri daha sonra yine kendisi İşârâtü’l-merâm min
ibârâti’l-İmâm adıyla şerh etmiştir.
Bu dönemde Mâtürîdî müellifler tarafından yazılan kelâm eserleri arasında şunlar da zikredilebilir:
Kestelî’nin (ö. 901/1496), Teftâzânî’nin eseri üzerine yazdığı Hâşiye alâ
Şerhi’l-Akâid, şeyhülislâm Kemalpaşazâde’nin (ö. 940/1534) Risâletü’l-mü-
170
nîre, Risâle fi’l-îmâni’ş-şer’î, Risâle fî vücûdi’l-vâcib, Risâle fî kıdemi’lKur’ân, Risâle fî elfâzi’l-küfr gibi eserleri ile Hocazâde’nin eseri üzerine yazdığı Hâşiye alâ Tehâfüti’l-felâsife li-Hocazâde, Taşköprîzâde İsâmüddîn
Ahmed Efendi’nin (ö. 968/1561) el-Meâlim fî ilmi’l-kelâm’ı ve Gelenbevî’nin (ö. 1205/1791) Hâşiye alâ Şerhi’l-Celâl’i ile Ta’lîkât alâ Hâşiyeti’sSiyâlkûtî’si.
Bu döneme ait zikredilmeye değer bir başka eser, Ebû Mansûr el-Mâtürîdî’ye nispet edilen ve kelâmî konuların bir özetini sunan Risâle fi’l-akâid
veya diğer adıyla el-Akîdetü’l-Mâtürîdiyye’nin, Eş‘arî müellif Tâceddîn esSübkî (ö. 771/1370) tarafından yapılan şerhi es-Seyfü’l-meşhûr fî şerhi
Akîdeti Ebî Mansûr’dur. Bu eserde, Sübkî’nin Ehl-i sünnet’in iki ekolünü birbirine yakınlaştırma ve uzlaştırma amacında olduğu görülmektedir.
Bunların yanında Murtazâ ez-Zebîdî’nin (ö. 1205/1791), Gazzâlî’nin
İhyâü ulûmi’d-dîn isimli eserini şerh ettiği İthâfü’s-sâdeti’l-müttakîn fî şerhi
İhyâi ulûmi’d-dîn’deki akaide dair hacimli kısım, başlı başına bir kelâm eseri
niteliği taşımaktadır.
Bu dönemde Hanbelî düşüncenin en önemli ismi İbn Teymiyye’nin
takipçisi İbn Kayyim el-Cevziyye’dir (ö. 751/1350). Onun el-Kasîdetü’n-nûniyye’si yaklaşık 3000 beyitten oluşan akaide dair manzum bir eserdir. Selef
akidesinin halk arasında yayılması amacıyla yazılmış olsa da, belli noktalarda
muhalif görüşlere bir reddiye özelliği taşır. Kelâm alanında diğer önemli
eserleri arasında es-Savâiku’l-mürsele ale’l-Cehmiyye ve’l-Muattıla, İctimâu’l-cüyûşi’l-İslâmiyye alâ gazvi’l-Muattıla ve’l-Cehmiyye, Hâdi’l-ervâh
ve er-Rûh sayılabilir. Hidâyetü’l-hayârâ fî ecvibeti’l-yehûd ve’n-nasârâ
isimli eserinde ise Yahudî ve Hristiyanlar’ın görüşlerini reddedip, Hz. Muhammed’in peygamberliğini ispat etmeye çalışmaktadır.
Yemenli Hanbelî âlim İbnü’l-Vezîr (ö. 840/1436) Îsâru’l-hak ale’l-halk fî
reddi’l-hilâfât ile’l-mezhebi’l-hak min usûli’t-tevhîd ve Tercîhu esâlîbi’lKur’ân alâ esâlîbi’l-Yûnân, Muhammed Ali eş-Şevkânî de (ö. 1250/1834)
İrşâdü’s-sikât ilâ ittifâki’ş-şerâi’ ale’t-tevhîd ve’l-meâd ve’n-nübüvvât ve etTuhaf fî mezâhibi’s-Selef gibi eserleriyle bu dönemde Hanbelî düşüncenin
savunuculuğunu yapmışlardır.
Şerh ve derlemecilik döneminin en klasik örneklerinden Şerhu’l-Makâsıd
ve Şerhu’l-Mevâkıf’ın birbirinin hemen hemen aynı olan içerik ve konu
dağılımları şu şekildedir:
1. bölüm: İlkeler (Kelâm ilminin tanımı, konusu, gayesi, ..., bilgi konusu,
nazar ve delil konuları).
2. bölüm: Genel meseleler (Varlık ve yokluk, mahiyet, varlık ve mahiyete
ilişkin konular, zorunluluk-imkânsızlık ve imkân, kıdem-hudûs, birlik-çokluk, illet-ma’lûl).
3. bölüm: Arazlar (Arazlara ilişkin genel meseleler ve arazların türleri).
4. bölüm: Cevherler (Cevherlerin tanımı ve kısımları, cisimler, nefis ve
akıl gibi maddî olmayan varlıklar).
5. bölüm: İlâhiyyât bahisleri (Allah’ın zatı, tenzihî sıfatlar, sübûtî sıfatlar,
ru’yetullah, fiilî sıfatlar, esmâ-i hüsnâ).
171
6. bölüm: Sem’iyyât bahisleri (Nübüvvet, ahiret ve hâlleri, isimler ve
hükümler, yani iman, İslâm ve küfür terimleri ve bunlara ilişkin hükümler,
imamet).
Mâtürîdî bir eserin içeriğine örnek olmak üzere İbnü’l-Hümâm’ın elMüsâyere’si ise şu konuları içerir:
Kelâm ilminin tarifi ve konusu; Allah’ın zatı, varlığı, ezelî ve ebedî oluşu,
birliği, ru’yetullah ve Allah hakkında düşünülmesi mümkün olmayan sıfatlar;
sübûtî sıfatlar; ilâhî fiiller bağlamında tekvîn meselesi, kulun fiilleri, hüsn ve
kubh meselesi; nübüvvet ve buna ilişkin meseleler; sem’iyyât bahisleri, yani
kıyametle ilgili konular; imamet meselesi ve son kısımda bir ek olarak iman
konusu.
YENİ KELÂM İLMİ DÖNEMİ ESERLERİ
Yeni kelâm ilmi eserlerinde bazı özellikler ön plana çıkar. Mesela metot
açısından göze çarpan önemli bir özellik, klasik kelâm kaynaklarına göre
kısa, sade ve anlaşılır olmaya özen gösterilmesidir. O dönemde Müslümanlar
arasında ayrışma ve tartışmalara sebep olacak hususlardan ısrarla kaçınılması
gerektiğine dair yerleşik bir anlayış da söz konusudur. İşte bu iki sebeple
itikadî meselelerin ayrıntıları olarak değerlendirilebilecek, sahih bir Allah ve
din tasavvurunun oluşmasına faydası olmadığı düşünülen klasik tartışmalara
eserlerde yer verilmemiştir.
Yeni kelâm ilmi döneminde kelâmın muhtevası açısından bir yönden
daralma bir yönden de genişlemeden söz edilebilir. Klasik kelâmdaki
teferruat olarak görülen tartışmaların bir yana bırakılmasının da etkisiyle,
kelâmın bütün temel meselelerini kuşatıcı eserler ortaya konulamamıştır.
Bunların bir kısmının yazımı yarım kalmış, bir kısmında da müellifin daha
önemli ve öncelikli gördüğü meselelere gereğinden fazla yer ayrılmıştır. Öte
yandan itikadî meselelerin yanı sıra dinin ferdî ve toplumsal boyutuna ilişkin
hususların inceleme konusu yapılması, eserlerin muhtevasında genişleme
yönünde bir değişime yol açmıştır.
Yeni kelâm ilmi döneminde kelâmcıların dini bir bütün olarak değerlendirme ve her yönüyle müdafaasını yapma düşüncelerinin sonucu olarak, insan
hakları, kadın hakları gibi konular ve doğrudan bir inanç konusu olmasa da
ibadetler konusunda yöneltilen eleştirilere verilen cevaplar kelâm eserlerinde
yer almaya başlamıştır.
Yeni kelâm ilmi döneminin erken dönem temsilcilerinden birisi
Abdüllatif Harpûtî’dir (1842-1914). O, başlıca kelâm eseri olan Tenkîhu’lkelâm fî akâidi ehli’l-İslâm’da, klasik kelâm kitaplarının tertibini takip
etmekle birlikte, yer yer yeni bir bakış açısıyla değerlendirmelerde bulunur.
Târîh-i İlm-i Kelâm isimli eserinin son kısmında da kelâmı asrın ihtiyaçlarına
göre yeniden tedvin ve telif etmenin, İslâm âlimlerini bekleyen öncelikli bir
görev olduğu kanaatini vurgular.
Harpûtî gibi bir Osmanlı âlimi olan Şehbenderzâde Filibeli Ahmed
Hilmi’nin (1865-1914) Üss-i İslâm: Hakâik-i İslâmiyye’ye Müstenid Yeni
Akâid isimli eseri, İslâm inanç ilkelerinin bir özeti mahiyetindedir. Allah’ı
İnkâr Mümkün mü? isimli eserinde ise Allah’ın varlığını delillerle ispat
etmekten ziyade Allah’ı inkâr etme fikri üzerinde durarak bu konuda aklî ve
felsefî tahliller yapmakta, sonuçta inkârın ne ilmî ne de felsefî açıdan
172
mümkün olduğu hükmünü vermektedir. Onun Huzûr-ı Akl ü Fende Maddiyyûn Meslek-i Dalâleti isimli eseri ise materyalist görüşlerin eleştirisi mahiyetindedir.
Dönemin belki de en önemli ismi olan İzmirli İsmail Hakkı (1869-1946),
kelâma dair en önemli eseri olan Yeni İlm-i Kelâm’ın giriş ve ilâhiyyât
bahislerine dair olan ilk kısmını tamamlamış, nübüvvet meselesine ilişkin
ikinci kısmını ise telife muvaffak olamamıştır. Kitabın telifinde bir yandan
gelenek ile irtibatını muhafaza ederken, diğer yandan da zamanının gereklerini göz önünde bulundurarak yeni tasarruflarda bulunmuştur. Mesela giriş
kısmında, klasik kaynaklarda olduğu gibi kelâmî problemler ve kelâm ilminin
gelişim sürecini anlatmış, ancak onlardan farklı olarak diğer ilimleri de içine
alan genel bir İslâmî ilimler tasnifi ve bunlara dair tarihî bilgiler vermiştir.
İlâhiyyât bahislerini işlerken de, üslup ve ifade açısından muhatabın anlaması
hedefine uygun olarak, körü körüne savunma konumunda kalmak yerine
ilimler arasında mukayeseler yapma ve görüşlerini Batı’da yapılan
çalışmalarla destekleme şeklinde yeni bir metot takip etmiştir. İzmirli’nin
Muhassalü’l-kelâm ve’l-hikme isimli eseri bir nevi kelâm ilmine giriş mahiyetindedir. Mülahhas İlm-i Tevhîd bir ders kitabıdır. Dîn-i İslâm ve Dîn-i
Tabiî’de, Aydınlanma dönemiyle birlikte Batılı düşünürlerin savunmaya
başladığı rasyonel din anlayışı ile vahye dayalı İslâm Dini’nin mukayesesi
yapılırken, el-Cevâbü’s-sedîd fî beyâni dîni’t-tevhîd’de Anglikan kilisesinin,
İslâm Dini’nin mahiyeti ve zamanın problemlerine getirdiği çözüm önerilerine dair soruları cevaplanmaktadır.
Osmanlı’nın son dönemi devlet adamlarından Giritli Sırrı Paşa’nın (18441895) Nakdü’l-kelâm fî akâidi’l-İslâm isimli eseri, İzmirli’nin Yeni İlm-i
Kelâm’ıyla birlikte, son dönemde klasik kelâm konularını kapsayan geleneğe
bağlı eserlerin bir örneğidir. O ayrıca Teftâzânî’nin Şerhu’l-Akâid’ini Türkçe’ye tercüme etmiştir.
Osmanlı’nın son dönemindeki seçkin medreselerde ilm-i kelâm müderrisliği görevini de yürüten Arapkirli Hüseyin Avni’nin (1864-1954) kendi
hazırladığı ders notları mahiyetindeki İlm-i Kelâm Dersleri isimli eserinin yanında kelâm sahasına esas katkısı, Şeyhülislâmlık makamının resmî yayın
organı olarak 1914-1922 yılları arasında neşredilen Cerîde-i İlmiyye’de kaleme aldığı yazılardır.
Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi’nin (1869-1954) Mevkıfü’l-akl ve’l-ilm
ve’l-âlem isimli hacimli çalışmasıyla kader ve irade hürriyeti konularını ele
aldığı Mevkıfü’l-beşer tahte sultâni’l-kader, bunların yanı sıra Ömer Nasuhi
Bilmen’in (ö. 1971) Muvazzah İlm-i Kelâm adlı çalışması ve onun bir özeti
mahiyetindeki Mülahhas İlm-i Tevhîd Akâid-i İslâmiyye’si yeni ilm-i kelâm
düşüncesi çerçevesinde Osmanlı coğrafyasında verilen eserler arasında son
örnekler olarak gösterilebilir.
Yeni dönem kelâm düşüncesinin Mısır’daki temsilcisi Muhammed Abduh
(1849-1905), Selefî düşünceye daha yakın durmasıyla çağdaşlarından ayrılır.
O, en önemli eseri olan Risâletü’t-tevhîd’in giriş kısmında, o dönemde alışılageldiği üzere, geçmiş kelâm kitaplarının yapı ve muhteva itibariyle kendi
çağına ve muhataplarına uygun olmadığını ifade eder. Özellikle müteahhirîn
kelâmcılarının gereğinden fazla felsefî bahislere dalmış olmalarını eleştirir,
mezhepler arasındaki kelâmî ihtilaflar ve teorik tartışmalarla ilgilenmenin
gereksizliğine vurgu yapar. Bu bağlamda, eserini Selef itikadı üzere ve
ihtilafları göz ardı edecek tarzda telif ettiğini dile getirir.
173
Aynı dönemde Hint alt-kıtasında Mevlânâ Şiblî Nu’mânî’nin (1857-1914)
Urduca kaleme aldığı eseri el-Kelâm, klasik kelâm eserlerindeki bazı felsefî
bahisleri dışarıda bırakması, özellikle ulûhiyet ve peygamberliğe dair konular
üzerinde ayrıntılı biçimde durması ve bazı sosyal içerikli meseleleri İslâm’a
yöneltilen eleştirileri cevaplama amacıyla kapsamına alması gibi yönleriyle
dönemin kelâm eserlerinin metot ve muhteva özelliklerini gözler önüne serer.
el-Kelâm’ın içeriği şu şekildedir:
Giriş: Yeni ilimler ve din; din insan fıtratının bir parçasıdır; İslâm Dini;
akıl ve din.
1. bölüm: Allah’ın varlığı, Allah’ın varlığını ispat etmede Kur’ân metodu,
Allah’ı inkâr edenlerin itirazları, inkârcıların itirazlarına cevaplar, tevhîd.
2. bölüm: Nübüvvet, mucize konusu üzerinden nübüvvete yöneltilen
itirazlar, nübüvvete genel itirazlar, nübüvvet ve mucizenin hakikati, peygamberlerin eğitim ve hidayet metodu, mucizeler, Hz. Muhammed’in nübüvveti.
3. bölüm: Akaid, akaidin ayrıntılı açıklaması, ruhaniyyât, vahiy ve ilham.
4. bölüm: İslâm ilerleme ve medeniyete karşı değil destekleyicidir; din ve
dünyanın birlikteliği.
Ekler: İmam Râzî’nin nübüvvetle ilgili görüşlerinin özeti, İmam Gazzâlî’nin nübüvvetle ilgili görüşlerinin özeti.
Yeni kelâm ilmi ve sonrasındaki dönemde yazılan eserlere beş örnek de siz
veriniz.
Özet
Kelâm ilminde eser yazım türlerini açıklayabilmek.
Kelâm alanında verilen telif türlerinden birisi akaid risalesi tarzında eserlerdir. Akîde veya akaid kelimeleri, başka anlamlarının yanı sıra, iman konularını ihtiva eden bazı risalelere isim olarak da kullanılır. Bu ismi taşıyan
eserler genellikle itikadî meseleleri fazla tartışmaya girmeden özet biçimde
veren, küçük hacimli çalışmalardır. Bu tür eserler, daha ziyade halkı ehl-i
bid’atın yanlış inançlarından korumak, Sünnî akîdenin kolayca öğrenilip yaygınlaşmasını sağlamak ve medreselerde öğrencilerin kolayca ezberleyebilmesi gibi hedeflere yönelik olarak yazılmıştır.
Bir diğer tür, mütekâmil eserler diyebileceğimiz, muhteva ve metot açısından klasik kelâm eseri özelliklerini taşıyan eserlerdir. Bunlarda genellikle
bilginin imkânı, değeri, bilgiye ulaşma yolları gibi bilgi teorisine ilişkin meselelerden sonra klasik kelâmın ilâhiyyât, nübüvvât ve sem’iyyât şeklindeki
üç ana başlığı altına giren konular işlenir. Son kısımda da imamet meselesi
ele alınır. Bunlar müellifin özgün görüşleri veya kendisinden önceki görüşler
arasında yaptığı tercihleri yansıtır.
Üçüncü tür şerh ve haşiyelerdir. Risale türü muhtasar eserler ile gerek
bütün kelâm sistematiğini, gerekse belirli konuları ele alan müstakil eserler
üzerine yazılan ve bunların muhtevasını daha geniş biçimde açıklayan eserler
şerhlerdir. Haşiye, genellikle kısa ve öz yazılan bir metnin şerhi üzerine, ana
metindeki veya şerhteki bazı kelime ve kalıpları, özel isim, ayet, hadis veya
şiirleri açıklamaya yönelik yapılan kısa açıklamalardır. Ancak belli bir
dönemden sonra şerh mahiyetindeki kapsamlı eserler için de haşiye tabiri
kullanılmıştır.
174
Son telif türü ise reddiyelerdir. Reddiye, Hristiyanlık, Yahudîlik, Maniheizm, Seneviyye gibi İslâm dışı din ve fikir akımları ile müellifin bağlı
olduğu ekol dışındaki muhalif İslâmî ekollerin görüşlerinin bir kısmı veya
tamamının değerlendirilip yanlışlığının ortaya konulmaya çalışıldığı ve reddedildiği yazım türünü ifade eder.
Kelâm eserlerinin dönemlere göre muhtevasını açıklayabilmek.
Mütekaddimîn adı verilen Gazzâlî’den önceki kelâmcılara göre kelâmın
konusu Allah Teâlâ’nın zatı, sıfatları ve fiilleridir.
Felsefenin İslâm dünyasında yayılmasından sonra kelâmın konusunu
“mevcûd (varlık)” oluşturmuştur.
Gazzâlî’den sonraki müteahhirîn kelâmcıları döneminde kelâm ile felsefe
iç içe girmiş, mantık ilmine ait pek çok konu kelâm kitaplarında yer almış ve
kelâmın konusu buna paralel olarak genişlemiştir. Öyle ki dış âlemde (hâriçte, dünyada) varlığı olmadığı hâlde -dinî esaslarla uzak veya yakın bir
ilişkisi bulunmak şartıyla- bilinmek özelliği olan her şey kelâm ilminin konusunu oluşturmuş, böylece kelâmın konusu “ma‘lûm” olmuştur. Mesela, yok
(ma‘dûm), düşünme (nazar), delil gibi bazı soyut bilgi ve kavramlar, dış
âlemde varlıkları olmadığı hâlde kelâm ilminde ele alınıp, tartışılmıştır.
Yeni kelâm ilmi ile başlayıp günümüze kadar gelen dönemde ise pozitivizm, sosyopolitik ateizm, psikanalitik ateizm, Darwinizm, varoluşçuluk,
mantıkî pozitivizm, nihilizm, Kâdiyânîlik, Bâbîlik ve Bahâîlik gibi dinî veya
felsefî kökenli fikir hareketleri, sekülerizm, özgürlük, demokrasi, insan ve
kadın hakları, kutsal metinlerin ve Kur’ân’ın tarihsel olup olmadığı, sömürgecilik, yoksulluk ve açlık, imamet, velâyet, hâkimiyet ve bu bağlamda dinî
otorite, satanizm ve benzeri konular kelâmın ilgi alanına dâhil olmuştur.
Farklı dönemlerde kelâm eserlerinde kurgu ve içerik açısından görülen
farklılıkların sebeplerini değerlendirebilmek.
Kelâm alanında ortaya konulan yazılı malzemenin hacmi, içeriği, kurgusu
gibi özellikleri tabiî olarak içinde bulunulan dönemin fikrî, sosyolojik ve
siyasî şartlarından etkilenmiştir. İslâm toplumunda itikadî açıdan ihtilaf görülen ilk meseleler Allah’ın sıfatları, kader, büyük günah (kebîre) işleyenin
durumu ve imamet gibi konular olduğu için ilk verilen eserler de bu konulara
değinen risale çapındaki çalışmalar olmuştur. Erken dönemde kelâm ilminin
sistematiği de tam anlamda oluşmadığı için, inanç ilkelerini özetleyen akaid
risalesi tarzında eserler de ortaya çıkmıştır.
Bir yandan kelâmî ekollerin teşekkülü ve mezhebî fikirlerin billurlaşması,
bir yandan farklı din ve kültürlere mensup insanlarla fikrî iletişim ve etkileşimin başlaması, bir yandan da felsefî eserlerin tercümeler yoluyla İslâm dünyasına intikali ile birlikte farklı din ve akımların görüşlerini ve birtakım
felsefî anlayışların eleştiri ve reddini de içeren daha kapsamlı eserler verilmeye başlanmıştır.
Ehl-i sünnet kelâmının sistemleşmesi ile hemen her itikadî konuya dair
kendi görüşlerini ayrıntılı biçimde işleyen ve Sünnî inanç esaslarını mütekâmil biçimde ortaya koyan eserler yazılmıştır. Cüveynî ve özellikle
Gazzâlî’den itibaren felsefe ile etkileşimin başlamasıyla mantık usul ve kaideleri ile belli felsefî konular kelâm eserlerinin çerçevesine dâhil edilmiştir.
Felsefe ile yoğun biçimde ilgilenmekle, felsefî meseleleri önce ortaya koyup
175
açıklamak ve onun İslâm akaidine uymayan yönlerini tenkit etmek, ayrıca İslâm akaidine ters düşmeyen taraflarından -asıl konuları açıklarken veya ispat
ederken- faydalanmak gibi amaçlar gözetilmiştir.
Şerh ve derlemecilik dönemine gelindiğinde, artık İslâmî ilimler geleneği
teşekkülünü tamamlamış, belli başlı meseleler üzerinde yetkin eserler meydana getirilmiştir. Bu sebeple söz konusu eserlerin şerhini yapmak, bu
dönemden itibaren önemli bir telif türü hâline gelmiş ve bu yönde bir gelenek
oluşmaya başlamıştır.
Yeni kelâm ilmi dönemi ve sonrasında ise ilmî, fikrî ve siyasî alanda
yaşanan değişimler, yeni ortaya çıkan fikir hareketleri, inanç ilkelerine ve bir
bütün olarak dine veya özelde İslâm’a yönelik yeni eleştiri ve tehditler
kelâmın konusu olmuştur.
Kendimizi Sınayalım
1. Hz. Peygamber ve sahabe döneminde kelâm alanında eser telifi görülmemiştir. Aşağıdakilerden hangisi bu durumun sebeplerinden biri
olamaz?
a. Hz. Peygamber’in toplum içindeki varlığı ve vahiy sürecinin devam
etmesi
b. İslâm toplumunun fikrî ve kültürel durumunun karmaşıklık ve
soyutluktan uzak bir yapı sergilemesi
c. Naslar üzerinde tartışma yaratacak yorumlara sapılmaması
d. Felsefî kavram ve fikirlerle henüz karşılaşılmamış olması
e. Kur’ân-ı Kerîm’de teolojik tartışmalara temel teşkil edecek ayetler
bulunmaması
2. Aşağıdakilerden hangisi Ebû Hanîfe’nin akaid risalelerinden biri değildir?
a. el-Fıkhü’l-ekber
b. el-Vasiyye
c. el-Akîde
d. el-Âlim ve’l-müteallim
e. er-Risâle
3. Aşağıdakilerden hangisi kelâm alanında eser veren erken dönem
Mu‘tezilîler’den biridir?
a. Kâdî Abdülcebbâr
b. Ebü’l-Hüzeyl el-Allâf
c. İbn Metteveyh
d. Ebû Reşîd en-Nîsâbûrî
e. İbnü’l-Melâhimî
176
4. Aşağıdakilerden hangisi felsefîleşmiş kelâm dönemine ait bir Mâtürîdî
eserdir?
a. el-Bidâye fî usûli’d-dîn
b. Nihâyetü’l-ikdâm fî ilmi’l-kelâm
c. Tavâliu’l-envâr
d. el-Muhassal
e. Ebkâru’l-efkâr
5. Aşağıdakilerden hangisi yeni kelâm ilmi döneminde eserlerde ele alınan
konulardan biri değildir?
a. İnsan hakları
b. Allah’ın varlığının delilleri
c. Mucize
d. Çevre problemleri
e. İbadetlerin gerekliliği
Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı
1. e
Yanıtınız farklı ise, “Giriş” kısmını yeniden gözden geçiriniz.
2. c
Yanıtınız doğru değilse, “Kelâmın Teşekkül Dönemi Eserleri”
konusunu yeniden okuyunuz
3. b
Yanıtınız doğru değilse, “Erken Dönem Mu‘tezilîler’in Eserleri”
konusunu yeniden okuyunuz.
4. a
Yanıtınız doğru değilse, “Felsefîleşmiş Kelâm Dönemi Eserleri”
konusunu yeniden okuyunuz.
5. d
Yanıtınız doğru değilse, “Yeni Kelâm İlmi Dönemi Eserleri”
konusunu yeniden okuyunuz
Sıra Sizde Yanıt Anahtarı
Sıra Sizde 1
En önemli sebep, ortaya çıkışı ve bir mezhep olarak teşekkülünü tamamlaması açısından Mu‘tezile’nin tarihsel olarak diğer mezheplerden önce
gelmesidir. Bir diğer sebep, ortaya çıktıkları Basra ve Bağdat gibi merkezlerde hem İslâmî fırkalar arasındaki itikadî tartışmaların başka yerlere göre
daha yoğun yaşanması, hem de İslâm dışı din ve fikir akımları ve felsefî görüşlerle karşı karşıya gelmeleri ve bunlara karşı açıklayıcı ve savunmacı bir
tutum geliştirmeleridir. Son olarak, Abbâsî halifeleri Me’mûn, Mu’tasım ve
Vâsık dönemlerinde Mu‘tezile’nin devletin resmi mezhebi hâline gelmesi ve
Selefî düşüncenin baskı altına alınması, Mu‘tezile mensuplarının daha rahat
fikir üretmeleri ve eser vermelerini sağlamıştır.
177
Sıra Sizde 2
Kelâm sahasında ilk eserler Mu‘tezile eliyle verilmiştir ve bu alanda doğal
olarak başlangıçta Mu‘tezile’nin hâkimiyeti söz konusudur. Ancak gerek
Mu‘tezile’nin, gerek diğer itikadî akımların Sünnî görüşe uygun olmayan
bazı fikirleri söz konusudur. Selef tarafından yazılan eserlerde kelâmî metot
kullanılmamakta ve konular sadece ayet ve hadislere dayanarak açıklanmaktadır. Bu sebeple gerek iç bünyedeki muhalif fikirlerle mücadele, gerekse
İslâm dışı din ve görüşlerin tenkidi ve reddi noktasında Sünnî görüşlerin, nasları temel alan akılcı metotlarla ortaya konulması gerekmiştir. Bu durum Ehli sünnet kelâm eserlerinin yazılmaya başlamasına zemin hazırlamıştır.
Sıra Sizde 3
Cüveynî ile sona eren mütekaddimîn dönemi kelâm ilmi, akaid alanında
tartışılan meselelerin sınırlarının belirlendiği ve dış unsurlardan etkilenmenin
sonraki döneme göre oldukça düşük düzeyde gerçekleştiği bir yapı sergiler.
Metot ve muhteva açısından Mu‘tezile’nin belirleyiciliği ön planda olmakla
birlikte dönemin belirgin özelliği Mu‘tezile ile karşıtlık ilişkisinin muhafaza
edilmesidir. Felsefe ile felsefî konu, kavram ve usullerin tevarüs edilmesi
anlamında bir etkileşim yeni başladığı için kelâmın tarihî süreç içerisinde en
orijinal ve kendine özgü formunu bu dönemde ortaya koyduğu söylenebilir.
Mu‘tezile’den itibaren bazı felsefî kavram ve bahisler kelâm ilmi dâhilinde
ele alınmasına ve mantık ilmi erken dönemlerden beri kelâmcılar tarafından
bilinmesine rağmen, mütekaddimîn kelâmcıları mantığa itibar etmemişlerdir.
Mantığın yanı sıra felsefî teorilere ihtiyatla yaklaşmaları, Fârâbî ve İbn Sînâ
gibi İslâm felsefecileri tarafından takip edilen ve İslâmî unsurlarla kısmen
değiştirilen Aristoteles metafiziğinde İslâm inançlarına uygun olmayan
fikirlerin bulunmasından kaynaklanmıştır.
Sıra Sizde 4
Cemâleddîn Efgânî, er-Red ale’d-Dehriyyîn
Hüseyin el-Cisr, el-Husûnü’l-Hamîdiyye li-muhâfazati’l-akâidi’l-İslâmiyye
Muhammed İkbal, The Reconstruction of Religious Thought in Islam
İsmail Fenni Ertuğrul, Maddiyyûn Mezhebinin İzmihlâli
Muhammed Ferîd Vecdî, el-İslâm fî asri’l-ilm
Yararlanılan Kaynaklar
Gölcük, Ş., (2009), Kelâm Tarihi, Konya: Kitap Dünyası.
Kılavuz, A. S., (2009), Anahatlarıyla İslâm Akaidi ve Kelâm’a Giriş,
İstanbul: Ensar Neşriyat.
Kılavuz, U. M. ve Kılavuz, A. S., (2010). Kelâma Giriş, İstanbul: İSAM
Yayınları.
178
Özervarlı, M. S., (2008), Kelâmda Yenilik Arayışları (XIX. Yüzyıl SonuXX. Yüzyıl Başı), İstanbul: İSAM Yayınları.
Topaloğlu, B., (1993), Kelâm İlmi - Giriş, İstanbul: Damla Yayınevi.
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), (1988-2009). “Ehl-i
Sünnet”, “Eş’ariyye”, “Kelâm” “Mâtürîdiyye”, “Mu‘tezile”, “Selefiyye”
vb. maddeler, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı.
179
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
•
Felsefe ve kelâm gibi farklı ilim geleneklerine mensup âlimler tarafından
yapılan ilim tasniflerinde kelâmın farklı konumlarda görülmesinin nedenlerini açıklayabilecek,
•
Kelâmın diğer ilimlerle ilişkisinin genel özelliklerini saptayabilecek,
•
Farklı zümreler tarafından kelâma yöneltilen eleştirilerin arkasında yatan
fikrî temelleri ayırt edebileceksiniz.
Anahtar Kavramlar
•
İlim tasnifi
•
Kelâm karşıtlığı
•
Akılcılık-nakilcilik
•
Hatâbî metot, cedel metodu, burhanî metot
Öneriler
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce;
•
Metin içerisinde tanımı verilmeyen sözcükler için Bekir Topaloğlu ve
İlyas Çelebi’nin Kelâm Terimleri Sözlüğü’ne başvurunuz.
•
Kelâmın konumu ve diğer ilimlerle ilişkisi hakkında Hasan Mahmud eşŞâfiî’nin Kelâm’a Giriş isimli kitabının ilgili bölümlerini okuyunuz.
•
“Kelâmda Bilgi” ve “Kelâmda Varlık” ünitelerini tekrar gözden geçiriniz.
180
Kelâmın Konumu ve
Kelâm Eleştirisi
GİRİŞ
Bir ilim dalının, veya kendi konumuz açısından bakıldığında kelâmın bütün
bir ilim geleneği içerisinde nereye yerleştirildiğini, nasıl değerlendirildiğini
görmenin yolu, ilimlere dair geleneksel sınıflamalarda onun nasıl tasvir
edildiğini görmekten geçer. İslâm kültür geleneğinde ilimlerin tasnife tâbi
tutulmasıyla, özellikle ilimlerin saha ve sınırlarını birbirinden ayırma, bu
sahalar arasındaki ilişkileri belirleme ve farklı ilimlere ait birikimleri sistematik biçimde değerlendirme gibi gayeler gözetilmiştir. İlimlere ilişkin bu
tarz tasnifler, İslâm geleneği içerisinde öncelikle felsefeciler tarafından ortaya
konulmuştur. Aslında, bu tasnifler içinde kelâmın ne şekilde değerlendirildiğini görmek, kelâma yönelik birtakım eleştirilerin de hangi hususlara dayandığını anlamamıza yardımcı olacaktır.
GELENEKSEL İLİM ANLAYIŞINDA KELÂMIN
YERİ
İslâm felsefecileri, ilimleri sınıflandırırken, üç ana ölçüte başvurmuşlardır.
Birinci ölçüt, ilmin ele aldığı varlık sahasıdır. İkincisi, ilimlerde kullanılan
yöntemdir. Üçüncüsü ise, gaye ölçütüdür ve buna göre ilimlerin varmak
istediği sonuç esas alınır. Filozoflar tarafından yapılan ilim tasniflerinde,
ilmin ele aldığı varlığın mahiyeti ve yüce olup olmaması en önemli
belirleyicilerden birisidir (Kutluer, 1996). Bunun yanında metot ya da yöntem ölçütü de önem arz eder; felsefeciler açısından bu, ilmin, sonuçlara ulaşırken burhana, yani felsefî kanıta dayanıp dayanmadığı meselesini ifade
eder.
İslâm kültüründe ilimlere yönelik en erken sınıflamalardan birisini
meşhur İslâm felsefecisi Fârâbî (ö. 339/950) yapar. O ilimleri “dil ilmi,
mantık ilmi, matematik, geometri, astronomi, musikî gibi talimî ilimler, fizik
ve metafizik, medenî ilimler, yani siyaset, fıkıh ve kelâm” şeklinde sınıflandırırken (Fârâbî, 1955), kelâmı, siyaset ve fıkıh gibi pratik (amelî) ilimler
içerisinde değerlendirir. Onu, Allah Teâlâ’nın açıkça anlattığı belli düşünce
ve fikirleri, dinî hükümleri destekleme ve güçlendirmeye, bunlara aykırı olan
her şeyin de söz vasıtasıyla yanlışlığını göstermeye imkân sağlayan bir ilim
olarak takdim eder. Dolayısıyla kelâmı sadece dini savunma sanatı, yani bir
araç derecesine indirdiği anlaşılmaktadır.
181
Yine bir filozof olan Âmirî (ö. 381/992) ise ilimleri dinî ilimler ve felsefî
ilimler diye iki başlık altında toplar. Ona göre genel olarak dinî ilimler felsefî
ilimlerden üstündür, çünkü dinî ilimlerin kaynağı peygamberler, felsefî
ilimlerin kaynağı ise filozoflardır. O, kelâmı dinî ilimlerden birisi olarak
gösterir. Dinî ilimlerin üstünlüğünü anlatırken, kelâmın yerilmesinin, kelâmcıların bid’atçilik ve sapıklıkla suçlanmasının yanlışlığını gösteren pek çok
aklî ve naklî delil sayar (Âmirî, 1988).
Felsefeciler dışında kalan isimler tarafından yapılan tasniflerde kelâm
ilmine dinî ilimler içerisinde daima önemli bir konum verilmiştir. Kelâmcıların yaptığı sınıflandırmalarda ise, felsefecilerde olduğunun aksine en
yüksek paye kelâm ilmine verilir. Mesela Gazzâlî önce ilimleri aklî ve naklî
şeklinde ikiye ayırır, sonra da bunların her birinin kendi içinde cüz’î ve küllî
kısımlarına ayrıldığını belirtir. Ona göre dinî ilimler içinde küllî olan kelâmdır. Çünkü kelâm ilmi, en genel olan şeyle, yani varlık ile ilgilenmektedir.
Fıkıh, hadis, tefsir gibi ilimler, kelâma göre cüz’î kalmaktadır. Dolayısıyla
dinî ilimler arasında rütbesi en yüksek olan ilim kelâmdır.
Bizzat kelâmcılar ortaya koydukları için öznel olarak değerlendirilebilirse
de, kelâmın en üstün ilim olduğuna dair şu gerekçeler ileri sürülmüştür:
1. Kelâmın geniş bir konuyu ele alması ve Allah’ın zatı, sıfatları ve fiilleri
gibi şerefli meselelerle ilgilenmesi,
2. Dünya ve ahiret mutluluğunu elde etmek gibi en üstün bir gayeyi hedeflemesi,
3. Kullandığı delillerin hem doğru düşünebilen akıl tarafından kabul görecek,
hem de ayet ve sahih hadislere uygun deliller olması,
4. Bütün peygamberler inanç konularında ittifak ettikleri ve bu ilmin
meselelerini oluşturan iman esasları ilk peygamberden günümüze kadar
hiçbir değişikliğe uğramadan geldiği için kelâmın hakikî ilim özelliğini
kazanmış olması,
5. Âlemin yaratıcısı, her şeyi bilen, her şeye güç yetiren, peygamber
göndermek ve kitap indirmek suretiyle insan ile irtibat kuran ve onu yükümlü tutan Allah’ın varlığı ispat edilmedikçe tefsir, hadis, fıkıh gibi
ilimlerin varlığından söz edilemeyeceği için diğer dinî ilimlerin kelâm ilmine dayanması,
6. Mantık ilminin felsefî konularda kişiye söz söyleme yeteneği kazandırdığı
gibi, kelâm ilminin de dinî ilimleri araştırma ve inanç esaslarını ispat ve
savunmada söz söyleme imkânı vermesi.
Kelâmı destekleyen veya aşağıda eleştiriler kısmında görüleceği gibi onu
reddeden pek çok gerekçe ortaya konulabilir. Ancak kelâmın konumu ve
gerekliliği konusunda Gazzâlî’nin ifadeleri bize ışık tutabilecek mahiyettedir.
Ona göre kelâm ilmi, insanların karşılaştığı inançla ilgili problemleri tek
başına çözmeye belki yeterli olamaz. Ayrıca avamın onunla ilgilenmesi sakıncalı da olabilir; dolayısıyla sadece bu kültürü almış kimseler onunla ilgilenmelidir. Ancak sonuç olarak herkes kelâm ilmini öğrenmeye mecbur
değilse de bu ilimle ilgilenmek farz-ı kifayedir. Onun ifadesiyle “her beldede
bid’atçilere karşı koyacak, haktan ayrılanları geri çevirecek, Ehl-i sünnet’in
kalplerini şüphenin etkilerinden temizleyecek ve bu ilimle meşgul olarak
hakkı koruyacak bir kimsenin bulunması zorunludur. Fakihsiz ve doktorsuz
kalan bir memleket gibi, böyle bir âlimden, yani kelâmcıdan yoksun olan
memleketin bütün ahalisi sorumludur.” (Gazzâlî, 2003, s. 21).
182
KELÂMIN DİĞER İLİMLERLE İLİŞKİSİ
Kelâm ilminin diğer ilimlerle ilişkisi, metot veya muhteva açısından benzerlik, belli konuların birbirinden alınması, konuların işlenmesinde kullanılacak
malzeme açısından birbirinden faydalanma gibi çeşitli şekillerde ortaya çıkabilir. Muhteva benzerliği açısından bakıldığında, kelâmın en yakından ilişkili
olduğu ilim felsefedir.
Felsefe ve Kelâm
Kelâm da felsefe de Allah’ın zatından ve sıfatlarından, başlangıç ve son itibariyle yaratılmış varlıkların durumlarından bahseder. Ancak kelâmdan farklı
olarak felsefenin konuları ele alırken hareket noktası akıldır. Akla uymadığını
gördüğü konularda nakli, yani ayet ve hadisi kabul etmez. Kelâmın hareket
noktası ise vahiydir, nakildir. Kelâm her ne kadar inanç konularının açıklanması ve ispatında akla yer verse de, vahyi temel kabul eder, İslâmî ilkelere
bağlı kalır. Bu şekilde salt akılcı davranan ve vahyi çıkış noktası kabul etmeyen felsefeden ayrılır.
Kur’ân, Hadîs ve Kelâm
Dinin temel kaynağını Kur’ân ve hadis oluşturduğu için, kelâm ilmi
açısından da temel kaynak bu ikisidir. Bunun da ötesinde kelâmî meselelerin
ortaya konulmasında ve değerlendirilmesinde Kur’ân’ın çift taraflı bir rolü
vardır. Bir yandan Kur’ân, inanç esaslarını, iman edilecek hususları bize
bildirir ve ayrıca bu esasların nasıl ispat edileceği noktasında temel hareket
noktasıdır. Diğer yandan da, akla dayalı birtakım çıkarımlar, ispat şekilleri ve
deliller ortaya konulmuşsa, bunların Kur’ân’a uygunluk arz etmesi gerekir.
Yani Kur’ân bir anlamda bunların geçerliliğini ve doğruluğunu belirleyen bir
ölçüttür. Bunların yanı sıra, hem kelâmcılar kelâmî meseleleri tartışırken
müfessirlerin Kur’ân ayetlerine verdikleri manalardan yararlanmışlar, hem de
müfessirler ayetleri yorumlarken kelâmcıların ortaya koyduğu bilgi ve
yorumları kullanmışlardır.
Kelâm ile hadis arasında da karşılıklı bir ilişkiden söz edilebilir. Hadis
ilmi tamamen haber ve rivayete dayanır. Kelâmcıların, yazdıkları kitapların
giriş kısmında bilgi konusuna yer vererek, buralarda haberin geçerli bir bilgi
kaynağı olduğunu savunmaları ve ispatlamaları, bir haberin bilgi kaynağı olabilmesi için taşıması gereken şartları ortaya koymaları, hadis ilmi için önemli
bir zemin oluşturmuştur. Diğer taraftan bakıldığında, kelâmın ilgi alanına giren ve haklarında başka bir delil bulunmayan özellikle şefaat, cennet, cehennem, kabir sorgusu, kabir azabı, kıyamet alametleri gibi konularda, ravisi
güvenilir olan hadisler delil olarak kullanılmıştır. Ayrıca ayetlerle sabit olan
pek çok inanç meselesinin açıklanması noktasında da hadisler önemli rol
oynar. İstifade edilecek hadislerin gerekli şartları taşıyıp taşımadığını tespit
için hadisçiler tarafından yapılan değerlendirmeler önem taşır.
Fıkıh ve Kelâm
Hanefî mezhebinin kurucusu Ebû Hanîfe, fıkhı “kişinin (ebedî mutluluk
açısından) lehine ve aleyhine olan şeyleri bilmesi” olarak tanımlar. Bu şekilde inanç, amel ve ahlâk konularını kapsamına alan geniş bir tanım verir. Fıkhın inançla ilgili olan kısmı için ise “fıkh-ı ekber (en büyük fıkıh)” tabirini
kullanır. Fârâbî de Ebû Hanîfe gibi dinin bir inançla bir de amelle ilgili boyu-
183
tu olduğunu, dolayısıyla fıkhın da inançla ve amelle ilgili iki kısma ayrıldığını söyler. Anlaşılıyor ki sonradan iki ayrı ilim dalı olarak gelişen fıkıh ve
kelâm, başlangıçta dini anlamaya ve hüküm vermeye yönelik genel bir
kavram olarak değerlendirilen fıkhın iki alt başlığı olarak görülmüştür.
Bu iki ilim dalı birbirinden ayrıldıktan sonra da fıkıh ve fıkıh usulü, insana birtakım yükümlülüklerin yüklenmesinin imkânı, adalet, fiil, yapılan fiillere karşılık mükâfat ve cezanın varlığı, fiillerde iyilik ve kötülük özelliğinin
bulunması, irade gibi kelâmın ilgilendiği pek çok konuda ondan veriler almış
ve kullanmıştır.
Ahlâk, Siyaset ve Kelâm
Ahlâk sadece dar anlamda insanların birbirine karşı doğru ve güzel davranışlarda bulunması anlamına gelmez. Kur’ân ve hadislerin bildirdiği ve kelâmın
ayrıntılı biçimde işlediği Allah ve insan anlayışı çerçevesinde, kişinin Allah’a
karşı hem iman hem de fiil anlamında doğru davranış sergilemesi de ahlâkî
tutumu ifade eder. Dolayısıyla kelâm insan-Allah ilişkisinde gözetilmesi
gereken hususların ne olduğuna dair önemli bir çerçeve sunar. Ayrıca insanın
mahiyeti, fiillerindeki hürriyetinin ne ölçüde olduğu, yükümlülük, ceza gibi
konular hem kelâm hem de ahlâk ilmi tarafından müşterek olarak ele alınır.
Siyaset ise belki asıl itibariyle kelâmın konusu değildir. Ancak Hâricîler’in ve özellikle Şîa’nın imamet (devlet başkanlığı) meselesi üzerinde önemle
durmaları ve Şîa’nın bunu âdetâ bir inanç esası hâline getirmesi, kelâmın siyaset ilmiyle ve siyasî konularla bu açıdan ilgilenmesini gerekli kılmıştır.
Tabiat İlimleri, Beşerî İlimler ve Kelâm
Kelâmın tabiî ve beşerî ilimlerle ilgisini anlamak için, kelâmın ele aldığı
konuların ikiye ayrıldığını göz önünde bulundurmak gerekir. Kelâm ilminde
ele alınan bilgiler, ya doğrudan doğruya dinî esasları oluşturan konulardır ki
bunlara kelâmın temel meseleleri (mesâil ve makâsıd) denilir ya da bu temel
meseleleri açıklama ve ispat etmede aracı olan bilgilerdir. Bunlara da vesâil
adı verilir. Mesela “Allah vardır, birdir. Hz. Muhammed O’nun peygamberidir. Öldükten sonra dirilmek haktır” gibi esaslar kelâm ilminin temel meselelerini, “âlemde bir değişme ve başkalaşma söz konusudur, öyleyse o sonradan meydana gelmiştir, böyle olanın da bir yaratıcısı olmalıdır” gibi bilgiler,
temel meseleleri açıklamaya ve kanıtlamaya yarayan aracı bilgileri oluşturur.
İşte erken dönemden itibaren kelâmcılar, bazı dinî esasları ispat yönünde
deliller kurgulamak, belli konuları açıklamak veya ayrıntılandırmak için
beşerî ilimler ve özellikle fizik, cebir, geometri, astronomi gibi bilim dallarının verilerinden yararlanmışlardır.
Bu gibi pozitif bilimlerle kelâm arasında belli ölçüde bir konu birliğinden
de söz edilebilir. Kelâm da fizik, kimya, biyoloji, matematik gibi müspet (pozitif) bilimler de varlıkların durumlarından bahsederler. Yalnız bu ilimler
varlıkları incelerken, onları başlangıç ve son (mebde ve meâd) yönüyle ele
almazlar. Yani “Bu olaylar nereden meydana geliyor? Bunları meydana getiren ilk sebep nedir? Yaratılışındaki gaye ve hikmet nedir? Öldükten sonra ne
olacaktır?” gibi sorulara cevap aramazlar. Onlar, varlıkları sadece duyu
organlarının alanına giren yönleriyle ele alırlar. Kelâm ise bu noktada pozitif
bilimlerden ayrılır, olayları başlangıç ve son, yaratılış ve ahiret açısından
değerlendirir.
184
Kelâmcıların dinî esasları ispat noktasında pozitif bilimlerin verilerinden
yararlanmaları hususunu bir örnekle açıklayınız.
KELÂMA YÖNELİK ELEŞTİRİLER
Nasları anlama ve yorumlamaya yönelik her türlü düşünce biçiminin, dinî,
psikolojik, sosyal, siyasî vb. birtakım saiklerle eleştirilmesi, bu yöndeki çabaların kendine muhalif algılama biçimlerini ortaya çıkarması her dönem için
söz konusu olmuştur. Bu bağlamda, hicrî I. asırdan itibaren teşekkül etmeye
başlayan kelâmî düşünce de, Selef ve Selef düşüncesini benimseyenler, sufîler ve filozoflar gibi farklı zümreler tarafından gerek metot, gerekse muhteva
açısından tenkide tâbi tutulmuştur.
Selefîler ve Sufîlerin Eleştirileri
Aklî tefekküre ve bunun İslâm toplumunda ilk tezahür biçimi olan kelâma
karşı çıkanlar büyük ölçüde Âl-i İmrân Suresi’nin 7. ayetinde bildirilen
hususlara dayanmışlardır. Bu ayette, “Kur’ân’ın, anlamı apaçık olan ayetlerin
(muhkem) yanı sıra nispeten anlaşılması güç ve mecazî ifade tarzlarına sahip
ayetleri de (müteşabih) içerdiği ve bu ikinci kısımdakilerin inananlar
tarafından sorgulanmadan kabul edildiği, ancak kalplerinde sapma bulunanlar
ve fitne çıkarmak isteyenlerin bu gibi ayetleri yorumlama cihetine gittikleri”
buyurulur. Bu temelden hareketle, ilk iki halife döneminde Kur’ân’ın
yorumuna dalmadan ve üzerinde derin araştırmalara girişilmeden naslar olduğu şekliyle kabul edilmiştir. Kur’ân’da Allah hakkında zikredilen sıfatlar
hiçbir şekilde yaratılmışların özellikleriyle kıyaslanmamış ve eksikliklerden
münezzeh bir Allah inancına sahip olmak için son derece özen gösterilmiştir.
Allah’a insanlarınkine benzeyen herhangi bir şey izafe etmeye yol açabilecek
naslar hakkında görüş belirtilmeyip susulmuş, Kur’ân’da müteşabih olarak
görülen lafızların zahirinden farklı bir anlama sahip olduğuna inanılmıştır.
Bununla birlikte bu anlamın ne olduğunun araştırılması cihetine gidilmeyip,
bu gibi ifadeleri içeren ayet ve hadislerin nasıl gelmişse öylece okunması ve
sadece iman edilmesi gerektiği belirtilmiştir. Zira bunları yorumlamak, inanç
konularında kabul edilemeyecek zanna dayalı hükümler vermeye yol açacaktır. İnanç sahasında tartışmaya girmek hem Kur’ân’a hem de Hz. Peygamber’in Sünneti’ne muhalefet anlamına gelecektir.
İşte nassın, yani Kur’ân ve hadisin mutlak otoritesine bağlılık ve bunların
akıl ile yorumlanmasının gereksizliğine olan inancın çerçevesi sonraki
dönemde daha da genişletilmiştir ve sahabenin, hatta onlardan sonra gelen
nesil olan tâbiûnun inanç sahasındaki ifadeleri ve tavırlarının tartışılamazlığı
noktasına kadar götürülmüştür. Hz. Peygamber’e ve ashabına uymanın gerekliliğini vurgulayan ve başka arayışlara girmekten sakındıran, ashabın faziletini bildiren ayet ve hadisler, bu noktada önemli bir etken olmuştur. Sonraki
dönemde çeşitli Selef âlimlerinin şu ifadeleri, bu yaklaşımın çok güzel bir
örneğidir: “Dinî konularda bir kimseyi örnek almak istiyorsanız, Resûlullah’ın ashabını örnek alınız. Çünkü bu ümmet içinde kalbi en temiz, ilim
açısından en derin, hidayet itibariyle en doğru, ahlâkı en iyi olanlar onlardır.
Resûlü ile bir arada olmak ve dinini tesis için Hak Teâlâ’nın seçtiği kişiler de
bunlardır. Bunların üstünlüğünü kabul ederek izlerini adım adım takip ediniz.
Onlara benzemeye çalışınız, zira en doğru yolda olanlar onlardır. Bu yoldan
azıcık sağa veya sola saparsanız, büyük bir dalâletin içine düşmüş
olursunuz.” (İbn Kudâme, 1994, s. 30).
185
İlk dönem Müslümanlar ile başlayan, ilk mezhep imamları ve sonrasında
Selef’in yolunu takip eden Hanbelî âlimleri ile devam eden kelâm karşıtlığı,
gelenek içerisinde özel bir literatür oluşması noktasına kadar gitmiştir. Bunun
müstakil eser olarak bilinen ilk örneği, Ebû İsmail Hâce Abdullah b.
Muhammed el-Herevî’nin (ö. 481/1088) Zemmü’l-kelâm ve ehlihî isimli
eseridir. İbn Kudâme’nin (ö. 620/1223) Tahrîmü’n-nazar fî kütübi ehli’lkelâm ve Zemmü’t-te’vîl, İbnü’l-Vezîr’in (ö. 840/1436) Tercîhu esâlîbi’lKur’ân alâ esâlîbi’l-Yûnân gibi eserleri konuya tahsis edilmiş diğer örneklerdir. Bunların yanı sıra, İbn Teymiyye (ö. 728/1328) ve onun öğrencisi İbn
Kayyim el-Cevziyye’nin (ö. 751/1350) hemen hemen tüm eserlerinde kelâma
ve kelâmcılara yönelik keskin eleştiriler yer almaktadır.
Selef ve Selef çizgisinde yer alanların eleştirileri şu başlıklar altında
toplanabilir:
1. Aslında “Bugün size dininizi tamamladım” (Mâide 5/3) mealindeki ayet,
dinin kaynağının Kur’ân ile Hz. Peygamber’in hadisleri ve bir ölçüde de
sahabenin sözlerinden ibaret olduğunu açık biçimde ortaya koyar.
Dolayısıyla dini anlama ve yorumlama noktasında nakil denilen bu kaynak dışında geliştirilen her yöntem dinde aslı olmayan ve değer ifade
etmeyen bir bid’attir. Son tahlilde kelâm da bu kapsamda değerlendirilmelidir (Herevî, 1998, s. 278, 281).
2. Kelâm, özünde dinî akideleri aklî delillerle ispat ve savunma yönünde
ortaya çıkan bir faaliyet olabilir; ancak sonradan, hakikatin ortaya çıkmasından ziyade, hasmı susturma ve mağlup etmeye yönelik kısır bir
tartışma biçimi hâline gelmiştir. Fırkalar kendi görüşlerini vazgeçilmez ve
tek doğru olarak görmüşler, nasları bu çerçevede değerlendirme çabası
içine girmişlerdir. Dolayısıyla kelâm bir hakikat araştırması olmaktan
çıkıp, yanlış görüşleri yayma, şüpheleri çoğaltma, toplum içinde husumet
ve fitneyi körüklemeye yönelik bir kisveye bürünmüştür. Bu şekliyle dinî
ve ahlâkî hayatın zayıflamasına, Müslümanlar’ın birbirini tekfir etmesine,
insanların arzularına tâbi olarak zındıklığa kadar gitmelerine yol açmıştır
(Taşköprîzâde, 1998, s. 209).
3. İtikada ilişkin bir meselede sadece Kur’ân esas alınmalı ve bir husus
anlaşılmadığı ya da şüphe arız olduğunda, Arap dilinin imkânlarından
istifade ile çözüm yine Kur’ân’dan araştırılmalıdır. Yine bir sonuca
ulaşılamıyorsa o noktada durup sadece nassa olduğu üzere iman etmek
gereklidir. Özellikle Mu‘tezile’de görülen aklı hakem kılacak derecede
her şeyde ölçü almak, araştırmalarda aklı kullanmak, akılla her şeyin
mahiyetini kavramaya çalışmak gibi bir metot kesinlikle yanlıştır.
4. Kelâm, muhaliflerin temel kabullerini dikkate alarak bunlardan yanlış
bulduklarını reddetmeye yönelik, hitabet ve büyük ölçüde cedele dayalı
bir üslup benimsediğinden, Kur’ân ve Sünnet’in üslubuna uygunluk arz
etmez. Bu yönüyle de sonuçta Kur’ân ve Sünnet’ten uzaklaştıran bir
yapısı vardır (Gazzâlî, 1967, s. 72).
5. Kelâmın başlıca ilgi konusu Allah’ın zat ve sıfatlarıdır. Kelâmcılar bu gibi
konularda gelen rivayetlerle yetinmemişler ve yoruma gitmişlerdir. Bu
şekilde de ya teşbihe düşerek Allah’ın sıfatlarını yaratılmışların sıfatlarına
benzetmeye kalkışmışlar ya da nassı gerçek anlamından çıkaracak derecede aşırı yoruma tâbi tutmuşlardır. Her iki durumda da doğru yoldan
ayrılarak sapıklığa düşmüşlerdir.
186
6. Kelâmcılar, herhangi bir itikadî meseleyi tartışırken, kendileri benimsemeseler bile, muhaliflerinin yanlış fikirlerini naklederler. Bu ise söz konusu fikirlerin daha geniş bir çevrede bilinmesine ve yayılmasına zemin
hazırlayarak avamın zihninin bulanması ve itikadının zedelenmesine kapı
aralamaktadır.
7. Kelâmcılar dinî meseleleri akıl yürüterek ve kıyasa başvurarak çözmeye
çalışırken, cevher, araz, tafra, tevellüd, kemiyet, keyfiyet gibi felsefî
nazariyeleri doğruluğu tartışma götürmez hakikatler, kesin ilkeler gibi
görürler. Bunları desteklemek için, bu nazariyelere uymayan ayet ve hadisleri yorumlayarak hakikî anlamlarından farklı anlamlar yüklerler. Dinin esası olan nasları, aklın ortaya koyduğu ve kesinlik arz etmeyen nazariyeler doğrultusunda yorumlamak veya reddetmek ise kabul edilemez
(İbn Kuteybe, 1988, s. 35).
8. Kelâm insanın psikolojik ve duygusal yönünü ihmal ettiğinden iman hayatını besleyememiş, sadece onun soyut zihinsel yapısını dikkate alarak
faaliyet yürütmüştür. Bu da halkın ihtiyacına cevap vermesini engellemiştir.
9. Kelâmî tartışmalar ve herhangi bir konuda ortaya konulan görüşler siyasî
iktidara eklemlenerek muhaliflerin susturulmasına yönelik bir baskı süreci
hâline getirilebilmiştir. Ortaya çıkan siyasî kargaşa, her fırka tarafından
kendi menfaatleri doğrultusunda kullanılmıştır. Bununla kastedilen,
büyük ölçüde Mu‘tezile’nin Kur’ân’ın yaratılmışlığı şeklindeki düşüncesininin, Abbâsî halifeleri Me’mûn, Mu’tasım ve Vâsık zamanında bir devlet politikası hâline getirilmesi ve muhalif görüştekilerin takibata uğramasına ve hatta eziyet edilip öldürülmesine varan sonuçların ortaya çıkmasıdır.
Selef düşünce yapısını benimseyenlerin kelâmı eleştirirken ne gibi hususları
gözden kaçırdıklarını söyleyebiliriz?
Sufîler, nazar ve istidlâle dayanarak açıklamalar yapma ve hüküm vermeye karşı çıkmaları açısından kelâm eleştirilerinde Selef ile paralel bir çizgide
yer alırlar. Her ne kadar onlar maddî âlemde ve dünyevî işlerde akıl ve tecrübenin rehberliğini kabul etseler de, kelâmcıların akla dayanarak Allah,
Allah’ın isimleri, sıfatları, fiilleri, ruh vb. hususlar üzerine konuşmalarını, bu
gibi konularda aklî istidlâller ve mantıkî kıyaslara dayanarak fikir beyan
etmelerini ilmî ve dinî açıdan tamamen değersiz görürler. Onlara göre dinî ve
ilâhî hakikatler aklî istidlâl ve kıyaslarla idrak edilemeyecek kadar ince ve
gizlidir. Bu şekilde onlar, bu âlemin ötesine ait hükümler verme ve ilâhî
hakikati idrak etme iddiasındaki nazarî akla karşı çıkarlar.
Sufîlere göre akıl ve nakil belli ölçülerde dinî bilgilerin kaynağı olabilirse
de, duyu bilgileri yanıltıcı, aklî bilgi ise sınırlıdır ve dolayısıyla bunların
verilerine güvenilemez. Bunların alternatifi, insanı hakikate ulaştıracak, Allah
ve sıfatları hakkında bilgi verecek vasıtasız bilgi kaynağı olarak keşf ve
ilham yöntemidir. İç tecrübeye ve manevî müşahedeye dayanan vasıtasız
bilgi, ki sufîler buna ilim değil, marifet ve irfan gibi isimler verirler, nasların
nakil veya rivayet edilmesine veya aklın yaptığı kıyas ve istidlâle dayanan
vasıtalı bilgilerden, yani ilimden daha değerli ve daha önemlidir. Onlar “kalbi
arındırma” dedikleri, nazarî değil, amelî ve tatbikî yöntemle, yani samimiyetle amel ve ibadete yönelme sonrasında, ortaya konulan gayret, nefis
mücadelesi ve dünyevî bağlardan olabildiğince kurtulma neticesinde, kalbin
saf ve berrak hâle geleceği, bu şekilde kalbin ilâhî âlemi ve gayba ait
187
hususları görmesine engel teşkil eden perdelerin aradan kalkarak Allah ve
gayb âlemine ilişkin kesin bilgiye ulaşılacağı kanaatindedirler.
Buna karşılık kelâmcılar, sufîlerin bilgi elde etmenin gerçek yolu olarak
gördükleri keşf ve ilhamı, hakikate ulaştırıcı bir bilgi vasıtası kabul etmezler.
Çünkü ilham herkes tarafından kullanılması ve kontrol edilmesi mümkün
olan bir bilgi elde etme yolu değildir. Ayrıca keşf ve ilham sahibi kişi hatadan korunmuş da değildir. Keşf ve ilham bir açıdan ictihatla benzerlik arz
eder. Nasıl ki ictihat sadece sahibini bağlarsa, keşf ve ilham da ancak sahibini
bağlar ve ictihat gibi zan ifade eder.
Görüldüğü üzere mutasavvıfların kelâma yönelik eleştirileri bilgi kaynakları konusunda kelâmcılarla aralarındaki görüş farklılığından ve konuları
farklı bir düzlemde değerlendirmelerinden kaynaklanmaktadır. Selefî bakış
açısından gelen eleştirilerin bir kısmında haklılık payı olmakla birlikte,
bunlar kelâmın kökten reddini haklı kılmaz. Unutmamak gerekir ki, Müslümanlar arasında aklî tefekküre doğru bir temayülün başlaması, toplum ve
düşünce hayatında meydana gelen değişimin tabiî bir sonucudur. Nitekim
oldukça erken sayılabilecek bir dönemde, Ebû Hanîfe (ö. 150/767) söylemde
ve konuların ele alınış tarzındaki değişimi görmüş ve bunun gerekçesini şöyle
açıklamıştır: “Hz. Peygamber’in ashabı kelâmla uğraşmadılar çünkü onlar,
karşılarında savaşan kimse olmadığı için silah taşıma ihtiyacı duymayan
kimseler gibiydiler. Biz ise, bizi öldürmek isteyen ve kanımızı helâl gören
kimselerle karşı karşıyayız. Bu ortamda kimin hatalı, kimin isabetli olduğunu
araştırmamak, aile efradımızı savunmamak gibi bir tutum içinde olamayız.
Biz bugün bir savaşla yüz yüzeyiz ve silaha muhtacız. Kaldı ki insan, ihtilaflı
konularda dilini tutsa bile düşünce olarak birini tercih eder veya hepsine
muhalefet eder.” (Ebû Hanîfe, 1992, s. 10).
Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî ise eleştirilere olan itirazını Ebû Hanîfe’ye göre
biraz daha ayrıntılı biçimde ortaya koyar. Ona göre, öncelikle, itikadî
meseleleri ele alanları kötüleyip sapkınlıkla suçlamanın ve hareket, sükûn,
cisim, araz gibi şeyler hakkında konuşmanın bid’at olduğunu söylemenin bir
temeli yoktur. Zira Hz. Peygamber söz konusu meseleleri araştırıp bunlar
hakkında konuşanların bid’at ehli olduğunu söylememiştir. Şu hâlde, Hz.
Peygamber’in söylemediği bir şeyi söyledikleri için asıl bu iddia sahipleri
bid’at işlemekte ve kendi prensipleri ile çelişmektedirler. İkincisi, bu gibi
meseleler Kur’ân ve Sünnet’te müstakil ve ayrıntılı biçimde yer almamış,
sahabe bunlar hakkında fikir beyan etmemişse de, genel prensipleri bu
kaynaklarda mevcuttur. Ayrıca Hz. Peygamber de, sahabe de kendi zamanlarında ortaya çıkan aklî meseleler üzerine görüş bildirmişlerdir. Yukarıda
sayılanlar üzerinde konuşmamaları, kendi dönemlerinde bunların tartışma
konusu hâline gelmemiş olmasından kaynaklanmaktadır. Üçüncü olarak,
miras, cezalar, boşanma gibi fıkhî meselelerin ihtilaflı noktaları hakkında Hz.
Peygamber’den belirli bir nas varit olmamıştır. Buna rağmen fıkıh âlimleri
bunları mevcut naslara kıyas etmişler ve ictihadda bulunmuşlardır. Buna
binaen, dinin fer’î meselelerinde geçerli olan bir hakkın, esaslarına dair
hususlarda da bulunması, aklî meselelerin, Kitap ve Sünnet’in yanında duyu
verilerine ve bedihî bilgilere dayanarak çözülmesi gerekir (Eş‘arî, 1952, s.
88-89, 94-95).
Nassın anlaşılmasında tamamen zahire bağlı kalan, yorumda bulunmayı
reddeden Selefî tutumun, nasları anlamada ve kelâmî problemleri çözmede
yetersiz kalacağını kabul etmek gerekir. Şüphesiz Allah Teâlâ, insanlara
hakikati bulabilmeleri, önlerini aydınlatabilmeleri ve gereğince davranıp
kurtuluşa erebilmeleri için Kur’ân’ı indirmiş ve onlara peygamberi aracılı-
188
ğıyla mesajını ulaştırmıştır. Bu gayelere ve hikmetlere yönelik olarak indirilen bir kitabın bazı yerlerinin hiçbir insan tarafından anlaşılamayacak olması,
peygamberler göndermek ve kitaplar indirmek noktasındaki ilâhî hikmetin
gerçekleşmemesi, dolayısıyla boşuna (abes) ve hikmetsiz bir şeyin tercih
edilmesi demektir. Yüce Allah böyle olmaktan münezzehtir. O hâlde
Kur’ân’ın her tarafı anlaşılabilir olmalıdır. Şu kadarı var ki, belli noktaların
herkes tarafından anlaşılması, ancak belli bir ilmî seviyeye sahip kimseler
tarafından ve belirli ilkeler çerçevesinde yorumlanıp onlara anlatılması ile
mümkün olacaktır. Böylelikle kitap indirmekteki hikmet de gerçekleşecektir.
Bir yandan yabancı kültürlerle tanışmanın getirdiği korumacılık duygusuyla,
diğer yandan ise hem bireysel sorumluluk açısından kurtuluşa daha rahat
ulaştıracağı hem de ihtilafa sebep olmamak düşüncesiyle inanç meselelerinin
aklî düzlemde tartışılma ve açıklanmasına karşı çıkmak, ilk dönem sonrasındaki Müslüman toplum açısından isabetli bir tavır olarak görünmemektedir.
İslâm düşüncesinde aklî ve felsefî açıklama biçimlerine yöneltilen eleştiriler
hakkında ayrıntılı bilgi için Fatih Toktaş’ın İslâm Düşüncesinde Felsefe
Eleştirileri adlı kitabını okuyunuz.
İslâm Felsefecilerinin Eleştirileri
Felsefenin ve kelâmın kendine göre farklı öncelikleri, hedefleri, zorunlulukları söz konusudur. Felsefenin bir inancı ispat veya savunma kaygısı
yoktur. İslâm felsefesini düşünürsek, o ilk bakışta kendini nasla bağımlı
kılmayan bir hakikat araştırması olarak ortaya koyar. Varlığın ontolojik statüsünü ve yapısını bağımsız olarak ve bizatihi ele alır. Dinin öncelikli ve
temel hedefleri ahlâkî ve pratik karakterdedir. Felsefe ise ondan farklı
biçimde, zihinsel ve felsefî doğruluğu öncelikli hedef olarak belirler. Esasen
bu, dinî esasları tahkim etme ve savunmayı hedefleyen kelâm ile felsefe
arasında öze ilişkin temelli bir ayrışma noktasıdır.
İslâm felsefesinin en önemli temsilcileri olan Fârâbî ve İbn Sînâ (ö.
428/1037) ilâhiyyât, nübüvvet ve meâd (ahiret) gibi temel meseleleri de konu
edinmiş olmakla birlikte görüşleri büyük ölçüde Aristotelesçi-Yeniplatoncu
gelenek çerçevesinde şekillenmiştir. Bu doğrultuda onlar âlemin meydana
gelişini yaratma ile değil, sudûr nazariyesi ile açıklama yönüne gitmişlerdir.
Bu şekilde onlar, âlemin belli bir zaman içerisinde Allah’ın kudreti, iradesi ve
yaratma fiiliyle yoktan yaratıldığı tezine aykırı bir görüş ortaya koymuşlardır.
Hâlbuki kelâmcıların en temel ve ortak kabul ettikleri husus budur. Fârâbî ve
İbn Sînâ, yoktan yaratmayı kabul etmedikleri için kelâmcıların yoktan
yaratmayı ispat etmek için kullandıkları atomcu anlayışı reddeder ve bunu
eleştirirler.
Fârâbî’de doğrudan doğruya kelâma yönelik bir eleştiriden belki söz
edilemez. Ancak o, “kelâm ilminin başlıca özelliği ve bir anlamda gayesinin,
Şâri’in ortaya koyduğu ilkeleri desteklemek ve bunlarla tenakuz arz eden her
türlü şeyi yanlışlamak olduğunu belirtir. Buna bağlı olarak kelâmcıların
duyular, haber veya akıl yoluyla elde edilen her türlü veriyi inceleyerek,
bunlar arasında dini destekleyecek mahiyette ne varsa kullandıklarını, bu üç
tür bilgi arasında birbiriyle çelişenler var ise, dini destekler tarzda olanları
alıp, diğerlerinin yanlışlığını göstermeye çalıştıklarını” söyler (Fârâbî, 1955,
s. 125, 129-130). Yukarıda ifade ettiğimiz gibi felsefenin temel gayesi zihinsel ve felsefî doğruluk olduğu için, onun bu ifadeleri aslında kelâma yönelik
üstü kapalı bir eleştiridir. Bununla birlikte o, her ne kadar kelâmı felsefe
189
karşısında ikincil bir konumda görse de, felsefede kesin kanıtlarla ortaya
konan bilgilerin, avamın anlayabileceği bir din formunda sunulması ve onlara
benimsetilmesinde kelâmın ve onun cedel yönteminin önemli bir işlevi
olduğunu kabul eder. Hatta daha da ileri giderek, kelâmın, dinin ortaya koyduğu teorik çerçeve ve açık hükümlerden hareketle, mesela Allah’ın sıfatları
gibi nispeten kapalı kalan konularda birtakım genel hükümler çıkarabileceğini belirtir (Fârâbî, 1990, s. 133, 152).
İbn Sînâ’da da sistemli bir kelâm eleştirisi görülmez. Ancak o, âlemi ve
Allah-âlem ilişkisini açıklama tarzındaki farklılıklara bağlı olarak çeşitli
konularda kelâm öğretilerine ilişkin tenkitler ortaya koyar. Tabiatıyla tenkit
getirdiği başlıca konulardan birisi, Aristoteles’in de reddettiği atom teorisidir.
Sonuç itibariyle İbn Sînâ’nın temel gayesinin kelâm eleştirisi yapmak olmadığı ve kendi sistemini kurgularken bununla uzlaşmaz gördüğü noktalarda
kelâmcıların görüşlerini ele alarak değerlendirmeler yaptığını söylemek
mümkündür. Felsefe cenahından kelâma yönelik köklü ve sistemli eleştiriler
İbn Rüşd (ö. 595/1198) tarafından ortaya konulmuştur.
İbn Rüşd felsefesinin temel özelliklerinden birisi, felsefe ile din arasında
bir uzlaşma arayışıdır. Ona göre bir hakikat bir diğerine zıt olamayacağı için,
akılla elde edilen bilgi ve deliller ile vahiy yoluyla elde edilen bilgi ve deliller
kesinlikle birbirine ters düşmez. Bununla birlikte, dinî olan ile felsefî olan
arasında görünürde bir uzlaşmazlık vardır. Bunu aşmanın yolu, ikisini kendi
bağlamları içerisinde ele alıp değerlendirmektir. İbn Rüşd’e göre felsefe ve
dinin kendine özgü prensip ve esasları vardır, bunlar birbirinden farklı olmak
durumundadır; birinin diğerine karıştırılması yanlışlıklara sebep olur. Şu
hâlde dinî meselelerin de felsefî problemlerin de doğrusu kendi içinde
belirlenecektir. Dolayısıyla filozof dinî meseleleri tartışmak istiyorsa felsefî
bağlamda değil, dinî bağlamda tartışmalıdır. Bunun için dinin ortaya koyduğu gerçekleri anladıktan sonra tartışmasını bunlar üzerine bina etmelidir.
Aynı şekilde bir din adamı da herhangi bir felsefî problemi tartışmak
istiyorsa o problemin dayanağı olan sistemin üzerine bina edildiği temel
ilkeleri bilip öğrenmeli ve tartışmasını o bağlamda yürütmelidir (İbn Rüşd,
1965, c. II, s. 791). Bu sözleriyle İbn Rüşd, dinî olanı felsefî kavram ve açıklamalarla temellendirmeye çalışan, fakat muhalif felsefî görüşleri dinî
kaygılarla eleştiren kelâmcılara yönelik bir tenkit ortaya koymaktadır.
İbn Rüşd “(Resûlüm!) Sen, Rabbin’in yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır
ve onlarla en güzel şekilde mücadele et!” (Nahl 16/125) ayetine dayanarak
tasdik açısından insanları üç kısma ayırır. Birinci grup bir hükmü kesin aklî
delillerle (burhan) tasdik edenlerdir ki, felsefe esasen bunlara hitap etmektedir. İkinci grup, aynı hükmü cedelî sözlerle, tıpkı burhan ehlinin burhan ile
tasdik ettiği gibi tasdik eder. Zira bu kimselerin tabiatı ve istidadı itibariyle
ancak böylesi mümkündür. Üçüncü grup ise yine burhan ehlinin kesin aklî
delillerle tasdik etmesi gibi, fakat iknaî sözlerle tasdik eder (İbn Rüşd, 1983,
s. 31, 55). İbn Rüşd’e göre bu tasnif açısından kelâmcıların tutumu cedel ve
mücadeleye, Selefiyye’nin metodu ise güzel öğütle davete karşılık gelmektedir. Anlaşılıyor ki İbn Rüşd, cedel metodunun, avama hitap eden hatâbî
metottan daha üst, seçkinlere hitap eden burhanî metottan ise daha alt
seviyede yer aldığı kanaatindedir. Dolayısıyla ona göre diğer ikisi varken
cedelî metot insanlara esaslı bir fayda sağlamaz ve bir anlamda içinde
bulunulan durum ve şartlara bağlı olarak kullanılabilir; her zaman ve zeminde
geçerlilik arz etmez.
İbn Rüşd’ün kelâma metot açısından yönelttiği eleştirilerin temel hareket
noktaları nelerdir?
190
İbn Rüşd metoda yönelik eleştirileriyle teorik bir çerçeve kurduktan sonra, bu doğrultuda kelâmcıların belli konulardaki görüşlerini de tenkit eder.
Bunlardan ilki ve belki de en önemlisi, kelâmcıların atom teorisi üzerine bina
ettikleri ve Allah’ın varlığını ispat noktasında başlıca delilleri olan hudûs
(âlemin yaratılmışlığı) deliline yönelik eleştirisidir. Ona göre, kelâmcıların
hudûs delili oldukça muğlak ve zor anlaşılır bir yapı sergiler. Öyle ki,
muhatap kitlenin büyük çoğunluğunu oluşturan, iknaî sözlerle tasdik ve
imana ulaşan kimseler bir yana, kelâmda yetkinlik kazanan kimseler tarafından bile takip edilmesi ve kullanılması zor bir metottur. Ayrıca Kur’ân’da
âlemin yaratılmasına ilişkin hususlarda hudûs ve kıdem gibi lâfızlar kullanılmamıştır. Dolayısıyla bu terimleri kullanmak bid’attir. Delilde söz konusu
edilen âlemin maddesiz ve zamansız yaratılması gibi hususları avam anlayamayacağı için, bu gibi kavramların kullanılması halkın çoğunluğunun, özellikle de cedel ehli olan kelâmcıların akidesini bozacak birtakım şüphelere sebep olmuştur (İbn Rüşd, 2001, s. 103, 172).
Felsefe cenahından metot açısından yöneltilen, kelâmın meseleleri açıklarken anlaşılması ve çözümlenmesi zor birtakım felsefî öncüllere dayanması,
hatta bu anlamda itikadı zedeleyici olma ihtimalinin bulunması ve dolayısıyla
avam açısından faydadan çok zarara yol açabilir görünmesi yönündeki
eleştirileri tamamen haksız olarak değerlendirmek güçtür. Ancak kelâmın
muhataplarının bir kısmının da felsefî nosyona sahip kişi ve akımlar olduğu
ve belli görüşlerin özellikle bunlara karşı tartışmalar bağlamında ortaya konulduğunu gözden kaçırmamak gerekir. Ayrıca kelâmcılar İbn Rüşd’ün
iddiasının aksine farklı muhatap kitleleri hedefleyen daha ziyade iknaî içerikli
müstakil eserler de kaleme almışlardır. Özellikle V./XI. yüzyıldan itibaren de
akaid risalesi mahiyetinde bu tür eserler yazmak bir gelenek hâline gelmiştir.
Bunun yanı sıra, ne kadar isabet ettikleri tartışılabilirse de, ortaya konulan
tezlerin ve bunu ispat sadedinde getirilen delillerin Kur’ânî dayanaklarını
bulma gayreti, kelâmın ayırt edici vasıflarından biri olmuştur.
Günümüzde Kelâma Yöneltilen Eleştiriler
Kelâma, klasik gelenek içerisinde olduğu gibi, günümüzde de çeşitli hususlarda eleştiriler yöneltilmektedir. Bunların bir kısmı, kaçınılmaz biçimde geleneksel eleştirilerin yeni bir form ve üslup içerisinde yeniden takdim
edilmesi şeklinde ortaya çıkar. Zira kelâmın gerek öngörülen hedeflere ulaşmadaki yöntemi, gerekse konuları ele alışı açısından eksik veya hatalı olarak
değerlendirilen hususların, geçmişteki tenkitçiler tarafından tamamen gözden
kaçırıldığını veya göz ardı edildiğini düşünmek çok gerçekçi olmaz. Dolayısıyla tamamen orijinal, gelenekte kökü bulunmayan yeni eleştiriler ortaya
konulması da beklenemez. Ancak şu kadarı var ki, zamanın getirdiği yeni
bilgi birikimi ve şartlar çerçevesinde farklı bakış açılarıyla yeni değerlendirmeler de yapılmıştır ve yapılmaktadır.
Bu dönemde kelâma yöneltilen eleştirilerden birisi, soyut bir felsefî bakış
açısı düzeyinde kalarak, insan davranışlarını biçimlendirmeye yönelik pratik
bir etki ortaya koyamamış olmasıdır. Buna göre kelâmın vazifesi Kur’ân’dan
hareketle bir fikrî üst yapı, yani bütüncül bir dünya görüşü oluşturmak olmalıdır. Bu şekilde kelâm, insana yol göstererek, onu Kur’ân’da “takvâ” olarak
isimlendirilen, Allah’a, tabiî çevreye ve insanlara karşı ahlâkî duruşa sevk
etmeye çalışmalıdır (Fazlur Rahman, 1982). Özellikle Eş‘arî kelâmı bu noktada başarılı olamamış görünmektedir. Her ne kadar Kur’ân’da sunulan varlık
anlayışı büyük ölçüde Allah merkezli ise de, insanın yeryüzünde halife
191
kılınması (Bakara 2/30), başka varlıkların üstlenmeye cesaret edemedikleri
emaneti yüklenmesi (Ahzâb 33/72-73), yeryüzündeki varlıkların ona boyun
eğdirilmesi (Hac 22/65) gibi ifadelerle insana da vurgu yapılmaktadır. Oysa
Eş‘arî kelâmı Allah’ın kudret ve iradesinin mutlaklığını koruma adına, insanın hürriyetini nerede ise yok sayan bir açıklama tarzı geliştirmiş, sanki
Allah ile insanın irade ve kudretini zıt kutuplar gibi değerlendirmiştir. Âdetâ
ikincisini kabul etmenin birinciyi ortadan kaldıracağı gibi aşırı sakınmacı bir
düşünceyle hareket etmiştir.
Bu eleştiri belli yönlerden haklılık arz eder. Ancak bir düşünceyi değerlendirirken, onun ortaya çıktığı psikolojik, sosyal ve fikrî ortamı da dikkate
almak gerekir. Bilindiği üzere Eş‘arî kelâmının ilk ortaya çıkışı, Mu‘tezile’ye
karşı bir tavır şeklinde olmuştur. Dolayısıyla Eş‘arîler’in insanın tamamen
zorlama altında olduğu ve hürriyetinin nerede ise sıfırlandığı izlenimi veren
yaklaşımı, ilk bakışta Allah’ın irade ve kudretini sınırlama pahasına insanın
irade ve eylem özgürlüğüne vurgu yaptığı görülen Mu‘tezilî düşünce ile
kendisini ayırmayı hedefleyen tepkisel bir tutumdur. Nitekim aynı dönemde
Mu‘tezile ile bu kadar doğrudan bir yüzleşme durumunda olmayan diğer
büyük Sünnî ekol olan Mâtürîdiyye, daha ılımlı ve dengeli bir açıklama tarzı
geliştirmiştir. Ayrıca, mezhebin genel kanaatinin açmazlarının farkında olan
Bâkıllânî, Ebû İshak el-İsferâyînî ve Cüveynî gibi Eş‘arîler, zaman zaman
Mu‘tezilî düşünceye yaklaşan çözüm önerileri geliştirmişlerdir.
Kelâma yöneltilen son dönem eleştirilerden bir diğeri de şudur: Kelâmda
belli bir öğretiyi desteklemek için delil getirilen nas, bu yorumlanmış hâliyle
mutlaklaştırılmış ve sorgulanamaz biçimde gelenek içinde nesilden nesile
aktarılmıştır. Bunun devamında da aslında belli bir dönemde ve belli şartlar
altında oluşturulmuş bir fikir, aşılamaz “ilk ve son söz” olarak değerlendirilmiştir. Sonuç olarak sonraki dönemlerde, geçmişte ortaya konulan eserlerin
şerh edilmesi kelâmın başlıca işlevi hâline getirilmiştir (Hasan Hanefî, 2003).
Geleneğin mutlaklaştırıldığı, bu anlamda Gazzâlî öncesi kuşağın Gazzâlî
sonrası döneme yapacak bir şey bırakmadığı kanaatinin yerleşik hâle geldiği,
bunun da kelâm alanında ortaya konulan ilmî faaliyeti sınırlayıcı rol oynadığı
iddiasını, şerh ve derlemecilik dönemini hazırlayan sebepler ışığında değerlendirmek gerekir. Bu eleştiri çok haklı değildir. “Kelâm Eserleri” ünitesinin
ilgili bölümünde de ifade edildiği gibi, belli bir dönemden itibaren bir yandan
tabiî olarak itikadî esaslarda bir farklılaşma, nitelik veya nicelik açısından
artma söz konusu olmamaktadır. Diğer yandan da düşünce dünyasında mücadele etmeyi gerektirecek yeni birtakım fikir hareketleri ortaya çıkmamıştır.
Bu sebeplerle, kelâmcıların gayreti, daha önceden verilmiş eserlerin daha iyi
anlaşılması ve muhteva açısından zenginleştirilmesi noktasında yoğunlaşmıştır.
Bir diğer iddia, artık bir tür slogan hâlinde söylenegelen, özellikle Eş‘arîliğin âlem ve Allah tasavvurunun, tabiattaki varlıklar arasında sabit ilişkileri, “olayların akışının öngörülebilmesi” düşüncesini reddettiği için, tabiî
âlem hakkında yeterli çalışma yapılmasının önünü tıkadığı ve bu şekilde
İslâm dünyasının bilimsel ve fikrî anlamda geri kalmışlığına sebep olduğu
hususudur. Bu iddia birkaç yönden tutarlı görünmemektedir. İlk olarak, kelâmcıların reddettikleri husus, âlemde bir düzenliliğin, varlıklar arasında öngörülebilir ilişkilerin varlığı değil, bu ilişkinin bir yandan varlıkların özsel
nitelikleri sebebiyle olduğu, diğer yandan da rastgele ve tesadüf eseri medyana geldiği varsayımlarıdır. Onların gayesi bu ilişkiler düzeni karşısında Allah’ın varlığına gerek bırakmayacak bir açıklama tarzına meydan vermemek
192
ve sonuçta Allah’ın varlığını ve âlemi sürekli yaratmasını temellendirebilmektir. Zaten onlar, âlemdeki varlıkların gerçek anlamda var olduklarını
ve insanın bunlara dair bilgi sahibi olmasının mümkün olduğunu temel bir
hüküm olarak ortaya koymuşlardır. Bu da âlemin onlar tarafından anlaşılabilir ve açıklanabilir bir varlık olarak değerlendirildiğini gösterir. İkinci
olarak, İslâm düşüncesinde özellikle pozitif bilimler alanında hiçbir çalışma
yapılmadığı veya üretim ortaya konmadığı söylemi tarihî gerçeklerle bağdaşmamaktadır. Üçüncü olarak, İslâm dünyasının geri kalmışlığı iddiası tamamen doğru kabul edilse bile, bunu sadece kelâma fatura ederek onun aklî
düşünceye ket vurduğu savıyla açıklamak ve herhangi bir sosyal olgunun
ortaya çıkışında fikrî, toplumsal, siyasal pek çok farklı etkenin rol oynadığı
gerçeğini göz ardı etmek hatalı bir tutum olacaktır.
Son olarak kelâmın donmuş bir düşünce olduğu ve çoğu zaman bir kısır
döngü içerisinde cerayan ettiği iddiası üzerinde durmak gerekir. Buna göre
kelâm güncelden koparak yeni düşünce ve ideolojiler karşısında İslâm’ı
yeterince savunamadığı gibi, vahyin amaçlarından birisi olan insanı ve tabiatı
incelemekten uzaklaşmıştır (Hasan Hanefî, 1988). Dinin kaynağını teşkil
eden vahyin merkezinde insana yer verilmişken, kelâmcılar bunu Allah
merkezli hâle getirmişlerdir. Dolayısıyla kelâmın aslî konusu Allah’ın zatı
değil bizzat insan olmalıdır. Yani kelâm, insanların sorunlarının incelenmesi,
araştırılması şeklinde en geniş anlamıyla bir antropoloji, insan bilimi hâline
getirilmelidir (Hasan Hanefî, 1978).
Böyle bir iddia, kelâmın sadece dinin esaslarını aklî ve naklî delillerle
açıklayan bir uğraşı olmaktan çıkıp, siyasî ve toplumsal alana dair bütün
problemleri çözmeye yönelen bir ilim olması gerektiğini ifade eder. Ancak
belirtmek gerekir ki, sadece insanı merkeze alan bir kelâm, metot ve konu
bakımından doğru olmayacağı gibi, vahyin öğretisiyle de örtüşmeyecektir.
Zira vahiyde sadece insan değil, bir denge oluşturacak biçimde Allah ve âlem
de merkezî kavramlar olarak yer almaktadır. Kelâmın bütün problemleri
çözmeye yönelmesi talebi ise fıkıh ve ahlâk gibi ilimlerin yanı sıra birçok
sosyal bilimin işlevini de kelâma yüklemek anlamına gelecektir. Konusu ve
gayesi itibariyle kelâmın yapması gereken, dinin değişmez ilkelerini ortaya
koyarak, yeni problemlerle yüzleşme noktasında diğer bilim dallarına bir
temel ve çerçeve oluşturmaktır. Söz konusu problemlerin inanca yönelik
boyutları bulunması veya bu problemler üzerinden dine karşı eleştiriler ileri
sürülmesi hâlinde ise kelâm, meselenin etraflıca incelenmesini gene ilgili
bilim dallarına bırakarak, onların ortaya koyduğu verileri kullanmak suretiyle
gereken hükümleri verecek ve savunuyu gerçekleştirecektir. Böylelikle onun
âdetâ sınırları belirsiz bir malumat yığını olmasının ve var oluş gayesini
gözden kaçırarak özünde kendi ilgi alanına girmeyen tali meselelere takılıp
kalmasının önüne geçilmiş olacaktır.
Kelâma yöneltilen eleştiriler hakkında ayrıntılı bilgi için U. Murat Kılavuz ve A.
Saim Kılavuz’un Kelâma Giriş isimli kitabının ilgili bölümlerini okuyunuz.
Özet
İlim tasniflerinde kelâmın farklı konumlarda görülmesinin nedenlerini
açıklayabilmek.
İlk İslâm felsefecileri, özellikle Antik Yunan filozofu Aristoteles’in görüşlerini benimsemişler ve bunları yeniden yorumlayarak İslâmî bir çerçeve
içerisinde sunmuşlardır. Onlar ilimleri sınıflandırırken, etkileşimler sonucunda Yunan felsefesinden İslâm düşüncesine giren felsefî ilimleri meşru-
193
laştırmaya da çalışmışlardır. Takip ettikleri Aristotelesçi ilim anlayışında,
ilâhî ya da fizik ötesi alanla ilgilenen metafizik ilmi, ele aldığı varlığın mahiyeti ve kullandığı metot açısından en üstün konuma yerleştirilir. Diğer ilimler
metafiziği daha iyi kavramaya yardımcı vasıtalar olarak görülür. Bu anlamda
kelâm da felsefeciler tarafından, belki felsefî bilgiyi anlayamayacak kesimlere belli hususları anlatmaya yarayan bir araç olarak daha alt konumda değerlendirilir.
Felsefeciler dışında kalan âlimlerin yaptığı tasniflerde ise, kelâm özellikle
diğer tüm dinî ilimlerin ve bunun da ötesinde bizzat dinin temelini teşkil eden
Allah, peygamberlik ve ahiret konularıyla, itikat alanıyla ilgilendiği için en
üstün ilim olarak görülür.
Kelâmın diğer ilimlerle ilişkisinin genel özelliklerini saptayabilmek.
Kelâm ilmi ile diğer ilimler arasında dört türlü ilişkiden bahsedilebilir:
1. Ele alınan konular yani muhteva açısından ortaklık veya benzerlik
2. Konuların değerlendirilmesinde kullanılan metotlar açısından benzerlik
3. Esasen başka bir ilmin konusu olan bir meselenin, bazı özellikleri sebebiyle kelâma dâhil edilmesi
4. Konuların işlenmesinde fikrî altyapıyı oluşturacak veya belli hususların
ayrıntılandırılması ve ispatında kullanılacak verilerin başka ilim dallarından alınması
Farklı zümreler tarafından kelâma yöneltilen eleştirilerin arkasında yatan
fikrî temelleri ayırt edebilmek.
Selef ve Selef düşüncesini benimseyenlerin eleştirilerinin temel hareket noktası nassa mutlak bağlılık ve itikadî alanda bilgi üretme ve nasları yorumlama
için aklın kullanımına karşı çıkıştır.
Sufîlerin eleştirisi, kelâmda doğru ve genelgeçer bir bilgi kaynağı olarak
kabul edilmeyen keşf ve ilhamı bağlayıcı bir bilgi kaynağı olarak görmelerine
ve Allah hakkında bilgiye ulaşmanın yolunun aklı kullanmak değil, öncelikle
doğru fiillerde bulunarak, ibadet ve riyazet yoluyla kalbi arındırmaktan geçtiğini düşünmelerine dayanır.
Felsefecilerden Fârâbî ve İbn Sînâ gibi isimlerin eleştirileri, büyük ölçüde
kelâmcılardan farklı bir Allah ve âlem algısına ve açıklama biçimine sahip
olmalarından kaynaklanır. Nitekim onlarda kelâm eleştirisi doğrudan bir
hedef olarak değil, kelâm öğretisinde kendi sistemleri ile uyum arz etmeyen
noktaların dile getirilmesi ve tenkidi tarzında ortaya çıkar. İbn Rüşd’ün gerek
metot gerekse sistematik açısından getirdiği eleştiriler de, kelâmcıların
açıklama tarzlarının Kur’ân ve Sünnet’e uygun olmadığı, kesin aklî delillere
dayanmadığı ve muhatap alınan kitlenin zihnî altyapısı ile idrak kapasitesinin
gözetilmediği tespitleri doğrultusunda şekillenir.
Çağdaş eleştiriler konusunda ise iki şey söylenebilir. Birincisi, bu tip
eleştirilerde bulunanlar, büyük ölçüde kelâmcıların belli konularda ortaya
koyduğu görüşlerin fikrî ve tarihî bağlamını gözden kaçırmakta ve dönemin
şartlarını doğru değerlendirmeden günümüz şartlarına göre yorumda bulunmaktadırlar. İkincisi, özü itibariyle kelâmın ilgi alanına girmeyen, bizzat kelâmın yüzleşmesi gerekmeyen modern çağın ve ilim anlayışının ortaya
çıkardığı belli problemlerin çözümünü kelâma yüklemeye çalışmakta ve bu
noktada faaliyet göstermediği için kelâmı tenkit etmektedirler.
194
Kendimizi Sınayalım
1. Aşağıdakilerden hangisi ilimlerin sınıflamaya tâbi tutulmasıyla hedeflenen
konulardan biri değildir?
a. İlimlerin sahalarını belirleme
b. Bir ilim dalının eleştirisini yapma
c. İlimlerin sınırlarını birbirinden ayırma
d. Farklı ilimlere ait birikimleri sistematik biçimde değerlendirme
e. İlimlerin sahaları arasındaki ilişkileri belirleme
2. “Kelâm ilminin, insanların karşılaştığı inançla ilgili problemleri tek başına
çözmeye belki yeterli olamayacağı, avamın onunla ilgilenmesinin sakıncalı olabileceği, ancak sonuçta bu ilimle ilgilenmenin farz-ı kifaye
olduğu” değerlendirmesini yapan İslâm düşünürü aşağıdakilerden hangisidir?
a. İbn Teymiyye
b. Ebû Mansûr el-Mâtürîdî
c. İmam Şâfiî
d. Gazzâlî
e. İbn Sînâ
3. Hem metot hem de muhteva açısından kelâma en sistemli eleştirileri
getiren İslâm filozofu aşağıdakilerden hangisidir?
a. Âmirî
b. İbn Sînâ
c. Kindî
d. Fârâbî
e. İbn Rüşd
4. Aşağıdakilerden hangisi Selef çizgisini benimseyenlerle felsefecilerin
kelâma ortak olarak yönelttikleri eleştirilerden biridir?
a. Akla çok fazla ağırlık vermeleri
b. Nasları aşırı yorumlara tâbi tutmaları
c. İtikadî konuları halkın anlamayacağı bir dille sunmaları
d. Mantık ilminin usullerini metot olarak benimsemeleri
e. Mezhep ayrılıklarını körüklemeleri
195
5. Aşağıdakilerden hangisi modern dönemde kelâma yöneltilen eleştirilerden
biri değildir?
a. Kelâmcıların nasları yorumlamada akla gereği kadar başvurmadıkları
b. Kelâmın güncelden koparak yeni düşünce ve ideolojiler karşısında
İslâm’ı yeterince savunamadığı
c. Kelâmcıların âlem anlayışının İslâm dünyasının pozitif bilim alanında
ilerlemesini engellediği
d. Zaman içerisinde belli yorum biçimlerinin mutlaklaştırıldığı ve yeni
fikirler üretilmediği
e. Soyut bir felsefî bakış açısı düzeyinde kalarak, insan davranışlarını
biçimlendirmeye yönelik pratik bir etki ortaya koyamadığı
Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı
1. b
Yanıtınız farklı ise, “Giriş” kısmını yeniden gözden geçiriniz.
2. d
Yanıtınız doğru değilse, “Geleneksel İlim Anlayışında Kelâmın
Yeri” konusunu yeniden okuyunuz
3. e
Yanıtınız doğru değilse, “İslâm Felsefecilerinin Eleştirileri”
konusunu yeniden okuyunuz.
4. c
Yanıtınız doğru değilse, “Selefîler ve Sufîlerin Eleştirileri” ve
“İslâm Felsefecilerinin Eleştirileri” konularını yeniden okuyunuz.
5. a
Yanıtınız doğru değilse, “Günümüzde
Eleştiriler” konusunu yeniden okuyunuz
Kelâma
Yöneltilen
Sıra Sizde Yanıt Anahtarı
Sıra Sizde 1
Bu hususun en karakteristik örneklerinden birisi, kelâmcıların Allah’ın varlığını ispat için asırlar boyunca kelâma özgü bir delil olarak kullandıkları
âlemin yaratılmışlığı (hudûs) delili kurgularında görülür. Bu delilin çatısını,
onların antik Yunan felsefesinden ve fizik biliminden aldıkları atomculuk
düşüncesi ya da diğer adıyla cevher ve araz teorisi oluşturur. Buna göre tüm
âlem atom (cevher) dediğimiz temel yapıtaşlarından oluşmuştur. Bu cevherler, her zaman araz adı verilen renk, koku, hacim, hareket vb. gibi bazı
nitelikler taşırlar. Bu niteliklerin varlığı kendiliğinden sürekli değildir; Allah
tarafından sürekli yeniden yaratılmaları gerekir. Cevherler de arazlar olmadan
varlıklarını sürdüremeyecekleri için, onların da sürekli Allah tarafından
yaratılmaları gerektiği ortaya çıkar. Dolayısıyla Allah dışında kalan tüm varlıkların, yani âlemin yaratılmış olduğu kesindir. Bu niteliği taşıyan varlıkların
mutlaka tek bir yaratıcısının bulunması gerekir. Delilin sonuç kısmına göre
kendisi yaratılmamış, ezelî olan ve her şeyi yaratan bu tek varlık Allah’tır.
196
Sıra Sizde 2
Bu hususta, temelde iki şey söylenebilir. İlk olarak, bu tip eleştirilerde bulunanlar, zaman içerisinde değişen toplumsal yapıyı ve şartları doğru değerlendirememişlerdir. Gerek farklı din ve kültür mensuplarıyla gittikçe artan
biçimde gerçekleşen karşılaşmalar, gerekse İslâm toplumu içinde birbirine
muhalif düşüncelerin ortaya çıkışı, itikadî meselelerin tartışılmasına yol
açmıştır. Bunun sonucunda doğru bir itikadî yapı oluşturmak ve dini savunmak adına aklı da devreye sokarak yeni düşünceler geliştirmek kaçınılmaz
hâle gelmiştir. İkincisi, Allah Teâlâ akla başvurmayı kesin biçimde yasaklamadığı gibi, bizzat Kur’ân’da belli hakikatlerin kavranması için aklı kullanmanın gerekliliğine vurgu yapılmıştır. Dolayısıyla belli ölçüler dâhilinde ve
inanç esaslarıyla çatışmayacak biçimde akla yer vermek aslında gereklidir.
Sıra Sizde 3
İbn Rüşd’ün kelâma metot açısından eleştirisi üç konu etrafında şekillenmiştir. Bunların birincisi, kesin aklî delillere, yani burhana dayanmayan birtakım hükümlerle dini anlama ve açıklama yoluna gitmeleridir. İkincisi, aklî
yöntemi, cedeli ve hitabeti bir arada kullanan Kur’ân üslubuna uymayan bir
tarzda, muhataplarını dikkate almaksızın ağır felsefî bahisleri avama açmalarıdır. Sonuncusu ise vahyin herkes tarafından anlaşılabilecek ve herkesin
uyması farz olan zahirinin ötesinde sadece ilim adamlarının anlayabileceği,
tevile açık manalarını halka açıklamalarıdır.
Yararlanılan Kaynaklar
Âmirî, (1988), Kitâbü’l-i’lâm bi-menâkıbi’l-İslâm, Riyad.
Ebû Hanîfe, (1992), el-Âlim ve’l-müteallim, (İmam-ı Azam’ın Beş Eseri içinde), İstanbul: İFAV Yayınları.
Eş‘arî, (1952), Risâle fî istihsâni’l-havz fî ilmi’l-kelâm, Beyrut.
Fârâbî, (1955), İlimlerin Sayımı, Ankara: Maarif Vekâleti.
Fârâbî, (1990), Kitâbü’l-hurûf, Beyrut.
Fazlur Rahman, (1982), Islam & Modernity: Transformation of an
Intellectual Tradition, Chicago.
Gazzâlî, (2003), el-İktisâd fi’l-i’tikâd, Beyrut.
Gazzâlî, (1967). el-Münkız mine’d-dalâl, Beyrut.
Hasan Hanefî, (1988). Mine’l-akîde ile’s-sevra, Beyrut.
Hasan Hanefî, “Kelâm İlminin Tarihselliği”, Kelâm Araştırmaları Dergisi, I/2
(2003), s. 155-174.
Hasan Hanefî, “Teoloji mi Antropoloji mi?”, Ankara Üniversitesi İlâhiyat
Fakültesi Dergisi, 23 (1978), s. 505-31.
Herevî, (1998). Zemmü’l-kelâm ve ehlihî, Medine.
197
İbn Kudâme, (1994), Zemmü’t-te’vîl, Şarika.
İbn Kuteybe, (1988), Te’vîlü muhtelifi’l-hadîs, Beyrut,.
İbn Rüşd, (1983). Faslü’l-makâl, Kahire.
İbn Rüşd, (2001). el-Keşf an menâhici’l-edille, Beyrut.
İbn Rüşd, (1965). Tehâfütü’t-tehâfüt, Kahire.
Kutluer, İ., (1996), İslâm’ın Klasik Çağında Felsefe Tasavvuru, İstanbul:
İz Yayıncılık.
Taşköprîzâde, (1998), Mevsûatü
misbâhu’s-siyâde, Beyrut.
198
mustalahâti
miftahu’s-saâde
ve
199
Download