HÜR TEFEKKÜRÜN KALESİ Aylık Siyaset, Strateji ve Toplum Dergisi 15 HAZİRAN - 15 TEMMUZ 2014 YIL 8 ÖZEL SAYI 91 20 TL www.haberajanda.com.tr haber ÖZEL SAYI DÜNYA LİDERİ Fotoğraf: Beşir Coşkun LİDERİN DÜNYASI 2 haziran 2014 haziran 2014 3 Yurtiçi ve yurtdışı vip turlar… Yurtdışı ve yurtiçi tüm havayolları ve hızlı tren yetkili acentası… Alemara Turizm Seyahat Acentası İzmir Cad. Arık İş Merkezi No: 36/22-23 Kızılay-Ankara Tel: 0312 4241323 - 0553 2812737 - 05324044237 E-mail: [email protected] haberajanda İçindekiler SAYI: 91 // 15 HAZİRAN - 15 TEMMUZ 2014 BAŞYAZI DOÇ. DR. SİNAN CANAN Seçeneği olmayan Adam 16 Erdoğan, her yerde Erdoğan olarak kendini gösterdi. İster uluslararası bir toplantıda konuşsun, ister parti grubunda miletvekillerine seslensin, isterse miting meydanlarında yahut halktan birilerini evinde misafir olduğunda iki kelam etsin; hep aynı adam olmayı becerbildiği için farklıdır Erdoğan. Uzun politik analizlere gerek yok; büyük dünya devletlerinin yöneticileri ile diyaloglarından, ülkenin sınırları dışına taşan müdahil alışkanlıklarına kadar, Osmanlı bakiyesi olan bu topluluğun özünde içinden çıkartması gereken tipte bir karakterdir o. 40 HABER AJANDA 40 48 SERVET HOCAOĞULLARI 56 60 48 56 60 80 6 12 EDİTÖR Çankaya’ya gider iken 16 BAŞYAZI: DOÇ. DR. SİNAN CANAN Çünkü Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, CHP’nin bu Seçeneği olmayan Adam temenni senaryosuna göre zaten partili bir cumhurbaşkanı. İşte Erdoğan’ın bu süreçteki dünya gö- 20 AYIN OLAYI rüntüsü, her şeyine programının yapıldığı, mazKapkara bir damla terdi lumların üzerine dualar akıttığı ve zalimlerin ve de gözlerde buğulanan! zalimleri görmezden gelenlerin öfkesinin hissedildi22 SELÇUK KAYIHAN ği bir kıvamda. haziran 2014 80 Türkiye Ajanda 28 ÖMER BEKİR SADIK Dünya lideri veya Lider’in dünyası Dünya Ajanda Erdoğan için zor olan eşik şudur: Türkiye, birçok alanda “henüz” dünya lideri değildir -hızla bu 34 ULUĞ BAYINDIR yolda ilerlese de- ve toplam ülke liderliği enerji Medya Ajanda sini de “henüz” biriktirememiştir. Dolayısıyla Er38 AHMET YOZGAT doğan, kişisel dünya liderliği yetenek ve perKarikatür formansını ülkesi ile eş zamanlı ve eş güdümlü sürdürememektedir. 40 HABER AJANDA: DOSYA Çankaya’ya gider iken AHMET TURGUT 48 SERVET HOCAOĞULLARI Kur’an’ın dilinden dünya lideri Bir göz sulhta, diğeri ıslahta… Savaşsa da barışan, Dünya lideri veya yok etmeden ihya edebilen bir idrak, salih ameller Lider’in dünyası le ahlaklanabilince yeryüzüne vâris olmakta. İster56 AHMET TURGUT seniz siz bu yeryüzü verasetine “dünya liderliği” de diyebilirsiniz, şartları iyi kötü belli; gerisi azim, şuur Kur’an’ın dilinden ve ihlaslı bir kadro işi… dünya lideri AHMET YOZGAT 60 AHMET YOZGAT Türk’ün ezeli düsturu Türk’ün ezeli düsturu “Tek Tengri, Tek Kağan” “Tek Tengri, Şanı Yüce Yaratan, mazlumları uzun süre kahraTek Kağan” mansız bırakmaz. Kahramanlarsa gökyüzünden inmez, yerden biter. O hâlde bize düşen, yanı başı70 PROF. DR. REFİK TURAN mızda boy atan “Uzun Adam”a sahip çıkmaktır. Türkiye Çünkü tüm mazlumlar dualarıyla onun arkasında tarihî yolculuğuna ve biliyorlar ki o, bir dünya lideri... Dünya liderlerini “cetvel sınırları” bağlamaz… “Lider” Recep Tayyip Erdoğan’la PROF. DR. AHMET TAŞĞIN “Yüksek dağlar derin vadilere bakar”: devam ediyor “Ağustos’ta Rapsodi” 76 PROF. DR. SEYİT MEHMET ŞEN Servis edilen liste çalışılmış, detaylardaki bütün Laik müminlerin boşluklarsa yeni merkezin jargonuna göre hazırbaşkanlık sistemi korkusu lanıp merkeze de yeni bir jargonla taşınmıştı. Bakanlar Kurulu ve listelere giren milletvekili veya 80 PROF. DR. AHMET TAŞĞIN belediye başkanları dahi kriz zamanlarında konuş“Yüksek dağlar maktan aciz kaldıklarında, kendileri için yeni yerderin vadilere bakar” ler aradıklarında yine süreci takipteki kararlılığı Erdoğan’ı dünya lideri yapmaya yetmişti. “Ağustos’ta Rapsodi” 70 PROF. DR. REFİK TURAN PROF. DR. SEYİT MEHMET ŞEN Türkiye tarihî yolculuğuna “Lider” Recep Tayyip Erdoğan’la devam ediyor Laik müminlerin başkanlık sistemi korkusu Somali, Sudan, Mali ve Nijerya’da özellikle Müslüman katliamları yaşanmakta, bu da Batı medyası ve kamuoyu için teferruat… Bütün bunların yanında ise Türkiye’de AK Parti iktidarı, daha doğrusu güçlü tek parti iktidarı, Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın -karizmatik bir lider olarak- 12 yıldır ülkeyi yönetmesi olağanüstü önemlidir. Çatı, üçgen, dörtgen veya daire, ne denerlerse denesinler, AK Parti’nin çıkaracağı adaya karşı kazanma imkânlarının olmadığını görüyorlar. Çünkü laik dinin müminleri biliyorlar ki hangi adayı çıkarırlarsa çıkarsınlar, muhafazakâr seçmenin milliyetçi kanadının oylarının tamamını kendi adaylarına yönlendiremeyecekler ve Cumhurbaşkanlığı ellerinden kuş olup uçacak. 86 MEHMET SERHAT BIÇAK Hedefi 12’den vurmak 88 NESRİN ÇAYLI Her kardeş ihaneti bir Yusuf eder! 92 MEHMET ŞEKER Kutlu bir yolculuk 94 FİKRİ AKYÜZ Tayyip Erdoğan’ı devirme aşamaları 96 CAHİT TUZ Sessiz devrimin kemale erme vakti 98 MURAT İLKTER Fetihsiz “Lider” 100MUHTEŞEM TIRAŞ Noksan olan, Yahya Efendi 102EKREM KAFTAN Anadolu’ya sığmayan lider! 106ORHAN KARAGÖL Paradoksal Lider: Erdoğan 110MUHAMMED İKBAL BAKIRCI Bir milletin vicdanı olarak Tayyip Erdoğan 112NADİRE ÇAMLI YILDIRIM Ustalık döneminde Erdoğan 114AYTEKİN ATASOYU Acı hatıralar ve geleceğe dair korkular anaforunda “toplum ve liderlik” 116YAVUZ ŞAHİN Üç devrimin tek sahibi 118OSMAN KAYAER Türkiye “ulus devlet”e sığmıyor 76 86 92 96 88 94 98 MEHMET SERHAT BIÇAK MEHMET ŞEKER CAHİT TUZ Hedefi 12’den vurmak Kutlu bir yolculuk Sessiz devrimin kemale erme vakti 86 90 sene önce Anadolu insanından biçimlendirilen “Ne mutlu”cu Türk tipi, şimdi de “Ne mutlu”cu Müslüman olmaya kanalize edilmek isteniyor. Söz konusu “Ne mutlu”cu insanın çağdaş bir Yahudi olacağı kesin. Kendine has dini, kendine has cenneti ve millî azizleri olacak bir anlayıştan bahsediyoruz. NESRİN ÇAYLI 92 Dikkatinizi çekerim! O günkü yazıda “Başbakan” değil, “Başkan olarak” yazmıştım. Gönlünde yatan aslanı sezmiştim. Ülke için o sistemin daha doğru olduğunu düşündüğünü fark etmiştim. O kısa yazıdaki tahminin tam anlamıyla gerçekleşmesi için, önümüzde çok az bir zaman kaldı. Görelim Mevlâ neyler… Her kardeş ihaneti bir Yusuf eder! FİKRİ AKYÜZ Tayyip Erdoğan’ı devirme aşamaları Saymakla bitmeyecek böylesi soruların müsebbibidir bu “Dev Yürekli Adam”, bu Başbakan! Böyle bir adamın yoluna gül döşeniyorsa, korkaklar taş değil, kaya döşemek için gayret sarf etmesin de ne yapsın?! Yazık değil mi onlara? Uzun soluklu planlarını bozan bir dev yüreğe çarptılar! Tayyip Erdoğan benim babamın oğlu değil... Birileri için mesele “Tayyip Erdoğan meselesi” olabilir, ama benim meselem “şahıs” değil, “şahsiyet”tir. Sadece tarihin tekerrür etmemesi için bir şeyler yazıyorum. Ve o yüzden şimdi biraz da yakın tarihten örnekler, anekdotlar, kişiler ve klişeler aktaracağım. 88 94 96 Ancak devrimin kemali, devrim hareketinin zirvedeki isminin zirveye oturmasıyla mümkün olabilir. Zira o semboldür. Dolayısıyla sessiz devrimin kemali, sembolün zirvede olmasını gerektirir. Kendi kendini engellemeyen, ağırlaştırmayan bir Türkiye düşünün... Kalbi teklemeyen, nefesi tıkanmayan, aklı durmayan bir Türkiye... MURAT İLKTER Fetihsiz “Lider” Liderliğin felsefesinde iki ana unsur göze çarpar: “Zaman-mekân ilişkisi”. Bu ilişki, kişinin neyin, nerenin ve hangi zamanın lideri olduğunu belirler. Bu liderlik, topraklara hükmeden bir mekân liderliğini kapsayabileceği gibi, hükmettiği mekândan öte, yaşadığı çağa nüfuz eden ve gelecekte yankısı süren bir “fetihsiz lider” karizması da olabilir. 98 haziran 2014 7 haberajanda İçindekiler SAYI: 91 // 15 HAZİRAN - 15 TEMMUZ 2014 144 SÖYLEŞİ: EKREM ERDEM SÖYLEŞİ: METİN KÜLÜNK Türkiye’yi aşan Başbakan: “Recep Tayyip Erdoğan” “Recep Tayyip Erdoğan, bu coğrafyanın kaderidir” Benim bu konudaki görüşüm açık. 30 Mart seçimleri de her şeyi ortaya koydu. Cumhurbaşkanlığı noktasında aklım da, gönlüm de “Recep Tayyip Erdoğan” diyor. Tabiî bu konuda takdir tamamıyla kendilerinindir. Takdirleri aday olma noktasında olursa, inanıyorum ki toplumda gereken karşılığı bulur ve seçimin ilk turunda Çankaya’ya çıkar. Recep Tayyip Erdoğan bu coğrafyanın kaderidir. Hepimizin yüreklerinin adıdır ve onun da yanında olmak, bir yenilgiden büyük bir galibiyete çıkan yolda olmaktır. Ancak üzgünüm, anlayanlar kadar anlamayanlar da var. O, bir sembol değerdir. Onun yanında olmak, mutmain bir insan gibi ruh ve bedenin aynı yerde olmasıdır. 154 100 110 112 102 120 118 MUHTEŞEM TIRAŞ M. İKBAL BAKIRCI NADİRE ÇAMLI YILDIRIM Noksan olan, Yahya Efendi Bir milletin vicdanı olarak Tayyip Erdoğan Ustalık döneminde Erdoğan 100 110 112 Erdoğan ne Kruşçev, ne de diğer liderler gibi nefsinin esiri olmuş bir liderdir. Bilakis, ait olduğu inancın emrettiği ölçüde nefsini ıslah etmiş, gecesini gündüzüne katarak ömrünü milletine vakfetmiş bir adamdır. Onun adını daha şimdiden “dünya lideri” olarak tarihe yazdıran en önemli özeliklerinden biri de budur. EKREM KAFTAN Anadolu’ya sığmayan lider! Bu coğrafyada asırlarca yaşamanın tek yolu, süper güç veya cihangir bir devlet olmaktan geçiyordu. Erdoğan, bu gerçeğin farkında bir lider olarak, teslim aldığı devletin yüz yıl önce önüne çekilmiş bütün duvarları yıkması, yeniden asırlarca çatısı altında koruduğu milletlerle kucaklaşması gerektiğini çok iyi biliyordu. Emanete hıyanet etmemiştir o. Toplumsal değerlerin her birini dejenere ederek, bozarak, içini boşaltarak ve yerlerine saldırgan içerikler ikame ederek tüm dinamiklerimizi yerle yeksan etmeye çalışanlara karşı medeniyet algısının köklerini güçlendiren değer yargılarımızın kılcal uçlarını duyarlı hale getirerek bu milletin ferasetine güvenmiştir. SABRİ ÖĞE Tayyip Erdoğan nasıl bir lider? Paradigmayı bütünüyle değiştirdi o. Yurtdışında hem işiyle, hem de öncekilerden alışageldiğimiz ezik büzük duruşun aksine babayiğit tavrıyla milletimizin yüzünü ağarttı. Ülkemizi küresel bir aktör, kendisini de mazlum insanların umudu yaptı. Evet, kim ne derse desin Tayyip Erdoğan budur!.. Farklı kişiliğinin yanında insanî zaaflarını gizlemeyecek kadar açık yürekli ve cesur olması, halkın ona daha çok sahip çıkmasını sağlıyor. Kendisini mükemmel gösterme arzusunda değil. Hepimizin eleştirebileceği pek çok yönünün olmasına rağmen onu sahiplenmemizi sağlayan yürekli bir duruşu, dürüstlüğü var. OSMAN KAYAER Türkiye “ulus devlet”e sığmıyor Artık Türkiye’nin kuruluş yıllarındaki gibi sadece ulus devlet anlayışı ile yönetilemeyeceği ortaya çıkmıştır. Çünkü ulusçuluk, ayrıştırıcı ve ötekileştirici bir etki yaratmakta, toplumda gerilim hatlarının ve çatışma noktalarının ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Erdoğan liderliğindeki Türkiye, içe kapalı ve sömürge olmaya rıza gösteren bir ülke olmaktan çıkmıştır. 102 120 118 8 haziran 2014 120SABRİ ÖĞE Tayyip Erdoğan nasıl bir lider? 122HAŞİM ÇAYLI Gerçek lider! 124HÜMEYRA YILDIZ DÜLEK Bir Güzel Adam 126SEVDA KIDEYŞ Yüreği cesur olanın adımları korkak olmaz! 128NURAY ALPER Gözyaşının getirdiği yağmur 130FATMA ŞURA BAHSİ Alışılmıştan öte bir lider: Recep Tayyip Erdoğan 132AHMET SAĞLAM Bu savaşın galibi dünyadaki zenginler mi, yoksa gönüllerdeki “lider”mi olacak? 134CÜNEYT AKAR Son Osmanlı: Erdoğan 136SONGÜL BOZ AYDIN Yeniden doğuşun şifresi: “En az üç çocuk” 138RUKİYE YILDIZ ERDOĞMUŞ Pan-İslamizm ve Recep Tayyip Erdoğan 141MUHAMMED LÜTFÜ AVCI Adalet ve Kalkınma” hamlesi 142İPEK ACAR SERT O, zulme uğramış müminlerin sığındığı bir liman 144SÖYLEŞİ EKREM ERDEM: Türkiye’yi aşan Başbakan: “Recep Tayyip Erdoğan” haziran 2014 9 haberajanda İçindekiler SAYI: 91 // 15 HAZİRAN - 15 TEMMUZ 2014 162 SÖYLEŞİ: PROF. DR. BİROL AKGÜN SÖYLEŞİ: ALAATTİN ALDEMİR “Dünya beşten büyüktür” dedi Erdoğan “Türkiye’nin yükselmesini sağlayacak yegâne sistem, başkanlık sistemidir” Suriye’den yarına bakmak isteyenler için Türkiye bir ümittir. Mısır’da demokrasinin geleceği için bir güvence isteniyorsa bu Batı değil, Türkiye’dir. Eğer İslam dünyasının kimliğinin korunması anlamında bir duruş ortaya konacaksa, açık yüreklilikle bunu dillendiren de yine Türkiye’dir. Dolayısıyla Tayyip Erdoğan, sadece kendi ülkesinde değil, aslında küresel düzlemde bir marka haline gelmiştir. Her ne kadar son iki üç yılda -Türkiye’nin elinde olmayan nedenlerle- içinde bulunduğumuz coğrafyada kaotik bir tablo karşımıza çıksa da bana göre Türkiye, “bölgesel barış ve istikrar adası” olma konusunda kararlı adımlarla yürüyor ve hem bir Türkün, hem bir Kürdün, bir Boşnağın, bir Arabın, bir Kosovalının ya da bir Afrikalının her boyutta rol modeli haline geliyor. 170 154SÖYLEŞİ METİN KÜLÜNK: “Recep Tayyip Erdoğan” bu coğrafyanın kaderidir” 162SÖYLEŞİ 124 128 184 PROF. DR. BİROL AKGÜN: “Dünya beşten büyüktür” dedi Erdoğan 170SÖYLEŞİ ALAATTİN ALDEMİR: “Türkiye’nin yükselmesini sağlayacak yegâne sistem, 198 “Başkanlık Sistemidir” 126 134 HÜMEYRA YILDIZ DÜLEK Bir Güzel Adam NURAY ALPER SEYDAHMET KARAMAĞRALI SERVET HOCAOĞULLARI: Gözyaşının getirdiği yağmur Haşhaşiler fenomeninin şifresi: Sergüzeşt-i Seyyidina “Zamanı Geldi” 124 128 184 Aslında Recep Tayyip Erdoğan hakkında yazmak zor. Haddi aşmak gibi neredeyse… Kurduğum her cümleden sonra durup düşünmek istiyorum… Yazmak istediklerim, aklımdakiler bambaşka; lakin şu an sadece parmaklarımın klavye üzerinde dolaşırken çıkardığı tıkırtıları duyuyor ve kendimi bu ritme bırakmak istiyorum. SEVDA KIDEYŞ Yüreği cesur olanın adımları korkak olmaz! Onlarca ok saplanmış vücuduna rağmen bayrağı dikecek amacı kendine borç edinmiş şanlı yiğitlerin işidir cesaret ve henüz bıyıkları terlememiş kumandanın İstanbul’a ettiğidir. Seyit Onbaşı’nın havaya kaldırdığı mermidir cesaret ve Akif’in Çanakkale’ye ve milletine “Korkma!” diye hitap ettiği öğüdüdür. Hamza’nın çöllere aslan kesilip döşenmesidir cesaret… O halen oyuncağı kurşun yarası olan çocukluğun derdiyle dertlenmekte, sözünü Allah için sarf eden ve atalarının bu uğurda ölümünü izleyen âlimin duasında zikredilmekte; alnını terle süsleyen Anadolu kadınının gözlerindeki ümidi beslemekte; dili, dini veya şekli için dışlanan insanının derdine derman merhemi sürmekte… Sayıları 20 bine ulaşan fedailer, Selçuklu devletinin her kademesine gizlice “yuvalandılar”. Sadece bununla kalmayan fedaiyan, Selçukluların çağdaşı olan Abbasi, Eyyubi ve çevrede yer alan diğer İslam devletlerini de hedef seçmişlerdi. Bu sebeple onlar da fedailerin “sızma hareketi”nden nasibini almışlardı. haziran 2014 Yeni Türkiye - Yeni Vizyon Recep Tayyip Erdoğan 184SEYDAHMET KARAMAĞRALI Hasan Sabbah, Alamut Kalesi ve Haşhaşiler fenomeninin şifresi: Sergüzeşt-i Seyyidina 190SEYDAHMET KARAMAĞRALI CÜNEYT AKAR Son Osmanlı: Erdoğan Eğer Türkiye için koyulan 2023 hedefine ulaşmak, bölgesel güç olmaktan da öte bir dünya devi olmak istiyorsak, bu, ancak duruşu ve vizyonuyla dünya liderleri arasına girmeyi hak etmiş biri sayesinde olabilir. Ancak böyle biri ülkesini dünyanın süper liginde kafaya oynatabilir. O liderse Recep Tayyip Erdoğan’dan başkası değildir. MUHSİN SELÇUK BAYINDIR Gayrimeşru marjinal bir çıktı: IŞİD IŞİD, 2014 Mayıs’ında rejim güçlerine karşı büyük bir saldırı düzenleyerek birçok bölgeyi ele geçiren Ahrar’uş-Şam Topçu Tugayı komutanı Ebu Mikdat’ı boğazını keserek infaz etti. IŞİD’in Hıristiyan din adamlarına yönelik infazları ise Batı’da özgürlükçü muhalifler hakkındaki olumsuz izlenimi arttırmaya yetti. 126 134 198 10 178SÖYLEŞİ Bir saklı inanç türü olarak Batınilik 198MUHSİN SELÇUK BAYINDIR Gayrimeşru marjinal bir çıktı: IŞİD 204DR. NURETTİN ALABAY Teknoloji / Türkiye’nin markalaşma projesi: Turquality www.cansuyu.org.tr M E R KE Z 0312 285 20 03 ANKARA 0312 473 44 77 İ STA N BUL 0212 521 65 65 İ Z M İ R haziran 2014 KO11 NYA 0232 264 44 45 0332 236 15 05 haberajanda Editör Sayı: 91/ 15 Haziran - 15 Temmuz 2014 İMTİYAZ SAHİBİ AJANDA GRUP BAŞKANI YAYINLAR GENEL YÖNETMENİ GENEL KOORDİNATÖR İLETİŞİM GENEL KOORDİNATÖRÜ GENEL YAYIN YÖNETMENİ SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ İNTERNET SAYFASI EDİTÖRÜ REKLAM ABONE ve DAĞITIM KOORDİNATÖRÜ GÖRSEL YÖNETMEN GRAFİK TASARIM FOTOĞRAFLAR HABER AJANDA BASKI Yavuz Selim [email protected] Müzeyyen Selim [email protected] Sinan Canan [email protected] Erkan Oğur [email protected] Dilek Yaraş [email protected] Mehmet Serhat Bıçak [email protected] A. Levent Şahsuvaroğlu Ömer Bekir Sadık [email protected] Bige Canan [email protected] Ahmet Oğuz [email protected] Aykut Koçoğlu [email protected] Aktüelya İlker Kırmızı Anadolu Ajansı Aktüelya Basın Yayın ve Reklam Tic. Ltd. Şti. tarafından T.C. yasalarına uygun olarak yayınlanmaktadır. Kültür Ajanda’nın isim ve yayın hakları Aktüelya Basın Yayın ve Reklam Tic. Ltd. Şti.’ne aittir TŞOF Trafik Matbaacılık A.Ş. I. Org. San. Böl. Prof. Dr. Orhan Işık Cd. No: 3 Sincan/ ANKARA Tel: 0312 267 08 97 BASKI TARİHİ Haziran 2014 İDARİ ADRES Anafartalar Cad. Şan Sk. 10/303 Kat: 3 Ulus – Ankara Tel: (0.312) 380 90 92 Fax: (0.312) 381 45 65 HABERLEŞME ADRESİ Posta Kutusu 168 06420 Yenişehir/Ankara Posta Kutusu Maltepe/İstanbul [email protected] Dergide yayınlanan malzemelerin her hakkı saklıdır. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, ilanların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir. Dergimiz haber ahlak ilkelerine uyar. ISSN ABONELİK Yurtiçi yıllık abonelik 150 TL, kurum ve kuruluşlar için 300 TL, Kıbrıs için 200 TL, Avrupa için 150 € ve ABD için 200 $’dir. HESAP BİLGİLERİMİZ Aktüelya Basın Yayın ve Reklam Tic. Ltdi Şti. Vakıfbank Ankara Meşrutiyet Şubesi Hesap (IBAN) No: TR 1200015 0015 8007 287367226 Posta çeki Hesap No: 5315328 12 1306-5742 Abone bildiriminiz için [email protected] e-mail adresine veya 0 533 165 39 82 GSM numarasına mesaj bırakabilirsiniz. 0 312 381 45 65’e faks çekebilirsiniz veya 0 312 380 90 92’yi direkt arayabilirsiniz. haziran 2014 Mehmet Serhat Bıçak [email protected] Duvarların ardına bakmaktı işi D UVARLARI meşhurdur dünyanın. Uzaydan görüneninden tutun da çağ açıp çağ kapananına, zihinler parçalayanından tutun da sınırlar dağıtanına kadar birçok duvarı vardır tarihin. Bir yığın duvarla karşılaşmıştır insanlık çıkmaz sokaklarda tıkanır gibi… >> Çinliler yapmıştı uzaydan görünenini. Sadece inanılan Türk akınlarını engellemeye yaramamıştı elbette, imparatorların hükümranlıkları dâhilinde kalanları kendilerine râm kılmaya soyundurduğu hudutları ve yapımı boyunca elde kalan cesetlerin defin alanlarını da belirledi bu duvar. Yıkıldıkça yalnız şehre ve fethe değil, yeni bir çağa açılan duvardı şahilerin dövdüğü. 21 yaşındaki Kumandan’ın geceler boyu tepelerden önüne kadırgalar yığdığı duvarın adı “Bizans surları” idi. Şanı ne büyük, sinesi ne kuvvetli idi… Bunlardan asırlar sonra Pink Floyd, “We don’t need no education” diyerek son iki yüzyılın Fordist-Taylorist üretim mantığının geniş bantlarla sürüklediği zihin ve beden sömürüsünü bu kez melodik bir duvara toslatmıştı. Anlayış parçalayan bu çarpışma dillere pelesenk gibi takılı kaldı. Dinledik, dinledik, dinledik… 1990’lı yıllara geçişin en akılda kalan görüntülerinden birinin adı da yine başka bir duvarla anılıyordu: “Berlin...” Bir saat içinde milyonların sel olup biriktiği, balyoz ve tekme darbeleriyle otuz yıllık dünyasızlığın devrildiği bir beton yığını vardı artık önümüzde. “Ne büyüksün Gorbaçov!” diyenlerin meydan meydan hürriyet sarhoşluğuyla çalkalanıyordu dünya. Öyle ya, bu sarhoşluk her sınıf, her statü, her legal ve illegal ve de her resmî ve tampon kurumda dahi hissediliyordu. Hürriyet isteyen halkların yanında, yine hürriyet mutluluğuyla planlar kuran kaçakçılar vardı. Hatta kimileri asırlarca bir duvarın dibinde ağlayıp dururken, işgal işgal zulüm sürdükleri topraklarda kendile- rinden olmayanların yüzlerine ördüler duvarları… Kimi bir duvar önünde mahzun, kimi dört duvar arasında mahpustu. “Duvar, katil duvar, yolumu biçtin!/ Kanla dolu sünger, beynimi içtin!” diyordu Şuaranın Sultanı cinnet bir mustatil içinde… Hâsılı, duvarlarla örülüydü her hudut, her mahal. Komşu komşuya, esnaf esnafa çatık kaş iken, halkın soluğu tükenmiş ve sarılacak boğaz ararken bir tek yol kalmıştı. Ya mukaddes bir gedik açılmalı, ya Ferhad olunmalıydı tak tak sesleriyle ilerleyen. Ancak ille de duvarların ardındakilere bakacak ve anlatacak, halkın içinden “uzun bir adam”a ihtiyaç vardı ve anlattıklarının da resmedilmesine, tarihe mâl edilmesine… Geceleri gündüzlere dolayarak, telaş ve heyecanlı bir ayı geride bıraktık biz de bunun için. Bu lezzetli vakitlerde kapılarını bize ardınca açan AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Ekrem Erdem, AK Parti İstanbul Milletvekili Metin Külünk, Stratejik Düşünce Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün ve eski Ülkü Ocakları ve de Demokrat İş Adamları Derneği Başkanı Alaaddin Aldemir’e ve yine bu heyecan içerisinde yardım ve muhabbetlerini sürekli yanımızda hissettiren Tahsin Sağlam, Mehmet Bulut, Beşir Coşkun, Merve Turan ve Cemal Ceylan’a ayrı ayrı şükranlarımı sunuyorum. Bu ayki Haber Ajanda bir başlangıcın başlangıcını yapıyor. Gönüllerde en güzel köşklere kurulan Türkiye’nin, bu başlangıçla beraber dünya liderliğine yürüyüşünün ajandasını tutmaya devam edeceğiz. Gözünüz bizde olsun, tabiî kalbiniz ve dualarınız da… Ramazan-ı Şerifiniz mübarek olsun! On bir ayın sultanı Ramazan... Mü’minin kalkanı Oruç! Değil mi ki, Vahyi İlahi’de, “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakınmanız için Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı” (Bakara Suresi/183) buyuruluyor, öyleyse “Amenna!” demeli... Ve yine madem Resulüllah, “Oruçlunun susması tespih, uykusu ibadet, duası makbul, ameli de çok sevaptır” diyor. Öyleyse razı ve râm olup oruca niyet etmeli... İki sevinçten biri olan iftar vaktini iple çekenlerden olmalı: “Oruçlu için iki sevinç vardır: Biri, orucu açtığı zamanki sevincidir; diğeri de Rabbine kavuştuğu zamanki sevincidir.” Mü’minler ve mü’mineler olarak Ramazan-ı Şerif’i Rabbimizden armağan bilip şükrünü hürmetle edâ etmeli... Hayat rehberimiz Kur’an-ı Kerim’in inzal olduğu Ramazan ayında ruhlarımız, kalplerimiz, zihnimiz ve bedenimiz tezyin olunsun! Bu mübarek ay, dünya Müslümanlarına, ülkemize ve her birimize sultan olsun, kalkan olsun! HABER AJANDA haziran 2014 13 14 haziran 2014 Mobit Bilişim ve Kontrol Sistemleri Dış Tic. A.Ş.’ne dergimizin bu sayısına “Ana Sponsor” oldukları için teşekkür ederiz. haber haberajanda Başyazı Daha dün, şortla askeri kıta denetleyerek teamüllerin altını dinamitlemekte beis görmeyen sıradışı bir Cumhurbaşkanı’ndan bir kaç sene sonra, kafasına göre davranıp, bildiğini okumaktan çekinmeyen bir Kasımpaşalı arz-ı endam eder ve sizin bütün hesaplarınızı baştan yapmanıza neden olabilir. Eşyanın tabiatıdır bu… Seçeneği ol R ECEP Tayyip Erdoğan’ın ismini ilk kez İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğunda duymuştum; o zamanlar henüz bir üniversite öğrencisiydim ve Şehr-i İstanbul’a belediye reisi olmanın ne demek olduğu konusunda hiç bir fikrim yoktu. Daha önceleri bir kaç kez gittiğim İstanbul hakkında da fazla bir fikrim yoktu. Bir Ankaralı olarak İstanbul hakkında tek bildiğim, kötü kokan Haliç diye bir “dere”nin varlığı (evet, küçükken dere sanırdım orayı), bir de televizyonlarda habire haberleri çıkan Nurettin Sözen adlı bir kişi ile bir takım iç sıkıcı iddialardı. Tayyip Bey’in belediye başkanı oluşunun kopardığı gürültünün boyutlarına çok da anlam verebildiğimi söyleyemeyeceğim o zamanlar... >> Tayyip Erdoğan’ın siyasi geçmişini artık Türkiye’deki birçok insan üç aşağı beş yukarı biliyor. Bilmeyenlerin de elinin altında zaten Google veya Wikipedia gibi nimetler var. Oralara sorarlarsa hemen detaylı bilgi edinebiliyorlar. Henüz “teenage”lik döneminde, yani onlu yaşları bitmeden kendini siyasetin içinde bulan Erdoğan, Türkiye’nin en acayip dönemlerinde her zaman siyasetin ortasında ve ülkenin kaderini şekillendiren olayların merkezinde yer almak zorunda kalmış bir isim. Türkiye’de ben dahili herkesin ismini yirmi yılı aşkın süredir bildiği ve o zamanda bu zamana hemen her gün ülke gündemini işgal eden bu adamın, gelecek onyıllarda yazılacak Türkiye’nin yakın tarihinde çok önemli bir yer işgal edeceği artık kesin görünüyor. Partisi, mensubiyeti, dini, dili ne olursa olsun, bu vatana gönülden bağlı insanlar, vatanın insanlarla kaim olmadığını, nesilleri aşan bir asabiye ve mefkureye istinat ettiğini gayet iyi biliyorlar. O yüzden günlük gürültüleri umursamıyor ve Tayyip Erdoğan’ın arkasından, bu çizgide devam ettiği müddetçe yürümekte bir beis görmüyorlar. Büyük bir medeniyet savaşını belki muvakkaten kaybettiler; ama yeni bir inşa için, inşa edebileceğine inananların bizzat varlığının bize yeteceğini biliyorlar. Allah sayılarını artırsın... 16 haziran 2014 Doç. Dr. Sinan Canan [email protected] mayan Adam İktidarının ilk yıllarında, tabii bir “icraat freni” olan Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ile mücadelesi, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı adaylığından sonra gelen muhtıra ve tehditler, Ergenekon başlığı altında anılan onlarca farklı komplo ve darbe teşebbüsü, “one minute”ler, Birleşmiş Milletler kürsüsünden dünya devlerinin gözünün içine baka baka, adeta ayar verircesine yaptığı konuşmalar ve nihayet, 17 Aralık operasyonu ile başlatılan başarısız bir topyekün şahsiyet imhası projesi… >> Refah Partisi döneminde İstanbul İl Başkanlığı, birden fazla defa başarısız milletvekilliği denemeleri, ardından 1994 yerel seçimlerinde Zülfü Livaneli, İlhan Kesici ve Bedrettin Dalan gibi adaylar karşısında kazanılan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı, 1997’de okuduğu şiirden dolayı 1999’da aldığı hapis cezası, 2001 yılında Ak Parti’nin kuruluşu, 2002’de tek başına iktidara geliş, siyasi yasağının kaldırılması, yenilenen Siirt seçimi sonrasında gelen başbakanlık ve o günden bu güne girdiği bütün seçimlerde gittikçe artan oranda bir başarı, Tayyip Erdoğan’ın siyasi kariyerinin sadece belli başlı köşe taşları. Henüz bırakın iktidara gelmeyi, daha belediye başkanlığı döneminde ülkedeki “laik ve radikal-Kemalist” basın odaklarının baş hedeflerinden birisi olan Erdoğan, hapis cezası kesinleştiği zaman “artık muhtar bile olamaz” diye sevinenlerin karşısında, bu gün ülkenin en kudretli adamı olarak durmaya devam ediyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanlık makamına oturduğundan beri, içte ve dışta sayısız çelme, darbe, kumpas ve desise ile sınandı ve bu sınavların her birinden de hem bildiğini okuyan tavrı, hem de olağanüstü talihi sayesinde birer birer sıyrılmayı başardı. Erdoğan’a vurmaya, onu küçültmeye yönelen her darbe, kendisine oy ve destek olarak geri döndü desek yeridir. İktidarının ilk zamanlarında Irak’taki operasyonlarla ilgili Meclis’ten geçirmek istediği tezkerenin, kendi isteği hilafına geçmemesi dahi, özellikle Ortadoğu ülkelerinin gözünde onu “Tezkereye izin vermeyen ve bu kirli savaşa katılmama iradesi gösteren devlet adamı” olarak ayrıcalıklı bir yere yerleştirdi. Siyasi “talihi” kendisine benzersiz yollar açan bir siyasi liderlerle karşı karşıyayız kısacası… İktidarının ilk yıllarında, tabii bir “icraat freni” olan Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ile mücadelesi, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı adaylığından sonra gelen muhtıra ve tehditler, Ergenekon başlığı altında anılan onlarca farklı komplo ve darbe teşebbüsü, “one minute”ler, Birleşmiş Milletler kürsüsünden dünya devlerinin gözünün içine baka baka, adeta ayar verircesine yaptığı konuşmalar ve nihayet, 17 Aralık operasyonu ile başlatılan başarısız bir topyekün şahsiyet imhası projesi… Bütün bunlar ve çok daha fazlası, Tayyip Erdoğan’ı bu gün bildiğimiz çizgi üstüne getiren en önemli olaylar aslında… Nefreti kucaklamak Bu ülkede yaşayan insanların önemli bir kesimi, Erdoğan ve partisi AK Parti’ye kurulduğu günden itibaren bila kayd-u şart “karşı” olmayı adeta bir vatan borcu addetti. Karşısında hiç bir siyasi varlık gösteremeyen rakiplerinin de katkısıyla katlanarak artan başarısı, her seferinde bu yeminli karşıtları daha da kızdırdı, daha fazla biledi. Kendisine hiç şans, oy, hatta ellerinden gelse “yaşam hakkı” dahi tanımamakta kararlı bir kitle tarafından sürekli, “ayrımcı”, “dışlayıcı”, “sert söylem sahibi”, “kutuplaştırıcı” gibi ifadelerle itham edildi. Son zamanlarda ise muhalefet partisi liderleri tarafından bile “diktatör” diye anılır oldu. Bu kökten-karşı kitle yıllardır her fırsatta, kendisine hiç şans vermedikleri bu adamın “kucaklayıcı” olmadığından şikayetler etti ve etmeye de devam ediyor. Yaptığı ve yapmadığı her şeyden “nefret” etmeyi siyaset zanneden gruplar bile türedi bu ülkede. Sırtlarını dayayabilecekleri, seçimlerde verecekleri oylarıyla gönül rahatlığı içinde destekleyebilecekleri ciddi ve ayakları yere basan bir siyasi parti veya hareketten yoksun bir halde gittikçe marjinalleşen “AKP Karşıtlığı”, artık akıl sınırlarını çoktan aşıp, tecessüm etmiş bir nefrete doğru kesifleşmeye başladı. İster Suriye’deki katliamlar, ister Mısır’daki darbeler, ister Gezi olayları, ister 17 Aralık’lar, isterse falanca şehirde aşırı yağmurdan sonra gelen seller; olay ne olursa olsun, bazılarının tek Erdoğan, her yerde Erdoğan olarak kendini gösterdi. İster uluslararası bir toplantıda konuşsun, ister parti grubunda miletvekillerine seslensin, isterse miting meydanlarında yahut halktan birilerini evinde misafir olduğunda iki kelam etsin; hep aynı adam olmayı becerbildiği için farklıdır Erdoğan. Uzun politik analizlere gerek yok; büyük dünya devletlerinin yöneticileri ile diyaloglarından, ülkenin sınırları dışına taşan müdahil alışkanlıklarına kadar, Osmanlı bakiyesi olan bu topluluğun özünde içinden çıkartması gereken tipte bir karakterdir o. Dış basında, gerek Türkiye’nin bu günkü yönetimini “dikta” diye yerin dibine geçirmeye, gerekse “Yeni bir Türkiye imparatorluğu doğuyor” diye göklere çıkartmaya çalışan basının aklının ardından, hep bu “kestirilemez” ve “kafasına göre davranan” adamın bozduğu hesaplar, ortaya çıkarttığı belirsizliğin izleri var. Erdoğan ve ekibi, bu ülkede hiç bir şey yapmamış olsaydı dahi, bir kez daha bizlere “kendimiz olabilmenin” ve “yerli davranabilmenin” ne kadar önemli bir güç olabileceğini göstermeleri açısından, maşeri hafızada yerlerini çoktan alacaklardı ve aldılar da... haziran 2014 17 haberajanda Başyazı derdi Tayyip Erdoğan’dı artık… O, bu dünyadaki bütün kötülüklerin müsebbibi idi ve bir şekilde “kaybolsa”, artık sonsuz huzur onların olacaktı… Nefret söylemine bundan daha iyi uyan bir senaryo varsa, şahsen duymak isterdim. Marmaray ile gururlanan bir grup “AKePe’linin” Marmaray’da seyahat ederken aralarındaki konuşmaları aşağılayıcı bir üslupla anlatan bir tanıdığıma sorduğum basit bir soru vardı: “Asırları aşan bir hayali gerçekleştirme noktasına vasıl olan insanlarınla gurur duymaktan utandığın için, kendinden utanmayı düşünüyor musun?” O günden sonra fazla görüşmedik tabii. Kendi ülkesi, kendisi gibileri tarafından yönetilmediğinde memleketini bile kafasından çıkartıp atabilen, garip, hastalıklı bir zihinsel yapının en basit düzeydeki bir örneğidir bu. Bu zihinlerdeki algıya göre göre bu iktidar tarafından yapılan hiç bir şey yok. Sadece şeytani kötülükler, hainlikler, yolsuzluklar, peşkeşler… Ve bunların tek sorumlusu da, birey olarak tek bir insan: Recep Tayyip Erdoğan… Dünyadaki yerinizi biliyor musunuz? Ömrü kendi ülkesinde geçen insanların yurt dışındaki Türkiye algısını değerlendirebilecekleri tek kaynak, ortada cari olan haber kaynakları. Hele ki haber kaynaklarınızı düşünce ve önyargılarını besleyecek şekilde seçenlerdenseniz, dünyadan haberiniz olmaması gayet normaldir bu ülkede. Yurt dışına işi gereği çokça girip çıkanlar ve diğer ülkelerde yaşayan vatandaşlarımız ise, Türkiye’nin son 15 yıldır yakaladığı imaj değişimini hayretle izliyor, çoğu zaman buna bir anlam da veremiyorlar. Bazıları, muhayyilelerinde dahi “öyle bir ülke”ye yer veremediklerinden, gözleriyle görseler bile, değişimi anlayamıyor, kavrayamıyorlar. Elbette her şey mükemmel değil; ama gelinen noktaları görememek, ciddi bir zihinsel körlüğün açık işaretlerini veriyor. Daha da kötüsü, iyi olan şeylere “keşke olmasa” diye içten içe diş bileyenlerin sayısı halen azımsanacak gibi değil. Bu ruh hali, iyi bir hal değil. 18 haziran 2014 Bizim ülkemizde işleri adamlar yapar. Biz, lider toplumuyuz. Kurumsallaşmış yapı ve sistemleri halen oturtamamış olmamız gerçeğini de göz önüne alarak, aslında bu durum gayet normaldir. Liderlerin zihinsel dünyası, istekleri, vizyonları ve yönelimleri, ülkenin de kaderini belirliyor çoğu zaman. Bundan önceki birçok dönemde, rahmetli Turgut Özal’ı dışarıda tutacak olursak, her biri kendince muhtemelen iyi şeyler yapmak isteyen liderler yahut lider koalisyonları tarafından yönetildik. Fakat bunların kahir ekseriyeti, sistem içinde kalarak sorunları çözme, kurbağaları ürkütmeme, özellikle dış güç odaklarına karşı teslimiyet diyebileceğimiz açıklıkta politikalarla bunu yapmaya çalışan insanlardı. Küçücük bir coğrafyaya ve vizyonsuz bir geleceğe tıkıştırılmak istenen imparatorluk bakiyesi bir ülkede, böyle bir politikanın uzun vadede işe yaramayacağını belki işe koyulan herkes biliyordu; ama reel-politik, aksini düşünmeye, hayalci atılımlara girişmeye izin vermiyordu. Türkiye üzerinde hesapları bulunan ülke ve gruplar da, aynen bu gün olduğu gibi, ülkenin üzerindeki “kontrollü gerilim” politikasını elden geldiğince destekleyerek, bu zincirlenmiş devin silkinmesi halinde olacakları engelleyecek nice açık-gizli operasyonlara ciddi zaman ve paralar harcamak durumunda kalıyorlardı. Planlar bozulmak içindir Fakat ne yaparsınız; tabiatın kuralıdır; sizin” doğrusal” planlarınızı bozan bir faktör her zaman çıkar. Daha dün, şortla askeri kıta denetleyerek teamüllerin altını dinamitlemekte beis görmeyen sıradışı bir Cumhurbaşkanı’ndan bir kaç sene sonra, kafasına göre davranıp, bildiğini okumaktan çekinmeyen bir Kasımpaşalı arz-ı endam eder ve sizin bütün hesaplarınızı baştan yapmanıza neden olabilir. Eşyanın tabiatıdır bu… Erdoğan, her yerde Erdoğan olarak kendini gösterdi. İster uluslararası bir toplantıda konuşsun, ister parti grubunda miletvekillerine seslensin, isterse miting meydanlarında yahut halktan birilerini evinde misafir olduğunda iki kelam etsin; hep aynı adam olmayı becerbildiği için farklıdır Erdoğan. Uzun politik analizlere gerek yok; büyük dünya devletlerinin yöneticileri ile diyaloglarından, ülkenin sınırları dışına taşan müdahil alışkanlıklarına kadar, Osmanlı bakiyesi olan bu topluluğun özünde içinden çıkartması gereken tipte bir karakterdir o. Dış basında, gerek Türkiye’nin bu günkü yönetimini “dikta” diye yerin dibine geçirmeye, gerekse “Yeni bir Türkiye imparatorluğu doğuyor” diye göklere çıkart- maya çalışan basının aklının ardından, hep bu “kestirilemez” ve “kafasına göre davranan” adamın bozduğu hesaplar, ortaya çıkarttığı belirsizliğin izleri var. Erdoğan ve ekibi, bu ülkede hiç bir şey yapmamış olsaydı dahi, bir kez daha bizlere “kendimiz olabilmenin” ve “yerli davranabilmenin” ne kadar önemli bir güç olabileceğini göstermeleri açısından, maşeri hafızada yerlerini çoktan alacaklardı ve aldılar da... Bu günlerde Türkiye, artık “sistemini değiştirebilme cesareti”ne dahi sahip olmaya başlayan, en azından bunu konuşmaktan korkmayan bir ülke haline geldi. Gelecek günlerde büyük sürprizler, devrim niteliğinde başkalaşımlar geçirebiliriz. Bu topraklarda, Türkiye’nin kadim ve geleneksel devlet aklını feraseten bilen, kendisi ve tarihi misyonuyla barışık bir insan topluluğu var ve bu zihniyetin peşinden gitmekte bir beis görmüyor. Yakın tarih tecrübelerimizin dayatmaları sonucunda ne kadar “akıl-dışı” görünürse görünsün, bu insanlar, dünyaya verecek iyi bir şeyleri, global nizama yapacak pozitif katkıları olduğuna inanmış bir kitle. Bu kitlenin mefkuresi ve devinimi sessizdir; seçimden seçime, krizden krize, kavşak noktalarında segilenen iradelerde kendini gösterir. Sokaklarda bağırmaz, yakıp yıkmaz. Bu tarz-ı hareket, yarını inşa edecek olan yolu be- lirleyecek yegane güçtür. Gayri memnunların medeniyet kuramayacaklarını biliyor, ortadaki gürültüyü de çok önesemiyorlar. Sadece bu öz-kimliğin dünyaya dair isteklerini biraz olsun yüksek sesle dile getiriyor ve hayata geçiriyor diye bir adamın bu kadar nefretle anılmasını da anlıyor, ardındaki dünya görüşünü fark edebiliyorlar. Partisi, mensubiyeti, dini, dili ne olursa olsun, bu vatana gönülden bağlı insanlar, vatanın insanlarla kaim olmadığını, nesilleri aşan bir asabiye ve mefkureye istinat ettiğini gayet iyi biliyorlar. O yüzden günlük gürültüleri umursamıyor ve Tayyip Erdoğan’ın arkasından, bu çizgide devam ettiği müddetçe yürümekte bir beis görmüyorlar. Büyük bir medeniyet savaşını belki muvakkaten kaybettiler; ama yeni bir inşa için, inşa edebileceğine inananların bizzat varlığının bize yeteceğini biliyorlar. Allah sayılarını artırsın... haziran 2014 19 Haber Ajanda AYINOLAYI Ayın Olayı Kapkara bir damla terdi gözlerde buğulanan! 13 MAYIS 2014 günü, maalesef zihnimizde acıyla kalacak. Soma’daki bir kömür işletmesine ait maden ocağında kuvvetle muhtemel gelecek günlerde sebebi ortaya çıkacak bir olay sonucu 301 kardeşimiz hayatını kaybetti. Bütün bir milletin ağız birliği yapmışçasına “şehit” dediği bu kardeşlerimiz hakkındaki niyazımız aynı doğrultudadır: Allah şehitlere karıştırsın, şehadet makamına alsın hepsini. >>Her ay, geride bıraktığımız aya ait en mühim meseleyi belirlemeye ve bunu tarihe not düşmeye çalışıyoruz. Mayıs sayımızı baskıya verdiğimiz günlerde gerçekleşen bu elim olay hakkında iki kıymetli yazarımızın taze hüzünlerini ve durum hakkındaki düşüncelerini zaten aktarmıştık, fakat Soma’da yaşanan hali not etmek de boynumuzun borcuydu. Maden işi, önünde sonunda doğrudan emek yoğun işgücü isteyen bir sektörün muhtevasında, dolayı- 20 haziran 2014 sıyla insan temelli başlamış ve insan temelli devam edilecek bir yapıda yürütülüyor. Bu durum, toprağın altına her gün bir buçuk metreliğine değil, 700 metre, 1 ve hatta 3 kilometre girerek büyük riskleri aşağıya taşımayı anlatıyor. Ve dünyanın her yerinde bu meslek aynı şartlarda yaşanıyor. Fakat “aynı şartlar” söyleminden maksadımız, sadece büyük riskler alarak ailelerine bir lokmalık, bir hırkalık rızık taşımanın endişesindeki işçiler için geçerli. Zira onlar, kendilerine iş imkânı sağlayanlara emanetler. Soma’daki bu elim olay gerçekleştikten sonra, her zamanki gibi olduktan sonra birkaç gün hayıflanıp ardından unuttuğumuz maden ocağı facialarını hatırladık. Ancak bu hatırlamalar sırasında hep aynı soruları soruyorduk “Sebep ne, ihmal nerede, tedbir yok mu?!” diye... Öyle ya, işletme sahibinin genel müdür ve işletme müdürüyle gerçekleştirdiği o faciaya facia katan iki saatlik basın toplantısında da kulakları sağır edecek iki saatlik uğultunun deşifresinde de aynı eksen sorusu vardı: “Yaşam odası var mıydı?” Bu hazin sorunun cevabı “Var”dan “Yok”a evrilene kadar en dirençli yaylar gibi gerildik, “Yok!” cevabını ise “Yasalara göre böyle bir sorumluluk bulunmuyor” şeklinde alınca çıktı oklarımız gerildikleri yerden. Soma’da, facianın ikinci gününde birileri olayı konuşmak yerine başka şeyler söylemek istediler; ancak biz burada acının ortaklığını, ateşin düştüğü yeri yakmadığını, nitekim kardeşlerimize neden herkesin “şehit” dediğini anlatmak, hissi paylaşmak Şehitlerimize rahmet diliyoruz... istiyoruz. Sahi, o 301 kardeşimize neden “şehit” dedik? Bu millet için ekmek, en öpülüp başa koyulası nimettir. Hem öyle nimettir ki, onun en önemli hammaddesini oluşturan buğday için toprağa can vermek lazımdır. Toprağa can, önce Yaratan’ın bahşettiği canlılığın bir çekirdek hükmündeki tohumuyla, ardından da yine O’nun lütfundaki su ile verilir. O can olmadan buğday, buğday olmadan ekmek, ekmek olmadan sofra olmaz. Yeryüzünün savaşlara ve nihayetinde barışlara malzeme en önemli mevzuu enerji. Enerjinin bütün dünyada ulaşılacağı merkezlerse madenler. Nasıl ekmek için toprağa buğday verilirse, enerji için de insan verilir. İnsan, enerji elde etmek için enerji verir. Elde edilen enerji ise yaşanan yurttaki bütün hanelere, işyerlerine, köylere, kasabalara, şehirlere ve hatta uzaya verilir. Yani ekmek gibi enerji de her yerdedir. Yani can olmadan maden, maden olmadan kaynak, kaynak olmadan enerji olmaz. makamlarını her dem tazelesin… Nimet, ekmek ve maden kelimelerini bir arada buluşturunca, rızkın şükrüne en bilinçli şekilde erdiğimiz Ramazan aklımıza gelir. Öyle ya, Ramazan aylarının belki en klişe görüntülerindendir maden işçilerinin yeraltındaki sahur ve iftar görüntüleri. Meğer o klişe görüntülerde ne büyük feda saklıdır. Isınmak için kullanılacak kömürden tutun da uzaydaki uyduya elektrik sağlayıp evinize iletişim ağı oluşturacak ve biz Ramazan iftarımızın ilkine hazırlanırken bilmeden ihtiyaç duyduğumuz bunca enerji için enerji sarf edenleri nasıl da o feda tahtına oturtamayız? Yazık bize!.. Bu menfur hadisenin ardından üç günlük millî yas ilan edildi. Bütün dünya ülkemizin acısını paylaştı. Tıpkı ülkemizdeki gibi Pakistan’da da bayraklar yarıya indirildi hatta. Pakistan yönetimi, asırlardır yaptığını yineleyerek ülkede millî yas ilanında da bulundu. Bosna-Hersek, Kosova, Arnavutluk, Makedonya, Batı Trakya, Mısır, Libya, Lübnan, Irak, Azerbaycan, Filistin, Kazakistan, Türkmenistan ve daha birçok ülke kardeşçe yasımıza ortak olurken, en göz yaşartıcı görüntü ise Suriye’dendi. Şehit madencilerimiz için birçok ülkede gıyabî cenaze namazı kılındı, ancak Esed karşıtı bir grubun kıldığı gıyabî cenaze namazı, tir tir titremekten mahzun kalmış kalbimize tarifsiz duygular aşıladı. İşte Soma’da hayatını kaybedenler için bu milletin gönlüne ve dolayısıyla diline düşürülen tek unvandı “şehitlik”. Ateş, yine düştüğü yeri yaktı; bütün hanelerin kahramanlarıydı onlar ve her evden toplam 301 bir şehit çıkmıştı... Bu yüzden “şehit” dedik hayatını kaybeden kardeşlerimize... Allah Ve yalnız biz değil, Dünya Müslüman Alimler Birliği Genel Sekreteri Dr. Ali Muhyiddin el-Karadaği de Soma’da hayatını kaybeden kardeşlerimiz hakkında “şehit” yo- rumunda bulundu. Faciadan duyduğu üzüntüyü dile getiren Karadaği, “Bu kardeşlerimizin İslamî delillere dayanarak şehit olduklarını söylüyoruz. Kıyamet gününde bu kardeşlerimizin Peygamber ve sıddıklarla haşrolunmalarını temenni ediyoruz. Peygamber Efendimiz’in buyurduğu gibi ‘Müminler bir bedenin uzuvları gibidir, bir uzuv rahatsızlandığında tüm vücut bundan acı duyar’. Müslümanlar, bu acılar karşısında beraber hareket etmeli. Ahlakî olarak bu faciaları siyasî malzeme haline getirmek caiz değildir. Âlimler bu gerçeği topluma anlatmalı...” dedi. Bundan sonraki süreçte her şey açıklığa kavuşmayı, kimin nerede ihmalde bulunduğu, kimlerin neleri yanlış yürüttüğü ve de kimlerin neleri istismar ederek nelere kastettiklerini hep beraber izleyeceğiz. Allah, Soma şehitlerinin yakınlarının da ayrıca tahammül kuvvetinin en yükseğini lütfederek imanlarını arttırsın. Şehitlere rahmet ve selam ile… haziran 2014 21 Türkiye Ajanda Vurdu… İnledi!... GEÇEN ay Almanya Cumhurbaşkanı’nı resmî temasları münasebetiyle ağırladık. Öyledir, görevimiz... Zira biz misafirperver milletiz. O da aşımızı yedi, kahvemizi içti, eh bir iki de kelam ettikten sonra payını alıp gitti… >> Alman Cumhurbaşkanı’nın gidişinin ardından Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 10’uncu yılındaki Avrupalı Demokratlar Birliği’nin şölenine katılmak ve aslında Almanya, dolayısıyla Avrupa’daki kardeşlerimizle kucaklaşmak üzere Almanya’ya gitti. Bu gidişten önce ülkemizdeki işbirlikçiler bütün hazırlıkları yaptı. Meğer Erdoğan ne de korkulacak adammış! Daha Edirne’den çıkmadan Avrupa’nın bütün örgütleri sokaklara dökülmüş, gurbetçilerimizi tehdit eder olmuşlar. Ben demiyorum; yıllardır Almanya’da siyaset yapan ve şu an Alman Yeşiller Partisi Eş 22 haziran 2014 Başkanlığı’nı yürüten Cem Özdemir, “Erdoğan’ın konuşmasının bedelini ödeyeceğiz” diyor. Bu haberi gördüğümde nasıl bir dehşete kapıldığımı anlatamam. Demek bedel ödetecekler kardeşlerimize! Nasıl? NSU ile mi? Yoksa nedeni bilinmeyen ev yangınlarıyla veya o çok meşhur Alman polisinin iğrenç muameleleriyle mi? Başbakan bu Almanya denen ülkeye gittiğinde ne diyecekti veya ne demişti ki böylesi bir korkuyu bütün dünyaya saldılar? “İyi birer Alman vatandaşı olun, fakat kimliğinizden ayrılmayın, asimile olmayın” dediği için mi bütün bunlar? Ah ayağının tozuyla “Bu kadar güçlü olduğunuz bir dönemde demokrasiye daha çok saygı göstermeniz lazım” deseydi ya, böyle konuşması lazımdı sanırım. Alman gazetelerinin ağızlarıyla konuşan medyamızın taşıdığı iğrenç habercilik örnekleriyse bunların cabası. Alman Şansölyesi Merkel’in “Erdoğan’ın kötü şeyler konuşacağını sanmıyorum” sözlerini yayınlayan aşağılık kompleksli medyadan ne beklenebilir ki? Hani bir adam çıksa da dese hem Şansölye’ye, hem de bütün dünya basınına “Başbakan sizin gibi densiz mi?” diye… Ama Başbakan hiç de öyle gerilimli bir konuşma izlemedi. Zira gönlü öyle ferahtı ki geldiği yollara gül dökülüp koca salonun içi ve etrafı yıldızlara özenen gurbetçilerimizle dolduğu zaman… Her şey geçti, bir tek Nazi bayrakları ve sloganlarıyla salon etrafına ulaşmaya çalışan dazlak holiganları ile bir süredir türev biçiminde çoğaltılmaya çalışılan Harici-Alevi müsveddeleri kaldı ortalıkta. Geçmiş olsun Almanya! Geçmiş olsun işbirlikçi medyamız! Bu sınavı da başarıyla verdiniz… Selçuk Kayıhan // [email protected] 17 Aralık’ın Meclis randevularına başlandı 17 ARALIK 2013 tarihi, Türkiye Cumhuriyeti’ne sivil bir darbe girişimi şeklinde yansımıştı kamuoyuna. >> Bu tarihte gerçekleştirilen operasyonda yolsuzluk ve rüşvet ithamıyla gözaltına alınan üç eski bakanın oğullarından ötürü Muammer Güler, Erdoğan Bayraktar ve Zafer Çağlayan ile Egemen Bağış hakkında AK Parti Grubu’nun verdiği soruşturma komisyonu kurulmasına yönelik TBMM Genel Kurul toplantısı gerçekleştirildi. Hayli gergin şekilde gerçekleşen toplantılar sırasında dört eski bakanın savunmalarına yer verilirken, muhalefet gruplarının bu savunmalar sırasında meseleyi komisyona taşımaktan çok bir iki saatte bitirmek ister tavrı büyük zorluklar çıkardı. Zafer Çağlayan, Muammer Güler ve Egemen Bağış konuşma için kürsüye çıkarken, söz konusu operasyonun gerçekleştiği günlerde konuyu doğrudan Başbakan Erdoğan’a dayandırdıktan sonra özür dileyerek köşesine çekilen Erdoğan Bayraktar söz hakkından feragat etti. Eski bakanların ve muhalefet sözcülerinin konuşmalarının ardındansa soruşturma komisyonu kurulup kurulmaması konusundaki oylamaya geçil- Yine tutmadı, tutmayacak SOMA’da yaşanan maden patlamasını fırsat bilen hırs küpleri yine sokakları kaşıdılar. >> Alevi vatandaşlarımızın yoğun yaşadığı Şişli Okmeydanı’nda toplanan marjinal örgüt üyelerinin polisle girdiği çatışmalar sırasında cem evi avlusunda bulunan Uğur Kurt adlı genç kardeşimize isabet eden kurşun, Gezi olaylarının birinci yıldönümüne girileceği günlerde maalesef bir canı daha yitirmemize sebep di. Gizli oylama sonucunda da Meclis’te konu hakkında bir soruşturma komisyonu kurulmasına karar verildi. Karar, 453 milletvekilinin oyu ile alınırken, yalnız 9 milletvekili komisyona ret oyu verdi. AK Parti, böylelikle kendinden olan dört isim hakkında soruşturma açılmasını istemiş oldu. Söz konusu komisyon 15 milletvekilinden oluşacak iki ay süreyle görev yapacak. Komisyonun hazırlayacağı rapora göre bakanlar ya aklanacak ya da Yüce Divan’a sevk edilecekler. oldu. Aynı olaylar sırasında Ahmet Yılmaz adlı vatandaşın da başına isabet eden bomba parçası, Yılmaz’ın hayatını kaybetmesine neden oldu. Uğur Kurt, memleketi olan Sivas’a götürülerek defnedildi. Defin esnasında slogan atan bir gruba Kurt’un ailesinden sert tepkiler yükseldi. Kız kardeşleri, her şeyiyle gerçek bir isyanın feryadını bastılar: “İstemiyoruz sizi, gidin buradan! Siz eylem yapmasaydınız ölmeyecekti…” Bu figanın üstüne ne diyebiliriz ki?.. Ekşi Sözlük yöneticisine 10 ay hapis ALLAH’ın Biricik Sevgilisi Hazreti Muhammed Mustafa’ya yönelik “hakaret içeren ifadeler” kullandıkları iddiasıyla “Ekşi Sözlük” isimli internet sitesinin yöneticisi Sedat Kapanoğlu ile 39 yazarının yargılandığı dava karara bağlandı. >>Kapanoğlu, “halkın bir kesiminin benimsediği dinî değerleri alenen aşağılama” suçunu işlediği gerekçesiyle 10 ay hapis cezasına çarptırıldı. Ancak son zamanlarda moda olan bir tutum ile sanığın tavır ve davranışları dikkate alınarak tekrar suç işlemeyeceği yönünde kanaat oluştuğundan mahkeme hükmü geri bıraktı. Bilindiği üzere geçen yılın başlarında Son Peygamber hakkında yazılanlara “özgürlük” başlığı altında hiçbir engelleme getirmeyen siteye yüzlerce dava açılmış, haklarında açılan davaları dahi hoşgörüsüzlük olarak niteleyen sanıklarsa dava konusu yazılarda hakarete yer olmadığını savunmuşlardı. Bu iğrenç madrabazların avukatları ise, savunmuş oldukları müvekkillerinin ne işlediklerini bilmeksizin beraatlarını istediler. Gerçi fark etmez, o gün de küfürde inat ediyorlardı, bugün de. Aynı site, aynı hakaretlerle hâlâ yayınına devam ediyor. Özgürlük nedir bilmez, tiksinti sebebi varlıklar da var bu ülkede, varsın yaşasınlar… haziran 2014 23 Türkiye Ajanda Danıştay töreninde balans ayarına ayar TÜRKİYE, sonunda bütün devlet erkânının bulunduğu bir yerde edepsizliğin hangi safhaya kadar zorlanabileceğine de şahit oldu. İlk kez toprak kiralıyoruz TÜRKİYE, Cumhuriyet tarihinde ilk defa ve devlet ile özel sektörün işbirliğiyle Sudan’da 99 yıllığına 780 bin dönümlük tarım arazisi kiraladı. >> Danıştay’ın 146’ıncı kuruluş yıldönümü töreninde uzun ve siyasî konuşmasıyla Başbakan Erdoğan’dan tepki gören Türkiye Barolar Birliği Başkanı Prof. Dr. Metin Feyzioğlu, Van depreminden Cumhurbaşkanlığı seçimine kadar dillendirdiği argümanlarla alenen bir nezaket örneğiyle davet edildiği kürsüyü işgal etti. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “25 dakika Başkan konuşuyor, bir saat sen konuşuyorsun. Edepsizlik yapıyorsun, yeter artık! Baştan aşağıya tama- men siyasî konuşma yapıyorsun. Van ile ilgili söylediklerin baştan aşağıya yalan” şeklindeki tepkisine yine kürsüyü terk etmeyerek “Edepsizlik etmiyorum” diyen Feyzioğlu’na, üyesi bulunduğu Cumhuriyet Halk Partisi’nden dahi olumsuz tepkiler geldi. Bu tepkilerin en önemlisi ise, söz konusu davette ev sahibi hükmünde bulunan Danıştay Başkanı Zerrin Güngör’den geldi. Kurumun 146. kuruluş yıldönümü törenine dair “Yaşananlar hoş olmadı, böyle bir şey olsun arzu etmezdik” diyen Güngör, Türkiye’ye tazminat şoku AVRUPA İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Türkiye’yi 1974 Kıbrıs Harekâtı’ndan dolayı 90 milyon avroluk tazminata mahkûm etti. >>Kararın hangi aşamada ve nasıl uygulanacağı konuşulurken Dışişleri Bakanlığı’ndan yapılan açıklamaya göre Türkiye bu kararı tanımadı. Zira mahkeme, esasa ilişkin karardan 9 yıl geçmesinin ardından adeta kendi vermiş olduğu kararı tanımadığını belirtiyor böylece. Dışişleri Bakanlığı’ndan 24 haziran 2014 “İçerik üzerinde durmaya gerek yok. Törenimizi tamamlayamadık… Kendisine tanınan süre 20 dakika, oysa bir saat konuştu” ifadesinde bulundu. Bu olayın özellikle aldığı tepki, Feyzioğlu’nun bir mizansende oynadığı başrol üzerine odaklanıyor. Zira Başbakan Erdoğan’ın göstermiş olduğu tepki, onu hiddetiyle eleştirenler tarafından dahi dillendirilemedi. Sonuçta Türkiye bir şey daha kazanmış oldu: Artık halkın seçtiklerine kürsülerden parmak sallama devri bitti… yapılan açıklama ise şöyle: “Mahkemenin hakkaniyetten uzak ve yeni bir adlî hata teşkil eden bu kararı, Türkiye’yi Kıbrıs sorununa adil ve kalıcı müzakere edilmiş bir çözüm bulunması yönündeki kararlı tutumunu sürdürmekten alıkoyamayacaktır. Kararın, BM Genel Sekreteri’nin iyi niyet misyonu çerçevesindeki çabaları zorlaştırmamasını umuyor ve tüm tarafları kapsamlı çözüm müzakerelerinin bir an önce başarıya ulaşmasına destek vermeye davet ediyoruz.” Demek ki birilerine bir günde kaçırdıkları 100 milyar dolar yetmemiş… >>Gerçekleştirilen anlaşmanın sonucunda, söz konusu arazide yetişecek ananas, mango, avakado, pepino jambu, kanola, pamuk ve yağlı tohum gibi ürünler artık Türkiye’ye daha ucuza ve öz halleriyle girmiş olacak. Sudan’ın belirtmiş olduğumuz tarım ürünleri açısından en uygun toprak ve iklim yapısına sahip oluşu ve de bu ülkede kullanıma açılmamış birçok arazinin varlığı iki ülkeyi de memnun edecek. Anlaşmaya göre yüzbinlerce dönümlük arazi Türklere ve Türk yatırımcılara açılmış oldu. Burada yetişecek ürünlerin kullanım hakkı da Türkiye’de olacak. Türk yatırımcılar, sermaye noktasında sıkıntı çekmekteki Sudan’a yapacakları yatırımlarla hem ülkemize, hem de Sudan’a fayda sağlarlarken, yağlı tohum üretimi konusunda da kaynak elde etmiş olacaklar. Üretimler ihracata yönelik olacak ve tarımın yanında hayvancılık ve balıkçılıkta da işbirlikleri gerçekleştirilecek. Ayrıca iki ülkenin merkez bankaları arasında gerçekleşecek anlaşmayla para politikalarının da buna göre uygulanmasına yönelik adımlar atılacak. MİT tırları iddianamesi kabul edildi ADANA’da MİT’e ait tırların durdurulmasına ilişkin 13 askerî personel hakkında müebbet hapis istemiyle Adana Cumhuriyet Başsavcıvekili Ali Doğan tarafından hazırlanan iddianame kabul edildi. >> 48 sayfalık iddianamede, eylemin bir “mizansen çerçevesinde gerçekleştirilen bir casusluk faaliyeti olduğu” tespitine yer verilirken, ayrıca “işlenen suç, başlangıcından sonuna kadar Türkiye Cumhuriyeti Devleti, MİT ve Dışişleri Bakanlığı aleyhine gerçekleştirilen ve sonuçları itibariyle Suriye Devleti lehine sonuçlar doğuran bir casusluk faaliyetidir” denildi. Bilindiği üzere bu ihanet operasyonu, aynı gerçekleşen bir lütufla bozulmuş, hainlerin elleri tutulmuş ve ülkemizi uluslararası arenada rezil etmek isteyenlerin zevkleri kursaklarında kalmıştı. Bakalım bundan sonraki süreçte neler göreceğiz, fakat hainlerin başka tür planlarına hazırlıklı da olmalıyız. Zira ortada dolaşan beyanlara göre bu ihaneti yapanlar, bu vatanın sadık güvenlik elemanlarını “paralelci” şeklinde etiketleyerek daha fazla can yakmaya çalışıyorlar. Bu konuya dikkat! İddianamede yer alan bilgilere göre söz konusu ihanet operasyonundan evvel tırlarla beraber hareket eden MİT mensuplarının Ve sevkiyat başladı rine dört koldan gelinmesinin sebeplerine de bir yenisi eklenmiş oldu. NİHAYET beklenen oldu ve Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız’ın açıklamasıyla Ceyhan’da bekleyen Kuzey Irak petrolünün uluslararası piyasaya sevkiyatının başladığını öğrendik. Bu arada bir sürpriz de bütün kazanımlarımızı heba etmek için topyekûn ihanetiyle saldıranlara geldi ki Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY), Türkiye üzerinden dünya piyasalarına satışına başlanan petrol parasının Halkbank’a yatırılacağını bildirdi. IKBY hükümetinin resmî sitesinde yapılan açıklamada, “Irak Anayasası’nın uygulanması çerçevesinde, Irak’ın ekonomisine katkıda bulunmak amacıyla Ceyhan’da depolanan ham petrolün ilk satışı gerçekleştirildi. Bu sevkiyat, petrol satış zincirinin ilk halkasını oluşturdu. Petrolün Türkiye’ye gönderimi, Kürdistan yönetimince yapılmış yeni boru hatlarıyla >> 1 buçuk milyon varil petrolün hâlihazırdaki yüklemesi tamamlandı. Ancak bilindiği telefon ve adres bilgilerinin casusluk yöntemiyle ele geçirildiği ve uydurma suç yüklemeleriyle Ankara 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nden “önleme dinleme kararı” çıkarıldığı belirtiliyor. üzere Bağdat ile Erbil yönetimi arasındaki siyasî kriz, Kuzey Irak’ta üretilen petrolün ihracı konusunda da anlaşmazlığa sebep oluyor. Irak Merkezî Yönetimi, Türkiye’yi Uluslararası Ticaret Odası nezdindeki tahkime şikâyet etti. Yalnız Irak Bölgesel Yönetimi’nin bu konuda Türkiye’ye ne kadar yakın olduğu da ortada. ABD’nin daha önce olumsuz tepkilerde bulunmasına rağmen sevkiyata devam edilirken, Türkiye üze- gerçekleştiriliyor. Petrolün satışından elde edilecek gelir, Kürdistan bölgesel hükümeti adına Türkiye’deki Halk Bankası’nda açılmış hesaba yatırılacak. Kürdistan bölgesi, Irak bütçesindeki istihkakı olarak Anayasa’ya göre kendi payına düşeni bu paradan alacaktır. Hesaptaki para, Irak Anayasası’nda belirtilen paylara ve yetkilere göre kullanılacak. Irak’ın, Birleşmiş Milletler kararına bağlı kalması ve uygulaması için gelirin yüzde 5’i ayrı bir hesaba yatırılacak ve Irak’ın üzerindeki uluslararası tazminat için ödenecek” denildi. Şimdi birileri “Nereden çıktı bu?” diyordur. E kaç aydır bankanın bedava reklamını yaptınız… Yüksek hızlı tren hattına sabotaj TÜRKİYE’nin değerlerine her gün yenisi katılırken düşmanın ve ülkedeki hain işbirlikçilerinin eli ayağı da boş durmuyor. Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Lütfi Elvan, Eskişehir-İstanbul YHT hattının Mayıs içerisinde açılmak istenmesine rağmen, 200 kablonun bu hat üzerinde kesildiğini ve kurulan sinyalizasyon birimlerine zarar verildiğini belge ve fotoğraflarıyla kamuoyuna duyurdu. “Son iki haftada 70 ray devresi bağlantı sistemi birileri tarafından kesildi” diyen Elvan, Eskişehir-İstanbul ile Ankaraİstanbul arasındaki yüksek hızlı trenin Haziran ayının ikinci yarısında çalışmaya başlayacağını ifade etti. Yüksek hızlı tren hatları, ülkemizin kavuşacağı en erken büyük projelerden biri. Ulaşım ve iletişim konusunda havaalanı, yeraltı ve yer üstü tünelleri ve de köprülerle büyük atılımlara imza atan Türkiye’nin birileri farkında ve sabotajdan, hileden, hinlikten asla geri kalmıyorlar. Peki, biz bu Türkiye’den ne kadar haberdarız? haziran 2014 25 Türkiye Ajanda Çatı Aday “İhsanoğlu” 16 HAZİRAN 2014: CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Hele onların adayını bir görelim!” çerçevesinde sarf ettiği sözün güme düştüğü, hatırlanmadığı, belki de özellikle hatırlatılmamaya özen gösterildiği vakit... >> Zira Türkiye, önce şoförlük mesleği icabı bulunan vatandaşlarımızın, ardından da Musul Başkonsolosumuz Öztürk Yılmaz’ın beraberindeki aile fertleri ve çalışanlarla birlikte rehin alınması mevzuu ile alakadarken, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ile MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, ortak bir açıklama ile Cumhurbaşkanlığı seçimi hususunda Bahçeli’nin deyimiyle “çatı adayı” olarak nitelenecek ismin eski İslam İşbirliği Teşkilatı Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu olduğunu ilan ettiler. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun teklifi olan İhsanoğlu’nun aday gösterilmesi fikri, Bahçeli ve dolayısıyla MHP Divanı tarafından herhangi bir pürüz belirtilmeksizin olumlu karşılandı. Maalesef bu durum, Anasol-M hükümeti döneminde Ahmet Necdet Sezer isminin o günkü DSP lideri Bülent Ecevit tarafından 26 haziran 2014 ifade edilip de parti içinden çıkan aday olarak çıkan Sadi Somuncuoğlu’nu Meclis bahçesinde tartaklama pahasına onaylanmasını hatırlattı. Bilindiği gibi MHP, Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesinin engellenmesi üzerine erken seçime giden AK Parti’ye demokratik anlamda nefes aldırmış ve Meclis’te gerçekleşen son Cumhurbaşkanlığı seçiminde Kayseri Milletvekili Sebahattin Çakmakoğlu’nu aday göstermişti. Kamuoyunda birbirinin devamı gibi algılanan CHP ve DSP’ninse MHP üzerindeki bu teklif üstünlüğünü anlamak hayli güç… Ekmeleddin İhsanoğlu, adaylığın açıklanmasından sonra kendisine yapılan bu teveccühe şükranlarını belirterek iki partinin uzlaşmasının bir demokratikleşme işareti olduğunu ifade etti. Yani elbette kendisine ilandan evvel bir teklif gitti ve o da kabul etti. Ancak bu durum ben- de sıkıntı verici bir etki yaptı. Zira aday, adaylığını kendi açıklamalıdır. Cumhurbaşkanlığı’nı hem partiler üstü bir makam olarak niteleyip, hem de iki partinin ortak bir çatı ilan etmesi şık değildir. Bu sebeple diğer partilere tavsiyemiz şudur: Aday kimse her ne kadar sizin adayınız olsa da, bırakınız adaylığını tek başına açıklasın. Zira artık cumhurbaşkanını Meclis seçmiyor. O eskidendi ve dolayısıyla “parti adayı” söz konusu olabilirdi. Fakat artık reis-i cumhuru halk seçecek. Bu yüzden aday, halka doğrudan kendini ilan etmelidir. Bilindiği üzere İhsanoğlu’nun İslam İşbirliği Teşkilatı Genel Sekreterliği konusundaki en büyük destekçisi Cumhurbaşkanı Abdullah Gül olmuş, Cidde’de çok önemli kulis ve lobi faaliyetleri gerçekleştirmişti. Görevini Suudi Arabistanlı El-Medeni’ye devrettiği bu sene evvelinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın kendisine özellikle Mısır’daki darbe ve darbeciler konusunda yüklenmesi çok dikkat çekmiş, bir kısım siyaset fukarası tarafından Erdoğan’ın adamının güya Erdoğan’la ters düştüğü iddia edilmişti. Kılıçdaroğlu’nun, “Herkesin kabul edebileceği, üzerinde uzlaşabileceği, saygınlığı olan, temizliği, dürüstlüğü olan, bilgisi, birikimi ve zarafetiyle herkese örnek olacak bir isim” sözleriyle övdüğü İhsanoğlu hakkında oluşabilecek gelecek adaylık senaryolarına ise Bahçeli, “Sayın Kılıçdaroğlu MHP’ye, Türkiye’nin yetiştirdiği değerli bir evladını, diplomat, bürokrat İhsanoğlu’nu önermişlerdir. Bu öneri milletimiz için çok hayırlıdır. MHP de bu isim üzerinde bütünleşerek, Cumhurbaşkanlığı seçimini herhangi bir siyasî kaosa, krize dönüştürmeden, demokrasimizin de güçlendirilmesi açısından gösterilen gayretlerle sonuçlandırma arzusunda olacaktır. Artık çatısı, penceresi kalmadı!” diyerek son noktayı koydu. Bilim tarihi konusundaki uzmanlığıyla bilinen Prof. İhsanoğlu’nun özgeçmişi ise şöyle: 1943 yılında Kahire’de doğdu. Evli ve 3 çocuk babası. El-Ezher Üniversitesi’nde eğitim aldı. 1980 yılında İslam Konferansı Teşkilatı, İslam Tarih, Sanat ve Araştırma Merkezi Genel Direktörü, 1997 yılında Milletlerarası Bilim ve Felsefe Tarihi Kurumu Başkan Yardımcılığı ve 2001 yılında Başkanlığı, 19832000 yılları arasında İslam Konferansı Teşkilatı Milletlerarası İslam Kültür Mirasını Koruma Komisyonu Sekreterliği, 1998 yılında Londra’daki Al Furqan Islamic Heritage Foundation Başkan Yardımcılığı görevlerinde bulundu. İhsanoğlu, 1989 yılında Türk Bilim Tarihi Kurumu Kurucu Başkanı olarak da görev yaptı. Nihayet İslam, Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi Genel Direktörü olduğu sırada, 2004’te İstanbul’da düzenlenen ve sonradan İslam İşbirliği Teşkilatı adını almış olan İslam Konferansı Örgütü Genel Sekreterlik görevi için Türkiye’nin adayı olarak gösterildi ve Malezya ile Bangladeş’in adaylarıyla yarışarak 5 Haziran 2004’te Genel Sekreter seçildi. İhsanoğlu, örgütün seçimle gelen ilk genel sekreteridir. “Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım…” SON bir buçuk yıldır ülkemizin Doğu ve Güneydoğu vilayetlerinde Jandarma ile söz konusu bölgelerde yaşayan bazı köylüler arasında birtakım çatışmaların yaşandığını bu sayfalardan da duyurmuştuk. >> Uyuşturucu, haşhaş, afyon, Hint keneviri gibi illegal bazı maddelerin üretimi ve hatta dağıtımına dair yapılan baskınlara imza atan Jandarma, son olarak Diyarbakır Lice’de böyle bir operasyon gerçekleştirmek için kolları sıvamıştı. Zira “Çözüm Süreci” ile girilen dönemeçte terörle beraber kendisine başka bazı kanunsuz yollar ve işler edinenlerin enselerine vurularak insan ve toplum sağlığına zarar vermelerinin önüne geçilmeye çalışılıyordu. Ancak bu durum, söz konusu birtakım kimselerin işine gelmedi. Sürekli şekilde Jandarma veya başka kolluk kuvvetleriyle girilen çatışmalarda, Çözüm Süreci öncesi önemli bir bahane olan terör kullanılamazken, bu kez bastırılmaya çalışılan ötekileştirilmiş kimlik algısı devreye sokulmaya çalışılıyor. Jandarma ile girilen çatışmalar, bölgede karakol ve kalekol istenmemesine, artık devletin bu bölgedeki insanlara güya hürriyetlerini vermesi gerektiğine bağlanıyor ve bu bastırılmış duygular çatışmalara dönüştürülüyor. Bu çatışmalardan biri de işte Lice’de yaşandı ve hayatını kaybedenler oldu. Medyadan kamuoyuna bir hak arama mücadelesi formatıyla sunulan olaylar, sonunda bir piyonun, bir alçağın, bir hainin, 16 yaşındaki bir şuursuzun ölüme gitmesine rağmen öldürülmemesiyle asıl hüviyetini göstermiş oldu. İçişleri Bakanı Efkan Âlâ’nın, Başbakan Erdoğan’ın “ölüme gönderilen piyon” tabirine ek olarak ifade ettiği 16 yaşındaki bir gösterici, Diyarbakır 2. Taktik Hava Kuvvetleri Komutanlığı Kuzey Tali Nizamiyesi’nde bulunan gönderdeki Türk bayrağını direğe tırmanarak indirdi. Sallana sallana nizamiyeye giren alçak, elindeki mukaddes bayrakla sallana sallana çıktı. Tamamen milletin vatan sevgisi damarına basarak gerçekleştirilen bu provokasyon, memleketin her köşesinde protesto edildi. Söz konusu provokasyon üzerine Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı’nca bir soruşturma açıldı. Ancak bayrağı indirenin bulunmasından ziyade kamuoyunda asıl akıllara takılan ve Başbakan Erdoğan’ın da “Ankara’dan gelip ben mi indirecektim?” şeklindeki sert beyanatında yankı bulan, söz konusu nizamiye personelinin provokatöre niçin müdahale etmediği idi. Tarsus’ta ikamet eden emekli bir astsubay da işte bu fikirle Diyarbakır 2. Taktik Hava Kuvvetleri Komutanı Korgeneral Nejat Bilgin hakkında suç duyurusunda bulundu. Söz konusu şikâyetse şöyle: “Her asker göreve başlarken yemin ederek ‘Türk sancağının şanını canımdan aziz bilip icabında vatan, cumhuriyet ve vazife uğrunda seve seve hayatımı feda eyleyeceğime namusum üzerine ant içerim’ cümlesini söyler. 8 Haziran 2014 günü, Diyarbakır 2. Hava Kuvvet Komutanlığı bünyesindeki askerî sahada şanlı bayrağımızın bulunmuş olduğu gönderinden düşmanca indirilmesine seyirci kalınması ve yere atılmasına engel olunmaması kabul edilemez. Hiçbir asker, ülkesinin bayrağı için canını düşünmez ve esirgemez. Nerede kaldı Türk Bayrağı Kanunu, nerede kaldı askerlik yemini? Diyarbakır 2. Hava Kuvvet Üs Komutanı Korgeneral Nejat Bilgin, sorumluluğundaki birlik gönderinde bulunan Türk bayrağını koruyamamıştır. Davacıyım...” haziran 2014 27 Dünya Ajanda Nijerya’da istihbarat oyunları NİJERYA, son iki ayda dünya gündemine oturdu. Bir Kur’an kursu yurdunda kalan öğrencilerin yakılmasıyla daha önceki gerilimleri had safhaya taşıyan Boko Haram isimli örgüt, ülkedeki Müslüman ve Hıristiyan kimliklerin de çatışmaya girmesi hususunda elinden gelen bütün şer işleri gerçekleştiriyor. >> Bu arada şunu önceden ifade etmek lazım: Boko Haram, El-Kaide ile ilintili olduğu iddia edilen radikal bir örgüt. Ancak yaptıkları eylemler Müslümanlara yönelik ve Müslümanları incitici tarzda. En son 234 Müslüman kız öğrenciyi kaçırarak işkenceye tâbi tutan ve hâlâ ailelerine teslim etmeyen Boko Haram hakkındaki doğrudan bilgiyi Nijerya Müslüman Yardımlaşma Cemaati Genel Sekreteri Davud İmran Melasan aktarıyor: “Şüphesiz Boko Haram örgütü İslam’ı ve Müslümanları temsil etmiyor, bilakis biz bu örgütü komplocu mihrakların elinde, Kuzey bölgesini siyasî, iktisadî ve güvenlik açısından zayıflatarak Nijerya’nın birliğini bozmak için kullanılan bir kukla olarak görüyoruz. Nijerya polisi, bu örgüt adı altında eylem yapan bir grup Hıristiyan yakaladı. Ayrıca elindeki sırları paylaşmasın diye öldürülen Boko Haram kurucusu Muhammed Yusuf’u savunan ve yurtdışından istihbarat servislerine çalışan ve bir Hıristiyan olan emekli General Jeremiah Useni’nin de yine bu örgütün en büyük destekçisi 28 haziran 2014 olduğunu iddia ediyor, meydan okuyoruz. Şu soruyu da sorduk: Polis, neden teslim olmuş Muhammed Yusuf’u öldürdü? Yoksa elinde bulunan bilgileri açıklamasından mı korktular?” Boko Haram, 1970 ve 1980’li yıllarda binlerce Müslümanın kanını dökmüş. Güya İslam şeriatını tatbik etmek arzusunda olduğunu iddia eden bu alçak örgüt hakkında, Kur’an’ı bilen ve onunla Nijerya’da İslam’ı temsil ederek İslamî duruş gösterenleri lekelemek için kullanılan bir Hıristiyan hamlesi olduğu düşünülüyor. jerya Cumhurbaşkanı’nın 3 Mayıs 2014’te yaptığı açıklamaya göre bu örgüt, İslamî bir kimliğe sahip değildir. Boko Haram’ın kuruluşundan bu yana gerçekleştirdiği eylemlerden istifade edenler şunlar: Siyasî hatalarını, yolsuzluklarını ve hırsızlıklarını örtmek isteyen, bölücü kötü niyetlerini gerçekleştirmek için muhaliflerine karşı Batı’nın ve Siyonistlerin desteğine ihtiyaç duyan Cumhurbaşkanı Goodluck Jonathan; Nijerya’daki enerji kaynaklarında ve güvenlik projelerinde, başta ABD, İngiltere ve İsrail gibi çıkar sahibi olan ülkeler; geçen ay 500 genci askerî eğitim için İsrail’e gönderen silahlı Hıristiyan örgütler ve de Müslüman hayır cemiyetlerini kovdurup misyoner kuruluşları ülkeye getirten Güney’deki büyük kiliseler ile Hristiyanların, federal yönetimin başında yer almaya devam etmesini isteyen Hıristiyan kitle.” Bu noktada yine Melasan’ın ifadelerine başvurduğumuzda şunları görüyoruz: “Boko Haram’dan en büyük darbeyi Müslümanlar yemiştir. Çocuklarını, köylerini, mescit ve okullarını kaybetti Müslümanlar. Ni- Melasan’ın ifadelerine göre, daha evvelki Cumhurbaşkanı Yar’adua’nın Müslüman olduğu ve geçirdiği rahatsızlık sebebiyle Suudi Arabistan’da tedavi görürken hayatını kaybettiğini öğreniyoruz. Fakat o tarihlerde Devlet Muhammed Yusuf’un babasının da söylenenler ışığında Matsina isimli marjinal bir örgüte mensup olduğunu, bu örgütün liderinin de Muhammed Merva isimli –Muhammed ismine aldanılmasın ki bir Hıristiyan- biri olduğunu belirtiyor Melasan. Başkan Yardımcısı olan ve şu anki Cumhurbaşkanı Jonathan, Yar’adua’nın zehirlendiği haberinin gizli kalmasını istemiş ve bu haberi duyurmaya çalışanların cezalandırılacağı tehdidinde bulunmuş. Yar’adua, ABD’nin Nijerya’da askerî bir üs kurma talebine karşı çıkmış ve bir süre sonra da vefat etmişti. Boko Haram, Yar’adua’nın vefatını fırsat bilircesine eylemlerini arttırdı ve kız kaçırmaya kadar alçaklığını büyüttü. Nijerya Müslümanlarının üzerinde bu kız kaçırma hadisesi sebebiyle özel bir psikolojik baskı mevcut. Zira Nijerya’daki kilise avenesi, yüzde 65’i Müslüman olan ülkede kızların kaçırılması olayının Müslümanların tutumu sebebiyle olduğunu ileri sürüyor ve Müslümanları, Hıristiyanları İslam’a zorla sokmak istemekle itham ediyor. İşte bu noktada her şey aşikâr: Boko Haram da Müslümanları güya daha Müslüman etme yolunda katlediyor. Nijerya’nın kuzeyinde de, güneyinde de Müslüman ve Hıristiyan halk arasında Hıristiyan ayrılıkçı milislerinin başlattığı irili ufaklı çatışmalar da mevcut. Son çatışmalar esnasında camiler de, kiliseler de yakılıyor. Boko Haram’ın da içinde bulunduğu eylemlerden sadece sonuncusunda 118 kişi hayatını kaybetti. Zira bu bölgede petrol yataklarının mevcudiyetinden bahsediliyor. Müslümanları hedef alan, yabancıları ve sivilleri kaçıran bu Hıristiyan milisler, suçlarının üstünün özellikle medya eliyle örtülmesinden dolayı da büyük rahatlık içindeler. Şu ana kadar bu bölgede radikal Hıristiyan örgütler tarafından fidye için pek çok yabancı kaçırıldı. İlginçtir, Teksas’ta bulunan ABD hava üssünden –ki 11 Eylül saldırıları anında Bush da buraya getirilmişti- 2013’ün Aralık ayında kalkan insansız bir hava aracının, Nijerya’nın Evtan bölgesi yerel lideri Muslim Hac Taceddin’in evine düştüğü haberi hâlâ küresel basında gizliliğini koruyor. Bütün bu alenî istihbarat ve gizli servis oyunlarının sürekli devran ettiği Nijerya, Boko Haram adlı örgütü Birleşmiş Milletler’e şikâyet ederek yardım istedi. Ne kadar ilginçtir şu şer verip hayır dilendirmek… Batı da bu işte usta –şeytanlıkta-. Ömer Bekir Sadık // [email protected] Balkanlar’da sel baskınları can aldı BALKANLAR, acı bir felaketle karşı karşıya. Özellikle Bosna-Hersek ve Sırbistan’daki yoğun yağışlarla birlikte nehirlerin ve derelerin taşması sonucu birçok şehir sular altında kaldı. Bosna-Hersek, Sırbistan ve Hırvatistan’da sel sebebiyle hayatını kaybedenlerin sayısı 43... >> Türkiye, öncelikle bu iki ülkeye de yardımlarını akıtmaya başladı. Bosna-Hersek’in Brçko, Biyelyina, Doboy, Maglay ve Zavidoviçi kentlerinde selin açtığı yaralara merhem olunmaya gayret ediliyor. Bosna nehrinin taşmasıyla meydana gelen sellerin etkilediği bu kentler, suların çekilmesiyle adeta birer çamur gölüne döndüler. Sel sebebiyle bazı köprüler yıkılırken yollarda da çöküntüler meydana geldi. Sırbistan’da ise Sava nehrinin taşma tehlikesine karşı iki ayrı bölgeden toplam 30 bin kişi tahliye edildi. Yalnız şunu da ayrıca belirtmek lazım: Bahsi geçen üç ülkeye yapılan yardımlar konusunda Sırp ve Hırvatlardan yükselen bir sitem var. Bu sitem Bosna-Hersek konusunda. Zira Sırplar ve Hırvatlar, kendilerine ulaşabilen AB kaynaklarından ve yardımlarından Boşnakların da faydalanmalarını istiyorlar. Bu konuda bir dedikodu duy- Güney Sudan’da Libya’da kriz büyüyor zorunlu göç GÜNEY Sudan’da, 6 Aralık’ta yaşanan başarısız darbe girişiminin ardından başlayan şiddet olaylarından kaçan 80 bin kişi Sudan’a sığındı. Cumhurbaşkanı Salva Kiir Mayardit’in 16 Aralık 2013’te görevden aldığı Cumhurbaşkanı Yardımcısı Riek Machar yanlıları ile ordu arasında çatışmalar başlamıştı. Krize çözüm bulunması amacıyla hükümet yetkilileri ile Machar’a bağlı heyetler arasında Etiyopya başkenti Addis Ababa’da yapılan ve Hükümetler Arası Kalkınma Otoritesi’ne bağlı arabulucu heyetin gözetiminde yürütülen müzakerelerin ilk turu kapsamında, 23 Ocak’ta çatışmalara son verilmesini öngören bir anlaşma imzalanmış, ancak hayata geçirilememişti. Afrika toptan yer değiştiriyor, dünya farkında mı? ARAP Baharı ile özgürlük inancına sarılan Libya, her gün kendi özgürlüğü için başkalarının esaretini isteyen örgütlerin ellerinde oyuncağa çevrilmiş durumda. Bütün bunların yanında asker ve sivil nitelikte söz sahibi olanların çıkışlarıysa her gün başka başka safların şekillenmesine sebep oluyor. Libya Özel Kuvvetler Komutanı Albay Buhamade’nin bir onur savaşına katılacağına beyan etmesi, emrindeki güçlerle birlikte Bingazi’de ordu birlikleriyle çatışan emekli muş, fakat böylesi açık bir duruma ihtimal dahi vermemiştim. Boşnakların dillendirmediğini Sırplar ve Hırvatlar dillendirince ayrıca şok oldum. General Halife Haftar liderliğindeki gruplara katılacağı yönünde yorumlandı. Trablus yönetimi veya askerî yetkililerdense konuya ilişkin açıklama yapılmadı. Libya’da Tebruk Hava Üssü’nün kontrolünü ellerine geçiren milisler de Haftar liderliğindeki birliklere katıldıklarını bildirmişlerdi. “Bir diktatör yıkıldı” diyerek sevinmiştik, lakin birileri birden fazla diktatör doğurmaya kararlı bu topraklarda. Tayland’da nazik darbe TAYLAND’da malum aylardır süren bir siyasî kargaşa hâkimdi. Fakat ordu, beklenmeyen bir girişimde bulunarak sıkıyönetim ilan etti. >>Tayland Ordu Komutanı General Prayuth ChanOcha, tüm taraflar için barışı ve düzeni yeniden tesis etmeyi amaçladığını ve bunun bir darbe olmadığını söyledi başta. Ancak bu sıkıyönetim ilanı Tayland ve dünya basınında “darbe” şeklinde nitelenince ordu yönetimi de literatüre uydu ve darbe açıklamasını yaptı. Tayland’da aylar süren hükümet karşıtı protestoların ardından Başbakan Yinglak Şinavatra, 7 Mayıs 2014 günü Anayasa Mahkemesi tarafından “yetkisini kötüye kullanmaktan suçlu bulunarak” görevinden alınmış, Yolsuzlukla Mücadele Komisyonu da Şinavatra’nın görevini ihmal ettiğine ve Senato’da yargılanmasına karar vermişti. Söz konusu darbe de bu yüzden Şinavatra’nın yerine geçici olarak getirilen Başbakan Yardımcısı Niwatthamrong Boonsongpaisan’a yapılmış oldu. haziran 2014 29 Dünya Ajanda Belçika’da Türkçe propaganda tartışması İngiltere ve İspanya’da Twitter mesajına hapis cezası BELÇİKA’da 25 Mayıs 2014 günü yapılacak Avrupa Parlamentosu seçimleriyle birleştirilen genel ve bölgesel seçimler öncesinde Türkçe propaganda tartışması yaşanıyor. “Belçikalı oy verenlere Türkçe üzerinden ulaşma ihtiyacını ortaya koyan bu el ilanları entegrasyon başarısızlığının delilidir” diyor. Belçika’ya vekil olmuş amma entegrasyonla asimilasyon arasındaki farkı bilmezlikte kalakalmış belli ki Destexhe. Ayrıca liberal olduğunu da belirtiyor bu şahıs… Ancak ülkemize yıllarca azınlık konusuyla ilgili anadille propaganda baskısı yapan kuruluşun başkenti mahiyetindeki Brüksel’de böylesi bir tepkinin hakkaniyetten ne kadar uzak olduğu belli. >> Merkez Demokrat Hümanist (CDH) Partisi’nden Brüksel Bölge Milletvekili olan Mahinur Özdemir, birlikte seçim kampanyası yürüttüğü Federal Milletvekili adayı Mustafa Alperen Özdemir ve Bölge Milletvekili adayı olan Seydi Sağ ile Fransızca ve Türkçe olarak bastırdıkları el ilanlarına olumsuz tepkiler aldılar. Örneğin Valon Liberal Parti’den (MR) Brüksel Bölge Milletvekili olan Alain Destexhe, Özdemir ve arkadaşlarının çift dilli el ilanlarının kabul edilemez olduğunu savunurken, A! Bir saniye! Almanya da aynını demiyor muydu Başbakan Erdoğan’a “Hiç hoş gelmediniz” diye çemkirirken? Oysa Başbakan Erdoğan, “Entegrasyona evet, asimilasyona hayır!” demiyor muydu? Gerçi Mahinur Hanım’a Alman Yeşiller Eş Başkanı ve maalesef kendiyle aynı soyadına sahip Cem Özdemir’in “bedel ödeme” hatırlatmasını yapalım. Bu Avrupalılara güven olmaz, ne de olsa “Garbın afakını sarmış çelik zırhlı duvar”; o duvarları geçmek zor. İHH yardım tırını Esed’in jetleri vurdu İHH İnsani Yardım Vakfı’nın Reyhanlı’daki ofislerinden Halep’teki depolara un taşıyan yardım tırı, Esed’in uçakları tarafından vuruldu. 30 haziran 2014 İHH’dan yapılan açıklamada, yardım tırının Halep’te saldırıya uğradığı belirtildi. Saldırıda Suriye vatandaşı 1 kişi şehit olurken 1 kişi de ağır yaralandı. Türkiye’de birileri hâlâ durdurulan MİT tırlarına yapılan vicdansız saldırıyı ve dolayısıyla vatana ihaneti savunurlarken, yine aynı kişilerin El-Kaideci diye yaftalamaya çalıştıkları fedakâr insanların yardımlarını da Esed vuruyor. Belli ki anlaşmışlar “Devletinkini durdururuz da vakıflarınkini engelleyemeyiz. En iyisi mi onlarınkini de sen vur” diye. Bu haber ne kadar yankı buldu dünyada? Hiç! Esed’in hangi katliamına kulak kabartılıyor ki bu duyulsun, değil mi? İNGİLTERE’de Twitter üzerinden saldırgan içerikli yayınlayan biri 8 hafta hapis cezasına çarptırdı. 42 yaşındaki şahıs, birçok kişiyi öldürmekle tehdit edince mesele mahkemeye taşındı ve bahsi geçen karar çıktı. Bir Twitter kararı da İspanya’dan. Twitter hesabından siyasetçilerin öldürülmesi gerektiğini savunan mesajlar paylaşan 19 yaşındaki bir genç, gözaltına alınarak mahkemeye sevk edildi. Politikacıların AK47 tipi bir tüfekle öldürülmesi gerektiğini dile getiren gencin evine baskın düzenleyen jandarma, gencin dizüstü bilgisayarına, 5 adet flash belleğine, 3 hard disk ve 5 de hafıza kartı ile cep telefonuna el koydu. İşte bu kadar!.. Twitter masum bir kuş. Öyle ki yararı bile var. Örnekleriyle canilerin nasıl yakalandıklarını gördük. Ama İngiltere ve İspanya’ya, Türkiye’ye değil bu kıyak. Ama olacak… Yunanistan’da 3 Türk belediye başkanı YUNANİSTAN’da yapılan yerel seçimlerin ikinci turunda, İskeçe ve Rodop illerindeki toplam 8 belediyeden üçünde Türk belediye başkanı seçildi. Türk nüfusun çoğunlukta bulunduğu Rodop ilindeki Kozlukepir (Ariana) Belediye Başkanlığı’na Rıdvan Ahmet, Yassıköy (İasmos) Belediye Başkanlığı’na ise İsmet Kadı seçildi. İskeçe’deki Mustafçova (Miki) Belediye Başkanlığı’nı da Cemil Kabza kazandı. Başkanları tebrik ediyor, başarılar diliyoruz… Almanya eteğindeki taşları dökerken… ALMANYA’da iki Alman gazetecinin hazırladığı kitap, Alman istihbarat teşkilatına çalışan ve 8 Türk’ü öldüren Neo-Nazi örgüt ile bağlantısı olan muhbir dosyalarının nasıl silindiğini anlatıyor. >> “Heimatschutz-Der Staat und die Mordserie des NSU” (Vatan Koruma-Devlet ve NSU Cinayetleri) adlı kitap, Der Spiegel dergisinin 2004-2008 yılları arasında genel yayın yönetmenliğini üstlenen Stefan Aust ve gazeteci Dirk Laabs tarafından kaleme alındı. Kitap, Alman İstihbaratı Anayasayı Koruma Dairesi’nin (BFV) iddiasının aksine, cinayetleri işleyen Nasyonal Sosyalist Yeraltı (NSU) üyelerini 1990’lı yılların başından beri izlediğini, bu bağlantıyı kanıtlayan belgelerin silinmesi için emir verildiğini aktarıyor. Kitaba göre silinen belge sayısı bir yılda 300. Kitabı kaleme alan gazetecilerden Dirk Laabs, 2013’te “Tarif” kod adlı bir muhbiri İsviçre’de buldu. Muhbir, NSU üyelerinin saklanacaklarını Federal Polis Bürosu’na ilettiğini, ancak üstlerinin bu izi sürmesini istemediğini aktardı Laabs’a. Yalnız ülkemize gelerek demokrasi narası atan Almanların istihbarat oyunları kendi ülkelerindeki Müslümanlara, özellikle Türklere karşı bitmiyor. Zira Almanya’nın Aşağı Saksonya eyaleti iç istihbarat teşkilatının geçen 10 yıllık dönemde Cuma namazına giden çok sayıda kişiyi fişlediği ortaya çıktı. Yeşiller Partisi Eyalet Milletvekili Belit Onay, eyalet hükümetinin, iç istihbarat servisi Anayasayı Koruma Teşkilatı’nda reform amacıyla kurulan komisyonun hukuka aykırı bir fişleme olayını ortaya çıkardığını belirtti. Onay, “Ana- Irak seçimleri sona erdi 30 NİSAN’da yapılan milletvekili genel seçimlerinde Irak halkı sandığa gitti. Irak Başbakanı Nuri ElMalikî’nin liderliğini yaptığı Kanun Devleti, 93 sandalye kazanarak seçimin birincisi oldu. yasayı Koruma Teşkilatı’nın veri bankasındaki kayıtların yaklaşık yüzde 20’sinin herhangi bir yasal dayanağı yok. Diğer bir yüzde 20’lik bölüm ise yasal olarak tartışmalı. Bu kayıtlar arasında yaklaşık 100 Müslüman var. Bu kayıtlardaki Müslümanların fişlenmelerinin nedeni yalnızca Cuma namazına gitmeleri. Bazı camilerde Cuma namazına gittikleri için takip ve kayıt altına alınmışlar. Hiçbir şekilde bir şiddet eylemleri, bu yönde bir ifadeleri veya somut bir şüphe yok” diyor. >> Usame Nuceyfi’nin öncülüğündeki Muttahidun Listesi ise 23 sandalye elde etti. 2010’daki seçimlerde 91 sandalye kazanan Sünni bloklar, bu kez parçalı girdikleri seçimde açık bir oy kaybına uğradılar. Bu seçimin galibi hükmündeki Şii Araplarla Kürtler parlamentoda daha kuvvetlendiler. devam ediyor. Merkez ile arası gergin olan IKBY’de Neçirvan Barzani 8’inci hükümeti de kurmak için görevlendirildi. IKBY Meclis Genel Kurulu’nda yapılan oylamaya göre Barzani, 100 vekilden 99 vekilin oyunu alarak yeni hükümetin de başbakanı oldu. Neçirvan Barzani’ye başbakanlık görevinde Celal Talabani’nin oğlu Kubat Talabani yardımcılık yapacak. 30 Nisan’daki seçimlerde bütün çabalarına rağmen Türkmenler 10 vekil çıkarabildi. Irak Türkmen Cephesi’nin (ITC) gayretlerinin yeterli olmadığı Türkmenler, maalesef seçime katılımda düşük bir oran gösterdiler. Böyle olunca Türkmen listelerden istenen sonuç elde edilemedi. Irak’ın kuzeyinde ise Merkez’den ayrı biçimde işleyiş Gerçi bizim ülkede de binlerce kişinin haince dinlenildikleri ortaya çıktı, şaşırmıyoruz böyle haberlere, ancak dinleme alanında uzman olan birimleri öğrendikçe zihnimiz açılıyor tabiî. Irak’ta Malikî’nin özlediği ve istediği Şii rejim için bütün kartlar oynanırken Kuzey’de Türkiye’yle aynı dili konuşan bir IKBY mevcut. Önümüzdeki dönemde uluslararası davalara da yansıyan bu çatışmanın sıhhate ermesi için ortaya bazı esneme paylarının konulması şart görünüyor. Peki, mümkün mü?.. haziran 2014 31 Dünya Ajanda IŞİD tehlikesi tüm Irak’ı sardı ÖNCE Musul düştü… Ulu Hakan’ın doğrudan ödediği bedelle bir zarar gelmemesi adına koruyup kolladığı topraklardı bölünüp parçalanan. 1. Dünya Savaşı’nın bilindik sebeplerle başlamasından evvel cetvellerle pay edilen en önemli arazilerin otağıydı düşen. İşgalciler farklı… Değil… >> Irak-Şam İslam Devleti adlı terör örgütü, bilindiği gibi daha çok 2013 Ağustos’u ile birlikte Suriye’de yaptıklarıyla tanınmaya başlanmıştı. Burada gerçekleştirdiği eylemler, kamuoyunda medyanın da yanlış yönlendirmeleri nedeniyle Özgürlükçüler ile beraber hareket eden ve Esed’e karşı duran bir yörüngedeymiş gibi biliniyordu. Hatta buna en güçlü kanıt olarak Adana’da durdurulan MİT’e ait tırları bir tür şov malzemesi yapıyordu bazı işbirlikçi paraleller. Yalnız IŞİD’in hangi tarafta olduğu Allah’ın inayetiyle anlaşıldı. Suriye topraklarında Esed’e katliamları için yüksek derecede yardımcı olan IŞİD, daha sonra Irak’ta şiddetini arttırarak bu bölgede dinmek 32 haziran 2014 bilmeyen sıcaklığa daha da benzin döktü. Öyle ya, bu yakıtı doğrudan dünyanın en önemli petrol beşiği Musul’u alarak gerçekleştirdi. Başta belirttiğimiz gibi, önce Musul düştü. Musul düştü düşmesine de Irak Merkezî hükümetinin aczi ve paralı ordunun arkasına bakmadan kaçışı her şeyi daha kolaylaştırmıştı IŞİD için. Musul Valisi dahi şehri terk ederken durumu dünyaya bağlanarak aktarıyor, yalnız Türkiye’nin Musul Başkonsolosluğu’nun toprağı bırakmadığını ve bir yere gitmediğini takdirlerini sunarak belirtiyordu. Musul Valisi Nuceyfi bunları söylüyor, bir de şunu ekliyordu: “IŞİD halen Türk Konsolosluğu’na dokunmuş değil.” Vali’nin aktarmış olduğu bu söz, paralel akıllı his yoksulu garabetin öyle hoşuna gitmişti ki hani bir “Bakın, Türkiye bunlara yardım ettiği için Konsolosluğa dokunmuyorlar” demedikleri kalmıştı. Ancak o korkulan haber de geldi ve Musul Başkonsolosumuz Öztürk Yılmaz, ailesi, Konsolosluk çalışanları ve güvenlik timi IŞİD tarafından rehin alındı. Daha önce de bölgeye mal götüren şoförlerimizi rehin alan örgüt, Sünniliği öne çıkararak Şia’ya meydan okuduğu bütün bu coğrafyada, daha çok Sünniliği öne çıkan Türkiye’ye de her fırsatta çelme takmaya çalıştığını böylece de gösteriyordu. Bu dahi bize başka bir yönden düşününce bir gurur kazandırıyor. Zira Türkiye, hiçbir zaman mezhepçilikle anılmış ve bunun üzerine iç ve dış siyaset geliştirmiş bir ülke olmadığını böylece ilan etmiş oluyor ve her zaman insanı ilke edindiğini vurguluyor. Başkonsolosluğumuzun baskına uğramasının ardından NewYork’ta bulunan Dışişleri Bakanı Davutoğlu acilen Türkiye’ye dönerken, Başbakan Erdoğan ise Başbakan Yardımcıları, Dışişleri Bakan Yardımcısı, Genelkurmay İkinci Başkanı ve MİT Müsteşarı ile bir kriz toplantısı gerçekleştirdikten sonra, Cumhurbaşkanı Gül de Hakan Fidan ve Yaşar Güler’i kabul etti. Daha sonra Dışişleri Bakanlığı, bu baskının ardından Ba- kanlık bünyesinde 24 saat görev yapacak bir kriz merkezi kurulduğunu bildirirken, bir başka açıklama da Genelkurmay Başkanlığı’ndan geldi. Zira Türk Silahlı Kuvvetleri, daha önceki aylarda olduğu gibi IŞİD’in Türkiye tarafından TSK subaylarınca eğitim aldığını söyleyen densiz, dengesiz, ahlaksız haberler yayınlanıyordu. Bu iddiaları mesnetsizlikle niteleyen Genelkurmay, hukukî yollara başvuracağını duyurdu. Baskının yapıldığı ertesi gün ise Bağdat Yönetimi, Musul’daki IŞİD’e güya ceza verdiği zannıyla Musul’un elektriklerini kesti. Ancak Musul’a verilmeyen enerji, IŞİD’e değil, IŞİD tarafından maddî ve manevî yara almış Musullulara bir darbe daha indirmişti. Aklı havadaki Bağdat Yönetimi, ancak daha sonra hatırına gelen Musul’u terk etmiş askerleri sorguya çekerken, komutanları da görevlerinden aldı. Ayrıca BM, ABD, AB, Türkiye ve İran’dan yardım isteyen Maliki, Irak’taki durumun boyutlarını bu yardım çağrısıyla yeterince ortaya koymuş da oldu. Musul’dan Telafer’e yönelen IŞİD, bu şehirde tam bir yağma ve kıyıma yöneldi. Bin 500 Şii güvenlik görevlisini infaz ettiğini duyuran teröristler, bütün Irak’a tam bir korku iklimi yerleştirmiş durumdalar. Telafer’deki gelişmelere değinen Başbakan Erdoğan, “Bugün son bir gelişme de Telafer gelişmesidir. Bu gelişme hafife alınamaz. Malum, Telafer’de Türkmenlerin ağırlık olduğu bir yapı var. Bu Türkmen kardeşlerimizin de biliyorsunuz yarıya yakını Sünni, yarıya yakını Şii” ifadesini kullandı. Irak’taki Türkmen kimliğinin IŞİD baskınlarıyla yine acı bir hisle gündemimize gelmesi, ne kadar unutkan olduğumuzun hazin gerçeğidir. Zira IŞİD, bir Türkmen şehri olan Tuzhurmatu’yu aylar önce ele geçirdiğinde biz bu sayfaları o haberlerle doldururken bölgeyle kimse ilgilenmiyordu. Öyle ya, bu ülkede milliyetçi olduğunu ifade edenler, Suriye’de Türkiye’nin ne işi olduğunu söylerlerken Halep gibi Hama ve Humus’u da unutmuşlar, oradaki soydaşlarımızın Esed tarafından kırılmasına göz yum- muşlardı. Türkiye’deki “Orası da bizim” algısı maalesef birileri tarafından yalnız Musul ve Kerkük ile sınırlandırılmış, ne acı!.. Görüldüğü üzere Tuzhurmatu, Selahaddin, Telafer, Süleymaniye ve ardından Musul bu örgüt tarafından terörle birilerine peşkeş çekilirken, Kerküklü Türkmenler de silah kuşanarak hem bölgedeki soydaşlarına yardım etmeye, hem de kendi topraklarını korumaya çalışıyorlar. Tuzhurmatu ve Telafer’den zorunlu şekilde çıkan Türkmenler Sincar’daki toplu yerleşim birimlerine, camilere, okullara sığınıyor veya Peşmerge’den yardım isteyerek can kurtarmanın peşine düşüyorlar. IKBY Peşmergesi, bölgede güvenli sahalar oluşturmuş durumda. Bütün bu hengâme içerisinde Basra Başkonsolosluğumuz dahi Dışişleri Bakanlığı’nın talimatıyla Kuveyt’e geçti. Zira Bağdat bile tehdit ve tehlike altında. Irak’ın kuzeyindeki Selahaddin şehri ise, Vali Ahmed Abdullah tarafından yapılan açıklamaya göre büyük oranda Irak Şam İslam Devleti örgütünden geri alındı. Irak Şia’sının manevî lideri Ayetullah Ali Sistani ise IŞİD’e karşı cihat emri verdi. Suriye’de Esed için Özgürlükçülere karşı savaşan Şiileri de Irak’a çağıran Sistani, böylelikle Irak ordusuna yardım ederek ülkeyi IŞİD’in elinden kurtarmak adına manevî bir girişimde bulunmuş oldu. Sistani’nin temsilcisi Şeyh Abdulhadi Kerbelayi, Kerbela kentindeki Cuma hutbesinde IŞİD ile ilgili Sistani’ye ait bir fetva okudu. Fetvada, “Ehl-i Beyt düşmanları yine sahnede. Öyle bir zamandayız ki Bedir ve Hayber’in nefreti bir kere daha dirilmiştir. Beni Ümeyye kalıntıları kutsal bölgelerimiz olan Necef ve Kerbela’ya saldırmak istiyor. Tüm Şiilerden ve Ehl-i Beyt takipçilerinden, İslam savunucularının zaferi için duaya durma çağrısında bulunuyorum. Eli silah tutan herkes, terörizme karşı kutsal savaşta yer alsın. Bu savaşta ölenler şehittirler. Irak ordusu da cesur olmalıdır. Iraklı siyasiler silahlı kuvvetlere destek versin ve güçlerini birleştirsinler. İslam’ın zaferi için birlik olun” denildi. Kosova’da da sandıktan “Erdoğan” çıktı KOSOVA, bağımsızlığını ilan etmesinin ardından ikinci kez sandık başına gitti. Yaklaşık 1 milyon 800 bin kayıtlı Kosovalı, 120 sandalyeli parlamentonun yeni üyelerini belirlemek için gitmişti sandık başına. Seçimlere katılım, ancak yüzde 43 seviyesinde kaldı. >> Oyların yüzde 27’sini alan Başbakan Haşim Taçi’nin başında bulunduğu Kosova Demokratik Partisi bu seçimden de zaferle çıktı. Başbakan Taçi, bu seçim galibiyetiyle Kosova’nın Avrupa yolunu açıp kalkınma imkânlarını artıracağını belirtti. Ayrıca sandıkların açılmasının ardından geçilen sayma işlemi sırasında ise enteresan, muzip ve bir o kadar da gurur verici bir olay yaşandı. Sayılan oylardan biri, Kosova siyasî partilerinin yanında AK Parti ve Başbakan Erdoğan’ın isimleri el yazısıyla iliştirilmiş vaziyette bulundu. Bu masum fakat maalesef geçersiz oy, Prizren’de kullanıldı. Kosova Yüksek Seçim Kurulu’na Türkiye’den seçimin iptali için bir dilekçe gider mi bilinmez ama böylesi iltifatların da herkese nasip olmayacağı aşikâr… “Kırım Tatarları müzakere konusu yapılmamalı” imiş BAŞLIĞI görünce böyle bir cümleyi kimin kurduğunu tahmin etmişsinizdir sanırım. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Kırım Tatarlarının hiçbir zaman devletlerarası, özellikle de Rusya ve Ukrayna arasındaki tartışmalarda müzakere konusu yapılmaması gerektiğini savunuyor. Neden olsunlar ki? Onlar öz vatanlarında, kaba politikalarınızın işgali altında hiçe sayılan, sürgün edilen ve insan sayılamayacak unsurlar sizin için. Böyleyken, neden müzakere konusu olsun ki Tatarlar? 70’inci hazan yılında Tatarlar yine vatansız bırakılmak isteniyor. Biri çıkıp Stalin’in ruhunu yaşatmaya yemin ediyor, amma velakin bazı şeyleri unutuyor. Hatırlatacağız… haziran 2014 33 MEDYA AJANDA Medya Ajanda 34 Acının manşeti daha acı olur! K ARA elmas, bu kez Türkiye’nin ciğerini yaktı. Soma’da meydana gelen ve 301 kardeşimizin hayatını kaybetmesine, yüzlerce canın yetim ve dul, anne ve babaların evlat acısına sebep olan maden faciasıyla bütün memleket ve Türkiye’ye kalben bağlı bir birçok kardeş ülke yasa büründü. haziran 2014 Belli ki katillerin kimler olduğunu biliyor (!) Cumhuriyet; peki, masal anlatmayı ne zaman bırakacak? Birkaç yazarıyla tepki çeken gazetelerden biri de Posta idi. Posta, “Öldük” dedi, bu yazıyı hazırladığımızdaysa yine dirilmişti sapık haberciliğiyle. Bilindik Posta işte!.. Radikal gazetesi “2014 Soma” diye çıktı ikinci günde karşımıza. Öyle ya, yıl 2014’tü ama Soma’da büyük bir felaket vardı, bu devirde böylesi bir felakete hazırlıklı olunmalıydı. Peki, Radikal gibi gazetelerin yaptıkları ahlaksız habercilik hangi çağın haberciliğine aitti? Sözcü ise bilindik başlıklarından biriyle çıktı: “Tayyip’e öfke!” Okurlarının tekrar matbu gaz ayarını güncelleyen gazetenin bu başlığını Sözcü okusanız da, okumasanız da tahmin edebilirsiniz, zira hep aynı terbiyesiz tutum, yalan ve iftirayla yürüyor Sözcü. En savcı manşetse Taraf’tan geldi. Öyle ya, hayli zamandır savcılar gibi hüküm verip iddianame hazırlar gibi haber yapamıyorlardı, bu olayla tekrar savcı olabilir, yargıçların veremeyeceği cezaları kesebilirlerdi, ne de artık abileriyle her uzuvdan bağlılar. Taraf’ın manşeti “Taammüden katliam” şeklindeydi. Zaman gazetesinin başlığı “Tabut yetmedi” şeklinde… Ne hazin değil mi? Hani “Müslümanın tavrı” takiyesiyle aparkat çıkarmaya çalışmak budur işte!.. Ancak bu hazin durum bu camia için ilelebet devam edecek, zira hiçbir zaman cesaretle, açıkça, mertçe söyleyemeyecekler dertlerini; mutlaka bir takiye örtüsü olacak hareketlerinde. Gerçi örtü işi furuattan… >> Söz konusu facia 13 Mayıs gününün ikinci yarısında meydana gelince gazetelere yansıyan bir şey olmadı. Acının ikinci gününde ise zehir dolu, şer yüklü başlıklarla sürüldü önümüze sayfalar. Soma’da yaşanan faciayla beraber her günü ayrı bir zemberekten boşaltan Hürriyet gazetesi, birkaç yazarının maskaralığının yanında yaptığı ahlaksız habercilikle her gün tepki çekti. Hürriyet, facianın ikinci gününde çıkan baskısında “Her nefes ölüm” şeklinde bir manşet kullandı. Bu manşeti gördükten sonra “gazetecilik edebiyatı” diye bir şeyin var olduğuna inanmaya başladım. Paramparça edilen bir şeyler var ortada fakat mana sıfır… Birgün gazetesi, her zamanki marjinalliği ile çekmişti başlığını “Katliam cumhuriyeti” ile... Bu başlık yorumda bulunarak gücümü boşa tüketmeyeceğim. Cumhuriyet gazetesi kimden masal dinlediyse “Masalı bırakın, katlettiniz” demiş. Evrensel gazetesi “Hesap verin!” demiş hesap sorulacak kişileri bilmeden. Gündem ise Evrensel’in manşetine tamamlayıcı bir cümle bulmaya çalışmış: “Yüzünüze çarpacağız!” Aydınlık gazetesi, yalan haber ikliminin en net görünen ve faciayla ilintili en alçak başlığın adresi olmuş “Erdoğan markete sığındı” ve “AKP’nin seçim kömürü” ile. Yurt gazetesinin kimlere özendiğini bilemeyiz ama “Erdoğan halkın öfkesinden zor kaçtı” başlığı bir zamanların örfî idare ilanları gibiydi. Ve bu “işine gelme” manşetlerin en sonunda da Sol gazetesinin başlığı vardı: “Soma halkı haykırdı: Defol git Tayyip!” “Bu kadar başlığı neden buraya taşıdın?” diye ne olur düşünmeyin, tarihe not etmek için her şey. Her şey, kimin hangi demde insanlık ve insaf üzere yaşadığını birer ayine ile göstermek için. Ne diyor Mevlana? “Kalp denizdir, dil kıyı; denizde ne varsa kıyıya o vurur.” -Bu sözü de “Yedi Güzel Adam”dan öğrendim, ne güzel dizi yapmışlar, ellerine sağlık. Bu arada ilk kez şurada medyatik bir şey övdüm. Sayfanın yapısını mı değiştirsek? İnşaallah o günler de gelir.- Uluğ Bayındır // [email protected] Ali Ünal: “Musibete davetiye çıkarmak” 20 MAYIS 2014 sabahı bir telefon geldi, ekranda “Bir dost” yazıyordu. Ürkerek kaydırdım parmağımı ekranda, “Ali Ünal’a bak!” diyen sesin sahibi bitirdi hemen konuşmayı. Derin bir heyecanla apartman girişine gittim sahibini bilmediğim ama apartman önlerine bırakılan türden olduğuna böyle yapmış biri olarak inandığım Zaman gazetesini okumak için... Hızla çeviriyordum sayfaları, o kadar hızlıydı ki birkaç tur atmış, Ali Ünal’ın köşesinin de bulunduğu “toplu yorum bölümü”nü defalarca çevirmiştim. Sonunda… Nİ N I AY >> Tamam, böyle olmadı, ama olması çok muhtemeldi ki anlattıklarım kısmen doğru da... Sadece arayan kişi Yavuz Selim Ağabey’di, bir de o kadar heyecan yapmadım. Ali Ünal’ın yazısı hakkında dikkatimi çekmişti Ağabey, ben de “Ne aşağı ineceğim ya...” diyerek oturdum internetten okudum o elim yazıyı. Ali Ünal, Cemaat’te takvasından korkulan abilerdendir. O bir şey hakkında yazdığı zaman, bilinir ki bir olaya vurgu, bir konuya dikkat çekiliyordur. 20 Mayıs da o dikkat çekici günlerden biriydi sanırım ve camiaya bidon kafalı ayarı çekiliyordu ayet ve hadislerin tevilleriyle. Birileri “müstehak”lı filanlı falanlı veya niyazili cümleler kurdular; onlardan beklenebilen, tıyniyetlerinden akan hallerdi bunlar. Ancak “Müslüman Müslümana ithamda bulunamaz” diye diye “müstehak”lı ifadelerin altına resmen imza atanlara artık daha fazla şey anlatılamaz, ipin ucu kaçmış, şiraze yerinden oynamış, zemberek kırılmıştır… “İnsan irade sahibi ve dolayısıyla sorumlu bir varlık olmakla, başına gelenler ‘kader’ deyip geçiştirilemez. Aksi halde dünyada da, ahirette de, hukuk ve Allah karşısında da hesap, ceza, mükâfat olmazdı. İnsan, sorumluluk sahasına giren her meselede iradî fiillerinden, hata ve ihmalinden sorumludur ve kader, takdirinde insanın sorumluluğu ve iradesini de hesaba katar. Bir topluma gelen musibetlerde birinci derecede sorumlular, elbette yapılması gereken ve yapılabilecek olanı yapmayıp, alınması gereken tedbirleri almayıp musibete sebep olanlardır. Kader bir toplum hakkında umumî bir musibete hükmederken, toplum çoğunluğunun hata ve zulümlerini de nazara alır ve böylesi musibetler geldiği zaman suçlu-masum ayrımı yapmaz. İmtihan bunu gerektirir. İ ÂH K Şu kadar ki, böyle musibetlerde vefat eden mazlum ve masumlar şehit, telef olan malları da sadaka hükmündedir. Soma faciasının mazlum kurbanları da inşaallah şehittir ve Cenab-ı Allah’ın onlara şehit muamelesi yapmasını, acılı ailelerine sabr-ı cemil vermesini dileriz. İkinci olarak, Cenab-ı Allah (c.c.), bir toplumla ilgili hüküm ve icraatında toplumun çoğunluğundan sonra sorumluluk ve temsil mevkiindekilere bakar. Hz. Musa (a.s.), kavmindeki buzağıya tapma ihtilâli karşısında tevbe maksadıyla kavmini temsilen 70 kişiyle Tur’a çıkar ve bu 70 kişi Cenab-ı Allah’ın Hz. Musa ile konuştuğuna inanmak için Allah’ı görme isteğinde bulununca dağ sarsılır. Cenab-ı Allah bunu Kur’an’da anlatırken, bütün İsrailoğulları’na seslenerek ‘Böyle yaptınız’ der. Çünkü o 70 kişi, İsrailoğulları’nın tamamını temsil ediyordu. Bundan dolayıdır ki Hz. Ömer (r.a.), ‘Dicle kenarında bir koyunu kurt aşırsa ilahî adalet bunu Ömer’den sorar’ der ve bir kıtlık yılında alnını secdeye koyarak, ‘Allah’ım, benim günahlarım sebebiyle Ümmet-i Muhammed’i cezalandırma!’ diye inler; Hz. Bediüzzaman da (r.a.) ‘Memur (sorumlu) olup da kanun namına kanunsuz hıyanet eden, ilişen, o memlekete, o biçare ahaliye bir umumî tokada vesile olur’ diye yazar. Bugün Türkiye’de bir başbakan ve hükümeti var ki, tatminsiz bir hırsla belki tarihin en büyük, en kapsamlı yolsuzluk ve rüşvet bataklığına düşme suçlamasına muhatap ve bunu örtmek için dünyanın her tarafında hiçbir ferdi yolsuzluk, hırsızlık, zina, fuhuş gibi fiillerle anılmamış, yüz binlerce mensubu bulunan masum bir cemaat ve onun masum ve mazlum bir rehberine, her gün tarihte eşine rastlanmadık yalan ve iftiralarla hücum ediyorlar; bununla kalınmıyor, görevlerini hakkıyla yapmaktan başka suçu olmayan binlerce Emniyet ve Yargı mensubu, memur ve bürokrat zulüm üstüne zulme maruz; hukuk ‘Sen yap, kanununu ben çıkarırım’ tavrına emanet. Vatandaşı tokatlayan, azarlayan Başbakan’ın, yerdeki vatandaşı tekmeleyen müşavirinin yüzlerinden okunduğu üzere tarifi imkânsız bir kin ve düşmanlık, kalp katılığı ve kibir vicdanları esir almış. Bütün bunları asla hata kabul etmezlik enaniyeti içinde savunan parti sözcüleri, mensupları ve bütün bunlar karşısında lâl kesilmiş, hattâ destekçi hocalar, kanaat önderleri, Diyanet görevlileri ve Kur’ân, helâk edilen kavimlerin aldatma, ahlâksızlık, ölçüdetartıda hile yapma, zulüm, zalimlere körü körüne itaat, bol geçimlikle şımarma, fısk, ikazlara kulak asmama gibi sebeplerle helâk edildiğine vurgu yaparken, nefsi ruha, cebi, cüzdanı vicdana, mideyi kalbe, parayı ahlâka tercihten başka manâya gelmeyen ‘Çalıyor ama çalışıyor’la böyle bir iktidarı tercih edenler! Allah buyuruyor: ‘Zulmedenlere destek olmayın, yoksa size ateş dokunur!’ Evet, Hocaefendi’nin duasıyla, ‘Allah ülkemizi başka ve daha büyük felaketlerden korusun’.” Fethullah Gülen Cemaati’ne tâbi olmayan Müslümanlar, mesajı aldınız mı? Tehdidin farkında mısınız?! haziran 2014 35 MEDYA AJANDA Medya Ajanda 36 Hâlâ böyle haberler yapılıyor demek… S OMA’daki facianın ardından şimdi bahsi geçecek olan tarzda çok haber yayınlandı basınımızda. Birçok örneğine rastladığımız haberlerden birini vererek başlayalım... >> “Maden faciası dünyada birinci haber: Manisa’nın Soma ilçesinde yaşanan maden faciası, dünyanın bugün de en önemli gündem maddesi. Dünyanın önemli basın yayın kuruluşları faciayla ilgili gelişmeleri ilk haber olarak duyurdu. İngiliz yayın kuruluşu BBC, ana haber bülteninde ilk haber olarak verdiği Soma faciası ile ilgili AKP hükümetinin protesto edildiğini söyledi. BBC, son olarak 274 olarak açıklanan ölü sayısının giderek artması ile ülke tarihinin en büyük maden faciasının yaşandığını ve Soma’daki maden kazasının ardından ilçeye gelen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın protesto edildiğini aktardı. Protestocuların AK Parti Soma İlçe Teş- haziran 2014 kilatı binasına saldırdığını ve İstanbul ve Ankara’da da Hükümet karşıtı protestoların düzenlendiğini yazan BBC, Ankara’da 800’e yakın protestocunun üniversiteden Enerji Bakanlığı’na yürüdüğünü duyurdu. İngiliz Sky haber televizyonu da geniş yer verdiği Soma’daki maden faciası haberinde, yükselen ölü sayısının yanı sıra 100’den fazla kişinin de kurtarılmayı beklediğini aktardı. Sky News, ölü sayısının artmasıyla Hükümet aleyhine protestoların da düzenlendiğini, kalabalıktaki birçok insanın Hükümet’e kızgınlığını gösterdiğini ifade etti. İngiliz Guardian gazetesi, üç günlük ulusal yas ilan edilen Türkiye’de facianın ardından ölü sayısının giderek arttığını yazdı. In- dependent gazetesi ise ölü sayısının 274’e yükselmesi ile Soma’daki facianın ülkenin en büyük maden kazası olduğuna vurgu yaptı. Gazete, halen siyasî tansiyonun yüksek olduğu Türkiye’de, İstanbul ve Ankara başta olmak üzere birçok kentte Hükümet aleyhine protestoların düzenlendiğini, Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın madeni ziyareti sırasında da halk arasında gerginliğin yaşandığını yazdı. Financial Times gazetesi, CHP’nin iki hafta önce Soma’daki maden kazaları ile ilgili TBMM’ye verdiği önergenin reddedildiği haberinin bu felaket ile birlikte siyasî bir kavgayı ateşlediğine dikkat çekti. Amerika’da yayınlanan Wall Street Journal gazetesi de kazanın, Türkiye’nin halk sağlığı ve güvenliği kayıtlarının korkunç yüzünü ortaya çıkarmasının yanında, ülkenin ilk başkanlık seçimlerine üç ay gibi kısa bir zaman kala Hükümet’e karşı öfkeyi şiddetlendirdiğini ileri sürdü. ABD’li New York Times gazetesi, 200’den fazla kişinin hayatını kaybettiği kazada yaşamını yitirenlerin yakınlarının ise facianın nedenini bilmek isterken ülke genelinde de protestoların düzenlendiğini yazdı. Amerikan FOX televizyonu, madencilerin hayatını kaybettiği Soma’da protestoların düzenlendiğini duyurdu. Fox News, Başbakan’ın Soma’yı ziyareti sırasında protesto edildiğini ve protestocu bir grubun, madenin işletmeciliğini yapan Soma Holding’in İstanbul’daki merkez binası önünde toplandıklarını aktardı.” Bizim ülke basını için her nedense yurtdışı basınına bir malzeme olma hevesi vardır sürekli. Dış basına malzeme haberlerin kendi kaynaklarından, kendi ülkelerinden verildiğini de yine her nedense görmezden gelirler. Zira dış basının aktardığı haberi Türkiye’de yaşamıyormuş gibi haber yaparlar. Bu arada dış basının Soma konusuna neredeyse hiç girmeyip hangi konuyu ele aldığı da ayrı bir mesele. Gezi olayları sırasında Taksim’de, Reyhanlı saldırından “önce” ve sonra da Hatay’da konuşlanan yabancı basının maksadı da, duruşu da belli. Denk gelmişti, izledik: 30 Mart günü aldığı bir sokak röportajında CNN International, konuştuğu 3 Türk vatandaşı da Hükümet aleyhtarı kişilerden seçerek söyleşi yapmış, en son karede “Ülkenizdeki durumdan endişe ediyor musunuz?” sorusuna “Yes!” cevabı alarak haberi kesmişti. Bakınız bu dış basında Türkiye haberi de benden, zira aktarılan habere göre, Türkiye endişelilerin ülkesi… Soma’da algının dibi S OMA faciasının iki ve üçüncü günlerinde, daha net ifadeyle işletme sahibinin ortaya çıkışından evvel bir haberle karşılaştım. O gün itibariyle, facianın son aşamasında çalışmalarından dolayı hakkı teslim edilen Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız’a bir atıf vardı. >>Habere göre Bakan’ı bir şekilde bulan ve kendisinin avukat olduğunu beyan eden biri, Bakan Yıldız’a kaza nedeniyle istifa edip etmeyeceğini sormuş. Yıldız ise bu soruyu kendisine daha önce de sorduğunu hatırlattığı aynı vatandaşa makam düşkünü bir insan olmadığını ifade ederek “Benim koltuk, masa, sandalyeyle ilgili düşüncemi belki okumuşsundur. Avukat Bey! Gözümde işçi kardeşimin yanında şu kadar değeri yok. Eğer böyle bir kazanın, bırakın olmasını, bırakın bu dediğiniz sayıları, bir tane işçi kardeşimle koltuğumu hiçbir şekilde tartışmam!” demiş. Bu kendisine avukat diyen vatandaşsa “Duygulanan Cumhurbaşkanı”, hırçın Erdoğan! Ç OK şükür devlet geleneğinin ne olduğunu, nasıl işlediğini bilen kimseleriz. Tarihe de takvim olarak eksik kalsak durum açısından vâkıfızdır. 2007 yılında Çankaya yollarına etten duvar örmek maksadıyla kol boyu hizasında yan yana gelerek gösteriler yapan ve o günlerde Dışişleri Bakanı olan Abdullah Gül’e güya set kuranların ne denli bir çaresizlik batağına battıklarının işaretlerini gördük algı sisteminin alçak medyasında. bu sözleri üzerine “İstifa edeceğinizi anlıyorum o zaman” diyerek ayrılmış Bakan’ın yanından. Bu ülkede bir makam sahibine herhangi bir soru sormak için avukat mavukat olmaya ihtiyaç yoktur, önce bunu belirtelim. Bakan’ın aynı soruyu aynı kişiden ısrarla işittiğini de anlıyoruz cevaptan yola çıkarak. Peki, kendisine avukatlıkla bir soru sorabilme payesi yapıştıran adamın yorumu nasıl? İşte bu tam da bizimkilerin duymak istediği cümle: “İstifa edeceğinizi anlıyorum o zaman…” Keskin sirke küpüne zararmış, daha fazla yorum yapmayacağım bu habere. >> Yaşanan facianın hemen ertesi günü olay yerine giderek ailelerle kucaklaşan, onların dertlerini doğrudan temasla öğrenen ve ahaliye kucak açarak gittiği sırada itiş kakış arasında kalarak canına kastedilen Başbakan Erdoğan, bu yazıyı ele aldığımız sırada görevden alınan Özel Kalem Müdür Yardımcısı ile bir öyle bir böyle konuşan ve de belli ki her taraftan bir korku dumuruna uğratılmış bir vatandaş üzerinden öyle yıpratılmaya çalışıldı ki çocuklar dahi neyin ne olduğunu anladı. Bütün bu çileyle boğuşan Başbakan resminin karşısında ise ilginç bir tablo oluşturulmaya çalışılıyordu: “Duygulanan Cumhurbaşkanı”. Basına açık havada verilen beyanatı sırasında bir vatandaşın “Kurtar bizi Cumhurbaşkanım!” şeklindeki hitabının üzerine ağladığı belirtilen Cumhurbaşkanı Gül, hiçbir hengâmenin muhatabı olmazken, bir de halkın rahatlıkla sarılabildiği bir portreyle sunuldu. Bu sunum, “Kurtar bizi Cumhurbaşkanım!” hitabının aslın- da ne anlama geldiğini de gösteriyor, o hitapla bütün gayret örtüşüyordu: “Bizi Erdoğan’dan kurtar!” Hani ey medyanın alçak karaktercikleri, siz değil miydiniz Çankaya’ya kurulan etten duvarları bütün dünyaya servis eden? Siz değil miydiniz Köşk’ü irticaya kapatan? Bütün tuzakları, bütün oyunları bozacak Kadir-i Mutlak’ın takdirini ne kadar engellemeye kalkışsanız, şeytan olup millete ne kadar sağından yaklaşmaya çalışsanız da başaramayacaksınız… haziran 2014 37 Ahmet Yozgat - [email protected] haberajanda Karikatür 38 haziran 2014 haziran 2014 39 haberajanda Dosya Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana 18 defa yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin sonucunda Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü dört kez, Celal Bayar üç kez, Cemal Gürsel, Cevdet Sunay, Fahri Korutürk, Turgut Özal, Süleyman Demirel, Ahmet Necdet Sezer ve Abdullah Gül de bir kez Cumhurbaşkanlığı’na seçildi. Türkiye Cumhuriyeti’nin “seçilmeyen” tek Cumhurbaşkanı ise Kenan Evren. *** Aslında kimsenin Abdullah Gül ile bir sıkıntısı yoktu. Öyle ya, onun şahsında yürüyen bir muhalefet yürüyüşü yapılmıyordu. Ancak muhalefetin gözüne kestirdiği iki “şey” vardı: Recep Tayyip Erdoğan ve Hayrünnisa Gül’ün başörtüsü… *** 15 Haziran 2012 günü, Cumhurbaşkanlığı Seçim Kanunu’ndaki değişikliğe yapılan CHP itirazının karara kavuştuğu gün oldu. Anayasa Mahkemesi, CHP’nin Cumhurbaşkanlığı görev süresiyle alakalı talebine karşılık “Gül’ün görev süresi 7 yıldır” dedi. Bu, şu demekti: Abdullah Gül, 2010 yılı 12 Eylül’ünde yapılan değişiklikle halkın kabul ettiği beş yıllık görev süresi formatına dâhil değildir. Ancak Gül, daha sonraki Cumhurbaşkanlığı seçiminde aday olabilir. Yani 7+5 yıl süreyle Türkiye Cumhurbaşkanı olabilir. *** AYM’ye davayı açan CHP Grup Başkanvekili Akif Hamzaçebi de kararı tutarsız bulduğunu açıklayarak, “Son sözü Anayasa Mahkemesi söylemiştir, hayırlı olsun!” diye konuşuyordu. Aslında bu cümle, sonunda bütün ülkede aylarca yer alacak bir tartışmanın el ovuşturmasına delalet ve Canikli ile Atalay isimlerinde cisimleşen bu tartışma, gelecekte AK Parti’nin “açık şekilde yeniden bir kuruluş aşamasına gireceğinin de habercisiydi. 40 haziran 2014 T ÜRKİYE, yerel seçimlerin hemen ardından, ilk turu 10 Ağustos’ta yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimlerine kilitlendi. Cumhurbaşkanı birinci turda seçilemezse, 24 Ağustos’ta bir kez daha sandık başına gidilecek. >> 2007 yılında, Anayasa’da yapılan değişiklikten sonra ilk kez halk tarafından seçilecek olan cumhurbaşkanı, 5 yıl görev yapacak ve en fazla iki defa (5+5) seçilecek. Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana 18 defa yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin sonucunda Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü dört kez, Celal Bayar üç kez, Cemal Gürsel, Cevdet Sunay, Fahri Korutürk, Turgut Özal, Süleyman Demirel, Ahmet Necdet Sezer ve Abdullah Gül de bir kez Cumhurbaşkanlığı’na seçildi. Türkiye Cumhuriyeti’nin “seçilmeyen” tek Cumhurbaşkanı ise Kenan Evren… Öncelikle bugüne dek gelmiş geçmiş tüm cumhurbaşkanlarının nasıl bir seçim evresinden geçtiğine panaromik anlamda bir göz atalım. Mustafa Kemal Atatürk Mustafa Kemal, 29 Ekim 1923 tarihindeki ilk seçilişinde, Meclis’teki 281 milletvekilinden 158’inin katılımıyla ve 1. turda “oybirliğiyle” seçildi. 1 Kasım 1927’deki ikinci seçilişinde, Meclis’teki 316 milletvekilinden 288’inin katılımıyla ve yine 1. turda “oybirliğiyle” seçildi. 4 Mayıs 1931’deki üçüncü seçilişinde, Meclis’teki 317 milletvekilinden 289’unun katılımıyla ve yine 1. turda “oybirliğiyle” seçildi. 1 Mart 1935’teki son seçilişinde ise, Meclis’teki 399 milletvekilinden 386’sının katılımıyla ve yine 1. turda “oybirliğiyle” seçildi. “(…) Meclis, 29 Ekim 1923’te, Cumhuriyet’i ilan etmesinin hemen ardından Cumhurbaşkanlığı seçimine geçti. O tarihte, Meclis’te 287 milletvekili vardı. Ama bunlardan sadece 158’i oylamaya katılarak Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın cumhurbaşkanı seçilmesi için oy kullandı. 129 üye ise, yüzyıllarca monarşi rejimiyle yaşayan bir ülkede radikal değişimlere, devrimlere henüz hazır olmadıkları için oylamaya katılmadılar.” (Çankaya Yolu Yokuştur - Nuri Kayış) İsmet İnönü İsmet İnönü, 11 Kasım 1938’deki ilk seçilişinde, 399 milletvekilinden 348’inin katılımıyla ve 1. turda “oybirliğiyle” seçildi. 3 Nisan 1939’daki ikinci seçilişinde, 429 milletvekilinden 413’ünün katılımıyla ve “oybirliğiyle” seçildi. 8 Mart 1943’teki üçüncü seçilişinde, 455 milletvekilinden 435’inin katılımıyla ve 1. turda “oybirliğiyle” seçildi. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ilk Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk haziran 2014 41 haberajanda Dosya Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığına karşı çıkan CHP, çok aşikâr ki onun bir dönem daha cumhurbaşkanı kalmasını ve ülkenin bu konuda bir tartışma, hatta bir krize girmesini gözüne kestirmişti. Gün gelip de onun döneminin biteceğini ve Erdoğan’ın restini yine görebilen fakat bu sefer çare bulamayan CHP, Köşk’e çıkmasına izin vermediği Gül’ün bu kez AK Parti’nin başına geçmesini istiyor. Bu istek, tam da Erdoğan’ın “partili cumhurbaşkanı” formülüne aslında çaresiz ve öfke dolu bir desteğe dönüşüyor. Çünkü Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, CHP’nin bu temenni senaryosuna göre zaten partili bir cumhurbaşkanı. İşte Erdoğan’ın bu süreçteki dünya görüntüsü, her şeyine programının yapıldığı, mazlumların üzerine dualar akıttığı ve zalimlerin ve de zalimleri görmezden gelenlerin öfkesinin hissedildiği bir kıvamda. *** “Yürütme ve yasama organlarına birbirlerinin taşkınlık eğilimlerini önleyecek yetkiler verilmiştir. Kuvvetler, parlementer sistemin aksine yumuşak olarak değil, sert bir şekilde ayrılmıştır. Birbirinin yetki sahası sert çizgilerle belirtilmiş, yasama organı yürütme organını düşüremediği gibi yürütme organının da yasama organını fesih yetkisi yoktur. Buna karşılık, kuvvetler arasında kurulan kontrol sayesinde organların mevcudiyetleri tehlikeye girmemektedir.” (Burhan Kuzu) 42 haziran 2014 İsmet İnönü 5 Ağustos 1946’daki dördüncü ve son seçilişinde ise 465 milletvekilinden 451’inin katılımıyla ve yine 1. turda, ancak bu kez oybirliğiyle değil, “388 oyla” seçildi. “(…) 1937’de Başbakanlık’tan istifa ederek köşesine çekilen İnönü’nün cumhurbaşkanı seçilmesinin yolunu, Başbakan Celal Bayar’ın Köşk’e çıkmak istemeyişi, Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın ise ordunun başında kalmaktan yana tavır alması açtı.” (Çankaya Yolu Yokuştur-Nuri Kayış) Celal Bayar Bayar, 22 Mayıs 1950’deki ilk seçilişinde, 487 milletvekilinden 453’ünün katılımıyla ve 1. turda, 387 oyla seçildi. 14 Mayıs 1954’teki ikinci seçilişinde, 541 milletvekilinden 513’ünün katılımıyla ve yine 1. turda, “486 oyla” seçildi. 1 Kasım 1957’deki üçüncü ve son seçilişinde ise, 610 milletvekilinden 413’ünün katılımıyla ve 1. turda “oybirliğiyle” seçildi. Celal Bayar’ın görev süresi, 27 Mayıs 1960 Askerî Darbesi ile sona erdi. Bu tarihte kurulan Milli Birlik Komitesi kararıyla Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk Celal Bayar tutuklandı. Bayar’ın yanı sıra Başbakan Adnan Menderes, TBMM Başkanı Refik Koraltan ve bütün Bakanlar Kurulu üyeleri ile Demokrat Parti önde gelenleri de tutuklandı. “(…) Bayar, Demokrat Parti’nin (DP) tek başına iktidara gelmesinden bir hafta sonra cumhurbaşkanı oldu. Seçilmesi kolay oldu ama Çankaya Köşkü’nde pek rahat oturduğu söylenemez. Zira başta Bayar ve Adnan Menderes olmak üzere, Cumhuriyet Halk Partisi’nden (CHP) kopup DP’yi kuranlarda deyim yerindeyse ‘İnönü fobisi’ vardı. İnönü’nün muhalefette kalmayı hazmedemeyeceğini ve kendilerine karşı komploların içinde olacağını düşünüyorlar, sürekli olarak bir darbe endişesi içinde yaşıyorlardı. Nitekim ikisi de bir darbe sonucu iktidardan uzaklaştı. Menderes idam edildi; Bayar ise, hakkında Yassıada Mahkemesi’nde idam kararı verilmesine rağmen, yaşlı olması nedeniyle son anda ölümden döndü.” (Çankaya Yolu Yokuştur-Nuri Kayış) Cemal Gürsel Cuntanın başına getirilen Gürsel, 26 Ekim 1961’de, 638 milletvekilinden 607’sinin katılımıyla ve 1. turda 434 oyla seçildi, yani oybirliğiyle değil. Gürsel, 28 Mayıs 1960’da, 27 Mayıs 1960 Dar- Celal Bayar besi ile kurulan ve 38 subaydan oluşan Milli Birlik Komitesi Başkanlığı ve de “Devlet Başkanlığı”na getirildi. Gürsel’e MBK Başkanlığı’nın yanı sıra “Başbakanlık” -24 ve 25. Hükümetler- ve “Milli Savunma Bakanlığı” görevleri de verildi. Yeni Anayasa’nın 9 Temmuz 1961’deki kabulü ile 15 Ekim 1961’de yapılan genel seçimlerden sonra 12. Dönem TBMM, 25 Ekim 1961’de toplandı ve askerî rejim sona erdi. Dolayısıyla Gürsel’in görevi de 25 Ekim 1961’de son buldu. Gürsel, TBMM’de 26 Ekim 1961’de yapılan seçimle Türkiye Cumhuriyeti’nin 4. Cumhurbaşkanı oldu. Gürsel, geçirdiği rahatsızlık sonucu süresini tamamlayamadan Cumhurbaşkanlığı görevinden ayrılmak zorunda kaldı. 1960’da geçirdiği hafif bir felçle başlayan hastalığı zamanla ilerledi ve 2 Şubat 1966’da tedavi için ABD’ye götürüldü. 9 Şubat’ta komaya giren Gürsel, 26 Mart’ta Türkiye’ye getirildi ve Gülhane Askeri Tıp Akademisi’ne kaldırıldı. Aynı gün 37 kişilik ‘’Müşterek Sıhhî Kurul’’, Gürsel’in Cumhurbaşkanlığı görevine devam edemeyeceğini belirten bir rapor hazırlayarak Başbakanlık’a sundu ve 28 Mart 1966’da, TBMM kararıyla Cum- Adnan Menderes hurbaşkanlığı görevi sona erdi. “(…) 27 Mayıs 1960’taki askerî darbenin ardından Devlet Başkanı ve Milli Birlik Komitesi Başkanı olan Gürsel, 1961 Ekim’inde yapılan genel seçimin ardından açılan Meclis’te cumhurbaşkanı seçilmeyi başardı. Meclis’teki seçimden bir gün önce, darbeyi yapan komutanlar, seçime katılan siyasî parti liderlerini toplayıp tavırlarını net bir şekilde ortaya koydular: ‘Cemal Gürsel dışında bir kişinin cumhurbaşkanı olmasını kesinlikle kabul etmeyiz…’ Meclis’teki Adalet Partililerin (AP) bir bölümü bir sivili, Prof. Ali Fuat Başgil’i Cumhurbaşkanlığı için aday göstermek eğilimindeydi. Ama onlar da derhal ‘ikna’ edildiler.” (Çankaya Yolu Yokuştur-Nuri Kayış) Cevdet Sunay Sunay, 28 Mart 1966’da, 634 milletvekilinden 532’sinin katılımıyla ve 1. turda ”461 oyla” seçildi. “(…) Sunay, 1966’da, Meclis’te kullanılan 532 oyun 461’ini alarak cumhurbaşkanı seçildi. O tarihte AP tek başına iktidardı. Sivil bir cumhurbaşkanı seçmeleri mümkündü. Cemal Gürsel Ama bu düşünceyi belki de sadece akıllarından geçirdiler, yüksek sesle ifade etme cesaretini bile gösteremediler. Ordunun siyaset üzerindeki vesayeti öylesine güçlüydü ki Genelkurmay Başkanlığı görevi henüz biten Sunay’ın cumhurbaşkanlığı son derece doğal görüldü.” (Çankaya Yolu YokuşturNuri Kayış) Fahri Korutürk Fahri Korutürk, 6 Nisan 1973’te, 635 milletvekilinden 557’sinin katılımıyla ve “15. turda”, ancak 365 oyla seçildi. “(…) Korutürk, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı yapmıştı. O yıl, yani 1973’te, 12 Mart 1971 askerî muhtırasından sonra kurulan hükümetlerden Ferit Melen hükümeti iş başındaydı ve bu hükümet, Genelkurmay Başkanlığı’ndan istifa ederek tabiî senatör seçilen Faruk Gürler’in cumhurbaşkanı olmasını istiyordu. Ancak o tarihe kadar hemen hiçbir konuda anlaşamayan AP Genel Başkanı Süleyman Demirel ile CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit, Gürler’in değil, Fahri Korutürk’ün cumhurbaşkanı seçilmesi konusunda anlaştılar. Nitekim Meclis’teki oylama da bu anlaşmaya uygun sonuçlandı. haziran 2014 43 haberajanda Dosya Cevdet Sunay Fahri Korutürk’ün görev süresi 6 Nisan 1980’de sona erdi. Olağan bir devlet düzeni içinde, birkaç gün içinde yeni bir cumhurbaşkanının seçilip görevine başlaması gerekirdi. Ne var ki o günkü siyasî ortam buna elverişli değildi. Çok parçalı Meclis’in, Cumhurbaşkanlığı konusunda bir isim üzerinde anlaşması çok zor, hatta imkânsızdı. Bu nedenle Cumhurbaşkanlığı’na Cumhuriyet Senatosu Başkanı İhsan Sabri Çağlayangil vekalet etmeye başladı. Bu vekalet görevi, 12 Eylül 1980 askerî darbesine kadar sürdü.” (Çankaya Yolu Yokuştur- Nuri Kayış) Kenan Evren Kenan Evren, 7 Kasım 1982’de, 1961 Anayasası’nın 2709 sayılı maddesinin halkoyu ile kabulü sonucu cumhurbaşkanı oldu. Evren’in cumhurbaşkanlığı, Meclis’te bir seçim gerçekleşmeksizin başladı. Bu süreç, 12 Eylül 1980 Askerî Darbesi ile başladı ve Anayasa’nın geçici 1’inci maddesi uyarınca tamamlandı. 2 yıllık hazırlık sonucunda yeni anayasayı kabul eden halk, Evren’i de Köşk’e çıkardı. “12 Eylül 1980’de yapılan askerî darbeyle ülke yönetimine Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun el koydular. Bu ekip, kendisini ‘Milli Güvenlik Konseyi’ olarak adlandırdı. Konsey Başkanı, aynı zamanda ‘Devlet Başkanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı’ görevlerini de yürütecek olan Orgeneral Kenan Evren oldu. Evren, 44 haziran 2014 Fahri Korutürk Kenan Evren Turgut Özal 1982’deki halk oylamasının ardından cumhurbaşkanı sıfatını kazandı.” (Çankaya Yolu Yokuştur-Nuri Kayış) karşıya getirdi. O tarihte Meclis’te dağınık bir tablo vardı. Birinci parti olan Süleyman Demirel liderliğindeki Doğru Yol Partisi’nin (DYP) 178, ikinci parti Erdal İnönü liderliğindeki Sosyal Demokrat Halkçı Parti’nin (SHP) 88 milletvekili vardı ve DYP-SHP koalisyon hükümeti Demirel tarafından kurulmuştu. Demirel, Köşk’e çıkabilmek için iktidar ortağı SHP’nin desteğini almayı başardı ve 16 Mayıs 1993’te cumhurbaşkanı oldu.” (Çankaya Yolu Yokuştur-Nuri Kayış) Turgut Özal 17 Nisan 1993’te geçirdiği rahatsızlık nedeniyle görevi sırasında vefat eden Özal, 31 Ekim 1989’da, 450 milletvekilinden 285’inin katılımıyla ve 3. turda 263 oyla seçildi. Ancak görevine 9 Kasım 1989’da başladı. Zira Evren’in 7 yıllık süresi, Anayasa’ya göre bu tarihte doluyordu. “(…) 12 Eylül darbe dönemi, 6 Kasım 1983’te yapılan milletvekili genel seçimiyle sona erdi. Bu seçimde, Turgut Özal liderliğindeki Anavatan Partisi (ANAP) birinci oldu. ANAP iktidarı ilk yıllarda başarılı işlere imza attı, ancak daha sonra yolsuzluk iddiaları, Özal ve ailesinin saltanat görüntüleri, devlet ciddiyetiyle bağdaşmayan keyfî uygulamalar sonucu yıprandı. Nitekim 1989’daki yerel seçimde ağır bir yenilgi aldı, ancak üçüncü parti olabildi. Öyle anlaşılıyordu ki seçmen, iktidardaki partiden bıkmıştı ve onu değiştirmek istiyordu. İşte böyle bir ortamda Cumhurbaşkanlığı seçimine gidildi ve Turgut Özal, 31 Ekim 1989’da, Meclis’te yapılan oylamada 263 oy alarak cumhurbaşkanı seçildi.” (Çankaya Yolu Yokuştur-Nuri Kayış) Süleyman Demirel 16 Mayıs 1993’te, 450 milletvekilinden 431’inin katılımıyla 3. turda ve 244 oy alarak seçildi Süleyman Demirel. “(...) Turgut Özal’ın Köşk’te henüz 3,5 yılını bile tamamlamadan anî vefatı, Türkiye’yi bir Cumhurbaşkanlığı seçimiyle daha karşı Ahmet Necdet Sezer Sezer, 5 Mayıs 2000’de, Meclis’in 533 vekilinin katılımıyla ve 3. turda 330 oy alarak seçildi, görevine de 16 Mayıs 2000 tarihinde -Demirel’in 7 yıllık süresinin dolması nedeniyle- başladı. “(...) Süleyman Demirel’in cumhurbaşkanlığındaki görev süresi 16 Mayıs 2000 tarihinde doluyordu. Onun yerine, iktidardaki üçlü koalisyonun liderleri DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit, ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz ve MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin ortaklaşa belirledikleri isim olan Ahmet Necdet Sezer cumhurbaşkanı seçildi. Sezer, uzun yıllar hâkimlik yaptıktan sonra Yargıtay üyeliği ve Anayasa Mahkemesi üyeliğinde bulunmuş, 1998’de de bu mahkemeye başkan olmuştu. Ecevit, Yılmaz ve Bahçeli, uzun arayışlardan sonra Sezer’in ismi üzerinde karar kılmıştı. Meclis’te yapılan seçime 550 milletvekilinden 533’ü katıldı, bunlardan 330’unun oyuyla Sezer cumhurbaşkanı seçildi.” (Çankaya Yolu Yokuştur-Nuri Kayış) Abdullah Gül Gül, 28 Ağustos 2007’de, 550 milletveki- Süleyman Demirel linden 448’inin katılımıyla ve 3. turda 339 oy alarak Cumhurbaşkanı oldu. “(…) 2007’de Adalet ve Kalkınma Partisi 5 yıldır iktidardaydı ve 354 milletvekili vardı. Anayasa’nın 102’inci maddesi, Cumhurbaşkanlığı seçiminin birinci ve ikinci turlarında nitelikli çoğunluğun aranacağını, yani 367 milletvekilinin oyunun zorunlu olduğunu belirtiyor, üçüncü turda ise salt çoğunluğun, yani 276 oyun yeterli olacağını vurguluyordu. Bu durumda AK Parti’nin göstereceği cumhurbaşkanı adayının, ilk iki turda olmasa bile üçüncü turda seçilmesine kesin gözüyle bakılıyordu. Ne var ki bu seçim sanıldığı kadar kolay olmadı. Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, Anayasa’nın cumhurbaşkanının seçilmesine ilişkin maddesinin yanlış değerlendirilmemesi gerektiğini, söz konusu maddenin, cumhurbaşkanı seçimi için Meclis’in toplantı yeter sayısının 367 olmasına hükmettiğini savundu. Muhalefet partileri de bu görüşe destek oldu. Bu arada Türk Silahlı Kuvvetleri de yayınladığı bir bildiriyle seçime müdahale etti. Sonuçta AK Parti, mevcut koşullarda cumhurbaşkanını seçemeyeceğini anladı ve erken seçime gitti. Erken seçimde yeniden birinci çıkan AK Parti, bu defa Abdullah Gül’ü Cumhurbaşkanı seçmeyi başardı.” (Çankaya Yolu Yokuştur-Nuri Kayış) Yıl 2014, halk ilk kez başkanını seçecek Abdullah Gül’ün Köşk’e çıkışının ardından aylar süren tartışmaların nerede final bulacağı çokça düşünülüyordu. Zira “Çankaya gericilere kapalı!” diyen kitle örgütlenmelerinin bütün Türkiye’de çeşitli isimlerle Ahmet Necdet Sezer miting havalarına girişmesi dahi ülkede başka tip hareketlenmelerin olacağı görüşünü güçlendiriyordu. Aslında kimsenin Abdullah Gül ile bir sıkıntısı yoktu. Öyle ya, onun şahsında yürüyen bir muhalefet yürüyüşü yapılmıyordu. Ancak muhalefetin gözüne kestirdiği iki “şey” vardı: Recep Tayyip Erdoğan ve Hayrünnisa Gül’ün başörtüsü... Abdullah Gül, uluslararası kamuoyu tarafından izlediği yumuşak siyaset ve uzlaşmacı yaklaşımlarıyla tanınan biriydi. Öyle ki bugün dahi Sayın Gül hakkında varlığını sürdüren düşünce aynıdır. Ancak onu bu milletin tanıdığı en yüksek makama çıkarma düşünce ve siyasetinde olan Recep Tayyip Erdoğan’ın varlığı, Çankaya’yı kendine mesken edinmiş sığ düşüncenin Gül’ü de etkileyeceği yönünde cereyan ediyordu. Bu durumu hazmedemeyen Çankaya iskan sahipleri (!), Cumhurbaşkanlığı seçimi hakkındaki Anayasa değişikliğini ve yine aynı seçim hakkındaki kanun değişikliğini Anayasa Mahkemesi’ne taşıma karar aldı. Cumhuriyet Halk Partisi’nin açtığı dava AYM tarafından kabul edilirken, Yüksek Mahkeme’nin vereceği karar heyecanla bekleniyordu. Ve CHP “sol” gösterip “sağ” vurur… 15 Haziran 2012 günü, Cumhurbaşkanlığı Seçim Kanunu’ndaki değişikliğe yapılan CHP itirazının karara kavuştuğu gün oldu. Anayasa Mahkemesi, CHP’nin Cumhurbaşkanlığı görev süresiyle alakalı talebine karşılık “Gül’ün görev süresi 7 yıldır” dedi. Bu, şu demekti: Abdullah Gül, 2010 yılı 12 Eylül’ünde yapılan değişiklikle halkın kabul ettiği beş yıllık görev süresi formatına dâhil değildir. Ancak Gül, daha sonraki Cumhurbaşkanlığı seçiminde aday olabilir. Yani 7+5 yıl süreyle Türkiye Cumhurbaşkanı olabilir. AYM bu 7 yıl kararını 4’e karşı 13 oyla karara bağladı. Fulya Kantarcıoğlu, Mehmet Erten, Osman Paksüt ve Zehra Ayla Perktaş, Gül’ün görev süresinin 5 yıl olması gerektiği yönünde oy kullanmışlardı. Bu görüntüde AYM Başkanı Haşim Kılıç, Gül’ün 7+5’ine kabul oyu veren isimlerdendi. Peki, söz konusu Gül iken, bu karara verilen tepkiler nasıldı? İlk tepki, elbette Gül’ü o makama taşıyan ve referendum sırasında meydanlara özellikle kendisini ileri süren AK Parti’den geliyordu. O günlerde AK Parti Grup Başkanvekili olan Nurettin Canikli şunları söylüyordu: “Hem 7 yıl görev yapıp, hem de yeniden aday olabilme kararı tutarsızlık içeriyor.” Fakat Canikli açık şekilde AYM’nin kararını olumsuz yönde eleştirirken, yine o günlerde Başbakan Yardımcısı olan Beşir Atalay “Kararı olumlu buluyorum” diyordu. AK Parti’de acaba bir yorum sıkıntısı mı başgöstermişti? Yine AK Parti’nin şimdiki makamına taşıdığı bir isim olan TBMM Başkanı Cemil Çiçek, “Bu bir yargı kararıdır. Uyulması gereken bir karardır. Meseleye öyle bakmak lazım” diyerek bir mecburiyetten bahsediyordu. Yalnız bu mecburiyet, Cemil Çiçek’i değil, AK Parti’yi bağlıyordu. AYM’ye davayı açan CHP Grup Başkanvekili Akif Hamzaçebi de kararı tutarsız bulduğunu açıklayarak, “Son sözü Anayasa Mahkemesi söylemiştir, hayırlı olsun” diye konuşuyordu.Aslında bu cümle,sonunda bütün ülkede aylarca yer alacak bir tartışmanın el ovuşturmasına delalet ve Canikli ile Atalay haziran 2014 45 haberajanda Dosya Başkanlık sistemi Bu konuda daha evvel de kendisine müracaat ettiğimiz ve Türkiye’de başkanlık sisteminin oluşturulması için çalışan isimlerin başlarında gelen bir akademisyenin, Prof. Dr. Burhan Kuzu’nun kıymetli fikirlerine yer vereceğiz. Kuzu, “Her Yönü İle Başkanlık Sistemi” adlı çalışmasında bu sistemin nidüğünü açıkça ortaya koyuyor. “Temsilî rejimin hükümet şekillerinden biri olan başkanlık hükümeti, kuvvetler ayrılığı prensibini sert bir şekilde tatbik eden, kuvvetleri birbirine kontrol ettirmekle beraber icra organının üstünlüğünü sağlayan temsilî bir hükümet biçimidir. (…) Abdullah Gül isimlerinde cisimleşen bu tartışma, gelecekte AK Parti’nin “açık şekilde yeniden bir kuruluş aşamasına gireceğinin de habercisiydi. Bu süreçteki belki de en orijinal tepki ise BDP’den gelmişti. BDP Grup Başkanvekili Hasip Kaplan, “AKP’nin en büyük hatası, kanunla anayasa değiştirmeye kalkarak Sayın Gül’ün bir daha seçilemeyeceği maddesini koymasıydı” demişti. Öyle ya, AK Parti, sürekli biçimde demokrasiye verdiği zararlarla itham edilirken, ülkeye getirdiği demokratik hamlelerinin kurbanı haline getiriliyordu o hamlelere muhalefet edenler tarafından. Şimdi ne olacak? Ancak bundan sonraki süreçte ne olacağına dair yapılan yorumlara bakıldığında, zamanında CHP’nin AYM’ye açtığı bu dava hakkında üstü örtülü biçimde düşündüğü “7 yıl kararı da, 5+5 kararı da işimize gelir” şeklindeki fikir, 2012-2014 arasında millî iradenin bazı işbirlikçi oyunlarına “Dur!” demesiyle tersine döndü. Yani bu kez Erdoğan, “Başbakan da olsam, Cumhurbaşkanı da olsam…” şeklinde başlayan bir girişle cümlelerini kurma imkânı elde etti. Bu noktada çok ilginç denebilecek bir detayla karşı karşıyayız: Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığına karşı çıkan CHP, çok aşikâr ki onun bir dönem daha cumhurbaşkanı kal- 46 haziran 2014 masını ve ülkenin bu konuda bir tartışma, hatta bir krize girmesini gözüne kestirmişti. Gün gelip de onun döneminin biteceğini ve Erdoğan’ın restini yine görebilen fakat bu sefer care bulamayan CHP, Köşk’e çıkmasına izin vermediği Gül’ün bu kez AK Parti’nin başına geçmesini istiyor. Bu istek, tam da Erdoğan’ın “partili cumhurbaşkanı” formülüne aslında çaresiz ve öfke dolu bir desteğe dönüşüyor. Çünkü Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, CHP’nin bu temenni senaryosuna göre zaten partili bir cumhurbaşkanı. İşte Erdoğan’ın bu süreçteki dünya görüntüsü, her şeyine programının yapıldığı, mazlumların üzerine dualar akıttığı ve zalimlerin ve de zalimleri görmezden gelenlerin öfkesinin hissedildiği bir kıvamda. Söz konusu bu kıvama göre Türkiye’de daha önceleri konuşulan, fakat konuşuldukça birilerinin ve ülkemizdeki işbirlikçilerinin geleceğin Türkiye’sinden korktuğu aşikâr olan bir konuya tekrar ve çıkmamak üzere dalacağımız belli. O konu, “başkanlık sistemi”. Peki, başkanlık sistemi anayasal literatürde ne anlama geliyor, bu formüle göre neler avantajlı, neler dezavantajlı, söylenildiği gibi kuvvetler ayrılığı (yasama-yürütmeyargı) ilkesine aykırılık mı var? Biraz da bu sorulara yanıt arayalım. Yürütme ve yasama organlarına birbirlerinin taşkınlık eğilimlerini önleyecek yetkiler verilmiştir. Kuvvetler, parlementer sistemin aksine yumuşak olarak değil, sert bir şekilde ayrılmıştır. Birbirinin yetki sahası sert çizgilerle belirtilmiş, yasama organı yürütme organını düşüremediği gibi yürütme organının da yasama organını fesih yetkisi yoktur. Buna karşılık, kuvvetler arasında kurulan kontrol sayesinde organların mevcudiyetleri tehlikeye girmemektedir. (…) Başkan, parlementonun alalâde bir politika adamı değil, kuvvetli bir partinin en ileride gelen lideri, şahsî bir görüş ve politikaya sahip, halkın güvenini kazanmış bir şahsiyettir. Başkan sadece merasimlerde, resmî geçitlerde selamlanan ve ziyaret sofralarında nutuk atan devlet reislerinden değildir. Amerikan Anayasası, lüksten ibaret bir devlet reisi istememiştir. İngiltere’de öğrendikleri ‘Kral hükümet etmez, saltanat sürer’ kuralını tersine çevirerek, ‘Kral hükümet eder, saltanat sürmez’ şekline getirmişlerdir. (…) Parlamenter sistemle başkanlık sisteminin kendilerine özgü bazı zayıf ve güçlü oldukları hususlar vardır. Bu durum da parlamenter sistemde yürütme organının istikrarsızlığı, başkanlık sisteminde ise yasama ve yürütmenin kilitlenmesi sorunu biçiminde ortaya konulmaktadır. Bu genel sakıncaları en azından potansiyel olarak mevcuttur. Ancak bu muhtemel tehlike yanında başkan, doğrudan doğruya halk tarafından ve belli bir dönem için seçildiğinden yürütme organının büyük istikrar göstermesi garantilenmiş olmaktadır. Her ne kadar parlamenter Başbakan Recep Tayyip Erdoğan sistemlerde de -Büyük Britanya örneğinde olduğu gibi- kabinelerin çok istikrarlı ve başbakanın kuvvetli olduğu rejimler varsa da çoğunlukla koalisyonlar yüzünden kabinelerin pek işlemediği de bir vakıadır. Oysa başkanlık sistemi, başkanı yasama organından bağımsız kılmak, ona belli bir görev süresi tanımak ve halk tarafından seçilmek yoluyla -otoritesini meşrulaştırmak suretiyle- yürütmenin istikrarsızlığı ihtimalini ortadan kaldırmaktadır. Başkanlık hükümet sisteminin bu özelliklerinin, onu diğer sistemlere üstün kıldığı ileri sürülmüştür. Şöyle ki, başkanlık hükümeti sistemi yandaşlarına göre, sistemin dayandığı güçler ayrılığı esasının sağladığı bölünme, uzmanlaşmayı kolaylaştırarak yönetimi etkinleştirir. (…) Başkanlık modelinin bizce en olumlu ve bizi çeken yönü, sorumlu ve yetkilinin kim olduğunun çok açık olarak belli olmasıdır. Bu durum, demokratik bir sistemde oldukça önemli bir noktadır. Gerçekten yeni seçimde vatandaşın oylarını isabetli kullanabilmeleri ve tercihlerini tereddüt etmeden yapabilmeleri, bir önceki dönemde yapılan olumlu ya da olumsuz işlerden kimlerin ve hangi ölçüde sorumlu olduklarının veya sorumlu olmadıklarının net olarak bilinmesine bağlıdır. Kısacası, bir önceki dönemde yapılan işlerin sevabıyla, günahıyla faturasının kime kesileceği bilinmelidir ki demokrasilerde seçmenin aldatılması önlenebilsin. İşte başkanlık modeli, böyle bir faturanın bize sunulmasına imkân vermektedir; dört ya da beş yıllık icraatı çok net olarak görme fırsatı tanımaktadır. (…) Başkanlık modeli, güçleri birbirine ‘muhtaç’ kılarak işlemesi ile daha kuvvetli ve etkili bir dengeler sistemi kurarak gerçekçi ve mantıkî bir yol izlemiştir. Bu bağlamda hatırlatalım ki, bu sistemde şayet başkan, kongre ile iyi geçinmezse, elindeki yetkileri hiçbir şekilde kullanamaz. Rahmetli Başgil’in ifadesi ile ‘başkanın yüksek kudreti, yağmur altındaki tuz yığını gibi erir gider’. Başkanlık sisteminde, söylenenlesin aksine yasama organı, yani meclis çok daha etkili ve yetkili olmaktadır. Gerçekten kanun ve bütçe gibi çok önemli iki yetkiyi tekelinde tutan meclis, bu iki yetki sayesinde başkanı kendine muhtaç kılmakta ve onu parlemanto ile iyi geçinmek zorunda bırakmaktadır. (…) Hâlbuki şimdi uygulanan nispî temsil sisteminin bloke liste usûlündeki adayları genelde parti merkezi belirlemekte ve listenin ön sıralarında kimler varsa onlar kazanmaktadır. Bu nedenle de milletvekili parti merkezinin ağzına bakmakta ve emirlerine uymaktadır. Bir sonraki seçim de kazanmak için seçmenle birazcık temasa geçmek, fakat parti merkezine -belki de sadece başbakanayakın olmak, bu şekilde listenin ilk sıralarına yerleşmek yeterli sayılacaktır. İşte kaliteyi ön plana çıkardığı için dar bölgeli çoğunluk sisteminin uygulandığı bir başkanlık modeli, hem yürütmeye, hem de yasamaya kişilik kazandıracaktır. Nihayet bu ve benzeri bir çok yararları iki dönem, yani 4+4=8 ya da 5+5=10 yıl gibi bir süre ile başkanlık görev süresi sınırlandığı için, söylenenlerin tam aksine başkanlık modelinde kan değişimi daha sık gerçekleşecektir. Bugün birçok parlamenter sistemde gördüğümüz politikacı örneklerine rastlanmayacaktır.” Bu dosya kapanmaz… Bugüne dek söylenen ve yazılanları bir tarafa koyup baktığımızda, Ağustos’ta gerçekleşecek Cumhurbaşkanlığı gelip geçse bile okumuş olduğumuz dosya kapanmayacak ve millet, alışılagelen bazı şeyleri kesip atmayacaktır. haziran 2014 47 DÜNYA LİDERİ : KAPAK LİDERİN DÜNYASI Modern zamanlar öncesi gelenekli toplum modelinde “lider” kimse hayatın rehberi kabul edildiğinden, hayat emanetinin de (can, mal, ırz, din ve akıl emanetlerinin toplamından) sorumlusu sayılırdı. Ancak bu beklenti modern zamanlara doğru “krallık, hilafet, devlet ve saray” gibi tüzel kişilikler üzerinden anlamlandırıldı. Bir anlamda lider, ya Tanrı’nın temsilcisi veya bu tüzel kuruluşun ve kurumun yöneticisi kabul edildi. Doğal olarak bu aşamada “kutsal hilafet”, “kutsal devlet” veya bir “kutsal krallık” kültürü yaygınlaştı. Bu da lider kadar etrafındakilerin de bir kutsal görevi yerine getirdiği savıyla kutsanmışlık gücünden pay almasına yaradı. *** Cevap ortada iken soru sormakta ısrar edenin derdi ise üzüm yemek değildir. Cevabı, soru işaretlerini arttırarak çoğaltanların hesabı ise cevap bulmak değil, aradığını bulmak ve hedefine soru işaretlerine basarak ulaşmaktır. *** 17 Aralık operasyonu, Erdoğan etrafındaki bu soru işaretlerini çoğaltmak ve Fethullah Gülen’i ise cevap olarak piyasaya sürme operasyonudur. Büyük bir montaj operasyonudur bu... Kasetler etrafında veya yolsuzlukla suçlananların korunup korunmadığı üzerinden oluşturulan soru işaretlerine halkın takılmasını isteyen operatörlerin ulaşmak istediği “Güç el değiştirsin” parolası aslında beklenmedik bir sonuçla karşılaşmıştır: “Cevap”... 48 haziran 2014 Soru işareti İ NSAN için “dünya”, en az “insan” kadar zihinde dikili duran bir “soru işareti” taşıdır. Bu soru işareti, kimi zihinlerde özensiz konulmuş bir mezar taşı gibi, kimi için de önünde ayin yaptığı dev bir heykel kadar yüksektir. >> “Dünyayı ‘soru’ mu, yoksa ‘cevap’ mı tanımlar?” diye düşünmeye başladığınızda felsefenin yanıtı “Soru tanımlar” olurken, din ise “Cevap tanımlar” tercihini tebliğ eder. İnsan cevap bulduğu (veya bulduğunu düşündüğü) yerde kümelenir ve cevabı bulduğu zamanı kutsar. Cevabın bekçisine “lider” diye yönelir. İlahî kaynaklı cevaba aracılık eden nebilerin aynı zamanda birer lider olması, cevabın “korunmuş” bekçileri olmalarındandır. Çünkü cevabı korumak, bizzat “Cevabın Sahibi”ne aittir. Nebilerden uzak yaşayan, tüm cevapları lider bildiği birinden almak ister. Bu yöneliş bazı liderlerde “Tanrı’yı temsil” makamına evriltilir ve sözü kutsanılsın istenir. Bazı liderler de Rab nedeniyle “haddini bilen” kişiliğe sahip oldukları için liderliği sadece “emanet bekçiliği” kabul ederler. Emaneti vahiy belleyenler, liderlerin bu emanetin bekçisi olmasını öncelerler. Bir anlamda lider-emanet ilişkisi bu emanetin tanımı ve niteliği ile orantılıdır. Emanet ne ise, onun bekçisi de onun lideridir. Modern zamanlar öncesi gelenekli toplum modelinde “lider” kimse hayatın rehberi kabul edildiğinden, hayat emanetinin de (can, mal, ırz, din ve akıl emanetlerinin toplamından) sorumlusu sayılırdı. Ancak bu beklenti modern zamanlara doğru “krallık, hilafet, devlet ve saray” gibi tüzel kişilikler üzerinden anlamlandırıldı. Bir anlamda lider, ya Tanrı’nın temsilcisi veya bu tüzel kuruluşun ve kurumun yöneticisi kabul edildi. Doğal olarak bu aşamada “kutsal hilafet”, “kutsal devlet” veya bir “kutsal krallık” kültürü yaygınlaştı. Bu da lider kadar etrafındakilerin de bir kutsal görevi yerine getirdiği savıyla kutsanmışlık gücünden pay almasına yaradı. Bir anlamda devleti, hilafeti veya sarayı kutsayan bir “azınlık” doğdu. Vahyin, “Devlet, bir azınlığın kendi içinde kalarak el değiştiren azınlık gücü olmasın” uyarısı buna ilişkindir. İnsan, tüm zaman ve mekânlarda ve de her koşulda “insan” olduğu için güce talip olmaktan vazgeçmedi. Sadece bu gücü elde edeceği dini, dili, cemaati, çevreyi, aşireti veya partiyi, gücü yudumlayacağı bir “kap” olarak kullandı. İnsan “Müslüman” olunca insan oluşunu ertelemiyor, aksine insan yorumunu “Müslümanca” kılıyor. Vahiy, insana tek ve mutlak gücün Rab olan Allah ve sadece Servet Hocaoğulları [email protected] Türkiye, zaten bir dünya liderine sahiptir. Şimdi Türkiye’nin “dünyada lider” olma zamanı gelmiştir. Türkiye liderini dünyada yalnız bırakmayacak bir 2023 vizyonuna yaklaşmaktadır. haziran 2014 49 DÜNYA LİDERİ : KAPAK LİDERİN DÜNYASI Peki, ya Erdoğan? Erdoğan “oy”dan istediği cevabı alabilmiş midir? Erdoğan’ın kabul edelim ki müthiş bir yeteneği var: “Oydan cevap devşirmek...” Yine kabul etmeliyiz ki muhalefetin etkileyici bir beceriksizliği var: “Oydan soru devşirmek...” *** O zaman konuyu dağıtmamak için odak noktasına dönelim: Erdoğan bir liderdir, ancak bu liderlik parti, ülke, bölge, dünya veya tarih liderliği gibi hangi nitelik, statü veya fonksiyondadır? Bunun analizini yapacaksak eğer; o zaman çözüm “soru”da değil “cevap”tadır. Yani Erdoğan neyin cevabı ise veya nelerin cevabı Erdoğan’da ise, kim cevabını Erdoğan’da arıyor veya hangi alan cevapsız kalmıyorsa, işte o nitelik, ölçek, aşama veya statü, Erdoğan’ın liderliğinin de cevabıdır. *** Özellikle istihbaratın en büyük görevi olan “satrancı normal şartlar altında oynatmak” sorumluluğu, yani diplomasinin çalışmasını sağlamak görevi -ne trajedidir ki, Hakan Fidan operasyonu ile bu görev iptal edilmek istenmiştiraz kalsın istihbaratın diplomasiye kortejlik yapması bile devre dışı kalacaktı. Nasıl bir güç vehmidir ki, sadece bir gazete ve TV bile bunu yapabilecek zan içinde gördüğü hayalleri ülkenin geleceğine dayatmaya kalkışabilmiştir. *** Halkın “ilk defa Cumhurbaşkanı’nı seçecek olması”, işte bun anlamda toplumun önce lideri ile arasındaki mesafeyi kapatması ve daha sonra dünya liderliği noktasında bu özelliklere sahip dünya liderine eşlik edecek birçok alanda dünyada lider olma sözünün verilmesidir. Yani halk, böylelikle kendisini de dünya liderliği klasmanına taşımış olacaktır. Bu kavrayış ve potansiyel, “Yeni Türkiye”nin de özünü oluşturmaktadır. 50 haziran 2014 kulluk edilecek mutlak hâkimin de yine o Allah olduğunu hatırlatırken, iki benzer şeyin karıştırılmamasını dillendirir. Abd (kulluk) sadece Allah’adır. Emrde (günlük işlerde) ise - işin niteliğine göreAllah, Nebi ve insanların kendi arasından seçtiği ulu’l-emr yetkilidir. Yetkinin kullanılması durumunda da “itaat” emredilmektedir. Vahiy, abd (kulluk) tanımının sınırlarını belirlerken sadece kendini esas almayı emreder. Bunun örnekliğini ise nebi üzerinde somutlaştırır. Nebilere bile abd edilmeyeceğini kesin ve keskin uyarılarla netleştirir. Hiçbir kul Allah, Nebi, Kitap, ahiret, ibadet, ahlak, inanç veya adalet konularında bir başka insana “Sen anlatmazsan biz bilemeyiz” diye yönelemez. Çünkü bu noktada mutlak korunmuş ve de içinde şüphe ve çelişki barındırmayan tek ölçü, tek kaynak “ElKitap”, yani Kur’an’dır. Kuşkusuz Kur’an’da konu “iş güç” veya “günlük işler”, yani “emr” olunca bazı “emr”leri Kur’an, bazı “emr”leri Kur’an’la çelişmeden Nebi ile ve bazı “emr”leri de Kur’an ve Nebi ile çelişmeden “insan”ın kendisine bırakmıştır. İnsan abd sorumluluğunu değiştirmek ve üretmek noktasında özgür değildir. Onun için Allah, Nebi, Kitap, ahiret, ibadet, ahlak, inanç ve adalet konularında abd, Kur’an’a tâbidir. ve “Sor, cevap vereyim. Ben cevaplarsam daha iyi anlarsın!” diyen “tip”ler türemiştir. Bu tiplerin etrafında kümelenen insanlar da kendilerini şu cümle ile aldatırlar: “Abd onun sayesinde anlaşılır ve emr de ona itaat edeceğimiz hakkıdır…” Oysa vahye göre bu cümle sadece nebiler için kullanılabilir, hatta abd ile ilgili cümle bile tashih gerektirir. Abd-emr ilişkisi, ekrana her zaman din-siyaset tartışması veya bütünleştirilmesi olarak yansımıştır. Tarih boyunca Müslümanların hayatında din-devlet veya âlim-sultan meselesi iflah olmaz ve kısır vaziyette dönen, hatta kendi zindanı içinde çürüyen bir zihniyet var etmiştir. Müslümanların tarihinde, zihinlerdeki en yüksek haldeki dikili taş biçiminde duran “soru işareti” de bu din-siyaset etkileşiminin başladığı yol ayrımında durur. Bunun en tipik ve yine iflah olmaz örneklerinden birini ülkemizde 17 Aralık operasyonu ile bizler de yaşamış olduk. El-Cemaat-AK Parti ilişkisinin “kırılma noktası” olan bu son gelişmelerin çözümlenmesinde bahsettiğimiz bu iki kavram (abd ve emr) hakkında “Cevap anahtarı hükmündedir” notunu düşerek biraz da “cevap” konusunu işleyelim. Cevap İnsan, abd alanlarını değiştirme veya dönüştürmeye yetkili değildir. Zaten Kur’an’a göre Hıristiyanlar ve Yahudiler, buna yönelmiş başlarda Müslüman insanlardı. Emr noktasında ise Kur’an ve Nebi dışında insana bırakılan alanı değiştirmek ve dönüştürmek hakkına yine insan sahiptir. Gerçi Kur’an ve Nebi dışında bu alanı değerlendiren geçmişteki birçok âlim de kutsanarak Allah ve Nebi ile aynı ölçüye taşındığı için onların da emr ile ilgili yorumları veya kararları birer “tabu” olmuştur ki bu da ayrı bir soru ve cevap alanıdır. Cevap ile soru, biraz da tavuk-yumurta ilişkisi gibi betimlenebilir. Örneğin felsefe sadece yumurtlar, ancak yumurta çoğu zaman tavuğa ait olmayabilir. Zaten felsefenin konusu sadece “soru”dur ve cevabın başladığı yerde yolunu ayırıp yola başka sorular bırakır. Felsefenin yumurtladığı şeyin mutlaka bir tavuğu vardır, ancak felsefe yapan, yumurtladığı yumurtanın içinde kalarak, o kabuğu kırmadığı için hiçbir zaman ne kendini, ne de dışarıdan kendini göreni bu noktada bilgilendirebilir. Fakat tarih boyunca bu usule riayet etmeyen ve bu yüzden gözün alabildiği yerlerde dikili mezar taşlarına sahip olan bir “asr-i mezarlık” gibi insan zihninde saymaya yönelmenin bile bizleri yoracağı birçok soru işaretine sahip bir zihniyet oluşmuştur. Bu zihniyet, bünyesindeki sayısız soru işaretleri içinde bizi gezdiren Din ise “cevap” anahtarıdır. Ancak cevapların sadece bazıları soruya karşılıktır. Dinin cevapları çoğunlukla soru sorulmadan verilen cevaplar hükmündedir. Nitekim vahiy aldığını söyleyen ve ispatlayan nebiler olmasaydı, dünya sadece soru işaretleri mezarlığı olmakla kalmaz, milyonlarca insan da kendini kendi soru işaretinde asardı. Dinin “sorusuz cevap” yöntemi genelde “yapmak/salih amel” pratiğindedir. Çünkü fiil/amel çoğunlukta ise sorular azalır, sorumluluklar çoğalır. Ancak fiilden/amelden imtina edenler genellikle “soru sormak” yöntemini kullanırlar. Nitekim abd dünyası zayıf olanların soru işaretleri daha çoktur. Hatta insanlar soru işaretini arttırarak cevaplardan kaçmayı denerler. Cevap ortada iken soru sormakta ısrar edenin derdi ise üzüm yemek değildir. Cevabı, soru işaretlerini arttırarak çoğaltanların hesabı ise cevap bulmak değil, aradığını bulmak ve hedefine soru işaretlerine basarak ulaşmaktır. İnsanoğlunun geneli, soru sormadan cevabın olduğu yere/yöne yönelmektir. İşte hayata dair en büyük cevap ve soru işareti de bu yöneliştir. Çünkü soru sormadan cevap diye bir yere yönelmek büyük risktir. Cevap varken soru sormakta ısrar etmek ise başka bir risktir. O zaman “doğru soru” ve “doğru cevap” ile buluşmak daha önemlidir ve bu riski de azaltacaktır. Şimdi soralım ve cevap verelim… “Erdoğan dünya lideridir” veya “Erdoğan dünya lideri midir?” cümleleri “doğru soru” veya “doğru cevap” olarak nitelenebilirler mi? Erdoğan’ın etrafındaki soru işaretleri 17 Aralık Operasyonu, Erdoğan etrafındaki bu soru işaretlerini çoğaltmak ve Fethullah Gülen’i ise cevap olarak piyasaya sürme operasyonudur. Büyük bir montaj operasyonudur bu. Kasetler etrafında veya yolsuzlukla suçlananların korunup korunmadığı üzerinden oluşturulan soru işaretlerine halkın takılmasını isteyen operatörlerin ulaşmak istediği “Güç el değiştirsin!” parolası aslında beklenmedik bir sonuçla karşılaşmıştır: “Cevap”... Bu cevap, Erdoğan’ın etrafındaki tüm soru işaretlerinin 30 Mart yerel seçim sonuçlarıyla karşılık bulduğunu ve bu karşılığın “sandık” olduğu gerçeğini herkesin kabul etmesi gerektiğini dillendirerek içindeki Cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin “Kim?” sorusunun da cevabının haziran 2014 51 DÜNYA LİDERİ : KAPAK LİDERİN DÜNYASI olduğunu hatırlatmaktadır. Yani Erdoğan, kendisini sevmeyenler olsa da bu ülkede bir “cevap” olduğunun altını çizmektedir. Tabiî bu arada operasyonu yürütenler 30 Mart sonuçlarıyla neye uğradıklarını şaşırdılar. Çünkü ürettikleri soru işaretleri bumerang gibi dönüp kendilerini buldu. Fakat operasyonun paydaşı olan El-Cemaat’in cevabı ise başından beri hazırdı: “Emr abde tâbidir, abd ise ahir zamandaki abd örnekliğine...” (Bu cümle bile bu cemaatin diline çok benzedi.) Bir el-cemaat, Erdoğan’ın ve hatta halkın 52 haziran 2014 etrafında “Müslüman (bu mu?)” merkezli oluşturduğu sayısız soru işareti yanında, bir de “Hazreti Muhammed’in diğer nebilere nispeti ne ise, Risale-i Nur’un önceki Müslümanların çabalarına nispeti de odur” diyecek kadar psikolojik bir tahlil gerektiren seviyeye gelmiş bu travmanın, inandığı cevabını bir türlü halka aktaramadığını düşündüğü çocuk gibi mızmızlanarak anlatmakta ısrar ettiği bir iddiası var: Dünya lideri kim? Erdoğan mı, Gülen mi? Aslında bu bir “soru” bile değil. Bu, Gülen’i ahir zaman lideri bilen, abd ile emr arasındaki sınırda dolaşan, yani sınırda dö- şeli vaziyetteyken bastıkları mayını kendileri mi döşemiş, yoksa başkaları bunu bile mi çözememiş şaşkınlığında seyreden özel bir ekibin inancıdır. Fakat yine de biz bu inancı bir soru işreti diye tercüme edelim ve cevaplayalım. Birinin lider veya dünya lideri olup olmadığı, ortaya “soru” olarak değil, “cevap” olarak konulmalıdır. Bu da sade bir metodu zorunlu kılar: Gülen neyin cevabıdır, Erdoğan neyin cevabı? Eğer cevapların niteliği, alanı, formu, amacı ve bağlamı farklı ise zaten ortada aynı veya bir tek soru yok demektir. Kıyaslamak veya gündem yapmaksa abesle iştigal olacaktır. Ancak 17 Aralık operasyonundan sonra Gülen’in sorulmuş sorulmamış her alanda bir “cevap makinesi” gibi politik vaazlara yönelmesi, her konudaki soruyu “aynı soru/tek soru”ya indirgemesi ve ısrarla Erdoğan odaklı/psikozlu konuşması açıkça gösteriyor ki Gülen de “Lider Erdoğan mı, ben miyim?” sorusunu kendisi için “rüya-yı sâdıka” kılmış. Yeryüzünde bir liderlik tekeli olmadığına veya “Kimse doğuştan lider olamaz” lanetine mahkûm olunmadığına göre, Gülen ve taraflarının liderlik ve lider hesabı içinde olmaları kadar doğal, masum ve meşru bir şey olabilir mi? Olamaz ve kimse de bu arayışta olduğu için mahkûm edilemez. O zaman soru(n) ne? Soru(n) şu: Liderlik onay makamı sandık mı, Tanrı mı, tarih mi, şifre mi, ahir zaman alametleri mi, güç mü, derin konsey mi, Gönül Sultanı mı, ABD mi?.. Erdoğan’ın çok pratik bir cevabı var bu soru(n) için: “Oy”... Peki, oy kişiyi neyin lideri yapar? Vicdanın mı, demokrasinin mi, tarihin mi, tüm zamanların mı, her mekânın mı, dünyanın mı, neyin? Büyük “oy”un Demokrasinin “çözdüğü” kadar “kilitlediği” özellikleri/zaafları da var. Hatta bazı ülkelerde demokrasi, “anahtar-kilit oy” şeklinde kullanılmaktadır. Kilitleyen de, açan da aynı el olmaktadır. Yani bir ülkeyi demokrasi ile (seçimle, sandıkla) kilitlemek de mümkün, sonra bu kilidi yine demokrasiyle açmak da. Mısır veya AK Parti iktidarı dönemine kadarki Türkiye, hatta geçenlerde başkanlık seçimleri yapılan Suriye gibi… Türkiye’de ilk defa açıktan bir el-cemaat, “oy” üzerine gelecek kurmuş ve 30 Mart seçimlerine ilişkin oy kurguları ve senaryoları yazmış ve de kendinden emin şekilde operasyon yapmıştır. Sonuç onlar için “cevap” olmuş, fakat insanın cevabı hazmetmesi zaman alacağından, onlar soru işaretlerinin peşine düşmeye devam etmişlerdir. Peki, ya Erdoğan? Erdoğan “oy”dan istediği cevabı alabilmiş midir? Erdoğan’ın kabul edelim ki müthiş bir yeteneği var: “Oydan cevap devşirmek...” Yine kabul etmeliyiz ki muhalefetin etkileyici bir beceriksizliği var: “Oydan soru devşirmek...” O zaman konuyu dağıtmamak için odak noktasına dönelim: Erdoğan bir liderdir, ancak bu liderlik parti, ülke, bölge, dünya veya tarih liderliği gibi hangi nitelik, statü veya fonksiyondadır? Bunun analizini yapacaksak eğer; o zaman çözüm “soru”da değil “cevap”tadır. Yani Erdoğan neyin cevabı ise veya nelerin cevabı Erdoğan’da ise, kim cevabını Erdoğan’da arıyor veya hangi alan cevapsız kalmıyorsa, işte o nitelik, ölçek, aşama veya statü, Erdoğan’ın liderliğinin de cevabıdır. Şimdi incelikle örnek verelim: Erdoğan’ın İsrail Cumhurbaşkanı’na “One minute!” demesi bir “cevap” ise ve bu cevap hangi soru ve pratiğe karşılık geliyorsa, o zaman Erdoğan’ın liderlik sınırlarına ilişkin bir ipucu yakalamış olacağız. İsrail’in bölge liderlerinden olduğuna onu sevmeseniz de inanıyorsanız, o zaman Erdoğan’ın da bölge lideri olduğunu ve daha sonraki olaylarda aldığı pozisyonlara baktığımızda bu noktada ısrar ettiğini kabullenmek durumundayız. Suriye konusunda aldığı inisiyatif veya Mısır olaylarındaki açıklamalar da aynı noktadan açılan pergelin çizdiği sınırları göstermektedir. Bu sınırlar bir bölgeye işaret ettiğine göre, Erdoğan için öncelikle “bölge lideri” nitelemesi yerinde olacaktır. Nitekim Kürt açılımında, son bir yılda aldığı mesafe tüm kontrolün onda olduğuna delil sayılmalıdır. Erdoğan’ın AB müzakereleri ve Almanya’daki son konuşmaları açıkça gösteriyor ki Erdoğan, Avrupa’da yaşayan Türkiye vatandaşlarının da, ilgili ülkelere yönelik siyasetlerinde de lider olduğunu ilan etmiştir. 17 Aralık Operasyonu, zaten Erdoğan’ın bölge liderliğini (Ortadoğu-Avrupa) tescil etmiştir. Çünkü bu operasyon, Erdoğan’ın bölge liderliğinden dünya liderliğine geçişteki son eşiği aştığını fark eden güçlerin bir operasyonu olmuştur. Erdoğan, Obama, Putin ve Merkel gibi dünya ölçeğinde inisiyatif alan ve o klasmanda siyaset yapan bir lider statüsüne kabul edilmiştir. Nitekim Erdoğan’ın halkın seçtiği ilk cumhurbaşkanı olması (gerektiği) inancı da bu statüyü ilan eden “tören” olacaktır. Erdoğan’ın bölge liderliğinden dünya liderliğine geçişte bazı zorlukların ve kendine ait bazı sorunların mevcut olduğunu dillendirmek durumundayız. Her şeyden önce Türkiye, sistem olarak ve halkın algı seçiciliği Erdoğan’a eşlik edecek bölge ve dünya tecrübesine sahip değil. Bunun için iç sorunlarını çözmüş bir sivil anayasa ve başkanlık formunda bir sistem tamamlanmak mecburiyetindedir. Obama ve Merkel, dünya liderliklerini ülkeleri ile beraber bir sistem-statü içinde sürdürmektedirler. Belki bir tek Putin ile Erdoğan arasında ülke-lider mesafesi noktasında bir pozisyon benzerliği görünebilir. Gülen lobiciliğinin vehmi ve vahameti de zaten “ülkesini aşan etki alanı” noktasındaki Erdoğan’a oranlı “tercih edilecekleri kehanetine inanmaları” olmuştur. Oysa Gülen’in amatör çıktığı bir gerçek vardı: haziran 2014 53 DÜNYA LİDERİ : KAPAK LİDERİN DÜNYASI Dünya diplomasisi cemaatler veya lobiler üzerinden yaşatılmıyor, hiçbir ülke “kullanmak” dışında bir sosyal yapıyı bir ülkeye tercih etmiyor. Ayrıca Gülen’in de ödeyeceği bir bedel var: Hiçbir ülke kendisini başka ülkeler üzerinden pozisyon almaya mecbur bırakmaya yeltenen bir “hareket”i “aile içi mesele” olarak görmez. Bunu hep birlikte yaşayıp göreceğiz. Eğer Türkiye’de hâlâ oynanan oyunları bozan bir “oy” imkânı ve bu oydan cevap devşirebilen bir lider varsa -ki bu yetenek bir tek Erdoğan’da mevcut- o zaman hiçbir güç “oy” almadan Erdoğan’sız Türkiye hayaliyle yaşıyorsa bunu gerçekleştiremeye- 54 haziran 2014 cektir. Erdoğan’ı bekleyense daha zorlu bir “büyük oyun”: “Küresel oy”... Küresel oy Küresel oy maalesef sandıktan çıkmıyor. Bu maalesef halkın katılımı ile gerçekleşmiyor ve yine maalesef liderlerin birbirlerini kollaması ile korunmuyor. Çünkü küresel oy, aslında “küresel oyunlar” sonunda elde edilen puanlardan oluşuyor. Bu puanlar ise üç ayrı oyun türünden toplanıyor: Satranç (uluslararası diplomasi), poker (uluslararası istihbarat) ve bilardo (uluslararası lobicilik)... Büyük oyunu “satranç, poker, bilardo” benzetmesiyle aktarmak diplomasiye uymasa da “One minute!” dedikten sonra Sayın Erdoğan’ın “Ne yapayım, hakikatleri her zaman diplomasi diliyle anlatmayı beceremiyorum!” inceliğini örnek göstererek bu tercihimi zihinlerde yumuşatabileceğimi düşünüyorum. Uluslararası diplomasi, satranç gibidir.Taşları kullanma kuralı bellidir ve sadece “kare” hamlesi yapma hakkınız vardır. Bu nedenle her ülke, her bir ülkenin “oyunun seyrine” göre hangi taşı nasıl oynatacağını takip edebilir. Sonuçta bir taraf bir tarafa “Şah ve mat!” der. O gün itibar, para, toprak ve benzeri değerlerinizi kaybettiğinizin resmidir. Türkiye’ye AK Parti iktidarı döneminde “Şah ve mat!” diyebilen bir güç çıkmadı, halk buna tanık olmadı. 17 Aralık Operasyonu’ndan bu yana “bir cemaat” medyasının her gün -kendini satrançta taş sanarak- Güneydoğu’nun toprak olarak kopacağı ve bağımsız bir Kürt devleti kurulacağı “yalan”ını yayması, aslında satrançta şah olan başka iradelerin hamlesinde piyon olmayı aşmayan bir pozisyon almasıdır. Erdoğan “İnlerine gireceğiz!” derken, aslında “politik dağlarda (medya) politika gerillacılığı” yapan bu “bir cemaat”in saklandığı mağaraları kastediyor. Nitekim Erdoğan’ın bu cemaate -tıpkı uzun süre dağda olanlara “Sahaya inin, öyle siyaset yapın” demesi gibi- “Cübbeni çıkar gel ve siyaset yap da halk senin boyunun ölçüsünü alsın” derken, aslında Cemaat’in lehine bir mesaj veriyor: “Sizi aşan bir alana girdiniz, özünüze ve evinize dönün.” Ancak artık çok geçti. Çünkü bu “bir cemaat” çoktan satrancın içindeydi. Hamle üstüne hamle yapmaktan başka şansı ve zamanı artık yok bu “bir cemaat”in. Bu satrançta Cemaat’in “taş rengi” ve “şahı” ise, önce halkın vicdanında, sonra mahşerde kendi rengini belli edecektir. Belli ki artık “uzlaşma” zamanı geçmiş gibidir ve kulluk (abd) açısından hükmü Allah mahşerde verecektir. Emr noktasında ise Kur’an ve Nebi açısından yine mahşer, fakat insana bırakılmış emr alanında ise kararı bu ülkede Müslümanlar verecektir. Aynı karar, kuşkusuz Erdoğan için de geçerlidir. Bir gerçeğimiz var: Satranç oynamak yetkisini halk sadece Erdoğan’a vermiştir. Bu yetkiyi gasp etmek, Erdoğan’a operasyon yapıp onu bir yerlerde rehin tutarken, o satrancı başkasının oynamaya kalkması olsa olsa “oy yolsuzluğu” olur. Yani “oy’suz yol tutmaktır” bu. Halk bunu affetmeyecektir. Devletler dururken satranç oynamak nere, “bir cemaat”in bir avuç müridinin satranç oynaması nere? Nereden nereye? Küresel oy bağlamında satranç oyunu -her zamanki gibi- devam ediyor. Bugüne kadar Türkiye’ye “Şah ve mat!” diyen bir güç ve sonuç alınan bir örnek yaşamadık. Ancak satrançta sonuç alamayanlar, bu arada “paralel operasyon” olarak poker (uluslararası istihbarat) oyununda kazanma gayretine de girmişlerdir. Öyle ki 17 Aralık sonrasında gördüğümüz gibi provokasyon, bilgi kirliliği ve ulusal güvenlik tehdidi oluşturacak OBAMA VE MERKEL, DÜNYA LİDERLİKLERİNİ ÜLKELERİ İLE BERABER BİR SİSTEM-STATÜ İÇİNDE SÜRDÜRMEKTEDİRLER. BELKİ BİR TEK PUTİN İLE ERDOĞAN ARASINDA ÜLKE-LİDER MESAFESİ NOKTASINDA BİR POZİSYON BENZERLİĞİ GÖRÜNEBİLİR. GÜLEN LOBİCİLİĞİNİN VEHMİ VE VAHAMETİ DE ZATEN “ÜLKESİNİ AŞAN ETKİ ALANI” NOKTASINDAKİ ERDOĞAN’A ORANLI “TERCİH EDİLECEKLERİ KEHANETİNE İNANMALARI” OLMUŞTUR. OYSA GÜLEN’İN AMATÖR ÇIKTIĞI BİR GERÇEK VARDI: DÜNYA DİPLOMASİSİ CEMAATLER VEYA LOBİLER ÜZERİNDEN YAŞATILMIYOR, HİÇBİR ÜLKE “KULLANMAK” DIŞINDA BİR SOSYAL YAPIYI BİR ÜLKEYE TERCİH ETMİYOR. dinlemelerden bile medet umulmuştur. Erdoğan, 30 Mart yerel seçimlerinden önce satrançta kazandığı hamleleri “ulusal güvenlik tehdidi” örnekleri ile halka anlatamasaydı eğer, politik pokerin ödeteceği bedel çok ağır olacaktı ve satranç kazanımları elden gidecek ve Erdoğan’sız Türkiye dönemi başlayacaktı. Zira “Kiminle Türkiye?” sorusu da cevapsız kalacaktı. Özellikle istihbaratın en büyük görevi olan “satrancı normal şartlar altında oynatmak” sorumluluğu, yani diplomasinin çalışmasını sağlamak görevi -ne trajedidir ki, Hakan Fidan operasyonu ile bu görev iptal edilmek istenmiştir- az kalsın istihbaratın diplomasiye kortejlik yapması bile devre dışı kalacaktı. Nasıl bir güç vehmidir ki, sadece bir gazete ve TV bile bunu yapabilecek zan içinde gördüğü hayalleri ülkenin geleceğine dayatmaya kalkışabilmiştir. Hakan Fidan veya bir başkasının görevi, uluslararası poker oyunlarının asıl ve meşru olan satrancın oynanmasının güvenliğini sağlamak, bir provokasyon, suikast veya herhangi bir eylemle satranç oynayanların kazanımlarının kaybedilmesine sebep olacak bir ortamı engellemektir. Oysa yüreği ve namusu olan, satrancın normal şartlarda oynanmasına katkı sağlar. Büyük liderlerin “büyük oyunu” satrançtır. Şah ve Mat Obama bir dünya lideridir. Ancak onun dünya liderliği, ABD’nin dünyadaki birçok alanda (ekonomi, sinema, kültür, siyaset, enerji vb.) kuruluş, kurum ve sistem olarak liderlik yapmasının toplamda oluşturduğu ülke liderliği enerjisini koordine etmesi formundadır. Obama gidip de bir başka lider gelince bu dünya liderliği devam edebilmektedir. Erdoğan için zor olan eşik şudur: Türkiye, birçok alanda “henüz” dünya lideri değildir -hızla bu yolda ilerlese de- ve toplam ülke liderliği enerjisini de “henüz” biriktirememiştir. Dolayısıyla Erdoğan, kişisel dünya liderliği yetenek ve performansını ülkesi ile eş zamanlı ve eş güdümlü sürdürememektedir. Cumhurbaşkanı olduktan sonra atacağı bazı adımlar, işte bu makası kapatmanın başlangıcı olacaktır. Halkın “ilk defa Cumhurbaşkanı’nı seçecek olması”, işte bu anlamda toplumun önce lideri ile arasındaki mesafeyi kapatması ve daha sonra dünya liderliği noktasında bu özelliklere sahip dünya liderine eşlik edecek birçok alanda dünyada lider olma sözünün verilmesidir. Yani halk, böylelikle kendisini de dünya liderliği klasmanına taşımış olacaktır. Bu kavrayış ve potansiyel, “Yeni Türkiye”nin de özünü oluşturmaktadır. Türkiye, zaten bir dünya liderine sahiptir. Şimdi Türkiye’nin “dünyada lider” olma zamanı gelmiştir. Türkiye liderini dünyada yalnız bırakmayacak bir 2023 vizyonuna yaklaşmaktadır. Durum böyleyken, “dünya lideri” halkın oyunu alıp bu yetkiyle “büyük oyun”a, yani satranca başladığında “liderin dünyası” ülkesi için gerçekleştireceği sonuçlara odaklanmışken, Erdoğan’ı gördüğü her yerde “Şah ve mat!” diyerek -aklı sıra hareket çeken- bu ülkenin insanlarına (medyasına, cemaatine, partisine vs.) ağlasan bir türlü, gülsen bir türlü… Ne diyelim, soru işaretini arttıracağımıza, bu hareket çekmelere biz cevap verelim: Piyon da küçümsenmemelidir, çünkü satrançta bir “taş”tır… haziran 2014 55 DÜNYA LİDERİ : KAPAK LİDERİN DÜNYASI Kur’ân, iki grup yöneticiyi melik olarak vasfetmez, ki bunların ilki, ilâhlık iddiasında olan müşrik yöneticilerdir. Onlar, Allah’a ait mutlak melîkiyetten rol çalmaya çalıştıkları için melik kelimesiyle isimlendirilmekten hassaten mahrum olmuşlardır. Bakara 258’inci ayette görüldüğü üzere vahiy, onları ya “kendilerine mülk verilen kişi” diye tanımlar ya da gelmiş oldukları ailelerin ismiyle, yani “Nemrud” yahut “Firavun” olarak betimler. *** Din ile devlet, birbirinin ikizi kabul edilememelidir. Nitekim tam da bu illete duçar olan Emevî sultanları kendilerini öncelikle “Malik’ül-Müminin” (müminlere irade hakkı tanımaksızın, onlara dair her şeyin sahibi) ilan, sonrasında da dinin koruyucusunun devlet olduğunu ve devletin de bizzat “sultan” olduğunu iddia ettiler. Oysa Hicr 9’uncu ayet gösterir ki, dinin koruyuculuğu doğrudan doğruya Allah’a aittir. Emevîler ile başlayan bu itikadî sapmanın sultanlara sağladığı en büyük konfor, icraatlarına yönelen her türlü eleştiriyi doğrudan Allah’a yapılan bir isyan saymalarıydı. Üstelik halkın canını, malını ve ırzını yöneticilere karşı ko- 56 haziran 2014 Kur’an’ın dilinden dünya lideri K APAK konumuz olan liderlik mevzuunda hemen hepimiz birtakım kanaatlerin sahibiyizdir. İsterseniz bu yazıda, konuyla ilgili algılarımızı ilgili birkaç kelime üzerinden temize çekmeyi deneyelim. İşe doğrudan “lider” sözcüğüyle başlayabiliriz... >> Bu kelime dilimize İngilizceden geçmiş. Yönetmeyi, yönlendirmeyi ifade eden “lead” kökünden geliyor. Biraz daha Türkçeleşmiş hali ise “önder”. Bu kelimenin ilk hecesi olan “ön” başlı başına bir Türkçe sözcükken, devamda gelen “der” hecesi Türkçeye ait bir türetme eki değil. Yine de sezinleyebiliyoruz ki “önder” kelimesi, herhangi bir ülküde önde giden kişiyi anlatıyor. Aynı konuda kadim Türk ta- rihinden iz sürmeye başlayınca “şad, tigin/tekin, hakan/kağan” veya “han” misali kelimelere rastlıyoruz. Aralarındaki bilindik yegâne nüansın “hiyerarşi” olması nedeniyle sadece zirve yönetici durumundaki “han” sözcüğü üzerinden değerlendirmelerde bulunabiliriz. Orhun Abideleri dâhil eski yazıtlardan anladığımız kadarıyla kadim Türk töresine göre, “han, halkın önderidir ama toprağın Ahmet Turgut [email protected] sahibi değildir”. Toprak, halkın ve toprak uğruna can vermiş atalarındır. Müslüman olduktan sonraki süreçte liderlik algımızı en çok belirleyen kelime “sultan”. Sözcük Arapça kökenli ve otorite ile tahakküm vazeden “sulta” kelimesi ile akraba. Yine tahakküm veya hüküm ile yakın ilişkideki “hükümdar” sözcüğü ile eş anlamlı olarak kullanılagelmekte. Sultan bahsi açılınca saltanat kavramı da kendiliğinden önümüze çıkıyor. Nitekim 12 asırlık Türk-İslam pratiği, liderliğin saltanat odaklı olduğunun şahi- di. Bu noktada Karahanlı, Selçuklu, Osmanlı, Safevî, Memluk ve Babür deneyimlerimiz sulta kurma ve hatta devlete isim verme hakkını belli birkaç aileye atfetti; tıpkı Emevî ve Abbasî saltanatlarında da görüldüğü gibi... Önceki sayılarımızda yer alan yazıları okuyanlar hatırlayacaktır. Kullanageldiğimiz metot gereği, kavramları yerli yerine oturtabilmek için artık Kur’ân’a, tüm kelimelerin anayurdu olan Son Kitaba yönelebiliriz. Zaten bu yazının liderliğe dair ana önermelerini vahiy odaklı okumalar teşkil edecek. El-Melik Nitekim Mushaf ’ı Arapçayı aşkın şekilde, Rabca okumaya çalışırken, liderliğe dair karşımıza çıkan ilk kelime “El-Melik” ismi. Başta yer alan belirlilik takısı (el), bu kelimenin “Allah’a ait” olduğunu gösteriyor. Bu şekilde Türkçeleştirince El-Melik ismi, “Mülkünde Mutlak Otorite Sahibi Olan” manasına geliyor. Kayıtsız, şartsız, limitsiz ve haliyle eşsiz bir hükümranlık vazetmekte... Aynı kökten gelen “mülk” kelimesi ise servet, mal, makam veya Dergimizin Mayıs sayısında yer alan “Fetih ve Fatih” başlıklı makalede Kur’ân’daki kullanımlarına binaen fetih kelimesinin bugüne dair en yakın karşılığının “açılım” olduğunu yazmıştık. Yine buradan anlıyoruz ki, lider olmanın en temel vasıflarından biri de birbirlerine kapalı olan kitleleri yekdiğerine açabilmektir. ruyabilecek herhangi bir üst hukuk da kalmıyordu. *** Hz. Yusuf, kendi hikâyesinin sonlarına gelmiş, kölelikten yöneticiliğe geçmiş, yıllardır hasret kaldığı ailesine kavuşmuş, üstelik çocukken gördüğü rüyanın tabirini fiilî olarak da aynen yaşamıştır ki dünyevî ve uhrevî nimetlerin zirvesini yaşadığı böylesi bir demde Rabbine son bir niyazda bulunur: “Beni salihlerden eyle!..” *** Kamusal sahadan bakınca iki Müslüman toplumun nasıl barışabileceğinin de delili konumundalar, sapkınlıklar karşısında nasıl bir tavır geliştirileceğinin de... İşte her ikisinin nice emekler ve bedellerle ayrı ayrı kemâlata taşıdığı sulh ve ıslah misyonlarının aynı anda vârisi olabilecek şuurlar, Enbiya 105’inci ayette bahsi geçen salihlerden olmaktalar. Yeryüzüne vâris kılınmak, ancak böylesi bir anlayışın kârı… Bir göz sulhta, diğeri ıslahta… Savaşsa da barışan, yok etmeden ihya edebilen bir idrak, salih amellerle ahlaklanabilince yeryüzüne vâris olmakta. İsterseniz siz bu yeryüzü verasetine “dünya liderliği” de diyebilirsiniz, şartları iyi kötü belli; gerisi azim, şuur ve ihlaslı bir kadro işi… haziran 2014 57 DÜNYA LİDERİ : KAPAK LİDERİN DÜNYASI ya Allah’a aittir. Emevîler ile başlayan bu itikadî sapmanın sultanlara sağladığı en büyük konfor, icraatlarına yönelen her türlü eleştiriyi doğrudan Allah’a yapılan bir isyan saymalarıydı. Üstelik halkın canını, malını ve ırzını yöneticilere karşı koruyabilecek herhangi bir üst hukuk da kalmıyordu. Emevîler ile aynı çizgide hareket eden Abbasî sultanları ise işi bir adım daha ilerleterek kendilerini “Zillullah” (Allah’ın yeryüzündeki gölgesi) addettiler. Allah gökler katında mahpus (!) ilan edilerek yeryüzü sultanların keyfiliğine bırakıldı. Bunun bir yansıması olarak da “Yeryüzü bize mescit kılındı” hadis-i şerifi hilafına camiler Allah’ın birer evi sayıldı. Böylesi bir tasavvura göre Allah, göklerin tamamına ve yeryüzünde sadece camilere hükmeden, arzın genel işlerini ise sultanlara terk eden bir ilah konumuna itildi. pozisyon gereği elde edilen gücü ve kudreti özetliyor. Melik kelimesiyle yakın telaffuza sahip “mâlik” kelimesinin en temel nüansı ise hükmettikleri sahanın genişliğiyle ilgili. Deyim yerindeyse mâlik, arazi ve bina muadili iradesiz varlıkların sahibi. Melik ise ayrım gözetmeksizin her şeyin sahibi… Fark edileceği üzere artık mutlak melîkiyet ifade eden El-Melik’ten ziyade görece melîkiyete vâkıf “melik” kelimesi ilgi sahamıza girmiş durumda. Artık Hâlık’tan mahlûka doğru nispet edilen mana katmanlarının içerisindeyiz. Buna göre melik kelimesini “emirler, yasaklar, haklar ve sorumluluklar” nazarında, toplum üzerinde yetki kullanan kişi olarak değerlendirebiliriz. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de tekil bir çekimle kullanılan 12 “melik” sözcüğünden 5’i Allah’a, 7’si ise insanlara nispet edilmiştir. Bu kısmı şöyle de açabiliriz: Eş-Şafi olan Allah şifanın mutlak kaynağı iken, sıhhat amaçlı çalışan hekimler Eş-Şafi isminden tecelliyle şifa vesileleridirler. Bu misyona atıfla sağlık emekçileri “Abd’uş-Şafi” sayılırlar. Aynı şekilde, icraat sahaları gereği ElMelik ismine tecelligâh olanlarımız da bu İsm-i İlahînin vazettiklerine şuurlu şekilde riayet edebildikleri ve bununla vasıflanabildikleri ölçüde “Abd’ül-Melîk” (Melîk olan Allah’ın kulu) olurlar. Terminoloji buhranıyla yönlendirilen idarî keyfiyet Bu noktada hemen detay tespitleri belir- 58 haziran 2014 lemek durumundayız. Kur’ân, iki grup yöneticiyi melik olarak vasfetmez ki bunların ilki, ilâhlık iddiasında olan müşrik yöneticilerdir. Onlar, Allah’a ait mutlak melîkiyetten rol çalmaya çalıştıkları için melik kelimesiyle isimlendirilmekten hassaten mahrum olmuşlardır. Bakara 258’inci ayette görüldüğü üzere vahiy, onları ya “kendilerine mülk verilen kişi” diye tanımlar ya da gelmiş oldukları ailelerin ismiyle yani “Nemrud” yahut “Firavun” olarak betimler. İlginçtir, Kur’ân’da hem nebi, hem de sultan olan Hz. Davut (a.s.) ve Hz. Süleyman (a.s.) için de melik ismi kullanılmamıştır. Peşinen kabul etmek gerekir ki buradaki hikmeti algılamak, Firavun ve Nemrud örneklerindekini algılamaktan daha zor. Yine de şunu söyleyebiliriz pekâlâ: Emaneten melîkiyet içeren dünyevî yöneticilik ile uhrevî atıfları olan nübuvvet aynı kişide “melik” ismiyle buluşunca, toplum, insana dair melîkiyetin hududunu ilahî olanın aleyhine genişletmek gafletine düşecekti. İsterseniz kısa ve keskin olan bir yorumla bu durumu özetleyelim: Din ile devlet, birbirinin ikizi kabul edilememelidir. Nitekim tam da bu illete duçar olan Emevî sultanları kendilerini öncelikle “Malik’ül-Müminin” (müminlere irade hakkı tanımaksızın, onlara dair her şeyin sahibi) ilan, sonrasında da dinin koruyucusunun devlet olduğunu ve devletin de bizzat “sultan” olduğunu iddia ettiler. Oysa Hicr 9’uncu ayet gösterir ki, dinin koruyuculuğu doğrudan doğru- “İslam Devleti” mi, “Müslümanların önderliğinde ve Allah ile Resulü’nün rızasına uygun yönetim şekli” mi? Maalesef bu “Zillullah” olma iddiası, Mısır’ın fethi sonrası kimi Osmanlı sultanları tarafından da dönem dönem dile getirildi. Ve yine maalesef, her devrin ve coğrafyanın klasik İslamcı bakışları, “İslam Devleti” diye bir şeyi dinin arza dönük ana hedefi saydılar. Oysa kullanılması gereken tabir “İslam Devleti” değil, “Müslümanların önderliğinde ve Allah ile Resulü’nün rızasına uygun yönetim” olmalıydı. Yine Kur’ânî beyanda yer alan ilahî tasarrufu izleyince Melik isminin enteresan bir kullanımını gözlemliyoruz. Tüm Kitap boyunca Mısır yöneticileri için “Firavun” diyen Allah, Yusuf Kıssası bünyesinde yer alan Mısır Sultanı için tam beş kez “melik” nitelemesi yapar. Zira bahse konu yönetici kişilik, Hz. Yusuf (a.s.) ile uyum içerisinde çalışmasıyla göze çarpmaktadır. Risaletin ikazlarına uyan, Resûlün çizdiği yolda yürüyen ve halkını da buna uygun yürüten bir lider imajı sergiler. Kitap’ta melik olarak nitelenen diğer bir kişilikse hem ismi, hem de hangi sebeplerle melik seçildiğiyle birlikte belirir. Bakara 247’nci ayette geçen diyaloglardan anlaşıldığı üzere, Talut’un Allah tarafından İsrailoğullarına melik tayin edilmesinin sebebi, ilimde kuşatıcı bir derinlik sahibi olması ve fizikî üstünlüklerinin bulunmasıdır. Tefsir tarihimiz, burada bahse konu olan fizikî üstünlüğü Talut’un uzun boylu oluşuyla detaylandırmıştır. İnsün ve cinnün şerrinden ve dahi… İnsanlara dair “melik” kelimesi kullanımlarını gördükten sonra, şimdi de yatay ve dikey okumalar için ilgili ayetlerden birini takip edebiliriz. Nâs Suresi hemen hepimizin ezberindedir. Mana bütünlüğü itibariyle mealen hatırlayalım: “De ki, insanların kalplerine fısıldayabilen görünen görünmeyen, bilinen bilinmeyen, sinsi ve sinik vesvesecilerin şerrinden insanlığın Rabbine, insanlığın Melikine, insanlığın İlahına sığınırım.” Görüleceği üzere bu surede bizlere bildirilen uyarı, sadece zihinlerimize değil, ta kalplerimize değin vesvesecilerin uzanabileceği yönündedir. Bu duruma dair tasvirde “insanların ve cinlerin şerrinden” denilmesi, sadece varlıkların türüne yönelik değil, vesvesenin kaynak itibariyle belirgin yahut belirsiz oluşuna da işaret eder. İsterseniz zihnimizin açılabilmesi için vesvese kelimesinin asrımıza en uygun karşılığını belirleyip aynı sureyi yeniden okuyalım. Rahmetli Ömer Lütfi Mete Ağabey’den duymuştum; surede geçen “Yüvesvisu” kelimesi için günümüz algısı ve ihtiyacı itibariyle “medya” veya “propaganda” yorumunun daha manidar olduğunu söylerdi. Evet, çağımızın en büyük, organize, eli kolu her yere ulaşabilen vesvese kaynağı maalesef “medya”. Bireyi ve kitleleri uyutabilmek, kandırabilmek, sahte ihtiyaçların peşinde koşturabilmek için ak, kara ve gri propagandalara araç olabilen medya… Peki, böylesi bir propaganda/vesvese iklimine karşı duracak adres ve misyon nedir? Esmâ-ı Hüsna bilinci olanlar hemen fark edeceklerdir ki Kitap, birçok ikazı bunlara karşı başvuru mercileri ile birlikte verir. Nâs Suresi’nde bu başvuru mercileri “Rabbi’nNâs”, “Meliki’n-Nâs”, “İlâhi’n-Nâs” olarak sıralanıyor. Yani İnsanlığın Rabbi, İnsanlığın Meliki ve İnsanlığın İlahı olan Allah… Evet, propagandalara karşı bu iki sınıf insan bir araya gelip ortak projeler üretmek zorunda. Eş güdümlü çalışılması ihmal edilemez bir ihtiyaçtır bu. Bu ihtiyacı görüp çalışmaları yönlendirmesi gereken kişiyse toplumun tepe yöneticisi, yani lideri. Eğer bu işbirliği oluşmaz veya sonuç getirmezse, işimiz doğrudan İnsanlığın İlahı’na, O’nun doğrudan tasarruflarına devroluyor. Ve biliyoruz ki Allah’ın sorun çözücülüğü, bizler açısından her zaman konforlu olmayabiliyor. Kâh afetler yoluyla müşterek acılar yaşatarak bizlere kardeş olduğumuzu hatırlatıyor, kâh düşmanlarımız karşısında bizleri zelil ederek Kendisine yönelmemiz için bize yeni bir fırsat sunuyor. Liderlik konusunda melîkiyetin anlatıldığı daha birçok ayet eşliğinde tahliller, yorumlar, yatay ve dikey okumalar yapma şansına sahibiz. Özetle görürüz ki lider, mülkü altındaki yaşayanlara barış, huzur, emniyet ve himaye vaat edebilmelidir. “Beni salihlerden eyle!..” Yine liderliğe atıflı fetih de ilgilenmemiz gereken Kur’ânî bir kelime. Dergimizin Mayıs sayısında yer alan “Fetih ve Fatih” başlıklı makalede Kur’ân’daki kullanımlarına binaen fetih kelimesinin bugüne dair en yakın karşılığının “açılım” olduğunu yazmıştık. Yine buradan anlıyoruz ki, lider olmanın en temel vasıflarından biri de birbirlerine kapalı olan kitleleri yekdiğerine açabilmektir. Ve gelelim “dünya liderliği” meselesine… Bunun için önce Yusuf Kıssası’na dönelim ve bir nebinin kamusal yönetici olduğu, ama O’nun değil, O’na uyan bir numaralı yöneticinin “melik” addedildiği Yusuf Suresi’ne yeniden göz atalım. Söz konusu buhrana çare Hz. Yusuf, kendi hikâyesinin sonlarına gelmiş, kölelikten yöneticiliğe geçmiş, yıllardır hasret kaldığı ailesine kavuşmuş, üstelik çocukken gördüğü rüyanın tabirini fiilî olarak da aynen yaşamıştır ki dünyevî ve uhrevî nimetlerin zirvesini yaşadığı böylesi bir demde Rabbine son bir niyazda bulunur: “Beni salihlerden eyle!..” İlk iki esmanın fiilî tecelligâhlarından takip edecek olursak, yine sırasıyla kamusal mürebbiler ve kamusal önderlere ulaşıyoruz. İlk gruba girenler, günümüzün moda tabiriyle “kanaat önderleri, aydınlar, kalem ve söz erbabı”; ikinci gruptakiler ise “asgaride STK’lar ve diğer kurumlar”, “genel manada ise bürokrasi, iktidar ve nihayetinde tüm devlet yöneticileri”. “Salih” kelimesinin irfanî açıdan birçok açılımı olduğunu peşinen kabul ederek, konunun liderlikle ilişkili kısmına geçelim. Enteresan bir duadır bu. Kitap boyunca daha birçok nebi aynı niyazı yineler. Üstelik hepsi de bu isteklerini nübüvvet kariyerlerinin başında değil, ilerleyen kısımlarında, yani nice sınamalardan başarıyla çıktıktan sonra talep etmişlerdir. Enbiya Suresi 105’inci ayette, “yeryüzüne salihlerin vâris kılınacağı” müjdeleniyor. Evet, ilginç bir tabirle karşı karşıyayız: “Yeryüzüne vâris olmak…” Osmanlı misali üç kıtaya hükmetmeyi değil, tüm arzı kapsayan ve üstelik vâris olmayı muştulayan bir ayettir bu. Ve bu müjdenin muhatabı ise salih İnsanlar… Peki, nedir salihlerin emareleri? Öncelik, Kur’ân’ın “salih ameller” olarak bahsettiği işlerin ahlak edinilmiş olmasında. Cömertlik, özü sözü bir olmak, Rabbe teslimiyet, birbirimizi sevmek ve daha nice erdem bu bahse dâhil edilebilir. Biz yine kelimenin kendisi üzerinden detaya inince görüyoruz ki salih vasfı iki mastardan geliyor: “Sulh ve ıslah”. Yeryüzüne vâris kılınmak, ancak böylesi bir anlayışın kârı Vahyin bu konudaki ilkeselliğini Muhammedî pratiğe döken iki seçkin-kâmil vârisi hatırlamak durumundayız. Onlar, “Oğul babanın sırrıdır” buyuran Peygamber Efendimiz’in (a.s.v.) yine “Oğullarımdır” diyerek taltif ettiği Hz. Hasan (r.a.) ile Hz. Hüseyin (r.a.). İlki “Sulhun İmamı”, ikincisi ise “Islahın İmamı”… Onlar, -bu konudaki açılımların tabir yerindeyse- Efendimiz (a.s.v.) adına iki patent sahibi, sulhun ve ıslahın bireysel ve toplumsal içeriklerine tüm insanlığı şahit kılan hidayet önderleri… Onlar, irfanî açıdan Rabbin Celal ve Cemal tüm tecellileriyle barışıklar. Başta kendi nefisleri olmak üzere, dostlarının veya muarızlarının nefislerini ıslah etmek üzere hareket etmiş iki Muhammedî vâristir Onlar. Kamusal sahadan bakınca iki Müslüman toplumun nasıl barışabileceğinin de delili konumundalar, sapkınlıklar karşısında nasıl bir tavır geliştirileceğinin de. İşte her ikisinin nice emekler ve bedellerle ayrı ayrı kemâlata taşıdığı sulh ve ıslah misyonlarının aynı anda vârisi olabilecek şuurlar, Enbiya 105’inci ayette bahsi geçen salihlerden olmaktalar. Yeryüzüne vâris kılınmak, ancak böylesi bir anlayışın kârı… Bir göz sulhta, diğeri ıslahta… Savaşsa da barışan, yok etmeden ihya edebilen bir idrak, salih amellerle ahlaklanabilince yeryüzüne vâris olmakta. İsterseniz siz bu yeryüzü verasetine “dünya liderliği” de diyebilirsiniz, şartları iyi kötü belli; gerisi azim, şuur ve ihlaslı bir kadro işi… haziran 2014 59 DÜNYA LİDERİ : KAPAK LİDERİN DÜNYASI Medeniyet sahibi dünya liderlerinin “türedi egemenler”e kesin teslim tarihi, 1839... Gühane Hatt-ı Hümayunu’yla resmen başlatılan “Batılılaşma” açılımı, tarihe insanlık adına düşülmüş en kara lekedir. O tarihle birlikte Asya’nın ortasına temeli atılan Türk “lümü” resmen kapatılmış oldu; bundan böyle kralları biz değil, Batılılar atamaya başladılar. Bir farkla: Türk lümü “adil hükümdarlar”ı tercih ederken, onlar atayacakları egemenlerin zalim olmasını şart koşuyorlardı. İşte, bunun için üç beş satır yukarıda “insanlık adına en kara gün” diye not düştük. *** Bize ait, genetiğimize kodlanmış bu postülatı “iç ederek” Lusiferikozoterimle harmanlayıp “tek dünya devleti, global dünya krallığı veya Cennetin Krallığı” gibi janjanlı ambalajlara saran “Tötojudik koalisyon” fikrin asıl sahibini topyekûn öldürmeden veya “mankurtlaştırma”dan rahat edemeyeceğinin farkında... Rahatlık için 1928 yılında, bir gecede alfabeyi değiştirip “ideal düstur”u yazmak ve başta Oğuzname olmak üzere onu şerh eden tüm yazılı kaynaklarla bağımızı koparmak da yetmedi. “Olcayto Yalvaç”ın evlatları yine ulaştılar temel düstura. Siz, Atatürk neden tıbbî suikastla öldürüldü, Menderes neden asıldı, Özal neden zehirlendi, hatta Yazıcıoğlu niye uğursuz bir kazaya kurban gitti sanıyorsunuz? *** 60 haziran 2014 Türk’ün e “TEK TENGRİ, TEK KAĞAN” U ZUN bir zamandan beri üzerinde çalıştığım “Metehan” romanını bitirdim ve bir kağanın küresel macerasını izleyen, bir savaş muhabirinin yorgunluğunu taşıyorum üzerimde. Bununla birlikte, mutlu hissediyorum kendimi zira soyumun atası olduğunu bildiğim tarihi kahramanın zaferlerine tanıklık ederken, başarısında edebî bir katkı sağladığımı sanıyorum; az şey mi bu? >> Romancıların dünyasında garip bir okuma tekniği vardır. Önce bir kahraman oluşturur yahut mevcut olan kahramanın hayatının ayrıntılarını kurgular, bunu yaparken yan kahramanlar bina ederler. O sırada kafalarında bir çatı kurulmuştur lakin ayrıntı, “Bismillah!” komutundan sonra başlar. Gerçek ya da hayali... Kahramanın menşei ne olursa olsun, yazarın yaptığı her ne kadar karşıdan bakıldığında “yazmak” gibi algılansa da öyle değildir. Yazar o anda, içindeki saklı romanı okumaya başlamıştır. Siz yazılmış bir kurmacayı okurken nasıl heyecanlanıyor ve bir tat alıyorsanız, işte o tadın belki on katını da yazan adam alır yazdığının her satırında tekrar tekrar. Yazma işlemi bittiğinde, esasında yazarın okuması tamamlanmıştır. Galiba söz Halide Hanım’a ait, diyor ki Edip Adıvar: “Romanı yarısına ka- dar ben yazarım, ondan sonrasını roman kendisi yazar.” Ne kadar doğru bir tespit! Hayat da böyle, işte! Toplumların yaşantısına dâhil olan kahramanlar veya liderler –ki liderler de birer kahramandır- bidayette başkası veya başkaları tarafından oluşturulurlar; bu itibarla tıpkı Halide Hanım’ın roman kahramanları gibi liderler de kahramanlık serüvenlerinin belli bir yerine kadar oluşturucuları tarafından ilerletilir/yönlendirilirler ancak “şahsî romanları”nın ortasına gelince birdenbire patlar ve asıl kimlikleriyle ortaya çıkar, romanın kalan kısmına tek başlarına devam ederler. Artık onların yaptıklarında/ ettiklerinde hiç kimsenin dahli yoktur, kimse ellerine plânlanmış senaryolar tutuşturamaz, yönlendiremez veya mecralarını değiştiremezler; zira o artık bir kahramandır ve gerçek bir lider olmuştur. Lüm nedir? İddia ederim ki hiçbiriniz “Lüm” adını duymamışsınızdır. Duyamazsınız çünkü bu kavramı (uydurulmuş bir şey kavram olamaz, kavram yerine “bu ifadeyi” ya da “kısaltmayı” denebilir) şu an ben uydurdum; Lüm özel bir kısaltma... Açalım o halde… Lüm, “Lider Üretim Merkezi”nin baş harflerinden oluşturulmuş bir remiz... Evet, uydurulmuş fakat -şurası hakikat ki- dünya üzerinde adı başka başka da olsa o kadar çok lüm var ki saymaya kalksan sayamazsın. Bu durakta, dünya ölçeğinde bazı dünya lümlerinin adlarını verebiliriz. Bu merkezlerin en belli başlılarının önde geleni Bilderberg... Adını verince “Tamam” dediniz değil mi? “Evet, hakikaten Bilderberg bir Lüm’dür!” dediğinizi duyar gibiyim şu an. Her ne kadar II. Dünya Harbi’nden sonra böyle bir fikri ortaya atan ve kuruluşundan itibaren, yirmi yıl geçkin bir süre ve kesintisiz olarak kuruluşun başkanlığını yapan adamın adı Bernhard’dır ve kendisi Hollanda Prensi’dir. Küresel Royal Dutch Company’nin üst düzey yöneticilerinden biridir. Prens Bernhard’ın gayretleriyle hayata geçirilen Ahmet Yozgat [email protected] zeli düsturu Osmanlı’dan sonra dünya, asla eski dünya olmadı. Londra’da kurulan “Tek Dünya Lümü” fideliğinde yetiştirdiği namzetleri allayıp pulluyor ve milletlerin üzerine tayin ediyordu. Tayin öncesinde, toplumları hazırlamak için yapılan “lider ya da kahraman yaratma operasyonları” öyle üstün bir akılla yapılıyordu ki birkaç zaman içinde hazırlanan kamuoyu yeni liderini karşılamaya çıktığında sevinmiyor, ona “tapıyordu”. haziran 2014 61 DÜNYA LİDERİ : KAPAK LİDERİN DÜNYASI Osmanlı’nın son yüzyılını toparladıktan sonra istemdışı bir bir takım hareketlere maruziyet sebebiyle yıkımını hızlandıran ve “müstebit” iddiası sonucunda görevini tamamlayan İkinci Abdulhamit, on yıllık aradan sonra yeni devleti kurma görevini üstlenen Mustafa Kemal ile iki yüzyıl arasındaki değiş tokuşu tamamladı. Günümüzde, sıradaki değiş tokuşun birinci kahramanı, devraldığı “Lozan Devleti” ya da “İdeolojik Cumhuriyet” veyahut “ulusal devlet” formatındaki yapının “defterini düren” Özal vazifesini tamamladı ve gitti. Bundan sonra sıra, onun halefi olan Erdoğan’da. O da tıpkı Mustafa Kemal’in 1923’te imparatorluğun enkazı üzerine ideolojik cumhuriyeti bina ettiği gibi Özal’ın teslim ettiği enkaz üzerine yeni formattaki “demokratik -belki federal- ama mutlaka başkanlık sistemiyle çalışan cumhuriyet”i kurmak için “millî bir mücadele” veriyor 2023’e giden son on yıllık dikenli yol üzerinde. *** Davut, Callut’u sapan taşıyla devirdi; Demirci Kava, zalim Şah’ı çekiciyle alt etti; sivrisinek Nemrut’un beynini yedi bitirdi ve onu beyinsiz boş bir kovana döndürdü. Zira haklı olan zalimler değil, mazlumlardı. Şanı Yüce Yaratan, mazlumları uzun süre kahramansız bırakmaz. Kahramanlarsa gökyüzünden inmez, yerden biter. O hâlde bize düşen, yanı başımızda boy atan “Uzun Adam”a sahip çıkmaktır. Çünkü tüm mazlumlar dualarıyla onun arkasında ve biliyorlar ki o, bir dünya lideri... Dünya liderlerini “cetvel sınırları” bağlamaz… 62 haziran 2014 Bilderberg, ilk toplantısını Hollanda topraklarında yükselen ve özel mensubiyeti olan dünyalıların kullandığı aynı adlı otelde yaptığı için bu isimle anılır olmuştur. Burada aklınıza “Abant Toplantıları” geldi değil mi? Ne hikmetse hikâye aynı… Neyse, o başka mevzu, dönelim kendi lümlerimize. Bilenler diyor ki, “Bilderberg, baştan sona kadar CFR’nin öncülüğünde kurulan bir teşkilattı ve bu teşkilatın gizli görevi, Avrupa’nın tüm ülkelerinden dişe dokunur, gelecek vadeden insanları toplamak, onları kendi art niyetleri etrafında halka yapmak ve kendi ülkelerinde lider konumuna getirerek üstü örtülü dominyonlar oluşturmaktı”. Daha ne desinler? “Bilderberg, Avrupa’nın lümüydü” diyemezlerdi zira bu kavramı on dakika önce uydurdu bu fakir. CFR de ne ola ki? Ne demişti uzman? “Bilderberg, CFR’nin öncülüğünde...” Bu durumda Avrupa Lümü’nün üzerinde bir başka “lüm” giriyor gündemimize; onun adı: “CFR…” Madem dosyayı açtık, o halde büyük lüm CFR’ye bir çengel atmadan geçersek Amerika’ya karşı ayıp olur. Öncelikle fakir, CFR kısaltmasını “kefere” diye okuyor, yüreği soğuyor, siz de öyle telaffuz edin de rahatlayın. Geçelim CFR’nin açık okunuşuna: “Council of Foreingn Relations” yani Türkçe okunuşuyla Dış İlişkiler Komitesi... 1921’de kurulan CFR’nin yayın organı da ünlü Foreign Affair dergisi. Bu dergi, dünya kamuoyu üzerinde “politik yönlendirme” yazıları yayınlamakla ünlü... Üç bin beş yüz civarında üyesi olan bu “modern tarikat”ın Türkiye’den de üyeleri olduğu biliniyor. Tabiî ki merkezi Newyork’ta. “Dünya Lümü’nün ana merkezi sayılabilecek bir yapıda olan CFR, ABD Dışişleri Başkanlığı’nın bel kemiğini oluşturmasıyla biliniyor ve bu ününü dünyanın diğer ülkelerindeki “dışişleri cemaati” üzerinde de sürdürüyor. Pekçok ülke içinde gözle görülür yönlendirmeler yapıyor ve kimsenin gıkı çıkmıyor. Tri-Latter CFR ve Bilderberg’den sonra şimdi sırada üçüncü bir lüm var: “Tri-Latteral Commission...” Kısaca “TC” diye de bilinen bu örgüt, 1973’te Japonya merkezli küresel bir görevle kurulmuş olup CFR ve Bilderberg ile birlikte sacayağının üçüncü dayanak noktasını teşkil etmektedir. Dünyanın bütün küçüklerini Amerika bağlamında CFR, Avrupa cihetinde Bilderberg, Asya hattından Tri-Latter şeklinde kuşatmış olan “lider üreticileri” temel olarak bu üç Lüm üzerinden üretim yapıyorlar. Bununla birlikte bu üç Lüm, uzak adreslerde de olsa, teknik olarak iç içeler ve arkalarında Rockefeller, Rodschild ve bir grup küresel aile var. Fakirin, “Kıyametin ya da cehennemin üç atlısı” diye tarif ettiği bu üç ayaklı sacın dışında da pek çok Lüm gerçeğinin varlığı yadsınamaz. İlk anda aklıma gelen Lüm’leri sayarsak Rotary, Lions, Mason locaları ve şimdilerde çok sözü edilen İllumunati ve Templiyelerin ismi dökülür dudaklarımızdan. Her ne kadar değişik isimler altında kategorize edilse de gerek “cehennemin üç atlısı” gerek diğerleri aynı merkezin şubeleri gibi algılanabilir. Zira hepsinin arkasından yukarıda saydığımız aileler çıkıyor ve bu aileler, kendi aralarında kurdukları evlilikler sonunda git gide tek yapıya dönüşüyor; kısaca “Dünyanın Efendileri” oluyorlar. Onca zorluğuna rağmen sayılamayacak kadar çok organizasyonun kuruluş ve işleyiş nedeni,“Büyük efendilerin, kendilerine miras kalan dünyayı ve dünyanın insancıklarını yönetmek hırsı…” Sonunda bunu da çok iyi beceriyorlar. Nasıl mı? Yönetici namzetlerini sıradan tipler içinden belirleyip onu, ellerindeki medyayı kullanarak parlatıyor ve tabiri caizse ondan bir “kahraman” yaratıyorlar. Çok geçmeden bir zamanların sıradan insanı, toplumların lideri olarak insanüstü bir karaktere bürünüyor. İşte bu sistem, söz konusu Lüm’ler eliyle hayata geçiriliyor. Peki, ne zamandan beri bu sistem var? Sistemin miladını verelim: 1701... “İyi de, bu 1701 neyin nesi? Bir de bunu açık etsen de meselenin künhüne ersek…” Verelim: İkinci Viyana bozgunuyla dibe vuran Osmanlı, girdiği bu savaşı, Karlofça denilen olmayasıca bir kasabada noktalar. Noktaladığı sadece savaş değildir 1699’da Türk’ün elinde bulunan güzelim “Doğu medeniyeti” ve buna bağlı olarak “Cihan Kağanlığı/Sultanlığı” ve ta Hz. Nuh’tan beri süre gelen “Lüm” olma hali de noktalanır. Burada ilerlemeye son verip başa gidelim, tarihin izini sürerek tekrar dönelim “Karlofça soykası”na… Nuh’un oğullarından biri yani Yasef/Ya- fes, kendine bağlı klanı yedeğine alıp Asya bozkırlarına çıktığında artık onun adı “Olcayto Peygamber”dir ve Olcayto, Bozkır’a ayak bastıktan sonra “dünya liderliği” serüvenini başlatmış olur. Neden Nuh’un diğer evlatları Ham veya Sam değil de Olcayto? Zira Babil Kulesi inşaatını yapan evlatlar, bir sabah kalktıklarında başka başka diller konuştuklarını ve artık birbirlerini anlayamaz hale geldiklerini görür çünkü “Halik” onları kavimlere ayırmıştır. Bu evlatların farkı, sadece dilleri değildir; o sabah, her şeyleri farklılaşmıştır. Zira “genetik kodlama”larında yapılan “tanrısal operasyon”, farklılaştırmayı inşaatın temelinden başlatmış ve her şey “gen kökü”ne göre yeniden biçimlenerek “Tanışasınız diye...” amacına yönelik bir şekil almıştır. Lisanları gibi meşrepleri de başka başkadır prototip kardeşlerin; mesela Sam’ın oğulları “para pul işlerinden ve felsefeden” hoşlanırken, kara derili Ham’ın evlatları doğa ile haşırneşir olmaktan hoşlanan, içine kapanık kişiler şekline gelmişlerdir. Ham ve Samoğulları misali tabiî ki Yasefoğulları da bir başkadır artık. Onların karakteristiği, toplulukları gütmek yani yönetmekten zevk alan savaşçı bir formatındadır. İşte o savaşçı formattır ki Olcayto kavmini “cihana hükmedenler” haline getirmiştir. Tarih cihangirlerden ilkini İranlıların Afrasiyab, yani “Yeraltı Şeytanı” diye yaftaladığı Alp Er Tonga adıyla kaydediyor sararmış yapraklarına. Merkezi Karadeniz’in kuzeyindeki stepler olan İskit Türklerinin hükümdarı olan Alp Er Tonga, zamanında “Acun Kağanı” olarak biliniyordu. Zira Tonga’nın kurduğu devasa imparatorluğun doğu sınırı Pasifik, batı sınırı Atlantik’ti. Zamanında Alp Er Tonga, ülkesinin Buz Denizi’nden başlayan kuzey hududundan yola çıkarak, güney hududunun diğer ucunu belirlemek için İran’ı, dolayısıyla Zaloğlu Rüstem’i tepeleyerek Mısır’a kadar gittiğini yazıyor tarihler. Tonga, o duraktan daha güneye inmeye lüzum görmedi zira o bölgede hiçbir egemenlik iddiası olmayan, siyahi Hamoğulları yaşıyorlardı. Hamzadeler, o naif hâlleriyle doğa ile baş başa meyve topluyor, yiyeceği kadar hayvan avlıyor, barış içinde sürdürüyorlardı hayatlarını; tıpkı bu gün olduğu gibi... Cihana hükmetmenin tadı alınmıştı bir kere ya da kromozomlara işlenmiş “liderlik ruhu” uyanmıştı bir kere… Mezubahis ruh; Alp Er Tonga ile bitmedi tabiî ki; tıpkı daha sonra tarihe damgasını vuracak olan haziran 2014 63 DÜNYA LİDERİ : KAPAK LİDERİN DÜNYASI Efendim, asıl olan Erdoğan değil, neticede o da bir kul, tıpkı bizler gibi. Asıl olan, Şanı Yüce Allah’ın mazlum kullarının önüne düşüp onları zalimler karşısında sahili selamete çıkaracak hatta zafere ulaştıracak olan bir adil liderdir. Her canda aranan potansiyel vardır. Ancak potansiyel güçlerin de yaratıcısı ve sahibi olan Rahman’ın hangi kulun potansiyelini harekete geçireceğini biz bilemeyiz; O, kendi bilir. Takdir eder, zamanı yaklaşırken şartları hazırlar ve potansiyel güç, bir liderin şahsında zuhur eder. Ondan sonra olacakların yol haritasını yazan da, çizen de o ilahî eldir. Bütün bunları, her Müslüman gibi Erdoğan da bilir ve hulusi kalp ile inanır. Zaten zafer “inananlarındır”... Mete/Maotung” liderlik yolunda pasif kaldığı iddiası” ile babası Teoman’ı öldürüp yeni bir “Acun Hakanı”nın nasıl olacağını gösterdi dosta, düşmana. Tötonlar Ondan sonrasının tarihi, “Acun Hakanı Mete”nin ortaya koyduğu düsturlarla gelişti. Bu düstur, “Gökyüzünde tek tanrı, yeryüzünde tek kağan” retoriğiyle yeni bir gen kodlaması yaptı ve kodlanmış genin taşıyıcı evlatları Osmanlılara kadar geldi. Hatta hiç şaşmadan Karlofça’ya kadar da devam etti. Aradaki bin yıllık süre zarfında acunu/ciha- 64 haziran 2014 nı/dünyayı, Efendiler Efendisi’nin lisanıyla “kalkan yüzlü Kanturaoğlulları” idare etti ve onlara kimse dokunamadı. Zira onlar, Miraç esnasında Orta Asya’dan Batı’ya doğru akıp gelen atlılardı. Bu atlıların kimliğini merak eden “Kutlu Yoldaş”ın, karındaşı Cibril’den sual etmesi üzerine aldığı cevapta tarifini bulan “Seyfullah” onlardı yani o süvariler “Allah’ın kılıçları”ydı. Doğal olarak Karlofça’dan sonra da Asya’nın Lüm olma hâli de devam etti, “cihan padişahı” iddiaları da... Ancak atalarımızın iddialarına rağmen 1700 itibariyle medeniyet el değiştirmiş ve efendilik Doğu’dan Batı’ya geçmiştir. Artık Bozkır cengaverlerinin iddiasını, fakirin “Tötonlar” dediği “Anglosakson+Germen+Frank biraderler” çalmış ve “dünya hâkimiyeti” formülüyle bir “dehşet imparatorluğu” kurma idealine evirmişlerdi. Kötü olan, bu yolda hızla ilerlemeleriydi; devasa adımlarla üstümüze geliyorlardı. İnsanlık adına en kara gün Osmanlıların Karlofça’yla girdikleri genetik haklarını koruma mücadelesi, kaybedile kaybedile yüz elli yıl daha devam etti. Bu arada, “yeryüzünde tek kral” kuralının üzerindeki kül tabakası da gittikçe kalınlaştı ve kural bir kor gibi yüreklere gömüldü hatta sıcaklık yaymaz oldu. Medeniyet sahibi dünya liderlerinin “türedi egemenler”e kesin teslim tarihi ise 1839… Tariheki adı Gühane Hatt-ı Hümayunu olan fermanla resmen başlatılan “Batılılaşma” açılımı, tarihe insanlık adına düşülmüş en kara lekedir. O tarihle birlikte Asya’nın ortasına temeli atılan “Türk Lüm’ü” resmen kapatılmış oldu; bundan böyle kralları biz değil, Batılılar atamaya başladı; bir farkla ki: Türk Lümü “adil hükümdarlar”ı tercih ederken, yeni amirler atayacakları egemenlerin zalim olmasını şart koşuyorlardı. İşte, bunun için üç beş satır yukarıda “insanlık adına en kara gün” diye not düştük. Her ne kadar Osmanlılar “dünya liderliği” düsturunu Tötonlara kaptırmış olsalar da genetik yazılım kolay kolay silinmiyordu. Silinmeyen bir şey daha vardı: Kütüphanelerde kayıtlı “Oğuzname” ve “Atakağan”ın evlatlarına bıraktığı ışıltılı miras… “Gökyüzünde tek tanrı, yeryüzünde tek sultan…” postülatı... Osmanlı şehzadeleri ama sancaklarda ama Topkapı avlusundaki “şimşirlik”teki hücrelerde yetişsinler, ruhlarına “Babakağan”ın düsturu kazınıyordu. Ezeli ateş küllense de için için yanıyor ve canlılığını kaybetmiyordu. İşte, bu ateş son olarak bir kez daha parladı ve Sultan ikinci Abdulhamit, üzerine dolanan tüm zincirleri bir punduna getirip paramparça etti. “Son imparator, nihaî lider” olarak huruç eylemişti artık o, lakin kolu ta dalından kırıktı. Bu arada Sultan’ın imkânları dibe vurmuş, etrafını hainler kuşatmış, karşısındaki “zebun fareler” büyümüş ve birer dev olmuşlardı. Buna rağmen Son İmparator, otuz üç sene dayandı; tabii ki o da bir ademoğluydu ve sonunda yoruldu ve içi kan ağlayarak sırtındaki “Son Cihan Padişahı” urbasını soyunmak zorunda kaldı. Ten ölür ama ruhlar kalır Bu arada Tötonlar bir şeyin farkına varmışlardı: “Tenler ölür fakat ruhlar ölesi değil...” “Kabil Medeniyetinin eli kanlı katilleri Seyfullah’ı öldürmüş lakin “Seyfullah olma ruhu” ölmemişti ve o ruh, o sırada Osmanoğlulları’nın bedenindeydi. Bu tespitle birlikte karar verildi ve son “Hanedan” sekiz sene içerisinde tam bir hezimete uğratıldı. Prensleri, prensesleri saman çöpleri misali dünyanın dört bir tarafına savruldu, bir araya gelmelerine, toparlanmalarına hatta insan gibi yaşayacak kadar iş güç sahibi olmalarına dahi izin verilmedi; çünkü onlara bu zulmü reva görenlere göre “eski zaman ruhu”nu dünya yüzünden silmek şarttı. Osmanlı’dan sonra dünya, asla eski dünya olmadı. Londra’da kurulan “Tek Dünya Lümü” fideliğinde yetiştirdiği namzetleri allayıp pulluyor ve milletlerin üzerine tayin ediyordu. Tayin öncesinde, toplumları hazırlamak için yapılan “lider ya da kahraman yaratma operasyonları” öyle üstün bir akılla yapılıyordu ki birkaç zaman içinde hazırlanan kamuoyu yeni liderini karşılamaya çıktığında sevinmiyor, ona “tapıyordu”. Bu tür seanslara onlarca kez şahit oldu Osmanlı arazisi üzerinde paramparça edilmiş toplumlar ve onların “zavallı devletçik”leri… Sadece Osmanlı haritasında değildi yaşanan “Tanrılı devletler” soytarılığı. Birinci Cihan Harbi’nde kısmen, harbin ikincisinin akabinde ise tüm dünyada durum bu idi. Mesela koca bir kara kıtada Fransız oligarşisi, Ortadoğu’da İngilizlerce belirlenen ekalliyyet oligarşileri, Asya’nın bize ait bölümünde komünist oligarşiler… Daha saymaya gerek yok; kısaca tüm dünyada “oligarşik havariyun” ve onun tepesinde Tanrı Lider, Tanrı Kral ve benzerleri halen icra-ı saltanat ediyorlar. Yuh olsun onları ve onları ta’zim etmeye devam eden işbirlikçilere ve gafil yığınlara! Hemen kaydedelim, vakit geçmesin… Yukarıda çizdiğimiz karamsar tablodan ülkemizi azade tuttuğumuzu sanıyorsanız aldanıyorsunuz. Uyurgezer zombiler gibi içinden geçtiğimiz “uyku yüzyılı”nda biz de dünya ile aynı fotoğrafı verdik, veriyoruz. 1908, hadi buna 1912 diyelim, bu tarihten beri bir laboratuardaki laborant titizliğiyle “yaratılmış” kahramanlar, atanmış liderler, kotarılmış oligarşik klanlar ülkesiyiz biz de; gerisini anlayın gayrı… Makale burada bitti sanmayın, daha girizgâhındayız yazının hatta onun da birinci bölümünü okudunuz yukarıdaki satırlarda. “One Minute!” Şunu anladık ki… Babadan kalık yöntemlerle genetik yazılım silinmiyor be azizim! Ancak bir süreliğine üzeri örtülüyor ve hiç umulmadık bir zamanda, tüm haşmetiyle ortaya çıkıyor. Ya “Yeter artık, söz milletin!” diyor ya da “Van Minit!” Siz, Batılıların “gentoloji” ilmindeki iştiyakını ne sanıyorsunuz? İki çuval, beş kasa domates daha üretmek için mi tüm bunca “genetoloji laboratuar”ları, “genom haritası” çalışmaları ve saire? Hayır! Bütün zahmete, bize ait ve “Rahmanî temelli” düsturun sözle tescillenmiş hâli olan “Gökyüzünde tek tanrı, yeryüzünde tek kağan” idealini -ki bunu 10. Yüzyıl’dan yani Satuk Buğra Han’la başlayan “İslam’ın kılıcı” olma serüvenimizden sonra “Âlemlerde tek Allah, O’nun mülkünde bir tek adil halife” diye telaffuz etmek gerektiğini de ekleyerek devam edelim- silip yok etme için katlanılıyor ve çalışmalar bunun üzerine gelişiyor. Bize ait, genetiğimize kodlanmış bu postülatı, “iç ederek” Lusiferyan ezoterikle harmanlayıp “tek dünya devleti, global dünya krallığı veya Cennetin Krallığı” gibi janjanlı ambalajlara saran “Tötojudik Koalisyon” fikrin asıl sahibini topyekûn bir saldırıyla öldürmeden veya tek tek “mankurtlaştırma”dan rahat edemeyeceğinin farkında. Bu koalisyon, belki rahat ederim diye 1928 yılında, bir gecede alfabemizi değiştirip başta “ideal düstur”u yazan Oğuzname olmak üzere, onu şerh eden tüm yazılı kaynaklarla bağımızı koparmak istedi lakin o da yetmedi. “Olcayto Yalvaç”ın evlatları yine ulaştılar temel düstura. Siz, Atatürk neden tıbbî suikastla öldürüldü, Menderes neden asıldı, Özal neden zehirlendi, hatta Yazıcıoğlu niye uğursuz bir kazaya kurban gitti sanıyorsunuz? Nedenini yazalım… Ne dedik yazının başında? “Kahramanını formatlayan romancı, kitabının yarısına kadar bizzat yazar fakat yarıdan sonra roman kendi kendini devam ettirir; romancı eserine tâbi olur.” Bunu şunun için yazdık ve hatırlatıyoruz: Son yüzyılımızın tüm liderleri “formatlanmış kahramanlar” olarak çıktılar/ çıkartıldılar alnacımıza; sergüzeştlerinin yarısını formatlanmış olarak tamamladılar ya devam kendilerine biçilen senaryoyu oynamaya ya da tıpkı Halide Hanım’ın romanları gibi kitabın sonlarına doğru kendi kendilerini yazmaya kalktılar. İşte, o zaman Lüm tarafından saf dışı edildiler. Bu bahtsız kahramanların kimler olduğunu birkaç satır yukarıda zikrettik,varın anlayın gayrı. Listeye adını sokmadıklarımızın durumunu da bana saydırmayın. Eminim, ben anlatmakta aciz kaldım lakin sizler anladınız meramımı; ancak şu an aklıma bir örnek geldi, yazmazsam kalemim şişer: “Haşa, benzetmek gibi olmasın” fakat dedikten sonra soralım “Kanser nedir?”diye... En yalın haliyle şudur kanser denilen illet: “Halik” insanoğlunun vücudundaki ortalama seksen trilyon hücrenin her birine bir kader yazmış, hücre romanı gibi... Romanın haziran 2014 65 DÜNYA LİDERİ : KAPAK LİDERİN DÜNYASI Bu yıl, beklenen potansiyel güç harekete geçti, zira zamanı gelmişti; yay gerildi, ok atıldı. Kutsal kitabın tabiriyle Şanı Yüce Olan oku attı. Bu yazı da yazıldı. En ilginci Lüm, bu sefer çuvalladı; hem de ilk kez… Bununla birlikte “Yüz Yıllık Töton Plânı” suya düşmek üzere. 66 haziran 2014 sayfa sayısını da belirlemiş; her hücre total olarak elli iki kere bölünecek, bir sebepten ötürü daha evvel bölünüp vücuttan atılmadıysa elli ikinci bölünmede “standart ecel” gereği vefat edecektir. Rahman’ın organik odacıkları bu ilahî yazgının gereği olarak elli ikinci bölünmeyle birlikte ölür ve idrar, ter ve gaita yoluyla toprağa yani mezara gönderilir. Ancak arada bir, çeşitli nedenlerle genetiğine yazılan “52” gerçeğini unutan hücreler de çıkar ve bunlar bir nevi delirmiş hücrelere dönüşerek çılgın bir kahkaha ile ölümsüzlüklerini ilan edip “53, 54…” diye bölünmeye devam eder. Deli hücreler, bulundukları mahalde hızla çoğalmaya başlar. İşte, orası kanser bölgesidir ve bölge, kendisine biçilen “ilahî yazgı”yı tepip dağıtmıştır; ondan sonra kendi “şeytanî yazgı”sını döker yeni hücre evlatlarına... Ne dedik örneğin başında? “Haşa, benzetmek gibi olmasın...” İnşallah olmamıştır. Zira meramımız bunun tersi ve yücelttiğimiz kahramanlar, “şeytanî yazgı”yı tepip dağıtan, vicdanın ve milletinin sesine kulak verenlerdir. Ve tarih, bunların adını kendi sayfalarına, fakir de makalenin üst satırlarına kaydetti. Bir eksiğiyle... İşte o zat, son lider Erdoğan’dır. Erdoğan’a gelince Kandırmayalım kendimizi, böylece bir tabu daha yaratmamış oluruz. Erdoğan da 90’lı yılların sonunda Milli Görüş içindeki sıradan gençlerden biriydi ve Milli Gençlik Vakfı saflarındaki yükselişini kendi kabiliyetiyle becerdi. Hatta o zamanki adı neydi unuttum, Erbakanist partinin İstanbul İl Başkanlığı ve ardından Büyükşehir Belediye Başkanlığı da kendi yetenekleri dâhilinde gelişti. Şu ünlü şiiri de kendi kararıyla okudu lakin nice zaman sonra “Vay sen bu şiiri nasıl okursun!” diyen ses, şu ünlü Lüm’ün sesiydi. Lüm, bu kez “kahraman yaratma operasyonu”na menfi yönden başlamıştı. Genelde böyle başladığı da olurdu öyle başladığı da… Duruma göre... Aklıma gelmişken... Mesela siz, Yunanlının bir avuç askerle koca Anadolu’yu işgal etmek üzere Ege’ye çıkmasını doğal bir gelişme mi sanıyorsunuz? O halde “annenizin deterjanını” bırakma zamanı gelmiş de geçiyor dostlar, o da bir operasyondu ve Londra’nın Majestesi, Anadolu’da bir kahraman yaratmaya karar vermiş ve operasyonu önce Belgrad’a teklif etmiş, o kabul etmeyince de Atina’dan başlatmıştı. Orada da kahramana karşıdan saldırma ve saldırarak büyütme yöntemine baş vurulmuştu. Bu tür operasyonlarda garip olan, formatlanmak için düğmeye basıldığından olayın her iki kahraman namzetinin de bir oyunun parçası olduğunu bilmesi imkânsızdı. Eminim ki bizimkiler de hâlâ bilmiyorlardır. Çünkü onlar, tıpkı operasyonları başlatanların fark ettiği gibi içlerinde bir “kahraman mayası” olduğunu hissediyor ve olan bitenin bu maya sebebiyle olduğunu zannediyorlardı veya hâlâ zannediyorlar. Ama Atina olayında ama şiir olayında beklenen gerçekleşti. Sonunda, namzetlerin o hissiyatları hakikate dönüşmüş oldu, roman başladı, onlar önlerine baktı ve gerisini araştırma lüzumu hissetmedi, yollarına ya da romanlarına devam ettiler. Ta ki yolun ortasına kadar... “Kahraman maya” oluşturulmuş liderleri yolun yarısında ele geçirdi ve yazarına isyan ettirdi. Yazarın bir kötü yanı vardı, isyana asla tahammül edemezdi. İşte bu sebeple Atatürk tıbbî suikasta kurban gitti, Menderes ve Özal halledildi ve geldik yine Erdoğan’a… Şimdi karşımızda farklı bir fotoğraf var. “İyi de, Erdoğan’ın benzerlerinden farkı ne?!” Cevabı vermeden burada duralım zira anlatmam icap eden bir husus daha var ki onu anlatmadan geçersem yazık olur. Çünkü mevzuyu dört başı mamur öğrenmenin yolu da tüm argümanları ortaya koymaktan geçiyor ki yazının sonunda “... bütün bunlardan dolayı zaman, tüm imkânlarımızla Erdoğan’ın yanında, sağında, solunda, arkasında, önünde durma zamanıdır. Karşısında olanlardan tarih hesap sorar. Milletimiz de hakkını helal etmez!” dendiğinde kem küme yer kalınmasın. Evvele tekrar dönünce… Osmanlı’dayız... Kuruluş ve yükseliş dönemlerinde tahta geçmiş olan padişahlar hakkında az çok bilgimiz var. Osman Bey ile Kanuni arasına dair sıralamayı, önemli olayları sorsam söylersiniz; peki, Kanuni’nin oğlu Sarı Selim’den, Abdülhamit’e kadar geçen zamana dair neler söyleyebilirsiniz? Mesela, İkinci Selim’den başlayarak ardılı olan padişahları sırasıyla sayabilir misiniz? Bu arada, olan biteni anlatmak kolay gelir mi? Hangi olayın hangi sultan zamanında olduğunu hatırlamakta başarılı olabilir misiniz? Bunlar gibi daha pek çok soru sorabilirim size; haydi, siz de kendinize sorup cevaplarını vermeye çalışın bakalım. Sonuç nasıl çıktı? Ben söyleyeyim: Eğer tarihçi değil ya da tarihe merakınız yoksa başarısızsınız. Son bir soru daha sorayım: Kanuni ile IV. Murad arasında hangi sultanlar iktidarda, Dördüncü Murad ile Cumhuriyet’in ilânı arasındaki önde gelen sultanlardan hangisini hatırlıyorsunuz? Son sorunun cevabını ben vereyim: Üçüncü Selim, İkinci Mahmut, İkinci Abdülhamit ve ondan sonra Mustafa Kemal… Peki, devam edelim sorunun ikinci kısmına: Cumhuriyet döneminde, aklınızda kalan sadrazam/başbakanlardan hangisini sayarsınız? Cevap verelim: Menderes, Özal, bir de Erdoğan, hepsi bu... “İyi de, bizi niye imtihana çektin? Bir sürü sual sordun, bu isimleri neden yan yana getirdin? Bu liderlerin ortak özelliği ne?” Deyiverelim... Söz konusu sultan ve başbakanlarla diğerleri yani adlarını saymadığım padişah ve başbakanlarla üç aşağı, beş yukarı aynı sayılır; neticede aynı işleri yapan liderlerdir bunlar. Ancak adı geçen liderlerin ortak bir özelliği var: O, hepsinin de “yüzyıl değişimleri esnasında” iktidar olmuşluklarıdır. Bir bakıma bu liderleri öne çıkartan ve isimlerini hatırlamamıza neden olan hususiyet, kendilerinden çok, iktidar oldukları zaman dilimidir. Bir başka söyleyiş şekliyle, mevzubahis önemli zaman aralıklarında saydığım isimler değil de saymadığım liderler iş başı yapmış olsaydı bu makalede onları hatırlayacaktık. Mevzu, bu kadar ilginç yeni ve önemlidir. 1700 ile 1800 arasında Üçüncü Selim ve İkinci Mahmut iktidardalar. 1800’lü yılların sonunda Abdulhamit’i, 1900’lü yılların başında Mustafa Kemal’i hükmederken görüyoruz. Özal 1900’lü yılların sonlarında, Erdoğan 2000’li yılların başında… Bir bakıma sayılan bu ikililer “halef-selef ” durumundalar. Selef olan bir önceki yüzyılın sonunda, halef olan ise bir sonraki yüzyılın ilk çeyreğinde görevli... Görevleri de ilki için bir önceki yüzyılı yıkmak, ikincisi için ise girilen yüzyılı inşa etmek; zira Karlofça’dan sonra girilen döneme hükmeden “Totonojudaik derin dünya” her yüzyılın formatını yeniden yapıyor ve her yüzyılda bir “global siyaset oyunu”nu yeniden kuruyor. Bu plân, kendisine hep düzenin efendisi rolünü başarıyla oynama selahiyeti ve yeteneği verdiği için yüz yılda bir, yeniden sahneye konuyor. Osmanlı’nın son yüzyılını toparladıktan sonra elinde olmayan sebeplerle yıkımını hızlandıran ve “müstebit” iddiası sonu- haziran 2014 67 DÜNYA LİDERİ : KAPAK LİDERİN DÜNYASI cunda görevini tamamlayan Abdülhamit, on yıllık aradan sonra yeni devleti kurma görevini üstlenen Mustafa Kemal ile iki yüzyıl arasındaki değiş tokuşu tamamlamış oldu. Günümüzde ise değiş tokuşun birinci kahramanı, devraldığı “Lozan Devleti” ya da “İdeolojik Cumhuriyet” veyahut “Ulusal Devlet” formatındaki yapının “defterini düren” Özal vazifesini tamamladı ve gitti. Bundan sonra sıra, onun halefi olan Erdoğan’da. O da tıpkı Mustafa Kemal’in 1923’te imparatorluğun enkazı üzerine ideolojik cumhuriyeti bina ettiği gibi Özal’ın teslim ettiği enkaz üzerine yeni formattaki “Demokratik -belki Federal- ama mutlaka Başkanlık Sistemi’nde çalışan Cumhuriyet”i kurmak için “millî bir mücadele” veriyor 2023’e giden on yıllık yol üzerinde. Yukarıda bir yerde, “Geldik Erdoğan’a, şimdi karşımızda farklı bir fotoğraf var...” demiştik ya... Yazının burasında aynı saptamayı bir kez daha yapıyoruz zira bu seferki fotoğraf iki kere aykırı. Bir, kendine yazılan romanı orta yerinden yırtıp sayfaların dışına çıkıyor; iki, romanın dışına çıkmakla kalmıyor, ülkesinin bedenine biçilen hudutların da dışına çıkarak “dünya liderliği”ne soyunuyor. Onca çabaya, ihraç çalışmalarına rağmen yüz yıl evvelki devlet formatımız olan “Kemalist Sistem” ve onun banisi gibi duran 1923 lideri sınırlarımızın dışına çıkamamış/çıkartılamamış ve “ulusal kahraman, millî lider” olarak kalmıştı. Zira şahsî romanını yaşamaya devam etti, yaşadığı romandan dışarıya çıkmaya karar verdiğinde ise bedenine bir “ısmarlama hastalık” musallat edilmişti. Romanın ve ülke sınırlarının dışına çıkamadı lakin dost gibi görünen düşmanları tarafından ıssız bir yere, “Savarona Yatı”na sürgün edildi, sekerat vaktine kadar vatanına ayak bastırılmadı, halkıyla teması yasaklandı. Erdoğan’ın kaderi Erdoğan’a gelince, onun şahsî romanını yazan “Lüm” senaristleri, daha sonra pişman oldukları bir ayrıntı eklemiş ve onun -Arap coğrafyasına model olsun diye- “bölgesel bir kahraman” olmasına izin vermişlerdi. Bunun gibi medeniyetler arası diyalog ve büyük Ortadoğu organizasyonlarında eş başkanlık gibi global görevleri de biz vermedik ona. Ancak sonucun böyle olacağını bilselerdi Tötonik senaristler, bu görevleri verirler miydi? Tabiî ki asla! Devam ediyoruz... Türkiye’de iktidar dö- 68 haziran 2014 nemi iki buçuk seçim yılı yani 4+4+2’dir, bu da on yıl eder. Geri dönüp arkanıza bakın lütfen, başta Atatürk olmak üzere Menderes, Özal, hatta Demirel dahi onar yıl hükümfermadırlar. Erdoğan için de bu süre, 2002 ve 2012 arasıdır. Bir yıl opsiyonla birlikte 2013’e kadardır. Ancak şimdi yıl 2014’ün buçuğudur ve Erdoğan hâlâ iktidardadır. Bu kez lider gitmiyor, gitmeye de niyeti yok. Gezi Harbi, 17 Aralık Savaşı ve şimdilerde Soma Muharebeleri şeklinde savaş devam ediyor ve Erdoğan, tüm muharebeleri kazana kazana yoluna devam ediyor. Zira milli bir lider olarak halkı yanında, uluslararası bir figür olarak Bosna’nın, Arnavutluk’un, Kosava’nın, Suriye’nin, Tunus’un, Somali’nin ve tüm Müslüman coğrafyanın hatta Orta Asya’nın, kısaca bütün mazlum milletlerin manevî desteği yanında. Evet, o bir dünya lideri... Bush da dünya lideriydi tüm ABD başkanları gibi… Putin de dünya lideri, bilmem kim de... Ancak onlardan Erdoğan’ı farklı kılan şey “ağlayabilmesidir”. Çünkü ağlamak, merhametin ıslak yansımasıdır dışa; vicdandır, şefkattir… Dedik ya, “Biz Bozkırlılar Seyfullah’ız” genlerimize kodlanmış olan bu özelliğimiz, 1701’den beri uykudaydı. O sebeple dünya yüzeyini zalimler ve zulüm kaplamıştı; zavallı Anadolulular, kolları bağlanmış olduğu halde tecrithaneye kapatılmıştı. Yanımızda yöremizde inşa edilmiş olan öteki tecrit odalarında dünyanın diğer ulusları vardı. Ortalıkta Tötonojudik gardiyanlar dolaşıyordu kanlı palalarını kafamızın üzerinde döndüre döndüre. Şeytanın sihri, “Van Minit!” narasıyla Davos’ta çöktü. Onun için Yunanistan’da bir yetkili, “Hepimizin düşünüp de söyleyemediğini haykırdı Erdoğan…” diye; bu sözüyle o adam, hakkı sahibine teslim etmişti. Son sözü söylemeden burada duralım. Ne buyurmuştu Yüce Yaratan o kutlu savaşın ardından? Mealen: “O oku ben attım deme, sen atmadın, Allah attı…” Evet, her şeyin olduğu gibi her kımıltının, her hareketin ve her başarının sahibi de O... O ne derse o olur. Firavun’un sarayından Musa yetişir; gün gelir Rahman, Musa eli ile Firavunizmi yer ile yeksan eder. Tötonlar, cellatlarını kendi elleriyle yetiştirir de şuncacık şüphe gelmez akıllarına, bir de bakarlar ki “çömez” dedikleri insanlar Zebella olur, Seyfullah olur. Zira genetiğin yazıcısı da O’dur. Üç beş tane mısır, bir kaç tane patatesin genetiği ile oynadıktan sonra Yaratan’a meydan okumanın da bir nihayeti olur. Davut, Callut’u sapan taşıyla devirir; Demirci Kava, zalim Şah’ı kısa saplı çekiciyle alt eder; sivrisinek Nemrut’un beynini yer bitirir ve onu beyinsiz boş kovana döndürür zira haklı olan zalimler değil, mazlumlardır. Yaratan, mazlumları uzun süre kahramansız bırakmaz. Kahramanlarsa gökyüzünden inmez, yerden biter. O halde bize düşen, yanı başımızda boy atan “Uzun Adam”a sahip çıkmaktır. Çünkü tüm mazlumlar, dualarıyla onun arkasında ve biliyorlar ki o, bir dünya lideri... Şunu unutmayın ki dünya liderlerini, “cetvel sınırları” bağlamaz… Efendim, asıl olan Erdoğan değil, neticede o da bir kul, tıpkı bizler gibi. Asıl olan, Şanı Yüce Allah’ın mazlum kullarının önüne düşüp onları zalimler karşısında sahili selamete çıkaracak hatta zafere ulaştıracak olan bir adil liderdir. Her canda aranan potansiyel vardır. Ancak potansiyel güçle- rin de yaratıcısı ve sahibi olan Rahman’ın hangi kulun potansiyelini harekete geçireceğini biz bilemeyiz; O, kendi bilir. Takdir eder, zamanı yaklaşırken şartları hazırlar ve potansiyel güç, bir liderin şahsında zuhur eder. Ondan sonra olacakların yol haritasını yazan da, çizen de o ilahî eldir. Bütün bunları, her Müslüman gibi Erdoğan da bilir ve hulusi kalp ile inanır. Zaten zafer “inananlarındır”... Bu yıl, beklenen potansiyel güç harekete geçti, zira zamanı gelmişti; yay gerildi, ok atıldı. Kutsal kitabın tabiriyle Şanı Yüce Olan oku attı. Bu yazı da yazıldı. En ilginci Lüm, bu sefer çuvalladı; hem de ilk kez… Bununla birlikte “Yüz Yıllık Töton Plânı” suya düşmek üzere. Tötonlar suya düşerken burada bize düşen de, “Ya Rab! Yanlış oku attırma, yanlış yazı yazdırma…” demektir. Son sözümüz de yazımızın başlığı olsun istiyoruz: “Âlemlerde tek Rab, yeryüzünde tek hükümdar…” haziran 2014 69 DÜNYA LİDERİ : KAPAK LİDERİN DÜNYASI Soma olayları ise üzücü taraflarından daha çok Başbakan Erdoğan’a muhalif bir tarzda ve aynı yoğunlukta yer almıştır. İngiliz Financial Times ve Daily Telegraph gazetelerinde Soma faciasının arkasından Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın tutumuna ilişkin sert eleştiriler kaleme alındı. Financial Times gazetesinde “Zapt Edilemeyen Erdoğan, Bölünmüş Bir Türkiye’ye Başbakanlık Edecek” başlıklı çarpıcı bir makale yayınlandı. The Daily Telegraph gazetesinde ise “Rusya İle Aynı Yola Giriyor” yorumu yapılarak Rusya Devlet Başkanı Putin’le Erdoğan özleştirildi. The Guardian ve The Independent gazetelerinde de Soma haberleri tam sahife yer aldı, büyük ölçüde Başbakan Erdoğan aleyhine yorumlar yapıldı. *** Durum gayet açıktır, Suriye’de en az 200 bin kişi ölmüş, 5 milyon kişi yerinden edilmiş, ancak Batılı kamuoyu için bu fazla önemli değil! Rusya, Kırım’ı ilhak etmiş, Ukrayna’da savaş hali yaşanıyor, bu da yeterince önemli değil! Aynı şekilde Somali, Sudan, Mali ve Nijerya’da özellikle Müslüman katliamları yaşanmakta, bu da Batı medyası ve kamuoyu için teferruat… Bütün bunların yanında ise Türkiye’de AK Parti iktidarı, daha doğrusu güçlü tek parti iktidarı, Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın -karizmatik bir lider olarak- 12 yıldır ülkeyi yönetmesi olağanüstü önemlidir. *** Ayrıca Suriye sınırı fiilen yoktur. Afrika’da -başta Mısır olmak üzere- ülkelerin büyük kısmında istikrar bozulmuştur. Halklarının büyük kısmı Türkiye sempatizanı olan Afrika devletlerinin içine düştüğü bu durum, Türkiye için iyi bir gelişme olmamıştır. Hindistan’da, Çin’de Myanmar’da Müslümanlar büyük tehdit ve tehlike altındalar. Bütün bu Müslümanların herhangi bir tehlikede “imdat” diledikleri birinci ülke “Türkiye”... 70 haziran 2014 Türkiye tarihî yolculuğuna RECEP TAYYİP ERDOĞAN’LA DEVAM EDİYOR Soma kömür patlaması ve yeni bir kaos denemesi T ÜRKİYE, 13 Mayıs 2014 günü, Manisa Soma’da bulunan bir kömür maden ocağında meydana gelen patlamayla uyandı. Başlangıçta boyutları tam kestirilemeyen bir iş kazası olarak geçen haber, saatler geçtikçe beklenenin çok üzerinde, ağır sonuçları olan, hacimli bir iş kazası olarak gündeme oturdu. Başlangıçta 50 olarak verilen kayıp sayısı, saatler geçtikçe artmaya başladı. Bir tarafta kamuoyunun bilgisine sunulan ölü ve yaralı sayısı, diğer tarafta toprak altında kalmış ve kurtarılmayı bekleyen yüzlerce işçi, kamuoyunu derin bir endişeye sevk etti. >> Kazanın haber alınmasından itibaren, başta Enerji Bakanı Taner Yıldız olmak üzere, AFAD merkezli devlet kurtarma ekipleri hummalı bir faaliyete giriştiler. Ancak dört gün boyunca kayıp rakamları zamanla artış gösterdi. Bütün kurtarma gayretlerine rağmen kayıpların sayısı 301 rakamını buldu. Bu rakam, hiç şüphesiz şimdiye kadar olan iş kazalarının en büyüklerinden biriydi. Kurtarma çalışmaları sırasında 500’e yakın işçinin kurtarıldığı da resmî ağızlar tarafından duyuruldu. Bu Prof. Dr. Refik Turan [email protected] Başbakan Soma’da kendine yönelik görsel basında yapılan “Halktan birine tekme attı” yalan haberi karşısında da değişik bir yöntem benimsemiş, ilk defa susmuştur. Sonuçta bu yöntemi de en az sesli ifadeleri kadar etkili olmuştur. haziran 2014 71 DÜNYA LİDERİ : KAPAK LİDERİN DÜNYASI durum önemli bir teselli haberiydi, ancak kaybedilen madencilerin acısı kamuoyunu derinden sarstı. Kurtarma çalışmaları sırasında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, muhalefet liderleri, bazı bakan ve milletvekilleri Soma’ya ziyaretlerde bulundular. Felaketi yaşayanlarla konuştular, kayıpları olanlara taziyelerini sundular. Kazanın ve felaketin nasıl olduğu, nelerin sebep olduğu bilinmiyordu. Fakat kazadan sonra devletin gösterdiği kurtarma çalışmalarının performansı iyi görünüyordu. Kazayı yaşayanların yanında olma ve sahiplenmede bütün imkânlar seferber edilmişti. Muhalefet liderlerinden Devlet Bahçeli, devletin bütün imkânlarıyla bölgede olduğunu söyledi. Bütün bunların yanında, başta Millî Takım idarecileri ve oyuncuları, bazı sivil toplum örgütleri de bölgede yardım ve taziye amacıyla bulundular. Yazılı basının yanında neredeyse bütün televizyon kanalları objektiflerini bölgeye çevirip program üstüne program yaptılar. Buraya kadar olan olaylar ve gelişmeler kendi seyri içinde çok üzücü olmakla beraber gerekenler de yapılmaktaydı. Ancak olayların tabiî seyrine mukabil ortaya çıkan bazı gelişmelerse Soma kömür kazasını bambaşka bir istikamete ve sonuçlara taşıdı. Önce ana muhalefet partisi yetkilileri ve Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu, Başbakan Recep Tayip Erdoğan ve Hükümetini, kaza öncesi alınması gereken tedbirlerle ilgili olarak şiddetle suçladı. Arkasından bütün muhalif kanallar ve gazeteler, ağız birliği etmişçesine muhalefet saflarına geçtiler. Bazı köşe yazarları, ölenlerin manevî şahsiyetlerini ve geride kalan aileleri hiçe sayarak, “helak ve müstehak olma” gibi saygısızca, hakaret olarak yorumlanabilecek ifadeler kullandılar. Hatta bazı yazarlar, kendilerini alamayarak AK Parti’ye seçim kazandıran seçmeni suçlayıp beddua etme noktasına bile vardılar. İş bununla da kalmadı ve daha önceki kalkışma hareketlerinde olduğu gibi, özellikle Başbakan aleyhine bir dezenformasyon faaliyeti başladı. Bu yanlı ve yanlış bilgilendirmeye örnek olarak, Başbakan’ın İstanbul’da katıldığı bir AVM açılışındaki telefonlu fotoğrafı, sosyal medyada, “Soma’da Başbakan halktan kaçarak bir alışveriş merkezine sığındı” şeklinde verildi. “Başbakan adam tokatladı” şeklindeki bir haberinse tamamen yalan ve isnattan ibaret, uydurma bir iddia 72 haziran 2014 olduğu da ortaya çıkan deliller ışığında anlaşıldı. Bu ve buna benzer iddia, isnat, iftira ve kara propaganda amaçlı haberler benzer tarzda devam etmekte, ki şimdilik arkasının kesilmeyeceği de aşikâr. Bunların yanında İstanbul, Ankara, Manisa, Soma ve diğer şehirlerde gerçekleştirilen şiddet eksenli gösterilerde gelinen nokta işin tuzu biberi mahiyetindedir. Sonuçta, çoğu zaman Türkiye üzerinde meydana gelen elim kazaların arkasından yaşanılan kurtarma, yardım etme, taziyede bulunma ve kayıp sahiplerinin üzüntülerini hafifletici yasına katılma gibi insanî davranışlar, olması gerektiği gibi tezahür edememiştir. Gelinen noktanın, kazada kayıp verenlerin acılarına ve yasına katılma, zararların telafisine uğraşma ve de kurumların ve iktidarın işleyişi ile ilgili hataların düzeltilmesine yönelik bir muhalefet faaliyeti olmadığı çok açıktır. Peki, gelinen noktanın adı nedir ve bu girişimlerde niçin bulunulmuştur? Bu dünya çapında ve psikolojik bir harekâttır Türkiye’de, 2013 yazında, Taksim Gezi Parkı’nda birkaç ağacın hukukunu korumak amaçlı başlatılan olaylar, bütün ülke sathına yayılan şiddet yöntemine sıkça başvurularak gerçekleştirilen, anlaşılması zor bir kalkışma hareketiydi. Başta Ankara, İstanbul, İzmir ve Adana gibi illerde geniş sokak hareketleri yapıldı. İzinsiz şekilde meydanlar dolduruldu, trafik durduruldu. Sade vatandaşa ait mal varlıklarına ve kamu mallarına zarar verildi. Pek çok eski terör yükümlüsü örgüt, güya demokratik gösteriler yaparak halkı yönlendirdiler. Ancak halkın geniş kesimlerinin bu yapılanlara itibar etmemesi ve gösterilere katılan bazı samimi vatandaşların geri çekilmesiyle “Gezi harekâtı” başarısız oldu ve sahneden çekildi. 17 Aralık 2013 tarihinde başlatılan “paralel örgüt harekâtı” da aslında içeride ve dışarıda beklenen sansasyonu doğurmuştu. Türkiye, bakanların adının geçtiği büyük bir yolsuzluk operasyonu ve bu operasyonun bir parçası olan medyanın haber bombardımanıyla adeta inlemişti. Ancak geçmiş yıllarda sadece bir parçası bile hükümet yıkan bu tür bir olay, AK Parti ve Hükümet’te değil yıkıntı, en küçük bir sarsıntı bile vücuda getirmemişti. Bunun temel sebebi, operasyonu yapanların devlet içinde görünür olmalarına rağmen devletin hiyerarşik yapısından tamamen ayrı yapılanma kurmaları, dolayısıyla yapılanın adeta başına buyruk gerçekleştirilen bir icraat olmasıydı. Bu sebebe en önemli ekse, Recep Tayip Erdoğan’ın, devlet mekanizmasının işleyişine ters olan bu gelişmeyi halka çok iyi aktarmasıydı. Halkın yarıya yakın kesimi onu anlamıştı. Geri kalan diğer yarısı ise anlamamaktan değil, çoğunluğunun doğal muhalif oluşundan dolayı görmezlikten gelmişti. Hâlbuki olay, devlet yapısına aykırı bir gelişmeydi. Emniyet ve istihbarat birimlerinden bazı kesimlerin devletin kendilerine verdiği yetki ve imkânları kullanarak telefon konuşmalarını kayıt altına almaları, yatak odalarına girerek video kayıtları yapmaları, devlet içinde işlenen müstesna cürüm vakaları olarak kayıtlara geçmişti. Bu da “Paralel Yapı” organizasyonunun gerçekleştirdiği ve son derece tiksindirici fiiller olarak maşeri vicdanda yankı bulmuştu. Kanunlar nazarında soruşturularak hesap vermeleri de kamuoyunun ayrıca haklı bir beklentisidir. Son bir yıl içinde planlanıp uygulamaya konulan bu olayların hepsi, hiç şüphesiz geniş yankı uyandıracak ve kamuoyunu sarsacak olaylardır. Bu olayların yanında yine küçük çaplı başka olaylar ve yine isnat içerikli haberler sürekli medyada yer almaktadır. Bütün bunlarda dikkat çeken birinci husus Recep Tayip Erdoğan’ın yıpratılması ve görevinden indirilmesi, arkasından da Hükümet’in elemine edilmesi ve nihayet AK Parti’nin iktidardan düşürülmesidir. Hedefin ve amacın bu olduğundan zaten tüm kamuoyu haberdardır. Bizim burada üzerinde durmak istediğimiz nokta ise öncelikli olarak bu değildir. Gelişmeler irdelendiğinde daha önemli ve daha endişe verici hususlar karşımıza çıkmaktadır. Meselenin endişe verici bu boyutları, milletimizin istiklâlini ve istikbalini yakından ilgilendirmektedir. Yaşanan olaylarla, özellikle sosyal medya üzerinden yapılan muhalefette bir kesim insanların organize hareket ettikleri açıktır. Sosyal medyanın bu muhalefet organizasyonunda uygulamaya konulan şu konular ve yöntemler gerçekten düşündürücü ve vahimdir: 1. Hilafı hakikat bazı çirkin iddialar, isnatlar ve hakaret adeta serbesttir. Bütün bu kumpas tarzı planların uygulamalarında Recep Tayyip Erdoğan’a düşen birinci mükellefiyet ise “liderlik”tir ki o da bunu yapmaktadır. Karşıdan gelen bütün taarruzları ile muhalif saldırı planlarını cepheden karşılamakta, cüretle yapılan taarruzlara celadetle mukabele etmektedir. 2. Doğru olmak, mertçe davranmak, samimi olmak neredeyse rafa kalkmıştır. Geleneksel ahlak kurallarına bağlılık, hele hele İslam ahlakı gibi kavramlar ve bu doğrultuda günah-sevap, helal-haram, mubahyasak gibi kavramlardan sanki insanlar bîhaberdirler. 3. İnsanlar, sarf ettikleri sözlerden katılmış oldukları eylem ve davranış biçimlerine varana dek son derece pervasızdırlar. Sınır ve kanun tanımazlık alıp yürümüştür. Bütün bu gelişmelerin küresel bir plan çerçevesinde olduğunun işaretlerini uluslararası basın ve medya dünyası vermektedir. Gezi olaylarındaki sokak çatışmaları ve faaliyetleri ilk dakikadan itibaren dış basında yer almıştır. Amerikan CNN televizyonu neredeyse bir gün boyunca İstanbul’dan canlı yayın yapmıştır. Bu, o güne kadar az rastlanan bir durumdur. 17 Aralık olayları da dış basında insanı şaşırtarak bir mahiyette yoğun olarak yer almıştır. Soma olayları ise üzücü taraflarından daha çok Başbakan Erdoğan’a muhalif bir tarzda ve aynı yoğunlukta yer almıştır. İngiliz Financial Times ve Daily Telegraph gazetelerinde Soma faciasının arkasından Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın tutumuna ilişkin sert eleştiriler kaleme alındı. Financial Times gazetesinde “Zapt Edilemeyen Erdoğan, Bölünmüş Bir Türkiye’ye Başbakanlık Edecek” başlıklı çarpıcı bir makale yayınlandı. The Daily Telegraph gazetesinde ise “Rusya İle Aynı Yola Giriyor” yorumu yapılarak Rusya Devlet Başkanı Putin’le Erdoğan özleştirildi. The Guardian ve The Independent gazetelerinde de Soma haberleri tam sahife yer aldı, büyük ölçüde Başbakan Erdoğan aleyhine yorumlar yapıldı. Konu Amerikan gazete ve televizyonlarında da geniş çapta yer aldı. Özellikle Başbakan Recep Tayip Erdoğan aleyhine yapılan haberlerin büyük ölçüde yer almasına haziran 2014 73 DÜNYA LİDERİ : KAPAK LİDERİN DÜNYASI dikkat edildi. Türkiye’de yalan haber olarak üretilen “Başbakan’ın halktan bir vatandaşa tokat atması” haberi New York televizyonlarında yayınlandı. Bütün bunlar, Batılı kamuoyunun, Türkiye halkının iyi idare edilmesi için haklarına sahip çıkılması anlamına gelmemektedir. Bilakis Türkiye’nin son yıllardaki kıpırdanışı, Batılı devletlerin çıkar eksenli politikalarına karşı bazı aykırı söylemler geliştirmesi Türkiye’ye yönelik dikkatlerin artmasına sebep olmuştu. Bu dikkat artışı da Türkiye’nin kontrol ve marke edilebilir bir seviyeye çekilmesi gerektiği yönündeydi. Bu doğrultuda Batılı medya organları, kendi yetkililerini Türkiye aleyhine planlanmış bir eyleme çağırıyorlardı. Durum gayet açıktır, Suriye’de en az 200 bin kişi ölmüş, 5 milyon kişi yerinden edilmiş, ancak Batılı kamuoyu için bu fazla önemli değil! Rusya, Kırım’i ilhak etmiş, Ukrayna’da savaş hali yaşanıyor, bu da yeterince önemli değil! Aynı şekilde Somali, Sudan, Mali ve Nijerya’da özellikle Müslüman katliamları yaşanmakta, bu da Batı medyası ve kamuoyu için teferruat… Bütün bunların yanında ise Türkiye’de AK Parti iktidarı, daha doğrusu güçlü tek parti iktidarı, Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın -karizmatik bir lider olarak- 12 yıldır ülkeyi yönetmesi olağanüstü önemlidir. Üstelik bu tecrübeli liderin üç ay sonra yapılacak seçimlerde Cumhurbaşkanı olma ihtimali, hatta bunun akabinde Türkiye’nin “başkanlık sistemi” gibi yeni bir sistem değişikliğe gitmesi, her türlü gelişmenin önüne geçen ve önemde birinci sıraya oturan fevkalade bir gündem maddesidir. Yurtiçi ve yurtdışında meydana gelen ve Türk insanını terörize eden bu olayların sıradan toplum kabarması veya muhalefet hareketleri olmadığı açıktır. Olaylara aktif olarak destek verenler, Hükümet’in hemen hemen her türlü icraatına karşı çıkmakta, özellikle yeni Boğaz köprüsü ve İstanbul’a üçüncü havaalanı gibi büyük yatırımları istememektedirler. En önemlisi de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı meşru görmeyerek Türkiye’nin başında asla görmek istememektedirler. Ortaya koydukları fikir ve ideoloji çerçevesi makul olmaktan çok uzak olup, uzlaşma gibi bir yaklaşımdan da şiddetle uzak durmaktadırlar. Bütün bu hareketlerin küresel çapta organize bir planın uygulamaya 74 haziran 2014 konulan parçası olduğu açıktır. Bu takdirde, son bir yılda meydana gelen olayları 20. yüzyılın dünyasında güçlü devletlerce icat edilip uygulanan “Psikolojik Harekât” yöntemlerinden biri olduğunu söyleyebiliriz. Zira psikolojik harekâtta teşkilatlı görünen güvenlik güçleri görev almaz, savaşta kullanılan konvansiyonel silahlar kullanılmaz ve de belli bir cephesi ve disiplinli çatışma ortamı da yoktur. Ancak bütün bunlara rağmen bunun bir ülkeyi, milleti ve devleti savaş kadar yıpratıcı bir saldırı yöntemi olduğunu söyleyebiliriz. Psikolojik harekâtın en etkili silahı propagandadır. Hedef kitlenin başarma azimlerini kırmak, mücadelelerini zayıflatmak, inançlarını yok etmek, morallerini bozmak ve fikirlerin aşılanmasını tesis etmek maksadı ile faaliyetlerde bulunmak psikolojik harekâtın özünü kapsamaktadır. Sıcak savaşın temelinde insanları öldürerek, korkutarak, sindirerek ve yıldırarak etkisiz hale getirmek vardır, psikolojik harekâtın temelinde de insanı etkisiz hale getirmek... Ancak bunu yaparken, “insanı ortadan kaldırmadan, kendi amaçları doğrultusunda faaliyet gösterir hale getirmek” şeklinde bir uygulamaya gidilir ve bir nevi hipnoz ile insan etki altına alınarak hedeflenen ideoloji istikametinde çalışması sağlanır. Sıcak savaşta askerî bir sonuç alınsa ve bir kara parçası ele geçirilse, yapılan mücadelede ölen insanların yakınlarının işgalci devlet askerleri hakkında iyi düşünmeyecekleri aşikârdır. Hatta ilk fırsatta kendi vatanlarını kurtarmak için millî bir mücadele hareketine girişmeleri de doğaldır. Hâlbuki sistemli bir psikolojik harekât sonucu kitle ve toplum üzerindeki etki ise insanın bilinçaltında yıllarca devam edecektir. Psikolojik harekâtta propaganda mesajı birtakım doğrularla karıştırılarak verilir. Verilen mesajın son derece inandırıcı ve ikna edilir olması gerekmektedir. Aksi takdirde psikolojik harekât, harekâtı gerçekleştirenin elinde patlayan bir bombaya da dönüşebilir. Psikolojik harekâtın bahsettiğimiz bu temel özellikleri göz önünde bulundurulduğunda tam anlamıyla Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik benzer bir uygulamanın yaşadığımız günlerde gerçekleştiğini söylemek, hiç de yanlış bir tespit olmayacaktır. Bu harekâtla ne yapılmak istenmektedir? Bu harekâtla Recep Tayyip Erdoğan elemine edilip etkisiz hale getirilmek istenilmektedir. Recep Tayyip Erdoğan etkisizleştirilirse Hükümet düşecek, Hükümet düşerse AK Parti zayıflayacak ve tek parti iktidarı olma halinden uzaklaşacaktır. Bu da Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin 12 yıllık istikrar dönemini sona erdirmek, siyaseten ve ekonomik olarak geriletmek olacaktır. Bir bakıma 12 yıl öncesinde olduğu gibi, koalisyonların yönettiği zayıf iradeli Türkiye’yi geri getirmek, IMF ve ekonomik not kuruluşlarının kontrolüne girmiş bir ülke haline dönüştürmek hesaplanmaktadır. Kuşatılan İslam dünyasını başsız hale getirmek Günümüz dünyasında Amerika Birleşik Devletleri, Irak ve Afganistan’a müdahale etmiş, her ülkede en az iki buçuk milyon Müslüman hayatını kaybetmiştir. Bunun yanında ülke genelinde yaşanılan askerî operasyonlar sonucu büyük hasarlar ve maliyeti yüksek ekonomik kayıplar olmuştur. Son üç yıldır Suriye’de müesses nizam bozulmuş, Esed rejimi ve taraftarlarıyla Suriye halkı arasında kıyasıya bir iç savaş çıkmıştır. Suriye’de yüz binlerce insanın ölmesinin yanı sıra işleyen normal bir devlet sistemi kalmamıştır. Bundan da en çok etkilenen ülke Türkiye olmuştur. Türkiye’de bir kısmı kamplarda olmak üzere bir milyonunun üzerinde Suriyeli bulunmaktadır. Bu, önemli bir yüktür. Ayrıca Suriye sınırı fiilen yoktur. Afrika’da -başta Mısır olmak üzere- ülkelerin büyük kısmında istikrar bozulmuştur. Halklarının büyük kısmı Türkiye sempatizanı olan Afrika devletlerinin içine düştüğü bu durum, Türkiye için iyi bir gelişme olmamıştır. Hindistan’da, Çin’de Myanmar’da Müslümanlar büyük tehdit ve tehlike altındalar. Bütün bu Müslümanların herhangi bir tehlikede “imdat” diledikleri birinci ülke “Türkiye”... 15 yıl önce Bosna bir katliam yaşamıştı. Batılı ülkeler, kendilerine göre kötü bir sistem kurarak şimdilik Bosnalının yakasını bırakmışlardır. Ancak bu yıl içinde Kırım, Rusya tarafından ilhak edilmiştir. Ve yine Ukrayna’da savaş rüzgârları esmektedir. Kıbrıs, bitmeyen ve bitirilmeyen bir dava olarak Türkiye’nin önemli dertlerindendir. PKK ve Ermenistan ise Türkiye’nin başında tutulan ve indirilmeye hazır kılıç gibi tutulmaktadır. Bütün bunlar, Türkiye’nin dışarıdan siyasî ve askerî mânâda kuşatılması anlamına gelmektedir. Gerçi bu durumu bundan yirmi yıl önce Amerikalı yazar Graham Fuller “Kuşatılanlar” adıyla yazmış ve büyük bir öngörüyle ortaya koymuştur. Fuller, bu eserinde Batılı ülkelerin Amerika Birleşik Devletleri’ne dâhil, İslam ülkelerine yönelik askerî müdahalelerini ve güvenlik tedbirlerini bir kuşatma yöntemiyle ele aldıklarını apaçık ortaya koymuştur. gösterilmiştir. Adeta kendi çapında seferberlik ilan etmiş, bin bir hile ile hazırlanan siyasî iktidar oyunlarını şehir meydanları ve televizyonlarda son gayretini kullanarak anlatmıştır. Sonuçta Başbakan, sesi kısılmasına rağmen meramını millete anlatmaya muvaffak olmuş, mesajını yerine ulaştırmıştır. yoluna devam etmektedir. Bunda Başbakan Tayyip Erdoğan’ın liderliğinin payı inkâr edilemez. Önümüzdeki bir yıl içinde yapılacak iki seçim de çok kritiktir. Zira Türkiye’de “devlet başkanlığı” gibi bir sistem değişikliğine gitme denemesi yenilenecektir. Bu olağanüstü dönemeci ve değişimi sağla- Fuller’in eserinde Türkiye’nin İslam ülkeleri ve dünya jeopolitiği açısından önemi ayrıca vurgulanmıştır. Türkiye’nin kuşatılması sadece dışarıdan değildir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, son yıllarda beşinci kol hareketleriyle içerden de kuşatılmıştır. Yukarıda anlattığımız Türkiye üzerindeki psikolojik harekât, bu kuşatmanın önemli bir parçasıdır. Türkiye kuşatmasının kısa vadeli hesaplarından birisi Cumhurbaşkanlığı seçimleridir. Öteden beri sıkıntılı geçen bu seçimler yine sıkıntılı geçmektedir. Hâlbuki Türkiye bu konuda tasallut edilmese seçimi kolay yapma şansı yakalamıştır. İktidar güçlü ve tek partiye dayanmaktadır. 30 Mart 2014 seçimleriyle AK Parti, Cumhurbaşkanlığı seçimini tek başına yapma imkânına sahip olmuştur. Hatta akabinde gelecek 2015 seçimlerinin olağanüstü bir hal yaşanmazsa AK Parti’nin yatay bir zaferiyle sonuçlanacağı tahmini yapılabilir. Bütün bunlar bir kenara konularak, meydana getirilen yapay ama acımasız olan planlarla Cumhurbaşkanlığı seçimleri zora sokulmak istenmektedir. Hatta tersinden başarılabilirse, geçmişte olduğu gibi yapılması engellenmeye çalışılmaktadır. Bu hedefle Türkiye yeni bir sıkıntıya ve buhrana sürüklenecek ve daha kolay kontrol edilebilecektir. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın misyonu Bütün bu kumpas tarzı planların uygulamalarında Recep Tayyip Erdoğan’a düşen birinci mükellefiyet ise “liderlik”tir ki o da bunu yapmaktadır. Karşıdan gelen bütün taarruzları ile muhalif saldırı planlarını cepheden karşılamakta, cüretle yapılan taarruzlara celadetle mukabele etmektedir. Bu, 30 Mart seçim kampanyası sırasında bihakkın Önümüzdeki bir yıl içinde yapılacak iki seçim de çok kritiktir. Zira Türkiye’de “devlet başkanlığı” gibi bir sistem değişikliğine gitme denemesi yenilenecektir. Bu olağanüstü dönemeci ve değişimi sağlamak da hiç şüphesiz bir liderin varlığına bağlıdır. Türkiye’nin başında o lider de vardır; ayrıca 30 Mart 2014 seçimlerinin başarı dolu sonucu gibi kuvvetli bir manivelaya da sahiptir. Gelecek yıllar hem Türkiye, hem Türk milleti, hem de İslam dünyası açısından müspete çevrilmesi beklenen önemli zamanlar olacaktır. Başbakan Soma’da kendine yönelik görsel basında yapılan “Halktan birine tekme attı” yalan haberi karşısında da değişik bir yöntem benimsemiş, ilk defa susmuştur. Sonuçta bu yöntemi de en az sesli ifadeleri kadar etkili olmuştur. Tek ve güçlü bir partinin iktidarı, bir liderin varlığı, buhrana açık Türkiye’nin bir bakıma şansıdır. Her şeye rağmen Türkiye mak da hiç şüphesiz bir liderin varlığına bağlıdır. Türkiye’nin başında o lider de vardır; ayrıca 30 Mart 2014 seçimlerinin başarı dolu sonucu gibi kuvvetli bir manivelaya da sahiptir. Gelecek yıllar hem Türkiye, hem Türk milleti, hem de İslam dünyası açısından müspete çevrilmesi beklenen önemli zamanlar olacaktır. Hep beraber bekleyelim ve görelim. haziran 2014 75 DÜNYA LİDERİ : KAPAK LİDERİN DÜNYASI Kendileri “Kızıl Sultan” dediler mi, demediler mi bilmesek de Batılı leş kargalarının “Kızıl Sultan” olarak damgaladıkları Sultan Abdülhamit Han’ın karşısındaki cephede, bugün saygıyla ve elbette rahmetle andığımız kimler yoktu ki? Bazı gönüllerin kırılmaması için, Sultan Abdülhamit’in karşısındaki blokta yer alan kimi güzel insanların isimlerini burada vermeyeceğim; sadece şunu söylemek durumundayım ki, “Algı yönetimi işte böyledir. Gözleri kör, gönülleri katı, kulakları duymaz eder. Batılı leş kargalarının istediği de zaten budur”. *** Birbirine çok benzeyen bu iki olayın ilkinin sonunda Sultan Abdülhamit Han’ın tahtan indirilmesi ve ülkenin bir grup ahmak maceraperestin eline geçmesi sonucu Osmanlı Cihan Devleti’nin on yıl gibi kısa bir sürede parçalanması, Batılı leş kargalarının ve elbette Boğaziçi Aşireti’nin emellerine kavuşması, bu milletin yüz binlerce insanını Balkan, Cihan ve İstiklal Harplerinde kaybetmesi, Osmanlı Hanedanı’nın yurtdışına çıkarılmasıyla Musul-Kerkük petrollerinden alınacak olan “Hanedan hakkı”ndan mahrum kalınışı gibi durumlarla karşılaşılmıştı. Ve bilmelisiniz ki Musul-Kerkük petrollerinden alınacak Hanedan hakkı, bizim enerji ihtiyacımızı fazlasıyla karşılayacak miktardaydı. Oynanan oyunu anlayabiliyor muyuz? *** Çatı, üçgen, dörtgen veya daire, ne denerlerse denesinler, muhafazakâr cephenin ana temsilcisi konumundaki AK Parti’nin çıkaracağı adaya karşı kazanma imkânlarının olmadığını görüyorlar. Çünkü laik dinin müminleri biliyorlar ki hangi adayı çıkarırlarsa çıkarsınlar, muhafazakâr seçmenin milliyetçi kanadının oylarının tamamını kendi adaylarına yönlendiremeyecekler ve Cumhurbaşkanlığı ellerinden kuş olup uçacak. 76 haziran 2014 Laik müminlerin BAŞKANLIK SİSTEMİ KORKUSU O Kavganın ne zaman sona ereceği şimdilik belli değil, ancak sebebi esas olarak aynı: Bin yıldır bu topraklarda hâkim unsur olarak yaşayan Müslüman Türk milletini ya bu topraklardan kovmak ya da ikinci sınıf bir devletin ikinci üçüncü sınıf bir unsuru olarak yaşatmak... Ne zaman ki bu toprakların yeraltı zenginliğine sahip olmak amacıyla sanayileşmiş ülkelerin organize saldırıları başlamış ve Osmanlı Cihan Devleti kimi dış odakların güdümündeki İttihat ve Terakki çetesinin çatısı altında toplanan maceraperestlerin eline geçmiş, işte o zaman bin yıl bu topraklarda kardeşçe yaşayan ve sosyal yapıyı oluşturan topluluklar arasında kavga başlamış, başlayan bu kavga kimlik ve kılık değiştirerek bugüne kadar gelmiştir. Osmanlı coğrafyasındaki petrolde gözü olan Batılı leş kargaları, Sultan Abdülhamit Han Osmanlı Cihan Devleti’nin başında bulunduğu sürece bu petrole sahip olamaya- SMANLI Cihan Devleti’nin bakiyesi olduğu için ülkemiz, çok ırklı ve çok dinli bir sosyal yapıya sahiptir. Bu durum, esas olarak ülkemizin vazgeçilmez zenginliğidir. Bu topraklara Müslüman kavimlerin gelmesinden bu yana geçen bin yıllık sürede, Selçuklu ve Osmanlı dönemleri esas alındığında, sosyal yapı içinde yer alan değişik ırklara ve dinlere mensup kavimler, aralarında birbirlerine yönelik ciddi bir husumet olmadan asırlarca ve kardeşçe yaşayıp gitmişlerdir. Başlangıcı oldukça eskiye dayansa da bu kavganın tam olarak gün yüzüne çıkışı 20’nci asrın başlangıcı, yani 1900’lü yılların başıdır. Bu zaman kesitinde iyice anlaşılmıştır ki, Osmanlı toprakları, kelimenin tam anlamıyla çok zengin bir petrol denizinin üzerinde oturmaktadır. Batı’nın sanayileşmiş ülkeleri, enerji kaynağı olarak bu petrole son derece ihtiyaç duymakta ve bu nedenle Osmanlı coğrafyasına doyumsuz bir iştahla bakmaktadırlar. Osmanlı’nın başında ise, gelişmişliği kaçırdığımızın farkında ve bu yüzden eğitime önem veren, son derece dirayetli Padişah Sultan Abdülhamit Han bulunmaktadır. Prof. Dr. Seyit Mehmet Şen [email protected] caklarını bilmektedirler. Öyleyse Sultan Abdülhamit Han, Osmanlı Cihan Devleti’nin başından uzaklaştırılmalı ve devletin başına kendileriyle yakın irtibatta olan kimi maceraperestler getirilmelidir. Bunun için öncelikle bir algı yönetimi başlayacak ve Üstad Necip Fazıl’ın diliyle söyleyecek olursak “Emden Çukuru’nda bir dev olan Sultan Abdülhamit Han itibarsızlaştırılacaktır”. Kurgulanan hain plan uygulanır ve Osmanlı Cihan Devleti Sultanı Abdülhamit Han, kimilerince “Kızıl Sultan, Pinti Ha- mit, Deli, Zalim” olarak damgalanır… Bu size bir şeyler hatırlatıyor mu? Hafızanızı biraz yoklayın yeter… Büyük pişmanlık ve bir itiraf Kendileri “Kızıl Sultan” dediler mi, demediler mi bilmesek de Batılı leş kargalarının “Kızıl Sultan” olarak damgaladıkları Sultan Abdülhamit Han’ın karşısındaki cephede, bugün saygıyla ve elbette rahmetle andığımız kimler yoktu ki? Bazı gönüllerin kırıl- maması için, Sultan Abdülhamit’in karşısındaki blokta yer alan kimi güzel insanların isimlerini burada vermeyeceğim; sadece şunu söylemek durumundayım ki, “Algı yönetimi işte böyledir. Gözleri kör, gönülleri katı, kulakları duymaz eder. Batılı leş kargalarının istediği de zaten budur”. İşte size, Sultan Abdülhamit Han’a yapılan alçaklığı bir süre sonra görme imkânına kavuşan ve bunu bir özeleştiri olarak dillendiren Rıza Tevfik Bölükbaşı’ndan bir şiir: Asıl korkuları, bundan böyle cumhurbaşkanlarını halk seçeceği için, halkın teveccühünü kazanacak olan bir cumhurbaşkanının başkanlık sistemini getireceği... Oysa Osmanlı, 600 yıl bu topraklarda başkanlık sistemiyle ülkeyi yönetti. Hem de hakkı teslim eden Batılı bilim adamlarının ve Batılı kavimlerin takdirlerini kazanarak. Bu ülkede hiçbir şekilde diktatörlük olmaz; laik müminlerin korkmasına hiç gerek yok. haziran 2014 77 DÜNYA LİDERİ : KAPAK LİDERİN DÜNYASI “Neredesin şevketlim Sultan Hamid Han?/ Feryadım varır mı bârigâhına?/ Ölüm uykusundan bir lâhza uyan,/ Şu nankör milletin bak günahına. Sonra cinsi bozuk, ahlâkı fena/ Bir sürü türedi, girdi meydana./ Nereden çıktı bunca veled-i zinâ?/ Yuh olsun bunların ham ervâhına! Milliyet dâvâsı fıska büründü,/ Ridâ-yı diyânet yerde süründü,/ Türkün ruhu zorla âsi göründü/ Hem Peygamber’ine, hem Allah’ına. Târihler ismini andığı zaman,/ Sana hak verecek, ey Koca Sultan./ Bizdik utanmadan iftira atan/ Asrın en siyasî padişahına. Bugün varsa yoksa Enver ve Cemal,/ Şöhretinde herkes fuzuli dellal./ Âlem-i mânâdan bak da ibret al/ Uğursuz taliin şu gümrahına. Bu itler nedense bana salmadı,/ Bahalıydı başım kimse almadı./ Seyrandan başkaca iş de kalmadı/ Gurbet ellerinin bu seyyahına. Divane sen değil, meğer bizmişiz./ Bir çürük ipliğe hülyâ dizmişiz./ Sade deli değil, edepsizmişiz;/ Tükürdük atalar kıblegâhına. Çok kişiye şimdi vatan mezardır./ Herkesin belâdan nasibi vardır./ Selâmetle eren pek bahtiyardır/ Bu şeb-i yeldânın şen sabahına. Tahkire yeltenen tac-ü tahtını/ Denedi bu millet kara bahtını;/ Sınad-ı sillenin nerm ve sahtını/ Rahmet et Sultanım suz-i âhına. ‘Padişah hem zalim, hem deli’ dedik./ ‘İhtilâle kıyam etmeli’ dedik./ Şeytan ne dediyse biz ‘Belî’ dedik,/ Çalıştık fitnenin intibahına. 78 haziran 2014 Bunlar halkı didik didik ettiler;/ Katliama kadar sürüp gittiler./ Saçak öpmeyenler secde ettiler/ Bir asi zabitin pis külâhına. Haddi yok açlıkla derde girenin,/ Sehpâyı kazâya boyun verenin./ Lânetle anılan cebâbirenin/ Bu rahmet okuttu en küstahına. Sen hafiyelerle dem sürdün ancak/ Bunlar her tarafa kurdu salıncak./ Eli yüzü kanlı bir sürü alçak/ Kemend attı dehrin mihr-u mahına. Hoş oldu cilvesi Cumhuriyetin,/ Tadı kalmamıştı Meşrutiyetin./ Deccal’a dil çalan böyle milletin/ Bundan başka çare yok ıslahına. Lakin sen Sultanım gavs-ı ekbersin;/ Ahiretten bile himmet eylersin./ Çok çekti şu millet, murada ersin,/ Şefaat kıl Şâhım mededhâhına.” Necip Fazıl Kısakürek, bu şiiri 1947’de Büyük Doğu’da yayınladığı için bir süre hapis yatmıştır. Evet, işte bu şiiri yazarak Sultan Abdülhamit Han’dan özür dileyen Rıza Tevfik Bölükbaşı’nın bugünün algı yönetimini anlamamıza yarayacak sözleri ise şöyledir: “Ben bu şiiri Türk milletine hakaret kastıyla değil, tamamiyle aksi olarak, Türk milletini ölüme götüren bir zümreyi teşhir ve Abdülhamit Han’a edilen iftiraları tespit gayesiyle yazdım. 31 Mart vak’asını tertiplediği isnadı altında tahtından alaşağı edilen Büyük Hükümdar, bu isnatla sade iftiraların değil, tertiplerin de en hainine hedef tutulmuştur. 31 Mart’ı tertipleyen İttihatçılar ve bu işe memur edilenler arasında bizzat ben varım. 31 Mart’ı kışkırtma ve körükleme işini Selim Sırrı ile Rıza Tevfik idare etti. Hasta yatağımdan söylediğim bu sözlere tarih kulak kabartsın.” (Ahmet Kabaklı, Temellerin Duruşması, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, 15. Baskı,1992, s.140) O gün, bugün… Rıza Tevfik Bölükbaşı’nın ölüm döşeğinde anlattığı ve Sultan Abdülhamit Han’ı tahtan indirmeyle ilgili yol haritasının başlangıcı olan 31 Mart Vak’ası ile 31 Mayıs 2013 yılında Taksim’de düzenlenen Gezi olayları arasında bir ilişki görebiliyor musunuz? İsterseniz biraz bunu da düşünün… O zaman da meşru yönetim, Harekât Ordusu adı altında bir eşkıya grubunun saldırısına uğradı. 2013 yılı 31 Mayıs’ında da meşru yönetim, Gezi olayları şemsiyesi altına sığınan kimi çapulcuların saldırısına uğradı. Dikkat edilecek olursa, bu iki olay arasında esas olarak hiçbir farkın olmadığı görülecektir. Çünkü bu iki olayın çıkarılmasının asıl nedeni, Boğaziçi Aşireti Efendisi olan Batılı leş kargalarının ve elbette Boğaziçi Aşireti üyelerinin çıkarlarının zedelenmesidir. Birbirine çok benzeyen bu iki olayın ilkinin sonunda Sultan Abdülhamit Han’ın tahtan indirilmesi ve ülkenin bir grup ahmak maceraperestin eline geçmesi sonucu Osmanlı Cihan Devleti’nin sekiz on yıl gibi kısa bir sürede parçalanması, Batılı leş kargalarının ve elbette Boğaziçi Aşireti’nin emellerine kavuşması, bu milletin yüz binlerce insanını Balkan, Cihan ve İstiklal Harplerinde kaybetmesi, Osmanlı Hanedanı’nın yurtdışına çıkarılmasıyla Musul-Kerkük petrollerinden alınacak olan “Hanedan hakkı”ndan mahrum kalınışı gibi durumlarla karşılaşılmıştı. Ve bilmelisiniz ki Musul-Kerkük petrollerinden alınacak Hanedan hakkı, bizim enerji ihtiyacımızı fazlasıyla karşılayacak miktardaydı. Oynanan oyunu anlayabiliyor muyuz? Bu iki olaydan ikincisi ise hâlâ oynanmaya devam ediyor. Boğaziçi Aşireti efendilerinin kurguladığı ve bu aşiretin adamları tarafından uygulamaya konulan oyunun ilk perdesi ülkemize 100 milyar dolardan fazla bir maliyet çıkarmasına rağmen, oyunun kurgulayıcı ve uygulayıcıları hiç de beklemedikleri bir dirençle karşılaştılar ve püskürtüldüler. Elbet bu püskürtmeyle Boğaziçi Aşireti efendileri ve oyunun uygulayıcıları, 30-40 yıldır kurguladıkları oyundan hemen vazgeçecek değillerdi. Çünkü işin içinde yine petrol vardı ve dün sahip oldukları petrolün Batı’ya akışı, şimdi Osmanlı’nın torunlarının eline geçmişti. Bu durum Batılı leş kargalarını zora sokacaktı ki böylesi zora hiç gelemezlerdi. Onun için 17 Aralık’ta Gezi olaylarının bir başka şeklini devreye soktular. Çünkü Türkiye’ye yapılacak bir operasyon için gerekli olan bütün yerlere nüfuz etmişlerdi. Fakat mutlaka sonuca ulaşacaklarını düşündükleri bu operasyonda da başarılı olamadılar. Bu kez de başarılı olamasalar da ülke ekonomisine verdikleri zarar 150 milyar dolarla ifade ediliyordu. Bütün bu zararlara rağmen, Türkiye tarihî yürüyüşüne devam ediyordu. Önlerinde güçlerini deneyecekleri 30 Mart sınavı vardı. Boğaziçi Aşireti, efendileri ve uygulayıcılarıyla aslında Mart’ı severlerdi. Nitekim şimdi yanlarında, bir zamanlar karşılarında olan has adamları Süleyman Demirel’i sudan bahanelerle 1971 yılının 12 Mart’ında devirmişlerdi. O zaman ekonomi bu kadar büyük olmadığı için, kaybımız da rakamsal olarak bugünkü kadar büyük değil, ancak göreceli olarak belki de bugünkünden bile fazlaydı. Çünkü ülke tek parti iktidarında yeni yeni kendine gelirken, yine koalisyonlara ve sorumsuz cumhurbaşkanlarına teslim edilmişti. Sonrası, 12 Eylül çetesinin ülkeyi karmaşaya sürükleyip darbeye zemin hazırlaması ve zaten kırılgan olan ekonominin bir kez daha çökertilmesi… Tekrar konumuza dönecek olursak, Boğaziçi Aşireti efendileri ve uygulamada kullandıkları tetikçileri, ellerinden gelen her şeyi denemelerine rağmen 30 Mart’ta da bekledikleri sonucu alamadılar. Şimdi ise gözlerini Ağustos ayında yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimine çevirdiler. Geometriyle Cumhurbaşkanlığı hesabı yapılmaz Laik dinin müminleri çaresizler. Çünkü milletle olan hiçbir işlerinde, milletin teveccühünü kazanamayacaklarını ve kendilerine icazet verilmeyeceğini biliyorlar ve Sabih Kanadoğlu’nun aklına uyup cumhurbaşkanını halkın seçmesi usulüne sebep oldukları için bin pişmanlar. Anadolu insanının o enfes deyimiyle boşa koysalar dolmuyor, doluya koysalar almıyor. Çatı, üçgen, dörtgen veya daire, ne denerlerse denesinler, muhafazakâr cephenin ana temsilcisi konumundaki AK Parti’nin çıkaracağı adaya karşı kazanma imkânlarının olmadığını görüyorlar. Çünkü laik dinin müminleri biliyorlar ki hangi adayı çıkarırlarsa çıkarsınlar, muhafazakâr seçmenin milliyetçi kanadının oylarının tamamını kendi adaylarına yönlendiremeyecekler ve Cumhurbaşkanlığı makamı ellerinden uçup gidecek. Asıl korkuları ise, bundan böyle cumhurbaşkanlarını halk seçeceği için, halkın teveccühünü kazanacak olan bir cumhurbaşkanının başkanlık sistemini getireceği... Oysa Osmanlı, 600 yıl bu topraklarda başkanlık sistemiyle ülkeyi yönetti. Hem de hakkı teslim eden Batılı bilim adamlarının ve Batılı kavimlerin takdirlerini kazanarak. Bu ülkede hiçbir şekilde diktatörlük olmaz; laik müminlerin korkmasına hiç gerek yok. Ha az kalsın unutuyordum... Laik dinin müminlerinin 12 Mart, 27 Mayıs ve 12 Eylül gibi tarihlerde başarıları varsa da milletimizin “zaferler ayı” olarak nitelediği Ağustos’ta hiçbir başarıları yok. Ne yapabiliriz ki? “Elden gelen öğün olmaz, o da vaktinde bulunmaz!” der Anadolu insanı. Laik dinin müminlerinin yapması gereken şey Esad’a, Sisi’ye, Boğaziçi Aşireti’ne, Alman Cumhurbaşkanı’na, Boğaziçi Aşireti’nin asıl efendilerine ve onların tetikçilerine değil, millete güvenmeleridir. Bunun için de öncelikle milletle aralarını düzeltmeleri gerekmektedir. Yapabilirler mi? Yapamayacaklarsa, millet onları tasfiye etmeden, en iyisi bir kenara çekilip İslam’a göre uygulanan bir cenaze töreniyle gömülmeden önce İslam’a göre yaşamaya çalışmalarıdır. Bu, hem daha onurlu, hem de daha yararlıdır. Çünkü tövbe kapısı, can boğaza gelinceye kadar açıktır, bizden söylemesi… haziran 2014 79 DÜNYA LİDERİ : KAPAK LİDERİN DÜNYASI Uzun süren iktidar döneminin görünen fakat bazılarının içeriden de bilip bir şekilde kamuoyu arasında dolaşan bilgilerden anlaşıldığı kadarıyla bir o kadar arka planı olan hadiseler, takipçisi olunsun ya da olunmasın herkesin malumudur. Türkiye’nin iç, yakın ve uzak çevre sorunlarının yoğun olduğu bir sürecin de parçası haline geldiği bir dönemde gelişen olaylar, ister istemez Türkiye’yi ve Başbakanı’nı merkezî bir konuma taşımıştır. Hareket halinde, durağan olmayan bir politik tercih, doğru ve yanlışlarla birlikte yürüme kabiliyeti- ni de geliştirmeye katkı sunmaktadır. *** Türkiye Cumhuriyeti’nin en güçlü liderleri arasına giren Başbakan, kuşatma alanının sınırlarını el yordamıyla da olsa gördü ve geçen bu süre içerisinde büyük bir tecrübe kazandı. Bu tecrübenin kazanılmasında, başta kabinesi olmak üzere, seçmenleri de, muhalifleri de çok büyük katkı sundular. Etrafında adam gibi duranlar, durumu idare edenler, terk edenler, olup biteni takip eden seçmenler, “Yüksek dağlar derin va “Ağustos’ta R İ Kİ kısımdan oluşan yazının başlığı bana ait değil. İlk tarafı bir deyim, ikinci tarafı ise Japon sinemasından Akira Kurusawa’ya ait bir filmin adıydı. Kendimce bu başlığın, böylesine kıymetli bir özel sayının içerisinde kısa bir yazının başlığı olmasına münasip olacağını düşündüm. Bir bakıma bu başlık, yazının geri kalanını, bu başlığın taşıdığı anlamı ve işaretleri doldurmak için konuldu. Burada geri kalan bütün ifadeler gündeme, gündemin öne çıkan kişi ve olaylara dairdir. >> Doğrusu Başbakan’ın “Dünya Lideri” olmasını sağlayan Türk siyasi hayatındaki başarısı, ülkenin bütününe dair ya da dünya çapındaki başarıları veya tanınmışlığı üzerinde durmayacağım. Bu yazının amacı, Başbakan’ın dünya lideri olmasını sağlayan hususlardan birini ele alıp sunmaktır. Bu husus, Başbakan’ın beraberinde taşıdığı kadrosudur. Kadrodan kastettiğim, bu ülkenin bütün siyasi, iktisadi, kültürel, sosyal ve dinî birikiminden çıkmış ve bu tecrübeyi solumuş, ülkenin çeşitli bölgelerinden toparlanmış seçkin insanlardan oluşan topluluktur. Başbakan’ın yol arkadaşları 80 haziran 2014 Kadronun önemli bir kısmı, Başbakan’ın uzun yıllar beraberce yürüdüğü arkadaşları arasında yer alıyor. Partideki il başkanlığı, belediye başkanlığı, hapis hayatı, AK Parti Genel Başkanlığı ve Başbakanlığı döneminde bu kişilerin önemli bir kısmı, yanında durdular ve Başbakan’a destek verdiler. Hükümet’in Türk siyasi hayatına dair oluşturduğu olumlu gelişmeler, muhafazakâr ve dinî çevrelere nefes aldırdığı gibi, kamunun yüklediği küfeyi de üzerlerinden kaldırmalarına yardımcı oldu. Diğer yandan bu, birçok kesimin varlık alanının zeminini kaydırdı ve dolayısıyla kendilerini mutsuz, huzursuz hisseden ciddi bir kesimin giderek kartopu haline gelip yumak olmalarını sağladı. Doğrusu burada, başlayan ve bu yazıya kadar da devam eden sürecin aralığında kalanı, görüneni ve parçalar halinde dağılanı bir bütün olarak ortaya koymaya çalışılacaktır. Bundan dolayı da kadrodan kastedilen kesimin giderek azalması, yetersizliği, zafiyetleri, başarısızlıkları ve korkaklıkları, farklı çevre ve kesimlerle ilişki ve bağlantıları çerçevesine dâhil edilmektedir. Diğer yandan da iktidar döneminde sistematik ve profesyonelce hazırlanan ve Başbakan’a servis edilen yeni yüz, kişi ve karakterler de bütün bu sayılanların içerisinde var kabul edilmektedir. Artık giderek birbirine karışan kadronun hangisi yeni, hangisi eski belli olmadan medyanın parçası ve işaretine dönüştürülünce, uzun süren yol arkadaşlığı da belirsizleşip kaybolmuştur. Başbakan’ın kadrosu, giderek uzun süre yol yürüdüklerinden yeni ve servis edilenlere doğru evrilmeye başladı ve medyanın yeni yıldızları ve aktörleri olarak da bütün siyasi kazanımın ve yönlendirmenin üzerine yerleşti. Bu durum kamuoyu tarafından iyi gözlendi, takip edildi ve doğal olarak kamuoyu, medyanın yeni yüzlerine itibar etmedi. Kamuoyu ile Başbakan arasındaki mesafe- Prof. Dr. Ahmet Taşğın [email protected] Allah’ın önlerinden ve arkalarından set çektiği muarızların da hakları teslim edilmeli ki ülkenin bu sürecinde büyük pay sahibi oldular. *** Şurası kesin ki, cemaatler ve sivil toplum kuruluşları, dün su taşıdıkları yeri bugün daha da genişletecekler. Yakın zamanda yardıma davet edilen toplulukların kamuoyu tarafından itibar görmeyeceği ve dikkate alınmayacağı da aşikâr. Buna karşın seçmen yine de Başbakan’ı teslim etmeyecektir. *** Kaldı ki servis edilen liste çalışılmış, detaylardaki bütün boşluklarsa yeni merkezin jargonuna göre hazırlanıp merkeze de yeni bir jargonla taşınmıştı. Bakanlar Kurulu ve listelere giren milletvekili veya belediye başkanları dahi kriz zamanlarında konuşmaktan aciz kaldıklarında, kendileri için yeni yerler aradıklarında yine süreci takipteki kararlılığı Erdoğan’ı dünya lideri yapmaya yetmişti. dilere bakar” apsodi” nin açıldığını, kendilerinin beğendiklerinin veya umutlandıklarının bir şekilde kendisine ulaşmadığını, dikkate alınmadığını tüm kitleler görünce, hem kendilerinin, hem de Başbakan’ın ihanete uğradığını düşündüler ve Başbakan’a limitsiz destek verdiler. Kitleler giderek daha da sessiz, hareketsiz hale geldi ve Başbakan’a dua ederek onun işaret ettiğini anladılar ve gölgesini terk etmediler. Kamuoyu, bu yeni kadronun ihtişamlı hologramlarının kendi aralarında dolaşan ve birçok nedenden ötürü Ankara’dan haber getiren bu medyatik aktörlere karşı yüzeysel ve resmî bir tavır takınmaya devam edip soğukkanlılığını korudu. Her şeye rağmen, ülkenin gidişatına dair endişeleri olsa da Başbakan’ı, bu adamları gördükten sonra daha da fazla desteklemeye devam etti... Artık televizyonlardan ve merkezin kendilerine kesmiş olduğu yeni elbiseleri içerisinde yaptıkları illüzyonun izleyiciyi büyülediği vehmine kendilerini inandıran aktörler, kamuoyunun derinliği, bilgisi ve hikmetinin gerisinde kaldığını dahi göremeyecek kadar körleştiler. Öyle bir hırsla dünyaya hücum ettiler ki gözlerinin, kulaklarının, burunlarının, dillerinin ve ellerinin ağırlıklarını, çapaklarını ve kendilerini seyreden dünyanın hareketini hissedemez ve göremez hale geldiler. Görme arzuları, çabaları, hatırlatıcılar ve işaretler de onlar için köylü, taşralı, iğrenç, basit, poturlu, çamurlu, iş bilmez, salak, enayi, keriz, kaba saba ve benzeri birçok kara sıfatı yakıştırdıkları kişiler ve medyatik mesajlar arasına yerleşti. Bunlar yetmez gibi, dil bildikleri veya uluslararası tecrübeleri olduğu gibi daha ince bir yerden dokudukları bir lisan üreterek ve yine medyanın kendilerini güçlü kıldığı jargonu da lojistik olarak kullanarak bütün bunların sağladığı güvenli ve korunaklı baskıyı oluşturmaya başladılar. haziran 2014 81 DÜNYA LİDERİ : KAPAK LİDERİN DÜNYASI Bulunamayan adamlar Bu yeni baskı alanı, efendilerinin kendilerine verdiği imkân ve fırsatı anavatanlarına geri döndüklerinde pazarlayacakları bir itibar olarak sunduğunu her vakit hatırlarında tutmalarını ve bunu kamu pazarında sürekli satış halinde sunmalarını da istemiş ve öğretmiş olduğu tembihiyle güvenle dolaşıp durdular. Onlar, kendilerine sunulan bu ikram veya müstemlekenin aldığı kadarıyla kendilerine ikram ettiğini kendi kazançlarından saydılar. Ülkelerine geri dönünce bu ikramın ne kadar da büyük bir forsunun olduğu, hükümete servis edildiklerinde anlaşıldı. Artık hemen hepsi proje, dosya, günlük tıraşlı, bıyıksız, drobu düşük takım elbiseli adamlara dönüşünce yeni baştan büyük bir büyük proje olarak fark edildi ve fark ettirildiler. Artık ikram edilmenin şansını yakalayan kutlu kişiler, aynı merkezden aynı kelimeler ve aynı görüntüyle aynı mekânlarda soluklanan adamlara dönüşünce iktidarın vazgeçemeyeceği bulunmaz kadrolar, böyle- 82 haziran 2014 ce hemen her yerin ve hatta ihtiyaç duyulan, aranan, ama bir türlü bulunamayan teknik ve profesyonel ajanlara dönüştüler. Adı geçen ve kıymetleri hiçbir şekilde tartışılmayacak ve yerleri doldurulamayacak bu kadrolar, siyasi, akademik ve idari bir ima ve işaretle Harlem İngilizcesini, dış ülkelerden aldıkları diplomalarını ileri sürüp kendilerine kalkan kıldılar ve bunları, yine kendilerini şampiyon kılan medyada pazarladılar. Öyle bir dil ürettiler ki, kamu çaresiz kalıp iş yapacak adam bulamadığını, birçok kadronun olduğu fakat çalışacak kişi bulunamadığı yakınmalarına şahit oldu ve bu iniltiler arasında adı geçen adamlar, kıymetlerine kıymet ve derecelerine yenilerini de eklemiş oldular. Artık Ortadoğu hakkında hiçbir çalışması olmayan adamlar, Ortadoğu masalarının başkanı olup televizyondan televizyona, programdan programa gezip yurtdışı anılarını anlatarak sorulan hiçbir soruya cevap vermeden günlerini gün etmekteler. Uzun süren iktidar döneminin görünen fakat bazılarının içeriden de bilip bir şekilde kamuoyu arasında dolaşan bilgilerden anlaşıldığı kadarıyla bir o kadar arka planı olan hadiseler, takipçisi olunsun ya da olunmasın herkesin malumudur. Türkiye’nin iç, yakın ve uzak çevre sorunlarının yoğun olduğu bir sürecin de parçası haline geldiği bir dönemde gelişen olaylar, ister istemez Türkiye ve Başbakanı’nı merkezî bir konuma taşımıştır. Hareket halinde, durağan olmayan bir politik tercih, doğru ve yanlışlarla birlikte yürüme kabiliyetini de geliştirmeye katkı sunmaktadır. Miskinlik yasak Hükümet’in, halletmesi gereken ya da günlük halledilmesi gereken gündemi ile kendisinin uygulamayı düşündüğü programı arasında sıkışıp kalması, sürekli, sürdürülebilir, takip edilebilir, yani seyir halinde olmasıyla mümkün görünmekteydi ya da böyle olabilirdi. Hayat, hareket halinde ol- maktır; yani seyir ve sefer halidir. Bu anlamıyla seferden geri kalana miskin denmektedir. Doğrusu miskin, aklı ve hissiyatını kaybetmiş olana denmektedir. Bu, kendi istikametini kaybetmesine ve neticesi de hareket halinde olana göre ağır sonuçlar doğuran bir hale işarettir. Bu durumun toparlanması yeni bir ümmetin gelmesini gerektirir ve kendi ecelini hüsran içerisinde yitirmiş topluluğun yüklendiği emaneti kaybettiği anlamını taşır. Varoluş gayesini unutan topluluklar miskinleşir ve enerjileri olan zamanı hüsranla tüketirler. Kendi enerjilerini bitiren ümmetlere yenisi verilmez, yeni ümmetlerin zamanı kendileriyle başlar. Hiçbir ümmet, bir diğerinin zamanını kullanamaz ve onu kendi zamanına dönüştüremez. Bütün bu olup biteni kamuya üflenen bilgi, kelime ve işaretler üzerinden okumaya ve anlamaya kalkışmak farklı sonuçlar doğurabilir. Doğal olarak hadiseleri değerlendirme bahsinde de seyir halinde olmayı anlama veya seyir halinde olmanın ötesindeki doğru ve yanlış üzerinden aktarmak, kimi değerlendirme hatalarına sebep olabilir veya hatalı değerlendirmeye sürükleyebilir. Değerlendirme yapanın kendisi miskin ise, önerisi de bu minvalde olacaktır. Emre amade adamlar Medyanın allayıp pullayıp birtakım servislerin kendi kanallarını muhafaza etmek adına desteklediği, yetiştirdiği, informe ettiği, gözetlediği kişileri -sistem içerisine yerleştirdikleri de dâhil- seyr u sefer halinde olmayı bir zorunluluk bilen adamları her zaman boşluğa düşürmeye hazırlar veya boşluğun sınırlarına yaklaştırırlar. Ardından gözlerini bürümüş dünya nimetleri, bir başka yerde ilk teslim edeceği ve terk edeceği programı başkalarına yanaşarak veya iyi görünerek kurtulmaya hazır haldedirler. Yani eşikte kazandığı, kazanacağını hayal ettiği “semenen kalil” için ahiretini vermenin eşiğinde ve emre amadedirler. Türkiye Cumhuriyeti’nin en güçlü liderleri arasına giren Başbakan, kuşatma alanının sınırlarını el yordamıyla da olsa gördü ve geçen bu süre içerisinde büyük bir tecrübe kazandı. Bu tecrübenin kazanılmasında, başta kabinesi olmak üzere, seçmenleri de, muhalifleri de çok büyük katkı sundular. Etrafında adam gibi duranlar, durumu idare edenler, terk edenler, olup biteni takip eden seçmenler, Allah’ın önlerinden ve arkalarından set çektiği muarızların da hakları teslim edilmeli ki ülkenin bu sürecinde büyük pay sahibi oldular. Ülkenin acilen çözüm bekleyen birçok konusunun başlıklar halinde birikmesine aldırmadan ve kendilerinden emin gösterdikleri rahat halleriyle birikmiş ve yumak haline gelmiş sorunları Hükümet’in çözmekte gösterdiği gayret ve çabanın görülmesini engelleyen de taşra ve taşraya ulaşan kadrolardır. Adı geçen kadroların, sorunları sürece yayarak, dolaylı ya da doğrudan Hükümet’i başarısız, çaresiz ve beceriksiz göstermeleri yine taşranın sağduyusu tarafından görüldü ve son seçimler de dâhil gerekli cevap verildi. Mesela Konya ve çevre ilçelerinin turizm, göç ve iktisadi gelişmeye katkı sunacağı ve bundan öte de bir elzem olan duble yolları hâlâ yapılmayı bekliyor. Acaba bunca zamandır yapımı başlatılmış ve devam eden duble yolların, belki de en kolay yapılabilecek alanı Konya olmasına rağmen, Beyşehir-Konya arasındaki yol neden tamamlanamamaktadır? Hem coğrafya, hem de siyasi anlamda Başbakan’a verdikleri açık ve farklı destekten dolayı seçmenin sessiz bekleyişi, iktidarın Konya’daki temsilcilerinin onayladığı, desteklediği ve memnun olduğu anlamına gelmemelidir. Konya, hemen her alanı kuşatılmış ve bu halini Dışişleri Bakanı’nın dahi Konya’ya yaklaşmasına ve nüfuz etmesine izin vermeyen direnciyle günümüze kadar korumaktadır. Hükümet’in kurulduğu andan itibaren AK Parti’nin parti organları içerisindeki gençlik kolları gibi unsurları, parti dışında kalacak şekilde hiçbir açık kapı bırakmadan işlevini sürdürmektedir. Adeta bu politika, parti dışında kalmayarak ve herhangi bir sivil toplum öncülüğüne izin vermeyerek yakın zamana kadar ulaştı. Ülkenin geleceği, nüfus artışı gibi temel meseleler yanında gelenek, kültür ve inançlar gibi hususlarda duyulan endişe giderek derinleşti. Üstelik cemaatlerin, son yıllarda iktidarın imkânlarına paralel yürümeleri ve imkânlarını genişletmeleri yeni bir sorunla ülkeyi karşı karşıya bıraktı. Bunun kamusal alanda tartışılıyor olmasına kadar vardırılan hususlar, AK Parti’nin yaklaşmadığı, kendisini uzak tuttuğu alana can havliyle yönelmesine neden oldu. Seçmen Başbakan’ı teslim etmeyecek Hâlbuki bu harekette geç kalındı ki bu geç kalındığı yerden eski ve yeni sivil toplum kuruluşlarına dönmesi ve merkeze destek vermelerini talep etmesi yine de önemli bir husustur. Fakat Başbakan’ı şimdiye kadar destekledikleri alanın ve hususların ne olduğu belli, belirli veya açık değilken nasıl da yeni sürecin iştihasını kabarttığı bu toplulukların piyasa yaptıkları da yine kamuoyunun malumudur. Şurası kesin ki, cemaatler ve sivil toplum kuruluşları, dün su taşıdıkları yeri bugün daha da genişletecekler. Yakın zamanda yardıma davet edilen toplulukların kamuoyu tarafından itibar görmeyeceği ve dikkate alınmayacağı da aşikâr. Buna karşın seçmen yine de Başbakan’ı teslim etmeyecektir. Kendi alanlarında büyük insanlar, büyük oluşlarını Başbakan’a ve Cumhurbaşkanı’na yakın olmayı pazarlayarak ve akıllarınca büyük planlar yaparak sağlamaktadırlar. Üstelik bu büyük insanlar, ellerine geçirdikleri gençlerin de cesetlerinden ruhlarını çıkarıp almakla güya katkı sunmakta veya tehlikeli bulunan sürece destek vermektedirler. haziran 2014 83 DÜNYA LİDERİ : KAPAK LİDERİN DÜNYASI Oysa bu grup veya cemaat liderleri, Başbakan’ın süreçten galip çıkmasına göre destek vermekte ve oyunu tam da buradan oynamaktadır. Kaldı ki tehlikeli olan veya beklenenden farklı bir yere yaslanmamaktadırlar veya bağlantıları, uzantıları da buradan, yeniden gözden geçirilebilir. Bu takdirde cemaatlerin bu alanda yapacakları da sadece bir görüntüden ibaret olacak ve Başbakan’ın talep ettiği, umduğu ve doldurmaları beklediği yeri doldurmaya talepkâr ve hevesli görünmelerine karşın hemen hiçbir şey yapmayacaklar, mevcut durumdan kişisel ve kurumsal alanlarını genişletecek ve fırsata dönüştüreceklerdir. AK Parti çevreyi organize ederek merkeze ulaştığında, taşrayla olan irtibatını bir süre daha sürdürdü ve bir anlamda güvenli yürüyüşünü bununla sağladı. Merkezin ihmal ettiği, dışladığı, aşağıladığı taşra, bir yürüyüşle azar azar merkeze ulaştı. Merkez ya da iktidar, taşrayı imkânsız, dilsiz yani aklın, ilmin ve edebin utandığı bir yerden tutup yakaladı ve onunla hesabını bu yerlerden görmeye başladı. Doğal olarak taşra, merkezin verdiği yeni biçimle merkezin kıyısına, köşesine ya da odaklarına ulaşma ihmal ve imkânını yakalamaya başladı. Tabiî ki bu süreç kendisinden emin yürümeye başladığında ya da bütün başarıyı kendisinden menkul görmeye başladığında taşrayla olan bağlantıyı giderek zayıflattı ve bir süre sonra da ağırlaştırarak tamamen koparttı. Hatta öyle bir kopuş yaşandı ki Hükümet’in bütün kaynaklarını aktardığı bütün birimleri kendi içerisinde ayrı birer uyduya dönüştü ve merkezle ilişkisini yeni baştan kurmaya başladı. Merkez ise en baştan, kendisiyle birlikte yürüdüğü taşrayla bağlantısının devam ettiği bilgisiyle güvenle yürümeye devam etti. Bu ihmali, Başbakan’ı destekleyen vali ve rektörlerin görüntüleri, fotoğrafları basına, medyaya sesleriyle yansıyan adamlarla sağlandı ve güvenli bir şekilde de sürdürüldü. Taşrada yaşayanlar bunu da gördü ve bunlara iltifat etmedi, güvenmedi, ses çıkarmadı ve bildi ki Başbakan yine yalnız kalmakta; bundan dolayı Başbakan’a her türlü desteği vermeye devam etti. Taşranın önündeki engelleri kim koyuyor? Taşranın bir diğer mağduriyeti ise, merkeze sistematik olarak taşınmasına mukabil, yeni merkezin efendilerinin geriye dönük kapıları kapatmasıydı. Öyle kapattılar ki taşranın gelecek yüzyıla ulaşacak kadar umutlarını 84 haziran 2014 söndürdüler. Artık cariyeler efendilerini doğurmuş, bu yeni efendiler taşradaki en yüksek binalarda keyiflerini çatmaya devam ederken merkez, taşranın diri, dingin, hoyrat bir sofra etrafında toplanamamanın kaygısını taşıyan evlerden gelenlerden uzak düştü. Öyle kalın ve en az yedi kat katmanla kuşatıldı ki merkezin çevreyi görmesi imkânsız hale geldi. Karşılaşılan sorunlara karşı davet edilen taşranın bu davete karşılık vereceği aşikârdır, fakat bu karşılık, efendilerin ulak olmalarıyla veya onların başarılarıyla ilgili değildir. Bilakis Başbakan’ı, elde ettikleri karşısında yalnız bırakan, sessiz kılan ve yeni bir zorlu süreci de idare ederek geçmeye çalışanlara karşı destek vereceklerdir. Taşranın, bu ihmal edilmişlik karşısında kendilerini Başbakan’ın yanında temsil edenlerin yetersizliği ve samimiyetsizliği, hatta sığlıklarını gören sağduyusu, seçimlerde Erdoğan’ın yanında yer almasını sağladı. Aksi halde ne valiler, ne milletvekilleri, ne de belediye başkanları, hatta üniversite rektörlerine taşra güvenmemekte, hoşlanmamakta. Bu görevlerde bunları görmek istemediği halde nasıl da oy verdiği ise görülmelidir. Durum bu minvalde sürüp giderken, taşranın verdiği desteği anlamak gerekir. Doğal olarak taşranın sağduyusu, bu kirli adamlardan kurtulmayı veya kurtulmanın yolu, imkânı, fırsatı ve kararlılığı olarak verdiği oyla gösterilmiştir. Bu mesajın Başbakan tarafından görüldüğü, bakanlarının ve milletvekillerinin sessiz kalışları hakkındaki kendi değerlendirmesini yine kendi dilinden kamuoyuyla paylaştığı da görüldü. Başbakan’ın kendisinin de gördüğünü taşraya göstermek için bu konuşmayı yaptığını ise yine taşra gördü ve bu samimi konuşma karşısında etrafındaki tamahkârların yaptığı hesaplar karşısında taşra yeniden ama daha güçlü destek vermeyi sürdürdü. Hâsılı, cariyelerin doğurduğu efendilerin merkeze hücumu ve merkezi talebi epile edilmiş ve detokslanmış yüzleriyle görselliğin zirvesi ve gücüyle yerlerini aldıkları bir dönemde kriz ve kaos anlarının taşıyıcısı olması, Başbakan’ın bir dünya lideri olmasını sağlayan unsurlardandır. Yukarıdan beri yazılanlar, Başbakan’ı dünya lideri yapan unsurlardır. Yani yüksek dağ oluşu ve etrafındaki vadilerin düşüklüğü bir gerçeğin ifadesiyken, aynı zamanda da hakikati göstermektedir. Kendisine farklı merkezlerden sunulan listelerin büyük oranda başarısızlığı için çalıştığı bir dönemde, olayları yine de takibi ve programın uygulanmasındaki kararlılığı onun dünya lideri olmasını sağladı. Kaldı ki servis edilen liste çalışılmış, detaylardaki bütün boşluklarsa yeni merkezin jargonuna göre hazırlanıp merkeze de yeni bir jargonla taşınmıştı. Bakanlar Kurulu ve listelere giren milletvekili veya belediye başkanları dahi kriz zamanlarında konuşmaktan aciz kaldıklarında, kendileri için yeni yerler aradıklarında yine süreci takipteki kararlılığı Erdoğan’ı dünya lideri yapmaya yetmişti. Reformist ya da sistemin dar, geri ve ilerlemeyen yanlarına yapılan işaret ve işaretlerden kendilerine pay çıkaran bürokrasinin ne söylediğini ya da neyi hangi bağlamda söylediğini bilmediği bir süreçten geçilmektedir. Bununla kalmayıp korkak, pısırık, tamahkâr, tul-i emel peşinde koşan, nemelazımcı, menfaatçi kadroların sistemi kilitleyici ya da buna gönüllü oldukları zamanda akışkanlığı sağlamayı başardığı için Başbakan bir dünya lideri olduğunu göstermiştir. Çünkü Türkiye’nin katmerleşen sorunlarına ısrarlı ve kararlı bir şekilde yürüyen ve hareketli yapıyı korumakta gösterdiği kararlılık, kendisine yanaşan ve yanaşmak için her türlü bağlantı ve kanalı kullanmaktan imtina etmeyen kadrolar, ele geçirdikleriyle ilgilenmek yerine kendi kişisel tercihlerine yöneldiler. Köy ve kasaba arasına sıkışan bürokrasi, giderek hızlanan sürecin katkısıyla köylülüklerine geri dönmekte gecikmedi. Emaneten üzerlerinde taşıdıkları kasaba mukallitliğini de çarçabuk üzerlerinden atıverdiler. Firavun’a muhalefet ederken Firavunlaşmak Hâlbuki varoluşsal olarak insana, yaratıldığında üç husus zıttı ile verilmiştir. Bunlar akıl, bilgi ve edeptir. İnsanın kedisine sunulan bu özelliklerinin zıddıyla birlikte akıl yerine öfke, edep yerine tama’, ilim yerine kıskançlık yerleştirilmiştir. Giderek merkezi kuşatan katmanlı kuşatma da akıl, edep ve ilimden uzaklaşmış ve bu özelliklerini kaybetmiştir. Doğal olarak Başbakan’la aynı hassasiyet ve davranış ile hareket etmemekte ve onun bu halini de anlamamakta, hatta endişeyle karşılamaktadır. İyi günde Başbakan’dan çaldıkları tavır, gözlük, elbise markası ile dolaşmaları, yitirdikleri yerine ikame ettikleri öfke, tama’ ve kıskançlıkla her yerde görünmekte ve dolaşmaktadırlar. Başbakan’ı dünya lideri yapan unsurlardan bir tanesi de bu husustur. Firavun ve sisteminde, bürokrasi içerisinde yer alan adamların tamamına karşı mücade- le eden Musa (a.s.), baştan itibaren Firavun tarafından duygu, düşünce ve davranışlarıyla biçimlenmiş kendi soyundan insanlara ise öğretici olmuştur. Bu durum gibi, Firavun’a karşı mücadele ederken İsrailoğulları üyelerinin kendilerini meşru ve makul görüp kurdukları ve sürdürdükleri alanın iyice düşünülmesi ve takip edilmesi zorunludur. Çünkü Firavun’a karşı mücadele ile Kudüs’e doğru yola çıkan topluluğun yol boyunca Firavun ahlakıyla hareket etmesi ve bu durumu meşru gösterme hali hayli ilginçtir. Doğrusu hedeflenen dünya ve kavuşulması düşünülen rıza hali açısından ikisi arasında mücadelenin biçimi ve anlamı bakımından bir fark yoktur. Hatta ikinci kategoride bulunanların meşru ve makul kılma hali, sahip olduklarını söyledikleri ve kamuoyuna da takdim ettikleri kelam açısından daha da zor bir duruma işaret etmektedir. Böyle olunca, Firavun kültürüyle yetişen adamlar, kendilerini Nil’den geçiren adamla hangi bağlamda ilişki kurdukları veya kurbiyet kesbettiklerini yeniden düşünmelidirler. Aynı durum Harut ve Marut meselesinde de benzeri bir tarzla aktarılmaktadır ve her iki topluluğun da oynadıkları oyunlar, kendi talepleri, konuştukları ve iddialarıyla yaptıkları da dikkate alınması gereken hususlardır. Buna göre Musa (a.s.) ile yürürken Firavun ile yaşadıkları zamanın duygu, düşünce, tutum ve tavrına ya da Muhammed (a.s.m.) ile yol yürürken önceki ahlaklarıyla zihin, akıl ve düşünce ile savrulmaları, en ciddi hadiseler karşısında sessiz olmaları da durumu açıklamak için yeterlidir. Hükümet’in, ülkenin gidişatında meydana gelen yeni taleplere cevap verip buna göre hareket geliştirmesi de ayrıca dikkat edilmesi gereken hususlardandır. Buna mukabil, her gürültüde kulakları kirişte olan adamlar, gürültü kendilerine ulaşmadan başvurdukları her türlü yola geri dönerek efendilerine bağlılıklarını göstermekte gecikmediler. İşte Başbakan’ı, bu zamanda da efendilerine geri dönen adamlarına rağmen başlattığı süreci takip etme ve neticelendirmedeki kararlılığı dünya liderliğine taşımaktadır. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın dünya lideri oluşu, muhaliflerinin iç ve dış desteklerle birlikte mücadele etmesi karşısında değil, yanında ve onunla birlikte gidenlerin çoğunun düştükleri yerin derinliği karşısında kendisinin zirve oluşunu muhafaza etmesi ve ruhunu Firavun’un söküp almasına hâlâ teslim etmemiş olmamasıyladır. Bundan dolayı Başbakan, “Ağustos’ta rapsodi”yi hatırlatmaktadır. haziran 2014 85 DÜNYA LİDERİ : KAPAK LİDERİN DÜNYASI Milletler, tarihleri olmadan millet olamazlar. Söz konusu tarihin en mukaddes bedelleri ise şehitlerdir. Ve şehitlerdir fikir uğruna “ölmeyen, öldürülemeyenler”... Bu yüzden fikir şehit gibidir, ölmez ve dahi öldürülemez. İşte o zeybeğin şehadeti de böyleydi ve öldürülemeyecekti. *** Tabiî o fezaya bunca yol aldıkça dünyayı gör- dü, dünya da onu. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu toplantılarında, Avrupa şehirlerinin büyük meydan ve salonlarında, Beyaz Saray bahçesinde, Kremlin Sarayı’nda, Mostar’da, Libya’da, Tunus’ta, İstanbul’da ve Ankara’nın da Ankara’sında hayatın gerçekliğini haykıran adam, işte hedefi 12’den vurmanın hamlesine hazırlanıyor şimdi... HEDEFİ 12’DEN VURMAK Y UVARLAKTA bir raks idi hayat ve tabiî hayatla dolu olmalıydı. Hayat eksikse eğer, hayata hayat katmalıydı. Zira hayat kattıkça canlanacaktı bütün mazlumlar, masumlar, muhtaçlar, garipler… Çile’nin sahibi Necip Fazıl, yaptığı bir “Muhasebe” ile “Zaman korkunç daire, ilk ve son nokta nerde?/ Bazı geriden gelen, yüz bin devir ilerde” hükmünü çakıyor dizelere ve bize yelkovan ne kadar “Ben hızlıyım” dese de zamanı belirleyenin akrep olduğunu hatırlatıyordu. İşte biz, bugünlerde o akrebin nasıl bir hüküm vereceğine meraktayız. Zira başlığımda bulunan “12”, bir saat dilimini değil, doğrudan saat ortasında bulunan odağı ima ediyor. O odağı vurunca, hedefi 12’den vurmuş ve söz konusu saat kurgusunun zembereğini dağıtmış olacağız… >> Tabiî söze yine Necip Fazıl ile başlayınca, ondan söz açıldığında birçok şiir gelir aklımıza. Yalnız pek hatırlanmaz bir şiiri vardır Şehit Başbakan Adnan Menderes’e atıfla: “O Zeybek”. “Zeybeğimi birkaç kızan vurdular;/ Çukurda üstüne taş doldurdular./ Bir de ‘Ya kalkarsa?’ diye kurdular…/ Zeybeğim, Zeybeğim ne oldu sana?/ ‘Allah!’ deyip şöyle bir doğrulsana…” beşliğiyle başlar bu hazin şiir. O şehit zeybeği son yıllarda sürekli şekilde hatırlatan biri var şimdilerde. Belki de bu hatırlatmalar, milletin mahcubiyetini daima sağlam irade şekline dönüştüren bir metafor oldu. “Milletin mahcubiyeti” şeklinde belirlediğim bu düşüncenin altında, onun maalesef gündem işgalleriyle tepelenen Türkiye gündeminde esamesi okunmayan bir konuşması yatıyor. O konuşmanın hatırlatmasını şöyle yapalım: Milletler, tarihleri olmadan millet olamazlar. Söz konusu tarihin en mukaddes bedelleri ise şehitlerdir. Ve şehitlerdir fikir uğruna “ölmeyen, öl- 86 haziran 2014 dürülemeyenler”... Bu yüzden fikir şehit gibidir, ölmez ve dahi öldürülemez. İşte o zeybeğin şehadeti de böyleydi ve öldürülemeyecekti. Bir çığ, bir sel olup davrandı adam… “O Zeybek”te katledildiğine inanılan şehidin nasıl dirildiğini izliyoruz şimdilerde. “Ne güne dek böyle gider bu devran?/ Zeybeğim, bir sel ol, bir çığ ol, davran!” diye yalvaran mahçup milletin yüzüne gülümsüyor şehitlerin ölmeyeceği gerçeği. Belki de o, bu yüzden “gerçekliğin lideri”; bir sel ya da bir çığ kadar gerçek bu… Bu mahçup millet, ulu hocalarından, kimi atalarından yahut da kendiliğinden gelen bir umursamazlıkla kendi iradesine nasıl sahip çıkacağını bilmiyordu. Öyle ya, Sezai Karakoç bir “Hızır” diliyle söyleniyordu bu sitemi: “Bu çok sağlam surlu şehirden de geçtim/ Beni yalnız yarasalar anladı/ Az kalsın bir bağ bekçisi beni yakalayacaktı/ Adım hırsıza da çıkacaktı/ Her evde kutsal kitaplar asılıydı/ Okuyan kimseyi görmedim/ Okusa da anlayanı görmedim/ Kanunlarını kâğıtlara yazmışlar/ Benim anılarım gibi/ Taşa, kayaya, su çizgisine/ Gök kıyısına, çiçek duvarına değil…” Şehit Başbakanına sahip çıkamamak çok oturmuştu sinesine milletin. Bundan sonra aynını yapabilir miydi? Tek tek gerçekler geçti gözlerinin önünden. Hepsi gerçek hayattan uyarlama birer film gibiydi. Hayır, hayır, hepsi gerçekti. Seçtiğini hilelerle eksik bırakanlar, yine seçildiği için canına da kastetmişlerdi. Yaptılar da… “İnsanlar havada uçtu ama yerde öldüler/ Bunu bana öğretmediniz/ Kardeşim İbrahim bana mermer putları/ Nasıl devireceğimi öğretmişti/ Ben de gün geçmez ki birini patlatmayayım/ Ama siz kâğıttakileri ve kelimelerdekini ve sözlerdekini nasıl sileceğimi öğretmediniz…” (S. Karakoç) O konuşmasıyla Recep Tayyip Erdoğan, putların bir bir nasıl patlatılacağını öğretmiş, millet de iradesinin ne olduğunun farkına varmıştı. Ancak her şey de işimize gelmemişti. Zira o gerçekleri anlatmakla görevli gerçekliğin lideriydi, fakat gerçekler hep de işimize gelemezdi. Bu yüzden o, gerçeklerle yüzleşmekten bahsederek ülkeyi aşıyor, fezaya yol alıyordu. Bizse… 11’den 12’ye Bir hesap yapalım şimdi. Bugüne dek kaç Cumhurbaşkanımız oldu? Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü, Celal Bayar, Cemal Gürsel, Cevdet Mehmet Serhat Bıçak [email protected] Sunay, Fahri Korutürk, Kenan Evren, Turgut Özal, Süleyman Demirel, Ahmet Necdet Sezer ve Abdullah Gül... Kaç isim saydık? 11... Tabiî o fezaya bunca yol aldıkça dünyayı gördü, dünya da onu... Birleşmiş Milletler Genel Kurulu toplantılarında, Avrupa şehirlerinin büyük meydan ve salonlarında, Beyaz Saray bahçesinde, Kremlin Sarayı’nda, Mostar’da, Libya’da, Tunus’ta, İstanbul’da ve Ankara’nın da Ankara’sında hayatın gerçekliğini haykıran adam, işte hedefi 12’den vurmanın hamlesine hazırlanıyor şimdi. 11’di şimdiye kadarki, 12’nciye ramak kaldı yani... Ta eskilerden, Ulu Hakan’dan, Kuşçubaşı’ndan, Yakup Cemil’den, Fuat Balkan’dan, İzzetbegoviç’ten, Turgut Özal’dan, Eşref Bitlis’ten ve dahi Muhsin Başkan’dan kurulu bir beylerbeyi silsilesi, devletlu sancakları arşa doğru uzatmış beklemekte. Şimdi Abdurrahim Ağabey gibi “İl göçsün göçtüğün vakit,/ Yol yansın geçtiğin vakit;/ Suyundan içtiğin vakit/ Kaynak senden incinmesin./ Yollar uzun, yollar ince…/ Yol kısalır aşk gelince./ Yat, kurban ol İsmailce,/ Bıçak senden incinmesin./ ‘Burdayım’ de ararlarsa,/ Doğru söyle sorarlarsa,/ Tabutuna sararlarsa/ Bayrak senden incinmesin” diyerek liderin temiz yürüyüşünü seyir makamındayız artık. Çocukken, bazı zamanlar okul kitaplarımızın arkasında bulundurulan Türkiye siyasî haritasında ya şehir bulmaca oynar ya da küçük cetvellerimizle şehirler arasındaki mesafeleri ölçerdik. Ankara ile Kars arası, Edirne ile Şırnak arası, Sinop ile Hatay arası derken enine boyuna ölçülerini çıkarırdık memleketin. Şimdiyse bir adam, hem de söylentiye göre “uzun” bir adam, eline aldığı bir cetveli güneşe doğru gözünü kırpmadan bakarken uzatıyor, sonra da “Cetvele ne hacet, işte parmağımızın ucunda!” diyor. Bu yüzden heyecanım… Sanırım hiç bu kadar güneşe yakın hissetmemiştim kendimi. Zira her fırsatta “Kardeşim!” dediğinin arzularını tek tek yakalamanın verdiği rahatlık bu bendeki… İşte artık bundan sonra daha da çok değişecek, hatta belki de her şey… Bu değişim öyle müthiş bir biçimde gerçekleşecek ki, kimler ve kimler ne olduklarını şaşıracaklar. Ve dedik ya, yelkovan hızlı hızlı dönse de hükmü akrep verecek... haziran 2014 87 DÜNYA LİDERİ : KAPAK LİDERİN DÜNYASI Cüce akıllılar, bencillik boyutunu vatan sınırlarını ihlal ile kıtalar ötesine taşımaktan imtina etmezler. Kendi konforları, kendi kadroları, kendi müesseseleri onlara yeter. Kendilerinden olmayanla ticaret bile yapmazlar. *** Korkunun insan psikolojisi üzerinde pek çok tesirlerinden biri hadsizlik, bir diğeri de ihanettir. Bu tesirlerden hareketle toplumumuzda korkaklığa itibar edilmez! İlmi ve irfanı yerinde olan korkağın korkusunu anlama gayretini taşıdıkça korkakların cüreti artar da artar... İdare edildiğinin farkına varmayıp idare ettiğini sanarak “Paralel Yönetim”e soyunur! *** Yurdumuzda cereyan eden ve hala tesirlerinin devam ettiği bu korkaklık tezahürlerine rağmen, canla başla hizmet etmeye devam eden, yaraları onarıp yeni yaraların açılmaması için tedbirler geliştiren Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve kurmaylarının başarısı ihlasın, idrakin ve hakkaniyetin eseridir. Zira güneş balçıkla sıvanamıyor! *** Saymakla bitmeyecek böylesi soruların müsebbibidir bu “Dev Yürekli Adam”, bu Başbakan! Böyle bir adamın yoluna gül döşeniyorsa, korkaklar taş değil, kaya döşemek için gayret sarf etmesin de ne yapsın?! Yazık değil mi onlara? Uzun soluklu planlarını bozan bir dev yüreğe çarptılar! *** Ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, dev yüreği ve bu yüreğin farkına varıp kıymet bilen halkıyla bu “toplumsal korkaklığın” dilini çözmeye devam ediyorsa “cüce akıllıların” saldırganlığını anlamak ve idare etmek bize düşüyor. Anlatamayacağımıza kani olarak her darbeyi dev gibi yüreklerde eriterek dimdik durmak gerekiyor. Çünkü yüreği devleştiren imandır, inançtır, irfandır, ülke halkı ve toprağı için sevdalı olmaktır! 88 haziran 2014 Her kardeş iha D EV yürek, cüce akıllıları korkutur! Çünkü cüce akıllıların erk kaygıları kendi alanları ile sınırlıdır. Nefsi menfaatlerine el uzandığında feryat figan ederler. Onların ülke coğrafyası ile dertleri yoktur. Kendilerinden gayrısı ötekidir ve onlara nedir diğerlerinden. Farklı anlayışlara tahammülü olmayan, aynı düşünce biçimini edinenlerle koloni halinde yaşadıklarından, pek kolay kapı komşusunu “bizden değilsin!” ithamı ile yargılayabilirler. Cüce akıllılar bencillik boyutunu vatan sınırlarını ihlal ile kıtalar ötesine taşımaktan imtina etmezler. Kendi konforları, kendi kadroları, kendi müesseseleri onlara yeter. Kendilerinden olmayanla ticaret bile yapmazlar. >> Ülkesini ve halkını müreffeh bir düzeye taşıma gayreti onları ürkütür. Kendi hakları olduğunu sandıkları nimetlerden eksileceği hissine kapılıp endişeleri korkuya kalbolur! Ve Türkiye’nin son dönem hikayesi böyle başlar. Herşeye rağmen hizmet eden ve bütün eleştirileri kocaman yüreğinde eriten bir yürek, bir Başbakan, aklı evveller, aklı yetersizler, aklı hasisler için cinnet demektir! Ellerinden geleni esirgemeden, ölümüne Nesrin Çaylı [email protected] neti bir Yusuf eder! dua etmek onların kendi terminolojileri için neredeyse vaciptir. Öğrenci evlerinde, yurtlarda, eş dost toplantılarında “Ya gahhar!” çekmek ise ibadet biçimleridir. Çünkü cüce akıllılar için “Dev Yürekli Adam” ölmelidir! Yoksa ne rahatları, ne nemalanacak ortamları, ne de kadroları kalmayacaktır! Durdurmaya güç yetiremedikleri bir başarıya şahit olmak böylesi yetersizlerin huzur bulmasını, huzura ermesini engelleyeceğinden, aklı ziyan, akla ziyan çareler üretmeye sevk olurlar. AK Parti’nin 12 yıllık iktidar döneminde yıpranması beklenirken, günbegün başarı çizgisini arttırarak yoluna devam ediyor olması, tüm şuursuz baskı ve yaptırımlara meydan okuması korkakların güya planlı ve hatta dış güçler tarafından destekleniyor olmalarına rağmen panik haline gelmiş bir saldırı şeklini ehvenleştirerek(!) uygulamaya mecbur bırakır. Korku duygusunun insan psikolojisi ve dolayısıyla toplum üzerinde pek çok tesi- Kişinin muhatabı kendi sınırlarını aşan bir güce ve dirayete sahipse öncelikle “yetersizlik” hissine kapılır, kendi azlığını fark eder. Eğer yeterli donanıma sahip değilse bu yetersizlik hissi onda, karşısındaki güçlü muhataba saldırma hissini körükler. Ve derken bu iki his yetersizlik ve azlık duygusu korkuya ve çıkar endişesine evrilir. Korkuya kapılan akıl tedbirsiz refleksler geliştirir. Çünkü korku, açık şuur ile davranmayı ve mantıklı düşünmeyi engeller. ri vardır. Bu gerekçe ve tesirlerin bir kısmı masum ve kişinin kendisinden başkası için bir tehdit oluşturmazken, zümreler ve topluluklar arasında cereyan eden korkunun tezahürleri tedavi edilebilirlikten uzak olmakla birlikte ciddi tehlikeler barındırır. Açık şuur ve mantığı korku örter Kişinin muhatabı kendi sınırlarını aşan bir güce ve dirayete sahipse öncelikle “yetersizlik” hissine kapılır, kendi azlığını fark eder. Eğer yeterli donanıma sahip değilse bu yetersizlik hissi onda, karşısındaki güçlü muhataba saldırma hissini körükler. Ve derken bu iki his yetersizlik ve azlık duygusu korkuya ve çıkar endişesine evrilir. Korkuya kapılan akıl tedbirsiz refleksler geliştirir. Çünkü korku, açık şuur ile davranmayı ve mantıklı düşünmeyi engeller. Korkunun insan psikolojisi üzerinde pek çok tesirlerinden biri hadsizlik, bir diğeri de ihanettir. Bu tesirlerden hareketle toplumumuzda korkaklığa itibar edilmez! İlmi ve irfanı yerinde olan korkağın korkusunu anlama gayretini taşıdıkça korkakların cüreti artar da artar... İdare edildiğinin farkına varmayıp idare ettiğini sanarak “Paralel Yönetim”e soyunur! Yine korkakların geliştirdikleri, mantıksız ve şuursuz refleksleri kendilerine benzeyen, yetersizlik ve azlık hissi barındıran taraftarları tarafından destek bulur ki, bir zümre haline gelmeleri pek uzun sürmez. Artık onlar bir güruhtur! Önce “Cemaat” diye adlandırılırlarken sonra “Paralel” ve en nihayetinde “Çete” unvanıyla irtifa kaybetmelerinin sebebi işte bu paranoyakça korkunun ve endişelerini gemleyememenin şuursuzluğun tezahürüdür. Korkakların bir özelliği de saklı refleksler geliştirmeleri, saman altından su yürütmeleridir ki, bu duruma da nihayet vakıf olabildik. Saklı saklı kadrolaşarak, kendi ülkesinin idari yapısının “lağımcıları” olmayı vasıf edinmiş, hükmi otoritelere sızmış olan haziran 2014 89 DÜNYA LİDERİ : KAPAK LİDERİN DÜNYASI “çete” bir dev yüreğe çarpacağını muhtemelen hesaplamamıştı. Hadsizlik korkaklığın şiarındandır! Yine korkaklar, aklın sükut ettiği, menfaat merkezli endişelerle geliştirdikleri argümanlara tutunur; yalanı, iftirayı, inkarı bütün terminolojilerin değer çıtasına aldırmaksızın legal görmeye başlarlar. İllegal haline aldırmaksızın legali illegal ilan etmekte beis görmezler! Halbuki dünya üzerinde insanlığın ilk varoluş sürecinden günümüze tanrılı, tanrısız bütün din ve ideolojilerin “10 erdem” tabir edilen değerler zinciri vardır. Fakat korkaklar hiç bir terminolojiyi tanımayıp, kendi terminolojilerini oluşturmaya teşnedirler. Kendilerine öyle bir terminoloji oluştururlar ki, halkın itibar ettiği, son yüzyılın müçtehidi hükmündeki bir ismi Bediüzzaman Said Nursi’yi vitrinlerine taşımaktan imtina etmeyecek kadar hadsizleşebilirler. Çünkü hadsizlik korkaklığın şiarındandır! 90 haziran 2014 Ve bu halli, meşru kılıp manevi dinamik olarak nitelendirebilirler. Vitrinin ardında vahye mugayir fetvalar vermek onlar için mümkünden daha öte bir ruhsattır! Nereden ve nasıl ve ne hakla beslendikleri belli olmayan maddi çıkarlarını yitirme korkuları ve at oynatacak meydanlarının kalmayacağından korkmalarının getirdiği panikle, ülkede cereyan eden -ki bu ilahi tecelli olsa bile- her vakayı kendilerine malzeme yapmaktan, acının üzerinden rant devşirmekten imtina etmezler. Soma’da vefat eden 301 insanımızın acısı üzerinde pekâlâ tepinebilirler. Cübbeli, cübbesiz, ulu orta her yerde “edep” ifadesinin anlamından uzak edebe dair ahkâm kesebilirler. Demiştik ya az önce, illegal olduğunun farkındasızlığı ile legal olanı illegalleştirme cüretine pek hızlı ve mahir biçimde soyunabilirler. Korkunun bariz tezahürleri Evet, ülkemizde, 17 Aralık vakası ile deşifre olan gelişmelerde ve 30 Mart yerel seçimlerde tüm saldırılara rağmen AK Parti’nin yüzde 45’lik oy alınmasının ardından canhıraş saldırılara devam edilmesi, böylesi bir korkunun ve endişenin tezahüründen başka bir şey değildir. Yurtdışına çıkıp sosyal medya üzerinden yalan yanlış veryansın etmeleri geçmiş zaman fotoğraflarını güncelmiş gibi göstermeleri, her fotoğraf karesini kendi süfli ve sefil algılarıyla yorumlayarak servis etmeleri bundandır. Her medya mensubunun asli vazifesi öncelikle haberin doğruluğunu tescil ettirmekken, medyalarında asparagas ve spekülatif haberciliğe devam ediyor olmaları da bundandır. Ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, dev yüreği ve bu yüreğin farkına varıp kıymet bilen halkıyla bu “toplumsal korkaklığın” dilini çözmeye devam ediyorsa “cüce akıllıların” saldırganlığını anlamak ve idare etmek bize düşüyor. Anlatamayacağımıza kani olarak her darbeyi dev gibi yüreklerde eriterek dimdik durmak gerekiyor. Çünkü yüreği devleştiren imandır, inançtır, irfandır, ülke halkı ve toprağı için sevdalı olmaktır! Yurdumuzda cereyan eden ve hâlâ tesirlerinin devam ettiği bu korkaklık tezahürlerine rağmen, canla başla hizmet etmeye devam eden, yaraları onarıp yeni yaraların açılmaması için tedbirler geliştiren Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve kurmaylarının başarısı ihlasın, idrakin ve hakkaniyetin eseridir. Zira güneş balçıkla sıvanamıyor! Haset, yollarına gül döşenenin ayağına taş koymaktır! Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, dev yürekliliği ile sadece yurtiçinde değil, dünya ülkeleri arasında da uzun zamandır görülmemiş bir dünya liderliği portresi çiziyor! Dünyaya “dik duruş” dersini ezber bozarak ezber ettiriyor! Ülke ziyaretlerinde Türk bayrakları, kendi posterleri ve şükran bildiren dövizleri ile karşılanıyor. Kaç ülke liderine nasip olmuştur acaba, Lahor’da yollarına güller seriliyor... Acımızla acılanan Pakistan, Soma için bir günlük yas ilanını kimin hatırına ilan ediyor?! Pek tabii Başbakanımızın dünyanın çirkinliklerine, kirli hesaplarına, menfaat çıkarlarına meydan okuyor olmasından başka bir gerekçe bulmak zor! Patanili İslahiye Medresesi’nin müdürü Muhammed Salih, göz yaşları ile Başbakanımıza şöyle dua ediyor: “Erdoğan’ı biliyorum... O Müslüman bir lider, İslam’a hizmet ediyor. Fakat onun aleyhine protestolar düzenleniyor. Ona bir şey olmaz, Elhamdulillah ben de onunlayım inşallah! Kardeşlerimiz, İhvan üyelerinin hepsi zulüm altında. 500 kişi İslam yolunda oldukları için idam ediliyor, bunların hepsi yanlış, hepsi hata. Ey Erdoğan! Allah sana güç versin! Sabret Erdoğan, Allah senin ve Tüm Müslümanların yardımcısı olsun. Sen tüm yardıma muhtaç Suriyelilere el uzattın, evsiz kalanlara yardım ettin. Allah da sana yardım etsin!” Milletini, ümmet anlayışı ile kucaklayan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Suriyeli yetimin sırtında el, Filistinli Müslümanın sofrasında aş oluyor. Kafkaslara hami, Myanmar’da ümit, Tunus, Cezayir ve Fas’a cesaret veriyor. Türkiye artık faktör değil, aktör konumunda Dev yürekli bu adam İsrail, Amerika ve İngiltere’den oluşan “Bermuda Şeytan Üçgeni”ni endişelendiriyor. Benim bil- diğim bir şey var ki, o da, etkisiz olan hiç bir kimse ve şeyden insanoğlu korkmuyor! Ne vakit bir etki hissediliyor, işte o zaman korkaklar gard geliştiriyor. Yine, son yüzyılda faktör olma halimize alışmış, Türkiye’nin aktör olma vasfına bürünmesini hazmedemeyen iç ve dış mihraklar ellerinden geleni ardına koymazken, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan hem içeriye, hem dışarıya dik duruşu ile meydan okuyor. Korkaklar için bu ne büyük bir tehlike! Ne büyük bir tehdittir böyle? Menfaatler yer mi değiştiriyor? Haksızdan alınıp haklıya mı teslim edilecek yetkiler? Zalimin zulmüne ket mi vurulacak? Dünyevileşirken insanlığını unutmuş ve canavarlaşmış olan güçler mazluma sahip çıkılırsa kimi ezip üzecek!? Kime zulmedecek? Uluslararası silah ticaretinin köküne kibrit suyu mu dökülecek? Boğazlardan gemiler geçerken didiklenirse, Türkiye insanlığın içini ve dışını hayvanileştiren uyuşturucunun, katkı maddeli gıdaların yolunu keserse zenginliği ile Müslüman halkların hürriyetini tecavüz eden ülkelerin hali ne olacak? Saymakla bitmeyecek böylesi soruların müsebbibidir bu dev yürekli adam, bu Başbakan! Böyle bir adamın yoluna gül döşeniyorsa, korkaklar taş değil, kaya döşemek için gayret sarf etmesin de ne yapsın?! Yazık değil mi onlara? Uzun soluklu planlarını bozan bir dev yüreğe çarptılar! Münkirler başka nasıl okuma yapsın? Yurdunu, zalimlerin, kirli hesaplıların gölgesinden kurtarmak gayretiyle, “Kanal İstanbul”un inşası fikrini hayata geçiren; dünyanın en büyük havalimanını ülkesine armağan etmek için çalışan; tüm engellemelere rağmen üçüncü köprünün devletin bir kuruş parasına dokunmadan gerçekleştirmek için uğraşan; mezhep kavgalarına, kardeş kavgalarına, dökülecek şehit kanına dayanamayıp çözüm sürecini başlatan; tek bayrak, tek devlet, tek inanç, tek dava diyerek ülke bütünlüğünü sağlamaya çalışan dev yürekli bu adamdır. Yoluna azimle, gayretle, hırstan ve nefsi menfaatlerden uzak inançla, sevda ile devam eden odur! Dünyevi menfaatlerle uhrevi kaygılarını yitirmişler onu nasıl anlasın? Kişi karşısındakini kendi gibi bilir ya hani, böylesi bir muhatabı kendisinin muhteris, müfteri, münkir halinden başka nasıl okuma yapsın? Artık bedeni dünyada olmayan, Hakk’ın rahmetine yürümüş Soma’lı madencile- rin ardından AK Parti’ye oy verdikleri için “Ölmeye müstahaktır onlar! Ne şehittir ne gazi...” diyebilecek kadar çirkinleşen, insanlıktan nasibi olmayan, partizanlığın mengenesinde etrafa nefret saçan zihniyet bu dev yürekli adama bakınca ne görsün de söylesin? Bildiğini söylemesi kendini tariften, kendini izah etmekten öte gidebilir mi? Son tahlilde yeni değildir bu hikâye biz inananlar için. Vahiy bize yüzyıllar öncesinden haber verir insanın ihanetine dair. Müslüman bilir Rabbine nankör olanın, insana ne de kolay nankörlük edeceğini de şaşırmaz sadece daha çok çalışır! Zira kulun rızasını değil Rabbinin rızasını esas alır! Dua eder, sa’y eder, yoluna azimle, inançla devam eder. Bu dev yürekli adam da biliyor Habil’in masum hikâyesini, katillerin sefaletini, mezar kazmayı kargadan öğrenen Kabil’in ihanetini... Biliyor ve bu nedenle pes etmiyor! Temennimiz budur! Yine bu dev adam biliyor, Yusuf ’un da kardeşleri tarafından kuyuya atıldığını... Ve ben de diyorum ki, her kardeş ihaneti, bir Yusuf eder! Ey dev yürekli adam yola devam, sen yurt içinden yurt dışından edilen dünya Müslümanlarının duası ile Ken’nan’a vali olan Yusuf misalisin! Gömleği arkadan yırtılan bir sen değilsin! Varsın olsun müfteriler, iftiralarıyla münkirler, nankörlükleriyle müsrifler kirli nefesleriyle ortalığı inletsin! Sana rüzgâr olan “amin!”ler yeter. Sırtından sıvazlamak için yolunu gözleyen anneler, yetimler, mülteciler sana kalbi dualarıyla eşlik eder! Ey dev yürekli adam! Yusuf ’un menkıbesi o gün bu gündür taşınmışsa ve kıyamete kadar taşınacaksa eğer, senin gibi dev yürekli bir kaç kişinin omuzlarında taşınacaktır. Her kula bu menkıbeyi taşımak nasip olmaz! Her kul bu gücü kendinde bulamaz! Hele ki aklı cüce olanların senin dev yüreğindeki vatan sevdasına boyları hiç mi hiç uzanamaz! Yusuf Mısır’da kıtlığa son vermişti de, kardeşleri dize gelmişti. Şimdi Çankaya Ken’nan olur mu sana? Olur! Ve henüz kalbi ve zihni canavarlaşmamış, haksızlıktan yana küf tutmamış zihinler kapında gelip durur mu? Durur! Cumhurun seçtiği ilk Cumhurbaşkanlığı unvanı senin Köşk’e çıkışınla belki de son yüzyılda ilk kez hakiki anlamını bulur! Temennimiz bu günlerde budur! haziran 2014 91 DÜNYA LİDERİ : KAPAK LİDERİN DÜNYASI Yıllar önce, okuduğu şiirden dolayı hapis cezası verilen Erdoğan, Pınarhisar Cezaevi’ne giderken Yeni Şafak’ta şöyle yazmıştım: “Aldırma Reis… Bugün seni Pınarhisar’a yolcu eden bu insanlar, günün birinde Ankara’ya başkan olarak yollayacak.” Yüce Rabbim, bu tahminimi yanlış çıkarmadı. Bütün engellemelere rağmen, takılan çelmelere rağmen, yasaklara rağmen, “Muhtar bile olamaz!” manşetlerine rağmen, Reisimiz Recep Tayyip Erdoğan’ı Ankara’ya Başbakan olarak yolcu ettik. Dikkatinizi çekerim! O günkü yazıda “Başbakan” değil, “Başkan olarak” yazmıştım. Gönlünde yatan aslanı sezmiştim. Ülke için o sistemin daha doğru olduğunu düşündüğünü fark etmiştim. O kısa yazıdaki tahminin tam anlamıyla gerçekleşmesi için, önümüzde çok az bir zaman kaldı. Görelim Mevlâ neyler… K ÖRÜN fili tarifi diye bir benzetme yapılır. Güya bir grup kör, fil ile karşılaşmış da biri hortumuna, biri bacağına, biri gövdesine dokunmuş. Sonra onlara “filin neye benzediğini” sormuşlar da hortumuna dokunan kör, filin boru gibi bir şey olduğunu söylemiş. Kuyruğuna dokunan fırçaya, gövdesine dokunan büyük bir fıçıya, bacağına dokunan direğe benzetmişmiş. >> Bu örnek, kullanıldığı zaman, maksadı güzelce anlatıyor olabilir. Fakat detaya inildiğinde, emin olun, ciddi sakatlıklar var. Bir defa bu örnek, körlere hakaret barındırıyor. Hiçbir kör, bir filin (ya da başka bir nesnenin) sadece bir yerine el sürüp onun bütününü bu şekilde zannetmez. Hemen girişte 92 haziran 2014 Mehmet Şeker [email protected] bunu belirttiğim iyi oldu. Hakikaten rahatladım... Yıllardır kafama takılmış bir konuydu. Karada yaşayanların en iri cüsselisi olmasına rağmen bu kadar sevimli görünmesi ne ilginçtir! *** Bu sayıda Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğini işliyoruz. Yukarıdaki örneğe itirazımı samimiyetle belirttim ama göreceksiniz ki benzer bir durumla karşılaşacağız. Her kalem sahibi, kendi bakışıyla değerlendirecek. Yazıların her biri bir yönüne işaret edecek. Başka türlü de olmaz zaten... *** Sözün burasında Dr. Ömer Bolat’ın “Liderlik Gönül İşidir” adlı eserinden bir alıntı yapmak gerektiğini düşünüyorum. Şöyle yazıyor Bolat: “Nasıl bir lider profili? Başarılı, güçlü, sevilen, iyi anılan bir lider mi? Başarısız, nefret edilen, sevilmeyen, kötü anılan bir lider mi? İnsanlar güvendiği kişinin arkasından gider. Bunun için, lider; güven verici, emin, sözüne güvenilir, kitlenin içinden gelen, o kitlenin inandığı değerleri benimsemiş, o dili konuşan birisi olmalıdır. Kimileri tarih yazar, kimileri de tarih okur. Lider, tarihi yazandır. Lider, topluma gelecek umudu aşılayabilmelidir. Liderlik, bir süreçtir. Zirvede, tadında bırakmayı bilmek gerekir. Liderlik ve başarı, alın terinin, akıl terinin ve toplum rızası için çok çalışmanın eseridir. ‘İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır.’ Lider de hükmedici değil, hizmetkâr olmalıdır. ‘Liderlik Gönül İşidir.’ Gönül dolusu bir hizmet aşkıyla başkalarına faydalı olmak ve Yaratıcı’nın rızasını kazanmak için yapılan çalışmanın hayrı ve bereketi çok olur.” *** Sayılan vasıfların Erdoğan’da bulunduğunu ifade etmek için uzun söze hacet yok aslında. Kitabın kapağına, havada “V” şekliyle uçan göçmen kuşların fotoğrafı konulmuş. En uçtakinin liderliğinde ilerliyorlar, onun kanat boşluğundan arkadakiler yararlanıyor. Yorulduğu zaman ise yer değiştiriyorlar. Kısaca söylemek gerekirse, “üç dönem kuralı” demek yeter. Partinin kuruluşunda koydukları kuralı, “Hiç değilse kendisi için değiştirmesi” istendi. “Ülke çıkarının bunu gerektirdiği” gibi uyarılar yapıldı. Bugüne kadar darbe yapan askerlerin, siyasetçilere 5-10 yıl gibi sürelerle yasaklar getirdiğini gördük. Üç dönem kuralının, bir anlamda “Siyasetçilerin kendilerine siyaset yasağı getirmesi demek olduğu” söylendi. Bütün bunlara rağmen, Erdoğan, verdiği söze sadık kaldı. Kurucular için veya sadece kendisi için tüzüğe bir madde ekleyip değiştirseydi, muhalefetin eline büyük bir koz vermiş olacaktı. “Sözünü tutmayan bir lider” pozisyonu, şık durmazdı. *** Yıllar önce, okuduğu şiirden dolayı hapis cezası verilen Erdoğan, Pınarhisar Cezaevi’ne giderken Yeni Şafak’ta şöyle yazmıştım: “Aldırma Reis… Bugün seni Pınarhisar’a yolcu eden bu insanlar, günün birinde Ankara’ya başkan olarak yollayacak.” Yüce Rabbim, bu tahminimi yanlış çıkarmadı. Bütün engellemelere rağmen, takılan çelmelere rağmen, yasaklara rağmen, “Muhtar bile olamaz!” manşetlerine rağmen, Reisimiz Recep Tayyip Erdoğan’ı Ankara’ya Başbakan olarak yolcu ettik. Dikkatinizi çekerim! O günkü yazıda “Başbakan” değil, “Başkan olarak” yazmıştım. Gönlünde yatan aslanı sezmiştim. Ülke için o sistemin daha doğru olduğunu düşündüğünü fark etmiştim. O kısa yazıdaki tahminin tam anlamıyla gerçekleşmesi için, önümüzde çok az bir zaman kaldı. Görelim Mevlâ neyler… *** Çetin Altan’ın sıkça tekrarladığı bir söz vardır. Siyasetçiliğin meslek olmadığını söyler. Bu fikri desteklemek için kullandığı delil de epey sağlamdır hani. Der ki, bir bakan, bir başbakan, başka bir ülkeye gidip aynı işe talip olamaz. Ancak bir terzi, her yerde terzidir. Bir duvar ustası, bir ayakkabıcı da öyle. Genel anlamda doğru olabilir. Süleyman Demirel’in, Bülent Ecevit’in, Mesut Yılmaz’ın,Tansu Çiller’in, Bülent Ulusu’nun (Bazı gençler o da kim yahu diyebilir, desin, ziyanı yok) bir başka ülkeye gitmesini düşünemeyiz. Ancak kısa süreli ziyaret maksadıyla gidebilirler, ki görev başındayken o kadarına bile pek heves ettiklerini iddia edemeyiz. Aziz ve kıymetli arkadaşlar, bu kuralın Erdoğan için de geçerli olduğunu söyleyebilir misiniz? Türkiye dışında birkaç değil, birçok ülke- de aday olsa kazanacak potansiyele sahip bir “Başbakan”dan söz ediyoruz. Dünyada bir başka örneğine rastlamak kolay değildir. *** Önemli bir diğer husus ise, siyaset sahnesine lider olarak çıktığı günden itibaren, her seçimde oylarını artırarak yürüyen biridir Erdoğan. Zaten akıllara durgunluk veren taraf bu. Küresel çapta saldırılara rağmen her seçimde daha fazla oy almak, darbeyi tek yol haline getiriyor. Sandıkla başarılamıyorsa, sandık dışı yöntemlerle göndermeyi düşünenler, her türlü gayri meşru yolu denemekten geri durmadı, durmayacaklar da... Durmasınlar. Aralıksız çalışsınlar. Bildikleri her yönteme başvursunlar. Onlar vurdukça Erdoğan büyüyor. Onlar saldırdıkça millet kenetleniyor. “One Minute” hadisesinde “Eyvah!” diyenler, “Bunun hesabını sorarlar… Yandık, bittik, kül olduk!” diyenlerin beklentileri boşa çıkmadı. Hesabını sormak istediler, yakıp bitirmeyi, kül etmeyi çok arzuladılar… Gezi”ydi, maden kazasıydı, 1 Mayıs’tı... Her fırsatı kullanmaya çalıştılar… Sonuçta görüldüğü gibi aksi yönde tesir etti. “Çünkü…” deyip, uzun bir liste yapmak mümkün. Biz bir tek noktaya işaret etmekle yetinelim: “Çünkü halka hizmet, Hakk’a hizmettir!” *** “Bir zaman makinesi olsaydı, hangi döneme gitmek isterdin?” sorusuyla karşılaştığımda, Fatih dönemi, Yavuz dönemi, Kanuni dönemi diye sıralayabileceğim birçok muhteşem dönem aklıma gelirdi. Zira, son yüz yılda hayatımız sıkıntılarla doluydu. Büyük problemlerin biri bitiyor, diğeri başlıyordu. Başımız dertten kurtulmuyordu. Artık öyle bir cevap vermeye ihtiyaç duymuyorum. Yaşadığımız şu yılların, kutlu bir yolculuk olduğunun çok iyi farkındayım. İsterim ki bu farkı daha çok kişi hissetsin. Farkına varan daha heyecanlı, daha huzurlu, daha mutlu, daha güvenli... Aksini düşünenlerin işi zor. Yolumuz uzun ama sağlam ve emin adımlarla yürüyoruz. Allah’ın izniyle, yarının dünyasında bu ülke çok daha iyi yerlerde olacak. haziran 2014 93 DÜNYA LİDERİ : KAPAK LİDERİN DÜNYASI Bu memleket, hem Başbakan Erdoğan’a yaltaklanan şahsiyetsiz güruhtan, hem de Erdoğan’a küfretmeyi maharet sayanlardan çok çekti. Tayyip Erdoğan benim babamın oğlu değil... Birileri için mesele “Tayyip Erdoğan meselesi” olabilir, ama benim meselem “şahıs” değil, “şahsiyet”tir. Sadece tarihin tekerrür etmemesi için bir şeyler yazıyorum. Ve o yüzden şimdi biraz da yakın tarihten örnekler, anekdotlar, kişiler ve klişeler aktaracağım. Yani uzak olmayan bir tarihte olmuş bazı olaylardan hareket ederek bugünkü Türkiye’de ve dış dünyada yaşanan gelişmelere “ayna tutacağım”. Şimdi o “pazıl”ın bazı parçalarını buraya rastgele serpiştirmeye başlıyorum... 94 haziran 2014 Tayyip Erdoğan’ı Ö NCE şöyle bir geriye yaslanalım ve tüm duygularımızdan arınalım. Gözlerimizi kapatarak şu 11 buçuk yıllık iktidarda neler yapıldığına bir bakalım. Ne oldu? 1961’den beri IMF’den borç alıp “memleket yönettiğini zannedenler” vardı. 52 yıl boyunca IMF’ye borçlu olduk, borçlu kaldık. 2013’te borç sıfırlandı. Konut edindirme yardımı (KEY) adı altında çalışanlardan kesilen milyarlarca para konut yapımına gitmedi; haydi gitmedi, bari iade edilsindi, iade de edilmedi. Bu iktidar iade etti. Özel banka kurup kendi bankasını hortumlayanların devlete yüklediği 65 milyar dolar bu 11 buçuk yılda ödendi. 2002’de 13 milyon turistin geldiği Türkiye’ye bu yıl 36 milyon turist geldi. İlk kez İngiltere, Almanya ve Rusya’yı geçtik. 1939’dan sonraki en büyük küresel ekonomik kriz 70 yıl sonra, yani 2009’da yaşandı. Almanya hariç tüm Batı ülkeleri krize girdi, bazıları resmen battı. Kriz, Türkiye’nin yanından ise “rüzgâr gibi geçti”. Okullarda ders kitapları ücretsiz olarak dağıtıldı. Cumhuriyet tarihi boyunca yapılan derslik sayısından daha fazlası bu 11 buçuk yılda yapıldı. Bilgisayarın girmediği okul kalmadı. Akıllı tahtanın girdiği okul sayısı ise hızla yükseliyor. MGK’ya ilk kez sivil bir genel sekreter atandı.Darbecilerin “dayandığı” TSK İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesi kaldırıldı. Örneğin bir öğretmen, bir tapu memuru, bir adliye kâtibi, hatta bir milletvekiline başörtülü olabilme hürriyeti tanındı. Kur’an kurslarına bir ilkokul çocuğunun gidebilmesini engelleyen yasa değiştirildi. Aynı sınava giren ama soruların tamamını yapsa dahi hukuk veya tıp gibi fakültelere giremeyen İmam-Hatip ya da meslek lisesi öğrencilerinin katsayı mağduriyeti giderildi. Devletin televizyonunda Kürt diyenin içeri tıkıldığı bir ortamdan kesintisiz Kürtçe yayın yapılması noktasına gelindi. Alevilerle ilgili birtakım haklar tam sağlanamasa da Cumhuriyet tarihinde ilk kez müfredatta Alevilikle ilgili konular yer aldı. Marmaray, bölünmüş yollar, her vilayete havaalanı ve üniversite yapıldı. AB’ye vizesiz seyahat imkânını sağlayan protokol imzalandı. Fikri Akyüz [email protected] devirme aşamaları Bir şekilde hepinizin yolu hastaneye düştüğü için sağlık alanındaki icraatı yazmayı ise gereksiz buluyorum. El konulan azınlık vakıf mallarının iadesine karar verildi. Ahdamar ve Sümela gibi alanlarda kiliseler restore edildi, ibadete de açıldı. Köy mahiyetinde olan beldeler, kamusal tasarruf gayesiyle belediye olmaktan çıkarıldı. Yurtiçinde veya yurtdışında ne kadar vakıf eseri varsa büyük bir kısmı restore edildi, gerisi de restore ediliyor. Dünya liderlerinin karşısında ezik ve pısırık bir anlayıştan gururlu ve onurlu bir anlayışa geçtik. Benim meselem “şahsiyet” Evet, bu memleket, hem Başbakan Erdoğan’a yaltaklanan şahsiyetsiz güruhtan, hem de Erdoğan’a küfretmeyi maharet sayanlardan çok çekti. Tayyip Erdoğan benim babamın oğlu değil... Birileri için mesele “Tayyip Erdoğan meselesi” olabilir, ama benim meselem “şahıs” değil, “şahsiyet”tir. Sadece tarihin tekerrür etmemesi için bir şeyler yazıyorum. Ve o yüzden şimdi biraz da yakın tarihten örnekler, anekdotlar, kişiler ve klişeler aktaracağım. Yani uzak olmayan bir tarihte olmuş bazı olaylardan hareket ederek bugünkü Türkiye’de ve dış dünyada yaşanan gelişmelere “ayna tutacağım”. Şimdi o “pazıl”ın bazı parçalarını buraya rastgele serpiştirmeye başlıyorum (parçaları birleştirmeyi de artık bir zahmet siz yapınız): Yapboz aynası 1. Yavuz Sultan Selim, Mısır’da hâkimiyeti ve Abbasi Halifesi’nden hilafet makamını aldı. 2. Boğaz’daki üçüncü köprüye “Yavuz Sultan Selim” isminin verileceği açıklandı. (Bu haberi Sabiha Gökçen Havalimanı’nda uçak beklerken almıştım.) 3. Mısır’da darbe oldu, darbeciler eylemcilere katliam yaptı. 4. Mehmet Akif Ersoy, 1926’da Mustafa Kemal Paşa ile anlaşmazlığa düştü, Mısır’a gitti. 1936’da döndü, döndükten iki ay sonra öldü. Cenazesine devletten tek bir kişi katılmadı, ölümle ilgili tek bir taziye mesajı yayınlanmadı. 5. Mehmet Akif ’in öldüğü Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanı, Cezayir Sokağı’nın yakınında, Suriye Pasajı’nın berisindedir. 6. Cezayir, 1958’de bağımsızlığını ilan etti. Türkiye, BM’deki oylamada çekimser kalarak tanınmayı 3 yıl geciktirdi. İç savaş 3 yıl daha sürdü. Özrü dileyense Turgut Özal oldu. 7. Mısır’da, 2013 başında yapılan darbeye “darbe” diyenler Kenya, Tunus ve Türkiye oldu. (Tunus anlaşılabilir, Kenya ise bu konuda önemsiz.) Türkiye, 30 yıl sonraki bir hükümete “Mısır’dan özür diliyoruz” cümlesini söylettirmeyecek kadar bencil (!) davrandı. 8. Mısır ile Suriye aynı yıl, yani 1958’de tek devlet olmak üzere “Birleşik Arap Cumhuriyeti”ni kurdu. Bu birliktelik 3 yıl sürdü. (3 yıllık “beraberliğin” sona ermesini pek tabiî ki dönemin gazetelerindeki magazin sayfasında değil, dış politika sayfasında görebilirsiniz.) 9. Selanik 1912’de Yunanistan’ın eline geçti. 10. Tam 100 yıl sonra Selanik iflas etti. 11. Darbeci Cemal Gürsel, 1961’de IMF ile ilk stand-by anlaşmasını yaptı. 12. 1959’da, eski adı AET olan AB’ye ortaklık başvurusu Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu tarafından yapıldı. 13. Zorlu, IMF’yle ilk anlaşmanın yapıldığı yıl idam edildi. 14. IMF’ye olan borç Mart 2013’te sona erdirildi. 15. Meydanlarda “IMF’ye hayır!” diye bağıranların öncülük ettiği Taksim’deki eylem, IMF’ye borcun bitirilmesinden 2 ay sonra başladı. 16. 1948’de Hürriyet gazetesi, aynı yıl İsrail kuruldu. 17. 1 Şubat 1979’da Abdi İpekçi öldürüldü, aynı yıl Milliyet gazetesi Aydın Doğan’a satıldı. 18. Abdi İpekçi’nin katledildiği gün Humeyni, Paris’teki 15 yıllık sürgünden dönüp Tahran’a ayak bastı. 19. 12 Eylül 1980’de, Türkiye’de darbe oldu. Darbeden 10 gün sonra ABD’nin iteklemesiyle Irak, İran’a saldırdı. Savaş 8 yıl sürdü. 20. 10 yıl sonra Irak, bu kez Kuveyt’e saldırdı. Bundan 13 yıl sonra bu kez ABD, Irak’ı işgal etti. 21. Çağrı filmi 1976’da yapıldı. Filmi finanse eden Kaddafi, filmden 25 yıl sonra vahşice öldürüldü. 22. Filmin Suriyeli yönetmeni Mustafa Akkad, Kaddafi’nin katledilmesinden 5 yıl önce Ürdün’de öldürüldü. 23. Ürdün Kralı Abdullah’ın dedesinin dedesi Şerif Hüseyin, 1916’da İngilizlerle anlaşarak Hicaz Kralı oldu. 24. Şerif Hüseyin, daha doğrusu İngiltere, Hüseyin’in oğullarından biri olan Abdullah’ı Ürdün Kralı, diğer oğlu Faysal’ı önce Suriye Kralı, birkaç ay sonra Irak Kralı ilan etti. 25. Abdülhamit, 27 Nisan 1909’daki darbeyle devrildi, Selanik’e gönderildi. 26. 27 Eylül 1909 tarihi itibariyle, örneğin Mekke, Selanik, Batı Trakya, Musul, Kerkük, Süleymaniye, Erbil, Şam, Halep, Ürdün, Lübnan, Medine ve Trablusgarp bizimdi. 27. Bazen bir kişiyi devirmek, sadece bir kişiyi devirmek değildir… haziran 2014 95 DÜNYA LİDERİ : KAPAK LİDERİN DÜNYASI Sessiz devrim T ÜRKİYE belki de tarihinin en önemli iki seçiminin arefesinde. Bu seçimler önemli, çünkü hem halk iradesi, hem de AK Parti’nin başarısı tescil edilmiş olacak. Zira AK Parti, kurulduğu günden bu yana girdiği tüm seçimlerde büyük engellerle karşı karşıya bırakıldı. Ancak uygulanan tedrici ve kuşatıcı politikalar neticesinde tüm hamleler akamete uğratıldı. Dolayısıyla 2023 hedeflerine doğru ilerleyen Türkiye ve AK Parti için bu seçimler hem başarıların tescili, hem de “Yeni Türkiye”ye yüklenecek sembol için adeta bir dönüm noktasını ifade etmektedir. AK Parti’yi salt bir siyasî hareket olarak görmek, sathî olmanın ötesine geçemez. Zira AK Parti, kuruluşundan itibaren basit bir ifadeyle despot tek parti dönemi ile darbeler dönemi şeklinde iki tarihî merhaleden geçen süreçten sonra halkın ekseriyetinin biriken öfkesini, kinini ve özlemini temsil eden bir devrim hareketidir. Uygulanan politikalarla son 12 yılda pek çok alanda adeta “sessiz devrim(ler)” icra edildi. Ancak dünü görmeden ve etraflıca analiz edip gerçek tabloyu ortaya koymadan dünü, değişimi ve bugünle farkını anlamamız mümkün değildir. Bu vesileyle dünün Türkiye’sini hatırlamakta yarar görüyorum. “Hatırlamak” diyorum, zira bugün ülke olarak “hafıza tazeleme”ye ihtiyaç duymaktayız. Bu tazeleme hem inanç, gelenek ve kültürümüzü ifade eden medeniyet tasavvurumuzu, hem de taklitçi olmanın ötesine geçemeyen yeni bir sistem kurmak adına sahip olduğumuz değerler üzerinde yapılan tahrifatları anlama şeklinde olmalıdır. Omurgasız değerler üzerinde bir ulus inşa etmek Son üç asırda dünya önemli değişim evrelerinden geçti. Bir dönem dünyaya hükmeden imparatorluklar tarih sahnesinden bir bir silinirken, yerlerine küçük sınırlara hapsedilmiş, belli güçlerin kontrolündeki ulus devletler inşa edildi. Özellikle İslam coğrafyası ve Afrika, buralarda inşa edilen devletlerin kozmopolitan demografik bir yapıya sahip 96 haziran 2014 olması nedeniyle günümüzde de devam eden iç çatışmalara sahne olmaktadır. Bu durumu adeta fırsat gören küresel güçler, yeri geldiğinde söz konusu bu farklılıkları kendi çıkarları doğrultusunda bir kart olarak kullanmaktan çekinmediler. Kuşkusuz küresel ölçekte yaşanan bu değişim ve dönüşüm sürecinin ülkemizde de pek çok yönden yansımaları oldu. Osmanlı’nın dünya sahnesinden silinmesinin akabinde, başta ülkemiz olmak üzere tüm İslam coğrafyası üzerinde tahrifatı amaçlayan büyük zihnî, kültürel ve iktisadî operasyonlar gerçekleştirildi. İstikamet belliydi; kendimizi unutarak, hiçleştirerek ulusal kimliğimizi kazanacaktık. Üniversite gençlerine inkılap, ortaöğretimdeki çocuklara vatandaşlık bilgileri adı altında resmî ideolojinin ilkeleri anlatılacaktı. İnkılap dersinin hocası, aynı zamanda CHP Genel Sekreteri ve 7 Ağustos 1946-10 Eylül 1947 tarihleri arasında Başbakanlık yapmış biri olan Recep Peker’di. Peker, derslerinden birinde aynen şöyle söylüyordu: “Türklüğün iç yaşayışında olduğu gibi dış görünüşünde de fenalıklar birikmişti. Ulus vücudunun derisini kaplayan çeşitli hastalıklarla mücadeleye mecbur olduk. Bu hastalıklar o kadar işlemiş ki kazımakla bitmiyor. Öz değerimizle beraber dış görünüşümüzün pürüzlerini temizlemekle bitiremiyoruz.” (Recep Peker, İnkılab Dersleri, s. 11, Ulus Basımevi, Ankara, 1935.) Cahit Tuz* [email protected] in kemale erme vakti Diğer taraftan da bu düşünceleri Moiz Kohen takviye ediyordu. “Osmanlı döneminden geriye kalan kimi düşünüş biçimleri var ki onları henüz ruhlarımızdan tümüyle söküp atamadık. Köklü düzeltimler sonucu ortadan büsbütün kalkmış gözüken bu düşünüş biçimleri, kimlik değiştirerek kimilerimizin ruhlarının derinliklerinde varlığını sürdürmeyi başarmıştır. Ne yazık ki öteden beri yerleşmiş, ruhumuzun derinliğine girmiş olan düşünüş ve anlayış biçimlerini, alışkanlıkları bir çırpıda söküp atmaya olanak yoktur. İnsan zararlı olduğuna usuyla inandığı halde bu gibi eksikliklerden kendini kurtaramıyor.” (Moiz Kohen -Munis Tekinalp-, Türkleştirme, s. 19, KB. Yay. Ankara 2001.) Peker şu cümleleriyle söz konusu endişeleri gideriyordu: “Türk İnkılabı hem inkılap, hem de istiklâl yönünden geleceklere aşılanmalıdır ki Türk ulusu bundan önce düşmüş olduğu şerefsiz vaziyete bir daha düşmesin.” (Recep Peker, İnkılab Dersleri, s. 13, Ulus Basımevi Ankara, 1935.) Bize ait tarihi, kültürü ve diğer tüm değerleri öğrenmekten mahrum bırakıldık. Kurgulanmış senaryoları gerçek diye kabule zorlandık. Koca Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışındaki en büyük pay sahibi İngilizleri dost bildik. Ancak asırlarca aynı çatı altında yaşadığımız Yunan ve Ermenileri düşman görerek, “Yunanları denize döktük!” diye zaferler kazandığımızı düşünmek zorunda bırakıldık. Arapları arkamızdan hançerleyen canavarlar olarak kabul ederken, hem onların üzerinde, hem de bizim üzerimizde her türlü ameliyatı gerçekleştiren güçlerle sarmaş dolaş olduk. Oysa bugün tarihimizin en büyük projeleri olan İstanbul üçüncü havalimanı, Kanal İstanbul, üçüncü köprü ve deniz altında karayolu ulaşım projelerine karşı çıkan güçler üzerine imal-i fikir yaptığımızda, tüm bunların birer kurgu ve bilinçli bir projenin ürünü olduğu net bir şeklide ortaya çıkmaktadır. Bilinçli bir projenin ürünü olduğu aşikâr olan bu ifadelerin temsil ettiği ideoloji, bizi sahip olduğumuz tüm bu değerlerden uzaklaştırdı. Ülkemiz üzerine projeler icra etmeye çalışan sistemler, kendine uygun beyinler yetiştirmek için tüm eğitim, kültür ve iletişim kurumlarıyla birlikte var güçleriyle çalıştılar, çalışmaktadırlar. Nurettin Topçu’nun dediği gibi, “Kökü memleket dışında olan içtimaî teşekküller, bütün değer hükümlerimizi her gün içinden fethederek çürüttü”. Bu ifade, söz konusu operasyonların mahiyetini göstermesi açısından son derece önem arz etmektedir. Başkalarının dili ve ağzıyla konuşmak zorunda bırakıldık. Kendi sesimizi, soluğumuzu, kendi yerimizi ve özgüvenimizi kaybettik. Sürekli olarak karışık bir zihne sahip bırakıldık. Başkalarına ait hayatları yaşadık. Bunun neticesinde anlamaya, araştırmaya, derin analizlerle sonuçlar çıkarmaya mecali kalmamış taklitçi, boş benliklere sahip nesiller ortaya çıktı. Oysa kendi adına, kendinden olanla kahraman olanlar, başkaları adına ve kendisinin olmayanla kahramanlık yapanlarla bir olurlar mı? İşte bu tıkanma ve bu körelme noktasında değer değil, olsa olsa öfke, kavga, çatışma üretilebilirdi. Söz konusu bu halet-i ruhiyenin kimlere hizmet ettiği veya etmediğini hem yakın tarihimizde, hem de özellikle son bir yıldır ülkemizde cereyan eden olaylarda gördük. Türkiye hafızasını tazeliyor Türkiye, AK Parti hükümetlerince gerçekleştirdikleriyle adım adım “hafıza tazeleme” sürecini icra ediyor. Bu dönemde öncelikle ekonomiye önem verilmek suretiyle halkın nefes alması sağlandı. Daha sonraki süreçlerde, ülkemizde adeta kronikleşmiş sorunlar tedrici ve kuşatıcı bir politika anlayışıyla teker teker çözüme kavuşturuldu ki kavuşturulmaya da devam edilmektedir. Başta siyasî istikrarın sağlanması, başta iktisadî, içtimaî ve eğitim alanları olmak üzere tüm alanlarda devrim niteliğinde cesur adımlar atıldı. Ciddi bir çalışma ve emeğin ürünü olan bu politikalar, girdiği tüm seçimlerden zafer kazanma suretiyle halktan gereken karşılığı aldı. Eğer dün yasak olan başörtüsü bugün serbestse, dün inkâr edilen Kürt dili bugün üniversitelerde yüksek lisans düzeyinde okutuluyorsa, 40 binden fazla evladımızı kaybetmemize neden olan terör belasının bitirilmesi anlamına gelen “Çözüm Süreci”nden söz ediyorsak, askerî vesayetin bittiğine müşa- hede ediyorsak ve daha sayabileceğimiz pek çok sorunun çözümünden bahsediyorsak, ülkemizde devrimler olmuş demektir. Dolayısıyla tüm bunları gerçekleştiren hareket, bir devrim hareketidir. Ancak bu devrim darbelere ve statükoya karşı bir tepki olarak halkın desteğiyle, meşru yollarla gerçekleştirilmiş bir devrimdir. Kuşkusuz yapılanlar iç politikalarla sınırlı değil. AK Parti hükümetleri iç politikada gösterdiği başarıları dış politikada da gösterdi. Küresel düzeyde varlığını gittikçe hissettiren bir ülke haline geldik. Türkiye, değişen dünya siyasetine paralel olarak güç kapasitesini genişleterek güçlendirdi. Özellikle Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra küresel siyasette en önemli güç argümanı haline gelen “yumuşak güç” kavramı, Türkiye’nin dış siyasetinde önemli ölçüde yer aldı. Bu çerçevede kurulan Yurtdışı Türkler ve Akraba Toplulukları Başkanlığı, Yunus Emre Enstitüsü, AFAD gibi kurumlar son derece önemli görevler ifa etmektedirler. Ancak 1990’ların başında kurulan ve bir türlü kuruluş amacına göre proje icra edemeyen TİKA, AK Parti dönemlerinde dünyanın dört bir köşesinde gerçekleştirdikleriyle söz konusu politika anlayışının adeta lokomotifi haline geldi. Artık herhangi bir Türk vatandaşı, dünyanın herhangi bir yerinde daha gür bir sesle Türkiyeli olduğunu söyleyebilmektedir. Tüm bunlar, hafızanın yenilenmesi ve kendine ait medeniyet tasavvuruna bağlı kalarak politikalar üreten anlayışın birer ürünüdür. İşte tüm bunların devamı ve devrimin kemali için önümüzdeki iki seçim önemlidir. Ancak en önemlisi de bu hareketin sembolü olan ismin devletin en yüce makamına oturmasıdır. Elbette Sayın Gül’ün Çankaya’da olması önemli ve devrim hareketinin en değerli sacayaklarındandır. Ancak devrimin kemali, devrim hareketinin zirvedeki isminin zirveye oturmasıyla mümkün olabilir. Zira o semboldür. Dolayısıyla sessiz devrimin kemali, sembolün zirvede olmasını gerektirir. Kendi kendini engellemeyen, ağırlaştırmayan bir Türkiye düşünün... Kalbi teklemeyen, nefesi tıkanmayan, aklı durmayan bir Türkiye... *SDE Ortadoğu Uzmanı haziran 2014 97 DÜNYA LİDERİ : KAPAK LİDERİN DÜNYASI Liderliğin felsefesinde iki ana unsur göze çarpar: “Zaman-mekân ilişkisi”. Bu ilişki, kişinin neyin, nerenin ve hangi zamanın lideri olduğunu belirler. Bu liderlik, topraklara hükmeden bir mekân liderliğini kapsayabileceği gibi, hükmettiği mekândan öte, yaşadığı çağa nüfuz eden ve gelecekte yankısı süren bir “fetihsiz lider” karizması da olabilir. Fetihsiz “L İDERLİK nedir?” diye tanımlamadan “Erdoğan bir dünya lideri midir?” sorusunu sormak abesle iştigaldir. O zaman sorarak başlayalım: Lider nedir, kime lider denir? Benim kitabımda lider, öncelikle “stratejik bir zekâ”dır. Bu öyle bir zekâdır ki, elindeki kısıtlı imkânları en yüksek kabiliyette kullanarak yeni bir paradigma oluşturur. Düşünce ve fikirlerine katılmasanız da muhatap almak zorunda kalırsınız. >> Gündemi belirler ve bu, kendisinden sonra da hüküm sürer. Hükmü baki olması da “moral, motivasyon, inisiyatif ve zamanlama” gibi özellikleri uhdesinde taşımaktan kaynaklanır. Bu kabiliyeti -zaten var olan karizmasıylatakım kurma konusunda da gösterir. Oturuşundan duruşuna, hitap gücünden dinleyişine, emretme yetkisinden kitleleri harekete geçirmeye kadar tek bir işareti yeterlidir. Düşmanını seçerken dahi inisiyatif sahibi olup, posta koyarkenki sesi dünyanın öbür tarafından hissedilir. “Liderlik doğuştan mıdır, sonradan mı edinilir, yoksa her ikisini birden mi bünyesinde taşır?” tarzındaki sorular tartışılabilir. Ama üç aşamalı gelişir: “Yerel, coğrafik ve son aşama olarak evrensellik”. Yerel olan millidir, güne tâbidir ve en fazla üç kuşak yaşar. Coğrafik olan daha çok bölgesel bir güce haizdir ve yüz, bilemediniz iki yüzyıl kadar ömür sürer. Evrensel olan ise tarihîdir. Evrensellik hem retrospektif 98 haziran 2014 Murat İlkter [email protected] “Lider” (geçmişe dönük), hem introspektif (içe dönük), hem de prospektif (geleceğe dönük) zamanları kapsar, ki tüm kıyaslar da bunun üstünden yapılır. Günümüzde yöneticilik vasfına sahip olan kişiler “küçük yaratıcılar” gibi algılandığından, bu tiplerin liderlik vasıfları içine sokulmaya çalışılması hatadır. Liderin ille liyakat sahibi olması gerekmez; onu ehliyet ve liyakat sahibi yapan, bizatihi toplumun veya o hareketin kendisidir. Bir kişinin lider olup olmadığını anlamak için sorulacak soru basittir aslında: Neyin liderliği? “Politikanın mı, kültürün mü, dinin mi, toplumun mu?” Düşünce, fikir ve estetik sahadaki liderliklere bu konunun dışında olduklarından girmeyeceğiz. Ama şu kadarını söylemek gerek: Tüm liderlerin tezkiresinde, yukarıda saydığımız cihetlerin mutlaka hepsi söz konusudur. Dinî liderlikler, vahiy ile muhatap kılındığında tüm insanlığı hedefler ve evrenseldir. O yüzden tüm semavî dinler “son din” olmakla mükelleftir. Risalet, Yaratan’ın uhdesindedir. Bunun yeryüzündeki halifesi İslam’da İmam, Hıristiyanlıkta Mesih, Musevilik de ise Mehdi’dir. Eğer fikir, düşünce veya felsefe mistisizmle süslenmiş ise coğrafîdir ki Hinduizm, Budizm ve Konfüçyanizm buna güzel örneklerdir. Liderliğin felsefesinde iki ana unsur göze çarpar: “Zaman-mekân ilişkisi”. Bu ilişki, kişinin neyin, nerenin ve hangi zamanın lideri olduğunu belirler. Bu liderlik, topraklara hükmeden bir mekân liderliğini kapsayabileceği gibi, hükmettiği mekândan öte, yaşadığı çağa nüfuz eden ve gelecekte yankısı süren bir “fetihsiz lider” karizması da olabilir. Zaman izafidir; fikrin veya hareketin ömrü lideri yaşatır veya mevta eder. Buradan bakıldığında Erdoğan, “zamanının” lideridir. Onu zamanın ötesine taşıyacak olansa, -ömrü vefa ederseoluşturacağı yeni paradigmadır. Bu yüzden şu soruya cevap bulmak elzemdir: “2023 vizyonu diyoruz ya, nedir bu ‘2023 vizyonu’ ve hayatımızda neleri değiştirecek? Sadece hayatımızı vakfettiğimiz Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet yapısının değişmesi değildir herhalde gayesi?” Bana göre Erdoğan’ın liderlik imtihanı, Türk devlet sistemi içinde sivilleşmenin önderi olmasında ve bunu bir toplumsal sözleşme (anayasa) ile taçlandırmasıdır. Bu, onu barışı tesis eden bir millet varlığına götürüp, devleti de sivilleştiren bir bölge lideri haline getirecektir. Devletten imparatorluğa geçişte Fatih hukukî bir girizgâh, Kanunî ise uçsuz bucaksız bir imparatorlukta sistemleştiricidir. Hâkimiyeti altına aldığı devletler bir yana, Fransa gibi bir ülkeye hamilik (mandataire) yapmıştır. Erdoğan bunun adımlarını atmak için uğraşıyor, evet, ama yalnızlaşma riski artıyor; çünkü mevcut parlementer sistem kendini aşan Erdoğan’a eşlik edemiyor. Bu noktada Erdoğan için “Erdoğan’ı Kosova’da, Bosna’da, Gazze’de görüyorsak O bir “Dünya Lideri”dir! yargısının “parlementer sisteme hiciv” refleksini aşması gerekiyor: yani söylemek istediğim Erdoğan’ın liderliğini yaptığı ve koşturduğu dünya var ama acaba toplum bu dünyada mı yaşıyor; toplum olarak Erdoğan’ın aklını okuya biliyor muyuz? Eğer okuyamıyorsak, o zaman “toplum-lider” bütünleşmesinde eksik kalan Erdoğan değil, bizleriz! Büyük İskender, küçücük bir Make- DEVLETTEN İMPARATORLUĞA GEÇİŞTE FATİH HUKUKÎ BİR GİRİZGÂH, KANUNÎ İSE UÇSUZ BUCAKSIZ BİR İMPARATORLUKTA SİSTEMLEŞTİRİCİDİR. HÂKİMİYETİ ALTINA ALDIĞI DEVLETLER BİR YANA, FRANSA GİBİ BİR ÜLKEYE HAMİLİK (MANDATAİRE) YAPMIŞTIR. ERDOĞAN BUNUN ADIMLARINI ATMAK İÇİN UĞRAŞIYOR, EVET, AMA YALNIZLAŞMA RİSKİ ARTIYOR; ÇÜNKÜ MEVCUT PARLEMENTER SİSTEM KENDİNİ AŞAN ERDOĞAN’A EŞLİK EDEMİYOR. BU NOKTADA ERDOĞAN İÇİN “ERDOĞAN’I KOSOVA’DA, BOSNA’DA, GAZZE’DE GÖRÜYORSAK O BİR “DÜNYA LİDERİ”DİR! YARGISININ “PARLEMENTER SİSTEME HİCİV” REFLEKSİNİ AŞMASI GEREKİYOR: YANİ SÖYLEMEK İSTEDİĞİM ERDOĞAN’IN LİDERLİĞİNİ YAPTIĞI VE KOŞTURDUĞU DÜNYA VAR AMA ACABA TOPLUM BU DÜNYADA MI YAŞIYOR; TOPLUM OLARAK ERDOĞAN’IN AKLINI OKUYA BİLİYOR MUYUZ? don toplumunu alıp dünyanın gıpta ile izlediği bir millete dönüştürerek Güney Avrupa’dan Hindistan’a taşımıştır. Bugün dünyada “Aleksander” isminde 11 şehir varsa bu, İskender’in hırsı, azmi ve ideallerini gerçekleştirmesinden. Ancak İskender öldükten sonra onun liderliğini yaşatan önce bir Makedon sonra bir dünya hafızası var. Ortadoğu’da bazı çocuklara “Tayyip” isminin verilmesi bir hafıza oluşturmak noktasında onur kaynağı olabilir. Ancak onurun taşıyıcısı olmak noktasında toplum ile liderin dünyasının aynılığı şart. Bu sağlanamazsa eğer Erdoğan’ın liderliğini yaptığı dünya bir tek o dünyanın farkında olanların ve o dünyada yaşayanların hafızası kadar yaşayacaktır. Oysa Erdoğan’ın kendisinden önce toplumun yaşamasını istediği dünya ve onun hafızası “dünya lideri”nin vasıflarını taşımaktadır. Bize düşen basit bir soruya cevap vermektir: “Biz hangi dünyada yaşıyoruz?!” haziran 2014 99 DÜNYA LİDERİ : KAPAK LİDERİN DÜNYASI Artık vakti gelmişti. Davos’ta “One minute!” diyerek sadece diplomatik kaidelere değil, mazlumların ayağındaki prangalara da indiriyordu balyozu. Mazlum coğrafyalarda şimşekler yalaplıyordu o gün adeta. Karlofça’yla başlayan makus talihe “Yeter artık!” demesi sadece Anadolu topraklarına değil, Kara Afrika’dan tutun da dünyanın diğer ucuna kadar tüm mazlum milletlere umut oluyordu. Fas’tan, Tunus’tan Endonezya’ya kadar sokaklara döküyordu insanları. Umudun, bu topraklardaki Uzun Adam’ın veya Uzun Adamların omuzlarında yükseleceğini idrak eden Keşmir Cumhurbaşkanı ne diyecekti sonraki zamanlarda? “Siz birbirinizle kavga edebilirsiniz. Bilin ki biz o zaman sürünüyoruz. Siz sürünüyorsanız, bilin ki biz ölüyoruz…” 100 haziran 2014 Noksan olan, Y IL 1999... günlerden 18 Nisan… Türkiye’de genel seçimler yapılıyor. Oyumu kullandıktan sonra valizimi toplayıp bir iş seyahati için kafileyle birlikte Esenboğa’dan uçağa biniyorum. İlk kez ayak basacağım Alman topraklarına. Uçak Frankfurt’a iniyor. Koltuğumdan kalkıp çıkış için kapıya yöneliyorum. Fakat bir sıkışıklık var, koridordaki yolcular bir türlü ilerlemiyor. Sesleniyorum ön tarafa: “Hayrola, neden ilerlemiyorsunuz?” Yolculardan biri cevap veriyor: “Kapıda polis var!” >> Meğer yolcuların inmesine fırsat vermeden uçağın kapısına bir polis dikilmiş. Görevli polis, küstah tavırlarla yolcuları teker teker sorguladıktan sonra inmelerine müsaade ediyor. Nasıl olsa gümrük girişinde sorgulanacak olan yolcuların neden uçak içinde sorgulandıkları sorusuna kısa sürede cevap buluyorum. Öğreniyorum ki Afrika’dan, Asya’dan ve Latin Amerika’dan gelen yolculara bile uygulanmayan bu onur kırıcı davranış sadece Türkiye’den gelen yolculara uygulanıyormuş. Yani maksat, Alman sınır kapılarının güvenliğinden öte Türklerin aşağılanması. Alman polisi için o Türk’ün statüsünün ne olduğunun, ne kadar varlıklı, ne kadar çağdaş olduğunun, ne kadar bira içtiğinin ve hatta ne kadar nesebi geniş bir züppe olduğunun hiçbir önemi yoktu. Ha takkeli ve sakallı bir Türk, ha kolu dövmeli ve kulağı küpeli bir Türk, hiç farketmiyordu onların gözünde. Belki “İşgalci Türkiye Kıbrıs’tan defol!” sloganı atan birisiniz, bel ki de “Zulüm 1453’te başladı” diye yaltaklanan bir soysuz... Umurunda mı Alman’ın? Pasaportunuzdaki “Ay-Yıldız” belirliyor göreceğiniz muameleyi. Ertesi gün bir caddede yürüyoruz. Saçı sakalı birbirine karışmış, üstü başı yırtık yaşlı bir Alman berduş… Bir elinde şarap şişesi, diğer elinde de içinde bozuk paralar bulunan bir kupa… Uzatıyor kupayı, “Bitte, bitte” diyerek dileniyor. Düşüncelere dalıyorum bir an, sonra arkadaşlara dönüp şöyle diyorum: “Sizin vereceğiniz 1 marka muhtaç olan şu ayyaşın pasaportu bile topunuzun servetine bedel!” Gülüşüyoruz… Muhteşem Tıraş [email protected] Yahya Efendi Mohaç’tan beter değildi ya! Aynı gün Türkiye’de netleşen seçim sonuçlarını öğreniyoruz. “Acaba millî unsurlardan oluşacak bir koalisyon umudumuz olabilecek mi, kişilikli bir devletin aşağılanmayan fertleri olabilecek miyiz?” diye umut ederken derin facialara yol açacak kukla bir hükümetin teşekkül etmesiyle umutlarımız yine suya düşüyor. Bir zaman sonra malûm, 2002 seçimleri gelip çatıyor. Sinmişiz, çok umutlu değiliz ama kızgınız. Öfkeyle basıyoruz mührü AK Parti logosunun altına. Abdullah Gül’le başlıyor yolculuk ve sonrasında Erdoğan’lı günler… Erdoğan, tabiri caizse paçalarından karizma akan ideal bir lider. Zeki, cesur, çalışkan… Ancak bu topraklar nice karizmatik, nice cesur liderler görmemiş miydi? Şöyle düşünüyorum: “ABD icazet vermese Siirt seçimleri iptal edilip sonrasında Erdoğan’ın yasakları kaldırılmazdı. Erdoğan ne kadar vasıflı, ne kadar iyi niyetli olursa olsun, ABD’ye rağmen, ABD’nin uzantısı olan eli sopalı robotlara rağmen elinden gelir ki?” Kanunî Sultan Süleyman tarafından iki saat içinde Mohaç’ta devletleri haritadan silinen Macarların, başlarına kötü bir şey geldiğinde “Mohaç’tan da kötü değil ya...” diyerek avundukları sözler geliyor aklıma. 28 Şubat’la başlayıp 2001 kriziyle iflas eden Ecevit dönemi de bu ülke için Mohaç faciası değil miydi bir bakıma? Sürekli iradesinin ırzına geçilmiş bezgin bir milletin ferdi olarak ben de Erdoğan’la varacağımız son nokta hakkında “Ecevit döneminden de kötü olamaz ya…” diyerek teselli buluyorum doğrusu. Sonunu düşünen kahraman olamaz Erdoğan zaman zaman hata yapmıyor muydu? Yapıyordu elbette. Lakin TSK içerisindeki cunta yapılanmasına karşı dik duruşuyla, zekâsı, manevra kabiliyeti, kararlı, çalışkan ve üretken kişiliğiyle temayüz etmesi, zamanla umutları yeşertmeye ve insanımızın unuttuğu özgüvenle yeniden tanışmasına vesile oluyordu. Bu meyanda İstanbul Dükâlığı’nın da desteğinde apoletli tehditler, imâlı veya alenî biçimde gırla gitmekteydi. Hep şunu söylüyordum, hatta bir kez biraz yumuşatarak ve müstear bir isimle yazmıştım da: “Ben Başbakan olsam, tehditler son raddeye gelmiş ve geri dönüşü de yoksa, Erbakan’ın düştüğü duruma düşmektense MGK toplantısında bu cuntacıların rütbelerini söküp medya önünde kelepçeletirim. Yok bunu başaramayacaksam da oracıkta hepsini kurşuna dizer, kendimi milletim için feda ederim.” Çok çılgınca, çok fevrî bir düşünceydi bu. Ancak geleceğini düşünen kahraman olamazdı. Kahramanların da hep çılgın bir tarafı yok muydu zaten? Hamdolsun ki Tayyip Erdoğan, kimseleri vurmak (!) zorunda kalmadan, zihnindeki stratejiyi mangal gibi yüreğiyle uygulamaya koyuyordu. Kelle koltukta, pabuç bırakmıyordu oligarşik düzenin nâmağlûp mümessillerine. Artık vakti gelmişti. Davos’ta “One minute!” diyerek sadece diplomatik kaidelere değil, mazlumların ayağındaki prangalara da indiriyordu balyozu. Mazlum coğrafyalarda şimşekler yalaplıyordu o gün adeta. Karlofça’yla başlayan makus talihe “Yeter artık!” demesi sadece Anadolu topraklarına değil, Kara Afrika’dan tutun da dünyanın diğer ucuna kadar tüm mazlum milletlere umut oluyordu. Fas’tan, Tunus’tan Endonezya’ya kadar sokaklara döküyordu insanları. Umudun, bu topraklardaki Uzun Adam’ın veya Uzun Adamların omuzlarında yükseleceğini idrak eden Keşmir Cumhurbaşkanı ne diyecekti sonraki zamanlarda? “Siz birbirinizle kavga edebilirsiniz. Bilin ki biz o zaman sürünüyoruz. Siz sürünüyorsanız, bilin ki biz ölüyoruz…” Dünya lideri İşte bu yüzden, umudun devamı için, Uzun Adamlık Tayyip Erdoğan’ın şahsıyla sınırlı kalmamalı ve kurumsallaştırılmalıdır. Çünkü Uzun Adam, sadece kendi ülkesine değil, çoktan dünyaya mâl olmuş bir liderdir. Sözü, Gezi süreci, 17 Aralık ve 30 Mart seçimlerine getirip Erdoğan’ın dirayeti ve stratejik zekâsının analizine girmeden devam edelim... Tarih çöplüğü, sahip olduğu tüm meziyetleri nefsinin zindanlarında heba eden nice liderlerle doludur. Mesela Sovyet lideri Kruşçev, bir emir verdikten sonra keyifle kanepeye uzanır, sonra da emrinin yerine getirilmesi için Moskova bürokrasisinin nasıl bir telaş ve koşuşturmaca içine girdiğini düşünerek nefsini tatmin edermiş. Buna benzer daha birçok lider sayabiliriz. Erdoğan ne Kruşçev, ne de diğer liderler gibi nefsinin esiri olmuş bir liderdir. Bilakis, ait olduğu inancın emrettiği ölçüde nefsini ıslah etmiş, gecesini gündüzüne katarak ömrünü milletine vakfetmiş bir adamdır. Onun adını daha şimdiden “dünya lideri” olarak tarihe yazdıran en önemli özeliklerinden biri de budur. Noksanlığa gelince Yanı başında yeteri kadar nitelikli kadrolar bulundurmadığına, nitelikli kadrolarınsa aynı zamanda liderine karşı cesur olması gerekliliği hususuna özen göstermediğine kaniyim. Yaptığı ve yapabileceği hataları yüzüne karşı söyleme cesaretine sahip kimselerin olmaması önemli bir sorundur. Her yaptığına “Doğru!” diyen kadrolar, insana aşırı özgüven aşılar ve hata yaptırırlar. Bir liderin kendisine en az güvendiği an, toplumun ona en çok güvendiği an olmalıdır. Dolayısıyla cesur liderlerin cesur danışmanları olmalıdır, tıpkı Sultan Süleyman’ın Yahya Efendi’si gibi… haziran 2014 101 DÜNYA LİDERİ : KAPAK LİDERİN DÜNYASI Biz biliyorduk ki onun hayalini kurduğu devlet, başbakanı olduğu devlet değildi. O, bir Osmanlı torunu olduğunun ve devletin de Osmanlılaşmak zorunda bulunduğunun farkındaydı. Bu coğrafyada asırlarca yaşamanın tek yolu, süper güç veya cihangir bir devlet olmaktan geçiyordu. Erdoğan, bu gerçeğin farkında bir lider olarak, teslim aldığı devletin yüz yıl önce önüne çekilmiş bütün duvarları yıkması, yeniden asırlarca çatısı altında koruduğu milletlerle kucaklaşması gerektiğini çok iyi biliyordu. *** Milletin tarihteki büyüklüğünü yeniden tarih sahnesine çıkarmasının kendisine verilmiş bir vazife olduğunun şuurunda davranarak, gerçek kimliğiyle tamamen ortaya çıkmanın zamanının geldiğini gördü Erdoğan. İktidarının ilk yıllarında, etrafındaki eski devletin güç sahiplerine karşı kullanmak zorunda kaldığı üslubu tamamen terk ederek gönül dünyasıyla zihin dünyasını birleştiren Erdoğan, tarihe bir dünya lideri olarak geçecektir. 102 haziran 2014 Anadolu’ya sığmayan lider! B İZİM çocukluğumuz ve ilk gençlik yıllarımız, devlet olup olmadığı meçhul ama görünüşte devlet gibi davranmaya çalışan, daima bir büyük devletin himayesine muhtaç bir Türkiye’de geçti. Eğitim hayatımız boyunca Osmanlı Cihan Devleti’nin büyüklüğünü ve yaptıklarını öğrendikçe mensubu olduğumuz devletin küçüklüğünden, çapsızlığından ve dünyaya kapalılığından neredeyse nefret eder hale geldik. Bizi yöneten idarecilerin görünüşte ve söylemde Müslüman, işte, fikirde ve inançta ise gayrimüslim gibi olmaları da mensubu aynı devletten soğumamız için yeterli bir sebepti. O, Türk tarihindeki büyük liderlerle aynı sayfalarla yazılmayı hak etme yolunda hızla ilerliyor. Osmanlı coğrafyasını yeniden aynı çatı altında fiilen birleştirmesi elbette zor olacaktır, ama liderlik, zoru başarmayı gerektirir. Devletimizin hudutları tabiî genişliğine dönmeye mecburdur. Aksi takdirde, bu coğrafyada hiçbir kavmin mutlu olması mümkün değildir. Bu genişliği ümmete getirecek lider de Erdoğan’dır. Ekrem Kaftan [email protected] >> Lise yıllarında ilk defa Turgut Özal, bu kötü intibaları yıkmaya çalışan lider tipiyle bizi sevindirmişti. Ancak 1920’lerde kurulan yapının sağlamlığı ve bu yapıdan beslenen kadroların direnişi, Özal’ın hayallerini hayata geçirmesine asla izin vermedi. Irak’ın Kuveyt’i işgalinin ardından ilk defa Musul ve Kerkük’e girip bir daha oradan çıkmama ihtimali belirdiği zaman, içten içe bunun gerçekleşmesi ve sınırlarımızın genişlemesi için nasıl ümitlendiğimizi anlatamam. Özal şaibeli bir şekilde ölünce, Türkiye yeniden ve hızla eski kabuğuna çekildi. Demirel, Çiller, Baykal, Erdal İnönü, Ecevit ve Mesut Yılmaz gibi çapları kendi vücut çevrelerinden ibaret olan adamların elinde kalan Türkiye ekonomik, sosyal ve siyasî açıdan o kadar küçüldü ki bu ülkeyi terk etmek isteğimizi dahi ızhar etmekten çekinmez olduk. “Güneşin doğumuna en yakın zaman, karanlığın en koyu zamanıdır” derler ya, işte böyle bir zamanda, rahmetli Erbakan’ın Çiller’le kurduğu koalisyon hükümetinin çaktığı kıvılcımla ülke kabuğunu kırma alametleri gösterince, bu kez de 28 Şubat duvarına tosladık. Bu toslama uzun vadede hayırlı oldu. Zulm ile âbâd olunmaz idi… İlk defa 1989 yılında Beyoğlu Belediye Başkanlığı’na adaylığıyla adını duyduğumuz ve gıyabında bir de haberini yaptığımız Recep Tayyip Erdoğan, 28 Şubatçıların, kendisini küçük bir bahaneyle hapse tıkmasını çok iyi değerlendirmişti. Elbette 28 Şubatçılar ve derin yapı, onun belediye başkanlığındaki başarısını ve ardında yatan gerçek sebebi çok iyi görmüşler, önünü keserek başlarına bela olmasını engellemek istemişlerdi. “Her şerde bir hayır vardır” dedikleri gerçek, bir daha tezahür etti. Pınarhisar Cezaevi’nde Hazreti Yusuf misali kendini bu millete hizmet için yetiştirerek tekrar sahneye çıktığı zaman, önünü kesmek için hapse tıkanları korku çoktan sarmıştı. Onların gelecekle ilgili tahminleri belki de ilk defa tutuyordu. Erdoğan hapisten çıktıktan sonra, kurduğu siyasî partinin başına geçerek milletin geleceğine istikamet çizme hususundaki iradesini göstermişti. Muhtar bile olamayacak derecede her tür- lü haktan mahrum edilmişti, ancak herkesin bir hesabı olduğu gibi Allah’ın da bir hesabı vardı. Zira küfür payidar olur fakat zulüm asla payidar olamazdı. Milletin çektiği zulüm aslıyla 1909 yılında başlamış ve yüzüncü yılına yaklaşmıştı. Hiçbir zulüm bir asır devam edemezdi, devam etmesi ilahî takdire aykırıydı. Allah kendi hükmünü icra edecekti elbette ve bu hükmün icrası tabiî ki kulları eliyle olacaktı. Reçete Recep Tayyip Erdoğan 2001 yılında AK Parti’yi kurdu ve 2002 yılının Kasım ayında yapılan genel seçimlerde yüzde 34 oy alarak iktidara geldi. Aslında yüzde 34, halkın Erdoğan’ın yoklaması demekti. “Sana güvenebilir miyiz?” demek istiyordu halk. Siyasî yasaklı olan Erdoğan, en yakınındaki arkadaşını başbakan olarak kabul ettirerek Türkiye’nin kaderine el koyma sürecini başlattı. Onun siyasî yasaklarından kurtulmasına vesile olan Deniz Baykal da bilmeden bu millete büyük bir hizmet etmiş oluyordu. 2003 yılının Mart ayında Siirt’ten milletvekili seçilerek Başbakanlık koltuğuna oturan Erdoğan, Türkiye’nin en az bir asır devam edecek sürecine istikamet çizmeye başlamıştı. Belediye Başkanlığı döneminde bir muhabir olarak hasbel kader yakından tanıma, sohbet etme, yemek yeme ve hatta namaz kılma imkânı bulduğumuz Erdoğan’ı az çok tanımış olmanın verdiği güven ve rahatlıkla Türkiye’nin zulüm devrinin bitme sürecine girdiğini iddia etmeye başladık. Zulüm devrinin bitmesi çok zordu, çünkü 1920’lı yıllarda yeni devleti kuranların hegemonyası o kadar güçlüydü ki bunu yıkacak ve yeni bir devlet inşa edecek iradeye sahip olmak yetmiyordu. Kadrolar da yetersiz ve birikimsizdi. Erdoğan, Osmanlı Devleti’nin beylikten devlete geçiş sürecine benzer bir sabırla, devlet içinde çöreklenmiş her türlü kutsaldan uzak yapıyı adım adım tasfiye etmeye çalıştı. “Bu dava hor…” Biz biliyorduk ki onun hayalini kurduğu devlet, başbakanı olduğu devlet değildi. O, bir Osmanlı torunu olduğunun ve devletin de Osmanlılaşmak zorunda bulunduğu- haziran 2014 103 DÜNYA LİDERİ : KAPAK LİDERİN DÜNYASI 104 haziran 2014 nun farkındaydı. Bu coğrafyada asırlarca yaşamanın tek yolu süper güç veya cihangir bir devlet olmaktan geçiyordu. Erdoğan, bu gerçeğin farkında bir lider olarak, teslim aldığı devletin yüz yıl önce önüne çekilmiş bütün duvarları yıkması, yeniden asırlarca çatısı altında koruduğu milletlerle kucaklaşması gerektiğini çok iyi biliyordu. Yaklaşık bir asırdır milletin zihnine örülen ağların yıkılması da elbette kolay değildi. Yalnız millet, Osmanlı olduğunu unutmamış, eski devletinin gücünün nerelere kadar uzandığını hatırladıkça mevcut halden duyduğu rahatsızlığı da her fırsatta göstermişti. Bu manzara Recep Tayyip Erdoğan’a cesaret vermiş olmalı ki iktidar yılları uzadıkça kullandığı kelimeler arasında “Osmanlı” ifadesine daha sık rastlanır oldu. Osmanlı’nın terk etmeye mecbur kaldığı Balkanlar ve Ortadoğu İslam coğrafyasında Osmanlı sevgisinin hâlâ yaşıyor olduğunu görmesi de yeniden cihangir devlet olma hayallerine güç vermiş olmalıydı. Türkiye Cumhuriyeti, sanki tek milletli bir devletmiş gibi üniter yapıda kurulmuştu; ama bu yapı, devletin varlığını tehdit eder hale gelmişti. O halde Osmanlı’yı asırlarca yaşatan sırların yeniden hayata geçirilmesi, millet kavramının manasının genişletilmesi, milletin “ümmet” olarak anlaşılmasının sağlanması gerekiyordu. Ümmet çatısı altında her kavimden insan vardı ve Osmanlı, bu kavimleri yüzyıllar boyunca aynı devlet çatısı altında tutmayı başarmıştı. Milletlerin karakterleri bugünden yarına değişen bir hale sahip değildir. O halde daha bir asır öncesine kadar aynı devlet çatısı altında yaşayanlar neden tekrar birleşemesinlerdi ki?.. Erdoğan’ın zihin dünyası Osmanlı, çevresi ise Türkiye Cumhuriyeti’dir. O halde Türkiye Cumhuriyeti’ni dönüştürmesi gerekiyordu ve bunu başaramazsa bu ülkenin de bir varlık problemi olacaktı. Milletin zihin dünyası Osmanlı olduğu için, bu hususta milleti arkasına alması hiç de zor olmadı. Siyasetin miting meydanlarında Osmanlı coğrafyasının adını andıkça milyonlar yerinde duramıyor, dalga dalga destek sloganlarıyla alanlar inliyordu. Devlet denen üst aklın dar zihin dünyasını yıkıp milletin zihin dünyasını devletin zihin dünyası haline getirme projesi adım adım İLK DEFA 1989 YILINDA BEYOĞLU BELEDİYE BAŞKANLIĞI’NA ADAYLIĞIYLA ADINI DUYDUĞUMUZ VE GIYABINDA BİR DE HABERİNİ YAPTIĞIMIZ RECEP TAYYİP ERDOĞAN, 28 ŞUBATÇILARIN, KENDİSİNİ KÜÇÜK BİR BAHANEYLE HAPSE TIKMASINI ÇOK İYİ DEĞERLENDİRMİŞTİ. ELBETTE 28 ŞUBATÇILAR VE DERİN YAPI, ONUN BELEDİYE BAŞKANLIĞINDAKİ BAŞARISINI VE ARDINDA YATAN GERÇEK SEBEBİ ÇOK İYİ GÖRMÜŞLER, ÖNÜNÜ KESEREK BAŞLARINA BELA OLMASINI ENGELLEMEK İSTEMİŞLERDİ. Millete milletçe hitap etmek Erdoğan’ı, önce Gezi olayları, sonra da en yakınında bulunanların ihanetiyle engellemeyi bile denediler. Şükür ki millet bu ihaneti çabuk gördü ve liderine sahip çıktı. Zira millet yakın tarihinde görmüştü ki sahip çıkamadığı liderler kısa zamanda milletin ve tarihinin düşmanları eliyle ortadan kaldırılmışlardı. Milletin bu gerçeği görmesi, “Dik dur, eğilme! Bu millet seninle” sloganını ortaya çıkardı. Millet kendini, dinini, tarihini, büyüklüğünü ve cihan hâkimiyetini lider Erdoğan şahsında görüyordu. 1909 ile 2007 arasında 98 yıllık bir zaman dilimi vardı ve zulüm devrinin başlamasının üstünden tam 98 yıl geçmişti. Artık bu devrin bitmesi Allah’ın takdiri olduğu için, Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı’na seçilmesini engelleyemediler. Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçildiği gün Ağustos’un 28’i idi ve o gün, Türkiye Cumhuriyeti’nin başkentine yağmur yağarak rahmet döneminin başladığı belli oldu. Milletin tarihteki büyüklüğünü yeniden tarih sahnesine çıkarmasının kendisine verilmiş bir vazife olduğunun şuurunda davranarak, gerçek kimliğiyle tamamen ortaya çıkmanın zamanının geldiğini gördü Erdoğan. İktidarının ilk yıllarında, etrafındaki eski devletin güç sahiplerine karşı kullanmak zorunda kaldığı üslubu tamamen terk ederek gönül dünyasıyla zihin dünyasını birleştiren Erdoğan, tarihe bir dünya lideri olarak geçecektir. uygulanmaya başlandı. Bu gerçeği gören eski devletin güç sahipleri, hepimizin bildiği oyunlarla Erdoğan’ı durdurma, engelleme ve siyaset sahnesinden silme telaşına düştüler. Darbe teşebbüsleri, 2007’de Cumhurbaşkanlığı seçimini engelleme ve kendi istedikleri birini seçtirme adına verilen 27 Nisan e-muhtırası, onun yürüdüğü yolda ne kadar haklı olduğunu gösterdi. Erdoğan bu tarihten itibaren bir dünya lideri olma yolunda daha hızla ilerlemeye başladı. Miting meydanlarında ve Meclis konuşmalarında verdiği mesajlar, milletin bir asırdır hasretini çektiği Osmanlılaşma ve Anadolu sınırlarından taşma idealinin tatbik sahasına konulmasını hızlandırıyordu. O Ankara’dan veya Anadolu’nun herhangi bir şehrinden konuştukça, Osmanlı coğrafyasının kadim şehirleri Şam, Halep, Kahire, Bağdat, Gazze, Saraybosna dalgalanıyordu. Hepsi bir asır önce kaybettikleri Osmanlı’yı onun şahsında görüyor, yeniden o günlerin döneceği ümidiyle desteklerini açıktan veriyorlardı. Bu karşılıklı iletişim Erdoğan’ın dünya liderliğinde ilerlemesini hızlandırırken, Osmanlı’yı tarih sahnesinden silenleri ise fena halde rahatsız ediyordu. Dünya şartları izin vermediği için iktidarını doğrudan engelleyemedikleri Dünya lideri O, Türk tarihindeki büyük liderlerle aynı sayfalarla yazılmayı hak etme yolunda hızla ilerliyor. Osmanlı coğrafyasını yeniden aynı çatı altında fiilen birleştirmesi elbette zor olacaktır, ama liderlik, zoru başarmayı gerektirir. Devletimizin hudutları tabiî genişliğine dönmeye mecburdur. Aksi takdirde, bu coğrafyada hiçbir kavmin mutlu olması mümkün değildir. Bu genişliği ümmete getirecek lider de Erdoğan’dır. Allah kendisine sağlıklı, uzun, hayırlı ömür versin ve yolunda hizmetten şaşırtmasın. Aynı ihlas ve samimiyetle ümmete hizmet ederek ataları Osman Gazi, Orhan Gazi, Murad Hüdavendigar, Fatih Sultan Mehmed, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman’lar gibi hayırla anılan, ardından dualar edilen bir dünya lideri olarak anılmayı nasip eylesin. haziran 2014 105 DÜNYA LİDERİ : KAPAK LİDERİN DÜNYASI Paradoksal lider: ERDOĞAN Ve sonra güldür güldür çatırdayarak, içten içe büyüyen ve sesini yıllar öncesinden duyuran bu isyan, dünyaya yeni bir lider doğurdu… *** Peki, yıldınız mı? Hayır!.. Aksine zıvananız çekti. Önünüzde artık çok ciddi bir tehlike olarak kabul edebileceğiniz yeni bir lider vardı. İlk defa bir başbakan, çıkıp da on yıllar sonrası hakkında konuşuyor, büyük hedefler koyuyordu ortaya. Bu adam nasıl önlenebilirdi? Onu ne durdurabilirdi? *** Hiç mi bir entelektüeliniz yoktu, hiç mi bir toplumbilimciniz? Acı eşiğini geçtikten sonra ne yapsanız nafile, işkenceniz kendinize yöneldi. Hangi enstrümana sarılsanız, hangi tele dokunsanız millet şarkısı çaldı, fakat sağır da olmuştunuz artık. O ise hep “Millet” dedi, “Elinizden geleni ardınıza koymayın” dedi, “Mukadderatımız mukaddes ve muvaffak olacaktır inşallah” dedi. Durun, sizin için başka türlü söyleyeyim: Yani “Geleceğimiz başarılı olacak inşallah!” dedi, “mukaddes”i biliyorsunuzdur zaten... Biliyorsunuz değil mi? 106 haziran 2014 S ERT bir kahve ve “What do you want from me?/ Pink Floyd” eşliğinde Erdoğan’ı düşünmek, keyifli ve bir o kadar enteresan oluyor. Aidiyet duygusuna yabancı ya da bu duyguyu yitirmiş olan insanlar bunu tenhada bir yerde yapmalı, zira ancak bu şekilde yaftalanmaktan kurtulabilirler. Çünkü bu ülkede birinden müspet ya da menfi bahsetmek ya “öteki” ya da “beriki” yapıyor insanı. R. Waters şunları mırıldanıyor: “Sahip olabilirsin her istediğine,/ Ruhunu satabilirsin tüm kontrolü ele geçirmek için./ Gerçekten bu mu ihtiyaç duyduğun?/ Kendinden geçebilirsin bu gece./ Bak, içeride hiçbir şey yok saklayacak./ Dön ve ışığa çevir yüzünü!/ Ne istiyorsun benden?” Biz, aşağıdaki tüm kargaşa ve zorluklardan kurtulup, gökyüzünde parlayan yıldızlara mıhladığımız gözlerimizin önünden penceremize doğru kanatlarıyla süzülecek olan bir başbakan bekliyorduk. Fakat “Başbakan” diye karşımıza çıkan kişinin kanatları yoktu. Bu, doğal olarak bizi ve bizim gibi düşünen herkesi hayal kırıklığına uğrattı. Başbakan bize sihirli değnekler de dağıtmadı üstelik... Çekirdek çatlayınca… Emin olun, size Musa Peygamber’in asası verilseydi de siz o asanın neden kendinizde olduğunu ve niçin kullanılacağını sorgulamaz, nasıl çalıştığına takılırdınız. Sonra da onu bir güzel kırar, elinizde bırakır ve kendinize bir günah keçisi arardınız. Nitekim yakın geçmişinizde sizi kardeşlerinizle birbirinize düşürmek için galeyana getirenler büyük Bizans entrikalarına başvurmadılar, gemeler gibi kulağınıza üfürdüler kara nefeslerini. Ve kendinize geldiğinizde bile bunun farkına varamadınız. Kardeşinizin kıyafetine, fikirlerine, inancına, işine veya aşına takıldınız. Din oldu sizin için takılmak. Takılmadığınız bir şey kalmadı. Ötekileştiniz ve ötekileştirdiniz. Biri de size takıyordu sessizce… Tasmayı... Tüm bunları yaparken, çıkıp ortaya arsızca kardeşlikten bahsettiniz… Tarihin masum yüzü kendine pas geçmiş insanlara, diğer yüzden işitilen her söylem yalan gelir. Bu yüzden artık inandırıcılığını kaybetti sözleriniz, uyanış başladı. Hırslandınız. On yıllarca süren aldanmışlığınız yetmemiş gibi, bu ahmaklığınızı yeni nesle bırakmak isteyen bir dinozor misali tepinmeye başladınız, yine olmadı; reddi miras yediniz. Yontulmamış mantığınızla çıkıp hermenötikçi oldunuz; yanınızda yer almayanları anlamaya çalıştığınızı söyleyerek yalanlar savurdunuz. İddiasında bulunduğunuz anlayış bile bir aşağılamaydı. Ancak dayandığınız ağaç, ihtişamlı görünen çürük bir söğüttü aslında. Ve sonra güldür güldür çatırdayarak, içten içe büyüyen ve sesini yıllar öncesinden duyuran bu isyan, dünyaya yeni bir lider doğurdu… Yeri gelmişken belirteyim, hani soruyordunuz ya “Biz neden duymadık?” diye, siz söğütteki salisinizin doz aşımındaydınız. Yani güvendiğiniz dallar elinize geldi, elinize geldi... Olayın sonrası sizin adınıza biraz dramatik ve sinematografik oldu. Türkiye’de iktidarın muktedir olmaya yetmediğini öne sürerken, yeni lider bu konudaki ilk şüpheyi çoktan düşürmüştü aklınıza. Çünkü sizde ne varsa onda yoktu, onda ne varsa da sizde. Kuşaklar süren çalışmalarınızı, oluşturduğunuz algıları bir bir sarsmaya başladı bu adam. Asi ve dik başlı oluşu kafanızı ne kadar kurcalamıştı ilk zamanlar, hatırlıyor musunuz? Hele kendi yakın çevreniz ve ailenizden birilerinin bile yeni Orhan Karagöl [email protected] haziran 2014 107 DÜNYA LİDERİ : KAPAK LİDERİN DÜNYASI liderin adını mırıldanması sizi nasıl da deli etmişti. Kısa süre sonra, hedefe kilitlenmiş çok kalabalık bir insan selinin önünde yakaladığınızı bu yoldan döndürmeye, aldandıklarını söylemeye çalışırken buldular sizi. Ara ara gözyaşlarıyla ıslattığınız mendilinizi sıkarken, kitleler psikolojisinden filan bahsedip zırvalamıştınız. Le Bon’u doğru anlamanız da beklenemezdi... Peki, yıldınız mı? Hayır!.. Aksine zıvananız çekti. Önünüzde artık çok ciddi bir tehlike olarak kabul edebileceğiniz yeni bir lider vardı. İlk defa bir başbakan, çıkıp da on yıllar sonrası hakkında konuşuyor, büyük hedefler koyuyordu ortaya. Bu adam nasıl önlenebilirdi? Onu ne durdurabilirdi? Uzunca kafa yordunuz… Gömlek dar geldi O her yere sirayet etmişti. Fosilleşmiş fikirlerinizin ait oldukları yerlere, müzelere kaldırılma zamanı yaklaşıyordu. Dünyada kopan fırtınalar bizi es geçmeye başlamıştı, çarkınız tekliyordu. Küçük beyinlilerin ülkeyi izole eden büyük sınırları ortadan kalkmaya başladı. Yüzyıllardır uyuyan bir dev, burnunu kaşıyarak tek gözünü açmış gibiydi. Bu uyanış, pek çoğunu titretecek ve unutulmaya yüz tutan bu dünya aktörünün adının yeniden hatırlanmasına sebep olacaktı, oldu da... Yanardöner İngiliz kumaşından dikilmiş gömlek, yeni liderin kalıbına uymadı, epey dar geldi. İşin sonunun hiç de iyi olmayacağı aşikârdı. Her iki kişiden biri bu adamın arkasında duruyorsa, ortadaki problem sizinle aşılamayacak kadar ciddiydi. Yahu içki içilen, sabaha kadar dans edilen kulüplerin işletmecileri bile bu adama dua eder olmuşlardı “Artık mafya elini eteğini çekti üzerimizden, insanlar eşleriyle geliyorlar eğlenmeye, şaşkınız!” diye, siz neden bahsediyorsunuz? Elbette iş başa düşmüştü. Sizi doğuran, el bebek gül bebek büyütürken kardeşlerinizi üvey evlat yerine koyan maskelilerin işine yaramıyordunuz artık. Onlarla ezdiğiniz, horladığınız insanlar arasına koyduğunuz perdeler tek tek kalkmaya başlayınca üstünüz çizildi, parmaktaki sümük gibi kaldınız ortada. Hal böyle olunca hezeyanlarınızın dozu arttı. Düne kadar hafife aldığınız, yeri geldiğinde hakarete varan sözler sarf ettiğiniz din geldi aklınıza, sözlerinize ayetle, hadisle başlar oldunuz, ne acı!.. 108 haziran 2014 Lider yoluna devam ediyordu Bir zamanlar kavga ettiğiniz ve suratına bakmadığınız İbni Rotschild çıktı ortaya, çok şaşırdınız. Demek ki sizin farklı bir versiyonunuz da üretilmişti. Onlarla aynı safta yer alacağınız aklına gelir miydi? Ama size her şey mubahtı. “Hadi bakalım” dediniz ve daha kritik konulara daha cüretkâr bir şekilde atıldınız. Aslında ikiniz de birdiniz. Çünkü siz bir fikirdiniz. El ele yatak odası turları attınız. Yetmedi, kaydedip şantaj yaptınız. Ne kadar kolay, sanki bir lokumdan bahsediliyormuş gibi söyleniyor değil mi? Yatak odasına gir, kaydet, şantaj yap... Çok önemli ve kritik noktalardaki insanları seçtiniz bunun için. Konuşmalarını dinlediniz. On binlerce kişinin yumuşak karnını keşfettiniz. Kantarın topuzu kaçmıştı nasılsa, bu toptan bir savaştı, değil mi? Operasyonel girişimleriniz de olmalıydı. Hiçbir siyasî kaygısı olmayan, devletin en önemli biriminde çalışan vatan evlatlarına görevleri başında kumpas kurdunuz, onları tartakladınız. Ya sokaklar?.. The Walking Dead setine çevirdiniz sokakları. Yak, yık, önüne ne gelirse, ez ve geç!.. Bear McCreary’nin müzikleri eksikti bir tek. Konuyu dağıtmayacağınızı bilsem, kanlı bir ayin havasında sarsıcı bir sahne yazardım şimdi tam da istediğiniz gibi. Çok trajiktir ki, bir filmden değil, gerçek hayattan bahsediyoruz; kaç kişi öldü? Tüm bu karışıklık ve kargaşa esnasında, faturası suçu günahı olmayan insanlara da kesilecek ağır bilançolar çıkardınız ortaya. Ekonomiyi gümletiyordunuz az daha. Bir ara kendi gazınıza o kadar çok geldiniz ki sandık kafanız güzel oldu; hedefinize ulaşmış gibi zafer çığlıklarınız duyuldu. Kimdi bu adam? Bu kadar hengâmenin tam ortasında, hedefte bulunmak ve dik durabilmek ne kadar zor, bir o kadar da sinir bozucu, değil mi? Kimdi bu adam, gücünü nereden alıyordu? Sağlı sollu her tarafını çok ciddi bir şekilde kuşatmışken nasıl ayakta durabiliyordu? Hâlbuki geçmişte çok daha kolay yollarla “büyük” işlere imza atabilmiştiniz; mesela bir başbakan öldürebilmişti zihniyetiniz. Acaba işlevinden ziyade “uzunluğu” muydu onu dik tutan? Yaptığınız hiçbir şey işe yaramaz hale gelmişti, şaşırıp kalmıştınız… O kadar saftınız ki, yukarıdaki tüm iğrençlikleri yaparken gerçekleri tam anlamıyla unuttunuz. Bunların hepsini bu milletin önünde yaptınız, naklen izledi insanlar sizi. Özür dilerim, tekrar etmeliyim: İnsanlar tüm bu yaptıklarınızı naklen izlediler… Hiç mi bir entelektüeliniz yoktu, hiç mi bir toplumbilimciniz? Acı eşiğini geçtikten sonra ne yapsanız nafile, işkenceniz kendinize yöneldi. Hangi enstrümana sarılsanız, hangi tele dokunsanız millet şarkısı çaldı, fakat sağır da olmuştunuz artık. O ise hep “Millet” dedi, “Elinizden geleni ardınıza koymayın” dedi, “Mukadderatımız mukaddes ve muvaffak olacaktır inşallah” dedi. Durun, sizin için başka türlü söyleyeyim: Yani “Geleceğimiz başarılı olacak inşallah” dedi, “mukaddes”i biliyorsunuzdur zaten... Biliyorsunuz değil mi? Siz ona vurduğunuzu sandıkça, o kendini hep ikiye katladı, karşınızda çoğaldı durdu. Algı yapalım mı? Matrix gözlükleri de vardı gözünde bu esnada. Liderlik karizması gözlükten değildi ama. O doğuştan vardır, üzgünüm... Halka önem verdi, çünkü halkın içinden geldi, halk adamıydı. İnandığı değerler uğruna kafasına koyduğundan geri dönüşü hiç olmadı. Kendinden hep emindi. Başarının sırrının ekip çalışmasından geldiğini ve bunun güçlü kadrolarla başarılabileceğinin farkındaydı. Yeni fikirlere her zaman açık oldu; istişarenin kıymetini biliyordu. Öngörüsü yüksekti ve tahminleri ekseriyetle doğru çıkıyordu. Vücut dilini çok iyi kullanıyordu. Belagati yüksekti ki söylediği her şeyin sürükleyici bir yönü vardı. Mantıklı ve doğrucuydu. Bildiğini okur tavrı ise kararlılığını yansıtıyordu. Ulusal ve uluslararası arenada tam anlamıyla güçlü bir liderlik tablosu çiziyordu. Hızlı düşünüyordu; güçlü bir zekâya sahipti. Durum değerlendirmelerinde son derece rasyoneldi. Kriz yönetimini iyi biliyordu. Güçlü ilişkiler kurabiliyordu. En önemlisi de insanı tanıyor, toplumun değer yargılarını önemsiyordu. O bunları yaparken, siz her zamanki gibi hayaller kuruyordunuz… Bazen söylemekten imtina ettiğiniz kelimeler, kendinize bile itiraf edemediğiniz fikirlerinize denk düşer. Yeni lider, artık sizin paradoksunuzdu. Anladınız ki yılmayacak ve yıldırılamayacak. Anladık ki siz de yılmayacaksınız. Fakat er ya da geç, bir gün çark edeceksiniz. Tarih, soyunduğunuz rolü hiç unutmayacak. Siz, bir fikir olarak hedef aldığınız zihinlerin yapısına göre şekillenedurun, “o” yoluna devam edecek daha kararlı, daha güçlü ve daha “uzun” biçimde… haziran 2014 109 DÜNYA LİDERİ : KAPAK LİDERİN DÜNYASI Emanete hıyanet etmemiştir o. Kendisine nefret ile çığıran çılgısız zümrelere karşı nefretle değil, akıllıca ve ıslahatla yaklaşmıştır. Toplumsal değerlerin her birini dejenere ederek, bozarak, içini boşaltarak ve yerlerine saldırgan içerikler ikame ederek tüm dinamiklerimizi yerle yeksan etmeye çalışanlara karşı medeniyet algısının köklerini güçlendiren değer yargılarımızın kılcal uçlarını duyarlı hale getirerek bu milletin ferasetine güvenmiştir. Bir milletin vicdanı B İR adada, tek katlı yapıların arasında, bir bahçenin avlusunda bir başımaydım. Hemen yanımda ahşap bir sandalye, başımın üzerinde ise sallanan bir urgan vardı. Urgandan bir şeyler damlıyordu enseme. Sanırım yağdı. Urganı üç direğe bağlamışlardı. Ben bu üç ahşap direğin orta yerinde bir başıma bekliyordum. >> Bahçeye bir yol açılıyordu. Anlam veremediğim birtakım sesler geliyordu bahçenin değişik yerlerinden. Bir koşuşturma vardı ama sebebini anlamış değildim henüz. Beyaz elbiseli, elleri arkasında bir adam, orta yerde, önde yürüyordu. Hasta gibiydi. Yorgunluğu çok belliydi. Sağında ve solunda iki dik adam daha vardı. Bana doğru geliyorlardı. Yaklaştılar. Beyaz elbiseli adamın yakasına iliştirilmiş bir yafta vardı. “TCK 146/1 maddesine göre idam cezasına çarptırılmasına karar verilmiştir” diye bitiyordu yaftanın sonu. İyice yaklaştılar. Beyaz elbiseli adamı o an tanıdım. Başbakan Adnan Menderes’ti. Sert duruşlu adamlardan biri beni göstererek beyaz elbiseli yorgun adama şöyle dedi: “Çık şunun üzerine!” O da ahşap sandalyeye basarak benim üzerime çıktı. Üzerime iki çift rugan ayakkabı değiyordu. Menderes’in boynuna urganı geçirdiler. Bu sırada bir adam da suçlama metni gibi bir şeyler okudu. Sert mizaçlı adam bağıra bağıra metni okurken, Menderes de içinden başka bir şeyler okuyordu. Okunan metinler bitince, hemen arkamdaki adam bana sert bir tekme attı. Tekmenin etkisiyle yere kapaklandım. Omuzlarıma aldığım beyaz elbiseli adam ise bedenini urgana iliştirip, ruhunu alıp gitti... Bana atılan tekmeyi izlemeye gelen yüzleri gergin adamların gerginliği, sanki yediğim tekmeyle gitmişti. Biri yaklaştı ve bedeni urgana asılı beyaz elbiseli adamın ayakkabılarına baktı. Rugan ayakkabıları göstererek “Bu ayakkabılar benim olacak” dedi. Garip ama ganimet paylaşımı erken başlamıştı. Ben tekmeden sonra yerden kalkamadım. Kaldıran da olmadı. O gün olup bitenler işte böyleydi... Ben severim ve omuzlarıma alırım. Sevdiğimin idamı için beni sehpa yapar birileri her zaman. Üç direğin ortasına koyup yağlı urganın altında bekletirler. 110 haziran 2014 Muhammed İkbal Bakırcı [email protected] olarak Tayyip Erdoğan Sevdiğin adamı omzuna al derler. Sonra büyük bir öfkeyle bana tekme atıp sevdiğimi gözlerimin önünde idam ederler. “Vurmayın!” diye haykırır, “Beni sevdiğime idam sehpası etmeyin” diye kendimi yerden yere atarım. Omuzlarımda duran adamı yere kapaklansam bile omuzlarımda tutarım. *** Gerçekten gerçeğe, temsilden temsile Bu millet, böyle bir gerçeği yaşadı ve adeta bu şekilde anlattı yaşadıklarını. Bugün de aynı oyunları sahnelemeye çalışan gölge mihraklara fırsat vermeme adına ne gerekiyorsa yapılmalıdır. Bugün tekmeyi millete atıp adeta yağlı urgana asılmak istenen kişi Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’dır. Darağacı, önce algılarla oynanarak toplum nazarında kuruluyor. Hokkabazların eliyle hileli kalemlerse yaftalar yazıyor ve ardından Tayyip Erdoğan’ın yakasına iliştiriliyor, idama mahkûm ediyorlar. Tekmeyi topluma atıp, bu milletin vicdanı olan Erdoğan’ı darağacında infaz ediyorlar. Oynanmak istenen büyük oyun bu! Oysa sen göçmemelisin kıymetli kardeşim! Yıldırılan bir dünyanın yılgın göçebesi olmamalısın. Yorulunca duran, pes eden bir kavmin sağır müezzini, kör bıçakların altına yatınca kardeşleri, bıçağın keskin ağzı olmamalısın. Tabular yapmamalı, tabular için afyon kullandırmamalısın. Kullanmamalı, kullananlardan da olmamalısın. Çamur, su veya toprak olmalısın ama çamura düşen eşek olmamalısın. Ferhat olmalı, Şirin olmalı, delik deşik bir dağ olmalısın ama Ferhat’ı ve Şirin’i bilmeyen cahil cüheladan olmamalısın. Göstermeli ve seslenmeli, görünmeli ve nida olmalısın ama kör ve sağır olmamalısın. Korkmamalı, sararıp solmamalısın. Dürülmeden, dağılmadan durmalısın. Ne bayılmalı, ne uyumalısın. Dipdiri bir aksan ile hakkı söylemelisin. Duyarsız hale getirilmek isteniyorsun ki tüm insaf ve izanınla duyarlı olmalı, öyle kalmalısın. Çünkü öyle bir zamandan geçiyoruz ki, cemiyetin damarlarına onu uyuşturan bir efsun zerk ediliyor gün be gün. Bu oyunu bozmanın başka bir çaresi yoktur. Emanetçi Her gün sanki Amerika’yı yeniden keşfediyormuş gibi heyecanla ortaya atılan yalan haberler bütün bir toplumu peşinden sürüklüyor. Tek başına bir ismin bile çokça mana ifade ettiği bir dönemden geçiyoruz. “Tayyip Erdoğan”, bir motto haline gelmiştir artık. Toplumun vicdanını temsil eden bu özel isim, hem toplumsal bir kavramı bünyesine emanetçi olarak almış, hem de kendini bu toplumun vicdanına emanet olarak bırakmıştır. Bu milletin vicdanı olan Tayyip Erdoğan, milletinin vicdanına emanet olarak bırakılmıştır, yani aynı zamanda bu millete emanetçidir. Emanete hıyanet etmemiştir o. Kendisine nefret ile çığıran çılgısız zümrelere karşı nefretle değil, akıllıca ve ıslahatla yaklaşmıştır. Toplumsal değerlerin her birini dejenere ederek, bozarak, içini boşaltarak ve yerlerine saldırgan içerikler ikame ederek tüm dinamiklerimizi yerle yeksan etmeye çalışanlara karşı medeniyet algısının köklerini güçlendiren değer yargılarımızın kılcal uçlarını duyarlı hale getirerek bu milletin ferasetine güvenmiştir. İlk defa seçimle cumhurbaşkanını seçecek olan bu milletin beş duyu organına ciddi manipülasyonlar yapıldı, dahası da gelecektir. Değişimin sancılarıdır bunlar esasen. Ruh dünyası değişen, akıl ekolojisi yeniden şekle giren ve gönül evreni irem bağlarıyla yeniden şenlenen bir topluma hicretimiz var bugün. Bizler böyle bir hicrete teşebbüs ederken, değişime direnen Züraka’lar ise peşimize çoktan düşmüştür. Bir Züraka çamura batmış, başka bir tanesi yola çıkarılmıştır. Toplumsal bu yolculuğumuzun öncüsü olan Tayyip Erdoğan ise hedef noktaya konulmuş durumdadır. 10 yılı aşkındır devam eden istikrardan rahatsız zümreler, siyasî tuzaklar kuran sözüm ona politik avcılarsa önümüzdeki siyasî süreçte sahnelenecek oyunun baş aktörleri olacaktırlar. Onlar sosyal mühendislik alanında profesör olabilirler, ancak Allah’tan daha mahir olamazlar, amenna. Onlar oyunlar kurgulayabilirler bu millet için, ancak Allah’ın da onlar için oyunlar kurduğunu biliyoruz; bundan kaçamaz, kurtulamazlar. Hani Üstad diyor ya, “Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır?/ Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır./ Aşk celladından ne çıkar, madem ki yar vardır?/ Yoktan da, vardan da ötede bir Var vardır./ Hep suç bende değil, beni yakıp yıkan bir nazar vardır./ O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır./ Sakın ‘Kader’ deme, kaderin üstünde bir kader vardır./ Ne yapsalar boş, göklerden gelen bir karar vardır./ Gün batsa ne olur, geceyi onaran bir mimar vardır./ Yanmışsam, külümden yapılan bir hisar vardır./ Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır./ Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır./ Göğsünde sürgününü geri çağıran bir damar vardır./ Senden ümit kesmem, kalbinde ‘Merhamet’ adlı bir çınar vardır/ Sevgili,/ En sevgili,/ Ey sevgili!..” Böylesine bir şuur ile mesafelere, mesafelerle mesafelendirilmişlere seslenmek gerek bir kez daha… Fütursuzca sabrın hudutlarını zorlayan, tahrik ve provoke eden, ahlak ve hak adına hattımıza tecavüzü kendine vazife bilen şirazesi kaçkınlardan bu milleti Rabbim korusun. Sırasıyla, adım adım, soluk soluk, aşama aşama bir bayram yerinde bizi, bu milleti bekleyen müjdeli bir sabaha doğru yol alıyoruz. Adil bir düzen, kalkınan bir toplum, selamete eren nesiller, müreffeh bir ülke, nizam ve intizamla doğan bir güneşin ısıttığı toprağın hakkını verenlere şahitlik edeceğiz. Çok değil, az kaldı... İnsan hakkı, hukuk düzeni, demokrasi bilinci, din ve vicdan özgürlüğü, millî ve manevî değerlerin korunduğu ve aydınlık zihinlerle geleceğin inşa edildiği bir ülke için yol alıyoruz. Rabbim, yelkeninde rüzgârını eksik etmesin bu milletin. haziran 2014 111 DÜNYA LİDERİ : KAPAK LİDERİN DÜNYASI Ustalık döneminde Toplumu imar eden, dönüştüren kişilerin en büyük özelliği, diğerlerinden ayrılıp sıyrılmalarını sağlayan karakterleri ve liderlik becerileridir. Sayın Erdoğan buna fazlasıyla sahip. Farklı kişiliğinin yanında insanî zaaflarını gizlemeyecek kadar açık yürekli ve cesur olması, halkın ona daha çok sahip çıkmasını sağlıyor. Kendisini mükemmel gösterme arzusunda değil. Hepimizin eleştirebileceği pek çok yönünün olmasına rağmen onu sahiplenmemizi sağlayan yürekli bir duruşu, dürüstlüğü var. Erdoğan D EĞİŞEN dünyanın sürekli değişken dinamikleri var. İnsanlar değişiyor, toplumlar farklılaşıyor. Hep sözünü ettiğimiz uluslararası sınırlar artık daha karmaşık ve kimileyin belirsiz olabiliyor. Biz Türkiyeliler, kaybettiğimiz toprakların, ortak bir tarihe sahip olduğumuz coğrafyada daha bir asır bile geçmemişken yaşananlara yabancı olmanın ne olduğunu iyi biliriz. Bu coğrafya üzerinden ettiğimiz tanıklık, bir yandan şu anda sahip olduklarımızın mahiyetini anlamak için, bir yandan da hem çok köklü değişimlerin, hem de bir medeniyeti yok etmenin ne kadar kısa sürede olabileceğini göstermesi bakımından önemli. Koskaca bir imparatorluğun çöküşü birkaç yılda olmadı muhakkak. Ama o köklü tarihimizin nasıl orasından burasından budanarak yeni bir sözde tarih yaratıldığı ve bu yeni “sınırlı-tanımlı” kimlik üzerinden toplum mühendisliği çalışmaları için uygun şartların birkaç yılda oluşturulmaya çalışılması bu ülkenin bundan sonra yazılacak tarihinde önemli bir yer işgal edecektir sanıyorum. Dünyada durmak bilmeyen şiddete, iç ve dış savaşlara, insanın bizzat insanı tüketim nesnesine dönüştürmesine, sömürge zihniyetinin sadece şekil değiştirerek 2000’li yıllarda olanca gücü ile varlığını sürdürüyor olmasına rağmen umutsuz değiliz.Tarihe adını yazdıran kimileri Hitler gibi isimler ibret kıssası olarak bir yanda dururken, Mandela gibi isimler de insanlığın hafızasında değişimin bayraktarları olarak yer etmişlerdir. 112 haziran 2014 Ülkemizde yaşanan sosyolojik ve politik değişimin en önemli isimlerinden Recep Tayyip Erdoğan da yalnızca Türk siyasetinin değil, dünya liderleri arasından karakteri ve yüklendiği misyon ile sıyrılarak en çok hatırlanacak isimler arasına girecek gibi görünüyor. Şimdiden uzun iktidar serüveni ile tüm dünyanın dikkatini çeken AK Parti’nin başarısında en büyük pay onun. G-8 ülkelerinin liderleri ile kıyaslandığında Türkiye gibi henüz yerleşik bir demokrasi planına sahip olmayan ülkemizde, tüm dünyanın değişen sosyal ve ekonomik dengelerine rağmen yükselen bir grafiği var Hükümet’in. Bu, Erdoğan’ın başarısını ve gelinen noktaya dek sarf edilen çabayı daha değerli kılıyor. Hâlâ meşgulüz Benim yaşımdakiler kanlı darbe yıllarını değil ama o yılların etkisinde geçen zamanları iyi bilirler. Daha öncesini ve ötesini olaylara şahitlik edenlerin perspektifinden öğreniyoruz. Umuyorum bizden sonrakiler, bir öyle veya bir böyle tezahür eden demokrasiyi yaşamayacaklar. Onlar yaşamın gerekliliklerine, değişimin doğurduğu gereksinimlere göre yenilenebilen, kurumları ve kuramları oturmuş gerçek demokrasiye kavuşacaklar. Biz, bugün hâlâ demokrasi inşası çabasındayız. Bu çabaya direnen yapılar, tehditler ve zihniyetler üzerinden enerji harcamakla ve uzun yıllarda küçücük adımlar atmakla meşgulüz. Yüz yıllık demokrasi maceramızda çok önemli ve kayda değer adımların nihayet atılabilmesini sağlayan zihniyet ne ilginçtir ki sağ cenahtan çıkmıştır. 2000’li yılların başında bizatihi varlığı ve tercihleri bu ülkenin kâbusu, en büyük tehdidi gibi gösterilmeye çalışılan insan, reformist adımları ile uyguladığı ekonomik tedbirler ve girişimler ile nihayet bir şeylerin değişebileceğine olan inancımızı tazelemiştir. Bizzat solcular tarafından savunulan pek çok değeri hayata geçiren, onlarca atılamayan radikal adımları atan da yine Başbakan olmuştur. Erdoğan’ı “Başbakan”, Gül’ü “Cumhurbaşkanı” olarak görmeyi hazmedemeyenlerin attığı başlıklar hâlâ hafızalarımızda, değil mi? Suriye’de kendi halkını katleden Esed ve modern (!) eşinin boy boy fotoğrafları ile bizim liderlerimizin fotoğrafları yan yana konularak az darbe çağrısı yapılmadı. Onlar Nadire Çamlı Yıldırım [email protected] üzerinden yapılan hakaretler, farklı inançların temsilcilerinin ve halkın içinden gelen isimlerin nasıl bir cehalet ve tehdit olabileceğini açıklama gayretleri idi. Hâlâ ülkesinin seçimle iktidara gelen başbakanını başka ülkelere şikâyet ediyor sözde demokrasi savunucuları. Başka ülkelerdeki iç savaşı pompalayan, silah satışı en büyük gelir kaynakları olan ülkelerin gazetelerine çarşaf çarşaf ilan vererek demokrasi dilenen bu zihniyet, farklılıkları bir zenginlik olarak zaten göremezdi. Çünkü varlığının imtiyazlı olduğuna dair inancı, diğerini hemen yanına konumlandırabilmesini ve onları da aynı haklara sahip görebilmesini engelliyordu. İş bu kez çok daha zordu O yıllardan 2014’e uzanan süreç, ne bu toplum açısından, ne de Erdoğan ve AK Parti açısından kolay oldu. Yüzde 50’ye yakın destek almış iktidarın, en temel hak olan başörtüsü konusunda bile on yıl beklemesi gerekti. O denli hassas ve kritik bir güç dengesi söz konusu idi ki hem bu desteğin beklediği dönüşümü gerçekleştirmek, hem de değişime direnen derin devlet ve bürokratik yapılarla mücadele etmek gerekiyordu. O yüzden Erdoğan’ın işi, hep kıyaslandığı lider rahmetli Turgut Özal’dan daha zordu. O bu zorluğun da üstesinden geldi ve nihayet hâlâ değişmeyen direnç geleneğine rağmen birkaç arpa boyu da olsa yol aldık. Toplumu imar eden, dönüştüren kişilerin en büyük özelliği, diğerlerinden ayrılıp sıyrılmalarını sağlayan karakterleri ve liderlik becerileridir. Sayın Erdoğan buna fazlasıyla sahip. Farklı kişiliğinin yanında insanî zaaflarını gizlemeyecek kadar açık yürekli ve cesur olması, halkın ona daha çok sahip çıkmasını sağlıyor. Kendisini mükemmel gösterme arzusunda değil. Hepimizin eleştirebileceği pek çok yönünün olmasına rağmen onu sahiplenmemizi sağlayan yürekli bir duruşu, dürüstlüğü var. Hep sözünü ettiğimiz rol model insan, hatasız değil, hata yaparken doğruyu öğrenebilendir. Eleştiriye hiç açık değilmiş gibi görünse de Recep Tayyip Erdoğan’ın hep bir adım ileriye gidebilmesini sağlayan şey, aslında hayalleri kadar hatalarını da önemsemesinden, sürekli öğrenebilme ve gelişme fırsatı olarak bunu görebilmesinden. Erdoğan’ın en çok eleştirildiği argümanlardan biri de “tek adam” görüntüsü. Oysa ekibine baktığımızda, en yakınındaki isimlerin “ortak akıl üretecek” ve potansiyel lider olabilecek kişilerden oluştuğunu görüyoruz. Cumhurbaşkanlığı tartışmalarında AK Parti için muhtemel başkan arayışlarında en az beş güçlü isim söz konusu olabilirken, muhalefet liderleri için değişim söz konusu olsa sayabileceğimiz isim iki etmiyor. O bir dönüştürücü, reformist bir yapılandırıcı, bir aktivist… İnançlarının şekillendirdiği güçlü karakteri, bu yapılanmayı inşaya dönüştüren en büyük etmen. Belki o yüzden bu kadar bizden, o kadar sahici geliyor bize Başbakan. Belki de bu yüzden eleştirdiğimiz zaman bile sempati duymaktan vazgeçemiyoruz. Ona ilişkin yazıların -eleştirilere rağmen- mersiyeye dönüşmesindeki en büyük etken, özlediğimiz güçlü duruşu ve geleceğe uzanan bakışı hayata geçirmesinden. Ustalık dönemindeki Usta, bugünün Türkiye’sini dönüştürürken geleceği inşa ediyor giderek büyüyen bir halk desteği ile… haziran 2014 113 DÜNYA LİDERİ : KAPAK LİDERİN DÜNYASI “toplum 12 yılda elde edilen siyasî ve ekonomik başarı, sadece ülkenin bireysel ve toplumsal özgüvenini artırmış değil, Gazze’den Somali’ye, oradan Arakan’a kadar İslam coğrafyasında da aynı özgüveni perçinlemiştir. Bu noktaya gelinmesinde Recep Tayyip Erdoğan’ın liderlik becerilerinin büyük bir rolü olduğu ise yadsınamaz bir gerçektir. 114 haziran 2014 Aytekin Atasoyu [email protected] Acı hatıralar ve geleceğe dair korkular anaforunda ve liderlik” G EÇMİŞİN acı hatıraları ve bu acı hatıraların insan psikolojisinde yarattığı geleceğe dair korkular, insanların en önemli psikolojik açmazları arasında yer alır. Çünkü geçmişte yaşanan ve bazı yönleriyle kronikleşen acılar, üst üste gelmeye başladığı zaman insanlarda geleceğe dair korku oluşturmaya başlarlar. Duyulan bu korku, psikolojik bütünlüğün de kaybolmasına sebebiyet verir. Psikolojik bütünlük kaybolmaya başladığı zaman ontolojik kaygılar baş göstermeye başlar ve kişi, kendi ruh kökünden uzak, birbiriyle taban tabana zıt olan davranış şekilleri geliştirir. >> Bir zaman sonra, bu korkulara sahip kişi kimliksizleşir. Psikolojik bütünlüğün kaybolma şiddeti ve buna bağlı olarak gelişen ontolojik kaygıların yaşanma sıklığı ne kadar çok olursa, bu davranışların sıklığı da o kadar çok artar. Zamanla kişide öz saygı ve özgüven silikleşmeye başlar. Bireyde meydana gelen bu tutum, toplumlar için de geçerlidir. Toplumlar da bireyler gibi acılar yaşamaya başladığında geleceğe dair korkular üretirler. Bireyler, söz konusu psikolojik durumdan kurtulmak için çoğu zaman elde ettikleri sıradan başarıları destanlaştırma yoluna giderler. Örneğin mahalle maçında elde edilen galibiyet, Şampiyonlar Ligi finalinde kazanılan bir zafer gibi sunulur. Bireyler, ruh ve mana köklerinde kaybolan anlamı, ortaya koyduğu bu destansılaştırma ile geri kazanmaya çalışırlarken, toplumlar ise içinde bulundukları bu psikolojik durumdan kurtulmak için bilinçaltında zamanın akışını geri çevirerek geçmişin şaşaalı günlerini yaşama yolunu seçerler. Bu, onların rasyonaliteden uzaklaşmasına ve sanal düşmanlar oluşturmasına sebebiyet verir. Oluşturulan sanal düşmanlara yapılan her saldırı toplum zihninde morfin etkisi yapar. Toplum bir süreliğine korkularından uzaklaşır, kaybettiği öz saygı ve özgüveni geçici bir süre için tekrar geri kazanır. Ama bu sanal bir gerçeklik olduğu için, rasyonel gerçeklik kendini kısa bir süre sonra tekrar topluma dayatır. Toplum, süreci yeniden yaşamaya başlar. Aslında bu kısır döngü, toplumsal iradenin de kaybedilmesi demektir. Bu durum, güçlü liderler çıktığında son bulur. Güçlü liderler ortaya çıktığında sanal düşmanlara harcanan enerji, rasyonel aklın ve geçmiş tecrübelerin ışığında problemlerin kaynağına yöneltilir ve problemler kısa zamanda çözüme kavuşturulur. Bu durum, geçmişte topluma büyük acılar yaşatan problemlerin aslında hiç de büyük sorunlar olmadığını da gösterir. Örneğin, elli yıldır çeşitli aralıklarla toplumsal acıların yaşanmasına sebebiyet veren başörtüsü problemi çok büyük eforlar sarf edilmeden çözülmüştür. Resmetmeye çalıştığım bu sahneleri ülkemiz hem bireysel, hem de toplumsal bağ- 12 yılda elde edilen siyasî ve ekonomik başarı, sadece ülkenin bireysel ve toplumsal özgüvenini artırmış değil, Gazze’den Somali’ye, oradan Arakan’a kadar İslam coğrafyasında da aynı özgüveni perçinlemiştir. Bu noktaya gelinmesinde Recep Tayyip Erdoğan’ın liderlik becerilerinin büyük bir rolü olduğu ise yadsınamaz bir gerçektir. lamda, geçmişte fazlasıyla yaşadı. İlkokuldan itibaren sanal bir düşman algısıyla büyütülen ülke insanı siyasal sistemin muktedirleri tarafından o kadar çok acıya maruz bırakıldı ki toplum hep geleceğe dair bir korku içerisinde yaşadı. Üretilen sanal korkular ülke enerjisinin boş yere heba edilmesine sebebiyet verdi. Kimi etnik kimliğinden dolayı acılar yaşadı ve bu acılar korkulara dönüştü, kimi ise inançlarından dolayı acılara maruz bırakıldı ve bu acılar geleceğe dair korkular üretti. Başörtülülere gösterilen müsamahasız duruş, birçok genç kızı yükseköğrenim imkânından mahrum bıraktı. Halk, kendi değerlerini iktidar alanlarına bir türlü yansıtma imkânı bulamadı. Daha doğrusu, 27 Mayıs ve 28 Şubat sonrasında topluma yaşatılanlar buna engel oldu. Güçlü liderler çıktığı zaman, ülke toplumsal olarak yaşanan acılardan ancak kurtulabildi. Özal ve Menderes döneminde kısmî olarak bir rahatlama yaşayan ülke, 2002 yılından bu yana neredeyse tüm kamburlarından kurtuldu. Ülkenin sırtındaki son kambur olan Kürt sorunu ise çözüm aşamasında. Toplumsal ve bireysel olarak elde edilen özgüvense en üst düzeye çıkmış durumda. Özgüven ve başarı algısı o kadar değişti ki, Eurovision’da elde edilen birinciliği günlerce kutlayan ülkemiz, şimdilerde bu yarışmaya katılmıyor bile. 12 yılda elde edilen siyasî ve ekonomik başarı, sadece ülkenin bireysel ve toplumsal özgüvenini artırmış değil, Gazze’den Somali’ye, oradan Arakan’a kadar İslam coğrafyasında da aynı özgüveni perçinlemiştir. Bu noktaya gelinmesinde Recep Tayyip Erdoğan’ın liderlik becerilerinin büyük bir rolü olduğu ise yadsınamaz bir gerçektir. haziran 2014 115 DÜNYA LİDERİ : KAPAK LİDERİN DÜNYASI Tarihe sinsi bir darbe planı şeklinde geçen 17 Aralık trajedisinin birer uzantısı olarak çığıranlar, kürsüleri kendilerine gard kabul edip boy gösterir oldular. En sıcak haliyle izlediğimiz Danıştay’ın 146. açılış yıldönümünde siyasî hiçbir unvan ve hakka sahip olmayan ve bir hukukçunun (!) aldığı cevap yine bir Osmanlı tokadı olmuşken, hâlâ böylesi bir tokadın başkasını aranan var mıdır? Sanırım hak edene haddini bildiren yürekli devlet adamı olmak herkese nasip olamazdı. Türkiye halkı, rahmetle yâd ettiği Turgut Özal ve Aydın Menderes’ten sonra kazandığı ufku geniş lider Recep Tayyip Erdoğan’ın selameti için dualarla desteğini ondan esirgememeli… 116 haziran 2014 Yavuz Şahin [email protected] T ARİH, tanık olduğu hiçbir şeyi koparılmaz sayfalarına kaydetmeyi unutmamıştır. Bunlar bazen bir utanç, bazen de milyonlara atfen bir gurur bayramı olabilmiştir. Köklü bir geçmişi ve karakteristik bir medeniyeti olan güzide ülkemizin tarihsel arşivi dünyada pek az rastlanan özelliklere sahiptir. Yönetim biçimleri oldukça keskin hatlarla değişime uğramış bir coğrafya olarak kazanılan kahramanlıkların etkisi geniş olanlarının sayısı oldukça azdır. >> Her olay ve olgu için kitlesel bazdaki etki düzeyi, yöneten ve yönetilen arası bağın içeriğiyle doğru orantılıdır. Bir padişahın okuttuğu ferman halkına emir niteliği taşırken, demokrasi yoluyla seçilmiş bir başbakanın alacağı kararlar ise sorumlu olduğu vatandaşının sosyal hakları ve hukuksal çerçevedeki korunmuşlukla birebir örtüşmüş olarak şekillenmiştir. Ortaya şu çıkıyor: Yönetim biçimi ne olursa olsun, bir yönetici, liderlik vasıflarını halkına ve vatanına kazandırdıklarıyla kazanabilir. Son 12 yılın lider tanımına uygun tek ismi, hiç şüphesiz Sayın Recep Tayyip Erdoğan’dır. Gerek parlamento hayatı, gerekse öncesinde edindiği tecrübelerle markalaşan ismine ve daima dik duruşuna aşina olunan Tayyip Erdoğan’ı “üç devrimin tek sahibi” diye tanımlamak oldukça yerinde olur. Her biri kendi içinde başka yenilikleri de barındıran devrim zamanlarının birincisi, dünyanın hayranlıkla izlediği ve en büyük medeniyetlere ev sahipliği yapmış İstanbul’da Büyükşehir Belediye Başkanlığı yaptığı dönemdir. 27 Mart 1994 yerel seçimleri, İstanbul’un dünya metropol şehirleri arasında özel bir yere sahip olabilmesi için aslında bir kader günüydü. Ekip çalışmasına verdiği önem ve proje üretmekte çığır açan kabiliyetiyle şehrin birçok kronikleşmiş sorununu ortadan kaldırmıştır Erdoğan. Yıllardır çözüme kavuşturulamamış su sıkıntısını, döşenen kilomet- relerce uzunluktaki yeni borularla kaybı en aza indirgeyip insanları benzin istasyonunu andıran yerlerde su bekleme çilesinden kurtararak ortadan kaldırmıştır. Geliştirdiği dönüşüm noktalarıyla çöplüğü andıran birçok mekânı şehre kazandıran Tayyip Erdoğan, trafik kangreni için yaptırdığı onlarca sayıda köprüyle gerçekçi bir iyileşme sağladı. 2 milyar dolarlık borçla aldığı görev devrini neredeyse sıfır borç ve 4 milyar dolarlık yeni yatırımla kapatan dahiyane bir vatanseverdir o. Bütün bunlar, Türkiye’nin küçük modeli İstanbul’un kusursuz bir metropol şehri haline dönüşmesinde en büyük emek sahibi olarak Recep Tayyip Erdoğan’ı Ankara’ya taşımak için oldukça haklı ve yeterli liderlik vasıflarıdır. İkinci devrim zamanı, henüz kimsenin adını bilmediği kısa bir sürede, milletin teveccühünü kazanabilmiş bir partinin genel başkanı olarak girdiği ilk seçim döneminde geniş bir oy aralığına sahip bir başbakan olması ve gerçekleştirdiği reformlardır. Aydınlık ve daima kalkınan Türkiye için, ilaç kuyrukları ve muayene kargaşalarından kurtulan insanımız, adeta bir öcü gibi görünen ve toplumdan kamusal alan tanımıyla dışlanan tesettürlülerin hicap özgürlüklerinin iade edilip vicdanları hürleştiren başörtüsü serbestisi, dünya ekonomi piyasasında itibarını kaybetmiş Türk lirasından atılan altı sıfırla önüne geçilen enflasyon düzeyi de Başbakanlık dönemindeki eşsiz reformlardandır. Ulusal çapta söz sahiplerinin Recep Tayyip Erdoğan için “sessiz devrim” diye tanımladığı bu gelişmeler, ikinci büyük devrim döneminin yapı taşlarını oluşturuyor. Üçüncü devrim zamanı ise şahsına münhasır tavırlarıyla dilinin kabiliyetinin güç kattığı ve Osmanlı tokatlarını attığı nişane günlerdir. Gençlik yıllarından bu yana “Özgür Filistin!” diye haykırmış bir Müslüman olarak Sayın Başbakan’ın Davos’ta gösterdiği heybet, sadece ülkemizde değil, bütün İslam âleminde ayakta alkışlanmıştır. Gazze konulu bir panelde masumiyet kisvesine bürünmüş işgalci devlet İsrail’in eli kanlı Cumhurbaşkanı Perez’e göstermiş olduğu şecaatli tavır sürpriz olarak karşılanmazken, vesayetin farklı kollarda piyonlar tayin ettiği cüret sahipleri, Davos zaferine rağmen hâlâ “Nasıl öç aldırabiliriz?” kaygısını taşıyarak bütün arınmalara rağmen zehir kusmaya devam etmelerine karşı liderin de elbette bir cevabı vardı. Tarihe sinsi bir darbe planı şeklinde geçen 17 Aralık trajedisinin birer uzantısı olarak çığıranlar, kürsüleri kendilerine gard kabul edip boy gösterir oldular. En sıcak haliyle izlediğimiz Danıştay’ın 146. açılış yıldönümünde siyasî hiçbir unvan ve hakka sahip olmayan ve bir hukukçunun (!) aldığı cevap yine bir Osmanlı tokadı olmuşken, hâlâ böylesi bir tokadın başkasını aranan var mıdır? Sanırım hak edene haddini bildiren yürekli devlet adamı olmak herkese nasip olamazdı. Bütün bunlar, vatanını ve milletini seven ve hakkıyla emek veren bir dünya lideri kimliğindeki Recep Tayyip Erdoğan’ın elleriyle tarihe nakşettiği devrimlerin notlarıdır. Türkiye halkı, rahmetle yâd ettiği Turgut Özal ve Aydın Menderes’ten sonra kazandığı ufku geniş lider Recep Tayyip Erdoğan’ın selameti için dualarla desteğini ondan esirgememeli… haziran 2014 117 DÜNYA LİDERİ : KAPAK LİDERİN DÜNYASI D ÜNYA tarihi bakımından Osmanlı’nın çökertilmesi ile imparatorluklar dönemi sona ermiş, bunun yerine kavim (ulus) devletler dönemi kesin olarak hüküm sürmeye başlamış, Fransız devrimiyle de krallıkların yerini cumhuriyetler almıştır. Böylece dünya, “ulus devletler”in hüküm sürdüğü bir yerküre haline gelmiştir. Artık Türkiye’nin kuruluş yıllarındaki gibi sadece ulus devlet anlayışı ile yönetilemeyeceği ortaya çıkmıştır. Çünkü ulusçuluk, ayrıştırıcı ve ötekileştirici bir etki yaratmakta, toplumda gerilim hatlarının ve çatışma noktalarının ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Erdoğan liderliğindeki Türkiye, içe kapalı ve sömürge olmaya rıza gösteren bir ülke olmaktan çıkmıştır. Bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti Devleti dünyanın dört bir yanıyla ilgilenmekte, özelde ise Osmanlı coğrafyasına yakınlık duymaktadır. 118 haziran 2014 Osmanlı’yı yıkan güçler, onun yerine Anadolu’da daha küçük ve içe kapalı, kendi kendisiyle uğraşan bir devlet tasarladılar. Bu yüzden Osmanlı’nın yerine kurulan Cumhuriyet’te Türkçülüğün temel esas olmasına rıza gösterdiler. Anadolu’nun çeşitli yerlerinde kalan gayrimüslim ve Türk olmayan unsurları da sözde Türkleştirmek ve Müslümanlaştırmak suretiyle yeknesak bir devlet inşa ettiler. Kuruluş yıllarında Anadolu’da 13 milyon Müslüman, 2 milyon da gayrimüslim nüfus vardı. Gayrimüslimler, nüfus cüzdanlarındaki adı-soyadı haneleri değiştirilerek Türkleştirildi ve din hanesine İslam yazılmak suretiyle de Müslümanlaştırıldı. Lakin bu sadece kâğıt üzerinde yapıldı. Daha da ötesi, bugün birilerinin “kurucu irade” diye kutsadığı güçler, yeni devletin yönetimini şimdilerde “Beyaz Türkler” ismi verilen bu sahte Türk ve Müslüman zümreye bıraktılar. Şimdi ve daha önce ortaya çıkan bütün bunalımlar ise hep bu zümrenin kontrolü yitirmeye başlaması üzerine ortaya çıkmıştır. Tayyip Erdoğan’ın birileri tarafından istenmeyen adam ilan edilmesinin, hem de kendisiyle aynı inanç kökünden geldiği sanılan kişiler tarafından bertaraf edilmeye çalışılmasının altında yatan gerçek sebep ise, Beyaz Türklerin ve bağlı oldukları dış güçlerin yönetimi elden kaçırmama gayretlerinden başka bir şey değildir. Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında Müslüman ve Türk kimliği giydirilmiş, iç dünyalarında ise aslî inanç ve kimliklerini hep muhafaza etmiş olanlar, bizzat devletin başında olmadıkları zamanlarda bile korku ya da menfaat temini gibi yöntemlerle hep derin devlet oldular. Himmeti millet olanın… Ancak Başbakan Erdoğan, Kasımpaşalı fıtratıyla hiçbir zaman korkutulamadı. Beyaz Türklerin Gezi kalkışması sırasında birileri “Mesaj alındı” diyerek korktuklarını belli ettiklerinde dahi “Ne mesajı almışlar? Ben mesaj filan almadım” demek suretiyle korkusuzluğunu haykırmış ve mücadeleyi alenî bir savaşa dönüştürmüştür. Daha önce “Biz bu yola kefenimizi giyip çıktık” dediğinde hadiselerin dışında olan bizler ne demek istediğini anlayamamış ve böyle bir çıkışa anlam verememiştik. Şimdi net olarak anlıyoruz ki o tarihte adamlar Erdoğan’ı tehdit etmişler, fakat tıpkı Hz. İbrahim gibi “tek kişilik ümmet” olan Recep Tayyip Erdoğan, ağızlarının payını gür bir meydan okumayla vermiş. Cumhuriyet Türkiye’sini ümmet yerine Türkçülük esası üzerine inşa edenler, gerekirse ülkeyi daha küçük parçalara bölebilmek ya da en azından sürekli meşgul etmek maksadıyla Kürt ve Alevi kimliklerini hep yedek unsur olarak muhafaza ettiler. Gerekli gördükleri zamanlarda Aleviliği ya da Kürtlüğü sahneye sürdüler. Beyaz Türkler, kendilerini ülkenin yegâne sahibi olarak görmekten hiç vazgeçmediler. Çünkü Osmanlı’yı yıkanlar, Cumhuriyet Türkiye’sini onların uhdesine ema- net etmişlerdi. Beyaz Türkler, bir yandan bizi asılsız bir hamaset ile oyalıyor (“Bir Türk dünyaya bedeldir” gibi), bir yandan da ülkeyi tam bir sömürge ülkesi olarak yönetiyorlardı. Sözde Türk yöneticilerimiz bizden gibi görünüyor, ama ülkeyi sömürgecilerin iradesine uygun olarak hortumluyorlardı. Bu yüzden Recep Tayyip Erdoğan hükümetleri 70 yılda yapılanların iki katından daha fazlasını 10 yıl içinde yapmayı başarmıştır. Recep Tayyip Erdoğan, Beyaz Türklerden değildir. Üstelik çocukluk, gençlik ve yetişkinlik dönemlerinde Müslüman Anadolu kültürü ile yoğrulmuş biridir. Kavmi köken olarak Karadenizli, sosyo-kültürel soy olarak Kasımpaşalıdır. Bu yüzden korku nedir bilmemektedir. Erdoğan, yetiştiği kültürel ortam gereği kavmiyetçiliğin ne kadar ilkel ve sınırlayıcı bir anlayış olduğunu bilmektedir. Bu nedenle istese bile kavmî saiklerle hareket etme lüksüne sahip değildir. Erdoğan, yönetimde ister istemez daha evrensel ilkelerle hareket etmekte, insanların kavmiyetlerine, hatta dinlerine bakmamaktadır. Son dönemde verdiği mesajlara baktığımızda da bunu açıkça görmekteyiz. Ümmet Türkiye’de dini ciddiye alan ve dindar olarak tavsif edilen kesimler bile baskın kültür olan kavmiyetçiliğin etkisinde kalmış, bu nedenle daha önce evrensel bir ilke olan “ümmet” kavramını bir çeşit dinî kavmiyete indirgemiş bulunmaktadırlar. Pek çoğumuz -ki buna mürekkep yalamışlarımız da dahilümmeti şöyle tarif ederiz: “Ümmet, Allah’a, ahirete ve Hz. Peygamber’e inanan Müslümanlardan oluşmuş bir cemiyettir.” Bu tarifte Müslümanların bir çe- Osman Kayaer [email protected] Recep Tayyip Erdoğan, Beyaz Türklerden değildir. Üs- telik çocukluk, gençlik ve yetişkinlik dönemlerinde Müslüman Anadolu kültürü ile yoğrulmuş biridir. Kavmi köken olarak Karadenizli, sosyo-kültürel soy olarak Kasımpaşalıdır şit kavmî topluluk gibi görüldüğü aşikârdır; tıpkı Türk, Kürt, Yunan veya Farisî dediğimizde nasıl yeknesak bir kavimden söz ediyorsak, “İslam ümmeti” dediğimizde de yeknesak bir topluluktan söz ediyoruz demektir. Yani “ümmet” kavramının içini sadece “Müslümanlar” ile doldurduğumuzda, bir çeşit inanca dayalı kavmiyetçilik icat etmiş oluyoruz. Erdoğan bunu fark etmiş olmalı ki “etnik milliyetçiğe” olduğu kadar “dinî milliyetçiliğe” de mesafeli durduğunu her fırsatta dile getiriyor. Bu da onun evrensel ilkelere ne denli yakın ve yatkın olduğunu göstermektedir. Hem Hz. Peygamber’in Medine’de inşa ettiği şehir devletinde, hem de daha sonra Müslümanların kurduğu imparatorluklarda yeknesak (tek bir kavme ya da tek bir dinî inanca bağlı) bir yapıdan söz edilemez. Tam tersi Müslümanlar, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Mecusilerden müteşekkil dinî cemaatler ile onlarca farklı kavmî unsurdan meydana gelmiş bir yapıya ümmet ismi verilmiştir. İslam sadece putperest müşriklere tahammül göstermez, onların kendi devleti içinde bulunmasına müsamaha etmez. Buna rağmen kendileri savaşmadıkları sürece canlarına ve mallarına ilişilmez, -bugünkü tabir ile söyleyecek olursak- sınırdışı etmekle yetinir. Artık Türkiye’nin kuruluş yıllarındaki gibi sadece ulus devlet anlayışı ile yönetilemeyeceği ortaya çıkmıştır. Çünkü ulusçuluk, ayrıştırıcı ve ötekileştirici bir etki yaratmakta, toplumda gerilim hatlarının ve çatışma noktalarının ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Erdoğan liderliğindeki Türkiye, içe kapalı ve sömürge olmaya rıza gösteren bir ülke olmaktan çıkmıştır. Bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti Devleti dünyanın dört bir yanıyla ilgilenmekte, özelde ise Osmanlı coğrafyasına yakınlık duymaktadır. Ulusçuluk anlayışı ile böyle geniş bir alana ilgi gösterilemeyeceği gibi mevcut devletin varlığını muhafaza etmek bile zordur. Bu nedenle farklı etnik ve dinî unsurları bir arada tutacak temel ilkeler etrafında toparlanabilecek bir yapının ortaya çıkması için ümmet anlayışına ihtiyaç vardır. Şu kadarını hemen ifade edelim ve yazıyı bitirelim: Ümmet, birilerinin sandığı gibi kutsal ve dinî bir kavram değildir, bilakis siyasî bir kavram olarak devlet yönetimi ilkesidir ki Müslümanlar, bu ilke sayesinde farklı etnik ve dinî unsurların bir arada, barış ve huzur içinde yüzyıllarca yaşayabileceğini bütün insanlığa göstermişlerdir. haziran 2014 119 DÜNYA LİDERİ : KAPAK LİDERİN DÜNYASI Paradigmayı bütünüyle değiştirdi o. Yurtdışında hem işiyle, hem de öncekilerden alışageldiğimiz ezik büzük duruşun aksine babayiğit tavrıyla milletimizin yüzünü ağarttı. Ülkemizi küresel bir aktör, kendisini de mazlum insanların umudu yaptı. Evet, kim ne derse desin Tayyip Erdoğan budur!.. Tayyip Erdoğan na 19 95 genel seçimleri öncesinde bir gün, Adana’da Refah Partili bir dostum, verimli bir çalışma yapamadıklarından yakınmıştı. Ben de kendisine “İstanbul teşkilatınızın başındaki her kimse, benim kanaatime göre o adam sıradan biri değil, bu işleri çok iyi biliyor. Gidin, ondan öğrenin” şeklinde bir tavsiyede bulunmuştum. Tayyip Erdoğan, ilk defa o zaman dikkatimi çekmişti. Daha sonra onu uzaktan uzağa hep takip ettim. Belediye başkan adayları belirlenirken merhum Erbakan ona sıcak bakmıyor, daha ziyade Ali Coşkun’u tercih ediyordu. Fakat o, kararlı bir şekilde bastırdı ve genel başkanına rağmen adaylığı kopardı. Gerçek liderler, kendi yollarını kendileri açarlar. Tayyip Bey, ilk liderlik sinyalini verdiği o günden -önüne çıkan engelleri bir bir temizleyerek- 120 haziran 2014 bugünkü noktaya kadar geldi. Doğrusu ben o zaman başkaları gibi düşünüyor, seçimi kazanabileceğini tahmin etmiyordum. Popülaritesi olmayan, kamuoyunca tanınmayan bir isimdi. Bedreddin Dalan, İlhan Kesici, Zülfü Livaneli gibi güçlü, popüler rakiplerin yanında en mütevazı görünümlü olanı oydu. O bakımdan başlangıçta çok ciddiye alınmamıştı. Ancak teşkilatıyla birlikte ortaya koyduğu propaganda performansı ve kamuoyu yoklamalarının verdiği işaret üzerine rakip çevreler, özellikle de laikçiler ve büyük sermaye, telaşa kapılıp bütün medya güçleriyle üzerine çullandılar. Gerçek liderin bir başka özelliği de böyle yoğun saldırılar karşısında ve zor zamanlarda, sadece direnmekle kalmayıp daima ileriye adım atmasını bilmesidir. Tayyip Bey serinkanlı ve özgüvenli dik duruşu ile bunu başardı. Maruz kaldığı her saldırıdan daha da güçlenerek çıktı ve sonuçta İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçildi. Liderin çapı, en yalnız olduğu zamanlarda belli olur. Erdoğan, Gezi olayından itibaren 17 Aralık ve devamında, öncekilerden çok daha sofistike, iç ve dış hain güçlerle büyük sermayenin müştereken yapmış olduğu topyekun saldırıyı harikulade bir metanet ve dirayetle, adeta tek başına püskürttü ve destansı bir zafer kazandı. Dava ve yol arkadaşlığı Her liderin doğru veya yanlış, hak veya batıl bir davası, bir hedefi vardır. Ancak bu liderlerin çok azı davasıyla beraber yürürler. Mutlak gücü eline geçirdikten sonra gerçek yüzlerini ortaya koyarlar. Yakın geçmişteki Hitler, Lenin, Mussolini gibiler hep böyle yapmışlardır. Sabri Öğe [email protected] “Allah’tan (c.c.) korkan, başka kimseden korkmaz” şeklindeki ilahî mesajdan alıyor. Davos’ta şayet onun yerinde şu geveze pimpirik siyasetçilerden birisi olmuş olsaydı, yutkunup kekelemekten başka acaba ne yapabilirdi? Tabiî sadece gözü kara olmak liderlik için kâfi değildir, akıl ve sabır da gerekir. Salt cesaretin yaratacağı lider ancak Enver Paşa gibi olabilir. Onun mukabili ise Mustafa Kemal’dir. Bütün ataklığına rağmen Erdoğan, bu noktaya sabrı merdiven yaparak, aklını ve yumuşak gücünü kullanarak, davasını ve arkadaşlarını bırakmadan gelmiştir. Tayyip Erdoğan’ı milletine sevdiren en önemli özellikleri ise içimizden biri olması, tevazuu ve bu özelliğini hiç kaybetmeyişidir. Onun yapmış olduğu hizmetler, başka hiçbir başbakana nasip olmadı. Milletimizin başına bela olan nice tabuları yıktı, putları devirdi, milletin tepesindeki kibirli buyurganları yerlerine oturtup hizaya getirdi, daha önce hayal edemediklerimizi gerçekleştirdi. sıl bir lider? Liderlerce genellikle yaşanan bir başka hadise de yol arkadaşlarını sık sık değiştirmeleri yahut onların yorulup kendiliğinden ayrılmalarıdır. Tarihçi Cemal Kutay, merhum Alparslan Türkeş’e “Atatürk, etrafındaki kadroyu zaman zaman değiştirerek başarılı oldu. Sen de öyle yap” şeklinde bir tavsiyede bulunmuştu. Bu konularda Tayyip Bey’in tarzının ne olduğuna geçmeden önce, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük lideri olan Şanlı Peygamberimiz’in ne yaptığına bir bakalım mı? O, davasını asla kendisinden ayırmadı. Zamanın güçlülerinin “Gel seni başımıza reis yapalım, istediğin kadar mal mülk verelim, en güzel kadınlarla evlendirelim. Yeter ki şu davandan vazgeç!” şeklindeki teklifi karşısında, “İyi! Hele reis olup gücü bir elime alayım, ondan sonra bildiğimi yaparım” gibi bir düşünceyi aklından geçirmemiş, “Vallahi bir elime güneşi, bir elime de ayı verseniz, yine de davamdan vazgeçmem!” diyerek esas olanın kendi pozisyonu değil, davası olduğunu ortaya koymuştu. Yol arkadaşı meselesine gelince... Efendimiz, sonuna kadar kendisiyle beraber yürüyebilecek bir çekirdek kadro oluşturup eğitti ve -daha sonra katılanlar da dâhil- hiçbiri O’nu, O da hiçbirini yarı yolda bırakmadı. 23 yıllık yolculuğunun ilk gününde en yakınında kimler var idiyse, son gününde de başucunda yine onların sağ kalanları vardı. Şartlar ne olursa olsun, O, ilke bazında bizler için model insandır. Cesaret, akıl ve sabırla dolu bir yolculuk Benim anlayabildiğim, Tayyip Bey ihlasına güveniyor, hayranlık verici cesaretini Hülasa, paradigmayı bütünüyle değiştirdi o. Yurtdışında hem işiyle, hem de öncekilerden alışageldiğimiz ezik büzük duruşun aksine babayiğit tavrıyla milletimizin yüzünü ağarttı. Ülkemizi küresel bir aktör, kendisini de mazlum insanların umudu yaptı. Evet, kim ne derse desin Tayyip Erdoğan budur!.. “Yiğidin hakkı”nı teslim etmek kadirşinaslıktır. Bu, bizim millî bir hasletimizdir. Böyle büyük liderler çok nadir gelir ki Tayyip Erdoğan, Yaratan’ın bu millete bir lütfudur. Peki, milletimiz onun kıymetini hakkıyla bilebilmiş midir? Sandıktan çıkan oy miktarlarına bakılırsa “hayır”… Ne yapalım? Bu ülkede önyargı ve fanatizm putu henüz yıkılmamıştır ve daha uzun bir süre de varlığını sürdürecek gibidir. İnsan olmak hasebiyle onun elbette birtakım yanlışları ve hataları da olmuştur, olmaktadır. Ancak ben, bütüne ve esasa bakarım. Tayyip Bey, taze bir hamleyle yeni bir döneme başlama heyecanı içerisinde görünüyor. Umuyorum, eserlerine çok daha büyük yenilerini katacaktır. Bizlere hizmet etmek için kendisini adeta parçalayan bu güzel insana ben dualar ediyorum. Allah (c.c.) yardımcısı, sağlık ve afiyeti de daim olsun. Tabiî bu yeni dönemde kendisine içeriden ve dışarıdan yapılan saldırılar daha da artacak, daha da seviyesizleşecektir. Saldıranların kimlikleri, onun doğru yolda olduğunun en sağlam delillerindendir. Hiç şüphe etmiyorum ki tarih, Erdoğan’ı “Bir karanlık devri kapatıp bir aydınlık devri açan lider” olarak kaydedecektir. haziran 2014 121 DÜNYA LİDERİ : KAPAK LİDERİN DÜNYASI Gerçek Ü LKEMİZDE, normal şartlarda yaşayan aileler çocuklarını yetiştirirken hemen hemen birbirine benzer kaygılar içindedir. İmanlı, vatanını seven, milletine hayırlı bir evlat yetiştirmektir gayeleri. Bu doğrultuda verilir tüm emekler. Yenmez yedirilir, giymez giydirilir. Hastalanmasın, kötü alışkanlıklar ve kötü arkadaşlar edinmesin diye tedbirler geliştirilir. Allah’tan korkan, vatanına hizmeti düstur edinecek bir evlat yetiştirmek isteyen ailelerin, kendi çocuğunun geleceği ile ilgili şan, şöhret, makam, mevki kaygısı pek olmaz. Genellikle gayet masum bir şekilde “hayırlı evlat” yetiştirme gayretinden başka bir dert de taşınmaz. Ancak, fıtrat ve benlik duygusu, ilkeler, inanç ve çevre iletişimi, insanın geleceğini şekillendirmede ip uçları verir. Her yol ayrımına gelindiğinde, cüz’i irade yön seçmekte etkindir. Yol ayrımında belirlenen tercihler, geçmiş tecrübeler ve edinimler, ilerleyen zamanlarda kişinin hayatını ve attığı her adımı değerli kılacaktır. Zalime boyun eğmek şöyle dursun, karşısında söz söylememeyi kendisine yediremeyen, haksızlığa her daim tavır koyan, mazlumu kollayan, yetimi koruyan birini düşünün! Şairin, “Kim demiş uysal koyunum/ Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boynum” dizelerini hâl eylemiş bir lider düşünün! 122 haziran 2014 Çocukluk yıllarında, eğitim ve sonrasında gençlik yıllarında dava arkadaşları derken genişleyen bir çevrenin içinde bulur kişi kendini. Aynı ilkelere inanan, aynı düşünceleri paylaşan arkadaşlar ve oluşan sıkı dostluklarla zenginleşir. Takım ruhuna sahip olmak İşte bu çoğalarak devam eden çevrenin sağlıklı ve sürekli olması kişinin mahareti ile ölçülebilir. Bu çevre içinde güvenli, istikrarlı, huzurlu birlikteliği sağlamak ise takım ruhuna sahip olmayı gerektirir. Takım yönetmek bir beceridir! Zira insan karmaşık yapıya sahip bir yaratıktır. Gerçekleşen herhangi bir olayda biri sevinirken bir diğeri üzülür, bir diğeri kaygılanır, bir diğeri yapılıp edileni gereksiz görürken diğeri daha fazlasını yapmak ister. İçinde bulunduğumuz çevrede asayişin berkemal olması için herkesin memnuniyet üzere olmasını sağlamak hayli zordur. İşte böylesi durumlar gereği, alınan eğitim tek başına yeterli değildir. Şiir, edebiyat, belagat, spor, sosyal aktiviteler ile hemhal olmak bir ihtiyaç haline gelir. Bu uğraşların her birisi kimliğin şekillenmesinde, saygınlığın artmasında etken olur. Tutarlı ve mantıklı getireceğin her öneri çevrendeki- lider! lerin sana olan bakışını değiştirir ve bir süre sonra takım kaptanı yapılırsın. Neden? Çünkü takım oyununu çözmüşsündür! İnsan yönetmek dünyanın en zor işlerinden biridir! Memnun edemezsin. Versen, alsan, daha fazlasını öngörsen de insan egosunu tatmin etmek, mutmain eylemek zor sanattır! Hele ki takım oyununda mutlaka farklı fikirler oluşur ve bu durum da iyi bir yönetici yoksa eğer keşmekeşe, anarşiye, sebebiyet verecek kadar ileri boyutlara ulaşabilir. Takım yönetimi Aile yaşamında da böyledir. İyi bir anne veya baba olunur ama iyi bir idareci değilseniz çocuklarınızdan birini kollamak, kayırmak adına adaletsiz davranabilir, birini memnun etmek isterken diğerini kırabilir hatta aile içindeki bireyleri birbirine düşman edebilirsiniz. Sebep? İdare edememektir. Futbol oyununda da bu böyledir. En iyi takım oyunlarındandır futbol. Sadece teknik yetmez, taktik de gerektirir, kondisyon da... İyi bir taktik kaybedilecek maçı kazandırabilir. Ailede de oyunda da hasılı hayatın her evresinde insanlar iyi bir yöneticiye ihtiyaç duyar. Güvendikleri, inandıkları, sevdikleri, yoluna ölümüne gidebilecekleri bir yönetici... Böyle birini arar her daim. Kimse böyle bir yönetici olmak için niyetlenmez ama taşıdığı özel vasıflar gereği kendisine böyle bir misyon yükleniverir. Ve bir bakar ki, yönetici konumu kendisine teveccüh edilmiş. İşte bu durumda şimdi sizler, ilkeli, imanlı dürüst, çalışkan, gayretli, sabırlı, yılmaksızın emek sarf eden, gençliğini ideali uğruna akranlarından farklı yaşayan birini düşünün! Hayatını inandığı değerler üzerine kuran, aile yaşantısını buna göre şekillendiren, düşüncelerini ideallerini buna göre belirleyen, örnek aldığı kişileri buna uygun seçen, okuduğu eserleri ezberlediği şiirleri dimağındaki fikre uygun olarak kalbine hazmettiren birini düşünün! Haşim Çaylı [email protected] “Kim demiş ki uysal koyunum!?” Yanlış dediğinin yanlışlığını kişisel düşüncesi değil Rabbinin emirlerini dikkate alarak yanlış kabul eden biri... Doğrularını Allah korkusuna sadık kalarak belirleyen birini düşünün. Gördüğü haksızlıklara ve kötülüklere buğzetmede “elinle”, “dilinle”, “kalbinle” ilkesine uygun tepki veren birini... Adam gibi olmak şeklen değil yaşayarak olur diyen birini düşünün! “İnsanlar hüsrandadır; iman edenler, salih amel işleyenler hakkı tavsiye edenler ve sabredenler müstesna!” ayetine inanmış birini düşünün! Zalime boyun eğmek şöyle dursun, karşısında söz söylememeyi kendisine yediremeyen, haksızlığa her daim tavır koyan, mazlumu kollayan, yetimi koruyan birini düşünün! Şairin, “Kim demiş uysal koyunum/ Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boynum” dizelerini hâl eylemiş bir lider düşünün! Uğradığı baskılara, haksızlıklara rağmen dik duran, diklenmeden tavır sergileyen, “Biz kefenimizle bu yola çıktık!” diyen birini düşünün! Ailesini, milletinin sevdasına feda eden, onlarla olması gereken zamanlarını milletine hizmet etmeye adamış birini... Geçmişi tecrübe olarak değerlendirip gelecekte daha iyi ne yapılması gerekiyorsa ona uygun strateji geliştiren, buna uygun ekip kurup yönetmek adına hareket eden birini... Dünyanın neresinde olursa olsun din kardeşinin zulmüne sessiz kalmaksızın ses çıkaran, mazlum hangi milletten olursa olsun zalime haddini bildiren birini düşünün! Yukarıda düşündüğümüz her vasıf, sadece bir yönetici portresi değil tastamam bir lider resmi çizer bize! İşte Lider! Sadece takıma direktif veren, onlar çalışırken izleyen değil, onlarla birlikte işin içinde olandır lider! Sadece ailesi ve arkadaşları ile bir araya geldiğinde sözü dinlenen değil, konuştuğunda dünyanın dikkatle “Ne diyor?” diye dinlediğidir lider! Her yaptığı, her söylediği kamuoyu oluşturan, sonucunda politikaların, stratejilerin değişmesine sebep olandır lider! Kötülerin hazırladığı tuzaklara ve planla- ra, gerekli tepkiyi verdiğinde sonucu değiştirmesine sebep olabilendir, “Ne yaptığınızın farkındayım!” dediğinde karşısındakini titretebilendir, bakışı ile duruşu ile mimikleri ile komut verebilen, davranışlarındaki otorite ile birlikte sempatikliği ile de çok sevilendir lider! Karizmatiktir, otoriterdir, âdildir! Yönetilen değil yönetendir! Tek bir sözle halkını, sevenlerini doğru olana sevkedebilendir lider! Lider, kavramsal olarak herkese yakıştırılıyor olsa da, şu an yaşayan lider sayısı bir elin parmak sayısı kadar azdır. Dünya liderleri arasında, ABD Başkanı Obama, Rusya Devlet Başkanı Putin, Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, öncelikli sayılan isimlerdir. Obama, başkanlığını yaptığı ülkenin gücünü arkasına almış olduğundan lider sıfatına layık görülmüş, ülkesinin liderliğinin altında ezilmiş bir isimdir aslında. Putin ise Rusya’nın geçmişten gelen dünya üzerindeki lider gücünden yararlanmakta, aslında kişisel değil, devlet otoritesinin gücünü kullanarak liderlik yapmaktadır. Sevildiği ve kabul edildiğinden değil, yaptırımcı güç gereği liderlik unvanını taşıyandır. Oysa Recep Tayyip Erdoğan, bu iki isimden çok daha farklı bir lider... Ülkesini yokluktan varlığa, umutsuzluktan umuda çıkaran bir lider! Saygı duyulmayan bir toplumu saygı duyulur hale getiren, dünya atlasında nerede olduğu bilinmeyen bir ülkeyi vitrine taşıyarak dikkatlerin üzerinde toplandığı bir coğrafya haline getiren ve dünya ülkeleri ile rekabet edebilir duruma yükselten bir liderdir! Gerçek lider! “Ben yaptım, oldu!” demeyen, istişare eden, sonrasında kararını belirten “Ben” demeyen “Biz” diyen bir Lider! Toplum bireylerinden en küçüğü çocukların sevgilisi, en büyüğü dedelerin ve ninelerin dualarına ismi katılan bir Lider! Ecdadının izinden giden, hataları yinelemeden güzellikleri çoğaltarak ülkesini geliştiren, bunun için gecesini gündüzüne katarak sağlığını riske sokacak derecede adanmışlıkla çalışan bir lider! Dünyada ve ülkemizde böylesi vasıflara haiz lider sayısı kaçtır diye sorsak, vereceğimiz cevap nettir: “Çok yoktur, hatta tekdir!” Ve o isim, Recep Tayyip Erdoğan’dan başkası değildir! haziran 2014 123 DÜNYA LİDERİ : KAPAK LİDERİN DÜNYASI BİR GÜZEL Suçludur… Zira hızlı trenleri filmlerde izleyen nesilleri hızlı trenle tanıştırmış, 80 yılda yapılan toplam yolun 3,5 katı ile 22 bin kilometre bölünmüş yol yapmış, hem vatandaşın can güvenliğini sağlamış, hem de zamandan tasarruf ettirmiş kişidir o. 13 bin hastaneyi 35 bine çıkaran, ülkeyi tefecilerden kurtaran, Filistin’de, Bosna’da, Arakan’da, Somali’de, Mısır’da kimsesiz Müslümanların sesi olan, Suriye’de yaşanan vahşete sessiz kalmayarak kapılarını Müslümanlara açan, Osmanlı ismini ve ruhunu ortaya koymaya çalışan, “otorite”ye baş kaldırıp “One munite!” çeken ve özür dileten de odur. *** Bilen bilir, onun her attığı adım vatanı, millet ve halkı içindir. Bu güzel insanın ne kendisi, ne de bu vatana verdiği hizmet satırlara sığmaz. Yolun açık olsun Güzel Adam!... 124 haziran 2014 ADAM “M AZLUMLARA sırdaş olan, gariplere yoldaş olan…” “Tek Adam Recep Tayyip Erdoğan!” “Allah razı olsun senden Usta!” “Gülüşüne kurban Usta!” “Yoluna canımız feda Uzun Adam!” “Derdi hak ve halk olan Adam!” “Tek başına ümmet! Seni bu yüzden sevdik, bu sevda bitmez!..” *** >> Bu sloganları her gün defalarca duyuyor olmalısın Sayın Başbakanım. Merak ediyorum, acaba yıllar önce, çocukluğunuzda böyle bir potansiyele sahip olacağınızı biliyor muydunuz? Hedefiniz böyle büyük müydü? Çok yorucu, çok sorumluluk gerektiren bir yüke sahipsiniz; kim bilir, hangi yoğun duygularla sabaha erişip akşamı ediyorsunuz? *** Aslında Recep Tayyip Erdoğan hakkında yazmak zor. Haddi aşmak gibi neredeyse… Kurduğum her cümleden sonra durup düşünmek istiyorum… Yazmak istediklerim, aklımdakiler bambaşka; lakin şu an sadece parmaklarımın klavye üzerinde dolaşırken çıkardığı tıkırtıları duyuyor ve kendimi bu ritme bırakmak istiyorum. Belki de bu yazıyı hiç okumadan bekleyenlerine göndereceğim. Duruşu, asaleti, halkın içinden gelişi, samimiyeti, inancı, yüreğinin sevgi dolu oluşu, bilgisi ve donanımlı olmasıdır elbette onu saygıdeğer ve başarılı kılan… Kendini ve ne istediğini bilip azimle, inançla, menfaatsiz şekil- de, yorulmadan veya yorulduğunu belli etmeden hedefe ulaşmak isteyen bir insanın elbette muvaffakiyet kazanması muhtemeldir. Lakin yaşadığımız 21. yüzyılda dünya, şiddetine adeta esiri olmuş, insanlar zengini fakiri, söz sahibi olanı ya da olmayanıyla derin ve anlamsız bir bunalım içinde. Genel anlamda dünya yüzünde ne amaçla olduklarını unutarak dünyevî zenginliklere meftun ve bunun getirdiği hırsla ortalığı yangın yerine çevirenler, ne Irak’taki Amerikan işgali sırasında ezilen kadınları, ne Suriye’de yaşanan iç savaşta ölen çocukları, ne Mısır, ne Kırım, ne de dünyada kaybolmak üzere olan özgürlük duygusu ve yozlaşmayı önemsiyorlar. Masum insanların öldürülmesi, uykuya geçerken dinledikleri masalsı bir acı sadece… İşte madde ve güç eksenli hayatın getirisi “Altta kalanların canı çıksın!” zihniyeti taşıyor. Bunun yanı sıra yalan, riya, samimiyetsizlik ve vefasızlık insanların yaşam tarzı olmuş; bu adeta yedi başlı bir devle mücadele etmekten çok daha zor ve yorucu. Gerçek lider Tam da böylesi bir hengâmenin içinde, kendinden ziyade hatta kendiyle birlikte ailesinin sorumluluklarını az da olsa ihmal edip “Vatan, millet, Sakarya!” diyerek öne atılmak, atılmakla kalmayıp “Biz kefenimizle yola çıktık!” beyanıyla korkusuzluğunu ve kararlılığını gözü kara bir şekilde ifade eden aslan yürekli bir “Uzun Adam” var. “Uzun Adam”, Yedikule Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Şirinoğlu’nun 1915 olaylarına ilişkin mesajı dolayısıyla gazeteye verdiği ilandaki hitabıyla “Güzel Adam”… Evet, kendine has üslubu, duruşu ve gülümsemesiyle sadece bir “Güzel Adam” o! Doğruyu söylemek gerekirse, yazıma başlarken siyasî içerikli cümleler kurmadan, sadece Başbakanımız’ın duruşu, azmi, inancı ve insanlığından bahsedecektim. Ama siyasî bir lideri yazıyorsanız, bu çok da mümkün olmuyor. Zira ister istemez cümleleriniz siyasete kayıyor. Gecesini gündüzüne katıp, memleketinin birini bin etmek için çalışan bir liderin siyasî yönünü es geçmek çok akıl kârı gelmedi bana. Dinlenmek bilmeyen bir çalışma azmiyle uyumadan, dinlenmeden ve bitmeyen bir enerji ile partisini bile tek başına sırtlayıp bütün olumsuzluklara rağmen sadece hedefe kilitlenerek memleketin işleriyle ilgilenmek; gittiği her yerin, her şehrin, her kasabanın, her köyün Hümeyra Yıldız Dülek [email protected] künyesini ezberleyip ders çalışır gibi en ufak ayrıntıları bile ciddiye almak; yurt içinde ve dışında görüşmeler, binlerce kilometre yol, binlerce mil uçak yolculuğu yapmak… İşte, insan olarak mükemmele yakın olması yanında, lider olmanın da zirvesinde olduğunu bu azim, bu sebat, bu gayret ve bu enerji ile göstermektedir Erdoğan. Recep Tayyip Erdoğan gerçek bir liderdir… Belki de bu kadar başarılı ve kendinden emin olarak hedefe kilitlenmesi bazı çevreleri rahatsız etmiştir. Yoluna taş koyanlar çoğalmış ve onu kötü imajlarla gösterme girişimleri fazlalaşmıştır. Dışarıda ve içeride kendisini milletine suçlu göstermek için az oyun oynanmamıştır. Ancak o bir suçludur ve sanık sandalyesine oturmalıdır(!). Suçlu(!) Suçludur… Zira ülkeyi IMF kapısında 500 milyon dolar krediyi alabilmek için el pençe divan duran bir iktidardan teslim alıp 27 milyarlık borcu ödeyip üstüne aynı kuruma “5 milyar dolar borç verelim” diyen odur. Deprem vergileriyle maaş ödenen bir dö- nemden memurların bir yıllık maaşını peşin ödeyecek bir ekonomiye sahip olmasını sağlayan politikanın başında da o vardır. Suçludur… Çünkü enflasyonu tek haneye indirmiş, Türkiye’ye 200 bin derslik kazandırmış, memurların konut edindirme paralarını ve nemalarını ödemiş, üniversite ve havalimanı olmayan şehir bırakmamış, “Başörtülü” diye haddi bildirilerek kamu kurumlarına alınmayan Anadolu evlatlarına kapıları açmış, TOKİ ile ayda 100 TL’ye garibi ve fukarayı ev sahibi yapmış, çiftçiye yüzde 59’la verilen krediyi yüzde 5’e düşürmüş, cami ve medreseleri ahır olarak kullanan zihniyetten ülkeyi kurtarmış, borç yüzünden hastanelerde rehin kalmayı ortadan kaldırmış, Hacettepe ve GATA gibi hasteneleri vatandaşa açmış, asker ve polis eşlerinin -köy yüzü görmeden- 4483 sayılı kanunla evinin yanında çalışma imtiyazını kaldırarak tüm memur ve öğretmenlere eşit tayin hakkı vermiş, kitapçı kitapçı gezip ders kitabı arayan öğrencilere ücretsiz ders kitabı sağlamış, İmam-Hatip okullarını açıp katsayı zulmüne son vermiş, Anadolu’da eli nasır bağlamış anne ve babaların çocuklarının da milletvekili, bakan ve bürokrat olmasının önünü açmıştır. Suçludur… Zira hızlı trenleri filmlerde izleyen nesilleri hızlı trenle tanıştırmış, 80 yılda yapılan toplam yolun 3,5 katı ile 22 bin kilometre bölünmüş yol yapmış, hem vatandaşın can güvenliğini sağlamış, hem de zamandan tasarruf ettirmiş kişidir o. 13 bin hastaneyi 35 bine çıkaran, ülkeyi tefecilerden kurtaran, Filistin’de, Bosna’da, Arakan’da, Somali’de, Mısır’da kimsesiz Müslümanların sesi olan, Suriye’de yaşanan vahşete sessiz kalmayarak kapılarını Müslümanlara açan, Osmanlı ismini ve ruhunu ortaya koymaya çalışan, “otorite”ye baş kaldırıp “One munite!” çeken ve özür dileten de odur. Sadece bir kısmını yazabildiğim bu hizmetlerin hepsi suç unsurudur! Dolayısıyla Başbakanım, suçlusunuz(!). Sanık olarak ayağa kalkın!.. Bilen bilir, onun her attığı adım vatanı, millet ve halkı içindir. Bu güzel insanın ne kendisi, ne de bu vatana verdiği hizmet satırlara sığmaz. Yolun açık olsun Güzel Adam!... haziran 2014 125 DÜNYA LİDERİ : KAPAK LİDERİN DÜNYASI Onlarca ok saplanmış vücuduna rağmen bayrağı dikecek amacı kendine borç edinmiş şanlı yiğitlerin işidir cesaret ve henüz bıyıkları terlememiş kumandanın İstanbul’a ettiğidir. Seyit Onbaşı’nın havaya kaldırdığı mermidir cesaret ve Akif’in Çanakkale’ye ve milletine “Korkma!” diye hitap ettiği öğüdüdür. Hamza’nın çöllere aslan kesilip döşenmesidir cesaret… Yüreği cesur olanın adımları korkak Y ÜREĞİ cesur olanın adımları korkak, ürkek başlayan adımdan da yol olmaz. Yürümeyi üslubunca öğreten ve elimizden tutan analarımız ilkin aşıladıkları sevgiyle bakar arkamızdan, koşabilene kadar. Duadır bu gücün adı. Anasının duası ensesinde olanın yolu çamur da, taş da olsa o yüce ve manevî destekle koşmamış mıdır? Adım deyip geçmemeli. Ayağına veyahut ayakkabısına değil, bileğine ve yüreğine güvenmeli insan. Geçici her şey acziyetten ibaret, kalıcı olan ne varsa ebedin ışığına mahiyettir. Hizmet niyetten peyda olur; niyet kalpten, kalp inançtan, insan hakikatten beslenir. Dosdoğru şeyler yapabilme azmidir dünya. Herkes bir filizle uyanır. Kimi az -kısmetince-, kimi çok yol alır sabrının ve Rabbinin yardımıyla... İşte o vakit, vaktin ve yerin kıymeti olur dünya hayatında. Arının çabası, ona verilen görevi tam hakkıyla yerine getirip şifa dağıtmaktır. Keza karıncanın gayreti de bir mevsimlik hayata ne kadar da fazla... Ah ama insan!.. Ardında bıraktığı hayır ve hasenatla ilelebet anılacak kadar övgüyle yaratılmış, lâyemut olmayan varlığına elestten iman etmiş bir varlık… Varoluş yolculuğunda yanına alacağı hasletleri bildikten sonra nasıl iflas eder ki bu yolculukta önüne çıkan badirelerin çokluğunda? Ve’l-Asr… Hikâye olunur ki, Lokman tertemiz, nurlu yüzlü Davud’un (a.s.) yanına gitmiş, onun demirden halkalar yaptığını görmüştü. O Yüce Padişah, yaptığı çelikten halkaları birbirine takıyordu. Lokman, zırh yapma sanatını az görmüştü. Bu işe şaştı kaldı; vesvese- 126 haziran 2014 leri de arttıkça arttı. “Acaba bu neye yarar? Kat kat halkalarla ne yapıyor? Kendisinden sorayım mı?” diye hatırından geçirdi. Sonra kendi kendine “Sabretmek daha iyidir” dedi, “Çünkü sabır, insanı maksadına çabucak ulaştıran bir kılavuzdur. Bir şeyi sormayınca, o şey sana daha çabuk açılır. Sabır kuşu bütün kuşlardan daha hayırlı uçar. Eğer sorarsan, istediğin daha geç hâsıl olur. Kolay bir şey, senin sabırsızlığın yüzünden zorlaşır”. Lokman bir zaman sustu, seyretti. Hz. Davud da işini bitirdi. Sonunda yaptığı zırhı, sabırlı Lokman’ın karşısında giyindi. “Yiğidim! Bu zırh, insanı savaşta yaralanmaktan koruyan bir elbisedir” dedi. Lokman, “Sabır iyi bir şey; her yerde insana sığınak olur, her gamı ve kederi giderir” dedi. Ey filan! Ve’l-Asr Suresi’nin sonunu dikkatle oku da gör: Allah sabrı Hakk’la beraber andı, sabrı Hakk’a eş etti. Cenab-ı Hakk, yüz binlerce kimya, yani tesirli, faydalı devalar yarattı, fakat insanoğlu sabır gibi faydalı bir deva görmedi. Sabrın bir gayede kararlı olana ne çok hikmet kattığına bakınca daha anlaşılır oluyor istikrarlı olmanın hangi Hû’dan gelip Hayy’a gittiği, dolayısıyla hikmeti belleyen ve hikmetin hayrından haberdar olan mana insanı için her adım bir hikmettir. Yeter ki yol doğru olsun; yolda it de ürür, kervan da yürür pekâlâ. Öyle eşelenesi bir konu ki yüreği cesur olmak, “Elimizde neler var?” diye tarihimize baktığımızda nice güzel insan toplulukları, nice kendini unutup başkalarına ışık olmuş azmediciler, nice dava aşkıyla yol açan ve rahmet bekleyenler ve nice ismi temize çekilenler var. Meseleye buradan bakılınca anlaşılıyor ki, cesaret mal veya mevki değil, yürek işi- dir. Sonra cesaret kadın erkek de fark etmez, diline Besmele’yi siper edip her türlü ziyana karşı ön saflarda göğsünü gere gere yiğit resmi çizmektir o. Cesaret tende, silahta, atta veya avratta değil, tinde büyüyen, ötelerin kokusunu duyabilen özde yücelendir. Onlarca ok saplanmış vücuduna rağmen bayrağı dikecek amacı kendine borç edinmiş şanlı yiğitlerin işidir cesaret ve henüz bıyıkları terlememiş kumandanın İstanbul’a ettiğidir. Seyit Onbaşı’nın havaya kaldırdığı mermidir cesaret ve Akif ’in Çanakkale’ye ve milletine “Korkma!” diye hitap ettiği öğüdüdür. Hamza’nın çöllere aslan kesilip döşenmesidir cesaret… Hedefin üstüne gitmekten çok, inandığına tevekkül etmek öğretir cesareti. Cesaret tektir, birdir Sevgiyle, aşılmayacak dağları aşmaktır bu denli cesaret. Elini tandıra daldıran ananın, o ateşten yanmak hâsıl olmayacağını bilmesi ve gaye “faydalı olmak” ise ateşe dahi güç göstermesi gibi… Sözün özü, kulu ve kulu Yaratan’ı sevmekten, inanıp itimat etmekten ve hikmetten her daim sual eder gibi tevekkülü bilmekten geçiyor bu iş. Hürmet eden kendine değer biçer; severken sevilir, takdir ederken takdir edilir ve kısa bir ömrün arkasından da daima anılır akleden. Şükür ki ecdadımızın ayak izi bu yönde. Tarih ne yazmışsa, er ya da geç, milletin koynundan çıkan pusula bu! Yastığın altından konuşan vasiyet, bu yolda talebe olanın kulağına öğütlenen yol bu! Rahatını bırakacak kadar gönüllü, zahmetten rahmet bulunacak kadar iman sahibi her nevfelin karşılaştığı hibeye direkt adres de bu!.. Tank, tüfek, oyun, hile, türlü dalavereler Sevda Kıdeyş [email protected] olmaz! ve güç gösterileriyle yan yana konulamaz bu denli cesaret; onun adı “kör korkaklık”tır. Zoru görünce davasına ihanet edip satan azıcık yürekli kimselere izah edilemez bir derttir asıl adamların taşıdığı bu yüreğin büyüklüğü. Varsın bu mahiyetten bîhaber olanlar tarihi süsleyen anlı şanlı meselelere şaşakalsın, varsın hayretler içinde “Nasıl olur böyle bir şey?” diye maddeyle bakılsın, kalbinden haberdar olmayanın çözebileceği bir şey değildir bu. İşte yukarıdan aşağıya kadar sıraladığımız o hasletlerle karın tokluğunu geçip kalp tokluğuna erişmeyi bilmekti yürek gücü, sırtını Rahman’a dayamanın verdiği sulh ile imtihan dünya çarmığında… “Zorlukla beraber kolaylık olduğu” bilincine varan tevekkül ehlinin büyüttüğü mertebe bu! Asıl zoru görünce değişmeyen ve şaşmayan hazır denge… Hedef bir ve takdir Bir’den ise şayet, şekvadan berî olunur zahmette bile. Ve bilinir ki acizdir insan aşılan badirelerin Allah’ın nusreti olduğunu fark ederken. Yoksa kelam tesir eder miydi bunca kalplere? Öyleyse Üstad Sezai Karakoç, aynından bir daha söyle! “Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır?/ Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır./ Aşk celladından ne çıkar, madem ki yar vardır;/ Yoktan da, vardan da ötede bir Var vardır./ Hep suç bende değil, beni yakıp yıkan bir nazar vardır./ O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır./ Sakın ‘Kader’ deme, kaderin üstünde bir kader vardır./ Ne yapsalar boş, göklerden gelen bir karar vardır./ Gün batsa ne olur, geceyi onaran bir Mimar vardır./ Yanmışsam, külümden yapılan bir hisar vardır./ Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır./ Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır./ Göğsünde sürgününü geri çağıran bir damar vardır./ Senden ümit kesmem, kalbinde ‘Merhamet’ adlı bir çınar vardır/ Sevgili,/ En sevgili,/ Ey sevgili…” “DÜNYADA BİRÇOK YETENEKLİ KİŞİ, KÜÇÜK BİR CESARET SAHİBİ OLMADIĞI İÇİN KAYBOLUR.” (SYDNEY SMİTH) haziran 2014 127 DÜNYA LİDERİ : KAPAK LİDERİN DÜNYASI Gözyaşının getirdiği y Sene 2014... O, devleti ve ulusunun bekası için çileli yürüyüşünü halen sürdürmekte. Halen kalıplarına cihat ruhunu hapseden mücahitler için umut dolu bir yükselişin müjdeci yükünü üstlenmekte. Mihenk taşı olmakta vicdan ve adalet terazisinde. O halen oyuncağı kurşun yarası olan çocukluğun derdiyle dertlenmekte, sözünü Allah için sarf eden ve atalarının bu uğurda ölümünü izleyen âlimin duasında zikredilmekte; alnını terle süsleyen Anadolu kadınının gözlerindeki ümidi beslemekte; dili, dini veya şekli için dışlanan insanının derdine derman merhemi sürmekte… 128 N EVBAHAR... Nisa letafetinde bir Nisan ikindisi… Dışarımda sarmaş dolaş sokaklar, içimde köşe kapmaca oynayan mısralar… Yavuz Selim Beyefendi’nin Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan ile alakalı özel bir sayı çıkaracaklarını bildirmeleri ve kalemimi onurlandıran “Bizim yanımızda olur musunuz?” teklifiyle gelmeleri üzerine bir bahar daha yeşeriyor sînemde. Hiç tereddüt duymadan, zaman, yazı aralığı veya detay sormadan “Olurum” diyor ve işte tam da o anda içime hücum eden yüzlerce kelimeyi, sıfatı, ifadeyi sıralayıverme iştiyakı kuşanıyorum. >> Bahtına, liderlik tahtı yazılan bir yönetici olmasının yanı sıra, bir sevda ve davanın ete kemiğe bürünmüş, adeta libas giymiş hâline karşı ne çok tümce biriktirdiğimi anlıyorum gönül heybemde. Kelimeler gösterişsiz, kuralsız, makamsız bir şekille ivedilikle diziliyor gözlerime… İşaret 1998 başları… Hâlen yüreğimde konaklayan sıcacık sohbete inat, hayal meyal hatırladığım akşam serinliği… İlk gençlik dönemine yürüdüğüm yarı çocukluk günleri… Recep Tayyip Erdoğan, evvelce ismini çok sık duyduğum, fakat o demler merhum manevî babam Çiçekçi İbrahim Özdemir’in iltifatıyla yakînen tanımaya başladığımı düşündüğüm gönül eri… Canım babacığım, yarı kapalı ve daima kanlı gözleriyle su serpiyor bir sohbetin içinde kurak gönüllerimize. Önce yurdumuzun manevî açıdan zor günlere gireceğine işaretle o bilindik kerametlerinden birini daha üstü kapalı bir şekilde sergiliyor; ardından rahmetli Menderes’i yâd ederek bir liderin yağmur gibi yetişeceğini haber veriyor yangınımıza. Hüznün yere çivilenen bakışlarına refakat eden ve kısa fakat meraklı özlerde uzayan sükût aralığı... Neden sonra, bambaşka bir mevzuya geçercesine, belli aralıklarla ziyaretlerine gelen iki temiz haziran 2014 gençten, edep, nezaket ve samimiyet ölçülerinden bahsediyor: Recep Tayyip Erdoğan ile Abdullah Gül... On dört yaşıma, ilk gençlik çağıma o an bir gök göz kırpıyor, yüreğinde iki ak güvercin taşıyan billur, vakur, mahur bir gök… Telaş içinde koşuştururken, birbirine sevecenlikle çarpışan masum kanatlar beliriyor çocuk ufkumda. Ateşin vahasından serinleten bir ırmak geçiyor. Kafeste büyüyen şiir Sene 1999… Başı dumanlı, göğsü imanlı bir şiiri sesine örtü yaptığı için zindana gönderilen gencin, büyüklerimin gözlerine hüzün olup düşen mahzun suretini görüyorum. Dünya zulmetin rengini alıyor; Recep Tayyip Erdoğan, o demler elem, sızı ve en çok dua hüviyetine bürünüyor yurdumda. “Minareler süngü, kubbeler miğfer,/ Camiler kışlamız, müminler asker…” mısraı yankılanıyor kaleme ezelden sevdalı ruhumun koridorlarında; hücreye gönderilen o genç, büyüyen bir şiir oluyor. Korkunun elleri ne ucuz yaralıyor cesaretin gövdesini. Bilmiyor ki dört duvara hapsettiğini düşündüğü şecaat, insanların gönüllerinde bir sevda büyütüyor. Aynı seneler, ayrı sineler… Sararan mevsimlerin habersizi kalbimiz yeni bir devran ağırlıyor. Mazlum ve mağdur bir gençlik, gözlerinden yorgun bir zulmün yaşlarını akıtarak el ele, gönül gönüle sokaklarda yürüyor. Ben, evlilik okuluna erken giriş yaptığım için resmî eğitim kurumlarından dışlanan bacımın yürek sızısını genzimde hissetmek ve dua etmek tesellisinden başkasını bulamıyorum kendimde. İslam’ın asker ve melikeleri, laiklik adı altındaki anlamsız öfkeye kurban ediliyor, yozlaşma ile her platformda savaş veriyor. Bir gençlik sakalı, örtüsü, seccadesi, ezcümle kimliği dolayısıyla yaşam alanından dışlanıyor; acının verdiği kuraklıktan bîtap düşmüş gönüllerimizse yağmurun hasretini çok derinden duyuyor. Mecalimiz umut dilencisi... İşte en çok bu demlerde, Recep Tayyip Erdoğan, sokaklarda mahzun bir boyun büküşle coplanan nidânın gözlerinde gizli bir umut oluyor. Muhayyilem, beklenen bir umut ile özlenen bir gelişin resmini çiziyor. Tuvalimde sabırsız fakat solgun bir beyaz ile canlı bir kırmızı yer alıyor. Kıssa-i Yusuf Birkaç yıl, başını sabır tesellisinin omzuna yaslamış yüreklerde birkaç asır biriktiriyor ve 2003’te Tayyip Erdoğan, “Şiir gibi sonuç oldu” selamıyla o güne dek can evinde ağırlandığı milletinin hem sözü, hem de sözcüsü olarak başkanlık tahtına geçiyor; çile mi onda otağını kurmak için sabırsızlanıyor, o mu çileye gerçek manada talip olduğunu hepimizden ziyade biliyor, bilinmiyor; lakin gelecek zamanlar her iki tezi de güçlendiriyor. Yaşanan olumsuzlukların, yıpratma savaşlarının, hile ve tuzakların ve dahi buna isteyerek yahut istemeden alet olanların ülkem üzerindeki tesirine ve kalbimdeki şiddetli ağrısına rağmen içimin caddeleri “o” başımızdayken bayram yerine dönüyor. Tarih tekerrürden ibarettir ve İslam tarihi, mütemadi bir tefekküre davettir. Kıssa-i Yusuf ’ta görülen Nuray Alper [email protected] ağmur kuyu, zindan ve sultan motifleri, Tayyip Erdoğan nezdinde bir kez daha hatırlatır bizlere kendisini. Yusuf Peygamber’in zindanlardan azizliğe terfi eden varlığının ayak sesleri, düşünen insanlar için Erdoğan’da vücut bulur. Sene 2014... O, devleti ve ulusunun bekası için çileli yürüyüşünü halen sürdürmekte. Halen kalıplarına cihat ruhunu hapseden mücahitler için umut dolu bir yükselişin müjdeci yükünü üstlenmekte. Mihenk taşı olmakta vicdan ve adalet terazisinde. O halen oyuncağı kurşun yarası olan çocukluğun derdiyle dertlenmekte, sözünü Allah için sarf eden ve atalarının bu uğurda ölümünü izleyen âlimin duasında zikredilmekte; alnını terle süsleyen Anadolu kadınının gözlerindeki ümidi beslemekte; dili, dini veya şekli için dışlanan insanının derdine derman merhemi sürmekte… Şair Nabi, Kaside-i Azliyye’de “Rüzgâr âyine-i kalbe virüp yine keder/ Dili pür-hûn ider evza-ı ciğer-sûz-ı avâm” diyerek zamanın kalp aynasına keder düşürdüğünü, insanların iç yakan ve üzücü davranışlarının gönlü kanattığını söyler. Ben zamanın geçişini, samimi bir surete kederle bıraktığı izlerin derinliğini en çok Başbakanımız’ın çehresinde görüyor, bu durumun ruhuma buruk bir sonbahar düşürdüğünü hissediyorum. Şu dem, başımı kaldırıp bir yazının hülasasına bakıyor ve yine görüyorum ne çok şey yüklediğimizi büyük bir merhamet çınarını, devasa bir adalet kılıcını, kocaman bir samimiyet lügatini sığdırdığı için varlığına, onun her şeyden önce bir beşer, bir baba, bir eş olduğunu unutarak ve siyasetin değişken hudutlarına değil, samimiyetin gülen yüzüne (c)ismini bırakarak… haziran 2014 129 DÜNYA LİDERİ : KAPAK LİDERİN DÜNYASI Nihayetinde bir dünya lideridir Recep Tayyip Erdoğan. Çünkü o, gerçek bir liderde olması gerektiği gibi sabırlı, çalışkan, merhametli, kararlı, önünü gören, inançlı, idealist, kararlı, kendinden emin, dinamik, yenilikçi, güçlü iradeye sahip, halktan biri -yani herhangi bir vatandaş-, metanetli, değer katan, değer bilen, inandığı değerlere karşı sarsılmaz imanı ve güveni olan, her şeyden öte gerçek bir Müslüman, fikir ve siyaset adamı... 130 haziran 2014 Alışılmıştan öte bir T OPLUMLARIN oluşum, gelişim ve değişim süreçlerinde etkili olan birtakım dinamikler söz konusudur. Siyaset ve toplum bilimciler tarafından kabul edilen bu dinamiklerin en önemlilerinden birini ise “liderlik” olgusu oluşturmaktadır. Buna karşın, liderlik olgusu üzerinde kavramın tanımına yönelik bir uzlaşma bulunmamaktadır. Liderlik, demokrasinin ötesinde, itaat ve saygı kültürüne dayanmaktadır. Demokrasi liderlere duyulan ihtiyacı kaldıramamış, ancak liderleri topluma karşı hesap verebilir bir konuma getirerek, gerektiğinde vazifelerinden uzaklaştırılabilecekleri kurumsal bir mekanizma oluşturarak sınırlamalar getirmiştir. Toplumsal yapı karmaşık ve dağılmış hale geldikçe, insanlar yaşadıkları dünyaya tutarlılık kazandırmak amacıyla liderlerde de daha fazla kişisel vizyon aramaya başlamışlardır. Dolayısıyla liderlik olgusu daha fazla önem kazanmıştır. Bununla birlikte liderlerin davranış şekillerini belirleyen etkenlerin başında “liderin şahsî karakteri ile liderlik ettiği toplumun ya da grubun yapısal karakteri” gelmektedir. Bu bağlamda bir liderin başarısının söz konusu, bu iki etken arasında kurduğu dengeli ilişkiye bağlıdır. Bununla birlikte, bir liderin karar alma süreçlerindeki zamanlama uygunluğu, konuya olan hâkimiyeti, işin ehli olması, liderlik ettiği grup ya da toplumun psikolojik ihtiyaçlarını anlayıp giderme yeteneği de onun başarısının anahtarlarından biri olarak kabul edilmektedir. Tarihsel süreç içerisinde toplumlara önderlik etmiş ve adını tarihe yazdırmış birçok liderden söz etmek mümkündür. Zira her topluluğun kaçınılmaz olarak bir lideri vardır. Günümüz dünyasında ise küreselleşme sürecinin bir so- Fatma Şura Bahsi [email protected] lider: Recep Tayyip Erdoğan nucu olarak liderler, yaşadıkları dönem içerisinde neredeyse tüm dünya halkları tarafından tanınmakta ve değer görmektedirler. Sadece liderlik ettikleri kendi toplumları açısından değil, ortak değer ve paydada buluşabilen başka başka toplumlar tarafından da lider olarak görülmekte ve adeta sahiplenilmektedirler. Bu yazımızda hem kendi toplumu, hem de birçok başka toplumlar tarafından lider olarak kabul edilmiş, 2000’li yılların uluslararası arenadaki en kritik ismi, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın dünya liderliğini sorgulamak niyetindeyiz. İstanbul’dan dünyaya Recep Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı olması ile birlikte ülkemiz bu isimle tanıştı. Bu tanışma, Recep Tayyip Erdoğan’ın bir dünya lideri olarak kabul edilmesine de vesile oldu. Küçük bir siyasal partinin içerisinde yer aldığı dönemlerde oluşmaya başlayan sempati, belediye başkanlığı, yargılanıp cezaevinde kalması, AK Parti’nin kuruluşu ve tek başına iktidarı on küsur yıldır sürdürmesi ile artarak devam etmektedir. Gerek ülkemizde, gerekse dünyada bir siyasal partinin genel başkanlığını yapmış çok sayıda kişiden bahsetmek mümkündür. Ancak ne var ki parti genel başkanlığı yapmış bu kişilerin liderlik vasıflarının olmadığını da görebiliyoruz. Peki, Recep Tayyip Erdoğan’ı bir parti genel başkanından veya başbakandan daha çok, “lider” yapan özellikleri nelerdir? İşte bu yazımızda onun sadece ülkesinde değil, bölgesinde ve uluslararası arenada lider yapan özelliklerini ortaya koymaya çalışacağız. “One minute!” Türkiye halkı, daha önce de ifade ettiğimiz gibi, Erdoğan’ı cezaevine girmesi ile tanıdı ve konuşur oldu. Ardından gelen peşi sıra seçim zaferleri, onun kendi halkı tarafından lider olarak benimsenmesini sağladı. Dünya halkları ise onu Davos’taki çıkışı ile tanımış oldu. Bir liderin dünya lideri olarak kabul edilmesi, hiç kuşkusuz dış politikada sağlanan başarı ile doğru orantılıdır. AK Parti iktidarının sürdürdüğü aktif, çok yönlü ve komşularla sıfır sorun politikası yaklaşımı Türkiye’nin bölgesinde ve uluslararası ilişkilerinde farklılığa neden olmuştur. Söz konusu bu farklılık, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın da dış politikadaki yaklaşımının ve hatta söyleminin belirleyicisi olmuştur. Bu bağlamda, Recep Tayyip Erdoğan’ın uluslararası aktörlerin ve tüm dünyanın şahitlik ettiği Davos çıkışı, sadece bölge ile değil, başta İslam ülkeleri olmak üzere tüm dünyada geniş bir yankı uyandırmıştır. Oysa Batı’ya entegre olmaya çalışan, Batılı sistemin örgütlerine üye olan ve hatta Batılılaşmayı bir dış politika ilkesi olarak benimsemiş bir devletin başbakanının İsrail’e ve dolayısıyla Batı’ya posta koyması, beklenenin ötesinde bir tutum olarak kabul edilmelidir. Tayyip Erdoğan’ın söz konusu bu çıkışı, onun kendine olan özgüvenini, inanç ve değerlerine olan bağlılığını ve uluslararası güç odaklarına karşı Türkiye’nin dik durabildiğini ispatlamıştır. Diğer İslam ülkelerinde ise Tayyip Erdoğan’ın bu tavrı alkışlanmış, Türkiye ve dolayısıyla Tayyip Erdoğan bir kurtarıcı olarak görülmüştür. İslam ülkelerinde kendilerine has modernleşme ve demokratikleşmenin oluşabileceği ve Erdoğan’ın öncülük ettiği yeni bir yapılanma ile çağdaş dünyanın bir parçası olabilecekleri algısı oluşmuştur. Başka bir deyişle Erdoğan, Obama’nın uluslararası arenada uyandırdığı olumlu-demokratik tarzın İslam dünyasındaki lideri olarak karşılık görmüştür. Bununla birlikte Arap Baharı’nın yaşandığı ülkelerde demokrasi isteyen halk kitlelerine bizatihi kendisinin açıktan destek vermesi, ilgili coğrafyada bir lider olarak görülmesine neden olmuştur. Erdoğan’ın, kendi bölgesindeki zulme duyarsız kalmaması, mazlumların yanında yer alması ve ülkesinin kapılarını zulüm gören mazlumlara açması ve adeta uluslararası güçlere meydan okuması da onu dünya lideri yapan etkenler olmuştur. Yine Mısır’da yaşanan katliama karşı herkes susarken onun sert bir şekilde tepkisini ortaya koyması, babasının şehit Esma’ya yazdığı mektubu dinlerken gözyaşlarına hâkim olamaması da onu dünya lideri yapmıştır. Nihayetinde bir dünya lideridir Recep Tayyip Erdoğan. Çünkü o, gerçek bir liderde olması gerektiği gibi sabırlı, çalışkan, merhametli, kararlı, önünü gören, inançlı, idealist, kararlı, kendinden emin, dinamik, yenilikçi, güçlü iradeye sahip, halktan biri -yani herhangi bir vatandaş-, metanetli, değer katan, değer bilen, inandığı değerlere karşı sarsılmaz imanı ve güveni olan, her şeyden öte gerçek bir Müslüman, fikir ve siyaset adamı... İşte bunlardan ötürü, bir başbakandan öte, kendi ulusunun dahi sınırlarını aşarak sahiplenilmiş ve benimsenmiş karizmatik bir dünya lideri Recep Tayyip Erdoğan. Rabbim kendilerine sıhhat, afiyet versin; ülkemi de zorluklarla imtihan etmesin! haziran 2014 131 DÜNYA LİDERİ : KAPAK LİDERİN DÜNYASI Kadim milletimiz, ne için yola çıktığından emin olduğu Uzun Adam’ına mührü teslim ederken tereddüt dahi etmedi. 2002’de başlayıp halen devam eden Başbakanlık süresince demokratikleşmeden sağlığa, eğitimden ulaşıma kadar birçok alanda birçok değişim ve gelişime imza atıldı. Cumhuriyet tarihinin en büyük demokratikleşme ve kalkınma adımlarıydı bunlar. Artık ülkenin başında yüzüne kitaplar atılan, yumruklar savrulan bir başbakan değil, dünya liderlerinin “ne karar vereceğini merak ettikleri” bir başbakan vardı. Bu savaşın galibi dünyadaki yoksa gönüllerd B İR zamanlar tüm kitlesiyle mukaddes mi mukaddes, coşkun mu coşkun, kararlı mı kararlı dava erleri vardı. Kazanacaklarına olan inanmışlıklarındaki gücü ve ihtişamı, kendilerine hayat suyu bahşeden İ’la-yı Kelimetullah anlayışlarında bulan, kaplarına sığdırılamayan bu dava erleri öyle kimselerdi ki ulaşmak istedikleri yere karşı duydukları özlemin bir benzerini de özlemi duyulan yerlerin yerlileri bu dava erleri için hissediyorlardı. Hakiki din, yüksek ahlak, erdem ve ilimlerini aynı kazanın içinde asırlarca kaynatarak gerçek kültür değerlerini oluşturup bu kültür değerlerini sahibi oldukları devletin tüm fertlerine işlemiş olan atalarımızın ortaya çıkarttığı ve yeryüzündeki tüm garip gurabayı kucaklama ideali üzerine inşa edilen asil düzen, katlanamayanları ve zarara uğrattıkları tarafından defalarca devrilmeye ve yok edilmeye çalışılmış, fakat bu karanlık düşünceli mihraklara zafer hiç mi hiç nasip olmamıştır. İdealimizi ayakta tutmak için varını yoğunu ortaya koyan milletimizin, defalarca denenmesine rağmen tıkıldığı mahzenden çıkmayı başaramadığı bu yıllarda dünya, mazlumun kanını içip bir de canını okuyan sömürücü vampirlerin arsızlık ve katliamlarına şahitlik ediyordu. Nihayet tekerrürden ibaret olduğunu bildiğimiz tarih, ışık saçan idealimizin kapatıldığı İstanbul mahzenlerinden bir kez daha dirilişine tanıklık etmek üzereydi. 132 haziran 2014 Güçlü bir devlet olunabilir, fakat bu devlet dinini, dilini, rengini ve sair hiçbir şeyi ayırt etmeden, zalimin pençeleri altında inleyen mazlumun yaralarına merhem olup derdiyle dertlenme niyeti taşıyan bir millete sahip değilse, böyle bir devletten hiç kimse ne dünyaya, ne de gönüllere bir lider beklesin. İdealimizi ayakta tutmak için varını yoğunu ortaya koyan milletimizin, defalarca denenmesine rağmen tıkıldığı mahzenden çıkmayı başaramadığı bu yıllarda dünya, mazlumun kanını içip bir de canını okuyan sömürücü vampirlerin arsızlık ve katliamlarına şahitlik ediyordu. Nihayet tekerrürden ibaret olduğunu bildiğimiz tarih, ışık saçan idealimizin kapatıldığı İstanbul mahzenlerinden bir kez daha dirilişine tanıklık etmek üzereydi. Ahmet Sağlam [email protected] zenginler mi, eki “lider”mi olacak? Mahcup fakat aziz bir şehir vardı Sanki büyük idealin dirilişine ev sahipliği yapmaya hazırlanan aziz İstanbul’un azameti, karanlık düşünceli güçlerce gasbedilmiş ve İstanbul’dan geriye karanlık güçlerin bile baktıkça içini karartan mahcup bir şehir kalmıştı. Çok yıpranmıştı bir zamanların medeniyetler payitahtı koca şehir. İhtişamı dillere destan olan aziz İstanbul, artık yol, çöp, su, altyapı, temiz olmayan hava ve en önemlisi de liyakatsiz belediyeciler sorunuyla resmen kendi haline bırakılmıştı. Artık İstanbul, çocukları sadece masallarda mutlu eden eski bir şehirdi. Sonra tarihler 27 Mart 1994’ü gösterdiğinde, İstanbul’u bir kez daha eski azametine kavuşturmak için İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na aday olan bir isim, hiç beklenmedik bir şekilde seçimlerden zaferle ayrılmış ve böylece ardı arkası kesilmeyen büyük zaferlerinin ilkine imza atmıştı. Bu sefer zafer el değiştirmişti. Bu sefer millet, karanlıklara karşı hamlesini oynamıştı. Sorunlar ardı ardına çözülmeye başladı, fakat bu durum milleti mutlu ederken, karanlık güçlerin fena halde canını sıkıyordu. Bundan dolayı defalarca İstanbul’un hızını kesmek istediler fakat olmadı. Aziz İstanbul’un hak ettiği konumuna tekrardan kavuşmasına engel olamadılar. İstanbul düzeliyordu düzelmesine fakat buna ne milletim yeterince sevinebiliyordu, ne de değişime öncülük yapıp gönüllere tahtını kuran “Yeni Başkan”. Tek gayesi kendisine İstanbul’unu emanet etmiş olan milletinin makus talihini tarihe gömerek onu aydınlık yarınlara taşımak olan Uzun Adam, İstanbul için ne kadar çalışırsa çalışsın, milletinin yüzündeki o can sıkıcı acı ifadeyi hissediyordu. Kendisiyle aynı buruklu- RECEP TAYYİP ERDOĞAN, TÜRK MİLLETİNİ VAR EDEN KÜLTÜR DEĞERLERİ İLE KENDİNİ YETİŞTİRMİŞ ENDER SİYASETÇİLERİMİZDEN. ERDOĞAN’IN, YANİ ASLINDA MİLLETİMİZİN DİĞERLERİNDEN FARKI, ZALİMİN ZULMÜNE “DUR!” DEMEK İÇİN ZALİMDEN DAHA GÜÇLÜ OLMAYI BEKLEMEMESİNDE GİZLİDİR. MİLLETİM BU İMTİHANI, KURTULUŞ MÜCADELESİ’NDE VERMİŞ VE YENİLMEZ DENİLEN ORDULARI YENMİŞTİR. ğu taşıyan milletinin neden sevinemediğini aslında çok iyi biliyordu. Çalışmaktan yüksünmeyen milletimin başına öyle bir çorap örülmüştü ki, bu düzende milletim ne kadar çalışırsa çalışsın, ne yaparsa yapsın, yapılan hiçbir hizmet, hiç de adil olmayan bir yarışta memleketimize bir adım dahi mesafe kat ettiremiyordu. Ülkemizi dört bir yandan çevreleyen ateşi söndürebilmek maksadıyla her fert, aslında üzerine düşen vazifeyi yerine getirip İbrahim’i yakan ateşi söndürmeye giden karınca misali sırtına su damlasını yüklenmekten kaçmamıştı, lakin ülkesini ateşten korumak isteyen milletimin, Hz. İbrahim’in karıncasından bir farkı vardı: Hz. İbrahim’in karıncasının yapması gereken, sadece suyu menzile varana kadar dökmeden muhafaza etmekti. Ancak milletimin bununla beraber başarması gereken bir görevi de sırtında taşıdığı suyu içmek isteyen sineklerden korumaya çalışmaktı. İşte işin zor kısmı da burada başlamaktaydı. Millet, artık kime hizmet ettiğini bilemez hale getirilmişti. Dünya liderlerinin ne diyeceğini merak ettiği lider Erdoğan, milletini bu çıkmazdan sıyırmak için İstanbul’un kabuğunu kırmak zorunda olduğunu fark etmişti. İstanbul’un gelişmesinin devamlılığı, Türkiye’nin büyümesinden geçiyordu. Daha fazla vakit kaybetmeden kollarını sıvadı. Bu sefer hedefte, her işi tıkanmış olan ve dışa bağımlılığından dolayı kriz üstüne kriz yaşayan bir Türkiye vardı. Erdoğan’ın hayallerinde ise, zalimin pençelerinden mazlumu kurtarma gücünü taşıyan bir Türkiye canlanıyordu. Kadim milletimiz, ne için yola çıktığından emin olduğu Uzun Adam’ına mührü teslim ederken tereddüt dahi etmedi. 2002’de başlayıp halen devam eden Başbakanlık süresince demokratikleşmeden sağlığa, eğitimden ulaşıma kadar birçok alanda birçok değişim ve gelişime imza atıldı. Cumhuriyet tarihinin en büyük demokratikleşme ve kalkınma adımlarıydı bunlar. Artık ülkenin başında yüzüne kitaplar atılan, yumruklar savrulan bir başbakan değil, dünya liderlerinin “ne karar vereceğini merak ettikleri” bir “Başbakan” vardı. Recep Tayyip Erdoğan, Türk milletini var eden kültür değerleri ile kendini yetiştirmiş ender siyasetçilerimizden. Erdoğan’ın, yani aslında milletimizin diğerlerinden farkı, zalimin zulmüne “Dur!” demek için zalimden daha güçlü olmayı beklememesinde gizlidir. Milletim bu imtihanı, Kurtuluş Mücadelesi’nde vermiş ve yenilmez denilen orduları yenmiştir. Şimdi soruyorum sizlere: Sizce dünya genelinde karşı sömürgeci vampirlerin başlattığı bu savaşı mazlumun elindeki ekmeğe göz diken ve kendilerini “dünya lideri” olarak atfeden para babaları mı kazanacak, yoksa kendini ancak hizmetkâr olarak tanımlayan, fakat mazlumlar tarafından gerçek “dünya lideri” olarak anılan Uzun Adam ve milleti mi? haziran 2014 133 DÜNYA LİDERİ : KAPAK LİDERİN DÜNYASI Son Osmanlı: Er Eğer Türkiye için koyulan 2023 hedefine ulaşmak, bölgesel güç olmaktan da öte bir dünya devi olmak istiyorsak, bu, ancak duruşu ve vizyonuyla dünya liderleri arasına girmeyi hak etmiş biri sayesinde olabilir. Ancak böyle biri ülkesini dünyanın süper liginde kafaya oynatabilir. O liderse Recep Tayyip Erdoğan’dan başkası değildir. D ÜNYANIN neresinde bir zulüm varsa, Osmanlı oraya adalet götürmüştür. Nerede bir afet yaşandıysa, Osmanlı oraya yardıma koşmuştur. Nerede kıtlık olduysa, Osmanlı oradakilerin karnını doyurmuştur. Bütün bunları yaparken de din ve ırk ayrımı yapmamış, önceliği insanlık olmuştur. 1847’de İrlanda’nın yaşadığı kıtlığa 5 gemi dolusu tahılı gönderen de, 1889’da ABD’deki sel felaketine ilk koşan da Osmanlı olmuştur. 19. yüzyılda Almanlar, mahsullerini gasp eden Fransızlardan zulüm gördüklerinde yardım için yine Osmanlı’ya müracaat etmiştir. Osmanlı’nın şefkat ve adalet eksenli yardım içtihadı, siyasî ve malî olarak en zor dönemlerinde bile değişmemiştir. İşte bu yüzden Osmanlı dünyaya hükmeden bir dünya devleti, sultanları da tartışmasız dünya liderleri olmuşlardır. Cumhuriyet tarihi ise maalesef yardım eden değil, yardım alan pozisyonu ile Türkiye için kötü anılarla doludur. Osmanlı’nın siyasî ve kültürel mirasını reddeden zihniyet, bırakın dünya liderliğini, bölgesel güç olmaktan bile uzak kalmış ve eline verilen koltuk değnekleri her an geri alınabilir korkusuyla yaşamayı öğrenmiştir. Ta ki rahmetli Özal’a kadar… Özal, Türk devletleri ile başladığı siyasî, askerî ve insanî işbirliklerini yavaş yavaş İslam coğrafyasına da yayarak Türkiye’nin, ABD ve Rusya’nın ardından dünyanın üçüncü büyük gücü olması yolunda büyük adımlar atmıştır. Yurtiçinde büyük kitleleri peşinden koşturmayı beceren Özal, yurtdışında da yavaş yavaş Türkiye’nin itibarını yükseltmeye başlamıştır. 1983-1993 arası Özal’lı 134 haziran 2014 yıllar, Türklerin geri dönüş sinyallerini verdiği yıllar olmuştur. Ne yazık ki -ülke adına- zamansız ölümü, bu yükseliş trendini sekteye uğratmıştır. Türkiye’nin vazgeçilmezi 1993-2002 arası, kayıp yılların belki de en kıymetlileridir. Zira Özal’ın ardından gelebilecek dirayetli bir lider, bugün Türkiye’yi dünyanın en büyük üç gücü arasına sokabilirdi diye düşünüyorum. Buradan hareketle Recep Tayyip Erdoğan’ın dokuz yıl kadar geç kaldığına hayıflanıyorum. Tabiî ki hayıflanmak biz vatandaşların işi. O, hiç de karamsarlığa kapılmadan, başladığı yolda koşarak ilerlemeye devam ediyor. Osmanlı’nın torunlarına yakışır şekilde etkin dış politika hamlelerini ekonomideki sağlam yükselişiyle destekleyen Erdoğan, iç siyasetteki başarı grafiğini de her seçimde biraz daha yukarı çekerek Türkiye’nin vazgeçilmezi olmayı başardı. Peki, Erdoğan bu parlak siyasî kariyeri nasıl oldu da bu kadar kısa bir sürede elde etti? Ezik bir ülkenin vatandaşlarının liderlerinden beklediği ilk şey -ekonomik rahatlıktan bile önce-, kendisini ezmiş olanların önünde dik duruştur. Erdoğan’ın henüz başbakan bile olmadan önce, ABD Başkanı Bush ile görüşürken verdiği rahat pozlar bu bakımdan çok önemliydi. Amerikan başkanlarının yanındayken elleri dizlerinde oturan başbakanlardan sonra bacak bacak üstüne atma cüreti inanılmazdı. Dünyanın prestij markası İlerleyen günler, gerek hitabeti ve gerekse ekonomik başarıları, dış politikadaki dinamizmi, dik duruşu ve hatta dik başlılığı ile Erdoğan’ın içeride gücüne güç kattığı günler oldu. Ancak tarih kitaplarından okuyabildiğimiz ve “O günlerin geri gelmesi bir rüya” diye karamsarlıkla geçirdiğimiz ömrümüz, artık filizlenmiş bir umudun meyvelerini toplama süreciyle onurlanmıştı. Önce içeride sosyal devlet politikaları gereği açlara aş, hastalara doktor, evsizlere ev, fakirlere maaş oldu devlet ve vatandaşa şefkatli yüzünü gösterdi. Sonra dünyanın dört bir tarafına yardım konvoyları ulaştı. Kapısında yattığımız kredi kuruluşları Türkiye Cumhuriyeti’nden borç alabilme derdine düştü. Uluslararası yardım kuruluşlarının önemli finansörlerinden biri oldu Türkiye. Myanmar’dan Yunanistan’a, Suriye’den Filipinler’e, Libya’dan Afganistan’a kadar 161 ülkeye devlet eliyle ulaşan insanî yardımlar 2012 itibariyle yıllık 2,5 milyar doları aşarken, bu konudaki sıralamada da dünya dördüncülüğüne kadar gelindi. STK’lar ve yatırımlar vasıtasıyla yapılan yardımlar da ilave edilince bu miktar neredeyse 3,5 milyar doları buldu. İnsanî yardımlar konusunda bu yükselen prestij karşılığında Dünya Gıda Programı,Türkiye’yi yükselen donör olarak ilan etti. Birleşmiş Milletler de 2016 yılında ilk defa düzenlenecek Dünya İnsanî Yardım Zirvesi’ni İstanbul’a vererek bu onuru taçlandırdı. Artık - dünyanın neresinde olursa olsun - sıkıntıya düşmüş kim varsa bilir ve bekler ki Türkiye yanında olacak. Aynen bundan yüz yıl öncesinde de olduğu gibi… Lider ülkenin lideri Burada değinilmesi gereken doğan önemli bir detay olduğunu düşünüyorum. Yüzyıllardır insanî yardımları bir siyasî yatırım aracı olarak kullanan Batılı ülkelerin tersine Osmanlı, İslamî inancına da uygun olarak insanî sebeplerle ve büyüklüğünün bir göstergesi olarak yapmıştı yardımları. Veren elin alan elden üstün olduğu unutulmadan, her ihtiyacı olanın yanında olunmuş ve asla bu yardımlar bir ranta döndürülmemişti. Dış yardımlar, Osmanlı’da bir devlet politikasından çok, padişahların dinî ve insanî gelenekleri ile şekillenmişti. Oysa bugün, insanî boyuta siyasî bir boyut da katılmış ve yapılan yardımlar, ortak ticaret anlaşmaları ve ihaleler gibi motiflerle desteklenerek karşılık bulunmaya başlanmıştır. Cüneyt Akar [email protected] Artık bu iş, bizim için de bir devlet politikasıdır ve öyle de olmalıdır. Elbette buradan elde edilecek en büyük kazanç, Türkiye’ye karşı duyulan sempatinin büyümesi ve Türkiye’nin siyasî dostluklarının artmasıdır. Artık dünyanın gözü kulağı ülkemizin üzerinde. Hem bizi kaosa sürüklemeye çalışan ülkeler, hem de daha güçlü olmamızı bekleyen mazlum halklar var. Türkiye Erdoğan gibi bir lideri kaybederse, dünyanın yükselen yıldızı olma hüviyeti bir miktar sekteye uğrar. AK Parti ne kadar kıymetli vekilleri bir araya toplamış olursa olsun, onun liderliği ivmeyi hep yukarıda tutacaktır. Eğer Türkiye için koyulan 2023 hedefine ulaşmak, bölgesel güç olmaktan da öte bir dünya devi olmak istiyorsak, bu ancak duruşu ve vizyonuyla dünya liderleri arasına girmeyi hak etmiş biri sayesinde olabilir. Ancak böyle biri ülkesini dünyanın süper liginde kafaya oynatabilir. O liderse Recep Tayyip Erdoğan’dan başkası değildir. Bizim için en büyük tehlike, Türkiye’nin lider ülke değil de lider ülkesi olarak kalmasıdır. Eğer AK Parti tabanı Erdoğan sonrasında göreceği manzaradan endişe duyuyor- sa, bu geleceğimiz açısından ürkütücü olur. Bunun için yapılması gereken, Erdoğan’sız bir yönetime de hazır olmaktır. Bu da ancak sistemin doğru kurulmasıyla mümkün olabilir. Açıkçası, ben hâlâ taşların tam olarak yerine oturduğunu düşünmüyorum. Bence Türkiye, şimdilik bir lider ülkesi. Hâlbuki artık bir düzen ülkesi olmanın zamanıdır. Başa kim geçerse geçsin, az çok aynı beklentilerin içinde olmalıyız. Akşamdan sabaha dış politikaların ve kim olursa olsun uluslararası pozisyonumuzun değişmeyeceğini, ekonomik ve sosyal politikaların yeni gelenler tarafından kolay kolay bozulamayacağını bilmeliyiz. Bu, bugünün Türkiye’sinde pek mümkün görülmüyor. Bu yüzden de daha önce de defalarca yazıp söylediğim gibi, Türkiye’nin Erdoğan’a, açık ufkuna, geniş vizyonuna Başbakan ya da Başkan olarak şu anda çok ihtiyacı var. Mevcut anayasal şartlarda oturacağı Cumhurbaşkanlığı makamı, onu pasifize etmek isteyenlerin ekmeğine yağ sürmekten başka bir işe yaramaz. Bu yüzden de adaylığını çok iyi analiz etmeli, bugüne kadar olduğu gibi “Önce vatan” demeli. Siyaset nankördür, unutur. Kendisini asla unutturmamalı. haziran 2014 135 DÜNYA LİDERİ : KAPAK LİDERİN DÜNYASI Belki destanlar, yazılı ve sözlü kalıplara döküldükleri için nesilden nesle kavuşan bir şöhrete mazhar olurlar. Ama destanın kahramanı, yazan veya söyleyen değil, destanda anlatılan olayı gerçekleştirendir. Tayyip Erdoğan, nüfus artışını teşvik ederek kendi varlığından ve gücünden korkmayan, bilâkis kendine güvenen, büyümeye cesareti olan “Yeni Türkiye”nin doğuşunu müjdelemiştir. O nedenle “en az üç çocuk” söylemi, yeni Türkiye’nin varoluş destanının en önemli şifrelerinden biri, hatta birincisidir. 136 H ER aileden en az üç çocuk isteyen bir lider… Bu, Türkiye için hayalden öte bir şeydi. Çünkü üretimi, sanayisi ve topyekûn ekonomik unsurlarıyla artan nüfusa yetişemeyen bu ülkede en vatansever, halka en yakın olduğu düşünülen liderler (mesela merhum Turgut Özal) bile topluma doğurganlığı arttırıcı telkin ve teşvikte bulunmaya cesaret edememişlerdi. Aksine, nüfus artışının dizginlenmesi (nüfus planlaması), Türk siyasî hayatının vazgeçilmezi, partiler üstü bir politika olagelmiştir. haziran 2014 2000’li yılların başında göreve gelen bir başbakanın, meydanlara çıkıp halkından “En az üç çocuk yapmalısınız. Hatta daha fazla…” diye talepte bulunmasıyla Türkiye, nüfusun bir ülke için önemini müdrik bir liderle ilk defa tanışmış oluyordu. Dahası bu lider, doğurganlığı ısrarla teşvik etmekle nüfus artışını karşılayacak (en azından dengeleyecek) bir ekonomik büyümenin sağlamasını göze aldığını da gösteriyordu. Bu, fevkalade cesaret isteyen bir şeydi. Çünkü böyle bir talebin popülizm bakımından hemen hiçbir getirisi olmadığı gibi, halk tabanında karşılık bulması halinde geriye dönüşü mümkün olmayan sonuçlar doğuracağı da açıktı. Şöyle ki... Her şeyden önce bu talebin nicelik olarak halktan ne kadar karşılık bulacağı belirsizdi. Belirsizlik, azamî riski öngörmeyi gerektirir. Şu halde halktan en az üç çocuk ve hatta fazlasını istemeye cesaret etmenin bir anlamı da demografik büyümeye paralel olarak maksimum refahı öngörmek, bu performansı göze almak demektir. Bu da Türk siyasî hayatında görülmüş ve duyulmuş bir şey değildi. Songül Boz Aydın [email protected] Efendi değil, hizmetkâr olmak! Nitekim “en az üç çocuk” talebiyle halkın karşısına çıkan Recep Tayyip Erdoğan Hükümeti, kamu kaynaklarını giderek yükselen grafiksel bir seyirle sosyal hizmetlere aktararak ve bu alanda gün geçtikçe halk yararına yeni hizmet kalemlerini uygulamaya sokarak talebindeki samimiyeti de açıkça ortaya koymuştur. Bu, aynı zamanda “Biz millete efendi olmaya değil, hizmetkâr olmaya geliyoruz” iddiasının da içinin doldurulması demektir. Yapılan hizmetleri liste halinde yazmak, yazımızın konusunu genişleteceği kadar hacmini de bir hayli aşacağı için mümkün de- ğildir. Ancak birkaç misal vermek, konunun anlaşılması bakımından yararlı olacaktır. Tayyip Erdoğan iktidarında özellikle engellilere dair uygulamaya koyulan hizmetler dikkat çekicidir. Söz konusu hizmetlerin en önemlisi ise, engelliler için devletin bakım parası ödemeye başlamasıdır. Geçmişte tamamen kaderine terk edilen ve aileleri için gerçek anlamda bir yük teşkil eden engelliler, bugün devlet tarafından sağlanan imkânlarla gerek aileleri, gerekse bakımlarını yapan kurumlar için adeta velinimet haline gelmiştirler. Günümüzde bakıma muhtaç engellilere evlerinde veya kurumlarda bakım hizmeti verilmektedir. Devlet, bakıma muhtaç engellilerden yatılı bakım merkezlerinde günde 24 saat süreyle bakım hizmeti alanlar için iki aylık net asgarî ücret tutarında, gündüzlü bakım merkezlerinde günde 8 saat süreyle tam gün hizmet alanlar ve akrabaları tarafından günde 24 saat süreyle evde bakılanlar için de bir aylık net asgarî ücret tutarında ödeme yapmaktadır. Böylece devlet, engelli vatandaşlarının bakımını gönüllü olarak tekeffül etmiş olmaktadır. Hiçbir sosyal baskı olmaksızın ve iktidar tarafından siyasî malzeme yapılmadan engelli vatandaşlara sağlanan bu hak, ceberrut devlet anlayışından hizmetkâr devlet anlayışına geçişin en önemli göstergesidir. Memleket bat-mı-yor! Bakmayın gözünü kin bürümüş, kalpleri taassuptan taş kesilmiş holiganların fütursuz ve pervasızca “Memleket batıyor!” diye yaygara koparmalarına... Tayyip Erdoğan iktidarının ilk on yılında, ülkemizde mevcut iş yeri sayısı yüzde 67, çalışan sayısı da yüzde 73 arttı. Bu öyle “Efendim nüfus da artıyor, elbette istihdam da artacak” kabilinden bahanelerle geçiştirilecek bir netice değildir. Bu ülkede, geçmişte olumlu olarak artan tek şey nüfustan ibaretti. O da diğer olumlu sayılacak cılız ve yetersiz iyileşmeleri nispî olarak düşürdüğü için daima ilerlemenin önünde bir handikap olarak görülmüştür. Zaten Türkiye’de nüfus artış hızının, iş başına gelmiş siyasî aktörler tarafından mütemadiyen düşürülmeye çalışılan bir parametre olmasının sebebi de budur. Bundan başka, uygulamaya konan sosyal hizmetlere misal olarak şunları da sayabiliriz: Engellilere, 65 yaşın üstündeki muhtaçlar gibi 2022 Sayılı Kanun kapsamına alınarak maaş bağlanmaya başlandı. Maaş alan engellilerin sağlık primlerini de devlet ödemeye başladı. Yine engelli çocuğu bulunan annelere erken emeklilik hakkı verildi. Sosyal güvencesi olmayan muhtaç dul kadınlara 250 TL tutarında aylık bağlanarak, bunların da sağlık primleri devlet tarafından ödeniyor. Halkın tamamı genel sağlık sigortası kapsamına alındı. “Hizmetkâr” Tüm bunlar, “Halka efendi olmaya değil, hizmetkâr olmaya geliyoruz!” söyleminin laf veya içi boş bir slogan olmadığını, aksine devlet kurulduğundan beri halkla imtizaç etmeyen, ceberrut idare ve hükümet anlayışının kaldırılarak, yerine olması gerektiği gibi, halkın hizmetinde bir yönetim modelinin ciddiyetle uygulamaya konulma amacını formüle eden samimî bir mesaj olduğunu göstermektedir. Şurası muhakkak ki, gözünü kapatan bir kimseye var olan aydınlığı ve aydınlıktan mütevellit nimetleri anlatmak beyhude, aydınlığın ve nimetlerinin varlığını ispatlamak ise imkânsız bir iştir. Bu hususta Yunus Emre’nin şu mısraları ne kadar yol göstericidir: “Bilmeyen ne bilsin bizi,/ Bilenlere selam olsun…” Gerçekten de bunca hayırlı hizmeti, ille de tamamen uçurumun içine yuvarlanmış bir ekonomiyi devraldıktan sonra, geçmişteki yolsuzluk ve yağmalamadan kaynaklanan ağır yükü sırtlanmış bir iktidar tarafından gerçekleştirilen bu hizmetleri görmemek ve onu deruhte eden “Hizmetkâr”ı takdir etmemek nankörlükten başka bir şey değildir. Belki destanlar yazılı ve sözlü kalıplara döküldükleri için nesilden nesle kavuşan bir şöhrete mazhar olurlar. Ama destanın kahramanı, yazan veya söyleyen değil, destanda anlatılan olayı gerçekleştirendir. Tayyip Erdoğan, nüfus artışını teşvik ederek kendi varlığından ve gücünden korkmayan, bilâkis kendine güvenen, büyümeye cesareti olan yeni Türkiye’nin doğuşunu müjdelemiştir. O nedenle “en az üç çocuk” söylemi, yeni Türkiye’nin varoluş destanının en önemli şifrelerinden biri, hatta birincisidir. haziran 2014 137 DÜNYA LİDERİ : KAPAK LİDERİN DÜNYASI Yıllar sonra Abdülhamit gibi, İslam birliğinin yeniden neşvünema bulması için çalışan, bütün mümin kardeşlerinin derdi ile dertlenen biri çıktı. Aynı dedeleri gibi İslam’a hâdim olmayı şeref bilen, hâmi olmaya gönüllü, Filistin davasını sahiplenen, Mısır’daki kardeşi için gözyaşı döken, Suriye’yi dert edinen, Arakan ve Somali’ye yardım eden bir “efe” çıktı. Bütün kan ağlayan gözler umutla o adama doğruldu; kim bilir, belki yıllardır süren zillet, yıllardır süren zulüm biter de eski huzur dolu günler geri gelirdi… 138 haziran 2014 Pan-İslamizm ve Selâm… Mahzun olma Usta, inan yalnız değilsin./ Selam var sana Gazze’den, selam var sana göklerden,/ Dualar sana yetimlerden./ Pakistan’dan, Yemen’den, Afrika’dan, Suriye’den,/ Arakan’dan, Keşmir’den…/ Bırak çakallar leş peşinde koşsun,/ Mahzun olma ne olur! Susma, ümmet yine senin sesinle coşsun…/ Ah Usta ah! Abdülhamit’e ne kadar benzersin,/ Bütün ehli-salip ile cenk edersin;/ Anaların gözündeki yaşa günlerce ağıt dizersin;/ Celalinle soysuzları titretirsin./ Sen hakiki lider, sen ülkeye lütufsun…/ Bırak kurtlar sisli havalarda ulusun./ Sen bırakma dizginleri kesse de zorluklar elini,/ Bırakma bizi, bırakma ümmeti…/ Seninle Mehmetçikler bile başka gürledi./ Ezan, Kur’an asırlar sonra ülkemin semasında başka tüllendi./ Ar, namus kavramını hatırladık seninle…/ Başörtüsü ile bacıların, sayende her yerde./ Duacıyız sana kalbimiz çatlarcasına…/ Ne Fatih Sultan Mehmet, ne deden Osman Gazi,/ İşleri bu kadar zor değildi,/ Zira o zaman düşman tek renkti./ Usta, sakın mahsun olma!/ Vallahi bütün ümmet arkanda./ İşaret parmağınla gösterdiğin ufuk kanla boyandı;/ Bak yine kurtlar uluyor, bıçak yine kemiğe dayandı./ Aldırma be Usta! Kâfirin kanında hainlik var./ Sen yürü yoluna, bu yolun sonunda kurtuluş var... Rukiye Yıldız Erdoğmuş [email protected] Recep Tayyip Erdoğan Ş U fani arzın üzerinde savaşlar, kıyamlar ve kıtaller hiç bitmedi, bitmeyecek. Hak ile batıl, iyi ile kötü hep savaştı, savaşmaya da devam edecek. Dünyada huzur ve adalet olması için iyilerin kötüler üzerinde muktedir olması gerekir. Dünyada savaşların sebebi çıkar çatışmaları gibi gözükse de asıl saik “din”dir; zira insanlar kutsalları için canlarından vazgeçebilirler. Bundan mütevellit mukateleler genellikle “din” için yapılır. İslam’da “fetih”, salt toprak almak değil, irşattır, tebliğdir. Müslümanlar bu şuurla dünyaya hâkim olmuşlardır. Batılıların “Karanlık Ortaçağ” dedikleri zamanlarda İslam âlemi, âlemşümul olma yolunda hızla ilerliyor, kıtalara hükmeden padişahlar İslam çatısı altında birleşiyor, güç birliği ediyor, kız alıp kız veriyor, kan bağı kuruyor, kısacası gücüne güç katıyordu. İslam, diğer inanç sahiplerinin korkulu rüyası oluyordu. Nasıl olmazdı ki, Müslümanlar hem kalpleri, hem de toprakları fethediyordu. Gayrimüslimler meydanlardaki hezimetlerine bakıp galibiyet için başka çareler arıyorlardı. Savaş meydanlarında galip olamayacaklarını anlayan Batılılar, kitleleri birbirine düşman ederek, haince yöntemlerle İslam coğrafyasını alabora etmeye çalışıyorlardı. 1789’da Fransa’daki ihtilalden sonra “ırkçılık”, dünyaya hızla çoğalan bir virüs gibi yayılıyordu. Birinci Dünya Savaşı’nda dört büyük imparatorluğun dağılıp yıkılması meydanlarda kaybedilen bir savaş varmış gibi gösterse de asıl bölünmeler “ırkçılık” yüzünden oluyordu. “Ulus devlet” argümanı ile devletcikler kuruluyordu. “İnsan hakları” diyerek başlayan pek çok bildiri, insanlara baş kaldırmayı ve isyanı empoze ediyordu. İnsanları ırk ve kavim olarak bölmeye başlayınca İslam’ın vahdet/birlik ve kardeşlik şuuru ortadan kalkıyor, ülkeler şerha şerha, depremde yarılan topraklar gibi çatlıyor bölünüyor, insanlar bu bölünmelerde telef oluyordu. Böylece savaşacak sebepler artıyor, kardeş kardeşi ile kanlı bıçaklı oluyordu. Bahreyn’i Katar’a, Özbek’i Tatar’a düşman ediyorlardı. Birinci dünya savaşında bizden kopan ülkeler, aynı bir vücuttan kopan uzuvlar gibi acılı, sancılı kopuyor, her isyan haberi ile İslam coğrafyası kan ağlıyordu. Arap milliyetçiliğini dejenere eden İngilizler, Arapları önce bizden koparıyor, sonra da kendi aralarındaki kavmiyetçiliği/asabiyeti, hatta mezhep farkını kaşıyarak kanatıp yara ediyor, sonra o yaradan kan emen sinekler gibi nemalanıyorlardı. Rusya’daki Müslüman bölgeleri aynı taktikle bölüyorlar, “Tacik” diyerek, “Tatar” diyerek “Kazak” diyerek aralarına set çekiyorlardı. Endülüs’te aynı taktikle Muratıplar ve Muvahhitler şeklinde bölünmüştü ki birbirlerine kırdırıp yok etmişlerdi. Hâdim’ül-İslam Bütün dünyadaki Müslümanlar arasında doğudan batıya ve güneyden kuzeye ortak “dil” Arapça, Farsça ve Türkçe olmuş, İslam ortak “din” olmuş, kitleler kıtalar birleşmiş ve güç birliği yapmışken hepsini eş zamanlı ve aynı taktikle bölüp parçaladılar. Çünkü İslam ülkeleri dayanışma içinde olunca güçlerine güç katıyorlardı, Batılılara sömürge yapacak kara parçası, köle yapacak insan kalmıyordu, bu durumu işte böylece berhava etmiş oluyorlardı. Dünyadaki sapık akımlar ve ideolojiler güç kazanmak için değişik yollara başvururken, Abdülhamit Han ise asıl güç birliğinin “mümin kardeş” bilinci ile sağlanacağını biliyor, o yüzden “Pan-İslamizm”i diriltmek için çaba harcıyordu. Yine dünyanın kuzeyinden güneyine “Arapça” hâkim dil, “İslamiyet” de hâkim din olsun istiyordu. O da biliyordu ki silahlar, sapkın ideolojilerin elinde mazluma yönelir, Müslüman’ın elinde de zalime. Erk Müslümanların elinde olursa dünyaya huzur ve adalet gelirdi. Türkler İslam’ın tarihî serencamında hep baş aktör olmuş, İslam’ın hem hâmisi, hem hâdimi olmuşlardır. Selçuklular zamanında halife Arabistan’da iken Selçuklu Hilatı giyiyor, gönüllü olarak Selçuklu padişahlarının gölgesine sığınıyordu. Tuğrul Bey’den tutun da hilafet nişanelerini ülkemize getiren Yavuz Sultan Selim’e kadar, Fatih Sultan Mehmet’ten Abdülhamit’e kadar bütün padişahlar, Harameyn’den ödenek almadıkları gibi kutsal Hicaz bölgesini de mamur etmeye çalışıyor, oranın gönüllü hâdimi olduklarını söyleyerek bunu mühürlerine bastırıyor, “Hâdim’ül-Harameyn” mahlasını kullanıyorlardı. Bu bilinç ve şuurla İslam çatısı altında ülkeler birleşiyor, kuzeyden güneye güç Müslümanların oluyordu. Pek çok bölge bu sebeple vassalımız olmak için yarışıyordu. Yemen, Mısır, Makedonya, Irak, Suriye, Katar… Bunların hepsi valiliğimizdi, ta ki düşmanlar, içimizdeki aveneleri ile yönetimimize karışıp çeşitli imtiyazlar elde ederek gerek finansal, gerekse doğal kaynaklarımızı elde edene, İslam coğrafyasını bölüp parçalayıncaya kadar. Tuzağa düşünce… Abdülhamit Han, güçlü olmak için İttihad-ı İslam (Pan-İslamizm) şuurunu diri tutmaya çalışıyordu ama düşman en tehlikeli oyunları sahnelemeye başlamış, İttihatçılar vasıtası ile içimize kadar sızmıştı. Irkçılık, Türkçülük, Arapçılık, kavmiyet/ asabiyet ve hatta mezhep farkı şeklinde ayrım için ortaya konulacak ne kadar sebep varsa bölüp parçalamak için koz olarak kullanıyorlardı. Mısır’ı güçlü donanması ile ele geçiremeyen Napolyon’un rağmına İngilizler Kavalalı’yı avuçlarının içine almışlardı; bizim hıdivlik verdiğimiz merkezler müstakil yönetim olma yoluna girerek düşmanın tuzağına düşmüşlerdi. Milliyetçilik virüsü ile bölüp parçaladıkları İslam coğrafyasında düşman güçleri cirit atıyordu. San-Remo’da alınan karara göre (19-26 Nisan 1920) Suriye ve Lübnan Fransızların, Irak-Filistin-Ürdün İngilizlerin olmak üzere ilk taksim yapılıyordu. Daha sonra “İran’ın güneyi İngiliz mandası, kuzeyi Rusya’nın olsun” diyerek dünyadaki bütün İslam coğrafyası pay edilecekti. Ne gizli anlaşmalar, ne de katliamlar bite- haziran 2014 139 DÜNYA LİDERİ : KAPAK LİDERİN DÜNYASI cekti. Müslümanlar doğranmaya, kadınlarına tecavüz edilmeye, çocuklar ana babalarının gözleri önünde parçalanmaya devam edecek, fitne ve kaos hiç tükenmeyecek, akan kan dinmeyecekti. İslam coğrafyasının yeraltı kaynakları dev borularla bize düşman ülkelere akıtılacaktı. Emperyalist ülkeler sömürü yaptıkları ülke insanlarına hayvan muamelesi yapacaklar, açlık ve sefalete terk edeceklerdi. Dünya enerji kaynaklarının yüzde 50’si İslam coğrafyasındaydı ve ayrıca kendilerine köle yapacakları ucuz insan gücü de bu coğrafyadan temin edilecekti. O gün bugündür İslam coğrafyası parya, İslam coğrafyası öksüz, İslam coğrafyası mazlum… Şimdi tûlû zamanı Yıllar sonra Abdülhamit gibi, İslam birliğinin yeniden neşvünema bulması için çalışan, bütün mümin kardeşlerinin derdi ile dertlenen biri çıktı. Aynı dedeleri gibi İslam’a hâdim olmayı şeref bilen, hâmi olmaya gönüllü, Filistin davasını sahiplenen, Mısır’daki kardeşi için gözyaşı döken, Suriye’yi dert edinen, Arakan ve Somali’ye yardım eden bir “efe” çıktı. Bütün kan ağlayan gözler umutla o adama doğruldu; kim bilir, belki yıllardır süren zillet, yıllardır süren zulüm biter de eski huzur dolu günler geri gelirdi… O yüzdendir ki Recep Tayyip Erodğan, Pakistan’da yol boyunca gül yaprakları ile karşılandı. O yüzdendir ki Arakan’da canlı canlı ateşe atılıp yakılan insanların yakınları, o çaresiz anlarında Türkiye Dışişleri Bakanı’nı görünce babasını görmüş evlat gibi sarılıp kolları altına sığındı; yaşlı dedeler bir çocuk gibi sevinip ve yılların acısını gözyaşlarına bindirip dünyaya salıverdi. O yüzdendir ki Mısır’daki gençler “Recep Tayyip Erdoğan” diye bağırıyorlardı. O yüzdendir ki insanlar, Mekke ve Medine’de kızdıkları kişiyi “One minute!” diyerek susturuyordu. Lisanı hali ile “İnnemel mü’minune ihvetün” ayetini haykıran bu adamdan o düşmanlar çekinir oldu. En büyük korkuları da Müslümanların ele ele verip güçlenmesi değil miydi? Ya uyuyan dev uyanırsa?.. “Diktatör” diyerek korkularını gizlemeye, onu uysal olmaya zorladılar. Diğerlerine bir muhtıra yetiyordu, bu efe adamı devirmek için ellerindeki bütün kozları kullandılar; her birimdeki, her kurumdaki adamlarını sahaya sürüdüler. Ama bu sefer çetin cevize çattılar. Gecelerin ardı sabah, bu ümmet çok gece yaşadı, şimdi tûlû zamanı… 140 haziran 2014 DÜNYA LİDERİ : KAPAK LİDERİN DÜNYASI 90 LI yıllar… Özal, şüpheli bir ölümle milletin bağrından koparılır. Kargaşa, kaos, yıkım… Her sabah insan ruhunu, cenderesinde umutsuzluğa boğan kötümser manşetler, mafya baskınları, hukuksuzluklar… İntiharlar ardı sıra ve yığınla nümayiş… Devlet aklının Alman çeliğinden yapılma Fransız giyotini ile başından uçurulduğu karanlık günlerde faili meçhulse sıradan bir hadisedir; günübirlik bir koşturmacanın adi neticelerinden yalnızca biri... Kumarhanelerde işlenen cinayetleri anımsıyorum. İçkiyi sünger gibi çeken beyinlerde aklın, hayatın tüm gerçekliğinden azade olduğu bir an vardır. O anlarda, az evvel dostane gülüşmelerin yaşandığı masalarda kavgalar kopardı ve o kavgaların eşiklerinde patlayan… Barut kokusu, mehtabı kızıla boyamaya yetecek kan saçıntısı duvarlarda… Birdenbire hortlayan ne idüğü belirsiz tarikatları, akıl baliğ olamayan ve kandırılmış üç beş cahili gazete ve televizyon manşetlerinden düşürmeyen bir kısım medya patronlarının küstahlıklarını hemen hepimiz hatırlıyoruz. Başını örten insanımıza nelerin reva görüldüğünü de… Çılgına döndük hepimiz; zor günlerdi. Kaburgalarımız arasında sıkışıp kalıyordu yutkunmalarımız. İştahsızca yaşıyorduk hayatı çoluk çocuk, yaşlı genç… Karamsar bulutlar altında eziliyordu mavilikler, umutlar kayboluyordu göğümüzden. Dişlerinde kan kurusu kara bir ölümü taşıyanlar gülümsüyordu yalnız, bir milletin ikbalini zulmete esir etmekle mutlu oluyordu katiller. Asker, üzerine vazife olmayan her meselede vazifedardı o dönem. Subaylarını toplum katmanları arasına ajanlık vazifesiyle sızdırmayı maharet kabul eden bir zihin bulanıklığının pençesindeydi bir yer. Ordu, 28 Şubat’ın karanlık dolaplarını çalışma grubu etiketini vurduğu ihanet tezgâhlarında tasarlayıp ayyuka çıkaran muvazzaflar geçidi vardı o günlerde. Yüksek rütbeli subaylar, 22 Ocak 1997’de, Gölcük’te toplanırlar. Medya ve Batı merkezli vakıflar tarafından bir gece ansızın çağırılan irtica hayaleti üzerinden Hükümet’e ayar verilmesi gerektiği fikri tartışılır. Ve 97’nin 28 Şubat’ı, birtakım gazetelerin “Hayırlı olsun” manşetleriyle vuku bulur; Hükümet devrilir, “İrtica” başlığı altında üniversiteden özel sektöre, kamu hizmetinde Muhammed Lütfü Avcı [email protected] “Adalet ve Kalkınma” hamlesi Adalet ve kalkınma hamlesi… Aksi söylense de bu, ilâhî bir müdahaledir İslam milletlerinin umudu olan Anadolu insanının hayatına. Bir dönüm noktasıdır. Kayıplarımıza yas tutabileceğimiz zamanları yaşatması bile bu hamleyi hayırlarla yâd etmemiz için yeterli. Üstümüzden o karamsar bulutları çekip alan kudrete hamdolsun. Aldığımız nefesi genişlettiği sadrımızda bahara çeviren günleri bahşetti bize. Şimdiyse verdiği paha biçilemez bunca nimet için mücahede etme vaktidir. Bu cinayetleri işleyenlere alkış tutan sahte şeyhlerin beddualarını, dul kadınların ve yetimlerin duaları ile tersyüz etme zamanıdır. dayatılacak olan ekonomik yaptırımların mühürdarlığını yapması için göreve getirildi. Vergi avı başlatıldı ardından. Halk iki büklüm bir halde yazarkasalarını Hükümet’in başında paralamak ister gibi çarpıyordu yerlere. Kimi kendini yakıyordu bir akşamüstü serinliğini beklerken, kimi asıyordu ulu orta milletin önünde aklını… bulunan memurluklara kadar hemen her kademede bir cadı avı başlatılır. Ağır sanayi ve denk bütçe hamlelerini gerçekleştiren, Türkiye’yi bölgesinde ve dünyada sözü geçen bir devlet konumuna getiren Refah-Yol iktidarı, yerini zayıf bir koalisyona bırakmak zorunda kalır. 2001 krizi… Gecelik marjinal faiz oranları yüzde 200’lere dayanır, enflasyon tavan yapar; bankaların içi askerden bozma hırsızlar, para baronları, mafya kılıklı kirli bürokratlar tarafından boşaltılır, esnaf kepenk indirir. İflasa koşan onlarca şirket, bunalım geçirerek intihar eden binlerce esnaf ve girdikleri ağır teessür nedeniyle ince hastalıkların pençesine düşen yüzbinler… Sağlığından olan insanlar arasında babam da vardı. Kriz, motor tamiriyle uğraştığı küçük bir dükkânda yakaladı onu. Dört çocuğuna bakmak, evinin nafakasını çıkarmak için kirasını ödemekte bile zorlandığı o küçücük atölyede haysiyet kavgasını verdiği esnada patlak veren kriz, babamı hünerli bir celladın kollarına, kansere teslim etti. Ve gençliğe adım attığım o karanlık sürecin devam ettiği birkaç yıl içinde ömrünü verip alın terini akıttığı, helal kazanç peşinde kıvrandığı bir anda can verdi babam. Tefecilere borçlandıkları için intihar eden yahut öldürülen nice arkadaşının yasını tutmaya fırsat bulamadan kendi göçüp gitti dünyadan. Solan gencecik fidanlardı her biri, hikâyeleri ise kriz dönemini anlatan küçücük kesitlerden ibaret… Önü ve ardıyla yıkımın bütününü görüp anlamak için ciltler dolusu yazmak icap ederdi ama ne fayda!.. İnsan nisyan ile malul, hakikate dair hatırında tuttuğu şeyler o kadar az ki… IMF, denk bütçenin intikamını almak için kapımızı çaldı. Derviş, Türkiye’ye Çılgına döndük hepimiz; zor günlerdi. Kaburgalarımız arasında sıkışıp kalıyordu yutkunmalarımız. İştahsızca yaşıyorduk hayatı çoluk çocuk, yaşlı genç… Karamsar bulutlar altında eziliyordu mavilikler, umutlar kayboluyordu göğümüzden. Dişlerinde kan kurusu kara bir ölümü taşıyanlar gülümsüyordu yalnız, bir milletin ikbalini zulmete esir etmekle mutlu oluyordu katiller. Adalet ve kalkınma hamlesi… Aksi söylense de bu, ilâhî bir müdahaledir İslam milletlerinin umudu olan Anadolu insanının hayatına. Bir dönüm noktasıdır. Kayıplarımıza yas tutabileceğimiz zamanları yaşatması bile bu hamleyi hayırlarla yâd etmemiz için yeterli. Üstümüzden o karamsar bulutları çekip alan kudrete hamdolsun. Aldığımız nefesi genişlettiği sadrımızda bahara çeviren günleri bahşetti bize. Şimdiyse verdiği paha biçilemez bunca nimet için mücahede etme vaktidir. Bu cinayetleri işleyenlere alkış tutan sahte şeyhlerin beddualarını, dul kadınların ve yetimlerin duaları ile tersyüz etme zamanıdır. haziran 2014 141 DÜNYA LİDERİ : KAPAK LİDERİN DÜNYASI O, zulme uğramış mümin Siyaset, yaşamımızın olmazsa olmazıdır. Nasıl ki yeteneği olmayan kişi şair veya ressam olmakta zorluk çekiyorsa, siyasette de böyledir; o da kabiliyet, dirayet ve sabır gerektirir. Değil midir Tayyip Erdoğan’daki bu kabiliyet tüm dünyaya örnek? Hitap gücüyle çocuğundan yaşlısına kalplerde odak kuran bir adam… Ondaki vakur duruş, özgüven, zekâ, cesaret, adalet ve merhamet değil midir zalimlere meydan okuyan? Salt kendi vatanının toprakları üzerinde yaşayan milletine değil, haksızlığa uğramış ve zulüm altındaki bütün insanlaradır onun merhameti. 142 haziran 2014 Y ENİ Türkiye’nin hukuk, demokrasi, ekonomi, eğitim ve diğer birçok alanda büyümesinden, dünya nazarında kazandığı itibardan, yapılan köklü reformlardan tek tek bahsetmeyeceğim. Mütemadiyen söylendi, okundu, şahit olundu, bunları hepimiz biliyoruz gayrı; bu yazımda yalın ve duru bir üslupla, halkın içinden biri olarak, yine halkın içinden gelen Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan’a olan sevgimi, yürek sesimi özetle anlatmaya çalışacağım. Eğer yalan yazacaksa kırılsın kalemler. Sussun şiirler vahdeti bozacaksa. Yıkılsın kaleler zalimleri barındıracaksa. Kurusun kana bulanmış nehirler. Sönsün çocukları, ocakları kül eden ateşler. Yayılsın kâinatın dört bir yanına merhamet. Riya, kötülük, kibir ve adaletsizlik diz çöksün Rahman yolunda. İnsanlar için, millet için, İslam için hizmet edenlerin gayreti ve hak konuşulsun… İpek Acar Sert [email protected] lerin sığındığı bir liman “Fi’l kalbi mine’l kalbi ile’l kalbi sebîlâ” (“Kalpten kalbe giden bir yol var”) madem, bu yolda kimleri seveceğini seçebilir mi insan? Hiç umulmadık anda birileri gelir düşer gönle; o sevgi yeşerir, filizlenir yürekte. Gün gelir de fark edersiniz ki kalp meskeninde kök salmıştır o sevgi, koca bir çınar olup gölgesine almıştır kalbi. Bu çınar bazen sevgili olur, bazen kardeş; bazen dost olur, bazen yoldaş; bazen öğretmeninizdir, bazen evinizdeki emektar… Yahut bazen bir Başbakan… VE BİZ BU ANLAYIŞI MİLYONLARCA İNSANIN, MAĞDURUN VE DAHİ ÜMMETİN SEVGİSİNE MALİK OLAN RECEP TAYYİP ERDOĞAN’DA DA GÖRDÜK. ONUNLA ECDADI ANIMSADI MİLLET. ONUNLA DAHA DA GÜÇ KAZANDI DEVLET. O, YETİMLERİN RÜYASINDAKİ BABA, ANALARIN DUASINDAKİ OĞUL, OZANLARIN DİLİNDEKİ TÜRKÜ, ÜMMETİN HİÇ BİTMEYEN ŞÜKRÜ... ONA HİSSETTİĞİMİZ SEVGİYİ NE ENGELLEYEBİLİR? HANGİ GÜÇ HÜKMEDEBİLİR ÂLEMLERİN RABBİNDEN BAŞKA? HİÇ KİMSE VE HİÇBİR ŞEY! Sevginin zuhur etmesi için sebepler gerek değil. Yüce Yaratıcı istesin yeter ki… Sadece varlığından haberdar olduğumuz, hatta hiç karşılaşmadığımız insanları sevecek kadar vâsidir kalp yurdumuz. Öyle olmasaydı, sair topraklardaki ümmet sedasını kalbimizle işitebilir miydik? Onlarla aramızdaki uhuvvet bağı ile birlikte ebediyete, Hakk’a şehadetle yürüyebilir miydik? Cemil Meriç şöyle diyor: “Bu ülkenin bütün ırklarını tek ırk, tek kalp, tek insan hâline getiren İslamiyet olmuş. Biyolojik bir vahdet değil bu. Ne kanla ilgisi var, ne kafatasıyla. Vahdetlerin en büyüğü, en mukaddesi, -ister siyah derili, ister sarı- ‘İnananlar kardeştir’. Aynı şeyleri sevmek, aynı şeyler için yaşamak ve ölmek… Türk’ü, Arap’ı, Arnavut’u düğüne koşar gibi gazaya koşturan bir inanç… Gazaya, yani irşâda… Altı yüzyıl beraber ağlayıp beraber gülmek...” İşte inananlara yaraşan zihniyet bu!.. Ve biz bu anlayışı milyonlarca insanın, mağdurun ve dahi ümmetin sevgisine malik olan Recep Tayyip Erdoğan’da da gördük. Onunla ecdadı anımsadı millet. Onunla daha da güç kazandı devlet. O, yetimlerin rüyasındaki baba, anaların duasındaki oğul, ozanların dilindeki türkü, ümmetin hiç bitmeyen şükrü... Ona hissettiğimiz sevgiyi ne engelleyebilir? Hangi güç hükmedebilir âlemlerin Rabbinden başka? Hiç kimse ve hiçbir şey! Mütemadiyen söylerim “İmkânsız diye bir şey yoktur. Yaratan ‘Kun fe yekun’ der, her şey olur. O yeter ki ‘Ol!’ desin” diye. Ve O “Ol!” demeseydi, nice insanın kalbinde yeşermezdi Başbakanımız’ın sevda filizleri. O, mukadderat dâhilinde imkansızlığı tanımayan adam… Büyük risklerin, büyük ideallerin büyük adamı… İstikrarlı, yiğit, cesur, acar, itikat sahibi, zalimin korkusu, mazlumun dostu... Her koşulda ve her zorlukta dimdik ayakta durmayı başaran, basiret sahibi, milletimizin lideri Recep Tayyip Erdoğan… Siyaset, yaşamımızın olmazsa olmazıdır. Nasıl ki yeteneği olmayan kişi şair veya ressam olmakta zorluk çekiyorsa, siyasette de böyledir; o da kabiliyet, dirayet ve sabır gerektirir. Değil midir Tayyip Erdoğan’daki bu kabiliyet tüm dünyaya örnek? Hitap gücüyle çocuğundan yaşlısına kalplerde odak kuran bir adam… Ondaki vakur duruş, özgüven, zekâ, cesaret, adalet ve merhamet değil midir zalimlere meydan okuyan? Salt kendi vatanının toprakları üzerinde yaşayan milletine değil, haksızlığa uğramış ve zulüm altındaki bütün insanlaradır onun merhameti. O, yeryüzünde zulme uğramış müminlerin sığındığı bir liman. Hiç bilmediğimiz iklimlerde onun adı duâ ile anılıyorsa bu durumdan onur duymamız gerek. Zira o bizim Başbakanımız ve diliyorum ki, gelecekteki Cumhurbaşkanımız: “Recep Tayyip Erdoğan!” Tüm inananlara selam olsun... haziran 2014 143 HABERA JANDASÖYLEŞİ Ev sohbetlerinde vatandaşla tanışılır, partimiz onlara tanıtılır, varsa onların sorunları dinlenir ve çözülmeye çalışılır, günün siyasî konuları konuşulur, üye olmak isteyenler üye yapılırdı. Ev sohbetlerinden sonra da ilçe merkezine dönülerek programın değerlendirilmesi yapılır ve karşılaşılan sorunlar konuşulurdu. O zamanlar -diğer partileri bilmem amabizim üzerimizde çok yoğun baskı vardı. Emniyet tarafından çoğu kez toplantılarımız basılırdı. *** Refah Partisi, İstanbul’da hayata geçirilen teşkilat modeli ile büyümeye başlamıştı. Tabiî Tayyip Bey, o dönem sadece İstanbul’a il başkanlığı yapmıyordu, o zamanlar birikimi olan ve geniş kitlelere hitap edecek hatip sayımız çok fazla olmadığından Türkiye’nin dört bir yanına gidiyordu. İşte bu yüzden Türkiye genelinde çok itibar gören hatiplerden biri de İstanbul İl Başkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’dı. Belki “Gitmediği il, ilçe ve evinde kalmadığı teşkilat mensubu kalmamıştır” diye söylesem abartmış sayılmam. Zaten bugün de bunun tezahürünü görüyoruz. *** “One minute!” hadisesine gelirsek… İsrail, kurulduğundan bugüne kadar, dünya kamuoyu önünde böylesi ağır bir ithamla karşılaşmamış, tabiri caizse böyle bir fırça yememişti. Ayrıca Mavi Marmara ile başka bir hadise daha oldu. Katliam, İsrail’in hep yaptığı şeylerdendir ama bu kez yaptığı yanına kâr kalmadı. İsrail, ilk defa Mavi Marmara’da yaptıklarından dolayı özür dilemek mecburiyetinde kalarak Türkiye’nin ortaya koyduğu şartları kabul etti. Bu, İsrail 144 haziran 2014 AK Parti Genel Başkan Yardımcısı ve İstanbul Milletvekili Ekrem Erdem Türkiye’yi aşan Başbakan: Mehmet Serhat Bıçak [email protected] Beşir Coşkun L İDERLER, her şeyden önce kendilerine dost, sırdaş ve hacîb olan yol arkadaşları ararlar. Bu kimselerin en öne çıkan nitelikleri, liderle hemdem olmalarıdır. Onlar birer gölge değildirler ve bütün kimlikleriyle liderin şahsiyetine etkirler. Belki akıllara önce lider gelir, ancak liderin aklına ise önce bu dostlar gelirler. >> “Ekrem Erdem” denince, akla işte bu belirtmiş olduğum hâl geliyor. Zira yalnız davası için, kendi deyimiyle “Hakk neredeyse biz orada olacağız!” düsturunda sabit ve herkesin aklına Recep Tayyip Erdoğan ismi geldiğinde, Erdoğan’ın aklında da hazır bir “Ekrem Erdem” ismi vardır kanaatindeyim. İşte bana nasip olarak da böyle bir şahsiyetle tanışarak Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı, ona ait geçmiş ve gelecek düşünceler yumağını baştan sona açıp tekrar sarmak düştü. AK Parti Genel Başkan Yardımcısı ve İstanbul Milletvekili Sayın Ekrem Erdem ile yaptığımız söyleşide ben çok şey öğrendim. Gelin, yıllardır aynı çilenin, sıkıntının, azmin, çalışmanın, övüncün ve mutluluğun nasıl beraber yaşandığına birlikte şahit olalım… *** “Vatandaşın bizden çok büyük bir beklentisi vardı” • Öncelikle merak ettiğim bir hususu sormak istiyorum. AK Parti’nin kuruluş aşamasında bir “Erdemliler Hareketi” vardı. Tarihte bu isme bir yerde daha rastlanılıyor: “Hilful Fudul...” Erdemliler Hareketi, ismini aldığında Hilful Fudul da düşünülmüş müydü? AK Parti kurulmadan önce toplumda bir beklenti oluş- tu. O günleri hatırlarsanız, Türkiye’de çok büyük sıkıntılar vardı. Genel Başkanımız ile nereye gitsek, “Partiyi ne zaman kuruyorsunuz?” diye soruluyordu. Çoğu yerde, daha parti kurulmadan hareketimizde görev yapmak isteyen kişiler organize olmuşlardı bile. “Erdemliler Hareketi” ismi, planlanarak konulan bir isim değildi. Zira bu ismi milletimiz koydu, ani ismin konulma süreci doğal bir şekilde oldu. O günlerde vatandaş, gerçekten de büyük bir beklenti içine girmişti. Herkesin umudu haline gelmişti Tayyip Bey ve bir an önce partinin kurulup teşkilatlanması noktasında ciddi ve yoğun bir baskı altına girmiştik. Nitekim bu teveccühü, girdiğimiz ilk seçim olan 2002’de de net bir şekilde gördük. “Gitmediği il, ilçe ve evinde kalmadığı teşkilat mensubu kalmadı” • Sayın Başbakan ile dostluğunuz çok öncelere dayanıyor. Başbakan Erdoğan’dan ziyade Recep Tayyip Erdoğan’ı nasıl anlatmak istersiniz? Başbakanımızı MSP yıllarından tanırım. Tabiî o dönem memur olduğum için partide herhangi bir görevim yoktu; ama Tayyip Bey’i mitinglerden, takdimciliğinden ve şiir okumalarından biliyor ve tanıyordum. Fakat bizim Tayyip Bey ile fiilen tanışmamız, bir arada olmamız, 1984 mahallî idareler seçiminde oldu. Ben o zaman Refah Partisi’nden Şişli Belediye Başkan adayı olmuştum ve İstanbul İl Başkanımız da Recep Tayyip Erdoğan idi. Öncesinde partide Kahraman Emmioğlu İl Başkanı idi; yanlış hatırlamıyorsam seçimin ya öncesi ya da sürecinde bir değişiklikle Tayyip Bey, İstanbul İl Başkanımız olmuştu. O günlerden beri beraberiz. Başbakanımız, her şeyden önce yaptığı işi en iyi şekilde yapmaya çalışan ve o işin hakkını veren, iyi takip eden, istişareyi çok seven –ki sorulması gereken herkese sorar, görüşür-, karar verdikten sonra da o kararın arkasında ne pahasına olursa olsun sonuna kadar duran bir kişiliğe sahiptir. Bilahare seçimlerden sonra, kendisinin ısrarı üzerine Şişli İlçe Başkanı oldum. Doğrusu o günlerde bu görevi kabul etmek de istemiyordum; çünkü yeni bir işe, bir beyaz eşya ticaretine başlamıştım ve onu kurumsallaştırmaya çalışıyordum. Dolayısıyla “Vakit ayıramam, partiye faydalı olamam” kaygısını taşıyordum. Kendileri il, biz de ilçe başkanlığını yürütüyorduk ve yüzde 4’lük oya sahip bir partideydik. Ancak yüzde 4’lük bir parti olmamıza rağmen iktidar partilerinden çok daha yoğun biçimde çalışıyorduk. Mesela o zamanlarda, akşam saat 10’a kadar teşkilat binalarımızı açık tutmak mecburiyetindeydik. İl Başkanlığı’ndan ilçe teşkilatları takip edilir, aranır, en azından bir yönetim kurulu üyesi ilçede nöbetçi olarak kalırdı. Sadece bu değil, o zamanki en yoğun çalışmalarımızdan biri de ev sohbetleriydi. açısından mutlaka ağır bir bedeldir. Söz konusu ittifaka İsrail’in de bu noktada büyük destek verdiği söylenebilir. *** Bu çıkış, esas itibariyle hiçbir liderin yapmaya cesaret edeceği bir şey değil. Bunu ancak Tayyip Erdoğan yapardı ve yaptı. O sıra çoğu kimseler “Yahu ne yapıyor böyle?” dediler. O günlerde basında da bu hareketin bir bedelinin olacağına dair yorumlar, değerlendirmeler yer almıştı. Yahudilerin dünya siyasetinde ne kadar etkili olduğunu herkes biliyor. Dolayısıyla bu etkiden çoğu ülke ve lider çekiniyor. Ancak bu çıkış gerçekleşti ve dünya mazlumlarının, tüm mağdurların vicdanında makes buldu. *** Tayyip Bey gerçekten İstanbul da çok farklı bir belediyecilik ortaya koydu. Ancak hizmetleri için teşekkür edilmesi gereken Recep Tayyip Erdoğan, o dönem karşılık olarak hapse konuldu ve beş yıl Büyükşehir Belediyesi’ne hizmet etme imkânı verilmedi. Eğer beşinci yılını doldurup tekrar seçime girseydi, bu kez yüzde 26,5 ile değil, yüzde 50 ile seçimleri kazanırdı. Bunu gördüler ve teşekkür edecekleri yerde hapse koydular. *** AK Parti iktidara geldiğinde, AK Parti’yi sevmeyenler de sevindiler. Niçin? “İstanbul’da bitiremediğimiz, hapishanelerde yok edemediğimiz adam, şimdi gelip Türkiye’nin yönetiminin başına oturdu. Ne güzel, Türkiye yönetilemeyecek kadar perişan!” diye düşünüyorlardı. Haksız da sayılmazlardı; öyle ya, o dönemde Türkiye’de siyaset kurumu bitmiş, siyasetçinin verdiği selam alınmıyor, milletvekilleri halkın tepkisinden korktukları için yakalarına rozet takamıyorlardı. Ekonomi çökmüş, dışarıdan kredi aranı- haziran 2014 145 HABERA JANDASÖYLEŞİ yor ama bulunamıyor, memur maaşları ödenemiyor… İşte Monşerler, “İstanbul’da bitiremedik ama bu ağır şartlar onu bitirir” diye sevindiler. Ama ne oldu? Recep Tayyip Erdoğan bitmedi, bitiremediler. *** 17 Aralık’tan önce de malumunuz Gezi olayları olmuştu. Gezi olaylarının hemen öncesinde nasıl bir Türkiye vardı? Türkiye, büyük başarılara imza atmıştı ve Cumhuriyet tarihinin belki de en başarılı Mayıs’ını yaşıyordu. IMF’nin borcu ödenmiş, borsa tavan yapmış, faizler tarihinin en düşük seviyesinde seyrediyor, Merkez Bankası kaynakları rekor kırıyor, bir günde yapılan iki ihale -ki biri Sinop Nükleer Enerji Santrali, diğeri de İstanbul’a yapılacak olan üçüncü havaalanı, bu ikisinin toplamı, AK Parti’den önceki iktidarların bir yıllık bütçesine bedel bir rakama tekabül ediyor- gibi saymakla bitmeyecek başarılarla dolu bir ay. Böyle başarılarla dolu bir Mayıs’ta Türkiye, fol yok yumurta yokken, birdenbire bir Gezi olayıyla karşılaştı. *** Benim bu konudaki görüşüm açık. 30 Mart seçimleri de her şeyi ortaya koydu. Cumhurbaşkanlığı noktasında aklım da, gönlüm de “Recep Tayyip Erdoğan” diyor. Tabiî bu konuda takdir tamamıyla kendilerinindir. Takdirleri aday olma noktasında olursa, inanıyorum ki toplumda gereken karşılığı bulur ve seçimin ilk turunda Çankaya’ya çıkar. *** Daha gerilere gidecek olursak, Sayın Başbakanımızın 1994’te İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı adaylığı da çok tartışmalı olmuştu. O zaman aday 146 haziran 2014 Divan’a döndükten sonra ilk yaptığı şey, “Aramızda Şişli Belediye Başkan adayımız Sayın Ekrem Erdem de bulunuyor. Şimdi sizlere hitap etmek üzere kürsüye davet ediyorum” demek oldu. O zamana kadar hiç siyasî bir konuşma yapmamışım, ne diyeceğimi bilemiyorum; korktuğum başıma gelmişti. İstanbul’un o tarihlerde 15 ilçesi vardı. Mesela ilçelerde ilçe başkanlarından, il ve ilçe yönetim kurulu üyelerinden oluşan hatipler gelir, ilçe teşkilatlarının programladığı ev sohbetlerine katılırlardı. Her hafta sonu bu program bir ilçede hiç aksatılmadan yapılırdı. Ev sohbetlerinde vatandaşla tanışılır, partimiz onlara tanıtılır, varsa onların sorunları dinlenir ve çözülmeye çalışılır, günün siyasî konuları konuşulur, üye olmak isteyenler üye yapılırdı. Ev sohbetlerinden sonra da ilçe merkezine dö- nülerek programın değerlendirilmesi yapılır ve karşılaşılan sorunlar konuşulurdu. O zamanlar -diğer partileri bilmem ama- bizim üzerimizde çok yoğun baskı vardı. Emniyet tarafından çoğu kez toplantılarımız basılırdı. Yine hafta sonları kahve konuşmaları yapardık. Bu toplantılara büyük ilgi olurdu. Kahveler dolar taşardı. Düşünün ki oy oranı yüzde 4 olan bir partide teşkilatı gecelere kadar açık tutuyorsunuz, her hafta ev sohbetleri ve kahve konuşmaları yapıyorsunuz… Bunlar çok verimli çalışmalar- dı. Her ay bir ilçenin ev sahipliğinde İl Divanları yapılırdı. İl Divanları sabah saat 10’da yoklama ile başlar, akşam saat 17’ye kadar bir gündem çerçevesinde sürerdi. Öğle yemeği, ev sahibi ilçenin ikramı orada yenirdi. Bu toplantılarda il düzeyinde yapılan çalışmaların ilçe ilçe değerlendirilmesinin yanında, ülkenin bütün meseleleri masaya yatırılır, geniş müzakereler yapılırdı. İl ve ilçe teşkilatları, haftalık yönetim kurulu toplantılarını yaparlardı. Benim ilde bulunduğum dönemleri çok iyi hatırlıyorum. İl Yönetim Kurulu sabah 9’da başlar, öğleden sonra geç saatlere kadar devam eder, öncelikle hafta sonu yapılan etkinliklere partiyi temsilen katılacaklar belirlenir, ilçe çalışmaları tek tek ele alınır, herkesin haftalık olarak yapılması gereken çalışmaları yapıp yapmadıkları takip edilir, görevini yapmayanlar ikaz edilir ve ikazlara rağmen görevlerini yapmayanlar ise görevlerinden alınırlardı. Refah Partisi kapatılana kadar çalışmalar hep böyle sürdürüldü ve bu model, İstanbul’dan başlayarak tüm Türkiye’ye yayıldı. 1984 seçimlerinden sonra uzun süre ilçe başkanlığı yaptım. Yine Tayyip Bey’in isteği ile 1988’de il yönetimine girdim ve burada Teşkilattan Sorumlu İl Başkan Yardımcısı oldum. Teşkilat Başkanı olduktan sonra Tayyip Bey’le çok daha yakın çalışma fırsatı buldum. Refah Partisi, İstanbul’da hayata geçirilen teşkilat modeli ile büyümeye başlamıştı. Tabiî Tayyip Bey, o dönem sadece İstanbul’a il başkanlığı yapmıyordu, o zamanlar birikimi olan ve geniş kitlelere hitap edecek hatip sayımız çok fazla olmadığından Türkiye’nin dört bir yanına gidiyordu. İşte bu yüzden Türkiye genelinde çok itibar gören hatiplerden biri de İstanbul İl Başkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’dı. Belki “Gitmediği il, ilçe ve evinde kalmadığı teşkilat mensubu kalmamıştır” diye söylesem abartmış sayılmam. Zaten bugün de bunun tezahürünü görüyoruz. Başbakanımız Anadolu’nun herhangi bir yerine gittiği zaman, geçmişte evine misafir olduğu insanlarla, onların çocuklarıyla karşılaşıyor. Bunlar, dünden bugüne yansıyan önemli güzellikler ve derin hatıralardır. “Aramızda Şişli Belediye Başkan adayımız Sayın Ekrem Erdem de bulunuyor…” • Peki, bunca yıllık dostluğunuzdan sizde kalan ve hiç unutamayacağınız bir hatıra var mı? Var tabiî, olmaz olur mu?! Ben Şişli Belediye Başkan adayı oldum ama o güne kadar siyasî bir kimlikle bir yerde bulunmuş değildim. O günlerde Fatih İlçe Teşkilatı’nın kongresi vardı. Ben de belediye başkan adayı sıfatıyla oraya gittim. Divan Başkanı, İstanbul İl Başkanımız Recep Tayyip Erdoğan’dı. Beni tanımadığını zannediyordum, zira daha önce telefonla görüştük ama şahsen bir araya gelmemiştik. Salonda beklemediğim bir şeyle karşılaştım. Divan Başkanı, bir bir belediye başkan adaylarını kürsüye davet ederek konuşma yaptırıyor. Bunu görünce arka sıralarda bir yere, bir partiliyi kendime siper ederek oturdum. Bir ara Tayyip Bey lavaboya geçti. Geçerken de beni gördü ve “Ekrem Bey burada ne yapıyorsun, belediye başkan adaylarımız öndeler; hadi sen de öne geç” diyerek Divan’a geçti. mu hatırlamıyorum. Tabiî bu hatırayı ben hiç unutmadım, unutamam da... Ama Başbakanımız hatırlar mı bilmiyorum. Çünkü bende gerçekten de çok derin bir iz bıraktı. “Millet her şeyi görüyor…” • AK Parti’nin bugünkü duruşunda karşısına aldığı tarafı siz nasıl tarif ediyorsunuz? Ne oldu da AK Parti böylesi bir ittifakla karşılaştı, “One minute!” fazla mı geldi? Tayyip Bey’in şahsında, Türkiye aradığı lideri buldu. Kitleler, Başbakanımızın şahsında büyük bir heyecan duyuyor ve her geçen gün de halk desteği artıyor. 1994 seçimlerinde yüzde 26,5 gibi bir oyla İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olmuştu ki bu olay, demokrasi tarihimizin önemli bir kırılma noktasıdır. Niçin? Çünkü o güne kadar İstanbul kendisini yeterince tanımıyordu -nereden tanıyabilirdi ki-; yüzde 4, yüzde 7 gibi oy oranları almış küçük bir partiden -Allah lütfetti- yüzde 26,5 oranında bir oyla Belediye Başkanlığı’na seçildi. Divan’a döndükten sonra ilk yaptığı şey, “Aramızda Şişli Belediye Başkan adayımız Sayın Ekrem Erdem de bulunuyor. Şimdi sizlere hitap etmek üzere kürsüye davet ediyorum” demek oldu. O zamana kadar hiç siyasî bir konuşma yapmamışım, ne diyeceğimi bilemiyorum; korktuğum başıma gelmişti!.. Sayın Genel Başkanımız, o günden sonra girdiği her seçimden desteğini arttırarak çıktı. Bu AK Parti’den önce de böyleydi, sonra da böyle oldu. Hatırlarsanız, AK Parti olarak girdiğimiz ilk seçimde yüzde 38’le birinci parti olmuştuk, sonraki seçimlerden 2007’de yüzde 47 ve 2011 seçiminde de yüzde 50 gibi net bir netice elde ettik. Yerel yönetimler seçiminde de aynı şey söz konusu oldu ve 30 Mart’ta yüzde 45,5 oyla yine büyük başarıya ulaşıldı. Konuşma yapmam için davet edilmemin dışında kürsüye nasıl çıktığımı, ne konuştuğu- Bu başarı elbette rakipleri kıskandırıyor ve ister istemez sandıktan umudunu kesenler olmasına karşı çıkanlar, “Daha genç, devlet tecrübesi yoktur, İstanbul’u onunla alamayız” gibi gerekçeler ileri sürüyorlardı. Bizim gibi düşünenlerse –özellikle İstanbul Teşkilatı-, seçimi İl Başkanımız ile alacağımıza inanıyor ve bunun mücadelesini veriyordu. Gaybı Allah bilir ama o seçimi alacağımızı parti yönetimi bilseydi, Tayyip Bey’i aday yapmayabilirlerdi. “Nasıl olsa kazanamayacak” denildi ve aday gösterildi. Ancak seçimi kazandık. *** Bugün Cumhurbaşkanlığı seçimi ile birlikte tartışılan konulardan biri de “Başbakan’dan sonra AK Parti’ye ne olacak, Anavatan’ın başına gelen AK Parti’nin başına da gelir mi?” mevzuu. Her şeyden önce AK Parti, Anavatan Partisi değil. Şu unutulmamalı: Özal Cumhurbaşkanı olduğunda ANAP inişe geçmiş, en son seçimde 21,75’lere kadar oyunu düşürmüştü, AK Parti ise yükselişini sürdürmeye devam ediyor. AK Parti, kurumsallığını sağlamış ve çok iyi yetişmiş kadroları olan bir partidir. Cumhurbaşkanlığı sonrası kimsenin, AK Parti’nin geleceği ile ilgili bir kaygıya düşmesine gerek yoktur. *** Çözüm Süreci’nde akil insanlar devreye sokularak halkın nabzı tutuldu. Şimdi de önümüzdeki süreçte, aday belirleme noktasında bütün birimlerimizin kanaatini aldıktan sonra değişik yerlerden de fikir ve beyanları toplamak için böyle bir çalışma yapıyor Tayyip Bey. Sayın Başbakanımız, inanıyorum ki Cumhurbaşkanı olduğunda da hep böyle çalışacak ve halkla ilişkilerini daima açık ve diri tutacak, yeni kanallar açacaktır. haziran 2014 147 HABERA JANDASÖYLEŞİ Bu çıkış, esas itibariyle hiçbir liderin yapmaya cesaret edeceği bir şey değil. Bunu ancak Tayyip Erdoğan yapardı ve yaptı. O sıra çoğu kimseler “Yahu ne yapıyor böyle?” dediler. O günlerde basında da bu hareketin bir bedelinin olacağına dair yorumlar, değerlendirmeler yer almıştı. Yahudilerin dünya siyasetinde ne kadar etkili olduğunu herkes biliyor. Dolayısıyla bu etkiden çoğu ülke ve lider çekiniyor. Ancak bu çıkış gerçekleşti ve dünya mazlumlarının, tüm mağdurların vicdanında makes buldu. O günlerde Yunanistan’daki bir gazetenin manşetinde “Dünya vicdanının sesi!” şeklinde bir ifade kullanılmıştı. Bu ne demek? Belli ki o gazete de Başbakanımızın konuşmasından dolayı vicdanî bir rahatlık hissetmişti. Gerçekten de dünyanın ortak vicdanının sesi olmuştu. Siz eğer güçlüyseniz, dik duruyorsanız, kimsenin size bir bedel ödetmesi söz konusu olamaz. Bedel, daima korkaklara ödetilir. Türkiye güçlü olduğu müddetçe, Allah’ın izniyle, Almanya veya diğer ülkelerdeki vatandaşlarımıza kimse bir bedel ödetemez. Bedel ödetmeye kalkanlar, kendi mahcubiyetleriyle baş başa kalacaklardır. Maalesef bu, talihsiz bir konuşmadır. birbirleriyle ittifak etmek ve dayanışma içine girmek ihtiyacını hissediyorlar. Elbette bu süreçte “One minute!” hadisesinin de etkisi büyük. Bu anlamda uluslararası güçler de AK Parti’nin karşısındaki bu bloklaşmaya destek vermeye çalışıyorlar. “Bunda başarılı olabiliyorlar mı?” derseniz, cevabı kesinlikle “Hayır”. Çünkü millet her şeyi görüyor. Zira bu millet, kendine kurulan oyunları her zaman bozan bir millettir. Geçmişte de, bugün de böyledir, yarın da böyle olacaktır. Ben buna yürekten inanıyorum. İşte en son seçimde de ciddi bir ittifakla karşı karşıya kaldık. Ama milletimiz liderine, Başbakanına sahip 148 haziran 2014 çıktı. Bu ittifaka, karalamalara ve sayısız saldırılara rağmen -Allah’a şükürler olsun kiyine iki kişiden birinin oyunu almış olduk. şartları kabul etti. Bu, İsrail açısından mutlaka ağır bir bedeldir. Söz konusu ittifaka İsrail’in de bu noktada büyük destek verdiği söylenebilir. “One minute!” hadisesine gelirsek… İsrail, kurulduğundan bugüne kadar, dünya kamuoyu önünde böylesi ağır bir ithamla karşılaşmamış, tabiri caizse böyle bir fırça yememişti. Ayrıca Mavi Marmara ile başka bir hadise daha oldu. Katliam, İsrail’in hep yaptığı şeylerdendir ama bu kez yaptığı yanına kâr kalmadı. İsrail, ilk defa Mavi Marmara’da yaptıklarından dolayı özür dilemek mecburiyetinde kalarak Türkiye’nin ortaya koyduğu “Dünya vicdanının sesi!” • Peki, siz o “One minute!” çıkışını gördüğünüzde veya öğrendiğinizde ne hissettiniz? Tabiî beklenmeyen bir çıkıştı bu. Ama ben Tayyip Erdoğan’ı tanıyorum. Hayatında gördüğü her yanlışa kesinlikle tepkisini doğal biçimde veren, bunda bir hesap gütmeyen bir liderdir o. “Bedel ödetmeye kalkanlar, kendi mahcubiyetleriyle baş başa kalacaklardır” • Başbakan’ın Almanya’da gurbetçilerimizle bir araya gelişi ve yapmış olduğu konuşma birilerini çok korkuttu belli ki. Alman Yeşiller Partisi Eş Başkanı Cem Özdemir, Türk asıllı biri olarak o konuşmanın kendilerine bedel ödeteceğini söyledi. İnsanın aklına bu bedelden kasıtla Neo-Nazi cinayetleri, kundaklamalar, Alman polisinin meşhur kötü muamelesi geliyor. Sizin bu ifadeye tepkiniz nasıl? Tabiî öncelikle bu sorunun muhatabı belli. “Bedelden kastınız nedir?” diye bu soruyu sözün sahibine sormak lazım. Kendi korkaklığını ifade etmek veya siyasî istikbal açı- sından oradaki mevcut düzene ya da belirleyicilere yaranmak üzere söylenmiş bir söz bu. Siz eğer güçlüyseniz, dik duruyorsanız, kimsenin size bir bedel ödetmesi söz konusu olamaz. Bedel, daima korkaklara ödetilir. Türkiye güçlü olduğu müddetçe, Allah’ın izniyle, Almanya veya diğer ülkelerdeki vatandaşlarımıza kimse bir bedel ödetemez. Bedel ödetmeye kalkanlar, kendi mahcubiyetleriyle baş başa kalacaklardır. Maalesef bu, talihsiz bir konuşmadır. “Kimse inanmıyordu, ama o inanılmazı yaptı” • Gelecekteki yoldaşlık kavramında AK Parti’de yeni gelişmeler yaşanacak mı, 17 Aralık ile başlanan süreçte parti nasıl şekillendiriliyor? Öncelikle biz, 17 ve 25 Aralık gibi girişimlerle ilk defa karşılaşmıyoruz. Hayat boyu bu tür sıkıntılarla hep karşı karşıya kaldık. Tayyip Bey 1994’te Büyükşehir Belediye Başkanı seçildiğinde İstanbul perişan bir haldeydi ve gerçekten de çok kötü durumdaydı. “İstanbul’u bu hale getiren neydi?” diye sorarsanız, “Su, çöp, hava kirliliği, ulaşım” derler. Hâlbuki sorun bunların hiçbiri değil, İstanbul’u susuz, yolsuz, çöp dağlarıyla baş başa bırakan o günkü yönetim ve onların yaptıkları yolsuzluk ve hırsızlıklardı. Kasada para kalmamıştı ve finans dünyasındaki itibar ise yok hükmündeydi. yüzde 26,5 ile değil, yüzde 50 ile seçimleri kazanırdı. Bunu gördüler ve teşekkür edecekleri yerde hapse koydular. Ben, Tayyip Bey İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğunda İstanbul İl Başkanlığı’na vekâlet ediyordum. Hatırlıyorum da İSKİ’ye kamu bankaları bile bırakın krediyi, çek defteri bile vermiyorlardı. İşte Tayyip Bey böyle bir İstanbul’u devralmıştı. Kimse inanmıyordu, ama o inanılmazı yaptı; İstanbul’un su problemi de bitti, hava kirliliği problemi de. Bakın, artık İstanbul’un hava kirliliği konuşulmuyor. Mesela bu sene kuraklık olmasına rağmen kimsenin susuz kalma korkusu yok. Niçin? Çünkü Sayın Tayyip Erdoğan, göreve geldiği günden itibaren İstanbul’un geleceğine dair ciddi yatırımlar yaptı da ondan. Ama sonra ne oldu? Partiler kapatıldı (RP ve sonra FP), yeni bir siyasî ortam ortaya çıktı ve AK Parti’nin kuruluş aşamasına gelindi. AK Parti, kurulduktan kısa bir süre sonra seçime girdi. Fakat ne var ki, hukukî bir zemini olmayan gerekçelerle Sayın Genel Başkanımızın milletvekili seçilme hakkı elinden alındı. Bir genel başkan düşünün ki seçime milletvekili adayı olarak giremiyor… Tayyip Bey gerçekten İstanbul da çok farklı bir belediyecilik ortaya koydu. Ancak hizmetleri için teşekkür edilmesi gereken Recep Tayyip Erdoğan, o dönem karşılık olarak hapse konuldu ve beş yıl Büyükşehir Belediyesi’ne hizmet etme imkânı verilmedi. Eğer beşinci yılını doldurup tekrar seçime girseydi, bu kez Tayyip Bey’in yerinde bir başkası olsa, “Bana ne!” deyip kızar veya küserdi. Ama bunlara rağmen ve kararlı bir şekilde, kızmadan ve küsmeden partisinin başında seçime girdi. Milletvekili olamadı ama AK Parti seçimden birinci olarak çıktı. “Allah’a şükürler olsun ki bizler sıkıntılarla, birtakım ıstırapları yaşayarak geldik” AK Parti iktidara geldiğinde, AK Parti’yi sevmeyenler de sevindiler. Niçin? “İstanbul’da bitiremediğimiz, hapishanelerde yok edemediğimiz adam, şimdi gelip Türkiye’nin yönetiminin başına oturdu. Ne güzel, Türkiye yönetilemeyecek kadar perişan!” diye düşünüyorlardı. Haksız da sayılmazlardı; öyle ya, o dönemde Türkiye’de siyaset kurumu bitmiş, siyasetçinin verdiği selam alınmıyor, milletvekilleri halkın tepkisinden korktukları için yakalarına rozet takamıyorlardı. Ekonomi çökmüş, dışarıdan kredi aranıyor ama bulunamıyor, memur maaşları ödenemiyor… İşte Monşerler, “İstanbul’da bitiremedik ama bu ağır şartlar onu bitirir” diye sevindiler. Ama ne oldu? Recep Tayyip Erdoğan bitmedi, bitiremediler. Gördüler ki sıkıntılar bir bir aşılıyor, kredi bulunuyor ve borçlar ödeniyor, memurların maaş problemi bir tarafa, hayat standartları yükseliyor, sosyal politikalarla aç ve açık bırakılmıyor, yüzlerce yatırım yapılıyor, ekonomi süratle toparlanıyor… Bakınız, Türkiye dünyanın en büyük 16’ncı ekonomisi haline geldi ve G-20’de yer alarak dünya ekonomisine yön veren 20 ülkeden biri oldu. Yani Türkiye’nin problemleri bir bir çözülürken, dünya eko- Ne oldu o iftiracılara? Seçimde cevaplarını aldılar. Partimiz, yerel yönetimler seçimi gibi zor bir seçimden yüzde 45,5’lik bir oran ile çıktı. Bu büyük bir başarıdır. Bugün bir milletvekili genel seçimi olsun, yüzde 50’nin üzerinde oy alırız… haziran 2014 149 HABERA JANDASÖYLEŞİ Allah’a şükürler olsun ki sıkıntılarla, birtakım ıstıraplarla pişerek yolumuza devam ettik. 17 Aralık’tan önce de malumunuz Gezi olayları olmuştu. Gezi olaylarının hemen öncesinde nasıl bir Türkiye vardı? Türkiye, büyük başarılara imza atmıştı ve Cumhuriyet tarihinin belki de en başarılı Mayıs’ını yaşıyordu. IMF’nin borcu ödenmiş, borsa tavan yapmış, faizler tarihinin en düşük seviyesinde seyrediyor, Merkez Bankası kaynakları rekor kırıyor, bir günde yapılan iki ihale -ki biri Sinop Nükleer Enerji Santrali, diğeri de İstanbul’a yapılacak olan üçüncü havaalanı, bu ikisinin toplamı, AK Parti’den önceki iktidarların bir yıllık bütçesine bedel bir rakama tekabül ediyor- gibi saymakla bitmeyecek başarılarla dolu bir ay. Böyle başarılarla dolu bir Mayıs’ta Türkiye, fol yok yumurta yokken, birdenbire bir Gezi olayıyla karşılaştı. nomisini de yönlendiren bir seviyeye gelindi. Baktılar ki Türkiye’deki ağır şartlar dahi Tayyip Erdoğan’ın önünü kesemiyor, bu sefer de 2007’ye gelindiğinde Cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgili olarak açtıkları usul tartışmalarıyla ortalığı karıştırmaya çalıştılar. Ancak halk, yine Başbakan’ın yanında yerini aldı. 2007 seçimlerinde verdiği yüzde 47 oy oranı ile oynanan oyunu bozdu. 150 haziran 2014 Daha sonra ise 2008 yılında ipe sapa gelmez iddialar ve yalan haberlerle -halk deyimiyle, aşağı mahallede üfürdüler, yukarı mahallede kendi yalanları birer gerçekmiş gibi dosyalar hazırladılar- partiye kapatma davası açtılar. Bunları şunun için söylüyorum: Bugünlere kolay erişilmedi. 17 Aralık’a çıkana kadar, Sayın Başbakanımız başta olmak üzere, bu kadro birçok imtihandan geçe geçe geldi. Gezi olaylarının bahanesi neydi? 12 ağacın bir yerden alınıp başka bir yere nakledilmesi… Aslına bakılırsa, Gezi Parkı bir çevrecilik projesidir. Orada ağaç azalmıyor, bilakis çoğalıyor. Bir mezbelelik haline gelmiş bu yer, yeni düzenlemelerle İstanbullulara kazandırılıyor. Bir bayanın bırakın tek başına geçmesi, eşiyle bile geçemeyeceği bir yerdi orası. Bu projeyle İstanbul’a yeni bir meydan kazandırılıyor, ağaçların sayısı arttırılıyor, yeşil alan genişletiliyor, trafik yerin altına alınarak gerçek manada bir “gezi alanı” inşa edilmiş oluyordu. İşte bu çalışma esnasındaki bir işlemi, ağaçların yerlerinin değiştirilmesini istismar ettiler. Bazı vatandaşlar ve iyi niyetli insanlar bu istismarın içine çekildiler. Sonra görüldü ki yapılanlar halisane değil, yapılanlar Gezi ve ağaç için değil… Onun için bekledikleri desteği bulamadılar. 17 Aralık’a gelindiğinde de aynı şeyler oldu. Ancak millet yine oyunu gördü. Çünkü bu tip oyunlar 1960 Darbesi’nde de yapılmıştı. Darbe öncesinde yalan dolan ve iftiralarla iktidar önce itibarsızlaştırılmıştı. Halk desteği böylece mümkün mertebe azaltılmaya çalışılmıştı. Fakat Sayın Başbakanımızın duruşu ve kararlılığı ile bu kampanya aleyhte değil, lehte işledi. Ve bu kampanyayı yapanlar, -utanacak kadar onurları varsa- utançlarıyla baş başa kaldılar. Ne oldu o iftiracılara? Seçimde cevaplarını aldılar. Partimiz, yerel yönetimler seçimi gibi zor bir seçimden yüzde 45,5’lik bir oran ile çıktı. Bu büyük bir başarıdır. Bugün bir milletvekili genel seçimi olsun, yüzde 50’nin üzerinde oy alırız… “Türkiye, artık dünyanın ‘en’lerini yapan bir ülke konumunda” • Bu soruyu cevaplarken öyle çok icraattan bahsettiniz ki, aklıma geldi, Sayın Başbakan’ın en sevindiği, şöyle bir “Oh!” çektiği icraat hangisidir? O kadar çok şey var ki hangisini sayayım? Mesela asrın projesi dediğimiz “Marmaray” muhteşem bir eser; kıtaları denizin altından birbirine bağlayan tarihî bir proje… Atalarımızın hayallerini şükürler olsun bu projeyle gerçeğe dönüştürdük. Bu ve buna benzer birçok proje var. Başbakanımız Büyükşehir Belediye Başkanı olduğunda hatırlıyorum da bir gazeteci sormuştu “Sayın Başkan, yarın isminizle anılacak projeniz var mı?” diye. Zira daha ön- ceki Belediye Başkanı Sayın Bedrettin Dalan idi. Belediye Başkanı olduğunda kendisini simgeleştirecek hizmetlere yöneldi, eskileri kenara itti. Daha sonra Sayın Nurettin Sözen geldiğinde, o da Dalan’ın başlattığı birçok projeyi kaynakların tüketilmesi pahasına yok sayarak askıya aldı ve kendi ismi ile anılacak yeni projeleri hayata geçirmeye çalıştı. Ancak Tayyip Bey o makama geldiğinde farklı bir şey yaptı. Gerek Dalan, gerekse de Sözen döneminde başlanmış ve bitirilememiş projeler tek tek masaya yatırıldı ve İstanbul’a faydalı olacağını düşündüğü projelerin hepsini hayata geçirdi. Bunu görenler, “Siz Dalan ve Sözen’in projelerini devam ettiriyorsunuz” dediler, “Sizin simge bir çalışmanız yok” dediler. Ama bugün Recep Tayyip Erdoğan ile özdeşleşecek o kadar çok proje var ki, hangi birini sayalım? Düşünün, dünyanın en büyük havaalanını yapıyorsunuz… Yine üçüncü köprü de uzunluk bakımından değil ama genişlik ve birtakım özellikleri bakımından dünyanın en önemli ve özellikli köprülerinden biri olacak. İlk kez yüksek hızlı tren, kendi ürettiğimiz uydu, kendi savunma sanayii ürünlerimiz olan insansız hava araçları, tanklar, toplar ve füzelerle Türkiye, artık dünyanın “en”lerini yapan bir ülke konumunda. İnşallah Kanal İstanbul hayata geçirildiğinde, Sayın Başbakanımızın en keyif alacağı projelerden biri daha tamamlanmış olacak diye düşünüyorum. Çünkü İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı yapmış, İstanbul’da doğmuş, orada büyümüş, bu şehrin âşığı, İstanbul üzerine şiirler okuyan, İstanbul dendiğinde yüzünde güller açan bir insandan bahsediyoruz. Kanal İstanbul, ülkemiz açısından çağ açıp çağ kapatacak kadar önemli bir proje. “Bu millet ‘Tayyip Erdoğan’a sevdalanıyorsa sebepsiz değil” Mesela gündeme çok fazla gelmedi ama çok önemli bir proje de İstanbul Boğazı’ndan tünelle Haliç’e su getirilmesidir. Fatih’in gemilerini karadan yürütmesi gibi bir şey, muhteşem bir icraat… Evet, Haliç’in temizlenmesi daha önce Dalan zamanında başlatılmış, ama fazla bir ilerleme sağlanamamıştı. İnsanlar buradan geçerlerken burunlarını kapatarak geçiyorlardı. Birtakım şeyler yapılmış ama Haliç bataklık olmaktan kurtarılamamıştı. Orada şimdi insanlar balık avlıyorlar. Bütün bunların hepsi Başbakanımıza keyif ve onur veren, gurur duyduran projelerdir. Örneğin bölünmüş yollar da önemli hizmetlerinden biri, uzakları yakın etti. Bir otoban kadar maliyetli değil, ama otoban kadar konforlu bu yollar. Bunların hangisi keyif vermez ki!? Düşünebiliyor musunuz, yıllarca ama yıllarca bu ülkede insanlar, kılık kıyafetinden, mezun olduğu okuldan ötürü okullara alınmadılar. Ama şimdi üniversitesi olmayan şehir bırakmadığımız gibi, herkes, kılık kıyafetine bakılmadan, istediği üniversiteye gidebiliyor. Okumak isteyenlerin önündeki bütün engeller kaldırıldı. Artık üniversiteye giriş sınavları da anlamını yitiriyor. Açıköğretim Fakülteleri ile Türkiye’nin 780 bin kilometre karesinin tamamı üniversite haline getirildi. Artık okumak isteyen herkes eğitime kolay ulaşabiliyor. Dün engeller vardı ve var olan engeller üstüne yeni engeller konuyordu. Bugün ise her sahada engeller kaldırılıyor, özgürlük alanları genişletiliyor. Bu millet “Tayyip Erdoğan”a sevdalanıyorsa sebepsiz değil. Bunun fazlasını da hak ediyor. “Nasıl olsa kazanamayacak…” • Evet, belirttiğiniz gibi daha fazlasını hak ediyor, Cumhurbaşkanlığı gibi… Siz Sayın Başbakan’ın Cumhurbaşkanlığı konusunda nasıl davranacağını düşünüyorsunuz? Benim bu konudaki görüşüm açık. 30 Mart seçimleri de her şeyi ortaya koydu. Cumhurbaşkanlığı noktasında aklım da, gönlüm de “Recep Tayyip Erdoğan” diyor. Tabiî bu konuda takdir tamamıyla kendilerinindir. Takdirleri aday olma noktasında olursa, inanıyorum ki toplumda gereken karşılığı bulur ve seçimin ilk turunda Çankaya’ya çıkar. Daha gerilere gidecek olursak, Sayın Başbakanımızın 1994’te İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı adaylığı da çok tartışmalı olmuştu. O zaman aday olmasına karşı çıkanlar, “Daha genç, devlet tecrübesi yoktur, İstanbul’u onunla alamayız!” gibi gerekçeler ileri sürüyorlardı. Bizim gibi düşünenlerse –özellikle İstanbul Teşkilatı-, seçimi İl Başkanımız ile alacağımıza inanıyor ve bunun mücadelesini veriyordu. Gaybı Allah bilir ama o seçimi alacağımızı parti yönetimi bilseydi, Tayyip Bey’i aday yapmayabilirlerdi. “Nasıl olsa kazanamayacak!” denildi ve aday gösterildi. Ancak seçimi kazandık. 1994 Seçimleri, Türk siyasî tarihinde önemli bir kırılma noktasıdır. O, yeni haziran 2014 151 HABERA JANDASÖYLEŞİ BUGÜNE KADAR YAPILAN HER SEÇİMDE MEVCUT VEKİLLERİN YARISINDAN FAZLASI LİSTE DIŞINDA KALDI. “BU KADAR TECRÜBELİ DIŞARIDA KALIYOR” DENİLDİ. BU KONUDA TEPKİLER DE OLDU. GERİYE DÖNÜP BAKILDIĞINDA İSE DURUMUN PEK DE ÖYLE OLMADIĞI GÖRÜLÜR. ASLINDA KADROLARIN YENİLENMESİ PARTİYİ DE YENİLİYOR; YENİ İSİMLERLE PARTİ DAHA DA GÜÇLENDİ. bir belediyecilik anlayışı ortaya koydu. AK Parti’nin doğuşu, Genel Başkanımızın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nda ortaya koyduğu hizmetlerinden kaynaklanıyor. Halk böylelikle onu tanıdı ve “Türkiye’ye hizmet edecek adam bu!” dedi. Hatırlıyorum da Fazilet Partisi’nde “Genel Başkan şu mu olsun, bu mu olsun?” diye Yenilikçilerle Gelenekçiler arasında tartışma yaşanırken, özellikle Yenilikçiler için Erdoğan ismi gündeme geldiğinde “İyi biri, yetenekli ve başarılı bir belediye başkanı ama genel başkanlık farklı. Ankara’yı tanımaz, bürokrasiyi bilmiyor” diyorlardı. Murat Karayalçın örneği veriliyordu. Karayalçın için “Belediye başkanlığından genel başkanlığa geldi ama bekleneni veremedi. Kendine umut bağlayanlara hayal kırıklığı yaşattı!” dediler. İyi de, hiçbir insan, başka bir insanın yerini tutmaz. Her yiğidin yoğurt yiyişi farklıdır. Daha sonra “Ankara tecrübesi yok, bürokrasi ve siyaset bilmez, nasıl yönetecek Türkiye’yi?” denilen Recep Tayyip Erdoğan, AK Parti’nin kuruluş aşamasına gelindiğinde tartışmasız “Genel Başkan”dı. Kurucu Genel Baş- 152 haziran 2014 kan oldu, girilen ilk seçimde de onunla tek başına iktidar olundu ve Başbakanlık’ta Türkiye’yi de aşan bir başarı ortaya koydu. istiyorum: Türkiye’de bugün gelinen noktada AK Parti çok büyük bir kadroya sahip bulunuyor. Geriden ciddi bir genç nesil geliyor. Şimdi kimse “Tayyip Bey Başbakanlık’ı başaramadı, Cumhurbaşkanlığı’nı başaramaz” demiyor, “Cumhurbaşkanı olursa AK Parti zarar görür mü?” diye kaygı ediyor. Millet, onun Cumhurbaşkanı olup olamayacağını tartışmıyor, “AK Parti ve istikrar zarar görmesin” istiyor. Ali Babacan, Binali Yıldırım, Recep Akdağ gibi birçok efsane ismin yeni dönemde de yetişeceğine inanıyorum. Başbakanımız, gelecek için iyi bir kadro hazırladı. Üç dönem nedeniyle boşalan kadrolara gelecek yeni isimler de başarı noktasında kendilerinden önceki isimlerden geri kalmayacaklardır. Türkiye yeni bir ivme kazanacaktır diye düşünüyorum. “Başbakanımız, gelecek için iyi bir kadro hazırladı” Bugün Cumhurbaşkanlığı seçimi ile birlikte tartışılan konulardan biri de “Başbakan’dan sonra AK Parti’ye ne olacak, Anavatan’ın başına gelen AK Parti’nin başına da gelir mi?” mevzuu. Her şeyden önce AK Parti, Anavatan Partisi değil. Şu unutulmamalı: Özal Cumhurbaşkanı olduğunda ANAP inişe geçmiş, en son seçimde 21,75’lere kadar düşmüştü; AK Parti ise yükselişini sürdürmeye devam ediyor. AK Parti, kurumsallığını sağlamış ve çok iyi yetişmiş kadroları olan bir partidir. Cumhurbaşkanlığı sonrası kimsenin, AK Parti’nin geleceği ile ilgili bir kaygıya düşmesine gerek yoktur. Özal’ın şanssızlığı, liderlik yapacak kadro sıkıntısı çekmesiydi. Çok şükür AK Parti ciddi bir kadroya sahip. Millet Tayyip Bey’den sonra AK Parti’ye ne olacağının yanında, bu kadar başarılı bakanların üç dönem sebebiyle nasıl değerlendirileceğini konuşuyor. Düşünün, bunca başarılı bakanın ismi AK Parti’den önce biliniyor muydu? Bilinmiyordu. Ama hepsi başarılı oldular. Bununla şunu ifade etmek yokluyoruz, akil insanlara başvuruyoruz. Başarımızın sebebi de zaten bu tür çalışmalardır. Millete rağmen siyaset olmaz. Halka dayatarak netice alamazsınız. Halkın beklentilerini tespit ederek, bu beklentilere göre politikalarınızı belirleyerek adımlarınızı atarsanız başarılı olursunuz. Bunun yip Bey. Sayın Başbakanımız, inanıyorum ki Cumhurbaşkanı olduğunda da hep böyle çalışacak ve halkla ilişkilerini daima açık ve diri tutacak, yeni kanallar açacaktır. • Söyleşimizi bitirirken eklemek istediğiniz bir hususu alalım dilerseniz… Başbakanımız herkesten Bugüne kadar yapılan her seçimde mevcut vekillerin yarısından fazlası liste dışında kaldı. “Bu kadar tecrübeli dışarıda kalıyor” denildi. Bu konuda tepkiler de oldu. Geriye dönüp bakıldığında ise durumun pek de öyle olmadığı görülür. Aslında kadroların yenilenmesi partiyi de yeniliyor; yeni isimlerle parti daha da güçlendi. • Zaten öyle bir kadro var ki, gelecekteki başbakan konusunda dahi hemen birkaç isim söylenebiliyor… Evet… Yeni “Akil İnsanlar Heyeti” • Bugünlerde yeni bir “Akil İnsanlar Heyeti”nden bahsediliyor, bu konu hakkındaki değerlendirmenizi alabilir miyiz? Bizim önemli özelliklerimizden biri de istişareye çok değer vermemiz. Bir adım atmadan evvel o konuda bilgi ve birikimi olan herkesten istifade ederiz. Hemen her seçim öncesinde aday belirlerken teşkilatımıza soruyoruz, vekillerimizin kanaatlerini alıyoruz, kamuoyuna danışarak nabız için de halkla diyalog kanallarını her zaman açık tutmalısınız. Başbakanımız da bunu yapıyor. Çözüm Süreci’nde akil insanlar devreye sokularak halkın nabzı tutuldu. Şimdi de önümüzdeki süreçte, aday belirleme noktasında bütün birimlerimizin kanaatini aldıktan sonra değişik yerlerden de fikir ve beyanları toplamak için böyle bir çalışma yapıyor Tay- özellikle de çevresindeki ekibinden dürüst ve samimi olarak işini yapmasını ister. Yani yalnız kavlî değil, fiilî dua bekler. Bizler de elimizden geldiğince bunu yapmaya ve ona layık olmaya çalışıyoruz. • Bu güzel söyleşi için çok teşekkür ederim… Ben teşekkür ediyorum… haziran 2014 153 HABERA JANDASÖYLEŞİ Halk, ilk defa sandığın bu kadar güçlü olduğunun farkına vardı. Halk, AK Parti ile ilk defa sandığın bu ülkede dönüştürücü ve değiştirici güç olduğunu öğrendi. Çünkü AK Parti iktidarına kadar bütün iktidarlar “Otur!” dendiğinde oturuyorlardı. Sandık, sadece seçim günü bir değer ifade ediyordu. Seçim gününün ardından seçilmişlerin bir kısmı sandığı unutuyordu. Yürütmeyi dizayn edenler ise, sandıktan aldığı gücü Ankara’nın dehlizlerine kurban ediyorlardı. AK Parti iktidarı ve –altını çizerek söylüyorum- Recep Tayyip Erdoğan liderliği, bu ülkeye sandığın ne kadar önemli olduğunu hatırlattı. *** Ne oldu bu toplumda? Rejimin, kendini meşrulaştırma aracı olarak gördüğü dindarlık, Alevilik, komünizm, Türkçülük veya Kürtçülük problemlerinin hepsini AK Parti bir kenara itti. “Sadece insan ve onun özgürlüğü var” dedi. Bu bağlamda da attığı adımlarla kırılgan bütün fay hatlarını bütünleşik hale getirmeye çalıştı. Demokrasiyi kendi benliğinin özgür alanı olarak görmek yerine bütün toplumun siyaset üretme alanı olarak gördü. Başı açık ya da kapalı, namaz kılan ya da kılmayan, liberal veya değil, Türkçü ya da Kürtçü, İslamcı olan ya da olmayan herkesin bir arada yaşayabileceği bir değerler demokrasisinin önünü açtı. *** Türkiye, Doğu ile Batı arasına sıkışmışken, Recep Tayyip Erdoğan liderliği ile yeniden Doğu’nun 154 haziran 2014 “Recep Ta AK Parti İstanbul Milletvekili Metin Külünk Selçuk Kayıhan [email protected] İlker Kırmızı yyip Erdoğan, bu coğrafyanın kaderidir” Y AVUZ Bülent Bakiler’e ait “Ben Anadoluyum”, bende özel yeri olan şiirlerdendir. “Ben Anadoluyum;/ Yıllar yılı susuz kaldım, yıllar yılı aç…/ Şükrederek kalktığım sofralarımda/ Ya soğan ekmek olur yahut bulamaç./ Hastalarım vardı ölüm yataklarında,/ Ne doktor yüzü gördüm, ne ilaç./ Devlet denince hep vergi geldi aklıma,/ Jandarma denince kırbaç...” dizeleri yürek yakar. Bu şiiri hatırlama nedenim, az sonra seyre başlayacağınız söyleşinin sahibi olan AK Parti İstanbul Milletvekili ve dergimizin kıymetli yazarlarından Sayın Metin Külünk’ün söyledikleriydi. Sohbetimiz sırasında yerli yerine koyduğu tespitler öyle değerli ve o kadar gerçeklerdi ki yukarıda belirttiğim şiir, sanki kendi kendine “İşte ben de bu yüzden yazılmıştım” diyordu. >> Bilindiği üzere Metin Külünk’ün bir önemli vazifesi de AK Parti Dış İlişkiler Başkan Yardımcılığı. Yani Türkiye’yi her şeyiyle tüm dünyadaki kardeşlerimizle buluşturmak, Avrupalı, Afrikalı ve dahi Amerikalı Türkler ile her daim aynı nefesi solumak gibi zor bir işi var. Söyleşimize başlamadan evvel TBMM’deki makamında kendisini beklerken şahit olduğum bir sohbeti aktarmak isterim: Avrupa’dan kendisini ziyarete gelen genç arkadaşlara, Başbakan Erdoğan’ın Almanya konuşmasına sanki derin bir ilave yaparcasına şöyle bir nasihatte bulundu ki buraya onu mutlaka not etmeliyim: “Avrupalı olun. Avrupa’da aydın kimliği edinin. Avrupalı Türkler arasından aydın şahsiyetler çıkarın. Artık sizler Avrupalısınız, buna göre davranın…” Bende çok büyük şimşekler çakmasına vesile olan o uzun nasihatten bir bölümü aktardıktan sonra, değerli sohbetimizi istifadenize sunuyorum… *** “Halk, sandığın ne kadar güçlü olduğunun farkına vardı” • Metin Bey, söyleşimize 30 Mart’ı sorarak başlamak istiyorum. Size göre 30 Mart nasıl bir anlam ifade ediyor? Zira bu seçimin dünyaya dahi mâl olan bir yönü var, dolayısıyla Türkiye’den dünyaya verilen bir mesaj söz konusu. Nedir o mesaj? Türkiye’nin demokrasisi topal ördeğe benzer. Sürekli darbelerin gölgesi altında var olduk. Aslında darbeleri tetikleyen ana dinamik, Türkiye’nin iktisadî anlamda kontrol altında tutulması ve bu iktisadî kontrolün siyasal kontrolle birleştirilerek Lozan’dan bu yana dizayn edilişinin sürdürülmesidir. Maalesef Ankara, milletle hep kavgalı oldu. Ta ki AK Parti’nin tek başına iktidar olduğu güne kadar... AK Parti ve Batı’nın devleti olma sürecini çok daha hızlı adımlarla gerçekleştirmektedir. Tabiî bu kimi rahatsız ediyor? Bu, Türkiye’yi Lozan’da şekillendirenleri rahatsız ediyor. *** Avrupa’nın orta yerinde milyonlarca Müslümana “Kimliğinizi koruyun. Türkiye’yle bağınızı koparmayın, ancak yaşadığınız ülkeye de uyumlu olun, burada başarılı olun!” diyen bir lidere tahammül etmelerini beklemek zaten mümkün değil. Avrupa, Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğinin kendisi için ne kadar önemli olduğunu fark etse bu sendromları yaşamaz. Avrupa’nın böyle bir açmazı var. Dünyanın yeniden yapılanma dönemine girdiği bu süreçte ve Doğu-Batı denkleminde Avrupa’yı bu açmazdan kurtaracak lider de Recep Tayyip Erdoğan’dır. Avrupa’nın, onun liderliğine ihtiyacı var. *** Bir akşam evvel iki bakan arkadaşımız, akşam yemeğinde Konsolosluk yetkilileriyle buluştular. Bu buluşma esnasında dışarıda 10 kişilik bir terör örgütü grubunun bir müddet süren protestosu oldu. Bu protestoda pankartlar açmalarının yanı sıra her türlü hakareti savurdular. Dedim ki polis yetkilisine, “Sizin bir bakanınız Türkiye’ye gelse, Türkiye’de onun yemek yediği yerde böyle bir şeye biz izin vermeyiz. Bizim terbiyemiz ve nezaketimiz buna müsaade etmez. Sizi tebrik ediyorum, ne kadar nezaket ehlisiniz(!)”. *** haziran 2014 155 HABERA JANDASÖYLEŞİ Biz bir milyon Suriyeli’ye ev sahipliği yapıyoruz, Avrupa 50 bin mülteciyi “konuşuyor”. Aslında bizim varlığımız Avrupa’nın hayrınadır. Çünkü biz onları, kendilerini aşmaları için zorluyoruz. Bugüne kadar bizi asimile edeceklerini sanıyorlardı, ama bitti. Kabul edecekler, bundan kaçışları yok! Sosyal gerçeklerden kaçılamaz. *** Bize bugüne kadar tarif edilen liderlerin hepsi şablon tiplerdi, o ise doğal liderdir. Gücünü Hakk’tan ve insandan almaktadır. Dolayısıyla politikalarını dünya gerçekliği üzerinden okuma teorisini esas alanlara karşı Türk dış politikasını insan temeline dayandıran anlayışı uluslararası ilişkilerin merkezine koymuştur. Mısır’da, Batı Şeria’da, Suriye’de gerçeklik adına insanî duruşunu asla rafa kaldırmamıştır ve durum ortadadır. Lider budur işte! *** Recep Tayyip Erdoğan bu coğrafyanın kaderidir. Hepimizin yüreklerinin adıdır ve onun da yanında olmak, bir yenilgiden büyük bir galibiyete çıkan yolda olmaktır. Ancak üzgünüm, anlayanlar kadar anlamayanlar da var. O, bir sembol değerdir. Onun yanında olmak, mutmain bir insan gibi ruh ve bedenin aynı yerde olmasıdır. Bunu çoğunluk anlıyor ve onu yalnız bırakmıyor, ona sahip çıkıyor. Bu çok güzel bir şey; bu millete teşekkür borcumuz var… ve zenginlik mücadelesindeki kararlılığını ortaya koyduğu için bu girişimler akamete uğramıştır. AK Parti Türkiye’de iktidar olmasaydı, duygusal manada bir kopuşun yaşanması olacaktı. Terörü konuşurken hep silah maliyetinden bahsediyoruz; ancak şehitlerimizin yanında, işte bu belirttiğimiz tehlikenin altyapısı hazırlanmıştı aslında. AK Parti iktidarına kadar MarksistLeninist bir terör hareketi, bu ülkede Türklerle Kürtlerin duygusal kopuşunun altyapı aracı olmuştur. iktidarına karşı da boş durmadılar. 1946’dan itibaren, sandığa rağmen milletsiz Ankara’yı tahayyül edenler, askerî darbeler üzerinden Türkiye’yi dizayn edenler, 2004 yılından itibaren eski girişimlerini tekrar etmeyi denediler. Bunu asker içerisindeki cuntaları kullana- 156 haziran 2014 rak yapmaya çalıştılar. Fakat göz ardı ettikleri bir şey vardı. Zira şapkasını alıp giden lider profilinden sandıktan aldığı güçle temsil ettiği milletin değerlerinden beslenen lider profiline geçilmişti artık bu ülkede. İşte ortaya çıkan bu lider, Türkiye’nin demokrasi, adalet Bugün fırtınaların bir kısmının dışavurumunu görüyoruz. Ancak Türkiye, bu 12 yıllık tarihte dışa vurulmayan nice sessiz fırtınalar atlattı. Bütün bu fırtınaların atlatılmasındaki en temel gerekçe, Türkiye’nin son 80 yıllık tarihinde ilk defa karşılaştığı güçlü lider profilidir. “Recep Tayyip Erdoğan”, bu işin öznesidir. 30 Mart’a gelinceye kadar, Türkiye’de sistemi kuranlar, rejimi kodlayanlar geçmişte asker üzerinden yaptıklarını önce sokak üzerinden, ardından da uzun süredir örgütledikleri yargı ve güvenlik bürokrasisinin bir kanadı üzerinden denediler. Darbe yapacak asker bulabilselerdi çoktan bu darbeyi askere ciro edeceklerdi. Ama askeri bürokrasi kendini iyi konumlandırdığı için yeni Türkiye fotoğrafında demokrasi ile aralarında olan ilişkiyi ve geçmiş tarihlerdeki darbe süreçlerini iyi analiz ettiği için önlerine konulan ihaleyi hiçbir şekilde almayarak boşa düşürdü. Türkiye’yi kontrol etmek isteyen güç, önce ihaleyi sokağa verdi, o almadı. Bu sefer yargı ve güvenlik bürokrasisi içindekilere verdi, o aldı, ancak başarılı olamadı. Türkiye’de insanlar, adalet, özgürlük ve demokrasinin tadına vardılar. AK Parti iktidarı, yaşamın tadına ermesi gereken insanın önündeki engelleri kaldırdı. İnsanlar, yaşam standartlarında geçmişle kıyaslanmayacak derecede kat edilen mesafeyi gördüler. Bir yandan kamu yatırımları, diğer yandan özel yatırımlarla ulaşımda, sağlıkta ve eğitimde, geçmiş dönemlerle kıyaslanamayacak bir rahatlık alanına kavuşuldu. Bunun da demokrasi, özgürlük ve zenginlik denklemiyle oluştuğu, bu denklemin AK Parti iktidarı tarafından müesseseleştirildiği görüldü. Millet demokrasiye sahip çıktı, sokağın marjinalitesine ve seçilmiş iktidarı alaşağı etmek isteyenle- re prim vermedi. Millet dedi ki, “Türkiye’de ne olacaksa sandık üzerinde olacak”. Halk, ilk defa sandığın bu kadar güçlü olduğunun farkına vardı. Halk, AK Parti ile ilk defa sandığın bu ülkede dönüştürücü ve değiştirici güç olduğunu öğrendi. Çünkü AK Parti iktidarına kadar bütün iktidarlar “Otur!” dendiğinde oturuyorlardı. Sandık, sadece seçim günü bir değer ifade ediyordu. Seçim gününün ardından seçilmişlerin bir kısmı sandığı unutuyordu. Yürütmeyi dizayn edenler ise, sandıktan aldığı gücü Ankara’nın dehlizlerine kurban ediyorlardı. AK Parti iktidarı ve –altını çizerek söylüyorum- Recep Tayyip Erdoğan liderliği, bu ülkeye sandığın ne kadar önemli olduğunu hatırlattı. Bunu, ortaya koyduğu liderlik profiliyle gerçekleştirdi. Millete sandık üzerinden nelerin başarılabileceğini gösterdi. Beraberinde ise siyasetin fizikî dönüşümü noktasında demokratik hayatı yaşamayı sundu. “AK Parti, klasik yorumları ters yüz etmiştir” Bugün Türkiye’nin internet erişiminde geldiği noktaya, Twitter, Facebook, e-posta kullanıcılarına, Türkiye’deki akıllı telefon satışlarına, cep telefonu yenilenme maliyetlerine, uçakla seyahat etmenin bir konfor olmaktan çıkarak sıradanlaşmasına, hatta beyaz eşya devir hızına, otomobil dönüşümüne, yaklaşık 350 sektörü ilgilendiren inşaat sektörü üzerinden bakınız, halk, bunların hepsinin sandık üzerinden geçtiğini gördü. İşte bu yüzden liderine sahip çıktı. AK Parti, işte bütün bunlarla bugün yüzde 50 bandına oturdu. Yüzde 50, bir iktidar hareketi için çok zor korunabilen bir meseledir. Bakınız, 1946 seçimleri, tartışmalı geçen ilk seçim olmasına rağmen, bütün seçimlerin ardından iktidar partilerinden hiçbiri, diğer bir seçimin sonunda bırakın oyunu arttırmayı, önceki oranını muhafaza dahi edememiştir, istisnalar hariç. Rahmetli Turgut Bey, en güçlü olduğu dönemde oy kaybetmiş, merhum Menderes de aynı… Peki, bu ne demek? AK Parti, klasik yorumları ters yüz ederek önceliğini Türkiye’nin demokratikleşme ve özgürleşmesi meselesine odakladı. Bu birileri için Türkiye’deki muhafazakârlardan beklenmeyecek bir hareketti. Çünkü muhafazakârların statükocu olduklarını tasavvur ediyor ve demokrasi ve özgürlük kavramlarını çok bencil kullanacaklarını varsayıyorlardı. Oysa Recep Tayyip Erdoğan gerçeklerin lideri olduğu için, bu anlamdaki son yüzyılın klasik muhafazakârlık ya da klasik İslamcılık yorumlarını tamamen değiştirerek hayatın gerçekliği, yani insan üzerinden bir değerler siyaseti üretti. Ne oldu bu toplumda? Rejimin, kendini meşrulaştırma aracı olarak gördüğü dindarlık, Alevilik, komünizm, Türkçülük veya Kürtçülük problemlerinin hepsini AK Parti bir kenara itti. “Sadece insan ve onun özgürlüğü var” dedi. Bu bağlamda da attığı adımlarla kırılgan bütün fay hatlarını bütünleşik hale getirmeye çalıştı. Demokrasiyi kendi benliğinin özgür alanı olarak görmek yerine bütün toplumun siyaset üretme alanı olarak gördü. Başı açık ya da kapalı, namaz kılan ya da kılmayan, liberal veya değil, Türkçü ya da Kürtçü, İslamcı olan ya da olmayan herkesin bir arada yaşayabileceği bir değerler demokrasisinin önünü açtı. Neyi getirdi AK Parti? Topluma bir siyasal bilinç getirdi. İşte bu yüzden sokak hareketleri bir karşılık bulamadı. 30 Mart, bir anlamda bütün özeti oldu. Halk “Sandıkta görüşürüz” dedi. 17 Aralık darbe girişimi, kurulduğu günden bu yana Türkiye’nin gördüğü en ağır krizlerden biri. Çünkü 17 Aralık’ın stratejik hedefi, Türkiye’yi bir grubun devleti haline getirmekti. Yani hadise, Stalinist bir yaklaşımla devletin kurumları teslim alınarak Türkiye’nin nefessiz bırakılması operasyonuydu. Aslında öncesi ve sonrasıyla 17 Aralık süreçlerinin hedeflediği, Recep Tayyip Erdoğan’da müşahhaslaşan yeni Türkiye formülasyonudur. Ülkelerin tarihlerinde yüz yıllık dönüşümler vardır. Türkiye, bir yüz yıllık dönüşümü tamamlamak üzere. Bu yüz yıllık süreçte, dağılan İmparatorluk’tan bir devlet ortaya çıkardı. Bu devleti inşa için ittifaklar kurdu. Birileri “Hafızanızı unutun” dedi ama unutmayıp bir yerlerde sakladı. Şimdi bir hatırlayış başladı. Bu hatırlayış, Türkiye’yi dizayn edenleri rahatsız ediyor. • Zaten siz bu noktada 1 ve 2. Cumhuriyet kavramlarını kullanarak bir Lozan Cumhuriyeti hatırlatması yapıyorsunuz… Elbette, elbette… Çünkü devlet, canlı bir varlıktır. Büyük devletler, kendilerini yenilemek zorundadırlar. Biz, büyük bir devletiz. Biz, Osmanlı’da büyüklüğümüzü değişim ve fark edişle buluşturamadığımız için bu noktaya geldik. Bunu fark eden liderler iç ve dış mahfillerin ittifakı ile tasfiye edildi, Abdülhamid gibi… “Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye’yi Doğu’nun ve Batı’nın devleti yapan adamdır” • Abdülhamid deyince, sizin Sayın Başbakan ile Yavuz Sultan Selim’i bir özdeşleştirmeniz söz konusu. Bunu biraz detaylandırır mısınız? Öncelikle Yavuz Sultan Selim Han dönemine kadar biz Doğu’ya gitmemişiz. Batı’ya doğru yürümüşüz. Aslında Fatih’in tahayyül ettiği de bir Batı hinterlandı, yeni bir Roma tasarlamaktı. Yavuz ise bir büyük hatırlayışın adıdır. Yavuz, büyük bir iddiayla Osmanlı’yı Doğu’nun ve Batı’nın devleti kılmıştır. Burada “Nasıl?” sorusu önem taşımaktadır. Bir, hilafeti alıp İstanbul’a getirerek; iki, hilafetle birlikte Kürtlerle ittifakı yenileyerek –ki bu çok önemlidir-; üç, Safevi Devleti’ni Çaldıran’da yenilgiye uğratarak bunu yapmıştır. Bu üç hadise üzerinden Anadolu topraklarından Doğu’nun ve Batı’nın devleti olma özelliğini kazandırmıştır. Yavuz’un yeni Osmanlı parametreleri şunlar: İslam dünyası ile yeni baştan bir ilişki kurma yolunda hilafeti alarak merkezi İstanbul kılmak –ki bizim de merkezimiz İstanbul’dur- ve Safevi zulmüne maruz kalan Kürtlerle –ki onlar, özellikle Alparslan ile başlayan süreçte, ümmet bilincinde doğal müttefikimizdirler- Türkleri paydaş etmek... Cumhuriyet tarihimize baktığımızda, kucağımıza bırakılan bir “problemli Kürt” meselesiyle karşılaşırız. Sadece o da değil, Türkler, Araplarla da problemli hale getirilmiştir. –Bir tek İran’la Kasr-ı Şirin ile korunan bir sınır vardır.- Ancak bizi Doğu’nun ve Batı’nın devleti yapan denklemin en önemli iki ayağı problemli görünmektedir. Yani İslam dünyasıyla bağı olmayan, doğal ve tarihi müttefikiyle kavga eden hinterlandıyla ilişkisi olmayan bir ülke kurgulanmış. Sonuç: 30 yılda 500 milyar dolar… Daha tehlikeli sonuç ise, AK Parti Türkiye’de iktidar olmasaydı, duygusal manada bir kopuşun yaşanması olacaktı. Terörü konuşurken hep silah maliyetinden bahsediyoruz; haziran 2014 157 HABERA JANDASÖYLEŞİ Yavuz’un muvaffak olduğu ile aynı değildir. Onun için Recep Tayyip Erdoğan, 21. yüzyılda Türkiye’yi Doğu’nun ve Batı’nın devleti yapan adamıdır. Çünkü Türkiye’nin en temel problemlerine müdahil olup büyük bir akılla bu problemleri dönüştürmüş, çareyle buluşturmuştur. Türkiye, Doğu ile Batı arasına sıkışmışken, Recep Tayyip Erdoğan liderliği ile yeniden Doğu’nun ve Batı’nın devleti olma sürecini çok daha hızlı adımlarla gerçekleştirmektedir. Tabiî bu kimi rahatsız ediyor? Bu, Türkiye’yi Lozan’da şekillendirenleri rahatsız etmektedir. Yani Recep Tayyip Erdoğan’ın, sınır aşan bir mantıkla Kürt meselesini enerji diplomasisi üzerinden dönüştüren bir liderlik ortaya koyması, beraberinde İslam coğrafyasındaki bütün masumlara ve mazlumlara sahip çıkması ve yine bu coğrafyada son yüz yıldır yeraltına itilen, kanunsuzluğa mahkûm edilerek dayak yemesi kolaylaştırılan insanları demokrasi, özgürlük ve zenginlikle hem de legal hareketler üzerinden tanıştırıyor olması birilerini rahatsız ediyor. Tüm bunlar coğrafyayı yüz yıl önce dizayn edenlerin kimyasını bozmuştur. Çünkü onların tasavvur ettiği Türkiye, bu Türkiye değil. Recep Tayyip Erdoğan, asırlar sonra Avrupa’nın orta yerinde, Avrupa’nın yüzüne ayıplarını söyleyen, “Türkiye gerçeğini kabul edeceksiniz” diyen adamdır. Batı’nın bütün sendromu budur. Kendileri miting yapmaya kalkınca 500 adam toplayamıyorlar; fakat Recep Tayyip Erdoğan nereye giderse gitsin yüz binler gidiyor onunla. Sebep ne? Çünkü Recep Tayyip Erdoğan’ın durduğu yer, paranın değil, vicdanın mevcut olduğu yerdir. ancak şehitlerimizin yanında, işte bu belirttiğimiz tehlikenin altyapısı hazırlanmıştı aslında. AK Parti iktidarına kadar Marksist-Leninist bir terör hareketi, bu ülkede Türklerle Kürtlerin duygusal kopuşunun altyapı aracı olmuştur. 28 Şubat 158 haziran 2014 nasıl bu altyapının parçası ise, terör örgütü de aynı yapının stratejik bir unsurudur. Ancak bu ikisinin yanında Ankara’nın politikaları da meselenin besleyici faktörüdür. Çünkü Ankara’da hâkim olan rejimin kafasındaki Kürt kavramı, “Avrupa’nın, Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğine ihtiyacı var” • Şöyle bir durum var: Sizin de öncü gayretlerinizle Sayın Başbakan Almanya’da yine kardeşlerimizle buluştu. Alman Cumhurbaşkanı buradayken bir sürtüşme yaşanmıştı, buna rağmen Sayın Başbakan’ın oradaki konuşması çok bütünleyici, toparlayıcı ve üstün akılla çerçevelenmiş bir içeriğe sahipti. Ancak hem burada, hem de Almanya’da kendisine bu kadar şiddetle yüklenilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Yavuz’a Safeviler üzerinden rest çekilmişti. Sayın Başbakanımıza da yine devşirdikleri başka bir unsur üzerinden salvo yapmak istediler. Almanya seyahatinin öncesinde, bir kısım Alman medyası ile bir kısım siyasetçiler üzerinden çoğaltılmaya çalışılan kin ve öfke hezeyanının arka planında şu var: Recep Tayyip Erdoğan, 1960’dan itibaren işçi göçü olarak adlandırılan, gurbette devlet tarafından sahipsiz bırakılan, “Orada yabancı, burada Alamancı” olarak görülen ama buna rağmen kimlik ve kişiliğine sahip çıkan sahipsizlere sahip çıkması. “Asimile olmamalıyız” diyor Başbakanımız. Oryantalist Batı’nın Müslüman kimlikle Avrupa’da bir “Avrupalı Müslüman” karakterine tahammülü mümkün değil, Avrupa’nın böyle bir marazı var. Çünkü Avrupa’nın zihin dünyasında Viyana’da kılıçla belirlenmiş bir sınır problemi vardır. Ortodoksları bile şartlı kabul edecek kadar kibir sahibi olan oryantalist akıl, ceberut bir düşünce dünyasıyla kurguludur. Avrupa’nın orta yerinde milyonlarca Müslümana “Kimliğinizi koruyun. Türkiye’yle bağınızı koparmayın, ancak yaşadığınız ülkeye de uyumlu olun, burada başarılı olun!” diyen bir lidere tahammül etmelerini beklemek zaten mümkün değil. Avrupa, Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğinin kendisi için ne kadar önemli olduğunu fark etse bu sendromları yaşamaz. Avrupa’nın böyle bir açmazı var. Dünyanın yeniden yapılanma dönemine girdiği bu süreçte ve Doğu-Batı denkleminde Avrupa’yı bu açmazdan kurtaracak lider de Recep Tayyip Erdoğan’dır. Avrupa’nın, onun liderliğine ihtiyacı var. Peki, Avrupa bunu içselleştirebilir mi? Biz Avrupa’da yalnız bir tarafı görüyoruz, ancak bir başka Avrupa daha var ki o da “Türkiye ve Müslümanlar Avrupa’nın bir parçasıdır” diyen Avrupa’dır. Onlar da bu hezeyanlara çok fazla itibar etmiyorlar. Bugüne kadarki liderlerin hiçbiri otel lobilerini, resmî toplantıları aşamamışlar. Fırsat bulduklarında ya da oluşturdukları zamanlarda da nehirlerde, teknelerde gezip kahve içmekten, orada yaşayan vatandaşlarımızın dertleri veya sevinçleriyle bir arada olmayı hiç tahayyül etmemişler. Yıllardan sonra ilk defa bir lider çıkıp “Benim buralarda vatandaşlarım yaşıyor; bir araya gelelim de dertlerini dinleyelim” diyerek –ben şahidim- oturup nasıl sıkıntılar yaşadıklarını, problemlerini dinliyor. İşte birileri, “Düne kadar geliyorlardı, kadeh tokuşturuyorduk. Yemekte kadeh tokuşturuyorduk, kokteylde kadeh tokuşturuyorduk, resmî toplantılarda kadeh tokuşturuyorduk… Konuşuyorduk, biz ne desek zaten ‘Evet!’ diyorlardı. Şimdi bu adam geldi; vatandaşlarını arıyor, bize doğrularımızı söylüyor ama yanlışlarımızı da söylüyor. Bunu kabul etmek mümkün mü?” diyorlar. İşte Recep Tayyip Erdoğan, asırlar sonra Avrupa’nın orta yerinde, Avrupa’nın yüzüne ayıplarını söyleyen, “Türkiye gerçeğini kabul edeceksiniz” diyen adamdır. Batı’nın bütün sendromu budur. Kendileri miting yapmaya kalkınca 500 adam toplayamıyorlar; fakat Recep Tayyip Erdoğan nereye giderse gitsin yüz binler gidiyor onunla. Sebep ne? Çünkü Recep Tayyip Erdoğan’ın durduğu yer, paranın değil, vicdanın mevcut olduğu yerdir. Onun durduğu yer, insanı paraya köle etmek yeri değil, eşyayı insana hizmetkâr etmek yeridir. Bu duruş, sevgi ve muhabbetle vatandaşta karşılık buluyor ki 24 Mayıs’ın özeti de budur. “Devlet nezaketi diye bir şey var ama…” Zaten bizim de tedbirlerimiz vardı, çok şükür sıkıntı olmadan atlattık. • Tabiî 24 Mayıs Buluşması’na değinirken, ben asıl perde arkasında olanları da ayrıca sizden öğrenmek istiyorum. Almanya’daki bu organizasyonu yapmadan evvel birtakım engelleri aşmak durumunda kaldınız. Zira Neo-Naziler ayarlandı, geni değiştirilmiş bazı Aleviler ayarlandı ve bunların belirttiğiniz o en fazla 300-500 kişilik eylemleri “büyük eylemler” olarak medyada sahne buldu. Nasıl değerlendiriyorsunuz bunları, ne gibi sıkıntılarla uğraştınız? “Alevilik üzerinden oluşturulacak bir Türkiye düşmanlığını Alevi kardeşlerimiz kabul etmiyor” Bir de Avrupa’da genişletilmek istenen bir Ali’siz Alevilik çizgisi söz konusu, ki bu, ucu ateizme kadar dayandırılmış bir tehlikedir. İşte bu Türkiye düşmanlığını birileri adına yapıyor hale gelen gruplar da günlerce şişirildiler. Şükür ki medyada ismi üzerinden oluşturulacak Türkiye düşmanlığına asla razı değiller. Bu, gerçekten de çok önemli bir konudur. Hiçbir şekilde Avrupalı Alevi kardeşlerimizin yapılan marjinal gösteriler fotoğrafına tutsak edilmesini doğru bulmuyor, kabul etmiyorum. Ve göreceksiniz ki Alevi kardeşlerimizin arasında bahsetmiş olduğumuz sağduyu sesi sürekli olarak daha da yükselecek. Aleviler bu ülkenin öz evlatlarıdır. Recep Tayyip Erdoğan hem Türkiye’de hem de yurtdışında tüm vatandaşlarımızı kucaklıyor. Sayın Başbakanımızın toplantı yapacağı salonun yakın çevresinde 6 gösteriye izin verdiler. Tabiî Almanya’nın bu konuda mazereti var “Burası demokratik bir ülke” filan gibi. Ancak demokratik olmak, nezaketsiz olmayı gerektirmiyor. Bir akşam evvel iki bakan arkadaşımız, akşam yemeğinde Konsolosluk yetkilileriyle buluştular. Bu buluşma esnasında dışarıda 10 kişilik bir terör örgütü grubunun bir müddet süren protestosu oldu. Bu protestoda pankartlar açmalarının yanı sıra her türlü hakareti savurdular. Dedim ki polis yetkilisine, “Sizin bir bakanınız Türkiye’ye gelse, Türkiye’de onun yemek yediği yerde böyle bir şeye biz izin vermeyiz. Bizim terbiyemiz ve nezaketimiz buna müsaade etmez. Sizi tebrik ediyorum, ne kadar nezaket ehlisiniz(!)”. Kimsenin gösteri hakkına karşı çıktığımız yok, ancak “devlet nezaketi” diye bir şey var. Bu nezaketin zerresi Sayın Başbakanımıza gösterilmedi. Ancak biz bunu tarihe kayıtla düştük. Tabiî birçok duyum aldık, ancak çok şükür özellikle son iki gün Alman polisinin ciddi tedbirler aldığını gördük. ifade edilen rakamların ancak yüzde 7-8’i bir araya getirildi. Bu vesileyle şunu da ifade etmek istiyorum: Avrupa’da sağduyu sahibi Alevi vatandaşlarımız, kendileri adına hareket ettiğini iddia edenlerin Türkiye ile çatışmalarını istemiyor ve desteklemiyorlar. Oradaki Alevi kardeşlerimizin çok büyük çoğunluğu, kendilerinin “Artık ‘Avrupa’daki’ değiliz, Avrupalıyız, Avrupalı Türkleriz” • Türkiye’de mesela bir “Kürt veya Ermeni aydını” gibi sıfatlandırmalar yapılıyor. Bu çizgiden hareketle misal Almanya’da neden Türk aydınları yetişmesin? Ancak haliyle bunun için haziran 2014 159 HABERA JANDASÖYLEŞİ Dinî ve kültürel kimliğimizle Avrupalıyız. Bu, aslında Avrupa için de büyük bir sınavdır: “Avrupa, cami, kilise ve sinagogu yahut da bir ateist lokalini aynı çatının altında, barış içerisinde, çok kültürlü ve çoğulculuğu esas alacak bir düşünce dünyasına acaba erişebilecek mi?” Avrupa’nın problemi budur. Bu konudaki işaretler hangi yönde? Müspet işaret de var, menfi işaret de... Neo-Nazi cinayetlerinin görüldüğü duruşmalarda mahkeme salonundaki tavırlar ürkütücü. Avrupa’da yabancılara karşı aşırı sağcılık türevi on binlerce suç işlenmiş. Avrupa yabancılardan korkmamalı. Yabancılardan korkan Avrupa kendini eritir. Yabancıları içselleştiren Avrupa ise, ürettiği değerlerin küreselleşmesinin önünü açar. Biz bir milyon Suriyeli’ye ev sahipliği yapıyoruz, Avrupa 50 bin mülteciyi “konuşuyor”. Aslında bizim varlığımız Avrupa’nın hayrınadır. Çünkü biz onları, kendilerini aşmaları için zorluyoruz. Bugüne kadar bizi asimile edeceklerini sanıyorlardı, ama bitti. Kabul edecekler, bundan kaçışları yok! Sosyal gerçeklerden kaçılamaz. de bir bilincin yerleşmesi lazım. Buna da şuradan geçmek istiyorum: Örneğin Türkiye’de yaşayan Ermenilere “Türkiye’deki Ermeniler” veya Kürtlere “Türkiye’deki Kürtler” denmiyor; öyleyse başlangıçta Avrupa’da yaşayan vatandaşlarımıza “Avrupa’daki Türkler” yerine, sizin özellikle değindiğiniz “Avrupalı Türkler” dememiz daha doğru olacak sanırım… Avrupalı Türkleriz artık biz, “Avrupa’daki” değiliz… Göçün bir tarihi ve bu tarihin de değişik evreleri vardır. Biz 90’lı yıllara kadar belki 160 haziran 2014 göçmendik, ancak o zamandan beridir artık yerleşik düzene geçmişiz, oradayız. Mezarlığımız var, vergi veriyoruz, istihdam sağlıyoruz, yatırım yapıyoruz, çocuklarımız orada doğuyor, artık ciddi manada Avrupa ülkelerinin vatandaşları olan vatandaşlarımız var. Dolayısıyla artık “Avrupa’daki” değiliz, Avrupalıyız, Avrupalı Türkleriz. Bu ayrımı dikkatle yapmak zorundayız. Bizim insanımız artık orada eşit yurttaş. Biz artık uyum ve entegrasyon tartışmalarını aştık. Siyasî, iktisadî ve sosyal katılımla Avrupa toplumunun ayrılmaz bir parçasıyız. “Artık karşımızda küresel bir Türkiye var” • Sizin bu konu bağlamında bir de Meclis’e sunduğunuz bir “yurtdışı milletvekilliği” teklifiniz söz konusu. Böyle bir teklifte bulunmak da aslında ayrıca tebrik edilmeli, zira cesaret istiyor. Bu teklif yasalaşırsa, TBMM’nin dünyaya açılması gibi bir durum ortaya çıkacak… Türkiye zaten dünyaya açıldı… Son 12 yıl itibariyle gelinen noktaya bakıldığında, karşımızda her haliyle küresel bir Türkiye var. Dolayısıyla küresel Türkiye’nin parlamentosu da dünyadaki gelişmelerden izole olamaz. Biz inandığımızı söyleyeceğiz. Zaten dünyanın neresinde bir vatandaşımız varsa, onun da meselelerinin konuşulduğu bir yer TBMM. O halde bu ülke sınırları dışında yaşayanların da temsil edilecekleri bir kurum olmalıdır. “O, bir vicdan lideridir” • Bosna-Hersek Cumhurbaşkanlığı Konseyi Başkanı Bakir İzzetbegoviç, Başbakan Erdoğan hakkında “O bütün Müslümanların lideri” diyor. Fildişi Sahilleri’nden Somali’ye, Tunus’tan Kırgızistan’a kadar şahsına büyük bir teveccüh var. Sayın Başbakan hakkındaki bu yaklaşımları nasıl değerlendiriyorsunuz? Recep Tayyip Erdoğan, insanlığın vicdanıdır. O, bir vicdan lideridir. İlk defa 24 Eylül 2011 tarihindeki BM Genel Kurulu’nda dünya sistemini şekillendiren güçlere Afrika’daki açlığı, adaletsizliği ve sömürgeciliği hatırlatan liderliğin adı, “küresel vicdan liderliği”dir. Sıkışmış Türkiye’yi küresel bir ülke haline getirebilmek, ancak bir ideal, bir dava sahibi olmakla mümkündür. Bu dava, insanlık davasıdır. Recep Tayyip Erdoğan’ın itirazı, insanın eşyaya tutsak edilmesinedir. Recep Tayyip Erdoğan’ın tarif ettiği dünyada ise eşyanın insana hizmetkâr olması ve adalete yer vardır. Bunları başaran bir lider, elbette küresel bir lider, başat bir liderdir. Eğer bu ülkenin Kızılay’ı Bosna-Hersek’teki sel felaketine, Şili ve Doğu Timor’daki depreme yardıma koşuyorsa, TİKA’sı Somali’de su kuyusu, Sudan’da hastane yapıyorsa, Vakıflar Mostar’ı onarıyorsa burada bir muhayyile var demektir. Muhayyilenin kendisi çok kıymetlidir, ancak o muhayyileyi gerçeğe dönüştüren lider de çok kıymetlidir. “Bizim hiçbir üniversitemizde neden bir Recep Tayyip Erdoğan Kürsüsü kurulmaz?” • Siz bu muhayyilenin adını “Pax Türkiye” diye koyuyorsunuz… Evet… Recep Tayyip Erdoğan, küresel sistemin başat unsurlarının, kendilerini insanlığa bir kader gibi dayattıkları süreçte “Merhamet ve şefkatin olacağı bir dünya da var” dedi. Türkiye’nin özellikle Suriye’den gelen bir milyon insana kapılarını açmasının sırrı, Recep Tayyip Erdoğan’ın insanlığa bakış açısında saklıdır. Bu nedenle Recep Tayip Erdoğan, teknik veya ekonomik bir lider değil, bir insan lideridir. O, duyguları olan, ağlayabilen ve gülebilen, sokaktan, halktan hiç kopmayan “insan” liderdir. Bize bugüne kadar tarif edilen liderlerin hepsi şablon tiplerdi, o ise doğal liderdir. Gücünü Hakk’tan ve insandan almaktadır. Dolayısıyla politikalarını dünya gerçekliği üzerinden okuma teorisini esas alanlara karşı Türk dış politikasını insan temeline dayandıran anlayışı uluslararası ilişkilerin merkezine koymuştur. Mısır’da, Batı Şeria’da, Suriye’de gerçeklik adına insanî duruşunu asla rafa kaldırmamıştır ve durum ortadadır. Lider budur işte! O, rüzgâra göre savrulmamıştır, inandığı bir çizgisi vardır. Yalnız burada bir üzüntümü belirteyim: Bizim hiçbir üniversitemizde neden bir “Recep Tayyip Erdoğan Kürsüsü” kurulmaz? Merak ediyorum, bu rektörler ne iş yaparlar?! Mesela bir 29 Nisan konuşması var… Ermeni meselesi üzerinden “korkuları aşmak” içerikli bir metne sahiptir o… İşte bu liderliktir! “Recep Tayyip Erdoğan, tevazuun büyüttüğü bir adam…” • Gerçekten de tarihi sorgulamaktan bahsettiği o grup konuşması hakikaten de çok değerliydi fakat amiyane tabirle güme gitti… Niçin güme gitti? Üzgünüm ki ortalıkta entelektüel diye dolaşanların hiçbiri o konuşmaları altını çizerek okumadı. Hiçbir üniversite, hiçbir akademi o konuşmayı alıp da “Ne demek istedi?” demedi. Bizim teşkilatlarımızın hepsinin de o konuşmaları Salı günleri alıp ders mahiyetinde okumalı, tartışmalı… sonraki- devlet adamlığıdır. Tabiî Sayın Başbakanımızın beslendiği bir damar var: Necip Fazıl geleneği. Recep Tayyip Erdoğan’ı besleyen damar, bu toprakların millî kaynaklarıdır. Onun içtiği su, Anadolu topraklarının pınarındandır. Onun ayakları İstanbul’a basar, ruhu Medine’de, kolları Konya’da ve aklı Anadolu ile buluşur. 40 yıllık birlikteliğimizde MTTB, sonra MSP Gençlik Kolları dönemimiz var ve hep mücadeleyle dolu… Hep zorluklar aşılarak bu noktaya bunları hak etmiyor. Biliyor ve inanıyorum ki, bu saygısızlıkları yapan, hakaretleri edenlerin hepsi gelecekte çok pişman olacaklar. Çünkü bu ülkede iyi işler yapanların hepsi de ağır bedeller ödemişlerdir. Recep Tayyip Erdoğan bu coğrafyanın kaderidir. Hepimizin yüreklerinin adıdır ve onun da yanında olmak, bir yenilgiden büyük bir galibiyete çıkan yolda olmaktır. Ancak üzgünüm, anlayanlar kadar anlamayanlar da var. O, bir sembol değerdir. Onun yanında olmak, mutmain bir insan gibi İşte Recep Tayyip Erdoğan, tevazuun büyüttüğü bir adamdır. Ve büyüdükçe tevazuun bir lidere ne kadar yakıştığının ifadesidir. Bu sebeplerden Recep Tayyip Erdoğan, siyasî anlamdaki genel başkanlık literatürüne sıkıştırılamayacak bir şahsiyettir. “Bu millete teşekkür borcumuz var…” • Sayın Başbakan ile bir ağabey-kardeş ilişkiniz var… 40 yıl… Ailemle 1969, benim liderimle olan hukukumun kilometre taşı ise 1975, Millî Türk Talebe Birliği… • Mutlaka hatıra da çok fazladır ama hiç unutamayacağınız, onu sizin için tanımlayacak hatıralardan biz de istifade etmek isteriz… Bizim birçok anımız ağabeykardeş hukuku içerisinde olduğundan, ancak gelecek tarihlerde yazarsak orada paylaşabiliriz belki… Fakat benim 40 yılda onda gördüğüm birçok haslet var ki bunlar kararlılık, dinamizm, inanmışlık, tevazu, ilgi alaka, çözüm için ortaya konan irade, sevgi, şefkat, merhamet, duygusallık ve –özellikle bu ülkeye Başbakan olduktan gelindi. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adaylığı dahi böyledir. AK Partimizin girdiği ilk seçimde Meclis’e sokulmadı. Cezaevinden çıktıktan sonra zaten bir zorluk süreci vardır. Ancak liderleri hep çile büyütür. 12 yıllık Başbakanlık dönemi de hep böyledir. Bu topraklarda yaşayan bir insan olarak benim en büyük üzüntüm, şahsına karşı yapılan bunca saygısızlıktır ki o asla ruh ve bedenin aynı yerde olmasıdır. Bunu çoğunluk anlıyor ve onu yalnız bırakmıyor, ona sahip çıkıyor. Bu çok güzel bir şey; bu millete teşekkür borcumuz var… Bizim onunla hatıralarımız şahsî olduğu için karşılıklı izin olmadan anlatmam olmaz… • Bu güzel sohbet için çok teşekkür ediyoruz… Ben teşekkür ediyorum… haziran 2014 161 HABERA JANDASÖYLEŞİ Bugün yüksek yargı organlarına üye atamasından tutun da genel müdür ve genel müdür yardımcılarına kadar bütün kurumların atamaları üçlü kararnameyle çıkar, yani cumhurbaşkanının onayından geçer. Zaman zaman Ahmet Necdet Sezer ile AK Parti’nin o ilk dönemindeki yaşanan sıkıntıları düşündüğünüzde, cumhurbaşkanıyla ters düşen hükümetlerin karar alma ve ülkeyi yönetmede ne kadar zorlandıklarını görürüz. Dolayısıyla Cumhurbaşkanlığı makamı Türkiye’de sıradan bir makam değildir; parlamenter demokrasilerdeki fonksiyondan çok daha öte bir makamdır. Bu nedenle bu makama ilişkin seçimler her zaman büyük rekabetlere sahne olur. *** Öncelikle AK Parti, bir ANAP değil. ANAP, kendi içerisinde çok daha gevşek bir koalisyon, içerisinde milliyetçi, muhafazakâr, liberal, hatta sosyal demokratların bulunduğu bir yapı idi. 1990’lı yıllardaki ANAP’la 2014’teki AK Parti karşılaştırıldığında, AK Parti’nin bugünkü yapısının çok daha homojen olduğu görülür hem lider, hem de taban anlamında. Özal’ın yapamadığı bir şey vardı, AK Parti ise Erdoğan ile kendi tabanını kendine dönüştürdü. O yüzden liderin, yani Başbakan’ın partiyi tutmakta zorluk çekeceğini düşünmüyorum. *** Yalnız burada şunu da düşünmek gerekiyor: “2007’de karşı çıktıkları Gül’e şimdi destek çıkan muhalefet 2019’da Erdoğan’ı mı destekleyecek?” İşte böyle bir ikilem var. Esas sorun, muhalefetin kendi içerisinde Çankaya’yı kazanmaya aday ciddi bir siyasî profil çıkaramamasıdır. *** Tabiî bu cümlenin gerçek anlamda neyi ifade ettiğini bilmiyoruz. Ama bildiğimiz 162 haziran 2014 Stratejik Düşünce Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün “DUNYA BESTEN BUYUKTUR” DEDI ERDOGAN Ömer Bekir Sadık [email protected] İlker Kırmızı şey şu: Bizim siyasî geleneğimizde Cumhurbaşkanlığı’ndan sonra bu zamana kadar kimse yeniden siyasete dönmedi. Turgut Özal rahmetli, Cumhurbaşkanlığı’ndan sonra ANAP’a karşı farklı bir parti kurdurma hazırlığındayken vefat etmişti, zira ANAP’ın liderliğiyle sorunu vardı. Dolayısıyla bizim geleneğimize göre Gül’ün siyasete dönmesi çok gerçekçi değil. Biz Rusya gibi otoriter bir ülke de değiliz; Putin-Medvedev ilişkisi burada olmaz. *** Bu süreçte -Allah için- hem mevcut uluslararası sistemin temel değerlerine sahip çıkan, ahlakî ve siyasî anlamda özgürlük ve demokrasi konusunda falso yapmayan ve de çizgisinde kırılma olmayan ender ülkelerden biri Türkiye ve açık yüreklilikle Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, NATO, AB ve kamuoyu önünde her zaman dürüst şekilde dünyanın, sahip olduğu değerler konusunda çok daha sıkı durması gerektiğini hatırlatan bir lider var, o da “Tayyip Erdoğan”... *** Erdoğan’ın liderliğini Hamas-Fetih yakınlaşmasında da, Suriye konusunda da, Ukrayna konusunda da gördük… Türkiye’nin bu anlamdaki dış politikası ve liderlik imajına bakıldığında kendisine büyük bir sempati hanesi oluşmuştur. Bu anlamda Tayyip Erdoğan, sadece bir ülkenin başbakanı olmaktan çıkmış, Afrika, Ortadoğu ve diğer ülkelerdeki masum, mazlum insanların sığınağı ve sözcüsü, adeta uluslararası arenada insanlığın vicdanı haline gelmiştir. Erdoğan, BM Güvenlik Konseyi’nde İsrail’i eleştirirken “Dünya beşten büyüktür” deme cesaretini gösteren biri. T ÜRKİYE’nin girdiği son dönemece ilişkin yoğun bir hamleye girişmiştik ki, benim için hem kıymetli bir ağabey, hem de danışılası bir hoca olan Stratejik Düşünce Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün ile bu hamlemizin birinci ayağını gerçekleştirmiştik olduk. Herkes girilen Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinin hangi meyanda yürüyeceğini merak ederken, biz, bu merakı yaşamaktansa kendimizi daha da keskin bir köprünün üzerinden geçmeye zorladık ve geleceğin mümkün senaryolarını yazmak yerine, var olan tek bir olgunun üzerine endeksledik zihnimizi: “Türkiye ne kadar lider ve dolayısıyla Türkiye’nin lideri konumundaki Erdoğan’ın liderlik hinterlandının yüzölçümü kaç?” Bu soru üzerine şekillenen söyleşimizi Birol Hocam özellikle dillendirmiş olduğu ve bütün dünyanın yaşadığı kaht-ı rical sorunuyla anlattı, biz de not ettik. Bu söyleşiden çok şey çıkaracağımıza eminim. *** “Özal’ın yapamadığını Erdoğan yaptı” • Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde en çok merak edilen şey, Başbakan Erdoğan’ın bu makam için aday olup olmayacağı. İkinci merak edilense, Başbakan bu makama aday olursa yerine kimin geçeceği. Bu iki soruyu herkes soruyor ama kaçırılan bir şeyler var mı sizce? Türkiye’deki Cumhurbaşkanlığı seçimleri, tarihin her döneminde çok zor geçmiştir. Bu, Atatürk’ün ikinci ve üçüncü kez cumhurbaşkanı seçilmesinden İnönü seçimlerine, daha sonra Gürsel’den Korutürk’e, Turgut Özal’dan Abdullah Gül’e kadar böyledir. Dolayısıyla Türkiye’nin siyasî kültüründe Cumhurbaşkanlığı’nın ayrı bir yeri vardır; bizim 1982 Anayasası da cumhurbaşkanını sadece sembolik bir lider olmaktan çok daha ötede, yetkiler, haklar ve fonksiyonlarla donatmıştır, adeta yeni kurulan anayasal sistemin emniyet supabı olarak bu makamı tanımıştır. Makam, bir tür anahtar hükmündedir. Bugün yüksek yargı organlarına üye atamasından tutun da genel müdür ve genel müdür yardımcılarına kadar bütün kurumların atamaları üçlü kararnameyle çıkar, yani cumhurbaşkanının onayından geçer. Zaman zaman Ahmet Necdet Sezer ile AK Parti’nin o ilk dönemindeki yaşanan sıkıntıları düşündüğünüzde, cumhurbaşkanıyla ters düşen hükümetlerin karar alma ve ülkeyi yönetmede ne kadar zorlandıklarını görürüz. Dolayısıyla Cumhurbaşkanlığı makamı Türkiye’de sıradan bir makam değildir; parlamenter demokrasilerdeki fonksiyondan çok daha öte bir makamdır. Bu nedenle bu makama ilişkin seçimler her zaman büyük rekabetlere sahne olur. 2007 yılındaki Cumhurbaşkanlığı seçimi bir internet darbesi girişimine sahne oldu. Şimdi de 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimine gidilirken geçen sene başlayan Gezi olaylarının arkasından gelen diğer sıkıntılar, büyük ölçüde bu seçimle yakından ilgilidir. Önü- haziran 2014 163 HABERA JANDASÖYLEŞİ Tayyip Erdoğan’ın Çankaya’ya aday olacağı yönünde. Üç dönem sınırının kaldırılmamasının ardından sürekli olarak kamuoyundan, parti grubundan ve milletvekillerinden gelen talepler de büyük ölçüde bu yönde şekilleniyor. Doğrusu 12 yıllık iktidar deneyiminden sonra Çankaya’ya böyle bir siyasî liderin geçmesi, Türkiye’nin geleceğine yönelik pozitif bir perspektif sunar. Çünkü devlet tecrübesi önemlidir. Yukarıda bütün kurumları gözetleyen ve gelişmeleri takip eden güçlü bir liderin olması hem dünya ilişkilerinin geliştirilmesi, hem de Türkiye’deki kurumların yönetilmesi anlamında iyi olur. Fakat buradaki temel endişe, “Acaba Erdoğan Çankaya’ya çıkarsa parti dağılır mı?” sorunudur. Bu endişe parti içinde de, kamuoyunda da zaman zaman dillendiriliyor, vatandaş istikrarın bozulmasından, eski günlere dönmekten korkuyor. İşte Cumhurbaşkanlığı’na gidilirken Erdoğan’ın bu makama çıkmasını sadece iç muhalefet değil, uluslararası alanda tasarruf sahibi olanlar da istemiyorlar. Ancak dünyanın ihtiyaç duyduğu liderlik, bence tam da böyle bir liderlik ve bundan Türkiye vazgeçemez. müzdeki günlerde de –Gezi olaylarının yıldönümünde- bu seçime giderken sokak hareketleri, siyasî gerginlikler ve belki suikastlara varabilecek ölçüde pek çok olayın yaşanması da muhtemeldir. Dolayısıyla Sayın Erdoğan, 164 haziran 2014 Cumhurbaşkanlığı’na aday olup olmayacağına karar verirken bütün bu süreci düşünmek ve ona göre noktayı koymak durumundadır. Bana göre bu zamana kadar –özetle 30 Mart’tan sonraki süreçte atılan adımlar- gelen bütün sinyaller, Ben bu endişe ve korkunun gerçekçi olduğunu düşünmüyorum. Çünkü öncelikle AK Parti, bir ANAP değil. ANAP, kendi içerisinde çok daha gevşek bir koalisyon, içerisinde milliyetçi, muhafazakâr, liberal, hatta sosyal demokratların bulunduğu bir yapı idi. 1990’lı yıllardaki ANAP’la 2014’teki AK Parti karşılaştırıldığında, AK Parti’nin bugünkü yapısının çok daha homojen olduğu görülür hem lider, hem de taban anlamında. Özal’ın yapamadığı bir şey vardı, AK Parti ise Erdoğan ile kendi tabanını kendine dönüştürdü. O yüzden liderin, yani Başbakan’ın partiyi tutmakta zorluk çekeceğini düşünmüyorum. “Cumhurbaşkanlığı makamı siyasîdir” • Hocam, muhalefetin düştüğü bir çelişki var ortada: Abdullah Gül’ün siyasete devam ederek AK Parti’nin başına geçmesi konuşuluyor. Yani Gül, bir AK Partili bu görüntüye göre. Muhalefet, Erdoğan ile Gül arasından Gül’ün Cumhurbaşkanlığı’na devam etmesini isterken, Erdoğan’ın bu makama gelmesini istemiyor ve “Partili cumhurbaşkanı olmaz” diyor. Bu düşüncenin bir izahı var mı? Aslında bütün cumhurbaşkanları bir şekilde belli bir ideolojinin temsilcileridirler. Anayasa, “Cumhurbaşkanı seçilen kimsenin partisiyle bağı kesilir” diyor. Ancak hiç kimse, bir partiden istifa etmekle, iki satır dilekçe yazmakla düşüncelerinden koparılamaz. Turgut Özal’ın ANAP geçmişi, Demirel’in AP ve DYP geçmişi, Gül’ün AK Parti geçmişi inkâr edilemez gerçeklerdir. Dolayısıyla Anayasa’daki hüküm biraz da zorlama bir hükümdür. Bence Cumhurbaşkanlığı makamı siyasî bir makamdır ve partiler adına adayların çıkması da bunu gösterir. Bu durum normal, doğal ve olması gereken bir durumdur. Ama maalesef bizde zorlama bir yöntemle görüntüde bir tarafsızlık verilmeye çalışılıyor, ideolojik manada bir tarafsızlık bekleniyor. Bu da anormallik içeren bir durum. Muhalefete göre, Abdullah Gül daha yumuşak bir lider ve son 7 yılda elde ettiği Cumhurbaşkanlığı makamındaki tecrübesi söz konusu. Tayyip Erdoğan ise, Cumhurbaşkanlığı’na çıktıktan sonra nasıl bir profil çizeceği merak edilen isim; bugünkü görüntüde Başbakan olarak seçim meydanlarında elbette polemiklere girip sert söylemlerde bulunarak seçimleri kazanıyor, dolayısıyla muhalefet onu daha sert buluyor ama Çankaya’ya çıktıktan sonra daha da kucaklayıcı ve vizyoner biri olmak durumundadır. Yalnız burada şunu da düşünmek gerekiyor: “2007’de karşı çıktıkları Gül’e şimdi destek çıkan muhalefet 2019’da Erdoğan’ı mı destekleyecek?” İşte böyle bir ikilem var. Esas sorun, muhalefetin kendi içerisinde Çankaya’yı kazanmaya aday ciddi bir siyasî profil çıkaramamasıdır. Seçimlere iki buçuk ayın kaldığı bu zaman diliminde muhalefet çatı bir adaydan bahsediyor. CHP ve MHP arasında hangi ilkeler üzerinde uzlaşılacağı ve “milliyetçi, mukaddesatçı, muhafazakâr artı cumhuriyetçi ve laik” olan birinin gerekliliği konuşuluyor. Fakat böyle bir isim yok ortada. Bu isim olsa olsa Süleyman Demirel… Bu tür senaryolar bana çok gerçekçi gelmiyor. Yanılabilirim ama muhalif partilerin kendi adaylarını çıkaracaklarını düşünüyorum. Gül’ün kaderini geçiş sürecinin başındaki kişi belirleyecek • Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “Bu şartlar…” şeklinde başlayan ifadesine göre siyasete devam etmeye- Biz, yeniden tarih sahnesine çıkarken Tayyip Erdoğan şahsında yeni vizyona bakıldığında, Osmanlı’nın tarihte almış olduğu o mazlumların sığınağı rolünü alıyoruz. Bu, Osmanlı’nın büyümesi, hatta Türklerin Anadolu’ya girişindeki hızlı akımın temel nedenidir. “Kardinal şapkası görmektense Osmanlı sarığı görmeyi yeğleriz” diyen gayrimüslimler nasıl Orta Asya’da gelen Türklere kapılarını daha kolay açtılar ise, biz de aynı değerleri ve stratejileri savunarak yükselebiliriz. ceğini görüyoruz. Bu çıkışı nasıl değerlendiriyorsunuz? Tabiî bu cümlenin gerçek anlamda neyi ifade ettiğini bilmiyoruz. Ama bildiğimiz şey şu: Bizim siyasî geleneğimizde Cumhurbaşkanlığı’ndan sonra bu zamana kadar kimse yeniden siyasete dönmedi. Turgut Özal rahmetli, Cumhurbaşkanlığı’ndan sonra ANAP’a karşı farklı bir parti kurdurma hazırlığındayken vefat etmişti, zira ANAP’ın liderliğiyle sorunu vardı. Dolayısıyla bizim geleneğimize göre Gül’ün siyasete dönmesi çok gerçekçi değil. Biz Rusya gibi otoriter bir ülke de değiliz; Putin-Medvedev ilişkisi burada olmaz. Bence bu ifadeyle Cumhurbaşkanı’nın söylediği şey şu: “Eğer Sayın Başbakan haziran 2014 165 HABERA JANDASÖYLEŞİ olmaz, geçiş aşamasında değil, ileriki dönemde, yani 2015 genel seçimlerine giderken şekillenecek bir durum bu. İşte bu noktada da partiyi devralacak kişinin performansı ön plana çıkıyor. Bütün bu çerçevede, Gül’ün belirtmiş olduğu bu ifade, kendisinin o ihtiyatlı kişiliğine bence çok uygun. Açık yürekli tek lider var, o da Erdoğan • Kaleme almış olduğunuz önemli bir makale mevcut “Dünyanın Kaht-ı Rical Sorunu: Küresel Kriz Ortamında Liderlik Boşluğu” başlığıyla yayınlanan (SD, Mayıs 2014) makaleyi okurken zihnimde canlanan bir şey oldu: Dünyada belirgin bir iyi ve kötü ayrılığı var. Suriye, Mısır, Filistin, Ukrayna ve Kırım derken zulme rest çekenlerle onu görmezden gelenlerin arasında bu kutuplaşma. Bu açıdan bakıldığında Türkiye, mutlak surette –ki bize göre iyi- bir tarafta, hatta lider konumunda yer alıyor. Eğer Türkiye liderse, onu yöneten de bir dünya lideri oluyor… Suriye’den yarına bakmak isteyenler için Türkiye bir ümittir. Mısır’da demokrasinin geleceği için bir güvence isteniyorsa bu Batı değil, Türkiye’dir. Eğer İslam dünyasının kimliğinin korunması anlamında bir duruş ortaya konacaksa, açık yüreklilikle bunu dillendiren de yine Türkiye’dir. Dolayısıyla Tayyip Erdoğan, sadece kendi ülkesinde değil, aslında küresel düzlemde bir marka haline gelmiştir. Cumhurbaşkanlığı’na aday olursa ben rakip olarak karşısına çıkmam.” Mesaj bence budur. Ama siyasete girmeme konusunda şartlar yarın başka şekilde de gelişebilir. Örneğin, Başbakan Erdoğan yarın 166 haziran 2014 Çankaya’ya çıkarsa, parti içindeki işler farklı işlemeye başlar, liderlik yarışları veya bölünme krizleri yaşanırsa, tabandan gelen talepler doğrultusunda hareket edileceği düşünülebilir. Ancak bu durumlar hemen Dünya politikasında ciddi bir kriz var. Eko-politik bir kriz var Avrupa ve ABD’de. 2008’de başlayan küresel malî kriz, bugün ekonomik bir krize dönüşmüş durumda ve maalesef henüz tünelin ucunda görünen bir ışık da yok. Bu tür kriz ortamları radikal söylemleri arttırıyor. Örneğin, Avrupa’nın bütün ülkelerinde aşırı sağcı siyasî partilerin oy oranları artıyor, söylemler sertleşiyor; İslamofobya, yabancı düşmanlığı gibi hoşgörüsüz bir siyasî atmosfer çiziliyor. Lider anlamında da bütün bunlarla uğraşacak, ülkesini bir adım daha ileriye götürecek ve dünyadaki krizlere bir anlamda vizyon çizecek olan ciddi ve kapsamlı lider tipi maalesef yok. Bu biraz demokrasinin eleştirilen noktalarından biridir ki kriz durumlarında çoğu zaman otoriter ülkelere göre karar almadaki yavaşlıktan dolayı geç davranılır; dolayısıyla halkın söylemleri daha radikal unsurlara kayabilir. Bugün, her zamankinden daha güçlü, vizyoner, sağduyulu liderlere ihtiyaç var. Bu ABD için de, Avrupa için de böyle… İnsan hakları, demokrasi ve özgürlük gibi en temel değerleri savunacak bir lider yok buralarda. Mısır’da darbe oluyor, darbeciyi destekleyen üslup takınıyor Obama’sından tut da Merkel’ine kadar. Bu, anlaşılabilir bir durum değil. Suriye sanki başka bir gezegende bunlara göre. Bu duruş, dünya liderliği eksenindeki ülkelerin politikası olamaz. Öbür taraftan Rusya gibi ülkeler ve Putin gibi liderler, bir anda bu boşlukla kendilerine geniş bir alanın açıldığını düşünüyorlar ve mevcut yerleşik uluslararası sistemin temel değerleri olan egemenlik haklarına saygı, işgalle toprak elde edilmemesi, başkalarının içişlerine karışılmaması gibi konuları hiçe sayarak adeta 150 yıl önceki imparatorluk döneminde olduğu gibi sert ve kaba güce dayalı bir politika izliyorlar. Bu, uluslararası derin bir kriz demektir. Bu süreçte -Allah için- hem mevcut uluslararası sistemin temel değerlerine sahip çıkan, ahlakî ve siyasî anlamda özgürlük ve demokrasi konusunda falso yapmayan ve de çizgisinde kırılma olmayan ender ülkelerden biri Türkiye ve açık yüreklilikle Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, NATO, AB ve kamuoyu önünde her zaman dürüst şekilde dünyanın, sahip olduğu değerler konusunda çok daha sıkı durması gerektiğini hatırlatan bir lider var, o da “Tayyip Erdoğan”... Erdoğan’ın liderliğini Hamas-Fetih yakınlaşmasında da, Suriye konusunda da, Ukrayna konusunda da gördük… Türkiye’nin bu anlamdaki dış politikası ve liderlik imajına bakıldığında kendisine büyük bir sempati hanesi oluşmuştur. Bu anlamda Tayyip Erdoğan, sadece bir ülkenin başbakanı olmaktan çıkmış, Afrika, Ortadoğu ve diğer ülkelerdeki masum, mazlum insanların sığınağı ve sözcüsü, adeta uluslararası arenada insanlığın vicdanı haline gelmiştir. Erdoğan, BM Güvenlik Konseyi’nde İsrail’i eleştirirken “Dünya beşten büyüktür” deme cesaretini gösteren biri. İşte Cumhurbaşkanlığı’na gidilirken Erdoğan’ın bu makama çıkmasını sadece iç muhalefet değil, uluslararası alanda tasarruf sahibi olanlar da istemiyorlar. Ancak dünya- nın ihtiyaç duyduğu liderlik, bence tam da böyle bir liderlik ve bundan Türkiye vazgeçemez. Önümüzdeki dönemde Türkiye’nin bu durumu daha iyi anlaşılacaktır. Bunu en azından ümit ediyorum. Küresel bir marka: Erdoğan • Hocam yine makalenizden hareketle devam edeceğim. Belirttiğiniz üzere, dünyada bir süper güç var ama politika üretemiyor; çünkü vizyo- ner bir lideri yok. Dolayısıyla dünyada küresel bir konjonktürün oluşmasından da bahsedemiyoruz. Öyleyse bu durumda dünya lideri olma çizgisindeki kişinin kendi politikasını oluşturması lazım ki yazılmış bir senaryoyu oynamasın. Bu durumu Erdoğan’ın hem Türkiye, hem de dünyada nasıl işlediğini düşünüyorsunuz? Kriz durumlarında ülkelerin liderleri hep test edilirler. Eğer siz paniğe kapılıp içe kapanırsanız, ülkenizin kazanımları kaybolur. Bugün ABD’nin yaşadığı sıkıntılardan biri bu. 11 Eylül’den sonra kendine olan güveni sarsıldı, Afganistan ve Irak Savaşı’nda yanlış yaptılar ve o yanlışların bedelini ödüyorlar; ama gerçek liderler bu gibi durumları aşabilirler. Bunu hem geçmişle yüzleşerek, hem de geleceği şekillendirerek yaparlar. Obama ise böyle bir lider değil. Obama, ABD’nin Avrupa’da da bu kriz ortamını telafi edecek bir lider yok. Bölge ülkesi olarak biz, dünyadaki en önemli sıcak sorunların yaşandığı bir coğrafyada bulunurken, Allah’tan ciddi bir istikrar içinde, siyasî ve ekonomik olarak kendi ayakları üzerinde duran, Suriye’den gelen bir milyona yakın insana hiçbir sorun çıkmadan kucak açabilen, onlara sahip çıkabilen ve bütün bunlar olurken bölgesiyle kritik ilişkiler geliştirebilen bir yeni ses konumundayız. Sayın Erdoğan’ın “One minute!” olayıyla başlayıp Mısır’da Rabia Meydanı’ndaki insanlara, Arakan ve Somali’de insanlara kucak açarak devam eden süreçte edindiği duruş önemli. Türkiye’de de, örneğin Soma’daki facianın hemen ardından bölgeye giderek ve oradaki insanlarla doğrudan temas kurarak acıyı sahiplenmesi, hakikaten de eskiden sahip olduğumuz değerleri yeniden kazandığımızı gösteriyor. Dolayısıyla biz, yeniden bir medeniyet inşa edeceksek, ancak o değerler üzerine bunu bina edebiliriz. Biz bunu Erdoğan’da, Kürtler konusundaki çalışmaları ve Ermenilere yaptığı taziye ile yine gördük. dünyada yaptığı yanlışlara karşı apolitik bir durum sergileyen, Afganistan ve Irak’tan çekildikten sonra Suriye ve Arap Baharı sürecinde neredeyse perde arkasında kalmayı tercih eden bir lider portresi çizdi. Sayın Erdoğan’ın bu anlamda ister Başbakan, ister Cumhurbaşkanı olarak devam etmesi, bu bölgenin geleceği açısından son derece önemlidir. Suriye’den yarına bakmak isteyenler için Türkiye bir haziran 2014 167 HABERA JANDASÖYLEŞİ ümittir. Mısır’da demokrasinin geleceği için bir güvence isteniyorsa bu Batı değil, Türkiye’dir. Eğer İslam dünyasının kimliğinin korunması anlamında bir duruş ortaya konacaksa, açık yüreklilikle bunu dillendiren de yine Türkiye’dir. Dolayısıyla Tayyip Erdoğan, sadece kendi ülkesinde değil, aslında küresel düzlemde bir marka haline gelmiştir. Türkiye’yi yönetmek demek… • Hocam, şimdiye dek konuştuklarımıza bakınca “küreselleşme” üzerinde sıkça durduğumuzu görüyoruz. Bugüne göre küreselleşme tanımını yeniden oturtalı mı, nedir küreselleşme? Bir de, bazısına göre Türkiye’yi yönetmek, sadece Türkiye’yi yönetmek, gerçekten de böyle mi? Türkiye, Batı dışında yükselmekte olan yeni güç merkezlerinden biridir. Bu süreçleri liderler hızlandırır veya yavaşlatırlar. Bu, jeopolitiğin, tarihin ve coğrafyanın size sunduğu bir imkândır. Liderler bu imkâna ulaşmayı erkene alabilir veya geciktirebilirler. Ben son 12 yılda Türkiye’nin yüz yıl sonra yeniden tarih sahnesine dönüş anlamındaki AK Parti ve Tayyip Erdoğan’ın liderliğini bir katalizör etken olarak görüyorum. Artık sosyolojik anlamda bir ivme kazanılmıştır. Yani mesela CHP dahi iktidara gelse, ülkede sosyolojik bir güç ve güven kazanımı vardır, fakat bu durum da elde edilen hızı kaybettirir. Bu anlamda liderlik kritik öneme haizdir. 168 haziran 2014 Küreselleşme bir realite; belki son 500 yıldır gelişen bir süreç ama son yirmi otuz yılda da inanılmaz bir hız kazandı. Ulaşım ve iletişim imkânları ile bütün dünyayı yakından izleyebiliyorsunuz. Sınırlar şeffaflaştı böylelikle ve değerlerde ciddi anlamda bir yakınlaşma var. Aslında bunun altını dolduran bir ekonomik gerçeklik var. Mesela Türkiye için söyleyelim, ülkemizin 810 milyar dolar GSMH’si var ve bunun yüzde 50’si, Türkiye’nin küresel sistemin bir parçası olmasından kaynaklanıyor. Dolayısıyla artık Türkiye’yi yönetmek demek, sadece 780 bin kilometrekarelik bir alanı veya Ankara’yı yönetmek demek değil, bütün bu ilişkiler ağını yönetmek demektir. Çin’le, Rusya’yla, Güney Afrika’yla ABD’yle ticaretiniz varsa, bütün bunlarla ilişkileri yönetecek bir vizyona sahip olmanız gerekir. Evet, insanlık hâlâ ulus devlet formu içinde yaşıyor, fakat 1940-1950’lerin ulus devletiyle bugünkü ulus devlet bir değil. İçe kapanan, sadece belirgin bir kimliğe sahip olan, ekonomik olarak kendi kendine yetmeyi hedefleyen bir ülkeden söz etmiyoruz Türkiye deyince. Türkiye deyince, dünyayla entegre biçimde sınırlarını şeffaflaştırarak zenginleşen bir ülkeden bahsediyoruz. Dolayısıyla bizi yönetecek liderlerin güvenilir ve vizyoner olmaları gereklidir, böyle olması istenir ve beklenir. Türkiye’deki muhalefetin ana sorunlarından biri de budur. Dünyadaki gelişmeleri tanımayan, sadece eski Soğuk Savaş mantığı içinde hareket eden, Türkiye’nin uluslararası konumunu anlamakta zorlanan, anlasa da buna yönelik liderlik gösteremeyen ve proje üretemeyen bir muhalefet var. Bundan dolayı son 12 yılda yapılan altı yerel ve genel seçimle iki referandumu kazanan bir iktidar var. Katalizör etken • Siz 500 yıllık bir süreçten bahsedince bir şey geldi aklıma. Osmanlı’nın tarihî görüntüsünde, liderlik ve politika anlamında önemli bir duruşu var. O zamanlarla alakalı olarak küresel bir güçten, küreselleşmeden yine bahsedemez miyiz? Tam öyle değil, zira küreselleşme, az önce bahsettiğimiz etkenlerle oluşan bir süreç. 15 ve 16’ıncı yüzyıllardaki coğrafî keşiflerden sonra başlayan bir süreç. Sömürgeciler eliyle küreselleşen bir dünya var. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da bu kez ulus devletler eliyle bu küreselleşme devam ediyor. Ancak bu süreci hızlandıran etken, son otuz yıldaki teknolojik gelişmelerdir. 16 ve 17’inci yüzyıllarda gücünün zirvesine ulaşan Osman- lı, o zamanki -kendi teknolojik yapısıyla- küresel sistemin bir parçasıdır. Mesela Portekizlilere karşı Açe’yi savunmak için sahip olunan Hint Donanması gönderilmiş ki meşhur Piri Reis bu donanmanın başındadır. Son 250-300 yılda, Batı hegemonyasıyla tarih sahnesindeki kadim medeniyetler neredeyse silinmiş gibilerdi. “Tek medeniyet vardır, o da Batı” gibi düşünülüyordu. Konuşmamızın başında belirttiğimiz Avrupa ve ABD’nin kriz içinde olmaları durumu, işte bu Batı hakkındaki düşünceleri sarstı, Batı’ya olan güveni azalttı. Dolayısıyla o silinmeye yüz tutan kadim medeniyetler, bu boşlukla birlikte yeniden canlanmaya başladılar. Bunlar Çin, Hindistan, Brezilya, Güney Afrika ve Türkiye’dir. Türkiye, Batı dışında yükselmekte olan yeni güç merkezlerinden biridir. Bu süreçleri liderler hızlandırır veya yavaşlatırlar. Bu jeopolitiğin, tarihin, coğrafyanın size sunduğu bir imkândır. Liderler bu imkâna ulaşmayı erkene alabilir veya geciktirebilirler. Ben son 12 yılda Türkiye’nin yüz yıl sonra yeniden tarih sahnesine dönüş anlamındaki AK Parti ve Tayyip Erdoğan’ın liderliğini bir katalizör etken olarak görüyorum. Artık sosyolojik anlamda bir ivme kazanılmıştır. Yani mesela CHP dahi iktidara gelse, ülkede sosyolojik bir güç ve güven kazanımı vardır, fakat bu durum da elde edilen hızı kaybettirir. Bu anlamda liderlik kritik öneme haizdir. “Erdoğan bir ilham kaynağı olmuştur” Eğer ülkelerin yeniden tarih sahnesine çıkmasından bahsediyorsanız, liderler toplumları için birer ilham kaynağıdırlar. Osmanlı’nın en zirve yıllarında yönetildiği yer Topkapı Sarayı’dır. Sarayın ana giriş kapısının sağ tarafında “Zillullah-i fil-âlem” (Allah’ın adaletinin yeryüzündeki gölgesi), sol tarafında da “El-Beriyyu âlâ külli mazlum” (Bütün mazlumların sığınağı) yazmaktadır. Biz, yeniden tarih sahnesine çıkarken Tayyip Erdoğan şahsında yeni vizyona bakıldığında, Osmanlı’nın tarihte almış olduğu o mazlumların sığınağı rolünü alıyoruz. Bu, Osmanlı’nın büyümesi, hatta Türklerin Anadolu’ya girişindeki hızlı akımın temel nedenidir. “Kardinal şapkası görmektense Osmanlı sarığı görmeyi yeğleriz” diyen gayrimüslimler nasıl Orta Asya’da gelen Türklere kapılarını daha kolay açtılar ise, biz de aynı değerleri ve stratejileri savunarak yükselebiliriz. Sayın Erdoğan’ın “One minute!” olayıyla başlayıp Mısır’da Rabia Meydanı’ndaki insanlara, Arakan ve Somali’de insanlara kucak açarak devam eden süreçte edindiği duruş önemli. Türkiye’de de, örneğin Soma’daki facianın hemen ardından bölgeye giderek ve oradaki insanlarla doğrudan temas kurarak acıyı sahiplenmesi, hakikaten de eskiden sahip olduğumuz değerleri yeniden kazandığımızı gösteriyor. Dolayısıyla biz, yeniden bir medeniyet inşa edeceksek, ancak o değerler üzerine bunu bina edebiliriz. Biz bunu Erdoğan’da, Kürtler konusundaki çalışmaları ve Ermenilere yaptığı taziye ile yine gördük. • Hocam söyleşi için şükranlarımızı arz ederken, sizin eklemek istedikleriniz varsa onları da alabilir miyiz? Teknokrat kabinelerin ağırlık kazanmaya başladığı Avrupa varken ve Mısır ve Suriye gibi karışıklıkların olduğu bir bölgede her şeye rağmen kendi demokrasisini koruyabilen, siyasî istikrarını sağlayabilen bir ülkedeyiz. Bunun kıymetini bilmemiz lazım. Türkiye, sadece Türkiye için değil, bölgedeki masum ve mazlum insanlar için de önemli bir sığınaktır, bir ilham kaynağıdır. Bu coğrafyanın temel değeri İslam’dır. Arap Baharı sürecinde iktidara gelen yeni aktörler de büyük ölçüde İslamî değerlerle iktidara gelen isimlerdir. Burada Batı’ya yapacağımız temel çağrı, “Bu coğrafyadaki temel kimlikleri yok sayarak, laikotoriter liderler eliyle bu ülkeleri yönetemez, dünya barışını sağlayamazsınız” şeklindedir. Türkiye’nin 12 yıllık siyasî tecrübesi, sadece kendisi için değil, bölge coğrafyasının gelecekte alacağı biçim bakımından da son derece önemlidir ve Türkiye’nin aldığı rol de takdir edilmelidir. Yumuşak, güçlü lider değil, dünyayla bu iletişimi sağlayacak liderlerin desteklenmesi önemlidir. haziran 2014 169 HABERA JANDASÖYLEŞİ Bu süreç, Türkiye’nin dış politika alanında aslında sahip olduğu potansiyelini, gizli saklı kalmış -veya birileri tarafından kasıtlı olarak gizlenmiş- yeteneklerini ve etkileme gücünü keşfettiği bir dönem oldu. Her ne kadar son iki üç yılda -Türkiye’nin elinde olmayan nedenlerle- içinde bulunduğumuz coğrafyada kaotik bir tablo karşımıza çıksa da bana göre Türkiye, “bölgesel barış ve istikrar adası” olma konusunda kararlı adımlarla yürüyor ve hem bir Türkün, hem bir Kürdün, bir Boşnağın, bir Arabın, bir Kosovalının ya da bir Afrikalının her boyutta rol modeli haline geliyor. *** “One Minute!”, Anadolu çocuğunun dış politika alanında 80 yıldan bu yana küresel nizam koyucu iddiasında bulunanlara karşı başkaldırışının bir miladı, bir sembolüdür. Aynı zamanda Osmanlı bakiyesi coğrafyada, bir şekilde bizden ayrı düşmüş kardeşlerimize de tarihî köklerini bulmaları için bir şok terapisi de olmuştur. *** Karşımızda, 1920’li yıllarda Max Weber’in “Protestan ahlakı” tezi ile sembolleştirilmiş bir kapitalizmi ehlîleştirme mücadelesi var. Batı, bunu kendi içinde bir şekilde başarmış. Şimdi 17 Aralık ve sonrasındaki sürecin, bir de “İslam ile kapitalizmin uyumlulaştırılması” boyutunda da bize önemli dersler verdiği kanaatindeyim. AK Parti’nin son on yıldaki belki de en önemli başarılarından biri, mevcut laiklik-İslam çatışmasını sona erdirmesidir. Ancak bu çatışmanın sona ermesi, Türkiye’de aslında sürekli mevcut olan bir 170 haziran 2014 “Türkiye’nin yükselmesini sağlayacak yegâne sistem, BAŞKANLIK SİSTEMİDİR” Ü LKENİN girmiş olduğu dönemeçte kesin bir ifrat ve tefritten bahsetmek mümkün. Bunu ortaya koyacak sağlıklı aklın inşasını, yani yeni bir aklıselimi oluşturmanın yolu da aklıselim sahibi kimselerle zincirler örmekten geçiyor. Bu noktada Türkiye’nin yeni vizyonu ve 2023’e hazırlık safhasında bir hakkaniyet ölçüsü tutturmak zorundayız. >> Ülkücüler, girmiş oldukları çile yıllarını özetlerlerken mutlak bir cümleyi zikretmeden geçmezler: “Çileyi çektik, ama devletimizi şikâyet etmedik!” Zira onlar, “Kahrolsun düzen, yaşasın devlet!” düsturunda hayat sürmeyi kendilerine şiar edinmişlerdi. Bu hayat düsturu, onlara yiğidin hakkını yememeyi de öğretmişti. İşte bu açıdan değerlendirildiğinde, o hakkaniyet ölçüsünün kıvamını ayarlayacak mihenk taşlarını dikerken kalbi ve aklıyla ülkeye gönüllü işçi olacak ülkücülere mutlaka danışılmalıdır. Gerçi her ne kadar Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun “Gazi Alperenler işe koyulun!/ Gayrı söze vakit az verilmeli” dizeleriyle meseleye girsek de, bu ülkünün erlerine söz verildiğinde mutlak bir aksiyon göreceğimizin bilincinde olmalıyız. İşte bu düşüncelerle “Ülkücü” denince akla ilk gelen isimlerden biri olan, eski Ülkü Ocakları Genel Başkanı Alaaddin Aldemir ile sohbetimizi gerçekleştirdik. Türkiye ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın geleceği hakkındaki bu söyleşimizde “Başbakan’ın ihtiyacı olan unsurlara” belki de ayrıca dikkat etmek lazım. Zira bu ihtiyacı yalnız en başta belirttiğimiz niteliktekiler açıkça söyler. *** “Bir ‘Türkiye Mucizesi’ var ortada” • İlk olarak Türkiye’nin son on yılını kısaca değerlendirerek başlayabilir miyiz sohbetimize? Öncelikle üzerine yüksek lisans ve doktora tezleri yazılan, uluslararası alanda pek çok akademik çalışmaya konu olan ve benim de “Türkiye Mucizesi” olarak adlandırdığım bu son on yıldaki siyasal, sosyal ve ekonomik dönüşüm sürecini birkaç cümleyle anlatmanın çok zor olduğunu belirtmem lazım. Ancak bana göre son on yılda yaşanan bu Türkiye Mucizesi’ni “dış politikadaki başarılar” ve “iç politikadaki siyaset kurumu, sosyal alan ile güvenlik ve ekonomi alanlarındaki başarılar” şeklinde ikiye ayırmak mümkün. Dış politika alanında, daha önce “gelişmekte olan bir üçüncü dünya ülkesi” veya “NATO’nun Sovyet Bloğu’na yönelik sınır hattı” olarak kavramsallaştırılan bir Türkiye Uluğ Bayındır [email protected] İlker Kırmızı sorunun üzerindeki örtüyü kaldırdı. Bu da sosyal adalet alanındaki İslamî referanslarla serbest piyasanın gereklerinin uyumlulaştırılması ve vahşi kapitalizmin kültürel kodlarımızla ehlîleştirilmesi sorunudur. *** Ben, stratejik önemdeki “Tayyip Erdoğan” imajının Türkiye’deki kısır siyasî tartışmalarda çok fazla çar çur edildiğini, harcandığını ve tüketildiğini düşünenlerdenim. Türkiye’de askerî vesayeti geriletmiş, siyasî, ekonomik ve dış politika alanında pek çok açılımı ve reformu başarı ile yönetmiş bir AK Parti’nin, Sayın Başbakan’ın kişisel imajını yönetme konusundaki hatalarını gördükçe, açıkça söylemek gerekirse, okyanusları yüzüp geçerken derede boğulduğunu düşünüyorum. *** Bana göre şu an için Çankaya, Sayın Başbakan için bir “fildişi kule”. Acaba Atatürk bile hayatının son yıllarında bu fildişi kulede hapsolduysa, aynı şey Sayın Başbakan’ın da başına gelir mi? Gelmemesi için Sayın Başbakan nasıl tedbirler düşünmekte, nasıl bir siyaset dizaynı öngörmekte ve ekibine kimleri almak istemektedir? Kimlerle ne kadar restleşmeyi göze almaktadır? İşte tüm bu soruların cevabı bende birer merak konusu. *** Alaattin Aldemir Başkanlık sisteminin püf noktası, aktörler arasındaki ilişkilerin nasıl ve hangi dinamiklerle yönetildiği, güç ilişkilerinde check-balance sisteminin nasıl kurulduğu önem kazanıyor. Yani Türkiye’de uygulanacak bir başkanlık sisteminde asıl tartışmamız gereken sorun, örneğin bir Tayyip Erdoğan’ın siyaset anlayışının bizatihi kendisi değil, bu siyaset anlayışının siyaset sistemi içindeki diğer güç merkezleri ile ilişkisinin yönetimidir. haziran 2014 171 HABERA JANDASÖYLEŞİ tanımladığım “ulusalcılar” bana kızacak, ama olsun… Sezar’ın hakkı Sezar’a… Bence son on yılda AK Parti’nin sosyolojik alandaki en büyük başarısı -ki bana göre bu başarı siyasi, ekonomik ve dış politika alanındaki başarılarının da kaynağı-, “Anadolu gencinin çevreden merkeze yürüyüşünü tamamlamış olmalarındandır”. Anadolu çocukluğunun merkeze gelmesi, merkezleşmesi ise gücünün ve potansiyelinin farkına varmasıdır, ki bu, son on yıldaki “Türkiye Mucizesi”nin de membaıdır. tanımı vardı elimizde. Ben, ilk kez son on yılda, dış politika alanında bize empoze edilmiş olan “özgüven eksikliğini” aştığımız kanaatindeyim. Türkiye, bu dönemde ilk kez ritmik diplomasi, ahlaklı arabuluculuk, komşularla sıfır sorun, ilkesel dış politika, yumuşak ve de akıllı güç gibi kavramlarla tanıştı. Bu tanışıklık, tarihî ve kültürel havzamızın, stratejik derinliğimizin farkına varmamıza neden oldu bence. Bu süreç, Türkiye’nin dış politika alanında aslında sahip olduğu potansiyelini, gizli saklı kalmış -veya birileri tarafından kasıtlı olarak gizlenmiş- yeteneklerini ve etkileme gücünü keşfettiği bir dönem oldu. Her ne kadar son iki üç yılda -Türkiye’nin elinde olmayan nedenlerle- içinde bulunduğumuz coğrafyada kaotik bir tablo karşımıza çıksa da bana göre Türkiye, “bölgesel barış ve istikrar adası” olma konusunda kararlı adımlarla yürüyor ve 172 haziran 2014 hem bir Türkün, hem bir Kürdün, bir Boşnağın, bir Arabın, bir Kosovalının ya da bir Afrikalının her boyutta rol modeli haline geliyor. “AK Parti, Anadolu gencinin çevreden merkeze yürüyüşünü tamamlamıştır” Yine bu dönemde, iç politikadaki siyaset alanında askerî vesayetin geriletilmesi ve sivilasker ilişkilerinde normalleşme ile -yeni anayasa çalışmaları başta olmak üzere- pek çok siyasî reforma şahit olduk. Bu dönemde Türkiye, belki de daha önceki 80 yıl boyunca almadığı kadar temel hak ve özgürlükler ile bireysel haklar konusunda mesafe aldı. • Bun anlattıklarınız ölçek alındığında yalnız siyasî eksende değil, sosyolojik manada değişen şeyler var. Neler değişti ülkemizde? Ekonomik alandaki başarı ve kazanımları zaten anlatmama gerek yok. Hayatın içindeyiz, yaşıyoruz... Şu an karşımızda dünyanın 17’nci büyük ekonomisi olan, IMF’ye borç veren ve 2023’te dünyanın ilk 10 ekonomisi arasına girmeye azimli bir Türkiye var. Ayrıca son 10 yılda, sosyal alanda da birçok dönüşüme şahit olduk. Bakınız, ben Niğde Ulukışla’nın bir köyünde doğmuş, ayağında çarık, koyun keçi peşinde koşmuş, kendisini “Sivil Ülkücü” olarak tanımlayan, milliyetçi bir gelenekten gelen, 12 Eylül döneminde idamla yargılanmış, 7 sene de devletin hapishanelerinde yatmış ve işkence görmüş ama hiçbir zaman devletine ve milletine küsmemiş bir Anadolu çocuğuyum. Belki şimdi söyleyeceklerim için bana MHP’deki “Ortodoks Milliyetçiler” ve yeni dönemde ortaya çıkan ve benim “Mutant Milliyetçiler” olarak Ben burada “Anadolu çocukluğu” kavramını her türlü siyasî ve ideolojik söylemin üstünde tutarak kullanıyorum. Yani AK Parti’nin son on yıldaki başarısı, bana göre merkezdeki resmî devlet söyleminin “öteki” olarak algıladığı, benim gibi Niğde’nin bir köyünde doğmuş bir ülkücünün de, Yozgat’ın bir köyünde doğmuş bir Alevi kardeşimin de, Sulukule’de yaşayan bir Roman kardeşimin de, Mardin’deki Süryani, Şırnak’taki Kürt kardeşimin de başarısıdır. AK Parti’ye de bu konuda en hayatî tavsiyem, bu “mucizeyi” paylaşma konusunda cimri olmaması, bizi de bu mucizenin bir parçası olarak hissettirmeye devam etmesi yönündedir. “One Minute, iç siyasette ve gereksiz konularda çar çur edildi” • Sizce “One Minute!” ne demek? Bana göre “One Minute!” çıkışının hem yapıldığı yer, hem de muhatap aldığı kişiler açısından sembolik bir anlamı var. Yapıldığı yer: 2009, Davos Küresel Ekonomik Forumu... Muhatapları: İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Perez ve ABD’deki Yahudi lobisinin ana gazetesi olan Washington Post Başyazarı David Ignatius... “One Minute!”, Anadolu çocuğunun dış politika alanında 80 yıldan bu yana küresel nizam koyucu iddiasında bulunanlara karşı başkaldırışının bir miladı, bir sembolüdür. Aynı zamanda Osmanlı bakiyesi coğrafyada, bir şekilde bizden ayrı düşmüş kardeşlerimize de tarihî köklerini bulmaları için bir şok terapisi de olmuştur. Ancak şunu da belirtmeliyim ki, o kadar sembolik anlamı olmasına rağmen ben, Sayın Başbakan’ın “One Minute!” çıkışının yeterince kullanılamadığını düşünenlerdenim. Sosyal inşacı yaklaşımlarla ve uygun stratejilerle bu stratejik çıkış, Osmanlı bakiyesi coğrafyada yaşayan milyonların günlük pratiklerine, popüler kültürlerine ve kolektif hafızalarına daha iyi kazınmalıydı. Mesela yıllık 5 milyar dolara yaklaşan cirosuyla sürekli övündüğümüz ve 20’den fazla ülkeye ihracat yaptığımız bir dizi sektörümüz var. Niçin üzerine nitelikli sinema filmleri bile yapılabilecek bu tema, ihraç ettiğimiz bir dizide bile bugüne kadar kullanılmadı? Niçin bu temada çocuklar için çizgi romanlar veya oyuncaklar üretilmez, üniversite gençleri için makale yarışmaları düzenlenmez? “One Minute!” çıkışını destekler tarzda konuşabilecek bir sürü Batılı akademisyen varken, onların sesi dünyaya niçin duyurulmaz? Bu açılardan ben, Sayın Başbakan’ın “One Minute!” çıkışını kaçırılmış bir stratejik fırsat olarak görüyorum. Bu tema, iç siyasette ve gereksiz konularda çar çur edildi, uluslararası ortamda yeterince kullanılamadı. “AK Parti teorisyenleri niçin yeni eserlerle bizleri aydınlatmazlar?” • En son yaşanan 17 Aralık, MİT tırlarının durdurulması ve Dışişleri Bakanlığı’nın dinlenilmesi hadiselerini nasıl yorumlayabiliriz? 17 Aralık süreci ve MİT tırlarının durdurulması olayları, “One Minute!” çıkışının gecikmiş bir rövanşı bence. Üzerindeki ölü toprağını silkelemeye başlayan Türkiye’nin sahip olduğu potansiyelin farkında olanların ancak fırsat bulabildikleri birer fren mekanizması idi bu iki olay, fakat bence tutmadı. Yalnız şunu da belirtmekte fayda görüyorum: Karşımızda, 1920’li yıllarda Max Weber’in “Protestan Ahlakı” tezi ile sembolleştirilmiş bir kapitalizmi ehlîleştirme mücadelesi var. Batı, bunu kendi içinde bir şekilde başarmış. Şimdi 17 Aralık ve sonrasındaki sürecin, bir de “İslam ile kapitalizmin uyumlulaştırılması” boyutunda da bize önemli dersler verdiği kanaatindeyim. AK Parti’nin son on yıldaki belki de en önemli başarılarından biri, mevcut laiklik-İslam çatışmasını sona erdirmesidir. Ancak bu çatışmanın sona ermesi, Türkiye’de aslında sürekli mevcut olan bir sorunun üzerindeki örtüyü kaldırdı. Bu da sosyal adalet alanındaki İslamî referanslarla serbest piyasanın gereklerinin uyumlulaştırılması ve vahşi kapitalizmin kültürel kodlarımızla ehlîleştirilmesi sorunudur. İslam dünyasında her konuda öncü olan Türkiye ve AK Parti modelinin bana göre yeni mücadele alanı burasıdır. AK Partili teorisyenlerin biraz bu konulara kafa yorması lazım. Mesela AK Parti teorisyenleri niçin bir Charles Tripp’in o meşhur “Islam and Moral Economy” adlı kitabı tadında eserler yazmaz, bizleri aydınlatmazlar?! “Personalismo” • Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, Türkiye’nin bulunduğu şimdiki konuma katkısı nedir? Bakınız, Türk siyasî tari- hinde kitle davranışlarını ve seçmen tercihlerini belirleyen en önemli olgu, “karizmatik liderlik”, yani Ergun Özbudun Hoca’nın tabiri ile “personalismo”dur. Türk siyasetinde bence lider, doktrinin, partinin ve teşkilatın itici gücü, motorudur. Kızsak da, bağırsak da Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsî karizmasını bu şekilde yorumlamak lazım. Ben, mesela MHP’nin, Sayın Başbakan’ın söylemlerine ve davranışlarına sürekli tepki vermek yerine, onu ve inşa ettiği şahsî karizmayı, bu karizmayı nasıl ve hangi yöntemlerle inşa ettiğini iyi etüt etmesi gerektiğini düşünenlerdenim. Ama ne yazık ki bana göre Türkiye’deki mevcut kutuplaşma ortamında “Başbakan’dan ölesiye nefret edenler” ile “Başbakan’ı ölesiye sevenler” arasındaki kavgadan kalkan tozun ortalığı kapladığını, bu toz ve gürültü patırtı ortamında gözün gözü görmediğini düşünüyorum. Ne yazık ki havaya kalkan bu tozun bir süre hepimizin üzerine yağacağı, yani tüm Türkiye’nin zarar göreceği kanaatindeyim. Bana göre Sayın Başbakan, özellikle 2009’daki “One Minute!” çıkışı ve Ortadoğu gezisi sonrasında küresel bir marka haline gelmişti. Ama biz bu markayı kendi iç siyasî hesaplarımız nedeniyle yeterince kullanamadık. haziran 2014 173 HABERA JANDASÖYLEŞİ Başbakan’ın, hem güzel ülkemizin bağımsızlığına, hem de Türk siyasetine yönelik her türlü karanlık emele tek başına mücadele etmek zorunda kalmasına açıkçası bir anlam veremiyorum. Çoğu zaman da kendimi şu şekilde düşünmekten alıkoyamıyorum: “Acaba Sayın Başbakan bu mücadelesinde niçin yalnız kalıyor veya bırakılıyor?” Bana göre Sayın Başbakan, bu mücadelesinde kendisine destek verecek, bu sayede onun çoğu zaman ön plana çıkmasına lüzum bırakmayacak, daha geniş tabanlı -içinde her kesim ve siyasî görüşten kimselerin olduğu- ve daha büyük bir şemsiyeye ihtiyacı var. Ancak bu şemsiyenin inşası ile Sayın Başbakan, yağan yağmurdan daha az ıslanır. “Tayyip Erdoğan imajı, çar çur edilecek bir imaj değildir” • Ülkenin dışına çıkıp da bakınca, daha da ötede bir Türkiye, daha da başka bir Başbakan görünüyor. Bu düşünceye katılır mısınız? Aslında bu soru da bir önceki sorunun devamı… Bakınız, ben Sayın Başbakan’ın şahsî karizmasının ve kişisel imajının, Türkiye’nin dışarıya ihraç etmesi gereken en önemli “yumuşak güç” kaynaklarından biri olması gerektiğini düşünüyorum. Bu soruyu şu şekilde yorumlamak mümkün: Gerçekten de “Türkiye’nin önemini anlamak için Türkiye’ye aslında dışarıdan bakmak lazım”. Biz, “deniz içre balıklar” misali, içinde bulunduğumuz denizin pek 174 haziran 2014 de farkında olmadan yaşıyoruz. Tekrar etmek istiyorum ki, ben, stratejik önemdeki “Tayyip Erdoğan” imajının Türkiye’deki kısır siyasî tartışmalarda çok fazla çar çur edildiğini, harcandığını ve tüketildiğini düşünenlerdenim. Türkiye’de askerî vesayeti geriletmiş, siyasî, ekonomik ve dış politika alanında pek çok açılımı ve reformu başarı ile yönetmiş bir AK Parti’nin, Sayın Başbakan’ın kişisel imajını yönetme konusundaki hatalarını gördükçe, açıkça söylemek gerekirse, okyanusları yüzüp geçerken derede boğulduğunu düşünüyorum. “Başbakan’ın ‘daha büyük bir şemsiyeye’ ihtiyacı var” • Başbakan Erdoğan’ın, Türkiye’nin geleceği açısından en öncelikli şekilde ihtiyacı olan şey nedir sizce? Bana göre Sayın Başbakan’ın en acil birinci ihtiyacı, Türkiye’nin geleceği açısından en öncelikli şekilde ihtiyaç duyduğu şey, çoğu zaman birbirleri ile çatışarak enerjisini tüketen iç siyaset ve dış politikanın uyumlulaştırılması ihtiyacıdır. Diğer bir ihtiyaç ise, “memleketinin bağımsızlığı için tek başına savaşan yalnız adam” imajından ivedilikle çıkmasıdır. İç siyasette çatışmadan, gerginlikten ve kutuplaşmadan enerjisini alan, toplumu bölen, sinir uçlarına dokunan bir siyaset üslubunun hüküm sürdüğü şu günlerde Sayın • Genellikle siyaset dünyasıyla alakalı olarak “yeni yüz” arzusunda bulunulur ki günümüzde de bu istek muhalefet hakkında dillendirilirken Erdoğan için dillendirilmiyor. Bu durum seçimler noktasında başarılı olduğu için mi, yoksa milletin onu gerçekten de hep görmek istemesinden mi kaynaklanıyor? Bence her ikisi de… Sayın Başbakan’ın şahsî karizmasının özellikle de son yerel seçimlerde AK Parti oylarının önemli bir kısmının temel nedeni olduğunu düşünenlerdenim. Seçim başarısı milletin Başbakan’a duyduğu güveni tazelemekte, bu güven tazelemesi de yeni seçim başarılarına neden olmaktadır. Ancak bana göre bu mekanizma, Sayın Başbakan’ın Cumhurbaşkanlığı adaylığı konusundaki kararından da doğrudan etkilenecektir. “Kalbim onu Çankaya Köşkü’nde görmek istiyor, ancak…” • Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı adaylığı konusunda neler söylemek istersiniz, aday olmasını ister misiniz? Açıkçası 2010 Anayasa referandumuna cansiperane destek vermiş ve AK Parti’nin son on yılda inşa etmiş olduğu Türkiye Mucizesi’ne inanmış bir ülkücü ve bir merkez sağ seçmeni olarak, bu konuda kalbimin ve beynimin farklı iki şey söylediğini itiraf etmek zorundayım. Kalbim, açıkçası Sayın Başbakan’ı Çankaya Köşkü’nde görmek istiyor. Ancak onu Çankaya Köşkü’nde hayal edince, her nedense aklıma hayatının son yıllarında sık sık Çankaya Köşkü’nden veya Dolmabahçe Sarayı’ndan, herkesten habersiz kaçıp halkın arasına karışan, ancak bu şekilde halkıyla temas edebilen bir Atatürk profili geliyor. Bana göre şu an için Çankaya, Sayın Başbakan için bir “fildişi kule”. Acaba Atatürk bile hayatının son yıllarında bu fildişi kulede hapsolduysa, aynı şey Sayın Başbakan’ın da başına gelir mi? Gelmemesi için Sayın Başbakan nasıl tedbirler düşünmekte, nasıl bir siyaset dizaynı öngörmekte ve ekibine kimleri almak istemektedir? Kimlerle ne kadar restleşmeyi göze almaktadır? İşte tüm bu soruların cevabı bende birer merak konusu. Ama günün sonunda, fildişi kuleden emniyetli girip çıkıp halkın arasına karışabileceği, sokakta ve halkın arasında, sahada olmasını sağlayıcı mekanizmalar kurabiliyorsa neden cumhurbaşkanı olmasın? “Kim?” sorusunun cevabı belli, ama “Nasıl?” sorusuna cevap bulunmalı haziran 2014 175 HABERA JANDASÖYLEŞİ bir katılımla sağlanacak yeni bir anayasa yapmadan “Nasıl?” sorusuna cevap bulamayacağımızı düşünenlerdenim. Sayın Başbakan’ın Türkiye’de yeni bir anayasa yapım sürecinin önündeki tüm engelleri aşabilecek bir gücü olduğuna inanıyorum. İkincisi ise sosyal boyutta, yani bizim Türkiye’de herkesi kucaklayan yeni bir “sosyal sözleşmeye” ihtiyacımızın olduğu. Bu sözleşmenin temelinde evrensel değerlerle bize has millî ve manevi değerlerin bir sentezinin olması şart. • Erdoğan Cumhurbaşkanı olursa, Türkiye ve dünyada size göre nasıl bir şekillenme yaşanır? Bakınız, sonuç olarak şunu vurgulamam gerekiyor: Şu anda bana göre, yükselen Rusya ve Çin karşısında kaotik Ortadoğu ve Kafkaslar denizlerinin ortasında, her konuda bir “güven ve istikrar adası” olarak sivrilebilecek potansiyele sahip bir Türkiye var elimizde. Bu Türkiye, Avrupa ve ABD için vazgeçilmez bir stratejik ortaktır. Sayın Başbakan, Çankaya fildişi kulesinde gerekli tadilatı yaptıktan sonra Türkiye’nin “güven ve istikrar adası” imajı ile kendisinin -özellikle 2005-2010 arasındabaşarıyla sergilediği “dönüştürücü ve reformcu lider” imajını birleştirebilirse, kazanan hem Türkiye, hem de Sayın Başbakan olur. 176 haziran 2014 Bu tarihî dönemeçte bence hem Türkiye’nin kendisine dar gelen eski elbiselerden kurtulması, hem de Türkiye’ye dönen milyonlarca Türkiye dostunun memleketlerinde huzurun ve istikrarın hâkim olması için “dönüştürücü ve reformcu bir liderin” yol göstericiliğine ihtiyacı var. Peki, Türkiye’deki herkes ve yüzleri bize dönük milyonlar için bu görev konusunda aklımıza ilk gelen isim kim? Hepimizin cevabı, “Recep Tayyip Erdoğan”... “Kim?” sorusuna cevap bulduğumuza göre, bence asıl sorulması gereken soru, “Nasıl?” sorusudur. Bu soruya benim vereceğim cevap ise bir başka soru. “Tayyip Erdoğan sevgisi ve Tayyip Erdoğan nefreti” konusunda ifrat ve tefrit sarmalına düşmüş bir Türkiye’de “Nasıl?” sorusuna verilecek cevap ne kadar sağlıklı ve objektif bir zeminde tartışılabilir? “Ne yazık ki biz, başkanlık sistemini sadece Sayın Başbakan’ın gelecekteki muhtemel siyaset kariyeri üzerinden tartışıyoruz” • Peki, bu zeminin oluştuğunu farz etsek, “Nasıl?” sorusuna hangi alternatif cevapları üretebiliriz? “Nasıl?” sorusuna verilecek cevabın anahtarı bana göre üç şeyde gizli. Bunlardan ilki hukukî boyutta, yani 2010 yılından beri ne yazık ki kadük kalmış yeni anayasa çalışmalarında saklıdır. Anayasa boyutunu açarsak… Ben toplumsal uzlaşı ile şekillenecek ve geniş tabanlı Ve “Nasıl?”a dair üçüncü boyut ise siyasî, yani eski siyasetin değişmesi, eski siyasî iç tutuş tarzlarının ve alışkanlıklarının değişmesinde saklanan bir durum var. Ben artık dar ideolojilerden, çatışmadan, gerilimden, ötekileştirmeden beslenen, enerjisini kendi üreten eski siyasetin artık ömrünü doldurduğunu ve “yarının Türkiye’si” için toplayıcı, bütünleştirici, uzlaşıdan ve demokratik müzakere kültüründen beslenen bir siyaset anlayışının ülkemizde hâkim olmasını sağlayacak bir “başkanlık” sisteminin bu ülkeye hayırlı olacağını düşünenlerdenim. Yani özetlersek, yeni bir anayasa yapım süreci, yeni bir sosyo-kültürel sözleşme ve yeni bir siyaset yapış tarzı bize bu “Nasıl?”ın cevabını verecek temel dinamiklerdir. İşte bu dinamikleri bir dengede ve en verimli şekilde yönetebilecek uyumlaştırıcı dinamik ise Sayın Başbakan’ın şahsî karizması… • Başbakan Erdoğan mutlaka başkanlık sistemine odaklanmalı mı? Parlamenter sistemle yürütme erki sorunları giderilemez mi? Bana göre yukarıdaki dinamikler ışığında Türkiye’nin yükselmesini sağlayacak yegâne sistem, “başkanlık sistemi”dir. Ancak başkanlık sisteminde gücün tek merkezde toplanmasını anlamadığımı da belirtmek isterim. Başkanlık sisteminde önemli olan aktörler değil ki bana göre biz bu sistemi Türkiye’de yanlış şekilde, yani aktörler üzerinden tartışıyoruz. Başkanlık sisteminde önemli olan, aktörler arasındaki ilişkilerdir. Başkanlık sisteminin püf noktası, aktörler arasındaki ilişkilerin nasıl ve hangi dinamiklerle yönetildiği, güç ilişkilerinde check-balance sisteminin nasıl kurulduğu önem kazanıyor. Yani Türkiye’de uygulanacak bir başkanlık sisteminde asıl tartışmamız gereken sorun, örneğin bir Tayyip Erdoğan’ın siyaset anlayışının bizatihi kendisi değil, bu siyaset anlayışının siyaset sistemi içindeki diğer güç merkezleri ile ilişkisinin yönetimidir. Yani kısaca başkanlık sistemine aktör odaklı değil de bütüncül bir sistem anlayışı içinde, ilişkisel bir şekilde bakmak bana göre daha sağlıklı. Ama ne yazık ki biz, başkanlık sistemini sadece Sayın Başbakan’ın gelecekteki muhtemel siyaset kariyeri üzerinden tartışıyoruz. Bu tutum da ülkemizde başkanlık sistemli ile ilgili tartışma zeminini daraltıyor. “Sayın Başbakan’ın siyasî çalışkanlığını göz önüne alırsak, başka bir yerde bir yorgunluk var ama…” • Cumhurbaşkanlığı seçimi hazırlıklarının nasıl yürütülmesi gerekir? 30 Mart öncesi söylenenlerin aynıyla tekrarı ne derece yararlı veya zararlı olur? Sanırım bu soruyu AK Parti açısından soruyorsunuz… Bana göre geçtiğimiz 30 Mart yerel seçimleri ile yaklaşan Cumhurbaşkanlığı seçiminin temel dinamikleri çok farklı; bu nedenle bu yerel seçimler üzerinden bir Cumhurbaşkanlığı seçimi projeksiyonu çizmek hatalı olur. Sayın Başbakan alınmasın, ama 30 Mart seçimleri esnasındaki siyasî söylemi ve kullandığı argümanlarla Cumhurbaşkanlığı’nı alabilir, ancak benim çok arzuladığım o Türkiye Mucizesi’ni devam ettirebilir mi bilemiyorum. Acaba AK Parti reformcu ve dönüştürücü gücüne, yeni Türkiye’nin ruhuna yeniden dönebilir mi? AK Parti, reform çabaları ve dönüştürme yeteneği konusunda niçin bir stratejik yorgunluk yaşıyor? Bu stratejik yorgunluğun, Sayın Başbakan’ın siyasî çalışkanlığını göz önüne alırsak, kendisinden kaynaklanmadığı ortada, öyleyse bu yorgunluğun AK Parti içinde organizasyonel nedenleri mi var, yoksa daha derinlerde, daha yapısal nedenler mi var? Bu çok önemli… kimi yediği henüz belli değil-. Üçüncüsü Türklüğü 1923’den başlatan, anti-küreselci ve antiİslamcı karakteristikler taşıyan ulusalcılık ki ulusalcılık da solun değişimci ve umut aşılayıcı söyleminin önünü tıkıyor. Sorarım Allah aşkına, siz hiç statükoyu savunan ve değişime kapalı bir solculuk gördünüz mü? Son olarak, yani dördüncü tür milliyetçilik ise yeni yeni belirmeye başlayan devletçi ve ekonomik referanslı “AK Parti milliyetçiliği”. Garip şekilde, günlük yaşamda “banal pra- O halde son sözüm şu: Bu dört milliyetçiliğin yükselmekte olduğu günümüz Türkiye’sinde milliyetçi yaklaşım ve söylemleri daha “civic”, daha liberal, daha demokrat ve daha “bireysel” formlara nasıl taşıyacağımızı şimdiden düşünmeli, önce “birlikte yaşama iradesinin esas olduğunu, geri kalan her şeyin de müzakere edilecek ve kırıp dökmeden ulaşılacak detaylar” olarak kabul edilmesi gerektiğini kabullenmeliyiz. Bunun için belki de “kutsallarımız” için kalp kırmak, küfretmek, adam dövmek, “Kutsalların kardeşliğini inşa etmeliyiz” • Atlanan ancak ilave etmek istediğiniz şey nedir? Bana göre günümüz Türkiye’sinde artık AK Parti sayesinde laik-dindar ve çevremerkez gibi Türk siyasî hayatını şekillendiren iki önemli paradigma çökmüştür. Bu, hayırlı bir gelişmedir. Ancak milliyetçiliği ve işin sokak boyutunu iyi bilen biri olarak, ben yarının Türkiye’sini “milliyetçiliklerin yükselişi çağı” olarak görüyorum. Bana göre Türkiye’de halen dört milliyetçilik var. İlki etnik Kürt milliyetçiliği, ikincisi de bunun zıttı olan Ortodoks Türk milliyetçiliği -ki bu ikisi birbirini yiyen iki yılan misali birbirinden besleniyor ama kimin tikler” olarak bu dört milliyetçiliğin değişik yansımalarını görmekteyiz. Örneğin, kimi 10 bin kişi ile Atatürk silueti çizerek dünya rekoru kırmakla övünürken, kimi Kürt milliyetçileri ise ülkeyi 19. yüzyılın karanlık koridorlarına “Ben Kürdüm diye böyle yapıyorsun değil mi?” serzenişi ile taşımak istiyor. MHP milliyetçiliği ve AK Parti milliyetçiliği de komplo teorilerinin efsunlayıcı etkisi ile kendi kozalarını örüp küresele yabancılaşıyor, içine kapanıyorlar. şiddete başvurmak yerine, belki de yarının büyük Türkiye’si için bir şekilde “kutsalların kardeşliği”ni –ki bu kardeşlik, bana göre öz de, üvey de olabilir- inşa etmenin zamanının geldiğini düşünüyorum. • Alaattin Bey, bu güzel tespitler için çok teşekkür ediyorum… Memleketimize dair önemli konularda böylesine seçkin bir dergide kendimizi ifade etme şansı verdiğiniz için ben teşekkür ederim. haziran 2014 177 HABERA JANDASÖYLEŞİ Bu güç trendinin politik bir güç olduğu yorumuna katılmayan bir kitap var elinizde. Bu çalışma, bu gücün politik kaynaklı değil, “sivil” kaynaklı olduğunu ileri sürüyor. Çünkü Erdoğan’ın gün geçtikçe daha otoriter ve politik tekelleşme veya politik liderlik renginin daha fazla koyulaştığı iddiasını reddettiğimiz gibi, tam aksine, Erdoğan’ın beslenme kaynaklarının dönüştüğünü ve resmî alandan, yani politik kadrajdan uzaklaşarak daha fazla sivil alana yöneldiğini ileri sürüyoruz. Dolayısıyla kitabın zamanlamasındaki manidarlık, Erdoğan karşıtı veya Erdoğan yanlısı olanların arasında politik bir mücadelenin savaş ölçeğindeki cepheleşmesi sürerken, Erdoğan’ın odaklandığı noktanınsa bu savaşın sonucuna yönelik değil de politik olmayan ve dikkatlerden uzak bir büyük hamle hazırlığı içindeyken kendisini fotoğraflayabilecek fırsatı yakalaması ve kamuoyu ile paylaşmasıdır. *** Bu kitap, Erdoğan’ın politik davranışlarını değil, aklını okumayı denemiştir. Belki de “tehlikeli sahneler” içeren tarafı da budur. Bu kitaba “Lehte mi, aleyhte mi?” kadrajından bakanlar, Erdoğan’ın aklını okumayı denemeyi unutacak kadar akıldan yoksun bir duruma düşmüşler demektir. Zaten politik dindarlığa düşüldüğünde gelinen nokta bu olacaktır. *** Bu kitap, dikkati Erdoğan ve Gülen karşıtlığına değil, muhafazakâr demokrasi ile politik dindarlık 178 haziran 2014 HABER AJANDA YAYINLARI YENİ TÜRKİYE - YENİ VİZYON “ZAMANI GELDİ” RECEP TAYYİP ERDOĞAN Sedat Servet Hocaoğulları Mehmet Serhat Bıçak [email protected] H ABER AJANDA yazarlarından Servet Hocaoğulları, yakın siyaset tarihimize ışık tutacak ve yıllarca ellerden düşmeyecek bir eserle karşımıza çıkıyor. Haber Ajanda Yayınları’ndan çıkan “Yeni Türkiye – Yeni Vizyon: “Zamanı Geldi” Recep Tayyip Erdoğan”, zengin sosyolojik tespitleri ve baştan sona geniş muhtevasında tuttuğu detaylarıyla çok konuşulacak bir kitap. >> Kitabın dünü, bugünü ve yarınıyla Türkiye’yi ilgilendiren konuları, AK Parti’nin ülke geleceği anlamındaki formatını ve özellikle Recep Tayyip Erdoğan hakkında bugüne dek yazılmamış ve konuşulmamış analizlerini önce sahibinden, yani Servet Hocaoğulları’ndan dinledik… *** “Türkiye, Erdoğan’la eş zamanlı güçleniyor” • Servet Bey, kitabın ilk dikkat çeken özelliği “zamanlama”sı, ki içerikte bulunan anahtar kavramlardan biri de “zamanı gelmek” liderliği... Zamanı gelen nedir? 17 Aralık operasyonunu gerçekleştirenler, “Erdoğan’sız Türkiye”nin zamanı geldiğini düşündüler. Kuşkusuz Erdoğan’sız bir Türkiye düşlemek, onun yerini alacak bir gücün devreye girmesini planlayanların zamanlamasına işarettir. O zaman şu gerçeği görmek gerekir: Kendinde güç görenlerin bir operasyonu söz konusu. Ancak bu gücü tanımlarken “dış güçler”, “güç vehminde cemaat”, “gücünü birleştiren muhalefet” veya “güce talip çevreler” formunda analizler yapmak, kendi içinde önemli bir çelişki barındırıyor ki buna “güç değişimi” denir. Oysa Türkiye’de gücün el değiştirmesi veya güçlenmiş ve mevcudu değişime zorlayacak yeni güç odakları söz konusu değildir. Türkiye, Erdoğan’sız bir geleceğe yönelecek güç motorlarına sahip değil. Tam aksine, Türkiye Erdoğan’la eş zamanlı güçleniyor; yani Erdoğan gücüne güç katıyor ve Türkiye de Erdoğan’la güçlendiğini fark ediyor. Bu güç trendinin politik bir güç olduğu yorumuna katılmayan bir kitap var elinizde. Bu çalışma, bu gücün politik kaynaklı değil, “sivil” kaynaklı olduğunu ileri sürüyor. Çünkü Erdoğan’ın gün geçtikçe daha otoriter ve politik tekelleşme veya politik liderlik renginin daha fazla koyulaştığı iddiasını reddettiğimiz gibi, tam aksine, Erdoğan’ın beslenme kaynaklarının dönüştüğünü ve resmî alandan, yani politik kadrajdan uzaklaşarak daha fazla sivil alana yöneldiğini ileri sürüyoruz. Dolayısıyla kitabın zamanlamasındaki manidarlık, Erdoğan karşıtı veya Erdoğan yanlısı olanların arasında politik bir mücadelenin savaş ölçeğindeki cepheleşmesi sürerken, Erdoğan’ın odaklandığı noktanınsa bu savaşın sonucuna yönelik değil de politik olmayan ve dikkatlerden uzak bir büyük hamle hazırlığı içindeyken kendisini fotoğraflayabilecek fırsatı yakalaması ve kamuoyu ile paylaşmasıdır. “Erdoğan, artık eski Erdoğan değildir” • Medya ve STK’lar Erdoğan karşıtı veya Erdoğan yanlısı cepheler şeklinde bölünmüş ve neredeyse nefes sayısınca “saldırma” ve “savunma” üzerine kurulu bir haber pompalaması içinde yüzerken Erdoğan’ın o belirtmiş olduğunuz “büyük hamle”si ve üstelik politik olmayan hedefi Cumhurbaşkanlığı’na aday mı olmasıdır? Eğer öyleyse, Cumhurbaşkanı olmak başlı başına “politik” değil midir? Yoksa bilmediğimiz başka büyük bir hamle mi var? Evet, Cumhurbaşkanlığı’na aday olmaktan daha önemli bir hamle için hazırlık yapıyor Sayın Erdoğan. Üstelik bu hamle, ilk “sivil” cumhurbaşkanı, ilk başkan veya sivil anayasa kurucusu ilk devlet başkanı olmaktan daha büyük hamle özelliği taşıyan bir hazırlık. Bunun adı, “zamanı gelmek mastarındaki liderlik fırsatını yakalamak ve değerlendirmektir”. Erdoğan’ın siyasî hayatındaki en büyük tecrübe ve zamanı gelmek mastarının önemini fark ettiği en acı olay, politik dindarlıkla yüzleşmek zorunda kalması ve muhafazakâr demokrasinin, Erdoğan’ın o “zamanı gelmek” liderliğini geciktirişini yaşamasıdır. Erdoğan, artık eski Erdoğan değildir; Erdoğan değişmiştir. Ancak bu değişim, ona kastedenlerin ileri sürdüğü gibi gittikçe otoriter, hatta diktatör ruhlu ve her şeyi kendinde toplayan “tek adam” psikolojisinde kilitlenmiş ve eski Erdoğan’ı aratır bir değişim değildir. Aksine Erdoğan, eski Erdoğan’ı aşarak özgürleşmektedir. Özgürleşen, kendini aşan Erdoğan, hem Türkiye’nin özgürleşmesi, hem Türkiye’nin de kendini aşması için iyi bir seçenektir. Türkiye, Erdoğan’ı ikinci kez kazanmaktadır. Bu, yıllardır evli çiftlerin tekrar birbirlerine âşık olma heyecanı gibidir. Bu tespitin gerçekçiliğini onaylayan süreç ise Erdoğan’ın politik dindarlık zincirlerinden savaşına çekiyor. Savaşı kimin kazanacağı noktasında da “üç özne –ki bunlar din, ideoloji ve kültürdür-, üç alan –bunlar doğal, sivil ve resmîdir- ve üç imkân –bunlar da ihale, atama ve ranttır-” diye “iktidarın üç geni” şeklindeki tezi oluşturuyor. *** Başbakan’ın üslubunda usulsüzlüklerini gizlemeyi çalışanları halk biliyor ve gereğini yapıyor. Bu nedenle kitap, Erdoğan’la ilgili bir kimlik bibliyografyası -onun siyasî kimliğini besleyen kaynakçayı analiz edici- olmasının yanı sıra o “iktidarın üç geni” diyen tezi ile bir “usul” kitabıdır da... *** Bu çalışma, kişi üzerinden anlamlandırılmış bir “fikir vasiyeti” formu taşıdığı için, yakın tarihin “siyasetname” örneği etiketine itiraz etmeyecek bir misyona, kimlik üzerinden pozisyonlandırılan dünya görüşleri analizi içermesi sebebiyle de “özeline bir özeleştiri” koyuluğunda “seçmen itikafı ile kulluk itikafını düzleştiren” bir muhasebe niyetine sahiptir. Bu misyon ve niyet, benim öncelediğim karakteriyle “Müslüman ve İktidar” hakkında örnekleme içeren bir itiraz taşıması sebebiyle alternatif sunma cesareti göstermektedir. Cesur ve özgür olursa bir kitap, üstüne düşeni o zaman yapmış demektir. *** Liderler, kendileri hakkında yazılan lehte ve aleyhteki kitapları okumaya vakit ayırmazlar. Oysa bu kitap, “zamanı gelmek” vurgusu üzerinden “liderler için bir cevap anahtarı” iddiası taşıdığından hedefinde de “lider” durumundadır. Övgüler ve yergiler lidere hitap etmez. Fakat “gönül kırsa da baş kurtaran” tavsiyeler, liderler için birer fırsattırlar. Tıpkı gönlümüzü kırsa da başımızı kurtaran bir lidere sahip olmanın fırsat olması gibi... haziran 2014 179 HABERA JANDASÖYLEŞİ yaşam” aşamasına girdik. Artık hayatın içinden haberler değil, haberlerin içinden hayat devşirmeye çalışıyoruz. Erdoğan’ın Türkiye’ye en büyük armağanı da “medya mobingini deşifre etmesi”, medyanın “haber özgürlüğü” adı altında yaptığı “haber nüfuzu” talebini reddetmesi ve yine “haber özgürlüğü” adı altında, haber üzerinden ekonomik, siyasî, kültürel ve etnik nüfuz elde etme alışkanlığını sonlandırmasıdır. Erdoğan dönemini “havuz medya”, “yandaş medya” veya “iktidar medyası” diye suçlayanlar, aslında medyanın gücünü haberden değil, nüfuz etmeden alanların sonunun geldiğinin belirtisidir. 17 Aralık operasyonunu gerçekleştirenler, “Erdoğan’sız Türkiye”nin zamanı geldiğini düşündüler. Kuşkusuz Erdoğan’sız bir Türkiye düşlemek, onun yerini alacak bir gücün devreye girmesini planlayanların zamanlamasına işarettir. O zaman şu gerçeği görmek gerekir: Kendinde güç görenlerin bir operasyonu söz konusu. Ancak bu gücü tanımlarken “dış güçler”, “güç vehminde cemaat”, “gücünü birleştiren muhalefet” veya “güce talip çevreler” formunda analizler yapmak, kendi içinde önemli bir çelişki barındırıyor ki buna “güç değişimi” denir. tamamen kurtulması ve halkın da politik dindarlığa geçit vermemesidir. 17 Aralık sürecinin Türkiye için ikinci en büyük kazanımı da “bir cemaat”in -maalesef- politik dindarlık zincirine kendini vurmasıdır. Yani Erdoğan’ın, özgürleşmek için “bir cemaat”in politik dindarlık zincirine kendini vurduğuna tanık olması gerekiyordu ve bu yaşandı. Erdoğan’ı kendi elleriyle özgürleştiren, bizzat politik dindarlığın bekçisi olan “bir cemaat” olmuştur. Erdoğan’ın hafızasındaki “politik” ve “dindarlık” kavramı kendini yeniden tanımlamıştır. Bu kitap, Erdoğan’ın politik davranışlarını değil, aklını 180 haziran 2014 okumayı denemiştir. Belki de “tehlikeli sahneler” içeren tarafı da budur. Bu kitaba “Lehte mi, aleyhte mi?” kadrajından bakanlar, Erdoğan’ın aklını okumayı denemeyi unutacak kadar akıldan yoksun bir duruma düşmüşler demektir. Zaten politik dindarlığa düşüldüğünde gelinen nokta bu olacaktır. “Erdoğan, medya mobingini deşifre etti” • Kitapta “politik dindarlık, kronolojik liderlik, tarihsiz evrensel öncü, esneme payı ve bağlantısız kardeşlik” gibi size özgü tanımlamalar var. Ancak siz bunları Erdoğan’ın zamanı gelen liderliği için bir “sözlük” gibi kullanmanın yanı sıra nazikçe tavsiye de ediyor, hatta “Yeni Türkiye”nin gelecek senaryoları içinde kalın punto ile bu tanımların yer edineceğini ileri sürüyorsunuz. Erdoğan’ı alışık olduğumuz ve yaygın kullanılan bir sözlükle anlayamayacağımızı mı söylüyorsunuz bize? Ben bir sözlük önermiyorum. Hatta ben, “Sözlüksüz bir Türkiye” riskinden bahsediyorum. Çünkü Türkiye bir “haber sözlüğü” tehdidi altında. Türkiye’ye bir “haber mobingi” uygulanıyor. Türkiye’de olup biten her şey “haber” olarak değerlendiriliyor. Haberle başlayan, haberle devam eden ve haberle sonlanan bir “haber- Haber özgürlüğü, “haber yapmak özgürlüğü”dür, haber üzerinden nüfuz elde etmek özgürlüğü değildir. Buna en iyi örneklerden biri, 17 Aralık operasyonunu yürütenlerin, kendi nüfuz hareketlerini medya üzerinden yapmaları ve artık “nüfuz profesyonelleri” diyebileceğimiz medya mensuplarının da tarafların gelecek vadeden tekliflerine göre pozisyon almalarıdır. Erdoğan yanlısı birçok medya mensubunun da “cephe askerleri” gibi pozisyon almaları, “perver” sıfatın tamlama olması için gerekli eki getirme çabasıdır, o kadar... Türkiye, “haber-yaşam” kanalından Erdoğan sayesinde çıkıyor. Erdoğan’ın profesyonelleri kullanması ise basit bir politik tecrübe seansıdır. Esas olansa, haberi özgürleştirmesidir. Erdoğan, haberi habercinin elinden alarak özgürleştirmektedir. Tıpkı bu kitabın özgürleşmeye katkı amaçlı olarak “Ödünç Yüz” başlığı altındaki tavsiyeleri gibi... “Erdoğan’ın Başbakan olarak devam etmesi, onun politik dindarlık zincirine vurulma riskini artıracaktır” • Evet, kitapta “Erdoğan Cumhurbaşkanı olursa Türkiye özgürleşecek; hatta Türkiye, ancak o zaman normalleşecek!” diyorsunuz. Peki, Erdoğan, Başbakan olarak devam ederse, Türkiye anormal mi kalacak? Türkiye’yi bir dönem normalleştiren “muhafazakâr demokrasi”, artık Türkiye için anormalliklere karşı bağışıklık kazandı. “Muhafazakâr demokrat” tezi kendini yenilemeli. Çünkü politik dindar üretmeye başlayan örgütlenmelerin yatağı olmaya başladı. Muhafazakâr demokrasinin güçlenmesi için Erdoğan’ın, başbakanlığı aşan nitelikteki fiili olan “başkanlığın” resmî bir statü kazanması gerekir. Halkın seçtiği ilk cumhurbaşkanı olması da bunu sağlayacaktır. Dolayısıyla Erdoğan, muhafazakâr demokrat kimliğini “inkâr etmeden aşmak” durumunda kalacaktır. Erdoğan’ın Başbakan olarak devam etmesi ise, onu muhafazakâr demokrasinin geldiği nokta olan politik dindarlık zincirine vurulma riskini artıracaktır. Erdoğan, 17 Aralık operasyonunu ancak Cumhurbaşkanı olduğunda “küçük sıyrıklarla” atlatmış olacak. Ancak Başbakan olarak devam ederse ölümcül bir darbe alma riski artacaktır. Bu ölümcül darbenin hazırlığı ise tamamlandı, eli kulağında... yazılmış olduğu algısını beslemiyor mu? “Bir cemaat”in varlığı otuz yılı aşkındır biliniyor. Ancak bu cemaatin bir “lider”e sahip olduğu iddiası ise tartışılır. Gülen’in lider olduğu iddiası ilk defa 17 Aralık operasyonu ile başlamıştır ve sürece bakılırsa bu operasyon, bir yolsuzluk operasyonundan öte, kamuoyuna bir “lider” sunma operasyonudur. Gülen, ilk defa “lider” pozisyonu almıştır. Üstelik Erdoğan karşısında konuşlanarak bunu denemiştir. Bu liderlik, “haber-yaşam ve haber nüfuzu” yöntemi kullanılarak 17 Aralık’ta kamuoyuna ilan edilmiştir. Bu liderliğin ömrü sadece üç ay sürmüştür. Erdoğan’ın liderlik tecrübesi, karşısına çıkan rakibe bir “yıldönümü” şansı bile vermemiştir. Çünkü halk liderliğinin koşulları, yöntemleri ve en önemlisi de halk liderliği kazanımı özel şartlar ve özellikler ister. Gülen, tecrübesi olmadığı bir alanda hamle yapmış ve halk liderliğinin bünyesi onu kabul etmemiştir. Gülen’i bu hataya iten nedense politik dindarlık durumuna düşmesinin sonucudur. Erdoğan, Gülen’i bu duruma düşüren politik dindarlık zeminini yine Gülen sayesinde fark etmiştir. Gülen, artık bu operasyondan sonra “lider” olmak zorunda kalacağı çıkmaz bir sokağa girmiştir. “Medya mobingi uygulayarak yeni bir lider peydahlanmaya çalışılıyor” • Kitapta “din-siyaset-devlet” etkileşimi ve ilişkisi noktasında “ilahiyat meseleleri” diyebileceğimiz birçok kavram ve unsuru 17 Aralık operasyonunu izah ederken kullanıyorsunuz. Özellikle “Muhkem Din-Müteşabih Toplum” başlıkları üzerinden Erdoğan-Gülen profillerinin -neredeyse Müslümanların tarihinde nerede durduklarını tespit etmek adına- “Müslüman” kimliğini “Anadolu’da Müslümanlar” izdüşümü ile ortaya koyarken, ısrarla “Sünnilik-TasavvufMehdilik” kodlarını 17 Aralık operasyonunun çözümlenmesi için işlevsel kılıyorsunuz. Ortada örtülü bir din savaşı mı var? “Zalimler için yaşasın cehennem!” cümlesi de zaten örtülü bir savaşın sloganı. Fakat burada yaşanan bir iç çatışma, bölünme veya ayrışma değildir. Bu örtülü savaş, muhafazakâr demokrasi ile politik dindarlık savaşıdır. Erdoğan, politik dindarlığın muhafazakâr demokrasiyi arkadan bıçakladığını ve ölümcül de bir yara aldığının farkında. “Zalimler için yaşasın cehennem!” çığlığı ise, bu darbenin ardından gelen ilk çığlık. Buna karşın “Şöyleyse benim, öyleyse senin hanen ateşlere salınsın!” şart kipindeki cümleleri kullanan “bir cemaat Türkiye, Erdoğan’sız bir geleceğe yönelecek güç motorlarına sahip değil. Tam aksine, Türkiye Erdoğan’la eş zamanlı güçleniyor; yani Erdoğan gücüne güç katıyor ve Türkiye de Erdoğan’la güçlendiğini fark ediyor. • Nedir bu hazırlık? “Eli kulağında” derken neyi ima ediyorsunuz? Bu sorunun cevabı sadece kitapta... Bunu da okura bırakalım, ne dersiniz? “Gülen, tecrübesi olmadığı bir alanda hamle yapmıştır” • Peki, kitap, bir “Erdoğan kitabı”; ancak “bir cemaat” ve onun liderine de özel yerler ayırmışsınız. Bu durum kitabın popülist kaygılarla haziran 2014 181 HABERA JANDASÖYLEŞİ rehberi”nin Erdoğan’a, hakkında “Fail meçhuldür; bağlantı yoktur. Ancak ölürsen şehit ve kahraman değilsin!” fetvasını vermesi, bu örtülü savaşı dinî bir boyuta taşıma gayretine işaret ediyor. Yani üslupta dindarlık jargonu var, ama usulde küçük bir çocuğun bile aklının ereceği netlikte bir güç savaşı mevcut. Ve alan da güç odaklı politik alan. Yöntem ise bilindik: “Medya mobingi uygulayarak lider peydahlamak...” demokrasi ile politik dindarlık savaşına çekiyor. Savaşı kimin kazanacağı noktasında da “üç özne –ki bunlar din, ideoloji ve kültürdür-, üç alan –bunlar doğal, sivil ve resmîdir- ve üç imkân –bunlar da ihale, atama ve ranttır-” diye “iktidarın üç geni” şeklindeki tezi oluşturuyor. Doğrusu bu kitabın özü de “iktidarın üç geni” tezini Erdoğan’ın “kimlik bibliyograf- tiğiniz o “iktidarın üç geni” tezi üzerinde. Ancak tez mi Erdoğan’a, yoksa Erdoğan mı teze hizmet ediyor, doğrusu bu ayrımı yakalamakta zorlandık. Çok ince bir işçilik yapılmış. Yanlış anlaşılmaktan mı korkuyorsunuz? Taraf olduğunuz çok açıkken, bu taraflığı farklı gerekçelere yaslayarak kendiniz için bir “dokunulmaz alan” mı oluşturuyorsunuz? Yoksa Erdoğan vesilesiyle bir siyasal model mi öneriyorsunuz? Siyasal model olarak “İktidarın Üç Geni” tezimi ve siyasetçi modeli olarak Erdoğan’ın kimlik bibliyografyasını eş zamanlı sunuyorum. Çünkü ikisi için de aynı teklifi arz ediyorum: “Zamanı gelmek...” Teklifin detayları da yine kuşkusuz kitapta… “Usulsüzlük yapanların üsluplarındaki kibarlık, sadece sonuç almaya matuf ince bir ayar” Erdoğan, artık eski Erdoğan değildir; Erdoğan değişmiştir. Ancak bu değişim, ona kastedenlerin ileri sürdüğü gibi gittikçe otoriter, hatta diktatör ruhlu ve her şeyi kendinde toplayan “tek adam” psikolojisinde kilitlenmiş ve eski Erdoğan’ı aratır bir değişim değildir. Aksine Erdoğan, eski Erdoğan’ı aşarak özgürleşmektedir. Özgürleşen, kendini aşan Erdoğan, hem Türkiye’nin özgürleşmesi, hem Türkiye’nin de kendini aşması için iyi bir seçenektir. Türkiye, Erdoğan’ı ikinci kez kazanmaktadır. Gülen’in liderliğinin “gönül sultanı” kabilinden bir manevî alan liderliği olduğu iddiası bile artık politik nüfuza hizmet ediyor. Dolayısıyla bu kitap, dikkati Erdoğan ve Gülen karşıtlığına değil, muhafazakâr 182 haziran 2014 yası” üzerinden ispatlamaktır. Kitabın özünde Gülen yoktur. Belki müstakil bir çalışma olarak ayrıca kaleme ele alma imkânımız ileride olur. • Evet, kitabın ağırlığı, belirt- • Algı yönetimi ve siyasî başarı (cephelerden gelen haberler) Erdoğan odaklı bir dille sürdürülüyor; “İsim ülkenin önüne geçti” serzenişi var. Recep Tayyip Erdoğan ve Türkiye, Cumhurbaşkanlığı seçimiyle neleri değiştirebilir? Bu seçim bir kader anı mı? Sevmediğiniz biri olduğu zaman, onun için iyi şeyler duymaktan hoşlanmazsınız; onunla ilgili adil davranmakta zorlanırsınız, onun akıbeti için sahiplenici hisle hareket etmezsiniz, onu takdir edici duruma düşmekten özenle kaçınır, içten içe “Erisin” diye kurgularsınız. Erdoğan’ı sevmeyenler de işte bu durumda. Sevenin de görmek ve dillendirmek istemediği birçok durumu burada sıralamaya gerek yok. Fakat burada gözden kaçırılan bir “durum” var ki adı “seçilen”... Seçilen hukuku, sevmek veya nefret etmek duruşlarının ötesinde, zor veya kolay bile olsa korunması gereken özel bir statü özelliği taşıyor. 17 Aralık da bu özel statüye saldırıyor. Buna halk izin vermez; nitekim vermedi de... Bu özel statüye saldırıyı halk “istikrara saldırı” diye algılar. Bu saldırı bir usulsüzlüktür. Usulsüzlük yapanlarınsa Başbakan’ın üslubunu gerekçe göstermesi sadece çocukça bir yöntemdir. Yani en fazla “Çocukların yanında böyle tartışmamak lazım!” notu düşülebilir. Usulsüzlük yapanların üsluplarındaki kibarlıksa sadece sonuç almaya matuf ince bir ayardan ibarettir. Başbakan’ın üslubunda usulsüzlüklerini gizlemeyi çalışanları halk biliyor ve gereğini yapıyor. Bu nedenle kitap, Erdoğan’la ilgili bir kimlik bibliyografyası -onun siyasî kimliğini besleyen kaynakçayı analiz edici- olmasının yanı sıra o “iktidarın üç geni” diyen tezi ile bir “usul” kitabıdır da... Ayrıca medya mobinginin de tek ilacı bu kitaptır. Sorulmamış soruları kitabı okurken sormak ve çoğu cevabı kitaba bırakmak ise, ilacın dozunda ve reçeteye uygun kullanılması demektir. Bu da kitap doktorunun, yani yazarın hatırlatması olsun. “Cesur ve özgür olursa bir kitap, üstüne düşeni o zaman yapmış demektir” • Recep Tayyip Erdoğan ve Fethullah Gülen hakkında bir hayli yazılmış kitap var. Bu kitap, “Fark var!” vurgusunda neye işaret ediyor? 17 Aralık’la başlayan operasyonun önceki dönemlere kıyasla farkı ortaya konulabilirse kitabın da farkı netleşmiş olacaktır. Bugüne kadar Erdoğan ve Gülen için yazılmış -istisnası var mıdır bilemiyorum- tüm çalışmalar, lehte veya aleyhte, birer biyografi çalışması olarak karşımızdadır. Kişi üzerinden açılmış kimlik kurguları ve kurgulanmışlıklar üzerinden oluşmuş kehanetler kitabı eşiğini aşamamıştır bunlar. Bu çalışma, kişi üzerinden anlamlandırılmış bir “fikir vasiyeti” formu taşıdığı için, yakın tarihin “siyasetname” örneği etiketine itiraz etmeyecek bir misyona, kimlik üzerinden pozisyonlandırılan dünya görüşleri analizi içermesi sebebiyle de “özeline bir özeleştiri” koyuluğunda “seçmen itikafı ile kulluk itikafını düzleştiren” bir muhasebe niyetine sahiptir. Bu misyon ve niyet, benim öncelediğim karakteriyle “Müslüman ve iktidar” hakkında örnekleme içeren bir itiraz taşıması sebebiyle alternatif sunma cesareti göstermektedir. Cesur ve özgür olursa bir kitap, üstüne düşeni o zaman yapmış demektir. • Erdoğan, Kürt ve Alevi açılımı, Suriye olayı, Filistin-Mısır hattı, AB müzakereleri, ABD ve BOP ve de sivil anayasa gibi iç ve dış politikalardaki “One Minute!” ve Danıştay’ın yıldönümü törenindeki “Bi’ dakka!” duruşlarını örneklemeden, bu konularda taraflar arasındaki satranç hamlelerini deşifre etmeden anlatıldığında eksik anlatılmış olmayacak mı? Kitapta bu alanlara girmekten ve örneklemeden özenle kaçınılmış gibi... Neden? Tüm bu konular, Erdoğan’ı anlamamızı kolaylaştıran değil, aksine güçleştiren konulardır. Üstelik bu konulara ilişkin yaygın bilgi kaynağımız medya olduğu için, bilgi kirliliği had safhada ve üzüm yeme derdi olmayan bir ağ içinde buluyorsunuz kendinizi. Oysa bu özellikteki çalışmalarda, okur kitleniz içinde önceliğiniz bizzat muhatabınızdır. Kitabın da muhatapları bellidir. Türkiye’yi bir dönem normalleştiren “muhafazakâr demokrasi”, artık Türkiye için anormalliklere karşı bağışıklık kazandı. “Muhafazakâr demokrat” tezi kendini yenilemeli. Çünkü politik dindar üretmeye başlayan örgütlenmelerin yatağı olmaya başladı. Muhafazakâr demokrasinin güçlenmesi için Erdoğan’ın, başbakanlığı aşan nitelikteki fiili olan “başkanlığın” resmî bir statü kazanması gerekir. Halkın seçtiği ilk cumhurbaşkanı olması da bunu sağlayacaktır. Muhatabınızın bu konulardaki bilgi ağı, algı yönetimi ve sonuç odaklı örgütlenmesi kitap üzerinden yürütülmemektedir. Nitekim liderler, kendileri hakkında yazılan lehte ve aleyhteki kitapları okumaya vakit ayırmazlar. Oysa bu kitap, “zamanı gelmek” vurgusu üzerinden “liderler için bir cevap anahtarı” iddiası taşıdığından hedefinde de “lider” durumundadır. Övgüler ve yergiler lidere hitap etmez. Fakat “gönül kırsa da baş kurtaran” tavsiyeler, liderler için birer fırsattırlar. Tıpkı gönlümüzü kırsa da başımızı kurtaran bir lidere sahip olmanın fırsat olması gibi... Gönül kırsa da baş kurtaran cesaretini ve ufkunu aynada göreceği bir çalışmayı hedeflemek, sonuçta gönül kırsa da bir ihtiyaçtır. Nitekim bu kitap, bir gönül alma ve baş kurtarma kitabı değildir; ancak bu sonuçlarla karşılaşılması sürpriz olmayacak bir dost vasiyetidir. Üstelik her Müslüman’ı dost bilen bir niyetle... • Bu dostça sohbet için teşekkür ederiz… Dostluk adresi olan Haber Ajanda ailesine ben teşekkür ederim… haziran 2014 183 HABERA JANDAARAŞTIRMA Bilge Cüveyni, kendisine verilen görevi yerine getirdi; belki de binlerce cilde ulaşan “Batınî külliyatı”nı gözden geçirip gerekeni yaptı. Bunca kitabın arasından bir tanesini de kendine ayırdı ve adını taşıyan tarihin dördüncü cildine söz konusu kitabı ekledi. Hacmi dar bir risale olan o “kazazede kitap”ın adı ise “Sergüzeşt-i Seyyidina”, yani “Efendimizin İşleri” idi. *** “Sergüzeşt-i Seyyidina” risalesinde ne cennetlerden, ne haşhaş partilerinden söz ediliyor, ne de Hasan Sabbah, Polo’nun çizdiği o resimdeki “şeytan” ile bir tutuluyordu. Bırakın şeytana benzemesini, Seyyidina biraz “fazla dindar” bir Müslüman şeyhti ve her şeyh gibi namaz ve niyazında olması muhtemeldi. Bununla birlikte “keyif veren maddeler”in kullanılması hususunda tam bir yasakçıydı, hatta oğlunun birini de “ayyaş” olduğu veya içki/ esrar içtiği için cezalandırmıştı. *** İmamiye ve Caferilik olarak da bilinen 12 İmamcı kitle, Farisi sahasında kökleşerek İran’ın resmî mezhebi şeklinde resmiyet kazandı ve günümüzde de bu durumunu devam ettirmekte ki 1979 yılında, İmam Humeyni eliyle “İran İslam Devrimi” olarak bilinen hareketi gerçekleştirmiş, bugünkü İran’ı kurmuştur. *** Aslında her iki kelimenin kökü de “asessin”, yani “sır bekçileri”dir. Evet, Hasan Sabbah’ın fedaileri kendilerini 184 haziran 2014 Hasan Sabbah, Alamut Kalesi ve Haşhaşiler fenomeninin şifresi: SERGÜZEŞT-İ SEYYİDİNA B OZKIRIN iki temel taşı, Türk ve Moğol halklarının ortak organizasyonu sayılan Cengizli İmparatorluğun’da, Kurucu Kağan Timuçin’in ölümünden sonra Hakan’ın torunlarından Mengü Han tahta geçtiğinde tarih- ler 1253’ü gösteriyordu. Yeni Han, kardeşi Hülagü’yü Batı Asya’daki fetihleri yeniden başlatması içn görevlendirdi. Zira daha evvel fethedilen İslam topraklarının büyük kısmı Cengizlilerin elinden çıkmıştı. >> Vazifeyi alan Hülagü, batıya hareket ederek yol boyunca birçok devleti yıkıp idaresini hâkimiyetine aldı. Arkasında kanlı bir iz bırakan Hülagü, 1256 yılında, Hazar Denizi’nin alt ucunda, Azerbaycan bölgesinde yer alan ünlü Alamut Kalesi başta olmak üzere İsmailiyye Devleti’nin hüküm sürdüğü diğer kaleleri hükmü altına alırken, “Haşhaşi” olarak bilinen Hasan Sabbah fedailerini kılıçtan geçirdi ve bununla kalmayarak son Haşhaşi reisi olan Rükneddin’i de öldürdü. Böylece 1090 yılında kurulan Alamut Devleti, 166 yıl çevresine dehşet saçtıktan sonra sekizinci imamın katliyle birlikte tarihin karanlıklarına gömüldü. Bir tek Alamut Kalesi’nden ibaret ve bir başka imparatorluğun içinde yuvalanmış kaçak bir yapılanma olduğu sanılan Sabbahiye Devleti, Hazar bölgesinde altı, Kuzistan bölgesinde iki, Suriye’de yedi ayrı kaleye sahipti. Bu kaleler, Büyük Selçuklu Devleti’nin bağrından fışkıran çıbanbaşları gibi kan böyle niteliyorlardı. Ancak bu isim, ortaya çıktıkları dönemde tüm İsmaililer’e şamil değildi ve ana damardan Hasan Sabbah’ın ayırdığı kolun adı olarak “Nizari İsmaililiği”ni ifade ediyordu. *** Günümüzde bilinen adıyla İsmaililer, diğer Şii mezhepleri gibi “Batınî” bir anlayışa sahiptir. Bu yüzden “Batıniyye” olarak da bilinir. Bugün İran, Pakistan, Hindistan ve dünyanın değişik ülkelerinde azınlıklar halinde yaşayan İsmaililer’in lideri ise halen Ağa Han adıyla bilinen turizm yatırımcısıdır ve her yıl bağlılarının ağırlığınca altınla tarttıkları Ağa Han, dünyanın sayılı zenginlerinden biridir. *** Mustansır’ın iki oğlu vardı: Müstali ve Nizar… Yaşlı halifenin son yıllarında iki kardeş ve taraftarları arasında gizli gizli taht çekişmeleri başlamıştı. Hasan Sabbah, bu iki şehzadeden ikincisini, yani Nizar’ı tutuyordu. *** Sayıları 20 bine ulaşan fedailer, Selçuklu devletinin her kademesine gizlice “yuvalandılar”. Sadece bununla kalmayan fedaiyan, Selçukluların çağdaşı olan Abbasi, Eyyubi ve çevrede yer alan diğer İslam devletlerini de hedef seçmişlerdi. Bu sebeple onlar da fedailerin “sızma hareketi”nden nasibini almışlardı. Öyle ki sultanların, vezirlerin ve devlet adamlarının yatak odalarına kadar uzanan eli hançerli Sabbah fedaileri, çok geçmeden tam bir korku imparatorluğu kurmuş oldular. Seydahmet Karamağralı [email protected] kırmızısıydı. Çevredeki Sünniler ile Sünni devletlerin idareci ve hükümdarlarına rahat yüzü göstermeyen Sabbah fedaileriyle bunca yıl mücadele etmelerine rağmen bir sonuç alamayan hükümdarların yapamadığını Hülagü yaptı ve İsmailî taifesini darmadağın etmeyi başardı. Zira bu, aynı zamanda bir intikam seferiydi. Moğollara karşı Fransa ve İngiltere’ye ortak çalışma teklifi götüren Haşhaşin elçileri ba- şarısız olmuşlardı ve bu, onların birinci sabıkasıydı. Cengizli Hanedanı’na karşı işledikleri ikinci sabıkaları ise daha vahimdi: Yıkılmadan üç yıl önce Alamut’un sondan bir önceki Şeyh-ül Cebeli Alaaddin Mahmut, Büyük Han’ı katletmek için tam 400 fedai göndermişti. Vazifeleri yerine getirmekte başarısız olan fedailer ele geçirilip suçlarını itiraf edince, Moğollara kalan, devasa bir orduyla gelip “terör yuvası” Alamut’u yerle bir etmek olmuştu. Belki de Cengizlilerin İslam dünyasına yaptıkları tek iyilik bu idi. Kuş uçmaz kervan geçmez ve zaptı namümkün İsmailî kaleleri, başta Alamut olmak üzere birer kitap zenginiydi. İki yüz yıla yakın birikim, el yazması ciltler şeklinde geniş kütüphaneleri dolduruyordu. Kağan Hülagü, işgal sonrası her daim yanında Vakanüvis olarak taşıdığı Alaaddin Ata Melik Cüveyni’yi, Alamut Kalesi başta olmak üzere, tüm kale serisini elden geçirmekle görevlendirmişti. Burada “elden geçirmek” tabiri belki yanlış oldu, “yakıp yok etmek” desek daha doğru olacaktı. “Efendimizin İşleri” Bilge Cüveyni, kendisine verilen görevi yerine getirdi; belki de binlerce cilde ulaşan “Batınî külliyatı”nı gözden geçirip gerekeni yaptı. Bunca kitabın arasından bir tanesini de kendi- haziran 2014 185 HABERA JANDAARAŞTIRMA ne ayırdı ve adını taşıyan tarihin dördüncü cildine söz konusu kitabı ekledi. Hacmi dar bir risale olan o “kazazede kitap”ın adı ise “Sergüzeşt-i Seyyidina”, yani “Efendimizin İşleri” idi. Sergüzeşt’te ismini koymamış olan bir yazar, Hasan Sabbah’ın hayatını konu edinmişti. İşte Şeyh-ül Cebel’den (dağın şeyhi) kalan birinci kitap bu: “Sergüzeşt-i Seyyidina…” “Seyahatname-i Marko Polo” Sabbah’ı anlatan ikinci kitap ise bir hatırattı ki “Seyahatname” adındaki bu kitap, Marko Polo tarafından kaleme alınmıştı. Marko Polo, İtalyan ya da Macar olduğu hususunda kuşkular bulunan kaşif-tüccar Nikkolo Polo’nun oğlu olup Papa 9. Gregorius’un mektubunu Cengizli İmparatorluğu Hanı Kubilay’a götürmek için Çin’in başkenti Hanbalık’a gittiğinde henüz 25 yaşındaydı ve Alamut Devleti yerle bir edileli 15 yıl olmuştu. Buna rağmen Asya hâlâ Haşhaşi kaynıyordu. Kubilay tarafından Asya’nın büyük şehirlerini görüp tanıması ve gördüklerini yazması için görevlendirilen Polo, bu görevi yerine getirmesi için harcadığı 17 yıl içerisinde gittiği her yerde Hasan Sabbah ve Alamut hikâyeleriyle karşılaştı. Halk arasında, tüm canlılığı ile yaşayan bu hikâye, zaman içinde tam bir masala dönüşmüştü. Söylencelerden pek etkilenen Polo, Avrupa’ya dönünce “Seyahatname-i Marko Polo” adı altında Asya maceralarını, bu arada işittiği “Alamut Hikâyesi”ni de ezoterik bir dille kaleme aldı. Avrupalıların çok etkilendiği bu kitap, elden ele dolaşarak bir “Hasan Sabbah efsanesi” hâlinde zihinlere yerleşti. Şimdi elimizde, o asırlarda yazılmış iki temel kitap 186 haziran 2014 bulunmakta. Bunlardan biri, kalenin içinden bir meçhul kalem tarafından yazılmış olan “Sergüzeşt-i Seyyidina” ve diğeri de kale dışından, duyumlara göre kaleme alınmış olan “Marko Polo Seyahatnamesi”. İşin garibi ise, bu iki kitabın anlattıklarının pek de birbirine benzememesi… Ancak aradan geçen asırlar içerisinde dünya okuyucusunun “Seyyidina”dan haberdar olmamasına rağmen “Seyahatname”den çok etkilendiği görülüyor. Öyle ki, konuyla ilgili olarak Marko Polo’yu temel alan onlarca roman ve benzeri kitap yazılmış olmasına rağmen hâlâ ilginin tükenmemiş olduğu somut bir gerçeklik olarak önümüzde duruyor. İki ayrı Sabbah Polo, duyumlarına kendi muhayyilesinde oluşturduğu olağanüstü bir Alamut manzarası ve Hasan Sabbah tiplemesi ekleyerek muhayyel bir manzara betimlerken, “Seyyidina” ise bu imgelerden hiç bahsetmiyor. Polo’ya göre Sabbah, çevreden topladığı genç insanları karşısına alıp onlara cennete gidip gitmek istemediklerini soruyor, fedai adayının olumlu beyanı üzerine kendi eliyle bir bardak “cennet dolu su” içiriyor. Aslında bir afyon şurubu olan “cennet suyu”nu içen genç adam, kendinden geçince huzurdan alınıp kalenin saklı bahçesine indiriliyor. Burası öyle bir bahçedir ki tam bir “yalancı cennet” şeklinde dizayn edilerek İslami literatürde sözü edilen “kökü yukarıda, dalları aşağıda olan Tuba ağaçları” dahi dört bir yanı kaplamış hâldedir. Ağaçların altından akan süt ve şarap derecikleri, misk-ü amber kokulu çiçekler, billur sesli cennet kuşları, baygın tütsüler ve cennetin olmazsa olmazı Huri kızı Vildanlar… Altın tahtlar üzerinde bal şerbeti yudumlayan Vildanlar, bir yandan da ellerindeki garip enstrümanlarla egzotik şarkılar ırlamaktadırlar. Bir kısım kızlar müzik eşliğinde ve tülden kıyafetlere bezenmiş olarak, yarı üryan bir şekilde ve uçar gibi raksederek manzarayı dayanılmaz bir şekle dönüştürmektedirler. Fedai adayı, az evvel içirilen afyon şarabının etkisinden kurtulup gözlerini açtığında bu olağanüstü cennet manzarasıyla karşılaşınca, buraya taşınan herkes gibi çarpılır. Böylece fedai namzedinin bir haftalık cennet macerası başlamış olur. Bu süre içerisinde genç adam yer, içer ve kızlarla beraber olur. Sürenin bitiminde kendisine sunulan ikinci bardak afyon sütüyle bayılır ve gözlerini açtığında kendisini “Seyyidina”, yani “Efendimiz” dedikleri Sabbah’ın karşısında bulur. Pozisyon, bir hafta öncesinin aynıdır ve genç şaşkın, kısa bir an içinde bir hafta süren olağanüstü bir “macera-i cennet” yaşadığını sanarak kendisine bu güzelliği bahşeden “Şeyhül Cebel”in önünde secdeye kapanır. Şeyh, ona yaşadığı anı beğenip beğenmediğini sual eder. Elbette beğenmiştir genç fedai ve bu kez Sabbah, “Oraya temelli gitmeyi arzu eder misin?” diye sorar, doğal olarak ne pahasına olursa olsun “Hasan Sabbah’ın cennetine gitmek istediği cevabını alır. Ancak bunun tek şartı vardır: Alamut Şeyhi’nin her dediğini yapmak; hem de ucunda ölüm olsa bile… Polo’ya göre “cennet sevdalısı” 20 bine yaklaşan fedai, sürekli haşhaş/esrar içiyorlardı ve bu yüzden de onlara “Haşhaşiler”, yani “esrarkeşler” deniyordu. Esrarkeş fedailer, çıktıkları suikast ve terör seferlerinde bile yanlarından esrar keselerini ayırmıyorlardı, zira onca cinayeti, hem de şehirlerin uluorta meydanlarında, onca insanın gözleri önünde işlemeleri mümkün müydü? Asla! Böyle bir ölüm yolculuğuna gönüllü olarak herhangi bir Avrupalının çıkmasının imkânı yoktu ve bu yolculuğa ikna olmanın bir tek yolu vardı, o da “yalancı cennetler”de bizzat yaşadıktan sonra ve onca esrarla kafa tütsülenerek. Bunun başka yolu olamazdı. Oysa “Sergüzeşt-i Seyyidina” risalesinde ne cennetlerden, ne haşhaş partilerinden söz ediliyor, ne de Hasan Sabbah, Polo’nun çizdiği o resimdeki “şeytan” ile bir tutuluyordu. Bırakın şeytana benzemesini, Seyyidina biraz “fazla dindar” bir Müslüman şeyhti ve her şeyh gibi namaz ve niyazında olması muhtemeldi. Bununla birlikte “keyif veren maddeler”in kullanılması hususunda tam bir yasakçıydı, hatta oğlunun birini de “ayyaş” olduğu veya içki/esrar içtiği için cezalandırmıştı. “Seyyidina” gibi, herkesin bildiği bir gerçek daha vardı ki o da “12 İmamcı” Şia mezhebine mensup bir ailenin oğlu olan genç Hasan, “Rey Medreseleri”nde tahsil yaparken 17 yaşında karşılaştığı Emire Zarrab adlı bir dainin/ propagandistin etkisinde kalarak mezhep değiştirmiş ve 12 İmamcılık’tan 7 İmamcılık inancına geçmişti. Bu geçişte 7 İmamcıların “sarhoşluk veren maddeler”e karşı sert tutumunun bir etken olduğu da malûmattandı. Yani genç Sabbah, ailesinin inancını terk edip, esrara karşı toleranssız bir başka mezhebin bağlısı olmayı tercih etmişti. İşte ömrü boyunca o inanca bağlı kalmış olmalı; tabiî bununla birlikte bağlıları da “İsmailî”, yani “7 İmamcı”ydı ve en az İmam kadar “kafa yapıcı madde”lerden uzak duruyorlardı. Şia mezhepleri Sözün burasında Sabbah hikâyesine ara verip, şu “imam sayılarıyla” belirlenen “Şia mezhepleri” mevzuuna kısa bir göz atmak gerekiyor. “Ali taraftarları” adıyla Sıffin Savaşı sonrasında şekillenen Şia, yani Şiiler, yeni ve uzun bir yola girmiş oldular. Her şey üçüncü halife olan Hazreti Osman’ın şehit edilmesiyle başladı. Dördüncü halife Ali bin Ebu Talip, Hazreti Peygamber’in amcaoğlu ve onun kızı Hazreti Fatıma’nın eşiydi. Buna göre, Hazreti Muhammed’in soyu, Hazreti Ali’nin oğulları olan Hasan ve Hüseyin kardeşlerin üzerinden yürüyecekti. İkinci halife Hazreti Ömer eliyle yıkılan Sasani Devleti’ne mensup İranlıların, gerek yıkılan devletlerinin, gerek yok edilen Zerdüşt/Mecusiyan inançlarının intikamını almak gibi gizli bir arzuları vardı. Onların bu arzusuna Ali-Muaviye kavgası ve onun devamında gelişen olaylar çanak tutmuştu. Bu sebeple İran’ın bu ayrılıkçı hareketi sahiplenmesi üzerine Şia genişledi ve kontrolden çıktı. Öyle ki gide gide siyasî karakterinin yanına bir de dinî karakter ekleyerek genel İslam damarının dışında bir mezhep olarak şekillenmeye yüz tuttu. Zaman içinde dal budak salarak birçok mezhebin de lohusalığını yaptı. Bidayette Hazreti Ali’nin halifeliğini savunan taraftarlık, zaman içinde sapkınlaşıp “Galat-ı Şia” diye etiketlenerek işi “Ali’nin ilahlığı”na kadar götürdü. Hazreti Osman’la aynı soydan, yani Ümeyye oğullarından olan Şam Valisi Muaviye Bin Ebu Süfyan, akrabasının katillerinin bulunması bahanesiyle ayrı baş çekti. Böylece başlamış olan Ali-Muaviye çatışması Sıffın Savaşı’na kadar devam etti. Savaşla beraber ümmet, “Ali taraftarları ve Muaviye taraftarları” olarak ikiye ayrılmış oldu. Savaş sonunda yaşanan “Hakem Olayı” ise bir üçüncü tarafı daha ortaya çıkardı ki bunlar, hem Ali ve taraftarlarına, hem de Muaviye ve taraftarlarına karşı olan Hariciler’di. Halifeliğinin dördüncü yılında Hazreti Ali’nin bir Harici suikastçi tarafından şehit edilmesiyle ortalık daha da karışmış oldu. Muaviye, babası Hazreti Ali’nin yerine halife seçilen Hazreti Hasan’a da karşı çıktı. Yeni bir savaş istemeyen Hazreti Hasan, Muaviye ile onun halifeliği hususunda anlaşmak zorunda kaldı ve evine çekildi, lakin bir süre sonra zehirlenerek, tıpkı babası gibi ortadan kaldırıldı. Meydan boş kalınca, bir oldubitti sonunda halifelik tahtına oturan Muaviye, böylece kendi sülalesine dayanan “Emeviler Devleti”ni kurmuş oldu. Doksan yıl iktidarda kalan Emevi iktidarının ikinci halifesi Yezit Bin Muaviye zamanında Hazreti Ali’nin ikinci oğlu Hüseyin Kerbela’da şehit edilince, Toptancı bir bakışla Şiilik’in ana fikri, Hazreti Ali ile başlayıp Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin üzerinden devam eden “Ehl-i Beyt” soyunun büyüklerine “İmam” olarak biat edilmesine dayanıyordu. Hazreti Ali, Hasan ve Hüseyin’le başlayan ve kendisine biat edilen imam sayısı zaman içinde on ikiye ulaştı. Son imam Muhammed Mehdi, idareyle olan husumeti sebebiyle uzun bir süre doğduğu Samerra kentinde gizlenerek yaşadı ve “Gaybet-i Suğra” denilen bu dönemin ardından tamamen ortadan çekildi. Nereye gittiği hususunda en ufak bir işaret bırakmadı. Böylece hayatının “Gaybet-i Kübra” denilen ve kıyamet arefesinde ortaya çıkacağı tarihe kadar sürecek dönemi başlamış oldu. Onunla birlikte imamların sayısı on iki oldu ve bu sayıda dondu. Hazreti Ali taraftarlığıyla başlayan Şia bağlılığı, imamların ismi üzerinde iki kere kırılmaya uğrayarak farklılaştı. İlk kırılma, beşinci imamın kimliği konusunda yaşandı. Dördüncü İmam Zeynel Abidin’in iki oğlundan Muhammed Bakır üzerinden yürüyen “İmamiye” hareketinden ayrılanlar, ikinci oğul Muhammed Zeyd’in imamlığını tanıyarak daha sonra “Zeydiye” olarak anılarak ve “5 İmamcılar”ın doğmasını sağladılar. İkinci kırılma ise altıncı imam olan İmam Cafer-i Sadık’ın iki oğlunun hangisinin posta oturacağı hususunda yaşandı. Hareketin “ana damarı” sayılan Musa Kazım üzerinden ilerlerken, diğer oğul İsmail’i imam edinenler de vardı. Bunlar, ana damardan ayrıldı ve “7 İmamcılar” kolunu kurarak “İsmaililer” adıyla mezhepler tarihindeki yerlerini aldılar. Hareketten kopmayanlar ise imam sayısını on ikiye ulaştırıp “12 İmamcılar” olarak anılmaya başladılar. İmamiye ve Caferilik olarak da bilinen 12 İmamcı kitle, Farisi sahasında kökleşerek İran’ın resmî mezhebi şeklinde resmiyet kazandı ve günümüzde de bu durumunu devam ettirmekte ki 1979 yılında, İmam Humeyni eliyle “İran İslam Devrimi” olarak bilinen hareketi gerçekleştirmiş, bugünkü İran’ı kurmuştur. Zeydiye olarak bilinen 5 İmamcılar ise kendisine ElCezire’nin alt ucunda bir fidelik buldu ve Yemen’e yerleştiler. Günümüzde Yemen nüfusunun yüzde 80 kadarı 5 İmamcı mezhebe mensuptur; bununla birlikte Saudia ve Umman’da da bir miktar Zeydi yaşamaktadır. İsmailiye “İmamcılık” mevzuuna yukarıdaki girizgâhı yaptıktan sonra, dönelim yazımızın konusunun temelini teşkil eden İsmailiye’ye, yani 7 İmamcılığa... Günümüzde bilinen adıyla İsmaililer, diğer Şii mezhepleri gibi “Batınî” bir anlayışa sahiptir. Bu yüzden “Batıniyye” olarak da bilinir. Bugün İran, Pakistan, Hindistan ve dünyanın değişik ülkelerinde azınlıklar halinde yaşayan İsmaililer’in lideri ise halen Ağa Han adıyla bilinen turizm yatırımcısıdır ve her yıl bağlılarının ağırlığınca altınla tarttıkları Ağa Han, dünyanın sayılı zenginlerinden biridir. Barışçı bir hareket olarak hayatiyetini devam ettiren İsmailiye’nin tarihte oynadığı rolleri ve terör hususundaki inanılmaz ataklıklarını duyan kimse parmağını ısırmaktan kendini alamaz. Öyle ki, bugün Batı dillerinde suikastçi anlamına gelen “assasingn” kelimesi bile Alamut İsmaililerine düşmanları tarafından verilen “Haşhaşin” yaftalamasından türemiştir. Sır bekçileri Aslında her iki kelimenin kökü de “asessin”, yani “sır bekçileri”dir. Evet, Hasan Sabbah’ın fedaileri kendilerini böyle niteliyorlardı. Ancak bu isim, ortaya çıktıkları dönemde tüm İsmaililer’e şamil değildi ve ana damardan Hasan Sabbah’ın ayırdığı kolun adı olarak “Nizari İsmaililiği”ni ifade ediyordu. Peki, Nizarilik nedir? Hassan Sabbah Nizariliğin ne olduğunu anlatmadan önce, kısaca Hasan Sabbah’ın kim olduğuna bakmak gerekiyor. “Dehşetengiz terör” deyince dünyanın aklına ilk gelen isim olarak bilinen Hasan Sabbah, İran’ın Rey şehrinde doğdu. Doğum tarihi hususunda tereddüt vardır, lakin bazı kaynaklar 1044 tari- haziran 2014 187 HABERA JANDAARAŞTIRMA hini işaret etmektedirler. Ölüm tarihi ise 1244’tür. Sabbah’ın hangi ırka mensup olduğu mevzuu da tereddütlü olup, kendi iddiasına göre Yemenlidir ve geçmişi Yemen emirlerinden Yusuf Himyeri’ye dayanan bir sülaleye aittir. Bu yüzden Hasan Bin El Sabbah El Himyeri olarak da bilinir. Hasan Sabbah’ın çocukluğundan itibaren düzenli bir eğitim aldığı ve İmam Muvaffak Nişapuri’nin rahle-i tedrisinden geçerken ders arkadaşı olarak yanında Selçuklu Veziri Nizamülmülk ve rubaileriyle ünlü Ömer Hayyam’ın bulunduğu belirtiliyor. Ancak bazı kaynaklar, Nizamülmülk’ün Sabbah’tan otuz yaş kadar daha büyük olduğunu ve dolayısıyla okul arkadaşı olamayacaklarını belirtmektedirler. Söz konusu üç arkadaşın, arkadaşlıkları esnasında “yeminleştikleri” ve birbirlerini hayat boyu kollayacakları hususunda söz verdikleri de iddialar arasında yer almaktadır. Daha sonra Hasan Sabbah’ı Sultan Alparslan’ın hacibi, yani en yakın adamlarından biri olarak görüyoruz; bir bakıma müşavir/danışman. Sülalesi “12 İmamcı” mezhepten olan Sabbah’ın İsmaili, yani 7 İmamcı ekolü, Dai-i Azamlar’dan İbni Attaş’la tanışması ve onun telkinlerine kapıldığı yıllara rastlamaktadır. Aynı yıllarda Vezir Nizamülmülk’le arasının açıldığı da bir vak’a. Anlaşılan o ki, iki arkadaş arasındaki husumet oldukça ciddiydi ve sonunda Hasan, İran’da tutunamayarak Mısır’a kaçtı. O yıllarda Mısır, genç İsmaililer için çok önemliydi; öyle ki her İsmaili gibi kutsal bir hedef olarak Mısır’a gitmeyi ve henüz kurulmuş olan Sünnilik karşısında 7 İmamcı İsmaililiği hâkim mezhep durumuna getirmeyi amaç edinen günü- 188 haziran 2014 müzde de İslamî eğitimin şahikalarından sayılan “El-Ezher Medresesi”nin prototipi sayılan Dar-ül Hikme’de ilim tahsil etmeyi şiar edinmişti o da. Sözün burasında bir istasyon daha kurup mola verelim ve zamanın Mısır’ına bakalım. Zamanın Mısır’ı Sıffin Savaşı’nın akabinde başlayan Şiilik hareketi, birkaç yüzyıllık yürüyüşün arından devlet kuracak güce ulaşmış ve bu gücünü Mısır’da ortaya koyarak siyasî sahada da var olduğunu göstermişti. Hazreti Ali ve Fatıma soyundan geldiğini iddia eden ve hakikatte Meymun El-Keddah adlı bir İranlı göz doktorunun torunu olan Ubeydullah El-Mehdi, Afrika’nın kuzeyinde bir hanedanlık kurmuştu. “Ubeydiyyun” adıyla maruf bu hanedanlığın dedesi olan göz doktorunun Mecusi veya Yahudi bir mensubiyeti olduğunu yazan tarihler, İsmaili Ubeydilerin Hama-Humus arasındaki Selemiye kasabasını merkez edindiğini de not ediyor. Geniş bir propaganda faaliyetine girişen Selemiyelilerin İslam dünyasına yayılan “dai” adlı propagandistleri aracılığıyla İsmailik inancını Mağrib’e kadar götürdükleri biliniyor. Mağrib’de “Kitame” adlı bir Berberî kabilesinde inançlarını yerleştirme başarısını gösterdikleri de malum. Öte yanda İsmaili propagandasından rahatsız olan Bağdat’taki Abbasi Halifesi buna karşı olumsuz tavrını ortaya koyunca, Selemiye Reisi Ebu Ubeydullah, çareyi Mısır üzerinden Mağrib’in Sicilmase şehrine kaçmakta buldu. Ancak şehrin hâkimi, huzursuzluk çıkarmasından korktuğu için Ubeydullah’ı yakaladı ve hapse tıktı. Bardağı tarşıran bu olay, Eş-Şii adlı bir dai liderliğinde, bölgedeki İsmaililerin isyanına neden oldu ve bu isyan, “Ağlebi Devleti”nin ortadan kalkması için yetti de arttı bile. Çok sürmemişti ki isyancılar, Ubeydullah’ı hapisten çıkartıp “El-Mehdi” lakabıyla, kurdukları Fatımî Devleti’nin “Emir-ül Müminin”i yaptılar onu. Ubeydullah El-Mehdi, kendi adına “Mehdiye” şehrini kurarak bu kenti, yeni kurduğu devletine başkent yaptı ve halifeliğini ilan ederek Abbasi halifelerini tanımadığını duyurdu. Fatımilerin o bölgedeki rakibi “Endülüs Emevileri” idi. Endülüs Hâkimi 3. Abdurrahman, cesur bir atakla Kuzey Afrika’da yayılma istidadı gösteren “Ubeydiler”i durdurmayı başardı. Bunun üzerine İsmaililer yine Mısır’a yöneldiler. O sırada Mısır hâkimleri bir Türk hanedanlığı olan İhşidoğulları’ydı. İhşidliler, İsmaili baskısına 50 sene direndi, fakat 969 yılında pes ettiler. Böylece Mısır, Fatımilerin eline geçmiş oldu. Bununla kalmayan İsmaili kuvvetleri, Batı Arabistan’ı da topraklarına katarak genişlemeye devam ettiler. Ancak Suriye’de onları, kendileriyle aynı inancı paylaşan “Karmatiler” durdurdu. Buna rağmen Fatımi savaşçıları, çetin mücadeleler sonucu Şam’a kadar ilerleme başarısını da gösterdiler. Bundan sonra gelen 200 yıl, Fatımilerin batıda Zırriler ve İtalya Normanlarıyla doğuda Selçuklular, Zengiler ve Haçlılarla yaptıkları mücadelelerle geçti. Son Fatımi Sultanı Adid’e vezirlik yapan Selahaddin Eyyubi’nin, Mısır camilerindeki hutbeyi Abbasi Halifesi adına okutmasıyla birlikte devlet el değiştirmiş oldu ve 910 tarihinde tarih sahnesine çıkan Fatımi Devleti 1171’de son buldu. Devletin devasa mülkünde Eyyubi idaresi iş başı yaptı. Fatımi halifelerinden biri de Mustansır Billah’tı. 1036’dan 1094’e kadar saltanatta kalan Mustansır, Hasan Sabbah’la çağdaştı. Sabbah, Selçuklu Devleti’nden kaçtığında Mısır tahtında Mustansır oturuyordu. Yedinci Fatımi Halifesi olan Mustansır, ülkesine iltica eden Hasan Sabbah’a ilgi ve itibar gösterdi; onun “Batınî” fikirlerini yayması için her türlü imkânı emrine vermekte bir beis görmedi. Mustansır’ın iki oğlu vardı: Müstali ve Nizar… Yaşlı halifenin son yıllarında iki kardeş ve taraftarları arasında gizli gizli taht çekişmeleri başlamıştı. Hasan Sabbah, bu iki şehzadeden ikincisini, yani Nizar’ı tutuyordu. Fatımi hilafetinin son yıllarında vezirler çok güçlenmiş ve devleti asıl idare eden makam sahipleri hâline dönmüşlerdi. Bu vezirlerden biri de El-Efdal idi. Halife Muntasır ölüm döşeğinde iken, Vezir El-Efdal halifelik verasetine müdahale etti ve ağırlığını Şehzade Müstali’den yana koydu. Zira Şehzade Nizar’a karşı idare edilmesi daha kolay olan Müstali’yi parmağında oynatacağından emindi. Henüz 16 yaşında olan Müstali, Vezir’in önermesi ile birlikte onun kızıyla evlendi ve saray beylerinin desteğini de arkasına alarak tahta yürüdü. Evli ve bir oğul sahibi olan Nizar ise bu duruma el koymaya karar verdi ve bir ordu toplamak amacıyla İskenderiye şehrine gitti. Ancak orada yakayı ele vererek tek oğluyla birlikte öldürüldü. Tabiî ki bu kavgada Hasan Sabbah, büyük şehzade Nizar’ın yanındaydı, ancak yanlış ata oynamıştı. Dolayısıyla Mısır’da durması tehlikeliydi. Nizar olayından sonra bir kısım Nizarilerle birlikte Mısır’dan ayrılan Hasan, asıl yurduna, yani İran’a geri döndü. Burada “Nizari İsmaililiği” adı verilen ve tedhişle/terörle beslenmiş fikirlerinin propagandasına girişti. Etrafına topladığı bir grup adamla “Fedain” adını verdiği anarşist teşkilatını kurdu. İran’a hâkim olan Selçuklu idaresine karşı bayrak açıp, başta Alamut olmak üzere, kuzeybatı İran’da bulunan birkaç kaleyi işgal ettiğini ve “İsmailiyye Devleti”ni kurduğunu tüm dünyaya duyurdu. Korku imparatorluğu Kazvin şehri yakınlarındaki Alamut’u kendisine üs olarak seçen Sabbah’a, o zaman Selçuklu tahtında oturan Sultan Melikşah nasihatçılar gönderdi, fakat Hasan buna aldırış etmedi. Bunun üzerine Selçuklu kuvvetleri Alamut üzerine yürüdü. Böylece İsmailiSelçuklu kavgası başlamış oldu. Bu kavgada Selçuklular nizamî ordularını, Hasan Sabbah da fedailerini kullanıyordu. Sayıları 20 bine ulaşan fedailer, Selçuklu devletinin her kademesine gizlice “yuvalandılar”. Sadece bununla kalmayan fedaiyan, Selçukluların çağdaşı olan Abbasi, Eyyubi ve çevrede yer alan diğer İslam devletlerini de hedef seçmişlerdi. Bu sebeple onlar da fedailerin “sızma hareketi”nden nasibini almışlardı. Öyle ki sultanların, vezirlerin ve devlet adamlarının yatak odalarına kadar uzanan eli hançerli Sabbah fedaileri, çok geçmeden tam bir korku imparatorluğu kurmuş oldular. İran ve Ortadoğu’nun her devletinde, devletlerin her şehrinde artık onlar vardı. Devlet ve şehirlerin idarecilerinin ve ülkenin ileri gelenlerinin yatak odaları bile fedailerinin tecavüzünden korunmuş değildi. Bu arada, ilk büyük sabıkalarını da tarihin sayfalarına kanla yazdırmayı başararak ta baştan beridir kendileri ile mücadelenin başını çeken Selçuklu Veziri Nizamülmülk’ü şehit ettiler. Melikşah’ın tahtına oturan Sultan Berkyaruk, fedailerin saldırısından ancak yaralı olarak kurtulabildi. Mısır Sultanı ve Haçlıların korkulu rüyası Selahattin Eyyubi’nin yatak odasına kadar girip başucuna bir kanlı hançer ve tehdit mektubu bırakacak kadar ileri gittiler. Bunun gibi, kendilerine karşı çıkan nice devlet adamını tehdit, şantaj ve cinayetle saf dışı ettiler. Tabiî terör, devlet adamları düzleminde durmadı ve dalga dalga toplumun tüm kesimlerine yayıldı. Öyle ki, sıradan insanlar bile zırhsız sokağa çıkamaz duruma geldiler. Alamut’ta oturan “İmam” -tam unvanıyla Şeyh-ül Cebel/Dağların Efendisi- Hasan Sabbah’ın yönettiği bu bir anlamda “derin devlet” hareketi tam 34 yıl sürdü ve Dağın Şeyhi 1124 yılında öldü. Temel itibariyle Hasan Sabbah bir dinsiz değil, bugünkü söylenişle bir fundamentalist, yani köktendinciydi. Afyonkeş de sayılmazdı ve bağlılarını haşhaşla uyuttuğu söylentisi de bir yalandan ibaretti. Öyle ki, öz oğlunu içki içti diye öldürtecek kadar keyif verici maddeleri reddediyordu. Bağlılarının Batıniyye’de “İmanın Şartları” diye bilinen listenin başında gelen “imama iman” noktasındaki şartsız bağlılığını özellikle Batılılar esrar içmeye bağlıyor ve bir insanın gözü kapalı ölüme atlayışını anlamakta zorlanıyorlardı. Oysa Sabbah fedailerinin gözükaralığını günümüz Ortadoğu’sunda “canlı bomba” örneklerinin şahsında da görüyoruz. Fedailer de zamanlarının canlı bombalarıydılar; eylemlerini gerçekleştirdiklerinde şehit oluyor ve doğrudan cennete gittiklerine inanıyorlardı, hepsi bu... İnceden ince komplike planlar kurarak devletlerin kılcal damarlarına yerleşen, sultan- ların başuçlarına kadar ulaşan, hedefini asla şaşırmayan, çok iyi yetişmiş erkekli kadınlı bu insanların bunca işi yapmadan önce esrar içerek beyinlerini uyuşturmaları mümkün olabilir mi veya esrarla uyuşmuş birinin, imkânsızlıkları hayata geçirip önünü kesen zorluklardan atlayarak, tepedeki hedefine bir hançer gibi saplanmasının olanağı var mı? Bizce yok! Bu kayıtsız şartsız bağlılığın, ölüme gözünü kırpmadan gidişin ardında esrar ve afyondan çok, Hasan Sabbah’ın ikna ediciliğindeki fevkaladelik, simya ve kimya bilgisi, hipnotik güç ve keramet gibi algılanan olağanüstü detaylar ve propagandayla yüceltilen algı yanıltmacasını aramak daha doğru olur. Her şeyden önce Hasan’ın 20 bini aşan fedailerini devletlerin her kademesine yerleştirerek resmî ve özel sırlara vâkıf olduğu biliniyor. İmam, ele geçirdiği devlet sırlarını ve gizli bilgileri bir tehdit ve şantaj unsuru olarak kullanmaktan çekinmiyordu. Bu yolla ülkenin ileri gelenlerini kendisinin “zoraki bağlıları/müritleri” hâline getirmişti. Onun gücüne boyun eğmeyenler ise zehirli “gaddare”lerin tadına bakmaktan kurtulamıyor ve herkesin gözü önünde, hançer darbeleri altında can veriyorlardı. Sabbah’ın “İki sadık adamım olsa devlet(ler)i ele geçirirdim” şeklindeki sözü meşhurdur. Oysa değil iki, zamanla 20 bin sadık adamı olmuştu Alamutbaşı’nın ve bu canlı bombalar Hindistan’dan Moğolistan’a, oradan Avrupa’ya kadar her yerde cirit atıyorlardı. Bu devasa bölgede ıssız bir karışlık alan yoktu. Yani her gölge bir fedai saklıyor, daha doğrusu ileri gelen her yetkili, öne çıkan her insan, yanında kendi fedaisini taşıyordu. Tarihçiler tarafından “10. yüzyıl Şii yüzyılı” olarak bilinir. Zira bu yüzyılda Fatımiler, Büveyhoğulları ve Karamatiler, İslam coğrafyasını alt üst etmişlerdi. Bu etki doğal olarak 11. yüzyılda da devam etti. Ancak 12. yüzyıl tam bir “Hasan Sabbah Yüzyılı” oldu ve Alamut fedailerinin etkisi 13. yüzyılın ortasına kadar sürdü. Onca Müslüman ülke ve sultanlarının kılına dokunamadığı “Alamut İsmailileri”ne dokunmayı Orta Asyalı bir Şamanist başardı: Cengiz’in ardıllarından Hülagü. Hülagü, 1256’da Alamut’u yerle bir etti; Haşhaşi fedailerinin çoğunu kılıçtan geçirdi. Tuğyandan kurtulanlarsa tebdil-i kıyafet edip İran içlerine dağılıp sır oldular. Yüzyıllar boyunca Sabbahilerin İsmaili akidelerini, anlaşılan o ki bir münafık olarak inandıkları İslamiyet’i, eski İran inançlarının başını çeken Zerdüştlük, Mazdekçilik, Hürremilik ve Mani dinleriyle harmanlayarak oluşturdukları da su götürmez bir gerçek olarak duruyor karşımızda. Kur’an’ın iki anlamı olduğuna inanan 7 İmamcı inanç, bu anlamlardan “zahiriliği” Sünnilere bırakmıştı. Kendileri için Kur’an’ın “batın mana”sını seçen Sabbahiler de “Batıniye” adı verilen “Galat-ı Şia” anlayışıyla yollarına devam ettiler. Şii yüzyılına eklemlenen son iki buçuk asırlık huzurunu Alamut Nizariliğinin tedhiş yanlısı baskısı altında geçiren İslam coğrafyası, Hülagü’nün Alamut’u yakıp yıkmasından sonra Hasan Sabbah gerçeğini ise Alaadin Ata Melik Cüveyni’nin Alamut Kütüphanesi’nde ele geçirdiği “Sergüzeşt-i Seyyidina” risalesiyle öğrenecekti ki onun önünü de Batılı gezgin Marko Polo’nun “Seyahatname”si kesti ve olay, egzotik bir Hollywood filmi senaryosuna dönüşerek bambaşka bir biçim aldı. İnşallah “Seyyidina”yı Türkçe’ye kazandıracak bir tarihçi çıkar da gerçek öğrenilmiş olur. haziran 2014 189 HABERA JANDAARAŞTIRMA Cafer-i Sadık’ın büyük oğlu İsmail’in imametine inandıklarından dolayı “İsmailiyye”; soylarının Hazreti Fatıma’ya dayandığını iddia etmelerinden ötürü “Fâtımiyye”; Fatımî Devleti’nin kurucusu Ubeydullah’a nisbetleri sebebiyle “Ubeydiyye”; âlem ve imamet anlayışlarında yedili bir sistemi benimsedikleri için “Seb’iyye/Yedi İmamcılar”; hakikatlerin sadece imamdan öğrenileceğine inanmaları nedeniyle “Talimiyye”; kurucularından Hamdan Karmat’a nisbetle “Karmatiyye”; Babek Hurremi’ye tâbi olmaları sebebiyle “Babekiyye”; Mazdek’e uydukları için “Mazdekiyye”; İslam akaidine aykırı fikirler benimsemeleri yüzünden “Zenâdıka”; haramları mubah saydıklarından dolayı “Hurumiyye”; kırmızı giydikleri için “Muhammira”; ahiret hayatını inkâr etmeleri hasebiyle “Melâhide”; Nasır Hüsrev, İbn Nusayr, Anuş Tegin, EdDerezi ve Hasan Sabbah gibi liderlere bağlı olduklarından dolayı “Nasıriyye, Nusayriyye, Dürziyye ve Sabbahiyye”; Sabbah’ın kurduğu fedai teşkilatına dayanarak “Fedaiye” ve bu teşkilatın elemanlarının haşhaş içmesinden ötürü “Haşhaşiyye” (Batı dillerine assasion/asasiyan/suikastçı olarak girmiştir) denilmiştir. *** Sıra “talik” basamağına gelir. Talik, “ileriye bağlama” anlamındadır. Mükellebler, Batınî anlamları öğrenmek isteyen kişiye henüz vaktin gelmediğini, bunları 190 haziran 2014 “G İZLİ olmak, bir şeyin içyüzünü bilmek” anlamındaki “batn” kökünden türeyen “Batıniyye”, “gizli olanı ve bir şeyin içyüzünü bilenler” manasına gelmektedir. Terim olarak “her zahirin bir batını olduğunu, bunu da Allah tarafından belirlenmiş masum imamın ve onun yolundan yürüyenlerin bilebileceğini” iddia eden kişilere -hangi mezhepten olursa olsun- “Batınî”, yollarına da “Batıniye/Batınilik” adı verilir. Seydahmet Karamağralı [email protected] yalnız imamın bildiğini, ondan mezun olmadan öğrenilemeyeceğini söyleyip bir süre oyalar, umutla umutsuzluk arasında bekletirler. “Rabt” önemli bir basamaktır ve “bağlama” anlamındadır. Mükellebler, verilecek sırları ifşa etmemesi için adaya yemin ettirirler. Teknik olarak “tedlis” ise tamamen yalana dayanır. Tedlis, “karanlıkta bırakma” anlamındadır. Mükellebler, tanışılmasına imkân olmayan pek çok önemli şahsiyetin Batınî olduğunu söyleyerek hayranlık uyandırırlar. *** >> Bu saklı inanç, mezhep tarihçilerine göre Şia’nın ana kollarından biri sayılır. Batınilerin iddialarına göre, nasıl yumurtanın işe yarayan kısmı kabuğu değil içi ise, aynen bunun gibi Kur’an ve hadislerin görünen ve ilk anda anlaşılan manası değil, asıl Batıni manası değerli ve gereklidir. Bu iddianın, yani Batıni düşüncenin sahibi olan fırkaların sayısı oldukça fazla, isimleri de çeşitlidir. Fakat bunların hepsine birden -genel olarak- Cafer-i Sadık’ın oğlu İsmail ve onun soyundan gelenlerin imametini kabul etmelerinden dolayı “İsmailiyye” veya ortak metod dolayısıyla ve batın anlayışından ötürü “Batıniyye” adı tercih edilir. Batıniliği belirli bir mez- hebin özelliği olarak ya da tek başına bir mezhepmiş gibi düşünmek yanlış olur. Değişik mezhepler ve İslam dışı bazı dinsel akımlar içinde de bu yolu benimseyenler vardır. Doğduğu dönemde İslamiyet’te hiçbir ayrı gayrılık yokken halife olarak Hazreti Ali’yi seçmek isteyenlerin “Şiilik” adıyla ayrı bir grup oluşturmasıyla ilk Abbasi Devleti, 906 yılında Suriye ve Irak’taki Karmatları tamamen temizledi. Sonraları Karmatlar, “Müstaliler ve Nizariler” adıyla iki büyük fırkaya ayrıldı. Suriye’de tutunamayan Karmatlar, Bahreyn bölgesinde Ebu Said Hasan idaresinde bir devlet kurdular. Kendinden sonra gelenler burada gizli imamın vekilleri sıfatıyla hüküm sürdüler. 914 yılında Irak’a baskınlar yaptılar. Hacca gidip gelme işini sekteye uğratıp 930 tarihinde de Mekke’yi işgal ederek Kâbe’deki Hacer-ül Esved’i alarak Basra’daki başkentleri El-Ahsa’ya götürdüler. “Kara Taş”, burada 30 yıl kadar tutsak kaldı, fakat 950 yılında tekrar alındı ve eski yerine konuldu. Karmatlar taraftar toplarken Mazdek’in ortaya attığı Marksizm benzeri fikirleri temel aldılar ve çalışan kesime daha iyi bir yaşam vadederek isyana teşvik ettiler. haziran 2014 191 HABERA JANDAARAŞTIRMA Batınilerin davet metotları da ilginçtir. Mükelleb, Batınî olmayanlar arasında bu mezhebi kabul edebilecekleri bulup fikirlerini çelerek kendilerine bağlayan görevlilere verilen addır. İlk önce mükellebler “teferrüs”e başlarlar ki teferrüs, “çengel atılacağı belirlenen kimseleri inanç çemberine almaya uğraşmak” anlamına gelir. Sırada “tenis” metodu vardır. Tenis ise “uzlaşma, uyuşma” anlamındadır. Meşrebinin kendilerine yakın olduğu anlaşılan adamı mükellebler Batıniliğe kabul etmek için hazırlamaya başlar ve “teşkik”e sokarlar. Teşkik, “şüpheye düşürmek” anlamındadır. Mükelleblerin bir işi de Batıniliği kabul edecek duruma gelen kişide şüpheler uyandırmaktır. “batıncı ayrıbaş çekme hareketi” başlamış oldu. Siyasal amaçlı bu ayrılık hareketi, zamanla Müslümanlığın temel ilkelerinden uzaklaşmamakla birlikte, tali inançlarda değişikliğe uğradı. Dört Halife’nin önderliğini kabul etmeyen Şiiler, Hazreti Ali soyundan gelen imamları dinsel önderleri olarak tanıdılar. Bunlardan bir kısmı, 8. yüzyılda altıncı imamdan sonra İsmail’i önder olarak kabul etti ve bunlar “İsmailiyye” adını aldı. Daha sonra bu Şia kolu gizli bir örgüt hâline geldi ve bağlıları, merkezî otoritenin baskısı yüzünden Irak, İran, Hindistan ve Türkistan gibi ülkelere dağılarak, buralarda daha önceden var olan din ve düşünce akımlarından etkilenip kendi inanç sistemlerini oluşturarak İslam dünyasında kesin bir ayrılığa sebep oldular. Ayet ve hadislerin zahirlerinde bulunmayan bazı anlamların mevcudiyetini belirtmek üzere kullanılan batın terimine ve nasları batınî manalarla yorumlama faaliyetine Hicrî 2 ve Miladî 8. asır Şii kaynaklarında rastlamak mümkünse de Batıniyye kelimesinin ilk olarak Makdisi’nin “El Bedvet-Tarih”inde kullanıldığı görüldü. Aslında ilk başta İsmailiyye ile Batıniyye birbirinden ayrı mezheplerdi. İsmailiyye, 9. yüzyılın ilk yarısında ihtilalci bir hareket olarak ortaya çık- 192 haziran 2014 mıştı. Batıniliği Şii-İsmailî kolu saymak da yanlıştır. Zaman içinde İsmaililerden bu görüşü benimseyenler olduğu gibi, başka mezhepleri benimseyenler de oldu. Daha sonraları Ebul Hattab El-Esedi, Batınî tevillerin esaslarını ortaya koydu ve geliştirdi. Bu kişilerin görüşleri Cafer-i Sadık’tan sonra oğlu İsmail’i imam kabul eden fırkanın mensuplarına Meymun El-Kaddah ve oğlu Abdullah vasıtasıyla intikal etti. Böylece İsmailiye, Batınî tesiri altına girdi ve adeta onunla bütünleşti. Artık her ikisi de aynı mezhep kabul edilmeye başlandı. Batınî ayrılıklar Aslında Bâtıniyye’yi gerçek yüzüyle ve ayrıntılı olarak tanıtan kaynaklar son derece azdır. Bunun sebebi, Batınilerin çeşitli ülkelerde ve muhtelif zamanlarda insanları farklı inançlara davet etmeleri ve bu yüzden başka başka isimlerle anılmalarıdır. Nitekim bu inancın sahipleri Irak, Bahreyn, Şam, Mısır, Hindistan, Horasan, İran, Türkistan ve diğer İslam ülkelerinde değişik adlar alagelmektedirler. Alınan bu adlar şu şekilde sıralanabilir: Cafer-i Sadık’ın büyük oğlu İsmail’in imametine inandıklarından dolayı “İsmailiyye”; soylarının Hazreti Fatıma’ya dayandığını iddia etmelerinden ötürü “Fâtımiyye”; Fatımî Devleti’nin kurucusu Ubeydullah’a nisbetleri sebebiyle “Ubeydiyye”; âlem ve imamet anlayışlarında yedili bir sistemi benimsedikleri için “Seb’iyye/Yedi İmamcılar”; hakikatlerin sadece imamdan öğrenileceğine inanmaları nedeniyle “Talimiyye”; kurucularından Hamdan Karmat’a nisbetle “Karmatiyye”; Babek Hurremi’ye tâbi olmaları sebebiyle “Babekiyye”; Mazdek’e uydukları için “Mazdekiyye”; İslam akaidine aykırı fikirler benimsemeleri yüzünden “Zenâdıka”; haramları mubah saydıklarından dolayı “Hurumiyye”; kırmızı giydikleri için “Muhammira”; ahiret hayatını inkâr etmeleri hasebiyle “Melâhide”; Nasır Hüsrev, İbn Nusayr, Anuş Tegin, Ed-Derezi ve Hasan Sabbah gibi liderlere bağlı olduklarından dolayı “Nasıriyye, Nusayriyye, Dürziyye ve Sabbahiyye”; Sabbah’ın kurduğu fedai teşkilatına dayanarak “Fedaiye” ve bu teşkilatın elemanlarının haşhaş içmesinden ötürü “Haşhaşiyye” (Batı dillerine assasion/asasiyan/suikastçı olarak girmiştir) denilmiştir. Batınî düşünce kaynakları Batınî düşüncenin kaynakları hakkında fikir ileri süren araştırmacıları ise şu üç noktada toplayabiliriz: Batınî yazarlara göre, bu davet bizzat Cafer-i Sadık tarafından başlatıldı ve daha sonra oğlu İsmail tarafından devam ettirildi. Ehl-i Sünnet âlimlerine göre Batıniyye’nin menşei Mecusilik, Sabiilik ve Yahudilik gibi eski inanışlar ve bunların “ezoterik, gnostik” kolları sayılır. Bir bakıma Batıniyye, bunların karışımından oluşmuş, İslam dışı bir inanç ve hatta yeni bir din sayılabilir. Bu görüşü destekleyen durum ise, mezhebin önde gelenlerinden Meymun bin Deysan El-Kaddah’ın Mecusiliğe, Hamdan Karmat’ın Sabiiliğe mensup olmasıdır. Ayrıca Mecusilik ile Batıniyye’nin inançları arasında büyük benzerlikler vardır. Çağdaş araştırmacılardan bazılarına göre Batınilik, Yeni Eflatunculuk veya Yeni Pisagorculuk gibi felsefî akımlardan etkilendi. Hatta İsmailiyye’nin önemli kültür oluşumlarından İhvan’üsSafa, bu felsefeden fazlaca faydalandı. İşte bu üç membadan beslenen Batınilik fikrini ortaya atan şahıslara bakacak olursak, karşımıza ılımlı Şii yazarların da kabul ettiği, Yahudi asıllı Abdullah bin Sebe’nin ortaya attığı aşırı fikirler çıkmaktadır. Hazreti Ali’yi ilahlaştıran Sebe, Hazreti Muhammed’in ölmediğini, bir gün mutlaka geleceğini savunmuştu. Onun fikirlerini Muhammed bin Hanefiyye ve oğlu Ebu Haşim’in etrafında toplanan Keysaniyye grupları ilerletti ve Hazreti Muhammed’in vahyin zahirini getirdiğini, sadece Hazreti Ali ve soyundan gelen imamların batın ilmine sahip oldukları için zahiri içinde saklı olan gerçekleri açıklayabileceklerini savundular. Daha sonra Ebu Mansur El-İcli’nin Batıni tevilleri bir doktrin haline getirdiği ve onun ardından gelen Ebul Hattab El-Esedi’ninse bu fikirleri geliştirdiği görülmektedir. Batınî mezhep anlayışı Batıniler kâinatı Batlamyus ve Hukema felsefesine göre kurgularken, mezheplerini ise bu inancı dünyevî bir sistem haline getirmek suretiyle oturttular. Yedi yıldıza karşılık yedi imamı kabul ettikleri gibi, on iki burca karşılık da on iki hüccet kabul ettiler. “Yedi yıldız” dolayısıyla teşkilat yedi dereceye ayrıldı. Bunları şöyle sayalım: Merdivenin tepesindeki kişi imamdır ve imam, batın bilgisine sahip olup Batınilerin reisi konumunda olandır. İmamın altındaki kimse “hüccet” unvanına sahiptir ve hüccet, imam vekilidir, emirleri bizzat imamdan alır. “Zümassa”, süt emen anlamına gelir ve emirleri hüccetten alan kimsedir. Sıradaki görevli “dai ekber” olup, bu en büyük davetçi, yani davetçilerin başkanıdır. “Dai mezun” ise izinli davetçi anlamına gelir ve halkı davet eden, onlardan akid alan dai ekberin emrindedir. “Mükelleb”, avlanmaya alıştırılmış anlamına gelir ve Batıniliğe girebileceklerin fikirlerini çelen, onları daiye teslim eden görevlidir. “Mümin veya müstecib” ise inanmış, davete uymuş kişi anlamında olup, Batınî mezhebine girmiş kimseye de bu ad verilir. Batınî davet ve ilerleyiş Batınilerin davet metotları da ilginçtir. Mükelleb, Batınî olmayanlar arasında bu mezhebi kabul edebilecekleri bulup fikirlerini çelerek kendilerine bağlayan görevlilere verilen addır. İlk önce mükellebler “teferrüs”e başlarlar ki teferrüs, “çengel atılacağı belirlenen kimseleri inanç çemberine almaya uğraşmak” anlamına gelir. Sırada “te- nis” metodu vardır. Tenis ise “uzlaşma, uyuşma” anlamındadır. Meşrebinin kendilerine yakın olduğu anlaşılan adamı mükellebler Batıniliğe kabul etmek için hazırlamaya başlar ve “teşkik”e sokarlar. Teşkik, “şüpheye düşürmek” anlamındadır. Mükelleblerin bir işi de Batıniliği kabul edecek duruma gelen kişide şüpheler uyandırmaktır. Sıra “talik” basamağına gelir. Talik, “ileriye bağlama” anlamındadır. Mükellebler, Batınî anlamları öğrenmek isteyen kişiye henüz vaktin gelmediğini, bunları yalnız imamın bildiğini, ondan mezun olmadan öğrenilemeyeceğini söyleyip bir süre oyalar, umutla umutsuzluk arasında bekletirler. “Rabt” önemli bir basamaktır ve “bağlama” anlamındadır. Mükellebler, verilecek sırları ifşa etmemesi için adaya yemin ettirirler. Teknik olarak “tedlis” ise tamamen yalana dayanır. Tedlis, “karanlıkta bırakma” anlamındadır. Mükellebler, tanışılmasına imkân olmayan pek çok önemli şahsiyetin Batınî olduğunu söyleyerek hayranlık uyandırırlar. Tesis kurmaya gelince… Mükellebler, bu basamakta Batıniliği benimsemiş olan kişiye yorum yapıp Batınî inancına bağlılığını güçlendirirler. “Hâl çıkarmak” basamağında inancın gerekçesi öğretilir. Mükellebler hâl çıkartırken, Batınî yorumları kavrayan, hatta artık kendisi de yorumlar icat eden Batınî bağlısına şeriatın âlem düzenini korumak için kurulduğunu, zahir ehline mit olduğunu, batına ulaşan kişinin artık bunlara bağlı kalamayacağını telkin ederler. İnancın son vuruşu ise “serh”tir. Serh, “deriyi yüzmek, soymak, soyunmak” anlamına gelir. Mükellebler bu dereceye ulaşan kişiye Batınî nazarda “Ne mezhebin, ne dinin, ne imanın bir önemi vardır; bunlar insanın aklından doğmuş şeylerdir” diyerek altın vuruşu yaparlar. İmamet Batınilerin imamlıkla ilgili görüşleri farklıdır. İmamlık, İsmail ve onun çocuklarına geçer, onlardan başka kimse bu makama gelemez. İmam, Tanrı’nın yeryüzündeki halifesidir (Halifetullah). İmam, Tanrı’nın nurunu özünde toplamıştır ve Tanrı niteliğindedir. Tanrı’nın imamda göründüğüne inanmak din gereğidir. İmamın ağzından çıkan her söz bir Kur’an ayeti olup, tanrısal bir buyruk kesinliği taşır. İmam gizlidir, herkese görünmez; bu itibarla gerçek imamın kim olduğunu bilmek kolay değildir. İmam, insan kılığına girmiş ilahtır. Peygamberleri gönderenler de imamlardır. Gizli kalan imamlık, Hazreti Muhammed’in peygamber oluşundan sonra ortaya çıkmış ve gözlere görünür olmuştur. İnsanlık tarihi boyunca gizli kalan, insanlara görünmeyen, Hazreti Muhammed’in peygamberliğiyle ortaya çıkan gerçek imam Hazreti Ali’dir. Ondan sonra gelen Hazreti Hasan, Hazreti Hüseyin, Zeynel Abidin, Muhammed ElBakır, Cafer-i Sadık ve Yedinci İmam İsmail masumdur. İmamlar, hatadan ve günahtan arınmışlardır; asla yanlış yapmazlar. Son masum, İmam İsmail’dir. Kur’an’ın iç anlamını İsmail’den sonra, onun gizli temsilcilerinden öğrenmek gerekir ki bunlara “hüccet” denir. Peygamberlik Batınilerin peygamber- likle ilgili görüşleri de genele uymaz. Onlara göre peygamberler, insanlara farklı emir ve yasaklar getirerek birbirleriyle çelişmişlerdir. Güzel olan bazı hususları insanlara yasaklamış, buna karşılık zor olan bazı hususların yapılmasını emrederek onları gereksiz yükümlülükler altına sokmuşlardır. Bu itibarla İslam dininin ortaya koyduğu kurallar gereksizdir. İnsanın onlara bağlanması ve davranışlarını onlara göre düzenlemesi ise hakikatten uzaklaşması anlamına gelir. İnsanın kemale ermesi, basamak basamak yükselip tanrılaşması için bu gibi engelleri aşması, bu bağlardan kurtulması gerekir. Batıni anlayışa göre Hazreti Muhammed’den sonra da peygamber gelmiştir. Bu nedenle O’nun söylediği sözlerin ilahi bir değeri yoktur, içi boştur ve önemsizdir. Peygamber’in anne ve babası kafir olup, kendisine peygamberlik bildirilmeden evvel putlara kurban kestiği bilinmektedir. Aşırı unsurlar taşıyan bu inançta yedi imama karşılık yedi peygamber vardır. Bunlar Âdem, Şit, Nuh, İbrahim, İsmail, Muhammed ve Ali’dir. Kur’an, Cebrail’in getirdiği bir vahiy değil, Peygamberin kendi sözleridir ve bu yüzden peygamberler natıktır/konuşandır. Kıyamet Batınilerin kıyametle ilgili görüşleri de aşırılıkla doludur. Bu anlayışa göre kıyametin kopması, zamanın imamının ortaya çıkıp yeni bir şeriat getirmesi demektir. Ölen insanın bedeni toprağa karışıp aslına döner, ruhu ise durumuna göre, yani ya devamlı şekilde başka bir bedene girerek cismani âlemde kalır haziran 2014 193 HABERA JANDAARAŞTIRMA Mısır’da hüküm süren üçüncü Fatımi halifesi El-Hakim Ebu Ali el-Mansur, memlekette başarılı bir yönetim kurmasının yanında bazı garip uygulamalarıyla da şöhret buldu. Mesela musikiyi, satrancı, Nil nehri üzerinde gezinti yapmayı ve kadınların dışarı çıkmasını yasakladı. Son emrin tam uygulanabilmesi için kadınlara ayakkabı diken ayakkabıcıları cezalandırdı. Yahudi ve Hıristiyanların Müslümanlardan ayrı giyinme uygulamasını yeniden yürürlüğe koydu ki buna göre Yahudiler boyunlarında bir çıngırak, Hıristiyanlar ise yine boyunlarında iki buçuk kiloluk bir haç taşımaya mecbur tutuldular. veya iyi ruhlarla beraber olur. Bir başka Batıni görüşe göre cennet dünyada mutlu olarak yaşamayı, cehennem ise sıkıntı ve ıstırap dolu bir hayat geçirmeyi ifade eder. Batınî teviller Batıni yorumun en önemli özelliklerinden biri de “sembolizm”dir. Bu yüzden inancın bilginleri sayı, harf, tabir ve hatta kelimelerin farklı yorumlarını yapmışlardır. Lügat manası ile hiç alakası olmayan iddialar ortaya atmışlardır. Mesela Kur’an’da adı geçen “zalüm, çok zalim, cehül, çok cahil” kelimelerinin Hazreti Ebubekir’in ve yine Kur’an’da geçen “şeytan” kelimesinin de Hazreti Ömer’in sembolü olduğunun iddiası yaygındır. Batınilikte “ruh”, sırları saklamak anlamına gelir. Bu inançta zekât, yalnızca kendi mezheplerinden olanlara bilgiler aktarmaktır. İnançta zina ise sırları ifşa etmektir. Harflerin tevili ve onlara uygun manalar bulmak, Batınilerin en çok üzerinde durdukları hususlardandır. Mesela “Muhammed” lafzının harflerinin şekli insanoğluna benzer. İnsanın başı mim’e, kolları ha’ya, bel kısmı mim’e, iki bacağı da dal’a benzer. Yükümlülükler Batınilikteki zahirî manalar bilmeyenler için geçerlidir. 194 haziran 2014 Batıni manaya vâkıf olanlar için dini yükümlülükler kalkar. Bundan dolayı Batıniyye’ye girenlerin namaz, oruç, zekât gibi vazifeleri bulunmaz. Batıniler, bu görüşlerine dayanak olarak şu ayeti gösterirler: “Sana yakin gelinceye, yani ölünceye kadar Rabbine kulluk et.” Buna göre ayette geçen “yakin gelinceye kadar”dan maksat, ibadetin gerçek manasını öğrenmek demektir ki buna göre ibadetin manasını öğrenmiş bir kişi için dini mecburiyetler geçersiz olur. Batınilerin gizlilik esası ise inancın önem arz eden hususlarındandır. Tarih boyunca Batıniler/İsmaililer, karşılaştıkları baskı ve çektikleri sıkıntılar yüzünden kendilerini ve görüşlerini gizlemek zorunda kaldıklarından zamanla gizlemeyi bir mezhep ilkesi haline getirmişlerdir. Mesela önemli bir din, felsefe ve bilim ansiklopedisi olan İhvan’üsSafa’yı İsmailiye filozofları yazdıkları hâlde bunların adları bugüne kadar saptanamamıştır. Siyasî faaliyetleri Tarih içinde Batınilerin siyasî faaliyetler yaptıkları da sabittir. Bu inanca sahip olanların görünen tarihi, 8. yüzyıla kadar uzanmaktadır. O dönemin en önemli şahsiyeti Cafer-i Sadık’tır. Cafer-i Sadık, Caferî fıkhının kurucusu ve İsmailiyye’nin altıncı imamı kabul edilmektedir. Aslında Cafer-i Sadık, uzun süren imamet devresinde çeşitli kesimlere mensup geniş İslam toplumuyla iyi münasebetler kuran, Sünni kaynaklarda da daima hürmetle anılan bir âlimdir. Şiilerin 765 yılına gelindiğinde yavaş yavaş parçalanma sürecine girdikleri görüldü. Çünkü bu yıl içinde Cafer-i Sadık vefat etmiş ve iki ayrı anadan doğan oğulları imamet hususunda anlaşmazlığa düşmüşlerdi. Bir kısım Şii, imamlığın Musa Kazım’a vasiyet edildiğini -ki bunlara “İsnaaşeriyye (12 İmamcılar)” dendi-, diğer bir kısım Şii ise imamlığın İsmail’in hakkı olduğunu savunuyordu -bunlara da “İsmailiyye (Batıniyye)” denmiştir-. Günümüze kadar uzanan iki Şia kolu da böylece tarihteki yerini aldı. Batınilerin ortaya çıktığı döneme bir bakacak olursak şöyle bir sonuçla karşılaşırız: Bu dönemde iktidarda bulunan Emevi idaresinin ırkçılık esasına dayanan baskı mevali politikası huzursuzluk kaynağı olmuş ve böylece ortaya çıkan gayrimemnunlar, Abbasi sülalesine yaklaşmaya başlamışlardı. Bunun sonunda da Abbasiler, idareyi ellerine geçirmişlerdir. Bir taraftan büyük çoğunluğun inanışına uygun politikalar takip eden Abbasiler’in Şiiler’e karşı çeşitli baskılarda bulunması onları gizliliğe itmiş, diğer taraftan da İslam’a muhalif dinlerin mensupları bu harekete destek vererek sahip çıkmışlardı. Ayrıca Emevilerden itibaren seçkin halk tabakasına tanınan imtiyazlar sonucunda toplumdaki sosyal sınıflar arasında uçurumlar meydana gelmiş, böylece halkın çeşitli siyasî-dinî hareketlere itilmesine uygun bir zemin hazırlanmıştır. Batıniler, 765’ten itibaren İslam dünyasının birçok bölgesinde yoğun propaganda faaliyetine başladılar. Gittikleri yerlerde önce ibadet ve tasavvufla uğraşarak yöre halkına tasavvuf ehlindenmiş gibi görünüp yeni Müslüman olmuş pek çok kişiyi kandırdılar. Cahil halka ihtilaf ve şüpheye düşürücü sorular sorarak fitne tohumları ektiler. Hatta bu yörelerde çeşitli isimler altında devletler kurdular. 9. yüzyılın sonlarında Kaddah Meymun bin Deysan tarafından başlatılan faaliyetler, Hamdan El-Karmat’ın Kufe ve Basra’daki başarısı, Fars, Rey, Horasan ve Maveraünnehr ile Sicistan’daki propagandalar takip etti. Yemen ve Sind’de başlayan hareketler Kuzey Afrika’ya kadar sıçradı. Burada Ebu Abdullah Eş-Şii’nin 893’teki başarısı ile Fatımî Devleti’nin temelleri atılmış oluyordu. Karmatiler Bir başka Batınî hareket de “Karmatiler” idi. ŞiiBatıniyye’nin bozuk bir kolu olan Karmatilik, 9. Yüzyılda, Kufe’de tüccarlık yapan Hamdan El-Karmat tarafından ortaya atıldı. Çevresinde cahil kimseleri toplayan Karmat, halkı Abbasi halifeliğine karşı isyana teşvik etmeye başladı. Nihayet 890 yılında, Suriye’de bir isyan çıkardı. Suriye şehirlerinde çok büyük bir gaddarlık ve şiddetle hare- kete geçti. Yalnız Şam, onların kuşatmalarına karşı koydu. Bu muhasara sırasında (901) Karmat öldü. Yerine geçen halef Ebu Abdullah Ahmet, iki yıl Bağdat’ta tutulduktan sonda idam edildi. Abbasi Devleti, 906 yılında Suriye ve Irak’taki Karmatları tamamen temizledi. Sonraları Karmatlar, “Müstaliler ve Nizariler” adıyla iki büyük fırkaya ayrıldı. Suriye’de tutunamayan Karmatlar, Bahreyn bölgesinde Ebu Said Hasan idaresinde bir devlet kurdular. Kendinden sonra gelenler burada gizli imamın vekilleri sıfatıyla hüküm sürdüler. 914 yılında Irak’a baskınlar yaptılar. Hacca gidip gelme işini sekteye uğratıp 930 tarihinde de Mekke’yi işgal ederek Kâbe’deki Hacer-ül Esved’i alarak Basra’daki başkentleri El-Ahsa’ya götürdüler. “Kara Taş”, burada 30 yıl kadar tutsak kaldı, fakat 950 yılında tekrar alındı ve eski yerine konuldu. Karmatlar taraftar toplarken Mazdek’in ortaya attığı Marksizm benzeri fikirleri temel aldılar ve çalışan kesime daha iyi bir yaşam vadederek isyana teşvik ettiler. Karmatlar bugün Bahreyn, Yemen, Horasan ve Suriye’de varlığını sürdürerek Şiilik üzerinde etkili olmaya devam ediyorlar. Bu fırka, Ehl-i Sünnet’e göre aşırı inanç ve sapıklıkları nedeniyle İslam dışı kabul edilmiştir. Fatımîler Tarihte bir başka Batınî hareket olaraksa Fatımiler karşımıza çıkmaktadır. Aslen Mecusi olan Meymun ElKaddah’ın neslinden gelen Ubeydullah bin Said’in etrafında toplanan, kendilerinin Hazreti Fatıma’nın neslinden geldiklerini iddia edenlerin Mısır, Kuzey Afrika, Filistin ve Suriye’de 910-1171 seneleri arasında hüküm sürdükleri görülmektedir. Ashab düşmanlığı fikrini yaymaya çalışan bu hanedana Fatımiler denildi. Fatımi Hanedanı, İslam akidelerini tefsir ederek kendi politik gayeleri için kullanmasını bilen İsmailiyye fırkasının propagandasını yapıyordu. Fatımilerin temelini atan Muhammed El-Habib, 890 senesine doğru Halep yakınındaki Selemiye’ye yerleşerek Dailer vasıtasıyla kendi soyundan beklenmekte olan Mehdi için taraftar toplamaya başladı. Öncelikle Berberileri kendine bağladı ve onlar arasından bir ordu kurdu. Bu orduyla 909’da Ağlabilerin hükümet merkezine girerek devlet yönetimini eline aldı. Böylece kendi devletinin altyapısını oluşturdu. Fatımi Devleti’nin asıl kurucusu olan Ubeydullah Mehdi ise 910 yılında tahta çıktı ve kendini “Mehdi” ilan etti. Bu arada Abbasi Halifeliği’ni tanımadığını ve kendisinin tek halife olduğunu açıkladı. Yörenin yerli halkı olan Berberilerin desteğiyle egemenliğini güçlendirdi ama büyük bir ordu kurmak amacıyla koyduğu ağır vergiler yüzünden kısa sürede halkın güvenini yitirdi. İlk müttefikler olan Berberiler, yeni durumdan mustarip oldukları için isyan ettilerse de yenildiler. Bu isyandan sonra Fatımi ordusunda Slav kökenli paralı askerler tercih edilmeye başlandığı görülmektedir. Fatımilerin başkentleri, Tunus’ta kurdukları Mehdiye şehriydi. Buradan düzenledikleri deniz seferleriyle Sicilya’yı fethettiler ve kara seferleriyle Libya’yı aldılar. 969 yılında Türk İhşidoğulları bu devleti yıktı ve Kuzey Afrika’yı tamamen ele geçirdi. Mısır’da hüküm süren üçüncü Fatımi halifesi ElHakim Ebu Ali el-Mansur, memlekette başarılı bir yönetim kurmasının yanında bazı garip uygulamalarıyla da şöhret buldu. Mesela musikiyi, satrancı, Nil nehri üzerinde gezinti yapmayı ve kadınların dışarı çıkmasını yasakladı. Son emrin tam uygulanabilmesi için kadınlara ayakkabı diken ayakkabıcıları cezalandırdı. Yahudi ve Hıristiyanların Müslümanlardan ayrı giyinme uygulamasını yeniden yürürlüğe koydu ki buna göre Yahudiler boyunlarında bir çıngırak, Hıristiyanlar ise yine boyunlarında iki buçuk kiloluk bir haç taşımaya mecbur tutuldular. Bu hırslı adam, daha da ileri giderek kendisinin bir mabut olduğunu iddia etti. Ölümünden sonra Muhammed bin İsmail ed-Dürzi ve halefi Hamza bin Ahmet, “Dürzilik” adlı yeni bir mezhep/tarikatın propagandasını yaptılar. Fatımiler, 11. yüzyıla geldiklerinde artık Abbasileri yok etme zamanının geldiğini düşünerek 1058’de şiddetli bir çatışmaya girdiler. Bu çatışma sonunda Bağdat Selçuklu askerî valisi şehri terk etmek zorunda kaldı. Beyaz Şii bayrağı taşıyan Fatımi ordusu Bağdat şehrini işgal etti. Fatımi askerleri, birçok kadıyı ve bilim adamını tutsak aldılar. Fatımi halifesi Mustasır adına Şii hutbesi okunduktan sonra ezana Şii simgesi olan “Hayy ala hayriamel” (“Haydi hayırlı iş yapmaya!”) cümlesi ilave edildi. Tüm bu olaylar karşısında tutunamayan Abbasi Halifesi Kaim Biemrillah sarayını terk etti ve Selçuklulardan yardım istedi. Sultan Tuğrul, İbrahim Yunal’ı bertaraf ettikten sonra Bağdat’ı kurtarmak için harekete geçti. O Bağdat’a yaklaşırken, Fatımi komutansa bir yıldır işgal ettiği Bağdat’tan kaçtı. Bağdat’ı teslim alan Selçuklu Sultanı Halife’yi tekrar tahtına geçirdiğinde tarihler 1060’ı gösteriyordu. Peşine düşen Tuğrul Bey, Fatımi komutan ve yanındakileri yakalatıp öldürttü ve böylece Ortadoğu’ya sıçrama teşebbüsünde bulunan Fatımi tehlikesi Türk Sultan tarafından bertaraf edilmiş oldu. 1121 yılına gelindiğinde Fatımiler hızla çöküşe doğru gidiyordu. Paralı askerler arasında lakayt davranışlar başlamıştı. Bu arada Haçlılar Kudüs, Irak ve Suriye’nin bir bölümünü ele geçirmiş, aynı dönemde Atabeyler hızla yükselişe geçmişlerdi. Batıniliğin yok edilmesini ve Türk devletleri için son derece tehlikeli olan Fatımi Devleti’nin ortadan kaldırılmasını kendisine amaç edinen Selahaddin Eyyubi ve amcası Şahruh, 1174 yılında bu devleti yıkarak kendi Sünni devletlerini kurdular. Nihayet Kuzey Afrika’ya 340 yıla yakın egemen olan Şii Fatımi idaresi yıkılarak yok oldu. Fatımiler, Mısır’ı aldıktan sonra ekonomik ve toplumsal manada başarılar kazanmışlardı. Mısır, onların zamanında Hindistan’ı Akdeniz’e bağlayan önemli bir ticaret merkezi hâline geldi. Yörede denizcilik canlandı. Fatımi idarenin kurduğu Kahire, kısa zamanda Bağdat’ı kültürel ve ticarî alanda geri bıraktı. Ünlü El-Ezher Medresesi’ni kuranlar da Fatımiler oldular. Buna rağmen halkın çoğunun Sünni mezheplere bağlı olduğu Kuzey Afrika’da Şii Fatımilerin etkisi uzun süreli olmadı ki yıkılışlarından kısa bir süre sonra tüm izleri silindi. haziran 2014 195 HABERA JANDAARAŞTIRMA Marco Polo’nun seyahatnamesinde anlattığına göre, Şeyh’ül Cebel, Alamut Kalesi’nde gizli bahçeler inşa ettirmişti. Bu bahçeler Kur’an’da tasvir edilen cennet bahçeleri gibi tezyin edilmiş olup, içinde bal, şarap çeşmeleri, envai çeşit meyveler, sebzeler ve raksta mahir, güzel ve genç kızlar da vardı. Haşhaş verilen kendinden geçmiş fedai adayları bu bahçelere götürülür ve her istekleri yerine getirilirdi. Daha sonra bahçeden çıkarılan delikanlılara girdikleri yerin cennet olduğu ve sonsuza dek orada kalmak istiyorlarsa bunun ancak bir Sünni’nin öldürülmesiyle gerçekleşebileceğini telkin ediyorlardı. Haşhaşın etkisiyle sarhoş olan gençler, bu isteği zevkle kabul ediyor ve kutsal saydıkları hançerlerle düşmanlarını öldürmeyi, hatta yakalanıp lime lime olmayı sahte cennete dönmek uğruna göze alabiliyorlardı. Haşişiler Bir başka Batıni kolu olarak karşımıza Haşişiler çıkmaktadır. Sözlükte “kuru ot” anlamına gelen “haşiş” kelimesi, sonraları Müslümanlarca uyuşturucu özelliği bilinen Hint keneviri ve bundan elde edilen esrar için kullanılmıştı. “Haşişiler”, haşişi (esrar içen, esrarkeş) kelimesinden türetilmiş topluluk ismidir. Bu tabir ilk defa 11. yüzyılın ikinci yarısında kullanılmış olup, daha sonra Nizari İsmaililerine ad olarak verilmiştir. İran ve Suriye’de faaliyet gösteren İsmailî gruplara Haşişiler denilmekle beraber, Hasan Sabbah’ın Batıni fikirlerinin yayılmasında gösterdiği gayretler sonucu bunlara Sabbahiyye de denir. Hasan Sabbah, kurduğu gizli teşkilatla hem tarihteki ilk terör örgütünün yaratıcısı olmayı, hem de bu örgütle Büyük Selçuklu İmparatorluğu ile birlikte tüm İslam dünyasını iki yüz yıl boyunca uğraştırmayı başarmıştır. Hasan Sabbah Bir Batıni şeyhi olan Hasan Sabbah’ın, 1046-47 veya 1053-54 yılında İran’da İmamiyye Şiası’nın önemli merkezlerinden biri olan Kum şehrinde doğduğu rivayet edilir. Âlim kişiliğiyle tanınan babası Ali bin Muhammed, İmamiyye Şiası’nın önde ge- 196 haziran 2014 len simalarından biriydi. Baba, oğlunun eğitimiyle yakından ilgilendi ve özellikle felsefî ilimler, kelam, mantık, fıkıh ve riyaziyyat sahasında köklü bilgi kazanmasını sağladı. Hasan Sabbah’ın Selçuklu Veziri Nizamülmülk ile Ömer Hayyam’ın arkadaşı olduğu ve birlikte aynı hocanın derslerine devam ettikleri, aralarından kim daha önce ikbal ve servete ulaşırsa onun diğerlerine yardım edeceğine dair yeminleştikleri, Nizamülmülk vezir olunca Hasan Sabbah’a valilik teklif ettiği ancak onun merkezden uzaklaşmamak için sarayda bir görev istediği ve bu isteği kabul edilince Nizamülmülk’ün onu Sultan Melikşah’ın gözünden düşürüp saraydan uzaklaştırdığı ve Hasan Sabbah’ın da Mısır’a kaçtığı rivayet edilmektedir. Bu zayıf bir rivayet olsa da o yıllar için söylenmiş şu söz pek yerinde olur: “Binli yılların başlarında çağı etkilemiş üç İranlı vardır: Dünyayı gözlemlemiş olan Ömer Hayyam, dünyaya hükmetmiş olan Nizamülmülk ve dünyayı titretmiş olan Hasan Sabbah…” Henüz yedi yaşında iken ilme istidadı görülen Hasan Sabah, özellikle din âlimi olmak istiyordu. Bunun için 9. yüzyıldan itibaren dailerin önemli faaliyet merkezi haline gelen Rey şehrine yerleşerek tahsiline burada devam etti ve 17 yaşına kadar ailesinin mensup olduğu İmamiyye Şiası’na bağlı kaldı. Bir gün Emire Zarrab adlı bir Fatımi daisiyle karşılaştı ve onun konuşmalarından etkilenerek İsmailiyye mezhebine intisab etti. Bunun üzerine Mısır’a giden Hasan Sabbah, DarülHikme’de İsmailî mezhebi öğretisi üzere eğitim gördükten sonra Halife Müstansır Billah kendisini hüccet (vekil) seçti ve Horasan’da kendisi adına davette bulunmasını istedi. Hasan Sabbah, Müstansır Billah’tan sonra hilafet makamına büyük oğlu Nizar’ın, vezir Bedr El-Cemali ise küçük oğlu Müstali’nin geçmesini istiyordu. Bedr El-Cemali ile arasındaki anlaşmazlıktan dolayı 1081’de Mısır’ı terk eden Hasan Sabah, İsfahan’a gelerek 9 yıl boyunca bütün İran’ı dolaşıp Batıniliğin propagandasını yaptı. Daha sonra dikkatini İran’ın kuzeyine, Hazar Denizi sahillerine çevirdi. Burada başına buruk yaşayan savaşçı bir kavim oturuyordu. Hasan Sabbah üç yıl süreyle uğraşarak yöre halkını kendi safına kattı. 1090 yılına gelindiğinde ise müstahkem bir kale olan Elbruz dağ silsilesi üzerinde bulunan Alamut’u satın alarak buraya yerleşti. Böylece İsmailî Devleti kurulmuş oldu. Yaptırdığı yeni tahkimat ve yiyeceklerin uzun süre bozulmadan saklanabileceği depolarla kaleyi kuşatmalara dayanıklı, ele geçirilemez hale getirdi. Alamut, “aluh” ve “amut” kelimelerinden geliyor ve “kartalın dersi” anlamını taşıyordu. Daha sonra bazı araştırmacılar bu deyimi “kartal yuvası” diye tercüme de etmişlerdir. Alamut’tan sonra çevredeki birçok sarp kale de Sabbah güçleri tarafından ele geçirilmeye başlandı. Bundan sonra İsmaililer, dailer yoluyla hızla hareket edip halkı kendi taraflarına çekmeye ve kendilerine muhalif olan din ve devlet adamlarını büyük bir ustalıkla öldürmeye başladılar. Şeyh’ül Cebel lakaplı Hasan Sabbah, bu cinayetler için haşhaşla kandırılmış genç fedailerini kullanıyordu. Marco Polo’nun seyahatnamesinde anlattığına göre, Şeyh’ül Cebel, Alamut Kalesi’nde gizli bahçeler inşa ettirmişti. Bu bahçeler Kur’an’da tasvir edilen cennet bahçeleri gibi tezyin edilmiş olup, içinde bal, şarap çeşmeleri, envai çeşit meyveler, sebzeler ve raksta mahir, güzel ve genç kızlar da vardı. Haşhaş verilen kendinden geçmiş fedai adayları bu bahçelere götürülür ve her istekleri yerine getirilirdi. Daha sonra bahçeden çıkarılan delikanlılara girdikleri yerin cennet olduğu ve sonsuza dek orada kalmak istiyorlarsa bunun ancak bir Sünni’nin öldürülmesiyle gerçekleşebileceğini telkin ediyorlardı. Haşhaşın etkisiyle sarhoş olan gençler, bu isteği zevkle kabul ediyor ve kutsal saydıkları hançerlerle düşmanlarını öldürmeyi, hatta yakalanıp lime lime olmayı sahte cennete dönmek uğruna göze alabiliyorlardı. Çok zeki bir insan olan Hasan Sabbah, yanındaki taraftarlarıyla birlikte koskoca Selçuklu İmparatorluğu ordusunun karşısında tutunama- yacağını bildiği için böyle bir yol seçmişti. Devlet içinde terör estiriyor, düşmanlarını profesyonelce işlenmiş cinayetlerle yıpratmaya çalışıyordu. Batıniler ve Selçuklu Türk Devleti ilişkileri başlı başına bir konudur. Selçuklular, İsmaili tehdidine kuvvet yoluyla karşı koymaya ilk kez 1092’de başladı. Selçuklu Sultanı Melikşah, Emir Arslantaş komutasındaki bir orduyu Alamut’a gönderdi. Emir Arslantaş’ın Alamut’u kuşattığı sırada, kalede Hasan Sabbah 60-70 kadar adamıyla beraberdi ve erzakları yetersizdi. Selçuklu ordusu başarı sağlamak üzereyken Kazvin’den Alamut’a yardım için gelen Hasan Sabbah taraftarları kaleye gizlice girmeyi başardılar. 1092 yılının sonuna doğru bir gece aniden İsmaililer, Arslantaş’ın ordusuna hücum etti ve bozguna uğrattılar. Bu sırada Sultan Melikşah’ın ölüm haberi geldiğinden ötürü sefer başarısızlıkla sonuçlanmış oldu. Bu başarıya rağmen İsmaililer durmuyor, kendi adlarını taşıyacak olan adam öldürme sanatında ilk adımı atarak dünyada ses getirecek bir suikast planlıyorlardı. Kendilerine kurban olarak Selçuklu’nun güçlü veziri Nizamülmülk’ü seçmişlerdi. Büyük vezirin, Sabbah isyanın büyümesini önlemek ve uyuşturucu kullanımını kökünden kazımak için gösterdiği çabalar, onu İsmaililerin en tehlikeli düşmanı haline getirmişti. Nihayet 16 Ekim 1092 Cuma gecesi, Nizamülmülk’ün sarayına “Ebu Tahşr Arrani” adlı fedai, sufi kılığına girerek tahtırevanına yaklaştı ve bir hançer darbesiyle onu yaraladı, vezir öldü. Böylece birçok hükümdarı, generali, valiyi ve hatta İsmailî öğretileri kınamış olan ilahiyatçıları ölüme götürecek bir dizi saldırı başladı. Bir Arap vakanüvisinin anlattığına göre, “hiçbir kumandan veya subay, evinden korumasız olarak ayrılmaya cesaret edemiyor, hepsi elbiselerinin altında birer zırh taşıyordu”. Bu yüzden İsmailî karşıtları, onlardan bir tanesinin bile öldürülmesini 70 imansız Rum’un öldürülmesinden daha hayırlı görüyorlardı. 1092’de Melikşah’ın yerine geçmiş olan Sultan Berkyaruk’un zamanının çoğunu, kardeşi Sencer tarafından desteklenen üvey kardeşi Muhammed Tapar ile düştüğü anlaşmazlık doldurduğu için İsmaililerle mücadeleye daha fazla zaman ve para harcaması mümkün olmuyordu. Hatta Beryaruk’un, düşmanlarının aleyhine olması hasebiyle İsmailî faaliyetlerine müsamaha gösterdiği ve el altından onların yardımını istediği iddiaları da vardır. 1100 senesinde Berkyaruk’un, kardeşi Muhammed Tapar’ı yenilgiye uğrattığı fakat İsmailî güç merkezlerine saldırmak için hiçbir ciddi gayret göstermediği ise bu iddiaları güçlendirmektedir. Berkyaruk’un ölümünden sonra, 1105’te halefi Muhammed Tapar, İsmailileri alt etmek için kesin karar almıştı. Bu sebeple devletin dört bir yanında İsmaililere karşı faaliyete başlandı. 1118 yılında İsmaililerin esas merkezi olan Alamut Kalesi’ne yapılan kuşatma tam da başarıya ulaştığı sırada Sultan’ın ölüm haberinin gelmesi üzerine kuşatma kaldırıldı. Üstelik İsmaililer, Sultan’ın ordusunun bıraktığı her türlü erzak, silah ve savaş malzemesini kaleye taşıma fırsatını buldular. Sultan Muhammed’in 1118’deki ölümü, Selçuklular arasında şiddetli bir mücadele dönemininin başlamasına da yetti. Haşişiler, durumlarını iyileştirmek için bu mücadelelerden yararlanmasını çok iyi bildiler. Nihayet devletin doğu bölgelerini idare etmiş olan Sencer, Selçuklu şehzadeleri üzerinde belli bir üstünlük sağlamaya muvaffak oldu. Bu arada İsmaililer, yıkıcı faaliyetlerinden bir müddet vazgeçerek güçlerine güç katmayı ve siyasî anlamda kendilerini tanıtmaya öncelik vermişlerdi. Sultan Sencer, bu durum karşısında daha temkinli davranmayı yeğliyordu. Cüveyrî, bir rivayetinde Sencer’in İsmailî bağımsızlığı karşısında gösterdiği hoşgörünün gerekçesine değinir. Buna göre Hasan Sabbah, barış istemek üzere Sultan’a elçiler göndermişti fakat hediyeleri reddedilmişti. Bu sırada Sabbah’ın adamları, külliyetli bir miktar para karşılığında hizmetçilerden birini elde etmişlerdi. Gizli bir yolla hizmetçiye bir hançer gönderildi. Hizmetçi, uygun bir gecede hançeri sultanın yatağının başucuna sapladı. Sultan uyandığı vakit hançeri görünce korkuya kapıldı, fakat kimden şüpheleneceğini bilemediğinden işi gizli tutmaya karar verdi. O zaman Hasan Sabbah, sultana aşağıdaki mesajı ileten bir elçi gönderdi: “Ben sultanın iyiliğini istememiş olsaydım, sert bir yere saplanmış olan bu hançer, kendisinin yumuşak göğsüne batırılmış olurdu.” Bunun üzerine Sultan korkuya kapıldı ve o andan itibaren Alamut Hâkimi ile barış yapma yolunu seçti. Kısacası Sultan, bu komplodan sonra onlara saldırmaktan vazgeçti ve Sencer’in saltanatı boyunca İsmaililerin davası gelişme gösterdi. Nihayet 1124 ilkbaharında Hasan Sabbah öldü, fakat onun ölmesiyle başlattığı harekât sona ermedi. Ondan sonra gelen Alamut hâkimleri, işi daha da azıtarak İslam’dan tamamen koptular. 1256 yılına gelindiğinde ise doğudan gelen Cengiz Han torunları, önlerine çıkan her şeyi silip süpürdükleri gibi Alamut Kalesi’ni de zaptederek Haşişiler’in egemenliğine son verdiler. Haşişilerin, yani Batınilerin Ortadoğu hayatına etkileri oldukça fazladır. Bunlar, iki yüzyıl boyunca İslam dünyasında terör havası estirdiler ki Selçuklu Devleti bir yandan Haçlılarla uğraşırken bir yandan da onlarla uğraşmak zorunda kaldı. Ülkenin değerli insanları öldürüldü ve bu durum, İslam dünyasının yerinde saymasına etki etti. Mezhep ayrılıkları had safhaya ulaştı, Şii-Sünni ayrımı kuvvetlendi ve esas Sünni akide büyük bir tehlike altına girdi. Günümüzde Lübnan dağlarında yaşayan Nusayriler ve Ürdün vadisinde yaşayan Dürziler o zamanın kalıntıları olup, Batınî fikirler taşıyan ve Sünnilerden apayrı görüşlere sahip cemaatlerdir ki çok katı dinî inançlara sahiptirler. Batınilik propagandasına karşı koymak ve Sünni akideyi korumak üzere Selçuklu Veziri Nizamülmülk tarafından Bağdat’ta Ortaçağın en iyi eğitim kurumları olan Nizamiye Medreseleri kuruldu. Bu da Batınî kasırganın sonucunda ortaya çıkmış tek olumlu gelişme olarak tarihe geçti. Haşişilere verilen isimlerden Haşhaşin, Haçlılar vasıtasıyla Avrupa’ya “assassin” şeklinde taşındı ve Haçlı literatürü ile Yunan-Yahudi metinlerine girdi. Bu kelime günümüzde de “suikastçı, katil” anlamını taşımaktadır. haziran 2014 197 haberajanda Dosya Daha sonrasında bu 13 bağımsız koloni, ABD bayrağından anlaşılacağı üzere 50 eyaletten oluşan Amerika Birleşik Devletleri’ni meydana getirdi. Devletin kuruluşuyla birlikte bugünü ve yaşayışı ile kutsal müttefik İsrail arasında -tam olarak resmî anlamda tarihî değilse de- organik değer ifade eden bağlar mevcut. Belki de bu başlangıç, şimdiye kadar söylenegelen “ABD ne demekse İngiltere odur; ABD neredeyse orada İngiltere vardır” iddiasına ters düşen bir nitelik taşıyor. Hatta belki de gerçeğin ta kendisi… *** Ülkemizde her ne kadar Sevr’in yırtılıp Lozan’ın zaferinden bahsediliyor olsa da 1916 yılı, Mısır’da bir araya gelen bir İngiliz ile bir Fransız diplomatın anlaşmasını işaret eder bize: İngiliz Mark Sykes ile Fransız François Georges Picot gizli sözleşmesi... *** Irak petrollerini kamulaştırdığını ilan eden Saddam Hüseyin, bölgede günden güne ağırlığını hissettiren ve SSCB ile dünyanın iki kutbundan biri olan ABD’ye ters düştü. Elbette bu terslik, Saddam’ın SSCB’ye daha da yakınlaşmasını getirecekti. Yani İngiltere açısından her şey yolundaydı. ABD bölgenin petrollerine sulanıyor, “Asıl sahip benim!” diyen İngiltere’ninse eli armut toplamıyordu. *** Türkiye’nin tartışmalı 1 Mart tezkeresi ile yollarını tıkadığı ABD’nin Irak’a girişinde yanındaki tek ülke İngiltere’ydi. Peki, İngiltere bu işgal sırasında ne yapmıştı? *** El-Kaide lideri Zevahiri, IŞİD’in kendileriyle ilgili olmadığını ilan eden bir ses kaydı yayınlattı. Yapılan açıklamayı dikkate alma- 198 haziran 2014 Gayrimeşru marji 4 “Bağımsızlık” TEMMUZ 1776, The Independence Day… Türkçe tercümesiyle “Bağımsızlık Günü”, 13 Amerikan kolonisinin United Kingdom unvanıyla maruf İngiltere’den bağımsızlığını ilan ettiği tarihin adı… Bağımsızlık, Amerikalılar için de her millette olduğu kadar kutsal bir olgu. Zira bunun için büyük bir savaş ve dolayısıyla bedel ödemişler. 1775-1783 yılları arasında, yani 8 yıl süren savaşta Kuzey Amerikalı 13 göçmen koloni, İngiliz Kraliyet hegemonyasından resmen kopmanın, yani kendi özgürlüklerini elde etmenin peşine düşmüşler. Daha sonrasında bu 13 bağımsız koloni, ABD bayrağından anlaşılacağı üzere 50 eyaletten oluşan Amerika Birleşik Devletleri’ni meydana getirdi. Devletin kuruluşuyla birlikte bugünü ve yaşayışı ile kutsal müttefik Muhsin Selçuk Bayındır [email protected] yan IŞİD liderliği, Suriye’de kendine tâbi olmayan muhaliflere karşı operasyonlar yapmaya başladı. Öyle ya, sanılıyordu ki IŞİD, o günlerde Özgürlükçülerin en önemli milis kuvvetlerinden biriydi. Zira Türkiye’de özellikle Hatay ve Reyhanlı’da örgütlenen Baasçı akılların sosyal ağlarda yaydığı yalan haberlerde IŞİD adlı örgütten yola çıkarak muhaliflerin insancıl hiçbir yapılarının olmadığı ve sadece katliamlara imza attıkları vurgulanıyordu. Hâlbuki gerçek farklıydı. *** IŞİD, 2014 Mayıs’ında rejim güçlerine karşı büyük bir saldırı düzenleyerek birçok bölgeyi ele geçiren Ahrar’uş-Şam Topçu Tugayı komutanı Ebu Mikdat’ı boğazını keserek infaz etti. IŞİD’in Hıristiyan din adamlarına yönelik infazları ise Batı’da özgürlükçü muhalifler hakkındaki olumsuz izlenimi arttırmaya yetti. *** nal bir çıktı: IŞİD İsrail arasında -tam olarak resmî anlamda tarihî değilse de- organik değer ifade eden bağlar mevcut. Belki de bu başlangıç, şimdiye kadar söylenegelen “ABD ne demekse İngiltere odur; ABD neredeyse orada İngiltere vardır!” iddiasına ters düşen bir nitelik taşıyor. Hatta belki de gerçeğin ta kendisi… ABD namıyla dünyada formatçı nitelik taşıyan bir yapılanmaya girişimin adı olan bu teşebbüs, Birinci Dünya Savaşı’nda eli uzak- ta kalmış olsa da yatırımlarını doğrudan geleceğe göre hesaplayan bir sistemi oturtmaya, hatta 4 Temmuz 1776’da ilan ettiği bağımsızlığın sürekli şekilde devam edeceğini gitgide hissettirmeye başlamıştı. Öyle ya, yalnız kendi bağımsızlığının değil, gözünü diktiği tüm coğrafyaların bağımsızlığının derdi içindeydi(!). Vietnam, Afganistan, Irak ve tekrar Afganistan ve de tekrar Irak gibi… ABD hangi toprağa bağımsızlık kazandır- Çok sayıda aşiret üyesinin hukuksuz tutuklama ve idamlarla cezalandırılması, Musul, Felluce, Ramadi ve Enbar gibi şehirlerde, yani söz konusu aşiretlerin güçlü olduğu bölgelerde isyana neden oldu. 6 örgütten 4’ünün IŞİD ile güç birliği kurması ise bu yüzden kaçınılmaz hale gelmiş, Merkezî yönetimin belkemiği hükmündeki toprakların bu örgütlerce alınacağı görülür olmuştu. Bu noktada Türkiye için hep konuşulan Musul ve Kerkük şehirleri bir hülya gibi dururken, diğer tarafta Suriye’deki Türkmen şehirleri Hama ve Humus’un yanında Irak’ta Tuzhurmatu, Süleymaniye, Selahaddin ve Telafer IŞİD operasyonlarıyla çalkalanıyor, Türkmen soydaşlarımız Şii oldukları gerekçesiyle ya katliama ya da sürgüne maruz kalıyorlardı. haziran 2014 199 haberajanda Dosya ma bahanesiyle gittiyse, kendi 4 Temmuz bağımsızlığını uzatmanın hesaplarını yapıyordu. Ancak bağımsızlığı için sürekli savaştığı Birleşik Krallık ise her zaman ensesindeydi. Bunun için Irak’ın Birinci Dünya Savaşı ile Saddam Hüseyin dönemi arasındaki süreci kısaca analiz ederken Irak-Şam İslam Devleti hesabının hangi hesaplarca ciro ettirildiğini öğrenmenin farklı tezlerini 360 derecenin her açısından bakarak değerlendirmemiz mümkün. Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı Devleti’nin canına kast edilen bütün unsurları barındırıyordu. Zira Ulu Hakan’dan her şey istenmiş ve bu dilekler sürecinde her şey denenmiş, fakat Cennet Mekân’ın olumlu bir cevabı alınamamıştı. Hatta o, yaptırdığı bazı analizler neticesinde Musul ve Kerkük’ü kendi öz geliriyle tapulamış, basireti ile bütün yolları tıkamıştı. Bütün yolların tıkandığı manzarada tek nokta görünüyordu: Abdülhamid’in düştüğü ve Avusturya Veliahdına yapılacak suikastla girilen başlangıç süreci… Cihan Harbi’nin Araplara vadedilen kısmında bir Büyük Arap Krallığı yatıyordu. Bunun için yapay bir mezhep üretmenin dahi teknik imkânlarını elde eden İngiltere, karşısında aynı bölgede söz sahibi olmayı önemseyen bir Fransa bulmuştu. Doğru, onlar bu savaşta müttefiktiler. Yalnız çıkar eşitliğini sağlamak üzereydi bu ittifak. Fransa, bu tabloda İngiltere’nin ilk kez karşısında değildi. O güne kadar önce Amerikalı 13 koloninin bağımsızlığı için İngiltere’yle savaşan Fransa, ünlü Waterloo Muharebesi’nde de Prusya ile anlaşan İngiltere’ye karşı yine çarpışmadaydı. Sykes-Picot Ülkemizde her ne kadar Sevr’in yırtılıp Lozan’ın zaferinden bahsediliyor olsa da 1916 yılı, Mısır’da bir araya gelen bir İngiliz ile bir Fransız diplomatın anlaşmasını işaret eder bize: İngiliz Mark Sykes ile Fransız François Georges Picot gizli sözleşmesi. Bu anlaşmaya göre hiçbir etnik ve dinî temel gözetilmeksizin, enlem-boylam hesabıyla yapılan bir paylaşımla Fransa’ya Suriye ile Lübnan, İngiltere’ye de Irak, Ürdün ve Filistin ciro ediliyordu. Savaşın ardından İngiltere’nin Irak’ı doğrudan yönetmek istemesi, özellikle Irak Şia’sının gösterdiği tepkiyle zor bir tecrübeyle karşılaşabileceğini göstermişti. Belli ki bu toprakları yönetmek için başka yollara başvurulacaktı. Sünni Arap milliyetçiliği üzerine inşa edilen yeni yönetim, bölgede bulunan Şiileri, Kürtleri ve Türkmenleri baskı altında tutma tercihini kullanmakta ısrarcıydı. İlerleyen yıllarda girilen entegrasyon sürecindeki Sünni-Şii evlilik ve ticaretleri her ne kadar olumlu görünse de tabloda kayda değer bir değişim olmuyordu. İkinci Dünya Savaşı ile bloklaşan dünyada Türkiye’yi kendine örnek alan Irak yönetimi, savaşa girmeden uzaktan izlemeyi, sonuçlara göre hareket etmeyi benimsemiş ve söz konusu bloklaşmada savaşın bölge hâkimi görünümündeki SSCB’den tarafta yer almıştı. Yani Fransa’ya karşı vaktiyle İngiltere’nin birlikte olduğu Ruslardan yana… Irak’ın işgalleri Dünyadaki ideolojik blokların hep maruz kaldıkları ancak hiçbir zaman hissetmedikleri şey, “düşünce ihraç eden merkezlere” tav olmalarıydı. Bu merkezlerden en önemlisi de İngiltere’ydi. Öyle ya, Fransız feodalitesine başkaldırının sırrını da çiftçi Fransızlara İngiltere vermemiş miydi? SSCB eğitimli Arap subaylarında Büyük Arap Krallığı (Birliği) fikrinin “yeniden dirilişini” sağlayacak sır da bu merkezden gelmişti. Yani İngiltere, Irak’ı bir kez daha işgal ediyordu. “Yeniden diriliş” anlamındaki “baas” kelimesi, SSCB ile yakın ilgideki iki ülke olan Suriye ile Irak’ta Baas Hareketi şeklini aldı. Hedefte söz konusu Arap Birliği vardı. Artık bu iki ülkede askerî hiziplerin fetret dönemleri geçerliydi. Ancak her fetret döneminin bir çekici olurdu. Bu çekicin adı Suriye’de Hafız, Irak’ta ise Saddam’dı. Irak petrollerini kamulaştırdığını ilan eden Saddam Hüseyin, bölgede günden güne ağırlığını hissettiren ve SSCB ile dünyanın iki kutbundan biri olan ABD’ye ters düştü. Elbette bu terslik, Saddam’ın SSCB’ye daha da yakınlaşmasını getirecekti. Yani İngiltere açısından her şey yolundaydı. ABD bölgenin petrollerine sulanıyor, “Asıl sahip benim!” diyen İngiltere’ninse eli armut toplamıyordu. ABD, İngiltere’nin bu yuvasını dağıtmanın fırsatlarını kolluyordu ki Saddam Hüseyin, İran ile girdiği zorlu savaşın ardından şimdi de Kuveyt’i desteksiz sebeplerle işgale soyunuyordu. İsrail’in hiç de işine gelmeyen bu olay, doğrudan ABD’nin hamle yapmasını gerektiriyor, hem de kolaylaştırıyordu. Fırsat, bu fırsattı!.. Başkan George Bush, Çöl Fırtınası Harekâtı’nı başlatarak Körfez Savaşı diye bilinen bölge çatışmalarının tarihî öncülüğünü yapıyordu. Bir ay 10 gün süren çatışmalar sonucunda Kuveyt kurtarıldı ve Irak’a ayar çekilmiş oldu. Saddam yönetimi büyük bir gerginliğin içine hapsolmuşken Baas zulmünü her an hisseden Kürtlerle Şiiler, Irak’ın özellikle Kuzey bölgesinde ayaklandılar. Ancak bu ayaklanma, Saddam’ın acımasız zulümlerini tarihe düştü, binlerce insan hayatını kaybederken milyonlarcası da Türkiye ve İran’a sığındı. Uluslararası hukuk kanallarıyla alınan kararlar, Irak’ın ambargoya tâbi tutulmasını öngörüyordu. Körfez ile ayar çekilmiş ve de İngiltere’nin güç ve kontrol etkisi Irak’ta ABD’ye evrilir hale gelmişti. Fakat bu durum ABD’ye yetiyor muydu? Babasından 10 yıl sonra G. W. Bush, bir anaokulunda yaptığı büyük 200 haziran 2014 aile vurgusunun ardından saatlerce Air Force One ile gökte dolaştırılıyor ve ardından da Teksas’tan açıklamasını yapıyordu: “Ya bizim yanımızdasınız ya da…” El-Kaide adındaki terör örgütünün peşine düşen ABD, bu ava önce Afganistan’da başladı. Afganistan’da aradığını bulamayan (!) ABD, daha sonra İngiltere’ye en büyük bağımsızlık darbesini vuracağı Irak’a yöneldi. Zira slogan şuydu: “Irak’a özgürlük ve demokrasi getirmek...” Doğru, Türkiye’nin tartışmalı 1 Mart tezkeresi ile yollarını tıkadığı ABD’nin Irak’a girişinde yanındaki tek ülke İngiltere’ydi. Peki, İngiltere bu işgal sırasında ne yapmıştı? Şöyle bir istatistik vermek lazım: Irak’ın işgaliyle birlikte bir milyondan fazla Iraklı hayatını kaybetti. Bu önemli rakamın yanında 4 bin küsurluk bir Amerikan askerî zayiatı var. Peki, ABD’ye geçit vermediği 1 Mart sebebiyle Türkiye dahi bedeller ödemişken İngiltere’nin kaybı nedir? Irak ordusunu yenerek Saddam Hüseyin’i Iraklı Şii ve Kürtlerin şahitliğinde idam eden ABD, G. W. Bush’un başkanlık süresinin bitişinin ardından Irak’la ilgili yeni stratejiler belirleme gereği duyuyordu. Zaten Bush da görevinin bitmek üzere olduğu günlerde işgalle ilgili bütün hataların sorumluluğunu üstlenirken Şii Başbakan Nuri El-Maliki’yi verdiği sözleri yerine getirmesi noktasında uyarıyor, sözler yerine gelmediği takdirde ABD ve Irak halklarının kendisini nasıl cezalandıracağını belirterek tehdit ediyordu. Ancak Maliki sözlerini tutmayarak Şia baskın bir Irak hedefindeki politikalarını icra ediyordu. Bunun sonucu ne oldu? Sünni ve Sünni-Selefi silahlı milis grupları… Irak işgal edilip de Saddam’ın idam edilmeden önce heykelinin devrildiği sıralarda bölge insanından ABD’ye doğrudan tepkiler yükselmemişti. Belki de bu tepkiler bir zamanı kolluyordu. Zira Saddam’ın idamının ardından bölgede hem dinî, hem de etnik birçok milis grup ayaklanırken, hem ABD’ye, hem de birbirlerine düşman onlarca grup meydana geliyordu. O grupların bugün hâlâ devam eden gerilimdeki yerleri ise sürekli şekilde değişti. Birleşmeler ve ayrışmalar sürekli biçimde çıkarlara odaklandı. Irak’taki silahlı Sünni gruplar Bugüne dek Irak topraklarını Bağdat hükümetine rağmen kontrolünde tutan Sünni gruplara bir göz atalım. Irak Aşiret Devrimcileri Askerî Konseyi: 78 aşiret ve kabileden oluşan bu konseyde 41 silahlı alt grup mevcut. 2 yıl önce “Yerel Meclisler” adıyla bilinen örgüt, şimdi birçok bölgede etkin durumda. Irak’taki en büyük Sünni silahlı güç olarak tanınan Irak Aşiretler Askerî Konseyi, 10 binin üzerinde milise sahip. Ensaru’l İslam: Kürtlerden oluşan örgüt 2001’de kuruldu. 2003-2010 yılları arasında “Irak El-Kaide’si” çatısı altında faaliyet gösteren ve Selefi bir milis grubu olan “İslam Yardımcıları”, 2010’dan bu yana IŞİD ile birlikte hareket ediyor ve yaklaşık 5 bin milisi bulunuyor. Ceyşu’l İslam: 2004 yılında kurulan örgüt, 2006-2007 yılları arasında Irak ElKaidesi ile çatışmış, zayıflamış ve strateji olarak sadece ABD ve İngiliz askerî bölgelerine saldırmayı tercih etmişti. İyi eğitimli keskin nişancılara ve operasyonel timlere sahipti ki 2006-2009 yılları arasında ABD’li askerlerin korkulu rüyası haline gelen Cuba lakaplı keskin nişancı da bu örgüte bağlıydı. İslam Ordusu, ABD ordusunun ülkeden çekilmesinin ardından, şimdi Maliki güçlerine karşı silahlı mücadele yürütüyor. Ceyşu’l Mücahidin: 2003’te kurulan örgüt, Irak’taki kabile ve aşiretlerden oluşuyor. Örgütün 4 binden fazla mensubu bulunuyor. Mutedil - Selefi çizgideki Ceyşu’l Mücahidin’in “Ahfadu Sad”, “Cünudu’s Sahra” ve “Es-Sabi- tun” gibi 20 alt silahlı grubu da mevcut. 1920 Devrimi Tugayları: ABD işgaline karşı kurulan ilk silahlı direniş örgütü olma özelliğine sahip olan 1920 Devrimi Tugayları, ismini 1920’de İngiltere mandasına karşı başlatılan silahlı mücadeleden alıyor. Saddam Hüseyin döneminde, Irak ordusunda görev yapmış askerler tarafından 2003’te kuruldu, 2007’de Irak ElKaidesi ile şiddetli çatışmalara girdi ve birçok liderini de Irak El-Kaidesi’nin düzenlediği intihar saldırılarında kaybetti. Bu yüzden de zaman zaman ABD güçleriyle işbirliği yaptı. Nakşibendi Ordusu: Saddam Hüseyin’in yardımcısı İzzet İbrahim El-Duri’nin liderliğini yaptığı örgüt 2006’da kuruldu. Saddam Hüseyin döneminde, Irak ordusunda görev yapmış subaylar ve erlerden oluşan örgütün, Musul’un ele geçirilmesi operasyonunda IŞİD ile birlikte hareket ettiği biliniyor. Örgüt, Musul’un birçok mahallesini de kontrolü altında tutuyor. Saddam döneminden kalma füze ve ağır silahlara sahip olan Nakşibendi Ordusu, Maliki güçlerine karşı düzenlediği vur-kaç operasyonlarıyla tanınıyor. Ve “IŞİD”, yani IrakŞam İslam Devleti… Irak’ta ortaya çıkan Sünni milis grupla- haziran 2014 201 haberajanda Dosya rından biri de Irak İslam Devleti adlı IİD idi. Ancak IİD, Suriye’deki özgürlükçü muhaliflerle girdiği çatışmalarla gündemden düşmeyen bir gerçeğe dönüşürken, “Şam” şehrinden aldığı ilhamla ismini Irak-Şam İslam Devleti olarak değiştirdi. ABD’nin Irak’ı işgaliyle tohumları atılan Irak İslam Devleti örgütü, yabancı gönüllülerin de katılımıyla bölgedeki varlığını güçlendirdi. Suriye’deki iç savaşta daha da ortaya çıkan örgüt, son olarak IrakMusul’da Irak ordusuna yaptığı operasyonla dünya kamuoyunun gündemine oturdu. IŞİD’in milis liderinin adı “Ebu Bekir El-Bağdadî”. Selefi ideolojiyi benimseyen örgüt Irak, Suriye, Filistin ve Ürdün topraklarını içine alan bölgede, görüntüde “şeriata dayalı bir İslam devleti kurmak” istiyor. Afganistan’da Usame Bin Ladin’in en önemli adamlarından olan Ürdün asıllı Ebu Mus’ab Ez-Zerkavi, 2004 yılında ilk olarak Irak’ta Tevhid ve Cihad adlı örgütün lideri olarak tanındı. ABD’nin Müslüman topraklarında bulunmasına en şiddetli muhaliflerden biri olan Zerkavi, El-Kaide’ye bağlı militanları Irak’a davet etti. Birçok kez Bağdat’taki bilinmeyen bölgelerde silahlı görüntüleri yayınlanan Zerkavi’nin başına ABD, yakalanması halinde 25 milyon dolarlık bir ödül vereceğini duyurmuştu. Irak’ta bulunan Amerikan askerlerine bomba yüklü araç saldırıları düzenleten Zerkavi, 2006’da düzenlenen bir hava saldı- 202 haziran 2014 rısıyla öldürüldü. Geçen süre içerisinde örgütün isimleri ve liderleri değişirken, 2010 yılında Irak El-Kaidesi lideri Ebu Hamza El-Muhacir, İslam devleti kurma hedefiyle bugün IŞİD olarak bilinen yapının ilk adımını atarak “Irak İslam Devleti” adı altında eylemlerini sürdürdü. Ebu Hamza ElMuhacir ile Ebu Ömer El-Bağdadi’nin ölümünden sonra örgütün başına şu anki lider Ebu Bekir El-Bağdadi geçti. Arap Baharı’nın Suriye’ye sıçramasıyla ülkede Baas rejimine karşı ayaklanan Özgürlükçülerin silahlı direnişe geçmesinin ardından, Muhammed Culani liderliğindeki El-Nusra Tugayı, El-Kaide’nin Suriye kolu olarak ilan edildi. 9 Nisan 2013 tarihli bir ses kaydına göre Ebu Bekir El-Bağdadi, ElNusra Tugayı’nın Irak İslam Devleti’nin bir kolu olduğunu beyan etti. Ancak Nusra lideri Culani, kendilerine böyle bir emir gelmediği gerekçesiyle bu çağrıyı reddettiğini açıkladı. Yalnız burada dikkat edilmesi gereken nokta şu: Culani, daha önce Irak’ta Bağdadi’ye bağlı bir milis komutanı olarak çarpışmış bir isim. Yani Irak İslam Devleti adlı örgüt, organik bağları sebebiyle Nusra’nın kendinden olduğunu, dolayısıyla El-Kaide’nin asıl temsilcisinin de kendisi olduğunu ilan ediyor. Fakat El-Kaide bunu onaylamıyor. Sürekli dönüşen IŞİD Politik dindarlık kiri içinde soyunun Efendimiz’den (s.a.v.) geldiğini iddia ederek Bağdadi şeklindeki adını El-Kureyşî’ye çeviren Ebu Bekir El-Bağdadi’nin nasıl bir rüya gördüğünü veya militanlarına bu rüyanın nasıl gördürüldüğünü ise merak halindeyiz (!). Bağdadi, kendisinin “itaat edilmesi farz olan Halife” olduğunu iddia ederek Suriye’deki Nusra militanlarına katılım çağrısına devam etti ve örgütün adını “IrakŞam İslam Devleti” (IŞİD) olarak değiştirdi. Öyle ya, bu isim değişikliği Nusra’dan gelen yoğun katılımla büyük bir sürüklenişi gösteriyordu. El-Nusra Tugayı, kemiyet kayması bakımından artık IŞİD oluyordu. Bunun üzerine El-Kaide lideri Zevahiri, IŞİD’in kendileriyle ilgili olmadığını ilan eden bir ses kaydı yayınlattı. Yapılan açıklamayı dikkate almayan IŞİD liderliği, Suriye’de kendine tâbi olmayan muhaliflere karşı operasyonlar yapmaya başladı. Öyle ya, sanılıyordu ki IŞİD, o günlerde Özgürlükçülerin en önemli milis kuvvetlerinden biriydi. Zira Türkiye’de özellikle Hatay ve Reyhanlı’da örgütlenen Baasçı akılların sosyal ağlarda yaydığı yalan haberlerde IŞİD adlı örgütten yola çıkarak muhaliflerin insancıl hiçbir yapılarının olmadığı ve sadece katliamlara imza attıkları vurgulanıyordu. Hâlbuki gerçek farklıydı. Gün geçtikçe Suriye’de iyice küçülen Nusra’yı ortadan neredeyse silen IŞİD, diğer bütün muhalifleri karşısına almış ve yalnız kendisinin İslam’ı temsil ettiğini söylemeye başlamıştı. Suriyeli özgürlükçü muhalifler ise IŞİD’i fikirlerinde aşırıya kaçarak “tekfirci” bir tutum sergilemek- le suçladılar her zaman. Sonraki süreçte El-Kaide liderliği, IŞİD’i doğrudan muhatap alma yoluna gitti. Zevahiri’nin, sorunları gidermesi için bölgeye gönderdiği Halid Suri bu sürecin başında IŞİD tarafından bir suikastla öldürüldü ve küçülen Nusra, IŞİD ile fiilen çatışmalı bir sürece girdi. Nusra, IŞİD’e karşı ilk operasyonunu Suriye’nin Irak sınırındaki Deyr’uz-Zor’da gerçekleştirdi. Buna karşılık Temmuz 2013’te de ÖSO komutanlarından Ebu Basir El-Ceblavi ise IŞİD tarafından Lazkiye’de öldürüldü. IŞİD, 2014 Mayıs’ında rejim güçlerine karşı büyük bir saldırı düzenleyerek birçok bölgeyi ele geçiren Ahrar’uş-Şam Topçu Tugayı komutanı Ebu Mikdat’ı boğazını keserek infaz etti. IŞİD’in Hıristiyan din adamlarına yönelik infazları ise Batı’da özgürlükçü muhalifler hakkındaki olumsuz izlenimi arttırmaya yetti. Hatta muhalif konumdaki Suriyeli Hıristiyanlar gittikçe Esed’e yaklaştılar. Irak’ta Başbakan Nuri El-Maliki’nin Sünni aşiretlere uyguladığı sert mezhepçi tutum, yukarıda belirttiğimiz örgütlerin silahlanma ve ayaklanmasında en büyük etken oldu. Çok sayıda aşiret üyesinin hukuksuz tutuklama ve idamlarla cezalandırılması, Musul, Felluce, Ramadi ve Enbar gibi şehirlerde, yani söz konusu aşiretlerin güçlü olduğu bölgelerde isyana neden oldu. Yukarıda belirttiğimiz 6 örgütten 4’ünün IŞİD ile güç birliği kurması ise bu yüzden kaçınılmaz hale gelmiş, Merkezî yönetimin belkemiği hükmündeki toprakların bu örgütlerce alınacağı görülür olmuştu. Bu noktada Türkiye için hep konuşulan Musul ve Kerkük şehirleri bir hülya gibi dururken, diğer tarafta Suriye’deki Türkmen şehirleri Hama ve Humus’un yanında Irak’ta Tuzhurmatu, Süleymaniye, Selahaddin ve Telafer IŞİD operasyonlarıyla çalkalanıyor, Türkmen soydaşlarımız Şii oldukları gerekçesiyle ya katliama ya da sürgüne maruz kalıyorlardı. Şimdi Irak kamuoyunda Maliki yönetiminin, kendisine karşı başlayan Sünni ayaklanmayı marjinal pozisyona düşürmek için IŞİD’i kullandığı öne sürülüyor. Zira Musul’a giriş ve hatta Türkiye’nin Musul Başkonsolosluğu’nun baskın yiyerek herkesin rehin alınması olayında Irak ordusunun şehri resmen terk ettiği ortada. Ancak Maliki, özellikle kendisini bugünlere getiren ABD’den hava operasyonu yapması için yardım bekliyor, hem de Bush’un teh- didini unutarak… Sorular ve sorularla dolanan çıkmazlar Irak’ın başkenti Bağdat’a ve bunun yanında Kerbela ve Necef ’e doğru ilerleyen örgüte dünyadan farklı seslerde tepkiler geliyor. Türkiye, öncelikle Türkmen soydaşlarımızın yaşam koşullarına endekslenirken rehin alınan Konsolosumuz, ailesi ve çalışanlar ile şoförlerimizin tez şekilde serbest bırakılması için çalışmalarını sürdürüyor. Daha önce bu örgütle yan yana anılarak paralelci uşak müsveddelerinin ağır iftiralarına maruz kalan Türkiye, örgütü asıl idare edenlerin hedefinde kendisinin olduğunu biliyor. Bilindiği üzere Suriye’deki Türkmenlere yardım götüren MİT tırları, içerideki işbirlikçi alçaklar tarafından durdurulmuş ve hem soydaşlarımızın katline sebep olunmuş, hem de ülkemizin teröre destek veren bir devlet olduğu imajı oluşturulmuştu. Almanya IŞİD’in büyük bir tehlike olduğunu belirtirken, BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon ise Irak’ın bütünlüğü için çaba sarf ettiklerini dile getirdi. Irak’a yeniden askerî bir müdahaleyi görüşen ABD’ye ise İran’dan herhangi bir müdahalede bulunulmaması gerektiği çağrısı geldi. İran, Kerbela ve Necef kentlerindeki kutsal yerlere dokunulması durumunda ise Irak’a girerek Bağdat yönetimine destek vereceğini belirtiyor. Bu çıkış, ikilem dolu bir ilginçlikler tablosu. Irak Şia’sının manevî lideri Ayetullah Ali Sistani ise IŞİD’e karşı savaşılması hususunda cihat çağrısında bulundu. Suriye’de Nusayri Esed’e destek olan tüm Şii milis- lerini Irak’a çağıran Sistani’nin karşısında Özgür Suriye Ordusu da yine IŞİD’le savaşmak için yardım bekliyor. İşte bu durum da başka bir ikilem, zira Sünni olduğunu belirten bir terör örgütüne karşı Şii çağrıyı belki anlayabilirken, yine Sünni olan Suriye Özgürlükçülerinin aynı örgüte karşı yardım istemeleri tuhaf değil de nedir? Bütün bu tepkilerin olduğu yerde, tekrar en başa dönerek İngiltere’yi anacağız. Zira İngiltere Başbakanı David Cameron, “IŞİD, İngiltere için Afganistan ve Pakistan’dan İngiltere’ye dönen yabancı cihat yanlısı savaşçılardan çok daha büyük tehdit oluşturuyor” şeklinde ilginç bir açıklamada bulundu. İngiltere, aynı zamanda Irak’a aktardığı yardımları 3 milyon sterlin daha yükselterek 5 milyon sterline de çıkardı. Tüm bunlar da ne demek şimdi? Bush’un 11 Eylül ardından işlediği önleyici tedbir doktrinini mi hatırladınız siz de? Yoksa İngiltere’de son bir buçuk yıl içinde yapılan radikal İslamcıların üstlendiği saldırılarla ülkede ve dolayısıyla Avrupa’da yayılan İslamofobyadan siz de mi korktunuz? İngiltere sadece sanayi ihraç etmiyor dünyaya, doğru; İngiltere öncelikle düşünce, his, korku ve ideoloji ihraç ediyor. İngiltere, Irak’ı yeniden mi işgal ediyor? ABD Şiilerle anlaşmayı tercih ederken İngiltere kimlerle masaya oturmayı seviyor, onun işine gelenle kimlerin çıkarları uyuşuyor? Türkiye’ye 1 Mart’ın bedeli mi ödetilmek isteniyor sürekli? İngiltere bütün bu oyun döngüsünde, özellikle bugün Irak’ta kime karşı savaşıyor? IŞİD… Bir gayrimeşru marjinal çıktı… Made in U… USA mı, UK mi? haziran 2014 203 haberajanda Teknoloji Bir markanız varsa ve büyümek, yurtdışında mağazalar açmak istiyorsanız veya markalaşmak için yatırım yapacak veyahut kurumsallaşmak için yönetimi güçlendireceksiniz. Tüm bunlar için “parasal” destek almanız mümkün. Yurtdışına açılmak isteyenlerinse bu konularda çok sayıda alt başlık için en kapsamlı ve güçlü destek programı olan Turquality’i mutlaka incelemesi gerekir. Çünkü farklı sektörlerden çok sayıda firma ve marka, halen bu desteklerden yararlanmakta ve bunların arasına her yıl yenileri katılmaktadır. 204 haziran 2014 Dr. Nurettin Alabay [email protected] Türkiye’nin markalaşma projesi: TURQUALITY B İR ülkenin gelişmişlik düzeyini belirlemede, uluslararası pazarlarda kabul gören marka sayısı önemli faktörlerden biridir. Gelişmiş ve gelişmekte olan uluslararası pazarlarda yer alma, ticaret hacmini arttırma, dış ticaret açığını azaltma ve dış ticaret fazlası verme ve sürdürülebilir rekabet üstünlüğü elde etme, o ülkenin uluslararası marka sayısına ve markalarının gücüne bağlıdır. Bu nedenle bir ülkenin kendi ayakları üzerinde durması ve dünyada söz sahibi olabilmesi için uluslararası markalar geliştirmesi kaçınılmaz bir durumdur. >> Bugün bir dünya markası olan ve dünyanın sayılı ekonomilerinden biri olan Japon ekonomisine önemli katkılar sağlayan Sony’nin 1950’li yıllardaki vizyonu, “Japon ürünlerinin yaygın kötü imajını değiştiren firma olmak” şeklindeydi. Yani o zaman bir dünya markası değildi ve bugün Çin markalarında olduğu gibi sadece Japon ürünlerinin yaygın kötü imajını değiştirmek istiyordu. Bugün dünya ekonomisinde söz sahibi olan birçok ülke, bu kalkınma hamlesini 1950’lerde, hemen 2. Dünya Savaşı’nın ardından başlatmıştır. Aynen Almanya’nın ve Japonya’nın yaptığı gibi... Tabiî ki pek çok devlet, geçmiş tecrübelerinden ders çıkarmayı başarmış ve o tecrübeleri başarılı ürün ve markalara dönüştürmüşlerdir. Almanya’nın, ülkemizin katılmadığı 2. Dünya Savaşı sonrası yerle bir olduğunu duymayan yoktur. Japonların hikâyesi ise Almanya’nınkinden de dramatik durumdadır. 1838’de Osmanlı-İngiliz Ticaret (Balta Limanı) Anlaşması’nın yapıldığı dönemlerde İngiliz savaş gemileri Japonya kıyılarına dayanır ve hiçbir gerekçe göstermeden kıyıları bombalamaya başlarlar. Japonlar hemen harekete geçer ve İngiliz gemilerinin ne istediklerini sorarlar. İngilizlerse kendileriyle ticaret yapmalarını, yapmadıkları takdirde bombalamaya devam edeceklerini söylerler. Japon ileri gelenleri ise 6 aylık bir süre isterler. 6 ay sonra şu karara varırlar: “İngilzlerle anlaşma yapalım, ama bu gücü nereden aldıklarını anlamak üzere Avrupa’nın en iyi üniversitelerine öğrenci gönderelim.” Gerçekten de böyle yaparlar ve 10 öğrencinin başına bir öğretmen düşecek şekilde, gruplar halinde 40 yıl Avrupa’ya öğrenci gönderirler. Eğitimi başaranlar ülkeye döner, başaramayanlar ise kültürleri gereği intihar ederler. Japonya’nın bugünkü başarısının sırrı o yıllara dayanır. Osmanlı-İngiliz Anlaşması’na gelince… Avrupa’da sanayi inkılabının neticesi olarak daha fazla hammaddeye ihtiyaç duyulmaya başlandı. Bunun üzerine Osmanlı hükümeti de 1826’dan itibaren hammaddesini dışarıya çıkararak esnafın işsiz kalmasını önlemek maksadı ile bir nevi himaye sistemi olan yed-i vahid (tekel) usulünü uygulamaya koymuştu. Bu sistem Büyük Britanya’nın çıkarlarına uygun düşmüyordu ve İngilizler, kendilerine Osmanlı topraklarında ayrıcalıklar verilmesi için Osmanlı Devleti’ne baskı yapıyorlardı. Osmanlı Hariciye Nazırı Mustafa Reşit Paşa, Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın isyanını bastırmak için İngilizlerden yardım istedi. Bu yardıma karşılık olaraksa Büyük Britanya’ya ticarî bakımdan büyük ayrıcalıklar veren bir ticaret konvansiyonunu Balta Limanı’nda devlete ait olan bir yalıda imzalandı. Bu anlaşmadan ders almadığımız gibi, sonraki yıllarda bu tür uygulamaları daha da arttırdık. Bir markanın orijini dışında başka ülkelerde de kabul görmesi, yapılan ihracatlar nedeniyle orijini olan ülke ekonomisine oldukça önemli katkılar sağlamaktadır. Ancak bir markanın, kendi halkının dışındaki insanlara ürünlerini kabul ettirmesi kolay değildir. Devreye birçok faktör girmektedir. En başta zevkler, tercihler ve kültürler gibi birçok faktör önemli rol oynamaktadır. Bütün bu faktörleri karşılayan ürünleri markanın bilindiği kalite standartlarından taviz vermeden yapmak ise çok daha zordur. Bir zamanlar “İtalyan pizzası meşhur” diye birçok girişimci Türkiye’ye o markaları getirip aynı formüllerle üretip sunduğunda başarısız olmuşlar ve bir süre sonra kapatmak zorunda kalmışlardı. Sonra yapılan araştırmalarda anlaşıldı ki Türklerin damak tadı İtalyanlarınkinden farklı. Aynı şey, P&G’nin Japon pazarına bebek bezlerini sürdüğünde ortaya çıktı. Az kalsın P&G ülkeyi terk ediyordu ki kapsamlı bir araştırma yapmaya karar verdi. Araştırma sonucuna göre sebebin, Japonların kız bebekler için pembe, erkek bebekler içinse mavi bez kullanmalarındaki kültürel zorunluluk olduğu görüldü. Bu sonucu uyguladıklarındaysa başarmışlardı. Bu örnekleri arttırmak mümkün. Marka nedir? Marka, bir firmanın ürünlerini tanımlayan ve onları rakiplerinden ayırt etmeye ve farklılaştırmaya yarayan isim, sembol, tasarım veya bunların birleşimi olarak tanımlanmakta ve ürünlere kimlik kazandırarak tüketiciye aldığı ürünün kaynağını gösteren, firmayı benzer ürünler üreten rakiplerine karşı koruyan isim, sembol, tasarım veya bunların birleşimidir. Güçlü marka geliştiren firmalar, bilanço aktiflerinde özkaynak olarak marka değerini ortaya koymaktadırlar. Bu tür nedenlerden dolayı firmalar için güçlü bir markaya sahip olmak da en önemli amaç haline gelmektedir. Bir ülke için de güçlü ve uluslararası pazarlarda haziran 2014 205 haberajanda Teknoloji Türkiye’nin daha çok marka çıkarması, mevcut markalarının da küresel çapta daha fazla yaygınlaşması için en kapsamlı “destek sistemi” olarak Turquality geliştirilmiştir. Bu programda patent tescilinden yurtdışında açılacak mağazanın kirasına veya yurtdışı fuarlara katılım bedeline kadar pek çok destek almak mümkündür. “Turquality Sertifikası” olan markalı ürünlerle ilgili istihdam edilen moda, endüstriyel ürün tasarımcısı, aşçı ve şef giderleri, reklam, tanıtım ve pazarlama faaliyetleri, yurtdışında düzenlenen uluslararası sektörel fuarlara katılım da bu destek kapsamındadır. Bir markanız varsa ve büyümek, yurtdışında mağazalar açmak istiyorsanız veya markalaşmak için yatırım yapacak veyahut kurumsallaşmak için yönetimi güçlendireceksiniz. Tüm bunlar için “parasal” destek almanız mümkün. Yurtdışına açılmak isteyenlerinse bu konularda çok sayıda alt başlık için en kapsamlı ve güçlü destek programı olan Turquality’i mutlaka incelemesi gerekir. Çünkü farklı sektörlerden çok sayıda firma ve marka, halen bu desteklerden yararlanmakta ve bunların arasına her yıl yenileri katılmaktadır. kabul gören ve kendi ülkesinin dışındaki ükelerdeki tüketiciler tarafından tüketilen, kendi ülkesine ait markaların çok olması önemlidir. Mesela THY, son 10 yılda Avrupa ve dünyada sayılı markalardan biri haline gelmiştir. Artık uçaklarımızda Türklerden çok yabancılar görmek mümkün olmaktadır. THY gibi birçok alanda Türk markalarının başka ülke insanları tarafından tüketilmesi, ülkemizin dünya ülkeleri arasındaki gücünü perçinleyecek ve bugün dünya ülkeleri arasında yer aldığı 16. sırayı daha da yukarılara çekebilecektir. Bu ise, ülkemizin iç sorunlarını çözerek dünya ölçeğinde, küresel sorunları bitirmeye ve söz sahibi olmaya doğru gittiğinin göstergesi olarak algılanmaktadır. İşletmeler açısından güçlü bir marka meydana getirebilmek, yüksek pazar payı ile birlikte yüksek satış, kâr ve orijin ülkeye ödenen yüksek vergi desteği anlamına gelmektedir. Markalaşmadaki önemli bir unsur da tüketiciler üzerinde bıraktığı güven duygusudur. Günümüzde ağır rekabet şartları içinde bu güveni meydana getirmek oldukça zor olsa da işletmelerin “olmazsa olmaz”ı durumundadır bu. Markalaşma projemiz 206 haziran 2014 “Turquality” Türkiye’nin uluslararası pazarlarda da satılan markalarını arttırmak ve “Türk Markası” imajının dünya pazarlarında kabul gören bir hale gelmesini sağlamak için önemli bir adım olan Turquality projesi ile ihracatçıya çeşitli destekler verilmektedir. Turquality projesi, uluslararası pazarlarda markalaşma, Türk markalarının dünya pazarlarındaki yeri ve Türk ürünlerinin yurtdışında markalaşması sürecinde önemli destek sunmaktadır. Turquality, küresel marka desteğidir ve günümüzde birçok Türk işletmesi bu destekten yararalanarak ürünlerini dış pazarlara tanıtmış ve sunmuştur. Turquality, Türk ürünlerinin dünya pazarlarında sahip olduğu imajı iyileştirmek ve uluslararası pazarlarda tutunmalarını sağlamak amacıyla sadece Türk markalarına verilmesi öngörülen bir destek ve dünyanın devlet destekli ilk ve tek markalaşma programıdır. Turquality projesi, güçlü Türk markaları geliştirerek ülkemizin ihracatını arttırmak, “Türk Malı” imajını ve Türkiye’nin itibarını güçlendirmek ve seçilmiş marka potansiyeli taşıyan firmalara destek olmak amacıyla faaliyete geçirilmiştir. Turquality projesinin hedefleri Turquality projesinin öncelikli hedefleri arasında marka potansiyeli olan firmalara ulusal marka olma yolunda finansal kaynak sağlamak ve markalaşmayı teşvik edici bir rol oynamak; ulusal Türk markaları meydana getirebilmek için firmaların ve markalarının gelişimlerine yönelik strateji, operasyon, organizasyon ve teknoloji danışmanlığı çalışmaları ile destek olmak; program kapsamında bulunan firmaların yönetim birimlerine yönelik eğitim desteği vermek suretiyle toplam insan kaynaklarını güçlendirmek; iletişim ve tanıtım faaliyetleri ile yurtdışında olumlu Türk malı imajının oluşturulması ve tutundurulmasını sağlamak; Türk firmalarının marka potansiyelini ve bilincini arttırmak ve pazar bilgisi dâhilinde aksiyon alabilmeleri için gerekli bilgi akışını sağlamak yer almaktadır. Hedef, “küresel Türk markaları geliştirerek Türkiye’nin ihracatını artırmaktır”. Turquality, küresel marka olmanın uluslararası kabul görmüş evrelerine uygun tasarlanmış bir destek sistemine sahiptir. Odağında markalaşma, hedefinde ise Türkiye’den dünya markaları çıkarmak yer almaktadır. 2006 yılından beri tüm sektör- lere açılan Turquality desteklerinin, 2011 yılında önemli değişikliklerle destek kapsamı genişletilmiştir. Marka Destek Programı kapsamında bulunan şirketlere sağlanan destekler: Marka tescili harcamalarının desteklenmesi; tanıtım, reklam ve pazarlama faaliyetlerinin desteklenmesi; yurtdışı birimlere ilişkin giderlerin desteklenmesi; reyonların desteklenmesi; showroomların desteklenmesi; kalite belgeleri ile insan can, mal emniyeti ve güvenliğini gösterir işaretlere ilişkin harcamaların desteklenmesi; franchising ve danışmanlık desteği; patent ve tasarım tescili için destek... Turquality Destek Programı kapsamındaki firmaların patent, faydalı model ve endüstriyel tasarım tesciline ilişkin harcamaları ile Turquality Sertifikası’na sahip markaların yurtdışında tescili ve korunmasına ilişkin giderleri de destek kapsamındadır. Bu markaların çevre, kalite ve insan sağlığına yönelik teknik mevzuata uyum sağlayabilmesi ve mağaza açılışına ilişkin harcamalar da destekleniyor. Turquality Destek Programı kapsamına alınan şirketlere sağlanan destek unsurları: Patent, faydalı model, endüstriyel tasarım ve marka tescil harcamalarının desteklenmesi; kalite belgeleri ile insan can, mal emniyeti ve güvenliğini gösterir işaretlere ilişkin harcamaların desteklenmesi; moda endüstriyel ürün tasarımcısı giderlerinin desteklenmesi; tanıtım, reklam ve pazarlama faaliyetlerinin desteklenmesi; yurtdışı birimlere ilişkin giderlerin desteklenmesi ve de danışmanlık desteği. Sonuç Turquality Projesi ile küresel rekabette kendi markalarıyla yarışan dünya markalarının meydana getirilmesi amaçlanmıştır. Turquality, Türkiye’nin ihracatını arttırmak ve sürdürülebilir hale getirmek için yürürlüğe konmuş en önemli kurumsal girişimdir. Uzun ve detaylı çalışmalar sonucunda ortaya çıkan Turquality, Türk markalarının uluslararası pazarlarda rekabet edebilmelerini sağlamaktadır. Turquality’nin ve bu kapsamdaki markaların başarısı, Türkiye ihracatının artışı, dış ticaret açığının azaltılması ve bu sürekliliğin sağlanmasındadır. Bu markalar dünya çapında, Türk ürünlerinin ve Türk markalarının değerini arttırarak ve uluslararası boyutlara taşınmasını sağlayarak önemli roller oynamaktadırlar. Google’dan şoförsüz araba G OOGLE’nin geliştirdiği arabada ne pedal var, ne de direksiyon. Google, başka şirketlerin imal ettiği araçları uyarlamak yerine kendi şoförsüz arabalarını üreteceğini açıkladı. Teknoloji devi Google, otomobil sektöründe yeni bir devrin kapılarını açıyor. Devrim gibi bir buluşa imza atan şirket, şoförsüz araba ürettiğini açıkladı. Daha önce geliştirdiği “kendi kendine giden araba”da köklü değişikliklere giden Google’nin araçlarında “Dur” ve “Git” düğmesi olacak, direksiyon ve pedallara ise yer verilmeyecek. Araçta bütün işi algılayıcılar yapıyor. Araç küçük bir şehir arabasını andırırken, sevimli bir ön yüze sahip. Geleneksel arabalarınki gibi kaputu olmayan ve iki kişilik elektrikli bir araç konseptindeki araba, başlangıçta saatte en fazla 40 kilometre hız yapabilecek. Ancak şimdiden projeyi eleştirenler de var. Uzmanlara göre insanlar, arabayı kendileri kullanmayacağı için daha uzun yolculuklar planlayacak ve bunun sonucunda trafik daha da kontrolden çıkacak. Aracın işleyişinde Google’nin Android işletim sistemi kullanılıyor. Arabada, açma-kapama tuşunun yanında bir de panik halinde aracı tamamen durduracak acil durum düğmesi yer alıyor. Araçtaki uygulama üzerinden, insanlar gidip gelecekleri yerleri sisteme ekleyebiliyor ve algılayıcıların da devreye girmesiyle araba harekete geçiyor. Arabada kör noktaları tamamen ortadan kaldıran algılayıcılar, aynı zamanda iki futbol sahası ötedeki nesneleri de tespit edebiliyor. Yeni nesil telefon numaraları H ER şeyin dijitalleştiği günümüzde, telefon numaraları da dijital hale geldi. Aslında yeni nesil telefonlar, fiziksel bir mekân veya bir sabit yahut mobil telefonu referans almayan telefon numaralarına sahip. Yeni nesil telefon numaraları 850 ile başlayabildiği gibi, bir şehrin kodu gibi bir numara ile de başlayabilir. Ancak bu numaralar her yerde de olabiliyor ve nereye yönlendirirseniz oradan çalıyor; hatta telefon aktarma bile yapılabiliyor. Dahası, FxsFxo cihazları ile istediğiniz sayıda telefonu yönetmek için sanal santral bile kurulabiliyor. Aynı zamanda faks olarak da kullanılabilen bu telefonlar, gelen sesleri bir sunucuda kaydedebiliyor ve faks ile gelen belgeleri saklıyor. İş yerleri bu tür bir numara veya santral kullanımı ile iletişim giderlerini yüzde 50 oranında azaltabilir. Bir zamanlar işyerleri için “Sabit numara olmadan olmaz” denilirdi. Hatta mobil numaralar, göçebe intibaı uyandırmamak için tek başına verilmez, işyeri numarasıyla birlikte verilirdi. Şimdi bir dükkânınız olmasa bile, sabit numaranız varmış gibi mekânı çağrıştıran bir numara alabilirsiniz. Üstelik eğer arama- yıp sadece aranacaksanız bedava. Sadece bir internet bağlantılı telefon gerekiyor. Eğer bir cep telefonunuz varsa ve 3G ile internete bağlı ise, ona yönlendirerek görüşme yapabileceğiniz bir (veya birden fazla) yerel numaranız da olabilir. Buradaki asıl sorun, sizi arayanların normalden fazla ücret ödüyor olmaları. Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurulu (BTK), numara taşıma nedeniyle coğrafî numaralandırma sisteminin bozulmasını engellemek için “göçebe ön kodu” oluşturdu. 0850 ile başlayan numaraların ikametgâhı, mevcut coğrafî bölgenin dışına taşınması durumunda da değişmeyecek. Göçebe (nomadik) olarak adlandırılan uygulama çerçevesinde abone, 0850 ile başlayan bir numara alırsa bu numarayı hiç değiştirmeden, tıpkı mobil telefonda olduğu gibi bir ömür boyu kullanabilecek. Bir şehirden diğerine taşınan vatandaş, böylelikle hem yeni bir telefon numarası almak için müracaat derdinden, hem de yeni numarasını eş, dost ve akrabalarına tanıtma derdinden kurtulmuş olacak. 0850 alan kodu ile başlayan numaralar, göçebe (nomadik) numaralardır. Yani bir şehirden diğerine ya da bir mahalleden diğerine taşınırken sabit hattınızın transferi için başvuru yapıp günlerce beklemek zorunda kalmazsınız bunlar için. Gittiğiniz her yere sabit hattınızı da yanınızda götürürsünüz. Numaranızın belli bir adrese bağlanma zorunluluğu yoktur. VoIP Telekomünikasyon dünyasında bu tip numaralara DID (Direct Inward Dialing) numarası denir. Bu pratikliğin arkasında ise, tahmin ettiğiniz gibi VoIP teknolojisi bulunmaktadır. İnternetin olduğu her yerde kullanılabilmektedir. 0850 ile başlayan numaralar, tamamen Türkiye’ye özgüdür. Yani 0212 veya 0312 alan kodu ne ise, 0850 alan kodu da aynı kategoride yer almaktadır. Yurtdışındaki numaralarla herhangi bir bağlantısı yoktur. haziran 2014 207 208 haziran 2014