Başörtülü olan İslam`ı yaşıyor demek değildir

advertisement
On5yirmi5.com
Başörtülü olan İslam'ı yaşıyor demek değildir
İslami Yazar Şule Yüksel Şenler, "Tayyip Erdoğan, baş örtüsü mevzusunun peşini
bırakmaz..." diye konuştu.
Yayın Tarihi : 2 Mart 2012 Cuma (oluşturma : 10/10/2017)
Hülya Okur’un röportajı “Hakkı tanıyıp, izan eden, İslamiyet’i kabul edip amel eden, kulluk tarlasına gece- gündüz nezaret
eden, İnananların devleti dairesini idare eden, bir efsaneyi rivayet eden, Allah’ın sıfatlarına ayinelik
eden, hâdise-i harikaya delalet eden, gözümüzü açıp kapayıncaya kadar, Hakikat tahtını yanımızda
hazır eden bir ‘Belkıs’ o. Onun dönüş yolculuğuna katılan herkes için gidilecek yolun Cennet’e
çıktığını müjdelemek isterdim ama buna gücüm yetmez. Bildiğim tek şey, Şule Yüksel Şenler’in
‘Şule’si ile ‘Yüksel’ecek, Şenler’i ile Ş’ad olacağımızdır.”
“YENİDEN DOĞUŞUMU, 1967 OLARAK ADLANDIRIYORUM”
Hasan Tahsin ve Ümran Hanımın kızı olarak dünyaya geldiniz. 29 Mayıs 1938 Kayseri
doğumlusunuz. Teseddüre girdiğiniz 1967’yi mi tevellüdünüz olarak kabul edebilir miyiz?
Hayatınızın belli bir dönemini, çocukluğunuzu, gençliğinizi hiç yaşanmamış sayıyor musunuz?
1965 diyelim hidayeti. Çünkü İslami yazılarıma 1967’de başladım. Ama 1965’te tamamen
örtünmüştüm. O iki senede de Risale-i Nur derslerine devam ettim. Yazı hayatıyla ilgilenmedim.
Sonra 1967’de başladım. O zamanlar İslami bir gazete yoktu. Bugün ve Sabah Gazetesinde yazdım.
Bugün Gazetesinde günlük köşem vardı. Yeniden doğumumu 1967 olarak adlandırıyorum. Keşke
öncesi hiç yaşanmasaydı ama o yaşanmış hayatımı hiç yaşanmamış kabul etmek istiyorum.
1965’ten sonra doğdum, diyebilirim.
“BİR ZAMANLAR AUDREY HEPBURN’ÜN ÖRTÜNME ŞEKLİNİ BEĞENDİM”
Modern bir ailede yetiştiniz. Sinemalara giden, Audrey Hepburn hayranı olan bu gençlik, üzerinizde
nasıl bir yük bıraktı? İslam’ın hangi yönünden teselli buldunuz?
Bir yazımda Audrey Hepburn’ü zikrettim ama onun hiçbir fonksiyonu yoktur. Öyle yayıldı. Doğrudan
doğruya kendi arzumla örtündüm. O zamanlar, Audrey Hepburn’ün örtünme şeklini beğendim.
Örtüneceğim zaman da, gerçi buluşum oluyor ama onu da düşünmüştüm. O önden görünüyor,
arkadan bağlama usulü hiçbir yerde yok o zamanlar. Başka milletlerde de bizde de hiç olmayan bir
şey. Rüzgarlı havada, eşarp örttüğünüz zaman uçuşabiliyor. Boynunuz, saçlarınız görünebiliyor,
hepsini toparlamak ve daha modern bir hava vermek, o günün aşağılık kompleksine itilmiş
Müslüman kızlarına ve hanımlarına bir örnek olarak ortaya çıkmıştı.
“SONRADAN HİDAEYETE ERENLER, AİLEDEN GELME TESETTÜRLÜDEN DAHA ŞUURLU”
“Bu öyle delice bir aşk ki, ters kimseler olduğumuz halde bütün ailem dönüş yaptı sonradan”
diyorsunuz. Dönüş veya uyanış için mucize bekleyen insanlar, Allah’a yönelip de büyük günahlar
işleyenlere göre daha mı şanslı?
Evet. Çünkü onlar, daha önce kendi durumda olanları çok daha iyi anlarlar. Ve onların halet-i
ruhiyelerine hakikatleri aktarmaya başlarlar. Hem de bu sonradan hidayete erenler, geleneksel
aileden gelme olan tesettürlülerden çok daha şuurlu, bilinçli oldukları için. Çünkü onlar aileden gelen
görgüyle hareket ederler.
“BİZDE AİLE BASKISI OLMADI”
Aile baskısıyla örtünme haline ne diyeceksiniz?
Aile baskısı diye bir şey hiç olmadı bizde. Ağabeyimi örnek alarak giriştim ve bana tesiri çok olduğu
gibi benimle birlikte ailenin diğer fertlerini; Gonca, annem, kız kardeşime de aynı şekilde tesir etti
ve sırayla hidayetlerimize vesile oldu.
“HER BAŞ ÖRTÜLÜ OLAN, İSLAM’I YAŞIYOR DEMEK DEĞİLDİR.”,
“TESETTÜR FARZDIR”,
“BAŞ ÖRTÜSÜ HAKİKATEN BİR SEMBOL”
Emine Erdoğan’ın örtünmesinde ne kadar etkili olduğunuzu biliyorum. Bu tanışmadan nasıl
etkilendiğini şu cümlelerle ifade etmişti: ”Bir Müslüman hanımın; hem modern, hem kültürlü, hem de
örtülü olabileceğini gördüm” Bir Müslüman Hanımın temel özelliği ne olmalıdır, başını örtmek
görevlerinin arasında nasıl bir önceliğe sahiptir?
Başını örtmek olarak öncelikle almamalıyız bunu. Çünkü tesettür, sadece baş örtmek değildir. Her
baş örtülü olan, İslam’ı yaşıyor demek değildir. Bunun örneklerini çok görmekteyiz. Bir tel
göstermiyor ama başını tam örtüyor ama İslam’a aykırı ne varsa; kıyafetinde, makyajında, hepsini
taşıyor ve biz bu duruma gelmesine çok üzülüyoruz. Çünkü tesettür bu değildir. Tesettür, kadının
cazibesini, güzelliğini, teravetini gizlemesidir. Tesettürün manası zaten, Sitr’den geliyor, Arapça bir
kelime. Sitr, örtmek demek. Kadının vücut hatlarının belirtilmesi, karşı cinse karşı, kadın lehine,
yaratıcımız tarafından sunulan güzel bir önlemdir ve emirdir. Diğer farzlar nasılsa, tesettür de
öylesine farzdır ve Kuran’daki emirdir. Dolayısıyla baş örtüsü hakikaten bir sembol. Bugün ve
dünden itibaren bir sembol. Ama tesettürün bütünü değil, bir parçasıdır.
“TESETTÜRDE, ZARAFET ÖNDE DEĞİLDİR”
Sizin sanki daha çok okumuş, şehirli, kültürlü, maddi gücü yerinde olan genç kızların başlarını
örtmeye başlamalarına yardımcı olduğunuz fikri çok yaygın. Hedeflediğiniz kesim gerçekten onlar
mıydı? Zor olanı seçtiniz diyebilir miyiz?
Çok yanlış. Çünkü eğer öyle olsaydı, ben Türkiye’nin sadece şehirlerinde konferans verirdim. Ben
Anadolu’ya girdim, doğuların en doğusuna gittim. Ben Türkiye’yi 3,5 kere; illeriyle, ilçeleriyle,
kazalarıyla, köyleriyle dolaştım. O toplumda şehirde de rastladığımız oluyordu ama köylerde
çoğunlukla tabi. Geleneksel örtü dediğimiz, fakat bilinçli, şuurlu değil, ya önden görünüyor, ya da
tamamen kapatmış arkadan örgüleri çıkıyor, ya boyunlar açık. Yani tesettür; hem sınırlarıyla,
ölçüleriyle hem de o günkü şartlara göre biz zarafeti aldık. Aslında tesettürde, zarafet de önde
değildir. Kadını çekicilikten kurtarıp, biraz da itici…kime karşı? Kendisine görünmesi helal olan; eşi,
kardeşi, babası, amcası, dayısı sayılan 14 kişinin haricinde(Nur süresinde geçer) diğer yabancı
erkeklerin nazarından sakınmak. Çünkü bu nazarların içinde, hiç yadırmayacağımız nazarlar olduğu
gibi, son derece yadırgayabileceğimiz, kadına daha başka gözle bakan, bu yerlerin dışında kalan,
bacaklar, kollar vs çıplak olan yerlere daha bir şehvetle bakanlara karşı kadını korumak içindir
tesettür. Biz bunları anlatmak istedik. Çünkü anlatılmıyordu bunlar. Kadınımız tamamen bilinçsiz…
“BENİMKİ ÇOCUKLUK AŞKI DEĞİLDİ, ÖMÜR BOYU DEVAM ETTİ”
Sanıyorum Ermeni bir ustanın yanında öğrendiğiniz terzilik, sizi Şulebaş tasarımı yaratmaya kadar
götürdü.
Onu da çok yanlış anladılar. Soner Yalçın yazmış. Onu da gördük sonunda, ne durumda olduğunu. O
kadar yıkıcı oldu ki, onun yazısı. Benim Şule Yüksel Şenler şeklindeki biyografi kitabımı okuyup,
beyaza kara, karaya beyaz demiş, her şeyi tersine çevirerek, benim hassasiyetim hangi noktalarda
ise, o noktaların tamamen aksine yazmış. Mesela diyorum ki, “Ben hayatımda hiç flört etmedim, flörtü de tasvip etmiyorum”
Fakat o yazıda da 4 yıl çıkmışlar yazıyor.
Halbuki birbirimizi hiç görmedik. O hadiseyi bilseniz…Hakikaten ben çok sevdim. Çocukluk aşkı gibi
ama değil, ömür boyu devam eden bir aşk bu. Çok saf, çok lekesiz…Leyla ile Mecnun’un aşkı,
meşhurdur ve temiz bir aşk olarak tarihe geçmiştir, onlar birbirlerini seviyorlardı ama gün geldi
buluştular ve konuştular. Ben de o da yoktu. Karşımdaki şahıs da öyle temiz niyetli birisiydi. Ben de
o şekilde yetişmiş bir genç kızdım. Bunu kendime de yakıştıramıyordum. O da zaten böyle bir kızla
kesinle alaka kuracak karakterde bir kişi değildi. Biz mektup yoluyla anlaşıyorduk. Ben kendimi
onunla tanıttım, o da aynı şeyleri bana söyledi, bir tek söz istedi, “Mesleğimi elime aldığım an,
isteteceğim, annem-babam da seni gelin olarak istiyor, dedi. Ben anneme dahi söylemedim. Gonca
tek sırdaşımdı.
“BİNLERCE KİŞİNİN EVLENMESİNE VESİLE OLDUM”
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile Emine Erdoğan’ı tanıştıran isim olarak olmanız dışında,
başörtüleri yüzünden okuyamayan kızlar için açtığınız kurslarda tanışan Abdurrahman Dilipak ve eşi
gibi dolaylı aracılık ettiğiniz çiftler var. Bu arabuluculuklarınız, gezici tiyatrocu ve maden yüksek
mühendisi ile yaptığınız başarısız evliliklerden mi yoksa sizin İslami bir birleştirme duygunuzdan
mıydı?
Ben binlerce kişinin evlenmesine vesile oldum. Aradığımı bulamadığım için değil. Evliydim, eşim
şaşırırdı, hiç mi bana vakit ayırmayacaksın, diye, “Hep başkalarını evlendirmeye çalışıyorsun” diye
yakınırdı. İnanın, “Karımın yüzünü çok az görüyorum” derdi. Ben hem tanıştırırdım onları, evimde bir
odada görüştürürdüm, kapı yarı açık. Anlaşabilirlerse, “Bundan sonrası bana ait değil, adreslerinizi
birbirinize verin, ailelerinizi haberdar edin” derdim. Ve o kadar çok bu şekilde gençlerimiz evlendiler
ki, mutluluk haberleri beni ömür boyu mutlu etti.
“BANA AYAK UYDURACAK KİŞİ, MÜMKÜN DEĞİLDİ”
Kendinizi, “Huzurlu bir cemiyet için çırpınan” bir idealist olarak tanımlasanız da, “Korkusuz bir
mücahide” olarak anılsanız da, Essabikat Elkanitat Essabirat Elmüslimat ve Elmüminat olarak tavsif
edilseniz, “Aktivist bir Müslüman” olarak tarif edilseniz de, "Ömrünü inandığı davasına adamış bir
direnişçi" olarak görülseniz de, “Şule, Şule’dir” denilse de, siz kendinizi nasıl tanıtırsınız? kulluk
görevinizdeki en büyük zaaflarınız neler oldu? Nefsani ve dünyevi duygularınızı nasıl bertaraf
ediyorsunuz?
Bunların hepsi teveccühleriniz tabi. Hayatımı İslam davasına tamamen adamış, kendi nefsimi
bastırmış, dava için ne yapılması gerekiyorsa kendini ona vermiş biriydim. İzdivaçlarda da öyle oldu.
Ben kendime yakışan biriyle evlenen bir genç kız olmayı tabi ki çok isterdim. Eğer bir dava insanı
olmasaydım, en başta düşünülecek odur. Her genç kız, kendine uygun, hoşlandığı kişiyle, beğenerek,
severek evlenmek ister. Ama benim öyle bir lüksüm yoktu. Sebebi de, her şeyden önce bana
davamda omuz verecek, omuz omuza bir arada, birbirimize destek olarak, bana daha da kuvvet
verecek, azmimi arttıracak ve benim coşkulu duygularımı paylaşabilecek bir eş istiyordum. Bunun
için genç kızlık hayatımda, gelen taliplerimin hepsini reddettim. İçinde çok çok taktir ettiğim, her
yönden fevkalade kişiler olduğu halde, onları normal karşılar, durumumu anlatır, başka genç kızların
adresini verirdim, telefon açar, onları buluştururdum, başkalarıyla evlendirirdim. Çünkü bana ayak
uyduracak kişi, hemen hemen mümkün değildi. Ben, devamlı Türkiye’yi dolaşan, sabahlara kadar
yazı yazan, gündüz gözümü açtığım andan itibaren mücadeleye girişen, bir sürü davalarla
cebelleşen, devamlı mahkeme koridorlarındayım. Saat 9:00’da benim sıram olurdu ama mübaşir
çıkar, benden bir üstteki, ve sonrakilerini alır, ben daima altta kalırım…soruyorum, Hakim bey, ”bana
onu çağırın” dedi, diyor. Ve böylece o mahkeme koridorlarında ve adil suçlular arasında gündüzlerim
geçti. Ayrıca konferanslarım var…seri konferanslar….bir çıkışta 15 günlüğüne çıkıyorum…15 günde
30 veya daha fazla konferans veriyorum. Hep yol, konferans….Günlük yazılarımı evde olduğum
zaman sabaha kadar yazıyorum ama konferanslara çıktığım zaman konferanstan bitkin olarak
çıkıyorum, istirahat edemiyorum, gece yolculukta, annemle babam bana refakat ediyorlar, arabada
annem babam uyur, ben ve şoför uyanık, gecenin karanlığında o sönük araba lambası altında, o
günün yollarında, elimde kağıt önümde çantam, ertesi günü çıkacak yazımı hazırlıyorum. Konsantre
olmak, onu kaleme almak kolay değildi. Gazetedeki arkadaşlar yazıma alışmışlardı artık, çünkü o
kadar titriyor ki, temize çekme imkanınız yok. “HİZMETİME MANİ OLUR DİYE ÇOCUK İSTEMEDİM”
Omuz omuza vereceğiniz bir eşiniz olmadı ama arkadaşlarınız, yol arkadaşlarınız neden yanınızda
yer almadı, maratonda ipi göğüslerken hep yalnızdınız çünkü….Hz Ayşe’nin, Hz. Asiye’nin,
Hz.Meryem’in arkasına aldığı güçten siz niye yoksun kaldınız?
Vardı, onlar hep vardı Allah razı olsun. Ama ben onlarla birlikte hareket edecek duruma sahip
değildim. Başlı başına kendim yürütüyordum. Bir de aynı misyonu yürütecek insanlar yoktu. Onlar
kendileri bir gruptu. Çıkmadılar. Yazılarımda halen saklarım, şöyle bir hitabım vardı:” Ayşeler,
Fatmalar, Zeynepler…Neredesiniz? Ne olur siz de çıkın! Ya düşün yollara, ya da olduğunuz
yerde…Rahat yataklarınızı terk edin çünkü atı alan Üsküdar’ı geçiyor, ülkemizde yüzyıllara dayanan
bir çöküntü var, bunun tamiri için elini taşın altına sokacak er kişileri dahi zor buluyorsunuz ama
kadınların da neler yapabileceğini gösterin, o analık duygusu gibi bir duyguyu taşıyabilen kadın,
ayrıca davasının yükünü yüklendiğinde, o evladına gösterdiği hassasiyetten çok fazlasını
gösterebiliyor, bakın benim en büyük duam, hiçbir kadının yapmadığı bir şey: “Allah’ım ne olur bana
çocuk verme” Çocuk delisi olan bir insanım. Çünkü benim hizmetime mani olur. Onun için erkeğin ne
güzelini, ne şöhretlisini hiçbir şeyini aramadım. Bana sadece bana davamda omuz verecek, birlikte
yürüyebileceğim bir kişi olarak düşündüm. Öyle düşündüğüm bir insan da beni hayal kırıklığına
uğrattı. Bütün yazı hizmet hayatıma mani oldu, beni yataklara düşürdü, sırtımdan para kazandı, hem
isim yaptı.
“KENDİ ZAMANIMIN FİRAVUNLARIYLA MÜCADELE ETTİM”
Başbakan Erdoğan’ın karanlık dönemlerde yaşadığınız zorlukları içeren bir konuşması olmuştu.
Yargılandınız, işkence gördünüz, yıllarınız hapishanelerde geçti. Peygamberimizin veya ashabının
çektiklerine erişme arzusu duydunuz mu? Mücadeleniz nerelere varsaydı da, geri dönmezdiniz?
“Müslüman olmadığınızı” size söyletmeye çalışan bir düzenle mi savaştınız? Kendi zamanlarının
firavunlarına karşı mücadele eden bir insan mıydınız?
Evet aynen, fazla konuşmaya ihtiyaç yok. Her bir sorunuzun cevabı, sorunun içindedir.
“EN BÜYÜK GALİBİYET, GERÇEK İSLAMİ HAYATIN BENİMSENMESİDİR”,
“CEMİYETİN KURTULUŞU; İSLAM’DADIR”,
“DİNİMİZ, ÇAĞLAR ÜSTÜDÜR”,
“Ebu Cehil birdi dün, bu günse binlercedir, Hepsiyle savaşım var, zafere ettim yemin! “diyorsunuz.
Bugün Müslümanlar için alınacak en büyük galibiyet, şeriat mıdır?
“Hepsiyle savaşım var, zafere ettim yemin! “Zaten o gayeyle, o aşkla çıkıyorsunuz. Çok kritik bir
soru. En büyük galibiyet, gerçek İslami hayatın benimsenmesi. Cemiyetin kurtuluşu da onunladır. O
kadar içinden çıkılmaz, o kadar keşmekeş bir hale getirilmiş bir cemiyet ki, ama Allah dilerse neler
olmaz, onu da bilemiyoruz. “Şeriatçılar, şeriatı getirmek istiyor” deniyor ama bunlar zaten hep
ezmek için kullanılan korkutucu unsurlar. Hep çekindik. Bir çok dava insanımız dahi hep bundan
çekindik. Ben onu hiç ağzıma almadan, ama almış gibi hareket ederek yürüdüm. İslam ve İslam’ın
hükümleri yalnız bir veya birkaç asra münhasır değildir, çağlar üstüdür dinimiz ve Resullah a.s. irtial
ettikten sonra da olsa, artık bir peygamber gelmeyecek, artık bir kitap gelmeyecek ama Allah’ın
getirdiği kanunlar, bizi kıyamete kadar aynı dirilikte, güzel, yüksek vasıflarla yaşatacak kanunlardır.
“KURTULUŞUMU, BEDİÜZZAMAN’A BORÇLUYUM”,
“TESETTÜRÜ, RİSALE-İ NURLARDA GÖRDÜM”
Peki Allah’a ulaşmakta, Bediüzzaman’dan, Nakşibendi’den…bunun gibi yan unsurlardan
yararlanmanın gereği nedir? Kurtuluşunuzu Ağabeyinize mi, yoksa dolaylı yoldan Bediüzzaman’a mı
borçlusunuz?
Bir vesile Bediüzzaman Hazretlerine de borçluyum. Ağabeyim onun vasıtasıyla olduğu için, bize de
hep onun öğrettiklerini aktardı. Çünkü biz ne Kuran’ı biliyorduk, sadece okumasını değil, bizim için
inen ayetlerin ne olduğunu bilmiyorduk, biz tesettür ayetinden dahi haberimiz yoktu. Ben tesettürü,
risale-i nurlarda gördüm ve onun üzerine düşündüm. Ve o zamanlar da başka eserler de, yayınevleri
de yoktu. Bir Hasan Basri Çantay bir de Sönmez…vs
“ATATÜRK’ÜN KANUNLARINDA ÖRTÜNME İLE İLGİLİ BİR HÜKÜM YOK”,
“ATATÜRK’ÜN BAŞ ÖRTÜSÜNÜ YASAKLADIĞINI BİZE GÖSTERSİNLER”
Peki başörtüsü olgusunun ilk çıkış noktası neresi, zira Soner Yalçın, Üniversitelerde ilk başörtüyü
Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın halası Hatice Babacan 1967 yılında AÜ İlahiyat Fakültesi’nde
taktığını belirten, 1970’li yıllarda üniversitelerde başörtüsünün bayraktarlığını yapanların ise MHP’li
Asenalar olduğunu yazmıştı.
Tamamen yalan. Hatice Babacan doğrudur ama zaten örtünüyormuş, aileden gelme tamamen
kapalı bir genç kız. Onunla beraber benim yazılarımdan sonra birkaç tane daha örtünenler oldu ama
ilahiyatın bahçe kapısına kadar girebildiler, içeri girerken başlarını açıyorlardı. Sonra ben dedim ki,
“Çocuklar ne diye karşı çıkılıyor buna?””-Atatürk devrimlerine aykırı.” Sırf bu yüzden. “Peki Atatürk
devrimlerini tetkik ettim, araştırdım, 8 maddeden ibaret. Bu 8 maddenin içinde kıyafetle ilgili bir tek
kanun var, o da şapka kanunu. Fes çıkacak, şapka giyilecek. Kadınlar için bir şey yok. Atatürk’ün
kanunlarında yok. Atatürk’ün sözlerine bakarsanız, Atatürk’ün manevi kızının kitabındaki (Prof. Dr.
Afet İnan, Atatürk ve Türk Kadın Haklarının Ka¬zanılması, Tarih Boyunca Kadının Hak ve Görevleri,
s.104, İstanbul, 1968, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınlarından)Atatürk’ün meclis zabıtlarında geçmiş bir
paragrafı bulunuyor. Atatürk: «Eğer kadınlarımız Şer‘in tavsiye ve dinin em¬rettiği bir kıyafetle,
faziletin icabettiği tavr u hareketle içimizde bulu¬nur, millatin ilim san’at, ictimaiyyat hareketlerine
iştirak ederse bu hali, emin olunuz, milletin en mutaassıbı dahi men‘-i nefs edemez.» demiştir.
“Atatürk’ün bu sözlerini söyledin” dedim. Hem de ilk zamanlar başını örten öğretmen hanımları
kovdular, üniversiteden mezun olan avukat hanımları almadılar, onlara hep söyleyin, çekinmeyin,
isteyin, diyordum. “ Atatürk’ün bunu yasakladığına dair, kıyafetle ilgili bir yasağını bize gösterin, aksi
taktirde biz bunu yapmayız, suçlu duruma siz düşersiniz” deyin, dedim.Hiç kimse yapamadı bunu
kızım. Yalvardım yakardım, “Ben şu anda talebe olsam çatır çatır söylerdim.” dedim.
MHP’li Asenaların girişimi de gerçeği yansıtmıyor o halde
Ülkücülerde o zaman başörtüsü diye bir şey yoktu.
“BENİ İÇTEN YIKAN KİMSELER DE VARDI”
"Müslüman kadınların örtünmesi şarttır" diye yazdığınız için Türk Kadınlar Birliği bile size dava açtı.
Sizin cehtinizin, davanızın en büyük karşıtları, içimizden birileri olduğunda acınız daha mı büyüdü?
En çok kiminle mücadele etmekten gocundunuz ya da utandınız?
Gerek Türk Kadınlar Birliği olsun, gerek onun benzeri girişimlerde onların duruşu budur. Karakterleri
bu, yapıları bu, inançları bu, başka türlü olamazlar. Onun için, onlara pek müdanam olmazdı benim.
Ve onlar için herhangi bir üzüntüm falan da olamaz. Ama kendi çevremizden aynı davayı
yüklendiğim, omuz omuza diyebildiğim bazı kişilerden, tabi türlü türlü cemaatler var ama hanımlar
arasında kutuplaşmalar var, bunların pek çoğu ile hep beraberiz ama bir veya ikisi(müstesna) öyle
de durumlar vardı ki, kurdun elmayı kemirdiği gibi içten yıkan kimseler de vardı. O çok dokunuyor
işte. Beni yıkmak için olmadık dolaplar çevriliyor. Ben bunu hiçbir zaman açığa vurmadım ama
sorduğunuz için söylüyorum: “İçimde hep büyük bir acı olarak kaldı, beni çok sarstı” Üstat Necip
Fazıl’ın bir sözü vardır: “Düşmanım sen benim gayretim ve hızımsın, yağmur rüzgara muhtaç, bana
da sen lazımsın”
“TÜRBAN, BİZLERE AİT BİR GİYİM DEĞİL”,
“TÜRBAN, RUS BAŞIDIR”
Hıncal Uluç, Baş örtüsü için bir yazı kaleme almıştı:”Başbakan "Baş örtüsü" diyor. Ben onu da
demiyorum. Çünkü baş örtüsü, baş örtmenin genel adı. Sadece Anadolu'da yedi yüz küsur çeşidi var.
Kilis Müftüsü'nün eşi anneannem, bu "Sıkmabaş" tarzını bilemeden, göremeden öldü.” TürbanBaşörtüsü-Sıkmabaş…Kavramlar giderek ahir zamana mı uyacak yoksa? Şulebaşı saymıyorum tabi.
Kavramlar giderek, baş örtüsünü tahkir edecek noktaya mı varacak sizce?
E zaten baştan da öyle başladı. Türban sonradan çıkan bir söylem oldu. Ve bunu hep bildirdim ben
bütün konuşmalarda, röportajlarda. Türban, bizlere ait bir giyim değil. Başörtüsü ne şekilde
örtünürse örtünsün, Başörtüsü bizimdir. Ya bone, ya türban. Türban, Rus başıdır. Rus madamlarının
giydiği bir şeydi. Bone ise, Fransız modasının bir parçası. İkisi de saçları örtüyor, hatta kulakları dahi
içine alanları var. Fakat boynu, gerdanı, göğsü açık bırakan bir şey. O ancak içeri kıyafeti olarak
takabileceğin bir şey ama dışarıda ancak onu madamlar, matmazeller veya onlara özenenler takar.
“ÇARŞAFI SEVE SEVE GİYDİM”
Sizin tasvip ettiğiniz örtünme modeli daha kapalı olanı mı, giysi şeklinde bütün mü olmalı?
"İslamiyet’ten soğutuyor", "Mümkün değil çarşaf giymem" dediğiniz halde, Dr. Sevim Asımgil ve
Nakşibendi çevresi nedeniyle çarşaf konusundaki fikriniz değişti galiba? Çarşafın İslamiyet’teki yeri
nedir?
Değişti evet. Çarşafın İslam’daki yeri, Arapça’da, “Cilbab” olarak geçer, tesettür. Ve Ayet-i Kerime de
de tekil olarak “Cilbab” tır ama çoğul kadınlar olunca,”Celâbib” olarak geçer. El- Ahzap süresi,
59.ayet-i kerimede, “Dışarıya çıkacakları zaman üzerlerine cilbablarından alıp, örtünsünler”
buyuruyor. Çünkü orada tepeden aşağıya bütün. Türkiye’de ama, belden sıkıyor, üstten bolluk
geliyor. Bu neden oldu? Çünkü Arabistan gibi memleketler, “Memaliki Harre” diye geçer, bizim gibi
rüzgarı, kışı olan memleketler ise, “Memabili Bürde”. Memaliki Harre, sıcak ülkeler için geçer.
Memaliki Bürde ise soğuk olan ülkeler. Sıcak olan ülkelerde tabi ki kadının kıyafeti öyle. Ama
rüzgarlı, soğuk ülkelerde onu giydiğiniz zaman bir rüzgar esince, elbise başına geçer. İşte çarşafın, o
belden sıkıp, hatları da belli etmemesi için, arkası bol şekli verilmiş. Onu alsanız, diğerleri gibi Cilbab
olarak dümdüz inecek. Memleket, iklim şartlarına göre değişebilen bir şey bu. Bir çok memlekette
başka isimlerle de geçer ama yine de tepeden, topuğa kadar bir örtüdür, kadını bütünüyle
gizleyecek. Evinin dışında, namahrem olmayan erkekler için giydirilmiş bir kıyafet bu, serkeş insanlar
arasında eziyet görmemesi içindir, diye geçer ayette. Çarşafın ilk çıkışında, toplumun halet-i
ruhiyesini düşünerek hareket ettik. Ama daha sonra artık örtünenler çoğaldı, örtünme yayıldı. Ben
hem bir önderim( öyle görünüyorsunuz) siz ne yaparsanız o taklit ediliyor. Onu dedim:” Ben burada
kalacak mıyım?” Çarşaflı, ilim sahibi, yüksek tahsilli avukat, doktor hanımların bulunduğu ortamı da
görünce, ben kendimden utandım. Bu sefer ben aciz kaldım. “Benim toplumumuzu bir yere getirme
fonksiyonum olması icap ederken, ben aksine, beni çoktan geçmiş, meselenin aslına ulaşmış ve
tatbik sahasındaki insanların arasında ben kötü örnek oluyorum” dedim. Ve bundan rahatsızlık
duymaya başladım. Onun için de seve seve giydim. Allah affetsin, cehalet nedir, bilmemektir,
bilmediğimizden dolayı da, düşmandık.
“ŞULEBAŞ BİR DAHA ÇIKMASIN DİYE DUA ETTİM”
Sonradan değişen fikirlerinizden biri de “Şulebaş” modeli. Sizin tabirinizle, ilk örtünenler için geçiş
dönemi olarak düşündüğünüz bu örtü tarzı, bir dönem sonra büyük örtüleri takanlar tarafından
kabul görmeye başlayarak, bir geriye gidiş yarattı. Ama hoşuma gitti o . Uzun pardesüler, bol pardesüler, topuklara kadar büyük örtüler…ve çok vakur,
İslam’ın ölçülerine hakkıyla uyacak şekildeydi hanımlarımız. Ben “Elhamdüllilah, Şulebaş gitti,
Allah’ım bir daha çıkmasın” diye dua ediyorum, ondan sonra hem o çıktı hem de baktım, o büyük
pardösüler gitgide kısalmaya, daralmaya başladı, eşarplar küçüldü.
“ŞİMDİ İMAN İLE KÜFRÜN EN MÜTHİŞ SAVAŞINDAYIZ”
“EMİNE ERDOĞAN’IN DURUMU MÜSTESNA”,
“DIŞ ÜLKELERDE EMİN HANIM BÜYÜK İTİBAR GÖRÜYOR”
Yazgülü Aldoğan, Başbakan’ın kızı için, “Sümeyye Erdoğan hiç de Şule Yüksel’in tarif ettiği
tesettürlü kadın değil! Bu tabloya bakarak en azından sevinmek mi gerek?” diye yazmıştı. Hükümet
eşlerinin resmi, görüntüsü İslami açıdan sizi memnun ediyor mu?
Şöyle bir fark var. Emine Hanımın, o kadar müstesna bir durumu var ki. Eğer o aslını yapsa, toplum
kaldırmaz. Düşünün tesettürlü dahi kaldırmıyor bunu. Ben tesettürlü iken dahi , çarşafa nasıl
karşıysam, bugün öyle bir toplum ki, bugün öyle bir toplum ki, benim o gün ki tesettürüm gibi de
değil. Düşünün onların görüşlerini. Normal bir insan olsa, bir devlet Başkanının hanımı olmasa, kim
ne derse desin, tabi ki, o da ister ama burada bir misyon yüklü. Dolayısıyla onun için hiç bir şey
söyleyemiyorum. Bir hadisi şerif vardır, Peygamberimiz buyuruyor ki:” Harp, hüdadır. Harp, hiledir,
hileden ibarettir, yani hile, İslam’da haram ama harpte mubahtır. Şimdi İman ile Küfrün en müthiş
savaşındayız. Bazı hileler, kendini teşhir etmeden, mümkün mertebe korunmaya çalışarak, vazifesini
icra etmek. Ve bunu çok güzel de başardılar. Düşünün, ne acayip bir şeydir ki, kendi içimizde bu
kadar yadırganmalar olurken, dış ülkelerde Emin Hanım büyük itibar görüyor, devlet büyüklerinin
hanımları arasında el üstünde tutuluyor. Saygı ile sevgi ile karşılanıyor. Onun için onların durumları
çok müstesna. Onlar, tam cihadın içindeler.
“TAYYİP ERDOĞAN’IN BAŞ ÖRTÜSÜ KONUSUNDAKİ ISTIRAPLARINI BEN ÇOK İYİ BİLİYORUM”,
“TAYYİP BEY, BAŞ ÖRTÜSÜ MEVZUSUNUN PEŞİNİ BIRAKMAZ”
Merve Kavakçı size, “BM Türkiye’deki başörtüsü yasağını bir insan hakkı ihlali olarak kayıtlara
geçecek bundan sonra!” müjdesini verince “Durmayacak benim kızlarım, durmayacaklar!” diye tepki
vermişsiniz. Sizce başörtüsü konusunda pes edilen noktada değil miyiz? Artık Ak Parti de çare
bulamıyorsa, vazgeçelim denilen nokta mı baş örtü mücadelesi?
Amerika’dan telefon açmıştı. Hayır. Siz Tayyip Bey’e bakmayın. Onun içinde acı var. Bu yöndeki
ıstırapları ben çok iyi biliyorum. Ben baş örtüsü çözülecek ümidindeyim. Tayyip Erdoğan’ı tanıdığım
kadarıyla değil de, adım gibi biliyorum. O bunun peşini bırakmaz. Farkındaysanız, birden bire atılımlar
yapmıyor. Baş örtüsü meselesini kanunlaştıracaktı ki, Anayasaya gitti. Zaten adımının biri Anayasa
Mahkemesinde.
“DEVLET İMANLI KİŞİLERİN ELİNDE OLDUĞU MÜDDETÇE İHTİLAL DÜŞÜNÜLEMEZ”
Anayasa demişken…3 Anayasayı da gördünüz; 1924, 61, 82… 1980 öncesi kurduğunuz İdealist
Hanımlar Derneği’nin darbe gecesi kapatılmıştı. 28 Şubat darbesi son darbe olarak anılıyor, sizce de
öyle mi olur? Yeni Anayasa için en elzem gördüğünüz şey nedir?
Darbe gecesi değil de, İdealist Hanımlar Derneği kurulduktan birkaç ay sonra oldu darbe. Bugünkü
vaziyete göre gelmez diyorum. Ama Allah hayırlı ,uzun ömür versin, Tayyip Bey’in başına yine bir
oyunla bir şey getirirlerse, o zaman çok şeyler değişebilir ama Tayyip Bey’in idaresi olsun olmasın, o
fikirlerde, sağlam yapılı, gerçekten milletini düşünen, imanlı kişilerin elinde olduğu müddetçe hiç
korkmuyorum, ihtilal düşünülemez.
1967 yılında Papa’nın Türkiye’ye gelmesine karşı çıkıp, "Ağlayın ey Müslüman kardeşlerim ağlayın"
diye makale yazmıştınız. Bugün, Fransa, İsrail karşısında gösterdiğimiz tavır, dini açısından da
yeterli mi?
Hükümetin aldığı kararlar eksik değil, daha fazlası da yapılabilir ama iç durumu biz bilemiyoruz.
Muhalefetin müdahalesi var. Bir de Tayyip Beyin duruşunu görüyorsunuz yani. Yerine göre bağını
koparıyor. Daha ne istenir. Bir devletle ilgisini görüyor, daha ne istenir?
“CEVDET SUNAY GÖZÜMÜZDE DAĞ GİBİ BÜYÜYEBİLİRDİ”
Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay bir mesajında “Sokaklardaki kapalı hanımların öncüleri cezalarını
göreceklerdir.” deyince, Allah’tan ve milletten özür dilemesini istediniz ve ceza aldınız. Kendisinin
sonradan size sunduğu affı reddetmeniz, İslami açıdan ters görünmedi mi, sizinle samimi bir barış
içinde bunu yapsaydı kabul eder miydiniz?
Tabi. Ama o da ona göre bir beyanat verecek, onu bildirecek, yani “Maksadını aşmış bir ifade
kullandım, bunun için milletimden de, Şule Hanımdan da özür dilerim” deseydi, o gözümüzde dağ
gibi büyürdü.
Peki İslam’a karşı kalpleri boşalanlar için ne diyeceksiniz? İslam’ın ilk şehitleri, Hz. Sümeyye ve
Yasir’in çocuğu Ammar anne ve babasının gördüğü işkence sırası kendisine gelince, putlara taptığını
söylemiş ve serbest bırakılmış. Fakat Peygamber Efendimize yaptığı şeyi anlatınca, o sırada kalbin
nasıldı diye sormuş, “Allah ve Resulüne iman ile doluydu” Sana yine öyle yaparlarsa sen yine öyle
yap.” demiş. Çünkü her ikisi de şehidimiz. Anne ve babası azimetle amel( hak ne ise o, hiç taviz vermeksizin)
hareket ettiler, Ammar ise ruhsatla amel etmiş oluyor. Yani onun kadar değeri değil.
Peygamberimizin sözü sadece Ammar için değil, bütün müminler için. Yani ölüm anında öyle bir şey
ile karşılaşırsanız, böyle hareket edin. Azimetle amel kadar kıymetli değil tabi. Canları pahasına yine
vazgeçmediler. Azimetle vefat ettiler.
“ŞEYTANDAN VE SİYASETTEN ALLAH'A SIĞINIRIM”,
“TAYYİP ERDOĞAN, BAYAĞI TAVİZ VERDİ”
Ahmet Hakan sizi, baş örtülü milletvekili adayı olarak takdim etmişti. Türbanın ilk ateşleyicisi
olarak, neden mücadelenizi siyaset meydanında sürdürmediniz? O zaman o ateşiniz daha çok yere
sıçramaz mıydı? Sadece Adalet Partisi Gençlik Kolları Başkanı olmak ve MSP’ye destek olmak dışında
siyasetten dininizi mi, kendinizi mi korudunuz?
Hidayetimden sonra ilk hedefim, bu milletin kaybettiği değerleri yerine koymaktı. Siyasette al aşağı
edilirsiniz, her türlü çalkalanmalar olur ve benim ders aldığım Bediüzzaman Hazretlerinin de bir sözü
vardır:” “Euzûbillahi mineşşeytani vessiyase” yani “Şeytandan ve siyasetten Allah'a sığınırım”
Siyaset bazı şeylere, sizi mecbur ediyor. Tayyip BEY’in bunu tercih etmesi, çünkü o da bir dava
insanı, ama onun yolu siyasetle, çünkü milletin hali hazırdaki durumu ve geleceği ile ilgili çok
büyük bir misyon yüklenmiş bulunuyor. Ben hiçbir zaman bunu hedef almadım. İlk dalışım, siyasetle
oldu, AP devrinde milletvekili adayı olarak bile gösterdiler. İslami hüviyete büründüğüm zaman
siyasetin içinde yer alamazdım çünkü ben, parti içinde de bazı şeyleri gördüm. Midem bulandı. “Ben
bu siyaseti yapamam” dedim ama yapabilecek kişilerin alnından öpmek lazım. Kendinden taviz
vermeden…Ki çok zaman da veriliyor. Mesela Tayyip Bey bayağı verdi ama onun acısını ancak bizler
anlıyoruz. Bazen dertleştiğimiz olurdu, anlatırdı.
“BU MİLLET, TAYYİP ERDOĞAN GİBİ BİR LİDER GÖRMEDİ”
Menderes’e de benzeri bir alaka duyuyordunuz, şimdi bu ilginiz Tayyip Erdoğan’a kaydı sanırım.
Geçenlerde kendisi ile bizzat görüştüm. Hiç yüzüne söylememiştim, heyecanlandım, ağladım, bu
ameliyatından sonra. Hal-hatır sordu. Ben kendimi tutamıyorum, ağlıyorum. Ve dedim ki: “Bugüne
kadar bu millet, baş olarak sizin gibi birisini görmedi, bunların içinde canı gibi sevdiği, bizim inançlı
kısmın canı gibi sevdiği Menderes de dahil olmak üzere ve Tayyip Beyin örnek aldığı, çok sevdiği
Turgut Özal da dahil olmak üzere şu Cumhuriyet tarihinde bu başarıya, sevgiye, rağbete, saymakla
bitmeyecek güzelliklere ulaşan bir lider olmadı ve aynı tevazu ile de devamı haldesiniz her şeye
rağmen”. “Abla büyütmeyin, Allah razı olsun, inşallah gördüğünüz gibidir” dedi. “İSLAM; HAREKETTİR, CEVAALİYETTİR”,
Peki dindar nesil konusuna ne diyeceksiniz? Dindar nesil yetişmeli, dedi, bütün Türkiye ayaklandı.
Ya, ne büyük kıyamet değil mi? Sanki Rahibeler inzivaya çekilmiş gibi. Sanki bütün imanlılar rehavet
içinde, herkes sanki o hale girmeliymiş gibi bir şey sergileniyor. İslam o değildir. İslam, harekettir
aynı zamanda. Cevvaliyettir. Ve bunların en iyileri safhasında olandır, örnektir. Onun için değil midir
ki, onca fetihler yapıldı, onca başarılar elde edildi. Bugün hala işlerine gelmiyor ama araştırıyorlar, bu
Osmanlı bu kadar milletlerin hepsini hiçbir fark göz etmeden nasıl bir arada tutabilir, diye. Bizim
düşmanlarımız tarafından dahi, bu kadar büyük hayranlığa sahibiz. Bunlar kendi içimizde, hiçbir
zaman kendi değerlerimizi taşımayan insanlarımızın düşünceleri.
“DİNDARLIKLA ALAY EDİLİYOR”
Yoksa ki dindar nesil bizi ihya edecek mi diyorsunuz?
İhya edecek tabi. Dindar olmak, onun vazifelerini, vasıflarını engelleyen bir şey değildir ki, dindar
olmak, o imanı yaşamak, o imanla Allah’ın gösterdiği yolda gitmektir. Onlar dindarlığı mescit
köşelerinde, seccade üstünde, tespihle ilgili görüyorlar. Yani dünya ile alakasını kesmiş, kendi
tabirleriyle, alay edercesine, “Allahlık insanlar”
“DİNDAR NESİL, AKTİVİTESİ ÇOK OLAN NESİL DEMEKTİR”,
“BUGÜNÜN ATEİSTİNE DE, KOMÜNİSTİNE DE ACIYORUM.”,
“İSLAMİ DEĞERLERE SAHİP BİR GENÇLİK OLSA, ÜLKEMİZ İHYÂ OLUR”
Dindar neslin ülkemize faydaları neler olur?
Her yönden olur. Değil pasif, aktivitesi çok olan bir nesil anlamına gelir. Çünkü İslami değerler,
insana o aktiviteyi kazandırıyor. Başka türlü olamaz, yoksa kıymeti olamaz zaten. Yani ben rahat
yatağımda yatsaydım, güzel uykularımı uyusaydım, o değeri kazanamazdınız, hiç kimsenin kalbinde
yer edemezdiniz. Ben değil sadece bütün emek verenler, emek veren kişiler de…Hem örnek insan
olacaksınız, hem de İslami değerlere sahip bir gençlik olsa, ülke baştan başa ihya olur. Hatta belki de
o ateisti, komünisti çok da azalır. Kendileri yapamazlar ama hayranlık duyacakları insanlar artar.
Bunlar hayal değil. İnanın böyle olur. Bugünün ateistine de komünistine de acıyorum. Yazık edildi
bizim milletimize. Neler aşılandı? Hadi biz kurtulanlardan olduk, aşanlardan olduk, gözümüz açıldı. Ya
bir de o imkanlara sahip olamayan, kendi çevrelerinin içinde yoğrulan kişiler? Ve devamlı Milli
Eğitimin, İslam’ı hakir gösteren yazıları….Eski yazı ile alaylar…Eski idare ile alaylar…Çarşafa
karşı…Sakala karşı…Toplum öyle yetiştirildi. Onun için biz kendimizi şanslı olanlardan hissediyoruz
ama onlara da acıyoruz. İnanın benim namazlarımda müminlerden çok duam, o gibileredir.
Dönüşü, kurtuluşu var mı?
Var, hidayet dediğimiz şey odur. 180 derece oluyor. Hem de köklü Müslümandan daha şuurlu oluyor.
“DİNDAR NESİL İÇİN AİLE VE DEVLET EL ELE VERMELİ”
Dindar nesil yetiştirme görevini en çok aile mi, devlet mi üstlenmeli?
Her ikisine de düşüyor. Elele verecekler tabi. Aile, insanın, yetiştirildiği toprak. İlk bilgiler, ilk
alışkanlıklar anneden gelir. Ailede yoksa, okuldan almalı. Öyle aileler görüyoruz ki, tamamen ateist,
dine karşı, düşman, çocuğu da öyle yetiştirilmiş ama okulda bir İngilizce hocası çıkıyor, adam süper
şuurlu, dersin yanı sıra onlara bir çok şeyleri anlatıyor. Çocuk hayran oluyor, dünyası değişiyor ve
ailesine karşı çıkacak bir seviyeye ulaşıyor, aileyi bile döndürebilecek duruma geliyor.
Acaba bir çocuk mu aileyi değiştirdiğinde, bir çocuğu mu aile yetiştirdiğinde daha mübarek oluyor?
Benim ağabeyim, bizi değiştirdi. Çocuk, anneyi babayı dahi değiştirdi.
Peygamberimizin sizin de çok kullandığınız bir sözü var, ‘Giyinik çıplaklar’ diye. Eskiden
annelerimizin, anneannelerimizin kapanış şekli daha muhafazakar olmasa da, bugün de sanki tam
yerini bulmuş değil. Bu zihin karışıklığını neye bağlıyorsunuz?
İslami bilgisizlik. Eğitimsizlikten, bilgisizlikten. Geleneksel İslam içinde yaşayanlardan, o şuuru
bekleyemezsiniz.
“HİDAYETİMİZE KADAR ÇOK KOYU ATATÜRKÇÜYDÜM”,
Özdemir İnce, “CHP’nin tek tip insan ürettiği gerçeğe aykırı bir toptancılıktır” diyerek, komünistin,
liberalin mürteci (irticacı), saltanatçı, halifecinin de içinde bulunduğu bir koalisyon partisi olduğunu,
Cumhuriyet’in okullarında okuduğunuzu belirterek, sizin de bu oluşumun içinden geldiğinizi
yazmıştı. Siz kendinizi Cumhuriyetçilik veya Atatürkçülüğe ne kadar yakın buldunuz, ne kadar
içinden geldiniz?
Ben hidayetimize kadar, hatta hidayetimize yakın zamana kadar, 12 yaşına kadar Atatürkçüydüm.
Ağlardım, canımı verirdim. “Onun parçalanan ciğerlerinin yerine ben ciğerlerimi veriyim, onun yerine
ben gideyim” diye nasıl ağlardık radyonun başında. Ama ondan sonra hakikati o büyük ağabeyim
vasıtasıyla öğrendik, hem anlattı, hem bazı kitaplar, dergiler falan getirdi, inanamadım, önce
ağabeyime düşman gözüyle baktım, sonradan her şey dile geldikçe, “Eyvah nasıl aldatılmışız, nasıl
bu kadar kör olabilmişiz” şeklinde şaşkınlıklarımız oldu. Daha sonra bizzat araştırmalarla bu
perçinlendi.
“CUMHURİYET VE ATATÜRKÇÜLÜKTEKİ DOĞRULAR, EĞRİLERİ GÖTÜRMEZ”
“MEMLEKETİ YÖNETENLER HATASIZ, KUSURSUZ OLMALIDIR”,
Cumhuriyetçilik veya Atatürkçülüğün içinde doğru bulduğunuz şeyler de var mı?
Mutlaka doğru olanlar da yok değildir. Ama o doğrular, öbür eğrileri götürmez hiçbir zaman. Şu şudur
diye saymayacağım. Mutlaka bir insan, çok iyi olabilir, çok namuslu, çok dürüst, çok güzel ahlaklı
olabilir ama onun da hatalı, kusurlu yönleri olabilir, öyle olmasaydı, melek olurdu insan. Onun için her
insanda bazı hatalar vardır. Bu gibi idarelerde de, insanın kendine has hatası başkadır, ama önünde
bir devlet, bir millet olunca veya bir önder iseniz eğer, kendisinden sonraki asırlara da taşıyacak
durumları olabilir. Onunki, herhangi bir şahsın hayatındaki gibi değildir, onların çok daha dikkatli
olması lazım, hemen hemen hatasız, kusursuz olmalıdır.
Huzur Sokağı ile çok çeşitli insan kitlesine ulaştınız. Sizin tabirinizle, uzun saçlı, küpeli çocukların
ellerinde bile Huzur Sokağı'nı gördünüz. Belki de hep yasaklanan ‘Aşk’ temasını işliyor olmanızaydı,
kitabın gördüğü ilgi. İslami anlayışınızın içinde Aşk’ın dışında neyi ötelemiyorsunuz? Herkesin
bildiğinin tersine?
Dinimizce yasak veya hor görülen her ne varsa benim için de öyledir. Mukaddeslerimize, helal
getirmeyecek her ne varsa onunla beraberiz.
“HAKİKİ KADIN HAKLARI, İSLAM’DADIR”,
“FAKİR OLAN ERKEKLER, İKİNCİ HANIMI ALAMAZ”
Örneğin, bugünlerde çok eşlilik savunuluyor. Aldatma olayının önüne geçmek için nikahlı eş
sayısının çoğalmasından söz ediliyor. Dinimiz bunun ne kadarına izin veriyor, 4 eş mevzusunun aslı
nedir?
Benim anlattığım her şey, Kuran-ı Kerim’e dayanır, Kuran-ı Kerimde olmayan bir şey için Allah’a
sığınırım. Çok eşlilik, 4’e kadar sınırlı. Birden fazla evlilik, Nisa Süresinde geçiyor, bir emir değil, bir
ruhsat olarak geçiyor ama yine de ayetin devamında bir ikaz var. Şöyle ki: “ Sizden biriniz 1’er…4’er
hanım alabilirsiniz, ancak sizin için 1 tanesi daha hayırlıdır” Cahiliye devrinde, İslam gelmeden
önce erkekler, 30’lu, 40’lı alırlarmış. O, 40 karısından hoşlanmadığı, bıktığı kadını, isterse alıp
götürüyor, esir pazarında, yüksek kaideler üzerine çıkarıyor, üzerinde kıyafetleri olmadan, azalarını
tellallar vasıtasıyla sayıp döküyorlar, erkekler etrafına doluşuyor, açık arttırmaya satılıyorlardı. Ve
en fazla arttıranın üzerine kalıyordu kadın. Bu bir şekli. Diğeri yine çok kadınları olanlar tabi, başka
bir arkadaşının veya erkeğinin, “Ben sana bunu vereyim, sen de bana onu ver” diye takas usulü bir
alışverişe yapıyor. Kadının değeri diye bir şey yoktu. Alınıp, satılan, elden ele dolaşan, hiçbir değeri
olmayan sadece cinsel duyguları tatmin edici bir alet. Ayet-i Kerime iniyor, 40’tan, 4’e indiriliyor.
Peygamberimiz düşünüyor, boşamak için, duruma göre en evvel aldığından başlaması lazım, Hatice
validemizden sonra, Sevde Validemiz. O da çocuğu olan dul bir hanım ve Hz. Fatıma da o çok emeği
olan bir insan, ondan sonra Hz. Ayşe validemiz geliyor. Peygamberimizin en çok sevdiği ve bakire
olarak aldığı( diğerlerinin hiçbirisi değil) ciğeri yanıyor tabi, boşayacak, kalbi de ezik, giderken,
Cebrail A.S Rabbil Aleminden haberini getiriyor. “Peygamberin hanımları bundan hariçtir” Peygamber
A.S, Cebrail A.S’a soruyor:” Ben de boşayacak mıyım hanımlarımı?” “Hayır sen boşamayacaksın,
çünkü onlar müminlerin anneleridir, anneleriyle evlenemezler ama üstüne bir tane daha
almayacaksın” Bu Peygamberimize has bir durum oldu. 4’e kadar olanı da zaten mecbur tutmuyor.
“4’e kadar alabilirsiniz” ama “Sizin bunlar arasında adaleti gözetemeyeceğinizden korkuyorum, sizin
için 1 tanesi daha hayırlıdır” diyor. Bütün o alanların çoğu, hep bu ayete göre, 2.3. alıyorlar. Ama
düşünün o zamanın asır saadetini ve bugünün Müslümanlarını. Bugün ihtiyacı olsun olmasın, karısı
hastaymış, çocuk yapamamış vs ne olursa olsun 3’üncüyü, 4’üncüyü düşünebiliyor ama adaleti
gözetemiyor. Adaleti gözetmeyince kadın hakları nerede kalıyor? Halbuki bir bilseler, “Hakiki kadın
hakları İslam’dadır” Bu yönden Kuran bir incelense, hayretler içinde kalınır. Ben bir gün bu konuda
bir konuşma yaptım, üniversite hocaları da vardı, inceliklerini de anlatınca, ağlamaya başladılar. Bu
hassasiyeti gösterecek insanlar, o gün bile bundan korktular, bugünün insanları artık o durumda
değiller ki, nefisleri için, adaleti göstermek şöyle dursun, birisi mahvolurken, öbürü Kaşane’de
yaşıyor. Bunun gibi nice yuvalar yıkılıyor. Ama eğer o günkü şartlarla, o şuurla yerine getirilirse,
bugün de caizdir. Bir de şu var: Kesinlikle fakir olan erkekler, ikinci hanımı alamaz. Ancak durumu iyi
olan erkekler alabilir yani 2 veya 3 hanımın hepsine de aynı şartlarda ayrı evler açacak. Gecekondu
’da mı oturuyor bir tanesi, öbürlerine de gece kondu, daireyse aynı dair, aynı vasıflarda eşyalar,
giyimler aynı olmalı.
Şule Yüksel Şenler'in "Gençliğin Izdırab'ı" kitabının ön sözü:"Bu eseri 1968'de neşrettim. Gençliğin
Izdırabı'nı yazdığım o yıllarda, ben de o yılların gençliği içinde bulunuyordum. Aynı ızdıraplı gençliğin
içinden, aynı ızdırapları duyarak ve yaşayarak gelen biriyim. Yorgun, bitkin, yaralı, mutsuz ve perişan
bir gönülle, "Hidayet Bahçesi" ne adım attığım andan itibaren, bu sonsuzluk bahçesinin gül
kokularıyla dolan gönlüm, bir anda şifa bulmuş, eski yorgunluk ve perişaniyetimin, yaralı ve
umutsuzluğumun yerini, "iman"ımın verdiği huzur, zindelik, ümit, neş'e ve dopdolu bir şevk ve azim
almıştı.
Anlatamıyordum bir türlü, "materyal ilahı"na kul olmuş ve adeta ondan başka ilah tanımayan bu
zavalllılara. Allah'a yönelmekle gençlik ve güzelliğimin bilakis heder olmaktan kurtulup,
ebedileşeceğini, daimi ve baki bir gençlik ve güzelliğe değişeceğini, böyle bir davaya gönül
vermekleen sağlam ve en kârlı bir istikbal yoluna damımı atmış bulunduğumu anlatamıyordum.
O zamanlar tek emelim; uyanan, gerçekleri hakkıyla kavrayan, İslam'ın ruhu ve davanın şuurunu
gönlüne sindirmiş, imanlı, ahlaklı, ilimli, edepli, aksiyoner, cevval mi cevval, mücahid ve mücahideler
neslinin yetişmesiydi.
Yazıldığı tarihten itibaren aradan uzun yıllar geçmesine rağmen, demek ki "Gençliğin Izdırabı"
kitabımın vazifesi henüz bitmemmiştir ve utanç manzarası devam ettiği müddetçe de bitmeyeceğe
benziyor. "
haberx.com
Bu dökümanı orjinal adreste göster
Başörtülü olan İslam'ı yaşıyor demek değildir
Download