“Sermayenin diktatörüne de diktatörlüğüne de HAYIR!” diyoruz!

advertisement
İşçilerin birliği halkların kardeşliği için…
“Sermayenin diktatörüne de
diktatörlüğüne de HAYIR!” diyoruz!
İttifak halindeki gerici faşist güçler, fiili tek adam diktatörlüğünü anayasal kılıfa kavuşturmak amacıyla
seferberlik halindeler. 16 Nisan’da yapılacak referandumda evet denilmesi için her yolu mübah sayıyorlar.
AKP iktidarı, en başta uzun yıllardır işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin büyük bölümünde yarattığı akıl
tutulmasına güveniyor. Tayyip Erdoğan her zamanki gibi en büyük maharetlerini emekçilerin dinsel
duygularını istismar alanında sergiliyor. Din tacirliğine ırkçı-şoven histeriyi azdıracak manevralar eşlik
ediyor. Ne de olsa “ayak takımı” saydığı, “sürü” diye tanımladığı, oy deposuna dönüştürdüğü kesimlerde
en bayağısından mezhepçi-milliyetçi söylemlerin pirim yaptığını defalarca gören bir “baş çoban” o. Alevi
düşmanlığı, Kürt halkına nefret, kadınları aşağılama, daimi uşağı olduğu emperyalistlere efelenmeler,
mağduriyet edebiyatları vs. son yılların hangi seçimlerinde iş yapmadı ki? O yüzden ülke içinde ve yurtdışında
zorbalık, riyakarlık, gözü dönmüş saldırganlık, pişkinlik, mağduriyet istismarı ve daha nice “usta” işi icraata
yenileri ekleniyor.
İşçiler, emekçiler, gençler
Tayyip Erdoğan ve müritlerinin böylesine zıvanadan çıkmaları, toplumu bu denli kutuplaştırmaları
boşuna değil. İkiyüzlülük, yalan ve zorbalıkla başardıkları iktidarlaşmayı, ele geçirdikleri tüm devlet aygıtını,
ekonomik, sosyal, toplumsal mevzileri sağlama almanın son adımı olarak görüyorlar referandumu. Sermaye
diktatörlüğünün çoktandır fiilen tek adamda yoğunlaşmış biçimine hukuksal meşruluk kazandırarak, uzun
yılları güvenceye alacaklarını düşünüyorlar. “Cumhurbaşkanlığı sistemi” adı altında Türkiye’yi süreklileşmiş
OHAL’ler ve KHK’larla yönetmenin hayalini kuruyorlar.
Kaybetmeleri zorbalık, baskı ve terör üzerine kurulu saltanatlarının sallanması demektir. Bu durumda ağır
kölelik ve sömürüyle, çalıp çırpma ve rüşvet havuzlarıyla gasp ettikleri servetleri güvencede olmayacaktır.
İşçilerin, emekçilerin, gençlerin, kadınların, Alevilerin, Kürtlerin ve bölge halklarının gazabına uğrama riski
büyüyecektir. Bulaştıkları çirkeflerin yanı sıra IŞİD ve benzeri çetelerle kirli ilişkileri ve işledikleri insanlık
suçlarıyla ilgili de hesap vermekten kurtaran dokunulmazlık zırhını uzun süre taşıyamayacaklardır.
Bütün bu korkulardan kurtulmak için, adım adım gasp edilen temel hak ve özgürlüklerin anayasal olarak da
tümden ortadan kaldırıldığı bir Türkiye lazım onlara. Demokratik sorunlara duyarsızlaşmış, örgütlenme-sözbasın özgürlüğünü unutmuş, hakları için mücadele etmeyi bilmeyen bir işçi sınıfı ve emekçiler yığını istiyorlar.
Laikliğe düşmanlaştırılmış, kardeş halklar ile farklı etnik ve inançlardan topluluklara kin ve nefretle bakan,
kadını hakir görüp aşağılayan, insanlığın ilerici değerlerine tümden elveda diyecek, sürüleşmiş bir toplum
hayaliyle yaşıyorlar. Böylece kapitalist sömürü çarkları acımasızca dönebilecek, işçi ve emekçiler bu dünyada
cehennemi yaşarken, onlar lüksün ve bolluğun sefasını sürebileceklerdir.
Şimdi tüm bunları “Güçlü bir Türkiye” diye paketleyip toplumun karşısına çıkmış bulunuyorlar. “Güçlü
Türkiye”, dinsel-gericiliği tüm olanaklarıyla besleyip büyüten, yaşadığı evrimin ve çürümenin son aşaması
olarak dinci-gerici rejime dönüşmekte olan burjuva cumhuriyetin yeni adı olacak.
Ne emperyalistler buna karşılar ne de “çağdaşlık sevdalısı” Türk burjuvazisi. Bakmayın emperyalistlerin
Tayyip Erdoğan tepkisine. AKP’yi (ve ebedi şefini) 2013 Haziran’ına kadar “demokratikleşmenin timsali”
diye pohpohlayan, “ılımlı islam”ın kullanışlı modeli diye el üstünde tutan onlardı. Tayyip Erdoğan’ı bölge
halkları nezdinde itibarını kaybetmiş olduğu, son yıllarda kişisel hırsıyla Türkiye gibi stratejik bir ülkeyi
kaosa sürüklediği ölçüde dengelemek ihtiyacı duyuyorlar. Emperyalist ülkelerde yükselen ırkçılık ve
yabancı düşmanlığının gölgesinde AKP’ye sınır çekme girişimleri, hem bunun yansımasıdır hem de AB
emperyalistlerinin iç politikadaki seçim yatırımlarıdır. Bu tutumlarıyla bile bile Tayyip Erdoğan’ın ekmeğine
yağ sürüyorlar. Karşılıklı kabadayılıklar gerçekte tam bir ikiyüzlülük tiyatrosudur. Görünürde birbirlerine
demediklerini bırakmayanlar, mesele akçeli alana gelince hiçbir şey yokmuş gibi efendi uşak ilişkisini tıkır tıkır
yürütmeye devam ediyorlar. Ne borsa tahvili, fon, yardım, kredi vb.ni de içeren sermaye yatırımları kesiliyor,
ne ithalat-ihracat duruyor, ne silah alışverişi bitiyor ne de askeri işbirliği bozuluyor. Tıpkı İsrail ile AKP
arasındakine benzer bir “al gülüm ver gülüm” hesabı işte…
Türk burjuvazisinin tek derdi ise servetini-zenginliğini koruyup büyüteceği “istikrarlı” koşullardan ötesi
değil. Ne de olsa Türkiye’nin koyu bir gericiliğin karanlığına gömüldüğü bir durumda bile onlar, tıpkı bir dizi
Arap ülkesindeki muadilleri gibi ışıltılı lüks yaşamlarını sürdürmeye, cenneti bu dünyada yaşamaya devam
edeceklerdir. Hatta AKP’li yıllar boyunca muazzam oranlarda katladıkları sermayelerini, keyifleri bozulmadan,
daha büyük vurgunlarla büyütmeyi sürdüreceklerdir. Sağı solu belli olmayan hasta bir despotun önünde el
pençe divan durmaları bundandır. Türk burjuvazisinin Tayyip Erdoğan diktatörlüğüne rıza göstermesi, örneğin
tüm medya gücünü onun hizmetine sunması, ne kadar kişiliksiz, korkak ve zavallı olduğunu göstermiyor
yalnızca. Aynı zamanda tıpkı din bezirganı olan sınıfdaşları gibi dinlerinin-imanlarının para olduğunu ispatlıyor
bir kez daha.
Kardeşler,
Düzen cephesinden “hayırcılar” bizlere bunlardan ziyade cumhuriyetin değerlerini, parlamenter sistemin
güzelliğini anlatıyorlar. Oysa işçi ve emekçiler için sorun, Tayyip Erdoğan ve avenesinin sermaye düzenini
koyu bir karanlıkla perdelenen ağır sömürü, baskı ve kölelik cehennemi şeklinde tahkim etmesidir. Köhnemiş
cumhuriyetten geriye bundan başka bir öz de kalmamıştır zaten. Olduğu kadarıyla Türkiye’deki ilerici
birikimler, laiklik, kadın hakları vb. de dahil demokratik-siyasi hak ve özgürlükler bugüne dek hep işçi sınıfı ve
emekçi kitle hareketinin, devrimci mücadelenin sayesinde korunup kullanılabildi.
İşçi sınıfı ve emekçi müttefiklerinin temel tarihsel sorumluluğu köhnemiş cumhuriyeti tarihin çöp sepetine
göndermek, yerine sosyalist işçi-emekçi cumhuriyetini kurmaktır. Her türlü demokratik-siyasi hak ve özgürlük
için mücadele bu sorumluluk çerçevesindeki devrimci iktidar mücadelesinin ayrılmaz bir parçasıdır artık.
Devrimci iktidar mücadelesinin zaferi işçi ve emekçilerin ekonomik-sosyal hakları kadar, demokratik-siyasi
hak ve özgürlükler için yürütecekleri dişe diş mücadelenin ateşi içinde bilinçlenip örgütlenmeleri sayesinde
mümkün olabilir ancak. Mevcut düzende demokratik hak ve özgürlükleri kazanmanın, koruyup geliştirmenin
de bundan başka bir yolu yoktur.
Avrupa’daki Türkiyeli işçi ve emekçiler olarak bu gerçekler ışığında hareket etmeli, Türkiye’deki sınıf
kavgasına omuz vermek için, “Sermayenin diktatörüne de diktatörlüğüne de HAYIR!” demeliyiz. Kritik bir
eşikte duran Türkiye’nin geleceği, sandıktan çıkacak sonuçtan ziyade, işçi ve emekçilerin omuzlarındaki
sorumluluğa uygun bir mücadele örüp örmeyeceklerine, “HAYIR”ı devrimci sınıf mücadelesini yükseltmenin
olanağına çevirip çevirmeyeceklerine, 16 Nisan’ı olduğu kadar sonrasını da kavga şiarlarıyla karşılayıp
karşılamayacaklarına bağlı olacaktır.
Kahrolsun sermaye diktatörlüğü! Zorbalığın ve karanlığın tiranlarına hayır!
Yaşasın sosyalist işçi-emekçi iktidarı!
17 Mart 2017
BİR-KAR
İşçilerin Birliği Halkların Kardeşliği Platformu
İletişim: [email protected]
Download