2008 , Cilt 21, Sayı 2 ISSN: 1309‐9469 Marmara Medical Journal Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi Editör Prof. Dr. Mithat Erenus Koordinatörler Seza Arbay, MA Dr. Vera Bulgurlu Editörler Kurulu Prof. Dr. Mehmet Ağırbaşlı Prof. Dr. Serpil Bilsel Prof. Dr. Safiye Çavdar Prof. Dr. Tolga Dağlı Prof. Dr. Haner Direskeneli Prof. Dr. Kaya Emerk Prof. Dr. Mithat Erenus Prof. Dr. Zeynep Eti Prof. Dr. RainerVV. Guillery Prof. Dr. Oya Gürbüz Prof. Dr. Hande Harmancı Prof. Dr. Hızır Kurtel Prof. Dr. Ayşe Özer Prof. Dr. Tülin Tanrıdağ Prof. Dr. Tufan Tarcan Prof. Dr. Cihangir Tetik Prof. Dr. Ferruh Şimşek Prof. Dr. Dr. Ayşegül Yağcı Prof. Dr. Berrak Yeğen Doç. Dr. İpek Akman Doç. Dr. Gül Başaran Doç. Dr. Hasan Batırel Doç. Dr. Nural Bekiroğlu Doç. Dr. Şule Çetinel Doç. Dr. Mustafa Çetiner Doç. Dr. Arzu Denizbaşı Doç. Dr. Gazanfer Ekinci Doç. Dr. Dilek Gogas Doç. Dr. Sibel Kalaça Doç. Dr. Atila Karaalp Doç. Dr. Bülent Karadağ Doç. Dr. Handan Kaya Doç. Dr. Gürsu Kıyan Doç. Dr. Şule Yavuz Asist. Dr. Asım Cingi Asist. Dr. Arzu Uzuner Marmara Medical Journal Marmara Üniversitesi T p Fakültesi Dergisi DERGİ HAKKINDA Marmara Medical Journal, Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi tarafından yayımlanan multidisipliner ulusal ve uluslararası tüm tıbbi kurum ve personele ulaşmayı hedefleyen bilimsel bir dergidir. Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi, tıbbın her alanını içeren özgün klinik ve deneysel çalışmaları, ilginç olgu bildirimlerini, derlemeleri, davet edilmiş derlemeleri, Editöre mektupları, toplantı, haber ve duyuruları, klinik haberleri ve ilginç araştırmaların özetlerini , ayırıcı tanı, tanınız nedir başlıklı olgu sunumlarını, , ilginç, fotoğraflı soru-cevap yazıları (photo-quiz) ,toplantı, haber ve duyuruları, klinik haberleri ve tıp gündemini belirleyen güncel konuları yayınlar. Periyodu: Marmara Medical Journal -Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi yılda 3 sayı olarak OCAK,MAYIS VE EKİM AYLARINDA yayınlanmaktadır. Yayına başlama tarihi:1988 2004 Yılından itibaren yanlızca elektronik olarak yayınlanmaktadır Yayın Dili: Türkçe, İngilizce eISSN: 1309-9469 Temel Hedef Kitlesi: Tıp alanında tüm branşlardaki hekimler, uzman ve öğretim üyeleri, tıp öğrencileri İndekslendiği dizinler: EMBASE - Excerpta Medica ,TUBITAK - Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu , Türk Sağlık Bilimleri İndeksi, Turk Medline,Türkiye Makaleler Bibliyografyası ,DOAJ (Directory of Open Access Journals) Makalelerin ortalama değerlendirme süresi: 8 haftadır Makale takibi -iletişim Seza Arbay Marmara Medical Journal (Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi) Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanlığı, Tıbbiye cad No:.49 Haydarpaşa 34668, İSTANBUL Tel: +90 0 216 4144734 Faks: +90 O 216 4144731 e-posta: [email protected] Yayıncı Plexus BilişimTeknolojileri A.Ş. Tahran Caddesi. No:6/8, Kavaklıdere, Ankara Tel: +90 0 312 4272608 Faks: +90 0312 4272602 Yayın Hakları: Marmara Medical Journal ‘in basılı ve web ortamında yayınlanan yazı, resim, şekil, tablo ve uygulamalar yazılı izin alınmadan kısmen veya tamamen herhangi bir vasıtayla basılamaz. Bilimsel amaçlarla kaynak göstermek kaydıyla özetleme ve alıntı yapılabilir. www.marmaramedicaljournal.org Marmara Medical Journal Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi YAZARLARA BİLGİ Marmara Medical Journal – Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisine ilginize teşekkür ederiz. Derginin elektronik ortamdaki yayınına erişim www.marmaramedicaljournal.org adresinden serbesttir. Marmara Medical Journal tıbbın klinik ve deneysel alanlarında özgün araştırmalar, olgu sunumları, derlemeler, davet edilmiş derlemeler, mektuplar, ilginç, fotoğraflı soru-cevap yazıları (photo-quiz), editöre mektup , toplantı, haber ve duyuruları, klinik haberleri ve ilginç araştırmaların özetlerini yayınlamaktadır. Yılda 3 sayı olarak Ocak, Mayıs ve Ekim aylarında yayınlanan Marmara Medical Journal hakemli ve multidisipliner bir dergidir.Gönderilen yazılar Türkçe veya İngilizce olabilir. Değerlendirme süreci Dergiye gönderilen yazılar, ilk olarak dergi standartları açısından incelenir. Derginin istediği forma uymayan yazılar, daha ileri bir incelemeye gerek görülmeksizin yazarlarına iade edilir. Zaman ve emek kaybına yol açılmaması için, yazarlar dergi kurallarını dikkatli incelemeleri önerilir. Dergi kurallarına uygunluğuna karar verilen yazılar Editörler Kurulu tarafından incelenir ve en az biri başka kurumdan olmak üzere iki ya da daha fazla hakeme gönderilir. Editör, Kurulu yazıyı reddetme ya da yazara(lara) ek değişiklikler için gönderme veya yazarları bilgilendirerek kısaltma yapmak hakkına sahiptir. Yazarlardan istenen değişiklik ve düzeltmeler yapılana kadar, yazılar yayın programına alınmamaktadır. Marmara Medical Journal gönderilen yazıları sadece online olarak http://marmaramedicaljournal.org/submit. adresinden kabul etmektedir. Yazıların bilimsel sorumluluğu yazarlara aittir. Marmara Medical Journal yazıların bilimsel sorumluluğunu kabul etmez. Makale yayına kabul edildiği takdirde Yayın Hakkı Devir Formu imzalanıp dergiye iletilmelidir. Gönderilen yazıların dergide yayınlanabilmesi için daha önce başka bir bilimsel yayın organında yayınlanmamış olması gerekir. Daha önce sözlü ya da poster olarak sunulmuş çalışmalar, yazının başlık sayfasında tarihi ve yeri ile birlikte belirtilmelidir. Yayınlanması için başvuruda bulunulan makalelerin, adı geçen tüm yazarlar tarafından onaylanmış olması ve çalışmanın başka bir yerde yayınlanmamış olması ya da yayınlanmak üzere değerlendirmede olmaması gerekmektedir. Yazının son halinin bütün yazarlar tarafından onaylandığı ve çalışmanın yürtüldüğü kurum sorumluları tarafından onaylandığı belirtilmelidir.Yazarlar tarafından imzalanarak onaylanan üst yazıda ayrıca tüm yazarların makale ile ilgili bilimsel katkı ve sorumlulukları yer almalı, çalışma ile ilgili herhangi bir mali ya da diğer çıkar çatışması var ise bildirilmelidir.( * ) ( * ) Orijinal araştırma makalesi veya vaka sunumu ile başvuran yazarlar için üst yazı örneği: "Marmara Medical Journal'de yayımlanmak üzere sunduğum (sunduğumuz) "…-" başlıklı makale, çalışmanın yapıldığı laboratuvar/kurum yetkilileri tarafından onaylanmıştır. Bu çalışma daha önce başka bir dergide yayımlanmamıştır (400 sözcük – ya da daha az – özet şekli hariç) veya yayınlanmak üzere başka bir dergide değerlendirmede bulunmamaktadır. Yazıların hazırlanması Derginin yayın dili İngilizce veya Türkçe’dir. Türkçe yazılarda Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlüğü (http://tdk.org.tr) esas alınmalıdır. Anatomik terimlerin ve diğer tıp terimlerinin adları Latince olmalıdır. Gönderilen yazılar, yazım kuralları açısından Uluslararası Tıp Editörleri Komitesi tarafından hazırlanan “Biomedikal Dergilere Gönderilen Makalelerde Bulunması Gereken Standartlar “ a ( Uniform Requirements For Manuscripts Submittted to Biomedical Journals ) uygun olarak hazırlanmalıdır. (http://www. ulakbim.gov.tr /cabim/vt) Makale içinde kullanılan kısaltmalar Uluslararası kabul edilen şeklide olmalıdır (http..//www.journals.tubitak.gov.tr/kitap/ma www.marmaramedicaljournal.org knasyaz/) kaynağına başvurulabilir. Birimler, Ağırlıklar ve Ölçüler 11. Genel Konferansı'nda kabul edildiği şekilde Uluslararası Sistem (SI) ile uyumlu olmalıdır. Makaleler Word, WordPerfect, EPS, LaTeX, text, Postscript veya RTF formatında hazırlanmalı, şekil ve fotoğraflar ayrı dosyalar halinde TIFF, GIF, JPG, BMP, Postscript, veya EPS formatında kabul edilmektedir. Yazı kategorileri Yazının gönderildiği metin dosyasının içinde sırasıyla, Türkçe başlık, özet, anahtar sözcükler, İngilizce başlık, özet, İngilizce anahtar sözcükler, makalenin metini, kaynaklar, her sayfaya bir tablo olmak üzere tablolar ve son sayfada şekillerin (varsa) alt yazıları şeklinde olmalıdır. Metin dosyanızın içinde, yazar isimleri ve kurumlara ait bilgi, makalede kullanılan şekil ve resimler olmamalıdır. Özgün Araştırma Makaleleri Türkçe ve İngilizce özetler yazı başlığı ile birlikte verilmelidir. (i)özetler: Amaç (Objectives), Gereç ve Yöntem (Materials and Methods) ya da Hastalar ve Yöntemler (Patients and Methods), Bulgular (Results) ve Sonuç (Conclusion) bölümlerine ayrılmalı ve 200 sözcüğü geçmemelidir. (ii) Anahtar Sözcükler Index Medicus Medical Subject Headings (MeSH) ‘e uygun seçilmelidir. Yazının diğer bölümleri, (iii) Giriş, (iv) Gereç ve Yöntem / Hastalar ve Yöntemler, (v) Bulgular, (vi) Tartışma ve (vii) Kaynaklar'dır. Başlık sayfası dışında yazının hiçbir bölümünün ayrı sayfalarda başlatılması zorunluluğu yoktur. Maddi kaynak , çalışmayı destekleyen burslar, kuruluşlar, fonlar, metnin sonunda teşekkürler kısmında belirtilmelidir. Olgu sunumları İngilizce ve Türkçe özetleri kısa ve tek paragraflık olmalıdır. Olgu sunumu özetleri ağırlıklı olarak mutlaka olgu hakkında bilgileri içermektedir. Anahtar sözcüklerinden sonra giriş, olgu(lar) tartışma ve kaynaklar şeklinde düzenlenmelidir. Derleme yazıları İngilizce ve Türkçe başlık, İngilizce ve Türkçe özet ve İngilizce ve Türkçe anahtar kelimeler yer almalıdır. Kaynak sayısı 50 ile sınırlanması önerilmektedir. Kaynaklar Kaynaklar yazıda kullanılış sırasına göre numaralanmalıdır. Kaynaklarda verilen makale yazarlarının sayısı 6 dan fazla ise ilk 3 yazar belirtilmeli ve İngilizce kaynaklarda ilk 3 yazar isminden sonra “ et al.”, Türkçe kaynaklarda ise ilk 3 yazar isminden sonra “ ve ark. “ ibaresi kullanılmalıdır. Noktalamalara birden çok yazarlı bir çalışmayı tek yazar adıyla kısaltmamaya ve kaynak sayfalarının başlangıç ve bitimlerinin belirtilmesine dikkat edilmelidir. Kaynaklarda verilen dergi isimleri Index Medicus'a (http://www.ncbi.nim.nih.gov/sites/entrez/qu ery.fcgi?db=nlmcatalog) veya Ulakbim/Türk Tıp Dizini’ne uygun olarak kısaltılmalıdır. Makale: Tuna H, Avcı Ş, Tükenmez Ö, Kokino S. İnmeli olguların sublukse omuzlarında kas-sinir elektrik uyarımının etkinliği. Trakya Univ Tıp Fak Derg 2005;22:70-5. Kitap: Norman IJ, Redfern SJ, (editors). Mental health care for elderly people. New York: Churchill Livingstone, 1996. Kitaptan Bölüm: Phillips SJ, Whisnant JP Hypertension and stroke. In: Laragh JH, Brenner BM, editors. Hypertension: Pathophysiology, Diagnosis, and Management. 2nd ed. New York: Raven Pres, 1995:465-78. Kaynak web sitesi ise: Kaynak makalerdeki gibi istenilen bilgiler verildikten sonra erişim olarak web sitesi adresi ve erişim tarihi bildirilmelidir. Kaynak internet ortamında basılan bir dergi ise: Kaynak makaledeki gibi istenilen bilgiler verildikten sonra erişim olarak URL adresi ve erişim tarihi verilmelidir. Kongre Bildirileri: Bengtsson S, Solheim BG. Enforcement of data protection, privacy and security in medical informatics. In: Lun KC, Degoulet P, Piemme TE, Rienhoff O, editors. MEDINFO 92. Proceedings of the 7th World Congress on Medical Informatics; 1992 Sep 6-10; Geneva, Switzerland. Amsterdam: North-Holland; 1992:1561-5. Tablo, şekil, grafik ve fotoğraf Tablo, şekil grafik ve fotoğraflar yazının içine yerleştirilmiş halde gönderilmemeli. Tablolar, her sayfaya bir tablo olmak üzere yazının gönderildiği dosya içinde olmalı ancak yazıya ait şekil, grafik ve fotografların her biri ayrı bir imaj dosyası (jpeg yada gif) olarak gönderilmelidir. www.marmaramedicaljournal.org Tablo başlıkları ve şekil altyazıları eksik bırakılmamalıdır. Şekillere ait açıklamalar yazının gönderildiği dosyanın en sonuna yazılmalıdır. Tablo, şekil ve grafiklerin numaralanarak yazı içinde yerleri belirtilmelidir. Tablolar yazı içindeki bilginin tekrarı olmamalıdır. Makale yazarlarının, makalede eğer daha önce yayınlanmış alıntı yazı, tablo, şekil, grafik, resim vb var ise yayın hakkı sahibi ve yazarlardan yazılı izin almaları ve makale üst yazısına ekleyerek dergiye ulaştırmaları gerekmektedir. Tablolar Metin içinde atıfta bulunulan sıraya göre romen rakkamı ile numaralanmalıdır. Her tablo ayrı bir sayfaya ve tablonun üst kısmına kısa ancak anlaşılır bir başlık verilerek hazırlanmalıdır. Başlık ve dipnot açıklayıcı olmalıdır. Sütun başlıkları kısa ve ölçüm değerleri parantez içinde verilmelidir. Bütün kısaltmalar ve semboller dipnotta açıklanmalıdır. Dipnotlarda şu semboller: (†‡¶§) ve P değerleri için ise *, **, *** kullanılmalıdır. SD veya SEM gibi istatistiksel değerler tablo veya şekildin altında not olarak belirtilmelidir. Grafik, fotoğraf ve çizimler ŞEKİL olarak adlandırılmalı, makalede geçtiği sıraya gore numaralanmalı ve açıklamaları şekil altına yazılmalıdır Şekil alt yazıları, ayrıca metinin son sayfasına da eklenmelidir. Büyütmeler, şekilde uzunluk birimi (bar çubuğu içinde) ile belirtilmelidir. Mikroskopik resimlerde büyütme oranı ve boyama tekniği açıklanmalıdır. Etik Marmara Medical Journal’a yayınlanması amacı ile gönderilen yazılar Helsinki Bildirgesi, İyi Klinik Uygulamalar Kılavuzu,İyi Laboratuar Uygulamaları Kılavuzu esaslarına uymalıdır. Gerek insanlar gerekse hayvanlar açısından etik koşullara uygun olmayan yazılar yayınlanmak üzere kabul edilemez. Marmara Medical Journal, insanlar üzerinde yapılan araştırmaların önceden Araştırma Etik Kurulu tarafından onayının alınması şartını arar. Yazarlardan, yazının detaylarını ve tarihini bildirecek şekilde imzalı bir beyan ile başvurmaları istenir. Çalışmalar deney hayvanı kullanımını içeriyorsa, hayvan bakımı ve kullanımında yapılan işlemler yazı içinde kısaca tanımlanmalıdır. Deney hayvanlarında özel derişimlerde ilaç kullanıldıysa, yazar bu derişimin kullanılma mantığını belirtmelidir. İnsanlar üzerinde yapılan deneysel çalışmaların sonuçlarını bildiren yazılarda, Kurumsal Etik Kurul onayı alındığını ve bu çalışmanın yapıldığı gönüllü ya da hastalara uygulanacak prosedürlerin özelliği tümüyle kendilerine anlatıldıktan sonra, onaylarının alındığını gösterir cümleler yer almalıdır. Yazarlar, bu tür bir çalışma söz konusu olduğunda, uluslararası alanda kabul edilen kılavuzlara ve TC. Sağlık Bakanlığı tarafından getirilen ve 28 Aralık 2008 tarih ve 27089 sayılı Resmi Gazete'de yayınlanan "Klinik araştırmaları Hakkında Yönetmelik" ve daha sonra yayınlanan 11 Mart 2010 tarihli resmi gazete ve 25518 sayılı “Klinik Araştırmalar Hakkında Yönetmelikte Değişiklik Yapıldığına Dair Yönetmelik” hükümlerine uyulduğunu belirtmeli ve kurumdan aldıkları Etik Komitesi onayını göndermelidir. Hayvanlar üzerinde yapılan çalışmalar için de gereken izin alınmalı; yazıda deneklere ağrı, acı ve rahatsızlık verilmemesi için neler yapıldığı açık bir şekilde belirtilmelidir. Hasta kimliğini tanıtacak fotoğraf kullanıldığında, hastanın yazılı onayı gönderilmelidir. Yazı takip ve sorularınız için iletişim: Seza Arbay Marmara Universitesi Tıp Fakültesi Dekanlığı, Tıbbiye Caddesi, No: 49, Haydarpaşa 34668, İstanbul Tel:+90 0 216 4144734 Faks:+90 0 216 4144731 e-posta: [email protected] www.marmaramedicaljournal.org İÇİNDEKİLER Orjinal Araştırma CORRELATION OF RENAL B-MODE ULTRASONOGRAPHIC FINDINGS WITH DIABETIC NEPHROPATHY STAGE Özlem Türksoy, Hüsnü Tokgöz, Eda Elverici, Şule Dilman, Enis Yüksel…………………………………………………………………………………………………….…112 DOCTORS’ KNOWLEDGE LEVEL AND ATTITUDES CONCERNING AVIAN INFLUENZA Arzu Uzuner, Pemra Ünalan Cöbek, Hande Alibaş, İrem Kılıç, Murat Sarı Elif Karakoç Akbar Akbarov……………....................................................................................………118 THE EFFICACY OF TROSPIUM CHLORIDE IN OVERACTIVE BLADDER Cevdet Kaya, Abdullah İlktaç, Mustafa Güneş, Metin Öztürk, Hüseyin Kanberoğlu, Muhammet İhsan Karaman…………………………………………………………………………………………………...…..…127 EVALUATION OF THE ADHESIVE PROSTHESIS “SILIMA DIRECT” BY MASTECTOMYZED PATIENTS IN FRANCE Banu Kalpakcioglu, Matthias Fink, A Tsiokas H. Hermann…………………………………………………………………………………………….………..133 THE EFFECT OF ANAESTHETIC TECHNIQUE ON POSTOPERATIVE VENOUS THROMBOEMBOLISM IN ELDERLY PATIENTS UNDERGOING TOTAL HIP REPLACEMENT Hatice Türe, Aslıhan Usluer, Zeynep Eti, Doğan İ. Varlık, F. Yılmaz Göğüş…..146 BONE TURNOVER MARKERS IN PREMATURE INFANTS Murat Çakır, İlke Mungan, Taner Karakaş, Ayşenur Ökten……………………………..……..…………152 Olgu Sunumu METOCLOPRAMIDE INDUCED ACUTE DYSTONIC REACTION: TWO CASE REPORTS Faruk İncecik, Yusuf Önlen, Cahit Özer, Kenan Özcan……………………………………………………159 ATYPICAL COLUMNAR CELL HYPERPLASIA OF THE BREAST, CASE REPORT Ahmet Midi, Handan Kaya, Bahadır Güllüoğlu………………………………………………………….…162 GAUCHER DISEASE:A CASE REPORT Hasan Mağın, Atalay Surerdamar, Uğur Ersoy, Murat Gücün, Saynur Ilgar, M. Fatih Akdoğan, Haluk Şavlı……………………………………………………………………………………………………...………..166 LATEX ALLERGY IN A PATIENT WHO WAS OPERATED FOR SIGMOID COLON TUMOR Fikret Aksoy, Gökhan Demiral, Burhan Şaban, Alp Özçelik………………………………………………171 PAPILLITIS: A RARE COMPLICATION OF SEVERE SEPSIS Tümay Umuroğlu, Feyza İnci, Sumru Önal, F. Yılmaz Göğüş, Haluk Kazokoğlu Varlık Doğan.……175 Derleme ROLE OF MAST CELLS IN INFLAMMATION: REVIEW OF STUDIES ON HUMAN AND EXPERIMENTAL ANIMAL MODELS Feriha Ercan, Şule Çetinel………………………………………………………………………..…………...179 RENAL COLIC, DIAGNOSIS AND TREATMENT Ahmet Yaser Müslümanoğlu, Abdulkadir Tepeler…………………………………………………………..187 CRITICAL ILLNESS POLYNEUROPATHY AND MYOPATHY Kayıhan Uluç, Barış İşak, Tülin Tanrıdağ, Önder Us………………………………………………...……193 ARAŞTIRMA YAZISI RENAL B-MOD ULTRASONOGRAFİ BULGULARININ DİABETİK NEFROPATİ EVRESİ İLE İLİŞKİSİ Özlem Türksoy2, Hüsnü Tokgöz1, Eda Elverici3, Şule Dilman3, Enis Yüksel3 1 Karaelmas Üniversitesi Tıp Fakültesi, Üroloji Anabilim Dalı, Zonguldak, Türkiye 2Kızılcahamam Devlet Hastanesi, Radyoloji Anabilim Dalı, Ankara, Türkiye 3Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi, 1. Radyoloji Kliniği, Ankara, Türkiye ÖZET Amaç: Çalışmamızda diabetik nefropati’nin farklı evrelerindeki hastalarda, B-mod Ultrasonografi (US) ile tespit edilen renal morfolojik özelliklerin kontrol grubu kullanılarak karşılaştırılması amaçlanmıştır. Yöntem: Kontrol grubu olarak 20 sağlıklı kişi alınmıştır. Çalışma grubu olarak ise tip-2 diabet tanısı olan 69 hasta alınmıştır. Heriki gruptaki hastalar böbreklerin boyutu; parenkim kalınlığı ve parenkim eko şiddeti yönünden B-mod US ile değerlendirilmiştir. Diabetik hastalar, 24 saatlik idrardaki albumin ekskresyon oranlarına (AEO) göre 3 gruba ayrılmıştır (Grup-1: AEO <30 mg/ gün; Grup-2: AEO 30-300 mg/ gün; Grup3: AEO >300 mg/ gün); ve her grup için ortalama renal parenkim kalınlığı ve renal uzunluk hesaplanmıştır. SPSS programı kullanılarak, bu değerler için gruplar arası karşılaştırma yapılmıştır. Bulgular: Böbrek boyutlarına göre, çalışma grubu ile kontrol grubu arasındaki farklılık araştırıldığında, istatistiksel olarak anlamlı farklılık gözlenirken, ortalama parenkim kalınlığının kontrol grubu ile hasta grupları arasında istatistiksel olarak farklı olmadığı görülmüştür. Hasta grupları, kendi içinde kıyaslandığında yine istatistiksel olarak anlamlı farklılık izlenmemiştir. Kortikal hiperekojenite saptanma oranlarının,ortalama serum BUN ve kreatinin klerens değerlerinin ise nefropati evresiyle korelasyonu izlenmiştir. Sonuç: Diabetik hastalarda, ilerleyen nefropati ile birlikte ultrasonografik olarak parenkim kalınlıkları anlamlı olarak değişmezken, eko şiddetinde artma ve sağlıklı bireylere göre böbrek boyutlarında azalma gerçekleşmektedir. Anahtar sözcükler: Diabet, tip-2, nefropati, B-mod ultrasonografi İletişim Bilgileri: Dr. Hüsnü Tokgöz Karaelmas Üniversitesi Tıp Fakültesi, Üroloji Anabilim Dalı, Zonguldak, Türkiye e-mail: [email protected] 112 Marmara Medical Journal 2008;21(2);112-117 Marmara Medical Journal 2008;21(2);112-117 Özlem Türksoy, ark. Renal B-mod ultrasonografi bulgularının diabetik nefropati evresi ile ilişkisi CORRELATION OF RENAL B-MODE ULTRASONOGRAPHIC FINDINGS WITH DIABETIC NEPHROPATHY STAGE ABSTRACT Aim: We aimed to investigate the renal morphological features detected by B-mode ultrasonography (US) in various clinical stages of diabetic nephropathy by means of a control group. Methods: As control group, 20 healthy person were selected. As study group, 69 patients with type-2 diabetes were included. All cases in both groups were evaluated with B-mode US in terms of renal length, parenchymal thickness and echogenicity. Diabetic patients were divided into 3 groups according to 24-hour urinary albumin excretion ratios (AER) (Group-1: AER<30 mg/ day; Group-2: AER 30-300 mg/ day; Group3: AER >300 mg/ day); and mean renal parenchymal thickness and length were measured. By SPSS programme, mean values were compared between groups. Results: When mean renal length was compared between the control and study groups, a significant difference was noticed; but when mean renal parenchymal thickness was compared, no significant difference was demonstrated between the two groups. When study groups were compared ,no statistically significant difference was seen. Cortical hyperechogenicity ratios; mean serum BUN and creatinine clearance rates, were correlated with nephropathy stage. Conclusion: With the progression of nephropathy in diabetic patients,renal parenchymal thickness does not significantly differ; but hyperechogenicity and a decrease in renal dimensions (control versus the study group) are observed. Keywords: Diabetes, type-2, nephropathy, B-mode ultrasonography Morgensen ve arkadaşları7., tip-2 DM’li hastalarda mikroalbüminürinin diabetik nefropati gelişimi için en önemli prediktif faktörlerden birisi olduğunu göstermişlerdir. Bu amaçla çalışmamızda; çeşitli sürelerle tip 2 DM tanısına sahip hastalar, idrar albumin ekskresyon oranlarına göre 3 gruba ayrılarak (normoalbüminüri; mikroalbüminüri ve makroalbüminüri) geleneksel B-mod US ile incelenmiş ve saptanan renal morfolojik değişiklikler kontrol grubu kullanılarak karşılaştırılmıştır. GİRİŞ Böbrek hastalığı, Diabetes mellitus (DM) tanısı almış hastalarda en önemli morbidite sebeplerinden birisidir1,2. Diabet ile ilişkili renal değişiklikler, erken evrede artan glomerüler filtrasyon hızı ile seyreden erken hiperfiltrasyon bulgularından, ileri dönemlerde azotemi ile seyreden nefroskleroz ve fibrozis’e kadar değişebilir1,3,4. Dolayısıyla, belli bir süreçte seyreden bu kompleks değişiklikler, kısmen diabet yaşı ile paralel olarak renal ultrasonografik değişikliklerin ortaya çıkmasına neden olur. Konvansiyonel Ultrasonografi (US), böbrek boyutlarının ve pozisyonunun değerlendirilmesinde, renal kitle ve obstrüktif üropati araştırmasında oldukça yardımcı ve invaziv olmayan bir incelemedir. Diabet gibi bazı sistemik hastalıklarda, kortikal hiperekojenite gibi renal parenkimal değişikliklerin saptanması, renal fonksiyonel bozulmanın, dolayısıyla nefropati ve böbrek yetmezliği sürecinin bir belirtisi olarak kabul edilmektedir.5 Bu aşamada geleneksel renal ultrasonografik inceleme, erken evrede renal ekojenite değişikliğini ve renal genişlemeyi, geç dönemde ise parenkim kaybını saptayabilmektedir3,4,6. GEREÇ-YÖNTEM Kontrol grubu olarak hipertansiyon, kardiyovasküler, serebrovasküler ve periferal damar hastalığı, diabet ve böbrek hastalığı bulunmayan 20 sağlıklı kişi alındı. Bu hastaların ultrasonografik inceleme ile aynı gün idrar dipstik analizi ve en az 2 kez olmak üzere kan basıncı ölçümleri yapıldı ve tamamen normal oldukları görüldü. Kontrol ve çalışma grubundaki tüm hastalar 18 yaşın üzerindeydi. Çalışma grubuna ise çeşitli sürelerle tip-2 diabet tanısı olan 69 hasta alındı. Geleneksel US’de renal kitle, taş ya da toplayıcı sistem dilatasyonu ya da diabetik nefropati dışında glomerular veya 113 Marmara Medical Journal 2008;21(2);112-117 Özlem Türksoy, ark. Renal B-mod ultrasonografi bulgularının diabetik nefropati evresi ile ilişkisi tubulointerstitial hastalık saptanan ve tip-1 DM tanısı olan hastalar çalışma dışı bırakıldı. parametrik değişkenler için Student’s t testi; non-parametrik değişkenler için MannWhitney U testi ile karşılaştırıldı. Tüm verilerde ortalama± standart deviasyon bulunarak istatistiksel inceleme yapıldı. P <0.05 değeri istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi. Çalışma ve kontrol grubundaki tüm hastalar böbreklerin boyutu; parenkim kalınlığı ve parenkim eko şiddeti yönünden B-mod US (GE Logiq 7®) ile değerlendirildi. Böbrek korteks ekojenitesinin normal karaciğer ekojenitesinden daha düşük olması “normal”; eşit ya da daha fazla olması “Grade-1”; komşu renal sinüs ekojenitesine eşit olması “Grade-2” olarak kabul edildi. Hepatik ekojenite farklılıklarını engellemek amacıyla, karaciğer hastalığı olanlar çalışma dışı bırakıldı. BULGULAR Kontrol grubunun yaş ortalaması 53.3± 8,9 yıl olarak saptanırken; hasta grubunun yaş ortalaması 58,3± 13,08 yıl bulundu. Gruplar arası yaş farkı istatistiksel olarak anlamlı değildi (p>0.05). Kontrol ve çalışma grubundaki hastaların klinik ve radyolojik bulguları sırasıyla verilmiştir (Tablo 1). Çalışma grubundaki hastaların ortalama diabet süresi 13.07±8.83 (1-44 yıl) olarak bulunmuştur (Median değer 10 yıl). Diabetik hastalar, 24 saatlik idrardaki albumin ekskresyon oranlarına (AEO) göre 3 gruba ayrıldı (Grup-1: AEO <30 mg/ gün; Grup-2: AEO 30-300 mg/ gün; Grup-3: AEO >300 mg/ gün); ve her grup için ortalama renal parenkim kalınlığı ve renal uzunluk (Böbreğin sagital kesitinde en uzun boyutu) hesaplandı (Şekil 1). Parenkim eko şiddetine göre gruplar oran olarak karşılaştırılarak Şekil 2’ de şematize edilmiştir. Şekil 1: Grup 1’de yeralan bir hastanın renal Bmod US görüntüsü Şekil 2: Renal parenkimal ekojenitenin kontrol ve diabet grubu içinde dağılımı Tüm ultrasonografik incelemeler aynı radyolog tarafından gerçekleştirildi ve kan basıncı ölçümleri ultrasonografik değerlendirmeden hemen önce ölçüldü. Ayrıca, diabetik gruptaki tüm hastalar, endokrinolojik olarak takip ve tedavi altında olan hastalardan seçilmiştir. İstatistiksel kullanılarak analiz yapıldı; SPSS ortalama Ortalama kan basınçları karşılaştırıldığında, grup 2 ve 3’te yeralan hastaların ortalama kan basınçlarının kontrol grubu ve grup 1’te yeralan hastalara göre anlamlı derecede yüksek olduğu izlenmiştir. Grup 1’deki hastaların ise kontrol grubuna göre anlamlı derecede yüksek ortalama kan basıncına sahip oldukları görülmüştür. programı değerler, 114 Marmara Medical Journal 2008;21(2);112-117 Özlem Türksoy, ark. Renal B-mod ultrasonografi bulgularının diabetik nefropati evresi ile ilişkisi Ortalama serum BUN (Blood urea nitrogen) ve kreatinin düzeyleri gruplar arasında karşılaştırıldığında, tüm parametrelerin birbirlerinden istatistiksel olarak anlamlı olacak derecede farklı olduğu saptanmıştır. Kreatinin klerens ortalamaları benzer şekilde her grup için istatistiksel olarak anlamlı derecede farklı olarak izlenmiştir (p<0.05). Böbrek boyutlarına göre, çalışma grubu ile kontrol grubu arasındaki farklılık araştırıldığında, istatistiksel olarak anlamlı farklılık gözlenirken, ortalama parenkim kalınlığının kontrol grubu ile hasta grupları arasında istatistiksel olarak farklı olmadığı görülmüştür. Hasta grupları, kendi içinde kıyaslandığında yine istatistiksel olarak anlamlı farklılık izlenmemiştir. Tablo I: Kontrol ve çalışma grubundaki hastaların klinik ve B-mod US ile saptanan renal morfolojik özellikleri Kontrol Grubu (n=20) Grup-1 AEO<30 mg/ gün (n=26) Grup-2 AEO 30-300 mg/ gün (n=19) Grup-3 AEO >300 mg/ gün (n=24) Yaş (yıl) 53,3 58,4 59,2 54,8 Erkek/ bayan 8/ 12 13/ 13 7/ 12 14/ 10 91.6 102.5 112.3 116.2 87.3 62.1 38.6 0.99 1.6 3.4 44.1 70.5 105 Ortalama kan basıncı (mmHg) Kreatinin Klerensi (ml/ dk) Serum kreatinin (mg/ dl) Serum BUN (mg/ dl) Sağ böbrek ekojenitesi Normal: 20 Normal: 20 Grade-1: 6 Normal: 13 Grade-1: 6 Sol böbrek ekojenitesi Normal: 20 Normal: 20 Grade-1: 6 Normal: 13 Grade-1: 6 13,4±1,1 12,8±1,7 12,6±1,3 13,4±1,5 13,5±0,9 12,9±1,5 12,9±1,3 13,2±1,3 119,5±9,9 103,5±8,2 98,6±23,4 108,7±10,5 Ortalama sağ böbrek parenkim kalınlığı Ortalama sol böbrek parenkim kalınlığı Ortalama renal uzunluk 115 Normal: 2 Grade-1: 18 Grade-2: 4 Normal: 2 Grade-1: 18 Grade-2: 4 Marmara Medical Journal 2008;21(2);112-117 Özlem Türksoy, ark. Renal B-mod ultrasonografi bulgularının diabetik nefropati evresi ile ilişkisi TARTIŞMA Konvansiyonel US, kullanıcıya bağlı değişkenliğin en fazla görüldüğü radyolojik inceleme yöntemlerinden birisi olmasına rağmen, renal boyut ölçümü ve morfolojik incelemelerde kısmen objektiflik kazanılmıştır. Çalışmamızda, kontrol grubu için elde edilen ortalama renal uzunluk ve parenkimal kalınlık değerlerinin daha önce yapılan çalışmalarla çok benzer olması bunun bir göstergesidir5,14. Renal hastalıklar, diabetik hastalarda en önemli morbidite sebeplerinden birisi olup gelişmiş ülkelerde kronik böbrek yetmezliğinin ilk sırada gelen sebeplerindendir 1,2. Tip-1 diabetli hastaların yaklaşık %40’ında ve tip-2 diabetli hastaların %1-2.5’inde hastalık sürecinde diabetik nefropatiye gidiş gerçekleşmektedir8-10. Bu süreç, klinik ve laboratuar yöntemleriyle genelde saptanırken, hastalığın özellikle erken dönemlerinde klasik görüntüleme yöntemleri ne yazık ki yeterli bilgiyi verememektedir1113 . Konvansiyonel B-mod US görüntüleme, bu yöntemler arasında, renal boyutların ve morfolojinin değerlendirilmesinde kullanılan en güvenilir tanı aracıdır. Çalışmamızda, her 3 gruptaki hastaların ortalama renal boyutları, kontrol grubundaki hastaların ortalamasına göre istatistiksel olarak anlamlı derecede düşüktü. Ancak, parenkim kalınlık ortalamaları, hasta grupları ile kontrol grubu kıyaslandığında anlamlı olacak derecede farklı gözükmemiştir. 1997 yılında Soldo ve arkadaşları14, ortalama renal boyutun ve parenkim kalınlığının, diabetik nefropatinin erken evresinde, hiperfiltrasyon sonucu oluşan nefromegali sebebiyle arttığını göstermişlerdir. Ancak ilerleyen nefropati sürecinde bu parametrelerin giderek azalma gösterdiği ve bu böbreklerin Soldo ve arkadaşlarının çalışmasında 3. grupta yeralan hastalarda kontrol grubundan istatistiksel olarak anlamlı olacak derecede küçülme gösterdikleri anlaşılmıştır. Bizim çalışmamızda, benzer şekilde, hasta grubunun ortalama böbrek boyutu kontrol grubundan belirgin olarak düşük izlenmiştir. Ancak, diabetik gruptaki hastaların ortalama parenkim kalınlıkları, sağlıklı bireylerden istatistiksel olarak anlamlı derecede farklı gözükmemiştir. Şu halde, diabetik nefropati sürecinde, erken evrede artan, geç dönemde incelen renal parenkim kalınlığı hipotezinin bizim çalışmamızla doğrulandığını söylemek imkansızdır. Ancak daha geniş hasta serileri ile yapılacak çalışmalar şüphesiz daha net fikir verecektir. Rosenfield ve arkadaşları15, renal parenkimal hastalıklardaki histopatolojik ve sonografik korelasyonu araştırmışlar, ve renal biyopsi ile gözlenen interstisyel değişikliklerin kortikal hiperekojenite ile paralellik gösterdiğini belirtmişlerdir. Bizim çalışmamız bunu doğrular niteliktedir. Çünkü ilerleyen nefropati süreci ile birlikte kortikal ekojenite değişikliklerinde artış görülmüştür. Şekil 2, bunu açıkça göstermektedir. Renal morfolojik değişiklikler, ne yazık ki hastalığın ancak ilerleyen dönemlerinde daha belirgin olarak ortaya çıkmaktadır. Oysa Renal Dupleks Doppler US, rezistivite ve pulsatility indeks değerleri aracılığıyla, böbreklerdeki değişiklikleri daha erken dönemde tespit edebilmektedir. Bu sayede renal fonksiyonların korunması için klinisyeni ek ve erken tedavilere yöneltebilen bir tanı aracıdır16. Rutin B-mod US inceleme ise biyokimyasal (serum BUN düzeyi, kreatinin klerensi, idrar albumin düzeyi gibi) ve doppler US incelemeler kadar klinik diabetik nefropatide öngörüsel değere sahip 14,17,18 gözükmemektedir . Bu anlamda, preklinik nefropati evresinde mikroalbüminüri; klinik nefropati evresinde ise doppler US ile elde edilen rezistivite indeks değerleri; hastalığın progresyonunu belirlemede en değerli öngörüsel parametreler olarak gözükmektedir3,4,6,19,20. Konvansiyonel US ile saptanan renal morfolojik değişiklikler ise, ancak ilerlemiş nefropati aşamasında öngörüsel olabilmektedir. Sonuç olarak denebilir ki; diabetik hastalarda, ilerleyen nefropati ile birlikte ultrasonografik olarak parenkim kalınlıkları anlamlı olarak değişmezken, eko şiddetinde artma ve sağlıklı bireylere göre böbrek boyutlarında azalma 116 Marmara Medical Journal 2008;21(2);112-117 Özlem Türksoy, ark. Renal B-mod ultrasonografi bulgularının diabetik nefropati evresi ile ilişkisi gerçekleşmektedir. Hasta grupları kendi içinde kıyaslandığında, hiçbir parametre için gruplar arası istatistiksel olarak anlamlı farklılığın izlenmemesi; bu parametrelerin (ortalama renal uzunluk ve parenkim kalınlığı), hastalık şiddetini belirlemede güvenilir kabul edilemeyeceklerini göstermektedir. Bu aşamada, kortikal ekojenite değişikliği ve laboratuvar incelemeler (Serum BUN ve kreatinin klerens değerleri) klinisyene daha değerli fikirler verebilir. 8. 9. 10. 11. 12. 13. KAYNAKLAR 14. 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. Hostetter TH. Diabetic nephropathy. In: The kidney, 3rd ed, pages 1377-1402. Edited by LR Brenner and FC Rector Jr. WB Saunders, Philadelphia, 1986. Pinto JR , Viberti G. The patient with diabetes mellitus. In: Cameeron S, ed. Oxford Textbook of Clinical Nephrology. Oxford, Oxford University Press, 1992:505. Maher JF. Diabetic nephropathy: early detection, prevention and management. Am Fam Phys 1992; 45: 1661-1668. Hostetter TH. Diabetic nephropathy. Diabetes Care 1992; 15: 1205-1215. Neiman HL. The Urinary system. In: Textbook of abdominal ultrasound, page 330. Edited by BB Goldberg. Williams and Wilkins, Baltimore 1993. Mogensen CE. Prediction of clinical diabetic nephropathy in IDDM patients: alternatives to microalbuminuria? Diabetes 1990; 39: 761-767. Mogensen CE, Damsgaard EM, Froland A, et al. Microalbuminuria in non-insulin dependent diabetes. Clin Nephrol 1992; 38: 528-538. 15. 16. 17. 18. 19. 20. 117 Mauer SM. Diabetic nephropathy. In: Diseases of the kidney, 5th ed., p. 2153. Edited by RW Schrier and CW Gottschalk. Little Brown, Boston 1993. Mogensen CE and Christensen CK. Predicting diabetic nephropathy in insulin dependent patients. N Engl J Med 1984; 311: 89-93. Reddi AS and Camerini-Davalos RA. Diabetic nephropathy. An update. Ann Intern Med 1990; 150: 3143. Brkljacic B, Mrzljak V, Drinkovic I, et al. Renal vascular resistance in diabetic nephropathy. Duplex doppler US evaluation. Radiology 1994; 192: 549-554. Viberti GC, Hill RD, Jarrett RJ, et al. Microalbuminuria as a predictor of clinical nephropathy in insulin dependent diabetes mellitus. Lancet 1982; 1: 1430-1432. Viberti GC, Pickup JC, Jarrett RJ, Keen H. Effect of control of blood glucose on urinary excretion of albumin and beta-2-microglobulin in insulin dependent diabetes. N Engl J Med 1979; 300: 638-641. Soldo D, Brkljacic B, Bozikov V, Drinkovic I, Hauser M. Comparison of conventional and duplex Doppler ultrasonographic findings. Acta Radiol 1997; 38: 296302. Rosenfield AT, Siegel NJ. Renal parenchymal disease: Histopathologic-sonographic correlation. AJR 1981; 137: 793-798. Taniwaki H, Ishimura E, Kawagishi T, et al. Intrarenal hemodynamic changes after captopril test in patients with type 2 diabetes. Diabetes Care 2003; 26: 132-137. Sari A, Dinc H, Zibandeh A, et al. Value of resistive Index in patients with clinical diabetic nephropathy. Inves Radiol 1999; 34: 718-721. Platt J, Rubin JM, Ellis JH. Diabetic nephropathy: Evaluation with renal duplex doppler US. Radiology 1994; 190: 343-346. Ellin RJ. Reference intervals and laboratory values of clinical importance. In: Wyngaarden JB, Smith LH, Bennett JC, eds. Cecil Textbook of Medicine. Philadelphia: WB Saunders, 1992; 2370-2380. Breyer JA. Diabetic nephropathy in insulin dependent patients. Am J Kidney Dis 1992; 20: 533-547. ORIGINAL RESEARCH DOCTORS’ KNOWLEDGE LEVEL AND ATTITUDES CONCERNING AVIAN INFLUENZA Arzu Uzuner1, Pemra Ünalan Cöbek1, Hande Alibaş2, İrem Kılıç2, Murat Sarı2, Elif Karakoç2, Akbar Akbarov2 1 Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Aile Hekimliği, İstanbul, Türkiye 2Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Stajyer Öğrenci, İstanbul, Türkiye ABSTRACT Objective: Avian influenza cases have been detected in Turkey and human deaths have been reported. The aim of this study was to investigate the knowledge, attitudes, and behaviour of doctors concerning avian influenza. Method: A questionnaire was applied to a total of 172 doctors, 82 in the university, 46 in the state hospital and 44 in primary care clinics, in a district of Istanbul, in 2006. Results: The participant doctors were general practitioners(GPs) (27%), specialists(31%), and residents(42%). The male/female ratio was 48/52% and the median age value was 32(23-53). The mean knowledge score was 14.4±4.4; 15.9% of the doctors had low, 77% medium, 7% high knowledge level. Transmission (94%), symptoms in humans (94%) and preventive measures (89%) were well-known. The agent of avian flu, timing of the treatment, antiviral agents were less well-known. The GPs were more knowledgeable and felt more competent than the specialists and residents to give counselling; 53% felt competent and 74% responsible to give counselling. Half of the participants revealed a decrease in their habit of eating egg and chicken. Conclusion: Doctors need more information to enable early diagnosis and an early start to the therapy which would help to decrease fatality and to prevent the spread of the virus. Keywords: Avian influenza, Knowledge level, Attitude Corresponding author: Arzu Uzuner, M.D. Marmara Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Aile Hekimliğ Anabilim Dalı, Altunizade,İstanbul, Türkiye e-mail: [email protected] 118 Marmara Medical Journal 2008;21(2);118-126 Marmara Medical Journal 2008;21(2);118-126 Arzu Uzuner, et al. Doctors’ knowledge level and attitudes concerning avian influenza DOKTORLARIN KUŞ GRİBİ HAKKINDA BİLGİ DÜZEYİ VE TUTUMLARI ÖZET Giriş: Kuş gribi olguları Türkiye’de saptanmış, insan ölümleri bildirilmiştir. Çalışmamızın amacı hekimlerin kuş gribi hakkındaki bilgi düzeyleri, tutum ve davranışlarını araştırmaktır. Yöntem: İstanbul’un Üsküdar ilçesinde, 2006 yılında seksen ikisi üniversitede, 46’sı devlet hastanesinde ve 44’ü birinci basamakta çalışan toplam 172 hekime bir anket formu uygulandı. Bulgular: Katılan hekimlerin %27’si pratisyen, %31’i uzman, %42’si asistan hekimdi. Erkek/Kadın dağılımı %48.3/51.7 şeklinde olup ortanca yaş değeri 32(23-53) ’di. Ortalama bilgi puanı 14.4±4.4 olup hekimlerin %15.9’u düşük, %77’si orta, %7’si yüksek bilgi düzeyine sahipti. Bulaş yolları (%94), insandaki belirtileri (%94), koruyucu önlemler (%89) iyi bilinmekteydi. Kuş gribinin etkeni, tedavinin zamanlaması, antiviral ilaçlar daha az biliniyordu. Pratisyen hekimlerin bilgi düzeyinin uzman ve asistanlara göre daha yüksek olduğu ve kendilerini danışmanlık vermede daha yeterli hissettikleri belirlendi; danışmanlık için %53’ü kendisini yeterli, %74’ü ise sorumlu hissediyordu. Hekimlerin yarısı yumurta ve tavuk yeme alışkanlıklarında azalma olduğunu belirtti. Sonuç: Hekimler, hastalığın öldürücülüğünün ve virüsün yayılımının engellenmesi için gerekli olan erken tanı ve erken tedavi için daha fazla bilgiye ihtiyaç duymaktadır. Anahtar Kelimeler: Kuş gribi, Bilgi, Tutum INTRODUCTION could easily be transmitted from human to human and could start a global outbreak. The risk of a pandemic avian influenza persists and is serious. Each additional human case gives the virus an opportunity to improve its transmissibility in humans and thus develop into a pandemic strain1,7,8. Avian influenza, or “bird flu”, is a viral infectious disease that normally infects birds. In domestic poultry, the highly pathogenic form of the virus spreads rapidly through the poultry and causes a high mortality rate within two days1. The current poultry outbreaks of avian flu in South-East Asia in mid-2003, has drawn attention to the causative agent of the infection. The H5N1 type of influenza virus family was the most important one2. Limited human-to-human transmitted cases with avian influenza have occurred during the outbreaks. These cases revealed that transmission occurred in cases of very close contact with an ill person. For the human cases that occurred among close family members it was impossible to prove the presence of human-to-human transmission since the family members were exposed to the same animal and environmental conditions. H5N1 is also of particular concern for human health as one of the few avian influenza viruses that have”crossed the species barrier”1 to infect humans. The infection is transmitted by direct contact with infected poultry or with objects contaminated with the faeces of the poultry in which large quantities of the virus are present. During the outbreaks, H5N1 resulted in severe human disease with an aggressive clinical course and high fatality rate. In the outbreak of 2003, human infections were reported from South-East Asia3,4. The same type of virus has also been detected in Turkey and human deaths from avian flu were reported5,6. The World Health Organization recommended all countries adopt strategies “to strengthen national preparedness, to reduce opportunities for a pandemic virus to emerge, to improve the early warning system, to delay initial international spreading and accelerate vaccine development”1,8. Despite advance warning, the world is not adequately prepared for a pandemic. Avian influenza continues to be on the daily agenda of our country which is on the migration pathway of the birds. Awareness in The greatest concern is that the virus could mutate into a highly infectious form that 119 Marmara Medical Journal 2008;21(2);118-126 Arzu Uzuner, et al. Doctors’ knowledge level and attitudes concerning avian influenza the population about avian flu and preventive measures to be taken against the spreading of the disease are important. The Ministry of Health has sent a brief including comprehensive information about avian flu and material for patient education to all the state health centres to improve the knowledge level of the doctors who are responsible for patient education for the prevention of the disease and for intervention during a possible epidemic.8,9. for the realization of the Project was obtained from the Provincial Health Directory. Questionnaire: In these institutions, the doctors who accepted to participate in the study were asked to complete a questionnaire that included knowledge level and attitude questions. The questionnaires were handed out and then collected after they were filled out. The questions were developed according to the information gathered from current literature. There were nine questions related to attitudes, fourteen questions related to knowledge. For the assessment of the questionnaire, every knowledge question was given a score according to the difficulty level and the doctors’ knowledge level was assessed. The knowledge level was assessed over 27 points: a score between 0-10 points was accepted as a low level of knowledge, between 11-20 points medium level, 21 points and over, high level of knowledge. Attitude questions were asked to determine the influence of the media and the cases encountered by doctors in our country. The aim of our study is to investigate the knowledge level and attitudes of the doctors who work in primary, secondary and tertiary health care systems. MATERIAL AND METHOD Type of the study: This is a descriptive type, investigating knowledge and attitude. Population: Doctors who work in primary, secondary and tertiary health institutions in the region of our faculty. Localization of the study: The study has been conducted in all the primary health centres of the Üsküdar region in a University and a State Training and Research Hospital. Data analysis: Data analysis in the SPSS statistical program was applied for the differences between groups, and the quisquare test was used for the internal validity of the questionnaire correlation analysis. Timing of the study: This study was carried out in the first three months of 2006. Sample size: The sample size was calculated with an estimated rate of %10 prevalence of awareness concerning avian flu, acceptable error 0.05 and alpha error 0.05 (95% confidence interval (CI)).It was planned to interview at least 138 physicians among the total number of 960 doctors. 82 in the University Hospital, 46 in the State Hospital, and 44 in primary care centres. A total of 172 doctors were interviewed. All the primary care centres in the region and all the departments in the hospitals were visited. The questionnaires were given to the doctors who accepted to participate in the study and were taken back after they were filled out. RESULTS Of the 172 doctors who participated in our study, 25.6% (n=44) were general practitioners, 29.7% (n=51) specialists and 39.5% (n=68) residents; 9 doctors did not mention their job (5.2%). The male/female distribution of the physicians was 48.3%/51.7%, mean age value was 33.7± 6.9SD (23-53). The kowledge level of the participants about avian flu was summarized in Table I. The correlation analysis of the questionnaire’s Cronbach alpha was 0.73. The knowledge level of 170 physicians was determined as two participants did not answer the related questions. Permission: The Ethic Committee consent was obtained from the Marmara University, Medical School Ethic Committee. Permission 120 Marmara Medical Journal 2008;21(2);118-126 Arzu Uzuner, et al. Doctors’ knowledge level and attitudes concerning avian influenza Table I. The knowledge level of the participants Knowledge questions Name and group of the etiologic agent (n=170) Name or group of the etiologic agent In which animals (n=170) What is the reservoir (n=170) Where do the animals carry the etiologic agent (n=170) How does the agent infect humans (n=170) What are the symptoms (n=170) From which body sites can the agent be isolated (n=170) How is its endurance to outer conditions (n=170) What is the incubation time in humans (n=169) Laboratory findings in humans (n=170) What medication is used in therapy (n=170) When is the therapy most effective (n=169) Preventive measures (n=170) The mean score of knowledge questions was 14.4 ± 4.4 (2-27 points). Only 15.9% (n=27) of the participant doctors were in the low knowledge level group, 77.1% (n=131) were in the medium level and 7.1% (n=12) in the high level group of knowledge. The comparative analysis according to tasks represented the data of 163 physicians; 9 out of 172 doctors did not mention their job. Total score 27 2 1 1 2 4 4 2 4 1 1 1 1 3 Know %(n) 31.2 (53) 45.3 (77) 81.8 (139) 48.8 (83) 85.3 (145) 94.1 (160) 94.1 (160) 65.7 (111) 71.8 (122) 39.1 (66) 11.2 (20 ) 62.9 (107) 67.5 (114) 89.4 (152) Do not know %(n) 23.5 (40) 18.2 (31) 51.2(87) 14.7 (25) 5.9 (10) 5.9 (10) 34.3 (58) 28.2 (48) 60.9 (103) 88.8 (150) 37.1 (63) 32.5 (55) 10.6 (18) The participants’ views, attitudes and behaviour were summarized in Table IV. Male doctors thought that avian flu did not cause any threat (male 12.0%, n=10; female 3.4%, n=3) (p=0.042, *Fisher’s); female doctors (85.4%, n=76) were more concerned than males (68.7%, n=57) about avian flu (p=0.009); in females the habit of eating chicken changed toward not eating it (male 57.8%, n=48/83; female 73.0%, n=65/89, p=0.036, Qui-square) but the same relationship was not detected between gender and the habit of eating egg. Male doctors (62.7%, n=52) felt more competent than females (43.2% n=38) to give counselling (p=0.039) but there was no statistically important relationship between gender and knowledge level. General practitioners were more informed than specialists and residents (p<0.001). Nine among 12 physicians in high score group were general practitioners. In the low knowledge level group there were very few general practitioners. The disribution of knowledge level according to the type of doctor were presented on Table II. The subjects least known by the general practitioners were: laboratory findings in humans (11.4%, n=5), the reservoir for the virus (59.1%, n=26/44), isolation site of the infection (65.9%, n=29/44), medication (65.9%, n=29/44) and the incubation period in humans (61.4%, n=27/44). Also there was no relationship between age groups and attitudes/behaviour; between the idea that “avian flu causes epidemics”, “feeling responsible”, “thinking that sufficient preventive measures had been taken” and the knowledge level. The knowledge level was related to age; physicians in the age group 43-53 had a higher knowledge score than younger colleagues (Table III). General practitioners (65.9%, n=29/44) felt themselves more competent than specialist and residents (45.8%, n=54/118) to give counseling (p=0.023) and they thought (50.1, n=22/44) that sufficient preventive measures 121 Marmara Medical Journal 2008;21(2);118-126 Arzu Uzuner, et al. Doctors’ knowledge level and attitudes concerning avian influenza had been taken in the country. This was different from the views of the specialists and resident doctors (29.4%, n=35/119). (p=0.014, Mann-Whitney U Test). It was determined that in the high knowledge level group, no change occurred concerning eating chicken, but in the lower knowledge level groups, a decrease was detected toward not eating chicken (p=0.047) and egg (p= 0.038). There was no change among the resident doctors and GPs concerning eating eggs, but a decrease was determined in that of the specialists (p=0.022, Qui-square). Table V. Table II: Relation between the doctors’ knowledge level and the type of doctor Knowledge level (%) Low Medium High 0-10 11-20 21-27 %(n) %(n) %(n) %(n) Specialists 14.0 (7) 84.0 (42) 2.0 (1) 100.0 (50) Residents 25.4 (17) 71.6 (48) 3.0 (2) 100.0 (67) 4.5 (2) 75.0 (33) 20.5 (9) 100.0 (44) 16.1 (26) 76.4 (123) 7.5 (12) 100.0 (161) Type of Doctor General Practitioners Total Total Table III. Distribution of knowledge level related to age groups. Knowledge level (%) Total High 21-27 %(n) 33-42 Low +Medium 0-20 %(n) 96.4% 81 93.3% 56 43-53 76.2% 16 23.8% 5 100. 0 21 total 92.7% 153 7.3% 12 100.0 165 Age groups 23-32 %(n) 3.6% 3 100.0 84 6.7% 4 100.0 60 *Between 23-32 and 43-53 p=0.002, between 33-42 and 43-53 p=0.033, Mann-Whitney U Test 122 Marmara Medical Journal 2008;21(2);118-126 Arzu Uzuner, et al. Doctors’ knowledge level and attitudes concerning avian influenza Table IV: The distribution of answers related to participants’ views, attitudes and behaviour. Views and attitudes Does avian flu cause a threat, according to you? (n=172) Are you concerned? (n=172) What is the possibility of causing an epidemic? (n=172) Do you think that sufficient preventive measures have been taken in our country? (n=172) Does anyone in your environment ever question you about this subject ? (n=172) Attitude Do you feel competent to give counselling? (n=171) Do you feel a responsibility to give counselling? (n=171) Behaviour Decrease in the habit of eating chicken (n=172) Decrease in the habit of eating egg (n=168) No, it does not 7.6 (13) No, I am not 22.7 (39) Low 37.8 (65) No 57.0 ( 98) Answers %(n) Yes, it does 70.3 (121) Yes, I am 73.8 (127) Medium 48.8 (84) I do not know 9.3 (16) It can cause big danger 22.1(38) I am very concerned 3.5 (6) High 13.4(23) Yes 33.7(58) Never 12.2 (21) Yes, sometimes 65.1 (112) Yes,frequently 22.7 (39) No 14.0 (24) No 5.8 (10) Partly 33.3 (57) Partly 19.9 (34) Yes 52.6 (90) Yes 74.3 (127) No 34.3 (59) No 46.5 (80) Yes 51.7 (89) Yes 43.0 (70) I do not eat it 14.0 (24) I do not eat it 10.5 (18) Table V. Behaviour differences between knowledge level and types of doctor. No Groups Knowledge level groups Low (0-10) Higher (11-27) Types of Doctor Residents Specialists General Practitioners Behaviour Yes + I do not eat it % n % n 17.9 37.3 5 53 82.1 62.7 52.9 31.4 56.8 36 16 25 47.1 68.6 43.2 DISCUSSION Total % n 23 89 100.0 100.0 28 142 32 35 19 100.0 100.0 100.0 68 51 44 doctors in general should be aware of these. Avian flu is one of them. We recruited in our study the doctors from primary, secondary and tertiary health care to investigate the knowledge level and the attitudes of the doctors who work in primary, secondary and tertiary health care systems. The total of primary health care centres and all the clinics in the two hospitals were visited in order to interview the doctors. The workload of the In primary care health centres, preventive care is of priority. Matters of public health concern are under the responsibility of doctors working in primary care. In secondary and tertiary health centres, diagnostic and therapeutic health care have priority. However, there are some public health problems that affect the entire world, and 123 Marmara Medical Journal 2008;21(2);118-126 Arzu Uzuner, et al. Doctors’ knowledge level and attitudes concerning avian influenza doctors especially in the hospitals prevented us from reaching a higher participant number as they did not volunteer to answer the questionnaire. This is considered as a limitation of our study. general practitioners where as in the low knowledge level group there were only a few. General practitioners were more knowledgeable than specialists and residents and they felt themselves more competent to give counselling and thought that sufficient preventive measures had been taken about avian flu. After the avian flu cases emerged in our country, in-service training and educational material were provided by the Ministry of Health to inform health personnel8. These efforts were consistent with the World Health Organization’s recommendations to develop strategies for supporting preventive measures to reduce opportunities for a pandemic and to improve the early warning system1. The higher knowledge of the GPs could be related to these efforts. The Cronbach’a alpha of the questionnaire was not high (0.73) but was acceptable; it could be ameliorated with some modifications to measure the knowledge level of the health personnel about avian flu or used as an objective tool for self-assessment. The knowledge mean score of all the participants was fourteen. Seventy-seven-percent of all the participants had medium knowledge level about avian flu. Thew doctors mostly knew how it was transmitted (94.1%), the symptoms of the infection in humans (94.1%), preventive measures (89.4%), the body site where the animals carry the virus (85.3%) and the animals affected by the virus (81.8%). The agent of avian flu, its endurance to outer conditions, the timing of the treatment, body sites from where the etiologic agent could be isolated, medication used for the treatment were less well-known. The reservoir for the virus (48.8%), the incubation period for the humans (39.1%) and laboratory findings in humans (11.2%) were the least known characteristics of the infection. The reports of the human and animal cases in the country were well-covered by the daily media, and this could have played a role in spreading knowledge about the transmission methods and the symptoms of the infection, where as the etiologic agent, the medication and the start time for the treatment, which needs more scientific knowledge were not mentioned. It is known that the early initiation of appropriate therapy decreases the fatality of the infection in human cases10,11. More information about the virus and the infection in humans, about the timing and the medication should be provided to doctors especially those working in primary care. This would help early diagnoses of the infection and and early application of appropriate antiviral therapy to warrant greatest clinical benefit. A statistically significant relationship has been detected between knowledge level and behaviour. In the groups with a score of 11 and higher, no change was detected in the habits of eating chicken and egg, but in the lower knowledge level groups, doctors changed their behaviour towards not eating chicken (p=0.047) and egg (p= 0.038). As a supportive result, there was no change in the habits of eating egg of the residents and GPs, but a decrease was determined in that of the specialists (p=0.022). A statistically significant relationship has also been found with gender. In females the habit of eating chicken changed to not eating it. (p=0.017), but the same relationship was not seen between the habit of eating egg and sex. Gender relation was also present for beliefs: male physicians thought that avian flu was not a threat (p=0.042), female physicians were more concerned than male physicians about avian flu (p=0.009). It is known that gender is a determinant of social outcomes including health12. Intention or motivation to change is one of the most important predictors of behaviour change according to most of the commonly applied theoretical models. A person’s intention to change his/her behaviour depends on the belief that “a change in behaviour will reduce health risks” and on the extent to which a person perceives their own behaviour as ‘unhealthy’. According to this According to the scoring system, in the high level group, nearly all the doctors were 124 Marmara Medical Journal 2008;21(2);118-126 Arzu Uzuner, et al. Doctors’ knowledge level and attitudes concerning avian influenza change in attitude and insight. As a part of continuous medical development, the knowledge and the counselling skills of the doctors and their feelings of competence should be supported by in-service-trainings and up-to-date information and assessed periodically by external assessments. theory, for this study, we may say that the more the health professionals believe in their efficiency to reduce the health risk of avian flu, the more they will tend to change their own preventive actions and clinical practices, too13. The analysis of the attitudes revealed that 74.3% of the doctors felt responsible and 19.9% “partly responsible” of giving counselling to people. Similarly, in the studies performed in Singapore14 and Australia15, the majority of the doctors, despite their selfhealth concerns, expressed their sense of personal responsibility and their willingness to provide professional services in an avian influenza and influenza pandemic. In conclusion, doctors have basic knowledge about how the virus is transmitted, symptoms of the avian flu infection in humans, and about the preventive measures that should be taken. The general practitioners who work in primary care services, as they were given information were more knowledgeable and felt more competent to give counselling about the infection. Health personnel should be provided with more information about the agent’s characteristics, about the time to start treatment and about the medication, to support early diagnosis and early treatment of the infection. Giving up-to-date information and in-service-training to the health personnel periodically will strengthen national preparedness and will delay international spread of the avian flu virus, which could cause a pandemic throughout the world. Half (52.6%) of the participant doctors felt competent and 33.3% felt partly competent to give counselling. General practitioners (65.9%) felt themselves more competent than specialist and residents (45.8%) to give counselling (p=0.023) and they thought (50.1%) that sufficient preventive measures had been taken in the country which was different from the opinionof the specialists and residents. This was a supportive result for the feeling of competence of the more knowledgeable group and for their awareness of the preventive measures taken for avian flu. Only 33.7% of all the participant doctors believed that prevention was sufficient. The questionnaire form was designed to assess the knowledge, attitudes and behaviour, but not the preparedness of the staff fo anr avian influenza pandemic. The preparedness should be assessed in another study which will be specifically structured. A systematic review related to self-assessment revealed that “in a majority of relevant studies, physicians did not appear to accurately self assess” and that “weak or no associations between physicians’ self-rated assessments and external 16 assessments were observed” . In a qualitative study examining the factors contributing to general practitioners' motivation for change during professional development17, the factors were determined as increased knowledge, confidence and competence regarding the situation, and personal insight and development: changing knowledge leads to a REFERENCES 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 125 Avian influenza. Weekly epidemiological record No.44, 2005, 80, 377–88. http://www.who.int/wer. de Jong Menno D, Hien TT. Review: Avian Influenza A (H5N1) J Clinic Virol 2006; 35(1):2-13 (Epub2005 Oct 6) Guan Y, Poon LL, Cheung CY, et al. H5N1 influenza: a protean pandemic threat. Proc Natl Acad Sci USA 2004; 101:8156–61. Cumulative Number of Confirmed Human Cases of Avian Influenza A/(H5N1) Reported to WHO. Accessed from http://www.who.int/csr/disease/avian_influenza/country/ cases_table_2006_05_23/en/index.html at 10th February, 2007. T. C. Sağlık Bakanlığı Temel Sağlık Hizmetleri Genel Müdürlüğü B100TSH0110002 sayılı Kuş Gribi raporu. (Ministry of Health Primary Health Care Division-Avian Influenza Report) Available from www.saglik.gov.tr. Oner AF, Bay A, Arslan S, et al. Avian influenza A (H5N1) infection in Eastern Turkey in 2006. N Engl J Med 2006; 355: 2179-85. Poland GA, Jacobson RM, Targonski PV. Avian and pandemic influenza: An overview, Vaccine (2007), doi:10.1016/j.vaccine.2007.01.050. Mills CE, Robins JM, Bergstrom CT, Lipsitch M (2006) Pandemic influenza: Risk of multiple introductions and the need to prepare for them. PLoS Med 3(6): e135. Marmara Medical Journal 2008;21(2);118-126 Arzu Uzuner, et al. Doctors’ knowledge level and attitudes concerning avian influenza 9. 10. 11. 12. 13. T.C. Sağlık Bakanlığı Temel Sağlık Hizmetleri Genel Müdürlüğü. Kuş Gribi Hakkında Genelge.25.10.2005/162. (Ministry of Health Primary Health Care Division-Notice about Avian Influenza) Available from www.saglik.gov.tr. The Writing Committee of the World Health Organization (WHO) Consultation on Human Influenza A/H5Avian Influenza A (H5N1) Infection in Humans. N Engl J Med 2005; 353: 1374-85. Summary of the second WHO consultation on clinical aspects of human infection with avian influenza A (H5N1) virus: March 19-21, 2007, Antalya, Turkey. WHO, Epidemic and pandemic alert and response (EPR) Available from http://www.who.int/csr/disease/avian_influenza/meeting 19_03_2007/en/index.html Betancourt JR, Green AR, Carillo JE, AnanehFirempong O. Defining cultural competence: A practical framework for addressing racial/Ethnic disparities in health and health care. Public Health Rep 2003; 118:293-302. van Sluijs EMF, Griffin SJ, van Poppel MNM. A crosssectional study of awareness of physical activity: associations with personal, behavioral and psychosocial factors. International Journal of Behavioral Nutrition and Physical Activity 01/01/2007. Vol.4; p.53. doi:10.1186/1479-5868-4-53. Available from http://www.ijbnpa.org/content/4/1/53 14. Cheong SK, Wong TY, Lee HY, et al. Concerns and preparedness for an Avian Influenza pandemic: A comparison between community hospital and tertiary hospital healthcare workers. Ind Health 2007; 45: 65361. 15. Shaw KA, Chilcott A, Hansen E, Winzenberg T. The GP’s response to pandemic influenza: a qualitative study. Fam Pract 2006; 23: 267-72. 16. Davis DA, Mazmanian PE, Fordis M, Van Harrison R, Thorpe KE, Perrier L. Accuracy of Physician Selfassessment Compared with observed measures of competence A systematic review, JAMA 2006; 296(9): 1094-102. 17. McCall LM, Clarke DM, Rowley G. Subjective experiences of general practitioners undertaking continuing medical education in mental health: a qualitative study of motivation and process of change. Prim Care Mental Health 2004; 2(1):.23-35. Avaiable from: http://www.ingentaconnect.com/rmp/pcmh/2004/000000 02/00000001/art00004. 126 ORIGINAL RESEARCH THE EFFICACY OF TROSPIUM CHLORIDE IN WOMEN WITH AN OVERACTIVE BLADDER Cevdet Kaya, Abdullah İlktaç, Mustafa Güneş, Metin Öztürk, Hüseyin Kanberoğlu, Muhammet İhsan Karaman Haydarpaşa Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Üroloji Kliniği, İstanbul, Türkiye ABSTRACT Objective: The efficacy of trospium chloride on lower urinary tract symptoms and urodynamic parameters in women with OAB were investigated. Material and Methods: Forty-four consecutive women with OAB were enrolled in this study. Before and after 8 weeks of TC treatment, OAB-V8 scores of the patients related to the current symptoms were collected. Urodynamic studies were performed in 28 patients (63.6%). Primary and outcome variables were OAB symptom score and urodynamic findings. The difference in response to TC according to the lower urinary tract symptoms between the patients with or without proven detrusor overactivity was analyzed. Results: Mean OAB-V8 score of the patients after the treatment with TC was significantly lower than before the treatment (11.9±6.3; 24.9±±5.1; p<0.05). After treatment, when compared to the mean OAB-V8 score of patients without DO (14.2±5.3), the mean symptom score of those with proven DO (10.3±4.1) was found to be statistically lower (p<0.05). Conclusion: Trospium was much more effective in improving symptoms in women with proven DO than in women without DO. Keywords: Overactive bladder, Voiding dysfunction, Pharmacotherapy AŞIRI AKTİF MESANE SENDROMU OLAN KADINLARDA TROSPIUM CHLORIDE TEDAVİSİNİN ETKİNLİĞİ ÖZET Amaç: Aşırı aktif mesane sendromu bulunan kadınlarda trospium tedavisinin etkinliği ve bu etkinin ürodinamik bulgular ile ilişkisi araştırıldı. Yöntem: Aşırı aktif mesane sendromu bulunan 44 kadın hasta çalışmaya alındı. 8 haftalık trospiyum tedavisinden sonra, hastaların tedavi öncesi ve sonrası OAB-V8 semptom skoru, ürodinamik bulguları karşılaştırıldı. Bulgular: Ortalama OAB-V8 semptom skoru tedavi ile birlikte anlamlı olarak düşük bulundu (11.9±6.3; 24.9±5.1; p<0.05).Detrusor aşırı aktivitesi bulunan kadın hastaların (10.3±4.1) detrusor aşırı aktivitesi olmayan kadın hastalara (14.2+5.3) göre trospium tedavisinden daha fazla fayda gördükleri saptandı. Sonuç: Trospium tedavisi ispatlanmış detrusor aşırı aktivitesi olan kadın hastalarda daha etkili bulunmuştur. Anahtar Kelimeler: Aşırı aktif mesane, İşeme disfonksiyonu, Farmakoterapi Corresponding author: Cevdet Kaya, M.D. Haydarpaşa Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Üroloji Kliniği, İstanbul, Türkiye e-mail: [email protected] 127 Marmara Medical Journal 2008;21(2);127-132 Marmara Medical Journal 2008;21(2);127-132 Cevdet Kaya, et al. The efficacy of trospium chloride in women wıth an overactive bladder INTRODUCTION All the patients were 18 years or older and they had complaints of urgency with or without incontinence, usually with frequency and nocturia for at least 6 months. Patients with predominantly stress incontinence, neurogenic bladder, post-voiding residual volume greater than 100 ml, closed angle glaucoma, significant renal disease or other severe systemic diseases and any contraindications to antimuscarinic therapy were excluded from the study. Also patients using any previous anticholinergic drugs for the treatment of OAB were not included. Overactive bladder (OAB) is defined as urgent with or without incontinence, usually with frequency and nocturia by the International Continence Society (ICS)1, and it affects nearly 17% of the general adult population2,3. Although the pathophysiology of OAB is not still completely understood, it is almost certainly multifactorial. The voiding process can be visualized as complex neural circuits in the brain and spinal cord that coordinate the activity of smooth muscle in the bladder and urethra4-6. Although the treatment of choice has been anticholinergics in the management of overactive bladder, these cause a wide spectrum of undesirable side effects7. Trospium chloride (TC) is a quaternary ammonium compound that is a non-receptor selective anticholinergic drug with primarily peripheral (antimuscarinic) activity, but also, at least in vitro, some ganglionic (nicotinic) effects. When taken orally, up to 60% of metabolically active, absorbed trospium is excreted in the urine, and it has not been shown to cross the bloodbrain barrier in humans.8-11. Study Protocol Before and after 8 weeks of treatment with TC (15 mg, three times daily), all patients underwent physical examination with measurements of blood pressure and pulse rate. The OAB-V8 scores related to the current symptoms of the patients were collected. Urodynamic studies were performed by an experienced technician at the beginning and at the end of the treatment period in 28 patients (63.6%), who had all signed the consent form, and the data were interpreted by a single observer to avoid bias. A urodynamic study was performed according to the report from the standardization subcommittee of the ICS1 with an 8 F dual lumen vesical catheter and an 8 F rectal balloon catheter using saline, with the patient in upright position, at a filling rate of 40 ml/min. First of all, post-void residual urine was measured with the catheter before examination. During bladder filling, patients were asked simply to report their sensations to the examiner. The first sensation of bladder filling, maximum cystometric capacity and bladder compliance as well as any possible unstable detrusor contractions were noted. Detrusor overactivity was diagnosed when detrusor contractions were seen in the presence of urgency or urinary leakage while the woman was attempting to inhibit micturition. Although urodynamic study has been accepted as a useful tool in the diagnosis of the overactive bladder, the variations in the technique and the intrinsic variability of the physical factors being tested can undermine the overall value of urodynamic testing12. In this preliminary study, the efficacy of TC on lower urinary tract symptoms and urodynamic changes in patients with OAB were investigated. MATERIAL AND METHOD Patient characteristics Between January 2003 and 2005, a total of 44 consecutive women admitted to the outpatient clinic (mean age of 52.8+7 years, range 18 to 73 years) with overactive bladders based on a detailed history, physical examination, routine laboratory tests including urine analysis, were enrolled in this study after an informed consent was signed. Outcome variables The primary outcome variables were the lower urinary tract symptoms of patients 128 Marmara Medical Journal 2008;21(2);127-132 Cevdet Kaya, et al. The efficacy of trospium chloride in women with an overactive bladder assessed with OAB-validated 8-question awareness tool (OAB-V8). This included eight questions regarding urinary frequency, urgency, nocturia and incontinence in order to assess the patients’ symptoms13. The secondary outcome variables were urodynamic parameters such as the volume at first desire (FDV), bladder compliance, and maximum cystometric capacity. treatment was found to be statistically significantly lower than that of the patients before the treatment (p<0.05). Thirty-seven of the patients, (84%) were found to have improved with the treatment, and in these patients clinical symptoms either resolved or decreased markedly. Only 7 (16%) patients treated with trospium chloride showed no improvement in their OAB-V8 scores. Statistical analysis According to the stratification of the patients after the findings of the urodynamic study, the mean volume at first desire (FDV) was found to have increased from 79.2±13.2 to 110±8.5 ml (p<0.05). The mean maximum cystometric capacity (MC) increased significantly with TC from 216±34 to 320±31.1 ml (p<0.05). Furthermore, mean bladder compliance (BC) increased significantly after treatment (21.1±4.5) with TC compared to pretreatment values (13.3±2.5) (p<0.05) (Figures 1-2). Eleven of the patients (39.2%) who underwent urodynamic study before the treatment, were found to have detrusor overactivity, and after treatment only 4 (14.2%) still had detrusor overactivity (p<0.05). Values were expressed as mean + SD, and the Wilcoxon test analysis was used to compare variables before and after the treatment. Spearman`s Rho correlation test was used to correlate the OAB symptom scores and urodynamic changes. P value less than 0.05 was considered statistically significant. RESULTS There were similar results in the pulse rate and systolic and diastolic blood pressure values between before and after the treatment (p>0.05). While the mean OAB-V8 score of the patients before treatment with TC was 24.9±5.1 (range 14 to 34), the OAB-V8 the score after treatment was 11.9±6.3 (range 5 to 28) (Table I). The mean OAB-V8 score after Table I: The urodynamic parameters and the symptom score values before and after the treatment of women with overactive bladder (OAB-V8: OAB-validated 8-question awareness tool, BC: Bladder compliance). 129 Marmara Medical Journal 2008;21(2);127-132 Cevdet Kaya, et al. The efficacy of trospium chloride in women wıth an overactive bladder with proven detrusor overactivity (10.3±4.1) was found to be statistically lower (p<0.05). In the case of correlation between OAB symptom scores and urodynamic changes, there was a negative correlation between OAB-V8 score and mean BC and FDV (p<0.05).The presence of a higher symptom score did not result in a lower MC value, but the correlation was not significant (p>0.05). According to the spontaneous reporting of undesirable effects, only 8 patients (18%) were found to have experienced adverse effects. Dryness of mouth was the major side effect seen in 5 patients (11%). Constipation was spontaneously reported by 4 patients (9%) and blurred vision by 2 (4.5%) of the patients treated with TC. All these adverse effects reported by the patients were transient and reversible with the discontinuation of the treatment. Fig 1: Change in first desire volume to void (FDV) and maximum cystometric capacity (MC) before and after treatment of women with overactive bladders. DISCUSSION Overactive bladder (OAB) with an overall prevalence of around 16-17% in Western Europe and United States is also a major economic burden for patients, healthcare providers and society as a whole. It was found that patients with OAB are known to have worse quality of life scores than patients with other chronic diseases such as diabetes2,3,14. The main goal of pharmacological treatment for OAB is to inhibit detrusor overactivity and thereby to increase the functional bladder capacity. Although anticholinergic agents are the most common and currently the most effective drugs used to treat OAB15, their lack of selectivity is responsible for the classic peripheral anticholinergic side effects of dry mouth, constipation, blurred vision, tachycardia and effects on cognitive function8. In our study, with spontaneously reporting only, 18% of the patients experienced some side effects, and the major side effects were dry mouth in 11% of the group, constipation in 9% and blurred vision in 4.5%. These results were found to be consistent with other studies in literature. There was no discontinuation because of the adverse effects of TC. Fig 2: Change in bladder compliance before and after treatment of women with an overactive bladder. Concerning the baseline OAB-V8 scores, patients with proven detrusor overactivity had a statistically higher symptom score (27.5±4.2) compared to those without detrusor overactivity and without urodynamics (22.4±4.0 and 23.9±3.6, respectively). After treatment, when compared to the mean OAB-V8 score of patients without detrusor overactivity (14.2±5.3), the mean symptom score of those 130 Marmara Medical Journal 2008;21(2);127-132 Cevdet Kaya, et al. The efficacy of trospium chloride in women with an overactive bladder overactivity22,23. Urodynamic studies act as diagnostic tests to identify etiologies such as involuntary detrusor contractions or low bladder compliance underlying OAB. The present study showed that women with proven detrusor overactivity had a higher pretreatment OAB-V8 symptom score than the others. We have used the urodynamic evaluation in 28 patients to evaluate the results in an objective way as well as considering the subjective symptoms of patients. According to our study, the mean maximum cystometric capacity (MC) and mean bladder compliance (BC) were found to increase significantly after treatment with TC, compared to pretreatment period. Of the patients who underwent urodynamic study, around 40% were found to have detrusor overactivity at the beginning, but only 14% still had detrusor overactivity after the treatment. There are other studies showing a significant increase in mean maximum bladder capacity from around 80 to 140 ml in patients using trospium compared to placebo24. The findings in these studies showed that TC has a significant effect on the urodynamic parameters including the bladder capacity, bladder compliance, bladder stability and the first sensation of bladder filling. There is a lack of information regarding the natural history and the long-term outcome of an overactive bladder. Additionally, there is no published, well-designed longitudinal study of a long-term follow up of these patients to date. However, Zinner et al. performed a placebo controlled, multicentric study with 523 patients, and they showed that patients treated with TC are likely to experience a clinically meaningful decrease in lower urinary tract symptoms attributable to OAB16. Since most OAB-related symptoms showed significant improvement by the end of week 1, it was concluded that this rapid onset of action increases the compliance of patients to therapy. Likewise, Rudy et al. found that TC was significantly and sustainably effective in their multicentric placebo-controlled study including 658 patients17. In their study, all the effects of TC had occurred by the end of week 1 and all patients improved and sustained this improvement throughout the 12-week study. In a study comparing the effects of oxybutynin with TC, they demonstrated that both of these drugs were equal in decreasing urinary frequency but trospium had less severe adverse effects18. Because of the rapid onset of action, we investigated the patients by the end of 8 weeks, and of 44 patients treated with TC, 37 (84%) were found to have improved with the therapy. Only 7 patients treated with TC did not have any improvements in their symptoms. As there are few studies concerning the correlation between the OAB symptom scores and urodynamic findings, we investigated this correlation in the present paper. We found that there was a negative correlation between the OAB-V8 score and both mean bladder capacity and the first desire volume. But there was no correlation between the symptom score and maximum cystometric capacity. Although the weak point in our study for evaluating women with OAB who underwent trospium treatment, is that the study was not placebo-controlled, it is to our knowledge, the first study in the literature evaluating the efficacy of TC in OAB by comparing the lower urinary tract symptom scores of patients with detrusor overactivity to those of patients without detrusor overactivity and also with patients who had not undergone urodynamics. Other studies have revealed that the placebo effect of TC is high in OAB, and Although some studies suggest that, during cystometry, phasic detrusor overactivity was found in only 40% to 60% of the patients with OAB symptoms19, most urodynamic evaluations have revealed a premature filling sensation with decreased bladder capacity20. The use of urodynamics was found to be controversial in patients with OAB. Some authors suggest that patients with OAB can be safely treated according to their history, without the need for invasive urodynamics, whereas others concluded that urodynamic evaluation is an essential tool in the management of women with OAB21. The principal urodynamic feature of overactive bladder is presumed to be detrusor muscle 131 Marmara Medical Journal 2008;21(2);127-132 Cevdet Kaya, et al. The efficacy of trospium chloride in women with an overactive bladder it was demonstrated that the placebo effect in decreasing the patients` symptom score and urge incontinence episodes at 3 months was around 12-18% and 45%, respectively. Dry mouth and constipation in patients with placebo treatment were found to be 5.2% and 5.8%, respectively16,18. In conclusion, trospium chloride was found to be effective and safe in the treatment of women with overactive bladders in regard to the improvement of urodynamic parameters and of symptoms. It was much more effective in the treatment of women with proven detrusor overactivity than in women without detrusor overactivity. Placebo-controlled studies with a larger number of patients should document the outcome assessment of trospium on the quality of life and urodynamic findings in patients with OAB to support our results. Acknowledgments We thank Prof. Dr. HELMUT MADERSBACHER for his wise counsel, constructive criticism, and help with reviewing the paper (Neuro-Urology Unit, University Hospital Innsbruck, Innsbruck, Austria). 8. 9. 10. 11. 12. 13. 14. 15. 16. 17. 18. 19. REFERENCES 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. Abrams P, Cardozo L, Fall M, et al. The standardization of terminology of lower urinary tract function: report from the Standardization Subcommittee of the International Continence Society. Neurourol Urodyn 2002: 21: 167-178. Milsom I, Abrams P, Cardozo L, Roberts RG, Thuroff J, Wein AJ. How widespread are the symptoms of an overactive bladder and how are they managed? A population based prevalence study. BJU Int 2001: 87: 760-766. Milson I, Stewart W, Thuroff J. The prevalence of overactive bladder. Am J Manag Care 6 (Suppl. 11) 2000: S565-5573 Yoshimura N, de Groat WC. Neural control of lower urinary tract. Int J Urol 1997: 4: 111-125. De Groat WC. A neurologic basis for the overactive bladder. Urology suppl. 1997: 50: 36-52. Wang P, Luthin GR, Ruggieri MR. Muscarinic acetylcholine receptor subtypes mediating urinary bladder contractility and coupling to GTP binding proteins. J Pharmacol Exp Ther 1995: 273: 959-966. Yoshimura N, Chancellor MB. Current and future pharmacological treatment for overactive bladder. J Urol 2002: 168:1897-1913. 20. 21. 22. 23. 24. 132 Wein AJ. Neuromuscular dysfunction of lower urinary tract and its management. In: Walsh PC, Retik AB, Darracot Vaughan jr. E, Wein AJ (eds) Campell’s Urology. Saunders, Philadelphia, 2002: 931-1026. Madersbacher H, Rovner E. Trospium chloride: the European experience. Expert Opin Pharmacother 2006: 7:1373-1380. Hofner K, Oelke M, Machtens S, Grunewald T. Trospium chloride an effective drug in the treatment of overactive bladder and detrusor hyperreflexia. World J Urol 2001: 19: 336-343. Guay DR. Clinical pharmacokinetics of drugs used to treat urge incontinence. Clin Pharmacokinet 1986: 42: 1243-1285. Vereecken RL. A critical view on the value of urodynamics in non neurogenic incontinence in women. Int Urogynecol J 2000: 11: 188-195. Coyne KS, Zyczynski T, Margolis MK, Elinof V, Roberts RG. Validation of an overactive bladder awareness tool for use in primary care settings. Adv Ther 2005: 22: 381-394. Hu TW, Wagner TH, Bentkover JD, et al. Estimated economic cost of overactive bladder in the United States. Urology 2003: 61: 1123-1128. Abrams P, Anderson KE. Muscarinic receptor anragonists for overactive bladder. BTU Int 2007: 100: 987-1006. Zinner M, Gittelman M, Haris R, et al. Trospium chloride improves bladder symptoms. A multicenter phase III trial. J Urol 2004:171: 2311-2315. Rudy D, Cline K, Harris R, et al.Multicenter phase III trial studying trospium chloride in patients with over active bladder. Urology 2006; 67:275-280. Halaska M, Ralph G, Wiedeman A, et al. Controlled, double-blind, multicenter clinical trial to investigate long-term tolerability and efficacy of trospium chloride in patients with detrusor instability. World J Urol 2002: 20: 392-399. Flisser A, Walmsey K, Blavias JG. Urodynamics classification of patients with symptoms of overactive bladder. J Urol 2003: 169: 529-533. Lin LY, Yeh NH, Lin CY, Sheu BC, Lin HH. Comparisons of urodynamic characteristics between female patients with overactive bladder and overactive bladder plus stress urinary incontinence. Urology 2004: 64 : 945-949. Digesu GA, Khullar V, Cardozo L, Stefano S. Overactive bladder symptoms: Do we need urodynamics? Neurourol Urodyn 2003: 22: 105-108. Ouslander JG. Management of overactive bladder. N Engl J Med 2004: 350: 786-799. Staskin DR, Wein AJ, Andersson KE, et al. Overview consensus statement. Urology 2003: 61: 1128-8. Alloussi S, Laval KU, Eckert R, et al. Trospium chloride in patients with motor urge symptoms: A double blind, randomised, multicentre, placebo controlled study. J Drug Asses 1999: 2: 27-39. ORIGINAL RESEARCH EVALUATION OF THE ADHESIVE PROSTHESIS “SILIMA DIRECT” BY MASTECTOMYZED PATIENTS IN FRANCE Banu Kalpakcioglu1, Matthias Fink2, A Tsiokas3, H. Hermann3 1 Haydarpasa Numune Hastanesi, Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon, İstanbul, Türkiye 2Medical University Hannover, Clinics for Physical Medicine and Rehabilitation, Hannover, Almanya 3 Medical University Hannover , 3Hospital for Gynecology and Birth Assistance, Hannover, Almanya ABSTRACT Objective: Breast cancer is the most prevalent malignant disease in women. The loss of a breast is a highly traumatizing event for the woman; thus, surgical or non-surgical methods of reconstruction can improve quality of life. In the present study, we aimed to assess patient satisfaction with two different models of adhesive external breast prosthesis and to compare them with the previously worn models. Materials and Methods: A questionnaire was mailed to 240 women using one of the two prosthesis models. 154 questionnaires were returned, 41 of which were not eligible for evaluation. Most items were rated on a verbal scale (VRS). Results: After a prosthesis-free period of about 4.5 years, the women wore both models of the “Silima direct” for almost 2 years. The assessment of both models was mainly positive. The average VRS scores were just above 2 out of 5 points, which corresponds to a “good” rating. The lighter model scored better results. Of the patients, 73.6% were overall at least “satisfied” with the lighter model as compared to 58.3% with the model of normal weight. In comparison with the Amoena adhesive epithesis and other prosthesis models worn previously, the “Silima direct” and particularly the light model was perceived to be better in almost all criteria. Conclusion: External adhesive breast prostheses are a valuable method of post-mastectomy rehabilitation, which improves quality of life. Keywords: Breast cancer, External breast prosthesis, Adhesive breast prosthesis Corresponding author: Banu Kalpakcioglu, M.D. Haydarpasa Numune Hastanesi, Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon, İstanbul, Türkiye e-mail: [email protected] Marmara Medical Journal 2008;21(2);133-145 133 Marmara Medical Journal 2008;21(2);133-145 Banu Kalpakcioglu, et al. Evaluation of the adhesive prosthesis “silima direct” by mastectomyzed patients in france FRANSA DA MASTEKTOMİZE OLAN HASTALARDA ‘SİLİMA DİRECT’ İSİMLİ ADHESİVE PROTEZİN DEĞERLENDİRMESİ ÖZET Amaç: Meme kanseri, kadınlarda en sık görülen malin hastalıktır. Meme kaybı, kadın için travmatize eden bir olaydır, bu yüzden, cerrahi veya cerrahi olmayan rekonstrüksiyon hayat kalitesini arttırabilir. Bu çalışmada iki farklı adheziv meme protezi modeli ile hastaların memnuniyet derecesini değerlendirmek ve daha önce giyilmiş modellerle karşılaştırmayı amaçladık. Materyal ve Metot: Bu iki protezden birini kullanan 240 kadına bir sorgulama formu yollandı.154 sorgulama formu geri gönderildi. 41 tanesi araştırmaya uygun değildi. Öğelerin çoğunun değerlendirilmesinde Sözel Değerlendirme Ölçeği (SDÖ) esas alındı. Bulgular: 4.5 yıllık protezsiz dönemden sonra, kadınlar ‘Silima direct‘ protezinin her iki modelini de 2 yıla yakın giydiler. Ortalama SDÖ puanları 5 üzerinden ikiden biraz fazla olması itibariyle pozitifti. Daha hafif olan model daha iyi puanlar aldı. Hafif modeli kullanan hastaların %73,6’sı en azından “tatmin olmuşlardı”, buna karşılık normal ağırlıklı olanla ise bu oran %58,3’dü. Daha önce giyilen Amoena adheziv ve diğer protezlere göre, Silima direct ve özellikle hafif modeli tüm kriterlerde daha iyi olarak değerlendirildi. Sonuç: Eksternal meme protezi, post mastektomi rehabilitasyonunda çok değerli bir yöntemdir ve hayat kalitesini artırabilir. Anahtar Kelimeler: Meme kanseri, Meme protezi, Adheziv protez INTRODUCTION regional variations. In addition, the indications for mastectomy may include, for example, the refusal of the patient to undergo the obligatory radiation therapy after the removal of the tumor4. Technically breastconserving therapy is possible in about 70% of all breast cancer patients5, and in principle, this proportion can in principle be regarded as rising, through improved methods of early recognition and systemic treatment6. Overall the aim of the mammary centers in Germany, is to reach over 80% for breast-conserving surgery. The West German Breast Centre which is directed towards this aim, has conducted benchmarking studies that have shown that the average proportion of radically mastectomized patients still stands at ~35%, with considerable differences among individual centers; an estimated 15,000 to 25,000 ablations are currently being performed in Germany each year [http://www.brustcentrum.de/wbc/default.asp x]. Despite intensive efforts and remarkable progress in diagnostics and therapy, Mammary Carcinoma is one of the most important health problems world-wide; from the early recognition to the rehabilitation its management binds a substantial portion of resources of the health service. According to an estimate by the institute for Robert Koch (conditions February 2006) approximately 206,000 women get cancer per year in Germany. Mammary Carcinoma thereby represents the most frequent malignant tumor illness in women: currently, in Germany, about 59,000 women get breast cancer annually, and since 1980 the number of these cases has nearly doubled1. Mammary Carcinoma is responsible for 28.8% of all new cancer cases and 17.3% of all cancer deaths in women1. The mean age of illness is 63.5 years2. Theoretically, for every healthy woman, the risk of getting breast-cancer until 74 years old is about 8%3. This intervention is extraordinarily damaging for the patient concerned, not only physically but particularly also from a psychological point of view. Due to the very great aesthetic and symbolic significance of the female breast, which far exceeds its biological However, ablatio mammae is still, even today, frequently the only surgical therapy option in advanced cases, in multimorbid cases or in elderly patients – with considerable, predominantly socioeconomically determined, 134 Marmara Medical Journal 2008;21(2);133-145 Banu Kalpakcioglu, et al. Evaluation of the adhesive prosthesis “silima direct” by mastectomyzed patients in france function as lactation organ8, its loss is extremely traumatic. Primary reconstruction using autologous tissue or an expander is successful in only ~15% of the patients. For rehabilitation, three different procedures are used: Aim of the study The study used a random sample of mastectomized patients, who had been fitted with various prostheses over a period of 2–5 years and who currently used self-adhesive prostheses. Self-adhesive prostheses were represented by two ‘Silima direct’ models that differed from each other in weight: a normalweight full-gel prosthesis (model 66373), and a 30%-lighter three-layered variant (model 66377) both from Thämert, Großburgwedel, Germany. • Surgical fitting of an implant • Surgical reconstruction with autologous tissue • Fitting of an external prosthesis. Apart from the surgical possibilities, in principle, the method of treatment determined by technical and surgical feasibility but chiefly by the wishes of the patient. Mainly younger women with elevated socioeconomic status and intensive leisure activities tend to choose surgical reconstruction9, while reasons for the choice of prosthesis are the fear of further surgical intervention, misgivings concerning the quality of the cosmetic results, a higher age and a stable accepting familial background (particularly, the relationship with the partner)10. In the present study, communication-based quality control was carried out and the reliability of the product was examined, by evaluations based on the following issues: • whether the patients perceive differences between the prostheses when worn; • how the patients rate the two most recently worn versions of the self-adhesive prostheses (by asking the patients who had used other products); and • whether the lighter model is rated differently from the normal weight version. For the external fitting, two different systems are available: MATERIAL AND METHOD • Non-adhesive prostheses, which are carried in a special bra with sewn-in flap; or • Adhesive prostheses, which are either (onepart) placed directly on the skin or fixed to the skin with the help of an adhesive pad (twoparts). Prostheses should fulfill the following fundamental constructional requirements11: • similarity with the natural breast regarding size, form, weight and consistency vodorless, kind to the skin, easily cleaned • durability • fits without puling or friction • good heat exchange • natural behavior in moving property Further development of these systems is naturally dependent on the feedback from fitted patients concerning comfort during wearing, ease of handling and improvement of the body image. This means a continuous communication between manufacturers, distributors and patients. For privacy and data security reasons, the names and addresses of the patients were with hold by the medical houses in France. The questionnaires were by Thämert France to 12 medical houses in France, and they were invited to participate. Each medical house accepted to send the questionnaires to 20 patients who had been provided with “Silima direct“. 154 (64.2%) questionnaires were returned to the medical houses, and for the evaluation of the data these questionnaires were sent to Clinics for Physical Medicine and Rehabilitation, Medical University Hannover. Of the 154 questionnaires 27 (17.5%) were not completely filled out, 12 questionnaires (7.8%) contained inconsistent answers (e.g. at the beginning the patients mentions that she used no other prosthesis before, then she claims that she feels better with this new one). Two patients had used other prosthesis models (model 66320 and/or 66387) 135 Marmara Medical Journal 2008;21(2);133-145 Banu Kalpakcioglu, et al. Evaluation of the adhesive prosthesis “silima direct” by mastectomyzed patients in france subjected to this study. Finally, in all 113 questionnaires remained for further analyses. average a BMI that was about 2 points higher. After an average interval of 4.5 years between operation and fitting, the prostheses of both groups were – with wide scatter – worn for a mean of just under 2 years. Prostheses 73 of the patients (64.6%) tested the light model 66377 (in short 377) (Figure I A), 40 patients (35.4%) tested the heavier onelayered model 66373 (in short 373). The basic construction of the two models is similar: each is attached to the thorax wall by a removable adhesive pad, which is coated on both sides with medical silicone adhesive; the inner side of the prosthesis is shaped in such a way that it can only be fixed when it fits exactly in the anatomically correct position. Model 377 consisted of both normal and light silicone, in contrast to the model 373 consisting of completely normal silicone. Evaluation of the Prostheses The experiences with both models were mainly positive; the average VRS scores were slightly above 2 out of 5 points, i.e. signifying a “good” rating. In most aspects, the model 373 was judged as positive as the model 377; except for the weight (the difference was not clearly evident). According to 80% of the model 377 testers, and to only 63% of the testers, the weight of the prosthesis was ranked as appropriate. The feeling on skin scored better with model 377, around 0.4 points (Table II). Questionnaire The patients typically wore the prosthesis for 8 or more hours per day, 4–5 days a week. The use and care of the prosthesis were consistently judged positively; in addition, model 377 possessed a significant advantage with an average of 2.4 points, whereas the score for model 373 was “neutral”. The adhesive pads have a life of 6–7 months, and the prosthesis was to be cleaned every other day. The questionnaire was reviewed by an expert commission. Most items were rated on a verbal scale (VRS), and the questions were chosen with regard to comparability with published results5,8,11-19. In order to obtain a comparison between different models, particular aspects of comfort and the ease of handling were noted. Statistics StatView 4,5 (SAS of institutes, Cary, numerical control) was used for the statistic evaluation of the data. Since VRS evaluation of the items involves interval-scaled variables, these were treated as continuous; they were described by mean value values, standard deviation and the 95% confidence interval. The description of the discrete variables proceeded in form of frequency distribution of individual categories. Statistical group comparison was performed by Mann-Whitney U-test or Chi-square test, and the correlations between continuous variables were investigated by linear regression; the significance level was fixed at p<0.05. The reported satisfaction of the patients was high overall, which means that most of them would probably select the same model again. Model 377 had a slight but significant advantage (p<0.05, Table IV). It is worth noting that ‘adhesion to the body’ scored onehalf of a point better with model 377 than with model 373. Since the adhesion system is identical in the two models, this difference in score is attributable solely to the difference in weight between the two prostheses (Table III). The proportion of ‘satisfied’ and ‘very satisfied’ patients was about 75% for the weight-reduced model 377, but in contrast it was only 49% for the traditional model 373; 43% of the patients rated model 373 as only ‘moderately satisfactory’ (Figure II). RESULTS The patient profiles of the two groups were comparable except in terms of weight or BMI; the wearers of the lighter model 377 had on Comparison with earlier prostheses involved only 40 patients who had earlier worn a non136 Marmara Medical Journal 2008;21(2);133-145 Banu Kalpakcioglu, et al. Evaluation of the adhesive prosthesis “silima direct” by mastectomyzed patients in france adhesive prosthesis. A further 35 patients who had worn adhesive prostheses produced by another manufacturer were not taken into consideration in this regard, since information about the construction of the prostheses worn earlier was too vague to allow a rational comparison to be drawn. adhesive model, whereas the improvement was clear for model 66377 (Table V). Overall satisfaction had on the whole also clearly improved in comparison with the nonadhesive earlier model, with model 66377 being distinctly preferred by the patients. 61.9% of the patients were ‘more satisfied’ or ‘very satisfied’ with model 66377, but only 50.0% with model 66373. Clearly dissatisfied patients were absent from the group with model 66377, but amounted to 8.3% of the patients with model 66373 (Figure II). Experiences with the adhesive prostheses were generally rated ‘better’, with the light prosthesis (66377) scoring clearly and in part significantly better in this comparison with non-adhesive earlier models than did the heavier full-gel prosthesis 66373 (Table V). None of the independent variables (age, weight, BMI, duration of wearing, interval between operation and fitting with Silima direct, bra or cup size, and previous fitting with other prostheses) exerted any quantitatively appreciable or statistically significant influence on the satisfaction of the patients. The difference between the two adhesive models was particularly clear in the assessment of the weight (a difference of 0.95 points), the feeling on the skin (a difference of 0.93 points) and the item ‘dependability in public’ (a difference of 0.80 points), where in each case nearly a whole scoring category lay between the two models; in these categories, model 66373 represented only a very marginal improvement on the earlier, non- Table I: Body measures and wearing time¥ Whole group Model (n=73) 377 Model (n=40) 373 Age (Years) 58.6±10.1 56.6-60.7 59.0±10.9 56.4-61.5 57.8±8.5 54.9-60.7 p=0.585 Height (cm) 163.0±6.1 161.6-163.9 163.5±6.4 162.0-165.0 161.4±4.6 159.8-163.0 p=0.076 Weight (kg) 63.6±10.3 61.6-65.6 65.9±10.6 63.4-68.4 59.1±8.1 56.4±61.9 p<0.01 BMI 24.0±3.5 23.3-24.6 24.6±3.6 23.8-25.5 22.7±3.1 21.7-23.7 p<0.01 Trial perid of the prosthesis 21.9±22.1 17.6-26.1 19.4±18.3 15.0-23.7 27.1±28.1 17.3-36.9 p=0.096 Period between OP and care with 55.4±80.5 “Silima direct” (Months) 39.9-71.0 52.7±76.4 34.7-70.8 61.1±89.5 29.9-92.3 p=0.620 Significance (Months) 137 Marmara Medical Journal 2008;21(2);133-145 Banu Kalpakcioglu, et al. Evaluation of the adhesive prosthesis “silima direct” by mastectomyzed patients in france Table II: Experiences with the “Silima direct“ Whole group Model (n=73) 32.5 67.5 29.3 70.7 38.9 61.1 p=0.428 30.9 67.3 1.8 28.2 69.2 2.6 37.5 62.5 0.0 p=0.669 22.2 77.8 19.4 80.6 27.8 72.2 p=0.461 17.9 82.1 0.0 24.0 76.0 0.0 7.1 92.9 0.0 p=0.372 2.3 Sports with the prosthesis‡ Yes No 64.3 35.7 60.0 40.0 73.0 27.0 p=0.255 2.4 Lymph edema before use of “Silima direct”? ‡ Yes No 28.4 71.6 30.1 69.9 25.0 75.0 p=0.737 2.5 Weight of “Silima direct”: ‡ too light adequate too heavy 0.9 75.7 23.4 1.4 80.8 17.8 0.0 63.9 36.1 p=0.091 2.6 Symmetry of the upper body¥ (from 1=“very good“ to 5=“never correct“) 2.06±0.84 1.911-2.22 2.11±0.89 1.90-2.31 1.97±0.74 1.72-2.22 p=0.427 2.7 Feeling on the skin¥ (from 1=“very comfortable“ to 5=“very uncomfortable“) 2.39±0.82 2.23-2.55 2.23±0.86 2.06-2.47 2.63±0.69 2.39-2.87 p<0.05 2.8 Safety in publicity¥ (from 1=“very safe“ 2.09±0.94 to 5=“never safe“) 1.91-2.26 2.05±0.96 1.83-2.27 2.16±0.90 1.86-2.46 p=0.565 2.9 „Forget“ the prosthesis¥ (from 1=“almost always“ to 5=“almost never“) 2.26±1.21 2.03-2.49 2.23±1.25 1.94-2.51 2.33±1.15 1.95-2.72 p=0.666 2.10 Change in the quality of the life¥ (from 1=“great improvement“ to 5=“evident worsening“) 2.35±0.75 2.21-2.50 2.30±0.83 2.11-2.50 2.44±0.56 2.26-2.63 p=0.369 Item 2.1 Complaints in shoulder-neck-region?‡ Yes No … since use of “Silima direct”…‡ ameliorated unchanged worsened 2.2 Complaints in back-lumbar-region?‡ Yes No … since use of “Silima direct”…‡ ameliorated unchanged worsened 138 377 Model (n=40) 373 Significanc e Marmara Medical Journal 2008;21(2);133-145 Banu Kalpakcioglu, et al. Evaluation of the adhesive prosthesis “silima direct” by mastectomyzed patients in france Table III: Evaluation of the use and care. Item Whole group Model (n=73) 3.1 Application¥ (from 1=very good“ to 5=“very complicated“) 2.18±0.93 2.01-2.36 2.12±0.94 1.91-2.34 2.31±0.90 2.01-2.62 p=0.312 3.2 Adhesion on the body ¥ (from 1=very 2.60±1.16 good“ to 5=“highly insufficient”) 2.38-2.837 2.43±1.08 2.17-2.70 2.94±1.25 2.50-3.38 p<0.05 3.3 Wearing time (days per week) ¥ 4.62±2.42 4.12-5.11 4.65±2.38 4.05-5.25 4.55±2.53 3.62-5.48 p=0.848 3.4 Wearing time (hours/day)‡ less than 2 about 2 about 4 about 6 about 8 over 8 9.0 5.0 5.0 13.0 15.0 53.0 6.0 4.5 6.0 16.4 11.9 55.2 15.2 6.1 3.0 6.1 21.2 48.5 3.5 Adhesion pad replaced after… (Months) ¥ 6.73±6.30 4.95-8.50 7.22±7.27 4.60-9.84 5.90±4.24 3.85-7.94 p=0.473 3.5 Cleaning … times per week¥ 3.51±2.18 3.08-3.93 3.42±2.15 2.90-3.94 3.67±2.24 2.91-4.43 p=0.584 91.5 8.5 94.3 5.7 86.1 13.9 p=0.288 3.7 Cleaning practice ‡ easy difficult 377 Model (n=40) 373 Significa nce p=0.428 Table IV: Satisfaction with the prostheses. Whole group Model (n=73) 2.28±0.86 2.11-2.44 2.13±0.86 1.92-2.33 377 Model (n=40) 373 Significa nce Item 4.1 General satisfaction ¥ (from 1=“very satisfied“ to 5=“very dissatisfied“) 2.57±0.80 2.30-2.84 4.2 Would use the “Silima direct” again¥ 2.23±1.28 2.08±1.24 2.53±1.31 (from 1=“for sure “ to 5=“not sure”) 1.98-2.47 1.79-2.38 2.07-2.99 ¥ mean value ± standard deviation, 95%-confidence interval for the average value 139 p<0.05 p=0.093 Marmara Medical Journal 2008;21(2);133-145 Banu Kalpakcioglu, et al. Evaluation of the adhesive prosthesis “silima direct” by mastectomyzed patients in france Table V: Experience with the ‘Silima direct’ in comparison with non-adhesive prostheses previously worn. Whole group (n=40) Model (n=24) Sports with the prosthesis?‡ improved unchanged worsened 60.0 28.0 12.0 66.7 13.3 20.0 50.0 50.0 0.0 Lymph edema‡ improved unchanged worsened 27.3 72.7 0.0 37.5 62.5 0.0 0.0 100.0 0.0 p=0.580 Weight ¥ (from 1=“much comfortable“ to 5=“much uncomfortable“) 2.28±1.00 1.94-2.62 1.91±0.87 1.52-2.29 2.86±0.95 2.31-3.41 p<0.01 Symmetry of the upper body¥ (from 1=“much better“ to 5=“much worsened“) 2.32±0.96 2.00-2.63 2.17±0.96 1.76-2.57 2.57±0.94 2.03-3.11 p=0.215 Feeling on the skin¥ (from 1=“more comfortable“ to 5=“more 2.21±1.01 uncomfortable“) 1.82-2.59 2.00±1.00 1.52-2.48 2.60±0.97 1.91-3.29 p=0.132 Safety in publicity¥ (from 1=“great progression“ to 5=“much diminishment“) 2.32±1.16 1.94-2.71 2.00±1.16 1.49-2.51 2.80±1.01 2.24-3.36 p<0.05 „Forget“ the prosthesis¥ (from 1=“great improvement“ to 5=“evident worsening“) 2.22±0.96 1.90-2.55 2.00±0.95 1.59-2.41 2.62±0.87 2.09-3.14 p=0.064 Item 377 Model (n=16) 373 Significa nce p=0.076 Change in the quality of the life¥ (from 1=“great improvement“ to 2.17±0.86 2.09±0.90 2.33±0.78 p=0.428 5=“evident worsening“) 1.88-2.47 1.70-2.48 1.84-2.83 ¥ mean value ± standard deviation, 95%-confidence interval for the average value; ‡ Portion into % 5: Experiences with the Silima does not direct compared with before carried responsible prostheses Figure I: A: Half schematic sectional view of the “Silima direct“, model 66377. (1) Flat moulding of the adhesive pads in the upper region, (2) Matte outer layer, (3) Normal-Silicone, (4) Light silicone core, (5) Adhesive pad for the safe placement of the prosthesis, (6) Cavity for the natural swinging vibration property, (7) Non-adhesive region of the adhesive pad for optimal fit (8) Specially shaped inner surface for precise positioning of the adhesive pad. B: Removable adhesive pad and prosthesis, view from the thorax side. 140 Marmara Medical Journal 2008;21(2);133-145 Banu Kalpakcioglu, et al. Evaluation of the adhesive prosthesis “silima direct” by mastectomyzed patients in france Figure II: Proportion of the scores of satisfaction as related to the prosthesis model. Figure III: Distribution of patients who had used prostheses models other than “Silima direct“. 141 Marmara Medical Journal 2008;21(2);133-145 Banu Kalpakcioglu, et al. Evaluation of the adhesive prosthesis “silima direct” by mastectomyzed patients in france Figure IV: Proportions of the evaluations of the satisfaction with the two models of the “Silima direct” in comparison with a previously carried not responsible prosthesis (n=40) Figure V: Proportions of the evaluations of the satisfaction with the “Silima direct” comparison with the Amoena adhesive prosthesis (n=33) 142 Marmara Medical Journal 2008;21(2);133-145 Banu Kalpakcioglu, et al. Evaluation of the adhesive prosthesis “silima direct” by mastectomyzed patients in france DISCUSSION In an investigation by Thijs-Boer et al. a cross-over comparison between adhesive and non-adhesive prostheses showed a clear advantage for the adhesive prosthesis. Although in the first treatment phase, the patients scored both systems the same (positively), after the change-over between the two study groups the patients who at first had worn an adhesive prosthesis were subsequently markedly less satisfied with the non-adhesive model19. In the present study, it could be shown that the development of the “Silima direct” prosthesis targeting reduction in weight has raised the satisfaction of the patients with an adhesive prosthesis significantly. Also, compared with the formerly used prostheses by other manufacturers, the improvement has been clearly obtained and proved to be better. Therefore, for women who decide against a surgical reconstruction after mastectomy, sufficient non-invasive rehabilitation options are available, which permits prominent improvement in the quality of life permitting daily activities in the public. It is worth noting that the overall satisfaction of the patients with the reduced-weight model 66377 corresponds almost exactly to that reported by McCormick et al. (1989) for patients after radiation therapy and a subsequent breastconserving operation; also, the proportion of patients in that study who ‘forgot’ the affected breast during daily activities was no higher than in the present investigation20. Also, in direct comparisons of women who had undergone a surgical reconstruction with those who had been fitted with prostheses there were no conclusive8,17 or lasting21 differences with respect to body image and psychological sensitivities. Nissen et al. (2001) described even a stronger adverse psychological effect22 in patients after reconstruction due to the disappointments about their aesthetic expectations from the operation23. The very question of psychological damage to the patient through the mastectomy itself is debatable8; however, it seems certain that fitting with an adhesive prosthesis is judged overall as positive from the point of view of the patients8,11. This is fully supported by the results of the present investigation, especially for the lighter ‘Silima direct’ model. A more strongly adverse effect among patients under 65 years old, on which Korvenoja et al. (1998) had based a general recommendation for surgical reconstruction for this age group14, was not supported by the results of the present study. It is necessary to consider whether fitting with a new model will be scored positively as a result of a self-fulfilling expectation; however, two results suggest that this is not the case: The middle stretcher duration of the prosthesis usedØ at present amounted to altogether scarcely 2 and for the lighter model 66377 over 1.5 years, so that such an effect would have itself already “used up”. Secondly, there was not a systematic negative correlation between satisfaction and stretcher duration, also not in the sense of a trend (Spearman' s R=0.09; p=0.371). Compared with the earlier prostheses, which had been previously investigated, the results of the present study demonstrate a substantial progress. For example, in an investigation of an adhesive prosthesis manufactured by the Amoena company, Münsted et al. (1998),5, reported problems with the adhesive function in 50% of the cases; in the present investigation such problems were mentioned by only 21.8% of the total number of patients and only 16.4% of those fitted with the reduced-weight Silima direct model (66377). Adhesive function is one of the substantial criteria that determine the satisfaction of the patients with a self-adhesive prosthesis15. If such positive results are to be achieved, the development of a well thought-out service must be supported by individualized and expert on-the-spot guidance by the staff of the clinics. As well as tests of morphological requirements for the customizing of an adhesive prosthesis – e.g. the absence of marked unevenness in the surface profile, perhaps after removal of the M. pectoralis 143 Marmara Medical Journal 2008;21(2);133-145 Banu Kalpakcioglu, et al. Evaluation of the adhesive prosthesis “silima direct” by mastectomyzed patients in france major – and other factors that impede the fixing of the prosthesis by means of an adhesive system (e.g. frequent outbreaks of sweating in menopausal patients, problems with digital dexterity in arthritis or dislike of seeing and disturbing the scar13), it is imperative that the patient be informed about the advantages and disadvantages of different models; the results reported by Roberts et al. establish the key function of the person entrusted with fitting and advising the patient if prosthetic care is to have optimum results18. about the possibilities of adhesive prosthesis options and their specific advantages and disadvantages compared with the operational reconstruction, should be a regular component of the interdisciplinary care for the patients with mammary carcinoma. CONCLUSION For many patients, wearing an adhesive prosthesis is a very valuable rehabilitation method after mastectomy and it can considerably increase the quality of life. At present available models can be very differently evaluated; with the personal advice and selection of appropriate prosthesis models a high measure of quality of life can be recovered for many women. The development of the weight-reduced model 66377 “Silima direct” is also welcomed by the users in France, and in comparison with the earlier products, this prosthesis is considered as an improvement. This suggests not only the fact that all surveyed women would purchase one of these prostheses in the future, but also their choice will certainly be the lighter model, 66377 from the “Silima direct” series. The result of the present investigation shows in addition – in terms of the difference between the two variants of the ‘Silima direct’, 373 and 377, and also the contrast with earlier used models from other manufacturers – the substantial improvement of the construction that has been developed as a result of the dialogue between manufacturer, breast clinic and patients. From the patterns emerging from evaluations it can be deduced that the parameters like weight, kindness to the skin and adhesion have an extremely prominent role15,16, and that this has led to a very satisfactory overall finding for the reduced-weight model. Also, these attributes were scored negatively in earlier 5,13 investigations of adhesive prostheses . The further developments in external prostheses should be based on the opinions of the patients; the comparison between traditional non-adhesive and adhesive models, as well as between normal-weight and reduced-weight models, clearly shows that the further progress is to be achieved by this means. In weighing up the various methods of rehabilitation, an advantage of the adhesive prosthesis is that further surgical procedures and, where necessary, the implantation of allogenous material can be avoided. On the one hand, the fear and concerns about additional operations are one of the main reasons of women to reject the surgical reconstruction7,10. Besides, even still today, the controversy about possible unfavorable effects of silicon-based breast implants on health could not be fully excluded24-27. REFERENCES 1. 2. 3. Thereby, avoidance of surgical breast reconstruction is a proper decision for many patients; since there are primary concerns about aesthetic-surgical measures7, it is particularly important to reach a ‘strategic’ decision about the later method of rehabilitation before the mastectomy takes place10. Therefore, informing the patients 4. 5. 144 http://www.rki.de/cln_011/nn_226978/DE/Content/GBE /DachdokKrebs/Broschuere/kid2006, templated=raw, property=publicationFile.pdf/kid2006. http://www.destatis.de Kreienberg R, Kopp I, Lorenz W, et al. Diagnostik, Therapie und Nachsorge des Mammakarzinoms der Frau. Interdisziplinäre Leitlinie der Deutschen Krebsgesellschaft und der beteiligten medizinischwissenschaftlichen Fachgesellschaften. Stand: Juni 2004 http://www.uni-duesseldorf.de/awmf/ll/032-045.pdf Polgar C, Fodor J, Major T, et al. Radiotherapy confined to the tumor bed following breast conserving surgery current status, controversies, and future projects. Strahlenther Onkol 2002; 178: 597-606. Münstedt K, Schüttler B, Milch W, et al. Epicutaneous breast form. A new system of promises to improve body image after mastectomy. Support Care Cancer 1998; 6: 295-299. Marmara Medical Journal 2008;21(2);133-145 Banu Kalpakcioglu, et al. Evaluation of the adhesive prosthesis “silima direct” by mastectomyzed patients in france 6. 7. 8. 9. 10. 11. 12. 13. 14. 15. 16. Morris CR, Cohen R, Schlag R, et al. Increasing trend in the use OF breast conserving surgery in California. Am J Public Health 2000; 90: 281-284. Ananian P, Houvenaeghel G, Protière C, et al. Determinants OF patients' choice OF reconstruction with mastectomy for primary breast cancer. Ann Surg Oncol 2004; 11: 762-771. Reaby LL, Hort LK, Vandervord J,. Body image, self concept, and self esteem in women who had A mastectomy and more either wore at external breast prosthesis or had breast reconstruction and women who had emergency experienced mastectomy. Health Care for Women International 1994; 15: 361-375. Charavel M, Bremond A, Courtial I,. Psychosocial profile of women seeking breast reconstruction. Eur J Obstet Gynecol Reprod Biol 1997; 74: 31-35. Brown HG. Patient issues in breast reconstruction. Cancer 1991; 68: 1167-1169. Kindler M. Haftepithesen – eine weitere Alternative für adäquaten postoperativen epithetischen Ersatz nach Mastektomien. Orthopädie-Technik 1995; 7: 591-597. Hart S, Meyerowitz, Apolone G, Mosconi P, Liberati A. Quality OF life among mastectomy patients using external breast prostheses. Tumori 1997; 83: 581-586. Horsfield S. Adhesive prosthesis. Nursing Times 1994; 90: 44-46. Korvenoja ML, Smitten K, Asko Seljavaara S. Problems in wearing external prosthesis after mastectomy and patient's desire for breast reconstruction. Ann Chir Gynaecol 1998; 87: 30-34. Livingston PM, White VM, Roberts SB, et al. Women's satisfaction with their breast prosthesis. What of determines A quality prosthesis? Evaluation Review 2005; 29: 65-83. Münstedt K, Milch W, Reimer C. Epikutane Brustprothetik after Ablatio mammae. Geburtshilfe Frauenheilkd 56: 8-12 1996; 56: 8-12. 17. Reaby LL, Hort LK. Postmastectomy attitudes in women who wear external breast prostheses compared to those who have undergone breast reconstructions. Behav Med 1995; 18: 55-67. 18. Robert's S, Livingston P, White V, Gibbs A. External breast prosthesis use. Experiences and views of women with breast cancer, breast care nurses, and prosthesis fitters. Cancer Nurs 2003; 26: 179-186. 19. Thijs-Boer FM, Thijs JT, van de Wiel HBM Conventional or adhesive external breast prosthesis? A prospective study of the patient's preference after mastectomy. Cancer Nurs 2001; 24: 227-230. 20. McCormick B, Yahalom J, Cox L, et al. The patient’s perception of her breast following radiation and limited surgery. Int J Radiat Oncol Biol Phys 1989; 17: 12991302. 21. Rowland JH, Desmond KA, Meyerowitz BE, et al. Role of breast reconstructive surgery in physical and emotional outcomes among breast cancer survivors. J Natl Cancer Inst 2000; 92: 1422-1429. 22. Nissen MJ, Swenson KK, Ritz LJ, et al. Quality of life after breast carcinoma surgery: a comparison of three surgical procedures. Cancer 2001; 91: 1238-1246. 23. Harcourt D, Rumsey N. Mastectomy patients' decisionmaking for or against immediate breast reconstruction. Psychooncology. 2004; 13: 106-115. 24. Koot VCM, Peeters PHM, Granath F, et al. Total and cause specific mortality among Swedish women with cosmetic breast implants: prospective study. BMJ 2003; 326: 527-528. 25. Muir Gray JA. Breast implants: evidence based patient choice and litigation. BMJ 1999; 318: 414. 26. Watson R. European Union parliament calls for tougher rules on breast implants. BMJ 2003; 326: 414-415. 27. Zuckerman D. Mortality in Swedish women with cosmetic breast implants. Letter to the editor.. BMJ 2003; 326: 1266. 145 ORIGINAL RESEARCH THE EFFECT OF ANAESTHETIC TECHNIQUE ON POSTOPERATIVE VENOUS THROMBOEMBOLISM IN ELDERLY PATIENTS UNDERGOING TOTAL HIP REPLACEMENT Hatice Türe, Aslıhan Usluer, Zeynep Eti, Doğan İ. Varlık, F. Yılmaz Göğüş Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Anesteziyoloji ve Reanimasyon Anabilim Dalı, İstanbul, Türkiye ABSTRACT Objective: Because hip fractures are common in elderly patients, total hip replacement has been a major advancement in treatment. This procedure, however, is associated with significant postoperative complications such as venous thromboembolism. In this study we retrospectively analyzed the factors affecting the incidence of venous thromboembolism complication is related with postoperative morbidity and mortality and its relation with the type of anaesthesia used in elderly patients undergoing total hip replacement for traumatic hip fracture. Materials and Methods: We retrospectively reviewed the data of patients aged over 65 years old who had undergone total hip replacement after traumatic hip fracture at our institution between 1997 and 2003. The data included patients’ demographic characteristics, intraoperative and postoperative findings, venous thromboembolism incidence and its relation with the anesthetic technique. Results: Venous thromboembolism was diagnosed in 10.8% of 291 patients. The incidence of venous thromboembolism was 10.5% after general anaesthesia and 9.2% after epidural anaesthesia (p>0.05). Conclusions: We found no association between the incidence of venous thromboembolism and the type of anaesthesia, although there were some advantages eith epidural anaesthesia such as less blood loss and fewer blood transfusions. However, a significant correlation was found between venous thromboembolism and the patient’s age and duration of the surgery. Keywords: Anaesthetic technique; general, epidural; Complication: venous thromboembolism Corresponding author: Hatice Türe, M.D. Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Anesteziyoloji ve Reanimasyon A.D., Altunizade, İstanbul, Türkiye e-mail: [email protected] 146 Marmara Medical Journal 2008;21(2);146-151 Marmara Medical Journal 2008;21(2);146-151 Hatice Türe, et al. The effect of anaesthetic technique on postoperative venous thromboembolism in elderly patients undergoing total hip replacement YAŞLI HASTALARDA ANESTEZİ YÖNTEMİNİN TOTAL KALÇA PROTEZİ SONRASI DERİN VEN TROMBOZUNA ETKİSİ ÖZET Amaç: Yaşlı hastalarda sık görülen travmatik kalça kırığının major tedavisi total kalça protezidir. Ancak bu girişim venöz tromboemboli gibi belirgin postoperatif komplikasyonlara neden olabilir. Bu çalışmada travmatik kalça kırığı nedeniyle total kalça protezi operasyonu geçiren yaşlı hastalarda postoperatif dönemde morbidite ve mortaliteyi arttıran bir komplikasyon olan venöz tromboemboli görülme sıklığının uygulanan anestezi yöntemiyle ilişkisi retrospektif olarak incelenmiştir. Gereç ve Yöntem: Kliniğimizde 1997-2003 tarihleri arasında 65 yas uzeri, travmatik kalça kırığı nedeniyle total kalça protezi operasyonu geçiren 65 yas ustu hastalarin kayitlari incelenmistir. Hastalarin demografik özellikleri, intraoperatif ve postoperatif bulguları, venöz tromboemboli görülme sıklığı ve anestezi yontemi ile ilişkisi incelenmiştir. Bulgular: 291 hastanın %10.8’inde postoperatif venöz tromboemboli tesbit edilmiştir. Genel anestezi sonrası tromboemboli sıklığı %10.5 iken, epidural anestezi sonrası %9.2 olarak belirlenmiştir (p>0.05). Sonuçlar: Çalışmamızda venöz tromboemboli sıklığı ile cerrahi sırasında uygulanan anestezi yöntemi arasında bir ilişki belirlenemese de, epidural anestezinin daha az kan kaybı ve daha az kan transfüzyonuna neden olduğu saptanmıştır. Ayrıca venöz tromboemboli görülme sıklığının yaş ve cerrahi süre ile orantılı olarak arttığı belirlenmiştir. Anahtar Kelimeler: Anestezi tekniği: genel, epidural; komplikasyon: venöz tromboemboli INTRODUCTION MATERIAL AND METHOD Hip fractures are common in elderly patients, who are at high risk of intraoperative complications1. Most hip fractures are treated surgically, with either internal fixation or total replacement of the femoral head with arthroplasty. This total hip replacement (THR) has been a major advancement in the treatment of hip fracture, but is associated with significant perioperative complications such as venous thromboembolism (VT)2. The incidence of VT is 40 % to 50 % in patients with hip fractures and, the incidence of pulmonary embolism has been estimated to be 3.5%3,4. Studies show a reduced incidence of VT in patients with hip fractures with the use of spinal anaesthesia compared to general anaesthesia5-7. However, the data about the effects of epidural anaesthesia on the incidence of VT after surgery for a hip fracture is not sufficient. We retrospectively analyzed the factors affecting the incidence of VT and its relation with the type of anaesthesia used in elderly patients undergoing THR for traumatic hip fractures. We retrospectively analysed the charts of patients over 65 years who had undergone total hip replacement at our institution over a 6-year period (between 1997-2003) to determine the factors affecting the incidence of VT and the effects of general and epidural anaesthesia on thromboembolic complications. The recorded data included patients’ characteristics (demographic data, comorbid diseases such as diabetes, hypertension, cardiovascular disease, ASA physical status, smoking status and use of medication), duration of surgery, intraoperative variables (anaesthetic technique, heart rate, mean arterial pressure, blood loss, transfusion requirement, complications), postoperative hemoglobin level, and the incidence of deep VT or pulmonary embolism within 30 days of surgery. Patients were excluded from the study if they had a history of thromboembolism or had undergone other surgical procedures. Thromboembolic disease was diagnosed if the patient had compatible 147 Marmara Medical Journal 2008;21(2);146-151 Hatice Türe, et al. The effect of anaesthetic technique on postoperative venous thromboembolism in elderly patients undergoing total hip replacement clinical findings confirmed by Doppler ultrasonography, venography (for VT), or scintigraphy (for pulmonary embolism). (Table I). The intraoperative mean arterial pressure, estimated blood loss, and number of blood transfusions were significantly lower in patients receiving epidural anaesthesia (p<0.05) (Table II). Postoperative hemoglobin levels and surgical duration were similar between the groups (p>0.05) (Table II). The incidence of deep VT was 10.5% (n=12) in patients receiving general anaesthesia, and 9.2% (n=15) in those receiving epidural anaesthesia. The incidence of pulmonary embolism was 0.9% (n=1) in patients receiving general anaesthesia (Table II). There was no correlation between the incidence of VT and the type of anaesthesia (p>0.05) (Table II ). Table III compares patients’ characteristics and intraoperative factors for those with and without VT. Statistical analysis revealed a correlation between the incidence of VT and the patients’ age and duration of the surgery (p<0.05) (Table III). Data are presented as mean values with the standard deviation (SD). Differences between groups were assessed with the unpaired Student’s t-test, χ2 analysis, or the MannWhitney-U test. A p-value of less than 0.05 was considered statistically significant. RESULTS A total of 291 THR procedures were carried out during the 6-year period. General anaesthesia, defined as inhalational anaesthesia through an endotracheal tube, was administered to 114 patients (%39.1). Epidural anaesthesia was administered to 162 patients (%55.6). Fifteen patients who received combined spinal-epidural anaesthesia were excluded from the study. Preoperative data for patients receiving either type of anaesthesia were similar (p>0.05) Table I. Patients’ data according to type of anaesthesia administered (mean± SD). General (n:114) Epidural (n:162) 66 / 48 90 / 72 Age (yr) 70.2 ± 4.6 71.8 ± 5.5 Weight (kg) 67.5 ± 10.9 69.6 ± 13 Smokers (n) 16 (14 %) 20 (12 %) ASA class I/II/III (n) 23 / 89 / 2 37 / 122 / 3 Sex (M/F) (n) p>0.05 148 Marmara Medical Journal 2008;21(2);146-151 Hatice Türe, et al. The effect of anaesthetic technique on postoperative venous thromboembolism in elderly patients undergoing total hip replacement Table II. Intraoperative variables and the type of anaesthesia administered (mean± SD). General (n:114) Epidural (n:162) 84.2 ± 7.7 69.1 ± 5.4* Estimated blood loss (mL) 748.7 ± 138 479.6 ± 90.9* Blood transfusion (unit/patient) 0.86 ± 0.69 0.22 ± 0.41* Duration of surgery (min) 177.5 ± 16 178.8 ± 13 Postoperative Hb (g/dL) 10.8 ± 1.5 11 ± 1 Patients with VT (n) 12 (10.5 %) 15 (9.2 %) Patients with PE (n) 1 (0.9 %) 0 Intraoperative MAP (mmHg) MAP: mean arterial pressure; VT: venous thromboembolism; PE: pulmonary embolism * p< 0.05 Table III. Patients’ characteristics, duration of surgery and the incidence of venous thromboembolism according to the type of anaesthesia administered (mean± SD). General (n:114) Epidural (n:162 ) VT No VT VT No VT (n: 13) (n: 101) (n: 15) (n: 147) 4/9 62 / 39 6/9 84 / 63 79.5 ± 1.4* 67.7 ± 1.7 79.0 ± 1.1* 67.0 ± 1.6 Weight (kg) 66 ± 2 67.2 ± 10 69 ± 12.8 69.4 ± 13 Smokers (n) 3 (23 %) 3 (2.9 %) 6 (40 %) 12 (8.2 %) ASA class I/II/III (n) 5/7/1 18 / 82 / 1 6/8/1 31 / 114 / 2 Duration of surgery (min) 209 ± 4* 173 ± 12 208 ± 8* 176 ± 10 Sex (M/F) Age (yr) VT: venous thromboembolism * p< 0.05 149 Marmara Medical Journal 2008;21(2);146-151 Hatice Türe, et al. The effect of anaesthetic technique on postoperative venous thromboembolism in elderly patients undergoing total hip replacement DISCUSSION whose surgery lasted less than 70 min, and increased to 20% for longer cases9. Prolonged surgery may influence the VT rates in several ways. First, one would expect longer surgery to be associated with longer periods of femoral venous stasis and perhaps greater endothelial trauma10. Prolonged surgery is also likely to cause additional bleeding, which could lead to hypovolemia, hypothermia, vasoconstriction, subsequent venous stasis, and further deoxygenation of venous blood9. The combination of venous stasis and low venous oxygen tension is a potent stimulus for the formation of thrombus on the endothelial surfaces of veins12,13. This study showed no association between the rate of venous thromboembolism and the type of anaesthesia used in elderly patients undergoing total hip replacement for traumatic hip fractures. However, the use of epidural anaesthesia offered considerable advantages over general anaesthesia by decreasing blood loss and transfusion requirement. The lower blood loss is probably associated with a lower mean arterial pressure and the patient’s age. Lower mean arterial pressure is the result of a decrease in central venous pressure, heart rate, stroke volume, and cardiac output caused by sympathetic blockade with epidural anesthesia. Hypotension is attributable to the reduction in blood loss and the augmentation of lower extremity blood flow. On the other hand, the higher incidence of intraoperative hypotension in elderly patients may also result from decreased autonomic homeostasis and a reduced capacity to tolerate or compensate an imposed pathology or surgical stress. In addition, epidural anaesthesia greatly increases the volume of blood in the larger vessels of the legs while diminishing local blood flow in the small vessels of the surgical area, thereby diminishing operative blood loss8. However, our study was retrospective, and blood loss and transfusion variables were not defined as an outcome; therefore, we did not standardize criteria for the transfusion of blood products. The decision to transfuse blood was made intraoperatively by the anaesthesiologist. Despite the lack of criteria for transfusion, however, the postoperative hemoglobin levels were similar between the two groups of patients. Many clinical factors, such as increased age, sex, obesity, smoking, and the patient’s ASA physical status, have been shown to predict rates of perioperative mortality and morbidity14-16. The patients in our study did not differ significantly according to sex, weight, ASA physical status, or smoking habits, but there was a correlation between VT and the patient’s age. The surgical repair of hip fractures is carried out primarily in elderly patients, who are at greater risk of perioperative morbidity and mortality than their younger counterparts because of the high incidence of coexisting disease. In addition, older patients have a high risk of thromboembolic complications after 17 surgery . The poor medical condition of many of these patients is evident in the reported distribution of perioperative ASA physical status scores: approximately 50% of patients are designated ASA class III, while another 10% are classified as ASA IV6,18. Only 1.8% of our patients were classified as ASA III, and we found no correlation between the incidence of VT and ASA physical status. The duration of surgery affects the incidence of postoperative thromboembolism. Regardless of the type of anaesthesia, patients who suffered VT had a significantly longer surgical time than those who did not, a finding confirmed by most other studies as well8-11. Sharrock and colleagues noted that the VT rate was 15% after THR and the observed VT rate was 9.5% for patients Previous studies have not reliably established whether the type of anaesthesia influences mortality and morbidity rates in patients undergoing nonvascular surgery. The largest clinical trial included 6,206 patients, but only 141 of those were randomized to epidural anaesthesia, and the authors did not identify any relationship between VT and the type of 150 Marmara Medical Journal 2008;21(2);146-151 Hatice Türe, et al. The effect of anaesthetic technique on postoperative venous thromboembolism in elderly patients undergoing total hip replacement anaesthesia used19. Few studies found any differences in mortality or morbidity rates, but most included only a small sample size8,20,21. One small study of 30 patients found a lower incidence of VT with epidural anaesthesia8. Another study included only 20 patients2. Our study of 162 patients is the largest analysis so far. However, the findings may be limited because it is a retrospective study. VT after THR surgery is associated with postoperative immobilization and venous stasis22. The earlier ambulation that takes place in patients who were administered epidural analgesia reduces the risk of VT by improving deep venous blood flow21. Mechanical devices also reduce VT rates after THR. In our hospital, patients began to walk as soon as possible after surgery. Furthermore, all patients received elastic stockings, did ankle-setting exercises, and had the leg held in abduction with slings. This study suggests that the duration of surgery and increasing age may account for the significant differences in the rates of postoperative venous thromboembolism in elderly patients undergoing total hip replacement for traumatic hip fractures. The type of anaesthesia used did not appear to have any associated risk of VT, although epidural anaesthesia does seem to offer the advantages of lower blood loss and transfusion requirement over general anaesthesia for this population. A prospective study may be required to define the effects of epidural anaesthesia on the incidence of VT in elderly patients undergoing THR for traumatic hip fracture. 5. 6. 7. 8. 9. 10. 11. 12. 13. 14. 15. 16. 17. 18. 19. REFERENCES 1. 2. 3. 4. Kelsey JL, Hoffman S. Risk factors for hip fracture. N Engl J Med 1987; 316: 404-406. Dauphin A, Raymer KE, Stanton EB, et al. Comparison of general anesthesia with and without lumbar epidural for total hip arthroplasty: effects of epidural block on hip arthroplasty. J Clin Anesth 1997; 9: 200-203. Salzman EW, Harris WH. Prevention of venous thromboembolism in orthopaedic patients. J Bone Joint Surg Am 1976; 58A: 903-913. Sharnoff JG, Rosen RL, Sadler AH, et al. Prevention of pulmonary thromboembolism by heparin prophylaxis 20. 21. 22. 151 after surgery for hip fractures. J Bone Joint Surg Am 1976; 58A: 913-918. Urwin SC, Parker MJ, Griffiths R. General versus regional anaesthesia for hip fracture surgery: a metaanalysis of randomized trials. Br J Anaesth 2000; 84: 450-455. Davis FM, Laurenson VG. Spinal anesthesia or general anesthesia for emergency hip surgery in elderly patients. Anaesth Intensive Care 1981; 9: 352-358. McKenzie PJ, Loach AB. Local anaesthesia for orthopaedic surgery. Br J Anaesth. 1986; 58: 779-789. Modig J, Borg T, Karlstrom G, et al. Thromboembolism after total hip replacement: role of epidural and general anesthesia. Anesth Analg 1983; 62: 174-180. Sharrock NE, Ranawat CS, Urquhart B. Factors influencing deep vein thrombosis following total hip arthroplasty under epidural anesthesia. Anesth Analg 1993; 76: 765-771. Sharrock NE, Brien WW, Salvati EA,et al. The effect of intravenous fixed dose heparin during total hip arthroplasty on the incidence of deep venous thrombosis. A randomized double-blind trial in patients operated on with epidural anesthesia and controlled hypotension. J Bone Joint Surg Am 1990; 72A: 14561461. Torholm C, Broeng L, Jorgensen PS, et al. Thromboprophylaxis by low-molecular-weight heparin in elective hip surgery. J Bone Joint Surg Br 1991; 73: 434-438. Ogawa S, Gerlach H, Esposito C, et al. Hypoxia modulates the barrier and coagulant function of cultured bovine endothelium. Increased monolayer permeability and induction of procoagulant properties. J Clin Invest 1990; 85: 1090-1098. Hamer JD, Malone PC, Silver IA. The PO2 in venous valve pockets: its possible bearing on thrombogenesis. Br J Surg 1981; 68: 166-170. Goldman L. Cardiac risk in noncardiac surgery: an update. Anesth Analg 1995; 80: 810-820. Hole A, Terjesen T, Breivik H. Epidural versus general anaesthesia for total hip arthroplasty in elderly patients. Acta Anaesthesiol Scand 1980; 24: 279-287. Wolters U, Wolf T, Stutzer H, et al. ASA classification and perioperative variables as predictors of postoperative outcome. Br J Anaesth 1996; 77: 217-222. Handoll HH, Farrar MJ, McBirnie J, et al. Heparin, low molecular weight heparin and physical methods for preventing deep vein thrombosis and pulmonary embolism following surgery for hip fractures. Cochrane Database Syst Rev 2002; (4): CD000305. Covert CR, Fox GS. Anaesthesia for hip fracture in elderly. Can J Anaesth 1989; 36: 311-319. O’Hara DA, Duff A, Berlin JA, et al. The effect of anesthetic technique on postoperative outcomes in hip fracture repair. Anesthesiology 2000; 92: 947-957. Yeager MP, Glass DD, Neff RK, et al. Epidural anesthesia and analgesia in high-risk surgical patients. Anesthesiology 1987; 66: 729-736. Williams-Russo P, Sharrock NE, Haas SB, et al. Randomized trial of epidural versus general anesthesia: outcomes after primary total knee replacement. Clin Orthop Relat Res 1996; 331:199-208. Leali A, Fetto J, Moroz A. Prevention of thromboembolic disease after non-cemented hip arthroplasty. A multimodal approach. Acta Orthop Belg 2002; 68: 128-134. ORIGINAL RESEARCH BONE TURNOVER MARKERS IN PREMATURE INFANTS Murat Çakır, Ilke Mungan, Taner Karakas, Aysenur Okten Karadeniz Teknik Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları ABD, Trabzon, Türkiye ABSTRACT Objective: We aimed to evaluate the bone turnover markers in preterm infants, and analyze their relationship with growth, urinary calcium (Ca) and phosphorus (P). Subjects and Method: Thirty-nine premature infants with enteral feeding started before the 5th day of life, and 20 full-term infants, as control group, were enrolled for the study. The weight and length of all premature infants were measured at birth and repeated at 4 weeks of age. Blood samples and urine were obtained for bone turnover markers at the second measurement. Results: Serum ß-CrossLaps and urinary deoxypyridinoline, calcium, tubular phosphate reabsorption (TPR) and TPR/GFR were significantly higher in preterm infants (P<0.05 for all parameters). There was significant correlation of osteocalcin with birth weight (r=0.306, P=0.05) and weight at 4 weeks (r=0.307, P=0.047); and negative correlation of urinary deoxypyridinoline with birth weight (r=-0.310, P=0.05), weight gain (r=0.625, P=0.001) and weight at 4 weeks (r=-0.387, P=0.015). Conclusion : A significant correlation was found between urinary deoxypyridinoline and TPR (r=0.314, P=0.05). Preterm infants with low birth weight and low weight gain risk getting osteopenia. Measurement of TPR and calcium excretion may be a good marker of preterm osteopenia. Keywords: Bone turnover, Growth, Prematurity, Urinary calcium PREMATÜRE INFANTLARDA KEMİK DÖNGÜSÜNÜN BELİRTEÇLERİ ÖZET Amaç: Bu çalışmada prematüre infantlarda kemik döngüsü belirteçlerinin seviyesi ölçülerek büyüme, idrar kalsiyumu ve fosforu ile ilişkisine bakıldı. Yöntem: Enteral beslenmesi yaşamın ilk 5 günü içinde başlanmış 39 prematüre infant ile 20 term infant çalışmaya alındı. Premature infantların doğumda ve 4. haftada boy ve kiloları ölçüldü. Kemik döngüsünün belirteçleri için 4. haftada idrar ve kan örnekleri alındı. Bulgular: Serum ß-CrossLaps, idrar deoxypyridinoline, kalsiyum, tübüler fosfat reabsorbsiyonu (TPR) ve TPR/GFR oranı prematüre infantlarda term infantlara göre istatiksel olarak yüksekti (tüm parametreler için p<0.05). Osteocalcin ile doğum kilosu(r=0.306, P=0.05) ve 4. haftadaki vücut ağırlığı arasında (r=0.307, P=0.047) pozitif korelasyon saptanırken, idrar deoxypyridinoline ile doğum kilosu (r=-0.310, P=0.05), kilo alımı (r=-0.625, P=0.001) ve 4. haftadaki vücut ağırlığı(r=-0.387, P=0.015) arasında negatif korelasyon saptandı. İdrar deoxypyridinoline ile TPR'nin korele olduğu gözlendi (r=0.314, P=0.05). Sonuç: Kilo alımı iyi olmayan prematüre infantların osteopeni yönünden risk altında olduğu düşünüldü. TPR ve idrar kalsiyum atılımın ölçümü prematüre osteopenisini saptamada kullanılabilir. Anahtar Kelimeler: Kemik döngüsü, Büyüme, prematürite, İdrar kalsiyumu Corresponding author: Murat Çakır, M.D. Karadeniz Teknik Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları ABD, Trabzon, Türkiye e-mail: [email protected] Marmara Medical Journal 2008;21(2);152-158 152 Marmara Medical Journal 2008;21(2);152-158 Murat Çakır, et al. Bone turnover markers in premature infants INTRODUCTION We also analyzed the relationship between the markers and serum Ca, P and 25-OH vitamin D (25-OH D) and urinary Ca, P to study whether these urinary parameters reflect the bone turnover state or not. The two markers, β-CrossLaps and urinary Dpd were used to assess the bone resorption. Osteocalcin, a noncollagenous protein of the bony matrix secreted specifically by osteoblasts, which correlates closely with osteoblastic activity, was used to assess the bone formation2,3. The increasing survival rate of premature infants in developing countries over the past 20 years has created new medical diseases in these infants that did not previously exist. One such disease is osteopenia of prematurity, which occurs in approximately 20-30% of premature infants. Although most preterm infants with osteopenia are clinically asymptomatic, a minority of them develop radiological rickets and non-traumatic fractures1. Radiological changes involving the long bones are not detectable unless the mineralization is reduced by at least 20%2. Dual energy X-ray absorptiometry is the most sensitive method, but it is difficult to show acute changes; and reference values are not available for premature infants. Biochemical markers that reflect the skeletal metabolism and growth can be measured in the serum and urine3. MATERIAL AND METHOD Study group We included premature neonates who were started on breast feeding before the 5th day of life. Neonates with major congenital anomalies, central nervous system disorders, and inborn errors of metabolism, suspected bone and/or muscular diseases, infants taking drugs known to affect the bone metabolism and infants of diabetic mothers were excluded from the study. Twenty healthy full-term infants were taken as the control group. All the infants were given standard vitamin D supplementation (400 IU/day for term infants and 800 IU/day for preterm infants). The gestational age was assessed by the date of the last menses and confirmed by Ballard scoring. During the collagen maturation; pyridinium cross-links form between hyroxylysine or lysine residues at the C- and N- telopeptide ends of the collagen molecule. They are released during the matrix resorption and are excreted in the urine. They have been proven to be specific and sensitive bone resorption markers for the evaluation of metabolic bone diseases. Deoxypyridinoline (Dpd) is more sensitive to bone, because pyridinoline is also found in articular cartilage and soft tissues. Along with pyridinium cross-links, aminoand carboxy-terminal fragments of collagen attached with cross-links are released. Carboxy-terminal telopeptide of type 1 collagen is called β-CrossLaps. It is a useful marker for bone resorption, and can be measured in the serum3. Study Protocol The weight and length of all premature infants were measured by a single individual at birth. All the infants were weighed nude using standard beam balance. An infantometer was used to measure length. The measurements were repeated by the same individual at the age of 4 weeks (Table I). Blood samples were obtained for osteocalcin, β-CrossLaps, Ca, P, 25-OH D and creatinine at 4 weeks age. Urine was collected for Dpd and urinary Ca, P and creatinine over a 6 hour period with an adhesive plastic bag. The aims of the study were; to compare the bone turnover markers in preterm and fullterm infants and to evaluate their relationship with birth weight, gestational age and growth in order to assess the factors influencing the bone turnover in breast-fed preterm infants. 153 Marmara Medical Journal 2008;21(2);152-158 Murat Çakır, et al. Bone turnover markers in premature infants Table 1. Gestational age and anthropometric variables at birth and at the age of 4 weeks in preterm and term infants. Parameters Gestational age Birth weight (g) Weight at 4 week (g) Weight gain (g) Birth length (cm) Length at 4 week (cm) Length change (cm) Gender (M/F) Preterm infants (n=39) 31.5 ± 2.7* 1842.8 ± 597.7 2052.8 ± 615.1* 212.5 ± 82.3 40.3 ± 5.1 41.9 ± 4.9* 2.2 ± 1.1 23/16 Term infants (n=20) 38.9 ± 0.9* -3212.5 ± 559.9* --47.1 ± 1.3* -10/10 Results are expressed as mean ± SD *p<0.05 Table II: Bone turnover markers, 25-OH D and urinary Ca and P in preterm and term infants at age of 4 weeks. Parameters Serum Ca (mg/dL) Serum P (mg/dL) Osteocalcin (ng/mL) Urinary Dpd (nmol/mmol/creatinine) ß-CrossLaps (ng/mL) 25-OH D (ng/mL) Calciuria (mg kg-1 per day) Phosphaturia (mg kg-1 per day) FE Ca (%) TPR (%) TPR/GFR (mg/dL-1) Preterm infants (n=39) 9.9 ± 0.9 5.1 ± 2* 89.8 ± 39.5 Term infants (n=20) 10.2 ± 0.4 6.7 ± 1.1* 107.2 ± 29.7 197.05 ± 77.4* 113.25 ± 34.46* 0.95 ± 0.36* 27.4 ± 15.2 3 ± 1.8* 2.9 ± 2.7 2.9 ± 2.3 94,7 ± 7.9* 4.1 ± 1.4* 0.7 ± 0.27* 27.3 ± 15.2 1.4 ± 1.2* 3.5 ± 2.9 3.1 ± 2.1 84.3 ± 4.3* 2.2 ± 1.0* Results are expressed as mean ± SD *p<0.05 was calculated according to the formula defined previously4. Circulating osteocalcin and β-CrossLaps levels were measured by electrochemiluminescence immunoassay (ECLIA) with Modular Analytics E170, using the Elecsys N-MID Osteocalcin reagent kit. Inter-assay coefficient of variation (CV) and intra-assay CV for osteocalcin was 2.4% and 2.3%, respectively, and <20% and 17.9% for β-CrossLaps, respectively. Urinary Dpd levels were measured by HPLC, and expressed as nmol/mmol creatinine5. Intra-assay and interassay variation was 2.7-3.1% and 3.7-4.5%, Biochemical analyses Total serum and urinary Ca was determined by colorimetric assay and P by endpoint method using Modular (Roche/Hitachi) analyzer. Urinary excretion of Ca and P was assessed on the basis of calciuria (mg/kg-1 day), phosphaturia (mg/kg-1 day), tubular phosphate reabsorption (TPR), fractional calcium excretion (FE Ca) and tubular phosphate reabsorption/ glomerular filtration rate (TPR/GFR). TPR was calculated (ratio of phosphate clearance to the creatinine clearance), expressed as a percentage. GFR 154 Marmara Medical Journal 2008;21(2);152-158 Murat Çakır, et al. Bone turnover markers in premature infants respectively. 25-OH D levels were measured by competitive binding protein assay method, using BIOMEDICA 25-(OH) D vitamin kit. Inter-assay CV was 6.6-15% and intra-assay CV was 9-14%. and full-term infants are shown in Table II. The concentrations of β-CrossLaps and urinary Dpd were significantly higher in preterm infants than in term infants (P<0.05) (Fig. 1). Serum osteocalcin levels were lower in preterm infants, but not statistically significant. Significant statistical differences were found between preterm and term infants in relation to calciuria (3 ± 1.8 mg/kg/day vs. 1.4 ± 1.2 mg/kg/day), TPR (94.7 ± 7.9 vs. 84.3 ± 4.3) and TPR/GFR (4.1 ± 1.4 mg/dL-1 vs. 2.2 ± 1.0 mg/dL-1) (P<0.05 for all parameters). All parents gave informed consent for participation in the study and the study was conducted according to the guidelines of the local ethics committee. Statistical analysis Data are expressed as mean ± SD. Differences between groups were examined for statistical significance using Mann-Whitney U (for βCrossLaps, TPR, TPR/GFR, calciuria, phosphaturia and osteocalcin) and Student’s ttest (other parameters). Correlation coefficients were determined by Pearson, or Spearman’s rank correlation tests were used where appropriate to determine the correlations between turnover markers, growth parameters and tubular functions. The significance threshold was retained for P<0.05. The two markers of bone resorption, βCrossLaps and urinary Dpd, were positively correlated with eachother (r=0.389, P=0.015). There was a significant positive correlation of osteocalcin with birth weight (r=0.306, P=0.05) and with weight at 4 weeks (r=0.307, P=0.047) in preterm infants. On the other hand, urinary Dpd was inversely correlated with birth weight (r=-0.310, P=0.05), weight gain (r=-0.625, P=0.001) and with weight at 4 weeks (r=-0.387, P=0.015) (Fig. 2). There was no significant correlation between linear growth and bone turnover markers. A significant correlation was noted between urinary Dpd and TPR (r=0.314, P=0.05). No other marker showed any relationship with any measurement of urinary Ca and P. RESULTS Thirty-nine premature and 20 full-term infants who met the inclusion criteria were enrolled into the study. The mean concentrations of serum and urinary Ca and P, and 25-OH D levels and bone turnover markers in preterm Figure 1: Bone resorption markers in preterm and full-term infants. Values are mean ± SD. * P<0.05 compared with full-term infants. 155 Marmara Medical Journal 2008;21(2);152-158 Murat Çakır, et al. Bone turnover markers in premature infants Figure 2: Relationship between urinary Dpd and weight gain in premature infants. DISCUSSION formation, but preterm infants are deprived of this musculoskeletal bone loading in the last trimester. The second type of bone loading is the active and passive attachment of loads of muscles to the bone. The attaching muscles exert a small, but continuing load on the bone, even when the muscle is not actively moving the bone6. Weight gain is elevated during the last trimester; peak velocity is reached at the 34th postmenstrual week, reaching a plateau from the 37th week of gestation. Weight gain in the last trimester increases the bone load caused by the muscles, and thus increases the bone formation7. The last trimester is a critical period for the fetus regarding bone mineralization. Approximately 80% of the fetal bone is formed during this period. This period is lost and replaced with a less favorable extrauterine period. It is difficult to compensate this deficiency in the extrauterine period in preterm infants. Active and passive transplacental transport of calcium and In the present study, we found that premature infants have decreased bone formation and increased bone resorption compared to fullterm infants. This disassociation demonstrates that a state of high bone turnover underlies the development of osteopenia in preterm infants. Preterm infants have some physical and biochemical disadvantages in bone formation compared to full-term infants. Bone loading is the primary factor for bone formation in the intrauterine period6. It causes a strain on the bone. It is perceived by the effector cells, osteoblasts, which cause bone formation. There are two types of bone loading in the last trimester. The first is the impact of the fetus, especially the extremities against the uterine wall. The full-term infant with an intact neuromuscular system achieves the full influence of this fetal impact on bone 156 Marmara Medical Journal 2008;21(2);152-158 Murat Çakır, et al. Bone turnover markers in premature infants In preterm infants, vitamin D and its metabolite 25-OH D concentrations in the cord blood are lower than maternal levels but correlated with concentrations in the mother. After the first week of life, plasma 25-OH D remains constant in premature infants who have received supplemental vitamin D, but 1,25 OH D concentrations increase up to 30 a day. 25-OH vitamin D concentrations have generally been reported to be normal in studies of osteopenia of prematurity in infants who had received up to 400 IU/day vitamin D12. In our study, there was no statistical difference in the 25-OH D levels between the premature infants and the control group. No statistically significant correlations were found between the turnover markers and 25OH D levels in our study. phosphate is increased up to 150 mg/kg/d and 75 mg/kg/d, respectively during the last trimester for bone formation8. For a normal extrauterine bone formation rate, preterm infants need a similar amount of calcium and phosphate, but it is difficult to achieve this level of calcium and phosphate for a breastfed preterm infant. Previous studies showed that concentration of bone resorption markers, C-telopeptide and N-telopeptide of type 1 collagen, at 4 weeks of age were significantly higher in preterm infants compared to full term infants9. Beyers et al.10 noted that preterm infants at expected full-term age had significantly greater urine excretion of hydroxyproline, and they suggested that increased bone resorption underlies the development of osteopenia of prematurity. In the present study, we found that preterm infants had significantly higher urinary Dpd excretion and β-CrossLaps levels compared to full term infants. Phosphate deficiency is common in breast-fed infants. Renal P reabsorption increases in response to this deficiency, and hypercalciuria may be noted paradoxically due to inadequate P to form crystal apatite13. The presence of about 4mg/kg/day hypophosphaturia and/or calciuria is considered an early marker of phosphate deficiency and consequently of osteopenia development14. In our study, preterm infants had increased calciuria and TPR compared to full-term infants, suggesting phosphate deficiency in preterm infants. Urinary Dpd negatively correlated with TPR. These results suggest that osteopenia in breast-fed premature infants is mainly associated with increased bone resorption rather than impaired bone formation. We found that urinary Dpd negatively correlated with birth weight, weight gain and weight at 4 weeks of age. On the contrary, no significant correlations were noted between βCrossLaps and anthropometric measurements. Crofton et al11 studied the relation between the bone and collagen markers with growth over the first 10 weeks of life and they found that collagen formation markers positively correlated with linear growth and weight gain. Urinary pyridinoline and Dpd were inversely correlated with weight gain, as in our study. Osteocalcin was correlated with both birth weight and weight at 4 weeks of age. SeiboldWeiger et al.12 reported concentrations of carboxyterminal propeptide of type 1 procollagen, a marker of bone formation; were significantly associated with growth velocity. There was no correlation between the turnover markers and linear growth in our study. Accurate length measurement is difficult in newborns. We believe that weight gain and linear growth increases the bone loading in postnatal period as in the last trimester. Infants with deprived weight gain had decreased bone loading, thus increased bone resorption. In summary, we observed that preterm infants had increased bone resorption compared to full-term infants. Preterm infants with low birth weight and decreased weight gain in the postnatal period are at risk for the development of osteopenia. Measurement of urinary tubular phosphate reabsorption with Ca excretion may be helpful in the detection of bone resorption in premature infants. Further prospective studies are needed to determine the relation between early detection of bone turnover markers and fracture risks and bone mineral content in infancy. 157 Marmara Medical Journal 2008;21(2);152-158 Murat Çakır, et al. Bone turnover markers in premature infants REFERENCES 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. James JR, Congdon PJ, Truscott J, Horsman A, Arthur R. Osteopenia of prematurity. Arch Dis Child. 1986; 61: 871-876. Ardran GM. Bone destruction not demonstrable by radiography. Br J Radiol. 1951; 24: 107-109. Szulc P, Seeman E, Delmas PD. Biochemical measurements of bone turnover in children and adolescents. Osteoporos Int. 2000; 11: 281-294. Schwartz GJ, Brion LP, Spitzer A. The use of plasma creatinine concentration for estimating glomerular filtration rate in infants, children, and adolescents. Pediatr Clin North Am. 1987; 34: 571-590. Vesper HW, Audain C, Woolfitt A, et al. Highperformance liquid chromatography method to analyze free and total urinary pyridinoline and deoxypyridinoline. Anal Biochem. 2003; 318: 204-211. Frost HM. Perspectives: a proposed general model of the \"mechanostat\" (suggestions from a new skeletalbiologic paradigm). Anat Rec. 1996; 244: 139-147. Largo RH, Walli R, Duc G, Fanconi A, Prader A. Evaluation of perinatal growth. Presentation of combined intra- and extrauterine growth standards for weight, length and head circumference. Helv Paediatr Acta. 1980; 35: 419-436. 8. 9. 10. 11. 12. 13. 14. 158 Forbes GB. Letter: Calcium accumulation by the human fetus. Pediatrics 1976; 57: 976-977. Mora S, Weber G, Bellini A, Bianchi C, Chiumello G. Bone modeling alteration in premature infants. Arch Pediatr Adolesc Med. 1994; 148: 1215-1217. Beyers N, Alheit B, Taljaard JF, Hall JM, Hough SF. High turnover osteopenia in preterm babies. Bone 1994; 15: 5-13. Crofton PM, Shrivastava A, Wade JC, et al. Bone and collagen markers in preterm infants: relationship with growth and bone mineral content over the first 10 weeks of life. Pediatr Res. 1999; 46: 581-587. Seibold-Weiger K, Wollmann HA, Ranke MB, Speer CP. Plasma concentrations of the carboxyterminal propeptide of type I procollagen (PICP) in preterm neonates from birth to term. Pediatr Res. 2000; 48:104108. Aladangady N, Coen PG, White MP, Rae MD, Beattie TJ. Urinary excretion of calcium and phosphate in preterm infants. Pediatr Nephrol. 2004; 19: 1225-1231. Catache M, Leone CR. Role of plasma and urinary calcium and phosphorus measurements in early detection of phosphorus deficiency in very low birthweight infants. Acta Paediatr. 2003; 92: 76-80. CASE REPORT METOCLOPRAMIDE INDUCED ACUTE DYSTONIC REACTION: TWO CASE REPORTS Faruk İncecik1, Yusuf Önlen2, Cahit Özer3, Kenan Özcan1 1 Çukurova üniversitesi tıp fakültesi çocuk bölümü adana, Türkiye 2Mustafa kemal üniversitesi tıp fakültesi, Klinik Mikrobiyoloji ve Enfeksiyon Hastalıkları, Antakya, Türkiye 3Mustafa kemal üniversitesi tıp fakültesi, Aile Hekimliği, Antakya, Türkiye ABSTRACT Metoclopramide is a widely used antiemetic agent in paediatric population with the primary side-effect of extrapyramidal reactions. Incidence is 0.5-1% in children while incidence in young adults and elders is 25%. Patients can be misdiagnosed as meningitis, encephalitis, hypocalcemia, seizure and tetanus. We report two cases, 8-month-and 10-year-old boys referred to our hospital with a presumptive diagnosis of encephalitis and diagnosed as metoclopramide induced acute dystonic reaction, to stress this side-effect of metoclopramide. Keywords: Metoclopramide, acute dystonic reaction, children METOKLOPRAMİDE BAĞLI AKUT DİSTONİK REAKSİYON: İKİ OLGU SUNUMU ÖZET Metoklopramid, çocukluk çağında yaygın olarak kullanılan antiemetik bir ajan olup, en sık görülen yan etkisi ekstrapiramidal reaksiyonlardır. Çocuklarda insidansı % 0.5-1 iken, adölesan ve yaşlılarda % 25 civarındadır. Hastalar, meninjit, ensefalit, hipokalsemi, nöbet ve tetanoz şeklinde yanlış tanı alabilmektedir. Biz de ensefalit ön tanısı ile hastanemize sevk edilen 8 aylık ve 10 yaşında iki erkek hastada, metoklopramide bağlı akut distonik reaksiyon gelişen iki vaka saptadık. Anahtar Kelimeler: Metoklopramid, akut distonik reaksiyon, çocuklar INTRODUCTION antiemetic activity or the side-effects can be seen as a result of postsynaptic dopamine receptor antagonism in corpus striatum. The incidence of developing acute extrapyramidal reactions in metoclopramide users is approximately 0.5-1%, although in very young and elder’s patients have an incidence of approximately 25%3. We report two cases of eight month-old and ten-year-old boys who presented to our hospital with a presumptive diagnosis of encephalitis and were diagnosed Metoclopramide is a chlorobenzamide functioning as postsynaptic dopamine receptor antagonist and widely used for children as an antiemetic. It is also used as a prokinetic agent to increase upper gastrointestinal tract motility and distal oesophagus sphincter tonus1. Side-effects such as acute extrapyramidal reactions, tardive dyskinesia, Parkinsonism, neuroleptic malign syndrome, and confusion may develop both in normal and higher doses1,2. Either the Corresponding author: Faruk İncecik, M.D. Üniversite, Pediatri, Adana, Türkiye e-mail: [email protected] Marmara Medical Journal 2008;21(2);159-161 159 Marmara Medical Journal 2008;21(2);159-161 Faruk İncecik, et al. Metoclopramide induced acute dystonic reaction: two case reports as acute dystonic reactions secondary to metoclopramide in our institution. in wide and minimally descended, oral mucosa was minimally dry, and skin turgor was decreased. In neurological examination, his consciousness level was normal but he was restless. Deep tendon reflexes were found as increased, direct and indirect light reflexes were reactive, pupils were isocoric. He had opisthotonus and torticollis. The extremities were in extensor tonus. Both of his eyes were deviated to up with a normal fundoscopic examination. CASE REPORT Case-1 A ten-year-old boy was referred to our hospital with a presumptive diagnosis of encephalitis. Two-days ago he was admitted to the state hospital with the complain of fever, productive cough, sore throat and vomiting (2 times with in 1 day) and administered oral antibiotic, non-steroidal anti-inflammatory analgesic, and metoclopramide tablets (0.5mg/kg, tid) for the treatment of upper respiratory infection. Dysarthria, stiff neck and opistotonus were reported on the second day of the treatment. His previous medical records did not reveal any significant pathology. Laboratory findings including blood count, electrolytes, liver and renal function tests, urinanalysis were in normal limits. CT scan of the brain was also normal. The scenario in both cases were evaluated as metoclopramide induced acute dystonic reactions and treated with diphenhyramine 1 mg/kg. After an hour of treatment with diphenhyramine all symptoms were relieved in both of the patients. He was 30 kg (25-30 p) in weight and 137 cm in height (50 p). His neurological examination revealed normal level of consciousness and orientation, but he had difficulty in speaking, hyperreflective deep tendon reflexes, with an opisthotonus posture. Light reflexes and fundoscopic examination revealed no pathological signs. DISCUSSION Metoclopramide is widely used antiemetic administered to treat gastroesophageal reflux disease, emesis caused by chemotherapy, respiratory tract infections and gastroenteritis in children4-6. The effect of metoclopramide, a prokinetic agent, starts 1-5 minutes after intravenous, and 15-30 minutes after oral administration. The primary side-effect of the drug is extrapyramidal reactions which can emerge with in a few hours up to 24-36 hours. The extrapyramidal reactions resolve within 24 hours after discontinuation1,7, and 8. Metoclopramide induced extrapyramidal reactions are dystonia (opistotonus, torticollis, oculogyric crisis, dysarthria, and trismus), akathisia, Parkinsonism and tardive dyskinesia1,2. Contraction of tongue and mouth muscles can affect swallowing1,8. Besides life-threatening laringospasm can also develop9. Walking can be affected by hand and leg muscle contraction. The patients administered metoclopramide are consciousness. Parkinsonism and tardive dyskinesia are the adverse effects developing with the chronic metoclopramide use10. Laboratory findings including blood count, electrolytes, liver and renal function tests, urinanalysis were within normal limits. His cerebral computer tomography (CT) was evaluated as normal. Case-2 An eight-month-old boy with fever, diarrhea and vomiting for three days, presented to state hospital and was treated with intravenous fluid and metoclopramide 10 mg (1.25 mg/kg), but after an hour of treatment, hyperextension of the neck, deviation of the eyes, muscle contractions on the extremities were observed. The patient was referred to university hospital with presumptive diagnosis of encephalitis. The previous medical history of the patient was normal. On physical examination, it was observed that the child was 8 kg (50 p) in weight, 72 cm (75 p) in height and 43 cm (25-50) of head circumference. Anterior fontanel was 1x1 cm 160 Marmara Medical Journal 2008;21(2);159-161 Faruk İncecik, et al. Metoclopramide induced acute dystonic reaction: two case reports No relationship between gender and metoclopramide induced dystonic reactions was reported. Metoclopramide is metabolized in liver and excreted in urine. Dose adjustment should be needed in liver and renal failure11. Side-effects can be not only dose related, but also related to individual factors independent from dose of drug5. The incidence of dystonic reactions increase with the dose administered more than 0.5 mg/kg, however this reaction was reported in patients that received normal doses of drug1,4,7, and even in patients with fever and/or dehydration presents these side effects with lesser amount of drug5. Eight-month-old infant had fever and dehydratation caused by gastroenteritis. Metoclopramide was administered in higher in this case. Ten-year-old boy had dystonic reaction although he was treated with normal doses. This shows us that dystonic reactions are not dose-dependent and can develop both in normal and higher doses. Drug induced dystonic reactions are common situations, including phenothiazines, butyrophenons, tricyclic antidepressants, lithium, alpha-methyldopa, reserpine, trimethobenzamide, diazoxide, organophosphates, phencyclidine, ketamine, phenytoin, carbamazepine, chlorokine and antihistamines6,12,13. It is difficult to diagnose metoclopramide induced acute dystonic reactions. Patients with acute dystonic reactions were reported to be misdiagnosed such as encephalitis, hypocalcemia, seizure, conversion, insect bite, and tetanus11,14. These misdiagnosing situations result in loss of time and treatment with unnecessary medications. Our patients were also diagnosed as encephalitis first and referred to our hospital. Both cases were diagnosed as metoclopramide induced acute dystonic reaction with the history of metoclopramide administration, because both cases were conscious and had no prior medical problems, no progressive symptoms, and a good response to diphenhyramine. We reported here two patients who had metoclopramide induced acute dystonic reactions. In conclusion, we aimed to point out that metoclopramide induced acute dystonic reactions can be seen even with recommended doses, so it should be prescribed for correct indication and adjusted dose. Also, we emphasize that dystonic reactions can be confused and mistreated. REFERENCES 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9. 10. 11. 12. 13. 14. 161 Miller LG, Jankovic J. Metoclopramide-induced movement disorders: clinical findings with a review of the literature. Arch Intern Med 1989; 149: 24862492. Grimes JD, Hassan MN, Preston DN. Adverse neurologic effects of metoclopramide. Can Med Assoc J 1982; 26: 23-25. Hagen EM, Farbu E, Bindoff L. Acute dystonia caused by metoclopramide theraphy. Tidsskr Nor Laegeforen 2001; 121: 2162-2163. Allen JC, Gralla R, Reilly L, Kellick M, Young C. Metoclopramide: dose related toxicity and preliminary antiemetic studies in children receiving cancer chemotheraphy. J Clin Oncol 1985; 3: 11361141. Herbst JJ. Gastroesophageal Reflux (15th ed). Saunders Company, Philadelphia 1996, pp 10551056. Carey MJ, Aitken ME. Diverse effects of antiemetics in chilren. N Z Med J 1994; 9: 452-453. Ponte CD, Nappi JM. Review of a new gastrointestinal drug metoclopramide. Am J Hosp Pharm 1981; 38: 829-833. Matson JL, Mayville EA, Bieleck J, Sınalls Y, Eckholdt CS. Tardive dyskinesia associated with metoclopramide in persons with developmental disabilities. Res Dev Disabil 2002; 23: 224-233. Tait PA. Supraglottic dystonic reaction to metoclopramide in a child. Med J Aust 2001; 174: 607-608. Putnam PE, Orenstein SR, Wessel HB, Stowe RM. Tardive dyskinesia associated with use of metoclopramide in a child. J Pediatr 1992; 121: 983985. Cezard C, Nisse P, Quaranta S, Peucelle D, MathieuNolf M. Acute dystonia from metoclopramide in children. Therapie 2003; 58: 367-370. Bophale S, Seidel JS. Dystonic reaction to a phenothiazine presenting as Bell’s palsy. Ann Emerg Med 1997; 30: 234-236. Vernon MG. Drug induced tardive movement disorders. J Neuroscience Nursing 1991; 23: 183-187. Yis U, Ozdemir D, Duman M, Unal N. Metoclopramide induced dystonia in children: two case reports. Eur J Emerg Med 2005; 12: 117-119. OLGU SUNUMU MEMENİN ATİPİK KOLUMNAR HÜCRE HİPERPLAZİSİ, OLGU SUNUMU Ahmet Midi1, Handan Kaya1, Bahadır Güllüoğlu2 1 Marmara Üniversitesi, Tıp Fakültesi Hastanesi, Patoloji Anabilim Dalı,, İstanbul, Türkiye 2Marmara Üniversitesi, Tıp Fakültesi Hastanesi, Genel Cerrahi Anabilim Dalı, İstanbul, Türkiye ÖZET Memenin kolumnar hücreli lezyonları dilate terminal duktal lobuler ünitlerden kaynaklanan az ya da belirgin sitolojik ve yapısal atipi içeren lezyonlardır. Bu makalede sunulan olgu 48 yaşında kadın olup sol memesinde 2 cm çapta kitlesi mevcuttur. Bu lezyona yapılan ince iğne aspirasyon biyopsisi malign epitelyal hücreler, tru-cut biyopsi fibroadenom olarak rapor edilmiştir. Beş gün sonra lumpektomi + sentinel lenf nodu biyopsisi operasyonu uygulanan hastanın frozen sonucu sellüler fibroadenom versus benign filloides tümör ve tümör negatif sentinel lenf nodu olarak bildirilmiştir. Spesmenin formalin fiksasyonu takiben yapılan mikroskopik incelemesinde sınırları düzgün, kapsülsüz lezyon izlenmiştir. Stroma içerisinde lümenleri çoğunlukla boş, dilate, psodostratifiye alçak kolumnar epitelle döşeli duktuslar gözlenmiştir. Duktal hücre nukleusları iri, çoğunlukla belirgin nükleollu olup hücre bazaline yerleşmiş oldukları dikkati çekmiştir. Duktal hücrelerin apikal tarafta sitoplazmik sekret benzeri materyal içerdiği görülmüştür. Bu sonuçlarla olguya atipik kolumnar hücre hiperplazisi tanısı konulmuştur. Olgu memenin nadir görülen lezyolarından olması ve iğne aspirasyon biyopsisi, tru-cut biyopsi ve frozenda tanı güçlüğü oluşturması yanısıra memenin atipi gösteren diğer lezyonlarından ayırıcı tanısının zor olması nedeni ile sunulmuştur. Anahtar Kelimeler: Kolumnar hücreli lezyon, Atipik hiperplazi, Meme ATYPICAL COLUMNAR CELL HYPERPLASIA OF THE BREAST, CASE REPORT ABSTRACT Columnar cell lesions of the breast are lesions that have slight or pronounced cytological and structural atypia originating from the dilated terminal ductal lobular unity. In this case report we have presented the case of a 48 year old woman with a 2 cm tumor on her left breast. The diagnosis of a fine needle aspiration biopsy of the tumor was “malignant epithelial cells”. This was followed by a tru-cut biopsy which was reported as a fibroadenoma. Five days after the tru-cut biopsy, the patient underwent a lumpectomy and sentinel lymph node biopsy operation with the frozen section procedure and reported as cellular fibroadenoma versus benign philloides tumors with tumor negative sentinel lymph node. On microscopic examination of the lesion, a well delineated lesion was observed with the ducts dilated where the lumens were commonly open and surrounded with a pseudostratified low columnar epithelium. The case was diagnosed as an atypical columnar cell hyperplasia. This case is presented as it is not only a rare lesion of the breast, but also there are diagnostic difficulties in both the fine needle aspiration biopsy, tru-cut biopsy and frozen sections. Keywords: Columnar cell lesions, Atypical hyperplasia, Breast GİRİŞ hücre değişikliği, kolumnar hücreli lezyon (KHL), kolumnar hücre hiperplazisi (KHH), atipili kolumnar hücre hiperplazisi ve Memenin kolumnar hücre lezyonları morfolojik bir spektrum olup, basit kolumnar İletişim Bilgileri: Dr. Ahmet Midi, Marmara Üniversitesi, Tıp Fakültesi Hastanesi, Patoloj Anabilim Dalı, Altunizade,i, İstanbul, Türkiye e-mail: [email protected] 162 Marmara Medical Journal 2008;21(2);162-165 Marmara Medical Journal 2008;21(2);162-165 Ahmet Midi ve ark. Memenin atipik kolumnar hücre hiperplazisi, olgu sunumu mikropapiller/kribriform tipte duktal karsinoma insitu ve invaziv karsinom’u içermektedir. Atipi içeren kolumnar hücreli lezyonlar literatürde çok çeşitli isimler altında incelenmiştir1-7. Hastanemizde yapılan tru-cut biyopsi sonucu sağ memedeki lezyona fibroadenom, fibrokistik değişiklik, sol memedeki lezyona fibroadenom tanısı konulmuştur. Ailesinde meme kanseri öyküsü olmayan hastanın ilk tanısı dikkate alınarak 5 gün sonra sol memedeki lezyona lumpektomi + sentinel lenf nodu operasyonu uygulanmış ve materyal frozen incelemeye gönderilmiştir. Frozen’da sellüler fibroadenom versus benign filloides tümör + tümör negatif sentinel lenf nodu tanısı konulmuştur. Bu makalede sunulan memenin atipik kolumnar hücre hiperplazisi erken form düşük dereceli duktal karsinoma in situ (DKIS) olarak kabul edilmektedir1 ve birçok morfolojik, immunofenotipik ve genetik çalışmalarda DKIS ve/veya tubuler karsinom ile benzer özellikleri gösterilmiştir1-6. Buna rağmen daha çok morfolojik immunofenotipik ve genetik çalışmalara ihtiyaç vardır. Kitle oluşturduğuna dair az sayıda yayın bulunmaktadir3. Lumpektomi materyalinin kesitinde 1.6 cm çapta, iyi sınırlı, bej renkte tümör izlenmiştir. Lezyonun mikroskopik incelemesinde infiltratif olmayan, sınırları düzgün, kapsülsüz olduğu gözlenmiştir. Stromasında fibroblastik alanlarla aselüler alanlar içiçe olup, stroma içerisinde lümenleri çoğunlukla boş, dilate, psödostratifiye alçak kolumnar epitelle döşeli glandlar saptanmıştır (Resim-1). Gland epiteli nukleusları iri, çoğunlukla belirgin nükleollu ve bazalde yerleşmiş olarak izlenmiştir. Glandları döşeyen hücrelerin sitoplazmaları birbirinden ayrı olup apikal tarafta sitoplazmik blebler görülmüştür (Resim-2). Türkçe literatürde bu konuda yazıya rastlanamamıştır. Dünya sağlık örgütü meme tümörü patoloji ve genetik araştırma grubu bu lezyonların epitelyal atipi içerenlerini flat epitelyal atipi başlığı altında toplamıştır8. Flat epitelyal atipinin sinonim isimlendirmeleri: duktal intraepitelyal neoplazi 1A, monomorf tip “clinging carcinoma”, atipik kistik lobul, tip A atipik lobul, atipik kolumnar değişiklik olarak bildirilmektedir8. Atipik duktal hiperplazi ve duktal karsinoma in situ ile karışabilmektedir. Mammografide mikrokalsifikasyon sıktır. Histolojik değerlendirmesinde apikal sitoplazmik sekret bulunan kübik ya da kolumnar epitelle döşeli, içlerinde homojen, pembe renkte, etraftan çekilme artefaktı oluşturan, yuvarlak ya da paralel dar yarıkları olan, tiroid kolloidine benzeyen materyal içeren, kistik glandlar bulunmaktadır9. Olguya uygulanan PAS/AB 2.5 boyasında çok az sayıda lümen içerisinde PAS pozitif materyal izlenmiştir. Lezyondan uzak diğer alanlarda da benzer özellikler gözlenmiştir. Bu sonuçlarla olguya atipik kolumnar hücreli lezyon tanısı konulmuştur. OLGU SUNUMU Kırk sekiz yaşında kadın hasta 15 günden beri fark ettiği sol memesinde kitle nedeniyle özel bir merkeze müracaat etmiştir. Aynı merkezde sol memedeki 2 cm ölçülerindeki lezyona İİAB uygulanmış ve “malign epitelyal hücreler’’ olarak rapor edilmiştir. Bunun üzerine hasta M.Ü. Genel cerrahi bölümüne müracaat etmiştir. Burada yapılan fizik muayene ve ultrasonografik incelemede sağ memede 6 mm sol memede 2 cm ve 6 mm ölçülerinde düzgün sınırlı, kalsifikasyon içermeyen lezyonlar saptanmıştır. Resim 1: Psödostratifiye alçak kolumnar epitelle döşeli glandlar 163 Marmara Medical Journal 2008;21(2);162-165 Ahmet Midi ve ark. Memenin atipik kolumnar hücre hiperplazisi, olgu sunumu karsinom ile birlikteliği gösterilmiştir1,5. Mammografik mikrokalsifikasyonlar içermesi nedeniyle biyopsi sıklığındaki artışa bağlı olarak lezyonun prevalansı artmaktadır. Bir çalışmada mammogramda mikrokalsifikasyon izlenen 100 meme biyopsiside 42% olguda Kolumnar hücre KHL izlenmiştir10. değişikiği, kolumnar hücre hiperplazisi, atipili kolumnar hücre hiperplazisi, mikropapiller/kribriform tipte duktal karsinoma in situ, invaziv karsinom alanlarını birlikte içeren 3 olguluk bir çalışmada; tümör supressor genleri içeren alellere bakılmış ve mutasyonel değişiklik oranının basit kolumnar hücre değişikliğinden, hiperplazi, atipi, duktal karsinoma in situ ve invaziv kansere doğru gidildikçe arttığı 11 gösterilmiştir . Resim 2: Nükleolu belirgin iri hücreler TARTIŞMA Atipik kolumnar hücreli lezyonların bazı yayınlarda lobuler karsinoma in situ ve tubuler karsinomla ilişkisinden bahsedilmektedir12. Benign KHH de kistler tek katlı yassılaşmış epitelle ya da küboidal-kolumnar epitelle döşelidir1. Bu lezyonlarda mikropapiller hiperplazi, hiperkromazi, nükleer irileşme, nükleol belirginliği bulunması durumunda eğer intraduktal karsinoma kriterlerini tam karşılamıyorsa atipik kolumnar hücreli lezyon, epitelde hiperplazi var ise atipik kolumnar hücre hiperplazisi olarak adlandırılmaktadır. Olgumuzdaki mikrokistik glandlar yer yer psödostratifiye, yer yer 3-4 sıralı atipi gösteren iri nükleuslu, belirgin nükleollü, kübik epitelle döşeli idi ve bu nedenle atipik kolumnar hücre hiperplazisi olarak adlandırıldı. Atipik kolumnar hücreli lezyonlar WHO patoloji onkoloji çalışma grubu tarafından “flat epitelyal atipi” olarak adlandırılmıştır8. Flat epitelyal atipi içeren bir olguda DKIS veya invaziv kanser odakları olabileceğinden tüm dokunun dikatle incelenmesi önemlidir. Oyama ve arkadaşlarının 21 olguluk çalışmasında DKIS içeren olgu oranı %36 bulunmuştur2. Olgumuzda materyalin tamamı örneklenmiş ve seri kesitler alınmış olmasına rağmen invaziv kanser ve/veya DKIS odağına rastlanmamıştır. Flat epitelyal atipi içeren bir olguda DKIS veya kanser bulunmuyorsa bu lezyonları “clinging carcinoma” olarak adlandırmanın daha doğru olacağını belirten yayınlar vardır1. Bazı çalışmalarda DKIS ve bazı invaziv kanserlerle özellikle tubuler Memenin sekret içeren diğer lezyonları arasında gebelik benzeri değişiklik, atipisiz veya atipili, sekretuar karsinom, müsinöz karsinom bulunur13,14. KHH lezyonlarında kist içeriği tiroid kolloidine benzeyen homojen, aselüler, eozinofilik materyaldir ve etrafında ayrışma artefaktı bulunur. Sekret içinde çoğunlukla paralel ince yarıklar, küçük yuvarlak boşluklar vardır. Sekresyonun niteliği karsinom ve hiperplazide ayırt edici özellikte değildir. Karsinoembriyonik antijen, PAS ve müsin ile pozitif boyanmaktadır. Olgumuz ayırıcı tanıya alınan lezyonlardan; *Gebelik benzeri değişiklik ve hiperplazi’den sitoplazmalarının vakuollu ve berrak olmaması, nukleusun küçük, üniform ve koyu olmaması, epitelin mikropapiller konfigürasyon oluşturmaması ile ayırt edilmiştir. Gebelik benzeri değişikliklerde epitel hiperplastik ve genellikle mikropapiller morfolojidedir. Olgumuzda gebelik benzeri değişikliklerde sıklıkla bulunan kalsifikasyon ve laminasyon gösteren sekret bulunmamaktadır. Ayrıca gebelik benzeri değişikliklerde hücre sitoplazmalarında PAS, dPAS, S100, alfa laktalbumin pozitif materyal bulunmaktadır. Olgumuzda sitoplazmik ve nükleer özellikler ile bu tanı ekarte edilmiştir. 164 Marmara Medical Journal 2008;21(2);162-165 Ahmet Midi ve ark. Memenin atipik kolumnar hücre hiperplazisi, olgu sunumu *Atipik hiperplazi gösteren gebelik benzeri değişiklikler‘de pleomorfik, atipik, hiperkromatik, stratifiye, nükleolu belirgin hücreler bulunmaktadır ve nukleus sıklıkla apikal sitoplazmik bleplerin içerisinde bulunur. Olgumuzda ise nükleolu belirgin, bazalde yerleşmiş iri nukleuslar izlendi. *Basit kolumnar hücre hiperplazisi’nde kistler tek katlı yassılaşmış epitelle ya da kübikkolumnar epitelle döşelidir2. Epitelde mikropapiller hiperplazi, psödostratifiye alçak kolumnar epitelle döşeli glandlar, hiperkromazi, nukleol belirginliği, nukleer irileşme bulunması nedeni ile bu tanı ekarte edilmiştir ve atipik kolumnar hücre hiperplazisi tanısı konulmuştur. Apokrin lezyonlardan ise ostrogen ve progesteron reseptör pozitifliği yanısıra geniş granüler sitoplazmalarının bulunması ile ayırt edilmektedir11. Bu lezyonların az bilinmesi nedeniyle ince iğne aspirasyonu ve tru cut iğne biyopsilerinde yanlış olarak malign lezyon tanısı alabilmektedir. Bu lezyonun tanınması hastalara radikal operasyon yapılmasını engelleyeceği için önem taşımaktadır. Bu lezyonların eksizyonu tedavi için yeterli olacaktır. 4. 5. 6. 7. 8. 9. 10. 11. 12. 13. KAYNAKLAR 1. 2. 3. Stuart J Schnitt. The diagnosis and management of preinvasive breast disease: Flat epithelial atypia – classification, pathologic features and clinical significance. Breast Cancer Res. 2003; 5(5): 263–268 Oyama T, Iijima K, Takei H, et al. Atypical cystic lobule of the breast: an early stage of low-grade ductal carcinoma in-situ. Breast Cancer. 2000;7:326–331. Eusebi V, Feudale E, Foschini MP, et al. Long-term follow-up of in situ carcinoma of the breast. Semin Diagn Pathol 1994;11:223–235. 14. 165 Moinfar F, Man YG, Bratthauer GL, Ratschek M, Tavassoli FA. Genetic abnormalities in mammary ductal intraepithelial neoplasia-flat type ('clinging ductal carcinoma in situ'): a simulator of normal mammary epithelium. Cancer. 2000;88:2072–2081. Rosen PP. Columnar cell hyperplasia is associated with lobular carcinoma in situ and tubular carcinoma [letter]. Am J Surg Pathol. 1999;23:1561. Goldstein NS, O'Malley BA. Cancerization of small ectatic ducts of the breast by ductal carcinoma in situ cells with apocrine snouts: a lesion associated with tubular carcinoma. Am J Clin Pathol. 1997;107:561– 566. Shin SJ, Rosen PP. Carcinoma arising from preexisting pregnancy-like and cystic hypersecretory hyperplasia lesions of the breast: a clinicopathologic study of 9 patients. Am J Surg Pathol. 2004;28(6):789-793. Tavassoli FA, Hoefler H, Rosai J, Holland R, Ellis I, Schnitt S, Lakhani SRM, Boecker W, HeywangKobrunner SH, Moinfar F, Peterse J. Intraductal proliferative lesions. In: Tavassoli FA, Devilee P, editor. Pathology and Genetics of Tumours of the Breast and Female Genital Organs. Lyon: IARC Press. 2003; 182184. Fraser JL, Raza S, Chorny K, Connolly JL, Schnitt SJ.Columnar alteration with prominent apical snouts and secretions: a spectrum of changes frequently present in breast biopsies performed for microcalcifications. Am J Surg Pathol. 1998;22(12):1521-1527. Dabbs DJ, Carter G, Fudge M, Peng Y, Swalsky P, Finkelstein S. Molecular alterations in columnar cell lesions of the breast. Mod. Pathol 2006; 19: 344-349. Vincent-Salomon A. Columnar lesions: a frequent diagnosis in breast pathology. Ann Pathol 2003; 23(6):593-596. Sahoo S, Recant WM. Triad of columnar cell alteration, lobular carcinoma in situ, and tubular carcinoma of the breast. Breast J. 2005; 11(2):140-142. Shin SJ, Rosen PP. Pregnancy-like (Pseudolactational) hyperplasia: A primary diagnosis in mammographically dedected lesions of the breast and its relationships to cystic hypersecretory hyperplasia. Am J Surg Pathol. 2000; 24(12): 1670-1674. Okten T, Öztürk F. Memenin Sekretuar Karsinomu Erciyes Tıp Dergisi 1993; 15 (4): 435-437 OLGU SUNUMU BİR OLGU NEDENİYLE GAUCHER HASTALIĞININ GÖZDEN GEÇİRİLMESİ Hasan Mağın1, Atalay Surerdamar1, Uğur Ersoy1, Murat Gücün1, Saynur Ilgar2, M. Fatih Akdoğan1, Haluk Şavlı1 1 Haydarpaşa Numune Hastanesi, Dahiliye Anabilim Dalı, İstanbul, Türkiye 2Haydarpaşa Numune Hastanesi, Patoloji Anabilim Dalı, İstanbul, Türkiye ÖZET Gaucher hastalığı, retiküloendotelyal sistem hücreleri içinde glukozilseramid birikiminin neden olduğu, lizozomal gluko-serobrosidaz enzim eksikliğine bağlı otosomal resesif geçişli bir depo hastalığıdır. Enzim ve gen tedavilerindeki ilerlemeler ile küratif tedavisi gündeme gelen, ender bir genetik bozukluk olan Gaucher hastalığı, kliniğimizde saptanan bu olgu ile birlikte yeniden gözden geçirilmiştir. Anahtar Kelimeler: Gaucher Hücreleri,Depo Hastalığı,Enzim Tedavisi GAUCHER DISEASE:A CASE REPORT ABSTRACT Gaucher disease is an autosomal ressesive, lysosomal storage disease, characterized by glycosylcerebroside deposition in reticulo-endothelial cells, due to deficiency of lysosomal glucocerebrosidase. Enzyme and gene therapy are new curative therapies for Gaucher disease and due to it’s rarity, we present a case report and reviewed the diasease. Keywords: Gaucher Cells,Storage Disease,Enzyme Replacement GİRİŞ hücreleri en çok RES (retiküloendotelyal sistem)’de birikim gösterir ve başlıca pansitopeni, hepatosplenomegali, kemik deformiteleri ile seyreder. Hasta yaşına, enzim eksikliğinin derecesine, bulgulara göre üç tipe ayrılır. Tip 1 (erişkin veya kronik nonnöropatik tip), tip 2 (akut nöronopatik veya infantil tip), tip 3 (subakut nöronopatik veya jüvenil tip)2,3. Tip 1’de hepatosplenomegali, hipersplenizm, kemik kırıkları görülür. Sinir sistemi tutulumu görülmez. Tip 2’de hepatosplenomegali, hipersplenizm, sinir sistemi tutulumu olur, kemik kırıkları olmaz. Yaşam beklentisi 2 yıldan azdır. Tip 3’de hepatosplenomegali, hipersplenism, kemik kırıkları ve sinir sistemi tutulumu görülür. Yaşam süresi 20-40 yıldır8. Gaucher hastalığına pansitopeni, sedimentasyon yüksekliği, karaciğer, dalak veya kemik iliği Gaucher hastalığı nadir, kronik, ailesel olan ve klinik olarak hepatosplenomegali, deri pigmentasyonu, kemik lezyonları ile, laboratuvar olarak ise anemi, lökopeni, trombositopeni ile kendini gösteren bir hastalıktır1. İlk kez 1882’de Gaucher tarafından tanımlanan hastalığın; 1965’de Brady ve arkadaşları tarafından ‘glukosylseramidase’ denilen bir lizozomal enzim eksikliğine bağlı olduğu bulunmuştur2,3. En sık İsveçteki Norbattrian populasyonu ile İsraildeki Ashkenazi’lerde görülür4. Genel toplumda insidansı 1/400001/60000 arasındadır5,6. Ülkemizde Hacettepe eksenli yapılan bir çalışmada, 2,3/1000000 sıklık tespit edilmiştir7. Otozomal resesif geçiş gösteren Gaucher hastalığında; Gaucher İletişim Bilgileri: Dr. Hasan Mağın, Haydarpaşa Numune Hastanesi, Dahiliye Anabilim Dalı, İstanbul, Türkiye e-mail: [email protected] 166 Marmara Medical Journal 2008;21(2);166-170 Marmara Medical Journal 2008;21(2);166-170 Hasan Mağın, ve ark. Bir olgu nedeniyle Gaucher hastalığının gözden geçirilmesi biopsi bulguları ile tanı konulmaktadır. Son yıllarda enzim düzeyinin ölçümü ve gen mutasyonlarının tespiti ile tanı ve tiplendirmede kesinlik kazanılmıştır2,3. dağılımı parçalı %66, lenfosit %29, monosit %5 şeklindeydi. Serum demiri 40 µgr/dl, serum demir bağlama kapasitesi 343 µgr/dl idi. PTz: 13sn, İNR: 1,0, aPTZ: 35,6 sn olup diğer biyokimya değerleri normal sınırlarda idi. Salmonella ve Brucella Aglutinasyon testi, Rose Bengal testi, periferik kandan bakılan Leishmania, Malarya negatif olarak saptandı. Yapılan Batın USG’sinde karaciğer 155 mm olup, diffüz ve homojen saptandı. Portal doppler akımı fizyolojik üst sınırda olup tromboz saptanmadı. Dalak 190 mm olup inguinal bölgeye kadar uzanmaktaydı. Splenik ven çapı tabii olup, tromboz saptanmadı. Çekilen PA Akciğer grafisi normal sınırlarda olup kranial, ekstremite ve pelvis grafilerinde hafif osteoliz dışında başka patolojiye rastlanmadı. Hastanın hepatosplenomegalisini açıklamak amacı ile, retiküloendotelyal sistemi infiltre eden hastalıklar açısından hastaya kemik iliği aspirasyonu ve biopsisi planlandı. Yapılan kemik iliği aspirasyonu normal bulunmasına karşın, kemik iliği biyopsisinde ilik mesafesinde hematopoetik dokunun azaldığı ve yerini geniş eozinofilik sitoplazmalı, sitoplazmasında bol vaküol ile ince düzensiz çizgilenmelerin bulunduğu makrofajlar tespit edildi. Bu bulgular depo hastalığıyla uyumlu idi. Fakat kesin bir histopatoloji tespit edilemedi. Bunun üzerine karaciğer biyopsisi yapıldı. Karaciğer biyopsisinde karaciğer parankimi içinde ve portal alanlarda diastaz resistan güçlü PAS (+) ve CD68 (kp1) pozitif hücresel infiltrasyon ile uyumlu gaucher hücreleri saptandı. Nadir görülen bir hastalık olması ve bu nedenle ilk planda akla gelmeyip ileri tetkikler sonucu belirlenmesi tanıda gecikmelere yol açmaktadır. Yazımızda kliniğimize ileri yaşta başvuran, kemik iliğinde Gaucher hücreleri saptanamaması üzerine yapılan karaciğer biopsisi ile Gaucher tanısı konulan, Türkçe litaretürde 57 yaşında tanı konulmuş ilk hasta olması nedeni ile olgumuzu sunmayı uygun gördük. OLGU SUNUMU Hasta M.Y. 57 yaşında, erkek. Erzurum doğumlu ve mesleği imam. Hastanın şikayetleri arasında en çok halsizlik, ayaklarda yanma ve son 2 yıldır şişme olması üzerine kliniğimize başvurmuş. Özgeçmişinde inguinal herni operasyon öyküsü mevcuttu, soy geçmişinde bir özellik yoktu. Fizik muayenesinde genel durumu orta, TA:130/70, nabız 76/dk, ateş:36,8 oC idi. Karaciğer midklaviküler hatta vertikal boyutu 16 cm olarak tespit edildi ve epigastriyumu doldurup inguinale kadar uzanan splenomegalisi mevcuttu. Laboratuvar bulgularında; sedimentasyon 8 mm/ saat, lökosit: 2390/mm3, Hb: 10,9 gr/dl, Hct:%34, eritrosit:4370000/mm3, 3 Trombosit:94400/mm olup periferik yaymada hipokrom hafif mikrositer eritrositler mevcuttu. Beyaz kan hücrelerinin Resim 1: Resim 2: 167 Marmara Medical Journal 2008;21(2);166-170 Hasan Mağın, ve ark. Bir olgu nedeniyle Gaucher hastalığının gözden geçirilmesi TARTIŞMA ölçüde kaybolmuştur, kalan dokuda ise atrofi görülür. Sentral venler genellikle kollabedir. Portal zonda ve periportal alanlarda az olarak da santral zonda depo hücrelerine rastlanır. Karaciğerdeki Gaucher hücrelerinde de PAS pozitiftir18-20. Hastamıza yapılan batın USG’de karaciğer 155 mm, dalak 190 mm olarak saptandı. Büyümüş olan karaciğerde henüz fonksiyon bozukluğu olmamasına rağmen, dev dalak ile gelişen hipersplenizm hastada pansitopeni oluşturmuştu. Yapılan karaciğer biopsisinde karaciğer parankimi içinde ve portal alanlarda diastaz resistans güçlü PAS(+)ve CD68 (kp1) ile pozitif hücresel infiltrasyon ile uyumlu Gaucher hücreleri saptandı (Şekil-1). Gaucher hastalığı otozomal resesif geçişli bir lipid depo hastalığı olup en sık tip 1 formu görülmektedir. Adult yada kronik tip de denilen bu grup, en çok erişkin yaşta olmakla beraber her yaş grubunda saptanabilir. İlk tanı 6 yaş ile 90 yaş arasında konabilir. Ortalama klinik semptomların ortaya çıkışı 3. dekattır9,10,11. Nörolojik bulgular dışında tüm bulgular değişik düzeylerde bulunur. İnsidansı 1/40000-60000, taşıyıcı sıklığı ise 1/100’dür. Tip 2 (akut, infantil form) doğumdan ortalama üç ay sonra başlayıp iki yıl içinde ölümle sonuçlanan en ağır tiptir. İnsidansı 1/100000’dir. Diğer bulguların yanında nörolojik bulguların olması başlıca özelliğidir. Tip 3 ise subakut seyirli jüvenil formdur. Nörolojik bulgular dahil olmak üzere değişik derecelerde tüm bulgulara rastlanabilir. İnsidansı 1/100000 olup isveç toplumunda insidans daha yüksek bulunmuştur2,3. Bizim olgumuz yaşı ve klinik bulguları ile tip 1’e uymaktadır. İskelet sistemi içinde, distal femur en sık etkilenen kemik olup, metafizinde bilateral ve simetrik genişlemeler, erlenmeyer şeklinde grafilerde izlenir. Ostopeni, osteonekroz, osteoskleroz ile birlikte zaman içinde kemik infartları olabilir. İnfarktların intraossöz basınç artımı ve vasküler bası ile oluştuğu ve Gaucher krizleri olarak adlandırılan akut ağrılı kemik krizleri meydana getirdiği bildirilmektedir. Hastaların % 20-40’ında görülür ve çocuklarda daha sıktır. En sık femurda olmak üzere humerusda, Vertabrada ve iskiyon kolunda görülebilir. 3. dekattan sonra femurda kırıklar meydana gelmeye başlar21-23. Alt ekstremite ağrıları olan hastamızda çekilen direkt grafilerinde hafif derecede osteoliz dışında başka patoloji saptanmadı. Gaucher hastalığındaki bulgular başlıca dalak, karaciğer, kemik ve kemik iliğinin infiltrasyonuna bağlıdır. Hematolojk olarak en sık semptom kanamadır. Trombositopeni, anemi, lökopeni görülür. Splenomegali hemen tüm olgularda en erken saptanan bulgudur. Normalin on katı kadar büyüyebilen dalağın izlenmesi hastalığın seyri hakkında bilgi verir. Dalak infiltrasyonu; hipersplenizm, dalak enfarktı ve fibrozisine yol açabilir. Hepatomegali her zaman vardır. Daha yavaş gelişir ve yumuşak kıvamdadır. Karın ağrısı ve hazımsızlığa neden olabilir. Karaciğer yüzeyinde infarktüs ve Gaucher hücresi birikimi ile nodüller görülebilir. Karaciğer yetmezliği, portal hipertansiyon, siroz ve asit nadiren gelişir12-17. Gaucher hücreleri ile kemik iliğinin infiltrasyonuna bağlı gelişen pansitopeni tablosunda anemi ve trombositopeni orta derecede olmakla birlikte, hipersplenizmin eşlik ettiği durumlarda daha ağır seyredebilir. Bu hastalarda tedavide total veya parsiyel splenektomi uygulanabilir24,25. Hastamıza yapılan kemik iliği aspirasyonu normal olmasına rağmen kemik iliği biopsisi depo hastalığı ile uyumlu geldi. Fakat kesin histopatoloji tespit edilemediğinden karaciğer biopsisi yapılarak hücresel infiltrasyon ile uyumlu Gaucher hücreleri saptandı (Şekil-2). Hastamızda da hipersplenizme bağlı belirgin pansitopeni mevcuttu. Fakat anemi ve Karaciğer fonksiyonları ile ilgili testler içerisinde asit fosfataz ve alkalen fosfataz sıklıkla yüksek bulunur. 5’nükleotidaz yüksekliği de sıktır. Transaminaz ve GGT değerleri hafif orta derecede yüksek olabilir. Karaciğer biopsisinde tipik gaucher hücrelerinin yanısıra, karaciğerde bu hücrelerin etrafında fibrozis ve mumsu kollojen bantlar bulunur, hepatositler büyük 168 Marmara Medical Journal 2008;21(2);166-170 Hasan Mağın, ve ark. Bir olgu nedeniyle Gaucher hastalığının gözden geçirilmesi trombositopenisi ağır olmadığı için splenektomi şu an planlanmayarak hasta izlenmeye alındı. düzeyinin enzim replasman tedavisiyle düşmesi ve mevcut hematolojik ve visseral bulguların iskelet bulgularından daha ön planda düzelmesi, asit fosfataz düzeyinin Gaucher hastalığının prognozunu göstermesi açısından iyi bir belirteç olabileceğini düşündürtmektedir28. Bizim olgumuzda asid fosfataz düzeyi normal saptandı. Hastamızda laboratuvar olanaklarının el vermemesi nedeniyle enzim düzeyi ve DNA analizi bakılamamıştır. Gaucher hastalığında nörolojik bulgular serebral kortekste birikime bağlı olarak kranial sinirlerin tutulması (genellikle okülomotor sinir) sonucu oluşmaktadır. Buna bağlı olarak strabismus, hipotoni, yutma, konuşma, sekresyon bozuklukları, laringospazm, opistotonus gibi sinir sistemi bulguları görülebilmektedir. Ayrıca tekrarlayan aspirasyonlar nedeniyle akciğerlerde kronik enfeksiyonlar gelişebilmektedir5,6,26. Hastamızda herhangi bir nörolojik tutuluma ve akciğer enfeksiyonuna rastlanmadı. Tedavide pansitopenin ağır olduğu olgularda yada hipersplenizm varlığında parsiyel veya total splenektomi uygulanabilir29,30. Kemik problemleri için aktivite sınırlandırılması, analjezikler ve ağır durumlarda protez uygulanır. Kemik infarktlarında enfeksiyon Karaciğer riski yüksektir22,25. transplantasyonu sınırlı sayıdaki hastada başarılı bulunmuştur. Kemik iliği transplantasyonunda oldukça başarılı sonuçlar alınmış olup bu tedavi ile pansitopeni ve organomegalinin düzeldiği görülmüştür31. Kalp ve pulmoner tutulum, yüz ve bacakların alt kısımlarında sarı-kahverengi piğmentasyonlar ve lenfadenopatiler Gaucher hastalığında oldukça nadir rastlanan bulgulardır2,3. Gaucher hastalığının monoklonal, poliklonal gamapatiler, multipl myelom, hodgkin lenfoma, kronik lenfositik lösemi, amiloidozis, lösemiler, bronkojenik karsinoma ve serebral astrositoma gibi malignitelerle görülme sıklığı artar. Bu durum makrofajlardaki birikim nedeniyle makrofaj fonksiyon bozukluğuna sekonder immün yetersizlikle açıklanmaktadır27. Gaucher hastalığının tanısı genellikle anemi, trombositopeni, eritrosit sedimentasyon hızının 100/saat üzerinde olması ve kemik iliği, karaciğer, dalak biyopsilerinde Gaucher hücrelerinin saptanması ile konulmaktadır2,24. Vakamızda, karaciğer biyopsisinde Gaucher hücrelerinin gösterilmesi ile kesin tanı konulmuştur. Literatürde sedimentasyon yüksekliğinden bahsedildiği halde bizim vakamızda sedimentasyon hızının normal olması dikkat çekici idi. Son yıllarda lökosit ve fibroblast kültürlerinde glukosilserebrosidaz enzim eksikliğinin gösterilmesi; bu enzimin düzeyinin ölçülmesi ve gen mutasyonlarının tespiti ile tanı ve tiplendirmede kesinlik sağlanmıştır. İlave olarak anjiotensin konverting enzim ve asit fosfatazın yüksek bulunması da gaucher hastalığının tanısını destekleyen parametrelerdir3,24. Literatürde asid fosfataz Günümüz tedavi protokülünde native formdaki glukoserebrosidaz enziminin makrofajlara geçişinin zayıf olması nedeniyle mannoz’a spesifik reseptöre bağlanarak geçişi on kat arttırılan, modifiye enzim preperatları üretilmiştir. Human plasentadan elde edilen ceredase enzimi ile küratif sonuçlar elde edilmiştir. Bu enzim 2 haftada bir 60İÜ/kg, ya da günaşırı 2İU/kg veya haftada 3 kere 2,3 İÜ/kg gibi dozlarda kullanılabilir ve altı aylık replasman tedavisi sonucunda hastalığın progresyonu yanısıra, organomegali ve pansitopenide bariz düzelme görülmüştür28,3234 . Hastamızda anemiye bağlı semptomların belirgin olmaması ve pansitopeninin çok ağır seyretmemesi nedeniyle şu an splenektomi planmadı. Ancak hafif kemik ağrıları nedeniyle analjezik verildi. Hasta yaşının ileri olması transplantasyon şansını azalttığından, enzim tedavisinin ise maliyeti yüksek olmasından dolayı hastanın şu anki klinik durumu göz önüne alınarak poliklinik takibi önerilerek taburcu edildi. 169 Marmara Medical Journal 2008;21(2);166-170 Hasan Mağın, ve ark. Bir olgu nedeniyle Gaucher hastalığının gözden geçirilmesi KAYNAKLAR 18. Sales JE, Hunt AH .Gaucher’s disease and portal hypertension.Br J Surg 1970;57:225-28 1. 19. James SP, Stomayer FW, Chang C, et al..Liver abnormalities in patients with Gaucher ‘s disease. Gastroenterology 1981;80:126-133. Athens WJ. Disorders involving the monocytemacrophage system-The ‘storage disease’.In:Lee GR,Bithell CT,Foerster J,Athens WJ,Lukens NJ,editors.Wintrobe’s Clinical Hematology 2 nd edition.Philadelphia:Lea&Febiger 1993:1628-1638 2. Beutler E:Gaucher’s disease. Blood Rev 1988;2:59-70 20. Henderson JM,Gilinsky NH,Leo EV,et al.Gaucher’s disease complicated by bleeding eosphageal varices and colonic infiltration byGaucher cells.Am j Gastroenterol 1991;86:346-348 3. Brady RO,Jhonson WG,Uhlendorf BW.Identification of heterozygous carriers of lipid storage disease.Am J Med 1971;51:423-431 21. Bell RS, Mankin J, Doppelt SH, Osteomyelitis in Gaucher disease. Am J Bone Joint Surg 1986;68-a:13801388. 4. Brady RO.Demonstration of adeficiency of glucocerebroside cleaving enzyme in Gaucher’ disease.J Clin Invest 1966;45:1112-1117 22. Goldblatt J,Sacks S,Beighton P.The Orthopedic aspects of Gaucher disease.Clin Orthop 1978;137:208-214. 5. Wenger D., Hug G, Rezvani I, et al. Disorders of mucopolysaccharide metabolism.In: Behrman RE, Vaughan VC., eds. Nelson Textbooks of Pediatrics, Philedelphia,WB-Saunders, 1992; 333-334 6. Buist NRM,Kennaway NG.. Metabolic disorders.In: Arneil GC.ed. Textbook of Pediatrics, Edinburg, Churchill and Livingstone. 1984;1200-1287 7. Ozkara HA, Topcu M. Sphingolipidoses in Turkey. Brain Dev. 2004 Sep;26(6): 363-366. 25. Rosenthal DJ, Mayo-smith W, Goodsitt MM; et al.Bone and bone marrow changes in Gaucher disease. Radiology 1989 ;170:143-146 8. Fredrickson DS, Sloan HR. Glucosyl ceramide lipidoses: Gaucher Disease. In: Stanbury JB, Wyngaarden JB, Fredrickson DJ, editors. The Metabolic Basis of Inherited Disease, 3rd edition .Newyork: McGraw-Hill, 1972: 730 26. Hsiaey E,Wolf B. Hereditary metabolic disorders.In: Avery GB, ed .Neonatology Pathophysology and Management of the Newborn, Philadelphia, Lipincoth Company, 1987; 724-751. 9. Berrebi A, Wishnitzer R, Von der Walde U. Gaucher Disease: Unexpected diagnosis in three patients over seventy years old. Nouv Rev Fr Hematol 1984:26:201-3 10. Brinn L, Glabman S. Gaucher disease without splenomegaly: Oldest patient on record with review. NY State J Med 1962:62:2346-54 11. Chang-Lo M, Yam LT.Gaucher’s disease: Review of the literatureand report of twelve new cases. Am J Med Sc 1967:294:303 12. Bowdler AJ. Splenomegaly and hypersplenism. Clin Haematol 1983:12:467-88 23. Goldblatt J, Beighton P. South African variants of Gaucher disease. In:Desinck RJ, Gatt S, Grabowsky GA, editors. Gaucher disease: Acentury of Delineation and Research.New York:Alan R.lis,1982: :95 24. Beutler E, Saven A. Misuse of marrow examination in the diagnosis of Gaucher disease. Blood 1990 Aug 1;76(3):646-648. 27. Gery I, Zigler JS Jr; Brady RO, Barrener JA, Selective efects of glucocerebroside (Gaucher storage material) on macrophage cultures. J Clin Invest 1981;68:1182-9. 28. Barton N W, Brady R O, Dambrosia J M., et al Replacement therapy for inherited enzyme deficiency-macrophage-targeted glucocerebrosidase for Gaucher\'s disease N Engl J Med 1991; 324:1464-1470. 29. Beutler E.Gaucher disease.Blood Rev. 1988;2(1):59-70. 30. Beutler E. The ‘storage disease’ in: Williams WJ, Beutler E, Erslev AJ, Lichtman MA, eds. Hematology: 4.Edition, New York: Mc Graw Hill, 1991:1510-1513 13. Sales JE, Hunt AH. Gaucher’s disease and portal hypertension.Br J Surg 1970;57:225-28 31. Rappaport JM, Ginns EI. Bone marrow transplantation in severe Gaucher’s disease. N Engl J Med 1984;311.8488. 14. Zimran A, Kay A, Gelbart T, Garver P, Thurston D, Saven A, Beutler E, Gaucher disease : Clinical, laboratory radiologic and genetic features of 53 patients. Medicine (Baltimore) 1992:71:337-53 32. Whittington R, Goa AL, Alglucerase: A review of its therapeutic use in Gaucher’s disease.Drugs 1992;44:7293 15. Medoff AS, Bayrd ED. Gaucher’s disease in 29 cases: Hematologic complcations and effect of splenectomy. Am Intern Med 1954:40:481-92. 16. James SP, Stomayer FW, Stovens DW, Barranger JA. Gaucher disease: Hepatic abnormalities in 25 patients. In. Desnick RJ, Gatt S, Grabowski GA,. editors. Gaucher disease. A century of delination and research. Newyork: Alan R. Liss. 1982:::131 33. Beutler E, Kay A, Saven A, et al. Enzyme replacement therapy for Gaucher’s disease.Blood 1991;78:1183-1189 34. Zimran A, Elstein D, Kannai R.Low dose enzyme replacement therapy for Gaucher’s disease.Am J Med 1994;197:3-13 17. Lee RE.The pathology of Gaucher disease.In:Desnick RJ,Gatt S,Grabowsky GA.editors .Gaucher disease :A century of delineation and Research.New York:Alan R Liss,1882:..177 170 OLGU SUNUMU SİGMOİD KOLON TÜMÖRÜ NEDENİYLE OPERE EDİLEN BİR HASTADA LATEKS ALLERJİSİ Fikret Aksoy, Gökhan Demiral, Burhan Şaban, Alp Özçelik Sağlık Bakanlığı Göztepe Eğitim-Araştırma Hastanesi, Genel Cerrahi, İstanbul, Turkey ÖZET Lateks allerjisi son yıllarda önemi gittikçe artan bir sağlık sorunu ve hatta meslek hastalığı haline gelmiştir. Hafif bir dermatitten hayatı tehdit edici anafilaktik reaksiyonlara kadar ilerleyen klinik semptomlara neden olabilir. Yüksek risk taşıyan bireylerde lateks allerjisi araştırılmalıdır. Böylece latekse bağlı gelişen allerjik reaksiyonların önlenmesi mümkün olacaktır. Bu olgu sunumunda sigmoid kolon tümör tanısı ile yatırılarak opere edilen ve ameliyat sonrası dönemde lateks aşırı duyarlılığına bağlı bulgular gözlenen 62 yaşında bir erkek hastayı sunuyoruz. Atopik olguların lateks ürünleri ile teması söz konusu olduğunda, olguların lateks aşırı duyarlılığı açısından incelenmesinin ve gerekli korunma önlemlerinin alınmasının faydalı olacağını düşünmekteyiz. Anahtar Kelimeler: Lateks allerjisi, Atopi, Cerrahi girişim LATEX ALLERGY IN A PATIENT WHO WAS OPERATED FOR SIGMOID COLON TUMOR ABSTRACT Latex allergy has become a health problem, and even an occupational disease of increasing importance in the last years. Latex allergy is responsible for a wide spectrum of clinical symptoms ranging from a mild dermatitis to severe anaphylaxis. Therefore, an investigation for latex allergy should be considered for high risk groups. Then, it will be possible to take precautions in order to prevent life threatining allergic reactions by exposure to latex. In this case report, we present a 62-year-old male patient operated for sigmoid colon tumor who developed the characteristics of latex hypersensitivity reactions postoperatively. We conclude that when atopic patients are exposed to latex products, the cases should be investigated with respect to latex allergy and the necessary protective precautions should be taken for latex hypersensitivity. Keywords: Latex allergy, Atopy, Surgical procedure laktifer hücrelerin stoplazmasında yer alır3. Lateksin allerjik reaksiyonlara neden olduğu ilk kez 1920 ’li yıllarda gözlenmiş ancak lateks alerjisinin önemli bir tıbbi sorun olarak ele alınması lateks spesifik Ig E aracılı anafilaktik reaksiyonların gösterilmesi ile gerçekleşmiş ve son yıllarda bu konuda çok sayıda araştırma yapılmıştır4. Özellikle kan yoluyla bulaşan hepatit C virüsü, insan immün yetmezlik vürüsü gibi infeksiyonlara GİRİŞ Lateks, sentetik lastikten farklı doğal lastik ya da kauçuk olarak da bilinen elastisite özeliğine sahip bir maddedir. Afrika ve Güneydoğu Asya’da yetişen Hevea brasiliensis adlı ağacın özsuyundan elde edilen bu madde birtakım işlemlerden geçtikten sonra günlük hayatımızda kullandığımız pek çok malzemenin yapısına girer1,2. Lateks parçacıkları bu ağaçda bulunan İletişim Bilgileri: Dr. Fikret Aksoy, Sağlık Bakanlığı Göztepe Eğitim- Araştırma Hastanesi, Genel Cerrahi, İstanbul, Turkey e-mail: [email protected] 171 Marmara Medical Journal 2008;21(2);171-174 Marmara Medical Journal 2008;21(2);171-174 Fikret Aksoy, ve ark. Sigmoid kolon tümörü nedeniyle opere edilen bir hastada lateks allerjisi karşı korunma yöntemlerinin (eldiven , kondom) yaygın olarak kullanıma girdiği 1980 ’li yılların ortasından itibaren sorunun boyutu artmaya başlamış ve lateks allerjisi ciddi bir sağlık sorunu hatta meslek hastalığı haline gelmiştir3,5,6. Latekse olan bu yoğun talep nedeniyle üreticilerin ucuz üretim yollarına yönelmeleri, allerjenlerden yeterince arındırılmamış lateks üretimine sebep olmuştur. Lateks allerjisi çok geniş bir spektrumda yer alan klinik semptomlarla birliktelik gösterir. Bu klinik tablolardan Tip I aşırı duyarlılık reaksiyonu olarak meydana gelenler ürtiker, anjioödem, rinit, konjunktivit, bronkospazm ve anaflaksidir4,7-9. Tip 4 reaksiyonlar ise daha çok sağlık personelinde eldivenlere bağlı olarak gelişen kontakt dermatitdir. Koroner yoğun bakımda takip edilen hastanın uygulanan bronkodilatör ve steroid tedavisi sonrası bulgularında dramatik düzelme gözlendi. 6. günden itibaren diren yerinden toplam 300-400 ml kadar berrak renkli seröz mayi geldiği gözlendi. Tüm bu bulgular ışığında latekse bağlı aşırı duyarlılık geliştiği düşünülen hasta ameliyat sonrası 10. gün allerji polikliniğine konsülte edilerek taburcu edildi. Polikliniğe kontrole gelen hastada “lateks deri prik testi” pozitif bulundu ve lateks allerjisi tanısı konuldu. TARTIŞMA Lateks allerjisinde en sık etkilenen organlar cilt, solunum yolları ve gözlerdir. Egzemalı bireylerde lateks maruziyetinin daha kolay olduğu bilinmektedir. Bu nedenle bu tip lezyonların uygun şekilde tedavi edilmesi gereklidir1. Lateks alerjisi bulguları diğer alerji bulguları gibi olup ilk maruziyetten semptomların ortaya çıkışına kadar geçen latent süre hastadan hastaya değişmektedir (3 ay-20 yıl)1. Hafif vakalarda deriye temas halinde kızarıklık, şişlik, kaşıntı veya ürtiker olur. Daha ağır vakalarda deride çatlamalar oluşur. Mukozal temas halinde daha ciddi allerjik reaksiyonlar gelişebilir. Genellikle cerrahi eldivenlerdeki pudraya yapışmış lateks parçacıklarının solunması ile gözlerde kızarıklık, kaşıntı ve sulanma, hapşırma, burun akması, göğüste sıkışma ve nefes almada zorlukla kendini gösteren astım gözlenebilir. Lateksten yapılmış balonların şişirilmesi ya da patlaması da yüzde ciddi şişmelere neden olabilir. Lateksten yapılan kondomlar (prezervatif) da duyarlı erkek ve kadınlarda kaşınma ve şişlik gibi benzer bulgulara neden olabilir. Çok daha ciddi olan ve hayatı tehdit eden anafilaksi durumunda lateks ile karşılaşan kişide kan basıncı düşmesi ve nefes darlığı gelişir10,11. Bu tür reaksiyonlar jinekolojik muayeneler, doğum, ameliyat veya diş operasyonları esnasında oluşabilir. Hastamızda ameliyat sonrası dönemde anafilaksiye varan bulguların pek çoğu gözlendi. OLGU SUNUMU 62 yaşında erkek hasta sigmoid kolon tümörü tanısı ile ameliyat edilmek üzere kliniğimize yatırıldı. Özgeçmişinden 10 yıldır astımbronşiyale ve 15 yıldır tip 2 diyabet hastalıkları olduğu ve düzenli ilaç kullandığı öğrenildi. Sigara içmiyordu. Tetkiklerinde hemoglobin değeri 9.5, hematokrit değeri 27.9 olan hastaya ameliyat öncesi 1 ünite eritrosit süspansiyonu verildi. Transfüzyon reaksiyonu gözlenmedi. Ameliyatta tümöral kitle çıkarılacak biçimde sigmoid kolon rezeksiyonu ile birlikte uç uca anastomoz yapıldı. Douglas boşluğuna bir adet lateks içeren lastik diren konulmasını takiben operasyon sonlandırıdı. Ameliyat sonrası gelişen ciltte kızarıklık ve kaşıntı, nefes darlığı, gözlerde sulanma, hapşırma şikayetleri mevcut atopik yapıya bağlanıyordu. 5. güne kadar direnlerden azalan miktarda batın içi yıkama mayisi geldi. 5. gün gaz ve gayta deşarjı olan hastada 6. gün diren çekilmesini takiben batında distansiyonla birlikte karın ağrısı, bulantı, kusma, halsizlik, nefes darlığı, çarpıntı, hipotansiyon, soğuk terleme, tüm vücutta yaygın ürtiker ve dinlemekle akciğerlerde yer yer kaba raller gelişti. İlk değerlendirmede astım atağı geçirdiği düşünülen ancak anafilaksi bulguları da gözlenen hastaya Avil ampul 1x1 , Dekort ampul 1x1 ve adrenalin ampul 0.5 mg 1x1 sulandırılarak uygulandı. Atopi, lateks allerjisi ile ilgili olduğu bilinen önemli risk faktörlerinden olup lateks allerjisi riskini 4.4-25 kat kadar arttırabilmektedir12,13. 172 Marmara Medical Journal 2008;21(2);171-174 Fikret Aksoy, ve ark. Sigmoid kolon tümörü nedeniyle opere edilen bir hastada lateks allerjisi sayılmaktadır8-10,13,14,16. Meslekleri gereği sürekli lateks ile temas eden sağlık personeli ve kauçuk endüstrisinde çalışanlar ile birden fazla cerrahi girişim gereksinimi olan çocuk ve yetişkin hastalar lateks allerjisi yönünden risk grubunda yer almaktadır. Cerrahi girişim sayısı onun üzerine çıktığında ise lateks allerjisinin belirgin olarak arttığı dikkati çekmektedir. Özellikle spina bifidası bulunan veya sık cerrahi girişim gerektiren ürogenital anomalisi olan hastalarda lateks allerjisi riski daha fazladır9,10,16. Lateks ile muz, kivi, avakado ve kestane gibi meyveler arasında çapraz alerji olduğu bilinmektedir17. Yapılan çalışmalarda bu çapraz alerjinin ortak antijenlerden kaynaklandığı gösterilmiştir. Lateks allerjisi olanlarda %67’ye varan oranlarda atopi bildiren çalışmalar mevcuttur13. Ayrıca lateks allerjisinin polenlerle maruziyete karşı gelişmiş duyarlılık ile ilişkili olabileceğine dair görüşlerde vardır12. Lateks duyarlılığı olan bireylerde lateks ile temas sonrası astmatik semptom ortaya çıkma oranı değişik yayınlarda %2,5-4,5 ve allerjik rinit semptomlarının ortaya çıkma oranı ise % 1,8 olarak bildirilmektedir10. Bir başka çalışmada lateks allerjisi olan olguların % 72 ’sinde rinit, konjonktivit, dispne ve wheezing gibi üst ve alt solunum yolu yakınmaları ve % 8 ’inde de anafilaktik reaksiyon olduğu rapor edilmiştir14. Lateks allerjisi olanlarda en sık görülen klinik tablo ise ellerde ortaya çıkan dermatit olup, görülme sıklığı % 60-100 arasındadır8,14. Son 20 yılda lateks içeren ürünlerin kullanımındaki artışa, latekse bağlı aşırı duyarlılık reaksiyonu olgularının sayısındaki artış eşlik etmektedir17. Atopi varlığının latekse bağlı aşırı duyarlılık reaksiyonları açısından risk oluşturduğunu bildiren çalışmalar, atopik ve özellikle risk grubuna giren bireylerin lateks ürünleri ile temas söz konusu olacağı zaman lateks alerjisi açısından incelenmesi ve latekse bağlı aşırı duyarlılık reaksiyonlarına karşı bazı önlemlerin alınması gerektiğini göstermektedir14,18. Bu grup bireylerde lateks yerine neolandan yapılan tıbbi malzemelerin kullanılması, lateks içeren ürünler ile temastan kaçınılması, hastalık öyküsü alınırken lateks alerjisi ile ilgili soruların eklenmesi ve cerrahi planlandığında, bu olgularda, operasyon öncesi lateks alerjisi araştırılmasının faydalı olacağını düşünüyoruz19. Tanı konan bireylere lateks içeren maddelerin ve gıdaların listesi verilmelidir. Bu bireylerin lateks maruziyetini asgariye indirecek önlemler alınmalıdır20,21. Lateks duyarlılığı olan olgular cerrahi girişimler sırasında anafilaktik reaksiyonlar için de risk taşımaktadırlar. Bu konuda yapılan çalışmalarda operasyon sırasında görülen anafilaktik reaksiyonların % 12,1 ile 16,7 ’sinin lateks allerjine bağlı olduğu bildirilmiştir9. Fisher ve ark. da daha önce latekse allerjisi olduğunu bildikleri halde bunu anestezistlerine söylemeyen iki olguda latekse bağlı anafilaktik reaksiyon tanımlamışlardır15. Ayrıntılı anamnez ile lateks duyarlılığı olup olmadığının araştırılması, bu hastaların latekse bağlı anafilaktik reaksiyonlarının önlenmesinde önemlidir. Lateks duyarlılığı pek çok lateks içeren ürün ile temas sonrası gelişebilmektedir. Örneğin lateksten yapılan biberon başlıkları ve emzikler ilk karşılaşılan ürünlerdendir. Ayrıca çeşitli oyuncaklar ve balonlar yine duyarlılaşmaya neden olabilmektedirler. Olguların bir kısmında direkt lateks içeren materyal ile temas öyküsünün bulunmaması inhalasyon yolunu akla getirmektedir8. Lateks ile duyarlanmada en büyük risk faktörleri arasında lateks antijeni ile yoğun karşılaşma (lateksten yapılan eldiven, idrar sondası , kauçuk diren ve kateter), atopik (genetik olarak allerjiye yatkın) bünye, ellerde egzema, bayan cinsiyet, öyküde geçirilmiş cerrahi girişim ve diş tedavisi bulunması Sonuç olarak lateks allerjisi özellikle daha önce cerrahi girişim geçirmiş olan olgularda önemli bir sağlık sorunu olarak ele alınmalı ve bu olgular cerrahi müdahale öncesi lateks allerjisi yönünden değerlendirilmelidir. Eğer bu mümkün olmuyorsa lateks ilişkili allerjik reaksiyonlar için önlem alınmalı ve olası anafilaktik reaksiyonlara karşı hazırlıklı olunmalıdır. 173 Marmara Medical Journal 2008;21(2);171-174 Fikret Aksoy, ve ark. Sigmoid kolon tümörü nedeniyle opere edilen bir hastada lateks allerjisi KAYNAKLAR 12. Merrett TG, Merrett J, Kekwick R. The prevalence of immunoglobulin E antibodies to the proteins of rubber (Hevea brasiliensis) latex and grass (Phleum pratense) pollen in sera of British blood donors. Clin Exp Allergy 1999;29:1572-1578. 13. Turjanmaa K. Incidence of immediate allergy to latex gloves in hospital personel. Contact Dermatitis 1987;17:270-275. 14. Hadjiliadis D, Banks DE, Tarlo SM. The relationship between latex skin prick test responses and clinical allergic responses. J Allergy Clin Immunol 1996; 97: 1202-1206. 15. Fisher MM, Doig GS. Prevention of anaphylactic reactions to anaesthetic drugs. Drug Saf 2004; 27: 393410. 16. Porri F, Pradal M, Lemiere C. Association between latex sensitization and repeated latex exposure in children. Anesthesiology 1997; 86: 599-602. 17. Kiljunen SM. Banana allergy in patients with immediate-type hypersensitivity to natural rubber latex: Characterization of cross-reacting antibodies and allergens. J Allergy Clin Immunol 1994; 93: 990-996. 18. Akasawa A Matsumoto K, Saito H, et al. Incidence of latex allergy in atopic children in Japan. Arerugi Apr 1993; 42: 582-585. 19. Yılmaz A, Akkaya E, Baran A, Kılıç Z. Atopik olgularda lateks aşırı duyarlılığı. Toraks Dergisi , 2001;2(1):40-43. 20. Eren OE, Bozkurt B, Karakaya G, Kalyoncu AF. Sağlık personelinin farklı bir meslek hastalığı:lateks allerjisi. Astım Allerji İmmünoloji 2005;3(2):68-72. 21. Reisli İ, Reisli R. Lateks allerjisi. Selçuk Tıp Derg 2004; 20:160-166. 1. Ebo DG. IgE mediated allergy from natural rubber latex. The UCB Institute of Allergy, 2000; (Monography) Brussels, Belgium. 2. Redmond MC. Latex allergy: Recognition and perioperative management. J Post Anesth Nurs 1996;11:6-12. 3. Tesiorowski CC. Latex allergies in the health care worker. J Perianesth Nurs 2003;18:18-31. 4. Yunginger JW. Latex-associated anaphylaxis. Immunol Allergy Clin North Am 2001; 21: 669-677. 5. Chardin H, Desvaux FX, Mayer C, et al. Protein and allergen analysis of latex mattresses. Int Arch Allergy mmunol 1999;119:239-246. 6. Mahler V, Fischer S, Fuchs T, et al. Prevention of latex allergy by selection of low-allergen gloves. Clin Exp Allergy 2000;30:509-520. 7. Novembre E, Bernardini R, Brizzi I, et al. The prevalence of latex allergy in children seen in a university hospital allergy clinic. Allergy 1997; 52:101105. 8. Ebo DG, De Clerck LS, Stevens WJ. IgE-mediated natural rubber latex hypersensitivity: an update. Acta Clin Belg 2002; 57: 58-70. 9. Mertes PM, Laxenaire MC. Allergic reactions occuring during anaesthesia. Eur J Anaesthesiol 2002; 19: 240260. 10. Archambault S, Malo JL, Infante-Rivard C, Ghezzo H, Gautrin D. Incidence of sensitization, symptoms, and probable occupational rhinoconjunctivitis and asthma in apprentices starting exposure to latex. J Allergy Clin Immunol 2001; 107: 921-923. 11. Huber MA, Terezhalmy GT. Adverse Reactions to Latex Products: Preventive and Therapeutic Strategies. J Contemp Dent Pract 2006 February;(7);1:97-106. 174 CASE REPORT PAPILLITIS: A RARE COMPLICATION OF SEVERE SEPSIS Tümay Umuroğlu1, Feyza İnci1, Sumru Önal2, F. Yılmaz Göğüş1, Haluk Kazokoğlu2, Varlık Doğan1 1 Marmara University,School of Medicine, Department of Anesthesiology and Reanimation, Istanbul, Turkey 2 Marmara University,School of Medicine, Department of Ophthalmology, Istanbul, Turkey ABSTRACT A 12-year-old girl was admitted to the emergency room as a result of a vehicle accident with a large tissue defect in the gluteal and perineal region. She was diagnosed as having sepsis and on the 23rd day of her intensive care unit stay she complained of a sudden loss of vision. On physical examination, her pupils were mid-dilated and pupillary reflexes were bilaterally sluggish. The Marcus Gunn sign was negative. Fundoscopic examination revealed bilateral papilledema with peripapillary and periretinal hemorrhage. Cranial diffusion and angiographic magnetic resonance imaging (MRI) studies showed no pathology. MRI examination of the optic nerve was normal. Papillitis was prediagnosed. Although patients in severe sepsis are prone to develop papillitis, the diagnosis of papillitis in these patients is very rare. As many of these patients are sedated, or have an altered mental status, they are not able to express the symptoms of papillitis. In critical care practice, periodic fundoscopic examination should be considered for the early diagnosis and the detection of papillitis in septic patients. Keywords: Sepsis, Papillitis, Loss of vision, Intensive care unit PAPİLLİT: AĞIR SEPSİSİN NADİR GÖRÜLEN KOMPLİKASYONU ÖZET 12 yaşında kız çocuğu araç dışı trafik kazası sonucu acil servise gluteal ve perine bölgesinde geniş doku defekti ile başvurdu. Sepsis tanısı konulan hastada yoğun bakımdaki 23. gününde ani görme kaybı gelişti. Fizik muayenede, pupiller middilate, pupil refleksi her iki tarafta zayıflamış olarak değerlendirildi. Marcus Gunn işareti negatifti. Fundoskopik muayenede bilateral papil ödemi, peripapiller ve periretinal kanama saptandı. Kraniyal difüzyon ve anjiyografik MRI'da patoloji saptanmadı. Detaylı MRI görüntülemede optik sinir normal değerlendirildi. Papillit öntanısı konuldu. Sepsisli hastalarda papillit tanısı nadirdir. Sepsisli hastalar papillite yatkındırlar.Bu hastaların çoğu sedatize olduğundan ve metntal durumları uygun olmadığından genelde semptom vermezler.Yoğun bakım ünitelerinde, periyodik fundoskopik muayenelerin yapılmasının papillitin hem erken teşhisinde hem de insidansının belirlenmesinde faydalı olacağı kanısındayız. Anahtar Kelimeler: Sepsis, papillit, görme kaybı, yoğun bakım ünitesi INTRODUCTION decades, major advances in the understanding of the pathophysiology of sepsis have resulted in the development of novel therapies, leading to better survival rates2. As a result of these improvements in the pathophysiology and the In severe or complicated sepsis, there is impaired organ system function or inadequate tissue perfusion, manifested clinically as many morbid states1. Over the past two Corresponding author: Feyza İnci, M.D. Medical School of Marmara University, Department of Anesthesiology and Reanimation, Istanbul, Turkey e-mail: [email protected] 175 Marmara Medical Journal 2008;21(2);175-178 Marmara Medical Journal 2008;21(2);175-178 Tümay Umuroğlu, et al. Papillitis: a rare complication of severe sepsis outcome of sepsis, many organ dysfunctions are able to be determined3,4. We report a case of a 12-year-old girl with severe sepsis complicated by bilateral papillitis. performed in every 48 hours, under generel anesthesia. On the 3rd day of ICU admission, her axillary body temperature increased to 38.8ºC. Cultures of the debris materials were positive for pseudomonas aeroginosa and E. Coli. Antibiotherapy was then arranged as gentamicin, ceftriaxone and metronidazol i.v. On the 5th day of admission, her blood cultures became positive for pseudomonas aeroginosa and E. Coli, her urine cultures became positive for non-albicans candida. Meropenem, fungisone and tobramycin i.v. were administered. During this period, she was febrile (peak axillary temperature=39.8&oedm;C), and unresponsive to antipyretics. Tachycardia was sustained between 130-140 beats/ min after the 5th day of admission. CASE REPORT A 12-year-old girl was admitted to the emergency room after a vehicle accident. On physical examination, she was alert and oriented, with a pulse of 130 beats/min in sinus rhythm. Her blood pressure was 100/70 mmHg. Computerized tomography examination of the cranium, thorax and abdomen demonstrated no pathology, but she had a left tibia fracture, left popliteal artery thrombosis, large tissue defect ( affecting the skin, the subcutaneous tissue and the muscle) of the right pelvis including gluteus maximus muscle, right flank and inguinal region (30X30 cm in diameter), the 1/4 distal part of the vagina, the clitoris and right lateral part of the perine. The external urinary meatus was intact. On the same day, she was operated for an internal fixation of the left tibia. Debridment of the gluteus maximus and colostomy were performed to avoid further contamination of the tissue defects. Postoperatively, she was admitted to the surgical intensive care unit. On admission, she was oriented, cooperative, with a pulse of 120 beats/min in sinus rhythm, a blood pressure of 124/78 mmHg, a respiratory rate of 14/min and an axillary body temperature of 37.7ºC. Arterial blood gas values, while the patient was breathing 5 L/min oxygen with a face mask, were PaO2 163.5 mmHg, PaCO2 31.7 mmHg, pH 7.43 and base deficit –2.5 mmol/L. Laboratory investigations were normal other than the followings: sodium 133 mEq/L, potassium 2.99 mEq/L, lactate dehydrogenase 999 IU/L and alkaline phosphatase 405 IU/L. Analgesia was maintained with meperidine i.v. PCA (Patient controlled analgesia). Fluid therapy was administered to achieve a central venous pressure of about 10 mmHg. Total parenteral nutrition was initiated. Empiric i.v. antibiotherapy including clindamycin, ampicillin and gentamicin was begun. The debridment of the tissue defects of the right gluteus maximus, vagina and anus was On the 7th day of her stay in ICU, morphine HCl i.v. infusion was started for analgesia, instead of meperidine i.v. PCA. The debridment of the tissue defects was performed in every 48 hours, under general anesthesia. On the 16th day, cultures from the debris materials became positive for aspergillus and non-albicans candida. Trimethoprim-sulfamethoxasole i.v. was added to the triple antibiotherapy. She became progressively agitated and 1 mg/day lorazepam p.o. was administered. On the 23rd day of her stay in ICU, her body temperature decreased to normal range. Her blood pressure was in normal ranges and the heart rate was 135 beats/min. On the same day, she complaint of a sudden loss of vision. On physical examination, pupils were middilated and pupillary reflexes were bilaterally sluggish. The Marcus Gunn sign was negative. Fundoscopic examination revealed bilateral papilledema with peripapillary and periretinal hemorrhage. Visual acuity could not be assessed since the patient was not cooperative. Physical and CSF examination (direct and microbiological examination) revealed no signs of meningitis. Cranial diffusion and angiographic magnetic resonance imaging (MRI) studies showed no pathology. MRI examination of the optic nerve was normal. Papillitis was prediagnosed 176 Marmara Medical Journal 2008;21(2);175-178 Tümay Umuroğlu, et al. Papillitis: a rare complication of severe sepsis and prednol 32 mg i.v. was administered 3 times a day. patients in severe sepsis are sedated and mechanically ventilated as a result of many organ system dysfunctions. In these patients, the diagnosis of papillitis may be difficult because the sedated patient cannot express the loss of vision. As a result, the incidence of papillitis may be higher than expected in septic patients. On the 25th day, her body temperature increased to 40ºC, her respiratory rate was 38 / min, hypoxemia and metabolic acidosis requiring bicarbonate therapy developed. She was sedated and intubated endotracheally. Mechanical ventilatory support with SIMV mode was initiated. The day after, she became hypotensive (60/30 mmHg) and unresponsive to inotropic administration. She died the same day. The exact mechanism of papillitis in septic patients is not clear. It may be due to the direct invasion and infection of the papilla with a microorganism. Other effects of sepsis such as the decrease in the perfusion of papilla due to arterial hypotension; or the development of a cellular stunning due to the decrease in either the uptake and the utilization of oxygen by the papilla would result in ischemic optic neuropathy rather than papillitis. DISCUSSION Papillitis is a general term implying inflammation, degeneration or demyelinization of the optic nerve5. It is indistinguishable ophthalmoscopically from papilledema but papillitis is accompanied by a dramatic decrease in visual acuity and an afferent pupillary defect is readily apparent. The causes of papillitis include demyelinating diseases (e.g., multiple sclerosis, postinfectious encephaIomyelitis), systemic infections (viral - polio, flu, mumps, measles and bacterial ), nutritional and metabolic diseases (diabetes, pernicious anemia, hyperthyroidism), Leber's Disease, secondary complications of inflammatory diseases (e.g., sinusitis, meningitis, tuberculosis, syphilis, chorioretinitis, orbital inflammation), toxic reactions (to tobacco, methanol, quinine, arsenic, salicylates, lead)5. The causative agents of sepsis in our patient were aspergillus, non-albicans candida, pseudomonas aeroginosa and E. Coli. In this case, it is not easy to determine the causative agent of papillitis because positive blood cultures are present only in 40 % of patients with sepsis7. In view of this case, it should be emphasized that patients in severe sepsis are prone to develop papillitis and since many of these patients are sedated and mechanically ventilated, they are not able to express the symptoms of papillitis. In critical care practice, periodic fundoscopic examination should be considered for the early diagnosis and the detection of papillitis in septic patients. Our patient was diagnosed as having bilateral papillitis. In the literature, this is the only case report about papillitis in a septic patient. There is one case report suggesting that in patients with systemic Bartonella henselae infection, optic disk edema was as an early sign6. The most probable cause of papillitis in our case report was sepsis. Bilateral inflammatory involvement of the papilla indicated that this was a complication of a systemic disease. We excluded the presence of meningitis on physical and CSF examination, and the presence of sinusitis on CT scan. She had no known nutritional or metabolic diseases and no history of exposure to toxic agents. The incidence of papillitis in septic patients is not known. Most of the REFERENCES 1. 2. 3. 177 American College of Chest Physicians/Society of Critical Care Medicine Concensus Conference: Definitions for sepsis and organ failure and guidelines for the use of innovative therapies in sepsis. Crit Care Med 1992; 20: 864-874. Fenton EK, Parker MM. Severe sepsis: Recent advances in management and the need to do more. Advances in Sepsis 2004; 3: 75-82. Beal AL, Cerra FB. Multiple organ failure in the 1990s. Systemic inflammatory response and organ dysfunction. JAMA 1994; 271: 226-233. Marmara Medical Journal 2008;21(2);175-178 Tümay Umuroğlu, et al. Papillitis: a rare complication of severe sepsis 4. 5. Vincent JL. Prevention and therapy of multiple organ failure. World J Surg 1996; 20: 465-470. Martin TJ, Corbett JJ. Optic nerve disorders. In: Krachmer JH. Series ed. Neuro- Ophthalmology. The requisites in Ophthalmology. St. Luis: Mosby, 2000:191-209. 6. 7. 178 Wade NK, Levi L, Jones MR, et al: Optic disc edema associated with peripapillary serous retinal detachment: an early sign of systemic Bartonella henselae infection. Am J Ophtalmol 2000; 130: 327334. Quenzer R, Allen Sarah: Infections in the critically ill. In: Bongard FS, Sue DY. eds. Critical Care Diagnosis and Treatment. First Edition. Connecticut, 1994: 131155. DERLEME MAST HÜCRELERİNİN ENFLAMASYONDAKİ ROLÜ: İNSAN VE DENEYSEL HAYVAN MODELLERİ ÜZERİNDE YAPILAN ÇALIŞMALARIN DEĞERLENDİRİLMESİ Feriha Ercan, Şule Çetinel Marmara Üniversitesi,Tıp Fakültesi, Histoloji-Embriyoloji Anabilim Dalı, İstanbul, Türkiye ÖZET Kemik iliğinden köken alan mast hücreleri sadece allerjik ve immunolojik reaksiyonlarda değil enflamasyon olaylarında da rol alan hücrelerdir. Bundan dolayı mast hücreleri sadece IgE’ye bağlı aktivasyonunun yanı sıra nörotransmiterler, ve sitokinlerle de aktive olarak granül içeriklerini ya da yeni sentezledikleri medyatörleri hücre dışına vererek enflamasyon reaksiyonlarında da rol alırlar. İnterstisiyel sistit, iltihabi barsak hastalığı ve atopik dermatit gibi bazı nöroenflamatuar hastalıklarda mast hücrelerinin alerjik reaksiyon olmadan aktive olduğu ve bu hastalıkların etiyolojisinde rol aldıkları düşünülmektedir. Bu derleme yazısında mesane, deri ve gastrointestinal sistemde insan ve deneysel hayvan modellerindeki enflamasyon reaksiyonlarında mast hücrelerinin rolü değerlendirilmiştir. Anahtar Kelimeler: Mast hücresi, Enflamasyon, Deneysel ROLE OF MAST CELLS IN INFLAMMATION: REVIEW OF STUDIES ON HUMAN AND EXPERIMENTAL ANIMAL MODELS ABSTRACT Mast cells derived from bone marrow have a pivotal role not only in allergic and immunologic reactions but also in inflammatory reactions. Hence, the mast cells besides the activation of IgE, are activated with neurotransmitters and cytokins. As a result of these reactions, the mast cells are activated and release the present granule contents or newly (de novo) synthesized mediators to extracellular environment, participating in the inflammatory reactions. Hence, in the pathogenesis of diseases such as interstitial cystitis, inflammatory bowel disease and atopic dermatitis where an allergic basis is not assumed, it was shown that mast cells are activated and play a role in the inflammation process. In this review, the leading role of mast cells in the urinary bladder, skin, and gastrointestinal system, is discussed and evaluated in human and animal models. Keywords: Mast cell, Inflammation, Experimental GİRİŞ iliğindeki farklı kök hücrelerinden köken alırlar. Yapılan çalışmalar her iki hücrenin CD34 molekülünü sentezlediğini ve IgE reseptör pozitif (FCeRI+) kemik iliği öncü hücrelerinden köken aldığını göstermiştir1. Mast hücrelerinin gelişimi, farklılaşmasını, çoğalmasını, adhezyonunu, dokulara göçünü, aktivasyonunu ve canlılığını sürdürmesinde en etkili olan kemotatik faktör kök hücre Mast hücreleri ilk kez Ehrlich tarafından (1878) Almanca “mastzellen-yiyen hücre” anlamında büyük granüllere sahip bağ doku hücreleri olarak tanımlanmıştır. Bu hücrelerin dolaşım kanındaki bazofillerle benzer yapısal özellikler göstermesinden dolayı mast hücrelerinin dokudaki bazofiller olduğu düşünülmüştür. Ancak her iki hücre kemik İletişim Bilgileri: Dr. Feriha Ercan Marmara Üniversitesi,.Tıp Fakültesi, Histoloji-Embriyoloj Anabilim Dalıi, Haydarpaşa, İstanbul, Türkiye e-mail: [email protected] 179 Marmara Medical Journal 2008;21(2);179-186 Marmara Medical Journal 2008;21(2);179-186 Feriha Ercan, Ark. Mast hücrelerinin enflamasyondaki rolü: insan ve deneysel hayvan modelleri üzerinde yapılan çalışmaların değerlendirilmesi faktörü (Stem cell factor=SCF= c kit ligand) dür2. Mast hücreleri alerjik reaksiyonlarda IgE yüzey reseptörlerinin (FcqRI) çapraz bağlanmasıyla aktive olarak degranüle olur ve histamin, sitokin ve proteolitik enzimler gibi vazoaktif, proenflamatuar ve nosiseptiv medyatörlerin salınmasına sebep olur3,4. Son yapılan çalışmalarda mast hücrelerinin anafilaktik reaksiyonlardan başka bazı hastalıklarda da aktive olduğu bildirilmiştir5. triptaz içerenler triptaz mast hücreleri olarak adlandırılıp, alveollerde ve ince barsak mukoza tabakasında lokalize olurlar, triptaz ve kimaz içerenler de triptaz-kimaz mast hücreleri olarak adlandırılıp deri ve ince barsak submukoza tabakasında lokalize olurlar, ayrıca bu hücreler karboksipeptidaz ve katepsin G proteaz da içerirler16. Mast Hücrelerinin Medyatörleri Mast Hücrelerinin Morfolojik Özellikleri Mast hücreleri uyarıldıklarında hücre içindeki medyatörleri dışarı verir. Bunlardan depolanan medyatörler grubundan olan histamin, histidin üzerinden sentezlenir ve insanda mast hücrelerinde ve az sayıda bazofillerde bulunduğu için mast hücre degranülasyonunun işaretleyicisi olarak kullanılabilir. Depolanan diğer granüller arasında heparin ve proteoglikan 17 bulunmaktadır . Bunlar sülfat gruplarıyla mast hücre granüllerine histamin, proteinazlar ve hidrolazları bağlamak için destekleyici matriks olarak görev alırlar. Nötral proteazlar da depolanan medyatörlerdendir. Mast hücre triptazı, kimazı ve karboksipeptidazı mast hücre degranülasyonunda görülebilen 16 işaretleyicilerdir . Depolanmayan grupta bulunan medyatörler grubunda ise eikozanoidler ve trombosit aktive edici faktör (platelet activating factor-PAF) bulunmaktadır. Eikozanoidler grubunda insanda sentezlenenler arasında prostaglandin D2 (PGD2) ve lökotrienler bulunmaktadır18. Mast hücre medyatörleri arasındaki üçüncü grup ise hem depolanananlar hem de de novo sentezelenenler olup bunlar arasında sitokinler bulunur. Bunlardan IL–4, IL–5, IL–6 ve tümör nekrotik faktör (TNF)- α’nın nazal mukozada ve bronşlardaki mast hücrelerinde bulunduğu gösterilmiştir. Bundan başka diğer interlökinlerin (IL-1, IL-3, IL-b, IL-3, IL-8, IL-9, IL-10, IL-13, IL-16, IL-18, IL-25) ve koloni uyarıcı faktörlerin yanısıra (colonystimulating factor = CSF), granulosit – monosit CSF (GM-CSF), bazik fibloblast büyüme faktörü (basic fibroblast growth factor=b-FGF) ve sinir büyüme faktörü (nerve growth factor=NGF) gibi büyüme 19,20 faktörlerinin de olduğu gösterilmiştir . Mast hücreleri insanda yaklaşık 30 µm, kemirgenlerde 3.5 –22 µm büyüklüğünde olup sitoplazmalarında yaklaşık 50 – 500 salgı granülü içeren hücrelerdir6. Genellikle gastrointestinal sistem mokozasında, solunum yollarında, deride, mesanede ve merkezi sinir sisteminde kan ve lenf damarlarına ve periferik sinir sistemine komşu bölgelerde yerleşirler7–9. Histolojik olarak toluidin mavisi gibi metakromatik boyalarla, kloroasetat esteraz aktivitesiyle, alsiyan mavisi-safranin ikili boyaması ile ve antitriptaz ve anti-kimaz immunohistokimya teknikleri ile gösterilebilirler. Mast hücreleri doku içindeki lokalizasyonlarına bağlı olarak polihedral, fusiform, oval ve dikdörtgen şekillerinde bulunabilir. Nukleusları da genellikle yuvarlak veya oval olup periferik yayılmış heterokromatini vardır10. Mast hücreleri, histokimyasal özellikleri, histamin depolarının durumu, proteoglikan ve nötral proteazları içeren granül durumu ve tetikleyici ve inhibe edici ilaçlara karşı verdikleri yanıtlara göre alt tiplerine ayrılır11-14. Bu özelliklerine göre kemirgenlerde bağ doku mast hücresi ve mukozal mast hücresi olmak üzere iki çeşit mast hücresinin olduğu belirtilmiştir. Bağ doku mast hücreleri safranin pozitif granüller içerir ve submukozal alanlarda lokalize olurlar, mukozal mast hücreleri de mukozal alanda lokalize olup safranin negatiftirler. Bu iki hücre farklı proteinazları sentezleyebilme yeteneğindedir. Mukozal mast hücreleri interlökin (IL)-3 ve IL-4’ten etkilenirken bağ doku mast hücreleri bu interlökinlerden etkilenmezler15. İnsanda ise bağ doku mast hücreleri ve mukozal mast hücreleri triptaz ve kimaz içeriklerine göre 180 Marmara Medical Journal 2008;21(2);179-186 Feriha Ercan, Ark. Mast hücrelerinin enflamasyondaki rolü: insan ve deneysel hayvan modelleri üzerinde yapılan çalışmaların değerlendirilmesi Mast Hücrelerinin Uyaranlar Mast hücrelerini uyaran birçok faktör vardır. Bunlardan mast hücre degranülasyonuna sebep olanlar arasında öncelikleIgE ve antijenler gelir. Diğer mast hücre uyaranları arasında anafilatoksinler (C3a and C5a), bakteriler (Escherichia coli), kimyasallar (deterjanlar, besin katkı maddeleri/ preservatifleri), ksenoöstrojenler, radyolojide kullanılan kontrast maddeler, sitokinler (IL-1, IL-2, IL-4, TNF-a), ilaçlar (lokal anestetikler, nöromusküler bağlantı blokerleri, opioidler), serbest radikaller, büyüme faktörleri (NGF, SCF), hormonlar (adreno kortikotrop hormon = ACTH, kortikotrop salıverici hormon = CRH, östradiol, parathormon) nöropeptitler (bradikinin, kalsitonin geni ilişkili peptit = CGRP, nörotensin= NT, p maddesi = substance P (SP), vazoaktif intestinal polipeptit=VIP), nörotransmitterler (asetilkolin), fiziksel şartlar (soğuk, egzersiz, basınç), radyasyon, toksinler (bakteriler, böcekler, bitkiler, vb) ve virüsler (kızamık, grip vb) sayılabilir21. kemirgenlerde akut stresin mast hücre aktivasyonunu arttırdığı ve nörotensin (NT) reseptör antagonistinin30 bu aktivasyonu engellediği gösterilmişitr. Akut soğukhareketsizlik stresinin31 ve kronik soğuk stresinin32 mast hücre artışına ve aktivasyonuna ve aynı zamanda sinir lifleri hacmi artışına33, kronik sudan kaçınma stresinin de aynı şekilde mast hücre aktivasyonuna sebep olduğu34 gösterilmiştir. Akut soğuk immobilizasyon stresi ve SP birlikte veya SP tek başına uygulandığında mast hücre artışına sebep olduğu ve kapsaisin ile periferik sinif lifleri inhibisyonu35 ve NK reseptör antagonisti uygulandığında bu artışın engellendiği bildirilmiştir36 (Resim 1). Gerek insan çalışmaları gerekse de deneysel çalışmalarda mesanede sinir lifleri ile mast hücre ilişkisi ortaya konulmuş İS gibi enflamatuvar hastalıkların stres şartlarında sinir liflerinin aktivasyonu üzerinden mast hücrelerini aktive ettiği ve böylece mesane semptomlarının da kötüleştiği düşünülmektedir. Mesane Enflamasyonu ve Mast Hücreleri Gastrointestinal Sistem Enflamasyonu ve Mast Hücreleri Steril bir mesane hastalığı olan interstisyel sistit (İS) ile mast hücreleri arasında ilişki olduğu çeşitli çalışmalarla gösterilmiştir. İS kadınlarda daha çok görülen ve idrara sık çıkma, suprapubik/pelvik ağrı gibi klinik semptomları olan bir hastalıktır. Semptomların menapoz öncesi kadınlarda %40–50 oranında periodik olarak kötüleştiği ve bunu psikolojik ve fiziksel stresin çoğunlukla kötüleştirdiği bildirilmiştir22. İS’li bazı kadınlarda endometriozis ve kronik pelvik ağrı, yaklaşık %50’den fazlasında iltihabi barsak hastalığı, yaklaşık %30’unda da fibromiyalji ve romatoid artrit bulunduğu bildirilmiştir23. Ülseratif tip olmayan İS’li hastaların biyopsilerinde değişik oranlarda mesane enflamasyonu vardır24. İS’li hastaların biyopsilerinde mukoza hasarı25 ve aktive olmuş mast hücrelerinin sayısında artış26 gösterilmiştir. İS’li hastalarda mast hücrelerinin sinir sonlanmalarının komşuluğunda27 yerleştiği, bazılarının SP pozitif olduğu28 ve nörokinin (NK) reseptör ekspresyonunun yüksek olduğu29 gösterilmiştir. In vivo hayvan çalışmaları Gastrointestinal sistemde lokal sinir sonlamaları ile mast hücreleri arasında ilişki olduğu bildirilmiş özellikle bakteriyel barsak enfeksiyonlarıyla mast hücreleri arasında ilişki37 üzerinde durulmuştur. Mast hücreleri intestinal nöronlara yakın lokalize olur38,39. Mast hücreleri ani hipersensitivite40,41, akut stres42, Clostridium difficile43 enfeksiyonları ve iltihabi barsak sendromu gibi olgularda rol alır. Etanol ile oluşturulmuş gastik ülserde mast hücre artışı (Resim 2) gözlenmiştir44. Mukozal benzeri mast hücrelerinin SP aracılı nöronlar üzerinden fonksiyonel ilişkileri vardır45 ve NK–1 reseptörlerini eksprese ederler46. Clostridium difficile ile indüklenmiş barsak enflamasyonlarında nörotensin (NT) rol alır ve mast hücre aktivasyonu olur47. Besin alerjilerinde48 ve iltihabi barsak sendromunda49 nöroimmün interaksiyonlar vardır ve fiziksel ve fizyolojik stresler de bu durumlarda rol oynar50. Hem akut hem de kronik stresin gastointestinal sistemde mukozal hasara51 sebep olduğu gösterilmiştir. Kronik stresin kolon epitelyum geçirgenliğini 181 Marmara Medical Journal 2008;21(2);179-186 Feriha Ercan, Ark. Mast hücrelerinin enflamasyondaki rolü: insan ve deneysel hayvan modelleri üzerinde yapılan çalışmaların değerlendirilmesi olmadığı görülmüştür. Bunun yanında soğukhareketsizlik stresinin ve SP’nin mast hücre aktivasyonunu arttırdığı, SP reseptör (NK-1) antagonistinin bu aktivasyonu engellediği68, akut ve kronik sudan kaçınma stresinin69 mast hücre aktivasyonuna (Resim 3) sebep olduğu ve melatonin uygulamasının da HPA aksını düzenleyerek mast hücre aktivasyonunu engelleyebileceği bildirilmiştir. Aynı stres modelinde lökotrien reseptör antagonisti uygulandığında mast hücre aktivasyonunun engellendiği gözlenmiştir (Yayınlanmamış veri).Yine aynı stres modelinde sulu sarımsak ekstresinin antioksidan mekanizmalar üzerinden mast hücre aktivasyonunu engellediği gösterilmiştir70. Kronik enflamatuar deri hastalıklarında da HPA aksının bozulmasından dolayı stres şartlarında hastalarda immunoregülasyonun bozulduğu bildirilmiştir71. ve mast hücre uyarılmasını arttırdığı, ancak mast hücre yoksunluğu gösteren farelerde bunların görülmediği bildirilmiştir52. Ayrıca stres oluşturulmuş modellerde mast hücre aktivasyonuna bağlı olarak bakteriyel yapışmayı arttırdığı bildirilmiştir53.Yukarıda belirtilen olaylar CRH’ya bağlıdır ve ayrıca mast hücre degranülasyonu üzerinden intestinal vasküler geçirgenlik artışına sebep olur54. İltihabi barsak hastalığı olan hastalarda mast hücrelerinin aktive olduğu55 ve hem barsak hem de mesane hastalığı olan hastalarda56 sayılarının arttığı bildirilmiştir. Deri Enflamasyonu ve Mast Hücreleri Deri mast hücreleri duysal sinir sonlanmaları komşuluğunda yerleşir57 ve NT58 ve SP gibi59 nöropeptitler tarafından uyarılır. Atopik dermatit ve psoriasis gibi dermatozların stresle aktive olduğu ve ilerlediği belirtilmiştir60. Akut stresin aynı zamanda egzema61, ve akne vulgarisi62 de tetiklediği bildirilmiştir. Deride CRH ve ona özgü reseptörler63 olmasından ve CRH–2 reseptörlerinin stres indüklü alopesi seyrini kötüleştirmesinden64 dolayı derinin kendi hipotalamik–pituiter–adrenal (HPA) aksının65 olduğu belirtilmiştir. Akut immobilizasyon stresinin derideki vasküler geçirgenliği arttırdığı gösterilmiştir, bu etkinin CRH reseptör antagonisti ve NT reseptör antagonisti kullanıldığı durumlarda ve mast hücre yoksunluğu olan farelerde66,67 bu artışın Sonuç Sonuç olarak immünolojik hücrelerden olan ve kemik iliğinden köken alan mast hücreleri, deneysel enflamasyon modellerinde aktif olarak rol alan alerjik olmayan enflamatuvar mesane, gastrointestinal sistem ve deri hastalıklarının etiyolojisinde rol alabilecek hücrelerdir. Yapılan deneysel çalışmalar sonucunda stresin çeşitli dokularda mast hücrelerinde belirgin artışa neden olduğunun gözlenmesi sistemik olarak gelişen patolojinin temelini oluşturuyor gibi düşünülebilir. Resim 1: A: Sıçan mesane mukozasında granüllü (ok başı) ve degranüle olmuş (ok) mast hücreleri, asitli tolüidin mavisi boyaması, orijinal büyütme:X1000 (F Ercan, Ş Çetinel, N Erin, H Aydın, T Parker, C Hürdağ, K Parker, T Mayhew: The volume of nerve fibers in the stress-induced urinary bladder of adult rats following capsaicin treatment. Urologia Intertnationalis, 71(4): 393 -398. 2000) B: Elektron mikroskopi düzeyinde urotelyum hücreleri arasına göç etmiş mast hücreleri (m) ve mast hücre granülleri (ok). Bar: 2µm (F. Ercan, N. Erin, Ş. Oktay: Role of afferent neurons in stress induced degenerative changes of the urinary bladder. Journal of Urology, 165 (1): 235 -239, 2001) 182 Marmara Medical Journal 2008;21(2);179-186 Feriha Ercan, Ark. Mast hücrelerinin enflamasyondaki rolü: insan ve deneysel hayvan modelleri üzerinde yapılan çalışmaların değerlendirilmesi Resim 2: Sıçan midesinde granüllü (ok ) ve degranüle olmuş mast hücreleri. Toluidin mavisi boyaması, orijinal büyütme: X400 (Jahovic N, Öğünç AV, Güzel E, Ars D, Ercan F, Erkanlı G, Yeğen BÇ, Yalçın AS. Whey pretreatment ameliorates gastric and hepatic oxidative damage in ethanol-induced gastric ulcer via a neutrophil-dependent mechanism. Marmara Medical Journal 2005; 18(2):64–70.) Resim 3: Sıçan dermisinde granüllü (ok başı) ve degranüle olmuş (ok) mast hücreleri. Asitli tolüidin mavisi boyaması, bar: 100 µm, küçük resim: 25 µm (E. Çikler, F. Ercan, Ş. Çetinel, G. Contuk, G. Şener: The protective effects of melatonin against water avoidance stress-induced mast cell dgranulation in dermis. Acta Histochemica, 106: 467-475) 183 Marmara Medical Journal 2008;21(2);179-186 Feriha Ercan, Ark. Mast hücrelerinin enflamasyondaki rolü: insan ve deneysel hayvan modelleri üzerinde yapılan çalışmaların değerlendirilmesi KAYNAKLAR 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9. 10. 11. 12. 13. 14. 15. 16. 17. 18. 19. Okayama Y, Kawakami T. Development, migration, and survival of mast cells. Immunol Res 2006; 34(2):97-115. Da Silva CA, Reber L, Frossard N. Stem cell factor expression, mast cells and inflammation in asthma. Fundam Clin Pharmacol 2006; 20(1):21-39. Kobayashi H, Ishizuka T, Okayana Y. Human mast cells and basophils as sources of cytokines. Clin Exp Allergy 2000; 30(9):1205-1212. Galli SJ, Wedemeyer J, Tsai M. Analyzing the roles of mast cells and basophils in host defense and other biological responses. Int J Hematol 2002; 75(4): 363– 369. Theoharides TC, Cochrane DE. Critical role of mast cells in inflammatory diseases and the effect of acute stress. J Neuroimmunol 2004; 146(1-2):1-12. Galli SJ, Dvorak AM, Dvorak HF. Basophils and mast cells: morphologic insights into their biology, secretory patterns, and function. Prog Allergy 1984; 34:1-141. Artico M, Iannetti G, Leali FMT, Malinovsky L, Cavallotti C. Nerve fibers-mast cells correlation in the rat parietal pleura. Respir Physiol 1998; 113(2):181– 188. Bienenstock J. Relationships between mast cells and the nervous system. Rev Fr Allergol Immunol Clin 2002; 42(5):11-5. Suzuki A, Suzuki R, Furuno T, Teshima R, Nakanishi M. N-Cadherin plays a role in the synapse-like structures between mast cells and neurites. Biol Pharm Bull 2004; 27(12):1891-1894. Shao-Heng He. Key role of mast cells and their major secretory products in inflammatory bowel disease. World J Gastroenterol 2004; 10(3):309-318. Enerback L. Mast cells in rat gastrointestinal mucosa. I. Effects of fixation. Acta Pathol Microbiol Scand 1966; 66(3):289-302. Enerback L. Mast cells in rat gastrointestinal mucosa. 2. Dye-binding and metachromatic properties. Acta Pathol Microbiol Scand 1966; 66(3):303-312. Enerback L. Mast cells in rat gastrointestinal mucosa. 3. Reactivity towards compound 48/80. Acta Pathol Microbiol Scand 1966; 66(3):313-322. Enerback L. Mast cells in rat gastrointestinal mucosa. 4. Monoamine storing capacity. Acta Pathol Microbiol Scand 1966; 67(3):365-379. Gurish MF, Boyce JA. Mast cells: Ontogeny, homing, and recruitment of a unique innate effector cell. J Allergy Clin Immunol 2006; 117(6):1285-1291. Irani AA, Schwartz LB. Neutral protease as indicators of human mast cell heterogeneity. In: Schwartz LB, ed. Neutral proteases of mast cells. Basel Karger: Monogr Allergy 1990; 146-162. Lagunoff D, Rickard A. Evidence for control of mast cell granule protease in situ by low pH. Exp Cell Res 1983; 144(2):353-360. Robinson C, Benyon C, Holgate ST, Church MK. The IgE-and calcium-dependent release of eicosanoids and histamine from human purified cutaneous mast cells. JID 1989; 93(3):397-404. Bradding P, Walls AF, Church MK. Role of mast cells and basophils in inflammatory responses. In: Holgate ST, ed. Immunopharmacology of the 20. 21. 22. 23. 24. 25. 26. 27. 28. 29. 30. 31. 32. 33. 34. 35. 36. 184 respiratory system. Harcourt Brace Company, Publishers: Academic press 1995:53-84. Holgate ST. The role of mast cells and basophils in inflammation. Clin Exp Allergy 2000; 30(Suppl.1):28-32. Theoharides TC, Kempuraj D, Sant GR. Mast cell involvement in interstitial cystitis: a review of human and experimental evidence. Urology 2001; 57(6 Suppl. 1):47-55. Curhan GC, Speizer FE, Hunter DJ, Curhan SG, Stampfer MJ. Epidemiology of interstitial cystitis: a population based study. J Urol 1999; 161(2):549-552. Koziol JA, Clark DC, Gittes RF, Tan EM. The natural history of interstitial cystitis: a survey of 374 patients. J Urol 1993; 149(3):465-469. Johansson S, Fall M. Clinical features and spectrum of light microscopic changes in interstitial cystitis. J Urol 1990; 143(6):1118-1124. Parsons CL, Lilly JD, Stein P. Epithelial dysfunction in nonbacterial cystitis (interstitial cystitis). J Urol 1991; 145(4):732-735. Theoharides TC, Sant GR, El-Mansoury M, Letourneau RJ, Ucci JAA, Meares JEM. Activation of bladder mast cells in interstitial cystitis: a light and electron microscopic study. J Urol 1995; 153(3 Pt 1):629-636. Christmas TJ, Rode J, Chapple CR, Milroy EJ, Turner-Warwick RT. Nerve fibre proliferation in interstitial cystitis. Virchows Arch A Pathol Anat Histopathol 1990; 416(5):447-451. Pang X, Marchand J, Sant GR, Kream RM, Theoharides TC. Increased number of substance P positive nerve fibers in interstitial cystitis. Br J Urol 1995; 75(6): 744-750. Marchand JE, Sant GR, Kream RM. Increased expression of substance P receptor-encoding mRNA in bladder biopsies from patients with interstitial cystitis. Br J Urol 1998; 81(2):224-228. Alexacos N, Pang X, Boucher W, Cochrane DE, Sant GR, Theoharides TC. Neurotensin mediates rat bladder mast cell degranulation triggered by acute psychological stress. Urology 1999; 53(5):1035-1040. Ercan F, Şan T, Çavdar S. The effects of coldrestraint stress on urinary bladder wall: comparing with interstitial cystitis morphology. Urol Res 1999; 27(6): 454-462. Demir A, Onol FF, Ercan F, Tarcan T. Effect of coldinduced stress on rat bladder tissue contractility and histomorphology. Neurourol Urodyn 2007; 26(2): 296-301. Ercan F, Çetinel Ş, Erin N, et al. The volume of nerve fibers in the stress-induced urinary bladder of adult rats following capsaicin treatment. Urol Int 2003; 71(4):393-398. Cetinel S, Ercan F, Cikler E, Contuk G, Sener G. Protective effect of melatonin on water avoidance stress induced degeneration of the bladder. J Urol 2005; 173(1):267-70. Ercan F, Erin N, Oktay Ş. Role of afferent neurons in stress induced degenerative changes of the urinary bladder. J Urol 2001; 165(1):235-239. Ercan F, Akici A, Ersoy Y, Hurdag C, Erin N. Inhibition of substance P activity prevents stressinduced bladder damage. Regul Pept 2006; 133(13):82-89. Marmara Medical Journal 2008;21(2);179-186 Feriha Ercan, Ark. Mast hücrelerinin enflamasyondaki rolü: insan ve deneysel hayvan modelleri üzerinde yapılan çalışmaların değerlendirilmesi 37. 38. 39. 40. 41. 42. 43. 44. 45. 46. 47. 48. 49. 50. 51. 52. 53. Pothoulakis C, Castagliulo I, LaMont JT. Nerves and intestinal mast cells modulate responses to enterotoxins. News Physiol Sci 1998; 13:58-63. Dvorak AM, McLeod RS, Onderdonk AB, et al.. Human gut mucosal mast cells: ultrastructural observations and anatomic variation in mast cellnerve associations in vivo. Int Arch Allergy Immunol 1992; 98(2):158-168. Williams RM, Bienenstock J, Stead RH. Mast cells: the neuroimmune connection. Chem Immunol 1995; 61:208-235. Berin MC, Kiliaan AJ, Yang PC, Groot JA, Kitamura Y, Perdue M. The influence of mast cells on pathways of transepithelial antigen transport in the rat intestine. JI 1998; 161(5):2561–2566. Perdue MH, Masson S, Wershil BK, Galli SJ. Role of mast cells in ion transport abnormalities associated with intestinal anaphylaxis. Correction of the diminished secretory response in genetically mast cell-deficient W/Wv mice by bone marrow transplantation. J Clin Invest 1991; 87(2):687-693. Santos J, Saunders PR, Yang PC, Yates D,Groot JA, Perdue MH. Corticotropin releasing hormone mimics stress-induced colonic epithelial pathophysiology in the rat. Am J Physiol 1999; 277(2 Pt 1):391-399. Wershil B, Castagliuolo I, Pothoulakis C. Direct evidence of mast cell involvement in Clostridium diYcile toxin a induced enteritis in mice. Gastroenterology 1998; 114(5):956-964. Jahovic N, Öğünç AV, Güzel E, Ars D, Ercan F, Erkanlı G, Yeğen BÇ, Yalçın AS. Whey pretreatment ameliorates gastric and hepatic oxidative damage in ethanol-induced gastric ulcer via a neutrophildependent mechanism. Marmara Med J 2005; 18(2):64-70. Suzuki R, Furuno T, McKay DM, et al. Direct neurite-mast cell communication in vitro occurs via the neuropeptide substance P. JI. 1999; 163(5):24102415. Van der Kleij HP, Ma D, Redegeld FA, Kraneveld AD, Nijkamp FP, Bienenstock J. Functional expression of neurokinin 1 receptors on mast cells induced by IL-4 and stem cell factor. JI 2003; 171(4):2074-2079. Castagliuolo I, Wang CC, Valenich L, Pasha A, Nikulassin S, Carraway RE. Neurotensin is a proinflammatory neuropeptide in colonic inflammation. J Clin Invest 1999; 103(6):843-849. Frieling T, Cooke HJ, Wood JD. Neuroimmune communication in the submucous plexus of guinea pig colon after sensitization to milk antigen. Am J Physiol Gasterointest Liver Physiol 1994; 267(6 Pt 1):1087-1093. O’Sullivan M, Clayton N, Breslin NP, et al. Increased mast cells in the irritable bowel syndrome. Neurogastroenterol Motil 2000; 12(5):449–457. Farthing MJG. Irritable bowel, irritable body, or irritable brain? BMJ 1995; 310(6973):171-175. Ercan F, Çetinel Ş, Contuk G, Çikler E, Şener G. Role of melatonin in reducing water avoidance stressinduced degeneration of the gastrointestinal mucosa. J Pineal Res 2004; 37(2):113-121. Santos J, Yang PC, Söderholm JD, Benjamin M, Perdue MH. Role of mast cells in chronic stress induced colonic epithelial barrier dysfunction in the rat. Gut 2001; 48(5):630-636. 54. 55. 56. 57. 58. 59. 60. 61. 62. 63. 64. 65. 66. 67. 68. 69. 185 Soderholm JD, Yang PC, Ceponis P, Vohra A, Riddell R, Sherman PM, Perdue MH. Chronic stress induces mast cell-dependent bacterial adherence and initiates mucosal inflammation in rat intestine. Gastroenterology 2002; 123(4):1099-1108. Castagliuolo I, LaMont JT, Qiu B, et al. Acute stress causes mucin release from rat colon: role of corticotropin releasing factor and mast cells. Am J Physiol 1996; 271(5 Pt 1):884-892. Shao-Heng He. Key role of mast cells and their major secretory products in inflammatory bowel disease. World J Gastroenterol 2004; 10(3):309-318. Pang X, Boucher W, Triadafilopoulos G, Sant GR, Theoharides TC. Mast cell and substance P-positive nerve involvement in a patient with both irritable bowel syndrome and interstitial cystitis. Urology 1996; 47(3):436- 438. Wiesner-Menzel L, Schulz B, Vakilzadeh F, Czarnetzki BM. Electron microscopical evidence for a direct contact between nerve fibers and mast cells. Acta Derm Venereol 1981; 61(6):465-469. Carraway R, Cochrane DE, Lansman JB, Leeman SE, Paterson BM, Welch HJ. Neurotensin stimulates exocytotic histamine secretion from rat mast cells and elevates plasma histamine levels. J Physiol 1982; 323:403-414. Fewtrell CMS, Foreman JC, Jordan CC, Oehme P, Renner H, Stewart M. The effects of substance P on histamine and 5-hydroxytryptamine release in the rat. J Physiol 1982; 330:393-411. Katsarou-Katsari A, Filippou A, Theoharides TC. Effect of stress and other psychological factors on the pathophysiology and treatment of dermatoses. Int J Immunopathol Pharmacol 1999; 12(1):7-11. Graham DT, Wolf S. The relation of eczema to attitude and to vascular reactions of the human skin. J Lab Clin Med 1953; 42(2):238-254. Chiu A, Chon SY, Kimball AB. The response of skin disease to stress: changes in the severity of acne vulgaris as affected by examination stress. Arch Dermatol 2003; 139(7):897-900. Slominski A, Wortsman J, Pisarchik A, et al. Cutaneous expression of corticotropin-releasing hormone (CRH), urocortin, and CRH receptors. FASEB J. 2001; 15(10):1678-1693. Katsarou-Katsari A, Singh LK, Theoharides TC. Alopecia areata and affected skin CRH receptor upregulation induced by acute emotional stress. Dermatology. 2001; 203(2):157-161. Slominski A, Wortsman J. Neuroendocrinology of the skin. Endocr Rev. 2000; 21(5):457-487. Singh LK, Boucher W, Pang X, et al. Potent mast cell degranulation and vascular permeability triggered by urocortin through activation of CRH receptors. JPET 1999; 288(3):1349-1356. Singh LK, Pang X, Alexacos N, Letourneau R, Theoharides TC. Acute immobilization stress triggers skin mast cell degranulation via corticotropin releasing hormone, neurotensin and substance P: a link to neurogenic skin disorders. Brain Behav Immun 1999; 13(3):225-239. Erin N, Ersoy Y, Ercan F, Akıcı A, Oktay Ş. Nk-1 antagonist cp99994 prevents stress-induced mast cell degranulation in the dermis. Clin Exp Dermatol 2004; 29(6):644-648. Çikler E, Ercan F, Çetinel Ş, Contuk G, Şener G. The protective effects of melatonin against water Marmara Medical Journal 2008;21(2);179-186 Feriha Ercan, Ark. Mast hücrelerinin enflamasyondaki rolü: insan ve deneysel hayvan modelleri üzerinde yapılan çalışmaların değerlendirilmesi 70. avoidance stress-induced mast cell degranulation in dermis. Acta Histochemica 2005; 106(6): 467-475. Cikler E, Sağlam B, Zeybek A, Ercan F, Çetinel Ş, Şener G. The protective effects of aqueous garlic extract against water avoidance stress-induced mast 71. 186 cell degranulation in dermis. Marmara Med J 2005;18(3):103-108. Buske-Kirschbaum A, Hellhammer DH. Endocrine and immune responses to stress in chronic inflammatory skin disorders. Ann NY Acad Sci 2003; 992:231-240. DERLEME RENAL KOLİK, TANI VE TEDAVİSİ Ahmet Yaser Müslümanoğlu, Abdulkadir Tepeler Haseki Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Üroloji, İstanbul, Türkiye ÖZET Akut renal kolik acil servislerde en sık karşılaşılan, en ağrılı ürolojik acillerden biridir. Bir kişinin tüm yaşamı boyunca renal kolik atağı geçirme riski % 1-10 arasındadır. Flank ağrısının ayırıcı tanısında böbrek ve üreter taş hastalığı ilk sırada yer alırken, aynı semptom ve bulguları sergileyen pek çok antite vardır. Noninvaziv radyolojik tekniklerin gelişmesiyle renal kolik tanısında farklı yöntemler kullanılmaktadır. Bu derlemede, renal kolik patofizyolojisi, tanısı ve tedavisi hakkında son gelişmeler sunulmaktadır. Anahtar Kelimeler: Akut renal kolik, tanı, tedavi RENAL COLIC, DIAGNOSIS AND TREATMENT ABSTRACT Acute renal colic is one of the most anguishing forms of pain. And it is the most common urological acute condition in emergency rooms. The lifetime risk of developing an acute attack of flank pain is estimated at 110 %. Although ureteral and renal stone disease are the prime consideration in the differantial diagnosis of flank pain, there are many other entities that can manifest similar sign and symptoms.The diagnostic approach to renal has recently been changed due to the introduction of noninvasive radiologic procedures. This review will give new insights into the pathophysiology, diagnosis and treatment modalities of acute renal colic. Keywords: Acute renal colic, diagnosis, treatment GİRİŞ Renal kolik, sıklıkla böbrek taş hastalığına bağlı olarak gelişen, acil servislerde tanı ve tedavisi yapılan, şiddetli ağrı ile kendini gösteren, sık karşılaşılan bir ürolojik acil durumdur. Amerika Birleşik Devletleri’nde acil kliniklerde yılda 1 milyondan fazla hastaya renal kolik nedeniyle vizit yapılmaktadır1. Avrupada ağrı nedeniyle yapılan ilk yardım acil ambulans servisi aramalarının %7-9’nun sebebi renal 2,3 koliklerdir . Bu konuda ülkemizde yeterli kayıt ve bilgi bulunmamaktadır. edilir. Hastaların birçoğunda böbrek taşı hastalığı veya renal kolik geçirme öyküsü vardır. Ağrı tipik olarak kosto-vertebral açıda, künt, sürekli ve kıvrandırıcı bir ağrı şeklinde hissedilir. Bu ağrı sıklıkla kot altından göbeğe veya karın alt kadranlarına doğru yayılabilir. Şiddetli yan ağrısına, bulantı ve kusma, psikomotor ajitasyon, kosto-vertebral açı hassasiyeti eşlik edebilir. Üriner sistem taş hastalığına, idrar yolu enfeksiyonu eşlik etmedikçe ateş gözlenmez. Üreter alt uç taşlarında hastalarda pollaküri ve ani sıkışma hissi olabilir ve bu hastalarda ağrı, labialara ve skrotuma kadar yayılabilir. Bir kişinin tüm yaşamı boyunca renal kolik atağı geçirme riski %1-10 arasındadır4. Renal kolik, hastalar tarafından yaşadıkları en ağrı verici, zayıf düşürücü tecrübe olarak tarif Yan ağrısının ayırıcı tanısında böbrek ve üreter taş hastalığı ilk sırada yer alırken, aynı semptom ve bulguları sergileyen pek çok İletişim Bilgileri: Dr. Abdulkadir Tepeler Haseki Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Üroloji, İstanbul, Türkiye e-mail: [email protected] 187 Marmara Medical Journal 2008;21(2);187-192 Marmara Medical Journal 2008;21(2);187-192 Ahmet Yaser Müslümanoğlu, Ark. Renal kolik, tanı ve tedavisi hastalık vardır. Piyelonefrit, üreteropelvik bileşke darlığı gibi üriner sistem hastalıkları ve üretere dıştan bası yapan intestinal, jinekolojik, retroperitoneal ve vasküler patolojiler de aynı tabloyu sergileyebilir5. Taşa bağlı akut obstruksiyon sonucu oluşan kolik ağrı, devamlıdır, pozisyonla değişmez, ağrı şiddeti artıp azalmaz. Diğer nedenlere bağlı ağrılar böbrek kapsülünün gerilmesi sonucunda oluşur. Bu hastalarda tablo, renal kolik kadar gürültülü değildir. reabsorbsiyonundaki artış, üreter basıncını düşürür. Glomeruler filtrasyon oranındaki azalma, glomerul kapillerlerindeki net hidrotik basınç gradiyentinin azalması ve üreter basıncının artması neticesinde artan tübül basıncı sonucu oluşur. Patofizyoloji: Tan : Üreteral obstruksiyon sonrası intraluminal basınç artışı, mukozada sonlanan sinir uçlarını gererek uyarır ve böylece kolik ağrıya sebep olur. Üreter düz kas lifleri kontrakte olarak üreter lümenine oturan taşı distale doğru itmeye çalışır. Eğer taş lümeni tamamen dolduracak kadar büyük ise veya üreter darlıklarından birinde kalmışsa, üreter kas lifleri kontrakte olur. Uzamış izotonik kontraksiyonlar sonucu artan laktik asit, yavaş-tip A ve hızlı-tip C sinir liflerini uyarır. Bu uyarı T11-L1 spinal kord seviyesine kadar iletilip, santral sinir sisteminin üst seviyelerine kadar yayılır. Ağrı, üriner sistemle aynı innervasyona sahip gastrointestinal ve genitoüriner sistem organları tarafından da hissedilebilir6. Renal kolik düşünülen hastalarda iyi bir anamnez alınıp detaylı fizik muayene yapıldıktan sonra görüntüleme yöntemlerine başvurulur. Obstruksiyon kısa sürdüğü veya tam obstruksiyon gelişmediği vakalarda böbrek yetmezliği hemen gelişmez. Bütün bu patolojiler geri döndürülebilir seviyelerde kalır. Fizik muayene: Tipik renal kolik ağrısı belde sebat eden ve kasığa uzanan bir ağrıdır. Üreter üst uç taşlarında ağrı aynı taraf testisine yayılabilir. Orta üreter taşlarında klinik, sağ üreter taşlarında apandisit, sol üreter taşlarında ise divetikülit ile karışabilir. Taşlar mesaneye yaklaştıkça irritatif işeme semptomları gelişir. Birçok vakada mikroskopik hematüri, bulantı ve kusma tabloya eklenir. Klinik bir skorlama sistemi, 12 saatten kısa süren abdominal ağrı, bel ağrısı veya kosto-vertebral açı hassasiyeti ve hematürinin (>10 eritrosit/mikroskop alanı) akut renal koliğin en önemli bulguları olduğunu göstermiştir10. Akut üst üriner sistem obstruksiyonu oluşturularak yapılan deneysel çalışmalarda, ilk 1.5 saatte renal pelvis basıncının ve kan akımının arttığı, takip eden 4 saatte renal pelvis basıncının arttığı, ancak renal kan akımının azaldığı daha sonra ise her ikisinin de azaldığı gözlenmiştir7. Prostoglandinlerin sebep olduğu preglomeruler vazodilatasyon ve renal kan akımı artışı, diürezi artırarak renal pelvis basınç artışına katkıda bulunur. Bu fazda nitrik oksitin preglomeruler vasküler rezistansı azaltarak etki gösterdiği öne sürülmektedir8. Daha sonra anjiotensin II, tromboksan A2, antidiüretik hormon ve endotelin gibi bir takım mediatörlerin sorumlu tutulduğu preglomeruler vazokonstruksiyon gelişir ve intrarenal rezistans artarak renal kan akımında azalma başlar9. Görüntüleme Yöntemleri: Direkt Üriner Sistem Grafisi: Direkt üriner sistem grafilerinin, üreter taşlarına bağlı gelişen renal koliklerin tanısında sınırlı sensitivite (%45-58) ve spesifitesi (%60-77) vardır11. Bu nedenle akut renal koliklerin tanısında tek başına güvenle kullanılan bir yöntem değildir. Bilgisayarlı tomografi ile güvenirliği artırılabilir. Üreter taşlarının spontan pasajının takibi üriner sistem grafisi ile yapılabilir. Ultrasonografi (USG): Ultrasonografi birçok özelliğinden dolayı renal kolikli hastaların ilk değerlendirilmesinde ve takibinde kullanılan ideal bir yöntem haline gelmiştir. İnvaziv olmayan, hızlı ve kolay uygulanıp, Glomeruler filtrasyon oranındaki azalma ve idrarın lenfatik ve venöz yolla 188 Marmara Medical Journal 2008;21(2);187-192 Ahmet Yaser Müslümanoğlu, Ark. Renal kolik, tanı ve tedavisi tekrarlanabilen, taşınabilen ve nispeten ucuz bir tekniktir. Ayrıca iyonizan radyasyon ve kontrast madde uygulanmaması da gebe ve düşük renal fonksiyonlu hastaların görüntülenmesinde kullanılmasına imkan sağlamıştır4,12. verilmediği için kontrast maddeye alerjisi olanlarda ve böbrek yetmezliği olanlarda tercih edilir. Çok küçük ve non-opak taşları dahi saptayabilir. Böbrek taş hastalığı için en doğru ve güvenilir yöntemdir ( sensitivitesi %94-100, spesifitesi %92-99)11,12,14,16,17. Gri-skala USG, üreteropelvik bileşke, üreterovezikal bileşke, renal pelvis ve kalislerdeki taşların görüntülenmesine olanak sağlar. Distal üreter taşlarında transrektal veya transvaginal USG yapılabilir. Üreteropelvik ve üreterovezikal bileşkeler arasındaki taşların görüntülenmesi oldukça zordur. Bununla birlikte pelvikaliektazi obstrüksiyonun indirekt bir bulgusudur ancak dilatasyonun derecesi taşın boyutuna, lokalizasyonuna ve obstruksiyonun derecesi ve süresine bağlı olarak değişebilmektedir. Sonuç olarak USG akut obstruksiyona yol açan üreter taşlarının %20-30 kadarını görüntüleyemeyebilir13. Ayrıca piyelonefrit, vezikoüreteral reflü, obstruksiyonun giderildikten sonra erken dönemlerde ve mesane distansiyonu durumlarında yanıltıcı bilgiler verebilir. Dezavantajları: Böbreğin fonksiyonel değerlendirmesine imkan vermediği için obstruksiyonun derecesi tam olarak değerlendirilemez. Taş saptananlarda acil dekompresyon ihtiyacını belirlemede yararı yoktur. Radyasyona maruziyet genç ve gebe hastalarda kullanımını kısıtlar. Doppler ultrasonografi, renal rezistivite indeksi ölçümü yapılarak obstruktif üropatilerin tanısında kullanılabilir. Bu konuda yapılan güncel çalışmalar renal kolikte doppler ultrasonografi ile renal rezistivite indeksi ölçümünün %90 sensitivite, %100 spesifiteye sahip olduğunu, soliter böbrekli veya bilateral renal obstruksiyonlu hastalarda ise değeri olmadığını, non-steroid antiinflamatuar ilaç alanlarda ise tanısal değerinin azaldığını bildirmektedir14,15. Klinik uygulamaya 1930’lu yıllarda giren İVP, halen birçok üriner sistem hastalığı ve renal koliğin tanısında kullanılan bir yöntem olarak değerini korumaktadır. Son yıllarda diğer non-invaziv görüntüleme yöntemlerinin gelişimiyle, renal kolikli hastaların teşhisinde primer tanı yöntemi olarak tercih edilmemektedir. İntravenöz piyelografiye (İVP) nazaran daha pahalı bir tetkik olduğu şeklinde eleştiriler almasına rağmen, yapılan son çalışmalar BT’nin daha az zaman ve iş gücü kaybına yol açtığı için maliyetinin daha düşük olduğunu belirtmişlerdir18,19. BT’nin bu avantajlarına rağmen pek çok ürolog tedavi kararı aşamasında İVP’yi tercih etmektedir20. İntravenöz Piyelografi (İVP): Perkütan, endoüreteral veya açık cerrahi işlemleri öncesi üriner sistemin ayrıntılı anatomik görüntülemesini sağlar. Ayrıca üroepitelyal tümör şüphesinde, renal kolik atağı geçiren ve taş saptanamayan diabetik hastalarda papiller nekroz şüphesinde fayda sağlar21. Kontrasts z Bilgisayarl Tomografi: İndinavir taşı hariç bütün taş tiplerinde taşı direk görüntülemesi ve taşa bağlı oluşan hidronefroz, hidroüreter, nefromegali gibi bulguları görüntülemesi gibi üstünlükleri vardır. Taş etrafındaki dokuda ödem nedeniyle oluşan kenar bulgusu, distal üreter taşları ile fleobitlerin ayrımına imkan sağlar5. Kontrast madde alerjisi, artmış serum kreatinin düzeyleri, 70 yaş üstü, diabet, konjestif kalp yetmezliği, multipl myelom ve nefrotoksik ilaç [non-streoid anti-inflamatuar (NSAİ), aminoglikozidler] alımı durumlarında verilen kontrast madde renal fonksiyonları bozacağı için hastalar hidrate edilmeden ve medikal tedbirler alınmadan kullanılmamalıdır22. Avantajları: Kontrastsız bilgisayarlı tomografi hızlı uygulanan ve doktor ve hasta bağımlı olmayan bir tekniktir. Herhangi bir hazırlık gerektirmediği gibi intravenöz kontrast madde 189 Marmara Medical Journal 2008;21(2);187-192 Ahmet Yaser Müslümanoğlu, Ark. Renal kolik, tanı ve tedavisi Manyetik Rezonans Görüntüleme (MRG): Geçmişte renal kolik tedavisinde ilk seçenek ajanlar morfin ve pethidin olmasına karşın, 1970’lerden itibaren etkinliği kanıtlanmış ajanlar olarak parenteral NSAİ ilaçlar kullanılmaya başlandı26,27. NSAİ ilaçlar, bağımlılık yapıcı etkileri, konstipasyon, solunum depresyonu, mental değişiklikler gibi yan etkilerinin olmaması nedeniyle de daha fazla tercih edilen ajanlar olmuşlardır28 . İyonizan radyasyon ve kontrast madde kullanılmadığı için gebelerde ve çocuklarda üriner sistem taş hastalığı ve obstruksiyon teşhisinde İVP ve BT’ye alternatif bir yöntemdir. T2 sekanslı görüntüler özellikle üreter taşları ve obstruksiyon tanısında kullanılır23. Manyetik Rezonans Ürografi (MRÜ) son yıllarda bildirilen ve pratiğe geçen, özellikle gebelerde obstrüktif üropatilerin tanısında kullanılan bir 24,25 tekniktir . MRÜ, yalnızca hidronefrozu göstermeyip, İVP gibi renal fonksiyonlar hakkında da bilgi vermektedir. Bu yüzden gebelerde fizyolojik dilatasyon ile patolojik dilatasyon ayrımını yapabilmektedir. Sudah ve arkadaşları25 yaptıkları bir çalışma sonucunda üreter taşları ve obstruksiyonunu saptamada, gadolinyum kullanılarak elde edilen MRG’nin, T2 sekanslı MRG’den daha duyarlı olduğunu bildirmişlerdir. MRG, atipik semptomları olan inflamatuar hastalık süphesinde batın iç organlarını daha ayrıntılı değerlendirdiği için tercih edilebilir. NSAİ ilaçlar, prostaglandinlerin etkilerini bloke ederek, afferent arteriolar vazodilatasyon, diürez ve pelvik basınç artışını engeller. Lokal ödemi azaltıp, inflamasyonu azaltır ve üreter düz kası uyarılmasını engelleyerek peristaltizmi ve üreterik basınç artışını önler. NSAİ ilaçlar renal kolikte ağrıyı kesmelerinin yanında, renal kan akımını azaltarak böbreğin obstruksiyona verdiği otoregülatuar cevabı tersine çevirir28. Sağlıklı bireylerde bu etkileri iyi tolere edilirken, geçirilmiş böbrek hastalığı olan, renal fonsiyonları bozuk hastalarda NSAİ ilaç kullanımı böbrek yetmezliğine yol açabilir29. Ayrıca NSAİ ajanların ciddi gastrointestinal yan etkileri mevcuttur. Bu yan etkiler Siklookjenaz-2 inhibitörleri ile en aza indirilse de bu ilaçlar renal vazoaktif ajanları da inhibe ettikleri için böbrek yetmezlikli hastalarda kullanımları kontrendikedir30. MRG’nin yüksek maliyeti kullanımını sınırlamıştır. Buna rağmen renal kolikten şüphelenilen gebe hastalarda ve atipik semptomları olan çocuklarda tercih edilebilir. Özetle, tanısal yöntemler merkezden merkeze farklılıklar gösterse de, daha önce geçirilmiş böbrek taşı hastalığı veya renal kolik öyküsü olanlarda incelemeye direkt üriner sistem grafisi ve USG, böyle bir öyküsü olmayan veya atipik şikayetleri olanlarda ise kontrastsız BT, cerrahi veya endoskopik işlem öncesi İVP, gebelerde (Doppler) USG, yine gebelerde ve bazı özel durumlarda MRG ve MRÜ ile başlanmalıdır. 2007 Avrupa Üroloji Birliği Klavuzuna göre renal kolik tedavisinde diklofenak sodyum, indometazin, ibuprofen, hidromorfin hidroklorid + atropin sülfat, metamizol, pentazosin ve tramadolü önermekte, ilk seçenek olarak diklofenak kullanımını tavsiye etmektedir22. Yapılan çift kör, plasebo-kontrol gruplu bir çalışma, tekrarlayan renal kolik ağrı ataklarının, günde 3 kez 50mg diklofenak kullanımı ile 7 gün içerisinde kontrol altına alınabiliceğini belirtmiştir31. Spontan pasajı düşünülen, girişim düşünülmeyen üreter taşlarında ağrı ve inflamasyonu azaltıcı olarak diklofenak sodyumun 50 mg’lık oral ve supozituar formları günde 2 defa 10 gün boyunca kullanımı tavsiye edilmektedir22. Bu süre boyunca hasta görüntüleme yöntemleri ile takip edilmelidir. Tedavi: Tedavi temel olarak ağrının etkili şekilde giderilip kontrol altına alınmasını ve obstruksiyonun renal fonksiyon kaybına yol açmadan giderilmesini amaçlamaktadır4. Özellikle soliter böbrekli hastalarda veya bilateral üriner obstrüksiyona ve anüriye yol açan taşlar acil dekompresyon gerektirmektedir. Altay ve arkadaşlarının32 yaptıkları bir çalışmada; piroksikamın dilaltı hızlı çözünen tablet formunun hasta kompiyansını artıran, 190 Marmara Medical Journal 2008;21(2);187-192 Ahmet Yaser Müslümanoğlu, Ark. Renal kolik, tanı ve tedavisi 4. kolay uygulanabilen, erken etki başlangıcı ile parenteral tedavilere iyi bir alternatif olduğu vurgulanmaktadır. 5. 6. Antimuskarinik ajanların teorik olarak düz kas relaksasyonunu sağlayıp üreteral spazmı önleyerek bu şekilde analjezik etkileri olabileceği düşünülerek NSAİ ilaçlara veya opioidlere adjuvan tedavi olarak eklenmekteydi33. Ancak son yapılan çalışmalar tedaviye eklenen antimuskarinik ajanın, renal kolik tedavisinde hiçbir klinik yararı olmadığını ortaya koymaktadır34. 7. 8. 9. Alfa 1-adrenerjik reseptörlerin özellikle de α1D alt grubunun detrusor relaksasyonu ve üreter 1/3 distal ucunun spazmından sorumlu olduğu saptanmıştır35. Yılmaz ve arkadaşları36 yaptıkları çalışmada üreter alt uç taşları olan hastalara α1-adrenerjik blokerler vermişler ve bu tedavinin taşın spontan pasajını kolaylaştırdığını saptamışlardır. Bu tedavi üreter alt uç taşlarında NSAİ ilaçlara adjuvan tedavi olarak kullanılmaktadır. 10. 11. 12. 13. Medikal tedavilerden başka alternatif tedavi yöntemleri de bildirilmiştir. Akupunktur, renal kolik tedavisinde Çin’de sıklıkla uygulanan bir yöntemdir37,38. Transkütan elektrik sinir stimülasyonu39 ve subkütan paravertabral lokal anestezik ajan enjeksiyonu40 gibi yöntemlerin de etkili olduğunu bildiren çalışmalar mevcuttur. 14. 15. 16. Medikal tedaviye rağmen ağrısı kontrol altına alınamayan, obstruksiyona yol açıp, renal fonksiyonların bozulduğu durumlarda acil drenaj endoskopik üreteral stent yerleştirilmesi veya perkütan nefrostomi ile sağlanmalıdır. Drenaj işlemi sonrası taşa yönelik ESWL (şok dalgaları ile taşların vücut dışında kırılması) veya endoskopik/açık cerrahi girişim uygulanabilir. 17. 18. 19. 20. KAYNAKLAR 1. 2. 3. 21. Jeremy B. Diagnostic and treatment patterns for renal colic in US Emergency Departments. Int Urol Nephrol. 2006; 38(1): 87-92. Thakore S, McGuan EA and Morrison W.Emergency ambulance dispatch: is there a case for triage? J R Soc Med. 2002; 95: 126-129. Lammers R, Roth BA, Utech T.Comparison of ambulance dispatch protocols for nontraumatic abdominal pain. Ann Emerg Med 1995; 26: 579-585 22. 23. 24. 191 Shokeir AA. Renal colic: pathophysiology, diagnosis and treatment. Eur Urol 2001; 39: 241-249. Anderson KR, Smith RC. CT for evaluation of flank pain. J Endourol 2001; 15: 25-29 Bihl G, Meyers A. Recurrent renal Stone disease: advances in pathogenesis and clinical management. Lancet 2001; 358: 651-656 Moody TE, Vaughan ED Jr, Gillenwater JY. Relationship between renal blood flow and ureteral pressure during 18 hours of total ureteral occlusion. Invest Urol 1975;13: 246-251 Lanzone JA, Gulmi FA, Chou S, et al. Renal hemodynamics in acute unilateral ureteral obstruction: contribution of endothelium-derived relaxing factor. J Urol 1995; 153: 2055-2059 Reyes AA, Klahr S. Renal function after release of ureteral obstruction: role of endothelin and renal artery endothelium. Kidney Int 1992;42: 632-638 Eskelinen M, Ikonen J, Lipponen P. Usefulness of history-taking, physical examination and diagnostic scoring in acute renal colic. Eur Urol 1998; 34: 467473 Hamm M, Wawroschek F, Weckermann D, et al. Unenhanced helical computed tomography in the evaluation of acute flank pain. Eur Urol 2001; 39: 460-465 Patlas M, Farkas A, Fisher D, et al. Ultrasound vs CT fort he detection of ureteric Stones in patients with renal colic.Br J Radiol 2001; 74: 901-904 Platt JF, Rubin JM, Ellis JH. Acute renal obstruction: evaluation with intra-renal duplex Doppler and conventional US. Radiology 1993; 186: 685-688 Shokeir AA, Abdulmaaboud M. Prospective comparison of nonenhanced helical computerized tomography and Doppler ultrasonography fort the diagnosis of renal colic. J Urol 2001; 165:1082-1084 Shokeir AA, Abdulmaaboud M, Farag Y, Mutabagani H. Resistive index in renal colic: the effect of nonsteroidal anti-inflammatory drugs. BJU Int 1999; 84: 249-251 Meagher T, Sukumar VP, Collingwood J, et al. Low dose computed tomography in suspected acute renal colic. Clin Radiol 2001; 56: 873-876 Krishna NS, Morrison L, Campbell C. Is spiral computed tomography the imaging modality of choice for renal colic? Postgrad Med J 2001; 77: 124-132 Thomson JM, Glocer J, Abbot C, et al. Computed tomography versus intravenous urography in diagnosis of acute flank pain from urolithiasis: a randomized study comparing imaging costs and radiation. Australas Radiol 2001; 45: 291-297 Rekant EM, Gibert CL, Counselman FL. Emergency department time for evaluation of patients discharged with a diagnosis of renal colic: enhanced helical computed tomography versus intravenous urography. J Emerg Med 2001; 21: 371-374 Amis ES Jr. Epitaph for the urogram. Radiology 1999; 213: 639-640 Dalla Palma L. What is left of i.v.urography? Eur Radiol 2001; 11: 931-939 Tiselius HG, Ackermann D, Alken P, et al. EAU Guidelines on Urolithiasis, 2007; 22-23 Evans HJ, Wollin TA. The menagement of urinary calculi in pregnancy. Curr Opin Urol 2001; 11: 379384 Spencer JA, Tomlinson JA, Weston MJ, Lloyd SN. Early comparison of breath-hold MR excretory urography, Doppler ultrasound and isotope Marmara Medical Journal 2008;21(2);187-192 Ahmet Yaser Müslümanoğlu, Ark. Renal kolik, tanı ve tedavisi 25. 26. 27. 28. 29. 30. 31. 32. renography in evaluation of symptomatic hydronephrosis in pregnancy. Clin Radiol 2000; 55: 446-453 Sudah M, Vanninen R, Partanen K, et al. MR urography in evaluation of acute flank pain: T2weighted sequences and gadolinium-enhanced treedimensional FLASH compared with urography. AJR Am J Roentgenol 2001; 176: 105-112 Miralles R, Cami J, Gutierrez J et al. Diclofenac versus dipyrone in acute renal colic: A doule-blind controlled trial. Eur J Pharmacol 1987; 33: 527-528 Al-Wailli NSD. Intramusculer tenoxicam to treat acute renal colic. Br J Urol 1996; 77: 15-16 Perlmutter A, Miller L, Trimble LA et al. Toradel, a NSAID used for renal colic, decreases renal perfusion and ureteral pressure in a canine model of unilateral ureteral obstruction. J Urol 1993; 149: 926-930 Brater DC. Effects of nonsteroidal anti-inflammatory drugs on renal function: focus on cyclooxygenase 2selective inhibition. Am J Med 1999; 107: 65S-70S Nakada SY, Jerde TJ, Bjorling DE, Saban R. Selective cyclooxygenase-2 inhibitors reduce ureteral contraction invitro: a better alternative for renal colic. J Urol 2000; 163: 607-612 Cohen E, Hafner Z, Rotenberg Z, Fadilla M, Garty M. Comparison of ketorolac and diclofenac in the treatment of renal colic. Eur J Clin Pharmacol 1998; 54: 455-458 Altay B, Horasanlı K, Kendirci M ve ark. Renal kolik tedavisinde piroksikam hızlı çözünen dilaltı tablet formunun, intramusküler piroksikam ile çift kör, randomize, plasebo kontrollü karşılaştırılması. Türk Üroloji Dergisi 2003; 29(4): 460-464 33. 34. 35. 36. 37. 38. 39. 40. 192 Brenner PC: Urological trauma and emergencies. In: Fulde GWO, ed. Emergency Medicine: The principles of Practice. Sydney::Churchill Livingstone, 2004, 206-214 Holdgate A, Carissa MOH. Is there a role for antimuscarinics in renal colic? A randomized controlled trial. J Urol 2005; 174: 572-575 Malin JM Jr, Deane RF, Boyarsky S. Characterisation of adrenergic receptors in human ureter. Br J Urol 1970; 44: 171-174 Yılmaz E, Batislam E, Basar M.M., et al.The comparison and efficacy of 3 different α1-adrenergic blockers for distal ureteral stones.J Urol 2005; 173: 2010-2012 Lee Y, Lee W, Chen M, et al. Acupuncture in treatment of renal colic. J Urol 1992; 147: 16-18 Bajwa ZH, Gupta S, Warfield CA, Steinman TI. Pain management in polycystic kidney. Kidney Int 2001; 60: 1631-1644 Mora B, Giorni E, Dobrovits M et al. Transcutaneous electrical nerve stimulation: an effective treatment for pain caused by renal colic emergency care. J Urol 2006; 175: 1737-1741 Nikiforov S, Cronin AJ, Murray WB, Hall VE. Subcutaneous paravertabral block for renal colic. Anesthesiology 2001; 94: 531-532 DERLEME KRİTİK HASTALIK POLİNÖROPATİSİ VE MİYOPATİSİ Kayıhan Uluç, Barış İşak, Tülin Tanrıdağ, Önder Us Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi, Nöroloji Anabilim Dalı, İstanbul, Türkiye ÖZET Bilimsel zemin: Kritik hastalığın nöromusküler belirtileri olan polinöropati ve/veya miyopati, yoğun bakım ünitelerinde bir haftadan daha uzun süre yatan hastalarda gelişir. Sıklıkla altta yatan neden sepsis ve/veya çoklu organ yetmezliği veya steroid-nöromusküler kavşak bloke edici ilaç kullanımıdır. Özellikle ekstremite ve solunum kaslarında kuvvet kaybı ve uzamış mekanik ventilasyon ihtiyacına neden olurlar. Polinöropati akut ve aksonal tarzdadır, miyopati ise dört farklı tipte kendini gösterebilir. Genellikle bu hastalıklar gelişmeden önce görülen ensefalopati tablosu hastaların geç tanı almalarına sebebiyet vermektedir. İyi klinik izlem, erken evrede yapılacak elektrofizyolojik ve laboratuar çalışmalar, gerekli durumlarda alınacak biyopsi doğru tanıyı kolaylaştırır. Sıklıkla bir arada görülen bu hastalıkların erken evrede doğru tanı almaları ve ayırıcı tanılarının ayrıntılı yapılması önemlidir, çünkü bu sayede doğru tedavi uygulanabilir, ayrıca sağkalım üzerine doğrudan etkili olan bu hastalıklar ile mücadele edilebilinir. Çıkarımlar: Günümüzde daha iyi tanımlanmaya başlanan risk faktörlerinin elimine edilmesi bu hastalıkların görülebilirliklerini azaltabilir. Henüz özgül bir tedavi olmasa da, destekleyici tedaviler, sepsis ile agresif savaşım, hastalığa neden olabilecek medikal tedavilerin uzaklaştırılması hastaya yarar sağlayabilir. Anahtar Kelimeler: Kritik hastalık, polinöropati, miyopati CRITICAL ILLNESS POLYNEUROPATHY AND MYOPATHY ABSTRACT Background: Critical illness polyneuropathy (CIP) and clinical illness myopathy (CIM) frequently develop in patients hospitalized in the intensive care unit for more than 1 week. The underlying disorders are usually sepsis and/or multiorgan failure or treatment with neuromuscular blocking agents and steroids. CIP and CIM present with muscle weakness, especially in extremities and respiratory muscles, and failure to wean from mechanical ventilation. While polyneuropathy is an acute axonal one, myopathy has four main types. Encephalopathy which generally occurs before CIP and/or CIM may lead to a delay in diagnosis. Close follow-up of neurological functions, performing electrophysiological and laboratory studies in early period and taking biopsies as indicated leads to correct diagnosis. Early diagnosis and a systematic differential diagnosis of CIP and CIM which are usually seen simultaneously and directly related to survival are important, so that they can be managed properly. Conclusion: The incidence of CIP and CIM may be reduced by eliminating the currently defined risk factors. Although specific therapies have not been discovered, supportive treatment, aggressive management of sepsis and elimination of contributory medications may be beneficial. Keywords: Critical illness, polyneuropathy, myopathy yatan hastalarda sık görülmektedir1-4. Ekstremite ve solunum kaslarında meydana gelen kuvvet kaybı ve bunlara eşlik eden mekanik ventilatörden ayrılma güçlüğü ile GİRİŞ Kritik hastalık ve buna bağlı gelişen nöromusküler belirtiler, bir haftadan daha uzun süre yoğun bakım ünitesinde (YBÜ) İletişim Bilgileri: Dr. Kayıhan Uluç Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi, Nöroloji Anabilim Dalı, İstanbul, Türkiye e-mail: [email protected] 193 Marmara Medical Journal 2008;21(2);193-202 Marmara Medical Journal 2008;21(2);193-202 Kayıhan Uluç, Ark. Kritik hastalık polinöropatisi ve miyopatisi varlığında, antijen sunan hücreler tetiklenerek interlökin 1, 12 ve TNF- α gibi proinflamatuar sitokinleri salgılar. Bunun sonucunda, yardımcı T hücresi, monosit, makrofaj ve nötrofiller aktive olur. Bu immün aktivasyonun sonucunda, endotelyal hücrelerin vasküler geçirgenliği artar. Vazomotor tonusu ve mikro vasküler akımı kontrol eden vasküler endotel üzerinde normal koşullar altında bulunmayan Eselektin’in ekspresyonu ile kapiller yıkım gerçekleşir ve artmış vasküler geçirgenlik ile inflamatuar hücreler damar dışına çıkar. Bu kaskadın sonunda oluşan inflamasyon, ödem ve hipoksi nöromusküler sistemi etkileyerek primer aksonal hasarlanmaya neden olabilir1,12. Bu patofizyolojik modelin kliniğe yansıyan en önemli göstergeleri sistemik inflamatuar cevap sendromu ve yüksek APACHE III skoru olarak saptanmıştır13. APACHE III skoru, YBÜ’ de yatan hastaların mortalite risklerini klinik ve laboratuar verilerine göre öngörmekte ve ne kadar yüksek ise yani hastalık şiddeti ne kadar fazlaysa, hem KHPN hem de mortalite gelişme riski o kadar artmaktadır. kendini gösteren kritik hastalık polinöropati, miyopati veya bunların birlikte görülmesi şeklinde olabilir. Son yıllarda yapılan sistematik çalışmalar ile önemleri giderek daha çok vurgulanan bu hastalıklar; sık görülmelerine rağmen bazı tanısal güçlükler gösterir, yüksek oranda morbidite ve mortalite ile ilişkilidir ve seyirleri altta yatan hastalık ile direkt bağlantılıdır. Bu özgün derleme yazısında, kritik hastalık polinöropatisi (KHPN) ve miyopatisi (KHM) patofizyolojik, klinik, elektrofizyolojik ve histolojik özelliklerine göre incelenecek, tedavi alternatifleri tartışılacaktır. KRİTİK HASTALIK POLİNÖROPATİSİ YBÜ’ deki hastalarda kuvvet kaybı, primer olarak miyastenia gravis, inflamatuar miyopati veya poliradikülonöropati gibi nöromusküler bölgeye ait bir hastalık sonucu veya sepsis, çoklu organ yetmezliği, travma veya bazı ilaçların kullanımına sekonder olarak gelişebilir1,2. Bu ayrımı yapabilmek hastalığın seyri ve sağkalım hakkında çıkarımda bulunmak ve uygun tedavi stratejilerini belirlemek açısından önem taşımaktadır. Öte yandan, Bolton’un öne sürmüş olduğu sepsis ile ilişkili bu modeli1 desteklemeyen veriler de vardır3. Örneğin, hastalardan alınan biyopsi örnekleri normal olabilmektedir11,14, ayrıca kontrol gruplarına göre KHPN hastalarının TNF seviyeleri yüksek 15 bulunmamıştır . YBÜ’ de yatan hastalarda gelişen periferik sinir hastalıkları hakkındaki gözlemler neredeyse bir yüzyıl önceye uzansa da, 1980’li yıllarda bu konudaki araştırmalar yoğunlaşmıştır5,6. Prospektif çalışmalarda, sistemik inflamatuar cevap sendromu olan hastaların %50-707,8, sepsisi olan hastaların %70-100’ünde KHPN geliştiği bildirilmektedir9-11. Bu değişken oranların yapılmış olan çalışmalardaki metodolojik zaaflardan kaynaklandığı düşünülmektedir4. TANI Klinik Özellikler KHPN, hemen her yaş grubunda görülebilir, ama 50 yaşından sonra daha sık görüldüğü ve çocuklarda erişkinlere kıyasla daha nadir olduğu bildirilmiştir. Erkeklerde kadınlara göre iki kat daha fazla görülür2. PATOGENEZ KHPN için günümüzde kabul edilen görüş, bu hastalığın sepsis, çoklu organ yetmezliği veya sistemik inflamatuar cevap sendromuna ikincil geliştiği yönündedir1. Bu ağır klinik tablolar sırasında tüm organlarda görülen mikrodolaşım bozukluğunun periferik sinirleri de etkileyerek polinöropatiye neden olduğu düşünülmektedir1. Öne sürülen bu modele göre; sepsis, çoklu organ yetmezliği veya sistemik inflamatuar cevap sendromu YBÜ’ de yatan çoğu hastada KHPN gelişmeden önce ortaya çıkan septik ensefalopati tablosu nöropati klinik bulgularını gölgelemektedir. Polinöropati gelişmiş bu hasta grubunun yaklaşık yarısında nöromusküler sistemin klinik olarak ayrıntılı değerlendirilmesi mümkün olamadığından tanı konulmasında problemler 8 yaşanmaktadır . Altta yatan infeksiyöz, 194 Marmara Medical Journal 2008;21(2);193-202 Kayıhan Uluç, Ark. Kritik hastalık polinöropatisi ve miyopatisi bulunmaktadır18,19. Yoğun bakım ünitesinde yatış süresi, kan şekerinde yükselme, serum albümin düzeyinde düşüklük ve elektrofizyolojik çalışmalarda patolojik bulguların erken evrede20 veya şiddetli olarak elde edilmesi8 polinöropati gelişimi için diğer risk faktörleri olarak belirlenmiştir. Hipergliseminin periferik sinirin mikrodolaşımını bozarak ve hipoksiye neden olarak KHPN riskini arttırdığı 21 düşünülmektedir . kardiyak ve/veya pulmoner bir hastalık olmadığı halde hastalar mekanik ventilatörden ayrılma güçlüğü çektiği zaman hatırlanan KHPN, genellikle alt ekstremite ve distallerde belirgin olan kuvvet kaybı ve azalmış veya alınamayan DTR ile kendini göstermektedir. İzole motor semptom görülme oranı %30’dur16. Duyu muayenesi her ne kadar güvenilir olmasa da, uyanık hastalarda ağrı, ısı ve vibrasyon duyularında azalma görülebileceği bildirilmiştir17. Bu hastalarda fasiyal kuvvet kaybı nadiren görüldüğünden, ağrılı uyarana yüz buruşturma yanıtı izlenirken ekstremite yanıtının olmaması dikkati çeken klinik bulgulardan biridir. Kranial sinir tutulumu çok nadir olup, görüldüğünde başka bir nöromusküler hastalıktan şüphelenilmelidir. Elektrofizyolojik Özellikler KHPN düşünülen hastalarda ekstremitelerde duyu ve motor sinir iletim çalışmaları ve gerekli durumlarda iğne EMG çalışması yapılmalıdır1. Ayrıca, solunum cihazından ayrılmakta güçlük çeken hastalarda frenik sinir iletim çalışması yapılmalı ve solunum kasları iğne EMG ile değerlendirilmelidir22,23. Elektrofizyolojik çalışmalarda beklenen, birleşik kas aksiyon potansiyeli (BKAP) ve duyusal sinir aksiyon potansiyeli (DSAP) amplitüdlerinde düşme ile kendini gösteren aksonal polinöropatidir. Sinir iletim hızları, distal motor latans ve ardışık sinir uyarımı ile elde edilen yanıtlar normal sınırlarda olmalıdır. DSAP amplitüdlerinin normal olduğu KHPN24 olguları görülebileceği gibi, izole duyu tutulumu ile seyreden polinöropati olguları da bildirilmiştir20. Hem motor hem de duyu liflerinin tutulduğu durumlarda, motor liflerin daha önce etkilendiği bildirilmektedir1. KHPN için önerilen tanı kriterleri Tablo 1’de sunulmuştur. Risk Faktörleri Yapılan çalışmalarda KHPN gelişmesi için gösterilen en önemli risk faktörleri APACHE III skoru ve sistemik inflamatuar cevap sendromudur1,13. Bu hastalarda polinöropati gelişme oranı bir çalışmada %70 bulunmuş olup, nöromusküler bloke edici ilaçlar, antibiyotikler, beslenme yetersizliği etyolojide istatistiksel olarak anlamlı bulunmamıştır8. Bunun tersine, mekanik ventilatör tedavisi alan hastalarda nöromusküler ilaç verilmesinin nöropatiye neden olduğunu bildiren yayınlar da Tablo 1. Kritik Hastalık Polinöropatisi için Önerilen Tanı Kriterleri 1. Kritik hastalık varlığı (sepsis, çoklu organ yetmezliği veya sistemik inflamatuar cevap sendromuna bağlı gelişen) 2. Mekanik ventilatörden ayrılma güçlüğü (kalp ve akciğer hastalığı gibi nöromusküler olmayan nedenler ekarte edildikten sonra) 3. Ekstremite güçsüzlüğü olabilir 4. Elektrofizyolojik çalışmalarda duyusal ve motor aksonal polinöropati saptanması 5. Diğer akut aksonal polinöropatilerin dışlanması (tiamin eksikliği, porfiri) Kaynak 1’den uyarlanmıştır 195 Marmara Medical Journal 2008;21(2);193-202 Kayıhan Uluç, Ark. Kritik hastalık polinöropatisi ve miyopatisi İğne EMG’ de distal kaslarda daha belirgin olan anormal spontan aktivite görülebilir. Bu anormal aktivite mekanik ventilasyonu takiben 2-3. haftada beklense de, hem sinir iletim çalışmalarında hem de iğne EMG’ de patolojik bulgulara, YBÜ’ ye yatışın ilk 5 günü içinde rastlanabilir9,20. veya istemli kasıyı yeterince yapamayan bir hastada, motor ünit aksiyon potansiyelinin (MÜAP) anlamlı şekilde değerlendirilerek miyojenik ve/veya nörojenik MÜAP tanısı koyulması oldukça zor olabilir. Ayrıca, her iki hastalıkta düşük amplitüdlü BKAP görülebilir ve iğne EMG’ de spontan aktivite saptanabilir. Duyu sinir potansiyellerinin korunması miyopatiyi polinöropatiden ayırt edemez, çünkü izole motor lif tutulumu ile seyreden KHPN olguları da vardır11,16. Son olarak, belirtildiği üzere bu iki hastalık sıklıkla birlikte seyredebilmektedir. Elektrofizyolojik çalışmalarda dikkat edilmesi gereken bazı konular vardır. Öncelikli olarak, bu hastaların çoğu yaşlı olduğundan, yalnızca alt ekstremitelerde ve duyu liflerinde potansiyellerin elde edilmemesi şüphe ile karşılanmalıdır. Özellikle ödemi olan hastalarda bu ödem alt ekstremitelerde hakimse ve yalnızca alt ekstremitelerde duyu sinirleri uyarılamamışsa, polinöropati tanısı koyulmadan önce dikkatlice düşünülmelidir. Tanıda yaşanabilecek bu problemleri aşmak amacı ile doğrudan kas uyarım (DKU) yöntemi önerilmiştir25. Bu yöntem, KHM’ de öne sürülen mekanizmayı; kas membran uyarılabilirliğinin ortadan kalkmasını elektrofizyolojik olarak doğrulamıştır. Hem kayıt hem de uyarıcı elektrotlar kas içine yerleştirilir. Nöropati varlığında, yüzeyel elektrotlar ile düşük amplitüdlü BKAP elde edilir veya hiç yanıt alınamazken, bu yöntem kullanıldığında normal amplitüdlü BKAP elde edilir. Miyopati varlığında ise hem konvansiyonel yöntem ile hem de DKU yöntemi ile düşük amplitüdlü yanıt alınır veya yanıt tamamen kaybolur (Şekil 1). Bazı durumlarda miyopatiyi nöropatiden hem klinik hem de elektrofizyolojik olarak ayırt etmekte güçlük çekilebilir4. Hasta septik ensefalopati tablosu altındaysa, güvenilir nörolojik muayene yapılması zor olacağından, kuvvet kaybı ve refleks azalması ile seyredebilecek bu iki tablonun birbirine klinik olarak karışma ihtimali yüksektir. Olaya elektrofizyolojik açıdan bakıldığında, iğne EMG ile bu iki hastalığın ayrımının yapılabilmesi için hastanın koopere olması çok önemlidir. Şiddetli kuvvetsizliği olan Şekil 1: Doğrudan kas uyarımı (DKU). Hem uyaran hem de kayıt elektrodları kas içine yerleştirilerek, sinir hasarı olsa bile BKAP elde edilmeye çalışılır. Miyopati durumunda, hem konvansiyonel sinir uyarımı ile hem de DKU yöntemi ile azalmış bir BKAP elde edilir veya BKAP elde edilemez. 196 Marmara Medical Journal 2008;21(2);193-202 Kayıhan Uluç, Ark. Kritik hastalık polinöropatisi ve miyopatisi durumlarında gelişen uzamış ventilasyon süresi ve ilerleyici kuvvet kaybıdır. Bu tablonun nedeni primer hastalığa bağlı kötüleşme olabileceği gibi, YBÜ’ de saptanan sepsis tablosunun yarattığı aksonal dejenerasyon yani gelişen KHPN olabilir. Elektrofizyolojik incelemeler ile bu ikilemi ortadan kaldırmak mümkündür. Bu ayrımın yapılması, uygun tedavinin belirlenmesi açısından önem taşıyacaktır. Çünkü GBS’ ye bağlı bir kötüleşmede IVIG/plazmaferez uygulaması uygun olacakken, sepsis tablosuna ikincil gelişen KHPN tablosunda birincil amaç sepsis ile mücadele olmalıdır1,4. Histopatolojik Özellikler Bu konudaki veriler periferik ve santral sinir sistemine ait otopsi ve biyopsi çalışmalarından elde edilmiştir5,11,14,26. Saptanan genel bulgular distal sinir segmentlerinde daha belirgin olmak üzere primer aksonal dejenerasyona ait olup, inflamasyonu düşündürür histopatolojik bir bulgu saptanmamıştır1. Ancak, klinik ve elektrofizyolojik olarak KHPN ile uyumlu hastalarda yapılan bazı morfolojik çalışmalarda normal sinir otopsisi/biyopsisi saptanmıştır11,27. Bolton bu durumu, yanlış yerden veya yanlış zamanda alınan örneklere bağlamıştır1. Nöromusküler bloke edici ajanlar ile meydana gelen tablolar da, KHPN ayırıcı tanısında düşünülmelidir. Hikaye ve ardışık sinir uyarım yöntemi ile bu hastalıkları ayırt etmek mümkündür. AYIRICI TANI YBÜ’ de kas kuvvetsizliği nedeni ile yatmakta olan hastaların ayırıcı tanısı öncelikli olarak, ayrıntılı hikaye, fizik ve nörolojik muayene, laboratuar ve elektrofizyolojik tetkikler ile gerekli olan durumlarda görüntüleme tetkiklerinin kullanılmasına dayanır. Bu ayrıntılı incelemeler lezyonun santral veya periferik kökenli olduğu hakkında bizi yönlendirir. Travmaya ikincil gelişen durumlarda görüntüleme yöntemlerinin yeri tartışılmazken, immün kökenli nöropatilerde uygun zamanlarda yapılacak elektrofizyolojik tetkikler tanıda çok yardımcı olur. YBÜ’ de gelişen kuvvet kaybının önemli sebeplerinden biri de kritik hastalık miyopatisidir. Daha önceden de belirtildiği gibi, sıklıkla KHPN tablosuna eşlik eden bu hastalık, özellikle izole motor aksonal polinöropatisi olan hastalarda tanı güçlüğü yaratabilmekte, serum CPK düzeyi, elektrofizyolojik incelemeler ve kas biyopsisi bu iki hastalığı ayırt edebilmektedir. TEDAVİ ve PROGNOZ KHPN’nin tedavisi altta yatan hastalığa, yani sepsise yönelik olmalıdır. Sepsisin erken dönemde tanınması, hızlı, amaca yönelik tedavi uygulanması hem KHPN gelişmesini engeller, hem de var olan KHPN’nin tedavi edilebilirliğini arttırır. Erken evrede hastalık tanınmaya çalışılmalı, uygun antibiyotik, destekleyici tedavi ve gerekli cerrahi girişimler uygulanarak, çoklu organ yetmezliği veya geri dönüşümsüz mikrovasküler dolaşım bozukluğu gelişmesi önlenmelidir. Erken evrede hastayı mekanik ventilatörden bağımsız kılmaya çalışmak, etkili fizik tedavi ve rehabilitasyon uygulamak gerekmektedir. Tüm bu koşullar sağlansa bile, YBÜ’ de sepsis ve/veya çoklu organ yetmezliğine bağlı mortalite oranı %3050 olarak bildirilmiştir28,29. Bir çalışmada, KHPN gelişen hastaların hastanede ölüm KHPN ile en çok karışabilecek tablolar başka sebeplere bağlı gelişen nöromusküler hastalıklardır1. Özellikle, Guillain-Barré sendromunun (GBS) en sık görülen tablosu olan akut inflamatuar demyelinizan nöropati ile nadir görülen bir başka alt tipi olan akut motor aksonal nöropati tabloları ayırıcı tanı açısından klinisyenlerin dikkat etmesi gereken hastalıklardır. Bu hastalıkların YBÜ’ ye yatmadan belirti ve bulgu vermeye başlaması, sıklıkla Campylobacter jejuni infeksiyonları ve antigangliozid antikorları ile ilişkilerinin olması, BOS incelemesinde albuminositolojik disosiasyon görülmesi ayırıcı tanıda önemlidir. Dikkat edilmesi gereken bir başka önemli konu demiyelinizan GBS tipinde, YBÜ’ de mekanik ventilatör tedavisi alan hastalarda sepsis veya çoklu organ yetmezliği 197 Marmara Medical Journal 2008;21(2);193-202 Kayıhan Uluç, Ark. Kritik hastalık polinöropatisi ve miyopatisi oranlarının 7 kat arttığı saptanmıştır30. Sağ kalan hastalardan hafif nöropatisi olanların haftalar, ağır nöropatisi olanların ise aylar içinde düzelebildiği saptanmıştır31. Bununla beraber, kuadriplejik kalabilen hastalar da bildirilmiştir8. Yaşayan hastaların çoğunda yaşam kalitesini etkileyecek derecede yeti yitimi de olabilmektedir32,33. Ayrıca, erken evrede sinir iletim çalışmaları bozuk olan hastaların prognozunun kötü olduğu 20,34 gösterilmiştir . elektrofizyolojik olarak gösterilmiştir2,36,37. Yoğun insülin tedavisinin, periferik glikoz geri alınımını arttırarak, serumda dolaşan ICAM, E-selektin ve NO seviyelerini düşürerek ve anormal lipid profillerini düzelterek etkinlik sağladığı 38,39 düşünülmektedir . KHPN etyolojisinde en önemli faktör sepsis olarak düşünüldüğünden, septik kaskadlar üzerinden etki göstermesi beklenen özgül tedavi denemeleri günümüze kadar başarısızlıkla sonuçlanmıştır (anti-TNF alfa antagonistleri, interlökin 1 reseptör antagonistleri, vb)1,29. KHPN’ de IVIG uygulaması konusunda yeterli, güvenilir, çift kör, plasebo kontrollü çalışmalar yoktur, elimizdeki veriler daha çok retrospektif ve az sayıda hasta katılımı ile yapılan çalışmalara dayanmaktadır. Bu çalışmalardan çıkabilecek sonuç; IVIG tedavisinin gram (-) sepsisin erken evresinde verilmesi ile KHPN gelişmesini engelleyebildiği yönündedir35. KRİTİK HASTALIK MİYOPATİSİ YBÜ’ de yatan hastalarda gelişen yaygın kuvvet kaybı nedenlerinden biri olan KHM’nin gerçek sıklığı bilinmese de4, status astmatikus tedavisi için yatan hastaların üçte birinde, karaciğer transplantasyonundan sonra %7 hastada ve kalp transplantasyonundan sonra bir grup hastada görüldüğü bildirilmiştir40-42. Kısaca, kritik hastalık başlangıcını takiben gelişen kuvvet kaybı olarak belirtilebilecek KHM için önerilen tanı kriterleri Tablo 2’de sunulmuştur. Yüksek serum glikoz seviyesinin KHPN gelişimi ve seyri için bir risk faktörü olarak saptanması, bu bulguya yönelik tedavilerin gündeme gelmesini sağlamıştır. Bir hafta veya daha uzun süre YBÜ’ de kalan hastalarda, yoğun insülin kontrolü ile KHPN riskinin %52’den %29’a düştüğü Tablo 2. Kritik Hastalık Miyopatisi için Önerilen Tanı Kriterleri 1. Duyusal sinir aksiyon potansiyeli amplitüdü, normalin alt sınırının %80’inden büyük olmalı 2. Motor sinir iletim çalışmasında, en az 2 motor sinirde BKAP amplitüdü normalin alt sınırının %80’inden küçük olmalı ve iletim bloğu gözlenmemeli 3. İğne EMG’de kısa süreli, küçük amplitüdlü, polifazik MÜAP’lar olmalı ve bunlara erken rekrütman veya tam interferans paterni eşlik etmeli. Fibrilasyon potansiyelleri olabilir veya olmayabilir 4. Ardışık sinir uyarım testinde dekrement yanıt olmamalı 5. Kas biyopsisinde miyozin kaybı ile giden miyopati varlığı 6. Serum CPK düzeyinde artış 7. Kas uyarılabilirliğindeki bozukluğun gösterilmesi *Kaynak 1’den uyarlanmıştır *Kesin tanı için ilk 5 tanı kriteri karşılanmalı 198 Marmara Medical Journal 2008;21(2);193-202 Kayıhan Uluç, Ark. Kritik hastalık polinöropatisi ve miyopatisi düzeyde artarken, kas biyopsisinde kalın miyozin filaman kaybı görülür. Prognozu KHPN’ ye göre daha iyidir. Özgül bir tedavisi yoktur. Tedavideki amaç, nöromusküler bloke edici ajanların ve steroidin bir an önce kesilmesinin sağlanması olmalıdır. PATOGENEZ KHM’nin patogenezi için yapılabilecek en kısa tanım, kasın uyarılabilirliğinin ortadan kalkmasıdır. Son yıllarda bu konuda yapılan araştırmalar, denerve olmuş kas liflerinde özellikle steroid veya nöromusküler bloke edici ajana bağlı olarak; (a) kasın istirahat membran potansiyelinin düştüğünü, (b) membrandan klor akımının devam ettiğini, (c) voltaja bağlı sodyum akımının azaldığını ve tüm bunların sonucunda kasın uyarılabilirliğinin ortadan kalktığını göstermiştir43-45. Patogenezde bir diğer önemli nokta, özellikle sepsise ikincil gelişen mitokondrial fonksiyon bozukluğu ve bunun tetiklediği oksidatif stres ve diğer faktörlere bağlı oluşan enerji yetmezliği ve bunun yaratmış olduğu hasardır46. Ayrıca, proteolitik sistemlerin, özellikle ubikütin-proteozom yolağının ve kalpeinlerin aktivasyonunun da KHM patogenezinde önemli bir rolü olduğu belirtilmektedir47-49. b. Rabdomyoliz: YBÜ’ de steroid ve/veya nöromusküler bloke edici ajan kullanılmasını takiben gelişen kuvvet kaybı, yaygın miyalji, miyoglobinüri, anlamlı derecede artmış CPK düzeyi (sıklıkla > 10000 IU/lt) ile kendini gösterir. Yaygın kas nekrozuna bağlı aşırı potasyum serbestleşirken, kalsiyum sekestre olmaktadır. Bunun sonucunda gelişen hiperpotasemi ve hipokalsemi kardiyak iletim bozukluklarına ve böbrek yetmezliğine sebebiyet vermektedir. Rabdomyoliz sırasında, sinir iletim çalışmaları normal olup, iğne EMG’ sinde hafif düzeyde ve seyrek saptanan spontan aktivite dışında patolojik bir bulgu izlenmez. Kas biyopsisinde de özgül bir bulgu yoktur. Normal sınırlarda olabileceği gibi değişik derecelerde kas lifi kaybı saptanabilir. Uygun tedavi yaklaşımları ile hızlı ve tam düzelme görülür. TANI Klinik Özellikler En belirleyici özelliği tüm ekstremiteleri, boyun fleksörlerini, yüz ve diyafram kaslarını etkileyen yaygın, flask tipte kuvvet kaybıdır. Bu sebeple çoğu hastanın mekanik ventilatörden ayrılması güç olmaktadır. Ekstraoküler kas tutulumu yapabildiğinden oftalmoparezi görülebilir50. DTR’ler genellikle azalmıştır, ama alınıyor olması tanıdan uzaklaştırmaz. Miyalji pek belirgin değildir. Bu hastalardaki tanı güçlüğü, KHPN’de olduğu gibi kuvvet kaybından önce gelişen ensefalopati tablosunun ve verilen nöromusküler bloke edici ajanların hastanın klinik bulgularını gölgelemesidir. c. Akut nekrotizan miyopati: Rabdomyolizin daha şiddetli formudur. Bu tabloda, elektrofizyolojik çalışmalar şiddetli miyopatiyi gösterirken, kas biyopsisinde yaygın kas lifi nekrozu izlenir. Bu tip KHM’nin prognozu diğer formlara göre belirgin derecede daha kötüdür. d. Kaşektik miyopati: Kritik hastalığın diğer nöromusküler olasılıkları dışlanınca tanısı koyulabilen kaşektik miyopati/kullanılmama atrofisi, özellikle yoğun açlık ve malnütrisyon sonrası görülen bir tablodur. Bu hastalıkta, tüm elektrofizyolojik çalışmalar ve serum CPK düzeyi normal olup, kas biyopsisinde de anlamlı bir bulgu beklenmez. Bolton KHM alt tiplerini 4 başlık altında toplamıştır1: Risk Faktörleri a. Akut kuadriplejik miyopati (kalın filaman miyozin kaybı): Özellikle mekanik ventilatör, steroid ve nöromusküler bloke edici ajan kullanımı gerektiren astım atakları sırasında veya YBÜ’ de transplantasyonu takiben bu tedavileri alan hastalarda görülür. CPK hafif KHM için belirtilen en önemli risk faktörleri steroid ve nöromusküler bloke edici ajan kullanımı olup, sepsis varlığı ve yüksek APACHE III skoru miyopati gelişmesini kolaylaştırmaktadır. 199 Marmara Medical Journal 2008;21(2);193-202 Kayıhan Uluç, Ark. Kritik hastalık polinöropatisi ve miyopatisi miyopatide serum CPK düzeyi anlamlı derecede artarken51, diğer miyopati alt tiplerinde hafif yüksektir. KHPN olgularında ise CPK düzeyi normaldir. Elektrofizyolojik Özellikler Sinir iletim çalışmalarında genellikle düşük amplitüdlü, iletim bloğu göstermeyen ve süreleri bazen uzayabilen BKAP elde edilir. Duyusal sinir iletim çalışmalarının normal olması beklenir, ama eşlik eden nöropati durumunda veya ekstremitelerde ödem varsa düşük amplitüdlü duyusal potansiyeller de saptanabilir. Hasta sedatize edilmemişse veya ensefalopati tablosu yoksa iğne EMG çalışmasında istemli kasıda kısa süreli, küçük amplitüdlü, polifazik MÜAP ve erken rekrütman paterni izlenir. Kantitatif MÜAP analizi ile bu bulgular desteklenebilir. İstirahat halinde yapılan incelemede pozitif keskin dalga ve fibrilasyon potansiyelleri saptanabilir. Spontan potansiyeller nöropati olgularında da görülebileceği için istemli kası yapamayan hastalarda nöropati-miyopati tanılarının elektrofizyolojik ayrımında daha önce tarif edilen DKU yöntemi kullanılabilir1. Histopatolojik Özellikler Hangi KHM hastalarına biyopsi yapılmalı sorusuna verilecek yanıt net olmamakla birlikte, eğer altta yatan inflamatuar miyopati gibi başka bir miyopatik süreç düşünülüyorsa veya yapılan biyopsi sonucu hastanın değerlendirilmesini, tedavisini ve prognozunu değiştirecekse biyopsi yapılması önerilmektedir1. Bir başka çalışmada ise, hikaye ve elektrofizyolojik olarak klinik hastalık nöropatisi düşünülmeyen, şiddetli parezisi olan tüm hastalara biyopsi yapılması önerilmektedir3. KHM’de görülen genel histopatolojik bulgular, izole tip 1/tip 2/kombine lif kaybı, kas lifi çapı farklılıkları, kalın filaman miyozin kaybı olarak özetlenebilir. İnflamatuar değişikliklere ise hemen hiç rastlanmaz3. Mekanik ventilatörden ayrılamayan hastalarda frenik sinirin iletim çalışmaları ve diyafram kasları ile göğüs duvarı kaslarının iğne EMG incelemeleri KHM tanısından şüphe edilen hastalarda uygulanabilecek basit 1 elektrofizyolojik yöntemlerdir . Sinir iletim çalışmalarında, tipik olarak düşük amplitüdlü ve normal latanslı BKAP beklenirken, iğne EMG incelemesinde incelenen kaslarda spontan aktivite saptanabilir. Diyafram kaslarından elde edilen MÜAP’ lar normalde miyopatik görünümde olabileceğinden, istemli kası ile miyopati tanısı koyulurken dikkatli olunmalıdır1. Mekanik ventilatörden ayrılma güçlüğü çeken bir hastada yapılan frenik sinir iletim çalışması anlamlı değilse veya klinik olarak daha çok nöromusküler kavşak iletim bozukluğu düşünülüyorsa, elektrofizyolojik incelemelere ardışık sinir uyarım yöntemini ve hatta uyarılmış tek-lif EMG yöntemini eklemek tanıya yardımcı olacaktır1. TEDAVİ Ne yazık ki, KHPN’de olduğu gibi kronik hastalık miyopatisinin de özgül bir tedavisi yoktur. Destekleyici tedavi, altta yatan nedenlerin özellikle nöromusküler bloke edici ajanların ve steroidlerin erken evrede sonlandırılması, sepsis ile mücadele öne çıkan tedavi yaklaşımlarıdır. SONUÇ Yoğun bakım ünitelerinde yatmakta olan çoğu hastada sıklıkla tek başlarına veya kombine olarak KHPN ve KHM ortaya çıkmaktadır. Risk faktörleri minimuma indirilirse görülebilirlikleri de o oranda azalabilecek olan bu tablolar özellikle kuvvet kaybı ve mekanik ventilatörden ayrılma güçlüğü olan hastalarda akla gelmelidir. Yüksek mortalite ve morbidite oranları nedeniyle önemle üzerinde durulması gereken hastalıklardır. Yakın klinik izlem, erken elektrofizyolojik çalışmalar ve gerekli durumlarda yapılabilecek biyopsi ile tanı koyulması kolaylaşır, ayırıcı tanıları yapılabilir ve prognozları hakkında bilgi sahibi olunabilir. Her ne kadar, günümüzde bu hastalıklara Laboratuar Testleri Serum CPK düzeyi dışında KHM tanısında kullanılan özel bir laboratuar testi yoktur. CPK seviyesi hem nöropati-miyopati ayrımında, hem de KHM alt tiplerinin ayrımında kullanılabilir. Örneğin, nekrotizan 200 Marmara Medical Journal 2008;21(2);193-202 Kayıhan Uluç, Ark. Kritik hastalık polinöropatisi ve miyopatisi 14. yönelik özgül tedaviler olmasa da, destekleyici tedaviler, sepsis ile agresif savaşım, hastalığa neden olabilecek medikal tedavilerin uzaklaştırılması gibi hastaya yarar sağlayan girişimler gecikmeden uygulanmalıdır. 15. 16. KAYNAKLAR 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9. 10. 11. 12. 13. Bolton CF. Neuromuscular manifestations of critical illness. Muscle Nerve 2005;32(2):140-163 Visser LH. Critical illness polyneuropathy and myopathy: clinical features, risk factors and prognosis. Eur J Neurol 2006;13(11):1203-1212 Hund E. Neurological complications of sepsis:critical illness polyneuropathy and myopathy. J Neurol 2001;248:929-934 Latronico N, Peli E, Botteri M. Critical illness myopathy and neuropathy. Curr Opin Crit Care 2005;11(2):126-132 Bolton CF, Gilbert JJ, Hahn AF, Sibbald WJ. Polyneuropathy in critically ill patients. J Neurol Neurosurg Psychiatry 1984;47:1223-1231 Bolton CF, Laverty DA, Brown JD, Witt NJ, Hahn AF, Sibbald WJ. Critically ill polyneuropathy: electrophysiological studies and differentiation from Guillain-Barre syndrome. J Neurol Neurosurg Psychiatry 1986;49:563-573 Leijten FS, De Weerd AW, Poortvliet DC, De Ridder VA, Ulrich C, Harink-De Weerd JE. Critical illness polyneuropathy in multiple organ dysfunction syndrome and weaning from the ventilator. Intensive Care Med 1996;22(9):856-861 Witt NJ, Zochodne DW, Bolton CF, Grand\'Maison F, Wells G, Young GB, Sibbald WJ. Peripheral nerve function in sepsis and multiple organ failure. Chest 1991;99(1):176-184 Tennila A, Salmi T, Pettila V, Roine RO, Varpula T, Takkunen O. Early signs of critical illness polyneuropathy in ICU patients with systemic inflammatory response syndrome or sepsis. Intensive Care Med 2000;26(9):1360-1363 Druschky A, Herkert M, Radespiel-Troger M, Druschky K, Hund E, Becker CM, Hilz MJ, Erbguth F, Neundorfer B. Critical illness polyneuropathy: clinical findings and cell culture assay of neurotoxicity assessed by a prospective study. Intensive Care Med 2001;27(4):686-693 Latronico N, Fenzi F, Recupero D, Guarneri B, Tomelleri G, Tonin P, De Maria G, Antonini L, Rizzuto N, Candiani A. Critical illness myopathy and neuropathy. Lancet 1996;347(9015):1579-1582 Fenzi F, Latronico N, Refatti N, Rizzuto N. Enhanced expression of E-selectin on the vascular endothelium of peripheral nerve in critically ill patients with neuromuscular disorders. Acta Neuropathol (Berl) 2003;106(1):75-82 de Letter MA, Schmitz PI, Visser LH, Verheul FA, Schellens RL, Op de Coul DA, van der Meche FG. Risk factors for the development of polyneuropathy and myopathy in critically ill patients. Crit Care Med 2001;29(12):2281-2286 17. 18. 19. 20. 21. 22. 23. 24. 25. 26. 27. 28. 29. 201 Sander HW, Golden M, Danon MJ. Quadriplegic areflexic ICU illness: selective thick filament loss and normal nerve histology. Muscle Nerve 2002;26(4):499-505 Verheul GA, de Jongh-Leuvenink J, Op de Coul AA, van Landeghem AA, van Puyenbroek MJ. Tumor necrosis factor and interleukin-6 in critical illness polyneuromyopathy. Clin Neurol Neurosurg 1994;96(4):300-304 Coakley JH, Nagendran K, Yarwood GD, Honavar M, Hinds CJ. Patterns of neurophysiological abnormality in prolonged critical illness. Intensive Care Med 1998;24(8):801-807 Zifko UA, Zipko HT, Bolton CF. Clinical and electrophysiological findings in critical illness polyneuropathy. J Neurol Sci 1998;159(2):186-193 Op de Coul AA, Lambregts PC, Koeman J, van Puyenbroek MJ, Ter Laak HJ, Gabreels-Festen AA. Neuromuscular complications in patients given Pavulon (pancuronium bromide) during artificial ventilation. Clin Neurol Neurosurg 1985;87(1):17-22 Kupfer Y, Namba T, Kaldawi E, Tessler S. Prolonged weakness after long-term infusion of vecuronium bromide. Ann Intern Med 1992;117(6):484-486 Khan J, Harrison TB, Rich MM, Moss M. Early development of critical illness myopathy and neuropathy in patients with severe sepsis. Neurology 2006;67(8):1421-1425 Low PA NK, Seionti L. Role of hypoxia, oxidative stress, and excitatory neurotoxins in diabetic neuropathy. In: Dyck PJ TP, editor. Diabetic neuropathy. 2nd ed. Philadelphia: WB Saunders; 1999. p 317-329 Maher J, Rutledge F, Remtulla H, Parkes A, Bernardi L, Bolton CF. Neuromuscular disorders associated with failure to wean from the ventilator. Intensive Care Med 1995;21(9):737-743 Sander HW, Saadeh PB, Chandswang N, Greenbaum D, Chokroverty S. Diaphragmatic denervation in intensive care unit patients. Electromyogr Clin Neurophysiol 1999;39(1):3-5 Hund E, Genzwurker H, Bohrer H, Jakob H, Thiele R, Hacke W. Predominant involvement of motor fibres in patients with critical illness polyneuropathy. Br J Anaesth 1997;78(3):274-278 Rich MM, Teener JW, Raps EC, Schotland DL, Bird SJ. Muscle is electrically inexcitable in acute quadriplegic myopathy. Neurology 1996;46(3):731736 Zochodne DW, Bolton CF, Wells GA, Gilbert JJ, Hahn AF, Brown JD, Sibbald WA. Critical illness polyneuropathy. A complication of sepsis and multiple organ failure. Brain 1987;110 ( Pt 4):819841 Lycklama J NA, Troost J. Critical illness polyneuropathy. In: WB M, editor. Handbook of clinical neurology. New York: Elsevier Science; 1987. p 129-135 Dellinger RP, Carlet JM, Masur H, Gerlach H, Calandra T, Cohen J, Gea-Banacloche J, Keh D, Marshall JC, Parker MM, Ramsay G, Zimmerman JL, Vincent JL, Levy MM. Surviving Sepsis Campaign guidelines for management of severe sepsis and septic shock. Intensive Care Med 2004;30(4):536-555 Lowry SF. Sepsis and its complications: clinical definitions and therapeutic prospects. Crit Care Med 1994;22(7):S1-2 Marmara Medical Journal 2008;21(2);193-202 Kayıhan Uluç, Ark. Kritik hastalık polinöropatisi ve miyopatisi 30. 31. 32. 33. 34. 35. 36. 37. 38. 39. Garnacho-Montero J, Madrazo-Osuna J, GarciaGarmendia JL, Ortiz-Leyba C, Jimenez-Jimenez FJ, Barrero-Almodovar A, Garnacho-Montero MC, Moyano-Del-Estad MR. Critical illness polyneuropathy: risk factors and clinical consequences. A cohort study in septic patients. Intensive Care Med 2001;27(8):1288-1296 Bolton CF, Young GB, Zochodne DW. The neurological complications of sepsis. Ann Neurol 1993;33(1):94-100 van der Schaaf M, Beelen A, de Groot IJ. Critical illness polyneuropathy: a summary of the literature on rehabilitation outcome. Disabil Rehabil 2000;22(17):808-810 van der Schaaf M, Beelen A, de Vos R. Functional outcome in patients with critical illness polyneuropathy. Disabil Rehabil 2004;26(20):11891197 Leijten FS, Harinck-de Weerd JE, Poortvliet DC, de Weerd AW. The role of polyneuropathy in motor convalescence after prolonged mechanical ventilation. Jama 1995;274(15):1221-1225 Mohr M, Englisch L, Roth A, Burchardi H, Zielmann S. Effects of early treatment with immunoglobulin on critical illness polyneuropathy following multiple organ failure and gram-negative sepsis. Intensive Care Med 1997;23(11):1144-1149 van den Berghe G, Wouters P, Weekers F, Verwaest C, Bruyninckx F, Schetz M, Vlasselaers D, Ferdinande P, Lauwers P, Bouillon R. Intensive insulin therapy in the critically ill patients. N Engl J Med 2001;345(19):1359-1367 Van den Berghe G, Schoonheydt K, Becx P, Bruyninckx F, Wouters PJ. Insulin therapy protects the central and peripheral nervous system of intensive care patients. Neurology 2005;64(8):1348-1353 Langouche L, Vanhorebeek I, Vlasselaers D, Vander Perre S, Wouters PJ, Skogstrand K, Hansen TK, Van den Berghe G. Intensive insulin therapy protects the endothelium of critically ill patients. J Clin Invest 2005;115(8):2277-2286 Mesotten D, Swinnen JV, Vanderhoydonc F, Wouters PJ, Van den Berghe G. Contribution of circulating lipids to the improved outcome of critical illness by glycemic control with intensive insulin therapy. J Clin Endocrinol Metab 2004;89(1):219-226 40. 41. 42. 43. 44. 45. 46. 47. 48. 49. 50. 51. 202 Douglass JA, Tuxen DV, Horne M, Scheinkestel CD, Weinmann M, Czarny D, Bowes G. Myopathy in severe asthma. Am Rev Respir Dis 1992;146(2):517519 Campellone JV, Lacomis D, Kramer DJ, Van Cott AC, Giuliani MJ. Acute myopathy after liver transplantation. Neurology 1998;50(1):46-53 Perea M, Picon M, Miro O, Orus J, Roig E, Grau JM. Acute quadriplegic myopathy with loss of thick (myosin) filaments following heart transplantation. J Heart Lung Transplant 2001;20(10):1136-1141 Rich MM, Pinter MJ, Kraner SD, Barchi RL. Loss of electrical excitability in an animal model of acute quadriplegic myopathy. Ann Neurol 1998;43(2):171179 Rich MM, Pinter MJ. Sodium channel inactivation in an animal model of acute quadriplegic myopathy. Ann Neurol 2001;50(1):26-33 Rich MM, Pinter MJ. Crucial role of sodium channel fast inactivation in muscle fibre inexcitability in a rat model of critical illness myopathy. J Physiol 2003;547(Pt 2):555-566 Brealey D, Brand M, Hargreaves I, Heales S, Land J, Smolenski R, Davies NA, Cooper CE, Singer M. Association between mitochondrial dysfunction and severity and outcome of septic shock. Lancet 2002;360(9328):219-223 Tiao G, Hobler S, Wang JJ, Meyer TA, Luchette FA, Fischer JE, Hasselgren PO. Sepsis is associated with increased mRNAs of the ubiquitin-proteasome proteolytic pathway in human skeletal muscle. J Clin Invest 1997;99(2):163-168 Sher JH, Shafiq SA, Schutta HS. Acute myopathy with selective lysis of myosin filaments. Neurology 1979;29(1):100-106 Showalter CJ, Engel AG. Acute quadriplegic myopathy: analysis of myosin isoforms and evidence for calpain-mediated proteolysis. Muscle Nerve 1997;20(3):316-322 Sitwell LD, Weinshenker BG, Monpetit V, Reid D. Complete ophthalmoplegia as a complication of acute corticosteroidand pancuronium-associated myopathy. Neurology 1991;41(6):921-922 Zochodne DW, Ramsay DA, Saly V, Shelley S, Moffatt S. Acute necrotizing myopathy of intensive care: electrophysiological studies. Muscle Nerve 1994;17(3):285-292