ascus ve lgsıl`de yüksek onkojenik riskli hpv dna testi ve kolposkopik

advertisement
T.C
SAĞLIK BAKANLIĞI
GÖZTEPE EĞİTİM ve ARAŞTIRMA HASTANESİ
KADIN HASTALIKLARI ve DOĞUM KLİNİĞİ
Klinik Şefi : Doç.Dr.Neşe YÜCEL
ASCUS VE LGSIL’DE YÜKSEK ONKOJENİK RİSKLİ HPV DNA
TESTİ VE KOLPOSKOPİK BİYOPSİ SONUÇLARI
UZMANLIK TEZİ
Dr.ÖZLEM KARAAHMET
İSTANBUL 2008
1
TEŞEKKÜR
Hastanemiz Başhekimi Sn. Prof. Dr.Hamit Okur’a,
Eğitimim boyunca desteğini esirgemeyen, bilgi ve tecrübe sahibi olmam için sonsuz
emeği geçen değerli hocam Sn. Doç. Dr. Neşe Yücel’e,
Rotasyonum sırasında eğitimime büyük katkıları olan Doç. Dr. Rafet Yiğitbaşı,
Doç. Dr. Melek Çelik, Dr.Erol Rüştü Bozkurt ve Doç. Dr. Reşit Tokuç’a,
Uzmanlık eğitimime olduğu kadar tez çalışmalarıma da sonsuz katkıları olan sevgili
ağabeyim Op. Dr. Ergün Bilgiç’e,
Sabır ve anlayışla tecrübelerini aktarmaya çalışan, aynı zamanda dostlukları ile hep
yanımda
olan,
davranışlarını
Op. Dr. Aykut Coşkun,
her
zaman
örnek
aldığım
uzmanlarım
Op.Dr. Mustafa Eroğlu, Op.Dr. Sefer Kaya’ya,
5 yıl boyunca aynı çalışma ortamını paylaştığım asistan arkadaşlarıma, hemşire ve
personelimize,
Tezimi yazmamdaki katkılarından dolayı arkadaşım Dr.Güher Bolat’a,
Benim bu günlere gelmemi sağlayan, maddi ve manevi desteklerini hiç bir zaman
esirgemeyen canım annem, babam ve kardeşime,
Hayatımın her anında hep yanımda olan, benden sevgi, destek ve anlayışını
esirgemeyen sevgili eşim Dr.Tansu Karaahmet’e,
Hayatta yaptığım en güzel şey dediğim en değerli varlığım, canım oğlum Emre’ye,
Sonsuz teşekkür ederim.
Dr. Özlem Karaahmet
2
İÇİNDEKİLER
1.GİRİŞ VE AMAÇ
2.GENEL BİLGİLER
3.MATERYAL METOD
4.BULGULAR
5.TARTIŞMA
6.SONUÇ
7.ÖZET/SUMMARY
8.KISALTMALAR
9.KAYNAKLAR
4
5
66
68
73
78
79
82
83
3
1.GİRİŞ VE AMAÇ
Servikal kanser dünyada kadınlarda meme ve kolorektal kanserlerden sonra en yaygın üçüncü
kanser durumundadır. Jinekolojik kanserlerde ise ikinci sıradadır. Ülkemizde kesin rakamlar
bilinmemekle birlikte ABD’de yıllık 55 milyon kadın servikal displazi tanısı ile takip edilmektedir.
Pap smear sonucuna göre önemi belirlenemeyen atipik skuamoz hücreler (ASCUS) tespit edilen
hastalardaki takip stratejisi ikileme yol açmaktadır. Yapılan çalışmalarda ASCUS tespit edilen hastalarda
takip stratejisi olarak direkt kolposkopi, 6 aylık smear tekrarı, yada yüksek onkojenik riskli HPV tespit
edilen hastalarda kolposkopik incelemedir. Daha önceden yapılan çalışmalarda yüksek onkojenik riskli
HPV DNA testinin sitolojiye eklenmesinin servikal intraepitelyal neoplaziyi tanımadaki sensitivitesinin
daha yüksek olduğu bulunmuştur ve gereksiz kolposkopi sıklığını azaltmıştır (1-3). Düşük dereceli
sitolojik anomalilerin çoğunun kendiliğinden geçtiğini ve tedavi gerektirmediğini biliyoruz. Böylece bu
sonuçları saptadığımız her kadını jinekolojik araştırmaya almak fazladan tedavi etmektir. Öte yandan
Servikal intraepitelyal lezyon(CIN) 2/3 saptanan hastaların 1/3’ünde önceki PAP testinde ASCUS
sitolojik sonucu geldiği bilinmektedir (4,5).
Human Papilloma Virüs (HPV) cinsel yolla bulaşan enfeksiyonların en yaygın olanlarından
birisidir. Enfeksiyon sıklıkla kendini sınırlandırmasına rağmen, HPV enfeksiyonu olan kadınların bir
kısmında servikal prekanseröz veya kanseröz lezyonlar gelişmeye devam edecektir. HPV enfeksiyonunun,
özellikle 30 yaşından büyük kadınlarda, servikal kanser için nedensel bir faktör olduğu açıkça
belirlenmiştir. Dünya çapındaki bir çalışma servikal kanserli kadınlarda HPV yaygınlığının %99,7
olduğunu bulmuştur (6).
Biz de bu çalışmada smear sonucunda ASCUS ve düşük dereceli skuamoz intraepitelyal lezyon
(LGSIL) tespit edilen hastalarda yüksek onkojenik riskli HPV enfeksiyonu prevalansını saptamak ve
servikal kanser gelişme olasılığı yüksek hasta grubunu belirlemeyi amaçladık.
4
2.GENEL BİLGİLER
2.1.SERVİKAL ANATOMİ VE HİSTOLOJİ
İntrauterin hayatın 6-7. haftalarında müllerian kanalın birleşmesi ile alt genital kanal meydana
gelir ve aşağıda ürogenital sinüs ile invajinasyon yaparak birleşir. Serviks ve vajeni oluşturan müllerian
kanal kolumnar epitelle döşelidir. İntrauterin 4. ayda vajen ve serviksin kolumnar epiteli skuamoz
metaplazi ile skuamoz epitele dönüşmeye başlar (7). Bu dönemdeki kolumnar epitel- yassı epitel
sınırına, orijinal skuamokolumnar bileşke (SKB) denir. Doğumdan sonra (özellikle menarşdan sonra)
uyarılara (travma, hormonal faktörler, PH değişiklikleri, enfeksiyonlar vs.) yanıt olarak skuamoz
metaplazi oluşur. Bu yeni oluşmuş sınıra da fizyolojik SKB denir. İşte orijinal SKB ile fizyolojik SKB
arasındaki bu sürekli değişim bölgesine transformasyon zonu denir ki; serviksin prekanseröz
lezyonlarının %90’ının bu bölgeden oluştuğu bilinir (8-10).
Serviks, uterusun fibromusküler olan alt bölümüdür. Silindirik veya konik şekilli olup 3-4 cm
uzunluğunda, 2,5 cm çapındadır. Pelvis duvarı ve serviksin lateral ve arka bölümü arasında uzanan
kardinal ve uterosakral ligamentlerle desteklenir. Alt yarısına portio vaginalis adı verilir ve ön duvarı ile
üst vagen içine uzanır. Portio vajene orificium externa ile açılır.Serviksin boyutları ve şekli yaşa,
pariteye ve hormonal duruma göre farklılık gösterir. Paröz kadınlarda hacimli görünümdedir ve
eksternal os geniş, enlemesine yarık şeklindedir. Nulliparlarda eksternal os, küçük sirküler bir açıklık
şeklindedir. Supravajinal kısım internal os seviyesinde uterus korpusunun muskuler kısmıyla birleşir.
Serviksin eksternal osa doğru olan kısmına ektoserviks denir. Spekulum muayenesi ile görüntülenebilen
kısımdır. Eksternal osun proksimalindeki kısma ise endoserviks denir ve görülebilmesi için eksternal
orifisyumun dilate edilmesi gerekir. Eksternal ve internal os arasında bulunan ve uterin kavite ve vajen
arasındaki bölüme endoservikal kanal denilir. Uzunluğu ve eni yaşa ve hormonal duruma göre
değişir.Reprodüktif çağda en geniş halindedir ve 6-8 mm. enindedir.Vajinal kavitede serviksi çevreleyen
boşluğa vajinal forniks adı verilir. Serviks ile lateral vajinal duvar arasındaki kısmına lateral forniks,
serviks ile ön ve arka vajinal duvarlar arasındaki kısımlarına ise anterior ve posterior vajinal forniks adı
verilir(Şekil 1).Serviksin stroması, servikste uzanan ve pleksus yapıları oluşturan vasküler, lenfatik ve
sinir oluşumlarını içeren dens,fibromuskuler bir yapıdadır. Serviksin arteryel beslenmesi internal iliyak
arterden köken alan uterin arterin servikal ve vajinal dallarıyla sağlanır.Uterin arterin servikal dalları
serviksin lateral kenarlarından saat 3 ve 9 hizasından aşağıya doğru inerler. Venleri arterlerine paralel
seyreder ve hipogastrik pleksusa drene olur. Lenfatik drenajı common, internal, eksternal iliyak nodlar,
parametriyal ve obturator nodlar sağlar. İnnervasyonu hipogastrik pleksustan sağlanır. Endoserviks sinir
5
sonlanmaları açısından oldukça zenginken, ektoservikste ise sinir sonlanma noktaları azdır. Bu nedenle
biyopsi, elektrokoagülasyon, kriyoterapi gibi işlemler bazı hastalar tarafından lokal anestezisiz iyi tolere
edilebilir. Endoserviks sempatik ve parasempatik lifler açısından da daha zengindir ve bu nedenle de
dilatasyon & küretaj esnasında vasovagal reaksiyon gelişebilir.
Şekil 1. Serviksin anatomisi.
Serviks iki tip epitel ile kaplıdır; skuamokolumnar bileşkede birleşen çok katlı yassı epitel ve
kolumnar epitel. Skuamoz epitel ektoserviksin geniş bir kısmını kaplayan, nonkeratinize, glikojen içeren,
çoklu hücre (15-20) tabakasından oluşur (Şekil 2). Gözle muayenede soluk pembe renkli görünür. Koyu
boyanan, büyük çekirdekli ve küçük sitoplazmalı, yuvarlak bazal hücrelerden oluşan tek tabakalı bir
bazal membran içerir.
Şekil.2:Çok katlı skuamoz epitel (x20)
Bazal membran, epiteli altındaki stromadan ayırır. Bazal hücreler parabazal, intermediate ve
süperfisial tabakaları oluşturmak için bölünür ve farklılaşırlar. Bazal tabakadan süperfisial tabakaya
doğru gittikçe hücreler, sitoplazmalarında artış ve çekirdeklerinin büyüklüğünde küçülme, böylece de
6
protein içeriklerinde azalma gösterirler. Asetikasit, geri dönüşlü olarak hücresel proteinlerle presipite
olur. Normal epitele asetikasit uygulanması, süperfisial hücrelerin düşük protein içeriğinden dolayı renk
değişimine neden olmaz. İntermediate ve süperfisial tabaka hücreleri sitoplazmalarında bol miktarda
glikojen içerirler. Glikojen içeren hücreler iyot ile kolayca boyandığından, Lugol solüsyonu ile normal
epitel kahverengi veya siyah renge boyanır. Postmenopozal dönemde, skuamoz epitel hücreleri
parabazal tabakadan sonrasına olgunlaşamazlar, böylece skuamoz epitel ince ve atrofik hale gelir.
Kolumnar epitel; endoservikal kanalı döşeyen, çekirdekleri koyu boyanan tek tabaka
hücrelerdir(Şekil 5). Gözle muayenede damarlı, kırmızı renkli görünür, çünkü; tek katlı hücre tabakası
alttaki stromanın renginin kolayca görünmesini sağlar. Servikal stromaya, endoservikal kript oluşumu
ile sonuçlanan çok sayıda invajinasyonlar olur. Kolumnar hücreler serviksi ve vajinayı ıslatan mukus
salgılarlar.Üst sınırda, corpus uterinin alt kısmının endometriyal hücreleriyle birleşirler. Alt uçta ise,
skuamo-kolumnar bileşkede, skuamöz hücrelerle birleşirler. Reprodüktif duruma göre ektoserviks
üzerinde uzanımları farklılık gösterir. Kolumnar epitelyum kanal içerisinde düz olarak uzanmaz ve kanal
içerisine multiple longitudinal papiller projeksiyonlar yapar. Bu yapı, endoservikal kript(endoservikal
gland) formasyonu ile sonuçlanan, stromada invajinasyonlar oluşturur(şekil 6). Kriptler serviks
yüzeyinden 5-8 mm uzaklıkta olabilir. Mukozal katlantı ve kriptlerden oluşan bu kompleks yapı, visual
muayenede kolumnar epitele pürüzlü görünüm verir. Kolumnar epitelde glikojenizasyon yoktur.
İntrasitoplazmik glikojen yokluğundan dolayı lugol sonrası renk değişimi olmaz veya iyodin solusyonu
ile hafifçe lekelenir.
Kript
ağzı
Kolumn
ar hücre
Kolumnar hücreler
Kript
Stroma
Bazal Membran
Şekil 5. Kolumnar Hücreler
Şekil 6. Kolumnar Epitelin Kript Yapıları
7
Skuamokolumnar bileşke(SKB); çok katlı yassı epitel ile kolumnar epitelin birleştiği yerdir ve
keskin bir sınır olarak görünür(Şekil 7).
Şekil 7. Skuamo-kolumnar Bileşke
Eksternal osa göre yeri yaş, hormonal durum, gebelik gibi çeşitli fizyolojik durumlara bağlı olarak
değişir (Şekil 8). Çocuklukta ve perimenarşta, eksternal osta veya çok yakınındadır. Puberte sonrası ve
reprodüktif dönemde, kadın genital organları östrojenin etkisi altında büyür. Böylece serviks büyür ve
endoservikal kanal uzar. Bu olay, ektoserviksteki kolumnar epitelin, özellikle ön ve arka dudaklarda
eversiyonuna yol açar ve ektropiyon ile sonuçlanır. Bu nedenle, reprodüktif çağda ve gebelikte
skuamokolumnar bileşke ektoservikste ve eksternal osa uzak yerleşmiştir.
Şekil 8. (a) Erken reprodüktif dönemde, genç bir kadında orijinal SKB, external ostan uzakta yer
almaktadır. (b) Yeni SKB, 30 yaşlarındaki kadınlarda external osa yakın yerleşmiştir. (c) Perimenopozal dönemde
SKB external osta bulunmaktadır. (d) Postmenopozal kadında yeni SKB görülememekte, endoservikse çekilmiş
bulunmakta. Matür metaplastik squamoz epitel ektoserviksin çoğunu kaplamaktadır.
8
Dışa dönen kolumnar epitel, asidik vajen ortamı ile karşılaştığında, kolumnar epitelin
harabiyetine ve yeni oluşan metaplastik skuamoz epitel tarafından yerinin alınmasına yol açar. Bir kadın
reprodüktif yaşamında perimenopozal yaş gurubuna doğru ilerlerken, skuamokolumnar bileşkenin yeri
giderek ektoserviksten eksternal osa doğru ilerlemeye başlar. Perimenopozal dönemden ve menopozun
başlamasından
sonra,
serviks,
östrojen
eksikliği
sonucu
küçülür,ve
bunun
sonucu
olarak
skuamokolumnar bileşkenin eksternal osa ve endoservikal kanalın içine doğru yer değiştirmesi daha da
hızlanır . Postmenopozal kadında skuamokolumnar bileşke endoservikal kanal içinde yerleşmiştir ve
gözle muayenede görülemez.
Çocukluk çağında ve perimenarş döneminde orijinal skuamo-kolumnar bileşke eksternal osa çok
yakın yerleşimlidir. Pubertadan sonra ve reprodüktif dönemde östrojen etkisiyle genital organlar büyür.
Serviks büyür ve genişler, endoservikal kanal uzar. Bu, endoservikal kanalın alt bölümündeki kolumnar
epitelin ektoservikse eversiyonuna neden olur. Ektropiyon veya ektopi olarak adlandırılan bu durum
visual muyenede kırmızımsı renk olarak göze çarpar. Bazen bu durum erozyon veya ülser olarak yalnış
değerlendirilir. Böylece orijinal bileşke eksternal os’tan uzak olarak lokalize olur. Ektropiyon gebelikte
daha belirgindir. Ektropiyon durumunda kolumnar epitelin mukusu, vajinal asiditeye karşı tampon işlevi
yapar. Asidite er geç bir destrüksiyona yol açar ve kolumnar epitel metaplastik epitelyuma dönüşür.
Metaplazi, bir epitel tipinin diğeriyle yer değiştirmesi anlamına gelir. Metaplazinin en aktif olduğu
dönemde (reproduktif dönem , gebelik sonrası) onkojenlerle karşılaşma (özellikle HPV) CIN
gelişmesinde önemlidir(11).
Metaplastik süreç sıklıkla orijinal skuamo-kolumnar bileşkeden başlar ve menopoza kadar
reprodüktif dönem boyunca sentripedal olarak eksternal osa doğru uzanır. Böylece yeni oluşan
metaplastik
skuamöz
epitel
ile
ektoserviksteki
eversiyone
kolumnar
epitel
arasında
yeni
skuamokolumnar bileşke oluşur. Reprodüktif çağdan perimenozal yaşlara geçiş sırasında yeni
skuamokolumnar bileşke ektoserviksten eksternal os’a doğru yönelir. Premenopozal dönemden,
menopozun başlangıç dönemlerine geçişte, östrojen eksikliği nedeniyle serviks daralıp, kısalır. Bunun
neticesinde yeni skuamo-kolumnar bileşkenin eksternal os hizasına seyri hızlanır ve endoservikal kanal
içerisine girer. Postmenopozal kadınlarda yeni skuamo-kolumnar bileşke sıklıkla vısual muayenede
görülemez.
9
Ektropiyon / Ektopi : Ektropiyon veya ektopi ektoservikste, eversiyone olmuş endoservikal
kolumnar epitel olması durumudur. Ektoservikste, eksternal os çevresinde büyük kırmızımsı alan
şeklindedir. Eversiyon daha çok ektoserviksin ön ve arka dudaklarında görülür. Ektropiyon kadın
hayatında normal bir durumdur. Bazen kolumnar epitelyumun vajinal fornikslere uzandığı da
görülebilir. Ektropiyonda kolumnar epitel kriptleri ve stromal destek dokusuyla tam olarak
yerdeğiştirir.
2.2.SERVİKAL SKUAMOZ METAPLAZİ
Eversiyone kolumnar epitelin yerine skuamöz epitelyumun geçmesi skuamöz metaplazi
olarak adlandırılır. Bu olay, fiziksel, kimyasal veya enflamatuar olayların yol açtığı bir kronik
irritasyona veya hormonal fonksiyon değişmelerine bağlı olarak ortaya çıkan tamamen selim bir
reaksiyondur.Vajinal ortam reprodüktif hayat boyunca ve gebeliklerde asidik bir ortamdır. Asiditenin
skuamöz metaplazide rolü vardır. Asidite ile destrüksiyona uğrayan kolumnar epitelin yerine
metaplastik skuamöz epitel şekillenir. Kolumnar epitelin asiditeye maruziyeti subkolumnar rezerv
hücrelerini uyarır. Bu hücreler prolifere ve hiperplaziye uğrayarak metaplastik hücreleri oluştururlar.
Metaplastik süreçte, kuboidal şekilli, andifferansiye subkolumnar hücrelere gerek vardır(şekil 9). Bu
hücrelerin kaynağı bilinmemekle birlikte, asiditeye maruziyet neticesinde kolumnar epitelden
geliştikleri görüşü yaygındır.
İmmatür Skuamoz Metaplazi
İmmatür Skuamoz
Metaplastik Epitel
Matür Skuamoz
Metaplastik Epitel
Orjinal Skuamoz
Epitel
Şekil 9. Skuamoz Metaplazinin Gelişimi a) Ok uçları subkolumnar rezerv hücrelerini göstermektedir.
b) Rezerv hücrelerinin hiperplaziye uğrayarak subkolumnar olarak 2 tabaka halinde dizilimi. c)
Rezerv hücrelerinin immatür skuamoz metaplastik hücreleri ouşturmuş daha ileri proliferasyon ve
differansiyasyonu. Glikojen üretimi ile ilgili belirti yok. d) Matür skuamoz metaplastik hücreler.
Orijinal skuamoz epitel ile ayrıtedilemiyor.
10
Yine bu aşamada çok sayıda devamlılık gösteren veya lokal alanlar şeklinde metaplastik
skuamoz hücreler görülebilir. Orijinal skuamoz epitelin bazal membranını yok etmeye, prolifere ve
differansiye olmakta olan rezerv hücreler ile stroma arasında yeniden şekillendirmeye
eğilimlidir.Metaplazi sıklıkla orijinal skuamoz epitelden başlar. Ancak bazen bu bileşkenin
yakınından veya küçük adalar halinde uzağındaki kolumnar epitelden de başlayabilir. Süreç
esnasında immatür epitel matür stratifiye skuamoz epitele dönüşür. Bu ikincisi, orijinal skuamoz
epitele benzer. Arada rezidü kolumnar epitel alanları ve mukus vakuolleri ve glikojen içeren
intermediate hücrelerden ileri aşama hücreler görülebilir. Bu nedenle lugol sonrası kahverengi veya
siyah boyanma görülebilir. Matür skuamoz metaplastik epitelde nabothi kistleri denen kistler
görülebilir. Bunlar birer retansiyon kistleridir ve metaplastik epitelce kript açıklıklarının
örtülmesinden kaynaklanır. Gömülen bazı kolumnar hücreler mukus sekresyonlarına devam ederler
ve sonunda kistler dolar ve gerilir. Biriken mukus visual muayenede kistlerin fildişi veya sarımsı
renkte görülmelerine neden olur. Kist içindeki kolumnar epitel yassılaşır ve eninde sonunda biriken
mukusun etkisiyle yok olur.
Skuamoz metaplazi geri dönüşsüz bir süreçtir. Epitel bir daha kolumnar epitele dönüşemez.
Serviksteki metaplazi, kolumnar epitelin direkt skuamoz epitele dönmeyip önce rezerv hücrelere yer
bırakmalarından dolayı indirekt metaplazi olarak da adlandırılır. Metaplastik süreç farklı alanlarda
farklı hızlarda seyereder ve bu da kolumnar epitel içerisinde metaplastik epitel alanları şeklinde
görünür. Yeni skuamo-kolumnar bileşkeye bitişik immatür mataplastik hücreler görülürken, matür
metaplastik hücreler orijinal skuamokolumnar bileşkeye yakın bulunur. İmmatür metaplastik
skuamoz epitelden sonra gelişim iki aşamada olur. Büyük çoğunlukta glikojen içeren matür
metaplastik hücrelere dönüşüm görülürken, az oranda da atipik, displastik dönüşüm görülebilir.
Onkojenik HPV virüslerinin immatür epiteli persistan enfeksiyonu ile atipik gelişim görülür. Bu
hücrelerin kontrolsüz büyüme ve proliferasyonu anormal displastik epitele neden olabilir. Bunların
bir kısmı normale gerileyebilirken, bir kısmı da persiste edebilir veya invaziv kansere ilerleyebilir.
2.2.1.METAPLAZİK EVRELER : (12)
EvreI: Silindirik hücreler müköz kılıflarını kaybeder, yükseklikleri azalır, genişlikleri artar.
Subepitelyal bölgede yer alan stromal hücrelerde ise artmış bir aktivite vardır.
EvreII: Subsilindirik hücreler prolifere olur ve silindirik epitel altında çok sıralı bir primitif
hücre tabakası oluştururlar. Bunlar iri çekirdekli uniform, yuvarlak, oval veya böbrek şeklinde
11
kromatin yapısı ince granüllü, sitoplazması az bazen ince vakuollü, sınırları belirgin olmayan
hücrelerdir.
EvreIII: Tek sıralı bazal hücre tabakası belirginleşir; bunun üstünde çok sıralı, uniform,
sitoplazmaları daha eozinofil, hücre sınırları daha belirgin immatür yassı epitel hücreleri ortaya çıkar.
Orijinal yassı epitelin tipik katmanları henüz seçilemez; bütün epitel sıralarında hücre tipi aynı olup
parabazal hücrelere benzer. Yüzeyde endoservikal epitel kalıntıları bazen korunmuş olarak
görülebilir. Silindirik ve metaplastik elemanların bir karışımı şeklinde gözüken bu evre immatür
skuamöz metaplazi evresi olarak adlandırılır.
EvreIV:Farklılaşma ve matürasyon olayı ilerledikçe, orijinal yerli yassıepitele daha çok
benzeyen bir yassı epitel ortaya çıkar: ‘’Matür Skuamoz Metaplazi’’.
2.2.2.METAPLAZİ EVRELERİNİN KOLPOSKOPİK GÖRÜNÜMLERİ
Aktif metaplazi süreci boyunca, serviksin kolposkopik görünümüde sürekli bir değişim
geçirir. Kolposkopik değişimin aşamalarını da evrelere ayırmak mümkündür(12).
EvreI:Üzüm salkımı gibi gözüken epitel villusu belirgin şekilde soluk renkli bir görünüm
alır. Çünkü yüzey epiteli, tek sıralıktan çok sıralığa geçerken şeffaflığını yitirir ve stromal
kapillerlerin kırmızılığı seçilemez olur.
EvreII:Yeni yassı epitelin oluşması ilerledikçe, yüzeyin düzgünlüğü artar, ancak henüz
orijinal villus yapısı korunmaktadır.
EvreIII ve IV:Villusların kaynaşması tamamlanır ve yüzey tamamen düzgün gözükür.
2.2.3.METAPLAZİNİN ÖNEMİ
Buraya kadar anlatıldığı gibi, servikste metaplazi olayı, yaşamın değişik dönemlerinde ortaya
çıkan fizyolojik ve tamamen selim bir olaydır. Ancak bugün bilinmektedir ki, servikal neoplaziye
götüren tüm değişiklikler, servikal metaplazi sonucu oluşan transformasyon zonunda gelişirler.
Yassı epitel metaplazisinin daha başlangıcında, genç metaplastik hücrelerin fagositoz yeteneği
vardır ve bunlar vaginada ne bulursa fagosite eder. Şu halde yassı epitel metaplazisinin erken
dönemler, yani aktif silindirik hücrelerin transformasyonunun en yoğun olduğu sıralar, hücre değişimi
ve servikal neoplazi gelişmesi açısından olayın kaderini belirleyecek en kritik dönemdir. Bu sırada
vaginada bir mutajen (viral partiküller gibi) bulunduğu taktirde, epitelde premalign değişikliklere
12
dönüşme olabilecektir. Bu, yeni viral DNA ile birleşmiş metaplastik olay; atipik metaplazi olarakda
adlandırılmaktadır(12).
Atipik metaplastik epitel, hücrelerinin kendi aralarında çekirdek, şekil, büyüklük ve kromozom
içeriği ile epitel differansiasyonu açısından farklılıklar göstermesiyle, fizyolojik olaydan (yani normal
metaplaziden) ayrılır(12).
Sonuç olarak, serviksin yassı epitel metaplazisi, hemen her genç kadında rastlanan fizyolojik
bir olaydır, selimdir; klinik, kolposkopik, sitolojik veya histolojik olarak saptanmış olması, bir
patolojiyi göstermez; sadece uygun ve yeterli bir inceleme yapıldığını kanıtlar(12).
Transformasyon Zonu :Kolumnar epitelin yerine geçen metaplastik skuamoz epitel alanına
denir. Yani distalde orijinal skuamo-kolumnar bileşke, proksimalde yeni skuamo kolumnar bileşke
arasında kalan alandır(Şekil 10). Premenopozal kadınlarda transformasyon zonunun tamamı
ektoservikste yer alır. Menopozda önce bir kısmı, ilerleyen yaşla tamamı servikal kanal içerisine
çekilir. Kolposkopi esnasında bu bölgenin görüntülenmesi çok önemlidir. Çünkü karsinogenezin
hemen hemen tamamı bu bölgede gerçekleşir.
Şekil 10. Transformasyon Zonu
Konjenital Transformasyon Zonu : Erken embriyonik hayatta vajinal tüpün kuboidal epiteli,
dorsal ürogenital sinüsün dorsalinden başlayan skuamöz epitelle yerdeğiştirir. Bu süreç tüm vajen ve
ektoservikste doğum öncesinde tamamlanır. Bu süreç lateral vajinal duvarda daha hızlı tamamlanır.
Süreç normal tamamlanırsa orijinal bileşke doğumda eksternal ostadır. Eğer oluşumda bir aksama
olursa, bileşke eksternal osun distalinde, nadiren de ön veya arka fornikste olmak üzere vajinal duvar
üzerinde yeralır. Buradaki kuboidal hücreler skuamöz metaplazi geçirir. Bu ön/arka duvardaki
gecikmiş değişim, aynı ektoservikste olduğu gibi, konjenital transformasyon zonu oluşumuyla
sonuçlanır.
13
Klinik olarak bu, serviksin ön ve arka dudaklarından fornikslere uzanan beyazımsı-gri
hiperkeratotik alanlar olarak görülebilir. Yavaş matürasyon birkaç yıl alabilir. Konjenital
transformasyon zonu kadınların %5’inden azında görülür ve normal transformasyon zonunun bir
varyantıdır.
2.3. SERVİKSİN PREMALİGN LEZYONLARI :
Serviksin invaziv skuamoz kanserlerine bitişik izlenen hücresel atipinin uzun zamandan beri
tanınmasına rağmen, serviksin in situ karsinomunun tanınması ve preinvaziv potansiyelinin varlığı
1950'li yıllara kadar kabul edilmemiştir. Galvin, Jones ve TeLinde 1952 yılındaki yayınlarında
karsinoma in situ'nun doğal seyrine dair gözlemlerini tarif etmişlerdir. Bu yayın Thomas Cullen,
Pemberton ve Smith tarafından yapılan önceki çalışmaları desteklemiş ve daha ileriye götürmüştür.
Servikal epitelde açık bir şekilde tanınabilen preinvaziv neoplastik bir değişiklik olması kavramı,
servikal kanserin gelişiminin ve doğal seyrinin anlaşılmasında önemli bir adım olmuştur. Pratik
sitolojinin Papanicolaou ve Trout tarafından 1943 yılında ortaya atılması ve sonradan klinik
kullanıma adapte edilmesi, yakınması olmayan kadınlara invaziv ve preinvaziv servikal neoplazi
açısından tarama yapılmasını sağlayan ikinci önemli gelişmedir. Bu gelişmeler geçmiş 50 yıl içinde
servikal kanser ölümlerinde %70 gibi dramatik bir azalma sağlamıştır. Ek olarak, bu iki gelişme
klinik olarak servikal kanserin klinik gelişimini anlamamızı sağlayan araçlar olmuşlardır(13).
2.3.1. TERMİNOLOJİ
Karsinoma in situ’nun stromal invazyon olmaksızın epiteli tam tabaka kaplayan bir lezyon
olarak tanınmasına rağmen, bitişik ve epiteli tam tabaka içermeyen atipinin terminolojik ve klinik
önemi belirsizdir. 1956 yılında Reagan ve Hamonic sitolojik atipi, artmış mitotik aktivite ve polarite
kaybı ile karakterize servikal epitelyal anormalliklere displazi terimini kullanmıştır. Bu bazoid
değişiklikler sadece epitelin bazal üçte bir tabakasını içeriyorsa hafif displazi olarak belirtilmiştir.
Servikal epitelin 2/3'üne uzanan değişiklikler orta displazi ve epitelin üçte ikisinden fazlasını içeren
lezyona ciddi displazi denilmiştir. 1961 yılında yapılan ilk uluslararası toplantı olan, Uluslararası
Eksfoliatif Sitoloji Kongresi'nde: “İnvazyon yokluğunda yüzeyi döşeyen epitelde tam tabaka
boyunca diferansiyasyon göstermeyen lezyonlar karsinoma in situ olarak kabul edilecektir” görüşü
kabul edilmiştir. Aynı toplantıda displazi “yüzey ve bezlerde skuamoz epitelin tüm diğer
diferansiasyon bozuklukları” olarak tanımlanmıştır(13).
14
Papanicolaou tarafından kullanılan orjinal sitolojik sınıflandırma “ sınıf 1 ” in normal, benign
olduğu ve “ sınıf 5 ” in invaziv kanser açısından şüpheli olduğunu ifade eden dört ya da beş
basamaklı “ sınıf ” adlandırmasını kullanmaktaydı. Bu terminoloji zamanla hafif, orta, ciddi displazi
ve karsinoma in situ histolojik terimleri ile yer değiştirdi. Bu terminoloji Birleşik Devletler içinde ya
da dünyanın diğer yerlerinde değişik modifikasyonlar, resmi ya da resmi olmayan şekillerde ortaya
atılmış ya da kullanılmıştır. Zaman içinde histopatologların ve sitopatologların ciddi displazi ve
karsinoma in situ arasında kesin ve tekrarlanabilir ayrım yapamadıkları ortaya çıkmıştır. Ayıca,
klinisyenlerin her iki lezyonda da tedavi şekilleri benzerdir. Bu yüzden 1976 yılında Richart ciddi
displazi ve karsinoma in situ kategorilerini bir araya toplayan servikal intraepitelyal neoplazi CIN 3
terimini önerdi. Servikal intraepitelyal neoplazi, derece 1 (CIN1) hafif displazi ile aynı tanımlamadır
ve CIN2 orta displaziye benzerdir. Fakat, CIN3 ciddi displazi ile karsinoma in situ'yu biraraya
kombine etmiştir ve böylece 4 kategori olan sınıflandırma üçe inmiştir. Bu pratik terminoloji
klinisyenler tarafından onaylanmış ve tüm dünyada benimsenmiştir.(Şekil 11) .Bu sınıflama hem
sitolojik hem de histolojik tanılar için kullanılmaktadır(13).
Şekil 11: CIN'de Kullanılan Sınıflamaların Karşılaştırılması
CIN, hafif displazi olarak klasifiye edilen iyi diferansiye bir neoplaziden başlayıp, invaziv
karsinomla sonlanan intraepitelyal değişikliklerin bir spektrumudur. CIN lezyonlarında dereceleme
neoplastik hücrelerle yer değiştiren epitelin oranına ve sellüler atipi derecesine göre yapılır.
Grade’leme progresyon riski ile sıklıkla ilişkilidir(14).
CIN’i değerlendirmede önemli olan histolojik özellikler şunlardır:
15
1-Diferansiasyon (Matürasyon , Strafikasyon)
a-Varlığı veya yokluğu
b-Diferansiasyon gösteren epitelin oranı
2-Nükleer anormallikler
a-Nükleositoplazma oranı
b-Hiperkromazi
c-Nükleer pleomorfizm ve anizokaryozis
3-Mitotik aktivite
a-Mitoz sayısı
b-Epiteldeki seviyesi
c-Anormal konfigürasyon
CIN 1 : Hafif nükleer atipi olabilmesine rağmen çok katlı yassı epitelin üst 2/3‘lük kısmının
hücreleri normal matürasyon gösterir. Bazal 1/3’lük kısımda ise nükleer anormallikler daha belirgin
olup hafif derecededir. Mitoz bulunur fakat çok sayıda değildir. Epitelin 1/3’ünde sınırlıdır, anormal
mitoz yapıları nadirdir(12).
CIN 2 : Nükleer atipi yüzeye kadar izlenebilmesine rağmen epitelin üst yarısı matürdür.
Nükleer anormallikler CIN I ‘den daha belirgindir. Mitozlar bazal 2/3 ‘ de mevcuttur ve anormal
formları görülebilir(12).
CIN 3 : Matürasyon yoktur veya sadece üst 1/3’te sınırlıdır.Nükleer anormallikler epitelin
tamamına yakınında izlenir. Mitozlar çok sayıdadır ve epitelin tüm tabakalarında mitozlar sıktır(12).
Human Papilloma Virüs(HPV)’nin servikal neoplazideki rolü kanıtlandıkça ve aynı gözlemci
için sitolojik tanıda değişikliklerin ortaya çıkması ve sitolojik tanıların değişikliklerinin ortaya
çıkması
ve sitolojik tanıların tekrarlanabilirliğinin olmaması yüzünden terminolojide yeni bir
değişikliğe gidildi.Ulusal Kanser Enstitüsü tarafından 1991 yılında Bethesda ‘da yapılan iki geniş
toplantıda Bethesda Sistemi tanıtıldı ve yayınlandı.
Bu konferanslarda sitolojik tanı ile ilgili daha önce iyi tanımlanmamış yada hiç
tanımlanmamış olan kesin tanı için yeterli materyal ne olmalıdır gibi konular açıklığa
kavuşturulmuştur. Artan sıklıkta kullanılmaya başlanılan ve klinik olarak karışık olan nonspesifik
değişiklikleri ifade eden “ atipi” terimi çıkartılmaya çalışıldı.Bethesda sistemi sıklıkla koilositoz
16
olarak ifade edilen HPV’ ye bağlı değişiklikleri ve hafif displazi yada CIN 1 olarak ifade edilen
lezyonları düşük dereceli squamoz intraepitelyal lezyon (LGSIL) kategorisi altında topladı. Daha
ciddi lezyonlar olan orta ve ciddi displazi olan CIN 2 ve CIN3 yüksek dereceli intraepitelyal lezyon
(HGSIL) olarak birleştirildi. Reaktif değişikliklere bağlanmayacak kadar belirgin olan ancak kalitatif
yada kantitatif olarak “ squamoz intraepitelyal lezyon” tanısı alamayacak kadar belirgin olmayan Pap
testi sonuçları atipik squamoz hücreler (ASC) olarak sınıflandırıldı. Bu örnekler daha ileri olarak
önemi belirlenemeyen (ASCUS) yada yüksek dereceli lezyonun dışlanamadığı (ASC-H) sonuçlar
olarak ikiye ayrıldı.
Bethesda sistemi sitolojik tanılarda kullanılmak üzere tasarlanmış ve basılmış olmasına
rağmen artan oranda histolojik yada doku tanısında da kullanılmaktadır. Bu durum Papanicolaou
testindeki tanı ile servikal biyopsi arasında uyum sağlamaktadır. Serviksin histolojik yada sitolojik
epitelyal atipi ,lezyon yada neoplazileri arasında kesin bir çizgi yoktur ve Papanicolaou yada biyopsi
raporunda yazan tanı genel bir izlenimdir ve örneklenen servikal epitelyumun benign yada malign
davranışının kesin göstergesi değildir.(Şekil 12 ve 13).
Şekil 12. Sitolojik Sınıflama Sistemlerinin Karşılaştırılması.
17
Şekil 13: Sitolojik Klasifikasyon Sistemlerinin Karşılaştırması
2.3.2. SİTOPATOLOJİK DEĞERLENDİRMEDE BETHESDA SİSTEMİ(TBS-II) 2001 (15)
BETHESTA SİSTEMİ 2001
SPESİMEN TÜRÜ : Konvansiyonel Yayma(PAP Smear)/ sıvı bazlı materyal/ diğer
SPESİMEN YETERLİLİĞİ:
•
Değerlendirme için yeterli(Endoservikal /transformasyon zonunun varlığı yada yokluğunu ve kaliteyi etkileyen faktörleri belirtiniz)
•
Değerlendirme için yetersiz
Spesimen incelemeye alınmadan reddedildi (Nedenini açıklayınız)
Spesimen incelemeye alındı ancak yetersiz (Nedenini açıklayınız )
GENEL KATEGORİZASYON:
•
İntraepitelyal lezyon veya malignite açısından NEGATİF
•
Epitelyal hücre anomalisi (Bakınız açıklama/sonuç)
•
Diğer (Bakınız açıklama/sonuç)
OTOMATİZE TARAMA:
•
Olgu otomatize araçlardan biri ile incelenmişse belirtiniz
EK TESTLER:
•
Kısaca testin tanımı ve sonucunu belirtiniz
AÇIKLAMA/ SONUÇ:
İNTRAEPİTELYAL LEZYON VEYA MALİGNİTE AÇISINDAN NEGATİF
ORGANİZMALAR:
Trichomonas vaginalis
Morfolojik olarak Candida ile uyumlu fungal organizma
18
Bakteriyel vaginozis düşündüren vaginal flora değişikliği
Morfolojik olarak Actinomyces türleri ile uyumlu bakteriler
Herpes Simpleks virüs ile uymlu hücresel değişiklikler
DİĞER NONSPESİFİK BULGULAR:
Reaktif hücresel değişiklikler
İnflamasyon (Tipik reparasyon dahil)
Radyasyon etkisi
İntrauterin araç etkisi
Histerektomi sonrası glandüler hücreler
Atrofi
DİĞER
Endometrial hücreler (>40 yaş bir kadında)
EPİTELYAL HÜCRE ANOMALİLERİ
Skuamoz hücre
•
Atipik skuamoz hücreler
Önemi belirsiz (ASCUS)
HGSIL şüphesi (ASC-H)
•
Düşük dereceli skuamoz intraepitelyal lezyon (LGSIL)
HPV/hafif displazi /CIN1
•
Yüksek dereceli skuamoz intraepitelyal lezyon (HGSIL)
(Orta ve şiddetli displazi CIS/CIN 2/CIN3)
•
Skuamoz hücreli karsinom
Glandüler hücre
•
Atipik
Endoservikal hücreler
Endometrial hücreler
Glandüler hücreler
•
Atipik
Endoservikal hücreler,daha çok neoplazi lehine
Glandüler hücreler,daha çok neoplazi lehine
•
Endoservikal insitu adenokarsinom
•
Adenokarsinom
Endoservikal
Endometrial
Ekstrauterin
Spesifiye edilemeyen (NOS)
DİĞER MALİGN NEOPLAZİLER:(Spesifiye ediniz)
19
2.3.3. EPİDEMİYOLOJİ
Kanser hakkındaki en erken epidemiyolojik çalışmalardan biri 1842 yılında Rigoni Stern tarafından
yapılmıştır. Servikal kanserin evli kadınlarda olduğunu ve bekar kadınlarda hemen hemen hiç ortaya
çıkmadığını belirtmiştir. Diğer araştırmacılar servikal kanserin cinsel ilişkiye girmeyen kadınlarda hiç ortaya
çıkmadığını ve kadının servikal kanser geliştirme riskinin doğrudan erkek partner sayısıyla ilişkili olduğunu
belirtmişlerdir(13). Aynı zamanda ilk cinsel ilişkinin erken yaşta olması, düşük sosyoekonomik durum, sigara
içilmesi ve ilk gebelik yaşının erken olmasının da servikal neoplazi riskini arttırdığı bildirilmiştir. Yakın
zamanda insan immun yetmezlik virüsünü (HIV) de içeren şekilde her tür immün yetmezliğin önemli oranda
kadında servikal neoplazi riskini arttırdığı açık hale gelmiştir. Oral kontraseptif kullanımı da kadının servikal
kanser riskini arttırmaktadır ancak bu risk düşüktür ve etkili olan diğer faktörleri kontrol etmek zordur(13).
Birçok çalışmada servikal kanser paterni cinsel yolla geçen bir hastalık için tipik paterne
benzemektedir. Bu nedenle araştırmacılar cinsel yolla geçen etyolojik ajan varlığına odaklanmışlardır.
Servikal neoplazi ile tüm cinsel yolla geçen ajanlar Chlamidya,gonore, Gardnerella, Mikoplazma,
Trichomonas ve herpes simpleks virüsü arasındaki ilişki çalışılmıştır. Tüm cinsel yolla geçen ajanlar servikal
neoplazi ile ilişkili olmalarına rağmen Herpes simpleks virüs tip 2 (HSV-2) daha dikkat çekici bulunmuştur,
çünkü kanlarında HSV-2 antikoru olan kadınlarda servikal neoplazi riskinin, kanlarında antikor negatif olan
kadınlara göre oldukça yüksek olduğu bildirilmiştir. Bu gözlemler sonucu araştırmacılar HSV-2'nin servikal
kanser patogenezinde etyolojik role sahip olabileceği sonucuna varmışlardır. HSV-2 ile neredeyse tüm cinsel
yolla geçen hastalıklar ve servikal neoplazi arasında ilişki olmasına rağmen, bu ilişki nedensel değil
rastlantısal olduğu görülmektedir.
Epidemiyolojistler servikal kanseri olan kadınların yaşam alışkanlıklarını ve histopatologlar servikal
epiteldeki mikroskopik morfolojik geçişi inceledikçe klinisyenlerde servikal displazilerdeki preinvaziv
değişikliklerde, servikste bazı anormallikleri görmeye başladılar. İlk kez Hinsalmann tarafından Almanya’da
popülarize edilen kolposkop serviksi incelemek için kullanılan büyütme sağlayan araçtır. Kolposkop ile
vasküler değişiklikler ve diğer epitelyal paternler izlenmekte; sitolojik ve histolojik değişiklikler arasında
ilişki kurulmaktadır. Bu erken neoplastik değişiklikler skuamokolumnar bileşkeye bitişik alanda en belirgindir
ve bu alana transformasyon bölgesi denir. Zaman içinde Mestwerdt,Wespi, Kolstad, Stafl, Barghardt, Coupez,
Coppelson ve diğerleri tarafından displazi ve erken invaziv kanserin gelişen evreleri ilişkili kolposkopik
paternler tanımlanmış ve tarif edilmiştir. 1974 yılında Stafl ve Mattingly gözlemleri ve epidemiyolojistler
tarafından çalışmaları başarıyla sentezleyerek servikal kanser gelişimi teorisini öne sürmüşlerdir(Şekil 14).
20
1976 yılında Meisels ve Fortin ve 1977 yılında Purola ve Savia özellikle koilositotik özellikleri olan
displastik skuamoz epitel hücrelerin nükleuslarında HPV bulunduğunu bildirdiler. Elektron mikroskopi ve
HPV kapsid proteinlerine karşı antikorlar kullanılarak birçok araştırmacı CIN lezyonlarında HPV ile ilişkili
antijenler ya da viral partiküller tanımladı. Bunlar, özellikle düşük dereceli lezyonlarda yaygın olarak
izlenirken, hücreler daha az diferansiye oldukça daha az izleniyorlardı. Bu gözlemler HPV'nin servikal
neoplazide olası bir etyolojik ajan olabileceğini gösterdi ve HPV ile ilişkili lezyonların moleküler ve klinik
çalışmalarında büyük bir artış ortaya çıktı(13).
Kolumnar epitel
Çevresel bazı
faktörler
Erken metaplazi
fizyolojik metaplazi
İyi diferansiye
squamöz epitel
Atipik metaplazi
Konak yanıtı yeterli
Konak yanıtı yetersiz
Displazi sonrası
ilerleme yok
displazi
Karsinoma in situ
İnvaziv kanser
Şekil 14. Servikal kanser gelişim teorisi
2.4. SERVİKAL DİSPLAZİ ve KANSERDEKİ RİSK FAKTÖRLERİ
Literatürdeki bir çok epidemiyolojik çalışmada serviks kanseri ile multipl bağımsız sosyal faktörler
arasında pozitif bir birliktelik olduğu bildirilmiştir(16). Siyahlarda ve Meksika Amerikalısı olanlarda serviks
kanseri insidansının daha yüksek olması şüphesiz ki sosyoekonomik statülerinin daha düşük olmasıyla
ilgilidir.
21
Bir kadının seksüel aktivitesi onun CIN riskini etkileyebilir. Gittikçe artan veriler göstermektedir ki bir
kadın erken ilişki ve multipl partner şartlarına uymasa da partneri tarafından artmış risk grubuna dahil
edilebilir. Zunzunegui’nin bir çalışmasında servikal kanserli kadınlar ile seçilmiş kontroller kıyaslanmıştır.
Her iki grup’ta İspanya’dan Kaliforniya’ya göç etmiş sosyoekonomik düzeyi düşük olan insanlardan
oluşmaktadır. Hastalığın mevcut olduğu grupta ilk koitus yaşı kontrol grubundan daha küçüktür. (19.5 yıl ile
21.7 yıl ) Hastalar ve kontroller kıyaslandığında yaşamları boyunca edindikleri ortalama seksüel partner
sayısında bir değişiklik yoktur. İlginçtir ki, hastaların eşlerinin partner sayısı kontrollerin eşlerinin partner
sayısından daha fazladır, ilk ilişkilerini daha erken yaşta yaşamışlardır ve veneral hastalıklara ait daha fazla
anamnez vermişlerdir. Her iki grupta da farklı sokak kadınlarıyla birlikte olma sayısı eşdeğerdir, fakat
hastaların eşlerinden oluşan grup, kontrollerin eşlerine kıyasla sokak kadınlarıyla daha sık birlikte
olmuşlardır. Eşin seksüel partner sayısı 20’den fazlaysa eşinin servikal kanser riski 5 kat artmaktadır(16).
Sigara içimi, serviks kanseri için yüksek bir risk faktörü olarak kabul edilmektedir ve bu gözlem diğer
sigarayla ilişkili kanserlerin dağılımıyla koreledir. Sigara içenlerde preinvaziv ve invaziv hastalık riski
artmıştır, özellikle şu anda sigara kullanan, uzun süredir sigara kullanan, yoğun sigara içen ve filtresiz sigara
içenlerde bu risk fazladır. Seksüel faktörler sabit tutulsa bile sigara içimi bağımsız bir risk faktörüdür. Bir
vaka kontrol çalışmasına göre HGSIL riski, sigara paketi sayısı ve içim süresi ile artmaktadır. Sigara ile olan
ilişki yassı hücreli kanserler için söz konusudur, adeno kanserler için söz konusu değildir. Yapılan
çalışmalarda, sigaranın servikal epitelde DNA modifikasyonu yapıp yapmadığı değerlendirilmiş ve bunun
sigara içenlerde daha fazla olduğu değerlendirilmiştir. Anormal pap-smear sonucuna sahip olan hastalarda
normal hastalara kıyasla DNA modifikasyon sayısının fazla olduğu bulunmuştur. Bu modifikasyonun söz
konusu olduğu kadınlarda serviks kanseri riski artmıştır. Bu da sigaranın serviks kanserindeki biyokimyasal
rolünü göstermektedir.
Oral kontraseptif kullananlarda serviks kanserinin daha sık görüldüğüne dair bazı çalışmalar vardır.
Hormonal etkilere serviksin hassasiyetinden dolayı, oral kontraseptiflerin servikal karsinomayı arttırdığı veya
indüklediği biyolojik olarak kabul edilebilir. Oral kontraseptiflerin özellikle servikal adeno kanser
oluşumunda risk faktörü olabileceği iddia edilmiştir (12). Gestagenden zengin olan kontraseptiflerin uzun süre
kullanılması halinde servikal silindirik epitelin adenomatöz hiperplaziye uğradığı ve bu değişikliğin aynı
endometrial hiperplazi kadar riskli olduğu bildirilmektedir. Ursin ve arkadaşları özellikle 12 yıldan daha fazla
oral kontraseptif kullananlarda serviks adenokarsinomu riskinin 2 kat arttığını bildirmişlerdir. Buna karşılık
oral kontraseptiflerin koruyucu olduğunu ileri süren çalışmalarda vardır. Oral kontraseptif kullananlarda
serviks kanserinin artmadığını, sadece oral kontraseptif kullanıldığı için sıkça yapılan kontroller sayesinde
22
yakalanma oranının arttığını savunanlar da vardır (16). Epidemiyolojik ve biyokimyasal çalışmalar, oral
kontraseptif gibi steroid hormonların HPV’nin etkilerini kolaylaştırdığını gösterse de yaygın oral kontraseptif
kullanımına rağmen major HPV enfeksiyonlarının spontan gerilediği görülmektedir. Oral kontraseptif
kullanımında HPV enfeksiyonu prevalansı ve persistansında artış görülmemiştir. Oral kontraseptiflerin
yararları, HPV’nin etkilerini kolaylaştırmasına baskın gelmektedir. Yarar-risk analizleri, anormal smear
sonucu olan kadınlarda oral kontraseptif kullanımına devam edilmesini desteklemektedir. Ancak anormal
sonuçlar takip edilmelidir (17).
Çok doğum yapan kadınlarda hipertrofiye olmuş serviksin silindirik epitelinin portioya dönmesi ve
erken yassı epitel metaplazi gelişmesinin, risk artışında sorumlu olabileceği öne sürülmektedir. Yine bu
kadınlarda serviks kanseri görülmesindeki artış muhtemelen ilk evlilikteki yaş ve ilk gebelikteki yaş gibi diğer
faktörlerle de ilgilidir (16).
Vitamin eksikliğinin servikal kanseri de içine alan bazı malignitelerde rolü olduğu düşünülmektedir.
Butterworth 294 displazili hasta ve 170 vakalık kontrol grubunda sitolojik ve kolposkopik değerlendirme
yapmıştır. Kandaki 12 nutrisyonel faktör ve servikal neoplazinin bilinen risk faktörleri değerlendirilmiştir.
Plazmadaki besin düzeyleri risklerle ilişkili değildir fakat eritrositlerdeki 660 nmol/L ‘nin altındaki folat
düzeyleri HPV-16 enfeksiyonu ile ilişkilidir (16). Vitamin A bazı kanserleri önleyebilir. Vitamin A deriveleri,
özellikle de retinoidler in vitro ve in vivo olarak normal epitel hücrelerinin büyümesini modüle ederler, bunu
yaparken de proliferasyonu önleyip hücrelerin diferansiasyon ve matürasyonunu sağlarlar. Meyskens yaptığı
randomize prospektif bir çalışmada CIN 2 ve CIN 3’lü hastalara transretinoikasit yada bir plasebo ile tedavi
vermiştir. Retinoik asit verilen CIN 2’li hastaların %43’ünde komplet histolojik gerileme görülürken plasebo
grubunda bu oran %27‘dir. (p=0.41) CIN 3’lü hastalarda tedaviler arasında bir fark saptanmamıştır. Bu
çalışmanın sonucu da servikal neoplazinin önlenmesinde vitamin A’ nın rolünü göstermektedir.
Epidemiyolojik çalışmalarda, servikal neoplazinin başlangıcı ve ilerlemesiyle ilişkili olan ve cinsel
yolla bulaşan ajan yıllar boyu araştırılmıştır. 1970’li yıllarda HSV-II yoğun şekilde çalışılmıştır. Bu
çalışmaların çoğu vaka kontrollü çalışmalardır ve kanserli hastalarda kontrol grubuna göre HSV-II prevelansı
daha yüksek bulunmuştur. Bu çalışmalarda HSV-I ve II arasındaki çapraz reaktivite ve sonuçların
standardizasyonunda problem yaşanmıştır. Virüs ve enfeksiyonun kanseri başlattığı belirlenememiştir.
Yüksek risk faktörleri sabit tutulduğunda bir çok çalışmada hastalar ve kontrol grubu arasında HSV-II
antikoru prevelansı açısından bir risk bulunamamıştır. Çoğu araştırmacı bugün HSV-II’yi servikal neoplazide
ciddi bir etyolojik ajan olarak görmemektedir fakat bazıları bir şekilde kofaktör olarak rol aldığını
düşünmektedir(16).
23
1970’li yılların ortalarında Zur Hausen HPV’nin genital sistem neoplazilerinde rolü olduğunu ileri
sürmüştür(16). HPV, sebep olduğu uzun süredir bilinen tipik karnabahar görünümlü kondilomların yanı sıra,
servikal neoplazinin öncüsü olduğu düşünülen ve kolposkopide saptanabilen düz beyaz lezyonlara da sebep
olur. İmmünoperoksidaz teknikleriyle HPV’nin saptanması bu gözlemi doğrulamaktadır. Ayrıca genital
lezyonlarda yapılan hibridizasyon çalışmasıyla da HPV DNA saptanmıştır. Günümüze dek 70’den fazla HPV
tipi bulunmuştur. Düşük riskli tipler (6,11,42,43,44) nadiren maligniteye ilerleyen kondülom gibi benign
lezyonlarla ilişkilidir. Yüksek riskli tipler ise (16,18,31,33,35,39,45,51,52,56,58) intraepitelyal ve invaziv
kanserlerde saptanmıştır. Servikal kanserlerin %85’ten fazlası yüksek riskli HPV sekanslarını içermektedir.
HPV 6 ve 11 genital kondülom ve hafif CIN olgularıyla ilişkiliyken, HPV 16 ve 18 servikal kanser ve ciddi
CIN olgularıyla ilişkilidir. HPV‘nin malign ve selim tipleri arasındaki bu ayrım sonucunda servikal neoplazisi
olmayan bir hastada malign tiplerin (özellikle 16 ve 18) saptanması hastayı yüksek risk grubuna sokar. Eğer
bu tipler hafif CIN olgusunda mevcutsa bu olgunun ciddi CIN ve hatta invaziv kansere ilerleme riski
artmaktadır(16).
İmmunsupresyon ,servikal displazi ve kanser gelişiminde risk faktörü olarak tanımlanmıştır. Porreco
ve arkadaşları genellikle immunsupresif ilaçlar alan renal transplant hastalarında normal popülasyondaki
kadınlarla karşılaştırıldığında servikal karsinoma in situ gelişimi için relatif riski 13.6 olarak bildirmişlerdir.
HIV ile enfekte kadınlarda, enfekte olmayanlara göre HPV enfeksiyonu, persistan HPV ve servikal displazi
açısından artmış prevalans mevcuttur. HIV ile enfekte kadınlarda enfekte olmayanlara göre invaziv servikal
kanser gelişimde artmış risk oranı tam olarak bilinmese de Maiman ve arkadaşları HIV ile enfekte
kadınlardaki servikal kanserlerin agresif davrandığını, standart tedavilere kötü cevap verdiğini ve
prognozlarının daha kötü olduğunu bildirmişlerdir(98). 1993’te Centers For Disease Control And Prevention,
invaziv servikal kanseri AİDS ile birlikte görülebilecek hastalıklardan biri olarak tanımlamıştır(13). Mart
2006’da yayınlanan bir çalışmada HIV(+)’liğinin süresi ile SIL ve kanser gelişimi arasında bağlantı
saptanmıştır(p=0.007). Bu çalışmada 231 HIV(+) kadın demografik, jinekolojik faktörler açısından
değerlendirilmiş ve pap-smear uygulanmıştır. LGSIL %2.2, HGSIL %8.3, skuamöz karsinom % 2.2 olarak
tespit edilmiştir. HIV(+) erkek ve kadınlar anogenital ve oral HPV enfeksiyonu için artmış riske sahiptirler.
Ayrıca high-grade intraepitelyal lezyonlar için de risk artmıştır. HIV(-)’lerle karşılaştırıldığında high-grade
lezyon insidansı artmıştır. Bu artış progresif CD4+ düşüklüğü ile birliktedir. Kanser gelişimi ise CD4+
seviyesinin düşüklüğü ile bağıntsısızdır. HIV’in HPV nedenli neoplazideki direkt rolüne ait az sayıda veri
vardır. HIV-HPV birlikteliğinde HIV, HPV’ye immun cevabı bozarak highgrade lezyonların persistansına
neden olmakta ve HPV’nin neden olduğu kanser gelişiminde önemli olan genetik değişikliklere yeterli zamanı
24
sağlamaktadır(18). HIV’in CIN için iyi bilinen bir risk faktörü olmasına karşın, servikovajinal sekresyondaki
HIV’in etkisi iyi anlaşılamamıştır. Amacı CIN ile servikovaginal HIV arasındaki birlikteliği açıklamak olan
ve 2006 şubatta yayınlanan bir çalışmada 260 HIV(+) kadın ortalama 16 ay(0-94) paptest, kolposkopi,
servikal biyopsi ile takip edilmiştir. Her kontrolde plasma HIV-1 RNA, plasma proviral HIV-1 DNA,
servikovaginal hücre-bağımlı ve hücre-bağımsız HIV-1 RNA ve servikovaginal reverse transkriptase PCR ile
değerlendirilmiştir. Çalışmanın başında ve çalışma süresince düşük grade CIN %14.4(99/689) ve yüksek
grade CIN %6.7 (46/689) olarak saptanmıştır. Ölçülebilecek derecede HIV-1 RNA varlığı servikovaginal
HIV-1 DNA(OR 1.86 %95 Cl 1.32-2.61 p<0.01), hücre-bağımlı (OR 1.69 %95 Cl 1.18-2.43 p=0.004) ve
hücre-bağımsız HIV-1 RNA (OR 1.84, %95 Cl 1.28-2.63 p=0.01) varlığı için risk artışına yol açtığı
görülmüştür. CD4(+) hücre sayısının <200/mm3 olması, bakteriyel vaginozis, hücre bağımlı ve bağımsız
HIV-1 RNA’nın servikovaginal sekresyonlarda tespiti, CIN tanısıyla yüksek bir ilişki göstermiştir (19).
Bütün bu risk faktörlerinin dışında; servikal kanser için en büyük risk hiç pap-smear yaptırmamak
veya onun sık olarak kullanılmamasıdır. Dünyada servikal kanser ve ondan ölüm oranı insidanslarının
azaldığı her yerde aktif bir tarama programı mevcuttur(16).
2.5. HUMAN PAPİLLOMA VİRÜS
HPV dünya genelinde hem erkek, hem de kadında en sık cinsel temasla bulaşan hastalıklardan biridir.
ABD’de en sık viral cinsel yolla bulaşan hastalık olarak bilinmektedir. Bildirimi zorunlu olmadığı için gerçek
insidans ve prevalansı bilinmemektedir. Buna karşılık yıllık yeni enfeksiyon insidansı 1-5.5 milyon olarak
tahmin edilmektedir. Prevalansı da 20 milyon olarak tahmin edilmektedir(20,21). Servikal kanser için HPV
önemli bir etken olmaya devam etmekte ve enfeksiyon sıklığı hızla artmaya devam etmektedir. Serviks
kanseri gelişmekte olan ülkelerde sıklıkla en yaygın kanser olup kadın kanserlerinin %25’ni oluşturur(22).
Dünya genelinde kanser ölümlerinde meme kanserinden sonra gelir(23). Serviks kanseri-HPV ilişkisi ilk
olarak 1980’lerin başında alman virolojist Herold Zun Hausen tarafından belirlenmiş, zamanla daha iyi
anlaşılmıştır. HPV-serviks kanseri bağlantısı akciğer kanseri-sigara bağlantısından daha önemlidir. 1996’da
Dünya Sağlık Örgütü HPV’nin servikal kanserdeki önemini belirtmiştir. Dünya genelinde HPV %99.7
skuamoz kanserle birlikte bulunmuştur(6).
Human Papillomavirüsler Papovaviridae olarak bilinen geniş bir ailenin üyeleridir .Bu aile diğer
onkojenik DNA virüsü olan simian virüs40 (SV40) ve polyoma virüsü içerir. Bu gruptaki virüslerin hepsi
DNA tümör virüsleridir. DNA baz çifti sekansları ve kapsül antijenleri benzer olmamasına rağmen benzer
mekanizmalarla neoplazm oluşmasına neden olurlar.
25
Papilloma virüsler sıkı sarmallanmış, yaklaşık 8000 baz çifti uzunluğunda çift sarmal DNA molekülü
içerirler. Tam virion merkezde DNA çekirdeği ve çevresinde 45-55 nm çapında protein kapsidden oluşur.
Kapsid ikozahedral şekildedir. Papillomavirüsler tüm hayvanlar aleminde bulunan virüslerdir ve sadece
insanları değil sığırları,tavşanları, köpekleri, geyikleri, maymunları ve kuşları da enfekte eder.Virüsler yüksek
oranda tür spesifiktir. Türler arasında ortaya çıkan çapraz enfeksiyonlar bildirilmemiştir.İnsanları enfekte eden
ve yüzey antijenlerine göre sınıflandırılan birçok virüsün aksine papillomavirüsler DNA baz çifti sekanslarına
göre sınıflandırılırlar. Yakınlığın derecesi hibridizasyon homologluğunun derecesi ile belirlenir(13).
Hayvanlarda Papillomavirüsler sadece epitelyal hücreleri ve fibroblastları enfekte edebilmelerine
rağmen , insan papillomavirüsleri sadece epiteliyotropik organizmalardır ve epitelin hasarına bağlı sekonder
etki olarak destek yapılarında değişiklikler oluştururlar. HPV deri ve mukoz membranları da içeren tüm
epitelyal yüzeyleri enfekte eder. Enfekte epitelyum, enfekte alanda epitel proliferasyonu, değişik derecelerde
epitel kalınlaşması ve papillomatöz ile karakterizedir.
Yeni ortaya çıkarılan HPV tiplerinin birçoğu kadın ve erkek anogenital bölgesinde servikal kanser ve
kanser prekürsörleri ile ilişkilidir.Belirli tipler neoplastik servikal lezyonlar ile o kadar çok birlikte bulunur ki
servikal neoplazi gelişimindeki rollerini anlamak için dikkat bu tipler üzerine toplanmıştır.HPV DNA aynı
zamanda araştırmacılar tarafından başka nedenlerle yıllardır çalışılan doku kültürü hücre serilerinde de
saptanmıştır. Bu çalışmaların genişlemesiyle ve moleküler karmaşıklığın artmasıyla yeni tipler ortaya
çıkarılmış, yeni tiplerin sekansları bulunmuş ve bu tipleri ile servikal hastalık arasındaki ilişki daha iyi
anlaşılmıştır.Yaklaşık 100 HPV tipi tanımlanmıştır ve bunların 25 kadarı erkek ve kadın anogenital bölgesini
enfekte etmektedir.
En sık görülen anogenital HPV’ler neoplazi oluşturma yeteneklerini tahmin edecek şekilde üç gruba
ayrılabilinir. Düşük yada hiç onkojenik riski olmayan grupta HPV tip 6,11,42,43 ve 44 yer alır. Düşük
onkojenik risk olan grubun üyeleri genital siğillerde , düşük dereceli CIN lezyonlarında ve düz kondilomlarda
bulunur. Çok nadiren yüksek dereceli CIN’ larda bulunurlar ve serviksin adenokarsinomlarında ve invaziv
skuamoz hücreli kanserlerinde hemen hemen hiç bulunmazlar. Anogenital HPV tiplerinin ikincisini orta
onkojenik riskli HPV tipleri oluşturur. Bu virüsler düşük dereceli ve yüksek dereceli CIN lezyonlarında
bulunabilirler ancak invaziv karsinomlarda çok sık görülmezler. Orta onkojenik riskli grup HPV tipleri
31,33,35,51 ve 52 ‘yi içerir.Yüksek onkojenik riskli anogenital HPV tipleri 16,18,45 ve 56’dır.Bu risk
grubundaki HPV tipleri düşük dereceli lezyonlarda bulunabilir, yüksek dereceli lezyonlarda daha fazla
bulunur ve invaziv kanserlerde oldukça fazla bulunmaktadır (Şekil 15).
26
Bu durum özellikle HPV tip 18’de belirgindir; yüksek dereceli CIN lezyonlarının %3’den
azında bulunurken, invaziv skuamoz hücreli kanserlerin %15 ‘ inde bulunur.
ONKOJENİK RİSK
HPV TİPLERİ
Düşük Onkojenik Risk
6, ll, 40, 42, 43, 44, 54, 61, 70, 72, 81, CP6108
Orta Onkojenik Risk
26, 53, 66
Yüksek onkojenik Risk
16, 18, 31, 33, 35, 39, 45, 51, 52, 56, 58, 59, 68,73,82
Şekil 15: Onkojenik Risk Potansiyeline Göre HPV Tip Sınıflaması
Önceleri HPV tipi ile düşük derceli lezyonların histolojik paternleri arasında bağıntı
olduğu düşünülüyordu. Ancak, ışık mikroskobu düzeyinde histolojik olarak düşük onkojenik riskli
virüs ile oluşturulmuş düşük dereceli lezyon ile orta ve yüksek riskli virüs ile oluşturulmuş lezyon
arasında ayırım yapmak olası değildir. Her tipin histolojik paterninde değişiklik olmasına rağmen
morfolojik olarak benzer görünümde lezyonlar oluştururlar. Diferansiyasyonun az olduğu yüksek
dereceli CIN lezyonlarında hücre turnoverı yüksektir., mitozlar sıktır ve sitolojik atipi belirgindir;
ancak değişik HPV tipleri ile enfeksiyon sık değildir ve olguların %7’sinde bulunur.Yüksek
dereceli lezyonlarda virüsleri dağılımı daha sınırlıdır: Bu lezyonlar uygun şekilde tanındıklarında
onkojenik riski olmayan yada düşük olan tiple yüksek dereceli lezyonlarda hiç görülmezken, orta
onkojenik riski olan gruplar yüksek riskli gruplardan daha az görülür. Yüksek dereceli lezyonların
% 70 ‘inde HPV tip 16 bulunur ve kalan %30 yüksek yada orta onkojenik riskli grubun diğer
üyeleri tarafından oluşturulur.
2.5.1. HUMAN PAPİLLOMA VİRÜS GENOMU
HPV viral genomu üç ayrı alana ayrılabilir: üst regülatuar alan ‘upstream regulatory region’
(URR), ‘early region’ erken alan ve ‘late region’ geç alan. URR kodloma yapılmayan ve esas
görevi viral replikasyonun regülasyonu ve erken bölgedeki aşağı sekansların transkripsiyonunun
yapıldığı alandır. Erken ve geç alanların her ikisi de seri açık okuma çerçeveleri içerir.Açık okuma
çerçeveleri stop kodonları olmayan ve potansiyel olarak proteinlere transkribe edilebilen
27
proteinlerdir. Erken bölge virüsün erken yaşam döngüsünde önemli olan ve hücresel genomun
konak
genomuna
yeni
viral
DNA
oluşturmak
üzere
ilişkisini
sağlayan
proteinlerin
transkripsiyonunda rol oynar. Geç bölge tam virionu oluşturmak üzere DNA’ yı çevreleyen kapsid
proteinlerinin kodlandığı bölgedir.
URR tam anlaşılamamakla birlikte , aktivatör protein 1 (AP1) ve keratinositik spesifik
transkripsiyon faktör 1 (KRF1) ile birlikte viral kökenli transkripsiyonel faktörlerin bağlandığı bir
regülatuar alandır. Bu proteinler ve diğerleri erken bölgedeki açık okuma çerçevelerinin
transkripsiyonunda önemlidir.
HPV’nin erken alanında yedi farklı açık okuma çerçevesi proteini tanımlanmıştır. Bunlar
E1, E2, E3, E4, E5, E6 ve E7 olarak isimlendirilmişlerdir. Bu viral genler çok önemlidir, çünkü
viral replikasyon işlevini kontrol etmektedirler. Bu genler yüksek hücre içi viral kopya sayısı ve
transkripsiyonları normal servikal hücrelerin neoplastik hücrelere dönüşümünü sağlayacak olan
onkojenik proteinleri kodlarlar. E6 ve E7 açık okuma çeçeveleri normal servikal hücrelerin
neoplastik hücrelere dönüşümünü sağlayacak iki onkojenik proteinin kodlandığı genlerdir.
L1 ve L2 olarak tanımlanan geç alan açık okuma çerçeveleri bölünmenin sonuna doğru
transkribe olurlar ve major ve minör kapsid proteinlerini kodlarlar. L1 tarafından kodlanan protein
kapsidde bulunan başlıca proteindir ve papillomavirüsler arasında oldukça korunmuş ve her HPV
tipinde benzer olan proteindir. Diğer yandan , L2 tarafından kodlanan protein değişik HPV tipleri
arasında çok farklıdır ve HPV tipleri arasındaki antijenite farklılığını ortaya çıkarır. Geç bölgede
transkribe olan tüm proteinler hücre kökenli transkripsiyonel proteinler tarafından düzenlenir ve
sadece terminal matürasyon gösteren skuamoz epitelyal hücrelerde üretilir. L1 ve L2 tarafından
kodlanan kapsid proteinlerinin miktarı epitelyumun terminal matürasyonu ile yüksek oranda
korelasyon gösterir.Kondilom gibi iyi diferansiye HPV tarafından oluşturulan lezyonlar L1 ve L2
tarafından kodlanan proteinlerden zengindir; buna karşın, yüksek dereceli CIN lezyonları gibi
oldukça az diferansiye olan lezyonlarda çok az miktarda kapsid proteinleri bulunur.
HPV ile stratifiye skuamöz epitelin basal hücreleri enfekte edilebilir. Diğer hücre tipleri
relatif olarak dirençlidir. Standart hücre kültürlerinde HPV replikasyon denemeleri başarısız
olmuştur. Çünkü replikasyon, keratinositlerdeki diferansiasyona bağlıdır. Bazı HPV’ler xenograft
biyolojik modellerde veya organotipik raft kültürlerinde üretilebilmişlerdir. Bu sistemler HPV
replikasyon çalışmalarını ve kontrol etkileşimlerini görmede önemlidir. Tip 6,11,16 ve 40 atimik
veya şiddetli kombine immun yetmezlikli insan deri ve servikal dokularının raft greftlerinde
28
üretilebilmişlerdir(24,25). HPV ile enfekte hastalardan birkaç epitel hücre sırası derive edilmiştir.
W12E hücrelerinde HPV16, CIN12-9E hücrelerinde HPV 31b kültürü raftlarda sağlanabilmiştir
(26-29).
HPV replikasyon siklusunun epitelyumun stratum germinativumundaki (basal tabaka)
hücrelere girişi ile başladığı düşünülmektedir. Basal tabakanın HPV enfeksiyonunda abrasyon,
epidermisin hafif veya mikrotravmasını gerektirir gibi görünmektedir. Diğer pek çok virus gibi
HPV 16 ve 33 konak hücreye, hücre yüzeyindeki heparan sülfat aracılığıyla tutunur. HPV
tutunmasında ikincil bir resptör veya stabilize edici proeoglikanlar da rol oynayabilir. Virionun
alımı için gerekli hücresel faktörler bilinmemektedir. Konak hücreye girişten sonra basal hücreler
farklılaştığında HPV DNA replike olur ve epitelyum üzerinde ilerler. Bazal tabakalarda viral
replikasyonun non-reprodüktif olduğu düşünülmektedir ve virus ortalama her siklusta bir kez
olmak üzere kendi DNA’sını sentezlemek için konak DNA replikasyon yolağı aracılığı ile
kendisini düşük kopya sayılı bir epizom olarak oluşturur. Epitelyumun suprabasal tabakalarındaki
keratinositlerinin faklılaşmasında DNA replikasyonunun ‘rolling siklus (yuvarlanma)’ haline kayar
ve DNA’sını yüksek kopya sayısına amplifiye eder. Kapsid proteinleri sentezler ve viral yapının
oluşmasına yol açar.
HPV’ler sadece 8-10 protein kodladığından viral transkripsiyon ve replikasyonu düzenlemek
için konak hücre faktörlerini kullanmak zorundadır. HPV replikasyonu HPV genomunun LCR
bölgesi ile etkileşen ve E6, E7 genlerinin transkripsiyonunu başlatan konak hücre faktörleri ile
başlar. E6 ve E7 gen ürünleri tümör supresör proteinleri, hücre siklinleri ve siklin bağımlı kinazları
bağlayıp inaktive ederek konak hücre büyüme siklusunu bozarlar(29). Prodüktif bir HPV
enfeksiyonu süresince E6 ve E7 gen ürünlerinin fonksiyonu hücrenin büyümeyi düzenleyici
yolaklarını çökertir ve tamamen farklılaşmış ve hücre siklusundan çıkmış hücrede viral
replikasyonu kolaylaştırmak üzere gerçekleşir(29). Hücre büyümesi büyük oranda iki hücresel
protein, tümör supresör proteini p53 ve pRB gen ürünü tarafından düzenlenir. Diğer pek çok
kanserdekinin aksine servikal kanserdeki p53 genellikle asi tiptir ve mutasyona uğramamıştır(30).
HPV E6 gen ürünü p53’e bağlanır ve hücresel bir ubikitin ligaz tarafından hızlıca
degradasyon için hedef haline getirilir. Bu yıkım inaktive edici bir mutasyon ile aynı etkiye
sahiptir(30). Sonuç olarak G1 arrestini, apopitoz ve DNA onarımını yöneten p53 ün normal
aktiviteleri bozulur. Düşük riskli HPV E6 proteinleri p53’e ölçülebilir seviyelerde bağlanmaz ve in
29
vitro olarak p53 stabilitesi üzerinde bir etkisi yoktur. HPV E6 proteinleri diğer tam olarak
tanımlanmamış en az altı hücresel proteinle de kompleksler oluşturabilirler.
HPV E7 gen ürünü proteinlerin R13 ailesinin hipofosforile formuna bağlanır. Bu bağlanma
pRB ve hücresel transkripsiyon faktörü E2F-1 in arasındaki kompleksi bozar ve bu da E2F-1 in
serbestleşmesi ile sonuçlanır, bu da hücrenin S fazına girmesi için gereken ürünlerin gen
transkripsiyonuna izin verir. E7 gen ürünü siklin E gibi diğer mitotik olarak inaktif hücresel
proteinlerle de ilişki kurabilir. Sonuç hücresel DNA sentezinin stimülasyonu ve hücre
proliferasyonudur. Ardından E5 gen ürünü mitojen-aktive protein kinaz aktivitesini indükler ve
arttırır. Böylece büyüme ve farklılaşma faktörlerine hücresel cevapları güçlendirir. Bu durum
ardışık proliferasyon ve konak hücrenin gecikmiş farklılaşması ile sonuçlanır. Ardından E1 ve E2
gen ürünleri sentezlenir. E2 gen ürünü, E6 ve E7 genlerinin transkripsiyonunu bloke eden bir DNA
bağlayıcı proteindir ve LCR’da yer alan replikasyonun viral orijinine E1 gen ürününün
bağlanmasına izin verir. Bu bağlanma, hücre siklusunun S fazındaki ekstrakromozomal elementler
olarak viral genomun replikasyonunu başlatır. Genomun kopya sayısı, bu hücrelerde sabit bir
seviyede tutulur ve transkriptler düşük bir seviyede eksprese edilir. E6 ve E7 transkripsiyonunun
E2 aracılı down-regulasyonu; p53, pRB proteinlerinin salınmasıyla ve konak hücrenin normal
farklılaşmasına devam etmesine izin verilmesiyle sonlanır. Sonrasında geç promotor, kapsid
genleri L1 ve L2 yi aktive eder. Viral partiküller çekirdekte birleşir ve tamamen kornifiye epitelyal
tabakaları halinde salınır ve ayrılır.
E4 gen ürünü, papilloma virus gen partiküllerinin olgunlaşması ve salınımında rol oynar.
Süreç sitolitik gibi görünmektedir. Replikasyon sürecinde viral DNA epitelyumun tüm kalınlığı
boyunca yer alırken, intakt virionlar dokunun sadece üst tabakalarında bulunur. Siğil veya
kondülomada viral replikasyon, basal tabaka hariç tüm epidermal tabakaların proliferasyonu ile
ilişkilidir. Bu durum akantozis, parakeratozis, hiperkeratozis ve histolojik olarak görülen tipik
papüllomatöz hücre yapısını oluşturan rete yarıklarının derinleşmesine yol açar. Bazı enfekte
hücreler geniş, genellikle poligonal sitoplazmik bir vakuol içerisinde küçülmüş bir çekirdeği olan,
skuamöz hücreler olan koilositlere dönüşür. Basal tabakadaki hücrelerin aşırı çoğalması, bazıları
anormal olan yüksek mitoz oranı, malign veya premalign hastalığın bir özelliğidir. Servikal kanser,
viral enfeksiyonun nasıl malignansiye yol açabileceğine dair en iyi anlaşılan örneklerdendir.
Yüksek riskli HPV tipleri ile enfeksiyon, hücre proteinlerinin fonksiyonu ile ve de hücresel gen
30
ürünlerinin ekspresyonu ile etkileşir. HPV31 ile enfekte hücrelerin mikroassay ile analizi 178
hücresel genin upregüle, 150 hücresel genin ise downregüle olduğunu göstermiştir(31).
Downregüle olan genler, primer olarak hücre büyümesinin düzenlenmesinde yer alanlar olup,
bazıları ‘keratinosit-spesifik genler’ ve ‘interferon responsive’ genleridir. Yüksek HPV tipleri,
diğer HPV tiplerinden çoğunlukla E6 ve E7 gen ürünlerinin yapı ve fonksiyonları ile ayırtedilebilir.
HPV’nin neden olduğu benign lezyonlarda, viral DNA, nukleusta ekstrakromozal olarak yer alır.
High grade intraepitelyal lezyonlar ve kanserlerde, HPV DNA genellikle konak genomuna integre
olmuştur. Bazı vakalarda epizomal ve integre HPV DNA’ları simultane olarak konak hücrede
taşınıre(32). HPV DNA’nın integrasyonu özellikle E2 ORF’u bozar veya siler, bu da ekspresyon
kaybı ile sonuçlanır(32). Bu da E2 nin fonksiyonu ile etkileşir. Normalde E2’nin fonksiyonu E6 ve
E7 genlerinin transkripsiyonunu down-regüle eder ve E6 ve E7’nin artmış ekspresyonuna yolaçar.
Yüksek riskli tiplerinde E6 ve E7 proteinleri p53 ve pRB için yüksek bir afiniteye sahiptirler.
Bağlanma, bu hücresel proteinlerin normal fonksiyonunu bozar ve artmış proliferasyon oranı ve
genomik instabiliteyi artırabilir. Sonuç olarak konak hücre gitgide daha fazla onarılamayan DNA
biriktirir. Keratinositlerin etkin immortalizasyonu E6 ve E7 gen proteinlerinin kooperasyonunu
gerektirir; bununla beraber, E7 gen ürünü yüksek seviyelerde tek başına konak hücreleri
ölümsüzleştirebilir(33). Sonunda mutasyonlar birikir ve tamamen transforme kanseröz hücrelerin
oluşumuna yolaçar. Aktive onkogenlerin etkilerine ve kromozom instabilitesine ek olarak
transformasyona yol açan potansiyel mekanizmalar viral ve hücresel DNA’nın metilasyonunu,
telomeraz aktivasyonunu ve hormonal ve immunugenetik faktörleri içerir. Kansere ilerleme
genellikle 10-20 yılın üzerinde bir süre gerektirir. Bazı lezyonlar daha hızlı bir şekilde bazen bir ile
iki yıl içinde kanseröz hale gelir (34).
2.5.2. HUMAN PAPİLLOMA VİRÜS ENFEKSİYONUNUN DOĞAL SEYRİ
Yakın zamanda yapılan ve oldukça yüksek duyarlılık ve özgüllükte HPV DNA saptama
tekniklerinin kullanıldığı çalışmalarda , daha eski dönemde yapılan çalışmaların aksine, hemen
hemen tüm CIN lezyonlarında ve invaziv kanserlerde HPV DNA bulunduğu saptanmıştır. HPV
DNA sırasıyla ASCUS’ta %30,8 LGSIL’de %63,2 HGSIL’de %83 olarak pozitif bulunmuştur
(83). Ayrıca, servikal neoplazi gelişiminden sorumlu tutulan klasik değişkenler HPV DNA varlığı
ile de yakından ilişkilidir. Geniş bir grup hastada yapılan çalışmada HPV DNA pozitifliğinin
artmış cinsel eş sayısı ile güçlü ilişki gösterdiği bildirilmiştir(13).Aynı çalışmada yaşamı boyunca
31
10 yada daha fazla cinsel eşi olan kadınlarda HPV prevelansı %69 iken tek eşli kadınlarda bu oran
%21 olarak bulunmuştur(13). Schiffman’ın çalışmalarında HPV DNA pozitif olan kadınlarda
anormal Papanicolaou bulunması relatif riski 40 kat artmıştır(13).Aynı çalışmada benzer
popülasyonlarda HPV’ye atfedilen risk
%90‘dan fazladır.Önemli oranda katkısı olan HPV
enfeksiyonu dışındaki tek değişken sigara içimidir. Aynı çalışmada şu cümle mavcuttur: ‘HPV ve
servikal neoplazi arasındaki istatistiksel ilişki çok kesindir; bu güçte ve tutarlılıkta relatif ve
atfedilen riski olan bir başka faktör çok nadiren bulunur’ ve ‘epidemiyolojik veriler servikal
neoplazilerde genital HPV enfeksiyonunun merkezi ve nedensel rolünü desteklemektedir’. Klinik,
histolojik, moleküler ve epidemiyolojik veriler HPV’nin hepsinde olmasa bile çoğu epitelyal
servikal neoplazide nedensel ajan olduğunu desteklemektedir.
Moleküler
biyoloji
sayesinde
HPV
enfeksiyonlarının
doğal
seyri
daha
iyi
anlaşılabilmektedir. Papillomavirüsler epiteli enfekte edebilmek için bazal yada parabazal
hücrelere ulaşmalıdır.Servikste bu ulaşma temelde skuamokolumnar bileşkede olur. Aynı zamanda
bu olay transformasyon bölgesinde metaplazik skuamoz epitelin immatür bazal ya da parabazal
hücrelerden oluştuğu ince, immatür kısımlarında ortaya çıkar.Mitotik olarak aktif olan hücre
enfekte olduğunda virüs hücre içinde latent formda kalır ve DNA nükleusta yer alırken replikasyon
sadece normal hücre siklusu ile eşzamanlı olarak oluşur. Bu duruma latent enfeksiyon adı verilir.
Latent enfekte hücreler morfolojik olarak normaldir ve tam virion üretilmediğinden latent
enfeksiyonu olan hastalar eneksiyonu başkalarına bulaştırmazlar (Şekil 16).
Şekil 16.: Human papilloma virusun hücre içine entegre olması.
32
Latent enfeksiyonlar sadece HPV DNA hibridizasyonu gibi moleküler tekniklerle
saptanabilir.Latent enfeksiyonu olan hastalar klinik olarak HPV enfeksiyonu hastası olarak
tanınamazlar. Latent enfekte olan bireyler virüsü belli ve önceden tahmin edilemeyen aralıklarla
saldıklarından belirli bir zaman sürecinde tarama yapılan kadınlarda HPV DNA saptanması
değişkenlik gösterir. Çoğu kadında ilk ortaya çıkan HPV enfeksiyonu hiçbir tedaviye gerek
kalmadan normal konakçı immünolojik savunma mekanizmaları sayesinde kendiliğinden
iyileşmektedir.Ancak tam bilinmeyen nedenlerle bazı bireylerde latent papillomavirüsler konak
hücre siklusundan bağımsız olarak replikasyona başlamakta ve çok miktarda virionlar ortaya
çıkmaktadır.Bu döneme ‘produktif viral enfeksiyon dönemi’ adı verilmektedir. Prodüktif enfekte
epitelyumda viral replikasyon başlıca intermediat ve süperfisyal hücrelerde ortaya çıkmakta ve en
fazla viral yük terminal diferansiye epitelde bulunmaktadır.Viral replikasyonun erken genler
tarafından kontrol edilmesine rağmen epitelyal hücreler diferansiye oldukça konak epitel hücreleri
tarafından diferansiyasyon spesifik transkripsiyonel faktörler üretilmekte ve viral DNA’yı
çevreleyecek kapsid proteinleri sentez edilmektedir ( Şekil 17).
Şekil 17:Servikal epitel hücrelerindeki Human papillomavirus enfeksiyonu ve çoğalması (35).
33
2.5.3. HPV’NİN SİTOLOJİK VE KOLPOSKOPİK DEĞİŞİKLİKLERİ
Epitelyumda viral replikasyon geliştikçe epitelyal hücrelerde sitolojik ve histolojik olarak fark
edilebilecek değişiklikler ortaya çıkmaktadır.Klinisyenler en erken ve en ciddi değişikliklerin
servikste skuamokolumnar bileşkeye yakın bölgede ortaya çıktığını gözlemlemişlerdir.Anatomik
çalışmalarda skuamokolumnar bileşkenin yerinin sabit olmadığı ve kadın yaşamı içinde değişiklik
gösterdiği gösterilmiştir.Vajinal pH etkisi ile eksoserviksteki kolumnar hücreler ‘metaplazi’
denilen süreç ile skuamoz hücrelere transforme olmaktadır.
Kadın yaşamında metaplazinin özellikle aktif olduğu üç dönem vardır:serviks ve vajinanın
embriyolojik gelişimi, puberte ve ilk gebelik sonrası. Puberte ve gebelik sonrası endoserviksin
kolumnar
epitelinin
eksoservikse
eversiyonu
ortaya
çıkmakta
ve
metaplazi
stimüle
olmaktadır.Glandüler papillaların tepesindeki epitelden başlamak üzere kolumnar hücreler
skuamoz
hücrelere
dönüşmektedir.Bu
oluşum
kolposkopi
ile
izlenebilmektedir
ve
skuamokolumnar bileşkenin hemen yanındaki bu metaplazik değişimin olduğu bölgeye
‘transformasyon bölgesi’ adı verilmektedir.Bu epitel skuamokolumnar bileşke çevresinde açık
beyaz, ışığı geçiren halka şeklinde tanınır.
Bu metaplazik hücreler çok aktiftir ve vajinal yolla gelen HPV ile enfekte olabilirler.Bazı
onkojenik HPV tipleri epitelyal hücreleri enfekte edebilmekte ve artmış mitotik aktivite ve DNA
yoğunluğu
%3
ile
%
5
asetik
asit
uygulaması
sonrasında
‘beyaz
epitel’
olarak
tanımlanabilmektedir.CIN gelişimi vasküler değişiklikler ortaya çıkmakta ve bu lezyonlar
‘punktuasyon’ yada ‘mozaik’ olarak tanınmaktadır.Lezyon ilerlerse değişik vasküler değişiklikler
izlenebilir. Bu ‘atipik damarlar’ makroskopik olarak yapısal anormallik göstermekte ve invaziz
kanserin göstergeleri olmaktadırlar.
İlk düşük dereceli CIN lezyonları düşük onkojenik potansiyeli olan ya da onkojenik
potansiyeli hiç olmayan HPV tipleri ile gelişen kadınlarda enfekte epitel uzun süreler devam
etmekte ya da HPV enfeksiyonu hiçbir tedavi uygulamadan kendiliğinden iyileşmektedir.Orta ya
da yüksek riskli HPV enfeksiyonları ile oluşan lezyonlar kendiliğinden iyileşebildiği gibi sebat
edebilmekte ya da çok az bir olgu grubunda ilerleme gösterebilmektedir. Lezyonların düzelmesi,
sebat etmesi ya da ilerlemesinde hangi değişkenlerin etkili olduğu tam anlaşılamamasına rağmen
dolaylı klinik veriler HPV tipinin, konaktaki immünolojik faktörlerin ve cinsel yolla geçen
hastalıklar gibi ek faktörlerin etkili olabileceğini göstermektedir (Şekil 18).
34
Şekil 18 : HPV enfeksiyonunun doğal seyri.
2.5.4. HPV’NİN HÜCRESEL TRANSFORMASYONU
Düşük dereceli CIN’dan yüksek dereceli CIN’a ilerleyen lezyonu olan olgularda,
progresyon virüs-konakçı etkileşimi ile ortaya çıkmaktadır. Bu etkileşim normal epitelyal
hücrelerin neoplastik hücrelere transformasyonunda önemli rol oynamaktadır. En önemli değişiklik
viral DNA’nın konak kromozomlarına entegrasyonudur. Epizomal (kromozomal olmayan) virüs
latent ya da prodüktif enfekte hücrelerde sirküler formda bulunur. Konak kromozomlarında
DNA’nın lineer formda bulunması gerektiğinden viral DNA’nın konak DNA’sına entegre olmadan
önce şekil değiştirmesi gerekmektedir.Bu değişikliği oluşturan mekanizma bilinmemektedir, ancak
sirküler viral DNA açılmakta ve lineer DNA olarak konak DNA’sına entegre olmaktadır. Böylece
transforme olarak konak hücrenin protein üretme ünitelerini kullanabilmektedir.
Viral genomun E1-E2 açık okuma çerçevelerinin hasarlanması E2 ekspresyonunu inaktive
etmektedir. E2 tarafından kodlanan proteinler erken bölgenin ve açık okuma çerçevelerinin
transkripsiyonlarını düzenlediklerinden E2 kontrolünün kaybı E6 ve E7 genleri tarafından
kodlanan proteinlerin fazla eksprese olmasına neden olmaktadır. E6 ve E7 proteinleri oldukça
onkojenik proteinlerdir. Bu proteinler hücre çoğalmasını düzenleyen anahtar proteinlere bağlanarak
normal hücre
replikasyonu
işlevini bozarlar. E6
35
proteini p53 proteinine
bağlanarak
inaktivasyonunun ve çabuk yıkılmasını sağlamaktadır. P53 proteini hücre bölünmesinin
kontrolünde yer alan önemli bir negatif büyüme düzenleyici proteindir. E7 proteini siklin A p107
ve retinoblastom gen ürünü olan p105RB proteinlerine bağlanmaktadır.P105RB proteinleri
hücrelerin G1 fazından S fazına olan geçişlerini kontrol eden proteinlerdir.
Doku kültürü modellerinde, E6 ve E7 genleri tarafından kodlanan proteinlerin normal
epitelyal hücreleri neoplastik hücrelere dönüştürme potansiyeli olduğu ve E6 ve E7
ekspresyonlarının transforme olmuş şeklin devam edebilmesi için gerekli oldukları gösterilmiştir.
Bu viral genler tarafından kodlanan onkojenik proteinler birbirlerini tamamlamakta ve tek
başlarına çok zayıf etki göstermektedirler. Yüksek onkojenik potansiyeli olan HPV virüsleri (HPV
tip 16 ve 18 gibi) orta derecede onkojenik riski olan HPV tiplerine göre transforme edici
potansiyeli daha yüksek olan E6 ve E7 tarafından kodlanan proteinler üretmektedir. Düşük
onkojenik potansiyeli olan ya da hiç olmayan ( 6 ve 11) HPV tiplerinde E6 ve E7 genleri
tarafından kodlanan proteinler in vitro hücreleri transforme edici yetenek göstermemektedirler. Bu
özellik viral alt tipler arasındaki risk farkını açıklamaktadır. Hücrenin transforme halinin
devamında E6 ve E7 genlerinin önemi doku kültüründe hücrelerdeki açık okuma çerçevelerine
antisens mesaj yerleştirilmesiyle gösterilmiştir. Bu insersiyon transforme fenotipin geri
dönüşümüne neden olmuştur.
Mitotik işlevin basitçe düzeninin bozulması neoplastik transformasyon için yeterli
olmamaktadır. Yakın zamanda edinilen bilgilere göre diğer bazı hücresel genlerde olan
mutasyonlarda
neoplastik
transformasyonun
gerçekleşebilmesi
için
gereklidir.
Malign
transformasyon 5-6 mutasyon sonrasında ortaya çıkmaktadır. Hücre bölünmesinden ve DNA
replikasyonundan önce genomun intakt olmasından p53 antionkogeni sorumludur. DNA kodlama
hataları bulunursa düzeltilir ve hücre bölünmesine devam eder; eğer DNA tamiri olası değilse
programlanmış hücre ölümü (apoptoz) gerçekleşir.E6 ve E7 onkojenik proteinleri p53
inaktivasyonu yaparak DNA replikasyonundaki kalite kontrolünü ortadan kaldırır. Bu durumda
kromozomal mutasyonu olan epitelyal hücreler çoğalma şansı bulur. Servikal epitelyal hücrenin
tam transforme olabilmesi için mutasyonlu genlerin birikmesi gereklidir. Moleküler düzeyde
oluşan bu değişiklikler kromozom sayısında değişikliklere, mitotik anormalliklere ve sonuç olarak
aneuploid hücre popülasyonunun oluşmasına neden olur.Bu malign transformasyon büyük
olasılıkla HPV konak epitelyal hücre kromozumuna entegre olduğunda başlamaktadır.
36
2.5.5. KLİNİK BAŞVURU
Seksüel HPV enfeksiyonları, tipe bağlı olarak 3 olası sonuca yolaçar: ilki hem erkek, hem
kadında genital kondüloma aküminatadır. Sıklıkla tip 6-11 ile bağlantılıdır ve kansere yolaçmaz.
Çoğunlukla asemptomatiktir. Kendiliğinden 3-4 ayda gerileyebilir veya sayı ve/veya boyutları
artabilir. Tedavisi ablasyon, eksizyon, podofilin, imiquimod ile yapılabilir. Kırmızı-kahverengi
olduklarında biyopsi alınmalıdır(bowenoid papulozis olabilir. Bu tip 16 veya 18’e bağlıdır.
Kondülomatöz yapıdadır ve intraepitelyal neoplazi olabilir.) Bu lezyonlardan nadiren yavaş bir
seyirle Cis gelişebilir. İkinci durum: latent/inaktif enfeksiyondur. HPV DNA ~%10 kadında
sitolojik
normal
servikal
epitelde
görülebilir.
Bunlar
primer
olarak
düşük
riskli
tiplerdir(6,11,diğerleri). Üçüncü durum : yüksek riskli HPV ler ile bağlantılı penil, üretral, mesane,
vaginal, vulvar, servikal intraepitelyal neoplazi ile sonuçlanan enfeksiyondur. Yüksek riskliler
yüksek gradeli lezyon ve kanser ile, orta riskliler sıklıkla SIL ile, nadiren kanser ile bağlantılıdır.
Bu tür enfeksiyonlar kansere yolaçma potansiyeli olan enfeksiyonlardır. Prospektif çalışmalar HPV
DNA (+) %15-28 kadında 2 yıl içinde SIL gelişimini göstermiştir. (-) olanlarda ise %1-3’tür.
Özellikle tip 16 ve 18’de progresyon fazladır(%40) (20).
2.6. SERVİKS LEZYONLARINDA KULLANILAN TANI YÖNTEMLERİ
Dünya genelinde Kadınlarda 2. en sık görülen kanser serviks kanseridir. Gelişmekte olan
ülkelerde olguların % 80-90’ı 35 yaşın üzerindedir. Sıklık yaşla artıyor ve 50’li – 60’lı yaşlarda
maksimuma çıkıyor. Ölümlerin % 80’i gelişmekte olan ülkelerde görülmektedir. Bugün genel
olarak baktığımızda kadın kanserlerinin yaklaşık %10 kadarının serviks kanserlerinden oluştuğunu
biliyoruz.
Pap Smear (PAPS) gibi serviksi tanımak için kullanabileceğimiz mükemmel bir yöntemin
varlığı ve serviks kanserinin uzun bir süreç sonucunda oluşması nedeniyle serviks kanserlerini
önlenebilir kanserler olarak adlandırabiliriz. Gelişmiş ülkelerde hastalığın insidansı ve
mortalitesindeki azalmanın major nedeni kabul edilmektedir. Ancak yalnızca organize
programlarda belirgin etkinlik sözkonusudur.
Serviks kanserlerinin tamamının epiteldeki hafif anormalliklerden başlayıp yaklaşık 10-15
yıl gibi bir süreç sonrasında kansere dönüştüğünü biliyoruz. Dolayısıyla kanser oluşmadan yaklaşık
10-15 yıl gibi bir süre önceden tanımak ve tedavi etmek şansına sahibiz. 1928 de sitoloji
37
kavramının gelişmesi 1940 yıllarda Dr. George Papanicolau‘nun ortaya koyduğu sitolojik
taramalarının yaygınlaşması sonucu servikal kanseri insidens, morbidite ve mortalite de belirgin
azalma olduğunu, tarama kalitesiyle birlikte mortalite ve insidensin direkt ilişkili olduğunu,
taranmayan grupta daha yüksek ve taranan grupta da servikal kanser insidensinin daha düşük
olduğunu görüyoruz. Bu nedenledir ki günümüzde servikal kanseri görülme insidensi 1940 lı
yıllardan günümüze yaklaşık yüzbin kadından 25 ten, yüzbin kadında 9 lara 10 lara, gene mortolite
de benzer bir eğilim göstererek yüzbin kadında 3 ler civarına eriştiğini görüyoruz. Günümüzde
serviks kanseri insidensi bir plato çizmektedir. Teorik olarak yüzbin kadında 1 oranında olması
gerekirken bu oran halen yüzbinde 3 ler civarındadır. Servikal kanser oranının düşmemesi,
insidensinin beklenen düzeye inmemesinin nedenlerini şu şekilde toplayabiliriz.
Temel unsur mevcut sitolojik tarama yöntemiyle veya konvensiyonel veya diğer sitolojik
tarama
yöntemleriyle
yanlış
negatiflik
oranının
hala
normalden
yüksek
olmasından
kaynaklanmaktadır. Bunun dışında anormal sitolojili grup da yanlış yönetim toplumun
taranmaması veya bazı kanserlerin kısa süre içerisinde gelişmesi gibi unsurlarla gene serviks
kanserindeki mortolite ve insidens oranının beklediğimiz oranlara erişmemesinin temel
nedenleridir.
Yanlış negatif sonuçlar, sitolojik taramalarının önemli bir problemidir. Kanser ve HGSIL
olgularının yaklaşık %40 ına kadar varan bir bölümdedir ve bu olgularda son iki yıl içinde negatif
sonuçlar mevcuttur. Dolayısıyla bu yanlış negatif sonuçlar bu hastalarda kanserin oluşmasına
neden olmaktadırlar. Yanlış negatif sonuçlarında yaklaşık %70 i örnekleme hatalarına
bağlanmaktadır. Geri kalanı ise anormal hücrelerdeki tanıma ve değerlendirme yetersizliği ile
ilişkilidir. Bu nedenle yeni tarama tekniklerine ihtiyaç vardır. 1990 yılların başından itibaren bunlar
uygulamaya konmuş ve geliştirilmeye devam etmektedir.
Bu tarama yöntemlerinin 4 temel amacı vardır.
1. örneklemenin kalitesini yükseltmek,
2. mevcut anormal hücreleri tanıma yeteneğini arttırmak
3. kanserin veya patalojinin gelişiminde ön planda rol oynadığı bilinen (HPV) dokularda ve
hücrelerde tanıyarak bir prognoz belirlenmesini sağlamak
4. anormal dokulardaki fizyolojik, genetik, moleküler marker ları araştırarak, daha doğru daha
uygun tanı yöntemleriyle geliştirmektir.
Tarama Programlarının Başarısı İçin Gerekli Koşullar
38
•
Hedef popülasyonun büyük çoğunluğunu kapsamalı
•
Yüksek kalitede koruma hizmeti sunmalı
•
İyi referans sistemleri sağlamalı
•
Hastaların düzenli takibi yapılabilmeli
•
Hastalar uygun, kabul edilebilir, ve koruyucu tedavi alabilmelidir.
•
•
Sonra 25 yaşa kadar gençlerde tarama
Kapsam:
•
Hedef kitlenin en az % 80’i yaşam boyu en az 1 kez taranmalı
2.6.1.SERVİKAL TARAMA YÖNTEMLERİ
Sitolojik yöntemler
1. PAPS (PAP Smear)
2. Sıvı bazlı teknikler (ThinPrep)
3. Kompüterize teknikler (AutoPap-Papnet)
Visüel yöntemler
4. Asetik asit testi (VİA/VİAM)
5. Spektroskopi
6. Speculoskopi
7. Servikografi
8. Kolposkopi
Diğer
9. HPV testleri
10. Polarprobe
1. PAP SMEAR
Pap smear testi dökülen servikal hücrelerin toplanıp incelenmesi esasına dayanan sitolojik
bir tarama testidir. Bu sitolojik tarama testi ile henüz semptomatik hale gelmemiş olan preinvazif
ve erken invazif servikal lezyonların saptanarak serviks kanserine bağlı mortalite ve morbiditenin
azaltılması sağlanır. Test ilk kez 1928 yılında George Papanicolaou tarafından tanımlandığı için
onun adına ithafen Pap smear şeklinde adlandırılır.
39
Sitolojik yöntem, hızlı ve kolay tanıma olanağı sağlar, dokuya zarar vermez ve sık olarak
hücre örneği almak açısından elverişlidir. Sitolojinin görevi diğer basamakların, yani hasta için
yapılması gereken klinik ve laboratuar işlemlerinin mümkün olduğunca tartışılmaz biçimde
oluşturulmasını sağlamaktır. Sitoloji, sadece tarama testi olup, mevcut hastalığın en son kanıtı
değil, sadece diğer yöntemlerle (kolposkopi ve histoloji) irdelenmesi gereken bir yansımadır.
Sitolojik incelemenin yanlış negatif oranları ilk yayınlarda %40 olarak bildirilmiştir. 1947 yılında
Dr.Ayre’nin sayesinde (Ayre Spatülü) yanlış negatiflik %20’lere düşmüştür (%10- 35). Yanlış
pozitiflik ise % 5’tir (12).
Pap smear hataları genel olarak örnek alımında hata, laboratuar hatası ve laboratuar kalite
denetiminde yetersizlik gibi nedenlere bağlıdır.Konvansiyonel Pap smear taramasının sensitivitesi
%11-98, spesifisitesi%14-97, yanlış negativitesi %6-55 arasındadır ve yanlış negativitenin%70’i
anormal hücre içermemesi nedeniyle gerçek negatif olarak sınıflandırılabilirken sadece %30’u
laboratuar hatasına bağlıdır(36,37). Smearde hücre bulunmaması örnekleme ve hazırlama
hatalarından kaynaklanır ve son derece basit bir işlem olarak adlandırılabilecek Pap smearin
alınmasından cama yayılmasına dek geçen süreçte hücrelerin %80’i kaybedilebilmektedir. Cama
yayılabilen hücreler arasında anormal hücreler saptandığında, havada kurumaya bağlı artefaktlar,
ortamda bulunabilen kan, mukus, inflamatuar debris gibi kontaminasyonlar veya yaymanın kalın
yapılmış olması smearin yorumlanmasında hatalara yol açabilmektedir(38). ABD’de servikal
kanser hastalarının %50’sinin smear yetersizliği veya yokluğuna bağlı olduğu düşünülmektedir
(39).
Pap smear alımı konusunda standardizasyon, 2000 yılında ortaya konan Amerikan
Sitopatoloji Derneği kriterleri ile sağlanmış olup bu kriterlerin uygulanması daha uygun teknikle
smear alınmasını ve dolayısıyla yanlış negativite oranının düşmesini sağlayacaktır (35).
Amerikan Sitopatoloji Derneği Kriterleri: (35)
1. Pap smear son adet tarihinden 10-18 gün sonra alınmalıdır
2.Testten önceki 48 saat içinde
a. vajinal duş
b.vajinal tampon, vajinal kontraseptif ajanlar veya ilaç kullanımı
c. cinsel ilişki olmamalıdır
3.Pap smear ile birlikte hastanın
40
a. adı soyadı (son 5 yıl içinde değişiklik varsa belirtilmelidir)
b.yaşı ve/veya doğum tarihi
c. menstruel durumu ( Son adet tarihi, histerektomi, gebelik, postpartum, hormon replasman
tedavisi )
d.önceki anormal sitoloji veya biopsi sonuçları, önceki tedaviler veya cerrahi girişimler
e. risk durumu
f. örneğin alındığı yer ( serviks, vajen ) belirtilmelidir
4.Steril veya tek kullanımlık spekulum kullanılmalıdır
5. Lubrikan kullanılmamalıdır ( kayganlaştırıcı olarak ılık su kullanılabilir )
6. Hücrelerin spatula üzerinde kalmaması amacıyla tahta spatula veya pamuklu çubuk yerine
plastik spatula kullanılmalıdır
a. spatula 360 derece dönüşle kullanılmalıdır
b. transformasyon bölgesi tam olarak görülmelidir
c.fırça 45-90derece dönüşle kullanılmalıdır
I. ilk olarak spatula ile vajen ve ektoserviks örneği alınmalıdır
II. smear alınan sahanın dışında şüpheli bölge varsa, bu bölgeden ayrıca smear alınır
III. daha sonra fırça ile endoserviks örneği alınmalıdır
IV.uzunlğu boyunca camın yarısına fırça ile örnek yayılmalı, daha sonra camın diğer
yarısına fırça yuvarlanarak örnek yayımına devam edilmelidir
V. örnek yayımı sırasında fırçanın aşırı basıncı veya ileri geri farklı yönlere
hareketlerinden kaçınılmalıdır
VI. smear hemen fikse edilmelidir
d.Süpürge tarzı fırçalarla hem ektoserviks, hem de endoserviks örneği alınabilir
e. Fırça 360 derece ve 5 tur dönüşle kullanılmalıdır
7.Uzunluğu boyunca cam üzerine fırçanın uzun aksı paralel olacak şekilde önce bir yüzü daha
sonra aynı trase boyunce diğer yüzü üzerindeki hücreler yayılır
8. Fiksasyon alkol içeren kap içinde yapılıyorsa
a. her örnek için ayrı kap ve ayrı solüsyon gerekir
b.örnek kap içinde sürekli saklanabileceği gibi, 20-30 dk alkol içinde tutulduktan sonra
çıkartılıp havada kurutulabilir
9. Fiksasyon sprey ile yapılıyorsa
41
a. bu amaçla üretilmiş spreylar kullanılmalıdır
b. saç spreyi kullanılmamalıdır
c. sprey camdan 15-25 cm uzaklıkta kullanılmalıdır
10.VCE preparatlarda, vajinal, ektoservikal ve endoservikal örnekler aynı cama yanyana yayılır
11.Vajinal ve ektoservikal örnekler aynı preparat üzerine yayılabilir ve endoservikal örnek ayrı bir
preparata hazırlanabilir
12.Tek preparat – çift preparat arasında maliyet ve işgücü dışında, medikal açıdan üstünlük yoktur
Dünya Sağlık Örgütü, 35 – 40 yaş arası kadınlarda 1 kez yapılacak Pap smear testinin
invaziv kanser riskini %65 azaltabileceğini öne sürmüş olsa da, sensitivitesi %50 veya daha az olan
bir testin bu başarıyı sağlaması güçtür(41).Bu tek bir testin birçok kadında servikal lezyonu
saptayamayacağını göstermektedir.Bu sınırlı duyarlılığa rağmen arka arkaya yapılan üç test de
negatifse hastada servikal anormallik olma şansı %1’den azdır(13). Hakama, 35-64 yaş arası 1 kez
negatif servikal smear sonrası taramanın koruyucu etkisini değerlendirdiğinde kümülatif insidansta
azalma 1, 2, 3 yıl sonra %93, %92, %91 düzeyindeyken, 5 ve 10 yıl sonra bu oran %84 ve %64’e
düşmüştür(42).
2003 yılında American College of Obstetricians and Gynecologists ( ACOG ) üzerinde
uzlaşılmış servikal smear tarama kriterlerini duyurmuştur (43).
ACOG Kriterleri :(35)
1. Hayatı boyunca herhangi bir dönemde veya halen seksüel aktif olan veya 21 yaşına gelmiş olan
tümkadınlar yıllık pelvik muayene ve Pap testi yaptırmalıdır.
2. >30 yaş ve > 3 kez ardışık yıllık normal pelvikmuayene ve Pap testi sonrasında, düşük risk
gurubu kadınlarda (HIVpozitifliği, intrauterinDES ile karşılaşma ve immün yetmezlik olmaması )
hekimin değerlendirmesi uyarınca kontroller daha uzun aralarla yapılabilir
a. HIV pozitifliği varsa ilk yıl 6 ayda bir, daha sonra yılda 1 kez
b. Geçmişte CIN2 veya 3 nedeniyle tedavi veya servikal kanser varsa yılda 1 kez
c. Daha önceki smear sonuçları negatif olan hastanın şimdiki smear testinde endoservikal
hücreler görülememiş veya kan hücreleri ile kontamine olmuş ise yılda 1 kez taramaya devam
edilmelidir
3.Total histerektomi geçirmiş ve HGSILanamnezi olmayan kadınlar taramadan çıkartılabilir.
42
a.Histerektomi geçirmiş, ancakHGSIL anamnezi olan kadınlar, 3 kez yıllık smear sonucu
negatif olarak saptandıktan sonra taramadan çıkartılabilir
b.Histerektomi geçirmiş ve daha öncesinde HGSIL nedeniyle tedavi alıp, 3 kez yıllık smear
sonucu negatif olarak saptanmış olan kadınlar taramadan çıkartılabilir
2. SIVI BAZLI TEKNİKLER (ThinPrep)
FDA tarafından 1996 yılında ThinPrep’in, 2003 yılında ise SurePath’in onaylanması sıvı
bazlı sitolojik yöntemlerin klinik kullanıma girişini hızlandırmıştır . Sıvı bazlı sitolojinin, yüksek
grade lezyonların saptanmasında %16-100 artış ve yetersiz smear raporlanmasında düşüş sağladığı
birçok çalışmada rapor edilmiştir(44,45).
Sıvı bazlı tekniklerin temel prensibi sadece değerlendirilmesi gereken servikal epiteliyal
hücreleri seçerek ayırmak, bunları küçük bir alanda lam üzerine yaymak ve patoloğun veya
sitoloğun değerlendirmesini kolaylaştırmak, zamandan tasarruf sağlamak ve hücre konsantrasyon
kaybına engel olmaktır. Klinisyen skuamo-kolumnar bileşkeden ve eksoserviksin transformasyon
bölgesinden spatül ve fırça ile örnek aldıktan sonra örnekler fiksativ solüsyonu ile dolu bir şişeye
daldırılmakta ve cam lam üzerine hücrelerin yayılmasından ziyade hücreler şişe içindeki fiksatife
toplanmaktadır. Lam yerine sitoloji laboratuarına fiksativ ile dolu şişe etiketlenerek
gönderilmektedir. Laboratuarda bir makine tarafından 40,000 epitelyal hücre ince bir tabaka
halinde lama yayılarak hazırlanmaktadır. Hazırlanan preparat klasik Papanicolaou boyası ile
boyanmakta ve sitolojist ya da sitopatolojistler tarafından değerlendirilmektedir. Birçok çalışmada
sıvı bazlı bu teknik sayesinde daha çok tanısal servikal hücrenin toplandığı ve örnekten hazırlanan
preparatlarda hücre kümeleşmesi, kan ve yangısal değişikliklere bağlı artefaktların daha az olduğu
gösterilmiştir (Şekil 19). Böylece daha iyi örnek hazırlanmakta ve daha iyi yorum yapılması
sağlanmaktadır(13). Sıvı bazlı tekniklerde taranması gereken hücre sayısının arttığı sadece epitel
hücrelerin tarandığı, daha küçük alanın taranmasının sağlandığı ve daha da önemlisi aynı yöntemle
istenirse aynı hastadan ikinci bir işlem yapmaksızın LGSIL ve HGSIL test değerlendirmelerinin
yapılabildiğini biliyoruz. Yeni sıvı bazlı tekniklerle yetersiz örnekleme oranının azaldığını, HGSIL
kanser ve LGSIL olgularında daha yüksek sensitivitelere kavuşulduğu ve aynı zamanda HPV
testininde gerektiğinde yapılabilirliği (Refleks Test) gibi avantajlarının olduğunu söylemek
mümkün. Bunun yanında maliyetinin yaklaşık 8-10 dolar daha yüksek olduğunu , uygulamasının
da konvensiyonel yönteme göre biraz daha zor olduğunu söylememiz mümkün. Bu yöntemlerle
43
örneklemenin daha fazla oranda yeterli olduğu yine LGSIL ve HGSIL in olgularında tanısal
doğruluk oranının arttığı buna karşılık ASCUS da Thinprep in yararının henüz tartışılır olduğu
yönünde bulgular mevcuttur.
Şekil 19:
Konvansiyonel yöntem
Sıvı bazlı yöntem
Amerikan Kanser Derneği Kriterleri :(35)
1. Tüm kadınlar cinsel ilişkiye başladıklarından 3 yıl kadar sonra, ancak 21 yaşını geçmeden önce
servikal kanser tarama programına alınmalıdır.Tarama konvansiyonel Pap testi ile yılda bir, sıvı
bazlı Pap testi ile 2 yılda bir yapılmalıdır.
2. 3 kez normal Pap testi incelemesi olan kadınlar, 30 yaşından itibaren 2-3 yılda bir konvansiyonel
veya sıvı bazlı Pap testi ile taranabilir. İmmün sistemde zayıflık oluşturan koşullar, HIV
enfeksiyonu veya intrauterin dönemde DES ile karşılaşma söz konusuysa yıllık taramalara devam
edilmelidir.
3. 30 yaşın üzerindeki kadınlar için önerilebilecek diğer bir yöntem de, 3 yılda bir yapılacak
konvansiyonel veya sıvı bazlı Pap testine ek olarak HPV DNA incelemesi ile taranmalarıdır.
4. 70 yaşın üzerinde, son 10 yılda anormal Pap testi sonucu olmayan, 3 veya daha fazla normal Pap
testi sonucu olan kadınlar servikal kanser tarama programından çıkartılabilir. Servikal kanser
anamnezi, immün sistemde zayıflık oluşturan koşullar, HIV enfeksiyonu veya intrauterin dönemde
DES ile karşılaşma söz konusuysa, genel sağlık durumu iyi olduğu sürece taramalara devam
edilmelidir.
5. Total histerektomi geçirmiş kadınlar, cerrahi girişim servikal kanser veya prekanser nedeniyle
yapılmamışsa servikal kanser tarama programından çıkartılabilir(35).
Sıvı bazlı sitolojinin avantajları şu şekilde sıralanabilir :
44
Spesimenin hazırlanması aşamasında,
• Tüm spesimeni elde etmeye olanak vermesi
• Uygun bir fiksasyona olanak sağlaması, kullanılan sıvı fiksatifin tüm hücrelerin transferini
sağlayabilmesi
• Homojen bir örneklemeye imkan tanıması, anormal hücrelerin homojen dağılımı
• Mukus, debris vb. spesimenin incelenmesini zorlaştıran faktörlerin eliminasyonu
• Sonuçta smearin teknik kalitesinde artış sağlaması
• Ayrıca eş zamanlı HPV DNA bakılabilmesine olanak sağlaması
Sonuç bölümünde ise,
• Yetersiz ve reaktif/reperatif sonuçlarında azalma,
• En çok karışıklığa neden olan sonuç olan ASCUS oranında azalma,
• Premalign lezyonların saptanmasında artış,
• Pozitif prediktif değerde artış
• Glandüler lezyonlarda yalancı (+)’lik oranının düşmesi.
3.KOMPUTERİZE TEKNİKLER
Bu Teknikler Autopap ve Papnet olmak üzere iki sistem halinde toparlanmakta. Esas olarak
baktığınızda bu sistemlerin mantığı hücrelerin tanınma yeteneğini veya anormal hücreleri tanıma
yeteneğini arttırmaktan geçer. Günümüz fiyatlarına baktığınızda maliyeti yüksek olarak
görülmektedir. 1990 lı yılların ortalarında uygulanır hale gelmişlerdir bunlardan ilki:
Autopap primer tarama sistemi
Primer taramada kullanılabilen bir sistem. Küçük tekniklerde de uygulanabilecek bir sistem.
Bu sistemin temel mantığı normal hücreleri veya normal slaytları seçerek, bir kenara koymak,
anormal hücre bulunma olasılığı bulunan slaytları ayırarak, bu slaytları manuel taramaya
yönlendirmektir.
Daha yakın zamanda kalite kontrolünde daha yoğunluklu olarak kullanılan AutoPap 300
QC tarama sistemi günümüzde biraz daha yoğun olarak kullanılmakta, bu sistem daha çok primer
taramada kullanılmakla birlikte manuel negatif smearlerin taranmasında veya başka bir deyişle
kalite kontrolünde kullanılmakta. 1999 yılında yayınlanan bir çalışmanın sonucuna baktığımızda
daha önce manuel olarak negatif kabul edilen smearler de veya slaytlarda HGSIL oranının
45
gerçekte %5 kat oranında LGSIL oranında %2 kat daha arttığı saptanarak, bu sistemle sensivitenin
yükseldiği negatiflik oranınında düşürüldüğü bildirilmiştir.
PapNet sistemi
PapNet sistemi günümüzde kısmen değerini kaybeden ve henüz yeni versiyon cihazların
üretilmediği bir sistem. Büyük klinikler ve pataloji labaratuvarları için uygun bir sistem. AutoPap
sisteminde olduğu gibi PapNet sisteminde de yalancı negatiflik oranının düşürüldüğü ve keza
yalancı pozitiflik oranınında bu yöntemle yapılan taramalarda düşürüldüğü görülmekte.
Kompüterize tarama sistemleriyle gerçekten yanlış negatiflik oranı düşürülmekte ama günümüz
teknolojisiyle bu teknolojilerin biraz daha geliştirilmesi gerektiği kanısı yaygın. Bu nedenle
dünyada henüz kullanım görmüş diyemeyiz. Bunun temel nedenlerinden biri maliyetinin yüksek
oluşudur.
Kompüterize tarama tekniklerinde konvensiyonel slayt yaymaları kullanılabileceği gibi aynı
zamanda sıvı bazlı yayma sistemleri de birlikte kullanılabilmektedir.Yeni versiyon cihazlarda sıvı
bazlı yayma sistemleri ile birlikte kompüterize tarama teknikleri de kullanılabilmektedir. Bu
şekilde yapılan değerlendirmelere baktığımızda LGSIL için bile sensitivitesi ve hasta grubu
yakalama oranlarının %98 lere çıktığını görmekteyiz. Klinik uygulamaya girdiğinde ciddi yarar
sağlayacak bir sistem olduğunu görmekteyiz.
4.ASETİK ASİT TESTİ (VİA/VİAM)
Özellikle Düşük Gelirli Ülkeler İçin Alternatif Tarama şeklidir. High grade lezyonlar için
sensitivitesi ortalama % 76 dır. Spesifitesi daha düşüktür. Sitoloji ile verifiye edilmiş çalışma
sayısı çok azdır. Transformasyon zonunda, skuamokolumnar bileşkeye yakın, iyi sınırlı, opak,
asetowhite lezyonlar pozitif sonuç olarak değerlendirilir. Asetowhite alan yokluğu, iyi
tanımlanamayan, translusent asetowhite alan, polip, nabothi kisti negatif sonuç olarak
değerlendirilir.
Avantajları; High grade lezyonların tanısında sitoloji kadar sensitiftir. Sitolojiden daha basit
ve daha kolay öğrenilebilir. Sitoloji ve HPV testlerinden daha ucuzdur. Hemen sonuç veriyor ve
tek seansta tanı ve tedavi sağlıyor
Dezavantajları; Spesifitesi düşük % 70-80 dür. Pozitif test oranı yüksek % 10-35, PPV
düşük % 10-30 tür. Bu nednele Over treatment sorunu vardır. Yalnızca ekto-serviksteki lezyonların
46
tanısı içindir. Halen özellikle Hindistan, Peru, Güney Afrika gibi ülkelerde araştırma çalışmaları
sürüyor. Çalışmaların çoğunda sitoloji ile konfirme edilme eksikliği vardır.
VIA+ olgularda yönetim;
•
Kolposkopi ve biopsi, kolposkopik bulgulara göre tedavi, histopatolojiyi retrospektif
değerlendirme.
•
Kolposkopi ve biopsi, histolojik bulgulara göre tedavi.
•
Magnifiye vizüel inspeksiyon (VIAM) ve biopsi sonrası hemen kryo-terapi ile tedavi.
•
Kolposkopi ve buna göre tedavi.
•
Hemen kryo-terapi ile tedavi.
5. SPEKTROSKOPİ
Spektroskopi basitçe servikal dokuya gönderilen ve geri gelen ışığın değerlendirilmesidir. Bu
muayene sırasında asetik asit kullanılmaz. Yansıyan ışığa göre dokular normal veya hastalıklı
olarak değerlendirilir. Anormal doku ışığı çok daha değişik yansıtacaktır. Hastalıklı dokuda
hemoglobin konsantrasyonu, mukozal kalınlaşma, kapiller perfüzyon, nükleer oran, gibi
değişiklikler hastalıkla ilgili optik bir imza oluşturacaktır. Bu teknoloji gelişme halindedir.
Sensitivite oranları % 62-92 arasındadır.
6. SPECULOSKOPİ
Serviks yüzeyine asetik asit sürüldükten sonra özel bir ışık kaynağı (ve büyütmeopsiyonel) kullanılarak dokusal değişiklikler değerlendirilir .
7. SERVİKOGRAFİ
Serviks yüzeyine asetik asit sürüldükten sonra serviksin fotografı çekilir. Daha sonra bu
resimbir uzman tarafından yorumlanır. Sitolojiye nazaran sensitivitesi dah da düşüktür .
8. KOLPOSKOPİ
Kolposkopinin kelime anlamı vagina içine bakmaktır (colpo ve scope)(12) . Sitoloji ve
kolposkopi birbirine rakip değil, tam tersine birbirini tamamlayıcı yöntemlerdir. Kolposkopi ise
pozitif sitolojik bulguların değerlendirilmesinde kullanılır. Şüpheli alanlardan biyopsi yapılır.
Sonuç olarak sitolojik, kolposkopik ve histolojik verilerin birlikte incelenmesiyle hastaya en doğru
47
yaklaşım yapılmış olur. Her kolposkopik incelemenin amacı en az invazif serviks kanserinin
dışlanması olmalıdır.
Kolposkop, parlak ışıkta, serviksin 6-40 kez büyütülerek direkt incelenmesini sağlayan
stereoskopik bir mikroskoptur.
Servikal kolposkopinin amacı, transformasyon zonunda, serviks üzerinde ya da servikal
kanalda bulunan lezyonların tanımlanması, prekanseröz serviks lezyonlarının varlığının
araştırılması ve anormal pap-smear sonucunda biyopsi yapılacak alanların tesbitedilmesidir(12,16).
Uzman biri tarafından yorumlandığında kolposkopinin sensitivitesi ve spesivitesi % 90 lar
civarındadır. Teorik olarak gelişmekte olan ülkeler için ideal bir tarama yöntemi olabileceği ifade
edilmektedir. Her ne kadar kolposkopi aleti pahalı olsada kullanıma bağlı olarak daha sonraki
maaliyeti düşecektir .
9. HUMAN PAPİLLOMA VİRÜS (HPV)
1983 yılında ilk kez HPV için dot-blod testi kullanıldıktan sonra 2000 yılında önemli bir
yer buldu ve 2001 yılında rehberlere girdi 2002 yılında da Amerikan kanser derneği bazı test ile
birlikte HPV testi kombinasyonunu taramada kullanılabileceğini ortaya koydu. Serviks kanserinde
HPV nin yeri kesinlik kazanmış durumdadır.
FDA ,HPV DNA testini 31.03.2003 tarihinde serviks kanseri taraması için onaylamıştır. 30
ve üzeri yaş grubu için konvansiyonel veya LBP ile kombine edilerek 3 yıllık aralarla tarama
yapılabilinir.Çünkü;
tarama
intervallerinin
açılmasına,
maliyetin
düşmesine
katkıda
bulunabilir(46).
Böylelikle HPV testleri de yeni tarama teknikleri içerisinde girmiş durumdadır. Serviks
patolojilerinin gelişiminde kanser ve prekanseröz lezyonlarının gelişiminde HPV nin önemli bir
rolü var. Uzun zamandan beri yapılan değerlendirmeler bize iki temel sonucu göstermektedir.
1. SIL durumunda yüksek riskli HPV virüsü negatif ise bu olgularda regresyon oranı ileri
derecede yüksek olur. Ve bu hastalardaki SIL düşüktür.
2. Yüksek riskli HPV tiplemesi yapıldığında tip negatifse ASCUS ve LGSIL olgularında
yanlış negatiflik oranı çok yüksektir.
Bu temel gerçeklere klinik uygulamalarla birlikte baktığımızda gerçekten HPV tarama testinin
Pap Smearden daha sensitiv olduğu Pap ve HPV birlikte değerlendirildiğinde % 96.9 lara çıktığını
görmekteyiz (Şekil 20).
48
Şekil 20. HPV ve PapSmear’in, sensitivite ve spesifitesini araştıran çalışmalar(47,56,48-53).
HPV testleri olarak 2 önemli test kullanılmaktadır.
•
Hibrid yakalama (HC)
•
Polimeraz zincir reaksiyonu (PCR)
Her iki şekilde de bizim için önemli olan yüksek riskli grupların tespitidir. Bunları tespit ettiğimiz
zaman subtiplerinin bilinmesi şart değildir.
30 yaş üzerindeki hastalarda Amerikan kanser derneği konvensiyonel veya likid bazlı pap
ile kombine edilerek 3 yıllık aralarla tarama yapılabileceğini önermektedir. Çünkü tarama
intervalleri açılarak maliyetin düşmesine de katkıda bulunabilir(54).
HPV yi taramada kullanabilir miyiz kullanamaz mıyız? Bununla ilgili çalışmalar 2001
deki çalışmalar ve Kaiser çalışmasıdır. 46.000 kadından rutin PapSmear testi ve HPV testi
bakıldığında literatüre aşağı yukarı uygun ve beklentimiz % 4 civarında. % 3.5 luk bir ASCUS
oranı olan hastalarda Paptestin sensitivitesi %75 iken HC II nin sensitivetisinin % 90 olduğunu
görmekteyiz. HGSIL tespitinde HPV sensitivitesi Paptest ile çalışıldığında % 76.2, HPV test
sensitivitesiyle %89.2, birlikte çalışıldığında HPV Test+Pap % 96.9 olduğunu görmekteyiz(80).
Bir başka çalışmada 8554 kadında yapılan çalışmada Pap Test ve high grade lezyonlarının
sensivitesi %77.7 ve HPV (HC II) ile sensitivitesi %88.4 ile yüksek rakamlara ulaşmış
görünmektedir (55).
49
1999’da yayınlanan Hammersmith Çalışması’nda 3000 kadın taranmış (med.yaş:46),
CIN2/3 için PAP sensivitesi %76, herhangi bir high-grade lezyon için HPV sensivitesi %89, CIN3
veya kanser için HPV sensivitesi %100 bulunmuştur(47).
2002’de HPV (+) Papsmear negatif (-) bulunan, 2020 hastalık bir grupta yapılan çalışmada,
hastalara 57 ay boyunca Papsmear takibi yapılmış.ASC %16,8, LGSIL %6,4 ve HGSIL %2,2
olarak tespit edilmiştir.Yıllık Pap testleri (-), HPV (+) olguların %15 i ki bu azımsanamayacak bir
rakam, 5 yıl içerisinde anormal Pap testi geliştirecetir. Ve bunlar takip edilmediğinde kansere
dönüşebilecek demektir(57).
Son yılların en önemli çalışmalarından biri İngilizlerin yaptığı Hart çalışmasıdır.( HPV
Addition to Routine Testing). Hart, rutin testlere HPV eklensin mi eklenmesin mi?; Eklenecekse
tek başına mı eklensin kombinasyon mu yapılsın şeklinde yapılan bir çalışmadır. Borderline
sitolojiye sahip grupta da sitoloji (-) HPV (-) hale gelirse kolkoskopide high-grade lezyon
görmediğimizi ortaya koyan bir çalışmadır.Çalışmada 30-60 yaş arasında minimal anormal
bulguları olan (borderline sitolojisi olan (ASC, LGSIL) veya HPV(+) ve sitolojisi negatif olan)
11085 kadın incelenmiştir. Hart çalışmasına göre, taramaya HPV eklenmesi HGSIL tespitinde,
daha sensitive bir test ve
kolkoskopiye refere edilmeyi kesinlikle azaltıyor. Ortalama %50
azalttığı görülmektedir. HPV nin sitolojiye eklenmesi tek başına taramada kullanılmasından daha
cost-effective.Tek başına HPV ile yola düşülürse hastalara gereksiz bir sürü tetkik yapılacağı için
daha pahalıya mal edileceğini göstermişler(64).
Hart çalışmasında 30-60 yaş grubunda yapılan çalışmada çok vurucu bir yere gelinmiş.Tek
başına HPV bakılsın bunların sonucunda (-) çıkarsa 5 yılda bir tekrara gidilsin, ya da % 8 lik bir
grup buna sitoloji yapılsın, bu bizi ilgilendiren grup bunun sonuçlarına göre takip algoritması
oluşturalım yoluna gidilmiş.Ancak bu takip algoritmasının oluşması sonucunda maliyet açısından
her ikisinin birlikte bakılmasıyla karşılaştığında daha pahalı bir yere gelinmiş ki ortalama %1.6
burdan kolkoskopiye referasyon var.% 0.6 lık da burdan yani % 2-3 lük kolposkopi referasyonu
bile maliyeti arttırmaya yetmiş (Şekil 21).
50
Şekil 21. HPV’nin primer taramada kullanılması (64).
Wright TC Jr’ın bir çalışmasında HPV testin tek başına uygulanmasının takipte daha
maliyetli olduğu sonucuna varılmıştır(58).
Yine Wright’ın yaptığı bir başka çalışmada, sitolojiyle birlikte HPV testinin 30 yaş ve üstü
kadınlarda tarama aralıklarını 1 yıldan 3 yıla veya daha uzun aralıklara çıkarabileceği için
kullanılabilir olarak göstermiş ancak HPV nin etkisiyle kanser gelişim basamaklarını da
hatırlatırsak Amerikan kanser derneğinin de bu nedenle tarama programlarını değiştirdiklerini
hatırlarsak, 20 yaş altında latent HPV enfeksiyonu regrese olabileceği için burada lüzumsuz
kullanım söz konusu olabilir ve regresyona uğrayacak yüksek riskli tabir ettiğimiz hastalarda
fazladan girişim gibi önemli bir sorun karşımıza çıkabilir(59).
Pap HPV kombinasyonu ile ilgili önemli bir çalışmada 23.702 hasta çalışılmış negatif Pap
ve HPV olan hastalarda 45 ayda CIN III ve serviks kanseri gelişmeyeceği net olarak gösterilmiş.
Demek ki bu hastaları kombinasyonla takip edebiliriz sonucuna varılmış. Yüksek riskli
bulduğumuz grupta daha sık izlememiz gerektiği ortaya konmuş(60).
51
Sitoloji ve HPV testi kombinasyonu tarama rehberi olarak Amerikan kanser derneği
tarafından ortaya konmadan önce 2003 yılında bir algoritma geliştirmişler ancak sadece ASCUS
olursa ne olur olgusu için 2004 te bu tablo geliştirilmiştir. Önemli olan kısmı sitoloji (-) HPV (-)
grup, bu gruplar 3 yılda bir rutin taramaya alınabilir. Sitoloji (-) HPV (+) iken ilerleyen
takiplerimiz sırasında 6 ila 12 ayda bir tekrarlarımızda yine her ikisinde negatife erişirse bu grubu
da düşük riskli gruba alıp rutin taramaya alabiliriz (Şekil 22).
Şekil 22. Taramada sitoloji ve HPV kombinasyonu(60).
HPV nin tanıda yeri varmı? Düşük grade’li servikal preinvaziv lezyonların tanısında
kullanılabilir ancak yüksek grade servikal preinvaziv lezyonlar ve kanserde zaten bizim bildiğimiz
net olan bir şey kolkoskopi şart ve bunlarda da HPV (+) kesin o zaman tanıda yeri yok diyoruz.
Özellikle geri kalmış ülkelerde hastaların kendi kendilerine toplayabildikleri Self-Collected
HPV testleri bu yapılabilirmi bununla ilgili çok önemli çalışmalar var(Şekil 23). Bu calışmalara
baktığımız zaman hastanın kendisinin aldığı HPV testlerinin jinekoloğun aldığı PapSmear
testleriyle aşağı yukarı aynı rakamlara eriştiğini hatta çok iddialı olarak çalışmada da jinekoloğun
aldığı HPV testiyle aynı değere ulaştığını görebilmekteyiz. Bütün çalışmalarla ortak baktığımız
zaman jinekoloğa gitmekten çekinen ülkemiz gibi ülkelerde bunun halen tarama testi olarak
kullanılabileceği net olarak görülmektedir.
52
Şekil 23. Tanıda SELF-COLLECTED HPV TESTİ (61-63)
ASCUS ve LGSIL Lezyonlarının Triage ında olduğu için ALTS çalışması bu çalışmalar
içerisinde en çok refere edilen çalışmadır. 5 yıllık bir süreyi kapsıyor.1996-2001 yılları arasında
3488 ASCUS,1572 LGSIL incelemeye alınmıştır. NCI (National Cancer İnstitue) tarafından
yürütülen direkt kolposkopi, Pap Test tekrarı ve HPV testini içeren, iki yıl boyunca 6 ayda bir
kontrol edilerek randomize edilmiş bir çalışmadır. Kolkoskopinin sensivitesi %100 ise HPV nin
sensivitesi buna kesinlikle yakın (%99) civarında bulunmuştur. Sitoloji ise daha düşük değerleri
ortaya koymaktadır (Şekil 24).
Şekil 24.ALTS sonuçları
HPV’nin;
Sitolojiye avantajları: Objektif test sonuçları. (çok düşük inter, intra-observer farklılığı),
Prosesin tamamen otomatize olması, kalite standardı , 30 yaş üzerinde HGSIL tanısında yüksek
53
sensitivite. Taramalar arası intervalin uzaması ve yaşam boyu toplam tarama sayısının
azalmasıdır(81).
Sitolojiye dezavantajları: Maliyet yüksekliği, Reagent’lerin tüm dünyada ticari olarak tek
bir imalatçı tarafından üretilmesi, Moleküler tanı laboratuarına gereksinim, Genç kadınlarda ve
yüksek HIV seropozitivitesi olan popülasyonda düşük spesifite, İlk vizitte hemen sonuç vermediği
için sitolojik taramanın içerdiği klasik olumsuzlukları içermesidir(81).
HPV testleri ile ilgili; Maliyet / yarar analizleri devam ediyor. Güney Afrika dan gelen
sonuçlar VIA veya HPV testlerinin sitolojiye iyi bir alternatif olabileceğini gösteriyor , Sitolojik
tarama sistemlerinin yerleştiği ülkelerde, anormal sitolojide, sitoloji tekrarı yerine HPV testi
kulanılabilir, Sitolojik taramanın yapılmadığı ama laboratuar şartlarının varolduğu ülkelerde HPV
testleri primer tarama için araştırılabilir.
2004’te yayınlanan ve CIN tedavisi sonrası HPV test ile PAP testi karşılaştıran bir
çalışmada pre operatif HPV(+)’liği %82.2 bulunmuştur. Post-operatif dönemde tedavi başarılı
olarak uygulanan olgularda HPV %84.2(-), %15.8 (+) bulunmuş. Tersine başarısız tedavi
uygulananlarda HPV %17.2 (-) bulunurken, HPV (+)’liği %82.2 olarak tamamen tedavi öncesi
oranla aynı bulunmuştur. Kontrol smear ile karşılaştırıldığında takipte HPV’nin %28-42 daha iyi
belirleyici olduğu belirtilmiştir(65)(Şekil 25).
Şekil 25.CIN tedavisi sonrası takipte HPV’nin yeri(65).
54
10. POLARPROBE
Bazı tümörlerde ve kanseröz lezyonlarda tümör hücrelerinin ve atipik hücrelerin dökülmesi
yavaştır veya yoktur. Özellikle bu grup hastalarda dokuların elektrofizyolojik özelliklerinden yola
çıkarak birtakım taramaların yapılabileceği veya bu konuda gelişmiş cihazların olduğu
söylenebilir. 1990 lı yılların ortalarında Polarprobe tanımlamasıyla çıkan dokulara düşük voltajlı
elektrik akımı vererek yansıyan elektrik akımını kaydedip, bu kayıt edilen elektriksel değişiklikle
daha önce tanımlanan normal doku ve anormal doku değişikliklerini karşılaştırarak sonuca varmak
isteyen bir sistemdir . Yaklaşık 20 cm boyunda ve 5 mm kalınlığında bir prob ektoservikste
gezdirilerek düşük voltajlı elektrik akımı verilmekte kaydedilmekte ve mevcut bilgilerle
karşılaştırılmaktadır. Çalışma sayısı oldukça azdır. LGSIL, HGSIL ve Kanser tanısal doğruluk
oranlarının özellikle yüksek lezyonlarda % 90 ları aştığı gösterilmiştir. Günümüzde pratik
uygulanmayan ama geleceği olan bir araştırma yöntemi olarak görülmektedir.
Gelecekte serviks kanseri ve kanser öncesi lezyonlarının taranmasında kullanılabilecek
Moleküler, genetik ve biyokimyasal tarama testlerinin erken laboratuvar sonuçları mevcuttur
Dokularda hücrelerde DNA anormallikleri saptayarak özellikle insan musin gen farklılaşmasını
araştıran HPV de E6 ve E7 araştıran klinik uygulanabilir testlerin laboratuvar çalışmaları devam
etmektedir.
Sonuç olarak
•
Kanıta dayalı tıp verilerine baktığımızda günümüzde ideal servikal tarama yönteminin sıvı
bazlı sitolojilerle birlikte bunları kombine ederek HPV tarama testleri olduğunu
söylememiz mümkündür.
•
Smearda biomarker boyama ile riskli olgular seçilebilirse klasik sitoloji ve HPV testine
gerek kalmayabilir.
•
Aşılar HPV insidansını önemli oranda azaltırsa, tarama programı tersine dönecek ve HPV
testleri ile başlayacak, daha sonra sitoloji yapılacak. Böylece sitolojik test sayısı önemli
oranda azalacaktır.
2.7. ANORMAL SERVİKAL SİTOLOJİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ
Servikal sitolojik sonuçların rapor edilmesi konusunda 2001 Bethesda Sistemi
terminolojisinin bildirilmesinden sonra “Amerikan Kolposkopi ve Servikal Sitoloji Derneği”
yönetim basamaklarının planlanması için 3 günlük konsensus toplantısı düzenlemiştir. Bu
55
toplantıda tüm klinik durumlar tartışılmış ve Wright ve arkadaşları tarafından 2002'de kılavuz
bilgiler yayınlanmıştır. Klinisyen için sitolojik ya da Pap smear anormallikleri ile biopsi ya da
histolojik anormallikler arasındaki farkın ayırt edilmesi önemlidir. Tedavi nadiren sadece servikal
sitolojik bulgulara göre başlatılır. Papanicolaou smear sonucu, kolposkopik izlenim ve biyopsi
tanısı hep birlikte uyumlu olmalıdır; ancak, genelde anormalliğin derecesi konusunda tam bir uyum
içinde olmazlar(13).
2.7.1. ASCUS
Düşük veya yüksek grade skuamoz intraepitelyal lezyon kriterlerine yanıt vermeyen
anormal hücrelere “ASCUS” denir. Daha önceleri “atipik” olarak adlandırılan küçük
anormalitelerin çoğu bu kategoride yer almaktadır.Belirlenmemiş özellik sadece bu hücrelerin aynı
nitelikteki tanısal kriterlerinin yokluğunu değil, bu hücrelerin servikal kanser, HPV enfeksiyonu
veya diğer koşullarla olan belirsiz ilişkisini de yansıtır. Sonuç olarak genellikle sitoloji raporlarında
kullanılan bu teşhis, tedavi ve izleme konularında bir takım karışıklıklar yaratmıştır.Daha önce
Papanicolaou sınıflandırmasının II. Kısmında yer alan şimdi LGSIL olarak sınıflandırılan
kondiloamatöz veya koilositik atipi,ASCUS kategorisinde yer almaz.
2001 Bethesda toplantısında ASCUS terimi yerine ASC getirildi. Vakalar 2 gruba ayrıldı:
ASCUS ve ASC-H olarak gruplandırıldı. ASCUS terimi, reaktif olduğu düşünülmeyen, skuamöz
intraepitelyal lezyon düşündüren, ancak LGSIL tanı kriterlerini de tam taşımayan lezyonlar için
kullanılmaya başlandı. Önceki ASCUS vakalarının büyük bir çoğunluğu bu gruba girmektedir.
ASC-H ise, high-grade intraepitelyal lezyon düşündüren, ancak HGSIL kriterlerini tam taşımayan
lezyonlar için kullanılmaktadır(66).
ASCUS kategorisi, belirsiz özelliğe sahip olan anormal hücreleri gösteren test sonuçlarıyla
sınırlıdır. Bethesda Sisteminde normal olarak kodlanması gereken benign, reaktif veye düzeltici
değişiklikler ASCUS kategorisine dahil değildir. Tanısal kriterlerin eksikliği ve medikolegal
hareket korkusu nedeniyle, tanı oldukça yaygın olup bazı merkezlerde %3-25 arasındadır. Standart
tanısal kriterler kullanıldığında, ASCUS sonuçlarının oranının %3-5 olması beklenmektedir (40).
Mevcut ASCUS tedavisi tartışma götürür bir durumdur. Sitolojik değerlendirme mükemmel
bir tarama aracı olmasına rağmen, kolposkopik olarak CIN lezyonu tespit edilen hastaların yaklaşık
%40’ında sonuçlar negatif olacağından etkili bir triyaj prosedürü değildir.Kolposkopi vakit alan ve
56
pahalı bir triyaj şekli olup, hastanın aşırı tedavisiyle sonuçlanabilir.Ancak ASCUS Pap testi olan
bir çok hastaya kolposkopik biyopsi yapılmaktadır.
ASC’de CIN2/3 oranı ‘jama’ verilerine göre % 5-17, ‘ACOG’ verilerine göre %6.4-11.9
olarak belirtilmiştir. Bunların da önemli bir bölümü (%24-94’ü) ASC-H alt grubuna aittir. İnvaziv
kanser oranı ise %0.1-0.2’dir. İmmunsüpresiflerde CIN2/3 oranı ve yüksek riskli HPV(+)’liği
fazladır. Postmenopozal ASC’de premenopozallere göre CIN2/3 riski daha düşüktür. 1992
Bethesda Workshop’ta ASCUS oranı %5 olarak belirtilmiştir. Daha yüksek rakamlar tanının
olması gerekenden fazla kullanıldığını gösterir.
2000’de yayınlanan bir çalışmada ASCUS’ların %75’de kolposkopi (-) bulunmuş ve
histoloji bakılmamış, %10.4’de kolposkopi (+) iken histoloji (-) olarak bulunmuş, %19.1’de ise
kolposkopi ve histoloji (+) bulunmuştur(67).
Dvorak’ın 1999’da yayınladığı çalışmasında ise ASCUS’ların %54’de CIN1, %18 CIN2/3
oranı verilmiştir. Tüm ASCUS’ların %59’da nükleer atipi ile birlikte koilositoz görülmüştür(68).
ASCUS en sık görülen ve yönetimi üzerinde en çok fikir ayrılığı oluşan (LGSIL ile birlikte)
anormal smear sonucudur. Bu nedenle de ASCUS ve LGSIL hastalarını kapsayan çok çeşitli
çalışmalar yapılmıştır. Bunlar içerisinde en önemlisi ve kapsamlı olanı randomizasyon özelliği de
bulunan ALTS çalışmasıdır. Bu çalışmada amaç ASCUS ve LGSIL sonuçlarında en doğru yönetim
ve takip şeklini ortaya koymaktır(69). Çalışmaya katılan ASCUS ve LGSIL olguları radomize
olarak sitolojik takip, hemen kolposkopi ve HPV kollarına ayrılmış ve takip edilmişlerdir.
Çalışmanın sonuçlarına göre ASCUS olguları için vakaların her 3 metot için de
değerlendirilmesi gerektiği, eğer sıvı bazlı sitoloji kullanılıyorsa HPV testinin tercih edilmesi
gerektiği önerilmiştir. LGSIL olgularında ise yüksek HPV(+)’liği nedeniyle kolposkopi yapılması
önerilmiştir(69).
ALTS çalışmasında sitolojik takip kolu için; en çok kullanılan yöntem olduğu, CIN1 için
% 20-50 yanlış(-)’lik oranı olduğu, tek bir sitoloji tekrarı ile CIN2/3 saptama oranının %67-85
olduğu belirtilmiştir. Takiplerde kolposkopi referasyonu için de cut-off olarak ASC kabul edilmesi
gerektiği belirtilmiştir. Cut-off olarak LGSIL/HGSIL alındığında bir çok CIN2/3 vakasının
atlanabileceği belirtilmiştir. Çalışmalarda hasta uyumsuzluğu %15-25 olarak belirtilmiş olmasına
karşın bunun klinik uygulamada %54-81 olduğu belirtilmiştir. Bu nedenle de değerini yitiren bir
yöntem olarak gösterilmiştir. Hastaların %50-65’ine takip eden anormallik nedeniyle kolposkopi
uygulanmak zorunda kalındığı ve bunun da ilk test sonrası yapılacak kolposkopiyle benzer
57
maliyete sahip olduğu vurgulanmıştır. Sitolojik takipte major dezavantajlar olarak CIN2/3, kanser
tanısında olası gecikme, birçok tekrarın gerekebilmesi, hasta uyumsuzluğu, ve hastada anksiyeteye
yol açabilmesi olarak gösterilmiştir. Hemen kolposkopi hızlı tanı imkanı vermesi ve olası kayıpları
önleyebilmesi açısından avantajlıdır, ancak konforsuzluğu, gereksiz anksiyeteye yol açması,
maliyeti, aşırı tanı ve tedaviye yol açabilmesi açısından ise dezavantajlı görülmektedir. ALTS
çalışmasında hemen kolposkopi yapılan grupta CIN3 lezyonuna %100 tanı konmasına rağmen,
Amerika'da kolposkopi maliyetinin HPV testine göre 3-4 kat daha fazla olması nedeniyle çok
pahalı bir tetkik olarak değerlendirilmektedir(13) (Şekil 26).
ASCUS Pap testi sonuçları bulunan kadınlardan alınan HPV bilgisi LGSIL ‘inkiyle hemen
hemen aynı olup ASCUS’un erken bir HPV enfeksiyonu kanıtı olduğuna işaret etmektedir(40).
HPV test; hızlı tanı imkanı verir, hastaların önemli bir kısmına kolposkopi yapılmadan
endişeleri giderilmiş olur. Ancak özellikle ülkemizdeki maliyeti ve yaygın olmaması kullanımını
kısıtlamaktadır. ALTS çalışmasında ASCUS’ların %56.1’de HPV(+) bulunmuş ve kolposkopi
yapılmıştır. CIN2/3 sensivitesi %95-96 olarak gösterilmiştir. Bu oran tek sitolojik takip ile elde
edilenden daha yüksektir. ASC’lerin %31-60 da yüksek riskli HPV tespit edilmiştir.
2002’de yayınlanan bir çalışmada HPV(+) ASCUS’ların %16’sında high-grade lezyonlar,
% 38’de low-grade lezyonlar, %2’sinde karsinom saptanmıştır(107). Bir başka çalışmada HPV(+)
’lerde CIN2/3 oranı %15-27, HPV(-)’lerde ise aynı oran %2’den az olarak gösterilmiştir. ASC-H
grubu ASC’lerin %5-10’unu oluşturur. CIN2/3 oranı %24-94 gibi geniş bir aralıkta yer alır.
Çalışmalarda ASC-H alt grubunun CIN2 ve üzeri lezyonlar için ASCUS VE HGSIL arasında bir
pozitif öngörücü değere sahip olduğu gösterilmiştir (70-73).
Monsonego’nun çalışmasına göre; HGSIL’in ana kaynaklarından biri ASCUS’tur. Pap smear
ile 6 ayda bir izlem yapıldığında, birlikte bulunan HGSIL’in %25- 40’ı tanı alamamaktadır. HPV
testinin %100’e yaklaşan negatif prediktif değeri , ASCUS bulunan ve sürekli smear kontrolü,
kolposkopi ve biopsi yaptıran hastaların bu durumdan güvenle kurtulmalarını sağlar (74).
58
ASCUS
Yönetimi
Sitoloji
tekrarı
(4-6 ay ara
ile)
Negatif
Sitoloji
tekrarı
(4-6 ay ara
ile)
Negatif
CIN/
kanser yok
>ASC
kolposkopi
>ASC
Rutin
tarama
HPV DNA
Testi
Kolposkopi
CIN/
kanser
var
HPV
Negatif
veya
bilinmiyor
HPV
Pozitif
Sitoloji
tekrarı (12
ay ara ile)
Sitoloji(612 ay) veya
HPV DNA
testi (12 ay)
CIN/
kanser
Uygun
tedavi
>ASC
veya HPV
Pozitif
kolposkopi
Kolposko
pi tekrarı
Negatif
Rutin
tarama
Şekil 26. ASCUS ‘ta yönetim.
59
HPV
Negatif
kolposkopi
Sitoloji
Tekrarı
(12 ay ara
ile)
ASCUS’la Birlikte Olan Özel Durumlar:
Gebelik; Gebe kadınlar gebe olmayan kadınlar gibi değerlendirilir. Yalnızca ECC önerilmez.
Enfeksiyon ya da reaktif Değişiklikler; Tedavi edilmelidir. Özellikle trichomonas enfeksiyonu
tanısında likid bazlı sitoloji Pap smeare üstündür (30).
Atrofik epitel; Smear sonucu ASCUS olan postmenopozal hormon replasman tedavisi almayan
hastaya daha farklı yaklaşmak gerekir. Postmenopozal kadında, nukleus stoplazma oranı artmış
olan atrofik hücreler parabazal hücreler gibi görülür ve neoplastik bir olayı düşündürebilirler.
Genellikle topikal östrojen tedavisi ayırıcı tanı için yardımcı olur. Eğer östrojen tedavisi
verildikten sonra da Pap smearde bir değişiklik olmuyorsa kolposkopi yapılmalıdır(97).
İmmümsupresyon; HIV enfeksiyonu; artmış HPV enfeksiyon insidansı, CIN ve servikal kanser
ile ilişkilidir (27,28,32,33). CIN’in tedavi edildikten sonra rekürrens oranı, immünsupresyonun
derecesine göre %20-60 arasında değişir (27,28). Dolayısı ile HIV enfekte kadınlarda, servikal
neoplazi açısından taramanın maliyet etkinliği tartışmalıdır (28,29). İmmünsupresse tüm kadınlar
hemen kolposkopiye refere edilmelidir.
Adolesanlar; İnvaziv olması nedeniyle kolposkopi, HPV enfeksiyonu prevalansının geçici olması
nedeniyle de HPV testi önerilmez (75).
2.7.2. ASC-H
ASC-H’te başlangıç tetkik kolposkopi olmalıdır. HPV(+)’liği %70-86 gibi yüksek oranlardadır.
Bu nedenle 30 yaş altında cost-effektif değildir, 30 yaş üzeri ASC-H’lerde HPV (+) ‘lik oranı
yaşla azalır. Bu durumda HPV testi başlangıçta düşünülebilir. ALTS çalışmasında kolposkopi ile
%27-40’ında CIN2/3 bulunmuş, bir başka çalışmada ise %49’da displazi görülmemiştir. Bu
nedenle ilk kolposkopiden sonra eksizyon önerilmez (Şekil 27).
60
ASC-H
KOLPOSKOPİ
NEGATİF
POZİTİF
PREPARATIN TEKRAR
İNCELENMESİ
TANI AYNI
UYGUN TEDAVİ
TANI FARKLI
6 AYDA BİR SİTOLOJİ
VEYA HPV TESTİ
UYGUN TEDAVİ
Şekil 27. ASC-H’ta yönetim.
2.7.3. LGSIL
CIN I (hafif displazi) ve koilositik atipi olarak adlandırılan HPV değişiklikleri, düşük
grade skuamöz intraepitelyal lezyonlara dahildir. HPV ile ilgili hücre değişiklikleri
(ör:koilositozis ve CIN) , LGSIL kategorisi altında birleşmektedir; çünkü her iki lezyonun da
doğal yapıları çeşitli HPV tiplerinin dağılımı ve sitolojik özellikleri aynıdır. Uzun vadeli izleme
çalışmaları göstermiştir ki; ’’koilositosis’’ olarak sınıflandırılan lezyonlar vakaların %14 ‘ünde
yüksek grade intraepitelyal neoplaziye dönüşürken, hafif displazi olarak sınıflandırılan lezyonlar
vakaların
% 16’sında ağır displazi / CIS’e dönüşmektedir(40).
ALTS çalışmasının önemli bir sonucu da LGSIL kategorisi ile alakalıdır. Çalışmadaki 642
LGSIL hastasının %82.9’da HPV(+) olarak bulunmuştur. Bu yüksek orandan dolayı, LGSIL
yönetiminde HPV testinin kullanışsız olduğu sonucuna varılmıştır(68)(Şekil 28).
61
LGSIL
KOLPOSKOPİ
Yeterli kolposkopi ile lezyon bulundu
Yeterli kolposkopi ancak lezyon bulunamadı
Yetersiz kolposkopi
Endoservikal örnekleme kabul edilebilir
Endoservikal örnekleme tercih edilir
Endoservikal örnekleme tercih edilir
CIN/ Kanser yok
CIN / Kanser
Sitoloji (6-12 ay ara ile)
HPV DNA Testi (12 ay ara ile)
Uygun
Tedavi
>ASC ve ya
HPV Pozitif
Kolposkopi
Tekrarı
Negatif
Rutin
Tarama
Şekil 28. LGSIL’de Yönetim
Gebeliğe bağlı değişiklikler olacağından kolposkopi dikkatli değerlendirilmelidir. Lezyon
varsa biyopsi alınmalı, ancak ECC yapılmamalıdır. Yetersiz kolposkopi durumunda gebeliğin seyri
ile bu durum değişebileceğinden 6-12 hafta içinde tekrarlanmalıdır. Diagnostik eksizyon sadece
invazyon şüphesinde yapılmalıdır. Doğum sonrası 6 hafta içinde sitoloji + kolposkopi tekrarı
yapılmalıdır. Biyopsi gebelerde minör kanamalarda artış ile birliktedir. Geniş çalışmalarda majör
kanama veya gebelik kaybı ile bağlantısı bulunmamıştır. Yapılmaması olası kanserin atlanmasına
yolaçabilir.
62
Şekil 29. Postmenopozal LGSIL olan hastanın yönetimi
Şekil 30.LGSIL Tanılı Adölesan Hastanın Yönetimi
63
2.7.4. HGSIL
PapSmear’ların yaklaşık %0,5’i HGSIL olarak tanı alır.Bu hastalar değerlendirildiklerinde,
%70’inden fazlasında biyopsi ile ispatlanmış CIN 2/3 ve %1-2’sinde invaziv kanser bulunur.
Yüksek dereceli anormallikler invaziv kansere ilerleyebileceği için ve invaziv kanserle birlikte
bulunabileceği
için
HGSIL
tanısı
alan
hastalar
kolposkopik
değerlendirmeye
yönlendirilmelidirler.Seri sitoloji tekrarı ve/veya HPV DNA testinin HGSIL yönetiminde yeri
yoktur(76).
Birçok olguda lezyonun tanısı ‘loop electrode excision procedur’ (LEEP) ile tüm
transformasyon bölgesinin hem tanısal hem de tedavi amaçlı çıkarılması ile yapılır.
Bu özellikle büyük, yüksek dereceli lezyonlarda önemlidir çünkü mikroinvaziv kanserin
kolposkopik tanısı güçtür.Transformasyon zonunun eksizyonu veya histolojik çalışması
yapılmadıkça mikroinvaziv kanser atlanabilir.
PapSmear’de HGSIL saptanan kadınlarda eğer kolposkopide yüksek dereceli lezyon
belirlenemiyorsa,
endoservikal
küretaj
yapılmalıdır.
Eğer
HGSIL
bulgularının
orijini
belirlenemiyorsa, klinisyen sitolojinin, endoservikal küretajın ve bazı servikal biyopsilerin
tekrarlanmasını istemelidir. Sitopatolojist hala yüksek dereceli lezyonların mevcut olduğuna
inanıyor ve biyopsi ile belirlenemiyorsa, serviks ve vajina tekrar değerlendirilmeli ve özellikle
skuamokolumnar bileşke gözlenemiyorsa LEEP ya da koni biyopsi yapılmalıdır. Biopsi sonucu
CIN 1 için tercih tedavisiz izlemdir, ancak tedavi de kabul edilebilir bir tercihtir. Tedavisiz izlemde
sitoloji ve HPV DNA testi veya, sitoloji ve kolposkopi seçeneklerinden biri kullanılabilir.
2003’te yapılan bir çalışmada 104 HGSIL olgusunda LEEP yapılmış. %26 olguda patoloji
saptanmamış, %10 olguda CIN 1 , %61 olguda CIN 2-3 saptanmış. Aynı çalışmada kolposkopi
sonuçları LEEP sonuçları ile karşılaştırılmış. Kolposkopide yüksek grade’li lezyon düşünülen
hastaların
%71’ inde CIN 2-3, kolposkopide düşük grade’li lezyon düşünülen hastaların % 59
hastada CIN 2-3 çıkmıştır(77).
Adolesanlarda CIN 1,2 de 4-6 ay aralarla sitoloji ve kolposkopi ile izlem yapılabilir.
CIN 3’de ise ablasyon ya da eksizyon önerilir. Gebe kadınlarda; kolposkopik inceleme sonucu
noninvaziv lezyon gelmişse, sitoloji ve kolposkopi ile izlem yapılabilir. Eğer invaziv lezyon
gelmişse, tedavi jinekolojik onkologlar ve perinatoloji ekibi tarafından beraber kararlaştırılmalıdır
(34).
64
2.7.5. AGC
2001 Bethesda sisteminde, glandüler hücre anormalliklerinin sınıflandırılması üç ayrı
kategori ve adenokarsinomu içerir. Bunlar, atipik glandüler hücreler (AGH), atipik glandüler
hücreler neoplaziyi destekleyen ve endoservikal adenokarsinoma in situ(AİS). Sitolojist eğer
mümkünse glandüler hücrelerin endoservikal, endometrial ya da belirlenemediğini belirtmelidir.
Klinisyen için gelecekte yardımcı olabilse de farklı kategorilerdeki deneyimler halen sınırlıdır ve
sitolojinin glanduler displazi ve AİS-invaziv adenokarsinom arasında ayırımında güvenilirliği
halen kanıtlanamamıştır.
Bu yüzden Papanicolau smearde anormal glandüler hücreleri olan hastaların tümü ileri
değerlendirme için yönlendirilmelidir. Endoservikal glandüler neoplazi HPV ile de ilişkilidir, bu
yüzden genellikle skuamöz displazi de sıklıkla eşlik eder. Bu nedenle AGC Papanicolaou smeari
olan kadınların ektoserviksinde yer alan orta derece skuamöz displazi tanısı eşlik eden glandüler
lezyonu dışlamaz; bu yüzden muhtemel glandüler anormallikler için çalışmalar yapılmalıdır(13).
AGH Papanicolaou bulgusu olan hastaların değerlendirilmesi skuamokolumnar bileşke
gözlenip gözlenmese de kolposkopik inceleme ve endoservikal küretajı içerir.Glandüler
anormallikler için endoservikal kanal küretajı pozitifse koni biyopsi gereklidir.
AGUS da minimal anormal sitolojik bulgu olmasına rağmen ASCUS’dan çok daha
önemlidir. Çünkü bu sitolojiye sahip kadınların önemli bir kısmı (%3-10’u) invaziv kanser
geliştirecektir (78). Bu nedenle bu kadınların hepsine özel dikkat gerekir ve sitolojide glandüler
lezyondan şüphelenilmişse tedavi edilmelidir. AGUS erken yaşlarda ve gebelikte, sıklıkla HPV
enfeksiyonu ile birliktelik gösterir. Eğer hasta < 35 yaş ya da gebe ise; HGSIL’i ekarte etmek için
genellikle kolposkopi yapılır ve 4 ay sonra sitoloji tekrarı ile izlenir. Eğer hasta >35 yaş, gebe
değilse ve kolposkopide bir şey görülememişse (kolposkopi yetersizse) endometrial biopsi ve
konizasyon yapılması zorunludur. Uterus, tuba ve over kanserleri, sitolojide AGUS sonucu
gelmesinin birer nedeni olabildiğinden, bu kadınlara pelvik ultrasonografi yapılmasında fayda
vardır. Mide, kolon, pankreas ve safra kesesi kanserleri bile AGUS’un nadir sebeplerindendir.
AGUS görüldüğünde, sitopatolog sıklıkla bu hücrelerin kaynağını belirleyebilir (79).
65
3. MATERYAL METOD
3.1. HASTA SEÇİMİ
Eylül 2007 ile Şubat 2008 tarihleri arasında Sağlık Bakanlığı İstanbul Göztepe Eğitim ve
Araştırma Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Polikliniğine başvuran, servikal smear sitolojisinde
ASCUS (n=34; %62) yada LGSIL (n=21; %38) tespit edilmiş ve HPV DNA testi uygulanmış 55 hasta
çalışmaya dahil edildi. Gebe ve histerektomi operasyonu geçirmiş hastalar çalışmaya dahil edilmedi.
Yüksek onkojenik riskli HPV enfeksiyonu saptanan hastalara kolposkopi eşliğinde biyopsi
yapıldı. Düşük onkojenik riskli HPV enfeksiyonu saptanan ve HPV enfeksiyonu saptanmayan
hastalardan 3 ay sonra kontrol smear alındı. Çalışma için hastanemiz etik kurulundan onay alındı.
3.2. SMEAR VE PATOLOJİK İNCELEME
Smearler servibrush ile alındı ve lam üzerine yayılarak 25-30 cm. uzaklıktan püskürtülen sprey
ile fikse edildi ve incelenmek üzere hastanemiz patoloji laboratuarına gönderildi. Smearler patoloji
uzmanı tarafından Bethesda 2001 derecelendirme sistemiyle değerlendirildi. Patoloji uzmanı hastaların
klinik özellikleri hakkında bilgiye sahip değildi. HPV enfeksiyonu saptanmayan ve düşük riskli HPV
enfeksiyonu saptananan tüm hastalara 3 ay sonra kontrol smear yapıldı. Bethesda 2001 sistemine göre
ilk alınan smear ile kontrol smear örnekleri ilerleme açısından değerlendirildi.
3.3. HPV DNA İNCELEMESİ
Smear kitleri ile alınan sürüntü materyallerinden Invitec Invizorb Spin Swab kiti ile DNA
izolasyonu yapıldı. Sürüntü materyalleri Lysis Buffer ile ezildi, Binding Buffer ile yapıştırıldı, Wash
Buffer ile yıkandı. Filtrat Spin Filter Receiver tüpe yerleştirildi. Spin Filter’e Elution Buffer D eklenerek
santrifüje edildi. Spin Filter uzaklaştırılarak Receiver tüpün içinde saf DNA eldesi sağlanmış oldu. Daha
sonra 30µl PN Miks, 5µl 10x PCR Buffer, 5µl MgCl2 , 4.6µl su, 0.4µl TaqDNA Polymerase(1U) ,5µl
örnek konularak toplam 50µl PCR miksi hazırlandı. Elde edilmiş DNA’lar PCR tüplerine eklenerek
Thermal Cycler cihazında PCR reaksiyonu başlatıldı. İki PCR reaksiyonunda (PN I ve PN II ) HPV
genomunun fragmanı spesifik-biotinle işaretlenmiş primerlerle amplifiye edildi. Amplifiye olmuş gen
fragmanları (ampliconlar), ProfiBlat T48 TECAN marka Auto-Lipa cihazına yerleştirilerek otomatize
olarak hibridizasyon reaksiyonu gerçekleştirildi.Hibridizasyon sırasında denatüre olmuş, amplifiye
DNA’lar striplere yapıştırılmış gen problarına bağlanır. Yüksek spesifitede yıkama prosedürünün
66
sonunda sadece amplifiye olmuş DNA’larla %100 komplementer prob sekansları hibrid oluşturur.
Steptavidinli alkalen fosfataz, gen probu hibridlerine ve biotinle işaretlenmiş amplifiye DNA’ya
bağlanır. Kompleks daha sonra renk reaksiyonu ile tespit edilerek oluşan bantlaşmaya göre tiplendirme
yapıldı.HPV tiplerinden 16,18,31,33,35,39,45,51,52,53,56,58,59,66,68,73,82 tipleri yüksek riskli
reaksiyon zonunda; 6,11,40,42,43,44 tipleri ise düşük riskli reaksiyon zonunda değerlendirildi.
3.4 KOLPOSKOPİ VE SERVİKAL BİYOPSİ
ASCUS ve LGSIL servikal sitolojik sonuçlarından, yüksek onkojenik riskli HPV DNA
enfeksiyonu saptanan tüm hastalara kolposkopi yapıldı. Kolposkopik muayeneler 20 büyütme
yapabilen, yeşil filtre bulunan binoküler Olympus OCS 500 marka kolposkopi aleti ile yapıldı.
İncelemeler bir uzman doktor ve bir asistan doktor tarafından gerçekleştirildi. Kolposkopi sırasında
standart tekniğe uyuldu, serviks serum fizyolojik ile yıkandıktan sonra küçük büyütmede taranıp
yeşil filtre ile damarlanma patolojileri araştırıldıktan sonra %3-5 lik asetik asit uygulandı. Asetik
asit uygulamasından sonra 60 saniye beklendi ve ardından küçük ve büyük büyültmelerde serviks
yeniden tarandı. Yeşil filtre ile aseto-beyaz alanların ve damarsal patolojilerin yerleri tespit edildi.
Lugol solüsyonu ile serviks boyandıktan sonra iyot tutmayan alanlar belirlendi. Asetobeyaz,
mozaik, punktuasyon, erezyon, lökoplaki, atipik damarlanma ve iyot tutmayan alanlardan
Kevorkiyan servikal biyopsi forsepsi ile biyopsi alındı. Asetobeyaz, mozaik, punktuasyon, erezyon
ve lökoplaki olmayan, atipik damarlanma görülmeyen alanlardan dört kadran biyopsi alındı.
Biyopsi parçaları formol içinde patoloji laboratuarına gönderildi. Servikal biyopsi örnekleri
Displazi/CIN sınıflandırma sistemine göre patoloji uzmanı tarafından değerlendirildi. Patoloji
uzmanı hastaların klinik özellikleri hakkında bilgiye sahip değildi. CIN 3 ve insitu-invaziv kanser
kötü kolposkopik biyopsi sonucu olarak değerlendirildi.
3.5. İSTATİSTİK DEĞERLENDİRME
İstatistik programı olarak “SPSS for windows, version 13.0, SPSS Inc, Chicago, Illinois,
USA” kullanıldı. Smear sonucuna göre hastalar ASCUS ve LGSIL olarak iki gruba ayrıldı. İki
grubun verileri istatistiksel olarak yorumlanırken grupların karşılaştırılmasında t testi ve kikare
testi, parametrik olamayan değişkenlerin analizinde Mann-Whitney U testi kullanıldı. Kullanılan
istatistiksel yöntemlerde P değerinin 0.05’in altında bulunması istatistiksel olarak anlamlı kabul
edildi.
67
4. BULGULAR
Toplam 55 hasta değerlendirildi. İki grubun demografik
özellikleri Tablo 1.’ de
gösterilmiştir. İki grup arasında yaş, gravida, parite açısından fark yoktu (ortalama yaş: ASCUS:
38±10; LGSIL: 37±10; p=0.71, gravida parite p=0.53). ASCUS grubunda 24 (% 70) kişi
reprodüktif dönemde iken 10 (%30) kişi postmenapozal dönemdeydi. LGSIL grubunda 14 (% 66)
kişi reprodüktif dönemde iken 7 (%34) kişi postmenapozal dönemdeydi. Gruplar arasında
reprodüktif ve menapozal dönem açısından fark yoktu (p=0.56).
Tablo 1. ASCUS ve LGSIL Hastalarının Demografik Özellikleri
Yaş (y)
ASCUS
(n=34)
LGSIL
(n=21)
p
38±10
37±10
AD
Gravida, parite
AD
Nullipar
8(24%)
6(28%)
Primipar
4(11%)
1(5%)
Multipar
22(65%)
14(67%)
Menapoz varlığı
10(30%)
7(34%)
20(59%)
10(48%)
AD
Düşük riskli
1(2%)
0(0%)
AD
Yüksek riskli
13(39%)
11(52%)
AD
HPV tipi
Enfeksiyon yok
ASCUS = önemi belirlenemeyen skuamöz hücreler ; LGSIL= düşük dereceli skuamoz intraepitelyal lezyon; HPV =
human papilloma virüs; AD=Anlamlı Değil
68
ASCUS grubunda 20 (%59) kişide HPV ile enfeksiyon saptanamazken , 1 kişide düşük
riskli (%2), 13 (%39) kişide yüksek riskli HPV tipi saptandı. LGSIL grubunda 10 (%48) kişide
HPV enfeksiyonu saptanamazken , 11 (%52) kişide yüksek riskli HPV tipi saptandı. LGSIL
grubunda düşük riskli HPV tipi bulunamadı. Gruplar arasında HPV tipi açısından fark yoktu
(p=0.23) (Bulgular Şekil 31‘de gösterilmiştir).
60
50
40
ASCUS
LGSIL
30
20
10
0
HPV(-)
LRHPV
HRHPV
Şekil 31.ASCUS ve LGSIL’de saptanan HPV enfeksiyon riski. LRHPV: Düşük riskli HPV;
HRHPV: Yüksek riskli HPV
69
Menapozal duruma göre hastalar incelendiğinde (Tablo 2.) 38 reprodüktif dönemdeki
hastanın 24 (%63) tanesinde ASCUS, 14 (%37) tanesinde LGSIL saptandı; 17 postmenapozal
kadının 10 (%59) tanesinde ASCUS, 7 (%41) tanesinde LGSIL saptandı. Reprodüktif dönemdeki
kadınların 20 (%52) tanesinde HPV enfeksiyonu saptanmazken, 18 (%48) tanesinde yüksek riskli
HPV enfeksiyonu bulundu; düşük riskli HPV enfeksiyonu saptanmadı. Postmenapozal kadınların
10 (%59) tanesinde HPV enfeksiyonu saptanmazken 1 (%5) tanesinde düşük riskli, 6 (%36)
tanesinde yüksek riskli HPV enfeksiyonu bulundu. Reprodüktif dönemdeki kadınlarda yüksek
riskli HPV enfeksiyonu menapoz dönemindeki kadınlara göre anlamlı olarak daha fazlaydı
(p=0.001).
Tablo 2. Reprodüktif ve Menapoz Dönemindeki Hastaların Smear ve HPV Enfeksiyonu
Özellikleri
Yaş (y)
Reprodüktif
(n=38)
Menapoz
(n=17)
p
32±6
50±4
0.013
Smear
AD
ASCUS
24(63%)
10(59%)
LGSIL
14(37%)
7(41%)
20(52%)
10(59%)
AD
Düşük riskli
0(0%)
1(5%)
AD
Yüksek riskli
18(48%)
6(36%)
0.001
HPV tipi
Enfeksiyon yok
ASCUS = önemi belirlenemeyen skuamöz hücreler ; LGSIL= düşük dereceli skuamoz intraepitelyal lezyon; HPV =
human papilloma virüs ;AD=Anlamlı Değil
70
Düşük riskli HPV enfeksiyonu saptanan ve HPV enfeksiyonu saptanmayan 21 ASCUS , 10
LGSIL hastasına kontrol smear yapıldı (Tablo 3.). ASCUS grubundan 2 (%10) hastanın kontrol
smearinde LGSIL’ a ilerleme saptandı. LGSIL grubunda 1 (%10) hastanın kontrol smearinde
HGSIL’ a ilerleme saptandı. Kontrol smear’e göre ilerleme açısından iki grup arasında fark
saptanmadı (p=0.93).
Tablo 3. Düşük riskli HPV enfeksiyonu saptanan ve HPV enfeksiyonu saptanmayan ASCUS
ve LGSIL Hastalarının Kontrol Smear Özellikleri
ASCUS
(n=21)
LGSIL
(n=10)
p
İlerleme yok
19(90%)
9(90%)
AD
İlerleme var
2(10%)
1(10%)
AD
Kontrol smear
ASCUS = önemi belirlenemeyen skuamöz hücreler ; LGSIL= düşük dereceli skuamoz intraepitelyal lezyon; HPV =
human papilloma virüs;AD=Anlamlı Değil
13 ASCUS, 11 LGSIL hastasına kolposkopi eşliğinde biyopsi yapıldı. Kolposkopik biyopsi
sonuçları tablo 4.‘ de gösterilmiştir. Smear sonucunun ciddiyeti ile kolposkopik biyopsi sonucunun
ciddiyeti arasında korelasyon yoktu (p=0.33). ASCUS grubundan 2 (%16) hastada CIN 3 ve 1
(%8) hastada insitu kanser, LGSIL grubundan 3 (%27) hastada CIN 3 ve 1 (%10) hastada insitu
kanser saptandı. Displazi ve insitu kanser sıklığı açısından iki grup arasında fark saptanmadı
(p=0.46). Hastaların hiç birinde invaziv kanser saptanmadı. (Şekil 32.)
71
Tablo 4. Yüksek onkojenik riskli HPV enfeksiyonu olan ASCUS ve LGSIL Hastalarının
Kolposkopik Biyopsi Sonuçları
ASCUS
(n=13)
LGSIL
(n=11)
p
Displazi yok
3(23%)
0(0%)
0.09
Hafif Displazi(CIN 1)
3(23%)
4(36%)
0.48
Orta Displazi(CIN 2)
4(30%)
3(27%)
0.85
Ağır Displazi(CIN 3)
2(16%)
3(27%)
0.48
İnsitu Kanser
1(8%)
1(10%)
0.90
Kolposkopik Biyopsi
ASCUS = önemi belirlenemeyen skuamöz hücreler ; LGSIL= düşük dereceli skuamoz intraepitelyal lezyon; HPV =
human papilloma virüs; CIN=servikal intraepitelyal lezyon
Kolposkopik biyopsi yapılan hastaların yaşları ortalama 35±9 idi. Yaş ile kolposkopik
biyopsi oranları arasında ters korelasyon vardı. 30 yaşından küçük 12 hastanın 7 (%58) tanesine
kolposkopik biyopsi yapılırken ; 30 yaşından büyük 43 hastanın 17 (%39) tanesine yapıldı.
72
7,69%
23,08%
KOLPOSKOPİK
BİYOPSİ SONUCU
DİSPLAZİ YOK
CIN 1i
CIN 2
CIN 3
İNSİTU CA
9,09%
15,38%
36,36%
ASCUS
LGSIL
27,27%
23,08%
30,77%
27,27%
Şekil 32.: Hastalardan alınan kolposkopik biyopsi sonuçları.
5. TARTIŞMA
Servikal kanser tüm dünyada önemli sağlık sorunu olduğundan hastalığın erken tanısı ve
taraması önemli hale gelmiştir. PAP Smear testi ve Bethesda sisteminin dünyada yaygın kullanımı
servikal kanserin mortalitesini anlamlı olarak azaltmıştır. Food and Drug Administration (FDA)
,HPV DNA testini 31.03.2003 tarihinde serviks kanseri taraması için onaylamıştır. 30 yaşından
büyük kadınlarda konvansiyonel veya Likid Bazlı Papsmear (LBP) ile kombine edilerek 3 yıllık
aralarla tarama yapılabilir. Çünkü; tarama intervallerinin açılmasına, maliyetin düşmesine katkıda
bulunabilir (46). Böylelikle HPV testleri de yeni tarama teknikleri içerisine girmiş durumdadır.
Serviks patolojilerinden kanser ve prekanseröz lezyonlarının gelişiminde HPV nin önemli rolü
vardır. Bu temel gerçeklere klinik uygulamalarla birlikte baktığımızda gerçekten HPV DNA
tarama testinin
yüksek dereceli skuamoz intraepitelyal lezyon (HGSIL) ve üstü lezyonları
yakalamada PAP Smearden daha sensitiv olduğu, PAP Smear test ve HPV DNA birlikte
değerlendirildiğinde başarı oranlarının daha da arttığı görülmektedir (56,47-53).
1999 yılında M. Michele Manos ve arkadaşlarının yaptığı Kaiser çalışması, ASCUS PAP
Smear sonuçlarında high-grade lezyon tespit duyarlılığı için HPV DNA testi ile sitolojik takip
yönteminin karşılaştırıldığı bir çalışmadır. Bu çalışmada 46009 kadın taranmış ve 995 tanesinde
ASCUS saptanmış ve bunların 973 tanesine HPV DNA ve histoloji bakılmış. Histolojik olarak 65
vakada HGSIL veya kanser saptanmıştır. Bunlarda yüksek riskli HPV DNA (+)’liği %89.2 (95%
73
confidence interval [CI], 78.4%-95.2%), spesifite %64.1 (95% CI, 60.9%-67.2%) olarak
bulunmuştur . 6 ay sonra yapılan PAP Smear tekrar testte %76.2’de anormallik görülmüştür.
Kolposkopiye yönlendirme oranları HPV DNA test ve PAP Smear tekrarı ile takip edilen grupta
benzer bulunmuştur (~%39). Yani HGSIL ve üzeri lezyonlar için HPV DNA sensitivitesi %89.2,
tekrar PAP Smear’de ise %76.2 olarak
bulunmuştur. Her iki test beraber çalışıldığında
sensitivitenin % 96.9’ye yükseldiği bulunmuştur (80).
2000 yılında Schiffman M. ve arkadaşları 8554 kadında yaptığı başka bir çalışmada high
grade lezyonların tanısında PAP Smear testinin tek başına sensivitesini %77.7 iken, HPV DNA
(HC II) testi ile birlikte kullanıldığında %88.4 ‘ e yükseldiğini bulmuştur (55).
HPV DNA testinin sitolojiye göre ASCUS ve LGSIL saptanan hastalarda yüksek dereceli
Servikal İntraepitelyal Lezyonlarının (CIN) belirlenmesinde daha duyarlı bir test olduğu ileri
sürülmektedir.
1999’da yayınlanan Hammersmith Çalışması’nda 2982 kadın servikal sitoloji açısından
taranmış, HPV DNA‘sı negatif olup sitoloji sonucu CIN 2 ve üstü lezyonlar ile normal servikal
sitolojiye sahip hastalar kıyaslanmıştır. Hastalar 1 yıllık sürede sitoloji ile takip edilmiştir. CIN2/3
için PAP Smear testin sensivitesi %76, herhangi bir high-grade lezyon için HPV DNA sensivitesi
%89, CIN3 veya kanser için HPV DNA sensivitesi %100 bulunmuştur (47).
2003 yılında yayınlanan Cuzick J. ve arkadaşlarının yaptığı HART (HPV Addition to
Routine Testing) çalışmasında,
yaşları 30 ile 60 arasında değişen servikal sitoloji sonucu
ASCUS/LGSIL olan veya HPV DNA’sı pozitif, sitolojisi negatif olan 11085 kadın taranmıştır.
Hemen kolposkopi veya 12 ay boyunca HPV DNA , sitoloji, kolposkopi ile hastalar takip edilmiş.
Çalışmanın sonucunda taramaya HPV DNA eklenmesinin HGSIL tespitinde daha sensitif olduğu,
kolposkopiye referasyon oranlarını azalttığı, takip uyumunun kolposkopi ile aynı olduğu (tek HPV
DNA bakılmasında %72, tek kolposkopi yapılmasında %73) HPV DNA’ya sitoloji eklenmesinin ,
tek başına HPV DNA bakılmasından daha düşük maliyetli olduğu, tek başına HPV DNA ’nın aşırı
tedaviye yolaçabileceği ve maliyeti arttıracağı belirtilmiştir (64).
Sitoloji ile birlikte HPV DNA testi kullanıldığında CIN 2 ve 3 lezyonlar için negatif
prediktif değeri %99-100 olarak bildirilmiştir (58,91-94). Bizde çalışmamızda, yüksek onkojenik
riskli HPV enfeksiyonu saptanan 13 ASCUS hastasının 6’sında (%46) CIN2/3 ; 1 (%8) ASCUS
hastasında insitu kanser ve yine yüksek onkojenik riskli HPV enfeksiyonu saptanan 11 LGSIL
74
hastasının 6’sında (%54)
CIN 2/3; 1 (%10) LGSIL hastasında insitu kanser saptadık.
Çalışmamızda bir kısıtlılık olarak elde ettiğimiz verileri kontrol grubu ile karşılaştıramadık.
En önemli problemlerden birisi sitolojide ASCUS yada LGSIL tespit edilen ve yüksek
onkojenik riskli HPV enfeksiyonu olan hastaların takibinin nasıl olacağına ilişkindir.
2003 yılında Guido ve arkadaşlarının yaptığı ALTS grup çalışmasında 1539 yüksek
onkojenik riskli HPV enfeksiyonuna sahip LGSIL ve ASCUS hastaları incelenmiştir. HPV testi 12
aylık takipte CIN 2 veya 3 lezyonları tespit etmedeki duyarlılığı %92.2, test sonucuna göre
hastaları kolposkopiye yönlendirme oranı %55 olarak bulunmuştur. Yıllık tekrarlayan sitolojik
takip benzer duyarlılığa sahip olmasına rağmen (%88) hastaları kolposkopiye yönlendirme oranları
daha yüksekti (%63.6). Bununla birlikte çalışmada sitoloji ve HPV DNA testi birlikte
kullanıldığında duyarlılık ve özgüllük artmamıştır (84).
ASCCP (American Society for Colposcopy and Cervical Pathology) 2001 kılavuzunda
yüksek riskli HPV enfeksiyonu saptanan ASCUS ve LGSIL hasta grubunun takibinde hem HPV
DNA ( 12 ay) hem de sitoloji (6-12 ay) takibini önermektedir (58).
2006’da Allan Br. ve arkadaşlarının yaptığı çalışmada 1491 kadına PAP Smear yapılmış.
Bu kadınlardan normal servikal sitolojiye sahip 1219 hastanın %10.9’da HPV DNA pozitif
bulunmuş. 117 ASCUS hastasının %30.8’inde, 17 LGSIL hastasının %63.2’sinde HPV DNA
pozitif bulunmuştur (83).
2005 yılında Michael Stany ve arkadaşlarının 40870 ASCUS’ lu hastada yaptığı prevelans
çalışmasında yüksek onkojenik riskli HPV enfeksiyonu sıklığı %40.8 olarak bulunmuştur (82).
Schiffman ve arkadaşlarının 2000 yılında yaptığı çalışmada toplam 3488 ASCUS
hastasında yüksek riskli HPV enfeksiyonu sıklığı %50.6 , 2005 yılında Kendall ve arkadaşlarının
yaptığı çalışmada toplam 7334 ASCUS hastasında yüksek riskli HPV enfeksiyonu sıklığı %34.1
olarak gösterilmiştir.
Çalışmamızda ise ASCUS ve LGSIL hastalarında HPV DNA sıklığı sırasıyla %41 ve %52
olarak bulunmuş olup sonuçlar literatürle uyumlu olarak bulunmuştur. Ancak 2000 yılında yapılan
ALTS grup çalışmasında 642 LGSIL hastasında HPV enfeksiyonu araştırılmış. 642 hastanın
532’sinde (%82,9)
HPV enfeksiyonu pozitif bulunmuş (86). Bu yüksek oran postmenapozal
kadınlarıda içeren genel toplumu yansıtan bir sonuçtur. Oysa ki postmenapozal kadınlarda HPV
enfeksiyonu oranlarının daha az olduğu bilinmektedir (88,89). Çalışmamızda yüksek onkojenik
riskli HPV enfeksiyonu sıklığını ASCUS ve LGSIL hastalarında sırasıyla %39 ve %52 olarak
75
bulduk. Her iki grup arasında yüksek onkojenik riskli HPV enfeksiyonu sıklığında fark
saptamadık.
Seksüel aktivitede yaş önemli bir belirleyici faktördür (87,88). Çoğu servikal kanser
endoserviksin kolumnar epiteli ile ektoserviksin skuamoz epiteli arasındaki skuamo-kolumnar
bileşkede görülür. Bu bölgede sürekli bir metaplazi süreci vardır. HPV enfeksiyonu için en büyük
risk, en fazla olan metaplastik aktiviteyle aynı zamana rastlar. En fazla metaplastik aktivite ise
puberte ile ilk gebelik arasındadır ve menopozdan sonra azalır. HPV enfeksiyonu en çok seksüel
aktif genç kadınlarda görülür (88,89). 30 yaştan sonra keskin bir azalma görülür. Bununla beraber
kanser en sık 35 yaşın üzerinde görülür. Bu, enfeksiyondan sonra yavaş bir ilerleme sürecini
gösterir. Enfeksiyon persistansı en sık, yüksek riskli HPV’lerde görülür ve bu, kanser gelişiminde
belirleyici bir faktördür. Bizde reprodüktif dönemdeki kadınlarda menapoz dönemindeki kadınlara
göre yüksek onkojenik riskli HPV enfeksiyonunu literatür ile uyumlu olarak belirgin olarak daha
sık bulduk (Reprodüktif dönemde %48, postmenapozal dönemde %41).
Yüksek onkojenik riskli HPV enfeksiyonuna sahip hastalarda, kolposkopik biyopsi
sonuçları arasında PAP Smear sonucundan bağımsız olarak (ASCUS yada LGSIL) fark bulmadık.
Yüksek onkojenik HPV enfeksiyonu saptadığımız ve kolposkopik biyopsi yaptığımız 13 ASCUS
ve 11 LGSIL hastasında , ağır displazi ve insitu kanser sıklığını ASCUS hastalarında %24,
LGSIL hastalarında %37 olarak bulduk.
Yine 2003 yılında Cox JT. ve arkadaşlarının yaptığı ALTS grup çalışmasında 897 LGSIL
ve 1193 yüksek onkojenik HPV enfeksiyonuna sahip ASCUS hastaları 2 yıl boyunca direkt
kolposkopi ve biyopsi yapılarak prospektif olarak incelenmiştir. Bu hastaların 2 yıllık takibinde
CIN 2 yada 3 %10 oranında, CIN 1 %12.5, normal kolposkopi %12.8, negatif biyopsi %10.6
olarak bulunmuş ve gruplar arasında fark saptanmamıştır (85).
PAP Smear testinde alınan materyalin bir kısmının laboratuara ulaşana kadar bozulduğunu
unutmamak gerekir. Likid Baz yöntemiyle alınan PAP Smearlerde bu oran minimuma inmekle
beraber hali hazırda yurt çapında ülkemizde hastanemiz de dahil olmak üzere konvansiyonel
yöntemle PAP Smear testi yapılmaktadır. Bizim çalışmamızda da yaygın kullanımı yansıtması
amacıyla konvansiyonel yöntemi kullandık. Servikal sitolojik patoloji saptanan hastalarda yapılan
HPV DNA testinin fazladan kolposkopik biyopsi oranlarını önlediği görülmektedir (84).Servikal
sitolojide ASCUS saptanan hastalarda HPV DNA testi yapılması ve sonucuna göre kolposkopik
biyopsiye yönlendirilmesi, sadece sitolojik olarak takip edilen hastalara göre tedavi maliyetlerini
76
azaltmaktadır (5,58). Çalışmamızda kolposkopik biyopsi toplam hasta grubunun %44’ üne yapıldı.
Çalışmamızda kolposkopik biyopsiye yönlendirme
oranlarını literatür ile uyumlu olarak
29
yaşından büyük hastalarda daha düşük bulduk. (30 yaşından küçük: %58; 30 yaşından büyük:
%40).
2002’de Sherman ME. ve arkadaşlarının, ALTS grup çalışmasına katılan 2198 ASCUS ve
849 LGSIL sitolojisine sahip kadınlarda yaptığı çalışmada, HPV DNA testinin ve tekrarlayan
sitoloji ile takibin CIN 3 ve kanser tespitinde duyarlılığı ve kolposkopiye yönlendirme oranları
araştırılmıştır. HPV DNA testi iki farklı HPV yüküne göre ve tekrarlayan sitoloji testine göre hasta
yaşı göz önüne alınarak ayrı ayrı analiz edilmiştir. HPV yükü 1.0 pg/mL değeri alındığında tanı
için duyarlılık %96.1 olarak bulunmuştur ve yaş ile minimal değişiklik göstermiştir. Test sonucuna
göre kolposkopik biyopsi oranları ise yaşla azalmaktaydı. 29 yaşından genç kadınlarda %65 iken
29 yaşından büyüklerde bu oran
%31.2 ‘ ye düşmekteydi. 10 pg/mL değerine göre HPV DNA
testinin tanı duyarlılığı %91.5’ a düşmekteyken ve kolposkopik biyopsi oranı %41.7 olarak
bulunmuştur. LGSIL hastalarında ise herhangi bir test kullanıldığında duyarlılık %90 olarak
bulunmuştur. ASCUS hastalarında HPV DNA testinin CIN 3 ve kanser tanısında duyarlılığı
oldukça yüksektir. Ne tek başına HPV DNA testi ne de tek başına tekrarlayan sitolojik takip
LGSIL sitolojisine sahip kadınları ayırmada fayda sağlamamıştır (90).
2005’te de Lang A. ve arkadaşlarının yaptığı çalışmada HPV DNA testi ve sitolojik bulgu
arasındaki ilişki araştırılmış.Toplam 161 ASCUS hastasına 3 ay sonra HPV DNA testi ve kontrol
sitoloji yapılmış. 161 ASCUS’lu kadının %30 ‘unda normal sitoloji ve negatif HPV DNA,
%32’sinde anormal sitoloji ve pozitif HPV DNA, normal sitoloji olmasına rağmen kadınların
%26’ sında HPV DNA pozitif ve %11 kadında anormal sitoloji (ASCUS ve üstü) olmasına rağmen
HPV DNA negatif saptanmış (95).
Sitolojik çalışma ile karşılaştırıldığında HPV DNA servikal kanser gelişme riski olan
kadınların büyük çoğunluğunda tanımlanmıştır. HPV DNA testi, sitolojik taramadan daha yüksek
bir sensitiviteye sahip olmakla birlikte; bu ve daha önceki çalışmalardan anlaşıldığına göre,
ASCUS tanısı alan ve ileri takip gerektirecek kadınları belirlemede HPV DNA testi daha etkili bir
şekilde kullanılabilmektedir. Olası servikal kanserin tanısına erken ulaşmada kolposkopiye
yönlendirmede, sitolojiye ek olarak yüksek onkojenik riskli HPV DNA araştırması yapmak uygun
gibi görünmektedir. Yüksek onkojenik riskli HPV ile konağın etkileşiminin moleküler
77
mekanizmalarının daha iyi anlaşılması ile tanı ve tedavide daha iyi gelişmelerin olacağı
düşünülmektedir. Ayrıca HPV ile ilgili aşılama araştırmaları da umut verici gözükmektedir.
6. SONUÇ
Yüksek onkojenik riskli HPV enfeksiyonu olan hem ASCUS ve hem de LGSIL hastaları
arasında ağır displazi ve insitu kanser sıklığı yönünden fark yoktur. Sitoloji sonucuna ek olarak HPV
DNA tiplendirmesi yapmak servikal kanserin erken tanısında biyopsiye yönlendirilecek hastaların
seçiminde kullanışlıdır.
78
7. ÖZET
ASCUS VE LGSIL’DE
YÜKSEK ONKOJENİK RİSKLİ HPV DNA TESTİ VE
KOLPOSKOPİK BİYOPSİ SONUÇLARI
AMAÇ: Smear sonucunda önemi belirlenemeyen atipik skuamoz hücreler (ASCUS) ve
düşük dereceli skuamoz intraepitelyal lezyon (LGSIL) tespit edilen hastalarda yüksek onkojenik
riskli HPV enfeksiyonu prevalansını saptamak ve servikal kanser gelişme olasılığı yüksek hasta
grubunu belirlemek.
MATERYAL METOD: Eylül 2007 ile Şubat 2008 tarihleri arasında Sağlık Bakanlığı
İstanbul Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi Kadın Hastalıkları ve
Doğum Polikliniğine
başvuran, servikal smear sitolojisinde ASCUS (n=34; %62) yada LGSIL (n=21; %38) tespit edilmiş
ve HPV DNA testi uygulanmış 55 hasta çalışmaya dahil edildi. Yüksek onkojenik riskli HPV
enfeksiyonu saptanan hastalara kolposkopi eşliğinde biyopsi yapıldı. Düşük onkojenik riskli HPV
enfeksiyonu saptanan ve HPV enfeksiyonu saptanmayan hastalardan 3 ay sonra kontrol smear
alındı.
BULGULAR: Toplam 55 hasta değerlendirildi. . İki grup arasında yaş, gravida, parite
açısından fark yoktu. ASCUS grubunda 24 (% 70) kişi reprodüktif dönemde iken 10 (%30) kişi
postmenapozal dönemdeydi. LGSIL grubunda 14 (% 66) kişi reprodüktif dönemde iken 7 (%34)
kişi postmenapozal dönemdeydi. Gruplar arasında reprodüktif ve menapozal dönem açısından fark
yoktu (p=0.56). ASCUS grubunda 20 (%59) kişide HPV ile enfeksiyon saptanamazken , 1 kişide
düşük riskli (%2), 13 (%39) kişide yüksek riskli HPV tipi saptandı. LGSIL grubunda 10 (%48)
kişide HPV enfeksiyonu saptanamazken , 11 (%52) kişide yüksek riskli HPV tipi saptandı. LGSIL
grubunda düşük riskli HPV tipi bulunamadı. Gruplar arasında HPV tipi açısından fark yoktu
(p=0.23). Menapozal duruma göre hastalar incelendiğinde 38 reprodüktif dönemdeki hastanın 24
(%63) tanesinde ASCUS, 14 (%37) tanesinde LGSIL saptandı; 17 postmenapozal kadının 10
(%59) tanesinde ASCUS, 7 (%41) tanesinde LGSIL saptandı. Reprodüktif dönemdeki kadınların
20 (%52) tanesinde HPV enfeksiyonu saptanmazken, 18 (%48) tanesinde yüksek riskli HPV
enfeksiyonu bulundu; düşük riskli HPV enfeksiyonu saptanmadı. Postmenapozal kadınların 10
(%59) tanesinde HPV enfeksiyonu saptanmazken 1 (%5) tanesinde düşük riskli, 6 (%36) tanesinde
yüksek riskli HPV enfeksiyonu bulundu. Reprodüktif dönemdeki kadınlarda yüksek riskli HPV
enfeksiyonu menapoz dönemindeki kadınlara göre anlamlı olarak daha fazlaydı (p=0.001). Düşük
79
riskli HPV enfeksiyonu saptanan ve HPV enfeksiyonu saptanmayan 21 ASCUS , 10 LGSIL
hastasına kontrol smear yapıldı . ASCUS grubundan 2 (%10) hastanın kontrol smearinde LGSIL’ a
ilerleme saptandı. LGSIL grubunda 1 (%10) hastanın kontrol smearinde HGSIL’ a ilerleme
saptandı. Kontrol smear’e göre ilerleme açısından iki grup arasında fark saptanmadı (p=0.93). 13
ASCUS, 11 LGSIL hastasına kolposkopi eşliğinde biyopsi yapıldı. Smear sonucunun ciddiyeti ile
kolposkopik biyopsi sonucunun ciddiyeti arasında korelasyon yoktu (p=0.33). ASCUS grubundan
2 (%16) hastada CIN 3 ve 1 (%8) hastada insitu kanser, LGSIL grubundan 3 (%27) hastada CIN 3
ve 1 (%10) hastada insitu kanser saptandı. Displazi ve insitu kanser sıklığı açısından iki grup
arasında fark saptanmadı (p=0.46). Hastaların hiç birinde invaziv kanser saptanmadı.Kolposkopik
biyopsi yapılan hastaların yaşları ortalama 35±9 idi. Yaş ile kolposkopik biyopsi oranları arasında
ters korelasyon vardı. 30 yaşından küçük 12 hastanın 7 (%58) tanesine kolposkopik biyopsi
yapılırken ; 30 yaşından büyük 43 hastanın 17 (%39) tanesine yapıldı.
SONUÇ: Yüksek onkojenik riskli HPV enfeksiyonu olan hem ASCUS ve hem de LGSIL
hastaları arasında ağır displazi ve insitu kanser sıklığı yönünden fark yoktur. Sitoloji sonucuna ek
olarak HPV DNA tiplendirmesi yapmak servikal kanserin erken tanısında biyopsiye
yönlendirilecek hastaların seçiminde kullanışlıdır.
80
7. SUMMARY
HIGHLY ONCOGENIC HPV DNA TESTING IN ASCUS AND LGSIL SMEARS, AND
THE RESULTS OF COLPOSCOPIC BIOPSIES
OBJECTIVE : To determine the prevalence of highly oncogenic HPV infection in patients
with cervical smears of atypical squamous cell of undetermined significance (ASCUS) and low
grade squamous intraepithelial lesion (LGSIL); and to define the group of patients, having high
risk of cervical cancer.
MATERIALS AND METHODS: Between September 2007 and February 2008, 55
women, who consulted to Göztepe Educational and Research Hospital , the Clinic of Gynecologic
of Obstetrics, with cervical smears of ASCUS (n=34 ; 62%) or LGSİL (n=21 ; 38%), and who
had HPV DNA testing , were included in the study . Colposcopik biopsy was performed on the
patients with highly oncogenic HPV infection. The patients, without HPV infection or who had
low oncogenic HPV infection were followed by control smear, performed 3 months later.
FİNDİNGS: Totally 55 patients were analyzed. There was no significant difference
between two groups according to age, gravida and parity. In the ASCUS group, 24 women (70 %)
were in reproductive period and 10 women ( 30 %) were in postmenopausal period. In the LGSIL
group, 14 women (66 %) were in reproductive period and 7 women (34 %) were in
postmenopausal period. There was no difference between the groups according to reproductive
and menopausal period (p: 0.56). In the ASCUS group, 20 women (59 %) did not have HPV
infection, 1 woman (2%) had low oncogenic HPV, and 13 women (39%) had highly oncogenic
HPV. In the LGSIL group, 10 women (48%) did not have HPV infection, 11 women (52%) had
highly oncogenic HPV. Low risk HPV was not detected in the LGSIL group. There was no
difference between the groups according to HPV type (p=023). When the patients were examined
according to their menopausal state, out of 38 reproductive women,
24 women (63 %) had
ASCUS, 14 women (37%) had LGSIL; out of 17 postmenopausal women, 10 women (59%) had
ASCUS, seven women (41 %) had LGSIL. In the reproductive group, 20 women (52%) did not
have HPV infection, 18 women (48%) had highly oncogenic HPV infection; low risk HPV
infection was not detected. In the postmenopausal group, 10 women (59 %) did not have HPV
infection, 1 woman (5%) had low risk, and 6 women (36 %) had high-risk HPV infection. The
81
detection rate of highly oncogenic HPV infection was significantly higher in the reproductive
period, compared to postmenopausal women (p =0,001). Control smears were performed on 21
ASCUS patients and 10 LGSIL patients, with no or low risk HPV infection .According to the
control smears, 2 ASCUS patients (10 %) revealed progression to LGSIL and 1 LGSIL patient
(10 %) revealed progression
to HGSIL . There was no difference between the groups according
to progression of the control smear (p: 0, 93). Colposcopic biopsy was performed on 13 ASCUS
and
11 LGSIL patients. There was no correlation between severity of smear results and
colposcopic biopsies (p: 0, 33). In the ASCUS group, 2 patients (16%) had CIN3, 1 patient (8%)
had in situ cancer; in the LGSIL group, 3 patients (27%) had CIN3 and 1 patient (10%) had in situ
cancer. There was no difference between the groups according to the frequency of displasia and in
situ cancer (p: 0, 46). Invasive cancer was not detected in any of the groups; the average age of the
patients who underwent colposcopic biopsy was 35±9. There was a reverse correlation between
age and colposcopic biopsy rates. Colposcopic biopsy was performed on 7 patients (58%) out of
12 women under thirty years of age; on 17 patients (39%) out of 43 women over 30 years of age.
RESULT: When highly oncogenic HPV infection exists, there is no difference between
the groups of ASCUS and LGSIL patients, according to the frequency of severe displasia and in
situ cancer. Adding HPV DNA testing to the cytological examination is very useful in selecting the
patients who should be advised to have a biopsy for early detection of cervical cancer.
82
8. KISALTMALAR
A.B.D.:Amerika Birleşik Devletleri
AGH:Atipik Granüler Hücreler.
AGUS:Atypical Glanduler Cells of Undetermined Significance (Önemi Belirlenemeyen anormal
glanduler hücreler).
ASCUS:Atypical Squamous Cells of Undetermined Significance (Önemi belirlenemeyen atipik
skuamoz hücreler)
ASC: Atipik Skuamoz Hücreler
ASC-H: Atypical Squamous Cells-can not exclude HGSIL (yüksek grade lezyonun dışlanamadığı
anormal yassı epitel hücreleri).
CIN:Cervical Intraepitelial Neoplasm.
CIS:Carcinoma In Situ
DES: Dietilstillbestrol
ECC:Endo Cervical Curettage
FDA:Food and Drug Administration(gıda ve İlaç yönetimi)
HC: Hybride Capture
HPV:Human Papilloma Viruses
HGSIL:High-grade Squamous Intraepitelial Lesions (yüksek dereceli skuamao intraepitelyal
lezyon)
HIV: İnsan İmmün Yetmezlik Virüsü
HSV:Herpes Simplex Viruses
LBP: Likid bazlı Pap test
LEEP:Loop Electrosurgical Excision Procedure.
LGSIL:Low-grade Squamous Intraepitelial Lesions (düşük dereceli skuamoz intraepitelyal lezyon)
NCI:National Cancer İnstitute (Ulusal Kanser Enstitüsü)
NPV: Negative Prediktive Value(Negatif prediktif değer)
PAP Smear: Papanicolaou smear
PCR: Polymerase chain Reaction
PPV: pozitive Prediktive Value(Pozitif prediktif değer)
SIL: Skuamoz İntraepitelyal Lezyon
SKB: Skuamo kolumnar bileşke
83
9. KAYNAKLAR
1. Schiffman M, Adrianza ME. ASCUS-LSIL triage study, design, methods and characteristics of trial
participants. Acta Cytol 2000;44:726-42.
2. Solomon D, Schiffman M, Tarone R. Comparison of three management strategies for patients with
atypical squamous cells of undetermined significance: baseline results from a randomized trial. J Natl
Cancer Inst 2001;93:293-9.
3. Schiffman M, Solomon D. Findings to date from the ASCUS-LSIL triage study (ALTS). Arch Pathol
Lab Med 2003;127:946-9.
4. Kendall BS, Bush AC, Olsen CH et al. Reflex high-risk human papillomavirus testing for women with
atypical squamous cells of undetermined significance in cytologic smears. Am J Clin Pathol 2005;
123:524-8.
5.Kim JJ, Wright TC, Goldie SJ. Cost effectiveness of alternative triage strategies for atypical squamous
cells of undetermined significance. JAMA 2002;287:2382-9.
6.Walboomers JM,Jacobs MV, Manos MM et al.:Human Papillomavirüs is a necessary cause of invazive
cervical cancer worldwide.J.pathol.(1999) 189:12-19
7. Patnick J. Cervical cancer control in Europe. CME Journal of Gynecologic Oncology 2000;5:8-12.
8. Patnick J. Cervical screening programme. J Med Screen 1999;6:57.
9. Stilson T, Knight AL, Elsvick RK Jr. The effectiveness and safety of two cervical cytologic
technigues during pregnancy. Journal of Family Practice 1997;45:159-63.
10. Foltz AM, Kelsey SL. Annual Pap test: dubies policy success Mulbank Mem Find&Health Soc
1978;54:426-62.
11. Hatch KD. Handbook of colposcopy. Diagnosis and treatment of Lower Genital Tract Neoplasia and
HPV Infections. Boston:Litle, Brown and Co 1989;7-19.
12. Atasü T., Aydınlı K.. Jinekolojik Onkoloji; 1999; ikinci baskı p:178-259.
13. Jhon A.Rock, Howard W. Jones. Te Linde’s Operative Gynecology. Dokuzuncu Basım (Türkçe
Basım) Bölüm 45-46 p: 1231-34, 1252-1254.
14. Buckley CH, Butler EB, Fox H. Cervical intraepithelial neoplasia. J Clin Pathol. 1982;35(1):1-13.
Review.
15. Diane Solomon, Diane Davey, Robert Kurman et al. The 2001 Bethesda System Terminology for
Reporting Results of Cervical Cytology. JAMA. 2002;287:2114-19.
16. Dısaıa J.Phılıp, Creasman T. Wıllıam. Klinik Jinekolojik Onkoloji: 2003; altıncı baskı p: 3-61, 633.
84
17. Bertram CC. Evidence for practice: oral contraception and risk of cervical cancer. J Am Acad Nurse
Pract. 2004;16:455-61.
18. Palefsky J. Biology of HPV in HIV infection. Adv Dent Res. 2006;19:99-105.
19. Spinillo A, Zara F, Gardella B et al. Cervical intraepithelial neoplasia and cervicovaginal shedding of
human immunodeficiency virus. Obstet Gynecol. 2006;107:314-20.
20. Eileen M. Human Papillomavirus and Cervical Cancer. Clinical Microbiology Reviews. 2003;16:117
21. Cates, W. Estimates of the incidence and prevalence of sexually transmitted diseases in the United
States. Sex. Transm. Dis. 1999;26:2-7.
22. Harro, C. D., Y.-Y. S. Pang, R. B. S. Roden et al. Safety and immunogenicity trial in adult
volunteers of a human papillomavirus 16 L1 virus-like particle vaccine. J. Natl. Cancer Inst.2001;
93:284-92.
23. Jin, X. W., J. Cash, A. W. Kennedy. Human papillomavirus typing and the reduction of cervical
cancer risk. Cleveland Clin. J. Med. 1999; 66:533-39.
24. Razzaque A., O. Williams, J. Wang et al. Neoplastic transformation of immortalized human
epidermal keratinocytes by two HHV-6 DNA clones. Virology 1993; 195:113-20.
25. Chen, M., N. Popescu, C. Woodworth, Z. Human herpesvirus 6 infects cervical epithelial cells and
transactivates human papillomavirus gene expression. J. Virol. 1994; 68:1173-78.
26. Bedell, M. A., J. B. Hudson, T. R. Golub et al. Amplification of human papillomavirus genomes in
vitro is dependent on epithelial differentiation. J. Virol.1991; 65: 2254-60.
27. Hummel, M., J. B. Hudson, and L. A. Laimins. Differentiationinduced and constitutive transcription
of human papillomavirus type 31b in cell lines containing viral episomes. J. Virol.1992; 66:6070-80.
28. Jeon, S., B. L. Allen-Hoffman, P. F. Lambert. Integration of human papillomavirus type 16 into the
human genome correlates with a selective growth advantage of cells. J. Virol.1995; 69:2989-97.
29. Meyers, C., M. G. Frattini, J. B. Hudson et al. Biosynthesis of human papillomavirus from a
continuous cell line upon epithelial differentiation. Science 1992; 257:971-73.
30. Thomas, M., D. Pim, L. Banks. The role of the E6-p53 interaction in the molecular pathogenesis of
HPV. Oncogene 1999;18:7690–7700.
31. Chang, Y. E. , L. A. Laimins. Microarray analysis identifies interferon- inducible genes and Stat-1
as major transcriptional targets of human papillomavirus type 31. J. Virol. 2000; 74:4174-82.
85
32. Yoshinouchi, M., A. Hongo, K. Nakamura et al. Analysis by multiplex PCR of the physical status of
human papillomavirus type 16 DNA in cervical cancers. J. Clin. Microbiol.1999;37:3514-17.
33. Halbert, C.L., G.W.Demers, D. A. Galloway. The E7 gene of human papillomavirus type16 is
sufficient for immortalization of human epithelial cells. J. Virol. 1991;65:473-8.
34. Holowaty, P., A. B. Miller, T. Rohan et al. Natural dysplasia of the uterine cervix. J. Natl. Cancer
Inst. 1999; 91:252-8.
35. Hakan Ozan: Pap smear ne zaman? nasıl? kimden? TJOD - Uzmanlık Sonrası Eğitim ve Güncel
Gelişmeler. 2005;2:35-40
36. McCrory DC, Matchan BB, Bastain L, et al. Evaluation of cervical cytology. Evidence Report
Technology Assessment (summ), 1999 Jan;(5):1-6
37. FaheyMT, Irwig L,Macaskill P. Meta-analysis of Pap test accuracy.Am J Epidemiol 1995;141:680-9.
38. DeMay RM. Cytopathology of false negatives preceding cervical carcinoma. Am J Obstet Gynecol
1996;175:1110-3
39. Shingleton HM, Patrick RL, JohnstonWW et al.. The current status of the Papanicolaou smear. CA
Cancer J Clin 1995;45:305- 20
40.Berek S.J.,Adashi E.Y.,Hillard A.P.;Novak Jinekoloji;1998;birinci baskı. p : 435, 458-1111.
41. Control of cancer of the cervix uteri Bull World Health Organ. WHO meeting. 1986;64:607-18.
42. Hakama M. Screening for cancer: for good or for bad. Duodecim 1991;107:1148-51
43. ACOG Practice Bulletin No.45 Obstet Gynecol 2003;102:417-27
44. Klinkhamer PJ, Meerding WJ, Rosier PF et al. Liquidbased cervical cytology. Cancer 2003;99:25962
45. Limaye A, Connor AJ, Huang X et al. Comparative analysis of conventional Papanicolaou tests and
a fluid-based thin-layer method. Arch Pathol Lab Med 2003;127:200-4.
46. Saslow D, Runowicz CD, Solomon D et al. American Cancer Society. American Cancer Society
guideline for the early detection of cervical neoplasia and cancer. CA Cancer J Clin. 2002;52:342-62.
47. Cuzick J, Beverley E, Ho L et al. HPV testing in primary screening of older women. Br J Cancer.
1999;81:554-8.
48. Ratnam S, Franco EL, Ferenczy A. Human papillomavirus testing for primary screening of cervical
cancer precursors. Cancer Epidemiol Biomarkers Prev. 2000 ;9:945-51.
86
49.Schiffman M, Castle PE. Human papillomavirus: epidemiology and public health. Arch Pathol Lab
Med. 2003 ;127:930-4.
50. Wright TC Jr, Schiffman M, Solomon D et al. Interim guidance for the use of human papillomavirus
DNA testing as an adjunct to cervical cytology for screening. Obstet Gynecol. 2004;103:304-9.
51. Schneider A, Hoyer H, Lotz B et al. Screening for high-grade cervical intra-epithelial neoplasia and
cancer by testing for high-risk HPV, routine cytology or colposcopy. Int J Cancer. 2000;89:529-34.
52. Belinson JL, Qiao YL, Pretorius RG et al. Shanxi Province cervical cancer screening study II: selfsampling for high-risk human papillomavirus compared to direct sampling for human papillomavirus
and liquid based cervical cytology. Int J Gynecol Cancer. 2003 ;13:819-26.
53. Blumenthal PD, Gaffikin L, Chirenje ZM et al. Adjunctive testing for cervical cancer in low resource
settings with visual inspection, HPV, and the Pap smear. Int J Gynaecol Obstet. 2001;72:47-53.
54. Smith RA, Cokkinides V, von Eschenbach AC et al. American Cancer Society.American Cancer
Society guidelines for the early detection of cancer. CA Cancer J Clin. 2002;52:8-22.
55. Schiffman M, Hildesheim A, Herrero R et al. Human papillomavirus testing as a screening tool for
cervical cancer. JAMA 2000;283:2525-6.
56. Clavel C, Masure M, Bory JP et al. Human papillomavirus testing in primary screening for the
detection of high-grade cervical lesions: a study of 7932 women. Br J Cancer. 2001;84:1616-23.
57. Castle PE, Wacholder S, Sherman ME et al.Absolute risk of a subsequent abnormal pap among
oncogenic human papillomavirus DNA-positive,cytologically negative women. Cancer.2002;95:214551.
58. Wright TC Jr, Cox JT, Massad LS et al. 2001 Consensus Guidelines for the management of women
with cervical cytological abnormalities. JAMA. 2002 ;287:2120-9.
59. Wright TC Jr, Schiffman M. Adding a test for human papillomavirus DNA to cervical-cancer
screening. N Engl J Med. 2003;348:489-90.
60. Sherman ME, Lorincz AT, Scott DR et al. Baseline cytology, human papillomavirus testing, and
risk for cervical neoplasia: a 10-year cohort analysis. J Natl Cancer Inst. 2003;95:46-52.
61. Nobbenhuis MA, Helmerhorst TJ, van den Brule AJ et al. Primary screening for high risk HPV by
home obtained cervicovaginal lavage is an alternative screening tool for unscreened women. J Clin
Pathol. 2002 ; 55:435-9.
62. Sellors JW, Mahony JB, Kaczorowski J et al. Prevalence and predictors of human papillomavirus
infection in women in Ontario, Canada. Survey of HPV in Ontario Women (SHOW) Group. CMAJ.
2000;163:503-8.
87
63. Hillemanns P, Kimmig R, Hüttemann U et al. Screening for cervical neoplasia by self-assessment for
human papillomavirus DNA. Lancet 1999;354:1970.
64. Cuzick J, Szarewski A, Cubie H et al. Management of women who test positive for high-risk types
of human papillomavirus: the HART study. Lancet 2003;362:1871-6.
65. Monsonego J. Colposcopy: the value of HPV testing in clinical practice. Gynecol Obstet Fertil.
2004;32:62-74.
66. Klint Kjeldahl, Stefan Pambuccian. Highlights of the Bethesda 2001 System for Pap Test
Terminology. Surgical Pathology S:152-160.
67. Rossetti D, Gerli S, Saab JC et al. Atypical squamous cells of undetermined significance (ASCUS),
low-grade squamous intraepithelial lesion (LSIL), high-grade squamous intraepithelial lesion (HSIL)
and histology. J Med Liban. 2000;48:127-30.
68. Dvorak KA, Finnemore M, Maksem JA. Histology correlation with atypical squamous cells
ofundetermined significance (ASCUS) and low-grade squamous intraepithelial lesion (LSIL) cytology
diagnoses: An argument to ensure ASCUS follow-up that is as aggressive as that for LSIL. Diagn
Cytopathol. 1999;21:292-5.
69. Stoler, M.H., Schiffman, M., Interobserver Reproducibility of Cervical Cytologic and Histologic
Interpretations: Realistic Estimates From the ASCUS-LSIL Triage Study, Journal of the American
Medical Association 2001; 285:1500-5
70. Renshaw AA, Genest DR, Cibas ES. Should atypical squamous cells of undetermined signifigance
(ASCUS) be subcategorized? Am J Clin Pathol 2001; 116: 692-5.
71. Sherman ME, Solomon D, Schiffman M. Qualification of ASCUS: A comparison of equivocal LSIL
and equivocal HSIL cervical cytology in the ASCUS LSIL triage study. Am J Clin Pathol 2001; 116:
386-94.
72. Raab SS. Subcategorization of Papanicolaou tests diagnosed as atypical squamous cells of
undetermined significance. Am J Clin Pathol 2001; 116: 631-4.
73. Sherman ME, Tabbara SO, Scott DR, et al. “ASCUS, rule out HSIL”: cytologic features, histologic
correlates, and human papilloma virus detection. Mod Pathol 1999; 12: 335-42.
74. Syrjanen SM, Syrjanen KJ . New concepts on the role of human papillomavirus in cell cycle
regulation. Ann. Med. 1999 Jun;31(3):175–87.
75. Quint, W. G. V., G. Scholte, L. J. Van Doorn et al. Comparative analysis of human papillomavirus
infections in cervical scrapes and biopsy specimens by general SPF10 PCR and HPV genotyping. J.
Pathol. 2001; 194:51-8.
76. ACOG Practice Bulletin. Clinical Management Guidelines for Obstetrician-Gynecologists. Number 61, April
2005. Human papillomavirus. Obstet Gynecol 2005; 105:905.
88
77. Szurkus DC, Harrison TA. Loop excision for high-grade squamous intraepithelial lesion on
cytology: correlation with colposcopic and histologic findings. Am J Obstet Gynecol. 2003 ;188:1180-2.
78. Zweizig S, Noller K, Reale F et al. Neoplasia associated with atypical glanduler cells of undetermined
significance on cervical cytology. Gynecol Oncol 1997;65:314-8.
79. Kenneth L, Noller. Cervical Cytology Screening and Evaluation. Am College of Obstet and Gynecol
2005;106:391-7.
80. Manos MM, Kinney WK, Hurley LB. et al. Identifying women with cervical neoplasia: using human
papillomavirus DNA testing for equivocal Papanicolaou results. KAİSER study. JAMA. 1999;281:1605-10.
81. Hughes SA, Sun D, Gibson C et al. Managing atypical squamous cells of undetermined significance
(ASCUS): human papillomavirus testing, ASCUS subtyping,or follow up cytology? Am J Obstet
Gynecol. 2002;186:396-403.
82. Michael P. Stany, Michael A. Bidus , Elizabeth J. Reed , et al. The prevalence of HR-HPV DNA in
ASCUS Pap smears: A military population study Gynecologic Oncology 2006;101:82-5.
83. Allan BR, Marais DJ, Denny L. Et al. The agreement between cervical abnormalities identified by
cytology and detection of high-risk types of human papillomavirus. S Afr Med J. 2006 ;96:1186-90.
84. Guido R, Schiffman M, Solomon D. Et al. ASCUS LSIL Triage Study (ALTS) Group.
Postcolposcopy management strategies for women referred with low-grade squamous intraepithelial
lesions or human papillomavirus DNA-positive atypical squamous cells of undetermined significance: a
two-year prospective study. Am J Obstet Gynecol. 2003;188:1401-5.
85. Cox JT, Schiffman M, Solomon D. Prospective follow-up suggests similar risk of subsequent
cervical intraepithelial neoplasia grade 2 or 3 among women with cervical intraepithelial neoplasia grade
1 or negative colposcopy and directed biopsy.; ASCUS-LSIL Triage Study (ALTS) Group. Am J Obstet
Gynecol. 2003;188:1406-12.
86. Solomon D.,Schiffman M., Tarone R. et all. Human papillomavirus testing for triage of women with
cytologic evidence of low-grade squamous intraepithelial lesions: baseline data from a randomized trial.
The Atypical Squamous Cells of Undetermined Significance/Low-Grade Squamous Intraepithelial
Lesions Triage Study (ALTS) Group. J Natl Cancer Inst. 2000 Mar 1;92(5):397-402.
87. Adam, E., Z. Berkova, Z. Daxnerova, J. Icenogle, W. C. Reeves, and R. H. Kaufman. Papillomavirus
detection: demographic and behavioral characteristics influencing the identification of cervical disease.
Am. J. Obstet. Gynecol. 2000.182:257–264.
88. Burk, R. D., P. Kelly, J. Feldman, J. Bromberg, S. H. Vermund, J. A. Deltovitz, and S. H.
Landesman. 1996. Declining presence of cervicovaginal human papilllomavirus infection with age is
independent of other risk factors. Sex. Transm. Dis. 23:333–341.
89
89. DeVillez, R. L., and C. S. Stevens. 1980. Bowenoid papulosis of the genitalia. A case progressing to
Bowen’s disease. J. Am. Acad. Dermatol. 3:149–152.
90.Sherman ME, schiffman M, Cox JT. Effects of age and human papilloma viral load on colposcopy
triage; data from the randomized Atypical Squamous Cells of Undetermined Significance/ Low-Grade
Squamous Intraepithelial Lesion Triage Study (ALTS). J Natl Cancer Inst 2002;94:107.
91. Belinson J, Qiao YL, Pretorius R. et al. Shanxi Province Cervical Cancer Screening Study: a crosssectional comparative trial of multiple techniques to detect cervical neoplasia. Gynecol Oncol
2001;83:439-44.
92. Schiffman M, Herrero R, Hildesheim A. et al. HPV DNA testing in cervical cancer screening: results
from women in a high-risk province of Costa Rica. JAMA 2000;283:87-93.
93. Salmeron J, Lazcano-Ponce E, Lorincz A. et al. Comparison of HPV-Based assays with
Papanicalaou smears for cervical cancer screening in Morelos State, Mexico. Cancer Causes Control
2003;14:505-12.
94. Petry KU, Menton S, Menton M. et al. Inclusion of HPV testing in routine cervical cancer screening
for women above 29 years in Germany: results for 8466 patients. Br J Cancer 2003;88:1570-7.
95. de Lang A, Wikstrom I, Wilander E. Significance of HPV tests on women with cervical smears
showing ASCUS. Acta Obstet Gynecol Scand. 2005;84:1001-5.
96. Crabtree D, Unkraut A, Cozens D. et al. Role for HPV testing in ASCUS: a cytologic-histologic
correlation. Diagn Cytopathol. 2002 ;27:382-6.
97. Nicholas C. Lambrou, Abraham N Morse, Edward E. Wallach. The Johns Hopkins Manuel of
Gynecology and Obstetrics 2000. p:352.
98. Maiman M. Management of cervical neoplasia in human immunodeficiency virus-infected women. J
Natl Cancer Inst Monogr. 1998;(23):43-9. Review.
90
Download