İslâmi Terör" Aldatmacası

advertisement
Lunran
Dünya'da ve Türkiye'de
İslâmi Terör" Aldatmacası
Sudan: İllüzyonist Terörün
Yeni Hedefi
Mesut Karaşahan
T.M.K.T. Sistemin Gereğidir.
Av. Osman Çıtlak
Toplumsal Çöküşü Önlemek
İçin Ne Yapmalıyız?
Burhaneddin Can
İslâm Dünyasında Düşünce
Sorunları ve Kadm
Hanan Leham
Terörist Medya RP'ye Karşı
A.A. Emiroğlu
Kelam İlmi ve Kelam Ekolleri
ismail Tumay
UMRAN'dan
Sevgili Ümran
I
okuyucuları.
1994 yılının ilk sayısı ile sizleri
selamlıyoruz.
Ümran, 1993'teki yayınıyla, AKV çerçevesini
aşarak müstakil hir dergi hüviyeti kazandı. Kalıcı
ve doyurucu yazılarıyla okuyucu yelpazesini daha
da genişletti.
Yeni dönemde ise, sizlere daha dolgun ve daha
zengin hir Ümran sunmaya gayret
edeceğiz.
Nitekim, hu sayıda iç düzen ve muhtevaya yönelik
hir takım değişiklikler yaptık.
Beğeneceğinizi
umarız.
Elinizdeki sayıda; dünyada ve Türkiye*de son
zamanlarda
gündeme gelen, İslam'a
yönelik
"terörizm"
suçlamalarını
ele
alıyoruz.
Uluslararası
ve yerel medyada
sözü edilen
"İslami terör" iddialarının nedenlerini ve temellerini irdeleyen yazılar, sanırız okuyucuya helli hir
perspektif kazandıracaktır.
Bu bağlamda, Ahdullah Yıldızın 'İslami Terör
Aldatmacası"
, Mesut Karaşahan'ın
"Sudan:
İllüzyonist
Terörün Yeni Hedefi" ve Avukat
Osman Çıtlak'ın "T.M.K.T. Sistemin
Gereğidir"başlıklı yazılarını
okuyabilirsiniz.
Ayrıca,
AKV'nin Adana şubesinin açılışı
dolayısıyla.
Vakfımızın kurucularından Burhaneddin
Çan'ın
Adana Gallería' da yaptığı konuşmayı sizler için
yazıya döktük. Konuşma, bugünün
şartlarında
müslümanların
üzerine düşen görevleri hatırlatması bakımından değer ifade ediyor.
Öte yandan, bu sayımızdan haşlayarak geçen
iki aynın Türkiye ve dünya gündemini işgal eden
olayları hakkında kısa değerlendirmeler sunacağız.
Ümran'dan selam ve sevgiler sunarken abone
kampanyamıza
ilgi ve katkılarınızı bekleriz.
Mustafa
ERTEKÎN
İÇİNDEKİLER
Terör Suçlamaları Karşısında İslam
Abdullah YILDIZ
3
Sudan: İllüzyonist Terörün Yeni Hedefi
Mesut KARAŞAHAN
5
T.M.K.T. Sistemin Gereğidir
Av. Osman ÇITLAK
10
Toplumsal Çöküşü Önlemek İçin Ne Yapmalı?
Burhaneddin CAN
15
İslam Dünyasında Düşünce Sorunları ve Kadın
Hanan LEHAM
23
Kelam İlmi ve Kelam Ekolleri
İsmail TÜMAY
30
Kur'an'i Kavramlar (Millet-Ümmet)
Mustafa AYDIN
36
Özgürlük ve İtaat
Ahmet AĞIRMAN
38
Türkiye'den
Şakir ALTINTAŞ
40
Terörist Medya RP'ye Karşı
Ekonomide 26 Ocak Kararları mı?
Weizman'ın Türkiye Ziyareti
İflas Eden Sistemin Kurbanlan
Dünya'dan
Mesut KARAŞAHAN
44
John Major'un Mektubu
Batı Hiç Kimsenin Kazanmasını İstemiyor; Bizim İse Asla!
Kosova'da Sırp Askeri
Mısır: Üniversite Gençliği ve Canavarlaşan Yönetim
Kitap Dünyası
İlhan GÜNDOĞDU
47
BAŞYAZI
ISLAMI TERÖR
ALDATMACASı
Abdullah
ABD ve Batı
yeni düşmanını,
yeni umacısmı
bıümuştu.
Her îslam ülkesi
"potansiyel bir
tehlike ve tehdit
unsuru" idi.
İç ve dış
politikalannı
Batı'ya endeksleyen Türkiye
yönetimi için
komünizm
çoktan tehlike
olmaktan
çıkmış, yerine
suni ve mevhum
'İslam terörü"
oturtulmuştu.
«İslam" ve "terör" ! Bu iki
kelimenin yanyâna getirilmesi bile,
daha ilk başta, anlamı "barış" demek olan , bireysel ve evrensel huzuru sağlama amacım güden î s l a m
hakkında negatif bir imaj oluşturmaya yetmektedir. Bu yüzdendir ki,
İslam'ın dünyada ve Türkiye'de tırmamşa geçtiği ve kitlelerin umudu
haline geldiği bir dönemde, uluslararası sistem, tekelinde bulımdurduğu
medya araçlarıyla "İslam" ve "terör" arasında mevhum ilintiler k u r - '
makta, bu iki kavramı bir araya getirmeye özen göstermekte ve böylece
zihinleri bulandırmaktadır.
İslam'a yöneltilen terör suçlamaları, tarihin çeşitli dönemlerinde zaman zaman vaki olmuşsa da, bu suçlamalarm son zamanlarda daha sık
ve yoğun biçimde gündeme geldiğini
söyleyebiliriz. Türkiye insanı, geçmişte bir 31 Mart vak'ası veya bir
Menemen olayı bahane edilerek İslam'ın ve müslümanların her fırsatta "gözü dönmüşlük"le ve "kan
dökücülük"le suçlanmasına defalarca tanık olmuştur Ancak son yıllarda ise, bu suçlamalar, gerek uluslararası planda, gerekse yerel planda yeni boyutlar ve anlamlar kazanmışa benzemektedir.
YILDIZ
Öyle anlaşıhyor ki, 90'h yıllarda, çift kutuplu dünyamn, yerini tek
kutuplu "yeni dünya düzeni"ne bırakmasıyla; siyasi, fikri ve ideolojik
denklemler de bu yeni düzene göre
yeniden şekülendi. Yönetimler, anlayışlar, ilişkiler değişmekle kalmadı;
duvarlar yıkıldı, smırlar aşıldı.
Soğuk savaş döneminin 'gerilim
oluşturma' temehne dayalı ideolojik
söylemleri de elbette değişecekti.
İçinde Türkiye'nin de yer aldığı Kap i t a l i s t B a t ı b l o k u n u n , "komünizm" umacısı ile halklarını uyutması artık mümkün değildi. Kendilerini "ne oldukları" ile değil "ne olmadıkları" üe tanımlamaya alışık
ABD eksenli Batı dünyası, yeni bir
"umacı" bulmak,yeni bir düşman
üretmek zorundaydı. Yeni "terörist
odaklar" bulmakta ;ağır davranırlarsa, kendi terörist eylemlerini örtbas etmekte güçlük çekebilirler, dahası, uyutulmuş kitleler, ABD merkezli "evrensel terör"ün farkına
varabilirlerdi.
İşte böyle bir dönemde, Irak'ın
Kuveyt'i işgali, ABD ve yandaşlarına
bulunmaz bir firsat sundu. Bu olay,
herhangi bir İslam ülkesinin kontrolsüz bırakılması halinde ne kadar
tehlikeli(!) olabileceğini göstermiyor
Bütün bunlar,
global planda
ABD ve
Batı'nm,
yerel planda
da Batıcı sistemin ve medyanın, İslam'ı
bir "terör kaynağı" olarak
görme ve gösterme politikalannın bir
sonucudur.
Planlar ve
hesaplar, İslam'ın önlenemeyen
yükselişini
durdurmaya ve
engellemeye
yöneliktir.
muydu? O halde, "kıyamet toplan"
ile, nükleer ve kimyasal silahlarıyla
yerküremizi tehdit eden bu terörist
güç odağı büyümeden yok edilmeliydi;
hem de dünya tarihinin en büyük askeri harekatını gerçekleştirerek!
Bundan böyle de yeni Saddam'ların
ortaya çıkmaması için olağanüstü çaba sarfedilmeli, yılanların büyümesine fırsat verilmeden hemen başları
ezilmeliydi!
Evet, ABD ve Batı yeni düşmamm, yeni umacısmı bulmuştu. Her İslam ülkesi "potansiyel bir tehlike ve
tehdit unsuru" idi. Hatta, İslam coğrafyasındaki her İslami cemaat, örgüt yada parti, bölgesel dengeleri altüst edebilecek, ABD ve Batı menfaatlerini temehnden sarsabilecek bir patlama yapabilir, beklenmedik bir tehlikeye yol açabilirdi O halde Batı, bu
potansiyel "îslam fundamentalizmi" ve "îslam terörizmi" (!) karşısında uyanık olmalıydı. Cezayir'de İslami Selamet Cephesi iktidara mı jKirüyor; derhal önü kesilmeli ve asla
dengelerin değişmesine izin verilmemeliydi! Bosna-Hersek'te "müslüman" tandanslı bir devlet mi doğuyor; Sırp caniler harekete geçirilmeli,
katliamlarına seyirci kahnmalı ve ne
pahasma olursa olsun Avrupa'nın göbeğinde bir "İslam devleti"nin kurulmasma göz yumulmamalıydı! Somali'de İslami gruplar giderek güç mü
kazanıyordu; hemen uluslararası
medya ağına start verilerek "insani"(!)
amaçh bir operasyon için zemin hazırlanmalı ve vaziyete el konulmalıydı.
Sudan'da sesşiz-sedasız bir İslami
devrim mi gerçekleştirildi; vakit geçirilmeden Sudan "terörist ülke" ilan
edilmeli ve devrimin mimarı Hasan
Türabi hedef tahtasına oturtulmalıydı!
Görünen o ki, artık ABD ve yandaşlannm boy hedefi müslüman dünyadır, İslam'dır. Yine görünen o ki,
Batı dünyası ve müslüman ülkelerin
başına yerleştirdikleri işbirlikçileri ,
bundan böyle İslami hareketler konusımda daha duyarlı ve daha dikkatli
olacaklardır. Nitekim, iç ve dış poUtikalanm Batı'ya endeksleyen Türkiye
yönetimi için komünizm çoktan
tehlike olmaktan çıkmış, yerine suni
ve mevhum "İslam terörü" oturtulmuştur. PKK terörü olmasa, belki de
bütün müslümanlan terörist ilan edecekler. Hiç bir delil ve ipucu bulunamamış olmasma rağmen. Amerikancı
ve Batıcı medyanın, son bir-iki yıl
içindeki pek çok terör eyleminden
müslümanlan sorumlu tutması, suçu
hep müslüman camiamn sırtına yüklemesi başka nasıl açıklanabilir? Örneğin, Jak Kamhi suikastı, komedik
bir senaryo ile "İslamcı terörist"lere(!) mal edilmiştir. Bahriye Üçok,
Muammer Aksoy, Uğur Mumcu ve
benzeri cinayetlerin arkasında, hala
varlığı meşkuk "İslami terör örgütleri" aranmaktadır. Sivas olaylarının
faturası, hemencecik müslümanlara
kesilmiştir. Neredeyse her terör eyleminin arkasında müslümanların
parmağı varmış imajı oluşturulmuştur.
Terörle Mücadele K a n u n
Tasansı'mn 8. maddesi onaylanırsa;
"müslümanım" demek,"teröristim"
demekle eş anlamh hale gelecektir.
Bütün bunlar, global planda ABD
ve Batı'mn, yerel planda da Batıcı sistemin ve medyanm, İslam'ı bir "terör
kaynağı" olarak görme ve gösterme
politikalanmn bir sonucudur. Planlar
ve hesaplar, İslam'ın önlenemeyen
yükselişini d u r d u r m a y a ve engellemeye yöneliktir.
Onların işleri "gece-gündüz plan
ve tuzak kurmak"tır.(Sebe':34/33)
"Oysa, sinsi sinsi kurulan kötü
plan ve tuzağa ancak sahibi
düşer." (Fatar:35/43)
"Onların planlan dağlan yerinden oynatacak da olsa, Allah
katında onlar için hazırlanmış bir
plan vardır." (İbrahim: 16/46)
Ve "Allah n u r u n u t a m a m layacaktır, kafirler istemese de..."
(Tevbe:9/32)
"Allah, dinini bütün dinlere üstün kılacaktır, müşrikler istemese
de..." (Saff:61/9)
SUDAN: ILLÜZYONIST
TERÖRÜN YENI HEDEFI
Mesut
Her Müslüman
Potansiyel Bir Terörist
Eski i r t i c a
kampanyalar ı n d a n farklı
olarak ş i m d i
artık s a d e c e
Kur'an kurslarının veya
i m a m - h a t i p lis e l e r i n i n endişe verici oranlarda a r t ı ş ı
gibi n e r e d e y s e
klasikleşmiş
konular işlenmiyor, b i l a k i s
bizzat İslam
inancının
temelleri
sarsılmaya
çalışılıyor
Önceleri irtica kampanyaları olurdu yerli basmda.Genellikle ülke gündemini değiştirmek için tertiplenen bu
birkaç aylık kampanyalarda irticanın
ne kadar da hortladiğı, cemaat, tarikat ve Kur'an kurslannm memleketin
her köşesini bir ahtapot gibi nasıl da
sarıp sarmaladıkları yazılıp çizilir;belli
mercilere, eğer derhal birşeyler yapılmazsa laikliğin elden gitmekte olduğu
mesajı verilirdi.Bu seferki, böyle gelip
geçici ve alıştığımız türden bir irtica
kampanyası olacağa benzemiyor
pek.Zira birkaç yıldır ve özellikle Sovyetler ve Doğu Bloku'nun dağılmasıyla
birlikte yoğunlaşarak, şiddetlenerek ve
işlediği konuları bu sefer değiştirmiş
olarak sürüp gidiyor.Eski irtica kampanyalarından farklı olarak şimdi
artık sadece Kur'an kurslarının veya
imam-hatip liselerinin endişe verici
oranlarda artışı gibi neredeyse klasikleşmiş konular işlenmiyor, bilakis
bizzat İslam inancının temelleri sarsılmaya çalışılıyor, İslam'ın sesine kulak
vermeye başlayan kitleler nezdinde itibardan düşürmek ve emperyalist dünya sistemine hareket sahası açmak
için İslam'ın terörle vazgeçilmez birlikteliğe sahip olduğu, başlangıcından beri aslında bir kılıç dini olduğu vurgulanıyor, içerde veya dışarda gerçekleşen
KARAŞAHAN
ve müslümanlara maledilmeye çalışılan terör olaylarının müslumanlardan
beklenebilecek gayet doğal davranış
biçimleri olduğu iddia ediliyor. Oryantalistlerden, mülhem delilsiz iddialarını pervasızca sıralayabilenler, Hz.Peygamber(SAV) ile güzide ashabını bile
terörist(!)diye damgalamaktan çekinmiyor,(1) İslam'a ve müslümanlara
olan bütün kin ve nefretlerini bu tür
böğürtülerle kusuyorlar.Bu konuda
yerli yayın kuruluşlarıyla onların akıl
hocası durumundaki yabanca yayın organları adeta birbirleriyle yarışıyor;
içerdekiler, yani uşaklar terörün nasıl
da İslam'ın bir şartı olduğu hususunu
açıklığa kavuştururken, dışardakiler,
yani efendiler "İslam'ın Karanlık Yüzü"nü deşifre ediyorlar.(2) Artık gazete
ve dergilerin terör köşelerinde îslam,
İslam köşelerinde ise terör konusu işleniyor; İki kelime mutlaka birlikte
zikrediliyor. Tabii ki, yerli ve yabancı
TV kanalları da bu kampanyada geri
kalmıyor; TV spikerleri bazen müslümanlara hamledilen sözde aydın, yazar vb. cinayetlerini yaklaşmakta olan
büyük bir doğal afeti haber verir gibi
derin bir endişe ve üzüntüyle aktarıyor, bazen de ismi olup cismi olmayan
PÎK'lere İslami Hareket Örgütlerine
mensup teröristlerini!) yakalanışlarını
veya çatışmada ölü olarak ele geçirilişleriniG) sırıtarak,için için çığlıklar atarak müjdeliyorlar.
Medyanın bu
aralıksız
devam eden
saldırıları
İslam'ı kitlelerin gözünde
terörle özdeş
hale getirmeyi
hedeflediği
gibi, b i r taraft a n da İ s l a m
dünyasındaki
gayri İslami
ve baskıcı
r e j i m l e r karşısında yapacak
başka şeyi
kalmayan
müslümanlar ı n eylemlerini mahkum
ediyor.
Medyanın bu arahksız devam eden
saldırılan İslam'ı kitlelerin gözünde terörle özdeş hale getirmeyi hedeflediği gibi, bir taraftan da İslam dünyasındaki
gayri İslami ve baskıcı rejimler karşısında yapacak başka şeyi kalmayan
müslümanların eylemlerini mahkum
ediyor. Gerçekten de terörist olanları,
devlet terörü icra edenleri gözlerden
saklarken, özgürlük mücadelesi veren,
varolma (veya müslümanca varolma)
kavgası veren müslüman halkı, mücahitleri, mücahideleri suçlu gösteriyor.
Despot yöneticilerin hüküm sürdüğü,
müslüman halkın makul ve meşru hiçbir talep ve ihtiyacının dikkate alınmadığı, hatta bunlann ifadesine bile imkan
tanınmadığı veya meşru yollarla yönetime gelen müslümanlann askeri darbeyle birdenbire illegal konuma düşürüldükleri Mısır, Cezayir, Suriye, Suudi
Arabistan vb. daha birçok sözümona İslam ülkesinde müslümanların tek çare
olarak başvurdukları bazı eylemleri yine terör olarak adlandırmak bizce mümkün değildir. Öte yandan şiddet eylemlerinin son zamanlarda hayli yoğunlaştığı Cezayir ve Mısır gibi bazı ülkelerdeki çoğu terör eyleminin müslümanlardan değil, can derdine düşmüş olan rejimin bizzat kendisinden sadır olduğu da
artık iyice aşikar bir olgu haline geldi.
Uluslararası terör konusunda ise yine yalanlar, çifte standartlar ve illüzyonlar terörün asıl fail ve hamilerini
gizlemekte. Bu anlamda mesela
ABD'nin 1988 yazında bir İran yolcu
uçağını 290 yolcusuyla birlikte düşürmesinden tutun da Somali'de müslüman(!) müttefikleriyle beraber aç insanların karnına kurşun doldurmasına kadar başına buyruk hiçbir eylemi terör
hanesine yazılmazken, emperyalist dünya sisteminden bağımsız hareket etmeye çalışan, sömürüye boyun eğmeyen
İran ve Sudan gibi müslüman ülkeler
terörist olmakla, terörü desteklemekle
suçlanıyor. Üstelik hayali bağlantılarla
özellikle İran ve Sudan'a kadar uzantıları olduğu iddia edilen son yıllardaki
uluslararası terör eylemleri, müslümanların suçlu görülmesindeki asılsızlık ve
beyhudelik bakımından Türkiye'deki
hadiselerle büyük bir benzerlik arzediyor; yani suçlamalardan, karala malardan öteye geçmiyor. Bu bakımdan 1993
şubatında New York'taki Dünya Ticaret
Merkezi'nde yaşanan bombalama olayı
ilginç bir örnek sunuyor. Çünkü bombalama olayıyla ilgili yine pek çok müslüman tutuklanmış, olayın ardında hemen bir çırpıda Mısır'lı müslümanlardan, Ömer Abdurrahman'dan, Sudan ve
İran'dan geçen bir bağlantı hattı güya
ortaya çıkarılmıştı. Ne var ki, davaya
bakan başsavcı hadiseden sorumlu tutulan Mısırlı Müslüman lider Ömer.Abdurrahman'la ilgili hiçbir delil olmadığını, bu yüzden dava açılamayacağını söylemişti(3). Buradaki hadisede müslümanlan terör eylemlerine teşvik etmeye
çalışan İmad Selim adlı şahsın aslında
bir CIA ajanı olduğunun daha sonradan
anlaşılması da bombalama olayının nasıl bir tertip olduğunu gösteriyordu.Ancak medya üstlendiği görevi çoktan yerine getirmiş, tıpkı ülkemizde yaşanan
hadiselerde olduğu gibi müslümanlarla
terör sözcüğünü birarada zikretme fırsatını iyi değerlendirmiş ve çamurlarını
atmayı başarmıştı. Bundan sonrası,
hatta bütün sanıklar serbest bırakılsa
bile önemli değildi. Nasıl olsa çamurun
izi kalacaktı.
Son zamanlarda dünya gündemini
meşgul eden "İslamcı terör"'e ilişkin birbaşka hadise de ABD imalatı terörist ülkeler listesine Sudan'ın ilave edilmesiydi. 1993 Ağustosunda ABD Sudan'ın da
aslında terörist bir devlçt olduğunu ilan
ediverdi. Ne İlginçtir ki bu listede yer
alan ülkelerden Küba ve Kore dışında
üç tanesi İslam dünyasından(İran, Lib
ya ve Suriye) iken, listeye Sırbistan, İsrail veya Hindistan dahil edilmiyor,
ABD olarak kendisini ilk sıraya koymak
hiç mi hiç düşünülmüyordu. Sudan'ın
dosyası ise hayli kabarmış, terörist sayılmayı hakedecek çok şey yapmıştı.
Sudan: İllüzyonist
Terörün Yeni Hedefî
İslam'ı ve müslümanlan hedef alan
terörle damgalama kampanyasının en
son kurbanlarından biri de Sudan oldu.
Yüzölçüm itibariyle Afrika'da en geniş
sınırlara sahip olan bu ülke yerli ve yabancı basında artık sık sık terörle birlikte anılır oldu. ABD Sudan'ı terörist
ülkeler listesine alırken bu ülke yönetimini, Filistin'deki İslami Cihad gibi
grupları ve değişik ülkelerdeki müslüman savaşçıları el altından destekle-
mekle ve bunları eğitmekle suçlamıştı.
Bu kararın ardından da Sudan'ı hedef
alan uluslararası tecrit politika ve gayretleri yoğunlaşmıştı. Sudan'a yönelik
suçlamalar bitip tükenmek bilmiyor,
her geçen gün yenileri ekleniyordu.
"Bir zamanlar dini toleransın bir örneği
olarak görülen bu ülkede baskıcı bir İslami rejim oluşturulmuştu... İktidardaki Milli İslami Cephe (National Islamic
Pront:NIF) bütün siyasi partileri kapatmış ve binlerce 'hain' öğretmen ve
devlet memurunu işten çıkarmıştı. Güvenlik kuvvetleri muhaliflere göz açtırmıyor, işkencelere maruz bırakıyordu.
Ve bilhassa Hristiyanlar, sürekli saldırıya uğruyor, zulüm altında inliyor.
Kitabı Mukaddes tedris etme izin ve
imkanı bile bulamıyorlardı. Sudan sadece Hamas ve İslami Cihad gibi Filistinli terörist(!) gruplara arka çıkmakla
kalmıyor, yiyecek yardımı adı altında
silah göndererek Somali'de Aidid'e bile
destek veriyordu. Mısır ile Sudan sınırında üstlenen ve Mısır'da terör eylemleri gerçekleştiren fundamentalist teröristleri (!) de yine Sudan himaye ediyordu. En terörist(!) ülkelerden biri
olan İran ile ilişkileri ise ürkütücü nitelikte ve korkunç boyutlardaydı. İran'ın
Sudan büyükelçisi Macid Kemal, Sudan'daki 18.000 İranlı askere komutanlık ediyordu! Sudan İslami hareketinin lideri Hasan el-Turabi ise güya
şu sözleri sarfedebilecek kadar terörist
ruhlu birisiydi: "İnsanlar Sudan'dan
korkuyorlar; Sudan'ı terörle irtibatlandırıyorlar. Bu hiç de kötü birşey değil."(4)
Öte yandan Sudan'daki İslamcı yönetim 1989'da iktidara geldiğinden bu
yana hiçbir sorunu çözememekle de
suçlanıyordu. Güya "yeni yönetim sorunlara sorun ekliyor; açlık, akaryakıt
sıkıntısı, enflasyon ve uluslararası
alandaki tecrit, Sudan'ı bir mengene gibi sıkıştırıyordu"(5). (Sanki Sudan'ın
uluslararası alanda yalnızlığa itilişinde
bu yalanlan yayınlayan yayın organlannm hiç katkısı yoktu!) Ne Güney'deki
savaş sona eriyor, ne de barış ve demokrasi adına verilen sözler tutuluyordu. Üstelik "yönetim biçimi şeriat olmasına rağmen bu yönetimin radikal
İslamcılarla bile arası pek hoş değil"
idi.(6) Söz Sudan'dan açılınca hemen
çalışmaya başlayan yalan mekanizması
seri halde asparagas üretiyor, iftiralann
ardı arkası kesilmiyordu.
Fakat ne hikmetse bütün suçlamalara
rağmen en ufak bir delil gösterilemiyor,
hatta meselenin bu yönü Sudan'daki İslami yönetime en alçakça saldırıların
yapıldığı düzmece haber ve yazılarda
itiraf ediliyordu. "İranlı muhafızlann teröristleri (!) eğittiği yolundaki haberleri
yalanlamak için yönetim Halk Savunma
Gücü'nün kamplannı Batılı gözlemcilere açmış ve hiçbir muhafıza rastlanamamıştı." "Şimdiye kadar Sudan'ın teröristlerle bağlantısını ortaya koyan hiçbir bulguya rastlanamamıştı"(7) Üstelik
Sudan'ın terörist ülke ilan edilmesinden
önce, ABD Dışişleri Bakanlığı'nın yayınladığı Terör Modelleri başlıklı 1992 yılı
raporunda yine bu ülkenin herhangi bir
terör eylemi gerçekleştirdiğine ve katkıda bulunduğune ilişkin hiçbir kanıtın
bulunmadığı itiraf ediliyordu. Bütün
bunlara rağmen Sudan'ın terörist ülkeler listesine alınması üzerine Sudan Dışişleri Bakanlığı'ndan yapılan açıklama
larda ABD'ye meydan okunuyor, "gelsinler, terör eylemine kanştığımıza dair
bir tek dahi olsa delil göstersinler" deniyordu.(8)ABD eski başkanlarından
Jimmy Carter ise,14.9.1993 tarihinde
konuya ilişkin yaptığı açıklamalarla
kamuoyunu şaşkınlığa uğratıyordu.
Carter bu açıklamasında İslam ile terörü birbirine kanştıran ve ikisi arasında
bağ kurmaya çalışan vesvesecilerden şikayet ediyor, ülkesinin Sudan'ı bu şekilde suçlamasında hiçbir delile dayanmadığını söylüyordu.Belirtilen tarihlerde
gazeteler Carter'm bu tür beyanlarıyla
dolup taşıyordu.Fakat yine'de Sudan'daki İslami yönetim terörle damgalanmayı hakedecek çok şey yapmıştı.
Bağımsızhğın Bedeli
Terörist Damgası
İslam ile 16.yy'da, Func Sultanlığı döneminde tanışan Sudan'ın yakın tarihindeki en önemli olaylardan biri hiç
kuşkusuz 19.yüzyıldaki Mehdi ayaklanması. Mısır yönetimine tepki duyan birçok kesimi tek bir çatı altında birleştirmeyi başaran Muhammed Ahmed İbnüs.-Seyyid Abdullah'ın 1881'deki isyanı, modern Sudan tarihinde bir dönüm
noktası teşkil eder. Bu sufî ayaklanmasıyla birlikte İslam bir daha gitmemek
Söz S u d a n ' d a n
açılınca hemen
çalışmaya
başlayan yalan
makinaları seri
h a l d e asparagas ü r e t i y o r ,
i f t i r a l a r ı n ardı
arkası kesilmiyordu.
F a k a t n e hikmetse bütün
suçlamalara
rağmen en «fak
bir d e l i l gösterilemiyordu.
Piskopos;
Hristiyanlarla
müslümanların
ilişkilerine
dair ş u n l a r ı
anlatıyor: "İlişk i l e r mükemmel. İ n s a n l a r
inançlarının
gereklerini
y e r i n e getiriy o r l a r ve
başkalarının
inançlarına
saygı gösteriyorlar. B e n i m
komşularım
g e n e l d e müslümanlar.
Biz Kur'an'ın
ve İncil'in anlam ı n a u y g u n bir
komşuluk
içindeyiz...
üzere ülke gündemine girmiş; bu hadiseden sonra İslam'a taraftar veya düşman herkes, kendisini İslami semboller
bazmda ifade etmek zorunda kalmıştır.O)
Mehdi hareketi 1898'de İngiliz-Mısır
ortak gücü karşısmda gerileyip mağlup
olunca, Sudan'da görünüşte müşterek,
fakat aslında sadece İngilizlere ait bir
yönetim tesis edilir. 1956'ya gelindiğinde ise sözde bağımsızlık ilen edilecektir.
Bağımsızlık sonrası Sudan tarihi, genellikle kansız gerçekleşen askeri darbeler bakımından hayli zengin bir geleneğe sahip olacaktır. Bu darbelerin en
kayda değer olanlarından biri, 1969'da
Albay Cafer Muhammed Numeyri'nin
gerçekleştirdiği askeri darbedir. Daha
sonra kendisini referandumla devlet
başkanı seçtiren Numeyri 1970'lerin başında Sudan Sosyalist Birliği'ni Jcurdururken, 1980'lerin başında ise müslüman mahallesinde salyangoz satmaktan
vazgeçmek gerektiğini farkederek bu sefer "şeriat" ilan eder. Fakat o da bir askeri darbeyle 1985'de yönetimden uzaklaştırılır ve 1986'da seçimlere gidilir.
Sadık el-Mehdi'nin liderliğinde kurulan
koalisyon hükümeti 1989'a kadar birkaç
defa dağılır, yeniden kurulur. Haziran
1989'da ise Sudan tarihindeki en ha3arlı
askeri darbe gerçekleşecektir. Bu seferki darbenin lideri Ömer Hasan el-Beşir'dir.
Ömer el-Beşir, darbenin hemen ardından Müslüman Kardeşler teşkilatının partisi durumunda olan NIF de dahil bütün siyasi partileri kapatır, Hasan
Turabi de dahil bütün siyasi ve önde gelen şahsiyetleri hapse atar. Fakat kısa
bir süre sonra bu uygulamadan vazgeçilir ve el-Beşir'in NIF ve Turabi ile yakın
bir ilişki içine girdiği gözlenir. Artık
bundan böyle Turabi, kafasındaki İslamizasyon projesini uygulamaya koymak
için büyük bir fırsat elde etmiş olacaktır.
Emperyalist dünya güçlerinin hizmetindeki yerli ve yabancı yayın kuruluşları, Ömer el-Beşir ve ekibinin Sudan'da
baskıcı ve zorba bir rejim teşkil ettiklerini haykıradursun, yeni yönetim daha
ilk günden itibaren bu iddiaları yalanlayıcı nitelikte uygulamalara girişir. Bu
ilk icraatları, bir Hrıstiyan, üstelik bir
piskopos olduğu halde Sudan'daki İslami yönetimde dışişlerinden sorumlu
devlet bakanı olabilen Piskopos Gabriel
Roric Jur'dan dinleyelim:"Şu anki yönetim iktidara gelir gelmez, çeşitli alanlardan 200'den fazla önde gelen Sudan vatandaşını Sudan'ın problemlerine siyasi
bir çözüm bulabilmek için tavsiyelerde
bulunmak maksadıyla, sınırlamanın olmadığı bir milli diyaloğa çağırdı. 40 gün
süren serbest ve açık tartışma ve istişarelerden sonra önerilerimizi ortaya koyduk."(10) 1992 yılında Geçici Milli Meclise atanan ve aynı yıl içinde dışişlerinden sorumlu devlet bakanı olan Piskopos, İngiltere'deki Canterbury Başpiskoposu George Carey'nin gözünde artık bir
"hain"dir; birçok Hristiyanı şoka uğratmıştır.(ll)
Bir piskoposun devlet bakanı olabildiği bir "şeriat devleti"nde, elbettte hristiyan-müslüman ilişkileri de olumlu ve
arzu edilir bir düzey ve mahiyette bulunacaktır. Rumbek Bölgesi Piskoposu ve
Sudan Cumhuriyeti Dışişlerinden Sorumlu Devlet Bakam'nın bu konuda anlattıklan, yerli ve yabancı basının iftiralarına, "Hristiyanlar eziliyor! Yok mu
kurtaran?" şeklindeki feryatlarına iyi
bir cevap teşkil ediyor. Hristiyanlarla
müslümanların ilişkilerine dair şunları
anlatıyor Piskopos: "İlişkiler mükemmel. İnsanlar inançlarının gereklerini
yerine getiriyorlar ve başkalarının
inançlarına saygı gösteriyorlar. Benim
komşularım genelde müslümanlar. Biz
Kur'an'ın ve İncil'in anlamına uygun bir
komşuluk içindeyiz... Sudan'da biz bir
ırki çeşitliliğe, renk çşşitliliğine ve dini
çeşitliliğe sahibiz. İcabında ailenin bir
ferdi hristiyan, diğeri müslüman, bir diğeri ise dinsiz olabiliyor... Sudan Dini
İşler Bakanı müslümanlığı seçmiş birisidir. Annesi ve babası hristiyandır. Babası üstelik kilise yönetim kurulunda
vaizlik görevinde bulunuyordu... Hartum Piskoposu Baulas İdris Tiya bir
Anglikan. Oğlu ise müslüman ve İslami
Parti'nin bir üyesiydi. Onlar da birlikte
yaşıyorlar..." (12)
Medyanın Sudan'a yönelik suçlama
kampanyasını yalanlayan şey, sadece
bu ülkedeki hristiyanların çok iyi bir
durumda bulunmaları değildir, Ömer elBeşir yönetiminin ekonomi, kalkınma,
eğitim ve daha birçok alanda 1989'dan
bu yana elde ettiği başarılar da medyanın iddialarını çürütmektedir. Zira Sudan'daki bu İslami yönetim, kuzey eya-
letlerinde ve Hartum'da düzeni sağlamış, doğu eyaletlerindeki kabilelerarası
kan davalarını ve Darfur'daki eşkiyanm faaliyetlerini sona erdirmiş ve Güney'deki isyanı daha dar bir alana hapsetmeyi başarmıştır.(13) Aynca üçyıllık
kalkınma programının tamamlanmasıyla birlikte ilk yılda %3, ikinci yılda
%11.3, üçüncü yılda ise %13.1 gibi yüksek bir kalkınma hızına ulaşılmış. Eskiden yılda 1.5 milyar dolar yardımla
ayakta durabilen Sudan,şeker, mısır,
buğday ve mercimek gibi ürünler başta
olmak üzere daha pek çok alanda kendi
kendine yeter hale gelebilmiş. Bir taraftan ülkeyi baştanbaşa saran otoyollar yapılırken, diğer taraftan da eğitim
ve okuryazarlık konusunda büyük bir
kampanya gerçekleştirilmiş, 12 üniversite yeniden açılmış. Üniversite öğrencilerinin sayısı 1.500'den(binbeşyüz)
30.000'e (otuzbin) çıkmış. Sağlık hizmetlerinin iyileştirilmesi, Port Sudan,
Dunkula ve Feşir hava limanları gibi
büyük projelerin tamamlanması, yine
Port Sudan, Savakin ve Syaf deniz limanlarının genişletilip kapasitelerinin
arttırılmaları ise, diğer başarılarından
sadece birkaçı.(14)
Sudan'ın hiçbir dış yardım almaksızın ve hatta Dünya Bankası, IMF ve çoğu Afrika, Arap kredi kurumlarının bu
ülkeye yardımı askıya almalarına rağmen, daha 1992'de gıda sıkıntısı çeken
diğer Afrika ülkelerine yüzbinlerce ton
gıda yardımı yapabilecek duruma gelmesi, bunu tek başına başarabilmiş olması, terörist ülke ilan edilmesinin ardındaki gerçeği açığa vuruyor bizce.
Emperyalist dünya sisteminden bağımsız hareket etmeye kalkışmak, üstelik
bütün ambargolara rağmen karşılaştığı
sorunların üstesinden gelebilmek, ABD
için affedilebilir bir suç değildir. Üçüncü Dünya ve İslam ülkelerine bu bakımdan kötü örnek teşkil eden Sudan,
ABD'nin şimşeklerini üzerine çekecek
çok şey yapmış, terörist ilan edilmeyi
çoktan haketmiştir.
Bir Güney Meselesi ve
Müdahalenin Ayak Sesleri
1956'da sözde bağımsızlığın ilanıyla
birlikte Sudan'ın güneyindeki bölgede
bir isyan hareketi başlar. İsyanı başlatanların kültürel kimlik ve azınlık hak-
larının korunması, siyasi gücün merkeziyetçilikten çıkarılması gibi talepleri
olur.(15) İsyan hareketi 1972'de Adisababa'da Güney Gerilla Kuvvetleri ile
Numeyri arasında anlaşma imzalanıncaya kadar devam edecektir. Bu anlaşmadan yaklaşık 11 yıl sonra, yani
1983'te Numeyri'nin şeriat (eylül yasaları) ilanıyla birlikte isyanın tekrar başladığını görüyoruz. Bu yıllarda. Güney
Sudan'da asiler tarafından kurulan Sudan Halkının Kurtuluş Hareketi
(SPLM) ve onun askeri kanadı mahiyetinde olan Sudan Halkının Kurtuluş Ordusu(SPLA) göze çarpmaktadır. Örgüt
Hartum' daki yönetime karşı silahlı isyana devam ederken, ileriki yıllarda çeşitli fraksiyonlara ayrılacaktır.
Sudan'ın güneyindeki bu hristiyan
azınlık hareketi, ABD, İngiltere, İsrail
ve Vatikan tarafından desteklenmekte
ve aslında birtakım haklan aramak ve
elde etmekten ziyade bölgede bağımsız
bir Hristiyan devleti kurmayı hedeflemektedir .Örgüt liderlerinden John Garang'ın ABD ziyaretleri, asilerin safında
İsrailli askeri uzmanların bulunduğunun tesbit edilmesi, Batı'nm desteğinin
hangi boyutlarda olduğunu göstermektedir.(16)
Bugün Sudan'daki İslami yönetimin
karşısında en büyük meselelerden biri
olarak duran bu Güney meselesinin
kökleri sön>ürgecilik dönemine kadar
uzanmaktadır. Güney Sudan'daki açlık,
sefalet ve geri kalmışlığın sömürge döneminde İngilizlerin takibettiği politikaların sonucu olduğunu kaydedelim. İngilizler Güney'i kapalı bir bölge olarak
tuttuktan sonra buralardan ayrılırken,
arkalarında, geri kalmış, kalkınmamış
bir bölge bırakırlar. Halkı eğitmek için
hiçbir çaba sarfetmezler. Burada eğitim
sadece İngiliz alfabesini öğrenmek ve
mahalli dilde İncil okumaktan ibaret
kahr.d?)
İngilizlerin Güney Sudan'da sefalete
göz yummalarının en büyük nedeni İslam korkusudur. Zira Güney ne kadar
gelişirse müslüman kuzeyliler kendilerini o kadar tehdit altında hissedecek ve
dini kimliklerine olan bağlılıkları o kadar artacaktır diye düşünürler.(18)
Dün hristiyan güneylileri İslam korkusuyla açlık ve sefalet içinde bırakan
Batı, bugün de aynı politikasına devam
ediyor. Fakat bir yandan da güçlü med-
Sudan'ın hiç
bir d ı ş y a r d ı m
almaksızın
d a h a 1992'de
gıda sıkıntısı
çeken diğer
Afrika ü l k e l e rine yüzbinlerce ton gıda
yardımı yapab i l e c e k duruma g e l m e s i ,
terörist ülke
ilan
edilmesinin
a r d ı n d a k i gerçeği açığa
vuruyor bizce.
Güney'de Batı'nm ilgisini çeken şey yine
kendilerinin sebep olduğu açlık değil. Sudan'ın güneyinin zengin petrol yataklarına
sahip oluşu.
yası sayesinde, açhktan ayakta bile duramayan insan fotoğraflarım Sudan yönetimini suçlamak için kullanıyor. Dünya kamuoyuna, bu meselenin, ancak Sudan'a yapılacak bir askeri müdahaleyle
çözülebileceği düşüncesini aşılamaya çalışıyor. Dünyayı müdahaleye hazırlıyor.
Elbette Güney'de Batı'nm ilgisini çeken şey yine kendilerinin sebep olduğu
açlık değil. Sudan'ın güneyinin zengin
petrol yataklarına sahip oluşu gerçeği,
bu konuda fazlaca soru işaretine ihtiyaç
duyurmuyor. Sudan'daki yeni ve İslami
yönetimin yukanda bahsettiğimiz şekilde diğer yoksul ve Batı'ya bağımlı ülkelere kötü örnek teşkil etmesi de bu gerekçeler zincirini tamamlıyor.
Müslümanlar cephesinde ise, artık
açıkça telaffuz edilmeye başlanan muhtemel bir Batı (ABD, BM) müdahalesine
karşı yoğun hazırlıklar sözkonusu. "Dış
müdahale ne görmezlikten geldiğimiz, ne
de korktuğumuz birşeydir" diyor Sudan'
ın Siyasi İşlerden Sorumlu Devlet Bakanı Dr.Gazi Selahaddin.Ve sözlerine devamla şu çok önemli hususu dile getiriyor: "Fakat bu tartışmalar, şu an Sudan'da bir dış müdahalenin zaten var olduğunu gözlerden saklamaktan başka
bir işe yaramamaktadır. Doğrudan askeri müdahale dışında hemen bütün düzeylerde dış müdahale sürüp gitmektedir."(19)
Birbaşka devlet bakanı. Piskopos Jur
da Sudan'a yabancı müdahale için mantıklı bir sebep bulunmadığını; insani yardımlarla ilgili olarak da müdahalenin
hiçbir geçerli zemini olamayacağını belirtiyor. İnsani yardım kuruluşlarının yiyecek ve ilaç yardımında bulunabilmeleri
için geniş bir koridor kullanmalarına zaten izin vermiş olduklarını hatırlatıyor
ve şöyle ekliyor: "Somali'ye yabancıların
müdahalesi birşey çözebildi mi? Bizim
anlaşılmaya ihtiyacımız var, müdahaleye
değil"(20)
Bu arada hemen belirtelim ki, BM
yardım görevlilerinin amacından çok
uzak faaliyetlerde bulundukları, aç insanlar yerine Güney'deki isyancılara yardım etmeyi tercih ettikleri yolunda ciddi
ve haklı kuşkular mevcut.
Son olarak, Sudan'ın İslam Dünyası'ndaki uyanış hareketlerinde, islami
hareketler üzerinde İran'dan sonra en
büyük etkiyi yapacak, bu hareketlere ivme kazandıracak bir konuma sahi bolmaya başladığını görüyoruz. Sık sık tertiplenen ve İslam Dünyası'nın köklü
problemlerini irdeleyen uluslararası konferanslar (bunların sonuncusu '93 Aralığı'nm başlarında tertiplenmiş ve büyük
ilgi görmüştü) İslam Dünyası 'nın değişik
bölgelerinde ve özellikle Filistin'de İslami mücadele veren değişik gruplara
maddi ve manevi destek çabaları, bu ülkedeki 1989 askeri darbesini John O.
Voll'un deyişiyle İran'daki 79 İnkılabı'na
eşdeğer hale getirmektedir.(21)
ABD önderliğindeki Batılı güçler Somali tecrübesinden sonra Sudan'a müdahale etme cesaretini kendilerinde bulabilirler mi, bilemiyoruz ama, burada halkıyla kaynaşmış, halkının güvenini kazanmış, askerinden subayına, üniversite
gençliğinden akademik kadrolarına,
sokaktaki insana kadar bütün kesimlerin desteğine sahip İslami bir yönetim ve
kendisini İslam'a adamış bir halkla karşılaşacakları muhakkak.
DİPNOTLAR
1. EP, İslamcı Hareketler ve ŞiddeKÖzel ek) 11-18
Temmuz'93. s.30.
2. Bruce W.Nelan, The Dark Side of Islam, Time, October 4,1993.
3. Douglas Waller, Melinda Liu, Rattling the Sheik,
Newsweek, September 6,1993.
4. Joshua Hammer, Spreading the Revolution,
Newsweek January 10,1994.
5.Milliyet, 7 Ocak 1994.
6. Age.
7. Joshua Hammer. Age.
8. Impact International, 10 Sep.-7 Oct. 1993.
9. Abdulvahhab el-Efendi, Turabi Devrimi, Çev. Hasan Kösebalaban, İlke Yay. İstanbul, 1993, s.116.
10. Sudan'da Güney Sorunu Sömürgeciliğin Mirasıdır, ( Piskopos Gabriel R. Jur ile röportaj). Dünya ve
İslam, Yaz 1993.
11. Age.
12. Age.
13. Impact International, December 1993.
14. Age.
15. Ali Eren, İslami Sudan'a Müdahale Kapıda,
Haksöz, Eylül 1993.
16. Güney Sudan'da İsrailli Askerler, Emani Lokman'ın Kültür ve Turizm Bakanı ile röportajı. Dış
Politika, Temmuz 1990.
17. Dünya ve İslam, Yaz 1993.
18. Abdulvahhab el-Efendi. Age. s.116.
19. Dr.Gazi Selahaddin, Living With Intervention,
Impact International, 9 JuIy-12 Aug. 1993.
20. Dünya ve İslam, Yaz 1993.
21. Abdulvahhab el-Efendi, Age. s.9.
T.M.K.T. SISTEMIN
GEREĞIDIR
Av. Osman ÇITLAK
Sistemin b u
dayatmacı zihniyeti, tabii
olarak hukuka
yüklenen
misyona yansıdı. Hukukun
amacı toplum u n önündeki
engelleri kaldırıp, tabii değişimin ö n ü n ü
açmakken,
T.C.'de bu,toplumu devlet
eliyle değiştirmek şeklinde
anlaşıldı.
Böyle tatbik
edildi.
Şu bir gerçek ki, Türkiye yıllardır
terörle içiçe yaşıyor. Ancak henüz
olaym tam teşhis edilemediği kanaatini taşıyorum.
Bu konuda 12.4.1991 tarihinde
3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu çıkarıldı. Böyleve Türk hukukımda ilk defa terörün tarifi yapüdı ve
terör suçu düzenlendi. Ancak 1993
yılma gelindiğinde terörün artan ivmesi karşısında kanunun, yeterh olmadığı ve dahada ağırlaştırılması
gerektiği iddiası ile değişiklik gündeme geldi.
Yapılmak istenen değişiklik üe terör suçuna verilen cezalar artırılmakla birlikte, laiklik aleyhinde
propaganda 163'ten sonra tekreır suç
olarak tanzim edilmektedir. Bizde
bu k o n u ü z e r i n d e d u r a c a ğ ı z .
TCK'nun 163. maddesi 3713 sayıh
terörle mücadele kanunu ile yürürlükten kaldırılmışken, aym kanunla
ihya gayretlerinin üzerinde durmaya çahşacağız.
Terörle Mücadele Kanunu'na eklenmek istenen 8. maddeyi ve yapılmak istenen değişiklikleri anlamak
için Türkiye'de tatbik edilen sistemin köklerine inmek gerekir. Zira
sistem insana yön vermek isteyen
bir bütünün adıdır. Sistemin köklerine inmek sureti ile yapacağımız
tespitler bize TMK'da yapılmak istenen değişikliğin bir bütün içindeki
yerini göstermesi açısından faydalı
olacaktır.
Bu değişiklik elbetteki 163.
maddenin şiddetlendirilerek ihyasıdır. Ancak neden ihya edilmek istendiğini, sistemi inceleyerek anlamamız mümmkündür.Bu nedenle
sistemin karakterine kısaca bir göz
atalım:
Sistemin Jakoben
Karakteri
Aşağıdaki iktibas, sistemin ilk
karekterine işaret etmektedir.
"Cumhuriyeti kuranlar, yoksul, çağdaş batı ülkelerinden geri kalmış ve
kurumlan çökmüş olan toplumu en
kolay yoldan değiştirmeyi amaçlıyordu. Bu amaç onlan devrimci Jakoben yaptı."
Sisteme ve kurucularına göre
halkın gerçekleri görmesi mümkün
değildi. Halkın aydınlar tarafindan
yol gösterilmeye, gerekirse 'tedip'
edümeye ihtiyacı vardı.
Sistemin jakoben karakterini en
iyi tespit eden belge, Türk Medeni
Kanunu'nun esbab'ı mucibe lahiyasıdır.Şöyle ki,"Türk Kanunu Medenisi mevki-i meriyete vaz edildiği
Memieketimizde, halkın
yönelişlerim
kontrol altında tutmak, iktidar sahiplerinin, sistemin
doğrularından
başka doğrulara sahip olmasını engellem e k için devlete ideoloji
tespit edilmiştir.
gün milletimiz, onüç asrın kendisim
çeviren itikadat-ı sakîmesinden ve tezebzüblerinden kurtulmuş, eski medeniyetin kapılarını kapayarak, hayat ve feyiz bahşeden muasır medeniyetin içine girmiş bulunacaktır."
Sistemin bu dayatmacı zihniyeti,
tabü olarak hukuka yüklenen misyona yansıdı. H u k u k u n amacı toplumun önündeki engelleri kaldırıp, tabii değişimin ö n ü n ü a ç m a k k e n ,
T.C.'de bu,toplumu devlet eliyle değiştirmek şeklinde anlaşıldı. Böyle
tatbik edildi.
Memleketimizde, halkın yönelişleri.ni kontrol altmda tutmak, iktidar sahiplerinin, sistemin doğrularından
başka doğrulara sahip olmasını engellemek için devlete ideoloji tespit
edümiştir. Böylece harika (!)bir sentez yapılmıştır.İdeolojisi olan demokratik (!) devlet. Bu durumun tabii neticesi ise çok partili bir sistem değil,
"çok halk partili bir sistem"dir. Bu
h u k u k sistemi içinde daha başkası
düşünülemezdi.
Sistemin jakoben karakterini anlatırken bir nebze Anayasa ve Siyasi
partiler üzerinde durmak, topluma
biçüen rolü biraz daha açmak istiyorum.
Anayasanın başlangıç kısmında,
daha ilk cümlede "...kutsal Türk devleti..." demlerek ancak faşist anlayışta olan, devletin kutsal olduğu, yani
put olduğu anlayışı topluma dikte
edilmiştir. Bu kutsal (!) varlığa da
ideoloji olarak Kemalizm tespit edilmiştir.
Anayasanın ikinci maddesi devletin niteliklerini sayarken "Türkiye
Cumhuriyeti.. .Atatürk milliyetçiliğine bağlı...demokratik, laik hükmün
değiştirilemeyeceğini, değiştirilmesinin dahi teklif edilemeyeceğini belirterek garantiye almıştır .Bunu da yeterli görmemişler 147. madde ile inkılap kanunlarının anayasaya aykırı
şekilde anlaşılamayacağını hükme
bağlamışlardır.Onlar da anayasaya
aykırılığı biliyorlar,anayasaya koydukları madde ile avunmaya çalışıyorlar. Tabiri caizse karanlıkta ıslık
çalıyorlar.Halkımıza biçilen rolü be-
lirleyen bir diğer kanun, siyasi partiler kanunu. Siyasi partiler ülkemizde
iktidarı meşru yoldan ele geçirenin
vasıtalarıdır. Tâbi oldukları hukuk
kuralları S.P.K. (Siyasi Partiler Kanunu)'nda tespit edUmiştir.Bu kanun
siyasi partilerin resmi ideoloji dışma
çıkmaması içia tabiri caizse her önlemi almıştır.
S.P.K. 84. madde; siyasi partilerin
devrim kanımlanna aykın amaç güdemeyeceğini,
,
86. madde; devletin laik niteliğinin değiştirilmesi amacım güdemeyeceğini,
87. madde; devletin sosyal veya
ekonomik veya siyasi veya hukuki temel düzenini dini esas veya inançlara
uydurmak gayesini güdemeyeceğini,
89. madde; Diyanet İşleri Başkanhğı'nm genel idare içinde yer almasına ilişkin anayasanın 136. maddesi
hükmüne aykın amaç güdemeyeceğini,
97. madde; 12 Eylül 1980 harekatı ve Milli Güvenlik Konseyi karar,
bildiri ve icraatına karşı, herhangi bir
tutum, beyan ve davramş içinde bulunamayacaklarmı düzenlemiştir.
Bütün bu açıklamalar halkımıza
biçilen rolün, sistemin istediği gibi
adam (!) olması olduğunu ortaya koymaktadır.
Sistemin İkiyüzlülüğü
Sistemin bizce ikinci karakteri
İKİYÜZLÜ olmasıdır.
1924 anayasasımn ikinci maddesi
"Devletin dini, din-i islamdır."
26. maddesi T.B.M.M.'nin vazifelerinden birini"ahkam-ı şeriyyenin
tenfizi" olarak belirlemiş olmasına
rağmen. Terakkiperver Fırka progr a m ı n d a b u l u n a n " p a r t i m i z dini
inançlara saygılıdır" cümlesi ile gericiliği teşvik ettiği belirtilerek ve Şeyh
Sait ayaklanması ile irtibatlandmlârak kapatılmıştır.İnsan şöyle bir düşünüyor da, eğer bu cümle gericiliği
teşvik ediyorsa. Anayasanın 2. ve 26.
maddeleri bu işi haydi haydi yapar
diyesi geliyor.Acaba 2.ve26.madde
Anayasada neden vardı?
Bu sorunun cevabuu Nutuk'ta buluyoruz.Şöyle diyor M. Kemal:"Kanun u n gerek iki gerek y i r m i a l t ı n c ı
maddelerinde zaid görülen ve yeni
Türk devletinin ve idarei cumhuriyetimizin asri karakteri ile kabil-i telif
olmayan tabirat, inkılap ve cumhuriyetin o zaman için beis görmediği tavizlerdir." Bu iktibas, sistemin karakterini açıkça ortaya koymaktadır.
Sifetemin 70 yıllık uygulamasmda
a j n bir karakter olarak insan haklarına riayetsizliği görüyoruz.Bunlar
din ve vicdan hürriyeti açısmdan, İskilipli Atıf Hoca'nın idamı, ezanın
Türkçeleştirilmesi, dini tedrisatın
yapılamaması, vakıf eserlerinin yağmalanması, cuma namazının mesai
saatine rastlamasınm hala sıkmtı olması gibi saydıkça uzayacak bir ihlal
zinciridir.Bunları tek tek ele almak
icap eder.Ancak ben iki Damştay kararı üzerinde durmak istiyorum.Bu
Danıştay kararlan sistemin İslam'a
bakışın ortaya koyacaktır.
Birinci karar Damştay 8. dairesinin 2.3.1976 tarih ve 1975/1993 esas,
1976/672 sayılı kararı.Karayolları
Genel Müdürlüğünün cuma günleri
mesai saatini düzenleyerek öğle tatilini iki saate çıkarması üzerine açılan iptal davasında verilen k a r a r
şöyle:
"...İdari tasarruflann kamu yaran n a uygunluk göstermesi idare hukukunun genel ilkelerindendir.Cuma
günlerine ait çahşma saatlerinin, cuma namazı ibadetini yerine getirmek
amacı ile değiştirilmesinde ise kamu
y a r a r ı bulunmadığı ve anayasaya
açık aykınlık saptandığından dava
konusu işlenün iptaline... oybirliği ile
karar verildi."
Bu Damştay k a r a n üzeıinde şöyle bir düşünelim. Acaba cuma günlerine ait çahşma saatleri "cuma namazı ibadetim yerine getirmek amacı ile" değil de başka bir amaçla, mesela Anıtkabir'i ziyaret amacı ile düzenlense ve öğle tatili iki saate çıkanlsa idi aynı karar verilir mi idi?
İkinci Danıştay kararı ise aynı
dairenin 23.2.1984 tarih ve 1983/207
esas, 1984/330 karar saydı karandır.
Karar aynen şöyle: Yüksek öğrenim görmek üzere okula geldiği sırada dahi başörtüsünü çıkarmamakta
direnecek ölçüde laik devlet ilkelerine
karşı bir tutum içinde bulunan davacının okula alınmamasında yasalara
aykırılık olmadığından davanm reddine... oybirliği ile karar verildi."
Bu konuda da soralım: Başörtüsü
ile devletin laik niteliği arasında ne
ilişki vardır. Biri devletin kendi işle3dşi içinde tatbik etmesi gereken bir
prensip diğeri şahsm inancınm gereği. Aralannda menfi hiç bir ilişki yoktur.
Başka bir misale gerek kalmaksızın bu iki karar, insan haklan ile sistemin üişkisini ortaya koymaktadır.
Anlaşılan aralan pek hoş değil.
Sistemin karakteri el almırken
5816 sayılı Atatürk aleyhine işlenen
suçlar hakkında kanun mutlaka dikk a t e alınmalıdır. Liderini kanunla
korumak sadece bize mahsus olsa gerek.
TMKT Sistemin Ürünüdür
Sistemi özetle bu şekilde ortaya
koymaya çalıştıktan sonra Terörle
Mücadele Kanun Tasansına gelelim.
Yazının başında da belirttiğim gibi
Türkiye yıllardır terörle içiçe yaşıyor.
Ne zaman terörün ivmesi artsa sistemin akhna hak ve özgürlükleri sınırlamak geliyor.
Bundan bir iki ay önce Türkiye sıkıyönetimi tartışıyordu. Kamuoyundan tepki gelince sıkıyönetimden vazgeçildi. Terörle M ü c a d e l e Kanun
Tasansı gündeme geldi. Bunun akabinde İl Özel İdareleri Kanunu'nda
değişiklik yapan t a s a n meclise geldi.
Bunlar aslında; "vazgeçildi" deniyen
sıkıyönetimin siviller eliyle uygulama çabalandır.
Sistemin halkı adam etmek(!) için
hukuki veya fiili hiçbir engel tanımam a s ı TMKT'nın sistemin jakoben
mantığı ile uyuştuğunu gösteriyor.
Getirilmek istenen S.madde şöyle:
"Hangi yöntem, maksat ve düşünce
üe olursa olsun, Türkiye Cumhuriyeti
Sistemin 70
yıllık uygulamasında ayrı bir
karakter olarak
i n s a n haklarına
riayetsizliği görüyoruz.Bunlar
din v e vicdan
hürriyeti açısından, İskilipli
Atıf
Hoca'ma
idamı, ezanın
Türkçeleştirilmesi, dini tedrisatın yapılamaması, vakıf eserlerinin yağmalanması, cuma
namazının mesai saatine rastlamasının hala
sıkıntı olması
gibi saydıkça
uzayacak bir ihlal zinciridir.
Terörle Mücadele Kanun
Tasarısının e n
fazla üzerinde
durulması
icap e d e n
tarafı, eski
163. madde
devletin laik
niteliği aleyhine i ş l e n e n
s u ç l a n "fikir
suçu" sayarken, yeni düzenleme "terör
suçu" sayıyor.Yani halka
İslam'ı anlatan
hoca efendi
PEK teröristi
ile aynı
hukuki sıfatla
anılacak.
devletinin ülkesi ve ımlleti ile bölünmez bütünlüğünü bozmayı hedef alan
yazılı ve sözlü propaganda, toplantı,
gösteri ve yürüyüşe devletin laik niteliğini bozma amacına yöneltilemez.
Baskı, cebir, şiddet, kokutma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden birini
kullanmak suretiyle propaganda yapmak suretiyle kişüeri ve toplulukları
devletin laik niteliğini bozmayı amaçlayan örgütlü veya örgütsüz fiillere ve
davramşlara sevkedemez..." şeklindedir.
Bu düzenleme ile devletin laik
niteliğinin teminat altma alındığı iddiası vardır. Ancak bizce bu değişikliğe gerek kalmaksızm devletin laik niteliği teminat altındadır. Zira 3713
sayılı Terörle Mücadele Kanunu'nun
l.maddesinde terörün tarifi yapılırken bu unsurlar belirtilmiş ve teminat altma ahnmıştır.
Bu nedenle kanunun, terör suçu
açısından değil, propagandayı suç
olarak düzenlemesi açısından ele
alınması gerekir. Propaganda kısaca;
birden fazla kişiye bir fikrin, olayın
ikna edilmek amacıyla anlatılmasıdu-.
Kanun tasarısı bir takım muğİEik
yöntemler sayarak kanunun uygulamada keyfîliğe sebeb olmasına açık
kapı bırakmıştır. Mesela, tasanda belirtilen "sindirme yöntemi" herekese
göre tarifi değşebilen bir kavramdır.
Cami'de vaaz ederken sesinin jrükselten vaize "sen bu cemaati devletin laik nitehğini bozmaya sindirme yöntemi ile şevkettin," diyen uygulamacılar çıkabilir. Bu sebele cebir ve şiddet
dışındaki yöntemlerin kanun tasansmdan çıkarılması gerekir kanaatindeyiz.
Ajnca, tasanmn ilk cümlesinde
"hangi yöntemle olursa olsım" denilerek yönteme sınırsızlık getirilmişken,
devamında yöntemlerin sayılması ,
kanun yapma tekniğine uygun değildir.
Bir tespite göre TC mevzuatmda
51 yerde laiklik kelimesi vardır. Ne
yazık ki, bir tane tarifi yoktur. Aynca, TCK' nın l.maddesinde "kanun
açıkça suç saymadığı fiil için kimseye
ceza verilemez" denmektedir. Yani
suçta kanuıülik ilkesi esastır. Az önce
belirttiğim gibi laikliğin anayasa dahil hiçbi hukuki metinde tarifi yoktur. Laikliğin tarifi açıkça yapılmadığı sürece kanun, ülkede her uygulamacı için değşen keyfi yorum ve uygulamalara seba. olacaktır. Bu da
suçta kanunilik ilkesinin açıkça ihlaüdir.
Terörle Mücadele Kanun Tasansımn en fazla üzerinde durulması icap
eden tarafi, eski 163. madde devletin
laik niteliği aleyhine işlenen zsuçlan
"fikir suçu" sayarken, yeni düzenleme "terör suçu" sayıyor.Yani halka
İslam'ı anlatan hoca efendi PKK teröristi ile aym hukuki sıfatla anılacak.
TMK tasansı ile getirilmek istenen düzenleme 163.maddeden daha
ağırdır. 163. maddede "...devletin sosyal veya ekonomik veya siyasi veya
hukuki esaslarım kısmen de olsa dini
esaslara uydurmak ..."şeklindeki düzenleme ile suçta maksat unsuruna
sınırlama getirilmiştir.Tasan ile hangi maksatla olursa olsun denilerek,
maksat unsurundaki sınırlama kaldınlmaktadır.
Yukandan beri yapmaya çalıştığım açıklama ile göstermeye çahştım
ki,sistemin genel mantığı içinde bu
k a n u n t a s a r ı s ı hiç de garip değild i r . T a m s i s t e m e göre bir k a n u n dur.Bu sebeple ben, bu kanun antidemokratiktir, insan haklanna riayetsizlik sonucımu doğurur, 163. madde
geri getirilmek isteniyor gibi tenkitlerin dikkate alınacağını zannetmiyorum.
Biz öncelikle sistemi tenkit etmek zorundayız.Eğer sistemi değiştirebüirsek bu tartışmalara gerek kalmayacaktır.Sistem değişmeden devam ederse biz ne yaparsak yapalım,
ne dersek diyelim sistem halkı ezmeye devam edecektir. Sistemin asli karakterini gözardı edip uzantılarını
tenkit etmekle uğraşırsak daha çok
böyle kanunlar çıkar, 70 yıldır çıktığı
gibi.
KOı\FElli\XS
• •
••
••
••
TOPLUMSAL ÇOKUŞU ÖNLEMEK IÇIN
NE YAPMALIYIZ?
Burhaneddin CAN
Bu yazı,
Burhaneddin
Çan'ın,
AKV Adana
Şubesinin
açılışı
dolayısıyla
Adana
Gallería
salonunda
Kasım 93'de
verdiği
konferansın özetidir.
Ankebut suresinin 41. ayeti,
Türkiye düzeninin iç yapısını, işleyen
mekanizmasını, nedenlerini açıkça
ortaya koymaktadır.
"Allah'tan başkasını ilah edinen
toplulukların hali örümceğin yuvasına benzer ki, o yuvaların en zayıf olanıdır. Eğer insanlar bilmiş olsalardı."
Acaba hiç düşündük mü? Allah
(cc) niye Allah'tan başkasın veli edinen bir topluluğu örümceğin yuvasına benzetmiştir? Anlatacaklarımdan
önce affınıza sığınıyorum. Eğer örümcek yuvasını incelerseniz, bununla ilgili ansiklopedilere veya ilmi yayınlara bakarsanız şu gerçek ile karşı karşıya kalırsınız. Örümceklerin çiftleşme döneminde dişi örümcek çiftleştikten sonra erkek örümceği öldürüp
yemektedir. Artı, kuvvetli yavrular
zayıf yavruları öldürüp yemektedir.
Artı, bir kısım örümcek türü, avını
yakaladıktan sonra, özel bir zehir enjekte etmekte, acıktıkça canlı canlı
parçalayıp yemektedir; önce uyuşturmakta sonra parçalayıp yemektedir,
îşte şu an içerisinde yaşadığımız bu
toplum sistemi bir örümcek yuvasından farklı mıdır? îşte düşünmemiz
gereken nokta budur, yargılamamız
gereken nokta budur.
Şimdi ben sizi öncelikle tarihle
baş başa bırakmak istiyorum. Hamid
el-Gazali, Selçuklu yöneticisi Mucirüddin'e bir mektup yazar. Mektubunda şöyle der: "Mümkün olan en
kısa zamanda otoritenin ulaşabildiği
her yerde yolsuzlukların, adam kayırmacılığın, adaletsizliklerin, zulmün,^
rüşvetin ve diğer kötülüklerin kökünü kazımada elinden geleni yapmada
kusur etmemelisiniz. Ülkemizin halkı, ülkemizin şerefi, ülkemizin halkı,
ülkemizin gerçek zenginliğidir."
İmam Gazali yazdığı mektupta
yolsuzluklardan, rüşvetten, vurgundan, soygundan şikayet eder ve şunu
hatırlatır: "Ülkemizin halkı, ülkemizin şerefi, ülkemizin halkı, ülkemizin
gerçek zenginliğidir."
İşte 1980'den sonra dinamik ve
aktif insan unsuru Amerikan güdümündeki yönetimlerle, özel televizyon
kanallarıyla, özel yayın aracılığıyla
dejenere edilerek tüm zenginliğimiz
elimizden alınmak istenmektedir.
Bir başka tehlike, 1717 yılında
Osmanlı İmparatorluğu Maliye Bakanı Sarı Mehmet Paşa'nın Sultan'a
verdiği raporda karşımıza çıkıyor:
"Rüşvet her türlü kanunsuzluğun,
zulmün hem başlangıcı hem de kaynağı oluyor. En büyük felakatlerin,
dayanılmaz acıların en büyük kaynağı rüşvettir. Müslümanlara, dine ve
devlete zarar verebilecek olumsuzluk-
Olayları
sadece dış güçlere bağlamak,
sadece kahrolsun demekle
izah etmek
mümkün değildir. Bir toplumun iç yapısı
böyle oldukça,
o toplumun hayatta kalması
mümkün değildir. İlahi sünnete aykırıdır.
Lut kavmi
ayakta kalabilmiş midir?
l a r içerisinde
altını delme konusunda izin verirlerse
rüşvetten daha
her ikisi beraber batar. Her iMsi beratehlikeli olanı ber hüsrana uğrar." İşte kötülükleri icyoktur. Kanun- ra edenlere, her türlü namussuzluğu
Isuzluklan, ada- icra edenlere, İSKİ skandalmdan İLKiletsizliği, zulmü
SAN skandalma kadar her türlü pislijüreten meka- ğin yaygınlatığı bir toplumda bunlara
|nizmadır r ü ş - göz yummamn bedeli gemiyle birlikte
>et. İnancı, top- batmak olacaktır.
lumu ve devleti
Şimdi Kur'an-ı Kerim'de A'raf
kökünden yok
163-166. ayetlerinde İsrailoğullannın
jeder." Bu ger- ne yaptığına ilişkin özel bir anlatım
çekleri söyleyen
vardır: Yahudilere Allah tarafından
Defterdar Sarı cumartesi günü yasağı konmuştur. BaMehmet Paşa,
lık avlamayacaklardır. Ama bu bir ime n t r i k a l a r so- tihandır. Cumartesi günü balıklar
nucu idama mahkum edilir. Ama Osakm akın kıyıya gelir, diğer güner gelmanh İmparatorluğu da bugün tarihin
mez. Dolayısıyla böyle bir yasağın olkaranlığında gömülüdür.
duğu bir dönemde bir kısım yahudi baOlayları sadece dış güçlere bağla- lık avlamaya başlar. Bunun karşılığmda bir grup ise; "AUah size avlanmayı
mak, sadece kahrolsun demekle izah
yasaklamıştır,
niçin avlanıyorsunuz,"
etmek mümkün değildir. Bir toplumun
iç yapısı böyle oldukça, o toplumun ha- ' der. Üçüncü bir grup ise; "Allah'ın lanetlediği bu kavmi, bu tupluluğu bırayatta kalması mümkün değildir. İlahi
km; ne uğraşıyorsunuz, bunlar dönücü
sünnete aykırıdır. Lut kavmi ayakta
kalabilmiş midir? 'Dünya ıslah edildik- değildirler" der. Davet edenlerin, yani
ten sonra dünyayı fesada veren, o güne kötlükten alıkoymaya çahşanlann cekadar hiçbirtoplumun yapmadığı çir- vaplan şudur: "Bir ihtimal sıkınabüirkinliği yapan, kadınları bırakıp erkek- 1er veya Rabbimize karşı öteki dünyada mazeretimiz olur."
lere giden' Lutkavmi yok edilmiştir.
Şuayb kavmi, "ölçüde ve tartıda hile
Özetle; kötülerin, kötülüklerin
yapmaym; siz dünyayı ıslahından son- yaygınlaştığı toplumda üç grup vardır:
ra fesada vermeyin" uyanlarına kulak
1. Kötülüğü icra edenler; buna diğer
asmamış, yok olmuştur. Firavun, Hz. deyimle "şer cephesi" diyeceğim. 2. NeMusa peygambere tavır koymuş, deni- me lazımcılar, 3, grup ise Hakkı tavsizin dibini boylamıştır. Hz. İsa'ya karşı ye edenler, tebliğ edenler, kötülüğe
tavır koyanlar hep tarihin karanlıkla- mani olanlar. Bütün topluluMarda bu
n n a gömülmüştür. Öyleyse bu pislik- üç insan unsuru vardır.
ler içerisinde yaşayan bir toplumun bu
Eğer bu üç insan unsurundan,
pislikler içerisindeki bir yönetimin
"davetçiler" kesilmişse, o topluluğun
uzun vadede ayakta kalması mümkün- yaşamaya hakkı yoktur. Allah geçmiş
değüdir.
kavimler hakkında; "Halkı ıslah edici
İşte böyle birtoplumu Hz. Pey- kimseler varken biz bir kavmi yok edigamber açık bir denizde yolculuk ya- ci değiliz" bu3rurur. Bugün bu üç insan unsurunun özelliklerini ortaya
pan gemi örneğine benzetir. Gemide
iki insan unsuru vardır. Bir grup alt koymalıyız. Ancak bu kısa zamanda
bunun aynntısma girmek mümkün olkattadır, bir grup güvertededir. Alt
kattakiler her seferinde denizden su mayacaktır. Ancak bununla beraber
almak için güvertedekileri rahatsız et- ben sizlere bazı kesitler vermek istiyorum.
mektedirler. Bir gün derler ki, bize
müsaade edin, sizi rahatsız etmektenKendilerini zayd olarak gören nese geminin dibinde bir delik açalım ve
me lazımcılar, halkın nicel olarak büoradan su5aımuzu alahm. Hz. Peygam- yük bir kesimini teşkil eder. Bu unsur,
ber der ki: "Eğer güvertedeküer gemi- özellikle medya aracıhğı ile yapılan yanin alt katında bulunanlara geminin ymlann sonucunda veya 1930'dan baş-
layan jandarma dipçiği altmdaki uygulamalann sonucımda İslam'dan kopartılarak İslam'a karşı şüphe ve endişe içerisine sokulmuşlardır. Bu insan unsurun 3 temel özelhği vardır:
1. Aciz olduğunu hisseder, zayıf
olduğunu söyler.
2. İslam'a karşı genelde bir şüphe içerisindedir. Yani acaba İslam 20.
asırda izim problemlerimizi çözebilir
mi?' diye düşünürler. Ki şer güçler ve
onun Türkiye'deki yerli işbirlikçilerinin, '1400 yıl öncesinin kanunları
bu ülkenin problemlerini çözmez,' demelerini hatırlayın. Her idare, geçmişteki her iktidar, işbaşına gelen her
yönetim hep bu inkarcı, şüpheci düşünceyi yerleştirdi.
3. Yapılan birçok eylemin sonucunda halk tarihinden koparıldı; okumasız, yazmasız bir ruha dönüştürüldü. Dolayısıyla İslam'a karşı asılsız
bir sürü yalamn kucağına itilmiş oldu.
Bakın Kur'an-ı Kerim'de bu insan unsurumm psikolojisi nasıl anlatılır: "Melekler, kendi nefislerine yazık eden kimselerin canlaruu alırken
onlara: 'Ne işte idirdz?' dediler. Onlar:
'Biz yeryüzünde aciz düşürülmüştük'
diye cevap verdiler. Melekler dedilerki: Teki Allah'm arzı geniş değil miydi ki onda göç edeydiniz?" (Nisa; 97) O
halde bu ülkede mücadele veren, şu
tağuti düzeni değiştirmek isteyen, yolsuzluklara dur demek isteyen insan
unsuru, ister istemez halkın kafasındaki bu aciz bırakılmışlık fikrini yıkmak zorundadır. Bu kompleksi kırmak zorundadır. Halka asıl gücün
kendisinde olduğunu, ancak bunu cemaatli ve hayatın her sahasında örgütlü yapmak zorunda olduğunu anlatmalıdır. Halkın kafasında oluşturulmuş, İslam'a ve İslam'ın temel felsefesine, temel anlayışına karşı şüpheleri en güzel bir tarzda gidermelidir. "Onlardan sonra kitaba mirasçı
olanlar ona karşı bir şüphe ve tereddüt içerisindedirler." (Şuara; 14)
"Kendilerine k i t a p t a n bir pay
verilenleri görmedin mi? Onlar tağuta
ve cibte inamyorlsu: ve inkar edenlere:
"Bunlar inananlardan daha doğru
yoldadır" diyorlar." (Nisa; 51)
Üçüncü özellik Kur'an-ı Kerim'de
şöyle anlatılır: "Onların içinde birde
ümmiler var ki kitabı bümezler, sadece
bir takım kuruntulara dayanırlar ve
sadece zanda bulunurlar." ('Bakara;
78) Şimdi lütfen Hz. Peygamber'in Taif
dönüşü yaptığı duayı hatırlayalım.
Kendisini taşlayan insanlarla ilgili
olarak; "Ya Rabbi bunlar bilmiyorlar.
Ya Rabbi bunlara hidayet ver. Bunlar
cahildirler," diyor.
İşte bu üç özellik gidermemiz gereken,
tedavi etmemiz gereken, ısrarla, sabırla, anlatımla halkm bütününü kucaklayarak yok etmemiz gereken durumlardır.
Diğer bir cephe kötülükleri icra
eden cephedir, şer cephesidir. Kur'an-ı
Kerim Mücadele
s u r e s i n i n 19.
ayetinde bunları "şeytanın fırkası",
şeytamn taraftarlanmn cephesi olarak
tanımlar. Bunlar Amerika'yla ve Batı'
yla açık ve aleni işbirliği içindedirler.
Amerika izin vermeikçe. Batı izin vermedikçe elini kolunu kıpıtdatacak güç
ve dermana sahip değillerdir. Sebebi
gayet açıktır: İktidara gedikleri zaman Amerikan sermayesi ile, Amerikan yardımıyla iş yapmajm düşünmüşlerdir. Kendi öz halkına güvenmemişlerdir. Halkm fedakârhğım gözetenleri
suçlamışlar, karalamaya çalışmışlardır. 4. Murat'ın sözünü hatırlayalım:
"Rus Çarma da yardım edile, Lehistan
kralına da yardım edile. Yardım almaya ahşanlar, buyruk almaya da ahşır1ar." Kaç milyar dolar borçla bir ülkeyi yönetmeye talip olanlar. Dünya
Bankası'mn, İMF'nin, Amerikamn karşısında hazırol vaziyetinde durmak zo-.
rundadırlar. 'Biz çekiç gücü kaldıracağız' diyenler, yönetime gelir gelmez,
'canım onlar bir pozisyon icra ediyorlar' diyecek kadarkendi kendileri ile
tezada düşmekten çekinmemektedirler. Bir ay önceki ile bir ay sonraki sözlerini karşılatıracak olursanız, bu insanlarm ne kadar açık bir tezat içerisinde olduklarım aleni olarak görürüz.
Nitekim Kur'an-ı Kerim'de Allah bu
tür insanların yönetime geldiklerinde
ne yaptıklarım şöyle ifade eder:
"Onlar işbaşına geldikleri zaman
ekini ve nesli yok ederler. Andolsun
onlar fesatçılardır. Onlara Allah'tan
korkun denildiği zaman onlar derlerdi
4. Murat'ın
sözünü hatırlayahm: "Rus
Ç a n n a da yardım edile, Lehistan kralına
da. Yardım almaya alışanlar, buyruk almaya da ahşırlar." Kaç milyar dolar
borçla bir ülkeyi yönetmeye talip olanlar! Dünya
Bankası'mn,
İMF'nin, Amerika'mn karşıs m d a hazırol
vaziyetinde
durmak zorundadırlar.
"Onlar işbaşına geldikleri zaman
ekini ve nesli
yok ederler.
Andolsun onlar fesatçılardır. Onlara 'Allah'tan korkun' denildiği
zaman, onlar
derlerdi ki,'biz
ıslah edicileriz.' Hayır onlar fesadçılardır, fakat şuurunda değillerdir."
(Bakara ;205)
ki, biz ıslah edicileriz. Hayır onlar fesadçılardır, fakat şuurunda değillerdir.''(Bakara ;205)
Evet nesU yok ediyorlar. Ekonomiyi yok ediyorlar, kültürü yok ediyorlar, getirdikleri her türlü tedbir sonuç
vermedi. îşte böyle bir cephenin îslam'a sıcak bakması beklenemez. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de:
"Senden önce de herhangi birmemlekete bir peygamber göndermiş
olmayalım, mutlaka onun refah içinde
şımarıp da azan önde gelenleri şöyle
demişlerdir: 'Gerçek şu ki, biz atalarımız bir yol üzerinde bulduk ve doğrusu
biz onların izlerine uymuşlanz." (Zuhruf; 23)
Azıp önde gelenler îslam'a karşı
düşmanlıkları konusunda 'biz atalarımızı bir din ve gelenek üzere bulduk ve
doğrusu biz onların yoluna uymuş
olanlarız' derler. Şimdi bir an TÜSIAD
'm İstanbul'da bir kaç belediyenin İslami bir parti tarafından kazanılmış olması ertesindeki demecini düşünelim:
"Bu batılı dostlarımız tarafından da
değerlendirilecektir." Evet buna tek
kelime ile buyrun cenaze namazına denir. İstanbul'daki üç veya dört belediye başkanhğımn kazamiması karşılığında TÜSIAD üyeleri Avrupa'yı yardıma çağırıyor. Eğer bunlar işbirlikçi
değilse nedir? Bunlar ruhlarım satmamışlarsa nedir? Bakın şair ne diyor:
Zamanımızda belalara şaşılmaz;
Aksine selamet en şaşdacak şeydir.
Moda adına, Modernizm adına,
ilericilik adma, insanları çırılçıplak görüntülü ve yazdı medyada soyan elbette şer cephesidir. İşte şer cephesinin icra ettiği faliyet. Düşmanlıkları pek şedittir. Açık olan düşmanlıklarmda iyiye hiç yer yoktur. Çünkü küfür kötülüğünü icra edecektir. Keşke hep açık
olarak icra etseler. Ama asıl tehlikeli
olan bu değil. Asd tehlikeh olan sinsice
yaptıkları davranışlardır. Münafıkça
yaptıkları davramşlardır. Elhamdülillah biz de 'müslümamz' demeleridir .
Böylece halkm oylarım toplamaları ve
işbaşına geldikleri zaman da söylediklerinin yüzde yüz tersini yapmalarıdır.
"İçinizde onlara haber taşıyanlar
vardır. Allah, zulme sapanları bilir.
Andolsun onlar daha önce de fitne aramışlardı. Ve sana karşı birtakım işler
çevirmişlerdi. Sonunda onlar, istemedikleri halde hak geldi ve Allah'ın emri
ortaya çıkıp üstünlük sağladı." (Tevbe;
47-48)
Her t ü r l ü kötülüğü y a p a n l a r a
rağmen Allah müminlere müjde veriyor. Onların Bütünbu uğraşılarına.
. rağmen eğersiz benim yolumdan gereğince mücadele ederseniz. Hak gelecek
Allah'm emri hakim olacak. Nitekim
Nur; 10-20. ayetlerde bir noktaya her
zaman dikkatinizi çekmek istiyorum.
Şer cephesinin ne kadar sinsice, adice
davranışının bir göstergesi olmuştur.
Hz. Peygamber'in sağlığında, sahabenin var olduğu bir dönemde münafık
biri Hz. Aişe'ye zina yaptı iftirası atar.
Başta söyledim bunlann kötülük yapmalannı her zaman beklememiz lazım.
Üzücü olan taraf şu;"Doğrusu iftiraya
gelenler içinizden birtopluluktur" diyor
Allah Teala. Nur/11, ayette de: "Siz bu
iftirayı duydunuz ve dilleriniz ile aktardınız ve bunu da kolay sandınız."
îşte korkmamz gereken,sakmmamzgereken nokta budur.
İçimize serpecekleri fitne tohuml a n eğer Hz. Peygamberin sağlığında
olmuş ise, düşünün şu anki müminler
için küfür mekanizması ne yalanlar ne
iftiralar uyduracak, ne şaialar yapacak. "Onlara korku veya zafer haberi
gelince onu yaygınlaştınverirler; oysa
onu peygambere ve kendilerinden olan
emir sahiplerine Uetmiş olsalardı. Onlar onu değerlendirmesini büirlerdi."
(Nisa; 83) Bu ayette bize bir ölçü verilmektedir. îşte Kur'an'ın tanımladığı
mümin. Eğer Hz. Peygamber'in sağhğmda bu iş olmuşsa günümüzde saflannuzdan çıkacakinsan unsuruna karşı
yapılacak iftiralara karşı çok daha
hassas, çok daha uyanık, çok daha duyarlı olmak zonmdayız. işteçelik irade
burada karşımıza çıkacaktır. Şer kuvvetini bu iğrenç çalışmalarını hiçbir
zaman gözden uzak İ9ulundurmamamız gerekir.
Çok güçlü gözüken şer cephesi önce Türkiye'nin son üç yılmdaki arala-
nndaki kavgayı hatırlayın. Sonra da
şu ayetleri dikkat ile okuyalım: "Aslında onlar duvara dizilmiş kütükler
gibidirler. Her bağırtıyı kendi aleyhlerine samrlar. Onlar düşmandır. Allah
onlan kahretsin" (Münafikun; 4)
"Hayır o küfredenler boş bir gurur ve inat içerisindedirler"(Saff;2)
"Kendi aralarında birbirlerine
şiddetli muhalefet ederler. Onlan bir
zannedersin, oysa kalpleri dağınıktır.
Bu onlann akledemeyen bir topluluk
olmalanndandır." (Haşr; 14)
TV ve gazetelerin birbirleriyle
kapışmasında ortaya dökülen pislikleri hatırlayın. Ta Başbakana kadar
uzanan Hürriyet gazetesi ile ilgili ithalat belgesini hatırlayın. İSKİ skandali ile İLKSAN skandalmı hatırlayın
ve bu aradaki kavgalannı ve çatışmalarım hatırlayın. "Sen onlan birlik sanırsın oysa kalpleri paramparçadır."
Pastadan fazla pay kapma yanşında
birbirlerinin en mahrem şeylerini, afişe etmeleri onlann bir kere daha paramparça olduklanm gösterdi. Öyleyse bu şer cephesinin hakimiyeti yıkılabilir, bunlar tarihin karanlığına gömülebilir. Veya birçokları Hz. Peygamber döneminde olduğu gibi îslamla kucaklaşabilir. Halid bin Velid'leri,
Amr bin As'lan, Hz. Ömer'leri hatırlajan. Uhud Savaşı'nda müslümanlan
arkadan vuran Halid bin Velid'in Bilal-i Habeşi'den özür dilemesini ve Bilali Habeşi'nin onlara verdiği cevabı
hatırlayın. Bilali Habeşi onlara şunu
söyler: "îslam cahiliye döneminde
olanla uğraşmaz. İslam cahiliye döneminde yaptıklarımızı affetmişir. Siz
bizim kadeşlerimizsiniz." Bir şer cephesine karşı mücadele Verirken onlan
yok etmeyi değil onların İslama girmesi için gerekli ortamı ve zemini hazırlamahjaz ve onlan kazanmayı hedeflemeliyiz. Onlar bizi yok etmeye
çalışsalar da.
Bakın Şeyh Sadi ne diyor: "Ellerinden ellerimin tannya açıldığı ellerine riyaset verilmesi hatadır." O halde şer cephesinden riyasetli alacağız.
Bu işin gerçeği kendi sorumluluğumuzdur. Artık dünyada ülkeler komünist rejimi atmaktadır. Kapitalizm sadece Türkiye'de çökmüş değildir.
Amerika'da da Avrupa'da da İngiltere'de de çökmüştür. Amerika'da akşam
hava karardıktan sonra sokağa çıkamazsınız, yürüyemezsiniz. İngilterede
yürüyemezsiniz. Çünkü kimin sizi silahla soyacağı belli değildir. Avrupa'da, Hollanda'da, D a n i m a r k a ' d a
uyuşturucu müptelalanyla başa çıkamamışlardır ve onlara özel bir coğrafi
yer tahsis etmişlerdir. Ahlaksızlığın
her türlüsü yaygınlaşmıştır. Böyle bir
dünyaya mesaj verme gücüne ve emeline sahip değillerdir. Onun için Türkiye'de de böyle bir güce ve enerjiye sahip değiller. Bu nedenle İslam'ın yaygınlaşmasından, îslam'm kitleleri kucaklamasından kaçmaktadırlar. Bu bizim için tarihi bir fırsattır. Yeter ki biz
İslam'ı gerektiği gibi anlatalım, daha
önemlisi gerektiği gibi temsil edelim.
Kahrolsun Amerika, Kahrolsun
Rusya şu bu demeden öte, bütün problemleri dış dinamiklerde, iç faktörlerde
aramaktan öte, önce kendimizde bazı
şeyleri aramamız gerekir.
Zulmün ortadan kaldırılması konusunda haksızhklann ortadan kaldırılması konusunda, sömürünün, adaletsizliğin ortadan kaldırılması konusunda bizler üzerimize düşen görevleri
yapmadıkça ağlamaktan öteye geçemeyiz. Gelecek nesillere birşey bırakmayacağız diye korkalım. Bunım için eğer
müminsek bu Kur'an'a göre mümin olmamız gerekiyor. Sünnete uygun mümin olmamız gerekir. Sabahm altısında, beşbuçuğunda kalkıp da akşam yedide sekizde evine dönen insanlara İslami anlatabilmemiz kendi içimizde
kendi şahsımızda kendi ruh dünyamızda şahid olmamıza bağlıdır.
"Ey kavmim dedi, bakın ya ben
Rabbimin bir delili üzerinde isem ve
(O) bana kendisinden güzel bir rızık
vermişse?Ben size menettiğim şeyleri
(kendim yaparak) size aykın davranmak istemiyorum. Sadece gücümün yettiği kadar sizi düzeltmek istiyorum.
Başarım ancak Allah'ın yardımı iledir." (Hud; 88)
Bu ayette geçen Şuayb (as)'ın
"kendimle tezada düşmek istemiyorum" şeklindeki ifadesini biz bir model
olarak bir bütün olarak aramızda yaşamalı ve tezada düşmemeliyiz.
Bakınız,
Şeyh Sadi ne
diyor:
"Ellerinden
ellerimin
tannya açıldığı
ellerine
riyaset verilmesi hatadır."
Peygamberler kendilerine karşı çıkan insanların
hiçbirine dini
anlatmamak
gibi bir yanlışa düşmezler.
Tam tersine
Hz. Peygamber Kureyş ileri gelenleri
dahil olmak
üzere dini
herkesle konuşma fırsatını oluşturmak
için gayret
sarfetmiştir.
İşin ilginç
yanı, ambargo
müşrik sistemden gelmiştir.
Hucurat suresi 11-12. ayetinde
şu ifadeler var: "Müminlerin birbirleriyle alay etmesi, birbirlerinin gizli
yönlerini araştırması dedikodu yapmaları, lakap takmaları, arkadan çekiştirmeyi yasakladığı ve dahası müminlerin birbirleriyle savaşmalarını yasakladığını hiç unutmamalıyız.
Müminler yapamayacakları şeyleri vadetmezler.
"Ey iman edenler yapmayacağınız
şeyi niçin söylersiniz? Yapmayacağınız
şeyi söylemeniz Allah'm katında en sevilmeyen bir şeydir." (Saf; 2-3)
Allah müminlerin kendi uğrvmda
bir duvarın tuğlaları, birbirine kenetlenmesi gibi saflar halinde çarpışılmasını ister. Öyleyse mümin olmak Allah'm gazabını üzerine çekmemek demektir. O halde verdiğimiz sözleri yapmayacağımız şeyleri söylememeliyiz.
Bir ilke olarak Allah'ın istediklerini
önce kendi ruh dünyamızda yaşamalıyız. Sad suresi 24. ayet: "Doğrusu
emekle malı birleştirip katan ortaklardan çoğu birbirlerinin hakkına tecavüz
ederler. Ancak iman edip de salih
ameller işleyenler başka; onlar da ne
kadar azdır." Sad suresi 24. ayet'te bizlere şunu söylüyor: "Eğer müminlerkendi aralannda ticaret yapıyorlarsa
hakkı ve adaleti ön plana getirecek,
birbirlerinin hakkına gaspetmeyecek
paylaşımda birbirlerine zarar verecek
bir paylaşıma imkan vermeyecekler"
öyleyse ticaretimizde, davranışımızda
konuşmamızda ve ahidleşmemizde İslam'ı bir bütün olarak temsü etmeliyiz.
İslam'm bir model olarak şahıs ve toplum üzerinde yaşanimş hale gelmesi...
İşte o zaman yorulmuş olan insan ımsuru, satılmak istenen, kafası kanştırılmak istenen insan unsuru İslam'ı
bir kurtuluş olarak görecek ve o zaman
Kur'an'da belirtildiği gibi:
"Ey iman edenler hepiniz topluca
barış ve güvence ile İslama girin ve
şejrtanın adımlarını izlemeyin" şeytamn adımlamı izlemeyecekler. Hz. Peygamber mümini tanımlarken, "o konuş u r k e n elinden ve dilinden emin
olunandır" buyurmuşlardır. Eğer biz
mevcut cemiyetleri zihni bulanmuş
olan insanlara İslam'dan ona bir zarar
gelmez ve benden sana bir zarar gel-
mez dediğimiz anda bu insanlar bu davaya iştirak edeceklerdir. Onun için
Kur'an-ı kerim de şöyle buyuruluyor:
"Ey iman edenler, sizler kendi
kavminden yana olmayan fakat sizden
yana da mücadele etmeyenleri ne diye
durup dururken kendinize düşman
ediniyorsunuz? Eğer Allah dileseydi
onlan da sizin üzerinize salardı."
İşte biz model derken komşumuzun bizden emin olduğu bizden kendisine bir kötülük gelmeyeceğini en azından İslami düşünceye, İslami harekete
karşı tarafsız kalacağı bir yaşama biçimini bir davramş biçimini ortaya koymayı kastediyoruz. Bunu yaptıktansonra Türkiye'nin pratik ortammda bir
çok insan Kur'an-ı Kerimde ilk gelen
ayetlerde belirtildiği gibi müminden
başkasını dost, veli ve sırdaş kabvıl etmemek. İslam alimlerinin de ifade ettiği bu prensip, Tevhid ile başlayan bu
mücadeleyi en güzel tarzda giyinmek,
tüm haksızlıklara karşı tavır almak,
tavır koymak.
"Önce en yakın akrabam korkut
ve sana tabi müminlere korujoıcu kanadını indir. Sana tabii olmayanları
bırak" (Şuara; 214-216)
"Hz. İbrahim kavmine dedi ki: Biz
sizlerden onlardan başka tapmakta olduğunuzdan nitekim uzağız. Sizi tammayıp inkar ettik. Sizinle aramızda Allah'ın kararı gelinceye kadar ebediyyen düşmanlık gelmiştir. Siz Allah'ı
bir tamyıncaya kadar aramızda sevgi
bağı yoktur."(Mümtahine/4)
Peygamberler kendisine karşı çıkan insaıüann hiçbirine dini anlatmamak gibi bir yanlışa düşmezler. Tam
tersine Hz. Peygamber Kureyş ileri geenleri dahil olmak üzere dini konuşma
fırsatım oluşturmak için gayret sarfetmiştir. İşin ilginç yam, ambargo müşrik sistemden gelmiştir. Kur'an-ı Kerim'i dinlemek isteyenlerin üzerine tahakküm kurmak istemişlerdir.
"O halde onlara aldırma, onlara
öğüt ver ve onlann içine tesir edecek
güzel söz söyle." (Nisa; 63)
"Rabbinin yoluna hikmetle, güzel
öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et." (Nahi; 125)
Buna biz 'en güzel tarzda mücadele' adım veriyoruz. Birinci yapmamız
gereken şey zulüm ne taraftan gelirse
gelsin, haksızlığı kim uygularsa uygulasın,haksızın yanında olmak zulme
karşı çıkmak.
"Sen ve sana tabii olanlarla beraber yolunuzu dosdoğru tutvm. Azıtmaym. Çünkü o yapmakta olduklarınızı
görendir." (Hud; 112) "Zuhne sapanlara eğilim göstermeyin, yoksa size ateş
dokunur." (Hud; 113)
"Size ne oldu ki münafıklar hakkmda iki gruba aynidımz?" (Nisa; 88)
Şu halde münafıklar konusunda
ikiye bölünmeniz ne diye? Dört veya
beş yılda yapılan seçimlerde münafık
insan tmsurunun peşine gidip birbirimize düşman olmamız, bizim inançlarımıza açık ve aleni küfredenlerin hakim olması için onlann yönetime gelmesi için gayret sarf etmemiz acaba
(Nisa; 88) hükümlerine girmiyor mu?
"Döğüştükçe saldıranların emrine itaat etmeyin ki onlar yeryüzünde
fesad çıkarmakla birliği ve düzeni korumamaktadırlar." (Şuara; 151-152)
îşte biz zulme karşı tavır almak
derken bunu kastediyoruz. Şüphesiz
bütün bunlann olabilmesi bir model
olarak îslamı yaşayan insan unsurunun vereceği mücadeleyle gerçekleşir.
Ancak Türkiye'nin pratiği bize şunu
göstermektedir: Böyle bir davaya soyunmuş insanlar yılmaz insanlardır,
îslami mücadele şu an başlamış değildir, bizimle başlamış değildir. Bizden
çok önce başlamıştır. Değişik tarikatların,değişik teşkilatların, değişik gruplarm, değişik partilerin bu mücadeleye katkılan vardır. Mehmet Akiflerin. Necip Fazıl'lann, Saidi Nursi'lerin, Süleyman Hilmi Tunahan'ın ve
daha ismi hatırlanamayan nice isimsiz kahramanların bugünlere gelişimizde harçlan vardır, koyduğu tuğla
vardır. Unutmamak gerekir ki, Türkiye'de her cemaat, her tarikat, her yapı
farklı kesimlere ulaşmaktadır. Birinin
ulaşamadığı yere ulaşmaktadır. Hepsi
çahşmaktadır. O halde bunlar arasına
şer cephesinin sokmak istediği fitne
ve fesada kanarak bir kavgayı körüklemek, alevlendirmek bize düşmez.
"Müminlerden iki topluluk çarpışacak
olsa onlann aralanm bulun" Öyleyse
biz Türkiye'de ne pahasına olursa olsun müminlerin birliğim, beraberliğini
ve davranışını savunmak zorundayız.
Unutmamak gerekir ki iki mümin insanın arasındaki farklılık kapitalist
düzenle aramızdaki farktan daha büyük değildir. Batı düşüncesiyle aramızda olan tezat daha büyüktür. Hiç
kimsenin bu farklılığı bir kez olsun
önüne geçirmeye hakkı yoktur.
"Küfre sapanlar da birbirlerininveüleridir. Eğer siz birbirinize yardım
etmez ve dost olmazsanız yeryüzünde
bir fitne ve büyük bir bozgunculuk
olur." (Enfal; 73)
Allah müminleri bir konuda
uyarıyor ve diyor ki, küfre sapanlar
birbirlerinin velileridir. Eğer siz birbirinize destek olmazsanız, yeryüzünü
büyük bir fitne ve fesad kaplar. O halde müminler birbirlerine yardım etmezlerse yeryüzünde fitne ve büyük
bir bozgunculuk olur.
Zulüm yapanlara eğilim göstermeyin; yoksa size ateş dokımur. Bize
öteki dünya hatırlatıhyor. îşte bunun
için diyoruz ki her ne pahasma olursa
olsun Amerikan düşüncesine ve Batı
düşüncesine karşı olanlar bizim için
bir cephedir. Onun için diyoruz ki
müminler birlik içinde olmahdır ve Saf
suresinde belirtilen tek bir cephe olmalıyız.
Şimdi anlatacağım kıssa bizim
durumumuzu ortaya koyuyor:
Bir gün aslan çok acıkmıştır ve
ormanda dolaşan üç tane öküz görmüşt ü r . B u n l a r d a n bir t a n e s i siyah,
biribeyaz, biri de aslanın renginde
sarıdır. Aslan üç öküzün birlikte olduğu zaman bunlara saldırmaktan
çekinir. Sırt sırta veren öküzlerin aslanı parçalayacaklarından emindir.
Onun için aslan bir strateji geliştirir,
bir plan yapar, önce dostça kendileri
yaklaşır, sizin şu arkadaşlığımza, dostl u ğ u n u z a gıpta ettim der, beni de
aranıza alır mısımz? Öküzler düşünürler, aslanın yüzündeki masumiyete
bakarlar ve aslanı aralarına alırlar.
Aradan zaman geçer, aslandan bunlara hiçbir kötülük gelmez. Fakat aslan gittikçe acıkmakta ve sabn tükenmektedir. Sonra beyaz öküzün biraz
İslami mücadele ş u a n
başlamış değ[ildiz. B i z d e n
çok ö n c e başlamıştır. Mehm e t Aklilerin,
Necip Fazıl'lan n , Said-i
Nursi'lerin,
S ü l e y m a n Hilmi Tunah a n ' l a n n ve
daha ismi hatırlanamayan
nice isimsiz'
kahramanlan n bugünlere
gelişimizde
harçları vardır, k o y d u ğ u
tuğla vardır.
«Küfre
sapanlar da
birbirlerinin
velileridir.
Eğer siz birbirinize yardım etmez ve
dost olmazsanız yeryüzünde bir
fitne ve büyük
bir bozgunculuk olur."
(Enfal; 73)
uzaklaştığı zaman da diğer iki öküze
aslan: arkadaşlar burası avcılann cirit
attığı ormandır. Şu giden öküz çok dikkat çekmektedir, oysa bizim üçümüzün
renginde tezat yoktur. Öküzler ne
yapalım derler. Aslan, onu aramızdan
uzaklaştırmamız lazım, yoksa avcılar
bizi de v u r u r l a r . İki öküz bir arkadaşımıza u z a k l a ş m a s ı n ı söyleyemeyiz derler. Aslan siz merak etmeyin siz uzaklaşm ben söylerim de^.
İki öküz uzaklaştığı zaman aslan
beyaz öküzü parçalar ve yer. Aslan
gene sürüye katılır, aradan zaman
geçer gene acıkır, gene öküzü yemek
ister. Onun için sarı öküze yaklaşır,
arkadaş şu siyah öküzün rengi çok
belirgindir. Onun yüzünden avcılar
bizi vurur, onun çevremizden uzaklaştırmamız gerekir der. San öküz önce
bir düşünür ve ben ona diyemem der.
Ve aslan siyah öküzün işini de bitirir.
Aradem zaman geçer aslan gene acıkır
ve gözlerindeki o vahşi parıltıyla
yeniden san öküze yaklaşır. San öküz
yenileceğini anlamıştır, bir dakika der
ben tüm dünyaya birşey haykırmak istiyorum der: "Tüm dünya bilsin ki
beyaz öküz yendiği gün yenilmişim de
farkında değilmişim"
İşte Amerikasıyla, Avrupasıyla,
Türkiye üzerinde, müminler üzerinde
oynanan oyun bizi birbirimize düşürmek, renklerimizi dillerimizi ve cinslerimizi ayrılık konusu yapmak ve
yemektir. Onun için bu birlik ve
beraberliğimizi korumak zorundayız.
Aslanlara yem olmamak için buna
mecburuz. İşte biz yukarıdaki görevleri yerine getirdiğimiz, aramızdaki
iyiliği, kardeşliği, arkadaşlığı, dayamşmayı yaygınlaştırdığımız zaman:
"Yol ancak insanlara zulmeden ve
yeryüzünde haksız yere tecavüzde ve
haksızlıkta bulunanlann aleyhinedir."
(Şura; 42)
"Zulmetmekte olanlar pek yakında nasıl bir inkılab ile devrilip biteceklerini pek y a k ı n d a bileceklerdir."
(Şuara; 227)
İşte onun için bu birlik ve
beraberliğin sağlanabilmesi, bu
dayanışmanın sağlanabilmesi için,
şöyle dua etmeliyiz.
"Rabbimiz bizi ve bizden önce
iman eden kardeşlerimizi bağışla. Kalbimizde iman edenlere karşı kin bırakma" (Haşr; 10) ve onun içindir ki Hz.
Ah şunu söylemektedir:
"Müminler birbirlerinden uzakta
olsalar, birbirlerini hiç görmeseler de
birbirleri hakkında hayır duada bulunan bir millettirler." Evet eğer bu şartları yaparsak, zulme karşı durursak
İslam'ı bir model olarak üzerimizde
y a ş a r s a k ve m ü m i n l e r i n birlik ve
beraberliğiyle beraber tüm Batı zihni
yetine karşı olanlar, birlikte olurlarsa:
"Allah içinizden, iman edip salih
amel işleyenlere vaad etti. Kendilerinden öncekileri nasıl halife kıldıysa,
şüphesiz onlan yeryüzünde halife kılacak, onlar için seçtiği dini kendilerine
sağlam ve yerleşik yapacak ve korkulannm ardından kendilerini emniyete
çıkaracaktır." (Nur; 55)
"Allah kendi n u r u n u t a m a m layacaktır, kafirler istemese de."(Tevbe; 32)
"Allah dinini üstün kılacaktır,
müşrikler istemese de" (Saf; 9)
"Allah batılı yok edip ortadan kaldıracak" (Şuara; ??)
"Kendi kelimeleriyle hakkı hak
olarak pekiştirecektir." (Saf;??)
Allah hakkı h a k olarak pekiştirecektir. Çünkü zafer hakkındır. çünkü zafer hakka inananlanndır. Çünkü
Allah nurunu tamamlayacaktır. İşte
bu azimle bu heyecanla, bu ümitle
dualanmızı biz yalmzca Allah'a yöneltiyoruz, yalnız Allah'tan yardım diliy. oruz ve diyoruz ki:
"Rabbimiz üstümüze sabır yağdır
ve bizi müslüman olarak öldür. Rabbimiz bizim günahlarımızı bağışla,
kötülüklerimizi ört ve bizi de birlik
yapanlarla birlikte öldür. Rabbimiz
bizi zalimler topluluğuyla birlikte kılma. Rabbimiz günahlanmızı ve içimizdeki aşırılıklarımızı bağışla, ayaklarımızı sağlamlaştır ve kafirler topluluğuna karşı bize yardım et. Rabbimiz üzerimize sabır yağdır, ayaklarımızı sabit kıl ve k a f i r l e r topluluğuna karşı bize yardım et."
"Öyleyse gevşemeyin, üzülmejdn,
eğer inanmışlarsamz en üstün sizlersiniz"(Al-i İmran ;189)
Allah'a emanet olunuz...
İSİJ^M DÜNYASINDA
DÜŞÜNCE SORUNLARI VE KADIN
••
••
Hanan LEHAM'LA SÖYLEŞİ
BAYAN
HANAN
LEHAM
KİMDİR ?
BayanHanan
Leham Şam'da
doğdu. Uzun
yıllardan beri
İslam'a davet
alanında çalışmaktadır. Çalışmalarını daha
çok, yaşadığımız
çağın koşullarına uygun düşecek bir şekilde
Kur'an'i Ke'rim'in tefsiri
üzerinde yoğunlaştırmıştır. Suudi Arabistan
Riyad Üniversitesinde İslam
Kültürü ve Tefsir dalında
dersler vermektedir.Kur'an
anlayışı ve
İslam'da kadın
konularında
araştırmaları
vardır.
Kur'an'i Tefsirde
Yeni Yöntemler
Soru: Uzun zamandan beri çalışmalarınızı, Kur'an'ın yeni bir
anlayışla yorumlanması
(tefsiri)
üzerinde
yoğunlaştırmışsınız.Tefsir alanında böyle bir değişiklik ve yenilik yapmaya hu
denli istekli olmanızın
nedeni
nedir; sizden önce bu metodu uygulayan kimdi?
Cevap:"Bismillahirrahmanirrahim" ! Benim k a n a a t i m e göre,
Kur'an her çağda o çağın ruhuna
uygun biçimden yeniden yorumlanmah, tefsir edilmelidir.Çünkü objektif ve sübjektif (afaki ve enfusi)
ayetler ile ilgili keşifler arttıkça buna bağlı olarak insanın Kur'an anlayışı da gelişmekte, artmaktadır. Bu,
Kur'an ı Kerim'in olağan üstülüğündendir.
Biz, Kur'an'ın bu şekilde anlaşılması gerektiği hususunu şu ayetten
çıkarmaktayız: "De ki: "Rabbim'in
sözlerini yazmak için deniz mürekkep olsa, Rabbimin sözleri tükenmeden önce deniz tükenir. Yardım için
bir o kadarını getirsek bile yine yetmez" (Kehf 109).
Kur'an öyle bir kaynak ki ne azalır ne tükenir. îşte bundan dolayı
her çağda, o çağın olaylarına, gerçeklerine uygun düşecek Kur'an tefsirini yazmak gerekir. Bu girişim, bu
yolda atılmış salt bir adımdır. Gençlerin çok daha iyisini, çok daha güzelini yapmak için bu yola girmelerini
t e m e n n i e t m e k t e y i m . Şu a n d a
Kur'an tefsiri alanında bir takım yeni yorumlar, yeni çalışmalar sundum. Ancak bu çalışmalar gelecekte
eskiyecek, orjinalitesini yitirecek,
normal bir yorum, normal bir çalışma haline gelecektir. Bizim sürekli
bir biçimde Kur'anı Kerim'in ahkamına uygun gelecek biçimde görüşlerimizi, kavrayışlarımızı geliştirmeye
ihtiyacımız vardır.
Kur'an'i bu şekilde
yorumlarken izlediğiniz belirli bir yöntem
var mıdır?
Ben Kur'an'i tefsir ederken şu
metodu izliyorum: Ayetleri konulanna göre parçalıyorum. Çeşitli surelerde, aynı konu ile ilgili ayetlerin
tamamım, konunun genel hatlarıyla
araştırılmasının ve anlaşılmasının
daha kolay olması için, bir araya getiriyor, bir bütün halinde yorumluyorum. Yaptığım çalışmalarda kay-
Asıl sorun, beynini nasıl kullanacağım, Allah'ın kendisine bağışladığı
gücü nasıl kullanacağını,
Kur'anı farklı
biçimlerde,
farklı üsluplarda nasıl algılayacağım öğrenen yepyeni bir
müslüman şahsiyetini nasıl
meydana getireceğimiz hususunda saklıdır...
nak belirtmiyorsam da ayetleri yorumlarken tefsircilerin muteber gördüğüm görüşlerini alıyorum. Bu görüşlerin ardından kendi özgün görüşümü ortaya koyuyor ve bu h a k k ı
kendimde görüyorum. Tefsir ve diğer
çalışmalarımın tamamını Malik bin
Nebi'nin düşünceleri üzerine kurmuşum. Metodumu onun düşünceleri ışığında belirlemişim. İtiraf edeyim ki.
Malik bin Nebi'den çok etkilendim.
Tefsir ettiğiniz sureleri
hangi
esasa göre seçiyorsunuz;
niçin
başka sureler değil de, belli sureler?
Evet, bu surelerin tefsir edilerek
yayınlanması bilinçli bir seçim sonucu
olmuştur. Kur'an ezberleyen bir cemaatle birlikte ilk kez tefsir çalışmalarına başladığım zaman, orada
Kur'anın tamamının baştan sona kadar tefsir edilme metodu uygulanıyordu. Daha sonra biz öncelikle üç sureyi, Nisa,Nur ve Ahzab sureleri, ev ve
kadın konularını içeren sureler oldukları için bunları seçip tefsir etme metodunu uygulamaya başladık. Nitekim Hz. Ömer bin Hattab (Allah ondan razı olsun )'m da, müslüman kadınlara bu sureleri okumalarını, incelemelerini tavsiye ettiği rivayet edilmektedir. Başlangıçta bu sureler üzerinde çalışmakla işe başladık. Daha
sonra zaman zaman çeşitlilik olsun,
Kuran'sal hitab türü hakkında belirli
bir fikir versin düşüncesiyle Mekki
sureler üzerinde de çalıştık.
Yaptığım tefsir çalışmalarım bir
kitab haline getirip yayınlamaya Yasin s u r e s i n i n tefsiri ile başladım.
Çünkü İslam dünyasında bu surenin
önemli bir yeri vardır; müslümanlar
bu sureyi çok severler ve önün diğer
surelerden ayn özel bir faziletinin olduğuna inanırlar .Nisa suresine gelince, Suudi Arabistan'da çalıştığım üniversite tarafından bu sureyi tefsir etme görevi bana verildi. Kitap çıktığı
günden beri, hala bu üniversitede öğrencilerin başvuru kaynağı olarak kabul edilmektedir.
Özellikle bu surenin seçilmesi, bel-
kide bu sure vicdani ve duygusal konulan, diğer surelerden daha yoğun
biçimde işlediği içindir. Surenin tefsirinde piyes m e t o d u n u uyguladım.
Böylelikle surede bulunan bazı özgün
düşüncelerin bilincine vardım. Saptadığım bu düşünceleri, insanın duygul a n üzerinde daha çok etki uyandırmak için, duygusal bir biçimde sundum. Bu konuda hayli olumlu tepkiler de aldım, şöyle diyorlardı: Keşke
hep bu yöntemi uygulasanız ; çünkü
bu yöntem çok etkili bir yöntem...
Çeşitlilik olsun diye Medeni surelerin yanı sıra Mekki
sureler
üzerinde çalıştığınızı
söylediniz.
Mekki surelerin Medeni
surelerden farklı özellikler taşıdığı bilinmektedir. Sözgelimi Medeni sureler, Mekki surelere oranla
daha
keskin (sert) ifadeler
içermektedir?
Keskin ifade deyimi ile savaş emri
içeren ayetleri mi yoksa emirler nehiyler bildiren ayetleri mi kastediyorsunuz, öncelikle bunu belirlememiz
gerekir?
Emir ve yasak bildiren
kastediyorum?
sureleri
Mekke döneminde inen sureler insanın psikolojik özellikleri ile doludur. Zira yüce Allah nefislerin hangi
özelliklere sahip olduğunu, hikmeti
ile biliyordu. Bu nedenle Mekke dönemine ait Kur'an ayet ve sureleri sadece aklı ikna metodunu kullanmamış;
aynı zamanda bilinç altını, kendisini
Allah'ın ayetlerine açıncaya kadar sıkıştırmıştır... Örneğin Rahman suresini ele alahm. Burada Cenabı Hakk'ın
hikmetinin yüceliğine işaret eden şu
ayetin sürekli yinelendiğini göreceksiniz: "Öyle ise Rabb'inizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?".. .Vurgu.. .Müzik... Ölçü.. .Tamamen muhatabı köşeye sıkıştırma üslubu... Sürekli
pekiştirmeler...Bütün bu yöntemleri
kullanmakdaki amaç, insan psikolojisi üzerinde vicdani bir etki uyandırmaktadır.
Kanaatimce Mekke döneminde
Kur'an'ın bu anlatım biçimiyle içiçe
yaşıyan insan şahsiyeti eğitilmiş,
emir ve yasaklan kabul edip uygulamaya hazır bir hale gelmiştir. Medine'ye değin Kur'ani hitap biçimine
gelince sert ve keskin bir hitap biçimi
olarak algılanmamıştır. Böyle bir ifadeyi niçin kullanma gereği duydunuz, doğrusu hayret ediyorum.
Medine döneminde İslami toplum
gerçeklik kazandı. Bu nedenle sözkonusu toplumun belirli ilkelere göre
yeniden d ü z e n l e n m e s i gerekirdi.
Emir ve yasaklar keskin ifadeler şeklinde algılanmıyor, aksine yeni kurulan toplumun dizayn edilmesi için zorunlu kabul ediliyordu.
Bu bağlamda, emir ve yasaklarla
ilgili Kur'ansal hitapların büyük bir
kısmının, insan vicdanını ikna edici
özellikler taşıdığı, sürekli dikkatleri
hükümlere, elde edilecek yararlara,
çarpırtırılacak cezalara ve yapılan
eylemlerin sonuçlanna çekmek istediği hususu üzerinde düşünmeliyiz.
Mesela "Düşünmüyorlar mı...","Bilirseniz böyle yapmanız sizin için daha
temizdir. .."gibi. Kur'ani ifadelerin
yanı sıra miras hükümlerini düzenlemek için bizzat Allah'm tavsiyelerini
içeren özellikte Medeni ayetler vardır. Tavsiye (öneri) ise keskin, sert
bir ifade biçimi olmasa gerek...
İslam'a Çağrı
Nasıl Olmalı?
İslam'a çağrı konusuna genel
olarak nasıl bakıyorsunuz; bu
bağlamda özellikle kadınların safında bu meseleyi nasıl görüyorsunuz?
Üzülerek belirteyim ki İslama çağn henüz gerçek şekli ile kristalize
olmadı. Özellikle bu görevi üslenen
kimselerin zihninde, bu konu tam
anlamı ile yerleşemedi, netlik kazanamadı... İslami çağınya hala acelecilik, yüzeysellik, üstünkörülük egemen... Çağrı görevini üslenenlerin
büyük çoğunluğu kestirmeden, alelacele amaca ulaşmak istiyorlar... Öte
yandan diğer bir kısmı da iktidar koltuklanna kısa yoldan ulaşıp yepyeni
bir İslam toplumu yaratmada bu koltuklann gücünü kullanmayı düşünüyorlar... Oysa tepeden inme yöntemlerle yepyeni bir toplum kurmaktan
çok daha önemli olan meselenin müslüman bir şahsiyetoluşturmak olduğu
espirisini bir türlü idrak edemiyorlar...
Asıl bozukluk ve güçsüzlük islami
düşünce üslübu konusundadır. Yani
zayıfhk ve bozukluk politik konularda
değil, müslümanın aklında düşüncesinde...
Allah rahmet etsin Malik bin Nebi
şöyle demişti: "Bu gün içinde yaşadığımız İslam dünyasında var olan rezaletleri, şu büyük rezaletin sonucudur: Bu rezalet hemen her konuya
üstünkörü, yüzeysel, alelade, vurdumduymaz bakışımız, değerlendirişimizdir!.."
Sizin değerlendirmenize
göre
bu davet faaliyetini
canlandırmak için hangi araçları
kullanmak gerek?
Cenabı Hak: "Bir topluluk kendilerini değiştirmeden Allah o topluluğu
değiştirmez"(Ra'd 11) , buyurmaktadır. Bu ayeti kerimeyi kendimize gerçek anlamda ilke edinerek sadakat ve
d ü r ü s t l ü k l e onu y o r u m l a m a l ı y ı z .
Çünkü İslama davet görevini yürütenlerin çoğu daha çok başkalarını
inandırmaya çabalıyorlar. Oysa iddiayı ölçüye vurduğumuzda, şu ana kadar , davet olayının, esasta, insanın
bizzat kendisinden başladığına kesin
kanaat getirmediğimizi görürüz.
Kanaatimce çocukluktan itibaren
yepyeni bir anlayışla eğitilen, yepyeni
bir şahsiyet yaratmamız gerekir her
şeyden önce. İşe, yeni anlayış ve kavrayışla dolu nesiller yetiştirmekle
başlamalıyız...
Ne yaptığını bilen, hayatı önem taşıyan devasa meseleler karşısında nasıl tavır takınacağını, nasıl hareket
edeceğinin bilincinde olan bir nesil...
Çevremizde, özellikle çeşitli müslüman ülkelerde dramatik ve trajik
Kaza ve kader
düşüncesi, ilk
dönem müslüman kuşağı
oluşturan sahabeleri, sahip oldukları bedensel ve ekonomik güçlerini
tamamen harcamaya sevkediyordü.
Ama, onlardan
sonra gelen
müslüman nesle gelince: Maalesef, kaza ve
kader düşüncesi, onları harcamaya sevkeden
muharrik güç
olmak şöyle
dursun, harekete geçmelerini engelleyen
en büyük amil
oldu.
Çocuk eğitimi
konusunda
ana-babanm
ortaklaşa çalışmaları zorunludur; ancak bu
faaliyet ne kadar ortak yürütülse de, ananın rolû.babadan çoktur.
İşte İslam, işin
bu yönünü dikkate aldığı için
eğitim hususundaki rolünü
en iyi bir şekilde yerine getirebilmesi için
kadını boş
bırakmıştır
olaylan görmemiz, oturup müslümanların ve insanların yaşadığı bu acı
olaylara sürüklüyor... Halbuki bizim
ağlayıp sızlanmalarımız hiç bir sorunu çözmüyor...Sorun sadece Bosna
Hersek'te, Somali'de, Hindistan'da ve
diğer ülkelerde yaşanan trajik olaylarda saklı değil... Asıl sorun, beynini
nasıl kullanacağını, Allah'ın kendisine bağışladığı gücü nasıl kullanacağını, Kur'an'i farklı biçimlerde, farklı
üsluplarda nasıl algılayacağını öğrenen yepyeni bir müslüman şahsiyetini nasıl meydana
getireceğimiz hu-"*"
s u s u n d a saklıdır... Asıl düğüm
noktası burası...
Şu an d a h i
Kur'an yanlış anlaşılmaktadır. . .Ya
da ayetleri, müslümanların harekete geçmelerine
engel, onlan işlevsiz b ı r a k a n hükümler haline gelmiştir maalesef...
Çünkü ayetler olduğu gibi değil,
olduğundan farklı
bir biçimde anlaşılmaktadır... Burada
ünlü tarihçi Durant'ın şu tesbitini hatırlamakta yarar görüyorum: Şöyle diyor yazar:
"Kaza ve kader düşüncesi, ilk dönem müslüman kuşağı oluşturan sahabeleri, sahip oldukları bedensel ve
ekonomik güçlerini tamamen harcamaya sevkediyordu. Çünkü onlar,
başlarına geleceğin, ne öne alınacak
ne de sonraya bırakılacak biçimde yazılmış olduğuna kesinlikle inanıyorlardı. Bundan dolayı ellerinde bulunanı aşın denecek ölçülerde infak etmekte hiç bir sakınca görmüyorlardı.
Ama, onlardan sonra gelen müslüman
nesle gelince: Maalesef, kaza ve kader
düşüncesi, onları harcamaya sevkeden muharrik güç olmak şöyle dursun, harekete geçmelerini engelleyen
en büyük amil oldu.Çünkü onlar, harekete geçmek yerine yerlerinde otu-
rup Allah katından gelecek ilahi bağışı beklemeye başladılar, ona güvendiler... Allah'ın kaderlerine yazdığı şeyin gökten inmesini bekliyorlardı!..."
İşte bu olumsuzluklann nedeni
Kur'an'ın yanlış anlaşılmasıdır. Bu
açmazdan nasıl kurtulacağımızın bir
yolunu bulmalıyız. Başlıca sorunlarımız nelerdir ve niçin geri kaldık?
İkinci olarak pedagoji ve psikoloji bilimi ile ilgili konulan, bilinçli bir îslam
nesli yetiştirebilmek ve İslam dünyasında sayıları gün geçtikçe a r t a n
müslüman çocukJ larına yardımcı
' olabilmek için,
enine
boyuna
araştırmalıyız.
Kadının
Öncelikli
Görevi
Eğitimdir
Müslüman kadının
konumuna ve sözünü ettiğiniz hu uyanışta onun rolüne nasıl
bakıyorsunuz?
Eğitim meselesinde kadının rolü
gerçekten çok önemlidir. Fakat ne yazık ki, bu görev günümüzde tamamen
ihmal edilmiştir. Kadın da bu görevinin ne denli önemli olduğunun bilincine henüz varamamıştır. Kadım bu
yönde bilinçlendirme iddiasında ve girişiminde bulunan kimseler de kadının bu çok önemli rolünün idrakine
varamamışlardır. Kadın, eğitilmiş bir
kuşak yetiştirme sanatını yerine getirebilmesi için sahip olmas ı gereken
pratik bilgi ve kültürden tamamen
yoksundur. Ben sürekli şunu tekrarlar dururum:
"Ey kardeşlerim, siz bir ev yaptırmak isteseniz, bu işi, plan ve projesini
gelişigüzel çizen bir mühendise mi,
yoksa işinin ehli, yaptığı planı iyi yapan ve onu uygulamak için azami titizliği gösteren uzman bir mühendise
mi teslim edersiniz? Elbette aklı selim sahibi bir müslüman, evinin yapımını ehil bir mühendise teslim edecektir. Bir evin inşaatında bu kadar
titizlik göstermemiz gerekiyor ve gösteriyorsak; yepyeni, bilinçli, tutarlı
ve sağlam yapılı bir kuşak yetiştirmek ve inşa etmek gibi hayati bir
görevi, eğitim konusundaki bilgisi ve
görgüsü sıfır olan bir kadına nasıl
teslim edebiliyoruz?'
Kısacası, bu yön çok çok ihmal
edilmiştir. Ben açıkça şunu söylüyorum:
Kuşakların eğitiminde, kadının
rolü erkeğinkinden çok daha önemlidir. Çünkü o, insan yapısı ve eğitim
eylemi ile direkt ilişkilidir. Uygarlığı
yaratan yegane varlık da insandır.
Kadının bu fonksiyonu, babanın çocukların eğitimi konusundaki fonksiyonunu olumsuzlamaz. Ancak, ananın çocuk eğitimindeki payı babadan
daha büyüktür. Babaların da, dışarıdaki işlerinden veya başka nedenlerden ötürü uzun süre evden uzak kaldığını bahane ederek çocukların eğitimi sorumluluğundan kaçtığını gözlemliyoruz. Bu davranış, erkeğin büyük ayıbıdır. Çocuk eğitimi konusunda ana-babanm ortaklaşa çalışmaları
zorunludur; ancak bu faaliyet ne kadar ortak yürütülse de, ananın rolü
babadan çoktur. İşte İslam, işin bu
yönünü dikkate aldığı için eğitim hususundaki rolünü en iyi bir şekilde
yerine getirebilmesi için kadını boş
bırakmıştır. Kadının, bu görevini istenilen ölçüde yerine getirebilmesine
imkan tanımak için, onun geçimini
temin etme görevini erkeğin üzerine
yüklemiştir.
Bazı kadınlar, bu görevi basit görerek çalışmaktan, toplum içine çıkmaktan, bazı şeylerde erkeklere katılmaktan niçin mahrum bırakıldıklarından yakınmaktadırlar. Oysa Yüce Allah,eğitim vazifesini zamanında
yerine getirebilmesi için bütün imkanları ona tanımış,bütün fırsatları
onun için hazırlamıştır. Sözgelişi,
terbiye görevinin y a n ı s ı r a b a ş k a
alanlarda etkinlik göstermesini de
emrettiğini görmekteyiz. Örneğin;
Cenab-ı Hak, ilim örenme3d her müslüman erkek ve kadına farz kılmıştır.
Bayram n a m a z l a r ı n a katılması ve
eğitim konusunda kendisine katkıda
bulunacak etkinlik alanlarına girmesi
de istenmiştir. Fakat ne yazık ki, İslam toplumu, her konuda olduğu gibi
bu konuda da güçsüz ve pasif kalmıştır. Eğitim görevini hakkıyla yerine
getirebilmesi için kadına daha çok zaman kazandırılacak yerde, evin hizmetçilik işleri de onun sırtına yüklenmiş ve evin hizmetkarı konumuna getirilmiştir.
Sözlerinizden sanki şöyle demek istediğiniz anlaşılmaktadır:
Kadm çalışmak için toplum içine
çıkamaz, sürekli evinde oturmalıdır...Bu m e s e l e b u g ü n l e r d e sürekli gündemde tutulan bir meseledir...
Bu durumda yüksek eğitim yaparak mühendis, hekim ve benzeri
mesleklere sahip olan
kadınlara
nasıl bakmalıyız... Şimdi
bunlara;
bu kadar eğitimin ardından,
birçoğu ekonomik baskılardan
ötürü çalışmak zorunda iken, evlerinde oturup, sadece
çocuklarını
eğitmelerini nasıl
isteyebiliriz?
Cenabı Hak elçisine:"De ki, yapmak istediklerinizi yapın; çünkü yaptığınız işleri Allah da görecek. Resulü
de..."(Tevbe 105) buyurmaktadır.Eylem, işte uygarlığı yaratan yegane unsur..İnsanın denenme alanıdır eylem.İslam, kadını çalışmaktan, eylemden engelliyor diyen ve böyle düşünen
kimse yanılmıştır.Ancak burada ben
şunu söylerim: Erkeğin çalışma alanı
eşya üretimine yönelik olduğu , kadının da esas çahşma alanı insan yaratmak, insan üretmektir. .Bu ise uygarlıkta üretimi en pahalı olan unsurdur.
Toplum, kadının sosyal, siyasal ve
ekonomik alanlarda çalışmasına gereksinme duyduğu zaman, yada kadın
ekonomik koşullar nedeniyle çalışmak
zorunluluğu duyduğu zaman,bunun
yetişen kuşağın eğitilmesi hesaplarına ters düşmemesi, çocukların haklan n a zarar vermemesi gereklidir. Ço-
Gorbaçov
diyor ki:'İtiraf
etmemiz ge- .
rekir ki Rus kadını, sosyalist
devrimde büyük hizmetlerde bulunmuştur. Ancak bu
bağlamda kadının dışarıdaki
işlerde çalışmak için evini
ve çocuklarım
terketmesi sonucu Rus aile
yapısının güçsüzleştiğini de
unutmamalıyız.
Bunun faturasının oldukça
yüksek olduğu
hususunu gözönünde bulundurmamız gerekir."
üzülerek
belirteyim ki,
İslam'a çağn
henüz gerçek
şekli ile
kristalize ohnuş
değUdir.
Özellikle bu
görevi
üstlenenlerin
zihninde bu
konu tam
anlamı ile
yerleşemedi,
netlik
kazanamadı,
islami çağrıya
hala yüzeysellik,
üstünkörülük
ve acelecilik
egemen^.
cukların korunmasını, eğitilmesini
devletin çocukları korumak için çeşitli
kımımlar (kreş, ana okulu vb.) kurarak, büyük annelerin özel fedakarlık
göstermeleri sayesinde, garanti altma
alabilirsek kadının çahşmasına engel
olan herhangibir unsur yoktur, aksine
bu durumda kadının çahşması, yerine
getirilmesi gereken sosyal bir zorunluluk olur. Zira bizim iyi eğitim görmüş kadın öğretmene, kadın hekime,
kadın mühendise, kadın davetçiye
şiddetle ihtiyacımız vardır. Fakat ben
bunlar olacak diye, bu kadınların, çocuklarını ihmal etmelerini, para kazanmak için işe giderken çocuklarını
cahil, görgüsüz bakıcılara bırakmalarını kesinlikle kabul etmiyorum. Zira
biz böyle yaparsak insana verdiğimiz
değerden daha çok eşyaya değer vermiş oluruz. Burada Mihail Gorbaçov'un ünlü kitabı Perestroika'da kadın konusundaki düşüncelerini hatırladım, arzedeyim. Gorbaçov diyor
ki:"İtiraf etmemiz gerekir ki Rus kadını, sosyalist devrimde büyük hizmetlerde bulunmuştur. Ancak bu bağlamda kadının dışarıdaki işlerde çalışmak için evini ve çocuklarını terketmesi sonucu Rus aile yapısının
güçsüzleştiğini de unutmamalıyız.
Bunun faturasının oldukça yüksek olduğu hususunu gözönünde bulundurmamız gerekir. Çünkü bu durum Rusya'da yetişen kuşakların farklı kişiliklere sahip olmasına neden olmuştur.
Bu hususta şimdilerde duyumsadığımız ve ayırdına vardığımız çok önemli
toplumsal problemler meydana gelmiştir.Bunun için, diyor Gorbaçov, zaman yitirmeden bu alana el atmalıyız.
Çünkü kadına çok ihtiyacımız var bu
alanda. Bu meselede kadının bıraktığı
boşluğu dolduracak kimse yoktur..."
Afedersiniz, bayan Hanan, burada okuyucunun öğrenmek istediği bir soru sormak
istiyorum.Sizin çocuğunuz var mı, evinizin dışında çalışıyor
musunuz?
Evet, çocuklarım var; hepsi büyüdü, evlendiler ve çoluk çocuk sahibi
oldular.
Çalışma meselesine gelince, ben
şimdiye kadar herhangi bir resmi işte
çalışmadım, sadece İslam'a davet etkinliklerinde bulundum. Ancak bu
bağlamda şunu da açıkça ifade edeyim ki, çocuklarım, birçok hususta
kendilerini ihmal ettiğimizi, onları
birçok şeyden mahrum bıraktığımızı
söyleyerek bize sitemkar olmaktadırlar.
Zira davet etkinliklerinin de bir
sınırı vardır. İnsan faaliyet yapacağım diye yeterinden fazla çocuklarını
ihmal etmeye hakkı yoktur.
Biz gene kadının çalışması ve
topluma katılması üzerine konuşmak durumundayız.
Sosyal hayatta çalışma
görevi
kadınlar
istesede istemesede
erkek unsuru üzerine
kurulmuştur;
bu noktada kadınların
erkeklere
uyması gerekir. Bu meseleye bakış
açınız nedir; ikinci olarak
kadının eve kapatılmasında
aşırılığa
kaçılmasını
ve tutucu
davranılmasını nasıl karşılıyorsunuz.
Kadın erkek ilişkilerinde
belirli bir
dengenin gözetilmesi
hususunu
nasıl
yorumluyorsunuz?
"İnanan erkekler, inanan kadınlar,
birbirlerinin
v e l i s i d i r l e r . "(Tevbe,? l),buyurulmuştur. İslam orta yolu gözeten bir din olmakla temayüz
etmiştir. "İşte böylece insanlar üzerine
tanıklık edesiniz diye sizi orta bir ümmet yaptık."(Bakara, 143).
Müslümanlar her hususta, sapanların büyülü tuzaklarına düşmeyelim
diye, ılımlılığı, orta yolu ve dengeyi
gözetmeye azami ölçüde özen gösterirler. İfrat ve tefritten kaçınırlar.
Kadının erkeğe uyma ve onu izleme sorununa gelince bu meselede yukarıda sıraladığımız temel ilkelerin
türevidir. Kadını eve hapsetmede aşırıya kaçma hem erkeğe hem de kadına zarar verir. Bunun sakıncalannın
etkisi topluma yansır. Sınırsız bir
uyum ve bağlanma geçmiş toplumlarda parçalanmalara, ailelerin dağılmalarına neden olmuştur. İlk dönem islam toplumuna dönüp sahih hadis ve
haberlerle tasvir edilen bu toplumun
Değişim
sadece örtünm e k t e n ibaret
kalacaksa,
doğrusu bu,
örtünme
adına, sözk o n u s u hanımların daha önce yaptıkları
gibi, büyük bir
sorundur.
Çünkü böyle
bir anlayışla
örtünmek, sözk o n u s u kadında, kendisind e n memnuniyet duyg u s u yaratmaktadır.
şekli üzerinde düşündüğümüzde takva ve iman gölgesinde kadın ve erkeğin ne denU birbirleri ile uyum içerisinde yaşadıklarını görebiliriz. Nitekim Dr. Abdülhalim Ebu Şaffe, "Peygamherlik Çağında Kadının Özgürlüğü" adh eserinde îslam toplumundaki sadakat unsurunun şu iki
ilkeye dayandığım söylemektedir:
1-Kadın ve erkek,iki cins arasındaki ilişkilerde, psikolojik sağlıktan yararlanmışlardır.
2-İnanan erkekler ile inanan kadınlar a r a s ı n d a k i kardeşlik bağı"Kadınlar erkeklerin kardeşleridir. "takva ve islami terbiye ölçülerinde
hareket edildiği sürece olumlu bir
özellik kazanmıştır. Halbuki orada
da her toplumun, her çevrenin gözetmesi ve yaşaması gereken kendilerine özgü adetleri yine vardı. Bu olgu,
çeşitli mü'min cemaatlerin birbirlerine saldırmadan birbir haklarını koruyarak kardeşlik ölçüleri içerisinde
İslami davet görevlerini yerine getirmelerini sağlamak için çok önemli bir
ölçüdür. Bu bağlamda Rasulullah'ın salat ve selam üzerine olsun - insanları töhmet altmda bırakan konulardan kaçınılmasının ne denli önemine
işaret ettiği hususunu unutmamalıyız. Nitekim hızlı hızlı yürüyen iki
adam onu eşiyle sohbet ederken gördüklerinde onlara:"Bu kadın sizin
anneniz Safiye'dir."diyerek hakkında
doğabilecek kuşkularını izale etmiştir.
Son günlerde kadınlar
arasında örtünme hareketi hayli yayılmaya haşladı, tesettüre
hızlı
hir dönüş var. Bu hususu
nasıl
görüyorsunuz;
müslüman
kadın
açısından örtünme en haşta istenen hir eylem midir yoksa hu olgunun da ondan daha derin, daha önemli olan olgularla
ilişkilendirilmesi mi gerekir?
Bu görünümler, şayet bir vakıaya
işaret ediyorsa bu demektirki, İslam
aleminde, her şeye rağmen dinsel (İslami) duygu hala var ve hala varlığını
devam ettiriyor. Bu gösterge bizi mutlu ediyor. F a k a t -çok üzgünüm- bu
gelişmeleri, İslami yönde gerçekleşmesini umduğumuz hakiki bir
değişim ölçüsüne v u r d u ğ u m u z d a ,
u m u l a n d a n çok cılız k a l d a ğ ı n ı
görürüz.
Doğruyu söylemek gerekirse bu tür
gelişmelerin bazen y a r a r ı n d a n çok
zararı olur. Çünkü örtünme her şeydir, bilinci ile h a r e k e t edilmesine
neden oluyor. Salt örtünmeyi her şey
olarak görmek, örtünme hususunda
bir nevi hastalıktır. Bazen bu tür rüzgarların etkisiyle örtünen bacılarımızla oturduğumuzda onlara şöyle sorduğumu anımsıyorum:Şöyle demiştim
onlara:"Bu
örtünme
eylemi,
y a ş a m ı n ı z d a h e r h a n g i bir ciddi
değişiklik m e y d a n a g e t i r d i mi?.."
Neredeyse hepsi bana şöyle cevap vermişti: İşte efendim ben zamanında
şöyle şöyle idim, şöyle yaşıyordum,
böyle yaşıyordum, Allah'a hamdolsun,
daha sonra örtündüm... Fesübhanallah dedim, örtünmenin dışında neler
yaptınız?.. Değişim sadece örtünmekten ibaret kalacaksa, doğrusu bu, örtünme adına, sözkonusu hanımların
daha önce yaptıkları gibi, büyük bir
sorundur. Çünkü böyle bir anlayışla
örtünmek, sözkonusu kadında, kendisinden memnuniyet duygusu yaratmaktadır. Böyle bir duyguya sahip
olan kadın artık başka şeyleri araştırma gereksinimi duymuyor. Evet kendileri örtünmüşler fakat bunun yanı
sıra beyinleri de örtülü kalmış; işte
asıl sorun bu...
Bakın, herhangi bir kadını örtmek
istediğimiz zaman onun beynini özgür
bırakmalıyız; aklının üzerindeki ört ü l e r i a ç m a l ı y ı z . . . k i k a d ı n , yeni
k u ş a k l a n n a s ı l eğiteceğini, n a s ı l
hareket edeceğini ve de yaşadığı çağın
p r o b l e m l e r i ile n a s ı l m ü c a d e l e
edeceğini, n a s ı l b o ğ u ş a c a ğ ı n ı anlayabilsin.
(El-Âlem, 4 Eylül 1993, s.499)
ARAŞTIRNA
KELAM ILMI VE
KELAM EKOLLERI (ı)
ismail TUMAY
Kelam'ın Tanımı ve Konusu
Kelam, bir
ilahiyat felsefesi değildir. Felsefe, fikri bir
amaç olan hakikata ulaşmak
ister. Kelam ise
fiili bir amaç
olan h a y n esas
alur. Felsefe ile
eşyanın hakikatına, kelam
ile yaratıhnışl a n n düzenine
çıkılır.
idine uygun deliller içerse bile, ne
Kelam, ne de î s l a m i ilim olması
Klasik tanımıyla Kelam, Al- mümkündür. Sadece Felsefe olabihr.
lah'm Zat ve Sıfatlarmdan başlangıç Kelamda şart, şeriatın akılla doğru(mebde) ve son (ma'ad) itibariyle, ya- lanması ve itikad edilen prensiplerin
ratılmışlarm hallerinden İslam esas- nasslardan olmasıdır. Bu iki şarttan
larına göre bahseden bir ilimdir ve birisi eksik olduğu takdirde, yapılan
amacı, nakil ile doğrulan akli delil- iş Kelam ismi alamaz. Şer'i problemler getirmek ve şüpheleri gidermek leri içerir, fakat şer'i delillere dayansuretiyle dinin temeli olan Akaidi mazsa kelamdan söz edilemez. (4)
izah, ispat ve müdafaa etmektir.(l)
Felsefede, akli temellere oturan
Kelam, İslam esasları kaydı ile fikir ve görüşlere dayanarak şeri kefelsefeden aynhr. Felsefenin özü, hiç- sinliğe muhalefet olabildiği halde.
bir prensibe mutlak anlamda bağlan- Kelamda muhalefet değil, aksine söz
madan serbestçe akıl yürütmedir. O, , konusu kesinliğe tamamiyle muvafayol gösterici her ükeyi kuşku ile kar- kat vardır. Böylece akıl vahyin yönşılar, tamamen rasyonel bir yolla ha- lendiriciliği ile hatadan korunmuş
kikati araştınr; bımun sonucu ya in- olur.(5)
karda karar kılar, ya da saf aklın
Kelam, başlangıç ve son kaydıymutlak hakikati bulamacağı kanısı- la pozitif bilimlerden aynhr. Bu bina varır. İslam'ın esası ise iman- limler evrenden ve varhklardan bahdu-.(2)
sederse de, başlagıç ve son itibariyle
Onun için Kelam, bir ilahiyat evrenin ve varlıklann mahiyetinden
felsefesi değildir. Felsefe, fikri bir bahsetmeyip, duyulanmızla algıladıamaç olan hakikata ulaşmak ister. ğımız olaylardan ve olaylar arasındaKelam ise fiili bir amaç olan hayn ki sabit ilişkilerden (kanunlardan)
esas ahr. Felsefe ile eşyanın hakika- bahseder.
tma. Kelam ile yaratümışlarm düzeİçinde yaşadığımız alemin manine çıkılır. Felsefede insan aklından hiyeti ve genel yapısı, bu alemin yaçıkan hakikatlar amaç, din araç ol- pısında ve düzeninde daimi bir unsuduğu halde. Kelamda akli bilgiler r u n b u l u n u p bulunmadığı, bizim
araç, din amaçtır.(3)
onunla nasıl bir ilişki kurduğumuz,
Konu doğrudan doğruya veya yaşadığımız alem içinde nasıl bir yer
dolaylı olarak İslam akaidini ispat işgal ettiğimiz ve işgal ettiğimiz yere
amacı taşımadığı sürece, İslam aka- uygun tavır ve hareketimizin ne ola-
cağı şeklinde sorular, pozitif bilimlerin
İtikadi hükümler (akaid), pratik
sımrlanm ve imkanlarını aşmaktadır. hayatın olaylanna tabi olmalan tasavBunları ancak felsefe ve kelam cevap- vur bile edilemeyen temel hükümler
landırabilir.(6)
durumundadırlar. Bu gibi hükümler
Bu durumda Felsefe ve Kelamın hafızalarda kolayca tutulmak ve kokonusu aynı olmaktadır. Ancak, Felse- runmak için birarada toplanmışlarfe akıl esaslarına göre. Kelam ise İsdır. Ancak temelhükümlere ait istidlam esaslarına göre, hiçbir şeyle kayıt- lallerin yönleri, şüpheyi giderme yollalı olmaksızın varlıklardan bahseder- n , bilim ve tekniğin gelişim ve değişiler. Kelam ve felsefenin bahsetiği var- mine tabi olarak sürekli değişir. Bunlıklarla, pozitif bilimlerin bahsettiği lann sabit birer hakikat kabul edilevarlıklar arasmdaki farka glince; po- rek korunması ve hafızalarda tutulzitif bilimler sınırlı varlıktan. Kelam
ması düşünülemez. Ayrıca, bunlar
ve Felsefe ise mutlak yarlıktan bahseamaç değil araç durumunda olduklader.
rından, korunmaları Kelamın görevi
değüdir.Kelamm asıl amacı dini akaİlk kelamcılara göre Kelamın konusu, Allah'm zatı ve sıfatlandır, daha idi öğretmek de değildir. O, akaidi musonralan Kelamın kojausunun,doğru- halifin ve inkarcının karşısmda ispatdan da olsa, dolaylı da olsa dini akaidi lamak ve savunmakla yükümlüdür.
ispat etmek olduğu söylenmiştir. Böy- Dini akaidin şeriattan aimması zorunlece duyularla algılanabilen veya algı- luluğu vardır.(lO)
lanamayan bütün varlıklar kelamın
konusu içine girmiş olmaktadır.(7).
Kelam'ın Metodu
Kelam ilminin özünü meydana
getiren İslam Akaidi kısaca Allah'a,
Kelamın metodu, kelamcıların
meleklerine, peygamberlerine, kitap- ifadesi üe nazar (speculation=fikir, gölanna, kaza ve kaderin, hayır ve şer- rüş, teori) ve istidlaldir. Metodundan
rin Allah'tan olduğuna inanmaktır.
dolayı Kelam'a, "ilm al-nazar v'al isKelam bu şekilde. Felsefe gibi başlan- tidlal)" yahud nazari ilim veyahud da
gıç ve son hakkmda insan akimm veya istidlali iüm denir.
sezgisinin kurduğu spekülatif prensipNazar kelamda,aklım işleten bir
lere değil, İslam Akaidinin ortaya koy- Kelamcmm zihin faaliyetini ifade etduğu ilahi prensiplere dayanmış ol- mektedir ve tecrübeye dayanmadığı
maktadır. Bu sebepten o, şeri bir ilim- için akli, spekülatif bir metoddur.
dir.(7).
Kelami n a z a r ı n temelinde yer
alan mantıki metod ise diyalektik (ceKelam, mahiyeti itibariyle Allah
del)tir. Kelamda çoğu zaman nazar, isekseni etrafında dönen (theocentric)
bir ilimdir. Bütün meselelerin odak tidlal ve cedel kelimeleri aym anlamda
noktasını Allah meselesi teşkil eder. kullanılır.
Kelamda sistemin temelini teşkil eden
Cedel bir çeşit tartışma sanatı
Allah konusu, felsefede ya bütün siste- olup, tartışma veya münazara ile, çehmin son merhalesi, yahud bilginin kri- şik iddiaları ortaya koyarak gerçeği
teryumudur.(8).
bulma anlamına gelmektedir.
Antik Yunan filozofu Elah Zenon
Kelam ilminin esası, sonradan
olan (hadis) şeylerin var oluşu üe ya- . diyalektiğin mucidi kabul edilir. Zeratıcmm varlığına, birhğine, sıfatlan- non'un amacı bir tezi ispatlamak ya
na ve fillerine istidlal eserden sanat- da bir sistem kurmaktan çok,rakiplekara, sonuçtan nedene intikal etmek rinin kavrayışını yıkmaktır. Buna
ve daha sonra diğer semi(nakli) konu- olumsuz diyalektik, denmektedir. Bu
lann ispatma geçmek olduğu için, ön- diyalektik kesin öncüllerden harekece madde-cisim, özellik-nitelik (a3m ve tetmez, ama rakiplerinin kabul ettiği
araz) nevinden olmak üzere müşahede ve savunduğu öncüllerden hareket eder. Zenon diyalektiği "adhominem"
edüen varhğa ve bunlar hakmdaki insan bilgisinin doğru ve gerçek olduğu- (karşıdakine kendi konuşmalanmn ya
da eylemlerinin uyarsızlığını gösterna işaret edilerek başlanır. Böylece
amaca ulaşmak için bunlar vasıta ola- me) olarak kanıtlamr. Sokratesçi diyalektikte ise özel gözlemlerden hareket
rak kullamImaktadır.O).
Felsefede,
akli temellere
oturan fîkir ve
görüşlere dayanarak şeri kesinliğe muhalefet olabildiği
halde. Kelamda
muhalefet değil, aksine söz
konusu kesinliğe tamamiyle
muvafakat vardır. Böylece
akıl vahyin
yönlendiriciliği
ile hatadan korunmuş olur.
edilerek yavaş yavaş tümevarımla istenen genel tanıma ulaşmak ve karşıdakilerin hakikati bulmalarm yardım
etmek amaçtır. Bu, olumlu diyalektiktir. Aristoda diyalektik sistemli bir
düzenleme haline gelmiş, kendisi tarafından kurulan biçimsel mantığın
disiplini altına girmiştir. Aristo'da diyalektiğin konusu, muhtemel öncüllerden hareket eden istidlal (reasonings akıl yürütme)lerdir. Aristo da
diyalektiği olumsuz anlamda anlamıştır. Daha sonra Stoacılar diyalektiği öncüllerden zorunlu sonuçlar çıkarmak şeklinde anlamışlar ve onu
mantıkla özdeşleştirmişlerdir. Burada gördüğümüz eski diyalektiğin genel ilkesi, bir şeyde aym anda iki karşıtın bulunmamasıdır.
Felsefeci
ve fakih İbni
Rüşd'e göre;
Kur'an-ı Kerim'de AUah'm
yoluna davetin
şekilleri hikmet, güzel
öğüt v e cedel
olarak gösterilmiştir.
Bunlardan "hikmet"
burhan'a, "güzel öğüt" hitabet'e, "cedel"
ise Kelami nazara tekabül
etmektedir.
Kelamcılar, olumsuz diyalektik
dediğimiz Zenon diyalektiğini kullanımşlardır. Önceleri Yeni Eflatuncuların kullandığı bu diyalektik, daha
sonra Mutezile'ye geçmiş, onlardan
da Sünni kelamcılara ulaşmıştır. Bu
yolla kelamcılar, muhaliflerine hakikati, ona zıt iddialar yardımıyla gösteriyorlardı; yani hakikate zıt olanları
önce doğru olarak kabul edip, bunların yanlışlığım göstererek hakikatin
sarsılmaz bir şekilde tek olduğunu ortaya koymak suretiyle karşıdakini
susturmaktaydılar. İlk kelamcıların
kulandığı bu diyalektik, sistematik
olmayan bir çeşit tümevarımcı akıl
yürütmelerdir.
Böyle bir metoda dayandığı için
Kelamın savunmacı (apologetical) yönü, ispatçı (bürhani) yönüne göre ağır
basmaktadır. O, inançların özüne kadar inip ispatlamalar yapmaktan ziyade, onarın karşısındaki fikirlerin
çürüklüğünü ve tutarsızlığım gösterme yoluna gitmiştir.
İkinci dönem kelamcıların (Müteahhirin'in) ilk temsilcisi olan İmam
Gazali, mantıki metod olarak ilk kelamcılar (kudema)nın kullandığı düzensiz diyalektiği yetersiz bularak,
felsefecilerin kullandığı suri mantığı
kelamın mantıki metodu haline getirdi. Bundan sonra Kelamcılar artık
tümdengelimive kıyası kullanmışlardır.
Fakat yine de, Kelamcılarla felsefecilerin metodu arasında bazı temel farklar bulunmaktadır. Kelamcı-
lar sırf akılcı değildirler. Ortaya koydukları akli delilerin, nakil tarafindan
doğrulanmasını esas kabul ederler.
Yine Kitap ve Sünnete tabi olmak
Kelamcüarda bir zorunluluktur. Doğru nazar'a ters düşen nakilleri te'vil
ederler, ancak tevilleri keyfi olmayıp,
İslam'ın temel esaslarına ve ruhuna
uygun düşecek şekilde kurallara bağlanmıştır. Mecbur kalmadıkça da te'vile başvurmak istemezler.
Halbuki felsefeciler nasları yorumlamada "tahyil" ve "temsil" e kadar gidiyorlardı. Onlara göre nasslarm
zahiri, felsefî hakikatler için birer
sembol ve misalden ibaretti. Allah,
cennet, cehennem ve meleklerle ilgili
nasslar, halkm hayal ettiği şeyler oluyor, onlann esasım yansıtmıyordu. Bu
tür tevillere bazı mutasavvıflar ve çoğunlukla Batıniler de başvurmuşlardır.
Kelamcılar katında beşduyu ve
tecrübenin de önemh bir değeri vardır.
Ancak uygulamada akıl bunlardan daha önemli bir yere sahiptir.
S e l e f i y e ise felsefecilerin ve
Kelamcılann metodunu eliştiriyordu.
Onlara göre hak ancak naküle bihnir,
nazar ile değil. Ancak Rasulün haberiyle akıl yürütülebilir, ispata gidilebilir. Peygamberimiz hakkı doğrudan
doğruya bildirmiştir ve seçik akıl ile
sahih nakil birbiriyle çelişmez. Felsefecilerin ve Kelamcılann nazan ile ya
da mutasavvıfların keşfi ile nasslar tevü olunamaz.
Felsefeci ve fakih İbni Rüşd'e göre; Kur'an-ı Kerim'de Allah'ın yoluna
davetin şekilleri hikmet, güzel öğüt ve
cedel olarak gösterilmiştir. Bunlardan
"hikmet" burhan'a, "güzel öğüt" hitabet'e, "cedel" ise Kelami nazara tekabül etmektedir; Filozoflar burhan'ı,
selefiye ise hitabeti kullanmıştır .Hitabet, felsefecilerin dilinde, makbulat
(sözü söyleyenin otoritesinden dolayı
doğru kabul edilen önermeler) ve zanniyattan yapılan kıyastır. Kelamcılardan Fahreddin Razi ve Beyzavi de,
'Rabbinin yoluna h i k m e t ve güzel
öğütle davet et; onlarla en güzel şekil
hangisi ise onunla mücadele et.." (EnNahl; 16/125) ayeti kerimesinde geçen
"hikmef'i burhan," güzel öğüt"ü hitabet ve "mücadele"jd cedel şekKnde
yorunılamaktadırlar.( 11)
Kelam'ın Doğuşu
ve Tarihi Gelişimi
a) Kelamın Doğuşunu Hazırlayın Faktörler
İslam'ın ilk dönemlerinde Hz.
Peygamberin ve sahabe büyüklerinin
varlığı, müslümanlarmdini bir konuda anlaşmazlığa düşmelerini önlemiş,
bütün problemlerin çözümünü Kitap
ve Sünnette bulan saf bir iman hakim olmuştur.Bu dönemde iman akideleri Ku^an ve Sünnette zikredilen
delillerle ispat edilmiştir.(12) Fakat
Hz. Peygamberi'n ve onun aydınlık
çevresinde yaşayan sahabe büyüklerinin vefatmdan sonra kolayca çözülemeyen sorunlar ortaya çıkmaya
başladı.
Sorunların ve anlaşmazlıkların kaynaklan şunlardır:
1. Hilafet
çatışmalan
Hz. Osman zamamnda başlayan
kabile kavgaları ve Hz. Osman'ın şehadeti,arkasmdan Hz. Ah üe Muaviye arasmda çıkan hilafet çatışmaları
ile doruğa ulaşan siyasi çekişmeler ve
iç savaşlar, aKdelerle ilgili bir çok sorunu da birlikte getirmiş; bu çatışmalarda öldüren ve öldürülenlerin sorumlulukları, büyük günah işleyenin
dinden çıkıp çıkmayacağı, imamn tarifi ve sınırlan, fiillerin kaynağı, cebir ve ihtiyar, halifenin seçimi gibi
problemler birden gündeme gelmiştir.(13)
2. Fetihler sonucu,
Müslümanların yeni toplumlarla
temasa geçmesinden sona çeşitli kültürlerin ve eski inanç
tortularının islam'a karşımaya
başlaması.
Bu, İslam'a yeni giren kimseler
t a y f ı n d a n ya kötü niyet olmaksızın
ve farkına vanimadan yapılıyor, ya
da, müslüman gibi görünüp İslam'ı
içerden yıkmayı amaçlayan kötü niyetli kişiler tarafından yapılıyordu.
Bunun sonucudur ki, İslam'ı bulandıran, ya da temellerini tahribe yönelen
bazı hareketler doğmuştur. Bunlann
başında muharref Musevilik ve Hıristiyanlıktan gelen efsane, batıl itikat,
doğruluğu şüpheli hikaye ve kıssala-
n n ağızdan ağıza aktaniması ile ortaya çıkan İsrailiyyat ve Mesihiyyat
ile Batinilik geUr.
Batmilik, eski Hind-İran (özellikle Manilik) ve Sab'i (Babi putperestliği üe Yeni-Eflatunculuğım kanşımı olan Harran dini) akideleri ile
Yeni Eflatuncu felsefenin ve İslanun
bir kanşımından ibaret İslami görünüşlü gizli teşkilatların, İslam dışımezheplerin ve mistik akımlann fikri
cephesini gösteren genel bir isim olmuştur.
3. Nasslarm
tevil
(yorumlama= interpretation)
ve
tefsir
(açıklama=
explanation)
inden
çıkan
anlaşmazlıklar.
N a s s l a r m bir kısmı muhkem
(anlamı açık), bir kısmı ise müteşabih
(anlaşılması zor) idi. Dış görünüşü
(zahiri) itibariyle bazı ayetler çatışır
gibi görünüyor, bazıları da birden
fazla anlam taşıyorlardı. Bu çeşit
nasslar özelükle Mlah'm sıfatlan, kıyame, cennet, cehennem, insanm fiillerinde şerbet olması ya da olmaması
gibi konularla ilgiliydi. Yabancı kültür ve inançlarla, siyasi anlaşmazlıkların baskısı, müslümanlan bu tür
nasslann anlamlan üzerinde düşünmeye zorlamıştır. Ancak, bu gibi ayet
ve hadisleri ölçülü bir şekilde tefsir
ve tevil etmede herkes başanlı olamıyor, bu yüzden bazı aynhklar doğuyordu.
Bunlardan bazılan anlaşılması
ve tefsiri zor olan Kur'an ayetlerine
dayanarak Allah'm zat veya sıfatlannı mahluklarma benzetiyorlar, ayetlerin zahirine bakarak Allah'ın eli,
ayağı ve yüzü olduğuna inanıyorlar
ve O'na mekan isnad ediyorlardı.
(Müşebbihe ismi ile anılan fırkalar
bımlardandır).
Yine bazıları, bu karakterdeki
nasslara dayanarak ihtiyar (özerklik= autonomy) fikrini savunuyor,
"tenzih ve etatil" esasmdan hareket
ederek teşbih, tecsim ve sıfatı reddediyordu (Mutezile). Başka bir grup,
cebr fikrini savunarak ihtiyarı tümüyle reddediyor (Cebriye), diğer bir
grup da Vahdet-i Vücud düşüncesinde karar kılıyordu (Mutasavvıfa)(15).
4.Felsefenin tercüme edilmesi
İslam dininin ortaya çıktığı sıra-
Felsefe
kitaplarının
Arapçaya çevrilmesinden
sonra İslam
dünyasında
çeşitli felsefî
akımlar ortaya
çıktı v e dinin
felsefe ile uzlaştırılması çal ı ş m a l a n başladı.
larda Yukarı Mezopotamya ve İran
üzerindeki bazı merkezlerde Yunan
felsefesine ait belli başlı eserlerin tercümeleri yapılıyordu. Hristiyan Yakubi ve Nesturi mezheplerine bağlı
Süryaniler Miladi İV. yüzyıl başlarında Suriyede Yeni Eflatuncu felsefe ile
Hristiyanhğı uzlaştırmaya çalışıyorlar, birçok Yunan felsefe kitabım Süryaniyceye çevirerek şerhlar yazıyorlardı. Daha önce Yeni Eflatunculuğun İskenderiye'den Suriye'ye sıçraması ile Antakya, Urfa, Harran ve
Nusaybin'de felsefe okulları kurulmuştu.Bu okulların kaynağı olan Yeni Eflatuncu felsefe, miladi III. yüzyılın başlarında İskenderiye'de kurulmuştur. Eflatun felsefesinin zemini
üzerinde Aristocu unsurlarla doğu
mistizminin, Yunan putperestliğinin,
Sokrates'ten önceki Yunan filozoflarına ait düşüncelerin (özellikle antik
Fisagor tarikatına ait zühd unsurlarının) karıştırılmasından doğan bazen Mistik-politeist bazan da Mistikpanteist karakterler kazanan eklektik bir sistemdir. Buna Yahudi ve
Hristiyan teolojisine ait unsurların
da karışması sonucu dini bir renk kazanmıştır. Bu durum bir bakıma,
Hristiyanlık ve İslamiyet gibi evrensel dinlerin ortaya çıkmasıyla etkinliğini yitiren felsefenin, dini kılıklara
girerek tutımma çabasıdır.
Fetihler
sonucu, Müslümanlann yeni
toplumlarla temasa geçmesinden sona çeşitli
kültürlerin ve
eski inanç tortulanmn
İslam'a
kanşmaya başlaması, sorunl a n n ve anlaşmazlıklann bir
diğer kaynağıdır.
Öte yandan, Hristiyanhğı yozlaştırmakla suçlanarak Atina'dan kovulan bir grup Yeni Eflatuncu filozofu Nuşirevan himayesine alarak, daha önce S ü r y a n i l e r e k u r d u r d u ğ u
Gundaşapur okuluna yerleştirmişti.
Burada Yeni Eflatuncu felsefe, Hind
ve İran düşünceleriyle birleşerek çevreye yayılıyordu. Bir taraftan da Helen düşüncesine ait eserlerin Süryaniceye tercümesi devam ediyordu. Bu
kitaplar daha sonra Arapçaya çevrilecek ve bu iş. Halife Memım'un Bağdat'ta gayri müslimlere (özellikle
Süryaniler) kurdurduğu Beytül Hik-
me isimli okulun çalışmaları ile hız
kazanacaktır.(16)
Felsefe kitaplarının Arapçaya
çevrilmesinden sonra İslam dünyasında çeşitli felsefi akımlar ortaya
çıktı ve dinin felsefe ile uzlaştırılması
çalışmaları başladı.
Ortaya çıkan felsefe akımlarmın başlıcaları şunlardır:
4.1. Tabiat Felsefesi olup, tabiiyyun (tabiatçılar, naturalistler),dehriyjoın (materyalistler) ve İhvan-ı Safa gruplarından ibarettir. Bu gruplara zanadıka (zmdıklar= free thinkers)
de denir. Tabiat felsefesinin başlıca
kaynaklan, Fisagoryen-platonik, Stoik (revaki) doktrinlerle Hind felsefesinin kanşımından doğan sistemlerdir.
Bu felsefenin mensuplan, daha ziyade matematik, tıp ve tabii ilimlerle
uğraşan ampristlerdir.
Materyalistler, duyular aleminin dışındaki herşeyi reddeden Allah'sızlar olup en ünlü temsilcileri İbni Ravendi'dir. Bu hareketin fikirleri,
batini fikirlere kanşarak yaşamıştır.
İhvan-ı Safa ise tabiatçılar ile
Batıniler arasmda bir köprü gibidir.
Metafiziklerinin dayandığı 'sudur ve
huruç" (Herşeyin Allah'tan çıkıp yine
ona dönmesi) teorisinin kuruluşımda
yeni Eflatunculuk ile Hind doktrinlerinin etkisi vardır, siyasi etkinlik kazanmak için gizli teşkilatlar kurmuşlar ve kendi içlerinde birçok dereceler
kabul etmişlerdi. Onlara göre şeriatın zahiri avam içindi ve aydın insanlar için derin felsefi spekülasyonlar gerekliydi. Onlann eklektik sistemlerinde İslamiyet, Hristiyanlık,
Zerdüştlük, Yunan ve Hind felsefeleri
ile mitolojileri birleştirilmeye çahşdıyor ve dine kuvvetli bağlılık kınamyordu. Bilgi konusunda şüpheci idiler.
4.2. Meşşai felsefesi olup. Yeni
Eflatuncu-Aristocu rasyonel felsefe
hareketidir. Bu felsefeye, Harran
okulundan gelen ve Heramise denilen
Harran an'anesi ile Fisagor, Hristiyan ve Sab'i mistizmini ve Yeni Eflantunculuğun oluşturduğu İrfaniyye
(gnostizism)nin tesirleri de girdi. Hareketin başlıca temsilcileri El-Kindi,
Farabi, İbni Sina ve İbn Rüşd'dür.
Bunlardan ilk üçü felsefe ile İslam
akaidini uzlaştırmaya çalışıyorlardı.
İbn Rüşd ise. Yunan felsefesine olan
hayranlığı ve din ile felsefesinin
uzaktırılmasını reddediyor, fakat
akaidi ispat konusunda ondan faydalanmak gerektiğini savımuyordu.
4.3. İşKakilik olup. Yeni Eflatuncu felsefe ile Tasavvufun bir birleşimidir ve Zerdüşt dininden de etkilenmiştir. Başlıca temsilcileri Sühreverdi ve İbni Tufeyl olan bu hareket,
mukaşefe (tasavvufi sezgi) yolunu
esas almıştır.(17).
b) Kelamın Doğuşu
Yukanda belirtildiği gibi, İslam
dünyasında fikri ve siyasi anlaşmazlıklann doğması ve yaygınlaşması sonucu halk akaid konusunda hak ile
batılı ayırdetmekte güçlük çekmeye
başladı. Bir kısım insanlarda batıl ve
sapık fikirlere karşı eğilim arttı. Bu
yüzden İslam akaidinin sistematize
edilerek bir bilgi disiplini şeklinde
düzenlenmesi, onu yıkma veya bulandırma çabası içindeki akımlara karşı
savunulması bir ihtiyaç haline geldi.
Bu konuda verilen ilk önemli
eserler İmam-ı Azam Ebu Hanife
(V.H. 150)'nin Fıkh-ı Ekber'i üe. Mutezile İmamı Vasıl bin Ata (V.
130)'nın Kelam konusunda düzenlediği kitabıdır.
DİPNOTLAR:
Dİsmail Hakkı İzmirli, Muhassalu'l-Kelam ve'l-Hikme, İstanbul,
1336,s.20-21; Taşköprizade, Mevzuatu'l-Ulum, İstanbul, c.l,s.594.
2)Muhammed İkbal, İslam'da Dini Tefekkürün Yeniden Teşekkülü, İstanbul,1964,s.l7.
3)Î.H.İzmirli, A.g.e.,s.34-36; Hilmi Ziya Ülken, İslam Düşüncesi.İstanbul,1946,s. 28-29.
4)Taşköprizade, A.g.e., s.594-595.
5)İ.H.İzmirü,A.g.e., s. 20.
6)Muhammed İkbal, A.g.e., s.1'7.
7)İbn Haldun, Mukaddime, İstanbul, 1953, C.2, S.571; Taşköprizade,
A.g.e.,s. 594-595; İzmirli, A.g.e.,s.24.
8)H.Z. Ülken A.g.e.,s. 48-49.
9)Taftazam, Şerhu'l-Akaid, İstanbul,1980,s.l00.
10)İ.H.Îzmirli,A.g.e.,s.22.
11)İ.H.İznıirli, Yeni İlm-i Kelam,
İstanbul,1339/1343,c.l, s.58-61 ve s.
139-140; Aynı yazar, Muhassal, s.65;
Fazlur Ralunan, îslam,İstanbul, 1981,
s. 118; İbn Rüşd, Faslu'l-Mekal(Nevzat
Ayasbeyoğlu çevirisi), Ankara,
1955, s.8-9;Hasan Basri Çantay,
Kur'an-ı Hakim ve Meal-i Kerim, İstanbul, 1973, c.2, s.506-507; İsmail
Fenni, Lügatçe-i Felsefe, İstanbul,
1341, ilgili meddeler; Mustafa Namık
Çankı, Büyük Felsefe Lügati, İstanbul, 1954-1958; İslam Din İlimleri
İçinde İlmi Kelamm Yeri, Louis Gardet, İlahiyat Fk. Dergisi, XXIV, s.610615; Paul Folquie, Diyalektik, İstanbul, 1975, s. 9-36; De Boer, Nazar , İslam Ansiklopedisi,c. 9, s.135-137; Süleyman Sim, Mantık,Îstanbsul, 1310,
s. 143-148.
12)Îbn Haldun, A.g.e., s.573.
13)Muhammed Ebu Zehra, İslam'da Siyasi ve İtikadi Mezhepler Tarihi, İstanbul, 1970, s. 19-20; Bekir Topaloğlu, Allah'ın Varlığı, Ankara,
ts.,s.39.40.
14)Muhammed'ül-Behiy, Eİslam
Düşüncesinin İlahi Tarafi, İstanbul,
1948, s. 25-28; İbn Haldun, A.g.e.s.
573; Bağdadi, A.g.e.,s.202-206.
15)M. el-Behiy,A.g.e., s.100-175;
O'Leary, İslam Düşüncesi ve Tarihteki
Yeri, Ankara,1971, s.11-82. Boer, İslam'da Felsefe Tarihi, Ankara,1960,s.9-24.
16)de Boer, A.g.e.,s.53-108; H. Z.
Ülken, A.g.e., s. 205-319.
17)de Boer, A.g.e.,s.53-108; H. Z.
Ülken, A.g.e.,s.205-319
(Devam edecek)
• İslam dünyasında fîkri
ve siyasi anlaşmazlıkların
doğması ve
yaygınlaşması
sonucu halk
akaid konusunda hak ile
batıb ayırdetmekte güçlük
çekmeye başladı.
KAVİLOIMR
Kur'ani Kavramlar
MILLET VE ÜMMET
Mustafa AYDIN
MILLET
Tarihi gelişimi içinde,
dini bir içerik
taşıyan millet
kavramı, muhtemelen son iki
yüzyıldır, Fransız İhtilali sonrasında ortaya
çıkan milliyetçilik ( e t n i l ^ i reysellik) eğiUmlerinin de
etkisiyle, belli
türden sosyal
birliklere ad
olarak kullanılmaya başlanmıştır.
Millet kavramı, imla, söz yazdırılmış şey, anlamlarına gelen bir kökle irtibatlıdır. Kur'an-ı Kerim'de 15
yerde geçmektedir. Bunlann yedisinde İbrahim Milleti'nden söz edilir.
Ancak bu ayetlerin hemen hepsinde
o, bir din, bir inanç sistemi olarak tanımlanmaktadır.
Mesela, "Sonra sana vahyettik,
hanif olan İbrahim'in milletine uy. O,
müşriklerden değildi." (Nahi; 123)
ayetinde "İbrahim Milleti", şüphesiz
İbrahim'in dini/şeriatı demektir.
Ne var ki (özellikle günümüzde),
bir inanç sistemi demek olan millet,
kavim, aşiret vb. bir sosyal birlikle
karıştırılmaktadır. Halbuki (mesela)
şu ayet, bu farkı gayet açık olarak
vermektedir: "De ki, doğrusu ben Allah'a iman etmeyen ve ahireti de inkar edenlerin ta kendileri olan bir
kavmin milletini terkettim." (Yusuf;
37). Burada Yusuf Aleyhisselam, Mısır kavminin (toplumunun) sosyal düzenine yön veren ahlaki ve hukuki
sistemin ifadesi olan milleti (dini)
reddetmektedir. Birbirine kanştırılan
iki kavramın birlikte kullanılması
(kavmin milleti şeklindeki ifade), konuyu fevkalade açıklayıcıdır. Burada
kavim, (ümmet konusunda da geçece-
ği üzere) sayısal insan topluluğunu
ifade etmektedir.
Hadisler de bu Kur'ani tanımlama ile paralellik göstermektedir. Mesela Buhari (Hudut/5) de geçen bir
hadiste içki içen birisi için " milletten
çıkıcı değildir" buyurulur. Yani kendileri lanelenip, yüzlerine tevbe kapısı kapatılarak İslam dışı edilmiş değillerdir. Yine hadislerde geçen "Ayn
milletler birbirlerine varis olamazlar", "İnkar edenler (küfür) tek millettir.", gibi cümleler milleti, bir
inanç ünitesi (din) olarak tanımlamaktadır.
Ne var ki tarihi gelişimi içinde,
dini bir içerik taşıyan millet kavramı,
muhtemelen son iki yüzyıldır, Fransız İhtilali sonrasında ortaya çıkan
milliyetçilik (etnik/bireysellik) eğilimlerinin de etkisiyle, belli türden sosyal birliklere ad olarak kullanılmaya
başlanmıştır. Günümüzde pek çok
kimse, yanlışlıkla onu, bir modernite
olgusu olan "ulus" yerine kullanmaktadır. Halbuki millet, toplumsal içkinliğin ü s t ü n d e bir inanç ünitesi
iken ulus, sosyal/etnik bir tiplemedir,
bir zihinsel inşadır. Sosyal/demoğrafîk bir olgu olarak ulus, tüm içerik
farkına ve hatta karşıtlığına rağmen
milletle değil, olsa olsa ümmetle karşılaştırılabilir.
ÜMMET
Kur'an-ı Kerim'de yaklaşık 62 yerde geçen ümmet kavramı, aynı kökten
gelen imam (önder, lider) ile bağlantılı
olarak öne çıkan bir lider çevresinde
toplanan, bir başka deyişle ortak özellikleri olan nesnel/sayısal birlik, anlamı
taşımaktadır.
Kur'an ümmet kelimesini geniş
anlamda,tüm canlıları kapsayacak şekilde kullanmaktadır. Bu konuda şöyle
buyurulmuştur: "Yeryüzünde yürüyen
hiçbir hayvan ve iki kanadıyla uçan
hiçbir kuş yoktur ki sizin gibi bir ümmet olmasın" (En'am; 38). Şüphesiz buradaki ümmet, belli özellikleri taşıyan
ve bununla da bir başkalarından farklılık gösteren birliklerdir. Buna göre
(mesela) sürü halinde dolaşan hayvanlar, kuşlar birer ümmettirler.
Fakat ümmet, daha kapsamlı ve
derinlikli anlamını insanlar dünyasında bulmaktadır. Esasen insanlar genelde, diğer bitki ve hayvanlardan bir ümmet olarak ayrılmaktadırlar. Ama o da
zamanla kendi içerisinde pek çok
ümmetlere ayrılmıştır. Bu konuda şöyle buyurulmuştur: "İnsanlar bir tek
ümmetti. Allah peygamberlerini müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdi. Anlaşmazlığa düştükleri konularda insanlar arasında hükmetsin diye o, peygamberlerle beraber, gerçekleri içinde taşıyan kitaplar indirdi."(Bakara; 213)
Bu ayetten de anladığımıza göre,
insanlar genelde tek bir ümmet iken
sonradan aralarında inanç (millet/din)
yönünden farklılaşma doğdu, dolayısıyla da farklı ümmetler belirdi. Allah, millet çerçevesinde, doğruyu bulsunlar ve
sağlıklı bir ümmet oluştursunlar diye
yol gösterici kitaplar ve peygamberler
gönderdi. Yine yukarıdaki ayetin ışığı
altmda denebilir ki Allah, genel olarak
içkin yasalarla işlenen toplumların dışında, ilahi eksenli cemaatlerin oluşmasını murad etti. Fiziksel yönden sağlıklı işliyor görünen toplumlar da bu
çizgiye yönelmeleri bakımından uyarıldılar.
"Onlar bir ümmetti gelip geçti, onların kazandıkları kendilerinin, sizin
kazandıklarınız sizindir. Siz onların
yaptıklanndan sorulmazsınız" (Bakara;
134), "Rabbimiz, içimizden sana teslim
olan bir ümmet çıkar" (Bakara; 128) ,
"Sizi orta bir ümmet yaptık ki insanlara şahid olasınız" (Bakara; 143) ayetlerine iyi dikkat edildiğinde görülür ki
ümmetler tekil türden, yani kendine
has bir kişiliği olan varlıklardır, onun
için de herkesin sorumluluğu kendine
aittir. Yine ümmetler, bir grup yapısı/dinamiğine uygun olarak içiçe ve arkalı önlüdürler. Yani ümmet içinde ümmetler vardır. Mesela genel/İslam ümmetinin içinde bile "orta yolu izleyen,
davetçi bir özel ümmet" olmalıdır. Ümmetlerin bir kısmı gelip geçmiştir, eğer
murad edilmişse daha nice ümmetler
gelip geçecektir.
Ümmet, din demek olan milletten
farklı olduğu gibi, sosyal/nesne bir yarlık olma yönünden benzerlik gösteren
kavimden de farklı bir kavramdır. Yukarıda (millet konusunda) zikredildiği
üzere Yusuf Aleyhisselam'a nisbet edilen "Ben Allah'a inanmayan ve. ahireti
de inkar eden bir kavmin milletini terkettim" (Yusuf; 37) ifadesi, kavmi milletten ayırıyordu. "Biz onları (Yakub'un
oğullarını, soyunu) oniki ümmete ayırdık. Kavmi (yani hepsi) Musa'dan su isteyince 'asanı yere vur' diye vahyettik"
(A'raf; 160) ayeti ise kavimle ümmetin
farkını göstermektedir. Buna göre kavim daha genel ve daha belirsiz bir sosyal olgudur. (Günümüzdeki yaygın bir
ifadeyle global toplumdur). Yani belli
bir kavim içinde az-çok farklı ümmetler
bulunabilir.
Sonuç olarak denebilir ki ümmet,
grup dinamiğine sahip, yani belli inançları, etkileşimleri, başkanı (imamı) olan
küçük ya da büyük gruplardır. Sosyo/politik/dini farklı inanç yapılarında
olabilirler. Tarihi pratiklerde de buna
uygun düşen örnekler bulabiliriz. Mesela Hazreti Peygamber Medine'sinde
islam bir milletti. Ama Medine Anayasası çerçevesinde Müslümanlar, bazı
Yahudi kabileleri ve bir Hristiyan azınlık, sosyo/politik bir eksende toplanarak bir ümmet oluşturmuşlardı. Yani
bu Medine birliği, bir grup dinamiğine
sahipti. Daha sonralan oluşan Osmanlıda, içinde değişik milletlerin yer aldığı geniş kapsamlı bir ümmetti.
Ümmetin sosyal/nesnel bir varlık
olması nedeniyle bir başlangıç ve bitişi
de vardır. Onun için K u r ' a n ' d a ,
"Her ümmetin bir eceli (bitişi) vardır"
(A'raf; 34) buyurulmuştur.
Hazreti
Peygamber
Medine'sinde
İslam bir milletti. Ama
Medine Anayasası çerçevesinde Müslümanlar, bazı
Yahudi
kabileleri ve
bir Hristiyan
azınlık, sosyo/politik bir
eksende toplanarak bir ümmet oluşturmuşlardı.
DENEME
ÖZGÜRLÜK VE ITAAT
Ahmet AGIRMAN
Özgürlük,
n e kadar yüce
olurlarsa olsunlar insanın
diğer varlıklara kulluk etm e m e hakkına
sahip olmasını
gerektirir.
İslam, a k h
şirk bağlarından, cahili zihniyette temsil
olunan zulüm
halkalarından
kurtarmak
için gelmiştir.
Özgürlük, insanın ahlaki
iradesinin v e
uygarhk eyleminin somutlaştığı olaydır.
însamn özgürlükle ilişkisi zorunluluk ilişkisidir, özgürlüğe sahip olmayan i n s a n insanlığını ve
varlığının gerektirdiği çabanın dayanaklarını yitirir. Bunun en açık
delili, ö z g ü r l ü ğ ü n ü n iradesiyle
bağlantıh olmasıdır. Özgürlüğü engellenen insamn,iradesi de elinden
alınmış demektir. Şu halde özgürlük İslam'da fıtridir. İnsamn onurlandırılması ve diğer varhklardan
üstün kılınmasıyla ilgili olarak gelen îslami ilkeler fıtri olan özgürlük
olgusunu öngörmektedir. Özgürlüğün İslami boyut ve amaçlan arasında insanın nitel olarak (İslam
nimetiyle) özel olarak (icad nimetiyle) ve fonksiyonel olareık (risalet nimetiyle) onurlandırılmasını zikredebiliriz. Bu üç onurlandırma boyut u n d a özgürlüğün zorunlu olması
nedeniyle îslam onu temel almış ve
ona kefil olmuştur. Böylelikle insan, özgürlüğünün yükselişine paralel olarak yükselecek, ahlaki çizgileri ve bilinçli etkilerinin gelişimi
çerçevesinde uygarhk eylemleri gelişecektir.
Özgürlük kavramının nitel
onurlandırma, yani îslam nimeti ile
ilişkisi şudur: İslam insanı onurlan-
dırmada kendinden başka hiç bir
hayat düzeninin, ideolojinin, felsefenin ulaşamadığı bir dindir. O, inşam kula kulluktan kurtanp bütün
kullann Rabbine ve kendinden başka hiçbir ilah olmayan Allah'a kulluğa sevketmiş bir dindir. Çünkü
özgürlük, ne kadar yüce olurlarsa
olsunlar insanın diğer varlıklara
kulluk etmeme hakkına sahip olmasını gerektirir.
İrade eylemle ilişkihdir. Eylem
ise, i n s a n ı n akli gücü, d ü ş ü n s e l
açıklığı ve doğru görüşlülüğünde
kendini gösterir. Bu bağlamda İslam, aklı şirk bağlanndan, cahili
zinhiyette temsil olunan zulüm halkalanndan kurtarmak için gelmiştir. Özgürlük, insanm ahlaki iradesinin ve uygarhk eyleminin somutlaşmasıdır.
Hakkı idrak edemilmesi için
gereken serbestHğe ulaşma yolunda
inşam en çok ihtiyaç duyduğu eylemin özgürlük olduğunu vurgulamıştır, İslam dini. .
İnsan sadece Allah'ın mahlukudur. Ve onun kontrolü altındadır.
Bunun için insanın kendi cinsinden
birine veya h e r h a n g i bir varlığa
mutlak itaat içinde olması yasaktır.
"... Hani bu işten bize birşey var mı?
diyorlardı. De ki: B ü t ü n iş Allah'a
aittir." (Al-i İmran; 154) Bir insaın
diğer bir insan üzerinde mutlak hakimiyet m a k a m ı n a ulaşmasındanbahsedilemez. Bu İslam'a göre kesinlikle yasaktır. Nitekim insan, Allah
(cc)'ın emrinden başka, diğerhiçbiremre, ideolojiye, hukuka, düşünceye
u y m a s ı için z o r l a n a m a z . Ç ü n k ü
Kur'an-ı Kerim'in iniş gayesi küresel
olarak icad edilmiş k a n u n l a r ı n ve
zorbaların kulluğundan insanı kurt a r ı p gerçek kulluğa eriştirmek ve
sonra da ona kalbinde olanları açıklamada, düşünce ve fikir konusunda
tam bir özgürlük bahşetmektir.
Kur'an-ı Kerim hiçbir ferde, dilediğini kendisine helal kılma (meşru) veya kendisine ilah ve m a b u t
makamı kazandıracak şekilde emir
ve yasaklarına itaat edilen bir hakim
olma hakkını tanımamıştır. Kur'an-ı
Kerim bütün açıklığı ile bu şekilde
i n s a n ı n i n s a n a veya h e r h a n g i bir
varhğa itaatim şirk olarak tanımlamıştır.
"Onlar, Allah'ı bırakıp da bilginlerini ve rahiplerini rablar (ilahlar)
edindiler ve Meryem oğlu Mesih'i
de.. Oysa onlar, tek olan bir ilaha
ibadet etmekten başkasıyla emrolunmadüar." Ondan başka ilah yokdur.
O bunlann şirk koşmakta olduklan
şeylerden yücedir." (Tevbe; 31)
Alimlere, bilginlere, şeyhlere,
hahamlara, papazlara ve hakimlere
bu şekilde i t a a t edenlerin durumu
açıkça ortaya çıkıyor. Çünkü insan,
hüküm koyma konusunda bir başka
itaatte bulunamaz. Bu itaate layık
olan yalmzca Allah (cc)dır. Bu itaati
insana yapan ve böyle bir itaate razı
olan her iki taraf ta müşrik olur. İnsan bir diğer insan karşısında düşünce ve fîkir özgürlüğünü, ruh ve
beden bağımsızlığını, ancak insanı
hatasız, ayıp ve noksanlardan uzak,
büjKik, küçük herşeyi bilen birisi olarak kabul etmeye ve onu, izin ve yasağın kaynağı olarak görmeye veya
hüküm, kanun yapma ve hakimiyette sınırsız hakkı olduğuna veya onun
z a r a r ve y a r a r verebileceği, rızkı
azaltıp çoğaltabileceğine inanmaya
(zannetmeye) başladığı anda kaybeder ve şirk koşmuş olur.
Tevhide ve onun zorunlu sonucu
olan özgürlüğe gelince, o da insanı
bu k a i n a t t a Allah (cc)'dan başka,
herşeyin yukarıda sayılan sıfatlardan uzak olduğuna inanmak, insan
veya b a ş k a bir v a r l ı ğ ı n m u t l a k
hakimiyet ve sonsuz h ü k ü m hakkı
olduğu düşüncesini kabul etmektir.
İşte bundan sonra gerçek özgürlük
başlamış, insanın bir b a ş k a insan
üzerindeki sultası da kırılmış olur.
"Beşerden hiç kimsenin, Allah
kendisine kitabı, hükmü ve peygamberliği versin de, sonra o, insanlara;
"Allah'ı bırakıp da bana kulluk edin"
deme hakkı ve yetkisi yoktur. Fakat
o "öğrenmekte olduğumuz ve ders
alıp v e r m e k t e o l d u ğ u m u z K i t a b a
göre halis kullar olun"der." (Ali İmran; 79) Bu ayet insanın Allah'tan
başkasına kul olma hastalığını kaldınp insamn insana ilahhğı iddiasım
yok etmek için gelmiştir. Çok açıktır
ki, İslam'da hiçbir insana, insan olması özelliği bakımından itaat yoktur. Peygambere olan i t a a t sadece
k e n d i s i n e A l l a h (cc) t a r a f ı n d a n
h ü k ü m ve peygamberlik verilmesi
nedeniyledir.
Kur'an-ı
Kerim'in iniş
gayesi küresel
olarak icad
e d i b n l ş kanunların v e
zorbaların kull u ğ u n d a n insanı k u r t a n p
gerçek kulluğa
eriştirmek ve
sonra da ona
kalbinde olanl a n açıklamada, düşünce ve
fikir konusunda tam bir özgürlük bahşetmektir.
TÜRKIYE'DEN...
TERÖRİST MEDYA RP'YE KARŞI!
Kasım 92'den Mart 94'e
dirmeye başladı. Memleketin
imkanlarım har vurup harman
savuran, tüyü bitmedik yetimlerin hakkını gözünü kırpmadan yiyen, İstanbul'u uluslararası fuhuş merkezi haline getiren, kazandıkları haram paralarla diledikleri gibi tepinen
asalak taifesini bir telaştır aldı. Öyle ya. Refah gelirse, tıkırında giden işleri aksayabilir,
r a h a t l a r ı ve h u z u r l a r ı k a çabilirdi. RP'nin tehlikeli(!)
Refah Sendromu
Herşey 27 Mart 94 yerel seKasım 92'de Türk siyasi haçimleri için yapılan anketleryatında yaşanan küçük çaplı
de, RP'nin İstanbul başta ol"Refah sendromu", şimdi daha
mak üzere birçok şehirde "fageniş boyutlarda yaşanıyor ve
vori" durumuna gelmesiyle
hatta medya terörü sayesinde
başladı.
«Refah krizi"ne dönüştürülüyordu. "Yok birbirimizden
Gerçekten de, Refah Partifarkımız" nakaratını yüksek
si'ne duyulan ilgi son yıllarda,
sesle itiraf etmekte beis görözellikle de son aylarda gözle
meyen «sistemin partileri"
görülür bir ivme kazanmıştı.
ve egemen güçler a d e t a bir
RP'nin 1 Kasım 92'de İstan"kriz masası" oluştubul'da kazandığı
i r a r a k ortak çözümbaşarı, bu gelişmei ler üretmeye başlanin ilk i ş a r e t i y d i .
«ÖCÜ GELİYOR"
dılar. Ne yapmalıyRefah, klasik ve kemikleşmiş tabanının ' Siz bit tamftan
gdiyor" der^ omU taraftan^ d&v- d ı l a r da, g i d e r e k
dışında , sistemden ht malını soymaya kalkarsanız hu halkı ne laisizm: yaklaşmakta olan bu
ü m i d i n i k e s e n ve konusundaki şüpheli samimiyetinize İnandırabilir) n$ felaketi(!) önlemeliysistemin partilerin- de Refah PartisVnin. iktidara gelmesini önleyehitirsi-. diler. Ellerinde bir
anda ortalığı toz-dude umduğunu bulaman
edecek güçlü sim a y a n geniş h a l k i
Hayır beyler, hayır! Öcü gelmiyor,, Gehnf düpedüz,
lahlar
vardı: Gazete
yığınlarının da ilgi ahlak ve fazilet iddiasında olan. legal bir partidir.
\
.ve
TVler,
yani medodağı olmaya başla*'Öeü geliyor" diye. ortalığa kanşitrıp deuM mühnt
mıştı.
K a m u o y u havuduyİa götürmek^ porno ticaretiyle, ahlaksızlığı öZ' ya! Bu silahı kullayoklamaları, RP'nin gürlük diye yutturmak yok artık. Sen bütün kuruluşla^, narak karaja ak, akı
y ü k s e l e n grafiğini 'nnla İBKtyi bahanın kasası gibi kutlan, ondan sonra k a r a gibi gösterebid o ğ r u l u y o r d u : Re- "öcü geliyof sloganıyla laiklik savunuculuğunu
yap.. lir, pire3d deve yapafah,İstanbul ve AnKim^ yutar hu namlerit Bu ülkede demokrasi ya var- bilirlerdi. Geç kalkara dahil Türkiye
dır ya yoktur. Öcü bile olsa, seçimle geliyorsa^ onu bir. madan harekete geg e n e l i n d e pek çok
defa gi}re<iek$in.~ Bir defa deneyeceksin. Başka türlii çilmeliydi. Yoksa atı
belediye başkanlığıdemokrasi atamaz.
; a l a n Ü s k ü d a r ' ı gem kazanabilir; hatta
çerdi.
genel seçimlerde ikNihayet, terörist
1.
(Ömer
Oztütkmm
fTmiy&in^
1994,)'
tidarı zorlayabilirdi.
medya harekete geçİşte bu durum;
ti: Zehir hafiyeler,
iktidara kim gelirse
dosya faresi gazetetırmanışından rahatsız olanlagelsin, belediyeler kimin elinciler, kulağı delik muhabirler
rın başında genelev patroniçesi
de olursa olsun işini yürütmegörevbaşı yaptılar. RP'lilerin
Manukyan'ın gelmesi doğrusu
ye alışmış vurguncu, soyguneski defterleri karıştırıldı, çahayli ilginçti.
cu, yiyici takımını endişelenmaşırları arasındaki kirliler
Tayyib Bey "Ağa" Oluyor!
RFnin Bosna'ya yardım padidik didik araştırıldı; yaptıkralarım nasıl iç ettiği!
ları konuşmalar, kullandıkları
Birbirleriyle yaptıkları anRP'li H a s a n Mezarcı'nın
bayraklar, yapıştırdıkları afişsiklopedi kavgasında seviyeleAtatürk düşmanlığı!
ler, dağıttıkları broşürler... bir
rini(!) ispatlayan büyük gazeDaha neler, neler!
bir incelendi.
teler ve onlann bo...Ve a r a n a n l a r
razanlığını yapan
bulunmuştu! OrtaREFAH
GELİYOR
TV kanallan, başalığı birbirine k a t a nh(!) bir dedektiflik
cak dosyalar, skanI
Nerede
ise
tehlike
bildirevt
flamalar
çekilecek,
liün-l
örneği sergileyerek
dal yaratacak belgeler, h a t t a y u r t d ı ş ı pfaya &O.S. oerilecek. Sanki; bir felaket yaklaşmaktaki Tayyib Bey'in "kaiauı-ıı<xı.ıııı ortaui uaYozûan Ve söylenenlere baktUr$a dünyadan hüyUhl ç a k v i l l a l a r ı " n ı
bağlantılarını
yalkoyacTk^ipuçlan
kuyruklu yıldız hızla Türkiye'ye özellikle de İstan' boy boy resimlerle
ve k a n ı t l a r , h e p s i
yaUaşmttUadtt,
Bütün bu fetyad ve ftgattlarm-^ t a k d i m ettiler ka'fÇarptı,
çarpacak"^
avazelerinin
kaynağı Uefah Parti', m u o y u n a . O r m a n
hazırdı...
%i'nin
tırmanışı,
Lafa.
gelince-,
''Siyast partiler^ de'- B a k a n ı , Tayyib'in
Artık, ortak düş'mokr<t$inin
vazgeçilmez
unsurlarıdır^'
denilir. Bu villalarının hemen
m a n RP'ye saldır^emüye;
altında
(Belki
de
İktidara
2
bin
ışık
yılı uzak'¡; yıkılacağını açıklamak için hazır bekiíikta
olduğundan)
DEP'e
hİle
şahip
çıkılır,
Âmmaaa.,1 dı. RP'yi n a s ı l d a
leyen k u v v e t l e r e
JRP
süpriz
konumundan
sıyrılıp,
favori
durumuna
ge^^ köşeye sıkıştırmış"start" verilebilirdi.
^inee,
akan
$ulur
durur,
Detnahrmi
oraya
kadardır^
lardı!
Tayyib'in
Hep b i r d e n t o p l a r
ateşlendi! E k r a n - 'Demokratlığın son durağına ulaşılmıştırt inecek vark adaylığı bile tehlilar sütunlar mikroDemokrasi otobüsünü terh edenler;
bihtçinin kedeydi!
fonlar
k a l e m l e r fBeyler biletini atmayan kimdi^y," sorusuna, ortak^
Ancak, yalancı- ların m u m u erken
ateş püskürüyordu. 'cevapta birleşrnişlerdin "Bende pasoL."
söndü. Mal bulmuş
A d e t a bir " H a ç l ı
(Vedat
Zeydank/Türkiyef18,2,1994)1 Mağribi gibi sarılSaldırısı" idi başladıkları arsa-villa
tılan... İ k t i d a r ı ve
s k a n d a l l a r ı "fos"
muhalefeti ile sisteçıkmıştı. Tayyib Bey'in "villamin bütün partileri yerlerini
İş bununla bitmiyordu! Sisgate" ile ilgisi, sadece 15 yıl
almışlardı bu kutsal savaşta.
temin bütün güçlerinin hareönce aldığı 700 metre karelik
RP'nin güçlü olduğu bazı illerkete geçirilmesi ve halkın bir
bir arsayı ertesi yıl satmış olde s i s t e m p a r t i l e r i ç o k t a n
"panik havası"na sokulması
m a s ı n d a n ibaretti. Ama, bir
"Kutsal İttifak" oluşturmuşiçin gerekirse "felaket tellallıkaşım suda fırtına koparanlalardı. Böyle bir ittifaka katılğı" yapılmalı ve bu işin bir
rın yüzleri kızaracak değildi
maya gereksinim duymayan
"hayat-memat" meselesi olya! Bir kere çamur atılmıştı;
ultra-sosyal demokrat Bülent
duğu anlatılmalıydı:
izinin kalıp kalmayacağım ise
Ecevit ise tek başına çıkıyordu
Laiklik elden gidiyordu!
zaman gösterecekti!
er meydanına, bir şövalye gibi!
Türkiye Ceza3dr oluyordu! Şeriatçıların Türkiye'yi Ortaçağ
Ve RP'nin kirli çamaşırlakaranlığına döndürmesine izin
n(!) bir bir seriliyordu ortaya:
Naziler ve Refahçılar!
verilmemeliydi! Atatürkçü ve
İstanbul Belediye başkan
laik güçler rejime sahip çıkmaadayı Tay3db Ağa'nın villaleın!
Dürüstlüğü ve tarafsızlığı
lıydı! Gerekirse ordu göreve çaRP ile arazi mafyası aradillerinden düşürmeyen bazı
ğınlmah, demokrasi bir kenara
sındaki esrarengiz ilişkiler!
köşe dinozorlan da ilginç keşifbırakılmalı, ama asla laiklikPKK-Refah işbirliğini kaler ve buluşlar yapıyorlardı:
ten taviz verilmemeliydi!
nıtlayan bayraklar, kalemler!
18.2.1994 tarihh Hürriyet
Suudi A r a b i s t a n ve Libgazetesinde E m i n Ç ö l a ş a n ,
ya'dan RP'ye akan yeşil paraRefahlı hanımlann ev ev dolaMedya, bir "Anti-Refah"
lar!
şarak yaptıkları propaganda
cephe oluşturma gayretindeyRefah'ın Sivas olayları ile
çalışmalanm "fişleme" ve oydi. Ellerinden ne geliyorsa arbağlantısı!
vermeyenlere yönelik bir "tehdına koymuyorlardı.
dit" olarak tanımlıyordu. Böyle şeyler ancak Nazi Almanya'sında görülebilirdi. Bu çalışmalar derhal durdurulmalıydı.
Enis Berberoğlu'na göre
de, RP "kuzu p o s t u n a bür ü n m ü ş k u r f t u . (21.2.1994"
/Hürriyet)
Yalçın Doğan ise, zehir
hafiyeliğinin bütün sımrlanm
zorlayarak RP'nin S. Arabistan ve Libya'yla olan gizli parasal ilişkilerini(!) ortaya koyuyordu! (18.2.1994/Milliyet)
Bülent Ecevit, bütün seçim konuşmalanm Refah'a endekslemişti. Refah'a saldırdıkça prim yapacağını düşünüyordu. Adeta rejimi tek başına
savunuyordu, Refah'a karşı.
Tansu Çiller, "Anti-Refah" kampanyasına çok hızlı
başlıyordu. H a s a n Mezarcı,
"süper anne"nin RP'ye karşı
fiili s a v a ş ı b a ş l a t m a s ı için
bulunmaz bir fırsat sunuyordu. B a y a n şövalye, bir J a n
Dark edasıyla Taksim mey-
danına atılıyordu. Lakin,
umduğunu bulamamıştı. Okul
öğrencilerinin dışında üç-beş
"hızlı laik"ten başkası itibar
etmemişti,"Ata'ya sahip çıkma"
mitingine...
Şecaat Arzederken...
Bazı kalemler ise, daha soğukkanlı değerlendirmeler
yapmaya çalışıyordu.
Örneğin, M.A1İ Birand'a
göre, korkuya ve telaşa mahal
yoktu:
"Açıkçası, İstanbul'un bizim kesimi Refah'tan tiril tiril
korkuyor. Refah gelmesin de
ne olursa olsun h a v a s ı v a r .
Gerçekte... Refah İstanbul'dan
korkmalıdır. İstanbul Refah'ı
eritecektir... Bu sistem, istediği
kadar temizlikten yana olsun.
Refah kadrolarını da rüşvetin
içine sokacaktır... O zaman Refah Hanya'yı Konya'yı görecektir." (21.2.1994/Sabah).
Arsa,villa ve benzeri skandallara sarılanların veya Bi-
rand gibi fütürist beklentilerle
avunanların durumu, aslında
"şecaat arzedeyim derken sirk a t i n söyleyen Merd-i Kıpti"ye benziyor. Söylediklerinden çıkan şu: "Gördünüz mü,
RP de kirli işlere bulaşmış...
İlerde bu pisliğe daha çok girebilirler. Siz onlann dürüst ve
temiz görüntülerine b a k m a j ^ .
Onlar da bize benzemeye başladılar. Öyleyse daha kirli olan
bizler dururken niçin onlara
itibar edesiniz?"
Rauf Tamer haklı. Bu tutum, "kendilerine suç ortağı
bulma" çabasından başka bir
şey değildir.
Medya'nın İkiyüzlülüğü
ya da Yüzsüzlüğü
Medyanın, terör estirircesine y ü r ü t t ü ğ ü k a m p a n y a n ı n
neticeleri elbette 27 Mart'ta
g ö r ü l e c e k t i r . Ancak, d a h a
şimdiden ortaya çıkan gerçek
şu ki; medyanın haksız karalama ve suçlamalanna muhatab
olan RP, ilk kez büt ü n İslami grup ve
cemaatlerin yakih
TV EKRANLARI RP'Yİ GÜÇLENDİRİYOR
desteğine kavuşuyordu.
Örneğin, İslai
Ö^reZ televizyon ekranları cin$elîik p u$ula$tna. göre yön helirîiyor^.
mi
kesimin
en yükBir bakoyorsunuz, ekranı 15-16 yaşında evden kaçıp barlara âu'imUş
sek
tirajlı
iki
gazetekızlar kaplıyor. Suzumoria iç gıcıklayan tavırlar takınıp erkekleri OOO'lu
si
T
ü
r
k
i
y
e
ve
Za^telefonlar yoluyla yatağa(J) davet ediyorlar Herhalde buna kanan onhinler\
man,
RP'ye
sahip
çı'ae $af delikanlı var M teleoizyonlar para kazandıran hu işin dozunu her
kıyor
ve
çoğu
köşe
'geçen
gün
artmyortar,,.
,
TRT ekranırva yılbaşında dansöz çıkıp çıkmayacağı tartışmaları yapı^ yazarları bu haksız
lan bir ülkede, hir kaç yıl içinde bu noktaya geliverdik. Şimdi yedi dansöz saldınlara cevap veriyordu.
birden çıkıyor ekrana...
A h m e t Kabaklı:
Bütün bunların uç kuruş para kazanmak için yapıldığına inanamıyor
"Refah'ın başansı,
piiiiililililliiiliiiillii
rakip partileri öyle...Sosyete diskoları, çıplaklık sömunilen, küfürler, eşcinsel ilişkiler of
sine küplere bindirkelcndinyor insanları. Çunku bunlar eskisi gibi bir takım kenar köşe bar- miş ki, bir defa daha
larda olmuyor. Televizyon ekranlarıyla Türk evlerine akıyor. Görmemenin, yapılacak darbe ve
duymamanın olanağı yok.
müdahalenin memJ 27 Mart seçimlerinde bu tepkh Refah Partisi'nin oylarında hir patla-., leketi ne hale koyamayla kendisini gösterirse hiç şaşırmayın.
cağını dahi düşün(Zülfü LıvaneliISabah 117.1.1994.)
müyorlar. 'Alın, ka-
patın,boğun, yoksa bunlar
meyhaneleri, şeyhaneleri kapatacaklar'
diyorlar."
(19.2.1994/Türkiye)
Yalçın Özer:
"Yapılmak istenen, herhalde muhbirlikten öte bir şeydir.
D a h a açık bir i f a d e ile,
suç
imal
etmektir."
(18.2.1994/Türkiye)
Bazı laik politikacı ve yazarlar da "Refah'a fazla yüklenmeyin, bu onlann işine yanyor" türünden uyanlarda bulunuyorlardı:
Örneğin,
H ı n c a l Uluç;
"İnanmışı, müslümanı zorla
Refah'ın kucağına iteceksin,
sonra da 'Refah tehlikesi yaklaşıyor' diye ortalığa dehşet
saçan haber ve yorumlar yapacaksın." diyordu. (18.2.1994
/Sabah)
Bazı kalemler ise, R e f a h
olayını daha temel bir yaklaşımla çözümlemeyeçalışıyordu; M e h m e t A l t a n gibi:
''1923'teki sistemin tıkandığı
;
apaçık ortada. K e m a l i z m ile
Türkiye'nin yönetilemeyeceği
de... Halk , bugün tıkanan sistemi değiştirecek bir güç aradığı için R e f a h ' a yöneliyor. Bizi
bulunduğumuz yerden daha da
geriye götürecek Refah iktidan n a karşı gerçek alternatif, ülkejd ileri götürerek sistemi değiştirecek çağdaş ve demokratik anlayıştır." (7.2.1994/Sabah)
Bütün bunlar, aslında laik
medyanın, RP şahsında şekillenen "İslam fobisi"nin nüksetmesinden başka bir şey değildi. Bir y a n d a n R a m a z a n
m ü s l ü m a n l ı ğ ı y a p a r a k dini
duyguları sömüreceksin, öbür
yandan da 1970'lerden beri aynı "îslami anlayışı" savunun
bir partiyi "din istismarcılığı"
ile suçlayacaksın. Bir yandan
her türlü iftira, yalan ve yakıştırmayı mübah görerek RP'yi
mahkum etmeye çalışacaksın,
diğer y a n d a n da Refahlıları
"samimi olmamakla" suçlayacaksın.
HKDBF B F Mİ; YOKSA İSLAM M ?
I Sorun nedir?
\
• İilİİİİİSIPlii^İİİiİiiiİîii^iiİİilPİİİİ^îİİ^^İİ^^^
i Refah PartisVnin. ue istanbul'daki adayının ^dürüdt"'^
olup olmadığı mı; yoksa İslam'ın "tehlike" teşkil ettiği mif
;
^ Refah Partisi'ne karşı son bir-iki haftadır yürütülen kam-]
panyaya ve bu kampanyanın başım çekenlere baktığımız m-"
Mi, gördüğümüz, ilkinden ziyade ikincisinin önplanda oldu-'^
piilBiMliilllİİİliiM^
I Ak$i haide, mdece "^dürü^tlüV Ölçü teşkil ets^di, diğer partilere karşı aym şiddette kampanya yürütmek için yeterli ne-\
'den fazlasıyla vardu..
\ Bu bakımdan Refah PartişVne yönelik $on günlerin
parthyist*^ kampanyasının, "temiz toplum'* üe "dürüstlük" il%esincün kaynaklandığını ileri sürnıek, pek inandırıcı gözük^\
'mûyor. Refah Partisi'nin şahsında islam'a ve müslümanlara
^yönelik bir tavır $özkonu$uy$a ki öyh görünüyor bunun Tür*'
[kiyeyi en hayati konuda "kozsuz'^ bıraktığı farkedilmiyor.
;
i Örneğin, Bosna
konusundat
(Cengiz Çandari 21..2,1994) -
Bu millet, olup bitenleri her
geçen gün daha iyi farketmektedir; medyanın ikiyüzlülüğünü, daha doğrusu yüzsüzl ü ğ ü n ü ve çifte s t a n d a r d ı n ı
da!!!
Abdurrahman A. EMİROĞLU
Ekonomide
26 Ocak
Kararları
mi^
Geçtiğimiz Ocak ayının son
günlerinde, 24 O c a k 1980' den
14 yıl sonra T L ilk defa resmen udevalüe edildi.Başbakanlık'ta d e v a l ü a s y o n k a r a n
alınırken Merkez Bankası'mn
sürdüğü 250 m i l y o n d o l a r ı
kapatanlar bir gecede milyarl a n ka zandı. Devalüasyondan
en fazla etkilenen kesim devlet
memurlan oldu. M e m u r maaşlanna yapılan %15'lik z a m
bir gecede uçup gitti.
Dövize 26 Ocak 'ta yapılan
müdahale esnasında bazı bank a l a r a imtiyaz tanındığı yolundaki spekülasyonlar sonucu, M e r k e z B a n k a s ı n d a n devalüasyon öncesinde dolar
alan b a n k a l a r ı n listesi açıklandı.Buna göre, listede yer
alan 44 banka arasında ilk sıraja bir Amerikan bankasıalıyor, A N A P lideri M e s u t Yılm a z ' ı n kardeşi T u r g u t Yılmaz'm da ortak olduğu Tekst i l b a n k beşinci sırada bulunuyordu.
D e v a l ü a s y o n sonrasında
piyasalarda tam bir kaos hüküm sürdü.Birçok ürüne zam
üstüne zam gelirken vadeli satışllar durdu; mal piyasalannda talepler yok denecek kadar
azaldı.Dövize rağbet artarken
borsada bü3aik bir durgunluk
dönemi başladı.
Ümran
Weizmanhn
Türkiye
Ziyareti
israil cumhurbaşkanı Ezer
Weizman 24 Ocak 1994 günü
70 kişilik bir heyetle Ankara'ya geldi.Weiezman Türkiye'yi ziyaret eden ilk İ s r a i l
devlet başkamydı.
Kurulduğu günden bu yana
İsrail'in Türkiye ile yakın ilişkisi olduğu halde FKÖ'nün İsrail ile svözde barışına kadar
bu ilişki pek açıkça telaffuz
edilmiyordu.Ziyaretin mahiyeti Türk tarafınca İsrail ile teröre karşı strateöjik işbirliğişeklinde s u n u l m a y a çalışıldı.Halbuki Weizman düzenlediği b a a s ı n t o p l a n t ı s ı n d a
PKK'nın terör örgütü olup olmadığı s o r u s u n a n e t bir cevapbile vermeyecek, cevabı
PKK'nın adını dahi zikretmeksizin 3nıvarlak sözlerle geçiştirecekti.
Verdiği mülakatlarda Türkiye'yi İslami uyanışla mücadeleye ç a ğ ı r a n İ s r a i l devlet
b a ş k a n ı n a B e r n a r d Lewis,
Richard Perle, Morton Abromowitz gibi CIA'dan P e n t a gon'a kadar pek çok ABD'li tanınmış simanın ziyaret esnasında eşlik etmesi ise hayli
düşündürücü bir ayrıntıydı.
Öte yandan, ziyareti sırasında müslümanlardan gördüğü
tepkiler Weizman'in keyfini
kaçırmıştı. Sultanahmet'te
müslüman halk tarafından
yuhalanması, görüşme teklifinin RP genel başkanı Necmettin Erbakan tarafından redde-
dilmesi, Şevket Kazan'ın düzenlediği basın toplantısında
iktidara geldiklerinde İsrail ile
yapılan bütün anlaşmaları feshedeceklerini açıklaması,GAP
bölgesi ziyaretinin hem Şanlıurfa halkının tepkisiyle, hem
de milletvekillerinin tepkisiyle
karşılaşması, Türkiye'ye İsrail
tarafiından en yüksek düzeyde
yapılan bu ilk ziyaretin "tadım
kaçıran" hususlar oldu.
Ümran
iflas Eden
Sistemin
Kurbanları
insan fıtratını tanımayan
ve t a n ı m a d ı ğ ı için de yanlış
değerler üreten sistemlerin cezasını intihardan başka bir yol
bulamayan kurbanlar çekiyor.
Devlet İstatistik Enstitüsü'nün İstanbul'da yaptığı bir
arştırmaya göre intihar ve intihar girişimleri
evliler arasında daha fazla.
Ölümle sonuçlanan intiharlar evli erkeklerde, teşebb ü s l e r s e evli
kadınlarda daha sık görülüyor. Bu zavallıların başvurduğu intihar
yönteminde
ilk sırayı ilaç
içmek,ikiciyi
yüksekten atlama, üçüncüyü kendini asma, son sırayı
ise deniz veya
kuyuya atlama yöntemi alıyor.
İntihar nedenlerinin başında
%33.31 ile ilk sırayı sinirsel rahatsızlık, %28.15 ile aile geçimsizliği, %11.79'la geçim zorluğu ve ticari başarısızlık, dördüncü sırayı duygusal ilişkiler
ve son sırayı da öğrenim başarısızlığı oluşturuyor.
1993'ün ilk üç ayı için Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları
Hastanesi'ndeki 75 hasta üzerinde yapılan arştırmaya göre
ise, 14 erkek ve 25 kadın ilaç
içerek, 7 erkek ve 9 kadın yüksekten atlayarak, 2 erkek ve 4
kadın kendini suya atarak, 1
kadın da kendini yakarak intihar teşebbüsünde bulundu.
43 kadın üzerinde yapılan
bir diğer araştırmadaysa; bunl a r ı n 2 4 ' ü n ü n ev h a n ı m ı ,
S'inin kız, 5'inin m e m u r e ve
d i ğ e r l e r i n i n de işçi, s e r b e s t
meslek ve genelev kadını olduklan belirlendi.
Ümran
DÜNYA'DAN...
John
Major'un
Mektubu
Neyse... Biz gelelim John
Major'ın mektubuna... Majör,
kendi kabinesindeki bakanlardan Douglas Hogg'a 2 Mayıs
1993 t a r i h i n d e g ö n d e r d i ğ i
mektupta t a m sömürgeci ağzıyla şunları söylüyor: "BosnaHersek'teki müslümanlann silahlandınlmasma ve kendilerine uygulanan silah ambargosunun kaldınimasına asla müsaade edemeyiz. Müslümanların askeri bakımdan güçlenmesi tahammül edemeyeceğimiz bir durumdur... Biz hiçbir
İslam ülkesinin Bosna-Hersek'e yardım etmesine ve Batı
ülkelerinin bu konudaki politikasını değiştirmesi için baskı
y a p m a s ı n a izin v e r e m e y i z .
Çünkü Avrupa'nın göbeğinde
bir İslam devletin kurulmasına tahammül gösteremeyiz..."
Bu cümleler, asırlar boyu değişmeyen İngiliz politikasının
tekranndan başka bir şey değildir, aziz okuyucularım. Düşünün ki. Büyük Britanya İmparatorluğu'nun başındaki
liraliçe resmen Anglikan kilisesinin de başıdır. Bu temsil
sıfatıyla dahi o, dünya yüzünde Hıristiyanlık fikrinin koruyucu ve müdafilerinin önünde
gelir. Sonra, biz öyle safdilleriz
ki, daha dün, İngiltere Veliahtı
Prens Charles'in müslümanlığı
seçtiğine bile i n a n a s ı olduk.
Adamı buraya geldiğinde bir
omuzlanmızda taşımadığımız
kaldı. O zaman da yazmıştım,
"Olmaz böyle şey" diyordum da
bana mektup yazıp neden öyle
söylediğimi soran gafiller bile
çıktı. Eh, ne yapalım, meşhur
fikradaki gibi, "sende bu ense,
efendide de bu para varken da
ha çok tokat yersin "...
(Ayhan Songar/Türkiye/15.2. 1994 .)
A.Îzzetbegoviç:
"Batı Hiç
Kimsenin
Kazanmasını
İstemiyor;
Bizim
Kazanmamızı
İse
Aslar
Bosna-Hersek
Cumhurbaşkanı
Ali îzzetbegoviç, geçtiğimiz ay,
Nevüsvueek dergisine görüşlerini açıkladı:
Soru: Birçok sivilin öldüğü pazaryeri katliamında
M ü s l ü m a n l a r gibi S ı r p l a r
da öldürüldü. Sırp tarafından bir yetkili Saraybosna'da kızkardeşinin olduğ u n u ama Müslülmanlar'ı
ö l d ü r m e ş a n s l a r ı n ı n yüksek olduğu için kardeşinin
hayatını da umursamadığını söyledi.
Cevap: İşte bu onlann felsefisini açıklıyor. Bu düşünce
tarzı sadece Hitler'in Yahudi-
ler'e karşı olan düşüncesiyle
kıyaslanabilir. Bu elbette ki
daha az teorik fakat hala ırkçı
ve faşist bir felsefe.
B u noktada kuşatma
eğer gerçekten kaldırılırsa
savaşın geleceği n e olur?
Şehirdeki durum biraz
rahatlayacak ve toplu katliamlar ölenecek. Şu anki ortalamaya göre S a r a y b o s n a ' d a
günde 5 ila 10 arasında öldürme ve 20 ila 30 arası yaralama oluyor. Bu cinayetler ise
ciddi bir şekilde artacak fakat
yok edilemeyecek. Sınayırlar
yeniden insanları öldürmeye
devam edecektir. Fakat psikolojik bir değişiklik olacak ve
bu çok büyük bir değişim.
Uluslararası toplumun
Bosna'ya silah ambargosun u kaldırdığım görmek istiyormusunuz?
Bu konuda hiç bir umudum yok. Bunun sebebini biliyorsunuz. Çünkü onlar biliyorlar ki eğer biz silaha kavuşursak k a z a n a n biz oluruz.
Batı hiç kimsenin kazanmasını istemiyor bizim kazanmamımızı ise asla.
Savaş ne zaman bitecek?
İki taraf da yoruldu. Elbett e k i bizim, bir a v a n t a j ı m ı z
yok. Ama inanıyoruz ki onlar
her geçen gün biraz daha zayıflıyorlar.Bu savaş ne zaman
sona erecek? Bana kalırsa bu
yılın sonunda, ama bu sadece
bir his, bir tahmin değil. Ama
savaşın sonunda hiç kimse zafer kazanmış olmayacak.
B ö y l e b i r h a r e k a t Cenevre'deki barış görüşmelerinde ilerlemeye neden
olur m u ?
Bazı t ü r görüşmelerde evet.
Ama ben Cenevre görüşmelerinde olacağına inanmıyorum.
Tarihteki b ü t ü n savaşlar barış a n t l a ş m a l a r ı y l a sona ermiştir, bu öyle olacaktır.
Ş u a n avantajlı bir durum a g e ç i y o r s u n u z , y e n i istekleriniz olacak mı?
Şu andaki durumumuz eylül d ö n e m i n d e k i n d e n f a r k l ı
değil. İşgal edilmiş topraklarım ı z a geri dönmek, e t n i k temizliğin uygulandığı Boşnak
halkın çoğunlukta olduğu yerler ; b u n l a r ı n hepsini geri
istiyoruz
Sırp liderler Miloseviç
v e Earadziç'i s a v a ş suçluslu olarak görüyor musunuz?
Onlar savaş suçlularıdır.
d e r i n e n d i ş e duyduğunu belirtiyor
ve b u r a d a k i k u r u m l a r ve h a y a t
normale dönünceye
kadar Eosova'nın
u l u s l a r a r a s ı korum a altına alınmasını istiyor. Aksi taktirde Kosova'da bir
çatışmamn çıkması
halinde bunun Makedonya'ya, komşusu Arnavutluk'a
ve a r d ı n d a n Y u n a n i s t a n ile
onun müttefikleri Bul garistan
ve Sırbistan'a sıçrayabileceğini
öne s ü r ü y o r . Rugova, Kosova'daki vaziyetin uluslararası
platformda dikkatleri çekmeye
başladığımn bir işareti olduğu
için BM'nin Kosova'daki şiddeti k ı n a m a s ı n d a n dolyı da bir
parça umut taşıyor.Avrupa
başkentlerinde Kosova'nın
karşı karşıya olduğu meseleleri tartışmak ve çözüme kavuşt u r m a k için gittikçe a r t a n bir
ilginin oluştuğu gözleniyor.Sırp l i d e r l e r i n Kosova
"Sırpların bir Kudüs 'üdür"
sözlerine cevaben Başkan Rugova şunları söylüyor:''Ben de
diyorum ki, burası bir Arnavut
Kudüs'üdür; çünkü bizler çok
eski dönemlerden beri buralı
olageldik."
(Impact
International)
(Zamanın.2.1994)
Kosova^da
Sırp Asker
ve Polisi
Kosova devlet başkanı İbr a h i m R u g o v a , Kosova'daki
Sırp asker ve polisine ayrılan
kontenjanın büyüklüğünden
Mısır:
Üniversite
Gençliği ve
Canavarlaşan
Yönetim
Mısır'da şiddet gittikçe artıyor.İslamcılar herşeyi göze al-
mış durumda; yönetim ise her
geçen g ü n d a h a da acımasız
hale geliyor. Kasım ayında
B a ş b a k a n Atıf Sıdki'ye k a r ş ı
girişilen bir bombalama girişiminin ardından militan olduğu
iddia edilen 190 kişi tutuklandı. Şu an Mısır halkı kuşatma
altmda.
Yönetim şimdi ü l k e n i n en
büyük umuduna -kendi gençliğine- karşı cephe almış durumda. Üniversite h a y a t ı a r a m a larla, ajanlarla ve tutuklamalarla anlamım yitiriyor. İslami
hareketlerin üniversite öğrencileri arasındaki a r t a n popülaritesi gerçekten yaşanan bir olgu. B u n a karşılık, otoriteler,
öğrencileri tahrik etmek ve huz u r s u z l u k ç ı k a r m a k l a suçladıklarıöğrenci l i d e r l e r i n i t u tuklamaya başladılar. Tek beceremedikleri şey ise sistemin
öğrenci hoşnutsuzluklanndaki
sorumluluğunu itiraf etmekti.
Bozulma, vurgunculuk ve çifl;e
standart üniversitelerde hük ü m sürüyor. Öğrenciler çoğu
defa kitaplar yerine profesörler i n anlattığı özel k o n u l a r d a n
i m t i h a n ediliyorlar. Teyp kasetlerine kaydedilen derslerin
t a m metinleri, böylece profesörlerin banka h e s a p l a n yaran n a fahiş fiyatla alınıp satılan
şeyler oldu. Ama yoksul öğrencilerin bu mtinleri alacak imk a n l a r ı yok. İ s l a m c ı l a r bu
gençlere özel ders temin ettikleri zaman veya ders metinlerini parasız olarak dağıttıkları
zaman yönetime "karşı gelmiş"
oluyorlar. F a k a t İslamcılar
çoğu fakir öğrencinin gördüğü
tek yardım kapısı ve onlan ahl a k i ve siyasi b a k ı m d a n etkiliyorlar. Öğrencilere göre ise
yönetimin sergilediği zulüm
"terörizm "in asıl okulu.
(The Message)
KITAP DÜNYASı
m
M.NakibEİ-Attas
İslâm
ve Laisizm
MNAR
VAnVI-ARI
İSLAM VE LAİSİZM
İslam ve laisizm gibi birbirine taban tabana zıt ve yabancı iki kavramın birarada ve
yoğun biçimde tartışıldığı tek
ülke galiba Türkiye.
1937'de laiklik kavramını
değişmez kaydıyla Anayasa'nın 'dibacesine' yerleştiren
ve 'tepeden inme' yöntemlerle
bu resmi ideolojiyi 70 yıldır
halkına benimsetmeye çalışan
bir ülkede bu t a r t ı ş m a l a r ı n
daha uzun yıllar gündemin ilk
maddesini işgal edeceğine kesin gözüyle bakabiliriz.
El-Attas'ın çalışması, ciddi
bir çabanın ü r ü n ü olması,
.iınstiyan Batı kaynaklarından
ve temel îslami kaynaklardan
dan nasıl arındırılarak îslayola .çıkması ve belki d'e bu
mileştirilebileceği"sorusuna
£danda yayınlanan ilk eser olcevap arıyor.
ması bakımından büyük bir
kıymet taşımaktadır.
Ele aldığı konuları büyük
bir titizlik ve vukuflaortaya
Yazar öncelikle laisizmin takoyan yazarın, "reformist, morihsel köklerine inerek hristidernist" olarak adlandırdığı
yan teolojisi üzerindeki Yubazı müslüman fikir adamlarınan-Roma etkisine ve hrıstina isim ve k a y n a k belirtmeyanhğın T a n n kavramını bile
den yönelttiği s e r t ve h a t t a
yerli yerine oturtamayan sühakaretamiz ifadeleri ise yarekli değişken k a r a k t e r i n e
dırgamamak mümkün olmadıdikkat çekiyor.Sonra da Batılı
ğı gibi "vahdet-i vücud"ve"vehdeğerlerin d ü n y e v i l e ş m e s i ,
bi ilim" konusundaki görüşlemateryalist anlayışın ortaya
rini kabul etmek de m ü m k ü n
çıkışı ve laikleşme sürecini indeğil.
celiyor.
Yazarın belki de en doyuAncak bu husus, yazarımırucu biçimde ele aldığı konu
zın İslam ve laisizm konusun"îslam'da din k a v r a m ı " . İsdaki yetkin ve başarılı çalışlam'ın bir religion değil, kelimasına gölge düşürmez kanamenin tam anlamıyla "din" olatindeyiz.
duğunu ortaya koyan yazarımız, laisizmin İslam'da yerinin olup olmadığı tartışmasıM. N a k i b El-ATTAS
n a bu bağlamda cevap aranP ı n a r Yayınları
ması gerektiğini söylüyor.
İst.l994(160 s a y f a )
Nakib
El-Attas,
çağdaş îsYENİ ÇIKAN KİTAPLAR
lam dün1. İ.slam DüşüncosindĞ Cihad vo Savaş Siyasotî
yasının teİz Yay. / Prof.Dr. ^Vhmet ÇELEBİ
mel prob2. Ümmet Bihncı/ Donjio Yav. «.112
lemlerine
AtasoyMUFlTOĞLU
ilişkin gö3. Tarih Bilinci/ Denge Yay. s. 151/
rüşlerini
AbduUah YILDIZ
ortaya
4 Rugunun Problemleri Yarının Çözümleri
koyduktan
îz Yay. 3.240/ Ahdullah Ömer NASIF
sonra, "bil5. İbn Tüfcyl'in Eğitim Felsefesi
ginin Batıİnkılap Yay, s.79/Necmettin TOZLU
lı değer ve
6. Anayasa vc Demokrasi/ Eınro Yay./1!.144
Abdurrahman DILIl'AK
yorumlar-
^ A K V d e n HABERLER ^
Vakfımız; merkez, şube ve temsilicilikleriyle geçtiğimiz sezon boyunca sosyal, kültürel ve eğitsel
çalışmalarını yoğun biçimde sürdürdü.
JEOPOLİTİK
VEJEÖKtİLTte
Immanuel Wallerst(}in'
lamMia
Wallerstein , önümüzdeki temel meselenin , çok sayıda kimliğe yer verecek, onları birbirleriyle çatıştırmayacak veya herhangi
birini ezmeye kalkışmayacak
"manevi bir düzen" inşa etmek
olduğunu söylüyor. İslam ve Osmanlı tarih çalışmalarının bize
böyle bir düzen kurma yolunda
muazzam ölçüde yardımcı olabileceyine kuşku yok. Zaman bakımından bize çok yakın olan ve
bağrında "yetmişiki millet" barındıran Osmanlı toplum düzeni
bu bağlamda son derece önem
arzediyor. Bir dünya imparatorluğu çerçevesi içinde yaşayan bu
tecrübenin bir dünya-ekonomi
çerçevesi içinde ihyası elbette
çok zor. Ama bu dünya-ekonominin de zeval saatinin yaklaştığını düşünenler için durum ümitsiz değil. Wallerstein bu hususta
oldukça net: tarihsel bir dünyasistem olan kapitalist dünya
ekonomisinin
kaçınılmaz
"son"una yaklaşmakta olduğum
uzu ve müstakbel "iyi" sistemler
üzerinde kafa yormanın hepimizin sorumluluğu olduğunu
söylüyor.
İmmanuel WALLERSTEİN
lev. Mustafa ÖZEL
z Yay., S.315
AKV/İSTANBUL:
Genel merkezimiz, düzenli seminer faaliyetlerinin yanısıra yemekli toplantılar, iftarlar ve Bosna yararına kermesler düzenledi.
Sezon boyunca Vakfımızın Sultanahmet'teki konferans salonunda
verilen seminerlerden bazıları şöyle: Burhaneddin Can; "Mücadelenin Temel İlkeleri", Fikret Kançal;
"Dünü,Bugünü ve Yarını ile Kırım", Süleyman Doğan; "Hint Zulmü ve Keşmir Müslümanlan". Ayrıca Vakfımız, Dar'üz-Ziyafe'de
üyelerinin katılımıyla yemekli toplantılar düzenledi. Vakıf başkanımız Şefik Dursun, yaptığı konuşmalarda birlik, dayanışma ve kaynaşmanın pekiştirilmesi gereğini
vurguladı.
Vakfımızın "Kadınlar Kolu",
Bosna Dayanışma Grubu ile birlikte Bosna yararına bir kermes
tertipledi. Birlik Vakfı'nm Çemberlitaş'taki merkezinde gerçekleştirilen kermes büyük ilgi gördü.
Her yıl olduğu gibi. Vakfımız,
hayır sahibi kardeşlerimizin katkılanyla bu sene de Ramazan boyunca Sultanahmet'te iftar yemekleri vermeye devam ediyor.
Öte yandan, vakfımızın Aksaray'daki binasında sürdürülen
"Arapça Kurslan" büyük ilgi görüyor.
AKV/ANKARA:
Ankara şubemizde, bu sezon oldukça sık ve yoğun biçimde seminer çalışmaları yapıldı. Bu seminerlerden bazıları şunlar: Hasan
Onat; "İslam'da Mezhepler ve Devam Eden Tesirleri", Abdullah Yıldız; "Kur'an'da Tarih Bilinci". Aynca "Güneydoğu ve Çekiç Güç" konusunda milletvekilleri Hasan Celal Güzel ve Osman Develioğlu ;
"Dış Politika ve Çekiç Güç" konusunda da milletvekilleri Kamuran
İnan ve Ethem Keleçci konuşmalar yaptılar. Aynca Ankara şubemiz de Ramazan dolayısıyla çeşitli
iftar programlan düzenledi.
AKV/ADANA:
Kasım/93'te açılışı yapılan Adana şubemiz, konferans, seminer ve
kurslanyla hızlı bir çalışma temposuna girdi. Bakımyurdu caddesindeki binamızda iki haftalık periyodlarla verilen seminerler hayli
ilgi gördü. 6 Şubat 94'te Bosna
Dayanışma Vakfı Başkanı Cevad
Özkaya'yı Adana'ya davet ederek
Galleria salonunda "Bosna'dan
Kafkasya'ya Yeni Dünya Düzeni"
konulu bir konferans düzenleyen
Vakfımız, kurslar, şiir ve kompozisyon yarışmaları, sportif faaliyetler ve Ramazan programlanyla
çalışmalarını sürdürüyor.
AKV/İZMİT:
Sezona, Pınar Yayınlan'nca hazırlanan "Dünya Düzeni ve Türkiye" konulu slayt programıyla başlayan İzmit şubemiz, 15 günde bir
seminerler düzenledi: MazlumDer İstanbul Şubesi Başkanı Cevat Özkaya, "Ortadoğu ve Türkiye'deki Gelişmeler"; İktibas Dergisi editörü Ercüment Özkan,
"Kur'an, Sünnet, İçtihad"; Ankara
İlahiyat'tan Hüseyin Atay, "Akaid" ve gazeteci Süleyman Doğan,
"Keşmir Müslümanlan konulu seminerler verdiler.
AKV/TRABZON:
Aralık/93'te açılış yapan Trabzon şubemiz. Uzun sokak'taki konferans salonunda birçok seminer
ve konferans düzenledi. Vakıf
kurucularımızdan Şemseddin Özdemir'in "Cemaatleşmede Karşılaşılan Sorunlar", Ümran dergisi
yazı işleri müdürü Abdullah Yıldız'ın "Tarih Bilinci" ve Avukat
Osman Çıtlak'ın "TMKT Sistemin
Gereğidir" isimli seminerleri bunlardan bir kaçı.
Trabzon şubemiz de Ramazan
dolayısıyla iftar programları
düzenliyor.
Download