Türkiye’de Küresel Isınmaya Yönelik Politikaların Tutarlılığı ve Etkinliği: Ekonometrik Bir Yaklaşım Recep ULUCAK * Öz: Son yıllarda uluslararası gündemin en önemli konularından birisi küresel ısınma sorunu olmuştur. Çünkü bilimsel raporlar küresel ısınmanın 1,5 derece sıcaklık artışına yaklaştığı ve 2 derecenin aşılması durumunda hayati sorunların baş göstereceğini belirtmektedir. Bu yüzden küresel ısınmayla mücadele kaçınılmaz veya kaçınılmaması gereken bir boyut kazanmıştır. Küresel ısınmayla mücadelede Kyoto ve Paris Anlaşmaları imzalanmıştır. Bu anlaşmalar çerçevesinde Türkiye’nin de küresel ısınmayla mücadele için taahhüt ettiği çeşitli sorumlulukları vardır. Dolayısıyla bu çalışmada küresel ısınmaya yönelik uygulanacak politikaların tutarlılığı ve etkinliği araştırılmıştır. Politika etkinliğini değerlendirmek için fourier birim kök analizleri yapılmıştır ve ampirik sonuçlar politikaların (çok radikal olmadığı sürece) etkin olmayacağını göstermiştir. Anahtar Kelimeler: Küresel ısınma, Kyoto protokolü, Paris iklim konferansı, politika etkinliği, fourier birim kök testleri The Consistency and Efficiency of Global Warming Policies in Turkey: An Econometric Approach Based on Fourier Unit Root Analysis Abstract: Global warming has been one of the most important issues in recent years. Because scientific reports state that warming approaches 1.5 Celsius and if it passes 2 Celsius, vital problems will threaten the humanity. Therefore, struggling with global warming has acquired an inevitable dimension. In this process, under the guidance of UN, Kyoto and Paris Agreements imposing various responsibilities on countries were signed. Like many other countries, Turkey has undertaken various commitments in the framework of these agreements. So, consistency and efficiency of the policies that will be implemented in Turkey was analyzed in this paper. Fourier unit root tests were employed for testing the policy efficiency. Empirical results showed that the policies will not be efficient if they are not radical. Keywords: Global warming, Kyoto protocol, Paris climate conference, policy efficiency, fourier unit root. Yrd. Doç. Dr., Erciyes Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, İktisat Bölümü, Köşk Mahallesi, Talas Blv., 38030 Melikgazi/Kayseri/Türkiye. * Makale gönderim tarihi: 23.01.2016 Makale kabul tarihi: 18.01.2017 Çağdaş Yerel Yönetimler Dergisi, Cilt 26 Sayı 3, Temmuz 2017, s. 91-121. 92 ÇYYD, 26(3) Temmuz 2017 , s. 91-121. Giriş Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC)’nin 2014 5. Değerlendirme Raporuna göre Küresel ortalama sıcaklık artışını 2 derecenin altında tutmak için 1870’den beri toplam sera gazı salınım miktarının 2 bin 900 gigaton ile sınırlandırılması gerekmektedir. Bu karbon bütçesinin 2/3’ü 2011 itibariyle tükenmiştir ve dolayısıyla dünyanın bundan sonraki kalan ömrü için 1000 gigatondan daha az bir karbon bütçesi bulunmaktadır. Yine aynı rapora göre kalan bütçe doğrultusunda fosil yakıtların artık toprağın altında kalması ve enerji ihtiyacının karbonsuz bir şekilde karşılanması gerekmektedir. Aksi takdirde küresel ısınmanın yol açacağı tehditler için 2 derece olarak öngörülen eşik sıcaklık artış değerinin aşılacağı iddia edilmektedir. Uluslararası kamuoyu dünyanın çok yakın olduğu bu tehdide karşı birtakım girişimlerde bulunmaktadır. Örneğin küresel ısınmayla mücadele amacıyla 2005 yılında yürürlüğe giren Kyoto Protokolü ve yaklaşık 190 ülkenin katılımıyla gerçekleştirilmiş olan 2015 Paris İklim Konferansı’nın en önemli gündem maddesi bu tehdide yönelik atılacak adımların belirlenmesine yöneliktir. Ancak Paris İklim Konferansı Kyoto’ya göre daha etkin mücadele için kararlı bir duruş ve politika oluşturulmasına yönelik somut hedeflere odaklanmaktadır. Bu hedefler doğrultusunda toplantıya katılan ülkeler küresel ısınmayla mücadele etmek ve eşik sıcaklık artış değerinin aşılmamasına katkı sağlamak için küresel ısınmayla mücadelede en önemli unsur olan karbon emisyonlarını azaltma konusunda çeşitli taahhütlerde bulunmuşlardır. Türkiye ise 2030 yılı itibariyle karbon emisyonlarını %21 azaltma taahhüdünde bulunmuştur. Bu taahhüdün gerçekleştirilebilmesi için çevre ve enerji politikalarında radikal değişikliklerin yapılması gerekmektedir. Aynı zamanda uygulanacak diğer ekonomik ve sosyal politikaların da bu amaç doğrultusunda olması veya en azından bu amaca aykırı bir şekilde oluşturulmaması gerekmektedir. Türkiye’nin bu taahhüdünün gerçekleşebilmesi için de mevcut uygulanan politikaların ve bunların olası etkilerinin değerlendirilmesi önem arz etmektedir. Dolayısıyla bu çalışmada küresel ısınmaya yönelik uygulanacak politikaların tutarlılığı ve etkinliği araştırılmaktadır. Politikaların tutarlılığı konusunda küresel ısınmayla mücadeleye yönelik verilen taahhütlere uygun adımlar atılıp atılmadığı veya herhangi bir eylem planı oluşturulup oluşturulmadığı konuları araştırılmıştır. Politikaların etkinliği konusunda ise literatürde geçmiş verilerden hareketle politika etkinliğini test etmede kullanılabilen birim kök analizleri kullanılmıştır. Bu doğrultuda birinci kısımda küresel ısınma ve nedenleri, küresel ısınmanın etkileri, küresel ısınmanın geldiği boyut konularına, ikinci kısımda küresel ısınmayla mücadele için küresel çapta atılan önemli adımlar ve sözleşmelere, üçüncü kısımda Türkiye’de küresel ısınmaya yönelik atılan adımlara, dördüncü kısımda ise Türkiye’de küresel ısınmaya yönelik politikaların değerlendirilmesi ve politikaların etkinliğini test eden ampirik uygulamaya yer verilmiş ve sonuç kısmı ile çalışma tamamlanmıştır. Türkiye’de Küresel Isınmaya Yönelik Politikaların Tutarlılığı ve Etkinliği: Ekonometrik Bir Yaklaşım 93 Küresel Isınma ve Nedenleri Küresel ısınma tartışmaları esas itibariyle 1980’den sonra dünya gündemini yoğun bir şekilde meşgul etmeye başlamıştır. Küresel ısınmanın nasıl ortaya çıktığının anlaşılması için öncelikle sera etkisi ve bu etkiye neden olan durumların kısaca açıklanmasında fayda vardır. Sera etkisi, özellikle petrol, doğalgaz, kömür gibi fosil yakıtların tüketilmesi sonucunda ortaya çıkan karbondioksit ve metan gibi gazların atmosfere salınması ve bu tür gazların atmosferdeki oranının artması sonucunda ortaya çıkan bir olaydır (Tomanbay, 2008: 81). En önemli etkiye sahip olan sera gazı, son yıllarda emisyon oranı hızla artmış olan karbondioksittir (Nordhaus, 2007: 36). Atmosfer içerisinde büyük miktarlarda artış gösteren sera gazlarının bazıları, atmosfer sıcaklığını arttırma özelliklerinin yanında, dünyamızı morötesi ışınların olumsuz etkilerinden koruyan ozon tabakasına da zarar vermektedirler (Güven, 2006: 8). Karbondioksit ve metan ilave edebileceğimiz kloroflorokarbon gazları (CFCs), azot oksitleri, ozon ve su buharından oluşan bu gazlar aynen tarımda kullanılan seranın etrafını ve üstünü kaplayan camlar gibi güneş ışınlarının büyük bir kısmının yeryüzüne ulaşmasını engellemez. Bununla birlikte güneş ışınları yeryüzüne çarpıp atmosfere doğru yükselirken açılarının değişmesi sonucu sera gazlarından ötürü atmosferin üst katmanlarına ulaşamaz ve bir kısmı orada kalırken diğer bir kısmı ise tekrar yeryüzüne doğru yansır. Sera gazlarının bu şekildeki etkisine sera etkisi ve bir sonraki aşamasına sera gazları etkisiyle küresel ısınma denir (Çepel ve Ergün, 2007b: 3). Küresel ısınma yukarıda belirtilen sera gazları ve sera etkisi yoluyla yapay bir şekilde ortaya çıktığı gibi güneş sisteminin ve dünyanın normal döngüsü içinde hareket ederken ortaya çıkan çeşitli etkiler ve okyanus akıntı sistemlerinin neden olduğu çeşitli doğal olaylar sonucu da ortaya çıkabilmektedir (Ateş, 2008: 16). Ancak doğal nedenlerden kaynaklanan ısınma ve soğuma evreleri yapay nedenlere göre çok daha önemsiz ve ekolojik devinimin bir parçasıdır. Esas tehdit yapay nedenlerden kaynaklanan ısınmadır (Çepel ve Ergün, 2007b: 3). Dünya nüfusu 1800’lerde 1 milyar iken 1950’lerde 2,2 milyar, 1999’da 6 milyar olmuştur ve 2150 yılına kadar 8-10 milyar arasında olması tahmin edilmektedir (Donohoe 2003: 574). Dünya nüfusu artarken aynı zamanda tüketim bileşenleri de hızla değişmektedir ve insanlar tüketimlerini belirlerken ihtiyaçlardan ziyade genellikle doyumsuz isteklerini karşılamayı ön plana almaktadırlar (Gür, 2008: 23). Bilgisayar, otomobil ve elektronik cihazların sayısında bir artış sera etkisi yoluyla küresel ısınmaya olumsuz katkıda bulunmaktadır (Gür, 2008: 23). Örneğin bir bilgisayar üretimi 2800 galon su tüketir ve 700 kimyasal bileşen kullanarak 3.18 kilogram toksin atık ortaya çıkarır. Enerji tasarrufsuz 94 ÇYYD, 26(3) Temmuz 2017 , s. 91-121. araçlar da havayı kirleten ve küresel ısınmaya neden olan karbon gibi gazların en önemli kaynaklarından biridir (Donohoe, 2003: 576). Sera etkisi yoluyla küresel ısınmaya ivme kazandıran sera gazlarının küresel ısınmaya olan etkileri tablo 1 de belirtilmiştir. Tablo 1’e göre diğer gazların aksine karbondioksit gazı tek başına %50 - 60 arasında olduğu tahmin edilen bir etkiyle ilk sırada gelmektedir ve küresel ısınmanın en dikkat edilmesi gereken bileşenidir. Onun dışında metan ve CFC gazları yüksek etkiye sahip olan gazlardır. Tablo 1. Sera Gazlarının Küresel Isınmaya Katkıları Gaz Çeşidi Küresel Isınmaya Nispi Etkisi (%) Kloroflorokarbonlar (CFCs) 15–25 Metan (CH4) 12–20 Ozon (O3) 8 Azot oksitler (N2O) 5 Toplam 40–50 Karbondioksit (CO2) 50–60 Kaynak: Denhez, 2005 aktaran; Ateş, 2008: 18. Küresel Isınmanın Etkileri Birçok bilimsel bulgu, fosil yakıt kullanımının, dolayısıyla karbon emisyonlarının sera etkisi ve küresel ısınmanın en önemli nedeni olduğunu ortaya koymuştur (Tuna, 2000: 7). Dolayısıyla küresel ısınma olayı genellikle fosil yakıt kullanımından meydana gelen yoğun karbondioksit emisyonu ile özdeşleşmiş bulunmaktadır (Çepel ve Ergün, 2007b: 2). Karbondioksit gazının küresel ısınmaya neden olabileceği konusunda ilk uyarı İsveçli Bilim adamı Svante Ahrernius’dan gelmiştir. Ancak o zamanlar bu uyarı çok fazla ilgi uyandırmamıştır (Karabıçak ve Armağan, 2004: 208). Karbon emisyonlarının küresel ısınmada bu derecede önemli bir etkiye sahip olması karbon emisyonunun düşürülmesi konusunda ülkeleri daha titiz davranmaya itmiştir. Aksi takdirde küresel ısınmanın olası etkilerinin gezegenimiz için son derece ciddi sorunlara yol açacağı aşikârdır. Önlem alınmadığı takdirde, Kuzey Atlantik’e doğru ılık suları taşıyan okyanus akıntılarında yavaşlama, Grönland ve Batı Antarktika buzullarında büyük ölçekli erimeler, dünyadaki donmuş bulunan bölgelerde ısınma sonucu toprakta sıkışmış bulunan karbon gazının ve kıyı bölgelerde suya karışmış metan gazlarının ortaya çıkması ile küresel ısınmanın kendi kendini besleyerek daha da artması ve iklimlerin değişmesi gibi durumlar bizi bekleyen olası tehlikelerdir (Tomanbay, 2008: 92). Araştırmalar, dünya ısısında birkaç derecelik bir artışın bile deniz yüzeyinin yükselmesine ve birçok kıyı kentinin sular altında kalmasına, sıcak hava dalgalarının daha sık oluşmasına ve kuraklıklara, çok şiddetli fırtına ve sellere ve Türkiye’de Küresel Isınmaya Yönelik Politikaların Tutarlılığı ve Etkinliği: Ekonometrik Bir Yaklaşım 95 bunların sonucunda çeşitli bulaşıcı hastalıklara yol açacağını belirtmektedir (Tomanbay, 2008: 92). Sonuçları dünyaca ünlü The Lancet adlı dergide yayınlanan Oxford’lu uzmanların hazırladığı iklim değişikliği araştırmasına göre kalitesi ve miktarı azalan gıda tüketimi ile kalp krizi, kanser ve felce bağlı ölüm vakalarının artacağı ve iklim değişikliğine bağlı zincirleme gelişmelerin etkisiyle 2050 yılına kadar 529 bin kişinin hayatını kaybedebileceği öngörülmektedir (Springmann, vd. 2016: 1937). İddia edildiği gibi birkaç derecelik sıcaklık artışı fazla gibi görünmeyebilir ancak çok önemlidir. Bu durum, yaşadığımız bölgedeki sıcaklığın gün içerisinde çeşitli zaman aralıklarında bundan çok daha fazla değişiyor olması ile karşılaştırılmamalıdır. Burada belirtilmek istenen küresel yıllık ortalama sıcaklık değerlerinin değişmesidir. Bu nedenle küresel ortalama sıcaklıkta meydana gelen küçük bir değişiklik, iklimlerde büyük değişikliklere yol açabilmektedir (Walker ve King, 2009: 24). Küresel ısınmanın olası etkileri üzerine yapılan tahminler hafif değişikliklerden felaket düzeyinde ortaya çıkabilecek değişikliklere kadar çeşitlilik göstermektedir. Ancak dünyanın bilgi birikimi ve teknoloji sayesinde yapılan araştırmalara göre bile başta karbondioksit olmak üzere atmosferde sera etkisi meydana getiren gazların oranlarının yükselmeye başladığı saptanabilmektedir. Dolayısıyla gerekli önlemler alınmaz ise tahmin edilen etkilerin kendini göstermesi ve dünyanın telafisi mümkün olmayan çeşitli felaketlerle karşı karşıya kalması kaçınılmaz bir hale gelebilir (Tomanbay, 2008: 93). Küresel Isınmanın Geldiği Boyut IPCC’nin 2014 5. Değerlendirme Raporuna göre küresel ortalama sıcaklık artışını 2 derecenin altında tutmak için 1870’den beri toplam sera gazı salınım miktarının 2 bin 900 gigaton ile sınırlandırılması gerekmektedir. Bu karbon bütçesinin 2/3’ünü 2011 itibariyle tükenmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla dünyanın bundan sonraki kalan ömrü için 1000 gigatondan daha az bir karbon bütçesi bulunmaktadır. Yine aynı rapora göre kalan bütçe doğrultusunda fosil yakıtların artık toprağın altında kalması ve enerji ihtiyacının karbonsuz bir şekilde karşılanması gerekmektedir. Aksi takdirde küresel ısınmanın yol açacağı tehditler için 2 derece olarak öngörülen eşik sıcaklık artış değeri aşılacaktır. İklim değişikliğinin yıkıcı etkilerini en aza indirmek için ise ortalama sıcaklıklardaki artışın azami 2°C ile sınırlanması gerektiği belirtilmektedir. Yine IPCC’nin aynı raporunda son 30 yıldaki sıcaklığın yaklaşık son 200 yılın en sıcak dönemi olduğu, 1983 ve 2012 yılları arasındaki sıcaklığın kuzey yarım küre için son 1400 yılın en sıcak dönemi olduğu belirtilmektedir. Şekil 1 1901-2012 dönemi için dünya üzerindeki çeşitli bölgelerde gerçekleşen sıcaklık değerlerini göstermektedir. 96 ÇYYD, 26(3) Temmuz 2017 , s. 91-121. Şekil 1. Yüzey sıcaklık değerlerinde gözlenen Değişmeler Kaynak: IPCC 2014, https://www.ipcc.ch/report/ar5/syr/ NASA Goddard Uzay Araştırmaları Enstitüsü’nde iklim bilimcilerin yaptıkları çalışmaya göre de Güney Avrupa, Kuzey Afrika, Kıbrıs, İsrail, Ürdün, Lübnan, Filistin, Suriye ve Türkiye’yi içine alan Akdeniz bölgesinde son 900 yılın en kurak döneminin yaşandığı iddia edilmektedir (Benjamin vd., 2016: 2060). Bu araştırmaya göre ayrıca gelecekte iklim değişikliğinden ve küresel ısınmadan en çok etkilenecek bölgenin bu bölge olduğu vurgulanmaktadır. İklimbilimciler tarafından öngörülen ve AB tarafından benimsenen raporlara göre, ortalama sıcaklığın sanayileşme öncesi seviyelerin üzerinde iki santigrat dereceden daha yüksek olması küresel çevre, insan toplulukları ile ulusal ve küresel ekonomiler için tehlikeli olacağı görüşü benimsenmiştir. Dünya Bankası karbondioksit emisyonlarının şu andaki artış hızıyla 2060 yılında ortalama sıcaklıklardaki artışın 4°C’yi bulacağı uyarısı ise sorunun geldiği boyutun önemini açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Küresel Isınmaya Yönelik Farkındalık Çevre sorunlarının artmasıyla birlikte çevre bilincinin de gelişmesi, çevresel değerleri yasal güvence ile teminat altına alma çabalarını beraberinde getirmiştir. Çevre sorunlarının ülkelerin tek başlarına çözemeyecekleri kadar artmış ve karmaşık hale gelmiş olmasıyla birlikte bir ülkede meydana gelen çevresel felaketlerin diğer ülkeleri de etkisi altına aldığı, yani çevre sorunlarının yerel bir sorun olmaktan ziyade küresel bir sorun olduğu gerçeğinin farkına varılmasıyla uluslararası düzenlemelere ve oluşumlara ihtiyaç duyulmuştur. Avrupa Konseyi, Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD), Dünya Bankası (IBRD), Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT), Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü (KEİ) gibi kuruluşların çevre koruma amacıyla getirmiş olduğu çeşitli yasal, idari düzenlemeler olsa da dünyada kapsamlı çevre koruma çalış- Türkiye’de Küresel Isınmaya Yönelik Politikaların Tutarlılığı ve Etkinliği: Ekonometrik Bir Yaklaşım 97 malarını başlatan iki örgüt vardır: Bunlar Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği’dir (Budak, 2004: 387). Birleşmiş Milletler (BM) Örgütü dünyada barış ve güvenliğin tesisi amacıyla ülkeler arasında iş birliğini geliştirmek için 1945 yılında kurulmuştur. Bünyesinde kurulan Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP), IPCC, Eğitim bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO), Birleşmiş Milletler Sınai Kalkınma Örgütü (UNIDO), Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP), Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), Birleşmiş Milletler İnsan Yerleşimleri Programı (HABITAT), Dünya Sağlık Örgütü (WHO), Dünya Meteoroloji Örgütü (WMO) gibi yan kuruluşları aracılığıyla da çevrenin korunmasına ve geliştirilmesine yardımcı olmaktadır. Küresel düzeyde çevreyle ilgili atılan adımlarının çoğunun arkasında Birleşmiş Milletler vardır. Yapılan toplantılar ve alınan kararlar ülkelerin dikkatini çekmeye ve pek çok ülkenin ulusal çevre programlarının hazırlanmasına, çevre bilinci ve etiğinin oluşmasına öncülük etmiştir. Birleşmiş Milletler şemsiyesi altında çevreyle ilgili doğrudan ve dolaylı olarak çok sayıda yapılan toplantı ve alınan karar olmakla birlikte burada dünya gündeminde ve literatürde üzerinde çok daha durulan ve dönüm noktası teşkil ettiği iddia edilen toplantı ve kararlar üzerinde durulacaktır. Stockholm, İnsan Çevresi Konferansı 1972 Birleşmiş Milletlerin, çevrenin uluslararası anlamda korunması için girişimde bulunduğu çalışmalardan en önemlisi, Genel Kurul’un 3 Aralık 1968 yılında düzenlediği 23. toplantısında aldığı 2398 no’lu karar ile ülkeleri çevrenin korunması ile ilgili bir uluslararası konferansa davet etmiş olmasıdır (Budak, 2004, s. 388). Genel Kurul’un çağrısı yanıt bulmuş ve 113 ülke 1–16 Haziran 1972 tarihlerinde Stockholm’de bir araya gelmiştir. Konferans, kapsamı itibariyle gelişmiş ve az gelişmiş ülkeleri bir araya getirerek iki farklı yapının görüşlerinin tartışılmasına olanak sağlamıştır (Budak, 2004: 409). Konferans sonunda Stockholm Deklarasyonu yayımlanmış; UNEP’in kurulması kararlaştırılmış ve 5 Haziranın Dünya Çevre Günü olarak kutlanması kararı alınmıştır (Çamur ve Vaizoğlu, 2007: 299). Yayımlanan deklarasyonda insan çevre ilişkilerine, insan etkinliklerinin çevre üzerindeki olumsuz etkilerine, ülkelerin ekonomik gelişme sorunlarına, yaşam koşullarının iyileştirilmesine, uluslararası örgütlere ve hukuka değinilmiş; uluslararası dayanışma ve iş birliğinin önemi vurgulanmıştır. Brundtland Raporu 1987 1982 yılında Kenya’nın başkenti Nairobi’de yapılan uluslararası bir toplantıda 1972 Stockholm Konferansı’nın üstünden 10 yıl gibi büyük bir zaman dilimi geçmiş olmasına rağmen önemli bir ilerleme sağlanamadığı yönünde tartışılmış ve UNEP’e ciddi eleştiriler yöneltilmiştir. Stockholm Konferansı’nda alınan kararların ne ölçüde yaşama geçirildiğinin değerlendirilmesi ve bunun ışığında karşılaşılan küresel sorunların bilinmesi ve çözüme yönelik eylemlerin belir- 98 ÇYYD, 26(3) Temmuz 2017 , s. 91-121. lenmesi amacıyla 1983 yılında Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu oluşturulmuştur. Komisyon, Norveç başbakanı Gro Harlem Brundtland başkanlığında 1987’de bir rapor yayımlamıştır (Karabıçak ve Armağan, 2004: 210). “Ortak Geleceğimiz” adlı bu rapor komisyon başkanından dolayı Brundtland Raporu olarak da bilinmektedir. IPCC’nin Kurulması 1988 Çevre konusu artık gündemi meşgul etmeye başlayıp çevre bilinci arttıkça özellikle uluslararası alanda önemli adımlar atmaya devam edilmiştir. Bu adımlardan birini de 1988 yılında Birleşmiş Milletler Çevre Programı ve Dünya Meteoroloji Örgütü’nün desteğiyle kurulan Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) oluşturmaktadır. Bu panel insan kaynaklı iklim değişikliği riskinin anlaşılması konusuna ilişkin bilimsel, teknik ve sosyo-ekonomik bilgilerin değerlendirilmesi amacına yönelik çalışmalar yapmaktadır. Panel, 1990, 1996 ve 2001 yıllarında üç tane geniş çaplı değerlendirme raporu yayınlamıştır. Bu değerlendirme raporlarına ilaveten özel raporlar da hazırlamakta ve teknik çalışmalar da yapmaktadır. IPCC’nin yapmış olduğu tüm bu çalışmalar, uluslararası politika ve iklim değişikliği hakkındaki müzakerelerde yol gösterici rehberler olarak kullanılmaktadır (Kekeç, 2005: 113). BM Çevre ve Kalkınma Konferansı 1992 Stockholm Konferansı’ndan 20 yıl sonra Brezilya’nın Rio de Janeiro kentinde, çevre koşulları yönünden dünyanın nereden nereye geldiğini değerlendiren ve Rio Zirvesi/konferansı olarak da bilinen bir toplantı yapılmıştır. Toplantı sonucunda Rio Bildirisi, Gündem 21, ortaya konmuştur. Gündem 21, 1990’lı ve 2000’li yıllar boyunca, çevre ve ekonomiyi etkileyen tüm alanlarda hükümetlerin, kalkınma örgütlerinin, uluslararası kuruluşların ve bağımsız kesimlerin yapmaları gereken etkinliklerin yer aldığı bir eylem planıdır (Güven, 2006: 20). Gündem 21, ülkeler arasında ve ülkelerin kendi içerisinde artan yoksulluk, açlık, hastalık, cehalet ve ekosistemdeki bozulmalara dikkat çekmekte ve temel gereksinmelerin karşılanması, yaşam koşullarının iyileştirilmesi, ekosistemin daha iyi korunması ve yönetilmesi konusunda küresel ortaklık kavramının altını çizmektedir. Bu amaçla sosyal ve ekonomik alandaki yoksullukla mücadele ve tüketim şekillerinin değiştirilmesi gibi eylemlerin yanı sıra doğal kaynakların kullanımı ve korunmasına yönelik olarak öneriler sunmaktadır. Küresel bir sürdürülebilir kalkınma eylem planı olan Gündem 21’i imzalayan devletlerin kendi içinde geniş katılımın sağlanması şartıyla yerel dinamiklerini ve özel koşullarını dikkate alarak kendi Yerel Gündem 21 eylem planlarını oluşturma taahhüdü vardır. Bu şekilde ülke içerisinde de bir eylem planı uygulamaya konularak sorunların çözümünde daha kararlı davranılması amaçlanmıştır. Bu zirvede “Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi” (BMİDÇS) hazırlanarak sera gazı emisyonlarının sabit hale getirilmesi öngörülmüştür. Bağlayıcılığı ol- Türkiye’de Küresel Isınmaya Yönelik Politikaların Tutarlılığı ve Etkinliği: Ekonometrik Bir Yaklaşım 99 madığı için bu anlaşma sonrasında sera gazı emisyonlarında küresel bir düşüş gözlenememiştir (Güven, 2006: 50). İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin yetersiz olduğu kabul edilerek, yükümlülüklerin daha yeterli hale getirilmesi ve yasal bağlayıcı bir belge olması gerektiği anlaşılmıştır (Çamur ve Vaizoğlu, 2007: 304). Kyoto Protokolü 1997 Adını 1997 yılında Japonya’nın Kyoto şehrinde yapılmasından alan Kyoto Protokolü de 1992 Çevre ve Kalkınma Konferansı’nda Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nde alınan karar gereği yapılan Üçüncü Taraflar Konferansı’dır ve onun devamı niteliğinde bir özelliğe sahiptir (Güven, 2006: 50). Kyoto protokolünde ülkeler EK 1, EK 2 ve EK 1 Dışı Taraflar olmak üzere gruplandırılmıştır ve farklı sorumluluklara tabi tutulmuştur. EK 1 tarafları, 2008–2012 arasındaki sera gazı emisyonlarını 1990 yılındaki emisyonlarının yüzde 5 altına düşürme sorumluluğundadır. Ek II tarafları, gelişmekte olan ülkeler dışında kalan, OECD üyesi diğer Ek I taraflarından oluşmaktadır. Sözleşme uyarınca bu ülkeler, gelişmekte olan ülkelere emisyon azaltma çalışmalarında finansman kaynağı sağlamak ve iklim değişikliğinin olumsuz sonuçlarına uyum sağlamalarında yardımcı olmakla yükümlüdürler. Bu ülkeler ayrıca çevre dostu teknolojilerin geliştirilmesi ve bu teknolojilerin gelişmekte olan ülkelere transferi için pratik adımlar atmak zorundadırlar. Ek I Dışı Taraflar ise çoğunlukla gelişmekte olan ülkelerdir. Sözleşme, gelişmekte olan ülkelerden oluşan belirli grupları, iklim değişikliğinin etkilerine özellikle açık ülkeler olarak sınıflandırmaktadır (Güven, 2006: 50). Kyoto Protokolü’nde sera gazı emisyonlarını azaltmak için uygulanacak ulusal politikalar haricinde “Esneklik Mekanizmaları” olarak adlandırılan bir takım uygulamalar da söz konusudur. Bunlar (Karacan, 2007: 365): Ortak Yürütme Mekanizması (Joint Implementation): Bu uygulama ile, Emisyon hedefi belirlenmiş bir ülke, emisyon hedefi belirlenmiş diğer bir ülkede emisyon azaltıcı projelere yatırım yaptığında emisyon azaltma kredisi kazanır ve bu krediler toplam hedeften düşülür. Temiz Kalkınma Mekanizması (Clean Devolopment Mechanism CDM): Bu uygulama ile emisyon hedefi belirlenmiş bir ülke, emisyon hedefi belirlenmemiş az gelişmiş bir ülke ile iş birliğine giderek o ülkede emisyon azaltmaya yönelik projeler yaparsa “Sertifikalandırılmış Emisyon azaltma Kredisi” (Certified Emission Reduction) kazanır ve bu krediler toplam hedeften düşülür. Emisyon Ticareti (Emission Trading): Bu uygulama ile emisyon hedefi belirlenmiş ülkelerin, taahhüt ettikleri indirimleri tutturmak için ilave olarak kendi aralarında emisyon ticareti yapabilmelerini ifade eder. Buna göre belirlenen hedeften daha fazla miktarda emisyon azaltmayı başarabilen ülkeler bu fazlalığı hedefi tutturamayan diğer ülkelere satabilmektedir. 100 ÇYYD, 26(3) Temmuz 2017 , s. 91-121. Kyoto Protokolü’nün yürürlüğe girmesi için anlaşmayı onaylayan ülkelerin 1990 yılında dünya sera gazı emisyonunun %55 ini oluşturması ve onaylayan ülke sayısının da en az 55 olması gerekmekteydi. Ancak ABD, Avustralya, Rusya, Çin ve Türkiye imzaladıkları anlaşmayı meclislerinde onaylamaktan kaçınıyordu. Daha sonra Çin ve Rusya’nın onay vermesiyle protokol 2005 yılında yürürlüğe girmiştir. 2009 yılı Haziran ayı içinde Türkiye de protokolü onaylamıştır (Tomanbay, 2008: 101). Türkiye 26 Ağustos 2009 tarihinde Kyoto Protokolü’ne Taraf olmuştur. Protokol kabul edildiğinde BMİDÇS tarafı olmayan Türkiye, EK-I Taraflarının sayısallaştırılmış salınım sınırlama veya azaltım yükümlülüklerinin tanımlandığı Protokol EK-B listesine dâhil edilmemiştir. Dolayısıyla, Protokol’ün 2008-2012 yıllarını kapsayan birinci yükümlülük döneminde Türkiye’nin herhangi bir sayısallaştırılmış salınım sınırlama veya azaltım yükümlülüğü bulunmamaktadır. Kyoto Protokolü sanayileşmiş ülkelerin önüne, sera gazı emisyonlarında 2012 yılına kadar ne kadar indirime gideceklerini belirleyen somut hedefler koymuştu ancak gelişmekte olan ülkelere emisyon sınırı konmaması tartışmalara yol açmıştır. Bu ülkeler, atmosferin kirlenmesinden asıl olarak sanayileşmiş ülkelerin sorumlu olduğunu ve sınırlamaları onların üstlenmesi gerektiğini savunmuşlar, ayrıca Kyoto hedefleriyle kendi sanayileşme süreçlerinin engellenmemesi gerektiğini belirtmişlerdir. Fakat bazı kalkınmakta olan ülke ekonomileri hızla büyüyor ve atmosfere salınan sera gazı miktarı endişe verici oranlarda yükseliyordu. 2012 yılında Kyoto Protokolü’nün sona erecek olması nedeniyle Aralık 2011 Katar'da yapılan 18. İklim Değişikliği Konferansı’nda Kyoto Protokolü’nün 2020'ye kadar uzatılması kararlaştırılmıştır. Katar'ın başkenti Doha'da yapılan toplantıda 27 üyeli Avrupa Birliği'yle, Avustralya ve diğer birçok sanayileşmiş ülkenin, karbondioksit salınımlarında 2020'ye dek kesinti yapılmasını öngören maddeyi kabul etmeleriyle, anlaşmaya varılmıştır. Ancak protokolde ABD, Çin ve Hindistan gibi atmosferi en çok kirleten ülkelerin imzası bulunmamaktadır. Paris İklim Konferansı Paris İklim Konferansı Kyoto Protokolü çerçevesinde sera gazı emisyonları ile ilgili güncel taahhütlerin 2020 yılında sona erecek olması nedeniyle yeni hedeflerin belirlenmesi ve küresel ısınmanın 2 derece limitini aşmaması için gerekli önlemlerin alınması amacıyla 12 Aralık 2015 200’e yakın devlet liderinin mutabakatıyla sonuçlan BMİDÇS’nin 21. Taraflar Konferansı (COP 21) toplantısıdır. Bilim adamlarının, sera gazı emisyonları artmaya devam ederse, küresel ısınmanın geri döndürülemez hale geleceği ve eşiğin aşılacağı konusunda uyarıları BM öncülüğünde ülkelerin Kyoto Protokolü’nden çok daha ciddi önlemlere dayalı adımlar atılmasını elzem hale getirmiştir. Bilim adamlarının kritik olarak Türkiye’de Küresel Isınmaya Yönelik Politikaların Tutarlılığı ve Etkinliği: Ekonometrik Bir Yaklaşım 101 öngördüğü düzey 2 °C‘lik bir sıcaklık artışı olarak tahmin edilmekte ve önlem alınmadığı takdirde gelecek 50 yıl içerisinde mevcut emisyon düzeylerine bakıldığında yaklaşık 5°C bir artış beklenmektedir ki bu artış yıllık sıcaklık ortalamalarındaki değişiklikle birlikte hava akımlarının değişmesi ve iklimsel felaketlerin tetiklenmesi için son derece ciddidir. Bunun önlenebilmesi için IPCC’nin gösterdiği bilimsel gerçeklere uygun bir küresel anlaşma için 2050 sonrasında küresel sera gazı emisyonlarının net olarak sıfıra ulaşması gerekmektedir. 2014 IPCC 5. değerlendirme Raporuna göre Küresel ortalama sıcaklık artışını 2 derecenin altında tutmak için 1870’den beri toplam sera gazı salınım miktarının 2 bin 900 gigaton ile sınırlandırılması gerekmektedir. Bu karbon bütçesinin 2/3’ü 2011 yılı itibariyle tükenmiş bulunmaktadır. Güvenli limit olan 2 derece ve altında kalabilmek için 2030’a kadar düşük karbonlu elektrik ve enerji verimliliğine yıllık olarak 100 milyar dolar yatırım şarttır. Bunun için; Enerji üretiminin karbonsuzlaşması, Fosil yakıtların büyük kısmının toprağın altında kalması, İklim değişikliğinin etkilerine uyum sağlamak için finansman sağlanması, Düşük karbonlu bir kalkınma rotası için uluslararası işbirliğinin oluşturulması gerekmektedir. Paris'te düzenlenen İklim Konferansı’nda kabul edilen Paris Anlaşması'nın bir yıllık imza süreci, 22 Nisan 2016’da New York’ta yapılan bir törenle başlamıştır ve imza sürecinin ilk gününde anlaşmaya Türkiye’nin de aralarında bulunduğu 175 ülke imza atmıştır. Küresel ısınmayla mücadele etmek adına ülkelerin emisyon azaltım taahhüdünü ifade eden ulusal katkı beyanlarını (INDC) Paris İklim Konferansı öncesi Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi Sekreteryası’na sunmuşlardı ve her bir ülkenin bu hedefe ulaşmak için sunduğu katkılar kayıt altına alınmıştı. Örneğin AB, 1990 seviyesine göre 2030 itibariyle yüzde 40’lık bir azaltım, ABD 2025 itibariyle 2005 seviyesine göre yüzde 28’lik bir azaltım, Hindistan 2030 itibariyle ekonomisinin karbon yoğunluğunu 2005’e göre yüzde 35 azaltım ve Çin sera gazı salınım artışını 2030 itibariyle zirve yapıp net olarak azaltmayı taahhüt etmiştir. Anlaşmanın yürürlüğe girmesi için ise küresel sera gazı emisyonlarının en az yüzde 55’inden sorumlu 55 veya daha fazla ülkenin aynı zamanda anlaşmaya taraf olması ve bu ülkelerin hükümetlerinin metni onaylaması gerekiyordu. 22 Nisan'da New York'ta düzenlenen imza töreni ile süreç başladı ve aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 175 ülke anlaşmayı imzaladı. Kyoto Protokolünden farklı olarak bu anlaşmada izin verilebilecek maksimum sıcaklık artışı hedefinin belirlenmesi, küresel ısınmanın 2 santigrat derecede ve mümkünse 1,5 santigrat derecede sınırlandırılması, emisyon azaltım hedeflerinin karbon bütçesi anlayışıyla değerlendirilmesi, dayatılmış bir azaltım 102 ÇYYD, 26(3) Temmuz 2017 , s. 91-121. hedefinin değil, ülkelerin kendi belirledikleri ulusal katkı beyanlarıyla iklim değişikliğiyle mücadeleye katıldıkları görülmektedir. Ancak iklim değişikliğini durduramayacak olması ve ulusal katkı beyanlarındaki emisyon azaltım hedeflerinin bağlayıcı olmaması nedeniyle anlaşmanın tam bir şekilde uygulanacağından şüphe edilmektedir. Türkiye’nin Kürese Isınmayla Mücadelede Üstlendiği Misyonlar ve Attığı Adımlar İklim değişikliği ve küresel ısınma sorunları yerel olmayıp tüm dünyayı etkileyen küresel sorunlardır. Dolayısıyla bu sorunlarla mücadele için de tüm ülkelerin çaba göstermesi ve sorumluluk üstlenmesi bir ön koşuldur. Bu doğrultuda bu mücadelede önemli görevler üstlenen BM öncülüğünde ülkelerce kabul edilmiş olan BMİDÇS ve bu çerçevede belirlenen amaç ve politikalar temel referanstır. Türkiye’nin bu çerçevede göstermiş olduğu çaba ve üstlendiği taahhütler Kyoto Protokolü ve Paris İklim Konferansı açısından değerlendirilebilir. Türkiye G20 ve OECD üyesi ülkesi olduğu için BMİDÇS’nde hem EK I hem de Ek II listesinde yer almıştır. Dolayısıyla bu listelerde yer alması Türkiye’nin hem emisyon azaltım hem de gelişmekte olan ülkelere küresel mücadele için yardım etme yükümlülüğü getirmekte idi. Dolayısıyla Türkiye ilk başlarda sözleşmeye taraf olmamıştır. BMİDÇS’deki konumunu değiştirmek için uzun süre mücadele vermiş ve 2001 yılında yapılan 7. Taraflar Konferansı (COP 7) sonucunda isminin Ek II’den silineceği, Ek I’de ise diğer Ek I ülkelerinden farklı bir statüde olacağı kararı alınmıştır. Bunun üzerine Türkiye Mayıs 2004 tarihinde BMİDÇS’ne ve 26 Ağustos 2009 tarihinde Kyoto Protokolü’ne taraf olmuştur. Türkiye’nin, elde ettiği özel statü gereği Protokol’ün birinci (20082012) ve ikinci (2013-2020) yükümlülük döneminde iklim değişikliği ile mücadele etmek için politika geliştirmek ve uygulamak ile mevcut sera gazı emisyonlarını azaltmak gibi bir yükümlülüğü bulunmamaktadır. Ancak Paris Çevre Konferansı ile Türkiye’nin BM’ye sunduğu taahhüt 2030 yılı itibariyle referans senaryoya göre sera gazı salınım miktarını yüzde 21 azaltmak şeklindedir. Türkiye’de Küresel Isınmayla Mücadeleye Yönelik Politikalar Türkiye için Kyoto Protokolü’nün ikinci döneminde de herhangi bir yükümlülüğünün olmaması rağmen Paris Çevre Konferansı ile taahhüt ettiği salınım miktarının 2030 yılı itibariyle yüzde 21 azaltılması önemli adımların geç kalınmadan atılmasını gerektirmektedir. Ayrıca bu taahhüt ekonomi genelinde tüm sektörlerde (enerji üretimi, sanayi, tarım, atık, binalar, ulaştırma ve ormancılık) önemli kısıtlamalara veya maliyetlere yol açacaktır. Çünkü bu taahhüt ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı hesaplamalarına göre 2030 yılında 246 milyon ton; 2012-2030 arasında ise toplam 1 milyar 920 milyon ton sera gazı emisyonu önlenmiş olacaktır. Ayrıca, 2030 yılı itibari ile kişi başı emisyon değerimiz, 13,3 tondan 10,5 ton değerine gerileyecektir (CSB 2015). Türkiye’de Küresel Isınmaya Yönelik Politikaların Tutarlılığı ve Etkinliği: Ekonometrik Bir Yaklaşım 103 Türkiye’nin herhangi bir emisyon azaltım taahhüdünün olmadığı Kyoto dönemleri için de Çevre ve Şehircilik Bakanlığı öncülüğünde küresel ısınma ve iklim değişikliğiyle mücadelede bir takım belirlemiş olduğu stratejiler mevcuttur (TİDS 2011). Bunlar konuttan, enerji ve ulaştırma sektörüne kadar her alanda eylem planlarına (İDEP 2012) dayanmasına rağmen bu eylem planlarının ne ölçüde hayata geçirildiğine dair bir bilgiye ulaşmak mümkün olmamıştır. Ancak Ekonomi Gazetecileri Derneği tarafından 25 Ekim 2015’te 7.si yapılan Küresel Isınma Kurultayı sonuç bildirisine göre atılan adımlar oldukça yetersizdir. Bildirgeye göre, Türkiye’deki sıcaklıkların, gelecek 25 yıl içinde 3 dereceye, yüzyıl sonunda ise 6 dereceye kadar artabileceği, yağışların ise yüzde 50 oranında azalabileceği tahmin edilmektedir. Ayrıca Türkiye, sera gazı salınımları açısından 2012 yılı itibarıyla 18. sırada yer almaktadır. Ancak 2030 yılında 8. sıraya kadar yükselmesi söz konusudur. Türkiye’nin mevcut sera gazı emisyonu envanterine sektörel bazlı bakılacak olursa, Envanter sonuçlarına göre 2012 yılı toplam sera gazı emisyonları 439,9 milyon ton CO2 eşdeğeri olarak tahmin edilmektedir. 2012 yılı sera gazı emisyonlarının CO2 eşdeğeri olarak %70,2’si enerji, %14,3’ü endüstriyel işlem, %8,2’si atık ve %7,3’ü tarımsal faaliyet kaynaklıdır (Grafik 1). Ayrıca 2012 yılı kişi başı emisyon miktarı ise 5,9 ton/kişi olarak hesaplanmıştır (EGD 2015). Grafik 1’den görüleceği üzere Türkiye’nin emisyon probleminin en önemli yaratıcısı enerji sektörüdür. Salınımların neredeyse dörtte üçü enerji kaynaklıdır. Dolayısıyla azaltım sürecinde odaklanılması gereken en öncelikli sektör enerji sektörüdür. Bunun için enerji tasarrufu ve enerji verimliliğinin yanı sıra enerji ihtiyacının yenilenebilir kaynaklardan temin edilmesi konusunda radikal politikaların hayata geçirilmesine ihtiyaç vardır. Türkiye’nin kişi başına sera gazı emisyonları bakımından (arazi kullanımı, arazi kullanımı değişikliği ve ormancılık (AKAKDO) hariç) diğer ülkeler arasındaki yerine bakılacak olursa 2010 ve 2011 yılı itibariyle grafik 2’deki gibi bir durum arz etmektedir. 104 ÇYYD, 26(3) Temmuz 2017 , s. 91-121. Grafik 1. Sektörlere Göre Türkiye Sera Gazı Envanteri Kaynak: Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, https://www.csb.gov.tr Grafik 2 itibariyle kişi başı en yüksek emisyon salınımı ABD, Kanada ve Rusya’dır. Paris Çevre Konferansı ile ABD 2025 yılı itibariyle 2005 yılı emisyon seviyesine göre yüzde 25, Kanada 2030 yılı itibariyle 2005 yılı emisyon seviyesine göre yüzde 30, Rusya ise 2030 yılı itibariyle 1990 yılı emisyon seviyesine göre yüzde 25-30 arası bir azaltım taahhüdünde bulunmuştur. Grafik 2. Ülkelerin Kişi Başı Emisyon Miktarı Kaynak: Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, https://www.csb.gov.tr Türkiye’de Küresel Isınmaya Yönelik Politikaların Tutarlılığı ve Etkinliği: Ekonometrik Bir Yaklaşım 105 Ancak burada gözden kaçabilecek ayrıntı ülkelerin azaltımlarının bugün ulaşmış oldukları emisyon miktarı üzerinden değil 2030 yılına kadarki referans senaryoları üzerinden olmasıdır. Dolayısıyla ülkelerin emisyonları net olarak azalmak yerine artmaya devam edecektir. Örneğin Türkiye’nin referans senaryosuna göre emisyon salınımı grafik 3 üzerinden incelenebilir. Türkiye 2030 yılına gelindiğinde bugün yaklaşık 5,5 milyon ton olan kişi başı emisyon miktarını taahhüt ettiği azaltım ile 10,5 milyon ton seviyesinde tutacaktır. Taahhüde uyulmadığı zaman ise referans senaryoya göre kişi başına emisyon miktarı 13,3 milyon tona ulaşacaktır. Grafik 3. Toplam Sera Gazı Salınımları (Milyon ton CO2e) Kaynak: Sayman, 2016, Sera gazı salınımında büyük katkısı olan ülkelerin taahhüdüne göre Türkiye’nin yüzde 21’lik azaltım taahhüdü ekonomik olarak yaklaşık yılda ortalama yüzde 5 büyüyen ve enerji talebi her yıl artan bir ülke için önemli düzeydedir. Bunun için gerekli altyapı çalışmalarına başlanması gerekmektedir. Ancak özellikle bu iklim anlaşması imzalandıktan sonra uygulamaya konulacağı söylenen bazı politikalar Türkiye’nin küresel ısınma ve iklim değişikliği ile mücadeleye tam olarak öncelik vermediğini düşündürtmektedir. Örneğin 22 Şubat 2016 tarihinde yapılan bir bakanlar kurulu toplantısından sonra hükümet sözcüsü termik santrallerin önemli bir enerji tedarik kaynağı olduğu ve kömür üretiminin artırılmasının öngörüldüğünü belirtmiştir (Hürriyet 2016). 24 Nisan 2016 tarihinde ise Cumhurbaşkanı çevrecilerin kömür, hidroelektrik ve nükleer santraller karşıtı eylemlerinin kimseyi yanıltmaması gerektiğini, cari açığı düşürmek için ithal kömürden iki kat daha fazla kullanılarak aynı verimi sağlayabilen yerli kömürün kullanılması gerektiğini belirtmiştir (Milliyet 2016). Bunun dışında ik- 106 ÇYYD, 26(3) Temmuz 2017 , s. 91-121. lim sözleşmesi imzalandıktan sonra verilen taahhüt doğrultusunda izlenecek politikalar hakkında bir eylem planı hazırlanmamıştır. Türkiye’de Küresel Isınmaya Yönelik Politikaların Etkinliği Bir amaca yönelik Politika etkinliği hakkında değerlendirmede bulunmak için amaç değişkene ilişkin zaman serisi verilerinin analizine başvurulmaktadır. Bu bakımdan bir değişkenin geçmişten bugüne kadar göstermiş olduğu değişikliklerin sıralandığı zaman serisi analizlerinde durağanlık meselesinin incelenmesi gerekmektedir. Zaman serisinde durağanlık, değişkenin ortalamasının ve varyansının zaman içinde değişmediğini ifade eder. Bu, ortalamaya dönen süreç (mean reverting process) olarak adlandırılır. Böyle bir sürece sahip olan seriler ortalamasına eşit olan beklenen değerinin etrafında dalgalanır ve şoklar (değişkeni etkileyecek gelişmeler, politikalar) seri üzerinde kalıcı bir etki bırakamaz. Şokların kalıcı etki bırakmaması yani geçici olması durumunda politikaların etkin olmayacağından bahsedilir. (Nelson ve Plosser, 1982:141; Perron, 1989:1362; Lee ve Chang, 2008:1474; Mishra vd., 2009:2318). Bu durumda uygulanacak politikaların uzun dönemde göstereceği etki, durağanlığın olmadığı duruma göre farklılık göstermektedir (Stegman, 2005:20). Veri Seti ve Ampirik Uygulama Küresel ısınmayı önleyebilmek için Kyoto Protokolü ve Paris Çevre Konferansı’nda belirlenen temel politika sera gazı emisyonlarının azaltılmasıdır. Sera gazı emisyonları içerisinde de en önemli pay CO2 emisyonlarıdır. Dolayısıyla bu çalışmada öncelikli olarak kullanılacak değişken Dünya Bankası veri tabanından temin edilmiş olan 1960-2013 dönemi için CO2 emisyonları olacaktır. Bir diğer değişken ise alana eşdeğer bazda ülkelerin kişi başına doğal kaynak kullanımı, atıklar ve karbon dioksit emisyonlarını içeren (Wackernagel vd., 2002: 9266); bireylerin ve ülkelerin karbon salınımı hesaplanmasında önemli bir yer tuttuğu için sera gazı emisyonlarıyla ve dolaylı bir şekilde küresel ısınmayla da ilişkilendirilebilen (Cordero vd., 2008: 867) ekolojik ayak izi değişkenidir. Ekolojik ayak izi için aynı zamanda Avrupa Enerji Ajansı (EEA, 2010), Avrupa Birliği ve Avrupa Komisyonu (Best vd., 2008) ve Birleşmiş Milletler (UNDP, 2014) gibi kuruluşlar tarafından da çevresel performansın değerlendirilmesinde dikkate alınmakta ve buna yönelik amaçlar oluşturulmasında önemli bir rol oynayacağı değerlendirilmesi yapılmaktadır (Borucke vd., 2013). Bu bakımdan eklojik ayak izinin hesaplanması ve Türkiye için nasıl bir seyir izlediğine yer verilmesi gerektiği düşünülmüştür. Ekolojik Ayak İzi Ekolojik ayak izi son yıllarda tüm dünyada sürdürülebilirliğin en yaygın kullanılan göstergelerinden birisi olmuştur. Daha çok çevresel sürdürülebilirliğe Türkiye’de Küresel Isınmaya Yönelik Politikaların Tutarlılığı ve Etkinliği: Ekonometrik Bir Yaklaşım 107 odaklanan ve güçlü sürdürülebilirliğin doğasına uygun olan (Neumayer, 2004: 158-159) bu yaklaşım 1990’lı yıllarda William Rees ve Mathis Wackernagel’in çalışmaları sonucu literatüre kazandırılmıştır. İlk olarak Rees (1992) çalışmasında ekonomik faaliyetler ve taşıma kapasitesi gibi konular üzerinde durarak ekolojik ayak izi kavramına yer vermiş ve daha sonra kendisinin yönettiği doktora tezinde Wackernagel (1994) ekolojik ayak izi yaklaşımını ve hesaplama metodunu geliştirmiştir. 1996 yılında Wackernagel and Rees Our Ecological Footprint: Reducing Human Impact on the Earth başlıklı kitabı yayınlayarak ekolojik ayak izi yaklaşımının tanınmasına ve yaygınlaşmasına öncülük etmişlerdir. Ekolojik ayak izi doğal kaynak tüketimini ve bir ekonomide yaratılan atıklar için gerekli asimilatif kapasiteyi ölçmeye yarayan bir hesaplama aracıdır (Wackernagel ve Rees, 1996: 9). Bir başka ifadeyle Ekolojik ayak izi doğal kaynak kullanım yoğunluğunu ve belirli bir alandaki (o alanın özümseme kapasitesi dahilinde) atık özümseme faaliyetini ölçen alan bazlı bir göstergedir (Wackernagel ve Yount, 1998: 512). Ekolojik ayak izi, veri bir nüfusa sahip ekonominin mevcut teknolojiyi kullanarak tükettiği kaynakları üretmek ve yarattığı atıkların doğa içerisinde emilimini sağlamak için biyolojik olarak ne kadar verimli alana ihtiyacı olduğunu da gösterir (Wackernagel ve Silverstein, 2000: 392). Ekolojik ayak izi geniş çaplı bir perspektifte değerlendirme imkânı sunarak sürdürülebilirliğin planlanmasına da yardımcı olur (Wackernagel ve Rees, 1996: 28-29). Yaklaşımda alana eşdeğer bazda ülkelerin kişi başına doğal kaynak kullanımı, atıklar ve karbon dioksit emisyonları ülkenin biyokapasitesi ile karşılaştırılır. Biyokapasite biyolojik olarak üretken kara ve su alanlarının bir ölçüsüdür. Ekolojik bütçe veya doğanın kendini yenileyebilme kapasitesi olarak da yorumlanmaktadır (Brucke vd., 2011: 4). Ekolojik ayak izi değerlendirmeleri aşağıda sıralanan altı temel varsayım üzerine kuruludur (Wackernagel vd., 2002: 9266): İnsanların tükettiği kaynaklar ve oluşturduğu atıkların takip edilmesi mümkündür. Söz konusu kaynakların büyük bir kısmı ve atık stoku mevcut durumu devam ettirebilmek için gerekli olan biyolojik olarak verimli alanlarla ölçülebilir. Her bir alan onun kullanılabilir biokütlesine (Biomass) oranlanıp ağırlıklandırılır. Bu standartlaştırma global hektar olarak adlandırılmaktadır. Her bir global hektar belirli bir yıl için aynı miktarda kullanılabilir biokütle içerdiği için ve bu alanlar karşılıklı özel kullanımı ifade ettiği için bunlar insanları toplam talebini temsil eder. Ekolojinin sunduğu doğa arzı biyolojik anlamda verimli global hektarlarla ifade edilebilir. 108 ÇYYD, 26(3) Temmuz 2017 , s. 91-121. Alan talebi alan arzını aşabilir. Örneğin yeniden oluşma oranının iki katı oranında kesilmiş bir orman bu hesaplamada kendi alanının iki katı olarak görünür. Ekolojik ayak izi daha çok kullanılan ekosistem alanıyla tanımlanmaktadır. Bireyler için şehirler için ülkeler için ve bir bütün olarak dünya geneli için hesaplanabilme imkanı sağlamaktadır. Mevcut teknoloji ve kaynak yönetimi altında biyolojik olarak üretken toprak ve suya olan gereksinimin bir ölçüsü olan ekolojik ayak izi doğal kaynak tüketimi, üretim veya hizmetlerin gerçekleştirilebilmesi gibi tüm beşeri faaliyetlerin gezegenin kendini yenileyebilen kapasitesinin ne kadarını talep ettiği sorusuna da cevap verir (Kitzes ve Wackernagel, 2009: 2). Doğaya ve doğal kaynaklara olan talep veya biyosfere olan talep olarak da değerlendirilebilen ekolojik ayak izi yaklaşımında biyolojik olarak üretken alan ile ekilebilen araziler, orman alanları, balıkçılık alanları dikkate alınırken çöller, buzullar ve açık okyanuslar dikkate alınmamaktadır (Kitzes ve Wackernagel, 2009: 2). İnsanların doğal mal ve hizmetleri tüketmesi biyosferin ekolojik kapasitesi aşılmadığı sürece sorun değildir ancak bu kapasite aşıldığı takdirde ortaya çıkan sorunları ölçebilmek adına geliştirilen ekolojik ayak izi doğanın ne kadarının kullanıldığını ölçerek insanların çevreye olan talebini hesaplar (Wackernagel, 2002: 1). Bu hesaplamalar iki basit gerçeğe dayanır: birincisi doğal kaynakların ve oluşturulan atıkların büyük bir çoğunluğu takip edilir. İkincisi bu doğal kaynak ve atıkların oluşturduğu büyüklük yine bunları elde etmek için gerekli üretken alan olarak dikkate alınır. Böylece mevcut teknolojik imkanlarla tüketilen doğal kaynaklar ve oluşturulan atıkların telafi edilebilmesi için gerekli olan üretken alan ve su miktarı ekolojik ayak izi olarak ifade edilir ve ayak izi insanlar doğayı kullandıkça ve kirlettikçe büyür (Wackernagel, 2002, p. 1). Bu açıdan ekolojik ayak izi insanların doğal sermayeyi (doğayı) ne kadar kullandığını izleme ve sürdürülebilirliği tesis edebilme konusunda yardımcı olur. Örneğin güçlü sürdürülebilirlik için ekolojik ayak izinin mevcut biyokapasiteden küçük olması gerek koşuludur (Wackernagel, 2002: 2). Ekolojik ayak izinin sürdürülebilirlik göstergesi olarak kullanılmasında mevcut biokapasite (BC) önemli bir unsur olmaktadır. Herhangi bir alan için eğer ayak izi biyokapasiteden daha fazlaysa bu durum ekolojik açık (ecological deficit); daha az ise ekolojik fazla (ecological surplus) olarak değerlendirilmektedir. Birinci durum sürdürülebilirliğe imkân vermezken ikincisi sürdürülebilirliğin sağlanabilmesi için ön koşuldur. Ancak bu gösterge ile ekonomik ve ekolojik sürdürülebilirlik için çevresel mal ve hizmetlerin diğer ekonomik mal veya hizmetlerle, beşerî veya fiziki sermaye ile ne oranda ve nasıl ikame edilerek kullanılabileceği gibi sonuçlara ulaşılamaz (Pearce ve Barbier 2000: 127). Türkiye’de Küresel Isınmaya Yönelik Politikaların Tutarlılığı ve Etkinliği: Ekonometrik Bir Yaklaşım 109 Ekolojik Ayak İzinin Hesaplanması Ülkelerin ekolojik ayak izi ve biyokapasitesini hesaplamaya yönelik ilk girişimler 1990’lı yılların sonlarına doğru başlamıştır. Bu hesaplamaların kurumsal bir düzeyde sunulması ise 2003 yılında Global Footprint Network (GFN) tarafından üstlenilmiştir ve National Footprint Accounts (NFA) adıyla 1961 yılından günümüze kadarki ekolojik ayak izi değerleri yıllık frekansla yayınlanmaktadır. Esasen ülke bazında ekolojik ayak izi hesaplamasına yönelik farklı yaklaşımlar geliştirilmiştir (Aubauer, 2011; Bicknell vd., 1998; Ferng, 2001; Monfredo vd., 2004; Van Vuuren ve Smeets, 2000, Wackernagel and Rees, 1996; Wiedman vd., 2006) ancak en yaygın kullanılan yaklaşım Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Organizasyonu (FAO) ve Uluslararası Enerji Ajansı (IEA) başta olmak üzere pek çok ulusal ve uluslararası istatistiklerden faydalanılarak ölçülen GFN’nin hesaplamalarıdır. GFN, Ekolojik ayak izi hesaplamalarında kullanmış olduğu metodoloji ve ilkeleri belirli aralıklarla hem rapor şeklinde hem de akademik yayınlarla açıklamaktadır. Dolayısıyla ekolojik ayak izi hesaplamalarının açıklanmasında bu yayınların güncel olanları özellikle de Lazarus vd. (2014) ile yayımlanmış son hesaplama tekniği dikkate alınacaktır (Lazarus vd., 2014; Borucke, vd. 2011; Ewing vd. 2010). Ekolojik ayak izi (EF) hesaplamaları insanlar için faydalı kaynaklar üreten veya sağlayan altı çeşit alan kullanımı dikkate alınarak yapılmaktadır. Bunlar, Tarım alanları, otlaklar, kereste ve yakacak odun için ormanlar, balıkçılık alanları, alt yapı ve diğer yapılaşma alanları ve karbon emisyonlarının emilimi için gerekli orman alanlarıdır. Dolayısıyla EF’nin genel hesaplama formülü 1 numaralı formül ile ifade edilir. (1) Alt indiste gösterilen k değeri EF’nin hesaplamada dikkate aldığı altı çeşit alanın her birini temsil etmektedir. Dolayısıyla her bir alan için hesaplanan ayak izinin toplamı ekolojik ayak izini oluşturmaktadır. Her bir alanın ayak izi ise şu şekilde belirlenmektedir. Tarım alanları ayak izi (Cropland Footprint): Bu iz değeri insanlar tarafından tüketilen veya stoklanan tarım ürünleri, hayvan yemleri, biçilmiş çayırlar gibi bütün ürünlerin yetiştirildiği alanları kapsamaktadır ve bunlara ilişkin veriler başta FAO’nun ürün ve ticaret istatistikleri olmak üzere ihtiyaç halinde ülkelerin ulusal veri tabanlarından yararlanılarak elde edilmektedir. Karbon ayak izi (Carbon Footprint): Bu iz değeri antropojenik (insan kaynaklı) karbon dioksit emisyonlarının emilimi için gerekli orman alanlarını temsil eder ve karbon dioksit emisyonları hesaplanırken fosil ve fosil olmayan yakıt 110 ÇYYD, 26(3) Temmuz 2017 , s. 91-121. kullanımı, elektrik kullanımı ve diğer faaliyetlerden salınan karbonlarlar IEA’nın veri tabanı kullanılarak dikkate alınır. Otlak alanları ayak izi (Grazing Land Footprint): Bu iz değeri hesaplanırken hayvanları beslemek için talep edilen ve ticari faaliyetler kapsamına giren otlak alanlar dikkate alınır. Hesaplama yapılırken bir ülkenin sahip olduğu hayvan sayısı ve bunların yem ihtiyacı dikkate alınır. Özellikle yem için üretilen bitkiler ve hayvanlar için kullanılabilecek ürün artıkları ve hayvanlar için biçimi yapılan otlar ve bu amaçla kullanılan alanlar büyük ölçüde FAO veri tabanından yararlanılarak hesaba katılır. Balıkçılık alanları ayak izi (Fishing Grounds Footprint): Bu iz değeri balıkçılık faaliyetini gerçekleştirebilmek için gereken birincil üretim tahminlerine dayanmaktadır ve bir ülkenin sürdürülebilir bir şekilde balık avlanmasını sağlayacak su alanına eşdeğer sayılabilecek balıkçılık talebini temsil eder. Birincil üretim ihtiyacı ise su ürünlerinin türlerine göre değişir. Besin zincirinin daha üst basamaklarında olan balıklar daha fazla birincil üretim girdisidir ve dolayısıyla daha fazla ayak izi oluştururlar. 1718 çeşit deniz ve tatlı su ürünü için FAO’nun balık istatistiklerinden (FishSTAT) faydalanılır. Orman alanları ayak izi (Forest Land Footprint): Bu iz kereste, selüloz, ahşap ürünler ve yakacak için tüketilen ağaç miktarları esas alınarak hesaplanır ve insanoğlunun ormanlara yönelik talebini temsil eder. Alan olarak ise söz konusu talebi karşılayacak ortalama orman alanını ifade eder. IPCC metodolojisine dayanan bu hesaplama için de büyük ölçüde FAO veri tabanlarından faydalanılır. Karbon ayak izi orman ürünleriyle dolaylı bir ilişkiye sahip olsa da NFA karbon ve orman alanları ayak izini tamamen farklı bir şekilde ele almaktadır. Yapılaşma alanları ayak izi (Built up Land Footprint): Bu iz insanoğlunun ulaşım, konut, endüstriyel üretim, baraj vb gibi alt ve üst yapı oluşumlarını dikkate alır ve insanların genellikle verimli alanları işgal ettiği hesaba katılarak bu alanların üretken alanları temsil ettiği düşünülür. WRI ve BP veri tabanlarından faydalanılır. Biyokapasite (Biocapacity): EF hesaplanırken kullanılan önemli bir ölçüm ise biyokapasitedir. Biyokapasite (BC) hesaplanırken EF’de kullanılan karbon dışındaki beş alan dikkate alınır. Yapılaşma alanlarının dahil edilmesinin nedeni, bu alanlar kaynak oluşturmasa da bunların kapsadığı alanların biyokapasitesini işgal etmeleridir. NFA tüm karbon salınımını orman alanlarına olan talep olarak değerlendirdiği için Karbon ayak izi denk bir biyokapasiteye sahip değildir. Dolayısıyla BC hesaplanırken orman alanları biyokapasitesinin dışında tutulur. Eğer bir de karbon biyokapasitesi ilave edilirse çifte hesaplama sorunu ortaya çıkacaktır. Verimlilik Faktörü (Yield Factor): EF hesaplamalarında tüketilen kaynakları birim alanlara dönüştürürken kullanılan mekanizma ise verimlilik faktörü olarak Türkiye’de Küresel Isınmaya Yönelik Politikaların Tutarlılığı ve Etkinliği: Ekonometrik Bir Yaklaşım 111 kullanılan denklemin yeniden düzenlenmesinden ibarettir. Örneğin veri bir yıl için alan verimliliği üretilen miktarın (ton olarak) alana bölünmesiyle elde edildiğinde Verimlilik=Üretim Miktarı/Alan denkleminde Alan=Üretim Miktarı/Verimlilik şeklinde dönüştürülebilir. Verimlilik faktörü (YF) hesaplanan alan türünden ulusal ve ortalama dünya verimliliği kıyaslanır. EF hesaplamasında zamanlar arası verimlilik farklılıklarını dengeleyen zamanlar arası verimlilik faktörü (IYF) de kullanılmaktadır Eşdeğerlik faktörü (Equivalance Factor): EF hesaplamasında dikkate alınan bir diğer faktör ise farklı alanların ortalama verimliliklerini biyolojik olarak global üretken bir alana dönüştüren eşdeğerlik faktörüdür. Eşdeğerlik faktörü (EQF), örneğin tarım alanları veya orman alanları gibi belirli bir alanı global hektar diye ölçülen biyolojik olarak verimli evrensel bir alan birimine dönüştürür. EQF her ülke için aynıdır ancak yıldan yıla değişebilmektedir. Genellikle hem EF hem de BC hesaplamalarında sonuçlar global hektar ölçü birimiyle kullanılır. EQF hesaplanırken FAO istatistiklerinden ve GAEZ’in uygunluk endeksinden (suitability index) yararlanılır. YF ve EQF dengeleyici işlev üstlenerek EF’nin hesaplanma sürecinde standartlaştırmayı sağlamaktadır. Bu süreçte öncelikle tüketim alana dönüştürülmekte daha sonra farklı ülkelerin farklı kullanıma tahsis edilmiş alanlarının her biri için verimlilik (world average productivity) standardize edilmektedir. Bir ülkenin üretim bazlı EF değerini hesaplarken 2 numaralı formül kullanılır. (2) P, i ürününün hasat edilen veya salınan atık miktarını temsil etmektedir. YN, Pi için ortalama ulusal verimliliği; YF ortalama ulusal verimliliğin ortalama dünya verimliliğine oranlanmasıyla elde edilen ve ulusal ve dünya verimlilik farklarını dikkate almaya yarayan verimlilik faktörünü; EQF farklı kullanım alanlarının ortalama verimliliğini global biyolojik olarak üretken alana dönüştüren eşdeğerlik faktörünü, IYF ise zamanlar arası verimlilik faktörünü temsil etmektedir. 2.5 numaralı formülde IF tanım gereği ortalama ulusal verimliliğin ortalama dünya verimliliğine bölünmesi suretiyle elde edildiği için 2.5 numaralı denklemin paydasında bulunan YN değeri ile sadeleşir. Bu durumda paydada kalan değer YW ile gösterilen ortalama dünya verimliliğini temsil eder ve EF formülü 3 numaralı denklemdeki gibi olur. (3) 112 ÇYYD, 26(3) Temmuz 2017 , s. 91-121. 3 numaralı denklem 2014 yılı itibariyle NFA’nın kullanmış olduğu hesaplama formülünün en güncel halidir (Lazarus et al. 2014, 11). EF’nin tüketim bazlı bir gösterge olarak hesaplanmasında yani tüketimin ekolojik ayak izinin hesaplanmasında ise 4 numaralı formül kullanılmaktadır. (4) EFC tüketimin ekolojik ayak izini, EFP ürün veya atık olarak üretimin ayak izini, EFI ilgili ürün veya atık türünden ithalatın ayak izini, EFE ise ilgili ürün veya atık türünden ihracatın ayak izini temsil etmektedir. BC’nin hesaplanması ise 5 numaralı formül kullanılarak yapılmaktadır. (5) 5 numaralı denklemde daha önce tanımlanmamış olan sadece A simgesi vardır. A ülke içerisinde kullanım türü açısından alan ölçüsünü temsil etmektedir. Genel hatlarıyla bu şekilde hesaplanan ve ulusal düzeydeki hesaplaması daha çok ilgi çeken EF ve BC değerleri ekolojik açıdan ülkenin mevcut durumu ve gidişatı konusunda karar birimlerine yol gösterici bir işlevi de üstlenmektedir. Türkiye’nin Ekolojik Ayak İzi Türkiye’deki üretken alanların verimliliği dünya ortalamasının üzerindedir. Buna karşın, nüfus yoğunluğunun yüksek olması nedeniyle kişi başına düşen biyolojik kapasite dünya ortalamasından azdır. Türkiye’de biyolojik olarak üretken alanların miktarı 2011 yılı itibariyle 1,5 gha ile 1,72 gha dünya ortalamasının gerisindedir. Ekolojik ayak izi bakımından ise 2,7 gha ile 2,65 olan dünya ortalamasının üzerindedir. Bunun önemli bir nedeni, Türkiye’deki nüfus yoğunluğunun, dünya ortalamasının üzerinde olmasıdır. Ekolojik ayak izinin biyokapasitesinden yüksek olması Türkiye’nin ekolojik açığı olduğunu göstermektedir. Grafik 4 yıllar itibariyle Türkiye’nin biyokapasite ve ekolojik ayak izi değerlerini göstermektedir. Buna göre Türkiye’nin giderek artan ayak izi 1980’li yıllarla birlikte biyokapasitesini aşmış ve açığın büyüklüğü giderek artmıştır. Grafik 4. Türkiye’nin Biyokapasite ve Ekolojik Ayak İzi Kaynak: Global Footprint Network, www.footprintnetwork.org Türkiye’de Küresel Isınmaya Yönelik Politikaların Tutarlılığı ve Etkinliği: Ekonometrik Bir Yaklaşım 113 Dünyanın pek çok ülkesinde olduğu gibi Türkiye’de de en çok artış gösteren Ayak İzi karbon kaynaklıdır. Karbon ayak izini oluşturan CO2 emisyonları içinde en büyük şüphesiz enerji sektörüne aittir (WWF, 2012:11). Buradan da anlaşılacağı üzere küresel ısınmayla mücadelede öncelikli adımların enerji sektörüne yönelik olması ekolojik ayak izinin de küçültülmesi açısından önem arz etmektedir. Yöntem ve Uygulama Sonuçları Zaman serisi analizlerinde değişkenlerin durağan olup olmaması birim kök testleri ile analiz edilmektedir. Literatürde farklı test prosedürüyle çalışan çeşitli birim kök testleri mevcuttur. Dickey ve Fuller (1981) ADF testi, Phillips ve Perron (1988) PP testi, Elliott vd., (1996) GLS testi, Ng ve Perron (2001) NP testi literatürde yaygın olarak kullanılan testlerdir. Fakat bu testler eğer seride bir yapısal kırılma varsa genellikle serilerin durağan olduğu sonucunu vermektedir (Perron, 1989). Dolayısıyla daha sağlıklı sonuçlar elde edebilmek için yapısal kırılmaların dikkate alınmasında fayda vardır. Ancak Prodan (2008) serilerde ne kadar yapısal kırılma olduğunu ve bunların kapsamının doğru düzgün tahmin edilmesinin oldukça zor olduğunu göstermiştir. Bu sıkıntıların dikkate alınmasında Enders ve Lee (2012a), Rodrigues ve Taylor (2012) ve Enders and Lee (2012b) fourier yakınlaştırma (Fourier aproximation) ile alçak frekans bileşenleri kullanarak bir seride çok sayıda yapısal kırılmanın dikkate alınabileceğini göstermişlerdir. Yakınlaştırma metodunun önemli bir özelliği kırılma tarihlerinin veya kırılma sayısının bilinmesine gerek duyulmamasıdır. Dolayısıyla belirli bir kırılma tarihi veya sayısı seçmekten ziyade bu seçim problemi uygun frekans bileşenlerini tahmin edilen denklemin içerisine dahil ederek çözülür (Enders ve Lee, 2012b, 196). Fourier yakınlaştırma ile deterministik terimlerdeki ortalamalardan sapmalar trigonometrik genişletmeyle dikkate alınır. Bu doğrultuda Enders ve Lee (2012a) LM testinin, Rodrigues ve Robert Taylor (2012) Elliott vd., (1996) GLS testinin, Enders ve Lee (2012b) ise Dickey-Fuller (DF) tipi regresyon denklemi kullanmaktadır. Deterministik teriminin zamana bağlı fonksiyon olarak kullanıldığı DF birim kök regresyon denklemini ele alacak olursak regresyonu 6 nolu denklemdeki gibi yazarız. (6) 1 nolu denklemde sabit varyanslı durağan bir dağılıma sahip iken manın (t) deterministik bir fonksiyonudur. Başlangıç değeri sabit ve za- ’nin zayıf bağımlı olduğu varsayımı çerçevesinde eğer ’nin fonksiyonel formu biliniyorsa 1 nolu denklemi doğrudan tahmin etmek ve birim kökün olduğuna dayalı boş hipotezi ( ) test etmek mümkündür. Ancak ’nin fonksiyonel for- (7) 114 ÇYYD, 26(3) Temmuz 2017 , s. 91-121. mu bilinmiyorsa ve yanlış belirlenmişse boş hipotezi test etmek sıkıntılıdır (Enders ve Lee, 2012a: 575). Bunun için ’nin fourier yakınlaştırma ile genişle- tilmesi önerilmektedir. ’nin Fourier yakınlaştırma ile genişletilmesi 7 nolu denklemdeki gibi yapılmaktadır( Enders ve Lee 2012a: 575; Rodrigues ve Robert Taylor, 2012: 738; Enders ve Lee, 2012b: 197). 7 nolu denklemde n yakınlaştırmadaki kümülatif frekansların sayısını k ise belirli bir frekansı (kalıntı kareleri toplamını minimum yapan), T ise gözlem sayısını ifade etmektedir. Eğer doğrusal olmayan bir trend yoksa bu durumda ve olacaktır ve bunun için geleneksel birim kök testlerinin yapılması uygundur. Ancak eğer bir kırılma veya doğrusal olmayan trend varsa data oluşturma sürecinde (data generating process) en azından 1 fourier frekansı olmak zorundadır (Enders & Lee, 2012b, 197). Enders ve Lee (2012a) test istatistiğinin hesaplanmasında Schmidt ve Phillips (1992) ve Amsler ve Lee (1995) çalışmalarını takiben LM (Lagrange Multiplier) metodolojisini kullanır ve trendden arındırılmış seri için 8 numaralı denklemi kullanır (Fourier LM testi). (8) Eğer durağan değil ise olmalıdır. Bu yüzden LM testinin boş hipotezi şeklindedir. Enders ve Lee (2012b) ise 9 numaralı denklem üzerinden asimtotik özellikleri LM testinden farklı olmayan DF sürecini kullanır. (9) Ancak buradaki kilit nokta birim kökün varlığı üzerine kurulan boş hipotezin kritik değerleri fourier sayısına ve gözlem sayısına bağlı olmaktadır (Fourier ADF testi). Rodrigues & Robert Taylor (2012) ise 7 numaralı denklem GLS süreci iki aşamalı hale getirilerek trendden arındırılmış GLS parametresinin lokal değeri 7 numaralı denklemdeki deterministik bileşene bağlanmaktadır ve birim kökün varlığı üzerine kurulan boş hipotezde durumu test edilir (Fourier GLS testi). (10) Her bir testin CO2, enerji tüketimi ve ekolojik ayak izi değişkenlerine uygulanması sonucunda tablo 2’deki sonuçlar elde edilmiştir. Elde edilen sonuçlara göre CO2 değişkeni için Fourier LM ve Fourier GLS testlerinin boş hipotezi %1, %5 ve %10’da reddedilmiştir. Fourier ADF testi için ise boş hipotez %1 ve Türkiye’de Küresel Isınmaya Yönelik Politikaların Tutarlılığı ve Etkinliği: Ekonometrik Bir Yaklaşım 115 %5’de reddedilmiştir. Bu sonuçlara göre CO2 değişkeninin birim kök içermediği dolayısıyla durağan olduğuna karar verilmiştir. Tablo 2. Fourier Birim Kök Testi Sonuçları Test İstatistiği Fourier Sayısı Kritik Değerler (%1, %5, %10) Fourier ADF -4.3311 3 -4.45 -3.78 -3.44 Fourier LM -4.3771 3 -3.98 -3.31 -4.04 Fourier GLS -4.5072 3 -2.96 -3.36 -3.03 Fourier ADF -4.8302 1 -4.95 -4.35 -4.05 Fourier LM -4.8263 1 -4.69 -4.10 -3.82 Fourier GLS -5.0807 1 -4.77 -4.17 -3.87 CO2 Ekolojik Ayak İzi Tablo 2’den her bir testin ekolojik ayak izi uygulanması sonucunda ise Fourier ADF, Fourier LM ve Fourier GLS testlerinin boş hipotezi %1, %5 ve %10’da reddedilmiştir. Bu sonuçlara göre ekolojik ayak izi değişkeninin de birim kök içermediği dolayısıyla durağan olduğuna karar verilmiştir. Bu sonuçlar doğrultusunda Nelson ve Plosser (1982) ve Perron (1989)’un belirttiği gibi bu değişkenleri etkilemeye yönelik şoklar (politikalar) etkin olmayacaktır. Sonuç Küresel ısınmayla mücadelede bütün ülkelere önemli sorumluluklar düşmektedir. Zira sorunun faturası sadece mücadele etmeyen ülkeleri değil bütün ülkeleri etkileyecektir. Ancak sorun ile mücadele ülkelerin ekonomik büyüme arzusundan önemli tavizleri gerektirmektedir. Ülkeler arasındaki anlaşmazlığın en önemli gerekçesi de tam bu noktada kendini göstermektedir. Çünkü CO2 emisyonlarının azaltılması mevcut üretim teknolojisinde doğrudan üretim ve tüketim faaliyetlerine bir kısıtlama getirmekten geçmektedir. Çünkü üretim ve tüketim faaliyetlerinin gerçekleştirilebilmesinde ihtiyaç duyulan enerji girdisi çoğunlukla CO2 emisyonlarının en önemli kaynağı fosil yakıtlardan elde edilmektedir. Bu sorunu aşmak için ülkelerin özellikle yenilenebilir enerji kaynaklarına yatırım yapması ve enerji ihtiyacını karbonsuz bir şekilde temin etmesi gerekmektedir. Bu ise ülkelerin enerji dönüşümünü gerçekleştirebilmesi için önemli yatırımlar ve maliyetler üstlenmesini gerektirmektedir. Bu noktada gelişmekte olan ülkeler haklı olarak sorunun geldiği boyut açısından gelişmiş ülkeleri suçlamakta; sorunla mücadelenin gelişme süreçlerini sekteye uğratacağını düşünmektedirler. 116 ÇYYD, 26(3) Temmuz 2017 , s. 91-121. Küresel ısınmayla mücadelede ülkelerin üstleneceği sorumlulukların farklı olması gerektiği hatta gelişmiş ülkelerin gelişmekte olan ülkelere yardımda bulunması gerektiği Kyoto Protokolü ile hükme alınmıştır. Türkiye için sorun tamda burada başlamıştır. Öncelikle Türkiye’nin G20 üyesi olması, OECD üyesi olması ve AB üyeliğine aday bir ülke olması gibi birtakım özellikleri hem emisyon azaltımı hem de diğer ülkelere yardım etme yükümlülüğü olarak Protokol’e yansımıştır. Ancak çeşitli görüşmeler sonrasında bu yükümlülüklere dahil edilmeyen Türkiye 2009 yılında Protokolü onaylamış ve Protokol’ün her iki dönemi (2005-2012, 2013-2020) için de CO2 azaltımı konusunda herhangi bir taahhütte bulunmamıştır. Sera gazı salınımları oldukça yüksek olan ABD, Kanada, Japonya, Avustralya gibi gelişmiş ülkelerle, ekonomileri ve salınımları hızla artan Çin, Hindistan, Güney Kore, Rusya, Meksika, Güney Afrika ve Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin 2020’ye kadar azaltım yükümlülüğü almadıkları ve 2020’den sonra da çatışmalar çözülmediği takdirde yükümlülük almayacakları düşünülürse Protokol’ün başarısı ciddi olarak tartışılabilir. Küresel ısınmayla mücadelede Kyoto Protokolü’nün başarısızlığı konuşulmaya ve genel kabul görmeye başlayınca Kyoto sonrası atılması gereken adımlar irdelenmeye başlamıştır. Zira küresel ısınma için tüm ülkelerin sorumluluk üstlenerek mücadeleye katkı sağlaması gerektiği, aksi takdirde bilimsel raporlara göre mücadele için son eşiğe gelindiği ihmal edilemeyecek bir boyut kazanmıştır. Bu doğrultuda Kyoto’dan farklı bir zemin üzerine kurulu Paris İklim Konferansı yapılmıştır ve yeni bir iklim sözleşmesi imzalanmıştır. Bu sözleşme ile ülkelerin küresel ısınmayla mücadeleye hangi düzeyde katkı sağlayacakları kendi ulusal niyet beyanlarına bırakılmıştır. Ancak Kyoto’da olduğu gibi bu sözleşmede de herhangi bir yaptırımın olmaması ve ülkelerin taahhütlerinin çok yetersiz bulunması nedeniyle küresel ısınmayla mücadelede samimi davranılmayacağı ve bu sözleşmenin de başarısızlığa uğrayacağı konuları tartışılmaktadır. Türkiye, Paris Anlaşması ile taahhüt ettiği niyet belgesinde, 2030 yılında emisyonlarını referans senaryoya göre yüzde 21 azaltacağını belirtmiştir. 2030 yılına kadar ise Türkiye’nin emisyonlarının bugünkü seviyesinin iki katına ulaşacağı öngörülmektedir. Halbuki, Türkiye'nin iklim değişikliğiyle mücadelede üzerine düşen sorumluluğu yerine getirebilmesi için vakit kaybetmeden emisyonlarda düşüş eğilimini başlatması gerekmektedir. Bunun için kalkınma ve enerji politikalarının gözden geçirilmesi, yenilenebilir enerjiye dair hedeflerin ve yatırımların yükseltilmesi, petrol, doğal gaz, kömür gibi fosil yakıtlardan vazgeçilmesi, ulaşım ve sanayi gibi karbon salınımı yüksek olan sektörlerde düşük karbonlu üretim teknolojilerine doğru dönüşümün zaman kaybetmeden başlatılması gerekmektedir. Ancak bu konularda şu ana kadar herhangi bir somut adım atılmaması, aksine Paris Anlaşması sonrasında termik santrallerin ve kömür üretimin artırılmasına hız verileceğinin açıklanması, hatta bu doğrultuda Türkiye’de Küresel Isınmaya Yönelik Politikaların Tutarlılığı ve Etkinliği: Ekonometrik Bir Yaklaşım 117 verimliliği daha yüksek olan ithal kömür kullanıp dışarıya gelir transfer etmektense daha düşük verimli (yani daha çok emisyon üreten) yerli kömürün kullanılacağına yönelik resmi beyanlar Türkiye’de küresel ısınmaya yönelik politikaların öncelikli politikalar olmayacağını göstermektedir. Küresel ısınmayla mücadelede hedef değişken olarak kabul edilen CO2 emisyonları ve son yıllarda ülkelerin çevresel performansının önemli bir göstergesi olan ekolojik ayak izi değişkenlerinin nasıl bir seyir izleyeceğinin öngörülmesi bu değişkenlere yönelik politikaların etkin olup olmayacağı konusunda istatistiki bilgi sunmaktadır. Bunun için bu serilerin durağan olup olmadığına bakılmaktadır. Değişkenin durağan olması bu değişkene yönelik politikaların etkin olmayacağı şeklinde yorumlanmaktır. Bu çalışmada CO2 ve ekolojik ayak izi değişkenlerinin durağan olup olmadığı geleneksel testlere göre çok daha üstün ve güçlü olan fourier birim kök testleri ile test edilmiştir ve her iki değişkenin de durağan olduğu sonucu elde edilmiştir. Böyle bir sürece sahip olan seriler için ortalamasına eşit olan beklenen değerinin etrafında dalgalandığı ve bu seriye gelen şokların (değişkeni etkileyecek gelişmeler, politikalar) seri üzerinde kalıcı bir etki bırakmayacağı kabul edilmektedir. Şokların kalıcı etki bırakmaması yani geçici olması durumunda ise politikaların etkin olmayacağından bahsedilir. Dolayısıyla bu sonuçlara bakarak elde edilen ampirik bulgular radikal önlemler alınmayıp önemli yapısal dönüşümler hayata geçirilmediği sürece uygulanacak politikaların etkin olmayacağını göstermektedir. Bu doğrultuda küresel ısınmayla mücadelede vakit kaybetmeden enerji dönüşümünü sağlayabilmek için yenilenebilir kalkınma ve enerji politikalarının gözden geçirilmesi; yenilenebilir enerjiye dair hedeflerin, yatırımların ve teşviklerin uygulamaya geçirilmesi; petrol, doğal gaz, kömür gibi fosil yakıtlardan vazgeçilmesi veya ilk etapta bunların minimum seviyeye düşürülmesi için çalışmaların yapılması ve hayata geçirilmesi; ulaşım ve sanayi gibi karbon salınımı yüksek olan sektörlerde emisyonu kısıtlayacak adımların atılması gerekmektedir. Kaynakça Ateş, İ. (2008), Küresel Isınmanın Sebep Olacağı Siyasal Ve Ekonomik Gelişmeler Ve Muhtemel Türkiye Yansımaları. Gebze İleri teknoloji Enstitüsü Sosyal Bilimler Enstitüsü Strateji Bilimi Ana Bilim Dalı. Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Gebze. Aubauer, H.P. (2011), “Development of Ecological Footprint to an Essential Economic and Political Tool”, Sustainability, Vol.3, No: 4, s. 649-665. Benjamin, I. C., Anchukaitis, K. J., Touchan, R., Meko, D. M. ve Cook, E. R. (2016), “Spatiotemporal Drought Variability in The Mediterranean Over The Last 900 Years”, Journal of Geophysical Research, Vol. 121, No: 5, s. 2060-2074. Best, A., Giljum S., Simmons, C., Blobel, D., Lewis, K., Hammer, M., Cavalieri, S., Lutter S. ve Maguire, C. (2008), Potential of the Ecological Footprint for Monitoring Environmental Impacts from Natural Resource Use: Analysis of The Potential of the Ecological Footprint and Related Assessment Tools for Use in The EU’s. Thematic 118 ÇYYD, 26(3) Temmuz 2017 , s. 91-121. Strategy On The Sustainable Use Of Natural Resources. Report To The European Comission. http://ec.europa.eu/ environment/natres/pdf/footprint.pdf (04.04.2015). Bicknell, K., Ball, R.J., Cullen R. ve Bigsby, H. R. (1998), “New Methodology For the Ecological Footprint with an Application to The New Zealand Economy”, Ecological Economics, Vol. 27, Sayı 2, No: 149-160. Borucke, M., Moore, D., Cranston, G., Gracey, K., Iha1, K., Larson, J., Lazarus, E., Morales, J. C., Wackernagel, M. ve Galli. A. (2011), “Accounting for Demand and Supply of the Biosphere’s Regenerative Capacity: The National Footprint Accounts’ Underlying Methodolgy and Framework”, Ecological Indicators, Vol. 24, s. 518533. Budak, S. (2004), Uluslararası Çevre Düzenlemeleri Bağlamında Politika Adalet ve Katılım. In: Çevre Sorunlarına Çağdaş Yaklaşımlar. Beta yayıncılık, İstanbul. Cordero, E.C., Todd A.M. ve Abellera, D. (2008), “Climate Change Education and the Ecological Footprint”. American Meteorological Society, June 2008, s. 865-872. Çamur, D. ve Vaizoğlu, S. A. (2007), “Çevreye İlişkin Önemli Toplantı ve Belgeler”. TSK Koruyucu Hekimlik Bülteni, Vol. 6, Sayı: 4, s. 297-306. Çepel N. ve C. Ergün. (2007a), Temel Çevre Sorunları, Tema Vakfı Yayınları, Ankara. Çepel N. ve Ergün, C. (2007b), Küresel Isınma ve Küresel İklim Değişimi, Tema Vakfı Yayınları. Ankara: Donohoe, M.T. (2003), “Causes and Health Consequences of Environmental Degradation And Social Injustice”, Soc Sci and Med, Vol. 56, No: 3, s. 573-587. EEA (2010), The European Environment State and Outlook 2010. Consumption and Environment European Environment Agency. http://www.ab.gov.tr/files/ ardb/evt/1_avrupa_birligi/1_6_raporlar/1_3_diger/environment/eea__2010_the_euro pean_environment_synthesis.pdf (04.04.2015). EGD (2015), VII. Küresel Isınma Kurultayı Sonuç Bildirgesi, http://www.ekonomigazetecileri.org/haber/311-etkinliklerimiz-vii-kuresel-isinmakurultayi-sonuc-bildirgesi-yayi.html Elliott, G., Rothenberg, T. J. ve Stock, J. H. (1996), “Efficient Tests for an Autoregressive Unit Root”, Econometrica, Retrieved from http://en.wikipedia.org/w/index.php?title=Unit_root&oldid=587843518 Enders, W. ve Lee, J. (2012a), “A Unit Root Test Using a Fourier Series to Approximate Smooth Breaks”, Oxford Bulletin of Economics and Statistics, Vol. 74, No: (4), s. 574–599. Enders, W. ve Lee, J. (2012b), “The Flexible Fourier Form and Dickey-Fuller Type Unit Root Tests”, Economics Letters, Vol. 117, No: 1, s. 196–199. Ewing B., Moore, D., Goldfinger, S., Oursler, A., Reed, A. ve Wackernagel M. (2010), The Ecological Footprint Atlas 2010, Global Footprint Network, Oakland. Ferng, J. (2001). “Using Composition of Land Multiplier to Estimate Ecological Footprints Associated with Production Activity”, Ecological Economics, Vol. 37, No: 2, s. 159-172. Türkiye’de Küresel Isınmaya Yönelik Politikaların Tutarlılığı ve Etkinliği: Ekonometrik Bir Yaklaşım 119 Gür, N. (2008). The Effects Of Environmental Policies On Economic Development. Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İktisat Ana Bilim Dalı, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul. Güven, A. G. (2006). 1997 Kyoto Protokolü’nün Oluşumu ve Uluslararası Çevre Politikalarına Etkileri. Çanakkale on Sekiz Mart Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Çanakkale. İDEP (2012), Çevre ve Şehircilik Bakanlığı İklim Değişikliği Eylem Planı 2011 – 2023. https://www.csb.gov.tr/db/iklim/banner/banner591.pdf IPCC (2014), Climate Change 2014: Impacts, Adaptation, and Vulnerability, Working Group II Contribution to The Fifth Assessment Report Of The Intergovernmental Panel On Climate Change. https://www.ipcc.ch/report/ar5/syr/ IPCC (2014), Climate Change 2014: Synthesis Report, https://www.ipcc.ch/report/ar5/syr/ Karabıçak, M. ve Armağan, R. (2004), “Çevre Sorunlarının Ortaya Çıkış Süreci, Çevre Yönetiminin Temelleri ve Ortaya Çıkış Süreci”, Süleyman Demirel Üniversitesi İ.İ.B.F. Dergisi, Cilt 9, Sayı 2, s. 203-228. Karacan, A. R. (2007). Çevre Ekonomisi ve Politikası, Ege Üniversitesi yayınları, İzmir. Kekeç, S. (2005). Çevre Politikalarında Ekonomik Araçların Kullanımı, Çukurova Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Çevre Mühendisliği Ana Bilim Dalı, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Adana. Kitzes, J. ve Wackernagel, M. (2009), “Answers to Common Questions in Ecological Footprint Accounting”. Ecological Indicators, Vol. 9, s. 812-817. Lazarus, E., Zokai, G., Borucke, M., Panda, D., Iha, K., Morales, J. C., Wackernagel, M., Galli, A. ve Gupta, N. (2014), Working Guidebook to the National Footprint Accounts, 2014 Edition. Global Footprint Network, Oakland. Lee, C. C. ve Chang, C. P. (2008), “New Evidence on The Convergence of Per Capita Carbon Dioxide Emissions From Panel Seemingly Unrelated Regressions Augmented Dickey-Fuller Tests”, Energy, Vol. 33, No: 9, s. 1468–1475. Mishra, V., Sharma, S., ve Smyth, R. (2009), “Are Fluctuations in Energy Consumption Per Capita Transitory? Evidence from a Panel of Pacific Island countries”, Energy Policy, Vol. 37, No: 6, s. 2318–2326. Monfreda, C., Wackernagel, M. ve Deumling, D. (2004), "Establishing National Natural Capital Accounts Based on Detailed Ecological Footprint and Biological Capacity Assessments". Land Use Policy, Vol. 21, No: 3, s. 231-246. Nelson, C. R. ve Plosser, C. R. (1982), “Trends and Random Walks in Macroeconmic Time Series: Some Evidence and Implications”, Journal of Monetary Economics, Vol. 10, No: 2, s. 139–162. Neumayer, E. (2004). “Indicators of Sustainability”. in Tietenberg T. And H. Folmer (eds). The International Yearbook of Environmental and Resource Economics, Edward Elgar, Cheltenham, UK. Nordhaus, W.(2007), The Challenge of Global Warming: Economic Models and Environmental Policy, Yale University publications, Yale. 120 ÇYYD, 26(3) Temmuz 2017 , s. 91-121. Pearce, D. ve Barbier, E. (2000), Blueprint for a Sustainable Economy, Earthscan Publications, London. Perron, P. (1989), “The Great Crash, The Oil Price Shock, And The Unit Root Hypothesis”, Econometrica, Vol. 57, No: 6, s. 1361–1401. Prodan, R. (2008), “Potential Pitfalls in Determining Multiple Structural Changes With an Application to Purchasing Power Parity”, Journal of Business & Economic Statistics, Vol. 26, No: 1, s. 50–65. Rees, W.E. (1992). “Ecological Footprints and Appropriated Carrying Capacity: What Urban Economics Leaves Out”, Environment and Urbanization, Vol. 4, No: 2, s. 121-130. Rodrigues, P. M. M. ve Robert Taylor, A. M. (2012), “The Flexible Fourier Form and Local Generalised Least Squares De-trended Unit Root Tests”, Oxford Bulletin of Economics and Statistics, Vol. 74, No: 5, s. 736-759. Schmidt, P. ve Phillips, P. C. B. (1992), "LM Tests For A Unıt Root in The Presence Of Deterministic Trends" Oxford Bulletin of Economics and Statistics, Vol. 54, No: (3), s. 257-287. Stegman, A. (2005), "Convergence in Carbon Emissions Per Capita", CAMA Working Paper 8/2005. Sayman, R. Ü. (2016), “İklim Değişikliği ile Mücadelede Çarpan Etkisi: Paris Anlaşması”, http://www.rec.org.tr/dyn_files/42/6600-Paris-Anlasmasi-COP21Degerlendirme-RECTurkiye.pdf. Springmann, M., Mason-D’Croz, D., Robinson, S., Garnett, T., Godfray, H.C.J., Gollin, D., Rayner, M., Ballon, P. ve Scarborough, P. (2016), “Global and Regional Health Eff Ects Of Future Food Production Under Climate Change: A Modelling Study”, The Lancet, Vol. 387, No: 10031, s. 1937-1946. TİDS (2011), Çevre ve Şehircilik Bakanlığı İklim Değişikliği Stratejisi, 2010 – 2023. https://www.csb.gov.tr/db/iklim/banner/banner592.pdf Tomanbay, M. (2008), Dünyada Su ve Küresel Isınma Sorunu, Phoenix Yayınevi, Ankara. Tuna, M. (2000). “Çevresel Sorunların Küreselleşmesi”. Muğla Üniversitesi SBE Dergisi, Cilt 1, Sayı 2, s. 1-16. UNDP (2014), Human Development Report 2014: Sustaining Human Progress, Reducing Vulnerabilities and Building Resilience, United Nations Development Programme, New York. http://hdr.undp.org/sites/default/ files/hdr14-report-en-1.pdf (04.04.2015). Van Vuuren, D.P. ve Smeets, E.M.W. (2000), “Ecological Footprints of Benin, Bhutan, Costa Rica and The Netherlands”, Ecological Economics, Vol. 34 No: 1, s. 115-130. Wackernagel, M. (1994), Ecological Footprint and Appropriated Carryinng Capacity: A Toll for Planning Toward Sustainability. The University of British Colombia, PhD Thesis. Wackernagel, M. (2002). “What We Use and What We Have: Ecological Footprint and Ecological Capacity”. Redifening Progress, 1904 Franklin Street, Oakland, CA Türkiye’de Küresel Isınmaya Yönelik Politikaların Tutarlılığı ve Etkinliği: Ekonometrik Bir Yaklaşım 121 94612 USA, http://stoa.usp.br/soniacoutinho/files/-1/19798/ texto_17.pdf (23.03.2015). Wackernagel, M. ve Yount, J. D. (2000), “Footprints for Sustainability: The Next Steps”. Environment, Development and Sustainability, Vol. 2, s. 21-42. Wackernagel, M. and Silverstein, J. (2000), “Big Things First: Focusing on the Scale Imperative with the Ecological Footprint”, Ecological Economics, Vol. 32, s. 391– 94. Wackernagel, M. ve Rees, W.E. (1996), Our Ecological Footprint: Reducing Human Impact on the Earth. New Society Publishers, Gabriola Island, BC. Wackernagel, M., Schulz, N. B., Deumling, D., Linares, A. C., Jenkins, M., Kapos, V., Monfreda, C., Loh J., Myers, N., Norgaard, R. ve Randers, J. (2002), “Tracking the Ecological Overshoot of the Human Eeconomy”, Proceedings of the National Academy of Sciences, Vol. 99, 9266–9271. Walker, G. ve King, S. D. (2009), Dünyamız Isınıyor: Küresel Isınma ile Nasıl Başa Çıkabiliriz. (Çev: Ö. Akpınar), Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi. İstanbul. Wiedmann, T., Minx, J., Barrett, J. ve Wackernagel, M. (2006), “Allocating Ecological Footprints to Final Consumption Categories with Input-Output Analysis”, Ecological Economics, Vol. 56, No: 1, s. 28-48. WWF (2012), Dünya Doğayı Koruma Vakfı, Türkiye’nin Ekolojik Ayak İzi Raporu, http://www.footprintnetwork.org/images/article_uploads/Turkey_Ecological_Footpr int_Report_Turkish.pdf Diğer Kaynaklar CSB (2015), Çevre ve Şehircilik Bakanlığı İklim Değişikliği ve Hava Yönetimi Koordinasyon Kurulu Toplantısı https://www.csb.gov.tr/turkce/index.php?Sayfa=haberdetay&Id=20940 Hürriyet (2016) http://www.hurriyet.com.tr/numan-kurtulmustan-onemli-aciklamalar40058745 Milliyet (2016) http://www.milliyet.com.tr/cumhurbaskani-erdogan-ithalkomure/siyaset/detay/2232950/default.htm