Özgürlük Yazıları

advertisement
John Locke’dan Adam Smith’e;
Voltaire’den Lord Acton’a
ÖZGÜRLÜK
Y A ZI LA R I
Cicero, Aquinas, Overton, Milton, Spinoza,
Locke, Trenchard& Gordon, Hume,
Montesquieu, Rousseau, Voltaire, Blackstone,
Turgot, Smith, Jefferson, Burke, Paine,
Wollstonecraft, Kant, Humboldt, Bentham,
Madison, Tocqueville, Lincoln, Acton...
Derleyen ve Çeviren:
Coşkun Can Aktan
İ.Yaşar Vural
Çizgi Kitabevi: Konya- 2003
1
“Özgürlük için hepimiz hukukun kölesiyiz.”
Cicero
“Devlet yönetiminin amacı özgürlüktür.”
Benedictus de Spinoza
“Hiç kimsenin benim haklarım ve özgürlüklerim üzerinde;
benim de başkalarının özgürlükleri üzerinde hakkım
yoktur.”
Richard Overton
“Her insan iki hakka sahip olarak dünyaya gelir. Birincisi,
başka insanların üzerinde hiç bir gücünün sözkonusu
olmayacağı özgürlük hakkıdır. İkincisi ise, mülkiyet
hakkıdır.”
John Locke
“Söylediklerini onaylamıyorum, fakat ölümüne de olsa,
konuşma hakkını savunacağım.”
Voltaire
“Özgür doğan insan her yerde zincire vurulmuştur.”
Jean Jacques Roussaeu
“Bütün insanlar eşit yaratılmışlardır. Yaradanları
tarafından vazgeçilmez haklara sahip kılınmışlardır. Bu
haklar; yaşam, özgürlük ve mutluluğa ulaşma hakkıdır.”
Thomas Jefferson
“Özgürlük bile, sahip olmak için sınırlandırılmalıdır.”
Edmund Burke
2
TAKDİM
Sosyal düzende insanların doğuştan sahip olduğu
vazgeçilemez ve devredilemez "doğal hakları" mevcuttur.
Yaşam hakkı, özgürlük hakkı, mülkiyet hakkı, baskıya karşı
direnme hakkı gibi doğal haklar, devletin bir siyasi kurum
olarak henüz ortaya çıkmadığı dönemlerde dahi varolmuştur.
Doğal haklar, devletin vatandaşlarına bahşettiği haklar
değildir. Bunlar insanların "tabii" haklarıdır. Doğal haklar,
"negatif" özellik taşır. Negatif özgürlük; insanların
başkalarının özgürlüklerini sınırlandırmadıkları sürece bir
şeyi yapmak ya da yapmamak konusunda serbest olmalarını
ifade eder. Doğal hak ve özgürlüklere karşı dışarıdan
(devletten ve diğer vatandaşlardan) bir zorlamanın,
engellemenin ya da müdahalenin olmaması gerekir. İyi bir
sosyal düzende "özgürlük" (serbestlik=hürriyet) "sine qua
non" (olmazsa olmaz) bir ilkedir.
Hak kavramı, hem pozitif, hem de negatif bir anlam taşır.
Negatif haklar, yukarıda da ifade edildiği üzere insanın doğal
haklarıdır. Negatif haklar, devletin insanlara lutfettiği ya da
bahşettiği haklar değildir.
Pozitif haklar ise bizzat devlet tarafından vatandaşlara
sağlanan haklardır. Sosyal güvenlik hakkı ya da eğitim
hakkından söz edildiğinde, bu hakların devlet tarafından
vatandaşlara sağlanması anlaşılır. Pozitif haklar, devlete bir
takım görev ve sorumluluklar yükler. Pozitif hak olarak
adlandırılan şeyler, mutlaka devletin bir takım edimler ifa
etmesini ve somut önlemler almasını gerektirir.
3
İnsan doğası itibariyle özgür yaratılmıştır. Ancak insan,
eylemlerinde ve davranışlarında sınırsız bir özgürlüğe sahip
olamaz. Özgürlüklerin, başkalarının hakları ve özgürlüklerini
ihlal etmeyecek bir şekilde kullanılması gerekir.
İnsanların doğal yaşama döneminden çıkmalarının ve siyasi
toplumun egemenliği altına girmelerinin tek nedeni doğal
hakların güvence altına alınmasıdır. Devletin varoluş sebebi,
insanın doğal haklarının ve özgürlüklerinin korunmasıdır.
Güvenlik, adalet ve yargı gibi hizmetleri üstlenecek bir
minimal devlet, özgürlüklerin güvence altına alınması için
gereklidir. Devletin varlığı, özgürlüklerin korunması için bir
zorunluluktur.
Özgür bir toplumda bireyler duygu ve düşüncelerini serbestçe
ve bir baskı altında kalmaksızın ifade edebilirler. İnsanların
fikir ya da düşünce özgürlüğü hiçbir şekilde
cezalandırılamaz. İnsanların konuşma özgürlüğünü, bir takım
gerekçeler göstererek sınırlamak doğru değildir. İnsanlar
şiddete başvurmadıkları sürece düşüncelerini serbestçe ifade
edebilmelidirler.
Özgür bir toplumda düşünce özgürlüğü kadar inanç ve ibadet
özgürlüğü de önem taşır. Bireyler dinlerini seçmekte, dinin
vecibelerini yerine getirip getirmemekte tamamen serbest
olmalıdırlar. Kimse dini inancını zorla başkalarına empoze
ettirme hakkına sahip olamaz. Özgür bir toplumda, devlet ya
da hiç bir kurum ya da kimse başkalarının ibadet yapması
için baskı yapamaz. Özgür toplum, din devletine ve dinî
ahlâkın zorla uygulanmasına karşıdır. Özgür toplum, iman ve
itaat mistisizmini savunan bir dini ahlâkı reddeder. Herkesin
dini inancı kendisi ile Tanrı(sı) arasındadır.
Özgür toplumda basın, yayın ve diğer kitle iletişim araçları,
faaliyetlerini serbestlik içerisinde sürdürmelidirler. Tüm
medya araçlarının dürüst, gerçeğe dayalı ve topluma karşı bir
sorumluluk duygusu taşıyacak tarzda yürütülmesi gerekir.
4
Buraya kadar hak ve özgürlük kavramları ve önemi üzerinde
durduk.
Önemle belirtelim ki, haklar ve özgürlükler tarih boyunca
verilen
mücadeleler
sonucunda
kazanılabilmiştir.
İnsanoğlunun yaşadığı en eski çağlardan günümüze değin
haklar ve özgürlükler için her zaman bir mücadele
varolmuştur ve bu mücadele bugün de devam etmektedir.
Bu kitapta büyük filozofların özgürlük kavramına bakış
açıları ve savunuları yeralmaktadır. Kitapta ilk olarak Cicero
ve Thomas Aquinas’ın eserlerinden alıntılar sunulmaktadır.
Daha sonra ağırlıklı olarak 17’nci, 18’nci ve 19’ncu yüzyılda
yaşamış özgürlük filozoflarının eserlerinden alıntılar takdim
edilmektedir. Ayrıca 20’nci yüzyılın ilk yarısında yaşamış
bazı filozof ve devlet adamlarının özgürlükler üzerine yazıları
ve konuşmalarından alıntılar sunulmaktadır.
Bu kitap içerisinde yeralan metinler özgürlükler üzerine
yapılmış muhtelif derleme eserlerden seçilmiştir. Bunlar
arasında özellikle E. K. Bramsted and K.J. Melhuish
tarafından derlenen “Westerm Liberalism- A History in
Documents From Locke to Croce,” (London: Longman,
1978.) eseri özel bir önem taşımaktadır. Bu kitap özgürlükler
üzerine belki de bugüne değin derlenen en kapsamlı
eserlerden birisidir. Bu eserin dışında ayrıca muhtelif
eserleden de yararlanıılmış ve tüm referans bilgileri
metinlerin ilk sayfasında dipnotta verilmiştir.
Özgürlüklere olan inancımızın ve mücadelemizin hiç
bitmemesi temennisiyle ...
C. Can Aktan & İ. Yaşar Vural
Şubat-2003
5
İÇİNDEKİLER
Marcus Tullius Cicero, Kanunların Doğası....................
Thomas Aquinas, Kanunların Özü (1251)......................
Richard Overton, Tiranlara Karşı Özgürlük, (1600).......
John Milton, Sansür Üzerine, (1644). ...............................
John Lilburn ve Arkadaşları, “Leveller
Bildirgesi” (1649).............................................................
Benedictus de Spinoza, Vatandaşların Özgürlüğü (1670).
John Locke, Siyasal Toplumun Amaçları, (1690).............
John Locke, İnanç Özgürlüğü ve
Hoşgörü Üzerine, (1685)..............................................
John Trenchard ve Thomas Gordon, İfade
Özgürlüğü Üzerine, (1720)........................................
John Trenchard ve Thomas Gordon, Güç ve
Özgürlük Üzerine, (1720).................................
David Hume, Basın Özgürlüğü Üzerine, (1742).............
Baron de Montesquieu, Kuvvetler Ayrılığı, (1748)...........
Jean-Jacques Rousseau, Toplumsal Sözleşme, (1762)....
Voltaire, Hoşgörüsüzlüğün Doğal Kanunlara Uygun Olup
Olmadığı Üzerine, (1764).........................................
William Blackstone, İnsanın Doğal Hakları ve Basın
Özgürlüğü Üzerine, (1769)................................
6
Anne Robert Jacques Turgot, Hoşgörü Üzerine Krala
Sunulan Önerge, (1775)...............................
Adam Smith, Serbest Teşebbüsün Avantajları (1776)....
Thomas Jefferson, Siyasi Farklılıkların
Hoşgörülmesi, (1789).......................................................
Edmund Burke, Özgürlük Üzerine, (1790).......................
Thomas Paine, İnsan Hakları, (1791).....................
Mary Wollstonecraft, Kadınların Özgürlüğü (1792)........
Immanuel Kant, Siyasal Haklarda Teori-Pratik
İlişkisi Üzerine, (1792)..................................................
Wilhelm von Humboldt, İnsanın Özgürlüğü
Üzerine, (1792) ....................................
Joseph Goerres, İfade Özgürlüğü, (1814)..................
Mme de Stael, Özgürlük Sevgisi, (1819)......................
James Mill, İyi Devlet, (1820).......................................
Jeremy Bentham, Anayasal Devletin
Temel İlkeleri, (1823).................... ..................................
James Madison, Özgürlük Üzerine, (1830).................
John Rankin, Kölenin Özgürlük Hakkı (1833)..............
Friedrich Christoph Dahlmann, Sivil İtaatsizlik
Üzerine, (1835)...............................................................
Alexis de Tocqueville, Eşitlik İlkesi
Üzerine, (1835).................................................................
7
Richard Cobden,Serbest Ticaret Özgürlüğü
Üzerine, (1844).................................................................
Camillo Dı Cavour, Vicdan ve İbadet
Özgürlüğü, (1848)...............................................................
Abraham Lincoln, Eşitliğin Anlamı, (1857).......................
Felicite De Lamennais, Özgürlük, (1858)............................
Giuseppe Mazzini, İnsanların Vazifeleri
Üzerine, (1858).................................................................
Giuseppe Mazzini, Dernek Kurma Özgürlüğü
Üzerine, (1858)...................................................................
John Prince Smith, Ticaret Özgürlüğü Üzerine, (1860).....
Heinrich von Treitschke, Siyasal Özgürlük ve
Sınırları, (1861)...................................................................
Adolphe Thiers, Elzem Özgürlükler Üzerine, (1864)..............
John Stuart Mill, Kadınların Tahakküm Altında
Olması Üzerine, (1865)............................................................
Roger Williams, Din Özgürlüğü, (1867)...............................
Leon Gambetta, Demokrasi ve Özgürlük
Üzerine (Belleville Manifestosu), (1869)..............................
Lord Acton, Çoğunluğun İradesi Üzerine, (1870).................
Lord Acton, Özgürlük Üzerine, (1877)..................................
Lysander Spooner, Grover Cleveland’a
Mektup, (1885)........................................................................
8
Auberon Herbert, Özgür Yaşam ve
Voluntarizmin İlkeleri, (1885).......................................
Thomas Hill Green, Liberal Yasama ve Sözleşme
Özgürlüğü Üzerine, (1911)............................................
John M. Keynes, Liberalizm ve Devlet
Müdahalesi, (1926)..........................................................
Otto von Bismarck, İşçileri Korumaya Yönelik
Devlet Müdahalesi (1929).................................................
Franklin D. Roosevelt, Dört Özgürlük, (1941)..................
Franklin D. Roosevelt, Ekonomik Haklar
Bildirgesi, (1944).................................................................
Sir William Beveridge, Liberal Radikalizm ve
Özgürlük, (1945)..................................................................
9
MARCUS TULLIUS CICERO:
KANUNLARIN DOĞASI *
Kanun, yapmamız gereken şeyleri emreden, yapmamamız
gerekenleri yasaklayan ve doğada bulunan en üst düzeydeki
akıl yürütmedir. Bu akıl yürütme, insan aklında tam olarak
geliştirildiğinde ve doğru bir şekilde kararlaştırıldığında,
kanun olur. Bu nedenle en bilgili insanlar, doğal işlevi doğru
eylemler yapmayı emretmek, yanlış yapmayı yasaklamak
olan bir zeka olduğuna inanırlar. Bu niteliğinin, dilimizdeki
ve Yunanca’daki her insana bahşedilen fikir anlamındaki
kavramdan çıkarıldığı zannedilmektedir. Ben, ‘tercih etmek’
teriminden isimlendirildiğine inanıyorum. Kanun kelimesine
adalet mevhumunu isnat ettiklerinden dolayı, her iki mevhum
da kanuna ait ise de, bizler de bu kelimeye bu ayrımı
veriyoruz. Benim genel olarak öyle zannettiğim gibi eğer bu
doğru ise kanun doğal bir kuvvet olduğundan, adaletin kökeni
hukukta bulunabilir. Adalet ve adaletsizliği tespit eden zeki
insanın aklı ve muhakeme gücüdür.
Kanun, ne insanların fikirlerinin bir ürünüdür ne de halkın bir
kararıdır, aksine yasak ve emirlerdeki dirayeti ile bütün
evrene hükmeden ebedi ve ezeli bir şeydir. Kanun, her şeyi
cebren ya da yasaklarla tanzim eden Tanrı’nın asıl ve en son
iradesidir. Bu nedenle, Tanrı’nın insan ırkına bahşettiği
kanunlar, hak ettiği biçimde övülmelidir, zira o emir ve
yasaklara uygulanan bir bilge kanun koyucunun aklı ve
muhakemesidir.
......Değişik şekillerde ve zamanının gerektirdiği ihtiyaçları
karşılayan ve ulusların idaresi için formüle edilen bu kurallar
kanun unvanını taşırlar. Bu ada gerçekten layık olan her
kanun gerçek anlamda övülmeye layıktır, zira aşağıdaki
varsayımın doğruluğunu ispat eder. Kanunların vatandaşların
*
Michael Curtis (Ed.), The Great Political Theories- From Plato and
Aristotle to Locke and Montesquieu-, New York: Avon Books. S.126-127.
10
güvenliği, devletlerin korunması ve insanların mutluluğu ve
huzuru için icad edildiği ve bu tip kuralları ilk defa
uygulamaya koyan kişilerin kendi halkını bu tip kanunların
yürürlüğe konulması suretiyle onlara şerefli ve mutlu bir
hayat sağlamayı mümkün kıldıklarını söyleyerek
ikna
ettikleri ve bu tip kurallar oluşturulduktan ve uygulamaya
konulduktan sonra insanların onlara “kanunlar” dedikleri
kabul edilmektedir. Bu bakış açısından olaya bakıldığında,
sözlerini ve anlaşmalarını bir kenara iterek, uluslar için kötü
ve adil olmayan kuralları formüle edenlerin “kanunlar”dan
başka bir şeyi uygulamaya koydukları kolayca anlaşılabilir.
Bu nedenle “kanun” teriminin doğru bir şekilde
tanımlanmasında doğru ve adil olanı seçme ilke ve fikrinin
tabii olarak var olması gerektiği aşikardır.
Ulusların uygulamaya koydukları öldürücü ve ahlak bozucu
kanunlar nelerdir? Bunlar, bir soyguncular çetesinin mecliste
geçirdiği kurallar yerine kanunlar denilmesini hak
etmemektedirler. Eğer cahil ve yeteneksiz insanlar ilaçlarla
şifa vermek yerine ölümcül zehirleri salık verirlerse buna,
muhtemelen, doktorların tedavisi denemez. Yıkıcı bir
düzenleme olmasına rağmen bir ülke onu kabul etse bile bir
ülkedeki bu tip bir kural kanun olarak adlandırılamaz. Bu
nedenle, kanun, her şeyin en kadimi ve aslı olan doğa ile ve
iyiyi savunan ve kötüyü cezalandıran doğanın standartlarıyla
uyum içinde olmak koşuluyla, adil olanla adaletsiz olan
arasındaki ayrımdır.
11
THOMAS AQUINAS:
KANUNLARIN ÖZÜ, 1251 *
...Kanun, insanları belirli eylemleri yapmaya sevkeden ya da
belirli eylemleri yapmaktan meneden bir tedbir ve kuraldır.
Lex (kanun) ligare (bağlamak, menetmek) kökünden
gelmektedir zira her hangi bir kişiyi eyleme geçmekten
meneder. İnsan davranışlarının sınırı ve kuralı, yukarıda
belirtilenlerden ortaya çıktığı gibi insan davranışlarının özü
olan akıldır. Zira o, filozoflara göre insan davranışlarındaki
tüm konularda temel ilke olan ve amaçlara yönelten akla
aittir. Herhangi bir türdeki asıl cevher, çok sayıdaki türlerin
birliği ve farklı hareket türlerindeki ilk hareket örneklerinde
olduğu gibi o türün kuralları ve kanunlarıdır. Sonuç olarak
kanun akılla alakalı bir şeydir.
Akıl, istekleri harekete geçirecek güce sahiptir. Ancak,
emredilen şeyin iradesinin kanun niteliğine sahip olabilmesi
için bazı mantık kuralarına uyumlu olması gereklidir. Bu
çerçevede hükümdarın iradesinin kanun gücüne sahip olduğu
söylenebilir; aksi halde, hükümdarların iradesi kanun yerine
kanunsuzluk niteliği gösterir.
Pratik aklın objesi olan pratik meselelerdeki ilk ilke en son
amaçtır ve insan hayatındaki en son amaç saadet yada
mutluluktur. Sonuç olarak kanun mutluluk ilişkisini göz
önüne almak zorundadır. Ayrıca her parça, mükemmel
olmayandan mükemmele doğru, bütüne göre tertip
edildiğinden ve herhangi bir kişi toplumun bir parçası
olduğundan kanunlar evrensel mutlulukla alakalı ilişkileri
uygun bir şekilde dikkate almak zorundadır. Bu nedenle,
yukarıda bahsedilen hukuki konularda filozoflar mutluluktan
ve politik toplumdan birlikte bahsederler. Politics i.I.’de
belirtildiği gibi devlet mükemmel bir topluluk olduğundan
*
Michael Curtis (Ed.), The Great Political Theories- From Plato and
Aristotle to Locke and Montesquieu-, New York: Avon Books. S.187-189.
12
bu tip hukuki konuları yalnızca mutluluğu ve politik
toplumun parçalarını koruma ve üretmek için uyarlanan bir
şey olarak kabul ettiğini söylemektedirler.
Bir kanun, tam olarak ifade etmek gerekirse, ilk ve en önce
kamu yararı için gerekli olan düzeni dikkate alır. Herhangi
bir şeyi kamu yararına uygun bir şekilde düzenlemek ya
toplumun tümüne ya da toplumun tümüne vekalet eden bir
kişiye aittir. Bu nedenle kanun yapmak ya halkın tümüne ya
da halkın tümüyle ilgilenen kamusal şahsiyetlere aittir. Zira,
diğer tüm meselelerde herhangi bir şeyi amaca yöneltmek o
amaç kime aitse onu alakadar eder.
Özel bir kişi başka bir kişiyi etkin bir şekilde yönlendiremez,
yalnızca tavsiyede bulunabilir ve tavsiyesi dikkate alınmaz
ise filozofların söylediği gibi kuvvetli bir etki meydana
getirmek için kanunun sahip olduğu şekilde bir cebri de güce
sahip değildir. Ancak bu cebri güç, ceza verme yetkisi
kendilerine ait olan halka ya da belirli kamu şahsiyetlerine
verilmiştir. Bu nedenle kanunları tasarlamak da yalnızca
bunlara aittir.
Bir tek kişi bir ailenin üyesi olduğu gibi aile de devletin bir
parçasıdır ve Politics i.I’e göre devlet de mükemmel bir
topluluktur. Bu nedenle bir kişinin menfaati en son amaç
değilse ve bunun aksine menfaatler kamu yararını mukadder
kılıyorsa, tıpkı bunun gibi bir hane halkının menfaati de
devletin menfaatini mukadder kılar. Sonuçta, ailesini idare
eden bir kişi de çeşitli emir ve buyruklar verir ama bunlar
kanunların gücüne tam olarak sahip değillerdir.
Bu nedenle, bundan önceki dört makaleden kanunun tanımı
elde edilebilir. Kanun, toplumdan sorumlu olan kişilerce
yapılan ve kamu yararı için yürürlüğe konulan kurallardan
başka bir şey değildir.
Doğal kanunlar, insanlar tarafından doğal bir şekilde
bilinebilsinler diye insan dimağına Tanrı tarafından yavaş
yavaş damlatılarak yürürlüğe girer.
13
Kanunların Çeşitli Türleri
Bir kanun, kusursuz bir topluluğu idare eden idareciden hasıl
olan pratik aklın prensiplerinden başka bir şey değildir.
Dünya’nın, evrendeki her topluluğu ilahi bir akıl ile yöneten
ilahi takdir ile idare edildiği artık aşikardır. Bu nedenle her
şeyin idare edilmesinde kainatın sahibi Tanrı doğal kanunlara
sahiptir. Bu tip kanunlara ebedi kanunlar adı verilir.
Her şey ebedi kanunlar tarafından idare edilen ve düzenlenen
ilahi takdire tabi olduğundan her şeyin onun damgasını
taşıdığı, kendi eylem ve amaçlarında ayrı ayrı onun izlerini
taşıdıkları ve belirli bir ölçüde bu ebedi kanunlardan hissedar
oldukları aşikardır. Diğerlerinin arasında akıllı yaratık olan
insan hem kendisi hem de başkaları için apaçık olan bu ilahi
takdirden pay aldığı ölçüde en üst seviyede ilahi takdire
tabidir. Bundan dolayı, kendi eylem ve amaçlarında belli bir
doğal yansımanın söz konusu olması vasıtasıyla bu ebedi
akıldan bir hisseye sahiptir. İnsanın ebedi hukuka bu
şekildeki katılımına doğal hukuk adı verilir. Dolayısıyla
doğal hukuk akıllı yaratığın ebedi hukuka katılımından başka
bir şey değildir.
Bizde akıl ve iradenin her eylemi, her akıl yürütme eyleminin
doğal bir şekilde bilinen ilkelere bağlı olmasına ve kendi
konforu konusundaki her isteğinin nihai amaç açısından
doğal
arzulardan
kaynaklanmasına
dayanmaktadır.
Binaenaleyh amaçlarımızı karşılamada bizim eylemlerimizin
ilk istikameti doğal kanunların meziyetini gerektirir.
Akıllı olmayan hayvanlar bile akıllı yaratıkların yaptığı gibi
ebedi akıldan kendi ölçülerinde belirli bir pay alırlar. Ancak,
akıllı yaratıklar bundan rasyonel ve entelektüel bir çerçevede
bir pay aldıklarından dolayı onların ebedi hukuktan pay
almalarına kanun adı verilir, zira kanun akılla alakalı olan bir
şeydir. Akıllı olmayan yaratıklar ise ondan rasyonel bir
çerçevede pay almazlar. Bu nedenle müşabehet yolu hariç
onların ebedi hukuktan pay almaları söz konusu değildir.
14
Kanunlar pratik aklın bir gereğidir... Varsayımsal akılla doğal
bir şekilde ispatı bilinmeyen ilkelerle bir çok bilim alanında
sonuçlar çıkardığımız gibi doğa tarafından bize iletilmeyen
bilgiler akli çabalar sonucu elde edilebilir. Tıpkı genel ve
ispat edilebilir ilkelerde olduğu gibi doğal kanunların temel
kuralları da insan aklının belirli meseleleri daha açık bir
şekilde tespitinde yol almamız için gereklidir. İnsan aklı ile
tasarlanan bu muayyen hükümlere beşeri kanunlar adı verilir.
15
RICHARD OVERTON:
TİRANLARA KARŞI ÖZGÜRLÜK, 1600 *
Dünyadaki herkese başkaları tarafından ihlal edilemeyen ve
zorla ele geçirilemeyen doğal bireysel hak ve özgürlükler
verilmiştir. Herkes, kendisine ait hak ve özgürlüklere sahiptir
ve hiçbir kişi, doğal ilkelere saldırılmaksızın ve bu ilkeler ile
insanlar arasındaki eşitlik ve adaletle ilgili kurallar açıkça
ihlal edilmeksizin, bu hak ve özgürlüklerden mahrum
bırakılamaz: hiçbir kişi benim hak ve özgürlüklerim üzerinde
bir yetkiye sahip değildir; ben de başkalarının hak ve
özgürlükleri üzerinde bir yetkiye sahip değilim; bir birey
olarak kendime ait olan hak ve özgürlükler üzerinde
selahiyete sahibim ve sahip olduğum mülkiyetten istifade
ederim ve kendime ait olan mülkiyetten başkasını kayda
geçiremem; eğer daha ötesine cüret edersem üzerlerinde
hiçbir hakka sahip olmadığım diğer kişilerin hak ve
özgürlüklerine tecavüz eden bir kişi olurum. Bütün insanlar
doğuştan eşittirler ve mülkiyet ve özgürlüklerden yararlanma
konusunda da birbirlerine benzerler. Tanrı tarafından doğanın
ellerine bırakılmamız nedeniyle herkes doğal ve tabii
özgürlük ve haklara sahiptir. Herkes eşit bir biçimde ve aynı
şekilde bu hak ve imtiyazlardan faydalanır.
...İnsanlar, zararlı ve çirkin her şeyden kendilerini korumak
için doğal bir iç güdüye sahiptirler ve doğa herkese rasyonel,
eşit ve adil olmayı bahşetmiştir. İnsanlara ait bütün güçlerin
kaynağı budur: gücün kaynağı doğrudan doğruya Tanrı değil
(krallar öncelikli olarak hak sahibi olduklarını iddia ederler),
ancak aracılar vasıtasıyla doğadır. İnsanlara ait bütün
kuvvetleri Yaratıcı yarattıklarına aşılamıştır ve bunlarda bu
kuvvetler zamanla gelişmiştir...Her insan doğası gereği kendi
doğal koşullarında ve alanında bir kral, bir rahip ve bir
*
G. E. Aylmer (Ed.), The Levellers in the English Revolution, London:
Thames and Hudson, 1975. S.68-69.
16
peygamberdir. Bu nedenle doğal hak ve özgürlüklerinden
onun rızası olmaksızın, yetki devri olmaksızın hiçbir kimse
pay alamaz.
Bu nedenle bu ulusun özgür insanları için, onların refahı,
idaresi, hükümeti ve emniyeti için onların her biri kendi
doğal hak ve güçlerini size (onların seçtikleri kişilere)
ileteceklerdir ve sizler onların yasal temsilcileri ve mutlak
vekilleri olacaksınız ama daha fazlası değil. Seçim yolu ile
sana bağışladıkları ve sende birleştirdikleri hak ve yetkileri
sayesinde onların egemenlik güçlerinin tek başına sahibi
olacaksın. ...
17
JOHN MILTON:
SANSÜR ÜZERİNE, 1644 #
Kilise ve uluslar topluluğunda büyük bir endişe olmasına
rağmen, insanların olduğu kadar kitapların da onları nasıl
alçattığını, nasıl kuşatıldıklarını ve bir suçlu gibi nasıl hızlı
bir şekilde yargılandıklarını gören uyanık gözlere sahip
olduğumuzu inkar etmiyorum. Kitaplar mutlak olarak ölü
şeyler değildir, insan neslinin sahip olduğu kadar aktif bir
ömre sahiptirler. Bunun yanı sıra yaşayan kimseleri besleyen
çeşitli fayda ve etkileri de sanki küçük bir şişede muhafaza
ederler. Efsanevi ejderhanın dişleri kadar canlı ve üretken
olduklarını ve gözlerini dikip baktıklarını ve silahlı bir
adamın üstüne atılmayı göze alabildiklerini biliyorum.
Diğer taraftan, iyi bir kitabı yok etmek bir insanı öldürmek
gibidir; kim bir insanı öldürürse akıllı bir yaratığı, Tanrı’nın
görüngüsünü öldürür; ancak, kim bir kitabı yok ederse hem
aklı yok eder hem de kitabı yazan kişinin gözündeki Tanrı
imajını yok eder. Bir çok insanın yaşaması dünya için bir
yüktür ama iyi bir kitap hayatın ötesindeki hayat amacına
yönelik bir hazine, bir anı ve üstün ruhların can veren, çok
değerli kanıdır.
Bu nedenle, kamu oyuna mal olmuş insanların yaşayan
emeklerine karşı nasıl bir zulüm yürüttüğümüz konusunda ve
kitaplarda depolanan ve korunan insanların akla dayanan
yaşamlarını nasıl döküp-saçtığımız konusunda daha uyanık
ve ihtiyatlı olmamız gereklidir. Zira, bazen bir çeşit adam
öldürmeye teşebbüs bazen de bir tür işkence ve tüm ifadeyi
kapsadığında ise bir tür katliama şahit oluyoruz. Burada,
hüküm asıl yaşamın yok edilmesi ile infaz edilmiyor; ancak
#
Michael Palumbo (Ed.), Human Rights: Meaning and History, Malabar,
FL: Robert E. Krieger Publ. Co., 1982. [John Milton, Aeropagitica and
other Prose Writings, ed. William Halter (New York, 1927), pp.809.]
18
bunun ötesinde ruh dünyası ve beş his ile yani bizatihi aklın
kendisi ile mücadele edilmekte ve hayatın yerine ölümsüzlük
yok edilmektedir.
19
JOHN LİLBURN VE ARKADAŞLARI
“LEVELLER BİLDİRGESİ” (1649) *
Giriş
Eğer elem ve keder insanları akıllı yapıyorsa ve akıl da
mutluluğa götürüyorsa uzun yıllardır yoksulluğun ve kederin
pençesinde debelenen ve dünyadaki diğer yerlerle
kıyaslandığında acı ve kederde onlardan eksiği olmayan bu
halk, bu nedenle, kesin olarak böyle bir akıl ve tecrübe
seviyesinden uzak değildir. Tanrı’dan, keder üstüne kederle
karşılaşan vicdanlarımızı temizlemesini, ümitsizlik içindeki
halkımızı aydınlığa ulaştırmasını, eskiden beri bu yönde
çabalayan halkımızı bir araya getirmesini ve barıştırmasını,
doğduğumuz ülke olan milletler topluluğunun barış ve
refahını sağlamada mutluluğumuzun kaynağı olan
krallığımıza itibar kazandırmasını niyaz ediyoruz.
Ve bu nedenle, bu ülkenin özgür halkına 14 Nisan 1649’daki
bildirideki vaadimize göre (onun adil ve gerekli olduğuna
ikna olmuştuk), bütün korku ve problemlerimize bir son
verecek etkili her hangi bir aracı bilmeden, bu son anlaşmayı
teklif ediyoruz.
Başlangıçta yüksek mevkidekiler tarafından korkutma
olmasına rağmen bu bir tür sorun çözme yoludur. Bununla
birlikte gerçeğin doğasına göre, kendine özgü anlaşmazlığı
hal yolunu ortaya koymuş ve insanları iyiye yöneltme
yönündeki çabalarımızın ve içten arzularımızın tamamen
beyhude olmaması ve hayal kırıklığı yaratmaması açısından
ümitlerimize gerçek bir temel oluştursun diye bir çok insanın
kalplerinde ve muhabbetlerinde kök salmıştır.
*
Bkz: G.E. Aylmer, The Levellers in the English Revolution, London:
Thomas and Hudson, 1975:159-167.
20
Her şeyin yaşamı, en doğru uygulama ve davranıştır; ancak,
her insanın vicdanı ilk önce kendisine bakmalıdır ve çok fazla
fırsat ve süre hayal etmemelidir. Bize çamur atıldığında
güvendiklerimiz tehlikeli yaratıklar haline geleceklerdir. Bu
anlaşma, bu ülkenin hükümeti ile ilgili bütün niyet ve
arzularımızın ve bizim güvendiğimiz ve razı olduğumuz
şeylerin tam bir ifadesi ve son hedefidir. Bizim tarafımızdan
söylenilen ya da yapılan veya bundan şüphelenilen her hangi
bir şeyle daha da kötü bir duruma geleceğimize inanması için
her hangi bir kişiye haklı bir neden sağlamayız. Ancak, bu
kişiler bizim güzel isimlerimizi kirletecek kadar
Hıristiyanlığa aykırı olanların çıkarlarını gözetmezler, yine de
bizler, ne kurtarıcımız İsa ne de O’nun 12 havarilerinin
masumiyeti
onların
çıkarlarını,
doktrinlerini
ve
alışkanlıklarını ortadan kaldıracak şekilde bu tip adamların
çenelerini kapatamadığında bile bu anlaşmanın herhangi bir
kısmına muhalefet eden bu tip çıkar sahiplerine tahammül
etmek zorundayız. Ve bu nedenle, iftiralarını bize karşı
kullanırken ya da fısıldarken arkadaşları insanların
çıkarlarının nerede
olduğunu en azından düşünürlerse
aklıselimi bulacaklardır ve esenliğe kavuşmamızda bizi
büyük bir çabayla destekleyeceklerdir.
Tanrı’ya kalplerimizi bu konuya sevkettiği ve bize vakit
verdiği için niyaz ederiz. Yapmamız gerekenler için bize
daha neler bahşedileceğini yalnızca kendimizi gönüllü olarak
irade ve emrine teslim ettiğimiz ilim ve irfan sahibi bilebilir.
Anak’ın oğlu gibi düşmanlarımızın gözüyle ve manevi
zaafiyet gözüyle bakarsak bir şeylere sahibiz; ancak, adil bir
gerekçe ve adil olan Tanrı’ya güven açısından ve iman
gözüyle bakarsak bize karşı olanlardan daha fazla bizle
beraber olan olduğunu görürüz.
John Lilburn
William Walwyn
Thomas Prince
Richard Overton
21
(Londra Kulesindeki nedensiz esaretimiz döneminde, 1
Mayıs 1649)
Aşağıda Anlaşmanın kendisi yer almaktadır:
Bizim aramızda oluşan rahatsızlık ve bölünmeler ile sınırsız
ve keyfi bir iktidarın uygulamaları nedeniyle meydana gelen
doğal olmayan ve vahşi savaşın uzun ve yorucu davasından
sonra sayısız eziyetler ve hoşgörülemez baskılarla karşı
karşıya kaldık. Ve sekiz yıllık tecrübe ve beklentilerden sonra
daha önce kullanılan bütün çabalar ve uygulanan çareler
ümitsizliğimizi azaltacak yerde artırmıştır. Eğer tekrar
bölünmekten ve parçalanmaktan hızlı bir şekilde kendimizi
korumazsak yalnızca esaretten kurtulmamız için Tanrı’nın
ihsan ettiği bütün harikulade zaferlerin faydalarından
mahrum kalmayacağız; bunun yanı sıra yoksulluk ve sefalete
duçar olacağız ve ondan sonra düşmanlarımız tarafından yok
edileceğiz.
Bu fırsatın kullanmak için samimi bir şekilde istekli olursak
Tanrı bu ülkeyi özgür ve mutlu kılmamız için,
farklılıklarımızı uzlaştırmamız için, mükemmel bir dostluğa
ulaşmamız ve aramızda bir kere daha arkadaşlığı tesis
etmemiz için bize fırsat verecektir. Her türlü yozlaşma ürünü
çıkar ve özel avantaj sonucu oluşacak ön yargılardan
kurtararak ve çabalarımızın her hangi bir şahsın kötülüğüne
ya da fikirlere karşı düşmanlığa yönelik olmadığını bütün
dünyaya ilan ederek Tanrı’nın huzurunda vicdanlarımızı
temiz tutmalıyız. Ancak, milletler topluluğunun barışı ve
refahı için, ümitsizliğin ve her türlü kederin ortadan
kaldırılması için bu etkileri ortaya çıkarabilmek için
Tanrı’nın iyi bir yürek, araç ve fırsat verdiği biz, İngiltere’nin
özgür insanları O’nun ilim ve irfanına ve O’nun adına teslim
olarak ve zafer ve övgülerin kaynağı adaletini arzu ederek
hükümetimizi sorgulamak, bütün keyfi yetkileri ortadan
kaldırmak, hem üst düzeydeki hem de bütün alt düzeydeki
iktidar sahiplerinin yetkilerini sınırlandırmak ve bilinen
22
bütün şikayetleri ortadan kaldırmak konusunda muvafakata
vardık.
Binaenaleyh aşağıda üzerinde görüş birliğine vardığımız
şeyleri bütün dünyaya ilan ediyoruz.
I. İngiltere’deki Yüksek Otorite ve bu otoriteyle birleşen
bütün bağlı ülkeler bundan böyle daha fazla olmamak
koşuluyla 400 kişiden oluşacak bir halk Temsilciliğinde
yaşayacaklardır. Bu kişilerin seçiminde (doğal haklara göre)
20 yaş ve üzerinde olan herkes (hizmetçi olanlar, dilenciler
ya da son krala silahla ya da gönüllü katkıda bulunarak
hizmet etmiş olanlar hariç) söz hakkına sahiptir. Krala hizmet
etmiş olanlar Yüksek vekilliğe on yıllık bir süre için
seçilemezler. Bahsedilen 400 kişinin ülkenin ilgili yerlerine
nispi olarak dağıtımının yapılması, seçimin yapılacağı yerler,
oy kullanma ve sayım usulleri, seçimlerin eşitlik içinde
yapılması ve tamamlanması ile ilgili bütün koşullar ve
alacakları maaşlar gibi konuların bütünü sonraki temsilciler
burada ifade edilen zamanda ve emniyet içinde belirli bir
kapasiteyi yerine getirebilecekleri ve gelecekteki temsilciler
için bu koşulların daha da mükemmel olacağı bir tarzda
mevcut
parlamento
tarafından
oluşturulması
kararlaştırılmıştır.
II. Daha azı olmamak şartıyla 400 üyenin 100’ü liyakatli
temsilciler olarak addedilirler ve baş temsilci seçilir.
Oturumların yeri ve sözcünün seçimi ve bu tip diğer konular
şimdiki ve gelecekteki temsilcilerin inhisarındadır.
III. Bütün kamu görevlileri sorumluluk sahibidirler ve yoz
faaliyetlerini sürdüren hiçbir grup, maaş alan hiçbir kamu
görevlisi, ordu ve garnizonlarda görevli olanlar, kamu
gelirlerini toplamakla görevli olanlar ve hazine görevlileri her
hangi bir temsilciliğin üyesi olarak seçilemezler ve bir yargıç
her hangi bir zaman üyeliğe seçilirse yüksek vekillik yaptığı
sürece artık yargıç olarak görev yapamaz. Ve aynı gerekçe ile
aynı kişiler kural olarak tebaa olma kapasitesine sahiptirler.
23
IV. Mevcut parlamentonun hiçbir üyesi bir sonraki
temsilcilik için seçilme niteliğine sahip değildir ve
gelecekteki herhangi bir temsilciliğin her hangi bir üyesi
kendisinden hemen sonra gelen meclise seçilme ehliyetine
sahip değildir. Ancak, temsilciler dava vekili olabilir, ya da
görevi süresince vergi toplayıcısı, hazineci olarak ya da diğer
kamu görevlerinde çalışabilir.
V. Aynı kişinin iktidarda uzun süre bulunmasından ortaya
çıkan çeşitli rahatsızlık ve tehlikelerden kaçınmak için
mevcut parlamentonun 1649 yılının ilk Ağustos’unun ilk
Çarşambası sona erdiğinde kapanması ve böylece hiçbir güç
ve otoriteye sahip olmamasını; bu arada bu anlaşmadaki
gerçek niyete uygun olarak yeni ve eşit temsilcilerin
seçilmesini düzenlemesini ve yönetmesini; gelecek
temsilcilerin 1649 Ağustos’unun ilk Perşembesinde yetkili
temsilciler olarak erk ve otoriteye sahip olmalarını
kararlaştırdık.
VI. Mevcut parlamento bu seçimlerin düzenlemezse veya
yeni temsilcileri toplamazsa ya da vekillerin icraatları bir
yolla engellenirse; bu durumda yeni temsilcileri belirlenen
yerlerde, belirlenen şekilde ve burjuva ve şövalyelerin
tercihine göre adet olduğu gibi seçmeyi sürdüreceğiz; bu
anlaşmanın bir, üç ve dördüncü başlıklarında daha önce
bahsedildiği gibi yalnızca seçen ve seçilenlerle ilgili
istisnaları gözlemleyeceğiz. İster bizim yeni ve daha sonraki
temsilciler tarafından uzak tutulmamız isterse Yüksek
Otoritenin genel özgürlüklere ve ulusun esaretten
kurtarılması çabalarına muhabbet beslemedikleri bildirilen
kişilerin ellerine düşmesi son derece mantıksız bir şey
olacaktır.
VII. Halkın seçmediği ya da seçmeyeceği kişilerin eline
Yüksek Otoritenin düşmesini engellemek için;
Yeni parlamentonun yukarıda bahsedilen Ağustos ayının ilk
perşembesinde açılması üzerinde (Tanrı’nın izniyle) anlaştık
24
ve kararlaştırdık. Sözcünün seçiminin düzenlenmesini ve bu
sorunun
halledilmesini ve benzeri konuları onların
takdirlerine bırakıyoruz; ancak, iktidarın kullanımı ve bu
gücün kapsamı, bu anlaşmanın kurallarına ve direktiflerine
uyulması konularında gerçekleştirilmesi gereken üyelerin
seçiminde, gelecek yıllardaki eşit dağılımın kurallarının
oluşturulmasında kendi iradelerine göre verecekleri en iyi
karar çerçevesinde mevcut parlamento yetkili kılınmıştır.
VIII. Yalnızca yukarıda bahsedilen şekilde seçilen kişilerin
sayesinde Yüksek Otoriteyi tam anlamıyla korumak için, bir
sonraki ve gelecekteki bütün temsilcilerin bir yılın bütün
süresi içerisinde tam erke sahip olmaya devam edebilmeleri;
tüm üyelerin önceki temsilcilerin boşluğunu karşılayacak
kapasitede olmalarını sağlayacak şekilde halkın yılda bir
defa, Tanrı dilerse sonsuza dek, her Ağustos’un ilk
perşembesi parlamentoyu seçmesi; aynı anlayışla bir sonraki
ya da herhangi bir müstakbel parlamentonun toplanması ve
en az dört ay müdahale olmaksızın her gün oturumuna devam
etmesi; ondan sonra yıl bitmeden gerekli gördüklerinde iki
aylık bir tatile çıkmaları; oturuma ara verildiği zaman içinde
Danıştay yerine bu anlaşma ile tezat oluşturmayacak
tedbirleri alarak, talimatları vererek ve onları yayınlayarak
kendi üyeleri arasından teşekkül edecek bir komitenin devlet
işlerine bakması konuları üzerinde anlaşmaya vardık ve bunu
ilan ediyoruz.
IX. Bundan böyle yüksek otoritenin gücü ve devlet işleri
konusunda müphemlik ve ihmalkarlık olmamalı ve bunlarla
ilgili herkes bilgili ve heyecanlı olmalıdır. Temsilcilerin
gücünün diğer kişi ya da kişilerin rızası olmadan artmaya
devam etmeyeceğini kararlaştırdık ve bunu ilan ediyoruz.
1. Barışın ve yabancı ülkelerle yapılan ticaretin muhafaza
altına alınması;
2. Son kralın üçüncü yılında ilan edilen ve yürürlüğe giren
Haklar Dilekçesi’nde yer alan, canımızın, bedenimizin,
25
özgürlüklerimizin, mal ve mülklerimizin emniyetini ve
güvenliğini sağlayanların korunması;
3. Milletler topluluğunun refahını, şikayetlerin çözüme
bağlanmasını, özgürlüğümüzün genişletilmesini ve bu
amaçlara ulaşılmasını sağlayan her şey ile gelirlerin
artırılmasının sağlanması.
Güvenlik açısından, iktidarın kendi hakimiyetleri için
kullanılması,
iktidardakilerin
bizim
özgürlüklerimiz
karşısında tarafgirlik yapması ve iktidarın emanet edildikleri
kişilerin yozlaşma ile çıkarlar temin etmeleri gibi keder verici
tecrübelerin varlığı nedeniyle, ilave bazı hükümler konusunda
şu kararları aldığımızı ilan ediyoruz:
X. Temsilcilerimize, Tanrı’ya inanma, din ya da inanç
konusunda herhangi bir şeyi cezalandırma veya başka
yollarla zorlamak için; kendi vicdanına göre dinini
uygulaması veya
her hangi bir kişinin inançlarını ifade
etmesini engellemek için kanun, yemin ya da and
oluşturmaya ya da iktidarda kalmayı sürdürmeye yetki ve güç
vermedik. Hiçbir şey daha fazla ümitsizliğe neden olamaz ve
kalpler çağlar boyunca yanmaya devam edemez; o halde, dini
konularda ve vicdani meselelerde hiçbir şey daha fazla zulme
ve tecavüze yol açamaz.
XI. Temsilcilerimize, her hangi bir kişiyi kara veya
denizlerdeki savaşlarda hizmet vermesi için zorlamaları ya da
zorla askere almaları için yetki vermiyoruz. Her adamın
vicdanı, kendi hayatını tehlikeye attığında ya da diğer
kişilerin hayatına kastederken bunu adil bir sebeple yaptığı
konusunda tatmin olmalıdır.
Şiddetli kinleri ve bütün düşmanlıkları ortadan kaldırmak
kadar bütün farklılıkları asayiş içinde tutmak şimdi imkan
dahiline girmiştir.
XII. Mevcut parlamentonun sona ermesinden sonra hiç
kimsenin son savaşlara ya da toplumsal farklılıklara ilişkin
26
söylediği ya da yaptığı hiçbir şeyden dolayı
sorgulanamayacağını;
bunun
aksi
olursa,
mevcut
parlamentonun belirlemesine göre halkın özgürlüğüne karşı
kralla işbirliği yapanların sorgulanabileceğini kararlaştırdık.
Kamu gelirlerinin toplanmasından sorumlu olanlar aynı şey
için sorumlu olmaya devam edeceklerdir.
XIII. Kanunlardan veya hukuki bir muameleden
kaynaklanan; bir imtiyaz, bağış, patent, rütbe ya da doğum
nedeniyle elde edilen; herhangi bir yerde ikamet etmekten,
sığınmacı olmaktan ya da parlamentonun verdiği imtiyazdan
ortaya çıkan herhangi bir şahsa ait bütün imtiyaz ve
ayrıcalıklar bundan böyle hükümsüz ve geçersizdir ve
yeniden elde edilemez.
XIIII. Daha önce kanun böyle bir yetki vermemişse, ne onlara
ne de başka herhangi bir mahkemeye ya da yargı organına
her hangi bir kişi ya da malı-mülkü üzerinde yargısal karar
vermeye yetkili kılmadık, zira yargıçları ya da insanları ister
biz herhangi bir kanunun icrasına müdahale edebilmeleri için
yetkilendirelim isterse kendi yetki alanları çerçevesinde olsun
fark etmez; kanunun olmadığı yerde haddi aşma da olmaz.
XV. Uzun süredir devam eden şikayetleri ortadan
kaldırabiliriz ve o münasebetle, yapabildiğimiz kadar,
rahatsızlıkların bütün nedenlerini yok ederiz ve artık ne
sorunları ortadan kaldırmak için parlamentonun belirsiz
eğilimlerine bağlı kalırız ne de hiçbir fayda veya semere elde
etmeden alışkın olunduğu üzere dilekçeden dilekçeye koşarız
ya da kendi kendimize sorun üretmeye devam ederiz; kendi
varlıklarının devamı için avantaj elde etme ve bizim üzerinde
durmadığımız bazı yoz çıkarlarla ilgili olanlar hariç her hangi
bir kimsenin neden onların ortadan kaldırılmadığı konusunda
bir şikayette bulunmadığı ile alakalı olarak bir neden
bulamayız.
Kabul ve ilan ediyoruz ki;
27
XVI. Cezai olaylarda kendileri aleyhine sorulan soruları
cevaplandırmayı reddeden her hangi bir kişiyi ya da kişileri
cezalandırmaya ya da ceza almalarına sebep olmaya her
hangi bir temsilcinin yetkisi yoktur.
XVII. Sonraki parlamentonun sona ermesinden sonra, ne
bütün temyiz aşamalarını geçen her hangi bir dava konusunda
en son hükmün tespitinde altı aydan daha fazla süren her
hangi bir hukuki muameleyi sürdürmeye ya da belirlemeye
ne de kendi dava konularında dava açmaktan her hangi bir
kişiyi ya da kişileri veya onlar adına dava açmaları istenen
kişileri engellemeye yetkileri yoktur.
Bu anlaşmada yer alan ve bütün yönleriyle tarafımızdan
mükemmel bir hale getirilemeyen bu nitelikteki benzer
hükümlerin itimada şayan temsilcilerin fevkalade çalışmaları
ile düzeltilmesine niyetlenilmiştir.
XVIII. Her hangi bir kişi ya da kişilerin serbest ticarete açık
olan deniz ötesi her hangi bir ulusla alışveriş ya da ticaret
yapmalarını engellemek veya kısıtlamak için her hangi bir
kanun çıkarmaya ya da çıkan kanunları uygulamayı
sürdürmeye yetkileri yoktur.
XIX. Gelecek parlamentonun açılışından sonraki dört ay
sonundan itibaren, tahsil masrafları çok yüksek olan ve aşırı
bir yük oluşturan her hangi bir yiyecek ya da mal üzerine
gümrük vergileri veya satış vergileri koymaya yetkili
değillerdir. Madem ki gelirler halktan alınan vergilerle
artırılabilir, bu tip yükler ve yükümlülükler ne daha fazla ihya
edilmelidir, ne de yukarıda belirtilen zamandan sonra başka
her hangi bir yolla gelirler artırılmalıdır. Gelirler, ülkedeki
menkul-gayrimenkul mallar üzerine konacak eşit oranlı bir
vergi ile artırılabilir.
XX. Menkul ya da gayrimenkul malların veya onların bir
kısmının borçların ödenmesinden istisna edilmesini ya da her
hangi bir tür borcu için her hangi bir şahsın hapsedilmesini
sağlayacak bir kanun yapmaya ya da böyle bir kanunun
28
yürürlükte kalmasını sağlamaya yetkileri yoktur. Böyle bir
şey hem Hıristiyanlığa aykırıdır ve kredi verenlere bir avantaj
sağlamaz hem de milletler topluluğuna bir iftira ve peşin
hüküm oluşturur.
XXI. Cinayet ya da toplumu tahrip etmeye yönelik benzeri
haince saldırılar hariç her hangi bir insanın yaşamını ortadan
kaldırmak için veya bu anlaşmayı zor kullanarak yok etmeye
çalışmak için kanun yapmaya ya da mevcut kanunları
sürdürmeye yetkileri yoktur. Ancak, işlenecek suçlara eşit
ceza verilmesi için azami çabayı göstermelidirler: insanların
yaşamları, organları, özgürlükleri ve malları önemsiz ve
saçma vesileler üzerine sorumlu tutulamaz ve her türden
insanın aşağılık bir sefaletten ve yolsuzluklardan korunması
için özel bir çaba gösterilmelidir. Vatana ihanet haricindeki
her hangi bir temel suç nedeniyle insanların malı-mülkü
müsadere edilemez. Diğer bütün ana suçlarda jurinin
vicdanına göre mahkum olan taraflara cezalarının karşılığı
verilebilir.
XXII. Her hangi bir kişinin yaşamını, özgürlüğünü veya
malını savunurken kendi lehine şahitlik yapmaktan mahrum
bırakmak ya da son Kral Charles’ın üçüncü yılında
yayınlanan Haklar Dilekçesi’nin içerdiği haklar ve
imtiyazlardan yoksun bırakan bir kanunu çıkarmaya ya da
mevcudu uygulamaya yetkisi bulunmamaktadır.
XXIII. Gelecek Parlamentonun sonuna kadar aşar
vergisinden kaynaklanan ve şikayete neden olan durumu
sürdürmeye yetkileri yoktur. Bu zaman dilimi içerisinde ister
cezai yöntemler isterse diğer yöntemler kullanılsın yolsuzluk
yapan herkese karşı tatminkar bir işlem yapılmalıdır.
XXIV. Her hangi bir kiliseye ait cemaate papaz empoze
etmeye yetkileri yoktur. Tam tersine her kiliseye ait cemaatin
üyelerine, kendilerinin uygun bulduklarını, kendilerinin
katkıda bulunmak ya da sözleşme yapmak istediklerini
seçmek konularında özgürlük sağlanmalıdır.
29
XXV. Diğer her hangi bir yargılama şekli ya da yaşamın,
özgürlüğün veya malların mahkumiyeti için bir kanun
yapmaya ya da mevcudu devam ettirmeye yetkileri yoktur;
velev ki insanlar tarafından özgür bir şekilde seçilen, bir
sonraki parlamentonun sona ermesinden önce oluşturulan ve
bir çok yerde daha önce olduğu gibi empoze edilmemiş ve
toplanmamış olarak komşular arasından on iki kankardeşi
adam olmuş olsun.
XXVI. Her hangi bir kişinin milletler topluluğunda her hangi
bir makamda görev alma yetkisini, görüş açıklama ya da
Papa’nın ya da benzeri bir yabancı otoritenin kullandığı hariç
olmak üzere dini uygulamalardaki yetkisini elinden almaya
salahiyeti yoktur.
XXVII. İlçelerde, şehirlerde, kasaba ve kazalarda her hangi
bir kamu görevlisini empoze etmeye yetkileri yoktur; ancak,
halk bu anlaşma ile temsilci seçmeye yetkilidir, bir yıldan
daha uzun olmayacak bir süre içinde ve sonrada yıldan yıla
kanunları uygulayacak tüm kamu temsilcilerini seçebilirler ve
bu seçim partilerin ve fraksiyonların mahsurlarından
kaçınmanın etkili bir aracı olur.
Gümrük ve Satış vergilerinin alınmasından dolayı hiçbir
kişinin haklı bir şikayetinin olmaması için aşağıdakileri
kararlaştırdık:
XXVIII. Bundan sonraki ve gelecekteki bütün parlamentolar
kamu hazinesinin dışında kalan tüm hisse senetlerinin,
borçların, bakiyelerin ve zararların tam olarak ifasını ve
halkın güvenini tam olarak sağlamalıdır; ve yapılmış ve
yapılacak olan tüm kamu alımları ve sözleşmelerini en iyi ve
sağlam bir biçimde yapmalıdır ve bir sonraki parlamentonun
kısmen ya da tamamen onaylayacağı arazi, para, mevki gibi
ya da parlamento tarafından temsilciler meclisinin her hangi
bir üyesine, lordlardan her hangi birine veya bu ikisinin üyesi
olmuş birine verilecek diğer tüm hediyeleri muhafaza
etmelidir.
30
Milletler topluluğu büyük bir tehlike ile karşı karşıya kalır
kalmaz askeri otorite sivil otoriteye her ne şekilde olursa
olsun üstün olacaktır.
XXIX. Kabul ve ilan ediyoruz ki temsilciler tarafından
verilen izin hariç hiçbir askeri kuvvet toplanamaz ve askeri
kuvvetlerin toplanmasında şu kurallar tam olarak yerine
getirilir: Her bir ilçenin, şehrin ve kasabanın zorla silah altına
alınacak asker sayısının toplamına göre yüzde olarak
toplayacağı askeri, bu askerlerin teçhiz edilmesini ve bunlara
yapılacak ödemeyi tespit ederler ve her
bölgedeki
seçmenlere alaylara, taburlara ve bölüklere ait olan bütün
subayları atama hakkına ve gerekli gördüklerinde
görevlerinden alabilme yetkisine sahiptirler. Yalnızca
generalleri ve albay rütbesinin üzerindeki subayların aday
gösterilmesi ve atanmaları ile ülkenin özgürlüğü, güvenliği
ve barış için onlara gerekli olan hizmetlerin ısmarlanması ve
tanzim edilmesi konularında temsilcilerin hakları saklıdır.
Bu tip tahripkar suç ve cürümler için hiçbir ceza ihdas
edilmemişse insanların devlette değişiklik yapmakta, güç ve
zamanlarını keyfi ve zalimane bir şekilde kullanmak ve her
şeyi anarşi ve karışıklığa sevketme yerine güven oluşturmak
için kullanmakta çok az çaba gösterdikleri ya da hiçbir şey
yapmadıkları konusunda kötü tecrübelere sahibiz.
XXX. Bu nedenle, bizler kabul ve ilan ediyoruz ki her ne
suretle olursa olsun, ne bu anlaşmanın her hangi bir kısmını
reddetmek ya da kabul etmemek, ne de insanların mülkünü
eşit düzeye indirmek, mallarını ellerinden almak veya her
şeyi kamunun malı yapmak hiçbir temsilcinin yetkisinde
değildir. Eğer her hangi bir temsilci, bir temsilci olarak, bu
anlaşmayı ortadan kaldırmaya çabalarsa muhalefet şerhini
ilan etmemesi durumunda parlamentolardaki her üyenin
vatana ihanetten canları yanacaktır ve buna uygun bir
muameleye tabi tutulacaklardır ve her hangi bir kişi ya da
kişiler anlaşmayı zorla tahrip etme çabasına ya da tertibine
31
girişirse bunlara ihanet örneğinde olduğu gibi muamele
edilecektir.
Her hangi bir şahıs silah gücü ile temsilcilerin seçimini
sabote ederse isyan suçunun cezasına çarptırılır; seçme ve
seçilme kapasitesine sahip olmayan bir kişi kendisini bunların
arasında gösterirse ya da her hangi bir şahıs bunlara karşı
kaba bir şekilde ya da ahlaksızca davranırsa, bu kişiler kötü
muamele ile suçlanabilirler ve büyük jüri raporu ile mesul
tutulabilirler ve jürinin kararına ve takdirine göre
cezalandırılabilir ya da para cezasına çarptırılabilirler. Bu
sözleşmenin her hangi bir kısmına aykırı olan ya da
olabilecek tüm kanunlar geçersiz ve hükümsüzdür.
Özgür insanlar olarak, bize bu lütufkar fırsatı verdiği için ve
bütün boyunduruklardan kurtulmada, üzerimizdeki yükleri
ortadan kaldırmada, tutsakların ve baskı altındakilerin özgür
kılınmasında zafere ulaşmamızda bize verdiği şevk için
Tanrıya şükran borçluyuz. Yukarıda adı geçen bizler
gücümüzün yettiğini yaptık ve bizler Tanrı’ya güvendik ve
Tanrı bu nedenle tüm saldırı ve çatışma fırsatlarını ortadan
kaldırdı, bu ülkeye sürüp gidecek bir barış ve refah sağladı ve
her şeye kadir olan Tanrı’nın izniyle, kalplerimizdeki ve
vicdanlarımızdaki içtenlik tarafımızdan imzalanan bu
anlaşmanın her kısmı için açık bir kanıt oldu. 1649 yılının
Mayıs’ının ilk günü.
32
BENEDICTUS DE SPINOZA:
VATANDAŞLARIN ÖZGÜRLÜĞÜ, 1670 *
Hiçbir insan aklının bütünüyle başkalarının iradesine girmesi
mümkün değildir; hiçbir kişi kendi rızasıyla özgür bir şekilde
karar verme doğal hakkını başkasına devredemez ya da böyle
bir şey yapmaya zorlanamaz. Bu nedenle, aklı kontrol altına
almaya çabalayan devlet zalim olarak kabul edilir. Neyin
doğru olarak kabul edileceğini, neyin yanlış olarak
reddedileceğini ve ibadetlerinde hangi fikirlerin insanları
harekete geçireceğini belirlemeye çalışmak egemenliğin
kötüye kullanılması ve yönetilenlerin haklarının gasbedilmesi
anlamına gelir. Bu konuların tümü, insanların kendi rızaları
ile bile feragat edemeyecekleri doğal hakları arasında yer alır.
Bir egemen güce dinin ve hukukun bir temsilcisi olarak
güvenilse bile, insanları kendi akıllarına göre ya da her hangi
bir düşünceden etkilenerek karar vermekten asla uzak
tutamaz. Böyle bir egemen gücün, görüşleri bütün konularda
kendi görüşleriyle uyuşmayan kişilere düşman olarak
muamele etmek hakkına sahip olduğu doğrudur; ancak, biz
burada onun mutlak haklarını tartışmıyoruz, eylem tarzının
doğruluğunu tartışıyoruz. En şiddetli bir şekilde yönetme
hakkına ve her önemsiz eylemlerinde bile vatandaşlarını idam
etme hakkına sahip olduğunu kabul ediyorum; ancak, hiç
kimse bunları doğru bir yargılama ile yaptığını savunamaz.
Bu tip şeyler, kendisini aşırı bir tehlikeye maruz
bırakmaksızın yapılamayacağından bunları yapmak için
mutlak bir güce ve dolayısıyla mutlak bir hakka sahip
olduğunu bile reddedebiliriz: hükümdarın hakkı gücü ile
sınırlıdır.
Bu nedenle, hiçbir kişi karar verme ve düşünce
özgürlüğünden feragat etmeyeceğinden, herkes vazgeçilmez
*
Michael Curtis (Ed.), The Great Political Theories- From Plato and
Aristotle to Locke and Montesquieu-, New York: Avon Books. S.320-321.
33
doğal haklara sahip olduğundan aykırı ve muhalif bir tarzda
düşünen insanlar, felakete yol açan sonuçlar ortaya çıkmadığı
sürece, yalnızca üstün gücün diktasına göre fikir belirtmeye
zorlanamazlar. En fazla tecrübe sahibi olanlar bile nasıl sessiz
bırakılacağını bilemez. İnsanların müşterek zaafı, devletin
insanlara ne düşüneceklerini söylemek ve öğretmek yoluyla
özgürlükten mahrum bırakacak bir sertlikte bulunmasın diye
ya da bu özgürlükleri vererek daha ılımlı olabilsin diye
gerekli olan sırlarını ve planlarını başkalarına söylemeleridir.
Devletin asıl amacı, korkutarak kural koymak, kısıtlamalar
getirmek ve mutlak itaati sağlamak değildir; bunun tam
tersine, mümkün olan en emniyetli şekilde yaşasınlar diye
insanları bütün korkulardan beri tutmak, başka bir deyişle,
kendisine ya da başkalarına her hangi bir zarar vermeksizin
çalışma ve varlığını idame ettirme doğal hakkını
güçlendirmektir.
Devletin görevi, insanı rasyonel bir yaratık olmaktan bir
kuklaya ya da hayvanca davranan birine dönüştürmek
değildir; bunun aksine, emniyet içinde aklını ve fiziksel
varlığını geliştirmesine ve aklını zincirlerini kırmada
kullanmasına olanak sağlamaktır, insanlara ne kini, öfkeyi ve
hileyi ne de hasedi ve adaletsizliği göstermek değildir.
Aslında, devletin gerçek amacı özgürlüktür.
İnsanların özgür yargıları çok farklı olduğundan herkes
yalnızca kendisinin her şeyi bildiğini düşünür ve her ne kadar
düşünce ve ifadenin tam bir ittifak göstermesi mümkün
değilse de bireylerin bütünüyle kendi kararlarına göre hareket
etme haklarından feragat etmemeleri halinde barışı muhafaza
etmek imkansızdır. Bu nedenle, özgür düşünce ve karar
verme olmasa da bireyler, haklı olarak, serbest hareket etme
haklarını devrederler. Hisleri ve kararları arasında çelişkiler
olsa da kin, öfke ve sahtekarlık yerine rasyonel bir düşünce
ile olması ve kendi özel otoritesi üzerinde her hangi bir
değişikliğe teşebbüs etmemesi şartıyla onlara karşı söz de
söyleyebilir.
34
Örneğin, bir kişinin bir kanunun akla aykırı olduğunu ve
böylece yürürlükten kaldırılması gerektiğini gösterdiğini
varsayalım. Eğer bu görüşünü yetkililerin (tek başlarına
kanunları yapma ve değiştirme hakkına sahiptirler) takdirine
sunarsa ve bu arada hiçbir suretle kanuna karşı gelecek
şekilde davranmazsa devletin lütfuna layık olur ve iyi bir
vatandaşın yapması gereken şekilde davranmış olur; ancak,
eğer yetkilileri adaletsizlikle suçlarsa ve halkı devlete karşı
kışkırtırsa, ya da onların rızası olmaksızın kanunu ilga etmek
için halkı ayaklandıracak bir şekilde faaliyete girişirse
yalnızca bir kışkırtıcı ve isyancı olur.
Böylece, kendi ellerindeki bütün yasama gücünden
vazgeçerek ve aşikar bir biçimde en iyisini tasavvur ettikleri
halde inandıkları şeylere ters davranmaya zorlansalar bile
hiçbir şekilde kanunlara karşı gelmeyerek, toplumsal barışa
ve idarecilerin otoritesine zarar vermeksizin, bir bireyin
inandığı şeyleri nasıl öğreteceğini ve ifade edeceğini tecrübe
ile öğreniyoruz.
35
JOHN LOCKE:
SİYASAL TOPLUMUN AMAÇLARI, 1690 *
Doğal yaşamda insanlar daha önce söylendiği gibi çok özgür
iseler, kişiler kendi fiziksel varlıklarının ve servetlerinin
mutlak hakimi iseler, en üst düzeyde olanlara eşit iseler ve
kimseye tabi değil iseler; neden kendilerini özgürlüklerinden
ayırsın ve bir hakimiyetin ve diğer bir gücün kontrolüne tabi
kılsınlar? Buna çok açık bir cevap verilebilir: her ne kadar
doğal yaşamda bu tip bir hakka sahiplerse de bu hakkın
kullanımı son derece şüphelidir ve sürekli bir şekilde
başkalarının saldırısına açıktır; bir kişinin olabileceği gibi
herkes kral olabilir, her insan eşittir ve büyük bir kesim için
katı bir adalet ve eşitlik gözlenemez; doğal yaşamda
mülkiyetin kullanımı son derece emniyetsiz ve güvensizdir.
Bu durum, özgür ama sürekli tehlike ve korku ile dolu olan
bu durumdan insanları vazgeçmeye istekli kılabilir ve halı
hazırda bir araya gelmiş olan bir toplumu araması ya da bu
topluma katılmayı istemesi veya benim genel adıyla mülkiyet
olarak adlandırdığım mallarının, özgürlüklerinin ve
canlarının karşılıklı korunması için bir araya gelmeye
niyetlenmesi mantık dışı değildir.
Bu nedenle insanların böyle bir topluluk içinde
birleşmelerinin ve kendilerini bir idare altına sokmalarının
asıl ve büyük amacı mülkiyetlerini korumaktır.
İlk olarak, doğru ve yanlışın standardı olan ortak rıza
tarafından kabul edilen, onaylanan, yerleşik ve bilinen
kanunlar ile aralarındaki çatışmaları çözüme bağlayacak
ortak tedbirlere ihtiyaç vardır. Doğal yaşam kanunları her ne
kadar tüm akıllı yaratıklar için kolay anlaşılabilir ve sade ise
*
E. K. Bramstad and K.J. Melhuish, Western Liberalism- A History in
Documents From Locke to Croce, London:Longman, 1978. (John Locke,
Two Treatises on Civil Government, London, 1884, ‘The Second Treatise
of Government’ (1690), Ch. 9, pp.256-9)
36
de insanlar çıkarları nedeniyle ön yargılı ve ilgisiz
olduklarından onun belirli durumlara uygulanmasında
zorlayıcı bir kanun olmasına izin verme eğiliminde
değillerdir.
İkinci olarak, doğal yaşamda mevcut kanuna göre bütün
farklılıkları tespit edecek bir otorite ile birlikte bilinen ve
tarafsız bir hakime gereksinim vardır. Doğal kanunların hem
uygulayıcısı hem de yargıcı olan doğal yaşamdaki herkes
kendisine yontar, kin ve ihtiras onları kanunları
uygulamaktan uzaklaştırır ve ilgisizlik ve ihmalle birlikte
kendi davalarında ateşli olmaları onları diğer insanların
davalarından vazgeçirir.
Üçüncü olarak, doğal yaşamda haklı olunduğunda hükmün
desteklenmesi ve uygulanması için güce ihtiyaç duyulur.
Haksızlık yapmakla suçlanan her hangi bir kişi kendi
haksızlığını güç kullanarak doğru kılabildiği sürece nadiren
başarısız olacaktır. Bu tip direnmeler çoğu kez
cezalandırmayı tehlikeli bir hale getirir ve sıklıkla
cezalandırma çabasına girişenler için zararlı olur.
Bu nedenle insanoğlu, doğal yaşamdaki bütün imtiyazlarına
rağmen, hala aynı kötü koşullar içinde olsa da, hızla bir
toplumun içine sürüklenecektir. Bu nedenle zaman geçtikçe
nadiren doğal yaşamda yaşamaya devam eden insanlara
rastlayacağız. Herkesin diğerlerinin haklarını ihlal edeni
cezalandırabildiği ve düzensiz ve belirsiz bir gücün
kullanımına maruz kaldığı rahatsız edici durum, insanları
iktidarın mevcut kanunları altına sığınmaya zorlar ve insanlar
orada mülkiyetlerini korumaya çabalarlar. Bu amaç için
yetkilendirilenlerin ya da herkesin, toplum tarafından
oluşturulan kurallarla kendi aralarından bu iş için atanarak
tek başına verilen cezanın uygulayıcısı olma gücünden
gönüllü olarak vazgeçmesini sağlayan bu konu üzerinde
anlaşılabilir. Bunda orijinal haklara sahibiz ve devleti ve
toplumu olduğu kadar yasama ve yürütme gücünü de
meydana çıkarabiliriz.
37
Doğal yaşamda insanoğlunun masum zevkler aldığı
özgürlüğünü bir kenara bırakmak için insanların iki güce
sahip olması gerekir. İlki, doğal kanunların izin verdiği
ölçüde kendisini ve diğerlerini koruma ile uygun olmak üzere
düşündüğü her şeyi yapmaktır; herkes için ortak olan bu
kanunla tüm insanlar tek bir topluluktur, diğer tüm
yaratıklardan ayrı bir toplum oluştururlar ve dejenere
insanların kötü maksatları ve yozlaşmaları olmaksızın başka
hiçbir şeye ihtiyaç yoktur; bu büyük ve doğal topluluktan
ayrılıp daha küçük birliklere katılmak için hiçbir zorunluluk
yoktur. Bir insanın doğal yaşamda sahip olacağı diğer kuvvet
bu kanuna karşı gerçekleştirilen suçları cezalandırma
gücüdür. Bunların her ikisinden de bu insan özel, ya da
isimlendirmem gerekirse belirli bir politik topluma
katıldığında ve insanoğlunun geriye kalanından ayrı her hangi
bir birliğe intikal ettiğinde vazgeçecektir.
İlk gücü, yani kendisini ve insanoğlunun geriye kalanını
koruma ile uyumlu düşündüğü her şeyi yapabilme gücü,
kendisinin ve toplumun geriye kalanı korunduğu müddetçe,
doğal kanunlar sayesinde sahip olduğu özgürlüğü bir çok
şeyde kapsayan toplum kanunlarının düzenlemesine
bırakabilir.
İkinci olarak, tamamen vazgeçtiği cezalandırma erki ve
sadece kendi otoritesiyle kanunlar için gerekli olan toplumun
yürütme erkini desteklemek için daha önceleri doğal
kanunların icrasında kullandığı gücü. Tam anlamıyla
korunmasının yanı sıra topluluktakilerin yardımları ve
emekleri gibi bir çok rahatlıktan istifade ettiği bu yeni
durumda kendi doğal özgürlüğünde olduğu kadar toplumun
sağlayacağı güvenlik ve refahtan pay alacaktır. Bu, diğer
toplum üyelerinin de aynısını yaptıkları için yalnızca gerekli
değil aynı zamanda adildir.
Ancak, her ne kadar topluma katıldıklarında doğal yaşamda
sahip olduğu eşitlik, özgürlük ve icra gücünü topluma
devretseler de, toplumun iyiliği için gerekli olduğu kadar
38
yasama tarafından kullanılmış olacağından, kendisini,
özgürlüğünü ve malını daha iyi bir şekilde korumak herkesin
niyetlendiği şey olacaktır (hiçbir akıllı yaratık durumun
kötüye gideceğini düşünerek durumunu değiştirmez).
Toplumun gücü ya da toplum tarafından oluşturulan
yasamanın gücünün kamu yararının ötesine geçmesi tasavvur
edilemez, ancak yukarıda bahsedilen ve doğal yaşamı çok
fazla emniyetsiz ve zor bir hale getiren üç kusura karşı herkes
malının emniyetini sağlamaya mecbur edilebilir. Bundan
dolayı her kim ki her hangi bir ülkenin en üst düzeydeki gücü
ya da yasama gücü olur; sözlü kararlarla değil; tam aksine
tarafsız ve dürüst yargıçların verdiği kararlarla ve halka ilan
edilen ve halk tarafından bilinen yürürlükteki kanunlarla
idare etmekle ve yurtiçinde sadece bu kanunların icrasını
sağlamak için, dışarıya karşı ise sadece yabancı istila ve
saldırıları engellemek ve toplumu istila ve saldırılardan
korumak için toplumun güçlerini istihdam etmekle
yükümlüdür. Ve bütün bunlar kamu yararı, halkın güvenliği
ve barış dışında başka her hangi bir amaca
yönlendirilmemelidir.
39
JOHN LOCKE:
İNANÇ ÖZGÜRLÜĞÜ VE HOŞGÖRÜ ÜZERİNE, 1685 *
İlk olarak, hiçbir kilisenin hoşgörü görevi dolayısıyla, onca
uyarıdan sonra, cemaatin kanunlarına karşı suç işlemeye
inatla devam eden hiç kimseyi koynunda barındırmakla
yükümlü olmadığını kabul ediyorum. Çünkü bunlar cemaatin
varoluş şartı olduğundan, onların ihlal edilmesine hiçbir
eleştiri olmaksızın müsaade edilirse, bu halde toplum derhal
çözülür. Ama, her halükarda aforoz uygulaması ve cezasının,
bu yüzden topluluktan atılan kimsenin bedenine yahut
mallarına herhangi bir surette zarar verecek hiçbir hoyrat
muameleye sevk etmemesine dikkat edilmesi gerekir. Çünkü
bütün zor kullanma yetkisi yargıya aittir ve hiçbir özel şahsın,
haksız bir zorbalık karşısında kendini savunma durumunda
kalmadıkça, hiçbir zaman zor kullanmaması gerekir. Aforoz
etmek, aforoz edilen kişiyi önceden sahip olduğu sivil
çıkarlarından ne mahrum bırakır, ne de bırakabilir. Bunların
tümü, sivil-siyasi yönetime aittir ve hukuk sisteminin
koruması altındadır. Aforozun bütün gücü şunlara bağlıdır:
topluluğun kararlığının bu bakımdan belirtilmesine; bütün ile
bazı üyeler arasındaki anlaşmanın feshedilmeye başlamasına;
toplumun oluşturduğu belirli işlere iştirakin engellenmesine,
yani ilişkinin kesilmesine ve hiç kimsenin herhangi bir sivil
hakkının elinden alınmaya kalkışılmamasına.
İkinci olarak, belli bir kimsenin, bir diğer kişiye, o başka
kilise veya dindendir diye, sivil çıkarları konusunda zarar
vermeye hiçbir surette hakkı yoktur. Bir insan yahut bir yerde
ikamet eden kişi olarak ona ait olan bütün hakların ve
ayrıcalıkların bozulamaz bir şekilde korunması gerekir. İster
Bu metin Melih Yürüşen tarafından tercüme edilmiştir. Metnin burada
tekrar yayınlanmasına izin verdikleri için kendilerine teşekkür ediyoruz.
Bkz: John Locke, Hoşgörü Üstüne Bir Mektup, (Çev: Melih Yürüşen),
Ankara: Liberte Yayınlari,1995. S.24-31.
*
40
bir Hıristiyan, ister bir putperest (pagan) olsun, ona hiçbir
şiddet yöneltilmemeli ve kötülük edilmemelidir. Hayır, çıplak
adaletin dar ölçüleriyle kendimizden memnun kalmamalıyız;
merhamet, cömertlik ve geniş fikirlilik buna ilave edilmelidir.
İncil’in emrettiği budur, aklın buyurduğu budur ve içinde
doğduğumuz doğal ortaklığın bizden talep ettiği budur. Eğer
bir insan doğru yoldan ayrılırsa, bu onun kendi talihsizliğidir,
size hiçbir zararı yoktur; bu hayatta yapıp ettiklerinin öteki
dünyada onu perişan etmesi beklendiğinden onu
cezalandırmamız gerekmez.
Dince birbirlerinden farklı olan kişilerin, birbirlerini karşılıklı
olarak hoş görmelerine ilişkin olarak söylediklerimi, kendi
aralarında tıpkı özel kişiler gibi ilişki kuran belli kiliseler için
de geçerli sayıyorum. Bu kiliselerden biri, diğeri üzerinde
hiçbir yargılama yetkisine sahip değildir; yönetici şu veya bu
komünyona girdiği zaman bile değildir. Çünkü, ne sivil
yönetim kiliseye yeni haklar verebilir, ne de kilise sivil
yönetime. Öyle ki, siyasi yönetimin başı, ister herhangi bir
kiliseye katılsın, ister ondan ayrılsın, kilise daima önceden
olduğu gibi kalır –özgür ve gönüllü bir topluluk olarak. O,
yöneticinin gelmesiyle ne kılıcın gücünü talep eder, ne de
yöneticinin gitmesiyle eğitme ve aforoz hakkını kaybeder.
Bu, -bu topluluğun, kendi kuruluşunun kurallarını ihlal eden
üyelerini uzaklaştırma hakkı vardır; ama yeni üyelerin
iştirakiyle kendisine katılmayanlar üzerinde herhangi bir
yargılama hakkı kazanamaz. Ve bundan ötürü, barış, eşitlik
ve dostluğa, aynen özel kişilerde olduğu gibi ve birbirleri
üzerinde hiçbir üstünlük ve yargılama iddiası taşımadan, belli
kiliseler tarafından da saygı gösterilmesi gerekmektedir...
Sözün kısası, hiç kimse, ne tek tek kişiler, ne kiliseler, hatta
ne de devletler olarak, din vesilesiyle birbirlerinin dünyevi
mallarına ve sivil haklarına tecavüz etmek yetkisine sahiptir.
Başka kanaatte olanlar, böylece, insanlığa nasıl öldürücü bir
ihtilaf ve savaş tohumu ettiklerini, sonsuz düşmanlıkları,
yağmaları ve katliamları nasıl tahrik ettiklerini kendi
41
başlarına iyice düşünsünler. Bu düşünce, egemenliğin zorla
tesis edilmesi ve dinin silah gücüyle yayılması gerektiği
fikrine üstün gelmedikçe, insanlar arasındaki ortak dostluk
korunamayacağı gibi, ne barış ne de güvenlik tesis edilebilir.
Üçüncü olarak, hoşgörü görevinin bazı ruhani nitelikleri ve
işleri ile (ister kardinal, rahip, papa, keşiş olsunlar, ister şu
veya bu şekilde ayırt edilmiş olsunlar) insanlığın
artakalanından (onların bizi adlandırmak istedikleri gibi,
diğer mesleklerden olanlardan) ayrılan kişilerden ne talep
ettiğine bakalım. Burada ruhban sınıfının değerini ve
kökensel gücünü sorgulamak benim işim değildir. Ben sadece
şunu söylüyorum, otoriteleri nereden doğmuş olursa olsun,
ruhani olduğu için, bu otoritenin kilise sınırları dahilinde
kalması gerekir ve bu, hiçbir şekilde sivil işlere yayılamaz.
Çünkü kilisenin kendisi devletten ayrı ve farklı bir şeydir.
Her iki tarafta da sınırlar sabittir ve değiştirilemez. Kim
kökenlerinde,
gayelerinde,
işlerinde
ve
herşeyde
birbirlerinden olağanüstü ölçüde ayrı ve sonsuz derecede
farklı olan bu iki toplumu birbirine karıştırırsa, o cennetle
dünyayı, en uzak ve en karşı şeyleri hep birlikte karmakarışık
eder. Bundan dolayı, hiç kimse, hangi ruhani görevle
şereflendirilmiş olursa olsun, kendi kilisesinden ve
inancından olmayan başka birini aralarındaki din farklılığı
sebebiyle dünyevi malların bir kısmından veya
özgürlüğünden mahrum edemez. Çünkü bütün kilise için
yasal olmayan herhangi bir şey, bir ruhani hakla, onun
üyelerinden biri için yasal hale gelemez.
Fakat hepsi bu kadar da değildir. Kilise adamlarının şiddet,
yağma ve zulmün bütün türlerinden kaçınması yetmez.
Havarilerin halefi olduğunu ileri süren ve öğretim işinin
sorumluluğunu üstüne alan kilise adamı tembihlerini bütün
insanlara, yani Ortodoks olanlara olduğu kadar hatalı
olanlara, imanda ve ibadette kendilerini kabul edenlere
olduğu kadar kendilerinden farklı olanlara da yöneltmeye,
onları barış ve iyi niyet görevleri hususunda uyarmaya
42
mecburdur. O, sebatkar bir şekilde, ister sade bir insan, ister
yönetici (eğer kilisesinde bunlar olacaksa) olsun, bütün
insanları şefkate, tevazuya ve hoşgörüye teşvik etmeli,
dostluk için harıl harıl çaba harcamalı ve hem her insanın
kendi mezhebine yönelik ateşli bağlılığının hem de
diğerlerinin kurnazlığının muhaliflere karşı tahrik ettiği
tehlikeli ve mantıksız nefret eğilimini tamamen
hafifletmelidir. Eğer vaizler her yerde bu barış ve hoşgörü
doktrinini seslendirselerdi, bunun nasıl isabetli ve ne kadar
büyük bir kazanç olacağını, bu insanların azalmamasını yahut
başkaları veya kendileri tarafından azaltılmamasını
arzuladığım itibarları üzerinde kesin bir kuşku yaratmak
istiyormuş gibi görünmeyeyim diye, gösterme sorumluluğunu
üzerime almıyorum. Fakat bunun böyle olması gerektiğini
söylüyorum. Ve kendisinin Tanrı’nın Dünyasının bir vekili,
İncil’in barışının bir öğütçüsü olduğunu söyleyen biri aksini
öğretirse, ya uğraşının önemini anlamıyordur ya da bunu
umursamıyordur; bu halde o, bir gün, Barış Prensine hesap
verecektir. Eğer Hıristiyanlar, tekrarlanan tahriklerden ve
artan haksızlıklardan sonra bile, intikamın bütün çeşitlerinden
kaçınmaları gerektiği şeklinde ikaz edilmişlerse, onlara hiç
zarar vermemiş, hiçbir eziyet çektirmemiş olanlara,
bunlardan hiçbirini kabul etmeyenlere karşı şiddetten ve her
cins kötü muameleden nasıl da çok sakınmaları gerekir! Bu
uyarıyı ve kızgınlığı, muhakkak ki, sadece kendi işlerini
düşünenlere karşı kullanmaları gerekir ve onlar, Tanrı
indinde kabul edilebilir olduğuna ve sonsuz selametin en
güçlü ümitlerine sahip olduğuna ikna oldukları tarzda
Tanrı’ya tapmaktan (insanlar onlar hakkında ne düşünürlerse
düşünsünler) başka hiçbir şey için endişe etmemelidirler.
Özel aile içi işlerde, mülklerin yönetiminde, beden sağlığının
korunmasında her insan, kendi iyiliği için neyin uygun
olduğunu tasavvur edebilir ve en iyi olduğunu umduğu yönde
gidebilir. Hiç kimse, komşularının işlerini kötü idare
ettiğinden şikayetçi olamaz. Hiç kimse tarlasını ekerken veya
kız kardeşlerini evlendirirken bir hata işlediği için başkasına
43
kızamaz. Hiç kimse servetini meyhanelerde tüketen bir
mirasyediyi cezalandıramaz. Her insan, bedeli ne olursa
olsun, sık sık kiliseye gitmezse, orada tavırlarını alışılmış
seremonilere kesin bir şekilde uydurmazsa, çocuklarını şu
veya bu cemaatin kutsal sırlarının öğretilmesine getirmezse,
bu, derhal büyük bir velveleye sebep olur. Komşular,
haykırıp bağırırlar. Herkes, böylesine büyük bir suçun
intikamcısı
olmaya
hazırdır;
bağnazların,
dava
sonuçlandırılıncaya kadar beklemek için pek az sabırları
vardır ve zavallı insanlar, duruma göre, özgürlüklerini,
mülkiyetlerini veya hayatlarını kaybetmeye mahkum
edilirler. Ah, her mezhepten kilise vaizlerimizin, hatasız
insanın bulunmadığı şeklindeki bütün güçlü argümanları
kendilerine uygulamaları gerekmektedir. Fakat onları kendi
hallerine bırakalım. Başka bir yargı alanına ait olan güç
araçlarıyla kendi eylemlerini haklı çıkaracak nedenler
sağlayamazlar ve kilise adamının yetkileri sağlıksız bir hale
gelir.
44
JOHN TRENCHARD ve THOMAS GORDON:
İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ ÜZERİNE, 1720 *
Düşünce özgürlüğü var olmaksızın ilim ve irfan gibi değerler
var olamaz ve ifade özgürlüğü olmaksızın insan hak ve
hürriyetleri de olamaz. İfade özgürlüğü başkalarına zarar
verene ve başkalarının haklarını tahakküm altına alana kadar
her insanın hakkıdır ve özgürlüklerle ilgili bu sınır
katlanılabilecek ve kabul edilebilecek tek sınırdır.
Bu kutsal hak, özgür bir yönetim için elzemdir. Mülkiyetin
güvenliği ve ifade özgürlüğü her zaman birlikte yer alır.
İnsanlar, kendi isteklerini kendi dilleriyle talep edemedikleri
sefil ülkelerde kendilerine ait başka hiçbir şeyi de talep
edemezler. Ulusun özgürlüğünü kim ortadan kaldırmayı arzu
ederse halkların özgürlüğü için en korkunç şey olan ifade
özgürlüğünü baskı altında tutmakla, işe başlar.
Bu giz, parlamento hakkında konuşmayı yasaklamak için her
iki özgürlüğü de bir kenara iten bir bildiriyi aşağılık
bakanının yayınladığı Kral I. Charles’in mahkemesi
tarafından da çok iyi bilinmektedir. İdare edilenlerin şüphe
götürmeyen haklarını ve majestelerinin hukuki haklarını
savunmak, halkı idareden soğutmak olarak adlandırıldı ve
isyana teşvikten cezaya tabi tutuldu. Ayrıca, insanların
evlerinde dinden bahsetmeleri yasaklandı. Papazlarla
bakanlar tiranlık oluşturmak için bir araya gelerek gerçeği ve
hukuku baskı altına aldılar. Kral James, Katolik kilisesindeki
ekmek ve şarabın takdisi ayinine gittiğinde insanlar para
cezasına çarptırıldılar, hapsedildiler ve O’nun bir Katolik
olduğu söylenerek, perişan edildiler. Hakkında hain
olduğunun ilan edildiği bir parlamento kararının bulunduğu
Kral II. Charles daha sıkı bir Katolik olarak yaşamıştır.
*
David L. Jacobson, The English Libertarian Heritage, (From thr
Writings of John Trenchard and Thomas Gordon), New York: The
Bobbs-Merrill Co., 1965.
45
İnsanların kendi yöneticilerinden iyi bir şekilde bahsetmeleri
gerektiği doğrudur ve yöneticiler haklarında iyi şeyler
konuşmayı da hak edebilirler; ancak, insanları dinlemeksizin
onları zararlı ilan etmek, yalnızca tiranlığın imtiyazı ve ona
uygun bir şey olabilir. Özgür bir insan ifade özgürlüğünü
kullanarak bunun böyle olduğunu gösterecektir.
46
JOHN TRENCHARD ve THOMAS GORDON:
GÜÇ VE ÖZGÜRLÜK ÜZERİNE, 1720 *
Güç, doğal olarak aktif, ihtiyatlı ve şüphecidir. Gücün taşıdığı
nitelikler, onu kendisini mahkum hale getirmek için bütün
araç ve çareleri kullanmaya, bütün muhalefeti, hatta
muhalefet tohumlarını bile yok etmeye ve önünde herhangi
bir şey durmaya devam ettikçe durmaksızın bunu yapmaya
sevkeder. Dilediğini yapabilir ve hiçbir kontrol de söz konusu
değildir.
Bugünlerde özgürlüğün gücü cezalandırdığı ve yumuşattığı
için güç özgürlüğü yok edebilir ve sonuçta özgürlük,
kendisini korumada aşırı bir biçimde gizemli davranmak için
çok fazla sebebe sahiptir. Güç özgürlük üzerinde çok fazla
avantaja sahiptir, genelde çok sayıda gardiyanı, birçok
yaratıcısı, çok fazla miktarda hazinesi vardır ve onların
ötesinde daha fazla sanat ve tecrübe, daha az dürüstlük ve
masumiyet vardır.
Güç, özgürlüğün olmadığı bir yerde varlığını sürdürürken,
sürdürebilirken; özgürlük güç olmadan varlığını sürdüremez.
Zira güç, eskiden de olduğu gibi, sürekli olarak özgürlüğün
kapısında bekleyen düşman gibidir.
Yargıçların, Tanrı’ dan başka hiç kimseye karşı sorumlu
olmamaları ve bunun dışında başka hiçbir sınırlamaya tabi
olmamaları gerektiği söylenmektedir. Ancak, bu tip bir akıl
yürütme tehlikeli olduğu kadar saçmadır da. Hiçbir iyi insan
yapmaya niyetlenmediği bir suç için ne kadar ceza verildiğini
umursamaz. Cinayet işlemeye niyet etmeyen bir adam, katilin
ölümle cezalandırılmasından üzülmez. Tanrı’ ya karşı
yalnızca hesap veren, korkmayan, kötülük ve deliliklerine ve
*
Samuel B. Rudolph (Ed.), The Philosophy of Freedom-Ideological
Origins of the Bill of Rights-, Lanham: University Press of America,
1993.
47
kendilerine karşı emniyet içinde olmadığımız kötü insanlar
sağduyunun onurunu zedeler ve ilk doğal kanun olan nefsini
korumanın yanlış olduğunu gösterirler. İnsan aklı, hiçbir
kuralla değil yalnızca kendi ihtirası ile insanları yöneten
idarecilere saygı duyulmayacağını ve boyun eğilmeyeceğini
söylemektedir. İnsana ve Tanrı’ya muhalefet içinde olan bu
tip insanlar idareci değildirler, kanuna karşı gelen kimselerdir
ve ne Tanrı’nın kanunlarınca ne de akıl tarafından himaye
görmezler. Hangi ahlaki ya da ilahi kural ile bir kurdu
öldürmemiz ya da bulaşıcı hastalığın olduğu gemiyi
yakmamız bize yasaklanır? Günahkarlığı ve sefaleti önlemek
ve bunlara yol açanlara karşı gelmek kanunsuz mudur?
Cinayetlerin büyüklüğü onları kutsallaştırır mı? Ve ülkeyi
soyan ve on bin kişiyi katledenler bir tek Gine çalan ve bir
tek kişinin katlinden daha az mı sorumludur? Bütün insanlığı
toptan tahrip eden ve zulmeden en büyük günaha karşı gelen,
engelleyen ve durduran herhangi bir günah var mıdır?
Hukuksuz gücü savunanlar kadar aşikar, arsız ve bencil
sahtekarlar emin olun yoktur! Onlara zulmetmek lanetli bir
günahtır; veya diğerlerine zulmederek kazanç elde
ettiklerinden karşı çıkmak daha melun bir günahtır!
Kendilerine her ne zaman küçücük bir zarar verilse veya
kendilerine zarar dokunduğunu zannetseler şikayet etmede
en gürültücü, davranışlarında ise en insafsız olanlarıdır.
Ancak, kendilerinin dışındakiler soyulduğunda, zulme
uğradığında ve katledildiğinde şikayetler fitne olarak kabul
edilir; bu durumun düzelmesini istemek ise lanetlenir. Bu,
bütün yalanların kötülüklerin müsebbibi değil midir?
Sonuç olarak, kontrole tabi olmayan güç yalnızca Tanrı’ ya
mahsustur ve hiçbir insan birbirlerine eşit olmayan insanlara
emanet edilemez. Gerçekte, insan doğasında çok fazla hırsihtiras, tutarsızlık ve bencillik vardır ve bizler çok nadiren
birbirimize karşı muhafızlık yapabiliriz. Dürüst insanların
sahip olacağı tek güvence dürüst olmayı çıkarı haline
getirmek, hilekar olanlara karşı sahip olacağımız en iyi
48
savunma hilekar olmayı hilekarlar için en kötü şey haline
getirmektir. Diğer mevkilerde birçok aşağılık insan
olduğundan en iyi yol, kötülüğü herhangi bir makam için
tehlikeli bir hale getirmektir.
49
DAVID HUME:
BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ ÜZERİNE, 1742 *
İstediğimiz şeyleri kamu oyuna aktarırken ve kral ya da onun
bakanları tarafından yürürlüğe konulan her tedbiri açıkça
eleştirirken bu ülkede yararlandığımız aşırı özgürlükten başka
hiçbir şey bir yabancıyı hayretler içinde bırakmak için uygun
değildir. Eğer yönetim savaşa karar verirse, kasıtlı olsun ya
da olmasın, onların ulusun çıkarlarını tehlikeye attıkları ve
mevcut koşullar altında barışın kesinlikle tercihe şayan
olduğu iddia edilir. Bakanların fikri barış yönünde olursa
bizim siyaset yazarlarımız savaş ve yıkımdan başka bir
şeyden bahsetmezler ve hükümetin değersiz ve yüreksiz
olduğunu ispat konusunda özel bir çaba gösterirler. Bu tip bir
özgürlüğe
başka
hiçbir
devlette
müsamaha
gösterilmeyeceğinden ... bu durum, doğal olarak, şöyle bir
sorunun sorulmasına yol açmaktadır: Böyle bir özel
imtiyazdan nasıl oluyor da Büyük Britanya tek başına
yararlanabiliyor? Ve bu özgürlüğün sınırsız bir biçimde
kullanılması avantaj mı yoksa dezavantaj mıdır?
Bu tip bir özgürlüğe bizim kanunlarımızın müsamaha
göstermesinin nedeni ne tam olarak monarşik ne de tam
olarak cumhuriyetçi olmayan karma devlet yönetim biçimine
sahip olmamız imiş gibi görünüyor. Eğer hata etmiyorsam
devlet yönetimindeki iki aşırı ucun, özgürlük ve köleliğin
birbirlerine oldukça yakın oldukları ve aşırı uçlardan
uzaklaşıp monarşi ve özgürlük arasında karma bir devlet
yönetim biçimine ulaşıldığında devletin her zaman daha
özgürlükçü olduğu ve boyunduruğun her zaman daha az
keder verici ve katlanılabilir olduğu siyasette yapılacak iyi bir
gözlemle görülebilir. Mutlak güce sahip olan ve kanunların,
*
Samuel B. Rudolph (Ed.), The Philosophy of Freedom- Ideological
Origins of the Bill of Rights-, Lanham: University Press of America,
1993. S.43-45.
50
geleneklerin ve dinin hepsinin birden halkın mevcut
koşullardan tatmin olması konusunda uzlaşma içinde olduğu
Fransa gibi devletlerde monark tebaasına karşı her hangi bir
tahakküm gütmez ve bu nedenle hem konuşma hem de
faaliyetler açısından onlara büyük özgürlükler vermesi
yerindedir. Devlete tahakküm edecek kadar güçlü bir yargıcın
söz konusu olmadığı Hollanda gibi cumhuriyetçi olan bir
devlette yargıçlara büyük bir takdir yetkisi sağlamada bir
tehlike bulunmaz ve her ne kadar barış ve düzeni muhafazada
bu tip bir takdir yetkisinden bir çok fayda hasıl olsa da
insanların faaliyetleri üzerinde önemli düzeyde kısıtlamaya
neden olurlar ve halkın devlete saygı duymasını zorunlu
kılarlar. Bu nedenle mutlak monarşi ve mutlak cumhuriyet
şeklindeki iki aşırı ucun bazı maddi meselelerde birbirlerine
yaklaştıkları aşikardır.
Monarşi ile büyük ölçüde bir karma meydana getirseler de
İngiltere’de devletin cumhuriyetçi yönü hakim oldukça
takdire dayalı bütün yetkileri ortadan kaldırmak ve genel ve
esnek kanunlar yoluyla her kesin hayatını ve kaderini
emniyet altına almak için yargıçlar üzerinde her zaman tetikte
olan bir tahakkümü sürdürmek mümkündür. Kanunlar bu
şekilde vasıflandırmadığı sürece hiçbir eylem suç olarak
nitelendirilemez; yargıç önünde yasal bir şekilde ispat
edilmediği sürece hiçbir kişi suçlanamaz...Bu nedenlerle daha
önceleri Roma’da söz konusu olan kölelik ve tiranlıkta
olduğu kadar özgürlük ve hatta belki de ahlaksızlık, Büyük
Britanya’da vardır.
Bu ilkeler, diğer her hangi bir ülkenin müsamahasının
ötesinde bu krallıkta söz konusu olan büyük basın
hürriyetinin sebebini de izah etmektedir. Eğer onun
ilerlemesini dikkatli bir şekilde engellemezsek keyfi gücün
bizi perişan etmesinden endişe edilmektedir. Mahkemelerin
ihtirasına mani olmak için halk uyanık tutulmalıdır ve bu
ruhun canlandırılmasından duyulan endişe de bu ihtirasın
engellenmesi için kullanılmalıdır. Ulusun bütün bilgi, duygu
51
ve yeteneklerinin özgürlüğün yanında devreye girmesine ve
herkesin özgürlüğün savunulmasına yönlendirilmesine yol
açacak olan basın özgürlüğü kadar hiçbir şey, bu amaca
ulaşmada etkili değildir. Bu nedenle bizim devletimizin
cumhuriyetçi yanı kendisini monarşik yanına karşı koruduğu
sürece kendisinin muhafazası için gerekli olan basının özgür
olmasını sağlamada doğal olarak dikkatli olacaktır.
Bu nedenlerle, basın özgürlüğü bizim karma devlet yönetim
biçimimizin desteklenmesi için çok gerekli olduğundan ikinci
soru gündeme gelmektedir: Bu özgürlük yararlı mı yoksa
zararlı mıdır? Ben bir adım daha ileri gitmek ve bu tip bir
özgürlüğe bütün insanlığın ortak hakkı olduğunu iddia edecek
kadar az bir güçlük ile ulaşılabileceğini ve bu özgürlüğün
büyük bir talihsizlik olan kiliseye ait devletler hariç hemen
hemen her devletin müsamaha edebileceği bir şey olduğunu
ileri sürüyorum. Roma’daki tribünlerin ve Atina’daki popüler
demagogların ateşli konuşmaları sonrasında ortaya çıkan kötü
sonuçlar nedeniyle bu özgürlükten endişe duymamız
gerekmemektedir. Bir kişi tek başına ve telaşlanmaksızın bir
kitabı ya da broşürü okuyabilir. Kimse kötü etkilerle
başkasının fikirlerini benimsemez. Kimse zorla alınıp
götürülemez. ...Bu nedenle basın özgürlüğü kötüye kullanılsa
bile popüler kargaşaların ve isyanların çok nadiren
kışkırtılmasına yol açar. Ve onun yol açtığı bu şikayetler ve
örtülü hoşnutsuzluklar bunlara karşı bir tedbir alınması için
yargıçların
bilgisine
çok
geç
sunulmalarından
kaynaklanmaktadır. İnsanlar yöneticilerinin dezavantajına
olan şeylere bunun tam aksine inanmaktan daha fazla inanma
eğilimine sahiptirler; ancak, onların özgürlüğe sahip olup
olmamalarına bağlı olarak bu eğilim onlardan ayrılmaz bir
nitelik haline gelir. Bir fısıltı bir broşür kadar hızlı ve
tehlikeli bir şekilde yayılabilir. Hatta, insanlar özgür
düşünmeye alışmadıklarında ve doğru ile yanlışı ayırt
edemediklerinde ondan daha da tehlikeli olabilir.
52
BARON DE MONTESQUIEU,
KUVVETLER AYRILIĞI, 1748 *
Her devlette üç çeşit erk vardır: yasama erki, ülkenin
kanunlarına bağlı olan şeylerle alakalı olarak yürütme erki ve
vatandaşlarla ilgili kanunlara bağlı konularla alakalı olarak
yürütme erki.
İlkine binaen prens ya da üst düzey kamu görevlisi geçici ya
da daimi kanunlar yapar, daha önceden yürürlüğe konulan
kanunları değiştirir veya ilga eder. İkincisine binaen savaşa
ya da barışa karar verir, büyükelçileri atar ya da kabul eder,
kamu güvenliğini tesis eder ve saldırılara karşı önceden
hazırlık yapar. Üçüncüsü sayesinde, suçluları cezalandırır ya
da bireyler arasında ortaya çıkan anlaşmazlıklar konusunda
karar verir. Sonuncuyu yargı erki, diğerini ise basitçe
yürütme erki olarak adlandırabiliriz.
Vatandaşların siyasi özgürlüğü, her bir ferdin görüşlerinden
ortaya çıkan bir fikirdir. Bu özgürlüğe sahip olmak için bir
kişinin diğer her hangi bir kişiden korkmayacağı şekilde
devletin teşkil edilmesi zorunludur.
Yasama ve yürütme erkleri aynı kişide ya da aynı üst düzey
kamu görevlilerinin organında birleşirse özgürlük ortadan
kalkar, zira monark ya da senato zalimce kanunlar çıkaracak
ya da bu kanunları müstebitçe uygulayacak korkusuyla büyük
endişeler ortaya çıkar.
Yine, eğer yargı erki yasama ya da yürütme erkinden
ayrılmazsa özgürlük olmaz. Yargı erki yasama erki ile
birleşirse tebaanın yaşamı ve özgürlüğü keyfi kontrole maruz
kalır ve bu durumda yargıçlar kanun yapan konumuna
*
J. Salwyn Schapiro, Liberalism-Its Meaning and History, London:1958.
S.118-119. (Montesquieu, The Spirit of Laws, trans. Thomas Nugent,
New York:1900, I., 182-183.)
53
ulaşırlar. Eğer yürütme organı ile birleşirse yargıçlar şiddet
ve baskı oluşturacak şekilde hareket ederler.
İster bir kişi, ister aynı organ, isterse asiller ya da halk olsun
bu üç erki kullanırken bir amacı olmalıdır: kanun yapmak,
kamusal kararları yürütmek ve fertler arasındaki davaları
çözüme kavuşturmak.
54
JEAN-JACQUES ROUSSEAU:
TOPLUMSAL SÖZLEŞME, 1762 #
Amacım, sivil toplumda, insanları olduğu gibi kanunları ise
olmaları gerektiği gibi kavrayan her hangi bir meşru ve kesin
bir idare kuralının olup olmadığını araştırmaktır. Bu
araştırmada, adalet ile çoğunluğun mutluluk ve çıkarı
bağdaşsın diye, çıkarların gerekleri olan haklar ve hukukun
yükümlülüklerini her zaman bağdaştırmaya çabalayacağım.
Konuya, onun önemini göstermeksizin başlayacağım. Siyaset
üzerine yazı yazan bir prens ya da millet meclisi üyesi olup
olmadığım sorulabilir. Cevabım olmadığım şeklindedir ve bu
siyaset üzerine neden yazı yazdığımın da en önemli sebebidir.
Bir prens ya da kanun yapan bir kimse olsaydım, olması
gereken şeyleri söyleyerek vaktimi harcamazdım; ya
yapardım ya da susardım.
Doğuştan özgür bir devletin vatandaşı ve egemen olanların
bir üyesi olduğumdan bu devlette sahip olduğum oylama
hakkı, kamusal işlerde benim sesimin ne kadar etkili olduğu
önemli değil, vazifemin onlar üzerine çalışmak olması için
yeterlidir. Ve devlet üzerine her ne zaman tefekkür etsem
araştırmalarımın ülkemi sevmem için bana her zaman yeni
sebepler verdiğini görmekten büyük bir haz alıyorum!
İnsanlar özgür doğarlar ama
her yerde boyunduruk
altındadırlar. Birisi kendisini diğerlerinin efendisi olarak
görebilir; ancak, o aslında en büyük köledir. Bu değişim nasıl
meydana gelmektedir?. Bilmiyorum. Bunu ne meşru
kılabilir? Bu soruya cevap verebileceğime inanıyorum.
#
E. K. Bramsted and K.J. Melhuish, Westerm Liberalism- A History in
Documents From Locke to Croce, London: Longman, 1978. [JeanJacques Rousseau, The Social Contract (1762), in Rousseau’s Political
Writings, ed./trans. Frederick Watkins, Edinburgh 1953, Bk.i. Ch. 1. Pp.34, 14-16]
55
Güç ve onun etkilerinden başka hiçbir şeyi düşünmeseydim
şöyle söyleyebilirdim: bir kişi itaat etmeye zorlanır ve itaat
ederse bunu en iyi biçimde yapar; kendi üzerindeki
boyunduruğu kaldırıp atmaya kalkar ve atarsa bunu daha da
güzel bir biçimde yapar. Özgürlüğü hissettirilmeden elinden
alınan kişi özgürlüğünü geri almakta haklı olduğu gibi ilk
aşamada özgürlüğünün elinden alınması da yanlıştı. Ancak,
sosyal düzen diğer herkes için ana prensip olarak vazife
gören kutsal bir haktır. Yine de bu hak doğadan
kaynaklanmamaktadır ve bu nedenle sözleşme ile tesis
edilebilir. Problem bu sözleşmelerin ne olduğunu bilmektir...
Benim konumla bağlantılı olarak bu problem aşağıdaki
terimlerle ifade edilebilir: ‘toplumun bütün gücüyle her bir
üyenin mallarının ve kendilerinin korunduğu ve savunulduğu,
geride kalan herkes katılırken her bir üyenin kendisinden
başka kimseye boyun eğmediği ve daha önce olduğu kadar
özgür kaldığı bir birliğin şeklini bulmak’. Bu toplumsal
sözleşmenin cevabını verdiği temel problemdir.
Bu sözleşmenin hükümleri....doğru bir şekilde anlaşılırsa,
aşağıdakilere indirgenebilir: her bir üyenin, bütün
haklarından feragat edip onları bir bütün olarak topluma
devretmesi. İlk aşamada, herkes kendisininkini tamamen
devredeceği için koşullar herkes için eşit olacaktır ve koşullar
herkes için eşit olacağından hiçbir kişinin çıkarı geri kalanlar
için bir külfet oluşturmayacaktır.
Ayrıca, feragat ve temlik etme her hangi bir rezervasyon
olmaksızın yapılacağından birlik mümkün olduğunca
mükemmel olacaktır ve hiçbir üye talep edecek daha fazla
şey bulamayacaktır. Fertler bazı hakları ellerinde
bulundurmaya devam edeceklerse, kendisi ile toplum
arasında hüküm verecek genel ve daha üstün her hangi bir
muktedirin yokluğunda, her kes belirli meselelerde kendi
kararını verebilecektir ve hemen sonra her meselede de böyle
davranmak isteyecek; doğal yaşam devam edecek ve birlik,
ister istemez, istibdatçı ya da anlamsız bir hale gelecektir.
56
Nihayet, her fert, bütün meselelerde karar verme yetkisini
kendi üzerine alarak, kendisi, gerçekte, hiçbir konuda karar
verme yetkisini üzerine almamaktadır ve aynı haklara sahip
olmayan sizden üstün hiçbir üye olmayacağından bütün
kaybettiklerinize eşdeğer olanı kazanacaksınız ve sahip
olduğunuzdan daha büyük bir güç elde edeceksiniz.
Sosyal sözleşmenin, asıl özüne inilirse, aşağıdaki şartlara
indirgenebildiği görülebilir: ‘Her birimiz, müştereken,
kendimizi ve bütün gücümüzü çoğunluğun iradesinin daha
üstün olan iradesine tabi kılarız ve müşterek kapasitemizle,
her bir üye bütünün ayrılmaz bir parçası olarak kabul
ediliriz’...
57
VOLTAIRE:
HOŞGÖRÜSÜZLÜĞÜN DOĞAL KANUNLARA
UYGUN OLUP OLMADIĞI ÜZERİNE, 1764 *
Doğal kanun, doğanın tüm insanlara belirttiği şeydir.
Çocuklarınızı yetiştirirsiniz: Onlar size bir baba ve onlara
hayırda bulunan kişiler olarak müteşekkir olurlar. Sizler
kendi ellerinizle ekip-biçtiğiniz toprakta yetiştirdikleriniz
üzerinde haklara sahipsiniz. Size bir söz vaad edilmiş, onu
almışsınız ve ona sahip olmalısınız.
İnsan hakları, her koşulda doğal hukuka dayanmak
zorundadır ve her yerde, her ikisinin de en büyük ve evrensel
ilkesi “Sana yapılmasını istemediğin şeyleri başkasına
yapma”dır. Bu günlerde, bu ilkeyi göz önüne aldığımızda,
insanların diğerlerine “Benim inandığım gibi inan,
inanmazsan seni öldürürüm” diyebilmesini anlamak çok
zordur. Bu, insanların Portekiz, İspanya ve Goa’da
söyledikleri şeydir. Diğer bazı ülkelerde, şu şekilde şeyler
söylemekten hoşnut olanlar vardır: “Benim inandığım gibi
inan yoksa senden nefret edeceğim; ya inan ya da elimden
geldiği kadar sana zarar veririm. Sizi gidi canavarlar! Benim
dinimden değilsiniz; öyleyse dinsizsiniz. Sizler komşularınız
için, kasabanız için ve şehriniz için nefret uyandıran
kişilersiniz”.
Bu şekilde davranılarak insan haklarına sahip olunsaydı
Japonlar Çinlilerden iğrenmezdi; Çinliler Siyamlılardan
nefret etmezdi; onlar Hint yerlilerini def eden Gang halkını
sürmezdi; bir Moğol karşı karşıya kaldığı ilk Malabar’lının
kalbini söküp atmazdı; Malabar’lılar Türkleri katleden
İranlıları katletmezdi ve bunların üçü birlikte kıtlıktan çıkmış
*
E. K. Bramsted and K.J. Melhuish, Westerm Liberalism- A History in
Documents From Locke to Croce, London: Longman, 1978. [Voltaire,
Traite sur la Tolerance (1764), in Oeuvres completes de Voltaire (2nd
edn), Paris 1827, tome I, Ch. 6, pp.168-9]
58
gibi birbirlerini
saldırmazdı.
yiyip
bitiren
Hıristiyanların
üzerine
Bu nedenle, hoşgörüsüzlük hukuku son derece saçma ve
barbarcadır. Kaplanların hukukudur; ancak, daha fazla dehşet
vericidir zira kaplanlar sadece yemek için öldürürler biz ise
birbirimizi paragraflar için yok ediyoruz.
59
WILLIAM BLACKSTONE:
İNSANIN DOĞAL HAKLARI VE BASIN
ÖZGÜRLÜĞÜ ÜZERİNE, 1769 *
Meydan okumaya benzer nitelikteki şeylerden biri de onur
kırıcı ve küçültücü neşriyattır. En geniş ve en yaygın
anlamıyla ele alırsak, gayri ahlaki ya da yasadışı bir eğilim
gösteren her hangi bir yazı, resim veya benzeri şeyleri ifade
eder. Ancak, bizim burada göz önünde tutacağımız anlamı,
her hangi bir kişiyi öfkeye düşürmek ya da kamuoyunun
nefretine, hakir görmesine ve alay etmesine maruz bırakmak
için yazıyla, simgelerle ya da resimle ve kamuoyuna açık bir
şekilde her hangi bir kişiye ve özellikle bir kamu görevlisine
kötü niyetli iftira ve karalamaların yapılmasıdır. Bu tip onur
kırıcı ve küçültücü neşriyatın gösterdiği eğilim, toplumsal
barışla ilgili konuları öç alma ve belki de kan dökme yönünde
kışkırtarak toplumsal barışın bozulmasına yöneliktir. Her
hangi bir kişiye yönelik bu tip basılı iftiraların tebliğ edilmesi
de kanun nazarında bir yayındır ve bu nedenle bir insana
hakaret içeren şahsi bir mektup göndermek, onun basın
yoluyla yayınlanması kadar onur kırıcı bir neşirdir, zira her
ikisi de barış ve huzuru bozucu bir niteliğe sahiptir. Aynı
gerekçe, mektubun içeriği doğru olsun ya da olmasın iftiranın
özü açısından önemsizdir zira yayının suç oluşturmasına yol
açan şey onun yanlışlığı, suçu ve verilecek cezayı ağırlaştırsa
da, yalan olması değil; kışkırtıcı olmasıdır. Günlük hayatta
iftira bir hata ya da skandal şeklinde ortaya çıkabilir. Eğer
iddia doğruysa davacı olanın şahsi bir zarar görmesi söz
konusu değildir ve ona karşı yapılan saldırı toplumsal barışı
bozsun ya da bozmasın bir tazminat talebi için bir gerekçe
teşkil etmez. Bu nedenle medeni hukuk davalarında
suçlamanın doğruluğu mahkeme kürsüsünde sorgulanmalıdır.
*
Samuel B. Rudolph (Ed.), The Philosophy of Freedom- Ideological
Origins of the Bill of Rights-, Lanham: University Press of America,
1993. S.53-55.
60
Ancak, cezai yargılamada, onur kırıcı ve küçültücü bütün
yazılı neşriyatın kin ve düşmanlık yaratıcı ve toplumsal barışı
bozucu olduğu yönündeki eğilim hukukun dikkate aldığı tek
mülahazadır. Bu nedenle bu tip davalarda göz önüne
alınabilecek tek gerçek şudur: kitabın ya da yazılı materyalin
davalı tarafından yazılıp yazılmadığı ve bunların içeriğinin
suç oluşturup oluşturmadığı. Bu iki konu da davalının
aleyhine ise topluma karşı yapılan saldırı tamamlanmıştır.
İftirayı ister doğrudan, mükerrer olarak, basın yoluyla ya da
yayınlayarak yapsın bu tip müfterilerin cezalandırılmasında
para cezası kullanılmalıdır ve mahkemenin takdirinde olan
bedeni cezalar saldırının şiddetine ve niteliğine göre eza
verici nitelikte olmalıdır. Roma’da on iki emir kanununa göre
diğer insanların itibarını etkileyen iftira ölüm cezası
gerektiren bir suçtu; ancak, Augustus’un tahta çıkmasından
önce bedeni ceza uygulanmaya başlandı. İmparator
Valentinian zamanında sadece yazmak değil, aynı zamanda
yayınlamak ve hatta yazıları imha etmemek bile tekrar ölüm
cezasını gerektirir oldu. Bu ve buna benzer bir çok konuda
kanunlarımız, Roma’da on üyesi olan hükümet meclisinin ya
da daha sonraki imparatorların tiranlık ve karanlık dolu
devirlerinde tesis edilen merhametsiz fermanlara kıyasla
özgürlük, öğrenme ve insancıllığın daha güçlü olduğu Orta
Çağdaki Roma hukukuna benzemektedir.
Bu ve bizim daha sonra değineceğimiz diğer örneklerde
hakaret içeren, gayri ahlaki, devlete hıyaneti içeren,
bozguncu ya da lekeleyici iftiraların bazıları daha şiddetli bir
şekilde
olmak
üzere,
İngiliz
kanunlarında
cezalandırılmaktadır....Basın özgürlüğü özgür bir devlet için
elzemdir; ancak, bu yayından önce hiçbir kısıtlamayı içermez
ve yayınlandığında cezai konularda sansür özgürlüğü yoktur.
Her özgür kişi istediği fikri yayma hakkına sahiptir. Kamu
oyuna ulaşmadan önce bunları yasaklamak basın
özgürlüğünü tahrip etmektir. Ancak, uygunsuz, zarar verici
ya da yasa dışı yayını yapan kişi bu cüretinin sonuçlarına
katlanmak zorundadır. Devrim öncesi ve sonrasında olduğu
61
gibi basını lisans sahibinin kısıtlayıcı gücüne tabi tutmak bir
insanın önyargılarına bütün bir özgürlük fikrinin tabi
kılınması ve insanların öğrenme, din ve devlet ile ilgili
konularda keyfi ve itiraz edilemez bir yargıya ulaştırılması
demektir. Mevcut kanunun yaptığı gibi her hangi bir tehlikeli
veya saldırgan yazıyı neşrettikten sonra cezalandırmak, bu tip
zararlı eğilimler konusunda karar verirken adil ve yansız bir
yargılama yapılmalıdır, toplumsal barışın, devletin ve sivil
özgürlüğün tek esaslı kurumu olan dinin korunması için
gereklidir. Bu nedenle fertlerin özgür iradelerine müdahale
edilmemelidir. Özgür iradenin suiistimal edilmesi ise yasal
cezalandırmaya tabidir. Fikir özgürlüğüne müdahale
edilmemelidir. Hem burada takdim edilen fikir özgürlüğüne
getirilen kısıtlamalar hem de toplumun hedeflerini tahrip
eden kötü mülahazaların yapılması ve neşredilmesi toplumun
düzelteceği bir suçtur. Bir adamın (örneğin iyi bir yazarın)
zehrinin gizli bir şekilde muhafaza edilmesine müsaade
edilebilir ama bunu kamuya ilaç diye satmasına izin
verilemez. Burada bu konuya şu ilaveyi de yapabiliriz:
Şimdiye kadar sadece basın özgürlüğünü kısıtlamak için ileri
sürülen “basın özgürlüğünün suiistimalini önlemek”
gerekçesi, basın bir teftiş memurunun kontrolü altında iken
hiçbir zaman iyi bir amaç için kullanılma imkanı söz konusu
değilken mütenasip bir cezaya çarptırılmadan her hangi bir
kötü amaç uğrunda kullanmak için suiistimal edilemeyeceği
ispat edildiğinde, tamamen gücünü kaybedecektir. Bu
nedenle ahlaksızlığın sansür edilmesi basın özgürlüğünü
korumaktır.
62
ANNE ROBERT JACQUES TURGOT:
HOŞGÖRÜ ÜZERİNE KRALA SUNULAN ÖNERGE,
1775 *
Bütün dinlerin aynı şekilde yanlış olduğuna inanan ve onları,
insanların daha kolay bir şekilde idare edilmeleri için politik
bir bakış olarak kabul eden insanların onlar için
önerilebilecek en çıkar yol olarak düşündükleri dini takip
etmeleri
için
insanları
zorlamada
tereddüt
göstermeyeceklerini sanıyorum... Ancak doğru bir din varsa,
Tanrı herkesten neye inandığının ve ne yaptığının hesabını
soracaksa, bu gerçek dini reddetmeye devam edenlerin
payına sonsuz cezalandırmadan mutlaka bir pay düşecekse,
dünyadaki herhangi bir gücün bir kişiyi bütün ruhu ve
vicdanıyla doğru olduğuna inandığı din yerine diğer bir dine
uymasını emretme hakkına sahip olduğunu nasıl tahayyül
edebiliriz?
İnsanların uyması gereken doğru bir din varsa, dünyadaki
bütün güçlere, kralların ve imparatorların fermanlarına,
valilerin hükümlerine ve icracıların kılıçlarına rağmen
insanlar bu dini ikrar eder ve uygularlar. Bu cesarete sahip
oldukları ve kutsal görevi ifa ettikleri için kilisenin hürmete
layık şehitlerini örnek olarak göstermekteyiz. Kendi
vicdanlarının sesine uymada ve sivil otoriteye direnmede
şehitler haklı idilerse, bu gerçekten dolayı onların vicdanı
sivil otoriteyi bir hakem olarak tanımayacaktır. Bütün
egemenler aynı dinden değildirler ve her dindar kişi
kendisini, kurtuluşu için vicdanen, doğru olduğuna inandığı
dine uymak zorunda hisseder. Egemenler, tebaasına kendi
vicdanlarına itaat etmelerini emretme hakkına sahip değildir.
İnsanları
yargılarken
Tanrı,
doğru
dine
inanıp
inanmadıklarını ve uygulayıp uygulamadıklarını onlardan
*
E. K. Bramsted and K.J. Melhuish, Westerm Liberalism- A History in
Documents From Locke to Croce, London: Longman, 1978.
63
talep edecektir; yoksa egemenlerin dinlerine inanıp
inanmadıklarını ve uygulayıp uygulamadıklarını talep
etmeyecektir. Bütün egemenler doğru dinden değillerse
insanlardan bunu O, nasıl talep edebilecektir?
Gözlerini aç ve dünya haritasındaki atalarına bir bak ve ne
kadar az ülkede egemenlerin Katolik olduğunu gör.
Dünyadaki egemenlerin çok büyük bir kısmının hata
yapması, gerçek dini tespit etme hakkını Tanrı’ dan
almışlarsa, nasıl olabilir? Eğer böyle bir hakları yoksa hem
yanılmazlığı hem de sadece onlara verilen ilahi bir misyona
sahip değillerse tebaalarının kaderi, mutluluğu ve sonsuza
kadar büyük bir mutsuzluk içinde kalmaları konusunda karar
vermeyi üzerlerine almaları ne büyük bir cesaret? İnsel
ilkeler gereği herkes koruyacağı bir ruha sahiptir; herkes
gerekli olan tüm akla ve bu ışığı uygulamak için tüm vahye
sahiptir, ancak vicdanları kendisi içindir. Kendi vicdanına
uymak her insanın hakkı ve görevidir ve hiçbir kişi kendi
vicdanını diğeri için bir kural haline getirme hakkına sahip
değildir.
Bu ilke o derece aşikar bir ilkedir ki ispatlamaya çalışmak bir
zaman kaybıdır, ona karşı olan bu yanılsamalar insan ırkının
çok büyük bir kısmını kör etmeseydi, dünyayı kanla
sulamasaydı günümüzde bile milyonları mutsuz kılmazdı.
Hoşgörünün taraftarları prensin dini doğru din ise sadece o
zaman yönetme hakkına sahip olduğunu ve ona itaat
edilebileceğini mi söylüyorlar? Hayır, o zaman bile ona itaat
edilmeyebilir ve etmeyebiliriz, onun salık verdiği dine uysak
bile bu o emrettiği için değil din doğru din olduğu için
olacaktır ve prens bu din gerçek din diye emrettiği için
olmayacaktır. Bu tip bir nedenle dinin doğru din olduğuna
inanacak kadar akılsız bir insan yoktur. Doğru olduğuna
inanarak kendisini bir dine teslim eden kişiler prense itaat
etmezler, yalnızca kendi vicdanlarına uyarlar ve prensin
iradesi kendi
vicdanının tek başına empoze ettiği
yükümlülüğün derecesine bir şey ilave etmez, edemez. Prens
64
ister bir dine inansın isterse inanmasın, ister tebaasının o dine
uymasını emretsin isterse emretmesin, gerçek ne fazla ne
eksiktir, ya doğrudur ya yanlış. Bu nedenle prensin görüşü
mutlak olarak bir dinin doğrusuna yabancıdır ve sonuçta ona
uyanların yükümlülüklerine de. O zaman prens, prens olarak,
hüküm verme hakkına ve bu çerçevede emir verme hakkına
sahip değildir. Hükmünün dışında kalan bu düzen üzerinde
onun ehliyetsizliği mutlaktır ve hüküm verme yetkisi yalnızca
her bir bireyin vicdanına aittir ve tabii ki Tanrı böyle bir
hakka sahiptir. Bazı teologlar(din bilginleri) şöyle söylerler:
“Prensin dini konularda hüküm verme hakkının olmadığını
kabul ediyoruz; ancak, kilise böyle bir hakka sahiptir ve
prens, kendisini kilise iradesine bıraktığı sürece, onun
hükümleriyle uyumlu bir şekilde buyurabilir... Kendi başına
hüküm veremez, ancak kendilerini meşru bir fikre-hükme
teslim etmelerini tebaasına buyurabilir.” Bu muhakeme şekli
kullanıldığı ve hala varlığını sürdürmeye devam ettiği sürece
ciddi bir şekilde cevaplandırılmak zorundadır.
65
ADAM SMITH:
SERBEST TEŞEBBÜSÜN AVANTAJLARI, 1776 *
Tercihe ya da kısıtlamaya dayanan tüm sistemler geçip
gitmiş, doğal özgürlüğün açık ve basit sistemi kendi düzenini
tesis etmiştir. Adalet kanunlarını ihlal etmediği müddetçe, her
insanın kendi dilediği biçimde ve serbestçe kendi çıkarının
peşine düşmesine ve kendi sanayisini ve sermayesini diğer
insanlarınki ile rekabete sokmasına müsaade edilir. İktidar,
görevini yerine getirirken sürekli olarak sayısız aldanmalara
maruz kalacağından ve hiçbir insanın aklı ya da bilgisi uygun
performans için yeterli olmayacağından, görevini yerine
getiremeyecektir; özel kişilerin sanayisini teftiş etme ve bu
sanayii istihdama yöneltmek görevi toplumun çıkarına son
derece uygundur. Doğal özgürlükler sistemine göre,
yönetenlerin büyük bir öneme sahip olan, belirgin olan ve
kolayca idrak edilebilen üç görevi vardır: birincisi, toplumu
diğer bağımsız toplulukların işgalinden ve tecavüzlerinden
koruma; ikincisi, mümkün olduğu kadar toplumun her
üyesini diğer üyelerinin zulüm ve adaletsizliklerinden
koruma görevi ya da tam anlamıyla adil olan bir idarenin
tesisi görevi ve üçüncüsü, toplumun tümüne maliyetinden
daha fazla yarar sağladığı halde elde edilecek faydanın bir
bireyin ya da az sayıdaki bireylerin karşılaştığı maliyeti
karşılamaya yeterli olmayan bazı kamu kurumlarının ya da
faaliyetlerinin
oluşturulması,
gerçekleştirilmesi
ve
sürdürülmesi görevi.
Bu nedenle her birey gücünün yettiği kadar hem yurtiçi
endüstrinin desteklenmesi için hem de en yüksek değerde
ürün üretecek bir düzeyde bu sanayiin idare edilmesi için
kendi sermayesini kullanmaya çalışacaktır. Bunu yaparken
*
J. Salwyn Schapiro, Liberalism-Its Meaning and History, London:1958.
(Adam Smith, An Inquiry into the Nature and Causes of the Wealth of
Nations, ed. E. Cannan, London: 1930, II, pp.184-185; I, p.421.)
66
yalnızca kendi çıkarını güdecektir ve diğer bir çok durumda
olduğu gibi kendi niyetinin bir parçası olmayan bir amacı
gerçekleştirmek için görünmez bir el tarafından
yönlendirilecektir. Bu amacın içinde bir yerinin olmaması
toplum için kötü bir şey de değildir. Kendi çıkarını güderek
toplumun çıkarını gerçekten artırmaya çalıştığından daha
fazla, toplumun daha etkin olmasına hizmet edecektir.
Ticareti kamu yararı için kullanmaya çalışan kişilerce bundan
daha iyi bir şeyin yapıldığını görmedim. Ticareti kamu yararı
için yönlendirmek, gerçekte, tüccarlar arasında pek de yaygın
olmayan ve vazgeçmeleri için çok az sözün kullanılabileceği
yapmacıklı bir tavırdır.
Sermayesini kullanabileceği ve en yüksek değerde ürünün
üretilebileceği yurtiçi endüstrilerin türünün ne olacağını her
birey, yerel şartları dikkate alarak, herhangi bir devlet adamı
ya da kanun koyucunun onun adına yapabileceğinden daha
iyi bir şekilde belirleyebilir. Kendi sermayesini istihdam
etmeye çalışan özel sektörü yönlendirmeye çalışan devlet
adamları yalnızca çok gereksiz olan bir itina ile kendi
üzerlerine bir yük almazlar; bunun yanı sıra, yalnızca bir tek
adama, bir meclise ya da senatoya değil bir otoriteye tam
anlamıyla güven duyulacağını varsayarlar ve bu durum
kendini yeterli zannetme konusunda yeterli zan ve aptallığa
sahip olan bir adamın ellerinde son derece tehlikeli bir
durumun oluşmasına yol açar.
Yurtiçi endüstrinin ürünleri için yurtiçi piyasayı monopol
haline getirmek, herhangi bir imalat sanayiinde,
sermayelerini kullanmaları çerçevesinde özel sektörü bir
ölçüde yönlendirmek ve hemen her durumda faydasız ve
zararlı bir regülasyon anlamına gelir. Yurtiçinde üretilen
mallar yabancı ülkelerde üretilenler kadar ucuz ise bu
regülasyon tamamen faydasızdır. Eğer böyle değilse, o zaman
da zararlıdır. Satın aldığından daha fazla maliyetle yurtiçinde
üretmemek bir ailedeki her akıllı efendinin düsturudur.
67
THOMAS JEFFERSON:
SİYASİ FARKLILIKLARIN HÖŞGÖRÜLMESİ, 1789 *
Bizim İleri sürdüğümüz görüşlere karşı yapılan muhalefet
sırasında tartışmaların ve çabaların canlandırılması,
tanınmamış kişilerin düşündükleri şeyleri yazmamaları,
konuşmamaları ve serbestçe düşünmemeleri yönünde bir
etkide bulunacağı bir durumu ortaya çıkarabilir. Ancak,
bugünlerde buna ulusun sesi karar vermektedir. İlan edilen
anayasanın kurallarına göre bütün iradeler hukukun iradesi
altında kendilerini düzenleyeceklerdir ve ortak çıkarlar için
ortak çaba göstermede birleşeceklerdir. Her ne kadar
çoğunluğun iradesi her koşulda geçerli olmaya devam
edecekse de haklı olan iradenin makul olması gerektiği,
azınlığın eşit haklara sahip olması gerektiği, hukukun eşit bir
şekilde uygulanması gerektiği ve bunları ihlalin zulüm
olacağı ilkeleri de akılda tutulmalıdır.
Bununla birlikte düşüncelerdeki her farklılık ilkede farklılık
anlamına gelmez. Aynı ilkenin kardeşlerini farklı isimlerle
adlandırırız. Hepimiz cumhuriyetçiyiz, hepimiz federalistiz.
Aramızda birliği bozmaya çalışanlar ya da birliğin
cumhuriyetçi yapısını değiştirmeye çalışanlar varsa aklın
onunla mücadele etmede özgür bırakıldığı yerde yanlış
düşüncelerin hoşgörüyle karşılanabildiğini gösteren güven
abidesi olarak onlara dokunmayalım. Gerçekten de bazı
dürüst insanların cumhuriyetçi bir hükümetin güçlü
olmayacağından,
yeterince
güçlü
olamayacağından
korktuklarını biliyorum ama başarılı tecrübelerin olduğu bir
zamanda dürüst yurtseverlerin şimdiye kadar bizi özgür kılan
bir devleti bir ihtimal olarak sadece kendini korumak için
enerji sarfeden bir devletin ortaya çıkması yönündeki teorik
*
J. Salwyn Schapiro, Liberalism-Its Meaning and History, London:1958.
(T. C. Pease and A. S. Roberts (eds.), Selected Readings in American
History, New York: 1928, p. 232.)
68
ve hayali korkusuna mı terkedecekler? Buna inanmıyorum.
Tam aksine, bunun dünyanın en güçlü devleti olacağına
inanıyorum. Bunun, hukukun çağrısı ile her insanın hukukun
standartlarına kavuşacağı ve kendi şahsi çabaları ile kamu
düzeninin müdahalelerine karşı koyabilecekleri tek devlet
olacağına inanıyorum. Bazen, insanların kendi kendini
yönettiği bir devlete güvenemeyecekleri söylenmektedir.
Öyleyse, insanlar başkalarının yönettiği bir devlete
güvenebilirler mi? Ya da seni yönetmede krallara melekler
mi yardım ediyor? Bırakalım bu sorunun cevabını tarih
versin.
69
EDMUND BURKE:
ÖZGÜRLÜK ÜZERİNE, 1790 *
İdeal anlamda özgürlük, özgürlük ve aydınlıktan yeniden
faydalanmak için kendi hücresinin karanlığından ve
kısıtlamalardan kaçan ve benim hassaten tebrik ettiğim çılgın
adamların insanlığa bahşettikleri en hayırlı şeyler arasında
değerlendirilebilir.
Bu nedenle, devletle nasıl uzlaşıldığını öğrenene kadar
Fransa’da ortaya çıkan yeni özgürlük anlayışı ile ilgili
tebriklerimi geçici bir süre için erteliyorum. Özgürlüğün
bireyler üzerindeki etkisi şudur: Bireyler özgür iseler
istedikleri şeyleri yapabilirler... Fransız devrimi daha önce
dünyada meydana gelmeyen en şaşırtıcı şeydir.
Münasebetsizlik ve vahşetin bu görülmemiş kaos ortamında
her şey doğal mecrasının dışına taşmış gözükmektedir. Yine
de bazı görülmemiş durumların kendinden
geçme ve
övünmeden başka bir düşünceyle meydana geldiğini inkar
etmiyorum.
Magna Carta’dan Haklar Bildirgesi’ne kadar haklarımızdan,
atalarımızdan bize kalan ve gelecek nesillere aktaracağımız
bir miras ve daha genel ve daha önceki başka bir hakka her
hangi bir atıfta bulunmaksızın bu krallığın halkına ait özel bir
mülk olarak bahseden anayasamızın yeknesak bir
politikasının olduğu gözlemlenebilir. Bununla anayasamız
kendi içerisinde çok fazla farklılığı barındıran bir
yeknesaklığı muhafaza etmektedir. Biz soydan soya geçen bir
krallığa sahibiz; miras yoluyla aktarılan bir asiller sınıfımız
var ve Avam Kamarası ile uzun bir atalar silsilesi yoluyla
imtiyazlı oy verme hakkına ve özgürlüklere sahip bir halka
sahibiz. Miras, tam bir muhafazakarlığı ve intikal ilkesini
gündeme getirirken ilerleme ilkesini göz ardı eder. İktisaplara
*
Peter Viereck, Conservatism- From John Adams to Churcill-, Princeton:
New Jersey. S.110-12.
70
karışmaz; ancak, iktisap edilen şeyi güvence altına alır. Bu tip
bir mirasın tercih edilmesi ile siyasi yapımıza kan bağına
dayanan bir ilişki imajı kazandırıyoruz, anayasamızı ülkenin
yerel bağları ile ilişkilendiriyoruz, temel kanunlarımızı aile
bağlarımıza uyumlu bir hale getiriyoruz ve devletimiz,
kalplerimiz, mezarlarımız, sunaklarımız gibi sevecenlik
yansıtan her şeyin etkisiyle onları aziz tutuyoruz ve olmazsa
olmaz şeyler haline getiriyoruz.
Kurumlarımıza, doğanın bizlere öğrettiği ihtiyarlıkları ve
güçsüzlükleri nedeniyle insanlara saygı gösterilmesi ilkesi
çerçevesinde hürmet gösteriyoruz...
Tiers Etat’a seçilen kişilerin listesini gördükten ve
niteliklerini öğrendikten sonra onların aralarında şaşırmama
neden olacak hiçbir kimse göremedim. Gerçekten de onların
arasında bilinen mevkilerden bazılarını, bazı parlak
meziyetlere sahip olan kişileri gördüm; ancak, devlet
işlerinde tecrübe sahibi olan tek bir kişi bile göremedim.
Ulusal meclis, çalışmalarını sona erdirdiğinde kendi görev
süresini de tamamlamaktadır. Kendi krallarını istemekte ısrar
eden bu halk bu cumhuriyetin bütün parçalarını bir arada
tutmaya yetecek gücü ona devretme gücüne sahip değildir.
...Bu fikirlere sahip olsalar bile onların atalarının
tecrübelerinden, ülkemizdeki temel kanunlardan, meziyetleri
uzun yılları alan sağlam bir tecrübeyle ve devletin artan gücü
ve ulusun refahının artması ile doğrulanan anayasanın sabit
şeklinden bahsetmek beyhude bir şeydir. Onlar tecrübeleri
cahil halkın hikmeti diye küçümsemektedirler. Geriye
kalanlar ise eskiye ait tüm örneklerin, daha önce olan her
şeyin, sözleşmelerin ve Parlamento’nun çıkardığı tüm
kanunların tek bir patlamada ortadan kalktığı bir madende
pişmiş kişilerdir. İşte bu kişiler insan haklarına sahip
kişilerdir. Bu kişilere karşı hiçbir emir işlemez; bunlara karşı
hiçbir anlaşma bağlayıcı değildir, hiçbir ölçüyü kabul
etmezler ve hiçbir uzlaşmaya rıza göstermezler. Onları
71
taleplerinden mahrum bırakacak şey hile ve adaletsizlikten
başka bir şey değildir. ...
Daha da ötesi ben insanların reel haklarını inkar ediyorum.
Onların haklarla ilgili yanlış iddialarını reddederken bu
hakların asli haklar olduğunu inkar etmiyorum ve onların
yapmacıklı haklarının tamamen ortadan kaldırılmasını da
kastetmiyorum. Herkes başkalarının hakkına tecavüz
etmeksizin yapabileceği her şeyi yapma hakkına sahiptir.
72
THOMAS PAINE:
İNSAN HAKLARI, 1791 *
Sağduyu ve cehalet, birbirlerinin zıddıdır ve insanoğlunun
büyük bir kısmını etkilemektedir. Bunlardan her hangi birisi
yeterince fazla bir şekilde bir ülkede oluşturulabilirse devlet
makinesi kolayca çalışmaya devam eder. Akıl kendiliğinden
itaati; cahillik ise dikte edilen her şeye boyun eğilmesini
sağlar. Dünyada mevcut olan iki hükümet modeli şunlardır:
Birincisi, seçim ve temsille oluşan hükümet,
İkincisi, saltanat ile oluşan hükümet.
İlki genelde cumhuriyet olarak bilinirken ikincisi monarşi ya
da aristokrasi olarak bilinir.
Bu iki farklı ve birbirine zıt hükümet şekli kendilerini akıl ve
cahilliğin iki farklı ve zıt esası üzerine bina ederler.
Hükümetin çalışması yetenek ve beceriyi gerektirdiğinden ve
yetenek ve beceri ırsi bir kökene sahip olmadığından
saltanatın insan aklının onaylamayacağı, yalnızca cahilliğin
üzerine inşa edebileceği bir inancı gerektireceği aşikardır ve
her hangi bir ülkede cahiller ne kadar çok olursa bu tip bir
hükümet şekli için o kadar uygun bir durum ortaya çıkar.
Bunun aksine, iyi teşkil edilmiş bir cumhuriyetteki hükümet
insanların akıllarına uymayan bir inanca sahip olmalarını
gerektirmez.
...
Monarşik ve saltanat tipi hükümet sistemleri altında bir güç
tarafından evinden sürülen, diğeri tarafından kovalanan ve
*
E. K. Bramsted and K.J. Melhuish, Westerm Liberalism- A History in
Documents From Locke to Croce, London: Longman, 1978. [Thomas
Paine, The Rights of Man, Part One (1791), London (Everyman’s
Library) 1954, pp. 130, 134-5, 138]
73
vergilerle düşmanların yaptığından daha fazla yoksullaştırılan
insanların perişan durumları incelendiğinde bu sistemlerin
kötü oldukları ve hükümetlerin tesisinde ve hükümetlerle
ilgili ilkelerde genel bir devrimin gerekli olduğu açıkça
ortaya çıkmaktadır.
Bir ülkenin işlerinin idare edilmesinin ötesinde devlet nedir?
Her hangi bir kişi ya da ailenin malı değil, doğası da buna
imkan vermez, bütün bir toplumun malıdır. Destekleyenlerin
aleyhine ve güç ve tertip kullanılarak bir saltanat tarafından
ele geçirilirse, gasbetmek hakları ortadan kaldırmaz. Haklar
açısından egemenlik bir bireye değil yalnızca ulusa aittir ve
ulus her zaman uygun bulmadığı bir hükümet şeklini ilga
etmekte ve tabiatına, çıkarlarına uygun olanı tesis etmekte
tabii ve feshedilemez bir hakka sahiptir. İnsanların kral ve
tebaa şeklinde romantik ve barbarca bir ayrım içinde olması
soyluların durumlarına uygun olsa da vatandaşlar için uygun
değildir ve hükümetlerin bugünlerde oluşturulma prensipleri
tarafından bunlar darmadağın edilmektedir. Her vatandaş
egemenliğin bir üyesidir ve böylece, bireysel olarak hiçbir
şekilde boyun eğmeyi kabul edemez ve itaati yalnızca
kanunlar için söz konusu olabilir.
İnsanlar devlet nedir diye düşündükleri zaman otoritesinin
uygulanabildiği bütün mesele ve konular ile ilgili bir bilgiye
sahip olduğunu varsaymaları zorunludur. Bu devlet
görüşünde Amerika ve Fransa tarafından oluşturulduğu
şekliyle cumhuriyetçi sistem olusun tümünü kucaklayacak
şekilde faaliyette bulunur ve bütün tarafların yararı için
gerekli olan bilgi merkezde bulunur; halbuki eski hükümetler
hem mutluluğu hem de bilgiyi dışlayacak şekilde
oluşturulmuşlardır. Manastırın duvarları dışındaki dünya
hakkında hiçbir bilgiye sahip olmayan münzevilerin
hükümeti kralların hükümetleri kadar tutarsızdır.
Daha önce devrim olarak adlandırdığımız şey kişilerin ya da
yerel koşulların değişmesinden biraz daha fazla bir şeydi. Her
şey gibi ortaya çıktılar ve yok olup gittiler ve kendileri
74
tarafından üretilen noktanın ötesinde etkileyebildikleri bir
kaderleri ve varlıkları yoktu. Ancak, Amerika ve Fransa’da
bizim şimdi gördüğümüz şeyler doğal düzenin yenilenmesi,
gerçekler ve insanın varlığı kadar evrensel olan ve siyasal
mutluluk ve ulusal refah ile ahlakı birleştiren bir prensipler
sistemidir.
I. Hakları açısından insanlar özgür ve eşit doğarlar ve bunu
sürdürürler. Bu nedenle sivil farklılıklara yalnızca kamusal
hizmetler söz konusu olduğunda rastlanılır.
II. Bütün politik kurumların amacı insanların doğal ve daima
geçerli olan haklarını muhafaza etmektir ve bu haklar
özgürlük, mülkiyet, güvenlik ve baskılara direnme haklarıdır.
III. Ulus temelde bütün egemenliklerin kaynağıdır; ne her
hangi bir birey ne de her hangi bir organ açıkça ondan
kaynaklanmayan her hangi bir yetkiyi kullanma hakkına
sahip değildir.
Bu ilkelerde ihtirasları kışkırtarak ülkeyi karmaşa içine itecek
hiçbir şey yoktur. Yetenekleri ve aklı ileriye götürmek ve
bunların belirli kişi ve ailelerin çıkarları yerine kamu yararına
kullanılmaları için tasarlanmışlardır. İnsanlığın düşmanı ve
sefaletin kaynağı olan monarşik egemenlik kaldırıldı ve
egemenlik doğal ve orijinal yerine yani ulusa iade edildi. ..
Beşeriyetin aydınlanma devresinden bakıldığında saltanat
hükümetlerinin sonunun geldiğinin ve ulusal egemenliğe
dayanan devrimlerin ve temsili hükümetlerin yaygınlaşmaya
başladığının farkına varmak zor olmadığından kendi
yaklaşımlarını öne çıkarmak ve aklın yardımıyla devrimlere
ön ayak olmak bilgeliğin gereği olacaktır.
Şu anda gördüğümüz şey politik hayatta hiçbir reformun
gerçekleşme olasılığının olmamasıdır. Ancak, bu çağ, her
şeyin beklenilebileceği devrimler çağıdır.
75
MARY WOLLSTONECRAFT:
KADINLARIN ÖZGÜRLÜĞÜ, 1792 *
Zaman,
kadın
konusundaki
devrimleri
etkilemek,
kaybettikleri değeri onlara geri kazandırmak ve dünyayı
reforme etmek için kendi kendilerini reforme ederek onları
insanlığın ve emeğin bir parçası haline getirmek zamanıdır.
Zaman, değişmez nitelikteki ahlaki kuralları yerel adetlerden
ayırmak zamanıdır. Erkekler yarı-tanrı ise neden onlara
hizmet etmeyelim! Ve kadınların ruhlarının değeri
hayvanlarınki kadar tartışmalı ise, hatasız içgüdü
reddedilirken onların akılları kendilerini idare etmede yeterli
ışığı sağlamaya yetmiyorsa, tüm yaratıkların en sefili iseler
ve yetenekleri alın yazılarının demir ellerinde ise yaratılıştan
eksik olmaya boyun eğmeliler! Bazı inkar edilemez
nedenlere dikkati çekerek onlarla ilgili ilahi takdiri haklı
çıkarmak ve böylece insanoğlunun büyük bir kısmını sorumlu
ve sorumsuz olarak nitelendirmek ancak ahlak kurallarını
kendi isteğine göre yorumlayan kurnaz kimseleri hayrete
düşürebilir.
*
Michael Palumbo (Ed.), Human Rights: Meaning and History, Malabar,
FL: Robert E. Krieger Publ. Co., 1982. (Mary Wollstonecraft, A
Vindication of the Rights of Women, London, 1792, p.84)
76
IMMANUEL KANT:
SİYASİ HAKLARDA TEORİ-PRATİK İLİŞKİSİ
ÜZERİNE, 1792 *
Bir toplumu oluşturmak üzere bir araya gelen büyük bir insan
grubu tarafından yapılan bütün sözleşmeler arasında sivil bir
anayasa teşkil eden sözleşme ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Bu
anayasa, icrası göz önüne alındığında, ortak bir çabayla elde
edilebilen ve seçilmiş bir amaca yöneltilen diğer bütün
anayasalarla ortak bir çok yönü varken oluşturulmasındaki
ilkelerde diğerlerinin tamamından temelde farklıdır. Bütün
sosyal sözleşmelerde herkesin paylaştığı belli ortak amaçlar
için sayısız insandan oluşan bir birlik olduğunu görürüz.
Ancak, herkesin paylaştığı ve böylece insanlar (karşılıklı
olarak birbirlerini etkilemekten sakınamayan) arasındaki
bütün dış ilişkilerdeki mutlak ve birincil vazife olan bir amaç
olarak birlik, yalnızca bir medeni devleti yani eyaleti tesis
etsin diye toplumda oluşturulabilir. Ve bu tip dış ilişkilerde
bir görev olan ve bütün başka dışsal görevlerin en üst formel
koşulu olan amaç, herkesi başkalarının saldırılarına karşı
koruyan cebri niteliğe sahip genel kanunların himayesinde
insanların hakkıdır. Bununla beraber bütün bir dışsal haklar
kavramı tamamen insanların karşılıklı dışsal ilişkilerindeki
özgürlük kavramından çıkarılmıştır ve insanların doğaları
gereği sahip oldukları amaçla (yani mutlu olma amacı) ya da
bu amaca ulaşmada kullanılabilecek bilinen araçlarla hiçbir
ilişkisi yoktur. Ve böylece ikinci amaç, dışsal hakları
düzenleyen kanunların belirleyicisi olarak hiçbir suretle işe
karıştırılmamalıdır. Haklar, başkalarının özgürlükleriyle
uyum sağlansın diye ayrı ayrı her bireyin özgürlüğüne
getirilen kısıtlamalardır (Bu da genel kanunların şartları
çerçevesinde mümkün olabilir). Ve genel haklar bu sürekli
uyumu mümkün kılan maddi kanunların ayırıcı niteliğidir.
*
Walter Laqueur and Barry Rubin (Eds.), The Human Rights Reader,
New York: Penguin Books, 1989.s.82-84.
77
Diğer tarafın keyfi iradesi ile özgürlüklere getirilen her
kısıtlama baskı olarak adlandırıldığından, sivil anayasa, diğer
insanlarla birlikte genel bir birliğin içinde kendi özgürlüğünü
elinde tutarken baskıcı kanunlara muhatap olan özgür kişiler
arasındaki ilişki olarak anlaşılır. Bu, bütün ampirik sonuçları
(hepsi mutluluk genel başlığı altında özetlenebilir)
önemsemeksizin saf aklın gereksinimidir. İnsanlar
mutluluğun ampirik sonuçları üzerinde ve mutluluk göz
önüne alındığında, mutluluğun neyi kapsadığı konusunda
farklı görüşlere sahiptirler ve onların istekleri ne ortak bir
ilke çerçevesinde ne de herkesin özgürlüğünü uyumlaştıran
her hangi bir maddi yasa altında toplanabilir.
Tam olarak bir hukuk devleti şeklinde adlandırılabilecek olan
sivil devlet aşağıdaki önsel ilkelere dayanır:
1. Bir insan olarak toplumun her üyesinin özgürlüğü,
2. Bir tebaa olarak her bir kişinin başkalarıyla eşitliği,
3. Bir vatandaş olarak devletin her bir üyesinin bağımsızlığı.
Bu ilkeler, dışsal insan haklarının saf rasyonel ilkelerine göre
bir devletin tek başına oluşturabileceği kanunlar gibi zaten
mevcut olan bir devlet tarafından verilmiş kanunlar değildir.
Bu nedenle:
1. Bir insan olarak, devletin anayasasının bir ilkesi olarak
insanların özgürlüğü aşağıdaki formül ile ifade edilebilir. Hiç
kimse kendi mutluluk anlayışına göre beni mutlu olmaya
zorlayamaz, pratikte uygulanabilir genel hukuk kuralları
içinde, yani kendisinin yararlandığı hakların aynısını
başkalarına da tanıyarak, başkalarının özgürlüğü ile
uzlaşabilen benzer bir amacı güden diğer kişilerin
özgürlüğüne tecavüz etmediği sürece herkes kendisinin
uygun bulduğu yol ile mutluluğu arayabilir. Bir devlet, tıpkı
bir babanın çocuklarına yaptığı gibi, halkına karşı iyiliksever
olma ilkesi üzerine kurulmalıdır. Bu tip bir pederşahi devletin
idaresi altında, kendisi için gerçekten neyin zararlı ya da
faydalı olduğunu ayırt edemeyen reşit olmayan çocuklar gibi,
tebaa da tamamen pasif davranmaya ve kendilerinin nasıl
78
mutlu olacakları ve kendilerinin mutluluğunu istemekte
samimi olup olmadığı konularında devlet başkanının
yargısına güvenmeye zorlanacaklardır. Bu tip bir devlet akla
gelebilecek en büyük despotizm, yani hiçbir hakka sahip
olmayan tebaasının bütün özgürlüklerini erteleyen bir
anayasadır. İdareciler hayırsever olsalar bile insanların
haklarına sahip olabilecekleri akla yatkın tek devlet pederşahi
olan değil, vatansever devlettir. Vatansever tutum, devlet
başkanı da dahil olmak üzere devletteki herkesin devleti anne
rahmi gibi kabul ettiği ya da ülkeyi, kendisinin en önce
ileriye atıldığı ve gelecek kuşaklara çok değerli bir rehine
olarak bırakmak zorunda olan pederşahi bir yer olarak
düşündüğü bir devlettir. Herkes kendisini çoğunluğun
iradesine dayanan kanunlar ile haklarını korumaya yetkili
olarak kabul eder; ancak, bu hakları kendisinin mutlak iradesi
doğrultusunda kişisel kullanıma bırakmaz. Bu özgürlük
hakkı, bu hakları kullanma kapasitesine sahip oldukları
sürece, bir insan olarak devletin her üyesine aittir.
2. Bir tebaa olarak insanların eşitliği şu şekilde formüle
edilebilir: Devletin her üyesi, devlet başkanı ile olan ilişkileri
hariç, başkaları ile olan ilişkilerinde zor kullanma hakkına
sahiptir. Tek başına devletin bir üyesi değildir, ama onun
yaratıcısı ve koruyucusudur ve her hangi bir cebri yasanın
öznesi olmaksızın başkaları üzerinde zor kullanma hakkına
sahiptir. Ancak, kanunlara tabi olan herkes devlete tabidir ve
böylece devletteki diğer bütün üyelerle birlikte zor kullanma
hakkına da tabidir. Bunun tek istisnası, onun vasıtasıyla
başkaları
üzerinde
meşru
güç
kullanımının
gerçekleştirilebileceği bir tek kişidir (kelimenin hem fiziki
hem de ahlaki anlamıyla), yani devlet başkanıdır.
79
WILHELM VON HUMBOLDT:
İNSANIN ÖZGÜRLÜĞÜ ÜZERİNE, 1792 *
İnsanoğlunun gerçek amacı, yani ebedi ve değişmez akli
ilkeler tarafından salık verilen ve geçici arzularca
belirlenmeyen amacı, kemale erinceye kadar kendi güçlerini
en üst düzeye çıkacak şekilde geliştirmektir. Bu oluşumun
gerçekleşmesi için özgürlük en başta gelen ve onsuz olmaz
koşuldur. Bununla birlikte, özgürlüğün ötesinde insanların
potansiyellerinin gelişmesi için özgürlükle yakından
bağlantılı olan başka şeyler de, yani koşulların değişmesi de
gereklidir. En özgür ve en bağımsız bir insan bile monoton
koşullar içinde yaşıyorsa kendisini belirli bir ölçüye kadar
geliştirebilir. Diğer taraftan bu değişikliğin özgürlüğün bir
sonucu olduğu da doğrudur; ancak, insanları kısıtlamak
yerine insanları çevreleyen şeylere keyfi bir biçimde şekil
veren bir tür baskıyı da ortaya çıkarır. Buna rağmen bu
fikirlerin berraklığı onlara ayrı bir yerin verilmesine hizmet
eder.
Her insan, her hangi bir zamanda yalnızca bir başat
yeteneğini kullanarak eyleme geçer ya da daha ziyade aynı
anda bütün varlığını tek bir faaliyete hasreder. Bu nedenle
birden fazla hedefe yönelttiği zaman enerjisini azaltacağından
dolayı insanlar tek yönlü bir amaca yönelik bir yapıdadırlar.
İnsanlar birbirinden ayrı olarak kullandığı yeteneklerini
birleştirmeye... ve hayatın her safhasında eşzamanlı bir rolü
oynamaya çabalarsa ve değişik objeleri ayrı ayrı kullanma
yerine onları uyumlu bir şekilde bir araya getirerek
çalıştırdığı güçleri çeşitlendirmeye ve artırmaya gayret sarf
ederse bu tek yanlılıktan sakınabilir. Bireylerin geçmişle
gelecek arasındaki bağlantılarını sağlayan şey diğer insanlarla
*
E. K. Bramsted and K.J. Melhuish, Westerm Liberalism- A History in
Documents From Locke to Croce, London: Longman, 1978. [Wilhelm
von Humboldt, Ideen zu einem Versuch, die Grenzen der Wirksamkeit des
Staates zu bestimmen (1792); Werke, Berlin 1903, Band I, pp.106-8]
80
birliğin gerçekleştiği toplumda ortaya çıkar. Hayatının bütün
aşamalarında her insan yalnızca bütün insanların karakterini
yansıtan mükemmelliklerden birini başarabilir. Bu nedenle
dernekler vasıtasıyla her bir üye diğer üyelerin ruh
zenginliklerine kendisini uygun bir hale getirmek zorunda
kalır. Ulusların en ilkellerinde bile olsa genel tecrübeye göre
cinsler arasındaki ilişki bu tip bir rol-yapıcı nitelik gösterir.
Birliğe duyulan özlem kadar farklılıkların ifade edilmesi
arzusu güçlü olsa da cins ayrımının söz konusu olmadığı
diğer derneklerde ayrımcılık yapmak zorlaşmaktadır. Dikkatli
bir şekilde yapılan çalışmalar ile bu fikirler bizim kadim
milletler ve özellikle Grekler arasındaki belirli ilişkileri daha
iyi anlamamıza yardımcı olacaktır. Bunlar, bayağı bir tabirle
‘ortak aşk’ olarak nitelendirilmekte ve yanlış bir şekilde
sadece dostluk tabiri ile adlandırılmaktadırlar. Bu tip
ilişkilerin etkinliği genellikle birliğe dahil kişilerin
bağımsızlığı ile ilişkinin samimi olması durumunun bir arada
gerçekleştiği bir ortama bağlıdır. Bu tip bir samimiyetin
olmadığı bir durumda hiç kimse diğer kişileri yeterince
anlayamaz. Öte yandan, bağımsızlığı ön plana alan bir tutum
da kişilerin kendi karakterlerinin bir parçası olan bazı
endişelerin asimile edilmesi için gereklidir. Ancak her ikisi
de bireylerin güçlü olmasını ve bir üyenin diğerlerini
anlamasını engelleyecek kadar büyük olmayan ya da
diğerlerinin sahip olduğu niteliklere hayranlık duymaya ve bu
nitelikleri kendi karakteri haline getirmeye yol açacak kadar
da küçük olmayan bazı farklılıklar da gereklidir. Bu bireysel
enerji ve farklılıklar özgünlüğü ortaya çıkarır. Bu nedenle
insanoğlunun sahip olduğu bütün büyük niteliklerin
dayandığı, her insanın durmaksızın çabaladığı ve dostlarını
etkilemek isteyen kişilerin asla gözden ırak tutamayacağı şey
bu özgünlüktür... Bu hususiyet, eylem özgürlüğü ve
faaliyetlerin çeşitliliğinden kaynaklanır ve neticede eylem
özgürlüğünü ve faaliyetlerin çeşitliliğini yeniden üretir.
Cansız maddelerde bile ebedi ve değişmez kanunlara uygun
olarak düzenli safhalarla ilerler ve kendini yetiştiren bireyde
81
ortaya çıkar. ...Herkes her iki özelliği de kendi içinde
barındırdığı sürece dış dünyanın güzelliği ve çeşitliliğini
anlayabilir, tasavvur edebilir. Neden ve sonuç arasındaki bu
uygun olma durumuna ne kadar yaklaşılacağı insanların dış
dünyadaki bu izlenimleri sadece hissedip kavrama yerine
kendilerinde aktif bir hale getirmelerine bağlıdır.
82
JOSEPH GOERRES:
İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ, 1814 *
Bir halkın fikirler dünyasında belirli heyecanlar ve ani ve
büyük değişiklikler meydana geldiğinde bunların ifade
edilmesinin bir yolunun mutlaka bulunması gereklidir: Bir
avuç kül kullanarak çok fazla çalkantılı bir karışıklık
döneminin ortaya çıkardığı için için yanan büyük bir ateşin
söndürülebileceğinin mümkün olduğuna inanmak kadar
ahmaklık olamaz. Bir dereceye kadar belirli aşırılıklar bile
önemsenmeyebilir. Almanlar örneğinde olduğu gibi sözden
eyleme oldukça uzun bir mesafe vardır. Dahası, özgür
tartışma ortamı her hangi bir aşırı görüşe karşı hızla bir
antitezle mukabele edilmesini teşvik eder ve sonuçta bu
durum uygun bir vasatın bulunmasına yardımcı olur. Bu orta
yol, bazı cüretli eylemlerden dolayı geçici olarak sapmalara
olanak tanısa bile onun temel nitelikleri olan iyi tabiatı ve
doğuştan gelen güzel özelliklerinden dolayı Alman ulusunun
tekrar geri döneceği yol olacaktır. Kötü konumlarını
muhafaza etmek için konumlarını doğru yolun dışında tespit
eden
bireylerden
bazıları
basın
özgürlüğünden
çekineceklerdir; ancak, bir bütün olarak toplumun ondan
korkması için hiçbir neden yoktur. Sorumsuzca hareket
ettiğinde hesaba çekileceklerini bilsinler diye bu ayrıcalığın
kötüye kullanılmasını önlemede devlet yeterli koruma
tedbirine sahiptir. Ahlaki açıdan hoş görülebilir sınırlar içinde
tam bir ifade hürriyeti olmalıdır. Gerçekten doğru ve önemli
olan bir şeyin yanlış, ahmakça ve sonucu şüphe götürür bir
korumaya ihtiyaç duyduğuna inanmaktan daha yanlış bir
düşünce olamaz. İngiltere’nin dışındaki hiçbir yerde basın
*
E. K. Bramsted and K.J. Melhuish, Westerm Liberalism- A History in
Documents From Locke to Croce, London: Longman, 1978. (Joseph
Goerres, ‘Freiheit der Meinungsausserung’ from the Rheinischer Merkur,
1 May 1814, in Auswahl, München 1921, I, Rheinischer Merkur, pp.2078)
83
daha özgür değildir ve bu özgürlüğün kullanılmasından
kaynaklanan hiçbir rahatsız edici sonuca da şahit olmadık.
Dahası, bütün uluslar arasında İngilizlere Almanlardan daha
yakın bir ulus yoktur, zira her ikisi de aynı kökenden
gelmektedirler.
84
MME DE STAEL:
ÖZGÜRLÜK SEVGİSİ, 1819 *
Bütün ülkelerde özgürlüğe düşman olan kişileri incelediğinde
onların arasında aydın insanların kampından kaçan bazı
kişileri de bulacaksın; ancak, genelde özgürlük düşmanlarının
bilim ve aydınlanma düşmanları olduğunu göreceksin. Onlar,
bu çerçevede kendi yetersizliklerinden onur duyarlar; bu tip
bir başarı ise çok kolay elde edilebilen bir başarıdır.
Buradaki gizin özgürlük dostlarını din düşmanı olarak takdim
etmek olduğu kolayca anlaşılabilir. Asil duyguların cennetle
ittifak içine girmesini yasaklayan adaletsizlikler için iki tane
sözde bahane vardır. Birincisi devrimdir: bu bahane felsefe
adına dile getirildiği için bir insanın özgürlüğü sevmesi için
ateist olması gerektiği sonucuna varılır. Bunun nedeni
Fransızların dinle özgürlüğü birleştirememelerinden dolayı
devrimlerinin kısa bir sürede asıl yönünden sapmasıdır.
Özgürlük prensipleri ile uyumlu olmayan Katolik Kilisesinin
bazı dogmaları olabilir; papaya karşı gerekli olan pasif itaat
krallara karşı gerekli olan pasif itaat kadar kolay bir şekilde
savunulabilir. Ancak, Hıristiyanlık bu dünyaya özgürlüğü,
ezilenlere adaleti, kimsesizlere saygıyı ve hepsinden öte,
kanun önünde eşitliğin onun mükemmel olmayan bir imajı
olduğu Tanrı önünde eşitlik ilkesini getirmiştir. Bazıları için
bir çeşit körlük, diğerleri içinse kasıtlı bir fikir şaşırtmacası
yoluyla halkın asillerin imtiyazlarına ve kralın sahip olduğu
mutlak güce dini bir dogma olarak itibar etmeleri
sağlanmıştır. Sosyal örgütler insanların ahlaki yapılarının ve
bütün insanlara yönelik olarak adaletin muhafazası
üzerindeki etkileri açısından dinle ilgilenirler. Geriye kalan
şeyler bu dünyadaki ilimlere aittir.
*
E. K. Bramsted and K.J. Melhuish, Westerm Liberalism- A History in
Documents From Locke to Croce, London: Longman, 1978. (Mme de
Stael, Considerations sur les principaux evenements de la Revolution
française, London, 2nd edn, 1819, III, part vi, ch. Xii, pp. 423-30)
85
On beş yılı askeri despotizme ait olan 25 yıllık zaman dilimi
artık tarihle bizim aramızda bir hayalet olmaya devam
edemeyecek. Uzun bir zaman dilimi boyunca keyfi bir idare
tarafından yönetilen bir ülke devrim sırasında keyfi yönetim
tarafından ayartılan bir adama kendini teslim etmiş
olduğunun farkına varırsa biz artık Yunanistandaki Aristides,
Phocion ve Epaminondas’ı; Roma’daki Regulus, Cato ve
Brutus’u; İsviçre’deki Tell’i; Hollanda’daki Egmont ve
Nassau’yu ve İngiltere’deki Sidney ve Russell’i
hatırlamayacak mıyız? İnsan ırkını aydınlatma yönünde
tarihte bir ilerleme olmasına rağmen bu olayda, yıldızların
yönünü değiştirme, yani gerçekleri tersine döndürmek gibi
bir olağanüstülük yok mu? Eğer biz özgürlüğü sevmeyi
reddedeceksek bundan böyle hangi kamusal duygu bizi
harekete geçirecek? Eski önyargılar artık insanları
etkilemiyor; sadece onları savunmada şahsi çıkarları olan
kişiler tarafından destekleniyorlar. Fransa’da kim mutlak
iktidarı isteyebilir ki? Onu savunanların her birinin şahsi
durumuna kendininkini yaklaştırırsan onların doktrininin
altında yatan saiki hemen anlayacaksın. O halde insanların
oluşturduğu kurumların birlikteliği neye dayanacaktır, yoksa
insanların kalplerinde büyüyen bazı arzular doğrultusunda bu
birleşme olmayacak mıdır? Özgürlüğün tiranlar tarafından
ortadan kaldırıldığını, tiranlığın yabancı ordular tarafından
yok edildiğini ve özgürlüğün fethedilmesiyle savaşın
getirdiği şöhretin daha onurlu kılmadığını gördükten sonra
kim Fransız olmaktan onur duyabilir ki? Doğuştan imtiyazlı
olanların bencilliği ile olaylar sonucu imtiyazlı hale
gelenlerin egoizmi arasındaki mücadeleden başka görülecek
ne var ki? Bu arada Fransa nerede olacak? Geçmişte yapılan
ya da yeni yapılan reformlardan halkın gönlünde kalan hiçbir
şey olmadığını görerek kim Fransa’ya hizmet etmekten onur
duyacak?
Özgürlük! Bütün kuvvetimizle onun ismini tekrar edelim,
zira en azından bir özür olarak onu telaffuz eden bir kişi
kendi dalkavukluğundan belirli bir uzaklıkta onu tutabilir;
86
saygıya layık her hangi bir güce zarar verme korkusu
olmaksızın onu tekrar edelim; onun içinde barınan sevdiğimiz
her şey için, onur duyduğumuz her şey için. Eğer
vatanseverlik insanları kendi yoldaşları için kendilerini feda
etmeleri yönünde cesaretlendirmiyorsa insanların bir araya
geldikleri topluluklar yalnızca ticaret ya da tarım birlikleri
olabilir. Şövalyelik, bütün samimi gönüller tarafından
hissedilen fedakarlık yapma ihtiyacını tatmin eden
savaşçıların kardeşliğiydi. Asiller, görev aşkı ve gururla
birbirlerine bağlanan savaş arkadaşlarıydı. Ancak, insan
ruhundaki ilerlemenin ulusları yaratmasından, başka bir
deyişle bütün insanların aynı avantajlara aynı yollarla
ulaşabilmelerinden sonra özgürlük duygusu olmaksızın
insanoğlu ne olacaktır? Bu sınırlar içerisinde ümitler ve
sevinçler, çaba ve güvenlik mevcut değilse Fransız
vatanseverliği niye bu sınırlar içinde başlayıp bu sınırlarda
bitsin? Bazılarının imtiyazlı, diğerlerinin de esaret altında
olmalarından başka bu güzel ülkede yaşayanlar arasında
hiçbir bağ yoksa Fransa ismi niye çok güçlü bir heyecana yol
açsın ki?
Nerede insan doğasına saygı gösterilirse, insanların dostlarına
sevgi gösterilirse, dünyadaki her şeye direnebilen bağımsızlık
gücü varsa ve yalnızca Tanrı’nın önünde boyun eğilinirse,
orada Yaratıcının görüngüsü içindeki insanları görürsün,
orada gerçek konusunda seni aldatamayan deruni bir şefkate
sahip olan ruhların derinliğini hissedersin. Ve sen, onurun
özgürlüğün olan asil Fransız, kahramanlık ve büyüklük ile
dolu uzun bir tarihe sahip olan sen kendini insanoğlunun
seçkini olarak kabul et, ulusların kendilerini senin seviyene
yükseltmelerine müsaade et;... bugün, doğuştan asil olan
herkes kendisine vatandaş denmesini istemese bile her
Fransız kendisini centilmen olarak adlandırmaktadır.
Hakikaten, bütün insanlar arasında belirli bir fikri derinliğine
sahip olan hiçbir kişinin özgürlük düşmanı olmaması dikkati
çekmektedir... Din adamlarının kendi duygularıyla yaptıkları
87
gibi özgür insanlar da birbirleriyle akıl yoluyla iletişime
girerler ya da daha iyi bir ifadeyle akıl ve duygular Üstün
Varlığınkinde olduğu gibi özgürlük aşkında birleşirler. Köle
ticaretinin ortadan kaldırılması, basın özgürlüğü ya da dini
hoşgörü söz konusu olduğunda Jefferson da La Fayette gibi,
La Fayette ise Wilberforce gibi düşünmektedir ve artık
yaşamayanlarda bu kutsal lige dahil edilebilirler. Bu kadar
farklı koşullar altındaki ve farklı ülkelerdeki insanlar nasıl
oluyor da siyasi görüşleri yoluyla bu kadar büyük bir uyum
gösterebiliyorlar? Şüphe yok ki akıl bir insanın önyargılardan
arınıp yücelmesi için gereklidir; ancak, bunun yanı sıra
özgürlük ilkelerinin kökleştiği yer ruhtur; tıpkı aşk ve
arkadaşlık gibi insanın kalbini çarptırır; doğadan kaynaklanır
ve insanın karakterini ulvileştirir. Bütün bu fikirler ve
meziyetler düzeni, Homer tarafından tanımlanan ve insanları
bütün tiranlıkların zincirlerinden kurtararak cennete bağlayan
altın zinciri oluşturuyormuş gibi gözüküyor.
88
JAMES MILL:
İYİ DEVLET, 1820 *
Temsili sistemde iyi bir devlet için gerekli olan güvenceler
bulunabilir. O halde neler yapılmalıdır? Bir varsayıma göre
iyi bir devletin ortaya çıkmasının imkansız olduğu
söylenebilir. Bir organ olarak halk, kendi kendine devlet
işlerini icra edemez. Kamu erkleri bir kişinin ya da birkaç
kişinin, bir monarkın veya bir aristokrasinin idaresine emanet
edilirse sonuç ölümcül olur ve bu tip basit formların
kombinasyonunun imkansız olduğu ortaya çıkar.
Bu önermelerin doğru olmasına rağmen henüz iyi bir devletin
elde edilebilir olduğu kanıtlanmamıştır. Kendi kendine kamu
erklerini kullanamayan halk bu erkleri bir kişiye ya da bir
gruba emanet etse de ve bu kişiler kendilerine emanet edilen
bu erkleri kötü bir şekilde kullanmak için çok güçlü bir
güdüye sahip olsalar da bu durumu engellemek için uygun
kontroller oluşturmak mümkündür. Devletin bütün
faaliyetlerinin yerinde anayasal kontrollere dayandığını ileri
sürmek yerleşik ve revaçta olan fikirlere oldukça uygundur.
Toplumun kendisi hariç, tüm erklerini emanet ettiği kötü bir
devlette bir çıkarı olmayan hiçbir birey ya da birey topluluğu
olmadığından, toplumun kendisi bu erkleri kullanmaktan aciz
olduğundan ve bunları bazı bireylere ya da birey gruplarına
emanet etmek zorunda olduğundan sonuç aşikardır: toplumun
kendisi bu bireyleri denetlemelidir; aksi takdirde, onlar, kendi
çıkarları peşinde koşarlar ve kötü bir devlet ortaya çıkarırlar.
Ancak, toplum nasıl denetleyecektir? Toplum, yalnızca birlik
içerisinde olursa etkili olabilir.
*
E. K. Bramsted and K.J. Melhuish, Westerm Liberalism- A History in
Documents From Locke to Croce, London: Longman, 1978. [James Mill,
Essay on Government (1820), reprinted from the Supplement to the
Encyclopaedia Britannica, London 1828, pp. 16-17, 18]
89
Bununla birlikte, toplum temsilcilerini seçebilir. Buradaki
problem, toplumun temsilcilerinin bir kontrol unsuru olarak
faaliyet gösterip göstermeyeceğidir.
Bir temsil organında, kendisinin iyi bir devlet için bir
güvence olması açısından, ne gereklidir?
Araştırmanın büyük kısmının bir parçası olan ve üzerinde
tartışma çıkmasının ihtimal dahilinde olmadığı iki önermeyi
ileri sürerek başlayalım.
I. Kontrol organı kontrol işini yapmaya yetecek düzeyde bir
güce sahip olmak zorundadır.
II. Toplumla özdeş çıkarlara sahip olmalıdır; aksi halde
gücünü zarar verici bir şekilde kullanacaktır.
I. Her koşulda bir gereklilik olan gücün derecesinin ne
olacağını belirlemek için, işin üstesinden gelmek için gerekli
olan gücün seviyesini göz önüne almak zorundayız. Sadece
bu amaç için kafi olan gereklidir daha fazlası değil. O halde
bir kontrol organı olarak temsilcilerin işin üstesinden
gelmelerine yetecek gücü araştırmak zorundayız. Burada
cevap kolayca verilebilir. Bu güç her nereye emanet edilirse
edilsin, sahip olanların gücü kötüye kullanmada çıkarları
olacaktır. Toplum, kamusal erkleri kime emanet ederse etsin,
bunlar ister bir, isterse birkaç kişi olsun, bu gücü kötüye
kullanmada belirli bir çıkara sahip olduklarını müşahede
ediyoruz. Bu nedenle, erkler ister bir ya da birkaç kişi, isterse
bunların bir kombinasyonu tarafından kendi meşum
amaçlarına ulaşmayı garanti altına almak için kullanılsınlar,
kontrol organı bunların üstesinden gelmek için yeterli güce
sahip olmalıdır; aksi halde, onun uygulayacağı kontrol nafile
bir kontroldür. Başka bir deyişle, ortada hiçbir kontrol yoktur.
Bu kanılar, sadece tartışma götürmez değildir; bunun yanı
sıra, İngiliz Anayasası da aynı teoriye dayanmaktadır. Bu
teoriye göre Avam Kamarası kontrol organıdır. Kral, Avam
Kamarası tarafından kendisine karşı yapılacak herhangi bir
90
muhalefeti bastırma gücüne sahipse ya da Kral ile birlikte
Lordlar Kamarasının ortak iradesine karşı ortaya çıkan
muhalefeti bastırma gücüne sahiplerse, onların kontrol
edilebilmesi gücüne sahip olmayı zayıflatacağını da kabul
eden bir doktrindir. Bu nedenle, her ikisinin müşterek
gücünün üstesinden gelebilecek düzeyde bir güce sahip
olmalıdır.
II. Bu kontrol organına verilmesi gerekli olan gücün derecesi
ile ilgili olan bütün sorunlar, kamu kaynaklı bütün faziletlerin
ortaya çıkmasına neden olan faaliyetlerin yeterliliği ile alakalı
tüm sorunlar, böylece, kolay bir şekilde çözüme bağlanabilir.
Bu konuda karşılaşılan en büyük zorluk kontrol organını
oluşturma vasıtalarının ve esasen toplumun korunması için
tesis edildiği halde toplumun aleyhine dönmeyecek bir gücün
bulunmasındadır.
Güç, temsilciler denilen bir organa verilirse, diğer her
insanın yapacağı gibi, eğer başarabilirlerse onların da gücü
toplumun menfaatleri için değil; tam tersine, kendi
menfaatleri için kullanacaklarına hiçbir şüphe yoktur. Bu
nedenle, mesele şudur: onlar nasıl engellenecektir? Başka bir
deyişle, temsilcilerin çıkarları ile toplumun çıkarları nasıl
bağdaştırılacaktır?
Her temsilcinin iki farklı konumu olduğu düşünülebilir:
kendisi dışındakilerin üzerinde güç kullanma yetisine sahip
olduğu konumu ve başkalarının onun üzerinde güç
kullanabildiği toplumun bir üyesi olma konumu.
Temsil konumuna göre her şey iyi bir şekilde
düzenlenebilirse toplumun bir üyesi olma konumu nedeniyle
kendisine de zarar vereceğinden, kötü idare ile kendisi için
çok iyi şeyler yapabilmesi imkansız bir hale gelecektir ve
amaca ulaşılacaktır. Kontrol organına tahsis edilen gücün
miktarının belirli bir miktarın daha altına çekilemeyeceği
görülmüştür. Kamunun gücünün ellerine emanet edildiği
kişilerin bütün direnmelerinin üstesinden gelmek, yeterli
91
olmak zorunluluğu vardır. Ancak, temsilcilere emanet edilen
erk miktar olarak azaltılamıyorsa; bu yolun dışında, bu erkin
azaltılabileceği tek bir yol daha vardır: sürenin azaltılması.
O halde, araç budur; sürenin kısaltılması bu amaca ulaşmanın
aracıdır. Toplumun basit bir üyesi olduğu zamana kıyasla
temsilci konumunda geçirdiği zaman ne kadar kısaltılırsa,
kısa temsilcilik süresi içerisinde görevi kötüye kullanma
yoluyla elde ettiği karlara karşılık uzun vadedeki
çıkarlarından yapacağı fedakarlıkları tazmin etmesi o ölçüde
zorlaşacaktır.
92
JEREMY BENTHAM:
ANAYASAL DEVLETİN TEMEL İLKELERİ, 1823 *
1. Bu anayasa, ilk bakışta, bu devletin üyeleri içinde en
yüksek sayıdaki kişiye en fazla mutluluk sağlama genel
amacına; başka bir deyişle, onların çıkarlarını daha ileri
götürmek ve artırmak amacına sahiptir. Evrensel çıkarlar ile
adı geçen bu çıkarların bir toplamı kastedilmektedir. Bu,
diğer kanunlardaki çeşitli düzenlemelerin tamamlanmasında
bütünü-kapsayan bir amaçtır.
2. Devlet zor olmaksızın faaliyet gösteremez; mutsuzluk
olmaksızın da zor olmaz. Devlet tarafından meydana getirilen
mutlulukta net yekun -elde kalan mutluluk- mutsuzluktan
yapılan tenzilattır.
3. Bu nedenle meydana getirilen mutluluk kamu harcamaları
ile oluşturulur.
4. Genel olarak diğer bütün devletler gibi bu devletin üyeleri,
büyük çoğunluk, doğal bir şekilde devlete ait belirli
bölgelerde doğan ve uzun bir süredir devletin sakinleri olarak
kalan çeşitli şahıslardan meydana gelmektedir.
5. Bu anayasanın özel ve genel amacı mevcudiyetini
sürdürme, bolluk ve bereket, güvenlik ve eşitliktir. Bu
amaçların her biri geriye kalan diğer amaçların
azamileştirilmesi ile bağdaştığı sürece azamileştirilebilir.
9. Kötü olanlara karşı sağlanacak emniyet, hem felaketler
sonucu meydana gelebilecek zararlara karşı hem de
*
E. K. Bramsted and K.J. Melhuish, Westerm Liberalism- A History in
Documents From Locke to Croce, London: Longman, 1978, [Jeremy
Bentham, Leading Principles of a Constitutional Code for any State
(1823). The Works of Jeremy Bentham, ed. John Bowring, Edinburgh
1843, II. Pp.269-72]
93
düşmanlıklardan kaynaklanan kötülüklere karşı oluşturulacak
emniyettir.
12. Felaketlerin temel kaynakları seller, büyük yangınlar,
göçükler, patlamalar, bulaşıcı hastalıklar ve kıtlıktır.
13. Düşmanlık yapanlara, düşman odaklara ve suçlulara karşı
güvenlik hem iç
hem de dış düşmanlara karşı bir
zorunluluktur. Dışarıdakilerden, genelde, düşman olarak
adlandırılanlar kastedilmektedir.
14. Sahip oldukları kötülük odaklarına karşı güvenliğin bir
zorunluluk olduğu iç düşmanlar resmi ya da gayri resmi
olabilirler.
15. Gayri resmi düşmanlardan suç ve cürüm işleyenler
kastedilmektedir. Bunlar sürekli direnirler, her yerde
direndiler ve bunu çoğunlukla da başarıyla yaptılar.
16. Resmi olanlar, kötülük yapma aracını devletin toplam
gücünün içinde göreceli olarak sahip oldukları paydan elde
eden suçlulardır. Bunlar arasında, üst düzeyde bulunanlara,
üst düzeyde bulunanlar tarafından desteklenenlere ve alt
düzeydekilere karşı konulduğu kadar direnilemez.
17. Toplumu koruyanların lehine, yukarıda bahsedilen iç
düşmanlardan kaynaklanan bütün kötü eylemlere ve
mukavemet gösteren düşmanlara karşı, onlar bu durumu
sürdürmeye devam ettikleri müddetçe, güvenliği sağlamak,
bu kanuna uygun bir şekilde olmak kaydıyla, anayasal
organların görevidir.
18. Hem çok zor hem de son derece önemli olduğu için
hukukun bu konudaki görevi diğer her şeyin üzerindedir. Bir
insan topluluğunun karşı karşıya kaldığı tehlikede, tehlikenin
büyüklüğü meseleye konu olan kötülüğün her bir kişiye
düşen yoğunluk oranına, sürekliliğine, yakınlığına, ihtimal
dahilinde olup olmamasına ve tehlikeye maruz kalmaların
sayısı ile ölçülecek tehlikenin derecesine bağlıdır. Bu
94
yönlerin her biri açısından tehlikenin ölçülmesi, her iki
durumda da bu öğelerin değeri ayrı ayrı dikkate alarak
yapılmalıdır. Karşı konulamaz düşmanlara maruz kalmaya
kıyasla direnilebilen düşmanlara maruz kalan toplumun
üyelerinin içine düştükleri tehlike daha önemsizdir. İkinci
durumda tehlike kişisel ölçeğin ötesinde meydana gelmezken
diğerinde ulusal ölçekte tehlike söz konusudur.
19. Mevki ve rütbece daha aşağıda olanlar bile yabancı
düşmanların tehlikelerine maruz kalabilirken her yerde
profesyonel korumadan da yararlanabilirler.
20. Hukukun anayasal branşının yapısı başka şeylere de
dayanabilecektir. Hukukun bu branşı, diğer branşlarında
olduğu gibi, kamu görevlilerinin göreli ve elverişli
yeteneklerine itimat edecektir. Hukukun bu kolunun
tasarlanmasında en fazla kişiye en fazla mutluluk sağlanması
amaç olarak alınacaksa, diğer dalların tasarlanmasında da
aynısı yapılacaktır, alınmayacaksa diğerlerinde de aynısı
yapılmayacaktır...
22. Eşitlik durumunda gelir dağılımı kastedilmektedir. Gelir
dağılımı sağladığı yük ve fayda açısından ele alınabilir:
Bunlardan biri yada diğerleri çerçevesinde her alandaki
muhtemel faaliyet kapsanmalıdır. Faydalar mutluluğu
sağlamanın bir aracı olarak karşılaştırma ile dağıtılır ( yani
varlığını sürdürme, bolluk ve güvenlik) yükler ise sıkıntının
empoze edilmesiyle yada onların birilerine adanması yoluyla
dağıtılır.
23. Eşitlikten belirli bir oranda sapma olunca eşitsizlik ortaya
çıkmaktadır ve belirli bir oranda eşitsizlik söz konusu olunca
kötülükler meydana gelir. Eşitsizlik halinde iki farklı kötülük
ortaya çıkar: Birincisi yurtiçi yada sivil diğeri ise ulusal yada
anayasal olarak adlandırılabilir.
24. Yurtiçi kötülük, dağılımının temel konusu refah, geçim ve
servet olduğu yerde oluşur. Şu şekilde meydana gelir.
İncelemeye konu olan bireyler tarafından sahip olunan
95
payların dikkate alındığı adil dağılımdan ne kadar
uzaklaşılırsa aynı dilimdekilerin toplamınca üretilen refahın
toplamı da o kadar az olacaktır.
25. Gelir dağılımı konusunda yer alan ulusal ya da anayasal
bir sorun da güçtür. Bu iki şekilde gündeme gelebilir: Sahip
olunan gücün miktarı ne kadar artarsa onun kötüye
kullanılması için o ölçüde çaba ve tahrikler artar. Bu durum
sadece güce mahsustur. Ancak, güç ile servet arasındaki
bağlantı şudur: her biri diğerini elde etmenin bir aracıdır.
Dolayısıyla, bu yola benzer bir durum da servet için söz
konusudur.
26. Her iki konuda eşitsizliğin yol açtığı problemlere monarşi
iyi bir örnek teşkil eder.
27. Maksimum eşitsizliğe her monarşi bir örnek teşkil eder.
Servete gelince, Monarka, kendi emekleriyle ürettiklerinin
büyük bir kısmının ellerinden zorla alındığı 10 bin ila 100 bin
arasındaki kişiye yetecek büyüklükte bir servet tahsis edilir.
Ancak, bu kişinin gönlündeki zenginlik miktarının ortalama
bir emekçinin yüreğinde yer alandan daha büyük olup
olmadığı da şüphelidir.
29. Bunun tam aksine yukarıdaki gibi monarkın
harcamalarının da büyük miktarlarda olması halinde, bakımı
monarkınki ile aynı düzeyde olmayan ülkenin belli başlı önde
gelenleri tarafından aynı miktardaki harcama ile üretilen
miktardan daha fazla mal üretiliyorsa, harcamalarda oluşan
bu fazlalık kötü bir ihsan olmayabilir. Ancak, bu şekilde bir
mal fazlalığının söz konusu olduğu kim tarafından iddia
ediliyorsa bu iddiayı ispatlamak da ona düşer.
30. Ortalama refah seviyesi düşük olmasına rağmen refahtan
yüksek düzeyde pay alanların olması durumunda ve refahtan
daha az pay alanların sayısının gittikçe azalması durumunda
refah miktarında da gittikçe azalma söz konusu olacaktır.
Refahın maksimize edilmesine elverişli olmayan rejimlerin
başında Monarşi ve Aristokrasi gelir.
96
31. Bu nedenle, bütün nüfus itibariyle bireyler arasında gelir
dağılımı eşitsizliği ne kadar azalırsa toplam refah da o ölçüde
artar...
97
JAMES MADISON:
ÖZGÜRLÜK ÜZERİNE, 1830 *
İyi düzenlenmiş bir birliğin sağlayacağı sayısız avantaj
arasında hiç biri ihtilaf nedeniyle ortaya çıkan şiddetin
kontrol edilmesi ve ortadan kaldırılmasından daha iyi bir
gelişmeye yol açamaz. Bu tehlikeli kusurun ortaya çıkardığı
eğilimi seyrettikleri zaman, popüler eyaletlerin dostları,
devletin nitelikleri ve kaderi konusunda asla alarma
geçmezler. Bu nedenle, bu duruma uygun bir çözüm sunan
her hangi bir plana, bu planla alakalı ilkeleri ihlal etmeden,
yeterli değeri vermekte başarı gösteremezler. Meclislerde
ortaya çıkan istikrarsızlık, adaletsizlik ve karışıklık, gerçekte,
popüler eyaletlerin her yerde zayıflamasına yol açan ölümcül
bir hastalıktır. Zira, bu eyaletler, özgürlük düşmanlarının
sahte belagatlarını türettikleri en elverişli ve en gözde mevzu
olmaya devam etmektedirler. Hem eski hem de modern
popüler modellere dayanarak Amerikan anayasaları
tarafından yapılan değerli ilerlemeler çok da fazla takdir
edilmedi; ancak, umulduğu ve beklendiği gibi bu konudaki
tehlikenin etkili bir şekilde önlendiğini söylemek tartışma
götürmez bir tarafgirlik olur. Eyaletlerin son derece
istikrarsız olduğu, kamu mallarının rakip partilerin arasındaki
çekişmelerde heder edildiği ve gerekli tedbirlerin azınlık
partisinin haklarını ve adaleti gözeterek değil, güçlü
çoğunluğun ve konu ile alakalı üstün güç sahiplerinin
gözetilerek alındığı
yolunda faziletli ve saygılı
vatandaşlarımızdan her yerde şikayetler duyulmaktadır.
Bununla birlikte bu şikayetlerin temelsiz olmasını diliyoruz
ama bilinen gerçekler, bunların belirli ölçüde doğru olduğunu
bize göstermektedir. Gerçekten de durumumuzun samimi bir
şekilde gözden geçirilmesi halinde katlandığımız bazı
*
Roy P. Fairfield, (Edited.)., The Federalist Papers, New York: Anchor
Books, 1961. S.16-19.
98
sıkıntıların hatalı bir şekilde eyaletlerin faaliyetlerine
bağlandığı görülebilir. Ancak, aynı zamanda, diğer bazı
faktörler de bizim kötü kaderimizle izah edilemez. Bunlar
arasında, özellikle, konuya duyulan yaygın güvensizlik ve
kıtanın bir ucundan diğerine akseden kişisel haklarla ilgili
tehlikeli durum yer almaktadır. Bunlar bütünüyle değilse bile
önemli ölçüde hizipçi kişilerin kamu yönetimimizi bozması
sonucu oluşan adaletsizlik ve istikrarsızlığın etkileridir.
Hiziplerle, vatandaşların ister çoğunluğunu isterse azınlığını
meydana getirsinler, belirli ortak amaç ve hislerle bir araya
gelen ve harekete geçen ya da diğer vatandaşların ve
toplumun daimi çıkarlarının aksi yönde çıkarlara sahip olan
kesimini kastediyorum.
Hiziplerin nedenlerini ortadan kaldırmak için iki yöntem
bulunmaktadır. Bunlardan ilki, hizbin kendi varlığı için de
gerekli olan özgürlüğün tahrip edilmesidir. İkincisi ise, her
vatandaşın aynı his, görüş ve çıkarlarla donatılmasıdır.
Hastalığın kendisinden bile daha kötü olduğu için ilk çareden
bahsetmek mümkün değildir. Ateş için hava ne ise hizipler
için özgürlük odur. Ancak, bölünmeye neden oluyor diye
siyasi hayat için elzem olan özgürlüğü ortadan kaldırmak,
canlıların tahribine yol açan ateşte pay sahibi olması
nedeniyle canlı yaşam için gerekli olan havanın yok
edilmesini dilemekten daha az aptalca bir şey değildir.
Birinci tedbir kadar uygulanamaz nitelikte olan ikinci tedbir
de mantıksızdır. İnsanoğlunun aklı hataya düşebildiği ve
insanlar bunu tecrübe etme özgürlüğüne sahip olduğu
müddetçe farklı görüşler ortaya çıkacaktır. İnsanların aklı ile
kendi çıkarlarını düşünmeleri arasındaki bağlantı var olduğu
sürece görüşleri ve hisleri birbirlerinin üzerinde karşılıklı
etkilere sahip olacaklardır... Mülkiyet hakkını ortaya çıkartan
insanların yeteneklerindeki farklılık, çıkarların tekdüze
olabilmesi önünde başa çıkılamaz bir engeldir. Bu
melekelerin korunması devletin ilk amacıdır. Mülkiyetin
99
kazanılmasındaki farklı ve eşit olmayan yeteneklerin
korunması, bunun sonucunda farklı türde mülkiyet ve mevkie
sahip olma ve bunların mal sahiplerinin her birinin görüş ve
hisleri üzerindeki etkileri toplumun farklı çıkar ve partiler
arasında bölünmesine yol açar.
Bu nedenle hiziplere ayrılmanın görünmeyen nedenleri
insanoğlunun doğasında gizlidir ve bizler onlara sivil
toplumun farklı koşullarına göre farklı derecelerdeki
faaliyetlerde rastlarız. Din, devlet ve uygulama kadar
düşünceyle ilgili diğer bir çok konu ile ilgili farklı düşünceler
için gösterilen gayretler, güç ve üstünlük mücadelesi için
ihtirasla farklı liderlere ya da talihi diğer insanlar için ilginç
olan kişilere bağlanmak insanoğlunu farklı partilere böler,
karşılıklı husumete tahrik eder ve ortak çıkarları için işbirliği
yapmaları yerine onları birbirlerini sindirme ve baskı altına
almaya yöneltir. İnsanoğlunun karşılıklı düşmanlık içine
girmesi eğilimi o kadar güçlüdür ki hiçbir elverişli durum
ortaya çıkmaz, en anlamsız ve gerçekten uzak farklılıklar bile
dostça olmayan hisleri tutuşturmak ve en şiddetli çatışmaları
tahrik etmek için yeterli olmaktadır. Yine de hizipleşmelerin
en yaygın ve en devamlı kaynağı mülkiyetin farklı şekillerde
ve eşit olmayan dağılımıdır. Mal ve mülk sahibi olanlarla
olmayanlar toplumda daima farklı çıkarlara sahip
olmuşlardır. Alacaklı olanla borçlu olan da benzeri bir ayrım
içerisindedir. Arazi sahiplerinin çıkarı, sanayicilerin çıkarı,
tüccarların çıkarı ve daha önemsiz derecedeki çıkarlar medeni
ulusların ortaya çıkardığı zorunlulukların sonucunda
artmaktadır ve farklı his ve görüşleri harekete geçirerek
ulusları farklı sınıflara bölmektedir. Bu farklı ve çatışan
çıkarların düzenlenmesi modern yasaların en temel görevini
oluşturmaktadır
ve devletin normal ve gerekli olan
faaliyetleri içerisinde parti ve grupların yansımalarını da
kapsamaktadır.
Hiçbir kimseye kendi davasında hakim olma izni verilmez,
zira çıkarları vereceği hükümde kesinlikle aleyhte tesir eder
100
ve muhtemelen dürüstlüğünü ortadan kaldırır. Benzer bir
şekilde, bir grup insanın da aynı anda hem yargıç hem de
taraf olması uygun değildir... Özel borçlarla ilgili bir kanun
teklif edilebilir mi? Bu alacaklıların bir tarafta, borçluların ise
diğer tarafta olduğu bir sorudur. Adalet her ikisinin arasında
dengeyi sağlamalıdır. Sayıca en fazla olan taraf, yani en
güçlü grup davayı kazanmayı umacaktır. Yurtiçi üreticiler
teşvik edilmeli midir ve belirli bir ölçüde yabancı üreticilere
kısıtlama getirilmeli midir soruları arazi sahipleri ile
sanayicilerin farklı şekillerde cevaplandıracakları sorulardır
ve muhtemelen her iki grup da kamu yararı ve adalet için
küçük bir özen bile göstermeyeceklerdir. Mülkiyetin farklı
türleri üzerinden alınan vergilerin payı daha da fazla
tarafsızlığı gerektiren bir konudur. Yine de hakim olan tarafa
adaletin kurallarını çiğnemek için büyük fırsat ve teşviklerin
verildiği bir yasa muhtemelen yoktur...
Aydın
devlet
adamlarının
bu
çatışan
çıkarları
uzlaştırabileceği ve bu çıkarları kamu yararına hizmet eder
bir hale getirebileceğini söylemek beyhude bir laftır. Aydın
devlet adamları ne her zaman yönetimde olurlar ne de, bir
çok durumda, taraflardan birinin diğerlerinin haklarına ya da
toplumun çıkarlarına itibar etmemesi suretiyle elde ettiği
çıkarlar üzerinde nadiren geçerli olan dolaylı ve karşıt
mülahazaları dikkate almaksızın, bu tip bir uzlaştırma
yapılabilir.
101
JOHN RANKIN:
KÖLENİN ÖZGÜRLÜK HAKKI, 1833 *
Yaratıcı alimdir ve bu nedenle evrendeki her varlığı, yaratılan
varlıklar arasında özel bir yer işgal edecek şekilde yaratmış
olmalıdır. Herhangi bir amaca sahip olmadan yarattığını
varsaymak O’nun alim olmadığını varsaymaktır. Yine, her
yaratığı diğer varlıklar arasında belirli bir yer işgal edecek
şekilde yaratmışsa, önceden murad edilen yere göre her
varlığın doğasını mutlaka uyarlamıştır. Belirli bir amaç için
yaratmak
ve bu amaca uygun bir şekilde her şeyi
uyarlamamak bilgeliğin en büyük iradesine ihtilaf
oluşturacaktır. Bundan dolayı, Yaratıcı Afrikalıları köle
olacak şekilde yaratmışsa onların doğalarını yaratılışlarındaki
bu dizayna uydurduğunu ve onların özgür olmaları için
yeterli kapasiteye sahip olmadıkları sonucuna varırız. Bu, her
yaratığın murad edilen mevkiye uygun bir tabiata göre
yaratıldığı düzene göre oluşmaktadır. Ancak, Afrikalıların
rasyonel yaratıklar, insanlar olduğunu, insan doğasına ait
orijinal bütün özelliklere sahip olduklarını ve bu nedenle
özgür olmak için yeterli kapasiteye sahip olduklarını ve bu
kapasitenin yaratılışlarındaki planın bir göstergesi olduğunu
anlıyoruz. Özgür olma kapasitesi ile yaratılmış olmanın köle
olmak için planlandığını tahayyül etmek son derece gülünç
bir şeydir. Özgür olma kapasitesine sahip olmaları tek başına
bizim bakış açımızı oluşturmak için yeterli bir argüman
olarak düşünülebilir: kendisiyle birlikte insan doğasına ait
bütün özellikleri kapsar; insanoğlunun hiçbir zaman gönüllü
olarak köle olacak şekilde yaratılmadığını bildirmek için
Kadir-i Mutlak tarafından gönderilen çok sayıdaki müjdeci
ile de bizi aynı noktada birleştirir. İnsanlığın bütün orijinal
özelliklerine sahip tüm insanlar bilgiye ve refaha ulaşmayı,
itibar ve özgürlük sahibi olmayı ve bunların yanı sıra
*
Michael Palumbo (Ed.), Human Rights: Meaning and History, Malabar,
FL: Robert E. Krieger Publ. Co., 1982. S.158-160.
102
mutluluğunu tamamlaması için gerekli olan çok sayıdaki şeye
sahip olmayı arzu ederler. Köleliğin, arzu edilen bu şeylere
ulaşmak ve elde etmekle ne kadar tutarsızlık taşıdığını ve
insanların mutluluğuna doğrudan nasıl engel teşkil ettiğini
anlamayan bir kişi olabilir mi? O, bütün his ve iştiyakının
akıp gideceği doğal kanalların tümünü tıkar, akılla ilgili
faaliyet alanının tümünü daraltır ve kendi doğasının en güçlü
niteliklerine karşı şiddeti ortaya çıkarır. O, bilimin latif
yoluna girmeyi ve ruhumuzun asil güçlerini artırmak ve
planlandığı gibi insanlığı itibarlı mevkie yükseltmek için
gerekli olan bu bilgileri aklında saklamayı arzu edebilir mi?
Bu yasaktır; azgın bir efendi ona kaşlarını çatar ve onu
ümitsiz bir uğraş ve vurdumduymazlığın karanlıklarına geri
gönderir. Hayat yolculuğunda kendisinin refaha ulaşması için
gerekli olan bu nitelikleri elde etmeyi dilemez mi? Bütün
günlerini ölene kadar çalışmakla geçirir, günleri eskiden
olduğu gibi şiddetle doludur. Bu nedenle bu durumdan
kurtulmanın yollarını aramak zorundadır ve kasvetli kabrine
kadar bunu sürdürmek zorundadır; zira, çalışma ve eza ve
cefa çekmekten tek kurtuluş yeri, orasıdır. Medeni toplumun
onurlu ve faydalı sahasına yönelme eğiliminde olabilir mi?
Yerde sürünen hayvanların derecesinden daha yukarıda bir
dereceye talip olmak onun için bir kabahat olarak addedilir:
kendisinin alınıp satılmasına ve kaprisli ve tamahkar
efendilerin dikte ettirdikleri gibi eyaletten eyalete
zincirlenerek götürülmesine rıza göstermek zorundadır.
Evlenmeyi ve evlilikle ilgili zevklerden hisse sahibi olmayı
arzu edebilir mi? Her hangi bir duygusuz efendinin iradesi
onun tercihini yasaklı kılabilir ve bu durum işkence dolu bir
dayakla perişan olmasına yol açabilir; feryadı ve gözyaşları
kalbinin en derinindeki kısımlarına kadar işler ve yaşamının
onun etrafında döndüğü pamuk ipliğini bile koparıp atacak
bir hale gelir; kabaran yumuşak yüreği gözlerini açar; ancak,
ne onun sevgisi kindar zalimlerin gaddar ellerinde erimeden
kalabilir ne de onun garezi nedeniyle ortaya çıkan ezadan
kaynaklanan incinme dindirilebilir. Ne şefkatin lisanı ile
103
ıstırabını dindirmeye kalkışır ne de merhametin yumuşak eli
ile göz yaşlarını silmeye çalışır. Bundan daha fazlasına insan
bedeni ve kanının nasıl tahammül edeceğini tahayyül
edemiyorum!...
Nihayet, her insan özgür olmayı arzu eder. Bu arzuyu
Yaratıcının kendisi bizim ırkımızın göğsüne aşılamıştır ve
bütün insanların özgür olmak üzere dizayn edildiklerinin de
kesin bir kanıtıdır; insanlar yoksulluk ve hayal kırıklığı için
yaratılmamışlardır. İnsanoğlunun bütün hissiyatı çok güçlü
bir şekilde köle olmaya karşı gelir ve kuvvetin güçlü
kollarından başka hiçbir şey esaretin boyunduruğuna
insanların teslim olmasını sağlayamaz. Kardeşlerim, senin ve
küçük kızının boynuna konulan esaret boyunduruğundan ve
belki de senin yaşamın için tek bir merhamet hissi bile
duymayan birinin rahatı ve refahı için çalışarak bütün
hayatını tüketmekten sana daha fazla ıstırap verecek şey ne
olabilir? Senin kölelerinin son derece konforlu bir durumda
olduklarını düşünsen de ve mevcut koşullar altında
olabildiğince nazik davransan da, onların şu an içinde
bulundukları koşullarda sen ve senin küçük kızın olsa sanırım
senin özgürlüğünü satın almak için sahip olduğum her şeyi
harcayabilirdim ve bunu yapamasaydım benim cimri ve
gaddar bir kardeş olduğumu düşünmenden korkardım.
Kendin için çok aziz olan bir şeyi diğer kardeşlerinden nasıl
sakınabilirsin? Afrikalılar insanoğlunun bütün orijinal
niteliklerine sahiptirler ve onların doğalarının ispatladığı gibi
özgür olmak için yaratılmışlardır ve bu nedenle onları
köleleştirmek hem adil değildir hem de gaddarlıktır.
104
FRIEDRICH CHRISTOPH DAHLMANN:
SİVİL İTAATSİZLİK ÜZERİNE, 1835 *
Devrimde ortaya çıkan eylemleri meşrulaştıran ya da
affettiren şeyler olsa bile bunlar devrimin sonuçlarını ortadan
kaldırmaz. Hiçbir devrim yalnızca bir suçun ya da devletin
karşı karşıya kaldığı büyük bir talihsizliğin bir kanıtı değildir;
bunun yanı sıra, devrim sırasında işlenen suçlarla şiddeti daha
da artan bir talihsizliktir. Bu nedenle akıllı ve vicdan sahibi
insanlar,
cezalandırma özgürlüğünü
garanti
altına
alacağından dolayı, ne devrimin başarılarını devrimi
meşrulaştırmak için ileri sürerler, ne de ortaya çıkan mevcut
durumdan sakınmak için başka hiçbir araç kalmamışsa
direnmeye yönelik eylemlere karşı şüpheyi artırıcı bir şekilde
davranırlar. Saltanat yönetimine karşı gerçekleştirilmeye
niyetlenilen eylemler, çok kolay bir biçimde, bütün bir sosyal
düzenin tamamen değiştirilmesine dönüşerek aşırıya
kaçabilir. Yeni rejimin iradesi kendisini muhafaza etmek olsa
bile kendisini ne ölçüde kabul ettirebilir? Bu nedenle bir kere
meydana gelen bir devrim de isyanın çıkmasını uygun gören
kişilere, yani kahramanlara dayanmak zorundadır. Zira devlet
her yerde olmak durumunda olduğu için hükümetin ortada
gözükmediği bir durumda devlet işleri sürdürülemez.
Devletteki tüm iyi öğeler birbirlerine yaklaşabildikleri zaman
iyi bir vatandaşın yükümlülüklerinden kaçınması her zaman
uygunsuz bir davranış olarak kabul edilir.
En iyi niyetlere sahip olan bir devrim bile halkın vicdanını alt
üst eden, iç güvenliği tahrip eden ve herkes tarafından
tanınan ve otoritesine karşı gelinmeyen bir devletin varlığını
gerektirdiği için, devletin yaptığı bütün anlaşmaları da
tehlikeye atan ciddi bir krizdir. Her devrimle kaçınılmaz bir
*
E. K. Bramsted and K.J. Melhuish, Westerm Liberalism- A History in
Documents From Locke to Croce, London: Longman, 1978. (Friedrich
Christoph Dahlmann, Die Politick auf den Grund und das Maass der
gegebenen Zustande zurückgeführt, 2nd edn, Leipzig 1847, pp.202-4.)
105
şekilde bağlantılı olarak görülen bu tip tahribatların
restorasyon zamanında ortadan kaldırıldığı durumların
olduğu ya da Gustav Vasa’nın Hanover kralı olması
durumunda olduğu gibi tahribatların, yapılması tasarlanan
plana göre meydana gelecek tahribattan daha fazla olduğu ve
hatta mümkün olan en iyi şey yapıldığı için hukuka uygun bir
işlem yapılıp yapılmadığı konusunda bir sorgulamanın ortaya
çıkmadığı 1689 İngiltere’sinde olduğu gibi, daha nadir
olaylarda bozulan devlet yapısını ayakta tutmak ve kısa bir
süre içerisinde bir idareci olmaksızın zaptedilemez nitelikteki
kaosu ortadan kaldırmak için anayasanın bir kısmının gücünü
sürdürmeye devam ettiği durumların olduğu da doğrudur.
Hiç kimsenin uzun bir süre bekleyemeyeceği devrimleri
kamusal bir iş gibi planlayan devrimci mentalite, çok üstün
oldukları düşünülen geleneksel ülke değerlerinin tümüne aşırı
bir bağlılığı ve sevgiyi gerektiren vatanseverliğe son derece
uzaktır. Vatanseverliğin kökleri insanların doğumlarına dek
geriye gider. Vatanseverlik, belki de, insanlarda sürekli
olarak var olan bir özellik haline gelir ve daha geniş bir
çerçevede devletin ve ulusun gelişmesi için onların gözlerini
kapamalarına yol açar. Ancak, en fazla kısıtlanan akıllar bile,
olağanüstü durumlar ülkeden çok uzak yerlere bakmaya
zorlayana kadar günün 24 saati bizimle birlikte olan insani
arzuların çoğuna bağlı kalmaya devam eder. Devrimci
mentalite, anavatan ve aile bağlarını dikkate almaksızın,
insan zihninde yüzeysel bir köke sahiptir. Yalnızca geniş
ölçekli ilişkileri göz önüne alır. Düzen ve mutluluk içindeki
en yakın ülke, devrimin kurbanlarından biri olursa çağı bile
değiştirmeye kalkabilir. Siyasi mistisizme gelecek kuşakların
onur bahşetmeyecekleri bir gerçektir; ancak, herkesin bir kral
olarak doğduğu ülkeyi kim iyi bir şekilde idare ederse kendi
ruhuna hakim olacak, aileler içinde iyi bir devlet imajı ortaya
çıkaracak, bütün ilerici kurumları sürükleyen halkın moralini
artıracak ve despotizm idaresinde bile onsuz olmaz özgürlük
dünyasını koruyacaktır.
106
ALEXIS DE TOCQUEVILLE:
EŞİTLİK İLKESİ ÜZERİNE, 1835 *
Milli varlığın çeşitli şekillerdeki tezahürü her yerde
demokrasinin avantajına dönüşmektedir. Bütün insanlar,
kendi çabalarıyla demokrasiye destek olmaktadırlar. Bu
harekete gönüllü ya da gönülsüz olarak destek olanlar, bu
hareket için savaşanlar ve bu harekete muhalif olanların hepsi
aynı yolda ilerlemektedirler; isteyerek veya istemeyerek aynı
amaç için çalışmaktadırlar ve hepsi Tanrı’nın ellerinde birer
araç konumundadırlar.
Bu nedenle koşulların eşit hale gelmesindeki yavaş gelişme
aslında iyi bir durumdur ve kutsal bir kararın bütün
özelliklerine sahiptir: evrenseldir, süreklidir, insanlar
tarafından gerçekleştirilen bütün müdahaleleri sürekli olarak
bertaraf eder ve insanlar gibi bütün olaylar da onun
gelişmesine katkıda bulunur. O halde çok eskilere uzanan bir
sosyal saikin bir neslin çabalarıyla kontrol edilebileceğini
hayal etmek akıllıca bir şey olur mu? Feodal sistemi yok eden
ve kralların hakkından gelen demokrasinin vatandaşlara ve
kapitalistlere saygı göstereceğine itimad edilmektedir. Hiç
kimse hangi yöne gideceğimizi söyleyemez: koşulların
eşitliği günümüzdeki Hıristiyan ülkelerde dünyanın her hangi
bir kısmından ya da her hangi bir zamanda olduğundan daha
fazla mükemmel bir hale gelmiştir. Bu nedenle halı hazırda
mevcut olan şeylerin boyutu henüz ulaşamadığımız şeyleri
görmemize engel olmaktadır.
*
J. Salwyn Schapiro, Liberalism-Its Meaning and History, London:1958.
S. 158-159.
107
RICHARD COBDEN,
SERBEST TİCARET ÖZGÜRLÜĞÜ ÜZERİNE, 1844 *
Serbest ticaret nedir? Bizim akıllı muhaliflerimizden bazı dük
ve kontların son zamanlarda tarımda çalışan işçileri
kandırmaya çalıştıkları gibi bütün gümrüklerin yıkılması
demek değildir. Serbest ticaret ile bütün korumacı vergilerin
kaldırılmasını kastediyoruz. Bizim çocuklarımızın ya da her
halükarda onların evlatlarının gümrüklerin tamamının
üstesinden gelmeye yetecek kadar akıllı olmaları
muhtemeldir. Dış ticareti sıkıntıya sokmadan dolaysız
vergileme yoluyla gelirlerini artırmanın daha basiretli ve
ekonomik olacağını mütalaa edeceklerdir.
Serbest ticaret ilkelerine karşı ileri sürülen itirazlar nelerdir?
Hepsinden önce bu problemin göz önüne alınmasında çok
önemli bir grup olan işçi sınıfını ele alalım: bu ülke
nüfusunun muhtemelen onda dokuzu ya ağır bedensel
işçilikle ya da ona eşit ağırlıkta kafa işçiliği ile emeğe
bağımlıdır. Kısıtlayıcı sistemin işçilerin yararına olduğu
söyleniyor. Dükler ve kontlar bizlere mısır fiyatlarının ücret
düzeyini ayarladığını ve serbest ticaret yoluyla eğer mısır
fiyatlarını azaltırsak sadece ücretlerin seviyesini aşağıya
indirmiş olacağımızı söylemektedirler. Mademki bu kongrede
çok sayıda çalışan görmekteyim, onlara sormak isterim,
Londra’da yapılan her hangi bir pazarlıkta acaba mısır
meselesi ya da mısır fiyatları sözleşmelerin bir unsuru olarak
hiç gündeme gelmiş midir?
Bu nedenle, benim Mısır Kanununa karşı olan davamdaki ilk
ve en büyük şikayetim bu kanunun ülkemiz ve diğer ülkelerin
işçilerine karşı bir adaletsizlik taşımasıdır. İkinci ithamım
*
E. K. Bramsted and K.J. Melhuish, Westerm Liberalism- A History in
Documents From Locke to Croce, London: Longman, 1978. (Speeches on
Questions of Public Policy by Richard Cobden M. P., ed. John Bright and
James E. Thorold Rogers, London 1880, pp. 58-62.)
108
topraktan kaynaklanmayan sabit gelire sahip olan her kişiye
ve her hangi bir işle sermayesini kullanan kişilere karşı bir
hile oluşturmasıdır.
O halde mısır tekeline neden bu kadar gönül rahatlığı ile
bakmaktasın? Çünkü sen, ben ve geriye kalan herkes bu
arazilerin sahipleri hakkında batıl bir saygı ve hürmete
sahibiz ve kendimize ve mesleklerimize aynı saygıyı
göstermiyoruz.
Bu sistemin sürdürülebilmesindeki nedenler nelerdir? Bu
tekelin sürdürülmesinin gerekçesi olarak çiftçiler kendi
çıkarlarını ileri sürmektedirler. Her çiftlik için müzayedede
pazarlık yapan 20 çiftçi olduğunu ve kendi topraklarını tam
değeri üzerinden kiraya verdikleri ve yardımcı olamadıkları
için çiftçilere kendilerini mazur göstermeye çalışan toprak
sahiplerinin olduğunu tarımla ilgili bir toplantıda duymuştum.
Sormak istiyorum, eğer her bir çiftlik için müzayedede teklif
alan 20 çiftçi varsa, bu 20 çiftçiden sadece birinin fiyatlarda
meydana gelen artıştan faydalanabileceği düşünülebilir mi?
Diğer on dokuz kişi rekabet sonucu bu ülkede normal ticari
karların uygulanmaya başlanmasından hoşnut mu kalacaklar?
Çiftçiler çok uzun bir zamandır ‘korumacılık’ çığlıklarıyla
sadece
aldatılmaktadırlar.
Korumacılık
çiftçilerin
mahvolması demektir.
Tarımda çalışan işçilerle ilgili olarak bizim muhaliflerimiz
Mısır kanununun yürürlükten kaldırılmasındaki hedefimizin
mısırın fiyatını azaltarak onların ücret düzeyini azaltmak
olduğunu ileri sürmektedirler. Bu konuya sadece imalatın
gerçekleştiği bölgeler için cevap verebilirim; bununla birlikte,
son yirmi yıldır Lancashire’de mısır ucuzladığında ücretlerin
arttığı ve ekmek pahalandığında ise ücretlerin önemli ölçüde
azaldığını belirtmeliyim. Ücretler, tarıma dayalı bölgelerde
yiyecek fiyatlarından muhtemelen etkilenmektedir; ancak,
böyle olsa bile bu durum, bir adamın en iyi zamanını sadece
hayatta kalmak için harcadığı köleliğe yakın bir noktada
ücretlerin en düşük seviyesine ulaşması halinde meydana
109
gelmektedir. Serbest ticaret taraftarlarının gerçekte ne
istediklerini şimdi anlamaya çalışalım. Düşük fiyatlar söz
konusu olsun diye biz ucuz mısır istemiyoruz; mısır
üretiminin bol ve bereketli olmasını arzu ediyoruz ve mısırı
doğal fiyatı üzerinden satın almak koşuluyla mısırın fiyatının
ne olduğunu kesinlikle dikkate almıyoruz. Bizim talep
ettiğimiz şey yiyecek sektöründeki tekelcilerin işçilerin takip
etmesini istedikleri kurala mısırın da uymasıdır: mısır da
dünya piyasalarındaki tabii fiyat seviyesine kavuşmalıdır.
Fiyatların eşitlenmesi yönündeki bu süreç nasıl
gerçekleşecektir? Sanıyorum bunun mantığını size
açıklayabilirim. Serbest ticaretin mısır üzerindeki etkisi şu
şekilde olacaktır. Polonya, Almanya ve Amerika Birleşik
Devletleri’nde tarımsal üretime olan talep artacaktır. Tarımsal
üretim talebinde meydana gelecek bu artış tarım kesiminde
çalışan işçilerin ücretlerinde artış eğilimi olan ülkelerde emek
talebinde artışa neden olacaktır. Bunun sonucunda imalat
kesiminden tarım kesimine işçilerin çekilmesi söz konusu
olacaktır. Sonuçta bu ülkede daha fazla fabrikatöre ihtiyaç
duyulacaktır ve bu durum imalatçılığın söz konusu olduğu
bölgelerde daha fazla işçi talebini ortaya çıkaracaktır. Bu
durumda ise üretilen mallar yurtdışı kaynaklı mısırla değiştokuş edileceğinden işçi ücretlerinde belirli bir artış meydana
gelecektir. Yurtiçindeki seviyesine göre emeğin yurtdışı fiyat
seviyesinde bir artışla fiyatlar eşitlensin ya da eşitlenmesin,
fiyatların yurtiçi düzeyine kıyasla Kıta Avrupa’sındaki
düzeyinde bir düşüş olsun ya da olmasın serbest ticaret
taraftarları için hiçbir şey değişmez. Onların bütün istediği
diğerleri ile aynı durumda olabilmek ve herhangi bir yerden
bu ülkeye yiyecek getirirken herhangi bir engel ile
karşılaşmamaktır.
Size soruyorum, eğer daha fazla insanı daha iyi ücrete sahip
bir işe yerleştirebilirseniz, günlük nafakasını dilenmek için
sokaklarınızı sık sık ziyaret eden bu hortlaklardan
sokaklarınızı temizleyebilirseniz, işyerlerinizin nüfusunu
110
azaltabilir ve ülkenizde mevcut olan iki milyon devletin
bakımına muhtaç fakiri bu durumdan kurtarabilir ve onları
üretken endüstrilerde işe koyabilirseniz sizin tükettiğiniz
kadar buğday tüketeceklerini ve mevcut sefil beslenme
imkanları yerine milyonlarca buğdayla yapılmış ekmekle
beslenen tüketicilerin ortaya çıkacağını düşünür müsünüz?
111
CAMILLO DI CAVOUR,
VİCDAN VE İBADET ÖZGÜRLÜĞÜ, 1848 *
Modern medeniyetin en esaslı fetihleri arasında en önemli
olanı vicdan özgürlüğü ile onun mantıksal bir sonucu olarak
ortaya çıkan ibadet özgürlüğü olarak kabul edilebilir. Bu
büyük ilke henüz bizim anayasamızda ilan edilmemiştir.
Yasama, belki de bu ciddi konuda acele ile geri alınamaz
nitelikte bir tanım yapmamak için, bu ilke hakkında herhangi
bir bahis açmamanın ve özel bazı kanunların uygulanmasında
bu ilkeyi ileri sürme işini kendisine saklamanın daha uygun
olduğuna inanmaktadır.
Gerçekte, anayasanın ilan edilmesinde, yasalarımızdan
çıkarıldığında vicdan özgürlüğü ilkesine karşı ciddi ihlallere
neden
olacak
mutlak
hükümlerin
yürürlükten
kaldırılmasından, Protestanlar ve Yahudiler dışarıda
bırakılarak, sakınılmalıdır. Bu pratik yolda ilerleme
sağlamanın ve mevcut durumda bu ilkeye muhalif kalan
medeni ve ceza hukukundaki tüm düzenlemelerin başarılı bir
şekilde değiştirilmesi gerektiğinin yasamanın da görüşü
olduğuna şüphe etmiyoruz.
Ancak, bu da yeterli değildir. İbadet özgürlüğü gibi bir ilke
yüksek düzeyde medeni bir halk için dolaylı yollarla
anayasaya konulmamalıdır: Bu ilke sosyal sözleşmenin temel
müesseselerinden birisi olarak ilan edilmelidir.
Bu nedenle yarımadanın değişik yerleri ile bizim devletimizin
arzu edilen birleşmesinin, ülkenin kaderini yüceltmede değer
taşıyacak kanunlardaki değişiklikleri yapma fırsatını
verdiğini ve kralın tahta çıkmasından sonra nutkunda
*
E. K. Bramstad and K.J. Melhuish, Western Liberalism- A History in
Documents From Locke to Croce, London:Longman, 1978, ss.524-525.
(Camillo di Cavour, Scritti Politici. Nuovamente Raccolti e Publicati da
Giovanni Gentile, Rome 1925, XL, pp. 188-9).
112
öngördüğü süre içerisinde, en açık şekliyle, her vicdanın
dokunulamaz bir ibadethane olduğunu ve tam özgürlüğün
tüm mezheblere tanınması gerektiği şeklindeki bildirgenin,
artık daha fazla İtalyan Magna Carta’sının dışında
bırakılmamasını savunmakta hiçbir şüphemiz kalmamıştır.
Anayasamızın bu şekilde ya da daha iyi bir şekilde
düzenlenmesi ya da tanımlanmasına dini konularda bilgili ya
da gayretli olan herhangi bir insan tarafından kesinlikle
muhalefet edilmeyecektir. Tanrı’ya şükür, İtalya’da en
seçkinleri de dahil olmak üzere Katolik din adamları,
oybirliği ile olmasa bile büyük çoğunlukla, dinin kendisiyle
yakın bir ilişki içinde olduğunu varsayarak özgürlüğün
gayesini benimsemektedirler. Bu nedenle, bu defa buna
benzer bir düzenlemenin özgür ve medeni insanların
anayasasının bir parçası olmasını herkes benimseyebilir.
İnançlarının yüceliğini açıkça iddia eden dogmaların
doğruluğuna inanan Katolik ruhban sınıfı, iktidarda
bulunanların, imtiyazlıların ya da kısıtlı olanların dinle ilgili
davaları için koruma aramayacaktır.
Avrupa’nın hemen hemen tümünde, toplumun zinde güçlerini
kendi etrafında toplayan ve bu ilahi güçle hareket eden
Katoliklik, insanların bu ortak davasına hizmet etmektedir.
İrlanda, Belçika ve Polonya’da zulmedilenlerin yanında
zulmedenlere karşı savaştı ve savaşmaktadır. Her yerde
kendisini halkın özgürlüğünün savunucusu olarak
görmektedir ve bunu dini özgürlükler bayrağı altında
gerçekleştirmektedir.
Katolik ilkelerin baskın olduğu ülkelerde bu tip bir enerji ve
sebeple din adamlarınca talep edilen bu özgürlüğün
Katolikliğin büyük bir etkiye sahip olduğu ülkelerdeki
Katoliklere tam olarak tanınması, esirgenmemelidir. Eğer
İtalyan ruhban sınıfı bu tip bir tezada düşerse ve Büyük
Gioberti’nin sesini duymazsa geçmiş çağların dinsel
despotizminin izlerini siyasi ve medeni kanunlarımızda
113
aramaya çabalamalıyız. Böyle bir durum, en büyük
zalimlerinin Katolikliğe yaptığından daha büyük zararı
Katolikliğe verecektir. Katoliklik, özgürlük davası ile
ittifakının samimiyeti hakkındaki şüphelere delil sağlayarak
insanlar üzerinde kazandığı otoriteyi tekrar zayıflatacaktır.
Aydınlık din adamları sınıfının vefalı olmasının, ilerici
insanların sempatisinin ve hislerinde özgür olmalarının ve
dinin gayelerini birleştiren insanların tümünün, ülkemizin
temel kanununun alkışlanacağı yer olan Alta (İtalya)’nın ilk
parlamentosunda ibadet hürriyeti büyük ilkesini ilan etmeye
yeterli olacağı kanısındayız.
114
ABRAHAM LINCOLN,
EŞİTLİĞİN ANLAMI, 1857 #
Bu kıymetli belgenin (Bağımsızlık Bildirgesi) yazarlarının
belgenin herkesi kapsamasını tasarladıklarını; ancak, bütün
insanların tüm yönleriyle eşit olduklarını ilan etmeye
niyetlenmediklerini sanıyorum. Bütün insanların renk, mevki,
akıl, ahlaki gelişme ve sosyal kapasite açısından eşit
olduklarını söylemeyi kastetmediler. Aralarında yaşama,
özgürlük ve mutluluğu elde etme gibi bazı geri alınamaz
haklarla birlikte bütün insanların eşit yaratıldığını
varsaydıkları bir çerçevede orta seviyede bir farklılığı
tanımladılar. Söyledikleri ve kastettikleri budur. Ne bütün
insanların gerçekte böyle bir eşitlikten istifade ettikleri ne de
böyle bir özgürlüğü hemen onlara sağlayacakları şeklinde
gerçek dışılığı aşikar olan bir şeyi de ileri sürmemektedirler.
Gerçekte, böyle bir lütufta bulunma gücüne de sahip
değillerdir. Sadece, koşullar izin verir vermez uygulansın
diye bu hakkı ilan ediyorlar.
Onlar, herkes tarafından bilinen ve hürmet edilen, sürekli
aranılan ve uğraş gösterilen; ancak, asla tam olarak
ulaşılamayan, sürekli yaklaşılan ve bu arada etkisi sürekli
olarak derinleşen ve artan ve her yerdeki her renkten kişinin
yaşamına değer ve mutluluk katan özgür toplumun standart
kurallarını oluşturmayı murad etmektedirler. “Bütün insanlar
eşittir” iddiasının Büyük Britanya’dan ayrılmamıza pratikte
hiçbir etkisi yoktu ve Bildirge’de bunun için değil, ilerideki
etkileri için yer aldı. Bildirge’yi kaleme alanlar, O’nun, belirli
bir zaman sonra özgür insanları despotizmin iğrenç yoluna
geri döndürmeyi isteyenlere karşı bir blok oluşturmasını
istemişlerdir. Tiran üretme eğilimini bilmişler ve bu adaletli
#
Michael Palumbo (Ed.), Human Rights: Meaning and History, Malabar,
FL: Robert E. Krieger Publ. Co., 1982. [William Ebenstein (ed.), Modern
Political Thought: The Great Issues (New York, 1947), p.86.]
115
topraklarda böyle bir şey ortaya çıktığında ve işini icra
etmeye başladığında en azından çetin bir ceviz bulmalarını
murad etmişlerdir.
116
FELICITE DE LAMENNAIS:
ÖZGÜRLÜK, 1858 *
Şimdi, kendini nasıl özgürleştireceğini tasavvur et.
Özgür olmak için, yukarıdakilerin hepsinden önce Tanrı’yı
sevmen gereklidir ve Tanrı’yı sevmek için O’nun isteklerini
yerine getirmelisin. Tanrı’nın isteği ise adalet ve iyilik
yapmandır ki bunlar özgürlük olmadan gerçekleştirilemez.
Şiddet ve hilekarlıkla diğer yola sapıldığında, bireyler
saldırıya uğradığında, yasal konularda fertlerin dilediklerini
yapmaları engellendiğinde ya da dilemedikleri şeyleri
yapmaya zorlandıklarında veya her hangi bir yolla bireylerin
hakları ihlal edildiğinde ne olur? Adaletsizlik. Böyle
durumlarda özgürlüğü ortadan kaldıran adaletsizlik ortaya
çıkar.
Eğer, herkes başkalarına yardım etmeksizin, kimseyi sevmez;
ancak, sadece kendisini severse ve yalnızca kendisini
düşünürse fakir insanlar, sıklıkla, kendisine ve yaşamasına
olanak sağlayacak başka insanlara ait şeyleri çalmaya
zorlanacaklar ve güçsüz olanlar daha güçlü olanların zulmü
ile karşı karşıya kalacaklardır. O halde özgürlüğün devam
etmesini sağlayan yardımseverliktir.
Her şeyden daha fazla Tanrı’yı ve komşularını seversen
kölelik yeryüzünden kalkar.
Bununla birlikte kendi kardeşinin köleliğinden çıkar elde
edenler köleliğin devam etmesi için ellerinden gelen her şeyi
yapacaklardır. Bunun için yalanı ve gücü kullanacaklardır.
Birileri tarafından konulan keyfi kuralların ve köleliğin Tanrı
tarafından oluşturulan bir düzen olduğunu söyleyeceklerdir
*
E. K. Bramstad and K.J. Melhuish, Western Liberalism- A History in
Documents From Locke to Croce, London:Longman, 1978.
117
ve tiranlıklarını korumak için böyle yaparak Tanrı ile dalga
geçmekten ve O’na küfretmekten korkmayacaklardır.
Onlara, tanrılarının insan soyunun düşmanı olan Şeytan
olduğu ve sizin Tanrı’nızın ise Şeytanı mağlup eden Tanrı
olduğu şeklinde cevap ver.
Bundan sonra sana karşı kullandıkları uydularını
kaybedecekler, seni hapsetmek için sayısız hapishaneler inşa
edecekler, ateş ve kılıçla peşine takılıp seni kovalayacaklar,
sana işkence edecekler ve dağlar kadar kan akıtacaklardır.
O zaman, dur durak bilmeden savaşmak için hemen karar
vermezsen, korkup kaçmadan bu güç duruma katlanmak için
asla usanma, asla boyun eğme, ilişkilerini sıkı tut ve sana
layık olmayanların özgürlüğü ile hiçbir ilginin kalmadığını
ilan et.
Özgürlük, Tanrı’nın krallığına benzer; aşağılık insanların
zulmüne ve şiddetine maruz kalır.
Özgürlüğe sahip olmanı sağlayacak kuvvet haydutların ve
soyguncuların vahşi şiddeti, adaletsizlik, intikam ya da
gaddarlık değil; güçlü ve kararlı bir irade ile serinkanlı ve
büyük bir cesarettir.
Hukuk dışı hareketlerle sürdürülmeye çalışıldığında en kutsal
amil bile Tanrı’ya küfür ve melunluktur. Köle bile olsa bir
suçlu tiran olabilir ama asla özgür biri olamaz.
118
GIUSEPPE MAZZINI:
İNSANLARIN VAZİFELERİ ÜZERİNE, 1858 *
Özgürlük olmadan görevlerinden herhangi birini yerine
getiremezsin. Bu nedenle, iktidarın elinde tutmayı ya da
vermemeyi istemesinden kaynaklanacak bütün risklere
rağmen özgür olmak hakkına ve özgürlüğü zorla elde etme
görevine sahipsin.
Özgürlük olmadan doğru ahlak olmaz, zira iyi ve kötü
arasında; egoizm ruhuna bağlılık ile ilerlemeye bağlılık
arasında serbest tercih söz konusu değilse sorumluluk da söz
konusu değildir.
Özgürlük olmadan gerçek bir toplum da olmaz, zira özgür
insanlarla köleler arasında bir birliğin oluşturulması
imkansızdır; yalnızca birilerinin diğerlerini yönetimi söz
konusu olabilir.
Özgürlük, kutsal olan bireyler kadar kutsal bir şeydir.
Özgürlüğün olmadığı yerde hayat sadece organik bir
fonksiyona indirgenir. İnsanlar özgürlüklerinin ihlal
edilmesine izin verirlerse bu durum hem doğalarına aykırıdır
hem de Tanrı’nın iradesine karşı bir isyandır.
Bir toplumsal sınıfın, bir ailenin ya da bir insanın zenginlik
veya doğuştan kazanılan herhangi bir imtiyazla ya da gerçek
dini yaşarmış gibi görünerek diğerlerini tahakküm altına
almayı doğru bir şeymiş gibi farz etmesi halinde gerçek
özgürlük ortaya çıkmaz. Özgürlük tüm insanlar için
olmalıdır.
*
E. K. Bramstad and K.J. Melhuish, Western Liberalism- A History in
Documents From Locke to Croce, London:Longman, 1978. (Giuseppi
Mazzini, ‘On the Duties of Man’, 1858, in The Life and Writings of
Joseph Mazzini, London 1867, IV, pp.325-7, 329-32.)
119
Tanrı hiçbir insana egemenlik gücünü temsil yetkisi
vermemiştir. Bu dünyada adil bir şekilde temsil edilebilecek
egemenlik gücü, Tanrı tarafından insanlığa, uluslara ve
topluma emanet edilmiştir. Egemenlik gücü ne zaman
insanlığın ortak kullanımının dışına çıkarılmışsa, o zaman
Tanrı’nın düzenine uygun olarak ve iyilik için kullanılmaktan
alıkonmuştur. Bu nedenle egemen düzen hiçbir suretle adil
değildir, gerçek egemenlik amaçlanan ve bu amaçlara bizi
yaklaştıran eylemlerdeki egemenliktir. Bu eylemler ve
ilerlememize yönelik amaçlar herkesin hüküm ve onayına
sunulmalıdır. Bu nedenle herhangi bir şekilde sürekli
egemenlik olamaz, olmamalıdır.
Bizim devlet diye kavramlaştırdığımız kurum sadece bir
idaredir, ulusal irade ya da amaçlara daha hızlı bir şekilde
ulaşmada birkaç kişiye hasredilen bir misyondur ve bu
misyona ihanet edilmesi halinde birkaç kişiye hasredilen
yönetme gücü mutlaka sona erdirilmelidir.
Devlette yer alan her kişi ortak iradenin bir yöneticisidir.
Seçilmelidir ve ne zaman ki bu iradeye açık bir şekilde
muhalefet eder ya da bu iradeyi yanlış kavrar, işte o zaman
seçimi hükümsüz kılınmalıdır.
Bu nedenle, tekrar ediyorum, senin özgürlüğünü ihlal
etmeksizin yönetme erkini kendi hakkı olarak gören ne aile
ne de bir kast ortaya çıkabilir. Senin rızan olmaksızın seni
idare etme gücüne sahip olan insanların karşısında kendine
nasıl özgür diyebilirsin? Dolayısıyla cumhuriyet tek
mantıksal ve tamamen meşru tek hükümet şeklidir. Cennette
Tanrı’dan, Dünya’da insandan başka efendi yoktur. Tanrı’nın
iradesi ve kanunların doğrultusunda bir yolu ne zaman
keşfedersen şükretmek ve itaat etmek zorundasın. Ne zaman
ki senin kardeşlerinin kollektif birliği olan halk, inançları
olan şeyleri deklare ederler, o zaman başını öne eğmek ve
herhangi bir isyan hareketine girmekten kaçınmak
mecburiyetindesin.
120
Ancak, kişiliğini oluşturan ve insan hayatının temel öğeleri
olan bazı şeyler vardır. Bunlar üzerinde halk bile her hangi
bir hakka sahip değildir. Hiçbir çoğunluk tiranlığını ilan
edemez ya da kendi özgürlüğünü tahrip edemez veya
özgürlüğünden feragat edemez. Bu intihar kabilinden eyleme
kalkışacak halka karşı bir güç oluşturulamaz; ancak,
koşulların öngördüğü çerçevede her birey protesto hakkını
kullanabilir.
Yaşamın maddi ve manevi maişeti için vazgeçilmez olan her
şeyde mutlaka özgür olmalısın: bireysel özgürlük, seyahat
özgürlüğü, din ve inanç özgürlüğü, her konuda düşünce
özgürlüğü, düşünceyi basın yoluyla ya da diğer her hangi bir
barışçıl araçla açıklama özgürlüğü, diğer insanların görüşleri
ve düşünceleriyle temasa geçerek ve beslenerek görüşlerin
daha faydalı olmasını sağlamak için örgütlenme özgürlüğü,
çalışma ve ticaret özgürlüğü. Bunların hepsi protesto hakkın
olmaksızın senden alınamayacak şeylerdir (burada sayılması
gerekli olmayan bir kaç tane olağanüstü olay hariç).
Hiçbir kişi, sana nedenlerini söylemeden, en az gecikme ile
sana nedenlerini anlatmadan, ülkedeki yargı erkinden önce
seni hapsetme, bireysel casusluğa icbar etme ya da toplum
adına kısıtlama hakkına sahip değildir.
Hiç kimse dini görüşleri yargılama, hoşgörü göstermeme ya
da baskı yapmak hakkına sahip değildir: insanlığın büyük
barışçıl sesinden başka hiçbir sözcü senin vicdanınla Tanrı
arasına girme hakkına sahip değildir.
Tanrı sana düşünme yeteneği vermiştir: hiç kimse,
ilerlememizin biricik aracı olan ve kardeşlerinin ruhu ile
senin ruhun arasındaki paylaşma eylemi olan düşüncenin
ifadesini engelleme ve onu baskı altına alma hakkına sahip
değildir.
Basın mutlaka özgür olmalıdır. Aydınlanma hakkı
vazgeçilmezdir ve engelleyici her sansür zulümdür. Ancak,
toplum basının hatalarını ya da suç ve ahlaksızlığı teşvik
121
etmesini diğer hataları cezalandırdığı gibi cezalandırır. Bu
cezalandırma hakkı insanlığın sorumluluğunun bir
sonucudur; ancak, bundan önce yapılan her müdahale
özgürlüğü yok etmektedir.
Barışçıl bir şekilde örgütlenme hakkı düşüncenin kendisi
kadar kutsaldır. Tanrı, daimi bir ilerleme aracı ve insanlık
ailesinin günün birinde ulaşmayı hedeflediği birliğin bir vaadi
olarak, bize, örgütlenme yeteneğini bahşetmiştir.
Bu nedenle hiçbir güç örgütlenmeyi engelleme ya da
sınırlama hakkına sahip değildir.
Tanrı tarafından verilen hayattan istifade etmek, onu
korumak ve geliştirmek herkesin görevidir; bu nedenle, her
birimiz kendi fiziksel varlığının yegane destek aracı olarak
kendi emeği ile kısıtlıdır. Emek kutsaldır. Hiç kimse keyfi
kurallarla emeği engelleyemez, yasaklayamaz. Hiç kimse
serbest ticareti yasaklamak için her hangi bir hakka da sahip
değildir. Ülkemiz, hiç kimsenin sınır koyamayacağı ya da
engelleyemeyeceği yasal piyasamızdır.
Ancak, özgürlüğün değişik formları kutsal kabul edildiği
zaman, devlet evrensel irade ve isteklere göre kurulduğunda
her birey kendi yeteneklerini özgürce geliştirmek için bütün
vasıtalara sahip olabilecektir ve herkesin tek bir hukuku
tanıdığı gün gelsin diye başarması gereken vazifeye ve
insanlık ailesinin diğer üyeleri ile daha samimi ve yaygın
iletişimin sağlanması yoluyla sağlanan ahlaki mükemmellik
olan niyet ve amaçlara her birey uyacaktır.
122
GIUSEPPE MAZZINI:
DERNEK KURMA ÖZGÜRLÜĞÜ ÜZERİNE, 1858 #
Tanrı sizi sosyal ve ilerlemeye müsait bir varlık olarak
yarattı. Bu nedenle kendi aranızda birlik oluşturmanız ve
koşulların olanaklı kıldığı ölçüde faaliyet sahanızı
ilerletmeniz vazifenizdir. Ait olduğunuz toplumun birlik
oluşturma ve ilerleme yönündeki çalışmalarınıza hiçbir
şekilde engel olmamasını; tam tersine ihtiyacını duyduğunuz
birlik ve ilerleme vasıtalarını temin etmesini ve sizlere
yardım etmesini talep etme hakkına sahipsiniz.
Özgürlük, sizlere iyi ile kötü, yani görev ile bencillik arasında
seçimde bulunma gücü sağlar. Eğitim size doğru olanı tercih
etmeyi öğretir. Dernekler ise eylemlerinizle ilgili
tercihlerinizi azaltma imkanı sağlar. Açık bir şekilde başarılı
olunduğunda tercihlerinizde size rehberlik edecek amacınız
olan ilerleme tercihinizin yanlış olmadığının ispatıdır.
Bu koşullardan her hangi biri ihmal edildiğinde ya da dikkate
alınmadığında insanlar ya da vatandaşlar hataya düşecekler
ve gelişme engellenecektir.
Bu nedenle bütün koşulları idrak etmeye çabalamalısınız ve
hepsinden daha önemlisi, onsuz özgürlük ve eğitimin
faydasız olduğu dernek kurma hakkını göz önüne almaya
çalışmalısınız.
Dernek kurma hakkı ruhların birliği olan dinin kendisi kadar
kutsaldır. Hepiniz Tanrı’nın oğullarısınız: ve bu nedenle
birbirlerinizin kardeşlerisiniz. O zaman günah işlemeksizin
kim kardeşlerin birliği (komünyon) olan derneklere kısıtlama
getirebilir?
#
E. K. Bramsted and K.J. Melhuish, Westerm Liberalism- A History in
Documents From Locke to Croce, London: Longman, 1978. [Giuseppi
Mazzini, ‘On the Duties of Man’ (1858), in The Life and Writings of
Joseph Mazzini, London 1867, IV, pp.325-7, 329-32]
123
Bilerek kullandığım ve Hıristiyanlık tarafından bize öğretilen
komünyon kelimesi geçmişte bize değişmez bir din olarak
deklare edilmesine rağmen gerçekte insanlığın dini
tezahürlerinde bir adımdır.
O kutsal bir kelimedir. İnsanlığa, Tanrı’nın önünde eşit olan
insanların tek bir aile olduğunu ve tek bir kurtuluş, sevgi ve
cennet ümidiyle efendi ve hizmetkarları birleştirdiğini öğretti.
O, hem filozofların hem de halkın vatandaşların ruhları ile
kölelerin ruhlarının farklı bir doğa ve soya sahip olduğuna
inandıkları eski çağlara göre büyük bir ilerlemeydi. Sadece
bu misyonu bile Hıristiyanlığın büyüklüğüne parmak basmak
için yeterlidir. Komünyon insanların eşitliği ve birliğinin bir
sembolüydü ve bu sembolün altında yatan gerçeği geliştirmek
ve büyütmek için insaniyetperverliğe dayanmaktaydı.
Dini kurumlar bunu düşünceden gerçeğe dönüştürerek fikir
ve eylem cemiyetlerine aktarmaktadırlar.
Bu nedenle kurumları hem bir vazife hem de bir hak olarak
telakki et.
Gerçek kurumun devlet ve herkesin bu cemiyetin bir üyesi
olduğu millet olduğunu ve insanların kendi aralarında
oluşturdukları her ayrı cemiyetin ya devlete karşı olduğunu
ya da gereksiz olduğunu söyleyerek vatandaşların haklarını
kısıtlamak isteyen kişiler bulunmaktadır.
Ancak, devlet ya da millet yalnızca kendisini meydana
getiren bütün insanlar için ortak olan meselelerde ve
eğilimlerde, vatandaşların oluşturduğu kurumu temsil eder.
Bütün vatandaşları değil; ancak, sadece bir kısım vatandaşları
kapsayan amaçlar ve eğilimler söz konusudur. Bu nedenle
herkes için müşterek olan meseleler ve amaçlar milleti tesis
ederken sadece vatandaşların belirli bir kısmının ortak olduğu
mesele ve amaçlar özel dernekleri meydana getirir.
124
Ayrıca-bu dernek kurma hakkının temel dayanaklarından
biridir- dernekler gelişme yolunda bir emniyettir. Devlet,
kuruluşu sırasında vatandaşlar tarafından üzerinde anlaşılan
ilkeler topluluğunu ya da bütününü temsil eder. Yeni ve
doğru bir ilkenin, devlete hayatiyet kazandıran yeni ve
rasyonel bir gelişmenin vatandaşlar arasından bir kaçı
tarafından keşfedildiğini varsayalım. Bu bilgiyi derneğin
haricinde nasıl yayabilirler?
Bilimsel buluşlar ya da halkları birbirlerine bağlayacak yeni
araçların icadı sonucunda veya başka herhangi bir nedenle
devleti meydana getiren vatandaşların bir kısmı arasında yeni
bir çıkarın ortaya çıktığını varsayalım. Onların çaba ve
vasıtalarını bir araya getirmeksizin bu çıkarlarını uzun süreli
bir hale nasıl getireceklerdir?
Atalet ile uzun süredir mevcut olan bir düzene dayanan ve
umumun rızası ile tasdik edilen eğilim ve durumlar bir çok
insanın üstesinden gelemeyecekleri ölçüde zihinleri üzerinde
güçlü bir etkiye sahip olan alışkanlıklardır. Günden güne
artan azınlıkların dernekleri bunu gerçekleştirebilir.
Dernekler geleceğin metodudur. Onlar olmaksızın devletler
devinime sahip olamazlar ve medeniyetin hali hazırda ulaştığı
seviyeye kendilerini meftun ederler.
Dernekler gerçekleştirmeye çalıştıkları faaliyetlerinde
ilerlemeye müsait olmalıdırlar ve ulusun ve insanlığın
evrensel rızası tarafından şimdiye dek keşfedilmeyen
gerçeklere muhalif de olmamalıdırlar.
Başkalarının mallarının ele geçirilmesini kolaylaştırmak
amacıyla kurulan bir dernek; üyelerini çok eşliliğe zorlayan
bir dernek ve ulusun yok edilmesini ya da despotizmin
tesisini telkin eden bir dernek illegal kabul edilmelidir.
Ulusun kendi üyelerine şunları bildirme hakkı vardır: insan
doğası, ahlak ve ülke aleyhine ihlalleri içeren doktrinlerin
kendi aramızda yayılmasını hoşgörü ile karşılayamayız.
125
Eğilimlerinize uygun dernekleri sınırlarımızın ötesinde bir
araya gelerek tesis ediniz ve bu yolda ilerleyiniz.
Dernekler barışçıl olmalıdır. Yazılı ve sözlü ifadeden başka
hiçbir silahı kullanmamalıdır. Hedefi, icbar etmek değil; ikna
etmek olmalıdır.
Dernekler kamuya açık olmalıdır. Ulusun ve özgürlüğün
olmadığı bir durumda meşru bir silah olsalar da gizli
dernekler düşünce dokunulmazlığı ve özgürlüğünün tam
olarak tanınır ve devlet tarafından korunur korunmaz gayri
yasal kabul edilmeli ve feshedilmelidirler.
Derneklerin faaliyet alanı ve amaçları madem ki ilerlemeye
dönük olacaktır; o halde, kendisini kamunun incelemesine ve
teftişine sunmalıdır.
Ve nihayet dernekler başkalarının insan doğasının temel
niteliklerinden kaynaklanan
haklarına saygılı olmakla
yükümlüdürler. Ortaçağdaki bazı kurumlar gibi işçilerin
haklarını ihlal eden ya da vicdan özgürlüğünü doğrudan
kısıtlama eğilimine giren dernekler devlet tarafından
yasaklanabilmelidir.
Bu istisnalarla vatandaşların kendi aralarında dernek kurma
özgürlüğü yaşam kadar dokunulamaz nitelikte ve kutsaldır.
Dernekleri kısıtlamaya çalışan her devlet toplumsal
misyonuna ihanet etmektedir ve bu durumda öncelikle devleti
uyarmak ve daha sonra bütün barışçıl araçları kullanarak onu
yıkmak her vatandaşın görevidir.
126
JOHN PRINCE SMITH:
TİCARET ÖZGÜRLÜĞÜ ÜZERİNE, 1860 *
Zaman zaman tek başına ticaret özgürlüğünün ülkeler için
ekonomik olduğu kabul edilmektedir; ancak, ticaret
özgürlüğü bütün devletler tarafından aynı zamanda ilan
edildiğinde uygulamaya konulmalıdır. Bunun elde edilemez
bir şey olduğunu ise herkes kestirebilir. Yine de tek bir
darbede tam bir ticaret özgürlüğünü elde etmedeki
başarısızlık sağlanan özgürlükten mümkün olduğunca
faydalanmamak için geçerli bir sebep değildir. İnsanlar bir
şeyler satmak istediklerinde yurtdışı satışlar için tam
özgürlük henüz sağlanamamışsa, bu en azından isteyenin
yurtdışından bir şeyler satın alması özgürlüğünün inkar
edilmesi için bir sebep teşkil etmez. Tarifelerin ortadan
kaldırılması bizim sadece yabancı ülkelere değil kendimize
de sağladığımız bir ekonomik imtiyazdır.
Ticaret özgürlüğü, her devlet diğerlerinden imtiyaz talep
etmeyi azalttığı zaman uygulanabilir. Yalnızca tek taraflı bir
prosedür yoluyla umuma ait bir hale getirilebilir. Savaş
zamanlarında kendi ihtiyacını güvenli bir şekilde tedarik
edebilmek için her şeyi kendi ülkesinde üretmek zorunda
olduğunu birileri ileri sürebilir. Başka bir deyişle savaştaki en
büyük kötülüklerden olan pahalı tüketim ve ticaretteki
sapmaların sonucunda ortaya çıkan felaketler barış
zamanında da gönüllü olarak üstlenilmelidir. Bunun tam
aksine, savaş zamanında ortaya çıkacak olan pahalılıkla başa
çıkabilmek açısından gerekli olan araçlara sahip olabilmek
için barış zamanında mümkün olduğu kadar ucuz tedarik yolu
aranmalıdır. Dahası, ticaret özgürlüğünden kaynaklanan
*
E. K. Bramsted and K.J. Melhuish, Westerm Liberalism- A History in
Documents From Locke to Croce, London: Longman, 1978. [John Prince
Smith, Uber die weltpolitische Bedeutung der Handelsfreiheit, (Rede auf
dem dritten Kongress deutscher Volkswirthe zu Köln am 13 September,
1860), Leipzig:1860, pp.8-12]
127
çıkarların uluslararası açıdan birbirine sıkı sıkıya bağlı olması
savaşın önlenmesindeki en önemli vasıtalardan biridir. Her
yabancıyı iyi bir müşteri olarak görecek kadar ileri bir
seviyeye ulaşırsak ona ateş etme eğilimi o kadar az olacaktır.
Şimdi, centilmenler, ulusal antipatiyi ılımlı bir hale getirmek,
kör tutkuların tutsaklığının nedenlerini ortadan kaldırmak ve
ortak ekonomik çıkarlara sahip olduklarını milletlere
öğretmek ve böylece devletler arasındaki sefalet getiren
düşmanlığın şiddetini azaltmak bu ilkenin önemini iyi
kavrayan serbest ticaret taraftarlarının asıl niyeti ve amacıdır.
Barış ve birlik içinde, devletin anlaşmazlık yaratan ve
saldırganca ilkelerini dengeleyerek ve medeni milletlerle
işbirliğini hayata geçirerek ulusal ekonominin çıkarlarını
kuvvetlendirmeyi amaçlamaktadırlar. Komşu uluslar
arasındaki ilişkileri düzenli bir hale getirmeyi ve
güçlendirmeyi istemektedirler. Dahası, mümkün olduğu
ölçüde, her hangi bir kısıtlama olmaksızın gittikçe artan
silahlanma baskısından medeni dünyayı kurtarmak ve uzun
vadede savunulamaz bir hale gelecek olan ve şu an
dayanılamaz olan dünyadaki koşulların üstesinden gelmek
istemektedirler. Centilmenler, açıktır ki şu andaki devlet
işlerinde siyasi güçler amaçlarından çok ama çok
uzaklaşmışlardır. Güvenliği sağlamak bir yana karşılıklı
düşmanlıklar oluşturma yoluyla saldırıları kışkırtmaktadırlar.
Kendi kontrolleri altındaki ekonomik topluluğa gelişmesi için
vazgeçilmez nitelikte olan sükunu sağlamak yerine, onları
tesirsiz bırakan bir endişeye ekonomiyi teslim etmektedirler.
Asla büyümeyen bir çerçeveye sermaye ve işgücünü
çekmekte ve devletin gerçekte var olma amaçlarını, yani
barışçıl bir ortamın sağlanması ve ekonomik topluluğun
korunması için gerekli özgürlüğün sağlanması amaçlarını
mümkün kılsalar bile çok pahalı olan fedakarlıkları ekonomik
topluluktan talep etmektedirler.
Ticaret özgürlüğü vasıtasıyla barışçıl uluslararası ilişkileri
güçlendirmek, ihtiyaçlarımızı karşılamak için mallara daha
128
ucuz bir şekilde sahip olmak şeklindeki ekonomik kazançtan
daha önemlidir. Tek başına ekonomik reformların ötesinde
dünya çapındaki siyasi reformların yapılması, önde gelen
serbest ticaret taraftarlarının da gerçekleşmesi için çabaladığı
büyük amaçtır. Amacın büyüklüğü, nasıl elde edileceği ile
ilgili zorluklara rağmen onların cesaretini artırmaktadır. Bu
amaç yapılması zorunlu olan ilerleme ile bağlantılı
olduğundan ulaşılamaz bir nitelikte değildir. Onun
gerçekleşmesi çok fazla uzak olmayan bir zamanda meydana
gelecektir. Bunun kabul edilmesi her gün gittikçe artan bir
şiddetle yaygınlaşmaktadır. Büyük olan her şey gibi, yalnızca
derin bir inançla kökleşen sürekli çabaları gerektirmektedir.
Devletler arasındaki mevcut kötü ilişkiler ortamında bir
transformasyonun harekete geçirici olağanüstü kuvvetler
sayesinde mümkün olabileceğinin ve oldukça olağandışı bir
manivelaya devlet güçlerini başka bir kanala sevk etmek için
gereksinim duyulabileceğinin farkındayız. O halde istediğim
şey insanların oluşturduğu kurumları şekillendirecek bir
güçtür. Bu güç insanların görüşleridir. En kuvvetli kurumları
bile dönüştüren araç nedir? İnsanların görüşlerdeki genel
değişimdir. O halde, centilmenler, devletler vasıtasıyla
birbirlerinden ayrı olan uluslararasındaki durumla ilgili genel
görüşlerde bir değişikliğin olması için çalışalım. Dünya
ekonomik toplumu ile ilgili genel ve açık bir fikrin yayılması
ve her bireyin ekonomik refahı ve genel olarak medeniyet
daha kötüye gitmediği sürece dünya ekonomik topluluğunun
birliğinin devlet sınırları ile bölünmemesi için çalışalım.
Serbest ilişkilere dayanan bir sistem altında ekonomik
üretimde ulusların rekabet etmesinin her birine faydasının
olacağı ve doğası gereği bu mübadeleden doğan avantajın
asla tek yanlı olmayacağı ve hatta serbest ticaret yoluyla bir
ulusun diğerleri pahasına asla zenginleşemeyeceği ve elde
edilecek kazancın görece ekonomik açıdan daha zayıf olan,
yani sanayide daha az gelişmiş ulus için daha önemli olduğu
fikirlerini yayalım. Eğer biz bu fikirleri yayarsak, milliyetçi
nitelikteki karşıt duygulara karşı güçlü bir denge sağlayıcı
129
unsur kazanırız; şiddetli önyargılardan büyük bir kısmını yok
ederiz ve ulusları kendilerini farklı bir gözle görebilecekleri,
akıl gözü ile görebilecekleri bir noktaya getirmiş oluruz.
Böylece her bir devletin belirli çıkarları ile kıyaslandığında
ortak ekonomik çıkarları daha doğru bir şekilde
değerlendirme imkanı bulurlar.
Bu nedenle insanların ruhunu bizim ekonomik ilkelerimizin
seviyesine yükseltelim. Bu yükseklikte dünya daha güzel,
daha zengin ve daha barışçıl görünmektedir. Yükseltilmiş bir
pozisyondaki görüş gözleri temizler, ruhları arındırır.
130
HEINRICH VON TREITSCHKE:
SİYASAL ÖZGÜRLÜK VE SINIRLARI, 1861 #
Siyasal özgürlük, politik bir şekilde kısıtlanan özgürlüktür-bir
müddet önce hakir görülen bu mütalaa günümüzde politik
konularda hüküm verme kapasitesine sahip olan herkes
tarafından kabul edilmektedir. Özgürlük ismi bahanesinin
altında gizlenen bu vehimlerin tümünü merhametsiz bir
şekilde bu kötü tecrübeler nasıl da yok etti! Fransız Devrimi
boyunca
geçerliliğini
sürdüren
özgürlük
fikri
Montesquieu’nun fikirleri ve Rousseau’nun yarı-klasik
kavramlarının muğlak bir karışımıydı. Yasama erkinin
yürütme ve yargı erklerinden ayrılmasını sağlayarak ve her
vatandaşa ulusal parlamentonun üyelerini seçme yetkisini
eşitlik temelinde tanıyarak siyasal özgürlüğün inşasının
tamamlandığına inanıldı. Bu talepler yerine getirildikten
sonra başarılan şey neydi? Avrupa’nın şimdiye kadar tecrübe
ettiği en gaddar despotizm. Konvansiyon tarafından
oluşturulan dehşete bizim radikallerimiz tarafından uzun bir
zaman boyunca gösterilen aşırı sevgi, nihayetinde, keyfi
mülahazalar yoluyla suskunluğa dönüştü: Gücü her şeye
yeten bir devlet gücü benim ağzımı kapatacaksa, beni
inançlarımı inkar etmeye zorlayacaksa ve bu keyfiliklere
karşı geldiğimde beni giyotine gönderecekse, bu despotizmin
bir meclis tarafından mı yoksa bir prens tarafından mı
gerçekleştirildiğinin hiçbir önemi yoktur; biri de diğeri kadar
köleliktir. Birbirlerine eşit olan herkesin aslında kendilerine
itaat
ettikleri
şeklindeki
Rousseau’nun
aldatıcı
değerlendirmesi son derece aşikar bir değerlendirmedir:
Herkes kendisine değil çoğunluğun görüşüne itaat eder. Bu
#
E. K. Bramsted and K.J. Melhuish, Westerm Liberalism- A History in
Documents From Locke to Croce, London: Longman, 1978.
131
çoğunluğu vicdansız bir monark gibi zalimane bir şekilde
davranmaktan ne men edebilir?
132
ADOLPHE THIERS:
ELZEM ÖZGÜRLÜKLER ÜZERİNE, 1864 *
Centilmenler, benim için özgürlükle alakalı olarak olmazsa
olmaz şartları oluşturan beş koşul vardır. Bunların ilki
vatandaşların güvenliğini sağlama koşuludur. Vatandaşlar
kendi evlerinde asayiş içinde yaşayabilmeli ve her hangi bir
keyfi harekete maruz kalmadan tüm devletlere seyahat
edebilmelidirler. İnsanlar neden bir toplum içinde bir araya
gelirler? Kendi güvenliklerini sağlamak için. Ancak, bir
yandan bireysel şiddetten korunurlarken, diğer yandan
kendilerini korumak için oluşturulan gücün keyfi eylemlerine
tabi olurlarsa bu amaçlarını unutacaklardır. Vatandaşların
bireysel şiddete ve iktidardakilerin bütün keyfi eylemlerine
karşı garantilere sahip olmaları zorunludur. Bu nedenle
bireysel özgürlük diye adlandırılan şey hakkında daha fazla
bir şey söylemeyeceğim; inkar edilemez ve olmazsa olmaz
olarak nitelenmeye hak kazandığından, iyi bir şeydir.
Ancak, vatandaşlar bu güvenliği elde ettiklerinde bile bu tek
başına yeterli değildir. Sessiz bir tembellik uykusuna
dalındığında, bu emniyet uzun bir süre sürdürülemez.
Vatandaşlar kamusal faaliyetleri gözetlemek zorundadır.
Böyle yapmak için onların hakkında mütalaa etmek
zorundadır ama böyle yapması halinde tek bir görüşe
varacağı için bunu tek başına yapmamalıdır. Onun yoldaşı
olan vatandaşlar da onların hakkında görüş belirtmelidirler.
Bir araya gelerek fikir alışverişinde bulunmalı ve kamu oyu
denilen ortak fikre varmalıdırlar. Bu ise yalnızca basın
yoluyla mümkündür. Dolayısıyla basının özgür olması
gereklidir; ancak, özgürlükten kastettiğim şey dokunulmazlık
değildir. Vatandaşların, ancak kanunlara göre yürütülen
*
E. K. Bramstad and K.J. Melhuish, Western Liberalism- A History in
Documents From Locke to Croce, London:Longman, 1978. (Discours
prononces par M. Thiers dans la Session 1863-64, paris 1864, pp. 41-5.)
133
davaların kışkırtılmaması koşuluyla bireysel özgürlüğe sahip
olabileceği gibi basın özgürlüğü de gazetecilerin
vatandaşların onurunu kırmaması ve ülke barışını bozmaması
koşulları altında var olabilir.
Bu nedenlerle benim için ikinci olmazsa olmaz özgürlük
kamu oyunu oluşturan düşünce özgürlüğüdür. Ancak, bu
görüş ortaya çıktığında boş bir gürültü değil bir sonuç
üretmelidir. Devletin merkezinde bulunan kişiler fikirlerini
ifade etmek için seçilmelidirler. Bu ise seçim özgürlüğünü
gerektirir. Seçim özgürlüğü ile ne kanunlardan sorumlu olan
devletin bir rol oynamayacağını ne de vatandaşlardan
meydana gelen devletin bir görüşe sahip olmayacağını
kastetmiyorum. Ben basit bir şekilde seçimle gelen ve kendi
iradesini seçimlerde empoze eden bir diktatör olmamasını
kastediyorum. Bu, benim “seçim özgürlüğü” dediğim şeydir.
Evet, centilmenler, hepsi bu kadar değil. Seçilen bu adamlar
kamu oyunun temsilcileri olarak buraya geldikleri zaman -–
öyle değil mi, centilmenler, söylemek istediğim şeylerin
sonuçlarını iyi değerlendirin- zamanla iktidarın tüm eylemleri
üzerinde gerçek bir kontrol uygulamaya çalışacaklardır. Bu
kontrolün oluşmamasında geç kalınırsa telafi edilemez
hatalar ortaya çıkacaktır. Daha sonra tartışacağım ulusal
temsil
özgürlüğü
olmazsa
olmaz
özgürlüklerin
dördüncüsüdür.
Son olarak, geriye beşinci özgürlük kalmaktadır –en önemli
olduğunu söylemiyorum, hepsi eşit öneme sahiptir; ancak, bu
sonuncusu şu amaca sahiptir: burada hükümetin eylemlerine
yol gösteren çoğunluk olarak gösterilen kamu oyunu garanti
altına almak.
Centilmenler, bu özgürlüğü; dört başı mamur bir özgürlüğü
elde etmek için insanoğlu iki aracı tasarlamıştır: cumhuriyet
ve monarşi. Cumhuriyette metod oldukça basittir. Devletin
başı her 4, 6, ya da 8 yılda bir anayasadaki hükme göre
değişir.
134
Şimdi, monarşinin destekçileri bile cumhuriyet idaresi
altındaki kadar hür olmayı istemektedirler. Ve onların
düşündükleri sistem nedir? Devletin başına kamu oyu baskısı
yapmak yerine, onun egemenliği yerine, otoritesinin öğelerini
tartışmaya açmak için bu öğeler üzerine baskı
yapmaktadırlar. Bu çerçevede egemenlik değişmemektedir ve
iktidarın devamlılığı sağlanmaktadır; ancak, başka şeyler
değişmektedir; yani politikalar. Bu nedenle yukarıdaki
tartışmaların dışında kalan ve kendi fikir ve görüşlerine göre
ülkeyi idare eden bir monarkın idaresi altında güzel olaylar
başarılabilir.
Bunlar benim gerekli, olmazsa olmaz ve inkar edilemez
olarak kabul ettiğim beş özgürlük koşuludur. Bu koşullardan
hangisine biz şimdi sahibiz? Ve hangisinin elde edilmesi hala
gereklidir? Hangisine sahip olabiliriz? Anayasamızı altüst
etmeden hangisine sahip olabiliriz? Tekrar söylüyorum,
bunların hepsine.
135
JOHN STUART MILL:
KADINLARIN TAHAKKÜM ALTINDA OLMASI
ÜZERİNE, 1865 #
Kadınların tam eşitliği ile ilgili diğer bir noktada, yani daha
önce güçlü cinsin tekelinde olan tüm fonksiyon ve işlere
kadınların da kabul edilmesi konusunda ve aile içinde
kadınların eşit olduğu konusunda benimle aynı fikirde olan
her hangi bir kişiyi ikna etmede hiçbir güçlükle
karşılaşacağımızı sanmıyorum.
Üst düzey görevlere uygun adam bolluğu mu var da toplum
her hangi bir yetenekli kişinin hizmetini reddedebiliyor?
Sosyal açıdan önemi büyük olan her hangi bir boş iş ya da
görev için her zaman elimizin altında bir adam
bulabileceğimizden bu kadar çok emin miyiz ki, üstün olsalar
bile, tam onların yeteneklerinden yararlanabilecek iken onları
reddedebiliyoruz ve insanoğlunun yarısını yasakladığımız
halde hiçbir kaybımız olmuyor? Madem ki biz onlar olmadan
yapabiliyoruz, onların hakettikleri mevki ve itibardan adil bir
pay almalarını istemememiz ya da riskini alarak ve kendi
tercihlerine uygun olarak tüm insanlar için eşit ahlaki bir hak
olan kendi işlerini seçmelerini (diğerlerine çok az zarar verir)
engellememiz adalete uygun mudur? Onlara hasredilen
adaletsizliktir: bu adaletsizlik onların sundukları hizmetlerden
faydalanmak için onların bulunması gereken pozisyonlarda
bulunanların pay sahibi oldukları bir adaletsizliktir.
Herhangi bir kişinin bir fizikçi, bir avukat ya da bir
parlamento üyesi olamayacağını belirlemek yalnızca onlara
zarar vermekle kalmaz; bunun yanı sıra, fizikçileri ve
avukatları istihdam edene de, parlamento üyelerini seçene de
ve daha dar bir bireysel tercihe zorlananlar kadar rakiplerin
#
Michael Palumbo (Ed.), Human Rights: Meaning and History, Malabar,
FL: Robert E. Krieger Publ. Co., 1982. (John Stuart Mill, The Subjection
of Women, London:1870, pp.91, 94-95)
136
tazyiki ile girilen daha fazla rekabetin uyarıcı etkisinden
mahrum kalanlara da zarar verir.
137
ROGER WILLIAMS:
DİN ÖZGÜRLÜĞÜ, 1867 *
Yahudi olsun veya olmasın her hangi bir insana ister dini
inançları isterse ibadetleri nedeniyle zarar vermenin, dinsel
inançları nedeniyle zulmetmek olduğunu ve bu kişinin (inancı
ve dinsel pratiği doğru ya da yanlış olsun) vicdanına yapılan
baskıdan muzdarip olduğunu kabul ediyorum.
İç barışın ihlal edilmesi yanlış ve ilkel uygulamalara
başvurulduğunda ortaya çıkabilir; ancak, öfke, kan, kırbaç,
askı, hapis ve ölüm gibi silahlarla bu tip inanç ve
uygulamaları yok etmek, engellemek ve bastırmak en saçma
ve en yanlış yoldur. İnsanlar, ancak ruhların en kudretlisi olan
Tanrı’nın gücünün başarabileceği, temiz olmayan ruhların
arındırılmasına ve kendi kilisesinin itikadlerine karşı gelen
kimselerin bu tutumlarından geri dönmelerine ikna edilmeye
çalışılmaktadır.
Bundan dolayı kasaba kargaşa içindedir ve ülke, kılıç ve
silahla Tanrı ile dalga geçme ve boş inançların yarattığı sis
bulutunu dağıtmak konularında alarm vermektedir. Halbuki
bu konudaki tek ışık, insanların ruhlarında ve vicdanlarındaki
bu tip sis ve karanlıkları ortadan kaldıracak doğruluk ve
adaletin parıldayan ışığıdır.
*
Michael Palumbo (Ed.), Human Rights: Meaning and History, Malabar,
FL: Robert E. Krieger Publ. Co., 1982. (Roger Williams, The Bloody
Tenets of Persecution, Providence, R. I. 1867, pp. 38-39.)
138
LEON GAMBETTA:
DEMOKRASİ VE ÖZGÜRLÜK ÜZERİNE
(BELLEVILLE MANİFESTOSU), 1869 #
Halkın egemenliğinden başka her hangi bir egemenliğin
olmadığını düşünüyorum; ancak, bu egemenlik radikal bir
biçimde özgür olmazsa, halk ve bu egemenliğin aracı olan
genel oy kullanma hakkı hiçbir değer ifade etmez ve hiçbir
yükümlülük taşımaz. Bu nedenle en acil reform genel oy
kullanma hakkını her türlü vesayetten, baskıdan,
boyunduruktan ve yozlaşmadan özgür kılmaktır. Bence genel
oy kullanma hakkı, bir kere efendiyi belirledikten sonra,
programınızda talep ettiğiniz her şeyi yerine getirmeye, bütün
özgürlükleri ve kurmayı düşündüğümüz bütün kurumları
oluşturmaya yeterli olabilir. Sizlerle aynı biçimde ben de
demokrasinin beşiği olan Fransa’nın özgürlüğü, barışı,
düzeni, adaleti, maddi refahı ve moral üstünlüğü, yalnızca
Fransız Devrimi ilkelerinin muzafferiyeti ile öğrendiğini
sanıyorum. Meşru ve vefalı bir demokrasinin en çok sayıda
kişinin ahlaki ve maddi özgürlüğünü en kısa sürede ve kesin
bir biçimde sağlamayı başaran ve kanun önünde, uygulamada
ve geleneklerde sosyal eşitliği en iyi bir şekilde
gerçekleştiren en faziletli siyasi sistem olduğu konusunda
sizinle aynı fikirdeyim.
Ancak, sizin gibi ben de, bu reformlarda gittikçe artan bir
ilerlemenin mutlak bir şekilde siyasi rejim ve siyasi
reformlara bağlı olduğunu ve bu konularda şekli yapının esas
yapıyı içerdiğini ve belirlediğini farz ediyorum. Üstelik,
atalarımızın işaret ettiği ve belirlediği ve onun ötesinde güven
ve emniyetin söz konusu olmadığı engin ve kapsamlı slogan
olan ‘eşitlik, özgürlük, kardeşlik’ ile belirlenen öncelik hakkı
#
J. Salwyn Schapiro, Liberalism-Its Meaning and History, London:1958.
[Thomas C. Mendenhall and Others (eds.), The Quest for a Principle of
Authority in Europe, 1715-Present (New York, 1948), p.360.]
139
ve sırası da budur. Bu nedenle karşılıklı olarak bir anlaşma
içindeyiz. Size söz veriyorum: egemen halka sadık
kalacağıma ve bu sözleşmeye uyacağıma yemin ediyorum.
140
LORD ACTON:
ÇOĞUNLUĞUN İRADESİ ÜZERİNE, 1870 *
Demokrasi, en az monarşi ve aristokrasi kadar, kendi
varlığını sürdürmek için her şeyi feda etme, kralların ve
asillerin ulaşamayacağı bir enerji ve akılcı davranışla
çalışma, temsilin aşırı kullanılması, mukavemet gösteren tüm
güçlerin def edilebilmesi ve halk oylaması ve referandum
yoluyla çoğunluğun iradesini hakim kılma gibi konularda
aşikar ve bilinen bazı güçlüklerle karşı karşıyadır. Hiç
kimsenin halkın üzerinde güce sahip olamayacağı şeklindeki
demokratik
ilke
hiç
kimsenin
onun
gücünü
engelleyemeyeceği ya da onun gücünden yakasını
kurtaramayacağı şeklinde anlaşılmaktadır. Halkın istemediği
şeyleri yapmaya zorlanamayacağı şeklindeki demokratik ilke
onun beğenmediği şeylerin hoşgörüyü gerektirmediği
şeklinde anlaşılmaktadır. Herkesin mümkün olduğu kadar
payandalardan kurtulmuş özgür bireyler olması şeklindeki
demokratik ilke, bir araya gelmiş insanların özgür iradesini
hiçbir şeyin zincirleyemeyeceği şeklinde anlaşılmaktadır.
Dini hoşgörü, yargı bağımsızlığı, merkezileşmeden korkma,
kamu müdahalesinden korkma gibi öğeler, devletin merkezi
güçlerin eline geçtiği zaman, birer garanti olmak yerine
özgürlüğün önünde engel teşkil etmektedirler. Demokrasi,
yukarıdaki otorite olmaksızın, yalnızca üstün olma iddiasında
değildir; mutlaktır da ve aşağıdaki özgürlükler olmaksızın,
bir vasi olmak yerine, kendi kendisinin efendisi olmak
iddiasındadır. Dünyadaki eski egemenler, dalkavuk ve hilekar
olan; ancak, kendilerine karşı direnmenin mümkün olmadığı
ve hem Sezar’a hem de Tanrı’ya ait olan şeylerin kendilerine
*
E. K. Bramsted and K.J. Melhuish, Westerm Liberalism- A History in
Documents From Locke to Croce, London: Longman, 1978. [John
Emerich Edward Dalberg-Acton (Lord Acton), Sir Erskine May’s
Democracy in Europe: in Essays on Freedom and Power, ed. Gertrude
Himmelfarb. Glencoe, III, 1949, pp.159-63.]
141
verildiği yeni egemenlerle yer değiştirdiler. Başa çıkılacak
düşman artık devletin kendisi değildir; bunun aksine,
yönetilenlerin özgürlüğüdür.
Sosyal düzenin ve sivil özgürlüklerin eski kavramlarının halk
kitlelerine artık eski yararları dokunmaz. Servetler, halkın
isteklerine gem vurulmadan artmaktadır. Bilginin artması ise
onları acınılacak bir cahillik içerisinde bırakıyor. Din
yaygınlaşmaktadır;
ancak,
onlara
ulaşamamaktadır.
Kanunları yalnızca üst sınıflarca yapılan toplum, fakirler için
en iyi şeyin hiç doğmamak olduğunu, bundan sonraki en iyi
ikinci şeyin ise çocukken ölmek olduğunu ya da yoksulluk,
suç ve acı içinde yaşamak olduğunu ilan etmektedir.
Zenginler servet birikimlerini artırmak için ne kadar uzun
süre egemenliklerini kullanırlarsa, o ölçüde fakirlerin iktidara
gelişini servetin dağıtılması için çevrilen entrikalar takip
eder. Geçmiş dönemlerde eğitim, sağlık, tasarruf ve işçilerin
korunması konularında çok az şeyin yapılmasında ve
günümüzde bu konularda daha fazla şeyin başarılabilmiş
olmasında büyük bir değişimin gerekliliği ve demokrasinin
boş şeylerle uğraşmayacağı fikri rol oynamaktadır. Kitleler
için özgürlük mutluluk değildir ve kurumlar amaç değil birer
araçtırlar. Onların aradığı şey, rakip çıkarların ortaya
koyduğu engelleri ve olumsuzlukları silip süpürmeye ve daha
iyi koşulları oluşturmaya yetecek bir güçtür. Onlar, bundan
önce büyük devletleri oluşturan, dinleri koruyan ve ulusların
bağımsızlığını savunan güçlü elin, yaşamlarını sürdürmede ve
insanların yaşamlarını sürdürmeye gerek duyacakları bazı
şeylere doğuştan sahip olmalarını sağlamada yardımcı
olmasını kastetmektedirler. Bu modern demokrasinin kötü
şöhretli tehlikesidir. Aynı zamanda, amacı ve kuvvetli
yönüdür. Bu tehdit edici güce karşı diğer despotları yıkıp
geçen silahlardan yararlanılamamaktadır. Mutluluk ilkesi
bunu doğrulamaktadır. Eşitlik ilkesi, iktidara uygulandığı
kadar kolay bir şekilde mülkiyete uygulanamamasının yanı
sıra ortak iradenin bağımsızlığına ve genel hukuk
kurallarından muaf olan kişilerin veya grupların varlığına da
142
karşıdır ve otoritenin sözleşmeye bağlı olması ilkesi krala
karşı iyi olanları desteklerken, sözleşme iki tarafı
içerdiğinden, egemen halka karşı iyi olanları desteklemez.
Demokrasinin yaygınlık arzeden kötü yönlerinden birisi
çoğunluğun tiranlığıdır ya da daima çoğunluğun değil, güç
veya hile ile seçimlerde başarı gösteren partinin tiranlığıdır.
Bunu engellemek tehlikeye meydan vermemektir. Temsil
sistemi tehlikeyi devam ettirir. Eşit olmayan seçmenlerin
çoğunluğa güvence sağlamaya güçleri yoktur. Eşit olan
seçmenler ise azınlıklara hiçbir şey sağlamazlar. Otuz beş yıl
önce çarenin nispi temsil olduğuna işaret edildi. Diğer
koşullarda devlette hiçbir söz hakkı olmayacak kitlelerin
etkisini artırdığı için son derece demokratiktir ve hiçbir oyun
israf olmamasını ve her seçmenin kendi fikrinden bir üyenin
parlamentoya girmesine katkıda bulunmasını başararak
adalete yakın bir durum oluşturur.
Demokrasi üzerindeki tüm kontroller içinde federalizm en
etkili ve en sevimli olanıdır; ancak, bürokratik cumhuriyetle,
feodalizmle ve kölelikle birlikte anıldığında kötü bir şöhrete
sahip olmakta ve merkezileşmeye yol açmaktadır. Federal
sistem, kuvvetleri ayırarak ve hükümete yalnızca belirlenmiş
bazı hakları vererek, egemen gücü sınırlamakta ve
engellemektedir. Yalnızca çoğunluğun değil tüm halkın
gücünü denetim altına almanın tek metodudur ve her gerçek
demokraside özgürlüğün asıl teminatı olarak kurulan ikinci
bir meclis için de güçlü bir temel oluşturur.
143
LORD ACTON:
ÖZGÜRLÜK ÜZERİNE, 1877 #
Özgürlük, dinle birlikte iyi bir tarzda hareket etmenin
motiflerinden ve suçun yaygın bahanelerinden biri olmuştur
ve 2460 yıl önce Atina’da atılan özgürlük tohumlarının
olgunlaşmış
ürünleri
bizim
neslimiz
tarafından
toplanmaktadır. Olgun bir medeniyetin nefis bir meyvesidir
ve ulusların özgürlük kavramının anlamını öğrenmelerinden
beri sadece bir yüzyıl geçmiştir. Her çağda özgürlük
konusundaki ilerlemeler doğal düşmanları ile, batıl inanç ve
cahillikle, fethetme hevesi ve rahatlığa düşkünlükle, güçlü
insanların güce duydukları özlemle ve fakir insanların
yiyeceğe duydukları şiddetli arzu ile kuşatılmakta ve
yavaşlatılmaktadır. Uzun fasılalar boyunca, uluslar
barbarlıktan
ve
yabancıların
boyunduruğundan
kurtarıldıklarında tamamen kesintiye uğramış ve var olmak
için yapılan aralıksız mücadeleler, insanları politik anlayıştan
ve çıkarlarından mahrum bırakarak, onları tatsız bir çorba
için doğuştan gelen haklarını satmaları ve vazgeçtikleri
hazine konusunda cahil olmaya aşırı istekli bir hale
getirmektedir. Bütün zamanlarda özgürlüğün hakiki
sevdalıları nadirdir ve zaferlerini kendilerininkinden daha
farklı hedeflere sahip olan yandaşları ile birlikte örgütlü hale
gelerek ayakta kalan azınlıklara borçludur. Her zaman son
derece tehlikeli olan bu örgütlenmeler muhaliflere doğru bir
muhalefet temeli sağlayarak ve başarı sırasındaki bozulmalar
konusunda iyi niyetli ihtilaflara yol açarak zaman zaman
felaket getiren bir niteliğe de sahip olmaktadırlar. Hiçbir
engel süreklilik taşımaz ya da hiçbir engel gerçek özgürlüğün
#
E. K. Bramsted and K.J. Melhuish, Westerm Liberalism- A History in
Documents From Locke to Croce, London: Longman, 1978. [John
Emerich Edward Dalberg-Acton (Lord Acton), The history of Freedom in
Antiquity. An Adress delivered to the members of the Bridgnorth
Institute, 26 February 1877, Bridgnorth 1877]
144
doğasına tesir eden bozulma ve belirsizlik gibi başa çıkılamaz
nitelikte değildir. Eğer düşmanca çıkarlar çok fazla zarara yol
açarsa yanlış fikirler daha fazlasına yol açabilir ve onun
ilerlemesi kanunlardaki iyileşmeler kadar bilgideki
artışlardan kaynaklanır. Kurumların tarihi, sıklıkla, yanılgı ve
hatalar tarihidir. Kurumların gücü üretilen fikirlere, onları
muhafaza eden ruha dayalıdır ve öz kaybolduğunda şekil hala
değişmeden kalabilmektedir.
Özgürlük ile yetkililerin, çoğunluğun, geleneğin ve görüşlerin
etkisine karşı her insanın görevi olduğuna inandığı şeyi
yaparken korunması gerektiği konusundaki inanç ve cesareti
kastediyorum. Devlet iyi ile kötü arasında bir çizgi çekmek
ve vazifeleri tahsis etmek konusunda yetkilidir. Refahı için
gerekli olan şeylerin ötesinde din, eğitim ve gelir ve servetin
dağılımı ile ilgili faydalı etkileri teşvik ederek yaşam
savaşına yalnızca dolaylı yoldan bir katkı sağlayabilir. Eski
zamanlarda devlet kendisine ait olan yetkilerin dışındakileri
de ele geçirmekte ve şahsi özgürlük alanına da müdahale
etmekteydi. Orta çağda çok az yetkiye sahip oldu ve
başkalarının kendi alanına müdahale etmesinden mustarip
oldu. Modern devletler alışıldığı üzere her iki aşırı uca da
girmektedirler. Bizim bir ülkenin gerçekten özgür olup
olmadığını değerlendirirken kullandığımız en güvenilir test
azınlıkların yararlandığı güvenlik miktarıdır.
Günümüzde özgürlük ve iyi devletler birbirlerine engel teşkil
etmemektedirler. Neden bir arada olduklarına dair mükemmel
nedenler söz konusudur; ancak, muhakkak birlikte yer
almaları da gerekmez. Özgürlük üstün bir politik amaç için
bir vasıta değildir. Onun kendisi zaten en üstün politik
amaçtır. İyi bir kamu yönetimi için değil, özel yaşamın ve
sivil toplumun en üst düzeydeki hedeflerine ulaşmak için bir
güvencedir. Devlette özgürlüğün artması bazen aleladeliği
artırabilir ve tarafgirliğe hayatiyet kazandırabilir. Hatta
faydalı yasaları geciktirebilir, savaş yeteneğini azaltabilir ve
imparatorluğun sınırlarını daraltabilir. Maharetli bir
145
despotizm altındaki İngiltere ve İrlanda’da bir çok şey daha
kötüye gittiyse de diğer bir kısım işlerin daha iyi bir şekilde
yürütüldüğü ve Pompey ve Marius’un zamanında Senatoya
göre Augustus ve Antoninus’un idaresinde Roma Devletinin
daha parlak olduğu akla yakın bulunabilir. Asil bir ruh,
ülkesinin güçlü ve müreffeh, ancak baskıcı olmasındansa
fakir ve zayıf, ancak özgür olmasını tercih eder. Asya ve
Avrupa’nın yarısını gölgeleyen görkemli otokrasilerin bir
tebaası olmaktansa, dar sınırların ötesinde bir etkiye muhatap
olmaksızın Alplerdeki mütevazı bir ülkenin bir vatandaşı
olmak daha iyidir. Diğer taraftan özgürlüğün insanların
yaşamaları için gerekli olan bütün şeylerin bir ikamesi ya da
toplamı olmadığı da ileri sürülebilir. Realitede özgürlük
sınırlara tabidir ve bu sınırlar değişkenlik göstermektedir.
İleri medeniyetler, devletlere bir yandan vatandaşlarına daha
fazla yük ve sınırlamalar getirme, ancak diğer yandan onların
hak ve görevlerini artırma yetkisi vermektedirler. Yüksek
düzeyde eğitimli ve maharetli bir topluluk kısa vadede
tahammül edilemez nitelikte olan zorunlu yükümlülüklerden
fayda temin edebilir. Liberal gelişme muğlak ve zamanı
belirsiz değildir; ancak, halkın her hangi bir kısıtlamaya tabi
olmadığı ve ortaya çıkacak avantajlardan yararlandığı bir
noktaya ulaşılmasını amaçlar. Özgür bir ülke dinin
ilerlemesinde, kötülüklerin önlenmesinde ya da acıların
dindirilmesinde bireysel haklardan taviz vererek acil
durumlarla karşı karşıya kalmaktan çekinmeyen, belirli
ölçüde güçler birliği ilkesine dayanan ve ali siyasi amaçların
üstün moral değerleri bir kenara itebildiği ülkelere göre daha
az muktedir olabilir. Benim argümanım bu tip görüşlerle
ihtilaf halinde değildir. Biz özgürlüğün etkileri ile değil
neticeleri ile ilgileniyoruz. Ya kuvvetlerin ayrılığı yoluyla ya
da bütün hükümetleri aşan bir otoriteyi gündeme getirerek
keyfi hükümetleri kontrol altına alan etkenleri araştırıyoruz.
Bu etkenler arasında büyük Grek filozoflarının hesaba
katılacak bir iddiaları yoktur. Despotik idareye tabi olmaktan
insanları kurtaranlar Stoistlerdir ve onların parlak ve üstün
146
görüşleri kadim devletleri Hıristiyan devletlerden ayıran
darboğaza köprü kurdu ve özgürlüğe giden yolu açtı. Hiçbir
ülkenin kanunları adil ya da ferasetli olmadığını ve halkın
genel iradesinin ve ulusların hataya düşme eğiliminin fazla
olduğunu görerek Stoistler bu dar engellerin ve toplumu ve
insanların yaşamını düzenleyen prensiplere getirilen önemsiz
müeyyidelerin ötesini araştırdılar. İnsanların iradesinin
üstünde bir iradenin olduğunu ve Solon ve Lycurgus’un
kanunlarından daha etkili olan kanunların olduğunu açığa
çıkardılar. İyi bir devlet için tespit ettikleri ölçü kaynağını en
üstün yasa koyucudan alan prensiplerle uyum içinde
olmasıdır. Bizim itaat etmek zorunda olduğumuz, bütün sivil
otoritelerin etkisini azaltmakla ve bütün dünyevi çıkarlardan
fedakarlık etmekle yükümlü olduğumuz şey Tanrı’nın bütün
uluslar, dünya ve cennet üzerindeki hükümranlığı ve
doğasından kaynaklanan ve Tanrı’nın kendisi kadar ebedi ve
mükemmel olan değişmez kanunlarıdır.
147
LYSANDER SPOONER:
GROVER CLEVELAND’A MEKTUP#, 1885 *
Beyefendi, sizin açılış konuşmanız muhtemelen son elli yıl
içindeki ya da devletin kurulmasından beri her hangi bir
başkanın nutku kadar dürüst, makul ve tutarlıdır. Bu nedenle
nutkun yanlış, saçma, kendisiyle çelişen ve gülünç olsaydı,
bence, bu seleflerinden şahsen daha az dürüst, makul ya da
tutarlı olduğundan kaynaklanmayacaktı; tam tersine, bu
durum senin tanımına göre ve neredeyse yüz yılı bulan bir
yönetim tecrübesi dikkate alındığında tamamen ve aşikar bir
şekilde hatalı, ve suçlu olan devletin kendisinden
kaynaklanacaktı. Dolayısıyla ona atfettiğin övgülerde yanlış,
saçma ve gülünç olacaktır.
Bu nedenle, onu “bütün insanlara eşitlik ve tam adalet
sağlamayı taahhüt eden bir devlet” olarak tanımlamaktasın.
Bunun ne anlama geldiğini düşünmeyi bir kenara mı
bıraktın? Tabii ki öyle yapmadın. Söylevinin geriye kalanının
neredeyse tamamı onunla doğrudan çelişmektedir.
O halde adaletin değişmez ve doğal bir ilke olduğunu ve her
hangi bir insanın yapacağı, yapamayacağı ya da
değiştirebileceği bir şey olmadığını sana hatırlatmak isterim.
Bunun yanı sıra bilimin konusudur ve matematik ya da diğer
her hangi bir bilim gibi öğrenilmesi gereklidir. Otoritesini,
kendilerine ister devlet desinler isterse başka herhangi bir
#
Libertarian filozofların önde gelenlerinden biri olan Lysander Spooner,
1887 yılında ölümünden kısa bir süre önce ABD Başkanı Grover
Cleveland’a oldukça sert üslupla bir mektup yazarak ABD anayasa ve
hukuk sistemini eleştirdi. Spooner, devleti, insan haklarını ihlal eden bir
kurum olarak ele almakta ve yazılarında devlet iktidarına ve tekeline karşı
çıkmaktadır.
*
Henry J. Silverman, American Radical Thought- The Libertarian
Tradition-, Lexington, MA: D. C. Heath and Co., 1970. S.109-111.
148
şey, insanların bir araya geldiği her hangi bir grubun
emirlerinden, iradesinden ya da takdir yetkisinden almaz.
Bütün zamanlarda ve her yerde en üstün kanundur. Her yerde
ve üstün kanun olması nedeniyle ister istemez her yerde
olmalıdır ve her zaman tek kanun olmalıdır.
Kendilerini bu şekilde adlandıran meclis üyeleri ona ne hiçbir
katkıda bulunurlar ne de ondan her hangi bir şeyi çekip
alabilirler. Bu nedenle onların adlandırdığı şekliyle
çıkardıkları tüm kanunlar yani kendilerinin yaptıkları
kanunlar, hiçbir otorite ve yükümlülük özelliği
taşımayacaklardır. Onları kanun olarak adlandırmak yanlıştır,
zira onlarda insanların yapması gereken vazife ve haklarla
ilgili ya da vazife ve hakları konusunda onları aydınlatma ile
ilgili her hangi bir şey bulunmaz. Sonuçta onlarda
bağlayıcılık taşıyan ya da zorunluluk gerektiren bir şey
yoktur. Ve hiç kimse onları ayakları altına almaksızın onların
en küçük bir uyarısında bile kendisini mecbur hissetmez.
Eğer insanlara adaletli olmaları emredilirse insanların adaleti
yerine getirme yükümlülüklerine ya da her hangi bir kişinin
adaleti uygulama hakkına hiçbir şey ilave edemezler. Bu
nedenle onlar sadece aylak boş bir rüzgar gibidirler... Eğer
her hangi bir kişiye adil olmaması yönünde emir verirlerse
veya buna yetkilendirirlerse tam anlamıyla bir suç işlerler.
Adaletin ondan yapmasını talep etmediği her hangi bir şeyi
bir kişiye emrederlerse onlar bayağı ve adi birer gasıp ve
zalimdirler. Adaletin yapmasına izin verdiği her hangi bir
şeyi bir kişinin yapmasını yasaklarlarsa o kişinin doğal ve
hak sahibi olduğu özgürlüğe saldıran birer mücrimdirler. Bu
nedenle otorite ve yükümlülük benzeri her şeyden tamamen
yoksundurlar. Bunların hepsi, ister istemez, ya tiranların,
hırsızların ve katillerin arsız bir şekilde, hile ile ve suç
işleyerek zorla el koydukları şeylerdir ya da ne yaptıklarının
farkında olmayan veya bilmeyen cahil ya da düşüncesiz
insanların anlamsız işleridir.
149
Adalet ya da doğal hukuk ilmi, her bir insanın, insanların
tümüne ya da her hangi birine karşı doğal, tabii ve
devralınamaz bireysel haklarının ne olduğunu ve ne
olmadığını bize söyleyen tek ilimdir. Her hangi bir insana ya
da insanların tümüne, diğer insanların uygun gördükleri tüm
kanunlara ya da kanunlardan her hangi birine itaat etmeleri
için insanları zorlayabileceklerini söylemek; onun kendisine
ait hiçbir hakkının olmadığını; tam tersine, onların bendesi,
kölesi ve malı olduğunu söylemektir.
Burada gösterilen gerekçeler nedeniyle adaletin ya da doğal
kanunların idamesi hiçbir zorlayıcı gücün ya da devlet sıfatını
taşıyan her hangi bir şeyin var olma hakkının olmadığı bir
durumda söz konusu olabilir.
Meclis üyelerinin, fertlerin haklarını tespit eden, kararlaştıran
veya her hangi bir şekilde fertler üzerinde otoriter ya da
zorlayıcı nitelikteki her hangi bir kanunu yapabileceklerini
veya icad edebileceklerini söylemek ya da fertlerin
matematik, kimya psikoloji veya diğer sosyal bilimlere
eylemlerini uydurmaları yerine bu eylemlerini kanunlara
uygun bir hale getirmek için fertlerin itaat etmeye
zorlanabileceğini söylemek; gerçekte yanlış, saçma ve
gülünçtür.
Meclis üyeleri çıkaracakları kanunlar ile yerçekimi
kanununu, ışık, ısı ve elektrik ile ilgili doğal kanunları ve
madde ve mana ile ilgili diğer tüm doğal kanunları
yürürlükten kaldırma hakkına sahip olduklarını iddia
edebilirler. Adaletle ilgili doğal kanunun yerine başka kanun
ikame etme hakkına sahip olduklarını iddia ettikleri gibi
doğal kanunların yerine kendi yaptıkları kanunları
geçirebilirler, onlara uyulmasını zorunlu kılabilirler ve bu tip
kanunlara itaat etmeye herkesi zorlayabilirler.
Kanun yapıcı denilen meclis üyeleri kendilerinin yaptığı her
hangi bir kanunla “her kese eşit ve tam adaleti” nasıl
sağlayacaklarını tahayyül edelim. Eğer onların kanunları
150
adaletin dışında hiçbir şeyi emretmiyorsa ve adaletsizliğin
dışında hiçbir şeyi yasaklamıyorsa onların kendileri adil
değildir ve kabahatlidir. Eğer onlar sadece adaleti emrediyor
ve adaletsizliği yasaklıyorlarsa adaletin doğal otoritesine ve
insanların adalete itaat etmesi yükümlülüğüne hiçbir şey
eklememektedirler. Bu nedenle, emirlerinin hiçbir otoriteye
sahip olmadığını iddia etmek sadece basit bir küstahlık ve
tamamen bir yüzsüzlüktür. Emirlerinin adaletin ne olup ne
olmadığını insanlara öğretmek için gerekli olduğunu
varsaymak da büyük bir küstahlıktır. Adalet ilmi diğer
insanların kendi kendilerine öğrenebilecekleri kadar açık bir
ilimdir ve genelde son derece basittir ve öğrenmesi kolaydır
ve onun öğrenilmesi için her hangi bir kişinin ve grubun onu
öğretmesine, bildirmesine ve emretmesine ihtiyaç yoktur.
Bu nedenlerle son doksan sekiz yıl içinde kırk sekiz farklı
meclis tarafından çıkarılmaya cüret edilen her kanun meşru
otoriteden tamamen yoksundurlar. Başka bir deyişle, bu
kanunların tümü adaletin insanlara yasakladığı şeyleri
yapmaya izin vererek ve emrederek ya da adaletin insanların
yapmasına izin verdiği şeyleri insanların yapmasını
yasaklayarak ya hata içindedirler veya insanların adalet
bilgilerine hiçbir şey eklemediklerinden ya da adil davranma
veya adaletsizlikten kaçınma yükümlülüklerine bir katkıda
bulunmadıklarından gereksizdirler.
O halde, uzun yıllardır, adaletin ve bütün insanların doğal,
tabii ve devredilemez haklarının ihlal edilmesinde insanların
yürürlüğe koyduğu, ilan ettiği ve zor kullanarak uyguladığı
cahil, mantıksız, küstah ve hatalı kanunlar külliyatını halka
tatbik etme teşebbüsünde bulunmanı mazur gösterecek ne
olabilir?
Beyefendi, her hangi bir devlet rasyonel, tutarlı ve dürüst bir
devlet ise her kişinin haklı olarak itaat etmeye zorlanabileceği
türden bazı temel, devredilemez ve ebedi ilkelere dayanmak
zorundadır. Ve devletin bütün gücü bu tek ilkenin idamesini
sağlamak ile sınırlı olmalıdır. Bu ilke adalettir. Her hangi bir
151
insanın hak sahibi olarak diğer insanlara zorla
uygulayabileceği veya kendisine karşı zor kullanılarak
uygulanmasına rıza gösterebileceği başka bir ilke yoktur. Bu
ilkenin başkalarına da uygulanmasını istesin ya da istemesin
herkes bu ilkenin kendisi açısından korunmasını talep eder.
Yine de bu durum, kendi özgürlüğü ve malı söz konusu
olduğunda yaşamını bile tehlikeye atan insanların diğer
insanların şahsı ya da malvarlıkları üzerinde keyfi bir güç
elde ettiklerinde bu ilkeyi son derece ahlaksız bir şekilde ihlal
etmeleri insan doğasının bir tutarsızlığıdır. Bu ülkede bu
gerçeğe özellikle son yüzyıllık sürede olmak üzere, bütün
ülke tarihinde ve en çok dikkati çeken şahısların
durumlarında şahit olmaktayız. Ve bunların gösterdikleri
misaller ve etkiler devletin bütün karakterini ifsat etmekte
kullanılmaktadır. ...
Daha önce birer fert olarak yapamadıkları halde ittifak
yaparak ve kendilerini devlet olarak adlandırarak hiçbir
grubun diğer insanların belirli haklarını ve mallarını ele
geçiremeyeceği aşikardır. Fert olarak böyle yapmak
konusunda hiçbir hakka sahip olmadığı halde kendilerini
devlet olarak sıfatlandıran her hangi bir grup, ne zamanki
diğer insanlara ya da onların mallarına bir şeyler yapar; işte o
zaman, onların eylemlerinin niteliğine göre kendilerini
mütecaviz, hırsız ya da katil olarak ilan etmiş olurlar.
Birer fert olarak insanlar başkalarını bu adalet kanununa itaat
etmeleri için zorlayabilirler. Bu, dostları tarafından herhangi
bir insanın adalete uygun bir şekilde itaat etmeye
zorlanabileceği tek kanundur. Diğer bütün kanunlara göre bu
kanuna uymak herkesin tercihine bağlıdır ve zorunlu değildir.
Ancak, adalet kanununa insanlar adalete uygun bir şekilde
itaate zorlanabilirler ve insanları zorlamak için gerekli olan
akla uygun bütün kuvvetler insanlara karşı, haklı olarak,
kullanılabilirler.
Bununla birlikte, adaletin insanlara yapmasını yasaklamadığı
her hangi bir şeyi ve her şeyi yapma hakkı her insanın doğal,
152
tabii ve devredilemez hakkıdır. Bu, az veya çok olsunlar,
başkalarına karşı insanların sahip oldukları haktır. Bu her
insanın en üst düzeyde mutluluğa ve bu mutluluğu neyin
artıracağını ve neyin artırmayacağını belirleme ve muhakeme
etme gücüne sahip olması için gerekli olan, onsuz olmaz
hakkıdır. Bu hakkın kullanılması ile ilgili her hangi bir
kısıtlama kişinin kendi mutluluğunu sağlaması için gerekli
olan güce getirilen bir kısıtlamadır.
Beyefendi, bu doğal, tabii, devredilemez bireysel haklar
kutsal şeylerdir. Onlar biricik insan haklarıdır. Onlar, bir
kişinin kendisinden almaya niyetlenen her hangi bir kişiye
karşı malını, özgürlüğünü ve canını koruyabileceği biricik
haklardır. Bu nedenle neredeyse tüm ülkelerde yapmaya
alıştıkları gibi kendilerine devlet yaftası yapıştıran kalın
kafalı ya da hain kişiler grubu tarafından adalete uygun bir
şekilde kendilerine aktaracakları ve keyiflerine göre
kullanabilecekleri şeyler değildir.
153
AUBERON HERBERT:
ÖZGÜR YAŞAM VE VOLUNTARİZMİN İLKELERİ,
1885 *
İnsanın Kendisinin Efendisi Olması Kendi Aklının, Bedeninin
ve Mülkiyetinin Efendisi Olmasıdır
Biz, voluntaristler
kendisine ait hakların alanı içinde
yaşayan, diğer insanlarla olan münasebetlerinde sahtekarlığı
ya da gücü kullanarak diğer insanlara karşı ilk saldırıya geçen
kişi olmayan her bireyin sahip olduğu mülkiyetin ve
yeteneklerin tek ve gerçek sahibi olduğu gerçeğini samimi bir
şekilde kabul etmeden gerçek ilerlemenin sağlanamayacağına
inanırız. Bizler bireylerin yalnızca kendi yeteneklerinin değil,
bunun yanı sıra mülkiyetlerinin de gerçek sahibi olduklarını
iddia ederiz; zira, mülkiyet doğrudan ya da dolaylı olarak
kabiliyetlerin bir ürünüdür, kabiliyetlerden ayrılamaz ve bu
nedenle aynı ahlaki temele dayanmak ve kabiliyetlerde
olduğu gibi aynı ahlaki kurallara uymak zorundadır. Kendi
fiziki varlığımızın ve melekelerimizin şahsi mülkiyeti
zorunlu olarak mülkiyetin sahipliğini de şahsileştirir.
Mülkiyet yetenekler tarafından yaratıldığı için kendi
yeteneklerinin sahibi olarak bireylerden ve aynı zamanda
eğer mülkiyet hak ederek elde eden kişilerden miras olarak
kalmışsa ya da hak ederek elde edilmişse (hak ederek elde
etmekten hile ya da güç kullanmaksızın elde etmek
kastedilmektedir) mülkiyeti üzerindeki haklarını kamil bir
şekilde kullanmaktan uzak tutulmasından bahsetmek boş bir
şeydir ve yalnızca bir hayaldir.
Kendi Rızası Olmaksızın Saldırgan Olmayan ve Barışçıl
Hiçbir Vatandaş Başkalarının Kontrolü Altına Sokulamaz
*
Auberon Herbert, The Right and Wrong of Compulsion By the State, And
Other Essays, Indianapolis, Liberty Classics, 1978.s.369-372.
154
Toplumun tek meşru temelinin kişisel mülkiyet hakkının
samimi bir şekilde kabul edilmesi, yani başkalarının benzer
evrensel haklarına sürekli olarak saygı göstererek kendi
mülkiyeti, bedeni ve aklı üzerinde kendisinin tercih ettiği
bireysel idare ve kontrol haklarına sahip olduğunun tasdik
edilmesi olduğunu kabul ediyoruz. Kendisine ait olan haklar
alanı içerisinde yaşadığı, başkalarının haklarına saygılı
olduğu ve hile ya da güç kullanarak komşularının
mülkiyetine ya da şahıslarına saldırmadığı sürece kendi rızası
olmaksızın başkalarının iradesi ya da kontrolüne tabi
tutulamayacağını ve diğer kişilerin gücü kullanılarak her
hangi bir hizmeti yerine getirmek için, her hangi bir bağışta
bulunması için ve kendi düşüncesi ya da arzularının aksi
yönde davranması ya da davranmaması için her hangi bir
kamusal gerekçe ile zorlanamayacağını kabul ediyoruz. ...
Hükümet Gibi Temsili Bir Organın Ahlaki Hakları Kendi
Gücünü Ona Devreden Bireylerin Ahlaki Haklarından Asla
Daha Büyük Olamaz. Güç Asla Saldırgan Amaçlar İçin
Kullanılamaz, Yalnızca Savunma Amacıyla Kullanılabilir
Doğa bireysel mülkiyetin ve bireysel rehberliğin yanındadır.
Her kadın ve her erkeğe bireysel olarak ayrı, tam ve
mükemmel bir bireysel rehberlik-yönetmek için akıl ve bu
idare altında eylemde bulunmak için bir vücut- doğa
tarafından bağışlandığını görüyoruz. Büyük bir ahlaki gerçek
olduğu kadar büyük bir doğal olay olarak ve bütün olayların
ve gerçeklerin en büyüğü olarak her insanın kendi vücuduna
ve aklına sahip olduğunu ve bu nedenle başkalarının vücut ve
aklına sahip olamayacaklarını kabul ediyoruz. Bir insanın
ahlaki açıdan yapamayacağı şeyin bir milyon insan tarafından
da ahlaki açıdan yapılamayacağını kabul ediyoruz. Devletler,
kendilerinin rahatını sağlamak için bir ulusun bireyleri
tarafından yaratılan makinelerdir ve bu nedenle yetkilerini
onlara devreden bireylerden daha fazla her hangi bir ahlaki
gerekçeye ve hatta kuvvet kullanmada daha fazla ahlaki
gerekçeye sahip olamazlar. Kendisinin efendisi olarak bir
155
bireyin gerekirse güç ve hileye karşı güç ile kendi mülkiyetini
ve bireysel varlığını savunmaya ahlaki açıdan hakkı
olduğunu; ancak, bunun dışında her hangi bir nedenle güç
kullanmasını haklı gösteremeyeceğini makul ve mantıklı
buluyoruz. Ahlaki açıdan kendi çıkarlarını daha da artırmak
için, kendi düşüncelerinin desteklenmesi veya başka bir
nedenle kuvvet kullanmaya hakkı yoktur. ... İnsanların aynı
anda hem kendilerinin hem de başkalarının efendisi olmaları
mümkün değildir. Bireysel mülkiyet, başkalarının efendisi
olan insanların da aynı anda efendilerinin olmalarına olanak
tanımaz. Eğer bizler kendimizin efendileriysek ne bir birey,
ne bir çoğunluk ve ne de bir devlet diğer insanların efendisi
olma hakkına sahip olabilir.
Voluntarizm ne demektir birkaç kelime ile özetleyelim:
Voluntarizm farklılıkların uzlaşmasıdır.
Özgürlük, barış ve kardeşlik sistemidir.
Voluntarizmde devlet yalnızca gücü defetmek-bireyleri
korumak ve hile ve güç karşısında bireylerin mülkiyetini
korumak- için güç kullanabilir; devlet asla özgürlükle ilgili
haklara saldırmaz; bilakis, onları korur.
Devlet hiçbir mezhebin yanında yer almaz ve hiçbir hizbe ait
değildir.
Hiçbir kişiye baskı yapmaz ve bireysel mülkiyeti korumak
dışında hiç kimseyi kısıtlamaz.
İnsanların bir kısmının diğerleri üzerinde görüşlerini ya da
çıkarlarını zorla kabul ettirmelerini reddeder.
Her hangi bir ahlaki düşünce için ahlaki olmayan bir yolla
mücadele edilmesini reddeder.
Hiçbir kişiyi hizmette bulunmaya zorlamaz, hiçbir malı
müsadere etmez ve hiçbir şekilde zorunlu ödeme talep
etmez.
156
Devlet gücünü bireysel hakların üstüne çıkaran her hangi bir
ülkenin aracı olmayı reddeder.
Bütün imtiyazlara, tekellere ve kısıtlamalara karşıdır ve özgür
bir dünyada insanları kendi hayatlarını kendilerinin
şekillendirmesinde serbest bırakır.
Güç kullanarak kurtarmanın bütün şekillerine karşıdır. Büyük
miktardaki tutarların devlet makinesinin büyük gücünün
oluşturulmasında ve güç kullanarak yönetmede yıllık olarak
tüketildiğine inanır. İnsanların yetenekleri bütün dünyada
özgür bırakılırsa, insanlar vergi yükü ve resmi
müdahalelerden azat edilirse ve insanlar birbirlerine karşı güç
için mücadele etmemeyi öğrenirlerse hasedin, gereksiz
mücadelenin ve nefretin olmadığı yeni bir barış, kardeşlik ve
refah dünyasının oluşacağına inanır.
157
THOMAS HILL GREEN:
LİBERAL YASAMA VE SÖZLEŞME ÖZGÜRLÜĞÜ
ÜZERİNE, 1911 *
Muhtemelen hepimiz özgürlüğün bütün iyiliklerin en büyüğü
ve özgürlüğü elde etmenin birer vatandaş olarak bütün
çabalarımızın gerçek amacı olduğu konusunda aynı
fikirdeyiz. Özgürlükten sadece zorlama ve kısıtlamalardan
kurtulmayı kastetmiyoruz. Bir kişi ya da bir grup insanın
diğer insanların kaybı pahasına faydalandığı özgürlükten de
bahsetmiyoruz. Çok değerli bir şey olarak özgürlükten
bahsederken pozitif bir yapma ve faydalanma kapasite ve
gücü ile diğer insanlarla ortaklaşa yapılan ve faydalanılan bir
şeyleri kastediyoruz. Özgürlük ile dostlarının sağladığı
güvenlik ve destek vasıtasıyla herkesin icra ettiği ve bunun
karşılığında onları emniyet altına almak için onlara yardım
etmede kullandığı bir gücü kastediyoruz.... Gönüllü olarak
değil de zorlama ile harekete geçen insanlar arasında
özgürlükten bahsedilemese de sadece zorlamanın ortadan
kaldırılması ve sadece, bir insana dilediğini yapabilme
imkanının verilmesi gerçek özgürlüğe özde hiçbir katkı
sağlamaz. Bir anlamda, hiçbir kişi göçebe bir vahşi kadar
dilediği şeyleri yapabilme imkanına sahip değildir. Onun bir
efendisi yoktur. Kimse de ona hayır demez. Ancak biz onu
gerçekten özgür sayamayız, zira vahşi özgürlük güçlü değil,
zayıftır. Vahşilerin soylu olanlarının gerçek gücü kanuna itaat
eden bir devletin aciz bir vatandaşının gücü ile kıyas bile
edilemez. O insanların kölesi değildir ama doğanın kölesidir.
Toplum tarafından konulan hiçbir sınırlama henüz söz
konusu değilse de doğal gereksinimlerin ortaya çıkardığı
zorlamalar sayesinde sayısız tecrübeye sahiptir. ...
*
E. K. Bramsted and K.J. Melhuish, Westerm Liberalism- A History in
Documents From Locke to Croce, London: Longman, 1978. S. 662-669.
158
Toplumsal gayretlerin amacını oluşturan gerçek özgürlüğün
aslında ne olduğu izah edilecekse sözleşme özgürlüğüne
bakılması gereklidir. Kişilerin diledikleri şekillerde bu
özgürlüğe sahip olmaları ise bir amaca hizmet ettiğinde
değerlidir. Bu amaç benim pozitif anlamda özgürlük dediğim
şeydir. Başka bir deyişle, ortak bir yarar için eşit bir katkıda
bulunan bütün insanların güçlerinin serbest bırakılması.
Hiçbir kişi bu amacı ihlal edecek bir şekilde dilediği şeyleri
yapma hakkına sahip değildir. ...Bir kişinin sahip olduğu
özgürlüğün başkalarına ait olan özgürlüklere zarar vermediği
sürece herkes kendisine ait olan mal ve mülkün serbestçe
kullanımını ve tasarrufunu başkalarına da sağlamada çıkara
sahiptir. Zira bu özgürlük herkes için en iyi durum olan bütün
insanların yeteneklerinin eşit bir biçimde gelişmesine katkıda
bulunur. Bu ise mülkiyet hakkının tek ve gerçek mazeretidir.
...Mülkiyet kurumu yalnızca bütün insanların sosyal
kapasitelerini serbestçe kullanmalarının bir aracı olarak
savunulabilir. Bir grup insanın sosyal kapasitelerini serbestçe
kullanmalarını tamamen engelleyen gerçek bir mülkiyet
hakkı söz konusu olamaz. Köleleştirilen kişi açısından
gönüllü bir anlaşmanın dışında meydana gelen köleliği
sadece kınıyoruz. Her hangi bir kişinin diğer bir kişinin
kölesi olmasını kabul ettiği bir anlaşma hükümsüz bir
sözleşmedir. Bu nedenle burada hepimizin haklı bulacağı bir
şekilde sözleşme hürriyetine getirilen bir kısıtlama vardır.
İster gönüllü olsun isterse gönülsüz insanlara mal muamelesi
yapan hiçbir sözleşme geçerli değildir. Zira, bu tip
sözleşmeye duyulan ihtiyaç toplumun bütün sözleşmelere
icbar ettiği amacı ortadan kaldırmaktadır.
Bu tip bir itiraza maruz kalabilecek başka hiçbir sözleşme
yok mudur? İlk olarak işçileri etkileyen sözleşmeleri dikkate
alalım. Ekonomistlerin bize söylediğine göre emek diğer
mallar gibi mübadele edilebilir bir maldır. Bu belirli ölçüde
doğrudur; ancak, insanların şahsına bağlı bir maldır. Bu
nedenle, bu malı satan kişinin toplumsal faydaya bir daha bir
şekilde katkıda bulunmasını imkansız kılan koşullar altında
159
emeğin satılmasını engellemek için diğer durumlarda
gereksiz olan kısıtlamalar bu malın satılmasında söz konusu
olabilir. Bu durum, havalandırmanın bulunmadığı bir fabrika
gibi sağlığa zararlı koşullar altında çalışma için pazarlık
yapan bir kişinin durumunda açıkça görülebilir. Fertlerin
sağlığına zarar veren her şey kamuya da zarar verir. ...Bu
nedenle toplum, fabrikalar, işyerleri ve madenlerle ilgili sıhhi
düzenlemeler için kanunlarımız tarafından getirilen
kısıtlamalarda olduğu gibi, emeğin satılması ile alakalı
sözleşme özgürlüğüne kısıtlama getirdiğinde de haklıdır.
Belirli saatlerin dışında genç şahısların ve kadınların
çalışmasını yasaklamakta da haklıdır. Bu saatlerin dışında
çalışırlarsa bedensel açıdan daha kötü bir durumla karşı
karşıya kalırlar ve bu da toplumun moral güçlerinde bir
azalmaya neden olur. Sivil toplumun ulaşmaya çalıştığı bir
hedef olan toplum üyelerinin kendileri için en iyi olanı yapma
özgürlüğü için toplumun ihtiyatlı sesi olan kanunlar yoluyla
bu tip bir sonucu elde edecek bir tarz ile bu tip bütün hizmet
sözleşmelerine bir kısıtlama getirilebilir. Aynı ilke
çerçevesinde sıhhi olmayan konutların satın alınması ya da
kiralanması da uygun bir şekilde yasaklanabilir. Bu ilkenin
zorunlu eğitime uygulanmasında böyle bir belirlilik
olmayabilir; ancak, bu ilkenin bu alanda da yansıması
olabilir. Bazı temel sanat ve bilgilere sahip olmadan modern
toplumdaki bir fert vücudunun bir parçasını kırmış ya da bir
organını kaybetmiş gibi özürlüdür. Kendi yeteneklerini
geliştirmek açısından özgür değildir.
160
JOHN MAYNARD KEYNES:
LİBERALİZM VE DEVLET MÜDAHALESİ, 1926 *
Laissez faire ilkesinin üzerinde kurulduğu metafizik ve genel
ilkelerin temelini açıklığa kavuşturalım. Bireylerin ekonomik
faaliyetlerinde sıkı kurallar koyan bir ‘doğal özgürlüğe’ sahip
oldukları doğru değildir. Kişilere aynı hakları veren bir
sözleşme de söz konusu değildir. Dünya, özel ve toplumsal
çıkarların her zaman uyumlu olduğu bir göksel idare ile
yönetilmemektedir. Bu çıkarların pratikte de uyumlu olmasını
sağlayacak bir yönetime de sahip değiliz. Ne kişisel çıkarların
her zaman kamu yararı yönünde faaliyet göstereceği
şeklindeki görüş ekonomi ilkelerinden yapılan doğru bir
tümdengelimdir ne de kişisel çıkarların genelde iyiye
yönelttiği doğrudur. Kendi kişisel amaçlarını gerçekleştirmek
için faaliyette bulunan bireyler bu amaçlarını gerçekleştirmek
için bile çok zayıf ve çok bilgisizdirler. Tecrübeler bireylerin
sosyal bir birim oluşturduklarında ayrı ayrı hareket ettikleri
zamankinden daha az basiretli olacaklarını göstermemektedir.
Bu nedenle konuyu soyut bir temele oturtamayız; tam aksine,
Burke’ün yasamanın en son problemlerinden birisi olarak
adlandırdığı şeyi, yani devletin hangi alanlarda kendisini
kamunun dirayetinin yönlendireceğini ve hangi alanlarda
mümkün olan en düşük bir seviyede bireysel müdahaleye
açık bir hale getireceğini belirleme konusunu ayrıntılarıyla
ele almak zorundayız. Bentham’ın unutulan ancak faydalı
terminolojisinde yapılması gereken ve gerekmeyen işler
olarak adlandırdığı şeyler arasında, Bentham’ın müdahalenin
genel olarak lüzumsuz ve zararlı bir şey olduğu yolundaki
temel varsayımını dikkate almaksızın, bir ayırım yapmak
zorundayız. Bu noktada ekonomistlerin temel görevi devletin
*
E. K. Bramsted and K.J. Melhuish, Westerm Liberalism- A History in
Documents From Locke to Croce, London: Longman, 1978. [J. M.
Keynes, Essays in Persuasion, (1931), London 1947, pp.339-45]
161
yapmakla görevli olduğu işlerle diğerleri arasında yeniden bir
ayırım yapmaktır. Siyasilerin temel görevi ise devletin
yapması gereken işleri gerçekleştirebilecek bir demokraside
hükümet şekillerini tasarlamaktır. Ne söylemek istediğimi iki
örnekle açıklamak istiyorum:
(1) Bir çok durumda kontrol birimleri ve örgütlerin ideal
hacminin birey ile modern devletin arasında bir yerlerde
olduğuna inanıyorum. Dolayısıyla ilerlemenin büyümede ve
devletin içinde yer alan yarı-otonom organların tanınmasında
yattığını
savunuyorum.
Bu
organların
faaliyette
bulunmalarının ölçütü yalnızca kamusal mal ve hizmet
üretimi olmalıdır, ...kendi faaliyet alanları içinde temelde
özerk olmalıdırlar; ancak, son aşamada parlamento ile
ifadesini bulan demokratik egemenliğe tabi olmalıdırlar.
Ortaçağa ait ayrı özerk birimler kavramına geri dönmeyi
öneriyorum. ...Mevcut olanlardan benim önerdiğim modele
uygun olan ya da yaklaşan örnekler vermek zor değil.
Mesela, üniversiteler, İngiltere Bankası, Londra Liman
İdaresi ve hatta Demiryolu Şirketi. Almanya’da da şüphesiz
benzer örnekler vardır.
Ancak bunlardan daha da önemlisi, belirli bir yaş ve
büyüklüğe ulaştıklarında özel sektör işletmelerinin yerine
kamu kuruluşlarının statülerine uyum sağlama yönünde
anonim şirketlerin gösterdikleri eğilimdir. Son zamanlardaki
en önemli ve dikkatlerden kaçmayan gelişmelerden biri
büyük işletmelerin sosyalizasyonu yönündeki eğilimidir. Bu
durum büyük bir demiryolu işletmesi ya da elektrik işletmesi
gibi büyük kurumlarda görülmektedir, ama bunların yanı sıra
büyük bir banka ya da sigorta kuruluşunda da görülmektedir.
Bu kuruluşlarda sermaye sahipleri yani hissedarlar
kendilerini tamamen yöneticilerden ayırmışlardır. Böyle bir
durumda yöneticilerin daha fazla kar elde etmedeki şahsi
çıkarları ikincil konuma inmiştir. Bu aşamaya ulaşıldığı
zaman kurumun genel istikrarı ve itibarı hissedarların elde
edeceği kara göre daha fazla göz önüne alınmaktadır.
162
Hissedarlar eskiden olduğu gibi uygun kar payları ile tatmin
edilmelidirler; ancak, bu bir kere sağlandıktan sonra
yöneticilerin ilgileri kamuoyu ve müşterilerden gelecek
eleştirileri bertaraf etmeyi kapsamaktadır. Bu durum,
özellikle büyük hacimleri ya da yarı monopolcü durumlarının
kamuoyunun
gözünde
kendilerini
incinebilir
ve
kamuoyundan gelebilecek saldırılara açık bir hale getirdiği
durumlar için geçerlidir. Kurum bazında bu eğilime
verilebilecek aşırı bir örnek İngiltere Bankası’dır. Krallıkta
hissedarları yerine politikaları üzerinde karar verirken daha
az düşünen Banka yöneticilerinden başka hiçbir grubun
olmadığını söylemek hemen hemen doğrudur. Geleneksel kar
paylarının ötesinde kalan hakları sıfıra yakındır. Ancak aynı
şey diğer büyük kurumlar için de kısmen doğrudur. Zaman
ilerledikçe kendilerini sosyalize etmektedirler.
Bunun saf bir kazanç olduğuna dikkat ediniz. Aynı nedenler
muhafazakarlığı ve işletmelerin zayıflamasını teşvik
etmektedir. Gerçekte, bu olaylarda devlet sosyalizminin hem
avantajlarına hem de hatalarına sahibiz. Yine de burada doğal
bir evrim çizgisi görmekteyiz. Sınırsız özel sektör karına
karşı sürdürülen sosyalizm mücadelesi gün geçtikçe başarı
kazanmaktadır. Belirli alanlarda artık bazı problemler söz
konusu değildir. Örneğin, önemli politik problemler artık
eskisi kadar önemli değildir ve demiryollarının
millileştirilmesi gibi Büyük Britanya’nın ekonomik hayatının
yeniden yapılandırılmasında konu dışıdır.
Elektrik ve su gibi genel hizmet birimleri ile büyük bir sabit
sermayeyi gerektiren diğer işlerde hala belirli ölçüde
kamulaştırmaya ihtiyaç vardır. Ancak, bu kamulaştırmanın
şekli konusunda zihinlerimizi esnek tutmalıyız. Zamanın
doğal eğilimlerinin bütün avantajlarını kullanmalı ve devlet
bakanlarının doğrudan sorumlu olduğu merkezi hükümetin
organları yerine yarı özerk kurumları tercih etmeliyiz.
Ben devlet sosyalizmi doktrinini insanların fedakarane his ve
çabalarını toplumun hizmetine sunmaya çabaladığı, laissez
163
faire’den insanları uzaklaştırdığı, bir milyon sahibi olma
doğal özgürlüğünden insanları engellediği ya da cüretkar
deneyimler için cesaretlendirdiği için eleştirmiyorum. Bütün
bunlar eleştiriyi, basireti ve teknik bilgiyi gerektirir. İkinci
olarak, bencil olmayan ve alelade insanları seven bir ruh
yapısına ihtiyaç duyar. Üçüncü olarak, hoşgörü, geniş
yüreklilik, farklılığın faziletinin kabulünü ve yukarıdakilerin
hepsinden öte ulvi gayelere ve istisnai durumlara fırsat
vermeyi tercih eden bir bağımsızlığı gerektirir. İkinci madde
proleter sınıfının sahip olduğu en önemli özelliktir. Ancak,
birinci ve üçüncü maddeler eskiden beri gelen etkiler ve
gelenekler nedeniyle ekonomik ferdiyetçiliğin ve sosyal
özgürlüğün vatanı olan topluluğun niteliklerini gerektirir.
164
OTTO VON BISMARCK:
İŞÇİLERİ KORUMAYA YÖNELİK DEVLET
MÜDAHALESİ, 1929 *
Bakan Richter, ilgili alanlarda devletin yapacağı şeylerdeki
sorumluluğuna dikkati çekmektedir. Centilmenler, devletin
yapmadığı şeylerden de sorumlu olduğu kanısını da
taşıyorum. “Laisser faire, laisser aller”, Manchesterizm,
“ayağını yorganına göre uzat”, “herkesin yararı kendine
şeytanınki en geride kalana” görüşlerinin devlette, özellikle
monarşik, ataerkil bir devlette uygulanabilir olduğunu
sanmıyorum. Tam tersine zayıfların korunması için devletin
yaptığı müdahaleleri ayıplayanların, sahip oldukları güç ile
sömürdüklerinden,
kapitalist
olduklarından,
belagat
yaptıklarından, olmaları gerektiği gibi olduklarından,
taraftarlarından yararlandıklarından, başkalarını baskı altına
aldıklarından, partinin hükümranlığını oluşturduklarından ve
bu anlayışları her hangi bir kamu müdahalesiyle alt üst olur
olmaz rahatsız olduklarından şüphelenilmesi gereken kişiler
olduklarına inanıyorum.
*
J. Salwyn Schapiro, Liberalism-Its Meaning and History, London:1958.
[Book for History 2. 1, Vol II. Department of History, Brooklyn College,
1949: (Otto von Bismarck, Die gesammelten Werke, Berlin, 1929, XII,
236-249)]
165
FRANKLIN D. ROOSEVELT:
DÖRT ÖZGÜRLÜK, 1941 *
Ulusal politikamız şudur:
İlk olarak; halkın iradesini etkili bir biçimde dile getirerek ve
partizanlığa meydan vermeyerek, tüm ülkeyi kapsayan bir
ulusal savunma gerçekleştirme konusundaki kararlılığımızı
ifade ediyoruz.
İkinci olarak; halkın iradesini etkili bir biçimde dile getirerek
ve partizanlığa meydan vermeyerek, her yerde saldırganlığa
karşı direnmekte olan ve böylelikle de savaşı bizim
yarıküremizden uzakta tutan bütün o inançlı halklara tam
destek verme konusundaki kararlılığımızı ifade ediyoruz. Bu
destekle, demokrasi davasının zafere ereceğine olan
inancımızı ifade ediyoruz ve kendi ulusumuzun savunması ile
güvenliğini de güçlendirmiş oluyoruz.
Üçüncü olarak; halkın iradesini etkili bir biçimde dile
getirerek ve partizanlığa meydan vermeyerek, ahlaki
ilkelerimiz ve kendi halkımızın güvenliğine verdiğimiz önem
nedeniyle, saldırganlar tarafından dayatılıp uzlaşmacılar
tarafından desteklenecek bir barışa asla boyun eğmeme
konusundaki kararlılığımızı ifade ediyoruz. Biliyoruz ki,
başka halkların özgürlüğü pahasına kalıcı bir barış
sağlanamaz.
Güvenli bir hale getirmeye çalışacağımız gelecekte, dört
temel insan özgürlüğü üzerine kurulmuş bir dünya
arzuluyoruz.
Brian MacArthhur, Tarihe Yön Veren 20. Yüzyıl Konuşmaları, (Çev:
Özden Arıkan), İstanbul: Sabah Kitapları, 1995. S.159-160.
*
166
İlk özgürlük, dünyanın her yerinde, konuşma ve ifade
özgürlüğüdür. İkinci özgürlük, dünyanın her yerinde,
herkesin kendi usulünce Tanrı’ya ibadet etme özgürlüğüdür.
Üçüncü özgürlük, dünyanın her yerinde, yokluktan uzak
yaşama özgürlüğüdür, dünyada geçerli terimlere tercüme
edildiğinde bu her ülkenin barış zamanında yurttaşlarına
sağlıklı bir hayat verebilmesini sağlayacak ekonomik
anlayışlar demektir.
Dördüncü özgürlük, dünyanın her yerinde, korkudan uzak
yaşama özgürlüğüdür; dünyada geçerli terimlere tercüme
edildiğinde bu bütün dünyada silahların, hiçbir ülkenin
komşusuna karşı saldırı eylemlerine girişemeyeceği düzeyde
ve şekilde azaltılması demektir.
Binlerce yıl ötesine ilişkin bir hayal değildir bu. Bizim
zamanımızda ve kuşağımızda gerçek haline getirilebilecek bir
dünyanın tartışılmaz temelidir. Bu tür bir dünya, diktatörlerin
bombalar patlatarak kurmaya çalıştığı yeni tiranlık düzeninin
antitezidir.
Bu yeni düzenin karşısına daha büyük bir düşünceyi, ahlaki
düzeni çıkartıyoruz. İyi bir toplum, dünyada hakimiyet
kurmaya yönelik planları da, yabancı devrimleri de aynı
şekilde korkusuzca karşılar.
Amerikan tarihinin başlangıcından beri hep değişim içinde
yaşadık; barışçı biçimde gerçekleşen sonsuz bir devrim
durumunda, hiç durmadan devam eden, yavaş yavaş kendini
değişen koşullara uyarlayan bir devrim durumunda, toplama
kamplarına ya da kireç kuyularına atılmadan yaşadık. Bizim
istediğimiz dünya düzeni, birbirine dost, uygar toplumlar
oluşturarak birlikte çalışan özgür ülkelerin işbirliği üzerine
kuruludur.
Bu ulus, kaderini milyonlarca özgür erkek ile kadının
ellerine, kafalarına, yüreklerine teslim etmiştir; ve Tanrı’nın
yol göstericiliği altında, özgürlüğe olan inancına teslim
167
etmiştir. Özgürlük, her yerde insan haklarının hüküm sürmesi
demektir. Desteğimiz, bu hakları elde etmek ya da korumak
için mücadele verenleredir. Gücümüz, amaçlarımızın
birliğindedir.
Böylesine yüce bir kavramın zaferle varamayacağı hiçbir
hedef yoktur.
168
FRANKLIN D. ROOSEVELT:
EKONOMİK HAKLAR BİLDİRGESİ, 1944 #
İç barışın sağlanması için temel gereksinimlerden birisi bütün
ülkelerdeki tüm erkek, kadın ve çocuklar için iyi bir yaşam
standardının oluşturulmasıdır. Endişeden uzak olma, daima
fakirlikten uzak olmayla ilintilidir.
Gerçek bir bireysel özgürlüğün ekonomik güven ve
bağımsızlık olmaksızın olmayacağı gerçeğini açıklıkla
görmekteyiz. “Muhtaç durumdaki bir insan özgür insan
değildir.” Aç ve işsiz olan halk diktatörlerin kullandığı
malzemedir.
Günümüzde bu ekonomik gerçekler aşikar gerçekler olarak
kabul edilmektedir. Mevkisine, inancına ve ırkına
bakmaksızın herkesin güvenlik ve refahı için yeni bir temel
oluşturacak olan, tabir caizse ikinci bir Haklar Dilekçesini
kabul ediyoruz.
Bu haklar şunlardır: Ülkenin endüstrilerinde, mağazalarında,
tarlalarında yada madenlerinde yararlı ve kazançlı iş elde
etme hakkı;
Her çiftçiye kendisine ve ailesine iyi bir yaşam sağlayacak
getiri ile ürünlerini yetiştirme ve satma hakkı;
Küçük ya da büyük olsun her iş adamına yurtiçi ve yurt
dışında haksız rekabetten ve tekel koşullarından uzak bir
atmosferde ticaret yapma hakkı;
Her aileye nezih bir evde yaşama hakkı;
Uygun bir sıhhi bakım ve sağlıklı yaşamdan faydalanma
hakkı;
#
Samuel B. Rudolph (Ed.), The Philosophy of Freedom- Ideological
Origins of the Bill of Rights-, Lanham: University Press of America,
1993.
169
Yaşlılık, hastalık, kaza ve işsizlikten kaynaklanan ekonomik
korkulardan korunma hakkı;
İyi bir eğitim alma hakkı;
Bu hakların hepsi güvenliği ifade etmektedir. Bu savaş
kazanıldıktan sonra, bu hakların uygulanmasında insanların
mutluluğu ve refahını sağlama amacı doğrultusunda
ilerlemek için kendimizi hazırlamalıyız.
Amerika’nın dünyada sahip olduğu iyi yer, büyük ölçüde bu
ve buna benzer hakları vatandaşlarının ne ölçüde tam olarak
uygulamaya soktuklarına bağlıdır. Yurtiçinde huzur
sağlanmaksızın dünyada barış sürdürülemez.
Günümüzün Amerikalı büyük sanayicilerinden biri –bu
krizde ülkesine sadakatle hizmet eden bir adam– son
zamanlarda bu ülkede sağcı hareketlerin ciddi tehlikesine
dikkat çekmektedir. Akıllıca düşünen bütün iş adamları da
onun endişelerini paylaşmaktadır. Gerçektende bu hareket
gelişebilirse –tarih tekerrür ederse ve 1920’lerin normalleşme
denilen koşullarına geri dönersek- o zaman düşmanlarımızı
dışarıda yensek bile ülkemizde faşizmin ruhuna boyun eğmek
zorunda kalabiliriz.
Bunu gerçekleştirmek tamamen kongrenin sorumluluğu
olduğundan dolayı ekonomik hakların uygulanmak için
gerekli araçların bulunmasını kongreden talep ediyorum.
170
SIR WILLIAM BEVERIDGE:
LİBERAL RADİKALİZM VE ÖZGÜRLÜK, 1945 *
Gerçekleştiğini görmeyi en çok arzu ettiğim şeylerin temelde
liberal nitelikte olan şeyler, başka bir ifadeyle dünyayı
liberalizmin büyük ve yaşayan geleneğine yöneltmek
olduğuna inanıyorum.
Yapılması en fazla gerekli olan şeyler nelerdir? Bana göre
savaştan sonra faydalı bir yaşam ve mutluluğun koşulları
olarak, bu ülkenin vatandaşlarının ve dünyanın her şeyden
önce ihtiyaç duyacakları üç şey vardır: insanlar yoksulluk ve
yoksulluk korkusundan kurtulmaya, işsizlik ve işsizlik
korkusundan kurtulmaya ve savaş ve savaş korkusundan
kurtulmaya gereksinim duymaktadırlar.
Bu özgürlüklerin ilki benim iki yıl önce hükümete takdim
ettiğim sosyal güvenlik ve ilgili hizmetler konusundaki
raporun da amacını oluşturur. Bu rapor, çalışma koşullarına
ve çalışırken yaptığı katkıya göre, ülkedeki her vatandaşa
hastalık, kaza, işsizlik ve yaşlılık gibi nedenlerle çalışamadığı
zaman ihtiyaçlarını karşılamaya yetecek bir gelirin
sağlanmasını; kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu
kimselerin onurlu bir yaşam sürmelerine yetecek bir gelirin
sağlanmasını ve kendisine ait bir gelire sahip değilse, her
hangi bir şekilde kesilmeyecek ve başka bir gelire sahip
olmadığı bir durumda kendisine yetecek bir gelire
kavuşturulmasını sağlayan bir “Sosyal Güvenlik” planını
amaçlıyordu.
Eksik istihdamdan kaynaklanan işsizlikten kurtulmak, henüz
yazdığım ve tam istihdama, İngiltere’deki temel
özgürlüklerden
her
hangi
birine
dokunulmaksızın
*
E. K. Bramsted and K.J. Melhuish, Westerm Liberalism- A History in
Documents From Locke to Croce, London: Longman, 1978. (Sir William
Beveridge, Why I am a Liberal, London 1945, pp. 16-20, 26-7, 31-8)
171
ulaşılabileceğini ortaya koyan bir planın oluşturulduğu
“Özgür Bir Toplumda Tam İstihdam Raporu”nun konusunu
teşkil etmektedir. Plan, iki savaş arasındaki bir müddet
içerisinde hüküm süren yaygın işsizliğe dönüşü imkansız
kılmak için dizayn edildi.
Savaş ve savaş korkusundan kurtulmak, bu üç özgürlük
içerisinde ulaşılması en zor ve en önemli özgürlüktür. Bu,
bizim yapacağımız barışa ve şiddet ve kuvvetin kuralları
yerine uluslararasında hukuk kurallarını yerleştirmek için
oluşturacağımız örgütlere bağlıdır. Bu vazife zordur; ancak,
imkansız değildir. Savaşların kaçınılamaz şeyler olduğunu
söylemek gülünçtür; savaşlar insan yapısıdır ve yine insanlar
tarafından önlenebilir.
Bana öyle geliyor ki bu problemlerin her biri ile alakalı
olarak yapılması gerekli olan eylemin temelde liberal
nitelikte olması gereklidir. Yoksulluktan kurtulmayı
başarmak zamanının en büyük liberal yöneticilerinden biri
olan Lloyd George tarafından 1911’de başlatılan sosyal
sigortanın inşa edilmesi ile gerçekleşecektir. İki savaş
arasındaki kötü dönemde Liberal Parti 1929’da işsizlik ile
mücadele etmek için ciddi öneriler getiren tek partiydi. Bu
önerileri uygulamaya koyma şansı elde edemediler ve bu gün
onların daha ötesine gitmek zorundayız. Ancak bu önerileri
yaptıklarında diğer partilerin yapmaya niyetlendikleri
şeylerin çok ötesindeydiler ve bu günlerde hükümet
tarafından ortaya konulan işsizlik politikasına yakın şeyleri
ileri sürdüler. Ne pasifizm ile ne de milliyetçilikle elde
edilemeyecek bir hedef olan savaştan kurtulma konusunda
liberal fikrin hukuk devleti ilkesinin uluslararası alana
taşınması ve adil bir şekilde dünyanın küçük devletler için
emniyetli bir hale getirilmesi gereklidir.
Bu üç genel problemden bahsettim, zira onlar benim niye bir
liberal olduğumu ortaya koymaktadırlar. Bu benim diğer
problemlerle ilgilenmediğim anlamına gelmez. Konut, şehir
planlaması, eğitim ve bunların ötesinde tarımın geliştirilmesi
172
ile de ilgileniyorum. En sonuncusu insanların ihtiyaçlarının
giderilmesinde tüm kaynaklarımızın tam istihdamının
sağlanması için kullanılması amacıyla tasarladığım planımın
en temel kısmını oluşturmaktadır.
Tam istihdam, insanların beklemek zorunda kaldıklarından
daha fazla işin, kadın ve erkeklerin aradıklarından daha fazla
boş işin olduğu durum olarak tanımlanmaktadır. Özgür bir
toplum bütün temel özgürlüklerin muhafaza edildiği toplum
olarak tanımlanabilir.
Tam istihdama giden yol insanların işsiz kalmasına kadar
bekleyip ondan sonra onlara iş aramaya çalışmakla değil; tam
tersine, ortak bir hedefe yönelik kollektif bir çabanın
belirlenmesi ve belirli şeylerin yapılmasına karar verilmesi ile
bulunabilir. Savaşta işsizliği ortadan kaldırdık, zira kendimizi
ve paramızı bu yolda tükettiğimiz düşmanı yenmenin son
derece elzem olduğuna karar vermiştik. Bütün enerjimizi
tüketecek ölçüde yapmamız gereken şeylerin olduğuna karar
vererek bu ilke ile barış zamanında da işsizliği ortadan
kaldırabiliriz. Yapılması gereken şeyler bir yandan yoksulluk,
hastalık, cehalet ve miskinlik gibi dev problemlerin ortadan
kaldırılması; diğer taraftan, sanayimizin sermaye ihtiyacını
tekrar yükselterek kişi başına üretimimizi artırmaktır.
Bireysel hakları artırmak için toplumumuzun organize olmuş
gücünü kullanabiliriz ve kullanmalıyız. Örneğin, geçinme
için yeterli olacak bir kazanç ile birlikte zorunlu sosyal
sigortayı getirerek bütün insanlara gençliğinde yeterli
düzeyde bir bakıma sahip olma hakkını, yaşlılığında ise
gençlere bağımlı olmaksızın ve yardımseverlere muhtaç
olmaksızın onurlu bir yaşlılık devresi sürme hakkını
sağlayabiliriz.
Tam istihdamla ilgili başka bir örneği ele alalım. Liberal
radikal doktrin devletin bireyler için var olması demektir. Bu
nedenle milyonlarca bireye yeterli hizmeti sağlamada ve
güçlerine göre ya da yakışıksız muamele ve yardım için
173
yapılan soruşturmalardan uzak bir yaşam olanağı sunmada
başarılı olamayan bir devlet, en temel görevini yapmakta
başarısız olan bir devlettir. Tam istihdamın sağlanmasından
devletin sorumlu olduğunu kabul etmek devletin kendisi ya
da imtiyazlı bir sınıf için değil, bütün vatandaşlar için var
olduğunu gösteren bir zorunluluktur.
Tam istihdamın sürdürülmesinde devlet, temel özgürlüklere
müdahale hariç bu amaca ulaşmak için gerekli olan her şeyi
yapabilir ve yapmalıdır. Ancak, toplu pazarlık uygulamasının
ya da sanayideki özel işletmelerin baskı altına alınması gibi
bu amacın gerçekleştirilmesinde gerekli olduğu henüz
ispatlanmayan hiçbir uygulamaya girişilmemelidir. Temel
özgürlükler olmasalar da bu özgürlüklere, tam istihdamın
önünde bir engel oluşturmadıkları sürece, dokunulmamalıdır.
Devletin sorumluluklarını artırmadan sosyal problemlerin
üstesinden gelinemez. Bu, bazı kişileri endişeye sevkeden bir
ihtimaldir. Ancak, bu devletten korkanların tecrübe
ettiklerine benzer bir şekilde demokrasiye karşı yapılan bir
bozgunculuktur.
174
ÖZGÜRLÜK FİLOZOFLARI
♣
JOHN LILBURNE (1614-1657)
"Özgür Doğan John" lakabıyla tanınan John Lilburne, Püritan
Devrimi'nin en önemli liderlerinden ve destekleyicilerinden
birisiydi. Genç yaşında kilise ve lordlar aleyhine yazılar yazdı.
Bunun üzerine kırbaçlandı ve hapse atıldı. 1641 yılında parlamento
tarafından serbest bırakıldı ve parlamentoda bir komisyonda görev
aldı. Koyu bir püritan ve Kalvinist olmasına rağmen sosyal ve
anayasal reformun savunucusuydu. Walwyn ve Richard Overton
ile birlikte Leveller Partisi’nin liderliğini yaptı. Bazı tarihçiler bu
partiyi modern anlamda ilk siyasi parti olarak kabul etmektedirler.
Lilburne, inançlı ve kararlı bir kişiliğe sahipti. Yaşamı boyunca
özgürlüğü savundu ve toplumdaki yozlaşmaya karşı mücadele etti.
Lilburne'nin bu çabaları askerler ve Londra'daki artizan sınıfı
tarafından desteklendi. Ölümüne mal olsa bile görüşlerini
savunmakta kararlı ve korkusuz biri olan Lilburne, 1648 yılında
Cromwell'e karşı mücadele verdi. Bu dönemde, sağduyu sahibi ve
uzlaşma taraftarı olmayan özelliği nedeniyle Leveller başarısız
oldu ve Lilburne bir süre için hapse atıldı. 1649'dan sonra
liderliğini yaptığı Leveller hareketi önemini kaybetti.
Lilburne'nin başarısızlığında kişilik ve karakteri kadar bu hareketin
programındaki hatalar da önemli bir role sahipti. O dönemde,
Ingiltere'de halk arasında ve parlamentoda mülkiyetin zorbalığa
karşı korunmasını isteyen bir atmosfer vardı. Lilburne, ekonomik
eşitlikten daha çok sosyal ve siyasal eşitliği savunmasına karşılık
herkesin servetinin eşit olmasını isteyen birisi olmakla
suçlanmıştır.
♣
Daha önce yayınlanan şu çalışmamızdan yapılan alıntılarla
hazırlanmıştır: Coşkun Can Aktan, Tülay Aktan ve İstiklal Yaşar Vural.,
“Liberalizme Katkıda Bulunan Düşünürler”, Yeni Türkiye, Ocak-Şubat
1999. S.570-595.
175
JOHN LOCKE (1632-1704)
Bir avukatın oğlu olan John Locke 1632 yılında Bristol
yakınındaki Wrington'da doğdu. Oxford'da Westminster Okulu ve
Christ Kilisesi'nde eğitim gördü. 1659 yılında Oxford
Üniversitesi'nden kendisine burs verildi. Tıp bilimi üzerine
çalışırken bir yandan da Yunanca ve konuşma sanatı üzerine
dersler verdi. Bu arada Robert Boyle ile tanıştı ve Royal
Society'nin üyesi oldu.
John Locke'un Lord Ashley ile olan birlikteliği 1666 yılında Lord
Ashley'in oğluna öğretmenlik yapması ile başladı. 1660'lı yılların
sonları ile 1670'li yılların başlarında bir takım resmi görevlerde
bulundu. Ancak 1678 yılında Lord Ashley ile II. Charles'in
anlaşamamaları üzerine Fransa'ya gitti. Beş yıl sonra Ingiltere'ye
geri döndüğünde Lord Ashley ile olan politik birlikteliğine yeniden
başladı. Birinci Earl of Shaftesbury'nin siyasî gücünü
kaybetmesinden sonra ve Whig Partisi'nin II. Charles'in kardeşi
York Dükü'nü tahta geçirememesi üzerine 1683 yılında
Hollanda'ya gitmek zorunda kaldı. Bu arada kendisine verilen
Oxford bursu da geri alındı. Locke, Hollanda'da dini özgürlük
açısından iyi bir ortam buldu ve kendisi ile din konusunda aynı
görüşleri paylaşan insanlarla birlikte oldu. Locke'un Ingiltere'deki
çalışmaları, Shaftesbury ile olan görüşmeleri ve Hollanda'daki
deneyimleri 1688 yılındaki "Glorious Devrimi"ni takiben Şubat
1689'da Ingiltere'ye geri dönmesinden sonra yayınladığı eserlerine
yansıdı. Locke'un dini höşgörü ve düşünce özgürlüğü konusundaki
görüşleri ilk olarak 1689 yılında Latince olarak yayınlandı ve aynı
yıl içerisinde Ingilizce'ye tercüme edildi. Locke'un "Two Treatises
on Civil Government" adlı eseri 1690 yılında yayınlandı. Felsefi ve
ahlakî düşünceleri de aynı yıl içerisinde "Essay Concerning
Human Understanding" başlığı altında yayınlandı. Locke'un
çalışmaları William ve Mary Hükümeti döneminde takdir gördü.
Bu dönemde "Commissioner of Appeals" olarak atandı. Daha
sonra "Board of Trade and Plantations" üyesi oldu.
Başlıca Eserleri:
An Essay Concerning Human Understanding (P.H. Nidditch
ed.), Oxford: Clarendon Press, 1987.
176
Of Civil Government: Two Treatises, London & Toronto, J.M.
Dent & sons, ltd: New York, E. P. Dutton & Co, 1924.
Some Thoughts Concerning Education, Oxford: Clarendon
Press: New York: Oxford University Press, 1989.
Political Writings, New York: Mentor, 1983.
The Second Treatise of Government, New York, Liberal Arts
Press, 1952.
A Letter Concerning Toleration in Focus (J. Horton ve S.
Mendus ed.), London: New York: Routledge, 1991.
The Second Treatise of Civil Government and A Letter
Concerning Toleration, Oxford, B.
Blackwell, 1946.
Of The Conduct of The Understanding, New York: Teachers
College Press, 1966.
Two Treatises of Civil Government, Dent London: New York,
Dutton , 1924.
An Essay Concerning Toleration: Concerning Civil
Government, Second Essay; An Essay Concerning Human
Understanding / Essay Concerning The True Original Extent
and End of Civil Government.
JOHN TRENCHARD VE THOMAS GORDON (?....?)
John Trenchard Dublin'de Trinity College'de eğitim gördü. Bir süre
çeşitli mahkemelerde görev yaptı. 1690 yılında bu işinden ayrıldı
ve gayrimenkul komisyonculuğu yaptı. Trenchard'ın doğum ve
ölüm tarihi kesin olarak bilinmiyor. Yakın arkadaşı Thomas
Gordon ile birlikte liberal düşünceye önemli bir katkı olarak kabul
edilen "Cato Mektupları"nı yazmıştır.
Thomas Gordon'un da doğum ve ölüm tarihleri kesin olarak
bilinmiyor. Iskoçya'daki bir üniversiteye devam ettiği sanılıyor.
Gordon'un yaşamı ve eğitimine ilişkin bilgiler de açıklığa
kavuşturulamamıştır. Thomas Gordon adında bir kişinin Kings
Koleji'nden mezun olduğu; yine Thomas Gordon isimli bir başka
sahsın da 1716 yılında Edinburgh'da hukuk alanında tez yazdığı
biliniyor. Ancak bu kişilerin gerçekten Thomas Gordon olup
olmadığı tam olarak tesbit edilmiş değildir. Bazı tarihçilere göre
Thomas Gordon 1713 yılında Ingiltere'de Wiltshire'da yaşadı. 1718
177
yılında ise Londra'ya göç etti. Gordon'un kendisini Whig'lere
adayan bir kişi olduğu biliniyor.
Gordon ve Trenchard birbirleriyle tanışmadan önce bir süre
gazetecilik yaptılar. Trenchard 1690'lı yıllarda Ingiltere'de zorunlu
askerliğe karşı yazılar yazdı. Zorunlu askerliğin özgür toplum ile
bağdaşmadığını ve insan hak ve hürriyetlerini ihlal eden bir
uygulama olduğunu savundu.
Başlıca Eserleri:
Cato’s Letters: Essays on Liberty, Civil and Religious and
Other Important Subjects, New York, Da Capo Press, 1971.
The Independent Whig: A Defence of Primitive Christianity,
and Of Our Ecclesiastical
Establishment Against
The
Exorbitant Claims and Encroachments of Fanatical and
Disaffected
Clergymen,London: Printed for R. Ware, 17521753.
CHARLES-LOUIS
DE
SECONDAT,
MONTESQUIEU (1689-1755)
BARON
DE
Soylu bir aileden gelen Montesquieu, 1689 yılında Bordeaux
yakınlarında La Brede şatosunda doğdu. Eşinin zengin bir aileden
gelmesi O'na zamanının çoğunu çalışmalar yaparak geçirmesini
sağladı. 1716 yılında Bordeaux meclis başkanlığını miras olarak
amcasından aldı. 1717 yılında Ancien rejiminin çağdaş eleştirisi
olarak bilinen "Parisian Letters" adlı eserini yazmaya başladı.
1728-1729 yıllarında Avusturya, Italya ve Almanya'da
seyahatlerde bulundu. Daha sonra gittiği Ingiltere'de 1731 yılına
dek kaldı. Burada kaldığı dönem içerisinde Hery St. John
Bolingbroke ve Lord Chesterfield ile arkadaşlıkları oldu ve Royal
Society'e seçildi. 1731 yılında Fransa'ya döndükten sonra Ingiltere
ve Avrupa'nın bazı yerlerinde yaptığı gözlemler ve okuduklarından
yararlanarak çeşitli çalışmalarda bulundu. 1734 yılında Ingiliz
Anayasası'nın bir eleştirisini yaptı. Bu çalışmasını daha sonra 1747
yılında tamamladı ve "L'Esprit des Lois" adlı eserinde kullanarak
1748 yılında Cenevre'de yayınladı.
Başlıca Eserleri:
178
The Spirit of Laws ( Jean de Rond D’Alambert, T. Nugent ve J.
V. Prichard ed.), New ed. Colo. Littleton: F. B. Rothman, 1991.
VOLTAIRE (1694-1778)
Orta sınıf bir aileden gelen ve asıl adı François Marie Arouet olan
Voltaire 1694 yılında Paris'te doğdu. Paris'te Jesuit College Louis
de Grand'da eğitim gördü. Voltaire; aldığı eğitimin etkisi ve daha
sonra elde ettiği edebi ün ve zenginlik gözönüne alındığında bir
aristokrat olarak kabul edilebilir. Fransa'da ifade özgürlüğünün
sınırlı olduğu dönemde, Voltaire, “Parisien” topluluğunun başına
geçti. Ancak 1717 yılında Regent ve Duc d'Orleans ile alay ettiği
gerekçesiyle tutuklandı. Bastille'de kısa bir süre tutukluluk dönemi
geçiren Voltaire, bu süre içerisinde "Oedipe" adlı oyununu yazdı
ve 1718 yılında yayınladı. Voltaire'nin bu ilk çalışmasından sonra
1723 yılında gizlice "Henriade" adlı şiirini yayınladı. 1726 yılında
Duc de Rohan'ın düşmanlığı nedeniyle yeniden tutuklandı. Voltaire
ülkeden ayrıldı ve kilise ile mevcut düzen aleyhinde yazılar
yazmaya başladı. 1726 yılında Ingiltere'ye göç etti ve burada
"Letters Philosophiques" adlı eserini yazdı. 1746 yılında Fransız
Akademisine seçildi. 1750 yılında uzun süredir temaslarda
bulunduğu Prusya kralı II. Frederik'in misafiri olarak Prusya'ya
gitti ve orada üç yıl kaldı. Ancak bu ziyaret arkadaşlıklarının
bozulması ile neticelendi. 1751 yılında "The Age of Louis XIV" adlı
çalışması yayınlandı. 1754 yılından sonra Cenevre yakınlarında
bulunan Ferney'e yerleşti. Burada ilk bölümü 1764 yılında
yayınlanan "Dictionnaire Philosophique" adlı eserini yazmaya
başladı. 1756 yılında yayınlanan "Essai sur les Maeurs" adlı eseri
de Voltaire'nin Ferney'deki çalışmalarından birisiydi.
Voltaire'nin en önemli eserlerinden biri olan "Candide", O'nun
iyimserlik ve ilerlemeye olan inancını sarsan Lizbon depreminden
sonra yazılmıştır.
Başlıca Eserleri:
Philosophical Dictionary (P. Gay, ed), New York, Basic Books,
1962.
Political Writings, Cambridge (England), New York (USA):
Cambridge University Press, 1994.
179
The Complete Works of Voltaire (T. Besterman, ed), Geneva,
Institut et Musee Voltaire, 1968.
DAVID HUME (1711-1776)
1711 yılında Edinburgh'da dünyaya gelen Iskoçyalı filozof ve
tarihçidir. Hume, Edinburgh Üniversitesi’nde tahsilini tamamladı,
edebiyat ve hukukla ilgilendi. Kısa bir süre ticaretle uğraştı, daha
sonra Fransa'ya gitti (1734) ve burada en önemli çalışması olan
"Insan Doğası Üstüne Bir Inceleme" (A Treatise of Human Nature1739) adlı eserini hazırladı. Iskoç bir asilzadeye özel öğretmen
olarak hizmet ettiği kısa bir dönem dışında bütün hayatını bilimsel
çalışmalar ile geçirmiştir. Yazılarının çoğunluğu felsefe, siyaset ve
tarih üzerinedir. Ancak nüfus, para ve uluslararası ticaret
konularında da birçok makale yazmıştır. "Ahlak ve Siyaset Üstüne
Denemeler" (Essays Moral and Political-1741-1742), "Ahlak
Ilkeleri Üstüne Araştırma" (An Inquiry Concerning The Principles
of Morals-1751) ve "Siyasî Söylevler" (Political Discources-1752)
adlı eserleri Hume'un bir filozof olarak ün kazanmasını sağladı.
Düşünürün iktisadî görüşlerinin yer aldığı Siyasî Söylevler 18.
y.y.daki önemli ekonomik eserler arasında yer alır ve şahsî
arkadaşı Adam Smith üzerinde etkili olmuştur. Ölümünden sonra
çıkan eserleri şunlardır: Dinin Tabiî Tarihi (Natural History of
Religion); Tabiî Din Üzerine Diyaloglar (Dialogues on Natural
Religion); Intihar ve Ruhun Ölümsüzlüğü Üstüne Deneme (On
Suicide and On The Immortality of The Soul). Edinburgh barosu
kütüphane müdürlüğüne getirilen Hume, bu görevi sırasında
yazmaya başladığı "Ingiltere’nin Tarihi" (History of England1754-1762) adlı eseri ile para ve şöhrete kavuştu. Paris'e elçilik
katibi olarak gitti ve orada J.J. Rousseau ile tanıştı. Iskoçya'da bir
yıl kadar müsteşarlık yaptı. Ahlak ve teoloji alanındaki geleneksel
hristiyan argümanları hakkındaki şüpheleri ve ampirik metodu
tercih etmesi nedeniyle bütün fikirleri hakkında şüphe oluşturuldu.
Hume’un felsefesi, Locke ampirizmine ve Berkeley'in idealizmine
dayanır.
Hume, klasik liberal iktisatçıların yetişmesinde oldukça önemli bir
rol oynadı ve ekonomik düşünceye önemli katkılarda bulundu.
Ödemeler dengesinin sürekli olarak fazla vermesini savunan
merkantilist düşünceye cevabı olan "madeni para akım
mekanizması" (specie-flow mechanism) varsayımı ekonomik
180
düşünceye ilk katkısıdır. Hume’un ülkelerarasındaki değerli maden
akımını inceleyerek serbest ticaret neticesinde ülke parasının
dışarıya kaçacağı ve ülkenin fakirleşeceği hakkındaki merkantilist
düşünceyi eleştirmesi "paranın miktar teorisi" analizine önemli bir
katkıdır. Ihracat ve ithalat fazlasının ülke içinde yarattığı genel
fiyat seviyesi değişmeleriyle, ödemeler bilançosunda otomatik
dengeyi sağlayacağı yolundaki Klasik Teorinin ilk açıklaması
Hume'a aittir.
Hume, kısa vadede para arzındaki değişmelerin faiz oranını pek
fazla etkilemeyeceğini, ancak ekonomik büyüme ile atbaşı
gidiyorsa uzun dönemde para arzındaki artışın faizleri düşüreceğini
öne sürerek takipçilerinin "Sürünen Enflasyon Teorisi" (The
Theory of Creeping Inflation) varsayımlarından bahsetmelerine
neden olmuştur.
Hume'un ekonomik düşünceye üçüncü katkısı modern ticarî
topluluklardaki politik hürriyetin artması ile bireycilik ve ticaretin
gelişmesi sonucunda gündeme gelen siyasi desantralizasyon
arasında içsel bir bağlantı olduğu düşüncesidir. Kısaca, politik
hürriyet ekonomik hürriyetten kaynaklanır. Smith için bu çok
önemli bir katkı sayılır.
Hume, serbest ticaretin, kaynakların daha rasyonel dağılmasını
sağlayacağını savunmaktaydı. Ekonomi alanındaki önemli yazıları
"Writings on Economics" (1752-58) adı altında toplanmıştır.
Başlıca Eserleri:
Dialogues Concerning Natural Religion, Indianapolis, BobbsMerrill, 1947.
Essays Moral, Political and Literary, London: Longmans, Green,
1882.
Writings on Economics, Madison, University of Wisconsin Press,
1955.
Hume on Religion, (R. Wollheim. ed.) London: Collins, 1963.
An Enquiry Concerning The Principles of Morals, 2nd ed, La
Salle, Ill: Open Court, 1966.
Moral and Political Philosophy, New York: Hafner Pub. co.
1972.
A Treatise of Human Nature, Oxford: Clarendon Press, 1960.
181
Theory of Politics: Containing A Treatise of Human Nature
Book III, parts I and II, and Thirteen of The Essays, Moral,
Political and Literary, Austin, University of Texas Press, 1953.
The Natural History of Religion, Calif Stanford, Stanford
University Press, 1957.
Political Essays, Cambridge: New York: Cambridge University
Press, 1994.
JEAN JACQUES ROUSSEAU (1712-1778)
Cenevre’li bir saatçinin oğlu olan Rousseau 1712 yılında doğdu.
On altı yaşında Savoy, Italya ve Fransa'yı kapsayan seyahatlerine
başladı. Rousseau Paris'e ilk kez 1741 yılında gitmesine rağmen
burada ikamet etme hakkını ancak 1743 yılından sonra elde
edebildi. Rousseau'nun edebî yeteneği tanınmış ansiklopedist
Diderot ile olan arkadaşlığını sağladı.
1750 yılında Dijon Akademisi için yazdığı "Discourse on The
Sciences and The Arts" adlı eserinin ödül kazanması ile Rousseau
ilk başarısını elde etti ve tanındı. Rousseau'nun bir sonraki
çalışması "Discourse on Inequality" 1755 yılında yayınlandı. Bu
çalışmasını 1760 yılında yazdığı romanı "Julie", en önemli politik
çalışmalarından biri olan ve Hollanda'da basılan "The Social
Contract" ve 1772'de yazdığı "Emilie" adlı romanı izledi. Ancak
"Emilie" adlı romanına el konuldu ve bu romanı yakıldı. Rousseau
Isviçreye kaçmak zorunda kaldı. 1763 yılında hem "Emilie" hem
de "The Social Contract" adlı eserleri yakılınca Cenevre
vatandaşlığından çıktı. Rousseau daha sonra edebî tartışmalarına
Voltaire ile devam etti. Rousseau'nun politik görüşleri Korsika için
1765 yılında hazırladığı anayasada ve 1772 yılında yazmasına
rağmen 1782 yılında yayınlanan "Considerations sur le
Gouvernement de Pologne et sur sa Reformation Projetee" adlı
eserinde açıklanmaktadır.
1770 yılında Fransa'da ikamet etme hakkını yeniden elde eden
Rousseau 1776 yılında Ingiltere'yi ziyaret etti. Bu tarihten sonra
Fransa, çalışmalarına höşgörü gösterdi. Ancak gittikçe artan sağlık
problemleri ile sıkıntılı günler geçiren Rousseau 1778 yılında öldü.
Rousseau'nun özel yaşamı ile ilgili tüm detayları içeren
182
otobiyografi türündeki "Confession" (Itiraf) adlı eser 1783 yılında
yayınlandı.
Başlıca Eserleri:
Discourse on The Origin of Inequality (D. A. Cress ile birlikte),
Indianapolis: Hackett Pub. Co, 1992.
The Social Contract, Harmondworth, Middlesex, England: New
York: Penguin Books, 1987.
Basic Political Writings ( A. Donald Cress ile birlikte),
Indianapolis: Hackett Pub. Co. 1087.
Religious Writings of Rousseau (R. Grimsley, ed), London,
Clarendon, 1970.
ADAM SMITH (1723-1790)
Adam Smith 1823'de Kirkcaldy'de doğdu. 1737 ve 1740 yılları
arasında Glasgow Üniversitesi'nde Francis Hutcheson'ın öğrencisi
olarak eğitim gördü. 1746 yılına kadar Oxford yakınlarındaki
Balliol'da yaşadı ve daha sonra Kirkcaldy'de iki yıl kaldı. 1748 ve
1751 yılları arasında Edinburg Üniversitesi'nde konuşma sanatı,
hukuk ve “belles-lettres” konferansları verdi. 1751 yılında
Glasgow Üniversitesi'ne mantık profesörü olarak atandı. Aynı yıl
ahlak felsefesi kürsüsü başkanı oldu. O dönemde arkadaşları
arasında filozof David Hume'da vardı. Smith'in ilk kitabı "The
Theory of Moral Sentiments" 1759 yılında yayınlandı. 1764 ve
1766 yılları arasında Buccleuch Dükü'nün hocası olarak Fransa'da
bulundu. Bu sırada önde gelen filozof ve fizyokratlarla
görüşmelerde bulundu ve Cenevre'de Voltaire ile tanıştı.
Ingiltere'ye döndükten sonra bir kaç ay Hazine Bakanı (Chancellor
of the Exchequer) Charles Townshend'in danışmanlığını yaptı. A.
Smith Buccleuch Dükü'nden oldukça iyi bir ücret aldığından 1767
ve 1773 yılları arasında kendisini üne kavuşturan kitabı üzerinde
çalışmalar yaptı. Londra'da üç yıl daha çalıştıktan sonra Mart 1776
tarihinde "Wealth of Nations" başlığını taşıyan eserini yayınladı.
1778 yılında Edinburg Gümrük Komisyoncusu (Commissioner of
Customs) olarak atandı. Öldüğü tarih olan 1790 yılına kadar
Edinburg'da yaşadı. A. Smith iki önemli esere ek olarak bir çok
çalışmalarını da kaleme almıştır. Bunların üçü 1755 ve 1761 yılları
183
arasında, diğerleri ise ölümünden sonra 1795 yılında yayınlandı.
Smith’in en önemli teorik katkısı tam rekabet altında kaynakların
optimal etkin dağılımı hakkında ilk analizi geliştirmiş olmasıdır.
Başlıca Eserleri:
An Inquiry into The Nature and Causes of The Wealth of
Nations, Hartford, O.D. Cooke, 1811.
The Theory of Moral Sentiments, Indianapolis: Liberty Classics,
1982.
ANNE ROBERT JACQUES TURGOT, BARON D' AULNE
(1727-1781)
Kral hizmetinde görev yapan eski bir Norman aileden gelen Turgot
1727 yılında Paris'te doğdu. Papazlık eğitimi almak üzere St.
Sulpice din okuluna girdi. Aynı zamanda Sorbonne'da eğitim
gördü. 1751 yılında papaz olmaktan vazgeçerek krallık
yönetiminde görev aldı ve 1752 yılında Paris Parlamentosu'na
danışman olarak atandı.
Arkadaşlarının arasında Dupont de Nemours ve Condorcet de olan
ve Fizyokrat fikirlerle ilgilenen Turgot, bir deist olarak höşgörüyü
savunmaktaydı. 1755 yılında "Encyclopedie" için çeşitli makaleler
yazdı. 1753 ve 1756 yılları arasında ticaret müfettişi olan
Gournay'ın teftiş için gerçekleştirdiği seyahatlere katıldı. 1759
yılında Gournay'ın ölümü üzerine Gournay'ın yaşamını ve
fizyokratik inançlarını anahatlarıyla anlatan "Eloge" adlı eserini
yazdı. 1761 yılında Limoges'te müfettiş oldu ve on üç yıl bu görevi
sürdürdü. Turgot'un başarılı çalışması olan "Letters sur la Liberté
du Commerce des Grains" 1770'de yayınlandı. Ağustos 1774
yılında XVI. Louis tarafından maliye genel müfettişi olarak atandı.
Bu görevi sayesinde reformları daha da ileriye götürecek bir
programı tanıtma teşebbüsüne geçti.
Korumacılığa karşın serbest ticareti savunan Turgot, iktisadî
düşünce tarihi açısından merkantilistler ile fizyokratlar arasında yer
alır. Kârların faiz oranı ve belli bir risk payından oluştuğunu ve
ücretlerin asgari geçimlik düzeyde dengeye geleceğini savunan
Turgot’a göre faiz oranını belirleyen reel tasarruflardır.
184
THOMAS PAINE (1737-1809)
1737 yılında Norfolk-Thetford'da doğan Paine cumhuriyetçi bir
yazar ve idealist bir düşünürdür. Ailesinin maddi durumunun
yetersiz olmasına rağmen on üç yaşına dek gramer okulunda eğitim
gördü. On dokuz yaşında evinden ayrıldı ve bu olaydan sonraki on
yedi yıl çeşitli işlerde çalıştı. Ekim 1774'te Benjamin Franklin'in
tavsiye mektubu ile Philadelphia'ya gitti ve bir gazeteci ve yazar
olarak meslek yaşamına başladı.
Paine, ilk olarak Amerikan kolonilerinin Ingiltere'den bağımsız
olmaları gerektiğini savunduğu ve Ocak 1776 yılında yayınladığı
"Common Sense" adlı eseri ile tanındı. Bu eserini "American
Crisis" adlı çalışması izledi (1776-1777). Paine bu çalışmalarını
yaparken kısa dönemler halinde resmi görevlerde de bulundu. 1787
yılında Amerika'dan ayrıldı. Iki yılını Fransa ve Ingiltere'de
geçirdikten sonra üç yıl kaldığı Fransa'da Fransız ve Ingiliz
devrimlerinin propagandasını yaptı. Paine, 1791 yılında yazdığı
"The Rights of Man" adlı eserinin ilk bölümü ile 1789 yılından
itibaren Fransa'da gelişen olayları kınayan Edmund Burke'ün
eleştirilerini cevapladı. Paine, bu eserinin daha radikal olan ikinci
bölümünü ertesi yıl tamamladı. Ancak Ingilizleri monarşik
hükümeti devirmeye çağırdığından dolayı bu eseri gizlendi ve
vatana hıyanet suçundan yargılanmaması için ülkeden kaçmak
zorunda kaldı. Ağustos 1792'de yasama organı tarafından Fransız
vatandaşlığına kabul edildi ve bir yıl sonra "Konvensiyon"
üyeliğine seçildi. Fransa'da tutuklu olduğu 1793-1794 yılları
arasında "deist" inancını açıkladığı "The Age of Reason" adlı
eserinin ilk bölümünü yazdı. Eserinin ikinci bölümünü 1796
yılında yayınladı. 1802 yılında Amerika'ya döndü, ancak tüm
politik etkisini yitirdi. Deism ile ilgili düşünceleri nedeniyle
kınandı. Bu sebeple yoksulluk içinde öldü.
Başlıca Eserleri:
The Rights of Man, London: J. M. Dent & sons; New York: E. P.
Dutton, 1950.
Political Writings, Cambridge: New York: Cambridge University
Press, 1989.
Collected Writings, New York: Library of America, 1995.
The Age of Reason, N. Y. Buffalo: Prometheus Books, 1984.
185
The Complete Religious and Theological Works of Thomas
Paine (Illustrated ed.), New York, P. Eckler, 1892.
JEREMY BENTHAM (1748-1832)
Başarılı bir avukatın oğlu olan Jeremy Bentham 1748'de doğdu.
Oxford'da Queen's Koleji ve Westminster Okulu'nda eğitim gördü.
Hukuk konusundaki çalışmalarının yanısıra, felsefe ve bilim
alanında da çalışmalar yaptı. Fransa ve Türkiye'yi ziyaret etti.
Rusya'da iki yıl kaldı. Lord Shelburne ve Mirabeau'dan John
Quincy Adams'a kadar uzanan bir çok ünlü kişi ile arkadaşlığı
oldu. 19. yüzyılın başlarında eserleri bazı arkadaşları ve takipçileri
(başta James Mill) tarafından politik arenaya kadar taşındı.
Bentham'ın faydacı felsefesi ilk olarak 1789 yılında yayınlanan
"An Introduction to The Principles of Morals and Legislation" adlı
eserinde yeraldı. Yaşam boyunca tek amacı anayasa hukukunun
geliştirilmesi oldu. Anayasa hukukunun yanısıra, parlamento
reformu, eğitim reformu, cezaevi reformu ve "Panoptican"
şeklinde ideal cezaevi sisteminin geliştirilmesi ile de ilgilendi.
1824'de radikaller ve faydacılar için bir forum oluşturacak olan
Westminster Dergisi'ni yayınlamaya başladı. Yasama ve anayasa
konusundaki düşünceleri Ingiltere'den ziyade Avrupa ülkelerinde
etkili oldu.
Başlıca Eserleri:
The Theory of Legislation, Littleton, Colo: F. B. Rothman, 1987.
The Principles of Morals and Legislation, Buffalo, N.Y:
Prometheus Books, 1988.
Political Thought (B.C. Parekh, ed.), New York, Barnes &
Noble, 1973.
Plan of Parliamentary Reform, in the Form of Catechism,
With Reasons for Each Article: With An Introduction,
Shewing the Necessity of Radical and The Inadequacy of
Moderate
Reform, New York: AMS Press, 1977.
Plan for An Universal and Perpetual Peace, London, Peace
Book Company, 1939.
Of Laws in General (H.L.A. Hart, ed), University of London,
Athlone Press, 1970.
186
Jeremy Bentham's Economic Writings, (Critical ed.), London,
Published for The Royal Economic Society by Allen & Unwin,
1952-1954.
An Introduction to The Principles of Morals and Legislation
(L.J. Lafleur, ed.) New York, Hafner Pub. Co, 1948.
A Fragment on Government, Westport, Conn.: Greenwood
Press, 1980.
First Principles Prepatory to Constitutional Code (Philip
Schofield, ed.), Oxford: New York: Oxford University Press, 1989.
Constitutional Code: vol I. (F. Rosen ve J.H. Burns, ed.), Oxford:
Clarendon Press: New York: Oxford University Press, 1983.
Chrestomathia, Oxford: Clarendon Press: New York: Oxford
University Press, 1983.
The Utilitarians: An Introduction to The Principles of Morals
and Legislation (J. S. Mill, ed.), Garden City, N. Y. Doubleday,
1961.
A Bentham Reader (M.P. Mack, ed), New York, Pegasus, 1969.
MARY WOOLSTONECRAFT (1759-1797)
1759 yılında Londra'da doğan Irlandalı bir feministtir. On dokuz
yaşındayken kendi hayatını kazanmak amacıyla evden ayrıldı.
Okul müdireliği, Lord Kingsborough'un evinde mürebbiye ve
öğretmenlik yaptı. 1788'de yayıncı Johnson'a yayın danışmanı ve
tercüman oldu. Bu görevi, O'nun zamanının aydınlarından ve
reformlarından haberdar olmasına yardım etti. 1790 yılında,
Burke'nin "Fransız Devrimi’nin Yansımaları" (Reflections on the
French Revolution) adlı eserine cevap olarak "Insan Haklarının
Korunması" (Vindication of the Rights of Man) adlı eserini yazdı
ve 1792'de cinslerin eşitliğini savunan ve daha sonra gündeme
gelecek kadın hakları doktrinini oluşturan "Kadın Haklarının
Korunması" nı (Vindication of the Rights of Woman) yayınladı.
1792'de Paris'e gitti ve orada devrim terörüne şahit oldu ve "View
of French Revolution" (1794) adlı eserini yazdı. 1793'te Amerikalı
bir kereste tüccarı olan Gilbert Imlay ile evlendi ve O'ndan bir kızı
oldu. 1795'te Imlay'dan ayrılarak William Godwin ile birlikte
yaşamaya başladı ve hamile iken 1997'de Godwin ile evlendi;
Ağustos'da Marry adında bir kızı oldu ve Eylül'de öldü.
187
ANNE LOUISE GERMANIE DE STAEL (1766-1817)
Isviçre'li bir bankacının kızı olan Germanie de Stael 1766 yılında
doğdu. 1776-1781 ve 1788-1789 yılları arasında Fransa'da XVI.
Louis'in genel danışmanlığını yapan Germanie de Stael politika ve
roman yazarı olarak tanındı. Ocak 1786 yılında Isviçreli diplomat
Baron Stael von Holstein ile evlendi. Ilk kitabı "Letters de J.J.
Rousseau" 1788 yılında yayınlandı.
Fransız devrimi ile ilgilenmesine rağmen 1790 yılında Paris'ten
ayrılıp Cenevre'ye giden Germanie de Stael 1791-1792 ve 17951797 yılları arasında Fransa'da politikada aktif rol aldı. 1794
yılında Benjamin Constant ile başlayan uzun ve fırtınalı
birliktelikleri 1814 yılına kadar devam etti. Napoleon'un yönetimi
ele geçirdiği sırada Paris'te olan Germanie de Stael Napoleon
yönetimine karşı çıktı.
Germanie de Stael'in "Corinne" adlı romanı 1807 yılında
yayınlandı. Ancak önemli bir çalışması olan De L' Allemagme" nin
yayınlanması Napoleon tarafından 1813 yılına kadar engellendi.
Germanie de Stael bu eserinde Alman edebiyatının romantik
karakteri
ile
Fransız
edebiyatının
klasik
yaklaşımını
karşılaştırmaktadır.
Germanie de Stael Napoleon rejiminin devam ettiği sonraki
yıllarda Isviçre'den ayrılarak Rusya ve Stockholm'a; 1813 yılında
ise Ingiltere'ye gitti. 1814-1815 tarihleri arasında Fransa'da
bulunan Germanie de Stael "Considerations sur les Principaux
Evenements de la Revolution Française" adlı eserini yazarken
Cenevre-Coppet'e gitti. Fransız devriminin ilkelerini savunan ve
Fransız klasik liberalizminin yeni bir açıklamasını yapan bu eser
Germanie de Stael'in ölümünden sonra 1818 yılında yayınlandı.
Son aylarını Paris'te geçiren Germanie de Stael 1817 yılında öldü.
Başlıca Eserleri:
De Stael-Du Pont Letters (P. S. Du Pont de Numours ve J. F.
Marshall, ed.), Madison, University of Wisconsin Press, 1968.
An Extraordinary Woman: Selected Writings of Germanie de
Stael (V. Folkenflik,), New York: Colombia University Press,
1987.
188
WILHELM VON HUMBOLDT (1767-1835)
Tanınmış bir kaşif, coğrafyacı ve antropolojist olan Alexander von
Humbolt'un en büyük kardeşi olan Wilhelm von Humbolt 1767
yılında doğdu. Klasik eğitiminin yanısıra dilbilimi üzerine de
eğitim alan Humbolt, Aydınlanma Çağı'ndan ve özellikle
Leibnitz'den etkilendi. Eğitimini sürdürdüğü dönemde Avrupa'ya
seyahatlerde bulundu.
1802 yılında Prusya elçisi olarak atandı. Ancak 1806 yılında
Prusya'nın Napoleon tarafından bozguna uğratılmasından sonra
Berlin'e döndü. 1808 yılında Prusya eyalet meclisi üyesi olan
Humbolt, ilk ve orta dereceli eğitim sistemi ile ilgili reformların
hazırlanmasını yürüttü. 1809 yılında Berlin Üniversitesi'nin
kuruluşunda görev aldı. 1812-1817 yılları arasında Prusya
büyükelçisi, 1814-1815 yılları arasında ise Prusya delege meclisi
üyesi olarak görev yaptı. 1818 yılında Aix-la-Chapell Kongresi'ne
atandı. Almanya için 1815 yılında kurulan konfederasyondan daha
güçlü bir federal yapı öngören Humbolt, Prusya'da da bir
temsilciler meclisinin kurulması gerektiğine inanıyordu. Ancak
1819 yılında Frederick William III.'ün böyle bir meclis
oluşturamayacağı açıkça ortaya çıkınca politik yaşamdan koptu.
Humbolt'un liberal düşünceye katkısı 1792 yılında yazdığı ancak
1851 yılında tamamı yayınlanan "The Limits of State Action" adlı
kitabıdır. Bu kitap 1969 yılında Ingilizce’ye çevrilmiştir.
JAMES MILL (1773-1836)
Forfarshire'li bir ayakkabıcının oğlu olan Mill, 1773 yılında doğdu.
Iskoçya'da zengin aileye mensup olmayanlara tanınan eğitim
imkanlarından yararlanarak eğitimini tamamladı. Sir John Stuart
M.P.'nin yardımıyla Montrose Akademisi'nden felsefe ve yunanca
eğitimi yaptığı Edinburg Üniversitesi'ne gitti. Daha sonra papazlık
eğitimi aldı. 1801 yılında ise Londra'da gazeteci olarak çalışmaya
başladı.
1808 yılında Jeremy Bentham ile tanıştı. Mill, taraftarı olduğu
Bentham'ın bazı çalışmalarının yayınlanmasında O'na yardımcı
oldu. 1807 yılında David Ricardo ile tanıştıktan sonra Ricardo'nun
189
"Principles of Political Economy and Taxation" adlı eserinin
yazılmasında önemli bir rol oynadı.
Mill, 1806 yılında yazmaya başladığı üç ciltten oluşan "History of
British India" adlı kitabını 1818 yılında yayınladı. 1819 yılında
East India House'a atandı. Bu görev sırasında hazırladığı "Elements
of Political Economy" adlı çalışmasını 1828 yılında yayınladı.
1816 ve 1823 yılları arasında Britannica Ansiklopedisi için başta
hükümet ve kolonilerle ilgili olmak üzere çeşitli konularda
makaleler yazdı. 1824 yılında radikal ve "faydacı" fikirleri savunan
bir gazete olan Westminster Review'in kuruluşunu destekledi. 1824
ve 1828 yılları arasında daha sonra Londra Üniversitesi olan
kurumun kuruluşunda görev aldı.
Başlıca Eserleri:
An Essay on Government, Cambridge: The University Press,
1937.
Analysis of The Phenomena of The Human Mind (J. S. Mill, A.
Bain, A. Findlater ve G. Grote ile birlikte), London: Longmans,
Green, Reader and Dyer; 1869.
Selected Economic Writings (D. Winch ile birlikte), Edinburgh,
London, published for the Scottish Economic Society by Oliver &
Boyd, 1966.
Political Writings (Terence Ball ile birlikte), Cambridge, New
York: Cambridge University Press,
1992.
Essays on Government, Jurisprudence, Liberty of The Press
and Law of Nations, New York, A. M. Kelley, 1967.
Elements of Political Economy, 3rd ed. New York, A. M. Kelley,
1965.
Commerce Defended, New York, A. M. Kelley, Bookseller,
1965.
FELICITE ROBERT DE LAMENNAIS (1782-1854)
Zengin bir armatörün oğlu olan Lamennais 1782 yılında Italya- St.
Malo'da doğdu. "College de France" ve St. Sulpice'de eğitimini
tamamlayan Lamennais kısa bir süre St. Malo'da öğretmenlik
yaptı. 1809 yılında kardeşi Jean ile birlikte ultramontanizmi
savunan "De L'Etat et de L' Eglise au 18 Siecle et a L'heure" yi
yayınladı. 1816 yılında papazlığa atandı. Ilk dinî çalışması olan
190
"Essai sur l' in Difference en Matiere de Religion" 1818 ve 1823
yılları arasında yayınlandı. Lamennais 1820'li yılların sonlarına
doğru kiliseyi politik çıkarları için kullandıklarından dolayı X.
Charles ve kiliseye karşı çıkmaya başladı ve daha sonraları
kilisenin özgürlüğünü savundu. 1830 yılından sonra tamamen kral
karşıtı olan Lamennais katoliklik ile liberalizmi uzlaştırmaya
çalıştı. Lacordaire ve Montalembert ile birlikte Fransa'da liberal
katolikliğin
kurucusu olan Lamennais, 1830 Temmuz
Devrimi'nden sonra Lacordaire ve Montalembert ile işbirliği
yaparak "L'Avenir" gazetesini çıkarttı. Gazetenin oldukça geniş bir
taraftar toplamasına rağmen liberal katoliklik Papa XVI. Gregory
tarafından kınandı. Liberal ilkelerden vazgeçmeyi reddeden ve bu
düşüncesini "Paroles d'un Croyant" adlı eserinde açıklayan
Lamennais'in kilisedeki görevine 1834 yılında son verildi.
Lamennais dini faaliyetleri durdurulmuş olmasına rağmen "La
Livre du Peuple" ve "De l' esclavage Moderne" adlı çalışmaları ile
demokratik ilkeleri savunmaya devam etti. 1848 yılında Seçmen
Meclisi'ne seçilen Lamennais 1854 yılında bilinmeyen bir sebeple
öldü.
Başlıca Eserleri:
Essay on Indifference in Matters of Religion (H. E. J. Stanley ile
birlikte), London: J. Macqueen, 1895.
RICHARD COBDEN (1804-1865)
Küçük bir çiftçinin oğlu olan Cobden 1804 yılında Midhurst
Sussex'de doğdu. Londra'da deneyim kazandıktan sonra 1828
yılında Manchester'de kendisine ait pamuklu dokuma işini kurdu.
1830'lu ve 1840'lı yıllarda Avrupa'ya ve Amerika'ya seyahatlerde
bulundu.
Serbest ticarete inanan Cobden'in uluslararası politika ile ilgili
görüşleri Laissez-faire ilkesine dayanmaktaydı. Cobden 1838
yılında Mısır Kanunu'nu kaldırılması için açılan davaya katılmadan
önce Manchester siyasi yaşamında etkili bir isimdi. 1841 yılında
Avam Kamarası'na giren Cobden, 1840'lı yılların başında Mısır
Kanunu'nun kaldırılması, 1840'lı yılların sonu ile 1850'li yılların
başında uluslararası tahkim, 1860 yılında Fransa ile serbest ticaret
191
anlaşmasının yapılması ve ölüm tarihi olan 1865 yılında yapılan
parlamenter reformlar gibi siyasi faaliyetlerde bulundu. Whig ve
liberaller ile birlikte hareket etmesine rağmen kabinelerde görev
almadı. Başlıca eserleri "England", "Ireland and America" ve
"Russia" dır.
Başlıca Eserleri:
The Political Writings of Richard Cobden, 4th, ed. London: T.
F. Unwin, 1903: New York,
Kraus, 1969.
Speeches of Richard Cobden .. on Peace, Financial Reform,
Colonial Reform and Other Subjects Delivered During 1849,
New York: Kraus Reprint, 1970.
ALEXIS CLEREL DE TOCQUEVILLE (1805-1859)
Aristokrat ve katolik olan ve Norman bir aileden gelen Tocqueville
1805 yılında doğdu. Babası X. Charles hükümetinde görevli olan
Tocqueville hukuk eğitimi aldı ve Versay mahkeme başkanı olarak
atandı.
1831 yılında bir arkadaşı ile birlikte ceza sistemini incelemek üzere
gittiği Amerika'da demokratik devlet ve toplumun değişik yönlerini
gözlemleme fırsatı elde etti. Fransa'ya döndükten sonra görevinden
ayrıldı ve sonraki iki yılını "Democracy in America" adlı eserini
yazarak geçirdi. Bu eserinin son bölümünü 1840 yılındaki Ingiltere
ziyaretinde yazan Tocqueville bu eseri ile modern siyasi
düşünürlerin en önemlileri arasında yerini aldı. 1839-1851 yılları
arasında Fransız Meclisi'nde bağımsız milletvekilliği yaptı. Kısa
süren II. Cumhuriyet Dönemi'nde Constituent Meclisi üyesi olan
Tocqueville, 1849 yılına dek dışişleri bakanı olarak görev yaptı.
Ancak Louis Napoleon tarafından bu görevinden alındı.
1851 yılında L. Napoleon'un askeri müdahalesi ile sonuçlanan
Fransa'daki olayların patlak vermesi Tocqueville'de büyük bir
hayal kırıklığı yarattı. Tocqueville'in son çalışması 18. yüzyılda
Fransa'nın tarihi analizi ile ilgiliydi. Tocqueville "The Ancien
Regime and The Revolution" adı altında ilk bölümü yayınlanan bu
çalışmayı tamamlayamadan 1859 yılında öldü.
Başlıca Eserleri:
192
Democracy in America, New York: A. Knopf: Distributed by
Random House, 1993.
The Old Regime and The French Revolution, Mass. Gloucester:
Peter Smith, 1978.
Recollections, 1st, ed. Garden City, N. Y. Doubleday, 1970.
Selected Letters on Politics and Society (R. Boesche, ed.),
Berkeley: University of California Press, 1985.
JOHN STUART MILL (1806-1873)
James Mill'in en büyük oğlu olan John Stuart Mill 1806'da doğdu.
Ilk eğitimini babasından aldı. Üç yaşında Yunanca öğrendi. Onbir
yaşında politik iktisat üzerinde çalışmalar yapmaya başladı.
Onsekiz yaşında Westminster Review Dergisi'nde Frederic
Bastiat'ın fikirlerinin devamı olarak ekonomik konular üzerinde
makaleler yayınladı. 1820 ve 1821 yılları arasında Fransız iktisatçı
John Baptiste Say ile tanışmak için gittiği Fransa'da bir kaç ay
kaldı. 1823'de East India House'da memur oldu. Burada, 1858
yılında ofis şefi olarak emekli oluncaya dek çeşitli kademelerde
görev yaptı. Mill'in yaşamında babasının etkisinden başka
Coleridge ve Comte gibi düşünürlerin de etkisi olmuştur. 23
yaşında iken tanıştığı Harriet Taylor ile uzun süren arkadaşlığından
sonra 1851 yılında evlendi. Mill, 1865 ve 1868 yılları arasında
House of Commons'da görev aldı. Ancak, kadınlara oy hakkı
sağlanması, Irlanda toprak reformu ve oy hakkının genişletilmesi
gibi reformları desteklemesine rağmen parlamento üzerinde fazla
bir etkiye sahip olamadı. Bir filozof, liberal düşünür ve iktisat
teorisyeni olan Mill'in eserleri, 19. yüzyılda etkili olmuştur.
Başlıca eserleri şunlardır: Kısmen Comte'nin pozitivizm ile ilgili
görüşlerinden etkilenerek yazdığı "A System of Logic" (1843);
"Principles of Political Economy" (1848); "On Liberty" (1859);
"Considerations On Representative Government" (1861) ve 18601861 yıllarında yazılmasına karşılık 1869 yılında yayınlanan "On
the Subjection of Women". Mill daha sonraki yıllarda belirli ölçüde
faydacı felsefeden ayrıldı. Yaşamının geri kalan on beş yılını
Fransa'da Avignon'da geçirdi ve 1858 yılında öldü. Ölümünden
sonra "Autobiography" adını taşıyan eseri yayınlandı.
Başlıca Eserleri:
193
On Liberty: Representative Government: The Subjection of
Women, London: Oxford University Press, Geoffrey Cumberlege,
1912-1952.
Utilitarianism (Oskar Piest, ed), Indianapolis, Bobbs-Merrill,
1957.
Principles of Political Economy, New York, D. Appleton and
Company, 1909.
Essays on Ethics, Religion and Society, Toronto: University of
Toronto Press, 1969.
On Liberty (C. V. Shields, ed.), Indianapolis, Bobbs-Merrill,
1956.
Nature and Utility of Religion, Indianapolis, Bobbs-Merrill,
1958.
Dissertations and Discussions: Political, Philosophical and
Historical, London: Longmans, Green, Reader and Dyer, 1867.
Essays on Politics and Culture, Garden City, N. Y. Doubleday,
1962.
Essays on Economics and Society (J. M. Robson, ed.), Toronto:
University of Toronto, 1967.
Considerations on Representative Government, New York ,
Henry Holt and Co. 1874.
Essays on Equality, Law and Education (J. M. Robson, ed.),
Toronto: Buffalo: University of Toronto Press, 1984.
LYSANDER SPOONER (1808-1887)
Lysander Spooner ABD'nin Massachusetts Eyaleti’nin Athol
Kasabası’nda 1808 yılında doğdu. Hukuk bürosu açmak için üç yıl
okuma şartını eleştirdi ve bu uygulamaya karşı çıktı. Yaşamı
boyunca insanın doğal haklarını, Laissez-faire ve bireycilik
felsefelerini savundu. Bir filozof olarak devletin posta
hizmetlerindeki tekeline şiddetle karşı çıkıyordu. Eserlerinde
köleliğe ve devletin bizzat kendisine karşı isyankardı. Yaşı
ilerledikçe radikal düşünceleri daha da arttı. Ölümünden kısa bir
süre önce "Gorever Cleveland'a Bir Mektup" başlığını taşıyan
eserini yayınladı ve bu eserinde devlet monopolüne karşı en katı
eleştirilerini yöneltti. Eserlerinde, Amerikan Anayasası'nı ve yasal
sistemini de eleştirmiştir. Spooner, herşeyin ötesinde, kendisini
194
insanın doğal haklarının korunması amacına yöneltmiş bir radikal
ve isyankar bir filozoftu.
Başlıca Eserleri:
No Treason: The Constitution of No Authority and A Letter to
Thomas F. Bayard, Larkspur, Col, Pine Tree Press, 1966.
The Collected Works of Lysander Spooner (Charles Shively,
ed), Weston , Mass, M & S Press, 1971.
Let's Abolish Government, New york, Arno Press, 1972.
LORD ACTON (1834-1902)
John Emerich Edward Dalberg-Acton, Lord Acton Avrupalılar ile
önemli ilişkileri olan aristokrat katolik bir aileden gelmektedir.
Katolik kilise tarihçilerinin önde gelenlerinden Ignaz von
Dollinger'in himayesinde yedi yıl çalıştı ve aynı zamanda
Avrupa'da seyahatlerde bulundu. 1859'da Avam Kamarası (House
of Commons)'na kabul edildi ve 1869 yılında William Gladstone
tarafından kendisine "lord" ünvanı verildi. 1860 yılında yayın
hayatı çok kısa süren dergilerde liberal bakış açısından katolik
dinini tanıtmaya çalıştı. 1870 yılında Papa'nın yaptığı açıklamadan
derin üzüntü duymasına rağmen kiliseden ayrılmadı. Bundan sonra
özgürlük tarihini yazmaya karar verdi. Bu amaç doğrultusundaki
çalışmaları 1870'li yıllarda yazılan iki eseri ile başlar ve 1895
yılında Cambridge'de modern tarih profesörü olarak atanmasından
sonra verdiği ilk konferanstan sonra devam eder. Bu çalışmaların
Ingiliz tarihi üzerine önemli etkileri oldu. Bunun ötesinde O'nun
Alman tarihçi metodları ve insanoğlunun gelişimi üzerine olan
düşünceleri de Ingiliz tarihini geniş bir şekilde etkilemiştir.
Başlıca Eserleri:
Essays on Freedom and Power, Boston: Beacon Press, 1948.
Essays in The History of Liberty, Indianapolis: Liberty Classics,
1985.
Essays in The Liberal Interpretation of History: Selected
Papers (W. H. McNeill, ed.), Chicago, University of Chicago
Press, 1967.
Essays on Church and State, New york, Crowell, 1968.
195
Lord Acton on Papal Power (H. A. Macdougall, ed.), London:
Sheed & Ward, 1973.
Selected Writings of Lord Acton (J. R. Fears ile birlikte).
Lectures on Modern History, London: Collins, 1960.
The History of Freedom and Other Essays (J. N. Figgis ve R.
G. Laurence, ed.), London:
Macmillan and Co, ltd. 1907.
The History of Freedom (J. C. Holland, ed.), Grand Rapids:
Acton Institute, 1993.
Essays in The Study and Writing of History (J. R. Fears, ed.),
Indianapolis: Liberty Classics, 1986.
THOMAS HILL GREEN (1836-1882)
Thomas Hill Green eğitimini 1855-1859 yılları arasında Rugby
School ve Balliol Kolej'de tamamladı. 1860 yılında Oxford'da
eskiçağ tarihi ve modern tarih üzerinde eğitim alan Green daha
sonra felsefe dersleri verdi. 1861 yılında Balliol Kolej'den burs aldı
ve 1866 yılında aynı okulda eğitimci olarak göreve başladı. "NeoHegelianism"e olan ilgisini kaybeden Green, daha sonraları,
Oxford'da idealist okulun kurucusu oldu. Green'in ölümü ile yarım
kalan ve felsefe alanında yaptığı önemli bir çalışma olan
"Prologamena to Ethics" 1883 yılında yayınlandı.
Akademik kariyerinin yanısıra orta dereceli okulların eğitim
sistemleri ile de ilgilenen ve liberal politikacılarla birlikte çalışan
Green, devletin ekonomiye pozitif müdahalesi olması gerektiğine
inanmaktaydı. Green bu düşüncesini ölümünden sonra yayınlanan
"Lectures On The Principles of Political Obligation" adlı eserinde
açıklamaktadır.
Başlıca Eserleri:
Works of Thomas Hill Green (R. L. Nettleship, ed.), 2nd, ed.
London, New York, Longmans,
Green, 1889-1890.
T. H. Green: Lectures on The Principles of Political
Obligation, and Other Writings (P. Harris, J. Morrow, ed.),
Cambridge: New York: Cambridge University Press, 1986.
Prolegomena to Ethics (A. C. Bradley, ed.), Oxford, Clarendon
Press, 1883.
Lecture on The Principles of Political Obligation, London: New
York: Longmans, Green and Co. ,
1931.
196
The Political Theory of T. H. Green: Selected Writings (J. R.
Rodman, ed.), New York, Appleton- Century- Crofts, 1964.
197
Download