John Locke’dan Adam Smith’e; Voltaire’den Lord Acton’a ÖZGÜRLÜK Y A ZI LA R I Cicero, Aquinas, Overton, Milton, Spinoza, Locke, Trenchard& Gordon, Hume, Montesquieu, Rousseau, Voltaire, Blackstone, Turgot, Smith, Jefferson, Burke, Paine, Wollstonecraft, Kant, Humboldt, Bentham, Madison, Tocqueville, Lincoln, Acton... Derleyen ve Çeviren: Coşkun Can Aktan İ.Yaşar Vural Çizgi Kitabevi: Konya- 2003 1 “Özgürlük için hepimiz hukukun kölesiyiz.” Cicero “Devlet yönetiminin amacı özgürlüktür.” Benedictus de Spinoza “Hiç kimsenin benim haklarım ve özgürlüklerim üzerinde; benim de başkalarının özgürlükleri üzerinde hakkım yoktur.” Richard Overton “Her insan iki hakka sahip olarak dünyaya gelir. Birincisi, başka insanların üzerinde hiç bir gücünün sözkonusu olmayacağı özgürlük hakkıdır. İkincisi ise, mülkiyet hakkıdır.” John Locke “Söylediklerini onaylamıyorum, fakat ölümüne de olsa, konuşma hakkını savunacağım.” Voltaire “Özgür doğan insan her yerde zincire vurulmuştur.” Jean Jacques Roussaeu “Bütün insanlar eşit yaratılmışlardır. Yaradanları tarafından vazgeçilmez haklara sahip kılınmışlardır. Bu haklar; yaşam, özgürlük ve mutluluğa ulaşma hakkıdır.” Thomas Jefferson “Özgürlük bile, sahip olmak için sınırlandırılmalıdır.” Edmund Burke 2 TAKDİM Sosyal düzende insanların doğuştan sahip olduğu vazgeçilemez ve devredilemez "doğal hakları" mevcuttur. Yaşam hakkı, özgürlük hakkı, mülkiyet hakkı, baskıya karşı direnme hakkı gibi doğal haklar, devletin bir siyasi kurum olarak henüz ortaya çıkmadığı dönemlerde dahi varolmuştur. Doğal haklar, devletin vatandaşlarına bahşettiği haklar değildir. Bunlar insanların "tabii" haklarıdır. Doğal haklar, "negatif" özellik taşır. Negatif özgürlük; insanların başkalarının özgürlüklerini sınırlandırmadıkları sürece bir şeyi yapmak ya da yapmamak konusunda serbest olmalarını ifade eder. Doğal hak ve özgürlüklere karşı dışarıdan (devletten ve diğer vatandaşlardan) bir zorlamanın, engellemenin ya da müdahalenin olmaması gerekir. İyi bir sosyal düzende "özgürlük" (serbestlik=hürriyet) "sine qua non" (olmazsa olmaz) bir ilkedir. Hak kavramı, hem pozitif, hem de negatif bir anlam taşır. Negatif haklar, yukarıda da ifade edildiği üzere insanın doğal haklarıdır. Negatif haklar, devletin insanlara lutfettiği ya da bahşettiği haklar değildir. Pozitif haklar ise bizzat devlet tarafından vatandaşlara sağlanan haklardır. Sosyal güvenlik hakkı ya da eğitim hakkından söz edildiğinde, bu hakların devlet tarafından vatandaşlara sağlanması anlaşılır. Pozitif haklar, devlete bir takım görev ve sorumluluklar yükler. Pozitif hak olarak adlandırılan şeyler, mutlaka devletin bir takım edimler ifa etmesini ve somut önlemler almasını gerektirir. 3 İnsan doğası itibariyle özgür yaratılmıştır. Ancak insan, eylemlerinde ve davranışlarında sınırsız bir özgürlüğe sahip olamaz. Özgürlüklerin, başkalarının hakları ve özgürlüklerini ihlal etmeyecek bir şekilde kullanılması gerekir. İnsanların doğal yaşama döneminden çıkmalarının ve siyasi toplumun egemenliği altına girmelerinin tek nedeni doğal hakların güvence altına alınmasıdır. Devletin varoluş sebebi, insanın doğal haklarının ve özgürlüklerinin korunmasıdır. Güvenlik, adalet ve yargı gibi hizmetleri üstlenecek bir minimal devlet, özgürlüklerin güvence altına alınması için gereklidir. Devletin varlığı, özgürlüklerin korunması için bir zorunluluktur. Özgür bir toplumda bireyler duygu ve düşüncelerini serbestçe ve bir baskı altında kalmaksızın ifade edebilirler. İnsanların fikir ya da düşünce özgürlüğü hiçbir şekilde cezalandırılamaz. İnsanların konuşma özgürlüğünü, bir takım gerekçeler göstererek sınırlamak doğru değildir. İnsanlar şiddete başvurmadıkları sürece düşüncelerini serbestçe ifade edebilmelidirler. Özgür bir toplumda düşünce özgürlüğü kadar inanç ve ibadet özgürlüğü de önem taşır. Bireyler dinlerini seçmekte, dinin vecibelerini yerine getirip getirmemekte tamamen serbest olmalıdırlar. Kimse dini inancını zorla başkalarına empoze ettirme hakkına sahip olamaz. Özgür bir toplumda, devlet ya da hiç bir kurum ya da kimse başkalarının ibadet yapması için baskı yapamaz. Özgür toplum, din devletine ve dinî ahlâkın zorla uygulanmasına karşıdır. Özgür toplum, iman ve itaat mistisizmini savunan bir dini ahlâkı reddeder. Herkesin dini inancı kendisi ile Tanrı(sı) arasındadır. Özgür toplumda basın, yayın ve diğer kitle iletişim araçları, faaliyetlerini serbestlik içerisinde sürdürmelidirler. Tüm medya araçlarının dürüst, gerçeğe dayalı ve topluma karşı bir sorumluluk duygusu taşıyacak tarzda yürütülmesi gerekir. 4 Buraya kadar hak ve özgürlük kavramları ve önemi üzerinde durduk. Önemle belirtelim ki, haklar ve özgürlükler tarih boyunca verilen mücadeleler sonucunda kazanılabilmiştir. İnsanoğlunun yaşadığı en eski çağlardan günümüze değin haklar ve özgürlükler için her zaman bir mücadele varolmuştur ve bu mücadele bugün de devam etmektedir. Bu kitapta büyük filozofların özgürlük kavramına bakış açıları ve savunuları yeralmaktadır. Kitapta ilk olarak Cicero ve Thomas Aquinas’ın eserlerinden alıntılar sunulmaktadır. Daha sonra ağırlıklı olarak 17’nci, 18’nci ve 19’ncu yüzyılda yaşamış özgürlük filozoflarının eserlerinden alıntılar takdim edilmektedir. Ayrıca 20’nci yüzyılın ilk yarısında yaşamış bazı filozof ve devlet adamlarının özgürlükler üzerine yazıları ve konuşmalarından alıntılar sunulmaktadır. Bu kitap içerisinde yeralan metinler özgürlükler üzerine yapılmış muhtelif derleme eserlerden seçilmiştir. Bunlar arasında özellikle E. K. Bramsted and K.J. Melhuish tarafından derlenen “Westerm Liberalism- A History in Documents From Locke to Croce,” (London: Longman, 1978.) eseri özel bir önem taşımaktadır. Bu kitap özgürlükler üzerine belki de bugüne değin derlenen en kapsamlı eserlerden birisidir. Bu eserin dışında ayrıca muhtelif eserleden de yararlanıılmış ve tüm referans bilgileri metinlerin ilk sayfasında dipnotta verilmiştir. Özgürlüklere olan inancımızın ve mücadelemizin hiç bitmemesi temennisiyle ... C. Can Aktan & İ. Yaşar Vural Şubat-2003 5 İÇİNDEKİLER Marcus Tullius Cicero, Kanunların Doğası.................... Thomas Aquinas, Kanunların Özü (1251)...................... Richard Overton, Tiranlara Karşı Özgürlük, (1600)....... John Milton, Sansür Üzerine, (1644). ............................... John Lilburn ve Arkadaşları, “Leveller Bildirgesi” (1649)............................................................. Benedictus de Spinoza, Vatandaşların Özgürlüğü (1670). John Locke, Siyasal Toplumun Amaçları, (1690)............. John Locke, İnanç Özgürlüğü ve Hoşgörü Üzerine, (1685).............................................. John Trenchard ve Thomas Gordon, İfade Özgürlüğü Üzerine, (1720)........................................ John Trenchard ve Thomas Gordon, Güç ve Özgürlük Üzerine, (1720)................................. David Hume, Basın Özgürlüğü Üzerine, (1742)............. Baron de Montesquieu, Kuvvetler Ayrılığı, (1748)........... Jean-Jacques Rousseau, Toplumsal Sözleşme, (1762).... Voltaire, Hoşgörüsüzlüğün Doğal Kanunlara Uygun Olup Olmadığı Üzerine, (1764)......................................... William Blackstone, İnsanın Doğal Hakları ve Basın Özgürlüğü Üzerine, (1769)................................ 6 Anne Robert Jacques Turgot, Hoşgörü Üzerine Krala Sunulan Önerge, (1775)............................... Adam Smith, Serbest Teşebbüsün Avantajları (1776).... Thomas Jefferson, Siyasi Farklılıkların Hoşgörülmesi, (1789)....................................................... Edmund Burke, Özgürlük Üzerine, (1790)....................... Thomas Paine, İnsan Hakları, (1791)..................... Mary Wollstonecraft, Kadınların Özgürlüğü (1792)........ Immanuel Kant, Siyasal Haklarda Teori-Pratik İlişkisi Üzerine, (1792).................................................. Wilhelm von Humboldt, İnsanın Özgürlüğü Üzerine, (1792) .................................... Joseph Goerres, İfade Özgürlüğü, (1814).................. Mme de Stael, Özgürlük Sevgisi, (1819)...................... James Mill, İyi Devlet, (1820)....................................... Jeremy Bentham, Anayasal Devletin Temel İlkeleri, (1823).................... .................................. James Madison, Özgürlük Üzerine, (1830)................. John Rankin, Kölenin Özgürlük Hakkı (1833).............. Friedrich Christoph Dahlmann, Sivil İtaatsizlik Üzerine, (1835)............................................................... Alexis de Tocqueville, Eşitlik İlkesi Üzerine, (1835)................................................................. 7 Richard Cobden,Serbest Ticaret Özgürlüğü Üzerine, (1844)................................................................. Camillo Dı Cavour, Vicdan ve İbadet Özgürlüğü, (1848)............................................................... Abraham Lincoln, Eşitliğin Anlamı, (1857)....................... Felicite De Lamennais, Özgürlük, (1858)............................ Giuseppe Mazzini, İnsanların Vazifeleri Üzerine, (1858)................................................................. Giuseppe Mazzini, Dernek Kurma Özgürlüğü Üzerine, (1858)................................................................... John Prince Smith, Ticaret Özgürlüğü Üzerine, (1860)..... Heinrich von Treitschke, Siyasal Özgürlük ve Sınırları, (1861)................................................................... Adolphe Thiers, Elzem Özgürlükler Üzerine, (1864).............. John Stuart Mill, Kadınların Tahakküm Altında Olması Üzerine, (1865)............................................................ Roger Williams, Din Özgürlüğü, (1867)............................... Leon Gambetta, Demokrasi ve Özgürlük Üzerine (Belleville Manifestosu), (1869).............................. Lord Acton, Çoğunluğun İradesi Üzerine, (1870)................. Lord Acton, Özgürlük Üzerine, (1877).................................. Lysander Spooner, Grover Cleveland’a Mektup, (1885)........................................................................ 8 Auberon Herbert, Özgür Yaşam ve Voluntarizmin İlkeleri, (1885)....................................... Thomas Hill Green, Liberal Yasama ve Sözleşme Özgürlüğü Üzerine, (1911)............................................ John M. Keynes, Liberalizm ve Devlet Müdahalesi, (1926).......................................................... Otto von Bismarck, İşçileri Korumaya Yönelik Devlet Müdahalesi (1929)................................................. Franklin D. Roosevelt, Dört Özgürlük, (1941).................. Franklin D. Roosevelt, Ekonomik Haklar Bildirgesi, (1944)................................................................. Sir William Beveridge, Liberal Radikalizm ve Özgürlük, (1945).................................................................. 9 MARCUS TULLIUS CICERO: KANUNLARIN DOĞASI * Kanun, yapmamız gereken şeyleri emreden, yapmamamız gerekenleri yasaklayan ve doğada bulunan en üst düzeydeki akıl yürütmedir. Bu akıl yürütme, insan aklında tam olarak geliştirildiğinde ve doğru bir şekilde kararlaştırıldığında, kanun olur. Bu nedenle en bilgili insanlar, doğal işlevi doğru eylemler yapmayı emretmek, yanlış yapmayı yasaklamak olan bir zeka olduğuna inanırlar. Bu niteliğinin, dilimizdeki ve Yunanca’daki her insana bahşedilen fikir anlamındaki kavramdan çıkarıldığı zannedilmektedir. Ben, ‘tercih etmek’ teriminden isimlendirildiğine inanıyorum. Kanun kelimesine adalet mevhumunu isnat ettiklerinden dolayı, her iki mevhum da kanuna ait ise de, bizler de bu kelimeye bu ayrımı veriyoruz. Benim genel olarak öyle zannettiğim gibi eğer bu doğru ise kanun doğal bir kuvvet olduğundan, adaletin kökeni hukukta bulunabilir. Adalet ve adaletsizliği tespit eden zeki insanın aklı ve muhakeme gücüdür. Kanun, ne insanların fikirlerinin bir ürünüdür ne de halkın bir kararıdır, aksine yasak ve emirlerdeki dirayeti ile bütün evrene hükmeden ebedi ve ezeli bir şeydir. Kanun, her şeyi cebren ya da yasaklarla tanzim eden Tanrı’nın asıl ve en son iradesidir. Bu nedenle, Tanrı’nın insan ırkına bahşettiği kanunlar, hak ettiği biçimde övülmelidir, zira o emir ve yasaklara uygulanan bir bilge kanun koyucunun aklı ve muhakemesidir. ......Değişik şekillerde ve zamanının gerektirdiği ihtiyaçları karşılayan ve ulusların idaresi için formüle edilen bu kurallar kanun unvanını taşırlar. Bu ada gerçekten layık olan her kanun gerçek anlamda övülmeye layıktır, zira aşağıdaki varsayımın doğruluğunu ispat eder. Kanunların vatandaşların * Michael Curtis (Ed.), The Great Political Theories- From Plato and Aristotle to Locke and Montesquieu-, New York: Avon Books. S.126-127. 10 güvenliği, devletlerin korunması ve insanların mutluluğu ve huzuru için icad edildiği ve bu tip kuralları ilk defa uygulamaya koyan kişilerin kendi halkını bu tip kanunların yürürlüğe konulması suretiyle onlara şerefli ve mutlu bir hayat sağlamayı mümkün kıldıklarını söyleyerek ikna ettikleri ve bu tip kurallar oluşturulduktan ve uygulamaya konulduktan sonra insanların onlara “kanunlar” dedikleri kabul edilmektedir. Bu bakış açısından olaya bakıldığında, sözlerini ve anlaşmalarını bir kenara iterek, uluslar için kötü ve adil olmayan kuralları formüle edenlerin “kanunlar”dan başka bir şeyi uygulamaya koydukları kolayca anlaşılabilir. Bu nedenle “kanun” teriminin doğru bir şekilde tanımlanmasında doğru ve adil olanı seçme ilke ve fikrinin tabii olarak var olması gerektiği aşikardır. Ulusların uygulamaya koydukları öldürücü ve ahlak bozucu kanunlar nelerdir? Bunlar, bir soyguncular çetesinin mecliste geçirdiği kurallar yerine kanunlar denilmesini hak etmemektedirler. Eğer cahil ve yeteneksiz insanlar ilaçlarla şifa vermek yerine ölümcül zehirleri salık verirlerse buna, muhtemelen, doktorların tedavisi denemez. Yıkıcı bir düzenleme olmasına rağmen bir ülke onu kabul etse bile bir ülkedeki bu tip bir kural kanun olarak adlandırılamaz. Bu nedenle, kanun, her şeyin en kadimi ve aslı olan doğa ile ve iyiyi savunan ve kötüyü cezalandıran doğanın standartlarıyla uyum içinde olmak koşuluyla, adil olanla adaletsiz olan arasındaki ayrımdır. 11 THOMAS AQUINAS: KANUNLARIN ÖZÜ, 1251 * ...Kanun, insanları belirli eylemleri yapmaya sevkeden ya da belirli eylemleri yapmaktan meneden bir tedbir ve kuraldır. Lex (kanun) ligare (bağlamak, menetmek) kökünden gelmektedir zira her hangi bir kişiyi eyleme geçmekten meneder. İnsan davranışlarının sınırı ve kuralı, yukarıda belirtilenlerden ortaya çıktığı gibi insan davranışlarının özü olan akıldır. Zira o, filozoflara göre insan davranışlarındaki tüm konularda temel ilke olan ve amaçlara yönelten akla aittir. Herhangi bir türdeki asıl cevher, çok sayıdaki türlerin birliği ve farklı hareket türlerindeki ilk hareket örneklerinde olduğu gibi o türün kuralları ve kanunlarıdır. Sonuç olarak kanun akılla alakalı bir şeydir. Akıl, istekleri harekete geçirecek güce sahiptir. Ancak, emredilen şeyin iradesinin kanun niteliğine sahip olabilmesi için bazı mantık kuralarına uyumlu olması gereklidir. Bu çerçevede hükümdarın iradesinin kanun gücüne sahip olduğu söylenebilir; aksi halde, hükümdarların iradesi kanun yerine kanunsuzluk niteliği gösterir. Pratik aklın objesi olan pratik meselelerdeki ilk ilke en son amaçtır ve insan hayatındaki en son amaç saadet yada mutluluktur. Sonuç olarak kanun mutluluk ilişkisini göz önüne almak zorundadır. Ayrıca her parça, mükemmel olmayandan mükemmele doğru, bütüne göre tertip edildiğinden ve herhangi bir kişi toplumun bir parçası olduğundan kanunlar evrensel mutlulukla alakalı ilişkileri uygun bir şekilde dikkate almak zorundadır. Bu nedenle, yukarıda bahsedilen hukuki konularda filozoflar mutluluktan ve politik toplumdan birlikte bahsederler. Politics i.I.’de belirtildiği gibi devlet mükemmel bir topluluk olduğundan * Michael Curtis (Ed.), The Great Political Theories- From Plato and Aristotle to Locke and Montesquieu-, New York: Avon Books. S.187-189. 12 bu tip hukuki konuları yalnızca mutluluğu ve politik toplumun parçalarını koruma ve üretmek için uyarlanan bir şey olarak kabul ettiğini söylemektedirler. Bir kanun, tam olarak ifade etmek gerekirse, ilk ve en önce kamu yararı için gerekli olan düzeni dikkate alır. Herhangi bir şeyi kamu yararına uygun bir şekilde düzenlemek ya toplumun tümüne ya da toplumun tümüne vekalet eden bir kişiye aittir. Bu nedenle kanun yapmak ya halkın tümüne ya da halkın tümüyle ilgilenen kamusal şahsiyetlere aittir. Zira, diğer tüm meselelerde herhangi bir şeyi amaca yöneltmek o amaç kime aitse onu alakadar eder. Özel bir kişi başka bir kişiyi etkin bir şekilde yönlendiremez, yalnızca tavsiyede bulunabilir ve tavsiyesi dikkate alınmaz ise filozofların söylediği gibi kuvvetli bir etki meydana getirmek için kanunun sahip olduğu şekilde bir cebri de güce sahip değildir. Ancak bu cebri güç, ceza verme yetkisi kendilerine ait olan halka ya da belirli kamu şahsiyetlerine verilmiştir. Bu nedenle kanunları tasarlamak da yalnızca bunlara aittir. Bir tek kişi bir ailenin üyesi olduğu gibi aile de devletin bir parçasıdır ve Politics i.I’e göre devlet de mükemmel bir topluluktur. Bu nedenle bir kişinin menfaati en son amaç değilse ve bunun aksine menfaatler kamu yararını mukadder kılıyorsa, tıpkı bunun gibi bir hane halkının menfaati de devletin menfaatini mukadder kılar. Sonuçta, ailesini idare eden bir kişi de çeşitli emir ve buyruklar verir ama bunlar kanunların gücüne tam olarak sahip değillerdir. Bu nedenle, bundan önceki dört makaleden kanunun tanımı elde edilebilir. Kanun, toplumdan sorumlu olan kişilerce yapılan ve kamu yararı için yürürlüğe konulan kurallardan başka bir şey değildir. Doğal kanunlar, insanlar tarafından doğal bir şekilde bilinebilsinler diye insan dimağına Tanrı tarafından yavaş yavaş damlatılarak yürürlüğe girer. 13 Kanunların Çeşitli Türleri Bir kanun, kusursuz bir topluluğu idare eden idareciden hasıl olan pratik aklın prensiplerinden başka bir şey değildir. Dünya’nın, evrendeki her topluluğu ilahi bir akıl ile yöneten ilahi takdir ile idare edildiği artık aşikardır. Bu nedenle her şeyin idare edilmesinde kainatın sahibi Tanrı doğal kanunlara sahiptir. Bu tip kanunlara ebedi kanunlar adı verilir. Her şey ebedi kanunlar tarafından idare edilen ve düzenlenen ilahi takdire tabi olduğundan her şeyin onun damgasını taşıdığı, kendi eylem ve amaçlarında ayrı ayrı onun izlerini taşıdıkları ve belirli bir ölçüde bu ebedi kanunlardan hissedar oldukları aşikardır. Diğerlerinin arasında akıllı yaratık olan insan hem kendisi hem de başkaları için apaçık olan bu ilahi takdirden pay aldığı ölçüde en üst seviyede ilahi takdire tabidir. Bundan dolayı, kendi eylem ve amaçlarında belli bir doğal yansımanın söz konusu olması vasıtasıyla bu ebedi akıldan bir hisseye sahiptir. İnsanın ebedi hukuka bu şekildeki katılımına doğal hukuk adı verilir. Dolayısıyla doğal hukuk akıllı yaratığın ebedi hukuka katılımından başka bir şey değildir. Bizde akıl ve iradenin her eylemi, her akıl yürütme eyleminin doğal bir şekilde bilinen ilkelere bağlı olmasına ve kendi konforu konusundaki her isteğinin nihai amaç açısından doğal arzulardan kaynaklanmasına dayanmaktadır. Binaenaleyh amaçlarımızı karşılamada bizim eylemlerimizin ilk istikameti doğal kanunların meziyetini gerektirir. Akıllı olmayan hayvanlar bile akıllı yaratıkların yaptığı gibi ebedi akıldan kendi ölçülerinde belirli bir pay alırlar. Ancak, akıllı yaratıklar bundan rasyonel ve entelektüel bir çerçevede bir pay aldıklarından dolayı onların ebedi hukuktan pay almalarına kanun adı verilir, zira kanun akılla alakalı olan bir şeydir. Akıllı olmayan yaratıklar ise ondan rasyonel bir çerçevede pay almazlar. Bu nedenle müşabehet yolu hariç onların ebedi hukuktan pay almaları söz konusu değildir. 14 Kanunlar pratik aklın bir gereğidir... Varsayımsal akılla doğal bir şekilde ispatı bilinmeyen ilkelerle bir çok bilim alanında sonuçlar çıkardığımız gibi doğa tarafından bize iletilmeyen bilgiler akli çabalar sonucu elde edilebilir. Tıpkı genel ve ispat edilebilir ilkelerde olduğu gibi doğal kanunların temel kuralları da insan aklının belirli meseleleri daha açık bir şekilde tespitinde yol almamız için gereklidir. İnsan aklı ile tasarlanan bu muayyen hükümlere beşeri kanunlar adı verilir. 15 RICHARD OVERTON: TİRANLARA KARŞI ÖZGÜRLÜK, 1600 * Dünyadaki herkese başkaları tarafından ihlal edilemeyen ve zorla ele geçirilemeyen doğal bireysel hak ve özgürlükler verilmiştir. Herkes, kendisine ait hak ve özgürlüklere sahiptir ve hiçbir kişi, doğal ilkelere saldırılmaksızın ve bu ilkeler ile insanlar arasındaki eşitlik ve adaletle ilgili kurallar açıkça ihlal edilmeksizin, bu hak ve özgürlüklerden mahrum bırakılamaz: hiçbir kişi benim hak ve özgürlüklerim üzerinde bir yetkiye sahip değildir; ben de başkalarının hak ve özgürlükleri üzerinde bir yetkiye sahip değilim; bir birey olarak kendime ait olan hak ve özgürlükler üzerinde selahiyete sahibim ve sahip olduğum mülkiyetten istifade ederim ve kendime ait olan mülkiyetten başkasını kayda geçiremem; eğer daha ötesine cüret edersem üzerlerinde hiçbir hakka sahip olmadığım diğer kişilerin hak ve özgürlüklerine tecavüz eden bir kişi olurum. Bütün insanlar doğuştan eşittirler ve mülkiyet ve özgürlüklerden yararlanma konusunda da birbirlerine benzerler. Tanrı tarafından doğanın ellerine bırakılmamız nedeniyle herkes doğal ve tabii özgürlük ve haklara sahiptir. Herkes eşit bir biçimde ve aynı şekilde bu hak ve imtiyazlardan faydalanır. ...İnsanlar, zararlı ve çirkin her şeyden kendilerini korumak için doğal bir iç güdüye sahiptirler ve doğa herkese rasyonel, eşit ve adil olmayı bahşetmiştir. İnsanlara ait bütün güçlerin kaynağı budur: gücün kaynağı doğrudan doğruya Tanrı değil (krallar öncelikli olarak hak sahibi olduklarını iddia ederler), ancak aracılar vasıtasıyla doğadır. İnsanlara ait bütün kuvvetleri Yaratıcı yarattıklarına aşılamıştır ve bunlarda bu kuvvetler zamanla gelişmiştir...Her insan doğası gereği kendi doğal koşullarında ve alanında bir kral, bir rahip ve bir * G. E. Aylmer (Ed.), The Levellers in the English Revolution, London: Thames and Hudson, 1975. S.68-69. 16 peygamberdir. Bu nedenle doğal hak ve özgürlüklerinden onun rızası olmaksızın, yetki devri olmaksızın hiçbir kimse pay alamaz. Bu nedenle bu ulusun özgür insanları için, onların refahı, idaresi, hükümeti ve emniyeti için onların her biri kendi doğal hak ve güçlerini size (onların seçtikleri kişilere) ileteceklerdir ve sizler onların yasal temsilcileri ve mutlak vekilleri olacaksınız ama daha fazlası değil. Seçim yolu ile sana bağışladıkları ve sende birleştirdikleri hak ve yetkileri sayesinde onların egemenlik güçlerinin tek başına sahibi olacaksın. ... 17 JOHN MILTON: SANSÜR ÜZERİNE, 1644 # Kilise ve uluslar topluluğunda büyük bir endişe olmasına rağmen, insanların olduğu kadar kitapların da onları nasıl alçattığını, nasıl kuşatıldıklarını ve bir suçlu gibi nasıl hızlı bir şekilde yargılandıklarını gören uyanık gözlere sahip olduğumuzu inkar etmiyorum. Kitaplar mutlak olarak ölü şeyler değildir, insan neslinin sahip olduğu kadar aktif bir ömre sahiptirler. Bunun yanı sıra yaşayan kimseleri besleyen çeşitli fayda ve etkileri de sanki küçük bir şişede muhafaza ederler. Efsanevi ejderhanın dişleri kadar canlı ve üretken olduklarını ve gözlerini dikip baktıklarını ve silahlı bir adamın üstüne atılmayı göze alabildiklerini biliyorum. Diğer taraftan, iyi bir kitabı yok etmek bir insanı öldürmek gibidir; kim bir insanı öldürürse akıllı bir yaratığı, Tanrı’nın görüngüsünü öldürür; ancak, kim bir kitabı yok ederse hem aklı yok eder hem de kitabı yazan kişinin gözündeki Tanrı imajını yok eder. Bir çok insanın yaşaması dünya için bir yüktür ama iyi bir kitap hayatın ötesindeki hayat amacına yönelik bir hazine, bir anı ve üstün ruhların can veren, çok değerli kanıdır. Bu nedenle, kamu oyuna mal olmuş insanların yaşayan emeklerine karşı nasıl bir zulüm yürüttüğümüz konusunda ve kitaplarda depolanan ve korunan insanların akla dayanan yaşamlarını nasıl döküp-saçtığımız konusunda daha uyanık ve ihtiyatlı olmamız gereklidir. Zira, bazen bir çeşit adam öldürmeye teşebbüs bazen de bir tür işkence ve tüm ifadeyi kapsadığında ise bir tür katliama şahit oluyoruz. Burada, hüküm asıl yaşamın yok edilmesi ile infaz edilmiyor; ancak # Michael Palumbo (Ed.), Human Rights: Meaning and History, Malabar, FL: Robert E. Krieger Publ. Co., 1982. [John Milton, Aeropagitica and other Prose Writings, ed. William Halter (New York, 1927), pp.809.] 18 bunun ötesinde ruh dünyası ve beş his ile yani bizatihi aklın kendisi ile mücadele edilmekte ve hayatın yerine ölümsüzlük yok edilmektedir. 19 JOHN LİLBURN VE ARKADAŞLARI “LEVELLER BİLDİRGESİ” (1649) * Giriş Eğer elem ve keder insanları akıllı yapıyorsa ve akıl da mutluluğa götürüyorsa uzun yıllardır yoksulluğun ve kederin pençesinde debelenen ve dünyadaki diğer yerlerle kıyaslandığında acı ve kederde onlardan eksiği olmayan bu halk, bu nedenle, kesin olarak böyle bir akıl ve tecrübe seviyesinden uzak değildir. Tanrı’dan, keder üstüne kederle karşılaşan vicdanlarımızı temizlemesini, ümitsizlik içindeki halkımızı aydınlığa ulaştırmasını, eskiden beri bu yönde çabalayan halkımızı bir araya getirmesini ve barıştırmasını, doğduğumuz ülke olan milletler topluluğunun barış ve refahını sağlamada mutluluğumuzun kaynağı olan krallığımıza itibar kazandırmasını niyaz ediyoruz. Ve bu nedenle, bu ülkenin özgür halkına 14 Nisan 1649’daki bildirideki vaadimize göre (onun adil ve gerekli olduğuna ikna olmuştuk), bütün korku ve problemlerimize bir son verecek etkili her hangi bir aracı bilmeden, bu son anlaşmayı teklif ediyoruz. Başlangıçta yüksek mevkidekiler tarafından korkutma olmasına rağmen bu bir tür sorun çözme yoludur. Bununla birlikte gerçeğin doğasına göre, kendine özgü anlaşmazlığı hal yolunu ortaya koymuş ve insanları iyiye yöneltme yönündeki çabalarımızın ve içten arzularımızın tamamen beyhude olmaması ve hayal kırıklığı yaratmaması açısından ümitlerimize gerçek bir temel oluştursun diye bir çok insanın kalplerinde ve muhabbetlerinde kök salmıştır. * Bkz: G.E. Aylmer, The Levellers in the English Revolution, London: Thomas and Hudson, 1975:159-167. 20 Her şeyin yaşamı, en doğru uygulama ve davranıştır; ancak, her insanın vicdanı ilk önce kendisine bakmalıdır ve çok fazla fırsat ve süre hayal etmemelidir. Bize çamur atıldığında güvendiklerimiz tehlikeli yaratıklar haline geleceklerdir. Bu anlaşma, bu ülkenin hükümeti ile ilgili bütün niyet ve arzularımızın ve bizim güvendiğimiz ve razı olduğumuz şeylerin tam bir ifadesi ve son hedefidir. Bizim tarafımızdan söylenilen ya da yapılan veya bundan şüphelenilen her hangi bir şeyle daha da kötü bir duruma geleceğimize inanması için her hangi bir kişiye haklı bir neden sağlamayız. Ancak, bu kişiler bizim güzel isimlerimizi kirletecek kadar Hıristiyanlığa aykırı olanların çıkarlarını gözetmezler, yine de bizler, ne kurtarıcımız İsa ne de O’nun 12 havarilerinin masumiyeti onların çıkarlarını, doktrinlerini ve alışkanlıklarını ortadan kaldıracak şekilde bu tip adamların çenelerini kapatamadığında bile bu anlaşmanın herhangi bir kısmına muhalefet eden bu tip çıkar sahiplerine tahammül etmek zorundayız. Ve bu nedenle, iftiralarını bize karşı kullanırken ya da fısıldarken arkadaşları insanların çıkarlarının nerede olduğunu en azından düşünürlerse aklıselimi bulacaklardır ve esenliğe kavuşmamızda bizi büyük bir çabayla destekleyeceklerdir. Tanrı’ya kalplerimizi bu konuya sevkettiği ve bize vakit verdiği için niyaz ederiz. Yapmamız gerekenler için bize daha neler bahşedileceğini yalnızca kendimizi gönüllü olarak irade ve emrine teslim ettiğimiz ilim ve irfan sahibi bilebilir. Anak’ın oğlu gibi düşmanlarımızın gözüyle ve manevi zaafiyet gözüyle bakarsak bir şeylere sahibiz; ancak, adil bir gerekçe ve adil olan Tanrı’ya güven açısından ve iman gözüyle bakarsak bize karşı olanlardan daha fazla bizle beraber olan olduğunu görürüz. John Lilburn William Walwyn Thomas Prince Richard Overton 21 (Londra Kulesindeki nedensiz esaretimiz döneminde, 1 Mayıs 1649) Aşağıda Anlaşmanın kendisi yer almaktadır: Bizim aramızda oluşan rahatsızlık ve bölünmeler ile sınırsız ve keyfi bir iktidarın uygulamaları nedeniyle meydana gelen doğal olmayan ve vahşi savaşın uzun ve yorucu davasından sonra sayısız eziyetler ve hoşgörülemez baskılarla karşı karşıya kaldık. Ve sekiz yıllık tecrübe ve beklentilerden sonra daha önce kullanılan bütün çabalar ve uygulanan çareler ümitsizliğimizi azaltacak yerde artırmıştır. Eğer tekrar bölünmekten ve parçalanmaktan hızlı bir şekilde kendimizi korumazsak yalnızca esaretten kurtulmamız için Tanrı’nın ihsan ettiği bütün harikulade zaferlerin faydalarından mahrum kalmayacağız; bunun yanı sıra yoksulluk ve sefalete duçar olacağız ve ondan sonra düşmanlarımız tarafından yok edileceğiz. Bu fırsatın kullanmak için samimi bir şekilde istekli olursak Tanrı bu ülkeyi özgür ve mutlu kılmamız için, farklılıklarımızı uzlaştırmamız için, mükemmel bir dostluğa ulaşmamız ve aramızda bir kere daha arkadaşlığı tesis etmemiz için bize fırsat verecektir. Her türlü yozlaşma ürünü çıkar ve özel avantaj sonucu oluşacak ön yargılardan kurtararak ve çabalarımızın her hangi bir şahsın kötülüğüne ya da fikirlere karşı düşmanlığa yönelik olmadığını bütün dünyaya ilan ederek Tanrı’nın huzurunda vicdanlarımızı temiz tutmalıyız. Ancak, milletler topluluğunun barışı ve refahı için, ümitsizliğin ve her türlü kederin ortadan kaldırılması için bu etkileri ortaya çıkarabilmek için Tanrı’nın iyi bir yürek, araç ve fırsat verdiği biz, İngiltere’nin özgür insanları O’nun ilim ve irfanına ve O’nun adına teslim olarak ve zafer ve övgülerin kaynağı adaletini arzu ederek hükümetimizi sorgulamak, bütün keyfi yetkileri ortadan kaldırmak, hem üst düzeydeki hem de bütün alt düzeydeki iktidar sahiplerinin yetkilerini sınırlandırmak ve bilinen 22 bütün şikayetleri ortadan kaldırmak konusunda muvafakata vardık. Binaenaleyh aşağıda üzerinde görüş birliğine vardığımız şeyleri bütün dünyaya ilan ediyoruz. I. İngiltere’deki Yüksek Otorite ve bu otoriteyle birleşen bütün bağlı ülkeler bundan böyle daha fazla olmamak koşuluyla 400 kişiden oluşacak bir halk Temsilciliğinde yaşayacaklardır. Bu kişilerin seçiminde (doğal haklara göre) 20 yaş ve üzerinde olan herkes (hizmetçi olanlar, dilenciler ya da son krala silahla ya da gönüllü katkıda bulunarak hizmet etmiş olanlar hariç) söz hakkına sahiptir. Krala hizmet etmiş olanlar Yüksek vekilliğe on yıllık bir süre için seçilemezler. Bahsedilen 400 kişinin ülkenin ilgili yerlerine nispi olarak dağıtımının yapılması, seçimin yapılacağı yerler, oy kullanma ve sayım usulleri, seçimlerin eşitlik içinde yapılması ve tamamlanması ile ilgili bütün koşullar ve alacakları maaşlar gibi konuların bütünü sonraki temsilciler burada ifade edilen zamanda ve emniyet içinde belirli bir kapasiteyi yerine getirebilecekleri ve gelecekteki temsilciler için bu koşulların daha da mükemmel olacağı bir tarzda mevcut parlamento tarafından oluşturulması kararlaştırılmıştır. II. Daha azı olmamak şartıyla 400 üyenin 100’ü liyakatli temsilciler olarak addedilirler ve baş temsilci seçilir. Oturumların yeri ve sözcünün seçimi ve bu tip diğer konular şimdiki ve gelecekteki temsilcilerin inhisarındadır. III. Bütün kamu görevlileri sorumluluk sahibidirler ve yoz faaliyetlerini sürdüren hiçbir grup, maaş alan hiçbir kamu görevlisi, ordu ve garnizonlarda görevli olanlar, kamu gelirlerini toplamakla görevli olanlar ve hazine görevlileri her hangi bir temsilciliğin üyesi olarak seçilemezler ve bir yargıç her hangi bir zaman üyeliğe seçilirse yüksek vekillik yaptığı sürece artık yargıç olarak görev yapamaz. Ve aynı gerekçe ile aynı kişiler kural olarak tebaa olma kapasitesine sahiptirler. 23 IV. Mevcut parlamentonun hiçbir üyesi bir sonraki temsilcilik için seçilme niteliğine sahip değildir ve gelecekteki herhangi bir temsilciliğin her hangi bir üyesi kendisinden hemen sonra gelen meclise seçilme ehliyetine sahip değildir. Ancak, temsilciler dava vekili olabilir, ya da görevi süresince vergi toplayıcısı, hazineci olarak ya da diğer kamu görevlerinde çalışabilir. V. Aynı kişinin iktidarda uzun süre bulunmasından ortaya çıkan çeşitli rahatsızlık ve tehlikelerden kaçınmak için mevcut parlamentonun 1649 yılının ilk Ağustos’unun ilk Çarşambası sona erdiğinde kapanması ve böylece hiçbir güç ve otoriteye sahip olmamasını; bu arada bu anlaşmadaki gerçek niyete uygun olarak yeni ve eşit temsilcilerin seçilmesini düzenlemesini ve yönetmesini; gelecek temsilcilerin 1649 Ağustos’unun ilk Perşembesinde yetkili temsilciler olarak erk ve otoriteye sahip olmalarını kararlaştırdık. VI. Mevcut parlamento bu seçimlerin düzenlemezse veya yeni temsilcileri toplamazsa ya da vekillerin icraatları bir yolla engellenirse; bu durumda yeni temsilcileri belirlenen yerlerde, belirlenen şekilde ve burjuva ve şövalyelerin tercihine göre adet olduğu gibi seçmeyi sürdüreceğiz; bu anlaşmanın bir, üç ve dördüncü başlıklarında daha önce bahsedildiği gibi yalnızca seçen ve seçilenlerle ilgili istisnaları gözlemleyeceğiz. İster bizim yeni ve daha sonraki temsilciler tarafından uzak tutulmamız isterse Yüksek Otoritenin genel özgürlüklere ve ulusun esaretten kurtarılması çabalarına muhabbet beslemedikleri bildirilen kişilerin ellerine düşmesi son derece mantıksız bir şey olacaktır. VII. Halkın seçmediği ya da seçmeyeceği kişilerin eline Yüksek Otoritenin düşmesini engellemek için; Yeni parlamentonun yukarıda bahsedilen Ağustos ayının ilk perşembesinde açılması üzerinde (Tanrı’nın izniyle) anlaştık 24 ve kararlaştırdık. Sözcünün seçiminin düzenlenmesini ve bu sorunun halledilmesini ve benzeri konuları onların takdirlerine bırakıyoruz; ancak, iktidarın kullanımı ve bu gücün kapsamı, bu anlaşmanın kurallarına ve direktiflerine uyulması konularında gerçekleştirilmesi gereken üyelerin seçiminde, gelecek yıllardaki eşit dağılımın kurallarının oluşturulmasında kendi iradelerine göre verecekleri en iyi karar çerçevesinde mevcut parlamento yetkili kılınmıştır. VIII. Yalnızca yukarıda bahsedilen şekilde seçilen kişilerin sayesinde Yüksek Otoriteyi tam anlamıyla korumak için, bir sonraki ve gelecekteki bütün temsilcilerin bir yılın bütün süresi içerisinde tam erke sahip olmaya devam edebilmeleri; tüm üyelerin önceki temsilcilerin boşluğunu karşılayacak kapasitede olmalarını sağlayacak şekilde halkın yılda bir defa, Tanrı dilerse sonsuza dek, her Ağustos’un ilk perşembesi parlamentoyu seçmesi; aynı anlayışla bir sonraki ya da herhangi bir müstakbel parlamentonun toplanması ve en az dört ay müdahale olmaksızın her gün oturumuna devam etmesi; ondan sonra yıl bitmeden gerekli gördüklerinde iki aylık bir tatile çıkmaları; oturuma ara verildiği zaman içinde Danıştay yerine bu anlaşma ile tezat oluşturmayacak tedbirleri alarak, talimatları vererek ve onları yayınlayarak kendi üyeleri arasından teşekkül edecek bir komitenin devlet işlerine bakması konuları üzerinde anlaşmaya vardık ve bunu ilan ediyoruz. IX. Bundan böyle yüksek otoritenin gücü ve devlet işleri konusunda müphemlik ve ihmalkarlık olmamalı ve bunlarla ilgili herkes bilgili ve heyecanlı olmalıdır. Temsilcilerin gücünün diğer kişi ya da kişilerin rızası olmadan artmaya devam etmeyeceğini kararlaştırdık ve bunu ilan ediyoruz. 1. Barışın ve yabancı ülkelerle yapılan ticaretin muhafaza altına alınması; 2. Son kralın üçüncü yılında ilan edilen ve yürürlüğe giren Haklar Dilekçesi’nde yer alan, canımızın, bedenimizin, 25 özgürlüklerimizin, mal ve mülklerimizin emniyetini ve güvenliğini sağlayanların korunması; 3. Milletler topluluğunun refahını, şikayetlerin çözüme bağlanmasını, özgürlüğümüzün genişletilmesini ve bu amaçlara ulaşılmasını sağlayan her şey ile gelirlerin artırılmasının sağlanması. Güvenlik açısından, iktidarın kendi hakimiyetleri için kullanılması, iktidardakilerin bizim özgürlüklerimiz karşısında tarafgirlik yapması ve iktidarın emanet edildikleri kişilerin yozlaşma ile çıkarlar temin etmeleri gibi keder verici tecrübelerin varlığı nedeniyle, ilave bazı hükümler konusunda şu kararları aldığımızı ilan ediyoruz: X. Temsilcilerimize, Tanrı’ya inanma, din ya da inanç konusunda herhangi bir şeyi cezalandırma veya başka yollarla zorlamak için; kendi vicdanına göre dinini uygulaması veya her hangi bir kişinin inançlarını ifade etmesini engellemek için kanun, yemin ya da and oluşturmaya ya da iktidarda kalmayı sürdürmeye yetki ve güç vermedik. Hiçbir şey daha fazla ümitsizliğe neden olamaz ve kalpler çağlar boyunca yanmaya devam edemez; o halde, dini konularda ve vicdani meselelerde hiçbir şey daha fazla zulme ve tecavüze yol açamaz. XI. Temsilcilerimize, her hangi bir kişiyi kara veya denizlerdeki savaşlarda hizmet vermesi için zorlamaları ya da zorla askere almaları için yetki vermiyoruz. Her adamın vicdanı, kendi hayatını tehlikeye attığında ya da diğer kişilerin hayatına kastederken bunu adil bir sebeple yaptığı konusunda tatmin olmalıdır. Şiddetli kinleri ve bütün düşmanlıkları ortadan kaldırmak kadar bütün farklılıkları asayiş içinde tutmak şimdi imkan dahiline girmiştir. XII. Mevcut parlamentonun sona ermesinden sonra hiç kimsenin son savaşlara ya da toplumsal farklılıklara ilişkin 26 söylediği ya da yaptığı hiçbir şeyden dolayı sorgulanamayacağını; bunun aksi olursa, mevcut parlamentonun belirlemesine göre halkın özgürlüğüne karşı kralla işbirliği yapanların sorgulanabileceğini kararlaştırdık. Kamu gelirlerinin toplanmasından sorumlu olanlar aynı şey için sorumlu olmaya devam edeceklerdir. XIII. Kanunlardan veya hukuki bir muameleden kaynaklanan; bir imtiyaz, bağış, patent, rütbe ya da doğum nedeniyle elde edilen; herhangi bir yerde ikamet etmekten, sığınmacı olmaktan ya da parlamentonun verdiği imtiyazdan ortaya çıkan herhangi bir şahsa ait bütün imtiyaz ve ayrıcalıklar bundan böyle hükümsüz ve geçersizdir ve yeniden elde edilemez. XIIII. Daha önce kanun böyle bir yetki vermemişse, ne onlara ne de başka herhangi bir mahkemeye ya da yargı organına her hangi bir kişi ya da malı-mülkü üzerinde yargısal karar vermeye yetkili kılmadık, zira yargıçları ya da insanları ister biz herhangi bir kanunun icrasına müdahale edebilmeleri için yetkilendirelim isterse kendi yetki alanları çerçevesinde olsun fark etmez; kanunun olmadığı yerde haddi aşma da olmaz. XV. Uzun süredir devam eden şikayetleri ortadan kaldırabiliriz ve o münasebetle, yapabildiğimiz kadar, rahatsızlıkların bütün nedenlerini yok ederiz ve artık ne sorunları ortadan kaldırmak için parlamentonun belirsiz eğilimlerine bağlı kalırız ne de hiçbir fayda veya semere elde etmeden alışkın olunduğu üzere dilekçeden dilekçeye koşarız ya da kendi kendimize sorun üretmeye devam ederiz; kendi varlıklarının devamı için avantaj elde etme ve bizim üzerinde durmadığımız bazı yoz çıkarlarla ilgili olanlar hariç her hangi bir kimsenin neden onların ortadan kaldırılmadığı konusunda bir şikayette bulunmadığı ile alakalı olarak bir neden bulamayız. Kabul ve ilan ediyoruz ki; 27 XVI. Cezai olaylarda kendileri aleyhine sorulan soruları cevaplandırmayı reddeden her hangi bir kişiyi ya da kişileri cezalandırmaya ya da ceza almalarına sebep olmaya her hangi bir temsilcinin yetkisi yoktur. XVII. Sonraki parlamentonun sona ermesinden sonra, ne bütün temyiz aşamalarını geçen her hangi bir dava konusunda en son hükmün tespitinde altı aydan daha fazla süren her hangi bir hukuki muameleyi sürdürmeye ya da belirlemeye ne de kendi dava konularında dava açmaktan her hangi bir kişiyi ya da kişileri veya onlar adına dava açmaları istenen kişileri engellemeye yetkileri yoktur. Bu anlaşmada yer alan ve bütün yönleriyle tarafımızdan mükemmel bir hale getirilemeyen bu nitelikteki benzer hükümlerin itimada şayan temsilcilerin fevkalade çalışmaları ile düzeltilmesine niyetlenilmiştir. XVIII. Her hangi bir kişi ya da kişilerin serbest ticarete açık olan deniz ötesi her hangi bir ulusla alışveriş ya da ticaret yapmalarını engellemek veya kısıtlamak için her hangi bir kanun çıkarmaya ya da çıkan kanunları uygulamayı sürdürmeye yetkileri yoktur. XIX. Gelecek parlamentonun açılışından sonraki dört ay sonundan itibaren, tahsil masrafları çok yüksek olan ve aşırı bir yük oluşturan her hangi bir yiyecek ya da mal üzerine gümrük vergileri veya satış vergileri koymaya yetkili değillerdir. Madem ki gelirler halktan alınan vergilerle artırılabilir, bu tip yükler ve yükümlülükler ne daha fazla ihya edilmelidir, ne de yukarıda belirtilen zamandan sonra başka her hangi bir yolla gelirler artırılmalıdır. Gelirler, ülkedeki menkul-gayrimenkul mallar üzerine konacak eşit oranlı bir vergi ile artırılabilir. XX. Menkul ya da gayrimenkul malların veya onların bir kısmının borçların ödenmesinden istisna edilmesini ya da her hangi bir tür borcu için her hangi bir şahsın hapsedilmesini sağlayacak bir kanun yapmaya ya da böyle bir kanunun 28 yürürlükte kalmasını sağlamaya yetkileri yoktur. Böyle bir şey hem Hıristiyanlığa aykırıdır ve kredi verenlere bir avantaj sağlamaz hem de milletler topluluğuna bir iftira ve peşin hüküm oluşturur. XXI. Cinayet ya da toplumu tahrip etmeye yönelik benzeri haince saldırılar hariç her hangi bir insanın yaşamını ortadan kaldırmak için veya bu anlaşmayı zor kullanarak yok etmeye çalışmak için kanun yapmaya ya da mevcut kanunları sürdürmeye yetkileri yoktur. Ancak, işlenecek suçlara eşit ceza verilmesi için azami çabayı göstermelidirler: insanların yaşamları, organları, özgürlükleri ve malları önemsiz ve saçma vesileler üzerine sorumlu tutulamaz ve her türden insanın aşağılık bir sefaletten ve yolsuzluklardan korunması için özel bir çaba gösterilmelidir. Vatana ihanet haricindeki her hangi bir temel suç nedeniyle insanların malı-mülkü müsadere edilemez. Diğer bütün ana suçlarda jurinin vicdanına göre mahkum olan taraflara cezalarının karşılığı verilebilir. XXII. Her hangi bir kişinin yaşamını, özgürlüğünü veya malını savunurken kendi lehine şahitlik yapmaktan mahrum bırakmak ya da son Kral Charles’ın üçüncü yılında yayınlanan Haklar Dilekçesi’nin içerdiği haklar ve imtiyazlardan yoksun bırakan bir kanunu çıkarmaya ya da mevcudu uygulamaya yetkisi bulunmamaktadır. XXIII. Gelecek Parlamentonun sonuna kadar aşar vergisinden kaynaklanan ve şikayete neden olan durumu sürdürmeye yetkileri yoktur. Bu zaman dilimi içerisinde ister cezai yöntemler isterse diğer yöntemler kullanılsın yolsuzluk yapan herkese karşı tatminkar bir işlem yapılmalıdır. XXIV. Her hangi bir kiliseye ait cemaate papaz empoze etmeye yetkileri yoktur. Tam tersine her kiliseye ait cemaatin üyelerine, kendilerinin uygun bulduklarını, kendilerinin katkıda bulunmak ya da sözleşme yapmak istediklerini seçmek konularında özgürlük sağlanmalıdır. 29 XXV. Diğer her hangi bir yargılama şekli ya da yaşamın, özgürlüğün veya malların mahkumiyeti için bir kanun yapmaya ya da mevcudu devam ettirmeye yetkileri yoktur; velev ki insanlar tarafından özgür bir şekilde seçilen, bir sonraki parlamentonun sona ermesinden önce oluşturulan ve bir çok yerde daha önce olduğu gibi empoze edilmemiş ve toplanmamış olarak komşular arasından on iki kankardeşi adam olmuş olsun. XXVI. Her hangi bir kişinin milletler topluluğunda her hangi bir makamda görev alma yetkisini, görüş açıklama ya da Papa’nın ya da benzeri bir yabancı otoritenin kullandığı hariç olmak üzere dini uygulamalardaki yetkisini elinden almaya salahiyeti yoktur. XXVII. İlçelerde, şehirlerde, kasaba ve kazalarda her hangi bir kamu görevlisini empoze etmeye yetkileri yoktur; ancak, halk bu anlaşma ile temsilci seçmeye yetkilidir, bir yıldan daha uzun olmayacak bir süre içinde ve sonrada yıldan yıla kanunları uygulayacak tüm kamu temsilcilerini seçebilirler ve bu seçim partilerin ve fraksiyonların mahsurlarından kaçınmanın etkili bir aracı olur. Gümrük ve Satış vergilerinin alınmasından dolayı hiçbir kişinin haklı bir şikayetinin olmaması için aşağıdakileri kararlaştırdık: XXVIII. Bundan sonraki ve gelecekteki bütün parlamentolar kamu hazinesinin dışında kalan tüm hisse senetlerinin, borçların, bakiyelerin ve zararların tam olarak ifasını ve halkın güvenini tam olarak sağlamalıdır; ve yapılmış ve yapılacak olan tüm kamu alımları ve sözleşmelerini en iyi ve sağlam bir biçimde yapmalıdır ve bir sonraki parlamentonun kısmen ya da tamamen onaylayacağı arazi, para, mevki gibi ya da parlamento tarafından temsilciler meclisinin her hangi bir üyesine, lordlardan her hangi birine veya bu ikisinin üyesi olmuş birine verilecek diğer tüm hediyeleri muhafaza etmelidir. 30 Milletler topluluğu büyük bir tehlike ile karşı karşıya kalır kalmaz askeri otorite sivil otoriteye her ne şekilde olursa olsun üstün olacaktır. XXIX. Kabul ve ilan ediyoruz ki temsilciler tarafından verilen izin hariç hiçbir askeri kuvvet toplanamaz ve askeri kuvvetlerin toplanmasında şu kurallar tam olarak yerine getirilir: Her bir ilçenin, şehrin ve kasabanın zorla silah altına alınacak asker sayısının toplamına göre yüzde olarak toplayacağı askeri, bu askerlerin teçhiz edilmesini ve bunlara yapılacak ödemeyi tespit ederler ve her bölgedeki seçmenlere alaylara, taburlara ve bölüklere ait olan bütün subayları atama hakkına ve gerekli gördüklerinde görevlerinden alabilme yetkisine sahiptirler. Yalnızca generalleri ve albay rütbesinin üzerindeki subayların aday gösterilmesi ve atanmaları ile ülkenin özgürlüğü, güvenliği ve barış için onlara gerekli olan hizmetlerin ısmarlanması ve tanzim edilmesi konularında temsilcilerin hakları saklıdır. Bu tip tahripkar suç ve cürümler için hiçbir ceza ihdas edilmemişse insanların devlette değişiklik yapmakta, güç ve zamanlarını keyfi ve zalimane bir şekilde kullanmak ve her şeyi anarşi ve karışıklığa sevketme yerine güven oluşturmak için kullanmakta çok az çaba gösterdikleri ya da hiçbir şey yapmadıkları konusunda kötü tecrübelere sahibiz. XXX. Bu nedenle, bizler kabul ve ilan ediyoruz ki her ne suretle olursa olsun, ne bu anlaşmanın her hangi bir kısmını reddetmek ya da kabul etmemek, ne de insanların mülkünü eşit düzeye indirmek, mallarını ellerinden almak veya her şeyi kamunun malı yapmak hiçbir temsilcinin yetkisinde değildir. Eğer her hangi bir temsilci, bir temsilci olarak, bu anlaşmayı ortadan kaldırmaya çabalarsa muhalefet şerhini ilan etmemesi durumunda parlamentolardaki her üyenin vatana ihanetten canları yanacaktır ve buna uygun bir muameleye tabi tutulacaklardır ve her hangi bir kişi ya da kişiler anlaşmayı zorla tahrip etme çabasına ya da tertibine 31 girişirse bunlara ihanet örneğinde olduğu gibi muamele edilecektir. Her hangi bir şahıs silah gücü ile temsilcilerin seçimini sabote ederse isyan suçunun cezasına çarptırılır; seçme ve seçilme kapasitesine sahip olmayan bir kişi kendisini bunların arasında gösterirse ya da her hangi bir şahıs bunlara karşı kaba bir şekilde ya da ahlaksızca davranırsa, bu kişiler kötü muamele ile suçlanabilirler ve büyük jüri raporu ile mesul tutulabilirler ve jürinin kararına ve takdirine göre cezalandırılabilir ya da para cezasına çarptırılabilirler. Bu sözleşmenin her hangi bir kısmına aykırı olan ya da olabilecek tüm kanunlar geçersiz ve hükümsüzdür. Özgür insanlar olarak, bize bu lütufkar fırsatı verdiği için ve bütün boyunduruklardan kurtulmada, üzerimizdeki yükleri ortadan kaldırmada, tutsakların ve baskı altındakilerin özgür kılınmasında zafere ulaşmamızda bize verdiği şevk için Tanrıya şükran borçluyuz. Yukarıda adı geçen bizler gücümüzün yettiğini yaptık ve bizler Tanrı’ya güvendik ve Tanrı bu nedenle tüm saldırı ve çatışma fırsatlarını ortadan kaldırdı, bu ülkeye sürüp gidecek bir barış ve refah sağladı ve her şeye kadir olan Tanrı’nın izniyle, kalplerimizdeki ve vicdanlarımızdaki içtenlik tarafımızdan imzalanan bu anlaşmanın her kısmı için açık bir kanıt oldu. 1649 yılının Mayıs’ının ilk günü. 32 BENEDICTUS DE SPINOZA: VATANDAŞLARIN ÖZGÜRLÜĞÜ, 1670 * Hiçbir insan aklının bütünüyle başkalarının iradesine girmesi mümkün değildir; hiçbir kişi kendi rızasıyla özgür bir şekilde karar verme doğal hakkını başkasına devredemez ya da böyle bir şey yapmaya zorlanamaz. Bu nedenle, aklı kontrol altına almaya çabalayan devlet zalim olarak kabul edilir. Neyin doğru olarak kabul edileceğini, neyin yanlış olarak reddedileceğini ve ibadetlerinde hangi fikirlerin insanları harekete geçireceğini belirlemeye çalışmak egemenliğin kötüye kullanılması ve yönetilenlerin haklarının gasbedilmesi anlamına gelir. Bu konuların tümü, insanların kendi rızaları ile bile feragat edemeyecekleri doğal hakları arasında yer alır. Bir egemen güce dinin ve hukukun bir temsilcisi olarak güvenilse bile, insanları kendi akıllarına göre ya da her hangi bir düşünceden etkilenerek karar vermekten asla uzak tutamaz. Böyle bir egemen gücün, görüşleri bütün konularda kendi görüşleriyle uyuşmayan kişilere düşman olarak muamele etmek hakkına sahip olduğu doğrudur; ancak, biz burada onun mutlak haklarını tartışmıyoruz, eylem tarzının doğruluğunu tartışıyoruz. En şiddetli bir şekilde yönetme hakkına ve her önemsiz eylemlerinde bile vatandaşlarını idam etme hakkına sahip olduğunu kabul ediyorum; ancak, hiç kimse bunları doğru bir yargılama ile yaptığını savunamaz. Bu tip şeyler, kendisini aşırı bir tehlikeye maruz bırakmaksızın yapılamayacağından bunları yapmak için mutlak bir güce ve dolayısıyla mutlak bir hakka sahip olduğunu bile reddedebiliriz: hükümdarın hakkı gücü ile sınırlıdır. Bu nedenle, hiçbir kişi karar verme ve düşünce özgürlüğünden feragat etmeyeceğinden, herkes vazgeçilmez * Michael Curtis (Ed.), The Great Political Theories- From Plato and Aristotle to Locke and Montesquieu-, New York: Avon Books. S.320-321. 33 doğal haklara sahip olduğundan aykırı ve muhalif bir tarzda düşünen insanlar, felakete yol açan sonuçlar ortaya çıkmadığı sürece, yalnızca üstün gücün diktasına göre fikir belirtmeye zorlanamazlar. En fazla tecrübe sahibi olanlar bile nasıl sessiz bırakılacağını bilemez. İnsanların müşterek zaafı, devletin insanlara ne düşüneceklerini söylemek ve öğretmek yoluyla özgürlükten mahrum bırakacak bir sertlikte bulunmasın diye ya da bu özgürlükleri vererek daha ılımlı olabilsin diye gerekli olan sırlarını ve planlarını başkalarına söylemeleridir. Devletin asıl amacı, korkutarak kural koymak, kısıtlamalar getirmek ve mutlak itaati sağlamak değildir; bunun tam tersine, mümkün olan en emniyetli şekilde yaşasınlar diye insanları bütün korkulardan beri tutmak, başka bir deyişle, kendisine ya da başkalarına her hangi bir zarar vermeksizin çalışma ve varlığını idame ettirme doğal hakkını güçlendirmektir. Devletin görevi, insanı rasyonel bir yaratık olmaktan bir kuklaya ya da hayvanca davranan birine dönüştürmek değildir; bunun aksine, emniyet içinde aklını ve fiziksel varlığını geliştirmesine ve aklını zincirlerini kırmada kullanmasına olanak sağlamaktır, insanlara ne kini, öfkeyi ve hileyi ne de hasedi ve adaletsizliği göstermek değildir. Aslında, devletin gerçek amacı özgürlüktür. İnsanların özgür yargıları çok farklı olduğundan herkes yalnızca kendisinin her şeyi bildiğini düşünür ve her ne kadar düşünce ve ifadenin tam bir ittifak göstermesi mümkün değilse de bireylerin bütünüyle kendi kararlarına göre hareket etme haklarından feragat etmemeleri halinde barışı muhafaza etmek imkansızdır. Bu nedenle, özgür düşünce ve karar verme olmasa da bireyler, haklı olarak, serbest hareket etme haklarını devrederler. Hisleri ve kararları arasında çelişkiler olsa da kin, öfke ve sahtekarlık yerine rasyonel bir düşünce ile olması ve kendi özel otoritesi üzerinde her hangi bir değişikliğe teşebbüs etmemesi şartıyla onlara karşı söz de söyleyebilir. 34 Örneğin, bir kişinin bir kanunun akla aykırı olduğunu ve böylece yürürlükten kaldırılması gerektiğini gösterdiğini varsayalım. Eğer bu görüşünü yetkililerin (tek başlarına kanunları yapma ve değiştirme hakkına sahiptirler) takdirine sunarsa ve bu arada hiçbir suretle kanuna karşı gelecek şekilde davranmazsa devletin lütfuna layık olur ve iyi bir vatandaşın yapması gereken şekilde davranmış olur; ancak, eğer yetkilileri adaletsizlikle suçlarsa ve halkı devlete karşı kışkırtırsa, ya da onların rızası olmaksızın kanunu ilga etmek için halkı ayaklandıracak bir şekilde faaliyete girişirse yalnızca bir kışkırtıcı ve isyancı olur. Böylece, kendi ellerindeki bütün yasama gücünden vazgeçerek ve aşikar bir biçimde en iyisini tasavvur ettikleri halde inandıkları şeylere ters davranmaya zorlansalar bile hiçbir şekilde kanunlara karşı gelmeyerek, toplumsal barışa ve idarecilerin otoritesine zarar vermeksizin, bir bireyin inandığı şeyleri nasıl öğreteceğini ve ifade edeceğini tecrübe ile öğreniyoruz. 35 JOHN LOCKE: SİYASAL TOPLUMUN AMAÇLARI, 1690 * Doğal yaşamda insanlar daha önce söylendiği gibi çok özgür iseler, kişiler kendi fiziksel varlıklarının ve servetlerinin mutlak hakimi iseler, en üst düzeyde olanlara eşit iseler ve kimseye tabi değil iseler; neden kendilerini özgürlüklerinden ayırsın ve bir hakimiyetin ve diğer bir gücün kontrolüne tabi kılsınlar? Buna çok açık bir cevap verilebilir: her ne kadar doğal yaşamda bu tip bir hakka sahiplerse de bu hakkın kullanımı son derece şüphelidir ve sürekli bir şekilde başkalarının saldırısına açıktır; bir kişinin olabileceği gibi herkes kral olabilir, her insan eşittir ve büyük bir kesim için katı bir adalet ve eşitlik gözlenemez; doğal yaşamda mülkiyetin kullanımı son derece emniyetsiz ve güvensizdir. Bu durum, özgür ama sürekli tehlike ve korku ile dolu olan bu durumdan insanları vazgeçmeye istekli kılabilir ve halı hazırda bir araya gelmiş olan bir toplumu araması ya da bu topluma katılmayı istemesi veya benim genel adıyla mülkiyet olarak adlandırdığım mallarının, özgürlüklerinin ve canlarının karşılıklı korunması için bir araya gelmeye niyetlenmesi mantık dışı değildir. Bu nedenle insanların böyle bir topluluk içinde birleşmelerinin ve kendilerini bir idare altına sokmalarının asıl ve büyük amacı mülkiyetlerini korumaktır. İlk olarak, doğru ve yanlışın standardı olan ortak rıza tarafından kabul edilen, onaylanan, yerleşik ve bilinen kanunlar ile aralarındaki çatışmaları çözüme bağlayacak ortak tedbirlere ihtiyaç vardır. Doğal yaşam kanunları her ne kadar tüm akıllı yaratıklar için kolay anlaşılabilir ve sade ise * E. K. Bramstad and K.J. Melhuish, Western Liberalism- A History in Documents From Locke to Croce, London:Longman, 1978. (John Locke, Two Treatises on Civil Government, London, 1884, ‘The Second Treatise of Government’ (1690), Ch. 9, pp.256-9) 36 de insanlar çıkarları nedeniyle ön yargılı ve ilgisiz olduklarından onun belirli durumlara uygulanmasında zorlayıcı bir kanun olmasına izin verme eğiliminde değillerdir. İkinci olarak, doğal yaşamda mevcut kanuna göre bütün farklılıkları tespit edecek bir otorite ile birlikte bilinen ve tarafsız bir hakime gereksinim vardır. Doğal kanunların hem uygulayıcısı hem de yargıcı olan doğal yaşamdaki herkes kendisine yontar, kin ve ihtiras onları kanunları uygulamaktan uzaklaştırır ve ilgisizlik ve ihmalle birlikte kendi davalarında ateşli olmaları onları diğer insanların davalarından vazgeçirir. Üçüncü olarak, doğal yaşamda haklı olunduğunda hükmün desteklenmesi ve uygulanması için güce ihtiyaç duyulur. Haksızlık yapmakla suçlanan her hangi bir kişi kendi haksızlığını güç kullanarak doğru kılabildiği sürece nadiren başarısız olacaktır. Bu tip direnmeler çoğu kez cezalandırmayı tehlikeli bir hale getirir ve sıklıkla cezalandırma çabasına girişenler için zararlı olur. Bu nedenle insanoğlu, doğal yaşamdaki bütün imtiyazlarına rağmen, hala aynı kötü koşullar içinde olsa da, hızla bir toplumun içine sürüklenecektir. Bu nedenle zaman geçtikçe nadiren doğal yaşamda yaşamaya devam eden insanlara rastlayacağız. Herkesin diğerlerinin haklarını ihlal edeni cezalandırabildiği ve düzensiz ve belirsiz bir gücün kullanımına maruz kaldığı rahatsız edici durum, insanları iktidarın mevcut kanunları altına sığınmaya zorlar ve insanlar orada mülkiyetlerini korumaya çabalarlar. Bu amaç için yetkilendirilenlerin ya da herkesin, toplum tarafından oluşturulan kurallarla kendi aralarından bu iş için atanarak tek başına verilen cezanın uygulayıcısı olma gücünden gönüllü olarak vazgeçmesini sağlayan bu konu üzerinde anlaşılabilir. Bunda orijinal haklara sahibiz ve devleti ve toplumu olduğu kadar yasama ve yürütme gücünü de meydana çıkarabiliriz. 37 Doğal yaşamda insanoğlunun masum zevkler aldığı özgürlüğünü bir kenara bırakmak için insanların iki güce sahip olması gerekir. İlki, doğal kanunların izin verdiği ölçüde kendisini ve diğerlerini koruma ile uygun olmak üzere düşündüğü her şeyi yapmaktır; herkes için ortak olan bu kanunla tüm insanlar tek bir topluluktur, diğer tüm yaratıklardan ayrı bir toplum oluştururlar ve dejenere insanların kötü maksatları ve yozlaşmaları olmaksızın başka hiçbir şeye ihtiyaç yoktur; bu büyük ve doğal topluluktan ayrılıp daha küçük birliklere katılmak için hiçbir zorunluluk yoktur. Bir insanın doğal yaşamda sahip olacağı diğer kuvvet bu kanuna karşı gerçekleştirilen suçları cezalandırma gücüdür. Bunların her ikisinden de bu insan özel, ya da isimlendirmem gerekirse belirli bir politik topluma katıldığında ve insanoğlunun geriye kalanından ayrı her hangi bir birliğe intikal ettiğinde vazgeçecektir. İlk gücü, yani kendisini ve insanoğlunun geriye kalanını koruma ile uyumlu düşündüğü her şeyi yapabilme gücü, kendisinin ve toplumun geriye kalanı korunduğu müddetçe, doğal kanunlar sayesinde sahip olduğu özgürlüğü bir çok şeyde kapsayan toplum kanunlarının düzenlemesine bırakabilir. İkinci olarak, tamamen vazgeçtiği cezalandırma erki ve sadece kendi otoritesiyle kanunlar için gerekli olan toplumun yürütme erkini desteklemek için daha önceleri doğal kanunların icrasında kullandığı gücü. Tam anlamıyla korunmasının yanı sıra topluluktakilerin yardımları ve emekleri gibi bir çok rahatlıktan istifade ettiği bu yeni durumda kendi doğal özgürlüğünde olduğu kadar toplumun sağlayacağı güvenlik ve refahtan pay alacaktır. Bu, diğer toplum üyelerinin de aynısını yaptıkları için yalnızca gerekli değil aynı zamanda adildir. Ancak, her ne kadar topluma katıldıklarında doğal yaşamda sahip olduğu eşitlik, özgürlük ve icra gücünü topluma devretseler de, toplumun iyiliği için gerekli olduğu kadar 38 yasama tarafından kullanılmış olacağından, kendisini, özgürlüğünü ve malını daha iyi bir şekilde korumak herkesin niyetlendiği şey olacaktır (hiçbir akıllı yaratık durumun kötüye gideceğini düşünerek durumunu değiştirmez). Toplumun gücü ya da toplum tarafından oluşturulan yasamanın gücünün kamu yararının ötesine geçmesi tasavvur edilemez, ancak yukarıda bahsedilen ve doğal yaşamı çok fazla emniyetsiz ve zor bir hale getiren üç kusura karşı herkes malının emniyetini sağlamaya mecbur edilebilir. Bundan dolayı her kim ki her hangi bir ülkenin en üst düzeydeki gücü ya da yasama gücü olur; sözlü kararlarla değil; tam aksine tarafsız ve dürüst yargıçların verdiği kararlarla ve halka ilan edilen ve halk tarafından bilinen yürürlükteki kanunlarla idare etmekle ve yurtiçinde sadece bu kanunların icrasını sağlamak için, dışarıya karşı ise sadece yabancı istila ve saldırıları engellemek ve toplumu istila ve saldırılardan korumak için toplumun güçlerini istihdam etmekle yükümlüdür. Ve bütün bunlar kamu yararı, halkın güvenliği ve barış dışında başka her hangi bir amaca yönlendirilmemelidir. 39 JOHN LOCKE: İNANÇ ÖZGÜRLÜĞÜ VE HOŞGÖRÜ ÜZERİNE, 1685 * İlk olarak, hiçbir kilisenin hoşgörü görevi dolayısıyla, onca uyarıdan sonra, cemaatin kanunlarına karşı suç işlemeye inatla devam eden hiç kimseyi koynunda barındırmakla yükümlü olmadığını kabul ediyorum. Çünkü bunlar cemaatin varoluş şartı olduğundan, onların ihlal edilmesine hiçbir eleştiri olmaksızın müsaade edilirse, bu halde toplum derhal çözülür. Ama, her halükarda aforoz uygulaması ve cezasının, bu yüzden topluluktan atılan kimsenin bedenine yahut mallarına herhangi bir surette zarar verecek hiçbir hoyrat muameleye sevk etmemesine dikkat edilmesi gerekir. Çünkü bütün zor kullanma yetkisi yargıya aittir ve hiçbir özel şahsın, haksız bir zorbalık karşısında kendini savunma durumunda kalmadıkça, hiçbir zaman zor kullanmaması gerekir. Aforoz etmek, aforoz edilen kişiyi önceden sahip olduğu sivil çıkarlarından ne mahrum bırakır, ne de bırakabilir. Bunların tümü, sivil-siyasi yönetime aittir ve hukuk sisteminin koruması altındadır. Aforozun bütün gücü şunlara bağlıdır: topluluğun kararlığının bu bakımdan belirtilmesine; bütün ile bazı üyeler arasındaki anlaşmanın feshedilmeye başlamasına; toplumun oluşturduğu belirli işlere iştirakin engellenmesine, yani ilişkinin kesilmesine ve hiç kimsenin herhangi bir sivil hakkının elinden alınmaya kalkışılmamasına. İkinci olarak, belli bir kimsenin, bir diğer kişiye, o başka kilise veya dindendir diye, sivil çıkarları konusunda zarar vermeye hiçbir surette hakkı yoktur. Bir insan yahut bir yerde ikamet eden kişi olarak ona ait olan bütün hakların ve ayrıcalıkların bozulamaz bir şekilde korunması gerekir. İster Bu metin Melih Yürüşen tarafından tercüme edilmiştir. Metnin burada tekrar yayınlanmasına izin verdikleri için kendilerine teşekkür ediyoruz. Bkz: John Locke, Hoşgörü Üstüne Bir Mektup, (Çev: Melih Yürüşen), Ankara: Liberte Yayınlari,1995. S.24-31. * 40 bir Hıristiyan, ister bir putperest (pagan) olsun, ona hiçbir şiddet yöneltilmemeli ve kötülük edilmemelidir. Hayır, çıplak adaletin dar ölçüleriyle kendimizden memnun kalmamalıyız; merhamet, cömertlik ve geniş fikirlilik buna ilave edilmelidir. İncil’in emrettiği budur, aklın buyurduğu budur ve içinde doğduğumuz doğal ortaklığın bizden talep ettiği budur. Eğer bir insan doğru yoldan ayrılırsa, bu onun kendi talihsizliğidir, size hiçbir zararı yoktur; bu hayatta yapıp ettiklerinin öteki dünyada onu perişan etmesi beklendiğinden onu cezalandırmamız gerekmez. Dince birbirlerinden farklı olan kişilerin, birbirlerini karşılıklı olarak hoş görmelerine ilişkin olarak söylediklerimi, kendi aralarında tıpkı özel kişiler gibi ilişki kuran belli kiliseler için de geçerli sayıyorum. Bu kiliselerden biri, diğeri üzerinde hiçbir yargılama yetkisine sahip değildir; yönetici şu veya bu komünyona girdiği zaman bile değildir. Çünkü, ne sivil yönetim kiliseye yeni haklar verebilir, ne de kilise sivil yönetime. Öyle ki, siyasi yönetimin başı, ister herhangi bir kiliseye katılsın, ister ondan ayrılsın, kilise daima önceden olduğu gibi kalır –özgür ve gönüllü bir topluluk olarak. O, yöneticinin gelmesiyle ne kılıcın gücünü talep eder, ne de yöneticinin gitmesiyle eğitme ve aforoz hakkını kaybeder. Bu, -bu topluluğun, kendi kuruluşunun kurallarını ihlal eden üyelerini uzaklaştırma hakkı vardır; ama yeni üyelerin iştirakiyle kendisine katılmayanlar üzerinde herhangi bir yargılama hakkı kazanamaz. Ve bundan ötürü, barış, eşitlik ve dostluğa, aynen özel kişilerde olduğu gibi ve birbirleri üzerinde hiçbir üstünlük ve yargılama iddiası taşımadan, belli kiliseler tarafından da saygı gösterilmesi gerekmektedir... Sözün kısası, hiç kimse, ne tek tek kişiler, ne kiliseler, hatta ne de devletler olarak, din vesilesiyle birbirlerinin dünyevi mallarına ve sivil haklarına tecavüz etmek yetkisine sahiptir. Başka kanaatte olanlar, böylece, insanlığa nasıl öldürücü bir ihtilaf ve savaş tohumu ettiklerini, sonsuz düşmanlıkları, yağmaları ve katliamları nasıl tahrik ettiklerini kendi 41 başlarına iyice düşünsünler. Bu düşünce, egemenliğin zorla tesis edilmesi ve dinin silah gücüyle yayılması gerektiği fikrine üstün gelmedikçe, insanlar arasındaki ortak dostluk korunamayacağı gibi, ne barış ne de güvenlik tesis edilebilir. Üçüncü olarak, hoşgörü görevinin bazı ruhani nitelikleri ve işleri ile (ister kardinal, rahip, papa, keşiş olsunlar, ister şu veya bu şekilde ayırt edilmiş olsunlar) insanlığın artakalanından (onların bizi adlandırmak istedikleri gibi, diğer mesleklerden olanlardan) ayrılan kişilerden ne talep ettiğine bakalım. Burada ruhban sınıfının değerini ve kökensel gücünü sorgulamak benim işim değildir. Ben sadece şunu söylüyorum, otoriteleri nereden doğmuş olursa olsun, ruhani olduğu için, bu otoritenin kilise sınırları dahilinde kalması gerekir ve bu, hiçbir şekilde sivil işlere yayılamaz. Çünkü kilisenin kendisi devletten ayrı ve farklı bir şeydir. Her iki tarafta da sınırlar sabittir ve değiştirilemez. Kim kökenlerinde, gayelerinde, işlerinde ve herşeyde birbirlerinden olağanüstü ölçüde ayrı ve sonsuz derecede farklı olan bu iki toplumu birbirine karıştırırsa, o cennetle dünyayı, en uzak ve en karşı şeyleri hep birlikte karmakarışık eder. Bundan dolayı, hiç kimse, hangi ruhani görevle şereflendirilmiş olursa olsun, kendi kilisesinden ve inancından olmayan başka birini aralarındaki din farklılığı sebebiyle dünyevi malların bir kısmından veya özgürlüğünden mahrum edemez. Çünkü bütün kilise için yasal olmayan herhangi bir şey, bir ruhani hakla, onun üyelerinden biri için yasal hale gelemez. Fakat hepsi bu kadar da değildir. Kilise adamlarının şiddet, yağma ve zulmün bütün türlerinden kaçınması yetmez. Havarilerin halefi olduğunu ileri süren ve öğretim işinin sorumluluğunu üstüne alan kilise adamı tembihlerini bütün insanlara, yani Ortodoks olanlara olduğu kadar hatalı olanlara, imanda ve ibadette kendilerini kabul edenlere olduğu kadar kendilerinden farklı olanlara da yöneltmeye, onları barış ve iyi niyet görevleri hususunda uyarmaya 42 mecburdur. O, sebatkar bir şekilde, ister sade bir insan, ister yönetici (eğer kilisesinde bunlar olacaksa) olsun, bütün insanları şefkate, tevazuya ve hoşgörüye teşvik etmeli, dostluk için harıl harıl çaba harcamalı ve hem her insanın kendi mezhebine yönelik ateşli bağlılığının hem de diğerlerinin kurnazlığının muhaliflere karşı tahrik ettiği tehlikeli ve mantıksız nefret eğilimini tamamen hafifletmelidir. Eğer vaizler her yerde bu barış ve hoşgörü doktrinini seslendirselerdi, bunun nasıl isabetli ve ne kadar büyük bir kazanç olacağını, bu insanların azalmamasını yahut başkaları veya kendileri tarafından azaltılmamasını arzuladığım itibarları üzerinde kesin bir kuşku yaratmak istiyormuş gibi görünmeyeyim diye, gösterme sorumluluğunu üzerime almıyorum. Fakat bunun böyle olması gerektiğini söylüyorum. Ve kendisinin Tanrı’nın Dünyasının bir vekili, İncil’in barışının bir öğütçüsü olduğunu söyleyen biri aksini öğretirse, ya uğraşının önemini anlamıyordur ya da bunu umursamıyordur; bu halde o, bir gün, Barış Prensine hesap verecektir. Eğer Hıristiyanlar, tekrarlanan tahriklerden ve artan haksızlıklardan sonra bile, intikamın bütün çeşitlerinden kaçınmaları gerektiği şeklinde ikaz edilmişlerse, onlara hiç zarar vermemiş, hiçbir eziyet çektirmemiş olanlara, bunlardan hiçbirini kabul etmeyenlere karşı şiddetten ve her cins kötü muameleden nasıl da çok sakınmaları gerekir! Bu uyarıyı ve kızgınlığı, muhakkak ki, sadece kendi işlerini düşünenlere karşı kullanmaları gerekir ve onlar, Tanrı indinde kabul edilebilir olduğuna ve sonsuz selametin en güçlü ümitlerine sahip olduğuna ikna oldukları tarzda Tanrı’ya tapmaktan (insanlar onlar hakkında ne düşünürlerse düşünsünler) başka hiçbir şey için endişe etmemelidirler. Özel aile içi işlerde, mülklerin yönetiminde, beden sağlığının korunmasında her insan, kendi iyiliği için neyin uygun olduğunu tasavvur edebilir ve en iyi olduğunu umduğu yönde gidebilir. Hiç kimse, komşularının işlerini kötü idare ettiğinden şikayetçi olamaz. Hiç kimse tarlasını ekerken veya kız kardeşlerini evlendirirken bir hata işlediği için başkasına 43 kızamaz. Hiç kimse servetini meyhanelerde tüketen bir mirasyediyi cezalandıramaz. Her insan, bedeli ne olursa olsun, sık sık kiliseye gitmezse, orada tavırlarını alışılmış seremonilere kesin bir şekilde uydurmazsa, çocuklarını şu veya bu cemaatin kutsal sırlarının öğretilmesine getirmezse, bu, derhal büyük bir velveleye sebep olur. Komşular, haykırıp bağırırlar. Herkes, böylesine büyük bir suçun intikamcısı olmaya hazırdır; bağnazların, dava sonuçlandırılıncaya kadar beklemek için pek az sabırları vardır ve zavallı insanlar, duruma göre, özgürlüklerini, mülkiyetlerini veya hayatlarını kaybetmeye mahkum edilirler. Ah, her mezhepten kilise vaizlerimizin, hatasız insanın bulunmadığı şeklindeki bütün güçlü argümanları kendilerine uygulamaları gerekmektedir. Fakat onları kendi hallerine bırakalım. Başka bir yargı alanına ait olan güç araçlarıyla kendi eylemlerini haklı çıkaracak nedenler sağlayamazlar ve kilise adamının yetkileri sağlıksız bir hale gelir. 44 JOHN TRENCHARD ve THOMAS GORDON: İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ ÜZERİNE, 1720 * Düşünce özgürlüğü var olmaksızın ilim ve irfan gibi değerler var olamaz ve ifade özgürlüğü olmaksızın insan hak ve hürriyetleri de olamaz. İfade özgürlüğü başkalarına zarar verene ve başkalarının haklarını tahakküm altına alana kadar her insanın hakkıdır ve özgürlüklerle ilgili bu sınır katlanılabilecek ve kabul edilebilecek tek sınırdır. Bu kutsal hak, özgür bir yönetim için elzemdir. Mülkiyetin güvenliği ve ifade özgürlüğü her zaman birlikte yer alır. İnsanlar, kendi isteklerini kendi dilleriyle talep edemedikleri sefil ülkelerde kendilerine ait başka hiçbir şeyi de talep edemezler. Ulusun özgürlüğünü kim ortadan kaldırmayı arzu ederse halkların özgürlüğü için en korkunç şey olan ifade özgürlüğünü baskı altında tutmakla, işe başlar. Bu giz, parlamento hakkında konuşmayı yasaklamak için her iki özgürlüğü de bir kenara iten bir bildiriyi aşağılık bakanının yayınladığı Kral I. Charles’in mahkemesi tarafından da çok iyi bilinmektedir. İdare edilenlerin şüphe götürmeyen haklarını ve majestelerinin hukuki haklarını savunmak, halkı idareden soğutmak olarak adlandırıldı ve isyana teşvikten cezaya tabi tutuldu. Ayrıca, insanların evlerinde dinden bahsetmeleri yasaklandı. Papazlarla bakanlar tiranlık oluşturmak için bir araya gelerek gerçeği ve hukuku baskı altına aldılar. Kral James, Katolik kilisesindeki ekmek ve şarabın takdisi ayinine gittiğinde insanlar para cezasına çarptırıldılar, hapsedildiler ve O’nun bir Katolik olduğu söylenerek, perişan edildiler. Hakkında hain olduğunun ilan edildiği bir parlamento kararının bulunduğu Kral II. Charles daha sıkı bir Katolik olarak yaşamıştır. * David L. Jacobson, The English Libertarian Heritage, (From thr Writings of John Trenchard and Thomas Gordon), New York: The Bobbs-Merrill Co., 1965. 45 İnsanların kendi yöneticilerinden iyi bir şekilde bahsetmeleri gerektiği doğrudur ve yöneticiler haklarında iyi şeyler konuşmayı da hak edebilirler; ancak, insanları dinlemeksizin onları zararlı ilan etmek, yalnızca tiranlığın imtiyazı ve ona uygun bir şey olabilir. Özgür bir insan ifade özgürlüğünü kullanarak bunun böyle olduğunu gösterecektir. 46 JOHN TRENCHARD ve THOMAS GORDON: GÜÇ VE ÖZGÜRLÜK ÜZERİNE, 1720 * Güç, doğal olarak aktif, ihtiyatlı ve şüphecidir. Gücün taşıdığı nitelikler, onu kendisini mahkum hale getirmek için bütün araç ve çareleri kullanmaya, bütün muhalefeti, hatta muhalefet tohumlarını bile yok etmeye ve önünde herhangi bir şey durmaya devam ettikçe durmaksızın bunu yapmaya sevkeder. Dilediğini yapabilir ve hiçbir kontrol de söz konusu değildir. Bugünlerde özgürlüğün gücü cezalandırdığı ve yumuşattığı için güç özgürlüğü yok edebilir ve sonuçta özgürlük, kendisini korumada aşırı bir biçimde gizemli davranmak için çok fazla sebebe sahiptir. Güç özgürlük üzerinde çok fazla avantaja sahiptir, genelde çok sayıda gardiyanı, birçok yaratıcısı, çok fazla miktarda hazinesi vardır ve onların ötesinde daha fazla sanat ve tecrübe, daha az dürüstlük ve masumiyet vardır. Güç, özgürlüğün olmadığı bir yerde varlığını sürdürürken, sürdürebilirken; özgürlük güç olmadan varlığını sürdüremez. Zira güç, eskiden de olduğu gibi, sürekli olarak özgürlüğün kapısında bekleyen düşman gibidir. Yargıçların, Tanrı’ dan başka hiç kimseye karşı sorumlu olmamaları ve bunun dışında başka hiçbir sınırlamaya tabi olmamaları gerektiği söylenmektedir. Ancak, bu tip bir akıl yürütme tehlikeli olduğu kadar saçmadır da. Hiçbir iyi insan yapmaya niyetlenmediği bir suç için ne kadar ceza verildiğini umursamaz. Cinayet işlemeye niyet etmeyen bir adam, katilin ölümle cezalandırılmasından üzülmez. Tanrı’ ya karşı yalnızca hesap veren, korkmayan, kötülük ve deliliklerine ve * Samuel B. Rudolph (Ed.), The Philosophy of Freedom-Ideological Origins of the Bill of Rights-, Lanham: University Press of America, 1993. 47 kendilerine karşı emniyet içinde olmadığımız kötü insanlar sağduyunun onurunu zedeler ve ilk doğal kanun olan nefsini korumanın yanlış olduğunu gösterirler. İnsan aklı, hiçbir kuralla değil yalnızca kendi ihtirası ile insanları yöneten idarecilere saygı duyulmayacağını ve boyun eğilmeyeceğini söylemektedir. İnsana ve Tanrı’ya muhalefet içinde olan bu tip insanlar idareci değildirler, kanuna karşı gelen kimselerdir ve ne Tanrı’nın kanunlarınca ne de akıl tarafından himaye görmezler. Hangi ahlaki ya da ilahi kural ile bir kurdu öldürmemiz ya da bulaşıcı hastalığın olduğu gemiyi yakmamız bize yasaklanır? Günahkarlığı ve sefaleti önlemek ve bunlara yol açanlara karşı gelmek kanunsuz mudur? Cinayetlerin büyüklüğü onları kutsallaştırır mı? Ve ülkeyi soyan ve on bin kişiyi katledenler bir tek Gine çalan ve bir tek kişinin katlinden daha az mı sorumludur? Bütün insanlığı toptan tahrip eden ve zulmeden en büyük günaha karşı gelen, engelleyen ve durduran herhangi bir günah var mıdır? Hukuksuz gücü savunanlar kadar aşikar, arsız ve bencil sahtekarlar emin olun yoktur! Onlara zulmetmek lanetli bir günahtır; veya diğerlerine zulmederek kazanç elde ettiklerinden karşı çıkmak daha melun bir günahtır! Kendilerine her ne zaman küçücük bir zarar verilse veya kendilerine zarar dokunduğunu zannetseler şikayet etmede en gürültücü, davranışlarında ise en insafsız olanlarıdır. Ancak, kendilerinin dışındakiler soyulduğunda, zulme uğradığında ve katledildiğinde şikayetler fitne olarak kabul edilir; bu durumun düzelmesini istemek ise lanetlenir. Bu, bütün yalanların kötülüklerin müsebbibi değil midir? Sonuç olarak, kontrole tabi olmayan güç yalnızca Tanrı’ ya mahsustur ve hiçbir insan birbirlerine eşit olmayan insanlara emanet edilemez. Gerçekte, insan doğasında çok fazla hırsihtiras, tutarsızlık ve bencillik vardır ve bizler çok nadiren birbirimize karşı muhafızlık yapabiliriz. Dürüst insanların sahip olacağı tek güvence dürüst olmayı çıkarı haline getirmek, hilekar olanlara karşı sahip olacağımız en iyi 48 savunma hilekar olmayı hilekarlar için en kötü şey haline getirmektir. Diğer mevkilerde birçok aşağılık insan olduğundan en iyi yol, kötülüğü herhangi bir makam için tehlikeli bir hale getirmektir. 49 DAVID HUME: BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ ÜZERİNE, 1742 * İstediğimiz şeyleri kamu oyuna aktarırken ve kral ya da onun bakanları tarafından yürürlüğe konulan her tedbiri açıkça eleştirirken bu ülkede yararlandığımız aşırı özgürlükten başka hiçbir şey bir yabancıyı hayretler içinde bırakmak için uygun değildir. Eğer yönetim savaşa karar verirse, kasıtlı olsun ya da olmasın, onların ulusun çıkarlarını tehlikeye attıkları ve mevcut koşullar altında barışın kesinlikle tercihe şayan olduğu iddia edilir. Bakanların fikri barış yönünde olursa bizim siyaset yazarlarımız savaş ve yıkımdan başka bir şeyden bahsetmezler ve hükümetin değersiz ve yüreksiz olduğunu ispat konusunda özel bir çaba gösterirler. Bu tip bir özgürlüğe başka hiçbir devlette müsamaha gösterilmeyeceğinden ... bu durum, doğal olarak, şöyle bir sorunun sorulmasına yol açmaktadır: Böyle bir özel imtiyazdan nasıl oluyor da Büyük Britanya tek başına yararlanabiliyor? Ve bu özgürlüğün sınırsız bir biçimde kullanılması avantaj mı yoksa dezavantaj mıdır? Bu tip bir özgürlüğe bizim kanunlarımızın müsamaha göstermesinin nedeni ne tam olarak monarşik ne de tam olarak cumhuriyetçi olmayan karma devlet yönetim biçimine sahip olmamız imiş gibi görünüyor. Eğer hata etmiyorsam devlet yönetimindeki iki aşırı ucun, özgürlük ve köleliğin birbirlerine oldukça yakın oldukları ve aşırı uçlardan uzaklaşıp monarşi ve özgürlük arasında karma bir devlet yönetim biçimine ulaşıldığında devletin her zaman daha özgürlükçü olduğu ve boyunduruğun her zaman daha az keder verici ve katlanılabilir olduğu siyasette yapılacak iyi bir gözlemle görülebilir. Mutlak güce sahip olan ve kanunların, * Samuel B. Rudolph (Ed.), The Philosophy of Freedom- Ideological Origins of the Bill of Rights-, Lanham: University Press of America, 1993. S.43-45. 50 geleneklerin ve dinin hepsinin birden halkın mevcut koşullardan tatmin olması konusunda uzlaşma içinde olduğu Fransa gibi devletlerde monark tebaasına karşı her hangi bir tahakküm gütmez ve bu nedenle hem konuşma hem de faaliyetler açısından onlara büyük özgürlükler vermesi yerindedir. Devlete tahakküm edecek kadar güçlü bir yargıcın söz konusu olmadığı Hollanda gibi cumhuriyetçi olan bir devlette yargıçlara büyük bir takdir yetkisi sağlamada bir tehlike bulunmaz ve her ne kadar barış ve düzeni muhafazada bu tip bir takdir yetkisinden bir çok fayda hasıl olsa da insanların faaliyetleri üzerinde önemli düzeyde kısıtlamaya neden olurlar ve halkın devlete saygı duymasını zorunlu kılarlar. Bu nedenle mutlak monarşi ve mutlak cumhuriyet şeklindeki iki aşırı ucun bazı maddi meselelerde birbirlerine yaklaştıkları aşikardır. Monarşi ile büyük ölçüde bir karma meydana getirseler de İngiltere’de devletin cumhuriyetçi yönü hakim oldukça takdire dayalı bütün yetkileri ortadan kaldırmak ve genel ve esnek kanunlar yoluyla her kesin hayatını ve kaderini emniyet altına almak için yargıçlar üzerinde her zaman tetikte olan bir tahakkümü sürdürmek mümkündür. Kanunlar bu şekilde vasıflandırmadığı sürece hiçbir eylem suç olarak nitelendirilemez; yargıç önünde yasal bir şekilde ispat edilmediği sürece hiçbir kişi suçlanamaz...Bu nedenlerle daha önceleri Roma’da söz konusu olan kölelik ve tiranlıkta olduğu kadar özgürlük ve hatta belki de ahlaksızlık, Büyük Britanya’da vardır. Bu ilkeler, diğer her hangi bir ülkenin müsamahasının ötesinde bu krallıkta söz konusu olan büyük basın hürriyetinin sebebini de izah etmektedir. Eğer onun ilerlemesini dikkatli bir şekilde engellemezsek keyfi gücün bizi perişan etmesinden endişe edilmektedir. Mahkemelerin ihtirasına mani olmak için halk uyanık tutulmalıdır ve bu ruhun canlandırılmasından duyulan endişe de bu ihtirasın engellenmesi için kullanılmalıdır. Ulusun bütün bilgi, duygu 51 ve yeteneklerinin özgürlüğün yanında devreye girmesine ve herkesin özgürlüğün savunulmasına yönlendirilmesine yol açacak olan basın özgürlüğü kadar hiçbir şey, bu amaca ulaşmada etkili değildir. Bu nedenle bizim devletimizin cumhuriyetçi yanı kendisini monarşik yanına karşı koruduğu sürece kendisinin muhafazası için gerekli olan basının özgür olmasını sağlamada doğal olarak dikkatli olacaktır. Bu nedenlerle, basın özgürlüğü bizim karma devlet yönetim biçimimizin desteklenmesi için çok gerekli olduğundan ikinci soru gündeme gelmektedir: Bu özgürlük yararlı mı yoksa zararlı mıdır? Ben bir adım daha ileri gitmek ve bu tip bir özgürlüğe bütün insanlığın ortak hakkı olduğunu iddia edecek kadar az bir güçlük ile ulaşılabileceğini ve bu özgürlüğün büyük bir talihsizlik olan kiliseye ait devletler hariç hemen hemen her devletin müsamaha edebileceği bir şey olduğunu ileri sürüyorum. Roma’daki tribünlerin ve Atina’daki popüler demagogların ateşli konuşmaları sonrasında ortaya çıkan kötü sonuçlar nedeniyle bu özgürlükten endişe duymamız gerekmemektedir. Bir kişi tek başına ve telaşlanmaksızın bir kitabı ya da broşürü okuyabilir. Kimse kötü etkilerle başkasının fikirlerini benimsemez. Kimse zorla alınıp götürülemez. ...Bu nedenle basın özgürlüğü kötüye kullanılsa bile popüler kargaşaların ve isyanların çok nadiren kışkırtılmasına yol açar. Ve onun yol açtığı bu şikayetler ve örtülü hoşnutsuzluklar bunlara karşı bir tedbir alınması için yargıçların bilgisine çok geç sunulmalarından kaynaklanmaktadır. İnsanlar yöneticilerinin dezavantajına olan şeylere bunun tam aksine inanmaktan daha fazla inanma eğilimine sahiptirler; ancak, onların özgürlüğe sahip olup olmamalarına bağlı olarak bu eğilim onlardan ayrılmaz bir nitelik haline gelir. Bir fısıltı bir broşür kadar hızlı ve tehlikeli bir şekilde yayılabilir. Hatta, insanlar özgür düşünmeye alışmadıklarında ve doğru ile yanlışı ayırt edemediklerinde ondan daha da tehlikeli olabilir. 52 BARON DE MONTESQUIEU, KUVVETLER AYRILIĞI, 1748 * Her devlette üç çeşit erk vardır: yasama erki, ülkenin kanunlarına bağlı olan şeylerle alakalı olarak yürütme erki ve vatandaşlarla ilgili kanunlara bağlı konularla alakalı olarak yürütme erki. İlkine binaen prens ya da üst düzey kamu görevlisi geçici ya da daimi kanunlar yapar, daha önceden yürürlüğe konulan kanunları değiştirir veya ilga eder. İkincisine binaen savaşa ya da barışa karar verir, büyükelçileri atar ya da kabul eder, kamu güvenliğini tesis eder ve saldırılara karşı önceden hazırlık yapar. Üçüncüsü sayesinde, suçluları cezalandırır ya da bireyler arasında ortaya çıkan anlaşmazlıklar konusunda karar verir. Sonuncuyu yargı erki, diğerini ise basitçe yürütme erki olarak adlandırabiliriz. Vatandaşların siyasi özgürlüğü, her bir ferdin görüşlerinden ortaya çıkan bir fikirdir. Bu özgürlüğe sahip olmak için bir kişinin diğer her hangi bir kişiden korkmayacağı şekilde devletin teşkil edilmesi zorunludur. Yasama ve yürütme erkleri aynı kişide ya da aynı üst düzey kamu görevlilerinin organında birleşirse özgürlük ortadan kalkar, zira monark ya da senato zalimce kanunlar çıkaracak ya da bu kanunları müstebitçe uygulayacak korkusuyla büyük endişeler ortaya çıkar. Yine, eğer yargı erki yasama ya da yürütme erkinden ayrılmazsa özgürlük olmaz. Yargı erki yasama erki ile birleşirse tebaanın yaşamı ve özgürlüğü keyfi kontrole maruz kalır ve bu durumda yargıçlar kanun yapan konumuna * J. Salwyn Schapiro, Liberalism-Its Meaning and History, London:1958. S.118-119. (Montesquieu, The Spirit of Laws, trans. Thomas Nugent, New York:1900, I., 182-183.) 53 ulaşırlar. Eğer yürütme organı ile birleşirse yargıçlar şiddet ve baskı oluşturacak şekilde hareket ederler. İster bir kişi, ister aynı organ, isterse asiller ya da halk olsun bu üç erki kullanırken bir amacı olmalıdır: kanun yapmak, kamusal kararları yürütmek ve fertler arasındaki davaları çözüme kavuşturmak. 54 JEAN-JACQUES ROUSSEAU: TOPLUMSAL SÖZLEŞME, 1762 # Amacım, sivil toplumda, insanları olduğu gibi kanunları ise olmaları gerektiği gibi kavrayan her hangi bir meşru ve kesin bir idare kuralının olup olmadığını araştırmaktır. Bu araştırmada, adalet ile çoğunluğun mutluluk ve çıkarı bağdaşsın diye, çıkarların gerekleri olan haklar ve hukukun yükümlülüklerini her zaman bağdaştırmaya çabalayacağım. Konuya, onun önemini göstermeksizin başlayacağım. Siyaset üzerine yazı yazan bir prens ya da millet meclisi üyesi olup olmadığım sorulabilir. Cevabım olmadığım şeklindedir ve bu siyaset üzerine neden yazı yazdığımın da en önemli sebebidir. Bir prens ya da kanun yapan bir kimse olsaydım, olması gereken şeyleri söyleyerek vaktimi harcamazdım; ya yapardım ya da susardım. Doğuştan özgür bir devletin vatandaşı ve egemen olanların bir üyesi olduğumdan bu devlette sahip olduğum oylama hakkı, kamusal işlerde benim sesimin ne kadar etkili olduğu önemli değil, vazifemin onlar üzerine çalışmak olması için yeterlidir. Ve devlet üzerine her ne zaman tefekkür etsem araştırmalarımın ülkemi sevmem için bana her zaman yeni sebepler verdiğini görmekten büyük bir haz alıyorum! İnsanlar özgür doğarlar ama her yerde boyunduruk altındadırlar. Birisi kendisini diğerlerinin efendisi olarak görebilir; ancak, o aslında en büyük köledir. Bu değişim nasıl meydana gelmektedir?. Bilmiyorum. Bunu ne meşru kılabilir? Bu soruya cevap verebileceğime inanıyorum. # E. K. Bramsted and K.J. Melhuish, Westerm Liberalism- A History in Documents From Locke to Croce, London: Longman, 1978. [JeanJacques Rousseau, The Social Contract (1762), in Rousseau’s Political Writings, ed./trans. Frederick Watkins, Edinburgh 1953, Bk.i. Ch. 1. Pp.34, 14-16] 55 Güç ve onun etkilerinden başka hiçbir şeyi düşünmeseydim şöyle söyleyebilirdim: bir kişi itaat etmeye zorlanır ve itaat ederse bunu en iyi biçimde yapar; kendi üzerindeki boyunduruğu kaldırıp atmaya kalkar ve atarsa bunu daha da güzel bir biçimde yapar. Özgürlüğü hissettirilmeden elinden alınan kişi özgürlüğünü geri almakta haklı olduğu gibi ilk aşamada özgürlüğünün elinden alınması da yanlıştı. Ancak, sosyal düzen diğer herkes için ana prensip olarak vazife gören kutsal bir haktır. Yine de bu hak doğadan kaynaklanmamaktadır ve bu nedenle sözleşme ile tesis edilebilir. Problem bu sözleşmelerin ne olduğunu bilmektir... Benim konumla bağlantılı olarak bu problem aşağıdaki terimlerle ifade edilebilir: ‘toplumun bütün gücüyle her bir üyenin mallarının ve kendilerinin korunduğu ve savunulduğu, geride kalan herkes katılırken her bir üyenin kendisinden başka kimseye boyun eğmediği ve daha önce olduğu kadar özgür kaldığı bir birliğin şeklini bulmak’. Bu toplumsal sözleşmenin cevabını verdiği temel problemdir. Bu sözleşmenin hükümleri....doğru bir şekilde anlaşılırsa, aşağıdakilere indirgenebilir: her bir üyenin, bütün haklarından feragat edip onları bir bütün olarak topluma devretmesi. İlk aşamada, herkes kendisininkini tamamen devredeceği için koşullar herkes için eşit olacaktır ve koşullar herkes için eşit olacağından hiçbir kişinin çıkarı geri kalanlar için bir külfet oluşturmayacaktır. Ayrıca, feragat ve temlik etme her hangi bir rezervasyon olmaksızın yapılacağından birlik mümkün olduğunca mükemmel olacaktır ve hiçbir üye talep edecek daha fazla şey bulamayacaktır. Fertler bazı hakları ellerinde bulundurmaya devam edeceklerse, kendisi ile toplum arasında hüküm verecek genel ve daha üstün her hangi bir muktedirin yokluğunda, her kes belirli meselelerde kendi kararını verebilecektir ve hemen sonra her meselede de böyle davranmak isteyecek; doğal yaşam devam edecek ve birlik, ister istemez, istibdatçı ya da anlamsız bir hale gelecektir. 56 Nihayet, her fert, bütün meselelerde karar verme yetkisini kendi üzerine alarak, kendisi, gerçekte, hiçbir konuda karar verme yetkisini üzerine almamaktadır ve aynı haklara sahip olmayan sizden üstün hiçbir üye olmayacağından bütün kaybettiklerinize eşdeğer olanı kazanacaksınız ve sahip olduğunuzdan daha büyük bir güç elde edeceksiniz. Sosyal sözleşmenin, asıl özüne inilirse, aşağıdaki şartlara indirgenebildiği görülebilir: ‘Her birimiz, müştereken, kendimizi ve bütün gücümüzü çoğunluğun iradesinin daha üstün olan iradesine tabi kılarız ve müşterek kapasitemizle, her bir üye bütünün ayrılmaz bir parçası olarak kabul ediliriz’... 57 VOLTAIRE: HOŞGÖRÜSÜZLÜĞÜN DOĞAL KANUNLARA UYGUN OLUP OLMADIĞI ÜZERİNE, 1764 * Doğal kanun, doğanın tüm insanlara belirttiği şeydir. Çocuklarınızı yetiştirirsiniz: Onlar size bir baba ve onlara hayırda bulunan kişiler olarak müteşekkir olurlar. Sizler kendi ellerinizle ekip-biçtiğiniz toprakta yetiştirdikleriniz üzerinde haklara sahipsiniz. Size bir söz vaad edilmiş, onu almışsınız ve ona sahip olmalısınız. İnsan hakları, her koşulda doğal hukuka dayanmak zorundadır ve her yerde, her ikisinin de en büyük ve evrensel ilkesi “Sana yapılmasını istemediğin şeyleri başkasına yapma”dır. Bu günlerde, bu ilkeyi göz önüne aldığımızda, insanların diğerlerine “Benim inandığım gibi inan, inanmazsan seni öldürürüm” diyebilmesini anlamak çok zordur. Bu, insanların Portekiz, İspanya ve Goa’da söyledikleri şeydir. Diğer bazı ülkelerde, şu şekilde şeyler söylemekten hoşnut olanlar vardır: “Benim inandığım gibi inan yoksa senden nefret edeceğim; ya inan ya da elimden geldiği kadar sana zarar veririm. Sizi gidi canavarlar! Benim dinimden değilsiniz; öyleyse dinsizsiniz. Sizler komşularınız için, kasabanız için ve şehriniz için nefret uyandıran kişilersiniz”. Bu şekilde davranılarak insan haklarına sahip olunsaydı Japonlar Çinlilerden iğrenmezdi; Çinliler Siyamlılardan nefret etmezdi; onlar Hint yerlilerini def eden Gang halkını sürmezdi; bir Moğol karşı karşıya kaldığı ilk Malabar’lının kalbini söküp atmazdı; Malabar’lılar Türkleri katleden İranlıları katletmezdi ve bunların üçü birlikte kıtlıktan çıkmış * E. K. Bramsted and K.J. Melhuish, Westerm Liberalism- A History in Documents From Locke to Croce, London: Longman, 1978. [Voltaire, Traite sur la Tolerance (1764), in Oeuvres completes de Voltaire (2nd edn), Paris 1827, tome I, Ch. 6, pp.168-9] 58 gibi birbirlerini saldırmazdı. yiyip bitiren Hıristiyanların üzerine Bu nedenle, hoşgörüsüzlük hukuku son derece saçma ve barbarcadır. Kaplanların hukukudur; ancak, daha fazla dehşet vericidir zira kaplanlar sadece yemek için öldürürler biz ise birbirimizi paragraflar için yok ediyoruz. 59 WILLIAM BLACKSTONE: İNSANIN DOĞAL HAKLARI VE BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ ÜZERİNE, 1769 * Meydan okumaya benzer nitelikteki şeylerden biri de onur kırıcı ve küçültücü neşriyattır. En geniş ve en yaygın anlamıyla ele alırsak, gayri ahlaki ya da yasadışı bir eğilim gösteren her hangi bir yazı, resim veya benzeri şeyleri ifade eder. Ancak, bizim burada göz önünde tutacağımız anlamı, her hangi bir kişiyi öfkeye düşürmek ya da kamuoyunun nefretine, hakir görmesine ve alay etmesine maruz bırakmak için yazıyla, simgelerle ya da resimle ve kamuoyuna açık bir şekilde her hangi bir kişiye ve özellikle bir kamu görevlisine kötü niyetli iftira ve karalamaların yapılmasıdır. Bu tip onur kırıcı ve küçültücü neşriyatın gösterdiği eğilim, toplumsal barışla ilgili konuları öç alma ve belki de kan dökme yönünde kışkırtarak toplumsal barışın bozulmasına yöneliktir. Her hangi bir kişiye yönelik bu tip basılı iftiraların tebliğ edilmesi de kanun nazarında bir yayındır ve bu nedenle bir insana hakaret içeren şahsi bir mektup göndermek, onun basın yoluyla yayınlanması kadar onur kırıcı bir neşirdir, zira her ikisi de barış ve huzuru bozucu bir niteliğe sahiptir. Aynı gerekçe, mektubun içeriği doğru olsun ya da olmasın iftiranın özü açısından önemsizdir zira yayının suç oluşturmasına yol açan şey onun yanlışlığı, suçu ve verilecek cezayı ağırlaştırsa da, yalan olması değil; kışkırtıcı olmasıdır. Günlük hayatta iftira bir hata ya da skandal şeklinde ortaya çıkabilir. Eğer iddia doğruysa davacı olanın şahsi bir zarar görmesi söz konusu değildir ve ona karşı yapılan saldırı toplumsal barışı bozsun ya da bozmasın bir tazminat talebi için bir gerekçe teşkil etmez. Bu nedenle medeni hukuk davalarında suçlamanın doğruluğu mahkeme kürsüsünde sorgulanmalıdır. * Samuel B. Rudolph (Ed.), The Philosophy of Freedom- Ideological Origins of the Bill of Rights-, Lanham: University Press of America, 1993. S.53-55. 60 Ancak, cezai yargılamada, onur kırıcı ve küçültücü bütün yazılı neşriyatın kin ve düşmanlık yaratıcı ve toplumsal barışı bozucu olduğu yönündeki eğilim hukukun dikkate aldığı tek mülahazadır. Bu nedenle bu tip davalarda göz önüne alınabilecek tek gerçek şudur: kitabın ya da yazılı materyalin davalı tarafından yazılıp yazılmadığı ve bunların içeriğinin suç oluşturup oluşturmadığı. Bu iki konu da davalının aleyhine ise topluma karşı yapılan saldırı tamamlanmıştır. İftirayı ister doğrudan, mükerrer olarak, basın yoluyla ya da yayınlayarak yapsın bu tip müfterilerin cezalandırılmasında para cezası kullanılmalıdır ve mahkemenin takdirinde olan bedeni cezalar saldırının şiddetine ve niteliğine göre eza verici nitelikte olmalıdır. Roma’da on iki emir kanununa göre diğer insanların itibarını etkileyen iftira ölüm cezası gerektiren bir suçtu; ancak, Augustus’un tahta çıkmasından önce bedeni ceza uygulanmaya başlandı. İmparator Valentinian zamanında sadece yazmak değil, aynı zamanda yayınlamak ve hatta yazıları imha etmemek bile tekrar ölüm cezasını gerektirir oldu. Bu ve buna benzer bir çok konuda kanunlarımız, Roma’da on üyesi olan hükümet meclisinin ya da daha sonraki imparatorların tiranlık ve karanlık dolu devirlerinde tesis edilen merhametsiz fermanlara kıyasla özgürlük, öğrenme ve insancıllığın daha güçlü olduğu Orta Çağdaki Roma hukukuna benzemektedir. Bu ve bizim daha sonra değineceğimiz diğer örneklerde hakaret içeren, gayri ahlaki, devlete hıyaneti içeren, bozguncu ya da lekeleyici iftiraların bazıları daha şiddetli bir şekilde olmak üzere, İngiliz kanunlarında cezalandırılmaktadır....Basın özgürlüğü özgür bir devlet için elzemdir; ancak, bu yayından önce hiçbir kısıtlamayı içermez ve yayınlandığında cezai konularda sansür özgürlüğü yoktur. Her özgür kişi istediği fikri yayma hakkına sahiptir. Kamu oyuna ulaşmadan önce bunları yasaklamak basın özgürlüğünü tahrip etmektir. Ancak, uygunsuz, zarar verici ya da yasa dışı yayını yapan kişi bu cüretinin sonuçlarına katlanmak zorundadır. Devrim öncesi ve sonrasında olduğu 61 gibi basını lisans sahibinin kısıtlayıcı gücüne tabi tutmak bir insanın önyargılarına bütün bir özgürlük fikrinin tabi kılınması ve insanların öğrenme, din ve devlet ile ilgili konularda keyfi ve itiraz edilemez bir yargıya ulaştırılması demektir. Mevcut kanunun yaptığı gibi her hangi bir tehlikeli veya saldırgan yazıyı neşrettikten sonra cezalandırmak, bu tip zararlı eğilimler konusunda karar verirken adil ve yansız bir yargılama yapılmalıdır, toplumsal barışın, devletin ve sivil özgürlüğün tek esaslı kurumu olan dinin korunması için gereklidir. Bu nedenle fertlerin özgür iradelerine müdahale edilmemelidir. Özgür iradenin suiistimal edilmesi ise yasal cezalandırmaya tabidir. Fikir özgürlüğüne müdahale edilmemelidir. Hem burada takdim edilen fikir özgürlüğüne getirilen kısıtlamalar hem de toplumun hedeflerini tahrip eden kötü mülahazaların yapılması ve neşredilmesi toplumun düzelteceği bir suçtur. Bir adamın (örneğin iyi bir yazarın) zehrinin gizli bir şekilde muhafaza edilmesine müsaade edilebilir ama bunu kamuya ilaç diye satmasına izin verilemez. Burada bu konuya şu ilaveyi de yapabiliriz: Şimdiye kadar sadece basın özgürlüğünü kısıtlamak için ileri sürülen “basın özgürlüğünün suiistimalini önlemek” gerekçesi, basın bir teftiş memurunun kontrolü altında iken hiçbir zaman iyi bir amaç için kullanılma imkanı söz konusu değilken mütenasip bir cezaya çarptırılmadan her hangi bir kötü amaç uğrunda kullanmak için suiistimal edilemeyeceği ispat edildiğinde, tamamen gücünü kaybedecektir. Bu nedenle ahlaksızlığın sansür edilmesi basın özgürlüğünü korumaktır. 62 ANNE ROBERT JACQUES TURGOT: HOŞGÖRÜ ÜZERİNE KRALA SUNULAN ÖNERGE, 1775 * Bütün dinlerin aynı şekilde yanlış olduğuna inanan ve onları, insanların daha kolay bir şekilde idare edilmeleri için politik bir bakış olarak kabul eden insanların onlar için önerilebilecek en çıkar yol olarak düşündükleri dini takip etmeleri için insanları zorlamada tereddüt göstermeyeceklerini sanıyorum... Ancak doğru bir din varsa, Tanrı herkesten neye inandığının ve ne yaptığının hesabını soracaksa, bu gerçek dini reddetmeye devam edenlerin payına sonsuz cezalandırmadan mutlaka bir pay düşecekse, dünyadaki herhangi bir gücün bir kişiyi bütün ruhu ve vicdanıyla doğru olduğuna inandığı din yerine diğer bir dine uymasını emretme hakkına sahip olduğunu nasıl tahayyül edebiliriz? İnsanların uyması gereken doğru bir din varsa, dünyadaki bütün güçlere, kralların ve imparatorların fermanlarına, valilerin hükümlerine ve icracıların kılıçlarına rağmen insanlar bu dini ikrar eder ve uygularlar. Bu cesarete sahip oldukları ve kutsal görevi ifa ettikleri için kilisenin hürmete layık şehitlerini örnek olarak göstermekteyiz. Kendi vicdanlarının sesine uymada ve sivil otoriteye direnmede şehitler haklı idilerse, bu gerçekten dolayı onların vicdanı sivil otoriteyi bir hakem olarak tanımayacaktır. Bütün egemenler aynı dinden değildirler ve her dindar kişi kendisini, kurtuluşu için vicdanen, doğru olduğuna inandığı dine uymak zorunda hisseder. Egemenler, tebaasına kendi vicdanlarına itaat etmelerini emretme hakkına sahip değildir. İnsanları yargılarken Tanrı, doğru dine inanıp inanmadıklarını ve uygulayıp uygulamadıklarını onlardan * E. K. Bramsted and K.J. Melhuish, Westerm Liberalism- A History in Documents From Locke to Croce, London: Longman, 1978. 63 talep edecektir; yoksa egemenlerin dinlerine inanıp inanmadıklarını ve uygulayıp uygulamadıklarını talep etmeyecektir. Bütün egemenler doğru dinden değillerse insanlardan bunu O, nasıl talep edebilecektir? Gözlerini aç ve dünya haritasındaki atalarına bir bak ve ne kadar az ülkede egemenlerin Katolik olduğunu gör. Dünyadaki egemenlerin çok büyük bir kısmının hata yapması, gerçek dini tespit etme hakkını Tanrı’ dan almışlarsa, nasıl olabilir? Eğer böyle bir hakları yoksa hem yanılmazlığı hem de sadece onlara verilen ilahi bir misyona sahip değillerse tebaalarının kaderi, mutluluğu ve sonsuza kadar büyük bir mutsuzluk içinde kalmaları konusunda karar vermeyi üzerlerine almaları ne büyük bir cesaret? İnsel ilkeler gereği herkes koruyacağı bir ruha sahiptir; herkes gerekli olan tüm akla ve bu ışığı uygulamak için tüm vahye sahiptir, ancak vicdanları kendisi içindir. Kendi vicdanına uymak her insanın hakkı ve görevidir ve hiçbir kişi kendi vicdanını diğeri için bir kural haline getirme hakkına sahip değildir. Bu ilke o derece aşikar bir ilkedir ki ispatlamaya çalışmak bir zaman kaybıdır, ona karşı olan bu yanılsamalar insan ırkının çok büyük bir kısmını kör etmeseydi, dünyayı kanla sulamasaydı günümüzde bile milyonları mutsuz kılmazdı. Hoşgörünün taraftarları prensin dini doğru din ise sadece o zaman yönetme hakkına sahip olduğunu ve ona itaat edilebileceğini mi söylüyorlar? Hayır, o zaman bile ona itaat edilmeyebilir ve etmeyebiliriz, onun salık verdiği dine uysak bile bu o emrettiği için değil din doğru din olduğu için olacaktır ve prens bu din gerçek din diye emrettiği için olmayacaktır. Bu tip bir nedenle dinin doğru din olduğuna inanacak kadar akılsız bir insan yoktur. Doğru olduğuna inanarak kendisini bir dine teslim eden kişiler prense itaat etmezler, yalnızca kendi vicdanlarına uyarlar ve prensin iradesi kendi vicdanının tek başına empoze ettiği yükümlülüğün derecesine bir şey ilave etmez, edemez. Prens 64 ister bir dine inansın isterse inanmasın, ister tebaasının o dine uymasını emretsin isterse emretmesin, gerçek ne fazla ne eksiktir, ya doğrudur ya yanlış. Bu nedenle prensin görüşü mutlak olarak bir dinin doğrusuna yabancıdır ve sonuçta ona uyanların yükümlülüklerine de. O zaman prens, prens olarak, hüküm verme hakkına ve bu çerçevede emir verme hakkına sahip değildir. Hükmünün dışında kalan bu düzen üzerinde onun ehliyetsizliği mutlaktır ve hüküm verme yetkisi yalnızca her bir bireyin vicdanına aittir ve tabii ki Tanrı böyle bir hakka sahiptir. Bazı teologlar(din bilginleri) şöyle söylerler: “Prensin dini konularda hüküm verme hakkının olmadığını kabul ediyoruz; ancak, kilise böyle bir hakka sahiptir ve prens, kendisini kilise iradesine bıraktığı sürece, onun hükümleriyle uyumlu bir şekilde buyurabilir... Kendi başına hüküm veremez, ancak kendilerini meşru bir fikre-hükme teslim etmelerini tebaasına buyurabilir.” Bu muhakeme şekli kullanıldığı ve hala varlığını sürdürmeye devam ettiği sürece ciddi bir şekilde cevaplandırılmak zorundadır. 65 ADAM SMITH: SERBEST TEŞEBBÜSÜN AVANTAJLARI, 1776 * Tercihe ya da kısıtlamaya dayanan tüm sistemler geçip gitmiş, doğal özgürlüğün açık ve basit sistemi kendi düzenini tesis etmiştir. Adalet kanunlarını ihlal etmediği müddetçe, her insanın kendi dilediği biçimde ve serbestçe kendi çıkarının peşine düşmesine ve kendi sanayisini ve sermayesini diğer insanlarınki ile rekabete sokmasına müsaade edilir. İktidar, görevini yerine getirirken sürekli olarak sayısız aldanmalara maruz kalacağından ve hiçbir insanın aklı ya da bilgisi uygun performans için yeterli olmayacağından, görevini yerine getiremeyecektir; özel kişilerin sanayisini teftiş etme ve bu sanayii istihdama yöneltmek görevi toplumun çıkarına son derece uygundur. Doğal özgürlükler sistemine göre, yönetenlerin büyük bir öneme sahip olan, belirgin olan ve kolayca idrak edilebilen üç görevi vardır: birincisi, toplumu diğer bağımsız toplulukların işgalinden ve tecavüzlerinden koruma; ikincisi, mümkün olduğu kadar toplumun her üyesini diğer üyelerinin zulüm ve adaletsizliklerinden koruma görevi ya da tam anlamıyla adil olan bir idarenin tesisi görevi ve üçüncüsü, toplumun tümüne maliyetinden daha fazla yarar sağladığı halde elde edilecek faydanın bir bireyin ya da az sayıdaki bireylerin karşılaştığı maliyeti karşılamaya yeterli olmayan bazı kamu kurumlarının ya da faaliyetlerinin oluşturulması, gerçekleştirilmesi ve sürdürülmesi görevi. Bu nedenle her birey gücünün yettiği kadar hem yurtiçi endüstrinin desteklenmesi için hem de en yüksek değerde ürün üretecek bir düzeyde bu sanayiin idare edilmesi için kendi sermayesini kullanmaya çalışacaktır. Bunu yaparken * J. Salwyn Schapiro, Liberalism-Its Meaning and History, London:1958. (Adam Smith, An Inquiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations, ed. E. Cannan, London: 1930, II, pp.184-185; I, p.421.) 66 yalnızca kendi çıkarını güdecektir ve diğer bir çok durumda olduğu gibi kendi niyetinin bir parçası olmayan bir amacı gerçekleştirmek için görünmez bir el tarafından yönlendirilecektir. Bu amacın içinde bir yerinin olmaması toplum için kötü bir şey de değildir. Kendi çıkarını güderek toplumun çıkarını gerçekten artırmaya çalıştığından daha fazla, toplumun daha etkin olmasına hizmet edecektir. Ticareti kamu yararı için kullanmaya çalışan kişilerce bundan daha iyi bir şeyin yapıldığını görmedim. Ticareti kamu yararı için yönlendirmek, gerçekte, tüccarlar arasında pek de yaygın olmayan ve vazgeçmeleri için çok az sözün kullanılabileceği yapmacıklı bir tavırdır. Sermayesini kullanabileceği ve en yüksek değerde ürünün üretilebileceği yurtiçi endüstrilerin türünün ne olacağını her birey, yerel şartları dikkate alarak, herhangi bir devlet adamı ya da kanun koyucunun onun adına yapabileceğinden daha iyi bir şekilde belirleyebilir. Kendi sermayesini istihdam etmeye çalışan özel sektörü yönlendirmeye çalışan devlet adamları yalnızca çok gereksiz olan bir itina ile kendi üzerlerine bir yük almazlar; bunun yanı sıra, yalnızca bir tek adama, bir meclise ya da senatoya değil bir otoriteye tam anlamıyla güven duyulacağını varsayarlar ve bu durum kendini yeterli zannetme konusunda yeterli zan ve aptallığa sahip olan bir adamın ellerinde son derece tehlikeli bir durumun oluşmasına yol açar. Yurtiçi endüstrinin ürünleri için yurtiçi piyasayı monopol haline getirmek, herhangi bir imalat sanayiinde, sermayelerini kullanmaları çerçevesinde özel sektörü bir ölçüde yönlendirmek ve hemen her durumda faydasız ve zararlı bir regülasyon anlamına gelir. Yurtiçinde üretilen mallar yabancı ülkelerde üretilenler kadar ucuz ise bu regülasyon tamamen faydasızdır. Eğer böyle değilse, o zaman da zararlıdır. Satın aldığından daha fazla maliyetle yurtiçinde üretmemek bir ailedeki her akıllı efendinin düsturudur. 67 THOMAS JEFFERSON: SİYASİ FARKLILIKLARIN HÖŞGÖRÜLMESİ, 1789 * Bizim İleri sürdüğümüz görüşlere karşı yapılan muhalefet sırasında tartışmaların ve çabaların canlandırılması, tanınmamış kişilerin düşündükleri şeyleri yazmamaları, konuşmamaları ve serbestçe düşünmemeleri yönünde bir etkide bulunacağı bir durumu ortaya çıkarabilir. Ancak, bugünlerde buna ulusun sesi karar vermektedir. İlan edilen anayasanın kurallarına göre bütün iradeler hukukun iradesi altında kendilerini düzenleyeceklerdir ve ortak çıkarlar için ortak çaba göstermede birleşeceklerdir. Her ne kadar çoğunluğun iradesi her koşulda geçerli olmaya devam edecekse de haklı olan iradenin makul olması gerektiği, azınlığın eşit haklara sahip olması gerektiği, hukukun eşit bir şekilde uygulanması gerektiği ve bunları ihlalin zulüm olacağı ilkeleri de akılda tutulmalıdır. Bununla birlikte düşüncelerdeki her farklılık ilkede farklılık anlamına gelmez. Aynı ilkenin kardeşlerini farklı isimlerle adlandırırız. Hepimiz cumhuriyetçiyiz, hepimiz federalistiz. Aramızda birliği bozmaya çalışanlar ya da birliğin cumhuriyetçi yapısını değiştirmeye çalışanlar varsa aklın onunla mücadele etmede özgür bırakıldığı yerde yanlış düşüncelerin hoşgörüyle karşılanabildiğini gösteren güven abidesi olarak onlara dokunmayalım. Gerçekten de bazı dürüst insanların cumhuriyetçi bir hükümetin güçlü olmayacağından, yeterince güçlü olamayacağından korktuklarını biliyorum ama başarılı tecrübelerin olduğu bir zamanda dürüst yurtseverlerin şimdiye kadar bizi özgür kılan bir devleti bir ihtimal olarak sadece kendini korumak için enerji sarfeden bir devletin ortaya çıkması yönündeki teorik * J. Salwyn Schapiro, Liberalism-Its Meaning and History, London:1958. (T. C. Pease and A. S. Roberts (eds.), Selected Readings in American History, New York: 1928, p. 232.) 68 ve hayali korkusuna mı terkedecekler? Buna inanmıyorum. Tam aksine, bunun dünyanın en güçlü devleti olacağına inanıyorum. Bunun, hukukun çağrısı ile her insanın hukukun standartlarına kavuşacağı ve kendi şahsi çabaları ile kamu düzeninin müdahalelerine karşı koyabilecekleri tek devlet olacağına inanıyorum. Bazen, insanların kendi kendini yönettiği bir devlete güvenemeyecekleri söylenmektedir. Öyleyse, insanlar başkalarının yönettiği bir devlete güvenebilirler mi? Ya da seni yönetmede krallara melekler mi yardım ediyor? Bırakalım bu sorunun cevabını tarih versin. 69 EDMUND BURKE: ÖZGÜRLÜK ÜZERİNE, 1790 * İdeal anlamda özgürlük, özgürlük ve aydınlıktan yeniden faydalanmak için kendi hücresinin karanlığından ve kısıtlamalardan kaçan ve benim hassaten tebrik ettiğim çılgın adamların insanlığa bahşettikleri en hayırlı şeyler arasında değerlendirilebilir. Bu nedenle, devletle nasıl uzlaşıldığını öğrenene kadar Fransa’da ortaya çıkan yeni özgürlük anlayışı ile ilgili tebriklerimi geçici bir süre için erteliyorum. Özgürlüğün bireyler üzerindeki etkisi şudur: Bireyler özgür iseler istedikleri şeyleri yapabilirler... Fransız devrimi daha önce dünyada meydana gelmeyen en şaşırtıcı şeydir. Münasebetsizlik ve vahşetin bu görülmemiş kaos ortamında her şey doğal mecrasının dışına taşmış gözükmektedir. Yine de bazı görülmemiş durumların kendinden geçme ve övünmeden başka bir düşünceyle meydana geldiğini inkar etmiyorum. Magna Carta’dan Haklar Bildirgesi’ne kadar haklarımızdan, atalarımızdan bize kalan ve gelecek nesillere aktaracağımız bir miras ve daha genel ve daha önceki başka bir hakka her hangi bir atıfta bulunmaksızın bu krallığın halkına ait özel bir mülk olarak bahseden anayasamızın yeknesak bir politikasının olduğu gözlemlenebilir. Bununla anayasamız kendi içerisinde çok fazla farklılığı barındıran bir yeknesaklığı muhafaza etmektedir. Biz soydan soya geçen bir krallığa sahibiz; miras yoluyla aktarılan bir asiller sınıfımız var ve Avam Kamarası ile uzun bir atalar silsilesi yoluyla imtiyazlı oy verme hakkına ve özgürlüklere sahip bir halka sahibiz. Miras, tam bir muhafazakarlığı ve intikal ilkesini gündeme getirirken ilerleme ilkesini göz ardı eder. İktisaplara * Peter Viereck, Conservatism- From John Adams to Churcill-, Princeton: New Jersey. S.110-12. 70 karışmaz; ancak, iktisap edilen şeyi güvence altına alır. Bu tip bir mirasın tercih edilmesi ile siyasi yapımıza kan bağına dayanan bir ilişki imajı kazandırıyoruz, anayasamızı ülkenin yerel bağları ile ilişkilendiriyoruz, temel kanunlarımızı aile bağlarımıza uyumlu bir hale getiriyoruz ve devletimiz, kalplerimiz, mezarlarımız, sunaklarımız gibi sevecenlik yansıtan her şeyin etkisiyle onları aziz tutuyoruz ve olmazsa olmaz şeyler haline getiriyoruz. Kurumlarımıza, doğanın bizlere öğrettiği ihtiyarlıkları ve güçsüzlükleri nedeniyle insanlara saygı gösterilmesi ilkesi çerçevesinde hürmet gösteriyoruz... Tiers Etat’a seçilen kişilerin listesini gördükten ve niteliklerini öğrendikten sonra onların aralarında şaşırmama neden olacak hiçbir kimse göremedim. Gerçekten de onların arasında bilinen mevkilerden bazılarını, bazı parlak meziyetlere sahip olan kişileri gördüm; ancak, devlet işlerinde tecrübe sahibi olan tek bir kişi bile göremedim. Ulusal meclis, çalışmalarını sona erdirdiğinde kendi görev süresini de tamamlamaktadır. Kendi krallarını istemekte ısrar eden bu halk bu cumhuriyetin bütün parçalarını bir arada tutmaya yetecek gücü ona devretme gücüne sahip değildir. ...Bu fikirlere sahip olsalar bile onların atalarının tecrübelerinden, ülkemizdeki temel kanunlardan, meziyetleri uzun yılları alan sağlam bir tecrübeyle ve devletin artan gücü ve ulusun refahının artması ile doğrulanan anayasanın sabit şeklinden bahsetmek beyhude bir şeydir. Onlar tecrübeleri cahil halkın hikmeti diye küçümsemektedirler. Geriye kalanlar ise eskiye ait tüm örneklerin, daha önce olan her şeyin, sözleşmelerin ve Parlamento’nun çıkardığı tüm kanunların tek bir patlamada ortadan kalktığı bir madende pişmiş kişilerdir. İşte bu kişiler insan haklarına sahip kişilerdir. Bu kişilere karşı hiçbir emir işlemez; bunlara karşı hiçbir anlaşma bağlayıcı değildir, hiçbir ölçüyü kabul etmezler ve hiçbir uzlaşmaya rıza göstermezler. Onları 71 taleplerinden mahrum bırakacak şey hile ve adaletsizlikten başka bir şey değildir. ... Daha da ötesi ben insanların reel haklarını inkar ediyorum. Onların haklarla ilgili yanlış iddialarını reddederken bu hakların asli haklar olduğunu inkar etmiyorum ve onların yapmacıklı haklarının tamamen ortadan kaldırılmasını da kastetmiyorum. Herkes başkalarının hakkına tecavüz etmeksizin yapabileceği her şeyi yapma hakkına sahiptir. 72 THOMAS PAINE: İNSAN HAKLARI, 1791 * Sağduyu ve cehalet, birbirlerinin zıddıdır ve insanoğlunun büyük bir kısmını etkilemektedir. Bunlardan her hangi birisi yeterince fazla bir şekilde bir ülkede oluşturulabilirse devlet makinesi kolayca çalışmaya devam eder. Akıl kendiliğinden itaati; cahillik ise dikte edilen her şeye boyun eğilmesini sağlar. Dünyada mevcut olan iki hükümet modeli şunlardır: Birincisi, seçim ve temsille oluşan hükümet, İkincisi, saltanat ile oluşan hükümet. İlki genelde cumhuriyet olarak bilinirken ikincisi monarşi ya da aristokrasi olarak bilinir. Bu iki farklı ve birbirine zıt hükümet şekli kendilerini akıl ve cahilliğin iki farklı ve zıt esası üzerine bina ederler. Hükümetin çalışması yetenek ve beceriyi gerektirdiğinden ve yetenek ve beceri ırsi bir kökene sahip olmadığından saltanatın insan aklının onaylamayacağı, yalnızca cahilliğin üzerine inşa edebileceği bir inancı gerektireceği aşikardır ve her hangi bir ülkede cahiller ne kadar çok olursa bu tip bir hükümet şekli için o kadar uygun bir durum ortaya çıkar. Bunun aksine, iyi teşkil edilmiş bir cumhuriyetteki hükümet insanların akıllarına uymayan bir inanca sahip olmalarını gerektirmez. ... Monarşik ve saltanat tipi hükümet sistemleri altında bir güç tarafından evinden sürülen, diğeri tarafından kovalanan ve * E. K. Bramsted and K.J. Melhuish, Westerm Liberalism- A History in Documents From Locke to Croce, London: Longman, 1978. [Thomas Paine, The Rights of Man, Part One (1791), London (Everyman’s Library) 1954, pp. 130, 134-5, 138] 73 vergilerle düşmanların yaptığından daha fazla yoksullaştırılan insanların perişan durumları incelendiğinde bu sistemlerin kötü oldukları ve hükümetlerin tesisinde ve hükümetlerle ilgili ilkelerde genel bir devrimin gerekli olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. Bir ülkenin işlerinin idare edilmesinin ötesinde devlet nedir? Her hangi bir kişi ya da ailenin malı değil, doğası da buna imkan vermez, bütün bir toplumun malıdır. Destekleyenlerin aleyhine ve güç ve tertip kullanılarak bir saltanat tarafından ele geçirilirse, gasbetmek hakları ortadan kaldırmaz. Haklar açısından egemenlik bir bireye değil yalnızca ulusa aittir ve ulus her zaman uygun bulmadığı bir hükümet şeklini ilga etmekte ve tabiatına, çıkarlarına uygun olanı tesis etmekte tabii ve feshedilemez bir hakka sahiptir. İnsanların kral ve tebaa şeklinde romantik ve barbarca bir ayrım içinde olması soyluların durumlarına uygun olsa da vatandaşlar için uygun değildir ve hükümetlerin bugünlerde oluşturulma prensipleri tarafından bunlar darmadağın edilmektedir. Her vatandaş egemenliğin bir üyesidir ve böylece, bireysel olarak hiçbir şekilde boyun eğmeyi kabul edemez ve itaati yalnızca kanunlar için söz konusu olabilir. İnsanlar devlet nedir diye düşündükleri zaman otoritesinin uygulanabildiği bütün mesele ve konular ile ilgili bir bilgiye sahip olduğunu varsaymaları zorunludur. Bu devlet görüşünde Amerika ve Fransa tarafından oluşturulduğu şekliyle cumhuriyetçi sistem olusun tümünü kucaklayacak şekilde faaliyette bulunur ve bütün tarafların yararı için gerekli olan bilgi merkezde bulunur; halbuki eski hükümetler hem mutluluğu hem de bilgiyi dışlayacak şekilde oluşturulmuşlardır. Manastırın duvarları dışındaki dünya hakkında hiçbir bilgiye sahip olmayan münzevilerin hükümeti kralların hükümetleri kadar tutarsızdır. Daha önce devrim olarak adlandırdığımız şey kişilerin ya da yerel koşulların değişmesinden biraz daha fazla bir şeydi. Her şey gibi ortaya çıktılar ve yok olup gittiler ve kendileri 74 tarafından üretilen noktanın ötesinde etkileyebildikleri bir kaderleri ve varlıkları yoktu. Ancak, Amerika ve Fransa’da bizim şimdi gördüğümüz şeyler doğal düzenin yenilenmesi, gerçekler ve insanın varlığı kadar evrensel olan ve siyasal mutluluk ve ulusal refah ile ahlakı birleştiren bir prensipler sistemidir. I. Hakları açısından insanlar özgür ve eşit doğarlar ve bunu sürdürürler. Bu nedenle sivil farklılıklara yalnızca kamusal hizmetler söz konusu olduğunda rastlanılır. II. Bütün politik kurumların amacı insanların doğal ve daima geçerli olan haklarını muhafaza etmektir ve bu haklar özgürlük, mülkiyet, güvenlik ve baskılara direnme haklarıdır. III. Ulus temelde bütün egemenliklerin kaynağıdır; ne her hangi bir birey ne de her hangi bir organ açıkça ondan kaynaklanmayan her hangi bir yetkiyi kullanma hakkına sahip değildir. Bu ilkelerde ihtirasları kışkırtarak ülkeyi karmaşa içine itecek hiçbir şey yoktur. Yetenekleri ve aklı ileriye götürmek ve bunların belirli kişi ve ailelerin çıkarları yerine kamu yararına kullanılmaları için tasarlanmışlardır. İnsanlığın düşmanı ve sefaletin kaynağı olan monarşik egemenlik kaldırıldı ve egemenlik doğal ve orijinal yerine yani ulusa iade edildi. .. Beşeriyetin aydınlanma devresinden bakıldığında saltanat hükümetlerinin sonunun geldiğinin ve ulusal egemenliğe dayanan devrimlerin ve temsili hükümetlerin yaygınlaşmaya başladığının farkına varmak zor olmadığından kendi yaklaşımlarını öne çıkarmak ve aklın yardımıyla devrimlere ön ayak olmak bilgeliğin gereği olacaktır. Şu anda gördüğümüz şey politik hayatta hiçbir reformun gerçekleşme olasılığının olmamasıdır. Ancak, bu çağ, her şeyin beklenilebileceği devrimler çağıdır. 75 MARY WOLLSTONECRAFT: KADINLARIN ÖZGÜRLÜĞÜ, 1792 * Zaman, kadın konusundaki devrimleri etkilemek, kaybettikleri değeri onlara geri kazandırmak ve dünyayı reforme etmek için kendi kendilerini reforme ederek onları insanlığın ve emeğin bir parçası haline getirmek zamanıdır. Zaman, değişmez nitelikteki ahlaki kuralları yerel adetlerden ayırmak zamanıdır. Erkekler yarı-tanrı ise neden onlara hizmet etmeyelim! Ve kadınların ruhlarının değeri hayvanlarınki kadar tartışmalı ise, hatasız içgüdü reddedilirken onların akılları kendilerini idare etmede yeterli ışığı sağlamaya yetmiyorsa, tüm yaratıkların en sefili iseler ve yetenekleri alın yazılarının demir ellerinde ise yaratılıştan eksik olmaya boyun eğmeliler! Bazı inkar edilemez nedenlere dikkati çekerek onlarla ilgili ilahi takdiri haklı çıkarmak ve böylece insanoğlunun büyük bir kısmını sorumlu ve sorumsuz olarak nitelendirmek ancak ahlak kurallarını kendi isteğine göre yorumlayan kurnaz kimseleri hayrete düşürebilir. * Michael Palumbo (Ed.), Human Rights: Meaning and History, Malabar, FL: Robert E. Krieger Publ. Co., 1982. (Mary Wollstonecraft, A Vindication of the Rights of Women, London, 1792, p.84) 76 IMMANUEL KANT: SİYASİ HAKLARDA TEORİ-PRATİK İLİŞKİSİ ÜZERİNE, 1792 * Bir toplumu oluşturmak üzere bir araya gelen büyük bir insan grubu tarafından yapılan bütün sözleşmeler arasında sivil bir anayasa teşkil eden sözleşme ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Bu anayasa, icrası göz önüne alındığında, ortak bir çabayla elde edilebilen ve seçilmiş bir amaca yöneltilen diğer bütün anayasalarla ortak bir çok yönü varken oluşturulmasındaki ilkelerde diğerlerinin tamamından temelde farklıdır. Bütün sosyal sözleşmelerde herkesin paylaştığı belli ortak amaçlar için sayısız insandan oluşan bir birlik olduğunu görürüz. Ancak, herkesin paylaştığı ve böylece insanlar (karşılıklı olarak birbirlerini etkilemekten sakınamayan) arasındaki bütün dış ilişkilerdeki mutlak ve birincil vazife olan bir amaç olarak birlik, yalnızca bir medeni devleti yani eyaleti tesis etsin diye toplumda oluşturulabilir. Ve bu tip dış ilişkilerde bir görev olan ve bütün başka dışsal görevlerin en üst formel koşulu olan amaç, herkesi başkalarının saldırılarına karşı koruyan cebri niteliğe sahip genel kanunların himayesinde insanların hakkıdır. Bununla beraber bütün bir dışsal haklar kavramı tamamen insanların karşılıklı dışsal ilişkilerindeki özgürlük kavramından çıkarılmıştır ve insanların doğaları gereği sahip oldukları amaçla (yani mutlu olma amacı) ya da bu amaca ulaşmada kullanılabilecek bilinen araçlarla hiçbir ilişkisi yoktur. Ve böylece ikinci amaç, dışsal hakları düzenleyen kanunların belirleyicisi olarak hiçbir suretle işe karıştırılmamalıdır. Haklar, başkalarının özgürlükleriyle uyum sağlansın diye ayrı ayrı her bireyin özgürlüğüne getirilen kısıtlamalardır (Bu da genel kanunların şartları çerçevesinde mümkün olabilir). Ve genel haklar bu sürekli uyumu mümkün kılan maddi kanunların ayırıcı niteliğidir. * Walter Laqueur and Barry Rubin (Eds.), The Human Rights Reader, New York: Penguin Books, 1989.s.82-84. 77 Diğer tarafın keyfi iradesi ile özgürlüklere getirilen her kısıtlama baskı olarak adlandırıldığından, sivil anayasa, diğer insanlarla birlikte genel bir birliğin içinde kendi özgürlüğünü elinde tutarken baskıcı kanunlara muhatap olan özgür kişiler arasındaki ilişki olarak anlaşılır. Bu, bütün ampirik sonuçları (hepsi mutluluk genel başlığı altında özetlenebilir) önemsemeksizin saf aklın gereksinimidir. İnsanlar mutluluğun ampirik sonuçları üzerinde ve mutluluk göz önüne alındığında, mutluluğun neyi kapsadığı konusunda farklı görüşlere sahiptirler ve onların istekleri ne ortak bir ilke çerçevesinde ne de herkesin özgürlüğünü uyumlaştıran her hangi bir maddi yasa altında toplanabilir. Tam olarak bir hukuk devleti şeklinde adlandırılabilecek olan sivil devlet aşağıdaki önsel ilkelere dayanır: 1. Bir insan olarak toplumun her üyesinin özgürlüğü, 2. Bir tebaa olarak her bir kişinin başkalarıyla eşitliği, 3. Bir vatandaş olarak devletin her bir üyesinin bağımsızlığı. Bu ilkeler, dışsal insan haklarının saf rasyonel ilkelerine göre bir devletin tek başına oluşturabileceği kanunlar gibi zaten mevcut olan bir devlet tarafından verilmiş kanunlar değildir. Bu nedenle: 1. Bir insan olarak, devletin anayasasının bir ilkesi olarak insanların özgürlüğü aşağıdaki formül ile ifade edilebilir. Hiç kimse kendi mutluluk anlayışına göre beni mutlu olmaya zorlayamaz, pratikte uygulanabilir genel hukuk kuralları içinde, yani kendisinin yararlandığı hakların aynısını başkalarına da tanıyarak, başkalarının özgürlüğü ile uzlaşabilen benzer bir amacı güden diğer kişilerin özgürlüğüne tecavüz etmediği sürece herkes kendisinin uygun bulduğu yol ile mutluluğu arayabilir. Bir devlet, tıpkı bir babanın çocuklarına yaptığı gibi, halkına karşı iyiliksever olma ilkesi üzerine kurulmalıdır. Bu tip bir pederşahi devletin idaresi altında, kendisi için gerçekten neyin zararlı ya da faydalı olduğunu ayırt edemeyen reşit olmayan çocuklar gibi, tebaa da tamamen pasif davranmaya ve kendilerinin nasıl 78 mutlu olacakları ve kendilerinin mutluluğunu istemekte samimi olup olmadığı konularında devlet başkanının yargısına güvenmeye zorlanacaklardır. Bu tip bir devlet akla gelebilecek en büyük despotizm, yani hiçbir hakka sahip olmayan tebaasının bütün özgürlüklerini erteleyen bir anayasadır. İdareciler hayırsever olsalar bile insanların haklarına sahip olabilecekleri akla yatkın tek devlet pederşahi olan değil, vatansever devlettir. Vatansever tutum, devlet başkanı da dahil olmak üzere devletteki herkesin devleti anne rahmi gibi kabul ettiği ya da ülkeyi, kendisinin en önce ileriye atıldığı ve gelecek kuşaklara çok değerli bir rehine olarak bırakmak zorunda olan pederşahi bir yer olarak düşündüğü bir devlettir. Herkes kendisini çoğunluğun iradesine dayanan kanunlar ile haklarını korumaya yetkili olarak kabul eder; ancak, bu hakları kendisinin mutlak iradesi doğrultusunda kişisel kullanıma bırakmaz. Bu özgürlük hakkı, bu hakları kullanma kapasitesine sahip oldukları sürece, bir insan olarak devletin her üyesine aittir. 2. Bir tebaa olarak insanların eşitliği şu şekilde formüle edilebilir: Devletin her üyesi, devlet başkanı ile olan ilişkileri hariç, başkaları ile olan ilişkilerinde zor kullanma hakkına sahiptir. Tek başına devletin bir üyesi değildir, ama onun yaratıcısı ve koruyucusudur ve her hangi bir cebri yasanın öznesi olmaksızın başkaları üzerinde zor kullanma hakkına sahiptir. Ancak, kanunlara tabi olan herkes devlete tabidir ve böylece devletteki diğer bütün üyelerle birlikte zor kullanma hakkına da tabidir. Bunun tek istisnası, onun vasıtasıyla başkaları üzerinde meşru güç kullanımının gerçekleştirilebileceği bir tek kişidir (kelimenin hem fiziki hem de ahlaki anlamıyla), yani devlet başkanıdır. 79 WILHELM VON HUMBOLDT: İNSANIN ÖZGÜRLÜĞÜ ÜZERİNE, 1792 * İnsanoğlunun gerçek amacı, yani ebedi ve değişmez akli ilkeler tarafından salık verilen ve geçici arzularca belirlenmeyen amacı, kemale erinceye kadar kendi güçlerini en üst düzeye çıkacak şekilde geliştirmektir. Bu oluşumun gerçekleşmesi için özgürlük en başta gelen ve onsuz olmaz koşuldur. Bununla birlikte, özgürlüğün ötesinde insanların potansiyellerinin gelişmesi için özgürlükle yakından bağlantılı olan başka şeyler de, yani koşulların değişmesi de gereklidir. En özgür ve en bağımsız bir insan bile monoton koşullar içinde yaşıyorsa kendisini belirli bir ölçüye kadar geliştirebilir. Diğer taraftan bu değişikliğin özgürlüğün bir sonucu olduğu da doğrudur; ancak, insanları kısıtlamak yerine insanları çevreleyen şeylere keyfi bir biçimde şekil veren bir tür baskıyı da ortaya çıkarır. Buna rağmen bu fikirlerin berraklığı onlara ayrı bir yerin verilmesine hizmet eder. Her insan, her hangi bir zamanda yalnızca bir başat yeteneğini kullanarak eyleme geçer ya da daha ziyade aynı anda bütün varlığını tek bir faaliyete hasreder. Bu nedenle birden fazla hedefe yönelttiği zaman enerjisini azaltacağından dolayı insanlar tek yönlü bir amaca yönelik bir yapıdadırlar. İnsanlar birbirinden ayrı olarak kullandığı yeteneklerini birleştirmeye... ve hayatın her safhasında eşzamanlı bir rolü oynamaya çabalarsa ve değişik objeleri ayrı ayrı kullanma yerine onları uyumlu bir şekilde bir araya getirerek çalıştırdığı güçleri çeşitlendirmeye ve artırmaya gayret sarf ederse bu tek yanlılıktan sakınabilir. Bireylerin geçmişle gelecek arasındaki bağlantılarını sağlayan şey diğer insanlarla * E. K. Bramsted and K.J. Melhuish, Westerm Liberalism- A History in Documents From Locke to Croce, London: Longman, 1978. [Wilhelm von Humboldt, Ideen zu einem Versuch, die Grenzen der Wirksamkeit des Staates zu bestimmen (1792); Werke, Berlin 1903, Band I, pp.106-8] 80 birliğin gerçekleştiği toplumda ortaya çıkar. Hayatının bütün aşamalarında her insan yalnızca bütün insanların karakterini yansıtan mükemmelliklerden birini başarabilir. Bu nedenle dernekler vasıtasıyla her bir üye diğer üyelerin ruh zenginliklerine kendisini uygun bir hale getirmek zorunda kalır. Ulusların en ilkellerinde bile olsa genel tecrübeye göre cinsler arasındaki ilişki bu tip bir rol-yapıcı nitelik gösterir. Birliğe duyulan özlem kadar farklılıkların ifade edilmesi arzusu güçlü olsa da cins ayrımının söz konusu olmadığı diğer derneklerde ayrımcılık yapmak zorlaşmaktadır. Dikkatli bir şekilde yapılan çalışmalar ile bu fikirler bizim kadim milletler ve özellikle Grekler arasındaki belirli ilişkileri daha iyi anlamamıza yardımcı olacaktır. Bunlar, bayağı bir tabirle ‘ortak aşk’ olarak nitelendirilmekte ve yanlış bir şekilde sadece dostluk tabiri ile adlandırılmaktadırlar. Bu tip ilişkilerin etkinliği genellikle birliğe dahil kişilerin bağımsızlığı ile ilişkinin samimi olması durumunun bir arada gerçekleştiği bir ortama bağlıdır. Bu tip bir samimiyetin olmadığı bir durumda hiç kimse diğer kişileri yeterince anlayamaz. Öte yandan, bağımsızlığı ön plana alan bir tutum da kişilerin kendi karakterlerinin bir parçası olan bazı endişelerin asimile edilmesi için gereklidir. Ancak her ikisi de bireylerin güçlü olmasını ve bir üyenin diğerlerini anlamasını engelleyecek kadar büyük olmayan ya da diğerlerinin sahip olduğu niteliklere hayranlık duymaya ve bu nitelikleri kendi karakteri haline getirmeye yol açacak kadar da küçük olmayan bazı farklılıklar da gereklidir. Bu bireysel enerji ve farklılıklar özgünlüğü ortaya çıkarır. Bu nedenle insanoğlunun sahip olduğu bütün büyük niteliklerin dayandığı, her insanın durmaksızın çabaladığı ve dostlarını etkilemek isteyen kişilerin asla gözden ırak tutamayacağı şey bu özgünlüktür... Bu hususiyet, eylem özgürlüğü ve faaliyetlerin çeşitliliğinden kaynaklanır ve neticede eylem özgürlüğünü ve faaliyetlerin çeşitliliğini yeniden üretir. Cansız maddelerde bile ebedi ve değişmez kanunlara uygun olarak düzenli safhalarla ilerler ve kendini yetiştiren bireyde 81 ortaya çıkar. ...Herkes her iki özelliği de kendi içinde barındırdığı sürece dış dünyanın güzelliği ve çeşitliliğini anlayabilir, tasavvur edebilir. Neden ve sonuç arasındaki bu uygun olma durumuna ne kadar yaklaşılacağı insanların dış dünyadaki bu izlenimleri sadece hissedip kavrama yerine kendilerinde aktif bir hale getirmelerine bağlıdır. 82 JOSEPH GOERRES: İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ, 1814 * Bir halkın fikirler dünyasında belirli heyecanlar ve ani ve büyük değişiklikler meydana geldiğinde bunların ifade edilmesinin bir yolunun mutlaka bulunması gereklidir: Bir avuç kül kullanarak çok fazla çalkantılı bir karışıklık döneminin ortaya çıkardığı için için yanan büyük bir ateşin söndürülebileceğinin mümkün olduğuna inanmak kadar ahmaklık olamaz. Bir dereceye kadar belirli aşırılıklar bile önemsenmeyebilir. Almanlar örneğinde olduğu gibi sözden eyleme oldukça uzun bir mesafe vardır. Dahası, özgür tartışma ortamı her hangi bir aşırı görüşe karşı hızla bir antitezle mukabele edilmesini teşvik eder ve sonuçta bu durum uygun bir vasatın bulunmasına yardımcı olur. Bu orta yol, bazı cüretli eylemlerden dolayı geçici olarak sapmalara olanak tanısa bile onun temel nitelikleri olan iyi tabiatı ve doğuştan gelen güzel özelliklerinden dolayı Alman ulusunun tekrar geri döneceği yol olacaktır. Kötü konumlarını muhafaza etmek için konumlarını doğru yolun dışında tespit eden bireylerden bazıları basın özgürlüğünden çekineceklerdir; ancak, bir bütün olarak toplumun ondan korkması için hiçbir neden yoktur. Sorumsuzca hareket ettiğinde hesaba çekileceklerini bilsinler diye bu ayrıcalığın kötüye kullanılmasını önlemede devlet yeterli koruma tedbirine sahiptir. Ahlaki açıdan hoş görülebilir sınırlar içinde tam bir ifade hürriyeti olmalıdır. Gerçekten doğru ve önemli olan bir şeyin yanlış, ahmakça ve sonucu şüphe götürür bir korumaya ihtiyaç duyduğuna inanmaktan daha yanlış bir düşünce olamaz. İngiltere’nin dışındaki hiçbir yerde basın * E. K. Bramsted and K.J. Melhuish, Westerm Liberalism- A History in Documents From Locke to Croce, London: Longman, 1978. (Joseph Goerres, ‘Freiheit der Meinungsausserung’ from the Rheinischer Merkur, 1 May 1814, in Auswahl, München 1921, I, Rheinischer Merkur, pp.2078) 83 daha özgür değildir ve bu özgürlüğün kullanılmasından kaynaklanan hiçbir rahatsız edici sonuca da şahit olmadık. Dahası, bütün uluslar arasında İngilizlere Almanlardan daha yakın bir ulus yoktur, zira her ikisi de aynı kökenden gelmektedirler. 84 MME DE STAEL: ÖZGÜRLÜK SEVGİSİ, 1819 * Bütün ülkelerde özgürlüğe düşman olan kişileri incelediğinde onların arasında aydın insanların kampından kaçan bazı kişileri de bulacaksın; ancak, genelde özgürlük düşmanlarının bilim ve aydınlanma düşmanları olduğunu göreceksin. Onlar, bu çerçevede kendi yetersizliklerinden onur duyarlar; bu tip bir başarı ise çok kolay elde edilebilen bir başarıdır. Buradaki gizin özgürlük dostlarını din düşmanı olarak takdim etmek olduğu kolayca anlaşılabilir. Asil duyguların cennetle ittifak içine girmesini yasaklayan adaletsizlikler için iki tane sözde bahane vardır. Birincisi devrimdir: bu bahane felsefe adına dile getirildiği için bir insanın özgürlüğü sevmesi için ateist olması gerektiği sonucuna varılır. Bunun nedeni Fransızların dinle özgürlüğü birleştirememelerinden dolayı devrimlerinin kısa bir sürede asıl yönünden sapmasıdır. Özgürlük prensipleri ile uyumlu olmayan Katolik Kilisesinin bazı dogmaları olabilir; papaya karşı gerekli olan pasif itaat krallara karşı gerekli olan pasif itaat kadar kolay bir şekilde savunulabilir. Ancak, Hıristiyanlık bu dünyaya özgürlüğü, ezilenlere adaleti, kimsesizlere saygıyı ve hepsinden öte, kanun önünde eşitliğin onun mükemmel olmayan bir imajı olduğu Tanrı önünde eşitlik ilkesini getirmiştir. Bazıları için bir çeşit körlük, diğerleri içinse kasıtlı bir fikir şaşırtmacası yoluyla halkın asillerin imtiyazlarına ve kralın sahip olduğu mutlak güce dini bir dogma olarak itibar etmeleri sağlanmıştır. Sosyal örgütler insanların ahlaki yapılarının ve bütün insanlara yönelik olarak adaletin muhafazası üzerindeki etkileri açısından dinle ilgilenirler. Geriye kalan şeyler bu dünyadaki ilimlere aittir. * E. K. Bramsted and K.J. Melhuish, Westerm Liberalism- A History in Documents From Locke to Croce, London: Longman, 1978. (Mme de Stael, Considerations sur les principaux evenements de la Revolution française, London, 2nd edn, 1819, III, part vi, ch. Xii, pp. 423-30) 85 On beş yılı askeri despotizme ait olan 25 yıllık zaman dilimi artık tarihle bizim aramızda bir hayalet olmaya devam edemeyecek. Uzun bir zaman dilimi boyunca keyfi bir idare tarafından yönetilen bir ülke devrim sırasında keyfi yönetim tarafından ayartılan bir adama kendini teslim etmiş olduğunun farkına varırsa biz artık Yunanistandaki Aristides, Phocion ve Epaminondas’ı; Roma’daki Regulus, Cato ve Brutus’u; İsviçre’deki Tell’i; Hollanda’daki Egmont ve Nassau’yu ve İngiltere’deki Sidney ve Russell’i hatırlamayacak mıyız? İnsan ırkını aydınlatma yönünde tarihte bir ilerleme olmasına rağmen bu olayda, yıldızların yönünü değiştirme, yani gerçekleri tersine döndürmek gibi bir olağanüstülük yok mu? Eğer biz özgürlüğü sevmeyi reddedeceksek bundan böyle hangi kamusal duygu bizi harekete geçirecek? Eski önyargılar artık insanları etkilemiyor; sadece onları savunmada şahsi çıkarları olan kişiler tarafından destekleniyorlar. Fransa’da kim mutlak iktidarı isteyebilir ki? Onu savunanların her birinin şahsi durumuna kendininkini yaklaştırırsan onların doktrininin altında yatan saiki hemen anlayacaksın. O halde insanların oluşturduğu kurumların birlikteliği neye dayanacaktır, yoksa insanların kalplerinde büyüyen bazı arzular doğrultusunda bu birleşme olmayacak mıdır? Özgürlüğün tiranlar tarafından ortadan kaldırıldığını, tiranlığın yabancı ordular tarafından yok edildiğini ve özgürlüğün fethedilmesiyle savaşın getirdiği şöhretin daha onurlu kılmadığını gördükten sonra kim Fransız olmaktan onur duyabilir ki? Doğuştan imtiyazlı olanların bencilliği ile olaylar sonucu imtiyazlı hale gelenlerin egoizmi arasındaki mücadeleden başka görülecek ne var ki? Bu arada Fransa nerede olacak? Geçmişte yapılan ya da yeni yapılan reformlardan halkın gönlünde kalan hiçbir şey olmadığını görerek kim Fransa’ya hizmet etmekten onur duyacak? Özgürlük! Bütün kuvvetimizle onun ismini tekrar edelim, zira en azından bir özür olarak onu telaffuz eden bir kişi kendi dalkavukluğundan belirli bir uzaklıkta onu tutabilir; 86 saygıya layık her hangi bir güce zarar verme korkusu olmaksızın onu tekrar edelim; onun içinde barınan sevdiğimiz her şey için, onur duyduğumuz her şey için. Eğer vatanseverlik insanları kendi yoldaşları için kendilerini feda etmeleri yönünde cesaretlendirmiyorsa insanların bir araya geldikleri topluluklar yalnızca ticaret ya da tarım birlikleri olabilir. Şövalyelik, bütün samimi gönüller tarafından hissedilen fedakarlık yapma ihtiyacını tatmin eden savaşçıların kardeşliğiydi. Asiller, görev aşkı ve gururla birbirlerine bağlanan savaş arkadaşlarıydı. Ancak, insan ruhundaki ilerlemenin ulusları yaratmasından, başka bir deyişle bütün insanların aynı avantajlara aynı yollarla ulaşabilmelerinden sonra özgürlük duygusu olmaksızın insanoğlu ne olacaktır? Bu sınırlar içerisinde ümitler ve sevinçler, çaba ve güvenlik mevcut değilse Fransız vatanseverliği niye bu sınırlar içinde başlayıp bu sınırlarda bitsin? Bazılarının imtiyazlı, diğerlerinin de esaret altında olmalarından başka bu güzel ülkede yaşayanlar arasında hiçbir bağ yoksa Fransa ismi niye çok güçlü bir heyecana yol açsın ki? Nerede insan doğasına saygı gösterilirse, insanların dostlarına sevgi gösterilirse, dünyadaki her şeye direnebilen bağımsızlık gücü varsa ve yalnızca Tanrı’nın önünde boyun eğilinirse, orada Yaratıcının görüngüsü içindeki insanları görürsün, orada gerçek konusunda seni aldatamayan deruni bir şefkate sahip olan ruhların derinliğini hissedersin. Ve sen, onurun özgürlüğün olan asil Fransız, kahramanlık ve büyüklük ile dolu uzun bir tarihe sahip olan sen kendini insanoğlunun seçkini olarak kabul et, ulusların kendilerini senin seviyene yükseltmelerine müsaade et;... bugün, doğuştan asil olan herkes kendisine vatandaş denmesini istemese bile her Fransız kendisini centilmen olarak adlandırmaktadır. Hakikaten, bütün insanlar arasında belirli bir fikri derinliğine sahip olan hiçbir kişinin özgürlük düşmanı olmaması dikkati çekmektedir... Din adamlarının kendi duygularıyla yaptıkları 87 gibi özgür insanlar da birbirleriyle akıl yoluyla iletişime girerler ya da daha iyi bir ifadeyle akıl ve duygular Üstün Varlığınkinde olduğu gibi özgürlük aşkında birleşirler. Köle ticaretinin ortadan kaldırılması, basın özgürlüğü ya da dini hoşgörü söz konusu olduğunda Jefferson da La Fayette gibi, La Fayette ise Wilberforce gibi düşünmektedir ve artık yaşamayanlarda bu kutsal lige dahil edilebilirler. Bu kadar farklı koşullar altındaki ve farklı ülkelerdeki insanlar nasıl oluyor da siyasi görüşleri yoluyla bu kadar büyük bir uyum gösterebiliyorlar? Şüphe yok ki akıl bir insanın önyargılardan arınıp yücelmesi için gereklidir; ancak, bunun yanı sıra özgürlük ilkelerinin kökleştiği yer ruhtur; tıpkı aşk ve arkadaşlık gibi insanın kalbini çarptırır; doğadan kaynaklanır ve insanın karakterini ulvileştirir. Bütün bu fikirler ve meziyetler düzeni, Homer tarafından tanımlanan ve insanları bütün tiranlıkların zincirlerinden kurtararak cennete bağlayan altın zinciri oluşturuyormuş gibi gözüküyor. 88 JAMES MILL: İYİ DEVLET, 1820 * Temsili sistemde iyi bir devlet için gerekli olan güvenceler bulunabilir. O halde neler yapılmalıdır? Bir varsayıma göre iyi bir devletin ortaya çıkmasının imkansız olduğu söylenebilir. Bir organ olarak halk, kendi kendine devlet işlerini icra edemez. Kamu erkleri bir kişinin ya da birkaç kişinin, bir monarkın veya bir aristokrasinin idaresine emanet edilirse sonuç ölümcül olur ve bu tip basit formların kombinasyonunun imkansız olduğu ortaya çıkar. Bu önermelerin doğru olmasına rağmen henüz iyi bir devletin elde edilebilir olduğu kanıtlanmamıştır. Kendi kendine kamu erklerini kullanamayan halk bu erkleri bir kişiye ya da bir gruba emanet etse de ve bu kişiler kendilerine emanet edilen bu erkleri kötü bir şekilde kullanmak için çok güçlü bir güdüye sahip olsalar da bu durumu engellemek için uygun kontroller oluşturmak mümkündür. Devletin bütün faaliyetlerinin yerinde anayasal kontrollere dayandığını ileri sürmek yerleşik ve revaçta olan fikirlere oldukça uygundur. Toplumun kendisi hariç, tüm erklerini emanet ettiği kötü bir devlette bir çıkarı olmayan hiçbir birey ya da birey topluluğu olmadığından, toplumun kendisi bu erkleri kullanmaktan aciz olduğundan ve bunları bazı bireylere ya da birey gruplarına emanet etmek zorunda olduğundan sonuç aşikardır: toplumun kendisi bu bireyleri denetlemelidir; aksi takdirde, onlar, kendi çıkarları peşinde koşarlar ve kötü bir devlet ortaya çıkarırlar. Ancak, toplum nasıl denetleyecektir? Toplum, yalnızca birlik içerisinde olursa etkili olabilir. * E. K. Bramsted and K.J. Melhuish, Westerm Liberalism- A History in Documents From Locke to Croce, London: Longman, 1978. [James Mill, Essay on Government (1820), reprinted from the Supplement to the Encyclopaedia Britannica, London 1828, pp. 16-17, 18] 89 Bununla birlikte, toplum temsilcilerini seçebilir. Buradaki problem, toplumun temsilcilerinin bir kontrol unsuru olarak faaliyet gösterip göstermeyeceğidir. Bir temsil organında, kendisinin iyi bir devlet için bir güvence olması açısından, ne gereklidir? Araştırmanın büyük kısmının bir parçası olan ve üzerinde tartışma çıkmasının ihtimal dahilinde olmadığı iki önermeyi ileri sürerek başlayalım. I. Kontrol organı kontrol işini yapmaya yetecek düzeyde bir güce sahip olmak zorundadır. II. Toplumla özdeş çıkarlara sahip olmalıdır; aksi halde gücünü zarar verici bir şekilde kullanacaktır. I. Her koşulda bir gereklilik olan gücün derecesinin ne olacağını belirlemek için, işin üstesinden gelmek için gerekli olan gücün seviyesini göz önüne almak zorundayız. Sadece bu amaç için kafi olan gereklidir daha fazlası değil. O halde bir kontrol organı olarak temsilcilerin işin üstesinden gelmelerine yetecek gücü araştırmak zorundayız. Burada cevap kolayca verilebilir. Bu güç her nereye emanet edilirse edilsin, sahip olanların gücü kötüye kullanmada çıkarları olacaktır. Toplum, kamusal erkleri kime emanet ederse etsin, bunlar ister bir, isterse birkaç kişi olsun, bu gücü kötüye kullanmada belirli bir çıkara sahip olduklarını müşahede ediyoruz. Bu nedenle, erkler ister bir ya da birkaç kişi, isterse bunların bir kombinasyonu tarafından kendi meşum amaçlarına ulaşmayı garanti altına almak için kullanılsınlar, kontrol organı bunların üstesinden gelmek için yeterli güce sahip olmalıdır; aksi halde, onun uygulayacağı kontrol nafile bir kontroldür. Başka bir deyişle, ortada hiçbir kontrol yoktur. Bu kanılar, sadece tartışma götürmez değildir; bunun yanı sıra, İngiliz Anayasası da aynı teoriye dayanmaktadır. Bu teoriye göre Avam Kamarası kontrol organıdır. Kral, Avam Kamarası tarafından kendisine karşı yapılacak herhangi bir 90 muhalefeti bastırma gücüne sahipse ya da Kral ile birlikte Lordlar Kamarasının ortak iradesine karşı ortaya çıkan muhalefeti bastırma gücüne sahiplerse, onların kontrol edilebilmesi gücüne sahip olmayı zayıflatacağını da kabul eden bir doktrindir. Bu nedenle, her ikisinin müşterek gücünün üstesinden gelebilecek düzeyde bir güce sahip olmalıdır. II. Bu kontrol organına verilmesi gerekli olan gücün derecesi ile ilgili olan bütün sorunlar, kamu kaynaklı bütün faziletlerin ortaya çıkmasına neden olan faaliyetlerin yeterliliği ile alakalı tüm sorunlar, böylece, kolay bir şekilde çözüme bağlanabilir. Bu konuda karşılaşılan en büyük zorluk kontrol organını oluşturma vasıtalarının ve esasen toplumun korunması için tesis edildiği halde toplumun aleyhine dönmeyecek bir gücün bulunmasındadır. Güç, temsilciler denilen bir organa verilirse, diğer her insanın yapacağı gibi, eğer başarabilirlerse onların da gücü toplumun menfaatleri için değil; tam tersine, kendi menfaatleri için kullanacaklarına hiçbir şüphe yoktur. Bu nedenle, mesele şudur: onlar nasıl engellenecektir? Başka bir deyişle, temsilcilerin çıkarları ile toplumun çıkarları nasıl bağdaştırılacaktır? Her temsilcinin iki farklı konumu olduğu düşünülebilir: kendisi dışındakilerin üzerinde güç kullanma yetisine sahip olduğu konumu ve başkalarının onun üzerinde güç kullanabildiği toplumun bir üyesi olma konumu. Temsil konumuna göre her şey iyi bir şekilde düzenlenebilirse toplumun bir üyesi olma konumu nedeniyle kendisine de zarar vereceğinden, kötü idare ile kendisi için çok iyi şeyler yapabilmesi imkansız bir hale gelecektir ve amaca ulaşılacaktır. Kontrol organına tahsis edilen gücün miktarının belirli bir miktarın daha altına çekilemeyeceği görülmüştür. Kamunun gücünün ellerine emanet edildiği kişilerin bütün direnmelerinin üstesinden gelmek, yeterli 91 olmak zorunluluğu vardır. Ancak, temsilcilere emanet edilen erk miktar olarak azaltılamıyorsa; bu yolun dışında, bu erkin azaltılabileceği tek bir yol daha vardır: sürenin azaltılması. O halde, araç budur; sürenin kısaltılması bu amaca ulaşmanın aracıdır. Toplumun basit bir üyesi olduğu zamana kıyasla temsilci konumunda geçirdiği zaman ne kadar kısaltılırsa, kısa temsilcilik süresi içerisinde görevi kötüye kullanma yoluyla elde ettiği karlara karşılık uzun vadedeki çıkarlarından yapacağı fedakarlıkları tazmin etmesi o ölçüde zorlaşacaktır. 92 JEREMY BENTHAM: ANAYASAL DEVLETİN TEMEL İLKELERİ, 1823 * 1. Bu anayasa, ilk bakışta, bu devletin üyeleri içinde en yüksek sayıdaki kişiye en fazla mutluluk sağlama genel amacına; başka bir deyişle, onların çıkarlarını daha ileri götürmek ve artırmak amacına sahiptir. Evrensel çıkarlar ile adı geçen bu çıkarların bir toplamı kastedilmektedir. Bu, diğer kanunlardaki çeşitli düzenlemelerin tamamlanmasında bütünü-kapsayan bir amaçtır. 2. Devlet zor olmaksızın faaliyet gösteremez; mutsuzluk olmaksızın da zor olmaz. Devlet tarafından meydana getirilen mutlulukta net yekun -elde kalan mutluluk- mutsuzluktan yapılan tenzilattır. 3. Bu nedenle meydana getirilen mutluluk kamu harcamaları ile oluşturulur. 4. Genel olarak diğer bütün devletler gibi bu devletin üyeleri, büyük çoğunluk, doğal bir şekilde devlete ait belirli bölgelerde doğan ve uzun bir süredir devletin sakinleri olarak kalan çeşitli şahıslardan meydana gelmektedir. 5. Bu anayasanın özel ve genel amacı mevcudiyetini sürdürme, bolluk ve bereket, güvenlik ve eşitliktir. Bu amaçların her biri geriye kalan diğer amaçların azamileştirilmesi ile bağdaştığı sürece azamileştirilebilir. 9. Kötü olanlara karşı sağlanacak emniyet, hem felaketler sonucu meydana gelebilecek zararlara karşı hem de * E. K. Bramsted and K.J. Melhuish, Westerm Liberalism- A History in Documents From Locke to Croce, London: Longman, 1978, [Jeremy Bentham, Leading Principles of a Constitutional Code for any State (1823). The Works of Jeremy Bentham, ed. John Bowring, Edinburgh 1843, II. Pp.269-72] 93 düşmanlıklardan kaynaklanan kötülüklere karşı oluşturulacak emniyettir. 12. Felaketlerin temel kaynakları seller, büyük yangınlar, göçükler, patlamalar, bulaşıcı hastalıklar ve kıtlıktır. 13. Düşmanlık yapanlara, düşman odaklara ve suçlulara karşı güvenlik hem iç hem de dış düşmanlara karşı bir zorunluluktur. Dışarıdakilerden, genelde, düşman olarak adlandırılanlar kastedilmektedir. 14. Sahip oldukları kötülük odaklarına karşı güvenliğin bir zorunluluk olduğu iç düşmanlar resmi ya da gayri resmi olabilirler. 15. Gayri resmi düşmanlardan suç ve cürüm işleyenler kastedilmektedir. Bunlar sürekli direnirler, her yerde direndiler ve bunu çoğunlukla da başarıyla yaptılar. 16. Resmi olanlar, kötülük yapma aracını devletin toplam gücünün içinde göreceli olarak sahip oldukları paydan elde eden suçlulardır. Bunlar arasında, üst düzeyde bulunanlara, üst düzeyde bulunanlar tarafından desteklenenlere ve alt düzeydekilere karşı konulduğu kadar direnilemez. 17. Toplumu koruyanların lehine, yukarıda bahsedilen iç düşmanlardan kaynaklanan bütün kötü eylemlere ve mukavemet gösteren düşmanlara karşı, onlar bu durumu sürdürmeye devam ettikleri müddetçe, güvenliği sağlamak, bu kanuna uygun bir şekilde olmak kaydıyla, anayasal organların görevidir. 18. Hem çok zor hem de son derece önemli olduğu için hukukun bu konudaki görevi diğer her şeyin üzerindedir. Bir insan topluluğunun karşı karşıya kaldığı tehlikede, tehlikenin büyüklüğü meseleye konu olan kötülüğün her bir kişiye düşen yoğunluk oranına, sürekliliğine, yakınlığına, ihtimal dahilinde olup olmamasına ve tehlikeye maruz kalmaların sayısı ile ölçülecek tehlikenin derecesine bağlıdır. Bu 94 yönlerin her biri açısından tehlikenin ölçülmesi, her iki durumda da bu öğelerin değeri ayrı ayrı dikkate alarak yapılmalıdır. Karşı konulamaz düşmanlara maruz kalmaya kıyasla direnilebilen düşmanlara maruz kalan toplumun üyelerinin içine düştükleri tehlike daha önemsizdir. İkinci durumda tehlike kişisel ölçeğin ötesinde meydana gelmezken diğerinde ulusal ölçekte tehlike söz konusudur. 19. Mevki ve rütbece daha aşağıda olanlar bile yabancı düşmanların tehlikelerine maruz kalabilirken her yerde profesyonel korumadan da yararlanabilirler. 20. Hukukun anayasal branşının yapısı başka şeylere de dayanabilecektir. Hukukun bu branşı, diğer branşlarında olduğu gibi, kamu görevlilerinin göreli ve elverişli yeteneklerine itimat edecektir. Hukukun bu kolunun tasarlanmasında en fazla kişiye en fazla mutluluk sağlanması amaç olarak alınacaksa, diğer dalların tasarlanmasında da aynısı yapılacaktır, alınmayacaksa diğerlerinde de aynısı yapılmayacaktır... 22. Eşitlik durumunda gelir dağılımı kastedilmektedir. Gelir dağılımı sağladığı yük ve fayda açısından ele alınabilir: Bunlardan biri yada diğerleri çerçevesinde her alandaki muhtemel faaliyet kapsanmalıdır. Faydalar mutluluğu sağlamanın bir aracı olarak karşılaştırma ile dağıtılır ( yani varlığını sürdürme, bolluk ve güvenlik) yükler ise sıkıntının empoze edilmesiyle yada onların birilerine adanması yoluyla dağıtılır. 23. Eşitlikten belirli bir oranda sapma olunca eşitsizlik ortaya çıkmaktadır ve belirli bir oranda eşitsizlik söz konusu olunca kötülükler meydana gelir. Eşitsizlik halinde iki farklı kötülük ortaya çıkar: Birincisi yurtiçi yada sivil diğeri ise ulusal yada anayasal olarak adlandırılabilir. 24. Yurtiçi kötülük, dağılımının temel konusu refah, geçim ve servet olduğu yerde oluşur. Şu şekilde meydana gelir. İncelemeye konu olan bireyler tarafından sahip olunan 95 payların dikkate alındığı adil dağılımdan ne kadar uzaklaşılırsa aynı dilimdekilerin toplamınca üretilen refahın toplamı da o kadar az olacaktır. 25. Gelir dağılımı konusunda yer alan ulusal ya da anayasal bir sorun da güçtür. Bu iki şekilde gündeme gelebilir: Sahip olunan gücün miktarı ne kadar artarsa onun kötüye kullanılması için o ölçüde çaba ve tahrikler artar. Bu durum sadece güce mahsustur. Ancak, güç ile servet arasındaki bağlantı şudur: her biri diğerini elde etmenin bir aracıdır. Dolayısıyla, bu yola benzer bir durum da servet için söz konusudur. 26. Her iki konuda eşitsizliğin yol açtığı problemlere monarşi iyi bir örnek teşkil eder. 27. Maksimum eşitsizliğe her monarşi bir örnek teşkil eder. Servete gelince, Monarka, kendi emekleriyle ürettiklerinin büyük bir kısmının ellerinden zorla alındığı 10 bin ila 100 bin arasındaki kişiye yetecek büyüklükte bir servet tahsis edilir. Ancak, bu kişinin gönlündeki zenginlik miktarının ortalama bir emekçinin yüreğinde yer alandan daha büyük olup olmadığı da şüphelidir. 29. Bunun tam aksine yukarıdaki gibi monarkın harcamalarının da büyük miktarlarda olması halinde, bakımı monarkınki ile aynı düzeyde olmayan ülkenin belli başlı önde gelenleri tarafından aynı miktardaki harcama ile üretilen miktardan daha fazla mal üretiliyorsa, harcamalarda oluşan bu fazlalık kötü bir ihsan olmayabilir. Ancak, bu şekilde bir mal fazlalığının söz konusu olduğu kim tarafından iddia ediliyorsa bu iddiayı ispatlamak da ona düşer. 30. Ortalama refah seviyesi düşük olmasına rağmen refahtan yüksek düzeyde pay alanların olması durumunda ve refahtan daha az pay alanların sayısının gittikçe azalması durumunda refah miktarında da gittikçe azalma söz konusu olacaktır. Refahın maksimize edilmesine elverişli olmayan rejimlerin başında Monarşi ve Aristokrasi gelir. 96 31. Bu nedenle, bütün nüfus itibariyle bireyler arasında gelir dağılımı eşitsizliği ne kadar azalırsa toplam refah da o ölçüde artar... 97 JAMES MADISON: ÖZGÜRLÜK ÜZERİNE, 1830 * İyi düzenlenmiş bir birliğin sağlayacağı sayısız avantaj arasında hiç biri ihtilaf nedeniyle ortaya çıkan şiddetin kontrol edilmesi ve ortadan kaldırılmasından daha iyi bir gelişmeye yol açamaz. Bu tehlikeli kusurun ortaya çıkardığı eğilimi seyrettikleri zaman, popüler eyaletlerin dostları, devletin nitelikleri ve kaderi konusunda asla alarma geçmezler. Bu nedenle, bu duruma uygun bir çözüm sunan her hangi bir plana, bu planla alakalı ilkeleri ihlal etmeden, yeterli değeri vermekte başarı gösteremezler. Meclislerde ortaya çıkan istikrarsızlık, adaletsizlik ve karışıklık, gerçekte, popüler eyaletlerin her yerde zayıflamasına yol açan ölümcül bir hastalıktır. Zira, bu eyaletler, özgürlük düşmanlarının sahte belagatlarını türettikleri en elverişli ve en gözde mevzu olmaya devam etmektedirler. Hem eski hem de modern popüler modellere dayanarak Amerikan anayasaları tarafından yapılan değerli ilerlemeler çok da fazla takdir edilmedi; ancak, umulduğu ve beklendiği gibi bu konudaki tehlikenin etkili bir şekilde önlendiğini söylemek tartışma götürmez bir tarafgirlik olur. Eyaletlerin son derece istikrarsız olduğu, kamu mallarının rakip partilerin arasındaki çekişmelerde heder edildiği ve gerekli tedbirlerin azınlık partisinin haklarını ve adaleti gözeterek değil, güçlü çoğunluğun ve konu ile alakalı üstün güç sahiplerinin gözetilerek alındığı yolunda faziletli ve saygılı vatandaşlarımızdan her yerde şikayetler duyulmaktadır. Bununla birlikte bu şikayetlerin temelsiz olmasını diliyoruz ama bilinen gerçekler, bunların belirli ölçüde doğru olduğunu bize göstermektedir. Gerçekten de durumumuzun samimi bir şekilde gözden geçirilmesi halinde katlandığımız bazı * Roy P. Fairfield, (Edited.)., The Federalist Papers, New York: Anchor Books, 1961. S.16-19. 98 sıkıntıların hatalı bir şekilde eyaletlerin faaliyetlerine bağlandığı görülebilir. Ancak, aynı zamanda, diğer bazı faktörler de bizim kötü kaderimizle izah edilemez. Bunlar arasında, özellikle, konuya duyulan yaygın güvensizlik ve kıtanın bir ucundan diğerine akseden kişisel haklarla ilgili tehlikeli durum yer almaktadır. Bunlar bütünüyle değilse bile önemli ölçüde hizipçi kişilerin kamu yönetimimizi bozması sonucu oluşan adaletsizlik ve istikrarsızlığın etkileridir. Hiziplerle, vatandaşların ister çoğunluğunu isterse azınlığını meydana getirsinler, belirli ortak amaç ve hislerle bir araya gelen ve harekete geçen ya da diğer vatandaşların ve toplumun daimi çıkarlarının aksi yönde çıkarlara sahip olan kesimini kastediyorum. Hiziplerin nedenlerini ortadan kaldırmak için iki yöntem bulunmaktadır. Bunlardan ilki, hizbin kendi varlığı için de gerekli olan özgürlüğün tahrip edilmesidir. İkincisi ise, her vatandaşın aynı his, görüş ve çıkarlarla donatılmasıdır. Hastalığın kendisinden bile daha kötü olduğu için ilk çareden bahsetmek mümkün değildir. Ateş için hava ne ise hizipler için özgürlük odur. Ancak, bölünmeye neden oluyor diye siyasi hayat için elzem olan özgürlüğü ortadan kaldırmak, canlıların tahribine yol açan ateşte pay sahibi olması nedeniyle canlı yaşam için gerekli olan havanın yok edilmesini dilemekten daha az aptalca bir şey değildir. Birinci tedbir kadar uygulanamaz nitelikte olan ikinci tedbir de mantıksızdır. İnsanoğlunun aklı hataya düşebildiği ve insanlar bunu tecrübe etme özgürlüğüne sahip olduğu müddetçe farklı görüşler ortaya çıkacaktır. İnsanların aklı ile kendi çıkarlarını düşünmeleri arasındaki bağlantı var olduğu sürece görüşleri ve hisleri birbirlerinin üzerinde karşılıklı etkilere sahip olacaklardır... Mülkiyet hakkını ortaya çıkartan insanların yeteneklerindeki farklılık, çıkarların tekdüze olabilmesi önünde başa çıkılamaz bir engeldir. Bu melekelerin korunması devletin ilk amacıdır. Mülkiyetin 99 kazanılmasındaki farklı ve eşit olmayan yeteneklerin korunması, bunun sonucunda farklı türde mülkiyet ve mevkie sahip olma ve bunların mal sahiplerinin her birinin görüş ve hisleri üzerindeki etkileri toplumun farklı çıkar ve partiler arasında bölünmesine yol açar. Bu nedenle hiziplere ayrılmanın görünmeyen nedenleri insanoğlunun doğasında gizlidir ve bizler onlara sivil toplumun farklı koşullarına göre farklı derecelerdeki faaliyetlerde rastlarız. Din, devlet ve uygulama kadar düşünceyle ilgili diğer bir çok konu ile ilgili farklı düşünceler için gösterilen gayretler, güç ve üstünlük mücadelesi için ihtirasla farklı liderlere ya da talihi diğer insanlar için ilginç olan kişilere bağlanmak insanoğlunu farklı partilere böler, karşılıklı husumete tahrik eder ve ortak çıkarları için işbirliği yapmaları yerine onları birbirlerini sindirme ve baskı altına almaya yöneltir. İnsanoğlunun karşılıklı düşmanlık içine girmesi eğilimi o kadar güçlüdür ki hiçbir elverişli durum ortaya çıkmaz, en anlamsız ve gerçekten uzak farklılıklar bile dostça olmayan hisleri tutuşturmak ve en şiddetli çatışmaları tahrik etmek için yeterli olmaktadır. Yine de hizipleşmelerin en yaygın ve en devamlı kaynağı mülkiyetin farklı şekillerde ve eşit olmayan dağılımıdır. Mal ve mülk sahibi olanlarla olmayanlar toplumda daima farklı çıkarlara sahip olmuşlardır. Alacaklı olanla borçlu olan da benzeri bir ayrım içerisindedir. Arazi sahiplerinin çıkarı, sanayicilerin çıkarı, tüccarların çıkarı ve daha önemsiz derecedeki çıkarlar medeni ulusların ortaya çıkardığı zorunlulukların sonucunda artmaktadır ve farklı his ve görüşleri harekete geçirerek ulusları farklı sınıflara bölmektedir. Bu farklı ve çatışan çıkarların düzenlenmesi modern yasaların en temel görevini oluşturmaktadır ve devletin normal ve gerekli olan faaliyetleri içerisinde parti ve grupların yansımalarını da kapsamaktadır. Hiçbir kimseye kendi davasında hakim olma izni verilmez, zira çıkarları vereceği hükümde kesinlikle aleyhte tesir eder 100 ve muhtemelen dürüstlüğünü ortadan kaldırır. Benzer bir şekilde, bir grup insanın da aynı anda hem yargıç hem de taraf olması uygun değildir... Özel borçlarla ilgili bir kanun teklif edilebilir mi? Bu alacaklıların bir tarafta, borçluların ise diğer tarafta olduğu bir sorudur. Adalet her ikisinin arasında dengeyi sağlamalıdır. Sayıca en fazla olan taraf, yani en güçlü grup davayı kazanmayı umacaktır. Yurtiçi üreticiler teşvik edilmeli midir ve belirli bir ölçüde yabancı üreticilere kısıtlama getirilmeli midir soruları arazi sahipleri ile sanayicilerin farklı şekillerde cevaplandıracakları sorulardır ve muhtemelen her iki grup da kamu yararı ve adalet için küçük bir özen bile göstermeyeceklerdir. Mülkiyetin farklı türleri üzerinden alınan vergilerin payı daha da fazla tarafsızlığı gerektiren bir konudur. Yine de hakim olan tarafa adaletin kurallarını çiğnemek için büyük fırsat ve teşviklerin verildiği bir yasa muhtemelen yoktur... Aydın devlet adamlarının bu çatışan çıkarları uzlaştırabileceği ve bu çıkarları kamu yararına hizmet eder bir hale getirebileceğini söylemek beyhude bir laftır. Aydın devlet adamları ne her zaman yönetimde olurlar ne de, bir çok durumda, taraflardan birinin diğerlerinin haklarına ya da toplumun çıkarlarına itibar etmemesi suretiyle elde ettiği çıkarlar üzerinde nadiren geçerli olan dolaylı ve karşıt mülahazaları dikkate almaksızın, bu tip bir uzlaştırma yapılabilir. 101 JOHN RANKIN: KÖLENİN ÖZGÜRLÜK HAKKI, 1833 * Yaratıcı alimdir ve bu nedenle evrendeki her varlığı, yaratılan varlıklar arasında özel bir yer işgal edecek şekilde yaratmış olmalıdır. Herhangi bir amaca sahip olmadan yarattığını varsaymak O’nun alim olmadığını varsaymaktır. Yine, her yaratığı diğer varlıklar arasında belirli bir yer işgal edecek şekilde yaratmışsa, önceden murad edilen yere göre her varlığın doğasını mutlaka uyarlamıştır. Belirli bir amaç için yaratmak ve bu amaca uygun bir şekilde her şeyi uyarlamamak bilgeliğin en büyük iradesine ihtilaf oluşturacaktır. Bundan dolayı, Yaratıcı Afrikalıları köle olacak şekilde yaratmışsa onların doğalarını yaratılışlarındaki bu dizayna uydurduğunu ve onların özgür olmaları için yeterli kapasiteye sahip olmadıkları sonucuna varırız. Bu, her yaratığın murad edilen mevkiye uygun bir tabiata göre yaratıldığı düzene göre oluşmaktadır. Ancak, Afrikalıların rasyonel yaratıklar, insanlar olduğunu, insan doğasına ait orijinal bütün özelliklere sahip olduklarını ve bu nedenle özgür olmak için yeterli kapasiteye sahip olduklarını ve bu kapasitenin yaratılışlarındaki planın bir göstergesi olduğunu anlıyoruz. Özgür olma kapasitesi ile yaratılmış olmanın köle olmak için planlandığını tahayyül etmek son derece gülünç bir şeydir. Özgür olma kapasitesine sahip olmaları tek başına bizim bakış açımızı oluşturmak için yeterli bir argüman olarak düşünülebilir: kendisiyle birlikte insan doğasına ait bütün özellikleri kapsar; insanoğlunun hiçbir zaman gönüllü olarak köle olacak şekilde yaratılmadığını bildirmek için Kadir-i Mutlak tarafından gönderilen çok sayıdaki müjdeci ile de bizi aynı noktada birleştirir. İnsanlığın bütün orijinal özelliklerine sahip tüm insanlar bilgiye ve refaha ulaşmayı, itibar ve özgürlük sahibi olmayı ve bunların yanı sıra * Michael Palumbo (Ed.), Human Rights: Meaning and History, Malabar, FL: Robert E. Krieger Publ. Co., 1982. S.158-160. 102 mutluluğunu tamamlaması için gerekli olan çok sayıdaki şeye sahip olmayı arzu ederler. Köleliğin, arzu edilen bu şeylere ulaşmak ve elde etmekle ne kadar tutarsızlık taşıdığını ve insanların mutluluğuna doğrudan nasıl engel teşkil ettiğini anlamayan bir kişi olabilir mi? O, bütün his ve iştiyakının akıp gideceği doğal kanalların tümünü tıkar, akılla ilgili faaliyet alanının tümünü daraltır ve kendi doğasının en güçlü niteliklerine karşı şiddeti ortaya çıkarır. O, bilimin latif yoluna girmeyi ve ruhumuzun asil güçlerini artırmak ve planlandığı gibi insanlığı itibarlı mevkie yükseltmek için gerekli olan bu bilgileri aklında saklamayı arzu edebilir mi? Bu yasaktır; azgın bir efendi ona kaşlarını çatar ve onu ümitsiz bir uğraş ve vurdumduymazlığın karanlıklarına geri gönderir. Hayat yolculuğunda kendisinin refaha ulaşması için gerekli olan bu nitelikleri elde etmeyi dilemez mi? Bütün günlerini ölene kadar çalışmakla geçirir, günleri eskiden olduğu gibi şiddetle doludur. Bu nedenle bu durumdan kurtulmanın yollarını aramak zorundadır ve kasvetli kabrine kadar bunu sürdürmek zorundadır; zira, çalışma ve eza ve cefa çekmekten tek kurtuluş yeri, orasıdır. Medeni toplumun onurlu ve faydalı sahasına yönelme eğiliminde olabilir mi? Yerde sürünen hayvanların derecesinden daha yukarıda bir dereceye talip olmak onun için bir kabahat olarak addedilir: kendisinin alınıp satılmasına ve kaprisli ve tamahkar efendilerin dikte ettirdikleri gibi eyaletten eyalete zincirlenerek götürülmesine rıza göstermek zorundadır. Evlenmeyi ve evlilikle ilgili zevklerden hisse sahibi olmayı arzu edebilir mi? Her hangi bir duygusuz efendinin iradesi onun tercihini yasaklı kılabilir ve bu durum işkence dolu bir dayakla perişan olmasına yol açabilir; feryadı ve gözyaşları kalbinin en derinindeki kısımlarına kadar işler ve yaşamının onun etrafında döndüğü pamuk ipliğini bile koparıp atacak bir hale gelir; kabaran yumuşak yüreği gözlerini açar; ancak, ne onun sevgisi kindar zalimlerin gaddar ellerinde erimeden kalabilir ne de onun garezi nedeniyle ortaya çıkan ezadan kaynaklanan incinme dindirilebilir. Ne şefkatin lisanı ile 103 ıstırabını dindirmeye kalkışır ne de merhametin yumuşak eli ile göz yaşlarını silmeye çalışır. Bundan daha fazlasına insan bedeni ve kanının nasıl tahammül edeceğini tahayyül edemiyorum!... Nihayet, her insan özgür olmayı arzu eder. Bu arzuyu Yaratıcının kendisi bizim ırkımızın göğsüne aşılamıştır ve bütün insanların özgür olmak üzere dizayn edildiklerinin de kesin bir kanıtıdır; insanlar yoksulluk ve hayal kırıklığı için yaratılmamışlardır. İnsanoğlunun bütün hissiyatı çok güçlü bir şekilde köle olmaya karşı gelir ve kuvvetin güçlü kollarından başka hiçbir şey esaretin boyunduruğuna insanların teslim olmasını sağlayamaz. Kardeşlerim, senin ve küçük kızının boynuna konulan esaret boyunduruğundan ve belki de senin yaşamın için tek bir merhamet hissi bile duymayan birinin rahatı ve refahı için çalışarak bütün hayatını tüketmekten sana daha fazla ıstırap verecek şey ne olabilir? Senin kölelerinin son derece konforlu bir durumda olduklarını düşünsen de ve mevcut koşullar altında olabildiğince nazik davransan da, onların şu an içinde bulundukları koşullarda sen ve senin küçük kızın olsa sanırım senin özgürlüğünü satın almak için sahip olduğum her şeyi harcayabilirdim ve bunu yapamasaydım benim cimri ve gaddar bir kardeş olduğumu düşünmenden korkardım. Kendin için çok aziz olan bir şeyi diğer kardeşlerinden nasıl sakınabilirsin? Afrikalılar insanoğlunun bütün orijinal niteliklerine sahiptirler ve onların doğalarının ispatladığı gibi özgür olmak için yaratılmışlardır ve bu nedenle onları köleleştirmek hem adil değildir hem de gaddarlıktır. 104 FRIEDRICH CHRISTOPH DAHLMANN: SİVİL İTAATSİZLİK ÜZERİNE, 1835 * Devrimde ortaya çıkan eylemleri meşrulaştıran ya da affettiren şeyler olsa bile bunlar devrimin sonuçlarını ortadan kaldırmaz. Hiçbir devrim yalnızca bir suçun ya da devletin karşı karşıya kaldığı büyük bir talihsizliğin bir kanıtı değildir; bunun yanı sıra, devrim sırasında işlenen suçlarla şiddeti daha da artan bir talihsizliktir. Bu nedenle akıllı ve vicdan sahibi insanlar, cezalandırma özgürlüğünü garanti altına alacağından dolayı, ne devrimin başarılarını devrimi meşrulaştırmak için ileri sürerler, ne de ortaya çıkan mevcut durumdan sakınmak için başka hiçbir araç kalmamışsa direnmeye yönelik eylemlere karşı şüpheyi artırıcı bir şekilde davranırlar. Saltanat yönetimine karşı gerçekleştirilmeye niyetlenilen eylemler, çok kolay bir biçimde, bütün bir sosyal düzenin tamamen değiştirilmesine dönüşerek aşırıya kaçabilir. Yeni rejimin iradesi kendisini muhafaza etmek olsa bile kendisini ne ölçüde kabul ettirebilir? Bu nedenle bir kere meydana gelen bir devrim de isyanın çıkmasını uygun gören kişilere, yani kahramanlara dayanmak zorundadır. Zira devlet her yerde olmak durumunda olduğu için hükümetin ortada gözükmediği bir durumda devlet işleri sürdürülemez. Devletteki tüm iyi öğeler birbirlerine yaklaşabildikleri zaman iyi bir vatandaşın yükümlülüklerinden kaçınması her zaman uygunsuz bir davranış olarak kabul edilir. En iyi niyetlere sahip olan bir devrim bile halkın vicdanını alt üst eden, iç güvenliği tahrip eden ve herkes tarafından tanınan ve otoritesine karşı gelinmeyen bir devletin varlığını gerektirdiği için, devletin yaptığı bütün anlaşmaları da tehlikeye atan ciddi bir krizdir. Her devrimle kaçınılmaz bir * E. K. Bramsted and K.J. Melhuish, Westerm Liberalism- A History in Documents From Locke to Croce, London: Longman, 1978. (Friedrich Christoph Dahlmann, Die Politick auf den Grund und das Maass der gegebenen Zustande zurückgeführt, 2nd edn, Leipzig 1847, pp.202-4.) 105 şekilde bağlantılı olarak görülen bu tip tahribatların restorasyon zamanında ortadan kaldırıldığı durumların olduğu ya da Gustav Vasa’nın Hanover kralı olması durumunda olduğu gibi tahribatların, yapılması tasarlanan plana göre meydana gelecek tahribattan daha fazla olduğu ve hatta mümkün olan en iyi şey yapıldığı için hukuka uygun bir işlem yapılıp yapılmadığı konusunda bir sorgulamanın ortaya çıkmadığı 1689 İngiltere’sinde olduğu gibi, daha nadir olaylarda bozulan devlet yapısını ayakta tutmak ve kısa bir süre içerisinde bir idareci olmaksızın zaptedilemez nitelikteki kaosu ortadan kaldırmak için anayasanın bir kısmının gücünü sürdürmeye devam ettiği durumların olduğu da doğrudur. Hiç kimsenin uzun bir süre bekleyemeyeceği devrimleri kamusal bir iş gibi planlayan devrimci mentalite, çok üstün oldukları düşünülen geleneksel ülke değerlerinin tümüne aşırı bir bağlılığı ve sevgiyi gerektiren vatanseverliğe son derece uzaktır. Vatanseverliğin kökleri insanların doğumlarına dek geriye gider. Vatanseverlik, belki de, insanlarda sürekli olarak var olan bir özellik haline gelir ve daha geniş bir çerçevede devletin ve ulusun gelişmesi için onların gözlerini kapamalarına yol açar. Ancak, en fazla kısıtlanan akıllar bile, olağanüstü durumlar ülkeden çok uzak yerlere bakmaya zorlayana kadar günün 24 saati bizimle birlikte olan insani arzuların çoğuna bağlı kalmaya devam eder. Devrimci mentalite, anavatan ve aile bağlarını dikkate almaksızın, insan zihninde yüzeysel bir köke sahiptir. Yalnızca geniş ölçekli ilişkileri göz önüne alır. Düzen ve mutluluk içindeki en yakın ülke, devrimin kurbanlarından biri olursa çağı bile değiştirmeye kalkabilir. Siyasi mistisizme gelecek kuşakların onur bahşetmeyecekleri bir gerçektir; ancak, herkesin bir kral olarak doğduğu ülkeyi kim iyi bir şekilde idare ederse kendi ruhuna hakim olacak, aileler içinde iyi bir devlet imajı ortaya çıkaracak, bütün ilerici kurumları sürükleyen halkın moralini artıracak ve despotizm idaresinde bile onsuz olmaz özgürlük dünyasını koruyacaktır. 106 ALEXIS DE TOCQUEVILLE: EŞİTLİK İLKESİ ÜZERİNE, 1835 * Milli varlığın çeşitli şekillerdeki tezahürü her yerde demokrasinin avantajına dönüşmektedir. Bütün insanlar, kendi çabalarıyla demokrasiye destek olmaktadırlar. Bu harekete gönüllü ya da gönülsüz olarak destek olanlar, bu hareket için savaşanlar ve bu harekete muhalif olanların hepsi aynı yolda ilerlemektedirler; isteyerek veya istemeyerek aynı amaç için çalışmaktadırlar ve hepsi Tanrı’nın ellerinde birer araç konumundadırlar. Bu nedenle koşulların eşit hale gelmesindeki yavaş gelişme aslında iyi bir durumdur ve kutsal bir kararın bütün özelliklerine sahiptir: evrenseldir, süreklidir, insanlar tarafından gerçekleştirilen bütün müdahaleleri sürekli olarak bertaraf eder ve insanlar gibi bütün olaylar da onun gelişmesine katkıda bulunur. O halde çok eskilere uzanan bir sosyal saikin bir neslin çabalarıyla kontrol edilebileceğini hayal etmek akıllıca bir şey olur mu? Feodal sistemi yok eden ve kralların hakkından gelen demokrasinin vatandaşlara ve kapitalistlere saygı göstereceğine itimad edilmektedir. Hiç kimse hangi yöne gideceğimizi söyleyemez: koşulların eşitliği günümüzdeki Hıristiyan ülkelerde dünyanın her hangi bir kısmından ya da her hangi bir zamanda olduğundan daha fazla mükemmel bir hale gelmiştir. Bu nedenle halı hazırda mevcut olan şeylerin boyutu henüz ulaşamadığımız şeyleri görmemize engel olmaktadır. * J. Salwyn Schapiro, Liberalism-Its Meaning and History, London:1958. S. 158-159. 107 RICHARD COBDEN, SERBEST TİCARET ÖZGÜRLÜĞÜ ÜZERİNE, 1844 * Serbest ticaret nedir? Bizim akıllı muhaliflerimizden bazı dük ve kontların son zamanlarda tarımda çalışan işçileri kandırmaya çalıştıkları gibi bütün gümrüklerin yıkılması demek değildir. Serbest ticaret ile bütün korumacı vergilerin kaldırılmasını kastediyoruz. Bizim çocuklarımızın ya da her halükarda onların evlatlarının gümrüklerin tamamının üstesinden gelmeye yetecek kadar akıllı olmaları muhtemeldir. Dış ticareti sıkıntıya sokmadan dolaysız vergileme yoluyla gelirlerini artırmanın daha basiretli ve ekonomik olacağını mütalaa edeceklerdir. Serbest ticaret ilkelerine karşı ileri sürülen itirazlar nelerdir? Hepsinden önce bu problemin göz önüne alınmasında çok önemli bir grup olan işçi sınıfını ele alalım: bu ülke nüfusunun muhtemelen onda dokuzu ya ağır bedensel işçilikle ya da ona eşit ağırlıkta kafa işçiliği ile emeğe bağımlıdır. Kısıtlayıcı sistemin işçilerin yararına olduğu söyleniyor. Dükler ve kontlar bizlere mısır fiyatlarının ücret düzeyini ayarladığını ve serbest ticaret yoluyla eğer mısır fiyatlarını azaltırsak sadece ücretlerin seviyesini aşağıya indirmiş olacağımızı söylemektedirler. Mademki bu kongrede çok sayıda çalışan görmekteyim, onlara sormak isterim, Londra’da yapılan her hangi bir pazarlıkta acaba mısır meselesi ya da mısır fiyatları sözleşmelerin bir unsuru olarak hiç gündeme gelmiş midir? Bu nedenle, benim Mısır Kanununa karşı olan davamdaki ilk ve en büyük şikayetim bu kanunun ülkemiz ve diğer ülkelerin işçilerine karşı bir adaletsizlik taşımasıdır. İkinci ithamım * E. K. Bramsted and K.J. Melhuish, Westerm Liberalism- A History in Documents From Locke to Croce, London: Longman, 1978. (Speeches on Questions of Public Policy by Richard Cobden M. P., ed. John Bright and James E. Thorold Rogers, London 1880, pp. 58-62.) 108 topraktan kaynaklanmayan sabit gelire sahip olan her kişiye ve her hangi bir işle sermayesini kullanan kişilere karşı bir hile oluşturmasıdır. O halde mısır tekeline neden bu kadar gönül rahatlığı ile bakmaktasın? Çünkü sen, ben ve geriye kalan herkes bu arazilerin sahipleri hakkında batıl bir saygı ve hürmete sahibiz ve kendimize ve mesleklerimize aynı saygıyı göstermiyoruz. Bu sistemin sürdürülebilmesindeki nedenler nelerdir? Bu tekelin sürdürülmesinin gerekçesi olarak çiftçiler kendi çıkarlarını ileri sürmektedirler. Her çiftlik için müzayedede pazarlık yapan 20 çiftçi olduğunu ve kendi topraklarını tam değeri üzerinden kiraya verdikleri ve yardımcı olamadıkları için çiftçilere kendilerini mazur göstermeye çalışan toprak sahiplerinin olduğunu tarımla ilgili bir toplantıda duymuştum. Sormak istiyorum, eğer her bir çiftlik için müzayedede teklif alan 20 çiftçi varsa, bu 20 çiftçiden sadece birinin fiyatlarda meydana gelen artıştan faydalanabileceği düşünülebilir mi? Diğer on dokuz kişi rekabet sonucu bu ülkede normal ticari karların uygulanmaya başlanmasından hoşnut mu kalacaklar? Çiftçiler çok uzun bir zamandır ‘korumacılık’ çığlıklarıyla sadece aldatılmaktadırlar. Korumacılık çiftçilerin mahvolması demektir. Tarımda çalışan işçilerle ilgili olarak bizim muhaliflerimiz Mısır kanununun yürürlükten kaldırılmasındaki hedefimizin mısırın fiyatını azaltarak onların ücret düzeyini azaltmak olduğunu ileri sürmektedirler. Bu konuya sadece imalatın gerçekleştiği bölgeler için cevap verebilirim; bununla birlikte, son yirmi yıldır Lancashire’de mısır ucuzladığında ücretlerin arttığı ve ekmek pahalandığında ise ücretlerin önemli ölçüde azaldığını belirtmeliyim. Ücretler, tarıma dayalı bölgelerde yiyecek fiyatlarından muhtemelen etkilenmektedir; ancak, böyle olsa bile bu durum, bir adamın en iyi zamanını sadece hayatta kalmak için harcadığı köleliğe yakın bir noktada ücretlerin en düşük seviyesine ulaşması halinde meydana 109 gelmektedir. Serbest ticaret taraftarlarının gerçekte ne istediklerini şimdi anlamaya çalışalım. Düşük fiyatlar söz konusu olsun diye biz ucuz mısır istemiyoruz; mısır üretiminin bol ve bereketli olmasını arzu ediyoruz ve mısırı doğal fiyatı üzerinden satın almak koşuluyla mısırın fiyatının ne olduğunu kesinlikle dikkate almıyoruz. Bizim talep ettiğimiz şey yiyecek sektöründeki tekelcilerin işçilerin takip etmesini istedikleri kurala mısırın da uymasıdır: mısır da dünya piyasalarındaki tabii fiyat seviyesine kavuşmalıdır. Fiyatların eşitlenmesi yönündeki bu süreç nasıl gerçekleşecektir? Sanıyorum bunun mantığını size açıklayabilirim. Serbest ticaretin mısır üzerindeki etkisi şu şekilde olacaktır. Polonya, Almanya ve Amerika Birleşik Devletleri’nde tarımsal üretime olan talep artacaktır. Tarımsal üretim talebinde meydana gelecek bu artış tarım kesiminde çalışan işçilerin ücretlerinde artış eğilimi olan ülkelerde emek talebinde artışa neden olacaktır. Bunun sonucunda imalat kesiminden tarım kesimine işçilerin çekilmesi söz konusu olacaktır. Sonuçta bu ülkede daha fazla fabrikatöre ihtiyaç duyulacaktır ve bu durum imalatçılığın söz konusu olduğu bölgelerde daha fazla işçi talebini ortaya çıkaracaktır. Bu durumda ise üretilen mallar yurtdışı kaynaklı mısırla değiştokuş edileceğinden işçi ücretlerinde belirli bir artış meydana gelecektir. Yurtiçindeki seviyesine göre emeğin yurtdışı fiyat seviyesinde bir artışla fiyatlar eşitlensin ya da eşitlenmesin, fiyatların yurtiçi düzeyine kıyasla Kıta Avrupa’sındaki düzeyinde bir düşüş olsun ya da olmasın serbest ticaret taraftarları için hiçbir şey değişmez. Onların bütün istediği diğerleri ile aynı durumda olabilmek ve herhangi bir yerden bu ülkeye yiyecek getirirken herhangi bir engel ile karşılaşmamaktır. Size soruyorum, eğer daha fazla insanı daha iyi ücrete sahip bir işe yerleştirebilirseniz, günlük nafakasını dilenmek için sokaklarınızı sık sık ziyaret eden bu hortlaklardan sokaklarınızı temizleyebilirseniz, işyerlerinizin nüfusunu 110 azaltabilir ve ülkenizde mevcut olan iki milyon devletin bakımına muhtaç fakiri bu durumdan kurtarabilir ve onları üretken endüstrilerde işe koyabilirseniz sizin tükettiğiniz kadar buğday tüketeceklerini ve mevcut sefil beslenme imkanları yerine milyonlarca buğdayla yapılmış ekmekle beslenen tüketicilerin ortaya çıkacağını düşünür müsünüz? 111 CAMILLO DI CAVOUR, VİCDAN VE İBADET ÖZGÜRLÜĞÜ, 1848 * Modern medeniyetin en esaslı fetihleri arasında en önemli olanı vicdan özgürlüğü ile onun mantıksal bir sonucu olarak ortaya çıkan ibadet özgürlüğü olarak kabul edilebilir. Bu büyük ilke henüz bizim anayasamızda ilan edilmemiştir. Yasama, belki de bu ciddi konuda acele ile geri alınamaz nitelikte bir tanım yapmamak için, bu ilke hakkında herhangi bir bahis açmamanın ve özel bazı kanunların uygulanmasında bu ilkeyi ileri sürme işini kendisine saklamanın daha uygun olduğuna inanmaktadır. Gerçekte, anayasanın ilan edilmesinde, yasalarımızdan çıkarıldığında vicdan özgürlüğü ilkesine karşı ciddi ihlallere neden olacak mutlak hükümlerin yürürlükten kaldırılmasından, Protestanlar ve Yahudiler dışarıda bırakılarak, sakınılmalıdır. Bu pratik yolda ilerleme sağlamanın ve mevcut durumda bu ilkeye muhalif kalan medeni ve ceza hukukundaki tüm düzenlemelerin başarılı bir şekilde değiştirilmesi gerektiğinin yasamanın da görüşü olduğuna şüphe etmiyoruz. Ancak, bu da yeterli değildir. İbadet özgürlüğü gibi bir ilke yüksek düzeyde medeni bir halk için dolaylı yollarla anayasaya konulmamalıdır: Bu ilke sosyal sözleşmenin temel müesseselerinden birisi olarak ilan edilmelidir. Bu nedenle yarımadanın değişik yerleri ile bizim devletimizin arzu edilen birleşmesinin, ülkenin kaderini yüceltmede değer taşıyacak kanunlardaki değişiklikleri yapma fırsatını verdiğini ve kralın tahta çıkmasından sonra nutkunda * E. K. Bramstad and K.J. Melhuish, Western Liberalism- A History in Documents From Locke to Croce, London:Longman, 1978, ss.524-525. (Camillo di Cavour, Scritti Politici. Nuovamente Raccolti e Publicati da Giovanni Gentile, Rome 1925, XL, pp. 188-9). 112 öngördüğü süre içerisinde, en açık şekliyle, her vicdanın dokunulamaz bir ibadethane olduğunu ve tam özgürlüğün tüm mezheblere tanınması gerektiği şeklindeki bildirgenin, artık daha fazla İtalyan Magna Carta’sının dışında bırakılmamasını savunmakta hiçbir şüphemiz kalmamıştır. Anayasamızın bu şekilde ya da daha iyi bir şekilde düzenlenmesi ya da tanımlanmasına dini konularda bilgili ya da gayretli olan herhangi bir insan tarafından kesinlikle muhalefet edilmeyecektir. Tanrı’ya şükür, İtalya’da en seçkinleri de dahil olmak üzere Katolik din adamları, oybirliği ile olmasa bile büyük çoğunlukla, dinin kendisiyle yakın bir ilişki içinde olduğunu varsayarak özgürlüğün gayesini benimsemektedirler. Bu nedenle, bu defa buna benzer bir düzenlemenin özgür ve medeni insanların anayasasının bir parçası olmasını herkes benimseyebilir. İnançlarının yüceliğini açıkça iddia eden dogmaların doğruluğuna inanan Katolik ruhban sınıfı, iktidarda bulunanların, imtiyazlıların ya da kısıtlı olanların dinle ilgili davaları için koruma aramayacaktır. Avrupa’nın hemen hemen tümünde, toplumun zinde güçlerini kendi etrafında toplayan ve bu ilahi güçle hareket eden Katoliklik, insanların bu ortak davasına hizmet etmektedir. İrlanda, Belçika ve Polonya’da zulmedilenlerin yanında zulmedenlere karşı savaştı ve savaşmaktadır. Her yerde kendisini halkın özgürlüğünün savunucusu olarak görmektedir ve bunu dini özgürlükler bayrağı altında gerçekleştirmektedir. Katolik ilkelerin baskın olduğu ülkelerde bu tip bir enerji ve sebeple din adamlarınca talep edilen bu özgürlüğün Katolikliğin büyük bir etkiye sahip olduğu ülkelerdeki Katoliklere tam olarak tanınması, esirgenmemelidir. Eğer İtalyan ruhban sınıfı bu tip bir tezada düşerse ve Büyük Gioberti’nin sesini duymazsa geçmiş çağların dinsel despotizminin izlerini siyasi ve medeni kanunlarımızda 113 aramaya çabalamalıyız. Böyle bir durum, en büyük zalimlerinin Katolikliğe yaptığından daha büyük zararı Katolikliğe verecektir. Katoliklik, özgürlük davası ile ittifakının samimiyeti hakkındaki şüphelere delil sağlayarak insanlar üzerinde kazandığı otoriteyi tekrar zayıflatacaktır. Aydınlık din adamları sınıfının vefalı olmasının, ilerici insanların sempatisinin ve hislerinde özgür olmalarının ve dinin gayelerini birleştiren insanların tümünün, ülkemizin temel kanununun alkışlanacağı yer olan Alta (İtalya)’nın ilk parlamentosunda ibadet hürriyeti büyük ilkesini ilan etmeye yeterli olacağı kanısındayız. 114 ABRAHAM LINCOLN, EŞİTLİĞİN ANLAMI, 1857 # Bu kıymetli belgenin (Bağımsızlık Bildirgesi) yazarlarının belgenin herkesi kapsamasını tasarladıklarını; ancak, bütün insanların tüm yönleriyle eşit olduklarını ilan etmeye niyetlenmediklerini sanıyorum. Bütün insanların renk, mevki, akıl, ahlaki gelişme ve sosyal kapasite açısından eşit olduklarını söylemeyi kastetmediler. Aralarında yaşama, özgürlük ve mutluluğu elde etme gibi bazı geri alınamaz haklarla birlikte bütün insanların eşit yaratıldığını varsaydıkları bir çerçevede orta seviyede bir farklılığı tanımladılar. Söyledikleri ve kastettikleri budur. Ne bütün insanların gerçekte böyle bir eşitlikten istifade ettikleri ne de böyle bir özgürlüğü hemen onlara sağlayacakları şeklinde gerçek dışılığı aşikar olan bir şeyi de ileri sürmemektedirler. Gerçekte, böyle bir lütufta bulunma gücüne de sahip değillerdir. Sadece, koşullar izin verir vermez uygulansın diye bu hakkı ilan ediyorlar. Onlar, herkes tarafından bilinen ve hürmet edilen, sürekli aranılan ve uğraş gösterilen; ancak, asla tam olarak ulaşılamayan, sürekli yaklaşılan ve bu arada etkisi sürekli olarak derinleşen ve artan ve her yerdeki her renkten kişinin yaşamına değer ve mutluluk katan özgür toplumun standart kurallarını oluşturmayı murad etmektedirler. “Bütün insanlar eşittir” iddiasının Büyük Britanya’dan ayrılmamıza pratikte hiçbir etkisi yoktu ve Bildirge’de bunun için değil, ilerideki etkileri için yer aldı. Bildirge’yi kaleme alanlar, O’nun, belirli bir zaman sonra özgür insanları despotizmin iğrenç yoluna geri döndürmeyi isteyenlere karşı bir blok oluşturmasını istemişlerdir. Tiran üretme eğilimini bilmişler ve bu adaletli # Michael Palumbo (Ed.), Human Rights: Meaning and History, Malabar, FL: Robert E. Krieger Publ. Co., 1982. [William Ebenstein (ed.), Modern Political Thought: The Great Issues (New York, 1947), p.86.] 115 topraklarda böyle bir şey ortaya çıktığında ve işini icra etmeye başladığında en azından çetin bir ceviz bulmalarını murad etmişlerdir. 116 FELICITE DE LAMENNAIS: ÖZGÜRLÜK, 1858 * Şimdi, kendini nasıl özgürleştireceğini tasavvur et. Özgür olmak için, yukarıdakilerin hepsinden önce Tanrı’yı sevmen gereklidir ve Tanrı’yı sevmek için O’nun isteklerini yerine getirmelisin. Tanrı’nın isteği ise adalet ve iyilik yapmandır ki bunlar özgürlük olmadan gerçekleştirilemez. Şiddet ve hilekarlıkla diğer yola sapıldığında, bireyler saldırıya uğradığında, yasal konularda fertlerin dilediklerini yapmaları engellendiğinde ya da dilemedikleri şeyleri yapmaya zorlandıklarında veya her hangi bir yolla bireylerin hakları ihlal edildiğinde ne olur? Adaletsizlik. Böyle durumlarda özgürlüğü ortadan kaldıran adaletsizlik ortaya çıkar. Eğer, herkes başkalarına yardım etmeksizin, kimseyi sevmez; ancak, sadece kendisini severse ve yalnızca kendisini düşünürse fakir insanlar, sıklıkla, kendisine ve yaşamasına olanak sağlayacak başka insanlara ait şeyleri çalmaya zorlanacaklar ve güçsüz olanlar daha güçlü olanların zulmü ile karşı karşıya kalacaklardır. O halde özgürlüğün devam etmesini sağlayan yardımseverliktir. Her şeyden daha fazla Tanrı’yı ve komşularını seversen kölelik yeryüzünden kalkar. Bununla birlikte kendi kardeşinin köleliğinden çıkar elde edenler köleliğin devam etmesi için ellerinden gelen her şeyi yapacaklardır. Bunun için yalanı ve gücü kullanacaklardır. Birileri tarafından konulan keyfi kuralların ve köleliğin Tanrı tarafından oluşturulan bir düzen olduğunu söyleyeceklerdir * E. K. Bramstad and K.J. Melhuish, Western Liberalism- A History in Documents From Locke to Croce, London:Longman, 1978. 117 ve tiranlıklarını korumak için böyle yaparak Tanrı ile dalga geçmekten ve O’na küfretmekten korkmayacaklardır. Onlara, tanrılarının insan soyunun düşmanı olan Şeytan olduğu ve sizin Tanrı’nızın ise Şeytanı mağlup eden Tanrı olduğu şeklinde cevap ver. Bundan sonra sana karşı kullandıkları uydularını kaybedecekler, seni hapsetmek için sayısız hapishaneler inşa edecekler, ateş ve kılıçla peşine takılıp seni kovalayacaklar, sana işkence edecekler ve dağlar kadar kan akıtacaklardır. O zaman, dur durak bilmeden savaşmak için hemen karar vermezsen, korkup kaçmadan bu güç duruma katlanmak için asla usanma, asla boyun eğme, ilişkilerini sıkı tut ve sana layık olmayanların özgürlüğü ile hiçbir ilginin kalmadığını ilan et. Özgürlük, Tanrı’nın krallığına benzer; aşağılık insanların zulmüne ve şiddetine maruz kalır. Özgürlüğe sahip olmanı sağlayacak kuvvet haydutların ve soyguncuların vahşi şiddeti, adaletsizlik, intikam ya da gaddarlık değil; güçlü ve kararlı bir irade ile serinkanlı ve büyük bir cesarettir. Hukuk dışı hareketlerle sürdürülmeye çalışıldığında en kutsal amil bile Tanrı’ya küfür ve melunluktur. Köle bile olsa bir suçlu tiran olabilir ama asla özgür biri olamaz. 118 GIUSEPPE MAZZINI: İNSANLARIN VAZİFELERİ ÜZERİNE, 1858 * Özgürlük olmadan görevlerinden herhangi birini yerine getiremezsin. Bu nedenle, iktidarın elinde tutmayı ya da vermemeyi istemesinden kaynaklanacak bütün risklere rağmen özgür olmak hakkına ve özgürlüğü zorla elde etme görevine sahipsin. Özgürlük olmadan doğru ahlak olmaz, zira iyi ve kötü arasında; egoizm ruhuna bağlılık ile ilerlemeye bağlılık arasında serbest tercih söz konusu değilse sorumluluk da söz konusu değildir. Özgürlük olmadan gerçek bir toplum da olmaz, zira özgür insanlarla köleler arasında bir birliğin oluşturulması imkansızdır; yalnızca birilerinin diğerlerini yönetimi söz konusu olabilir. Özgürlük, kutsal olan bireyler kadar kutsal bir şeydir. Özgürlüğün olmadığı yerde hayat sadece organik bir fonksiyona indirgenir. İnsanlar özgürlüklerinin ihlal edilmesine izin verirlerse bu durum hem doğalarına aykırıdır hem de Tanrı’nın iradesine karşı bir isyandır. Bir toplumsal sınıfın, bir ailenin ya da bir insanın zenginlik veya doğuştan kazanılan herhangi bir imtiyazla ya da gerçek dini yaşarmış gibi görünerek diğerlerini tahakküm altına almayı doğru bir şeymiş gibi farz etmesi halinde gerçek özgürlük ortaya çıkmaz. Özgürlük tüm insanlar için olmalıdır. * E. K. Bramstad and K.J. Melhuish, Western Liberalism- A History in Documents From Locke to Croce, London:Longman, 1978. (Giuseppi Mazzini, ‘On the Duties of Man’, 1858, in The Life and Writings of Joseph Mazzini, London 1867, IV, pp.325-7, 329-32.) 119 Tanrı hiçbir insana egemenlik gücünü temsil yetkisi vermemiştir. Bu dünyada adil bir şekilde temsil edilebilecek egemenlik gücü, Tanrı tarafından insanlığa, uluslara ve topluma emanet edilmiştir. Egemenlik gücü ne zaman insanlığın ortak kullanımının dışına çıkarılmışsa, o zaman Tanrı’nın düzenine uygun olarak ve iyilik için kullanılmaktan alıkonmuştur. Bu nedenle egemen düzen hiçbir suretle adil değildir, gerçek egemenlik amaçlanan ve bu amaçlara bizi yaklaştıran eylemlerdeki egemenliktir. Bu eylemler ve ilerlememize yönelik amaçlar herkesin hüküm ve onayına sunulmalıdır. Bu nedenle herhangi bir şekilde sürekli egemenlik olamaz, olmamalıdır. Bizim devlet diye kavramlaştırdığımız kurum sadece bir idaredir, ulusal irade ya da amaçlara daha hızlı bir şekilde ulaşmada birkaç kişiye hasredilen bir misyondur ve bu misyona ihanet edilmesi halinde birkaç kişiye hasredilen yönetme gücü mutlaka sona erdirilmelidir. Devlette yer alan her kişi ortak iradenin bir yöneticisidir. Seçilmelidir ve ne zaman ki bu iradeye açık bir şekilde muhalefet eder ya da bu iradeyi yanlış kavrar, işte o zaman seçimi hükümsüz kılınmalıdır. Bu nedenle, tekrar ediyorum, senin özgürlüğünü ihlal etmeksizin yönetme erkini kendi hakkı olarak gören ne aile ne de bir kast ortaya çıkabilir. Senin rızan olmaksızın seni idare etme gücüne sahip olan insanların karşısında kendine nasıl özgür diyebilirsin? Dolayısıyla cumhuriyet tek mantıksal ve tamamen meşru tek hükümet şeklidir. Cennette Tanrı’dan, Dünya’da insandan başka efendi yoktur. Tanrı’nın iradesi ve kanunların doğrultusunda bir yolu ne zaman keşfedersen şükretmek ve itaat etmek zorundasın. Ne zaman ki senin kardeşlerinin kollektif birliği olan halk, inançları olan şeyleri deklare ederler, o zaman başını öne eğmek ve herhangi bir isyan hareketine girmekten kaçınmak mecburiyetindesin. 120 Ancak, kişiliğini oluşturan ve insan hayatının temel öğeleri olan bazı şeyler vardır. Bunlar üzerinde halk bile her hangi bir hakka sahip değildir. Hiçbir çoğunluk tiranlığını ilan edemez ya da kendi özgürlüğünü tahrip edemez veya özgürlüğünden feragat edemez. Bu intihar kabilinden eyleme kalkışacak halka karşı bir güç oluşturulamaz; ancak, koşulların öngördüğü çerçevede her birey protesto hakkını kullanabilir. Yaşamın maddi ve manevi maişeti için vazgeçilmez olan her şeyde mutlaka özgür olmalısın: bireysel özgürlük, seyahat özgürlüğü, din ve inanç özgürlüğü, her konuda düşünce özgürlüğü, düşünceyi basın yoluyla ya da diğer her hangi bir barışçıl araçla açıklama özgürlüğü, diğer insanların görüşleri ve düşünceleriyle temasa geçerek ve beslenerek görüşlerin daha faydalı olmasını sağlamak için örgütlenme özgürlüğü, çalışma ve ticaret özgürlüğü. Bunların hepsi protesto hakkın olmaksızın senden alınamayacak şeylerdir (burada sayılması gerekli olmayan bir kaç tane olağanüstü olay hariç). Hiçbir kişi, sana nedenlerini söylemeden, en az gecikme ile sana nedenlerini anlatmadan, ülkedeki yargı erkinden önce seni hapsetme, bireysel casusluğa icbar etme ya da toplum adına kısıtlama hakkına sahip değildir. Hiç kimse dini görüşleri yargılama, hoşgörü göstermeme ya da baskı yapmak hakkına sahip değildir: insanlığın büyük barışçıl sesinden başka hiçbir sözcü senin vicdanınla Tanrı arasına girme hakkına sahip değildir. Tanrı sana düşünme yeteneği vermiştir: hiç kimse, ilerlememizin biricik aracı olan ve kardeşlerinin ruhu ile senin ruhun arasındaki paylaşma eylemi olan düşüncenin ifadesini engelleme ve onu baskı altına alma hakkına sahip değildir. Basın mutlaka özgür olmalıdır. Aydınlanma hakkı vazgeçilmezdir ve engelleyici her sansür zulümdür. Ancak, toplum basının hatalarını ya da suç ve ahlaksızlığı teşvik 121 etmesini diğer hataları cezalandırdığı gibi cezalandırır. Bu cezalandırma hakkı insanlığın sorumluluğunun bir sonucudur; ancak, bundan önce yapılan her müdahale özgürlüğü yok etmektedir. Barışçıl bir şekilde örgütlenme hakkı düşüncenin kendisi kadar kutsaldır. Tanrı, daimi bir ilerleme aracı ve insanlık ailesinin günün birinde ulaşmayı hedeflediği birliğin bir vaadi olarak, bize, örgütlenme yeteneğini bahşetmiştir. Bu nedenle hiçbir güç örgütlenmeyi engelleme ya da sınırlama hakkına sahip değildir. Tanrı tarafından verilen hayattan istifade etmek, onu korumak ve geliştirmek herkesin görevidir; bu nedenle, her birimiz kendi fiziksel varlığının yegane destek aracı olarak kendi emeği ile kısıtlıdır. Emek kutsaldır. Hiç kimse keyfi kurallarla emeği engelleyemez, yasaklayamaz. Hiç kimse serbest ticareti yasaklamak için her hangi bir hakka da sahip değildir. Ülkemiz, hiç kimsenin sınır koyamayacağı ya da engelleyemeyeceği yasal piyasamızdır. Ancak, özgürlüğün değişik formları kutsal kabul edildiği zaman, devlet evrensel irade ve isteklere göre kurulduğunda her birey kendi yeteneklerini özgürce geliştirmek için bütün vasıtalara sahip olabilecektir ve herkesin tek bir hukuku tanıdığı gün gelsin diye başarması gereken vazifeye ve insanlık ailesinin diğer üyeleri ile daha samimi ve yaygın iletişimin sağlanması yoluyla sağlanan ahlaki mükemmellik olan niyet ve amaçlara her birey uyacaktır. 122 GIUSEPPE MAZZINI: DERNEK KURMA ÖZGÜRLÜĞÜ ÜZERİNE, 1858 # Tanrı sizi sosyal ve ilerlemeye müsait bir varlık olarak yarattı. Bu nedenle kendi aranızda birlik oluşturmanız ve koşulların olanaklı kıldığı ölçüde faaliyet sahanızı ilerletmeniz vazifenizdir. Ait olduğunuz toplumun birlik oluşturma ve ilerleme yönündeki çalışmalarınıza hiçbir şekilde engel olmamasını; tam tersine ihtiyacını duyduğunuz birlik ve ilerleme vasıtalarını temin etmesini ve sizlere yardım etmesini talep etme hakkına sahipsiniz. Özgürlük, sizlere iyi ile kötü, yani görev ile bencillik arasında seçimde bulunma gücü sağlar. Eğitim size doğru olanı tercih etmeyi öğretir. Dernekler ise eylemlerinizle ilgili tercihlerinizi azaltma imkanı sağlar. Açık bir şekilde başarılı olunduğunda tercihlerinizde size rehberlik edecek amacınız olan ilerleme tercihinizin yanlış olmadığının ispatıdır. Bu koşullardan her hangi biri ihmal edildiğinde ya da dikkate alınmadığında insanlar ya da vatandaşlar hataya düşecekler ve gelişme engellenecektir. Bu nedenle bütün koşulları idrak etmeye çabalamalısınız ve hepsinden daha önemlisi, onsuz özgürlük ve eğitimin faydasız olduğu dernek kurma hakkını göz önüne almaya çalışmalısınız. Dernek kurma hakkı ruhların birliği olan dinin kendisi kadar kutsaldır. Hepiniz Tanrı’nın oğullarısınız: ve bu nedenle birbirlerinizin kardeşlerisiniz. O zaman günah işlemeksizin kim kardeşlerin birliği (komünyon) olan derneklere kısıtlama getirebilir? # E. K. Bramsted and K.J. Melhuish, Westerm Liberalism- A History in Documents From Locke to Croce, London: Longman, 1978. [Giuseppi Mazzini, ‘On the Duties of Man’ (1858), in The Life and Writings of Joseph Mazzini, London 1867, IV, pp.325-7, 329-32] 123 Bilerek kullandığım ve Hıristiyanlık tarafından bize öğretilen komünyon kelimesi geçmişte bize değişmez bir din olarak deklare edilmesine rağmen gerçekte insanlığın dini tezahürlerinde bir adımdır. O kutsal bir kelimedir. İnsanlığa, Tanrı’nın önünde eşit olan insanların tek bir aile olduğunu ve tek bir kurtuluş, sevgi ve cennet ümidiyle efendi ve hizmetkarları birleştirdiğini öğretti. O, hem filozofların hem de halkın vatandaşların ruhları ile kölelerin ruhlarının farklı bir doğa ve soya sahip olduğuna inandıkları eski çağlara göre büyük bir ilerlemeydi. Sadece bu misyonu bile Hıristiyanlığın büyüklüğüne parmak basmak için yeterlidir. Komünyon insanların eşitliği ve birliğinin bir sembolüydü ve bu sembolün altında yatan gerçeği geliştirmek ve büyütmek için insaniyetperverliğe dayanmaktaydı. Dini kurumlar bunu düşünceden gerçeğe dönüştürerek fikir ve eylem cemiyetlerine aktarmaktadırlar. Bu nedenle kurumları hem bir vazife hem de bir hak olarak telakki et. Gerçek kurumun devlet ve herkesin bu cemiyetin bir üyesi olduğu millet olduğunu ve insanların kendi aralarında oluşturdukları her ayrı cemiyetin ya devlete karşı olduğunu ya da gereksiz olduğunu söyleyerek vatandaşların haklarını kısıtlamak isteyen kişiler bulunmaktadır. Ancak, devlet ya da millet yalnızca kendisini meydana getiren bütün insanlar için ortak olan meselelerde ve eğilimlerde, vatandaşların oluşturduğu kurumu temsil eder. Bütün vatandaşları değil; ancak, sadece bir kısım vatandaşları kapsayan amaçlar ve eğilimler söz konusudur. Bu nedenle herkes için müşterek olan meseleler ve amaçlar milleti tesis ederken sadece vatandaşların belirli bir kısmının ortak olduğu mesele ve amaçlar özel dernekleri meydana getirir. 124 Ayrıca-bu dernek kurma hakkının temel dayanaklarından biridir- dernekler gelişme yolunda bir emniyettir. Devlet, kuruluşu sırasında vatandaşlar tarafından üzerinde anlaşılan ilkeler topluluğunu ya da bütününü temsil eder. Yeni ve doğru bir ilkenin, devlete hayatiyet kazandıran yeni ve rasyonel bir gelişmenin vatandaşlar arasından bir kaçı tarafından keşfedildiğini varsayalım. Bu bilgiyi derneğin haricinde nasıl yayabilirler? Bilimsel buluşlar ya da halkları birbirlerine bağlayacak yeni araçların icadı sonucunda veya başka herhangi bir nedenle devleti meydana getiren vatandaşların bir kısmı arasında yeni bir çıkarın ortaya çıktığını varsayalım. Onların çaba ve vasıtalarını bir araya getirmeksizin bu çıkarlarını uzun süreli bir hale nasıl getireceklerdir? Atalet ile uzun süredir mevcut olan bir düzene dayanan ve umumun rızası ile tasdik edilen eğilim ve durumlar bir çok insanın üstesinden gelemeyecekleri ölçüde zihinleri üzerinde güçlü bir etkiye sahip olan alışkanlıklardır. Günden güne artan azınlıkların dernekleri bunu gerçekleştirebilir. Dernekler geleceğin metodudur. Onlar olmaksızın devletler devinime sahip olamazlar ve medeniyetin hali hazırda ulaştığı seviyeye kendilerini meftun ederler. Dernekler gerçekleştirmeye çalıştıkları faaliyetlerinde ilerlemeye müsait olmalıdırlar ve ulusun ve insanlığın evrensel rızası tarafından şimdiye dek keşfedilmeyen gerçeklere muhalif de olmamalıdırlar. Başkalarının mallarının ele geçirilmesini kolaylaştırmak amacıyla kurulan bir dernek; üyelerini çok eşliliğe zorlayan bir dernek ve ulusun yok edilmesini ya da despotizmin tesisini telkin eden bir dernek illegal kabul edilmelidir. Ulusun kendi üyelerine şunları bildirme hakkı vardır: insan doğası, ahlak ve ülke aleyhine ihlalleri içeren doktrinlerin kendi aramızda yayılmasını hoşgörü ile karşılayamayız. 125 Eğilimlerinize uygun dernekleri sınırlarımızın ötesinde bir araya gelerek tesis ediniz ve bu yolda ilerleyiniz. Dernekler barışçıl olmalıdır. Yazılı ve sözlü ifadeden başka hiçbir silahı kullanmamalıdır. Hedefi, icbar etmek değil; ikna etmek olmalıdır. Dernekler kamuya açık olmalıdır. Ulusun ve özgürlüğün olmadığı bir durumda meşru bir silah olsalar da gizli dernekler düşünce dokunulmazlığı ve özgürlüğünün tam olarak tanınır ve devlet tarafından korunur korunmaz gayri yasal kabul edilmeli ve feshedilmelidirler. Derneklerin faaliyet alanı ve amaçları madem ki ilerlemeye dönük olacaktır; o halde, kendisini kamunun incelemesine ve teftişine sunmalıdır. Ve nihayet dernekler başkalarının insan doğasının temel niteliklerinden kaynaklanan haklarına saygılı olmakla yükümlüdürler. Ortaçağdaki bazı kurumlar gibi işçilerin haklarını ihlal eden ya da vicdan özgürlüğünü doğrudan kısıtlama eğilimine giren dernekler devlet tarafından yasaklanabilmelidir. Bu istisnalarla vatandaşların kendi aralarında dernek kurma özgürlüğü yaşam kadar dokunulamaz nitelikte ve kutsaldır. Dernekleri kısıtlamaya çalışan her devlet toplumsal misyonuna ihanet etmektedir ve bu durumda öncelikle devleti uyarmak ve daha sonra bütün barışçıl araçları kullanarak onu yıkmak her vatandaşın görevidir. 126 JOHN PRINCE SMITH: TİCARET ÖZGÜRLÜĞÜ ÜZERİNE, 1860 * Zaman zaman tek başına ticaret özgürlüğünün ülkeler için ekonomik olduğu kabul edilmektedir; ancak, ticaret özgürlüğü bütün devletler tarafından aynı zamanda ilan edildiğinde uygulamaya konulmalıdır. Bunun elde edilemez bir şey olduğunu ise herkes kestirebilir. Yine de tek bir darbede tam bir ticaret özgürlüğünü elde etmedeki başarısızlık sağlanan özgürlükten mümkün olduğunca faydalanmamak için geçerli bir sebep değildir. İnsanlar bir şeyler satmak istediklerinde yurtdışı satışlar için tam özgürlük henüz sağlanamamışsa, bu en azından isteyenin yurtdışından bir şeyler satın alması özgürlüğünün inkar edilmesi için bir sebep teşkil etmez. Tarifelerin ortadan kaldırılması bizim sadece yabancı ülkelere değil kendimize de sağladığımız bir ekonomik imtiyazdır. Ticaret özgürlüğü, her devlet diğerlerinden imtiyaz talep etmeyi azalttığı zaman uygulanabilir. Yalnızca tek taraflı bir prosedür yoluyla umuma ait bir hale getirilebilir. Savaş zamanlarında kendi ihtiyacını güvenli bir şekilde tedarik edebilmek için her şeyi kendi ülkesinde üretmek zorunda olduğunu birileri ileri sürebilir. Başka bir deyişle savaştaki en büyük kötülüklerden olan pahalı tüketim ve ticaretteki sapmaların sonucunda ortaya çıkan felaketler barış zamanında da gönüllü olarak üstlenilmelidir. Bunun tam aksine, savaş zamanında ortaya çıkacak olan pahalılıkla başa çıkabilmek açısından gerekli olan araçlara sahip olabilmek için barış zamanında mümkün olduğu kadar ucuz tedarik yolu aranmalıdır. Dahası, ticaret özgürlüğünden kaynaklanan * E. K. Bramsted and K.J. Melhuish, Westerm Liberalism- A History in Documents From Locke to Croce, London: Longman, 1978. [John Prince Smith, Uber die weltpolitische Bedeutung der Handelsfreiheit, (Rede auf dem dritten Kongress deutscher Volkswirthe zu Köln am 13 September, 1860), Leipzig:1860, pp.8-12] 127 çıkarların uluslararası açıdan birbirine sıkı sıkıya bağlı olması savaşın önlenmesindeki en önemli vasıtalardan biridir. Her yabancıyı iyi bir müşteri olarak görecek kadar ileri bir seviyeye ulaşırsak ona ateş etme eğilimi o kadar az olacaktır. Şimdi, centilmenler, ulusal antipatiyi ılımlı bir hale getirmek, kör tutkuların tutsaklığının nedenlerini ortadan kaldırmak ve ortak ekonomik çıkarlara sahip olduklarını milletlere öğretmek ve böylece devletler arasındaki sefalet getiren düşmanlığın şiddetini azaltmak bu ilkenin önemini iyi kavrayan serbest ticaret taraftarlarının asıl niyeti ve amacıdır. Barış ve birlik içinde, devletin anlaşmazlık yaratan ve saldırganca ilkelerini dengeleyerek ve medeni milletlerle işbirliğini hayata geçirerek ulusal ekonominin çıkarlarını kuvvetlendirmeyi amaçlamaktadırlar. Komşu uluslar arasındaki ilişkileri düzenli bir hale getirmeyi ve güçlendirmeyi istemektedirler. Dahası, mümkün olduğu ölçüde, her hangi bir kısıtlama olmaksızın gittikçe artan silahlanma baskısından medeni dünyayı kurtarmak ve uzun vadede savunulamaz bir hale gelecek olan ve şu an dayanılamaz olan dünyadaki koşulların üstesinden gelmek istemektedirler. Centilmenler, açıktır ki şu andaki devlet işlerinde siyasi güçler amaçlarından çok ama çok uzaklaşmışlardır. Güvenliği sağlamak bir yana karşılıklı düşmanlıklar oluşturma yoluyla saldırıları kışkırtmaktadırlar. Kendi kontrolleri altındaki ekonomik topluluğa gelişmesi için vazgeçilmez nitelikte olan sükunu sağlamak yerine, onları tesirsiz bırakan bir endişeye ekonomiyi teslim etmektedirler. Asla büyümeyen bir çerçeveye sermaye ve işgücünü çekmekte ve devletin gerçekte var olma amaçlarını, yani barışçıl bir ortamın sağlanması ve ekonomik topluluğun korunması için gerekli özgürlüğün sağlanması amaçlarını mümkün kılsalar bile çok pahalı olan fedakarlıkları ekonomik topluluktan talep etmektedirler. Ticaret özgürlüğü vasıtasıyla barışçıl uluslararası ilişkileri güçlendirmek, ihtiyaçlarımızı karşılamak için mallara daha 128 ucuz bir şekilde sahip olmak şeklindeki ekonomik kazançtan daha önemlidir. Tek başına ekonomik reformların ötesinde dünya çapındaki siyasi reformların yapılması, önde gelen serbest ticaret taraftarlarının da gerçekleşmesi için çabaladığı büyük amaçtır. Amacın büyüklüğü, nasıl elde edileceği ile ilgili zorluklara rağmen onların cesaretini artırmaktadır. Bu amaç yapılması zorunlu olan ilerleme ile bağlantılı olduğundan ulaşılamaz bir nitelikte değildir. Onun gerçekleşmesi çok fazla uzak olmayan bir zamanda meydana gelecektir. Bunun kabul edilmesi her gün gittikçe artan bir şiddetle yaygınlaşmaktadır. Büyük olan her şey gibi, yalnızca derin bir inançla kökleşen sürekli çabaları gerektirmektedir. Devletler arasındaki mevcut kötü ilişkiler ortamında bir transformasyonun harekete geçirici olağanüstü kuvvetler sayesinde mümkün olabileceğinin ve oldukça olağandışı bir manivelaya devlet güçlerini başka bir kanala sevk etmek için gereksinim duyulabileceğinin farkındayız. O halde istediğim şey insanların oluşturduğu kurumları şekillendirecek bir güçtür. Bu güç insanların görüşleridir. En kuvvetli kurumları bile dönüştüren araç nedir? İnsanların görüşlerdeki genel değişimdir. O halde, centilmenler, devletler vasıtasıyla birbirlerinden ayrı olan uluslararasındaki durumla ilgili genel görüşlerde bir değişikliğin olması için çalışalım. Dünya ekonomik toplumu ile ilgili genel ve açık bir fikrin yayılması ve her bireyin ekonomik refahı ve genel olarak medeniyet daha kötüye gitmediği sürece dünya ekonomik topluluğunun birliğinin devlet sınırları ile bölünmemesi için çalışalım. Serbest ilişkilere dayanan bir sistem altında ekonomik üretimde ulusların rekabet etmesinin her birine faydasının olacağı ve doğası gereği bu mübadeleden doğan avantajın asla tek yanlı olmayacağı ve hatta serbest ticaret yoluyla bir ulusun diğerleri pahasına asla zenginleşemeyeceği ve elde edilecek kazancın görece ekonomik açıdan daha zayıf olan, yani sanayide daha az gelişmiş ulus için daha önemli olduğu fikirlerini yayalım. Eğer biz bu fikirleri yayarsak, milliyetçi nitelikteki karşıt duygulara karşı güçlü bir denge sağlayıcı 129 unsur kazanırız; şiddetli önyargılardan büyük bir kısmını yok ederiz ve ulusları kendilerini farklı bir gözle görebilecekleri, akıl gözü ile görebilecekleri bir noktaya getirmiş oluruz. Böylece her bir devletin belirli çıkarları ile kıyaslandığında ortak ekonomik çıkarları daha doğru bir şekilde değerlendirme imkanı bulurlar. Bu nedenle insanların ruhunu bizim ekonomik ilkelerimizin seviyesine yükseltelim. Bu yükseklikte dünya daha güzel, daha zengin ve daha barışçıl görünmektedir. Yükseltilmiş bir pozisyondaki görüş gözleri temizler, ruhları arındırır. 130 HEINRICH VON TREITSCHKE: SİYASAL ÖZGÜRLÜK VE SINIRLARI, 1861 # Siyasal özgürlük, politik bir şekilde kısıtlanan özgürlüktür-bir müddet önce hakir görülen bu mütalaa günümüzde politik konularda hüküm verme kapasitesine sahip olan herkes tarafından kabul edilmektedir. Özgürlük ismi bahanesinin altında gizlenen bu vehimlerin tümünü merhametsiz bir şekilde bu kötü tecrübeler nasıl da yok etti! Fransız Devrimi boyunca geçerliliğini sürdüren özgürlük fikri Montesquieu’nun fikirleri ve Rousseau’nun yarı-klasik kavramlarının muğlak bir karışımıydı. Yasama erkinin yürütme ve yargı erklerinden ayrılmasını sağlayarak ve her vatandaşa ulusal parlamentonun üyelerini seçme yetkisini eşitlik temelinde tanıyarak siyasal özgürlüğün inşasının tamamlandığına inanıldı. Bu talepler yerine getirildikten sonra başarılan şey neydi? Avrupa’nın şimdiye kadar tecrübe ettiği en gaddar despotizm. Konvansiyon tarafından oluşturulan dehşete bizim radikallerimiz tarafından uzun bir zaman boyunca gösterilen aşırı sevgi, nihayetinde, keyfi mülahazalar yoluyla suskunluğa dönüştü: Gücü her şeye yeten bir devlet gücü benim ağzımı kapatacaksa, beni inançlarımı inkar etmeye zorlayacaksa ve bu keyfiliklere karşı geldiğimde beni giyotine gönderecekse, bu despotizmin bir meclis tarafından mı yoksa bir prens tarafından mı gerçekleştirildiğinin hiçbir önemi yoktur; biri de diğeri kadar köleliktir. Birbirlerine eşit olan herkesin aslında kendilerine itaat ettikleri şeklindeki Rousseau’nun aldatıcı değerlendirmesi son derece aşikar bir değerlendirmedir: Herkes kendisine değil çoğunluğun görüşüne itaat eder. Bu # E. K. Bramsted and K.J. Melhuish, Westerm Liberalism- A History in Documents From Locke to Croce, London: Longman, 1978. 131 çoğunluğu vicdansız bir monark gibi zalimane bir şekilde davranmaktan ne men edebilir? 132 ADOLPHE THIERS: ELZEM ÖZGÜRLÜKLER ÜZERİNE, 1864 * Centilmenler, benim için özgürlükle alakalı olarak olmazsa olmaz şartları oluşturan beş koşul vardır. Bunların ilki vatandaşların güvenliğini sağlama koşuludur. Vatandaşlar kendi evlerinde asayiş içinde yaşayabilmeli ve her hangi bir keyfi harekete maruz kalmadan tüm devletlere seyahat edebilmelidirler. İnsanlar neden bir toplum içinde bir araya gelirler? Kendi güvenliklerini sağlamak için. Ancak, bir yandan bireysel şiddetten korunurlarken, diğer yandan kendilerini korumak için oluşturulan gücün keyfi eylemlerine tabi olurlarsa bu amaçlarını unutacaklardır. Vatandaşların bireysel şiddete ve iktidardakilerin bütün keyfi eylemlerine karşı garantilere sahip olmaları zorunludur. Bu nedenle bireysel özgürlük diye adlandırılan şey hakkında daha fazla bir şey söylemeyeceğim; inkar edilemez ve olmazsa olmaz olarak nitelenmeye hak kazandığından, iyi bir şeydir. Ancak, vatandaşlar bu güvenliği elde ettiklerinde bile bu tek başına yeterli değildir. Sessiz bir tembellik uykusuna dalındığında, bu emniyet uzun bir süre sürdürülemez. Vatandaşlar kamusal faaliyetleri gözetlemek zorundadır. Böyle yapmak için onların hakkında mütalaa etmek zorundadır ama böyle yapması halinde tek bir görüşe varacağı için bunu tek başına yapmamalıdır. Onun yoldaşı olan vatandaşlar da onların hakkında görüş belirtmelidirler. Bir araya gelerek fikir alışverişinde bulunmalı ve kamu oyu denilen ortak fikre varmalıdırlar. Bu ise yalnızca basın yoluyla mümkündür. Dolayısıyla basının özgür olması gereklidir; ancak, özgürlükten kastettiğim şey dokunulmazlık değildir. Vatandaşların, ancak kanunlara göre yürütülen * E. K. Bramstad and K.J. Melhuish, Western Liberalism- A History in Documents From Locke to Croce, London:Longman, 1978. (Discours prononces par M. Thiers dans la Session 1863-64, paris 1864, pp. 41-5.) 133 davaların kışkırtılmaması koşuluyla bireysel özgürlüğe sahip olabileceği gibi basın özgürlüğü de gazetecilerin vatandaşların onurunu kırmaması ve ülke barışını bozmaması koşulları altında var olabilir. Bu nedenlerle benim için ikinci olmazsa olmaz özgürlük kamu oyunu oluşturan düşünce özgürlüğüdür. Ancak, bu görüş ortaya çıktığında boş bir gürültü değil bir sonuç üretmelidir. Devletin merkezinde bulunan kişiler fikirlerini ifade etmek için seçilmelidirler. Bu ise seçim özgürlüğünü gerektirir. Seçim özgürlüğü ile ne kanunlardan sorumlu olan devletin bir rol oynamayacağını ne de vatandaşlardan meydana gelen devletin bir görüşe sahip olmayacağını kastetmiyorum. Ben basit bir şekilde seçimle gelen ve kendi iradesini seçimlerde empoze eden bir diktatör olmamasını kastediyorum. Bu, benim “seçim özgürlüğü” dediğim şeydir. Evet, centilmenler, hepsi bu kadar değil. Seçilen bu adamlar kamu oyunun temsilcileri olarak buraya geldikleri zaman -– öyle değil mi, centilmenler, söylemek istediğim şeylerin sonuçlarını iyi değerlendirin- zamanla iktidarın tüm eylemleri üzerinde gerçek bir kontrol uygulamaya çalışacaklardır. Bu kontrolün oluşmamasında geç kalınırsa telafi edilemez hatalar ortaya çıkacaktır. Daha sonra tartışacağım ulusal temsil özgürlüğü olmazsa olmaz özgürlüklerin dördüncüsüdür. Son olarak, geriye beşinci özgürlük kalmaktadır –en önemli olduğunu söylemiyorum, hepsi eşit öneme sahiptir; ancak, bu sonuncusu şu amaca sahiptir: burada hükümetin eylemlerine yol gösteren çoğunluk olarak gösterilen kamu oyunu garanti altına almak. Centilmenler, bu özgürlüğü; dört başı mamur bir özgürlüğü elde etmek için insanoğlu iki aracı tasarlamıştır: cumhuriyet ve monarşi. Cumhuriyette metod oldukça basittir. Devletin başı her 4, 6, ya da 8 yılda bir anayasadaki hükme göre değişir. 134 Şimdi, monarşinin destekçileri bile cumhuriyet idaresi altındaki kadar hür olmayı istemektedirler. Ve onların düşündükleri sistem nedir? Devletin başına kamu oyu baskısı yapmak yerine, onun egemenliği yerine, otoritesinin öğelerini tartışmaya açmak için bu öğeler üzerine baskı yapmaktadırlar. Bu çerçevede egemenlik değişmemektedir ve iktidarın devamlılığı sağlanmaktadır; ancak, başka şeyler değişmektedir; yani politikalar. Bu nedenle yukarıdaki tartışmaların dışında kalan ve kendi fikir ve görüşlerine göre ülkeyi idare eden bir monarkın idaresi altında güzel olaylar başarılabilir. Bunlar benim gerekli, olmazsa olmaz ve inkar edilemez olarak kabul ettiğim beş özgürlük koşuludur. Bu koşullardan hangisine biz şimdi sahibiz? Ve hangisinin elde edilmesi hala gereklidir? Hangisine sahip olabiliriz? Anayasamızı altüst etmeden hangisine sahip olabiliriz? Tekrar söylüyorum, bunların hepsine. 135 JOHN STUART MILL: KADINLARIN TAHAKKÜM ALTINDA OLMASI ÜZERİNE, 1865 # Kadınların tam eşitliği ile ilgili diğer bir noktada, yani daha önce güçlü cinsin tekelinde olan tüm fonksiyon ve işlere kadınların da kabul edilmesi konusunda ve aile içinde kadınların eşit olduğu konusunda benimle aynı fikirde olan her hangi bir kişiyi ikna etmede hiçbir güçlükle karşılaşacağımızı sanmıyorum. Üst düzey görevlere uygun adam bolluğu mu var da toplum her hangi bir yetenekli kişinin hizmetini reddedebiliyor? Sosyal açıdan önemi büyük olan her hangi bir boş iş ya da görev için her zaman elimizin altında bir adam bulabileceğimizden bu kadar çok emin miyiz ki, üstün olsalar bile, tam onların yeteneklerinden yararlanabilecek iken onları reddedebiliyoruz ve insanoğlunun yarısını yasakladığımız halde hiçbir kaybımız olmuyor? Madem ki biz onlar olmadan yapabiliyoruz, onların hakettikleri mevki ve itibardan adil bir pay almalarını istemememiz ya da riskini alarak ve kendi tercihlerine uygun olarak tüm insanlar için eşit ahlaki bir hak olan kendi işlerini seçmelerini (diğerlerine çok az zarar verir) engellememiz adalete uygun mudur? Onlara hasredilen adaletsizliktir: bu adaletsizlik onların sundukları hizmetlerden faydalanmak için onların bulunması gereken pozisyonlarda bulunanların pay sahibi oldukları bir adaletsizliktir. Herhangi bir kişinin bir fizikçi, bir avukat ya da bir parlamento üyesi olamayacağını belirlemek yalnızca onlara zarar vermekle kalmaz; bunun yanı sıra, fizikçileri ve avukatları istihdam edene de, parlamento üyelerini seçene de ve daha dar bir bireysel tercihe zorlananlar kadar rakiplerin # Michael Palumbo (Ed.), Human Rights: Meaning and History, Malabar, FL: Robert E. Krieger Publ. Co., 1982. (John Stuart Mill, The Subjection of Women, London:1870, pp.91, 94-95) 136 tazyiki ile girilen daha fazla rekabetin uyarıcı etkisinden mahrum kalanlara da zarar verir. 137 ROGER WILLIAMS: DİN ÖZGÜRLÜĞÜ, 1867 * Yahudi olsun veya olmasın her hangi bir insana ister dini inançları isterse ibadetleri nedeniyle zarar vermenin, dinsel inançları nedeniyle zulmetmek olduğunu ve bu kişinin (inancı ve dinsel pratiği doğru ya da yanlış olsun) vicdanına yapılan baskıdan muzdarip olduğunu kabul ediyorum. İç barışın ihlal edilmesi yanlış ve ilkel uygulamalara başvurulduğunda ortaya çıkabilir; ancak, öfke, kan, kırbaç, askı, hapis ve ölüm gibi silahlarla bu tip inanç ve uygulamaları yok etmek, engellemek ve bastırmak en saçma ve en yanlış yoldur. İnsanlar, ancak ruhların en kudretlisi olan Tanrı’nın gücünün başarabileceği, temiz olmayan ruhların arındırılmasına ve kendi kilisesinin itikadlerine karşı gelen kimselerin bu tutumlarından geri dönmelerine ikna edilmeye çalışılmaktadır. Bundan dolayı kasaba kargaşa içindedir ve ülke, kılıç ve silahla Tanrı ile dalga geçme ve boş inançların yarattığı sis bulutunu dağıtmak konularında alarm vermektedir. Halbuki bu konudaki tek ışık, insanların ruhlarında ve vicdanlarındaki bu tip sis ve karanlıkları ortadan kaldıracak doğruluk ve adaletin parıldayan ışığıdır. * Michael Palumbo (Ed.), Human Rights: Meaning and History, Malabar, FL: Robert E. Krieger Publ. Co., 1982. (Roger Williams, The Bloody Tenets of Persecution, Providence, R. I. 1867, pp. 38-39.) 138 LEON GAMBETTA: DEMOKRASİ VE ÖZGÜRLÜK ÜZERİNE (BELLEVILLE MANİFESTOSU), 1869 # Halkın egemenliğinden başka her hangi bir egemenliğin olmadığını düşünüyorum; ancak, bu egemenlik radikal bir biçimde özgür olmazsa, halk ve bu egemenliğin aracı olan genel oy kullanma hakkı hiçbir değer ifade etmez ve hiçbir yükümlülük taşımaz. Bu nedenle en acil reform genel oy kullanma hakkını her türlü vesayetten, baskıdan, boyunduruktan ve yozlaşmadan özgür kılmaktır. Bence genel oy kullanma hakkı, bir kere efendiyi belirledikten sonra, programınızda talep ettiğiniz her şeyi yerine getirmeye, bütün özgürlükleri ve kurmayı düşündüğümüz bütün kurumları oluşturmaya yeterli olabilir. Sizlerle aynı biçimde ben de demokrasinin beşiği olan Fransa’nın özgürlüğü, barışı, düzeni, adaleti, maddi refahı ve moral üstünlüğü, yalnızca Fransız Devrimi ilkelerinin muzafferiyeti ile öğrendiğini sanıyorum. Meşru ve vefalı bir demokrasinin en çok sayıda kişinin ahlaki ve maddi özgürlüğünü en kısa sürede ve kesin bir biçimde sağlamayı başaran ve kanun önünde, uygulamada ve geleneklerde sosyal eşitliği en iyi bir şekilde gerçekleştiren en faziletli siyasi sistem olduğu konusunda sizinle aynı fikirdeyim. Ancak, sizin gibi ben de, bu reformlarda gittikçe artan bir ilerlemenin mutlak bir şekilde siyasi rejim ve siyasi reformlara bağlı olduğunu ve bu konularda şekli yapının esas yapıyı içerdiğini ve belirlediğini farz ediyorum. Üstelik, atalarımızın işaret ettiği ve belirlediği ve onun ötesinde güven ve emniyetin söz konusu olmadığı engin ve kapsamlı slogan olan ‘eşitlik, özgürlük, kardeşlik’ ile belirlenen öncelik hakkı # J. Salwyn Schapiro, Liberalism-Its Meaning and History, London:1958. [Thomas C. Mendenhall and Others (eds.), The Quest for a Principle of Authority in Europe, 1715-Present (New York, 1948), p.360.] 139 ve sırası da budur. Bu nedenle karşılıklı olarak bir anlaşma içindeyiz. Size söz veriyorum: egemen halka sadık kalacağıma ve bu sözleşmeye uyacağıma yemin ediyorum. 140 LORD ACTON: ÇOĞUNLUĞUN İRADESİ ÜZERİNE, 1870 * Demokrasi, en az monarşi ve aristokrasi kadar, kendi varlığını sürdürmek için her şeyi feda etme, kralların ve asillerin ulaşamayacağı bir enerji ve akılcı davranışla çalışma, temsilin aşırı kullanılması, mukavemet gösteren tüm güçlerin def edilebilmesi ve halk oylaması ve referandum yoluyla çoğunluğun iradesini hakim kılma gibi konularda aşikar ve bilinen bazı güçlüklerle karşı karşıyadır. Hiç kimsenin halkın üzerinde güce sahip olamayacağı şeklindeki demokratik ilke hiç kimsenin onun gücünü engelleyemeyeceği ya da onun gücünden yakasını kurtaramayacağı şeklinde anlaşılmaktadır. Halkın istemediği şeyleri yapmaya zorlanamayacağı şeklindeki demokratik ilke onun beğenmediği şeylerin hoşgörüyü gerektirmediği şeklinde anlaşılmaktadır. Herkesin mümkün olduğu kadar payandalardan kurtulmuş özgür bireyler olması şeklindeki demokratik ilke, bir araya gelmiş insanların özgür iradesini hiçbir şeyin zincirleyemeyeceği şeklinde anlaşılmaktadır. Dini hoşgörü, yargı bağımsızlığı, merkezileşmeden korkma, kamu müdahalesinden korkma gibi öğeler, devletin merkezi güçlerin eline geçtiği zaman, birer garanti olmak yerine özgürlüğün önünde engel teşkil etmektedirler. Demokrasi, yukarıdaki otorite olmaksızın, yalnızca üstün olma iddiasında değildir; mutlaktır da ve aşağıdaki özgürlükler olmaksızın, bir vasi olmak yerine, kendi kendisinin efendisi olmak iddiasındadır. Dünyadaki eski egemenler, dalkavuk ve hilekar olan; ancak, kendilerine karşı direnmenin mümkün olmadığı ve hem Sezar’a hem de Tanrı’ya ait olan şeylerin kendilerine * E. K. Bramsted and K.J. Melhuish, Westerm Liberalism- A History in Documents From Locke to Croce, London: Longman, 1978. [John Emerich Edward Dalberg-Acton (Lord Acton), Sir Erskine May’s Democracy in Europe: in Essays on Freedom and Power, ed. Gertrude Himmelfarb. Glencoe, III, 1949, pp.159-63.] 141 verildiği yeni egemenlerle yer değiştirdiler. Başa çıkılacak düşman artık devletin kendisi değildir; bunun aksine, yönetilenlerin özgürlüğüdür. Sosyal düzenin ve sivil özgürlüklerin eski kavramlarının halk kitlelerine artık eski yararları dokunmaz. Servetler, halkın isteklerine gem vurulmadan artmaktadır. Bilginin artması ise onları acınılacak bir cahillik içerisinde bırakıyor. Din yaygınlaşmaktadır; ancak, onlara ulaşamamaktadır. Kanunları yalnızca üst sınıflarca yapılan toplum, fakirler için en iyi şeyin hiç doğmamak olduğunu, bundan sonraki en iyi ikinci şeyin ise çocukken ölmek olduğunu ya da yoksulluk, suç ve acı içinde yaşamak olduğunu ilan etmektedir. Zenginler servet birikimlerini artırmak için ne kadar uzun süre egemenliklerini kullanırlarsa, o ölçüde fakirlerin iktidara gelişini servetin dağıtılması için çevrilen entrikalar takip eder. Geçmiş dönemlerde eğitim, sağlık, tasarruf ve işçilerin korunması konularında çok az şeyin yapılmasında ve günümüzde bu konularda daha fazla şeyin başarılabilmiş olmasında büyük bir değişimin gerekliliği ve demokrasinin boş şeylerle uğraşmayacağı fikri rol oynamaktadır. Kitleler için özgürlük mutluluk değildir ve kurumlar amaç değil birer araçtırlar. Onların aradığı şey, rakip çıkarların ortaya koyduğu engelleri ve olumsuzlukları silip süpürmeye ve daha iyi koşulları oluşturmaya yetecek bir güçtür. Onlar, bundan önce büyük devletleri oluşturan, dinleri koruyan ve ulusların bağımsızlığını savunan güçlü elin, yaşamlarını sürdürmede ve insanların yaşamlarını sürdürmeye gerek duyacakları bazı şeylere doğuştan sahip olmalarını sağlamada yardımcı olmasını kastetmektedirler. Bu modern demokrasinin kötü şöhretli tehlikesidir. Aynı zamanda, amacı ve kuvvetli yönüdür. Bu tehdit edici güce karşı diğer despotları yıkıp geçen silahlardan yararlanılamamaktadır. Mutluluk ilkesi bunu doğrulamaktadır. Eşitlik ilkesi, iktidara uygulandığı kadar kolay bir şekilde mülkiyete uygulanamamasının yanı sıra ortak iradenin bağımsızlığına ve genel hukuk kurallarından muaf olan kişilerin veya grupların varlığına da 142 karşıdır ve otoritenin sözleşmeye bağlı olması ilkesi krala karşı iyi olanları desteklerken, sözleşme iki tarafı içerdiğinden, egemen halka karşı iyi olanları desteklemez. Demokrasinin yaygınlık arzeden kötü yönlerinden birisi çoğunluğun tiranlığıdır ya da daima çoğunluğun değil, güç veya hile ile seçimlerde başarı gösteren partinin tiranlığıdır. Bunu engellemek tehlikeye meydan vermemektir. Temsil sistemi tehlikeyi devam ettirir. Eşit olmayan seçmenlerin çoğunluğa güvence sağlamaya güçleri yoktur. Eşit olan seçmenler ise azınlıklara hiçbir şey sağlamazlar. Otuz beş yıl önce çarenin nispi temsil olduğuna işaret edildi. Diğer koşullarda devlette hiçbir söz hakkı olmayacak kitlelerin etkisini artırdığı için son derece demokratiktir ve hiçbir oyun israf olmamasını ve her seçmenin kendi fikrinden bir üyenin parlamentoya girmesine katkıda bulunmasını başararak adalete yakın bir durum oluşturur. Demokrasi üzerindeki tüm kontroller içinde federalizm en etkili ve en sevimli olanıdır; ancak, bürokratik cumhuriyetle, feodalizmle ve kölelikle birlikte anıldığında kötü bir şöhrete sahip olmakta ve merkezileşmeye yol açmaktadır. Federal sistem, kuvvetleri ayırarak ve hükümete yalnızca belirlenmiş bazı hakları vererek, egemen gücü sınırlamakta ve engellemektedir. Yalnızca çoğunluğun değil tüm halkın gücünü denetim altına almanın tek metodudur ve her gerçek demokraside özgürlüğün asıl teminatı olarak kurulan ikinci bir meclis için de güçlü bir temel oluşturur. 143 LORD ACTON: ÖZGÜRLÜK ÜZERİNE, 1877 # Özgürlük, dinle birlikte iyi bir tarzda hareket etmenin motiflerinden ve suçun yaygın bahanelerinden biri olmuştur ve 2460 yıl önce Atina’da atılan özgürlük tohumlarının olgunlaşmış ürünleri bizim neslimiz tarafından toplanmaktadır. Olgun bir medeniyetin nefis bir meyvesidir ve ulusların özgürlük kavramının anlamını öğrenmelerinden beri sadece bir yüzyıl geçmiştir. Her çağda özgürlük konusundaki ilerlemeler doğal düşmanları ile, batıl inanç ve cahillikle, fethetme hevesi ve rahatlığa düşkünlükle, güçlü insanların güce duydukları özlemle ve fakir insanların yiyeceğe duydukları şiddetli arzu ile kuşatılmakta ve yavaşlatılmaktadır. Uzun fasılalar boyunca, uluslar barbarlıktan ve yabancıların boyunduruğundan kurtarıldıklarında tamamen kesintiye uğramış ve var olmak için yapılan aralıksız mücadeleler, insanları politik anlayıştan ve çıkarlarından mahrum bırakarak, onları tatsız bir çorba için doğuştan gelen haklarını satmaları ve vazgeçtikleri hazine konusunda cahil olmaya aşırı istekli bir hale getirmektedir. Bütün zamanlarda özgürlüğün hakiki sevdalıları nadirdir ve zaferlerini kendilerininkinden daha farklı hedeflere sahip olan yandaşları ile birlikte örgütlü hale gelerek ayakta kalan azınlıklara borçludur. Her zaman son derece tehlikeli olan bu örgütlenmeler muhaliflere doğru bir muhalefet temeli sağlayarak ve başarı sırasındaki bozulmalar konusunda iyi niyetli ihtilaflara yol açarak zaman zaman felaket getiren bir niteliğe de sahip olmaktadırlar. Hiçbir engel süreklilik taşımaz ya da hiçbir engel gerçek özgürlüğün # E. K. Bramsted and K.J. Melhuish, Westerm Liberalism- A History in Documents From Locke to Croce, London: Longman, 1978. [John Emerich Edward Dalberg-Acton (Lord Acton), The history of Freedom in Antiquity. An Adress delivered to the members of the Bridgnorth Institute, 26 February 1877, Bridgnorth 1877] 144 doğasına tesir eden bozulma ve belirsizlik gibi başa çıkılamaz nitelikte değildir. Eğer düşmanca çıkarlar çok fazla zarara yol açarsa yanlış fikirler daha fazlasına yol açabilir ve onun ilerlemesi kanunlardaki iyileşmeler kadar bilgideki artışlardan kaynaklanır. Kurumların tarihi, sıklıkla, yanılgı ve hatalar tarihidir. Kurumların gücü üretilen fikirlere, onları muhafaza eden ruha dayalıdır ve öz kaybolduğunda şekil hala değişmeden kalabilmektedir. Özgürlük ile yetkililerin, çoğunluğun, geleneğin ve görüşlerin etkisine karşı her insanın görevi olduğuna inandığı şeyi yaparken korunması gerektiği konusundaki inanç ve cesareti kastediyorum. Devlet iyi ile kötü arasında bir çizgi çekmek ve vazifeleri tahsis etmek konusunda yetkilidir. Refahı için gerekli olan şeylerin ötesinde din, eğitim ve gelir ve servetin dağılımı ile ilgili faydalı etkileri teşvik ederek yaşam savaşına yalnızca dolaylı yoldan bir katkı sağlayabilir. Eski zamanlarda devlet kendisine ait olan yetkilerin dışındakileri de ele geçirmekte ve şahsi özgürlük alanına da müdahale etmekteydi. Orta çağda çok az yetkiye sahip oldu ve başkalarının kendi alanına müdahale etmesinden mustarip oldu. Modern devletler alışıldığı üzere her iki aşırı uca da girmektedirler. Bizim bir ülkenin gerçekten özgür olup olmadığını değerlendirirken kullandığımız en güvenilir test azınlıkların yararlandığı güvenlik miktarıdır. Günümüzde özgürlük ve iyi devletler birbirlerine engel teşkil etmemektedirler. Neden bir arada olduklarına dair mükemmel nedenler söz konusudur; ancak, muhakkak birlikte yer almaları da gerekmez. Özgürlük üstün bir politik amaç için bir vasıta değildir. Onun kendisi zaten en üstün politik amaçtır. İyi bir kamu yönetimi için değil, özel yaşamın ve sivil toplumun en üst düzeydeki hedeflerine ulaşmak için bir güvencedir. Devlette özgürlüğün artması bazen aleladeliği artırabilir ve tarafgirliğe hayatiyet kazandırabilir. Hatta faydalı yasaları geciktirebilir, savaş yeteneğini azaltabilir ve imparatorluğun sınırlarını daraltabilir. Maharetli bir 145 despotizm altındaki İngiltere ve İrlanda’da bir çok şey daha kötüye gittiyse de diğer bir kısım işlerin daha iyi bir şekilde yürütüldüğü ve Pompey ve Marius’un zamanında Senatoya göre Augustus ve Antoninus’un idaresinde Roma Devletinin daha parlak olduğu akla yakın bulunabilir. Asil bir ruh, ülkesinin güçlü ve müreffeh, ancak baskıcı olmasındansa fakir ve zayıf, ancak özgür olmasını tercih eder. Asya ve Avrupa’nın yarısını gölgeleyen görkemli otokrasilerin bir tebaası olmaktansa, dar sınırların ötesinde bir etkiye muhatap olmaksızın Alplerdeki mütevazı bir ülkenin bir vatandaşı olmak daha iyidir. Diğer taraftan özgürlüğün insanların yaşamaları için gerekli olan bütün şeylerin bir ikamesi ya da toplamı olmadığı da ileri sürülebilir. Realitede özgürlük sınırlara tabidir ve bu sınırlar değişkenlik göstermektedir. İleri medeniyetler, devletlere bir yandan vatandaşlarına daha fazla yük ve sınırlamalar getirme, ancak diğer yandan onların hak ve görevlerini artırma yetkisi vermektedirler. Yüksek düzeyde eğitimli ve maharetli bir topluluk kısa vadede tahammül edilemez nitelikte olan zorunlu yükümlülüklerden fayda temin edebilir. Liberal gelişme muğlak ve zamanı belirsiz değildir; ancak, halkın her hangi bir kısıtlamaya tabi olmadığı ve ortaya çıkacak avantajlardan yararlandığı bir noktaya ulaşılmasını amaçlar. Özgür bir ülke dinin ilerlemesinde, kötülüklerin önlenmesinde ya da acıların dindirilmesinde bireysel haklardan taviz vererek acil durumlarla karşı karşıya kalmaktan çekinmeyen, belirli ölçüde güçler birliği ilkesine dayanan ve ali siyasi amaçların üstün moral değerleri bir kenara itebildiği ülkelere göre daha az muktedir olabilir. Benim argümanım bu tip görüşlerle ihtilaf halinde değildir. Biz özgürlüğün etkileri ile değil neticeleri ile ilgileniyoruz. Ya kuvvetlerin ayrılığı yoluyla ya da bütün hükümetleri aşan bir otoriteyi gündeme getirerek keyfi hükümetleri kontrol altına alan etkenleri araştırıyoruz. Bu etkenler arasında büyük Grek filozoflarının hesaba katılacak bir iddiaları yoktur. Despotik idareye tabi olmaktan insanları kurtaranlar Stoistlerdir ve onların parlak ve üstün 146 görüşleri kadim devletleri Hıristiyan devletlerden ayıran darboğaza köprü kurdu ve özgürlüğe giden yolu açtı. Hiçbir ülkenin kanunları adil ya da ferasetli olmadığını ve halkın genel iradesinin ve ulusların hataya düşme eğiliminin fazla olduğunu görerek Stoistler bu dar engellerin ve toplumu ve insanların yaşamını düzenleyen prensiplere getirilen önemsiz müeyyidelerin ötesini araştırdılar. İnsanların iradesinin üstünde bir iradenin olduğunu ve Solon ve Lycurgus’un kanunlarından daha etkili olan kanunların olduğunu açığa çıkardılar. İyi bir devlet için tespit ettikleri ölçü kaynağını en üstün yasa koyucudan alan prensiplerle uyum içinde olmasıdır. Bizim itaat etmek zorunda olduğumuz, bütün sivil otoritelerin etkisini azaltmakla ve bütün dünyevi çıkarlardan fedakarlık etmekle yükümlü olduğumuz şey Tanrı’nın bütün uluslar, dünya ve cennet üzerindeki hükümranlığı ve doğasından kaynaklanan ve Tanrı’nın kendisi kadar ebedi ve mükemmel olan değişmez kanunlarıdır. 147 LYSANDER SPOONER: GROVER CLEVELAND’A MEKTUP#, 1885 * Beyefendi, sizin açılış konuşmanız muhtemelen son elli yıl içindeki ya da devletin kurulmasından beri her hangi bir başkanın nutku kadar dürüst, makul ve tutarlıdır. Bu nedenle nutkun yanlış, saçma, kendisiyle çelişen ve gülünç olsaydı, bence, bu seleflerinden şahsen daha az dürüst, makul ya da tutarlı olduğundan kaynaklanmayacaktı; tam tersine, bu durum senin tanımına göre ve neredeyse yüz yılı bulan bir yönetim tecrübesi dikkate alındığında tamamen ve aşikar bir şekilde hatalı, ve suçlu olan devletin kendisinden kaynaklanacaktı. Dolayısıyla ona atfettiğin övgülerde yanlış, saçma ve gülünç olacaktır. Bu nedenle, onu “bütün insanlara eşitlik ve tam adalet sağlamayı taahhüt eden bir devlet” olarak tanımlamaktasın. Bunun ne anlama geldiğini düşünmeyi bir kenara mı bıraktın? Tabii ki öyle yapmadın. Söylevinin geriye kalanının neredeyse tamamı onunla doğrudan çelişmektedir. O halde adaletin değişmez ve doğal bir ilke olduğunu ve her hangi bir insanın yapacağı, yapamayacağı ya da değiştirebileceği bir şey olmadığını sana hatırlatmak isterim. Bunun yanı sıra bilimin konusudur ve matematik ya da diğer her hangi bir bilim gibi öğrenilmesi gereklidir. Otoritesini, kendilerine ister devlet desinler isterse başka herhangi bir # Libertarian filozofların önde gelenlerinden biri olan Lysander Spooner, 1887 yılında ölümünden kısa bir süre önce ABD Başkanı Grover Cleveland’a oldukça sert üslupla bir mektup yazarak ABD anayasa ve hukuk sistemini eleştirdi. Spooner, devleti, insan haklarını ihlal eden bir kurum olarak ele almakta ve yazılarında devlet iktidarına ve tekeline karşı çıkmaktadır. * Henry J. Silverman, American Radical Thought- The Libertarian Tradition-, Lexington, MA: D. C. Heath and Co., 1970. S.109-111. 148 şey, insanların bir araya geldiği her hangi bir grubun emirlerinden, iradesinden ya da takdir yetkisinden almaz. Bütün zamanlarda ve her yerde en üstün kanundur. Her yerde ve üstün kanun olması nedeniyle ister istemez her yerde olmalıdır ve her zaman tek kanun olmalıdır. Kendilerini bu şekilde adlandıran meclis üyeleri ona ne hiçbir katkıda bulunurlar ne de ondan her hangi bir şeyi çekip alabilirler. Bu nedenle onların adlandırdığı şekliyle çıkardıkları tüm kanunlar yani kendilerinin yaptıkları kanunlar, hiçbir otorite ve yükümlülük özelliği taşımayacaklardır. Onları kanun olarak adlandırmak yanlıştır, zira onlarda insanların yapması gereken vazife ve haklarla ilgili ya da vazife ve hakları konusunda onları aydınlatma ile ilgili her hangi bir şey bulunmaz. Sonuçta onlarda bağlayıcılık taşıyan ya da zorunluluk gerektiren bir şey yoktur. Ve hiç kimse onları ayakları altına almaksızın onların en küçük bir uyarısında bile kendisini mecbur hissetmez. Eğer insanlara adaletli olmaları emredilirse insanların adaleti yerine getirme yükümlülüklerine ya da her hangi bir kişinin adaleti uygulama hakkına hiçbir şey ilave edemezler. Bu nedenle onlar sadece aylak boş bir rüzgar gibidirler... Eğer her hangi bir kişiye adil olmaması yönünde emir verirlerse veya buna yetkilendirirlerse tam anlamıyla bir suç işlerler. Adaletin ondan yapmasını talep etmediği her hangi bir şeyi bir kişiye emrederlerse onlar bayağı ve adi birer gasıp ve zalimdirler. Adaletin yapmasına izin verdiği her hangi bir şeyi bir kişinin yapmasını yasaklarlarsa o kişinin doğal ve hak sahibi olduğu özgürlüğe saldıran birer mücrimdirler. Bu nedenle otorite ve yükümlülük benzeri her şeyden tamamen yoksundurlar. Bunların hepsi, ister istemez, ya tiranların, hırsızların ve katillerin arsız bir şekilde, hile ile ve suç işleyerek zorla el koydukları şeylerdir ya da ne yaptıklarının farkında olmayan veya bilmeyen cahil ya da düşüncesiz insanların anlamsız işleridir. 149 Adalet ya da doğal hukuk ilmi, her bir insanın, insanların tümüne ya da her hangi birine karşı doğal, tabii ve devralınamaz bireysel haklarının ne olduğunu ve ne olmadığını bize söyleyen tek ilimdir. Her hangi bir insana ya da insanların tümüne, diğer insanların uygun gördükleri tüm kanunlara ya da kanunlardan her hangi birine itaat etmeleri için insanları zorlayabileceklerini söylemek; onun kendisine ait hiçbir hakkının olmadığını; tam tersine, onların bendesi, kölesi ve malı olduğunu söylemektir. Burada gösterilen gerekçeler nedeniyle adaletin ya da doğal kanunların idamesi hiçbir zorlayıcı gücün ya da devlet sıfatını taşıyan her hangi bir şeyin var olma hakkının olmadığı bir durumda söz konusu olabilir. Meclis üyelerinin, fertlerin haklarını tespit eden, kararlaştıran veya her hangi bir şekilde fertler üzerinde otoriter ya da zorlayıcı nitelikteki her hangi bir kanunu yapabileceklerini veya icad edebileceklerini söylemek ya da fertlerin matematik, kimya psikoloji veya diğer sosyal bilimlere eylemlerini uydurmaları yerine bu eylemlerini kanunlara uygun bir hale getirmek için fertlerin itaat etmeye zorlanabileceğini söylemek; gerçekte yanlış, saçma ve gülünçtür. Meclis üyeleri çıkaracakları kanunlar ile yerçekimi kanununu, ışık, ısı ve elektrik ile ilgili doğal kanunları ve madde ve mana ile ilgili diğer tüm doğal kanunları yürürlükten kaldırma hakkına sahip olduklarını iddia edebilirler. Adaletle ilgili doğal kanunun yerine başka kanun ikame etme hakkına sahip olduklarını iddia ettikleri gibi doğal kanunların yerine kendi yaptıkları kanunları geçirebilirler, onlara uyulmasını zorunlu kılabilirler ve bu tip kanunlara itaat etmeye herkesi zorlayabilirler. Kanun yapıcı denilen meclis üyeleri kendilerinin yaptığı her hangi bir kanunla “her kese eşit ve tam adaleti” nasıl sağlayacaklarını tahayyül edelim. Eğer onların kanunları 150 adaletin dışında hiçbir şeyi emretmiyorsa ve adaletsizliğin dışında hiçbir şeyi yasaklamıyorsa onların kendileri adil değildir ve kabahatlidir. Eğer onlar sadece adaleti emrediyor ve adaletsizliği yasaklıyorlarsa adaletin doğal otoritesine ve insanların adalete itaat etmesi yükümlülüğüne hiçbir şey eklememektedirler. Bu nedenle, emirlerinin hiçbir otoriteye sahip olmadığını iddia etmek sadece basit bir küstahlık ve tamamen bir yüzsüzlüktür. Emirlerinin adaletin ne olup ne olmadığını insanlara öğretmek için gerekli olduğunu varsaymak da büyük bir küstahlıktır. Adalet ilmi diğer insanların kendi kendilerine öğrenebilecekleri kadar açık bir ilimdir ve genelde son derece basittir ve öğrenmesi kolaydır ve onun öğrenilmesi için her hangi bir kişinin ve grubun onu öğretmesine, bildirmesine ve emretmesine ihtiyaç yoktur. Bu nedenlerle son doksan sekiz yıl içinde kırk sekiz farklı meclis tarafından çıkarılmaya cüret edilen her kanun meşru otoriteden tamamen yoksundurlar. Başka bir deyişle, bu kanunların tümü adaletin insanlara yasakladığı şeyleri yapmaya izin vererek ve emrederek ya da adaletin insanların yapmasına izin verdiği şeyleri insanların yapmasını yasaklayarak ya hata içindedirler veya insanların adalet bilgilerine hiçbir şey eklemediklerinden ya da adil davranma veya adaletsizlikten kaçınma yükümlülüklerine bir katkıda bulunmadıklarından gereksizdirler. O halde, uzun yıllardır, adaletin ve bütün insanların doğal, tabii ve devredilemez haklarının ihlal edilmesinde insanların yürürlüğe koyduğu, ilan ettiği ve zor kullanarak uyguladığı cahil, mantıksız, küstah ve hatalı kanunlar külliyatını halka tatbik etme teşebbüsünde bulunmanı mazur gösterecek ne olabilir? Beyefendi, her hangi bir devlet rasyonel, tutarlı ve dürüst bir devlet ise her kişinin haklı olarak itaat etmeye zorlanabileceği türden bazı temel, devredilemez ve ebedi ilkelere dayanmak zorundadır. Ve devletin bütün gücü bu tek ilkenin idamesini sağlamak ile sınırlı olmalıdır. Bu ilke adalettir. Her hangi bir 151 insanın hak sahibi olarak diğer insanlara zorla uygulayabileceği veya kendisine karşı zor kullanılarak uygulanmasına rıza gösterebileceği başka bir ilke yoktur. Bu ilkenin başkalarına da uygulanmasını istesin ya da istemesin herkes bu ilkenin kendisi açısından korunmasını talep eder. Yine de bu durum, kendi özgürlüğü ve malı söz konusu olduğunda yaşamını bile tehlikeye atan insanların diğer insanların şahsı ya da malvarlıkları üzerinde keyfi bir güç elde ettiklerinde bu ilkeyi son derece ahlaksız bir şekilde ihlal etmeleri insan doğasının bir tutarsızlığıdır. Bu ülkede bu gerçeğe özellikle son yüzyıllık sürede olmak üzere, bütün ülke tarihinde ve en çok dikkati çeken şahısların durumlarında şahit olmaktayız. Ve bunların gösterdikleri misaller ve etkiler devletin bütün karakterini ifsat etmekte kullanılmaktadır. ... Daha önce birer fert olarak yapamadıkları halde ittifak yaparak ve kendilerini devlet olarak adlandırarak hiçbir grubun diğer insanların belirli haklarını ve mallarını ele geçiremeyeceği aşikardır. Fert olarak böyle yapmak konusunda hiçbir hakka sahip olmadığı halde kendilerini devlet olarak sıfatlandıran her hangi bir grup, ne zamanki diğer insanlara ya da onların mallarına bir şeyler yapar; işte o zaman, onların eylemlerinin niteliğine göre kendilerini mütecaviz, hırsız ya da katil olarak ilan etmiş olurlar. Birer fert olarak insanlar başkalarını bu adalet kanununa itaat etmeleri için zorlayabilirler. Bu, dostları tarafından herhangi bir insanın adalete uygun bir şekilde itaat etmeye zorlanabileceği tek kanundur. Diğer bütün kanunlara göre bu kanuna uymak herkesin tercihine bağlıdır ve zorunlu değildir. Ancak, adalet kanununa insanlar adalete uygun bir şekilde itaate zorlanabilirler ve insanları zorlamak için gerekli olan akla uygun bütün kuvvetler insanlara karşı, haklı olarak, kullanılabilirler. Bununla birlikte, adaletin insanlara yapmasını yasaklamadığı her hangi bir şeyi ve her şeyi yapma hakkı her insanın doğal, 152 tabii ve devredilemez hakkıdır. Bu, az veya çok olsunlar, başkalarına karşı insanların sahip oldukları haktır. Bu her insanın en üst düzeyde mutluluğa ve bu mutluluğu neyin artıracağını ve neyin artırmayacağını belirleme ve muhakeme etme gücüne sahip olması için gerekli olan, onsuz olmaz hakkıdır. Bu hakkın kullanılması ile ilgili her hangi bir kısıtlama kişinin kendi mutluluğunu sağlaması için gerekli olan güce getirilen bir kısıtlamadır. Beyefendi, bu doğal, tabii, devredilemez bireysel haklar kutsal şeylerdir. Onlar biricik insan haklarıdır. Onlar, bir kişinin kendisinden almaya niyetlenen her hangi bir kişiye karşı malını, özgürlüğünü ve canını koruyabileceği biricik haklardır. Bu nedenle neredeyse tüm ülkelerde yapmaya alıştıkları gibi kendilerine devlet yaftası yapıştıran kalın kafalı ya da hain kişiler grubu tarafından adalete uygun bir şekilde kendilerine aktaracakları ve keyiflerine göre kullanabilecekleri şeyler değildir. 153 AUBERON HERBERT: ÖZGÜR YAŞAM VE VOLUNTARİZMİN İLKELERİ, 1885 * İnsanın Kendisinin Efendisi Olması Kendi Aklının, Bedeninin ve Mülkiyetinin Efendisi Olmasıdır Biz, voluntaristler kendisine ait hakların alanı içinde yaşayan, diğer insanlarla olan münasebetlerinde sahtekarlığı ya da gücü kullanarak diğer insanlara karşı ilk saldırıya geçen kişi olmayan her bireyin sahip olduğu mülkiyetin ve yeteneklerin tek ve gerçek sahibi olduğu gerçeğini samimi bir şekilde kabul etmeden gerçek ilerlemenin sağlanamayacağına inanırız. Bizler bireylerin yalnızca kendi yeteneklerinin değil, bunun yanı sıra mülkiyetlerinin de gerçek sahibi olduklarını iddia ederiz; zira, mülkiyet doğrudan ya da dolaylı olarak kabiliyetlerin bir ürünüdür, kabiliyetlerden ayrılamaz ve bu nedenle aynı ahlaki temele dayanmak ve kabiliyetlerde olduğu gibi aynı ahlaki kurallara uymak zorundadır. Kendi fiziki varlığımızın ve melekelerimizin şahsi mülkiyeti zorunlu olarak mülkiyetin sahipliğini de şahsileştirir. Mülkiyet yetenekler tarafından yaratıldığı için kendi yeteneklerinin sahibi olarak bireylerden ve aynı zamanda eğer mülkiyet hak ederek elde eden kişilerden miras olarak kalmışsa ya da hak ederek elde edilmişse (hak ederek elde etmekten hile ya da güç kullanmaksızın elde etmek kastedilmektedir) mülkiyeti üzerindeki haklarını kamil bir şekilde kullanmaktan uzak tutulmasından bahsetmek boş bir şeydir ve yalnızca bir hayaldir. Kendi Rızası Olmaksızın Saldırgan Olmayan ve Barışçıl Hiçbir Vatandaş Başkalarının Kontrolü Altına Sokulamaz * Auberon Herbert, The Right and Wrong of Compulsion By the State, And Other Essays, Indianapolis, Liberty Classics, 1978.s.369-372. 154 Toplumun tek meşru temelinin kişisel mülkiyet hakkının samimi bir şekilde kabul edilmesi, yani başkalarının benzer evrensel haklarına sürekli olarak saygı göstererek kendi mülkiyeti, bedeni ve aklı üzerinde kendisinin tercih ettiği bireysel idare ve kontrol haklarına sahip olduğunun tasdik edilmesi olduğunu kabul ediyoruz. Kendisine ait olan haklar alanı içerisinde yaşadığı, başkalarının haklarına saygılı olduğu ve hile ya da güç kullanarak komşularının mülkiyetine ya da şahıslarına saldırmadığı sürece kendi rızası olmaksızın başkalarının iradesi ya da kontrolüne tabi tutulamayacağını ve diğer kişilerin gücü kullanılarak her hangi bir hizmeti yerine getirmek için, her hangi bir bağışta bulunması için ve kendi düşüncesi ya da arzularının aksi yönde davranması ya da davranmaması için her hangi bir kamusal gerekçe ile zorlanamayacağını kabul ediyoruz. ... Hükümet Gibi Temsili Bir Organın Ahlaki Hakları Kendi Gücünü Ona Devreden Bireylerin Ahlaki Haklarından Asla Daha Büyük Olamaz. Güç Asla Saldırgan Amaçlar İçin Kullanılamaz, Yalnızca Savunma Amacıyla Kullanılabilir Doğa bireysel mülkiyetin ve bireysel rehberliğin yanındadır. Her kadın ve her erkeğe bireysel olarak ayrı, tam ve mükemmel bir bireysel rehberlik-yönetmek için akıl ve bu idare altında eylemde bulunmak için bir vücut- doğa tarafından bağışlandığını görüyoruz. Büyük bir ahlaki gerçek olduğu kadar büyük bir doğal olay olarak ve bütün olayların ve gerçeklerin en büyüğü olarak her insanın kendi vücuduna ve aklına sahip olduğunu ve bu nedenle başkalarının vücut ve aklına sahip olamayacaklarını kabul ediyoruz. Bir insanın ahlaki açıdan yapamayacağı şeyin bir milyon insan tarafından da ahlaki açıdan yapılamayacağını kabul ediyoruz. Devletler, kendilerinin rahatını sağlamak için bir ulusun bireyleri tarafından yaratılan makinelerdir ve bu nedenle yetkilerini onlara devreden bireylerden daha fazla her hangi bir ahlaki gerekçeye ve hatta kuvvet kullanmada daha fazla ahlaki gerekçeye sahip olamazlar. Kendisinin efendisi olarak bir 155 bireyin gerekirse güç ve hileye karşı güç ile kendi mülkiyetini ve bireysel varlığını savunmaya ahlaki açıdan hakkı olduğunu; ancak, bunun dışında her hangi bir nedenle güç kullanmasını haklı gösteremeyeceğini makul ve mantıklı buluyoruz. Ahlaki açıdan kendi çıkarlarını daha da artırmak için, kendi düşüncelerinin desteklenmesi veya başka bir nedenle kuvvet kullanmaya hakkı yoktur. ... İnsanların aynı anda hem kendilerinin hem de başkalarının efendisi olmaları mümkün değildir. Bireysel mülkiyet, başkalarının efendisi olan insanların da aynı anda efendilerinin olmalarına olanak tanımaz. Eğer bizler kendimizin efendileriysek ne bir birey, ne bir çoğunluk ve ne de bir devlet diğer insanların efendisi olma hakkına sahip olabilir. Voluntarizm ne demektir birkaç kelime ile özetleyelim: Voluntarizm farklılıkların uzlaşmasıdır. Özgürlük, barış ve kardeşlik sistemidir. Voluntarizmde devlet yalnızca gücü defetmek-bireyleri korumak ve hile ve güç karşısında bireylerin mülkiyetini korumak- için güç kullanabilir; devlet asla özgürlükle ilgili haklara saldırmaz; bilakis, onları korur. Devlet hiçbir mezhebin yanında yer almaz ve hiçbir hizbe ait değildir. Hiçbir kişiye baskı yapmaz ve bireysel mülkiyeti korumak dışında hiç kimseyi kısıtlamaz. İnsanların bir kısmının diğerleri üzerinde görüşlerini ya da çıkarlarını zorla kabul ettirmelerini reddeder. Her hangi bir ahlaki düşünce için ahlaki olmayan bir yolla mücadele edilmesini reddeder. Hiçbir kişiyi hizmette bulunmaya zorlamaz, hiçbir malı müsadere etmez ve hiçbir şekilde zorunlu ödeme talep etmez. 156 Devlet gücünü bireysel hakların üstüne çıkaran her hangi bir ülkenin aracı olmayı reddeder. Bütün imtiyazlara, tekellere ve kısıtlamalara karşıdır ve özgür bir dünyada insanları kendi hayatlarını kendilerinin şekillendirmesinde serbest bırakır. Güç kullanarak kurtarmanın bütün şekillerine karşıdır. Büyük miktardaki tutarların devlet makinesinin büyük gücünün oluşturulmasında ve güç kullanarak yönetmede yıllık olarak tüketildiğine inanır. İnsanların yetenekleri bütün dünyada özgür bırakılırsa, insanlar vergi yükü ve resmi müdahalelerden azat edilirse ve insanlar birbirlerine karşı güç için mücadele etmemeyi öğrenirlerse hasedin, gereksiz mücadelenin ve nefretin olmadığı yeni bir barış, kardeşlik ve refah dünyasının oluşacağına inanır. 157 THOMAS HILL GREEN: LİBERAL YASAMA VE SÖZLEŞME ÖZGÜRLÜĞÜ ÜZERİNE, 1911 * Muhtemelen hepimiz özgürlüğün bütün iyiliklerin en büyüğü ve özgürlüğü elde etmenin birer vatandaş olarak bütün çabalarımızın gerçek amacı olduğu konusunda aynı fikirdeyiz. Özgürlükten sadece zorlama ve kısıtlamalardan kurtulmayı kastetmiyoruz. Bir kişi ya da bir grup insanın diğer insanların kaybı pahasına faydalandığı özgürlükten de bahsetmiyoruz. Çok değerli bir şey olarak özgürlükten bahsederken pozitif bir yapma ve faydalanma kapasite ve gücü ile diğer insanlarla ortaklaşa yapılan ve faydalanılan bir şeyleri kastediyoruz. Özgürlük ile dostlarının sağladığı güvenlik ve destek vasıtasıyla herkesin icra ettiği ve bunun karşılığında onları emniyet altına almak için onlara yardım etmede kullandığı bir gücü kastediyoruz.... Gönüllü olarak değil de zorlama ile harekete geçen insanlar arasında özgürlükten bahsedilemese de sadece zorlamanın ortadan kaldırılması ve sadece, bir insana dilediğini yapabilme imkanının verilmesi gerçek özgürlüğe özde hiçbir katkı sağlamaz. Bir anlamda, hiçbir kişi göçebe bir vahşi kadar dilediği şeyleri yapabilme imkanına sahip değildir. Onun bir efendisi yoktur. Kimse de ona hayır demez. Ancak biz onu gerçekten özgür sayamayız, zira vahşi özgürlük güçlü değil, zayıftır. Vahşilerin soylu olanlarının gerçek gücü kanuna itaat eden bir devletin aciz bir vatandaşının gücü ile kıyas bile edilemez. O insanların kölesi değildir ama doğanın kölesidir. Toplum tarafından konulan hiçbir sınırlama henüz söz konusu değilse de doğal gereksinimlerin ortaya çıkardığı zorlamalar sayesinde sayısız tecrübeye sahiptir. ... * E. K. Bramsted and K.J. Melhuish, Westerm Liberalism- A History in Documents From Locke to Croce, London: Longman, 1978. S. 662-669. 158 Toplumsal gayretlerin amacını oluşturan gerçek özgürlüğün aslında ne olduğu izah edilecekse sözleşme özgürlüğüne bakılması gereklidir. Kişilerin diledikleri şekillerde bu özgürlüğe sahip olmaları ise bir amaca hizmet ettiğinde değerlidir. Bu amaç benim pozitif anlamda özgürlük dediğim şeydir. Başka bir deyişle, ortak bir yarar için eşit bir katkıda bulunan bütün insanların güçlerinin serbest bırakılması. Hiçbir kişi bu amacı ihlal edecek bir şekilde dilediği şeyleri yapma hakkına sahip değildir. ...Bir kişinin sahip olduğu özgürlüğün başkalarına ait olan özgürlüklere zarar vermediği sürece herkes kendisine ait olan mal ve mülkün serbestçe kullanımını ve tasarrufunu başkalarına da sağlamada çıkara sahiptir. Zira bu özgürlük herkes için en iyi durum olan bütün insanların yeteneklerinin eşit bir biçimde gelişmesine katkıda bulunur. Bu ise mülkiyet hakkının tek ve gerçek mazeretidir. ...Mülkiyet kurumu yalnızca bütün insanların sosyal kapasitelerini serbestçe kullanmalarının bir aracı olarak savunulabilir. Bir grup insanın sosyal kapasitelerini serbestçe kullanmalarını tamamen engelleyen gerçek bir mülkiyet hakkı söz konusu olamaz. Köleleştirilen kişi açısından gönüllü bir anlaşmanın dışında meydana gelen köleliği sadece kınıyoruz. Her hangi bir kişinin diğer bir kişinin kölesi olmasını kabul ettiği bir anlaşma hükümsüz bir sözleşmedir. Bu nedenle burada hepimizin haklı bulacağı bir şekilde sözleşme hürriyetine getirilen bir kısıtlama vardır. İster gönüllü olsun isterse gönülsüz insanlara mal muamelesi yapan hiçbir sözleşme geçerli değildir. Zira, bu tip sözleşmeye duyulan ihtiyaç toplumun bütün sözleşmelere icbar ettiği amacı ortadan kaldırmaktadır. Bu tip bir itiraza maruz kalabilecek başka hiçbir sözleşme yok mudur? İlk olarak işçileri etkileyen sözleşmeleri dikkate alalım. Ekonomistlerin bize söylediğine göre emek diğer mallar gibi mübadele edilebilir bir maldır. Bu belirli ölçüde doğrudur; ancak, insanların şahsına bağlı bir maldır. Bu nedenle, bu malı satan kişinin toplumsal faydaya bir daha bir şekilde katkıda bulunmasını imkansız kılan koşullar altında 159 emeğin satılmasını engellemek için diğer durumlarda gereksiz olan kısıtlamalar bu malın satılmasında söz konusu olabilir. Bu durum, havalandırmanın bulunmadığı bir fabrika gibi sağlığa zararlı koşullar altında çalışma için pazarlık yapan bir kişinin durumunda açıkça görülebilir. Fertlerin sağlığına zarar veren her şey kamuya da zarar verir. ...Bu nedenle toplum, fabrikalar, işyerleri ve madenlerle ilgili sıhhi düzenlemeler için kanunlarımız tarafından getirilen kısıtlamalarda olduğu gibi, emeğin satılması ile alakalı sözleşme özgürlüğüne kısıtlama getirdiğinde de haklıdır. Belirli saatlerin dışında genç şahısların ve kadınların çalışmasını yasaklamakta da haklıdır. Bu saatlerin dışında çalışırlarsa bedensel açıdan daha kötü bir durumla karşı karşıya kalırlar ve bu da toplumun moral güçlerinde bir azalmaya neden olur. Sivil toplumun ulaşmaya çalıştığı bir hedef olan toplum üyelerinin kendileri için en iyi olanı yapma özgürlüğü için toplumun ihtiyatlı sesi olan kanunlar yoluyla bu tip bir sonucu elde edecek bir tarz ile bu tip bütün hizmet sözleşmelerine bir kısıtlama getirilebilir. Aynı ilke çerçevesinde sıhhi olmayan konutların satın alınması ya da kiralanması da uygun bir şekilde yasaklanabilir. Bu ilkenin zorunlu eğitime uygulanmasında böyle bir belirlilik olmayabilir; ancak, bu ilkenin bu alanda da yansıması olabilir. Bazı temel sanat ve bilgilere sahip olmadan modern toplumdaki bir fert vücudunun bir parçasını kırmış ya da bir organını kaybetmiş gibi özürlüdür. Kendi yeteneklerini geliştirmek açısından özgür değildir. 160 JOHN MAYNARD KEYNES: LİBERALİZM VE DEVLET MÜDAHALESİ, 1926 * Laissez faire ilkesinin üzerinde kurulduğu metafizik ve genel ilkelerin temelini açıklığa kavuşturalım. Bireylerin ekonomik faaliyetlerinde sıkı kurallar koyan bir ‘doğal özgürlüğe’ sahip oldukları doğru değildir. Kişilere aynı hakları veren bir sözleşme de söz konusu değildir. Dünya, özel ve toplumsal çıkarların her zaman uyumlu olduğu bir göksel idare ile yönetilmemektedir. Bu çıkarların pratikte de uyumlu olmasını sağlayacak bir yönetime de sahip değiliz. Ne kişisel çıkarların her zaman kamu yararı yönünde faaliyet göstereceği şeklindeki görüş ekonomi ilkelerinden yapılan doğru bir tümdengelimdir ne de kişisel çıkarların genelde iyiye yönelttiği doğrudur. Kendi kişisel amaçlarını gerçekleştirmek için faaliyette bulunan bireyler bu amaçlarını gerçekleştirmek için bile çok zayıf ve çok bilgisizdirler. Tecrübeler bireylerin sosyal bir birim oluşturduklarında ayrı ayrı hareket ettikleri zamankinden daha az basiretli olacaklarını göstermemektedir. Bu nedenle konuyu soyut bir temele oturtamayız; tam aksine, Burke’ün yasamanın en son problemlerinden birisi olarak adlandırdığı şeyi, yani devletin hangi alanlarda kendisini kamunun dirayetinin yönlendireceğini ve hangi alanlarda mümkün olan en düşük bir seviyede bireysel müdahaleye açık bir hale getireceğini belirleme konusunu ayrıntılarıyla ele almak zorundayız. Bentham’ın unutulan ancak faydalı terminolojisinde yapılması gereken ve gerekmeyen işler olarak adlandırdığı şeyler arasında, Bentham’ın müdahalenin genel olarak lüzumsuz ve zararlı bir şey olduğu yolundaki temel varsayımını dikkate almaksızın, bir ayırım yapmak zorundayız. Bu noktada ekonomistlerin temel görevi devletin * E. K. Bramsted and K.J. Melhuish, Westerm Liberalism- A History in Documents From Locke to Croce, London: Longman, 1978. [J. M. Keynes, Essays in Persuasion, (1931), London 1947, pp.339-45] 161 yapmakla görevli olduğu işlerle diğerleri arasında yeniden bir ayırım yapmaktır. Siyasilerin temel görevi ise devletin yapması gereken işleri gerçekleştirebilecek bir demokraside hükümet şekillerini tasarlamaktır. Ne söylemek istediğimi iki örnekle açıklamak istiyorum: (1) Bir çok durumda kontrol birimleri ve örgütlerin ideal hacminin birey ile modern devletin arasında bir yerlerde olduğuna inanıyorum. Dolayısıyla ilerlemenin büyümede ve devletin içinde yer alan yarı-otonom organların tanınmasında yattığını savunuyorum. Bu organların faaliyette bulunmalarının ölçütü yalnızca kamusal mal ve hizmet üretimi olmalıdır, ...kendi faaliyet alanları içinde temelde özerk olmalıdırlar; ancak, son aşamada parlamento ile ifadesini bulan demokratik egemenliğe tabi olmalıdırlar. Ortaçağa ait ayrı özerk birimler kavramına geri dönmeyi öneriyorum. ...Mevcut olanlardan benim önerdiğim modele uygun olan ya da yaklaşan örnekler vermek zor değil. Mesela, üniversiteler, İngiltere Bankası, Londra Liman İdaresi ve hatta Demiryolu Şirketi. Almanya’da da şüphesiz benzer örnekler vardır. Ancak bunlardan daha da önemlisi, belirli bir yaş ve büyüklüğe ulaştıklarında özel sektör işletmelerinin yerine kamu kuruluşlarının statülerine uyum sağlama yönünde anonim şirketlerin gösterdikleri eğilimdir. Son zamanlardaki en önemli ve dikkatlerden kaçmayan gelişmelerden biri büyük işletmelerin sosyalizasyonu yönündeki eğilimidir. Bu durum büyük bir demiryolu işletmesi ya da elektrik işletmesi gibi büyük kurumlarda görülmektedir, ama bunların yanı sıra büyük bir banka ya da sigorta kuruluşunda da görülmektedir. Bu kuruluşlarda sermaye sahipleri yani hissedarlar kendilerini tamamen yöneticilerden ayırmışlardır. Böyle bir durumda yöneticilerin daha fazla kar elde etmedeki şahsi çıkarları ikincil konuma inmiştir. Bu aşamaya ulaşıldığı zaman kurumun genel istikrarı ve itibarı hissedarların elde edeceği kara göre daha fazla göz önüne alınmaktadır. 162 Hissedarlar eskiden olduğu gibi uygun kar payları ile tatmin edilmelidirler; ancak, bu bir kere sağlandıktan sonra yöneticilerin ilgileri kamuoyu ve müşterilerden gelecek eleştirileri bertaraf etmeyi kapsamaktadır. Bu durum, özellikle büyük hacimleri ya da yarı monopolcü durumlarının kamuoyunun gözünde kendilerini incinebilir ve kamuoyundan gelebilecek saldırılara açık bir hale getirdiği durumlar için geçerlidir. Kurum bazında bu eğilime verilebilecek aşırı bir örnek İngiltere Bankası’dır. Krallıkta hissedarları yerine politikaları üzerinde karar verirken daha az düşünen Banka yöneticilerinden başka hiçbir grubun olmadığını söylemek hemen hemen doğrudur. Geleneksel kar paylarının ötesinde kalan hakları sıfıra yakındır. Ancak aynı şey diğer büyük kurumlar için de kısmen doğrudur. Zaman ilerledikçe kendilerini sosyalize etmektedirler. Bunun saf bir kazanç olduğuna dikkat ediniz. Aynı nedenler muhafazakarlığı ve işletmelerin zayıflamasını teşvik etmektedir. Gerçekte, bu olaylarda devlet sosyalizminin hem avantajlarına hem de hatalarına sahibiz. Yine de burada doğal bir evrim çizgisi görmekteyiz. Sınırsız özel sektör karına karşı sürdürülen sosyalizm mücadelesi gün geçtikçe başarı kazanmaktadır. Belirli alanlarda artık bazı problemler söz konusu değildir. Örneğin, önemli politik problemler artık eskisi kadar önemli değildir ve demiryollarının millileştirilmesi gibi Büyük Britanya’nın ekonomik hayatının yeniden yapılandırılmasında konu dışıdır. Elektrik ve su gibi genel hizmet birimleri ile büyük bir sabit sermayeyi gerektiren diğer işlerde hala belirli ölçüde kamulaştırmaya ihtiyaç vardır. Ancak, bu kamulaştırmanın şekli konusunda zihinlerimizi esnek tutmalıyız. Zamanın doğal eğilimlerinin bütün avantajlarını kullanmalı ve devlet bakanlarının doğrudan sorumlu olduğu merkezi hükümetin organları yerine yarı özerk kurumları tercih etmeliyiz. Ben devlet sosyalizmi doktrinini insanların fedakarane his ve çabalarını toplumun hizmetine sunmaya çabaladığı, laissez 163 faire’den insanları uzaklaştırdığı, bir milyon sahibi olma doğal özgürlüğünden insanları engellediği ya da cüretkar deneyimler için cesaretlendirdiği için eleştirmiyorum. Bütün bunlar eleştiriyi, basireti ve teknik bilgiyi gerektirir. İkinci olarak, bencil olmayan ve alelade insanları seven bir ruh yapısına ihtiyaç duyar. Üçüncü olarak, hoşgörü, geniş yüreklilik, farklılığın faziletinin kabulünü ve yukarıdakilerin hepsinden öte ulvi gayelere ve istisnai durumlara fırsat vermeyi tercih eden bir bağımsızlığı gerektirir. İkinci madde proleter sınıfının sahip olduğu en önemli özelliktir. Ancak, birinci ve üçüncü maddeler eskiden beri gelen etkiler ve gelenekler nedeniyle ekonomik ferdiyetçiliğin ve sosyal özgürlüğün vatanı olan topluluğun niteliklerini gerektirir. 164 OTTO VON BISMARCK: İŞÇİLERİ KORUMAYA YÖNELİK DEVLET MÜDAHALESİ, 1929 * Bakan Richter, ilgili alanlarda devletin yapacağı şeylerdeki sorumluluğuna dikkati çekmektedir. Centilmenler, devletin yapmadığı şeylerden de sorumlu olduğu kanısını da taşıyorum. “Laisser faire, laisser aller”, Manchesterizm, “ayağını yorganına göre uzat”, “herkesin yararı kendine şeytanınki en geride kalana” görüşlerinin devlette, özellikle monarşik, ataerkil bir devlette uygulanabilir olduğunu sanmıyorum. Tam tersine zayıfların korunması için devletin yaptığı müdahaleleri ayıplayanların, sahip oldukları güç ile sömürdüklerinden, kapitalist olduklarından, belagat yaptıklarından, olmaları gerektiği gibi olduklarından, taraftarlarından yararlandıklarından, başkalarını baskı altına aldıklarından, partinin hükümranlığını oluşturduklarından ve bu anlayışları her hangi bir kamu müdahalesiyle alt üst olur olmaz rahatsız olduklarından şüphelenilmesi gereken kişiler olduklarına inanıyorum. * J. Salwyn Schapiro, Liberalism-Its Meaning and History, London:1958. [Book for History 2. 1, Vol II. Department of History, Brooklyn College, 1949: (Otto von Bismarck, Die gesammelten Werke, Berlin, 1929, XII, 236-249)] 165 FRANKLIN D. ROOSEVELT: DÖRT ÖZGÜRLÜK, 1941 * Ulusal politikamız şudur: İlk olarak; halkın iradesini etkili bir biçimde dile getirerek ve partizanlığa meydan vermeyerek, tüm ülkeyi kapsayan bir ulusal savunma gerçekleştirme konusundaki kararlılığımızı ifade ediyoruz. İkinci olarak; halkın iradesini etkili bir biçimde dile getirerek ve partizanlığa meydan vermeyerek, her yerde saldırganlığa karşı direnmekte olan ve böylelikle de savaşı bizim yarıküremizden uzakta tutan bütün o inançlı halklara tam destek verme konusundaki kararlılığımızı ifade ediyoruz. Bu destekle, demokrasi davasının zafere ereceğine olan inancımızı ifade ediyoruz ve kendi ulusumuzun savunması ile güvenliğini de güçlendirmiş oluyoruz. Üçüncü olarak; halkın iradesini etkili bir biçimde dile getirerek ve partizanlığa meydan vermeyerek, ahlaki ilkelerimiz ve kendi halkımızın güvenliğine verdiğimiz önem nedeniyle, saldırganlar tarafından dayatılıp uzlaşmacılar tarafından desteklenecek bir barışa asla boyun eğmeme konusundaki kararlılığımızı ifade ediyoruz. Biliyoruz ki, başka halkların özgürlüğü pahasına kalıcı bir barış sağlanamaz. Güvenli bir hale getirmeye çalışacağımız gelecekte, dört temel insan özgürlüğü üzerine kurulmuş bir dünya arzuluyoruz. Brian MacArthhur, Tarihe Yön Veren 20. Yüzyıl Konuşmaları, (Çev: Özden Arıkan), İstanbul: Sabah Kitapları, 1995. S.159-160. * 166 İlk özgürlük, dünyanın her yerinde, konuşma ve ifade özgürlüğüdür. İkinci özgürlük, dünyanın her yerinde, herkesin kendi usulünce Tanrı’ya ibadet etme özgürlüğüdür. Üçüncü özgürlük, dünyanın her yerinde, yokluktan uzak yaşama özgürlüğüdür, dünyada geçerli terimlere tercüme edildiğinde bu her ülkenin barış zamanında yurttaşlarına sağlıklı bir hayat verebilmesini sağlayacak ekonomik anlayışlar demektir. Dördüncü özgürlük, dünyanın her yerinde, korkudan uzak yaşama özgürlüğüdür; dünyada geçerli terimlere tercüme edildiğinde bu bütün dünyada silahların, hiçbir ülkenin komşusuna karşı saldırı eylemlerine girişemeyeceği düzeyde ve şekilde azaltılması demektir. Binlerce yıl ötesine ilişkin bir hayal değildir bu. Bizim zamanımızda ve kuşağımızda gerçek haline getirilebilecek bir dünyanın tartışılmaz temelidir. Bu tür bir dünya, diktatörlerin bombalar patlatarak kurmaya çalıştığı yeni tiranlık düzeninin antitezidir. Bu yeni düzenin karşısına daha büyük bir düşünceyi, ahlaki düzeni çıkartıyoruz. İyi bir toplum, dünyada hakimiyet kurmaya yönelik planları da, yabancı devrimleri de aynı şekilde korkusuzca karşılar. Amerikan tarihinin başlangıcından beri hep değişim içinde yaşadık; barışçı biçimde gerçekleşen sonsuz bir devrim durumunda, hiç durmadan devam eden, yavaş yavaş kendini değişen koşullara uyarlayan bir devrim durumunda, toplama kamplarına ya da kireç kuyularına atılmadan yaşadık. Bizim istediğimiz dünya düzeni, birbirine dost, uygar toplumlar oluşturarak birlikte çalışan özgür ülkelerin işbirliği üzerine kuruludur. Bu ulus, kaderini milyonlarca özgür erkek ile kadının ellerine, kafalarına, yüreklerine teslim etmiştir; ve Tanrı’nın yol göstericiliği altında, özgürlüğe olan inancına teslim 167 etmiştir. Özgürlük, her yerde insan haklarının hüküm sürmesi demektir. Desteğimiz, bu hakları elde etmek ya da korumak için mücadele verenleredir. Gücümüz, amaçlarımızın birliğindedir. Böylesine yüce bir kavramın zaferle varamayacağı hiçbir hedef yoktur. 168 FRANKLIN D. ROOSEVELT: EKONOMİK HAKLAR BİLDİRGESİ, 1944 # İç barışın sağlanması için temel gereksinimlerden birisi bütün ülkelerdeki tüm erkek, kadın ve çocuklar için iyi bir yaşam standardının oluşturulmasıdır. Endişeden uzak olma, daima fakirlikten uzak olmayla ilintilidir. Gerçek bir bireysel özgürlüğün ekonomik güven ve bağımsızlık olmaksızın olmayacağı gerçeğini açıklıkla görmekteyiz. “Muhtaç durumdaki bir insan özgür insan değildir.” Aç ve işsiz olan halk diktatörlerin kullandığı malzemedir. Günümüzde bu ekonomik gerçekler aşikar gerçekler olarak kabul edilmektedir. Mevkisine, inancına ve ırkına bakmaksızın herkesin güvenlik ve refahı için yeni bir temel oluşturacak olan, tabir caizse ikinci bir Haklar Dilekçesini kabul ediyoruz. Bu haklar şunlardır: Ülkenin endüstrilerinde, mağazalarında, tarlalarında yada madenlerinde yararlı ve kazançlı iş elde etme hakkı; Her çiftçiye kendisine ve ailesine iyi bir yaşam sağlayacak getiri ile ürünlerini yetiştirme ve satma hakkı; Küçük ya da büyük olsun her iş adamına yurtiçi ve yurt dışında haksız rekabetten ve tekel koşullarından uzak bir atmosferde ticaret yapma hakkı; Her aileye nezih bir evde yaşama hakkı; Uygun bir sıhhi bakım ve sağlıklı yaşamdan faydalanma hakkı; # Samuel B. Rudolph (Ed.), The Philosophy of Freedom- Ideological Origins of the Bill of Rights-, Lanham: University Press of America, 1993. 169 Yaşlılık, hastalık, kaza ve işsizlikten kaynaklanan ekonomik korkulardan korunma hakkı; İyi bir eğitim alma hakkı; Bu hakların hepsi güvenliği ifade etmektedir. Bu savaş kazanıldıktan sonra, bu hakların uygulanmasında insanların mutluluğu ve refahını sağlama amacı doğrultusunda ilerlemek için kendimizi hazırlamalıyız. Amerika’nın dünyada sahip olduğu iyi yer, büyük ölçüde bu ve buna benzer hakları vatandaşlarının ne ölçüde tam olarak uygulamaya soktuklarına bağlıdır. Yurtiçinde huzur sağlanmaksızın dünyada barış sürdürülemez. Günümüzün Amerikalı büyük sanayicilerinden biri –bu krizde ülkesine sadakatle hizmet eden bir adam– son zamanlarda bu ülkede sağcı hareketlerin ciddi tehlikesine dikkat çekmektedir. Akıllıca düşünen bütün iş adamları da onun endişelerini paylaşmaktadır. Gerçektende bu hareket gelişebilirse –tarih tekerrür ederse ve 1920’lerin normalleşme denilen koşullarına geri dönersek- o zaman düşmanlarımızı dışarıda yensek bile ülkemizde faşizmin ruhuna boyun eğmek zorunda kalabiliriz. Bunu gerçekleştirmek tamamen kongrenin sorumluluğu olduğundan dolayı ekonomik hakların uygulanmak için gerekli araçların bulunmasını kongreden talep ediyorum. 170 SIR WILLIAM BEVERIDGE: LİBERAL RADİKALİZM VE ÖZGÜRLÜK, 1945 * Gerçekleştiğini görmeyi en çok arzu ettiğim şeylerin temelde liberal nitelikte olan şeyler, başka bir ifadeyle dünyayı liberalizmin büyük ve yaşayan geleneğine yöneltmek olduğuna inanıyorum. Yapılması en fazla gerekli olan şeyler nelerdir? Bana göre savaştan sonra faydalı bir yaşam ve mutluluğun koşulları olarak, bu ülkenin vatandaşlarının ve dünyanın her şeyden önce ihtiyaç duyacakları üç şey vardır: insanlar yoksulluk ve yoksulluk korkusundan kurtulmaya, işsizlik ve işsizlik korkusundan kurtulmaya ve savaş ve savaş korkusundan kurtulmaya gereksinim duymaktadırlar. Bu özgürlüklerin ilki benim iki yıl önce hükümete takdim ettiğim sosyal güvenlik ve ilgili hizmetler konusundaki raporun da amacını oluşturur. Bu rapor, çalışma koşullarına ve çalışırken yaptığı katkıya göre, ülkedeki her vatandaşa hastalık, kaza, işsizlik ve yaşlılık gibi nedenlerle çalışamadığı zaman ihtiyaçlarını karşılamaya yetecek bir gelirin sağlanmasını; kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin onurlu bir yaşam sürmelerine yetecek bir gelirin sağlanmasını ve kendisine ait bir gelire sahip değilse, her hangi bir şekilde kesilmeyecek ve başka bir gelire sahip olmadığı bir durumda kendisine yetecek bir gelire kavuşturulmasını sağlayan bir “Sosyal Güvenlik” planını amaçlıyordu. Eksik istihdamdan kaynaklanan işsizlikten kurtulmak, henüz yazdığım ve tam istihdama, İngiltere’deki temel özgürlüklerden her hangi birine dokunulmaksızın * E. K. Bramsted and K.J. Melhuish, Westerm Liberalism- A History in Documents From Locke to Croce, London: Longman, 1978. (Sir William Beveridge, Why I am a Liberal, London 1945, pp. 16-20, 26-7, 31-8) 171 ulaşılabileceğini ortaya koyan bir planın oluşturulduğu “Özgür Bir Toplumda Tam İstihdam Raporu”nun konusunu teşkil etmektedir. Plan, iki savaş arasındaki bir müddet içerisinde hüküm süren yaygın işsizliğe dönüşü imkansız kılmak için dizayn edildi. Savaş ve savaş korkusundan kurtulmak, bu üç özgürlük içerisinde ulaşılması en zor ve en önemli özgürlüktür. Bu, bizim yapacağımız barışa ve şiddet ve kuvvetin kuralları yerine uluslararasında hukuk kurallarını yerleştirmek için oluşturacağımız örgütlere bağlıdır. Bu vazife zordur; ancak, imkansız değildir. Savaşların kaçınılamaz şeyler olduğunu söylemek gülünçtür; savaşlar insan yapısıdır ve yine insanlar tarafından önlenebilir. Bana öyle geliyor ki bu problemlerin her biri ile alakalı olarak yapılması gerekli olan eylemin temelde liberal nitelikte olması gereklidir. Yoksulluktan kurtulmayı başarmak zamanının en büyük liberal yöneticilerinden biri olan Lloyd George tarafından 1911’de başlatılan sosyal sigortanın inşa edilmesi ile gerçekleşecektir. İki savaş arasındaki kötü dönemde Liberal Parti 1929’da işsizlik ile mücadele etmek için ciddi öneriler getiren tek partiydi. Bu önerileri uygulamaya koyma şansı elde edemediler ve bu gün onların daha ötesine gitmek zorundayız. Ancak bu önerileri yaptıklarında diğer partilerin yapmaya niyetlendikleri şeylerin çok ötesindeydiler ve bu günlerde hükümet tarafından ortaya konulan işsizlik politikasına yakın şeyleri ileri sürdüler. Ne pasifizm ile ne de milliyetçilikle elde edilemeyecek bir hedef olan savaştan kurtulma konusunda liberal fikrin hukuk devleti ilkesinin uluslararası alana taşınması ve adil bir şekilde dünyanın küçük devletler için emniyetli bir hale getirilmesi gereklidir. Bu üç genel problemden bahsettim, zira onlar benim niye bir liberal olduğumu ortaya koymaktadırlar. Bu benim diğer problemlerle ilgilenmediğim anlamına gelmez. Konut, şehir planlaması, eğitim ve bunların ötesinde tarımın geliştirilmesi 172 ile de ilgileniyorum. En sonuncusu insanların ihtiyaçlarının giderilmesinde tüm kaynaklarımızın tam istihdamının sağlanması için kullanılması amacıyla tasarladığım planımın en temel kısmını oluşturmaktadır. Tam istihdam, insanların beklemek zorunda kaldıklarından daha fazla işin, kadın ve erkeklerin aradıklarından daha fazla boş işin olduğu durum olarak tanımlanmaktadır. Özgür bir toplum bütün temel özgürlüklerin muhafaza edildiği toplum olarak tanımlanabilir. Tam istihdama giden yol insanların işsiz kalmasına kadar bekleyip ondan sonra onlara iş aramaya çalışmakla değil; tam tersine, ortak bir hedefe yönelik kollektif bir çabanın belirlenmesi ve belirli şeylerin yapılmasına karar verilmesi ile bulunabilir. Savaşta işsizliği ortadan kaldırdık, zira kendimizi ve paramızı bu yolda tükettiğimiz düşmanı yenmenin son derece elzem olduğuna karar vermiştik. Bütün enerjimizi tüketecek ölçüde yapmamız gereken şeylerin olduğuna karar vererek bu ilke ile barış zamanında da işsizliği ortadan kaldırabiliriz. Yapılması gereken şeyler bir yandan yoksulluk, hastalık, cehalet ve miskinlik gibi dev problemlerin ortadan kaldırılması; diğer taraftan, sanayimizin sermaye ihtiyacını tekrar yükselterek kişi başına üretimimizi artırmaktır. Bireysel hakları artırmak için toplumumuzun organize olmuş gücünü kullanabiliriz ve kullanmalıyız. Örneğin, geçinme için yeterli olacak bir kazanç ile birlikte zorunlu sosyal sigortayı getirerek bütün insanlara gençliğinde yeterli düzeyde bir bakıma sahip olma hakkını, yaşlılığında ise gençlere bağımlı olmaksızın ve yardımseverlere muhtaç olmaksızın onurlu bir yaşlılık devresi sürme hakkını sağlayabiliriz. Tam istihdamla ilgili başka bir örneği ele alalım. Liberal radikal doktrin devletin bireyler için var olması demektir. Bu nedenle milyonlarca bireye yeterli hizmeti sağlamada ve güçlerine göre ya da yakışıksız muamele ve yardım için 173 yapılan soruşturmalardan uzak bir yaşam olanağı sunmada başarılı olamayan bir devlet, en temel görevini yapmakta başarısız olan bir devlettir. Tam istihdamın sağlanmasından devletin sorumlu olduğunu kabul etmek devletin kendisi ya da imtiyazlı bir sınıf için değil, bütün vatandaşlar için var olduğunu gösteren bir zorunluluktur. Tam istihdamın sürdürülmesinde devlet, temel özgürlüklere müdahale hariç bu amaca ulaşmak için gerekli olan her şeyi yapabilir ve yapmalıdır. Ancak, toplu pazarlık uygulamasının ya da sanayideki özel işletmelerin baskı altına alınması gibi bu amacın gerçekleştirilmesinde gerekli olduğu henüz ispatlanmayan hiçbir uygulamaya girişilmemelidir. Temel özgürlükler olmasalar da bu özgürlüklere, tam istihdamın önünde bir engel oluşturmadıkları sürece, dokunulmamalıdır. Devletin sorumluluklarını artırmadan sosyal problemlerin üstesinden gelinemez. Bu, bazı kişileri endişeye sevkeden bir ihtimaldir. Ancak, bu devletten korkanların tecrübe ettiklerine benzer bir şekilde demokrasiye karşı yapılan bir bozgunculuktur. 174 ÖZGÜRLÜK FİLOZOFLARI ♣ JOHN LILBURNE (1614-1657) "Özgür Doğan John" lakabıyla tanınan John Lilburne, Püritan Devrimi'nin en önemli liderlerinden ve destekleyicilerinden birisiydi. Genç yaşında kilise ve lordlar aleyhine yazılar yazdı. Bunun üzerine kırbaçlandı ve hapse atıldı. 1641 yılında parlamento tarafından serbest bırakıldı ve parlamentoda bir komisyonda görev aldı. Koyu bir püritan ve Kalvinist olmasına rağmen sosyal ve anayasal reformun savunucusuydu. Walwyn ve Richard Overton ile birlikte Leveller Partisi’nin liderliğini yaptı. Bazı tarihçiler bu partiyi modern anlamda ilk siyasi parti olarak kabul etmektedirler. Lilburne, inançlı ve kararlı bir kişiliğe sahipti. Yaşamı boyunca özgürlüğü savundu ve toplumdaki yozlaşmaya karşı mücadele etti. Lilburne'nin bu çabaları askerler ve Londra'daki artizan sınıfı tarafından desteklendi. Ölümüne mal olsa bile görüşlerini savunmakta kararlı ve korkusuz biri olan Lilburne, 1648 yılında Cromwell'e karşı mücadele verdi. Bu dönemde, sağduyu sahibi ve uzlaşma taraftarı olmayan özelliği nedeniyle Leveller başarısız oldu ve Lilburne bir süre için hapse atıldı. 1649'dan sonra liderliğini yaptığı Leveller hareketi önemini kaybetti. Lilburne'nin başarısızlığında kişilik ve karakteri kadar bu hareketin programındaki hatalar da önemli bir role sahipti. O dönemde, Ingiltere'de halk arasında ve parlamentoda mülkiyetin zorbalığa karşı korunmasını isteyen bir atmosfer vardı. Lilburne, ekonomik eşitlikten daha çok sosyal ve siyasal eşitliği savunmasına karşılık herkesin servetinin eşit olmasını isteyen birisi olmakla suçlanmıştır. ♣ Daha önce yayınlanan şu çalışmamızdan yapılan alıntılarla hazırlanmıştır: Coşkun Can Aktan, Tülay Aktan ve İstiklal Yaşar Vural., “Liberalizme Katkıda Bulunan Düşünürler”, Yeni Türkiye, Ocak-Şubat 1999. S.570-595. 175 JOHN LOCKE (1632-1704) Bir avukatın oğlu olan John Locke 1632 yılında Bristol yakınındaki Wrington'da doğdu. Oxford'da Westminster Okulu ve Christ Kilisesi'nde eğitim gördü. 1659 yılında Oxford Üniversitesi'nden kendisine burs verildi. Tıp bilimi üzerine çalışırken bir yandan da Yunanca ve konuşma sanatı üzerine dersler verdi. Bu arada Robert Boyle ile tanıştı ve Royal Society'nin üyesi oldu. John Locke'un Lord Ashley ile olan birlikteliği 1666 yılında Lord Ashley'in oğluna öğretmenlik yapması ile başladı. 1660'lı yılların sonları ile 1670'li yılların başlarında bir takım resmi görevlerde bulundu. Ancak 1678 yılında Lord Ashley ile II. Charles'in anlaşamamaları üzerine Fransa'ya gitti. Beş yıl sonra Ingiltere'ye geri döndüğünde Lord Ashley ile olan politik birlikteliğine yeniden başladı. Birinci Earl of Shaftesbury'nin siyasî gücünü kaybetmesinden sonra ve Whig Partisi'nin II. Charles'in kardeşi York Dükü'nü tahta geçirememesi üzerine 1683 yılında Hollanda'ya gitmek zorunda kaldı. Bu arada kendisine verilen Oxford bursu da geri alındı. Locke, Hollanda'da dini özgürlük açısından iyi bir ortam buldu ve kendisi ile din konusunda aynı görüşleri paylaşan insanlarla birlikte oldu. Locke'un Ingiltere'deki çalışmaları, Shaftesbury ile olan görüşmeleri ve Hollanda'daki deneyimleri 1688 yılındaki "Glorious Devrimi"ni takiben Şubat 1689'da Ingiltere'ye geri dönmesinden sonra yayınladığı eserlerine yansıdı. Locke'un dini höşgörü ve düşünce özgürlüğü konusundaki görüşleri ilk olarak 1689 yılında Latince olarak yayınlandı ve aynı yıl içerisinde Ingilizce'ye tercüme edildi. Locke'un "Two Treatises on Civil Government" adlı eseri 1690 yılında yayınlandı. Felsefi ve ahlakî düşünceleri de aynı yıl içerisinde "Essay Concerning Human Understanding" başlığı altında yayınlandı. Locke'un çalışmaları William ve Mary Hükümeti döneminde takdir gördü. Bu dönemde "Commissioner of Appeals" olarak atandı. Daha sonra "Board of Trade and Plantations" üyesi oldu. Başlıca Eserleri: An Essay Concerning Human Understanding (P.H. Nidditch ed.), Oxford: Clarendon Press, 1987. 176 Of Civil Government: Two Treatises, London & Toronto, J.M. Dent & sons, ltd: New York, E. P. Dutton & Co, 1924. Some Thoughts Concerning Education, Oxford: Clarendon Press: New York: Oxford University Press, 1989. Political Writings, New York: Mentor, 1983. The Second Treatise of Government, New York, Liberal Arts Press, 1952. A Letter Concerning Toleration in Focus (J. Horton ve S. Mendus ed.), London: New York: Routledge, 1991. The Second Treatise of Civil Government and A Letter Concerning Toleration, Oxford, B. Blackwell, 1946. Of The Conduct of The Understanding, New York: Teachers College Press, 1966. Two Treatises of Civil Government, Dent London: New York, Dutton , 1924. An Essay Concerning Toleration: Concerning Civil Government, Second Essay; An Essay Concerning Human Understanding / Essay Concerning The True Original Extent and End of Civil Government. JOHN TRENCHARD VE THOMAS GORDON (?....?) John Trenchard Dublin'de Trinity College'de eğitim gördü. Bir süre çeşitli mahkemelerde görev yaptı. 1690 yılında bu işinden ayrıldı ve gayrimenkul komisyonculuğu yaptı. Trenchard'ın doğum ve ölüm tarihi kesin olarak bilinmiyor. Yakın arkadaşı Thomas Gordon ile birlikte liberal düşünceye önemli bir katkı olarak kabul edilen "Cato Mektupları"nı yazmıştır. Thomas Gordon'un da doğum ve ölüm tarihleri kesin olarak bilinmiyor. Iskoçya'daki bir üniversiteye devam ettiği sanılıyor. Gordon'un yaşamı ve eğitimine ilişkin bilgiler de açıklığa kavuşturulamamıştır. Thomas Gordon adında bir kişinin Kings Koleji'nden mezun olduğu; yine Thomas Gordon isimli bir başka sahsın da 1716 yılında Edinburgh'da hukuk alanında tez yazdığı biliniyor. Ancak bu kişilerin gerçekten Thomas Gordon olup olmadığı tam olarak tesbit edilmiş değildir. Bazı tarihçilere göre Thomas Gordon 1713 yılında Ingiltere'de Wiltshire'da yaşadı. 1718 177 yılında ise Londra'ya göç etti. Gordon'un kendisini Whig'lere adayan bir kişi olduğu biliniyor. Gordon ve Trenchard birbirleriyle tanışmadan önce bir süre gazetecilik yaptılar. Trenchard 1690'lı yıllarda Ingiltere'de zorunlu askerliğe karşı yazılar yazdı. Zorunlu askerliğin özgür toplum ile bağdaşmadığını ve insan hak ve hürriyetlerini ihlal eden bir uygulama olduğunu savundu. Başlıca Eserleri: Cato’s Letters: Essays on Liberty, Civil and Religious and Other Important Subjects, New York, Da Capo Press, 1971. The Independent Whig: A Defence of Primitive Christianity, and Of Our Ecclesiastical Establishment Against The Exorbitant Claims and Encroachments of Fanatical and Disaffected Clergymen,London: Printed for R. Ware, 17521753. CHARLES-LOUIS DE SECONDAT, MONTESQUIEU (1689-1755) BARON DE Soylu bir aileden gelen Montesquieu, 1689 yılında Bordeaux yakınlarında La Brede şatosunda doğdu. Eşinin zengin bir aileden gelmesi O'na zamanının çoğunu çalışmalar yaparak geçirmesini sağladı. 1716 yılında Bordeaux meclis başkanlığını miras olarak amcasından aldı. 1717 yılında Ancien rejiminin çağdaş eleştirisi olarak bilinen "Parisian Letters" adlı eserini yazmaya başladı. 1728-1729 yıllarında Avusturya, Italya ve Almanya'da seyahatlerde bulundu. Daha sonra gittiği Ingiltere'de 1731 yılına dek kaldı. Burada kaldığı dönem içerisinde Hery St. John Bolingbroke ve Lord Chesterfield ile arkadaşlıkları oldu ve Royal Society'e seçildi. 1731 yılında Fransa'ya döndükten sonra Ingiltere ve Avrupa'nın bazı yerlerinde yaptığı gözlemler ve okuduklarından yararlanarak çeşitli çalışmalarda bulundu. 1734 yılında Ingiliz Anayasası'nın bir eleştirisini yaptı. Bu çalışmasını daha sonra 1747 yılında tamamladı ve "L'Esprit des Lois" adlı eserinde kullanarak 1748 yılında Cenevre'de yayınladı. Başlıca Eserleri: 178 The Spirit of Laws ( Jean de Rond D’Alambert, T. Nugent ve J. V. Prichard ed.), New ed. Colo. Littleton: F. B. Rothman, 1991. VOLTAIRE (1694-1778) Orta sınıf bir aileden gelen ve asıl adı François Marie Arouet olan Voltaire 1694 yılında Paris'te doğdu. Paris'te Jesuit College Louis de Grand'da eğitim gördü. Voltaire; aldığı eğitimin etkisi ve daha sonra elde ettiği edebi ün ve zenginlik gözönüne alındığında bir aristokrat olarak kabul edilebilir. Fransa'da ifade özgürlüğünün sınırlı olduğu dönemde, Voltaire, “Parisien” topluluğunun başına geçti. Ancak 1717 yılında Regent ve Duc d'Orleans ile alay ettiği gerekçesiyle tutuklandı. Bastille'de kısa bir süre tutukluluk dönemi geçiren Voltaire, bu süre içerisinde "Oedipe" adlı oyununu yazdı ve 1718 yılında yayınladı. Voltaire'nin bu ilk çalışmasından sonra 1723 yılında gizlice "Henriade" adlı şiirini yayınladı. 1726 yılında Duc de Rohan'ın düşmanlığı nedeniyle yeniden tutuklandı. Voltaire ülkeden ayrıldı ve kilise ile mevcut düzen aleyhinde yazılar yazmaya başladı. 1726 yılında Ingiltere'ye göç etti ve burada "Letters Philosophiques" adlı eserini yazdı. 1746 yılında Fransız Akademisine seçildi. 1750 yılında uzun süredir temaslarda bulunduğu Prusya kralı II. Frederik'in misafiri olarak Prusya'ya gitti ve orada üç yıl kaldı. Ancak bu ziyaret arkadaşlıklarının bozulması ile neticelendi. 1751 yılında "The Age of Louis XIV" adlı çalışması yayınlandı. 1754 yılından sonra Cenevre yakınlarında bulunan Ferney'e yerleşti. Burada ilk bölümü 1764 yılında yayınlanan "Dictionnaire Philosophique" adlı eserini yazmaya başladı. 1756 yılında yayınlanan "Essai sur les Maeurs" adlı eseri de Voltaire'nin Ferney'deki çalışmalarından birisiydi. Voltaire'nin en önemli eserlerinden biri olan "Candide", O'nun iyimserlik ve ilerlemeye olan inancını sarsan Lizbon depreminden sonra yazılmıştır. Başlıca Eserleri: Philosophical Dictionary (P. Gay, ed), New York, Basic Books, 1962. Political Writings, Cambridge (England), New York (USA): Cambridge University Press, 1994. 179 The Complete Works of Voltaire (T. Besterman, ed), Geneva, Institut et Musee Voltaire, 1968. DAVID HUME (1711-1776) 1711 yılında Edinburgh'da dünyaya gelen Iskoçyalı filozof ve tarihçidir. Hume, Edinburgh Üniversitesi’nde tahsilini tamamladı, edebiyat ve hukukla ilgilendi. Kısa bir süre ticaretle uğraştı, daha sonra Fransa'ya gitti (1734) ve burada en önemli çalışması olan "Insan Doğası Üstüne Bir Inceleme" (A Treatise of Human Nature1739) adlı eserini hazırladı. Iskoç bir asilzadeye özel öğretmen olarak hizmet ettiği kısa bir dönem dışında bütün hayatını bilimsel çalışmalar ile geçirmiştir. Yazılarının çoğunluğu felsefe, siyaset ve tarih üzerinedir. Ancak nüfus, para ve uluslararası ticaret konularında da birçok makale yazmıştır. "Ahlak ve Siyaset Üstüne Denemeler" (Essays Moral and Political-1741-1742), "Ahlak Ilkeleri Üstüne Araştırma" (An Inquiry Concerning The Principles of Morals-1751) ve "Siyasî Söylevler" (Political Discources-1752) adlı eserleri Hume'un bir filozof olarak ün kazanmasını sağladı. Düşünürün iktisadî görüşlerinin yer aldığı Siyasî Söylevler 18. y.y.daki önemli ekonomik eserler arasında yer alır ve şahsî arkadaşı Adam Smith üzerinde etkili olmuştur. Ölümünden sonra çıkan eserleri şunlardır: Dinin Tabiî Tarihi (Natural History of Religion); Tabiî Din Üzerine Diyaloglar (Dialogues on Natural Religion); Intihar ve Ruhun Ölümsüzlüğü Üstüne Deneme (On Suicide and On The Immortality of The Soul). Edinburgh barosu kütüphane müdürlüğüne getirilen Hume, bu görevi sırasında yazmaya başladığı "Ingiltere’nin Tarihi" (History of England1754-1762) adlı eseri ile para ve şöhrete kavuştu. Paris'e elçilik katibi olarak gitti ve orada J.J. Rousseau ile tanıştı. Iskoçya'da bir yıl kadar müsteşarlık yaptı. Ahlak ve teoloji alanındaki geleneksel hristiyan argümanları hakkındaki şüpheleri ve ampirik metodu tercih etmesi nedeniyle bütün fikirleri hakkında şüphe oluşturuldu. Hume’un felsefesi, Locke ampirizmine ve Berkeley'in idealizmine dayanır. Hume, klasik liberal iktisatçıların yetişmesinde oldukça önemli bir rol oynadı ve ekonomik düşünceye önemli katkılarda bulundu. Ödemeler dengesinin sürekli olarak fazla vermesini savunan merkantilist düşünceye cevabı olan "madeni para akım mekanizması" (specie-flow mechanism) varsayımı ekonomik 180 düşünceye ilk katkısıdır. Hume’un ülkelerarasındaki değerli maden akımını inceleyerek serbest ticaret neticesinde ülke parasının dışarıya kaçacağı ve ülkenin fakirleşeceği hakkındaki merkantilist düşünceyi eleştirmesi "paranın miktar teorisi" analizine önemli bir katkıdır. Ihracat ve ithalat fazlasının ülke içinde yarattığı genel fiyat seviyesi değişmeleriyle, ödemeler bilançosunda otomatik dengeyi sağlayacağı yolundaki Klasik Teorinin ilk açıklaması Hume'a aittir. Hume, kısa vadede para arzındaki değişmelerin faiz oranını pek fazla etkilemeyeceğini, ancak ekonomik büyüme ile atbaşı gidiyorsa uzun dönemde para arzındaki artışın faizleri düşüreceğini öne sürerek takipçilerinin "Sürünen Enflasyon Teorisi" (The Theory of Creeping Inflation) varsayımlarından bahsetmelerine neden olmuştur. Hume'un ekonomik düşünceye üçüncü katkısı modern ticarî topluluklardaki politik hürriyetin artması ile bireycilik ve ticaretin gelişmesi sonucunda gündeme gelen siyasi desantralizasyon arasında içsel bir bağlantı olduğu düşüncesidir. Kısaca, politik hürriyet ekonomik hürriyetten kaynaklanır. Smith için bu çok önemli bir katkı sayılır. Hume, serbest ticaretin, kaynakların daha rasyonel dağılmasını sağlayacağını savunmaktaydı. Ekonomi alanındaki önemli yazıları "Writings on Economics" (1752-58) adı altında toplanmıştır. Başlıca Eserleri: Dialogues Concerning Natural Religion, Indianapolis, BobbsMerrill, 1947. Essays Moral, Political and Literary, London: Longmans, Green, 1882. Writings on Economics, Madison, University of Wisconsin Press, 1955. Hume on Religion, (R. Wollheim. ed.) London: Collins, 1963. An Enquiry Concerning The Principles of Morals, 2nd ed, La Salle, Ill: Open Court, 1966. Moral and Political Philosophy, New York: Hafner Pub. co. 1972. A Treatise of Human Nature, Oxford: Clarendon Press, 1960. 181 Theory of Politics: Containing A Treatise of Human Nature Book III, parts I and II, and Thirteen of The Essays, Moral, Political and Literary, Austin, University of Texas Press, 1953. The Natural History of Religion, Calif Stanford, Stanford University Press, 1957. Political Essays, Cambridge: New York: Cambridge University Press, 1994. JEAN JACQUES ROUSSEAU (1712-1778) Cenevre’li bir saatçinin oğlu olan Rousseau 1712 yılında doğdu. On altı yaşında Savoy, Italya ve Fransa'yı kapsayan seyahatlerine başladı. Rousseau Paris'e ilk kez 1741 yılında gitmesine rağmen burada ikamet etme hakkını ancak 1743 yılından sonra elde edebildi. Rousseau'nun edebî yeteneği tanınmış ansiklopedist Diderot ile olan arkadaşlığını sağladı. 1750 yılında Dijon Akademisi için yazdığı "Discourse on The Sciences and The Arts" adlı eserinin ödül kazanması ile Rousseau ilk başarısını elde etti ve tanındı. Rousseau'nun bir sonraki çalışması "Discourse on Inequality" 1755 yılında yayınlandı. Bu çalışmasını 1760 yılında yazdığı romanı "Julie", en önemli politik çalışmalarından biri olan ve Hollanda'da basılan "The Social Contract" ve 1772'de yazdığı "Emilie" adlı romanı izledi. Ancak "Emilie" adlı romanına el konuldu ve bu romanı yakıldı. Rousseau Isviçreye kaçmak zorunda kaldı. 1763 yılında hem "Emilie" hem de "The Social Contract" adlı eserleri yakılınca Cenevre vatandaşlığından çıktı. Rousseau daha sonra edebî tartışmalarına Voltaire ile devam etti. Rousseau'nun politik görüşleri Korsika için 1765 yılında hazırladığı anayasada ve 1772 yılında yazmasına rağmen 1782 yılında yayınlanan "Considerations sur le Gouvernement de Pologne et sur sa Reformation Projetee" adlı eserinde açıklanmaktadır. 1770 yılında Fransa'da ikamet etme hakkını yeniden elde eden Rousseau 1776 yılında Ingiltere'yi ziyaret etti. Bu tarihten sonra Fransa, çalışmalarına höşgörü gösterdi. Ancak gittikçe artan sağlık problemleri ile sıkıntılı günler geçiren Rousseau 1778 yılında öldü. Rousseau'nun özel yaşamı ile ilgili tüm detayları içeren 182 otobiyografi türündeki "Confession" (Itiraf) adlı eser 1783 yılında yayınlandı. Başlıca Eserleri: Discourse on The Origin of Inequality (D. A. Cress ile birlikte), Indianapolis: Hackett Pub. Co, 1992. The Social Contract, Harmondworth, Middlesex, England: New York: Penguin Books, 1987. Basic Political Writings ( A. Donald Cress ile birlikte), Indianapolis: Hackett Pub. Co. 1087. Religious Writings of Rousseau (R. Grimsley, ed), London, Clarendon, 1970. ADAM SMITH (1723-1790) Adam Smith 1823'de Kirkcaldy'de doğdu. 1737 ve 1740 yılları arasında Glasgow Üniversitesi'nde Francis Hutcheson'ın öğrencisi olarak eğitim gördü. 1746 yılına kadar Oxford yakınlarındaki Balliol'da yaşadı ve daha sonra Kirkcaldy'de iki yıl kaldı. 1748 ve 1751 yılları arasında Edinburg Üniversitesi'nde konuşma sanatı, hukuk ve “belles-lettres” konferansları verdi. 1751 yılında Glasgow Üniversitesi'ne mantık profesörü olarak atandı. Aynı yıl ahlak felsefesi kürsüsü başkanı oldu. O dönemde arkadaşları arasında filozof David Hume'da vardı. Smith'in ilk kitabı "The Theory of Moral Sentiments" 1759 yılında yayınlandı. 1764 ve 1766 yılları arasında Buccleuch Dükü'nün hocası olarak Fransa'da bulundu. Bu sırada önde gelen filozof ve fizyokratlarla görüşmelerde bulundu ve Cenevre'de Voltaire ile tanıştı. Ingiltere'ye döndükten sonra bir kaç ay Hazine Bakanı (Chancellor of the Exchequer) Charles Townshend'in danışmanlığını yaptı. A. Smith Buccleuch Dükü'nden oldukça iyi bir ücret aldığından 1767 ve 1773 yılları arasında kendisini üne kavuşturan kitabı üzerinde çalışmalar yaptı. Londra'da üç yıl daha çalıştıktan sonra Mart 1776 tarihinde "Wealth of Nations" başlığını taşıyan eserini yayınladı. 1778 yılında Edinburg Gümrük Komisyoncusu (Commissioner of Customs) olarak atandı. Öldüğü tarih olan 1790 yılına kadar Edinburg'da yaşadı. A. Smith iki önemli esere ek olarak bir çok çalışmalarını da kaleme almıştır. Bunların üçü 1755 ve 1761 yılları 183 arasında, diğerleri ise ölümünden sonra 1795 yılında yayınlandı. Smith’in en önemli teorik katkısı tam rekabet altında kaynakların optimal etkin dağılımı hakkında ilk analizi geliştirmiş olmasıdır. Başlıca Eserleri: An Inquiry into The Nature and Causes of The Wealth of Nations, Hartford, O.D. Cooke, 1811. The Theory of Moral Sentiments, Indianapolis: Liberty Classics, 1982. ANNE ROBERT JACQUES TURGOT, BARON D' AULNE (1727-1781) Kral hizmetinde görev yapan eski bir Norman aileden gelen Turgot 1727 yılında Paris'te doğdu. Papazlık eğitimi almak üzere St. Sulpice din okuluna girdi. Aynı zamanda Sorbonne'da eğitim gördü. 1751 yılında papaz olmaktan vazgeçerek krallık yönetiminde görev aldı ve 1752 yılında Paris Parlamentosu'na danışman olarak atandı. Arkadaşlarının arasında Dupont de Nemours ve Condorcet de olan ve Fizyokrat fikirlerle ilgilenen Turgot, bir deist olarak höşgörüyü savunmaktaydı. 1755 yılında "Encyclopedie" için çeşitli makaleler yazdı. 1753 ve 1756 yılları arasında ticaret müfettişi olan Gournay'ın teftiş için gerçekleştirdiği seyahatlere katıldı. 1759 yılında Gournay'ın ölümü üzerine Gournay'ın yaşamını ve fizyokratik inançlarını anahatlarıyla anlatan "Eloge" adlı eserini yazdı. 1761 yılında Limoges'te müfettiş oldu ve on üç yıl bu görevi sürdürdü. Turgot'un başarılı çalışması olan "Letters sur la Liberté du Commerce des Grains" 1770'de yayınlandı. Ağustos 1774 yılında XVI. Louis tarafından maliye genel müfettişi olarak atandı. Bu görevi sayesinde reformları daha da ileriye götürecek bir programı tanıtma teşebbüsüne geçti. Korumacılığa karşın serbest ticareti savunan Turgot, iktisadî düşünce tarihi açısından merkantilistler ile fizyokratlar arasında yer alır. Kârların faiz oranı ve belli bir risk payından oluştuğunu ve ücretlerin asgari geçimlik düzeyde dengeye geleceğini savunan Turgot’a göre faiz oranını belirleyen reel tasarruflardır. 184 THOMAS PAINE (1737-1809) 1737 yılında Norfolk-Thetford'da doğan Paine cumhuriyetçi bir yazar ve idealist bir düşünürdür. Ailesinin maddi durumunun yetersiz olmasına rağmen on üç yaşına dek gramer okulunda eğitim gördü. On dokuz yaşında evinden ayrıldı ve bu olaydan sonraki on yedi yıl çeşitli işlerde çalıştı. Ekim 1774'te Benjamin Franklin'in tavsiye mektubu ile Philadelphia'ya gitti ve bir gazeteci ve yazar olarak meslek yaşamına başladı. Paine, ilk olarak Amerikan kolonilerinin Ingiltere'den bağımsız olmaları gerektiğini savunduğu ve Ocak 1776 yılında yayınladığı "Common Sense" adlı eseri ile tanındı. Bu eserini "American Crisis" adlı çalışması izledi (1776-1777). Paine bu çalışmalarını yaparken kısa dönemler halinde resmi görevlerde de bulundu. 1787 yılında Amerika'dan ayrıldı. Iki yılını Fransa ve Ingiltere'de geçirdikten sonra üç yıl kaldığı Fransa'da Fransız ve Ingiliz devrimlerinin propagandasını yaptı. Paine, 1791 yılında yazdığı "The Rights of Man" adlı eserinin ilk bölümü ile 1789 yılından itibaren Fransa'da gelişen olayları kınayan Edmund Burke'ün eleştirilerini cevapladı. Paine, bu eserinin daha radikal olan ikinci bölümünü ertesi yıl tamamladı. Ancak Ingilizleri monarşik hükümeti devirmeye çağırdığından dolayı bu eseri gizlendi ve vatana hıyanet suçundan yargılanmaması için ülkeden kaçmak zorunda kaldı. Ağustos 1792'de yasama organı tarafından Fransız vatandaşlığına kabul edildi ve bir yıl sonra "Konvensiyon" üyeliğine seçildi. Fransa'da tutuklu olduğu 1793-1794 yılları arasında "deist" inancını açıkladığı "The Age of Reason" adlı eserinin ilk bölümünü yazdı. Eserinin ikinci bölümünü 1796 yılında yayınladı. 1802 yılında Amerika'ya döndü, ancak tüm politik etkisini yitirdi. Deism ile ilgili düşünceleri nedeniyle kınandı. Bu sebeple yoksulluk içinde öldü. Başlıca Eserleri: The Rights of Man, London: J. M. Dent & sons; New York: E. P. Dutton, 1950. Political Writings, Cambridge: New York: Cambridge University Press, 1989. Collected Writings, New York: Library of America, 1995. The Age of Reason, N. Y. Buffalo: Prometheus Books, 1984. 185 The Complete Religious and Theological Works of Thomas Paine (Illustrated ed.), New York, P. Eckler, 1892. JEREMY BENTHAM (1748-1832) Başarılı bir avukatın oğlu olan Jeremy Bentham 1748'de doğdu. Oxford'da Queen's Koleji ve Westminster Okulu'nda eğitim gördü. Hukuk konusundaki çalışmalarının yanısıra, felsefe ve bilim alanında da çalışmalar yaptı. Fransa ve Türkiye'yi ziyaret etti. Rusya'da iki yıl kaldı. Lord Shelburne ve Mirabeau'dan John Quincy Adams'a kadar uzanan bir çok ünlü kişi ile arkadaşlığı oldu. 19. yüzyılın başlarında eserleri bazı arkadaşları ve takipçileri (başta James Mill) tarafından politik arenaya kadar taşındı. Bentham'ın faydacı felsefesi ilk olarak 1789 yılında yayınlanan "An Introduction to The Principles of Morals and Legislation" adlı eserinde yeraldı. Yaşam boyunca tek amacı anayasa hukukunun geliştirilmesi oldu. Anayasa hukukunun yanısıra, parlamento reformu, eğitim reformu, cezaevi reformu ve "Panoptican" şeklinde ideal cezaevi sisteminin geliştirilmesi ile de ilgilendi. 1824'de radikaller ve faydacılar için bir forum oluşturacak olan Westminster Dergisi'ni yayınlamaya başladı. Yasama ve anayasa konusundaki düşünceleri Ingiltere'den ziyade Avrupa ülkelerinde etkili oldu. Başlıca Eserleri: The Theory of Legislation, Littleton, Colo: F. B. Rothman, 1987. The Principles of Morals and Legislation, Buffalo, N.Y: Prometheus Books, 1988. Political Thought (B.C. Parekh, ed.), New York, Barnes & Noble, 1973. Plan of Parliamentary Reform, in the Form of Catechism, With Reasons for Each Article: With An Introduction, Shewing the Necessity of Radical and The Inadequacy of Moderate Reform, New York: AMS Press, 1977. Plan for An Universal and Perpetual Peace, London, Peace Book Company, 1939. Of Laws in General (H.L.A. Hart, ed), University of London, Athlone Press, 1970. 186 Jeremy Bentham's Economic Writings, (Critical ed.), London, Published for The Royal Economic Society by Allen & Unwin, 1952-1954. An Introduction to The Principles of Morals and Legislation (L.J. Lafleur, ed.) New York, Hafner Pub. Co, 1948. A Fragment on Government, Westport, Conn.: Greenwood Press, 1980. First Principles Prepatory to Constitutional Code (Philip Schofield, ed.), Oxford: New York: Oxford University Press, 1989. Constitutional Code: vol I. (F. Rosen ve J.H. Burns, ed.), Oxford: Clarendon Press: New York: Oxford University Press, 1983. Chrestomathia, Oxford: Clarendon Press: New York: Oxford University Press, 1983. The Utilitarians: An Introduction to The Principles of Morals and Legislation (J. S. Mill, ed.), Garden City, N. Y. Doubleday, 1961. A Bentham Reader (M.P. Mack, ed), New York, Pegasus, 1969. MARY WOOLSTONECRAFT (1759-1797) 1759 yılında Londra'da doğan Irlandalı bir feministtir. On dokuz yaşındayken kendi hayatını kazanmak amacıyla evden ayrıldı. Okul müdireliği, Lord Kingsborough'un evinde mürebbiye ve öğretmenlik yaptı. 1788'de yayıncı Johnson'a yayın danışmanı ve tercüman oldu. Bu görevi, O'nun zamanının aydınlarından ve reformlarından haberdar olmasına yardım etti. 1790 yılında, Burke'nin "Fransız Devrimi’nin Yansımaları" (Reflections on the French Revolution) adlı eserine cevap olarak "Insan Haklarının Korunması" (Vindication of the Rights of Man) adlı eserini yazdı ve 1792'de cinslerin eşitliğini savunan ve daha sonra gündeme gelecek kadın hakları doktrinini oluşturan "Kadın Haklarının Korunması" nı (Vindication of the Rights of Woman) yayınladı. 1792'de Paris'e gitti ve orada devrim terörüne şahit oldu ve "View of French Revolution" (1794) adlı eserini yazdı. 1793'te Amerikalı bir kereste tüccarı olan Gilbert Imlay ile evlendi ve O'ndan bir kızı oldu. 1795'te Imlay'dan ayrılarak William Godwin ile birlikte yaşamaya başladı ve hamile iken 1997'de Godwin ile evlendi; Ağustos'da Marry adında bir kızı oldu ve Eylül'de öldü. 187 ANNE LOUISE GERMANIE DE STAEL (1766-1817) Isviçre'li bir bankacının kızı olan Germanie de Stael 1766 yılında doğdu. 1776-1781 ve 1788-1789 yılları arasında Fransa'da XVI. Louis'in genel danışmanlığını yapan Germanie de Stael politika ve roman yazarı olarak tanındı. Ocak 1786 yılında Isviçreli diplomat Baron Stael von Holstein ile evlendi. Ilk kitabı "Letters de J.J. Rousseau" 1788 yılında yayınlandı. Fransız devrimi ile ilgilenmesine rağmen 1790 yılında Paris'ten ayrılıp Cenevre'ye giden Germanie de Stael 1791-1792 ve 17951797 yılları arasında Fransa'da politikada aktif rol aldı. 1794 yılında Benjamin Constant ile başlayan uzun ve fırtınalı birliktelikleri 1814 yılına kadar devam etti. Napoleon'un yönetimi ele geçirdiği sırada Paris'te olan Germanie de Stael Napoleon yönetimine karşı çıktı. Germanie de Stael'in "Corinne" adlı romanı 1807 yılında yayınlandı. Ancak önemli bir çalışması olan De L' Allemagme" nin yayınlanması Napoleon tarafından 1813 yılına kadar engellendi. Germanie de Stael bu eserinde Alman edebiyatının romantik karakteri ile Fransız edebiyatının klasik yaklaşımını karşılaştırmaktadır. Germanie de Stael Napoleon rejiminin devam ettiği sonraki yıllarda Isviçre'den ayrılarak Rusya ve Stockholm'a; 1813 yılında ise Ingiltere'ye gitti. 1814-1815 tarihleri arasında Fransa'da bulunan Germanie de Stael "Considerations sur les Principaux Evenements de la Revolution Française" adlı eserini yazarken Cenevre-Coppet'e gitti. Fransız devriminin ilkelerini savunan ve Fransız klasik liberalizminin yeni bir açıklamasını yapan bu eser Germanie de Stael'in ölümünden sonra 1818 yılında yayınlandı. Son aylarını Paris'te geçiren Germanie de Stael 1817 yılında öldü. Başlıca Eserleri: De Stael-Du Pont Letters (P. S. Du Pont de Numours ve J. F. Marshall, ed.), Madison, University of Wisconsin Press, 1968. An Extraordinary Woman: Selected Writings of Germanie de Stael (V. Folkenflik,), New York: Colombia University Press, 1987. 188 WILHELM VON HUMBOLDT (1767-1835) Tanınmış bir kaşif, coğrafyacı ve antropolojist olan Alexander von Humbolt'un en büyük kardeşi olan Wilhelm von Humbolt 1767 yılında doğdu. Klasik eğitiminin yanısıra dilbilimi üzerine de eğitim alan Humbolt, Aydınlanma Çağı'ndan ve özellikle Leibnitz'den etkilendi. Eğitimini sürdürdüğü dönemde Avrupa'ya seyahatlerde bulundu. 1802 yılında Prusya elçisi olarak atandı. Ancak 1806 yılında Prusya'nın Napoleon tarafından bozguna uğratılmasından sonra Berlin'e döndü. 1808 yılında Prusya eyalet meclisi üyesi olan Humbolt, ilk ve orta dereceli eğitim sistemi ile ilgili reformların hazırlanmasını yürüttü. 1809 yılında Berlin Üniversitesi'nin kuruluşunda görev aldı. 1812-1817 yılları arasında Prusya büyükelçisi, 1814-1815 yılları arasında ise Prusya delege meclisi üyesi olarak görev yaptı. 1818 yılında Aix-la-Chapell Kongresi'ne atandı. Almanya için 1815 yılında kurulan konfederasyondan daha güçlü bir federal yapı öngören Humbolt, Prusya'da da bir temsilciler meclisinin kurulması gerektiğine inanıyordu. Ancak 1819 yılında Frederick William III.'ün böyle bir meclis oluşturamayacağı açıkça ortaya çıkınca politik yaşamdan koptu. Humbolt'un liberal düşünceye katkısı 1792 yılında yazdığı ancak 1851 yılında tamamı yayınlanan "The Limits of State Action" adlı kitabıdır. Bu kitap 1969 yılında Ingilizce’ye çevrilmiştir. JAMES MILL (1773-1836) Forfarshire'li bir ayakkabıcının oğlu olan Mill, 1773 yılında doğdu. Iskoçya'da zengin aileye mensup olmayanlara tanınan eğitim imkanlarından yararlanarak eğitimini tamamladı. Sir John Stuart M.P.'nin yardımıyla Montrose Akademisi'nden felsefe ve yunanca eğitimi yaptığı Edinburg Üniversitesi'ne gitti. Daha sonra papazlık eğitimi aldı. 1801 yılında ise Londra'da gazeteci olarak çalışmaya başladı. 1808 yılında Jeremy Bentham ile tanıştı. Mill, taraftarı olduğu Bentham'ın bazı çalışmalarının yayınlanmasında O'na yardımcı oldu. 1807 yılında David Ricardo ile tanıştıktan sonra Ricardo'nun 189 "Principles of Political Economy and Taxation" adlı eserinin yazılmasında önemli bir rol oynadı. Mill, 1806 yılında yazmaya başladığı üç ciltten oluşan "History of British India" adlı kitabını 1818 yılında yayınladı. 1819 yılında East India House'a atandı. Bu görev sırasında hazırladığı "Elements of Political Economy" adlı çalışmasını 1828 yılında yayınladı. 1816 ve 1823 yılları arasında Britannica Ansiklopedisi için başta hükümet ve kolonilerle ilgili olmak üzere çeşitli konularda makaleler yazdı. 1824 yılında radikal ve "faydacı" fikirleri savunan bir gazete olan Westminster Review'in kuruluşunu destekledi. 1824 ve 1828 yılları arasında daha sonra Londra Üniversitesi olan kurumun kuruluşunda görev aldı. Başlıca Eserleri: An Essay on Government, Cambridge: The University Press, 1937. Analysis of The Phenomena of The Human Mind (J. S. Mill, A. Bain, A. Findlater ve G. Grote ile birlikte), London: Longmans, Green, Reader and Dyer; 1869. Selected Economic Writings (D. Winch ile birlikte), Edinburgh, London, published for the Scottish Economic Society by Oliver & Boyd, 1966. Political Writings (Terence Ball ile birlikte), Cambridge, New York: Cambridge University Press, 1992. Essays on Government, Jurisprudence, Liberty of The Press and Law of Nations, New York, A. M. Kelley, 1967. Elements of Political Economy, 3rd ed. New York, A. M. Kelley, 1965. Commerce Defended, New York, A. M. Kelley, Bookseller, 1965. FELICITE ROBERT DE LAMENNAIS (1782-1854) Zengin bir armatörün oğlu olan Lamennais 1782 yılında Italya- St. Malo'da doğdu. "College de France" ve St. Sulpice'de eğitimini tamamlayan Lamennais kısa bir süre St. Malo'da öğretmenlik yaptı. 1809 yılında kardeşi Jean ile birlikte ultramontanizmi savunan "De L'Etat et de L' Eglise au 18 Siecle et a L'heure" yi yayınladı. 1816 yılında papazlığa atandı. Ilk dinî çalışması olan 190 "Essai sur l' in Difference en Matiere de Religion" 1818 ve 1823 yılları arasında yayınlandı. Lamennais 1820'li yılların sonlarına doğru kiliseyi politik çıkarları için kullandıklarından dolayı X. Charles ve kiliseye karşı çıkmaya başladı ve daha sonraları kilisenin özgürlüğünü savundu. 1830 yılından sonra tamamen kral karşıtı olan Lamennais katoliklik ile liberalizmi uzlaştırmaya çalıştı. Lacordaire ve Montalembert ile birlikte Fransa'da liberal katolikliğin kurucusu olan Lamennais, 1830 Temmuz Devrimi'nden sonra Lacordaire ve Montalembert ile işbirliği yaparak "L'Avenir" gazetesini çıkarttı. Gazetenin oldukça geniş bir taraftar toplamasına rağmen liberal katoliklik Papa XVI. Gregory tarafından kınandı. Liberal ilkelerden vazgeçmeyi reddeden ve bu düşüncesini "Paroles d'un Croyant" adlı eserinde açıklayan Lamennais'in kilisedeki görevine 1834 yılında son verildi. Lamennais dini faaliyetleri durdurulmuş olmasına rağmen "La Livre du Peuple" ve "De l' esclavage Moderne" adlı çalışmaları ile demokratik ilkeleri savunmaya devam etti. 1848 yılında Seçmen Meclisi'ne seçilen Lamennais 1854 yılında bilinmeyen bir sebeple öldü. Başlıca Eserleri: Essay on Indifference in Matters of Religion (H. E. J. Stanley ile birlikte), London: J. Macqueen, 1895. RICHARD COBDEN (1804-1865) Küçük bir çiftçinin oğlu olan Cobden 1804 yılında Midhurst Sussex'de doğdu. Londra'da deneyim kazandıktan sonra 1828 yılında Manchester'de kendisine ait pamuklu dokuma işini kurdu. 1830'lu ve 1840'lı yıllarda Avrupa'ya ve Amerika'ya seyahatlerde bulundu. Serbest ticarete inanan Cobden'in uluslararası politika ile ilgili görüşleri Laissez-faire ilkesine dayanmaktaydı. Cobden 1838 yılında Mısır Kanunu'nu kaldırılması için açılan davaya katılmadan önce Manchester siyasi yaşamında etkili bir isimdi. 1841 yılında Avam Kamarası'na giren Cobden, 1840'lı yılların başında Mısır Kanunu'nun kaldırılması, 1840'lı yılların sonu ile 1850'li yılların başında uluslararası tahkim, 1860 yılında Fransa ile serbest ticaret 191 anlaşmasının yapılması ve ölüm tarihi olan 1865 yılında yapılan parlamenter reformlar gibi siyasi faaliyetlerde bulundu. Whig ve liberaller ile birlikte hareket etmesine rağmen kabinelerde görev almadı. Başlıca eserleri "England", "Ireland and America" ve "Russia" dır. Başlıca Eserleri: The Political Writings of Richard Cobden, 4th, ed. London: T. F. Unwin, 1903: New York, Kraus, 1969. Speeches of Richard Cobden .. on Peace, Financial Reform, Colonial Reform and Other Subjects Delivered During 1849, New York: Kraus Reprint, 1970. ALEXIS CLEREL DE TOCQUEVILLE (1805-1859) Aristokrat ve katolik olan ve Norman bir aileden gelen Tocqueville 1805 yılında doğdu. Babası X. Charles hükümetinde görevli olan Tocqueville hukuk eğitimi aldı ve Versay mahkeme başkanı olarak atandı. 1831 yılında bir arkadaşı ile birlikte ceza sistemini incelemek üzere gittiği Amerika'da demokratik devlet ve toplumun değişik yönlerini gözlemleme fırsatı elde etti. Fransa'ya döndükten sonra görevinden ayrıldı ve sonraki iki yılını "Democracy in America" adlı eserini yazarak geçirdi. Bu eserinin son bölümünü 1840 yılındaki Ingiltere ziyaretinde yazan Tocqueville bu eseri ile modern siyasi düşünürlerin en önemlileri arasında yerini aldı. 1839-1851 yılları arasında Fransız Meclisi'nde bağımsız milletvekilliği yaptı. Kısa süren II. Cumhuriyet Dönemi'nde Constituent Meclisi üyesi olan Tocqueville, 1849 yılına dek dışişleri bakanı olarak görev yaptı. Ancak Louis Napoleon tarafından bu görevinden alındı. 1851 yılında L. Napoleon'un askeri müdahalesi ile sonuçlanan Fransa'daki olayların patlak vermesi Tocqueville'de büyük bir hayal kırıklığı yarattı. Tocqueville'in son çalışması 18. yüzyılda Fransa'nın tarihi analizi ile ilgiliydi. Tocqueville "The Ancien Regime and The Revolution" adı altında ilk bölümü yayınlanan bu çalışmayı tamamlayamadan 1859 yılında öldü. Başlıca Eserleri: 192 Democracy in America, New York: A. Knopf: Distributed by Random House, 1993. The Old Regime and The French Revolution, Mass. Gloucester: Peter Smith, 1978. Recollections, 1st, ed. Garden City, N. Y. Doubleday, 1970. Selected Letters on Politics and Society (R. Boesche, ed.), Berkeley: University of California Press, 1985. JOHN STUART MILL (1806-1873) James Mill'in en büyük oğlu olan John Stuart Mill 1806'da doğdu. Ilk eğitimini babasından aldı. Üç yaşında Yunanca öğrendi. Onbir yaşında politik iktisat üzerinde çalışmalar yapmaya başladı. Onsekiz yaşında Westminster Review Dergisi'nde Frederic Bastiat'ın fikirlerinin devamı olarak ekonomik konular üzerinde makaleler yayınladı. 1820 ve 1821 yılları arasında Fransız iktisatçı John Baptiste Say ile tanışmak için gittiği Fransa'da bir kaç ay kaldı. 1823'de East India House'da memur oldu. Burada, 1858 yılında ofis şefi olarak emekli oluncaya dek çeşitli kademelerde görev yaptı. Mill'in yaşamında babasının etkisinden başka Coleridge ve Comte gibi düşünürlerin de etkisi olmuştur. 23 yaşında iken tanıştığı Harriet Taylor ile uzun süren arkadaşlığından sonra 1851 yılında evlendi. Mill, 1865 ve 1868 yılları arasında House of Commons'da görev aldı. Ancak, kadınlara oy hakkı sağlanması, Irlanda toprak reformu ve oy hakkının genişletilmesi gibi reformları desteklemesine rağmen parlamento üzerinde fazla bir etkiye sahip olamadı. Bir filozof, liberal düşünür ve iktisat teorisyeni olan Mill'in eserleri, 19. yüzyılda etkili olmuştur. Başlıca eserleri şunlardır: Kısmen Comte'nin pozitivizm ile ilgili görüşlerinden etkilenerek yazdığı "A System of Logic" (1843); "Principles of Political Economy" (1848); "On Liberty" (1859); "Considerations On Representative Government" (1861) ve 18601861 yıllarında yazılmasına karşılık 1869 yılında yayınlanan "On the Subjection of Women". Mill daha sonraki yıllarda belirli ölçüde faydacı felsefeden ayrıldı. Yaşamının geri kalan on beş yılını Fransa'da Avignon'da geçirdi ve 1858 yılında öldü. Ölümünden sonra "Autobiography" adını taşıyan eseri yayınlandı. Başlıca Eserleri: 193 On Liberty: Representative Government: The Subjection of Women, London: Oxford University Press, Geoffrey Cumberlege, 1912-1952. Utilitarianism (Oskar Piest, ed), Indianapolis, Bobbs-Merrill, 1957. Principles of Political Economy, New York, D. Appleton and Company, 1909. Essays on Ethics, Religion and Society, Toronto: University of Toronto Press, 1969. On Liberty (C. V. Shields, ed.), Indianapolis, Bobbs-Merrill, 1956. Nature and Utility of Religion, Indianapolis, Bobbs-Merrill, 1958. Dissertations and Discussions: Political, Philosophical and Historical, London: Longmans, Green, Reader and Dyer, 1867. Essays on Politics and Culture, Garden City, N. Y. Doubleday, 1962. Essays on Economics and Society (J. M. Robson, ed.), Toronto: University of Toronto, 1967. Considerations on Representative Government, New York , Henry Holt and Co. 1874. Essays on Equality, Law and Education (J. M. Robson, ed.), Toronto: Buffalo: University of Toronto Press, 1984. LYSANDER SPOONER (1808-1887) Lysander Spooner ABD'nin Massachusetts Eyaleti’nin Athol Kasabası’nda 1808 yılında doğdu. Hukuk bürosu açmak için üç yıl okuma şartını eleştirdi ve bu uygulamaya karşı çıktı. Yaşamı boyunca insanın doğal haklarını, Laissez-faire ve bireycilik felsefelerini savundu. Bir filozof olarak devletin posta hizmetlerindeki tekeline şiddetle karşı çıkıyordu. Eserlerinde köleliğe ve devletin bizzat kendisine karşı isyankardı. Yaşı ilerledikçe radikal düşünceleri daha da arttı. Ölümünden kısa bir süre önce "Gorever Cleveland'a Bir Mektup" başlığını taşıyan eserini yayınladı ve bu eserinde devlet monopolüne karşı en katı eleştirilerini yöneltti. Eserlerinde, Amerikan Anayasası'nı ve yasal sistemini de eleştirmiştir. Spooner, herşeyin ötesinde, kendisini 194 insanın doğal haklarının korunması amacına yöneltmiş bir radikal ve isyankar bir filozoftu. Başlıca Eserleri: No Treason: The Constitution of No Authority and A Letter to Thomas F. Bayard, Larkspur, Col, Pine Tree Press, 1966. The Collected Works of Lysander Spooner (Charles Shively, ed), Weston , Mass, M & S Press, 1971. Let's Abolish Government, New york, Arno Press, 1972. LORD ACTON (1834-1902) John Emerich Edward Dalberg-Acton, Lord Acton Avrupalılar ile önemli ilişkileri olan aristokrat katolik bir aileden gelmektedir. Katolik kilise tarihçilerinin önde gelenlerinden Ignaz von Dollinger'in himayesinde yedi yıl çalıştı ve aynı zamanda Avrupa'da seyahatlerde bulundu. 1859'da Avam Kamarası (House of Commons)'na kabul edildi ve 1869 yılında William Gladstone tarafından kendisine "lord" ünvanı verildi. 1860 yılında yayın hayatı çok kısa süren dergilerde liberal bakış açısından katolik dinini tanıtmaya çalıştı. 1870 yılında Papa'nın yaptığı açıklamadan derin üzüntü duymasına rağmen kiliseden ayrılmadı. Bundan sonra özgürlük tarihini yazmaya karar verdi. Bu amaç doğrultusundaki çalışmaları 1870'li yıllarda yazılan iki eseri ile başlar ve 1895 yılında Cambridge'de modern tarih profesörü olarak atanmasından sonra verdiği ilk konferanstan sonra devam eder. Bu çalışmaların Ingiliz tarihi üzerine önemli etkileri oldu. Bunun ötesinde O'nun Alman tarihçi metodları ve insanoğlunun gelişimi üzerine olan düşünceleri de Ingiliz tarihini geniş bir şekilde etkilemiştir. Başlıca Eserleri: Essays on Freedom and Power, Boston: Beacon Press, 1948. Essays in The History of Liberty, Indianapolis: Liberty Classics, 1985. Essays in The Liberal Interpretation of History: Selected Papers (W. H. McNeill, ed.), Chicago, University of Chicago Press, 1967. Essays on Church and State, New york, Crowell, 1968. 195 Lord Acton on Papal Power (H. A. Macdougall, ed.), London: Sheed & Ward, 1973. Selected Writings of Lord Acton (J. R. Fears ile birlikte). Lectures on Modern History, London: Collins, 1960. The History of Freedom and Other Essays (J. N. Figgis ve R. G. Laurence, ed.), London: Macmillan and Co, ltd. 1907. The History of Freedom (J. C. Holland, ed.), Grand Rapids: Acton Institute, 1993. Essays in The Study and Writing of History (J. R. Fears, ed.), Indianapolis: Liberty Classics, 1986. THOMAS HILL GREEN (1836-1882) Thomas Hill Green eğitimini 1855-1859 yılları arasında Rugby School ve Balliol Kolej'de tamamladı. 1860 yılında Oxford'da eskiçağ tarihi ve modern tarih üzerinde eğitim alan Green daha sonra felsefe dersleri verdi. 1861 yılında Balliol Kolej'den burs aldı ve 1866 yılında aynı okulda eğitimci olarak göreve başladı. "NeoHegelianism"e olan ilgisini kaybeden Green, daha sonraları, Oxford'da idealist okulun kurucusu oldu. Green'in ölümü ile yarım kalan ve felsefe alanında yaptığı önemli bir çalışma olan "Prologamena to Ethics" 1883 yılında yayınlandı. Akademik kariyerinin yanısıra orta dereceli okulların eğitim sistemleri ile de ilgilenen ve liberal politikacılarla birlikte çalışan Green, devletin ekonomiye pozitif müdahalesi olması gerektiğine inanmaktaydı. Green bu düşüncesini ölümünden sonra yayınlanan "Lectures On The Principles of Political Obligation" adlı eserinde açıklamaktadır. Başlıca Eserleri: Works of Thomas Hill Green (R. L. Nettleship, ed.), 2nd, ed. London, New York, Longmans, Green, 1889-1890. T. H. Green: Lectures on The Principles of Political Obligation, and Other Writings (P. Harris, J. Morrow, ed.), Cambridge: New York: Cambridge University Press, 1986. Prolegomena to Ethics (A. C. Bradley, ed.), Oxford, Clarendon Press, 1883. Lecture on The Principles of Political Obligation, London: New York: Longmans, Green and Co. , 1931. 196 The Political Theory of T. H. Green: Selected Writings (J. R. Rodman, ed.), New York, Appleton- Century- Crofts, 1964. 197