DENEY HAYVANLARINDA OLUŞTURULAN DUODENUM

advertisement
T.C SAĞLIK BAKANLIĞI
GÖZTEPE EĞİTİM VE ARAŞTIRMA HASTANESİ
IV.GENEL CERRAHİ KLİNİĞİ
KLİNİK ŞEFİ: Doç.Dr. M. Rafet YİĞİTBAŞI
DENEY HAYVANLARINDA OLUŞTURULAN DUODENUM
PERFORASYON MODELİNDE KLASİK CERRAHİ YÖNTEMLER ve
FİBRİN GLUE İLE YAPILAN ONARIMIN KISA VE UZUN DÖNEM
SONUÇLARININ KARŞILAŞTIRILMASI
(DENEYSEL ÇALIŞMA)
TIPTA UZMANLIK TEZİ
Dr. Nurhan Haluk Belen
İSTANBUL-2009
T.C SAĞLIK BAKANLIĞI
GÖZTEPE EĞİTİM VE ARAŞTIRMA HASTANESİ
IV.GENEL CERRAHİ KLİNİĞİ
KLİNİK ŞEFİ: Doç.Dr. M. Rafet YİĞİTBAŞI
DENEY HAYVANLARINDA OLUŞTURULAN DUODENUM
PERFORASYON MODELİNDE KLASİK CERRAHİ YÖNTEMLER ve
FİBRİN GLUE İLE YAPILAN ONARIMIN KISA VE UZUN DÖNEM
SONUÇLARININ KARŞILAŞTIRILMASI
(DENEYSEL ÇALIŞMA)
TIPTA UZMANLIK TEZİ
Dr. Nurhan Haluk Belen
Danışman
Doç.Dr. M. RAFET YİĞİTBAŞI
İSTANBUL-2009
TEġEKKÜR
Uzmanlık eğitimimin ilk 3 yılında birlikte çalışma fırsatı yakaladığım, gerek cerrahi
hayatı, gerekse sosyal hayatı ile kendime örnek aldığım, değerli hocam Sayın
Doç.Dr. Faik Çelik’e;
Asistanlığımın son 2 yılında birlikte çalıştığım, bilimselliği, cerrahi yeteneği, sabrı
ve azmi ile örnek bir cerrah olan, hocam Sayın Doç.Dr. M.Rafet Yiğitbaşı’na;
Geldiği günden itibaren hastanemize yerleştirdiği düzen, disiplin ve eğitim ilkeleri
doğrultusunda, fedakarca çalışan başhekimimiz, hocam Sayın Prof.Dr.Hamit Okur’a;
Tezimi yapmamda büyük emekleri olan hocam Prof.Dr. Yeşim Erbil, Yrd.Doç.Dr.
Mutlu Küçük ve Op.Dr. H. Baysal’a;
Asistanlığım süresince her zaman yanımda olan, hiçbir karşılık beklemeden eğitim
veren, sabırlı, yaptığımız her hatayı olgunlukla karşılayan klinik şef yardımcımız
Op.Dr. Y.Erkan Kılıç’a;
Eğitimim ve cerrahi yetimi geliştirmem için bana destek olan, yol gösteren ve iyi
günde de, kötü günde de her zaman yanımda olan kliniğimiz uzmanları Op.Dr.
Y.Gülhan, Op.Dr. L.Eldem, Op.Dr. K.Güler, Op.Dr. S.Bozkurt, Op.Dr. M.Altan
Kaya, Op.Dr. G.Turan ve Op.Dr. G.Uluç’a;
Birlikte çalışmaktan her zaman mutluluk ve gurur duyduğum asistan arkadaşlarım,
servis ve ameliyathane hemşireleri ile hastane personeline;
Eğitim hayatım boyunca tüm imkanlarını bana sunan, her zaman arkamda olan
ailem ve değerli, fedakar eşim Op.Dr. Ayşe Özlem Belen’e teşekkürlerimi sunarım.
i
ĠÇĠNDEKĠLER
TEġEKKÜR ………………………………………………….............................i
ĠÇĠNDEKĠLER.................................................................................................ii-iii-iv
KISALTMALAR………………………….……………………………………..v
TABLO LĠSTESĠ………………………………………….……………………..vi
ġEKĠL LĠSTESĠ………………………………………………………................vii
RESĠM LĠSTESĠ………………………………………………………...............viii
GRAFĠK LĠSTESĠ…………………………………………………………...........ix
ÖZET…………………………………………………………………...................x-xi
SUMMARY…………………………………………………………….…….…xii-xiii
GĠRĠġ………………………………………………………………..……………..1
GENEL BĠLGĠLER…………………….……………………………...................5
II.1 Tarihçe…………………………………………………………..................5
II.1.1 Cerrahi Dışı Tedavi………………………………….........6
II.1.2 Cerrahi Tedavi……………………………………….........7
II.1.3 Laparoskopik ve Endoskopik Yöntemlerle Tedavi…….…8
II.2 Anatomi…………………………………….………………………………9
II.3 Duodenum Histoloji ve Fizyolojisi…………...……………..…….............13
ii
II.4 Etyopatogenez……………………………..…………...............................15
II.4.1 Hiperasidite…………………………………...………....15
II.4.2 Helicobacter Pylori Enfeksiyonu………………..….......16
II.4.3
Mukozal
Defansın
Bozulması
ve
Nonsteroid
Antiinflamatuar İlaç Kullanımı……………………......16
II.4.4 Gastroduodenal Motilite Değişiklikleri…………………17
II.4.5 Diğer Faktörler………………………………………….17
II.5 Tanı Yöntemleri…………………………………………………….18
II.5.1 Anamnez, Fizik Muayene ve Klinik Bulgular……..……19
II.5.2 Laboratuar Bulguları.…………………………………....19
II.5.3 Görüntüleme Yöntemleri………………………………..20
II.6 Tedavi Yöntemleri………………………..…………………………22
II.6.1 Cerrahi Dışı Tedavi………………………………………22
II.6.2 Cerrahi Tedavi……………………………………………23
II.7 Fibrin bazlı doku yapıştırıcılar……………………………………....28
II.7.1 Tarihçe…………………………………………………...28
II.7.2 Etki Mekanizması………………………………………..28
GEREÇ ve YÖNTEM………………………………………………………….....30
III.1 Ameliyat Tekniği…………………………………………………………...32
III.2 Patlama Basıncı Ölçümü………………………………………………….35
iii
III.3 Hidroksiprolin Düzeyi Ölçümü……………………………………….…..36
BULGULAR……………………………………………………..………………..37
IV.1 Hidroksiprolin Ölçüm Değerleri…………………………………………..37
IV.2 Patlama Basıncı Ölçüm Değerleri…………………………………………44
IV.3 İstatistiksel İncelemeler…………………………………………………...47
TARTIġMA…………………………………………………………….…………48
SONUÇ………………………………………………………..…………………...55
KAYNAKLAR……………………………………..……………………………..57
TEZ ONAY SAYFASI…………………………………..…………………………66
iv
KISALTMALAR
A.
: Arteria
A.D.B.G
:Ayakta direkt batın grafisi
B.T
:Bilgisayarlı tomografi
cm
: Santimetre
GİS
: Gastrointestinal sistem
gr
: Gram
H2
: Histamin
HCL
: Hidroklorik asit
H.P
: Helicobacter pylori
L
: Litre
mg
: Miligram
mm
: Milimetre
M.R
: Manyetik rezonans
NSAİİ
: Nonsteroid antiinflamatuar
P.A
: Posterior-anterior
V.
:Vena
v
TABLO LĠSTESĠ
Tablo 1: Hidroksiprolin ölçümlerinin 4.gün, 7.gün ve 22.gün ölçümlerinin çalışma
ve kontrol gruplarına göre değerlendirmesi.
Tablo 2: Gruplarda günlere göre hidroksiprolin düzeylerinin değerlendirmesi.
Tablo 3: Hidroksiprolin düzeylerinin Post Hoc değerlendirmesi.
Tablo 4: Gruplarda günlere göre patlama basınçlarının değerlendirmesi.
Tablo 5: Patlama basıncı düzeylerinin Post Hoc değerlendirmesi.
vi
ġEKĠL LĠSTESĠ
ġekil 1: Duodenumun arteryel dolaşımı.
ġekil 2: Duodenumun venöz dolaşımı.
ġekil 3: Duodenum’un lenfatik dolaşımı.
ġekil 4: A-Standart Billroth I ameliyatı, B-Billroth II + Hoffmeister-Finsterer tipi
anastomoz, C- Billroth II + Roux Y anastomoz, D-Billroth II+ Polya tipi anastomoz.
ġekil 5: A-Trunkal vagotomi, B-Selektif vagotomi, C-Proksimal gastrik vagotomi.
ġekil 6: Fibrin yapıştırıcıların etki mekanizması.
vii
GRAFĠK LĠSTESĠ
Grafik 1: Grup I olguların hidroksiprolin düzeyleri.
Grafik 2: Grup II olguların hidroksiprolin düzeyleri.
Grafik 3: Grup III olguların hidroksiprolin düzeyleri.
Grafik 4: Grupların hidroksiprolin düzeyleri dağılımı.
Grafik 5: Grupların patlama basıncı düzeyleri dağılımı.
viii
RESĠM LĠSTESĠ
Resim 1: Batın traşı ve povidon-iot ile batının boyanması.
Resim 2: Batın eksplorasyonu ve duodenumun bulunması.
Resim 3: Duodenum perforasyon odağı.
Resim 4: Duodenum primer tamir işlemi.
Resim 5: Duodenum primer tamir+omentoplasti işlemi.
Resim 6: Fibrin glue ile tamir işlemi.
Resim 7: Patlama basıncı ölçümü.
ix
ÖZET
AMAÇDuodenal ülser perforasyonu, toplum içinde, duodenal ülser hastalığı olan kişilerin
yaklaşık %5-%11’inde görülen, dramatik bir tabloya sebep olan, ciddi ve tehlikeli bir
komplikasyondur. Günümüzde bu komplikasyon gerek açık, gerekse laparoskopik ve
endoskopik yöntemlerle tedavi edilmektedir. Bu çalışmada duodenal ülser
perforasyonu tedavisinde kullanılan klasik cerrahi yöntemler olan primer tamir,
primer tamir ve omentoplasti yöntemleri ile son 20 yıldır kullanım alanı genişleyen,
birçok cerrahi branşta kullanılan, fibrin bazlı doku yapıştırıcı (fibrin glue) ile tamirin
sonuçları karşılaştırıldı.
GEREÇ ve YÖNTEMBu çalışmada ağırlıkları 175 gr. ile 236 gr. arasında değişen, Wistar-Albino cinsi,
72 adet, dişi sıçan kullanıldı. Bu denekler, 18 sıçandan oluşan 3 ana gruba ve 6’şar
sıçandan oluşan kontrol gruplarına ayrıldı. 3 ana grupta 4., 7., 22. günlerde tekrar
ameliyat edilmek üzere 6’şar sıçandan oluşan alt gruplara ayrıldı. Deneklerin
ketamin ve xylazin ile anestezileri sağlandıktan sonra eksplorasyon uygulanarak,
duodenum tüm duvar katlarını içeren perforasyon odakları oluşturuldu. Bu odaklar
primer tamir, primer tamir ile omentoplasti ve yalnızca fibrin glue vasıtası ile
onarıldı. Ameliyattan sonra 4., 7., 22. günlerde, deneklerin sakrifikasyonunu takiben,
yapılan reeksplorasyonda, perforasyon nedeni ile onarım yapılan duodenum kısımları
rezeke edildi. Bu örneklerde yara iyileşmesini değerlendirme amaçlı, patlama basıncı
ölçümü ve HPLC yöntemi ile doku hidroksiprolin düzeyi tayini yapıldı.
x
SONUÇİlk ameliyatlar sonrası 4. günde sakrifiye edilen deneklerde bakılan hidroksiprolin
düzeyleri ve patlama basıncı değerleri gruplar arasında karşılaştırıldığında, fibrin
glue ile onarım yapılan grubun değerleri, klasik cerrahi yöntemlerle onarım yapılan
grupların değerlerinden anlamlı düzeyde düşük bulundu. Bu sonuç fibrin glue ile
onarım yapılan gruplarda doku iyileşmesinin diğer gruplara göre daha yavaş
olduğunu ve mekanik direncin de daha düşük olduğunu gösterdi. Bu veriler ışığında,
perforasyon odağındaki erken bir yetersizlik, hastaların morbidite ve mortalitelerinde
anlamlı
değişiklikler
yapacağı
için,
fibrin
yapıştırıcıların
duodenum
perforasyonlarının tedavisinde tek başlarına kullanımlarının uygun olmadığı, erken
dönemde etkili olabilen, yeni jenerasyon fibrin yapıştırıcılara ihtiyaç duyulduğu
sonucu çıkmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Peptik ülser, duodenum ülser perforasyonu, fibrin glue, hidroksiprolin
xi
SUMMARY
ObjectiveDuodenal ulcer perforation, which is a dramatic, serious and dangereous
complication of peptic ulcer disease, can be seen in approximately %5-11 of the
patients with duodenal ulcer. Generally, this complication is treated by surgical
technics including laparoscopic surgery, with or without endoscopic aid. In this
study, the results of primary closure and primary closure with omentoplasty have
been compared with closure by fibrin tissue adhesives (fibrin glue) only.
MethodsIn this study 72, female, Wistar-Albino rats were used. These experimental animals
were divided into 3 main groups, each group containing 18 rats. For each group 6
rats were seperated for being control groups. All groups were divided into 3
subgroups for reexploration on 4., 7., 22. days, postoperatively. After providing the
anesthesia by ketamine and xylazine, abdominal exploration was applied. Duodenum
was perforated manually, containing all layers of duodenum wall. Afterwards
perforation sites were repaired by primary closure, primary closure with
omentoplasty and fibrin glue only. 4., 7., 22. days after first exploration,
reexplorations were applied following the sacrification of rats. The healed
perforation site was resected for measuring bursting pressure and tissue
hydroxyproline levels by HPLC method for evaluating wound healing.
ConclusionIn this study, on 4. day after first exploration, the wound healing of perforation sites
repaired by fibrin tissue adhesives was found weaker than the perforation sites
repaired by classical surgical techniques. When the bursting pressures and
hydroxyproline leves of the groups were compared on 4. day, it was seen that, in
both bursting pressure and hydroxyproline levels, there was a statically significant
xii
difference between the fibrin tissue adhesive group and the other two groups. As
early leakage from the repaired perforation sites will increase the morbidity and
mortality of the patients significantly, it is unsafe to use fibrin tissue adhesives only
while repairing duodenal perforation sites. The use of fibrin glue as an auxiliary
material for classical surgical techniques can be benefical and it is necessary to
develope new generation fibrin tissue adhesives for succesful repair of duodenal
perforations.
Key Words: Peptic ulcus, duodenal ulcer perforation, fibrin glue, hydroxyproline.
xiii
I-GĠRĠġ
Peptik ülser hastalığı, batı toplumlarında popülasyonun yaklaşık %10’unun
hayatının bir evresinde etkilendiği bir hastalıktır(1). Özofagus,mide ve duodenumun,
asit-peptik aktivite ile karşılaşan mukozalarında oluşan kronik yaralara peptik ülser
denilir. Peptik ülser tanımının temel koşulları, bölgenin asit ve pepsinle teması ve
oluşan yaranın en az organ duvarının submukoza katmanına kadar uzanmış
olmasıdır(2). Özofagus, mide, duodenum dışında daha önceden oluşturulmuş
gastroenterostomiler çevresindeki jejunumda, Meckel divertikülüne komşu ileumda
ve Zollinger Ellison sendromunda oluşan yaralar da peptik ülser hastalığı başlığı
altında incelenirler(2). Bu çalışmada mide ve duodenumda oluşan peptik ülser
hastalığının komplikasyonu olan perforasyonlar inceleneceği için bu iki organın
peptik ülser hastalığı üzerinde durulacaktır.
Duodenal ve prepilorik
mide ülserlerinin patogenezinde hiperasidite, mide
ülserlerinin patogenezinde ise mukozal savunma sistemlerinin bozulması ve pilor
tonusunun azalması ile duodenal içeriğin mide içine reflüsü sorumlu tutulmaktadır.
Bu hastaların %75-85’inde Helikobakter pylori (H.P) enfeksiyonu mevcuttur(1,3,4).
1960 ve 1970’li yıllarda peptik ülser hastalığı, asit sekresyonunu kuvvetli bir
şekilde azaltan histamin (H2) reseptör blokerleri ve proton pompa inhibitörleri
bulunmadığı ve H.P enfeksiyonu bilinmediği için, antiasit ilaçlar ve diyet ile tedavi
1
edilmeye çalışılmaktaydı. Bu tedavilere rağmen semptomları devam eden hastalara
cerrahi tedavi uygulanıyordu(3,4). Cerrahi tedavide amaç, duodenal ülserlerde
hiperasiditeyi azaltacak yöntemler uygulamak, gastrik ülserlerde ise malignite riski
de taşıyan ülserin çıkarılması (parsiyel distal gastrektomi) ve vagal uyarıyı vagotomi
ile durdurmaktı(3,4).
Son 30 yılda peptik ülser hastalığının tedavisinde çok önemli ve radikal değişimler
gerçekleşmiştir. 1970’li yılların sonunda H2 reseptör blokerlerinin keşfi, 1980’li
yılların sonunda proton pompa inhibitörlerinin bulunması ve yapılan araştırmalar
sonucunda peptik ülserli hastaların %75-85’inin H.P ile enfekte olduğunun
gösterilmesi ile peptik ülser hastalığı cerrahi bir hastalık olmaktan çıkmış, asit
salınımını baskılayan ve H.P enfeksiyonunu tedavi eden ilaçlar ile kür sağlanılabilen,
rekürrens sıklığı azaltılabilen bir hastalığa dönüşmüştür(3,4).
Cerrahi tedavi günümüzde, medikal tedavi ile yanıt alınamayan hastalarda ve peptik
ülser hastalığının komplikasyonları söz konusu olduğunda devreye girmektedir(3,5).
Peptik ülser hastalığının 3 ana komplikasyonu mevcuttur. Bunlar kanama (%15-35),
perforasyon (%5-10) ve mide çıkış darlığıdır (pilor stenozu) (%1-2)
(3,4,5)
. Güncel
tedavi yaklaşımları ile bu komplikasyon oranlarında da oldukça azalma saptanmıştır.
Bu komplikasyonlardan kanama ve gastrik çıkış darlıkları endoskopik olarak tedavi
edilebilmektedir. Endoskopik tedaviden yanıt alınamayan olgularda ise cerrahi tedavi
gündeme gelmektedir. Bazı serilerde, peptik ulkus perforasyonlarında dahi,
hemodinamik olarak stabil, sepsis bulguları olamayan ve semptomların başlangıç
süresi 24 saati aşmayan olgularda nazogastrik dekompresyon ve medikal destek ile
vakaların takibi önerilmektedir. Bu şekilde peptik ulkus perforasyonu olan hastaların
2/3’ünün cerrahi bir işlem uygulanmadan tedavi edilebileceği bildirilmiştir(4).
Fibrin bazlı doku yapıştırıcılar (fibrin glue)
birbirinden ayrı kendine özgün
maddelerden oluşan 2 ana materyalin meydana getirdiği oluşumlardır. 1. materyal
saflaştırılmış-dondurulup kurutulmuş insan fibrinojeni ve FXIII, 2.materyal ise insan
veya sığır trombini, kalsiyum (FIV) ve antifibrinolitik bir ajan olan aprotininden
oluşmaktadır(6,7,8,9). Bu fibrin bazlı doku yapıştırıcılar kardiovasküler cerrahi, torasik
2
cerrahi, gastrointestinal cerrahi ve diğer cerrahi branşlarda oldukça geniş bir
kullanım alanına sahiptirler(6). Özellikle üst gastrointestinal sistem kanamalarının
endoskopik tedavisinde, barsak anastomozlarında, GIS fistüllerinin non-operatif
tedavisinde, karaciğer cerrahisinde, laparoskopik cerrahide hemostaz kontrolü ve
cerrahi sütürlere destek olarak yaygın bir şekilde kullanılmaktadırlar(6,10,11).
Laparoskopik kolesistektomi ameliyatının yaygınlaşması ile birlikte laparoskopik
ameliyatlar gastrointestinal cerrahi içinde gün geçtikçe daha önemli bir yer
edinmektedir(12). Peptik ulkus perforasyonu cerrahisinde de laparoskopinin açık
cerrahiye göre avantajları mevcuttur. Karın boşluğunun daha iyi eksplore
edilebilmesi, enfeksiyon ve fıtık gibi yara yeri komplikasyonlarının daha az
gözlemlenmesi,
post
operatif
dönemde
daha
az
analjezik
ajan
ihtiyacı,
hospitalizasyon süresinin kısalması ve günlük yaşama dönüşün hızlanması gibi
avantajlar laparoskopik cerrahiyi çekici kılmaktadır(12,13). Ayrıca yapılan randomize,
prospektif çalışmalarda laparoskopik cerrahi ile açık cerrahi arasında komplikasyon
ve mortalite açısından anlamlı bir fark saptanmamış ve bu da laparoskopik cerrahinin
açık cerrahi kadar güvenli olduğunu göstermiştir(12,13). Peptik ulkus perforasyonun
laparoskopik cerrahi ile onarımında çeşitli yöntemlerden faydalanılabilir. Bunlar,
primer dikiş ile onarım, fibrin yapıştırıcı, fibrin yapıştırıcı ve jelatin sünger ile
onarım, ligamentum teres hepatis’in laparoskopik olarak hazırlanmasını takiben
endoskopi ile mide içine çekilmesi ve yine endoskopi yardımlı omental yama
yapılması gibi tekniklerdir(11,12,13).
Bu çalışmanın amacı, günümüzde halen tıbbi bir sorun olan peptik ulkus hastalığına
sekonder gelişen duodenal perforasyonların onarımında kullanılan klasik cerrahi
yöntemler olan primer kapama, primer kapama ve omentoplasti yöntemleri ile
özellikle son 20 yılda kullanım alanı genişleyen fibrin bazlı doku yapıştırıcılar ile
onarımın
sonuçlarının
karşılaştırılması
ve
birbirlerine
olan
üstünlüklerinin
değerlendirilmesidir. Fibrin bazlı doku yapıştırıcıların etkinliği gösterilirse, sık
karşılaştığımız duodenal perforasyonların onarımı esnasında dokular daha az
travmatize edilecek ve bu perforasyonların tamirinde laparoskopik cerrahi
3
ve
endoskopik yaklaşım gibi günümüzde minimal invaziv yöntemler olarak adlandırılan
yöntemler kullanılarak tamir yapılıp, insan vücüdu minimal cerrahi travmaya maruz
bırakılacak,iyileşme süreci hızlanacaktır.
4
II.GENEL BĠLGĠLER
II.1.TARĠHÇE
Tıp tarihinde dokümente edilmiş en eski peptik ülser perforasyonu vakası
günümüzden yaklaşık 2200 yıl önce Çin’de ölen ve ölümünden sonra bitkisel bir
solüsyonda, kalın, tahta
tabut içinde saklanmış şekilde, 1975 yılında yapılan
kazılarda bulunan bir erkek cesedinde Wu Zhongbi ve arkadaşları tarafınca yapılan
patolojik incelemeler sonucunda saptanmıştır. Bu kişinin ölümünün nedeni prepilorik
perfore olmuş bir ülserin meydana getirdiği sekonder yaygın peritonit olarak
bildirilmiştir(14,15).
Bailee, 1799’da pilorik halkanın distalinde perfore olmuş ülseri olan bir hasta
bildirmiştir. Akut, serbest peptik ülser perforasyonu olan hastalar, ilk kez 1817
yılında Benjamin Travers tarafından tüm semptom ve bulguları net bir şekilde tasvir
edilerek yayımlanmıştır(14).
1843 yılında Edward Crisp 50 vakadan oluşan bir peptik ülser perforasyonu serisi
yayımlamış ve bu hastalarda cerrahi tedavinin yapılmasının faydalı olduğu görüşünü
bildirerek, bu hastalıkta ilk kez cerrahi tedaviyi önermiştir. Peptik ülser
perforasyonunda tanı kriterleri belirlendikten sonra eğer herhangi bir tedavi
uygulanmaz ise hastalığın mortalitesinin oldukça yüksek olduğu belirlenmiş ve bu
şekilde
günümüze
kadar
birçok
tedavi
5
yöntemi
tanımlanmıştır(14).
II.1.1. Cerrahi DıĢı Tedavi
Crisp 1843’de, Battams 1883’de ve Hall 1892’de gastrik ülser perforasyonu
sonrasında yaptıkları otopsilerde perforasyon odaklarının fibrin ve çevre dokular
tarafınca sınırlandırılıp, kapandığını bildirmişlerdir. Bu bilgiye rağmen 1935’deki
Wangensteen’in yayımladığı, 9 hastanın nasogastrik dekompresyon uygulanarak
tedavi edildiği seriye kadar, peptik ülser perforasyonlarının cerrahi tedavi dışında
tedavileri hakkında ciddi bir bildirim olmamıştır. Wangensteen peptik ülser
perforasyonu kliniği olan ancak direkt grafilerinde pnömoperitoneum olmayan
hastaları, perforasyon odağının kapandığını varsayarak cerrahi dışı yöntemle tedavi
etmiştir(14,16). Bundan 10 yıl sonra Bedford-Turner ve yine aynı yıl Taylor peptik
ülser perforasyonlarında konservatif tedavi ettikleri hastaları bildiren yayınlar
yapmışlardır(17). Cerrahi dışı peptik ülser perforasyonu tedavisi hakkında geniş bir
seride 1963 yılında Fontaine tarafınca yayınlanmış ve olguların %80’i cerrahi dışı
tedaviye olumlu yanıt vermiştir(14).
Berne-Donovan ve arkadaşları ise, peptik ülser perforasyonu tanısı koydukları
hastalara suda çözünen kontrast madde içirmişler, direkt grafide batın içine kaçak
olmayan hastalarda perforasyon odağının kendiliğinden kapandığını söyleyerek
operatif olmayan tedavi uygulamışlardır. Bu çalışmada cerrahi tedavi uygulanan
hastalarda mortalite %6 iken, cerrahi dışı yöntemle tedavi edilen hastalarda mortalite
%3 olarak bildirilmiştir. Ayrıca cerrahi dışı yöntemle tedavi edilen hastalarda
oldukça düşük bir komplikasyon oranı bildirilmiştir. (batın içi abse gelişimi,
reperforasyon gibi)
Crofts ve arkadaşlarının 1989’da yayınlanan, Hong Kong’da yaptıkları bir
çalışmada da perforasyon tanısı konan hastalar, suda çözünen kontrast madde
içirilmeyip, direkt grafi çekilmeden klinik takibe alınmış ve klinik takipte, muayene
bulguları gerilemeyen hastalar ameliyat edilmiştir. Bu çalışmada da cerrahi ve
6
cerrahi dışı yöntemle tedavi edilen hastaların, mortalite ve morbiditelerinde anlamlı
bir fark bulunmamıştır. İki grup arasındaki en önemli fark cerrahi dışı tedavinin 70
yaş üzeri hasta grubunda, genç hastalara göre başarısız olduğudur(14,16).
II.1.2.Cerrahi Tedavi
Peptik ülser perforasyonu olgularında ilk cerrahi girişim 1884 yılında MikuliczRadecki tarafınca laparotomi ve basit kapama yöntemi uygulanarak yapılmış ancak
hasta operasyon sonrası kaybedilmiştir. Aynı yöntemle 1892 yılında Ludwig Heusner
tarafınca ilk başarılı operasyon uygulanmıştır. Laparotomi ve basit kapama yöntemi
oldukça revaçta ve
birçok merkezin uyguladığı bir yöntem olarak karşımıza
çıkmaktadır. Ancak H.P enfeksiyonunun keşfi ve çok etkili asit sekresyonu
baskılayıcı ilaçların bulunmasından evvel, basit kapama yöntemi ile onarım yapılan
hastaların takibinde, bu hastaların yalnızca %20’sinin işlemden sonra asemptomatik
olarak yaşamlarına devam ettiği, geri kalanında dispepsi, nüks perforasyon, kanama,
pilor darlığı gibi komplikasyonların geliştiği bildirilmiştir. Bu sebepten ötürü peptik
ülser perforasyonu olan olgularda sadece perforasyona yönelik değil, ayrıca ülserin
tedavisini de içeren birçok definitif cerrahi işlem tanımlanmıştır.
1897’de Braun perforasyon odağının tamirine posterior gastroenterostomi işlemini
eklemiş ve bu prosedür 40 yılı aşkın süre kullanımda kalmıştır. Dowden 1909 yılında
piloroplasti işlemini tanımlamış, ancak her 2 yöntem de nüks ülser sıklığı sebebi ile
yeterli derecede efektif olmamıştır(14).
1902 yılında Keetley ilk kez perfore bir mide ülseri için mide rezeksiyonu
uygulamış, Von Harberer ise 1919 yılında perfore bir duodenum ülseri için ilk kez
subtotal gastrektomi ameliyatı yapmıştır(14,16). Bundan sonraki 30 yıl içerisinde tüm
Avrupa ve Amerika’da birçok cerrah yeni ameliyat teknikleri geliştirmiştir. 1800’lü
yılların sonunda Brodie, Claude Bernard ve Pavlov tarafınca deneysel olarak
gerçekleştirilen vagotomi işlemine 1925 yılında Schiassi tarafından drenaj için
gastroenterostomi eklenmiş ve 1943 yılında Dragstedt ve Owens duodenal ülser
7
tedavisinde vagotomi işlemini tekrar gündeme getirmiştir(14). 1960’lı yılların sonu ile
1970’li yılların başına kadar vagotomi ve gastroenterostomi prosedürü yaygın bir
şekilde kullanılmış ancak bu yıllardan sonra yavaş yavaş terkedilmiştir.
1960’lı yıllarda trunkal vagotomi ve antrektomi işlemi ön plana çıkmış ve duodenal
ülser perforasyonlarında yaygın olarak kullanılmaya başlanmıştır. 1970 yılında
Johnston, Wilkinson, Amdrup ve Jensen yüksek selektif vagotomi işlemini
tanımlamış ve gastrointestinal sistem üzerine
yan etkileri az olan bu yöntem
geliştirilen modifikasyonlarla günümüzde kullanılan şeklini almıştır. Bu yöntem
duodenal ülser tedavisinde kullanılmaya başlandıktan ve gastrointestinal yan
etkilerinin az olduğu, nüks ülser oranlarının düşük olduğu görüldükten sonra
duodenum ülser perforasyonu ameliyatlarında da kullanılmaya başlanmıştır(14).
Günümüzde halen genel durumları uygun olan hastaların duodenal perforasyon
ameliyatlarında kullanılan bir ameliyat tekniğidir.
II.1.3.Laparoskopik ve Endoskopik Yöntemlerle Tedavi
1990 yılında Nathanson ve arkadaşları ilk kez duodenal ülser perforasyonunda
laparoskopik onarım ve peritoneal tuvalet işlemini bildirmişlerdir. Bunu takiben
Fletcher, Jones, Kavic ve Oshima gibi cerrahlar ise, duodenal ülser perforasyon
odağının laparoskopik yöntemlerle tamir edildiği olgular bildirmişlerdir(14).
1992 yılında Sigman ve arkadaşları duodenal ülser perforasyonu olan bir hastaya
laparoskopik omental yama onarımı yapmışlar ve peritonun irrigasyon ve aspirasyon
işlemi sonrası, ameliyatı batın içi dren yerleştirmeden başarılı bir şekilde
bitirmişlerdir. Bunu takip eden yıllarda daha geniş serilerde laparoskopik dikişli
onarım, laparoskopik dikişsiz onarım(fibrin glue ve spongostan vasıtası ile), açık
dikişli ve dikişsiz onarım yöntemleri karşılaştırılmıştır(11,14).
Perrissat ve arkadaşları 1992 yılında geniş bir duodenal ülser perforasyon odağının
onarımında, üst gastrointestinal endoskopi vasıtası ile Dormia basket kullanarak,
8
perforasyon odağından batın içine girmişler ve laparoskopik yöntemle hazırlanan
omental yamayı bu Dormia basket vasıtası ile perforasyon odağından gastrointestinal
lümen içine çekip, fibrin glue ile bu yamayı kuvvetli bir şekilde fikse
etmişlerdir(14,18). Bu şekilde üst gastrointestinal sistem endoskopisi ve laparoskopik
cerrahi kombine bir şekilde kullanılarak, minimal invaziv yöntemlerle
onarım
yapılmıştır.
1990 yılında Mouret ve arkadaşları ilk kez peptik ülser perforasyonunda
laparoskopik omental yama ile onarımı bildirmiş, 1992 yılında da Cadiere ve
arkadaşları
yayınlamıştır
aynı
yöntemle
tedavi
edilen
10
hastadan
oluşan
bir
seri
(14,19,20)
.
II.2.ANATOMĠ
Duodenum, pars süperior, pars descendes, pars horizontalis (inferior) ve pars
ascendes isimli 4 bölümden oluşan, ilk bölümü intraperitoneal diğer 3 bölümü
sekonder retroperitoneal şekilde seyreden bir organdır. Duodenum’un bölümleri
teker teker incelendiğinde;
II.2.1.Pars Superior
Yaklaşık 5 cm. uzunluğundadır. Pilordan başlayıp safra kesesi boynunda pars
descendes ile devam eder. İlk yarısı intraperitonealdir ve diğer bölümlere göre daha
geniştir. Bu bölüme bulbus duodeni adı verilir. İkinci yarısı ise retroperitoneal olarak
devam
eder.
Yukarı-arkada
foramen
bursa
omentalis,
arkada
arteria(a.)
gastroduodenalis, koledok kanalı ve vena porta hepatis, aşağı-arkada pankreasın baş
ve boyun kısımları ile komşudur(21).
9
II.2.2.Pars Descendes
Safra kesesi boynundan 3. lomber vertebra hizasına kadar uzanır. Yaklaşık 8-10
cm. uzunluğundadır. Bu bölümün ön yüzünün komşuluğunda mezokolon
transversum mevcuttur. Arkada sağ böbreğin iç kenarı, sağ üreter, sağ renal
damarlar, vena cava inferior ve musculus psoas major ile, medialde pankreasın baş
kısmı ve koledok kanalı ile, lateralde ise kolonun sağ fleksurası ile komşudur.
Koledok kanalı ve ana pankreatik kanal duodenum’un medial kenarında yan yana
gelir ve duodenum duvarına girdikten sonra birleşerek ampulla hepatopankreatika’yı
oluştururlar. Bu oluşum duodenumun pars descendes kısmının medial ve arka
duvarlarının birleştiği yerde bulunan papilla duodeni major’a açılırlar. Burası
pilordan 8-10 cm. distaldedir. Anatomik olarak minor pankreatik kanal mevcut ise
papilla duodeni minöre açılır(21,22).
II.2.3. Pars Horizontalis (Ġnferior)
Yaklaşık 8-10 cm. uzunluğunda olan bu kısım 3. lumbal vertebranın sağından
başlar ve vena cava inferior’un önünden geçerek sola ve biraz da yukarı yönelir. Aort
damarının önünde 4. kısım olarak devam eder. Bu bölümün büyük bir kısmı
peritonsuzdur. Arkada sağ üreter, sağ psoas major kası, sağ testiküler arter ve ven
(kadında ovarian arter ve ven), Vena cava inferior ve Aort damarı ile buradan çıkan
inferior mesenterik arteri çaprazlar. Üst yüzü pankreas, alt yüzü jejunum ile
komşudur(21).
II.2.4.Pars Ascendes
Aort damarının önünde veya biraz sol tarafında yer alır. Yaklaşık 2.5 cm.
uzunluğundadır. Yukarıda 2. Lumbal omurun üst kenarı seviyesinde öne ve aşağı
dönerek jejunum ile birleşir. Buraya fleksura duodenojejunalis adı verilir. Arkada
trunkus sympathicus, sol psoas major kası, sol böbrek, sol testiküler arter ve ven
(kadında ovarian arter ve ven) ve Vena mesenterica inferior ile komşudur. Sağ
10
kenarına radix mesenteri tutunur ve sol tarafın ön yüzünü örter. Yukarıda pankreas
gövdesi, ön tarafında transvers kolon ve mezosu bulunur.
Duodenumun
son
bölümü
ve
fleksura
duodenojejunalis,
suspensorium duodeni (Treitz bağı) ile karın arka duvarına asılmıştır
ligamentum
(21,22)
.
II.2.5.DolaĢım
Arterial DolaĢımDuodenumu besleyen ana arterial yapılar A. gastrica dekstra, A. supraduodenalis,
A. gastroepiploica dekstra, A. pankreatikoduodenalis süperior ve inferior’dur.
Duodenum’un üst bölümü A. hepatica propria’dan da dallar alır(22).
ġekil 1-Duodenumun arteryel dolaĢımı
11
Venöz DolaĢımVenöz dolaşım Vena(V.) lienalis, V.mesenterica superior ve V. porta’ya olur.
ġekil 2-Duodenumun venöz dolaĢımı
Lenfatik DolaĢımDuodenumun ön ve arka yüzlerinde bulunan lenf damarları kendi aralarında bolca
anastomoz yaparlar. Ön taraftaki lenfatikler superior pankreatikoduodenal lenf
nodları aracılığı ile pilorik nodlara drene olurlar. Buradan çıkan lenfatik damarlarda
çöliak lenf nodlarına drene olurlar.
Duodenum’un arka yüzündeki lenf damarları pankreas başının arkasına geçip
inferior mesenterik lenf nodlarına drene olurlar(22).
ġekil 3-Duodenum’un lenfatik dolaĢımı
12
2.2.6.Ġnnervasyon
Duodenum duvarı içinde, birbirine bir lif şebekesiyle bağlanmış nöronlardan
oluşmuş, iyi bilinen 2 adet gastrointestinal sistem nöral pleksusu mevcuttur(22). Biri
submukozal pleksus olan Meissner pleksusu, diğeri de muskularis eksterna içerisinde
yerleşmiş olan Aurbach pleksusudur. Pleksuslardaki preganglionik parasempatik
lifler vagus siniri, postganglionik sempatik lifler ise çöliak ve süperior mesenterik
ganglionlardaki, T6 ve T12 arasındaki sempatik zincirdeki veya splanknik sinirler
boyunca dağılmış ganglionlardaki hücre gövdelerinden çıkar. Duodenumun
innervasyonuna hepatik pleksusdan ayrılan lifler de katılır(22,24,25,26).
II.3.DUEDONUM HĠSTOLOJĠ VE FĠZYOLOJĠSĠ
Duodenum duvarı içten dışa doğru mukoza, submukoza , muskularis eksterna ve
seroza katmanlarından oluşur. Mukoza, intestinal lümenin uzun eksenine dik olarak
yerleşmiş yarımay şeklinde katlantılar halinde yerleşir (Kerckring kapakçıkları).
Epiteli silindirik epitelden oluşmuştur. Yaprak şeklindeki villuslar mukoza içine
çıkıntılar oluşturur. Villuslarda emilim görevi olan mikrovilluslar, duodenum
mukozasını koruyan asit glikoproteinleri salgılayan Goblet hücreleri, protein
polisakkarit kompleksi yapan ekzokrin Paneth hücreleri ve argentaffin hücreler
bulunur(27,28).
Duodenal mukoza yüzeyinden lümene doğru yönlenen villuslar arasında, lamina
propria katmanına uzanan basit tübüler yapılar Liberkühn kriptaları adını alır.
Submukoza tabakasında, mukozayı delip kriptalara açılan Brunner bezleri mevcuttur.
Brunner bezleri yaptıkları alkali karakterde salgı vasıtası ile duodenum mukozasını,
mideden gelen asidik şimusdan korurlar(27).
Duodenum, pilor ile birlikte, nöral ve hümoral mekanizmalar vasıtasıyla mide
boşalmasını kontrol etmektedir. Duodenum’dan salgılanan hormonlar, sindirim
sistemi
salgıları
ve
motilitesi
üzerinde
13
önemli
etkilere
sahiptir.
-Kolesistokinin: Protein sindirim ürünleri, yağ ve yağ asitleri ile salınımı uyarılır.
Pankreatik enzim salınımını, safra kesesi kontraksiyonunu, oddi sfinkteri
gevşemesini uyarır. Mide asit salınımını ve mide boşalma hızını azaltır.
-Sekretin: Duodenum’a gelen asidik mide içeriği ve yağ asitleri tarafınca salınımı
uyarılır. Pankreastan bikarbonat ve sıvı salınımını uyarır. Mide asit salınımı ve mide
boşalma hızını azaltır.
-Motilin: Açlık ve dietteki yağ oranı tarafınca salınımı düzenlenir. Peristaltik
hareketleri düzenler.
-Gastrik Ġnhibitör Polipeptit: Besinlerin duodenuma geçişi tarafınca uyarılır.
İnsülin salınmasını uyarır. Asit salınımını inhibe eder(29).
-Pankreatik Polipeptit: Protein sindirim ürünleri ve gastrik distansiyon tarafınca
salınımı uyarılır. Pankreatik sekresyonları inhibe eder.
-Somatostatin: Tüm gastrointestinal sistem boyunca yerleşmiş olan D hücreleri
tarafınca salgılanır. Yağ alımı salınımını uyarır. Gastrin ve insülin salınımını inhibe
eder. Asit salınımı ve intestinal absorbsiyon azalır(29).
Duodenal ülser gelişiminde etkili olduğu düşünülen patofizyolojik etkenler midenin
yüksek miktarda hidroklorik asit salgılaması, pepsin salgısının yüksekliği, duodenal
mukus salınım anormallikleri, pankreas sıvısının yeterince alkali olmaması, safra
akım azlığı, vagus sinirlerinin aşırı uyarılması ve Santorini kanalı yokluğu
sayılabilir(27).
14
II.4.ETYOPATOGENEZ
Duodenal
ülser
perforasyonu,
duodenal
peptik
ülser
hastalığının
bir
komplikasyonudur. Duodenal ülser oluşumunda tek yönlü bir patofizyolojik
mekanizmadan çok, çeşitli faktörlerin etkileşimi ile ortaya çıkan ve duodenal
mukozanın zedelendiği bir tablo söz konusudur. Bu faktörlerin önde gelenleri
hiperasidite, peptik aktivite, artmış mide boşalma hızı, bozulmuş mukozal savunma,
prostaglandinler ve H.P enfeksiyonudur(30,31,32,33,34).
II.4.1.Hiperasidite
Asitle ülser arasındaki ilişki tıp tarihinin en eski dönemlerinden beri bilinmektedir.
‘’Asit yoksa ülser yok’’ terimi hala geçerliliğini sürdürmektedir. Asit, midenin
korpus ve fundus bölümlerindeki paryetal hücrelerden; nöral, hormonal ve parakrin
faktörlerin etkisi altında salgılanır. Kolinerjik sistem nöral, gastrin hormonal ve
histamin de parakrin faktörlerdir(30,35).
Duodenal ülserli hastalarda bazal ve maksimal asit salgısı artmıştır. Ancak
hastaların çoğunda bu değerler normal popülasyonla aynı düzeydedir. Normal
popülasyondan farklı olarak mide pH düzeyleri normalden düşüktür ve bu hem gece
hem de gündüz boyunca devam etmektedir. Geceleri mide pH’sının düşük olmasının
ülser oluşumunda önemli bir faktör olduğu bilinmektedir. Bunlara ek olarak yemek
yendikten sonra uzamış ve miktarı artmış asit salınımı duodenal ülserli hastalarda
saptanmıştır(30).
Artmış vagal tonusun ülser gelişiminde önemli bir mekanizma olduğu
düşünülmektedir. Bunun yanında antral pH’nın düşüşüyle inhibe olan gastrin salınım
mekanizmasının duodenal ülserli hastalarda bu şekilde çalışmaması, yemeğe cevap
olarak daha fazla gastrin salgılanması ve paryetal hücrelerde artmış gastrin
duyarlılığının
varlığı
duodenal
ülser
15
oluşumunda
etkili
sebeplerdir.
II.4.2.Helicobacter Pylori Enfeksiyonu
Mide mukozasında yerleşen, spiral yapılı mikroorganizmalar ilk olarak 1893 yılında
Bizzozero tarafından tanımlanmış, ancak bunların üretilmesi ve peptik ülser hastalığı
ile ilişkilerinin ortaya konması 1983 yılında Marshall ve Warren tarafından
gerçekleştirilmiştir(30).
24 çalışmanın sonuçlarının değerlendirildiği bir metaanalizde duodenum ülserli
olguların %94’ünün, mide ülserli olguların %84’ünün antral biopsi örneklerinde H.P
gastriti saptanmıştır(36). Bu birliktelik, peptik ülser ve H.P ilişkisini destekleyen
verilerden biri olarak kabul edilebilir. Ancak peptik ülser ve H.P ilişkisini
destekleyen en kuvvetli kanıt H.P eradikasyonunu takiben peptik ülser hastalığının
seyrindeki dramatik değişikliktir. Yapılan bir metaanalizde 686 duodenal ülserli
olguda 1 yıllık takibin ardından nüks oranı H.P eradikasyonu yapılanlarda %4-9,
eradikasyon yapılmayanlarda ise %69-72 olarak bulunmuştur. Ayrıca aynı çalışmada
eradikasyon yapılanlarda, sık rastlanan peptik ülser komplikasyonlarında azalma
saptanmıştır(37,38,39,40).
Yapılan çalışmalar çerçevesinde H.P’nin duodenal ülser patogenezindeki rolü bir
hipotezle açıklanmaktadır. Bu hipoteze göre antrumdaki H.P gastritine ikincil, yemek
sonrası gastrin ve ona bağlı asit salınımı artmaktadır. Duodenum bu şekilde
normalden fazla asit ile karşılaşmakta ve duodenum mukozasında gastrik metaplazi
alanları oluşmaktadır. H.P bu gastrik metaplazi alanlarında kolonize olmakta ve
duodenit oluşturmaktadır. Duodenit gelişince duodenal bikarbonat salınımı
azalmakta ve mukozal iltihapla beraber direnci azalan mukozada ülserasyon
gelişmektedir(35).
II.4.3.Mukozal Defansın Bozulması ve Nonsteroid Antiinflamatuar Ġlaç (NSAII)
Kullanımı
Mukozal defansif faktörler olan mukus ve bikarbonat sekresyonu, epitelyum
hücrelerinin bütünlüğü, yenilenmesi ve kanlanmasında prostoglandinlerin rolü çok
16
önemlidir. Aspirin ve NSAİİ’lar endojen prostoglandin sentezini inhibe ederek
defansif faktörlerin zayıflamasına yol açarlar(35).
II.4.4.Gastroduodenal Motilite DeğiĢiklikleri
Duodenal ülserli hastalarda mide boşalma hızının arttığı, buna bağlı olarak da fazla
miktarda ve tamponlanmamış asidin duodenuma geçişine bağlı olarak ülser
oluşumuna yol açtığı belirtilmektedir(30,41).
II.4.5.Diğer Faktörler
Genetik yapıya bağlı olarak artmış parietal hücre kitlesi varlığı, sigara ve alkol
kullanımı, psikolojik sebepler, diyet özellikleri, NSAİİ’lar ile beraber kortikosteroid
kullanımı,
Zollinger-Ellison
karakterizedir)
peptik
ülser
Sendromu
(atipik
etyopatogenezinde
yerleşimli
rol
peptik
ülserlerle
oynamaktadır(35).
H.P
enfeksiyonunun gastrik ve duodenal ülser etyopatogenezindeki rolü anlaşılmış ve
buna yönelik eradikasyon tedavileri ile ülser iyileşmesi sağlanmış, definitif ülser
cerrahisi özellikli vakalar dışında terk edilmiş olmasına rağmen peptik ülser
perforasyonu sebebi ile yapılan cerrahi müdahalelerin insidansında azalma
gözlenmemektedir. 19. yüzyılda sık rastlanmayan bir komplikasyon olan ülser
perforasyonu, 20. yüzyıldan itibaren sıklığı artarak gözlemlenmeye başlamıştır(16,42).
Matsukura ve ark. H.P enfeksiyonunun duodenal ülser perforasyonundaki rolünü
araştırdıkları çalışmalarında duodenal ülser perforasyonunun etyopatogenezinin,
kronik duodenum ülseri etyopatogenezinden tamamen farklı bir antite olduğunu
belirtmişlerdir(43). Thorkild ve ark.’nın yaptıkları çalışmada da, H.P enfeksiyonunun
kronik duodenal ülser patogenezinde risk faktörü olduğu ancak ülser perforasyonu
gelişen hastalarda böyle bir bağ kurulamadığı belirtilmiştir(44). Bu iki çalışmada da
sigara içimi, steroid ve NSAİİ kullanımı ile peptik ülser perforasyonu arasında
anlamlı ilişki saptanmış ve bu iki sebep peptik ülser perforasyonu için risk faktörü
olarak belirtilmiştir. Sigara kullanımı ile oluşan mukozal vazokonstrüksiyonun yol
açtığı iskeminin mukozal bariyerde zayıflamaya yol açtığı belirtilmiştir(43,44,45).
NSAİİ’lar ve aspirin ise siklooksijenaz enzimini bloke ederek gastrik ve duodenal
17
mukoza bariyerinin korunmasında önemli rolü olan protaglandinlerin salınımını
engelleyerek etki gösterirler(46).
Akut stres ise peptik ülser perforasyonlarının etyopatogenezinde suçlanan diğer bir
nedendir. II. Dünya savaşının bitimi ile İngiltere, Fransa ve Avusturya’da peptik
ülser perforasyonu insidansında önemli azalmalar saptanmıştır. Bu da peptik ülser
perforasyonunda stresin önemini vurgulayan bir durumdur(47).
Peptik ülser perforasyonu, peptik ülser hastalığı olan popülasyonun yaklaşık %511’inde görülen, nedeni tam olarak açıklanamamış, tehlikeli bir komplikasyondur.
Günümüze kadar yapılan birçok çalışmada perforasyona yatkınlığı arttıracak bazı
etyolojik faktörler tanımlansa da, nedeni tam olarak anlaşılamamıştır.
II.5 TANI YÖNTEMLERĠ
II.5.1.Anamnez,Fizik Muayene ve Klinik Bulgular
Peptik ülser perforasyonu, ülser tabanının mide veya duodenumun seroza katmanını
aşması ile ortaya çıkan klinik bir tablodur. İki farklı şekilde karşımıza çıkar. Akut
ülser perforasyonlarında olay hızlı seyirlidir ve delinen mide veya duodenum lümeni
direkt batın boşluğuna açılır. Kronik ülser perforasyonunda ise süreç yavaştır ve
perforasyon odağı çevre doku ve organ tarafınca sınırlanır. Buna kapalı perforasyon
adı da verilir(2).
Peptik ülser perforasyonunda hastanın hikayesi ve muayene bulguları oldukça
tipiktir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta hastanın daha önceki ülser yakınmaları
ile bu yakınmasını ayırmaktır. Diğer bir dikkat edilecek nokta da %7 hastada peptik
ülser perforasyonunun peptik ülser hastalığının ilk belirtisi olarak ortaya çıkmasıdır.
Ağrı genellikle yemek sonrasında veya uzun bir açlık döneminin ardından, aniden
epigastriumda başlar. Kısa sürede sağ hipokondrium, sırt, her iki omuz arası ve tüm
batına yayılır. İlk anda bulantı, kusma ve senkop atağı olabilir. Batın muayenesinde
tahta karın olarak da tariflenen, yaygın bir rijidite mevcuttur. Hasta karnını elletmek
18
istemez. Dinlemekle barsak sesleri azalmış veya hiç alınamaz. Perküsyonda
karaciğer matitesi kaybolmuştur. Solunum hızlı ve yüzeyeldir; karın solunuma
katılmaz. Bu dönem perforasyonun birinci evresidir ve batına kaçan mide, duodenum
içeriğinin sebep olduğu peritonite ikincil gelişir(2,48).
Peptik ülser perforasyonunun ikinci evresi her hastada rastlanmaz. Bu dönemde
hastada rahatlama oluşur. Hasta kendini iyi hisseder ancak muayenesinde batında
yaygın hassasiyet ve rijidite devam etmektedir. Dinlemekle barsak sesleri alınamaz.
Bu iki dönem yaklaşık 6 saatlik bir zaman dilimini kapsar ve genellikle hasta bu
dönemler içinde tanı alıp tedavi edilirler. 1. ve 2. dönemler tedavi uygulandığı
takdirde mortalite ve morbiditenin düşük olduğu kimyasal peritonit dönemleridir.
Peptik ülser perforasyonunun 3. evresinde ise kimyasal peritonit yerini bakteriyal
translokasyon sonucu gelişen bakteriyal peritonite bırakır ki işte bu dönemde
hipovolemi, taşikardi, ateş, hipotansiyon gibi ciddi bulgularla seyreden, sistemik
inflamatuar yanıt gelişir. Karın iyice şişer ve barsak sesleri hiç alınamaz. Bu dönem
hastada septik bulguların oturduğu dönemdir.
Hastaların çoğunda perforasyon tanısı kolaylıkla konarken yaşlı, obez, immün
sistem hastalığı olan, immün süpresif tedavi alan, ameliyat sonrası nekahat
döneminde olan, akıl sağlığı yerinde olmayan, medulla spinalis yaralanması olan
hastalarda tanı koymak sıkıntılı olabilir. Bu tip hastalarda tanı konması, yüksek bir
kuşku indeksi ve tanısal testlerin serbestçe kullanılmasına bağlıdır(2,49).
II.5.2 Laboratuar Bulgular
Peptik ülser perforasyonu şüphesi olan hastalardan ilk planda tam kan sayımı ve
karaciğerin, böbreğin fonksiyonlarını, vücuttaki sıvı elektrolit durumunu gösteren
temel biyokimyasal tetkikler istenmelidir. Eğer hastada septik bulgular mevcut ise
arterial kan gazı ve serum laktat düzeyi ölçümleri ile fizyolojik bozukluğun derecesi
hakkında fikir edinilebilir. Bu tetkik, hastanın resüsitasyonunda bizi yönlendirecek
bir rehberdir. Perforasyonun erken döneminde lökositoz ve sola kayma ile hafif bir
amilaz yüksekliği dışında laboratuar bulgular normaldir. Kandaki amilaz yüksekliği
19
deliğin çapı ile doğru orantılıdır ve kötü prognoza işaret eder. Hasta gecikmiş ve
bakterial peritonit gelişmiş ise karaciğer, böbrek, solunum fonksiyonlarında, kan gazı
değerlerinde
bozulma
saptanır.
Bu
da
sistemik
inflamatuar
cevabın
bir
sonucudur(2,49).
II.5.3 Görüntüleme Yöntemleri
- Direkt Grafiler: Akut batın düşünülen hastalarda öncelikle tanı için direkt
grafilerden faydalanılır. Eğer hasta ayakta durabiliyor ise posterior-anterior (P.A)
akciğer grafisi ve ayakta direkt batın grafisi (A.D.B.G) çektirilmelidir. Eğer hasta
ayakta duramıyor veya pozisyon vermede güçlük var ise yatarak veya lateral dekübit
pozisyonda direkt karın grafileri çekilmelidir(48,49). A.D.B.G’de periton içi serbest
hava genellikle sağ diafragma altında hilal şeklinde görülür (%80). Lateral dekübit
pozisyonda ise sağ iliak kemik altında gözlemlenir (%38). Yatarak çekilen grafilerde
barsak duvarının her iki yanında hava görülmesi (Rigler bulgusu), karaciğer etrafında
hava birikmesi sık rastlanan periton içi serbest hava bulgularıdır. Yatarak çekilen
grafilerde nadiren de olsa falsiform bağ etrafında hava, peritoneal boşluğu çevreleyen
hava (Futbol bulgusu), göbek bağı etrafında hava (ters v bulgusu) saptanabilir.
Yatarak çekilen grafilerin batın içi serbest havanın saptanmasında %59 oranında
duyarlı olduğu belirtilmiştir.
-Kontrastlı Grafiler: Suda çözünen kontrast madde içirilmesini takiben çekilen
direkt grafilerde batın içine kontrast kaçmasının saptanmasına dayanır. Kapalı bir
perforasyonu açık hale dönüştürülebilir. Genellikle perforasyon odağının cerrahi
tedavisini takiben hastaya oral gıda başlanmadan kaçak olup olmadığını görmek için
kullanılır.
-Ultrasonografi: Ultrasonografi non-invazif, ucuz, hastaları radyasyona maruz
bırakmadan yapılan; endikasyonlarında seçici davranmak koşulu ile akut karınlı
hastalarda tanıyı doğrulamak için veya ayırıcı tanı için rahatlıkla kullanılabilen bir
yöntemdir(50). Ultrasonografi ile peptik ülser perforasyonlarında batın içinde bulunan
sıvı, sıvı koleksiyonları, abse odakları saptanabilir. Ancak abdominal gaz sebebi ile
20
perforasyonun
demonstrasyonunda
yetersizdir.
Ultrasonografi,
peptik
ülser
perforasyonu ile akut kolesistit, akut bilier pankreatit, akut apandisit, divertikülit
perforasyonu gibi diğer akut batın sebeplerinin ayırıcı tanısında oldukça faydalı bir
yöntemdir(50,51).
-Bilgisayarlı Tomografi (B.T): Bilgisayarlı tomografi akut batın hastalarının
değerlendirilmesinde gittikçe artan bir sıklıkta kullanılmaktadır(48). Özellikle akut
apandisit, divertikülit, pankreatit, organ perforasyonları hakkında çok önemli bilgiler
verir(50). BT’nin perforasyona ikincil gelişen pnömoperitoneumu belirlemede
etkinliği daha evvel yapılmış çalışmalarda gösterilmiştir. Ancak bu çalışmalarda
BT’nin perforasyon odağının gösterilmesi ve tanımlanmasında yetersiz kaldığı
vurgulanmıştır(52,53). Son yıllarda geliştirilen ince kesitli spiral BT’nin avantajı tek
nefes tutumluk bir sürede tüm batını tarayabilmesi, ince kesitleriyle gastrointestinal
sistem lümenini ayrıntılı göstermesidir. Ongolo ve arkadaşlarının yaptığı bir
çalışmada kontrastsız ince kesitli spiral BT ile gastroduodenal perforasyonu olan 10
hastanın 8’inde gastroduodenal duvar etrafındaki inflamatuar değişiklikler, çevre
organ ve dokulardaki değişiklikler ile lümen dışı hava net bir şekilde saptanmış ve
tanı konmuştur. Bu da özellikle duodenal perforasyonu olan ve Taylor’ın konservatif
tedavisi uygulanması planlanan hastalarda hem gastrointestinal lümene kontrast
verilmeden hem de perforasyon odağını belirlemek için eksplorasyon yapmadan tanı
imkanı sağlamaktadır(52,54).
-Manyetik Rezonans (M.R): Yüksek maliyeti, barsak ve solunum hareketlerinden
etkilenmesi, uzun sürmesi, birçok merkezde bulunmaması, klostrofobi, kalp pili ve
başka metal implantları olan hastalarda kullanılamaması bu tetkikin akut karınlı
hastalarda kullanımını sınırlamıştır. Akut karınlı hastaların değerlendirilmesinde
MR’ın BT’ye herhangi bir üstünlüğü gösterilememiştir(48,50,51).
-Endoskopi: Peptik ülser perforasyonu tanısında yeri yoktur. Peptik ülser
perforasyonu şüphesi olan hastalarda yapılması kontrendikedir. Kapalı bir
perforasyonu
açık
hale
çevirebilir.
Endoskopi
günümüzde
peptik
ülser
perforasyonunun tanısında değilse de tedavisinde rol almaktadır. Üst gastrointestinal
21
sistem endoskopisi yapılırken meydana gelen perforasyonlarda endoskopik metal
klip vasıtası ile onarım ilk kez 1993 yılında Binmoeller tarafınca yapılmış, Kaneko,
Baron, Roses ve Aline yaptıkları yayınlarla onu takip etmiştir. 2004 yılında Malkov
ve ark. laparoskopik onarım uyguladıkları 35 vakanın 15’inde endoskopi vasıtası ile
omental yama yapmışlardır(55,56).
II.6.TEDAVĠ YÖNTEMLERĠ
II.6.1.Cerrahi DıĢı Tedavi
Medikal veya konservatif tedavi olarak da isimlendirilen bu metodun temelinde oral
alımın durdurulması, nazogastrik sonda ile mide içeriğinin dışa drenajı, intravenöz
yolla mide asit salınımın baskılanması ve intravenöz yolla verilen geniş spektrumlu
antibiotikler ile bakteryal peritonitin önüne geçilmesi yatar. Bu şekilde tedavi edilen
hastalara sık sık batın muayenesi yapılmalı, kan tahlilleri ve kan gazı tetkikleri ile
devamlı takip altında tutulmalıdır(49).
Tarihte peptik ülser perforasyonunun konservatif olarak tedavi edildiğini bildiren
ilk yayın 1935 yılında Wangensteen tarafından yapılmıştır(14,16). Yaklaşık 55 yıl önce
yani cerrahi tedavilerin mortalite oranlarının %20’li değerlerde olduğu yıllarda
Taylor peptik ülser perforasyonlarında konservatif tedaviyi gündeme getirmiş ve
önermiştir. Berne ve Donovan’ın çalışmasında ise cerrahi yöntemlerle tedavi edilen
hastaların mortalitesi %6.2 iken, konservatif metodlarla tedavi edilen hastaların
mortaliteleri %3 olarak bulunmuştur. Croft ve arkadaşlarının yaptığı bir çalışmada
peptik ülser perforasyonu gelişen hastalar cerrahi ve cerrahi dışı yöntemlerle tedavi
edilmiş
ve
morbidite
ile
mortalite
değerleri
arasında
anlamlı
bir
fark
saptanmamıştır(16).
Bu noktada önemli olan hangi hastaların konservatif tedavi ile takip edilebileceği,
hangi hastaların ise cerrahi müdahaleler ile tedavi edileceğidir. Yaygın peritoniti
olmayan, hemodinamik durumu stabil, suda eriyen kontrast madde ile yapılan üst
22
gastroinestinal sistem direkt grafisinde batın içine kaçak olmayan hastalar
konservatif metodlarla tedavi edilebilirler. Gelişebilecek komplikasyonlar açısından
yakından takip edilmeleri gereklidir(39).
II.6.2.Cerrahi Tedavi
Peptik ülser perforasyonu tedavisinde medikal yöntemlerle tedavinin seçilmiş
vakalarda etkinliği gösterilmiş olsa bile, günümüzde cerrahlar tarafınca seçilen
standart tedavi, cerrahi yöntemlerle yapılan tedavidir. Graham tarafınca duodenal
ülser perforasyonlarının tedavisinde basit dikiş ile kapama yöntemi tarif edildiğinden
beri, bu yöntem birçok cerrah tarafınca uygulanmış ancak bu işlem sonrası ülser
nüksünün %37-%58 gibi yüksek oranlarda olması sebebi ile yaşlılık, yaygın pürülan
peritonit, organ yetmezliği gibi yüksek morbidite faktörlerinin olmadığı hastalarda
definitif cerrahi yöntemlerin operasyona eklenmesi gündeme gelmiştir. Ancak gerek
definitif cerrahi işlemlerin diare, kusma, kilo kaybı, dumping sendromu gibi yan
etkilerinin olması, gerek ameliyat süresini uzatması gibi dezavantajlarının bulunması
sebebi ile bazı cerrahlar tarafınca acil operasyona uygulanmaları uygun
bulunmamıştır(16). Basit kapama ile onarım ve definitif cerrahi işlemlerin acil
operasyona eklendiği vakaların karşılaştırıldığı 3 adet randomize çalışma
yapılmıştır(57,58,59). Bu çalışmaların ikisinde morbiditesi yüksek olan hastalar çalışma
dışında bırakılmıştır. Bu çalışmalarda, ameliyat sonrası ortalama 20 aylık bir takip
süresi sonunda sadece basit kapama ile tamir yapılan olgularda %61, onarıma defitif
cerrahi işlemlerin eklendiği vakalarda ise %6’lık bir nüks oranı bildirilmiştir(57,58,59).
Definitif cerrahi yöntemler seçilirken düşük ülser nüks oranı ve düşük yan etkileri
olan bir yöntem seçilmelidir. Definitif cerrahi yöntemleri aşağıda kısaca
özetlenecektir.
i)Subtotal Gastrektomi: Midenin %75 distal kesiminin rezeksiyonu demektir. Ana
koşul hiç antrum mukozası kalmaması ve yeterince kenar hücre çıkarılmasıdır. Bu
şekilde sindirimin antral fazı ve kenar hücrelerin bir bölümü asit üretiminden
dışlanır. %75’den az rezeksiyonlar nüks oranını arttırırken, daha fazla rezeksiyonlar
23
ameliyat sekellerini kabul edilemez düzeylere yükseltir. Subtotal gastrektomi sonrası
pasaj iki yolla sağlanır. Bunlardan birincisi gastroduodenostomi anastomozunun
yapıldığı Billroth I yöntemi, ikincisi gastrojejunostomi anastomozunun yapıldığı
Billroth II yöntemidir. Billroth I yönteminde genelde vagotomi işlemi de eklendiği
için tam bir subtotal gastrektomi
işlemi yapmak gerekmez ve işlem kısmi
gastrektomi olarak da adlandırılabilir. Billroth II işleminde yapılan gastrojejunostomi
anastomoz tipleri Hoffmeister-Finsterer, Polya, Roux- Y tipi anastomozlardır.
ii)Vagotomiler:Duodenal
ülser
oluşumunda
vagus
sinirinin
öneminin
anlaşılmasından sonra vagotomi işlemi kullanıma girmiştir. Vagotomi işleminin 4
farklı tipi mevcuttur ve bu işlemler doğru şekilde uygulandıkları zaman asit
salınımını eşit miktarda azaltırlar. Gastrointestinal yan etkileri sebebi ile
birbirlerinden ayrılırlar.
-Trunkal vagotomi: Vagus ana gövdelerinin torakal ya da karından tam olarak
kesilmesidir. Hem midenin, hem pelvik organların, hem de sol kolon dışı batın içi
organların vagal liflerinin tümünün kesilmesi demektir. Bu yapılınca mutlaka mide
boşaltımını kolaylaştıran bir işlem eklenmelidir. Bu işlemler ya gastrojejunostomi ya
da piloroplasti ameliyatıdır. Piloroplasti daha fizyolojik bir yöntem olduğu için tercih
edilir. Sık kullanılan 4 tipi vardır. Bunlar Heineke-Mikulicz, Finney, Jaboulay ve
Judd piloroplastileridir.
-Selektif vagotomi: Vagusların sadece mideye giden dallarının kesildiği yöntemdir.
Diğer batın organlarının innervasyonları korunur. Her iki vagus çöliak ve hepatik
dallarını verdikten sonra kesilir. Bu yöntemde de ameliyata bir drenaj işlemi eklemek
gerekir. Yöntemin teknik güçlüğü ve uygulamada istenilen sonuçların elde
edilememesi nedeni ile kullanımı sınırlıdır.
24
-Proksimal gastrik vagotomi: Midenin korpus ve fundusundaki parietal hücre
alanına giden tüm vagal lifler kesilir, antruma giden Laterjet sinirleri korunur. Bu
şekilde antral staz veya drenaja bağlı çabuk boşalma, dumping sendromu, ishal,
alkalen reflü gastrit gibi yan etkiler gözlenmez. Medikal vagotomi olarak da
adlandırılır.
-Ön seromyotomi ve arka trunkal vagotomi: Proksimal gastrik vagotominin teknik
güçlüğü, eksik vagotomi olasılığının yüksekliği ve Laterjet sinirinin yaralanması
olasılığındaki yükseklik sebebi ile Taylor tarafından ön seromyotomi ve arka trunkal
vagotomi ameliyatı önerilmiştir. Teknik yönden daha kolay bir yöntemdir(2,61).
A
B
C
D
ġekil 4-A-Standart Billroth I ameliyatı, B-Billroth II + Hoffmeister-Finsterer tipi anastomoz, C- Billroth II + Roux Y
anastomoz, D-Billroth II+ Polya tipi anastomoz.
25
ġekil 5-A-Trunkal vagotomi, B-Selektif vagotomi, C-Proksimal gastrik vagotomi
26
iii)Kombine ameliyatlar:İki taraflı trunkal veya selektif vagotomi ameliyatı ile
midenin gastrin salgılayan antrum kesiminin tümü ile çıkarıldığı ameliyatlara verilen
isimdir. Amaç hidroklorik asit (HCl) salınımını kontrol eden 2 etkeni devre dışı
bırakmaktır. Bu ameliyatlarda peptik ülserlerin %99’u iyileşir. Asit salınımı yüksek
olan hastalarda tercih edilir(2).
Komplike olmamış duodenal ülserlerin etyolojisinde H.P enfeksiyonu varlığı ve
bunun eradikasyonu ile ülser tedavisi yaygın şekilde kabul görse de, halen duodenal
ülser perforasyonları ile H.P enfeksiyonu arasında bir ilişki olup olmadığı tam olarak
kanıtlanmamıştır(16). 2000 yılında Enders ve ark.’nın yaptığı bir çalışmada duodenal
ülser perforasyonu sebebi ile basit kapama işlemi yapılan hastaların bir kısmına
operasyon sonrası H.P eradikasyon tedavisi uygulanmış, bir kısmına da sadece
proton pompa inhibitörleri ile asit supresyon tedavisi verilmiştir. 1 yıllık takip
sonucunda H.P eradikasyon tedavisi uygulanan hastalarda %4.8, sadece asit
azaltmaya yönelik tedavi uygulanan hastalarda ise %38.1 ülser nüksü saptanmıştır(60).
Basit kapama ile onarılan duodenal ülser perforasyonu sonrasında, H.P
eradikasyonu yapılan hastalarda saptanan düşük nüks ülser değerleri sonucunda basit
kapama cerrahlar arasında popüler hale gelmiştir. Gelişen teknoloji ve laporoskopik
cerrahi konusunda katedilen mesafe peptik ülser perforasyonlarının laparoskopik
onarımını gündeme getirmiştir. Lau ve ark. ile Siu ve ark. yaptıkları çalışmalarda
laparoskopik cerrahi ile açık cerrahi arasında mortalite, morbidite ve reoperasyon
gereksinimleri açısından fark bulamamışlardır(11,12). Lau ve ark.’nın yaptığı
çalışmada bir grupta hastalar dikiş materyali kullanılmadan, perforasyon odağına
jelatin bir materyal tıkayıp üzerine fibrin yapıştırıcı sıkılarak opere edilmişlerdir. Bu
da ameliyat süresi açık yöntemden daha uzun olan laparoskopik onarımın süresini
kısaltmıştır. Bu çalışmada nazogastrik sonda ile drenaj süresinde, damar içi ilaçla
tedavi süresinde, hastanede yatış ve normal diete geçme süresinde her iki grup arası
anlamlı bir fark bulunmamış; ancak Siu ve ark.’nın yaptığı çalışmada ise hem
hastanede kalış süresinde, hem ameliyat sonrası ağrı şiddetinde hem de normal
yaşam aktivitesine dönüş süresinde laparoskopik yöntemin daha üstün olduğu
27
gösterilmiştir(11,12). Bu çalışmalar laparoskopik yöntemle operasyonun, açık
yöntemlere göre minimal invaziv girişim üstünlüklerini taşıdığını göstermektedir ve
cerrahlar için alternatif bir yöntem olarak kabul edilmiştir.
II.7.FĠBRĠN BAZLI DOKU YAPIġTIRICILAR(FĠBRĠN GLUE)
II.7.1.Tarihçe
Fibrinojenin hemostaz amaçlı kullanımı ilk kez 1909 yılında Bergel tarafından
bildirilmiştir. 1915 yılında Lippincot beyin cerrahisi operasyonlarında yine fibrin
bazlı bu materyalleri kullanmıştır. 1940 yılında Young ve Medawar fibrinojeni
periferik sinir onarımlarında yapıştırıcı olarak kullanmışlardır. 1944 yılında ilk kez
Cronkite ve arkadaşları tarafınca, fibrinojen ve trombin deri greftlerinde doku
yapıştırıcı olarak kullanılmışlardır. 1982 yılında Matras ve arkadaşları nöral
anastomozlar için konsantre fibrinojen içeren fibrin yapıştırıcı kullanmışlardır.
1980’li yıllarda Gestring ve Lerner, Siedentop ve arkadaşları ile Spotnitz ve
arkadaşları fibrin yapıştırıcılar içinde kullanılmak üzere, konsantre fibrinojen
üretmek için farklı kimyasal ve kriyopresipitasyon metodları tanımlamışlardır. Bu
yılları takiben cerrahi çalışmalarda yaygın bir şekilde denenen fibrin bazlı doku
yapıştırıcıların, bu çalışmalardan toplanan verilerin analizleri sonucunda, 1998
yılında güvenli, efektif bir ürün olarak genel kullanımı kabul görmüştür(6,7).
II.7.2.Etki Mekanizması
Fibrin bazlı doku yapıştırıcılar iki farklı ürünün birbiri ile karıştırılması sonucu
oluşur. İlk ürün saflaştırılmış-dondurulup kurutulmuş insan fibrinojeni ve faktör XIII,
ikinci ürün ise insan veya sığır trombini, kalsiyum (FIV) ve antifibrinolitik olan
aprotininden oluşur. Bu
iki ana materyali birbirine karıştırdığımızda trombin
fibrinojeni fibrin monomerlerine parçalar. Fibrin monomerleri hidrojen bağları ile
birbirine bağlanarak fibril agregatları oluşturur ve bunu takiben kovalent bağlarla
birbirine bağlanıp fibrin polimerlerini oluştururlar(pıhtılaşma-60 saniye) (6,8).
28
Bu oluşan fibrin polimerleri dokulara kovalent, hidrojen, elektrostatik bağlar veya
mekanik kitlenme yoluyla bağlanır(6,8).
Fibronektin,
kollajen, trombositler ve
megakaryositlere Fxıııa, fibroblastlara glikoprotein 2b-3a vasıtası ile yapışırlar. Bu
doku kollajeni etrafında bir pıhtı ağı oluşumuna yol açar(3 dakika-3saat). Bundan
sonraki 3.gün ile 18. gün arasında fibrinoliz işlemi oluşur ki, bu olayda ortaya çıkan
yıkım ürünleri de fibroblast ve makrofajların yıkım alanına göçünü, bağ dokusu
sentezini ve neovaskülarizasyonu tetikler (3.günden itibaren) (6,7,8,9). Bunu takiben bu
bölgede bağ dokusu şeklinde nedbe gelişir (günler-haftalar). Bu da bize fibrinin yara
iyileşmesindeki önemli rolünü açıklar.
Fibrin yapıştırıcıların dört farklı kullanım aparatı mevcuttur. Bu aparatlar şırınga
sistemi, sprey sistemi, endoskopik kullanım için tasarlanmış sistem ve fibrin glue
içeren yamalardan oluşur. Kardiovasküler cerrahi, göğüs cerrahisi, gastrointestinal
cerrahi, sinir cerrahisi, travmatoloji, plastik cerrahi gibi branşlarda kullanılır.
ġekil 6-Fibrin yapıĢtırıcıların etki mekanizması.
29
III.GEREÇ VE YÖNTEM
Bu deneysel çalışma İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Deneysel Tıp
Araştırma Enstitüsü laboratuarında gerçekleştirildi. İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp
Fakültesi etik kurulundan 28/01/2009 tarihinde alınan, 11 protokol numaralı izinle
yapılan bu çalışmada, İ.Ü DETAE laboratuarından temin edilen, Wistar Albino
cinsi, ağırlıkları 175 ile 236 gram (gr) arasında değişen 72 adet, dişi sıçan kullanıldı.
Çalışmada duodenum perforasyonu oluşturulan sıçanlar, yapılan cerrahi onarım
şekline göre, 24’er denekten oluşan 3 ana gruba ayrıldı. Birinci gruptaki deneklere
sadece primer tamir ile, ikinci gruptaki deneklere primer tamir ve omentoplasti ile,
üçüncü gruptaki deneklere de sadece fibrin yapıştırıcı (Tisseel,Eczacıbaşı-Baxter) ile
onarım uygulandı. Bu 3 ana grup da 4., 7., 22. günlerde patlama basıncı ölçümü ve
doku hidroksiprolin düzeyi tayini için 3’er alt gruba ayrıldı. Deneklerin bu şekilde alt
gruplara ayrılmalarının sebebi yara iyileşmesinde ilk olgun kollajen sentezinin 72.
saatte olması, kollejen sentezinin en yüksek düzeye ulaştığı dönemin 5-7. günler
arasında olması ve yaradaki maturasyon evresinin başlangıç gününün 21. gün olarak
belirlenmiş olmasıdır(65,66). Bu 3 ana grup içinde 6’şar adet sıçana perforasyon odağı
oluşturulmadan ve duodenuma herhangi bir cerrahi travma yapılmadan, sadece
eksploratif laparotomi uygulandı. Bu şekilde perforasyon oluşturulmayan ve
duodenumları cerrahi travmaya maruz kalmayan sıçanların duodenumlarındaki
hidroksiprolin değerlerinin saptanması ve bunun cerrahi onarım yapılan gruplardaki
30
sıçanlardan alınan örneklerle karşılaştırılması amaçlandı. Böylece 9 adet 6’şar
sıçandan oluşan alt grup ve 4., 7., 22. günlerde bakılmak üzere 6’şar adet sıçandan
oluşan 3 adet kontrol grubu oluşturuldu.
Günümüzde yapılan çalışmalar sonucu duodenal ülser perforasyonlarında primer
kapama yöntemlerini takiben uygulanan H.P eradikasyonu sonrasında nüks ülser
düzeylerinin düşük bulunması ve perforasyon geçiren hastalarda bazal asit salınımı
ile en yüksek asit salınımı arasında belirgin bir farklılık saptanmadığı için, çalışmada
definitif cerrahi işlemler uygulanmamış ve operasyonlar kliniğimiz rutininde de
kullanılan primer kapama yöntemleri ile gerçekleştirilmiştir(60,64).
Ameliyat sonrası denekler her kafeste 6 hayvan olacak şekilde yerleştirildiler.
Kontrol grubu hariç diğer tüm deneklere, ameliyat günü ve ameliyat gününü takip
eden gün ağızdan su veya yem verilmedi. Bu süreçte sıçanlar, intraperitoneal yoldan
günde 20ml/kg. olacak şekilde %10 Dextroz serum (Eczacıbaşı-Baxter,Türkiye) ile
beslendiler. Ameliyat sonrası 2. gün deneklere ağızdan yem ve su verilmeye
başlanarak, normal diyete geçildi.
Deneklere, ait oldukları gruplara göre, operasyondan sonraki 4., 7., 22. günlerde,
normal anestezi dozunun 4 katı olacak şekilde 20mg/kg diazepamın (Diazem ampul,
Deva, Türkiye) intraperitoneal yoldan verilmesi ile sakrifikasyon uygulandı.
Reeksplorasyonda onarılan perforasyon odağı bulunarak, proksimalden 4 santimetre
(cm.), distalden 2 cm. sağlam kısım alacak şekilde rezeke edilerek batın dışına alındı.
Rezeksiyon yapılırken perforasyon odağı ile çevre dokular arası yapışıklıkların
açılmamasına özen gösterildi. Bu şekilde patlama basıncı ölçümü esnasında
oluşabilecek hatalar engellendi. Patlama basıncı ölçüldükten sonra doku parçaları,
onarım uygulanan alan çevresinde 1 cm. sağlam doku olacak şekilde iskeletize edildi
ve laboratuara gönderilmek üzere saklama kaplarına konuldu.
31
III.1.AMELĠYAT TEKNĠĞĠ
Sıçanlara 100 mg/kg ketamin (Ketalar, Eczacıbaşı İlaç San., Türkiye) ve 10 mg/kg
Xylazin (Rompun ampul, Bayer, Almanya) intraperitoneal olarak verilerek
anestezileri sağlandı. Anestezi derinliği kornea refleksi ve kuyruk kıstırma
yöntemleri ile 15 dakikada bir kontrol edildi. Sıçanların batın traşlarını takiben
ameliyat sahası povidon-iot ile silindi. Ameliyat sahası açıkta kalacak şekilde steril
yeşil örtü ile örtülen sıçanların batınına, yapılan yaklaşık 4 cm.’lik median insizyon
ile cilt, cilt altı ve faysal dokular geçilerek girildi. Eksplorasyon’da mide bulunup
takip edilerek duodenuma ulaşıldı. Kontrol grubundaki denekler haricinde, standart
olarak tüm deneklerin duodenumlarında (postpilorik alanda) 3 milimetre (mm) çaplı
perforasyon odakları oluşturuldu. Bu odaklar duodenumun tüm katlarını içermekte
idi ve tüm deneklerde duodenal içeriğin lümen dışına çıkışı gözlemlendi.
Resim 1-Batın traĢı ve povidon-iot ile batının boyanması
32
Resim2-Batın eksplorasyonu ve duodenumun bulunması.
Resim 3-Duodenum perforasyon odağı.
Duodenum lümeninden çıkan gastrointestinal içeriğin temizlenmesini takiben
perforasyon odakları ilk grupta 4-0 ipek sütür materyali vasıtası ile primer tamir
edildi. İkinci grupta yine 4-0 ipek sütür materyali ile primer tamir ve omentoplasti
33
işlemi uygulandı. Son gruptaki sıçanlara ise yalnızca fibrin yapıştırıcı (Tisseel,
Eczacıbaşı-Baxter, A.B.D) vasıtası ile onarım yapıldı. Bu onarım için 0.125cc/cm2
dozda fibrin yapıştırıcı kullanıldı. Kontrol grubundaki deneklere sadece eksploratif
laparotomi uygulandı. Tamir işlemlerini takiben deneklerin batınları tek kat
üzerinden 3-0 propilen dikiş materyali ile kapatıldı.
Resim 4-Duodenum primer tamir iĢlemi.
Resim 5-Duodenum primer tamir+omentoplasti iĢlemi
34
Resim 6-Fibrin glue ile tamir iĢlemi.
III.2.PATLAMA BASINCI ÖLÇÜMÜ
Sakrifiye edilen denekler 4.,7. ve 22. günlerde tekrar eksplore edildiler. Onarılmış
perforasyon odakları bulunarak, bu odakların 4 cm. proksimal ve 2 cm. distalinden
rezeksiyon uygulandı. Rezeksiyon uygulanırken onarılmış perforasyon odağı ile
çevre dokular arası yapışıklıkların korunmasına özen gösterildi. Bu şekilde
olabilecek yanlış ölçümlerin önüne geçildi. Çıkarılan parçanın duodenal ucu serbest
olarak bağlandı, mide ucu ise daha önceden hazırlanan düzeneğe yerleştirilip
bağlandı. Bu dokunun tamamı su dolu kabın içine batırılıp, 6ml/dk’lık sabit hızla,
hava ile şişirilmeye başlandı. Suda hava kabarcıklarının görüldüğü basınç, patlama
basıncı olarak kayıt edildi.
Resim 7-Patlama basıncı ölçümü.
35
III.3.HĠDROKSĠPROLĠN DÜZEYĠ ÖLÇÜMÜ
Patlama basıncı ölçümü işlemi tamamlandıktan sonra, alınan dokular onarım
yapılan bölgenin etrafında 1 cm’lik sağlam doku kalacak şekilde, çepeçevre
küçültüldü. Daha sonra bu dokular hassas tartıda tartılarak ağırlıkları 1 gr. olacak
şekilde tekrar küçültülerek serum fizyolojik içerisinde -40C0 sıcaklıkta derin
dondurucuda saklandılar.
Saklanan dokular 120C0 sıcaklıkta (yüksek ısı) ve saf HCL (derişik asit) ile
muamele yapılarak ekstrakte edildi. 5000 rpm’de 30 dakika santrifrüj edilerek
çalışma materyali elde edildi. Elde edilen materyalde, HPLC ( high performance
liquid cromotografi yöntemi) yöntemi ile, Shimadzu (made in japan) aleti vasıtasıyla
Sistem Tıp Laboratuar Hizmetleri Sanayi ve Ticaret Limited Şirketi’nin Göztepe
şubesinde, dokuda hidroksiprolin düzeyi tayin edildi.
36
IV.BULGULAR
Bu çalışma 09/02/2009-05/03/2009 tarihleri arasında İstanbul Üniversitesi Hayvan
deneyleri Yerel Etik Kuruluna yapılan başvuru sonucunda alınan onay ile yine
İstanbul Üniversitesi Deneysel Tıp Araştırma Enstitüsü hayvan deneyi laboratuarında
gerçekleştirilmiştir. Deney toplam 72 sıçan üzerinde yapılmıştır. Primer tamir
yapılan sıçanlar grup I; primer tamir+omentoplasti uygulanan sıçanlar grup II ve
fibrin yapıştırıcı uygulaması yapılanlar ise grup III olarak tanımlanmıştır. Ölçümler
4.gün, 7.gün ve 22.günde alınarak değişimler incelenmiştir.
IV.1.HĠDROKSĠPROLĠN ÖLÇÜM DEĞERLERĠ
Grup I olgularda; 4.gün hidroksiprolin ölçümleri çalışma grubu olgularında
istatistiksel olarak ileri düzeyde anlamlı değerde yüksek olarak saptanmıştır
(p<0,01). 7.gün çalışma ve kontrol gruplarının hidroksiprolin düzeyleri arasında
anlamlı farklılık görülmemektedir (p>0,05). 22.gün hidroksiprolin düzeyleri çalışma
grubu olgularında istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek olarak saptanmıştır
(p<0,05).
Grup II olgularda; 4.gün hidroksiprolin ölçümleri çalışma grubu olgularında
istatistiksel olarak ileri düzeyde anlamlı değerde yüksek olarak saptanmıştır
(p<0,01). 7.günde de çalışma grubu olgularının hidroksiprolin düzeyleri kontrol
37
gruplarından anlamlı düzeyde yüksek olarak saptanmıştır (p<0,05). 22.gün
hidroksiprolin düzeyleri çalışma ve kontrol grubu olgularında anlamlı farklılık
göstermemektedir (p>0,05).
Tablo 1: Hidroksiprolin ölçümlerinin 4.gün, 7.gün ve 22.gün ölçümlerinin çalıĢma ve kontrol gruplarına göre
değerlendirmesi.
HĠDROKSĠPROLĠN DÜZEYLERĠ (mg/L/gr.doku)
GRUPLAR
4.gün
7.gün
22.gün
Ort+SD (medyan)
Ort+SD (medyan)
Ort+SD (medyan)
305,66±22,07
268,2±108,5 (272)
215,3±256,6 (62,5)
208,3±18,53 (211,5)
24,5±10,9 (20,5)
0,004**
0,378
0,010*
295,5±126,5 (316,5)
582,7±232,7 (500,5)
63,16±35,5
ÇalıĢma
(308,5)
122,0±34,73
Grup I
Kontrol
(136)
+
p
ÇalıĢma
(57)
122,0±34,73
Grup II
208,3±18,53 (211,5)
24,5±10,9 (20,5)
0,004**
0,004**
0,055
272,0±26,98 (301,5)
637,3±204,5 (561)
63,7±24,3 (64,5)
122,0±34,73
208,3±18,53 (211,5)
24,5±10,9 (20,5)
0,004**
0,008**
Kontrol
(136)
+
p
ÇalıĢma
Grup III
Kontrol
(136)
+
+
p
Mann Whitney U test
0,004**
*p<0,05
38
Grup III olgularda; 4.gün hidroksiprolin ölçümleri çalışma grubu olgularında
istatistiksel olarak ileri derecede anlamlı olarak yüksek saptanmıştır (p<0,01). 7.gün
çalışma grubu olgularının hidroksiprolin düzeyleri kontrol gruplarından anlamlı
düzeyde yüksek olarak saptanmıştır (p<0,05). 22.gün hidroksiprolin düzeyleri yine
çalışma grubu olgularında istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksek olarak
saptanmıştır (p<0,05).
Hidroksiprolin Düzeyleri (Grup I)(mg/L/gr. doku)
medyan
350
**
**
300
250
200
Çalışma
Kontrol
150
100
50
0
4.gün
7.gün
22.gün
Grafik 1: Grup I olguların hidroksiprolin düzeyleri.
39
Hidroksiprolin Düzeyleri (Grup II)(mg/L/gr. doku)
medyan
500
450
400
*
350
300
Çalışma
250
Kontrol
200
150
100
50
0
4.gün
7.gün
22.gün
Grafik 2: Grup II olguların hidroksiprolin düzeyleri
Hidroksiprolin Düzeyleri (Grup III)(mg/L/gr. doku)
medyan
600
500
**
400
**
Çalışma
300
Kontrol
200
**
100
0
4.gün
7.gün
22.gün
Grafik 3: Grup III olguların hidroksiprolin düzeyleri.
40
Grup I olgularda; 4.gün, 7.gün ve 22.gün hidroksiprolin düzeyleri arasında
istatistiksel olarak ileri düzeyde anlamlı farklılık görülmektedir (p<0,01) (Tablo 2).
Anlamlılığın hangi gruptan kaynaklandığını saptamak için yapılan alt gruplar arası
değerlendirmelerde (Post Hoc değerlendirme); 4.gün hidroksiprolin ölçümleri
7.günden daha yüksek olarak saptanmasına rağmen istatistiksel olarak anlamlı
değildir (p>0,05). 4.gün hidroksiprolin düzeyleri ise 22.günden ileri düzeyde anlamlı
olarak yüksek saptanmıştır (p<0,01). 7.güne göre 22.günde görülen düşüş ise ileri
düzeyde anlamlı bulunmuştur (p<0,01) (Tablo 3).
Grup II olgularda; 4.gün, 7.gün ve 22.gün hidroksiprolin düzeyleri arasında
istatistiksel olarak ileri düzeyde anlamlı farklılık görülmektedir (p<0,01) (Tablo 2).
Anlamlılığın hangi gruptan kaynaklandığını saptamak için yapılan Post Hoc
değerlendirmelerde; 4.gün hidroksiprolin ölçümleri 7.günden daha düşük olarak
saptanmasına rağmen istatistiksel olarak anlamlı değildir (p>0,05). 4.gün
hidroksiprolin düzeyleri ise 22.günden ileri düzeyde anlamlı yüksek olarak
saptanmıştır (p<0,01). 7.güne göre 22.günde görülen düşüş ise ileri düzeyde anlamlı
bulunmuştur (p<0,01) (Tablo 3).
Grup III olgularda; 4.gün, 7.gün ve 22.gün hidroksiprolin düzeyleri arasında
istatistiksel olarak ileri düzeyde anlamlı farklılık görülmektedir (p<0,01) (Tablo 2).
Anlamlılığın hangi gruptan kaynaklandığını saptamak için yapılan Post Hoc
değerlendirmelerde; 4.gün hidroksiprolin ölçümleri 7.günden ileri düzeyde anlamlı
olarak düşük saptanmıştır (p<0,01). 4.gün hidroksiprolin düzeyleri 22.günden ise
ileri düzeyde anlamlı olarak yüksek saptanmıştır (p<0,01). 7.güne göre 22.günde
görülen düşüş yine ileri düzeyde anlamlı bulunmuştur (p<0,01) (Tablo 3).
4.gün hidroksiprolin ölçümleri gruplar arası karşılaştırılmıştır. Grup I ile grup II’nin
hidroksiprolin ölçümleri arasında anlamlı farklılık görülmezken (p>0,05), grup I
olguların hidroksiprolin düzeyleri grup III’den anlamlı yüksek olarak saptanmıştır.
41
Tablo 2: Gruplarda günlere göre hidroksiprolin düzeylerinin değerlendirmesi
HĠDROKSĠPROLĠN DÜZEYLERĠ (mg/L/gr.doku)
GRUPLAR
4.gün
7.gün
22.gün
++
p
Ort+SD (medyan)
Ort+SD (medyan)
305,66±22,07
264,7±106,9 (262)
Ort+SD (medyan)
58,66±19,05 (62,0)
Grup I
0,003**
(308,5)
Grup II
353,3±49,19 (343)
582,7±232,7 (500,5)
63,16±35,5 (57)
0,001**
Grup III
265,3±29,43 (259)
637,3±204,5 (561)
63,7±24,3 (64,5)
0,001**
+
+
p
+
p
p
Grup I-Grup II
0,108
0,016*
0,936
Grup I-Grup III
0,024*
0,004**
0,749
Grup II-Grup III
0,004**
0,423
1,000
++
Kruskal Wallis test
*p<0,05
+
Mann Whitney U test
**p<0,01
Tablo 3: Hidroksiprolin düzeylerinin Post Hoc değerlendirmesi.
4.gün-7.gün
4.gün-22.gün
7.gün-22.gün
+
+
+
p
p
p
Grup I
0,521
0,004**
0,004**
Grup II
0,054
0,004**
0,004**
Grup III
0,004**
0,004**
0,004**
+
Mann Whitney U test
*p<0,05
**p<0,01
42
(p<0,05). Grup II olguların hidroksiprolin düzeyleri de grup III olgulardan ileri
derecede anlamlı değerde yüksek olarak saptanmıştır (p<0,01)(Tablo 2).
7.gün hidroksiprolin ölçümleri gruplar arası karşılaştırılmıştır. Grup I’in
hidroksiprolin ölçümleri Grup II’den anlamlı düzeyde düşük olarak saptanmıştır
(p<0,05). Grup I olguların hidroksiprolin düzeyleri Grup III’den de ileri derecede
anlamlı olarak düşük saptanmıştır (p<0,01). Grup II ile Grup III arasında ise anlamlı
farklılık görülmemektedir (p>0,05)(Tablo 2).
22.gün hidroksiprolin ölçüm değerleri gruplar arasında karşılaştırıldığında, anlamlı
farklılık göstermemektedir (p>0,05)(Tablo 2).
Hidroksiprolin Düzeyleri(mg/L/gr. doku)
medyan
600
500
400
4.gün
7.gün
300
22.gün
200
100
0
Grup I
Grup II
Grup III
Grafik 4: Grupların hidroksiprolin düzeyleri dağılımı
43
IV.2.PATLAMA BASINCI ÖLÇÜM DEĞERLERĠ
Grup I olgularda; 4.gün, 7.gün ve 22.gün patlama basıncı düzeyleri arasında
istatistiksel olarak ileri düzeyde anlamlı farklılık görülmektedir (p<0,01) (Tablo 4).
Anlamlılığın hangi gruptan kaynaklandığını saptamak için yapılan Post Hoc
değerlendirmelerde; 4.gün patlama basıncı ölçümleri 7.günden ileri derecede anlamlı
düzeyde düşük olarak saptanmıştır (p<0,01). 4.gün hidroksiprolin düzeyleri
22.günden ileri derecede anlamlı düzeyde düşük olarak saptanmıştır (p<0,01). 7.güne
göre 22.günde görülen artış da ileri düzeyde anlamlı bulunmuştur (p<0,01) (Tablo 5).
Grup II olgularda; 4.gün, 7.gün ve 22.gün patlama basıncı düzeyleri arasında
istatistiksel olarak ileri düzeyde anlamlı farklılık görülmektedir (p<0,01) (Tablo 4).
Anlamlılığın hangi gruptan kaynaklandığını saptamak için yapılan Post Hoc
değerlendirmelerde; 4.gün patlama basıncı ölçümleri 7.günden ileri derecede anlamlı
düzeyde düşük olarak saptanmıştır (p<0,01). 4.gün hidroksiprolin düzeyleri
22.günden ileri derecede anlamlı olarak düşük saptanmıştır (p<0,01). 7.güne göre
22.günde görülen artış da ileri düzeyde anlamlı bulunmuştur (p<0,01) (Tablo 5).
Grup III olgularda; 4.gün, 7.gün ve 22.gün patlama basıncı düzeyleri arasında
istatistiksel olarak ileri düzeyde anlamlı farklılık görülmektedir (p<0,01) (Tablo 4).
Anlamlılığın hangi gruptan kaynaklandığını saptamak için yapılan Post Hoc
değerlendirmelerde; 4.gün patlama basıncı ölçümleri 7.günden ileri derecede anlamlı
düzeyde düşük olarak saptanmıştır (p<0,01); 4.gün hidroksiprolin düzeyleri
22.günden ileri düzeyde anlamlı olarak düşük saptanmıştır (p<0,01). 7.güne göre
22.günde görülen artış da anlamlı bulunmuştur (p<0,05) (Tablo 5).
44
Tablo 4: Gruplarda günlere göre patlama basınçlarının değerlendirmesi.
PATLAMA BASINCI DEĞERLERĠ (mmHg)
GRUPLAR
4.gün
7.gün
22.gün
++
p
Grup I
Ort+SD (medyan)
Ort+SD (medyan)
Ort+SD (medyan)
73,3±12,11 (75)
236,6±21,6 (240)
296,7±8,16 (300)
84,16±9,17 (80)
265,83±31,05 (277,5)
300,0±0
Grup II
0,001**
0,001**
(300)
Grup III
37,50±6,12 (40)
257,5±37,17 (265,5)
285,0±36,74 (300)
+
+
+
p
p
p
Grup I-Grup II
0,157
0,075
0,317
Grup I-Grup III
0,004**
0,292
0,902
Grup II-Grup III
0,003**
0,868
0,317
++
Kruskal Wallis test
*p<0,05
+
Mann Whitney U test
**p<0,01
Tablo 5: Patlama basıncı düzeylerinin Post Hoc değerlendirmesi
4.gün-7.gün
4.gün-22.gün
7.gün-22.gün
+
+
+
p
p
p
Grup I
0,004**
0,003**
0,003**
Grup II
0,004**
0,002**
0,002**
Grup III
0,003**
0,003**
0,030*
+
Mann Whitney U test
*p<0,05
**p<0,01
45
0,001**
4.gün patlama basıncı ölçümleri gruplar arası karşılaştırıldığında, Grup I ile Grup
II’nin patlama basıncı ölçümleri arasında anlamlı farklılık görülmezken (p>0,05);
Grup I olguların patlama basıncı düzeyleri Grup III’den ileri düzeyde anlamlı olarak
yüksek saptanmıştır (p<0,01). Grup II patlama basıncı düzeyleri Grup III’den anlamlı
yüksek olarak saptanmıştır (p<0,01) (Tablo 4).
7.gün patlama basıncı ölçümleri gruplar arasında karşılaştırıldığında, Grup I ile
Grup II, Grup I ile Grup III ve Grup II ile Grup III’ün patlama basıncı ölçümleri
arasında anlamlı farklılık görülmemektedir (p>0,05, p>0,05, p>0,05)(Tablo 4).
22.gün patlama basıncı ölçümleri gruplar arasında karşılaştırıldığında, Grup I ile
Grup II, Grup I ile Grup III ve Grup II ile Grup III’ün patlama basıncı ölçümleri
arasında anlamlı farklılık görülmemektedir (p>0,05, p>0,05, p>0,05)(Tablo 4)
Patlama Basıncı Ölçümleri(mmHg)
medyan
300
250
200
4.gün
7.gün
150
22.gün
100
50
0
Grup I
Grup II
Grup III
Grafik 5: Grupların patlama basıncı düzeyleri dağılımı
46
IV.3.ĠSTATĠSTĠKSEL ĠNCELEMELER
Çalışmada elde edilen bulgular değerlendirilirken, istatistiksel analizler için NCSS
2007&PASS 2008 Statistical Software (Utah, USA) programı kullanıldı. Çalışma
verileri değerlendirilirken tanımlayıcı istatistiksel metodların (Ortalama, Standart
sapma) yanısıra normal dağılım göstermeyen parametrelerin gruplar arası
karşılaştırmalarında Kruskal Wallis test ve farklılığa neden olan grubun tespitinde ve
iki gruba göre değerlendirmelerde ise Mann Whitney U test kullanıldı. Parametreler
arası ilişkilerin değerlendirilmesinde Spearman’s korelasyon analizi kullanıldı.
Sonuçlar %95’lik güven aralığında, anlamlılık p<0.05 düzeyinde değerlendirildi.
47
V.TARTIġMA
Peptik ülser perforasyonu, peptik ülser hastalığı olan popülasyonun yaklaşık %5-11
kadarında görülen, nedeni tam olarak açıklanamamış bir komplikasyondur.
Duodenum ülser perforasyonunun mide ülser perforasyonuna oranı yaklaşık 15/1
olup, gelişen tanı ve medikal tedavi yöntemlerine rağmen peptik ülserin en önemli
komplikasyonlarından biri olan peptik ülser perforasyonu insidansında belirgin bir
azalma
saptanmadığı
gözlemlenmiştir
gibi,
20.
yüzyılda
19.
yüzyıla
oranla
artış
(16,39,64)
.
Duodenal ülser perforasyonunun etyopatogenezi araştırıldığında, perforasyona
sebep olan etmenlerin duodenal peptik ülser oluşumuna neden olan etmenlerden
farklı olduğu belirtilmiştir. Matsukura ve ark. ile Thorkild ve ark.’nın yaptıkları
çalışmalarda, H.P enfeksiyonunun akut ve kronik duodenal ülser oluşumunda önemli
bir etken olduğu belirtilmiş ancak duodenal ülserlerde gelişen perforasyon
komplikasyonunda etkisi olmadığı söylenmiştir. Her iki çalışmada da sigara içimi,
NSAİİ ve steroid bazlı ilaçların kullanımı risk faktörü olarak belirtilmiştir(40,41). Akut
stres ise peptik ülser perforasyonu etyolojisinde suçlanan diğer bir etkendir(44).
Duodenal ülseri olan hastalarda bazal ve en yüksek asit salgıları artmıştır. Ancak
çoğunda bu değerler normal topluma yakın değerdedir. Normal toplumdan farklı
olarak mide pH düzeyleri normalden düşüktür ve bu hem gece hem de gündüz devam
eder. Buna ek olarak yemek sonrası uzamış ve artmış asit salınımı da duodenal
48
ülserli hastalarda saptanmıştır(27). Duodenal ülser perforasyonu olan hastalarda
bazal ve en yüksek asit sekresyonu oranları, perforasyon geçirmeyen hastalardan
belirgin bir fark göstermemiştir(64). Bu da bize asitin aşırı salınımının duodenal ülser
perforasyonu etyolojisinde önemli bir rolü olmadığını göstermiştir.
Tarih boyunca Wangensteen, Bedfort-Tuner, Taylor, Fontaine, Berne-Donovan ve
Crofts gibi araştırmacılar peptik ülser perforasyonlarında medikal tedavi yöntemini
inceleyen çalışmalar yapmış ve başarılı sonuçlar yayınlamışlardır(14,16,17). Ancak
günümüzde peptik ülser perforasyonlarının seçkin tedavisi cerrahi tedavi olarak
kabul edilir. 19. yüzyılın sonlarından itibaren peptik ülser perforasyonlarının
tedavisinde birçok yöntem tanımlanmıştır. Bu dönemde öncelikle perforasyon
odağının tamirine yönelinmiş, ancak takiplerde hastaların %20’ye yakın kısmında
tekrarlayan ülser ve buna bağlı yeni komplikasyonlar oluşması nedeni ile sadece
perforasyon odağına yönelik değil ayrıca perforasyona neden olan ülserin tekrarını
engellemek için ülserin tedavisine yönelik cerrahi işlemler tanımlanmıştır. H.P
enfeksiyonunun tanımlanması ve bu bakteriye yönelik tedavilerin ülserin
tekrarlamasını engellemedeki rolünün anlaşılması ile ‘’definitif ülser cerrahisi’’
dediğimiz bu ameliyatlar, duodenum ülser perforasyonu tedavisinde yavaş yavaş
geçerliliklerini kaybetmişlerdir(2,14,17).
19. yüzyılın sonlarında Brodie, Claude Bernard ve Pavlov tarafınca deneysel olarak
gerçekleştirilen vagotomi işlemi, 20. yüzyıl boyunca çeşitli cerrahlar tarafınca
geliştirilmiş ve 1970 yılında Johnston, Wilkinson, Amdrup ve Jensen ‘’yüksek
selektif vagotomi’’ işlemini tanımlamışlardır. Bu şekilde vagusun sadece midenin
gövde ve fundus kısımlarına giden dalları bağlanmış, pilora giden dalları korunmuş
ve hastalar vagotomi işleminin olası komplikasyonlarından korunmuşlardır. 1979
yılında da Taylor ‘’ön seromyotomi ve arka trunkal vagotomi’’ işlemini
tanımlamıştır. Günümüzde duodenal ülser tedavisine yönelik uygulanan definitif
cerrahi işlemlerin en önemlisi ‘’yüksek selektif vagotomi’’ ve ‘’ön seromyotomi ile
arka trunkal vagotomi’’ işlemleridir(2,14).
49
1990’lı yıllardan itibaren laporoskopik cerrahi peptik ülser perforasyonlarının
tedavisinde gündeme gelmiştir. Nathanson, Fletcher, Jones, Kavic, Oshima gibi
cerrahlar duodenal ülser perforasyonunda laparoskopik onarım ve peritoneal tuvalet
işlemini gerçekleştirmişlerdir. 1992 yılında Perissat ve ark. geniş bir duodenal ülser
perforasyon odağını, laporoskopik ve endoskopik yöntemleri birlikte kullanarak
onarmıştır(14,18). Laparoskopik ve endoskopik yöntemler kullanılarak yapılan
onarımların hasta açısından avantajları bilinmesine rağmen olguların %2-5’inde
onarılan perforasyon odağında yetersizlik bildirilmiştir(64).
Fibrin bazlı doku yapıştırıcılar ilk kez 1909 yılında hemostatik ajan olarak Bergel
tarafınca kullanılmıştır. Bunu takip eden yıllar boyunca yapılan çalışmalar
sonucunda 1998 yılında güvenli ve faydalı bir ürün olarak genel kullanımı kabul
görmüştür(6,7).
Fibrin bazlı doku yapıştırıcılar 2 ana ürünün birbiri ile karıştırılması sonucu oluşur.
İlk ürün saflaştırılıp, dondurulup kurutulmuş insan fibrinojeni ve faktör XIII, ikinci
ürün ise trombin, faktör IV (kalsiyum) ve antifibrinolitik olan aprotininden oluşur.
Bu iki ürünün birbiri ile karıştırılması sonucu çeşitli reaksiyonlardan sonra fibrin
polimerleri oluşur. Bu polimerler çevre doku ile fibroblast, megakaryosit,
trombositlere bağlanırlar. Bu şekilde doku kollajeni etrafında ağ oluştururlar. Bundan
sonra, 3. günden itibaren fibrinoliz işlemi gerçekleşir ve bu yıkımdan ortaya çıkan
ürünler makrofaj ve fibroblastların yıkım alanına göçünü tetikleyerek bağ dokusu
oluşumunu ve neovaskülarizasyonu kuvvetlendirir. Bu olaylar bize fibrin bazlı doku
yapıştırıcıların yara iyileşmesindeki önemli rolünü gösterir(6,7,8,9). Fibrinin yara
iyileşmesindeki
önemi
Branstedt
ve
Olson
tarafından
gösterilmiştir.
Bu
araştırmacılar, granülasyon dokusu oluşumunda defibrinojenasyonun etkisini
incelemişler ve fibrinin granülasyon dokusu ve normal yara iyileşmesi için gerekli
olduğunu belirtmişlerdir(64). Hedelin ve ark. ise lokal fibrin uygulamasıyla yaradaki
kollajen
konsantrasyonunun
arttığını
göstermişlerdir(64).
50
hidroksiprolin
değerlerini
ölçerek
GIS’de yara iyileşmesi temel olarak 3 safhadan oluşur. Bunlar, ‘’inflamasyon’’,
‘’proliferasyon-fibroplazi’’ ve ‘’olgunlaşma (remodeling)’’ fazlarıdır(68). Cerrahlar
için en önemli olayların gerçekleştiği safha fibroplazi aşamasıdır. Özellikle, fibröz
bir protein olan kollajen bu aşamada sentezlenir. Yaralanmadan sonraki 10 saat
içinde, yara kollajen sentezinde artışa dair deliller gözlenir. 5 ile 7 gün içinde
kollajen sentezi en yüksek düzeye ulaşır ve devamında kademeli olarak azalır. Yara
iyileşmesinin son fazı olan olgunlaşma fazında ise kollajen yapımı ve yıkımı arasında
bir denge oluşur. Yaralanmadan yaklaşık 3 hafta sonra kollajen yıkımı yapımından
daha fazla olmaya başlar. Onarılan dokudaki kuvvet artışı kollajenin yapısal
düzenlenmesinin bir sonucu olarak ortaya çıkar(66). Bu çalışmada da primer tamir
yöntemi ile onarım yapılan grupta 4. günde, primer tamir ile omentoplasti ve fibrin
glue ile tamir yapılan gruplarda da ameliyat sonrası 7. günde en yüksek kollajen
yapım hızına ulaşılmıştır. Tüm gruplarda ameliyat sonrası 22. günde tedrici bir düşüş
saptanmıştır. Hidroksiprolin sadece kollajen dokuda bulunan ve kollajen dokunun
biyokimyasal tetkikinde kullanılan, suda eriyebilen bir aminoasittir. Elastin gibi diğer
fibröz dokular önemli ölçüde hidroksiprolin içermedikleri için hidroksiprolinin
dokudaki düzeyini belirlemek, kollajen yapım hızı hakkında relatif bir bilgi verir(67).
Aoto, hepatik fibrozisde, karaciğer dokusundaki hidroksiprolin seviyesinin arttığını
göstererek, kollajen doku oluşumu ile hidroksiprolin seviyesi arasındaki ilişkinin
anlamını vurgulamıştır(67). Bu çalışmada da yara iyileşmesinin değerlendirilmesi için
doku hidroksiprolin değerlerinden faydalanılmıştır.
Hidroksiprolin sentezinin en yüksek değere ulaşma zamanı yazarlara göre
farklılıklar göstermiştir. Irvin radyoaktif işaretleme yöntemi kullanarak kolon
anastomozlarında hidroksiprolin düzeyi ölçmüş ve en yüksek değere 3.günde
ulaşmıştır(68). Ahomen ise yaptığı çalışmada bu değere anastomozdan sonraki 10.
günde ulaşmıştır(69). Scott ve ark. sıçanlarda yaptığı bir çalışmada linea alba üzerinde
yapılan insizyondan alınan örneklerde en yüksek değere ameliyat sonrası 9. günde
ulaşmıştır(70). Goodson ve ark. ise bu değere ameliyat sonrası 7. günde ulaşmıştır(71).
51
Bu çalışmada yapılan hidroksiprolin düzeyi tayininde primer kapama ile onarım
yapılan grupta en yüksek hidroksiprolin ölçüm değerleri ameliyat sonrası 4. günde
saptandı. Kontrol grupları ile karşılaştırma yapıldığında 4. ve 22.günlerdeki hidroksi
prolin değerleri anlamlı bulundu (p<0.05). 7. günde ise kontrol grubu ile arasında
anlamlı fark bulunamadı (p>0.05). Hidroksiprolin değerleri baz alınarak günlere göre
yapılan karşılaştırmada ise 4. gün hidroksiprolin değerleri 7.günden yüksek olmasına
rağmen, bu iki gün arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunamadı (p>0.05).
4. ve 7. Günlerdeki hidroksiprolin değerleri 22. güne göre anlamlı yüksek bulundu
(p<0.01, p<0.01). Bu sonuçlar primer tamir grubunda kollajen sentezinin ameliyat
sonrası 4. günde en yüksek seviyeye ulaştığını, kollajen sentezinin en üst seviyede
olmasının beklendiği 7. günde ise diğer gruplardan anlamlı olarak daha düşük
seviyede kollajen sentezi olduğunu göstermektedir.
Primer kapama ve omentoplasti yöntemi ile yapılan onarımın sonuçlarında ise 4. ve
7. günlerdeki hidroksiprolin düzeyleri kontrol gruplarına göre anlamlı düzeyde
yüksek olarak saptandı (p<0.01 ve p<0.05). En yüksek hidroksiprolin düzeylerine 7.
gün ulaşıldı. 22. gün değerlerinin ise kontrol grubu ile arasında anlamlı bir farklılık
saptanmadı (p>0.05). Günlere göre yapılan karşılaştırmada ise 4. gün değerleri 7.
günden düşük olmasına rağmen her iki grup arasında anlamlı bir fark saptanmadı
(p>0.05). 4. ve 7. günlerdeki hidroksiprolin düzeyleri 22. güne göre anlamlı yüksek
bulundu (p<0.01). Primer kapama ve omentoplasti işleminin yapıldığı deneklerde
ameliyat sonrası 4. gün kollajen sentezi artmış, 7. gün ise en yüksek kollajen sentezi
seviyesine ulaşmıştır. 7. gün kollajen sentezi seviyeleri fibrin yapıştırıcı ile onarım
yapılan gruptan anlamlı farklılık göstermemektedir.
Fibrin yapıştırıcı ile yapılan onarım sonuçlarında ise 4., 7., 22. günlerde doku
hidroksiprolin değerleri kontrol gruplarına göre anlamlı düzeyde yüksek bulundu
(p<0.01, p<0.05, p<0.05). En yüksek hidroksiprolin değerlerine, yine aynı primer
kapatma ve omentoplasti işleminin yapıldığı gruptaki gibi 7. günde ulaşıldı. Günlere
göre yapılan karşılaştırmada ise 4. gün hidroksiprolin değerleri 7. güne göre anlamlı
52
olarak düşük saptandı (p<0.01). 4. ve 7. günlerdeki değerler 22. güne göre anlamlı
yüksek saptandı (p<0.01, p<0.01).
Kaya ve ark. yaptığı çalışmada, sıçanlarda oluşturulan duodenum perforasyonunun
tamiri sonrasında bakılan doku hidroksiprolin değerlerinde, primer tamir ve primer
tamir ile omentoplasti yapılan grubun değerleri, fibrin yapıştırıcı ile onarım yapılan
grubun değerlerinden anlamlı derecede düşük bulunmuştur(64). Bu çalışmada ise,
sadece fibrin yapıştırıcı ile tamir yapılan grupların ameliyat sonrası 4. günde bakılan
hidroksiprolin değerleri, primer tamir ve primer tamir ile omentoplasti yapılan
gruplara göre anlamlı düzeyde düşük bulunmuştur (p<0.01 ve p<0.05). 7. gün
sonuçlarına bakıldığında ise primer tamir yapılan grubun değerlerinin, fibrin
yapıştırıcı ve primer tamir ile omentoplasti yapılan gruplardan anlamlı düzeyde
düşük olduğu saptanmıştır (p<0.01, p<0.05). 22. gün sonuçlarında gruplar arası
farklılık saptanmamıştır. Bu veriler ışığında bu çalışmada, Kaya ve arkadaşlarının
yaptığı çalışmanın aksine, fibrin yapıştırıcı ile onarım yapılan sıçanların dokularında
kollajen sentezinin 4. gün ölçümlerinde kontrol grubuna göre anlamlı derecede
yüksek ancak diğer onarım tiplerine göre anlamlı derecede düşük olduğu saptandı.
Bu da bize fibrin glue ile tamir yapılan grupta 4. gün kollajen sentezinin başladığını
ancak diğer gruplarla karşılaştırıldığında daha az olduğunu göstermektedir. 7. gün
değerlerine bakılınca fibrin glue ile tamir uygulanan deneklerin doku kollajen
sentezinde primer tamir uygulanan deneklere oranla anlamlı bir artış saptandı. Ancak
bu değer primer tamir ve omentoplasti yapılan deneklerin değerlerinden anlamlı
olarak farklı değildi. Bu sonuçtan anlaşılacağı üzere fibrin yapıştırıcı ile onarım
yapılan grupta kollajen sentezi 7. gün, primer tamir ve omentoplasti yapılan grubun
değerlerine ulaşmıştır. 22. gün değerlerinde ise fibrin yapıştırıcı ile onarım yapılan
deneklerin doku kollajen sentezi kontrol grubuna oranla anlamlı yüksek olmasına
rağmen diğer gruplarla karşılaştırıldığında anlamlı farklılık saptanmadı.
Özer ve ark.’nın yaptığı çalışmada belirtildiği gibi gastrointestinal sistem yara
iyileşmelerinde anastomozlardaki kollajen sentezi erken dönemde başlamasına
rağmen (yaklaşık 12 saat), ilk 2-4 günde yaranın mekanik direnci giderek düşer.
53
Gastrointestinal sistemin çeşitli bölgelerinde farklı olmakla birlikte, genellikle yara
direncinin %60’ını kaybeder. Bunun sebebi de kollajenaz enzim aktivitesinin bu
dönemde yüksek olmasıdır. Genellikle 4. günden itibaren kollajen yıkımına oranla
sentez artmaktadır. Yeniden yapılanma fazına giren yaradaki kollajenin yapısal
düzenlemesi ile de yara direnci yükselmektedir(72). Bu çalışmada da yapılan patlama
basıncı ölçümlerinde ameliyattan sonraki 4. günde bakılan değerler, her 3 grupta da
7. ve 22.gün değerlerine göre anlamlı düzeyde düşük bulundu (p<0.01, p<0.01).
Gruplar arası yapılan karşılaştırmada ise primer tamir ile primer tamir ve
omentoplasti yapılan gruplar arasında anlamlı bir fark saptanmazken (p>0.05), bu iki
grubun değerleri fibrin yapıştırıcı ile onarım yapılan grubun değerlerine göre anlamlı
düzeyde yüksek bulundu (p<0.05). Her 3 grubun 7. ve 22. gün sonuçlarına
bakıldığında ise 3 grup arasında patlama basıncı değerleri açısından anlamlı bir fark
saptanmazken (p>0.05), 7. gün değerleri 4. günden, 22.gün değerleri de 7. Günden
anlamlı düzeyde yüksek bulundu. Bu sonuçlarla da, yapıştırıcı ile tamir yapılan
grubun ameliyat sonrası 4. günde diğer gruplara oranla daha zayıf bir mekanik
dirence sahip olduğu saptandı.
Bu veriler ışığında çalışmada yaptığımız saptama, sadece fibrin yapıştırıcı ile
onarım yapılan grupta, ameliyat sonrası erken dönemde yara iyileşmesinin diğer
gruplara göre daha yavaş gerçekleştiğidir. 7. güne bakıldığında ise fibrin yapıştırıcı
ile onarım yapılan grubun hidroksiprolin değerleri, kontrol gruplarına göre anlamlı
düzeyde yükselmiş ve patlama basıncı değerleri diğer 2 grubun değerlerine ulaşmış
ve hatta primer tamir grubunun önüne geçmiştir. Bu da bize sadece fibrin yapıştırıcı
ile onarımın, ameliyat sonrası erken dönemde, klasik cerrahi yöntemlere nazaran
daha yavaş bir iyileşme süreci başlattığı ancak yara iyileşmesinin proliferasyon
fazında iyileşmenin hızlanarak diğer yöntemlerle benzer sonuçlar verdiği
göstermiştir.
54
VI.SONUÇ
Günümüzde gelişen teknoloji ve ilerleyen tıbbi tedavi yöntemleri ile peptik ülser
hastalığı ilaç ile tedavi edilebilen bir hastalık halini almıştır. Ancak bu aşamada dahi
peptik
ülser
hastalığının
komplikasyonlarının
görülme
sıklığında
azalma
görülmemektedir. Bu komplikasyonlardan biri de peptik ülser perforasyonudur ve
duodenumdaki peptik ülserlerin perforasyon sıklığı, midedeki peptik ülser
perforasyonlarına göre çok daha fazladır. Günümüzde bu komplikasyon gerek
konvansiyonel, gerekse laparoskopik cerrahi teknikleri ve endoskopik yöntemlerle
tedavi edilmektedir. Bu çalışmada hem konvansiyonel, hem de laporoskopi ile
endoskopik tedavi yöntemleri uygulanan hastalarda cerrahi tekniğin daha kolay
uygulanabilmesi ve hastaların daha az cerrahi travmaya maruz kalmasını sağlamak
için kullanılabilecek fibrin bazlı doku yapıştırıcıların yara iyileşmesi üzerindeki rolü
incelendi. Çalışmanın sonucunda sadece fibrin yapıştırıcı ile onarım yapılan
deneklerde, klasik cerrahi yöntemlerle onarım yapılan deneklerin örneklerine göre
erken dönemde (4.gün) yara iyileşmesinin daha yavaş gerçekleştiği, hem
hidroksiprolin değerlerinin düşüklüğü (doku kollajen sentez hızının göstergesi) hem
de patlama basıncı değerlerinin düşüklüğü ile gözlemlendi. Yara iyileşmesinin 7. ve
22. günlerinde ise gerek kollajen sentezi düzeyleri, gerekse patlama basıncı ölçüm
değerlerine bakıldığında klasik cerrahi yöntemlerin değerlerine yakın ve hatta primer
kapatma yöntemine oranla daha iyi sonuçlar verdiği saptandı. Burdan çıkarılabilecek
sonuca göre, fibrin yapıştırıcılar tek başına kullanıldığı zaman, klasik cerrahi
55
yöntemlere göre erken dönemde daha güvensizdir ve tek başına kullanılması
düşünülmemelidir. Onarılan perforasyon odağındaki erken bir yetersizlik, hastaların
morbidite ve mortalitelerinde anlamlı değişiklikler yapacağından, erken dönemde
etkili olabilen, yeni jenerasyon fibrin yapıştırıcılara ihtiyaç olduğu kanısındayız.
Ancak yara iyileşmesinin ilerleyen safhalarında diğer yöntemlerden çok farklı
sonuçlar vermediği için, fibrin glue bu yöntemlere destek olması amacı ile yardımcı
olarak kullanılması düşünülebilecek bir materyaldir.
56
VII.KAYNAKLAR
1. Ashley SW, Evoy D, Daly J.M. Mide.Ed Schwartz S., Principles of Surgery
7.basım, Baran Ofset Matbaacılık, Ankara, 2002;s:1201-34
2. Gökşen Y. Peptik Ülser ve Stres Gastriti. Ed Kalaycı G. Genel Cerrahi (cilt 2).
Nobel Tıp Kitapevleri,İstanbul, 2002; s:973-1003.
3. Kalafat H.Peptik Ülserin Cerrahi Tedavisi.İ.Ü Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Sürekli
Tıp
Eğitimi
Etkinlikleri
Gastrointestinal
Sistem
Hastalıkları
Sempozyumu, İstanbul, 2001;s:119-31
4. Zittel TT, Jehle EC, Becker HD. Surgical management of peptic ulcer disease
today-indication, technique and outcome. Langenbeck’s Arch Surg
2000;385:84-96
5. Lipof T, Shapiro D, Kozol R.A. Surgical perspectives in peptic ulcer disease and
gastritis. World J Gastroenterology 2006;12:3248-52
6. Radosevich M, Goubran HA, Burnouf T. Fibrin Sealant:Scientific rationale,
production methods, properties and current clinical use. Vox Sang
1997;72:133-43
7. Spotnitz W, Burks SG, Prabhau Roshan. Fibrin Based Adhesives and Hemostatic
Agents.In Sierra D.H, Saltz R (eds). Surgical Adhesives and
Sealants,Current
Technology
publication,Atlanta ,1996;s:77-112
57
and
Applications.
Technomic
8. Ryou M, Thompson CC. Tissue Adhesives:A Review. Tech Gastrointest Endosc
2006;8:33-7
9. Petersen B, Barkun A, Carpenter S, et al. Tissue adhesives and fibrin glues.
Gastrointestinal Endoscopy 2004;60:327-33
10. Huang CS, Hess DT, Lichtenstein DR. Successful endoscopic management of
postoperative GI fistule with fibrin glue injection:Report of two cases.
Gastrointestinal Endoscopy 2004; 60:460-3
11. Lau W, Leung K, Kwong K. A randomised study comparing laparoscopic versus
open repair of perforated peptic ulcer using suture or sutureless
technique. Annals of Surgery 1996;224:131-8
12. Siu WT, Leong HT, Law BKB. Laparoscopic repair for perforated peptic ulcer.
Annals of Surgery 2002;235:313-9
13. Sarıbeyoğlu K, Baca B, Kol E. Duodenal ülser perforasyonunda laparoskopik
duodenorafi. Bakırköy Tıp Dergisi 2007;3:134-8
14. Lau W, Leow CK. History of perforated duodenal and gastric ulcers. World J.
Surg 1997;21:890-6
15. Herrington JL. Historial aspects of gastric surgery.In Scott HW, Sawyers JL.
(ed).Surgery of the Stomach,Duodenum and Small Intestine (2.edition).
Blackwell Scientific publication, Boston, 1992;s:1-28
16. Menakuru SR. Current Management of Peptic Ulcer Perforations. Pak J Med Sci
2004; 20:157-163
17. Bedfort-Turner EW. Conservative treatment of duodenal ulcer. BMJ 1945; 1:457
18. Perissat J, Collet D, Edye M. Therapeutic laparoscopy. Endoscopy 1992; 24:138
58
19. Mouret P, Francois Y, Vignal J, Barth X. Laparoscopic treatment of perforated
peptic ulcer. Br. J. Surg. 1990; 77:1006
20. Cadiere B, Dubail D, Bruyns J, Himpeors J. Laparoscopic treatment of perforated
gastric ulcer. In The Society for Minimaly Invasıve Therapy, Forth
International Meeting, 1992;1:62
21. Arıncı K. Sindirim Sistemi. Ed. Arıncı K., Elhan A. Anatomi (cilt 1). Set Ofset
Ankara, 1995;s: 308-11
22. Skandalakis JE, Colborn GL, Weidman TA. Duodenumun cerrahi anatomisi. In
Skandalakis JE (ed). Cerrahi Anatomi (Modern Cerrahinin Embriyolojik
ve Anatomik Temelleri) (cilt2). Palme Yayıncılık, Ankara, 2008;s:800-8
23. Wood JD. Physiology of the enteric nervous system.In Johnson LR (ed).
Physiology of the Gastrointestinal Tract. Raven pres, New York
1987;s:286-290
24. Skandalakis JE, Gray SW, Soria RE, Sorg JL, Rowe JS. Distribution of the vagus
nevre to the stomach. Am Surg 1980;46:130-9
25. Skandalakis JE, Rowe JS, Gray SW, Androulakis JA. Identification of vagal
structures at the esophageal hiatus. Surgery 1974;75:233-7
26. Skandalakis LJ, Donahue PE, Skandalakis JE. The vagus nevre and its vagaries.
Surg Clin North Am 1993;73:769-84
27. Skandalakis JE, Colborn GL, Weidman TA. İnce barsakların histolojisi ve
fizyolojisi.In. Skadalakis JE (ed). Cerrahi Anatomi (Modern Cerrahinin
Embriyolojik ve Anatomik Temelleri) (cilt2). Palme Yayıncılık, Ankara
2008;s:818-21
59
28. Junqueira JC, Carneiro J, Kelley RO. Sindirim kanalı. Ed.Yener A. Temel
Histoloji, 7.baskı. Barış Kitabevi, İstanbul ,1993;s:356-68
29. Taheri S, Ghatei MA, Bloom SR. Endocrinology of the gastrointestinal tract. In
Besser GM, Thorner MO (eds). Comprehensive Clinical Endocrinology
(3.edition). Mosby, Elsevier Science, 2002;s:453-71
30. Abbasoğlu O, Sayek İ. Peptik ülser. Ed. Sayek İ. Temel Cerrahi, 3.baskı. Güneş
Kitabevi, Ankara, 2004;s:1132-41
31. Tiynak N,Aksoy F, Demiral G, Özçelik A., Şaban B. Perfore peptik ülser
olgularında Helikobakter Pilori insidansı ve lansoprozol, klaritromisin,
amoksisilin ile yapılan üçlü eradikasyon tedavi sonuçları. Akademik
Gastroenteroloji Dergisi 2006;5:94-9
32. Enders KW, Lam YH, Sung JY, et al. Eradication of helicobacter pylori prevents
recurrence of ulcer after simple closure of duodenal ulcer perforation.
Ann Surg 2000;231:153-8
33. Graham DY, Lew GM, Klein PD, et al. Effect of treatment of Helicobacter pylori
infection on the long-term recurrence of gastric or duodenal ulcer:a
randomised, controlled study. Ann Intern Med 1992;116:705-8
34. Hosking SW, Ling TK., Chung SC, et al. Duodenal ulcer healing by eradication
of Helicobacter pylori without anti-acid treatment: a randomised,
controlled trial. Lancet 1994; 343:508-10
35. Uzunismail H. Peptik Ülser Hastalığı:Etyopatogenez, Semptomatoloji, Tanı ve
Komplikasyonlar. İ.Ü Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Sürekli Tıp Eğitimi
Etkinlikleri Gastrointestinal Sistem Hastalıkları Sempozyumu, İstanbul
2001;s:105-12
60
36. Kuipers EJ, Thijs JC, Festen HP. The prevalance of Helicobacter pylori in peptic
ulcer
disease
(review).
Alimentary
Pharmacologic
Theraphy
1995;9(suppl 2):59-69
37. Soll AH.Peptic ulcer and its complications.In Feldman M, Scharschmidt B,
Slesenger MH. (eds). SlesengerFordtran’s Gastrointestinal and Hepatic
Disease:Pathophisiology, Diagnosis, Management.(6th edition).Saunders,
Philadelphia, 1998;s:620-78
38. Soll AH, Isenberg J. Peptic ulcer disease:epidemiology, pathophysiology, clinical
manifestations and diagnosis.In Drazen JM, Gill GN, Grigss RC, Kokko
JP, Mandel GL, Powell DW, Schafer AI (eds).Goldman Bennett Cecil
Textbook of Medicine.(21 th edition). Saunders, Philadelphia, 2000;6715
39.Hopkins RJ, Girardi RS, Tuney EA.Relationship between Helicobacter
eradication and reduced duodenal and gastric ulcer recurrence:a review.
Gastroenterology 1996;110:1244-52
40. Santander C, Gravalos RG, Gomez CA, Cantreo J, Pajares JM. Antimicrobial
Therapy for Helicobacter pylori infection versus long term maintenance
antisecration treatment in prevention of recurrent hemorrhage from
peptic ulcer: Prospecive nonrandomised trial on 125 patients. Am J
Gastroenterol 1996;91:1549-52
41. Friedman LS, Peterson WL.Peptic ulcer and related disorders. In Fauci AS,
Braunwald E, Isselbacher KJ, Wilson JD, Martin JB, Kasper DL, Hauser
SL, Longo DL (eds). Harrison’s Principles of Internal Medicine (14th
edition). Mc Graw-Hill ,1998;s:1596-1616
42. Cecilie S. Trends in perforated peptic ulcer:Incidence, etiology, treatment and
prognosis. World J. Surg 2000;24:277-83
61
43. Matsukura N, Onda M, Tokunaga A et al. Role of Helicobacter pylori infection
in perforation of peptic ulcer: An age and Gender matched case control
study. Journal of Clinical Gastronterology 1997; 25 (suppl 1):235-9
44. Andersen B, Jorgensen T, Bonnevie O, Grobaek M, Sorensen T. Smoking and
alcohol intake as risk factors for bleeding and perforated peptic ulcers:A
population-based cohort study. Epidemiology 2000;11:434-9
45. Sorbye H, Svanes K. The role of blood flow in gastric mucosal defense, damage,
healing. Digestive Disease 1994;12:305-17
46. Kaunitz JD, Akiba Y. Gastroduodenal mucosal defense:Role of endogenous
mediators. Current Opinion in Gastroenterology, 2004; 20:526-32
47. Işıkoğlu BH. Sıçanlarda oluşturulan duodenum perforasyonlarının tedavisinde
klasik cerrahi teknikler ile doku yapıştırıcı uygulamasının (siyanoakrilat)
karşılaştırılması. Tıpta uzmanlık tezi (deneysel çalışma), İstanbul
2005;s:7-8
48. Ertekin C. Akut Karın Hastalıkları. Ed. Kalaycı G.Genel Cerrahi (cilt 1). Nobel
Tıp Kitapevleri,İstanbul, 2002; s:195-215
49. Broderick TJ, Matthews JB. Ülser Komplikasyonları.In Zinner M.J, Ashley S.W
(eds). Abdominal operasyonlar. Nobel Tıp Kitapevleri, İstanbul
2008;s:353-75
50. Turan M, Şen M, Koyuncu A, Aydın C, Karadayı K, Canbay E. Yeni gelişmeler
ışığında akut karın. Cumhuriyet Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi
2002;24:45-52
51. Çetin M, Demirpolat G, Bozkaya H,Elmas N. İatrojenik duodenal perforasyonun
BT bulguları. Türk Tanısal ve Girişimsel Radyoloji Dergisi 2002;8:79-81
62
52. Zogo OP, Borson O, Garcia P, Gruner L, Valette PJ. Acute gastroduodenal peptic
ulcer perforation: Contrast-enhaced and thin-section spiral CT findings in
10 patients. Abdominal Imaging 1999; 24:329-32
53. Fultz PJ, Skucas J, Weiss SL. CT in upper gastrointestinal tract perforations
secondary to peptic ulcer disease. Gastrointestinal Radiology 1992 ;17:58
54. Ghekiere O, Lesnik A, Hoa D, Laffargue G, Uriot C, Taourel P. Value of
Computed Tomography in the diagnosis of the cause of nontraumatic
gastrointestinal tract perforation. J Comput Assist Tomogr 2007;31:16976
55. Charabaty-Pishvaian A, Al-Kawas F. Endoscopic treatment of duodenal
perforation using a clipping device:Case report and review of the
literature. Southern Medical Association 2004;97:190-3
56. Malkov IS, Zaynutdinov AM, Veliyev NA, Tagirov MR, Merrell RC.
Laparoscopic and endoscopic management of perforated duodenal ulcers.
J Am Coll Surg 2004;198:352-5
57. Boey J, Branicki FJ, Alagaratnam TT, et al. Proksimal gastric vagotomy(The
preferred operation for perforations in acute duodenal ulcer). Ann Surg
1988;208:169-74
58. Tnaphiphat C, Tanprayoon T, Na-Thalang A. Surgical treatment of perforated
duodenal ulcer:a prospective trial between simple closure and definitive
surgery. Br J Surg 1985; 72:370-2
63
59. Hay JM, Lacaine F, Kohlman G, Fingerhut A. Immediate definitive surgery for
perforated duodenal ulcer does not increase operative mortality:a
prospective controlled trial. World J Surg 1988;12:705-8
60. Enders KW, Lam YH, Sung JJY, et al. Eradication of Helicobacter pylori
prevents recurrence of ulcer after simple closure of duodenal ulcer
perforation. Ann Surg 2000;231:153-8
61. Skandalakis JE, Colborn GL, Weidman TA, et al. Mide.In. Skandalakis J.E (eds).
Cerrahi Anatomi (Modern Cerrahinin Embriyolojik ve Anatomik
Temelleri) (cilt1). Palme Yayıncılık Ankara ,2008;s:691-788
62. Erbil Y. Yara İyileşmesi. Ed. Kalaycı G. Genel Cerrahi (cilt 1). Nobel Tıp
Kitapevleri,İstanbul, 2002; s:51-60
63. Cohen IK, Diegelmann RF, Yager DR,Wornum IL, Graham MF, Crossland
MC.Yara Bakımı ve Yara İyileşmesi.In Schwartz S (ed). Principles of
Surgery (7.baskı).Baran Ofset Matbaacılık, Ankara ,2002; s:269-301
64. Kaya C, Demir U, Coşkun H, Kalyoncu A, et al. Duodenum perforasyonlarında
basit kapama ve omentoplasti, basit kapama ve fibrin yapıştırıcıyla
onarım yöntemlerinin karşılaştırılması:deneysel çalışma. Ulusal Travma
Dergisi 2004;10:11-16
65. Kılıçoğlu B, Kılıçoğlu SS, Eren VÇ. Gastrointestinal sistemde yara iyileşmesi.
Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi dergisi 2005;12:67-76
66. Hüner T. Deneysel kolon anastomozu modelinde oluşturulan iskemi reperfüzyon
hasarı üzerine etil pirüvatın etkisi. Tıpta Uzmanlık Tezi(deneysel
çalışma), Ankara ,2006;s:18-20
64
67. Tolu A, Akkuş MA, Gökçe Ö, İlhan N. Yapışıklık önlenmesinde kullanılan
maddelerin yara iyileşmesine etkileri. Türkiye Klinikleri Tıp Bilimleri
Araştırma Dergisi 1990;8:487-90
68. Irvin T, Goligher JC, Johnston D. A randomised prospective clinical trial of
single layer or two layer inverting intestinal anastomoses. Br. J. Surg,
1973;60(suppl 6):457-60
69. Jiborn H, Ahomen J, Zederfeldt B. Healing of experimental colonic anastomoses.
Am J Surg 1978; 135:333-40
70. Scott PG, Chambers M, Johnson BW, Williams T. Experimental wound
healing:Increased breaking strenght and collagen synthetic activity in
abdominal fascial wounds healing with secondary closure of the skin. Br
J Surg 1985;72 (suppl 10):777-9
71. Goodson WH III, Lopez-Sarmiento A, Jensen JA, West J, Granja-Mena L,
Chavez-Estrella J. The influence of a brief preoperative illness on
postoperative healing. Ann Surg 1987; 205:250-5
72. Özer Ö. Omega 3 yağ asitlerinin kolon anastomozundaki yara iyileşmesi üzerine
etkisi. Tıpta uzmanlık tezi (deneysel çalışma) Ankara, 2006; s:17-18
65
Download