T.C. SELÇUK ÜNİVE SİTESİ SELÇUK UNIVERSITY IN E MEVLA 3rd 5~6 MAYIS 2003 I N 5-6 E MAY KONYA 1 TÜRKİYE 1 TURKEY 2003 Yayma Hazırlayan Yrd.Doç.Dr. Nuri ŞiMŞEKLER Yaym ve Tashih Kurulu Yrd.Doç.Dr. Yusuf ÖZ Yrd.Doç.Dr. Osman ERA VŞAR Arş.Gör.Dr. Ali TEMiZEL Okt.Dr. İbrahim KUNT Arş.Gör. Mustafa ÇETİNASLAN Arş. Gör. N ecla AKKAYA Arş.Gör. Sinan TAŞ DELEN Arş.Gör. Cemal ÇETİN Arş.Gör. Döndü DÜŞÜNMEZ Arş.Gör. Hüseyin MUŞMAL ISBN-975-448-171-7 • Kitapta yeralan bildirilerin bilim ve dil ID Bildiriler sunum sırasına göre sorumluluğu yazariarına dizi/miştir. Baskı Öncesi Hazırlık Baskı Selçuk Üniversitesi Matbaası 1 Konya 2004 © Selçuk Üniversitesi aittir. T.C. SELÇUK ÜNİVERSİTESİ 1 SELÇUK UNIVERSITY HI.ULUSLARARASI MEVLANA KONGRESİ 3rct INTERNATIONAL MEVLANA CONGRESS 5-6 MAYIS 2003 S- 6 MAY 2003 KONYA/TÜRKİYE/TURKEY ORGANIZASYON KOMİTESİ 1 ORGANIZING COMMITTEE Onursal Başkan 1 Honorary Chairman Ahmet KA YHAN Konya Valisi The Governor of Konya Başkan 1 Chairman Prof. Dr. Abdurrahman KUTLU Selçuk Üniversitesi Rektörü The Rector of Selçuk University Genel Sekreter 1 General Secretary Prof. Dr. Haşim KARPUZ (S. Ü. Selçuklu Araştırmaları Merkezi Başkanı S. U. The Chainnan of Selçuk Research Center) Genel Sekreter Yardımcısı 1Assistant to the General Secretary Yrd. Doç. Dr. Nuri ŞIMŞEKLER S. Ü. Fen-Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Acadenıician at S. U. Faculty of Science and Hunıanities Komite Üyeleri/ Mernbers of the Cornrnittee Prof. Dr. Prof. Dr. Ali BAŞ Bayram ÜREKLİ ŞAFAK Yrd. Doç. Dr. Necip MUTLU (İl Kültür Müdürü) Mehmet TUGRUL (S. Ü. Sağlık Kültür ve Spor Daire Başkam) Mevlüt BEKTAŞ (İl Kültür Müdür Yrd.) Sek.rete:rya/Secretariat Yrd. Doç. Dr. Yrd. Doç. Dr. Arş. Gör. Osman ERA VŞAR Sinan TAŞDELEN Arş. Gör. Mustafa ÇETİNASLAN Kongremize maddi yardımlanndan dolayı Konya Valiliği ve İl Kültür Müdürlüğü'ne Bildirilerin yayınlanmasındaki ilgi ve desteklerinden dolayı S.Ü. Rektörü Prof.Dr. Süleyman OKUDAN'a, üniversitemiz matbaası çalışanlarına TEŞEKKÜR EDERiZ (Organizasyon Komitesi ve Yayın Kurulu) İÇİNDEKİLER S UN U Ş ,xı, Prof.Dr. Süleyman OKUDAN (Selçuk Üniversitesi Rektörü 1 The Rector of Selçuk University) PROTOKOL KONU Ş MALARI/PROTOCOL UTTERANCES Prof. Dr. Mehmet S. A YDlN , XIII , (Devlet Bakanı 1 Ministry of State) Ahmet KAYHAN XIX, (Konya Valisi 1 The Govemor of Konya) Prof. Dr. Abdurrahman KUTLU, XXI ,, (Selçuk Üniversitesi Rektörü 1 The Rector of Selçuk University) Prof. Dr, Haşim KARPUZ XXIII (S. Ü. Selçuklu Araştırmalan Merkezi Başkanı 1 S. U. The Chairman of Selçuk Research Center) AÇ ILI Ş KO N U Ş MALA RI/INAUGURATION SPEECH "XIII. YÜZYILDA ANADOLUNUN TÜRKLEŞMESİ VE İSLAMLAŞMASINDA ETKİLİ OLAN FİKİR AKIMLARI" (THOUGHT MOVEMENTS INFLUENCING IN THE TURKIFICATION AND ISLAMIZATION OF THE THIRTEEN CENTURY ANTOLIA) e Prof. Dr. Mustafa İSEN ......................................................................................................... l (Kültür Bakanlığı M üsteşan 1 Undersecretary of the M inistry of Culture) Prof. Dr. YusufHALAÇOGLU ....................................................................................... 3 (Türk Tarih Kurumu Başkanı 1 Chief of Turkish History Society) ., Prof. Dr. Abdurrahman GÜZEL .................................................................................... 7 (Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi 1 Acadernician at Gazi University) ., Prof. Dr. Yaşar ...................................................................................... 19 (Hacettepe Üniversitesi Öğretim Üyesi 1 Academician at Hacettepe University) V BİLDİRİLER/PAPERS @) Prof. Dr. Edibe SÖZEN Kültürler Arası İletişim ve Bir Merkez-Çevre ilişkisi Olarak İnsan Haklan 1 and Hunımı Rights asa Center-Periplıery Relation ............................................. ........................................................... 3I Inter-Cultııral Comnıunication @) Doç. Dr. Vedat BİLGİN Göçün Kültürel Sonuçlan 1 Cultural Consequences of Immigration ........... 35 @) @) Prof. Dr. Musa TAŞDELEN Batı Avrupa'da Türk Varlığı, Avrupa Birliği Ve Diyasporik Kimliğin İnşası Problemi 1 Turks in Europe or the Proplem of Making ldentity in Diaspora ................................................................................................. 43 Doç. Dr. Talip KÜÇÜKCAN Avrupa' da Kültürel Çoğulculuk, Göçmenler ve Türk Toplumu 1 Cultural Pluralism in Europe and Turkish Community ............................................. 47 @) Doç. Dr. Ali KÖSE Avrupalıların Mistik İslam'la Tanışmalan 1 Introduction of Mystic Islam to Europeans .................................................................................................... 61 @) Dr. Arslan KARAGÜL Hollanda'da Müslüman-Hıristiyan Ortak Çalışmaları 1 Colloborative Muslim-Christian Studies in Netlıerlands .................................................... 67 @) Dr. Mehmet ÖNDER Tarih Boyunca Mevlana Soyu-Fatih Sultan Mehmed Mevlana'nın Altıncı Göbekten Torunudur 1 Family Tree of Mevlana: Fatih Sultan Mehmed is One of the Grandsons of M ev lana ............................................................... 71 @) Prof. Dr. Hüseyin AY AN Sultan Veled'in Ma'arif'inden Hareketle Mevlana 1 Mevlana in the Sultan Veled's Ma 'arif............................................................................................ 73 @) Prof. Dr. Gönül AY AN Sevakıb-ı Menakıb @) ve Mevlana 1 Sevakıb-ı Menakıb and Mevlana ............ 79 Yrd. Doç. Dr. Hülya KÜÇÜK Sultan Veled'in İbtida-Name'sine Göre Mevlevl Halifeleri 1 The Calip/ıs of Mevlevi According to İbtidaname's Sultan Walad ...................................... 85 VI e Ekrem IŞIN Mevleviliğin Tarihsel Temelleri: Sultan Veled ve Çelebilik Makamının 1 Histarical Foımdations ofMevlevi Phylosophy: Sultan Veled and the Establishment of theRankof Çelebi ............................................... 95 Kuıuluşu e Yrd. Doç. Dr. Nilgün AÇIK Mevlana ve Mevlevt Tarikatının Eğiticiliği 1 Mevlana and Educational Aspect of M ev levi Ord er .............................................................................. 99 • Prof. Dr. Dmitri V. MİKULSKİ Articles On Ma w lana Rumı In The Russian Encyclopaedias Of The Soviet Period/ Sovyetler'de Yayınlanan Rus Ansiklopedilerinde Mevlana Üzerine Makaleler ................................................................................................... 115 e Prof. Dr. Natalya İlyiniçna PRİGARİNA Celaleddin Rumi ile Muhammad İkbal Arasında Mistik İş birliğindeki B atın ve Zahir Problemleri 1 The Problem Of Mystic Relationshıp In Calal Ad-Dm Rumi and Mııhanımad lqbal...................................................................... 119 1!1 Prof. Dr. Anna SUVOROVA Tasavvuf Sahasında Hint-Türk İlişkileri 1 The Indian-Turkish Connectiıons In The Field Of Sufısnı .... ....................................................................................... 125 1!1 Dr. Nadejda EMELYANOVA XX. Yüzyılın Birinci Yarısında Kuzey Kafkas'ta (İnguşetya ve Osetya'da) Sufilik 1 Sufism in the Early 20th Century in N orthen Caııcıısas (lngııshistan and Osetya) ........................................................................... 129 1!1 Prof. Dr. İsmail YAKIT Batı Düşüncesi ve Mevlana'da Kadın 1 Woman in Western Thoııght and Mevlana ..................................................................................................... 135 • Prof. Dr. Recep DİKİCİ XIII. Yüzyılda Konya ve Çevresinde Kültür Faaliyetleri 1 Cultural Activities in and araund Konya in 13th Century ....................................... 149 "' Prof. Dr. Emine YENİTERZİ Mevlana'nın Gayrimüslimlerle Diyalogu 1 The Dialog of Mevlana with Non-Muslinıs .............................................................................................. «ı 161 Doç. Dr. Ahmet Kazım ÜRÜN Mevlana'nın Edebi Kişiliğini Etkileyen Şahsiyetler ve Eserleri 1 Scholars Effecting Mevlana's Literatural Style and Their Writings ......... 169 VII "' Yrd. Doç. Dr. Nuri ŞiMŞEKLER Mesnevi'ye Göre Konya'da Yaşam (Milletler- Meslekler) 1 Life in Konya According to Mathnawi .................................................................. 177 Dr. Erdoğan EROL Gümüş Şebeke Emekli Alb. 1 The Silver Şefik 'Şebeke' ......................................................... 193 CAN Selçuklu Kültüründe Hz. Mevlana'nın Yeri 1 Mevlana in Seljuki Culture 205 Prof. Dr. Mehmet AYDIN XIII. Yüzyılda Konya' daki İslam Sufizminin Boyutları 1 Dimensions of lslamic Sujisnı in Konya in 13th Century .................................................. 211 Prof. Dr. Mehmet ŞEKER Menakibü'I-Arifin'e Göre Anadolu'nun Türk Yurdu Haline Gelişinde Mevlana ve Mevlevlliğin Rolü 1 According to The Manfıkıh al-Arifin The role of Mevlana and Mevlevi Phylosophy in Making Anatolia asa Turkish Land .............. 221 Prof. Dr. Ramazan ŞE ŞEN Selçuklular Devrindeki İlme Genel Bir Bakış 1 A Survey of Acadenıic Environment in the Time of Seljuks ........................................................... 233 "' Pırof. Dr. Esin KAHYA Anadolu Selçuklularının Bilimsel Faaliyetinin Genel Bır Değerlendirmesi 1 A General Evaluation of Scientific Thought in Anato/ian Seljuks ............. 245 Pırof. Dır. Abdullah ÖZBEK Anadolu'nun Türkleşip İslamiaşmasında Yunus Emre'nin Rolü 1 The role of Yunus Emre in Turkification and Islamication ofAnatolia .................. 253 Prof. Masataka TAKESHİTA Sadr al-Din al-Qunawi as seen from a Mevlevi point of view 1 Mevlevi Sadreddin Konevi ....... ........................................................ 279 Bakış Açısıyla "' Pırof. Dr. Saim SAKAOGLU Bir Selçuklu Bilgesi Olarak Nasreddin Hoca 1 Nasreddin Hodga asa Wise1nan of Seljuk ..................................................................................... 285 Prof. Dr. İsmet KAYAOGLU Raks ve Devran Etrafında Tartışmalar 1 Debates araund the Whirling of Dervishes .......... ..................................................................................... 291 VIII Ili> Professor Lecturer Dr. Bilal The Preface to the Mathnawi: İ sına 'il Ankara vi' s Commentaı·y 1 M es nevi 'ye Giriş: İsmail Ankaravi Şerhi ...... ............................................. 303 Ili> Associate P.rofessor Yasuhsi The School of İbn 'Arabi in Mashriq and Turkey 1 Doğu' da ve Türkiye' de İbn Arabi M ektebi .................................................................... 315 llil Prof.Dr. Adnan Mevlana Kongrelerinde Sunulmuş Olan Tebliğler ................................... 331 Ili> K O N GR E S O N UÇ B iL D İR GE S İ ........................................ 359 ~~> P R O GRAM ......................................................................................... 361 Ili> K A T IL I M C I A D R E S L E Rİ ..................................................... 373 IX SUNU Ş Mevlana Celaleddin-i Rumi, yüzyıllar önce yaşamakla birlikte günümüzde halil eserleri ve fikirleri üzerinde araştırmalar yapılan ender düşünür ve gönül adamlarımızın başında gelmektedir. Hz. Mevlana'yı güncel kılan önemli hususlardan biri eserlerindeki derin fikirler ve geçmişte olduğu gibi çağımız insanının da ihtiyaç duyduğu barışçıl öğretileri­ dir. Tanınmış İngiliz Doğu Bilimeisi Prof.Dr. Arthur J. Arberry de (ölm. 1969) yıllar önce bu tespiti yapmış ve XIII. yüzyıl Anadolu'sunu büyük bir kargaşalıktan kurtaran Hz. Mevlana'nın günümüz dünya insanlığı için de bir umut olduğunu özenle vurgulamıştır. Bugün Hz. Mevlana ile alakah olarak, başta Amerika olmak üzere birçok Batılı ülkelerde eserleriyle ilgili araştırmalar yapılması da onun her döneme hitap ettiğinin somut bir göstergesi olsa gerektir. Biz de Selçuk Üniversitesi olarak üzerimize düşen görevi Selçuklu Araştır­ Merkezi bünyesinde gerçekleştirdiğimiz 30'a yakın Ulusal ve Uluslar Arası Mevlana Kongreleri, Sempozyumlan, Panelleri ve Konferanslarıyla yerine getirmeye çalışmaktayız. 1985 yılından bu yana gerçekleştirilen bu etkinliklerin en önemli özelliklerinden biri de bildirilerinin yayınlanıp bilim dünyasına kazandırılmasıdır. Bugüne kadar sunulan 486 tebliğin 355 adedi 18 ayrı kitap içerisinde yayınlanmış, kalanları ise yayın aşamasındadır. maları Elinizdeki eser de 5-6 Mayıs 2003 tarihlerinde yapılan ve Hz. Mevlana ile birlikte Anadolu 'nun yurt edinilmesi ve birliğinin sağlanmasında rol oynayan Ahmed Yesev!, Hacı Bektaş-ı Veli, Yunus Emre ve Sadreddin-i Konevi gibi öncü kişilerin ele alındığı III. Uluslar Arası Mevlana Kongresi'nde sunulmuş 44 katılım­ cının tebliğlerinden oluşmaktadır. Ayrıca eserin sonuna bugüne kadar yapılmış olan Kongre, Sempozyum ve Panellerde sunulmuş olan bildirilerin Bibliyografyası da eklenmek suretiyle bilim adamları ve okuyuculam genel bir bilgi verilmesi amaçlanmıştır. Sonsöz olarak; Hz. Mevlana ile ilgili çalışmaların artarak devam edeceğini, bu konuda Rektörlük olarak her türlü olanağın sağlanacağını ve Sonuç Bildirgesi'nde de vurgulandığı gibi, bir Mevlana Araştırmaları Enstitüsü veya Merkezi'nin kurulup buranın desteklenmesinin en büyük arzularımızdan biri olduğunu ve bu yöndeki çalışmalara da devam ettiğimizi belirtmek isterim. Bu vesileyle III. Uluslar Arası Mevlana Kongresi'nin düzenlenmesinde katkı­ larda bulunan Konya Valisi Sayın Ahmet Kayhan'a, Üniversitemiz eski Rektörü ProfDr. Abdurrahman Kutlu' ya, Kongre Genel Sekreteri ProfDr. Haşim Karpuz'a, Genel Sekreter Yardımcısı Yrd.Doç.Dr. Nuri Şimşekler' e, yurt içi ve dışından gelen tüm katılımcılara ve tebliğierin yayma hazırlanmasında fedakar emeklerinden dolayı Üniversitemiz öğretim üyeleri ve matbaamız çalışanlarına teşekkür ederim. Prof.Dr. Süleyman OKUDAN Rektör XI s. Hepinizi saygı ve sevgiyle selamhyorum. Önce bir memnuniyetimi ve teşekkürümü dile getirerek başlamak istiyorum. Önce memnuniyet; milyonlarca insan gibi bende tabi Konya'yı sevenlerden biriyim ve Konya'yı sevrnemin pek çok sebebi var ama en büyük sebebi Hz. Mevlana'nın ruhaniyetinin her yerde; ama daha çok burayı gördüğümüz için aklıımza geldiği için burada olmasından dolayı son derece memnunum. İkincisi Rollandalı misafirler var. Bir kısmını tanıyorum. Diyaloga açık insanlar. Hep böyle gördüm değerli asistanın dediği gibi. Uzun yıllardır zaten oldukça sık gidip geldiğim, oldukça iyi bir diyalog içinde bulunduğum bir ülke. Onları burada görmekten memnun olduğumu ifade etmek istiyorum. Üçüncüsü de Rollandalı sevgili Türkleri burada görmekle son derece mutlu olduğumu ifade etmek istiyorum. Hollanda'ya ilk sık gidiş esnalannda onların bir kısmı lise öğrencisiydi, bir kısmı üniversite de okuyordu. Bir kısmı da üniversite sonrası eğitimi için, Veyis'e bakarak söylüyorum, çaba harcıyordu. Şimdi maşallah hepsi büyüdüler, maddeten büyüdüler manen büyüdüler. V e bu toplantının onlar açısından da büyük bir anlam ve önemi var. Sadece bir kısmının Konyalı olmasından dolayı değil ama aynı zamanda hakilcaten Hollanda'da çok güzel işler yapıyor olmalarındandır. Dolayısıyla memnuniyetim bir bakıma onları da bugün burada bizimle beraber görmekten kaynaklanı­ yor. Açık konuşurum biliyorsunuz. Kimse beni yanlış anlamasın. Eşek de olabilirim. İnsan meleklere de katılabilir, eşeklere de katılabilir, şeytana da katı­ labilir. Eğer yolda olduğunu, göçte olduğunu unutur ve kendisini maddeye bağ­ larsa, mevkiye bağlarsa, servete bağlarsa o zaman o insan eşek olmayla şeytan olma arasmda bir riske girer. İkisi arasındaki fark ne? Tabi bu arada bunlar sembolik olarak kullanılıyor. Aslında eşeğe haksızlık etmemek lazım onu biliyorum ama bu bir sembol. Şimdi eşek denince akla daha çok işte yemek içmek cinsel ilişki vs. gelir. Yani Mevlana'nın dediği gibi: 'Beden alıırma köle olma' diyor. Hayat nedir? Yemektir, içmektir, vs.dir. Hayat buna bağlı ise insan artık göç felsefesi, göç vizyonu diye bir şey olamaz. Onun vizyonu günlük bu ihtiyaçlannın karşılanmasıdır. Ama eğer dünyaya bu kadar bedene bu kadar hırsla bağlanma bir de kudrete hırsla bağlanma ile birleşirse hakimiyet duygusuyla birleşirse, hakim olma baskı altında tutuma ile birleşü·se o zaman ortaya şeytan çıkar. Ve Mevlana'ya göre insanın şeytaniaşması eşekleşmesinden bin kat daha kötüdür. Niye? Çünkü biri zaten bedenine bakmalda yetiniyor. Haksızlığı o boyutta. Ama şeytanlaşan insan bütün cihana savaş açmış bir insandır. Ve ondan sonra Hz. Mevlana bunu en güzel en dekoratif bir biçimde Mesnevi'nin muhtelif yerlerine serpiştiriyor. Şeytan'a niye kızıyor, İblis'e niye kızıyor? Bir bakıma da İblis'i sever onu söyleyeyim. Bu sevgi de yine tırnak içerisinde, yanXIII lış anlaşılmasın. Çünkü tevhid söz konusu olduğunda bazen şeytanı sembol olarak gösterir. Allah istese bile Allah'tan başkasının önünde eğilmeyen varlık. Hz. Adem'in yaratılış sahnesini hatırlarsınız. Orada secde et diyor, etmem diyor. Mevlana bundan tevhidin smını çıkarıyor. Geniş bir kafa dünyası ve geniş bir gönül, böyle bir sembolden büyük şey çıkarıyor. Onun için muvahhidtir. Ama muvahhid hatalı muvahhiddir diyor. Şeytan müşrik değil ama hatalı bir muvahhiddir. Niye evvela gönlünü kullanmadan aklını kullanmaya çalışıyor. Mevlana'ya göre zaten şeytanlaşmasının birinci yolu birinci sebebi gönlü kullanmadan sırf aklı kullanmadır. Sırf aklı kullanırsanız bilgi olabilir, teknoloji olabilir, ama muhabbet olmaz, aşk olmaz. Ve aşktan azade olan bir akıl Hz. Mevlana'ya göre şeytanlaştırır ve insanı felakete sürükler. O insanlar sadece gasp etmeyi bilir. Akıl ile madde ile yola çıkanlar ve onun sadece onun teknolojisini ve bilimini kullananlar ne yazık ki işgal etmeyi yok etmeyi, hakimiyet kurmayı medenilik zannederler. Oysa işin içine gönül girerse, işin içine muhabbet girerse o zaman sivrisinekten aşağılara kadar her şeyi insanoğlu dil ve muhabbet ışığında görür. Sadece muhabbet ışığında değil akıl ışığı da var, beden ışığı da var ama bir de muhabbet ışığında görür. O bakımda biraz kızması ondan. Bir de benim mesleğime dakunuyor ama ben felsefe hocasıyım. Bir de diyor ki kötü bir mantıkçı sadece kötü bir mantıkçı değil ırkçı bir mantıkçı şey­ tan için niye bir defa ırkçılığı şurdan geliyor menşei her şeyin üstünde tutuyor. Oysa Allah indinde hiç kimse hiçbir varlık menşeini yüceltemez. Çünkü hepsi Allah'ın yarattığıdır. Hepsi Allah'ın halk ettiğidir. İlahi huzurda bir menşei öteki menşeden üstün tutmak Allah'ın sanatına karşı gelmek anlarnma gelir. Ontolojik olarak varlık alanında hiçbir menşe ötekiyle mukayese edilip bu yukarıda bu aşağıda denemez. Her menşein bir değeri vardır. Oysa şeytan ne diyor: "Eğilmem önünde. Çünkü beni ateşten onu topraktan yarattın. E .. Mademki ateş topraktan üstündür, o halde ateşten yaratılan topraktan yaratılandan üstündür." Bunu mantıktaki adı kıyastır. Ama şeytan diyor ki bu biraz akılsızca geliyor. Irkçı bir kıyas. Zira bu kıyas bir başka insanın bir başka meleğin huzurunda değil zaten hepsini yaratan Hallak-ı alem bütün alemierin yaratıcısı huzurunda böyle yapıyor. Tek onun için şeytana karşı göğüs kesiyorlar. Ve yine bir öfkesi de şundan kaynaklanıyor. Ve mübarek diyor, buna benzer bir başlangıcı var Mesnevi'nin. "İşin Adem ile idi bizden ne istersin. Davan Adem ileydi bizden ne istiyorsun" Şeytanm kötülüğü kibri, nefreti yaygınlaştırmasıdır. O neredeyse bütün sülalesine bütün insanlığa yaymıştır. Bu yönüyle Hz. Mevlana İs­ lam'ın bir gerçeği olarak, ilahi dinlerin bir gerçeği olarak da diyebiliriz suçun sevkiyatı üzerinde durur. Dava biriyledir. O davayı genelleştirmek, o davayı haksız yere teşvik etmek en büyük haksızlıktır. Şimdi bunları niye söylüyorum? İşte göçte olduğumuzu yolda olduğumuzu bilerek yaşarsak tabi bütün bunları bilerek düşünerek yaşamamız lazım. Bu bizim hayatımızda bir gün var. Bugün hayatımızda bolca şeytanlık var. Bugün hayatımızda maalesef bolca hayvanlık XN var. Bu söylediğim ırkçılık sadece kan mezhep meselesi değil. Bir kültürü outolojik olarak, başka bir kültürden daha erdemli gördünüz mü onun adı kültür ırkçılığıdır. Bir medeniyeti yegane medeniyet gördünüzmü onun adı medeniyet ırkçılığıdır. !rkçılık hala devam ediyor. Dünyada bana sorarsanız neredeyse yeteri kadar akıl var bilim var teknoloji var ama maalesef yeteri kadar muhabbet yok aşk yok. Ve onun yani o aklı yeteri kadar o bilimi o teknolojiyi muhabbetle aşkla ahiakla tamamlayamazsa insanın geleceği hiçte parlak görünmüyor. Aşk­ tan, muhabbetten uzak kalmış bir akıl sadece fitne ve desise üretir, diyor Hz. Mevlana ve bugün biz öyle bir fitne ve desise üretilen yapı içerisindeyiz. Şimdi o soy sop düşmanlığını isterseniz hiç anlatmayayım. Bazen küçük bir siyasi laf söylememe izin verirsiniz değil mi! Siyaset yapmayacağım zaten, konuştuğum­ da yok. Konuşsam da beceremeyeceğim de belli. Ama bir şey söyleyeyim bazen bir insanın bir yere ataması yapılıyor. Hayret ediyorum, ertesi gün bakıyoruru çarşaf çarşaf yazıyor. Efendim onun dedesinin kim olduğunu bilmiyor muydunuz? Yav banane dedesinin kim olduğundan. Kardeşinin kim olduğunu bilmiyor muydun. Yani babasından dedesinden kardeşinden dolayı bir insanı ödüllendirme, bir insanı lekeleme, bir insanı eleştirme düpedüz ilkelliktir. Olacak gibi değil. Efendim bir varlık olarak "müstakilim" Kur'an'da öyle diyor. Benim iyiliğiınİ benim kötülüğümü benim dünyamda değerlendirmek lazım. Benim babamı aramanın bir anlamı yok ki! Hele birde bakalım bunun kardeşleri ne yapıyor? Ne yaparsa yapıyor bize ne kardeşim. Bu bakımdan maalesef o şeytan­ lık o şeytan huyu devam ediyor. Bazen azalmadan eksilmeden devam ediyor. Şimdi notlarımız burada, ilham alırken, yazdımda onun için, şimdi efendim bu diyalogla ilgili birkaç bir şey söyleyeyim bitireyim isterseniz. İki arkadaşımızda diyalogdan bahsetti. Ve zannediyorum üçü de büyük bir diyalogdan bahsetti. Konuşan arkadaşımız da bir bakıma tasavvuf dininin ne kadar diyalog dili ına­ nasma geldiğini ve en azından benim öyle yorumlayacağım bazı şeyler söyledi. Şimdi diyalog esas itibarıyle bilgi ile irade ile ve aynı zamanda bir neticeye ulaşmak için yapılan konuşmadır. Evvela bilgi ile yapılması lazım. Ben genellikle kolay anlaşılması için bunu üçe ayınyorum Üç hasarnaklı bir iş. Evvela deskriptif basamağı var. Yani tasvir ederiz. Yani enformasyon yani birbirimize bilgi vermemiz. Eğer ben beni az tanıyan bir arkadaşıma dersem ki: Arkadaşım bak ben şu şu özelliklere sahibim. O da bana aynı şeyi söylerse bizim aramızda deskriptif düzeyde bir diyalog vardır. Bu bir bilgilenme bilgi verme üzerinde olup biten bir diyalogdur. Eğer bilgiye dayanmıyor ise diyalog bir safsatadır, boş bir konuşmadır. Evvela diyalog dediğimiz şeyin bilgiye dayanıyor olması lazım, bu son derece önemlidir. Çünkü bugün gerek bir toplum içindeki intra diyalog diyelim buna bir toplumun içinde gerek toplumlar arasında inter diyalog diyelim, en büyük sıkıntısı yeteri kadar bilgiye sahip olmadan insanların birbiri hakkında, toplumlarm birbiri hakkında ve milletierin birbiri hakkında konuşmasıdır. Doğrusunu isterseniz bu konuda en çok ziyanda olan bizleriz. Mesela biz Türk Milleti olarak bundan haklı olarak yakınıyoruz. Yakınmamızın xv Türk Milleti olarak haklı olarak yakmıyoruz. Y akmmamızm haklı tarafı var, haksız tarafı var. Haklıyız çünkü hakilcaten hakkımızda çok yanlış şey söyleniyor, haldcımızda yalan şey söyleniyor. Haksızız çünkü bu yanlışlan bu yalanlan biz düzeltmek zoıundayız. Onun içinde evvela biz neyiz biz kimiz? Tarihi varlıklar olarak, kültürel varlık olarak biz neyiz. Geçmişimizi şimdİmizi ve gelecekteki yerimizi evvela kendimize sonra insanlara anlatmak durumundayız. Biz anlatmazsak gelin bizi anlayın deme hakkını kaybederiz. Ama burada her zaman böyle masum değil bazen insanlar. Bilgili olduklan halde, bir sefer bir yalan içinde diyalog değil artık diyalogu koparına çabalan var. Yine burada da küçük bir siyaset yapayım parantez içinde. Bazen mesela benim hakkımda veya arkadaşlarıının hakkında o kadar yanhş şeyler yazıyorlar ki, kendi kendime diyorum: Allah'ım bunlar bu kadar uydurmayı nasıl naklediyorlar. Çünkü söylenen bir şeyde yüz cümle var doksanını hakla hakikatle uzaktan yakında bir ilgisi yok. Bir önceki gün mesela şu sıralarda hani Türkiye Elhamdulillah iyi durumdayız; İslam dünyasıyla konuşabilecek durumdayız. Çok şükür Avrupayla diyalog içindeyiz konuşabiliyoruz çok şükür. Amerika'yla aramız hiçte fena değil dostluk devam ediyor çok şükür. Dolayısıyla ekonomi bugünlerde duyuyorsunuzdur tabi, ama işsizliği ben ne bileyim üretimdeki sıkmtılan­ mzı ben ne bileyim, ama çok şükür kıyamet senaryolarını düşünün, iki hafta üç hafta önce neler söyleniyordu. Dolar üç milyon deniyordu. Allah'a çok şükür ekonominin de iyileşme göstergeleri elimizde. Yani fena durumda değiliz. Fena yerde değiliz, ama akşam televizyonu açıyorum sabah gazeteye bakıyornın efendim bir mucize oldu tesadüfen bunlar böyle oldu. Başka zaman tesadüfe inanmayanlar iş bize gelince tesadüfçü oluyorlar. Ne hikmetse bazen mucizevi oluyor. Akşam bir televizyon programmda birisi diyor ki bu resmen mucizedir. Çok şükür iyi ki mucize. Bizim mucizeye de itirazımız yok. Bunu şunu için söylüyorum arkadaşlar, oturmuşsunuz savaş konuşuluyor, bir millet savaşa girecek mi girmeyecek mi yedi saat konuşuyorsunuz. Büyük endişe içinde büyük huzursuzluk içinde konuşuyorsunuz. Ona göre de bir karar alıyorsunuz. Arkasından başka karar, başka karar, başka karar ve Türkiye bugün bulunduğu bu noktaya geliyor. Yani aslında yüz defa düşünülmüş bir kararlar zinciridir. İnsan bir düşünün hesap edin aferin bunlar bunu iyi düşündüler ve hiçte fena olmayan bir karann ortaya çıkması için bazı kararlar aldılar. Hayır iyi çıksa da suçlu oluyorsunuz. Zaten kötü çıksa külli suçlusunuz ve bu bir yerde büyük bir diyalog eksikliği göstermiyor mu? Açıkçası burada ciddi bir kasıt var. Çünkü insanın şuuru bu kadar kapalı olamaz. İnsanın gözü bu karda kapalı olamaz. Arka arkaya gelen son derece önemli kararları böyle tesadüfen çıktı işte efendim, diye yorumlamanın tek bir izah edilir tarafı yok. Demek ki bilgi son derece önemli. Evvela bilgi ve pek tabii bu arada diyalog derken diyalogdan bahsederken şunu da unutmayalım; kendi içinde diyalogu sağlamamış bir toplum başka devletlerle diyalogda başarılı olamaz. Bir toplum evvela kendi içinde farklı düşünenleriyle, XVI farklı anlayışları olanlarıyla, farklı vizyonu olanlarıyla konuşabilme durumunda konumunda olmak mecburiyetindedir. Bunu başaramayan toplumlarla diyalog içine girmesi değildir. Yani kendi nefsini tasdik etmemiş bir insanın başkalannın nefsini tasdik etmesi nasıl mümkün olabilir. Onun için evvela Türkiye'yi akıllıca bilgilice ve sorumlucakonuşan hale meliyiz. Evvela Türkiye konuşmah, kendi içinde konuşmah, ama konuşmahdır. Bir empoze edici güç olarak değil de madem haber basımndan bahsettik. Bir de benim çok kullandığım o meşhur "Retinal Comminationed Actional" ın dediği çok önemli eseri var. Rasyonel rinde durduğu konulardan biridir. Medeni ülkeler, gelişmiş ülke· ler diyalogun önünü açar. Bir yerde diyalog tıkanınası oldumu hemen müdahale edilir ve o kanal açılır. Yetişmemiş insanlar, gelişmemiş insanlar nPırnr.ırr<> zayıf olan insanlar ise kominikasyon yani iletişim baskısım siyaset kabul okunak "Secretional Cominication" baskı altında tutmak, kı altında tutanlar toplumun bir kesimini öteki kesimi ile konuşmaktan lar. Hele bakın bunu da çağlık dediğini zannedenler, addedenler en öz insani bir faaliyeti baskı altında tutuyorlar ve maalesef yanlış bir durumun ortaya sına sebep oluyorlar. İkincisi de eleştiri sadece bilgi vermekle olmaz. aklı kullana bilmek demek esasmda insanın hem kendisine çevirmesi anlamına geliyor. Adı öz eleştiridir bunun, ama şu anda başkasını eleştirmedir. Bu da değil aslında bizim kültüıiimüzdeki nefis muhasebesidir. Bu nefis muhasebesi dediğimiz şey öz eleştiridir. Eleştiri olmayınca diyalogun fazla bir mesafe alması mümkün değildir. Sadece tasvirdir veya değildir değil, vs.dir veya değildir arada biter. Oysa onun bir eleştiriden geçirilmesi Onun için diyalogun arzu edilen amaca gidebilmesi için edep içinde cPrnniP içinde ama yine bilgiyle ve iradeyle eleştirinin öz eleştirinin yapılması gerekir. Onun gerek topluluk içindeki insanlar, gerekse kesitler eleştirilmelidir. Medeniyetler figüratif anlamda söylüyorum, sembolik anlamda medeniyetler eleştiril­ melidir. Eleştirinin olmadığı yerde fikir büyümez. Eleştirinin olmadığı yerde ilim gelişmez. Bu ikisi de gelişmeyince hiçbir şey olmaz. Onun için evden başlatmak lazım. Bu edep ile eleştiriyi evden başlatmak lazım. mızın buna müsait olması lazım. Ve siyasi sistemimizin bütünüyle açık olması lazım. Ama dediğim gibi hakkaniyetle, bilgiyle düşünceyle, tefekkürle yürütülen eleştiriyi kastediyorum. Üçüncü metaryesi diyalogun acaba bu konuşmadan bu tanışmadan bu dilişıneden bu yadhğı belli ölçüde geride bırak­ madan "yad" dediğim yabancı ne diyor. Yunus Emre "yad isek dilişelim" Mevlana çizgisi aynı böyle yad isek dilişelim. İnsan demek ünsiyeti içinde olan varlık demek. Birbirini yıkan değil, birbirini anlayan, birbirine karşı ince ince duygularla bağlı olan varlık demektir. O halde evvela madem öyle bir ünsiyet var, ben konuştuğum insandan acaba kendi varhğıma ne Buna ben diyalogun engistansiyel varoluşsal safası diyorum. Ancak bütün bu XVII konuşmalardan bütün bu bilgilerden bütün bu yapıcı edici, kılıcı eleştirilerden kendi özüme kendi öz varlığıma ne katabilirim acaba. Kendi yapıma, manevi yapıma bir tuğla koyabilir miyim? Burada dinleyerek aniayarak olmaz. Öyle varoluşsal dediğimizin sebebi odur. Buraya her diyalog ulaşınayabilir ama halis bir diyalogun, otantik bir diyalogun, buraya ulaşması şarttır, gerekir. Şimdi sevgili Arslan sormuş: 1980'lerin ortasında, öyle zannediyorum, hocam diyalog nedir diye sorduğu zaman ben onbeş senedir bu diyalogun içindeyim. İçinde olduğum için de başıma kalmadık şey kalmadı. Diyaloglar bazen tehlikeliymiş gibi aniaşılıp yorumlanabiliyor maalesef her tarafta. Bu biraz da kendine güvensizliğin işareti. Tabi halis kanaatimi söyleyeyim, diyalog da kendisinden beklenen sonuca ulaşmış sayılmaz. Bilgi düzeyinde bile hala çok aksaklıklanm var. Eleştiri adabı hala büyük ölçüde eksik, egzistansiyel boyutu ise zaten tam yeşe­ remedi. Hala toprağın altmda bir tohum gibi geliyor bana. Umutluyum ama tam yeşeremedi. Bugün çevremizde olup bitenler büyük ölçüde hakikaten bu insani faaliyetin yani diyalogun her üç safhada hala çok önemli bir yerde olmadığım, çok ileri düzeyde olmadığım gösteriyor. Ama bu bizim umutsuz olmamız için bir sebep mi? Hayır sebep değil. Zaten umutsuz olmaya insan olarak hakkımız yok. Madem insan düşünen bir varlık, yaradan öyle yaratmış, madem insan düşünen, konuşan bir varlık nasip dediğimiz o logosu aynı yerden geliyor. Madem insan düşünen ve düşünerek konuşan bir varlık, madem insan seven bir varlık, madem insan bilen bir varlık, madem insan inanan bir varlık, o halde mutlu olmak ve gözümüzü yükseklere dikmek mecburiyetindeyiz. İnsan derken gelin gözlerimizi çalanlara çırpanlara değil, gelin gözlerimizi makam mevki için her şeyi feda etmeye hazır olanlara değil, gelin yıkanlara yakanlara, dökeniere değil, kendisini ruhunu bedenine tutsak yapanlara değil, gelin gözümüzü Hz. Musa'ya (A.S.), Hz. İsa'ya (A.S.) çevirelim. Hz. Muhammed'e (S.A.V), Hz Mevlana'ya çevirelim. Yunus'a çevirelim. Ahmet Yesevi'ye çevirelim. İnsanh­ ğın medar-ı iftiharı bunlardır. Onlar gibi olmak mümkündür ki, çünkü onlar olmuştur. tutmaya çalışalım, bu imkanın kapısını açık tutmak zorundayız. Yoksa yükseğe, yoksa yüce ye, yüceliğe, aşlcına giden yol kapanır. Ve bu dünyaya kilitlenen, bedenine kilitlenen insan, insanlığın sonu olabilir. iyimser olmak zorundayız. iyimser olmak ve iyimserlik çizgisinde yolda olduğumuzun idraki içinde çalışmak insan olmanın ki her büyük kültürde bu böyledir, insan olmanın bize yüklediği ahlaki, manevi ve bedii bir vazifedir. XVIII O halde çocuklanmıza Hepinizi saygıyla bu imkanın kapısını açık selamhyorum. Konya Valisi Ahmet KAYHAN'ın Konuşmalan Aziz Misafirler Muhterem Mevlana Dostları, Hz.Mevlana'nın Konya'ya teşrifinin 775. yılı etkinlikleri içinde düzenlediğimiz III. Uluslararası Mevlana Kongresine hoş geldiniz, şeref verdiniz. Hz. Mevlana Yüzyılların mürşidi. Çok ulu bir şahsiyet. .. İnsan-ı kamil ve medeniyetimizin medarı iftiharı ... Bütün iHeme malolmuş evrensel bir şahsiyet... Ona duyulan ilgi, ona duyulan sevgi gün geçtikçe artarak devam etmektedir. Bugün insanlık, Mevlana'ya ve onun gibi ışık kaynaklarına derinden muhtaç olduğunu daha çok hissetmektedir. Farklı dili konuşan, farklı dine inanan, farklı kültüre sahip olan milyonlarca insan, Mevlana'nın şahsında ve eserlerinde insan olmanın anlam ve değerini daha iyi ka vramaktadır. Mevlana'nın en önemli eseri olan MESNEVİ, birçok bilgi ve hikmet demetleri sunan çok önemli bir kaynaktır. Bu dünya klasiğinin merkezinde Kur'an ve Yüce Peygamberimizin tarihi tecrübesi yer almaktadır. Mesnevinin bize anlattığı insan, günümüz dünyasının muhtaç olduğu insandır. Onup nazarında dil farkı, renk farkı bir üstünlük işareti değildir. İlahi bir nişa­ nedir. İnsan insanın kurdu, insan insanın aynasıdır. Dostudur. Hz. Mevlana'nın anlayışında insan; ilahi sıfatiarın tecelli ettiği bir "Küçük alem"dir ve Kur'an'ın "Ey insanlar" hitabında bütün bir insanlık gizlidir. Hz. Mevlana'ya göre; dünya her an yenilenmekte ... Hayat tıpkı su gibi hep yeniye akıp gitmektedir. Hz. Mevlana insanın hareketsiz ve bereketsiz kalmasını asla istemez. Hz. Mevlana DİN'i Çalışmanın, Üretmen in, Paylaşmanın ve iyilikte yanşmanın güvencesi olarak görür. Hz. Mevlana; merkeze bağlı hareketten köke bağlı değişmeden söz eder ve şöyle der: "Su gibi akıp git, ama yatağın belli olsun" Bu duygu ve düşüncelerle kongreınİzin hayırlı olmasını diliyor, kongremize tebliğ sunan bütün bilim adamlarına, uzaktan yakından gelip kongremizi onurlandı­ ran bütün komıklarımıza ve emeği geçen herkese şükranlarımı sunuyor ve sözlerimi Hz. Mevlana'nın şu güzel sözleri ile bitiriyorum. "Ok gibi doğru olsam, yayla atarlar beni. Yay gibi eğri olsam, elde tutarlar beni. Doğruda görmedim aç, eğride görmedim tok. Eğri yay elde kalır, menzil alır doğru ok" Hepinize en derin saygılarımı sunuyorum. XIX S.Ü. Rektörü Prof. Dr. Abdurrahman Kutlu'nun Konuşmalan Bütün dünyanın dikkatini çeken Mevlana'nın verdiği mesajların düzenlenen bu kongre ile daha da anlaşılacağına inanıyorum. Anadolu'nun Türk yurdu olması için yapılan çalışmalann merkezinde Ahi Evren, Hacı Bektaş ve Yunus Emre gibi fikir adamlan vardır. 1071 'de Anadolu, askeri anlamda fetlledildi ama bu yetmedi. Bunun yanı sıra yerli halkın gönlü de bu fikir adamlan tarafından fethedildi. MevHina'nın yanı sıra İnsanlan iyiye hoşgörüye banşa ve sabırlı olmaya çağıran Hz. Mevlana, insanlara sunmuş olduğu mutluluk reçeteleri ile sadece yaşadığı çağa değil yüz yılar sonrasına ve bütün insanlığa hitap etmiştir, Mevlana hoşgörüsünün, yaşam biçiminin ve felsefesinin, teknoloji çağı insanına hatırlatılınası gereken üstün değerleri vardır. Yüzyılların yıprattığı sevgi, hoşgörü değerleri ancak Mevlana Felsefesinin iyi anlaşılması ile mümkündür. Bunun için de hümanizmile "hak" motifleriyle işlenmiş Mevlana felsefesinin toplurnlara aktanlması gerekmektedir. Bu noktada toplumdaki yeterli tüm kurum ve kuruluşlara fazlasıyla görev düşmektedir. Bilimsel çalışmalann ve bilimsel kültürün yaşatıldığı üniversiteler ise bu konuda öncü rol oynamak durumundadırlar. Bugün değerli bilim adamlannın katılımıyla geçekleşecek olan bu Kongrenin örneklerinin çoğalması gerekliliği çok açıktır. Bu tür toplantılar ve her türlü bilimsel çalışmalar Mevli1na felsefesinin geleceğe yansıtılması ve aktanlması için bir vesile olacaktır. Ortaya koyduğu hayat anlayışı tarihin hiçbir döneminde önemini yitirmeyecek nitelikte olan gönül adamları yaşatıl­ malıdır ve bizler de buna hizmet etmek için gayret sarf etmeliyiz. Hz. Mevlana gönüller sultam olmuş Hakk' a yürüyüşün temsili bir insandır. Aradan sekiz asır geçmesine karşılık o, sanki bugünün insanına, bugünkü sıkıntılan için hitap ediyormuş gibi canlı ve beınktır. Bütün mesajlannda insanlar arasında renk, ırk, din, dil,. cinsiyet ayrımı yapmadan bugün de bütün insanlan kucaklayarak gönüllere ferahlık vermektedir. Onu ölümsüz kılan budur. Onun dünyanın her yanında tanınmasını sağlayan fikirleri ve düşünceleridir. Ona gönül veren, bu nedenle insanlığa koşmaktadır. önemlisi üzerinde yaşadığımız topraklann e bed i bir Türk yurdu olmasında en büyük pay sahibi olan Hz. Mevlana'yı, bu büyük Türk insanını Konya'yı teşriflerinin 775. yıldönümü'nü kutladığımız şu günlerde saygı ve rahmetle anar hepinize saygılar sunanm. V e her şeyden XXI III. MiLLETLER ARASI MEVLANA KONGRESİ HAKKINDA Prof.Dr. Haşim KARPUZ Konya dünyanın sayılı tarihi şehirlerinden birisidir. Bu şehirle özdeşleşen ve şehri sembolü haline gelen Mevlana Celaleddin-i Rumi de dünyanın en önde gelen bilim ve düşünce önderlerindendir. Konya, MevHina'nın yaşadığı XIII. yüzyılda ünlü medreseleri ile bilimin bütün alanlarında en iyi eğitimi veren bir kent durumundaydı. XXI. yüzyılda da Selçuk Üniversitesi, Anadolu'nun tarihi soluyan bu bilim, kültür ve sanat şehrinde eğitim öğretim yapmaktadır. Üniversitemiz küreselleşen dünyamızda Hz. Mevlana'nın bütün insanlığı kucaklayan düşüncelerini anlamak ve anlatmak, Selçuklu döneminin kültür ve medeniyet mirasına sahip çıkmak için bir dizi çalışmalar yapmaktadır. Selçuk Üniversitesi, Selçuklu Araştırmaları Merkezi (SÜSAM) tarafından gerçekleştirilen Milletler arası ve Milli Mevlana kongreleri; Selçuklu Kültür ve Medeniyeti kongreleri, Sempozyum, panel ve konferanslar, bu alanda yeni yapılan araştırma ve incelemelerin değerlendirildiği önemli bir bilimsel platform haline gelmiştir. Bütün dünya üniversitelerinde olduğu gibi Türk üniversitelerinde de Hz. Mevlana ve döneminin düşünce yapısı hakkında özgün araştırmalar yapılmaktadır. Mevlana'nın eserleri Avrupa ve Amerika'da en çok satan kitaplar arasındadır. Ayrıca çoğu yabancılar tarafından oluşturulan binlerce internet sitesinde de MevHina'nın düşüncelerine yer verilmektedir. Bugünün dünyasmda yaşayan insan, teknolojinin getirdiği yeniliklere ve günlük hayatı kolaylaştıran aledere rağmen ruhen mutsuzdur. Böylelikle bu alandaki boşluğu daldurabilmek için değişik yollara baş vurmaktadır. Hz. Mevlana'nın Kur'an ve Hadis ile İslami ilkelere dayanan barış ve hoşgörüsünü esas alan düşünceleri, psikolojik olarak bunalan insanlık için en emin liman görevi yapmaktadır. Bu noktada en önemli sorun, Mevlana'yı 'doğru anlamak ve anlatmak'tır. Mevlana, eserlerini Anadolu Selçuklularının resmi dili olan Farsça ile yazmıştır. Osmanlı döneminde de Farsça, medreselerde ana ders olarak okutulmuş ve bu dilde önemli eserler vücuda getirilmiştir. Bunlar arasında Mevlana'nın eserleri ile ilgili yapılan çalışmalar, yazılan şerhler önemli bir yer tutmaktadır. Bu bakımdan Mevlana'yı anlamak ve anlatmak için çok önemli kaynaklara sahip bulunuyoruz. Ancak bu kaynaklada yeni yapılan araştırmalar onusunda Farsça öğretimindeki yetersizlikler ve araştırmacı eksikliği nedeniyle bu alandaki çalışmalar Abdülbaki Gölpınarlı ve Feridun Nilfiz Uzluk'un eserlerinden öteye gidilememiştir. Rahmetli Gölpınarlı'nın dokümanlan XXIII Mevlana Müzesinde, Feridun Nafiz arşıvı Uzluk'un ise SÜSAM'da bulunmaktadır. Hem bu arşiv belgelerini okumak ve değerlendirmek; hem de anlatmak için Selçuklu bulunduğu Konya' da, Selçuk Mevlana'nın düşüncelerini çağımızm insanına doğru Mevlana'nın medfı1n geniş soluklu çalışmalar yapılması gerekliliği ortadadır. Burada en hassas nokta; bazı batılı araştırmacılar tarafından Mevlana'nın "hoşgörü ve tolerans" başlığında yanlış yönlere kanaliz edildiğiniz ve batının kültür emperyalizminin silahı haline getirilmek istendiğini Bu bakımdan Mevlana'yı doğru ve bizim bakışımızia anlamalı Bu bağlamda SÜSAM' a önemli görevler düşmektedir. I 985 kurulan SÜSAM Rektörlüğümüz imkanlarıyla Hz. Mevlana'nın düşüncelerini, Selçuklu Kültür ve Medeniyetini araştırmak ve Bu konularda bugüne kadar kırka yakın bilimsel ve bildirilerini yayımlaımştır. Ayrıca 1990-1996 yılları arasmda bazı Selçuklu üzerinde kazı ve restorasyon çalışmalan . Rahmetli Nimet Uzluk tarafından bağışlanan kütüphane ve belgeleri tasnif edilerek, araştırmacıların hizmetine sunulmak üzeredir. Bu arşivimizde bulunan Konya, Mevlana, Türk Mimarisi ve Sanatı ile fotoğrafiann bir kısmı da web sayfamıza konulacaktır. Uzun süredir yapmadığımız Milletler arası Mevlana Kongresini X. Milli Mevlana kongresinin arkasından yapmayı kararlaştırdık. Kongrenin temasını da üniversitenin rektörü sayın Prof. Dr. Abdurrahman Kutlu'nun önerisi ile "Mevlana'nm yaşadığı dönemde Anadolu'nun Türkleşmesi" olarak belirledik. Bu arada Hollanda Türk Evi derneği bu kongreye, "Avrupa' da İslam ve M evleina" konusundaki bildirilerle katıldı. Rusya Federasyonu Şarkiyat Enstitüsü'nden bir gurup bilim adamı karşılıklı düzenlenecek Mevlana sempozyumlannm ilk basamağı olarak bu kongremize bildirileriyle katıldılar. Milletler arası kongrelerde milletler arası ilişkiler, dünya olayları önemli yer . Önce ABD ve İngiltere'nin başlattığı Irak savaşı, sonra da uzak doğuda Sars hastalığı kongremize bazı bilim adamlannın katılımını engelledi. Kongreye yurt içinden çok sayıda başvuru oldu. Ancak bunların büyük bir kısmını konu sınırlaması sebebiyle kabul edemedik. Üniversiteınİzin bilimsel kongreleri gerçekleştirdiği çok mükemmel bir Süleyman Demirel Kültür Merkezi var. Yeni misafirhanemiz de yapılınca Kamp us içinde bu tür kongrelerimizi daha rahat gerçekleştireceğiz. SÜSAM' m çalışmalarım her zaman destekleyen Prof.Dr. Abdurrahman Kutlu'ya, Kongreye maddi destek sağlayan Konya Valisi sayın Ahmet Kayhan'a, bildiri kitabının basımma katkı sağlayan yeni Rektörümüz Prof. Dr. Süleyman OKUDAN' a ve kongre sırasında emeği geçen herkese teşekkür ediyorum. XXIV Bu toplantıya XIII. yüzyılı tartışarak başlamak, doğrusu düzenleyicilerin çok isabetle düşündükleri bir karar. Çünkü Anadolu'nun Türkleşmesi ve Müsh.imanlaşması belki siyasi bakımdan daha önceki yıllara ama XIII. yüzyıl bir anlamda fikri bütünleşmenin ve Anadolu'da artık belli bir noktaya gelmiş olan ve Müslüman mayalanma döneminin başlangıç devridir. Bu bakımdan bu zor, dönemin arkasından kutlu sayılabilecek bir doğumun habercisi olan devreyi enine boyuna tartışmak son derece isabetli olacaktır. Hepimiz biliyoruz biraz sonra, ayrıntılarıyla görüleşecek, XIII. yüzyıl hem İslam dünyası için hem Anadolu için sıkıntılı bir dönemdir. Moğol saldırı­ lan, kardeş kavgaları, devlet otoritesini sarsmış; insanlar büyük bir ümitsizlik içine düşmüştür. Moğol saldırılan sonucu Horasan'dan çok sayıda aydın Anadolu'ya, özellikle de Konya çevresine gelip yerleşmiş ve burada yeni bir oluşumun tohumlarını atmışlardır. Baskıya karşı hoşgörü; zorbalığa karşı barışçıl tavırlar, toplumda gerekli yansımayı bulmuş ve Mevlana'nın mesajı yaşadığı çağın da ötelerine uzanan bir dönüşmüştür. Bu nitelikteki bir Konyapılması çok önemli ve yerinde bir karar. Gerçekten Orta Asya' dan Anadolu'ya doğru uzanan bu bu topraklardaki en önemli yansıma merkezinin Konya olduğunu biliyoruz. Burada derlenen sözü edilen düşünce daha sonra Anadolu belli bir inimazının ardından beylikler ve doğuşuna ve bugüne kadar gelen ortamın hazırlanmasına vesile olmuştur. Bu bakımdan enine boyuna teşhir masasına yatıracağız. Önce tarihi arka başlamak istiyoruz. Hocamız Prof. Dr. Yusuf HALAÇOGLU Bey bu göçün m bize anlatacak, özellikle demografik bilgilerle, bu tarihi arka güne kadar bilinmeyen farklı bir veçhesini gözler önüne serecek. sonra da buna bağlı bir periyod içinde diğer öğretim üyesi arkadaşlarımızia birlikte meseleyi açıklığa kavuşturmaya çahşacaklar. Her üç sayın öğretim üyesi de alanlannda temayüz etmiş son derece dikkate değer. Yusuf Bey Tarih Kurumu Saym '-''-·""~'"· sitesinde özellikle bu dönemin fikri son derece önemli bir uzman, GÜZEL yine deki tasavvuf tarihi noktasında yetişmiş bir uzman, o da meselenin bu boyutu ve Orta Anadolu kültür ilişkileri noktasmda yeni şeyler söyleyecektir. Şimdi Yusuf Bey ile mografik çerçeve ile oluştu? ve nasıl bir de- TTK Başkam Prof.Dr. Yusuf HALAÇOGLU'nun Konuşmalan Sayın V alim, Sayın Sayın Milletvekilim Rektörüm, ve Siz Değerli Konuklar, Türkiye'de değişik kesimlerde zaman zaman Türk Toplumunun homojen bir yapıya sahip olduğu iddialarıyla karşılaşmaktasınız. Bu, bazı yabancı ve yerli araştırma kitaplarında da görülmektedir. Türkiye'de 47'ye kadar varan etnik gruplardan bahsedilir. Bununla beraber bu konu ciddi bir şekilde araştı­ rılmamış ve bu tür iddiaların ana kaynağı sorgulanmamıştır. Gerçek nedir? Anadolu'nun Türkleşmesi ve demografik durumu nasıl bir gelişme göstermiştir? Bu soruları zamanımızın elverdiği ölçüde ele almak istiyorum. Orta Asya bozkırlarından Batı'ya doğru olan göçler iki ana kol üzerinde gerçekleşmiştir. IV. yüzyıldan başlayarak bir kol Karadeniz'in kuzeyinden Balkanlara inmiştir. Bu gelenlerin büyük kısmı zaman içinde Doğu Roma İmparatorluğu içinde Slavlaşmış ve özelliklerini kaybetmiştir. Bir kısmı ise Anadolu'ya nakledilmiş, özellikle uç bölgelerde, Türk ve İslam dünyasına karşı sınır korumasında görevlendirilmiştir. Diğer kol ise Türkistan'dan Horasan yöresine inmiş, bunlardan bir kısmı Hindistan tarafına, bir kısmı ise İran ve daha sonra Anadolu'ya gelmiştir. X. yüzyılda başlayan ve XI. yüzyılda gelişen bu göçler, Anadolu'yu Türkleştiren ilk nüfus hareketidir. Bu gelenler Anadolu'da yeni geleceklerin lojistik destek unsurları olmuştur. İran'a gelenler burada İslamla tamşmışlar ve fikri gelişmelerini tamamlamışlardır. Nitekim Anadolu'ya gelenler, bu konuda oldukça deneyimli ve bir o kadar da şuurlu bir topluluk hüviyeti göstermektedir. Anadolu'ya geliş ve yerleşme, o kadar kolay olmamıştır; büyük bir mücadelenin cereyan ettiğini söylememiz mümkündür. Türklerin Anadolu'ya gelişle­ rinde, Bizans açısından baktığımızda, şartların son derecede uygun olduğu bir zamana tesadüf ettiği düşünülebilir. Nitekim Bizans'ın Doğu sınırlarındaki etkinliğinin azalması, bu bölgede, yani uç noktalarda arazi sahiplerinin, Bizans'ın eski gücünü yitirmesi sebebiyle eski efendilerine güven duygularını yitirmeleri ve yoğun baskı altında tutulmalan bunlardan bir kaç ıdır. Bu bakımdan, I 071 Malazgirt savaşının, Türklerin Anadolu'ya girişlerini hızlandırdığı söylenebilir. Zira Türklerin Anadolu ile tamşmalan bu tarihten çok öncedir ve onların geliş­ leri, adeta bir kurtarıcı rolünü kazandırmıştır. Özellikle Doğudan giren Türk aşiretleri, yeni bir devletin temsilcileri olarak, kendileriyle işbirliği yapılabile3 1071 savaşı normal bir savaştır.? Öyle bir bir savaşla sona erdiğini varolan bir grupta oldumenfaatlerinin artık Bizans'ta değil de sonuna kadar açılmasmda önemli rol oynasa gerektir. ilk giren gruplar, burada küçük küçük üniteleri daha sonra bir araya getirecek fikri yapı oluşturuldu. Bu yapı, küçük ünitedaha organize hale getiren bir fikri güçtür. geldiklerinde kimlerle karşılaştılar, yani bu coğrafyada nasıl bir nüfus yapısı Bunlarla nasıl kaynaştılar veya bunlarla ne gibi bir münasebette bulundular? Bunların cevapları tabii olarak büyük önem taşımaktadır. Birçok kişi bu yeni gelenlerin Anadolu'nun yerli halklarıyla temaslarını bir iç içe girme ve homojeniilde ifade etmektedirler. Buna gerek Türk gerekse İsli1m'm bazı temel hükümlerının bir iç içe girmeye mani olduğunu görmezlikten geliyorlar. Nitekim hem Selçuklular zamanında, hem de Osmanlı deviderinde, toplumun yerleşik olanlannm, müslim ve gayrimüslim olarak ayrı mahalleler teşkil edilmek suretiyle yaşadıklarını gösteriyor. Bu durum sadece XI-XVI. yüzyıllarda değil, son kadar muhafaza edilmiştir. Gerçekten de XIX. yüzyılda Anadolu şehirlerinde yaşayan gayrı müslimlerin önemli sayılara ulaşmalan, bir asimilasyonun . Diğer taraftan, göçebe toplumun içe kapanık bir yaşayış biçimine dışa açılmayı önlediği gibi, sadece gayrı müslimlerle Türkler veya Müslümanlar arasında değil, aşiretlerin birbirleriyle olan ilişkilerinde bile bir kısıtlama getirmiştir. Yani bir aşiretin diğer bir aşiretten kız vermesi bile zordur. Bu çerçeve içerisinde değerlendirildiğinde, Anadolu'nun halkı ile yeni gelen unsurlarm çok az müstesna ile hangi ölçüde kaynaştığı konabilir. Nitekim, tarafımızdan sürdürülen bir çalışmada, Anadolu'nun, Türklerin gelişinden önceki demografik yapısı ile tarih-coğrafyasım tesbit edip, bu dönemle Türklerin gelişlerinden sonraki durumu karşılaştırmak suretiyle halkların durumlarını ortaya koyma konusunda mesafe katedilmiştir. Buna göre, özellikle Osmanlı Tahrir aşiretlerin durumlan göz önüne\almdığmda, homojen bir yapının ortaya çıkmadığı sonucu ortaya çıkmaktadır. Gerçekten de, XVI. sadece yaklaşık beş milyon konar-göçer yaşamaktadır. Bu durumda yerleşik olmayan bu nüfusun yerli halklada kaynaşması beklenemez. Haliyle kısmi ölçüde evlilik durumlan ile din değiştirmeler, bir homojenliği ortaya uzak kalmaktadır. 4 Anadolu'ya gelen Türk Akkoyunlu ve gesinde Bozulus kır bölgesinden başlamak üzere sinde Dulkadırh, Adana adı verilen Türkmen kadar yöresinde MenTürkmen gıup­ Mamalu Türkmenleri, Sivas- Ankara civarında ki-il Türkmen Buna sak Türkmenleri tır. üstünde bir nüfus görülmektedir sayılacak olursa toplam beş hayatı yaşadığı sonucu ortaya mensup Türk gruplannın ~L~'L"~·u ise 139 çadır nüfus bölgede Varyaşayan aşiretlere ait Bunlara ait hane olarak bir ortalama her ailede beş bulunduğu varüzerinde bir Türk nüfusun hala göçebe Yaptığımız araştırmada, Oğuzlara Kıpçak Türklerine ait 210 çadır, Moğollara ait Burada herkesin merak değinmek istiyorum. Nasıl oldu da bu kadar küçük ünitlere bir araya Bunun cevabını burada geniş olarak vermek büyük zaman alacaktır. Ancak şurasını beliı-tebilirim ki, Osmanlı Devleti bu konuda son derece mahir bir izlemiş, zaman zaman da olarak bazı Türkmen Avşarlan Unuiye Kuzey-Doğu kesimine göç "'"'~;!'·" içerisinde Türklerin oranı % 53'lere 5 Anadolu'nun asıl Türkleşmesi, XIII. yüzyılda Moğol istiHisından kaçan Türk gruplannın gelmesiyle gerçekleşmiştir. işte bunlarla birlikte Anadolu'ya gelen bazı mutasavvıflar, fikri yapıda da büyük değişimlere imza atmıştır. Her ne kadar daha uzun müddet eski Şaman ve Budist inancın motiflerini görmek mümkün olsa da, Anadolu'nun İsHl.mlaşma sürecine bu dönemden itibaren girdiğini söylemek gerekir. Bununla beraber, Osmanlı Tahrir kayıtlarına göre henüz konar-göçer olarak adlandırılan Türk göçebeleri arasında İsHimiyetin pek de yaygın olmadığı sonucu ortaya çıkmaktadır. Nitekim sayısal olarak önemli bir nüfusa sahip bazı aşiretler arasında, XVI. yüzyılda bile imam ve hatib gibi din adamlarına rastlanmamaktadır. Ayrıca bu döneme ait şahıs isimlerinde de, sıkça İslami olmayan eski Türk isimlerinin kullanıldığı dikkati çekiyor. Bu durumdan göçebelerin Müslüman olmadıklarını sonucunu çıkarmak yanlış olacaktır. Muhakkak ki bu gibi aşiretler de Müslümandı; ancak Müslümanlığı eski inançları ile birleştiren bir anlayışla yaşamaktaydılar. Bunu bugün Anadolu Müslümanlığı içerisinde de görmekteyiz. Yani islam akideleri içerisinde pekçok eski Şaman ve Budist motifterin varlığı herkesee bilinmektedir. işte böyle sosyal bir yapı içerisinde, Türkleşme ve İslamiaşmanın temel harcı Hacı Bektaş-ı Veli, Mevlana, Yunus Emre gibi Türk mutasavvıflarınca atılmıştır. Anadolu coğrafyasının dışına çıkan Osmanlı Devleti, özellikle Rumeli ve Rumeli'nin Türkleştirilmesinde, bu saf, adet ve gelenekler açı­ sından kendini muhafaza eden konar-göçer Türkmen aşiretlerinden büyük ölçüde faydalanmıştır. Öyle ki, Rumeli Selanik Yörükleri, Ofçabolu Yörükleri, Vize Yörükleri, Naldöken Yörükleri, Tanrı Dağı Yörükleri gibi yörük gruplarıyla dolmuştur. Nakledilenlerin yerleştikleri şehir, kasaba ve köylerde kendi adlarıy­ la veya geldikleri yörenin adlarıyla ayı:ı mahalleler ve köyler kurmaları, onların yerli halkla kaynaşmasını önlemiştir. Zaten yerli halkın Türkçe öğrenmemesi veya yeni gelenlerin yerli dilleri öğrenmemeleri de bunu ispat etmektedir. Zaten Anadolu'daki göçebeler de XVII. yüzyılın sonlarından itibaren yerleşik hale getirilmeye başlanmış ve bu süreç XX. yüzyıla kadar sürmüştür. Bu nedenledir ki, Anadolu'da homojen bir yapının oluşması mümkün olamamıştır. Öte yandan günümüze kadar gelen bir aşiret geleneği, Anadolu'nun tarihi dönemlerine de adeta bir örnek teşkil etmektedir. Kendi iç dinamizmi, Türk toplumunun kendi kendini muhafazada çok önemli bir rol üslenmiştir. fütühatında Konuşmamın diğer bir cephesi olan yerleşik halk üzerinde açıklamalar için maalesef zamanıının kalmadığmı görüyorum. Bu cephe de, özellikle Dünya medeniyeti açısından Türk toplumu için büyük önem taşımaktadır. Bu da ancak ayrı bir tebliğ olarak sunulabilir. Bunun için sözlerime burada son veriyorum ve hepinizi saygılarımla selamhyorum. 6 AHMED YESEVİ VE HACI BEKTAŞ VELI'NİN ESERLERİNDE GÖRÜLEN DÖRT KAPI KlRK MAKAM'DAKi ORTAKVE AYRI MAKAMLAR ÜZERİNE BİR DEGERLENDİRME Prof. Dr. Abdurrahman GÜZEL* "Yüksek medeniyetleri yüce şahsiyetler meydana getirir" veciz sözünü temsil eden mümtaz Türk milletinin mensuplarım, tarihin her döneminde bulabilmemiz mümkündür. Bu cümleden olarak biz; Oğuz kağan 'dan Kaşgarlı Mahmud'a, Yusuf Has Hacib'den Mevlana- Hacı Bektaş, Yunus Emre'ye, Fatih Sultan Mehmed'den -Mustafa Kemal Atatürk'e kadar bu yüksek medeniyete mensup pek çok, devlet ve bilim adamı, şair ve mutasavvrf yetişti­ ren bir milletiz. Anadolu'nun Türkleşmesi-İslamlaşmasının ilk tapulu belgesini, 1071' de Alparslan ile birlikte alan Türk milleti, müteakip asırlarda da Anadolu' da; yeni bir medeniyet, yeni bir devlet, yeni bir kültür, yeni bir eğitim­ öğretim sistemi geliştirerek, Anadolu insanım, çağın üstüne taşımaya çalışmış­ tır. Elbetteki bu dönemlerde, bazı zorluklar, krizler de olmuştur, fakat bu asil millet, bu krizleri, bizatihi kendisinin millf kültür değerleriyle yetiştirdiği abide şahsiyetleriyle kısa zamanda atıatmasını bilmiştir. Böylece bir yandan Türk dünyasında, diğer yandan da milletlerarası platformda, yeni bir medeniyet düsturunu oluşturmuştur. Elbetteki bugünkü insammız, bugüne gelişini, yani tarihini, diinü 'nü iyi bilmesi gerekmektedir. Bakınız bu husus için M. Fııad Köpriilii'nün, "Türk milletini çok iyi tanıyabilmek için ilk önce Onun diniyyesini bilmek gerekir." veciz sözleriyle anlatmak istediği mesajları bilimsel olarak çok iyi değerlendirmemiz gerekmektedir. Bu sebeple, tarihin başlangıcından günümüze kadar değişik disiplinlerde oluşan Türk bilim dallarından biri de "Dinr-Tasavvıifi Türk Edebiyatı" olmuştur. Bu bilim dalı; halkın dilini ve zevkini, halk-millet-cumhur'un duygu ve esas almış, halk'la iç-içe olmuş, devletle-cumhur'u bütünleştir­ miştir. Bu itibarla Türk edebiyatı tarihi içinde bu bilim dalını ayrıca ele aldığı­ mız zaman bunun; hem millf, hem dini, hem de kültür tarihimize önemli ışıklar düşüncelerini * Gazi Üniversitesi 7 Çünkü, yetmiş iki millete "Öğretici düşünce, ve düşünceler ile olalım aynı her yöhoşgörü ve insan sentezi "; ifade tarzlarım", asırlar sonrasın­ dan günümüz insanında da bulmak Hatta bu duygu ve düşünceler, her bir mutasavvıf'ın eserlerinde mükemmelleşmekte, çeşitli coğrafyalara yayılan Türklerle, farklı yapıya Türk topluluklan arasında bile "milli birlik ve milli unsuru"nun aynı olduğu açıkça gözlenmektedir. milli ımsuru"nun Celaleddin-i ettiği "Ahmed Yesevl' ile Hacı Bektaş Veli'nin fiile Anadolu' daki "kültür Biz kirlerindeki bu iki abide fikirlerini "Dinf-Tasavvu.fi Türk Edebiyatı" zemini içinde değerlendirmeye çalışacağız. Burada bizim asıl hedefimiz: a. ve Anadolu'nun bu kültür potansiyelinde mükemmel bir bütünlüğe sahip b. Her iki mııtasavvıfm fikirlerindeki müşterek/erin ve farklılıkların yada bütünüyle dayalı, uygun göstermeye çalışmak- nında bunların işledikleri konuların demokratik hukuk devleti tır. Her ikisinin bu eserlerini konuları itibariyle kendi aralannda tasnif ettibu 40 makam' dan; 2'si 5'i ve 25'n de insan sevgisi, hoşgörü)a yukandan beri söylediklerimiz, sadece onlara temeli millf veciz sözünün verdiği mesajlan günümüzde bazılannın tam olarak kavrayamamalarından dolayı hepimiz zaman zaman üzüntü duymuşuzdur. Bu cümleden olarak sanıyorum ki; Ahmed Yesevi, Mevlana, Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre, DrNHUYW,v ..nUH 1 8 Daha fazla bilgi için bak: Güzel, A., Hacı Bektaş Veli ve Makalat, Ankara 2001. Kaygusuz Abdal ve Hasreddin Hoca 'nın da eserlerindeki dinf-tasavvufi terminolojilerin, tam olarak öğretilememiş veya anlatılamamış olunması sebebiyle bazı platformlarda bu "kavramlar"m da, "bilinısellikten uzak ve yanlış değer­ lendirmeler" neticesinde , toplumda bir "kavram kargaşası"na götürdüğü görülmektedir. Bundan dolayı toplumumuzda; "incinenler, ineitilenler ve incitenleJin var oluşu da hepimizi fazlası ile üzmektedir. Bu kargaşa ise genel anlamda "toplum barışını da zedeler durumda olduğu için", yine hep beraber üzüntü duymaktayız. Öyle ise bizim toplum olarak bu bağlamda birbirimizi ineitmeden devlet-millet-cumlıur bütünliiğiinde, birbirimizi sevmek ve bilimsel olarak da bütün bilim dallarında "yetenekli, çağdaş, çalışkan, diiriist, Atatürk ilke ve inkilaplanna bağlı, üretken insan giicii" yetiştirmek zonmdayız . Nitekim bu konuda Yunusu'n Gelin tanış olalım, İşi kolay kılalım Sevelim seviletim Bu dünya kimseye kalmaz!" sözlerindeki önemli mesajlar geregmce birbirimizi sevelim ve büyük Atatürk'ün de dediği gibi; "m illetimizi ekomomik, teknik, kültürel .. vb' leri yönleri itibariyle çağın üstüne taşıyalun. " Şimdi bu kavram kargaşasına katılmadan, Ahmed Yesevf ve Hacı Bektaş Veli'nin Dört Kapı Kırk Makam'daki "dini, ilmi, sosyal, insan sevgisi ve hoşgö­ rü konularını karşılaştırmalı olarak vermeye geçmeden önce, bu iki abidevi şahsiyetin hayatlan hakkında birkaç cümle söylemek isterim: Bilindiği gibi Ahmed Yesevi', XII. Asırda Orta Asya' da yaşamıştır. Menkabevi hayatma bakacak olursak Onun eğitimi, Hz. Muhammed'in sahabelerinden olduğu söylenen ve kendi Hikmet'lerinde de sıkça bahsettiği Arslan Baba tarafından yaptınlmıştır. Ahmed Yesevi ;Türkçe konuşan, Türkçe yazan ve Türkçe 'nin herkes tarafından konuşulması gerektiğini vurgulayan bir mutasavvıf şairimizdir. O bu konuda; Sevmiyar alimler Sizin Türkçe dilinizi Ariflerden dinlesen Açar gönül ilinizi Ayet- hadis anlamı Türkçe olsa anlarlar Anlamını bilenler Başın eğip uyarlar Miskin Kul Hoca Alımed Yedi atana rahmet Fars dilini bilir de Seviyor söyler Türkçe'yi 9 Kendisi Orta Asya'da Dinf- Tasavvufi Tiirk Edebiyatı'nın kurucusu ve ilk eserleri de Divan-ı Hikmet ve Fakr-name' dir. 1116' da vefat etmiştir. Şu anda adına Türkistan 'da: "Türk-Kazak Hoca Ahmed Yesevf Üniversitesi" kurulmuştur. Hacı Bektaş Veli, Ahmed Yesevi'nin 6. postnişini olan Lokman Parende tarafından yetiştirilen, daha sonra da Anadolu'nun Türkleştirilmesi­ İslamlaştınlması için Anadolu'ya gönderilen Alp-eren 'lerden biridir. Hacı Bektaş Veli, XIII. Yüzyılda Anadolu'nun en önemli stratejik yerlerinden Papadokya bölgesinde dergahım kurar. Orada , ocak uyandmr, öğrenci yetiştirir ve "merkezden mııhite yerleşme" projesi ile hizmet sınırını Balkaniara kadar genişletir, teşkilatçıhğmı devam ettirir ve toplumun hocası ünvanını alır. Eserlerinden; Besmele Şerlıi, Fatiha Suresi Tefsiri, Kitabii'l-Feviiid ve Makaliit 'ı zikredebiliriz. Kendisinin 1209'da doğup 1270'de bugünkü Hacıbektaş'da vefat ettiğini biliyoruz. Şimdi sırasıyla bu iki şahsiyetin eserlerini Yunus'un dilindeki; İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir, Sen kendini bilmezsen bu nice okumaktır ve Mustafa Kemal Atatürk'ün " Hayatta en hakiki ilimdir !" sözleri doğrultusunda ve hiçbir " kavram kargaşası"na muhatap olmadan, Ahmed Yesevi'ni Fakr-niimesi'ne ve Hacı Bektaş Veli'nin Makalat'ındaki " dört kapı-kırk makamı" bilimsel yönleriyle değerlendirmaya çalışalım. Bilindiği gibi tasavvufi düşüncenin esaslarını ayet' ler ve hadis '!erin bilimsel verileri teşkil etmektedir. Bu cümleden olarak da sufilerin; "Ben gizli bir hazine idi m, bilinmekliğimi istedim ve ka inat ı yarattım" veya "Kim ki kendini bildi, rabbını da bildi" mealindeki hadisler, belli başlı hadis kitaplannda bulunmamasına rağmen, mutasavvıflar bunları bir başlangıç kabul etmişlerdir. Sufiler böyle durumlarda mana aleminde Hz. Muhammed ile görüşüp, hadisi bizzat öğrenmek ve hadisin sıhhatini bizzat ona tasdik ettirmek 2 yoluna gitmişler ve diğerleriyle birlikte bu hadisleri de kendi düşüncelerine temel olarak kabul etmişlerdir. Ayrıca Sufiler, bu zikir ve fikirlerinin esasını da bu ayet ve ayet/ere mutabık hadislerin teşkil edeceğini ifade etmişlerdir. 3 Bilindiği gibi, belli başlı tasavvufi tem'leri ortaya koymaya çalışan Dini- tasavvufi Türk edebiyatı'nın önemli eserderinden olan Ahmed fesevi'nin Fakr-name'si ile Hacı Bektaş Veli'nin Makalat'ında geçenfakr ve "dört kapı2 3 İsmail Hakkı Bursevi, Kenz-i Mahfi, İstanbul1980, s.I0-11. .Ahirete nazaran dünyamn değeri, sizden birinizin parmağım denize daldırmasma benzer, parmağı ile denizden aldığı su 'yu göz öniine getirsin. Müslim,Cennet, 55. 10 5 kırk makam" hakkında; Kcmıüs-ı Türki'de , İslam Aiısiklopedisi'nde Abdıılbaki 8 Gölpınarlı'da 6, Agah Sırrı Levend'de 7 ve Ahmed fesevi'de de; 4 -"Dünya nimetlerini hiçe sayarak, azla yetinmek, alçak gönüliii olmak, nefsi arzularına düşkünlük göstermemek, kendini Tanrı'ya vermek, Tanrı'yı sevmek, Tanrı'nın yarattıklarını da bir o kadar sevmek, dürüst, miişfik ve miiteşekkir olmak, vatamn ve milletin böliinmez için birlik ve beraberlik iilküsiinde, iki giiniinii birbirine eşit olmayacak şekilde, bugiinii 'nil diinden daha başarılı kılarak, verenel'in alan el'den daha iistiin olması çalışmak, helal kazanmak, helalinden yemek, herkese kudretince yardımcı olmak... vb'leri verilmektedir. Biz de burada; Ahmed fesevi'nin Fakr-nwnesi ile Hacı Bektaş Veli'nin Makalat'ındaki dört kapı- kırk makam arasındaki benzerlikler ile, bunlar arasın­ daki mevcut ortaklıkları ve farklılıkları ortaya koymaya çalışacağız. Çünkü her iki eserde ki "velayet temi"ni göz önünde bulundurucak olursak, hem Ahmed Yesevi'deki, hem de Şeyh Lokrnan Perende vasıtasıyla Hacı bektaş'a bağlanan 9 bu müşterekleri ve farklılıkları, her iki Türk mutasavvıfının fikri müştereklerin­ de görebiliriz. Çalışmamızda kolaylık sağlanması açısından fesevi'nin Faknıame'sini "Y" harfi ile, Hacı Bektaş'ın Makalat'ım ise "M" harfi ile gösterdik. Bu konuyu üç noktada ele alıyoruz. Onlar da; Kamus-ı Türki'de; el-fakr, yoksulluk manasındadır, gına (zenginlik) mukabilidir. Fakr, mastar-ı metruk olup, isim olarak kullanılır. Sofiyye ıstılahında fakr, metlmm olan varlıktan kurtulmak, fenafillah'a mazhar olmak yerinde kullanılan bir tabirdir(O. Z. Pakalın, OTDTS, C. 1,S.585). 5 İslam Ansiklopedi'nde ise fakir hakkında şunlar yazılmıştır: "Maddi ve manevi bakımdan sıkıntı içinde olan, mukabili ganl, müstakil veya zengin";ekseriya aciz manasını ifade eden miskin'den başka manada da kullanılır. C.4, s.449. 6 Abdülbaki Gölpınarlı, Vizeli Alaaddin, İstanbul 1923; Erarslan, K. a.g.m, S.S.46: 'Tasavvufda ıstılah olarak kullanılan fakr'ın, bildiğimiz yoksulluk olmadığını, buna mukabil manevi yoksulluk olduğunu ifade etmektedir. Diğer taraftan 4 "Mevhum ve nazari olan varlığı terkeden efal, sıfat ve zatuı Hakk'da fani kılan kimse, hakiki fakr'a erişmiş ve fakr tanıamlanmca Allalı kalır. "mealindeki hadis mucibince fakr edilecek fakr'a erişmiş olur. Böyle olan adamm İstanbulerse sayısız malı, mülkii o/sım, hiçbirine gönül/e ağlamayacaği ve tasavvufı tabiriyle malına kul olmayıp, malı kendisine kul edeceği için hiçbir zararı yoktur." 7 Ağa/ı Sırrı Levent, fakr kelimesinin tasavvufi manasma dikkat çekerek şu şekilde tasvif etmektedir; Fakr, tasavvutla tarikate yeni giren salikten istanbulenen,dünya nimetlerine hiçe sayarak azla yetinmek, alçak gönüllü olmak, nefse düşkünlük göstermemek, dünya ile ilgiyi kesrnek (alayık kaydından çözülmek), Tanrı'dan gayriyi düşünmemek ( masİvadan geçmek) ve kendini Tanrı'ya vermektir. Salik tarikatteki dereceleri birer birer geçerek seyr-ı sülukı tamamlarken bu vasıtları da kazanmış olur. Nihayet son bir mertebe kalır ki o da fenati'llah mertebesidir. Bu kendi varlığını Tanrı'nın varlığında yok etmektir." Erarslan, K., "Ahmed Yesevi'nin Fakr-name'si," /. Ü.E.F Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, C. XXII, İstanbul 1997, s.46 vd. x Köprülü, M. F., Tiirk Edebiyatı 'nda İlk Mutasavvıflar, Ankara 1981, s. 48-54. ll A. Fakr-name ile Makalat'daki Dört Kapı Kırk Makam'm Karşı­ laştmlması Aşağıdaki dört kapı tablo' da karşılaştırmalı olarak Fakr-ntune ve Makalat'daki yan yana vermeye çalışacağız. Bunlar da: kırk makamı Ahmed Yesevi 'nin Fakr-name'sinde Dört Kapı Kırk Makam a . Şeriatta Bulunan On Makam: 1. Amentü'ye İman.( (Allalı'ın varlı­ Hacı Bektaş Velf'nin Dört Kapı Kırk Makam Makalat'uıda a. Şeriat'te Bulunan On Makam: 1. Amentü'ye İman: (Allah'ın var- ğına- birliğine,meleklerine, kitaplarına, lığına- birliğine,meleklerine, kitapları­ peygamberlerine, alıiret gününe, hayır ve Allah 'tan geldiğine inanmaktır) 2.Namaz kılmak 3.0n.ıç tutmak na, peygamberlerine, alıiret gününe, hayır ve şerrin Allah 'tan geldiğine i- şerrin 4.Zekat vermek 5. Hac farizasım yerine getirmek 6.Yumuşak konuşmak 7. İlim öğrenmek 8. Ehl-i Sünnet ve'l-cemdit (Hz. Muhammed' in sünnetlerini yerine getirmek) 9.Emr-i bi'l-ma'ruf, yani (Şeriat bakımından yapılması gerekli şeyleri yerine getirmek) 10. Nehy-i ani'l-münker, yani Şeria­ tın yasakladığı şeylerden kaçınmak 12 nanmaktı.r) 2. İlim Öğrenmek 3.İsliim 'ın beş şartını yerine getirmek (İslam 'ın beş şartı olan; kelime-i şahadet,Namaz kılmak, zekat vermek, oruç tutmak, gücü yetince Hacca gitmek, seferberlik olunca kaçmayıp vatamnı düşmana karşı gelerek korumak ve cenabetten temizlenme k.) 4. Helal kazanmak, faizi haram bilmek, 5. Nikah kıymak, 6. Hayz ve lohusahkta cinsi münasebeti haram bilmek, 7. Ehl-i Sünnet ve'l- cemaat ebiinden olmak (Hz.Mııhammed'in sünnetleriniyerine getirmek) 8. Şefkatli olmak 9. Temiz yemek ve temiz giyinmek, 10.Emr-i bi'l-ma'ruf ve nehy-i ani'l-münker (yani iyiliği emredip kötü işlerden sakınmak.) b. Tarikat'te Bulıman l.Tevbe etmek On Makam: 2.Pire el uzatmak 3.Havf (korku) 4.Reca(Tanrı'nın rahmetinden ünıitli olmak) 5.İslam'm beş şartını yerine getirmek (yani belirli vakitlerde Kur'an'dan süreler veya dualar okuyarak,belli başlı ibadetleri yerine getirmek) 6.Pirin hizmetinde olmak 7. Pirin izni ile konuşmak 8. Nasihat dinlemek 9. Tecrid olmak 10.Tefrid olmak b. Tarikat'te Bulıman On Makam 1. Tevbe etmek (Pirden el altp tövbe etmek) 2. Mürid olmak 3. Saç kesmek, 4. Nefs savaşmda (mücadehe etmek)olgunlaşmak, pişmek. 5. Pir'in hizmetinde olmak, 6. Havf (yani korku) sahibi olmak, 7. Reca (Tanrı'dan ümitli olmak) 8. Hırka, zenbil, makas, seccade, subha(yüz taneli tesbih), ibrat (iğne), ve asa sahibi olmak, 9. Makam, Cemaat, Nasihat ve Muhabbet sahibi olmak, 10. Aşk,şevk,sefa ve fakirlik sahibi olmaktır. c.Marifette Bulunan On Makam: l.Fena olmak 2.Dervişliği kabul etmek 3.Her işe tahammül etmek 4.Helal ve güzel istekte bulunmak 5. Ma'rifet kılmak 6. Şeriat ve tarikatı ayakta tutmak 7. Dünyayı terk etmek 8. Ahireti seçmek 9. Varlık makamım bilmek 10. Hakikat sırlanm bilmek c. Marifet'te Bulunan On Makam: 1. Edeb 2. Korku 3. Perhizkarlık 4. Sabır ve kanaat 5. Utanmak 6. Cömertlik 7. İlim 8. Miskinlik 9. Marifet 10. Kendini bilmek 13 d. Hakikat'te Bulunan On Makam: 1 Alçak gönüllülük herkesin yolunun toprağı olmak 2. İyiyi kötüyü tammak d. Hakikat'te Bulıman On Makam: 1.Alçak gönüllü olmak (Toprak gibi olmak) 2.Hoşgörülü Olmak (Yetmiş iki millete aynı gözle bakrp, hiçbir kimseyi ayıplamamak) 3. Bir parça lokmaya el uzatmamak 3.Haynrsever olmak (Elinden gelen herkese esirgememek) 4. Dünya'da yaradılmış bütün nesnelerin kendisinden emin olmasıdır. 5. Mülk sahibine yüzüne sürüp yüz suyunu (yaratrlrş sebebi olan Muhammed nıırunıı) bulmak, 6.Sohbette hakikat sırlarmı başkalanna söylememek 7. Seyr-i süluk sahibi olmak, 8.Sır saklamak 9.Münaccat sahibi olmak iyiliği 4. Kendisini, lokmasmı Hak yoluna sebil etmek 5. Kimseyi ineitmernek 6. Fakirliği inkar etmemek 7. Seyr-i süluk sahibi olmak 8. Herkesten sırrnm saklamak 9. Şeriat, tarikat, marifet ve hakikat makamiarım bilmek ve amel kılmak 10. Hazret-i Rabbı'!- izetti buimak 10 Vuslat (Çalap Tanrı'ya 0 tır. Kavuşma bundadır/ ulaşmak­ B. Fakr-name ile Makalat'da Bulunan Ortak Makamlar: Her iki eserde bulunan ortak makamları şu şekilde gösterebiliriz. Madde sonlanndaki harfler esere, rakam ise makam st ra numarasma işaret etmektedir. Ahmed Yesevi'nin Fakrname'sinde Bulunan Ortak Makamlar a. Şeriat'te Bulunan Ortak Makamlar : 1. İman: Yil -M/7 2. Namaz: Y/2-M/3 3. Oruç: Y/3-M/3 4. Zekat: Y/4-M/3 5. Hac: Y/5-M/3 6. İ/im: Y/7-M/2 7. Sünnete riavet: Y/8-M/7 10 Hacı Bektaş Veli'nin Makalat'mda Bulunana Ortak Makamlar a.Şeriatta bulunan ortak makamlar 1. İman M/7 2. Namaz M/3 3. Oruç M/3 4. Zekat M/3 5. Hac M/3 6. İ/im M/2 7. Sünnet' e riayet M/7 8. Emr-i môruf' a riayet Mil O E.Coşan-H.Özbay, Makalat, Ankara 1990, s.l3-20. 14 Ne/ıy-i miinker' e riayet Mil O 8. Emr-i ma'rufa riayet: YI9-MI10 9. Nelıv-i miinker'e riayet: YIJO-M/10 9. b. Tarikat'te Bulunan Ortak Makam- b. Tarikatta Bulıman Ortak Makamlar 1. Tevbe Mil 2. El almak Mil 3. HavfMI6 4. Reca Ml7 5. Pir' e hizmet Ml5 6. Nasihat dinlemek Ml9 7. Tecrid Ml4 8. Tefrid Ml4 lar: 1. Tevbe: Yil-Mil 2.El almak: YI2-Mil 3.Havf" YI3-MI6 4.Reca: YI4-MI7 5.Pire hizmet: YI6-MI5 6.Nasihat dinlemek: YI8-MI9 7. TeCI·id: YI9-MI4 8.Tefrid: YIJO-MI4 c. Marifet'te Bulıman Ortak Makamlar: 1. Fena:Yil-MI8 2. Tahammül:YI3-MI4 3. He/al ve güzeli isteme: YI4-MI4 4. M arifet kilmak: YI5-MI9 5. Dünyayi terk: YI7-MI8 6. Varlık makamını(sebebini) bilmek:YI9 Mil O. 7. Hakikat sırfarım bilmek: YI10-MI9 c. Marifet'te Bulunan Ortak Makamlar 1. Fena Ml8 2. Tahammül Ml4 3. He/al ve güzeli isteme Ml4 4. M arifet kilmak Ml9 5. Dünyayi terk Ml8 6. Varlik makamm sebebini bilmek Bulıman d. Hakikatt'e bulıman Ortak Makamlar d. Hakikat'te Ortak Makam- 7. Hakikat sırfarım bilmek Ml9 lar: 1. Alçakgönüllü olmak Mil 2. Kendini ve malm1 Allah Yolunda se bil 2. Kendini ve malını Hak yoluna se bil etmek Ml3 etme: YI4-MI3 3. Kimseyi incitmemek Ml4 3. Kimseyi incitmemek: YI5-MI4 4. Seyr-i sülük sahibi obııak Ml7 4. Seyr-i süluk salıibi olmak: YI7-MI7 5. S1r saklamak Ml8 5. Sır saklamak: YI8-MI8 6. Dört mertebeyi bilmek ve amel etmek 6. Dört mertebeyi bilmek ve amel etmek Ml7 :YI9 7.Hazret-i Rabbı'l-İzzet'e ulaş­ 7. Hazret-i Rabbii '1-izzete ulaşmak mak: Yil O-Mil O Mil O I. Alçak gönülliik: Yil-Mil 15 C Fakr-name ve Makalat'da a. Fakr-niime'ye Göre Bulunan Farklı Makamlar Şeriat'te l.Yumuşak konuşmak:Y/6 2. Yok 3. Yok 4. Yok 5.Yok 6. Yok b. Tarikat'ta Bulunan Farklı Makamlar: l.islam'ın beş şartını yerine getir- mek:Y/5 2.Pirin izni ile 3.yok 4. Yok 5.Yok 6. Yok konuşmak: Y/6 7. Yok c. Marifet'te Bulunan Farklı Makamlar 1.Dervişliği kabul kılmak: Y 12 2. Şeriat ve tarikatı ayakta tutmak:Y/6 3.Ahireti ihtiyar kılmak: Y/8 4. Yok 5. Yok 6. Yok 7. Yok d.Hakikat'te Bulunan Farklı Makamlar: 1.iyiyi kötüyü bilmek:Y/2 2.Bir parça lokmaya el uzatmamak:Y/3 3.Fakirliği inkar etmemek:Y/6 4.Yok S. Yok. 6.Yok. 7.Yok 16 Bulıman Farklı a. Makamlar Makaliit'a Göre Bulunan Farldı Makamlar Şeriat'ta 1. Yok 2. Helal kazanmak ve faizi haram bilmek:M/4 3. Nikah kıymak:M/5 4. Hayz ve lohusalıkta cinsi münasebeti haram bilmek:M/6 5. Şefkat:M/8 6. Temiz yemek ve temiz giyinmek. M/9 b.Tarikatt'a Bulunan Makamlar Farklı 1. yok 2. yok 3. Mürid olmak: M/2 4. Saç kesmek: M/3 5.Havf:M/6 6. Hıı·ka, zenbil, makas, seccade, subha, iğne, asa: M/8 7. Aşk, şev k sefa ve fakir lik: Mil O c. Marifet'te Bulunan Farklı Makamlar 1. Yok 2. Yok 3. Yok 4. Sabır ve kanaat: M/4 5. Miskinlik:M/8 6. Marifet:M/9 7. Kendini bilmek:M/1 O d.Hakikat'te Bulıman Makamlar Farklı 1. Yok 2. Yok 3. Yok 4.Yetmiş iki milleti ayıplamaınak: M/2 5. Mülk sahibine yüz sürmek, Muhammed nurunu bulmak: M/5 6. Sohbette hakikat sırlarını söylemek:M/6 7. Münacat:M/9 Netice olarak ifade etmek isteriz ki; maddeler halinde gösterdiğimiz müşterekler ve farklar tetkik edildiğinde görülecektir ki ; Şeriat kapısmda Ahmed Yesevi'nin zikrettiği on makamdan dokuzu Hacı Bektaş'ta da aymyla görülmektedir. Yalnız Hacı Bektaş'ta ; namaz,orııç, hac, zekat makamlan tek maddede toplanmış buna ilave olarak helal kazanç, nikalı, haram, şefkat ve temizlik maddeleri zikredilmiştir. Farklı olarak görülen bu ifadeler Ahmed Yesevi'nin, Emr-i nıa'ruf- nehy-i nıünker makamlannda birleştirilmiş olması sebebiyle başkaca bir farklılık düşünülemez. Tarikat Kapısı'nda Yesevi ile Hacı Bektaş'ın yedi makamı müşterektir. Yesevi'de bulunmayan; saç kesmek ile lıırka, zenbil ve asa gibi maddi unsurlarm sonradan ilavesi kuvvetle muhtemeldir. Marifet ve Hakikat kapılannda da yedişer makamın müşterek olduğunu görmekteyiz. Diğer üçü özde aynı, fakat ifadesi farklı makamlardan ibarettir. Dört kapı'da zikredilen kırk makamdan otuzu birbiriyle ayniyet derecesinde benzerlik arzetmektedir. Diğer on tanesi birbirini nakzedecek derecede farklı olmayıp, sadece ifade farkından ibarettir. Haddizatmda bu kada:r küçük farklılık bir eserin iki nüshasında bile görüleceğinden bunları fark olarak bile telakki etmemek gerekir. Hal böyle olunca bu küçük mukayese bize gerek Yesevi'nin ve gerekse Hacı Bektaş'ın Türkistan'da başlayan aynı tasavvuf geleneğinin temsilcileri olduklarını, bu geleneklerin Anadolu yakasında da aynısıyla devem ettiğini ve böylece her ikisinin de maddeten olmasa bile manen mürşid- miirid münasebetinde olduklannı göstermektedir. 17 TÜRKİYE SELÇUKLULARI DEVRİNDE ŞEHİRLİ TASA VVUFİ DÜŞÜNCE YAHUT MEVLANA'YI YETİŞTİREN ORTAM Prof. Dr. Ahmet Yaşar OCAK* GİRİŞ Konuya küçük bir tesbitle girmek istiyomz: Yıllardan beri Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli ve Ahilik üzerine sempozyumlar düzenleyip ciltlerle bildiri kitapları yayımladığımız halde, hala elimizde bunlar hakkında uluslararası literatüre girmiş biyografiler ve monografilerimizin olmadığını görüyoruz. Bu bize ciddi bir problemle karşı karşıya olduğumuzu düşündürüyor. Bunun sebebini de kendimizce şurada buluyoruz: Halil İnalcık, Kemal Karpat ve Şerif Mardin ve benzeri bir kaç ismin dışında, mesleğini sistematik bir araştırma programma göre icra edip, ana problematiklere yönelerek, milli ve dini hissiyatımızı, ideolojimizi içine kanştırmadan, birinci elden kaynakları kullanmak suretiyle Türkiye tasavvuf tarihinin ve düşüncesinin tatminkar bir tablosunu ortaya çıkaran bir tarihçilik geleneği henüz ülkemizde teşekkül etmemiştir. Türkiye Selçukluları dönemi balıiskonusu olduğunda ise, bu problemin geniş çapta bu dönem tarihçiliğinin artık Türkiye'de neredeyse sönmek üzere olmasının buda büyük payı olduğunu söyleyebiliriz. Bu şartlar dahilinde Anadolu Selçuklu dönemi bilim, düşünce ve kültür tarihi çalışılabilir mi? Nasıl çalışmalıdır? Bu dönemin tasavvufi düşünce tarihinin programı ne olmalıdır? Hangi konulara, meselelere öncelik ve ağırlık verilmelidir? Bu dönemin tasavvufi düşüncesinin, klasik tasavvuf düşüncesi ile bağ­ lantılan nedir? Bu bağlantıları sağlayan teorik referanslar hangileridir? Bu referansların coğrafi ve kültürel havzalan nereleridir? Bu havzaların İslam öncesi mistik kültürlerinin özellikleri ve İslami döneme etkileri neler olmuştur? Türkiye Selçuklulan döneıni tasavvuf düşüncesinin, en iyi bildiğimizi sandığımız Osmanlı dönemine bıraktığı miras nedir? gibi, cevaplamamız gereken, araştır­ malanmızı yönlendirmesi icap eden ciddi soruların muhatabıyız bugün. Daha önce başka bir yerde de hatırlatmaya çalıştığı m gibi ı, Türkiye'de tarih araştırmalannın hemen her alanmda olduğu üzere, tasavvufi düşünce tarihi alanında da belirli moda konular, araştırmalara hakim olmuştur. Bazan siyasal, bazan ideolojik, hatta turistik veya ticari sebeplerle öne çıkan bu moda konular, Anadolu Selçuklulan dönemi için Mevlana Celaleddin-i Rumi, Hacı Bektaş-ı *Hacettepe Üniversitesi Öğretim Üyesi ı B k. A. Yaşar Ocak, "Türkiye'de 1980 sonrası tasavvuf tarihi araştırmalarına genel bir bakış", Toplumsal Tarih, sayı: ı 08, Aralık 2002, ss. ı O-ı9. 19 Veli ve Ahi Evren (bu arada Ahilik), Beylikler dönemi için de Yunus Emre etrafında odaklanmıştır. Bu odaklanma, yalnız öne çıkmış bir kaç şahıs etrafında değil, geniş bir perspektifle dönemin tasavvufi akım ve eğilimlerini, bunların sosyal tabanlarını analiz etmeğe, aralarındaki bağlantılan görrneğe engel olmaktadır. En mühimmi, bu akımlan doğru anlayabilmek için olmazsa olmaz şart olan, onların kaynaklandığı kültür havzalarının siyasal ve sosyal açıdan tarihsel arkaplanlarının analizlerine yönelmemizi de engellemiştir. Bu yüzden Türkiye'de tasavvufi düşünce tarihi araştırmaları, sistemli bir şekilde yürüyen, problematik konulara eğilen, yerine göre analitik, yerine göre sentetik nitelikte, kuruıniaşmış araştırmalar olmaktan hayli uzak bulunmaktadır3. Bugün henüz bu alanda XIII. yüzyıldan günümüze kadar Türkiye tasavvufi düşüncesinin sağlam bir gelişim çizgisini ortaya koyamadık. Biz bu açmazdan en kısa zamanda kurtulmamız gerektiği kanısındayız. Bunun için bu defaki sempozyum, gördüğümüz kadarıyla iyi bir fırsat yaratmış bulunuyor. Biz bu bildiri çerçevesinde özellikle, Mevlana'yı yaratan Anadolu şehirli tasavvufı düşünce ortamını ve bazı çok önemli mutasavvıflan kısaca ele almak istiyoruz. ANADOLU SELÇUKLULARI DÖNEMİNDE ŞEHİRLİ TASA VVUFI DÜŞÜNCE ORTAMI VE ÖNEMLİ TEMSİLCİLERİ Anadolu Selçuklu dönemindeki tasavvufi düşünce ortamını iyi anlamak ve teşhis edebilmek için, her şeyden evvel bu ortamı meydana getiren tasavvuf akımlarının ve bunların temsilcilerinin geldiği coğrafi ve kültürel havzaları tesbit etmenin yararlı olacağına şüphe olmasa gerektir. Bunların kaynağı olarak, genellikle merhum Fuat Köprülü'nün baskın etkisiyle yakın zamanlara kadar hep Orta Asya ve onunla bağlantılı olarak İran, özellikle de Horasan 2 Çeşitli vesilelerle Türkiye'de gerçekleştirilen sempozyum ve benzeri akademik veya popüler toplantılar, araştırıcıların münhasıran bu sayılan isimlere yönelmelerine sebebiyet vermiştir. İlginçtir ki, Türkiye'de bu saydığımız tasavvut1 şahsiyetler üzerinde dahi yıllardan beri yayın 3 yapılınasına rağmen, bilimsel anlamda ciddi ve doyurucu, iyi hazırlanmış biyografik ve monografik çalışmalara rastlamak henüz mümkün değildir. Zira bu tür araştırmalar, akademi syen olsalar da genellikle alanın amatörlerince gerçekleştirildiğinden, hem kaynaklara ineıneyen, ıne­ totsuz çalışmalar olmaktan kurtulamamakta, hem de tabiatıyla tezli ve apolojetik oldukların­ dan, ideolojik, basit ve yüzeysel çalışınalardan ibaret kalmaktadır Bir örnek vermek gerekirse, hakkında birçok makale ve kitap çıkmış olmasına rağmen, Yunus Eınre, Mevlana Celi'tleddln-i Rumi ve Mevlevllik hakkında bile bugün, (bazı görüşleri eleştir­ ilebilir olsa da) F. Köprüili ve A. Gölpınarlı'nın kitapları dışında bir tek bilimsel, ciddi monografi yoktur. Oysa Anadolu Selçuklu dönemi tasavvuf düşüncesinin oluşmasına büyük katkılar sağlayan Muhyiddin-i Arabi, Fahreddln-i Irak!, Evhadeddln-i Kirmani ve benzeri büyük sGfilere ve bunların temsil ettikleri akımlara dair neredeyse tek bir monografi dahi bulmak mümkün değildir. Türkiye'deki Selçuklu dönemi tasavvuf tarihi araştırmalarının eleştirel bir değerlendirilmesi için bk. A. yaşar Ocak, "Türkiye'de Anadolu Selçukluları din ve tasavvuf tarihi araştırıcılığı hakkında bazı düşünceler", Türk Safiliğine Bakış/ar, İletişim yay., İstanbul 2003, 6. bs., ss. 23-30. 20 bahiskonusu edilmiştir. Bu çerçevede de, hep Moğol istilası önünden Anadolu'ya vukilbulan göçlerle taşınan sufi akımlar ve temsilcileri üzerinde durulmuştur. Bu doğrudur. Ancak bugün bu tek yanlı yaklaşımın, bu meseleyi yeterince aydınlatmaya yetmediği ortaya çıkıyor.Oysa dönemin Türkiyesi'ndeki tasavvufi yapı ve düşünce çok karmaşıktı ve bunu tek bir kökenle izah etmemiz mümkün değildi. Mesela bu istilanın Hindistan'a püskürttüğü sufilerden ve onların faaliyetlerinden ve eserlerinden hiç bahsedilmemiştiL Oysa mesela Kalenderiyye gibi, bir ayağı da Hindistan'da olan bazı sufi akımlar, samldığının aksine Anadolu topraklan üzerinde son derece etkili olmuşlardır. Her ne kadar12 1O'lardan başlayarak Orta Asya'dan batıya doğru gelişen Moğol istilası, kitlesel göçlerin Ön Asya'ya ve Anadolu'ya yönelmesine sebep oldu ise de, yalnızca Maveraünnehir, Harezm ve Horasan'daki sufileri yerinden etmedi; 1258'de Irak'ın ve kısmen Suriye'nin istilasıyla, oradan da Anadolu topraklanna muhtelif tarikatiara mensup bir takım sufiler gelmeye başladı. Rifailer, Kadiriler ve Vefailer bunlardandı. Dolayısıyla Moğol istilasının sebebiyet verdiği göçlerin bir de Irak ve Suriye ayağı olduğunu hesaba katmamız ve dikkatimizi bu bölgelere de yöneltmemiz gerekiyordu. Hem Maveraünnehir, Harezm ve Horasan, hem de Irak ve Suriye mıntıkalarının Buhara, Belh, Bağdat, Musul, Dımaşk ve Halep gibi büyük kültür merkezlerinde doğan ve gelişen tarikatlar, yüksek bir tasavvufi düşünce seviyesine erişmişler, mühim bir yazılı literatür oluşturmuşlardı. Bu literatürün önemi ve Selçuklu ve Osmanlı Türkiye'si üzerindeki tesirlerine dair genel çizgilerin dışında çok fazla bir şey bilmediğimiz itiraf etmek zorundayız. Özellikle Irak'ın o zamanki karmaşık ve krizlerle dolu kültürel ve sosyal yapısının oluşturduğu tasavvuf akımlan da pek dikkate alın­ mamıştır. Mesela, müslümanlaşmasına rağmen, daha çok şifahi bir kültür geleneğini sürdürmekte olup eski inançların hakimiyetindeki kırsal kesimde, büyük tesir ve nüfuzu olduğunu ancak bir on onbeş yıldan beri anlamaya başladığımız, Tacü'lA.rifin Seyyid Ebu'I-Vefa Bağdadi'nin (öl.1107) kurduğu Veftiiyye tarikatı ve bunun mensuplarının önemini daha önce farkedemedik. Çünkü dikkatimiz hep Ahmed-i Yesevi ve Yeseviyye üzerinde yoğunlaşmıştı. Oysa bugün yeni bulunan bir takım belgeler, Tacü'l-A.rifin Seyyid Ebu'I-Vefa Bağdadi'nin (öl.l107), başka bir deyişle Vefaiyye geleneğinin Yesevi geleneğinden daha güçlü ve uzun vadede daha etkili olduğunu gösteriyor4 • Halbuki biz, kırsal kesimdeki tasavvuf akımlarını Yesevilik ve o gelenek çerçevesinde düşündüğümüz Hacı Bektaş ve Yunus Emre ile izaha çalıştık. Ama XIII. ve hatta XN. yüzyıllarm bütün bir Orta Doğu'sundaki kırsal ve kent4 Bu konuda yeni hazırladığımız "Tükiye Selçukluları döneminde ve sonrasında Vefa! tarikatı (Vefi\iyye): Türkiye popüler tasavvuf tarihine yeni bir yaklaşım" isimli bir makale, sözkonusu belgelerle birlikte Amerika'da Mesogeios dergisinde yayımlanmak üzeredir. 21 sel tasavvuf akımnlarını geniş ölçüde etki altına alan Kalenderiyye akımını, Köprülü ve Gölpınarlı hariç, pek hesaba katan olmadı 5 . Yunus Emre'nin bile bu akımın bir mensubu olabileceğini hiç düşünmek istemedilc Şehirli kesime mensup tasavvuf akımlarını ve bu akımların yarattığı düşünceyi ise sadece muhakkak ki büyük bir mutasavvıf ve dolayısıyla geniş bir tesir ve nüfuz sahasına hakim olan- Mevlana ile izaha çalıştık. Genelde tanınmasına rağmen, Muhyiddin-i Arabi'nin Endülüs (Mağrip) kökenli bir mutasavvıf oluşunun ve onu vatanından eden Katalik rekonkista hareketinin tasavvufi zihniyet dünyasındaki etkilerinin üzerinde de pek durulmamıştır. Bugün hala Muhyiddin-i Arabi'nin önce Selçuklu, daha sonra Osmanlı dönemindeki tesirleri, özellikle de Vahdet-i Vücud'un değişik yorumlan hakkında bir tek bile monografimizin olmaması inanılmaz gibi geliyor6 • Onun yolunu takip ederek Anadolu'ya gelen Afifeddin Tilemsani, Siideddin Fergani, Müyyededdin Cendi gibi, Arabi mektebinin önemli temsilcilerini ve dönemin Türkiye'sindeki etkilerini hala pek iyi bilmiyoruz. Görüldüğü üzere bunlar bize, Selçuklu Türkiyesi tasavvuf düşüncesinin yalnız Orta Asya ve İran değil, bir de Irak ve Mağrip ayağı olduğunu gösteriyordu. Dolayısıyla yalnız Selçuklu dönemi değil, Beylikler ve Osmanlı dönemi tasavvuf düşüncesinin, bu dönemlerde Anadolu ve Balkanlar'da oluşmuş tasavvufi fikir, akım, teori ve tarikatların kökleri de temelde bu üç kökene dayanmaktadır. Bu kökenierin analizine dair hala herhangi bir monografiye sahip değiliz. Daha önce yine buradaki Mevlana sempozyumlarında ve bazı yazılanm­ da da belirtmeye çahştığım gibi 7 , Mevlana'nın tasavvuf düşüncesi işte bu kökenierden kaynaklanan tasavvuf akım ve meşreplerinin bir sentezidir. 1) Necnıeddin Kübra ve Kübreviyye Zamanının en büyük mutasavvıflanndan olan Necmeddin Kübra, Harezm sahasında yetişmiş, hem din bilimlerinde, hem de tasavvuf konusuda devrinde şöhret yapıruş bir şahsiyettir. Harezmşahlar tarafından gördüğü yakın ilgi ve himaye sayesinde geniş bir çevreye hitap edebilmiş, ömrünün son yıllarını geBu konuda bugüne kadar Türkiye'de sadece bir tek monografinin yayımianmış bulunması ve bunun üzerinde hiç bir tartışmanın maması son derece dikkat çekicidir. Sözkonusu bu monografi de bu satırların yazarına aittir: Osmanlı İmparattorluğu'nda Mmjinal Sılfilik: Kalenderiler, TIK yay., Ankara I 999, 2. bs. 6 Muhyiddin-i Arabl'nin Osmanlı dönemindeki etkisine dair biri basılmış (Mustafa Tahralı, A general outline of the influence of Ibn Arabl on the Ottoman Era, Journal of tlıe M. Ib n 'Arabi Society, XXVI (1999), ss. 43-54), diğeri baskıda olan (Michel Chodkicwicz, "La reception de la doctrine d'lbn 'Arabl dans le monde ottoman", ) yalnızca iki makale yazılmıştır. Oysa bu konu başlıbaşına bir kitap konusudur. 7 Bk. A. Yaşar Ocak, "Bir XIII. yüzyıl mutasavvıfı ve sufisi olarak Mevlana Celalledln-i Rumi",S.Ü. Selçuklu Araştırınaları Enstitüsü, IV. Millf Mevlfma Kongresi (Bildiriler), Konya 1991, ss. 137-147; aynı yazar, "Mevlana dönemi Anadolu'sunda tasavvuf akımları ve Mevlana", ll. Milletlerarası Mevlana Kongresi (Bildiriler), 3-5 Mayıs 1990, Konya. 5 22 8 çirdiği Semerkand'da, 1221'de Moğollar tarafından öldürülmüştür . Aslında çok sayıda olduğu rivayet edilen eserlerinden ancak bir kaç tanesi bize kadar gele- bilmiştir9. Kübrevilik Anadolu'ya Moğol istiHisıyla birlikte girmiştir. Bu büyük tariburaya getirenler, Necmeddin Kübra'nın yanında yetişmiş olan Sadeddin Hamevi, Seyfeddin Baherzi, Baba Kemal-i Hocendi gibi halifelerdir. Bunlar, Moğollar'ın önünden kendi müridleriyle Anadolu'ya sığmmışlardır. Aralarında özellikle, Şeyh Necmeddin Razi (Daye) ile, Mevlana'nın babası Bahaeddin Veled' i ayrıca anmak gerekir. Zira Anadolu' da Kübrevilik asıl bunlar vasıtasıy­ la yayılmıştır 10 • a- Necmeddin Razi (Daye) (öl.l256) Necmeddin Razi, Kayseri'ye gelip burada I. Alaeddin Keykubad ile görüşmüş, sonra Sivas'a giderek orada meşhur eseri Mirsadii'l-İbad'ı yazmıştır, ki dönemin önemli tasavvuf eserlerinden biridir ve Türkçe'ye de çevrilmiştir. Bir ara Konya'ya gelip Mevlana Celaleddin ve Sadreddin Konevi ile de temas eden Necmeddin Razi, Anadolu'da hatırı sayılır bir müridier çevresi edindikten sonra 1 Bağdad' a giderek ölünceye kadar orada yaşamıştır 1 • b- Balıaeddin Veled (öl.l228) katı Bahaeddin Veled .ise önce Karaman'a yerleşmiş, oradan Konya'ya gelmiş ve hayatını burada sürdürmüştür. Aynı zamanda hatırı sayılır bir il.lim olan Bahaeddin Veled, burada epeyce ilgi uyandırmış ve pek çok mürid edinmiştir 12 . Bahaeddin V el ed' in, oğlu Celaleddin Muhammed üzerinde bilhassa tasavvufi terbiye itibariyle bir hayli etkili olduğunu söylemek gerekir. Mevlana Celaleddin'nin, ölümüne kadar babasının kitabı Maarifi elinden eksik etmediğini biliyoruz 13 . Bu, Mevlana Celaleddin'nın tasavvuf sisteminde, sanıldığı gibi, sadece Şems-i Tebrizi'nin değil, babası ve onun halifesi kanalıyla Kübrevilik Necmeddin Kübra'ya dair bk. Larnil Çelebi, Terceme-i Nefelu'itü'l-Üns, İstanbul 1270, ss. 475479; Takiyeddin Sübkl, Tabakdtü'ş-Şajiiyyeti'l-Kiibrd, Beyrut, tarihsiz, V, 1 1; E. Berthels, "Necmeddin Kübra", İA; Mustafa Kara, Tasavvufi Hayat, Necmeddin Kübra, Dergah yay., İstanbul 1980, ss. 1 1-27. 9 Kara'nın zikredilen eserinde Necmeddin Kübra'nın bize kadar gelebilen Usıllü Aşere, Risdle ile'l-Haim ve Fevdilıu'l-Cemal isimli üç risalesinin çevirisi yer almaktadır). 1 Kübrevlliğe dair şuna bk. Haririzade Keınaleddin, Tibyanü Vesaili'l-Hakdik, Süleymaniye (İbahim Efendi) Ktp., nr. 432, III, 79-85; Henri Corbin, L'Homme de Lumiere dans le Soufisme İranien, Paris 1971, 2. basım, ss. 95-147; Marijan Mole, "Les Kubrawis entre Sunnisme et Shiisme aux Vllle et !Xe siecle de I'Hegire", RE!., XXIX (1961), ss. 61-142; E.G. Browne, A Literary History of Persia, Cambridge 1956, ll, 491-494. 11 Bk. Larnil Çelebi, s. 491. 12 Bk. A.g.e., ss. 513-515; Ayrıca Menaklb-ı Sipelısdlar, Menakıbu'l-Arifin (Ahmed Et1akl) gibi Mevlevl kaynakları ile A. Gölpınarlı'nın Mevlana Celaleddin isimli eserinde (İnkılap Kitabevi, İstanbul 1959, ss. 34-43) geniş bilgi vardır. 13 Bk. Etlakl, Menakib a'l-Arifin, nşr. Tahsin Yazıcı, TTK yay., Ankara ı 959, I, ı 76. 8 ° 23 tesırının bulunduğunu göstermesi bakımından son derece önemlidir. Mevlevi kaynaklannda da bu hususu ortaya koyan açık ifadeler vardır. Onun ölümünden sonra ise, kendisiyle beraber Belh'ten Anadolu'ya gelen halifesi Burhaneddin Muhakkık-ı Tirmizi (öl.l240) de, Mevlana Celaleddin'in yetişmesinde en az babası kadar katkı sahibidir. Burhaneddin Muhakkık-ı Tirmizi'nin de geniş bir çevre edindiği anlaşılıyor Kendisinin tasavvufi düşünceleri, Makalat-ı Seyyid Burlıaneddin isimli eserde toplanmıştır 14 . Kübrevilik, Anadolu'nun önemli merkezlerinde etkili olmuş, büyük şehirlerde açılan zaviyeler yıllarca faaliyetlerine devam etmişlerdir. 2) ŞiMbeddin Sülıreverdi ve Sülıreverdilik Tarikatın asıl kurucusu, Ebu'n-Necib S übreverdi (öl.1167)' dir. Fakat yayıcısı ve bu arada onu Anadolu'ya sokan, yeğeni meşhur Ebu Hafs Şihabeddin Ömer Sühreverdi (öl.l234) 'dir 15 . Şihabeddin Sühreverdi'nin önemi, amcası Ebu'n-Necib Sühreverdi'nin halifesi olarak Irak şehirli tasavvufunun çok önemli bir temsilcisi olan Sühreverdilik tarikatını Anadolu da dahil, Orta Doğu'da yayıp geliştirmekle birlikte, Abbas i halifes i en-Nasır li-Dinillah (1180-1224)' m emriyle Fütüvvet teşkilatını fikren ve arneli olarak işler hale sokup bunu hilafet kurumuna bağlamasından ileri gelmektedir. O bu maksatla Anadolu Selçuklu Devleti nezdine elçi olarak gelmiş ve 1215 yılında sultan I. İzzeddin Keykavus'u fütüvvet teşkilatma dahil etmişti. Şihabeddin Sühreverdi'nin bu ziyareti, Anadolu' da Sühreverdilik tarikatının daha da yayılmasına vesile oldu. Kendisinin yazdığı eserler arasında bilhassa Avarifü'l-Maarif büyük bir şöhret kazandı ve Anadolu'da da en çok okunan tasavvuf eserleri arasına girdi 16 . Dolayısıyla hem zamanında hem de daha sonraki yazılan tasavvuf eserleri üzerinde güçlü bir etki h asıl etti. Tarikatın XIV. yüzyıldan sonra pek fazla varlığını sürdüremediği ve giderek ileriki yüzyıllarda diğer tarikatlar arasında kaybolduğu anlaşılmaktadır. Bunda, Halvetilik, Nakşibendilik ve benzeri, XIV. yüzyılın sonlarından itibaren zamanla Anadolu' da güçlenen diğer tarikatların elbette büyük payı olmalıdır. 3) Sihabeddin Sülıreve'rdi-i Maktut ve İşrôkiye mektebi XII. yüzyılın İranlı büyük mutasavvıfı Şihabeddin Sühreverdi tasavvuf tarihinin en ilginç simalanndan biri olarak kabul edilir. Şihabeddin Sühreverdi , L Kılıçarslan zamanında Selçuklu Anadolu'suna gelmiştir. Fakat çok fazla kal- 14 Buna dair b k. Larnil Çelebi, s. 515 ve önceki dipnotta zikredilen eser ler. Söz konusu eserin bir nüshası Konya Mevlana Müzesi Kitaplığında 5435 nurnarada bulunmaktadır. 15 Şihabeddin Sühreverdl ve Sühreverdllik için bk. Larnil Çelebi, ss. 526-527; Helmuth Ritter, "Die vier Suhravardi", Der İslam, XXV (1938), ss. 36-38; S. Van den Bergh, "al-Suhravardi" Ell. 16 Bk. Kitabu Avarifi'l-Maarif, Beyrut 1983, 3. bs. Türkçe çevirisi: Avarifu'l-Maarif, Tasavvufun Esas/an, çev. H. Kamil Yılmaz-İrfan Gündüz (Mustafa Uzun), Erkarn yay., İstanbul 1989 24 mamış ve Eyyubiler'in elindeki Haleb'e yer!eşmişse de, bir müddet sonra burada 1191 yılmda idam edilmiştir. Bu yüzden Sühreverdi-i Maktul diye bilinir 17 • Onun, temelinde islam öncesi İran mistik anlayışının nar kavramı bulunan teozofik işrak (kalbe doğuş ve aydınlanma) teorisi, özellikle yüksek bürokrasi ve münevver çevrelerde belli ölçüde bir yankı bulmuşsa da, felsefi karakterinin ağır basması dolayısıyla fazla yayılma imkanı bulamamıştır. Nitekim Muhyiddin Arabi'nin Anadolu'ya gelişi, muhtemelen Şihabeddin Sühreverdi'nin İşrakilik mektebinin sonu olmuş olmalıdır. 4) Mu!ıyiddin Arabi ve Vahdet-i Vücud (Vücudiyye) Mektebi 1164'te Endülüs'te Müreysiye'de doğmuş ve 38 yaşına kadar orada yaşa­ dıktan sonra pek çok islam kültür merkezini dolaşıp Anadolu'ya gelmiş olan Muhyiddin Arabi, hiç şüphe yok ki bütün asırlar boyunca İslam tasavvuf tarihinin en meşhur ve en etkili şahsiyetidir. O zamana kadar gelişmekte olan tasavvufun Viicıtdiye, yahut başka bir deyişle, Vahdet-i Viicud mektebi, onunla en yüksek mertebesine ulaşmıştır. Muhyiddin Arabi, 1223 yılına kadar, Anadolu Selçuklu Devleti'nin merkezi Konya'da kaldıktan sonra, Eyyubi şehziidesi Melik Eşref' in daveti üzerine Şam'a yerleşmiş ve 1241 yılında ölünceye kadar da burada yaşamış ve bir kısım eserlerini de burada yazmıştır 18 • Bu tercihte muhtemelen kendisinin, Türkiye'de gayrimüslimlerin sahip olduğu statüye gösterdiği tepki vardır. O, rekonkistamn sebebiyet verdiği Katolik zulmünü ve dehşetini yaşamış biri olarak Selçuklu Anadolu'sunda gayrimüslimlere gösterilen rahatlığı kabullenememiştir. İlk defa sistemsiz bir tarzda Bayezid-i Bistami (öl.874) ve Cüneyd-i Bağ­ cladi (öl.910) gibi mutasavvıflann ve özellikle de Hallac-ı Mansur'un (öl.922) tasavvuf düşüncelerinde kendisini göstermeye başlayan Viicı/diye yahut Vahdeti Viicud telakkisi (ki o bu terimi hiç kullanmamıştır), Muhyiddin Arabi sayesin17 Şilıabeddin Sühreverdi-i Maktul'e dair özellikle bk. Uimii Çelebi, ss. 658-659; Henry Corbin, En fsldnı Iranien: Aspects Sprirituels et Philosophiques ll, Solıravardi et fes Platoniciens de Perse, Gallimard, Paris ı 971; aynı yazar, Sohravardf, L'Arclıange Empourpre, Fayard, Paris 1976. 18 Muhyiddin Arabi'nin hayatı ve eserleri bugüne kadar çeşitli dillerde pekçok incelemenin konusu olmuştur. Bu lıusustaki kaynaklar ve modern çalışmalar için bk. Alımed Ateş, "Mulıyiddin Arabf", lA; Ahmet Ateş, "Ibn al-Arabl", EI2. Ayrıca Mulıyiddin Arabi' ve tasavvufi sisteminin temeli olan Valıdet-i Vücud düşüncesi hakkında şunlara özellikle bakılınalıdır: Osman Yalıia. Histoil·e et Classıfication de l'Oeuvre d'lbn Arabf: Etude Critique, Institut Français de Daınas, 1964, 2 ci lt; H. Corbin, L'Jnıagination Creatrice dans le Soufisme d'lbn Arabf, Flaınınarion, Paris 1958, 2. bs.; A. E. At1fi, Mu!ıiddin İbnii'l-Arabf'nin Tasavvuf Felsefesi, çev. Mehmet Dağ, AÜİF. yay., Ankara 1975; Nihat Keklik, Mulıyiddin İbnii'I-Arabi, İstanbul 1966; Michel Clıodkiewicz, Le Sceau des Sainıs: Prop/ıetie et Saintete dans la Doctrine d'IIm Arabf, Gallimard, Paris 1986; William C. Clıittik, Ibn al-Arabi's Metaplıysics of lmagination: Tlıe Sııfi Path of Knowledge, State University of New York Press, Albany 1989. Özellikle Türk tasavvufu üzerinde Mulıyiddin Arabi'nin tesiri şurada balıiskonusu edilmiştir: H. Ziya Ülken,."Ecole vudjudite et son int1uence dans la pensee turque", WZKM, 62 (ı 969), ss. I 93-208. 25 de en sistemli ve olgun seviyesine erişti. Çoğu zaman Panteizm ile karıştırılan Vahdet-i Viicıtd düşüncesi, aslında çok karışık ve izahı kolay olmayan bir düşünce olmakla beraber, kabaca, "kainattaki her şeyin, tek yaratıcı olan Allah'ın tecellisi olduğu, gerçek varlığın O olması dolayısıyla bütün varlıklarm hakikatte O'nun varlığından başka bir şey olmadığı" şeklinde özetlenebilir. Muhyiddin Arabi'nin, felsefe, kelam, fıkıh, hadis, tefsir, edebiyat ve zamanının bazı gizli bilimlerine olan vukUfu sayesinde çok geniş bir terkibe ulaştırdığı bu sistem, o kadar etkili oldu ki, sade zamanının tasavvuf anlayışlarını değil, günümüze kadar hemen bütün islam dünyasmda tasavvuf telilkkilerini etkiledi. İşte bu yüzdendir ki, Fıısusü'l-Hikem, el-Fütuhatii'l-Mekkiyye vb. sayılan yüzün üzerindeki eser ve risalelerinin yanında, sonradan kendisine iziife edilen eserler de ortaya çıktıı 9 • Daha kendi zamanından itibaren, eserlerindeki lfadelerin muğlak ve zor anlaşılır olması sebebiyle Muhyiddin Arabi İslam üleması ve bir kısım muhafazakar mutasayvıflar tarafından zendeka ve ilhad (dinsizlik) ile itharn olunmuş ve hatta eş-Seyhu'l-Ekfer (En kiifir Şeyh) diye amlmışsa da, genellikle eş-Seyhu '!-Ekber (En Büyük Şeyh) unvanını korumasını bilmiş ve her kesimden halk arasında büyük bir saygıya mazhar olmuştur. Muhyiddin Arabi'ye Anadolu' da asıl prestij sağlayan ve eser! erini, yazdı­ ğı şerhlerle anlaşılır hale getirerek yayılmasını temin eden, bilindiği üzere, evlathğı ve halifesi ünlü mutasavvıf Sadreddin Konevi olmuştur 20 . Onun sayesinde Muhyiddin Arabi'nin fikirleri Selçuklu dönemi Anadolu'sunda şehirli ve kırsal bütün sufi çevreleri etkilemiş, gerek yüksek zümreler, gerekse halk tabakalan arasında geniş bir taraftarlar kitlesi toplamı ştır. Sadreddin Konevi ile birlikte daha başkalan da Vahdet-i Viicud mektebini Anadolu'da temsil etmişlerdir ki, en tanmmışlan, yukanda da isimlerini zikrettiğimiz Müeyyededdin Cendi, Sadeddin Fergani ve nihayet Afifeddin Tilemsani' dir, Bunlar ve yetiştirdiideri öğrenciler, Konya, Sivas ve Erzincan gibi devrin önemli kültür merkezlerinde zaviyeler açıp Vahdet-i Viicud mektebini yaydılar. Bunun sonunda, bütün Orta Doğu sahası bu mektebin nüfuz bölgesi haline geldi ve bumlardan da başka yerlere geçti. Fakat bizce asıl önemli olan, Muhyiddin Arabi'nin fikirlerinin sadece yüksek zümre tasavvufunu etkilemekle kalmayıp, diğer yandan da halk tasavvufunu etkilerneyi başarmasıdır. 5) Şems-i Tebrizi ( 1247) ve Melametiyye-Kalenderiyye Mektebi Şems-i la 19 20 değildir. Tebrizi'nin Konya'ya gelişinden önceki hayatına dair bilgimiz fazSeyahatleri esnasında, Bağdad ve Şam gibi önemli tasavvuf merkez- Muhyiddin Arabi'nin eserleri için O. Yahia'nın yukanda zikredilen eserine bk. Sadreddln-i Konevl, Muhyiddin-i Arabi'yi anlamak için bir kapı sayılabilir. Onun hayatı ve eserlerine dair bk. Lamii Çelebi, ss. 632-634; William C. Chittik, "Sadr al-Din Qunawi on the oneness of being", IFQ, 21 (1981), ss. 171-184 (Burada geniş bir bibliyografya vardır). 26 lerini dolaştıktan sonra yolu Konya'ya düşen Şems-i Tebrizi'nin,burada yine tacir kıyafetinde gezdiğini ve nihayet Mevlana ile karşılaştığmı biliyoruz. İlgi çekici bir karakter ve şahsiyet yapısına malik olup, muhatabını ikna etmekte üstün bir kabiliyet sergileyen kırk beş yaşlarındaki bu "nev'i münhasır" süfinin, Mevlana gibi yüksek seviyede bir insanı nasıl etkisi altına aldığı, onu ilim ve kitaplardan nasıl vazgeçirip yaşamakta olduğu zühd ve takva hayatından alıkoyarak nasıl aşk ve cezbe sahibi bir şair süfi yaptığı meselesi, hala izaha muhtaçtır. Mevlana'nın en iyi biyograflarından Bediu'z-Zaman Firuzanfer'in deyimiyle bu işin sırrı "bize karanlıktır" 21 . Eflaki'nin bizzat Mevlana'nın ağzından naklettiği "Eğer Hazret-i Mevlana-yı Büzürk (Sultanu'l-Ulema Bahaü'd-Din Veled) bir kaç yıl daha hayatta kalsaydı, ben Şems-i Tebrizi'ye muhtaç olma yacaktım." sözü 22 , Şems-i Tebrizi olmasaydı da, o çoşkun mistik heyecan ve veedin bir vesileyle günün birinde su yüzüne çıkacağını ima eder gibidir. Bu söz ayrıca, bugüne kadar hep ihmal edilmiş olagelen Mevlana'nın babasının onun üzerindeki etkisinin, samldığından çok daha fazla olduğunu göstermesi bakımından da önem taşır. Kanaatimizce Şems-i Tebrizi'nin Mevlana'yı bu kadar derinden etkileyen bir yanı, onun dünya, insanlar, toplum ve nihayet o güne kadar hakim olmuş bulunan klasik tasavvuf karşısındaki kendinden son derece emin, yukandan bakan, dış görünüşü başlayan gerçek kalenderane tavrı olmalıdır. Abdülbaki Gölpınarlı, Şems-i Tebrizi'nin, kıyafetinden tavır ve hareketlerine, düşüncele­ rinden insan ilişkilerine varıncaya kadar tipik bir Kalender'i andırdığını, şeyhi Ebubekr-i Selebafm da bir Kalenderi olduğunu söylediği halde, Şems-i Tebrizi'ye Kalender demeye tereddüt etmiştir. Çünkü Gölpınarlı'ya göre, Kalenderiler'in esrar içme adeti onda yoktur ve hatta o buna bizzat karşı çıkmıştır. Dolayısıyla Şems-i Tebrizi ancak bir MeHimeti olabilir23 . İran'lı araştıncı Nusretü'd-Din Gaffari ise, aksine Şems-i Tebrizi'yi tam anlamıyla bir Kalender olarak görmekte, buna onun düşünce ve tavırlarını delil göstermektedir24. Zaten aslma bakılırsa Makalat-ı Se1ns-i Tebrizi'nin şöyle bir baştan sona gözden geçirilmesi bile Şems'in Kalenderliğini ortaya koyduktan başka, sair bir takım ipuçları da bizi Şems-i Tebrizi'yi bir Kalender telakki etmeye adeta zorlamaktadır. 21 22 23 24 Bedlu'z-Zeman Firuzanfer, Mevlfmfı Celfıleddin, çev. F. Nafiz Uzluk, istanbul 1963, s. 88. Etlakl, Mmıfıkib a/-Arifin, nşr. Tahsin Yazıcı, TIK yay., Ankara 1959, 1, 48. Gölpınarlı, MevWna Celfı/eddin, ss. 61-65. N. Ghaffary, Les Soufis de /'Iran, Paris, s. 27. 27 birisi, bizzat Mevliina'nm kendisinde açık müşahede sempati ve Onun Kalenderiler'e karşı besledisempati, Ebubekr-i Niksari-i Cavlaki ve Hacı Mübarek-i Haydari tarafından iyi görülmeyen Kalenderi şeyhleriyle dostluğundan Mesnevi'sinden ve Divan-ı Kebir'inden de bir tarzda sezilmektedir. Bizce bu sempati bir ihtimalle Şems-i Tebrizi'yi tamdıktan sonra olmalıdır. Bu Kalenderiliğe ise, Tebrizi'nin seyahatleri esnasında itina göstermesidir. Efiilki'deki ve sernalara uğramaya sık sık Kaonun Bütün bunlar belki Şems-i tam anbir kayetmeyebilir. Ama en azından alışılmış sufi tipinden rakter sergileyen bu zatın, sufi meşreplerinden çok Kalenderiliğe olduğunu söylemeye kafidir samyomz. Şems-i deki Tebrizi gibi mensup, diğer mutasavvıflann önde gelenleri ise a- Evhadeddin-i Kirmani XIII. yüzyılın en tamnmış mutasavvıflanndan olan, Vahdet-i Vücud rnektebine mensup Evhadeddin-i güneyindeki Kinnan havalisindendir. tasavvufa süluktaki silsilesini büyük mutasavvıf Ebu'nEvhadeddin'in esas kendi şeyhi ise, Necib-i Sühreverdi (1 168)'ye Sühreverdi tarikatı mensuplarından Şeyh Rükneddin-i Secasi'dir. Böyle bir silsileye mensup bulunmasma rağmen kendisi taşkın bir mistik mizaç ve cezbeye sahip olduğu için Vahdet-i Vücud'u benimsemiş ve Kalenderiliğe geçmiştir. Onun Muhyiddin-i Arabi ile de görüştüğünü, hatta onun eserlerinde kendisinden bahsedildiğini biliyoruz. Evhadeddin-i Kirmani'nin Anadolu'ya ne zaman ve nasıl geldiğine dair kesin bir yoksa da, muhtemelen Muhyiddin-i Arabi'nin henüz Eflaki'nin eserinde kendisi ikameti sırasında geldiği tahmin olunabilir. 6 ile ilgili satırlar da bunu doğrular mahiyettedir' . Evhadeddin-i Kirmani'nin tasavvufi meşrebine dair kaynaklarda yer alan ifadeler ve anekdotlar, tıpkı aşağıda kendisinden bahsedilecek olan meşrebdaşı Falueddin-i Iraki gibi, güzel yüzlü delikanlılara karşı meylinden bahsetmektedirler. Onun bu eğiliminin, İran tasavvuf mekteplerine has bir mistik anlayışa dayandığı ve bunun fizik bir nitelik taşımadığı biliniyor. Bu anlayışa göre, insanlar Allah'ın cemalini güzel yüzlü insanlar aracılığıyla daha iyi idrak e- 25 26 Msi. bk. Etlak!, Il, 631. Etlakl, I, 439-40; II, 618-19. 28 debilir; zira bu güzellik hakikaue Allahın güzelliğinin beşeri bir lcL.auuı başka bir şey değildir. 27 Evhadeddin-i menkabelerini anlatan bir menakıb mecmı1ası ve bizzat kendisinin mesnevi tarzmda manzum olarak kaleme aldığı bir kitabı da mevcuttur. Mısbdhu'l-Ervah ve Esraru'l-Eşbah adını taşıyan bu eser, onun gibilerin tasavvuf anlayışlarını yansıtması itibariyle önemli bir niteliğe sahiptir28 . b- Fahreddin-i Iriiki (1289) Evhadeddin-i Kirmani ile aynı meşrepten olan Fahreddin-i Iraki, ların ortak rivayetine nazaran aslen Hemedan'lıdır. İlk tahsilini burada tamamladı. Hemedan'a gelen bir Kalenderi topluluğu arasına katılarak memleketini terketti. Şeyh Zekeriyya-yı Multiini'nin müridieri olan bu Kalenderiler ile Multan'a ve orada adı geçen şeyhe mürid oldu 29 . Fahreddin önce Bağdad'da Şeyh Şihabeddin-i Sühreverdi'ye intisab etmiş, ancak şeyh ondaki bu güzel yüzlü delilcanlılara karşı eğilimi farkederek bundan rahatsız olmuş ve bu nefsini terbiye ettirmek üzere, Hindistan'da Şeyh Zekeriyya'mn yanına yollamıştır. Fahreddin Multan'da Şeyh Zekeriyya'nin zaviyesinde uzunca bir müddet Buna rağmen kıskançlıklar burada daha fazla kalamamış ve şeyhinin izniyle Multan'ı terkederek Hicaz'a gitti. buradan geçmiş ve Konya'da ikamete başlamıştır. Bu ikameti esnasında bir yandan Mevlana ile dostluk kurarken, diğer yandan da Sadreddin-i Konevi ile temasa geçmiştir. Konya'da kaldığı süre içinde şöhretini yaymasını burada kaleme aldığı Lemeat adlı eseri o devirde başarı kazanmıştır. Nitekim aradan fazla bir zaman geçmeden, Selçuklu veziri Pervane Muineddin kendisini önce Kayseri'ye davet etmiş; daha sonra da Tokat'ta kendisine büyük bir zaviye açarak buraya yerleşmesini sağlamıştı~ 0 . Şeyhin Anadolu'daki bu ikameti, Selçuklu vezirinin 1277'de idamma kadar devam etmiş, artık kendisini himaye eden kimse kalmadığı olsa gerek, buradan Mısır'a gitmiştir. Fahreddin-i Iriiki'nin Mısırda el-Melikü'z-Zahir Baybars'la bir Şeyhıı'ş-Şüyılh taltif olunmuştur31 • Gördüğü bu itibara rağmen, belki de çevreden maruz tenkitler yüzünden olsa gerek, şeybin Mıkalmış, şeyhinin evlenmiştir. Bk. Menô.krb-1 Evlıadii'd-Dfn-i Kirmô.n~ nşr. Bediu'z-Zeman Firuzanfer, Tahran 1347 hş. Eserin yazma bir nüshası eski Belediye (Taksim'deki Atatürk) Kütüphanesi'nde, Muallim Cevdet Yazmaları K/3 18 nolu mecmuada, 127-173. varaklar arasında bulunmaktadır. 29 Uimii, Nefelıô.ıu'I-Üns, İstanbul 1270, ss. 671-72. 30 Etli'ıki, I, 400; Lamii aynı yerde; Hulvi, v. 303a. Efli'ık!, Tokat'taki bu zi'ıviyenin çok muhteşem bir yapı olduğunu kaydetmektedir. Oysa bu kadar muhteşem bir yapının bugüne kadar hiç olmazsa bir takım kalıntılarının gelmesi gerekirdi. Halbuki bugün bu zi'ıviyeden hiç bir iz yoktur. 31 Uimii, s. 374. 27 28 29 sır'da ve orada yerleşrneğe karar erdiği pek çok mürid edinmiş ve muhtelif ri vayetiere göre 1289 tarihlerinde vefat ederek Muhyi'd-Din-i Arabi'nin yanına gömülmüştürn. Anadolu'da oldukça uzun bir süre ikamet eden Fahru'd-Din-i Iraki'nin Konya, Kayseri ve Tokat'ta oldukça ilgi uyandırdığı ve bu sebeple belirli bir mürid çevresi oluşturduğu tahmin edilebilir. Bugün kendisinin tasavvufi meşre­ bini ve fikirlerini ortaya koyan eserlerine sahibiz33 . Bunlardan Lemeat adlı, yer yer manzum kısımlada süslenmiş farsça mensur eseri, son derece ilgi çekicidir. Tam yirmi yedi lem'a'dan oluşan bu eserin hemen bütün başlıkları, Farhu'd-Dini Iraki'nin tasavvufi meşrebini, yani, ilahi güzelliğin ancak güzel yüzlü insanlarm cemalinde temaşii edilebileceği, zira onların yüzünün Allah'ın aynası olduğu telakkisini yansıtmaktadır, ki bunun altında derin bir Vahdet-i Vücud inanışı kendini kuvvetle hissetirir34 . Biz aynı telakkileri ve meşrebi onun Divan'ında ve Rubaiyyat'mda da aynı çoşkun eda ile görebiliyoruz35 • nihai olarak kalmayıp Dımaşk'a geçtiği anlaşılıyor. Şeyh Dımaşk'ta Bk. sırayla Liimit, aynı yerde. Fahru'd-Din-i Iriiki hakkında daha geniş ve açıklayıcı bilgiler için bk. William C. Chittik-P. L. Wilson, Fakhruddin Jraqi: Divine Flaslıes, New York 1981. 33 Fahru'd-Dfn-i Iriiki'nin eserleri bir külliyat halinde İran'da Said Netisi tarafından yayımlanmıştır (bk. Kül/iyat-ı Şayh Falıru'd-Dfn ihra/ılnı-i Hemedanf Miiteallıs be-fl·akf, Tahran (tarihsiz). Bu eserin baş tarafında yayıncının Şeyh hakkında güzel bir de biyografik incelemesi 32 bulunmaktadır. Faru'd-Din-i Iriiki'nin tasavvuf tarihi bakımından önemli olan Lemeat adlı bu eseri, üzerinde ciddi bir tahlil yapmaya değer kıymettedir. Bu eserin 731/1331 tarihli epeyce eski bir nüshası, İstanbul Süleymaniye (Şehit Ali Paşa) Ktp.sinde 2703 numaralı mecmuada, 17-35. varaklar arasında bulunmaktadır. Kiltip Çelebi bu eserin XIV. ve XV. yüzyıllarda Anadolu'da yapılmış bir takım şerhlerinden bakseder (bk. Keşf el-Zıaıün, nşr. R. Bilge-Ş. Yaltkaya, İstanbul 1971, 2. bs. Il, I 563-64), ki eserin Anadolu tasavvuf çevrelerinde ne kadar etkili olduğunu göstermesi itibariyle önemlidir. 35 Msl. b k. Divan (Kiillivat) s. 154 34 30 KÜLTÜRLERARASI İLETİŞİM VE BİR MERKEZ -ÇEVRE İLİŞKİSİ OLARAK İNSAN HAKLARI Pırof. D:r. Edibe SÖZEN* 3.Uiuslararası Mevlana Kongresi' nin Etkinlikleri çerçevesinde düzenlenen bu oturumda sunacağım tebliğin amacı, insan haklan söylemini kuşatan ve bir üst-söylem şeklinde sufizmin mesajlanndan sulh-i kul ilkesinin kurgulanmasını önceleyerek, Almanya'da yaşayan üniversiteli üçüncü kuşak Türk gençlerle, Türkiye 'de yaşayan üniversiteli gençlerin insan haklan konusundaki yorumlanna ilişkin bulgulan yorumlamaktır. Bir söylem olarak insan haklan bütün kültürlerde aynı biçimde mi yorumlanmaktadır? Kültürel farklılıklar, birer evrenseliküresel değerler dizisi olarak insan haklan ihlalleri ve uygulamalannda ne denli geçerlidir? Merkez-çevre ilişkisi dahilinde sufistik mesajlar, kültürlerarası iletişimin merkezinde yer alabilir mi? Sulh-i kul ilkesi Genelde sufizmin, özelde insan haklan söyleminin kaynağı insandır. Günümüzde sufizm, her ne kadar bir çevre faktör olarak değedendirilse de, kültürlerarasılık siyasetinin ve buna bağlı olarak kültürlerarası iletişimin belirleyici özelliği 'farklılıklarla birarada yaşama' nın ve kültürel liberasyonu mümkün kılan söylemsel mücadelenin bir gücünü teşkil edebilir. Akbar S.Ahmed, özellikle sufistik mesajlardan sulh-i kul (her şeyle barış) ilkesinin İsHimiyet, barış ve kardeşlik gibi önemli bir mesajı aktardığını ifade eder (Ahmed, 2000:43). Sulh-i kul ilkesi, sufizmin güçlü bir mesajı olarak belirlense de, gündelik hayat pratiğindeki kültürel dönüştürücü gucu yeterli değildir. Hem kültürlerarasılık siyaseti hem de insan hakları sürekli değişen ve dönüşen söylemiere sahiptir. Her iki siyaset de dinamiktir ve mevcut kavramlarının, kurumların, ulus-devletlerin, bireylerin, ulusal kimliklerin, insanın onur ve haysiyetinin, demokrasinin, evrensel ilkelerin, küresel değerlerin, vs. dönüşümünü ister. Her iki siyaset de dönüştürücü güce sahip olmakla beraber, özellikle merkezçevre ilişkisi açısından sorunludur. * İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi 31 Küresel değerlerin yerelleştirilmesi Dünya göç haritası düşünüldüğünde, merkezi konumda olan küresel değerler veya kültürlerarası iletişim siyasetleridir; çevre ise ulusal ve yerel değer­ lerden kuruludur. Kültürlerarası iletişim ve insan hakları söylemi için merkez çevre ilişkisini belirleyen esas süreç küresel olanın yerelleştirilme­ si/yerlileştiıilmesi veya bölgeselleştirilmesidir. Bu bağlamda insan hakları, küresel dünyada kurgulanmış ya da güçlüler siyasetince kabul edilmiş siyasi, sosyal ve sivil taleplerin ulusal, yerel ve bölgesel kültürlere dönüşüm sürecinde, bizzat farklı kültürlere mensup insanlarm taleplerine ilişkindir. 1953-1993 yıllan arasındaki sivil taleplerin en yüksek oranda artış gösterdiği alan %33'den %190 artışta görüldüğü gibi insan haklarına ilişkindir( Sikkink and Smith, 2002:30). Merkezi konum teşkil eden küresel değerler paralelinde insan hakları da, her yerde ve herkes için geçerlidir. Haklar bir önceki yüzyılın aksine devletler için değil, bireyler ve hatta doğrudan insanlar içindir. Küresel sürece ilişkin insan haklannın sorunsuzmuş gibi görünen genel tanırnma karşın, görünen tablonun sorunlu bir merkez-çevre ilişkisidir. Merkez-çevre ilişkisi ve insan haklan 1999 yılmda gerçekleşen Türk-Alman Sempozyumu'nda hararetle tartışı­ lan konulardan biri de kültürlerarasılık siyasetiyle yakından ilişkisi bulunan insan haklarıdır. Sempozyumun dikkat çekici tartışmalanndan birini, haklar yerine getirilirken kültürel farklılıklarm gözetilip gözetilemeyeceği konusu teş­ kil eder. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi yargıçlarından Rıza Türmen, Avrupa İnsan Haklan Mahkemesi'nin ve Sözleşmesinin evrensel uniform özelliğini gösterdiğini; aynı kültüre sahip devletler arasmda geçerli olan bir sistem olduğunu, insan haklan ihlallerinde kültürel farkın gözetilmesi konusunda da sözleşmede yer almayan, fakat içtihada dayalı bir ortak noktaya ulaşıldığım şöyle ifade eder: "Devletlere kültürel farklılıktan gözetecek takdir yetkisi verildi. Bu alan sözleşmede yeralmıyor. Fakat içtihadlada zaman içinde böyle bir yetki tanmdı. Yani burada bir sınır çizgisi belirlendi (margins of appreciation). Nerede insan haklan evrensel uygulanmalıdır nerede devletler bir takım kültürel farklılıklara yer verilmelidir? İşte, İnsan Haklan Mahkemesi içtihatlarıyla bu çizgiyi ortaya çıkardı" (Türmen, 1999:280). Böylesi bir teamülden sonra, sözleşmenin dayandığı temel felsefede yer aldığı gibi insan haklarını en iyi koruyan sistemin de demokrasi olduğunun altı çizilir. Yani, demokrasi aynı zamanda devletlere bırakılan takdir yetkisi alanını sınırlarını da çizmektedir. Takdir yetkisi tabii ki maddelere göre değişmekte. Mesela işkence, kötü muamele ya da hayat hakkının ihlali gibi vahim durumlarda işlemez. Buna karşılık mesela eğitim hakkıyla ilgili ya da mülkiyet hakkıyla ilgili konularda devlet kendi kültürel özelliklerini daha çok dikkate alır (Rıza Türmen, I 999). 32 İnsan onuru ve insan haklan Kültürlerarasılık siyasetini uygulayan ülkelere bakıldığında, yine önemli bir sorunun eğitim ve insan onurunu belirleyen kültürel değerlerde ortaya çıktığı görülür. İnsan haklan son tahlilde, insan onurunun korunmasına ilişkindir. Bu sebeple de insan hakları, yürürlükteki hukuktan ayndır. Küresel değerler, ahlak, dinler, kaynağı ne olursa olsun insan hakları, insanın onurunu korumayı hedef alır. Farklı kültürlere entegre olma aşamasında da, insan onurunun korunması biçiminde yorumlanan insan haklan kültürlerarası siyasetin paradoksal yönünü teşkil eder. Yakın geçmişte, Tübingen'de Türk öğrencilerine yönelik muamele böylesi bir paradoksu açıkça gündeme getirmiştir. "Tübingen'de Türk aileleri onurları kınldığı gerekçesiyle, çocuklarını okuldan çekmişlerdi. Çünkü çocuklar Almancalan yeterli olmadığı için sınıfın arkasma oturtulmuşlardı. Bu durumda Türk ana babalar incinmişti. 'Çocuklarımız sanki orada bir vazo gibi duruyorlar' hiçbir şey öğrenmeden çıkıp geliyorlar; okula göndermeyiz artık çocuklanrmzı" diyorlardı. (Tacar, 1999:257). Fransa da 1990 yılında yapılan bir araştırmada, Fransız çocuklannın ve gençlerinin onurdan ne anladıklan değerlendirilmiş. Araştırmaya göre, İrlanda­ hiarın % 66 sı İrlandalı olmaktan onur duymakta, bunu %55 ile İngiltere, %46 ile Kuzey İrlanda, %21 ile Almanya, %19 ile Hollanda izlemekte, en aşağı düzeyde ise İtalya gelmekte ( Tacar, 1999:258). Benim 2002-2003 yıllan arasında, Köln Üniversitesi'nde okuyan Türk öğ­ rencileri, İstanbul Üniversitesi Hukuk ve İletişim Fakültesi öğrencileriyle yapmış olduğum araştırmaya göre, her üç fakültenin öğrencileri insan haklarını doğrudan 'insan onuru' nun korunmasına ilişkin haklar olarak yorumlanmıştır. Köln Üniversitesi'ndeki Türk öğrencilerinin %72 si; İ.Ü. Hukuk Fakültesi öğ­ rencilerinin % 59'u, İletişim Fakültesi öğrencilerinin %63'ü insan haklarını' insan onur ve haysiyetinin korunması' şeklinde değerlendirmişlerdir. Merkez- çevre ilişkisi dahilinde insan haklannın alanını, Köln Üniversitesi'nde okuyan Türk öğrencilerinin %55'i 'toplumsal düzen ve barışı sağlayacak kurallar' şeklinde değerlendirirlerken, ikinci sırada 'hukuku'; üçüncü sırada da 'ahlakı' göstermişlerdir. İ. Ü Hukuk Fakültesi öğrencilerinin %53'ü, yine aynı biçimde 'insan haklarını toplumsal düzen ve barışı sağlayacak kurallar' şeklinde değerlendinnişler; ikinci sırada da 'hukuku' göstermişlerdir. İ.Ü. İletişim Fakültesi öğrencilerinin % 67'si insan haklan alanını 'toplumsal düzeni ve barışı sağ­ layacak kurallar' olarak belirlemişler ve ikinci sırada da 'hukuku' göstermişler­ dir. Avrupa İnsan Haklan Sözleşmesi'ni ve Avrupa İnsan Haklan Mahkemesi'ni Köln Üniversitesi'ndeki Türk öğrencilerinin %44'ü bir insan haklan metni ve kendileri için bir teminat olarak görürlerken, İ.Ü. Hukuk Fakültesi öğrencile33 rının % 39'u; İletişim Fakültesi öğrencilerinin de ancak % 18'i sözleşme yi bir insan hakları metni ve kendileri için bir teminat mercii olarak değerlendirmiş­ lerdir. Her üç gruba da 'Türkiye'de insan haklan sorulduğunda, Köln Üniversitesi öğrencilerinin %31 'i, Türkiye'de insan hakları söyleminin 'AB süreciyle ilgili' olduğunu, %22' si 'bireylerin talebi' olduğunu; İ.Ü. Hukuk Fakültesi öğrencile­ rinin %43.8'i yine 'AB süreciyle ilgili' olduğunu, %31 'i ise insan haklannın 'hukuk devletinin gerekliliği' olduğunu, İ. Ü. İletişim Fakültesi öğrencilerinin %44'ü 'AB' ye giriş' ve akabinde 'uluslararası alanda kabul görme' ile ilgili olduğunu ifade etmişlerdir. Halihazırda ham verilerle değerlendirmeye çalıştığım 'Türkiye'de İnsan Hakları Söylemi' başlıklı yapmış olduğum araştırmada her üç gurubun da ortak bir biçimde insan haklarını 'insan onuru' şeklinde yommlamaları, insan hakları alanını barışı ve düzeni sağlayan kurallar' şeklinde değerlendirmeleri, genç Türkler arasında, insan haklan söyleminin kültürel ve sosyal yönüne daha fazla vurgu yapıldığını göstermektedir. İnsan onurunun korunması ve teminat altına alınması bugün için insan hakları alanının temel belirleyicisi olmakla beraber, kültürlerarası siyasetin önemli bir sorununu teşkil etmektedir. Salt küresel ya da evrensel değerlerden yola çıkarak insan haklan söyleminden sözetmek mümkün değildir. İnsan haklannın kaynağının doğrudan insan olduğu fikrini kabul etmek, kültürlerarası siyaset içinde de haklar sorununun yeniden tartışılmasını mümkün kılacaktır. Bu süreç içerisinde salt demokrasinin altını çizmenin yeterli olmadığı yanında, kültürel yorumlamalar da önem kazanacaktır. Tebliğimin başında ifade etmeye çalıştığım gibi, sufilik mesajındaki sulh-i kul ilkesinde olduğu gibi, doğrudan insana yönelik mesajlar veya söylemlerle demokrasi desteldendiği sürece insan haklan uygulamalan kültürel farklılıklan da, kültürlerarası siyasetin bir gereği olarak gözetmiş olacaktır. KAYNAKLAR Ahmed, S. Akbar (2000) Bağdat Kapılanmda Medya Patronları, Yüzyi/ın Sonu (Büyük Düşünür­ ler Çağımw Yorum/uyar), Ed.Nathan Gardels, Çev. Bellcıs Çorakçı Dişbudak, 2.baskı, Türkiye İş Bankası Yayınları Kültür Yayınlan, İstanbul. Türmen, Rıza (1999) "Avrupa ve Türkiye Arasındaki ilişkilerin Geriliminde Namus ve Şeref', Tiirk-Alnıan Senıpozyumu, Körber Vakti, Hamburg. Tacar, Pulat (1999) "Avrupa ve türkiye Arasındaki ilişkilerin Geriliminde Namus ve Şeref', Türk- Alman Senıpozyumu, Körber Vakfı, Hamburg. Sikkink, Kathyrn and Smith, Jackie (2002) "Infrastructures for Change: Transnational Organizations 1953-93", Restructuring World Politics, Transnational Social Movements, Neıworks, and Norms, Editors.Sanjeev Khagram, James Y.Riker annd Kathryn Sikkink, Social Movements, Protest, and Contention, Vol.l4, University of Minnesota Press, Minneapolis, London 34 GÖÇÜN KÜLTÜREL SONUÇLARI Doç. Dr. V edat Bilgin* Giriş Küreselleşme ne getiriyor diye sorulduğu zaman, muhtelif cevapların arasında belki de küreselleşmeden çok önce başlayan göçün küreselleşmenin dinamiklerinden birisi haline geldiğini çoğu kere görmezlikten gelindiğini fark etmeyiz. Göç insanoğlunun yaşadığı çok eski bir olay olmasına rağmen, küreselleşme ile birlikte adeta dünyanın küçük bir köy haline geldiğini hissettiren en önemli olayların başmda gelmektedir. Büyük bir ihtimalle transfer ekonomisinin veya ulaştırma sektörünün istatistiklerinde izlenebilecek olan rakamlardan da anlaşılabileceği gibi gerek uçak, gerek tren ve diğer nakliye araçları ile gerçekleşen taşımacılığın önemli ölçüde artmış olmasının sebeplerinden birisi de kısa veya uzun süreli yeni göçlerle ilgilidir. Bir anlamda küreselleşme süreci dünyayı birbirine bağlayan ulaşım yollan vasıtası ile yeni göç dalgalan yaratmış ve eski göçmenlerden ve göçlerden farklı yeni ilişkilerin kurulmasına yol açmıştır. Bunların başında göç eden insanların gittikleri ülkelerde kısa veya uzun sürede kalıcı olsalar da geldikleri yerlerle olan bağlarını sürdürecek sürekli bir iletişim ve göç dalgasım devamını sağlamış olmaları önemli bir yenilik olarak karşımızda durmaktadır. Bu olay bütünü ile tarihsel göç olaylannda farklı yeni siyasal ve ekonomik ilişkiler yarattığı gibi tamamen farklı kültürel sonuçlar da ortaya koymuştur. Bütün bu söylediklerimizi anlayabilmemiz için, öncelikle küreselleşmeyi anlamamız gerektiği açıktır. Göç Olayı Tarihte yaşanan muhtelif göç olayianna baktığımız zaman hepsinin aynı kategoride toplanmasının mümkün olmadığını görürüz. Tarihte muhtelif göç türleri olduğu bilinmektedir. Özellikle 1900'lü yıllarda ortaya çıkan daha çok iş gücü göçü etrafında gelişen ülkeler arasındaki göçün farklı bir nitelik taşıdığını belirtmek gerekir. Göç süreci her şeyden önce iki toplumun ve iki kültürün karşılaşması olayıdır. 1950'li yıllarda başlayan Avrupa'ya Türk işgücü göçü daha çok emek ve istihdam ilişkileri açısından dikkate alınan çalışmalara konu ol- Gazi Üniversitesi İ.İ.B.F. Öğretim Üyesi 35 muştur. Oysa, olayın iki kültürün karşılaşması şeklinde gerçekleşen bir dizi sorulara yol açan gelişmeler yarattığı bilinmektedir. Şunun altını çizmemiz gerekir ki, göç olayı her şeyden önce şu sorularm cevap!andınlması ile anlaşılabilir. Bu sorulan şöyle sıralayabiliriz. Birincisi göç eden toplum açısından bakıldığında; 1) Göç edenlerin geldikleri kültürün özellikleri nelerdir? 2) Göç edenler geldikleri kültürün neresinde, hangi ilişkiler bağiamından gelmektedirler? 3) Göç edenler geldikleri kültürü ne ölçüde benimsemiş veya temsil ediyorlar? 4) Göç edenler hangi beklentiler içerisindedirler? Bir anlamda bu soru göç edenlerin değişime ne kadar açık olduklannın cevabını içinde taşıyacağı bir sorudur. İkincisi ise göç edilen toplum açısından bakıldığında yine benzeri olarak şu sorular sorulmalıdır: 1) Göç edilen toplumun kültürel özellikleri nelerdir? 2) Göç edilen toplumun hangi kesimi veya kesimleri ile hangi ilişkiler kurulmaktadır? 3) Göç edilen toplumla kültürel alışverişe girme düzeyi ne ölçüde müm- kündür? 4) Göç edilen toplum gelenleri hangi ölçüde ve hangi şartlarda benimsemeye hazırdır? 5) İki farklı kültürün karşılaşması halinde hangi değişim süreçleri yaşana­ caktır? 1. Göçeden Topluluğun Taşıdığı Tarihsel ve Kültürel Özellikler Bazdan 1950'lere girildiğinde Türk toplumu ağırlıklı olarak köylülüğün egemen olduğu bir toplumsal yapıya sahiptir. Nüfusun büyük bir çoğunluğu geri kalmış tarımsal teknolojilerle üretim yapan dolayısı ile ekonomik bakımdan olduğu kadar toplumsal bakımdan da tarımda değişimi gerçekleştirebilecek ya da başa­ rabilecek bir dinamizme sahip değildir. Tarihsel olarak baktığımız zaman Türk toplumunun temsil ettiği medeniyet ve kültür mirası ile bu geri yapı arasmda önemli bir çelişki bulunmaktadır. Bu çelişkinin yarattığı zihni düzeyde önemli beklentilere katşılık gelen hareketlenmeler vardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz: 1) 1950'ler Türkiye'si tek parti yönetiminden çok partili demokratik hayata geçişin heyecanını ve değişmeye açık boyutunu taşıyan bir toplumdur. 36 2) Türkiye 1950'lerde 2. Dünya Savaşı sonrası uluslar arası konjonktürün sunduğu fırsatların önünde bulunduğu bir ülkedir. 3) Özellikle demokratikleşme sürecinin ortaya koyduğu özgürlük ortamında Türk toplumu taşıdığı tarihsel birikirole içinde bulunduğu geri tarımsal yapının çelişkilerim tartışacak buradan bir çıkış yolu arayacak zemini bulmuştur. Türk toplumu bir anlamda bir değişim eşiğindedir. Bu değişim eşiğinin önemli unsurlarmdan birisi de dışarı ile doğrudan doğruya toplumun temsilcileri veya Türkiye ile toplumsal bağlan devam eden bir grubun doğrudan doğruya toplumsal temas kurma imkanı bulmasıdır. İşte bu imkanı 1950'lerden başlayarak hızlanan yurtdışı işçi göçü sayesinde gerçekleşmiştir. Yurtdışına giden ilk işçi göçü ile ortaya çıkan dalga daha çok Türkiye'de ya da bulduğu işleri tatminkar olarak kabul etmeyen, daha yeni fırsatlar arayışında olan kentlerdeki insanlar ve arkasından büyük ölçüde Anadolu'nun muhtelif köylerinde yaşayan yurt dışmda büyük fırsatlar olduğu düşüncesi ile göç eden insanlar oluşturmaktadır. Birinci grupta yer alan kentli işsizler veya nispeten kalifiye daha tatminkar iş arayışı içinde bulunan insanlar belki de göç eden topluluklar içerisinde kitlesel olarak kent kültürünü tanımış olan küçük bir azınlığı oluşturmaktadırlar. Fakat zaman içerisinde yaklaşık 2025 yıl devam eden göç sürecinde yurt dışına göç edenlerin büyük bir çoğunluğu köylü nüfusundan oluşmaktadır ve bu insanların kentsel yaşama tecrübeleri ya çok zayıftır ya da hiç bulunmamaktadır. Göç eden insanların bu niteliklerine baktığımız zaman buradan çıkanlma­ sı gereken bazı neticeler olduğunu tespit edebiliriz: 1) Bu insanlar her şeyden önce köy toplumunun koruüniter dayanışmacı hayat tarzından koparak gittikleri için, gittikleri yerlerde bu özelliklerini bir arayışa dönüştürerek devam ettirmek isteyeceklerdir. 2) Bu insaniann büyük bir çoğunluğu düşük eğitim seviyesine sahip olduğu için, gittikleri ülkenin kültürünü ancak iş ilişkileri çerçevesinden edinebilecek yeteneklere sahiptirler. Yani dil öğrenmeleri ancak iş ilişkileri sürecinde ve sınırlı olarak mümkün olacak bir şeydir. Bu ise gittikleri kültür ile ilişkilerini sınırlandıran bir etki yaratacaktır. 3) Göç eden insanlar ağırlıklı bir oranda ailelerini (eşierini ve çocuklarım) Türkiye'de bırakarak giden insanlardır. Dolayısı ile gittikleri toplumu, toplumsal muhayyilelerinin içinde ancak sınırlı bir yere sahiptir. Yani toplumsal yönelimleri kendi ailelerinin ve bağlı olduklan ilişkilerin merkezi olarak Türkiye'de bıraktıkları ile ilgilidir. Buradan göç edenlerin bir toplumsal yaşama tarzı olarak içinde bulunduklan toplumu değil geldikleri yeri kabul ediyor olmaları, bilinçlerindeki toplumsallık projelerinde içinde yaşadıkları toplumu değil geldikleri iş bulamamış 37 toplumu merkezi bir konuma oturtmuş olmaları onların bütünleşme ilişkilerine de tesir edecektir. Bu toplumsal imajinasyon büyük ölçüde göç edenlerin kendi kimliklerini kaynağını teşkil eden tarihsel ve kültürel ilişkilerle irtibatlıdır. Esasen belli bir yaşa gelmiş insanların içinde doğduklan toplumun özelliklerini gittikleri yerlerde taşımalarında daha tabi bir netice olamaz, burada vurgulamak istediğimiz husus göç eden kuşağın kendi kimliğini taşımasından çok içine girmiş olduklan toplumla diyalog kurma ve geliştirme imkanlannın zayıflığı ve bu zayıflığın dönerek kendi kültürel ve tarihsel bağianna yeniden bir toplumsal üretimi ve örgütlenmeyi zorunlu kılacak bir kaynak haline gelmiş olmasıdır. Göç eden topluluğun kendisi ile birlikte taşıdığı tarihsel ve kültürel birikimin, göç edilen yerde yeni toplumsallıklar inşa edici etkisinin birinci kuşakta ortadan kalkmadığı gibi, ikinci kuşakta da değişime açılarak devam etmesini anlamak durumundayız. Bu etkinin ikinci kuşaktan sonra ne tarzda evrileceğini ise başka faktörler belirleyecektir. 2. Göç Edilen Ülkelerin Toplumlarm Bazı Toplumsal Özellikleri 1950'ler Batı Avrupa'sı 2. Dünya Savaşının yarattığı karamsar lığın, yaşat­ tığı felaketin geride bırakıhp yeni bir gelişme döneminin başladığı yıllardır. Bir anlamda Avrupa ikinci modern çağını yaşamaktadır. Böyle bir Avrupa'nın en dinamik yönü her şeyden önce ekonomik gelişmenin yarattığı dinamizm ve bunun somnları çözeceğine olan bir ümittir. XX. yüzyılın ikinci yarısından sonra Batı toplumlan hızlı bir şekilde refah toplumu olma sürecine girmişlerdir. Böyle bir toplumsal yapıda ortaya çıkan özellikleri şöyle tespit edebiliriz: 1) Bireyleşmenin ve bireysel özgürlüklerin yükseldiği bir toplumsal değişme trendi yaşanmaktadır. 2) Faşizmin ve Nazizmin yarattığı yıkıcı etki karşısında insanlar yeni sosyal değerler arayışı içerisinde, yeni açılımlara yönelmişlerdir. 3) Başta sendikal örgütlenmeler olmak üzere hızlı bir şekilde örgütlü toplum gelişmektedir. 4) Birey ve toplumsal örgütler arasında yeni bir ilişki biçimi doğmaktadır. Bu ilişki bireysel özgürlükleri toplumsal güven ve dayanışma duygusu ile dengelerneyi esas almaktadır. 5) İkinci Dünya Savaşı sonrası A vmpa ülkeleri bütünü ile, yeniden büyüme sürecine girmiş ekonomik aktivitelerin dinamizm kazandığı bir dönemi yaşamaktadırlar. Bu bakımdan ilk adımda karşı karşıya oldukları somn işgücü talebini karşılayacak, işgücü arzının mevcut olmayışıdır. Böyle bir aşamada yurtdışından gelecek işçiler bu açığı kapatacak önemli bir kaynak olarak görülmektedir. 38 Bu beş noktadan baktığımız zaman, başta Almanya olmak üzere İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa ülkelerinin sadece dışardan gelenleri karşılamaya uygun bir sosyal ve ekonomik politika açılımı içerisinde olduklannı değil, aynı zamanda toplumsal olarak da dışardan gelenleri benimseyecek bir sosyal psikoloji ye sahip olduklannı görmekteyiz. Savaş sonrası dönem özellikle faşizmin ve nazizmin yarattığı ırk ayrımcı­ lığı ve dışlayıcılık politikalarına karşı önemli bir toplumsal tepki oluşturduğu için, Avrupa'nın dışından gelen ilk göçmen kitlelerini bu ülkeler tarafından sı­ cak karşılanmasını sağlayacak bir atmosferin zaten oluştuğunu tespit edebiliriz. 3. Göç Süreci ve Kültürel Etkileşim Düzeyleri Yurtdışından bir ülkeye gelenlerin karşılaşacağı sorunlar büyük ölçüde o ülkenin yabancılara karşı tutumlan ile ilgili sonuçlar verecektir. Bunun yanı sıra özellikle göç edenlerin sahip olduklan iletişim kurma imkanları ve içine girdikleri toplumla diyalog imkanlan da bu etkileşimi belli düzeylerde etkileyecektir. Yurtdışına giden Türklerin karşılaştıkları ilk manzara onların ümit var beklentilerine cevap verecek bir karşılaşmayla neticelenir. Başta Almanya olmak üzere bütün Avrupa ülkeleri göç eden ilk Türk işçileri heyecanla ve sevgi ile karşılamışlardır. Bu ilk karşılaşma beklentilerin ve ümitlerin ortaya koyduğu törensel bir karşılaşmadır. Esas kültürel etkileşim gidenlerin Avrupa ülkelerinde yerleşmeye başlamasından sonra ortaya çıkacaktır. Burada ilk problemin dil ve iletişim ortamının sınırlı olmasından kaynaklandığını söyleyebiliriz. Fakat zaman geçip gelenler öncelikle iş içinde eğitilme fırsatı buldukça işyerine adaptasyonlan artmış bir anlamda çalışma ilişkileri ile ilgili sorunların bu ülkelerin sahip olduğu geniş sosyal hakların vasıtası ile sorunların kolayca çözümlendiği görülmüştür. Fakat esas sorun bundan sonra ortaya çıkacaktır. Göç edenler yani ilk yurtdışı işçi topluluklan kendi aralarında dilini, dinini, geleneklerini kısaca bütün kültürünü bilmedikleri bir ortamda kendilerini yalnız hissettikçe yeni diyalog biçimleri ve yeni dayanışma ilişkileri ihtiyacı hissetmeye başlamışlar ve bunu da muhtelif şekillerde ortaya koymuş­ lardır. Birinci kuşak göçmen işçilerin karşı karşıya olduğu en önemli sorun gittikleri ülkelerin dilini öğrenme problemi idi. Başlangıçta bu sorunu aştıkça toplumsal bütünleşme eğiliminin artacağına dair hem göçmen işçilerde, hem gidilen ülkede, hem de Türkiye'de yaygın bir kanaat bulunmakta idi. Fakat zaman iledeyip bu sorun aşıldığı görülünce, ki özellikle ikinci kuşak veya 1970'1erden sonra yurtdışına işçi olarak gidenlerin artık yurtdışında aileleriyle birlikte yaşa­ maya başladıklanndan sonra meselenin mahiyeti değişmeye başlamıştır. Yabancı dil öğrenim sorunu çözölen yurtdışı işçileri ikinci kuşaktan itibaren kimlik değiştirmeye başlamış, yurtdışında yaşayan veya Avrupa'da yaşayan Türkler olmaya başlamışlardır. Bu gün sayılan 3 milyon civarında olan Avrupa'lı Türk39 !erin 1980'1i yıllardan sonra artık Avrupa'da yurtdışındaki işçiler olmaktan çık­ tığım gösteren büyük bir yapı değişiminin yaşadığım biliyoruz. O halde Avrupa'daki Türkler gittikleri ülkelerin dilini öğrendikçe o ülkelerle diyaloglarını artırdıklan gibi kendi kimliklerinin de daha fazla farkına varmaya başlayıp kendi kimliklerini sürdürecek ve yeniden üretecek toplumsal çerçeveleri inşa etme çabasına girmişlerdir. Bunlar nelerdir diye sorduğumuzda, karşımıza şu cevaplar çıkacaktır: 1- Avrupa'da yaşayan Türkler daha başlangıçtan bu tarafa ilk adım olarak kendi aralarındaki dayanışmanın hem sembolik, hem de dinamik çekirdeği olarak dini hüviyetli, mescit, cami veya cemaat gibi yapılanmalan gerçekleştirme­ ye başlamışlardır. Başlangıçta yerleşiimiş bulunan bir kasahada veya şehirde ortaya çıkan bu topluluklar giderek çerçevelerini genişletme eğilimine yönelmişlerdir. 2- Avrupa'da yaşayan Türkler özellikle birinci nesil başta olmak üzere Türkiye ile olan diyalogları gidiş-geliş sayıları oldukça yüksek olan bir topluluk niteliğindedir. Bu özellikleri onların Türkiye'de olup biten siyasal ve toplumsal gelişmelere karşı duyarlılığını aşırı derecede artırmış bulunmaktadır. Bunun sonucu olarak Avrupa'da yaşayan Türklerin içine girdiği örgütlenme çalışmala­ rı içerisinde Türkiye'deki siyasal kutuplaşmaların veya siyasal gruplaşmaların önemli bir etkisi bulunmaktadır. 3- Birinci kuşak işçilerin giderekA vrupa'da yaşayan Türklere dönüşen bir topluluğun yaşadığı değişim süreci ile birlikte bir bütün olarak Türkiye merkezi olmaktan çıkan bir hayat tasarımı geliştirmeye başladıklan gözlenmektedir. Bu yeni hayat tasansı Avrupa merkezlidir ama içeriği bu insanların kendi kültürel miraslan ile, tarihsel miraslan ile ve Türkiye ile sıkı bir iletişim içerisindedir. Bütün bu gelişmeler bize Avrupa'da yaşayan Türklerin içinde yaşadıklan toplumla diyalog kuracak geniş bir toplumsal çerçeveye ihtiyaç duyduklarını ve zaman içerisinde bu çerçeveyi inşa ederken aslında Avrupa'da kendi kimliklerini kuracak, koruyacak ve yaşatacak bir eylemi gerçekleştirdiklerini göstermektedir. 4. Netice Yerine : Avrupa İsHim'ı ve Avrupa'da Yaşayan Türklerin Kültürel Kimliği Son yıllarda özellikle Avrupa'da yaşayan Türklerle ilgili tartışmalardan birisi 'Avrupa İsHim'ı kavramı etrafında geliştiği gözlemlenmektedir. Bu kavramın Avrupa'da yaşayan Türkleri de kapsayacak bir şekilde kullanılması gerektiği iddia edilmektedir. Bunu belli bir ölçüde doğru kabul etmek mümkündür. Fakat Avrupa'da yaşayan Türklerin Hindistan'dan, Pakistan'dan v.b. Müslüman ülkelerden gelen toplumların İsHlm anlayışlan ile, yani bir dinsel ilkeler bütünü olarak İsHim değil de bir kültürel yaşama tarzı olarak İslam anlamındaki yaklaşımlan ile örtüştürmek, farklı tarihsel birikimlere sahip bu dinsel kültürlerin 40 veya özelliklerini görmezden Burada özellikle kendi kültürel şunu anlamına Avrupa'da yaşayan Türklerin geliştirmeleri ve onu kültürel birikimin yaşayan Türkler ve dördüncü nesil yetiştirmeye Bu içerisinde kültürel etkileşim açık ama kendi kendi kültürel gerçekleştiren bir yapıyı inşa Bu yapılarm ile entegrasyonu engelleyen faktör olarak görülmesi yanlıştır. Fakat asimilasyonu olduğunu söylemek Türklerin kimlik sorunlan psikolojik sorunlar yaşamadan sağlıklı bir entegrasyona gitmesi de rm özgür, kendi kültürel gelişme imkanlannın gerçekleşebileceği bir zeminde yaşayan Türklerin mümkün olacağım unutmamamız gerekmektedir. böyle bir beklentiyi kendi kültürlerine bu ortaya koyduğu bilinmektedir. Bunun hem Türkiye hem dan önemli olduğu kadar, orada yaşayan insanlarm geleceği önemli değil aynı zamanda olduğunu düşünüyoruz. Avrupa'da yaşayan tarih ve kültürlerinden n-r.t;;,.,-,ı;; bizim "inşa edici sosyalite" dediğimiz kültürel yeniden üretim onların şahsiyetlerinin parçalanmasım koruyan bir işlev sıra, yaşadıklan ülkelerde sağhkh kurmasının da '"''"''""ı'" tedir. Bu gerçekten hareket edildiği zaman Avrupa'lılar sorun "Nasıl asimile edeceğiz?" şeklinden çıkarak "Nasıl entegre olacağız?" sorusuna dönüşür ki, gerçekçi olan esas itibari ile mümkün olan da budur. BATI Prof. Dır. Musa Grekçe "tohum saçmak" anlarnma gelen diyaspora kavramı, ilk önce Babil'den sürüldükleri kabul edilen Yahudiler için kullanıhmştır. Yakın zamanlara kadar da bu kullanım biçimi süregelmiştir. 1980'li yıllardan diyaspora tabiri, Yahudi diyasporasının yanısıra A.B.D'de yaşayan Rum ve Afrikah topluluklar için de yaygın olarak kullamlmaya başlanmış, (BUTLER, 2001) 2000'li yıllarda, bu topluluklara yenileri eklenmiştir. Üçüncü kuşağın tamamı Avrupa doğumlu olan Batı Avrupalı göçmen Türk topluluklanmn da diyaspora olarak adlandmlmalan artık gündemdedir. Robin Cohen'in tipolojisine göre, diyasporalar beş türe ayrılır: Kurban, emek, ticaret, emperyal ve kültürel (COHEN, 1987). 1960'h yıllardan sonra Amerika ve Avrupa'da ticaret ve emeğe dayah diyasporaların daha da yaygınlaştığı ifade edilebilir. Etnik-milli birer topluluk olan diyasporalar, din, dil, fenotip gibi etnik özelliklere göre ayırt edilirler. Ancak, diyasporalan etnik ya da dini azınlık­ lardan farklı kılan temel özellik, diyasporik topluluğun anayurda bağlantısıdır. Anayurtla ilişki ya bir anayurt tasavvuru diyasporik kimliği ayakta tutan temel unsurdur. Bu bağlantı ya da tasavvur yerel etnik kimliklerden diyaspora kimliğini farklı kılar. Anayurtla ilişki diyasporadan diyasporaya farklılık gösterir. (BUTLER, 2001). Diyaspora diye anılan topluluklarm anayurt dışmda birden fazla ülkeye yayılma nedenleri oldukça çeşididir. Birden fazla ülkeye yayılmakla birlikte ortak kültürel kimlik ve anayurt tasavvurunun paylaşımı, bu topluluklan bir arada ve dayanışma içerisinde tutar. Diyasporalar, anayurda bağlantıianna izafeten tamnırlar. Eğer anayurt sayılabilecek gerçek coğrafi bir mekan yok ise, bu bir tasavvur olarak sürdürülür. Anayurt bir toprak parçası olmaktan ziyade bir metafordur. Diyasporalar ulus-devlet olarak tanınınale ihtiyacmda değildir. Bir nüfus kategorisi olmalan hasebiyle, etno-milli bir topluluk şeklinde ve genellikle de azınlık konumunda varlıklarını devam ettirirler. Diyasporalan anayurttan ayrılmalan ya sürgün ya da gönüllü yayılma şeklinde olur. Ayrıldıkları ülkeyle bulunduklan ülkelerdeki statüleri genellikle değişken­ lik arzeder. (ANTHIAS,1998). Bir topluluk için diyaspora tabirini kullanırken, genelde şu özelliklerin öne çıktığını söyleyebiliriz. 1. Anayurttan birden fazla ülkeye yayılma, 2. Ev sahibi ülkede çoğunluğu teşkil eden toplumla ilişkilerde problemler yaşanması, ayrımcılık ve yabancı düşmanlığı gibi. *Sakarya Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi 43 3. lVIilli sınırlan aşan bir toplum duygusu. 4. Toplumun çoğunluğundan ayırt edilen etno-milli kültürel kimlik 5. D önülecek değil, geri dönülmesi mümkün olan bir ülkenin varlığı ya da ortak bir mitolojisi. 6. Birden fazla kuşağın ev ülkelerde yaşıyor olması. Her ya da etnik toplumun yaşadığı bir siyasi coğrafya mevcuttur. sadece etno-milli topluluklar olma özelliği göstermezler, aynı ulusaşırı topluluklardır, ait olduklan dahili yapısında değil, sınırlannın ötesinde yaşarlar (BUTLER, 2001). 2000'1i yıllarda Batı Avrupa ülkelerinde yaşayan Türk topluluklanm, biraz önce saydığım özellikler dikkate alındığında, diyaspora olarak tanımlamanın daha yerinde olacağı kanaatindeyim. Bugün sözünü ettiğimiz Türk diyasporası, Türkiye'nin de taraf olduğu uluslar arası antlaşmalar yoluyla gerçekleşen ülkeler arası emek hareketliliği sonucunda doğmuş.tur. Batı Avrupa'da Türk '-'v'u'"'"" bulunduğu başlıca ülkeler Almanya, Avusturya, Hollanda, BelFransa, Danimarka, Norveç ve İsveç'tir. Türk diyasporasının oluşum sürecine Batı Avrupa ülkelerine emek göçü, 1960'1ı yıllarda başlamış, I 973 yılmda Dünya petrol bunahnu sonucu, Avrupa ülkelerinin işçi alımlan duraksamaya uğramıştır. Başlangıçta yurt dışına genç, erkek ve bekar işçiler gitmekte iken, gidilen ülkelerde uzun müddet bulunmak durumunda kalınılması ve karşılaşılan birçok güçlük, evli işçilerin oranının yükselmesine 1977). Parçalanmış ailelerin birleştirilmesinin uygulamaya konulmasıyla birlikte, işçiler yakın akraba, eş ve çocuklarım yanlarına almışlardır. Genelde evlilik dış göçleri olumlu yönde etkilemiş, yurt dışında kahşırı zamanla sürekli hale gelmesiyle, geçicilik kalıcılığa dönüşmüştür. Aile göçüne dönüşen dış göç sayesinde göçmen işçilerden sonra ikinci ve üçüncü kuşak göçmen Türk nüfus kitlesi de Batı Avrupa ülkelerinde yerleşik hale gelmiş ve hemen hemen hayatının tamamını yurt dışında geçirmiş bir vatandaş tipi ortaya çıknuştır(ABADAN-UNAT, 2002). Bugün Batı Avrupa ülkelerinde yaşayan Türk diyasporasınm tahmini nüfusu 3.5- 4 milyon civarındadır. Türk işgücü göçünün geçicilikten kalıcılığa dönüşmesi, Türk göçmen ailelerine yönelik dışlanma ve aynmcılığı arttırmıştır. Diyasporanın oluşumundan itibaren karşı karşıya kalınan süreç, içice üç aşamalı bir süreçtir. 1. Aynıncılık ve yabancı düşmanlığı 2. Entegrasyon politikalan 3. Tanıma siyaseti Türk göçmen kitlesinin dışlanma, aynıncılık ve zaman zaman şiddete dönüşen yabancı düşmanlığı olgusuyla karşı karşıya kalmasmda en önemli etken, Batı A vmpah toplumların çoğunun dini ve etnik azınlıklarla bir arada yaşama tecrübesinin eksik olmasıdır. Bu olguyu takiben izlenilen entegrasyon politikalan da aynı etkenin izlerini taşır. Entegrasyon politikaları, göçmen kimlik de44 ğerlerini gözardı eden, sadece bir arada yaşamanın temel şartlarını oluşturma değil, yerli çoğunluğun değer ve normlarına uyumu öngören bir muhteva taşır­ lar, Diğer bir ifadeyle, bu politikalar, göçmen kimliğini çoğunluk toplumun kimliğiyle olabildiği ölçüde benzeştirmeyi amaçlarlar. Daha sonra gündeme gelen göçmen kimliğini tanıma siyaseti ise, dini alanda tanımayı öngörür ve entegrasyon politikalannın bir uzantısıdır. Bu tanıma siyaseti, Alman islamı, Fransız İsiarnı gibi ya da genelde A vmpa İslamı gibi tanımlamalara dayanır. Avrupa islamı, göçmenlerin dini inançlarını kendi dilleriyle değil, bir diliyle ifade etme ve aletarına imkanım vermekte, referans çerçevesi olarak da Avrupa'nın ortak değerlerini esas almaktadır. Tanman İslam, gelenek ve dini kültür mirasıyla bağı önemli ölçüde kesilmiş bir İslamdır. Avrupa Birliği'ne üye ülkeler, gelecekte muhtemel parçalanma ve çatış­ malann önüne geçebilmek ve Avrupa Birliği'nin sürekliliğini sağhyabilmek için bir Avrupa Kimliği inşa etme çabasmdadırlar. Avrupa Kimliği, kültürel farklılıklan yadsıyan değil, ortak değer ve haklar çerçevesinde katıhm ve paylaşımı esas alan daha kuşatıcı bir kimliktir. Hem oluşum hem de tartışma aşama­ sında olan Avrupa Kimliği, çok dilli ve çok kültürlü bir kimliktir. Bu kimlik tartışmalarında, göçmen toplulukların kimlik problemlerine henüz yeterince yer verilmediğini görmekteyiz. Batı Uygarlığının tarihi kültürel arkaplanının Greko-Latin kültürü ve Hristiyanhk oluşturur, ancak günümüz Avrupa Uygarhğının temel referans çerçevesi insan haklan ve demokrasidiL Müslüman diyasporalann varlığı Batının tarihi kültürel arkaplanı açısından bir gerilim kaynağı olurken, Batının temel referans çerçevesi bakımından ise nınmasında bir meşruiyet zemini oluşturur. Diyasporalan dışlayan bir Kimliği, bu referans çerçevesiyle tezat teşkil eder. Avrupa kimliği, çoğulculuk bağlammda insan haklan ve demokratik katılım üzerinde yükselirken, birleşen Avrupa'da "farklı olma hakkı" sadece yerli toplum ve topluluklar için değil, göçmen diyasporalar de geçerli olmak durumundadır. Avrupa vatandaşlığı ve Avrupa Birliği için geçerli ilke ve ölçüderin diyasporalara yönelik entegrasyon politikalarına da yansıması, göçmen topluluklarm en temel beklentisidiL Avrupa kimliğinin bir uzantısı olarak geliştirilen Avrupa vatandaşlığı söylemi iki temel boyuta sahiptir: Haklar ve kimlik - aidiyet. Haklar, bireyin n ve grup haklan olmak üzere iki ana kategoriye ayrılırken, kimlik-aidiyet boyutu ise, Avrupa kimliği ile A vmpa B irliği içerisinde yer alan milli ve etnik topluluklannın kimlikleri olmak üzere iki düzeyde ele alınır. Avrupa vatandaş­ lığının daha çok bir kültürel yurttaşlık olarak algılandığı ifade edilebilir. Kültürel yurttaşlığın temeli, bir topluluğun "farklı olma hakkına" sahip olmasına ve demokratik hayata katılırnma dayanır(DELGADO-MOREİRA, 1997). Yeni Avrupa Kimliği çerçevesinde göçmen topluluklannın kültürünün bir alaşım olarak değerlendirilmesi, gerçekte "farklı olma hakkım" göz ardı eden 45 bir yaklaşımdır(VASSAF,2002). Farklı olma hakkı, bir kültürel alaşım oluşsa dahi Avrupa Kimliği'nin dayandığı temel referans çerçevesi gereği tanınması gereken bir haktır. Gerçek bir alaşım, birbirine denk ve eşit seviyede gerçekleşir. Hakim kültür havzası içerisinde, farklı olma hakkına sınırlar konulmuş bir topluluğun, sonunda bu alaşım olma özelliğini de kaybetmesi ve hakim kültürün içinde erimesi mukadderdir. Avrupa'daki Müslüman diyasporalar, artık Avrupa Birliği'nin yadsıyamıyacağı bir gerçekliktir. Bu topluluklan Avrupa toplumlarmdan aynt edici özellikleri sadece dini inançları değil, aynı zamanda dilleri ve diğer etno-milli özellikleridir. Avrupa Birliği'ne üye bazı ülkelerin nüfuslan kadar Türkçe ve Arapça konuşan göçmen topluluklar bulunmaktadır. Bir Avrupa ülkesine vatandaşlık bağıyla bağlı oldukları halde, bugün için göçmen toplulukların kültürel kimliklerini ifade etme ve yeterli ölçüde kültürel tanınma imkanına kavuştuklanndan bahsedilemez. Bu şartlarda diğer Müslüman diyaspora topluluklannda olduğu gibi Türk diasporik kimliğinin gerçek anlamda inşası, göçmenlere yönelik entegrasyon politikalannda "farkh olma hakkının" tanınma derecesi ölçüsünde mümkün olabilecektir. Entegrasyon ve tanıma politikaları arasmda kalan diasporik Türk kimliğinin inşasında sivil alanın işlevselliğinin taşıdığı önem son derece büyüktür. Türk sivil kuruluşları, dini bilgi ve kültürün aktanmı, anadilin yeni kuşakla­ ra kazandırılması, anavatanla psikolojik bağın kuşaklar boyu sürdürülmesinde rol oynayacak bir tarih bilincinin oluşturulması hususlannda, işlevsel olabilmek için yeniden örgütlenme ihtiyacı ile karşı karşıyadır. Hem Avrupa Birliği'nin ortak değer ve normlannın göçmen topluluklar için de cari olabilmesi, hem de diasporik kimliğin inşası ve korunması açılanndan Türk sivil kuruluşlarına büyük görevler düşmektedir. Şu ana kadar söylenenlere ilave olarak bir hakkı teslim etmek bakımından son bir hususu belirtıneden geçemiyeceğim. O da, bu toplantının düzenlenmesinde payı olan Hollanda Türkevi Demeği'nin, Batı Avrupa'da bir Türk sivil kuruluşunun nasıl işlevsel olabileceğine cevap oluşturacak örnek faaliyetlerde bulunduğudur. KAYNAKLAR Anthias, "Evaluating Diyaspora: Beyond Ethnicity?" Sociology, Vol:32, No:3, 1998 Gündüz Vassaf, Daha Sesimizi Duyuramadık, Almanya'da Türk İşçi Çocukları, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2. Baskı, 2002. Juan M. Delgado-Moreira, "Cultural Citizenship and the Creation of European Identity" Electronic Journal of Sociolo gy, 1997. Kim D. Butler, Diyaspora: A Journal of Transnational Studies, 10:2, Ontario, 2001. Nerınin Abadan-Unat, Bitmeyen Göç, Bilgi Üniversitesi Yayınlan, 2. Baskı, 2002. Robin Cohen, Global Diyasporas: An Introdııction., USA: Routledge, 1987. Orhan Tiirkdoğan, Batı Almanya'da Köy Kalkmma Modelleri ve Türk İşçilerinin SosyoEkonomik Yapısı, Dede Korkut Yayınevi, İstanbul, 1977. 46 AVRUPA'DA KÜLTÜREL ÇOGULCULUK, GÖÇMENLER VE TÜRK TOPLUMU 1 Doç. Dr. Talip KÜÇÜKCAN* Giriş İsteğe bağlı veya zorunlu uluslararası insan göçü tarihin her döneminde rastlanan ve günümüzde de devam ederek sosyal, kültürel ve ekonomik deği­ şimlere neden olan yaygın bir olgudur. Savaş, sel, yangın ve deprem gibi felaketler, refah ve istihdam arayışı gibi ekonomik nedenler ile baskılardan kurtulma, düşünce ve fikir hürriyeti elde etme uğruna güvenli ve özgür bir ülke arayışı gibi siyasal nedenler geçmişte olduğu gibi günümüzde de nüfus hareketlerine ve göçlere neden olmaktadır2 . Göçlerin neden olduğu geniş çaplı ve derin değişim­ ler sosyolojik araştırmalarm en önemli konuları arasında yer almaktadır3 . Her ne kadar ulus devletlerin ortaya çıkışı ile bağımsızlık ve egemenliğin birer göstergesi olan sınırlar ortaya çıkmış ve nüfus hareketliliğinin önüne engeller örülmüş ise de yasal veya yasal olmayan yollardan çok sayıda insan sınırlan aşarak farklı ülkelere göçmüş, oraya yerleşmiş ve çoğunlukla da göç ettikleri ülke toplumlannın ayrılmaz bir parçası haline gelmişlerdir4 . Avrupa ülkeleri ve Amerika Birleşik Devletleri gelişmiş ülkeler olarak göçlerin başlıca merkezleri haline gelmiştir. Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa ülkelerindeki demokratik sivil kültür ve ekonomik gelişmişlik düzeyinin yarattığı refah ve istihdam imkanlan Bu bildirinin sunulması için katkıda bulunan Hollanda Türkevi Derneği'ne, Sayın Veyis Güngör'e ve kongreye ev sahipliği yapan Selçuk Üniversitesi Rektörlüğü'ne teşekkür ederim. * TDV İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM) 2 Küresel göç eğilimleri ve uluslararası göç sistemleri hakkında bkz. M. K Kritz, C. B. Keely ve S. M. Tomasi (eds.) Global Trends in Migration: Theory and Research on International Population Movements, New York: Staten Island; Kritz M. M., Lim. L. L. ve Zlotnik, H. (eds.) (1992) International Migratian System, A Global Approach, Oxford: Ciarendon Press. 3 Sosyolojik bir problem olarak göçün analizi hakkında bkz., Jansen, C. J. (1970) 'Migration; a sociological problem' in C. J. Jansen (ed.) Readings in the Sociology of Migration, London: Pergamon Press.; Nowotny, H. J. H. (1981) 'A sociological approach toward a general theory of migration' in M. M. Kritz, C. B. Keely ve S. M. Tomasi (eds.) GlobalTrendsin Migration, New York: Staten Island: 63-83. Göç teorileri hakkında kapsamlı bir tahlil için bkz. Massey, D. S., Arango, J., Hugo, G., Kouaouci, A., Pellegrino, A. ve Tayor, J. E. (1993) 'Theories of International Migration: A Review and Appraisal' Population and Development Review, Vol. 19, No. 3:431-466. 4 Ulus devlet göç ilişkisi, uluslararası göçlerin neden olduğu değişimler ve ulus devletlerin geliş­ tirdiği politikalar hakkında bkz., Joppke, C. (1999), Immigration and the Nation State, Oxford University Press, Oxford. 1 47 bir gerçeklik olan uluslararası Devletleri hem de UV>CHVHH oluşturdu- kimlikleriyle bu ülke"u''-'"''"' heterojenliği artırmış ve kimlikleözlemini ve bağlılığını da kaybetmeden, ülkelerinülkelerine göç süreci 1950 sonlan ve 1960'1arın devam etmiştir. 1973 yılındaki petrol krizine dayalı axuauıcı göç hareketini bir süreliğine kesintiye birlikte ;;ı'"d"""'u'-' dışanya göç hareketi ivme kazanarak devam sadece bir niyet olarak kalmış ve aile birTürk nüfusu her gittikçe artmıştır6 . Günümüzde fazla Türkiye kökenli insan yaşamaktadır. A vrupa'dageçmiş nüfusun bir çoğunluğu bulunduklan ülke statüsünü terk suretiyle bu ülkelerde yerleşik doğup büyüyen genç kuşaklar da eğitimlerini ülkesosyalleşmeye başlamaktadırlar. Annebu ülkelerin genç kuşaklann farklı kültürel sosyalleşmeleri kimlik' gelişimi açısından kaygılara neden olmaktadır. Ancak bu kayhaklı olduğunu, Avrupa'daki Türk gençlerinin gerçekten ne rel kimlik' eksenli sorunlar yaşayıp yaşamadıklannı değerlendirebilmek için Türk kültürel değerleri hakkında neler düşündükleri konusunda yeter ·~"~'""''"" araştırmalar yapıldığını söylemek zor görünmektedir. Bununla 5 6 7 Avrupa'ya göçler için bkz. Fassmann H. ve Münz, R. (eds.) European Migratian in the Late Twentietlı Century: Histarical Patterns, Acfual Trends and Social Implications, Aldershat Edward Elgar; Fassmann, H. ve Munz, R. (1994) 'Patterns and Trends of International in Western Europe' H. Fassmann veR. Münz (eds.) European Migratian in the Late Twentieth Century: Histarical Pattems, Actual Trends and Social lmplications, Aldershot: Edward Elgar: 3-34. Avrupa'ya Türk göçü bir çok çalışmanın konusu olmuştur. Bu konuda bkz. Abadan-Unat, N. (ed.) (1976), Turkish Workers in Europe /960-1975, A Socio-Econonıic Appraisal, E.J. Brill, Leiden; Abadan-Unat, N. (1985), 'Identity Crisis of Turkish Migrants, First and Second Generatioı1' in !lhan Basgoz ve Narman Furniss (eds.), Turkish Workers in Europe, Indiana University Press, B!oomington, 3-22; Beeley, B. (1983), Migration, The Turkish Case, Third World Studies, Case Study 8, The Open University Press, Milton Keynes, Paine, S. (1974), Exporting Workers: The Turkish Case, Cambridge University Press, Cambridge Martin, P. L. (1991), The Unfinished Story: Turkish Labour Migratian to Westem Europe, World Employment Programme, International Labour Office, Geneva. Geniş bilgi için bkz. Castles, S., Booth, H., & Wallace, T. (1987), Here For Good, Westenı Europe's New Etlınic Minorities, Pluto Press, London. 48 beraber son yıllarda Avrupa'daki Türk gençlerini konu alan sosyolojik ve antropolojik araştırmalarm ivme kazandığını da belirtmekte yarar vardır. 8 Avrupa' daki Türkler, Avrupa' daki göçmen topluluklar kadar Avrupa müslüman diyasporasımn da bir parçasıdır. Son zamanlarda müslüman diyasporası hakkında yapılan çalışmalann önemli bir bölümü Türklere ayrıl­ maktadır. Bu nedenle Avrupalı Türklerden bahsederken zaman zaman Avrupa müslümaniarına değinmek zorunlu görünmektedir. Bu nedenle bildiriye özellikle ll Eylül 2001 'deki talihsiz olaylardan sonra tekrar gündeme gelen ve hemen herkes tarafından tartışılan bir konu ve teori ile başlamaleta yarar görüyorum. Bu tartışmalar Avrupa' da 'öteki' olarak görülen Türkleri de yakından ilgilendirmektedir. Hatırlanacağı üzere ll Eylül olaylannın hemen ardından uygarlıklar çatışması tezi tekrar gündeme gelmiş, İslam dünyası ve Batı arasmda uygarlık temelli çatışma ve sürtüşmeler yaşanacağı iddia edilmiştir. Bu tartışmalar sürerken zaman zaman hem Avrupa' da hem de Amerika' daki müslüman azınlık guruplann bazı saldınlara uğradığı görülmüştür. Hatta İtalya başbakanı S. Berlusconi Hıristiyan uygarlık değerlerinin daha üstün olduğunu ve bu nedenle bu uygarlığın tekrar canlandırılması gerektiğini söylemişti. Bu türden bir yaklaşım kuşkusuz onlarca yıldır süren göç ve nüfus hareketleri ile çok kültürlü hale gelen dini, etnik, kültürel ve linguistik açından farklı guruplara ev sahipliği yapan Avrupa' da hoşgörü ve kültürel pluralizm açısından şaşırtıcı olmuştur. Türklerin ve diğer müslüman azınlık toplulukların Avrupa'daki geleceği­ ni değerlendirirken şu üç konuya değinmek gerekmektedir: I- Samuel Huntington'un medeniyetler çatışması çerçevesinde İslam dünyası ve Batı iliş­ kileri bağlamında Türk ve müslüman azınlıkların Batıdaki konumu ve geleceği; II- Göçmenlerin kimliklerindeki hangi dini, kültürel ve linguistik unsurların geliştirilmesi, hoş görülmesi veya bunlara karşı çıkılınası gerektiği sorusu çerçevesinde Türkler ve müslümanlada ilgili geliştirilmesi gereken politikalar; ve IIIAvrupa' da gelişmekte olan Euroİslam veya Avrupa İslamının sağlayacağı fırsat ve imkanların ve doğuıracağı sorunların bir değerlendirilmesi. IV. Avrupalı Türk gençliğinin yeni kimlik inşası. Şimdi sırasıyla bu konulan tek tek ele alarak tartışmaya devam edelim. I. Medeniyetler Çatışması: İsHim Dünyası ve Batı İlişkileri Samuel Huntington'un medeniyetler çatışması kuramındaki temel yanlış­ laıra zaman zaman işaret edilmiş ve özellikle İslam dünyasının monolitik, yekpaH Kağıtçıbaşı, ç. (1987), 'Alienation of the Outsider: The Plight of Migrants', /ntemational Migration, Vol., XXV, No.2: 195-209; Van Der Lans, 1 & Rooijakers, M. (1996), 'Ethnic Identity and Cultural Orientation of Second Generatian Turkish Muslim Migrants' in W. A. R. Shadid & P. S. van oningsveld (eds.), Political Participation and Identities of Muslims in nonMuslim States, Kok Pharos, Kampen: 174-189. 49 re ve statik biçimde algılanması eleştirilmiştir. Batı uygarlığı ve İsH!m arasında­ ki ilişkilere değinirken sadece çatışma ve sürtüşme değil aynı zamanda bilim, felsefe, sanat ve kültür alanlannda her iki uygarlığın birbiriden yararlandığmı da göz önünde bulundurmak gerekir. Uygarlıklar çatışması tezinin eleştirisi ile ilgili olarak bu noktada Prof. James Kurth'un uygarlıklar çatışması konusundaki görüşlerinin dile getirilmesi yararlı olacaktır. Bilindiği üzere Amerikalı siyaset bilimci Samuel P. Huntington'un politikacılardan strateji uzmanlarına, tarihçilerden günlük gazetelerin köşe yazariarına varıncaya kadar geniş bir kesimin ilgiyle okuduğu Medeniyet/er Çatışması 9 başlığıyla yayınlanan makalesinde ortaya sürdüğü fikirler hala tartışılmaya devam ediyor. Huntington'un medeniyetler çatışması tezinin bu kadar yankı yapmasının nedeni hiç şüphesiz, makalede tartışılan fikirlerin yakın gelecekte uluslararası politikadaki en ciddi çatışmalarm ne türden olacağı sorusuna kapsamlı bir cevap niteliği taşımasından kaynaklanıyor. Huntington'un ortaya attığı kavramsal çerçeve siyaset bilimcileri arasında ciddi tartışma ve hatta sürtüşmelere de zemin hazırladı. Bu tartışmalara katılan Profesör James Kurth, Huntington'un ileri sürdüğü çatışma tezini farkh açıdan değer­ lendirerek yeni bir tartışma başlattı. Amerikalı siyaset bilimi profesörü James Kurth, "Gerçek Çatışma" 10 başlığı ile yayınladığı makalesinde medeniyetler arası çatışma tezine karşı çıkıyor ve medeniyet içi çatışma tezini öne sürüyor. Kurth' a göre gerçek çatışma Huntington'un iddia ettiği gibi Batı medeniyeti ile diğer medeniyetler arasında ve özellikle İslam ve Konfüçyüs medeniyetlerin oluşturacağı ittifak arasında değil, bizatihi Batı medeniyetinin kendi içerisinde ve bassaten bu medeniyetin günümüzdeki merkezi gücünü oluşturan Amerika Birleşik Devletleri'nde yaşanacaktır. Amerikalı siyaset bilimci Kurth'a göre, Batı medeniyeti ile İslam medeniyeti arasında bir uygarlık çatışmasının yaşanınası pek mümkün görünmüyor. Çünkü günümüzde İslam medeniyetini temsil eden güçlü bir ülke ya da imparatorluk mevcut değil. Geçmişte bu medeniyeti temsil eden Osmanlı İmparatorlu­ ğu gibi büyük bir güç vardı. Ancak İslam dünyasının büyük bir çoğunluğunu temsil eden bu mümessil süper güç birinci dünya savaşından mağlup olarak çı­ kınca, İslam dünyası birbirleriyle iktidar kavgasına düşüveren küçük parçalara bölündü. Yani İslam dünyasının siyasi ve ekonomik birliğini sağlayıp dış dünyaya karşı İslam dünyasım temsil edecek güç parçalandı ve merkeziliğini yitirdi. Bir başka ifade ile Batı medeniyetine rakip olabilecek ve bu merkezden kaynaklanan dayatmalara karşı koyabilecek ciddi bir muhalif güç yok günümüzde. Şimdi İslam dünyasına şöyle bir göz atalım. Acaba Batı medeniyetini temsil eden güç odaklannın çıkarlarına zarar verebilecek, ekonomik ve siyasi 9 10 Samuel P. Huntington, (1993), 'Clash of Civilisations', Foreign Affairs, (Summer, sh. 24-49) James Kurth, (1993), 'Real Clash', The National Int e rest, (Number 37, sh. 3-15) 50 yaptırımlarına dur diyebilecek bir İslam ülkesi var mi? İslam dünyasını temsil etme anlaınında liderliğe aday ülkeler arasında İran, Mısır, Türkiye, Pakistan ve Endonezya ilk akla gelen potansiyel ülkeler. Iran, Şii kelamı ve kuvvetli etnik kimliği ile kendisini diğer İslam ülkelerinden soyutlamak suretiyle bu şansım kaybetmiş görünüyor. Saydığıınız diğer ülkelere gelince; bu ülke toplumlannın İslam'afarklı yaklaşımları, ülkede hakim olan siyasi gelenek ne Batı ne de Doğu medeniyetlerine alternatif bir politika oluşturma peşinde. Bundan çıkacak sonuç şudur: İslam bir medeniyet olarak var olmaya devam edecektir ancak bu varlı­ ğını İslam dünyasının dış politikasını, bu medeniyetin ilke ve gereklerine göre uluslararası platformda temsil edecek güçlü bir imparatorluk veya lider ülkeden yoksun olarak sürdürecektir. Bu da şu demektir: İslam dünyası ile Batı arasında nükleer savaş veya konvansiyonel silahlarm kullanıldığı cinsten çok ciddi bir çatışma olmayacaktır. Çünkü İslam dünyasının şu andaki durumuyla bir muhalefet veya rakip olması söz konusu değil. H. Avrupa'da Türk ve Müslüman Azınlıkların Kültürel Kimlikleri= nin Yeniden Üretimi, Tamnınası ve Geliştirilmesi İçin Gereken Politik Adımlar Avrupa'da, 3,5 milyonu Türk olmak üzere, sayılan 7-8 milyon arasmda 11 olduğu tahmin edilen çok sayıda müslüman yaşamaktadır • Bu noktada zaman zaman şöyle bir soru sorulmaktadır: "Türk ve müslüman göçmenlerin kimliklerindeki hangi dini, kültürel ve linguistik unsurlar geliştirilmeli, hoş görülmeli veya bunlardan hangilerine karşı çıkılmalıdır?" Böyle bir sorunun arkasında Türk ve müslüman kimliklerin, değerlerin ve dini aidiyetlerin tanınması gerektiği fikri kadar bütün bunların ancak ev sahibi ülke şartlarına uygun olması, yerel değerlerle çatışmaması ve bir anlamda topluma uyum sağlamaya engel unsurların ortadan kaldırılmasıyla mümkün olacağı fikri yatmaktadır. Bu nedenle de hem Türkler ve müslümanlara hem de içinde yaşadıkları topluma bazı görevler düşmektedir. Yani bu sorunun temelde iki muhatabı vardır. Biri Türkler ve 11 Avrupa'daki müslümanlar hakkında detaylı bilgi için bkz. S. Vertovec S. ve C. Peach (eds.) (1997), Islam in Euro pe, The Politics of Religion and Commwıity, London: Macınillan Press; J. Nielsen, (1992), Muslimsin Western Europe, Edinburgh: Edinburgh University Press; B. Lewis ve D. Schnapper (eds.) (1994), Muslims in Europe, London: Pinter; G. Nonneman, T. Niblock ve B. Sjazkowski (eds.) (1996), Muslim Conımunities in the New Europe, Reading: Ithaca Press; Giles Kepel (1997), Allah in the West, Oxford: Polity Press; Jan Rath ve diğerleri (eds.) (2001 ), Western Euro pe and !ts Islam, Leiden: El Brili; Tomas Gerholm ve Yngve George Lithman, (eds.) (1988) The new lslamic presence in Westem Europe, London: Manseli Publishing. 51 müslümanlar diğeri ise göçmen olarak gidip yerleştikleri ülke devleti ve toplumudur. Hemen belirtmek gerekir ki müslüman topluluklar ve İslamiyetin yekpare bir yapı olarak algılanmaması gerekir. Bugün bazı Batı medya organlarında bir İslamophobia (İslam korkusu) yayılmakta ve müslümanlar şiddet yanlısı, Avrupa'nın refah sistemini tehdit eden bir gurup olarak algılanmaktadır. Aşm uçtaki guruplardan hareketle ya da şiddet olayianna kanşan bazı marjinal oluşumlar yüzünden müslümanlarm bir tehdit olarak algılanması ve İslam korkusu duygusu yayılması hem uyum sürecini olumsuz etkiler hem de müslümanlan hedef alan ayrımcılık ve dışlanma dürtülerini güçlendirir. Bu nedenle Türkler ve müslümanların kendi içindeki farkhklarm bilinmesi ve genellemeler yapılma­ ması gerekir. Batıda yaşayan Türkler ve müslümanlarm en temel sorunlanndan birisi içinde yaşadıklan ülkelerde onları temsil eden bir şemsiye ya da üst kurumun olmayışı ve böyle kurum oluşturmalan talepleriyle karşılaşmalarıdır. İslamın yapısında diğer bazı dinlerde olduğu gibi ruhhan sınıfı veya hiyerarşik bir yapı olmadığı için bütün müslümanlan temsil edebilecek kilise benzeri bir yapı veya kurum oluşmamıştır. Bu nedenle Batıdaki yetkililer ve ilgili kurumlar müslümanları ilgilendiren konularda gerektiğinde müzakere edebilmek için tek bir temsilci kurum arayışlarına cevap bulamamaktadır. En azından yakın bir gelecekte böyle bir kurumsal yapının oluşması zor görünmektedir. Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki, Türkler ve müslümanlar arasındaki farkhklar düşünsel zenginliğin bir yansımasıdır. Bu nedenle çoğulcu bir anlayış ve kurumsallaşma­ ya giden müslümanları tek çatı altında toplamak demokratik görünmemektedir. Son zamanlarda Fransa gibi bazı ülkelerde böyle bir eğilimin oluşması resmi makamlar tarafından desteklenmekte ancak bu müslümanlar arasmda bazı sürtüşmelere neden olmaktadır. Batı, Türkleri ve müslümanlan şimdiye kadar ürettikleri ve yaşattıkları çoğulcu yapıyla kabullenmelidir. Türk ve müslüman azınlıklarm topluma entegre olabilmeleri ve uyum sağlamaları için Avrupa'nın temel değerlerini benimsernesi gerektiğini ifade edilmektedir. Kuşkusuz Türkler ve müslümanlar yaşadıkları toplumla sürtüşme içinde değil, uyum ve barış içinde olmanın yollarını aramalıdır. Zaten bu toplumlarda doğup büyüyen genç kuşaklar devlet okullarında aldıkları eğitimin bir etkisi sonucu yaşadıklan toplumun temel değerlerini tanımakta ve içselleştir­ mektedir. Ancak burada uyum ile asimilasyon arasındaki farka da işaret etmekte yarar vardır. Avrupa artık çok din li, din li ve kültürlü bir yapı kazanmıştır. Avrupalıların da İslam tammaları ve müslümanların dini ve ahlaki değerlerine saygı göstermeleri gerekir. Batılı toplumlarının, artık aralannda yaşayan Türkleri ve müslümanlan geçici guruplar olarak değil o ülkelerde yerleşik ve kalıcı vatandaşlar olarak kabul etmeyip sadece Türkler ve müslümanlardan uyum sağ­ lama uğruna hep Batı değerlerini kabullenmelerini beklemeleri, gerçekçi görünmemektedir. Ashna bakılırsa Avrupa'daki Türk ve müslüman varlığı Batı 52 ülkelerinin çağımızda karşı karşıya kaldığı en büyük hoşgörü ve çoğulculuk testlerinden biridir. Bu bağlamda bağnaz, aşırı uçtaki şiddet yanlısı bazı grupların Türkleri ve müslümanları temsil etmediğini ve Türkler aleyhine oluşturulan olumsuz kalıp yargılara katkıda bulunduğunu, bu nedenle de Avrupalı Türklerin bu guruplan ılıruh ve demokratik bir dönüşüme zorlamalan gerektiğini belirtmekte yarar vardır. Toplumsal eşitlik ve barışın sağlanabilmesi için Avrupa' daki devletlerin Hıristiyanlık ev Yahudilik gibi İsıtirniyeti de resmen bir din olarak tammaları gerekmektedir. Bir çok hakların elde edilmesi ancak yasalar karşısında eşit konumda olmakla mümkündür. Bu nedenle müslümanların da birçok alanda kamusal fonlardan yararlanmalan ve kurumsallaşma sürecinde diğer din mensuplarının yararlandığı bazı ayrıcalıklardan yararlanması demokrasinin ve insan 12 haklarının bir gereğidir • İslamiyetin resmi bir din olarak tanınması hem Türklerin dışlanma psikolojini azaltacak hem de geniş halk kitleleri nezrinde İslamın varlığına yasal bir zemin hazırlayacaktır. Ayrıca böyle bir gelişme kamu okullarında her kesimden öğrencinin İslam hakkında daha fazla ve daha doğru bilgiler almasına kapı aralayacaktır. Böylece Türkler ve müslümanlara ilişkin önyargıla­ rın yerini bu dini ve mensuplarını doğrudan tanımaya dayanan görüşler alacaktır. Avrupa ülkelerinin din-devlet ilişkisi bağlarnındaki tarihsel deneyimi ve siyasal kültürü farklı olduğu için din ve dini kurumlara ilişkin politikaları farklılık arz ermektedir. Ancak genel bir değerlendirme yapıldığında devletin din ve dini kurumlara düşmanca bakmadığı görülecektir. Örneğin Almanya anayasası kiliseyi bir kurum olarak tanımış ve bu kurumun varlığını sürdürebilmesi için "kilise üyeliği vergisi" şeklinde adlandırabi­ leceğiz bir vergi türü ihdas edilmesine zemin hazırlamıştır. Buna göre kiliseye üye olan ve sunduğu hizmetlerden yararlanmak isteyen müminlerin gelirlerinden yüzde 8 ila 9 oranında vergi kesintisi yapılmaktır. Ülkedeki Hıristiyan kiliselerin bu vergilere dayalı yıllık gelir toplamı yılda 8-9 milyar Euro'ya tekabül etmektedir. Ayrıca Almanya da devlet okullannda öğrenci velilerinin istemesi durumunda kendi mezheplerine dayalı din eğitimi verilmektedir. Okul bu tür bir eğitimin alt yapısını (smıf,malzeme ve materyal) hazırlamakla görevlidir. Din eğitimini vermek üzere de resmi olarak tamnan ve bu görev kendisine tevdi edilen bir kilise görevlisi/öğretmeni devlet okulunda din öğretimi yürütmektedir. 12 Avrupa'da İslamın yasal konumu hakkında bkz. W. A. R. Shadid ve P. S. van Koningsveld (eds) ( 1995), Religious Freedam and the Position of Isianı in Western Europe, Opportıuıities and Obstacles in the Acquisition of Equal Riglıts, Kampen: Kok Pharos; W. A. R. Shadid ve P. S. van Koningsveld (eds.) (1996), Muslimsin the Margin, Political Respanses to the Presence of Islam in Western Europe, Kaınpen: Kok Pharos; S. Ferrari ve A. Bradney (eds.) (2000), Islam and European Lega/ Systenıs, Aldershot: Ashgate. 53 İngiltere' de de kilise resmen tamnan bir kuruluştur. Devletin en üst hiyeyani kralikraliçe aynı zamanda kilisenin de yasal olarak lideri/başı konumundadır. Günümüz İngiltere'sinde de bu uygulama sürdürülmektedir. Şu anda Kraliçe Elizabeth aynı zamanda Anglikan Kilisesi'nin de başında bulunmaktadır. Hem Almanya hem de İngiltere' deki bu durum dini kurumlara kamusal fondan aktanm yapmayan Fransa' dan farklı bir modernleş­ me/sekülerleşme deneyimi olduğu göstermekte ve her iki ülkede de dinin kurumsallaşmasına zaman zaman dalaylı zaman zaman da doğrudan katkıda bulunulduğunu göstermektedir. İngiltere'yi diğer ülkelerden ayrı kılan bir başka özelliği de bu ülkede 1988 Eğitim Reform Yasası ile devlet okullannda Hıristiyanlık ağırlıklı din eği­ timin verilerneye başlanmasıdır. Bu yasa aynı zamanda ilk ve orta dereceli tüm devlet okullannda topluca dua edilmesi ve ayin yapılması koşulunu da getirmiş­ tir. İngiltere'nin bu özelliği ile kamu okullarmda din eğitimi verilmesine ve dini sembollerin sergilenmesine izin verilmeyen Fransa'dan büyük ölçüde farklı bir modernleşme/sekülerleşme deneyimine sahip olduğunu göstermektedir. İngilte­ re' de diğer birçok Batı Avrupa ülkesinde olduğu gibi kiliselere ait binlerce ilk ve orta dereceli okul bulunmaktadır. Yönetimi ve mülkiyeti kiliseler ait bu okullann giderlerinin yüzde 80'i kamu bütçesinden karşılanmaktadır. Bu veriler göstermektedir ki birçok Avrupa ülkesinde Hıristiyanlık kolektif kimlik kaynaklarından biri olarak hala öneminin korumaktadır. Türkler ve İslam hakkında doğru bilgilendirme sadece eğitim kurumlarında değil, medya organlarında da yer almalıdır. Günümüz Avrupa toplumlarında müslümanlara ilişkin kalıp yargılarm ve olumsuz imajların oluşmasında medya çok kapsamlı bir rol oynamaktadır. Türkler ve İslamiyet hakkındaki olumsuz haberlerin medyada sürekli yer alması uyum ve entegrasyon yolundaki en büyük engellerden biridir. Çünkü sürekli olumsuz bilgilendirmeye daya bilgiler zamanla önyargıların pekişınesine ve hatta şiddete başvurulmasına kadar uzanan etkiler yapmaktadır. ll Eylül saldırılarmdan sonra medyada çıkan haberler bazı müslümaniann hedef seçilmesine ve gerginliğin tırmanmasına neden olmuştur. Bu nedenle medya Türkler, müslümanlar ve İslam hakkında haberler yaparken daha sorumlu davranmahdır. rarşisindeki kişi Son yıllarda Batı ülkelerinde aşırı milliyetçiğİn ve ırkçı akımlarm güç- lendiği görülmektedir. Almanya'da dazlaklar, İngiltere'de British National Avusturya' da Haidar' ın partisini iktidara yaklaştıran ırkçı eğilimler, diğer yabancı ülke kökenlilerle birlikte müslüman 13 toplulukları da hedef almaktadır . Daha ikinci dünya savaşı sırasındaki Mu se vi Party, Fransa' da Le Pen ve 13 taraftarları, Avrupa'daki ırkçı akımlar hakkında geniş bilgi için bkz. J. Solomos, ve J. Wrench, J. (1993) 'Race and racism in Contemporary Europe' in John Wrench ve John Solomos (eds.) Racism and Migratian in Western Europe, Oxford: Berg, sh. 3-16; P. Weil (1991) 'Immigration and the Ri se of Racism in France: The Contradictions in Mitterand's Policies' Frene h Politics and 54 katliamı hafızalarda canlılığını korurken Avrupa'da bu yüzyılda böylesine aşırı ciddi bir kaygı ve tedirginlik kaynağıdır. Bu nedenle söz konusu akımlarm yasal yollardan etkisiz hale getirilmeleri gerekmektedir. Aksi takdirde sosyal ve siyasal barışın sağlandığı uyumlu bir toplum yaşamına ulaşılması mümkün değildir. Bu akımlar bütün azınlıklan ve müslümanları her türlü olumsuz gelişmenin sorumlusu sayarak kamuoyunu yanıltmakta ve azın­ lıkları hedef olarak göstermektedir. Almanya' da ırkçı dazlaklann Türkleri hedef aldığı bilinmektedir. Bu tür akımlarm yasal yollardan etkin biçimde etkisiz hale getirilememesi durumunda dazların geçmişte olduğu gibi gelecekte de şiddete başvurarak toplumsal uyumu bozmaları muhtemeldir. Avrupa' daki Türkler ve müslümanlar açısından işaret edilmesi gerektiği­ 14 ni düşündüğüm temel sorunlardan birisi de "vatandaşlık" meselesidir . Unutulmamalıdır ki yıllardır Batı ülkelerinde yaşayan Türkler ve müslümanlarm bulunduklan ülke vatandaşiıkianna geçmede önlerine ciddi engeller çıkarılmış­ tır. Bu da Türkler ve müslümanlarm kısmen dışianmışlık duygusu içinde kendi gettolanm yaratmalarma katkıda bulunmuştur. Ayrıca vatandaş olamayanlar ne oy verebilmekte ne de ülkenin siyasal ve kamusal yaşamma aktif olarak katıla­ bilmektedir. Kültürel duvarların da örülmesine neden olan vatandaşlıkla ilgili sorunların bir an önce ortadan kaldırılması, vatandaşlığa geçişin kolaylaştırıl­ ması ve çifte vatandaşlığın kabul edilmesi entegrasyon ve uyum sürecinin hız­ landınlmasma katkıda bulunacaktır. Türklerin siyasal temsilleri de bu bağlamda önem kazanmaktadır. Son yıllarda genç kuşak Türklerden az sayıda da olsa siyasal yaşama 15 katılan bireylerin olduğunu görmek sevindirici olmakla birlikte sayısal anlamda bu katılım yetersiz kalmaktadır. Mevcut partilerin ülkedeki azınlıklara kapılarını daha geniş aralamaları gerekmektedir. Eşitsizliklerin ve aynıncı politikalarm temelinde kısmen önyargılar kısmen de vatandaşlıkla ilgili dışlayıcı ya da vatandaşlığı zorlaştıncı yasalar yer almaktadır. Bütün bunlar ortadan kaldınlmadıkça farklı topluluklarm barış içinde yaşamalan otdukça zordur. A vrupah Türklerin kamusal yaşamda yeterince temsil edilmediği ve aynmcı politikalarm kurbanı olduğu bir gerçektir. Örneğin Türkler ve müslüman eğilimlerin yükselişi Society, (Vol. 9, No. 3-4: sh. 82-100); A. G. Hargreaves ve J. Leaman, (1995), 'Racism in Contemporary Europe: An Overview' in A. G. Hargreaves and J. Leaman (eds.) Racism, Etlınicity and Politics in Contemporary Europe, Aldershot: Edward Elgar, sh. 3-30. 14 Vatandaşlık hakkındaki tartışmalar için bkz. R. Brubaker, (1992), Citizenslıip and Nationlıood in France and Germany, Cambridge, Massachusetts: Harvard University Press. Jeff Spinner (1996) The Boundaries of Citizenslıip : race, etlınicity, and nationality in the liberal s tate, Baltimore: The Johns Hopkins University; Michael Dunne ve Tiziano Bonazzi (eds.) (1995) Citizenship and Riglıts in Multicultural Societies, Keele: Keele University. 15 Müslümanların siyasal hayata katılımı hakkında bkz. W. A. R. Shadid ve P. S. van Koningsveld (eds) (1996), Political Participation and Identities of Muslims in non-Muslim States, Kampen: Ko k Pharos 55 guruplar arasmda işsizlik oranlan daha fazladır. Üst düzey devlet görevlerinde bulunan Türk sayısı yok denecek kadar azdır. Türklerin yoğun yaşadıklan bölgelerdeki kamu okullannda eğitim kalitesi daha düşük, suç işlemeye teşvik edici ortamlar daha fazladır. Türklerin ve müslüman azınlıklarm uyum ve entegrasyonu için bu tür aynıncı politikalan engelleyecek yapısal reformların başlahl­ ması gerekir. HI. Avrupa Müslümanhğı: Euroİslam veya Avmpa İsHimı Sosyolog ve antropologlann üzerinde önemle durmaya başladığı günümüz Avrupa'sındaki bir başka gelişme ise Euroİslam adıyla literatüre geçmeye başlayan Avrupa İsHimı kavramı ve oluşumudur. Bazı gözlemcilere göre A vrupa' da doğup büyüyen müslümanlar arasında yeni bir İslam anlayışı gelişmekte­ dir. Bunlar iddialarını çeşitli guruplardan bağımsız olarak açılmaya başlayan camiler ve bazı gençler arasındaki yayılmakta olan fikirlere ilişkin gözlemlerine dayandırmaktadır. İ ddiaya göre oluşum sürecindeki Avrupa İsHimı daha liberal özellikler taşımaktadır. Bunun dışmda da Ne var ki Avrupa İslamını tanımlaya­ cak ya da içeriğini anlatacak bir açıklama yapılmamaktadır. Kuşkusuz A vrupa' da doğup büyüyen, bu ülke okullannda eğitim gören, bu ülke şartlannda sosyalleşen ve kimlik inşa eden müslüman topluluklara mensup gençlerin annebabalarından daha farklı bir din anlayışı geliştirmeleri doğaldır. Ancak bu anlayış farklılığını Avrupa İsiarnı biçiminde tanımlamak ve bu tanıma sadece liberal bazı anlamlar yüklemek biraz abartılı bir anlatım gibi gözükmektedir. Yeni bir İslam anlayışı inşası için öncelikle sağlam bir eğitim temelinin bulunması, ana kaynaklara erişimin sorunsuz olması ve hepsinde de öte yeni bir anlayış gelişti­ recek derinlikte kültürel birikim ve entelektüel sermayenin kazanılmış olması gerekir. Batıdaki müslüman toplulukların ne eğitim ne de bilgi derinliği açısın­ dan böyle bir sermaye birikimine sahip olduğunu söylemek için henüz çok erken. Avrupalı müslümanlar kendi entelektüellerini, fikri geleneklerini oluştur­ madan yeni bir İslam anlayışı geliştirmeleri mümkün değildir. Bugün bazıları­ nın Avrupa İsiarnı olarak tanımladıkları ıhmlı ve liberal İslam anlayışı sadece Avrupa' da değil Türkiye de dahil zaten bir çok İslam ülkesinde kendisine yer bulmaktadır. Avrupa islamı diye farklı bir anlayışın oluşabilmesi için Avrupa ülkelerinde yaşayan müslümanlarm fikri açıdan özgürleşmesi ve geldikleri ülke geleneklerini eleştirel bir şekilde değerlendirebilecek felsefi yeterlilik ve bağımsız­ lık düzeyine ulaşmış olmalan gerekir. Böyle bir özgürleşme olmadan yeni fikirlerin üretilmesi mümkün olmayacaktır. Bugün Batı ülkelerindeki müslüman topluluklar arasındaki İslami hareketlere bakıldığında şöyle bir manzara ile karşılaşılır. Batıdaki yaygın İslami hareketler ve guruplar gelinen ülkelerdeki hareket ve guruplann damgasını taşımaktadır. Bu anlamda Avrupa' da ortaya çıkan 56 ve buraya özgü hareketlerin varlığından değil, çeşitli İslam ülkelerinde ve Avrupa' daki müslümanlar arasmda yayılmış hareketlerden söz etmek mümkündür. Bu hareketler hala müslümanlar arasında etkili olurken yeni bir Avrupa İsiarnı anlayışının geliştiğini söylemek sosyolojik verilerle çelişmekte­ dir. Bildirinin başlannda da belirtildiği gibi günümüzde farklı İslam anlayışlan vardır. Kuşkusuz İslamın anlaşılması ve yorumlanması coğrafi bölge farklılıkla­ rından, içinde bulunulan zaman dilimleri ile siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik şartlardan etkilenmektedir. Bu bağlamda Avrupalı müslümanların da kendi inançlarına ilişkin yeni anlayışlar geliştirmesi kadar meşru ve doğal bir olamaz. Ancak böylesine bir süreç aynı zamanda ciddi bir entelektüel sermayeyi gerektirir. çıkmış IV, Türk Kendilerini daha çok Avrupalı gören diyaspora gençleri aile, dil, kültür ve cins~llik konularında önceki kuşağa oranla farklı bir anlayış geliştirmekte ve geleneksel kültürel kimliğin yeniden üretimi sürecinde yaşadıklan toplumun baskın değerlerinden de etkilenmektedirler. Bir takım kültürel değerlere yaklaşunları ve bu değerlere yükledikleri anlam gittikçe değişmektedir. Bu değişime paralel olarak kuşaklar arası sürtüşmeler yaşanmakta ve gençler kimliksel konumlarını tekrar tanımlamaya çalışmaktadır. Her ne kadar kendilerini Batılı kabul etseler de diyasporadaki Türk gençleri anne-babalarından tevarüs ettikleri değerlere tamamen sırt çevİrınernekte ve sürtüşmeden arınmış bir aile yaşantısı özlemi çekmektedir. Türkçe, Türk kültürü ve ailedeki sıcak ilişki ortarnını sevrnelerine rağmen farklı bir ortamda sosyalleştikleri için bulundukları ortamın baskın kültürel değerlerini de benimseme yolunu seçmektedirler. Bunun da ötesinde Avrupa'daki Türk gençleri hyphenated (tireli) kimlik de denilen 16 Britanyalı-Türk, Alman-Türk, Fransız­ Türk vb. biçimlerde tanımlanan yeni bir melez (hybrid) Türk kimliğini temsil etmektedirler. Diyasporadaki Türk gençliği geleceğini Avrupa'da görmekte ve gerek İngiltere'deki gerekse diğer Avrupa ülkelerindeki Türk gençleri yeniden tanımlanmış 'kültürel kimliklerini' koruyarak içinde bulundukları toplumla sürtüşmeden uzak bir yaşam sürrne rnekanizması kurmaya çalışmaktadır. Phinney'in 17 deyişiyle bu gençler aynı zamanda çoğul aidiyet ya da birden fazla grupla özdeşleşme süreci yaşamaktadırlar. 1 " 17 Caglar, A. (1998), "Hyphenated identities and the Limits of 'Culture' " in Tariq Madood ve Pnina Werbner (Eds.), The Politics of Multiculturalism in New Europe, Zed Books, London: I 69- I 85. Phinney, J. S. (1993a) 'Multiple Group Identities', in Jane Kroger (ed.) Discussions on Ego ldentity, Hillside, New Jersey: Lawrence Erlbaum Associates: 47-74. 57 Diyasporadaki Türk gençliği kimlik duygusu edinirken bir taraftan geleneksel değerlere yaslanmakta, gelenek ve kültürel değerlere yeni yorumlar ve yeni anlamlar ekleyerek zenginleştirmekte, diğer yandan da Avrupa toplumlannın yaygın özelliği olan kültürel çoğulculuk ve heterojenliğinden yararlanmaktadır. Farklı sosyalleşme ortamları ve kimlik kaynaklan zaman zaman sürtüşmelere ve gerilimiere neden olsa da gençler, hem aileden aktanlan hem de mensup olduklan toplumsal değerleri bir arada yaşatmanın yollarını arama~flırtru"ğerler de gençlerin çoğunlukla kabul ettikleri ve benimsediideri kimlik referanslan arasında yer almaktadır. Araştırmalarımiz diyasporadaki Türk gençlerinin büyük çoğunluğunun din ve Tanrı inancına sahip olduklannı göstermekle beraber özellikle dini bilgilerinin son derece zayıf olduğunu ortaya koymaktadır. Yeterince dini bilgi donamını bulunmayan gençlerin çoğu temel dini ibadetleri yerine getirmemekte veya getirmek istese de bunu nasıl yapacağım bilmediği için dini ritüellerden uzak durmaktadır. Araştırma sonuçlarından anlaşıldığı üzere aile ve çevresel şartlar dini inançların aktanınında birincil derecede önemli rol oynamaktadır. Ancak medya ve kamuoyundaki İslam ile ilgili yanlış ve olumsuz imajlar gençlerin İsiama bakışını olumsuz etkilemektedir. Bu nedenle bazı gençlerin kurumsaliorganize dinden soğuduklan görülmektedir. Gençler dini bilgiler edinme konusunda da ciddi sorunlarla karşılaşmaktadır. Okullarda İslam ile ilgili bilgilerin yüzeysel oluşu yanında camilerdeki din eği­ timi yöntem ve içeriklerinin gençlerin ilgisini çekecek nitelikte olmayışı, görevlilerin çoğunun gençlerin yaşadıklan ortamdan kopuk olmalanndan kaynaklanan iletişim sorunları ve onların anlayacağı seviyede ve dilde yazılı kaynaklarm yetersizliği gençlerin dini bilgilere ulaşmasını engellemektedir. Bu gözlemler ışığında Türk gençleri arasında sembolik bir dindarlığın geliştiğini söylemek mümkündür. Yani gençlerin büyük bir çoğunluğu inançlı ancak inançlarına ilişkin bilgileri çok zayıf ve yüzeysel. Diğer taraftan gençler kendilerini müslüman olarak tanımlamalarına rağmen inançlannın gerektirdiği dini pratikleri yeterli şekilde ve düzenli olarak yerine getirmemektedir. Dini inançlar gençler için gittikçe sembolik anlam kazanan bir kimlik referansında dönüşmektedir. Sonuç Yukarıdaki tartışmalarm gibi demografik dokuyu değiştiren, toplumsal ve kültürel heterojenliği artıran ve kültürler arası iletişimin kurulmasına neden olan uluslararası göç evrensel ve yaygın bir fenomendir. Nedeni ister siyasal, ister ekonomik ister de çeşitli beklenmedik olaylar ve felaketler olsun sınır ötesi göçler, yarattıkları kapsamlı değişimlerden dolayı sosyolojinin önemli araştırma ve tartışma konulanndan biri olmaya devam edecektir. Ortaya çıkan şartların zorlaması ile zaman zaman ivme kazanan zaman zaman ise durağan bir 58 da gösterdiği nitelik gösteren ama nerdeyse kesintisiz devam eden göçler sonucunca Avrupa ülkeleri ve Amerika Birleşik Devletleri çok kültürlü toplumlar haline dönüş­ müştür. Göçlerin bu dönüştürücü etkisi nedeniyle toplumsal yapıda meydana gelen değişimler bir taraftan yeni kurarnlarm ortaya açılmasına neden olmuş diğer yandan politikacılarm göçle ilgili konulara ilgi duymasma ve neticede yeni politikalar geliştirilmesi için adımlar atmalarma neden olmuştur. Yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren Türkler de Batı Avrupa ülkelerine göç eden guruplar ve topluluklar kervamna katılmıştır. Çoğu ikili anlaş­ malar çerçevesinde sanayileşmiş ve hızla büyüyen batı ülkelerinin ekonomik kalkmmalanna katkıda bulunan Türkler, gittikleri ülkelerde kimliklerini yeniden üretmişlerdir. Avrupa ülkelerine yerleşme eğiliminin doğruasma paralel olarak dernekler, camiler ve diğer dayanışma kurumlan kurulmaya başlanmıştır. Kurumsallaşma sürecinde daha çok Türkiye'deki örgütlenme biçimi model olarak alınmış ve Türkiye uzantılı dernekler kurularak Türkiye' deki dini, siyasi ve kültürel yapı bir anlamda yeniden üretilmiştir. Ancak farklı bir eğitim ve sosyalleşme sürecinden geçen hem aile hem de okul ve sokaktaki kültürel kaynaklardan etkilenerek kimlik inşa eden yeni kuşaklann kamusal alana katılımları ile bir değişim süreci başlamıştır. Genç kuşak girişimciler ekonomik alanda da başarılı projelere imza atmışlardır. Her ne kadar Avrupa ülkeleri çok kültürlü de olsa, çok kültürlülük her zaman eşitlik anlamına gelmemektedir. Avrupa ülkelerinin göçmen politikalan farklı olduğu için bu ülkelerde yaşayan ve artık yerleşik hayat süren Türklerin karşılaştıkları problemierin derinlik ve yoğunluk derecesi de ülkelere göre değişmektedir. Ancak genel bir gözlem yapılacak olursa Avrupa'daki Türklerin karşılaştıkları temel sorunlan şu şekilde sıralamak mümkündür: Türkler kültürel kimlik inşası sürecinde kuşaklar arası sürtüşmeler yanmda geleneğin yeniden üretilmesinde etkin rol oynayan örgütler ve kurumlar arasındaki iletişim kopukluğu ve hatta bunlar arasındaki çatışma problemleri ile uğraşmaktadır. Siyasal alanda ise vatandaşlık haklarından yararlanamama, siyasal ve kamusal alanda nüfuslarına oranla temsil edilememe, farklı kültürel kimliklerinden dolayı dış­ lanma ve hatta ırkçı gurupların hedefi olma gibi problemlerle kuşatılmışlardır. Ekonomik alanda ise her ne kadar bazı genç girişimciler aktif bir yatırım hamlesi başlatmış olsa da, Türkler arasında istihdam probleminin olduğu ve işsizlik oranın Türkler arasında oldukça yüksek olduğu bilinmektedir. Eğitim, Türkler için bir başka problem teşkil etmektedir. Avrupa Ülkelerinde çok sayıda ilk ve orta dereceli okul öğrencisi Türk çocuk bulunmasına rağmen bunlar arasındaki başarı oranın düşük olduğu ve büyük bir çoğunluğunun yüksek öğretim aşama­ sına geçemediği bilinmektedir. Eğitim alanındaki başarısızlık A vrupah Türklerin geleceği için kaygılara neden olmaktadır çünkü bilgi ve eğitimle donanımlı olmayan bir kuşağın gelecekte yukarı doğru bir sosyal hareketlilik göstermesi beklenemez. 59 Türklerin göçmen olarak gittikleri ülkelere yerleştikleri ve ancak çok azı­ Türkiye'ye dönme ihtimalinin olduğu bir gerçektir. Bu nedenle Avrupalı Türklerin konumlannın kurdukları sivil toplum örgütleri ile hem kendileri tarafından hem de artık vatandaşı olduklan ülke politikacılan tarafından yeniden tanımlamaları ve toplumsal barış ve uyum için kalıcı politikalar üretmeleri gerekmektedir. Bir taraftan Türkler öz eleştiri yaparak kendi gettolanndan çıkmalı ve yaşadıklan ülkenin toplumsal, siyasal ve kültürel hayatma aktif olarak katıl­ malı, diğer taraftan da o ülkelerdeki sivil toplum örgütlerinin, entelektüellerin, devlet kurumları ve siyasi elitlerin Türklerin problemlerini çözmeye yönelik girişimlerde bulunmalan gerekmektedir. İçinde yaşadığımız modern demokrasi ve kurumsallaştırmaya çalıştığımız insan haklan değerleri de zaten bunları yapmayı gerektirmektedir. nın 60 AVRUPALlLARlN MiSTİK İSLAM'LA TANIŞMALARI Doç. Dr. Ali KÖSE* Batı'da Sufizm İslam tarihi boyunca gayr-i Müslimlerin İslam'a ilgi duymalarında tasavvuf önemli bir görev üstlenmiştir (Levtzion 1979: 17). Ömer Lütfi Barkan'ın 1942 yılında yazdığı makalesine verdiği "Kolonizatör Türk Dervişleri" başlığı bu önemli görevi veciz şekilde ifade etmektedir. Bu durum günümüzde Batılıların İslam' a girmesi konusunda da geçerliliğini korumaktadır. Hatta bu nedenle Sufizm için "İslam' ın Batı'daki ajanı" tabiri bile kullanılmaktadır. 1 Bugün Avrupa ve Amerika'da onlarca sufi grup ve demek mevcuttur (Haddad & Lumrnis, 1987: 22, 171; Zarcone 1999: 1 10). Tabii bunlar arasında Mevlana' dan ilham alanlar çoğunluktadır. Bu grupların büyük bir kısmı Müslüman göçmenlerce oluşturulup yönetilirken, bir kısmı da Batılı mühtedilerin başlatıp liderliğini yaptığı gruplardır ki, bunlar çoğunlukla 1960-70' lerde Batı toplumunun materyalist dünya görüşüne isyan eden üyelerine cazip gelmiştir (Shah, 1980, 21; Yusuf, 1989, 82). Sufizm ile İslam arasında kurulan ve çoğu zaman kaçınılmaz görülen bu ilişkiye rağmen, Batı' da sufi olduğunu, ama aynı zamanda sufizmin sadece İs­ lam'a mahsus olmadığım iddia edenler de mevcuttur. Bunlardan birisi Londra' da yaşayan ve birçok İngiliz müridi bulunan Irina Twedie' dir, Irina Twedie sufi olduğunu, fakat Müslüman olmadığım iddia etmektedir. 2 Benzeri bir hareket de Endonezyah Muhammed Subuh (1901-1987) tarafından kumlan Subud hareketidir. Hareket tasavvuf kaynaklıdır, ama gerçek tasavvuftan uzaklaştığı gerekçesiyle otoritelerce İslam dairesinde kabul edilmemektedir. Bazı Avrupalı entelektüellerin tasavvuftan nasıl etkilendiklerinin hikayeleri İslam dünyasında oldukça yaygın bir şekilde bilinmektedir. Bunlar arasında Fransız filozofu Rene Guenon, İngiliz mistik Martin Lings, İsviçreli düşünürler Frithjof Schuon ve Titus Burckhardt sayılabilir. Bu isimler Müslüman Doğu'da hikmete dayalı bir hayat modeli, duyular üstü bir gerçeklik ve şeyh silsilesiyle süregelen gizemler ararken (Rodinson, 1988, 73), halk seviyesinde ise tasavvuf daha çok sol eğilimden gelen gençlere cazip gelmektedir (Gerholm, 1988, 265). ' Marmara Üniversitesi ilahiyat Fakültesi Din Psikolojisi Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi 1 Ö. L. Baı·kan, "Kolonizatör Türk Dervişleri", Vakıflar Dergisi, 2 ( 1942), s. 279-304. 2 Iri na Twedie bu tikirierini İngiliz televizyonu Ch anne! 4' da 18 Aralık 1990' da yayınlanan "Silfism: The Heart of Islam" adlı programda açıklamıştır. 61 Batnhla.rm Sufizmle Buluşma Nedenleri Batılılarm İslam'la buluşmalannda tasavvufun rolüne değinen bu bilgilerden sonra şimdi de onun Batı' da neden etkili olduğu, tasavvufu tercih edenlerin arayışlarının hangi noktalarda yoğunlaştığı ve tasavvufun onlara neler sunduğu­ nu maddeler halinde ele alabiliriz. 1. Mistik unsur aslında birçok dinin ortak noktasıdır. Aralanndaki dogmatik farklılıklara rağmen Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam arasında eğer ortak bir nokta varsa, o da hepsinin spiritüel bir boyuta sahip olmasıdır (Nicholson 1963: Sufiler Hz. İsa'yı ideal tip olarak görürler. Sufi literatüründe Hz. İsa'nın ve diğer peygamberlerin öğretilerine yer verilir. Mesela Mevlana Celaleddin Rumi Mesnevisinde Hz. İsa'nın hikayelerini anlatır (Renard, 1987: 55). Bunu yaparken de Hıristiyanlarla Müslümanlar arasmda çatışmaya yol açan dogmatik meseleleri değil, Hz. İsa'nın misyonunun ve müminin Allah'la olan ilişkisinin ona neler kazandırdığını ele alır. Dolayısıyla sufilerin bu yaklaşımı Hıristiyan kültüründen gelen potansiyel bir Müslüman için önem arz etmektedir. Böyle bir kimse İslam'ın ve tasavvufun kendisinin aşina olduğu konulara yer vermesi karşı­ sında tamamıyla yabancı bir yerde bulunmadığını hisseder. Bir Batıimm ilk defa karşılaştığı bir şeyhten ayrıldıktan sonra yaşadığım söylediği şu mistik tecrübe bu yaklaşımın Batılılarane derece sevecen geldiğini ortaya koymaktadır: ''Şeyhi ziyaret ettiğimin ertesi günü bir vizyon gördüm. Sanki uyamkken rüya görüyordum. Sevecen ve şefkatli gözleri olan bir adam geldi. 'Sen kimsin, niye buraya geldin?' dedim. 'Ben Muhammed' diye karşı­ lık verdi. 'Görünüşün İsa'ya benziyor' dedim. 'Farklı mı göriinecektinı, aynı zamanda Musa'ya da benzerim' dedi. Bir şeyler daha söyledi, ben de bazı sorular sordum. Sonra 'Dünkü karşılaştığın adamı takip et!' diyerek aynldı.'' 3 2. Tasavvuf kanalıyla Müslüman olanlarm yeni bir din arayışında dikkat çeken en önemli nokta onların Müslüman olmadan önce manevi bir arayış süreci yaşamalarıdır. Dolayısıyla tasavvuf yoluyla Müslüman olma hadisesinde kişinin gerçekleştirdiği değişim sadece (nominal) Hıristiyanlık'tan İslam'a geçişi değil, "seküler"den "kutsal"a geçişi simgelemektedir. Batılı bir tasavvuf yolcusunun kendi şeyhi için sarf ettiği şu sözler bu simgelerneyi ele vermektedir: "Bizim kalplerimiz sevgili şeyhimizden sadır olan güzelliğin parlak ı­ şıklanm tamyabilir, hissedebilir. Gittikçe karmaşıklaşan modem hayatın karanlık dalgalan arasında, şeyh gitmeye değer tek yeri (Allah'a dönüşü) gösteren bir ışık evi gibidir. O, insanın ulaşabileceği en yüksek mertebenin (kutsalhğm) yaşayan bir örneğidir." 4 Ali Köse, Neden İslanı'ı Seçiyor/ar: Müslüman Olan İngilizler Üzerine Psiko-Sosyolojik Bir Inceleme, Istanbul: !sam Yay., 1997, s. 83. 4 Ali Köse, a.g.e., s. 142. 3 62 Bu ifadeden de anlaşılacağı üzere, onlar için asıl arayış, tıpkı Batı' daki birçok yeni dini harekete meyledenlerde olduğu gibi (Berger 2001: 448), salt bir dini arayış değil, rasyonalist dünya görüşüne alternatif bir spiritüalite veya kutsallık peşindeki bir arayıştır. Böyle bir arayışı modern dünyada din için ayrılmış olan mekanı restore etme ve de genişletme çabası olarak tanımlamak mümkündür. İngiliz sosyolog Brian Wilson (1976: 19-21) modem Batı toplumunda dinin veya kilisenin konumunu "postane" örneğiyle açıklar. Bu örneğe göre postaneler ancak posta ihtiyacı hasıl olduğunda uğranılan ve bir dahaki ihtiyaca kadar hatırianılmayan mekanlardır. Artık modern dünyada din ve onun kurumları da postane konumuna indirgenmiştir. Batılıların tasavvufa yöneliminde işte bu indirgemeye yönelik bir tepki sezmek mümkündür. Onlar kendilerinin de günlük hayatta bu indirgemenin ne kadar etkisi altında kaldıklarının farkındadırlar. Bir Batılı sufinin günlük hayat ile zikir serernonisi arasında kurduğu şu mecazi bağ­ lantı bu durumun açık bir ifadesidir: "Ben zikri bir temizlenme metodu olarak görüyorum. İçinde sigara içilen bir oda düşünün. Odaya girip oturuyorsunuz. Koku üzerinize siniyor ve bu kokudan temizlenme ihtiyacı hissediyorsunuz. Günlük hayatınız sizi bu hale getiriyor. Dünya, yani günlük hayat sizin de içinde bulunduğunuz sigara dumanıyla dolu bir oda gibi. İşte zikir, insanı ha5 yatın kokusundan, dumanından temizliyor." 3. Batı insanının dini-kültür mentaHtesi mistik bir karakter taşımaktadır. Bu nedenle de yönelim ortodoks İslam' dan çok, mistik İslam' a olmaktadır. Batı insanının bu karakterinin arka planmda Hıristiyanlık vardır. Bu konuda İncil' e şöyle bir bakmak yeterlidir. İncil bu kültürü oluşturacak anlatımlarla doludur. Mesela Matta İncilinde yer alan Hz. İsa'nın şu sözleri sanki bir tasavvuf şeyhi­ nin söylemini andırmaktadır: "Bu nedenle size şunu söylüyorum: 'Ne yiyip ne içeceğiz?' diye canı­ nız için, ya da 'Ne giyeceğiz?' diye bedeniniz için kaygılanmayın. Can yiyecekten, beden de giyecekten daha önemli değil mi? Gökte uçan kuşlara bakın! Ne eker, ne biçer, ne de ambarlarda yiyecek biriktirirler. Göksel Babanız yine de onları doyurur. Siz onlardan çok daha değerli değil misiniz? Hangi biriniz kaygılanmakla ömrünü bir anlık uzatabilir? Giyecek konusunda neden kaygılanıyorsunuz? Kır zambaklarının nasıl büyüdüğüne bakın! Ne çalışırlar, ne de iplik eğirirler. Ama size şunu söyleyeyim, tüm görkemine rağmen Süleyman bile bunlardan biri gibi giyinmiş değildi. Bugün var olup yarın ocağa atılacak olan kır otunu böyle giydiren Tanrı'nın sizi de giydireceği çok daha kesin değil mi, ey imanı kıt olanlar? Öyleyse, 'Ne yiyeceğiz?' 'Ne içeceğiz?' ya da 'Ne giyeceğiz?' diyerek kaygılanmayın. Uluslar hep bu şeylerin pe5 Ali Köse, a.g.e., s. 131. 63 şinden giderler. Oysa göksel Babanız tüm bunları gereksindiğinizi bilir. Siz önce O'nun egemenliğinin ve O'ndaki doğruluğun ardından gidin, o zaman size tüm bunlar da verilecektir. O halde yarın için kaygı­ lanmayın. Yannın kaygısı yannın olsun. Her günün derdi kendine yeter." (Matta 6: 25-34). 4. Tasavvufun tercih nedenlerinden birisi de aidiyet duygusunu çok yoğun bir şekilde sağlamasıdır. Bu duygu ferdiyetçi toplum yapısından bunalan bireye kendisini bütünleştireceği bir grup yapısı sağlamaktadır. Hatta bu duygu ferdiyetçiliğin aksülameli olan manevi otorite arayışını da körüklemekte ve bir şeyhe bağlanma arzusu doğurmaktadır. Tasavvuf kanalıyla İslam'a girenierin önemli bir kısmının geçmişlerinde bireysel bir travma yaşadıklarını ve bu nedenle onların kişiler arası ilişkilerin maneviyata dayandığı bir ortam aradıklarını dikkate aldığımızda sufi grupların sağladığı bu duygu daha bir anlam kazanmaktadır. Mesela zikir buluşma­ lan bu anlamda çok fonksiyonel olmaktadır. Batı toplum yapısı ile İslam dünyasının toplum yapısını bu bağlamda değerlendiren Batılı bir sufinin şu sözleri bu fonksiyonun ehemmiyetine işaret etmektedir: "İslam dünyasmda camide yan yana namaz kıldığınız kimse ile fiziksel bir temasınız söz konusudur; yanınızdaki kimseye dokunursunuz. Birisiyle buluştuğunuz zaman el sıkışırsınız. Fakat bu toplumda kız arkadaş vb. dışında insanlarla fiziksel bir temasınız yoktur. Sanırım bu toplum insan bağını kaybetti. Dinin toplumda bu anlamda yeri yok. Din, pazar günleri yaptığınız bir şeyden ibaret hale geldi."6 5. Tasavvuf, ortodoks İslam'ın bir niteliği olan "Tanrı'nın Aşkınhğı" anlaBunun en önemli temsilini tasavvufta yer bulan vahdet-i vücut öğretisinde bulmak mümkündür. Tasavvufun bu görüşü yine Hıristiyan­ lığa yakındır (Schuon, 1970: 121; Trimingham, ı 971: 14 1). 6. Tasavvufun "kendini bilerek Rabbini bilme" öğretisi, bunun akılla değil, iç gözlemle yapılması ve nefsin kontrol altına alınarak iradenin güçlendirilmesine yönelik metotları, zikir yöntemleri, insanlığa hizmet ve kardeşlik konularındaki öğretileri ve de bütün bunların bu yolda ilerlemiş bir üstadın (şeyhin) gözetiminde gerçekleştirilmesi Batılılara ilginç gelen unsurlardandır. 7. Tasavvuf Batılıların zihninde İslam'ın güler yüzünü temsil etmektedir. Kullandığı metodun yumuşaklığı, İslam' ın Batılı zihinlerdeki en olumsuz imajlanndan birisi olan kadın-erkek ilişkisindeki esnek tutumu ve katı bir ibadet anlayışına sahip olmaması gibi unsurlar Batılıların İslam'ı kabullerini kolaylaştır­ maktadır (Geaves 2000: 153). Mesela herhangi bir İslami grup kanalıyla İs­ lam' la tanışan bir Batılı ibadetleri yerine getirmesi için hemen bu grup tarafın­ dan bombardımana tutulurken şeyhler ibadetleri kolaydan zora veya sözlü olandan fiziki olana doğru belirli bir zamana yaymaktadırlar. yışını kırmaktadır. "Ali Köse, a.g.e., s. 64. 64 8. Tasavvuf kimlik korunumunda da kişilere rahatlıklar sağlamaktadır. Batı­ Müslüman oldukları zaman kendi kimlik ve kültürlerinden tamamen kopmak istememektedirler. Bir İngiliz Müslüman bu konuda şunları söylemektedir: lılar "Hıristiyanlığın bazı unsurlannın İslam'la bir arada bulunması şüphesiz mümkün değildir. Ama bu kültürün oluşmasına yardımcı olan bazı unsurlar İslam' a hayli yakındır. Dolayısıyla Avrupa kültürü ve İslam'ın genelde bir arada bulunabilmesi gerekir. İngiliz kültürüne sahip olarak aynı zamanda Müslüman olmak bir çatışmaya sebep olmamalı. Ben İn­ giliz olmaktan gurur duyuyorum. Pakistanlı veya bir başka ülkeden olmak beni Allah'a daha fazla yaklaştırmaz." 7 İşte Batı' daki sufi gruplar bu anlamda diğer İslami gruplardan çok daha fazla eski kimliğin bazı unsurlannın korunmasına izin vermekte, onlardan Müslüman olmakla Araplaşmalarını veya Pakistanhlaşmalannı talep etmemektedir. 9. Tasavvuf yoluyla Müslüman olanların önemli bir kısmı Batı'da yaygın olan Hindu ve Budist kaynaklı dini akımları daha önce deneyen insanlardan oluşmaktadır. Bu hareketlerin birçoğu gerek teorik gerekse teknik anlamda tasavvufla benzeşmektedir. Bunların çoğunda da nefesi kontrol etme, yoga veya meditasyon yapma gibi zikir türünde teknikler vardır. Kısacası, arayışları tasavvufla noktalanan Batılıların çoğu, Doğu'nun hikmet anlayışına aşina olan ve kozmosu bir bütün olarak algılama kabiliyetine ulaşan kimselerden oluşmakta­ dır. Dolayısıyla onlar, Doğu kaynaklı diğer dini akımlarla olan daha önceki münasebetleri nedeniyle tasavvufla karşılaştıkları zaman pek yabancılık çekmemektedirler. Burada şöyle bir soru akla gelebilir: "Eğer böylesi bir benzeşme söz konusu ise, neden insanlar bu hareketleri bırakıp tasavvufu tercih etmektedirler?" Bu sorunun cevabını tasavvufun İslam gibi hayata yön veren bir düzen ve ahlak sistemi sunan, onlara ağır sorumluluklar yükleyen bir din dairesinde bulunmasında aramak gerekir. Bu konuda yine bir Batılı sufinin ifadelerine baş­ vuralım: "Ben bir arayış içindeydim. Hint kökenli Rajneesh grubuna rastladım. Dediler ki: 'Bizimle Hindistan'a gel. Orada istediğini yap.' Bence bu sözün bir değeri yoktur. İstediğiniz her şeyi yapabilecek olduktan sonra, o zaman hayatın anlamı ne? Biz hayvan değiliz ki." 8 Bir başka Batılı sufi de yine bu konuda şunları söylemektedir: "İslam bana bir mutlak iimit verdi. Gerçekliğin ne olduğunu biliyorum artık. Tüm mistiklerin üzerinde konuştuğu şeylerin cevabını biliyorum. Allah'ı bilmekten daha gizemli ne olabilir? 'Hayatın anlamı nedir?' sorusunun cevabı benim için gayet açık: Allah'tan geldik Allah'a döneceğiz. Daha neyi bilmem gerekir ki? Biz yaratılmış varlıklarız. Bizim he7 8 Ali Köse, a.g.e., s. 1 11. Ali Köse, a.g.e., s. 63. 65 defimiz bu yönde olmalı. Buna inanmazsak hiçbir hedefimiz olamaz ve o zaman bazılannın zannettiği gibi rasgele varolmuş varlıklar oluruz. Ama artık biliyorum ki, biz bu değiliz." 9 Sonuç olarak, Batılı insanın mevcut dini-kültürel birikimi ve mentalitesi tasavvufun sunumuna ortodoks İslam'ın sunumundan daha açıktır. Batılı insan tipinin bu özellikleri modern Batı'nın bugün içinde bulunduğu spiritüel boyut ihmali ve dini kriz atmosferiyle (Zarcone 1999: 110) buluşunca ve de bütün bunlara tasavvufun İslam'ın güler yüzünü temsil etme özelliği eklenince bu insan tipi kendisine bu anlamda yeni açılımlar sunan tasavvufu kabule daha hazır hale gelmektedir. Kaynakça Baı·kan, Ö. L. (1942), "Kolonizatör Türk Dervişleri", Vakıflar Dergisi, sy. 2, s. 279-304. Berger. P. (200 1), "Rellections on the Sociology of Religion Today", Sociology of Religion, (62), no. 4, s. 443-454. Geaves, R. (2000), The Sufis of Britain: An Exploration of Muslim ldentity, Cardiff: Cardiff Academic Press. Gerholm, T. ( 1988), "Three European Intellectuals as Converts to Islam: Cultural Mediators or Social Critics?", New lslamic Presence in Western Europe, (ed), T. Gerholm and Y. G. Lithman, London: Mansell, s. 263-277. Haddad, Y. and A. Lummis (1987), lslamic Values in the United States, New York: Oxford University Press. Köse A. (1997), Neden İslam 'ı Seçiyor/ar: Müslüman Olan İngilizler Üzerine Psiko-Sosyolojik Bir İnceleme, İstanbul: TDV İsam Yayınları. Levtzion, N. ( 1979), "Towards a comparative Study of Islamisation", Canversion to Islam, (ed), N. Levtzion, London: Holmes and Meier, s. 1-23. Nicholson, R. A. (1963), The Mystics of Islam, London: Routledge and Paul. Renard, J. (1987), "Jesus and Other Gospel Figures in the Writings of Jalal Al-Din Rumi", Hanu/ard lslamicus, 2, s. 47-64. Rodinson, M. (1988), Europe and the Mistique of Islam, İngilizce'ye çeviren R. Veinus, London: I. B. Tauris. Sclıuon, F. (1970), Dinıensions of Islam, İngilizce'ye çeviren P. Townsend, London: Alien and Unwin. S halı, I. ( 1980), The Wav of the Sufi, London: Octagon. Triminglıam, J. S. (1971), The Sufı Orders in islam, Oxford: Clarendon. Wilson, B. (1976), Contemporary Transformatian of Religion, Oxford: Clarendon. Yusuf, I. (1989), "Islam in America: A Historical Social Perspective", Hanu/ard Jslamicus, 4, s. 79-86. Zarcone, T. (1999), "Rereadings and Transfonnations of Sufism in the West", Diogenes, no. 187, c. 47/3, s. ı 10-121. 9 Ali Köse, a.g.e., s. 125. 66 HOLLANDA'DA MÜSLÜMAN-HIRİSTİYAN ORTAK ÇALIŞMALARI Dr. Arslan KARAGÜC Sayın Bakamın (Prof. Dr. Mehmet S. Aydın) dinleyiciler, Ben sizlere yüzölçümü itibariyle Türkiye'den 24 defa daha küçük ama 16 milyon nüfuslu, yüz'ün üstünde değişik milliyet ve mezhebe sahip insanların ve en az 5 büyük dinin birarada yaşadığı, hatta üye sayıları oldukça kabarık ateistHumanistlerin bile kurumsallaştığı Hollanda'da sadece müslüman-hırıstiyan ilişkisinden değil, özelde Hollanda'da, genelde dünya çapında dinler arası DİY ALOG'un mana ve öneminden bahsetmek istiyorum. Değerli Dialoğ'un Anlamı İçinde yaşadığımız çağda, 'çağdaş' insanlarla iyi bir diyalog için önce diaoloğun çağdaş anlamını ve gayesini belirtmekte yarar var. Dia kelimesi bilindiği gibi ikili veya iki şey arasında olan demek. Loog (yunanca Logos) kelam, konuşma anlamında. Yani dialoog kişi veya gruplar arası olan konuşma anlamınma geliyor. Bu terimden klasik anlamda kişi veya grupların birbirlerini kendi fikirleri, kendi gerçekleri istikametinde iknaya çalışmaları için yapılan konuşma, görüş­ me ve tartışmalar anlaşılırken modern dünyada ise başkalanna hakikati, yani kendi gerçeklerimizi, kabul ettirmek değil, başkalarının hakikatına, kendi gerçeklerine, saygı duymak, onları oldukları gibi kabul etmek anlamında kullanılı­ yor. Bir başka değişle klasik diyalog anlayışında başkalanna neler öğretebiliriz anlayışı hakimken modern diyalog anlayışında başkalanndan neler öğrenebiliriz ve başkalarını en doğru şekilde nasıl tanıyabiliriz anlayışı hakim. Buna göre diyalog'dan gaye kişi veya grupların birbirlerini dinleyerek anlamaya çalışmaları, kişi veya gruplar birbirlerini kendi ağızlarından öğrenerek önyargılan ortadan kaldırmalan ve muhatabını olduğu gibi kabul ederek mümkünse ortak çalışmaya gidebilmeleridir. Bugünkü modern dünyada diyalogtan beklenen budur ve bu metoda önemli derecede ihtiyaç da vardır. Bugün artık gerek dinler, gerekse milletlerarası dialoğu çekici hale getiren de bu anlayıştır: Başkalarını en doğru şekilde nasıl tanıyabiliriz, onlardan neler öğrenebiliriz ve onlarla nasıl beraber çahşabiliriz. Netice olarak başkalarıyla barış içinde nasıl yasaya biliriz. Diyalogun 1960'1ı dialoğun Şartlan yılların 5 temel Alman Filozofu Jurgen Habermass, bu anlamda bir söyler: samimiyyet (integriteit) yani iki yüzlü şartı olduğunu İlahiyatçı/Hollanda 67 olmamak. 2) isteklilik (intentionaliteit): yani dialağa açık, gönüllü ve iyiniyetli olmak, 3) gerçekçilik (rationaliteit): başkalan hakkında hislerimize göre hüküm vermek yerine gerçekiere dayanarak, ilme, akla dayanarak hüküm vermek. 4) subjectiflik (subjectiviteit): başkalarım bir eşya gibi değil eşit değerde bir insan olarak görmek 5) cansensus : anlaşmak. Ancak bir çok düşünür bu sonuncusunun şart olmadığı kanaatinde. Başarılı bir diyalog için taraflar birbirleriyle mutlaka aynı fikirde olmak zorunda değildirler. Sadece birbirlerinin fikirlerine saygı duymak zorundadırlar. Zira gaye az önce de belirtildiği gibi kişi veya grupların birbirlerini olduklan gibi kabul edebilmeleri, bir birlerini doğru olarak öğre­ nebilmeleridir. Barış ve işbirliği ancak bu karşılıklı saygı ve güvenden sonra doğabilecek bir şeydir. Hollandahlann meşhur bir atasözleri vardır: ' tanınmayan sevilmez' derler. Önce muhatabmı iyi tanıyıp ön yargıyı kaldıracaksın. Tanımak sevgiyi, sevgi güveni, güven dostluğu, dostluk işbirliğini, işbirliği de barışı doğuracaktır. Demek ki diyalogtan beklenen insanların barış içinde yaşamalarıdır. Zaten İslamın gayesi de bu değil midir ? Dialoğun Safhaları Şimdi bu noktada, bana göre, bir de diyaloğun değişik safahalarından bahsetmek de mümkündür. Bu safhaları tanışma, derinliğine birbirini tanıma, karşılıklı kabullenme, barış ve işbirliği şeklinde sıralayabiliriz. Burada hemen yeri gelmişken bir şey hatırlatmak isterim. Şu anda Bakan olarak aramızda bulunan sayın Mehmet Aydın hocamıza 1996'da Hollanda' ya yine bir dinler arası diyalog toplantısı için geldiğinde diğer dinlerle diyaloğun hangi safhasmda bulunduğumuzu sormuştum Aldığım cevap: 'henüz bir birbirimizi tanıma safhasındayız' demişti. Hocamıza şuanda tekrar sorsam ne der bilemiyorum ama genelde dünyada ve özelde Hollanda'da dinler arası diyaloga bu safhalar açısından baktığımızda sanıyorurnki daha ikinci ve üçüncü safhaya tam olarak geçebiimiş bile değiliz. Yani dinli, ateist ilişkileri bir yana, yukarıda bahsettiğimiz 5 büyük din mensuplan bile henüz birbirlerini tam olarak tanım­ yar ve kabullenemiyor. Böyle olunca da tam bir barış ve işbirliğinden bahsetrnek de oldukça zor oluyor. Ancak bu, onlarla savaş durumunda olma veya hiç işbirliği yapılmadığı anlamına da gelmez. Örneğin bugün 5 mayıs Hollanda'nın ikinci dünya savaşı sırasındaki Alman işgalinden (1945) kurtuluşunun kutlandığı bir gündür. Eğer bugün burada olmasaydık, şimdi geçen sene olduğu gibi bu sene de Amsterdam'da kilise ve cami cemaati olarak bu günü cami ve kilisede beraber kutluyar alacaktık. Hollandahlar savaş ortamının getirdiği bu korkulu ve acıldı günleri anarken müslümanlara da hislerini ve bugün sahip olduklan hürriyetin mana ve önemini anlatmak, onların da hürriyetten ne anladıklarını öğrenmek istiyorlar. Bu rneyanda özellikle kilise kuruluşlan müslüman kuruluşlara müracaat edip cami ve kiliselerde diyalog toplantılan teklif ediyorlar ve müslüman kuruluşlarda buna seve seve katıhyorlar. 68 Bunun yanında hemen her sene müslüman ve hıristiyan din görevlileri a- rasında diyalog toplantılan düzenleniyor. Örmeğİn biz Camiler Konseyi olarak geçensene 50 imam ve 50 papaz arasında bir camide bir araya geldik, ertesi seneye de bir kilisede bir araya gelinme kararı alındı. Bu da bir çok cami ve kilisenin içinde yaşadıklan toplumun barış ve ahenk içinde yaşayabilmeleri için ellerinden gelen gayreti gösterdiklerinin bir örneğidir. Ancak Hollanda gibi çok kültürlü bir toplumda toplumlar arası dialoğun bir çok engelleri ve eksiklikleri de yok değildir. Buna Hollanda açısından birkaç örnek vermek isterim : Diyalogun Engelleri, Hollanda toplumunu son aylarda oldukça rahatsız eden üç önemli olaydan birincisi bir Faslı imarnın bir Cuma hutbesinde homoseksüelliği bir 'hastalık' olarak ilan etmesiyle başladı. Bir yandan Hollanda da kanunen güvence alıtma alınmış bulunan homoseksüellik ve diğer yandan yine kanunen güvence altında bulunan fikir hürriyeti açısından bu 'hastalık' ifadesi üzerinde haftalarca tartışıl­ dı. Homoseksüellerin kuruluşlan tarafından mahkemeye verilen imam neticede heraat etti ama müslümaniann toplumun bir kesimini dışlamaları imajı toplumun bir kesimini oldukça rahatsız etti. İkinci olay Hollanda'da birkaç yıldır gayri resmi olarak faaliyet gösteren Ratterdam İslam Üniversitesi rektör'ü sayın Ahmet Akgündüz'ün, 'Kur'an'a göre erkeğin kadım dövme hakkı vardır' şeklindeki ifadesinin gazetelere yansımasıyle İslam ve müslümalar hakkında zaten var olan önyargılara birisinin daha eklenmiş olması. Üçüncü örnek ise bu gibi çıkışlara cevap teşkil eder bir havada Somali'li politikalog bir kadının ailesiyle yaşadığı bunalımın da etkisiyle islamı terkettiğini ilan ederek ve adeta kendi sapıklığını Hz. Peygambere izafe ederek İslam'a ve müslümanlara sözlü hakaretleriyle başladı. Müslümanlar tarafından mahkemeye verilen bu kadın da neticede yine fikir özgürlüğü maddesinden heraat etti. Tabi bütün bunlar kendilerine malzeme arayan basın için düğün bayramdı. Neticede olayları fikir özgürlüğü açısından değerlendirenler İslama pervasızca saldıran bu halen milletvekili olan kadının heraatini kınayanlara yukarı­ da adı geçen imarnın da heraat etmiş olduğunu hatıriatıyorlardı ama bu tip olaylar toplumdaki insicam ve toplumlar arası diyalog açısından oldukça olumsuz bir etkileşime sebebiyet vermiş oluyordu. Bu tür dış engellerin dışında diyalogun iç problemleri de mevcut: Bunların başında 1) kadrosuzluk problemi, 2) organize problemi gelmekte: Hollandadaki kilise kuruluşlannın hemen her büyük mezhebinin diğer dinlerle diyalogu yürütecek birkaç profesyonel görevlisi olmasına karşın müslüman cami kuruluşlarının bu işi devamlı gönüllü amatörlere bırakması cami kuruluşlannın kiliseler karşısında en zayıf kalışlannın örneklerinden biri. Organize veya bölünmüşlük problemi de buna bağlı. Hollanda'da en az 15 ülkeden biraya gelmiş bulunan müslümanların her bir grubunun kendine ait 69 camileri oluşu ve bunların bir araya gelip devlete muhatab olacak tek bir kuruluş haline hala gelememiş olmaları. Şu anda Hollanda'da idaresi müslümanlara ait olan 32 İslam İlkokulu, iki orta-lise olmasında ve de iki adet de gayri resmi İslam Üniversitesi girişimine rağmen din eğitimi problemi diyalogu olumsuz etkileyen genel problemler olarak sayılabilir. Zira her türlü yanlış yorum ve yönlendirmenin temelinde din eğitimi eksikliği gözükmektedir. Bu da İslamın Batıdaki olumsuz imajının artmasına neden olmaktadır. Nitekim İslamın Batı­ daki imajını ya peçe taktıklan için okula alınmayan (normal başörtüsüne kimse bir şey demiyor) öğrencilerin ve sadece iki gözü görünen çarşaflı hanımlarm gazetelerde çarşaf çarşaf çıkan fotoğraflan ya da halareemi savunan bazı imamların radyo ve tv.yankılan belirlemekte. Bu arada diyalog toplantıları vs. ile oluşan olumlu şeyler ise güme gitmekte. Buna kısa bir örnek vermek isterim. Geçen hafta Amstedam'da 'Birleşik Dinler Girişimi'nin bir şubesinin açılışında konuşan biz gazeteci bir anısını anlattı: Gazateci çalıştığım gazetenin yazı işleri müdürüne: ' geçen hafta bir şehirde müslümanlarla hıristiyanlar bir camide bir araya gelip beraber ibadet ettiler bunu birinci sahifeden verelim' diye bir tekiifte bulununca müdürün ona: sen yıllardır gazetecilik yapıyorsun ama gazeteciliği daha öğrenememişsin. Bu iyi haber. Gazetecilikte iyi haber haber değildir bize kötü haber lazım' dediğini anlattı. Anti parantez: Bahsi geçen Birleşik Dinler Girişimi (United Religions Initiative) temeli 1995'te Amerika'da Birleşmiş Milletierin 50 yılının bir ki lisede kutlanışı sırasında ortaya atılmış ve birleşmiş milletiere muadil bir Birleşik Dinler Girişimi nihayet 2000 yılında kurulmuş olup bunun Hollandadaki şubesi geçen hafta faaliyete geçirilmiş bulunmaktadır. Gaya tabiki dinleri birleştirmek değil ama dinlerin dialağa ve banşa hizmette işbirliğini sağlamaktır. Bahsi geçen bu toplantıda bir önemli tesbit daha yapıldı, o da bu gün artık teokratik bir devlet kurmanın mümkün olmadığı ve dinlerin ancak demokrasiye hizmet edebilecekleri ölçüde ayakta kalabilecekleri tesbiti. Sanıyorum bu bizim açımızdan da önemli bir tesbittir. Ancak bir durum daha var. Batı toplumlannda maıjinal olan sadece İslam değil, genel de hıristiyanlık da dahil bütün dinlerdir. Bu hıristiyanların kendileri de kabul ediyorlar ve bu yüzden de artan ateizm akımına karşı dinlerin diyaloğu ve işbirliği girişimleri doğuyor. Benim naçizane tesbitim de Batı toplumlarında Hümanist (ateist) akımların özellikle insan hakIarım savunmada dinlerin önüne geçiyor olması. Öyle sanıyorum ki özellikle insan hakiarım savunmada dinler dinsiz akımlardan geriye kaldığı sürece marjinal kalmaya mahkum olacaklardır. Bu yüzden bize göre sadece dinler arası diyalog değil özellikle örneğin Hollanda'da kurumsallaşmış bulunan Hümanist (ateistlerle) de diyaloğu geliştirmek ve bu yolla dünya barışına hizmet etmek her şeyden önce dinlerin bir görevidir. Barışa giden yol savaştan değil, diyalog'tan geçmelidir. Zira 'önemli olan düşmanı değil, düşmanlığı yenebilmektir'. 70 TARİH BOYUNCA MEVLANA SOYU-FATİH SULTAN MEHMED MEVLANA'NIN ALTINCI GÖBEKTEN TORUNUDUR Dr. Mehmet ÖNDER* İslam tasavvufunun sönmez güneşi büyük mütefekkir Mevlana Celaleddin Rumi, 17 Aralık 1273 günü Konya' da vefat ettiği zaman, iki oğlun­ dan büyüğü olan Sultan Veled, 47 yaşındaydı. Babasının bıraktığı en büyük varis ve sonradan Mevleviliğin kuruculan arasında yer alarak ikinci Postnişini olan Sultan Veled, Hüsameddin Çelebi'den önce Mevlana'nın en yakın gönül dostu Salahaddin Zerkubi'nin kızı Fatma Hatun'la evlenmişti. Bu evlenmeden, Mutahhara ve Arife adlı iki kızı ile Ulu Arif Çelebi adlı bir oğlu dünyaya geldi. 1312 yılında Sultan Veled öldüğü zaman, babası Mevlana Celaleddin ve büyük babası Sultan'ül-Ulema (Bilginler Sultanı) olarak tamnan Bahaüddin Veled'in mezarlannın bulunduğu şimdiki Mevlana Türbesi'ne defnedildi. Mevlevllik bu türbe çevresinde gelişip yayıldı. İlk dergah burada açılıd. Mevlana ailesi, türbe çevresindeki Manla-i Cedid diye bilinen Sultan Veled Medresesine yerleşti. Sultan Veled'in ölümünden sonra, Mevlevi postuna, Mevlana'yı temsilen Ulu Arif Çelebi oturdu. Mevlana'nın sevgili tarunu Ulu Arif Çelebi çok zeki, şair, bilgin ve teşki­ latçı bir çelebi Postnişindi. Konya Mevlana Türbesi merkez olmak üzere, Anadolu'nun çeşitli kasabaları ve şehirlerinde Mevlevi Dergahlan ve zaviyeleri açılmaya başladı. Mevlevilik her geçen yılla tanınıyar ve yayılıyordu. Ulu Arif Çelebi, Selçuklulardan sonra kurulan Türkmen Anadolu Beylikleri ve bunların Beyleri ve Emirleri ile dostane ve sıkı ilişkiler kurdu. Zaman zaman onları ziyaret etti. Birçoklan Çelebi'nin müridi oldu. Ulu Arif Çelebi 'nin ziyaret ettiği Anadolu Beyliklerinden biri de idi. Kütahya'yı kendilerine başkent yapan Germiyanlı Beyliğinin kurucusu Yakup Bey'i ziyaret eden Ulu Arif Çelebi, onun dostluğunu kazandı. Eflaki'nin Ariflerin Menkibeleri (Menakıb'ui-Arifin) adlı eserinden öğrendiğimize göre, Yakup Bey, Kütahya'da mermer bir havuz yaptırmış çok sanatlı oyulmuş olan yekpare bu havuzu Mevlana Türbesine armağan etmiştir. Bu havuz bugün Mevlana Türbe'sinin avlusunda Yavuz Sultan Selim'in yaptır­ dığı Şadırvanm göbeğine yerleştirilmiştir. Yakup Bey'in ölümünden sonra, Germiyanh tahtma oğlu Mehmed Bey oturmuştur. Ulu Arif Çelebi'nin Germiyanoğulları ile dostluğu, bir süre sonra şahsi bir akrabalığa dönüşmüş, Ulu Arif Çelebi'nin kız kardeşi ve Mevlana'nın öz tarunu Mutahhara Hatun'la Germiyanoğlu Mehmed Bey evlenmiştir. Germiyanoğullan böylece Mevlana Germiyanlı Beyliği * Emekli Müsteşar, Araştırmacı- Yazar 71 Bilindiği gibi, Çelebi, Allah adamı, ilahi anlamına gelir ve Mevlana'nın soyundan gelenlere denir. Ana tarafından Mevlana soyundan gelenlere de Çelebi denir ve bunlar (Inas Çelebi) diye kayıtlanır. Germiyanoğlu Mehmed Bey'in ölümünden sonra büyük oğlu Süleyman Çelebi tahta oturmuştur. Süleyman Şah Mevlana'nın üçüncü göbekten torunu olmaktadır. Anası MevH'ina'nın torunu Mutahhara Hatun'dur. Germiyanoğullan Bey'i Süleyman Şah'ın Devlet Hatun adında bir kızı olmuştur. Kız evlilik çağına gelince, o günlerde sıkı münasebetleri olan Osmanh Devleti'nin Sultanı Yıldırım Beyazıd ile 1381 yılında evlendirilmiştir. Şah Süleyman Şah Çelebi kızının çeyizi olarak başşehri Kütahya ile birlikte Tavşanlı, Emed, Simav ve Gediz' i Osmanlılara bağışlamıştır. Bu evlilikle Mevlana ailesi, ilk kez Osmanlılada akraba olmuş, Yıldırım Beyazıd'ın Mevlana'nın kız torunlarından Devlet Hatun ile evlenmesinden doğan erkek çocuklan Çelebi ünvanını almıştır. Yıldırım Beyazıd'dan sonra oğullannın en büyüğü olan Çelebi Sultan Mehmed, kardeşleriyle yaptığı saltanat mücadelesinde galip gelerek dağılan Osmanlı tahtını yeniden kurmuştur. Sekiz yıl Osmanlı tahtında oturan Çelebi Mehmed'in 1421 yılında ölümünden sonra yerine oğlu ikinci Murad, Edirne'de tahta oturmuştur. Ana hatlan ve bilinen Osmanlı kaynaklarına dayanarak verdiğimiz bu bilgilere göre, Çelebi Sultan Mehmed, Mevlana'nın dördüncü göbekten ve kız tarafından torunudur. Çelebi Sultan Mehmed'in 1421 yılında yerine geçen ve hükümdarlığını 1451 yılına kadar sürdüren İkinci Murad bu duruma göre beşinci göbekten Mevlana'nın torunu, onun oğlu Fatih Sultan Mehmed de altıncı göbekten tarunu olmaktadır. 72 SULTAN VELED'İN HAREKETLE Prof. Dr. Bilgilerimizi tazeleme bakımından önce, Sultan Veled hakkında birkaç notla başlamak isterim. Sultan Veled, Mevlanft'nın büyük oğlu olup 1226'da Karaman'da dünyaya gelmiş ve 1312'de Konya'da ölmüştür. Kendisine dedesi, Sultanü'l-Uiema Bahaeddin Veled'in adı verilmiştir. Kayıtlara göre, Bahaeddin, yazı yazmayı babasından öğrendi. Belli bir yaşa geldikten sonra da kardeşi AHl.eddin ile Şam'A gönderilerek, tahsilini ilerIetmesi sağlandı. Arapça' yı, bu dille şiirler yazacak kadar öğrendi. Efiilki'nin anlattığı menkabelerden, Sultan Veled'in kendi eserlerinden ve özellikle Ma'arif'ten anlaşıldığma göre; Sultan Veled sağlam yapılı, sağlam düşünceli, müziğe ve nazına vakıf, keramet derecesinde zeki buluşları olan, düşüncelerini daima açık ve sağlam şekilde ifade eden, sözlerinde ve hareketlerinde daima aklının kontrolü görülen ve çelişkiye düşmeyen bir kişiliğe sahiptir. Sultan Veled, babasının yolunda yürüyerek, önce bir divan, daha sonra da mesnevilerini kaleme alır. Velud bir şair ve mutasavvıftır. Sultan Veled'in mesnevileri kısa adlarıyla: 1. İbtida-name, 2. Rebahname, 3. İntiha-name'dir. Onun mensur eseri ise Ma'arif'tir. Sultan Veled'in hayatmı ve eserlerini araştıranlar, babası gibi, 6 cilt mesnevi yazmayı düşündü­ ğünü, uzun bir ömre rağmen, fakat bu sayıya ulaşamadığını söylemektedirler. Bu mensur eseı-iüi de Mevlana'nın Flhi Ma-fih adlı eserini örnek alarak yazdı­ ğıi1ı görmekteyiz. Nitekim bazı naşirler, Ma'arif'i, Mevlana'nın Flhi Ma-fih adlı eserinin ikinci cildi sanarak, bU adla yaymlamışlardır. (İran' da taş basması 1333.) Bu yüzyıllarda, ma'arif adında eser yazmak adeti olduğu dır. Geriye doğıu, Mevlana'nın babası Sultanü'l-Uiema Bahaeddin Veled'in üç ciltlik eseri. Ma'arif adını taşımaktadır. Seyyid Burhaneddln Muhakkık'ın bir kitabı Ma'arif olarak anılmaktadır. Ayrıca Şems'in (Şems-i Tebrizi) Makalat-ı Şems'in bir adı da Ma'arif'tir. ise, bu neviden eserler, mevaiz ve nasihat-name adıy­ ve XV. yüzyılda Sinan Paşa'nın Nasihat-namesinin bir adı da Ma' arif-name olmuştur. Şimdi ma' arif sözünün kaynağına doğru inebiliriz. Ma'arif, ma'rifet'in çoğuludur. Ma'rifet'in anlamını Ma'rifetü'llah Günümüze la doğru anılmaya başlanmış Emekli Öğretim Üyesi 73 bilmek ve tanımak) tamlamasından çıkarmak mümkündür. Allah'ı bilmek ve tanımak! Bu düşüncenin hareket noktası ise, Hazreti Peygamber'in "Men 'arefe nefsehu fekad 'arefe Rabbehü" hadisidir. Tasavvuf ehli bu hadise sıkı sıkıya yapışmalda beraber, hadisin mevzu olma ihtimali de bulunmaktadır. Sultan Veled'in Ma'arif'i (Prof. Dr. Meliha ANBARCIOGLU'nun tesbit ve çevirisine göre) 56 fasıldan ibaret mensur bir eserdir. Mevlana'nın Fihi Ma-fih'i ve dedesi Sultanü'l-Ulema Bahaüddi'n Veled'in Ma'arif'i örnek alına­ rak yazılmıştır. Eserin meydana gelişi büyük bir ihtimal ile Sultan Veled'in muhtelif vaazlarda söylediklerinin, müridieri tarafından derlenip toplanması olarak mutalaa edilmektedir. Ma'arif'e göre, "Evliya ve peygamberlerin Tanrı'dan ayrı bir varlıklan yoktur. Bunlar, Tanrı'nın birer aleti hükmündedirler. Tanrı, her şeyi yapmaya kaadirdir. O halde, bunların da bazı şeyler yapıp, bazılarını yapmamalan söz konusu olamaz. Onların her şeyi yapabileceklerini, her türlü mucize ve kerametleri gösterebileceklerini kabUl etmek zorunludur." Bu görüşünü, Sultan Veled, kendi zamanındaki alimlerin, peygamberin ve evliyanın her birinin bir mucize ve kerameti ile tamnmış olduklan .. . görüş ve düşüncesine karşı ifade ettiği anlaşılmaktadır. Eserin başından sonuna kadar, peygamberler ile evliya bir ve aynı derecede gösterilmektedir. Birinin diğerine önceliği anlaşılamamaktadır. Ma'arif'e göre, (ilk fasılda) amelden kasdedilen şeyin namaz kılmak, oruç tutmak, zekat vermek ve hacca gitmek olmayıp, bunların yardımı ile, insanın mhunda, manevi bir ilerleme ve gelişmenin meydana gelmesi ve gerçek dindarlığın da ancak bu olabileceği belirtilmektedir. Yine Ma'arif'e göre, "Evliya Tanrı'nın sırndır. Tanrı'nın sırlarını bilmek için onun velilerini tanımak, bilmek lazımdır. Tanrı'yı, istidadı, idraki ölçüsünde anlayabilir. Tanrı'nın her insandaki tecelllsi başka başkadır. Mü'min kullarına olan tecelllsi, onların kendi indindeki değerleri nisbetindedir. Tanrı'yı bilmek için, kamil bir velinin sohbetine mazhar olmak gerekir. Hazreti Peygamber, El-Fakm Fahri = Fakirlik benim öğüncemdir." buyurmuştur. Ma' arif' e göre, "Fakr yolu, şeriatİn özüdür. Gerçek kulluk şeriatin dışına çıkmamaktır." Nebiler ile aynı özellikleri taşıyan veliler de insanları Hakka çağınrlar. İnsanlar, Ma'arif'e göre, ya muhakkık ya da mukalliddir. Tanrı'ya götüren her vasıta doğru ve Hak'tandır. Cismi, dış varlığı muhafaza etmek, günahtır. Çünkü ikilik küfürdür. İnsan kendi varlığından kurtulup Tanrı'da yok olunca (Fena fi'llah!), Tanrı'yı görünce Tanrı olur. Fakat bunu ancak Tanrı adamı yapabilir. Nebller ve veliler de kendilerinden yok ve Tanrı ile var olmuşlardır. Her şey ashna döneceğine göre, insan da her şeyin ve kendisinin aslı olan Tanrı'ya dönecektir. Bunun vasıtası kamil bir şeyh veya cezbedir! 74 Ma'arif'e göre, şeyh, yeryüzünde Tanrı'nın halifesidir. Madem ki her ve ona dönülecektir, o halde bir an önce dönmek ve mesafeyi kısaltmak için bir şeyhe tabi olmak gerekir. Tanrı, yeryüzüne neblleri, insanları hidayete erdirmek, yönlendirmek ve sapıklıktan kurtarmak için göndermiştir. Şeyh ve nebiler aynı durumdadırlar. Bu konuda İslam akaidi ve kelamla uğra­ şanların söyleyecekleri vardır. Bilginler nebilerin varisidirler. Fakat Ma' arif' e göre, bu bilginlerden kasıt, velller ve aşıklardır. Bunların bilgisi, kendiliğinden doğmadır. Kitaplardan öğrenilen bilgilerle nebilerin ve velllerin bilgisi bir olmaz. Taklidl ilimle kimse bu dünya zindamndan kurtulamaz. Velilerin bilgisi, insanı diriltir. İşte bu cins bilgilerle kuşatılmış bilginler, velllerin varisi olurlar.. Bu ve benzeri görüşleri desteklemek için Kur'an'dan ve Hadis'ten faydalanan Sultan V el ed, tasavvuf ehlinin ileri sürdüğü görüşleri, etrafındakilerin anlayabileceği sade bir dil ve üslupla, tekrar tekrar ifade etmektedir. Tevhid ve tasavvufa ait inançlar, tarikat adabına ve şeriate dair olan kurallar her fasılda, muhtelif vesilelerle ortaya konularak, ayet ve hadislerle teyid edilmeye çalışılmaktadır. şey Hak'tandır Sultan V el ed, inanç ve tasavvufi görüşlerini açıklamak için meşhur (Mevlana'mn) ve kendisinin şiirlerinden alıntılar yapmaktadır. Bunların dışmda kendi buluşlan olan örnekler de Ma' arif' e bir başka özellik kazandırmaktadır. Ayetler ve hadisler, özellikle Mevlana'nın Mesnevi' sinden alınan beyitler, mısralar, mbailer, sık sık tekrar edilmiş olduğu halde, Sultan Veled'in kendi buluşları olan örneklerle teyid ve tekidi, her fasılda başka başkadır. Tekrar edilen ayetler, hadisler, manzum parçalar, kıssalardan alman örnekler, Ma' arif' e, yeknesaklık yerine akıcılık vermektedir. inandıncılık kakıssalardan, babasının zandırmaktadır. Risale-i SipehsaJar, eserdeki tekrarların, bazı müridlerin, her hangi bir hususta müşkilleri olduğu zaman, Sultan Veled'in manzum ve mensur eserlerine baş vı.ırduklannı, Ma'arif'in Sultan Veled'in de bu mübhem ve müşkil görünen konulan tekrar açıklamasından ileri geldiğini yazmaktadır. Bu kayıtlar bize, Ma' arif'in tertib ve telifinin sebebini de bildirmektedir. Sultan Veled, çocukluğundan itibaren, babasının bulunduğu toplantıla­ ra, sohbetiere, ilmi meclisiere katılmış ve Mevlana'nın yanından aynlmamıştır. Yirmi yaşlannda iken, babasından halvete girmek ve 40 gün "çile çıkarmak" için izin istemiştir. Bu istek, Mevlana tarafından isteksizce karşıianmış ve "çile çıkarmasına" izin vermiştir. Oğlunun (Sultan Veled)in, yetişmesinde hiç bir fedakarlıktan kaçınma­ yan Mevlana hazretleri, bir seferinde şöyle söylemiştir: Bahaeddin, benim bu aleme gelişim, senin zuhurı.ın içindir. Benim bütün söylediklerim, nihayet sözleriınden ibarettir. Halbuki sen, benimişim ve eserimsin! 75 Sultan V el ed, sadece babasından aldığı feyzle yetinmemıştır. Seyyid Burhaneddin Muhakkık, Şemseddin Tebriz!, Salahadd!n Zerkfibi ve Hüsameddin Çelebi'lerden de faydalanmıştır. Bunlara gösterdiği saygıya karşı­ lık olarak, hepsinin sevgisini kazanmıştır. Mevlana'nınki kadar derin, devamlı ve kuvvetli olmamakla beraber, bunların da Veled'e tesir ettikleri anlaşılmakta­ dır. Hele Şems-i Tebriz! ile Şam'dan Konya'ya kadar, Şems hazretleri atlı, Sultan Veled ise yaya olarak Konya'ya kadar yaptıkları yolculuk esnasında, edindiği bilgiler, onun kamil bir pir ve büyük bir şeyh olmasım sağlamıştır. Oğlunun, sevdiklerine karşı, saygıda kusur etmemesinden memnun olan Mevlana, bir gün ders verdiği medresenin duvarına: "Bizim Bahaeddinimiz bahtlıdır! İyi yaşıyor ve rahatça ölecek! diye yazmıştır. Bir gün Kira Hatun, Sultan Veled'i, babasına şikayet etmiştir. Bunun üzerine Mevlana: Tanrı Bahaeddin'i seviyor, ona sert söz söyleyemem. O hareketlerinde serbesttir. Kendisine boyun eğilecek bir insandır. Şeyh Salahaddin Zerkub'un ölümünden sonra (126 1 M.) Mevlana, mürldlerinden Hüsameddin Çelebi' yi, kendisine halife seçmiştir. Bu seçime, Mevlana'nın etrafındaki bazı kimseler gibi, Sultan Veled de taraftar olmamakla beraber, babasına duyduğu büyük saygıdan dolayı, düşüncelerini açıklamamış­ tır. Son günlerini yaşayan Mevlana'ya, dostlarının kendisinden sonra halifenin kim olacağını sormaları ve Bahaeddln'e ne vasıyyet edeceksiniz, demeleri üzerine, Mevlana: Halifem Hüsameddln Çelebi'dir! Bahaeddin ise pehlevandır, onun vasıyyete ihtiyacı yoktur, buyurmuştur. Mevlana'nın 672 H. /1273 M. de ölümünden sonra, Sultan Veled, babaarzusuna saygı göstererek, tesis etmekte olduğu Mevlevl tarikatinih, bu şekilde hareket etmekle, bundan kazancının daha büyük olacağını da göz önünde tutarak, Hüsameddin Çelebi'nin halifeliğinin devamını kabul etmiştir. Onun bu hareketine karşı çıkanları susturmak için: Ben onu kendime rehber yaptım ve halife bildim. Ömrüm oldukça da peşinden koşacağım! demiştir. sının Ma' arif' in bir faslı nda, Sultan Veled: "Bir insanın hayatta iken, yani ölmeden elinden yerini ve işini almak, köpeklerin bile yapamayacağı, çok aşağı­ lık bir davranış olduğunu .. " ortaya koyan bir hikaye anlatmaktadır. Sultan Veled'in bu hikayeyi yazmasına her halde bu olayın etkisi olmuştur. Birinci Alaeddln Keykubad'dan sonra Selçukluların hamiyeti, Anadolu' yu işgal eden Moğollann zulüm ve yağmal an, halkın huzur ve refahının yok olmasına sebep olmuştur. Memleketteki genel huzursuzluk, halktaki bezginlik, kaybolan mutluluğu, dünya yerine, öbür dünyada vaadeden şeyhlerin ve tarikat mensuplannın halk üzerindeki nüfuzlarını artırmıştır. Ebedl hayatta mutluluğa ve huzura kavuşmak isteyen ve dünya zulüm ve perişanlığından bezen insanlar, mütemadiyen şeyhlere ve dervişlere koşmuşlardır. Huzuru ve mutluluğu, tekkelerde ve şeyhlerin sohbetlerinde aramışlardır. Bu durum, Sultan Veled'in de 76 babasının tasavvufi görüş ve düşüncelerini yayması ve kurmakta vi tarikatini güçlendirmesi için uygun bir ortam yaratmıştır. olduğu Mevle- Sultan Veled, doksan yıllık ömrünü, medreselerin, özel toplantıların dini, ilmi ve tasavvufi havası içinde, büyük bir içtenlikle inandığı şeyleri öğret­ mek ve yaymak amacı ile bazan sadık bir mürld, bazan inandırıcı bir mürşid olarak çalışınakla geçirmiş ve halifeliği sırasında Mevleviliği teşkilatlı tarikat haline getirmiştir. 683 H. /1284 M.de Hüsameddin Çelebi'nin ölümü, halkın dayanılmaz üzerine aynı yıl halifeliği kabul ederek, Mevlana'nın postuna oturmuştur. Bu tarihten ölünceye kadar, bu makamda kalarak, eserlerini yazmış, Mevlevi tarikatinin sistemli bir hal almasına çalışmış, babasının esaslarını tayin ettiği tarikat adabına yeni bir takım usuller, kaideler ilave etmiş, Konya dışında tekke ve zaviyelerin açılmasım sağlamıştır. ısrarı Sema' ayini, başlangıçta belli bir usUle göre yapılmazken. Sultan Veled belli kaidelere bağlanmış, hatta bir faslı "Devr-i V el edi" adını almış­ tarafından, tır. Sultan Veled böyle çalışmasaydı Mevlana'nın değeri, onu anlamağa bilgileri ve idrakleri yeterli olmayanlar tarafından layıkı ile takdir edilmeyecekti. Onun gösterdiği bütün bu gayrete rağmen, zaman zaman Mevlana'nın büyük düşüncelerini ve samimi hareketlerini makul karşılamayanlar, onun yakınlada olan bağlılığını anlamayanlar olmuştur. Bu durum, Mevlana'nın, onların kavrayamayacağı kadar her hususta onlardan ileri oluşunun tabii bir neticesidir. Mevlana: Murdem ender hasret-i merd-i durust An ki mi-guyem, be-kadr-i fehm-i tust! Türkçesi: Akıllı, anlayışlı bir insanın özlemiyle öldüm! Bu söylediklerim, sadece senin anlayışın ölçüsündedir! demektedir. Mevlana, bu beytiyle kendi üstün düşüncesini ve ileri görüşünü vurgulamaktadır. Sultan Veled, bütün güçlüğüne rağmen, büyük mürşidi ve mürldleri arasın­ daki bu uzun mesafeyi kısaltınağa ve müridi, mürşide eriştirmeye çalışmıştır. O, Mevlana'nın yakınları için de aynı şekilde uğraşmış, bu yüzden, bazan mürldlerin düşmanlığını üzerine çekmiştir. İbtida-name'nin önsözünde Sultan Veled: "Şems-i Tebrlzi ile Şeyh Salahaddin ve Hüsameddln Çelebi gibi Mevlana'nın halifeleri, velayet, ululuk ve ilimleri ile tanınmış kimselerdi. Ama onlar benim sözlerimle meşhur oldular" diyerek, yaptığı işin önemini belirtmiştir. Vellliği nebllik ile bir tutan Sultan Veled, mürldlerine bunu kabUl ettirmele için ısrarla bu konuyu, hemen her fasılda, dile getirir. Maksadı, Mevlana'yı ve Mevlevlliği yüceltmektir. Bir olay karşısında Mevlana kendisine: 77 "Bahaeddin, eğer cennette olmak istersen, herkesle dost ol! Kimseye kin besleme! Herkese tevazu göster! Başkalarının önüne geçmek isteme ve önde olma! Mum ve merhem gibi yumuşak tabiatlı ol! İğne gibi batıcı olma! Sana kimseden kötülük gelmemesini istersen, kötü şeyler düşünme! Kötü şeyler öğ­ renme!" öğüdünü vermiştir! Mevlana hazretlerinin oğluna verdiği bu öğütler, Sultan V eled'in dilinden tekrarlanmaktadır. Mevlana, bütün eserlerinde de benzeri öğütlerde bulunmaktadır. Sultan Veled'in uzun ve yorulmak bilmez gayret ve fedakarlığmın sonucu olarak, Mevlana'nın görüşleri, düşünceleri ve olaylar karşısındaki davranışlarının cümlesi, geniş halk kitleleri arasına yayılmış ve Mevlevilik tarikati, adı altında insanlığa ışık tutmaya devam edegelmiştir. Mevlana'ya ve Mevleviliğe bir de Sultan Veled'in Ma'arif'inden bakılmahdır. Bibliyografya Sultan Yel ed, Ma' arif, Çev. Meliha ANBARCIOGLU, Konya, 2002, XXV +221 s. 78 SEVAKIB-I MENAKIB VE MEVLANA P:rof.Dr. Gönül AYAN* Şeyh Ahmed Eflaki'nin, mürşidi Ulu Arif Çelebi'nin isteği üzerine, ha- 1 zırladığı Menakıbü'l-Arifin isimli Menakıbname , Hemedanh Abdülvahab bin incelenerek, Farsça olarak kısaltılmış ve esere Sevakıb-ı Menakıb adı verilmiştir. Kısaltınada şeriata uygun olmayan bölümierin çıkanldığı iddia edilmektedir. Bu Menakıbname de Efiald'nin Menakıbname'si gibi Farsçadır ve Mevlevi muhitlerinde Ahmet Eflak'inin Menakıbname'si kadar rağbette olan eserlerdendir. XVI. yy da Derviş Mahmut uzun yıllar Konya dergahında, Abdüllatif bin Şeyh Sinan Dede Mevlevi'ye, onun ölümü üzerine de biraderi Abdülkerim bin Sinan Dede'ye hizmet eder. Mevlevi icazeti ile hilafet alır. 1575 (983)yıhnda, Şeyhinin ölümünden sonra, Recep ayının ilk günü İstanbul' a gelir. Aziz-i Uhrevi olarak tanınan Şem'i Efendi ile dost olur. Onun teşvikiyle Sevalcıb-ı Menakıb isimli Farsça eseri tercemeye yönelir. Bu arada bu çalışmasından III. Sultan Muı·at' a yakınhğıyla bilinen Zeyrek Ağa' ya bahseder. Zeyrek Ağa fakirlere, zayıflara yardımıyla şöhret bulmuştur. Mahmut Çelebi'ye de yardımcı olmak ister ve çalışmasını, Sultan Murat' a bir münasebetle arz eder. Sultan Murat ; "Mahmut Dede yine Konya'ya, Mevlana asitanesine varıp benim için de buzurda dua etsin, gönül huzuru ile tercemeyi yapsın ve hitamında yine İstan­ bul'a gelsin" der. Mahmut Dede'ye bu arada geçimini temin edecek kadar da yardımda bulunulur. Mahmut Dede Konya'ya dönüp tercemeye başlar. 1590(998) yılmda çalışmasını 9 bab ve her babı muhtelif fasıllarda tamamlayıp İstanbul' a gelir. Bir sureti hattata yazdınlıp, hikayelere uygun 29 minyatürle süslenip, Mevlana' ya gönülden bağlı olan padişaha takdim edilir. Bu nüsha Newyork Morgan Library'de 2 bulunmaktadır. Prof. Dr. Süheyl Ünver'in verdiği bilgiyle de Prof. Dr. F. N. Uzluk tarafından fotokopisi Mevlana Müzesine getirilmiş olmasma rağmen bugün, bu fotokopide eksiklikler vardır. Sevalcıb-ı Menakıb'm 22 minyatürlü bir başka nüshası da Topkapı müzesindedir. Topkapı nüshasımn disketi Mevlana Müzesine getirtilmiştir. Eserin, Konya Mevlana Mehmet Dede tarafından * Selçuk Üniversitesi Eğitim Fak. Türkçe Eğitimi Böl. Başkanı, Konya Tahsin Yazıcı, Ariflerin Menkıbeleri-Ahmet Eflaki, Milli Eğitim Bakanlığı yay. istanbul, 2001 2 Ord.Prof. Dr. A. Süheyl Ünver, Sevakıb-ı Menak1b, Mevlana'dan Hatıralar, Organon, İstanbul 1973.s.2 1 79 Müzesinde, Ankara Milli Kütüphanede, İstanbul Süleymaniye Kütüphanelerinde 10 ayakın minyatürsüz nüshası mevcuttur. Biz bütün bu yazmalan inceleyerek ; Konya Mevlana Müzesincieki en hacimli nüsha3 üzerinde çalışmalanmızı 4 yoğunlaştırıp, Topkapı nüshasıyla karşılaştırarak, ortak bir çalışmayla, eseri 5 yayınlamayı planlamış bulunuyoruz. Evliya menakıbnamelerinin, Türk tarihi kaynağı olarak ehemmiyeti Fuat Köprülü tarafından ortaya konmuştur. 6 Bilahare Abdülbaki Gölpınarlı da aynı önemle vurgulamıştır. Bazı araştıncıların menakıp kitaplannın tarihi olarak kullamlmasını şüphe ile karşılamaları tarihi kaynaklar mefhumunu çok dar bir manada7 anlamalarından kaynaklanmaktadır. Batıda Bizans tarihiyle uğraşanlar, ellerindeki kaynakların azlığı nedeniyle, zengin bir mahiyet arz eden Bizans evli ya menkıbelerinden geniş nisbette faydalanmışlardır. Anadolu tarihinin birçok meseleleri ihmal edilerek, Anadolu Evliyasma dair Menakıb kitaplanndan layıkıyla istifade edilememiştir. 8 Halbuki bu eserler ictimai hayat ve tarih bakımlanndan emsalsiz kaynaklardır. Eğer menakıbnameler, bazı hususlar dikkate alınarak tahlile tabi tutulursa birer kültür tarihi kaynağı olduklan görülecek ve kendilerinden azami istifade edilecektir. 9 Şehiriiiere mahsus bir tarikat mahiyetini muhafaza eden Mevlevilik, Moğol baskısı altındaki Selçuklu idaresinin kurduğu toplumsal düzene taraftar idi. Mevlana'nın, Sultan Veled'in ve bilahare Mevlevi müelliflerinin bütün eserlerinden anlaşıldığı gibi Mevleviler, Anadolu Türkmenlerinin isyan hareketlerine tamamiyle muhaliftiler. Konya sultanianna asi Karamanoğullarına karşı, daima, Moğol nüfuzuna dayanan bu sultanlan, yahut, büyük devlet adamlarını gerekli görüyor! ardı. 10 Bazen Türk dilini kullanmak suretiyle ictimai muhitin zaruretlerine uymak mecburiyetinde kalmışlardır. 1276 (676) yılındaki Cimri isyanında Konya' yı kısa bir müddet için zapteden Karamanoğlu Mehmet Bey'in, kendisinin ve maiyetindeki kızıl börklü ve çarıldı Türkmenlerin Farsça bilmemeieı-inden dolayı "sarayda, divanda, umumi yerlerde yalnız Türkçe kullanılması" hakkındaki emri ancak bu işgal devresine münhasır kalmış, ısyan Terceme-i Sevakıb (Tarikatname-i Mevlana), Mevlana Müzesi Kütüphanesi, No 2162, 19 satır, 266yk., yazı; talik, Telif-i Derviş Mahmut Mesnevi-hvan, (kendi hattıyla). 4 Menakib-i Mevlana, Topkapı Müzesi, No 1472, 282 yk.,l7 satır, yazı; nesih, minyatürlü. 5 Prof. Dr. Hüseyin Ayan, Prof. Dr. Gönül Ayan, Dr. Erdoğan Erol, Ortak Çalışma. 6 Prof. Dr. M. Fuat Köprülü, Anadolu Selçukluları Tarihi'nin Yerli Kaynakları, Belletcn, Ankara 1943, 7 Prof. Dr. M. Fuat Köprülü, Anadolu Selçukluları Tarihi'nin Yerli Kaynakları, Belleten, Ankara 1943, s.387 x a.g.e, dipnot s. 421. 9 Ahmet Yaşar Ocak, Menakıbnameler,Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1992 s.66 111 Prof. Dr. M. Fuat Köprülü, Anadolu Selçuklulan Tarihi'nin Yerli Kaynak/an, Belleten, Ankara 1943, s.452 3 80 bastırıldıktan sonra Farsçanın tahakkümü yine devam etmiştir. 11 Göçebe isyançok zarar gören yerleşik halkın ve bilhassa şehir halkının kin ve nefretini ifade eden bazı mısralar dikkate şayandır. Bu şehirler arasında, devlet merkezi olan Konya'nın en çok zarariara uğradığı düşünülürse özellikle Sultan Veled'in kin ve husumet hislerinin sebebi, o günkü ortam nedeniyle daha iyi anlaşılır. Mevlana ve ahfadı bazı manzumelerinde Türk kelimesini o dönemin tarihi ve edebi kaynak eserlerinde olduğu gibi "merkezi idareye tabi olmayan ve daima karışıklıklar çıkaran göçebe Türkler" manasında kullanmışlardır. 12 O devrin umumi telakkilerine tabi olarak, Anadolu şehirlerinde yüksek bir kültür seviyesine erişmiş olan Türkler, "Rumi " olarak isimlendirilmişlerdir. XVI. Yy. Divan şairi Fuzuli de Leyla vü Mecnun mesnevisinin mukaddimesinde Anadolu Türklerini "Rumi" diye zikrettiği gibi, bu tabire, yine aynı manada, bütün İran tarihçilerinde de tesadüf olunur. Eski Osmanlı müelliflerinin de kelimeyi aynı manada kullandıkları görülmektedir. O asırlardaki olaylar, kavramlar o günün şartları, düşünce yapısı göz önüne alınmayarak bugünkü ortamın değer hükümlerine göre yorumlanınca tabii ki infiallere sebep olacaktır. Olmuştur da ... Bazen de Mevlana ve Mevlevilik sevgisiyle bazı beyitlerin yanlış tercemeleri yapılmış, ifadelerde 13 tahrifler söz konusu olmuştur. Bazen de ne idüğü belirsiz bazı iddialarla toplumun 7-8 asırlık evliya kültü tahrif edilmeye çalışılmıştır. Halk arasmda yaygın bir kanaat vardır. "Evliyalar kendilerini korurlar". Bu kanaat her zaman olduğu gibi Mevlana Celaleddin ve ahfadı hakkında da gerçekleşmiştir. Menakıbnamelerin, özellikle Mevlana Celaleddin-i Rumi hakkında yazılmış, düzenlenmiş menkıbelerin, Mevlana ve ahfadınm hangi düşüncelere kaynaklık ettikleri, hangi düşünceleri savunduklan, toplumun onları, hangi konularda örnek aldığını göstermesi bakımından önemi tartışmasızdır. Türk düşünce tarihinin bu kaynak eserini yayma hazırlarken bu eserdeki bazı menkıbe­ leri, Mevlana'nın örneklik ettiği konulan ve toplumun şekillenmesindeki rolünü, XXIyy da da canlılığını kaybetmeyen hikayelerle huzurunuza getirmek istedim. larından Sevakıb-ı Menakıb'm sahibi Abdülvahab' ın ifadesine göre bu eser 1O bölümdür. Her bir bölüm 2 fasıldan ibarettir. Mütercim Mahmut Dede ise, (Tercüme, kısaltına tabirlerinin günümüzdeki anlamlarıyla kullanılmadığını da ifade etmek gerekir. Eski Edebiyatta terceme, kısaltına tabirleri bizzat telif manasında da kullanılmaktadır.) eseri 9 bölüme ayırmıştır. Her bölüm, sayısı değişen fasıl­ lardan meydana gelmiştir. Fasıllarda çeşitli menkıbeler, sure ve ayetler, hadis- ı ı Prof. Dr. M. Fuat Köprülü, Anadolu Selçuklulan Tarihi'nin Yerli Kaynak/an, Belleten, Ankara 1943, s. 453 ı 2 a.g.e, s. 455 13 a.g.e, s.454 81 ler, kelam-ı kibarlar delil gösterilerek anlatılmaktadır. Burada sunu da belirtmeden geçemiyoruz. Mevlana Celalettin Rumi'nin sadece mesnevisinde değil, onun ve ahfadı ile ilgili menkıbelerde de o günün şartlarına göre Kuran-ı Kerim'in tefsiri yapılır. 14 Konya şehri, Mevlana ve ahfadıyla tarih ,yapı,semt, kültür unsurlan olarak bütünleşmiştir. Bu bütünleşmeye menkıbeler kaynaklık etmişlerdir. Örneğin; Bugünkü Konya'nın Şehitler mezarlığının tarihi adı Menakıb'ta şöyle rivayet edilirken değerli bir minyatürle de belgelenmiştir. Hazreti Mevlana'nın babası Sultanü'l- Ulema'dan, Sultan Alaaddin halka nasihat etmelerini ister. Alimler Sultam Konya' da şehir mezarlığı yakınında, iman etmenin ve birlik olmanın önemini belirten, kıyamet gününün dehşetinden bahseden bir vaazda bulunur. Bu arada iki mezar açılır. Kefenleri boyunlarına sarılı ölüler meydana çıkar. Sultanü'l-Ulema'ya şahitlik eder ve mezarıarına dönerler. Bilahare Kuran-ı kerim' den "El-karia" suresi okunur. Dua edilir. Bu arada yine bütün mezarlardan ikişer el uzanıp açıkca "Amin" derler. inancında eksiklik olan pek çok kişi de Sultanü'l-Ulema'nın manevi kudreti ile de böylece ikna olur, imanlan tazelenir. Bu mezarlık bugün Şehitler Mezarlığı olarak isimlendirilmiştir. Ama asıl adı Şahitler' dir. Anadolu'nun İslamiaşmasında ölülerin bile desteğini gören Mevlana ailesini bize rahmetle anmaktan başka bir şey kalmıyor. Sevakıb-ı Menakıb, Mevlana ve ahfadının; helal kazanç, ve kimden geasla kabul etmeme, aç gözlülük konusunda da ahlaki örnek- lirse gelsin rüşveti lemelerini sunmaktadır. "Sultan Rükneddin, Hazret-i Mevlana'ya 5 kese altın gönderir. Hace Mecdüddin Mevlana'ya arz eder. Mevlana Hazretleri; "Dışarı atm kim alırsa alsın" der. Hoca altını dışarı bırakır. Kimse almaz. Tekrar durumu Mevlana Hazretlerine bildirir. Hocaya harcamasım söyler. Hoca bir türlü harcayamaz. Hoca Mecdüddin yine durumu arz eder. Mevlana Hazretleri; "Eğer beni taklitsiz seversen yürü hendeğe at."der. Hoca Mecdüddin altın keselerini hendeğe atar. Hendek siyah balçıkla dolar. Altını gören birçok halk o pis balçığa dahp boğu­ lurlar. Bunun üzerine Mevlana Hazretleri "Dünya halkın elbiselerini ve yüzlerini kirlettiği gibi isteklisini de iğrenç ve aşağılık eder. Altın öldüren bir zehirdir. Allah yiğidlerinin ağzını acı eder. Ondan sakınmak gerekir." der. Dünya malmda, mevkiinde asla gözü olmayan Mevlana Hazretlerinin, menfaat ilişkisine yönelmediği başka menkıbelerde de gözler önüne serilir. "Hazret-i Mevlana'nın dostları aralannda anlaşarak birçok altın toplayıp Mevlana'nın yaygısının altına koyarlar. Mevlana Hazretleri onların hatırı için akşa­ ma kadar sabreyler. Akşam olunca dışarı döktürür. Fukaradan bazıları; "Bunu ı .ı Dr. Hüseyin Güllüce, Kuran Tefsiri Açısından Mesnevi, Ötüken yay. İstanbul 1999 82 nıçın dostlara vermezler" diye düşünürken, Mevlana hazretleri onlara: "Mahabbetin ve dostluğun şartı, her şeyin iyisini vermektir. Benim yanımda ise dünya ve ma-fihadan daha kötü nesne yoktur. Özellikle dervişler için o şey zararlıdır. Düşmandır."dedikten sonra da bir hadis-i şerifle düşüncesini, yorumunu destekleyip arkasından; " Kendine layık görmediğİn nesneyi başkalanna da görme." anlamına gelen Farsça bir beyitle pekiştirir. Mevlana Hazretlerine, çevresindekiler yiyecek azlığından şikayet ettiklerinde; "Dünya metaını ve yiyeceğini sizden esirgemeyiz. Lakin sizi ondan sakınınz" şeklinde cevabıyla onları dünya sevgisinden sakındığmı ifade eden pek çok menkıbe vardır. Mevlana'nın açgözlülük konusunda, dünya sevgisine karşı tavırlannda Hz Peygamberi örnek alarak çevresindekilere ömeklik ettiği ve yol gösterdiği başka bir menkabe ise; Hazreti Mevlana'nın dostlanndan birisi kıtlıktan ve yoksulluktan şikayet eder. Bunun üzerine Hazreti Mevlana, Hazreti Peygamber zamanındaki bir olayı örnek verir. "Hazreti. Peygamberin sahabelerinden birisinin iki ay yetecek unu vardır. Kıtlık olduğunda ev halkının yiyecek sıkıntısına düşeceğini söyleyip üzülmesi karşısında, Hz. Peygamber, elinde bulunan unu pazara götürüp satmasını ve tevekkül etmesini ister. Sahabe pazara unu götürdüğünde una hiç talip çıkan olmaz. Birisi," Bir aylık gıdam var.", bir diğeri "İki günlük," bir başkası da ,"Bir lokma gıdam vardır. Gece onıcumu açarım. Bana gerekmez" der. Bunun üzerine Hazreti Resul, "İki aylık gıdan olduğu halde şikayet etmede haklı mısın?" huyurunca sahabe utanıp elindeki unu ihtiyaç sahiplerine dağıtarak tevekkül eyler." Mevlana Hazretleri bu kıssayı, "Allah dostları, Hazreti Peygamberin sünnetini, yolunu terk etmemelidirler." hükmüyle neticelendirir. Sevalcıb-ı Menakıb' da, eserin müellifi Şeyh Mahmut bizzat kendini kaynak göstererek de menkıbeler anlatır. Bu menkıbelerde, özellikle Mevlana Hazretlerinin, Konya ve Konya'lılara dünya ve ahiretde refik ve şefik olduğunu ve bundan dolayı da Konya'lılara mahabbet ve ihsanda bulunmanın Mevlana'ya mahabbet ve ihsanda bulunma anlamına geldiği savunulur. Menakıbnameler ve menakıblann kaynak eser oluşları tartışılmaz. Zira menakıblarda anlatılan olaylar her ne kadar olağanüstü öğelerle süslenmiş olsalar da gerçekleri yansıtmaktadırlar. 15 Genelde, tarih sonrası geçmişte veya yakın geçmişte meydana gelen,(olağanüstü olaylar içerse de)gerçek kişileri konu alan ve gerçek mekanlarda geçen, bu nedenle de anlatan ve dinleyen kişilerce inanı­ lan bir anlatım tarzından dolayı, toplum bireyleri bu menkıbeleri, aşina oldukla- 15 Zeynep Sabuncu, Mevlevi, Bektaşi, Bayrami Tarikatlerine Bağ!t Dört Evliya MenakıiJIJamesi Üzerine Bir İnceleme, Boğaziçi Üni. Sosyal Bilimler Ens., s. 59 83 n kişi, eşya, yer ve olayı anlattığı içi benirusernekte ve onlara inanmaktadırlar. 16 Mevlana'nın ve ahfadınm hayatı, fikirleri, tavırları gerek eserleriyle, gerekse menakıblarla ortaya konulmuş iken olayları yanlış yonımiayıp aksülamel göstermek doğru olmasa gerek. Ömeğin; Mevlana'ya Tacüttin Mutez, 7 bin dirhemi bir mektupla beraber gönderir. Bu arada bu paranın cizyeden geldiğini ve helal olduğunu mektubunda belirtir. Yine bir başka zaman cizyeden gelen 3 bin dirhem gönderir. Bir araştırıcı­ nın, gönderilen bu paraları harcamaleta Mevlana'nın tereddüt gösterdiğini Eflaki'yi kaynak vererek, belirttiği halde, son cümlesini "Bütün bunlar Moğollann Mevlana ve çevresini nasıl himaye ettiklerini göstermektedir," 17 hükmüyle bitinnesi ve Mevlana'yı şaibe altında bırakması doğru değildir. "Harcamakta tereddüt" tabiri, edebi bir ifadedir. Paranın gönderildiği Mevlana Hazretlerini, açıkca tezyiften sakın ma anlamına gelmez mi? Genellikle, kendisini himaye eden bir hükümdarın arzusu üzerine bir tarih yazan eski tarihçilerin, verdikleri malumatı kontrole ve tamamlamaya yarayan Menakıbnameler, bazı bakımlardan birincilere nazaran daha emin sayılır­ lar, 18 Menakıbname müellifi, ne kadar tarafsız olmak isterse istesin, yine de cemiyetin bir unsuru sayılan ve cemiyette olup biten bir çok olaylara kanşan veya şahit olan Mevlana ve ahfadının hal tercemelerini yazarken bir nevi tarihçilik yapmaktadır. Mevlana ve ahfadı hakkında verilen bilgiler arasına kendisinin gördüğü veya başından geçen hadiseleri de karıştırdığı için tarih bakımından daha önemlidir. Netice olarak; vecdi, heyecanı ve kerametleri ile halkı kendilerine bend eden, kendilerine sığmanlan koruyan, onların karnını doyuran ve bedii zevklerini tatmin için şiir, musiki ve semadan faydalanan ve bu bakımlardan devlet adamlarına nazaran halk tarafından daha çok sevilen Mevlana ve ahfadmın menkıbelerini içeren Sevakıb-ı Menakıb geçmiş yüzyılları günümüze aktarmaktadır.XIII. yy.ın Mevlana ve ahfadı hakkındaki düşünce yapısının XVI. yüzyıl­ daki düşünce yapısı ile karşılaştırılması bakımından da önemli bir belge olarak düşünülüp bu yönlerden de değerlendirilmesi yapılmalıdır. 1 " 17 a.g.e. s.63. Doç. Dr. Mikail Bayram, Ahi Evren ve Ahi Teşkilatımn Kuruluşu, Damla Matbaacılık ve Ticaret, Konya 1991, s. 118. ıx Tahsin Yazıcı, Ariflerin Menkıbeleri Alunet Eflaki, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları. İstanbul 2001. s.63 84 SULTAN VELED'İN İBTİDA-NAME'SİNE GÖRE MEVLEVİ HALIFELERİ Yrd.Doç.Dr. Hülya KÜÇÜK* Mevlana Celaleddin Rumi'nin oğlu Bahaeddin Muhammed Veled'in, daha yaygın olarak bilinen adıyla Sultan Veled (623/1226-712/1312)'in 25450 beyitlik üç ayrı cİltten müteşekkil Mesneviyat-ı Velediyye' sinin ilki olan İbtida­ name1 (diğer adlarıyla Veled- name, Mesnevi-i Veledf veya Mesnevi-i İbtida-yı Veledi), 8754 beyittir. Babası ve onun hemdemi olanlarla ilgili bilgi veren en eski ve en doğru kaynaktır. İbtida-name, Mevleviliğe ait diğer eski kaynaklar olan Risale-i Sipelısalar ve Menakibu'l-Arifin'inin de yazılı kaynağıdır. Eser, 131611937'de Tahran'da İkbal kütüphanesi tarafından Mesnevf-i Veledf be bahri hafif, ma'rı!f be Veted-name adıyla basılmıştır. Baskının editörü Celaleddin-i H uma! tarafından kaleme alınmış 128 sahifelik detaylı ve güzel bir önsözü olan bu baskıda2 ne yazık ki eserdeki Türkçe beyitler çıkanldığı gibi en eksiksiz nüsha olan Meclis Kütüphanesindeki nüsha da kullamlmamıştır. 3 Türkçe tercümesi Gölpınarlı tarafından yapılan (Ankara, 1975) eserin tenkitli metni, İstanbul Üniversitesin'de Tahsin Yazıcı danışmanlığında çalışılan Sultan Vel ed: Hayatı, Eserleri ve Masnavi-i Valadi adlı doktora tezinin (Djamchid Garabeiglou, İst. Üniv. Ed. Fak., Fars Filolojisi, 1977) bir parçasını oluşturmuştur. Sultan Veled'in diğer eserleri arasında önemlileri, diğer mesnevlleri olan Rebah- name ve İntihd-name ile Maarif ve Divan'dır. İbtida-name'yi yazış sebebini Sultan Veled şöyle açıklamaktadır: "Allah sırrını kutlasın babam Hazret-i Mevlana, kardeşler, müridier ve alemde bulunanlar arasından "sen yaratılış ve huy bakımından insanlarm bana en benzeyenisin" mucebince, hıl'at ve taç giydirerek beni seçti. Bu zayıf da, o hazretin emrine uyup "Allah kimseye gucunun üstünde tekiifte bulunmadı" muktezasınca, gücü yettiği kadar, "Babasına en fazla benzeyen zulmetmemiştir" hükmüne uyup o hazrete tabi' olmak, ona benzemek hususunda çalıştı. Kendileri, çeşitli vezinlerde divanlar meydana getirdiler, robiiiler düzdüler. Bu zayıf da 'Selçuk Üniversitesi, ilahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Melilıa Ü. Anbarcıoğlu, "Önsöz", Maarif ( Sultan Veled) tercümesi, 3.baskı, Ankara, 1974, ss.XXVI-XXVII. 2 Anbarcıoğlu. "Önsöz", Maarif, ss.XXVI-XXVII. 3 Abdtilbaki Gölpınarlı, Mevlana'dan Sonra Mev/evllik (buradan sonra Mev/evilik), İstanbul, 1953. s.49. 1 85 ona uyup divan meydana getirdi. Yanmda dostlar, sevenler, uyanlar, değil mi ki Allah anılışım ululasın, Mevlana'ya uyup divan meydana getirdin; 4 mesnevide de ona uymak gerek diye dilekte bulundular; bunun sonucu kendimi o hazrete benzetrnek gayretiyle altıyüz doksan yılı Rabiulevvel ayının ilk günü, bu mesnevlyi yazmaya başladım." 5 İbtida-name'de akıcılık, yoğunluk, yeni fikirler ve söyleyiş tarzlannın olmadığı, anlattığı pek çok hikayenin Mevlana'nın Mesnevf'sindeki hikayelerin değişik bir üslupla tekran olduğu 6 doğrudur. (Zaten Sultan Veled de babasının öğrettiğinden fazla bir ilmi olmadığını " Veled ra nist ney ilm u ney veHiyet, Cüz an ilm u velayet keş peder dad" 7 mısralanyla belirtmektedir.) Ama şunu da eklemek gerekir ki Sultan Veled bu hikayeleri yeniden 8 yorumlanmış ve bir bakıma halkın daha iyi anlayacağı bir hale getirmiştir. Ayrıca İbtida-name söz konusu olduğunda akla ilk önce gelmesi gereken hususlardan birisi, onun Anadolu'da Türk dili ve edebiyatının ilk mahsulleri arasmda olan Türkçe beyitler ihtiva etmesidir. (Bu beyitlerin sayısının bazı yerlerde 74, 9 bazı yerlerde 176 10 olduğu zikredilir.) Sultan Veled Batı Oğuz lehçesini biliyordu. 11 Sultan Veled'in, eserlerinde Türkçe'yi kullanışı, Mevleviliğe olan ilgisini fazla saklamayan Mustafa Kemal Atatürk'ün 12 de dikkatini çekmiş ve Türkçe yazması sebebi ile onun babası Mevlana'dan daha üstün olduğunu söylemiştir.13 Sultan Veled' in Türkçe şiirleri Veled Çelebi İz budak (1869-1953) tarafından Divan-ı Türki-i Sultan Veled adıyla neşr ve şerh edilmiştir (Ankara, Maarif Veka.leti, 1923). Aynı konuda Mecdut Mansuroğlu'nun Sultan Veled'in Türkçe Manzwneleri (İstanbul, İÜEF, 1958) adlı eseri ve bunun dışında iriliufaklı başka çalışmalar da vardır. Aynı asırda Türkçe yazan Yınus Emre ve 14 Aşıkpaşa gibi şairleri n aksine Sultan Veled' in şiirlerinde hece ve zni yoktur. Onun eserlerinde Türklük de yüce değerlerle eş tutulmuştur. O "Bedenin çadırAncak bunun doğru olması edebiyat geleneği açısından mümkün değildir. Zira hiçbir şairin divanı ölümünden önce bitmez. Sultan Veled bu sözüyle divan yazınada da babasına benzediğini söylemek istemiş olabilir: Gölpınarlı, Mevlevilik, s.46. 5 Sultan Yeled, İbtida-nr1me, tr. A. Gölpınarlı, Konya, 2001, s.2. 6 Krş. Gölpınarlı, Mevlevilik, 49; Sultan Veled, İbtida-nanıe, s. VIII-IX (Gölpınarlı'nın Girişi). 7 Bkz. Anbarcıoğlu, "Önsöz", Maarif, s.XXII; İbtida-name, s.IV, Gölpınarlı'nın Girişi (Divan, 10434. beyitten naklen) R Bkz. M.!. Walley, "Baha'al-din Soltan Walad", El, c.III(l898), ss.435-6: 436. 9 Mecdut Mansuoğlu "Anadolu'da Türk Dili ve Edebiyatının İlk Mahsulleri", İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, c.I (İstanbul, 1947-47), ss.9- 17. 10 Sadettin Uluç, "Sultan Veled'in Türkçe Şiirleri", Mevlana (Haz. Feyzi H alıcı), Konya, 1983, ss 109-1 13: 109. Konuyla ilgili detaylar için bkz. E.J.W. Gibb, A Hist01y of Ottoman Poetry, c. I, London, 1958, ss.l49vd.; G. Schubert, "Sultan Walad," E/2 , c. IX, ss.858-9.; Mehmet Önder," Mevlana'nın Oğlu Sultan Veled'in eserlerinde Türkçe", 3. Uluslararası Türk Dil Kurultayı, 1996, Ankara, 1999, ss.821-31. 11 İbtida-nanıe, s. VI ( Gölpınarlı'nın Girişi) 12 Detaylar için bkz. Hülya Küçük, The Role of the Bektaslıis in Turkey's National Struggle, Leiden-Boston, 2002, ss. 262-4. 13 Bkz. M. H. Egeli, Atatürk'ten Bilinmeyen Hatıralar, 2. Baskı, İst., 1959, s.72. 14 Gölpınarlı, Mevlevilik, s.443. 4 86 dır. Ondaki camnsa gizli olan ay gibi Türk' tür" demiştir. 15 Gibb, onun eserlerinde Türkçe'nin bulunmasının, müslüman bir topluluğun dili olması hasebiyle normal olduğunu, ama mesela Rebah-name'de Yunanca beyitlerin de bulunuşu­ 16 nu sufilerin diğer din mensupianna karşı tölaransh oluşu ile açıklamaktadır. Şair olmaktan çok şiiri öğretim aracı olarak kullanan Sultan Veled, 17 eserinde dedesi Sultanu'l-Ulema Bahaeddin Muhammed Veled'in Belh halkından ve yönetici Muhammed Harzemşah'tan ineindiği için, (616/1219 yılında) Belh'ten göçerek önce Larende (Karaman), sonra Konya'ya yerleşmesinden (626/3 Mayıs 1228) başlayıp Çelebi Hüsameddln'in vefatı ve sonrasına kadarki dönem ve kendi hayatına dair bazı bilgileri aktarır: Seyyid Burhaneddinin Konya'ya gelişinden, Mevlana ve Şems ilişkisin den, Kuyumcu Salahaddin' den, Çelebi Hüsameddin'den, Mevlana'nın vefatı ve cenaze töreninden, kendi şeyh­ liğinden ve şeyhliği sırasında yaptığı işlerden bahseder. Bu şekilde, bize ilk dönem Mevleviliği ve Mevlevi halifeleri hakkında da birinci el bilgi vermiş olur. Bu aniatılarm arasına konuya uygun nasihat ve hikayeler yerleştirir. Ancak kitabı anlayabilmek için ilk dönem Mevlevilik tarihi hakkında bir ön bilgi mutlaka gereklidir, zira Sultan Veled bütün bunları anlatırken tarih vermez ve kronolojik sırayı gözetmez. Daha da önemlisi, ilerleyen satırlarda ele alacağımız üzere, bizi bazı kronolojik problemlerle karşı karşıya bırakır. Mevlana'nın halifeleri konusunda Sultan Veled epey iddialıdır ve kendi deyimiyle "Mevlana'nm Şemseddin, Şeyh Salahaddin, Hüsameddin gibi halifeleri vardı ama vilayet, ululuk, bilgilerdeki güçlülük bakımından şöhret olmamış­ lardı. Veled'in anlatışıyla Mevlana gibi meşhur oldular. Vilayetleri, ululukları pek büyüktü ama gizliydi: güneş gibi meydana çıktı." 18 Burada dikkat edilecek önemli bir husus, Sultan Veled'in, Şems-i Tebrizi'yi Mevlana'nın halifesi olarak sunmasıdır. Diğer Mevlevi kaynaklannın da olaya bakış tarzı aynıdır, 19 Bilindiği üzere Mevlana, Şems-i Tebriz!, Şeyh Salahaddin ve Çelebi Hüsameddln'e hemdem, dost ve şeyh olarak bağlanmıştı, ama halkla birlikte onların da tanıdığı gerçek şeyh Mevlana idi. Eserde anlatıldığı üzere Mevlana'nın, babasından sonraki rehberi, Burhaneddin Tirmizi"dir. Burhaneddin Tirmizi, Sultanu'l-Ulema'nm Belh'de iken müridi idi. Onu aramak üzere Konya'ya geldiğinde -ki bu 630/1232 yılına rastlar- o Hakka'a kavuşmuştu (629/1231) malesef. Şeyhinin yerine Mevlana'yı bulan Burhaneddin Tirmizi', Mevlana'ya "( ..... ) babanda zahir hallerden başka haller de vardı ki onlar, öğrenmekle elde edilmez, Tanrı vergisidir ( ..... ) onları İbtidd-ndme, s. 323. Gibb, A History of Ottoman Poetry, c. 1, ss.l52-3 17 A.y., s.l53. ıx İbtidd-ndme, ss.157-8. 19 A.y., ss.XIV-XV (Gölpınarlı'nın Girişi). 15 16 87 da benden elde et de her hususta zahirde de batında da babana mirasçı ol, tıpkı 21 ona dön" demiş, 20 Mevlana da dokuz yıl onun sohbetinde bulunmuştur. MevHl.na'nın Burhaneddin Tirmizi'den sonraki (v. 639 veya 640/ 1241 veya 1242) rehberi, hemdemi, ve artık "hallfem" diye nitelendireceği Şems-i Tebriz!' dir (1186- ı 250?). Sultan Veled'e göre, Mevlana, Hz. Musa'nın Hızır'a ihtiyaç duyuşu gibi Şems' e ihtiyaç duydu. Mevlana, Tanrı katında, gerçeklik, üstünlük, safiyet bakımından herkesten ileriydi ama Tanrı, Şems'in ona yüz göstermesine, o suretle yakınlığının daha da artmasına sebep oldu. 22 Konya'daki ilk karşılaş­ malanndan (642/1244) sonra, "iki yıl rahat ve huzura içinde hayatiarına devam ettiler". Bundan sonra dedikodular başladı. Sultan Veled'in deyimiyle "Sürüye benzeyen müridierin hepsi bozuldu". Şems'i öldürmeyi planladılar. Bunlardan gönlü kırılan Şems Konya'yı terkederek Şam'a gitti (644/1246). Mevlana, oğlu Sultan Veled'i onu bulup tekrar Konya'ya davet etmesi için elçi olarak gönderdi. Sultan Veled bu işi başardığında Mevlana'nın sevincine diyecek yoktu artık. Önce, eski yaptıklanndan ötürü tevbe dileyen müridier yine küstahlaşınca, Şems tekrar Şam'a döndü (645/1247 veya 646/1248). Bu sefer onu aramaya Mevlana'nın kendisi gitti. Sultan Veled'in deyimiyle, Mevlana, "suret bakımın­ dan Şems'i bulamadı ama onu kendinde buldu; çünkü Şemseddin'deki hal, onda meydana geldi." 23 (Mevlana, Şems'i aramak için iki kere Şam'a gitmiştir 24 ama bunun tarihlerini tam bilemiyoruz. 64611248 ile 648/1250 arasmda olduğu söylenebilir.) Mevlana, Şems'den sonra on yıl boyunca Kuyumcu Salahaddin'i sohbet arkadaşı, "naib ve halife" edinmiş, onunla "sükun bulmuş", ama yine müridierinin şiddetli ktskançlıklanna hedef olmuştu. Tanıdıkları, bildikleri ve görünüşte hiçbir olağanüstü hali olmayan bir insaria Mevlalla'nıh o l<.adar değer vermesine bir anlam verememişler, Sultan Veled'in ifadesiyle "Tanrı azizini hor" görmüşler, "o cana balçık adını" takmışlardı. 25 Kuyumcu Salahaddln dünyadan göçünce (65811259), Mevlana "ey Tanrı'nın yoluna-yordamına uyan Hüsameddln, bundan böyle naib ve halife sensin, çünkü arada ikilik yok" diyerek Ahıtürkoğlu Çelebi Hüsameddin'i (622/1225- 683/1284) -ki asıl adı Ahi Hüsameddln Hasan'dır 26 - onun yerine geçirmiş, başına nurlarserpmiş, ashabı­ na "ona baş eğin, önünde baş eğin, ilcizeesine kanatlannızı yere gerin" demiş, Çelebi aralıksız on yıl Mevlana ile sohbette bulunmuş, ashab ve dostları onunla 20 A. v., ss.186-94. A ..\'., s.l94. 22 A."v., ss.38-40. 23 A."ı'., s.40-60. 24 A.)'., ss. 57-62. 25 A.y., ss. 70-6,109-13,279,281. 2 " Mehmet Önder, "Mcvleviliğin Sistcmleşmesi, Sultan Veled ve Diğer Postnişinler", Konya'dan Dünya'ya Mev/{üıa ve Mevlevflik, Konya, 2002, ss.l31-50: 132. 21 88 birlikte irşad etmişti?7 (MevHina'nın Mesnevf'sini dikte edenin Büsameddin olduğu bilinen bir husustur.) Mevlana'nın dünyadan göçüşünden sonra Çelebi Hüsameddin, Sultan Veled'e "Babanın makamma geç, otur" ise de Sultan il el ed bunu kabul etmemiş, 28 "Hayır" demiş, "Babam diridir, bedeni yıpranmıştı, ölen bedenidir. Ruhu Tanrı'da bakiy, bından da Hak ona sakiylik etmede. "Müminler ölmezler demedi mi anlam incisini deme di mi? Babamın zamanmda hallfeydin değişen bir şey yok, öne geç. İmam sendin, sana uyardık, padişahtan bunu bellemiştik de sonra da hali'femizsin; önderimizsin; iki alemde de şeyhsin" diyerek 29 hiliifete Çelebi Hüsameddin'in devamının daha doğru olacağında ısrar etmişti. Ancak on yıl sonra Çelebi Büsameddin ansızın hastalanmış ve Allah'ın huzuruna gitmiştİ (683/1284). Sultan Veled bu dummu " Veled, yetim bir çocuk gibi tek başına kaldı, ağladıkça ağladı: korkudan arıklaştı. Çölde kalmış çocuk gibi sığı­ nacak kimsesi yoktu, esirgeyecek kişiden mahrum bir halde şaşırıp kaldı. ( .... ) Klavuzum gitti, o olmadan şeytandan nasıl başçeker kurtulurum. Nereye 30 tutayım, kime sanlayım, çarem nedir, ne tedbirde bulunayım, diyordu" Sözünü ettiğimiz kronolojik problemlerden birisi işte bundan, yani Çelebi Hüsameddin'in ölümünden (683/1284) sonrasıyla ilgilidir. Sultan Veled, bundan sonrasını anlatırken, hem, Şeyh Kerimeddin'in Çelebi Hüsamedd!n'den sonra onun mazhan olarak yedi yıl şeyhlik yaptığını ve zamanın eşsiz bir eri olan bu şeyhe kendisinin de tabi olduğunu "Hüsamedd!n'den sonra o server, 31 müddet yol göstericiiiiete bulundu" sözleri ile belirtmekte, hem de Büsameddin' den sonra halkın toplanıp " yerine otur, şeyhlik et; ye dek, Allah aziz sırnyla bizi kutlasm, Hazret-i Mevlana, Çelebi Hüsameddin' i halife yapmıştı diye balıanelere giriştin; şimdiyse o da göçtü, bahane göstermemen, kabul etmen, dileğe uyman gerek" diye ısrar ve yalvarmaları üzerine şeyhlik makamına kendisinin geçtiğini ve Mevlana yolunun muktedası olduğu­ 32 nu bildirmektedir. Menakıbnamalerde önemsenmeyen bu durumu Gölpmarlı, Sultan Veled'in 'resmen' şeyh olmasma rağmen, kendisini tam olgun görmemesi sebebiyle manevi şeyh olarak Şeyh Bektemüroğlu Kerlmeddin'i tamması ile 33 açıklar. Bu açıklama, Sultan Veled'in bir rehberi her şeyden daha üstün gören mistik ama temkinli yapısı göz önüne alındığında mantıklı görünmektedir. Şöy­ le ki eserde okuyucunun dikkatini çeken en önemli husus onun mahviyeti ve 27 2 İbtida-name, ss.! ı 14, 19, 121-3. x A.v. s.123. A.~ı .. A.).'·, s.l24. 31 A.v., s.316. 32 A.)ı. s. 129vd., 154vd. 33 A.y. ss. XVII-XVIII (Gölpmarlı'nın Girişi); Göl pınarlı, M ev/evi/ik, 31, 32. 29 311 89 her fırsatta bir şeyhe, bir rehbere olan ihtiyacını vurgulamasıdır. Aslında genel olarak rehbere ihtiyaçtan söz eder gibi görünür ama satır aralarında kendisi saklıdır. Zira o " başımda şeyhlik sevdası yok benim. Hiçbir kuş benimle beraber uçamaz" diyen babası gibi 34 şeyhlikte gözü olmayan birisi idi. O, herkesin şeyh olmaktan hoşlandığı ve dervişliği beceremediği bir ortamda, derviş olmayı tercih etmişti. Bizi, "herkesin şeyh olmaktan hoşlandığı bir ortamda" hükmüne götüren, Menakibıı'l-Arifln'de Mevlana'ya nisbet edilen bir sözdür: Bir gün büyüklerden birisi Mevlana'dan "sohbet ve hemdemlik etmesi için bir derviş göndermesini" ister. Mevlana: "Derviş nerede? O hiç bulunmaz. Fakat istediği kadar şeyh göndereyim" diye karşılık verir. 35 Sultan Veled'in dervişliği tercihi belki de bu sebepledir. Sultan Veled'in "Gerçek şeyh baş gibidir, başkası ise bedene benzer. Birisi başsız olabilir mi? Ayak, baş olmadıkça yolu nereden bilecek?" 36 , "Şeyh güneşe benzer. Sense taşsın" 37 , "Şeyhin çok yüce kerametleri vardır. Mürid onlardan faydalamr" 38 , "Şeyh ne yaparsa Tanrı'dan görmeli. O, ölmeden önce ölmüştür" 39 , "Yılan içimizdeki nefistir. Şeyh onu meydana çıka­ rır"40 "Şeyh insanı çalışıp çabalamadan maksada erdirir" 41 gibi sözleri onun "bir şeyhe ihtiyaç" konusundaki düşüncelerini yansıtır. Babasının yanı sıra Şems'e, ondan sonra Kuyumcu Salahaddin'e, ondan sonra da Çelebi Hüsameddin'e bağ­ lanan Sultan Veled, babasının göçüşünden sonra (672/1273), daha önce belirttiğimiz üzere, Çelebi Hüsameddin'in "babanın makamına geç, otur, şeyhlik et, ben de hizmetinde bulunayım" teklifine rağmen şeyhliği kabul etmemiş, ona tabi olmayı yeğlemiştir. 42 Bu tarihte Sultan Veled, kırk yedi yaşını bitirmiş, ihtiyarlık yaşına yaklaşmış bilgin bir zattı. Gösterdiği bu mahviyet, bir büyüğün 43 karşısındaki bu küçülüş kelimelere sığmayacak kadar büyük bir olgudur. Aynı teklif, Çelebi Hüsameddin'in ölümü üzerine halk tarafından yapılmış, artık bahanesi kalmadığı için ısrarlar ve yalvarınalar üzerine bu teklifi mecburen kabul 44 etmiş görünmüş, ama gerçekte "Klavuzum gitti, o olmadan şeytandan nasıl başçeker kurtulurum. Nereye yüz tutayım, kime sarılayım, çarem nedir, ne tedİbtidii-n{une, s. 64. Şemseddin Ahmed el-Efliiki el-Arifi, Meniikibu'l-Arifin (Metin), hazırlayan: Tahsin Yazıcı, 2c .. Ankara, ı 976, 1, 51 8 (3/502); tercüme: Ariflerin Menkibeleri. tr. T. Yazıcı, 2c, İstanbul, l 973, I, 465 (3/505). 36 İbtidii-niime, s. 84 37 A.y., s.98. 3 xA.v., ss.IOI-2. 39 A.)'., s. ı 06. 40 A.y.' s. ı 84. 41 A.y., ss.98, ı ı o. 42 A. y., s.l23-4. 43 Gölpınarlı: "Bu tarihte Sultan Veled, ellidokuz yaşını bitirmiş, aşağı yukarı ihtiyarlık yaşına gelmiş bilgin bir zattı" demektedir (A.y., s.XVI -Gölpınarlı'nın Girişi) bunun yanlış olduğu açıktır. Sultan Veled 1226 doğumlu olduğuna göre babasının Hakk'a kavuştuğu ve kendisine şeyhlik teklif edildiği 1273'te kırk yedi yaşında idi. 44 A.y., ss.129, 154. 34 35 90 birde bulunayım" diye ağlamış 45 ve yine bir başkasını, Bektemüroğlu Kerlmeddin'i şeyh olarak tanımıştır. 46 Zira Sultan Veled'e göre o "öyle bir erdi 47 ki onun gibi kerem sahibi bir padişah yoktu", " o huyları güzel, seçilmiş veli" idi. O zamanının seçilmiş bir velisi, gönül sahibi idi. Varlığından ölmüş, Tanrı'yla dirilmişti. Halkın elini tutan ancak o idi. Kim onu sever, ona dost olursa onun işi sonunda tamamlamrdı. Ve dahası, o, Hüsameddin'in yadiganydı. Sultan Veled, Hz.İsa'yı, Hz. Musa'yı, (Hz. Musa veya Meryem'in Babası) İmran'ı, Hallac-ı Mansur'u, İbrahim b. Edhem'i, Maruf el-Kerhi'yi, Zü'n-nun el- Mısrl'yi anışının, hep onun, yani Bektemüroğlu Kerimeddin'in sıfatıarını anlatmak için 48 olduğunu söyler. Ancak Sultan Veled, Şems'in akibetini düşünerek uyanık hareket etmiş, babasındaki tedbiri yok edecek, düşünmeye yer bırakmayacak derecede kuvvetli aşk ve cezbeden uzak olarak Kerlmeddin'i herkese duyurma50 mıştı.49 Onun hakkında hemen hiç bilgimiz olmayışının sebebi belki de budur. bir problem, kitabın 690(1291) yılı Rebiu'levvel ayında başlayıp Cumade'l-ahira'nın dördünde, yani döı1 ay içinde, bittiğini söyleyen Sultan Veled'in, nasıl olup da 691 (1292) yılı Zilhicce'sinde vefat 51 ettiğini sandukasmdan öğrendiğimiz şeyhi Bektemüroğlu Kerimeddin'in vefa52 tından bahsedebildiğidir. Gölpınarlı'ya göre, Sultan Veled gibi - birazdan üzerinde duracağımız vechile- teşkilatçı bir kimse, gönülden bağlı olduğu ve 'şeyh' diye tanıdığı bir kimsenin sundukasının üzerine yanlış tarih yazdırmaz. Bu durumda, sanduka üzerindeki tarih, Şeyh Kerimeddin'in ölüm tarihi değil, sandukanın yapıldığı tarihtir53 veya onun ölümüyle ilgili paragraf, ona hürmeten, eser tamamlandıktan sonra araya sokulmuştur. 54 Burada karşılaştığımız diğer oturduktan sonra, Mevleviliği teşkilat­ landıı·ma çalışmalanna devam etti. ("Devam etti" diyoruz, zira daha Mevlana zamanında, Emir Taceddin Mutez, medresenin yanına birkaç oda, yani "aşıklarevi" yapmak istemiş, ancak Mevlana "Ad ve Semud gibi binalar yaptır­ mak istemediğini" söyleyince onu ikna işi Sultan Veled'e kalmıştı. 55 ) Tarikat, onun zamanında büyüyüp gelişmeye başladı. 56 Sultan Veled'in , kendi ifadesi ile: "Sayısız kadın-erkek müridi oldu; hepsi de hünerde tek kişi kesildi "BabasıSultan Veled, şeyhlik makamına 45 A.y., s.l24. A.y., s.316. 47 A. v., s.316. 48 A.)•., s.3 11 vd. 46 GÖ!pınarlı, Mevlevilik, s.34. A. \'., s.32. 51 A.·v., s.355 52 lbtidii-niime, s.315-18. 53 Gölpınarlı, Mevlevilik, s.48. 54 A. y., s.31; lbtidfi-nônıe, s .XVII. 55 Etiakl, Metin: c.I, ss.239-40; Tercüme: c.I, ss.270-l (3/152). srı Gölpınarlı, Mevlevilik, s.204. 49 50 91 nın yolunda halifeler dikti; her durağa bir ulu kişi atadı", "Çünkü uzaktaki şehir­ lerin halkı da hep bu ırınağa susamıştı. Yurtlannda, tuzağa tutulmuş kuşlar gibi kala kalmışlardı. Yakınları, çoluklan-çocukları engel oluyordu da bu yana gitmeye imkan bulamıyorlardı", "Hiçbir kimse bizden mahrum kalmasın diye Anadolu hallfelerle doldu. Hatta Anadolu da ne! Bütün dünya halifeyle doldu; bu uromandan her yana bir katre yürüdü- gitti", "Halifelerin hepsi de uyulmaya layık oldu; her biri bir şeyh olmaya, kılavuzluk etmeye liyakat kazandı", "onlara idizet-nameler yazdırdı". 57 Bu son iki cümleden hall'felerin iyi bir eğitimden geçirildiklerini de çıkanyoruz; zira 'liyakat kazanmak'tan ve bunun sonucu olarak idizet-name verilmesinden bahsetmektedir. Bütün bunları yapmasında tek saik, şüphesiz babasma olan bağlılığı ve onun yolunu unutulmaz kılma tutkusu idi. Ona göre "Dünyaya Mevlana gibisi, gizli-açık gelmemiştir. Mevlana gibisi, onun benzeri yoktur. ( .... ) O yüce padişah, kutupların kutbuydu." 58 Onun yolundan gidenleri meşhur eden de yine Sultan Veled idi. 59 Burada akılda tutulması gerekir ki, ilk çelebiler döneminde Mevlana'ya ulaşanlara "Mevlevl", Sultan Veled mensupianna "Veledl", Ulu Arif Çelebi mensupianna "Arifi", Abid Çelebi mensupianna "Abidl" denmiş, daha sonraki dönemlerde ise çelebilerin nüfuzları azaldığı için artık bu tür bir ayrıma gerek 60 kalmamış, sadece "Mevlevl" kelimesi kullanılır hale gelmiştir. Tarikatın kuru61 luş ve sistemi hakkında elimizde hemen hiçbir şey olmamakla birlikte "teşki­ latlanmaya Sultan Veled zamanında başlanılmış ve XVI. yüzyılda kesin şeklini almıştır" şeklindeki bir tesbit yanlış olmasa gerektir. 62 Sultan Veled, kurallara 63 aşırı derecede bağlı mistik bir şahsiyetti. Bu kuralcılığını, babasının yolunu öğreten halifeler atayarak gösterdi ve böylece diğer sistemleştirmelerin de önünü açtı. Temkinli, mantıklı ve bilhassa zamanın icaplarını görüp gözetir bir adam olduğu için, Mevlana'nın öğretisini biraz tebdil etmek pahasına da olsa, başka tarikatlardan ayrı, farklı bir tarikat kurma gayreti güttü. 64 Sultan Veled'in Mevlevi ayin ve erkanına olan katkısı ise tartışmalıdır ve rolü tam manasıyla bilinmemektedir. 65 Öncelikle, semanın önemli bir bölümü olan "Devr-i Veledi" ye kapılarak ve Mevlevi rivayetlerine inanarak semayı mukabele şekline sokanın o olduğunu söylemek yanlış olur. Zira 760/1358'de biten ve dolayısı ile sadece Sultan Veled dönemini değil, Ulu Arif Çelebi oğlu Emir Adil Çelebi 57 A.y., s.l54vd. İbtida-niinıe, s.249. A.y., ss.l57-8. 60 Gölpınarlı, Mevlevilik, ss.l51-2. 61 A.y., s. IS 62 A.v., s.288. 63 s.40. 64 Gölpınarlı, Mevlevilik, s.35. 65 Krş. Waley, agm, s.435. 58 59 A.y., 92 dönemini de içine alan bir kaynak olan M enakibu 'l-Arijin'de böyle bir törenden 66 söz edilmemektedir. ABSTRACT İbtida-name is the most authentic written Mevlevi source on the very earliest Mevlevi personalities and history. It contains information on Mevlana and his companions. According to it, the first Mevlevi caliph was Shams al-Din Tabrizi. After him, respectively Kuyumcu Salahaddin and Çelebi Hüsameddin were appointed caliphs by Mevlana himself. W e face a smail problem canceming the following caliphs or shaykhs: Sultan Veled says that it was Bektemüroğlu Kerimeddin who served seven years as caliph. It is again he who also says that after Çelebi Hüsameddin's death, the people proposed him to be the caliph, and as a consequence of their constant pressure and imploring, he accepted the offer. The solution probably lays in what Gölpınarlı says: the official shaykh was Sultan Veled, but Kerimeddin stayed as his spiritual shaykh until he died (691/1292). Sultan Veled tried to make his father's way organized, and for this end he trained disciples as caliphs and appointed them to all the cities in the Anatolia as soon as he became the shaykh. Kaynakça el-Eflaki cl-Arif!, Şemseddin Ahmed, Menakibu'l-Arifin (Metin), hazırlayan: Tahsin Yazıcı, 2c., Ankara, 1976 (ve tercümesi: Ariflerin Menkibeleri, tr. T. Yazıcı, 2c, istanbul, 1973) Egeli, M. H., Atatürk'ten Bilinmeyen Hatıralar, 2. Baskı, İst., 1959. Göl pınarlı, Abdülbaki, Mev[{ina'dan Sonra Mevlevilik (dipnotlarda Mevlevilik olarak kısaltıldı), İstanbul, 1953. Küçük, Hülya, The Role oftlıe Bektaslıis in Turkey's National Struggle, Leiden-Boston, 2002 Önder, Mehmet , " Mevlana'nın Oğlu Sultan Vcled'in eserlerinde Türkçe", 3. Uluslararası Türk Dil Kurultayı, 1996, Ankara, 1999, ss.821-31. _ _ _ _ _ , "Mevlevlliğin Sistemleşmesi, Sultan Veled ve Diğer Postnişlnler", Konya'dan Dünya'ya Mevlana ve Mevlevflik, Konya ""Gölpınarlı, Mevlevi/ik, s.282. 93 Schubert, G. "Sultan Walad," E/2 , c. IX, ss.858-9. Sultan Veled, Maarif, tr. Meliha Ü. Anbarcıoğlu, 3.baskı, Ankara, 1974. _ _ _ _ , İbtida-name, tr. A. Göl pınarlı, Konya, 2001. Uluç, Sadettin, "Sultan Veled'in Türkçe Şiirleri", Mevlana (hazırlayan: Feyzi Halıcı), Konya, 1983, ss 109-113. Mansuoğlu, Mecdut, "Anadolu'da Türk Dili ve Edebiyatının İlk Mahsulleri", İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyati Dergisi, c.l (İstanbul, 1947-47), ss.9- 17. Walley, M.I., "Baha'al-din Soltan Walad", El, c.III 1898), ss.435-6. 94 MEVLEVİLİGİN TARİHSEL TEMELLERi: SULTAN VELED VE ÇELEBİLİK MAKAMININ KURULUŞU (Özet) Ekırem IŞIN* Anadolu kültür tarihinde XIII. yüzyıl, tasavvufi düşünce temelleri üzerine tarikat organizasyonlarının inşa edilmeye başlandığı bir toplumsal yapılanma dönemidir. Selçuklu dünyasına yönelik Moğol tehdidi altında gerçekleştirilen bu yapılanmanın ilk tutarlı ve kalıcı örneği, yüzyılın sonuna doğru, Sultan Veled'in şahsında Mevlevilik adıyla tarih sahnesinde yerini alır. Mevleviliğin tarihsel temelleri, Anadolu'ya XIII. yüzyıl başından itibaren belli aralıklarla nüfuz eden Horasan tasavvuf ekolünün Selçuklu kültürüyle kaynaşması sonucu atılmıştır. Mevlana Celaleddin-i Rumi'nin (ö. 1273) döneminde, babası Bahil.eddin Veled tarafından temsil edilen Kübrevilik ile karşılı­ ğını Şems-i Tebriz!' de bulan Kalender! felsefesi, daha sonra Mevlevilik çatısı altında şekiilenecek kültürel yapılanınayı besleyen iki farklı düşünce kaynağı olarak dikkat çekmektedir. Bu iki kaynak, Mevlevilik tarihi boyunca tarikatın kimliğini, bize karşıt imgeler şeklinde sunan bir kültürel ayrışmanın da hazırla­ yıcısıdır. Tasavvuf tarihinde sıkça rastlanan bu olgu, ana gövdeden ayrılan tarikatların adeta varlık nedeni iken, Mevlevllik örneğinde böyle bir parçalanmaya kurumsal anlamda yol açmaz. Tarikat, yayıldığı geniş coğrafyada kurumsal yapısını korumuş, farklı mistik algılamalan aynı çatı altında bütünleştirebilmiştir. Bu tarihsel gerçeğin arka planında, Mevleviliğin merkeziyetçi yapısı vardır. Mevlevi organizasyonu içinde idari merkeziyetçiliği Çelebilik makamı temsil eder. Tarikata bir üst kimlik kazandıran bu kurum, Mevlana Celaleddin Rumi soyuna mensup mutasavvıf kimliklerin oluşturdukları bir aile yapılanması şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Bu aile tarikatın tüzel kişiliğiyle özdeşleşmiş, dolayısıyla Doğu toplumlanndaki yönetici elitin dayandığı "hanedan" tipi örgütlenmenin tasavvuf tarihindeki en çarpıcı örneğini oluşturmuştur. Bizi burada ilgilendiren asıl konu, sosyolojik bir analizden çok, bu yönetici elitin hangi tarihsel koşullar altında ortaya çıktığını araştırmak ve Mevlevlliğin kuruluşunda oynadığı etkin role dikkat çekmektir. Araştırmacı - Editör 95 Tasavvuf ve tarikatlar tarihi üzerine çalışan araştırmacılar, Mevlana'nın mistik bir organizasyon kurmadığı konusunda bugün görüş birliği içindedirler. Mevlana'nın menkıbelerden arındırılmış tarihsel kişiliği ve yaşadığı zamana iz bırakan faaliyetleri arasında, böyle bir örgütlenmenin ipuçlarını verebilecek kamtlara rastlanmaz. Bir bakıma Mevlana geleneğe uymuş, merkezinde kendisinin yer aldığı cezbeci tasavvuf anlayışını, güçlü karizmasına dayanarak kökleştir­ meyi başarmıştır. Onun çağı, seyyah dervişlerin çağıdır. Uzak coğrafyalardan gelen, kervansaraylarda konaklayan, şehir hayatının oturmuş düzeniyle bağ­ bir faaliyet programma sahip bu dervişler, Selçuklu göğünü bir an sonra kaybolan yıldızlara benzerler. Oysa Mevlana, tam anlamıyla şehirlidir. Doğduğu Belh ve yaşadığı Konya, tasavvuf tarihine mistik düşünce üretiminin iki önemli merkezi olarak geçmiştir. Buna rağmen MevHina, şehir hayatma kök salmış bir kurumun mimarı olmaktan uzak durur. Hiç şüphe yok ki bu uzak duruşu, bir hayat felsefesine dönüştüren bireysel ve toplumsal nedenler vardır. İlk anda göze çarpan neden, MevHina'nm hayatına giren ve onu derinden etkileyen mistik kişiliklerin varlığıdır. Mevlana hayatı boyunca bir başka kişiliğe bağlanma, onunla özdeşleşme psikolojisini canlı tutmuş ve sonuçta giderek ağırlaşan manevi vesayet, onun faaliyet sahası­ nı yalnızca düşünce üretimiyle sınırlı tutmuştur. Başka bir deyişle Mevlana, manevi vesayetin altında, kendi düşüncelerinden hareketle reel hayata dönük kurucu bir kişilik özelliği kazanamamıştır. Böyle bir durumu anlamak mümkündür. Çünkü kurucu kişilikle vasi olan arasında, Mevlana'nın belki de hiç arzulamadığı kimlik çatışmasının ortaya çıkması kaçınılmazdır. Babası Bahaeddin Veled'den itibaren Mevli:ina'nın bütün hayatını kuşatan vasi figürleri, tutarlı süreklilik gösterir. Babasının halifesi Seyyid Burhaneddin, onun gençlik çağına damgasını vurmuştur. Şems-i Tebrizi ise Mevlana için adeta benzersiz bir model oluşturmuş, daha sonra bağlanacağı kişiliklerde hep bu modelin yansırnalarım görmüştür. Salahaddin Zerkfibi ve Çelebi Hüsameddin, en azından Şems-i Tebriz! sonrasında Mevlan~i'nın hayatını dolduran bu türden kişiliklerdir. Sultan Veled, İbtidandme adlı eserinde, babası­ nın Salahaddin Zerkfibi'yi Şems-i Tebrizi'nin mazharı olarak bulduğunu kaydetmektedir. Diğer taraftan dikkati çeken nokta, Şems-i Tebrizi dışındaki vas! figürlerinin, mistik köken bakımından Mevlana'nın babası Bahaeddin Veled'e bağlı bir geleneğin temsilcileri olmalarıdır. Mevlana bu geleneğin dışına çık­ mamış, onun koruyucu kanatlan altında aşk ve cezbe merkezli mistik kültürün yoıulmaz bir işçisi olarak çalışmayı tercih etmiştir. Böyle bir tercihin karşısın­ da, ondan kuıucu kimliğe özgü faaliyet tarzlarını beklemek anlamsız olur. Mevlana bu tavrını oğlu Sultan Veled'e miras bırakır. Başka bir deyişle, etrafında kümelenen tasavvuf zümresi üzerindeki her türlü tasarruf hakkını oğ­ luna değil, Çelebi Hüsameddin'in şahsında bir vasifigüre devreder. Ahmed Ef- 96 Htki'nin naklettiğine göre, Mevlana hastalığı esnasında hilafetin kendinden sonra kime geçeceği konusundaki bir soruya, Çelebi Hüsameddin'i göstererek cevap vermiştir. Böylece Mevleviliğin şekillenme sürecinde, tarikat öncesi yapı­ nın ürettiği son yönetici tipi olarak Çelebi Hüsameddln tarih sahnesine çıkar. Sipehsalar'ın kaydına göre bu durumu Mevleviler arasmda pek hoş karşı­ lamayanlar da vardır. Tıpkı Mevlana'nın Şems-i Tebrizf'ye bağlanmasım yadır­ gayanların ortaya koydukları sert tavrı, bu defa Sultan Veled' e yöneltenler, onun muktedir bir kişi olarak görmek isteyenlerin sesi yükselmeye başlamıştır. Ne var ki Sultan Veled, baba mirasına sahip çıkar ve İbtidaname' sinde bu bağ­ lanma psikolojisinin mantığını şöyle çizer: "Hüsameddin babandan sonra uyulacak adam sensin, onun makamı sana düşer, çünkü senden daha arif ve yol iz bilen yok dedi. Hayır dedim, babam ölmedi ki, o diri. Ölen, onun cesedi, maddi varlığı. ( ... ) Ruhu ise Tanrı civarında baki. ( ... ) Onun zamanmda halifemizdin. Değişen bir şey yok. Önde de halifemiz sensin, sonda da. Muktedasm, iki alemde de şeyhsin. O gözü açık er bu makamı kabul etmem için çok ısrar etti, o makam senden başka kimseye yakışmaz dedi amma ben, riya ile değil, dille, gönülle çeşit çeşit yalvarıp yakardım, nihayet lUtfetti, sözümü kabul etti, umulan da müyesser oldu." Sultan Veled' in kendi kaleminden çıkan bu an! atı, bize açıkça Mevleviliğin daha bir süre vesayetle yönetileceğine ilişkin sağlam bir kanıt sunmaktadır. Sultan Veled, babasının vasiyeti üzere Çelebi Hüsameddin'e teslim olduğunda tam 47 yaşındadır. ll yıl Çelebi Hüsameddin'in gölgesinde yaşamış, onun 1284'te vefat etmesiyle birlikte 58 yaşındayken bu defa Bektemüroğlu Şeyh Kerimeddin 'e bağlanmıştır. Bu şeyh hakkında yeterli bilgi yoktur. Ancak İbtidaname' deki şu satırlar, onun Sultan Veled nezdindeki önemini ortaya koymaktadır: "Bektemüroğlu Kerimeddin, zamanede seçkin velidir. Bu devirde gönül sahibi odur, nefsini Tanrı uğruna kurban etmiştir. ( ... ) Onu seven, ona dost olan kişinin işi, nihayet tamamlanır. Himmet ettiği er, Cüneyd ve Ma'ruf gibi yücelir. Onun sırlarını duyan anlar ki, o hürlerdendir. Dostum, bugün cihanda bize Hüsameddin'in yadigan odur." Buradaki "Hüsameddin'in yadigarı" ifadesinden, Şeyh Kerimeddin'in Çelebi Büsameddin mensuplanndan olduğu anlaşılmaktadır. Görüleceği gibi Mevlevi zümresi üzerindeki manevi otoriteyi, Mevlana ailesi dışındaki kişilerin temsil yetkisi devam etmektedir. Şeyh Kerimeddin'in 1292 tarihinde vefat etmesiyle bu yetki doğrudan Sultan Veled'e geçer. Bu tarihte tam 66 yaşındadır. 1292 tarihi Mevlevilik için son derece önemlidir. Çünkü Mevlana soyuna mensup ilk yönetici olan Sultan Veled, Mevlevilik adına bütün tasarruf hakkım eline geçirmiş, manevi otoritesini hakim kılmıştır. 97 Mevlevi kültürü etrafında ilk tarikatiaşma hareketi, daha Çelebi Hüsarneddin zamanında başlamıştı. Mevlana Türbesi'nin inşası bu dönerne rastlar. Türbe etrafında giderek genişleyen Mevlevi' zümresi, burasını ileride tam teşekküllü bir dergaha dönüştürmek amacıyla çeşitli vakıflar kurmuşlar, elde edilen gelirlerle Türbe' de görevli hafız, rnesnevi'han ve müezzinlerin ihtiyaçlarını karşılamışlardır. Çelebi Hüsameddin her Cuma namazdan sonra Kur'an ve Mesnevl okutmakta, ayrıca sema meclisleri düzenlemektedir. Hiç şüphesiz bu faaliyetlerin gerisinde sistemli bir şekilde genişletilen güçlü bir vakıf organizasyonu vardır. Ahmed Efiili'nin kayıtlarına bakılırsa evkaf gelirleri, Çelebi Hüsarneddin'in kontrolü altındadır. Mütevelli kimliğiyle Çelebi Hüsameddin, evkaf mahsulatından gelen para ve nezirleri Mevlana' nın eşi Kera Hatun ile kızı Melike Hatun ve Sultan Veled'e ihtiyaçları nispetinde ayırmaktadır. Bundan anlaşılacağı üzere Çelebi Hüsameddi'n, Mevlana ailesinin tam anlamıyla vasisi konumundadır. Maddi ve manevi gücü kendi otoritesi altında toplamakla aile üzerinde de nüfuz kazanmıştır. 1292 tarihinden sonra makarn postuna oturan Sultan Veled'in ilk işi, bu nüfuzun belli başlı kaynaklarını oluşturan maddi gücü, yani vakıf gelirlerini doğrudan Mevlana ailesinin kontrolüne sokmak olmuş­ tur. Bu kontrol süreci hiç şüphesiz siyasi otoriteyle yakın ilişkilerin kurulmasını gerektirir. Nitekim onun Selçuklu ileri gelenlerinden Muineddin Pervane, Fahredd!n Sahib Ata ve Sultan Rükneddin Kılıç Arslan ile yakın ilişkisi vardır. Bu ilişki ağı, kurulmakta olan Çelebilik makamının da siyasi otorite karşısında­ ki meşruiyetini sağlamıştır. 98 MEVLANA VE MEVLEVİ TARİKATlNIN EGİTİCİLİGİ* Dr. Nilgün AÇIK ** -i ı Mevlevi tekkelerinde hayat bulan Mevlevl tarikatı, MevHina'nın tasavvufi düşüncelerini esas kabul eden bir tarikat olup, Anadolu, Balkanlar, Kıbrıs, Arabistan Yarımadası, Kuzey Afrika'da gelişme göstermiştir. Böylesine geniş bir coğrafyada, özellikle şehirlerde yayılan tarikat, siyasi ve ekonomik yönden güçlenmiş, bu da kültürel bir gelişmeyi beraberinde getirmiştir. Mevlevilik ve bu tarikat çerçevesinde oluşan kültürel gelenek ve edebi muhit, MevHina ile on üçüncü yüzyılda başlamış ve yirminci yüzyıla dek süregelmiştir. Şöyle ki; on üçüncü yüzyıl Anadolu'sunun düzensizlik ve çöküntü atmosferi içinde, Mevlana'nın eğitici, hikmetli veciz söz ve düşünceleri, devlet büyükleri ile kurduğu iyi ilişkiler, sohbet meclisleri, vaazlan, şiiri, manevi bir teselli kaynağı olmuş 1 ve daha o zamanlarda atılan kültür ve sanat tohumları, Mevlana'nın oğlu Sultan Veled'in kurduğu tarikat çerçevesinde gelişme ortamı bularak, dalga dalga yayılmıştır. Mevlana'nın hayatı ve Mevlevl tarikatının bünyesinde görülen, eğitici ve 2 öğreticilik, Mevlevihanelerin yaygın eğitim müesseseleri olarak vücut bulmasında etkili olmuştur. Mevlevlhaneler; bilim, edebiyat ve sanat muhiti halinde, pek çok kişiyi kültürel bir çevrede birleştirmiştir. Tarikat sistemli olarak Sultan Veled tarafından kurulduktan sonra, ferdin ruhsal eğitimine önem verilmiş, herkes kabiliyetine göre, belli alanlara yönlendirilmiş; güzel sanatların en az bir şubesinde ustalaştırılmıştır. Eğitimci ve sanatkar mutasavvıf kimliğiyle Mevlana'dan ilhamını alan Mevlevilik, sufilerin, Tannya ulaşmak için kabul ettikleri zikir, riyazat, dünyayı terk etme gibi esasları kabul etmemiş; bilakis, dünyadan çekilmemeyi; herkesin bir işle uğraşmasını, elinin emeğiyle geçinmesini tavsiye etmiştir. 3 Boş durmanın hoş görülmediği, hatta yasak edildiği Mevlevihaneler, yüzyıllar boyu fikir ve sanat eğitiminde gerçek birer mektep vazifesi görmüştür. 1 * Bu bildiri metni, Kültür Bakanlığı Müsteşarı, Prof. Dr. Mustafa iSEN'in danışmanlığında hazırladığım "Divan Edebiyatı'nda Mevlevilik Etkisi ve Mevlevl Şairler" konulu doktora tezinde tespit edilen verilerle hazırlanmıştır. Burada bir kez daha, Hocam Prof. Dr. Mustafa İSEN'e gönülden teşekkürlerimi sunuyorum. **Muğla Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Türkçe Eğitimi Bölümü Öğretim Üyesi. 1 Nihat Sami Banarh, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul 1987, s. 291-293; Ömer Lütfi Barkan, "Kolonizatör Türk Dervişleri", Vakıflar Dergisi (1942), C.2, Giriş. 2 Mustafa isen, "Osmanlılarda Şehir Ve Kültür", Ötelerden Bir Ses, Ankara 1997, s.78. 3 Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlana'dan Sonra Mevlevilik, İstanbul 1983, s. 306. 99 Bu hizmet anlayışı ile hareket eden Mevlana ve Mevlevller, İslamiyet'in özündeki güzellik ve hoşgörüyü yaymak istemiş; bu amaca dayanarak güzel sanatlar eğitimine büyük önem vermişlerdir. Şöyle ki, çileye soyunan kişi, çilesini tamamlamak için on sekiz hizmeti sırasıyla görürken, diğer taraftan da bu işlerden arta kalan zamanda, sema meşkini öğrenmiştir. Ayrıca, ilgi alanı tespit edilerek çeşitli ilim, sanat ve zenaat dallarında; Türkçe, Arapça, Farsça, Latince, Fransızca, Rumca gibi dillerde yetiştirilmiştir. Yani çile ye soyun an, eğitimine mutfakta başlayan kişi, belli bir olgunluğa erişene kadar, dedelerin 4 hücrelerinde ve meydan odasında, eğitimini kesintisiz olarak sürdürmüştür. Mevlevihanelerde verilen din, edebiyat, musiki, kültür ve sanat eğitimi; bu mekanların, birer kültür, sanat, ilim, İrfan, terbiye merkezi haline gelmesini sağlamıştır. Mevlevlhaneler böylece okuyup yazma öğretmekten, astronomiye, ilahiyattan tasavvuf yolu ile psikolojiye kadar pek çok sahada faaliyet göstermiştir. Mevlana sanat eğitimi hakkında şöyle der: "Sanatidr kimse, yaptığı sanat eserinden anlaşılır. Bir kimse sanatkara hizmet etmeden, kendi kendine sanat öğrenemez. Usta-çırak eğitiminin gerekliliğini vurgulayan bu eğitim modeli, dergahlarda benimsenmiş; eğitim hangi dalda olursa olsun bir mürşit eşliğinde gerçekleştirilmiştir. Mevlevilik insanı sevmek, Tanrı'yı sevmektir düsturundan hareketle, insana hizmeti esas olarak kabul etmiştir. Kubbe-i Hadra'mn doğuya bakan iç yüzeyindeki hat tezyinatında, "Buldu daima hizmet eden; kaldı mahrum sade kendin gözleyen" anlamındaki Farsça şu beyit yer alır: Her ki hıdmet kerd u malıdüm şud Her ki hodra did u mahrum şud Mevlevihanelerde (Konya Mevlana Dergahı'nda, Hat Dairesi olarak kullanılan Tilavet Odası'nın kapısı üzerinde de), Yesarizade Mustafa İzzed Efendi'nin hattı ile yazılmış olan, Molla Cami'ye ait, "Aşıkların Kabe'sidir bu makam, noksan gelenler olur onda tamam" manasma gelen Farsça aşağıdaki beyit asılıdır: Kabetü'l-uşşak başedin rnekarn Her ki nakıs amed inca şod ternam Mevlevilikte ferdin ruhsal eğitimi için edep esastır. Mevleviliğe girmek isteyen kimsenin soyu, tavır ve hareketleri incelenir ve istekli bulunduğuna kanaat edildikten sonra tarikata kabul olunurdu. 5 Bir Mevlev1 dervişi, kal ve halinde edepten ayrılmamaya gayret ederdi. Bunun tesiriyledir ki, Mevlevilikte Barihüda Tanrıkorur, Türkiye Mevlevilıanelerinin Mimari Özellikleri, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Arkeoloji ve Sanat Tarihi Ana Bilim Dalı, Konya 2000, C.!, s. 76. 5 M. Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri Ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1971, s. 512-513. 4 100 yetişen şaır, musikişinas ve sanatkar sayısı diğer tarikat ve mesleklerde 6 yetişeniere göre çok daha fazla olmuştur. Bu sebeple Mevlevller, kendi estetik ve teknik şartlan içerisinde aldıkları eğitimle, medeniyet aleminde izler bırakmış, dahil olduklan ekol çerçevesinde, edebi, musiki ve mimari alanda önemli eserler vermişlerdir. Etkin eğitim kurumlan olan Mevlevi dergahlarında, kişiyi tasavvuf terbiyesi ile eğitmek ve olgunlaştırmak amaçtır. Eğitim ve kültürel hayatın gelişip şekillenmesine, Mevleviliğin katkıları tahmin edildiğinden çok daha fazladır. Mevlevihaneler sosyal hayatla etkileşime giren, dışa açık muhitler olup, eğitim ve kültürün oluşturulması, işlenmesi, korunması, yaygmlaştırılması ve sürekliliğinde aktif birer rol üstlenmişlerdir. Mevlevi tekkeleri, yaygın eğitim müesseseleri olarak, her tabakadan insana hitap etmiş; onları manevi yönden doyuran mekanlar olarak geniş bir kitleyi bünyesinde banndırmış ve yüzyıllar boyu itibar görmüştür. Mevlevilik eğitici yönüyle, halktan yüksek tahsilli aydınlara varıncaya kadar, her meslekten insana hayat görüşü kazandıran tasavvufi disiplin sistemidir. Sosyal hayata bu kadar giren Mevlevilik, başta Konya Mevlevlhanesi olmak üzere, Osmanlı İmparatorluğu'nun çeşitli şehirlerinde bulunan dergahlarda, kesintisiz eğitim hizmeti vermiştir. Bu mekanlarda tasavvuf, hitabet, dil, edebiyat, psikoloji, matematik, astronomi, fizik, tıp, kimya, resim, müzik, tezhip, cilt, minyatür, nakış; marangozluk, aşçılık, bahçıvanlık, dokumacılık, oymacıhk, saatçilik gibi dersler de seçmeli olarak verilmiştir. Ruhi olgunlaşma amacıyla hücreye yerleşen dervişler, genellikle bir meşguliyet, bazen de bir gelir kaynağı olarak el sanatlan ile uğraşmış; bu sayede Türk sanatına güzel eserler kazandırmışlardır. Mevleviler, bununla belli bir gelir elde ettiklerinden, geçimieri hususunda başkalanna ihtiyaç duymamışlar, aynı zamanda dergahın giderlerine de maddi olarak katkıda bulunmuşlardır. Bu da onlara saygınlık vermiş olup, güzel sanatlarm bütün şubelerinin etkin olarak eğitim-öğretim verdiği ve pek çok sanatçı yetiştirdiği Mevlevihaneler, diğer mistik kurumlara göre daha erken bir dönemde imparatorluk tarikatı olma özelliğini kazanmıştır. 7 Osmanlı Devleti'ni başarı ile yöneten padişahlar, siyasi, askeri, idari vb. pek çok alanda elde edilen başanlardaki sürekliliğin, dolayısıyla da devletin gücünün çok iyi yetişmiş bilgili kişilerin, devlet kadrolarmda görev almalarıyla; ilim, kültür ve sanat hayatının ise bilginler ve sanatkarlada gelişip artacağını görmüş; bu yüzden ilim ve sanat ehlinden destek ve himayelerini esirgememişlerdir. Bu açıdan Bu konuda ayrıntı için bakınız : Nilgün Açık, Divan Edebiyatı'nda Mevlevllik Etkisi Ve Mevlevi' Şairler, Eski Türk Edebiyatı Ana Bilim Dalı, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara 2002, s. 393-398. 7 Ekrem Işın, "Mevlevi'lik. ",Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, İstanbul 1994, C. S, s. 425. 6 101 bakıldığında Osmanlı ilim, kültür ve sanat hayatındaki seviye ve kalitenin, devleti yöneten padişahın bu tür çalışmalara verdiği önemle, dolayısıyla ülkenin 8 gelişmesi ve istikrarı ile doğrudan ilgili olduğu görülür. Örneğin Yavuz Sultan Selim (1470- 1520), yönetime geçince devlet idaresini düzenlediği gibi, Tebriz'in fethini müteakip, Acem ülkesindeki sanatçıları da İstanbul'a getirterek, Osmanlı bilim ve sanatına işleklik kazandırmaya çalışmıştır. Bilhassa Fatih Sultan Mehmed (1432- 1481) devrinden itibaren, çok sayıda şaire maaş 9 bağlamıştır. Bu şairler içinde Mevlev1 şairler de yer almıştır. Eğitim ve öğretim merkezleri olan Mevlev!haneler, güzel sanatlada bire bir ilgilenen yönetimin desteği ile oldukça bayındır hale gelmiştir. Bu anlamda Osmanlı sarayı ve çevresi ilmin, güzel sanatların ve bilhassa edebiyatın gelişmesinde mühim bir rol oynamıştır. Zaten çoğu şair ve sanatkar olan padişahların, güzel sanatlarm bütün şubelerinin yer aldığı Mevlevl tekkelerine önem vermesi doğaldır. Mevlevi ya da Mevlevl muhibbi olan devlet erkanı, eğitim, kültür ve sanatın zenginleşmesine doğrudan katkıda bulunmuştur, denilebilir. Şöyle ki, Osmanlı'da yüzyıllar boyu Meviev1 şair ve musikişinaslar saraya davet edilip, ya da bizzat padişah tarafından Mevlev!hanelerinde ziyaret olunarak, padişah huzurunda sanatlarını icra etmiş ve padişahtan itibar ve himaye görmüşlerdir. Padişah ve devlet erkanının bu davranışları, sanatçıyı teşvik eden bir güç olarak, Mevlevller üzerinde olumlu etkiler yaratmıştır. Yönetim tarafından himaye ve destek gören Mevlevllik ve Mevlevilikte sanat eğitimi, Osmanlı Devleti'nin güçlenmesine paralel olarak büyümüştür. Mevlevl kültürünün gelişip, yayılmasında kendileri de Mevlev1 olan başta, I. Ahmed, III. Selim, II. Mahmud, Mehmed Reşad, Abdtilaziz olmak üzere; saray, padişah ve devlet adamlannın katkısı büyüktür. Bu sayede devlet büyüklerinin de desteği ile Mevlevlhaneler güçlenmiş ve dönem içinde ses getiren kuruluşlar olarak dikkat çekmiştir. Bu kuruluşlarda eğitimci kimliği ile, ilham kaynağı olan Mevlana, medrese eğitimi almış olup, eserlerinde eğitime, bilgiye, hikmete dair pek çok düşüneeye yer vermiştir. Örneğin; Mecalis-i Seb'a'nın V .meclisinde bilginin önemi ve bilgili insan üzerinde durulmaktadır. Mesnevlsinde de Mevlana; Maksat kıssadan hisse anlatmak Yoksa sana hikaye anlatmak değil 10 mısraı ile, bir gönül eğitimeisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Onun eğitim aracı şiirdir. Ona göre eğitim, maneviyata susamak ve insan-ı kamil olma yolunda olgunlaşarak, manadenizine ulaşmaktır. Şöyle ki; Necdet Öztürk, "Osmanlı ilim ve Kültür Hayatında Önemli Gelişmeler", Tiirk Kiiltiirii İncelemeleri Dergisi, İstanbul 2000, S.2, s. 49-50. 9 Mustafa isen ve A. Fuat Bilkan, Sultan Şair/er, Ankara 1997, s. 44- 46. 111 Amil Çelebioğlu, Mesnevi-i Şerif, Aslı ve Sadeleştirilmişivle Manzwn Nalıifi Tercümesi, İstanbul I 967, c.II, s. 108. · R 102 Ham olan hiç pişmişin halinden anlar mı? 11 Bunun için sözü kısa kesmelidir vesselam Ham olanı pişmiş hale getiren edep sistemi üzerine kurulu ile MevHina; Ey manevi denize susamış olan, Mesnevi'den tarafa gel Ondan yana gel ki, her an Mesnevi'de Sadece bir manadenizi görürsün 12 Mesnevi', Nil nehri gibidir; Kıpti''ye kan, Musa kavmine su gibidir 13 eğitim anlayışı der. Bu mısralarda, Mesnevl'den tarafa gel deyişi ile, eğitime davet vardır ve Mesnevi'nin bütün ihtiyaçlara cevap olduğuna işaret edilmektedir. Mevlana'nın gönül eğitimeisi olarak diğer bir daveti de, herkesi insan-ı kamil olmaya çağırdığı, asırları aşıp gelen şu sözlerinde görülür: Gel, gel ne olursan ol ... İster kafir, ister mecusi, ister puta tapan ol gel, İster yüz kere tövbe etmiş ol. .. İster yüz kere bozmuş ol tövbeni gel, Ümitsizlik kapısı değil bu kapı, nasılsan öyle gel ... Bu eğitici kimlik ve anlayışı doğrultusunda Mevlana, Divan-ı Keblr ve Mesnevf'si ile, Mevlevihenelerde ders olarak okutuluyordu. Bu da gerek dervişlerde, gerek tekke dışındaki Mevlevi muhiplerinde şiir eğitimine saygıyı ve ilgiyi arttırıyordu. Mevlana'nın büyük bir şair olması, bu kuruluşta bir şiir geleneğinin oluşmasında etkilidir. Bundan dolayıdır ki, Mevlevihanelerde, bizzat şiire yer verilmiştir. Ali Enver, Semahane-i Edeb'in girişinde, "Doğrusu Mevlevi tekkelerine birer mekteb-i edeb demek yakışık alır. Şiir, musiki, sükut bu tarik-i şerlfin ahz-ı şera'itindendir. Bu cihetle dahil-i tarikat olanlar şair olamazlarsa bile, mutlaka şiir okuyacak veyahut şiirden mütelezziz olacak mezaka sahip bulunurlar" der. 14 Bu özelliği ile Mevlevihanelerin dışa açık, hareketli birer, eğitici-kültürel ortam oluşturdukları aşikardır. 15 Mevlevi tarikatı zengin malzemesi ile, işlenmiş şiir ve müzik eserlerinin ortaya çıkmasını 11 12 13 14 15 Amil Çelebioğlu, a.g.e., c.I, s. 2- 3. Amil Çelebioğlu, a.g.e., c. VI, s. 2. Amil Çelebi oğlu, Mesnevi-i Şerif, Aslı ve Sadeleştirilmişiyle Manzuın Nahifi Tercümesi, c. IV, s. 3 Ali Enver, Semahane-i Edeb, İstanbul 1309, Giriş. İlhan Genç, "Mevlevi Edebiyatı Üzerine Değerlendirmeler", Ege Üniv., TDED Araş. Dergisi VII, İzmir 1992, s.140. 103 sağlamıştır vesile ki, bu da başlı başına bir, Mevlevi şiir ve müziğinin doğruasma olmuştur. Mevlevi edebiyatı denince akla ilk olarak Mevlevi şiiri gelir ki; bu şiire, MevHina'nm manzum eserleri yani, Mesnevf ve Divan-ı Kebir'i kaynaklık eder. Mevlana'nın mensur eserleri de, Mevlevihanelerde temel kitap olarak daima yer almış ve okutulmuş; şiiiriere ilham kaynağı olmuştur. Bu ilhamla, duygu, düşünce, hayal dünyası açısından nitelikli ve zarif bir edebi muhit oluşturan Mevlevller, Mevlevihğin adap, erkı'l.n, anane ve terim özellikleri ile, kaside, gazel gibi vadilerde mükemmel şiirler yazmış, hacimli divanlar oluşturmuşlardır. Mevlevl' Edebiyatı içinde; on üçüncü yüzyıldan, Tanzimat'a kadar yetişen Mevlevi şairlerden, Farsça Divan sahibi olanlarm sayısı beş, Türkçe Divan sahibi olanlarm sayısı altmış dokuzdur. Burada görüleceği gibi, Mevlevi şairlerinde Türkçe ve Türk kültürü hakimdir. Bir Divan oluşturmayıp, Farsça şiir yazdığı bilinen Mevlevi şilirlerin sayısı elli sekiz, Türkçe şiir yazdığı bilinen 16 şilirlerin sayısı ise yüz yirmi beştir. Mevlevi şairlerden Divan ya da Divançe sahibi olmayanlar da, Divan Edebiyatı çerçevesinde dikkate değer eserler vermişlerdir. Mevleviler bir derecede Anadolu'da Divan şiirinin kurucuları sayılırlar. 17 Mustafa isen, Anadolu gibi, Anadolu'nun bir devamı olan Kıbrıs'ta da klasik şiirin, Mevlevi şeyhi Siyahi Dede ile, yani Mevlevilikle başladığını ve burada geniş bir edebi gelenek haline geldiğini bildirmektedir. 18 Mevlevi şilirlerin kendi içlerinde, yüzyıllara göre sayısı ve oranı şöyledir: On üçüncü yüzyılda üç şair (% 0,90), on dördüncü yüzyılda on bir şair (% 3,33), on beşinci yüzyılda on iki şair (% 3,63), on altıncı yüzyılda altmış beş şair (% 19,69), on yedinci yüzyılda doksan yedi şair (% 29,39), on sekizinci yüzyılda altmış dokuz şair (% 20,90), on dokuz ve yirminci yüzyılda altmış altı şair (% 20), yaşadığı yüzyıl tespit edilemeyen yedi (% 2, 12) şair olmak üzere toplam 330 şair yetişmiştir (bk. Ekler, s. I). Bu şilirlerin yetiştikleri Mevlevihanelere göre dağılımı şöyledir: Konya Mevlana Dergahı toplam altmış dokuz (% 30,26) şair; İstanbul Mevlevihaneleri toplam altmış beş (% 28,50) şair (Galata'da 32, Yenikapı'da 16 şair) olmak üzere, en çok şair yetiştiren şehirler olmuşlardır. Bunu sırasıyla, Afyon, Edirne, Şam, Bursa, Gelibolu ve Kütahya izlemiştir. Afyon yirmi dört (% 10,52), Edirne on üç (% 5,70), Şam ve Bursa sekiz'er (% 3,50), Gelibolu ve Kütahya altı'şar (% 2,63), Selanik ve Lefkoşe beş'er (% 2,1 9), Kahire ve Muğla Mevlevihaneleri dörder şair (% 1,75) 1 " 17 IR Nilgün Açık, Divan Edebiyatı'nda Mevlevllik Etkisi Ve Mevlev! Şairler,Yayımlanmamış Doktora Tezi, Gazi Üniversitesi, Ankara 2002, s. 396. Nilgün Açık, Divan Edebiyatında Mevlevllik Etkisi ve Mevlev! Şairler, s. 435-445. Mustafa isen, "Osmanlı Kültür Coğrafyası İçinde Kıbrıs'ın Yeri ve Kıbrıslı Divan Şairleri", 3. Uluslar Arası Kıbrıs Araştırmaları Kongresi, 13-17 Kasım 2000, KKTC, s. 155-161. 104 yetıştırmıştır. Saraybosna ve Denizli üçer (% 1,31) şair; Manisa ve Belgrat ikişer şair (% 0,87); Tokat, Halep, Burdur, Aydın, İzmir, Ermenek, Peçoy, Antakya, Antalya Mevlevlhaneleri birer şair(% 0,43) yetiştirmişlerdiL Sözü edilen Mevlevlhanelerde yetişen Mevlevi şairlerin bir kısmı medreseden yetişmiştir. Şöyle ki; incelemeye alınan iki yüz seksen şairin, altmış üçü (% 31,8) medrese eğitimi almıştır. Ancak büyük bir çoğunluk, bilinen yüz otuz beş(% 68,18) şair, tekkede eğitim görmüştür. 19 Genellikle tekke eğitimi ile yetişen Mevlevi şairlerinden bazılarının, devlet memuriyeti ile ilişkisi olmuştur. Mevlevl şairlerden, altmışının devlet memuriyetinde (kaymakam, padişah, muhasebeci, müderris, kadı, musahip, katip, asker gibi) çalıştığı bilinmektedir. Bunlardan bir kısmı, doğıudan tarikata intisap etmiş; herhangi bir memuriyette çalışmamıştır. Yapılan incelemede yüz yirmi beş Mevlevi şairinin doğıudan tarikata intisap ettiği, başka bir devlet memuriyetinde çalışmadığı tespit edilmiştir. Mevlevi şairlerin, bilinen yarıya yakını bizzat şeyhlik görevinde bulunmuştur. 3000'in üzerindeki Divan şairinin 330'unun Mevlevihanelerden yetişmiş 20 olması dikkat çekici bir sayıdır. Mevlevilik, şiir ve sanat eğitimine önem veren yönüyle, Türk şiir ve müziğinde adeta bir çı ğır açmıştır ki 21 ; bunda Mevlana'nın ve oğlu Sultan Veled'in, ayrıca Mevlana'nın toıunu Ulu Arif Çelebi, Eflaki, Hudayi Salih, Sultan Divan!, gibi ilk sanatçı Mevlevilerin etkisi büyüktür. Mevlevi' müziğinin de ilk tohumlarını atan Mevlana ve Sultan Veled'tir. 22 Onları müteakiben, tarihi boyunca Mevlevihaneler, birer Türk müziği konservatuan gibi görev yapmışlardır. Mevlevi müziğinin asıl merkezi İstanbul Mevlevlhaneleri olmuştur? 3 Mevlevi müziği, Türk tasavvuf ve tekke müziğinin en gelişmiş dalını oluştumr. Başlıca formlan naat, taksim, Mevlevi ayini, peşrev, son peşrev, son yüıiik sernal ve niyaz ilahisi olan Mevlevl müziğinin mutrip adı verilen ses ve çalgı topluluğu, ayinhan ve sazendelerden kuıuludur. Kullanılan başlıca çalgılar ney, kudüm, rebap ve haliledir. 19.yüzyıl sonlarında mutribe tambur, kemençe, kanun da katılmıştır. 24 Mevlev! müziğinin, başlıca formu olan Mevlevi ayinleri, Türk müzik tarihinin en sanatlı eserleridir. Mevleviler arasında en eski dönemden beri okunmakta olan ve ayin-i kadim olarak bilinen "pençgah, dügah, hüseyn1" ayinlerinin 17 .yüzyıldan önce yazıldığı bilinmektedir? 5 On sekizinci yüzyıl ve bilhassa on dokuzuncu yüzyılda pek çok ayin bestelenmiştir. Bu yüzyıllarda Nilgün Açık, Divan Edebiyatında Mevlevilik Etkisi ve Mevlevl Şairler, s. 396. Nilgün Açık, Divan Edebiyatında Mevlevilik Etkisi ve Mevlevl Şair! er., s. 434 21 Mustafa isen, "Tezkirelerin lşığında Divan Edebiyatma Bakışlar, Divan Şairlerinin Tasavvuf ve Tarikat İlişkileri", Ötelerden Bir Ses, Ankara 1997, s. 209- 220. 22 Süleyman Uludağ, İslam Açıstndan Musiki ve Sema, istanbul 1999 (J.baskı), s. 368. 23 Ekrem Işın, "Mevlevilik mad.", Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, C.S, s. 427. 24 Ahmet Güner, Mevliina ve Mevlevflik, Tarihsiz, s. 40. 15 Yılmaz Öztuna, Biiyiik Türk Mıısikisi Ansiklopedisi, İstanbul 1976, C.2, s. 369- 370. 19 211 105 bestelenen toplam ayin sayısı kırk birdir? 6 16.yi.izyıldan 20.yüzyıla kadar bestelenmiş olan Mevlevi ayİnlerini (bk. Ekler, s.2 ); yüzyıllara göre şöyle tasnif edebiliriz: 16.yüzyılda 4 ayin (% 3,84), 17.yüzyılda 1 ayin (% 0,96), 18.yüzyılda 13 ayin (% 12,5), 19.yüzyılda 45 ayin (% 43,26), 20.yüzyılda 41 ayin (% 39,42). Bu tablodan da anlaşılacağı üzere, Mevlevi musikisi 19.yüzyılda büyük gelişme göstermiş olup, bu etki 20.yüzyılda da devam etmiştir. Mevlevihanelerin ayrılmaz parçaları olmuş, diğer güzel sanat şubelerine göre daha çok gelişme imkanı bulmuştur. Bazı Mevlevihanelerde daha fazla şair yetişirken, bazılarında musikişinas daha çok yetişmiştir. Örneğin; Galata Mevlevihanesi daha fazla şair yetiştirmede ön plana çıkmış, Yenikapı Mevlevihanesi ise daha çok musikişinas yetiştirmiştir. Galata Mevlevlhanesi'nde; Esrar Dede, Cevri, 'Ayni, Adli, Arzl, Danişi, Fasih, Fazı!, Fenni, Ganem, Hafız, Halis 1 İsmail, Hemdemi, Hu!Usi, İlhami, Leyla Hanım, Lisani, Meyyal, Mezaki, Nayl Osman, Neyyir, Sadık, Safi, Sami, Sırri, Şani, Şekib, Şeyda, Şeyda, Talibi, Uzleti, Üveysi gibi meşhur şairler; Yenikapı Mevlevihanesi'nde, Itri, İsmail Dede, Künhi, Abdulbaki Nasır, Nutki Ali gibi büyük musikişinaslar yetişmiştir. Toplam musikişinas divan şairi sayısı Avni Erdemir'in çalışmasıyla 203 olarak tespit edilmiş olup, bunlardan 38'inin (% 18,71) Mevlevi, 17'sinin (% 8,37) Halveti, 9'unun (% 4, 43) Celveti, 6'sının (% 2,95) Nakşi, 4'ünün (% 1,97) Bektaşi, 3'ünün (% 1,47) Bayramı, 3'ünün (% 1,47) Eşrefi, 3'ünün (% 1,47) Gülşeni', 3'ünün (% 1,47) Sünbüll, 2'sinin (% 0,98) Kadirl, l'inin (%0,49) Zeynl tarikatiarına bağlı olduğu görülmüştür27 . Buradan da anlaşılacağı üzere, en çok musikişinas Divan şairi, yine Mevlevllerden yetişmiştir. Müzik ve şiirin yanı sıra, Mevleviler, hat sanatına da önemli katkılarda bulunmuşlardır. Bugün müze ve kütüphane koleksiyonlarını süsleyen "ElMevlevi" ünvanh, Mevlevilere ait hat örnekleri, müstakil bir müze ve koleksiyonu dolduracak sayıdadır. Mevlevi çilesi gibi, hat eğitiminin de büyük sabır gerektirmesi, Mevlevileri bu sanata yönlendiren başlıca unsur olmuştur. Birer eğitim merkezi olan dergahlarda hüsn-i hat, başlı başına bir güzel sanat dalı olarak gelişmiş ve bu mekanlarda pek çok sanat eseri meydana getirilmiştir. Her çeşit yazıda başarılı olan Mevlevi hattatlar, daha çok talik hattını tercih etmişlerdir. Bunun yanı sıra sülüs, nesih, kufi ve bunların eelileri de 28 kullanılmıştır. Mevlevilikte yazı ve resme de önem verilmiş ve bu tarzda pek çok eser meydana getirilmiştir. Konusu Mevlevilik olan yazı-resimlerin hemen hepsi, Müzik ve şiir, S. Nüzhet Ergun, Tiirk Musikisi Antolojisi, İstanbul '1943, C.2, s. 405. Avni Erdemir, Anadolu Sa/ıast Musikişinas Divan Şairleri, Ankara 1999, Giriş. 2 x Z.Cilıan Özsayıner, "Mevlevf Hattatlar", IX. Vakıf Haftast Kitabt, haz. İbrahim Ateş vd., Ankara 1992, s. 125. 2 " 27 106 Mevlevi sanatkarlar tarafından yapılmıştır. Mevlevllikte yazı-resimlerin en önemlisi destarh sikke şeklinde olanlardır. Destarh sikkelerde, Mevlana'nın adı çeşitli saygı kelimeleriyle "Ya Hazret-i Mevlana Celaleddin-i Rumi", "Ya Hazret-i Mevlana", "Ya Hazret-i Mevlana Celaleddin-i Rumi Kuddise Sırrahu'l­ all" şeklinde yazılmıştır. Çok uzun boylu olduğu için leylek lakabıyla anılan bir Mevlevi dervişi olan Derviş Hasan Dede, Mevlana'ya sevgisini ifade eden; Aşk-ı Mevlana ile hayretzede Mevlevl Seyyid Hasan Leylek Dede beytini leylek kompozisyonu içinde hazırlamış ve bu yazıyla büyük bir şöhret Bu yazı-resmin kopyalan günümüze ulaşmıştır. Dergah mensubu sanatkarlar yanında, Mevlevi muhibbi hattatlar da, başta Kur'an-ı Kerim ve hadis-i şerifler olmak üzere, Mevlana'nın şiirlerini bütün incelikleriyle kaleme almışlar ve hüsn-i hat sahasına büyük katkıda 29 bulunmuşlardır. Mevlev! tarikatı müntesipleri, hat sanatının gelişmesinde olduğu kadar, yazı, yazı malzemeleri ve aletlerinin yapımında da çok değerli eserler vermişlerdir. Hüsn-i hat için gerekli olan kalem, makta', makas gibi aletlerin imalinde de usta olan Mevlevller, nıhi olgunluk ve sabırlarını yansıtan kemale erişmiş eserler ortaya koymuşlardır. Yüzyıllara göre Mevlevi hattatların dağılımı şöyledir : on üç, on dört ve on beşinci yüzyıllarda on bir hattat (% 12,08), on altıncı yüzyılda altı hattat (% 6,59) , on yedinci yüzyılda on dört hattat (% 15,38), on sekizinci yüzyılda yirmi bir hattat (% 23,07), on dokuz ve yirminci yüzyıllarda otuz dokuz (% 42,85) hattat (bk.Ekler, s .3 ). Hat sanatı gibi, Mevlevihanelerde görülen mimari' de dikkat çekici olmuştur. Mevlevihaneler, genellikle büyük bir bahçe içinde çeşitli binalardan müteşekkil kuruluşlar halindedir. Konya Cemel Ali Dede ve Ateş-baz Veli zaviyeleri, Manisa, Yenikapı, Bursa, Bahariye, Marmaris, Muğla, Gelibolu, Tokat ve Kasımpaşa Mevlevihaneleri gibi, Mevlevlhanelerin genellikle şehir dışında, tenha havadar ve manzaralı, mesire niteliğindeki mevkilerde ınşa edildiği görülmektedir. 30 Mevlana Dergahı, Edirne Mevlevlhanesi (Muradiye Camii), Tire Mevlevihanesi ve Galata Mevlevihanesi haricinde bulunan Mevlevl'haneler oldukça sade yapılardır. Barihüda Tannkorur'a göre, Mevlevlhanelerde görülen bu sadelik, iddiadan ve gösteıişten uzak tasavvuf anlayışının, tevazuyu, gösteriş kazanmıştır. A. Haydar Bayat, "Hüsn-i Hat San'atında Mevlevllik ve Mevlevller", 4. Milli Mevlfind Kongresi, Konya 12-13 Aralık 1989, s. 81 . .ıo Barihüda Tanrıkorur, Türkiye Mevlevfhanelerinin Mimari Özellikleri, Yayımlanmamış Doktora Tezi, s.l 13. 29 107 ve israftan kaçınınayı telkin eden terbiye sistemini ifade etmektedir. Buna rağmen, Mevlevihanelerin asgari düzeyde de olsa süsleme unsurlan vardır. Mevlevlhanelerde en fazla süslenen mebinlar, özellikle ibadet 1 ayinlerin 32 yapıldığı kısımlar, türbeler, meydan-ı şerif, selaınlık ve harem bölümleridir. Dedegan hücrelerinde, matbahda, kilerde, somathanede ve diğer bölümlerde süsleme neredeyse yok gibidir. Mevlevl mimarisi, on üçüncü yüzyıldan itibaren, Osmanlı Devleti'nin büyümesine paralel olarak, Konya, İstanbul (Galata, Yenikapı, Bahariye 1 (Beşiktaş), Kasımpaşa), Bursa, Eskişehir, Gelibolu, Kastamonu, Afyon, Kütahya, Manisa, Halep, Mısır, Yenişehir (Rumeli) olmak üzere on beş Mevlevi asitanesi; çeşitli yerlerde kurulan yüz on iki Mevlevi zaviyesi ile, Anadolu, Balkanlar, Ortadoğu, Arabistan Yanmadası ve Afrika kıtasının kuzeyi olmak üzere geniş bir coğrafyada hüküm sürmüştür. Mevlevilikte mimar! konusu, Barihüda Tanrıkorur'un adı geçen ayrıntılı çalışması olduğundan sınırlı 31 tutulmuştur. Mevlevl mimari'si, resim sanatının da gelişmesine etki etmiştir. Hat, tezhip, cilt, ebru, hakkaklık, minyatür, resim, ağaç işi, mimarlık, maden, cam, çini, taş işçiliği gibi branşlarda Türk plastik sanatlarmda derin izler bırakan ustalar, eserlerini mimari üzerinde sergileme fırsatı bulmuşlardır. Mevlana ve Sultan Veled, resim sanatında geniş bilgi sahibidirler. Mevlana'nın bizzat kendi resmini çizdirmiş olması da ayrıca dikkat çekicidir. Mevlana çağında ve onun çevresinde yetişmiş bazı ressamlar şunlardır: Konyalı Ahmed, meşhur portreci Aynüddevle-i Rumi, Bedreddin Yavaş, Şihabeddin, Alaeddin Siryanus Kaluyan. Mesnevi'de resim üzerine iki büyük hikayesi de mevcut olan Mevlana, Mesnevl'nin muhtelif sayfalannda resme ait zengin fikirler sunmaktadır. Bu hikayelerden birinde 33 , resim sanatının tarihine temas ederek, Selçuklular devrinde bu sanatm geniş bir muhitte tanındığını ve çeşitli örnekieri olduğunu anlatır. Sultan Veled de, Mevlana gibi sanatkar bir ruha sahiptir ve resim sanatına vukUfu vardır. Mevlana Divan'ında resim sanatını anlatırken; "Birisi ressam olsa dilediği yere istediği şeytan ve melek resimlerini yapar. Güzel ve çirkin ne dilerse kağıda çizebilir. Çünkü o kendi sanatında biriciktir ve yücedir; övmeye ve sövmeye ait iyi ve kötüyü resimler yapar. Bu resimlerden dolayı ona aferinden başka hiçbir noksan gelmez. Kötü resmi çirkin ve fena bir şeyi aynı fenalık ve çirkinlikte yapacak olursa görenler o resmin çirkinliğini, fenalığını adam akıllı kınariarsa kendisi, sanatım aşikar oldu diye şükreder" der. 34 31 32 .B 34 Barihüda Tanrıkorur, a.g.e., ı27. Barihüda Tanrıkorur, a.g.e., ı 27 . Abdülbaki Göl pınarlı, Mesnevf ve Şerlıi, İstanbul ı 974, C. ı, s. I 86. Abdülbaki Göl pınarlı, Divlin-t Kebir, İstanbul I 957, s. I 25. 108 Mevlevilikte, güzel sanatlarm şubelerincieki başanlar arasında, resim 35 alanındaki varlık, unutularnayacak bir durum, nicelik ve niteliktedir. Resim sanatı, Mevlevi Fenni gibi belli ressarnlar etrafında mektepler kuracak kadar ilerleme kaydetmiş ve bu mektepler bir çok ressamın yetişmesine vesile 36 olmuştur. Bununla birlikte Mevlevl tarikatı, daha çok şair ve musikişinas yetiştirmede ön plana çıkmıştır. Bunu sayı olarak, hattalar izlemiştir. Ressam Mevlevilerin sayısı, şair, musikişinas ve hattat Mevlevilere göre belirgin bir şekilde daha az olmuştur. Fakat gene de Mevlevl ressamlar, resim sanatı içinde değerli eserler vermişlerdir. Mevlevl ressamların yüzyıllara göre dağılımı şöyledir: On üçüncü yüzyılda beş ressam (% 15,6); on dördüncü yüzyılda bir ressam (% 3, 12); on beş, on altı ve on yedinci yüzyıllarda on bir ressam (% 34,37); on sekiz, on dokuz ve yirminci yüzyıllarda on beş (% 46,87) ressam (bk.Ekler, s.4). MevHina, eserleri ve Mevlevi eğitim geleneği ile, Anadolu'da kurulan medeniyetin temeli olmuş; bir fikir, inanış ve sanat çığırma kaynaklık etmiştir. Mevlevilik, üç büyük uygarlığın (ki bunlar; Horasan 1 Anadolu Selçuklu 1 Osmanlı) mirasçısı olup, bu uygarlıkların en üst seviyede yaşandığı kültür merkezlerinde (Belh 1 Konya 1 İstanbul) şekillendiğinden 37 ; edebiyatı, müziği, ve zarafetiyle dikkat çekmiştir. Mevlana'dan aldıklan ilham ile bütün Mevlevi ve Mevlevi muhibbi sanatkarlar, estetik ve zarafet sergileyen eserler vermiş; muhteşem bir eğitim, kültür ve sanat muhiti meydana getirmişlerdir. Merkeziyetçi yapısı ile Mevlevllik yayıldığı coğrafyada, bütün fonksiyonlan ile birlikte Türk eğitim, kültür ve sanatının temsilcisi olmuştur. Osmanlı Devleti'nde toplumun her kesimi ile sıkı bir ilişki içinde bulunan Mevlevlhaneler, on üçüncü yüzyılda kurulan ve 1925 yılında tekkelerin kapatılmasına kadar fonksiyonunu sürdüren; güzel sanatlada çok ilişkili eğitim anlayışı ile, yüzyıllar boyu Osmanlı toplumunda yaygın ve etkili olmuştur. Mevlana'nın büyük bir eğitimci mutasavvıf olması kadar, dünyaca meşhur bir şair olması, müziğe ilgi duyması, Mevlev1liğin birekol haline gelmesinde etkili olmuştur. Bu ekolün tesir alanı içinde, toplam üç yüz eliiye yakın şair, yüze yakın musikişinas ve hattat yetiştirmiştir. Mevlevlliğin, Selçuklu ve Osmanlı Devleti'nin hüküm sürdüğü coğrafyada siyasi, sosyal ve kültürel hayata etkisi şüphesiz çok büyüktür. Türk kültür ve sanat tarihinde kendisine pek çok taraftar toplayan, bir çok şair ve musikişinası çatısı altında birleştiren kimliğiyle Mevlevilik, Osmanlı İmparatorluğu'nun gelişmesine eş bir şekilde büyümüş, geniş bir coğrafyaya 35 3 " 37 Şehabettin Uzluk, Mevlevilikte Resim, Resinu/e Mevlevfler, Ankara 1957, s. 41. Şehabettin Uzluk, a.g.e., s. 64. Barihüda Tanrıkorur, Türkiye M ev levihanelerinin Mimarf Özellikleri, Yayımianmaını ş Doktora Tezi, s.62. 109 yayılmış; bünyesinde bütün güzel sanatları banndırmış; bilhassa şaire ve şiire büyük önem veren eğitici anlayışıyla, Türk kültürüne doğrudan etkide bulunan sistemli bir kuruluş olarak tarihe mal olmuştur. KAYNAKÇA AÇIK Nilgün, Divan Edebiyatı'nda Mevlevllik Etkisi Ve Mcvlevl Şairlcr. Eski Türk Ana Bilim Dalı, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara 2002. B AN ARLI Nihat Sami, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul 1987. Edebiyatı BARKAN Ömer Lütfi, "Kolonizatör Türk Dervişleri ", Vakıflar Dergisi ( 1942). BAYAT A. Haydar, "Hüsn-i Hat San'atında Mevlevllik ve Mevlevller", 4. Mi/If Mevlana Kongresi, Konya 12-13 Aralık 1989. ÇELEBİOGLU Amil, Mesnevi-i Şerif, Aslı ve Sadeleştiri1mişiyle Manzum Nahiti' Tercümesi, istanbul 1967. ENVER Ali, Sema/ıdne-i Edeb, İstanbul 1309. ERDEMİR Avni, Anadolu Salıası Musikişinas Divan Şairleri, Ankara 1999. ERGUN S. Nüzhet, Türk Musikisi Antolojisi, İstanbul 1943. GENÇ İlhan, "Mevlevl Edebiyatı Üzerine Değerlendirmeler", Ege Üniv., TDED Araş. Dergisi VII, İzmir 1992. GÖLPINARLI Abdülbaki. M evidna'dan Sonra Mevlevilik, İstanbul 1983. GÖLPINARLI Abdülbaki, Mesnevi ve Şerlıi, istanbul 1974. GÖLPINARLI Abdülbaki, Divan-ı Kebir, İstanbul 1957. GÜNER Ahmet, Mevlana ve Mevlevilik, Tarihsiz. IŞIN Ekrem, "Mevlevi'lik", Dünden Bugüne istanbul Ansiklopedisi, istanbul 1994. iSEN Mustafa, "Osmanlılarda Şehir ve Kültür", Ötelerden Bir Ses, Ankara 1997. iSEN Mustafa ve A. Fuat Bilkan, Sultan Şairler, Ankara 1997. iSEN Mustafa, "Osmanlı Kültür Coğrafyası İçinde Kıbrıs'ın Yeri ve Kıbrıslı Divan Şairleri", 3. Uluslar Aras/ Kıbns Araştırmalan Kongresi, 13-17 Kasım 2000, KKTC. iSEN Mustafa, "Tezkirelerin ışığında Divan Edebiyatma Bakışlar, Divan Şairlerinin Tasavvuf ve Tarikat İlişkileri", Ötelerden Bir Ses. Ankara 1997. ÖZSA YINER Z.Cihan, "Mevlevf Hattatlar", IX. Vakıf Haftası Kitabi, haz. İbrahim Ateş vd., Ankara 1992. ÖZTUNA Yılmaz, Büyük Türk Musikisi Ansiklopedisi, İstanbul 1976. ÖZTÜRK Necdet, "Osmanlı ilim ve Kültür Hayatında Önemli Gelişmeler", Türk Kültürii İncelemeleri Dergisi, istanbul 2000. PAKALIN M. Zeki, Osmanlı Tari/ı Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1971. TANMAN M. Baha, "Üsküdar Mevlevfhanesi", Dünden Bugiine İstan/ml Ansiklopedisi, İstanbul 1993. TANRlKORUR Barihüda, Türkiye Mevlevflıanelerinin Mimari Özellikleri, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Arkeoloji ve Sanat Tarihi Ana Bilim Dalı, Konya 2000. ULUDAG Süleyman, İslam AçısuJ{Ian M us iki ve Sema, İstanbul I 999 . UZLUK Şehabettin, Mevlevilikte Resim, Resimde Mevleviler, Ankara 1957. ı 10 Göre Mevlevi Şairlerin Dağılıını 30 D 25 14.yüzyıl 20 D 15 .. D ı 7 .yuzyı f ' 5 1 JL 11"111 3 __. ll 12 18.yüzyıl J 19.20.yy. n 97 69 66 ı ' - 65 15.yüzyıl o 16.yüzyıl " o 13.yüzyıl 7 D yy.sız. ~ t0 4S F=i 40 ff' . k; .i 3S fi 30 In 2S fd; 20 ·'' •'' ıs ı o s o J F. "' d n 4 ayin - ı ayin '~~ ı3 ayin ayin 4ı ayin D ı6.yüzyıl ı7.yüzyıl D ı8.yüzyıl D ı9.yüzyıl D 20.yüzyıl Mevlevi Hattatların Yüzyıllara Göre Dağılımı 45 cı: 'i- 35 ~1: 30 ,~'; 25 ';c = 20 <', ' 15 10 \ A > ' i ' 5 'i'f o hattat 6 hattat ~ ~ w <; - - r- ' c,.., hattat 21 hattat 39 hattat Ll13.14.15.yy. 16.yy. D 17.yy. D 18.yy. D 19.20.yy. --""" Mevlevi Ressamların Yüzyıllara Göre Dağılıını so c::::::. 4S ı f- 40 3S ,, 1 . ' o - [B 13.yüzyıl - • ' '.···· ' .....·.. . / / > . """"" ıs s '; f- c=. 30 2S 20 lO c- r4 - :····;c, - I'''F ,...··:: - S ressam ':'"::7 1 ressam ll ressam lS ressam 14.yüzyıl 1S.16.17.yy. [] 18.19.20.yy. [B ARTICLES ON MA WLANA RUMI IN THE RUSSIAN ENCYCLOPAEDIAS OF THE SOVIET PERIOD Prof. D.r. Dmit.ri MIKULSKı* The problem of the perception of one culture by the other is nowdays one of the major for the Humanitues. This phenomenon is caused by the furhter development of intercultural contacts in the framework of the universal prosses, which is called the globalisation. However our field of academic studies, the Oriental ones, have originally passessed the sitrive to investigate a certain alien cu! tu re. Nevertheless, as it appeares to me, a feature !ike that, characteristic Oriental studies, is passessed by it only in the circumstances of academic freedom, the absence of ideological framework, that might narrow a scholar's outlook. Unfortunately in the recent past of our national or other words, Russian and Soviet, there existed at any rate officially such obsticles, that were sametimes subtantially distorting one or other phenomenon of a certain oriental culture under study. In this connections it is of certain interest to manotor the information, that culture of the Muslim Orient, as is Ma wlana Dj ala! al-Din Rumi, for articls in encyclopaedias are an important primery source. that is under the disposal of a considerable number of readers. So if one begins ab ovo, it is necessary to point out, that in one of the first Russian encyclopaedias, that is "The Encyclopaedical Dictionnary of Brockhaus and Ephron" 1, that was being published at the break of the XIX -XX centuries before the Communist revolution of 1917, the article, dedicated to Mawlana Rumi is absent. The same cocerns the first edition of the Larger Soviet Encyclopaedia, that was being published in the twenties- the fourties of the 20 centurl. Presumabely it is caused by the fact, that neither the Russian prerevolutionary, nor the Soviet Oriental Studies of the early period had yet managed to appreciate the cultural importance of Ma w lana. lnstitut of Oriental Studies of the Russian Academy of Sciences Moscow 115 The first encyclopaedical article on Mawlana Rumi appeared in the second edition of the Larger Soviet Encyclopaedia, that was being published ip the fifties of the 20 century 3 . The article is anonimous, but there is ground to believe, that it belongs to the well-known scholar of that epoch Professor I. S. Braginski (1905-1989). The next encyclopardical article appeared in the Sınaller Soviet Encyclopaedia4 . At our disposal there is the third edition, while the two previous one s (the 1O -volumed 1928-1931 and the 11-volumed 1933-1940) are unavailable. The third, according to the time schedule, article on Mawlana Rumi is to be found in the Brief Litterary Encyclopaedia, that was being published in the sixties -the seventies of the 20 centur/. This time the name of the author of the article is definetely known. It is a prominent specialist on the problems of the Tajik literature Professor Rasul Hadi-zade. Bom 1928 in Samarkand, he has worked all his life-time at the Institute of languge and literature of the Academy of Sciences of Tadjikistan and published s ome 250 scholarly works. The fourth available article on Mawlana Rumi has been printed in the third edition of the Larger Soviet Encyclopaedia, that was published during the seventies of the 20 century and belongs to the same R. Hadi-zade6 . Thus at our disposal there are four texts out of Soviet encyclopaedias, dedicated to Mawlana Rumi. In the following study they will be related to as articles, published in a certain year. In accordance with the nature of encyclopaedical texts the articles under study consist of a number of common rubrics. The first of these rubrics is the general characteristic of Mawlana Rumi as a phenomenon of culture. In the 1955 article it is said, that Ma w lana Rumi is "a Tajik and Persian poet, the preacher of pantheistic and Sufi ideas". In the 1960 article Rumi is characterised as "a Persian and Tajik poet, who was a Sufi". The 1971 aıiicle points out, that Rumi was "a Persian-language mystical poet". While the 1977 article deseribes Mawlana as "a Persian-language Sufi poet". The second rubric contains a brief biographi of Mawlana Rumi, that consists of several points -the birth ar Balkh, wanderings, the arrival to Konya 116 and the years, spent there. This rubric is excluded out of the 1960 (the Sınaller Soviet Encyclopaedia) article. The third rubric is dedicated to the characteristic of the main works of Ma w lana Rumi. In the 1955 article it is said, that "the main work of Rumi is "Masnawi Ma"nawi", which consists of six books and icludes a large number of parabatas and fables, borrowed from the oral folklore of the Iranin-language peoples {the Tajiks and the Persians). Rumi used to preach mystical ideas and to call for uncompleining humbleness in the face of the Fate and the violenceo His other work "Divan" is also filled with almost mysticism, with the thoughts on the perishness of the earthy existanceo Stili there are to be found echoes of the popnlar protest agains cruelty and violence, the reflection of the humanistic popular aspirations. Rumi's language is clear and simple, the parabolas and fables are entertaining. His lyrical poems are melodical and musical. [Rumi] al so wrote a number of philosophical works, such as " Fihi ma Fih" and other". In the 1960 article the works of Mawlana is charaterised in the following way: "His moralizİng "Edifying double verses" (thus was translated the title "Masnawi Macnawi" -D. M.) are filled with mysticism and call to the submissiom in the face of the Fate. [This work] contains many fiction stories and parabolas. The lyrical ghazals bear a melodical character and the perfection of the poetical form. In the lyrics öf Rumi are to be found echoes of the popular protest agians cruelty and violence" o The 1971 and 1977 articles, that were both prepaired by R. Hadi-zade, posses an identical text, that represents the third rubrico It reads: " The ghazals and odes by Rumi, gathered into a divan, represent the elimax of the Sufi mystical poetry. The poem "Mesnewi" (sic) enjoys a far more degree of popularity ... The poem is filled with narrative folklore materials (parabolas, fables, small stories)o "Mesnewi" is a precious calleetion of the oral folklore of the 13 century" o The fourth rubric reflects the general assesement of the creative activities of Ma w lana Rumi. In the 1955 article the following phrase may be comsidered as such: "The son of Rumi Sultan W el ed is the founder of the medieval Turkish poetry". In the 1960 article the fourth rubric is absent. The fourth rubric of the I 971 article reads: "There exists a vast amount of scholarly literature on Rumi and his poetry both in Europe and the Orient". ıı7 In the 1977 article the fourth mbric is represented by the following phrase: "The creative activities of Rumi has essentially influenced the development of the literatures of the Orient". So this is the amount of the materials, that relate to Mawlana Rumi in the articles, dedicated to him and his creative activities in Soviet encyclopaedias. A general outlook over the analysed texts shows several main points. The Sufi character of Mawlana's creative activities was depicted scareasly. Mawlana's works are evaluated mainly from the view-point of the notorious social struggle. Practically is ignored the connection of Mawlana Rumi's creative carrera to the Turkish lirerature. He is totally granted to the disposal of the Persian and Tajik litature. Such a stand is caused by the historically complex relations between Russia and Turkey. Due to this reason the Russian and Soviet scholars. who were working in the field of Oriental studies, used to take mostly reserved and even unobjective positions towards the history of the Turkish culture. This fact should be taken into consideration by those, who work in this field nowdays. 1 Enzyklopeditcheskiy slovar ... lzdateli F. A. Brockhaus (Leipzig) and !.. A.. Ephron (SanfktPeterburg). T.I - XI. Sankt-Peterburg, 1890-1904. 2 Bolshaya Sovetskaya Entzyklopediya. T. ı 3 Bolshaya Sovetskaya Entzyklopediya. Vtoroye izdaniye. T. ı -51. [ Moskva], ı 950 -ı 958, Ibi d. Vol. 37,1955, p. 321. 4 Malaya Sovetskaya Entzyklopediya. Tretye izdaniye. T. 1 -ı O. Moskva, 1958- ı 960. Ibi d. Vol.. 8, p. 21 5 Kratkaya li teraturnaya entzyklopediya. T .. 1 - 9. Moskva, 1968 - 1978. Ibi d. Vol 6, 19 7 ı, p. 422 -423. - 55. Moskva, 1929 -1947. "Bolshaya Sovetskaya Entzyklopediya. Tretye jzdaniye, T. ı 118 - 30. Moskva, 1970 22,1977, p. 363. THE PROBLEM OF MYSTIC RELATIONSHIP IN CALALAD-DIN RUMI AND MUHAMMAD IQBAL Prof.Dr. Natalia Ilyiniçna PRIGARINA* The great poet of the East Muhammad Iqbal (1877-1938) mentions Rumi in his poetic works in different ways. Rumi is the character of same poems, or even of the chapters in his masnavis, he is the guide for the celestial spheres in Javid-nama. Iqbal quotes Rumi's lines and periphrases them, he refers to his sayings, or presents his whole ghazal, ete. He makes use of Rumi's style in the titles of chapters of his masnavis. In contrast to Hafez, who is never mentioned by name in Iqbal's Persian poetry (though he is quoted 55 times in the deifferent way), and 4 times only in his Urdu poems, Rumi's name appears in the Iqbal's Persian poems araund 70 times - in the second place after the Prophet Muhammad, and 23 times in the Urdu collection. The Indian scholar Vazir alHasan Abidi mentioned in his article that from 119 Qur'anic quotations used in Iqbal's poetry 98 coincided with thoseusedin Masnavi-ye Maanavi. The problem of Rumi's influence upon Allama Iqbal (1877-1938) seems to be clear enough for the majority of scholars dealing with Iqbal's activity as a poet and philosopher since the times of R.Nicholson. It is universally recognized that Iqbal !ike none other in the 20-th century succeeded in presenting the greatness of Rumi and his importance for the spiritual life of people of both the East and the West. Rumi's name is one of the well known names of the Oriental sages in the civilized world. "However, the ingenious interpretation of Rumi by Iqbal remains unsurpassed", asA. Shimmell puts it. It is a well-known fact that Muhammad Iqbal considered himself to be a follower of Jalaluddin Rumi in his main philosophic concepts, namely of Self (Khudi) and Love. Iqbal's concept of the Perfect man al so owes same important ideas to Rumi. The concept of human and Divine personality and the concept of the Muslim nation are presented in Iqbal's poems written in Persian, Asrar-e Khudi (The Secrets of the Self, 1915), and Rumuz-e Bikhudi (The Mysteries of Selflessness, 1918). In the Introduction to the Asrar-e Khudi Iqbal claims Rumi to be his spiritual guide who saved him from frustration and hopelessness, and gave him the belief in the creative power of human personality. Moulana Rumi's Institute of Oriental Studies RAS, Moscow, Russia 119 message provided Iqbal, as he confessed, with a new life and the ability to create a philosophy, which fitted the urge of Indian Muslims of the time. The picture of the interrelation is, one would think, quite impressive and definite. Particularly, there are stili some considerations canceming Divan-e Shams and Rumi's prose. A.Schimmel wrote about it: 'As to the influence of the Divan, it cannot be traced as easily as that of the Mathnawi'. One of the most significant nations used by Iqbal as a term in his philosophy of Love and Perfect man is the word a:r( e)zu:. Iqbal would use it in the meaning of the inner force, the stimulus of lo ve. In his Stray reflections dated 191 O, Iqbal wrote: "The superb Rumi bom to the Muslim world at a time when enervating modes of life and thought and an outwardly beautiful but inwardly devitalizİng literature had almost completely sucked up the blood of Muslim Asia and paved the way for an easy victory for the Tartar was not less keenly alive than Nietzsche to the poverty of life, incompetence, inadequacy and decay of the body social of which he formed a part and pareeL See with what unerring insight he deseribes the corroding disease of his society and suggests the ideal type of Muslim manhood: Di. s/ıeiklı ba: chera:ghhami: gasht gerd-e shahr Kaz da:m-o-dad malıı:lam-o-ensa:nam a:rzu:st. Zin hanıraha:n-e sost-ana:ser delanı gereft Shi:r-e khoda:-wo-Rostem-e dasta:nam a:rzu:st! Goftam ke ya.ft mi:nasfıavadjoste-i:m ma: Goft: A:n ke ya:ft mi.naslıavad a:nam a:rzu:st" Once he discovered an ideal object for the Muslim society, Iqbal never ceased to follow the idea, which was stated in these words. These lines are used by Iqbal as the epigraph to his first Persian masnavi 'The Secrets of the Self (Asrar-e Khudi, 1915). The term ar: rzu:- is discussed in the hu ge passage in Chapter 2: Life is preserved by purpose: Because of the goal its caravan-bell tinkles. (270). Life is latent in seeking, Its origin is hidden in desire (a:rzu:) Keep desire ali ve in thy heart, Lest thy little dust become a tomb. Desire is the soul of this world of hue and scent, The nature of every thing is faithful to desire. From the flame of desire the heart takes life, 120 And when it takes life, all dies that is not tnıe. 280. When it refrains from forming desires Its pinion breaks and it cannot soar. Desire is an emotion of the Self,/ Is the restless wave of the Self s sea. 285. Desire is a noose for hunting ideals, A binder of the books of deeds. 296. ' Tis desire. that enriches Life, And the intellect is a child of its womb. 320. W e li ve by forming ideals (objects- takhli.q-e maqa:sed). W e glow with the sunbeams of desire. The concept of desire was developed in the collection of Persian verses, and in Bal-I Jibreel. What are then RumTs ideas canceming this subject? In Masnavi the word a:rzu: occurs 32 times including the title of a chapter and a footnote. It is worth mentioning that it doesn't have the single meaning as it does in Iqbas case, where the word is always used with a positive connotation. In Rumi, its semantics differs according to the cantext of the bayt (or widely, of the story itself) in which the word appears. Sametimes Rumi uses the word in the meaning of a simple wish: [l]"At night because of the pain in my back and the (pangs of) hunger in my belly I am always wishing to die" (5.2373). "I have a comely daughter of very high estate, she was desiring (cı:rzu mibud u:ra:} (to marry) a true believer" (5.3374) (See also 3.4698). S ometimes it has the meaning of the 'ardent desire' to which Iqbal's use of the word could be compared: [2] "Afterwards they said: 'We desire to follow thy leadership (in prayer) O, holy friend" (3.2064). In some contexts the desire is regarded as the way to achieve an object, and God is He, who is supposed to help the pious man to carry out the intention. [3]"Thou bestowest thy bounty (even) on strangers: Every ardent wisher (gams) his desire [a:rzu:] from Thee" (6.4221); [4]"Patience brings the object of desire \a:rzu:\ not haste. Have patience - and God knowest best what is right" (1.4003); [5]"Since thou wishest it so, God wishes it so: God grants the desire [a:rzn:]of the devout" (4.6). But these are practically all the examples of neutral or positive use of the word in the Masnavi. The basic corpus of examples - 23 out of 32 - gives quite a different understanding of the word in Masnavi. It has the semantics of the desire to possess, mostly unreasonable, immoderate or wanton ([6] "Sweetmeat 121 is what children long for" (1.1601); "desire for half of an unripe grape" (3.2029), [?]"The eater of clay has a desire for clay" (3.3285) also 3.2352; 6.1330, 6.1332; 6.460. Desire is often directed to the impertinent affairs (4.3288), is vicious (4.1350), leads to the vain hazard (3.2010). Man even does not understand the fallaciousness of the cherished desires, because it is hidden from him by a veil [8](4.1349). So desire is the most dangerous side of human life: 'This world is a trap, and desire is its bait" (6.377-378). There appear more definite signs of danger: "Be not a friend to (sensual) passian and desire since it leads you astray from the way of God" (2.2957; also 1.1 101; 5.3528). The apprehension of the object of desire is obstructed by the absence of the means of expressian (2.3688) - the story of angıır and uzum (grape - in Persian and Turkish). The spiritual desire is higher than the desire for the caı·nal and mundane (1.3969). The fear of God ties the hands of desire (5.3067), and the conclusion is: [P]"Flee from the traps, quickly turn your face (towards God)" (6.377), "Abandon desire, in orderthat He may have mercy (on you): You have found by experience that such (renunciation) is required Him" (6.381 ). What's more, in Fi!ıi ma'fihi there is a definition of the notion 'desire' given in the comprehensive discourse: "We said: The man had the desire to see you. He kept saying, 'I wish I could have seen the Master'. The Master said: He does not see the Master at this moment in truth because the desire, which filled him, namely that he might see the master, was a veil over the master. So he does not see the Master at this moment without a veil. So it is with- all desires and affections, all loves and fondness which people have for every variety of thing father, mother, heaven, earth, gardens, palaces, branches of knowledge, acts, things to eat and drink. The man of God realizes that all these desires are the desire for God, and all those things are veils. When men pass out of this world and behold that King without these veils, than they will realize that all those were veils and coverings, their quest being in reality that One Thing" To make it clear, Arberry comments on this passage in the following way: "The report that a certain man desired to see Rumi leads to a discussion of the true nature of desire, that all human cravings spring from the one overriding desire, to see God. Mundane desiı·es are veils over God's beauty to save man from the annihilation which would follow the unveiled epiphany of the Divine". Therefore it is obvious that the meaning of the notion a:rzıı: in the Masnavi is just opposite to the Iqbal's use of the term: While Iqbal considered a:rzu: as an inalienable part of Divine and human love, Rumi regarded a:rzu: as a veil concealing the Divine essence and creating phantoms in person's life. The İ1ext step is to return to the beginning of our discussion - to the lines of Rumi's ghazal quoted above, and bence to the Divan-e Shams. To start with, one thing is worth mentioning: Divan contains three ghazals with the radif 122 a:rzu:st: with the matla' "Bennıa:y rokh ke ha:gh-o-golesta:nam a:rzu:st/Bogsha:y lah ke qand-efaravainam a:rzu:st (4614-4637 bb.), "Sa:qi va sarde!ıi: zelah-e ya: ram a:rzu:st /Badmastii: ze nargis-e khwnma:ram a:rzu:st" (bb.4763-4781) and "Ey chang pardeha-ye: sipa:ha:nam a:rzu:st/V-ey na:y na: la-ye khosh-e su:za:nam a:rzıı:st" (4825-4834). In only these three ghazals the word a:rzu: is repeated 56 times, it is 24 times more than in all the Masnavi! Even if we concentrate only on these examples, we could find what we are looking for. The ardent passian to see the Beloved's face expressed with the rare poetic force was enough to induce in Iqbal his romantic quest for the Perfect man, which is the goal of Creation. Of course A.Schimmel is right to notice that the saying about Iqbal as 'Rumi of the age' (Rumi-ye asf) needs 'a grain of salt', "For Iqbal lacks the strong overwhelming experience of love which transformed Jalaloddin into a poet". But Iqbal was passionate as well, and his passian was different from Rumi's one because of the appeal of his time. I'd like to quote here Alam Khundmiri, in my opinion, one of the most profound scholars of Iqbal's philosophy: "That which to Rumi was a passionate longing (italics mine. - N.P.) appeared in Iqbal's visian as the next stage of human evolution" [... ] and he was in agreement of his contemporary revolutionary humanists, that a "new human order needs a new type of man". 123 THE INDIAN-TURKISH CONNECTIONS IN THE FIELD OF SUFISM Prof.Dr. Anna Most Western reseaı·chers of tasawwuf consider Mevlewiyya order to be localized, its influence being restricted to Asia Minor and the Ottoman European provinces; such tekke as were founded elsewhere, as in Damascus, Jerusalem, and Cairo, being chiefly for Turk. But the thorough study of the early South Asian Sufism, which is the area of my professional expertise, show the direct and indirect influence of Mevlana Rumi and his tariqa on the main mystic orders of India. First and foremost it concerns Mevlana's authority itself and his magnum opus -Matimavvi-i ma 'nawi. The most prominent Sufi authors of India, foilowing Jami, called Mathncnvi 'the Qur'an in Persian' (hast Qur'an dor zaban-i Pahlavj). To take omen from Mathnawi or from the Divvan of Hafiz was common practice in India. The most spiritual mathnawis in India were written after Rumi's pattern, !ike Baba Da'ud Khaki's (d. 1586) Wird al-muridin or Risalo by the great Sindhi mystic Shah 'Abdul Latif Bhitai( 1689-1752). The role of a wandering dervish Shamsaddin Tabrizi in Mevlana's life and poetry is widely known. Rumi's obsession with Shams gave Mevlana's life a new dimension that turned him from a sober mystic into an ecstatic whose visions he transmuted into inspired Persian poetry. Fifteen months' muraqaba, or spiritual communion, with Shams made Mevlana's other murids jealous and they had plotted against the dervish. To Mevlana's dismay he disappeared as mysteriously as he had appeared. In fact, he had been murdered by the murids. To this popular story the South Asian Sufis have added the amendment of their own. In Pakİstani city of Mu! tan the tomb of Shams Tabrizi, or Pir Shams, became the place of popular pilgrimage and veneration. Here Shams Tabrizi is a typical example of duplication of different Muslim saints. Buried in Multan, Pir Shams was most probably an Isma'ili missionary, who seems to have been to India in the mid-14th century. He came from Badakhshan to Kashmir, then to Multan. The Isma'ilis in the remote Hunza valley may belong to those whom he converted. But the popular tradition of Punjab blended his name with the name of famous Shamsuddin Muhammad Tabrizi, friend and nurslıid of Jalaluddin * Rusya Bilimler Akademisi Şarkiyat Enstitüsü Öğretim Üyesi 125 Rumi. This wandering mystic, whose name Rumi used in his "Diwan-i Shams Tabriz was killed around 1247 and presumably buried in Konya. But the Indian tradition affirms that he managed to save himself from the hands of the assassins and flee to India. Pir Shams of Multan is widely mentionedin Sindhi and Siraiki folk songs as the 'martyr of love'. Followers of Pir Shams, the Shamsi, are stili found in the area from Multan to Dera Ghazi Khan in the West, Bahawalpur in the South East, and although the Shamsi, !ike rnany Isma'ili groups, have maintained a number of Hindu customs, they belong to the fold of the Agha Khan. The 'urs of Pir Shams of Multan is closely connected with etiological legends of Punjab. Thus, for exarnple, springtime in Multan is notorious for its exceptionally oppressive heat, which is also reflected in the Persian saying: Char ch iz ast tolıfa-i Multan Gm·d-o gannd, gadd-o goristan. Fo ur things are gift of Multan: Heat, dust, beggars and graveyards. The origin of this heat is explained by the curse of saint Shams Tabrizi, who passed away in this town approximately in the year 1276. Hagiographic tradition says that a compassionate butcher had given for subsistence a piece of mutton to the wandering saint. However none of the inhabitants of Multan was willing to help the saint and roast the meat on his hearth; blacksmiths, in whose smithies fire never stop burning, proved to be particularly callous. Breaking down from hunger, Shams Tabrizi fell in wayside dust, and Allah, taking pity on him, made the sun descend from the heavens so low, that terribly intense heat roasted the meat. And this miraele is repeated every spring for the edification of the inhabitants of Multan. During the ,.urs of the saint they cook and give out to beggars pieces of fried mutton, do honor to butchers and cast stones at blacksmiths in the streets. Of course Shams Tabrizi is not the unique example of duplication of this sort. Generally speaking in the world of South Asian saints there is a great number of doubles: asaint whose tomb is venerated at one place, might actually have been buried at quite another place. From this point of view many sacred tombs happen to be cenotaphs. Veneration of Bayazid Bistami's grave in Chittagong (Bangladesh) is to a stili greater degree at variance with histarical facts: this famous Persian mystic never went to East Bengal, and what is more he never left his native place Bistam in Iran, where he was also laid to eternal rest. There is a tomb in Qalat (Baluchistan), ascribed to Shaikh 'Abdul Qadir Jilani, although Baluchis, like other Muslims of the world, know quite well that the "great intercessor", eponym of the Qadiriyya order, is buried in Baghdad. 126 No doubt, the veneration of Shams Tabrizi in Multan manifested only vague and indirect impact of the Mevlewis on India, !ike any legend. But there are enough of more direct and documented facts of this influence. Thus, the famous wandering mystic Bu 'Ali Qalandar of Panipat (d.l323) visited Konya and probably met Sultan Weled having depicted this visitin his maktubat. From Bu 'All's mysticalmathnawis it is clear that he was well acquainted with Rumi's Mathnawi sametime making exact quotes from it. Thus following Rumi, Bu 'Ali Qalandar classifies the ascetic as one who seeks mercy (ra/und) while the !over see ks pain ( zahmd). With Mevlewis was closely connected Shah Khizr Rumi, with whom, as a matter of fact, begins the story of Qalandariyya fraternity in South Asia. A native of Anato-liya, Shah Khizr Rumi according to the Indian Sufi · hagiography was sent to India by Mevlana himself. On arriving in Delhi during the reign of Sultan Iltutmish (1210-1236), Khizr Rumi was initiated into the order. In that way we find Khizr Rumi at the source of the new derivative fraternity of Qalandariyya-Chishtiyya, which was especially popular in Jaunpur, Muslim Bengal and other eastern regions of present Uttar Pradesh. Anather famous saint, Jalaluddin Makhdum-i jahaniyan nicknamed J ahangasht for his constant wanderings (d. 1365) supposedly visited Konya during the lifetime of Jalaladdin 'Arif (d. 1320), the successor of Sultan Weled. Formally Jahangasht belonged to Suhrawadiyya, but under his Turkish experience he had changed the structure and practice of his brotherhood. Although the system of akhi in its Turkish form does not have analogues in Indian medieval society, it is obvious that Jahangasht, famous for his puritanism and religious militancy, made use of it as a model for Jalaliyya order founded by him. Jahangasht called his disciples akhi and borrowed his ideal of spiritual brotherhood from the Anatolian craft-guilds and the akhi and fııtwwa organizations in Khurasan and Transoxania. Mevlana's poetical legacy became extremely popular in Muslim Bengal where the syncretism of Islam with Hindu Tantra was quite strong. Shaikh 1 Faizullah (end of the 15 h century) wrote that in the temples 'the holy Brahman recites the Mathnawi of Rumi after the Muslim fashion'. In the delightful verse of the Bengali mystical poets -Bauls many ideas and tmages are found which sound as though they were taken from Rumi's poetry, thus the emphasis on the 'man of the heart', the supreme beloved who rests in man's heart, an the feeling of a real love relation between the human 'ashiq and the transcendental Ma 'shuq. Rumi's poetry itself sametimes could perform mirades (karamat) as it happened to the Mughal Emperor Aurangzeb in the later l7 1h century. Aurangzeb Alamgir, the most strict and sober of the Indian rulers, disliked 127 exaggerated mystical claims and the ecstatic attitude of the representatives of wahdat al-wujud as well as popular saint worship and devotional audition (s ama), but he w as fond of Islamic scholars and nıoderate Sufism. Only once he was moved to tears when Rumi's Mathnawi was recited before him in Burhanpur- the case his historians narratedin Fatavva-yi 'alamgiri. In the 19 1 ıı century Mathnawi became the subject of scholarly or semischolarly commentaries in India. Among those who contributed to this field was Shibli Nu'nıani (1857-1914), the founder ofhistoriography in Urdu. He selected Rumi as topic for one of his studies and tried to show that Runıi's famous verse: I died as mineral and I became a plant, I died as plant and rose to animal state, should be understood as an expressian of evolutionist ideas in the Darwinİst sense, not as pointing to metempsychosis of similar ideas. Of course the relations between the Indian and Turkish Sufis were much multidimensional and broader and need a detailed speci'al research. The purpose of the present paper was to show briefly some aspects of the presumable impact of Mevlewiyya order on famous Indian Sufi saints. 128 XX. YÜZYILIN BİRİNCİ YARISINDA KUZEY KAFKAS'TA (İNGUŞETYA VE OSETYA'DA) SUFİLİK Dr. Nadejda EMELYANOVA* RUSÇA METiNDEN ÖZET Kuzey Kafkasya'da sufi tarikatları XIX. yüzyılın 20'li yıllarında ortaya çıkar. Kuzey Kafkasya'nın doğusunda ve merkezinde ilk önce Nakşibendi tarikatı ile (ilk Şeyh Muhammed Y aragski olmuştur) daha sonra ise Kadiri tarikatı ile (Şeyh Ku n ta Hacı Keşiyev) tanışmışlar. Nakşibendiliğe bağlılık Müridizm; Kadiriliğe bağlılık ise Zikirizm olarak adlandırılmıştır. XIX. Yüzyılın ortalarında İmam Şamil tarafından kurulmuş imamlığın temeli Müridizın olmuştur. Kunta Hacı'nın taliıni basit ve savaştan yorulmuş dağlılar için kolay ulaşılabilirdi. 1860 başında Kunta Hacı'nın devaıncılannın sayısı S.OOO'den fazlaydı. Rusya Çar rejimi bu tarikatlar arasında fark koymaksızın onları sürekli takip ediyordu. 1917 Ekim devriminden sonra Kuzey Kafkasya'da iç savaş başladı. Sufi tarikatları bu savaşta Bolşeviklerin tarafını tutuyorlardı. Bolşevikler de kendi başlıca düşmaniarına karşı savaşta ilk başlarda onları kullanmışlardı. Ku n ta Hacı 'nın en önde gelen devamcılarından biri Çeçenlerin Surhahi kasabasından olan Batal Hacı Belharojev idi. Kunta Hacı'nın ölümünden sonra Batal Şeyh olarak ilan edilmiştir. Batal Hacı cemaatin yönetiminde şeriat ve adet normlarına uyuyordu. Sovyet yönetimin ilk yıllarında B ata! Hacı 'nın ölümünden sonra cemaat yönetimi onun ahabalarına geçmiştir. 30'1u yıllara kadar tarikatiara karşı ciddi bir redbir alınmamıştır. 1929 yılı 23 Şubat tarihinden itibaren devlet tarafından düzenli bir şekilde dini teşkilatlar üzerine saldırılar başlatılmıştır. Kuzey Kafkasya' daki sufi tarikatlan da takipiere maruz kalmıştır. Sufi cemaat yöneticileri özellikle takip ediliyorlardı. Şöyle ki, Batal Hacı'nın beş oğlu yargılanmış, hapsedilmiş; altıncı oğlu Kureyş on yıl hapis cezasına mahkum edilmiştir. Kureyş'in oğullan da Sovyet karşıtı hareketleri için yargılanmış ve öldürülmüştür. Tüm takipiere rağmen Batal Hacı cemaatinin sayısı çoktu. Örneğin 1950 yılların ortalarında sadece Surhohi kasabasında B ata! Hacı 'nın 400' den fazla müridi vardı ve Çeçen-İnguşetiya arazisinde böyle köylerin sayısı az değildi. Sonraki yıllarda Sufilik varlığını gizli bir şekilde sürdürmüştür. Onların ibadetlerini yapabilecekleri özel binaları yoktu, dini ritüellerini yerine getirmek için evlerde toplanıyorlardı. Kadiri tarikatının üyeleri toplandıkları evlerde yüksek sesle zikir yapıyorlardı. Bu da onların ciddi bir biçimde eleştirilmelerine yol açmıştır. Kunta Hacİ tarikatinin üyeleri, en ağır yıllarda bile evlilik meselelerinde şeriat narıniarına uymalarıyla ayrılırlar. Sufi tarikatında şeyh kültü şeriatın eski gelenekleri ve normları ile sıkı sıkıya bağlıdır. * Rusya Bilimler Akademisi Şarkiyat Enstitüsü 129 CyıjıınM Ha CescpHOM Kası<:aJc B nepsoii nonosliHe X){ BeKa Ha npııMcpe opneHa Kan11pıısı (4.e•mıı, HHryJJJenuı ı-ı Ocenm). CycjıH}ıcKHe opneHa Ha CesepHoM KasKaJe noıısn;ııoTcıı s 20-e rorıhı XIX seKa. CHa'ıana Hapo.nbt sOCT04Horo H tıetnpanı,ııoro CesepHoro KaBKaJa n03HaKOMfWHCb c op,aeHOM HaKrn6aHJlH (nepsh!M nponoseJlHHKOM ero CTan welix MaroMei1 .5fparcnıi1), HCCKOJJbKO no.J>Ke - op.ı:ıeHOM Kannp11 (rnefix KyHn-Xamım Kew11es). f1pHseplKCHHOCTb HaKIDOaH!lH CTaJlO HMCHOBaTbCll ~H0p11L(H3MOM, KallHpYi 3!1f(jlH3MOM. ÜCHOBOH HMaMaTa, C03r!aHHOro HMaMOM illai'<!HJlCM B CCjlC.[(IIHC XIX B., C'TaJl MlDJlHiUBM. CTOJlOHHHKH Kyına-Xa.ı:ııım sı,ıcrynanıı 3a MHJlHhıe OTHOlllCHH51 c pyccKıı~ııı. 3-ro CTa.rıo Oi1HOil H3 rıpH'Il1H npecneJlOBamı!l ırx iliaMırneM. Y<Jemıe KyHTa-Xaı:PKH ObLıo rıpocTo H l(OCT)'flHO yCT3BWHM OT BOf!Hbl ropu;aM: MlDpH.U ,UOJDKCH HMCTb ,UyXOBHYlQ CB5!3b CO CBOHM OH .ı:ıoJılKeH ytıa}f(HTCJJbHO OTHOCilTbC» KO wei1xoM, sce:vı nıo.u»M, He 3asH;.ıoaaTb, Ôh!Tb OCCKOJlb!CTHbiM, nOMOraTh CHpOTaM H BJlOBaM. rıocne 3aaepuıeHH51 EoiiblllOH KasKaJCKOH BOHHhi ıı rıneııeıııuı illaMıiJJ5! s 1859 r, nocneııosanıı roııcıımı ııa MJOpHllCKHe 6paTCTBa. Hx y'laCTh rıocnırna H 6paTcTBO KyııTa­ XatılKH. BoeHHası aııMımuCTpaı.ıliil u:apcKOH Poccım ııe HMena .uocraTo4ııı,ıx cBeneHııi1 H }!(eJJamuı pa:ı6upaTbCi! B TOHKOCTi!X OTHOlllCHHH ~ıelK,Uy cycpHHCK<f~ll 6paTCTBaMH Ha KasKa:ıe. KpoMe Toro, uapcKyro a.UMHHHcrpauıııo o6ecnoKOHJJ ıjıaKT 6oJJblliOH rrorrymıpHoCTH KyHTaXa.u}!(ıı y ııapo.ı:ıos CeBepııoro KaBKa3a. rlpH"!eM, 3Ta rıorıyiisıpHOCTb B03pacrana, "!CMY HeM<L'lO CflOCOÔCTBOBaJJH npHHU:Hflhl, rıponoae;zyeMb!C !IleHXOM - CMHpeHHJl rıepeıı BOJICH AulJiaxa, 6paTCKoro e.ı:nmeııuıı Bcex MYCYJJbMaH, acKCTH3M H HeCTi!}!(aTeJJbCTBO. LJ:Hc,1o rıocneJlOBaTeJJeii KyııTa-Xamım B Ha'ıane 1860-x rL coCTaBnııJJo 6onee IDITH Tbıcııy YeJJoseK. He.uaBHO 3aBCjllllliBilll!e pa3rp0M MIOpHACKOrO HMa.MaTa, uapCK!iC BJlaCTH 005!J!Jo!Cb HOBblX BOCCTaHHH H npetıflO'lJlH JIHKBHi1HpOB3Tb npOOJieMy B KOjlHC. B 1863 r. rro pacnopmKeıırııo reııepan-ry6epııaTop'a Tepcıwil o6JJaCTH KyHa-Xamım Ôbm apeCTOBaH. C Tj)C6osaHJo!CM OCBOOOllHTb weiixa B "!CYCHCKOM CeJJCHHH illa.JUI COOpa..ılHCb OKOJIO TjlCX Tb!C)J"f ero CTOpOHHHKOB. fipOTHBOCT051HHe 3aKOH'UIJJOCb CXBaTKOH, B KOTOpO}ı rrom6no 6onee !50 MropaııoB. MecTo ı-ıx m6emı CTaJJO onııoii ın rro4uTaCMbıx CB5!TbiHb ııa Tepp~ıTopmı Ye4HH. K)'HTa-Xa.nlKH OCTaTOK csoelı }!(ll3HH nposen s CCb!JJKe H yMep s 1868 r. s HoBropoııcKou o6naCTH. I1ocne OKTi!6pbcKOH peBOIIIOU:HH 1917 r. CesepHbiH KasKa3 oxBaTıma rpalK.11aHcKası sof!Ha. B ııee BKJU04HJ1HCb 11 npellCTaBHTCJJH cycjıuilcKHX 6paTCTB. KaK rrpaBHJJO, oHıı BbiGryflaJJII Ha CTOpOHe OOJlb!IlCBHKOB, ITOCKOJlhKY B npOTHBOflOJIQ}!(HOM JJarepe HaxO,l\HI!HCb HX HllCHHbıe spam H 6ı,ıs!Ilvıe roHHTenıı - uapcKue ocjııııı:epı,ı H reHepanı,ı. 130 3aBepwemıeM C rpa)l(J1aHCKOH BOHHbl OTHOWeHHe K IICJlaMj' B ljCJlOM Ha npOTJDKCHf!H IlOBOJlhHO ıımı:renbHoro ııepımlla He Ôbıno OTPııııaTeJlbHbiM. Ha Ha'laJ!bHOM 3Tane ncnaM rıe rıpencTaamw nmı rıapTı·nı 6onı,wem-ıKoB peaJibHoı1 yrpOJbL Eonee Toro, c :vıycyiThMaHaMM HylKHO Ôb!JlO KOHCOJTH.LIHpOBaTbCH B JICJTC YCTpaHCHH5l KOHKpeTHOfO H CHJ!bHOrO npOTHBHHKa -PyCCKOH ITparıocnasHoi! UepKBH. PaJblrpLIBaH «Mycy.%MaHcKyıo ınııaqaııbHO KapTy», HOBa5l BilaCTb 11pCCJTCllOB:L1a HCCKOJlbKO UCJiei\: npHOJlC'!b ,vıycyJibMaH, KaK aK'THBHY!O •ıaCTb 00WCCTB3., Ha CBO!O CTOpüHy·; HCl10J!b30BaTb !IX B Ka•ıeGTOe CpCJ1CTBa rıporıaraHJlbl HJ1CH OOJ!bWCBHJMa H couı·ıanHJMa Ha c;rpaHbi BocToKa; yCTpaHHTb TaKILYI o6pa3oM BOJMO)J{flbıe ııpen5lTCTawı 8 nposeneHml KaK BHy'Tpll, TaK H BHCWHCliOJlHTH'ICCKOH JlHHI!H; l!CTl0Jlb30BaTb MYCYJibMaH B 6oph6e c npyrHMH KoHcjıeccHHMH peaJIH3aUım 3THX rı.~aHOB H coıuıaJibHbiMıı cıı05lMıı ııeMycynı,MatıcKoro o6wcCTrıa. lln5l ] 9] 7 B rOL\Y H COC'faBe HapO!lHOfO KOMliCC3p1iaTa no )leJiaM H3UHOHaJ!bHOCTefi !la:>Ke ÔblJl C03)laH KOM!ICCapHaT no ll,eJJaM NıycyJ\bMaıı. Ha cnenyıoııınx :narrax pa3BHTmı OTHowerıHi1 CJ1C!l)'10!l1ee (HCOÔXO)l!iMO 3aMCTHTb, "!TO KOHKpeTHOH :vıycynbMaHcKoi1 cpene, aKTHBHOfı ycTpaHeHH5l rıpHH3LjJICJKaJ!H pa3o6uı;rTb qacnı CbirpaB MycynbMaH OÔpa30B3HHOf0 Ha «no <mıvrywecraeHHoro rıpe,ıı,cr3BHTeJlH yM:vıoii rıiTaHııposanocL 3aiıa'lH 3TH BblpHCOBb!BaJIHCb liOITCliCHHO, HCX0):\51 ll3 Cfrryaııım): llCTOpH'!CCKOlr c Mycym.. MaHcxoı:i KJTaCCOBblX KJJaccosoMy cocnomum MJ'C}'ilbM3HCKOro rıpOTHBOpe"'HHX npıı3HaKY)); ı.ıycynbMaH, K «.LJ,)IXOBeHcrBa>>; B no6ııTLC5l KOTOpoMy OCJ13ÔH!l MYC)IJibM3HCKHC OÔU[HHbl, 3aBepWHTb HX pa3rpOM, YHH'ITOlKHB MC'Ienl, Menpece, HaHÔOIIee OÔpaJOBBHHblX MyqnHeB, MYJW, Ka}lf!eB, HMaMOB; OCT3BHTb HC3Ha"li!TeJTbfıy!O («rıapanHy!ü») rıpOCJJOHKY JJOililbHbrX MYC)IJJbMaH ):\115! llCMOHGTpal(HH CBOOOJ1bl COBCGTH H aepOHCrıOBCJlaHIU! B rocynapcTBe. flpHBeplKCCIUbl KyHTa-XamKu He Ka,nHpHi"lCIWfO TapliKaTa 5lBHO HC OTHOCIIJTHCb K 'IHCilY OOCJTe)lHHX ocraBHil nocrre ce6H pyKOBOI:UITCJJ5l o6LUHHbt MıopWHI\a. 3To C[]OCOÔITBOBaJIO pa3JlpOÔJJeHH!O ero ITOCJTe!lOB3TeiTeH Ha HeCKOJTbKO rpyrırı, BO fJTaBe KOTOpbiX cTo5lnH saKHIThi (HaMeCTHHKH) Kyına-XanJKH. Omı HCrıOITHJJJJH, poiTh HaGTaBHHKoa-ycTaJOB B CBOHX ceJıax. ÜÔp5l!l /lOCBlllUCHH5l 6bTJT O"!CHb rıpOCT: wei:ix ÔpaJT BC'ryf!aıoıııero B ÔpaTITBO Ja p)IK)' H crrpawHaaıı, oÔ.>r3yeTC5liTH OH npH3HaBaTb a ııyuıe CBJlTOCTb HacTaBHHKa ycTaJa, a xpoMe cosepJl!CHHJl iliiTH HaMa30B, npOH3HOCI!Tb CTOKpaTHO cpüpMyny l<fl5l HJlnaxa HJ!Jl~-flJTaxy» ( «HeT 6o)l(eCTBa, KpoMe AnJJaxaıı) n yqacTsoaaTb B o6p1111e KonneKTHBHoro Kpy<OBO<O :ınKpa. Tiocne TOrO, K3K BC'ryrıalOLUHH )\aBaJI 00513aTCilbCTBO H GTOKpBTHO rıpOH3HOCHJT pınyaJibH}'IO cjıopMyily, TIOCB~ll\elnıe G'IHTaJIOCb COBepWHBUlHMC>l. OııHııM HJ .sıpKHX ııociTeııosaTenet! KyııTa-Xan:>Kıı Ôbın EaTaJI-Xamım EeiTXapoes m qeqeHcKoro ero ceJTeıımı CY,Pxoxu. Tiocne cıvıepTH KyııTa-XanJKH, rıpııBepJKeHl1bi EaTaJia o6o5lBHmı welıxoM. ITpH yrıpaBJJCHHH o6ıuuı;oi1, EaTaJI-XanıKH ucrıonb:ıosaıı HOpMbi H anaTa. ıı 131 LUapnaTa. 8 nepsı,ıe rO,Ubl COBeTCKOH BJiaCTH, KOr.Qa EaTan-XaJ(li<H yıne.<ı H3 lKli3Hll, yrrpasJieHHe o6ıınmofi npıımımı Ha ce6ıı ero pü.LICTBeHHııKıı. BrıJlOTb ,rıo 1930-x rO,rıOB HO OTI!Oll!eHHIO K ;-.ıycyJJbMaHaM riOJHlTHKa «ÔOpbObl C peJ1Hf"H03HhiM coJHaııHeM Macc» rıpoao.QHJiacb B wa.QmueM pelKHMe. KaK pKe OTMe'lanocı,, ııa Ha'laJibHOM napTmı JTarıe rocyJ(apCTBeHHOfO CTpO!iTeJibCTBa HCJiaM B UeJIOM He 11pC,'1CTaBJ15UI 6oJJoıuesHKOB peanbaofi Yf"P03bl. .5onee Toro, c ~Yrycy,ıoMaHaMH MOlKHO J{J15l 6b1Jıo KOHCOJJH.UiipOBaTbCl! B ,rıecıe ycrpaHeHifl! KOHKpeTHOfO H CHJlbHOrO rıpOTHBHHKa - PyCCKQÇ[ IJpaaocnasııoif IJ;epKmı. Ho Kor,ııa ocııoBHbre Ja,rıa'lıı rıo ycYpaHCHlUO DpasocJJasııoi1 uepKBH KaK 0/lHOf"O H3 rJ!aBHhlX KOHKypeHTOB Ha H.QeOJlOf'l!'!CCKOM ıjıpOHTe 6biJlH peıneHbl, HaCTaJIO speMR 6oJiee lKCCTKHX ııeMCTBHfi B OTHOLUCHHH MYCYJibMaH. ycı1Hllil KoıvmccapHaTa Brıyı-peHmıx Ll,eJI (BO mY UK BKD (6) BKfl C :noii UCJlbiO OObe,llHH5!JlliCb BocTO'lHOrO OT,Ue.rra rocy,ı:ıapCTBeH!ıoro fioJIHTW!eCKOro (6), HKBL\), y ııpaaJieHH51 Hapo,UHOf"O ArHTal\HOHHO-rıporıaı-aııııııG'TCKOf"O OT,Ue.ıa JJ, B nepsyıo oqepe,ı:ıh, KoMaccıııı no OT,rıeneııaıo uepKBıı oT rocy.rıapcTBa a TaKlKe opraml3aumr H3 I'"palK,llaH-.rıo6poBOJihUCB ııo,ıı A110 UK HaJBaııııeM «Cm03 BOHHCTB)'10LUHX OC300lKHliKOB». HaCTymıeııHe Ha rıoJnunu penHrHOJHbiX opraııuJaunif ah.'THBH3HposaJJOCb. liHCTPYKUifll a,rıMHHliCYpaTııBl:lo-op•aı:ımaUliOHHoro yııpasnemıll HKBA PC<l>CP o6 Hcrronb30BaHmı ITOMeU!CllllM peJJHD!03HblMH OObC,[{HHCHHl!Mli OT 23 <tıespaJJ51 1929 r. DOJIOlKHJJa ıjıaKTW!CCKOC Ha'ıano mıaHoMepHOMY Jaı(pbıTaıo 11 ııepeııpoıjı11mıposaHıııo 6orocJryıKeÔHbiX J,rıaHHH. CornacHo UHpKymıpy Hapo,ı:ıHoro KOMHccapııaTa JeMJie,[{enıııı N~ 90 OT 13 <PeBpaJ!l! 1928 r. ıı perneHHIQ KOMııccnıı rıo sonpocaM ry,1bTOB npfı fipC3HJ(nyıvre BI..J)IK OT 6 i!Hsap51 1930 ı­ cnyıKHTCJIH KYJJbTa Ôhınıı nuıneııbı rıpasa rıOJib30BaThcıı 3eMneif «HapasHe c ııpynıMH mıuaMH, )J}!LUCHHh!MH H30HpaTCJ1bHbfX rıpaB, HMeiQLUHMH HCTO'lHliKH CYLUCCTBOBaHilll OT TOpY'OBJ!H, 3KcnnyaTauıın Ypyııa s npoMolmJieHHbtx ıı .npynıx ııpe,ıırıpHııTHııx>>. CnyıKHTemıM KYllbTa, ,ııe~wııcrpaTHBHO rıopsasrnnM c pemırııefı (.rımı 'lero Tpe6osaJIOCb 3a51BliTb O CHJ!Tlili CaHa O<jıHUHaJibHO B rreqanr), rrpeııoCTaBJU!JiaCb B03MOlKHOCTb BCTaTb Ha J"'CT Ha ÔHplKe TpyJ(a. fipH'lCM TaKHC mıua perHCTpHpOBaJIHCb OT,llCJlbHO OT OCTaJibHblX OC3pa60THblX H B OTJJW!HC OT pH,rıOBblX rpalK,UaH He llOny'laJJH HHKaKYIX JlbY'OT, B TOM 'lHCJJC H ITOCOOHJ! llO Oe3pa60THUe. ÜHH, KaK npaBHJ!O, HanpaBJJ51JlHCb «Ha cpH3H'-!eCKyıo H TCXHH'iCCh.)'KJ>> pa6oıy H He ııo,ıı KaKHM ııpeMoroM He Momu ÔbiTb ııanpasJieHoı B opraHbr npocseınemuı, Ha JaBoııı,ı ıı yrrpaB,ıeH!fJI BOCHHOH npOMblll!JlCHHOCT!L LJ:epeJ 1151Tb JleT rıpHMepHOfO TpyJ(a OTpCKLUHCCll OT CaHa llOJIY'-IaJili npaBO f"OJ!OCa B H30HpaTCJlbHblX KaMnaH!fJIX. Doc.rye,ııoBaTe.pıı cyıjıuifcKııx npHKaTOB ııa CeBepHOM KaBKaJe TOJKe no.rıBeprmıcb roHeıınııM. Oco6o rıpecJJe,rıoBaJIHCb pyKoBo,rınTe.ryı-ı cyqınifcKHX o6ll1HH. TaK, 1151Tepo cbnıosefr EaTan-Xa,rılKıı 6ı,ımı ocylK,ı:ıeHbl rıo paJHW!HbfM CTaTo51M YronosHoro Ko,ı:ıeKca rıo paJJIH'lHblM 132 CTaTb>IM. HO H L(CJIOM TIO,[(Da!lamı OHH TIO.!l KaTeropHlD «aHTHOOWCCTBCHHblX H aHTHrocyııapCTBCHHbTX npecrynmıKoııı>. IlieCToJ:ı Ch!H Kypei::iuı (yM. ıı 1964 r.) opraHmosan rpynny aÔpCKOB, BC,[()'lll)'l{) TaHH)I}() ÔOpbÔ)' DpOTHB COBeTCKOH BJJaCTH, Ja YTO ÔblJ1 Dpl·ffOBOpCH K f(ecııTH ro;ıaM mrweHHll CBOÔOJ:ıbl. B ucJJOM )KC BbıcrynneHwı rpynnbı Kypeilıua HOCHmı OllTIOJHUIJOHHbi(! xapaırrep C)'ll.lCCTB)'lOWCll BJJ3CTH CbiHOBhll Kypeiluıa B CBOCM OTHOWCHHH K COBeTCKOH BJiaCTH CTOJlJJJl Ha ll03HUlli!X csoero OTUa -- CTapunılı A6pyn-!vfa)!(I!T Ôbı,ı OC)')K)lCH Ja aHTHCOBeTCK)'lO I(CliTCJJbHOCTh, uıeCTepo .rıpynıx - LQı<e6paH1ı, Mycı-aQıa, AxMeT, MaKruapu, Xyceiiı-ı, Cynı-aH ObiJJıı yÔHTbJ B CTO,lKHOBCHllH C Ol'pH.!{OM MllJillL(HH. HecMOı-pH Ha MHoro<ıııcneHHbiMH. see o6uıııHbi rrpecJJeposaHHH, HanpHMep, s cepe;:uıı-ıe ı 950-x Eaı-aJı-Xamım rOL\OB TOIIbKO npıısep)!(etıı.ıaMıı Eara.;ı-Xa.rı)!(ıı 6ı,ınıı 6onee 400 cıenoseK. Ôhımı POBOIIbHO s ceneHHK Cypxox~ı H Tanıx ceJJ ÔbtJTO HeMana Ha TeppHTopmı lje<ıcHo-HHryıııeTHH. )J;oYepıı EaTM-Xa.rııKH cnasHJTHCh csoHM ı.ıeJUITCJTbCTBOM, yMeHHCM cocrasmrrh TaJJ!lCMaHht, rapaHııeM. B ceJTeHHe Cypxoxıı, rne rrpoıımBaJJa 3eneilx I:lenxapoesa, np!1e3){(aJJH C npOChÔOH O !10MOlllH lK!ITCJlll He TOJ1bKO OKpeCTHb!X CCJJ, HO ll ropoJJ:oB, npeıKI(e scero, Ha:3paHn. Oco6aıı cıuyauıııı 6huıa csıı3aHa c ITpııropoJJ:HhiM pailoHOM CesepHoil OceTHH. )Jo 1944 r JTO Ôb!Jia llHf)'ll!CKM Teppınopıuı. fTOCJTe BbiCeJJCHllJI M)'C)'JJbMaHCKHX HapO!lOB B 3asepıııeHmı BTopoii MııpoBoil soilHbı c pO.!lHhtX JCMCJJh (Ha CcBepHoM KaBKaJe 3TO 6bımı 6aJIKapuhı, Kapa<ıaesı.ıhı, HHryuıH ıı Ye<ıeHL(hi) Teppvnoplli! Tipııropoi(HOro pai"ıoHa OToııına CesepHoll OceTHH. BepH)'B!liHee>ı Ha popı-my B K 1957 r. ııHrymıı H 'l:e4eH!1bl B Ka<ıeCTBe KOMTICHCal\Hll 3a fTpHrOpOJJ:HblÜ paÜOH TIOII)''l:HJIH 'l:aCTb TeppHTOpHH CTaBpOnOJJbCKOT'O Kpaıı. TaKHM o6paJoıH nnoma;:ıh l.fe<ıeHo-Jlı-ıryırıerun Dhına yBenıı'l:eHa, HO BCpf!YBumec.>ı ı-ıHryırıH CCJIHJIHCb B CBOflX KCKOHHhlX CCJ!aX. TaKHM OÔpaJOM, OCeTHHCKHe M)'C)'JlhMaHCKHe OÔll.lHHbl (s HaCTOl'lll.lCC BpCMH ,[(O 30% OCeTHH IICI10BCI1)'eT HCJJaM, OCTaJibHbiC CYI!TalOTCH npaBOCJTaBHblivlli) COI1pHKOCH)'J1HCb C C)'QJHJMOM. fTpHBCpıKCHL(bl Ka.!{HpHiJCKOfO TapııKaTa paCUIHpHJTH apeaJJ csoero npolKHBaHlli! ıı:o npnropoı:ıos CTOJIHUhi CesepHoll Oceı-ım ropoıı:a ÜpLI)l(OHHKHAJe (HbiHe - Bna,ı:ıHKaBKaJ). Cy<{ıHJM npoi(OJJJKaJI cymeCTBOBaTb Tai1Ho. CyQınfı He HMCJIH csoHx MOJJHTBCHHhrx 3,[(aHHiJ, COÔiipaJJHCb AJU! OTnpaBJICHlli! pHT'y'aJJOB Ha KBaprııpax H B ):!OMaX C.!{HHOBepqeB. }:LTI! perueHHH CCMCÜHO-Ôb!TOBbfX BOllpOCOB OHH npOBO.!{HJ!Il apaTHO-WapuaTCKHC C)'Lıbl «KXCJ])) aKTHBHbıe HaH6onee rrpHBepıKCHUbl opt~eHa Kamıpı-ı co6npanHCb Ha KBapnıpax I(JI.>ı acnonHeHn.>ı rpoMKoı;o Jnıqıa. Co CTOpOHhl coseı-cKoii BI!aCTI1 3HKp noı:ısepranc.>ı )!(CCTO<ıafııııeii Kp1!TI1Ke ıı npecnet~oBaHlli!M. 06JJaCTHaıı rrpecca CesepHoil ÜceTım TaK onncbmaJJa npOBO,UKMbiH ll pHUe CeJJ Ka,UHpHHCKliH 3HKp: <<HenonpaB!!MbliJ spep 3,1!0pOBbKJ sepyıouuıx- 133 M10p!1,[10B HaHOCHT o6p;ıJ1 3HKp - pa,ı:ıeHHe ;::ıepBHl!leH, HOCliU1Hfı HCT)'TIJJeHHbiH xapaKTep, conpOBOlK.UaKJUU!HCJl fiJlliCKaıvm, nphıraHHeM. Ü6hi'lH0 OH )l;JilJTC;ı HeCKOJibKO '!aCOB, .QO TI03.QHeJ:i HO'lH, tPH3W!eCKH H fiCHXH'!eCKll HJMaTb!Ball ero yqaCTHHKOB. MwpH!lhl 6eraıOT TIO Kpyry H x.nonawT s ;ıa_rlOUIH, pacrıesaıoT rıpH :noM :vıonHTBbi, rıpocııT y MyxaM:vıana H KyHTa-XanJKu npocTHTh HM rpexıı, naTh xopowyıo )KH3Hb .. ». 1 ITpencTaBHTemı o6wııH KyHTa-Xarı)KH oT.~WiaJIHCh TeM, 'lTO ;:ı~e B caMhıe cypoBbıe roJıbı co6I!forıanu HOpMbi uıapuaTa B Bonpocax 6paKoco<ıe-rarımı. )f(eHUJHHbf s cyqmiicnıx CeMbJlX COÔJI!OL{a.HH HOpMbf H ai)aTa, H ıııapHaTa. ÜHH CJieJlOBaJIH OÔbi'!a!O (<HJÔeraHJill», CTapaiiHCb Oe3 0C060H He06XOJıl!MOC..'TH He TIOl!BJlliTbCJl B 06LQeCTseHHblX MeCTax, peAKO BblXOJıHmı na ymuıy. KynhT weiixa s cyqmiicKoii o6u..nme TeCHO rıepenne-rancıı c ,apesHeii Tpa,ı:ıHuHeii n Hop~ıaMH ıuap;ına. fnasbı MıopHncKııx o6uuıH rıpoııosenosa;nı, '!TO ycnosHeM co.xpaHeHuıı HaUHOHaJihHOH CaM06bfTHOCTil, CeMeifHOH H p0J10BOÜ 'JeCT!f JlBJI.lllOTC>l fiO'lHTaHue naJYl.liTJI MıopwHıros H co6nıoJıeHHe ı-pamıuHOHHbıx o6&ı'laes H pemırno3Hb!X o6pHıros. MıopHilhi ccıHTamı, H :na y6e)KJieHHOCTb coxpaHlleTCi! rıo HaCToHu.ıero speMemı, crro KyHTa-Xa!I)Kfi He yMep, a TaHHCTBeHHO HC'Ie3 H CTaJI Max!IH (CKpbiTb!M HMaMOM), HO euıe llBilTCi!, qTOObl yCTaHOBliTb cnpaae,ııJJHBOCTb. 8na.':(H~mpos M. nepe)!(}ITKH nc.ıaMa ll HX spe.cı // Coıına.iTHCf!f'fecl<1lJI Ocenuı, 6 "a.ıı 1973 r. 134 BA Tl DÜŞÜNCESi VE MEVLANA'DA KADlN Prof. Dr. İsmail YAKIT* Bugün insanlığın en önemli problemlerinden birisi hiç şüphesiz kadın problemidir. Buna rağmen bu konuda yapılan bilimsel araştırmalar yeterli ve tatmin edici değildir. Bu husus, problemin hassas konuları ihtiva etmesinden kaynaklanmaktadır. Çünkü insanın duygu, iffet edep namus gibi duyarlı olduğu kavramlar hep kadın probleminde düğümlenmiş kavramlardır. Tarihi akışı içinde kadın, bilindiği üzere, ev-çocuk ve eş üçgeninin önemli bir parçası olmasına rağmen, toplum içinde insani yetenekleri ve anneliği göz ardı edilerek hep cinselliği itibariyle öne çıkanlan bir varlık olmuştur. Bir başka ifadeyle insanlık tarihine bir göz attığımız zaman görürüz ki kadın, ev ortamını tamamlayan bir eşya gibi telakkİ edilmiştir. Kimi dönemlerde onun insan! yetenekleri, becerileri köreltilmiş, iradesi hiç dikkate alınmamıştır. Kimi dönemlerde "özgürlük" adına kadının anne ve eş olma sorumlulukları göz ardı edilmiştir. Onun geçmişte duçar olduğu bu keyfiyet hala devam etmekte olup, maalesef bugün dünden farklı değildir. Kadın dün, Doğu ve Batının saraylannın haremleri, esir pazarlannın ve vazgeçilmez bir eşyası iken bugün podyumların, vitrinierin ve reklam panolarının sadece cinsel bir imaj gayesiyle öne çıkardığı bir varlıktır. Genellikle Batı toplumlannda insan haklarından ve özellikle kadın haklanndan ve özgürlüklerinden sık sık dem vurulduğu günümüzde, moda, sanat ve cinsel özgürlük gibi süslü ifadelerle kadının bir meta ve porno aracı haline getirilerek istismar edildiği gözlenmektedir. Buna mukabil Doğu toplumlarında din adına kadınm kara çarşaf ve peçeye hapsedilerek toplumdan olduğu gibi, yeteneklerinden de tamamen soyutlanmış olması onun bir diğer istismandır. Böylece, her iki halde de kadın kendisinin kişisizlikleştirildiği bir mecrada yer almaktadır. Oysa önemli olan, kadının dişiliği değil, kişiliğidir. İşte bu sebeple hem Batı düşünce­ sinde hem de Mevlana' da kadın problemini daha açık bir halde ortaya koyup ele almak düşüncesindeyiz. agoraların I- Batı Düşüncesinde Kadm Batı dünyasında yetişmiş Ortaçağ Yeniçağ ve Modern çağ'ın birçok dükonusunu ele almış ve bu konuda pek çok bakış açısı ortaya koyAncak çoğu olumsuz olan bu bakış açılarının her birinin içinde düşünü- şünürü kadın muştur. * Süleyman Demirel Üniversitesi ilahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi 135 rün yaşadığı sosyal ve ailev1 hayatın etkileri olduğu gibi, onun kendi inanç ve düşünce sistemlerinden de kaynaklanmaktadır. Batılı düşünce ve fikir adamları­ nın bu nevi görüşlerini birkaç kategoride ele almak mümkündür. Kendi sistemi içinde kadın konusunu ele alan Ortaçağ'ın Batılı ünlü düşünürlerinden Malebranche (1638-1715) "Hakikatin Ara ş tm lması" isimli eserinde " ... Zevke ait her şey, kadınlara kalmış bir iştir. Ancak, genel olarak araş­ tmhp bulunması biraz güç hakikatleri kavramak, kadınlarm elinden gelmez. Soyut olan her şey, onlar için anlaşılmaz bir şeydir... " (II, 100-101. Krş. Keklik, Fil. Özel., 136-1 37) diyerek onların soyut gerçekleri anlayamadıklarını ve böyle bir yetenekten mahmm olduklarını iddia etmektedir. Keza ''İrade ve Tasavvur Olarak Dünya" adlı eserin yazarı XIX. asrın ünlü Alman filozofu Schopenhauer ( 1788-1 860), kendi pesimi st (karamsar) felsefesinde kadına da bir yer bulmuş ve " ... Kadınlar, kendi gönüllerince hayal ederler ki erkekler para kazanmak ve kadınlar da bunu harcamak için yaratılmışlardLr." (Essai, s. 132, N.Keklik'ten naklen, age., s. 139) demektedir. Bununla, bir anlamda erkeklerin harcamayı bilmediklerini ifade etmek isterken; öte yandan kadınların, erkeklerin masraf kapısı olduğunu da söylemekle beraber kadınların, erkeklerin paralanm nasıl harcayabiliriz şeklindeki hayal dünyalarının etkisi altında yaşa­ dıklarını da belirtmektedir.Kadım sadece bu paralelde görmeyen, onu daha da kötü; hatta riyakar bir varlık gibi göstermeye çalışan Schopenhauer, bir başka yerde şunları söylemektedir: " ... Arslanın dişleri ve pençeleri vardır, filin ve yaban domuzunun biiyük dişleri vardır; boğanın boynuzları vardır, mürekkep hallğınlll da, çevresindeki sulan bulandımcak mürekkebi vardır. Fakat tabiat kadına, kendini savunmak ve korunmak için riyakarlık vermiştir ... En zarifinde olduğu kadar, en aptal kadında da riyakarlık, f!trldir. Bu sebebiedir ki, mutlak olarak dürüst ve samimi bir kadına rastlamak hemen hemen imkallSIZdır ... " (Essai, I 33; Keklik'ten naklen, 139) Ünlü Alman filozofu Friedrich Nietzche (1844-1900) kadın konusunda beyan etmektedir: "Kadmla konuşacağm zaman kırhacı eline alımııtma" (Bkz. Ş.Can, Hz. Mevl. s. 195) fikrini mayı şöyle Kadının eşitliği ve özgürlüğü hususunda görüş ileri süren Batılı yazarlar, ferdi ve toplum hayatında onların eşit olmadığını söylerken özgürlük hususunda da onu nasıl kullanacağı bilgisinin kadına verilmesi gerektiği kanaatindedirler. Mesela Pierre-Joseph Proudhon (1809-1865): "Erkek ve kadm Mutlak'm önünde denk olabilirler. Onlar hiç eşit değildirler, onlar ne ailede ne de şehirde eşittir/er" (De la Justice dans la revolution et dans l 'Eglise, C.F. 462) demektedir. Kadının özgürlüğünü dile getiren Emile Zola ( 1840-1 902) da şunları söylemektedir: " Kadım özgürlüğüne kavuşturmak harika bir şeydir. Ama her şey- 136 den evvel özgürlüğün nasıl kııllanılmasmı ona öğretmek gerekecektir. ( Chronique, La Tribune, 1868, C.F., 585) XVI. asrın ünlü Fransız yazarlarmdan Mo li ere ( 1602-1673), "Demir kafes/er ve kapı sürgüleri kaduıları ve kızları namus lu yapmaz" (l 'Ecole des M aris, s. 1,2 Ariste., C.F. 395) diyerek, kapalı tutmaktan ve toplumdan tecrit etmekten ziyade onların namus duygularının geliştirilmesi gerektiği kanaatindedir. Halbuki Montaigne: "Bir kadın için en faydalı ve en onurlu bilim ve meşgıı­ liyet, ev işleri bilimidir" demekteydi ( Essai. III,9, C.F.407) Batılı düşünürlerden bazılan "kadın-kilise" ikilisi hakkında pek olumlu kanaat sahibi değildirler. Bunlardan Charles Baudlaire ( 1821-1867), u Kadınla­ mı kiliselere girmelerine izin verilmiş olmasma her zaman şaşırmışımdtr. Onlar Allah'la hangi diyalogu kuruyor/ar?" (Man Coeur mis cl nu, C.F., 54) derken Arınand Salacrou (- 1899) da: "Papaz/ar günah çıkartan kadınları dinledikleri zaman evlenmemiş olmakla teselli buluyor/ar" demektedir.( Une femme libre, Gallimard, C. F. 529) Kadının tabiatı konusunda kalem aynatan yazarlar ve düşünürler onu daha ziyade menfi sıfatlarla tavsif etmektedirler. Mesela Tristan Bemard ( 8661947): "Kadın kadmın kurdudur" ( La volonte de l'Homme, C.F. 72) derken Jules de Goncaurt (1822-1896): u Ka dm aptal göriinmemeyi çok iyi becerir" (Journal,Fasquelle, C.F. 243) demektedir. Jules Renard (1864-1910) da: "Kadl!llara en fazla zevk veren şey, zekaları üzerine yapılan bayağı bir pohpohtur." (Journal, 21, Mai, 1895, C.F. 489) Batı düşüncesinde bütün bunlara mukabil François Mauriac (18851970) kadını en önemli bir yönüyle ele almakta ve hatta onun olgunluğunun ana temasını vermektedir. Nitekim o diyor ki: "Birçok kadın için kemale giden en kısa yol şefkattir." (Asmodee, Grasset, C.F. 379) Batı' da bu problemi kadın-erkek ilişkileri açısından ele alan yazarlar yine de kadına pek olumlu bakınazi ar. Charles Baudelaire (182 1-1867): "Kadın rııhla bedeni ayırmayı bilmez" (age. C.F. 54) derken bir yandan kadının karşı­ sındakini bir bütün içinde gördüğünü söylerken, diğer yandan da ruh ve ruha ait değerleri bedenden ayrı görmez, hatta ayıramaz diye eleştirmektedir. Jules Renard ( 1864-191 0): "Şayet kadınların hoşuna gitmeyi istiyorsanız, onlara, sizin olduğu söylenen şeyi istemediğinizi söyleyiniz" (Joumal, 29,A vril, 1898, C.F. 491) ifadesiyle kadınların haris olmayan ve kendini gözü tok gösteren erkekleri tercih ettiğini vurgulamaktadır. Chamfort (174 1-1 794), kadınla erkeği birbirlerine karşı besieyebilecek kötü düşünceler açısından karşılaştırmakta ve şöyle söylemektedir: "Bir erkek kadınlar hakkmda ne kadar kötü düşiinürse düşünsün, hiçbir kadm yoktur ki, ondan daha da kötüsünü düşünmemiş olsun." (Maximes et pensees, C. F. 117) 137 İnsan tabiatının önemli yönlerinden biri hiç şüphesiz kıskançlıktır. Bu açıdan kadına bakan And re Suares ( 1868-1 948): "Kadınlar her şeyi kıskanırlar bile" (Variables, Emi le-Paul, C.F. 544) demekle kadınlan çok kıskanç bir tabiatm sahibi gibi görmektedir. Bunun yanı sıra George Comteline (1860-1929) kadın tabiatma bir başka zaviyeden bakarak hükmünü verir: "Kadın kendisi için yapılanı asla görmez o ancak yapılmayanı görür" (La paix chez soi, Flammarion, C.F. 156) Batı düşüncesinde kadın tabiatı ele alınırken onun güzellik ve zeka yönü ile kadının hareketliliği ve konuşkanlığı da ihmal edilmez. Montesquieu ( 1689-1755 ): "Genç kadınlarda güzellik zekayı telafi eder, yaşlılarda ise zeka güzelliği ikmal eder" (Lettres persanes, C.F. 412) demektedir. Voltaire (16941778)' e göre: "Kadınlar rüzgar güllerine benzerler. Paslandıkları zaman sabit kalırlar" (Le Sottisier, C.F. 580). Guillaume Bouchet (1514-1594) de: "Kadın­ ları konuştımnanın bin yolu vardır ama susturmanın bir yolu yoktur" (Les serees, C. F. 89) demektedir. Görüldüğü gibi, Batı düşüncesinin önemli mimarlannın kadın hakkın­ daki bu düşünce ve tavırlan dikkate alındığında söylenebilecek olanlar şunlar­ dır: Batı düşüncesinde kadın, erkekten ayrı ve onun çok daha altında ele alın­ mış, çeşitli menfi sıfatları veya zaaflan açısından bakılmış ve değerlendirilmiş­ tir. Kadını meziyetleriyle gören ve değerlendiren, olumlu görüşler serdeden düşün ür ve yazariara pek rastlamıyoruz. Zaten feminist hareketlerin Batı' da başlaması ve orada daha fazla revaç bulması, Batı düşüncesinin bu gibi önemli temsilcilerinin kadın hakkında pek olumlu görüşler ortaya koymamalarının bir sonucudur diye değerlendirebiliriz. hatta mutsuzluğıı H- Mevlana'da Kadm A- Mevlana'nın Kadma Bakışı: Mevlana eserlerinde kadın konusunu meziyet ve zaaflarıyla yeri geldikçe işlemiş ve onun dini ve sosyal statüsünü belirtmiştir. Mevlana'ya göre kadın, aslında ulvi bir varlıktır. Hatta Hz. İsa ile Hz. Muhammed'in peygamberliklerine herkesten önce inanıp onları tasdik eden iki kadındır: Hz. Meryem ve Hz. Hatice. Kadın analık cihetiyle de üstündür. Nitekim Mesnevf' de "Allah 'ın haklarından sonra ana hakkı gelir. Çünkü kerem salıibi olan Allah, sen ana karnın­ dayken anant sana borçlu etmiştir" (Mesnevf, III, s. 45, Ş. Can) Mevlana'ya göre: "Pertev-i Hakkestan maşılk nf Halikestan gılya mahlılk nf" (Kadın Hakk nurııdur. Sevgili değil. Sanki yaratıcıdır, yaratılmış değil)(Mesnevf, I, 2437) 138 Kadın için "sanki yaratıcıdır" şeklinde ifade edilmiş olması onun anne olarak yeni bir varlığın dünyaya gelişinin en büyük sebeplerinden biri olması, onu içinde taşımasıdır. Kadın kavramına bu derece önem veren Mevlana, onu sosyal hayatın ve aile hayatının ayrılmaz bir parçası görmüştür. Kendisi sohbet ve sema meclislerinde daima kadınlan da kabul etmiştir. "Devrinde, başta sultan eşleri olmak üzere pek çok hanım müridi vardı. Her Cuma akşamı sultamn nilibi Emüniddin Mikail'in evinde toplanan hanımiara eşlik ettiği, sohbet ve nasihatlerle başlayan gecenin sema ile sabah narnazına kadar sürdüğünü Efiakl kaydetmektedir.(Menakibu'l-Arifln, I, 531-532) Bilhassa Sultan Rüknettin'in karısı Gömeç Hatun, Muiniddin Pervane'nin karısı Gürcü Hatun ve yüksek zümreden pek çok kadın Mevlana'ya ve onun meclisine düşkün insanlardı. Buna mukabil, Mevlana'nın asıl müritleri olan işçilerle esnafın kadınları da Mevlana'yı severler, toplantılar tertip edip onu evlerine çağınrlar, sohbetini dinlerler, üstüne güller saçadar ve sema ederlerdi. (Bkz. Gölp. Mev. Cel., s 213) Bütün bu hususiyederi dikkate alırsak, bizzat kadınlan irşat meclisine alan Hz. Peygamber'in bu sünnetini uygulayan Hoca Ahmet Yesevi''den sonra Mevlana' yı gördüğümüzü söyleyebiliriz. Kadm Düşüncesinin Kaynakları: Mevlana'nın kadın hakkındaki dü- şüncelerinin temelinde İslam dininin iki ana kaynağı yatmaktadır: Kur'an ve Peygamber'in sünneti. Mevlana gerek Kur'an'ın ve gerekse tarihi gelişimi içerisinde kadınlar hakkında oluşan müspet veya menfi zihniyete paralel olarak Hz. Peygamber' den gelen rivayetler ister terkedilmiş isterse sansüre tabi tutulmuş olsun, Hz. Peygamber'in uygulamalarının özünü kavramış bir şahsiyettir. Kur' an' da: "Allah sizi bir tek nefisten ve kendisiyle huzur bulsım diye eşini de aynı orijinden var edendir." (Araf, Vlll, 189) ayeti ile Hz. Peygamber'in "Cennet anaların ayakları altındadır" hadis-i şerifi ve yine Hz. Peygamber'in Veda Hutbesi'nde : "Ey insanlar! Kadınların haklarını gözetmeyi ve bu hususta Allah 'tan korkmamzı tavsiye ederim. Siz kadınları Allalı e maneti olarak aldınız; onların namuslarını ve iffetlerini Allah adına söz vererek helat edindiniz. Sizin kadınlar üzerinde, onların da sizin üzerinizde hakları vardır." şeklindeki sözleri ve ayrıca Hz. Peygamber'in, "Hayırlınız ehline hayırlı olanımzdır. Ben ehlime en hayırlı bir kişiyim; kadınları, ancak kerem salıibi kişi ulıılar; onları aşağıla­ yansa ancak kötü kişidir"hadis-i şerifi Mevtana 'nın en önemli referanslarıdır (Cami, II, s. 6,9). Mevlana'nın kadın hakkındaki müspet görüşlerine ve onlarla beraber ilim meclisi oluşturmasının bir diğer kaynağı Türk-İslam kültürünün önemli temsilcilerinden Hoca Ahmet Yesevi'(1093-1166)'nin uygulamalan ve Divan-ı Hiknıet'i ile Yusuf Has Hacip(-1070)'in Kutadgu Bilig'inin hikmetli mısraları­ nın oluşturduğu Orta Asya kökenli Türk töresi olduğu kanaatindeyiz. Mesela Kııtadgu Bilig' de kadına dört değer atfedilmektedir: Hikmet, iffet adalet ve cesaret'tir. Hikmet, akılla yoğrularak fazilete; iffet, güzellikle birleşerek zan1fe- 139 te; adalet, sadakatle bütünleşerek metanete; cesaret, vicdan ile kanşarak merhamete dönüşmektedir. B- Kadmm Tabiatı Mevlana'nın kadının tabiatı hakkında söylediklerini iki ana noktada toplamak mümkündür. Biri kadının meziyeti, diğeri de zaafı. Mevlana kadın olayını hem ulvi yönüyle düşünmüş ve kadını yüceltmiş; hem de onu beşeri zaaf, ihtiras, kapris ve eğilimleriyle ele alarak realist bir tavır sergilemiştir. 1) Kadmm Meziyeti: Mesnevl'de hikayeler eşliğinde kadınlan özellikle onların tabiatları ve nelere muktedir olabildiklerini konu edinmekte ve kadını erkekten daha duygulu, sevgi ve şefkat timsali göstermektedir. Onlar olmazsa dünyada insanlar çoğalmazdı. Onlar bin bir müşkilatla çocuk doğurmakta, bin bir müşkilatla büyütmekte ve hayata faydalı bir birey olarak katılmalarını sağ­ lamaktadırlar. kalbine erkekten daha çok muhabbet ve şefkat vermiştir. Çünkü doğurmadaki zorluğu, ana olmanın müşkiHitını göze alması için Allah kadını bu tabiatta yaratmıştır. Kadın, daha sabırlıdır. Erkekten daha çok ızdıraba, acıya dayanır. Kadın, erkeğe nazaran daha uzun ömürlüdür. Hastalık­ lara erkekten daha fazla karşı koyar. Bu vasıflar, kadınlar için Allah'ın birer lütfudur. Çünkü kadın, hislerine hakim olduğu, nefsani arzularını yendiği zaman, Hak yolunda erkekleri geçer, hakikate erkekten daha çabuk ulaşır. Kadının sevgisinin, şefkatinin, merhametinin erkekten çok oluşu, yalnız çocuklan için değil, eşleri için de Allah'ın bir lütfudur. Çok başanya ulaşmış büyük insanlar, sanatkarlar, mucitler, başanlarını eşlerinin ihtimamına, şefkatine ve muhabbetine borçludurlar" (Ş. Can, Hz. Mevl. S. 193). "Allah kadının Mevlana tasavvufi meseleleri, sufilerin öğretilerini anlatırken yer verdibedevi bir hatunla fakir bir Arap' a dair gayet güzel, uzun bir hikayesinde kadının meziyetini ön plana çıkarır. Ayrıca bu hikayede erkek ve kadının aile içindeki vazifelerini açık bir şekilde izah etmiştir. Hikayeye göre, Arap gayet fakirdir, işsizdir, yokluk ve zamret içinde aylarca dolaşmaktadır. Çaresiz kalan hanımı başka bir yol bulur ve yumuşaklıkla meseleyi halletmek için şöyle söyler: ği, "Kaduı tevazıı gösterip dedi ki: 'ben senin sadece karın değil, ayağının toprağıyım. Her neyim varsa tende, canda hepsi senin; ferman da hükiim de hep senindir. Fakirlikten sabır ve kararım kalmadıysa, bu inleyiş senin içindir, kendim için sanma' ... " (Mesnevi, Nahifi terc. I, 2494 vd. s. 601) 140 Bu anlamda 25 kadar beyiti hamının ağzından nakleden Mevlana, ailede bu tür tedbirlerin süratli ve kuvvetli tesirlerini son derece tatlı ve ikna edici bir üslupla anlatmaktadır. (Bkz. Musa Carullah, Hatun, s. 26-27) 2) Kadmm Zaafı: Kadının zaafı konusunda Mesnevl' de pek çok hikaye mevcuttur. Kadınların beşeri zaaflarını aniatmakla Mevlana, onları hor görmemiştir. Ancak hislerine kapılan nefsani duygudan kendini kurtaramayan kadınla­ rın nasıl küçüldüklerini örnekleriyle anlatır. Hatta kadınların zaaflarından istifade ederek, onların hislerine düşkün oluşlarından yararlanmak isteyen erkekleri de kınamakta ve onları aşağılamaktadır. Nitekim diyor ki: " Kim başkasmın karısına kötülük ederse, iyi bil ki o kimse kendi karısına kavvatlık (=karısım satan) eder. Çünkü bir kötülüğün cezası, tıpkı onun gibi bir kötülüğe uğramak­ tır." (Mesnevf, V, 3999, Ş. Can). Mevlana, Mesnevl'ler boyunca anlattığı hikayelerde, bir gerçeğin altını çizmektedir. Bir çok cinayetler, kötülükler, kadın yüzünden meydana gelmektedir, Mevlana, bütün kadınları suçlamamakta, kadının zaafına, hilesine meyleden erkeğin duçar olacağı sıkıntılar dile getirilmektedir. Mesela ona göre Hz. Adem yasak ağaçtan meyveyi, İblis'in Havva'ya, Havva'nın kendisine teşvikiyle yemiştir. İlk kan, kadın yüzünden dökülmüştür. Mevlana'yı dinliyoruz: "İblis, kaç kere masallar söyledi Ade m' e; ama sonunda Havva, ye deyince yedi Adem o meyveyi. Zulüm ve adalet dünyasmda ilk kan, Kttbil elinden döküldü; döküldü ama kadın yüzünden döküldü. Nuh, tavada kebap kızartmak istedikçe Vtthile, tavaya taş atardı. Kadınm düzeni, onun işini şaşırtır, arı-dıını öğüt suyunu bulanchrır- giderdi. Topluma gizlice haber yollar, bu yol ninizi sakmm derdi. yitirmişlerden eli- Kadınların düzenine son yoktur ... " (Mes nev!, VI, 44814486 Gölp.) Mevlana'nın bu ifadelerinden özellikle kadının düzeni, hilesi konusunda söylediği sözlerin, Kur' ani ifadelere uygunluğunu görmekteyiz. Nitekim Kur' an bir çok hileden bahsederken özellikle iki hileye dikkatimizi çekmektedir. Bunlardan birisi şeytanın, diğeri de kadının hilesi. Kur'an bize her iki hileyi tanımlamakta, şiddet ve etkisini söylemektedir. Şeytanın bilesi için: "Şeytanın hilesi elbette zayıftır" (Nisa, IV, 76) derken kadının bilesi için: "Sizin hileniz çok büyüktür." (Yusuf, XII, 28) demektedir. Mevlana zaafın girdabında olan kadının erkek için çok riskler taşıdığı kanaatindedir. Hatta bu konuda Hz. Peygamber' e izafe ettiği birkaç hadisi de 141 zikreder, Ona göre Hz. Peygamber: "Dünyadan sakının, kadınlardan sakının; çünkü İblis, insanları avZamak için pusudadır. Temiz ve sakman kişileri avlamak için kadınlardan daha fazla güvendiği yoktur." (Cami, I,7) Bir diğer hadis te şudur: "Benden sonra sizin için en korktuğum şey, kadınlarınfitnesidir; onların yüzünden uğrayacağınız imtihandır, kadınlardan sakının. " Bu hadislerde elbette bütün kadınlar kast olunmamaktadır. Zaten Mevlana, bütün kadınlan kastetmez. Ancak yukanda da belirttiğimiz gibi, kadınlık zaafıyla olduğu kadar, hile ve düzeniyle hem kendini, hem de kendisine tabi olan erkeği sürükleyen kadını kastetmektedir. Bunun için çeşitli benzetmeler yapar: "Yolu bilmiyorsan eşek neyi isterse onun aksini yap. Zaten doğru yol da budur. 'Kadınlara danışın, sonra ne dilerlerse aksini yapın. ' Gerçekten de onlara asi olmayanlar helilk oldu. Nefsin isteğiyle az dostluk et; çünkü Allah yolundan seni azdıran odur. Dünyada yoldaşların gölgesinden başka hiçbir şey, bu dileği, bu isteği kırıp geçirmez." (Mesnevi, I, 2967-2970) Mevlana kadınlarm zaafı ve o zaafla düştükleri halleri belirtmek için Mesnevf'nin V. cildinde, şehvet ve hırs fazlalığından dolayı bir hizmetçi kadı­ mn(halayıkm) yaptığı çirkin işi anlatır. Bundan da toplumda bu gibi işlerle meşgul olan kesimi eğitmeyi hedeflemiştir. Mevlana'yı, buradan hareketle müstehcenlikle itharn edenler ondaki bu inceliği kavrayamamışlardır. Kaldı ki, dünya çapında pek çok ünlü yazar benzer hikayelerle çeşitli mesajlar vermişlerdir. Mesela Latin yazar Apuleius ( M.S. 125-180)'un "Altın Eşek" hikayesi; Hintli yazar Beydeba'nm "Ketile ve Dinme"si; İtalyan yazar Boccaccio (13 131375)'un "Decameron" adlı eseri; İngiliz yazar Shakespeare (1564-1616)'in "Hamlet"i; Alman edebiyatının ünlü ismi Goethe (1749-1832)'nin "Faust"u, kadını küçük düşürecek derecede işlenmiş müstehcen hikayeler içermektedir. (Ş.Can, Hz. Mevl, s. 191, 195) Mevlana Batılı bu yazarlar gibi, kadını aşağılayıp küçültmüyor, şehvete tapan kadının nasıl küçüldüğünü, şehvetin, insanı nasıl küçülttüğünü gösteriyor. Mevlana Hak aşığı kadınlarla tacı tahtı terk eden kadının farkını Hz. Süleyman' la Belki s hikayesinde belirtir: "Kız kardeşlerin senden önce dünya varlığını ayaklar altına almış, Hak aşığı kadınlar yüce göklerde oturmakta, sen ise bu fani dünyanın tacını tahtını seviyor, padişahlık sevdasında bulunuyorsun. Aslında sen, pis bir !eşe gönül vermişsin." (Mesnevi, IV, s. 427 Ş.Can) 3) Kadmm Eğitimi: Mevlana'ya göre eğitim, insandaki iyi huyların ve istidatlann ortaya çıkarılmasına, kötü huyların ve istidatların düzeltilmesi ve 142 iyilerle değiştirilmesine yarar (Bkz. Yakıt, Batı Düş. ve M ev!. s. 130 vd.). Bu bir anlamda meyvesini sevdiğimiz bir ağaca bakmamız, meyvesini istemediğimiz bir ağaca da aşı yapmamız gibidir. Şu halde insan eğitimle iyi ve güzel alışkan­ lıklar ve davranışlar kazanabilir. Bunu yaparken Mevlana'nın "maya" tabir ettiği mizaç oldukça önemlidir. Eğitimde zorlamanın aksi neticeler vereceğini ifade eden Mevlana'ya göre zoraki eğitim insan tabiatma aykırıdır. Hele kadın kuvvetli bir içgüdüye sahip olduğundan davranışlarını ayarlayabilir. Ona göre aklın kılavuz olması gerekir (Çelebi, C., s. 106). Nefis de akılla kontrol edilmelidir. Mevlana, Filıi Mafih, adlı eserinin 20. Bölümünde kadının zorla örtülmeye çalışılması hususunda görüşlerini beyan ederken, zorlamanın hiçbir şeyi değiş­ tirmeyeceğini, kadının mayasında kötülük yoksa, yapma desen de, demesen de iyi huyuna göre hareket edeceğini anlatır. Kadının iffetini yalnız örtüomekle muhafaza etmeyeceği görüşündedir. Mevlana'yı dinliyomz: "... 'İnsan men edildiği şeye düşer.' Kadına 'gizlen' diye emrettikçe onda, kendini gösterme isteği çağalır durur, halk da o kadın ne kadar gizlenirse, onıı görmek isteği o kadar artar. Şu halde sen oturmuşsun, iki tarafında isteğini kızıştırıyorsun. Sonra da bunu doğru düzen bir şey sanıyorsun; oysa ki bu iş bozgunculuğun ta kendisi. Kadının mayasında kötü bir işte bulunmamak varsa, yapma desen de, demesen de, iyi huyıma temiz yaratılışına uyacak, ona göre hareket edecektir o. Yok tersine, mayası pisse, gene kendi yolunu tutacaktır o. Gerçekten de yapma etme, görünme demek, isteği artırır ancak, başka şeye yaramaz. " Görüldüğü gibi, Mevlana, eğitimde zorlamanın hiçbir faydası olmadığı kanaatindedir. Eğer kötü bir iş yapmamak cevheri kadının içinde varsa, sen ona mani olsan da olmasan da o güzel yaratılışının eseri olan temiz ve iyi huyuna uyacaktır. Ona engel olmak onun rağbetini artırmaktan başka bir işe yaramaz kanaatindedir. Böylece insan mhunu derinliklerini iyi tanıdığını gördüğümüz Mevlana'nın baskıyla kadını düzeltemeyeceğimizi, ona baskıcı bir eğitim uygulanamayacağını, bilakis ona tahammül edilmesi gerektiğini, kadının huyunu güzelleştirmek ve düzeltmek istiyorsan onun pisliğini kendinle temizleyemezsin. Ancak kendini onunla temizleyebilirsin. Sen onun vasıtasıyla iyileş, güzelleş. Onlara tahammül et, davranışlarını iyi ve yumuşak kıl (Sergen, s.360-361) C- Kadm-Erkek ilişkisi 1) Kadm-erkek eşitliği: Mevlana'ya göre kadın, tıpkı Kur'an'da ifade edildiği gibi, bir bütünün yarısı gibidir. Kur' an' da bu anlamda "zevc" kelimesi kullanılır. "Eş" veya "bir çifti n diğer teki" dir. Mesela bir çift çorabın her bir teki diğerinin eşi dir. Bu anlamda kadın- erkek Kur' an' da geçen zevc tabiriyle bir bütünün adeta yarısı gibi birbirlerine eştir. insan nesiinin devamı için yaratılmış olduklanndan daima aralarmda bir "mevedde" yani bir sevgi mevcuttur. "Allah dünyada hayat devam etsin, insan nesli kıyamete kadar sürsün, var ol143 sun diye erkekle kadını birbirine sevdinniştir. İki canın yani erkekle dişinin onlara gayb aleminden can gelir, aralarına katılır" (Mesnevi:, s. 312 Ş.Can) birleşmesi sonrası Mevlana'nın kadınla erkeğin bir ve aynı cevherden gelişini onun ruh de anlayabiliriz. Nitekim Mevlana'nın ifadelerine göre erkek ve kadının ruhlarında her hangi bir cinsiyet farkı yoktur. Çünkü ruh cevherdir, cinsiyeti yoktur. Cinsiyet bedenlerdedir. Kadın bedenine giren ıuh kadınlık temayüllerini tezahür ettirir. Erkek bir bedene giren ruh da erkeklik temayüllerini tezahür ettirir. Bir başka ifadeyle, girdiği bedene göre fonksiyonlarını tezahür ettiren nötralize edilmiş bir ruh anlayışı doğrultusunda, kadın ve erkeğin temelde bir ve aym cevherden geldiği fikri, Mevlana'yı kadınla erkek arasında eşitlik düşüncesine sevkeden önemli bir amildir (Bkz. Yakıt, a.g.e., s. 34 vd.). hakkındaki görüşlerinden Mevlana tasavvuf düşüncesi içinde ele aldığı "erlik" kavramını anlatır­ ken ve bunun Kur' an' da övülmüş bir kavram olduğunu vurgularken de kadın ve erkek terimlerini beraberce kullanır. Çünkü "erlik" makamındaki erierin erkekler değil, erlik sıfatını kazananlar olduğu, erkeklerden bu makama erişmemiş nice kişilerin bulunabileceği gibi, kadınlardan da erlik makamına varmış ve bu suretle bu makama ulaşamamış erkekleri aşmış nice canlar bulunabileceğini ifade etmiştir.(Gölp. Mev. Cel., s. 212) Böylece Mevlana, kadınla ve amel hususunda hatta evlilikte erkeği, eşit orijinde, insan olma konusunda, iman ve denk görmektedir. " Evlenmelerinde eşitlik olur mu hiç? Kap mm bir kanadı tahtadan öbürü fildişinden! Nikahta gerek; yoksa sıkıntı başlar, geçim olmaz dedi" (Mesnevi, N, 195-197). Bu konuda Mesnevl'nin I. Cildinde şunları söyler: "Sen benim eşimsin. Eşler birbirine benzemelidir ki, işler beraber olsun, yiirüsün. Eşlerin birbirine benzemesi gerektir. Ayakkabı ve mest çiftlerine bir bak! Ayakkabımn biri ayağına dar gelse, onlar işe yaramaz. Seni topa! ederler. eşitlik Hiç kapı kanadımn biri biiyük biri küçük ve ormandaki arslan kurt ile eş olur mu? Biri boş diğer malta dolu iki çuval devenin sırtmda nıuvazeneli duramaz "(I, 2410-2414 Nahifi terc.) Bilindiği üzere İslam'ın evlenmede şart koştuğu husus, "kiifüv" yani kanyla kocanın bazı değerler açısından birbirine eş ve denk olmasıdır. Bu denklik görgüde, terbiyede, tahsilde, kültür, yetişme çevresi ve tarzında, hatta boyda postta ve güzellikte bile birbirlerine eşit olması keyfiyetidir. Bu husus geçim için en önemli şarttır. Şayet bu olmazsa birinde aşağılık duygusu kompleks ha144 linde gelişirken diğerinde büyüklük duygusu kompleks olarak baş gösterir. İşte Mevlana evlilikte bu eşitliğin korunmasını daima arzu etmiştir. Mevlana, evlilikteki eşitsizliğin vereceği sıkıntıları, bekar ve dul kavramlan açısından da ele alır ve kadınlan bu zaviyeden üçe ayırır: " Eren, dünyada dedi üç çeşit kaduı yettir, mihnettir, biri yürüyen define vardır; ikisi ezi- O bir bölükten bir kadın aldın mı, o kadm tamamıyla senin olur; öteki bölükten alırsan yarısı senindir, yarısı senden ayrı. Üçüncü bölüktense, bilki o, hiç senin olmaz. Bunu duydu n ya, uzaklaş artık; gidiyorum ben ... Şeyh atını sürdü, çocukların arasına katıldı. Genç bir kere daha bağırdı; Gel de dedi, söylediğin sözü anlat; üç çeşit kadm vardır dedin hani, ne demektir bu; bir söyle. Şeyh onun yanına at sürdü; dedi ki, kız-oğlan tümden senin olur, gamdan kurtulursun. kız Yarısı senin olan kadın,dul kadındır; hiç senin olmayansa çocuğu bulunan kadın. İlk kocasından çocuğu oldumıı, sevgisi de oraya gi- der, hatırı da hep oraya varır." (Mesnevi', II, 24062414 Gölp.) 2)Erkek akıl kadm nefistir metaforu: Mevlana Mesnevf'sinde bir anlatım metodu olarak metaforlam baş vurur. Metafor zaten, soyut fikirlerin somut iffideleridir. Bu açıdan yapılan benzetmeler konunun daha iyi aniaşılmasını sağ­ lar. (Bkz.Keklik, Mev.Metafor Yol. Fels. s. ) Mesnevi''nin I. Cildinde anlattığı hikayede erkeği akıl kadını nefis kavramlarıyla temsil ettirmektedir: "Erkekle kadının hikayesini sin/e aklına örnek bil. anlattık ya; sen onu nef- Nefisle akıldan ibaret olan bıı kadınla erkek, iyinin kötiiniin ayırt edilmesi için gerek mi gerek. İkisi de şu toprak yurtta gereklidir; gece gündüz savaştadır, ikisi de olaylar içindedir. Kadm durmadan evin ihtiyaçlarını diler durur; yani ekmek ister, sofra ister, mevki ister. şeref ister, Nefis, kadın gibi her şeye bir çare bulmak peşinde­ dir; kimi toprağa döşenir, kimi yücelik arar. 145 Aklın sa bu düşüncelerden halDeri bile yoktur; da fikrinde ancak Allalı 'm gamı vardır. Hikayenin iç yüzü bu yemdir; bu yüzünü de şimdi toptan işit. tuzaktır Aklın­ ama dış Manayı anlatmak yeter olsaydı dünya halkı, işten, güçten kalırdı, düzen bozulurdıı." (Mesnevf, I, 26282635 Gölp.) Mevlana kadın-erkek ilişkileri konusunda eşierin birbirlerine karşı davranışlarında ve birbirlerinin hizmetinde bulunmayı "eliriye" ve "köle" kavramlarıyla metaforize etmiştir. Nitekim Mesnevf' de hikaye ettiği hususlar bütün aileler için önemli bir örnek ve güzel bir tedbirdir. Her zaman ve her yerde geçerli olabilecek bu tedbir sayesinde hem ailenin rahat, hem kadınla erkeğin geçimi hem de hayatın sıkıntıları aşılıp, mutluluklar temin edilebilir. "Bunun da ötesinde hanımlar bu tür tedbirlerle kötü ahlak sahibi erkekleri ıslah ederler. Fesat yoluna gidebilecek erkekleri doğru yola sevk ederler. Bedevi bir kadın, güzelliği ve aklı ile meşhur olan kızını bir kral ile evlendirirken yaptığı pek çok vasiyet arasında bir de şöyle demiştir: "Sen ona eliriye olursan, o da sana köle olur. " Yani sen her hususta ona itaat edersen o da her konuda sana itaat eder." (M. Carullah, s. 27) 3) Kadın Erkeğe Galip Gelir: Mesnevi''sinde gönül sahibi kimselerin kadına karşı kayamayacağını ve ona mağlup olacağını (I, 2433), erkeğin kadın­ dan üstün gibi göründüğünü ama gerçekte kadının erkeklere galip geldiğini örneklerle açıklamaktadır. (Filıi Mafih, 37. Bölüm). Erkek bedenen kadından daha güçlü olsa da kadına karşı aciz olduğunu beyan etmek üzere: "Kişi Hz. Hazma ve Rüstem'den daha kahraman olsa da o karısının esiridir" (Mesnevf, I, 195 İzb.) demekte ve şöyle bir hadis nakl etmektedir: Peygamber dedi ki, kadınlar akıllı kişilere, ehl-i dil olanlara fazlasıyla galip olurlar. Fakat cahiller kadma galebe ederler. Çünkü onlar sert ve kaba muameleli olurlar." (Mesnevf, 1,2433-2434 İzb). Mevlana'ya göre, sevgi ve acıma hissi insani, hiddet ve şeh­ vet ise hayvani bir vasıftır Nitekim bu hususları içeren ve erkeği su, kadını ise ateş metaforoyla ele aldığı beyitler şunlardır: " Tanrı, sun diye kadını, yarattı; erkek onunla yatışsm, erkeğe eş olAdem nasıl olur da Havva'dan ay- rılabilir? Erkek, Zaloğlu Riistem olsa, yiğitlikte se gene de kendi kadınının tutsağıdır. Dünyayı kadın! Hamza'yı sözleriyle sarhoş eden bile, 'Ey Benimle konuş' derdi. geç- kızıl saçlı Heybet bakmundan su, ateşten üstündür ama, su bir kaba kondu mu ateş, onu fo kur fok ur kay na tır. 146 İkisinin arasına , engel olarak bir tencere girdi mi ateş, o suyu yok eder, hava haline getirir gider. su gibi üstünsün ama iç yüzden ona, nıağlupsun isteklisin Peygamber dedi ki: Kadın, akıllılara, gönül elıline adam-akıllı üst olur. Görünüşte kadına Bilgisizlerse kadınlara üst olurlar: çünkü onlar sert, pek kaba kişilerdir. İnce/ik, lütuf, sevgi azdır onlarda; çünkü yaratılışla­ rında hayvanlık Sevgi, üstündür. acımak, insanlık hııyudur; öfkeyle istekse hay- vanlık huyları. Kadın Tanrı ışığıdır, tıcıdır, yaratılmış D- sevgili değil, kadın sanki yaradeğil." (Mesnevf, 1,2435-2446) Değerlendirme Görüldüğü gibi, Batı düşüncesinde kadın ekseriyetle zaaflan açısından ele alınmış, onun meziyetlerine ve toplum için faydalı olabilecek yeteneklerine yer verilmemiştir. Kadın-erkek eşitliği Batılı yazarların ve düşünürlerin, son devir politik ve hukuki amaçlı yazılar ve uygulamalar hariç, üzerinde durduğu konular değildir Kadın problemine tek bir zaviyeden bakan bu düşünürler, kadın hakkındaki fikirlerinde, pratik amaçlı realist bir düşünce içinde kalmaya çalış­ mışlardır. Mevlana' da ise kadın problemine iki zaviyeden bakıldığını söyleyebiliriz. Meziyet ve zaafı ile beraber ele alınan kadın, Ayet ve hadislerin ışığı altın­ da ve ayrıca tasavvuf ve Türk töresinden gelen bir anlayışın perspektifinde incelenmiştir. O, annelik ve Hak yolunun saliki olması cihetiyle ulv! derecelere çıktığı gibi, zaaf, hile düzen ve şehvet gibi menfi sıfatları sebebiyle de süfli derekelere inebilmektedir. Kadın, Mevlana'nın indinde gerek yaratılış ve gerekse inanç, ibadet, mükafat evlilik ve tercih hakkı gibi konularda erkekle daima eş değerli bir varlıktır. Mevlana bu düşüncesini sadece eserlerinde işlememiş aynı zamanda kendisi bizzat hayatında da uygulamıştır. KAYNAKLAR Baudelaire (C.), Mon Coeur mis a Nu, C.F.(Citations Françaiscs) içinde, Librairie Larousse, Paris, 1977 Bemard (T.), La Volonte de l'Homme, Camlan-Levy, C.F.,Librairie Larousse, Paris, 1977 Bouchet (G.), Les Serees, C.F., Paris, 1977 Can (Ş.), Hazreti Mevlfına, Hayatı, Şalısiyeti, Fikirleri, Ötüken, İstanbul, 1995 Carullah (M.), Hatun, Kitabiyat, Ankara, 1999 147 Chamfort (N.), Maximes et Pensees, C. F., Paris 1977 Coıırteline (G. ), La paix c/ıez soi, Flammarion, C. F., !'aris 1977 Çelebi (C. B.), Hz. Mevlana'nın Eserlerinde "Kadın" Konusuna Kısa Bir Bakış, II. MilletlerareiSI MevLana Kongresi, 3-5 Mayıs, 1990, Tebliğler, s. l 03-107 Konya, 1991, Efllikl (A.), Ariflerin M enkabeleri (Menôkibu '1-Arij'in), (I-II), MEB,İstanbul, 1986 Goımcort(J.), Journal, Fasquelle, C. F., Paris, 1977 Gölpmarh(A.), Mevlôna Celaleddin, İnkılap ve Aka Yay., İstanbul, 1985 Keklik(N.), Filozoflarm Özellikleri, Doğuş, İstanbul, 1983 Keklik(N.), Mevlana'da Metal'or Yoluyla Felsefe, I. Milli Mevlôna Kongresi, Tebliğler, s. 39-73, Konya, 1985 Malebranche(N.), Hakikatin Araşttrılması(La Rec/ıerclıe de la Verite), Terc. Miraç Katırcıoğlu, MEB, Ankara, 1947 Maııriac(F.), Asmodee, Grasset, C. F. Paris, 1977 Mevlana (C. R.), Mesnevi-i Ma'nevf: terc. A. Gölpınarlı, "Mesnevi ve Şerlıi" (1-VI), 2. Baskı, MEB, istanbul, 1985; Yeled İzbudak terc.,"Mesnevf", 2. Baskı, MEB, istanbul, ı 990; Manzum Nahitl Terc., "Mesnevl-i Şerif", Haz. A. Çelebioğlu, 2. Baskı, MEB, istanbul, 2000; Şetik Can terc. "Konu/anna Göre Açıklamalı Mesnevi Tercümesi" Ötüken Neşriyat(l-lll), istanbul, 1999 Mevlfina(C.R.), Filıi Môfilı, Terc. M. Ülker Anbarcıoğlu, MEB, İstanbul, 1969 Molii'~re (J.B.), /'Ecole des Maris. C.F., Paris, 1977 Montaigne(M.), Essais (Denemeler), C.F., Paris, 1977 Montesquieu (C.), Lettres Persanes, C.F., Paris, 1977 Proudhon (P.J), De la Justice Dans la Revolution et Dans /'Eglise, C.F., Paris, 1977 Renard (J.) Journal, 21. Mai. 1895,29. Avril. 1898, C. F., Paris, 1977 Salacrou (A.), Une Femnıe Libre, Gallimard. C.F., Paris, 1977 Sclıopenhauer (A.), Pensees et Fragments (Trad. J. Bourdeau, Librairie Felix Al ai n, Paris, ı 929 Sergen (S.), islam'da ve Hz. Mevlana'da Kadına Saygı, I. Milli Mev!ôna Kongresi, Tebliğler, 3-5 Mayıs, 1985, s. 357-363 Konya, 1985 Sııares (A.), Variables, Emile-Paul, C. F., Paris, 1977 Yakıt (İ.), Bali Düşüncesi ve Mevlôna, 2. Baskı, Ötüken, İstanbul, 2000 Yusuf Has Hiicip, Kutadgu Bilig, çev. R.Rahmeti Arat, 3. Baskı, TTK. Basımevi, Ankara, 1985 148 XUL YÜZYILDA KONYA VE ÇEVRESİNDE KÜLTÜR FAALİYETLERİ Prof.Dr. Recep DİKİCi* Anadolu Selçukluları sultanlan, kültür ve medeniyet hizmeti için ilim ve alimiere kıyınet vermişlerdir. Bir ilim ocağı olan medreselerde eğitim ve öğretim ücretsiz olup, vakıf gelirleri onların geçimini temin için kullanılmıştır. Medreselerde İsHim1 ilimierin yanında, matematik, astronomi, tıp ve felsefe gibi fen bilimleri de öğretilirdi. Umumiyetle medresenin yanında darüşşifa denilen hastane, cami, kütüphane, zaviye, kervansaray ve imaret de bulunurdu. Bunlar da, birer ilim ve irfan yuvasıydı. İslam ülkelerinden bir çok alim, Anadolu' daki ilim yuvalarına gelip ders okutmuşlardır. Başta sultan olmak üzere, devlet adamlanndan ve ahaliden iyi muamele görmüşlerdir. Bu da, onların başarılarında en büyük etken olmuştur. Ayrıca Anadolu'da binlerce saray, cami, mescid, imaret, han, hamam, medrese, hankah, türbe, künbet, çeşme, sebil, kervansaray, kale, sur, ribat, mezar sandukası yapılmış idi ki, cepheleri, kapılan, pencere kenarlan en güzel ve renkli yazılar ile süslenmiş, dahilen ince tezyinat ile bezenmiş, bazıları Türk çinileri ile kaplı kubbe kenarları, minber ve mihraplan, şadırvanlan Türk mermer taşişçiliğinin, kapılan ve kapaklan Türk kakmacılığının ve oymacılığı­ nın en güzel örneklerini veren Selçuk çağının her hususta üstünlüğü ile mütenasip vasıftaki bu eserleri yakından tammak için yalnız Anadolu'yu hatta yalnız 1 Konya şehrini gör rnek kiifidir • darüşşifa, Kültür ve sanat merkezi olan Konya, 1097-1308 yılları arasında Anadolu Selçuklularının başkenti olmuştur. Selçuklular devrinde bilhassa Alaeddin Keykubad ve II.Kılıçarslan zamanında Konya, ihtişamının en yüksek noktasına 2 ulaşmıştır • Selçuklular döneminde "Altın Çağını" yaşayan Konya, Türk aleminin en önemli kültür merkezi olmuştur. İslam dünyasının ilim ve sanat adamlan burada toplanmış, büyük imarlar yapılarak mamure belde haline gelmiştir3 . XIII. asrın ikinci yarısından itibaren Moğol faaliyet ve zulmü 4 ile çeşitli siyasi, iktisadi ve sosyal çalkantılar baş göstermesine rağmen, Konya ve çevresindeki kültür faaliyetleri devam etmiştir. Mevlana'nın bu devirde ortaya çıkması ve *Selçuk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Doğu Dilleri ve Edebiyatları Bölümü Başkanı 1 İbrahim Kafesoğlu, Selçuklular, İslam Ansiklopedisi, Milli Eğitim Basımevi, istanbul, 1966, X, 411; Eva De Vıtray- Meyerovitch, Konya Tarihi ve Hz. Mevlana, Çeviren : Melek Öztürk, İl Kültür Md., Konya, trz., s. 66. 2 Osman Turan, Selçuklular ve İslamiyet. Turan Neşriyat Yurdu, İstanbul, 1971, s.53. 3 İ.P.,Tiirk Ansiklopedisi, Selçuklular, XXVIII, 322-323. 4 Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İsldnı Medeniyeti, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 1992. s.375. 149 oğlu Sultan Veled'in Mevlevl tarikatini babası adına kurması ile, Türk tasavvuf ve güzel sanatlar tarihinde yeni bir merhale başlamıştır. XIII. yüzyılda Konya ve çevresindeki kültürel faaliyetler, bu dönemdeki kütüphaneler, medreseler ve ilim adamları ana hatlarıyla ele alınarak sunulacaktır5. Türkiye Selçuklulannın en önemli kültür merkezi olan Konya' da, gerek medreselere, gerekse hankahlara bağlı bir çok kütüphane vardı. Daha XIII.yüzyıl başlarında (1202) Selçuklu vezirlerinden Şemseddin Altun-Aba tarafından İplikçi Medresesi'nde açılan bir kütüphane olduğu biliniyor. AltunAba'nın vakfettiği kitaplardan ayrı olarak, vakıf gelirinden her yıl ayrılan belirli bir miktar para ile gereken yeni kitaplar alınarak, kütüphane daha da zenginleş­ tiriliyordu. Konya'daki öteki medreselerde birer kütüphane olduğu muhakkaktır. Yine Selçuklu vezirlerinden Müstavfi ( Maliye Nazırı ) Emiru'l-Hac oğlu Ebu's-Sena Mahmud'un kurduğu Nizarniye Hangahı Kütüphanesi ile bu çevrede eski Konya kalası'nın Çeşme kapısı yanındaki Şeyh Sadreddin Konevi tara6 fından kendi camiine bitişik olarak kurulan kütüphane de hatırlatılmalıdır . Konya, gerek medreselerdeki talebeleri, gerekse ilim adamlan ile kitap açısından önemli bir pazar idi. Konya şehrinde kitap istinsahı, ciltlenmesi ve öteki hususlar için kendisine mahsus bir sanat türü gelişmişti. Konya' daki kütüphaneler, varlıklarını, sonraki devirlerde de devam ettirmişlerdir7 . İslam dünyasında XI. yüzyıldan sonra gelişen medreselerdeki öğretim, Konya' da nisbeten geç olmakla beraber, XIII. yüzyıldan sonra etkisini göstermiştir. Konya' da ilk medrese, II. Kılıçarslan tarafından yaptınlmıştı. Medrese-i Sultaniye adını taşıyan bu medrese, devrindeki diğer şehirlerde olduğu gibi Alaeddin tepesinde yapılmıştı ki, kale içindedir. Tıp öğrenimi Darüşşifalarla birlikte bulunan medreselerde yapılırdı. Konya' daki I.Alaeddin Keykubad tarafından yaptırılan Darüşşifa-i Alai'nin yanında bir medresenin olup olmadığı bilinmemektedir. Buna karşılık Konya'daki medreseler, aynı zamanda Darü'l-fükaha, Darü'l-hadis, Darü'l-huffaz, Daru'l-kurra gibi isimlerle de anılmaktadır 8 . Selçuklu devri ileri gelenlerinden Altun-Aba tarafından 1202 yılında yaptınlan ve sonradan " İplikçi " adını alan Altun-Aba medresesi, bugünkü Abdülbaki Gölpınarlı, Mevifina Celaleddin, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 1959, s.3; Türk Ansiklopedisi, XXVIII, 325. 6 Tuncer Baykara, Türkiye Selçukluları Devrinde Konya, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1985, s. 63 ; Heyet, Konya'da Selçuklu ve Osmanlı Eserleri, Varlık Yayını, Ankara, 1991, s. 25; YusufKüçükdağ-Can er Arabacı, Selçuklular ve Konya, Konya, 1999, s. 285; İbra­ him Hakkı Konyalı, Konya Tarihi, Ankara, Tarihsiz, s. 1114; Mustafa Can, Cumhuriyetten Önce Konya Kütüphane/eri, Yeni İpek Yolu, Konya-I, K.T.O. Dergisi, Konya, 1998, s. 63. 7 Türkiye Selçukluları Devrinde Konya, s. 92. x Aynı eser, s. 87-88. 5 150 İplikçi Camiinin güneyinde idi. Zamanla yıkılan bu medresenin duvarına bitişik kubbeli bir odanın, Sultanü'l-ulema'nın oturduğu hücrelerden biri olduğu ifade edilmektedir. Konya'ya gelir gelmez, Altun-Aba Medresesi'ne konaklayan Sultanü'l-ulema, medrese odalarına ailesi ve çocuklarını yerleştirmişti ama, öğrencilere ayrılmış bu medreseyi uzun süre işgal herhalde doğru olmayacaktı. Yeni bir medreseye ihtiyaç vardı. Bunu düşünen devrinileri gelenleri Sultanü'lulema ve ailesi için şehrin uygun bir yerinde bir medrese yapıruma karar vermişlerdi. Kısa bir süre sonra, Sultan I. Alaeddin Keykı1bad'ın Lalası Emir Bedreddin Gevhertaş tarafından yeni bir medrese yaptırılmıştı 9 . Bedreddin Gevhertaş'ın yaptırdığı medrese, Mevlana ve çocuklarına bağışlandıktan sonra, Selçuklular ve Karamanoğulları devrinde Medresenin adı, Medrese-i Mevlana diye adlandırılmıştır. Mevlana'nın vefatından sonra, dergahın batısında Sultan Veled Medresesi adı ile bir medrese yaptırılmış, Molla-i Cedid adı verilmiştir. Mevlana'nın medresesi ise, bundan sonra, Molla-i Atik Medresesi olarak adlan- dırılmıştırı 0 . Anadolu Selçuklularının başkenti ve bir kültür merkezi olarak Konya' daki diğer medreseleri şöyle sıralayabiliriz ı ı: 1. Atabekiyye Medresesi : Atabey Fahreddin Aslan tarafından 1256 yılında yaptınlmıştır. 2. İnce Minare Daıü'I-Hadis ve Mektebi : Sahib Ata tarafından 3. 4. 5. 6. ] 264' de inşa ettirilmiştir. Karatay Medresesi (1251). Kemaliye (Küçük Karatay) Medresesi. Sadeddin Hargahtraş Medresesi (1248 ). Nizarniye Medresesi ( 1237-1238) : Devlet adamı Nizameddin Ali yaptırmıştır. 7. Akıncı Medresesi (1210). 8. Sırçalı Medresesi. 9. Ali Gav (XIII. yüzyılın ilk yansına aittir). 1O. Sadeddin Ömer ( Darü'l-huffilz, 1259). ll. Kadı Hürremşah Darü'I-Hadis'i (1236). 12. Seyfiyye (Buk'ası) Medresesi. 9 Osman Turan. Selçuklu Devri Vakfİyeleri I ( Belleten, Xl, Sayı : 42, Xl, 200-201; Fevzi Halıcı, Mevlana, Yirmi Altı Bilim Adamının Mevlana Üzerine Araştırmaları, s. 44. · 111 Mevlana, Yirmi Altı Bilim Adammuı M evliina Üzerine Araştırmaları, s. 46. Geniş bilgi için bk. Türkiye Selçukluları Devrinde Konya, s. 88-89; Selçuklular ve Konya, s. 271 v.d.; Konya 'da Selçuklu ve Osmanlı Eserleri, s. 11-13; H.G. Yurdaydın, İslam Tarihi, Ankara, I 971, s.80; M. Clement H u art, M evieviler Beldesi Konya, Çeviren Nezih U zel, İstanbul, I 973, s.103; Mehmet Önder, Mevlana Şehri Konya, Yeni Kitap Basımevi, Konya, 1962, s.! 19140. 11 151 13. T~ku'l-vezir 1239' da Medresesi : T~ku'l-vezir Ahmed Taceddin tarafından yaptırılmıştır. Diğer taraftan medrese vakıflan sayesinde, gerek öğreticiler, gerekse talebeler maddi sıkıntı çekmezlerdi. Konya medreselerinde, Selçuklu devrinde, her sınıfta ortalama 20-40 kadar talebe bulunuyordu. Medreseler, genellikle üç devre halinde öğretim yapari ardı. Medreseler sayesinde, Konya' da kalabalık bir talebe zümresi birikmiş olmalıdır 12 • Moğol baskısından kurtulmak, tasavvufi, fikri ve ilmi bir ortamda bulunmak, Konya Kütüphaneleıindeki değerli eserlerden istifade etmek gibi bir çok sebeplerle Konya' da yaşayarak, XIII. yüzyılda Konya' daki kültür faaliyetlerine katkıda bulunan seçkin ilim adamlan da büyük önem arz etmektedir. Nitekim bu asırda bir vesile ile Konya' da bulunan veya Mevlana ile görüşen alimlerden Şeyh Fakih Ahmed (1221), Kutbeddin Şirazl (1310), Siraceddin elUrmevi, Molla Abdurrahman Cami, Müeyyeddin ei-Cendi (1300), Fahreddin elIrak! (1288), Saideddin el-Ferganl, Davud el-Kayseri (1351), Bahileddin Kaanii, Necmeddin Daye, Hace Hümameddin Tebriz!, Hacı Mübarek Hayderi ve Şeyh 13 Baba-yı Merendi de burada zikredilmelidir . Söz konusu çağda Konya'daki kültürel faaliyetlerde en etkin rol oynayan bazı meşhur alimierin hal tercümelerini ve eserlerini ana hatlarıyla sunmak suretiyle, mevzumuzu daha iyi açıklamak mümkün olacaktır : ŞİHABEDDİN SÜHREVERDİ Ebu Hafs Ömer b.Muhammed Sühreverdi, 1144 (h.539) yılında Sühreverd' de doğmuştur. Fıkıh ve kelam alimi olan Sühreverdl, amcası büyük alim Ebü'n-Necib Abdülkilhir ve Abdülkadir Geylani'den tasavvuf ilmini öğ­ renmiştir. Kendisini yetiştirdikten sonra Bağdat'a gitmiş ve orada birçok talebeye ders okutmuştur. Kazandığı şöhret dolayısiyle, Halife en-Nasır'ın yakınlan arasına girmiş ve eserlerini, bu halife adına yazmıştır. B ir ara halife tarafmdan Konya' ya Sultan I.Aiaeddin Keykubad' a gönderilen Sühreverdl, bu şehrin kültürüne katkıda bulunmuştur. Meşhur İran Şairi Şeyh S adi'yi okuttuğu gibi (12221 ), tanınmış mutasavvıf Arap Şairi ibnü'I:Fariz'Ie de Mekke'de göıüşen bu büyük alim, 1234 (h.632) yılında Sühreverd' de vefat etmiştir. Sühreverdl, İmam-ı Gazzali'nin yolunu takip ederek, Yunan felsefesini ve ona itibar eden İslam filozoflarını tenkid etmiştir. Nitekim bu mevzuda Keşfu 'n-nesaihi 'l-imaniye ve Keşfü 'l-fezaihi 'l- Yılnaniye adlı eserlerini kaleme 12 13 Türkiye Selçukluları Devrinde Konya, s. 90. Mevlana Celaleddin, s. 240 v.d.; Mikail Bayram, Anadolu Selçukluları Zamanlllda Konya'da Dfnf ve Fikri Hareketler, Diinden Bitgiine Konya'mn Kültür Birikimi ve Selçuk Üniversitesi, Konya, I 999, s. 17 v.d. 152 almıştır. Fakat onun en meşhur eseri, ahlak ve tasavvuf sahasındaki Avarifü'lma' arif ad h kitabıdır. Ayrıca onun eserlerinden Akfdetu er-bô.bi 't-takf, Behçetii 'l-ebrar ve Bugyetii '!-beyan' ı da zikredilebilir. Şihabeddin Sühreverdi, aynı zamanda Sühreverdiye tarikatinin kumcularından sayılır. Ebü'n-Nec!b ve yeğeni ŞiMbeddin Sühreverdi' tarafından Bağdad' da kumlan bu tarikatİn e~aslan riyazet, hal vet, zikir ve mücahedeye dayanır. Daha çok Afganistan ve Hindistan' da intişar etmiştir. Sühreverdi tarikati, Celaliye, Cemaliye, Halvetiye, Rfışeniye, Safeviye ve Zeyniye koliara ayrılır. Bunlardan Halvetiye ile Halvetiye'nin Kolllan olan 14 ve Şemsiye daha çok Türkiye'de yayılmıştır • EVHADEDDİN KİRMANİ Ebu Hamid, 1213 yılında Kirman'da doğmuştur. Evhadeddin Bağdad' da Rukneddin Sündis! ve Şihabeddin Sühreverdi' den ilim tahsil tir. Daha sonra Evhadeddin Kirman ı, Kirmanşehr' de uzun süre öğretimi e meş­ gul olmuş ve ayrıca tasavvuf sahasında ün salmıştır. O, bilhassa sanat kollarında çalışanların teşkilatianmasım ve bir disiplin dairesi içinde yeni yetişen çıraklarm da tam bir edep, tam bir ahlak nümfınesi olmasını arzuluyordu. Bu maksatla Abbasi Halifesi Nasır b.Müstedi, halifeliğini tamyan bütün İslam memleketlerine, fütüvvet teşkilatını yeniden canlandırmanın lüzumuna dair mektuplar gönderdi. Evhadeddin Kirmani,de, talebesi Ahi Evren ile birlikte 1205 yıllannda Anadolu'ya gelmiş ve Muhyiddin-i Arab!, Şems-i Tebriz!, Mevlana Celaleddini Rfım! gibi zamanın büyük alimleriyle görüşmüştür. Konya'ya yerleşen Evhadeddin Kirmani, kendisi için kurulan dergahta Sadreddin Konevi'nin de aralannda bulunduğu bir çok talebeye ders okutmuş ve 1237 (h.635) yılında vefat etmiştir. Bu zatın türbesi, Konya'da Musalla Mezarlığının içinde Şücaeddin türbesinin güneybatısındadır. Yine meşhur talebelerinden ve damadı olan Ahi Evren, Evhadeddin hazretlerinin vefatından sonra yerine geçmiştir. 14 İbn Hallikan, Vefeyat e/-a'yan, Mektebetıı 'n-na/ıda, Kah i re, 1948, V lll, 338; İbn el:imad, ez-zeheb, Beyrut, tarihsiz, V, ı 03; ez-Zehebl, Tezkiret e/-huffaz, Dar turas Arabl, Beyrut, ı 956, IV, 1458; Taşköprlzade Ahmed Efendi, Miftah es-se' ade, Dar kutubi' l-lıadfse, Kah ire, ı968; Ali Şfr Nevayf, Nesayimii'/- malıabbe min şemayimi'l-fütı'ivve, Hazırlayan : Kemal Eraslan, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, ı 996, s.307; Hayreddin ez-Zirilcli, el-A'lam, Beyrut, trz., V, 62; ÖmerRıza Kahhale, Mu'cem el:muel/ifin, Beyrut. 1969, VII, 313; Bağdatlı İs­ mail Paşa, Hediyyet el-arifin, istanbul, 1955, I, 785; Katip Çelebi, Keşf ez-zwııln, İstanbul, ı 97ı-ı972, I, 50, ı26, 451, 877, 905; II, ı ı61, 1 ı 71, ı697, ı832; Cari Broclcelmann, Gesc!ıicte Der Arabisclıen Litteratur, Leiden, ı942, I, 440; aynı müellif, GAL, Supplementband, !, Leiden, ı937, I, 788. Şezerat 153 Şiirde divanı evhadi malılasını kullanan Evhadeddin Kirmanl'nin mürettep bir ve bir mesnevisi vardır. Eserlerinden Misbôhü 'l-ervah ve Menôkıb 'ı Bu arada tasavvufi etkisinin XIII.yüzyılda Anadolu'da çok yaygın olHalvetiye tarikatinin Anadolu' da Türkler arasında tutunmasında, 15 Evhadeddin Kirmanl'nin büyük rolü bulunduğu muhakkaktır . AHİEVREN Ahi Evren diye tamnan Nasirüddin Mahmud, 1171 (h.567) yılında İ­ ran'ın Azerbeycan taraflannda bulunan Hoy kasabasında doğmuştur. Tahsilini Horasan ve Maveraünnehr' de tamamlayan Ahi Evren, zamanının en büyük alimlerinden Ahmed Yesevi'nin talebelerinin sohbetlerine devam ederek tasavvuf yolunda yüksek derecelere kavuşmuş ve Şihabeddin Sühreverdi"nin meclislerinde bulunmuştur. Bir hac yolculuğunda (1204) kayın pederi ve hacası olan Şeyh Evhadeddin Kirmani ve Muhyiddin-i Arabi ile tamşıp, Anadolu'ya gel. Tefsir, hadis, fıkıh, kelam ve tıp ilmlerinde derin alim olan Ahi Evren, Anadolu'da önce Kayseri'ye yerleşmiş ve Ahi Teşkilatını burada kurmuştur. 1225 yılında Alaeddin Keykubad'ın isteği üzerine Konya'ya gelmiş ve bu şehirde de Ahi Teşkilatını oluşturmuştur. IL Gıyaseddin Keyhüsrev zamanmda Baballer isyanı ile ilgisinden dolayı beş sene süre ile tutuklanmıştır. Tutulduluk hali sona erince Denizli'ye gitmiştir. Bir müddet sonra Sadeddin Konevi'nin daveti üzerine Konya'ya gelip, halka irşadda bulunmuştur. Şems-i Tebrizi'nin şehid edilmesinden sonra, Kırşehir' e yerleşmiş ve 1261 yılında Ahilerin başlattıkları isyanın bastınlışı sırasında şehid olmuştur. Eserlerinden M etaliu 'l-iman, Tebsıratii 'l-M iibtedi ve Tezkiretii 'lMedh-i fakr ve zemm-i dünya, Mükatebat, Mürşidü'l-kifaye zikredileŞEYH EDEBALİ Osman Gazi'nin kayın pederi ve hacası olan Şeyh Edebali, 1206 (h.603) yılında Karaman civarında doğmuştur. Şeyh Edebalİ, ilk tahsilini memleketinde yaptıktan sonra Şam taraflarına gitmiş ve orada hadis, tefsir ve fıkıh ilimlerini tahsil etmiştir. Daha sonra memleketine dönen Şeyh Edebali, bir rivayete göre Mevlana Celaleddin-i Rumi'nin sohbetleri ile kemale erişmiştir. Nesayiınü'l-ınahabbe, s.230-232; Konya Tarihi, s.590; Mendkıb-ı Evizadede/n Kirmdnf, Tahran, I 968; Molla Abdurrahman Camii, Nefehatü'l-üns Tercümesi, İstanbul, 1971, s. 527; Şemseddin Sami, Kamas el:a'ldm, Mihran Matbaası, İstanbul, 1306, II, 1065; Türk Ansiklopedisi, XVI, 30. 16 Mecdl Efendi, Şekdik Nu'mdniye Tercümesi, Matbaa-i Amire, İstanbul, 1269, s. 33; Dünden Bugüne Konya'mn Kültür Birikimi ve Selçuk Üniversitesi, s. 19. 15 154 İslam dünyasında eskiden beri mevcut olan " Fütüvvet Ehli " ve " Ahiler" ile irtibatı olan Şeyh Edebali, Bilecik'te fıkıh, tefsir ve hadis dersleri akut17 muş ve 120 yaşlarında iken 1326 (h. 726) yılında vefat etmiştir • MUHYİDDİN-İ ARABİ İbn-i Arabi ve Şeyh-i Ekber diye meşhur olan Ebu Abdullah Muhammed b.Aii, Tayy kabilesinden cömertliği ile tanınan Hatemü't-Tayi'nin kardeşi Abdullah' ın neslindendir. Muhyiddin-i Arabl, 1165 (h. 560) senesinde Endülüs'teki Mürsiye kasabasında doğmuştur. Küçük yaşta ilim tahsil etmeye başlayan Muhyiddin-i Arabl, sekiz yaşında iken babasıyla birlikte İşbiliyye'ye gitmiş ve bilinmeyen bir hastalık yüzünden normal öğrenimini kesmek zorunda kalmıştır. Çekildiği halvetten çıktı­ ğında pek çok şeyin kendisine öğretiimiş olduğunu tesbit eden Muhyiddin-i Arabl, İbn-i Rüşd ile görüşmüş ve 1194 (h.590) yılında Endülüs'ten ayrılarak Tunus'a, 1195'de Fas'a gitmiştir. Karşılaştığı bir çok iilimin ilim meclislerinde bulunmuş ve 1199 senesinde tekrar Endülüs'e dönüp Kurtuba'ya gelmiştir. 120l'de yeniden Endülüs'ten ayrılarak Doğu'ya gitmek üzere Tunus'a geçen Muhyiddin-i Arabi, hacca giderken Mısır'a uğramış ve iki yıl kadar Mekke'de kalmıştır. Bir ara Şihabeddin Sühreverdi ile de tanışan Muhyiddin-i Arabi, gittiği yerlerde İbn-i Asakir ve Ebü'l-Ferec İbnü'l-Cevzl gibi büyük alimlerden ilim öğrenmiştir. Muhyiddin-i Arabl, çok geçmeden ilminden ve feyzinden istifade etmek için kendisine müracaat edilen belli başlı büyük alimlerden olmuştur. Ayrıca Şam, Irak, Cezlre ve Anadolu'ya seyahatte bulunan Muhyiddini Arabi, I.Gıyaseddin Keyhüsrev'in Selçuklu tahtına oturması ve hacda tanıştığı dostu Şeyh Mecdüddin İshak'ın Konya'ya davet etmesi üzerine, hep birden Konya'ya gelmişlerdir. Selçuklu payİtahtmda Sultanın iltifatlarına mazhar olduktan sonra tekrar seyahatlerine başlayan Muhyiddin-i Arabi' 1205 ve 1209 yılları arasında Şam, Kudüs, Kahiı·e ve Mekke'ye yaptığı seyahatlerden dönerek tekrar Konya'ya gelmiştir. Daha sonra Muhyiddin-i Arab1, merhum Şeyh Mecdüddin İshiik'ın dul kalan zevcesi ile evlenerek, Sadreddin Konevi'nin üvey babası olmuştur. Muhyiddin-i Arabl, 1230 senesinde Şam'a giderek orada son yıllarını geçirmiş ve 1240' da vefat etmiştir. Muhyiddin-i Arabi'nin eserleri vefatından sonra en sevgili ve sadık talebesi Sadreddin Konevi vasıtasiyle Konya'ya intikal etmiş ve onun kendi türbesi yanında yaptırdığı kütüphaneye konmuştur. Bu kütüphane zamanla ihmale uğrayarak dağılmış, kitaplarm mühim bir kısmı Yusuf Ağa Kütüphanesi'ne, bir 17 .)ekaik Nu' maniye Tercümesi, s. 20; Nesayimu'l-malıabbe, s. 298; Kamu s el:a'lam, II, 8 l 7; Hoca Sadeddin, Tae et-tevarilı, Matbaa-i Amire, istanbul, I 279. V, I -2; A.Furuzanfer, Mevlana Cetaleddin, s. I v.d. 155 ve Anadolu'nun çeşitli kütüphaneleriyle dünya kütüphanelerikendi rivayetine göre 400 bazılan : Fütılhôt-ı 'l-gayb, Akldetıı Ehl-i Sünnet, den ilim ve Yine Mevlevi kaynaklanna göre defalarca seyahate çıkmıştır. Sadreddin Konevi, bir saray gibi olan Tekkesinde hadis okuturdu ; Mulneddin Mahmud, Bey'in babası Ali Sir, beyler, vezirler ve bilginler derslerine Mevlana'nın cenaze namazının kıldınlmasını O'na vasiyet arasındaki mevkiini göstermesi Arabi' den daha fazla arz etmektedir. bir olarak temayüz eden ve O'nun felsefesini en büyük şeyhi ve mütefekkiri zamanda büyük bir mutasavvıf olan Sadreddin Konevi, 1274 tarihinde Konya' da vefat etmiştir. inceleme ve araştırmalara göre Sadreddin Konevi'nin Konya ve Anadolu kütüphanelerinde bulunduğu tesbit edilebilen kitaplannın sayısı 25 civarındadır. Ancak Carl Brockelmann, Geschichte Der · Arabisclıen eserinde, kütüphanelerinde bulunmayan nüshalanndan söz etmektedir. Sadreddin Konevi'nin eserlerinden Nüsıls, Hukılk, en-Nefelı!itü'l­ 19 ilahiyye, Mejafilıu'l-gayb, Ser/w Ehadf.s-i Erbafn hatırlatılabilir • ıx İbn Hacer el-Askalfın!, Lisan el-mfzan, Bcyrut, 1871, V, 311; cz-Zehebl, Mizanu'/-i'tidal, 1963, III, 659; Nefehatü'l-üns, s 621; Şezerat ez-zelıeb, V, 190; e1-Kutubi, Fevfıt elVefeyat, Beyrut, 1973, III, 435; Kam{is el-a 'lam, V, 5, 233; eş-Şa'ranl, Tabakat el-kübrfı, Mısır, trz., l, 188; Yusuf en-Neblıan!, Canıiu kerd-maıi'l-evliya, Beyrut, 1980, 1, 118; Mu'cenı elmiiellifin, Xl, 40; e1-A'Jam, VI, 281, Türk Ansiklopedisi, XXIV, 400. 19 Nesdyimü'l-mahabbe, s. 362; Nefehatü'l-üns tercümesi, s. 522; Miftahii's-se 'dde, 1, 451: ll, l 21, 212, 451-452: Cdmiu keriinıati'l-evliya,l, 133; Tezkiraı el-hufffız, IV, 149; es-Subki, Tabakat eş-Şafiiyve, Kalıire, 1964, Vlll, 45; Muhammed el-Hanctl, Sefinetii'l-evliyd, istanbul, 1981, s.68; Mu 'cem el-muellifin, IX, 43; Kamils el:a '/Cim, IV, 2944; Mehmet Tahir Bursalı, Mısır, 156 MUHAKKIK~I 1165 (H.561) yılında Tirmiz'de dünyaya gelen Seyyid Burhaneddin, ilk Bel h' e tahsilini babasından yapmış ve daha sonra kendisini yetiştirmek giderek, MevHina'mn babası Sultanu'l-ulema Bahaeddin Veled'in talebesi olmuştur. Seyyid Burhaneddin 12 yıl hocasının yanmda ilim öğrenmiş ve manevi yüksek derecelere erişmiştir. Bundan sonra hocası, oğlu Mevlana'nın mesi ve terbiye edilmesi için Seyyid Burhaneddin'i görevlendirmiştir. Seyyid Burhaneddin, hocası Behaeddin Veled'in vefatım müteakiben Mevlana Celaleddin-i Rumi'yi yalnız bırakmamak ve onun hizmetinde bulunmak için Konya'ya gelmiştir. Seyyid Burhaneddin, artık Mevlana'nın zahiri ve batıni ilimlerde olgunlaştığını ve tasavvufta çok yüksek derecelere anlayınca, Kayseri'ye gitrneğe karar vermiştir. Mevlana ve Şeyh Seltihaddin'in de aralannda bulunduğu pek Seyyid Burhaneddin, Konya' da Şihabeddin Sühreverdl ile ve onunla bir süre sohbet etmiştir. Seyyid Burhaneddin'in vefat tarihi kesin olarak belli olmayıp, 1240 (h.638) senesinden sonra vefat ettiği, bazı kaynaklarda kaydedilmiştir. hocasının vefatını haber alır almaz, derhal Kayseri' ye gitmiş ve onun kab ri başında Kur' an-ı kerim okuyup, ruhuna hediye etmiştir. Bu arada Burhaneddin'in kitaplan da, Mevlana'ya teslim edilmiştir20 . yetiştiren Şemseddin Muhammed aslen Tebrizlidir. den olan bu zat, Ebu Bekr-i Kirmanl'den ve Baba Kemal-i Cündi'den ilim öğ­ renip, feyz almıştır. Kısa zamanda zahiri ve batıni ilimlerde derecelere kavuşmuştur. Şems-i Tebriz!, Tebriz' de Ebu Bekr-i Sellebaf'a mürid olmuş ve bu şeyhin yanından, daha üstün bir şeyh bulmak için ayrılarak, Bağdat, ve Haleb'i dolaşmıştır. ya gelmeden önce Erzincan ve Tokat Anadolu'nun çeşitli şehirlerine uğrayan Şems-i Tebriz!, Erzincan'da öğretmen­ lik de yapmıştır. Şems-i Tebriz!, Kayseri ve Aksaray 1244' de OsmanlL Miiellijleri, Matbaa-i Amire, istanbul, 1342, 1, 406; lll, 327; Mustafa Can, Sadreddin Konevi'nin Eserleri ve Kütüphanesi, Selçuk Araştumalan Merkezi Selçuk Dergisi, Sayı: 4, Konya, 1989, s. 113-127. 211 Ahmed Etlaki', Menakibu'l-arifin, Yayıniayan: Tahsin Yazıcı, Türk Tarih Kurumu Basımcvi,, Ankara, 1, 56 v.d.; Nefehdtü'l-üns Tercümesi, s. 522; Prof. B.Furuzanfer, Mevlana Celaleddin, s. 48 v.d.; Nesayimii'l-malıab-be, s. 297; Abdülbaki Gölpınarlı. Mevlana Cetaleddin, s. 45-49; Abdülvehhab b.Celaleddin el-Henıedani', Seva-kibü'l-menaktb, Süleymaniye Kütüphanesi, aşir Efendi Bölümü, 154 vrk. 12b- 14b; H.Ritter, Celaleddin Rum!, İslam Ansiklopedisi, Mi lll Eğitim Basımevi, istanbul, 1977, lU, 54. 157 Konya' ya gelmiş ve Mevlana ile yolda karşılaştığında, aralarında büyük bir dostluk başlamıştır. Mevlana'nın, tasavvufta derinleşmesine ve yaşayışında değişikliklere sebep olan Şem-s-i Tebriz! ile tamştıktan sonra çevresiyle ilgisini kesmesi ve öğrencileriyle ilgilenmemesi, halkın Şems-i Tebrizi'ye tepki göstermesine sebep olmuştur. Bu tepkilere dayanamayan Şems-i Tebriz!, Konya'dan ayrılarak, 1246 yılında Haleb'e gitmiştir. Onun Konya'dan uzaklaşması, Mevlana'da onu sevenlerin beklediği değişikliği sağlayamamış, tam tersine Mevlana eskisinden de kötü duruma düşmüştür. Mevlana, oğlu Sultan Veled'i göndererek, Şems-i Tebrizl'yi yeniden Konya'ya getirtmiş ve onu evlerinde büyüttükleri Kimya adlı kızla evlendirmiş­ tir. Aralannda gittikçe artan dostluk, Mevlana'nın yakınlarındaki kıskançlığı yeniden alevlendirmiş ve bazı kimseler tarafından 1247 (h.645)' de Konya' da şehid edilmiştir. Şems-i Tebrizi'nin eldeki tek eseri, Makalat'ıdır.Son yıllarda İran'da basılan bu eserin Türkiye kütüphanelerinde yazma nüshalan bulunmaktadır. M.N. Gencosman tarafından "Konuşmalar" adıyla dilimize çevrilen Makii/at'ın dili Farsça olmakla birlikte içinde Arapça bölümler de vardır. Bu kitap, Mevlana ile Şems-i Tebriz! arasındaki ilişkileri göstermesi bakımından büyük bir de- taşımak ta dır-oı . ger SULTANU'L-ULEMA BEHAEDDİN VELED Mevlana'nın babası olan Behaeddin Veled, 1151 (h.545) yılında doğ­ Hüseyin Hatlbl, annesi Harezmşah sultanlanndan Alaeddin Muhammed Harezmşah'ın kızı Emetullah Hatun'dur. Küçük yaştan itibaren iyi bir tahsil yapan Behaeddin Veled, Necmeddin-i Kübra'dan tasavvuf öğrenmiştir. Daha sonra Behaeddin Veled, Harezm Sultanı Rukneddin'in kızı Mümine Hatun ile evlenmiş ve Mevlana Celaleddin-i Rumi dünyaya gelmiştir. muştur. Babası Rüyasında Peygamber Efendimizin "Sultanu'l-ulema "lakabını verdiği Behaeddin Veled, Nişabur'da Feridüddin-i Attar ile, Bağdat'ta ise Şihabeddin Sühreverdi ile tanışıp, sohbet etmiştir. Haccını ifa ettikten sonra Şam yoluyla Larende ( Karaman)'ye gelen Behaeddin Veled, burada Larende Beyi Emir Musa' nın yaptırdığı medresede yedi sene hocalık yapmış ve sonra Sultan Alaeddin Keykubad'un daveti üzerine Konya'ya gelip, İplikçi Medresesi'ne yerleşmiştir. 21 Menakibu'l-arifin, I, 82; Nefelıatü'l-üns tercümesi, s. 527; Nesayimii'l-malıabbe, s. 302; Kamusu'l-a'lam, IV, 2872; Türk Ansiklopedisi, XXX, 253; Menakıb, Millet Kütüphanesi, Feyzullah Efendi Bölümü, No: 2142. 158 Konya' da vaaz ve nasihatlarİyle halkı irşad eden Behaeddin Seyyid Burhaneddin'in de aralarında bulanduğu bir çok talebe yetiştirmiş ve 1231 (h.638)'de Konya'da vefat etmiştir22 . MEVLANA CELALEDDiN RUMi Muhammed Celaleddin-i Rumi, 1207 (h.604) yılında Belh'de doğmuş­ Sultanu'l-ulema Behaeddin Veled, annesi Mümine Hatun'dur. Mevlana, babası Behaeddin Veled'in ailesiyle Belh'den ayrıldığı sırada beş yaşında olup, Nişabur, Bağdat, Hicaz, Şam ve Anadolu'nun çeşitli ne gitmiştir. Nişabur' da Feridüddin-i Attar ile tanışan Mevlana, ilk tahsilini babasından yapmış ve yedi sene Larende (Karaman)'de ikamet etmiştir. MevHina, Şam' da bulunduklan sırada Şeyh Muhyiddin-i Arabl, Şeyh Sadeddin Hamevi ve Osman Rumi' gibi alimierin sohbetlerinde bulunmuş ve onların ilminden istifade etmiştir. Tefsir, Hadis, fıkıh, mantık, usul, meani, edebiyat, matematik, fen ve tıp gibi pek çok ilimlerde mütehassıs olan Mevlana, babası Beh§.eddin Veled' in vefatından sonra, ders okutma ya başlamıştır. Bu arada Mevlana Seyyid Burhaneddin ve Şems-i Tebriz] ile birlikte olup, tasavvufta yüksek makamlara kavuşmuştur. Mütefekkir ve şair olan Mevlana, 1273 (h.672) yılında Konya'da vefat etmiştir. Cenaze namazını, Sadreddin Konevi kıldırmıştır. tur. Babası Mevlana'nın meşhur Mafih. Divan-ı Rubfiiyat, eseri Mesnevi' sinden başka, Divan-ı keblr, Fi!ıi Mecalis-i Seb'a gibi kıymetli eserleri var- Mektılbfit, dır23. SULTAN VELED Beheddin Muhammed Veled b.Muhammed Celaleddn Rumi, 1226 lında Larende (Karaman)'de doğmuştur. Babası Mevlana Celaleddin-i annesi Gevher Hatun'dur. yı­ Üç yaşında babasıyla birlikte Konya'ya gelen Sultan Veled, okuma ve ilk bilgileri, babasından öğrenmiştir. Sonra o, tahsil için Alaeddin Çelebi ile Şam'a gönderilmiştir. Dönüşünde babasından ders devam eden Sultan Veled, Burhaneddin Muhakkık-ı Tirmizi'den ve Şems-i Tebriz!' den ders okumuştur. yazmayı Meniikibu'l-iirifin, l, 7 v.d; Kiimusu'/-a'liim, II, 1412; Nefelıiitü'l-iins tercümesi, s.520; s. 294; Risiile-i Sipalısiilar; Prof. B. FurGzanfer, Mevlôna Celô!eddin, s, 8; Mu'cem el-mue/lifin, IX, 233. 23 Ali Nihad Tarlan, Mevliina, Hareket Yayınları, istanbul, trz., s. 9 v.d.; Abdülbaki Gölpınarlı, Mevliina Celiiled-din-i Rümf, s. 36 v.d.; Meniikibu'l-iirifin, I, 73 v.d.; Nefelu'itü'l-iins terciimesi, s. 522; Risiile-i Sipalısiilar, s.9; H. Ritter, Celaleddin Rumi, İs/dm Ansiklopedisi, İstanbul, 1977, VIII, 147. 22 Nesiiyimii'l-malıabbe, 159 Sultan Veled, Şems-i Tebriz! Konya'dan ayrılıp Şam'a gittikten sonra, babası tarafından, onu geri getirmekle görevlendirilmiştir.Yine o, Şems'in ikinci kayboluşundan sonra da babasıyla beraber, iki defa onu aramak maksadıyla gitmiştir. Mevlana'nın talebesi Selahattin ZerkGb'un kız Fatıma Batunla evlenen Sultan Veled'in, Ulu ArifÇelebi adlı bir oğlu olmuştur. Mevlana vefat ettikten sonra, yerine talebelerinden Büsameddin Çelebi halife olmuştur. Büsameddin Çelebi' den sonra da, 1291 'de Sultan Ve! ed baba- sının makamına geçmiştir. Babasının, hocalarının ve mürşidlerinin ilim, irfan, hal ve irşadlanndan faydalanarak kemale erişen Sultan V eled, fevkalade teşkilatçılık kabiliyetine . Nitekim o, Amasya, Akşehir, Ilgın, Larende, Niğde, Kırşehir ve Erzurum gibi yerlere halifeler göndermiştir. Babasının türbesinin yanmda kütüphane, mesnevi okuyup okutınağa mahsus yerler yaptırarak merkezi bir külliye meydana getirilmesini sağlamıştır. Babasının eserlerinden, fikirlerinden ve yaşayışından mülhem olarak, Mevlevi tarikatini kuran Sultan Veled, 1312 (h.712)'de Konya'da vefat etmiştir. Sultan Veled, eserlerini umumiyetle Farsça yazmış, ara sıra gazel ve mesnevl şeklinde Türkçe şiirler de kaleme almıştır. Divanında I 29, İbtidaname'de 76, Rebahname'de 162 Türkçe beyit vardır. Parçalar, Oğuz lehçesiyle yazılmış şiirler olduklan için Türk dili yönünden kıymetli vesikalardır. Bu ahHHd ve tasavvufi manzfimelerin hepsi, edebi cihetten bir değer taşımasalar yapı ve ifade bakımından mükemmeldir. Sultan Veled'in, Farsça bir Divan'ı, İbtidaname, İntihaname, Rebabname ismierinde Farsça üç mesnevisi, bir de Maarif adlı Farsça mensur bir eseri vardır. Maarifin Türkçe Tercümesi, 1949' da Milli Eğitim Bakanlığı tarafından neşredilmiştir24 . nnın 24 Netice olarak XIII. yüzyılda Konya ve çevresinde, Mevlana ve merkezini teşkil ettiği zengin bir kültüre şahid olmaktayız. yakınla­ Abdülbaki Göl pınarlı, M evliina 'dan Sonra Mevlevilik, İnkılap ve Aka Kitabevi, İstanbul, 1983, s. 52 v.d.; Nefelıiitii'/-iins tercümesi, s.532; Historiy Of Turkish Poetr)', 1, 150; Veledniime; Meniikibu'l-iirifin, 1, 73 v.d.; Türk Ansiklopedisi, XXIX, 488-489. 160 MEVLANA'NIN GA YRİMÜSLİMLERLE DİYALOGU Prof. Dr. Emine YENİTERZi* Mevlana Hudavendigar, Cenab-ı Hak'la arasındaki perdeler ortadan sevgilisine kavuştuğu zaman Konya' da kıyamet kopmuş, herkes gönülden feryat ederek, gözyaşlarıyla bu büyük velinin cenaze törenine katılmıştır. Eflaki, bu hüzünlü merasimi şu sözlerle anlatır: "Hıristiyanlardan, Yahudilerden, Araplardan, Türklerden bütün milletler, bütün din ve devlet sahipleri hazır bulunuyorlardı. Her biri, kendi adetleri vechile kitapları ellerinde önden gidiyorlar; Zebur' dan, Tevrat'tan, İncil' den ayetler okuyar ve hepsi de feryat ediyordu. Müslümanlar, sopa ve kılıçla bunları savamıyorlardı. Fakat bu cemaat hiç çekinmiyordu. Büyük bir karışıklık oldu. Bu haber sultana, Salıibe ve Pervane'ye erişti. Bunun üzerine onlar da papaz ve kiliselerin büyüklerini çağırıp onlara: 'Bu olayın sizinle ne ilgisi vardır? Bu din padişahı bizim reisimiz, imamımız ve muktedamızdır' dediler. Onlar da: 'Biz Musa'nın, İsa'nın ve bütün peygamberlerin hakikatini onun açık sözlerinden anladık ve kendi kİtaplanınız­ da okuduğumuz olgun peygamberlerin tabiat ve hareketini onda gördük. Siz Müslümanlar, Mevlana'yı nasıl devrinin Muhammed'i olarak tanıyorsanız, biz de onu zamanın Musa' sı ve İsa' sı olarak biliyoruz. Siz nasıl onun muhibbi iseniz, biz de bin şu kadar misli daha çok onun kulu ve müridiyiz. Nitekim kendisi buyurmuştur: 'Yetmiş iki millet sırrını bizden dinler. Biz, bir perde ile yüzlerce ses çıkaran bir neyiz. ' kalkıp Mevlana hazretlerinin zatı, insanlar üzerinde parlayan ve onlara inayette bulunan hakikatler güneşidir. Güneşi, bütün dünya sever. Bütün evler onun nuruyla aydınlanır." dediler. Bir Rum keşişi de: "Mevlana ekmek gibidir. Hiç kimseekmeğe ihtiyaç duymazlık edemez. Ekmekten kaçan hiçbir aç gördünüz mü? Siz, onun kim olduğunu nereden bileceksiniz?' dedi. Bunun üzerine büyükler susup hiçbir şey söylemediler." 1 Bu anlatılanlar Mevlfma'nın fani alemi terk ettiği zaman ardında Müslüman, Hıristiyan ve Yahudilerden oluşan bir sevgi çemberi bıraktığını göstermektedir. Peygamber varisi bir alim, İslam din ve tasavvufunun tesiri çağları aşan bir rehberi olan Mevlana'nın geride bıraktığı bu sevgi selinde Müslüman unsurların olması tabiidir. Ancak diğer dinlerden insanların ona teveccühleri, ' Selçuk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi. ı Ahmet E tl akl, Ariflerin Menkıbeleri, Çev. Tahsin Yazıcı, İstanbul 1995, C. I, s. 163-164. 161 din ve milliyet farkına rağmen bu insanların samimi üzüntüleri, önlenemez ya- kmlıklan enteresandır. Anadolu Selçuklularının başkenti olan Konya'nın, on üçüncü yüzyılda bir tahmine göre 45-50 bin, 2 başka bir tahmine göre de 50-60 bin3 civarında nüfusu vardı. Şehirdeki gayrimüslim nüfusun da yaklaşık 6 bin, bir başka ifadeyle toplam nüfusun onda biri kadar olduğu düşünülmektedir. 4 Bu nüfusun büyük kısmını Frenkler, Rumlar, Ermeniler, bir kısmını da Yahudiler oluşturu­ yordu. Bu azınlık nüfusun, Bizans döneminden kalan yerli halk ve Konya'nın başkent alınası hasebiyle şehirdeki işgücünün çektiği göçlerle oluştuğu düşü­ nülmektedir. Bu azınlık nüfus Anadolu Selçukluları zamanında da, Osmanlı döneminde de daima dini, idari, mali müsamaha, eşitlik ve himaye görmüş; zulümden uzak, adil bir yönetimin sağladığı güvenlik ortamında canları, mallan ve insani haklannın korunduğu bu topraklarda din ve dillerini koruma hürriyetine sahip olmuşlar, hayatlarını refah ve mutluluk içinde sürdürmüşlerdir. Mevlana'nın bu azınlıklada diyaloguna dair Menakıbii 'l-Arifln' de birçok örnek mevcuttur: 1. "Bir gün Taniel adında bir Ermeni kasabı Mevlana'ya rastladı, onun önünde yedi defa baş koydu. Mevlana da kasabın önünde baş koydu." 5 2. "Yine nakledilmiştir ki: Kostantiniyye ülkesinde bilgin bir rahip vardı. Mevlana'nın ilmini, yumuşaklığını ve alçak gönüllüğünü işitmiş, ona aşık olmuştu. Mevlana'yı görmek üzere Konya'ya geldi. Şehrin rahipleri onu karşı­ layıp ağırlamada bulundular. Bu doğru rahip, o hazretin ziyaretini rica etti. Tesadüfen yolda karşılaştılar. Rahip üç defa Hudavendigar' a secde etti. S ecdeden başını kaldırınca Mevlana'nın da secdede olduğunu görüyordu. Derler ki, Mevlana hazretleri rahibin önünde otuz üç defa baş koydu, rahip feryat edip elbiselerini yııttı ve: 'Ey dinin sultanı! Benim gibi zavallı ve kirli birine karşı gösterdiğin bu ne alçak gönüllülük ve kendini hor görmekliktir?' dedi. Mevlana: ' "Ne mutlu o kimseye ki Tanrı onu malla, güzellikle, şerefle ve saltanatla rızıklandırdı. O da bu malı ile cömertlik yaptı, güzelliği ile iffet sahibi, şerefi ile alçak gönüllü ve saltanatı ile adalet sahibi oldu." hadisini buyuran sultanımızdır. Tanrı kullarına nasıl alçak gönüllülük göstermeyeyim ve niçin kendi küçüklüğümü belirtmeyeyim. Eğer bunu yapmazsam, neye ve kime yararım?' dedi. 'Tanrı yolunun güneşi olan ve nefsini zelileden kimseye ne mutlu, dedi. Mikail Bayram, "Anadolu Selçukluları Zamanında Konya'da Dini ve Fikri Hareketler", Dünden Bugüne Konya 'mn Kültür Birikimi ve Selçuk Üniversitesi, Konya 1999, s. 6. 3 Tuncer Bay kara, Türkive Selçukluları Devrinde Konya, Konya 1998, s. I 27. 4 T. Baykara, age, s. 12S. 5 Etlakf, age. C. I, s. 331. 2 162 iyidir, çünkü ben daha hayırlıyım sözü şeyta­ bir sözdür." (Mesnevi, C. IV, s. 476/3344, 3342) Bunun üzerine zavallı rahip derhal arkadaşlarıyla birlikte iman getirerek mürit oldu ve fereci giydi. Mevlana hazretleri mübarek medresesine geldiği vakit Sultan Veled ve arkadaşlara: 'Bahaeddin, bugün zavallı bir rahip bizim alçak gönüllülüğümüzü elimizden kapmaya niyet etti, fakat Tanrı'nın uygulaması ve Peygamber efendimizin yardımı ile biz bu alçak gönüllülükle ona galip geldik. Çünkü o tevazu, küçüklük ve miskinlik Müslümanlara Hazret-i Mustafa' dan kalmıştır. "' 6 3. Sultan Veled'den nakledilmiştir. Bir gün Hz. Mevlana bir hahamla karşılaşır. Haham; "Bizim dinimiz mi, yoksa sizin dininiz mi daha iyidir?" diye sorar. Mevlana; "Sizin dininiz" der, halıarn bu cevap üzerine Müslüman olur. 7 4. Mevlana ve dostları, rahip ve papazlardan oluşan bir toplulukla karşı­ laşır. Mevlana'nın yanmdakiler tiksinti ile; "Ne kadar gönülleri kara ve nahoş insanlar!" derler. Mevlana: "Bütün dünyada onlardan daha cömert insan yoktur; çünkü onlar hem bu dünyada İslam dinini, temizliği ve her türlü ibadetleri bize vermişler, hem de öteki dünyada ebedl cennetten, hurilerden, köşklerden ve temiz cennet şarabından bağışlayıcı Tanrı'nın yüzünden mahrum edilmişlerdir. Çünkü: "Tanrı dünya ve ahireti kafidere haram etmiştir." 8 Bu kadar nankörlüğü, karanlıklan ve cehennemin azaplarını onlar yüklenmişler. Tanrı'nın inayet güneşi birden bire onların üzerinde parlayınca onlar derhal nurlanacak, yüzleri ak olacaktır." buyurdu. Rahipler ve papazlar yaklaşınca baş koyarlar ve iman getirerek Müslüman olurlar. 9 S. Bir defasında hararetle ve aşkla sema ederken, bir sarhoş semaa katı­ lır, sık sık Mevlana'ya çarpmaya başlar. Dostları sarhoşu oradan uzaklaştırmak ister; fakat sarhoş direnince de incitirler. Mevlana bu durumu görünce dostları­ na; "Şarabı o içmiştir, sarhoşluğu siz yapıyorsunuz" der. Onlar da: "Bu tersa(Hıristiyan)dır" deyince; "O tersil ise, siz niye tersa (bir diğer anlamı korkan) değilsiniz?" cevabını verir. 10 6. "Bir gün bir Rum usta Hudavendigar'ın evinde ocak yapıyordu. Dostlar şaka yolu ile ona; 'Niçin Müslüman olmuyorsun? Dinlerin en iyisi İs­ lam dinidir.' dediler. O; 'Elli seneye yakındır ki İsa dinindeyim. Dinimi terk etmek için ondan korkuyor ve utanıyorum.' Dedi. Birden bire Mevlana hazretleri kapıdan içeri girdi ve 'İmanın sırrı korkudur. Her kim Tanrı' dan korksa, o Onun kıılluğu sultanlıktan nın ağzından çıkmış Etlakf, age. C. 1, s. 573-575. Etlakf, age. C. 1, s. 716. s A'raf, 7/50. ~ E11akf, age. C. I, s. 314-315. 111 Etlakf, age. C. 1, s. 568. r, 7 163 Hıristiyan da olsa din sahibidir, dinsiz değildir' huyurup mimar derhal iman getirip Müslüman oldu." 11 dışarı çıktı. Hıristiyan 7. Mevlana idamı istenen bir Rum gencini himayesi altına alır, genç baMüslüman olur. Adı Siryanus'tur. Mevlana ona Alaeddin adını verir. Alaeddin Siryanus Mevlana'nın mürülerinden olur. Katil ve hırsız iken Mevla12 na'nın irşadıyla ilim ve irfan sahibi bir insan olur. 8. Mevlana bir gece aşk ve şevkle yapılmış bir semadan sonra medreseye dönerken bir meyhaneden rebab sesi geldiğini duyar. Biraz dinler ve sema etmeye başlar. Semaı sabaha kadar sürer. İçeridekiler ayak takımından bir grup Ermeni' dir. Hepsi dışarı çıkıp Mevlana'nın ayaklarına kapanır lar. Mevlana üstündeki elbiseleri çıkarır, onlara verir. Ertesi gün bu insanlar medreseye gelir, Müslüman ve Mevlana'nın müridi olurlar. 13 ğışlanır. 9. Eflatun Manastınndan bir rahip Mevlana'ya sorar: "Yüce Tanrı KuMecid'de 'Sonra onlardan cehenneme girmeye layık olanlan biz daha iyi biliriz' 14 buyurmuştur. Madem hepsinin vücudu ateş olacak, o halde İslam dininin bizim dinden üstünlüğü nedir ve bu nasıl olacak?" ran-ı söylemez. Rabibe işaret edip şehre doğru yürümeye bir fırına girer. Fınncılar fırını kızdırmıştır. Mevlana rahibin siyah cübbesini alır, kendi cübbesine sarıp fırına atar. Bir müddet bekler. Fırından büyük bir duman çıkar. Sonra fırıncı cübbeyi çıkarır ve Mevlana'ya giydirir. Cübbe tertemiz olmuştur. Rahibin cübbesi ise yanmış kül olmuş­ tu. Mevlana: 'Biz böyle gireriz, siz de böyle girersiniz' deyince rahip hemen Müslüman ve Mevlana'nın müridi olur. 15 Mevlana hiçbir şey başlar. Şehrin kenarında 10. Bir gün haham ve papazlardan oluşan bir topluluk Mevlana'ya Tanbu zayıf ümmeti hakkında Kuran' da varit olan şer'! teklifierin hikmetini, emir ve yasaklann sırrını ve bu hükümlerden malesadın ne olduğunu sorarlar. Mevlana cevap verir: "Tanrı kullarına imanı, şirkten; namazı, kibirden temizlemek; zekatı, nzka sebep olmak; orucu, halkın ihlasını denemek; haccı, dini kuvvetlendirmek; cihadı, İslam dinini yükseltmek; emr-i marufu, alemin emrolunan şeylerinin elde edilmesine sebep olması; kötü şeylerden nehyi, sefihlere mani olmak; akrabalığı gözetmeyi, onların adedini çoğaltmak; lcısası, kan dökülmesini önlemek; cezaları, haramları halkın gözünde büyütmek; şarap yasağını, aklı korumak;hırsızhktan çekinmeyi, iffeti nimetlendirmek; zina terkini, nesebi temiz tutmak ve livata terkini, nesli üretmek; şehadeti, inkar edenlere karşı koymak; selamı, korkulardan emin kılmak; eminliği, ümmetin işlerini rı 'mn 11 Etlakl, age. C.I, s. 707-708. Eflakl, age. C. I, s. 469-471, 692-693. 13 Etlakl, age. C. I, s. 721-722. 14 Meryem, I 9/70. 15 Etlakl, age. C. II, s. 123-124. 12 164 düzene koymak; taati, imamlığa saygı göstermek için farz kılmıştır." Mevlana bütün bunları öyle güzel anlatır ki, haham ve papazların hepsi imana gelir, Müslüman olurlar. 16 1 1. Ressam Kaluyan ve Aynüddevle Rum' dur. İkisi de o dönemin en iyi ressamlandır. Kaluyan, İstanbul'da Hz. İsa ve Meryem'in bir tasvirini görür. Bu tasvir fevkalade güzeldir. Aynüddevle de resmi görme arzusuyla İstanbul'a gider, resmin bulunduğu manastırda bir yıl kalır, hizmet eder ve bir gece tabioyu yanına alıp kaçar. Konya'ya gelince Mevlana'ya resmin hikayesini anlatır. Mevlana tabioyu görmek ister. Bir süre resme bakar ve; "Bu iki güzel resim, Aynüddevle'nin bize olan sevgisi samimi değildir, o yalancı bir aşıktır, ." der. Aynüddevle şaşırınca izah eder: " Onlar, bizim hiç uyku ve yiyeceğimiz yoktur; geceleyin daima ayaktayız, gündüzleri de oruç tutuyoruz. Aynüddevle ise bizi bırakıp geceleyin uyuyor, gündüz de yiyor ve asla bize uymuyor, diyorlar." Aynüddevle; "Onlara uyku ve yemek içmek tasavvur edilemez. Ayrıca dilleri ve konuşmaları da yoktur. Onlar cansız resimlerdir." deyince Mevlana; "Bu kadar sanatlı ve canlı bir resim olan sen, dünya, insan, yerdeki ve gökteki her şey kendi mahsulü olan bir ressamın eserisin. Senin, yaratıcını bırakıp cansız ve manasız bir resme aşık olman doğru mudur? o habersiz şekillerden ne elde edilir?" buyurdu. Aynüddevle derhal tövbe edip baş koydu ve Müslüman oldu. 17 12.Mevlana, Rum tabip Ekmeleddin'den on yedi arkadaşma yetecek miktarda müshil ilacı hazırlamasını ister; ancak hazırlanan on yedi kase ilacın tamamını içer, sonra da hiçbir rahatsızlık duymadan vaaz ve nasihatlerine devam eder. Tabip Ekmeleddin, Mevlana'ya suyu az içmesi için ikazda bulunur. Pir, buz ister ve çok miktarda buzu yer, semaa başlar. Üç gün üç gece sema eder. Ekmeleddin, normal bir insanı yere serecek bu durumda Mevlana'mn hiç etkilenmediğini görünce şaşırır, onun Allah tarafından güçlendirilmiş bir er oğlu er, veli olduğuna inanır ve Mevlana'ya mürit olur. 18 13. Bir tacir İstanbul' a gideceği zaman izin almak ve yardım dilemek için Mevlana'nın huzunma gider. Mevlana İstanbul yakınında bir kasabada bulunan bir manastırda inzivaya çekilmiş bir papaza kendisinden selam götürmesini ister. Tacir tarif edilen manastıra gider. Orada siyah cübbesinden nurlar taşan papazı görür, Mevlana'nın selamını iletir. Papaz: "Ailah'ın selamı senin ve ·Allah' ın seçkin kullan üzerine olsun"' ayetiyle 19 karşılık verir. Tacir o sıra­ da odanın bir köşesinde Mevlana hazretlerinin oturduğunu görür. Konya'ya 16 Etliild, age. C. ll, s. 183-184. Etıaki, age. C. ll, s. 124-125. ıx Etıaki, age. C. I, s. 296-298. 19 Nemi, 27/59. 17 165 dönüp Mevlana'ya papazın selamını ilettiğinde, salonun bir köşesinde papazın murakabe halinde oturduğunu görür. 20 14. Eflatun Manasıırından bir rahip Mevlana için şöyle der: "İsa'nın sı­ fatı hakkında okuduğum, İbrahim ve Musa'nın suhuf ve kitabında mütalaa ettiğim ve geçmiş tarihlerde peygamberlerin nefis terbiyelerinin büyüklüğüne dair 21 gördüğüm şeylerin hepsi Mevlana' da vardı." Burada anlatılan hadiselerin tümü Ahmed Efiilki'nin Menakıbii'l-Arifln eserinden alınmıştır. Bu eser Mevlana'nın ve yakın çevresinin menkıbeleri­ ne dairdir. Belli zümreleri konu edinen eserlerde müellifler, tarikat veya cemaat gayretiyle çoğu zaman sübjektif davranırlar. Menakıbü'l-Arifin'de yer alan ve burada örnek olarak dile getirdiğimiz olaylarm ne derecede gerçek olduğu veya aşırı övgü gayretinden kaynaklanan hayal gücüyle mi böyle aksettirildiğini bilmemiz mümkün değildir. Ancak bugün araştırma imkanından uzak olduğumuz bu olaylar en azından o dönemin inanç dünyası, dinler arası diyalog ve insanların düşünce yapılan hakkında fikir vermektedir. adlı Bu örneklerde Mevlana'nın gayrimüslimlerle diyalogunda hoşgörü, saygı, sevgi, alçak gönüllülük, güzel ahlak, dinin güzel örnekle temsil edilmesi, din ve ırk aynınma yer vermeyen insan hakları ve eşitlik anlayışı gibi hususlar öne çıkmaktadır. Dini' davetteki üslubu, Yunus'un diliyle "yaratılanı hoş gör yaratandan ötürü" anlayışına dayanan Mevlana; Ermeni, Rum, Yahudi gibi farklı din ve milliyetlerden; rahip, papaz, haham, tabip, ressam, kasap, mimar gibi mesleklerden; katil, hırsız, sarhoş ve ayak takımı gibi meşreplerden insanlarla muhatap olmuş, ancak her defasında muhatabının anlayış seviyesine, akıl ve gönlüne hitap etmeyi bilmiştir. Suçluyu affetmiş, ilim sahiplerine hikmetle cevap vermiş, hiç kimseyi hor görmemiş, insana saygıyı ve sevgiyi göz ardı etmeden alçak gönüllülükle, her zaman pozitif yaklaşımlarda bulunmuştur. Günümüzde insanların sağlıklı iletişim kurabilmesi ve insani münasebetlerin sarsıl­ madan devamı için tavsiye edilen empati anlayışı yedi yüzü aşkın bir zaman öncesinde Mevlana'nın her dinden insanla diyalogunun temelini oluşturmuştur. Sonuç olarak Mevlana'nın gayrimüslimlerle diyalogunda göze çarpan özetleyebiliriz: İddia edildiği gibi Mevlana, dinler üstü bir inanışı veya düşünceyi savunmamıştır. Ancak Mevlana bütün semavl dinlerin aynı kaynaktan geldiğini ve ortak bir gerçeğe, tek Tanrı'ya inancı desteklediğini, aynı hakikati tebliğ ettiğini bilmektedir. hususları şöyle 1. Mevlana'nın gayrimüslimlerle diyalogunda; sevgi, saygı, hoşgörü, iyi niyet, alçak gönüllülük, samimiyet, güven ve güzel ahlak öne çıkmaktadır. Mevlana, tebliğden ziyade tenısİlin örneği olmaya dikkat etmiş; yalnızca ta- 2. 211 21 Etlakl, age. C. I, s. 311-314. Elli\kl, age. C. I, s. 494. 166 hammülsüzlüğe tahammülsüz davranmış, bunun dışında bütün söz ve davranışları gönül kazanmaya yönelik olmuştur. 3. Hz. Peygamber Kuran-ı Kerim'de: "Biz seni ancak alemiere rahmet olarak gönderdik.',n ayetiyle nitelendirilir. Onun rahmeti alem şümuldur. Yalnızca Müslümanları içine almaz. Peygamber varisi bir alim olan Mevlana da, Hz. Peygamber' e uyarak sevgi ve merhametini ayırım yapmadan bütün insanlı­ ğa yöneltmiştir. İnanç bir gönül işidir. Zorlama ile olmaz. "Dinde zorlama yoktur'm, "Sizin dininiz size, benim dinim de banadır." 24 , "(Resulüm!) Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et!" 25 ayetlerinde de bu husus açıkça dile getirilir. Mevlana'nın da gayrimüslimlerle diyalogunda dine davet tarzı bu hükümler çerçevesindedir. 5. Mevlana hakiki' bir mürşittir. Toplumda huzur ve barışın, birlik ve dirliğin güçlenmesi yolunda halk için güzel örnekler sergilemiş, gönüllere Hak ve halk sevgisini yerleştirmiştir. 6. Mevlana, hem eserlerindeki mesajlarıyla, hem de örnek davranışlarıyla on üçüncü yüzyılda Anadolu'nun Türkleşmesi ve Müslümanlaşmasına önemli katkıda bulunan sevgi ve hoşgörü mimarlarından biri olmuştur. 4. 22 Enbiya, 21/107. Bakara. 2/256. 24 Ki'ifirGn, 109/6. 25 Nahl, 16/125. 23 167 MEVLANA'NIN EDEBI KİŞİLiGİNİ ETKiLEYEN ŞAHSiYETLER VE ESERLERİ Doç. Dr. Ahmet Kaznın ÜRÜN. Saym Başkan, değerli Çelebi Ailesi, misafirler, bu kongrenin hayırlara vesile saygıdeğer öğretim olması dileğiyle üyeleri, değerli hepinizi saygıyla selamlıyorum. Ma!Umunuz üzere, bütün insanlar gibi önemli şahsiyetler de bulundukları noktalara çeşitli evrelerden geçerek gelmişlerdir. Şahsiyetleri oluşturan birikim ve donanımın seviyesi ve değeri, genetik özellikleri kadar çevre şartlan ve etkilendikleri kültür kaynaklarıyla da irtibatlıdır. Kendinden önceki şair veya düşü­ nürlerin fikirlerinden, sözlerinden, doktrinlerinden faydalanmayan veya etkilenmeyen hiçbir şair veya düşünür yoktur. Gölpmarlı'nın deyişiyle "yapıcı kudret, kurucu hamle, yağumcu kabiliyet; o sözleri, o doktrinleri, o fikirleri kendi kattığı özelliklerle yep-yeni bir halde, yeniden yapar, yeniden kurar, kendi şah­ siyetiyle yoğurur; yaşadığı çağm ihtiyaçlarından aldığı ilhamla kendi yapıcı kabiliyetini birleştirir; yeni bir yön verir." 1 Türk düşünce, kültür ve edebiyatında olduğu kadar evrensel değerler sisteminde de önemli bir yere sahip olan büyük düşünür ve aynı zamanda şair ve hikayeci Mevlana Celaleddin er-Rumi, hayatının değişik kademelerinde çeşitli kaynaklardan edindiği bilgileri birbirinden değerli eserlerinde bizlere sunmuştur. Evrensel mesajlar taşıyan bu bilgilerin daha iyi anlaşılabilmesi ve Mevlana'nın edebi birikiminin derinliğinin tespiti için, onu etkileyen şahsiyetlerin ve eserlerinin bilinmesi gerekir. Eserlerine genel olarak bakıldığında, onun esinlendiği en önemli kaynaklar şüphesiz Kur' an ve Hadis'tir. Daha sonraki esin kaynaklan için bir genelleme yaparsak bütün antik çağ düşüncesini gösterebiliriz. Eserlerinde, pek çok Batılı ve Doğulu şair ve edibinin izlerini görmekteyiz. Bunlar arasmda en önemlileri doğuda başta Feridüddln Attar 2 ve Sena13 olmak üzere Nizami, Rudek'i, ·Selçuk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, Doğu Dilleri ve Edebiyatları Böl. Öğretim Üyesi. 1 Mevlana Celaleddin, Mektuplar, (Çeviren ve Hazırlayan Abdulbaki Gölpınarlı), İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul 1963, s.XII. 2 iranlı bir ünlü mistik şair. 513/1119'da Nişabur'da doğmuş, 589/1193'de ölmüştür. Mantıku't­ Tayr, İH'ihiname, Esrarname, Muslbetname, Usturname ve Tezkeretu'l-Evliya gibi kırkayakın eseri vardır. Mevlana üzerine olan etkisine kimi örnekler için bkz. Mevlana. Mesnevf, (İzbudak Çevirisi), 1/129, 1/2771, III/3750, IV /2567,Vl/6382 169 Minuçihri, Nasır-ı Husrev4 gibi şairler Ebu Haşim Küfi (h. II.yüzyıl), İbrahim İbni Edhem (777m.), Davud-i Tai (781), Şakik-i Belhi (790), Fudayl b. Iyad (797), Ma'ruf-i Kerhi (815), Bişr-i Hafi (841), Ahmad b. Hıdraveyh (854), Haris b. Esedu'I-Muhasibi (857), EbU Turab-ı Nahşebi (859), Zün-Nun ei-Mısr! (859), Yahya b. Muaz (871), Ebu Yezid-i Bestamigibi mutasavvıflar, batıda Doğu-İslam şiirinde aklı temsil eden Eflatun 5 , Arap dünyasında ise İmru'u'l­ Kays, Ka'b b. Zuheyr gibi Cahiliye şairleri, el-Mütenebb!, Ebu Ternınarn ve Ebu'I-Ala el-Ma' arri gibi Erne vi ve Abbasi şairleri, gerek şiirleriyle gerekse düşünceleriyle, Mevlana'nın fikri ve edebi dünyasmda müessir olmuşlardır. Bir başka bildiriye konu olabilecek genişlikte gördüğüm Fars edebiyatmdan etkilenmesi konusunda ilgimi çeken bir örnekle yetineceğim. İran'ın meş­ hur Haruse şairi olan Nizami (1200 takriben?)'ye ait bir mısraya Divan'ında şöyle yer verir: Senin şa!ıına mat olan piyade, ne kutlu piyadedir. Senin yüzünü görmekten ayrılmayan yüz, ne hoş, ne güzel yüzdür. Senin yaralanmandan, senin açacağın yaradan kaçmam ben; çünkü senin bela ateşine yanmayan gönül, soğuktur, hamdır. Hani Nizamf, şiirinde der ya; ben de onun gibi diyorum: Cefa etme, bende senin cefana dayanacak güç-kuvvet yok. 6 Mevlana'nm, zamanının bütün bilgilerini kavramış, Hind-İran, YunanRoma mitolojisini bilen, yeri gelince ayetlerden, hadislerden faydalanan bir bilgin olduğunu söyleyen Gölpınarlı onun Arap edebiyatıyla olan ilişkisini de şöyle değerlendirmektedir: "Arap şairlerini tamamıyla okumuştur. Bazı şiirlerinde, Arap şiirlerinde olduğu gibi çöl havası duyulur, ayaklarımız kumiara batar, deve katarlarının çan seslerini, katarı haydayanların mavallarını duyarız. Zaten Şems'in onu Mütenebbf İran'ın ünlü mistik şairlerinden biridir. Gazneli Hakim Senal diye şöhret bulmuştur. 576/1 180' de Gazne' de ölmüştür. Mevlana, Sen al ve Attar hakkında "Attar ruh tu, Senai de onun iki gözü. Biz, Senal ve Attar'ın arkasından geldik" demiştir. Ahmet Etlakl, Ariflerin Menkıbele­ ri, I-II, Şark İslam Klasikleri, (Çev. Tahsin Yazıcı), M.E.B. Yayınları, İstanbul 1989, I,696, Mevlana üzerine olan etkisine kimi örnekler için bkz. Mevlana, Mesnevi, (İzbudak Çevirisi), I/141, I/1905, III,3749, IU/4229 4 Mevlana Celaleddin, Divan-ı Kebir (Hazırlayan: Abdülbaki Gölpınarlı), Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 2000, I/LXXXIV 5 Meşhur Yunan filozofu ve İde nazariyesinin kurucusu Platon'dur. Sakrat'ın talebesi, Aristo'nun hocasıdır. Milattan önce 347-348'de ölmüştür. Mevlana ve Etlatun konusunda bkz. Şefilc Can, Mevlana ve Eflatun ve Dfvan-ı Kebfr'den Seçilmiş Şiirler, İleri Basımevi, Konya 1965; Ha!Gk Selçuk, Mevlana ve Eflatun, Son Havadis Gz. (İstanbul), 14.05.1966. 6 Mevlana Celaleddin, Divan-ı Kebir, II/94. 3 170 divanını okumaktan men etmesi de, onun Arap edebiyatıyla ne kadar meşgul olduğunu gösteri/. " Gölpınarlı'nın bu sözünü teyit eden bir husus da MevHina'nın uzun bir süre devam ettiği Suriye'de bulunan Haleviye Medresesi ve dönemin diğer okullarmda eski Hind-İran felsefesiyle Yunan felsefesini çok iyi bilen ve İslam'la kaynaştıran Şehabeddin Sühreverdi gibi şahsiyetlerin düşüncelerinin onda etkili olduğudur. O günün Suriye'sinde, günümüzde olduğu gibi camiler, kiliseler ve manastıdar iç içeydi. Şems-i Tebrizi'nin Mevlana'nın okumaktan vazgeçmesini istediği divanın yazarı Ebu't-Tayyib el-Mutenebbi (ölm. 965 m.), klasik Arap şiirinin önde gelen simalarındandır. Arap şiiri eleştirmenlerince klasik Arap şiirinin en güçlü iki şairinden biri kabul edilen el-Mutenebbi, günün edebiyat anlayışı çerçevesinde devrin Hamdani hükümdan Seyfu'd-Devle'ye yazdığı methiyelerle şöhret bulmuştur. Divan ve Menakibu'l-Arifin'de Mevlana'nın onu çok okuduğunu görmekteyiz. 8 Bir didaktik eser olarak kabul edebileceğimiz bir doğu geleneği olarak bildiklerini gördüklerini, duyduklarını hikaye tarzında kaleme aldığı Mesnevi adlı eserinde Cahiliye · döneminin ünlü muallaka şairi İmru'u'I-Kays (ölm.565m.), cömertliğiyle ün salmış Hatım et-Tm, III. Yüzyıl Mısır sufilerinden Zun'n-Nun-ı Mısri (245/859), İlıvan-ı Safa, el-Kitab adlı eseriyle meşhur ünlü Arap dilbilgini Sibeveyhi gibi Arap edebiyatından bazı şahsiyetlere yer vermiştir. 9 Kanaatimizce bu etkilenme, kimi zaman çok az sayıda da olsa onun Arapça mısralar söylemesinde makes bulmuştur. 10 Divan-ı Kebir adlı eserinde ise Mevlana'yı öğretici olmaktan çok duygu verici olarak görmekteyiz. İnsanı temelden kavrayıcı ve değiştiricidir. Daha önceki bildirimizde Mesnevi" de geçen Arap edip ve şairlerine detaylı değindi­ ğimiz için burada başta Divan-ı Kebir olmak üzere Mevlana'nın Mesnevi dı­ şındaki eserlerinde geçen Arap şair ve ediplerine değineceğiz. Divan-ı Kebir'de, Mevlana'nın Şems'le buluşmasından sonra bir dönüşümün ifadesi olan şu mısralarda onun bilim ve aklı öne çıkaran iki ünlü şahsi­ yet, Ebu All olarakandığı İbn-i Sina ve Ebu'I-Ala olarakandığı Ebu'I-Ala eiMaarri" den vazgeçtiğini görmekteyiz. Akıl, yokluğa ayak basmadır, arda ancak diken var; aşksa o dikenler, arda değil, sende, senin içinde der. 7 Aym eser, I/LXXXIV. RAhmet Etlaki', Ariflerin Menkıbeleri, I-II, Şark İslam Klasikleri, (Çev. Tahsin Yazıcı), M.E.B. Yayınları, istanbul 1989, II,43-44. 9 Bu konuda detaylı bilgi için bkz. A. Kazım Ürün, "Mesnevi''de Arap Edebiyatının Bazı Simaları" Selçuk Üniversitesi Selçuklu Araştırmalar Merkezi, Mevl{ma Panellerinde Sunulan Bildiriler I, Konya 2000, s.69-76. 111 Mevlana Celaleddin, Mektuplar,s. 108, 126. 171 Kendine gel, sus da varlık dikenini çıkar ayağından; da içindeki gül bahçelerini gör, onları seyre dal. Haydin, gelin; komşu/ara bir devlettir, bundan böyle Eb ıl Alf11 de, Ebu' l-Ala da . . . k a lmac.lı. 12 ışımız çıkar komşu kaldı oldu; artık gitti; onlarla Mevlana'nın tasavvufa dönüşünün kavşağında künyelerini bir şiirsel üslupla dile getirdiği bu iki şahsiyetten adeta biri bilimi diğeri aklı temsil ediyor. Mevlana'ya göre bilim ve akılla ulaşılabilecek yer sınırlıdır. Evrende mevcut bilgilerin tamamına ulaşabilmek mümkün değildir. Oysa aşk olarak ifade ettiği tasavvuf, evrendeki bütün bilgilerin yaratıcısına teslimiyetle vücudun sükuna ereceği, "fena fillah" kavramında ifadesini bulan bir yok oluştur. el-Mutenebbi ve Ebu'I-Ala el-Maarri, Mevlana'nın Halep ve Şam'daki öğrenimi sırasında divanlarını okuduğu ve kendilerinden etkilendiği kuvvetle muhtemeldir. Biri şairliğin zirvesinde, diğeri aklı ön planda tutan iki edip. Mevlana, eserlerinde ilgisini çeken ve işlediği konuya uygun gelecek edip ve yazarlardan iktibaslar yapmaktan çekinmemiştir. Mesela Flhi Mafih adlı eserde el-Mutenebbi'nin bir sözüne yer verir: Aziz ve Celfl olan Tanrı 'nın hikmet, marifet ve keramet elbiseleri giydirdiği kulları vardır. Her ne kadar halkın bunları görebilecek görüşleri yoksa da, Tanrı onları pek çok kıskan­ dığından, onlar da kendilerini tıpkı Mutenebbl'nin " Kadmlar ipek/i elbiseleri süslenmek için değil, güzelliklerini korumak için giydiler." dediği gibi, (hikmet, marifet ve keramet 13 elbiseleriyle) örterler. başka Yine Mektuplar adlı eserinde de Mutenebbi'nin kimi mısralarına yer ve- nr: Bölük bölük insanlar, çeşit çeşit aşık/ardır; En ııluları, en yüceleri, sevgilisi en ulıı, en yüce olanıdır. 1 .J Düşmanın, onları erlerhıi tavşanın çarparak çetin, arslan gibi güçlü-kuvvetli dişi yavru/arına döndürmesinden çekinmez- ler mi? İtaatinden çıkan bazı kişileri, savaşta nasıl akla yere yıktığı­ nı 11 görürler de ibret almazlar mı? Ebu Ali Sina (İbn Sina). 370-375/980-985'de Hemedan'da doğmuş ve 428/1037'de aynı yerde ölmüş olan ünlü bir İslam filozofu ve hekimidir. Tıbba ve felsefeye dair yüzden fazla eseri vardır. 12 Mevlana Cclaieddin, Dfvtin-ı Kebfr,H /375. Mevlana Celaleddin, Ffhi Mdfilı (Çeviren Meliha Ülker Tankah ya), Şark İslam Klasikleri, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1985, s.18. 14 Mevlana Celaleddin, Mektuplar, s.2. 13 172 Atları, torba/ar, insan kellelerinin tepelerine saman yememeyi adet edinmiş; Sular, şakayık çiçeklerinin arasından görünen kanla bıılanmadıkça da su içmez o atlar. 15 asılmadıkça yeşillik gibi Gözlere siirme çekmek, gözlerin anadan doğma siirmeli olu16 şuna benzemez. 17 Divan-ı Keb!r'de, bir ünlü Arap dilcisi olan Ahfeş 'i adeta somut kelimeler üzerinde yorum yapan birisi olarak anıyor; kendisini de kelimelerin sözlerin ötesinde bir mana alemine oturtuyor. Ey zamanı hoş, nefesi kutlu güzel, hiç de lıazırlanmamzşken, hiç de ummazken tuzağına tutuluverdim, düştüm sana ey şa­ rap mı şarap, ateş mi ateş güzel. Yok- yok, sus artık, sus, dilsiz ol; çünkü bu, o çeşit okuyuş 18 değil ki Ahfeş anlasın bunu. Ahfeş, dudaklarını bir araya toplayamaz ve güzel söz söyleyemezdi. Rivayete göre bu yüzden, bir keçinin boynuna ip bağlamış, ipin ucunu eline almış, böylece keçiye ders verirmiş; her söz başmda aniadın mı der ve ipi çekermiş. Keçinin başı sallanınca dersin kalan kısmına geçermiş. Bu yüzden susup yalnız baş sallayarak sözü tasdik edenlere, yahut aptallara "Ahfeş' in keçisi gibi ne başını sallayıp duruyorsun" denir. Arap edebiyatında cömertliğiyle ün salmış Hatem et-Ta!, Mevlana'nın cömertlikle ilgili ifadelerinde çoğu kez referans olmuştur. Bugün bir gayret et, el açıklığında bulun, cömertlik/e canını ver. Hatenı bile kafirken kurtuldu, çünkü cömertliğe sarıl­ mıştı. Bu cömertlik ekmek için kurulu tuzağa benzer, fakat temizlik, neşe, can tuzağıdır tıpkı; cömertliğe sarılan nerde, neşeye, safaya sarılan nerde ?19 Yine MakaUit adlı eserinde, Hatem'i anarak cömert insanlardan beklenenin cömertlik yapmalan olduğunu ifade etmektedir. Tatlı suyun başı kalabalık olur; Hatem 'in bağışta bulunması, ağırlaması daha doğrudur. 20 15 Awu eser, s. VI. A ~'nt eser, s.38. 17 Unlü Arap gramercisi. Belh'te doğmuş ve Bağdat'da 826 yılında ölmüştür. ıx Mevlana Celaleddin, Divan-ı Kebfr, ll/87. 19 Mevlana Cel5.1eddin, Divan-ı Kebfr, I,174. 211 Mevlana Celaleddin, Mektuplar, s.l83. 16 173 Hicri II/Milad! VII. Yüzyılda , Irak'ta, özellikle Basra' da kendilerine "İhvanu's-Safa ve HulHinu'l-Vefa" yani "tertemiz kardeşler ve vefa dostları" adını veren gizli bir cemiyet kurulur. Yunan felsefesini İslam' a tatbik eden ve İsmiiili inancını benimseyen bu cemiyetin etkisiyle meydana gelmiş ve tasavvufa pek büyük tesiri olmuştur. "İhvanu' s-Safi!" tabiri, bunlardan tasavvufa da geçmiş ve bunlar kastedilmeksizin de kullanıla gelmiştir ki Mevlana da bu deyimi bu anlamda kullanmıştır. Bunların felsefi doktrinlerinitoplayan kitabın adı ise Resailu İlıw'lnı's-Safa'dır. Mevlana, düşüncelerini desteklediği bu gruba Mesnevi'de olduğu gibi Divan-ı Kebir ve Mektuplar adlı eserlerinde de yer verir: Dışarıda yoldaş/arım var, gönlümde iş erleri. Evde bir bölük dilher hepsi de tertemiz kardeşler (İlıvan-ı Safa) sofasında. Ey bahçenin, yeşilliğin aydınlığı, ey selvinin, yaseminin saki21 si, seni andım da ağzını tatlılandı. Mektuplar'da ise şöyle anmaktadır: Ayrılık velıminin, ayrılık hayalinin gelemeyeceği, usanç korkıısımun, kötülük zararının uğrayamayacağı, huy aykınlığı­ nın bozamayacağı, ayrılık kargasınuı ötemeyeceği, zamane düzeninin yol bulamayacağı bir kavuşup buluşmayı arzuluyorum. O İlıvan-ı Safa'nın, o vefalı arkadaşlar meclisinin toplandığı sarayın perdesine, ölümsüzlük, ebedflik yazısıyla, bu, öylesine bir kavuşup buluşma ki artık bundan böyle ayrılık yok; "Bu öylesine bir yaşayış ki ardında ölüm yok; ölüm öylesine boğazlandı ki artık dirilemez yazısı yazıl­ sın. o güzel huylu, o temiz yaradılıştı zatla böyle bir kavuşup buluşmayı, Tanrı kolaylaştırsın, Tanrı hazırlasm inşaallahu teala. 22 Mevlana'nın önemli tasavvufa yönelmesinden sonraki dönemde, etkilendiği bir de, III. yüzyıl Mısır sUfilerinden Zü'n-Nun-ı Mı sri" dir. Gönle vuran güzellik göze de göriinseydi her elini, yüzünü yumıyan kirli kişi Şeyh Zıln-Nıln kesilirdi. Ey bakımp duran tlicir, ne vakte dek bakıp kalacaksın? Sevgitiyi elde etmek ucuz olsaydı bu bakışla sevgili meydana çı­ kardı elbet. şahsiyet Yeni bir konuk geldi amma şu nimetler bütün dünyaya yeter, hatta dünyadakiler daha fazla olsaydı nimetler de daha fazla ge l ırd"ı. 23 o 21 22 23 Mevlana Celaleddin, Divan-ı Kebfr, 1,50. Mevlana Ccli'ileddin, Mektuplar, s.23. Mevlana Celaleddin, Dfvan-1 Kebfr, 1,208. 174 Mevlana, Mektuplar adlı eserinde Mutenebbi'nin dışında ünlü Muallaka şairi Tarafa ve Sahib İbn Abbad'a ait mısralara da yer verir: Yakınların zulmü, en çetin zulümdür; 24 İnsana, Hind kılıcından artık işler. Sırça incelmiştir, şarap da ince/miştir; Bir-birine benzemiştir; iş de zorlaşnııştır. 25 Bütün bunlardan hareketle, Mevlana'nın Arap edip ve şairlerden etkilenmesinin daha çok öğrenim için gittiği Halep ve Şam'da okuduğu divan ve diğer eserlerle başladığını; Konya'ya döndükten sonra bunlardan ilgi duyduklarım daha derinlemesine ineelediğini söyleyebiliriz. Ele aldığı konuları desteklemek amacıyla adeta bir şahid getirir gibi bu şahsiyetlere yer vermiştir. Ayrıca Mevlana'nın yaşadığı dönemde, günümüzde yeni yeni oturmaya başlayan bölge ülkeleri arası kültürel ilişkilerin önünde herhangi bir engel olmadığı için etkileşimin daha fazla olduğu da göz ardı edilmemelidir. Bu duygu ve düşüncelerle, beni sabırla dinlediğiniz için teşekkür ediyor saygılar sunuyorum. 1891 Osman Saraç, Hazreti Mevlana Ve Arap Dünyası, Tercüman Gzt. (İstan­ bul) 16.12.1966. Melih Cevdet Anday, ZeydAmrı Dövdü, Cumhuriyet Gz. (İstanbul) 22.12.1972. 24 25 Mevlana Celaleddin, Mektuplar, s.76. Aym eser, s.84. 175 MESNEVi'YE GÖRE KONYA'DAYAŞAM (MiLLETLER- MESLEKLER) Yrd. Doç. Dr. Nuri ŞiMŞEKLER* 900 yılı aşkın bir zamandır Türk-İslam yurdu olan Konya, en parlak ça1097' den sonra Selçuk! ara başkent olduğu dönemde yaşamıştır. Bölgenin en emin mekanı sıfatıyla Darü 'l hıızı?r olarak adlandırılan Konya, Selçuklular öncesi var olan Hıristiyan yerli halkla birlikte yeni gelen İslami topluluklara kucağım açmış ve büyük bir metropol olarak XIII. yüzyılda nüfusu Selçuklular Dönemi'ndeki en üst derecesine ulaşmıştır. Bu nüfus artışındaki en büyük sebeplerden biri; askeri ve idari görevlerle buraya gelen yöneticiler ve çevresi; diğeri ise iş bulma amacıyla aileleriyle Konya'ya yerleşen Türkmenlerdir. Yine bu amaçla gelen az sayıdaki 1 Ermeniler ve Frenkler de mesleklerini İcra etmek için buraya gelmekteydi. Konya'ya yerleşenlerin haricinde çeşitli millet ve meslek guruplanndan insanlar da yoğun bir şekilde şehre girip çıkıyor ve ticaret ğını yapıyorlardı 2 . Bütün bunlarla birlikte Sultan I. Alaeddin Keykubad'ın (sit. 1211-1236) ilme ve san' ata verdiği önem neticesinde çok sayıda bilim adamı, edebiyatçı ve san'atçı da Konya'ya gelmiş, şehirleşme yönünden gelişen Konya'yı kültür alanında da yüzyıllara damga vuracak şekilde zenginleştirmişlerdir. Bu gelişler genellikle Moğol istilasından kaçan Maveraünnehir, Horasan ve İran bölgesi alimlerinin Konya'yı sakin ve emin bir yer olarak görmelerinden dolayı olmakla birlikte; Mevlana'nın babası Bahaeddin Veled gibi bizzat Sultan Alaeddin Keykubad'ın daveti üzerine Konya'yı şereflendirenler de vardı (3 Mayıs 1229?) 3 . rı arası Bütün bu gelişmeler neticesinde Konya ve Anadolu' da 1 192-1236 yılla­ tam bir milli birlik kurulmuş Bizans'tan yeni alınan bu topraklar ana * Selçuk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Fars Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi ı Baykara, Tuncer, Türkiye Selçukluları Devrinde Konya, Konya İl Kültür Müd. Yay., Konya, ı 998, s. 32-34, 37 2 Moğol İstiliisı döneminde Selçuklu sultanlarının 1243'den itibaren Moğollara vermek zorunda oldukları ağır vergilerin bir bölümü bu şehre girip çıkanlardan ve Hıristiyanlardan karşılanıyor­ du. (bkz. A. Gölpınarlı, Mevlana Celaleddin, İnkıliip Kit. İstanbul, 1985, s. I 0) 3 Mevlana ailesinin Konya'ya geliş tarihiyle ilgili olarak Etliikf Dede'nin Menakıbü'l-arifin'inde ve Sultan Veled'in ibtidananıe'sinde farklı bilgiler mevcuttur. Burada asıl konumuz bu olmadığı için detaya girilmemiştir. (Ayrıntılı bilgi için bkz. B. FurGzanfer, Mevlana Celaleddin, çev. Prof. Dr. Nilfiz Uzluk, İstanbul, s. I 23-128) 177 vatan yapılmak amacıyla medreseler, camiler, köprüler ve kervansaraylarla donatılmıştır • Mevlana'nın dönemine gelindiğinde ise Konya, şehirleşme ve savunma sistemi açısından yeniden gözden geçiriliyor; şehrin genişlemesi ve Moğol tehdidi de göz önünde bulundurularak surlar genişletilmek ve yeniden yapılmak suretiyle emniyeti sağlanmaya çalışılıyor; yeni semtler, çarşılar, pazarlar, hanlar, eğitim kurumlan ve hastaneler oluşturuluyordu 5 . 4 Bu şekilde Mevlana'nın olgunluk ve eser verme zamanlannda Konya %1 O'u gayr-i Müslimlerden oluşan ve İran, Arap, Hintli, Azerbaycan ve özellikle çoğuuluğunu Türk unsurunun oluşturduğu 6 60 bine yakın Müslüman nüfusuyla; her bir meslek grubunun ayrı bir semtte kurulduğu organize esnaf dükkanlanyla, birkaç ayrı yerde kurulan pazarlarıyla, çeşitli tarikatiara mensup zaviye ve hankahlarıyla, 7 büyük cami ve 300'ü aşkın mescidiyle7 , hastane ve kütüphaneleriyle gelişmesini tamamlamış bir şehir görünümündeydi. Bunun yanında Ekberiyye, Evhadiyye, Bektaşilik, Kalenderiyye ve Ahilik gibi fikri zümrelerin de yoğun olarak hakim olduğu tarikatlar İslami kesimlerden çeşitli insan gruplarını etrafında toplayarak şehrin dini ve kültürel misyonunu da ellerinde bulunduruyorlardı 8 . Mevlana'nın saray ve halk nezdinde itibarının artması ve O'nun Hakk'a yürümesinden sonra oğlu Sultan Veled ve çevresindekilerin Mevlevilik Tarikatı'nı tesis etmeleriyle de Anadolu ve Konya'nın kültür temsilciliği büyük ölçüde Mevlevilerin eline geçecektir. Prof. Dr. Neşet Çağatay, Hz. Mevlana'nın Konya'da saray ve aydınlar Ahi Evren' in Kayseri ve Kırşehir' de sanatkarlar arasında, Hacı Bektaş-ı Veli'nin Kırşehir ve yöresinde halk arasında ve yarım asır kadar sonra yaşayan Yunus Emre'yi de Halk ve Tekke Şiiri sahasında en zor dönemlerde Türk halkının moralini yükselttiğini, Türk kültür ve edebiyatını koruyarak geliş­ 9 tirdiğini özenle vurgular . Bu tespit bizce de gerçek -fakat Mevlana 'nzn sadece sarayda değil halkın arasında da sürekli bulunduğunu, miiritlerinin çoğunluğu­ nu avam kesiminden insanların olıışturduğımıı eklemek şartıyla- 'adil' bir dearasında, ğerlendirmedir. Oral, M. Zeki, "Hz. MevHtna'dan Önce ve Zamanında Konya", Resimli Hayat Mecmuası 'Mevlana Özel Sayısı', 1953, s. 24 5 Bay kara, Tun~er, a.g.e., s. 17 vd.; Bayram, Mikail, "Anadolu Selçukluları Zamanında Konya'da Dini ve Fikri Hareketler", Dünden Bugüne Konya'nm Kültür Birikimi ve Selçuk Üniversitesi, Konya, 1999,s.4vd. 6 Baykara, Tuncer, a.g.e., s. 106-1 ı 1 7 Bayram, Mikail, a.g.m., s. 6 x Bayram, Mikail, a.g.m., s. 31 vd. 9 Çağatay, Neşet, "Mevlana Devri Selçuklu Türklerinin Politik ve Sosyo-Ekonomik Sorunları", Mevlana Sevgisi, Haz. Feyzi Halı cı, Konya, 198 ı, s.Sl 4 178 Mevlana'nın yetışıp, verdiği Konya'nın genel konusuna geçiyoruz. içindeki siyasi ve sosyolojik etkilerle eserlerini bu şekilde yansıttıktan sonra bildirimizin asıl ortamını Mesnevl bilindiği gibi Mevlana ile birlikte anılan ve genelde hikayeler yoluyla, sık sık da gerek mana ve gerekse iktibas yoluyla Ayet ve Hadislerden deliller getirerek öğütlerini içeren didaktik bir eserdir. Eser her ne kadar yüzyıl­ lardır bu özelliğiyle tanımp sevilse ve hatta İslami edebiyatın bir öz'ü olarak nitelendirilse de bu özelliğinden daha başka birçok vasıflarıyla da dikkati çekmektedir. Bunlardan biri de Mevlana'nın kendinden önceki olaylardan bahsetmesinin yanı sıra kendi çağı insanlannın yaşadığı dönemin sosyal ve kültürel olaylarını yansıtmasıdır. Mesnevi'nin beyitleri dikkatle ele alınıp incelenirse XIII. yüzyıl Anadolu'sunun ve bilhassa Konya'nın hangi tür insanlan barındırdığı, ne yiyip ne içtikleri, değer yargıları, hangi araç-gereçleri kullandıkları, ne gibi bitkiler yetiştirdikleri, icra ettikleri meslekler ve eğitim safhaları gibi konular birinci ağızdan ortaya çıkacaktır. Mevlana'nın bu nakilleri, şüphesiz kulaktan duyma değil, onun sürekli olarak halkla iç içe olmasından, çarşı-pazarda sıkça dolaşmasından dolayı bire bir gözlemlerden oluşmaktadır. İşte Mesnevi birçok özelliğinin yanı sıra bu vasfıyla da tarihin bir bölümünü yansıtma misyonunu yerine getirmektedir. Şimdi Mesnevi' deki konumuzia ilgili be yi tl eri ana ve bazı tespitlerle aktarmak istiyoruz: başlıklar halinde kısa değerlendirmeler A- MiLLETLER Mesnevi' de değişik ırklardan insanlar zikredilmekte ve bazen de dikkat çekici özellikleri vurgulanmaktadır. Mevlana'nın Anadolu'ya gelmeden önceki dönemini ve eğitimi için gittiği Halep ve Şam' ı saymazsak hemen hemen hayatının tamamına yakını Karaman ve özellikle Konya' da geçmiştir. Onun eserinde bahsettiği bu milletleri büyük bir ihtimalle başkent Konya' da görmüş ve gözlemlemiş olduğu ihtimali yüksektir. Bu da bize o dönemdeki Konya'daki (ve belki de çevresinde) insan guruplarının çeşitliliği hakkında önemli bir kaynak niteliğindedir. Mevlana da eserinin VI. cildindeki; " Hintli, Kıpçak, Rum ülkesinin halkı ve Habeş; hepsi de mezarlarında hoş bir halde aynı renktedir" 10 beyitinde millet ismi vermeden Anadolu insanını 'Rum halkı' olarak anmakta- dır. 10 Mevlana, Mesnevf, çev. Veled İzbudak, I-VI c., MEB. yay., 3. Baskı, İstanbul, 1995, VI/4709; ayrıca bkz. Aym eser, l/3466 vd. 179 Tespit edebildiğimiz kadarıyla bu milletler ve eserde yer alan özellikleri birkaç cümleyle şu şekildedir: 1- Türk: 'Güzel ve beyaz yüzlü' olarak nitelendirilir; zenci ve Hintlinin 12 zıddı olarak gösterilir 11. Türk'ün narası karşısında aslanların bile titrediği , 13 savaşmanın Türklere ait bir özellik olduğu vurgulanır . Bazen at üstünde malıa­ retler sergilediği, hendeklerden atladığı ve adeta gökyüzüne çıkacak gibi at sür14 düğü tavsif edilir . Bazen de Hak kapısından ayrılmayan Türk'ün yaşadığı müddetçe ülkesiz, vatansız kalmayacağı dile getirilir 15 . Yine Bulgar Türkü, Katu Türkü 16 , Oğuz Türkü 17 , çadırlarda kalan cömert Hıta Türkü 18 , Kıpçak Türkü19 Mesnevi'de geçen Türk boylandır. 2- Rum: Mesnevl'de 'Rum halkı' olarak çeşitli toplumlar kastedilmekte ve Anadolu'daki insan guruplan vurgulanmaktadır20 . Bazı beyitlerde ise sadece 'Rum' olarak geçmekte ve Anadolu'nun İslam öncesi yerli Hıristiyan halkı 21 işaret edilmektedir . Bu tür beyitlerde Arap, Acem, Türk, Kürt ve Rum kelimeleri yan yana kullanılmakta ve ırklar vurgulanmaktadır 22 . Ayrıca bir yerde de Türk, Kürt, Rum ve Arap tellallanndan bahsederek, bu insanların kendi dillerinde tellallık ettiğinden söz eder 23 . Yine II. cilddeki meşhur 'üzüm satın alma' hikayesinde Acem, Arap, Türk ve Rum dört arkadaş zikredilmekte ve üzüm kelimesi her milletin kendi diliyle nakledilmektedir24 . 3- Acem, Arap, Hintli, Kürt: Belirgin bir özelliklerinden bahsedilmeyen bu milletler de yer yer Mesnevi" de geçen topluluklardır 25 . Aym eser, III/3440, I/2370, 3466, I/3521 vd.; krş. VI/1870; Mevlana' nın Türk ve Hi nd kelimelerini kullanış şekli ve bu kelimelerin özellikleri için ayrıca bkz. Resuhi Baykara, "Mevlana' nın Türklüğü Meselesi", Tarilı-Coğrafya Dünyası Mevlana Özel Sayıst-15 Aralık 1959, s.433-434 12 Aym eser, V/2960 13 Avm eser, V/3779 14 A~m eser, III/3613-14 15 A)'l!ı eser, II/456 16 Aym eser, III/1414 17 Avm eser, 11/3046, IV/350 1 ~ iym eser, IV/1476, V/2954-55 (Eserde Türk olarak da geçmektedir. Bkz. Aym eser, VI/I 671 vd.; krş. V lll 705) 19 Aym eser, VI/4709 20 Aynı eser, VI/1870 21 Bu insanlar genellikle Konya'daki beden gücüne dayalı ağır işlerde çalıştırılıyor; Hıristiyan kadınları da zenginlerin evlerinde hizmetçi olarak görev yapıyorlardı. (bkz. T. Baykara, a.g.e., s. 122 vd.) 22 Mevlana, Mesnevf, I/665, 2250 23 Aynı eser, 11/663, 664 24 AV/ll eser, ll/368 I vd. 25 Mesela bkz. Aym eser, l/2108 vd., 2894, HI/3162; ll. Ciltte oduııculuk yapan bir Kürt nakledilir. (bkz. s. 50 vd.) 11 180 4- Moğollar: Mesnev!'de ancak birkaç beyitte geçen bu topluluğun da 'hilekar' özelliğine dikkat çekilir26 . Ayrıca bir beyİtte Moğol askerlerinin hastalanan yakınlan ölmesin diye havaya ok fırlattıkları belirtilir27 . Mevlana eserinde bu ırklardan bahsederken 28 zaman zaman dini inançlan da zikrederek çokça kullandığı Müslüman ve Mü' min kelimelerinin yanında nadiren de Mecusi, Yahudi 29 , Hıristiyan (papaz) 30 kelimelerine yer verir. Bazen de Yahudi, Müslüman ve Hıristiyan'ı yol arkadaşı yaparak hikayesine malzeme edinir31 . B- MESLEKLER32 Konya başkent olması nedeniyle birçok meslek gurubunu banndıran 3 :\ çeşitli bölgelerden buraya gelenlerin işyeri açıp sanatlarını icra ettikleri bir kent haline gelmişti. Mevlana da Mesnevi' sini oluştururken çeşitli vesilelerle bu meslek sahiplerine değinir34 ; yeri geldikçe demirciden, sarraftan, kasaptan, debbağdan (derici), kunduracıdan, terziden, hamaldan, değirmenciden, çıkıkçı­ dan bahseder. Bazen de ayrıntıya girerek bu esnafların ne tür iş elbisesi giydiklerini bile dile getirir35 • Ayrıca köylülerin ürettiklerini getirip sattıklan 'köylü pazan'ndan 36 bize haberler verir. Esnafların sabahları nzk elde etmek için koşa 37 38 koşa dükkana gittikleri , kar ümidiyle çarşı-pazara ümit bağladıklan , bu nedenle de kendisi için çalışıyor gibi görünen bu insanların dünyanın bir düzene girmesini sağladıklan 39 Mesnevi' de vurgulanan temalardan dır. Mevlana birçok konuda olduğu gibi burada da sufiyane bir mesaj verir ve şöyle der: "Ey iki gözünü de dükkCma dikip ümidini oraya ne gel, camiye git de rızkını Allalı 'tan iste! " 40 bağlamış adam; kendi- 2 " 27 Av111 eser, III/857, 863 A.vm eser, Yl/374 ıR Mevliina Çinli, Yemenli ve Habeş gibi bazı milletleri de nadir olarak zikreder. (bkz. Avm eser. 1, s. 277, I/3466, III/3181, VI/4709) ıY A )'lll eser, III/] 258 311 A)mt eser, V/3257 3 ı Avm eser, Yl/2377 vd. 32 Bu meslek guruplarından sadece zanaat erbabı kastedilmemiş, geçimlerini yaptıkları işten sağlayanlar dikkate alınmıştır. 33 Baykara, Tuncer, a.g.e., s. 44-46 34 Mevlana'nın eserinde çeşitli meslek gurubundan insanlara sık sık değinmesi müritlerinin çokça bu kesimden olmasının yanı sıra babasından gelen bir gelenek de olabilir. Çünkü, Bahaeddin Yeled Konya'ya yeni geldiği zaman ilk iki müridi kasap ve ekmekçi iki genç olmuştu. (bkz. Et1aki, a.g.e. 1, 26) 35 Mesela demircilerin çalışırken yırtık-pırtık bir elbise giydiğini söyler. (bkz. a.g.e., Vll 060) 3 " Mevlana, Mesnevi, Yl/4283 37 Arnr eser, 111/3094, 1465 3 x A ~'lll eser, lll/4 105 3 Y iw11 eser, Vl/2199-2201 411 irrır eser, 111/4534 18 ı Mesnevi dikkatle incelenir, öğretici yönleri ve kime hitap ettiği iyi tahlil edilirse Mevlana'nın her seviyeden insan için bir takım öğütlerde bulunduğu ortaya çıkar. Bu bölümle ilgili olarak da sanat öğrenecek kişiye hitapla şu tavsiyelerde bulunur: "Bilgi sözle, sanat işle öğrenilir. " "Ey akıl sahibi, sanata 42 temiz bir kişiden öğren!" Mevlana, sanat adaylarına şu öğütlerde çalış; öğrendikten; 41 fakat o yada sanatı ehlinden, kerem sahibi ve öğrendiğini sandıktan sonra ise esnaf bulunur: "Ticarette olgunlaşmadıysan yalnız başına dükklin açma; male erinceye dek birinin hükmü altına gir! "43 "Ustana danışmadan açtığın o dükklin bil ki, kokmuş yoğrıılup ke- bir diikklin- dır... "44 Mevlana bir başka beytinde de usta hangi yönüyle tanınmış meşhur muşsa onun yetiştirdiği çırağın da aynı yönde tanınacağım belirterek çırak 45 olusta- silsilesinin önemini vurgular. Mesnevi'de Adi Geçen Meslek Dallan ve Özellikleri: (Alfabetik Sırayla) 1- Attar: Şeker kamışından şeker yapıp taş dirhemle tartarak satar; helva da bulundurur46 . Helva da genelde çocukların çok sevdiği bir yiyecektir47 . ve Tamirdsi: Tahta kalıplar aracılığıyla güzel derilerden ayakkabı yapar , geçiminden artan parayla sermayesini ilerletir49 . Ayakkabıcılık sabır gerektiren bir meslektir50 . Tamirciler ise ayakkabı imal etmez, sadece tamirat işiyle uğraşır51 • 2- Ayakkabıcı 48 Aynı eser, V/1062 Aynı eser, V/1056 43 Aynı eser, II/3455 44 Aym eser,VI/2365 45 Aym eser, I/2829 46 Aym eser, IV/625 vd.; krş. IV/369 47 Aynı eser, III/3637 48 Avnı eser, VI/1526 49 • Aym eser, V11487 50 Avm eser, IV/3351 51 ivm eser, IV/3352 41 42 182 3- Bahçıvan: Bahçenin52 güzelleşmesi ve daha iyi meyve alınabilmesi için bahçedeki yaban otlarını temizler, fazla dallan budar . Özellikle meyve veren ağaçlarla ilgilenir, gözleri gibi korur54 . Elma55 vs. yetiştirir. 53 4- Bakkal: Tespit edebildiğimiz kadarıyla Mesnevi' de bir kere geçen ve çok sevdiği papağanıyla Mevlana'nın hikayesine konu olan bakkal; burada gülyağı satan ve zaman zaman papağamnı bekçi olarak dükkanına bırakan bir 56 kişidir . 5- Bekçi: Geceleri dolaşıp elindeki sopayla insanları korur; ama ülkede adalet yoksa onların koruması işe yaramaz. Çünkü halkın gerçek koruyucusu adalettir57 . Bekçi ayrıca sokaklarda başı boş gezen divane insanlan evlerine gönderir58 ; uyuyanların emniyetini sağlar59 . Padişahın nezdinde özel bekçilik yapanlar da vardır60 . 6- Berber: Mesnevi' de herhangi bir özelliği belirtilmez; saç ve saka! tıraş ederek mesleklerini İcra ederler61 . dükkaniarında 62 7- Büyücü: Genelde Babil' de öğrenilir . Temelinde gaflet ve kafidik 63 yatar . Bazen Pazar yerlerinde halkın arasında İcra edilir, insanlar kandınlır64 ; bazen de bir sofranın başında pirinçle dolu sahan akreplerle dolu olarak gösterilir65. Yine sihir vasıtasıyla çirkinler güzel, güzeiler çirkin gösterilir66 ; eşierin arasını açmak isteyen bazı düşmanları da bu yöntemle kan-kocayı birbirlerine çirkin göstererek aymrlar67 . 8- Çamaşırcı-Kumaşçı: Çamaşırcı hazır dikilmiş elbiseler satar68 . Ku- maşçı ise demirden yapılmış metreyle (arşın) ipek vb. kumaşları ölçerek satar69 ; T. Baykara önemli bahçelerin büyük bir bölümünün Selçuklu sultaniarına ait olduğunu söyler ve kayısı ve diğer meyvelerle birlikte, gül başta olmak üzere her türlü çiçeğin de yetiştirildiğini belirtir. (bkz. a.g.e., s. 55) 53 MevH\na, Mesnevi. I/3869 54 Aym eser, II/1563-1566, IV/522, 523 55 A Vlll eser, IV /1870 50 A ~'lll eser, lls.20 vd. 57 ivm eser, IV /730 sx A)lllı eser, Il/3426 59 Aynı eser, H/3522 fiO Aynı eser, VI/584 61 Aym eser, III/1376 vd. 62 Avm eser, VI/41 1 63 A),m eser, IV /2363 64 Awıı eser, V/1037-39 65 A)nı eser, III/446 vd. 66 Aynı eser, V/4071 67 Aym eser, VI/998 6 R Aynı eser, ll/3523 69 Aym eser, VI/1527 52 183 bunu yaparken de malını övmekten geri durmaz 70 . Kumaşçı dülekanma gelen bazı müşteriler ise sadece vakit geçirmek için buraya gelir, o kumaş-bu kumaş bakar duıur; epey bir oyalandıktan sonra da hiçbir şey satın almadan çıkar gider71. Mevlana burada dükkan sahibine tavsiyelerde bulunarak böyle müşterilere de iyi davranılması gerektiğini, bu usulün dinimizde de olduğunu vurgular72 . 9- Çamaşır Yıkayıcısı: Belli bir mahallede çamaşır-bez yıkarlar 73 , biri 75 yıkarken diğeri durular74 ; sonra güneşe asıp kuıuturlar . 10- Çiftçi: Genellikle buğday eker76 , hasat vakti gelince de rüzgarın 77 yardımıyla harman yerinde savurarak buğdayı samandan ayırır . 11- Çoban: Sürünün etrafında dönüp dolaşarak hayvanlan korur, gözcülük eder78 . Zaman zaman sürüden uzaklaşsa bile sorumluluğunu bilir ve otluyorlar mı, bir tehlikeye mi düştüler hemen anlar 79 . Bazen de hayvanıara kızıp bağırsa bile bu bağınşı onları korumak içindir; çünkü sahiplendiği bu hayvanlan çok sevmektedir80 . Mevlana'ya göre; sahiplenme açısından Peygamber (S.A.V .) de sürü misali halka çobandır, onları sürer duı·ur 81 . Ayrıca Mesnevi' de bir çoban ile Musa (A.) hikayesine de yer verilir82 . 12- Dadı: Genellikle bebeklerin emzirilmesi ve yetişmesi için belli bir süreliğine tutulur 83 , fakat çocukların asıl ihtiyacı 'ana'dır 84 ; çünkü çocuğun dadıdan beklentisi sadece 'süt'tür85 • Anne ve dadı çocuğu emzirme isteğiyle onun uyumasına dahi sabredemezler86 ; tabi ki, çocuk da fayda gördüğü dadısıyla kavga etmemelidir87 . 13- Debbağ (Derici): Keskin ve acı ilaçlar kullanarak ham deriyi işler, kokusunu giderir ve rutubetten bozulmasını engeller88 . Debbağlar mesleklerini 70 A wu eser, IV1 2086 A~'lll eser, VI/832-837 72 A~·nı eser, VI/843 73 A)'lll eser, I/3880 74 A vm eser, I/3082-84 75 A ~'lll eser. Il/800 70 A)m eser, I/177 1 77 Aym eser, IV/143. 144, 147 n Avm eser. II/1814, IV/228 7 ~ iwıı eser, VI/4395 vd. ıo iwu eser, II!/4147 vd. HI A~'lll eser, UJ/4146 W' • - Aym eser, ll/s.l32 vd.; ayrıca bkz. V/3320 vd. H) A \'lll eser, Ill/46 H4 • Aym eser, V/698 xs · Aym eser, 11114593; ayrıca bkz. A.wıı eser, V/1288 'A )'lll eser, 11/1952 X7 . A wıı eser, l/597 HH • Aynt eser, IV/102-105 71 ~ 184 yaparken . . iş zengın ınsan ı elbiseleri oldukça kirlenir, kötü görünürler; fakat gerçekte onlar ar dır 89 . Konya' da genellikle su ile çalışan değirmenler var91 dır90. Değirmenlerde buğday gibi tahıllar öğütülür . Dökkanlarda ekmek yapıla­ rak satıhr92 . Bazı değirmenlerde de beygir kuvvetiyle susamdan yağ çıkarılır; 93 kuyudan su çıkarmak için de bu yöntem kullanılır . 14- Değirmenci: 15- Demirci: Ocak vasıtasıyla demiri kızdırır ve çekiç aracılığıyla ona 94 . Mevlana bu konuda da insanlara öğüt vermeyi ihmal etmeyerek teşbih yoluyla tok bedeni ıslah etmeyi, soğuk demiri dövmeye benzetir ve bunun da fayda vermeyeceğini söyler95 . şekiller verir 16- Dilenci: Yol üstlerinde durarak kendilerini kör, sakat veya hastalıklı gibi gösterirler ve bu şekilde halkın acımalarına sebep olarak onlardan para isterler96 . Bazılan da Allah'ın adını anarak insanlardan yardım isterler. Bu tür dilenciler de saman karşılığında Mushaf taşıyan eşeğe benzerler97 . Bazı dilenci98 ler de kapı kapı dolaşarak ekmek, nane, kepek vb. yiyecekler isterler . 17- Doktor: Mesnevi' de en çok geçen mesleklerdendir. İdrar, nabız ve kana bakarak hastalığı teşhis ederler99 ; çünkü sebep bilinmedikçe tedavi güçle101 şir100. Her hastahğın mutlaka bir tedavisi vardır ; ama kaza ve kader önünde doktor aptallaşır, ilaçlar da tesir etme konusunda yolunu kaybeder 102 . Bütün bunlarla birlikte hasta olmazsa tıp 'sanatının' güzelliği görünmez 103 . Perhiz ve açlık da ilaçların padişahıdır, çünkü bütün hastalıklar perhizle iyileşir; aç iken ilaç daha iyi tesir eder 104 • Mevlana'ya göre; Allah, insana topalhk, yassı burunluluk, körlük gibi çaresiz illetler vermiştir; ama ağız, yüz çarpıklığı yahut baş ağrısı gibi bazı illet- A \'lll eser, Vll 059 iynı eser, V/2900, Vl/913; i. Hakkı Konyalı Selçuklular zamanında Konya'da yel değirmeni­ nin bulunmadığını su açısından hayli zengin olan kentin birçok su değirmenine sahip olduğunu belirtir.(bkz. Kon)'a Tarihi, Ankara, 1997, s. 984) 91 Mevlil.na, Mesnev.i, VI/4432-33 92 A \'111 eser, IV /345 93 A ~'lll eser, Vl/2 195-96 94 A~'lll eser, V/138, H/830 95 ivm eser, IV /3623 90 iwu eser. II/3281-82 97 iwu eser, 11/498, 500 9 x i)'/11 eser, Vl/1250, 1255; Dilenci ile ilgili bir hikaye için bkz. A \'lll eser, V 1 s. 224 vd. 99 A )'lll eser, IV /1795, 96, 98, 99 . 100 Avnı eser, IV/272 101 iwır eser, V/1704 1112 A )•nı eser, V/1707 1113 A \'lll eser, 1/3208 ıo.ı iw11 eser, 1/2910-1 1, II/948, V /2832-33 xy 90 185 ler de vermiştir ki, bunların çaresi vardır. Allah ilaçları insanlara iyilik verrnek için yaratmıştır. Hastalıkların tedavisine bakmak saçma değil, gerekli olan bir şeydir. Hastalıkların çoğunun tedavisi vardır; fakat üstüne düşrnek araştırmalar yapmak gerekir 105 . Mevlana, bu dünyalık hastalıkları nasıl hekimler tedavi ediyorsa Ahirete ait hastalıkların tedavisini de Hz. Peygamber (S.A.V.)in üstlendiğini söyleyerek iki şeyin birbirinin zıddı olduğunu belirtir. Çünkü bu dünyalık 106 bedenin sıhhate; Ahirete hazırlanacak bedenin ise eziyete ihtiyacı vardır . Yine beden doktorlarıyla, 'mana ehli' gönül doktorlarını kıyaslayan Mevlana eserinde şu beyitlere yer verir: "Biz başkasıyız, insanın hastalığını nabzma bakarak anlayan hekimler başka. Biz, gönle aracısız bakarız; bizim görüşiimiiz anlayış bakımından pek yücedir. O kişiler, insanı gıdalarla, meyvelerle doyııran, kuvvetlendiren tabiplerdir. Hayvani can, onların tedavisiyle kuvvet bulur, yaşar. Biz ise, iş ve söz doktorlarıyız; bize ululuk nurunun ışığı ilham vermektedir. O doktorlar, hastanın idrarına bakar hastalığını öyle anlar. Bizim delilimiz ise Allah' m va/ıyi, ilhanudır; hastalığı bununla anlarız. O daktarla miineccinı, sana verdikleri haberi zanla, şüpheyle (tahmin üzerine) veriyor. Halbuki biz açıkça görüyor ve söylüyoruz. Kimseden ücret istemiyoruz; ücretimiz noksanlardan münezzeh olan Allah 'tan gelir. " 107 18- Dokumacı: Herhangi bir özelliğinden bahsedilmez; bir yerde mesieğine önem verme bakımından "çulhacılığı kabe edinmiştir" deyimiyle tarif edilir 108 . 19- Ebe: Doğum sancısı tutan gebelerin bebeklerini dünyaya getirmesi için yardımcı olur. Eğer 'sancı' yoksa çocuğun dağınasına imkan olmadığını belirtmesiyle de 'kurtuluş'un eziyet çekmede olduğunu ima ederek rerniz yollu nasihatler de verir 109 • Yine doğum ağrısı gebeye derttir; ama çocuk için 'zindandan kurtulma' dır. İşte bu sebepten gebe çektiği acıdan ağlar, sızlar; çocuk ise kurtuluş vakti geldi, diye güler 1 10 • Doğum sancısı insanların düştüğü sıkıntılı anlara da benzetilir 111 . 1115 111 " 1117 A vnı eser, 111/2913-2916 ivnı eser, I/303 vd. Aym eser, Awu eser, 1119 A~·nı eser, 1111 A eser, 111 A)ını eser, IOX ;,lll 186 III/2701-2704, 2707, 2708, 2966 VI/584 II/2518 vd. III/3560-61 IH/897 20- Ekmekçi: Değirmenden aldığı unları ekmek yapar • Bu işi yaparken de bazen yumuşak bir hamur kullanır, bazen de sert. Bu hamurlan 'şak şak' diye elinde oynar, tahtanın üzerinde iyice şekillendirir, tuzunu ekler ve tandırda veya fırında pişirir 113 • Bu pişirilen ekmek de insanların sabredemeyeceği bir 114 115 besindir ve sofraları bezer, güzelleştirir . 112 21- Hacamatçı: Yara olan yeri deşmek veya kan almak gereken du116 rumlarda çağnhr. Hekimler bu işi yapmaz • Eğer bu yaralar deşilip temizlenmez de üzerine merhem konarak tedavi edilmeye kalkıhrsa hastalık ilerler 117 • Bazen çocuklar da hacamatçıya ihtiyaç duyar. Anne-babası çocuklannın acı çekeceğini bilerek hacamatçıya para verir ve adeta çocuklarının 'eziyet'ini isterler; ama bu eziyet onların kurtuluşu içindir. Bunu bilmeyen çocuklar 118 ise hacamatçmm neşterinden korkar ve titrer dururlar • Kan aldırmanın sünnet olduğu, hücrelerinin yenilenmesi bakımından sağlığa iyi geldiği de kültürü119 müzde yaygın bir gelenektir • 22- Hamal: Yük alabilmek için birbirleriyle kıyasıya yanşırlar; "Sen taşıyamazsın, ben daha iyi taşının" diyerek düşük bir para karşılığında ağır 120 yük! ere talip olurlar. 23- Hamamcı: Güneşte kurutulmuş tezeklerle ısıttığı harnarnda insantemizlenmesine katkıda bulunur; ama külhandaki işi dolayısıyla kendisinin yüzü ve elbisesi lcirlenir. Mevlana yukandaki örneği kullanarak; para biriktiren zenginleri bu külhana tezek taşıyan hamamcıya, takva sahiplerini de bu tezeklerle ısıtılan harnarnda yıkamp temizlenen ve an-duru hale gelen saf insanlara 121 benzetir . Ayrıca Mesnevi''nin V. Cildinde harnarnda çalışan Nasuh adlı bir 122 teliağın hikayesine de yer verilir . ların 24ederler 123 Hasırcı: Kamışlan yere sererek aralarını örmek suretiyle hasır imal . 25- Hattat: Özene bezene güzel yazılar yazar. Amacı sadece yazısının 124 güzelliğini sergilemek değil onun okunmasım da sağlamaktır • Avnı eser, IV/345 ivnı eser, VI/3947 114 A)nl eser, 1/3878 vd.; ayrıca bkz. VI/2901 115 Aym eser, IV /2353; Ekin ve ekmek kültürü ve MevH\na'nın bu konudaki fikirleri için ayrıca bkz. Müjgan Cuınbur, "Mevlana' nın Şiirlerinde: Ekinden Ekıneğe", 2. Millf Mevlana Kongresi {Tebliğler), Selçuk Üni. yay., 3-5 Mayıs 1986, Konya, s.261-271 116 Awıı eser, V/2001 vd. 117 A ~'111 eser, Vl/2605-06 ı ıR A~'11l eser, 1/244,309, II/1832 vd. 119 Akşit, Cevat, "İslam Açısından Örflerimiz ve Hz. Mevlana", Mevlana Gii/destesi-4, Konya Büyükşehir Belediyesi yay., Konya, 1994, s.l Ol 1211 A )'lll eser, II/1834-35, III/3755-57 121 A~nı eser, IV/s. 20-21 122 iwıı eser, bkz. V/s. 183 vd. 123 A)'11ı eser, VI/522 112 113 187 26- Hırsız: Gündüzü sevmez, geceyi ister. İnsanlar uyuduktan sonra i125 şın ı icraya koyulur ; alışkanlık haline getirdiği bu mesleğini genellikle gece 126 yarısı evlere girerek icra eder . Bazen de elbise 127 veya dükkandan turp dahi 128 çalar • Her suçun bir cezası vardır; hırsızlığın cezası da dar ağacı bile olabi. 129 1ır . 27- Kadı: Allah'ın vekilidir; O'nun ilahi adaletinin gölgesidir. Allah için mazlumların haklarını almak amacıyla ceza verir; kişisel çıkarı için değil. Hatta sapa cezası verdiği birisi bu cezasını çekerken ölürse Kadı'nın herhangi 130 bir suçu olamaz; çünkü o, Allah için hüküm vermiştir . Ama bazı kadılar da vardır ki, bilgili ve iyi insanlar oldukları halde 'boğazları' yüzünden rüşvet yerler ve kendilerini rezil ederler 13 ı. 28- Kalpazan ve Sahte Para: Demirden yapmış oldukları, sahte para132 lann üzerine gümüş sürüp, padişahın adını naleşederek insanları kandırırlar . Bazen de bakın çeşitli işlemlere tabi tutarak (kimya-iksir) altın para haline getirirler. Bu sahte para her ne kadar parlak olsa da ateşe tutulunca karanr ve ger133 çeğinden o şekilde ayırt edilir . Bazen de bunun tersi yapılır. Gerçek altın parayı, yağmadan kurtarmak için üzerini karartırlar 134 • Sahte parayla gerçeğini ayırt edebilmek için ayrıca mihenk denilen bir taş (?) kullanılır 135 . Mevlana Mesnevi' sinde kullandığı birçok araç-gereç gibi sahte parayla gerçek parayı da sık sık kullanılır ve yine sufiyane bir anlatımla para gerçek olsa dahi bu dünya136 nın işini gördüğü için 'sahte'dir, geçicidir . 29- Kasap: Kuzu, koyun gibi küçükbaş hayvanları keserek derisinin içine hava üfürmek suretiyle yüzer ve etini satar 137 . Bazen de sığır keser 138 . Toplu olarak bir merkezdei 39 mesleklerini yapan kasapiann pazarında, bazen 124 Aym eser. IV/2886 125 A )'lll eser, 11/2088 eser, III/2779 vd. 127 eser, 111/2632-33 12 H A)'lll eser, V/3060 129 A \'lll eser, Vl/420, 423 130 eser, Vl/151 I, 1513-14 131 iwll eser, lll/1 697 132 A~'lll eser, I/2 149 133 iwıı eser, I/2462, VI/977, 978, 3848 134 Avnı eser, VI/2921 135 iwll eser. lll 745 13 " A;'lll eser, V/1510, 1513 137 eser, IV/3606, Vl/4676, Vl/3052, I!I/468 I, VI/I 55 I -52 11x · Avm eser,IV/1327 139 T. Baykara. Et1akl Dedenin eserinden naklen; kasapiarın Konya'nın kuzey-doğusunda yerleş­ tiklerini, debbağların da bunlara yakın bir bölgede mesleklerini icra ettiklerini söyler. Yine koyun pazarının da Mevlana Müzesi civarında olduğunu kaydeder. (bkz. T. Baykara , a.g.e., s. 48) 12 " iwll ivm ivm ivm 188 Etleri satırla doğrayıp 141 tartarak gelmesi için de kesmeden önce onları çokça kesilmiş yüz binlerce kelle bile olabilir 140 . satan kasaplar, beslerler 142 . hayvanların ağır 30- Ke:rpiççi: Bilindiği gibi Konya evleri son 40-50 yıla gelinceye kadar genelde kerpiçten yapılmadaydı. Mevlilna'nın döneminden günümüze kadar gelen bu gelenek, teknolojik gelişmelerle yerini betonarme dediğimiz binalara bırakmış ve o dönemden günümüze kadar gelen kerpiççilik mesleği de tarihe karışmıştır. Kerpiç, Mesnevi' de anlatıldığı gibi dört tahta kahbın belirli ölçülerde çakılması ve toprak ve suyun karışımından elde edilen çamurun içine dökülmesiyle imal edilir 143 ve güneşte kuruttılduktan sonra tuğla- briket gibi inşa­ atta kullanılır. Mevlana'ya göre; kerpiç kul yapımı olduğu için daima taştan çünkü kerpiç, kerpiççi tarafından imal edilmiş; taşı ise Allah yapmıştır. Bundan dolayı taş daha sert ve daha katıdır 144 • 31- Kı:rıkçı: Ayakları kırılanları tedavi ederler 145 . 32- Kuyumcu: Aletleri vasıtasıyla çeşitli altın mamuller üretir 146 , dük147 148 kaniarında teraziyle tartarak satarlar ; hünerli insanlardır . Genelde tutulanı 149 san altın dır. 33- Ma:rangoz: Odunları budaklardan ayıkladıktan sonra yontarak tahta haline getirirler 150 . Daha sonra da bu tahtaları birleştirerek kapı gibi eşyalar yaparlar 151 . 34- Meza:r Kazıcısı: .ıçın . bayagı - b'ırsanattır·-. ı~ Düşünce kullanılmadan yapılan bir meslek olduğu 35- Mimar: Boş bir arsaya veya yıkılmış bir binanın yerine ev yapar 153 . Evi kurmadan önce kafasında tasarlaı·, planını yapar sonra da uygulamasına 1411 Avm eser, V/3713-14 ı-ıı iwu eser, Vl/4172 142 A)'lll eser, IH/3743 143 Aym eser, Vi/2249, III/4143-44; ayrıca bkz. II/Önsöz 144 A \'lll eser, 111/4143-44 145 iw11 eser, I/3207, ayrıca bkz. I/3881 ı-ır, A \'lll eser. 1113303 147 iwıı eser, 111/1624 14X . A vm eser, lll 686 14 ~ A~'fll eser, IV/2055 1511 A)'fll eser, 1/3206 151 Aym eser, Vl/1371, 3337, IV/2351 152 Avm eser, IV/1301 153 iwu eser, V lll 370, IV /2350 189 geçer 154 . Bundan dolayıdır ki, onun yaptığı binalar adeta insan uzuvlan gibi . b'ın.ne den k ve uygun dur 155 · ·. bır 36- Münecdm: Yıl hesabı yaparak gelecekte olabilecek şeyleri tahmin 37- Oduncu: Odun toplayıp devesine yükler ve şehre getirip satar 157 . 38- Öğretmen: Okulda ücreti karşılığında çocuklara ders verir 158 . Rastalansa veya kendini biraz rahatsız görse dahi çocuklan evine çağırarak dersini orada verir 159 . Öğretmenin başansı da öğrencinin istekli olmasıyla doğru orantı­ Jıdır160. Öğretmen bazen de okula gelmeyen veya dersi iyi anlamayan öğrenciye ceza verir 161 . Mevlana'ya göre; bu cezalandırma sonucunda çocuk ölse dahi öğretmenin diyeti gerekmez. O, çocuğu kendi hizmetinden geri durduğu için cezalandırmamış, öğrencinin eğitimi için bu cezayı vermiştir. Çünkü; öğretmen aynı zamanda Allah'ın vekilidir 162 . Fakat aynı işi baba yapsa diyet gerekir. Çünkü çocuğun babaya hizmeti farzdır. Baba çocuğunu kendine hizmette geri 163 durduğu için; yani 'kendisi' için cezalandırmıştır . Çocuklar okulun faydasım 164 anlamadıklan için istemeye istemeye giderler . Fakat baba çocuğunun okuyup yetişmesi için bazen kuş alma vadiyle; bazen de cebine üzüm, ceviz koyarak 165 onu okula gönderir . Çocuklar ders olarak küçük yaşta tarih kitabı da okurlar166. 39- Ölü Yıkayıcısı: Definden önce ölüleri yıkar 167 . 40- Ressam: Yalnız sanatlarını göstermek için değil karşılığında para 168 . Sadece tablolara değil bilhassa hakazanmak için mesleklerini icra ederler 169 mam duvarlarına da resim yaparlar . Çinliler Rum halkına oranla daha iyi 170 resim yaparlar . Ressamın sanatının hüneri, gördüğü resmi iyi-kötü nasılsa 154 • Aynı eser, V/1791-92, II/967, VJ/3741-42; Mimarların çoğu Türk ve Müslüman ülke insanlarından oluşmaktaydı. Hıristiyanlar ve yeni Müslüman olanları da vardı. (bkz. T. Baykara, a.g.e., s. 99) 155 Aynı eser, VI/3508 156 Mevlana, Mesnevi, VI/4851 157 A wu eser, II/657 vd. 15 R ivnı eser, I/2793 159 A)>tıt eser, Hl/s.123-130 160 A vm eser, VI/1656 161 ivnı eser, V/3006 vd. 162 Avm eser, Vl/1519 163 A~>nı eser, Vl/1518 vd. 164 A ~'lll eser, JII/4585 vd. 165 A~>nı eser, l/2792, IV/2578 166 A~'lll eser, 11113644 Ii\7 A:ını eser, V/4143 16 s Aynı eser, IV/2881 169 Aynı eser, 1/2766, 2270, IV/3000, VI/146 170 Aym eser, l/s.277 vd. 190 aynısını yapabilmesindedir 171 . Bazı insanlar da kendisi öldükten sonra çocuklarına ve dostlanna hatıra kalması için kendi resimlerini yaptırırlar 172 • 41- Saka: Su kabıyla susuzlara su dağıtır 173 . Eşekle su dağıtan - satan (?) sakalar da vardırı 74 . 42- Seyis: Ahırda, pisliklerin içinde hayvaniara bakar, tırnar eder; ge175 nellikle de diğer insanlar tarafından aşağılık olarak görülür . Ama insanların çoğunun, definenin yıkık yerlerde olduğundan haberleri olmadığı gibi bu tarzdaki insanlardaki cevherden de haberleri yoktur 176 . 43- Sıvacı: Su ve topraktan yoğurduğu çamuru samanla karıştımrak bir 177 balçık hazırlar ve evlerin duvarını ve damını sıvar • 44- Şekerd: Hem şeker imal eden; hem de satan kişidirı 78 . Attadar da kelle şekeri satarlar 179 . Şeker genelde gidilen yere hediye olarak da götürülürı 80 . 45- Terzi- Yamacı: Kumaşlan elbise (kaftan) diktirrnek isteyenlerin ölçülerine göre kesip-biçer ve dikerısı. İşin sonunda terzinin mahareti elbisenin güzelliğinden belli olurı 82 .Terziler sadece elbise dikmezler tamirat ve yama 183 184 işleri de yaparlar . Terzilik veyamacılık aynı zamanda bir san'attır . Kumaş­ 185 lar içinde de İstanbul atıası değerlidir . Mevlana'ya göre; asıl terzi olan felektir; o herkesin elbisesini; yani kefeni diker 186 . 46- Testici-Kaseci: Su doldurmak için testiler, yemek konmak için kaseler yaparlar 187 . Ayrıca testilere kar da konur 188 . Bunları satın almak için gelen müşteriler de onların çatlak olup olmadığım kontrol için ellerini vurarak seslerini dinlerler 189 . Kışın kardan da testiler yapılır; ama su konmak için kullamlmaz 190 . Awıt eser, III/1372-73, II/2537, 2539,2542 A ~·m eser, IV /2883 173 i\• m eser, VI/137 1, 3026, 3339 174 A~'lll eser, V/2361 vd. 175 A),m eser, VIII 135 vd., 176 A )'lll eser, Vlll 169 177 A),m eser, lll/478, II/1846; ayrıca bkz. IV/2249 mA )'lll eser, IV /369 179 eser ,IV /625 ıxo A ~'lll eser, 111494 ıxı A;,m eser, VI/124 1, 3338 ıx 2 A~'lll eser, 1/3205 ıx 3 Aym eser, III/4385; Yamacı için ayrıca bkz. III/4385; Yamacılık mesleğinin 'Mevli'inaca' yorumu için bkz. IV/s. 206, 2548-2560 arası beyitler. ıx 4 A )'lll eser, III/1766-67 ıxs eser, Vl/1685 ıxo A;'lll eser, VI/1714 17 x A~'lll eser, IV /2884-85 1 xx i)' m eser, I!I/2 100 ıxY A;'lll eser, Vl/4899 lYO A)ım eser, III/720 171 172 ivm ivm 191 Sonuç olarak şunları söylemek mümkündür; Mesnevl, sadece hikayeler yoluyla öğütler veren bir eser değil; kapsadı­ ğı bilgi ve örneklemeler açısından da döneminin sosyal, kültürel ve tarihi olaylarını yansıtan 'kaynak' bir eserdir 191 • Mesnevl'de verilen bu bilgileri, Mevlana'nın gözlem gücünü yansıtması ve bakış açısının değerlendirilmesi bakımın­ dan da işlernek ve eserinin malzeme zenginliğini de dikkate alarak her bilim dalı için kullanmak gerekir. IYI Mevlana'nın Mesnevl dışında Divanı, Fılıi ma Fıh ve Mektubat: kısmen de Mecalis-i Seb'a olmak üzere bütün eserleri bu açıdan değerlendirilebilecek kaynaklar arasındadır. Yine Sultan Veled'in İbtida-name'si, Sipehsalar ve Etlakl Dedenin menakıb kitapları Mesnevl'deki anılan konularla ilgili olarak önemli bilgiler içermektedir. Prof. Dr. Erdoğan Merçil de Selçuklular Dönemi Anadolu'sunun meslekleriyle ilgili olarak hazırladığı eserinde, tarih! kaynakların yanı sıra büyük ölçüde Mevlana'nın eserleri ve Etlakl Dede'nin menfıkıbından istifade etmiştir (Tiirkiye Selçuklulan 'nda Meslekler, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu TTK yay. Ankara, 2000). Ayrıca geçtiğimiz günlerde Hakk'a yürüyen tanınmış oryantalist Prof.Dr. Annemaric Schimmel (ölm. 28 Ocak 2003) de Mevlana'nın eserleri ve Sipehsali'ır'ın risi'ılesin­ den istifade ederek Konya kültür ve yaşamıyla ilgili öz bir makale kaleme almıştır ("Hazret-i Mevlana'ya Göre Konya'daki Hayat", Mevlana Giildestesi-1974, Konya Turizm Derneği yay., Ankara, 1974, s. 43-51). 192 GÜMÜŞ ŞEBEKE Dr. Erdoğan EROL* Sizlere önce, kısa olarak çizimler ve fotoğraflar eşliğinde anlatacağım, sonra da transkripsiyonunu ve Türkçe açıklamalarını beyit beyit vereceğim, üzerinde Kıt' a-i Kebire'nin de yer aldığı Gümüş Şebeke (Resim 1), literatürde Gümüş Kapı, Gümüş Eşik, Sim Paye, Gümüş Eşik ve Şebeke ve Gümüş Şebeke olarak geçmektedir. Biz bu tanımlardan Gümüş Şebeke'yi yazımıza başlık olarak seçti k. Zira, aşağıda detaylarını okuyacağınız yazımızın, Gümüş Eşik' le alakası yoktur. Gümüş Kapı denilince de, müzede Tilavet Odası ile Huzur-ı Pir bölümleri arasında yer alan, Sokullu Mehmet Paşa'nın oğlu Hasan Paşa tarafmdan hediye edilen Gümüş Kapı akla geldiğinden, kanşıklığa fırsat vermemek için biz bu bölümde yer alan eşik, kapı ve kafesten oluşan bütüne şebeke demeyi daha uygun bulduk. Şebekenin içinde aynı zamanda kapı görevini yapan bir bölüm de vardır. Ancak kapı yalnız değil, şebeke içerisinde yer alan bir bölümdür. Resim 1: Gümüş Şebeke'nin genel görünümü. Gümüş Şebeke üç panodan oluşmaktadır. Panolar birbirine üç adet baba ile bağlanmaktadır. Babalarm üst kısımları palmet şeklindedir (Resim 2). Panolar babalam iki taraflarından, üzerlerinde başları kabara şekilli sekizer adet san pirinçten çivileri olan, ikişer adet pirinç levhayla bağlanmışlardır. Yalnızca * MevHina Müzesi Müdürü 193 üçüncü pano -ki bu aynı zamanda kapıdır- bir tarafından palmet şekilli panoya, üzerinde yine kabara şekilli san pirinç çivileri bulunan, aynı zamanda kapının açılıp kapanmasım sağlayan üç adet menteşeyle bağlanmıştır. Kapının bir tarafında yine palmet şekilli mermer şebekenin babası vardır (Resim3). Çizim 1: Resim 2: Gümüş Şebeke'nin palmet 194 Gümüş Şebeke'nin şekilli babası. ölçekli çizimi. Resim 3: Mermer Şebeke'nin palmet şekilli babası. Kapının mermer şebekenin de benzer babası vardır. de bu mermer şebekenin babası olmalı­ dır. Eğer bu mermer şebeke daha önceden burada olmasaydı, buraya yani kapı­ nın karşısına da bir adet gümüş palmet şekilli baba yapılması gerekirdi. Zaten, Gümüş Şebeke'nin babalarının modeli ile mermer şebekenin babalarının modeli ve ölçüleri hemen hemen aynıdır. l.Panoda yüksekliği 70 cm, eni 50 cm, kalınlığı 3 cm olan ve etrafı 5 cm eninde gümüş dikmelerle çerçevelenmiş bir adet kafes modelli pano vardır. Panoların içinde yer alan kafes şekillerini oluşturan çubuklar gümüştendir. Çubuklar, lcm çapındaki gümüş çubukların dikine ortadan ikiye ayrılmasıyla elde edilmiştir. Bu çubukların kavisli kısımları dışa, düzgün kısımları ise birbirinin üzerine getirilerek, yine gümüş çivilerle perçinlenmiş ve kafes modeli oluştu­ hemen yanındaki Gümüş Şebeke'nin babalannın örneği rulmuştur. 2.panoda yine l.panodaki ölçülerde üç adet kafes modelli pano vardır. 3.panonun eni ve yüksekliği de aynıdır. Şebekede yer alan kapı da buradadır. Panonun yüksekliği 112 cm, eni 89 cm, kalınlığı ise 3 cm' dir. Panonun üst kısmında, eni 89 cm, yüksekliği 39,5 cm olan bir üçgen alınlık yer almaktadır. Bu panonun alt kısmı, yani kapısı, yine diğer kafes modelli panolarda olduğu gibidir. Bu bölüm 72,5 cm yüksekliğinde ve 89 cm eninde olup, iki kafes modelli panodan oluşmaktadır. Kapının üstünde yer alan üçgen alınlık ise önce, ll dikey sütuna bölünmüş, sonra birincisi bir adet, ikincisi iki adet, üçüncüsü beş adet, dördüncüsü yedi adet, beşincisi dokuz adet, altıncısı on adet, yedincisi on adet, sekizincisi dokuz adet, dokuzuncusu yedi adet, onuncusu beş adet, onbirincisi iki adet olmak üzere enine çizgilerle bölünmüştür. Kalın dikey ve ince yatay çizgilerle elde edilen 7x2,5 cm'lik dikdörtgen şekilli bölümlerin her birine Kıt'a-i Kebire'nin bir beyti Rik'a hattıyla yazılmıştır (Resim 4). 195 Resim 4: Kapının üstünde yer alan üçgen alınlık ve Kıt'a-i Keblre'ııin beyitleri. 6. ve 7. sütunların üzerinde kalan üçgen şeklindeki 17x3,5 cm' lik panoya "Kelime-i Şahadet" yazılmıştır. Üçgen panonun en üzerindeki 9 cm yüksekliğindeki palmet şekilli bölüme ise "Allah" yazılmıştır. Resim 5: Kapı üzerinde yer alan üçgen alınlığın arka yüzünde yer alan şemse ınotitleri. Üçgen şekilli bu panoda yer alan beyitlerin aralan yazıyı engellemeyecek şekilde yaprak ve çiçek motifleriyle bezenmiştir. Kapının üzerindeki üçgen panonun arka yüzüyle (Resim 5), şebekede yer alan üç babanın ve şebekenin 196 diğer panolannın çerçevelerinin ön ve arka yüzeylerinin tamamı içieri yaprak ve çiçek motifleriyle bezenmiş, küçüklü büyüklü şemse modellerine yer verilmiş­ tir. Knt'a·i Kebire'nin Allah La iUihe iliallah Muhammedür Rasülullah 1- Şah-ı CemşTd-haşem husrev-i horşTd- <alem Daver-i taht-ı akalim-i cihan-arayT 2- Tac-bahşende-i her şah-ı diyar-ı İslam Tae-hahende-i her memleket-i Tersayi :1- Rayet-efraz-ı meyadTn-i memalik-gTrT M eş' al-efrüz-ı sera-perde-i mülk-arayT 4- Asman-mertebe Sultan Muhammed Han kim Bende etti nice İskender ile Darayı 5- Ol ki bazü-yı cihan-gTrT ile kıldı esTr Padşahan-ı cihan-dar-ı <aUi-bahşayı 6- Niyyet etti ki kıla kafir-i bT dTne gaza İrgüre çarh-ı berTne alem-i balayı 7- Diledi kim ide küffar ile ceng ü peykar Tuta avaz-ı gaza bu felek-i minayı 8- Ele alup sala şemşTr-i gazayı ta kim Göstere kafir-i bT dTne yed-i beyzayi 9- Etti pes kahr-ı adü niyyetine gerdün-say Mehçe-i rayet-i mansür-ı cihan-arayı ( 10- Oldu beylerbeyiler dahi gazaya me'mür Diktiler her birisi rayet-i gerdün -sayı 11- Cümleden birisi ol sahib-i hulk u Malımüd Vüzera zümresinin asaf-ı sahib-rayı 197 12- Ol ki namı gibi Asaf-ı padşeh-i evsaf-ı şer1fi Malımüd memleket-i Darayı 13- MTr-i ıniranı idi Mar'aş'ın ol esnada Adl ile kendüye kul itmiş idi dünyayı 14- Sefere <azim olup etti gönülden tasmTm Ki ziyaret kıla bu türbet-i rüh-efzayı 15- Kuhl ide çeşm-i cihan-binine rağbetler ile Hak-i pay-i harem-i Hazret-i Mevlana'yi 16- Yüzünü sürdü gubar-ı der-i Mevlana'ya Eyledi geldi ziyaret bu mübarek cayı 17- Sıdk ile rüh-ı şerTfinden idüp istimdad Dedi ey cennet-i a'lada kılan me'vayı 18- Halkı teşne 19- Ahdım olsun ki eğer Hazret-i Şah-ı Cem-cah Feth idüp mülket küffan kırup a' da yı idüp ittüren aheng-i neva Salan afaka sema' ile sada-yı nayı 2Ö- Tahtına devlet ü ikbal ile mansür gelüp Lutf ile emrine mahküm kıla dünyayı 21-· Ben dahi dahil olursam vüzera zümresine Der-i devlette bulup mertebe-i (ulyayı 22- Harcedüp demar-ı mülküm bez! kılup Simden eyliyeyin bu kafes-i zTbayı makdürnın 23- Niyyetin muhkem idüp kıldı tevekkül Hakk'a Etti rehber kerem-i Halik-i bi-hemtayı 24- Nagehan Hazret-i Belkıys-i zaman Meryem-i <ahd Ki ana virdi Huda mertebe-i <ulyayı 25- Hazret-i Valide Sultan gül-i bağ-ı \smet Duydu çün niyyet-i Paşa-yi mübarek-cayı 198 26- Hayr-hah olduğunu bildi şeh-i devrana Güş idüp hayli pesend eyledi bu ma'nayı 27- Zirnınet-i birnınetine vacib ü lazım gördü Ki vezTr eyleye gayriler ile Paşa'yı 28- Hamdü lillah ki bulup cümle muradata vusül Etti sirnin kafes-i merkad-i Mevlana'yı 29- Barekailah zihi sim kafes kim göricek Etdi alüfte nice tutı-i şekker-hayı 30- Kafese koydu tutup murg-ı nevayı derler Seyredenler göricek bu Imfes-i ra'nayı 31- Bülbülan-ı çemen kuds olup meftünu İrgürürler göğe feryad ile vaveylayı 32- Didi tarihini Mani-i şikeste-hatır Sim kıldınkafes-i merkad-i Mevlana'yı ( Temmet bi avnillahi te'ala Sene sitte ve elf (1 006) Meşşakkahu ( el-fakir Mirza All . Arnele-i kalem-kar Ilyas Gümüş Şebeke'nin Üzerinde Yazılı Ohm Kıt'a-i Kebire'nin Türkçe Açık­ laması l2345- Yücelikte Cemşid mertebesinde ve bayrağı güneş olan padişah. Dünyanın iklimlerinin tahtını bezeyen padişah. Her müslüman diyarının şahına taç bağışlayan (Saltanat Veren), her hristiyan memleketinden vergi isteyen ve alan. Memleketleri zepdediş meydanlannda bayrağını pariatan ve saltanatı bezemek otağmın örtülerini aydınlatan . Yücelik mertebesi göge benzeyen Sultan Muhammed, nice İskender ile Dara'yı kul köle etmiştir. O öyle bir padişahtır ki, dünyayı zaptetmiş olan, lütuf ve ihsanlarda bulunan bütün padişahları, alemi zapteden kolu ile kendisine tutsak etmiştir. 199 6789- l 0- 11- 1213- Dinsiz kafirlerin üzerine sefer yapmaya karar verdi. Bu durumun (niyetini) yüce işaretini, yüce çarha ulaştırdı. Kafirlerle savaşa girmeyi ve savaş sesiyle bu mavi gögü doldurmayı diledi. Dinsiz kafire yedi Beyza'yı 1 göstermek için savaş kılıcını ele almayı diledi. Bunun üzerine dünyayı bezeyen ve daima Allah'ın yardımına nail olmuş bulunan üzerinde küçük ay şekli bulunan bayrağını, düşmanları bütün alemde yere serrnek ve kahr etmek için harekete geçirdi. Beylerbey leri' de savaşa emr aldılar. Her birisi göge yücelmiş bayraklarını diktil er. Onlardan birisi o Mahmud Imya (Öğülen ahlaka) sahip olan kişiydi ki, re' yi ve tedbiri vezirler bölüğünce kabul edilen ve Süleyman Peygamber'in Veziri olan Asaf mertebesine sahip olan kişiydi. O zatın adı gibi yüce vasıflarıcia Mahmud' dur. (övülmüştür, övülmektedir). O zat Dara memleketlerinin padişahının Asaf'ıdır.Z O sırada Maraş'ın Beylerbeyi idi. Adeletle bütün dünyayı kendisine kul etmişti. 14- Sefer çıkmayı adamakıllı kurdu. Gönlünden de cana can katan bu türbeyi ziyaret etmeye niyetlendi. 15- Gönülden isteklerle dünyayı gören güzüne, Hz. Mevlana'nın haremindeki (Gizli iç yerindeki) ayaklar altındaki toprağı sürme gibi çekmeyi diledi. 16- Yüzünü Mevlana'nın tozuna, toprağına sürdü ve gelip bu mübarek yeri ziyaret etti. 17- Doğrulukla mübarek ruhunda medet isteyerek dedi ki; Ey yeri en yüce cennette olan, orayı mekan edinen. 18- Ey halkı susamış bir hale getirerek seslendiren; bütün tan yerlerine ney seslerini salan, yücelten. 19- Ahdım olsun eğer Cem mevkiine, yüceliğine sahip olan Padişah kafirler diyannı feth edip düşmanlan kırarsa; 20- Allah'ın yardımına nail olup, tahtma dönerse ve dünyayı lütuflada gene emrine uydumr hükmüne tabi kılarsa; 21- Ben de vezirler zümresine girer, devlet kapısında yüce bir mertebeye erersem; 22- Varımı yogumu harcetip elimden geleni yaparak, bu güzelim kafesi gümüş­ ten yaptırayım. 23- Niyetini sağlamlaştırıp Allah'a dayandı. Eşi örneği olmayan yaratıcının keremini, kendisine yol gösteren kıldı. YEDİBEYZA: Musa Peygamber'in 2. Mucizesidir.Beyaz el. Işık verir pırıl pırıl olur. I. Mucizesi ise asadır. ? - ASAF: Süleyman Peygamber'in Veziri'nin adıdır. Padişahlar Süleyman Pyg. Benzetilince , Vezirleri de Asaf'a benzetilirdi. Asaf Kur'an-ı Kerim'inde bildiği gibi İsm-i Azam'dan bir kısmını bildiği için Belkıs'ı tahtı ile birlikte göz açıp kapayıncaya kadar Süleyman Pyg. yanına getirmiştir. 1 200 24- O sırada ansızın zamanın Belkıs'ı, devrin Meryem'i bulunan, Allah tarakendisine yüce bir mertebe verilmiş, Valide Sultan Hazretleri. O temizlik bahçesinin gülü, yeri yurdu mübarek olan paşanın niyetini duydu. Zamanın padişahmın haynm istemekte olduğunu bildi ve bu manayı duyup çok beğendi. Başkalarıyla beraber Paşayı da Vezaret rütbesine eriştirmeyi kendisinin himmetine vacip ve lazım gördü. Allah'a hamt olsun ki; oda bütün muratlarını elde edip, Mevlana'nın yattığı yere bir gümüş kafes yaptırdı. Allah mübarek etsin, nede güzel gümüş kafes ki; Şekerler yiyen nice Dudu kuşunu Per-perişan etti, avladı. Bu güzel kafesi seyredip görenler, sevap kuşunu tutup kafese koydu derler. fından 252627282930- 31- Kutluluk yeşilliğinin bülbülleri bu kafese meftun olup ötüşlerini, feryatlarını ta göge agdınrlar. 32- Gönlü, hatırı kırık Mani; tarihini şu suretle söyledi; Mevlana'nın yattığı yerin kafesinin gümüşten yaptın. Yüce Allah'ın Sene 1006. yardımıyla tamam oldu O'nu meşkeden (yazan) yoksul Mirza Ali Kalemkar (Kalem İşi Ustası) İlyas yaptı. Şimdi, şair lanları, daha :rahat Mani'nin yazdığı anlaşılması beyitlik Kıt'a-i Kebi:re'de yazıiçin birkaç ilaveyle ve kısalta:rak topa:rlaya- hm: 1. Didi tarihini Manı-i şikeste-hatı:r Sım kıldın kafes-i merkad-i Mevlana'yı Beytinden ve: ( Temmet bi avnillahi te' ala Sene sitte ve elf (1006) Gümüş Kafes'in tarih Kafes'in 1006 H.-1599 M. 2. kİtabesinden ve düşürülen tarih beytinden, Gümüş yılında yaptırıldığını anlıyoruz. Olayın geçtiği yıllarda Osmanlı Devleti'nin başında, Sultan III. Mehmet Padişahtır. Padişahın çıkacağı b ah se konu sefer ise, Avusturya' da baş gösteren karışıklıklara son vermek için Habsburglar' a yapılan seferdir. Padişahın da 201 bizzat katıldığı bu seferde Eğri Kalesi alınmış, bu nedenle Padişaha Eğri Fatihi ünvanı verilmiştir. Yine aynı seferde, Avusturya ve Transilvanya ordusuna karşı da Haçova Seferi kazanılmıştır. 3. Oldu beylerbeyHer dahi gazaya me'mü.r Diktiler her birisi rayet-i gerdün -sayı Beytinden, anlaşılacağı üzere, sefere Beylerbeyiler de görevlendirilmiştir. O halde, bu tarihlerde Maraş Beylerbeyi olan Mahmud Paşa, MevHina'ya dua etmek için, ya sefer başlamadan çok önce, veya en azından seferin 1596 yılmda başlamasından biraz önceki aylarda gelmiş olmalıdır. makdü.rum 4. Harcedüp demar-ı mülküm bezl Simden eyliyeyin bu kafes-i :ıibayı Beytinde, bu güzel kafesi gümüşten yaptırayım diyor. O halde, burada halen merkadin önünde yer alan gümüş kafesin yerinde, malzemesinin ne olduğunu bilmediğimiz, başka bir kafes olmalı idi. vacib ü lazım gördü Ki vezir eyleye gayriler ile Paşa'yı Beytİnden de anlaşılacağı üzere, Valide Sultan (Safiye Sultan) Mahmud Paşa'nın başkalarıyla birlikte vezir olabilmesi için, kendisinin himmetine ihtiyacı olduğunu anladı. Tarihi kaynaklar, Padişah llLMehmet'in annesinin etkisi altın­ da kaldığını bildirmektedirler. Yine de, Valide Sultan yetkili padişaha, yani oğluna konuyu iletmiş olmalıdır. 5. 6. Zirnınet-i birnınetine Mahmud Paşa'nın zaferle dönülen seferden sonra, vezirlik malcanuna mı, yoksa devlet kapısında yüce bir yere mi, vardığını tesbit edemedik. Ancak 28. beyitten : Hamdü Iiliab ki bulup cümle moradata vusül Etti sirnin kafes-i merkad-i Mevlana'yı Anlaşılıyor ki, Mahmud Paşa Mevlan~L'nın merkadinin önüne, gümüşten kafes yaptırdığına göre, Mevlana Türbesi'nde duasındaki istediklerine, yani yüce bir makama ulaşmış olmalıdır. 202 7. Gümüş Kafes'in üzerindeki otuz iki beyitlik Kıt' a-i Kebire şair Man!' tarafından yazılmış, Hattı 8. ve istifi, Mirza Ali tarafından yapılmış, nihayet, hattm gümüş üzerine geçirilmesini de Kalem-kar İlyas üstlenmiştir. Olayın geçtiği tarihte, yani 16.yy' da da Mevlana'nın türbesi, bir dilek ve adak yeridir. Mevlana'nın türbesi bir adak ve dilek merkezi olmaya başla­ dığı tarih olarak MevHina'nın türbesinin yapım tarihi olan 1274 tarihini belirtebiliriz. Hiç şüphesiz ki, Eflaki Ahmet Dede'nin Menakıbü'l Arifin adlı eserinde yazdığına göre; "mezarmm üzerine yapılmasım istediği türbe konusundaki vasiyeti "nin de büyük rolü olmuştur. Mevlana'nın vasiyeti şöyledir; " Bizim müridlerimiz türbemizi, uzak mesafelerden görülmesi için yüksek yapsınlar. Kim bizim türbemizi uzaktan görür, inamr ve veliliğimize güvenirse; yüce Allah onu rabmete kavuşanlar sırasma koyar. Özellikle tam bir aşkla, riyasız bir doğrulukla, mecazsız bir hakikat ve içinde şüphe olmayan bilgi ile gelip türbemizi ziyaret eder ve namaz kılarsa bu kimsenin her hacetini Cenab-ı Hak yerine getirir ve arzularına ulaştırır. Onun dine ve dünyaya ait istekleri hasıl olur" 4 Vasiyetteki bir hususa özellikle dikkati çekmek istiyorum. Mevlana, "dilekte bulunanların hacetini Cenab-ı Hak yerine getirir ve arzularına ulaştırır" diyor. ''İsteklerinizi ben yerine getiririm" demiyor. Mani-973 H. 1565 M. yılında, Konya'da kadı iken vefat eden, meşhur Çalık Ali Efendi'nin oğlu, Mehmet Efendi'dir. Man! malılasını kullanmıştır. Müderris idi, III. Mehmed zamanında ordu ile Hazergrad Seferi'ne 1007 H. 1595 M. yılında katılmış, ertesi yıl vefat etmiştir. (Bkz. M.Ferid UGUR "Mevlevilik Üzerine Bazı Notlar") Konya Mecmuası XXXIII/1834 4 Efiakl Ariflerin Menkıbeleri, Çev: Tahsin YAZI CI, c.l, Ankara-1973 s.77 3 203 HZ, XIII. yüzyılda Hz.MevHina'nm doğduğu Belh şehri, o devrin ilim ve irfan merkeziydi. Hz.MevHina'mn babası da orada devrinin en '"'"·""'ll'? "Bilginlerin Sultam (Sultanü'l ülema)" diye amlıyordu ve Hz.Mevlana o zamanlar çok yaşlarda idi. Bazılan Moğollann gelişi yüzünden, bazılan da Yunan felsefesine çok bağh olan alim müfessir Fahri Razi Hazretlerinin fikirlerini ve felsefi görüşlerini benimsemiş olan Harzemşah yüzünden Belh'ten göç ettiklerini söylüyorlar. Nişabur'u, Bağdat'ı ve Medine-i Münevvere' de Peygamberimiz (SAV)' in türbesini ziyaret edip hac farizalanm yerine getirdikten sonra Kudüs, Şam ve oradan Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde yoluyla bugünkü Karaman'a geldiler. O zamanlar Selçuklu hükümdan Sultan AHiaddin Keykubat idi. Bu değer­ li sultan Anadolu Selçuklu Devleti'nin çökmek üzere olduğu bir dönemde yüksek kabiliyeti, ve cesareti ile büyük varlık göstermiş, yeniden bir devir açmıştı. Tarih boyunca her zaman ilim ve fen birlikte ilerlemiş, birbirlerini tamamlamıştır. Bu yüzdendir ki Selçuklu hükümdan Alaaddin Keykubat, Sultanü'l ülema gibi büyük bir ilim adamını başkent olan Konya'ya ederek ilmin, kültürün genişlemesine vesile olmuştur. Anadolu XIII. asırda her bakımdan ileri gitmişlerdi. Bugün bile göz kamaştıran şaheser amtlar, asırlardan beri pınl pml parıldayan camiler, medreseler, merkezleri açmışlardı. Fakat Konya'ya gelişiyle sadece Selçuklu dönemine veya İslam memleketlerine değil, bütün dünyaya aydınlık veren çok büyük kültür şaheserleri meydana gelmiştir. Eğer Hz.Mevlana'mn Mesnevi'si ve diğer eserleri yazılmamış olsaydı, o dönemin mimari ihtişamına rağmen bugün Selçuklu kültürü çok zayıf, çok sönük kalırdı. Bizler, olarak o günlerden günümüze intikal eden Selçuklu nü gözden geçirdiğimiz zaman, Mevlana'nın şaheseri olan Mesnevi'nin bugün dahi tazeliğinden, canlılığından hiçbir şey kaybetmediğini görürüz. Halen dünEmekli Öğretmen Albay yada tüm zamanlarm ölmez şaheserleri arasında yer alan Mesnevi, Selçuklu döneminin bir kültür güneşidir. Dünyanın bir çok ülkelerinden, Anadolu'nun çeşitli yerlerindeki Selçuklu eserlerini merak edip onları görmek ve tanımak amacıyla ziyarete gelenlerle, Hz.Mevlana'nın türbesini ziyaret edenleri ve onun manevi mirası olan eserlerinden faydalananlan karşılaştıracak olursak görürüz ki hiçbir Selçuklu eseri, Hz.Mevlana ve O'nun Mesnevi'si kadar bu dünyada derin bir iz bırakmarnıştır. Çünkü O'nun eserleri sınırsız bir insan sevgisini ve bu sevgiyle insanı hoş görmeyi, daima kusurlan yapılan iyiliklerle örterek insanı sevmenin adeta Hakk'ı sevmek kadar kutsal olduğunu ortaya koymaktadır. Eski Yunan ve Latin eserlerinde gördüğümüz insan sevgisi Mevlana'nın eserlerinde görülen insan sevgisi yanında çok zayıf kalır. Sultan Veled Hazretleri, Babası Hz.Mevlana için, Mevlana' dır evli ya kutbu bilinün Ta kim ne huyursa anı kılmun Tanrı' dan rahmettir anın sözleri Körler okusa açıla gözleri diye buyurmuştur. Manası; Şunu iyi bilin ki; Mevlana velilerin kutbudur O, ne söylerse onu yapın, Çünkü O'nun sözleri Allah'tan bir rahmettir, Körler bile okusa gözleri açılır. Buradaki bahsedilen körlük; baş gözü değil, gönül gözüdür. Gönül gözü kör olanlar bile O'nun eserlerini okuduğu zaman, gözleri açılır, diye buyurmuş­ tur. Molla Cami Hazretleri de Mevlana hakkında; An Feridun u cihan-ı manevi Pest büved burhan-ızateş Mesnevi Men çi gı1yem vasf-ı an ali cenab Nist peygamber veli daret kitab Yani Molla Cami Hazretleri, mana cihanının en büyük hüolan Mevlana için: "Ben ne söyleyeyim, O'nun Mesnevi'si, O'nun ne kadar büyük bir varlık olduğunu göstermektedir. Peygamber değildir; ama kitabı vardır." diyerek Mesnevi'nin manevi büyüklüğünü anlatmaya çalışmıştır. diye buyurmuştur. kümdarı 206 Selçuklu döneminden kalma kültür mirasımız, canlılığını ne kadar muhafaza etti ve daha ne kadar bu miras devam edip insanlan büyüleyecek bilemeyiz; ama Hz.MevHlna, Selçuklunun en büyük kültür mirası Mesnevi'si için, Mesnevi cilt VI- 2248 no'lu beytiyle başlayan Mesnevi'de şöyle buyurmaktadır: Ormanlardaki ağaçlar kalem olsa, denizler de mürekkep olsa, yine Mesnevi'ye son yoktur. Dünya var oldukça, insanlar yaşadıkça, Mesnevi'nin şiiri de yaşar durur, okunur, zevk alınır. ııı Dünyada toprak kalmazsa, balçık da kuruyup tozsa, Mesnevi'nin hakikat denizi coşar, köpürür. Köpüklerinden kıyılarında yeni topraklar meydana gelir. e Ormanlar da kalmasa, ağaçlar baş kaldırsa, bu defa da denizin içinde ağaçlar çıkar, ormanlar meydana gelir. "Dünya durdukça yaşayacak, okunacak olan Mesnevi'yi Hz.MevH1na neden Türkçe söylemedi de Farsça söyledi!" diye itiraz edenler olduğu gibi, Mevlana'yı İı·anlı zannedenler de vardır. Böyle düşünenler, dillerin geçirdiği safhalardan haberi olmayanlardır. Çünkü diller de insanlar gibi doğar, büyür, gelişip kemaJe erer. Eğer Mevlana, Mesnevi' sini Türkçe söyleseydi, XIII. yüzyıldaki şairler gibi şiirleri çok sönük olur, kendisi de eserleriyle dünyaya ışık tutan Mevlana olamazdı. Asırlardan beri çeşitli dünya dillerine tercüme edilen Mesnevi' si de tüm zamanların ölmez şaheserleri arasına giremezdi. Hz.Mevlana'nın Anadolu'ya teşrif buyurduğu XIII. asırda, Anadolu Türkçe' si çok zayıftı. O devirlerde yaşayan şairlerin şiirlerini okuduğumuz zaman, bunu çok açık bir şekilde görebiliriz. Mesela; XIV., XV. asırda yetişen şairlerle, XVI. asırda gelen Fuzuli, XVII. asırda gelen Yahya Efendi, 18'inci asırda gelen Nedim'in şiirlerine baktığımızda dillerin zenginleşmiş, güzelleşmiş olduğunu görürüz. XIII. asır Türkçe'sine göre Farsça çok zengin bir dildi. Sadece Hz.Mevlana değil, o devrin bütün alimleri ilmi eserleri Arapça, tasavvufi eserleri de Farsça yazıyorlardı. Nitekim, XIV. asırda gelen Aşık Paşa Garibniime adlı eserinde: Türk diline kimseler bakmaz idi, @ Türklere hergiz gönül akmaz idi, Türk dahi bilmezdi bu yolları, Bu ulu menzilleri ... diyordu. Avrupa' da da alimler kendi öz dilleri ile değil, Latince yazıyorlardı. Ancak XIII. yüzyıldan sonra ilk defa Dante İtalyanca bir eser yazdı. O dönemin 207 en tanınmış yazarlan eserlerini Latince yazmışlardır. Bu hususun daha iyi anlaşılması için, çok açık bir örnek olarak XIII. asrın zayıf Türkçe' si yle edebi bir dil olan Farsça arasındaki farkı Sultan Veled Hazretlerinin şiirlerinde görmek mümkündür. Sultan Veled'in Türkçe şiirlerini okuduğumuzda çok cılız, zayıf, zevksiz bir ifade görürüz. Halbuki Farsça yazdığı şiirleri okuduğumuz zaman, Hz.MevHina'mn Divan-ı Kebl'r'inde bulunan manevi zevki hissederiz. Sultan Veled'in Farsça şiirleri derin manaJı, ahenkli, çok güzel şiirlerdir. O kadar güzel ki İngiliz müsteşriklerden Nicholson, "Şems-i Tebrizi Divam'ndan Seçmeler" adıyla bir kitap hazırlayarak İngilizce tercümeleriyle birlikte yayınlamıştır. Bu kitaba Sultan Veled'in Farsça bir şiirini de Mevlana'nın sanarak almıştır. Çünkü Sultan Veled'in Farsça şiirleri, Türkçe şiirleriyle kıyaslan­ mayacak güzellikte olup, babası Hz.Mevlana'mn şiirleri gibi çok derin manalı, çok güzel, mistik tasavvufi şiirlerdir. Eğer Tebriz' de yaşayan şair Saib, Türk olduğu için şiirlerini Türkçe yazıp Farsça yazmasaydı, bugün Saib'i kimse tanımaz, şiirleri de günümüze kadar gelemezdi. Yakın tarihte, en büyük örnek ise Tagor olmuştur. Hint şairlerinden Tagor, şiirlerini eğer kendi Bengal diliyle yazıp neşretseydi, İngilizce dilini kullanmasaydı, bugün Tagor'u kimse tanımaz, şiirleri de dünyada bilinmezdi. Akıllara şu nus'un di." şiirleri de soru gelebilir:"Yunus Emre şiirlerini Türkçe söyledi. Yugibi ölmeyerek günümüze kadar gel- Hz.Mevlana'nın şiirleri Yunus Emre, Anadolu Türkçe'siyle, Oğuz lehçesiyle yazmıştır. Yunus Emre'nin dili çok temiz ve güzel bir Türkçe; ama zengin değil. Yunus bir dere, bir ırmak gibi çağiayarak akıp gelmiştir günümüze. Hz.Mevlana ise, bir umman, bir deniz gibi coşmuştur. Mevlana'nın çok genç yaşlarda babasının arkasında yürüdüğünü görenler, "Bir ırmağın arkasında koca bir deniz yürüyor." demiş­ lerdir. Coşkun bir aşk deryası, koca bir umman olan Hz.Mevlana, küçük bir dereye sığamazdı. şir, Tekrar ediyorum ki diller çocuk gibidir. kemale erer. Asırlar geçtikçe gelişir, güzelle- Eğer Hz.Mevlana, şiirlerini Türkçe söyleseydi, şiirleri Aşık Paşa'nın veya Sultan Veled'in Türkçe edebi yerini alamazdı. şiirleri gibi çok yavan, çok zevksiz olurdu ve dünyadaki Sözlerimi bitirirken şunu da arz etmek isterim ki Hz.Mevlana, yalnız Selçuklu devrinin en büyük kültür güneşi olmamış, bütün Türk devletlerinin kültür alanında yetiştirdikleri büyükleri geride bırakmıştır. Altı yüz sene süren Osmanlı tarihinde Türk ordulan Viyanalara kadar gitmiş, Akdeniz bizim gölümüz olmuş. O muhteşem Kanuni Sultan Süleyman devrinde şairlerin sultam Baki ün 208 salmış, daha sonraki devirlerde Nef'i, Nedim, Şeyh Galip gibi büyükler yetiş­ sahibi Katip Çelebi Avrupa'da "Hacı Kalfa" diye tanınmış, bibliyografyaya ait eseri Latince'ye tercüme edilmiş, fakat bunların hiçbirisi Hz.Mevlana kadar gönüllerde yer alamamıştır. Yanlış anlaşılmasın; binlerce müellif, binlerce şair, binlerce alim yetiştiren Osmanlı Kültürünü inkar etmiyorum. Katip Çelebiler, Evliya Çelebiler, tarihçi Naimalar daima hürmetle yad edilecektir. Fakat bunların hiçbiri Hz.Mevlana gibi cihan şümUl olamamış­ miş, ayrıca Keşj'üz ZünCın tır. Fatih Sultan Mehmed İstanbul'u zaptettiği zaman, Akşemseddin Hazretleri'nin rüyasıyla Eba Eyyübü'l Ensari Hazretleri'nin kabri keşfedildi. Asırlarca evvel İstanbul'u zaptetmeye gelen ordularla beraber İstanbul'a gelerek şehit düşen Eba Eyyübü'l Ensari hakkında Akşemseddin Hazretleri şu beyti söylemişti: Yetişmez mi bu şehrin halkına bu nimet-i bari ResUl-i Ekrem'in yari Eba Eyyüb'ül Ensari "Eba Eyyübü'l Ensari Hazretleri'nin burada medffin olması, İstanbul için Allah (C.C.)'nün ne büyük nimetidir. Bu lütuf, İstanbul halkına yetişmez mi?" demiştir. Bendeniz de bu beyitten ilham alarak Konya halkı için şunu söyleyeceğim: Yetişmez mi bu Konya halkına, bu nimet-i bari, Bahaeddin Veled oğlu Celalü'd-dini'-r-Rı1mi ... 209 XIII. YÜZYILDA KONYA'DA İSLAM SUFİZMİNİN BOYUTLARI Prof. Dr. Mehmet AYDIN* XI. yüzyılın sonlarına doğru Anadolu Selçuklularının başkenti olan Konya, XIII. yüzyılda, bir yandan İran ve Bağdat, diğer yandan İspanya eksenli dini kültürel birikimin ana merkezi haline gelmiştir. Şüphesiz bu dini kültürel ortamda kelam, felsefe, fıkıh ilimlerinin yanında İslam tasavvufu, belki de doruk noktaya yine Anadolu Selçukluları döneminde ulaşmıştır. XIII. yüzyıla gelindiği zaman Konya, özellikle İslam felsefesi, İslam sufizmi yönüyle bir cazibe alanı teşkil etmektedir. Konya' da İslam sufizminin mimarlan olarak, Hz. Mevlana'nın babası Bahaeddin Veledi, Hz. Mevlana'yı, Şıhabeddin Suhreverdi'yi, Şemsi Tebrizi'yi, Muhiddin İbnü'l- Arabi'yi ve Sadreddin Konevi'yi sayarken; ismi ve meşrebleri bilinmeyen daha birçok İslam sufizminin erenleri gerek halk kesimlerinde ve gerekse yönetici kadrolar nezdinde maneviyat yolunda çok önemli çığıdar açıyorlar ve insanlara gönül huzuru, kalp sakineti vermeye çalışıyorlardı. XIII. yüzyılda Konya, İslam sufizrninin ve İslam düşüncesinin altın çağını yaşarken, geleceğe yönelik çok mühim yönlendirmeler yapacak eserlerin yazıldığı, aktanldığı ve üzerinde şerh­ Ierin yapıldığı bir kültürel mirasında salıipliğini yapıyordu. "XIII. yüzyılda Konya' daki İslam Sufizminin Boyutları" konulu tebliğimi hazırlarken, bu alanda çok geniş bir sılfi birikimiyle karşılaşacağıının bilincinde olarak konuyu seçtim. Ancak zaman ve mekan şartlanndan dolayı, sadece bu yüzyılın Hz. Mevlana' dan sonra iki önemli şahsiyeti olan İbnü'l-Arabi ve onun müridi olan Sadreddin Konevi'nin sUfi boyutu üzerinde birkaç noktada bilgi vermeye çalı­ şacağım. Bugüne kadar İbnü'l-Arabi üzerinde çok şey yazılmış ve söylenmiştir. İslam sufizmine magrib ekolu olarak girecek olan İbnü'l-Arabi felsefesi, İslam tasavvufunun aynı zamanda felsefi boyutta kendini göstermesinin de adı olmuş­ tur. XIII. yüzyılda İslam sufizminin iki dehası olan Muhyiddin İbnü'l­ Arabi ve Sadreddin Konevi, İslam Tasavvuf felsefesinin çok önemli iki şahsiye­ tidir. Şüphesiz onların ortaya koyduğu felsefe, bugüne kadar bütün yönleriyle anlaşılahiimiş değildir. Biz bu tebliğimizde bu iki önemli şahsiyetin kendi kitaplarından alıntılar yaparak, onların ortaya koydukları felsefi sufizmi sizlere aktarmaya çalışacağım. Fakat burada ne İbnü'l-Arabi'yi ne de Sadreddin Konevi'yi hakkıyla aktarmak ve anlatmak gibi bir iddiarn yoktur. ' Selçuk Üniversitesi ilahiyat Fakültesi Dekanı 211 XI. yüzyılın ortalarında İspanya'da doğmuş olan Muhyiddin İbnü'l Arabi(ll62- 1240), XIII. yüzyılın ortalarında Şam' da vefat etmiştir. İbnü' 1Arabi, çocukluk ve gençlik yıllarını Endülüs'te geçirmiş olmasına rağmen hayatının büyük bir bölümünü, Malatya' da ve Konya' da geçirmiştir. Gençlik yılla­ rmda çok iyi bir eğitim alan İbnü'l-Arabi değişik İslam sufilerinden ve bilginlerinden feyz almakla beraber, zihinsel yapısı ve nüfuz edici düşünce sistemiyle İslam Sufizmine felsefi boyutta çok önemli bir ivme kazandırmıştır. İbnü'l­ Arabi sufizminin temel kaynaklan olan "el- Futuhatü'l-Mekkiyye", büyük şey­ bin otuz sekiz yıllık bir çalışma ve düşünce ürününün sonucunda meydana gelmiştir. İbnü'l Arabi sufizminin ikinci temel eseri ise, "Fususu'l- Hikem" isimli çahşmasıdır. İbnü'l-Arabi'nin bunların dışmda da eserleri olmakla birlikte temel felsefesi bu iki eserde ortaya konmuştur. Şeceretül-Kevn, Envaru'l-Kudsiyye, Risaletü'l-Vucud, et-tedbiratu'l-ilahiyye isimli kitap ve ri salelerindeki fikirleri n temeli, fusus ve futuhat' da atılmış ve doruk noktaya ulaştırılmıştır. İbnü'l­ Arabi'nin XIII. yüzyılda Konya'da temsil ettiği felsefi sufizminin temel düşün­ ce boyutunu Fusüsu'l-Hikem ve Futuhat-ı Mekkiye'den yapacağım ahntılarla ortaya koymaya çahşacağım. Fusus üzerinde yapılan genellemelerde, Pususun sıradan bir zuhd ve takva kitabı olmadığı, onun tasavvuf ile iç içe girmiş bir metafizik olduğu konusunda genel bir kanaat vardır. 1 Aslında bu kanaate iştirak etmemek mümkün değildir. Çünkü İbnü'l-Arabi bu eserinde dini tecrübelerini akll' temellere oturtma mücadelesi vermektedir. İbnü'l-Arabi'nin burada yürüttüğü tasavvufi mantığı, varlığın tabiatı konusunda ki genel bir yargının içine koyarak Allah-Alem ve insan konularını bu sistemindeki yerine oturtur. İbnü'l­ Arabi' de varolan hakikat, özü ve zatı itibariyle birdir. Sıfatları ve isimleri açı­ smdan çoktur. Bu hakikat de, sadece itibarlar ve isimleri açısından çoktur. Bu hakikat de, sadece itibarlar, nisbetler ve izafetler yönünden çoğalma vardır. O, ezelidir, kadimdir, ebedidir. Kendilerinde zuhur ettiği suretler değişse bile kendisi değişmez? Bunun için İbnü'l Arabi'nin sisteminde iki şey çok bariz olarak dikkat çekmektedir. Birincisi, yaratılma onun tasavvurunda bir "zuhur" dur. Yaktan var edilme değildir. Belki bir "üfleme" dir. Bu açıdan yaratılan şeyde, hazırlık ve istidat olması gerekir. Hazırlık ve istidatm olduğu şeye Allah'ın ruhundan feyzi ilahi akaı·ak, varlık var olur. İbnü'l-Arabi bu düşüncesini fususta şöyle dile getirmektedir: "Allah, sayıya sığmayan güzel isimlerinin Ayan-ı Sabite"(varlıklann Allah yanındaki suretleri) alemindeki suretlerini görmek istedi. Bir şeyin kendi benliğini kendi nefsiyle görmesi o şeyin, ayna gibi başka bir şeyde kendi nefsini seyretmesine benzemez. Çünkü kendisine bakılan mahallin verdiği surette bakanın kendi nefsi görünür. 3 İbnü'I-Arabi'nin sisteminde dikkaEbu'I-Ala Atifi, Fusüsu '1-Hikem Okumaları İçin Anahtar, tercüme, Ekrem Demirli, İst., 2000,s, 46 2 Fususu'l-Hikem Okumalar, s,47 3 İbnü'l Arabi, Fususu'l-Hikem, Türk. Çev. N. Gençosman, İst., 1981, s, 3 1 212 timizi çeken ikinci husus, Halik-Malıluk veya Hak-Halk ayırımının olmadığıdır. İbnü'l-Arabi düalizme giden bütün yollan kapatmıştır. Bunun için onun eserlerinde ikiliği hissettiren her şeyin itibari olarak kabul edilmesi gerekir. İbnü'l­ Arabi'ye göre varlıkta bir tek hakikat vardır. Bu hakikate, bir açıdan baktığı­ 4 mızda onu, "Hak" ve "Fail" ve "Mahluk" olarak isimlendirmekteyiz. İbnü'l­ Arabi, bu oldukça karmaşık metafizik problemi, aynada tecelli etme, varlıkta sereyan ve yayılma, tesir, tasarruf, teşbih, temsil yollarıyla açıklamaya çalış­ maktadır. İbnü'I-Arabi yaratma ile "sürekli tecelliyi" kastetmektedir. Ona göre hak, sayısız suretierde zuhur etmektedir. Bu zuhur ise çok olmakla beraber hep aynı şey değildir. İbnü'l-Arabi'ye göre Hak-Halk veya Allah-Alem arasındaki ilişki çok önemlidir. Yine burada da Düalist bir yaklaşım kesinlikle yoktur. İbnü'l Arabi'ye göre Hak, varlığın ruhu, alem de onun zahir suretidir. Bunun için ikilik ifade eden hiçbir düşünce, bu sistemde yer almamaktadır. İbnü'l-Arabi'nin, Allah'ın zatına yaklaşımı da çok ilginçtir. Fususu'l-Hikemin, V. Fass'ı olan İbrahim kelimesinin Mehimi Hikmeti anlatılırken şöyle denmektedir: Evet, Tanrı zatının başlangıcı ve sonu olmadığı bilinir. Kul bilinmedikçe zatın ilah olduğu bilinmez. Şu halde kul ilaha delildir. 5 Önce zatın varlığı, mutlak varlık­ tır. Sonra, mukayyet veya nisbi varhktır. Çünkü mümlcünlerin a'yanının suretlerinde, "nispet ve sıfat" olarak ifade olunan iziifetlerde taayyün eden Hakkın varlığıdır. Böylece bütün varlıklar, Hakkın sıfatları olmaktadırlar. Bunun için İbnü'l-Arabi şöyle der: "Biz onu, hiçbir vasıf ile nitelemedik ki, o vasıf biz olmayahm."6 İbnü'l-Arabi, varlığın birliği konusunda "vucudi hakikat" birdir, "fakat bu hakikat, hükümlerle, yani her birisinin diğerinden ayrı olduğu hükümlerin verildiği süretlerle farklıdır" demektedir. Bunun için, sen hakikatte o'sun, süret ve mazhar yönünden ise, o değilsin. O, evveldir, ahirdir, zahirdir ve batındır. O, zahir ve batm olanın hakikatidir. Varlıkta onu bir başka gören yoktur, varhkta ondan Batın olan bir şeyde yoktur. O, nefsi için zahir ve nefsinden batmdır. O, hadislerin bütün isimleriyle isimlendirilir7 demektedir. İbnü'l-Arabi'nin fususta ve diğer eserlerinde üzerinde durduğu önemli konulardan birisi de "insan-ı kamil" ve ondan kaynaklanan felsefi sufizmin bazı konularıdır. Aslında İbnü'l-Arabi'nin burada ileri sürdüğü fikirleri, "kelime-i ilahiyye/logos" doktrininde detaylı şekilde anlatmıştır. Bu nazariyede üç önemli konu ele alınmıştır: Birincisi kelime (logos) dır. İbnü'I-Arabi bu kelimeye "Hakikatü'I-Hakayik" adım vermektedir. Ona göre Hakikatü'l-Hakayik, ilahi Fususu'l-Hikem okumaları,s,77 Fususu'l-Hikem, s, 45 6 Fususu'l-Hikem okumaları, s, 52 7 a.g.e, s, 53 4 5 213 aklın müteradifidir. İkinci mesele ise tasavvufi açıdan "kelime" dir. Buna İbnü'l-Arabi, "Hakikat-ı Muhammediyye" demektedir. Ona göre bu, bütün vahiylerin ilham kaynağıdır. 9 Üçüncü mesele ise, "insan-ı kamil", anlamındaki kelimedir. İbnü'l-Arabi'ye göre "İnsan-ı kamil", bütün ilahi isim ve sıfatları kapsayan kamil tecelligah veya Hakkın Kamil mazhandır. Yani, Hakkın sereyan ettiği, bütün kuvvetlerini ve organlarına yayılıp, böylece ilahi sıfatıann ve isiınierin kemallerini izhar ettiği bir insan modelidir. İbnü'l-Arabi'ye göre 10 Hz.İbrahim, tam bir insan-ı kamil modelidir. İbnü'l-Arabi'nin "FütUhatü'l Mekkiyye" 11 isimli eseri FususuiHikem'den sonraki en önemli eseridir. Mekke'de hac esnasında yazmaya başla­ dığı bu eserde İbnü'l-Arabi, kendisine gelen ilhamı izhar ettiğini belirtmektedir.12 Fütühatü'I-Mekkiyye'de İbnü'l Arabi yukarıda açıkladığımız sufi sisteminin felsefi temellerini atmaktadır. Bunun için Fütühatü'I-Mekkiyye'yi, sistematik olmayan metafizik bir dağılım içinde görüyoruz. Çünkü Fütühatü'lMekkiyye' de fikirler, anlık ilhamla doğan fikirlerdir. Fütühatü'l-Mekkiyye' deki ele alınan her konu, varlığın birliği ile birlikte, sufi bir fikir ortammda dile getirilmektedir. İbnü'l Arabi'de "vahdet-i vücud" düşüncesinin varlığını sadece inatçı ve cahil kimseler inkar edebilir. Çünkü İbnü'l Arabi, hem Futuhatta hem de Fususta bu fikirleri ısrarla dile getirmektedir. Nitekim Futuhatta ki bir şiirde şöyle demektedir: "Gözüm onun veebinden başkasım görmedi Kulağım sözünden başkasını işitmedi" Yani varlıkta sadece Allah vardır. Biz, her ne kadar mevcut olsak bile varlığı­ 13 mız Allah iledir. Varlığın başkası ile olan, yok hükmündedir. İbnü' 1-Arabi, "el-Fütuhatü' 1-Mekkiyye' de" felsefi tasavvufun zenginliği için çok önemli bir servet bırakmışlar. İbnü'l-Arabi, Futuhatta kullandığı her kelimeye yeni bir form getirmiş ve yeni bir anlam yüklemiştir. İbnü'l Arabi, Fususu, Şam'da, Futuhatı'da Mekke'de yazmış da olsa, bu kitaptaki fikirlerin mayalanmasının Konya' da olduğu ve meyvelerini ise daha sonra verdiği söylene bilinir. 8 Tebliğimizin boyutları içinde XIII. yüzyıldaki sufizmin temel direklerinden birisi de yine İbnü'l-Arabi'ye bağımlı olarak varlık gösteren Sadreddin Konevi'dir (1210-1274). Sadreddin Konevi'nin annesiyle evlenen Muhiddin İbnü'l Arabi, Sadreddin'i himayesine almış, Moğolların Malatya'yı işgali üzeris, 61 a.g.e., s, 61 111 Fususu'l-Hikem, V. Fass, 44-49 11 İbnü'l-Arabi , el-Fiitühatü'l-Mekkiyye, Kah ire, 1293 (!.-IV. Ci lt) 12 Ebu'I-Ala Atifi, İslam Düşüncesi üzerine Makaleler, türk. Çev. Ekrem Demirli, İst., 2000, s, H a.g.e., 9 285 13 Fütı1hatü'l-Mekkiyye, cilt II, 604 214 ne de Konya'ya gelerek Alaaddin Keykubat'a sığmmışlardır. Selçuklu Sultanlan tarafından büyük hürmete ve ikrama mazhar olan Muhiddin İbnü'l Arabi, Konya' da uzun süre Sadreddin 'le yaşamış ve onun yetişmesini temin etmiştir. Üvey babası, İbnü'l-Arabi'nin meşrebi ve fikri derinliğine hayran olan Sadreddin Konevi, çok iyi bir eğitim aldıktan sonra, medresede talebe yetiştir­ meye yönelmiş ve İbnü'l-Arabi'nin eserlerini şerh etmeye kendini vermiştir. Sadreddin Konevi'nin Konya'da yetiştirdiği meşhur alimlerden bir kaçının adım vermemiz gerekirse, bunlar arasından, Şeyh Sadreddin Fergani'yi, Fahreddin Irak'yi, Mevlana Şemsüddini'l-Mekkiyi, Müeyyiddin Cundi'yi ve Kudbuddin Şırazi'yi sayabiliriz. 14 Sadreddin Konevi, I. Alaaddin Keykubat, Gıyaseddin ve İzzeddin Keykavus zamanlarında müderrislik yapmış, Şeyh Bahaeddin Veled, Mevlana Celaleddin Rumi gibi büyük mutasavvıflarla, Sadreddin Urmevi gibi alimlerle ilişki kurmuştur. 15 Hz. Mevlana' dan iki yıl sonra 1274 yılında Konya'da vefat etmiştir. Sadreddin Konevi eserlerinin birçok yerinde İbnü'l-Arabi' den şeyhim diye bahseder. Hatta birçok muglak konuları onun düşünce sisteminde yeniden çözüme ulaştırmaya çalışır. Bunun için Sadreddin Konevi'nin eserleri daha çok İbnü'I-Arabi'nin eserlerinin bir şerhi ve yorumu mahiyetindedir. Bu doğrultuda Sadrettin Konevi'nin iki önemli hedefi gerçekleştirmek için gayret ettiğini görüyoruz: Birincisi; İbnü'l-Arabi'nin eserlerindeki fikirleri daha basit ifadelerle açıklayarak belli bir kesimin anlamasını temin etmek. İkincisi de, İbnü'l­ Arabi'nin Vahdet-i Vucüd görüşlerinin İslamiyet'le uyumlu olduğunu göstermek... Sadreddin Konevi hakkında, Abdurrahman Cami şöyle demektedir: "Şeyh Sadreddin, Hz. Şeybin sohbet ve hizmetinde terbiye gördü.Vahdet-i Vucuda dair görüş ve sözlerini akla ve şeriata uygun gelecek tarzda şeybin maksadını iyice anlamış olarak güzelce yorumlamıştır. Omm bu konudaki araş­ tırmalarını ve yoıumlanm görmeksizin meseleyi gereği gibi anlamak mümkün 16 değildir. Sadreddin Konevi, İbnü'l-Arabi'ye her fırsatta "Kamil Şeyh", "En Büyük İmam", "Muhakiklerin İmamı", "Şeyh" gibi lakaplarla hitap eder ve saygı­ sım izhar eder ve İbnü'l-Arabi'nin üzerinde durduğu temel konulan irdelemeye, yoıumlamaya çalışır. Mesela, "Miftahu 'l-Gaybi '!-Cem Ve' 1- Vücud" isimli eserinde, İnsan-ı Kamil'in özellikleri üzerinde duran Konevi, insanın hakikati, insanın nereden varolduğu, nasıl ve nerede varolduğu, onun icad edicisinin kim olduğu ve niçin varolduğu konularını felsefi boyutta ele almaktadır. Sadreddin Hilmi Ziya, Türk Tefekkiirii, İst., 1934, s, 141 a.g.e., s, 141 16 Abdurrahman Cami, Nefalıatii'l-Uns, Türk. Çev. Lamii Çelebi, Hazırlayanlar, Prof.Dr. Süleyman Uludağ, Prof.Dr. Musatafa Kara, İst., 1995, s, 769 14 15 215 Konevi bu sorulara cevap verirken , konuya "Tanrı'nın alemle ve alemin Tanrı ile irtibat ve ilişkisi" boyutunda yaklaşır ve sonuca bağlamaya çahşır. 17 Yine Sadreddin Konevi, "en-Nefahatu'l-İlahiyye" 18 isimli eserinde "İla­ hi Nefhalar" adı altında, birçok problemi ifade etmeye çalışmıştır. Sadreddin Konevi'nin bu eserinde ortaya koyduğu müşahedeler onun manevi tecrübelerinin sonucu ile zenginleşmiştir. Bunun için bunlara "Nefha" adını vermiştir. Sadreddin Konevi'nin bu eserinde ortaya koyduğu hakikat anlayışı ve onların "Şe'nleri", İbnü'l-Arabi'nin "Ayan-ı Sabite" anlayışının aynıdır. Yalnız bazı terimler değişmektedir. İbnü'I-Arabi'de sı1ret olan, burada "şe'n" olarak ifade 19 edilmiştir. Bu doğrultuda Sadreddin Konevi, "Hakkın şe'nlerinde zuhuru" başlığı altında "Hak, hüviyetinin gaybında gizli olan müstecen ve diğer bütün zati şenlerinin hükümlerini istiab kemalinin suretiyle zuhur etmek istemiş ve her 20 şe'n de, o şe'nin kendisine, yani o şe'nin durumuna göre zuhur etmiştir." demektedir. Böylece Konevi'de, İbnü'l Arabi gibi, hak, tek olduğu halde şe'nlerdeki zuhuru ile kesrette görünmekte bu ise "Halk" olarak vasıflandırıl­ maktadır, demektedir. Sadreddin Konevi'nin "en-Nefahatu'l-İlahiyye'de" üzerinde durduğu konulardan biriside "İlahi Menziller" konusu olmuştur. "Terakki, rü'yet, telakki, yakınlaşmak, sevmek, tesviye, ta' dil ve tebdil'in keşfi" gibi konularda çok önemli izahlar getirmiştir. İşin ilginç yönü, Sadreddin Konevi bütün bilgileri bir müşahededen alarak sunmuştur? 1 Sadreddin Konevi, "Alemü'lİiim" konusunda son derece önemli olan şu muhakemeyi geliştirir: "Zuhur ve batınlık, taakkulu ve kendisine bitişen ayanda zuhuru açısından Hak Varlık'ın birliğinin iki sıfatıdır. Bu ayan, alemin hakikatlerinden ibarettir. Mertebe ise birleştirir ve ihata eder." 22 Sadreddin Konevi, "el Fükı1k fi esrar-ı Müstenidat-ı Hikemi'I-Fusı1s" 23 isimli eseri, İbnü'l Arabi'nin Fususu'l-Hikemindeki sırlan açıklamaktadır. Sadreddin Konevi, Fususu'l-Hikem hakkında şunları söylemektedir: Fususu'lHikem kitabı, şeyhimiz, İmam, Kamil, Ümmetin Hadisi, Kanıillerin İmamı, İmamların İmamı, Muhyi'l-Hak Ve'Din Ebu Abdullah b. Ali el-arabi etTai' nin muhtasar kitaplarının en nefislerinden biridir. Bu eser, onun son nese'leri ve tenezzüllerindendir. Fususu'l-Hikem, Muhammedi makamın kaynağından, zati ve ahadiyet, birlik özelliğindeki "Cem" meşrebinden varid olmuş, böylelikle de, Hz. Peygamber efendimizin "Allah'ı Bilmek" hakkındaki Bak: Sadreddin Konevi, Miftalıu Gaybi'l-Cem Ve'l-Vücud, Türk. Çev. Ekram Demirli, İst., 2002,s, JR Sadreddin Konevi, İbnü'l, s. 19 a.g.e., s, 14 20 a.g.e., s, 14 21 a.g.e., s, 30 22 a.g.e., s, 47 23 Sadreddin Konevi, el-Fükukfi esrar-ı Müstenidat-ı Hikemi'l-Fusus, Türk. Çev. Ekem Demirli, İst. 2002 17 216 zevkinin özünü içeren ve içinde zikredilen büyük veli ve nebilerin zevklerinin 24 Sadreddin Konevi, Fususu'lHikemin sırlarına ermenin şartını "tahakkuk" etmeye bağlar. Tahakkuk, bütün sırlan tadan, bu sırların kendisine açıldığı ve keşfedildiği ve bu sırlan getiren kimselere varis olur demektedir. 25 Yine Sadreddin Konevi, Fususu'l-Hikemi anlama konusunda kendisi için şöyle demektedir: "Hak, bu biçareye, sonunculuk sırrına kendisinin tahsis edildiğini ve İbnü'l Arabi'yle birlikte olan hiç kim26 senin onun kuşattığı sırlara varis olmayacağını" söylemektedir. Sadreddin Konevi, tahakkuk sahiplerinin irşadlanyla Fususu'I-Hikemin girişinden başka bir bölümünü "İbnü'l-Arabi'nin neşvesine göre şerh etmek istemedim" diyerek, Fususu' 1-Hikem üzerinde yapmış olduğu kısmi şerh i belirtmektedir. 27 Nihayet "ei-Fükı1k fi esrar-ı Müstenidat-ı Hikemi'I-Fusı1s" isimli eserinin sonunda Sadreddin Konevi şu sözlerle kitabı bitirmektedir: "Ailah'm Fususu'l-Hikemin dayandığı sırlan açıklamakta, düğümlerini çözmekte ve kendisine izafe olunan peygamberlerin mertebelerinin esasını açıklamada müyesser 28 kıldığı şeyleri zikrettik, bunu yaparken de, kitabın şerhine dalmadık." kaynağına işaret eden bir kitap olarak gelmiştir. Sadreddin Konevi'nin en kapsamlı eseri olan "İ'cazü'l-Beyan Fi Te'vili'l-Ümmi'l-Kur'an" 29 isimli eseri, hemen hemen onun bütün temel felsefesini toplamış durumdadır. Hacimli bir kitap olduğu için kitabın tamamını burada ortaya koymakta mümkün değildir. Temelde iki bölümden oluşan Sadreddin Konevi'nin "Fatiha Tefsiri" giriş bölümünde eserin yazılma nedenleri hakkında bilgi vermektedir. Ayrıca, hakikate ulaşma yolları konusunda ciddi tahliliere girişen Konevi, hakikate ulaşmak için iki yol olduğunu belirtir: Bunlardan birisi, nazariyat ve kıyaslarla gerçeğe ulaşma yolu olduğunu belirtir. Konevi'ye göre bu yol "Burhan Yolu"dur. Hakikate ulaşmanın ikinci yolu ise, kalpten geçmektedir. Bu durumda kalbin arındmiması ve ruhun güçlendirilmesi ve Hakka sülük edilmesi gerekmektedir ki bu yolu sufiler kullanmaktadır. Konevi'ye göre bu yolun adı, "Müşahede Yolu"dur. Konevi, bu bölümde her iki yolu da analiz eder ve hakikate sadece akılla ulaşılamayacağını belirtir. Konevi, Cedel yolunun da faydasız olduğuna inanmakta fikri Cedel' den uzak kalmaktadır. Hatta fikri Cedel' den uzak kalınması gerektiğini şu ifadelerle açıkça ortaya koyar: "Fikri delillerde ve Cedelci tahirlerde herhangi bir fayda ve çare bulunsaydı, Nebiler, Resuller ve Hakkın Hüccetlerini ayakta tutan ve onların taşıyıcı­ sı olan veliler, bu delillerden ve yöntemlerden yüz çevirmezlerdi. Bu veliler, 2 " 25 el-Fukuk, s, ll a.g.e., s, lı 26 a.g.e., s, 1 ı 27 a.g.e., s, ı 4 ıs a.g.e., s, ı 55 29 Sadreddin Konevi, İ'cclzii'l-Beyan Fi Te'vili'/-Ümmi'I-Kur'an, Türk. Çev. Ekrem Demirli, İst. 2002 217 ° Nebilerin ve Resullerin varisleridir." 3 Konevi "Fatiha Tefsirinin" girişi bölümünde "Burhan Yolu'nun" özellikle Metafizik alanda önemli ve hakica götüren onun rn~•t<ıih'71 Sadreddin karşı karşıya gelmesi ve müşahede eile dilmesi dir. Konevi'nin eserinin ikinci kısmı fatiha suresinin tefsiri ile lamalan ihtiva etmektedir. Fatiha suresini üç kısımda Fatiha suresinin Hakka ait kula ait hem de kula ait bölümü ... Konevi, sureni n Hakka ait ırunı şekilde anlatmaktadır. Ona göre, iki denk arasmda olamaz. sureti hamd esnasında hamd edilen, hamd edenden üstündür." kemalin bir ifadesidir. Buna göre hamd, başlangıçta övenin nefsindeki ve ortaya çıkışının kaynağının kemaline ı;:.aıcu.u nağma işaret etmesi, övenin hamd ile n"/PVlnln 31 Konevi, Fatiha suresinin "Kula ait bölümünde" ise dir: Hamd ile celal ve azarnet sıfatları kendisine izafe edildiğinde ve kemal sıfatlanyla nitelendiğinde, ilim veya zuhur tasavvur edilen bir şeye . Bu şey, şam övgüye, eğmeye ve önemli konularda ken" 32 disinden dilemeye bir Fatiha suresinin "hem Haldea hem de kula ait" bölümünde ise Mustakim" kavramı üzerinde durmaktadır. Burada Konevi ihdina, sırat ve mustakim kelimeleri üzerinde açıklamalar yapmaktadır. Bu kelimelerdeki hikmet konusunda Konevi şunları söyler: "Yaratıklar arasında, daima duası tam olarak kabul edilip böylece duasının hükmünün ve ibadetinin bereketinin bütün kullara sirayet ettiği kimseler bulunur. Bu nedenle, "cemaat rahmettir" 33 buyrulmuştur." Çünkü cemaatin içinde duası kabul edilen kimseler bulunabibu bölümdeki lir. Bunun için ihdina diye çoğul kullanılmıştır. Yine bazı kelimelerden şöyle bir yorum yapmaktadır: hidayet, takva ve benzeri sıfatları n, üç mertebesi vardır: İlk mertebe, orta mertebe ve son mertebe ... Hak, aziz kitabının pek çok yerinde bunlara dikkat çekmiş olduğu gibi, "ehl-i Keşf Ve'l-Vücud" olanlarda bu mertebeleri müşahede etmiş, bunlar ile hakikate ulaşmışlardır. Bütün bunlarla Allah, akıl sahiplerini şu noktada ikaz etmiştir: "Allah' a iman ve onun birliğini ikrar ettikten sonra imanda, takvada "Sırat-ı 30 31 32 33 İ'dizii'l-Beyan, s, 41 a.g.e., s, 213 a.g.e., s, 326 İ'cfızii'l-Beyan, s, 354 218 ve benzeri şeylerde farldı dereceler bulunmaktadır. Fetih:4, Kehf: 13. ayetleri . etme k te d'ır. ,;ı· 4 bun ı ara ışaret Konevi Fatiha tefsirinde bunların dışında, Tanrı-Alem, İlahi ve kevni hakikatler, Allah'ın ilim ve keJam sıfatları gibi metafizik konular üzerinde de fikirler yürütmüş ve açıklama yapmıştır. Böylece XIII. yüzyılda, Konya' da, İbnü'I-Arabi'nin bir müridi olarak, son derece muğlak ve çetin konulara eğilmiş ve halkı aydmlatmıştır. Sonuç olarak, XIII. yüzyılda Konya, bir yandan Bağdat Nizarniye medresesinin yetiştirdiği alimierin talebeleriyle şer'i ilimlerde İslam dünyasının kültürel cazibe alanını oluştururken; diğer yandan İran ve Magrib temayüllü İslam sufizminin engin düşünce ve tefekkür atmosferiyle son derece dinamik bir ortam da bulunuyordu. Pratik İslam sufizminden, tefekkür boyutundaki felsefi İslam sufizminin oluşmasmda şüphesiz, hem İbnü'I-Arabi'nin, hem de Sadreddin Konevi'nin, hem de Hz. Mevlana'nın çok önemli payı bulunmaktadır. Bize düşen bu zengin kültürel mirası, gelecek nesillere aktaracak bir rol üstlenmektir. Buda şüphesiz, üniversiteınİzin ilgili birimlerine düşen en önemli bir görevdir. 34 a.g.e., s, 356 219 Menakıb, "nekabe" fiilinden türeyen "menkabe"nin çoğuludur. Menkabe, sözlükte; "öviiniilecek güzel iş, hareket ve duvramş" anlamına gelmektedir. Menalob terimi bu anlamda muhtemelen TX. yüzyılda kullanılmaya başlamıştır. Bilindiği gibi Hz. Muhammed'in ashabının fazilet ve tarihen de sabit meziyetlerinin anlatıldığı hadis külliyatının fasıl başlıklarında çoğunlukla "meniikrb" kelimesine rastlanmaktadır. Bundan başka halifelerin ve tarihi şahsiyetlerin biyografileri ile kabileler gibi bazı zümre ve toplulukların övgüye değer faaliyet ve işleri için de kullanılan ınenakıb kavramı daha çok, tasavvuf tarihinde, sCıfilerin ortaya koydukları olağanüstü olayları aktaran hikayeler anlamında da yine IX. yüzyıldan itibaren kullanılmaya başlamıştır. Son anlamda, çok sık olmasa da, menakıb yerine 1 "kerômat"ın da kullanıldığı görülmektedir . Özellikle mutasavvıflann hayat hikayelerinin anlatıldığı eserlerde menkabeler kerametlerle zenginleştirilmiştir. Bir başka ifade ile, menkabelerin esasını Icerametler teşkil etmektedir. Menkabelerin bir bölümü tarihi olaylarla da uygunluk arz etmekte olup, tarih kaynaklannca da nakledilebilmektedirler. Diğer bir bölümünü ise, tarih! kaynaklarda tespit mümkün olaınamakta ve bunlar, daha ziyade hurafelerle, olağanüstü ve mucizevi olaylarla süslenilmektedir. Bir kısım menkabeler de, hem tarih! olayların hem de kerametierin yanında hurafe ve olağanüstü olaylan ihtiva etmektedirler. İslam dünyasmda bir velinin hayatını ve kerametierini konu alan evliyil menkabeleri, XL yüzyıldan sonra, yani tasavvuf cereyanının yaygınlaşıp gelişmesiyle tarikatlar halinde teşkilatlanmasından sonra görülmeye başlamıştır. Bu tür menkabelerin Müslüman Türkler arasında görülmeye başlamasının da İslamiyet'le birlikte gelen tasavvufun etkisiyle olduğu düşünülebilir. Nitekim ilk Türk menakıbnamesi sayılan "Tezkire-i Satuk Buğra Han"da Karahanlılar'ın ilk hükümdan Satuk Buğra Han'ın hayatı aniatılmakla birlikte, hükümdar Icerametler gösteren bir veli hüviyetine büıiindürülmektedir. Buna ilaveten "eserde mevcut menkabderin tam manasıyla birer evliyil menkabesi özelliği" *Dokuz Eylül Üniversitesi ilahiyat Fakültesi İslam Tarihi Anabilim Dalı Başkanı. 1 Ahmed Ateş, Meniikıp, İs/dm Ansik/opedisi, VII, 702. 221 cut menkabelerin tam manasıyla birer evliyil menkabesi özelliği" arz ettiği de kabul edilmektedir2 . Gerek Türkler dışındaki İslam dünyasında, gerekse Türk İslam dünyasmda ortaya konmuş olan menakıbnamelerin tarih kaynağı olarak değerlendiri­ 3 lebileceğinin bugün tartışılmaz bir husus olduğunu kabul etmek gerekir . Özellikle evliya menkıbelerini anlatan eserler, bir tarih kaynağı olarak dikkatle kullanılır. Bunlar asıl tarihi kaynaklada karşılaştınldıklarında, yer yer hurafe ve olağanüstü olaylar arasında, tarihi olaylarla uygunluk arz eden doğru bilgiler verdikleri görülür. Bunun yanında, menakıbnamelerde, asıl tarihi kaynaklarda hiç söz konusu edilmeyen, dönemin toplum ve iktisadi hayatı ile örf ve adetlerine dair bilgilere de bazen çokça rastlanır. Bu arada bazı kişilerin halk arasındaki konumlan bakımından da, menakıbnameler, edebiyat tarihleri için ayrı bir önem taşırlar. Ciddi ve esaslı bir tarihi tenkide tutulmak şartı ile, tarih ve edebiyat tarihi kay4 nağı olarak, bu eserlerden yararlanılabileceği düşünülmektedir . Türkistan' da (Orta Asya) İslamiyet' in ya yılışında önemli rol oynayan evliyil menkıbeleri, aynı rolü Türlerin Anadolu'yu vatan edinip İslamiaştırma­ sında da oynamışlardır denilebilir. Bir velinin hayatı etrafındaki menkabe veya kerametierini içine alan eserlerine "menakıb-name" dendiğini biliyoruz. İşte Mevlana ile onun çevresindekileri konu alan "Menakibü'l-Arifin", Ahmed Efiakl'nin otuz altı yıllık bir çalışma ve derlemesinin ürünüdür. Ahmed Eflaki (ö. 76111360), Şeyh Ulu Arif Çelebi'nin isteği üzerine bu eserini yazmıştır. Eser kısa bir girişten sonra on bölümden oluşmaktadır. Her bölümde MevHl.na'mn yakınlarmda ve çevresinde bulunanlardan bir kişinin menkabesine yer verilmektedir. Mevleviliğe mensup ve Sultan Veled ile Ulu Arif Çelebi gibi Mevlana' dan sonra Mevlevi tarikatının ileri gelenlerinden bir çoğuyla görüşmüş olan Eflaki; Mevlana ve Sultan Veled'in bütün eserlerinden kaynak olarak yararlanmıştır. Ayrıca Feridun b. Ahmed-i SipehsaHir'm "Risale"si, Şems-i Tebrizl'nin "Makalat"ı ile Burhaneddin Veled'in "Maarif'i bu kaynaklar arasında önemli yer tutmaktadır. Bu arada Efiakl'nin Menakibü'l-Arifin'de anlattıklannın bir bölümünün de kendi müşahedelerine dayandığı bilinmekle beraber, aynı zamanda; çoğunlukla "Hikaye" ve "Derler ki" diyerek söz başı yaptığı aktarmalara, nakillere yer verildiği görülmektedir. Bu yönüyle eserin, müellifinin kendi görgü ve bilgisine dayanarak anlattığı bölümlerin dışında hemen hemen bütünüyle bir derleme mahiyet arz ettiği ifade edilebilir. 5 Ahmet Yaşar Ocak, Kültür Tarihi Kaynağı Olarak Meniik1bniimeler, Ankara 1992,43. Fuad Köprülü, Anadolu Selçukluları Tarihinin Yerli Kaynakları, Belleten, XXVII, Ankara 1943, 421-424; Ahmet Yaşar Ocak, a.g.e., 65-66. 4 Fuad Köprülü, a.g.m., 421 not 2; Ahmed Ateş, Menakıp, İ.A, VII, 702. 5 Tahsin Yazıcı, Alımed Efliiki Ariflerin Menkıbeleri, Çevirmenin önsözü, İstanbul 1973, c. I, s. 9. 2 3 222 Türünün en güzel örneklerinden biri olarak gösterilen Menakibü'lMüslüman dair kitaplar arasmda kuşkusuz en çok ,..,_,...,"'" biridir. Eser bu ilgiyi biraz da Mevlana gibi mümtaz konu olarak ele almasına borçludur. verilen bilgilerin, tarihi olaylarla yer yer çaloşmadığı ileri Hatta o olaylarını anlatırken de yazann, hadiselere Mevlevi gözlüğü ile baktığı Mevlevilerin tarafını tuttuğu, hatta bazı anlatımlan tercih kerametleri anlatırken de söylenebilir. Bununla sadece Mevlevilik açısından değil, aynı zamanda Ahilik ve Bektaşilik başta olmak üzere o dönemde ortaya çıkan ve o dönemde Anadolu' da faaliyette bulunan diğer tarikat veya dini hareketler hakkında da geniş ihtiva etmektedir. Bu bakımdan eser, XIII. ve XIV. Anadolu'sunun dini tarihi açısından olduğu kadar, kültür tarihi incelemelerinde de göz ardı edilemeyecek başmda gelmektedir. 6 Anadolu'nun Türk oluşunun safhaları incelenirken Malazgirt öncesi ve sonrasında vuku bulan göçleri n; Anadolu' da bir üçüncü göç 7 dalgası ile daha da yoğunlaştığının görüldüğü üzerinde durulur. Biz burada yoğunluğu bakımından üçüncü safhaya dikkat çekerek, asıl konumuza geçeceğiz. ortalanndan itibaren ardı arkası kesilmeden devam eden Türk bazen de kesafeti artarak Özellikle XIII. Türkmen gelmiş bölümü Moğol ordulannın önünden kaçan ve olarak kabul ettikleri Anadolu'ya gelmiş olan Moğol hanlan tarafından Anadolu' da kendi ordulan ile birlikte gönderilen ve Türk ve Moğol gruplarıdır. Nitekim bir Bizans yazan, Türklerin Moğollar önünden kaçışını tasvir eaynı zamanda bu istilasının kendileri için bir felaket gibi görünse de aksine bir mutluluk vesilesi şöyle dikkat çekmektedir: "Moğollar vilayetleri istila ediyor ve önünden nasıl kadın gibi ""'"""w gösteriyorlardı. Bu sebeple sebep oluyor, kitleler halinde Kastamonu bölgesi)' dan ve Pamfilya 6 7 Aydın Taneri. Türkiye Selçuklulan Tarihi, Konya 1978, s. 20-21. Mehmet Şeker, Anadolu'nun Türk Vatanı Haline Gelmesi, Türkler, c. VI, Ankara 2002, s. 269282. 223 (Pamphylia: Antalya vilayeti)' dan akıp geliyor ve Roma topraklarını yağma 8 ediyorlardı." Prof. Dr. Osman Turan, Moğol istilasından kaçanların Anadolu'ya sığın­ dıklannı belirttikten sonra, müteakip gelişmeleri şöylece değerlendirmektedir: "Bu Türkmenler burada Selçuk-İlhani devletinin tazyikiyle uçlarda yığılıyor ve buradaki göçebe kesafetini arttırarak Bizans topraklarını fethe başlıyorlardı. Nitekim henüz İznik Rum devletinin İstanbul'a naklinden (1261) önce Denizli bölgesinde 200.000, Kastamonu havalisinde 100.000 ve Kütahya-Karahisar arasında da 30.000 (toplam 330.000) çadır, yani takriben üç milyon göçebe Türkmen bulunduğuna dair haberler yalnız Garbl (Batı) Anadolu uçlarında ne kadar 9 bir nüfusun yığıldığını gösterir." Böylece Moğol saldırılarına bağlı olarak Anadolu'ya gelmiş olan Türkmenler, bir yandan Anadolu' daki nüfus yapısını büyük ölçüde değiştirerek Türk nüfusunun artmasına, diğer yandan da dağlık bölgelerin, salıillerin ve özellikle XIII. yüzyılın ikinci yarısına kadar hala Bizanslıların elinde bulunan Batı Anadolu topraklarının Türkleşmesine ve İslamlaşmasına yol açmış oluyorlardı. Bu dönemde gelmiş olanlar arasında; bilim adamları, sanat sahipleri, tüccar ve esnaf zümreleri ile çeşitli tarikatlara mensup şeyh ve dervişler bulunuyordu. Mevlana'nın babası Bahaüddin Veled, bilginierin sultanı (sultan-ı ulema) olarak adlandırılırdı. Bir rivayete göre üç yüz deve yükü kitabın yer aldığı bir kafile ile seyahat ederek Anadolu'ya gelmişlerdi. "Pir-i Tiirkistan" Ahmed Yesevi', sadece hikmetler söyleyen bir şeyh değil aynı zamanda çevresinde öğ­ rencileri de bulunan bir mürşid idi. O, Hacı Bektaş Veli gibi birçok müridini Anadolu'ya göndermiş bir eğitici olmanın yanında, zanaat sahibi olmuş birçok "Abdalan" zümresinin de şeyh i idi. Bunun yanında. diğer Türk yurtlarından kopup Anadolu'ya gelmiş olan Türklerden müteşekkil başka tarikat müntesibi dervişlerin bulunduğu da unutulmamalıdır 10 . Hacı Bektaş Velayetnamesi'nde Oğuzların Anadolu'ya geliş sebepleri şöy­ le anlatılmaktadır: "Ol vakt kim Oğuz Padişahı Bayındır Han ve Beylerbeyisi Kazan Han ve Korkud Ata fevt olıcak Oğuz cemaati tefrika bulıcak taht ve saltanat Al-i Selçuk'tan Sultan Selim Şah gazi hazretine değdi, diyar-ı Acem'i külliyen kendiiye mukarrer ve musahhar eyledi dahı asker çeküp Rum mülküne (Anadolu'ya) geldi, Kayseri'yi feth eyledi, taht edinüp karar kıldı." 11 Aynı zamanda, daha Türkistan ve Maveraünnehir'de toprağa sahip olmuş, yerleşik halkın işi olan çiftçilikle uğraşan Türklerin, beraberlerinde sahip olduklan bu kültürü de getirerek Anadolu'da tarıma elverişli toprakları işlemeye baş­ lamış olmaları da burayı yurt edinme arzu ve niyetlerini açıkça göstermektedir. x Paul Wittek. Menteşe Beyfiği (Çeviren: Orhan Togan, Umwni Tiirk Tarihine Giriş, I, İstanbul ~Osman Turan, Selçuklular Tarihi, s.232. 111 Mehmet Şeker, Anadolu 'daki Tiirk Kiiltiiriinün 11 Orhan Şaik Gökyay, Dedem Korkud'un Kitabı, 224 Şaik Gökyay), Ankara 1944, s.l6; Zeki Yelidi 1970, s.259. Oluşmasi ve Unsurlanna Bir Bak1ş, s.l35. s. LXXII. Ayrıca onların hayvan yetiştirmede ve özellikle at terbiyesinde üzerinde tartı­ derecede malülrete sahip olduklan bilinmektedir. Orta Asya' da İpek Yolu üzerinde bulunan Türklerin memleketleri, onlara ticaret yapmaları için de elverişli bir imkan sağlıyordu. Bu bakımdan, Anadolu'ya gelenlerin ticari faaliyetlerini burada da devam ettirmiş olmalanndan daha tabii bir şey düşünülemez. Müslüman-Türkler olarak Anadolu'ya gelmiş olan bu zümrelerin, Anadolu' da, Türkleş me ve İslamiaşma hadisesini birlikte gerçekleştirdiklerini söylemek hiç de garip bir ifade olarak karşılanmamalıdır. Zira Müslümanlığı benimsemiş olan bu Türkler, amın cihad ve gaza fikirlerini kendilerine ideal edinerek "Allah adu11 yüceitme (İ'lay-ı kelimetullah)" uğruna gaza yapmışlardır. Anadolu' da vücuda getirdikleri yeni müesseseler de, bu Türklerin İslam' a hizmet idealine ne kadar bağlı olduklarını göstermesi bakımından üzerinde durulacak bir husus olsa gerektir. 12 Anadolu'nun Türkleşmesi ve İslamiaşması hadisesini ele alırken, bize kadar gelebilmiş eserler arasında menakıbnamelerin de ihmal edilmemesi gerektiğini düşünerek biz bu tebliğimizde Menakibü'l-Arifin'de verilen bilgiler ve rivayetler üzerinde durmaya çalışacağız. Menkabeleri anlatılırken çok zaman tarih vermeden olaylan nakleden Ahmed Eflaki, okuduğu, duyduğu, gördüğü veya merak saiki ile öğrendiği olayları anlatırken, döneminin bir çok tarihi ve kültürel olayını aydınlatıcı bilgiler de vermektedir. İşte bu bilgilerden hareketle, Moğolların sebep olduğu büyük göç dalgası önünde Horasan ve Türkistan bölgesinden Anadolu'ya gelmiş olan bir çok ilim erbabı ile mutasavvıfın adını, mesleğini ve meşrebini öğrenmekteyiz. Onun için biz bu çalışmamızda Menakibü'I-Arifin'in bu yönünü dikkat alarak Anadolu'ya babası ile birlikte Mevlana zamanında gelenleri Eflak1'nin penceresinden seyretmeye gayret edeşılmayacak ceğiz. H. ANADOLU'YA GELENLER ı. Belhli B aha V el ed Bilindiği gibi Menakibü'l-Arifin'de Eflakl. menkıbelerini anlatmaya ilk bölümünde MevH1na'nın babası "Sultanü'I-Ulema" Baha Veled'in hikayeleri ile başlar. B aha Veled'in Belh'ten ayrılma kararına, Harizm-şah' ın kötülüğün ün sebep olduğunu gerekçe gösterir. Bazı kimselerin kıskançlıkları yüzünden Baba Veled ile dost olan Harizm-şah'ın arasını açtıkları, hatta; "Baha Veled'e kötiiliikler yapmaya koyııldukları" 13 ifade edilmektedir. Bu yüzden Baha Veled, "Harizm-şah 'uz kötülüğe yüz tutan hal ve hareketinden çok ineinip Bel/ı 'ten ı c Mehmet Şeker, Anadolu 'da Birarada Yaşama Tecriibesi. Ankara 2002, s.lS-19. Anadolu'nun Türk yurdu olmasında Mevlana ve Mevlevlliğin rolü konusunda yapılan çalışmalara örnek olarak bkz. Amil Çelebioğlu, Anadolu'nun Türkleşmcsi ve İslamiaşmasında Mevlana'nın Rolü. Tiirkliik Araştırmalan Dergisi, s. 5, İstanbul I 990, s. 223-248. u Ahmed Etliikl, Menôkibii'I-Arifin (Çev. Tahsin Yazıcı), İstanbul 1973, c.!, s. 112. 225 çıkmaya karar" verdiğini, 14 "Biz gönül hoşlıığu ile sefer edelim de Sultan kendi 15 uyruğu ve dostlarıyla baş başa kalsın" dediğini kaydetmektedir. Belh'ten hareket kararım Menakibü'l-Arifin'in kaynaklanndan biri olarak bilinen Risale yazan da anlatmaktadır. 16 Eflald'nin, "Başlangıçta Moğolların zuhuru, Baha Veled hazretlerinin duası ile olmuştu. Çünkü onun mübarek kalbi Harizm-şah'tan ve onun tabilerinden incinmişti. Zira bunlar akıl ile hareket edenlere uymuş ve akıl bağlarıyla bağ­ lanmıştılar"17 diyerek BaM Veled'in ineinmesi sonucunda, duası sebebiyle Mo18 ğollar' ın zuhur ettiğini belirtınesi ilginçtir. Üç yüz deve yükü kıymetli kitap, dostların ev eşyası, yol azığı, binekleri ve diğer hayvanlan ile Belh'ten ayrıldıklarmda Mevlana Celaleddin beş 19 yaşında idi. Bağdat üzerinden Mekke ve Kabe ziyaret edildikten sonra Şam'a gelen B aha V el ed' e; Şam hükümdan Eyyfıbi şehzadelerinden Melikti' i-Eşref (ö. 1237) büyük rağbet göstererek orada kalmasını isterse de o; "Tanrı, yurdumuzun Rum (Anadolu) ülkesinde olmasını buyuruyor" diyerek razı olmaz ve: "Bizim toprağımız Konya başkentindedir" der. 20 Şam'dan Malatya, Erzincan ve Erzincan Akşehir'inden sonra Uirende (Karaman)'ye uzanan yolculuk, Anadolu'da son bulur. "Sultanü'l-Ulema" diye tanman Baha Veled adına Erzincan Akşehir'inde bir medrese yaptırıldığını kaydeden Eflaki' ye burada Mengücekoğullanndan Fahreddin Behramşah (ö. 1225) ile eşi İsmeti rağbet göstermişlerdir. Hatta BaM Veled adına bunların yaptırdık­ lan medresede dört yıl ders okutmuştur. 21 Fahreddin Behramşah ile eşinin ölümünden sonra muhtemelen Baha Veled'in onların halefinden aym göremediğini, oradan Larende'ye yani Karaman'a gelişinden anlıyoruz. Burada Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubad (ö. 1236)'m nilibierinden Emir Musa, subaşı olarak bulunuyordu. Emir Musa'yı Eflaki "çok kahraman, temiz ve sadık bir 14 Ahmed Etlaki, a. g. e., II, s. 392. Ahmed Et1aki, a. g. e., I, s. 1 I 3. 1 " Feridun b. Ahmed-i Sipehsalar, Ris{ı[e (Mevlana ve Etrafindakiler, Çev. Tahsin Yazıcı), istanbul 1977, s. 20-21. 17 Ahmed Etlakl, a. g. e., II, s. 335. 18 Baha Veled'in Belh'ten ayrılma kararını veriş sebebini ve gerekçesini B. Fun1zanfer de tartış­ maktadır. Karşılaştırınız; B. FurCizanfer, Mevlana Celiileddin, istanbul 1990, s. 20-24. FurCizanter'in bu tartışmasında Baha Veled'in Fahreddin Razi ile olan anlaşmazlığı ve Harizm-şah'tan incinmişliğine bağlanınamasına katıldığımızı belirtmekle beraber, şu hususu da ilave etmek gerekir: Eğer sadece Harizm-şah'tan incinmişlik söz konusu olsa idi daha sonra Yassı-Çimen Savaşı (Ağustos 1230) sonrasında öldürülen Harizm-şah'ın ortadan kalkması ile Belh'ten ayrılma sebebi ortadan kalkmış olacağından, Baha Yeled'in geriye, memleketine dönmesi gerekirdi. Dönmediği ve dönme niyetine dair de herhangi bir kayıt olmadığına göre Belh'ten ayrılış­ ının asıl sebebinin Moğol saldırılarından uzaklaşıp daha güvenli bir yer bulma arzusu olduğu 15 düşünülebilir. 19 Ahmed Etlaki, a. g. e., I, I I 3- I 14. 20 Aynı eser,!, 119. 21 Ahmed Eflaki, a. g. e., 1, s. 120. 226 Türk'tü" diyerek tanıtmaktadır. Karaman'da Emir Musa'nın Baha Veled adına 22 yaptığı medresede yedi yıl veya daha fazla müderrislik yaptığım görüyoruz. Bu arada Alaaddin KeykObad, Sultanü'l-Ulema Baha Veled'in ününü duyar ve; "Eğer bizim başkentimize zahmet eder gelir ve Konya şehrini kendi ev/adının makamı yaparsa ben yaşadığım müddetçe şarkıları ve çalgıların sesini dinlemem, hiç kimseye iradet getirmediğim halde onun hizmetinde müridi olurum" diye onu Konya'ya davet eder. Baha Veled de çocuklarım ve dostlarını alarak Konya'ya gelir ve Altunapa Medresesi'ne yerleşir. 23 Larende (Karaman)'de bulundukları yedi-sekiz yıl boyunca Baha Veled'in oğlu Mevlana Celaleddin büluğ çağına gelmişti. Burada onu Semerkandlı Hoca Şerefeddin Lala'nın kızı Gevher Hatun'la büyük bir düğün yapılarak evlendiren Baha Veled 24 , Konya'ya geldikten sonra zaman zaman Sultan Alaaddin Keykubad ile sohbetler yapıyor ve etrafmdakilerle birlikte Sultanı ziyarete gidiyor veya Sultan kendilerini ziyarete geliyordu? 5 Baha Veled'in ölüm tarihi olan h. 628/m. I 231 'den sonra da türbesinin ziyaret mahalli olduğu­ nu, bu arada yine Baha Veled'in kendisi ile çocuklarının ve torunlannın da Konya' ya defnedilmelerini vasiyet ettiğini görüyoruz? 6 Konya'nın surları yapılmadan evvel Baha Veled hazretlerinin bugün mezarı olan yerde bir tepecik vardı. Bir gün Baha Veled katıra binerek oraya gitmiş, bir müddet burada durduktan sonra: "Benim, benim çocuklarımın ve onların evlad ve ahfaduıın mezan burada olacaktır" buyurmuştur." 27 2. Anadolu'lu (Rumi) Mevlana CeHHeddin ve Çevresindekiler Babası Baha Veled öldüğü sırada yirmi dört yaşında olan Mevlana, hem babasının vasiyetini hem de başta Sultan Alaaddin olmak üzere babasının müritlerinin de isteklerini yerine getirmek üzere babasının makamına oturdu. Halka vaaz, soranlara fetva veriyor ve zikirlerine devam ediyordu. Burhaneddin Muhakkık-ı Tirmizi'nin Konya'ya gelişine kadar hayatı böylece sürüp gitti. Efiilki'nin bildirdiğine göre, Baha Veled'in ölümünden bir yıl sonra Tirmiz'de bulunan "Seyyid-i Sırdan" unvanı ile anılan Burhaneddin; "Benim şeyhimin oğlu Celaleddin Mııhammed'im yalnız kalmıştır, beni beklemektedir. Rıım diyarına (Anadolıı'ya) gitmek, yüziimii onun ayakları toprağına sürmek, onun hizmetinde kalmak ve şeyhimin bana bıraktığı bu emaneti ona teslim etmek bizzat bana farz olmuştur" diyerek Konya'ya gelir ve Sincari Mescidi'ne yerleşir, daha sonra Mevlana onu kendi medresesine getirir. Bu zat Mevlana'ya dokuz yıl boyunca mürşitlik yapmıştır. Zaten o, Mevlana için "!ala ve atabeg" gibi idi. 28 Seyyid'in Kayseri'de yaşadığını biliyoruz. Eflakl, buzatın ölümü üzeAynı eser, I, s. 121. Ahmed Et1fık!, a. g. e., 1, s. 122-23. 24 Aynı eser, 1, s. 121. 25 Aynı eser, 1, s. 124, 141. 2 " Aynı eser, !, s. 139. 27 Aynı eser, s. 141. ıs Ahmed Et11iki, a. g. e., I, s. 142-144, 152. 22 23 227 rine Kayseri'de matem törenleri tertip edildiğini bildirnıektedir. Hatta ölüm haberini alan Mevlana, onun kabrini ziyaret için Kayseri'ye gelmiş ve onun kitap29 larından bir kısmını alarak Konya'ya getinniştir. Mevlana'nın babası Baha Veled'in Anadolu'ya neden geldiğini, torunu Sultan Veled "İbtidaname"sinde şu ifadelerle anlatır: "Halk onıuı gelişinden merhamete nôil olsunlar diye Ka be' den Anadolu ii lkesine geldi. Biitiin Anadolu memleketlerinden Konya 'y1 beğendi, burada oturdu".30 Bundan dolayı; "Anadolu'ya halifeler doldu. böylece kimse bizden 31 mahrum ka!Jnadı". "Mevlana hazretleri sık sık buyuruyordu ki, "Bundan sonra Konya şeh­ rine "Medinetü'l-Evliya" (Veliler şehri) lakabını veriniz. Çünkü bu şehirde her kim dünyaya gelirse veli olur. Baba Veled'in mübarek cismi ve onların nesli bu şehirde bulundukça bu şehre kılıç işlemez ve bu şehrin düşmanı sonuna kadar kalamaz, yok olur. Ahir zamanın afetinden masun kalır. Bir kısmı harap olup izi silinse ve zedelense de tamamıyla yıkılmaz, çünkü o harap olsa da bizim hazinemiz onda gömülü olarak kalır... Nihayet, bütün dünyadan manevi erler bu tarafa yöneldikçe burası öyle güzel olacak ki, ölüler bile dirilmeye heves edecekler. Bizimmana ve sırlanmız bütün dünyayı tutacak." Bundan başka; "Konya şehrinde neslimizi inkar eden bir kavim oldukça bu şehrin insanları rahat etmeyecektir"_buyurdu." .32 Tıpkı babası gibi, MevHlna'nın da Horasan'dan Anadolu'ya niçin geldiğini, yine Efiakl şöyle anlatmaktadır: "Bir gün Mevlana hazretleri gerçeklerin gerçekliğini (hakikati) ve gizli sırlan açıklamada coşmuştu. Tam o sırada; "Yüce Tanrı'nın Rum (Anadolu) halkı hakkında büyük inayeti vardır ve Sıddık-ı Ekber'in duasıyla de bu halk bütün ümmetin en merhamete layık olanıdır. En iyi ülke de Rum (Anadolu) ülkesidir. Fakat bu diyann insanları, Mülk sahibinin (Tanrı'nın) aşk aleminden ve derunl zevkten çok habersizdirler. Müsebbibü'l-esbab (Tanrı, şam aziz olsun ve saltanatı yücelsin) hoş bir lütufta bulundu, sebepsizlik aleminden bir sebep yaratarak bizi Horasan ülkesinden Rum (Anadolu) vilclyetine çekip getirdi; halifeierimize de bu temiz toprakta konacak yer verdi ki, Jedünni' ikslrimizden onların bakır gibi olan vücutlarına saçalım da onlar tamamıyla kimya, irfan aleminin nıahremi ve dünya ariflerinin hemdemi olsunlar" buyurdu. Nitekim demiştir: Şiir: "Beni Horasan'dan çekip Ywıcuıblar içine (Anadolu'ya) getirdin ki onlarla haşır neşir olup hoş bir mezhep vücuda getireyim." "Onların hiçbir surette doğru yola meyletmediklerini ve ilahi sırlardan mahrum kaldıklarını görünce, insanların tabiatma uygun düşen şiir ve sema yolu 29 311 31 32 Aynı eser, 1. s. 151. B. FurGzanfer, a. g. e., s. 33-34. Aynı eser, s. 23 2. Ahmed Etlakf, a. g. e., ı, s. 285. 228 manaları onlara layık gördük; çünkü Rum (Anadolu) halkı, zevk ehli ve sözlüdür. Mesela bir çocuk hasta olur ve tabibin verdiği ilaçtan nefret edip mutlaka şerbet isterse, hazık doktor ilacı bir şerbet testisine koymak suretiyle çocuğa verir. Çocuk onu şerbet zannıyla seve seve içer, dertlerinden kurtulur, sıhhat bulur ve onun bozulmuş olan mizacı düzelir. ile o şirin Şiir: "Onulmaz hastalık için koşun buraya! Bizim ilacımız hastaya birebir- dir," "Biz rıldı. " Tanrı'nın tabibieri ve talebesiyiz. Kızıldeniz bizi gördü, ikiye ay- 33 "Biz kimseden ücret istemeyiz. Bizim el ücretimiz Tanrı tarafından 34 fazlasıyla gelir." Bu ifadelerden Mevlana'nın Anadolu'da ve Konya'da bulunuşunun sebeplerini anlamak mümkündür. Manevi' eğitim rehberi olarak yüklendiği misyonu anlatan Mevlana, zaman zaman da anlaşılınadığından yakmmakta; "Yazık Konya halkına" diyerek hayıflanmaktadır. Buna rağmen; "tevbe, istiğfar ve bizim evlat ve ahfadımızı tam bir itikatla tebcil ettikleri vakit yüce Tanrı 'nın fazlı ile Konya şehri yeniden bayındır olacaktır" demektedir. 35 Eflakl, bir gün Mevlana'nın; "Bizim türbemizi yedi defa yapacaklar, sonuncu defada zengin bir Türk çıkacak, onu, bir tuğlasını altından, bir tuğlasını da ham gümüşten olmak üzere yapacaktır" dediğini nakletmekte ve böylece türbenin etrafının bir yerleşim yeri haline geleceğini haber vermektedir: "Bizim türbemizin etrafında da bir şehir olacak, sonra türbenıiz bu şehrin ortasında kalacaktır. O zaman da Mesnevl'miz şeyhlik edecektir". 36 Menakubü'l-Arlfin müellifi çok zaman mübalağalı ifadelerle anlatsa da, verdiği haberlerin yine de gerçek olduğunu kabul etmek gerekir. En azından söylediklerinin tahakkuk etmiş olaylar olduklan düşünülebilir. Şu ifadelerindeki abartmayı dikkate alarak, MevHlna'nın Anadolu'da ilgi uyandıran ve çevresinde toplanılan bir kimse durumuna geldiğini söyleyebiliriz: "Aşıklaruı aşkı ve şevki ile dünyanın her tarafı doldu. Aşağı ve yüksek tabakadan insanlar; kuvvetli! er, zayıflar; fakirler, fakihler; bilginler ve di/ı iller, müslümanlar ve k4firler, padişahlar, her mezhepten kimseler ve tarikatçı/ar hep 17 M ev lana 'ya yöneldiler" : Buna benzer ifadeler eserde muhtelif yerlerde 38 tekrarlanmaktadır. 33 Kur'an (26). Şuara. ayet: 63. 34 Ahmed E!lakl, a.g.e., 1, s. 246-247. Aynı eser, 1, s. 296-297. 16 · Aynı eser, 1, s. 389. 37 Aynı eser, 1, s. 165. 3 x Aynı eser, 1, 175, 185, 194-5,222-3, v.b. 35 229 Şems-i Tebrizi'nin; "hakiki maksadına ve istediğin şeye ulaşman için Rum (Anadolu) diyarına git" ilhamı 39 gerçek olmasa bile Şems Konya'ya iki kez gelmiş ve Mevlana'nın çevresinde bulunanlardan biri olmuştur. Hatta türbesi Konya' da bulunmaktadır. Buna rağmen meşhur İran h şairlerden Şeyh Sadi-i Ş iraz! (ö. 1292)'nin de geldiği ve Mevlana' yı ziyaret ettiği Efiakl tarafından belirtiliyorsa da, Sadi-i Şirazi'nin biyografisini yazanlar bunun hakikatle telif 40 edilemeyeceğini ifade etmektedirler. "Sen Mevlana'dan ne keramet gördün de ona böyle kapılıp müridi oldım ve onu bu kadar çok seviyorsun?" diye soranlara verilen cevapta; " ... Mevlana 'yı bütün din ve devlet sahipleri sever, onun sırları ile şereflenir, onunla övünürler. Bundan daha büyük keramet olur mu?" 41 karşılığı verilmektedir. Aynı soru bir başkasına sorulur. O da cevabında şunları söyler: "Bundan daha biiyük görülecek ne var ki; Benim adımı ona nispet ediyorlar, beni onun adı ile çağırıyor/ar, Filaneddin-i Mevlevi diyorlar. Bundan daha iyi ne olabilir? Benim adım onun adıyla karıştı ve benim canım onun canının ilşıkı olup, onun sevgisiyle meşgul oluyor. Ben de onu sevenlerden oldıun. 'Bir kavmi seven o kavimdendir' sırrı gözüktü. Bu onun sonsuz inayetinden ve cazibesindendir. 'Lutuf ve 'mayet Tanrı'nın elindedir, onu istediğine verir' 42 Mevlana'ya mensup olanlara Mevlevi dendiğini biliyoruz. Mevlevl!erin özelliği sadece Mevlana'ya bağlılıklan değil, aynı zamanda Efiakl'nin bildirdiğine göre, görünüşte de, kıyil.fet olarak Mevlevllerin bir "ferece" giydikleri anlaşılmaktadır. Bu ferecenin "hindibari denilen kumaştan" yapıldığı ve "başına da bal renginde yünden yapılmış bir külah" geçirildiğini, ayrıca gömleğinin önünün açık olarak giyildiğini görüyoruz. Bu arada mevlevl çizmesi ile ayakkabısı­ nın da ayaklara geçirildiği ekleniyor. Sarıkiarın da şekeravizle sanldığı belirtiliyor.43 Mevlevllerin "fereci" giymelerinin adet haline geldiğini, sanki bir hükümdann hilat verdiği gibi Mevlana'nın da kendi müntesiplerine fereci giydir44 diğini görüyoruz. Gerçi Mevlana, sadece kıyafetle Mevlevi olunamayacağını şu ifil.deleri ile belirtmektedir: "Şimdi elbise ve sarıklarınız, sizin muarrifiniz (tarif eden, yani sizin Mevlevi' olduğunuzu gösteren) oluyor da, siz niçin ruhlar ve elbiseterin muarrifi olmuyorswıuz? Nitekim dostların dışı bunlarla süslenmiştir. Sizin içieriniz de ilahf nıarifet ve hakikatler/e süslenmiş olması lazımdır. Çünkü; "Tanrı sizin suret ve işlerinize bakmaz, belki kalb ve niyetierinize bakar". (Bu itibarla) her bakımdan manevi bir M evievi olıınuz". 45 39 40 41 42 43 44 45 Aynı eser, I, 163. Ahmed Eflakl, a.g.e., l, s. 288-289; Tahsin Yazıcı, Sa'dl, İ.A., C. X, istanbul 1966,37. Ahmed Etlakl, a.g.e., ı, 465. Kur'an (62), Cuma suresi, ayet: 4; Ahmed Etliikl, a.g.e., !, 330. Ahmed Eflakl, a.g.e., 1, 165. Aynı eser, 1, 469, 377,483. Aynı eser. I, 258. 230 Menakıbu'l-Arifin, çeşitli vesilelerle anlattığı rivayetlerinde ya bir kişi­ nin veya bir topluluğun Mevlana'ya intisap ettiğini nakletmektedir. Ya da Mevmuhalif olduğu halde, onun bilgisi ve manevi gücü karşısında hakikati 46 görüp teslim olduklannı belirtmektedir. Mevlana'nın ünü o kadar yayılmıştır ki, en uzak ülkelerden bile onu görmeye ve ziyarete gelenler vardır. Şiraz ülkesinin hükümdan olan Melik Şemseddin-i Hindi'nin hürmet ettiği Şeyh Seyfeddin-i Baherzi bir konuşmasın­ da yaşı ve sağlığı elverse Konya'ya Mevlana'yı ziyarete gitme arzusunu açıklar. oğlu Muzhırüddin bu isteği tahakkuk ettirmek üzere Anadolu'ya gelir. Babasının selam ve özlemini Mevlana'ya iletir. Muzhirüddin'in birkaç yıl Konikarnet edip Buhara'ya döndüğü, ancak, onun oğullanndan birinin ise gömülü olduğu nakledilmektedir. 47 Yine I\ti(evlana'nm adını ve şöhretini duyan, Buhara'nın ve Deşt'in bilginleri ve şeyh;lerinin ardı arkası kesilmeden Anadolu'ya geldikleri ve Mevlaziyaret ettikleri; "ve o manalar denizinden inciler elde" ettikleri Eflaki'nin eserinde belirtildİkten sonra, şu bilgi verilmektedir: "Derler ki, bir gün Buhara ve Semerkant'tan gelip miirit oldu ve Konya'ya yerleşti". 48 49 Amasya ve Sivas kadılan , Sahip Fahreddin, Muineddin PerCeHileddin Emineddin Mikail, Taceddin Mu 'tez, Ha tir oğulları, Melikü' s-Sevahil Bahaeddin, Cacaoğlu Nureddin, N ec meddin Atabek gibi 50 Konya'nın ileri gelenleri zaman zaman Mevlana'yı ziyarete gelirlerdi. Mevlana'yı ziyaret edenler arasmda farklı şehirlerden gelenler de vardı. 51 dan Mevlana Şemseddin , Kırşehir' den Mevlana Çağa el-Kırşehrl-12 gibi. Mevlana'nın çevresinde sadece erkeklerin olmadığını, onun hanım müritlerinin de bulunduğunu biliyoruz. Başta Gürcü Hatun olmak üzere 53 , Mevla54 na'nın sohbetinde bulunan bir çok kadın mürideden söz edilmektedir. Ancak bu ayrı bir çalışma konusu olacak kadar geniştir. Bu arada, gerek Anadolu'nun muhtelif şehirlerinden, gerekse Konya' dan Mevlana'nın çevresinde bulunan veya onunla ilgisi olan gayr-ı müslimlerden de söz etmek gerekir. 55 Bunlar bir başka çalışmamızda ele alındığı burada yer vermed ik. 56 Aynı eser, I, 217-219; 247-248; 295, 175, 185. Aynı eser, ı, 289-290. 4 R Aynı eser, 1, 290. 49 Aynı eser, I, 175. 50 Aynı eser, ı, 195. 51 Aynı eser, ı, 189, 210. 52 Aynı eser, 1, 372. 53 Aynı eser, I, 400. 54 Aynı eser, 1, 445, 365-6,303,338, 17!, 167, 490; ll, 343-343. 55 Aynı eser, I, 193, 208, 356, 488; ll, 73. 56 Mehmet Şeker, Anadolu 'da Birarada Yaşama Tecriibesi, 81-84. 46 47 231 MevHina'ya ilgi sadece sağlığında değil, ölümünden sonra da devam etmiştir. Hatta cenazesi kaldınhrken bu ilgi had safhada görülmüştür. 57 Aslında Mevlana' dan sonra Mevleviliğin aldığı şekli ve yayılmasını Menakıbu'l­ Ari'fin'den takip etmek mümkündür. Biz bu çalışmamızı Mevlana ve onun dönemi ile sınırlı tuttuğumuz için, sonraki döneme burada yer verıneyi düşünme­ dik. Biz bu çalışmamızda sadece; Anadolu'nun Türk yurdu haline gelişinde Mevlana'nın etkisi ve rolünü ortaya koymayı ve onun çevresinde oluşan hayatı tanımayı hedeflediğimiz için daha farklı bilgileri ele almaktan sarf-ı nazar ettik. SONUÇ Menakıbu' 1-Arlfin'in sadece Mevlevllik için değil, aynı zamanda Anadolu'nun XIII. yüzyılının ikinci ve XIV. yüzyılın birinci yarısı kültür hayatı için vazgeçilmeyecek bir kaynak olduğunda kuşku yoktur. Bu bakımdan Anadolu' da Moğol istilası sonrasında oluşan kültür ortamını incelerken Efi akl' nin eserinden yeterince yararlanmak gerekir. Şurası kesin olarak anlaşılmalıdır ki, Mevlana'nın babası Baha Veled ile Anadolu'ya yoğun bir göç olmuştur. Bu göç, Anadolu'ya daha önceleri vukfı bulanlardan farklılık arz etmektedir. Çünkü bunlarla daha çok sayıda bilgin, mutasavvıf, derviş, fakih v.b. kimseler bölgeye gelmişlerdir. Aynı zamanda bunlar, Anadolu'nun muhtelif yerlerine dağılmışlar ve kendi meşrep ve mesleklerini burada icra etmişlerdir. Anadolu'da oluşan bu kültür ortamını duyan ve bulunduğu yerde huzuru olmayanlar da, bu göç dalgasının devam etmesini sağlamışlardır. Dolayısıyla başta Konya olmak üzere Anadolu'nun muhtelif şehirlerinde Türk nüfUsu artmış ve Türk kültürü eskisine göre daha da zenginleşerek bölgede nüfUzunu hissettirmeye başlamıştır. Mevlana'nın yaklaşımı da bu etkiyi daha geniş bir ortama yaymıştır. Onun düzenlediği sema gösterileri ile çevresindekileri çabuk ve kolay etkileyen bir atmosferin doğduğu görülmektedir. Zira Mevlana, yaşadığı müddet içinde örnek insan olma yolunda rehberlik etmiş ve onun yaktığı iman ve İslam meş'alesi daha sonra da parlamaya devam ederek Moğolları da aydınlatmış, sonucunda onların da müslüman olmalarını sağlamıştır. Bu bakımdan şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Mevlana'nın açtığı bu çığır, Mevlana öncesinde de var olan Türkleşme ve İslamlaşmayı, Anadolu'da Mevlana' dan sonra da hızlandırmıştır diyebiliriz. Ayrıca, Mevlana'nın öğretisi sayesinde; Anadolu Türkieşirken İslamlaşmış, İslamiaşırken de Türkleşmiştir dersek mübalağa etmemiş oluıuz. 57 Ahmed Etlakl, a.g.e., II, 60. 232 SELÇUKLULAR Prof. Dr. Ramazan Ş EŞ EN* İslamiyetİn doğuşuyla yeni bir toplum doğdu. Zamanındaki diğer toplumlar gibi, dine dayalı olan bu toplum kendisini organize etmek, ihtiyaçlarını karşılamak için ilmi çalışmalar başlattı. Önce Kur'an-ı Kerim ve Hz. Peygamber'in sünneti üzerinde yoğunlaşan bu çalışmalar kısa zamanda diğer alanlara yayıldı. Üç asır geçmeden Müslümanlar'a has din, dil, hukuk, tarih, edebiyat alanlarını kapsayan bir ilimler sistemi doğdu. Bunların her birinde "imam" denen ve otorite sayılan ilim adamlan çıktı. Bu ili ml erin yanında, eskiden beri Ortadoğu' daki ve Akdeniz dünyasın­ daki önemli merkezlerde faaliyet gösteren tıp-felsefe mekteplerinde okutulan felsefe, tıp, matematik, astronomi, kimya, fizik gibi ilimler vardı. Müslümanlar bu ilimierin eğitimi yapılan mekteplere de sahip olmuşlardı. Kısa bir zaman içinde bu ilimierin de önemini kavradılar. Bu ilimlerin eğitimini yapan topluluklarla yardımlaşarak, bu konularda yazılmış eserleri tercüme etmeye başladılar. Abbasllerin ilk devrinde Yunanca' dan, Süryanice' den, Pehlevi'ce ve Sanskritçe' den bu konulardaki pek çok eseri Arapça'ya tercüme ettiler. Kendileri de bu konularda değerli eserler yazdılar. İslam tarihinin ilk üç asn sonunda bu konulardaki ilimler de İslam dünyasında teşekkül etti. Bu ilimiere "eskilerin ilimleri = ulıun el-evail", "eski ilimler = el-ulum el-kadime", "ulılm el-kavm" gibi adlar verdiler. Felsefe konusunda Eflatun, Aristo, matematik konusunda Öklid, Arşimed, tıp konusunda Hipokrat, Galinos, astronomi, coğrafya konusunda Batlamyus gibi eski yunandan beri kabul edilen otoriteler vardı. Tercüme-telif faaliyeti sonucu, bunlara el-Harezm!, el-Kindi, Huneyn b. İshak, Sabit b. Kurra, el-Battani, EbU Bekr el-Razi, el-Farabi, İhvan el-Safa, İbn Sina gibi yeni otoriteler eklendi. İslam tarihinin ilk dört asrında yani 1000 tarihlerine kadar, gerek Müslümanlara has din, dil, edebiyat, tarih ilimlerinde, gerek eski milletlerden tercüme yoluyla devralman ilimlerde İslam dünyası yüksek bir seviyeye ulaşmıştı, bu konulardaki otoriteler oluşmuştu. İslam dünyası bu konuda bir doyum noktasına gelmişti. Toplum durağan olduğu, fazla değişınediği için yeni ihtiyaçlar çıkmıyordu. Buna paralel olarak ilk asırlarda ilimlerde görülen hızlı gelişme çok yavaşlamıştı. 'Mimar Sinan Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi 233 hakkın­ civarında daki yaşayan "~'"'"" kadar ülkelerinde ve Türkler'in idaresi altındadır. Onların tur. Hakimler hükümdan hikmeti seven devletlerin der. 1 el-Esir 1 b. Arslan Türk olmasma da bu eski ilimleri tahsil sır' daki satılmasından ei-Esedi anlamazdı." Türktü. "O ifadesini ei-Eslr'in ifadesi Bizce bu iddialar hüküm sonucu Cülcül'ün iddiasını geçersiz kılmaktadır. Cülcül zamanında Tükler arasından ei-Hirabi bir filozof Aristo'dan sonra en filozof kabul edildiği bir Zaman zaman kurumlarda kriz devreleri ve kültürel atılımlar ilmi gelenek bir göçebelerin hareketleri yaşanmasına sebep devamlılık ilmi' ve medeni atılım yapabilmesi gerekir. Birincisi şehir yerde ilim ve olmalı. İç !um dışa açık olmalı. şebilmesine gelişme hizmet edecek devamlı kurumlar 234 dört şeyin gelmez. olmaz. Dördüncüsü ilmin geli- olmalı. İbn Cülcül, Tabakôt cl-etrbha, nşr. Fuad Seyyid, Kahire 1955, s. 116. İbn el-Esir, ei-Kômi/ fi'l-tarilı, Beyrut 1979, X, 37. 3 el-Bündari, Sena '1-Bark el-Şômf, nşr. R. Şeşen, Beyrut 1971, !. 234. 1 2 olarak ilimde ve ilmi ilmi Selçuklular'ın Ortadoğu'ya geldiği ilk sıralarda İran, Irak, Şam bölgele- Anadolu' da ise şehir hayatı gelişmemişti. Halkın çoğu göçebe Türkmen kabilelerinden meydana geliyordu. Bunların önemli bir kısmının yerleşik hayata geçmesi için bir asır geçmesi gerekti. Ancak, II. Kılıç Arslan zamanında Anadolu şehirleri gelişti. rinde, Güneydoğu Anadolu' da gelişmiş şehir hayatı vardı. Selçuklular' da uzun iç barış dönemi hiç yaşanmadı. Melikşah, II. Kılıç Arslan, Alaeddin Keykubad, oğlu Keykavus dönemleri dışında ülke iç kavgalarla çalkalandı. Buna dışta, batıda Bizans'ın ve Haçlılar'ın, Kafkasya'da Gürcüler'in, Orta Asya-Horasan'da Karahitaylar'ın, müslüman olmamış Oğuzlar'ın, devletin içinde Batınilerin (İsmaililerin) Selçuklutarla devamlı mücadelesi eklendi. Zaman zaman göçebeler isyan ettiler. Selçuklu toplumu, bilhassa Anadolu Selçuklular'ı Hoı·asan, İran, Irak, bölgeleriyle devamlı ilişki içinde oldular. Anadolu Selçuklu dünyasını besleyen ilim, sanat, edebiyat adamlarımn önemli bir kısmı bu bölgelerden geldiler. Anadolu' dan bu bölgelerdeki medrese! ere ilim tahsil etmek için talebeler gitti. Buna karşılık Bizans'la böyle bir ilim, edebiyat, sanat alış-verişi olmadı. Hemen hemen Bizanslılar'a ait hiçbir eser tercüme edilmedi. Şam Selçuklular devrindeki ilmi kurumlara gelince, Selçuklular'ın bu konudaki en büyük hizmetleri medrese ve hanikah kurumlarını geliştirmeleri, yaygın hale getirmeleri olmuştur. Bu iki kurum Selçuklular'dan önce ortaya çıkmıştı. Fakat, bunları Selçuklular yaygın hale getirdiler. Bu iki kurum daha çok din ilimleriyle, Arapça'nın öğretildiği yerlerdi. Asıl gayeleri din adamı yetiştirmek­ ri. Diğer ilimiere ikinci derecede önem veriyorlardı. Hanikah (tekke) mutasavvıflann ve medreseler fakibierin kaldıkları, eğitimlerini yaptıkları kunımlardı. Genellikle iki kurumda yapılan eğitim birbirine benziyordu. Medrese ve hanikahın yaygınlaşmasına karşılık rasadhaneler Selçuklular zamanında sadece Melikşah tarafından Isfahan'da ve Sencer tarafından Merv'de kuruldu. Alamut'ta da bir rasadhane vardı. Hastahaneleri yaygın hale getiren ise Nureddin Mahmud b. Zengi (ölm. 1174)'dir. Bu kurum XIII. yüzyılda Anadolu' da da yaygınlaşmıştır. Yukarıda, İbn Cülcül'ün Türkler hakkındaki sözünün hatalı olduğuna işa­ ret etmiş, el-Farabi''yi örnek vermiştik. Deylemlerden olan Azudüddevle 368/978 yılında Bağdad'ta kendi adına nisbet edilen büyük bir hastahane tesis etmiştir. Bu hastahanede zamanın en ünlü ilim adamlarını görevlendirmiştir. Ebfı Cafer el-Hazin (ö. 960), el-Sfıfi (ö. 986), Ebfı Sehl el-Kfıhl (ö. 988), Ebü'lVefii el-Bfızcanl (ö. 988) bu devirde çalışmalarını yapmışlardır. İbn Sina (ö. I 037), ei-Birfınl (ö. 1040 ci van) bu devirde yetişmişlerdir. Diğer taraftan, günümüze gelen yazmaların büyük kısmı Selçuklular devrinde ve daha sonraki asırlarda istinsah edilmiştir. X. asırdan öneeye ait yazımı çok azdır. XII. asırdan sonra ise yazma sayısı birden artar. XVII. asra kadar de- 235 vamh gösterir. Bu husus Selçuklularm gelişiyle ilmi ğini, hatta daha da devam gösterir. Sina'nın talebderi devirde yaşamıştır. Eserlerini bu geleneğin kesilmedi- taraffından önemli medreseleri bunları başkalan Nisabur Nizamiye Medresesi'nde Ebü'I-Meali ei-Cüveyni ile elNizamiye Medresesi'nde Ebu İshakel-Şirazi (ölm. (ö. 505/11 1) ders Vezir Nizamülmülk de bir ilim ada- takibetmiştir. Gazz~m Bundan başka, bir rasathane kurdu. Bu rasathanede Hatim el-İsfizari (ö. 1115 civan) ve arkadaşlan gözlemler ile takviEn mükemmel mini hazırladılar. Bu takvim güneş yılına göre takvimlerden biriydi. 4 Hayyam ile İsfizari çok değerli iki alimdi. Arşimed terazisi Sina bir edilirdi. İyi bir matematikçi, astronom, eser Onun felsefesini önce, "Sultan Sencer'in Tabibler" adlı bir çalışma Feth Abdurrahman el-Hazini (ö. 1122'den el-Haraki (ö 1158), Omar b. Selılan el-Sav! (ö. 1145), (ö. 1153), Zeynüddin el-Cürcani (ö. 1136'dan sonra), el-Hemedani (ö. 1131), Zahireddin elBeyhaki (ö. 1170) gibi devrin önemli alim ve felsefecilerinden bahsetmiştik. elHazin!, Sultan Sencer adına el-Zfc el-muteber el-Sencerf'yi ve el-hikme adh eserlerini yazmıştır. Mizan el-hikme İslam dünyasında teraziler üzerine yazılan en önemli eserdir. Zeynüddin el-Cürcani sahasında değerli eserler yazmıştır. Bunlar arasmda farsça Zahfre-i Harezmşahi adh büyük kitabı hakh bir şöhret kazanmıştır. Bu devrin önemli ilim adamlan arasmda Rağıb elIsfahani (ö. 1108), Selçuklu Sultanlannın tabibi Ebü'l-Berakat Hibetullah b. Malka (ö. 1165) vardır. İbn Melka, İbn Sinil'mn Kitab el-Sifa'sındaki çok görüşünü Kitab 'te her adlı felsefe kitabında tenkit etmiştir. Yine bu devirde Bağdad ve Isfahan'da yaşayan el-Bed! el-Usturlabi (ö. 1139) İsfahan rasathanesinde gözlemler yapmış, el-Zic el-Mahmı"idl adlı eserini yazmıştır. Bu zat astronomi aletleri yapmayı iyi el-Hocendi'nin icadettiği "el-alet el-şamile"yi düzeltmiştir. Astronomi sahasında fakat 5 değerli risaleleri vardır. 4 5 H. Suter, "Celal! takvimi", İA, IH, 59-60; E/2, II, 408-410. ei-Kıfti, Tarih el-lıukema, Mısır tabı, s. 224; Irşad el-erfb, XIX, 273-276; R. Şeşen, Mulıtarat min el-malıtutat, IRCICA, İstanbul 1997, s. 316. 236 Bu devirde Mağrib'ten gelen iki yahudi alim önemlidir. Bunlardan biri Samu'el b. 570/1175 civan), diğeri Ebü'l-Hakem eiMürsl'dir. Bunlar müslüman olmuştur. Samu'el Merağa'da Azerbaycan atabey6 Ebü'I-Hakem sultanları hizmetinde çahşmıştır. Samu'el cebir ve sahasında değerli eserler yazmıştır. Bunlar arasmda elmisô.hat ec sam el-cevô.hir el-Bahir fi 'l-cebr, Dikaçı lı üçgen adlı eserleri önemlidir. el-Bahir cebir sahasında en değerli kitaplardandır. Bir başka önemli matematikçi Ebü'l-Hakem'in talebesi de olan Sarnsatil Necmeddin b. el-Seri b. el-Salah (ö. 548/1153)'tir. Artuklulardan Hüsameddin b. İlgazi' ile Nilreddin Mahmud b. Zengl'nin himayesini görmüş, mayazmıştır? tematik sahasında değerli XH. asrın ikinci yarısı ile XIII. ilk çeyreğinde Selçuklular, Eyyubiler, devletleri sahalarında çok sayıda ünlü alim, felsefeci Bunların felsefe, leelam sahalannda ŞiMbeddin Yahya b. Habeş el-Suhraverdi (ö. 587/1 191), Fahreddin el-Razi (ö. 1209), Seyfeddin el-Amid! (ö. 1233) en önemiii eridir. Matematik sahasında ise Şerefeddin el-Tu s! 1210' dan sonra), B edi el-Zaman b. el-Razzaz el-Cezeri (ö. 1206), Kemaleddin b. Yunus (ö. 1242) önemlidirler. Bunlardan Salahaddin el-Eyyübi ve devri üzerine yazdığımız kitapta bahsettik. Sihabeddin el-Suhraverdi çok genç denecek bir yaşta idam edilmesine rağmen, İbn Sina derecesinde önemli bir felsefeci, bir çok felsefi eserin yazandır. felsefesinin kurucusu ve en büyük temsilcisidir. b. el-Arabi olmak üzere çok sayıda felsefeciye etki yapmıştır. Ondan sonra dünyasındaki felsefeciler meşşaller, olmak üzere iki mektebe mensup olmuşlardır. Fahreddin el-Razi ile Seyfeddin elAmidi ise kelam din ile felsefeyi te'lifin en büyük temsilcileridir. 8 Şerefeddin Kemaleddin b. Yunus çağdaştır. Birbirlerinden Bağdad, Musul, Hemedan, Haleb ve Dimaşk Çok sayıda talebe Astmatematİk bir alimdi. Kitab el-mııadelô.t adındaki diğer bazı risaleleriyle beraber Rüşdi Raşid tarafından 1986 . Bu eserde üçüncü dereceden cebir problemlerini elEser dünyasmda ilminin vardığı son noktadır. 9 Razzaz el-Cezeri ise otomat makineler üzerine İslam dünyasmda yazılan en öel-Kıftı, aynı eser, s. 142, 264-265; CAL, I, 488, S. 1, 892; Mulıtaratmin el-malıtutat, s. 486. Eı-Kıft!, avm eser, s. 279; CAL, I, 471, S. I, 857; Muhtarat min ei-Malıtutat ... , s. !02-ı03. R • • 2 fA, IX, 645-646, X, 400-40ı, XI, 88-90; EI, I, 446, IV, ı 23- ı 26, ll, 770-773; CAL, 1, 393-394, 437-438, 506-508, S. I, 678-679, 781-783, 914-924; R. Şeşen, Salahaddin Eyyubl ve devri, !SAR, İstanbul 2000, s. 527-530, 536-538; Muhtarat min el-malıtutat, s. 489-492, 496, 650-658. 9 CAL, 1, 472, S. 1, 858-859; Ruşd! Raşid, Şharaf al-Din al-Tus'i oeuvres Matlıematiques, Paris 1986; Salahaddüı Eyyübf ve devri, s. 546-547. 6 7 237 nemli kitabı kaleme almış, Artuklulardan Amid sahibi Mahmud b. Muhammed b. Kara Arslan'a 1205 tarihinde sunmuştur. Bu eser Haleb ve Bağdad'ta yayın­ lanmış, İngilizce'ye tercüme edilmiş, Atilla Bir tarafından Türkçe bir değerlend .ırmesı. yapı ı mıştır. 10 Kemaleddin b. Yunus ise Musulludur. Bağdad'ta okumuştur. Zamanında bütün ilimlerde bir otoriteydi. İslam dünyasının çeşitli yerlerinden matematik sahasındaki problemleri ona sorarlardı. Endülüs'ten, hatta Sicilya-Alınanya imparatoru II. Frederich tarafından sorulan matematik problemlerine cevap vermiştiL Eslruddin el-Ebheri ünlü bir alim iken Musul'a gelmiş onun asistanlığını yapmıştır. Musul'a sırf ondan istifade için geldiğini söylemiş, onun eiGazzall' den daha büyük bir bilgin olduğunu ifade etmiştir. Maalesef Ömer Hayyanı gibi, o da fazla eser yazmamıştır. Günümüze matematik ve astronomi sahalannda bazı risaleleri gelmiştir. Bunlar orijinal çalışmalardır. 11 Nureddin Mahmud b. Zengl ve Salahaddin zamanlarında tıp ilminde önemli gelişme olmuştur. Bu devirdeki hastahanelerden, ünlü tabibierden ve eserlerinden çeşitli çalışmalanmızda bahsettik. Burada şunu belirtmek gerekir ki; XIII. yüzyılda İslam dünyası Moğollar-Haçlılar arasında kalmasına, ağır moğol darbesine rağmen ilmi ve kültürel açıdan hayret edilecek derecede verimli olmuştur. Bu verimlilik Moğol İlhanlılar ve Memluklarla devam etmiştir. XIV. yüzyılın ikinci yarısından sonra ilmi ve fikri sahalarda bir gerileme göıiilür. Genellikle daha önceki alimierin eserleri üzerine şerhler, başiyeler yazılır. Sadece, Uluğbey ve etrafındaki bazı ilim adamları, İbn Haldun ve Takiyyuddin ei-Rasıd bu konuda istisna teşkil ederler. Anadolu Selçuklularmda İlim: Selçuklular devrindeki ilimden bahsederken Anadolu Selçukluları'nı ihmal etmemek gerekir. XI. asrın sonlan ile XII. asrın ilk yarısında Anadolu'daki ilim hayatı hakkında hemen hemen hiç bilgimiz yoktur. Bu devirde Anadolu iç karışıklıklar içindeydi. Bizans ve Haçlı baskısı altındaydı. Halkın büyük kısmı göçebeydi, şehirler gelişmemiş, ilmin gelişmesi için bir sosyal ortam hazırlan­ mamıştı. Bununla birlikte bu sırada Anadolu' da kadılık, müftilik yapacak ilim adamları olmalıdır. Kutalmış oğlu Süleyman I 084 yılında Tarsus'u zaptedince Trablusşam sahibi İbn Ammar' dan kadı göndermesini istemişti. 1 108 yılında I. Kılıç Arslan Abbas! halifesine Kadı EbU Said ei-Herevl'yi elçi göndermişti. 12 Bundan başka bu erken devirde Anadolu'ya gelen ilim adamlarından biri de Bedayi el-sanayi adlı kitabın müellifi Alaeddin ei-Kasan'i (ölm. 1191 )'dir. Bu 111 CAL, 1, 497, S. 1. 902-903; Sadettin Ökten, "'el-Cezcri", DİA, VII, 505-506; Salalıaddin Eyyılbl ve del' ri, s. 546. 11 Vefeyat e l-a 'yan, IV, 396-401; CAL, S. I, 859; Salatıaddin E\'vılbf ve devri, s. 538-540, 548; DlA, XX, 452-453; Mulıtarat min el-malıtutat, s. 181-182. 12 Cl. C alı en, Osman/dar'dan önce Anadolu 'da Türkler, terc. eden: Yıldız M oran, İstanbul 1979, s. 247. 238 ye bir önemli fakih Ali tamamladıktan sonra Haleb'te b. Muhammed b. Hibetullah ei-Buhari 13 hükümdarlarm anlatır. 14 ın el-Suhraverdl'nin fikirlerinin ve hoca edindiğini, felsefe konusunda araştırma Pertevname adlı eserini ona takdim ettiğini, sembol ve işaretlerini kavradığmı söyler. 15 I. m da ilinıle uğraştıklarını, alimleri Haleb'e giden Mecdeddin Bibl ailesini, Mevlana'nın çok alim ve edibi büyük bir ilmi, edebi kalkınma meybu hamle ve beylikler devrinde de devam etmiştir. Bunun sonucu bürohaside ve ilml-edebi eserlerde başla. Osmanlılar devrinde bu devam Anadolu'da ilmin ve hastahane gibi kurumlar . Anadolu' da ilk medreseler Artuldular bölgesine olan yerArtuklulardan Mardin sahibi Necmeddin hükümdan Nizameddin Niksar'da yaptırdığı 'deki Külük Camii Medresesi takib m Yağıbasan m O. Turan, Selçuklular zammımda Tiirkiye, i st. 1971, s. 233; Salalıaddin Eyytlbf ve devri, s. 432433. 14 İbn el-Esir, ei-K{unil, XII, 196. 15 ibn Bibi, ei-Evamir el-aldiyye, terc. eden Mürsel Öztürk, Ankara 1996, 1, 44. 13 239 Mehmed (ö. 536) de Anadolu' da ilmin gelişmesi, İslam dininin yayılması için çok çalışmış, pek çok alimi hizmetine almıştır. Bunların başında yukarıda bahsedilen Kadı Ebu Said Abdülmecid b. İsmail b. Muhammed el-Kaysi ei-Herevi (ö. 537/1143) vardır. 16 Yağıbasan'ın yeğenieri Zünnun, Malatya emiri Zülkameyn alimleri himaye ederlerdi. Ebu Said el-Mağribi Takvim el-edviye 17 adlı tıp kitabını Zülkarneyn'e ithaf etmiştir. Bu sırada Malatya'daki Süryaniler arasından da alimler yetişmiştir. Bunların başında Süryani Mihael ( ö. 1 199) vardır. Yukanda bahsedilen medreselere, II. Kılıç Arslan'ın oğullannın ilk yıl­ larında, 1193 yılında Konya'da inşa edilen Ali Gav, Kayseri'de inşa edilen Hoca Hasan medreseleri takibeder. Rükneddin Süleymanşah devrinde 593/1 196 yılında Konya'da inşa edilen Altunaba Medresesi'nin vakfiyesi günümüze gel18 miş ve neşredilmiştir. Maalesef, XII. asırda, hatta XIII. asrın ilk yarısında Anadolu' da tarih ve biyografiye dair eserlerin yazılmaması, Anadolu' da bu sıra­ daki ilmi ve kültürel hayatı öğrenmemizi engelliyor. Bu konuda bildiklerimiz komşu ülkelerin tarihçilerinin verdikleri kısa bilgilere, XIII. yüzyılın ikinci yansında Anadolu' da yazılan bir kaç tarih kitabına, yeni zamanlarda Fuad Köprülü, A. Ateş, Abdülbaki Gölpmarh, O. Turan, Cl. Cahen gibi araştırmacılarm çalış­ malarına, bazı arkadaşlanmızm yaptıklan yeni çalışmalara dayanmaktadır. Bunlar arasmda A. Ateş'in Anadolu-Türkiye kütüphanelerindeki yazmalarm tam19 tllması üzerine yazdığı makaleler çok önemlidir. A. Ateş' in, Anadolu'da yazılan farsça eserlerle ilgili makalesinde Hubeyş ei-Tiflisi (ö. 62911232)'nin II. Kılıç Arslan adına yazdığı Kamil el-ta'bfr ve türkçe tercüme i erinden, Kanun el-edeb 'ten, Kutbeddin M elikşah adına yazdığı Kifayet el-tıbb adlı eserinden, Usul el-melahim ve Beyan el-nücum adlı astroloji kitaplarından bahsedilir. Bundan sonra, Nizarni-i Geneevi (ö. 1201 civan)'nin Erzincan Mengücele hükümdan Fahreddin Behramşah'a ithaf ettiği Mahzen elesrar adlı mesnevisinden sözedilir. Bundan sonra, Sihabeddin ei-Suhraverdi'nin 1 " İbn Asiikir, Tarih Dimaşk, X, 223; İbn Kutluboğa, Tae el-teracinı, s. 28; İA, III, 471; E. İhsanoğlu - R. Şeşen ve diğerleri, Osmanlı Astronomi Literatiirü Tarihi, (OALT), nşr. E. İhsanoğ1u, istanbul 1997, I, naşirin girişi, s. 50. 17 İA, III, 475; OALT, giriş, s. 50. ıH O. Turan, "'Selçuklular devri vaktiyeleri I, Şemseddin Altunaba Vakfiyesi ve hayatı", Belleten, XI, 1947, s. 200 vd. 19 Bkz. A. Ateş, "Hicri VI-VIII (XII-XIV.) asırlarda Anadolu'da farsça eserler", TM, VII-VIII, 1940-1945, s. 94-135; aynı müel., "Anadolu kütüphanelerinde mühim yazmalar", Tarih Vesikaları, I, 140 vd.; aynı müel., "Konya kütüphanelerinde bulunan bazı mühim yazma eserler", Belleten, XVI, 1952, s. 49-1 30; aynı müel., "Burdur, Antalya ve hava1isi kütüphanelerinde bulunan Türkçe, Arapça ve Farsça bazı yazmalar", TDED, II, 1948, s. 171-191; F. Köprülü, "Anadolu Selçukluları tarihinin yerli kaynakları", Belleten, VII, 1943, s. 379-522; aynı müel., Tük edebiyatı tarihi, istanbul 1924; İ.H. Uzunçarşılı, Anadolu beylikleri, İstanbul 1937; O. Turan, Selçuklıı/ar zamamnda Türkiye, İstanbul 1971; Cl. Cahen, aynı eser, s. 247-258, 338-345; Osmanlı astronomi literatürii tarihi, E. İhsanoğlu'nun girişi, s. XL-LXXIll. 240 İmadeddin b. Kara Arslan için yazdığı al-Alvah el-imadiyye, Rükneddin için yazdığı Pertevname gelir. Bunlardan sonra, Muhammed b. Gazi'nin Rükneddin Süleymanşah'a ithaf ettiği Ravzat el-ukul'den, dokuz sene sonra I. Keykavus b. Keyhusrev'e ithaf ettiği Berid el-saade 'den, XII. yüzyıl sonunda meydana getirilen Ebu Hanife Abdülkerlm'in rubailerinden, diğer iki Ankarab şairin rııbailerinden, Necmeddaye el-Razi (ö. 1256)'nin 618/1221 yılında tamamladığı Mirsad elibad adlı eserinden, Kani'i'nin KeZile ve Dimne manzumesinden, Muhammed b. ei-Huseyn el-Mu'ini, Sadreddin el-Konavi, Saideddln el-Ferghani, Kutbeddin 20 ei-Şirazi, Ebu Bekr b. el-Zeki' nin bazı eserlerinden bahsedilir. Bunlardan sonra Fatih Kütüphanesi, nr. 5426' daki farsça mecmua tanıtı­ lır. Bu mecmuada Omar b. muhammed b. Ali'nin Akaidii Ehl el-Siinne (mukaddİmesinde o sıradaki Anadolu halkının astronomi-astrolojiye düşkün olduğu söylenir), Muhammed b. Ali'nin Risale fi'l-cihat, Celaleddin Karatay'a takdim edilen Terceme-i medh-i fakr, Kayseri nazırı İbn Kemal'in Keşf el-akabe, Omar b. Ali b. Muhammed'in Der itikad-i Ehl el-Siinne, Abdullah b. Muhammed b. Cafer b. Hayyan' m Hidayet el-ğabf adlı eserinin tercümesi, Ali b. Dusthuda elAnkari'nin Zikrıı mucizat el-Rasul adlı eserleri yeralır. 21 Bunlardan sonra yine Anadolu Selçuklulan devrinde yazılan başka birkaç eserden bahsedilir. Cl. Cahen, O. Turan bunlara Anadolu Selçukluları'na dair yazdıkları eserlerde bazı ilaveler yaparlar. XIII. yüzyıl başından itibaren Anadolu' da medrese! er, hanikahlar çoğal­ mış, hastahaneler açılmıştır. Bu hastahanelerde çalışan tabibierden Alaeddin Keykubad'ı tedavi eden Ferideddin Muhammed ei-Cacermi, Bedreddin b. Hariri, İzzeddin b. Hübel el-Mavsili, Seyfeddin el-Nasrani' den İbn Bibi sözeder. 22 Bunlardan başka, Kılıç Arslan'ın çocuklarına hizmet eden tabibler arasında Urfalı Hasnun (ö. 615/1218), İbn Keraya, İbn Meymun'un Süleymanşah kızkardeşinin oğlu Ebü'l-Rıza vardır. 23 Bu asırda Anadolu'ya İran ve Horasan'dan, Mısır ve Şam'dan çok sayıda önemli ilim adamı gelmiştir. Bunların en önemlilerinden biri Abdüllatif elBağdadl (ö. 1231)'dir. Abdüllatlf 1210 yılı civarında Mengücek Oğulları'nın merkezi Erzincan'a gelmiş, bazı aralıklar dışında, Erzncan'm Alaeddin Keykubad tarafından 1231 yılmda alınmasına kadar Fahreddin Behramşah' m oğlu Alaeddin Davudşah'ın hizmetnde çalışmış, ona çok sayıda eser ithaf etmiş211 A. Ateş, "Hicrl VI-Yili (XII-XIV.) asırlarda Anadolu'da Farsça eserler", s. 97-122. Aym makale, s. I 22-124. Mikail Bayram,Anadolu 'da telif edilen ilk eser Keşfü'l Akabe, Konya ı 981. 22 İbn Bibi, aym tercüme, s. 312. 23 el-Kıftl, Tari/ı el-lıukema, aynı baskı, s. 189-190, 210; Uyun el-enbd, I, 306; Emine Uyumaz, "Sultan 1. Alaeddin Keykubad döneminde Anadolu'da hekimlik yapan bazı tabipler", Tıp Tarihi Araştımıalan IV, istanbul ı 998, s. ı 53- ı 56. 21 241 tir. Onun tarafından büyük itibar görmüştür. Alaeddin Davudşah kendisi de ilimle meşgul olur, Abdüllat!f'e çok saygı gösterirdi. Abdüllatif'in bu sırada yazdığı eserler arasında el-Hikmet el-alaiyye, Bülğat el-hikme, Makale fi 24 el-harb, Makelle fi keyfiyyet istimal el-mantık vardır. Abdüllatif, Çelebi, nr. 823 'te bulunan mecmuadaki 1 1 eserini de bu sırada yazmış olmalıdır. Bu eserlerin sonlarındaki notlarda Erzincan için "Dar el-ilm Erzincan" ifadesini kullanır. 25 Bunlara ilave olarak, Manisa, nr. 1781/5, yap. 128b-l58b'deki Kümıaşfi'l-tıbb adlı eserin nüshasını Nureddin EbO. Yahya Zekeriyya b. Bilal b. 6 Yusuf ei-Merağl Receb 619 tarihinde Abdüllatlf'ten Erzincan'da okunmuştur." Yine aynı yıllarda 1204 yılında Endelüslü ünlü mutasavvıf ve filozof Muhyiddin b. ei-Arabi (ö. 1240) hacca giden Mecdeddin İshak'la Mekke'de tanışmış, onunla Anadolu'ya gelmiştir. Ölümünün sonlarına kadar zaman zaman Malatya ve Konya'da, zaman zaman Haleb ve Dımaşk'ta oturmuştur. Baş­ ta Fiitlllıdt el-Mekkiyye olmak üzere eserlerinin çoğunu bu sırada yazmıştır. Bu kitaplardan bir çoğunun müellif hattı veya müellife okunan nüshası Konya Yusuf Ağa Kütüphanesi' nde bulunmaktadır. 27 Onun talebelerinden Afifüddin el-Tilimsiini (ö. 1291), İsmail b. Savdikin, Saidüddin ei-Ferganl (ö. 1299) yine bu asırda hayatlannın önemli kısmını Anadolu' da geçirmişler, tasavvufa dair eserler yazmışlardır. Anadolu' daki tasavvufi düşüneeye katkı yapmışlardır. Mecdeddin İshak'ın eserleri hakkında bilgimiz yok. Fakat, oğlu Sadreddin ei-Konav1 (ö. 1273), MevHina (ö. 1273) ile beraber Haleb ve medreselerinde okumuşlar, Muhyiddin b. el-Arabi'nin büyük etkisi altmda kalmışlardır. Mevlana Mesnevl ve Divan-ı kebir, Fihf mafihl gibi hem edebi hem fikri büyük eserler yazmıştır. Sadreddin de zamanında Mevlana gibi ünlü bir kişiydi, felsefe, tasavvuf sahalannda büyük bir alimdi. O eserlerini Arapça yazmıştır. Bunlar o zamanda Anadolu' daki fikri seviyeyi yansıtan değerli kitap! ardır. Henüz basılmamışlardır. Onunla zamanın büyük alimi ve düşünce adamı Nasireddin ei-Ttisl (ö. 1274) arasında felsefi mektuplar teatl edilmiştir. 28 Bu sırada Nasiruddin el-TGs! de zaman zaman Anadolu'ya gelmiş olmalıdır. Tahrlr el-Macastl adlı eserini Rusameddin el-Hasan b. Muhammed el-Sivasl'nin tavsiyesi üzerine daha Moğollar Anadolu'ya gelmeden önce yazmıştır. 29 Ortaçağın Urwı el-enb!i. ll, 206-207; Sala!ıaddin Evwlbf ve devri, s. 531. Mulıtarat min el-malıtutat, s. 579-580. . . 26 Albcrt Dietrich, Medicinalia, Göttingen 1966, s. 228; Filırist Malıtutar el-tlbb el-lsiJmf, IRCICA, İstanbul 1984, s. 228. 27 A. Ateş, "Konya kütüphanelerinde bulunan bazı mülıim yazma eser! er", Belleten, XVI, 1952, s. 49-!30. 2 x CAL, 1, 449-450, S. I, 807-808; E/2, VIII, 775-777; Mulıtarat min el-nıalıttitdt, s. 536-537; Ni had Keklik, Sadreddin Konevi'nin felsefesinde Alla/ı, ka inat ve insan, İstanbul 1967; Osman Ergin, "Sadraddin al-QGnavi eserleri". ŞM, ll, 1957, s. 63-90. 29 Keşf el-zun un, s. 1595. 24 25 242 en büyük botanikçisi İbnel-Baytar (ö. 1248) da bu devirde Anadolu'da araştır­ malar yapmıştır. 625/1228 yılında Ahmed b. Sa'd b. Mehdi b. Abdüssamed el-Rekanl, Alaeddin Keykubad'a ithafen el-Lata(f el-alaiyye fi'l-fadail el-se11.iyye adında devlet idaresinden bahseden bir eser yazmıştır. Bu eserin müellif tarafından ya30 zılan tek nüshası Aş ir Efendi, nr. 316' da bulunmaktadır. XIII. yüzyılda hayatını İran, Anadolu, Irak arasında geçiren Eslruddln eiEbherl (ö. 1265)' den de bahsetmek gerekir. Felsefe, matematik, kelam sahalarında zamanının en yetkili kişilerinden olan bu zat Kemaleddin b. Yunus'un muidliğini yapmıştır. Necmeddin el-Katibl (ö. 1294)'nin hocasıdır. fsaguc! ve Hiddyet el-lıikme adlı eserleri medreselerin başlıca ders kitaplarından olmuştur. Talebesi ei-Katibl'nin el-Şemsiye ve Hikmet el-ayn adlı eserleri de aynı konularda ders kitaplarıydı. Son yıllarda bu iki büyük alimin eserlerinin yeni nüshalan bulunmuştur. Her ikisi de N asireddin el-Tusi'nin yakın arkadaşlanndandı. 31 Bu asırda Anadolu'ya gelen başka bir önemli alim Siraceddin el-Urmevl (ö. 1283)'dir. 1198'de doğan bu zat Musul'da okumuş, sonra Anadolu'ya gelmiş, yıllarca Konya kadılığı yapmış, Konya'da ölmüştür. Mantık, felsefe, kelam, fıkıh konularında büyük bir alimdi. Matali el-envar adlı mantık kitabı medreselerin ders kitaplanndandı. Bu zamanda Anadolu'ya gelen başka bir alim Afdalüddin ei-Hunacl (ö. 650 civarı) idi. Bu zat Eyyubiler Devleti Sultanı elMelik el-Kamil tarafından Anadolu'ya gönderilmişti. Keykubad ve oğlu Keyhusrev devirlerinde Anadolu'daki fakibierin reisiydi. Kelam, felsefe konularında eserler yazmıştır. 32 Şuna da işaret etmek gerekir ki, medreselerde okunan ders kitapları genellikle XII-XIV. yüzyıllarda yine medreselerde yetişen alimler tarafından yazılmıştır. Kadirilik, Mevlevilik, Bektaşilik, Ahilik, Rufailik, Kalenderilik gibi meşhur tarikatlar da bu devirde ortaya çıkmıştır. Bu bakımdan Selçuklular devrindeki ilim ve ilmi kuruluşlar daha sonraki yüzyıllar üzerinde belirleyici olmuştur. Son olarak şu noktaya da parmak basmak gerekir. Moğol istilası Anadolu'daki ilimierin gelişmesine ve Anadolu'nun Türkleşmesine olumlu bir etki yapmıştır. Moğollar önünden kaçan pek çok ilim adamı, Türk boyu Anadolu'ya gelmiş ve Anadolu'da yerleşmiştir. Başta Mevlana'nın babası Bahaeddin Veled, Hacı Bektaş, İbn Bibi, Ahi Evren, Şems-i Tebriz! olmak üzere, yukanda bahsedilen alimierin önemli bir kısmı Moğol baskısı sonucu Anadolu'ya gelip yerleşmişlerdir. Hülagu zamanında Merağa' da kurulan rasadhanede çalışan, daha 30 31 32 Mu!ıtarat min el-ma!ıtutat, s. 589. CAL, 1. 464-467, S. 1. 839-848; Mu!ıtaraı min el-ma!ıtutat, s. 266-272. 690-692. CAL, 1, 467, S. 1. 848-849: Mıdıtarat min e/-nıalıtutm, s. 475-476. 243 sonra Tebriz' de yaşayan pek çok ilim adamının Anadolu ile ilgisi olmuştur. Zekeriyya ei-Kazvini, Kutbeddin el-Şirazi bu sırada Anadolu'ya gelmişlerdir. Nasiruddin el-Tı1si'nin talebesi ve mesai arkadaşı Kutbeddin elŞirazl (ö. 1310) bu sırada Sivas ve Malatya'da kadılık yapmış, ders vermiştir. Nihayetel-idrak 681, 683 yıllannda Sivas'ta istinsah edilmiş ve okun33 muş nüshalan vardır. Başta Alaeddin Ata Melik el-Cüveyni olmak üzere, Moğollar devrinde yaşayan önemli görevliler Anadolu' da ilmin ve edebiyatın gelişmesine etmişlerdir. İbn Bibi el-Evamir el-alaiyye adlı tarihini ei-Cüveyni'nin teşvikiyle yazmıştır. Bunu başka Selçukname'ler takibetmiştir. Moğol himayesi devri Anadolu' da ilmin, Türklüğün ve Türkçe'nin gelişmesi, yeni şehirlerin, beyliklerin doğması devri olmuştur. Yunus Emre Anadolu'da bu devirde yetişmiştir. XIII. yüzyılda Anadolu'da çok sayıda kitap istinsah edilmiştir. Bunlardan bazıları çalışmalanmızda zikredilmiştir. 34 Sonuç olarak, Selçuklular devri, slam tarihinin duraklama devresinin bir parçası olmasma rağmen ilim, fikir ve edebiyat bakımından çok değerli yetiştiği bir devredir. Bu devirde klasik devrin otoriteleriyle mukayese edilecek, ilme, felsefeye, edebiyata katkı yapan adamlar yetişmiştir. Fars edebiyatı altın çağını yaşamıştır. Medrese, hanikah, hastahane bu devirde yaygın hale gelmiş­ lerdir. Bu devirdeki alimierin yazdıklan eserler medreselerin ders kitaplan olmuştur. Sonraki alimierin şerhlerine, haşiyelerine temel teşkil etmiştir. Onlar bu sırada yazılan eserleri yorumlamışlardır. Selçuklu çağı olan XI. asrın ikinci yarısı ile XII-XIII. asırlar daha sonraki asırlara göre ilim, edebiyat, felsefe bakı­ mından daha başanlıdır. XIV. asır ve daha sonrası sadece Türkçe'nin ve Türkçe eserlerin geliştiği asırlar olmuştur. Türkçe Osmanlılar devrinde dili haline gelmiştir. Ayrıca, fütuvvet, Ahilik, Kadirilik, Rufailik, Kalenderiye, Mevlevilik, Bektaşilik, Yezidilik gibi tarikatlar ve akımlar Selçuklular devrinde ortaya çık­ mıştır. Daha sonraki asırlardaki kültür hayatı üzerinde büyük etki yapmışlardır. 33 34 Köprüiii Kütüphanesi yazmalar kat., I, 486-487. Bu eserlerden bazıları için bkz. Muhtarat min el-nıahtutat, s. 15, 20, 94, 98, 125, 249, 282, 302, 567, 579, 589-590, 605, 776, 794, 802; Köprüiii Kütüphanesi yazmalar kataloğu, I, 45, 486, II, 44,300,436, 567; Türkiye kütüphanelerinde tanıtılmamış bazıfarsça yazma/ar, İTED, VIII/1-4, 1984, s. 44, 30, 36. 244 BİLİMSEL FAALiYETİNİN DEGERLENDİRMESİ Prof. Dr. Esin KAHYA* Anadolu'ya geliş tarihi genel olarak XL yüzyıl olarak kabul eFakat Anadolu'ya Türkiye denmesi ancak XII. yüzyıla rastlamaktadır. Daha önce birçok İslam Dünyasmda yaşamış bilginierin eserlerinde de ~.. -.-,..,- üzere Rum di yan denmektedir. Bunun en güzel örnekleri Beyruni ve Sina'nın eserleridir. Anadolu'ya geldiklerinde kendi kültürlerini de getirmişlerdir. İs­ gelişmesinde bilim ve felsefe açısından önemli katkılan olan Asya'daki Anadolu'ya da benimsetrneğe çalışmışlardır. Bunun izlerini şehirleşmede, ticari ve siyasi hayatta, vakfİyelerde görmek mümkündür. Örneğin vakfiyeleri ele alacak olursak, bunların bir kısmının aile adına oluşurulmuş olduğunu, vakıf gelirinin nasıl dağıtılacağı ve nelerin vakfa bağlı olduğunun şekilde vakıf kayıtlannda belirlenmiş olduğu görülür. temel direği olan ailenin güçlendirilmesi ön görülmüştür. Bu '"'""·'"'" biri de Seyfeddin Torumtay adına düzenlenen vakfiyedir. Özellikle bu dönemde medrese ve sağlık kurumlannın vakfa bağlı olarak sürdüolduğu dikkati çekmektedir. Anadolu Selçuklulan döneminde yapılan medreselere, özellikle de Konya' da yapılan medreselere bir göz atarsak bunlar arasmda tarih sırasına gore, ilk sırayı alanlar arasmda Altun Aba Medresesi (İplikçi Medresesi), Lala Ruzbe Medresesi, Gühertaş Medresesi (Molla-i Atik), Tacü'l-Vezir Medresesi, Şeref Mesud Medresesi, Büyük Karatay Medresesi, Küçük Karatay Medresesi, Seyfiye Medresesi, Nizarniye Medresesi, Atabekiyye Medresesi, İnce Minareli Medrese, Pamukçular Medresesi, Sırçalı Medreseyi (Muslihiyye Medresesi) sayabiliriz. Bunlardan özellikle ad yapmış olan Büyük Karatay Medresesinin 1251 ailesi tarafından yaptırıldığını ve banisinin Celaleddin Karatay olduğunu biliyoruz. Medrese 1908 yılına kadar eğitime devam etmiştir. Diğer medreselerden biri de Atabey Medresesi olup, 1256 yılında yaptınlmıştır. Medreseyi Atabey Aslandoğmuş yaptırmıştır. 1900 yılında medrese harap olmuştur. *Ankara Üniversitesi DTCF Öğretim Üyesi 245 Anadolu'nun diğer yerlerinde de birçok medrese kurulduğu bilnmektedir. Bunlar arasında Kayseri'de Çifte Medrese (1205), Sivas'taki Gök Medrese (1271) ve Buruciye Medresesi (1271), Erzurum'da Çifte Minareli Medrese ve Yakutiye medresesi, Akşehir' de Taş Medrese İsparta' da Atabey Ertokuş Medresesi, Niksar'da Yağbasan Medresesi, Çay'da Taş Medrese, Kayseri'de Seraceddin Medresesi ve Huand Hatun Medresesi. Ermenek'te Tol Medresesi, Diyarbakır' da Zinciriye Medresesi, Tokat'ta Gök Medrese, Antalya' da Karatay Medresesi sayılabilir. En eskilerinden birisi Diyarbakır' daki Zinciriye Medresesi olup, XII.yüzyıl sonunda inşa edilmiştir. Bunlardan günümüze kadar iyi durumda gelenler arasında da Kayseri'deki Çifte Medrese'yi verebiliriz. Yukanda verdiğimiz örneklerden de anlaşılacağı gibi, Selçuklular eğitim ve öğretime büyük önem vermişlerdir. Bunun için de temel eğitim veren kurumlann yanı sıra, yüksek öğretim kurumlan olarak bildiğimiz medreseleri açmış­ lar; bunların örneklerdeki yerlerinden de anlaşılacağı gibi, Anadolu'nun belli merkezlerinde değil, yaygın bir şekilde Anadolu'nun hemen her yerinde olmasına da dikkat etmişlerdir. Böylece, toplumun şekillenmesi ve kalkınmasında, eğitim ve öğretimin yaygın olarak uygulanmasının önemini idrak ettikleri de anlaşılmaktadır. Anadolu Selçuklularının önem verdiği ikinci nokta da dil konusudur. Daha once Selçuklu beylerinin Farsça'ya önem vermesi ve de bizzat kaleme aldıklan eserlerinde bile Farsça'yı tercih etmelerine karşın, beylikler döneminde bu konu üzerinde hemen her Anadolu beyinin israrla durduğu, memleketindeki alimiere belli başlı Arapça ve Farsça eserlerin çevrilmesi konusunda görevler verdiği görülmektedir. Bazılarına gore, bunun sebebi, Anadolu beylerinin Türkçe dışında dil bilmemeleri ve dolayısıyla belli başlı bilimsel eserlerin çevrilmesiyle mevcut bilmsel eserlerin Türkçe'ye kazandırılmasıdır. Sebep ne olursa olsun, bu hareket çok önemli belli başlı bilmsel eserlerin bir kısmının Türkçe'ye kazandırılınasını sağlamış ve bilim dili olarak Türkçe'nin gelişme­ sinde bir adım atmasında etkin olmuştur. Türkçe'nin resmi dil olarak tanınması açısından öncülük eden Karamanlı­ lar olmuştur. Karamanoğlu Mehmed Bey, her yerde Türkçe'nin kullamlması konusunda karar almıştır. Türkçe'ye çeviri yapanlardan birisi Ahmedi'dir. Aslında Ahmedi şair olarak bilinirse ve onun belli başlı eserleri arasında daha çok edebi eserler, örneğin Kabusname ve Marzumamıame verilirse de, onun tıpla ilgili çalışmaları olduğu da bilinmektedir. Onun bu iki edebi eseri Farsça'dan Türkçe'ye Süleyman Şah için yapılmış çevirilerdir. O, ayrıca İskendername adlı bir eserini Süleyman Şah için kaleme almıştır. Anadolu Beyliklerinden Menteşoğulları da Türkçe'ye çeviri hareketini desteklemişledir. Menteşoğullarından İlyas Bey (öl. 1421) için İlyasiyye adıyla 246 çevilmiştir. adlı dan Eser, Farsça'dan Türkçe'ye çevrilmiştir. Yine aynı bey kuşlar ve onların yetiştirilmesiyle ilgili bilgi veren bir eser de çevilmiştir. Aydınoğullan zamanında, Aydınoğullarından Mehmed Bey için (1334) çevider arasında Farsça'dan yapılan bir çeviri, Tezkiretii'l-Evliya zikredilebilir. Bu bize sadece bilimsel değil, din le ilgili eserlerin de Türkçe'ye çevolduğunu, dolayısıyla çeviriterin hemen her konuyu kapsaclığını göstermektedir. Yine Hekim Hacı Paşa, her ne kadar bazı eserlerini Arapça kaleme Şifa ül-Eskanı ve Deva iil-Alam adlı eserini Türkçe olarak kaleme Hacı Paşa XIV. yüzyılın belli başlı hekimlerinden olup, Mısır' da eğitimi­ sonra memleketine dönmüş ve dini eserlerinin yanı sıra, tıpla eserler kaleme almıştır. Bunlardan Arapça olanı Şifa adıyla ad yapmış odöneminde ve daha sonraki yüzyıllarda hekimler tarafından el kitabı olarak . Eserde, klasik sınıflamaya uygun olarak, baş hastalıklarından ayak hastalıklarma doğru giden bir sırada, her bir hastalığı açıkla­ mış; hastalıkların arazları, teşhis ve tedavileri hakkında bilgi vermiştir. Onun olarak yazdığı Müntehab-ı Şifa adıyla bilinen eseri ise, bu hacimli eserinin bir özeti niteliğindedir. Anadolu beyliklerinden Aydınoğullarında da aynı şekilde, Arapça ve eserlerin Türkçe'ye kazandırılması konusunda çalışmalara rastlanmaktadır. Aydınoğullarında Umur Bey ve Mehmed Bey zamanında bu tip çevirilere Umur Bey, meşhur Hint klasiği olan Ketile ve Dimne'nin ye çevrilmesini istemiştir. 39 yaşında vefat eden bu devlet adamının çevrilmesini istediği bu eser, deyim yerinde ise büyükler için masallar diyebileceğimiz, hayvan hikayelerini içerir; bir nevi felsefi eser olarak nitelendirilebilir. Yine onun emriyle, Demiri'nin Hayat el-Hayevan adlı eseri Türkçe'ye kazandı­ Aydınoğullarında çevrilen önemli eserlerden birisi de İbn Baytar'ın basit ilaçlarla ilgili eseridir. ni tamamladıktan Anadolu beyliklerinden Candaroğulları da Türkçe'ye önem vermişlerdir. Onun zamanında kaleme alınmış olan eserlerin dilinin Türkçe olduğu görülmektedir. Dönemin belli başlı hekimlerinden olan Hekim Sinaoplu Mürnin b. Mukdönemin devlet adam İsfendiyar Bey'e ithafen Mitah el-Nıır ve Hazain elSurur adlı eserini kaleme almıştır. Bu eser ağırlıklı olarak göz hastalıklarını ele göz anatomisi ve gözün hastalıklarını belli bir sıra ile ele alıp, onların ve tedavisi hakkında bilgi vermektedir. Bu kitabın özelliği göz hastalıkla­ n üzerinde yazılmış bir monografi olmasıdır. Ayrıca, cerrahinin genellikle kaçı­ nılan bir tedavi şekli olmasma karşın, eserde çeşitli hasalıklarda cerrahi tedavi öngörülmekte ve basit şemalarla bu tedavinin nasıl yapılacağı anlatılmaktadır. 247 Cerrahi tedavi öngören hastalıklar arasında göz yaralan, çeşitli urlar, katarakt ve ektropium bulunmaktadır. Yine Candaroğulları zamanında İsmail Bey için çeşitli dini ve bilimsel eserlerin çevrildiğini belirlemekteyiz. Yukarıda örnekleri verilen çeviri faaliyetini değerlendirecek olursak, görülür ki, çevrilen eserlerin hemen tamamında, eserin başmda niçin söz konusu çevirinin yapıldığı konusunda bir açıklama verilmektedir. Burada verilen açıklamaların ortak yanı, yazann eserini 'herkesin aniayabilmesi için Türkçe kaleme aldığını' söylemesidir. Bazılan ise 'ibret olsun' diye Türkçe yazdıklarm ifade etmektedirler. İçerik olarak değerlendirdiğimizde, çevirilerin kelime kelime çeviri olmadığı belirlenir. Eseri çevirenler meslekten kişilerdir. O konudaki bilgilerini gerekli yerlere ilave etmekten kaçınmamışlar ve gereksiz gördükleri kısımlan da metinden çıkarmışlardır. Aslında, bu çeviri özelliği daha sonra, Osmanlılarda yapılan çevirierde de devam etmiştir. Dolayısıyla çevirilere tam bir çeviri olarak bakmak da pek doğru olmayacaktır. Biz çevirierde çevirmenin fikir ve yorumlanna da bu eserlerde buluruz. Eserlerde dikkati çeken noktalardan birisi, kullamlan teknik terimlerdir. Terimierin bir kısmı Türkçe olmakla beraber bir kısım teknik terimierin orijinal metindeki ile aynı olduğu, bir başka ifade ile aynen orijinal metinden alındığı belirlenmektedir. Çevirlerle ilgili bir başka dikkate değer husus ise, eserlerin bir kısmı dini eserler ya da edebi eserler olmakla birlikte, ağırlıklı olarak tıp eserleri olduğu belirlenir. Ayrıca, sadece çeviriler değil, bu yüzyılda yazılan tıp eserlerinin de tercihen Türkçe olduğu belirlenmektedir. On dördüncü yüzyılı izleyen dönemde, yani XV., XVI. ve XVII. yüzyıllarda Osmanlılarda yazılan tıp eserlerinin hemen hepsinin Türkçe olduğu belirlenir. Yazarlar hemen eserlerinin başında, daha once, Anadolu Selçuklulan döneminde olduğu, eserlerini Türkçe yazmalarının sebebinin 'okuyan herkesin, eseri okuyup, kolayca anlaması' olduğunu kaydetmişlerdir. Anadolu Selçuklulan zamanında yazılmış olan astronomi, matematik ve benzeri konulardaki eserlerin, daha once olduğu gibi, Arapça olarak kaleme alındığı belirlenmektedir. Bu eseriere örnek olarak meşhur mekanİst el-Cezeri'yi verebiliriz. EI-Cezeri Kitab el-Hiyel adlı eserinde, çeşitli mekanik düzenekieri anlatırken, aynı zamanda günümüz robotlarına benzer düzeneklerden de söz e miştir. Yine matematilele ilgili olarak İsmail b. İbrahim Mardini'nin (1194-1239 veya 1252) matematik konusunda üç eseri örnek olarak verilebilir. Bu eserler 248 Kitab al-Adad el-Esrarfi'l-Esrar al-Adczd (bir aritmetik kitabı olup, sayı sistemi üzerinde yoğunlaşmıştır), Kitabü 'l-İrşadi 'l-Hisab .fi 'l-Hussab fi 'l-Maftuh min İ/mi 'l-Hisab (bu eser de aritmetikle ilgili olup, bazı aritmetik hesaplama tarzları hakkında bilgi vermektedir) ve Nisabi 'l-Habrfi 'l-Hisabi'l-Cebr'dir (cebirle ilgilidir; birinci ve ikinci derece denklem çözümleri verilmektedir. Yazar 1 bu eserini ve ikincisini Mekke'de kaleme almıştır.) 1 Anadolu Selçuklularında devlet adamları, coğrafyaya büyük ilgi duymuş­ lar ve gittikleri seferlere dair 'günlük' benzeri eserler kaleme almışlardır. Hatta bazı bilim adamlarının bu konuda kaleme almış oldukları kitaplarına rastlamaktayız. Coğrafya ile ilgilenen bilim adamları arasında Ebu'I-Feda'yı zikredebiliriz. O, Takvimii'l-Buldan adlı eserinde, yazarımız, Ortadoğu ülkeleri hakkında bilgi vermektedir. Genellikle, coğrafya eserlerinde, orada ele alınan ülkelerin bitki ve hayvan örtüsü, iklimi ve beşeri yapısı hakkında bilgi verilmiştir. Anadolu Selçuklulannda da simya, İslam Dünyası'nda olduğu gibi, ilgi çeken bir konu olmayı sürdürmüştür. Onlardan biri de Cevberi' dir. Cevberi ya da Abdurrahman (veya Abdurrahim) b. Ömer Zeyneddin el-Dımışkl değişik ülkeleri gezip görmüştür. Anadolu' da bir süre Harran (H.612/I 219) ve Konya'da bulunmuştur. Cevberi, daha sonra, Malik el-Mesud'un sarayında görev almıştır (61811221). Cevberi'nin Kitab el-Muhtarfi Keşfel-Esrar ve Hatk elAstar li'l-Alamet (Sır/ann Ortaya Çıkanlmasi ve Örtiiierin Kaldırılması Hakkmdal adını taşıyan bu eserinin çeşitli nüshaları yazma kütüphanelerinde bulunmaktadır.4 Cevberi simyayı sırlar sanatı olarak kabul etmektedir. O özel bir sanattır; kutsal bir yönü vardır ve özel bir beceriye ihtiyaç gösterir; o, peygamberler sanatıdır. İnsan bu sanat sayesinde insanın, ve diğer nesnelerin sırlanna vakıf olabilir. Ancak ona göre, yukarıda da belirtilmiş olduğu gibi, bazıları bu kutsal sanatı kötüye kullanmışlar, insanları kandırmak için vasıta olarak değerlendirmiş­ lerdir. ve öğretime önem vermiş olmalarının, yanı sıra kurumlaşma olarak şifahane ve himarbanelere de büyük önem vermişlerdir. Çünkü, 'nasıl ki zihinsel eğitim ve öğretim önemliyse, bedeni sağlık da aynı derecede önemlidir' zihniyetinden hareket eden Türkler, Anadolu'nun devlet kurmuş oldukları şehirlerinde sağlık kurumlan kurmuşlarAnadolu'daki Türkler medreseler inşa etmiş ve eğitim İsmail b. İbrahim Mardin!, Kitab al-Adad el-Esrar ji'I-Esrar al-Adad, Süleymaniye Kütüphanesi, Esat Efendi, ı ı 78/6. 2 G. Sarton, "'Introduction to ıhe History of Science", Baltimore, 1927, c.2, kısım 2, s.703. 3 Bu eserin taşbasma bir nüshası Süleymaniye Kütüphanesi, Bağdaılı Vehbi, 755 nuınarda 1 bulunmaktadır. ~ Ayrıca eser, 1885 tarihinde Şam'da ve 1908'de yayınlanmıştır. Ayrıca eser, 1885 tarihinde Şam'da ve 1908'de yayınlanmıştır. Bkz. Steinschneider (ZD MG), XIX, 562. E.Wideınann, Beitrage zur Geschiclıte der Naturwissenschaf-ten, lV. 249 dır. Bedeni olarak sağlıklı olamayan kişinin sağlıklı düşünemeyeceği gerçeğini çok iyi kavramışlardı. Buradaki Bu kurumların hemen pek çoğu aynı zamanda cami ve medreselerin yanında yer almaktaydı. Bu da daha sonra, şekiilenecek olan külliyelerin bir öncüsü olup, bu yapılanma da bize, yukanda da ifade edilen düşüncenin somutlaşmış bir şekli olarak görünmektedir. Şifahaneleri sadece tedavi kurumları olarak ele almak pek doğru olmaz. Bu kurumlar aynı zamanda tıp medreseleri idi. Bu kurumlar tıp öğretimi ve eği­ timi vermekteydi. Anadolu'da Türklerin inşa ettirdiği şifailanelerin genel olarak tedavi için ayrılan hasta odaları, doktor ve hastabakıcı odalan ve eczaneden müteşekkil olduğu bilinmektedir. Şifahanelerden birisi Sivas'taki Keykavüs Şifahanesidir. 1217/1218 tarihinde yapılmış olup, Selçuklu sultanlarından I. Keykavus tarafından yaptırılmıştır. Selçuklular zamanında yapılmış olan meşhur medreselerden birisi de Kayseri'deki Çifte Medresedir. Bitişik nizarn iki yapıdan birisi medrese, diğeri şifahanedir. Her iki yapının ölçüleri aşağı yukarı eşittir. Şifaiyenin girişindeki kitabede 1205/1206 tarihinde II. Kılıç Arslan'ın kızı ve Gıyaseddin Keyhüsrev'in kız kardeşi Gevher Nesibe Hattın'un vasiyeti üzerine inşa edildiği kaydedilmiştir. Anadolu'da Türkler tarafından yaptırılmış olan tedavi kurumlarından birisi de Amasya'daki Amasya Bimarhanesidir. Burası tımarhane-şifahane olarak daha çok bilinir. Sultan Muhammed Olcayto Hüdabende'nin karısı İldus Hatun 1308/1309 tarihinde özellikle akıl hastalıklan için yaptırılmış olduğu bilinmektedir. Anadolu Selçuklulan temizliğin sağlık açısından ne kadar önemli olduğunu onlar zamanında kurulan şifahane ve bimarhanelerin yanı sıra, yapılan hamamlar ve ılıcalardan anlaşılmaktadır. Bunların bir kısmı hala günümüzde kullanılmaktadır. Anadolu'nun jeolojik yapısımn değerlendirilmesi suretiyle sıcak ve ılık su tedavi kurumlan şeklinde ılıcalar ortaya çıkmıştır. Bunlardan günümüzde de kullanılanları arasında Ilgın, Kırşehirdeki Kara Kurt, Havza'da büyük ve küçük hamamlar, Erzurum'da Ova kazası, Hasan Kale, Konya'da Hamidiye, ve Boğaziayan kaplıcaları, Seydişehir, Kütahya'daki kaplıcalar sayı­ labilir. verilen açıklamalardan da anlaşılacağı gida büyük önem vermişlerdir. Bunun en açık delili onlar zamanında farklı şehirlerde kurulan hastanelerdir. Bu dönemde yaşayan hekimler genel olarak İslam Dünyasında kabul edilmiş olan klasik tıp sistemini kabul etmişler. Öncelikle bitkisel ilaçlarla tedaviyi önermiş olmakla birlikte, hayvansal ve madeni kökenli ilaçlan da, az da olsa, tedavide kullanmışlardır. Anadolu bi, Hafız 250 Selçukluları yukarıda sağlık konularına Selçuklu dönemindeki tıp çalışmalarına örnek olarak Şeyh İmam eiCemaleddin Ebu'l-Ferec Abdurrahman b. Ali b. Muhammed b. el- Cevzi' dir. Yazarın hayatı hakkında pek bilgimiz bulunmamaktadır. Ancak onun adı Ferec olan meşhur düşünür ya da meşhur tarihçilerden Cevzi olmadığını biliyoruz. Cevzi'nin bildiğimiz üç kısa eseri bulunmaktadır. Eserlerin hepsi de Arapça olarak kaleme alınmıştır. Bunlar Tıbb-ı Eşyah'tır. Eser Kitab-ı Lukati'!6 Menafi' fi't-Tıbb 5 , Kitabu'l-Muhtari'l-Lukat fi't-T1bb ve Kitabii'l- Mevaiz.i'lMiiliik ve Selatİn adını taşımaktadır. Bu son eserinde yazarımız daha çok ülkeler hakkında bilgi verir. Şerefli vilayetlerden, adil ve adil olamayan, halkına zulmedilen muhtelif memleketlerden, cihadın öneminden, idarede halef ve selef meselesinden bahseder. Daha sonraki kısmında bir ülkenin sağlıklı olabilmesinin önemi vurgulanarak sağlıklı idare, sağlıklı idareci ve sağlıklı halk arasında ilginç bir münasebet kurmaktadır. Burada söz konusu edilen dönemde yaşamış bir başka hekim, Konya' da Beyhekim mahallesindeki Şifahane'de doktor olarak görev yapmış olan Burhaneddin İbrahim b. Abdurrahman b. Ebi Bekr ei-Ezrak'ın Kitab al-Teshil fi al-Tıbb ve al-Hikma 7 adlı hacimli Arapça bir eseri vardır. Eserin ilk kısmı farmakoloji ile ilgilidir. ikinci kısmı ise tıpla ilgilidir .. Yine Anadolu'da yaşamış hekimlerden biri de İbn Hubal'dir Muhaddib elDin Ebu Hasan Ali b Hubal el-Bağdadi'dir. Bağdattı diye bilinen bu hekim Nizamiye medreselerinde tıp eğitimi görmüştür. Daha sonra Ahlat'ta hekim olarak çalışan İbn Hubal, oradan Musul'a gitmiş ve Musul sarayında 1213'de vefat etmiştir. Onun bilinen eseri Ki tab el-Muhtar fi't- Tıbb tıp la ilgili muhtelif örnek olayları ele alıp, açıklamıştır. Anadolu Selçuklularının meşhur düşünürlerden birisi de Mevlana' dır. O, Mesnevi'sindeki kozmoloji ve evren konusundaki açıklamalarıyla, kozmoloji konusundaki çalışmalara yeni bir ruh getirmiştir. Esas olarak edebiyatçı ya da din alimi olarak kabul edilen Mevlana evren, yaradılış ve evrenin yapısı ile görüşleriyle kozmolojiye boyut kazandırmıştır. Anadolu'ya Asya'dan gelen bu düşünürlerin yanı sıra, İbn Baytar gibi, İspanya'dan gelen bazı bilim adamlan da vardı. Bilindiği gibi İbn Baytar, on üçüncü yüzyılın meşhur hekimlerinden olup, Basit İlaçlar Hakkında adlı bir ese- 5 6 Şey/ı Imam ei-Hafcz Ccmaleddhı Ebu'I-Ferec Abdurrahman h. Ali b. Muhammed b. ei-Cev::i. Süleymaniye Kütüphanesi, Ayasol'ya 3723. yazılış tarihi M.l200: 24 varaktan meydana gelen bu kısa eserde. ilkin insan hayatının evreleri, çocukların ve yetişkinlerin mizacı hakkıııda bilgi verilir. Bunlara ilave olarak. hıltlar ve onların düzensizlikleri hakkında açıklamalar vardır. Burada 4 hıll, 4 unsur ve 4 mizaç teorisi ve bu teoriye uygun olarak her bir orgaııın mizacı hakkın­ da bilgi verilmektedir İkinci eser, daha çok yağlar, onların medikal özellikleriyle banyolar ve sağlıklı giysiler hakkındadır. 7 Ebu Bekr Ezrak'ııı Kit!ib ai-Teslıil fi ai-Tıbb ve ai-Hikma Süleymaniye Küt. Şehit Ali Paşa, 2017. 251 ri de kaleme almıştır. Daha sonra bu eser on dokuzuncu yüzyıla kadar tıp dünyasında adeta bir farmakopi şeklinde rehber kitap olarak kullanılacaktır. 8 Sonuç olarak diyebiliriz ki, Anadolu' da Selçuklular zamanında, yani XII., XIII. ve de XIV. yüzyıllarda bilim adamı ve düşünürler düşüncelerine ve çalış­ malarına uygun olduğu için dünyanın her tarafından gelmişler ve orada belli bir süre kalmışlardır. Bazılan da, Mevlana gibi, oradan ayrılmayarak hayatlarının geri kalan kısmını Anadolu' da geçirmiştir. Ayrıca, Anadolu Selçukluları zamanında bilimsel kurumlaşma açısından önemli adınılar atılmıştır. Bunlara ilave olarak, yukarıda verilen açıklamalardan da anlaşılabileceği gibi, bu dönemde Anadolu'da bilim adına, farklı bilim dalla.rında önemli çalışmalar yapılmıştır. Bu çalışmalar, daha sonra Osmanlılar zamanında yapılan çalışmalara da temel hazırlamıştır. Ayrıca, Anadolu'da bilimsel çalışmalar Selçuklularla başlamıştır, denilebilir. O sırada Anadolu'nun belli bir kısmında hakim olan Bizans'ta zikredilmeye değer bilimsel çalışmaların olduğunu söylemek zordur. Çünkü bilimsel çalışmalann yapılabilmesi için gerekli şartların orada olduğunu söylemek pek mümkün değildir. Halbuki, Selçuklular zamanında Anadolu'daki Türk devletlerine mensup devlet adamları, bilim adamlarını desteklemişlerdir; devlet adamlarının desteği ile kurulan bilimsel kurumlar sayesinde bilim ve teknik yeşermiş ve gelişim yolunda önemli adımlar atmıştır. x Claude Cahen, Pre-Ottoman Turkey, New York 1968, s.254-256. 252 ANADOLU'NUN TÜRKLEŞİP İSLAMLAŞMASINDA YUNUS EMRE'NİN ROLÜ Prof. D:r. Abdullah ÖZBEK GİRİŞ Bazı kaynaklara göre Yunus Emre, XIII. yüzyılın sonları ile XIV. yüzyılın başlannda (1241-1321 yıllan arasında) yaşamıştır. Yunus şiirlerinde, bu zaman diliminde yaşamış olan Mevlana, Ahmet Fakih, Geyikli Bababa ve Seydi Baltım'dan behseder. Bazı beyitlerinde de, "Yağmacı Tatar"dan söz eder. Bu bilgiler, yaşadığı çağa ait ip ucu vermektedir. 1 Mevlfma Hiidavendigar bize nazar kılalı Onun görklii nazarı gönliimiiz aynasulır. .Mevlfma sohbetinde saz ile işret oldu Arif ma 'niye daldı çiin biledir ferişte. 2 3 Yunus, Mevlana'nın kendisine iltifatta bulunduğunu, görüşlerinin muh4 teşem olduğunu ve bu görüşler içinde kendisini bulduğunu anlatır. Söylediği­ ne bakılırsa, O'nun meclisindeki sazlı sözlü sohbetlerde bulunmuş ve yiyip içmiştir. Yine bir şiirinde şöyle der: Geyikliiniin ol Hasan söz ayıtmış kendiiden Kudret diliidür söyler kendiide söz nesidür Seydi Balımı ilinden şeker tamar dilinden Dost bağçesi yolundan eve dervişler geldi. 5 Bektaşi Velayetnamesi'nde ve sonraki tarihi eserlerde de Yunus'un ismine rastlanmaktadır. 6 *Selçuk Üniversitesi ilahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi 1 "Emre" eski dilde, "aşık, düşkün, mübtela" anlamlarına gelmektedir. " Mustafa Tatçı, Yunus Em re Divan1, Akçağ Yayınları, Ank. 1991, s, 15. 3 Abdulbaki Göl pınarlı, Ywısus Em re ve Tasavvuf, İnkılap Kitabevi, 2. Baskı, İst. 1992, s, 1O. Beyitte geçen "ferişte", 'melek' anlamına gelmektedir. 4 Bak: Sezai Karakoç, Yunus Emre, Diriliş Yayınları, 2. Baskı, İst. 1974, s, 13. 5 Gölpıııarlı. Yunus Emre ve Tasawuf, s. 11-13. Bu beyitlerde ismi geçen Geyikli Baba, Osman ( 1299-1326) ve Orhan Gazi (1326-1359) devri şeyhlerindendir. Seydi B alum ise, Geyikli 'nin arkadaş ve pirdaşlarındaııdır. 6 M. Fuad Köprülü, Tiirk Edebiı•at1 Tarihi, (Sadeleştirenler: Orhan F. Köprülü-Nermin Pekin), 3. Baskı. Ötüken Yayınları, İst. 1984, s, 265. 253 Bazı kaynaklarda, Hacı Bektaş'ın müridierinden "Tabduk" isimli bir 7 şeyhe esrarlı bir şekilde bağlandığından bahsedilmektedir. Bazı bilim adamları Yunus'un şiirlerinde geçen "Tabduk" isminin "Allah" olduğunu ileri sürmektedir.8 Aşağıdaki Miskin beyit bu iddiayı Yılnus bitişeli ispat için gösterilmektedir: elin u gönül virişeli Tapduğ'uma irişeli gizli razwn açar oldımı. Diğer taraftan O'nun hayatı hakkında halkın hafızası, bazı menkıbeler Şüphesiz ele bahsettiği şahıslar, 9 bilgi edinebileceğimiz kaynaklar, ve Yunus' a mal edilerek söylenen şiirlerdir. aldığı meseleler, kullandığı kelimeler, tasvir ettiği konular, kendisi ve çağı hakkında enteresan bilgiler ihtiva etmekte- dir. Yunus hakkında görüş belirten bazı kişiler, O'nun bir "hümanist" olduileri sürerler. Bazıları da, O'nun hümanistliğinin diğerlerinden daha üstün olduğunu ispat etmek için, bilhassa aşıklığını delil getirerek, ''Gerçek hümanist de Allah aşıkıdır." şeklinde ifadeler kullanmaktadır. 10 ğunu Bu fikirlere katılmak, kesinlikle mümkün değildir. Çünkü "hümanizm ve hiimanistllik", tamamen farkh bir medeniyet ve felsefenin ürünüdür. Bazı benzerliklerden dolayı Yunus'u bir "hümanist" olarak tanıtmak, O'nu anlayamamaktan kaynaklanmaktadır. 1 ı Hümanizm, insan varlığını her şeyin ölçüsü olarak kabul eder ... Bu kavtarih içersinde nasıl doğup geliştiğine bakılırsa, dinin dışlandığı kolayca anlaşılır. Bu açıdan Yunus'a "hümanist" demek mümkün değildir ... ramın Bazılan Yunus'un akılcı olmadığından yakın ır. 12 Akılcı olmadığı doğrudur. Çünkü hümanizm, bir anlamda "akılcıhk" anda gelir. Ama Yunus akla değer verir. Bakınız, aşağıdaki şiirinde akIm önemi ve eğitimi hakkında bilgi verir: lamına İş bu vücud bir kal' adur akıl içinde sultanı İşbu gönül bir hazinedür ışk tutmış bekler anı Gölpınarlı, age, s, 51-57. Necla Pekolcay, İslami Türk Edebiyatı, Cağaloğlu Yay. İst. 1967, s. 93; Mustafa Necati Bursalı, Yunus Emre, Çelik Yayınevi, İst. 1989, s, 173. 9 Faruk K. Timurtaş, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ank. 1980, s, 118, 163/6. Bu beyİtte Yunus şunu demek ister: "Miskin Yunus Hak ile tanışalı, can u gönül verişeli. Tapduğuına (Allah' a) crişeli, gizli sırlar saçar oldum." 10 Tatçı, Yunus Emre Divanı, s, 37. 11 Abdurrahman GüzeL Yunus Emre ve Hümanizm. IV. Milletlerarası Tiirk Halk Kiiltiirii Kongresi Bildiri/eri, Yunus Emre Seksiyonu, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ank. 1991, s, 60. 12 Bak: (http://www.ilhanarsel.org/ Aydin_ ve_Aydin/al41805.htm) Bu sitesindeki bir yazısında İlhan Arsel, Yunus için şunları söyler: "Aklın iisliinliigiine inamp akıl rehberligini seçmis 7 R olsaydı 254 hem kendi toplımıwıa ve lı em de insanlığa çok dalıayararlı olurdu." kapucı N azar üzre dil Akıldur işler yapucı Akıl başdan iş cümlesi akla tapucı eyler cümle avadam biturur nazar gözden bakar görür Akıl gönül içre tururol üç hassa besler anı Akıl taht eyledi Dünya içre akil Başdur başı şöyle kişi kimseye Katı buşmagıl nigahı buşudur Eğer buşansan başun akla Nefs haline Akl gitdi düşerisen buşu değmez ziyanı şahı başdur bu vücudun geldi ol akıl işi bilür her bir tahtgahı aklun aklun nefse düşmam koşarısan başdağı akıl kanı evin buşu aldı İmdi sultan buşu oldı göze göstermez cihanı Eger tam'kılur Nefis gümrah isen kılur gördüğünekalur isen nazarun da Nazar gitdı tama'bitdi nazar yirini Bakduk yirde fitne N azar dahı Tama ana kopdı işledi isen oldı filni tama'dutdı anı nefsani gözde olur kimde ne var bakar görür düşman nişanı olur gözden savar ol iman durur can çerağı gevdedurur can turağı Kinedür imana yağı gelse giderür imanı Eger ki'ne tutunsan gitdi senden lman Billahi ol Yunus Tanrı hakkı ışkun dahı yokdur bu sözün yalanı artadursun cilnun köyne yanadursun Ustan aybun örtetursun oldur üstadlar sultanı 13 13 Timurlaş, age, s, 229-230,324 No'lu şiir 255 Yunus'u ve felsefesini anlamamız için, her şeyden önce yaşadığı devri, 14 tasavvufl akımları ve problemlerini iyi tanımamız gerekmektedir. Çünkü Yunus'un "Ymms" olmasında bu çevrenin çok büyük etkisi vardır. Bu devri kısa­ ca şu başlıklar altında ele alabiliriz: Anadolu Sclçuklulan'mn sonudur. Osman Gazi devirleri ... Anadolu Hsymı. ve sıkmtdarla çalkalanmaktadır. Merkezi idareden ümidini kesenler ayrı ayrı beylikler oluşturmuşlardır. .. Ve kendi aralarında kardeş kavgaları na girişmişlerdir. .. sıkmtdan ... Çeşitli sosyal sıkıntılar ... hu:wrsuzhddar ... Mo gol İstiliisı Saltanat her tarafı kasıp kavurmaktadır... kavgaları. .. ilmi hayat nerdeyse durmuştur ... Halkı bazı gönüllü kuruluşlar birbirlerine küskün ve düşman hale Tasavvuf hareketi yaygınlaşmıştır. .. ıs zümreler faaliyetlerini dört koldan yürütmektedirler. Şeriat, yani dini n kuramsal boyutu küçümsenir hale 16 gelmiş ... Ahmet Yaşar Ocak, Tiirk Sujllğine BakLşlar, İletişim Yayınları, İkinci Baskı, İst. 1996, s, 125. Tasavvufun yayılmasındaki temel sebep olarak şunlar giisterilmektedir: Bu dönemde maddi refah, sulh ve sükQn bir hayal haline gelmiştir. Böyle bir devirde insanlar, kendilerinin yapacakları hiçbir şey olmadığına inanmaktadırlar. Hal böyle olunca da her şeyi gök yüzünden, yani Tanrı' dan beklemeye koyulmuşlardır. Bu yüzden, hay n ve şerri izafi' sayan, her şeyi Tanrı'nın bir zuhuru gören, bütün işleri meçhul bir hikmete bağlayan, bununla da kalınayıp insanı, aşk ve cezbeyle manevi' bir aleme götüren, olayları bir buğu altında toz pembe giisteren tasavvuf, yayıldıkça yayılmıştır. Bak: Gölpınarlı, Yunus Emre l'e Tasavvuf, s, 8. 1 " Batmiliğİn ne olduğunu anlamak için, önce onun zıddı gibi ileri sürülen zahiriliğin ne anlama geldiğini izah etmek gerekir. Zahir, dış, görünen. bir şeyin dış yüzü ve görünen tarafıclır. Mesela şer'! hükümler. zahiri hükümler sayılır. Zahiri' anıcl ve hükümler hakkında bilgisi olan kimseye "ulema-yı ziihir" denir. (Bak: Süleyman Uludağ. Tasal'ı•uf Terinıleri Sö::liiğii. M arifet Yay. ist. 1991, s, 534.) "Biltın". iç, gizli, derun, gizli alem gibi ımınalara gelir. Aynı zamanda Allah' ın isi ınierinden birisidir. "Batımyye'", ayet ve lıadislerın -görünenlerin clışıııda- gizli nıa­ naları olduğuna inanır. Onlara göre bu gizli ınanayı da, ancak ariHer ve veliler bilir. Biitınlma­ nalar zevken ve keşfen bilinirler. Bu gibi görüşte olanlara "ibiihiyye" ve "ehl·i batm" da denilir. Kalenderiler, rindler ve melaınctiler arasında bu inanışta olanlar vardır. (Bak: Süleyman Uludağ, age, s, 87-88.) İyi bilinmektedir ki bunlar, tasavvull zümreler içinde gelişen ve taraftar bulan görüşlerdir. Bunlar, şeriat abkamını avaının (sıradan normal halkın) ifa etmek için enırolunduklarını, çünkü onların yalnız zahiri görebileceklerini: havfısın (seçkin zümrelerin) ise, bunlara bağlı kal:ımayacağıııı iddia etmektedirler. (Bak: Mehmet Zeki Pakalın, Tari/ı ve De.\'imleri Sözlii{!,ii, Milli Eğitim Basımevi, İst, 1971, c,!, s, 171-174.) Batınilerin bazen arkalarında siyasi destek de buldukları zamanlar olmuştur. İşte o zaman, çok tehlikeli olmuşlardır. 14 15 256 Dini bağlarm zayıflaması ... Sosyo-ekonomik yapının 17 gelmesi ... Ve sefalet ... A. Yımus bozulması ve işsizliğin yıkıcı bir unsur haline Bir Mekteptir Eskiden halkımızın ortak kültürünü meydana getiren bazı eserler vardır. Bunlar bazen camllerde, bazen köy odalarında, bazen de evlerde bir araya gelinerek okunurlardı. İşte Yunus Emre Diviim bu eserlerin başında yer alır. 18 Yunus'un şiirleri "ilahi" olarak da okunduğu için, halkın manevi dünyasına hitap etmektedir. Onun için halk, yüz yıllardır Yunus'u unutmamış, O'nu gönlünde yaşatmış, hatta adına yurdun çeşitli yerlerinde türbeler ve makamlar tahsis etmiştir. 19 Dolayısıyla Yunus, herkesi ve her kesimi çeşitli açı­ lardan etkilemiştir. İşte bu sebepten dolayı biz Yunus'a, bir mektep gözüyle bakmaktay ız. Nasıl bir mektep? Halkın eğitildiği bir mektep ... Dil mektebi, gönül mektebi, sevgi mekte- bi ... Bir çok şairin Yunus gibi olmaya ve söylemeye çalıştığı bir gerçektir. Yani Onun mektebinde yetişmişlerdir. Onun usulünce .... Onun gibi .... Onun ölçüsünde ... Onun düşüncesi nde ... Ondan ilham alarak ... Bu haliyle Yunus, tarihte pek az insana nasip olan bir etkileme gücüne sahip olmuştur. Çünkü O, bir çok ozanımızın, bestekarımızın, şairimizin, gönül ve ilim adamımızın, ilham kaynağını oluşturmuştur." 0 Yunus, Anadolu'da birlik ve dirliğin bozulduğu, Moğol istilasının kasıp umutsuzluk girdabında boğulmak üzere olduğu bir dönemde, insanlara ümit aşılamış, Türk milletine hız ve yön vermiş, Anadolu'da 21 yeniden İslam kültürünün canlanmasına katkı sağlamıştır. kavurduğu, insanların Bunları Yünus nasıl başarmış? Sevgi diyerek, birlik ve beraberlik diyerek, hoşgörü diyerek, insanlık diyerek, ümit aşılayarak! .. Özellikle de Yaratan'a dayalı bir insan sevgisini Faruk Yılmaz, Yunus Em re, Hayatı-Diişiincesi-Etkisi, M arifet Yay. İst.l992. s.ll-12. "İii\lıi", Allah sevgisini konu alan şiirlerdir. 1 ~ Türkiye'nin pek çok yerinde Yunus'un mezarı ve türbesinin olduğu iddia edilmektedir. M. Fuad Köprülü, "Porsuk" suyunun "Sakarya"ya karıştığı yerde ıııedfun bulunma ihtimali üzerinde durur. Bak: M. F. Köprülü. Türk Edebiyali Tarihi, s, 266. 20 Alunet Hamdi Tanpınar. III. Selim, ll. Mahmut ve Abdulmecid (18. ve 19. Yüzyıl) dönemlerinde yaşamış olan büyük bestekar İsmail Dede'nin. Mesnevi"den etkilendiği gibi Yunus'tan da etkilendiğini söyler. Bak: Ahmet Hamdi Tanpınar. Yaşadığım Gibi, Türkiye Kültür Enstitüsü Yayınları, İst. 1970, s, 354. 21 Bak: Karakoç, age, s, 1 1. 17 1 ' 257 ön plana çıkararak!... Çünkü güçlüklerin üstesinden ancak böyle bir sevgi ile gelinebilirdi ... Korkutucu engeller, ancak bu yolla aşılabilirdi! .. Yunus bu yolla, insanlara gerçek hürriyetin ve de sorumluluğun formüllerini sunmuştur. Öte yandan Yunus, halka fikirlerini rahatlıkla ulaştıran bir fikir adamıdır. Çünkü halkın içinde yaşamış, dertleriyle dertlenmiş ve gönüllerine hitap etmiştir. Yu.rms bu görevini yerine getirirken, halkın diliyle hitap etmiştir. O devirde, Anadolu'da yaygın dil olarak Arapça ve Farsça'nın kullanılmasına karşılık, O hep Türkçe konuşmuş ve söylemiştir. Bu sebepten halk onu anlamış ve bağrına basmıştır. Onun için Yunus vb. gönül insanları, Anadolu'nun Türkleşmesi ve İslamlaşmasına büyük katkı sağlamıştır. 22 Yakından incelendiğinde, Yunus 'un şiirleri nde, o zamanki Türk insanını hayata bağlayan, onlara ümit ve yaşama aşkı veren kudreti görmekteyiz. 23 B. Yunus Milli Bir Şairdir Yunus şiirlerinde genellikle, Türk halk dilinde yaşayan tabii Türkçe'yi kullanmıştır?' Bu dilin içinde haliyle Arapça ve Farsça kelimeler vardır. Ancak bu kelimeleri kullanması, onu milli olmaktan uzaklaştırmaz. Bilakis kullandığı yabancı kelimeleri de Türkçeleştirerek Türkçe'nin zenginleşmesine büyük çapta hizmet etmiştir. Peki, bir şiiri milli yapan nedir? Şiir sanatı halk geleneklerine uygun oldukça millidir. Bu gelenekiere yada milll değildir. Çünkü Yunus'un şiirleri, milletin din, dil, sanat, ahlak geleneklerine uygundur. Zevkiyle, sanatıyla, seslenişi ve söyleyişiy­ le, tamamen bir Türk şairidir.Z 5 bancı kaldıkça C. Yunus Dfnf Konuları Türkçe Anlatmıştır Selçuklular döneminde Türklerin ilim dili Arapça, edebiyat dili ise genellikle Farsça' dır. Nitekim büyük mü tefekkir Mevlana'nın eserlerini Farsça yazması bunu açıkça göstermektedir. ğunu 21 Anadolu Selçukluları'nın son dönemlerinin çok sıkıntılı bir dönem olduyukarda arz etmiştik. Yalnız bu dönemin, sonraki yüz yıllar için bir u ya- Ömer Lütfi Barkan, Osmanlı İmparatorluğunda Bir İskan ve Kolanizasyon Metodu Olarak Yakıtlar ve Temlikler 1, İstila Devirlerinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeler, Vakiflar Dergisi, 1942, c, 2, s, 279-304. Arslan Ergüç, Ywu1s Emre ve Tiirk Mil/eti, Tiirk Yurdu, Yunus Emre Özel Say1s1, 1991. Tıpkı Basım c,5,Sayı,319,s, 110. 24 Ni had Sami Banarlı, Milli TekeVFiiniinıiizde Yunus Em re 'nin Yeri, Yunus Em re İle ilgili Makalelerden Seçmeler (Derleyenler: Hüseyin Özbay- Mustafa Tatçı), Milli Eğitim Bakanlığı Yayın­ ları, An k. 200 l, s, 68-71. 25 İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Yunus Eınre Estetik Sırları, Türk Yurdu, Yunus Emre Özel Sav1s1, 1991, Tıpkı Basım c, 5, Sayı, 319, s, 142-145. 23 258 nış dönemi olduğunu da unutmamak gerekir. Tarih şahittir ki. bunalımlı dönemler, bir çok çıkış kapılarının da açılmasını sağlamaktadır. O devirde, Moğollarm zulmünden kaçan insanlar Anadolu'yu mesken tutmaya başlamışlardır. Bunlar arasında mütefekkirler, şairler, sanatkarlar ve dervişler de vardır. Bir bakıma Anadoluınun Tüırkleşmesi ve İslamiaşması 26 hareketinin ilk adımlan bu devirde atılmıştır. Özellikle dervişlerin bu dönemdeki faaliyetleri, her türlü takdirin üstündedir. Üstelik bu dervişler, "Bir tokma, bir hırka" anlayışıyla, miskin miskin gezen ve halkın sırtından geçinen insanlar değillerdir. Bunlar her şeyden önce, kendi geçimlerini çalışarak sağlamaktadır. Herhangi bir menfaat karşılığı fikir telkininde de bulunmamaktadırlar. Bu da onların güvenilirliğini artırmaktadır. Bu, son derece önemli bir ölçüdür. İşte Yunus, böyle bir ortamda yetişmiş: bilgisi, görgüsü ve görüşüyle bu kervana katılmıştır. Yalnız O'nu öne çıkaran temel özellik şudur: 7 Halka, Kur'an'ı ve peygamber öğütlerini Siimıf perspektiften Türkçe olarak an/atması ... Sünnilik neden önemli? O devirde hem İslamiyet hem de Türk milleti için en büyük tehlikelerden aşırılığa kaçan Şiilik akımlarıdır. Aslında bu akımlar din perdesi altında, Mazdekçiliği diriltmek istemektedirler. İşte bu tehlikeyi hertaraf etmek için 28 Selçuklular Sünniliği desteklemişlerdir. birisi, Bilindiği nuşmaktadır. gibi Kur'an dili Arapça'dır. Çünkü indiği toplum Arapça koKur'an bu gerçeği şöyle ifade etmektedir: "Biz Km'm'ı, belki düşünürsünüz diye Arapça olarak indirdik 29 Bu ayetin beyanına göre, düşünmenin oluşması için Araplara Arapça hitap etmek gerekir. Bu ölçüden hareketle diyebiliriz ki, Türklere de dini Türkçe öğretmek gerekir. Dini meseleleri onlara Türkçe bilen birilerinin anlatması gerekir. Eğer bu Türkçe bilen kişi, ana dili Türkçe olan birisi olursa, çok daha etkili olur ... Maalesef bu psikolojik gerçek, pek de göz önünde tutulmamıştır. Bazıları, Kur'an'ın dırıp, Arapça' ya farklı dilinin Arapça oluşunu, kendi tabii ıncerasından kaybir gözle bakıp yüceltmektedir. Halbuki Allah' a göre, 26 O dcvirde, Türkleşrnek ve Müslüman olmak, ayııı ınanaya gelmektedir. Çünkü, Türkleşınenin felsefesi ile İsliimlaşınanın felsefesi, nerdeyse aynı tcıncle dayanmaktadır. Bugün bile, bir çok Batılı ülke, Müslüınanla Türk'ü eş değer görmektedir. İslam' ı seçmeyen Bulgar ve Macarlar'ın Türklüklerini de kaybettikleri göz önünde bulundurulursa, Türkler'in müslüman oluşlarının ne anlama geldiği daha iyi anlaşılmaktadır. 27 Sünnllik: Kur' an ve Sünnet' e uygun olarak yaşamayı esas alan görüş. Tarihi seyir içinde işin hem dini hem de siyasi boyutu vardır ... Anadolu'da yerleşik hayata geçen Türkler, daha çok İslam'ın Sünni yorumlarını beniınsemişlerdir. 2 ' Osman Turan, Selçuklular ve İsliimiyet, Turan Neşriyat Yurdu, İst. I 971, s, I 8-23. 29 Kuı·'an, Yusuf, 12/2; Zuhruf, 43/3. 259 bütün diller birdir ve Yaratıcı'nın gücünü gösteren delillerdendir. Böyle olu30 şunda, anlama yeteneğine sahip olanlar için. dersler vardır. Kur'an'ın bu ayetinde aniatılmak istenen şudur: Bütün diller yücedir ve değerlidir. Dolayısıyla, insanlar arası iletişim vasıtası olan. bütün. dillere değer vermek, Allah'ın bir tavsiyesi olsa gerektir. Bir dili küçültmek ya da diğerlerinden daha fazla yüceltmek, kesinlikle Allah' ın yukardaki beyanına aykırı bir davranıştır. Ayrıca şunu da vurgulamak gerekir ki, ana dilin dışındaki anlatımlarda, hangi konu olursa olsun- düşünme ve aniama yeteneği gelişmemektedir. Bu konu çerçevesinde daha düşünüldüğünde, Yunus'un büyüklüğü bir kere anlaşılmaktadır. Nedir bu büyüklük? Yunus: a. nem Kuı·' an' ı an! ayıp, onun gösterdiği hedef doğrultusunda Türk diline öayetini ve yüceliğini kavramıştır. vermiş, Allah'ın b. Kur'an ve buna dayalı olarak oluşmuş oları din kültürünü, Türk 31 halkımn yaşayan diliyle ifade etmiş ve anlatmıştu. c. Din gibi kutsal bir duygumm anlatımını Türkçe yaptığı için, Türkçe'yi ebedfleştirmiştir. D. Toplumun Kayııaştmlması Yunus, dağılmış, birliği tehlikeye düşmüş, ümitleri kesilmiş Türk toplumunu bir araya getirip kaynaştırmak ve bu birlikten bir sineıji yaratmak ister. Bunun için insanlara temel bir hedef gösterir. Bu hedef, "Allah'a ulaşma" hedefidir. Kainatı yaratan, bütün canlıların rızkını veren, arnelleri karşılıksız bırakmayan, insanların iyiliğini isteyen ve merhameti bol olan Allah' a ulaş­ mak ... Ve bütün mücadeleyi o~nun nzasım kazanmak için sürdürmek ... Yunus 9 a göre, uğrunda mücadele edilecek tek değer, Allah'ın nzası­ m kazanmaktır. Bu mücadelede, mal ve makam bırsını kontrol vardır. Birlik, beraberlik ve dirlik vardır. Başkalanna zarar vermemek vardır. Faydalı olmak; gerektiğinde başkalarım kendine tercih etmek vardır. Gönülleri birleştirip dost ve hoş etmek vardır. Bu mücadele, birleştirici ve ve yıkıcıdır. kaynaştıncıdır. Diğer mücadeleler ise, parçalayıcı irfanı Onun için Yunus, dini de, dergahı da, ma'rifeti de, mürşidi de, ilmi de, da, bu mücadelede bir vasıta olarak görür. Asla bunları gaye olarak 311 Kur,an, Rum, 30/22 . .ıı Banarlı, Yunus'un Tiirkçesi,, Türk Yurdu, Yunus Enıre Özel Sayısı, 1991, Tıpkı Basım c, 5, Sayı, 3 I 9, s, 59-61. 260 kabul etmez. Çünkü vasıtalar gaye haline gelirse, dar görüşliilük, haset, kin ve düşmanlıklar başlar ... İşte Yunus, Türk Milleti'nin birlik ve dirliğini bu mücadelede bulur. Tarih de şahittir ki, Türk Milleti, mücadelesinin yönünü, bu istikamete (Allah' ın rızasına kazanmaya) çevirdiği zamanlarda, hem içte, hem dışta, var olmanın şartı olan ilim, adalet ve barışın sembolü olmuştur. Yunus'a göre, bu asil mücadeleyi vermek için, her şeyden önce, İslam'ı ve onun tebliğeisi olan Hz. Peygamber'i iyi anlamak gerekir. Bu bakımdan, bu gerçeği göz ardı edenleri, öz yerine gereksiz şerhlerle uğraşanları şöyle uyanr: On iki bin hadisi cem'eyledi Mustafa. Unuttunuz am siz, şerh ile söz satarsın. Erenler nazarında sofuluk satmayalar ihtas ile, bu aşka riyiiyı katmayalar.... Yunus, "Söz bir, Allah bir." düşüncesinin sembol isimlerinden birisidir. O, dergahm kapısından, odunun bile eğrisini sokmak istemez. O'nun felsefesinde sözün öze uyması, son derece tabii bir olaydır. Hal böyle iken, topluma örnek olması ve yön vermesi gereken kişiler, büyük bir sapma içindedir: Danişmend okur dutmaz, derviş yolun gözetmez Bu halk öğüt eşitmez, sağır lıemiin olısar.. Gitti beğler miirveti, binmişler birer atı 32 Yidiiğii yoksul eti, içdüğii kan o !ıs ar. Yunus, cemiyete ve insanlığa yararlı olan insan ister. O her vesileyle bu tip insanı övmüş; tembel ve miskin kişileri de yermekten çekinmemiştir. O'na göre yararlı insan, iyi işler yapan insandır. Nitekim Hz. Peygamber de, ömrii uzun olup da kişiyi, 'insanların en hayır/ısı'; kötü işler yapanı da 'insanların en kötiisii' olarak tanıtmıştır. 33 Bunun içindir ki Yunus, vaktini tipleri yerer. On' a göre iyi insan şöyle Nefsinden miişk Budağından il ii Yunus, toplumu boş ve faydasız işlerle geçiren tüketici olmalıdır: ile anber tiite şar yemişlene. perişan "duyarsızhk" olduğunu eden, insanları birbirine düşüren baş düşmanın bilir. Bu yüzden duyarsızlığa karşı adeta savaş açmış­ tır: 32 33 Timurtaş, age, s, 38, 56/2-3. Ahmed b. Hanbel, Siinen, c, 5, s, 40. 261 Erenleriin 34 solıbeti artw·ur ma 'rifeti. Bf-derdleri sohbetten her dem süresim geliir... 35 E. Kaynaşmak ve Kaynaştırmak İçin Sevgi ve Aşk Gerekli 36 İnsan, yaratıkların en şerefiisi olarak yaratılmıştır. Yerde ve göktekilerin tümü de emrine verilmiştir. 37 Diğer taraftan insan, pek çok yetenek ve özelliklerle donatılmıştır. Bunlar arasında "sevgi" ve "akıl" boyutu, en belirgin olarak kendisini gösterir. Özellikle sevgi, çeşitli boyutlarda insanın hayatını yönlendiren temel bir duygudur. Önemli olan bu duygunun iyi yöne kanalize edilmesidir. İşte Yunus'un şiirlerinde en fazla bu motifingündeme getirilmesinin sebebi, bu olsa gerektir. Yunus dünyadaki hedefini de "sevgi" boyutu ile Ben gelmedim da 'viyiçün benim işim açıklar. seviyiçiin Dostım evi gönüllerdür gönüller yapmağa geldim. Yunus ömür boyu aşkı 38 ve sevgiyi över: İşidiin iy yôrenler kıymetlü nesnedür ışk 39 Değmelere bitimez. hiirmetlii nesnedür ışk. Aşk, kayaların bile nabzında atan, bülbülün şakımasında nağme, gülün renginde koku olan, insana acı çektiren, günle güneşte doğan, ayla, mehtapla büyüyen, denizlerde köpüıiip taşan, tüm varlıklara anlam kazandıran bir güçtür. Bu aşk hem sefa hem cefildır. Hz.Hamza'yı kafdan kafa atan da odur. devletli nesnedir. Dağa düşse kül eder, gönülleı·e yol eder, padişahları bile kul eder. Aşk Aşk kimi oklaı·sa, ona ne sıkıntı, ne kaygı uğrar. Yalnız feryadı, ahı çoktur, acısı derindir, güçtür. Denizleri kaynatıp köpürtür, öylesine güçlü dür ki, kayalan bile dile getirir, söyletir; akılları şaşırtır da denizlere düşürür. nıce ciğerleri pişirir. Her şeye rağmen lezzetlidir. 40 Sevgi için iyilik, mertlik ve yiğitlik gerekir: Etmek yiyiip tuz basmak ol nlimerdler işidür Etmek am komaya tuzun hakkı varısa Eren: Ulaşan, varan, kamil insan, ermiş, Hakk ve hakikateyakın olan. Timurtaş, age, s, 31, 45/5. 3 Kur'an, İsra, 17/70. 37 Kur'an, Casiye, 45/13. · ·lR Tımurtaş, age, s, 99, I 42/2. 3 ~ Timurtaş, age, s, 7 I, I 04/1. 411 Timurtaş, age, s, 7 I. 104/2-1-7. 34 35 ° 262 Eylik eriin yemdur ölürse ııçmak yiridür Senden sonra söyleniir ne dirliğiin varısa. Yunus kadar çok sevgi ve aşk kelimelerini bir arada kullanan düşünür ve yazar, öyle sanıyonız ki, pek bulunmaz. O, insanın sevebilmesi için, insana önce kendisini tanıtır, insanı anlatır, problemlerini hissettirir, iyi duyguları yaşatır, kötü duygulan kurutınaya çalı­ şır, yol gösterir; insanlıkla bütünleştirerek hayata bağlar, hizmete yöneltir. Kı­ saca bütün bu konularda bilgilendirir. O bilmektedir ki, bilgi ve bilgilendirme, sevginin ön şartıdır. Çünkü bilmeden, anlamadan, tanımadan, herhangi bir şeyi sevmekten bahsetmek, sadece bir hayaldir. Yine O, hep vurgulamaktadır ki, bu dünyada ceh~Hetle iş yürümez. Çünkü: Dünyeye gelen göçer bir bir şerbetin içer Bu bir köpridür geçer dlhiller ant bilmez". 42 41 Onun için Yunus şöyle bir çağnda bulunmaktadır: "Geliin tanışık ideliim işiin kolayın tutalum, Seveliim sevileliim diinyeye kimse kabnaz." 43 Yunus'un sevgisinde barış, adalet, kardeşlik, fedakarlık için soy sop, din, mezhep, millet, renk, mevki, sınıf farkı engel vardır. teşkil Bu sevgi etmez. Yunus toplumu, sevgi ile birleştirmek, böliimnekten kurtarmak, barış içinde yaşatmak ister. O'na göre, yetmiş iki millete bir gözle bakmayan, "şer' in evli yası" bile olsa, haklkatte asldir. Yani dünyada insanlara ayni gözle, adalet ve sevgi ile bakmayan insan, belki bazı kişilere bir ermiş, bir evliya gibi görünebilir. Ama gerçekte o, Allah' a baş kaldırmış birisidir. İnsanlara aynı gözle bakabilmek için, her şeyden önce insanın, bencillik- ten, ikiyüzlülükten, menfaatçilikten, kurtulması gerekir. Açı çok geniştir bu sevgide ... Ve bu sevginin parolası: "YARATAN'DAN ÖTÜRÜ YARATILANI HOŞGÖRMEK ! .. " Yunus bu sebepten kötülükleri iyilikle karşılar: Öniimce kuyu kazanı Hak tahtına ağdursun anı Ardwnca taşlar atana güller niseir olsun ana! Yunus "sevgi ve I. Sevgi Fıtratm aşk"ı şu boyutlarda açıklar: Temel Duygularmdan Birisidir ~ı Tiınurtaş, age, s, 179. 255/6-7. ~ 2 Timurtaş, age, s, 56, 83/4. ~ 3 Tiınurtaş, age, s, 56, 83/5. 263 İnsan yaratılışı gereği Yunus bu gerçeği şöyle seven bir varlıktır. Yalnız bu sevgiler çeşit çeşittir. ifade eder: lşksız ade m dünyede beliii biliin ki yokdur Her birisi bir nesneye sevgüsii var dşıkdur. Çalahım dünyesinde yüzbin diirlii sevgii var Kabul it kendiisiine gör kangısı layıkdur. Biri Rahmiin-tRah/m biri şeytan-r racim Anun yazuğr miizdi sel'giisne tallukdur. -+-+ Önemli olan, bu sevgiyi iyi yöne kanalize etmek, ınsana, güzel ve ıyı olan şeylerin sevilmesini öğretmektir. 2. Allah Sevgisi Öndedir Yunus'un şiirlerinde, sevginin ileri düzeyde yoğunlaştırıldığı ve yönlendirildiği yer Allah sevgisidir. Neredeyse bütün şiirlerine bu tema hakimdir. "Aşkın aldı benden beni, bana seni gerek seni, Ben yanarım dün ii gün ii bana seni gerek seni.. Yunustur benim adım, giin geldikçe artar oldımı İki cihanda maksudımı bana seni gerek seni" Yunus'a göre Allah sevgisi, hiçbir zaman kuru bir sevgi değildir. Bu sevginin psikolojik ve sosyal yansımalan vardır. Yani Allah'ı seven kişi, baş­ kalarına hoşgörü ile bakar ve Hakk'ın rızasını da bu istikamette görür. Erenler buna kalmadı vardı yoluıa turmadı 45 Hakk'ı girçek sevenlere cümle alem karılaş gelür. Yunus demek istiyor ki, kamil insanlar, (Hakk'ı sevmekonusunda kendisine karşı çıkanlar olsa da), hiç aldırmadan bu yolları aşar. Çünkü, Hakk'ı gerçek anlamda sevenler, (Hakk sevgisinin etkisiyle göstermiş oldukları davranış­ ları eleştirenleri hoş görerek) bütün insanları kardeş bilirler! Yunus, ABah ve insan sevgisi ilişkisini şu şekilde ele alır: Hak cihana tolıdur kimseler Hakkı'ı bilmez Am sen senden iste o senden ayrı olmaz Dünyaya inanursın nzka benümdür dirsin ~4 Timurtaş. age, s, 39, 39/1. Bu be yilleri günümüz Türkçe' sine şöyle aktarabiliriz: İyi biliniz ki dünyada aşksız, sevgisiz insan yoktur. Her bir insanın bir nesneye sevgisi vardır. O da aşık demektir. 1 Yaratıcının dünyasında yüz bin türlü sevgi vardır. Sana bunların hangisinin uygun olduğuna iyi bak .. ./ Birisi. Ralıman ve Ralılm olan Allalı'ı sever; bir başkası da taşlanmış şeytan ı. .. Onun günahı da sevgisiyle ilgili bir karşılıktır. ~ 5 Timurtaş, age. s, 49, 74/7. 264 Niçiin yalan söylersin çün sen didüğiin olmaz Alıret yavlak ırakdur toğrulık key yarakdur hiç varan girii gelmez Ayrıdık sarp Diinyeye gelen göçer bir bir şerhetin içer Bu bir köpridiir geçer dılıiller am bilmez Gellin tamşık ideliim işiin kolayın tutalımı Seveliim sevUelilm diinyeye kimse kalmaz Yı/nus sözin anlarsan ma 'ni sini dinlersen Sana eyii dirlik gerek bunda kimsene kalmal 6 Görüldüğü gibi Yunus, tamşmak, anlaşmak ve diyalog kurmaktan ya47 nadır. Bu aynı zamanda Kur'an'ın da insanlara tavsiyesidir. Her şeyden önce tamşık olmak, insanlarm birbirlerini anlamalan ve birbirlerine güven vermeleridir. Aslında bu düşünce ve davranış, işin kolay yönüdür. Kin tutmak ve bozgunculuk yapmak ise, işin zor tarafıdır. Dünyanın geçiciliği, bir işe yaramadığı anlamına gelmez. Tam aksine, bu durum, geçici ohm hayatm iyi değerlendirilmesi anlamına gelir. Bu açıdan bakıldığında da en iyi değerlendirme yolu, sevmek ve sevilmektir. Yunus'ta, kademe kademe, bütün varlıklan kaplayan bir sevgi türü vardır. Bu şu sözleriyle ifade eder: Benim bir ulu nazarım vardır. Timurtaş, age. s, 55-56, 83. Bu şiirinde Yunus şu konulara dikkat çeker: neresine baksaıı, orada Allah'ın izlerini görürsün. Onu sen, özellikle kendi içinde ara. O senden uzak değildir. Yani insan kendine bakınca da Allah'ın güç, kudret ve sevgisini görür. Dünyada ebedi kalacağını düşünürsün. Rızkı da kendinden bilirsin. Eğer böyle dersen, yalan söylemiş olursun. Çünkü hiç senin dediklerin olmaz. Hep O'nun dedikleri olur. İyi bil ki, rızkı veren Allah' tır. Alıiret gayet uzaktır. Bu yolda doğruluk, pek işe yarayan bir şeydir. Bu ayrılık güç bir ayrılma­ dır. Çünkü gidenler hiç geri gelmezler. Nasıl olsa, dünyaya gelenlerin hepsi bir gün olup ecel şerbetini içip göçer. Bu öyle bir köprüdür ki, herkes ondan geçer. Ne var ki cahiller bunu bilmezler. Öyleyse, geliıı, tamşıp diyalog içersine girelim. Böylece işin kalayım yapalım. Sevelim, sevilelim. Dünya kimseye kalmaz. Yunus'un sözünü anlar ve ma'nasını dinlersen, sana bu dünyada .iyi hayat gerek ... Ve bilesin ki bu dünyada hiç kimse kalmaz. 47 Kur' an, Hucurat, 491!3. 4 x Tat çı, Ywws Em re Divcu11, s, 3 7. 46 Cihanııı 265 Yani Yunus, bir kanncanın yaratılışında büyük hikmetler görür ... Toprak da 3. ve Sevginin Kaynağı Dindir "Kimse dinine biz hi laf demez iz. Din tamam olunca doğar muhabbet." 49 Diyen Yunus, sevginin kaynağını din'de aramaktadır. Çünkü hoşgöıii, cömertlik, sabır, ahde vefa vb. fazlletler, din'e dayandırılırsa bir anlam ifade eder ... Eğer insanların "iyilik" olarak kabul ettikleri düşünce ve davranışların temelinde din yoksa, Allah yoksa, mutlaka bir menfaat kokusu hissedilir. .. doğruluk ve dürüstlükler bile menfaat için yapılabilir ... Halbuki Yunus'a göre, sevginin ve hoşgörünün hareket noktası, Yaratan'ın nzasndır. O, sevmek için, her şeyden önce Allah sevgisinde birleşmenin gerekliliğini vurgular. Allah'! seven insan, elbette ki, O'nun yaratıkianna da sevgi ile bakacakbır. Bu, oldukça geniş bir hoşgörü penceresidir. Önemli olan insanları bu pencereden baktırabilmektir. Yunus bu gerçeği veciz bir ifade ile formüle etmiştir: "Elif okıtduk ötürü, pazar eyledik götürü uwıun .... severiz, Yaradan' dan ötiirii!" Tabii ki Yunus'taki insan sevgisi, nemelazımcı, vurdumduymazcı bir sevgi değildir. O'nun asıl vermek ve öğretmek istediği sevgi, insanları doğruya ve Hakk' a ulaştırma sevgisidir. Ayni zamanda bu sevgi, müdahale etmeyen, kanşmayan, karşı çıkmayan bir sevgi değildir. Yunus, keskin dişli canavara acımanın koyunlara zulüm olduğunu bilir... O'nun felsefesinde sevgi, insanı doğru yola ulaştırma mücadelesidir. Yunus sevgiyi, bazen, şiddetli sevgi manasma gelen "aşk" kavramı çerçevesinde de dile getirir. Dolayısıyla en çok işlediği konulardan birisi de, bu .. 1ten de ınsan . . .d. 51 .-so O' nu buna yone sevgısı ır: Severim ben seni candan içeri Yolımı vardır bu erkandan içeri Ahmet Kabaklı, Yunus Em re. Türk Edebiyatı Vakfı Edebi Eserler Dizisi, 5. Baskı, İst. 1983, s, 70. 511 Yunus'un şiirlerinde "aşk" sanki bir "çekim gücü" şeklinde karşılığını bulmaktadır. Bu sebepten bütün varlıklar, sanki O'na göre "aşk"tır. Şüphesiz bu gücü insanlara ve eşyaya veren Allah'tır. .. En fazla çekim gücü olan varlık ise, tabii ki Allah'tır. Çünkü O, yaratıcıdır, rızıkları verendir. .. Her şeyin sahibi, hayatın ve ölümün sebebidir. .. Bu konuda geniş bilgi için bak: Mehmet Bayrakdar, Yunus Emre ve Aşk Felsefesi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ank. 1991. 51 Bursalı, age, s,259. 49 266 İnsanlar kavga yerine sevgi ile anlaşmalı. Kişisel ihtiraslarını bir kenara bırakmalı... Bunlar insana zarar verir. Ne var ki, insanlar bunun farkında olmazlar. Çünkü: Niceler bu dünyada günahım yuyamaz. Ömrü geçer yok yere ey diriga duyamaz. 4. Devrine Getirdiği Eleştiriler Sevgi İçindir Yunus halkla iç içedir. İnsanlan fildişi kuleden seyretmez. İyi gözlemed olduğu için, duygularını anlatırken, içinde yaşadığı çevrenin çeşitli özelliklerinden yararlanır. Yunus, zerreden kürreye her şeyi gözler. Üzerinde düşünür, mukayeseler yapar ... Bunun neticesinde de, varlıklardaki yapıcı eli görmeye ve göstermeye çalışır. Bazen de bu gördüklerini coşkulu bir şekilde anlatır. .. Öyle ki bulut olur, yağmur olur ... Irmaklar gibi çağlar, yeller gibi eser, toz olur, duman olur, uruman olur. .. Adeta kabına sığmaz, taşar! .. Bu özellikleri dolayısıyla Yunus, medresenin ve tekkenin ortak sevgilisi, ortak dilcisi, sanat, aşk ve zevk öncüsü olmuştur. Yunus, fırsat düştüğünde, yaşadığı çağda gördüğü çeşitli aksaklıkları, in52 sanların tutum ve tavırlarını tenkide de tabi tutar. . . Bu da insanlan sevmesinden dolayıdır. Kesinlikle, "tenkit için tenkitçilik" yapmaz... Belki de O'nun eleştirilerine "tespit" demek daha doğru olur. Herkes bilir ki, bir daktorun hastalarına "teşhis" koyması, tedavi etmek içindir. Aynı şekilde, Yunus'un tespitleri de insanları terbiye etme amacına yöneliktir. Bu da, O'nun insanları sevdiğini gösterir. Bir bakıma O, sevgiye engel olan hususlarda insanlan uyanr ve şöyle der: İşidiin hey ulular {i/ur zaman olısar Sağ miisliiman seyrekdiir ol da giiman olısar. Danişmend okur tutmaz, derviş yalın gözetmez Bu halk öğiit işitmez, sağır hemi'm olısar. Gitdi beğler mürveti binmişler birer atı Yidiiğii yoksul eti içdiiği kan olısar. Ya 'ni er kopdı erden elin çeknıez murdardan Dec·cal kıpısar yirden anlar uyan alısar 52 Yılmaz. age. s, 140-146. 267 Birbime yanuyana itdüğiim kalur sana Yarm mahşer güninde ciimle ayan alısar fy Yılnus imdi senün ışkıla geçsün günün Sevdüğün kişi senün canıaza din olısar Bu beyitler üzerinde Zaman 53 düşündüğümüzde şu hususlada karşılaşırız: ahır zamandır. Müslümanlar azalmıştır. Bu azalan müslümanların müslümanlıklan da şüphelidir. Bilginler okuduklanyla amel etmemekte, hatta tersini Dervişlerin dervişlik Halk öğüt almaz yapmaktadırlar. yoluyla alakalan yoktur. durumdadır. Sanki hepsi sağır gibidir. Zenginlerin ve beylerin cömertlik ve iyilik severlikleri Yönetimi elinde tutanlar, yemektediri er. halkı kaybolmuştur. sömürmektedir. Bunlar adeta yoksul eti Daha önce de izah ettiğimiz gibi Yunus'un yaşadığı çağ, gerçekten bu54 nalımlı çağdır. Siyasal birliğin parçalanması, devlet düzeninin bozulması, yöneticilerin iktidar kavgalarına girişmesi, dış düşmanlarla (Moğollar) içerdekilerin işbirliği yapması, halkı fakir düşürmüş ve perişan etmiştir. Toplunıda asayiş ve huzur kalmamıştır. 55 İşte böyle bir devirde Yunus, halkı birleştirmek ve ümit aşdamak için olanca gücüyle çalışmıştır. Adeta morali bozulmuş, ruben sarsılmış olan insanların yüreklerine su serpmiştir. Gerçekten o devrin hali yürekler buhranlı dönemin bazı hazin tablolarını acısıdır. Nitekim şu beyitler de bize, o yansıtmaktadır: Miskin fidem oğlam nefse zebun olmışdur Hayvan canavar gibi otlamağa kalmışdur Hergiz ölümin sanmaz ölesi günin anmaz Bu dünyeldan 53 54 uzannıaz Timurtaş, age, s, 38, 56. gaflet ögin almışdur Bunalımlı çağ düşünürlerini değerlendirirken, bilhassa çağlarının iyi dikkate alınması gerekir. Bak: Osman Turan, Selçuklular Zamallmda Türkiye, Turan Neşriyat Yurdu, İst. 1971, s, 403497. 268 yiğitler Oğlanlar öğüt tevbe kılmaz Kocalar taat kılmaz sarf ruzigar olmışdur Beğler azdı yalından Çıkdı bilmez yoksulhalinden rahmet gölinden nefs göline talnuşdıır. Yunus sözi alimden zinhar olma zalimden 56 Korkadurım ölümden ciimle doğan ölmişdiir. Yunus bütün gücüyle mal biriktirmekten, yoksulu soymaktan başka gayesi olmayan bu beylere, toplumun ileri gelenlerine ve zillimlere uyarıda bulunur. Nefsinin esiri olan, merhametten nasibi olmayan kişilerin karşısına çıkar. Zaman olur ölümü hatırlatır, zaman olur insaflı olmalarının gerektiğini söyler. Ama bir şey var ki Ym:ms, haksızlık karşısında susmaz, dilinin döndüğünce uyanlarını yapar, insanlan sömüren zihniyeti halka tanıtır ve düşünmeye davet eder. O'na göreziHimden kaçınakla kurtuluşa erilmez. Herkes eninde sonunda ölümü tadacağına göre, korkunun ecele faydası yoktur. Zillet içinde, boyun bükerek, dalkavukluk yaparak ölmektense, usulünce zillimin karşısına dikilerek mücadele etmek ve -eğer mukadderse- şerefle ölmek gerekir. Dünya bir imtihan yeridir. Hayat ve ölüm, kimin daha iyi işler yapa- cağını belirlemek için yaratılmıştır. 57 Evvel bize vacib budur eyii Jıulk u amel gerek İslam adı konıcağaz yoldaşumuz iman gerek 511 İbadetlerin neticesi de bir bakıma insanlara iyi davranmaktır. için Yunus, namaz kılıp da kötü davranışlar sergileyenleri şöyle 59 Onun uyanr: Bir kez göniil yıkdımsa bu Yitmişiki millet dahı namaz değiil elin yilzin yumaz değiil Ka m erenler geldi geçdi bunlar yurdı kald1 göçdi Pervaz urup Hakk'a Yol oldur ki toğn uçdı hüma kuşıdur vara göz oldur kaz Hakk'ı değül göre Eroldur alçakda tura yüceden bakan göz değiii sr, Timurtaş, age, s,48, 73/1-5. 57 Bak: Kur' an, Mülk, 67/2. 5 ' Tiınurtaş, age, s, 78, 112/1. 5 ~ Bak: Kur' an, Ankebut, 39/45. 269 Toğrı yola gitdünise er eteğin tutdımısa Bir hayır da itdünise birine bincliir az değiil Yunus bu sözleri çatar sanki balı yağa katar Halka mata 'lanm satar yiiki gevlıerdiir tuz değiil. 60 Yine Yunus, getirir: Hakk'ı bilen kişinin asla yalan söylemeyeceğini şöyle dile İy Yıl nu s Hakk'ı bilen söylemez hergiz yalan İkilik ile gelen doğrı yol bulmış değii/. 61 Yunus, devrinde görmüş olduğu kötülükleri pek çok açılardan dile getirir. Bir bakıma bu eleştirilerinin içinde çıkış ve kurtuluş yollan da vardır. Miisiilmanlar zamane yatlu oldı Halfil yimnez haram kıymetlii oldı Okıyan Kur' an' a kulak tutulmaz ı)eytanlar senıirdi kuvvetiii aldı Haramile hamir tutdı ciham Fesadişler iden lıiirmetlii oldı Kime kim Tanrıdan Kakır başın haber viriirsen salar hüccetlii aldı Fakirler miskinlikten çekdielin Gönüller yıkubmı lıeybetlii oldı Peygamber yirine geçen hocalar Bu halkım başına zahmetiii aldı Dutulmaz oldı Peygamber lıadfsi Halayık ciimle Hak'dan utlu oldı Yılnus gel aşıksan tevbe eyle 62 Nasülıa tevbe uc ı kutlu oldu. Timurtaş, age, s, 9 I -92, 131/1-5. Timurtaş, age, s, 91, 130/5. "" Timurtaş, age, s, 213-214, 301/1-9. " " 11 1 270 Bir söz diyeyin sana dinle canun varısa Kem tama'lık eyleme aklun sana yarısa Ma 'ni de getiinnişler kardaşdan yar yiğrekdiir Oğuldan dahi tat! u eger toğrı yarısa Gördün yarım eğridür ne n varısa vir kurtul Usulardan öğiitdiir işitdiiğiin varısa Yôrin sana mukabil tapusmda siicud kıl Çıkar ciğeriin yidiir eger çôren varısa Ansuz sözün gör ne dür çok söz hayvan yiikidiir Arife bir söz yeter ten de gevher varısa Etmek yiyüp tuz basmak olnamerdler işidür Etmek anı komaya tuzun hakkı varısa Ey lik eriin yondur öliirse uçmak yiridiir Seneden sonra söyleniir ne dirliğiin varısa Yünus miskin deliidiir hem sözilıden beliiidür Ayıblaman yarenter eksükliği varısa 63 Yunus sevgiye ve hoşgörüye engel olan kötü huylardan hased ve kin'i eleştirir, huylara sahip olanları uyanr. Hased, bir şahsın, Allah'ın verdiği bulunmasından hoşlanmamasıdır. nimet ya da faziletin başkasında da Veya o nimetin ondan alınıp kendisine ve- rilmesini istemesidir. 64 Kur' an' da, başkalarında bulunan iyiliği, söz ve fiil ile yok etmeye 65 masından dolayı, has ed eden kişiden Allah' a sığınılması istenmiştir. çalış­ Hz.Peygamber de, ateşin odunu yeyip bitirdiği gibi, hasedin de iyilikleri yeyip yok ettiği uyansmda bulunmaktadır. 66 Bu sebepten, "Hased 3 Timurtaş, age. s, 179, 255/1-8. ı;~ Seyyid ŞerifCürcfınl, Ta'rifat, s,87. " 5 " Kur' an, Fclak, 113/5. r,r, Buhari, Edeb. 37; İbn.Mace, Zühd, 22; Davud, Edeb, 44. 27 birbirinizden ayrılmayın, düşmanlık yapmayın, kulları kardeş olun!" diye buyunnuştur. arka çevirmeyin. Ey Allah' ın 67 Hased denilen kötü huy zamanla "kin"e dönüşebilir. Kin ise, kin duyulan kişinin yok olmasını istemeye kadar varır. Öyle görünüyor ki Yunus, bu sebepten "kin" konusuna özel bir dikkat çekerek şöyle der: Adım ız miskindir bizim Diişmanımız kindir bizim Biz kimseye kin tutmayız Kamu alem birdir bize. Giderdüm gönlümden kini kin tutanm yoktur dini fy ya renler ben bu sözi uludan işitdiim ahi. 6 R lrmak gibi ben çağlannı, gah gülerim gah ağlanm Nefsin ciğerin dağ/arım, kibr ii kini yakan benim. Bu beyitler ışığında düşünecek olursak, Yunus' a göre sevgi, kalbten ki= bir ve kini sökiip atmaktır. Bu konuda Kur'an'ın önemli bir uyarısı vardır: Hz.Aişe'ye iftira (ifk:) hadisesine, Hz.Ebu Bekr'in sürekli yardımda bulunduğu Mıstah da karışır. Bunu duyan Hz.Ebu Bekr, kızını ve peygamber eşi­ ni temize çıkaran ayetler gelince, 69 bu çirkin iftira yı yakıştıran Mıstah' ın tutumunu hiç mi hiç hazmedemez. Canı sıkılarak, kendisine bundan böyle yardım etmeyeceğine dair yemin eder. Ne var ki şu İlahi ikazla karşı karşıya kalır: "Sizden, faziletli ve varlıklı olanlarm, yakın/ara, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere vermekte eksiitme yapmasın!ar, aifetsinler ve hoşgörsünler. Allah'm sizi bağışlamasmı sevmez misiniz?" 70 Hz.Ebu Bekr bunu duyunca derhal, "Vallahi, biz Allalı 'uz bizi bağışlama­ arzu ederiz." der. Ardmdanda Mıstah'a öncekinden daha cömertce yardmılam yeniden başlar. 71 Bilindiği gibi, insanlara örnek olan peygamberler, başkalaırma yük olmamak için çahşmışlar, (hatta) çobanlık (bile) yapmışlardır. 72 sım Müsliın, Bir. 24, 28, 30. 'x Tiınurtaş, age, s, 222, 313/4. 69 Nur, 24/11-21. 7 Kur'an, Nur, 24/22. 71 Ebu'! A'lii Mevdfidf, , Tef/ıimu '/- Kur' an, Tercüme: Muhammed Han Kayani ve Diğerleri, İnsan Yayınları, İst. 1996, c,3, s, 511. 72 Bak: Buhari, İcare, 2; Et'ıme, 50; Enbiya, 29; Müslim, lınan, 302; eşribe, 165; Muvatta, İs­ ti'zan, 18: Alımed b. Hanbel, c, 3, s, 326. 17 ' 1 ° 272 Yunus bu konuya şöyle bir örnek verir: Süleyman zembil ördii kendi emeğin yerdi Omm için onlar berhiidarlığı. 73 Haksız kazançlar da insanın sevgi dünyasını karartır, gönlünü Yunus'un bu tip kazançlar peşinde koşanlara da diyecekleri vardır: Kemdurur yoksıllıkdan niçeleriin varlığı Bunca varlık variken gitmez gönül tarlığı Batmzş dünya malına bakmaz iiliim daraltır. halına Yitmiş Karım malına zilıi iş düşvarlığı Bu dünya kime kaldı kimi berhudar kıldı Siileyman'a olmadı amm berhiidarlığı. 74 Aslında zenginiikierin en büyüğü gönül zenginliğidir. Gönlü dar olanlarm varlıklı olmalan beş para etmez. Asıl yoksullar, gönül zenginliğinden yoksun olan bahtsız kimselerdir. Haksız kazançtan kendini kurtaramayanlar, ne kadar zengin olsalar gönül darlığından kurtulamazlar. Ve kendilerini hep yoksul zannederler. Gönül darlığından kurtulmanın yolu, kolay kazanç yollarından zengin olup kazaneını sımsıkı elinde tutmak değil, kendi emeği ile kazanmak, kimseye yük olmamak ve hayır için harcamaktır. Bu bir bakıma insanları sevmektir. Görüldüğü gibi, Yunus asla, "Bir hırka bir lokma" 75 zihniyeti içersinde olmamıştır. 5. Empati Yapmak Yunus insanlarm birbirlerini insan olarak sevmesi üzerinde çok durur. Çünkü insanlar, çok çeşitli farklılıklar yüzünden birbirlerine nefretle bakarlar. Mesela tarih boyunca bazı insanlar, dinleri yüzünden birbirlerine husumet beslemektedir. Halbuki dinler asıl itibariyle birdir. Yunus bir nevi, Hak yoldan sapanlara, ilahi lütuftan nasibini alamayan zavallılar olarak bakar ve acır. Onun için de, doğru dini insanlara anlatmanın gereğine inanır. Tiınurtaş, age, s, 279, 280/4. Timurtaş, age, s, 199, 280/1-3 75 ."Bir hırka bir lokma": Geleneksel Tasavvuf'un dünya görüşünü ifade eder. Bu tlkrin dayanak noktası şu hadislerdir: a. "Allah'ıın Muhaınmed'e ve ailesine kefilf (ihtiyacını defedecek) miktarda ver." (Müsliın, Zühd, 19.). b. "İnsana barınacağı kadar bir ev, mahrem yerini örteceği kadar elbise, hayatını sürdüreceği kadar gıda yeter." (Tirmizi, Zühd, 30.) Diğer açıdan bu düşün­ ce, "Yevınün cedld, rizkun cedld=Yeni güne yeni nzık" düşüncesidir. Bak: S. Uludağ, Tasavvı(/· Terimleri Sözliiğii, İst. 1991, s, 101. 73 74 273 Yunus, doğru dinin anlaşılmasının önündeki engellerin neler olduğunu anlamak için, kendisini zaman zaman farklı dine inananların yerine koyar, on76 ların gözlüğünden de meselelere bakar. .. Yani empati yapar. Bu yol, başka­ lanın anlamak ve onlara doğrulan anlatmak için önemli bir yoldur ... Hak bir gönül virdi bana hfi dimedin haydin olur Bir dem gelür şadi olur bir dem gelür giryan olur Bir dem sana sm kış gibi şol zemheri olmuş gibi Bir dem beşaretden toğar hoş bağıla bostan olur Bir dem gelür söyleyemez bir sözi şerh eyleyemez Bir dem dilinden dür döker derdliilere derman olur. Bir dem çıkar arş üzere bir dem iner tahte 's-sera Bir dem sanasuı katredür bir dem taşarumman olur Bir dem cehaletde kalur hiç nesneyi bilmez olur Bir dem tatar hikmet/ere Calinus u Lokman olur Bir dem div olur ya pe ri viraneler olur yi ri Bir dem uçar Belk'is ile sultan-ı ins ii can olur Bir dem varur mescitlere, yiizin sürer anda yire Bir dem varur deyre 77 girer, İncil okur ruhhan olur. Bir dem ge !ür İs! gibi ölmişleri diri kıl ur Bir dem girer kibr ivine Fir'avn ilaHaman olur Bir dem döner Cebrail 'e rahmet saçar her mahfi le Bir dem geliir giim-rfilı olur miskin Yunus haydin olu/8 Yunus'un şu sözleri ise, empati ve diğergamhk ıçın önemli misaller teşkil eder: Sen sana ne samırsan aynğa da am san Dört kitabım ma 'nisi budur eger vansa. 79 Empati: Bir insanın kendisini unutmadan, başkalarının gözünden de meselelere bakabilmesidir. Dcyr: Kilise n Timurtaş, age, s, 42-43, 63/l-9. 7 Y Timurtaş, age, s, !63, 233/6. 70 77 274 6. Sen 'liği Elden Bırakmak Sevmek için Hakk'ı sevmek ve sen'liği elden bırakmak gerekir. isteme gel hakkı ırak, gönüleledir Hakka durak Senliğiin elden bırak, tenden içerü candadır. Sen sende iken menzil aluımaz Bahri olmadan gevher bulunmaz Yunus ver canını Ha kk' m yoluna Can vermeyince canCin bulunmaz. Bu beyitlerde Yunus ne anlatmak ister? .. Her şeyin arkasma gizlenen Bir'i görmek, Bir'i bulmak ve vahdet sırrına ermek ... Vahdet, iyi ile kötünün, ruh ile tabiatın, kanun ile kudretin birleştiği yerdedir. Vahdet sırrına ermenin yolu, varlıklarla kalb beraberliği yapmaktır. Bunun için de varlıktan ibaret safrayı kendinden atmak şarttır. 80 İnsanı seven kainata da dosttur. Aşık olan her davadan vazgeçer. Hırs ve hevadan uzaklaşır. Senlik-benlik kavgasını bırakır. O artık canlar canını bulmuştur. Zarar-ziyan düşünmez olmuştur. Her şey bu uğurda fedadır, yağma­ dır.sı Seven kimsede kötülükler Her kimde ki ışk varısa barınmaz. ayruk nesne sığmaz anda Dost döşeğine geçemez at u kat ır yahut deve ... 7. Göniil Yıkmamak Gönül kalbin, yüreğin manevi yönü ve duyguların kaynağıdır. Bir ma gönül, insanın izzeti nefsi, benliği, şahsiyeti ve özüdür. Dilimizde "gönül" ile ilgili olarak pek çok deyim ve söz Gönül bazen bir istek ve arzudur. Ama tat almaz olur. insanın bakı­ vardır. gönlü kararmca, hiçbir şeyden insanın gönlüne göre olan bir şey, dileğine uygun düşer ve gönlü ondan razı olur. Bazı insanların istekleri çeşit çeşittir. Her birisi başka bir şey ister. Hangisinin gönlünü edeceğinizi şaşırırsınız. Bu gibilerin gönlünü hoş etmek için ne kadar çalışsanız da, bazen netice alamazsınız. Ama öyleleri de vardık ki, en küçük bir hareketle gönlünü ahrsmız! .. xo Nurettin Topçu, Yunus Emre'de Vahdet-i Vücut, Tiirk Yurdu Yunus Emre Özel Sayısı, Tıpkı Basım, ci lt, 5, Sayı:319, s, 85-86. xı Timurtaş, age. s, 141,198/1-6. 275 Bazı insanlar bir şeye gönül verdiler mi, hiç karşılık beklemeden içten severler, gönülden bağlamdar ... Bazılan da gönül kırma pahasına gönül eğlendirirler ... Bazı insanlar yok yere gönül koyarlar... Onun için, Kimseye hor bakma gil, hergiz gönül yıkma gil, Yetmiş iki millet hep, derviş in yari gerek. Yunus'a göre insan, içine sonsuzluk tohumu ekilmiş bir varhktır. Yunus bu tohuma "gönül" der. Ve bu gönül, güzelliğe ve iyiliğe kaynaklık eder. Nitekim Allah, insana kendi ruhundan üflediğini bildirmektedir. 82 Yunus bu gerçeği şöyle ifade eder: Bir ben vardır bende, benden içeru ... Yunus, insan gönlünü hesaba katmayan, insana saygıyı üst seviyede tutmayan dindarlığı da hiçbir zaman tasvip etmez. 83 Gönül kendi haline bırakılmamalıdır. Her şeyden önce onu gerekir. Bunun için de sevgi ve aşk gereklidir: eğitmek ve pişirmek İşidün iy yaren/er ışk bir güneşe benzer !şkı olmayan göniil misali taşa benzer Taşgönüldene biter dilinde ağu düter Nice yumşak söylese sözi savaşa benzer !şkı Taş var gönül yanar yumşanur m uma döner gönüller kararmış sarp katı kışa benzer Ol sultan kapıısında hazreti tapusında Aşık/arım yıldıLZL herem çavuşa benzer Geç Yunus endişeden gerekse bu bfşeden Ere ışk gerek öndin andan dervişe benzer. 84 Yunus, sevginin kalpte kalmamasmı, onun bir davranış halinde dışa vurmasım ister. Onun için bi:r bakıma sevgi, her şeyden önce insanlara iyi davranmak ve yerine göre de fedakarlık göstermektir. Bunun yolu da gönül kırmamaktan geçer. Yunus, bazı toplumların ve milletlerin, din, mezhep, tarikat, ırk, sınıf ve bölgeeilik adına birbirinin boğazına sanldığı bir dünyada, barış ve kardeşlik x2 Kur'an, Hicr, 15/29. öJ Yaşar Nuri Öztürk, Yunus Em re ve İnsan, S tar, (Electronic edi tion) 24 Mart 200 I. x~ Timurtaş, age, s, 47,70/15. 276 çağnsı yaparak uyanlarda bulunur. Özellikle de gönül yıkmama konusunu hatırlatır. Çünkü, Bir kez gönül yıkdmıısa bu kılduğwı namaz değiil 85 Yitmiş iki millet dahı elin yüzin yumaz değiil. Miskinlikele buldı/ar kimde erlik varısa bakarısa Nerdiivandan yitdiler yüksekden Göniil yüksekele gezer dem-be-dem yoldan azar Taş yüzine ol sızar içinde ne varısa Ak sakallu pir hoca bilinıez hali nice Emek yimesiin hacca bir göniil yıkarsa. Sağtr işitmez sözi gice sanur güneliizi Kördür münkirün gözi Göniil Çalahım tahtı tılem miinevver ise gönüle Çalab bakdı İki cihan bed-bahtı kim gönül yıkarısa Sen sana ne sanursan ayruğa da anı san Dört kitabwz ma 'nisi budur eger va nsa. 86 Bin kez hacca vardımısa bin kez gaza kıldwıığsa Bir kez göniil sıdumsan gerekse var yollar dokt. Gönül mi yiğ Ka' be mi yiğ ey it bana aklı iren Gönül yiğdurur zira kim göniildediir dost turakı. 87 İstemegil Hakk'ı ırak göniildediir Hakk 'a durak Sen senliğiin elden bırak tenden içerıl candadur. xs Timurtaş, age, s, 91, 13111. Bu beytin açıklaması şöyledir: Eğer sen bir defa gönül yıktın ise, bu kıldğın namaz değil. .. Yani namaz kılan bir müslüman, her türlü kötülükten elini eteğini çekmelidir. xr, Timurtaş, age,s, 163, 233/3-6. X7 · Tımurtaş, age, s, 20 l, 282/6-7. 277 Gir gönüle bııl andadur benliğiin defterini dür. 88 Ol hiis gevher bil andadur sanma kim ol ıımmandadıır. Seyh ıı dfmişmend üfakı göniil yapan bulur Hakk'ı 89 Sen bir gönül yıkdmıisa gerekse var yüz yıl okı. Bu beyitlerde ele alınan temel konuları şöyle sıralayabiliriz: Bir gönül almak, bin Ka'be ziyaretinden daha iyidir. Mal mülk geçicidir. Bunlara gönül bağlayarak hayat sürmek anlamsızdır. Görüldüğü gibi Yunus'un hedefi gönül yıkmamak, başkalarını da kendisi gibi düşünmek ve herkese faydalı olmaktır. Nitekim bu değerlendinneyi Hz.Peygamber' in şu hadisinde de görmekteyiz: "Müslüman, elinden ve dilinden müslümanların emin ( giivende) olduğu 90 kimsedir." 8. Her Şeyi Allah 'tan Beklemek İnsanları sevebilmek, hoş görebilmek için her şeyi Allah'tan beklemek, aracılan aradan kaldırmak gerekir: Sensin kertm, sensin ra/ılin, Allah sana sundum eliim. 91 Senden artuk yoktur enıiim, Allah sana sundum eliim. SONUÇ Yunus iyi ... Yunus müslüman ... Yunus bizden ... Bizim ilimizden ... Bizim gönlümüzden ... Yunus dindar ... Yunus her kesimin benimsediği kişi ... Yunus ahlak ve din sevgisi aşılamış ... Ve bu yolla insanlan kaynaştırmış ve ideal hedeflere yöneltmiş ... O halde, İslam iyi ... Müslüman iyidir ... İslami şahsiyetin kazanılması iyidir. .. Ne var ki, Yunus'un sevgisinde hümanistlik arayanlar var... Masonluk arayanlar var ... Ateistlik arayanlar var. .. Laiklik arayanlar var ... Bektaşilik arayanlar var. .. Batınilik arayanlar var. .. Rafizilik arayanlar var ... Bu yolla, kendi hayatına ve dünya görüşüne meşruluk kazandırmak isteyenler var. .. Bu mektepte, -Yunus'u basamak yaparak,- dini kaygıdan uzak bir hayat yaşama imkanı arayan art niyetli kişiler varl .. Bütün bu teşebbüslerin, milletimizin birlik ve beraberliğine zarar vereceği iyi bilinmelidir. O'nda aranması gereken: Sevgi.... Sevgi... Sevgi... Sevgi ... Sevgi... Allalı İçin Sevgi!.. HH 9 N 911 91 Timurtaş, age, s, 39, 58/2-3. Timurtaş, age, s, 229, 323/4. Müslim, İman, 64. Timurtaş, age, s, 98, 141/1. 278 SADR AL-DIN AL-QUNA Wl AS SEEN FROM A MEVLEVI POINT OF VIEW Pırof. Masataka T AKESHIT A'" 1. Introduction Sadr al-Din al-Qunawi is the most important disciple of Ibn Arabi. It is through him that Ibn Arabi's thought was spread over the wide Islamic world. It is no exaggeration to say that it is Sadr al-Din's interpretation of Ibn Arabi which influenced later Sufis, philosophers, and theologians. Although he follows Ibn Arabi faithfully in many points, his style is different from his master. In the words of Chittick, Ibn Arabi roots his teachings in the Koran and the Hadith, but Qunawi employs a more abstract vocabulary that is much more reminiscent of textson philosophy. In the words of Chodkiewicz, Qunawi gave a philosophical formatian to the doctrine of his teacher. Qunawi together with his numerous distinctive students established a scholastic, speculative Sufism, which is at least in style quite different from the early Sufism. Early Sufis shunned any speculation, be it philosophical or theological. Sufism was a practice, a way of living, not a way of thought. The manner of then-expressions is ecstatic utterances called s/ıatalıat, and poems. Therefore it is no wonder that Ibn Arabi and his school was often accused by Sufis that they are not a Sufi, but a philosopher, which is a infamous word for Sufis. The Sufism Rumi represents seerus to be the exact opposite of Qunawi's type of Sufism. He seerus to belong to the mainstream Sufism, which avoids speculation and puts an emphasis on practice. However, Sadr al-Din al-Qunawi and Rumi were not only contemporaries, but also lived in the same city, the city of Konya. Both Rumi and Qunawi were born at the same year (1207), but Rumi died one year earlier than Qunawi, namely 1273. Certainly these two great men must have known each other. It is interesting to know what kind of relations they had and what kind of opinions they had toward each other. Unfortunately as far as I know, Rumi never mentions Qunawi's name in his writings, nor does Qunawi Rumi's name. The only means to know their relations, their mutual opinions are later hagiographies. In this paper, I chose the Manaqib al-Arifin, the most famous hagiography of Mevlevi saints written by Aflaki who died eighty years after Rumi. Indeed in this book Sadr al-Din is a very important character, whose name is mentioned at least thirty-one times according to the index of Yazici's * University of Tokyo 279 edition. Of couı·se, the portraits of Sadr al-Din and Rumi in this book are heavily biased in favor of Rumi, as is expected from the hagiographer of the Mevlevi order. For this reason, in order to see their relations from Qunawi's side, it is indispensable to compare this account to the hagiography of Sadr alDin, but the Manaqib of Sadr al-Din only exists in manuscript, and unfortunately the three existing manuscripts are not accessible to me. 2. Abdal vs. Sufi As is said above, it is generally understood that Rumi belongs to the mainstream of Sufism, while Qunawi is closer to philosophy than to Sufism. Therefore it is all the more astonishing to find out that in the Manaqib al-Arifin, it is not Rumi, but Qunawi who represents Sufism. This is most explicitly stated in the following episode (3/531): At the mourning ceremony of one of the Parvane's deputies, many prominent people, great shaykhs, and commanders were present. When the time of the evening prayer came, all the people asked Rumi to become the imam of the prayer. However, Rumi refused to act as the imam, saying, "we are the people of Abdals; We sit and rise in whatever place we are (Biz Abdallardaniz. Nerede olsa oturup kalkariz./ ma mardam -e Abdalim, beharja'i ke hashad mineshinim wa nıikhizim). Instead, Rumi recommended Qunawi. as the Imam of the prayer, saying, masters of Sufism and authority are worthy of the office of Imam. (lmamliga, tasawufehli ve sabitkadem insanlar yarsir. lemamatira arbab-e tasawof wa tamakkon layeq and). This is not the only place Sadr al-Din is considered the representative of Sufism. In one episode (3/37) at a gathering of Parvane's house, prominent men have a discussion about a problem where the seat of honor is. Qadi Siraj al-Din answers that in a madrasa of ulamas, the seat of honor is the middle of the dais, while Sadr al-Din answers that in the manner of the Sufis the seat of the honor in the khaneqah is the side of the dais, (dar madhhab-e Sufiyan sadr dar khawaniq kenar-e Suffatra guyand). Also in one episode (3/292) the companions of Moa'yyad al-Din Jandi who is one of the famous disciples of Sadr al-Din Qunawi are called Sufis. On the other hand, the word Abdal reminds us immediately of Abdalan-e Rum, mentioned by Asikpasazade as one of the four groupsin the 141h century Anatolia. Although it is doubtful that Rumi really called himself Abdal, stili it is important toknow that Aflaki thought Sadr al-Din to be a Sufi and Rumi to be one of the Abdals which are distinct from Sufis. We have to know what are the differences between Sufis and Abdals by finding out the life-style of Sadr al-Din depicted in the Manaqib. 3. The Life of Sadr al-Din in the Manaqib al-Arifin. In the Manaqib, the name of Sadr al-Din usually comes with the title of Shaykh. Sametimes he is called Shaykh aBslam Sadr al-Milla wa al-Din. At a tomb visiting ceremony, his title is announced by the master of ceremony as follows (3/580Y the King of Mohaqqeqin, the Shaykh of Islam throughout creation. Sadr al-Din protests him, saying that Rumi was 280 the true Shaykh of Islam, and after his death, there is no Shaykh of Islam any more .. Other honorary titles used for him are as follows, shaykh al-mashaaykh naadiratııl zamaan, malik al-mııhaddithnn&ll.Sti), and mııhaddith-e ayyam. In one episode (3/443), Hosam al-Din in his conversation with Rumi refers to him as Shaykh Sadr al-Din-e Mohaddeth. Sadr al-Din lives in a lodge (zawiya) surrounded by many companions, such as Shams al-Din-e Iki, Fakhr al-Din-e Iraqi, Sharaf al-Din-e Mawsili, Sa'id-e Farghani, Nasir al-Din-e Qunawi, Mo'ayyad al-Din-e Jandi. As his title, mohaddeth indicates, he regularly gives lessons on hadith (.3/321). The Parvane read Jami"al-Usulon Hadith under him. Besides giving lessons on hadith, every Friday after the noon prayer, he has a public session in his lodge. (3/240) all the ulemas, fuqaras, and commanders (umara) gather together in his lodge. Sadr alDin mentions some problem or subtle point (nokte), and they have a heated discusssion about it, while Sadr al-Din keeps silence. In the end, he (sokhani mifarmud), and the discussion comes to an end. He has a very good relation with the court. The Parvane often visits him, and also invites him to his house. In official ceremonies for various occasions, he is always invited as a guest of honor. In these ceremonies he usually appears with Qadi Siraj al-Din, who seems to be his old friend. Probably, Qadi Siraj al-din represents the class of ulama, and Shaykh Sadr al-Din the class of Sufis. Sadr al-Din receives the stipends from the Parvane and religious endowment (awqaf). The stipends are used for his household and for his disciples and for taking care of travelers. His house is large, and he has many servants. In one episode (3/17), a merchant from Tabriz comes to Konya, and asks notables (khaja) of the city to bring him to one of the famous shaykhs and ulamas of the city. They bring him to Sadr alDin. When he comes to Sadr ai-Din's house, he is disgusted at so many servants (khadam, pi. of khadim), attendants (hasham), beautiful boys (shahid), slaves (ghulam), chamberlains (hujjab), doormen (bawwab), and eunachs (tawashi), and cries out, "Did I come to visit a commander (amir) or to see a Faqir." The notables of Konya answer as follows. This does not harm his spirit, because he has a perfect soulN just as halva (sweets) does not harm a doctor, but only harm a sick person of feverish disposition, and it is not suitable for him to eat hal va. In anather episode (3/395), when Rumi is offered a stipend for his disciples from the Parvane, he refuses the offer, saying that Sadr al-Din has many expenses, and he lives a kingiy life (ma'ishat-e padeshahane nıikonad), our companions do not need anything. That money is more appropriate for the costs of his kitchen. In anather episode (3/396), his companions complain to Rumi, saying that Sadr al-Din has many stipends and endowments (awqaf), while Rumi receives only half a dinar. Rumi answers as follows. Sadr al-Din has more expenses and he is in charge of protecting travelers. We do not have any expenses. That half dinar must be also given to him. 281 4. How Sadr al-Din and Rumi regarded each other. There were frequent contacts between Rumi and Sadr al-Din, but it seems that it is Rumi who visits Sadr ai-Din's lodge, not the other way. In the Manaqib, Sadr al-Din visits Rumi only in his deathbed. Of course, they met each other often in public gatherings. As is expected from a Mevlevi hagiography, Sadr al-Din has a very high esteem on Rumi. In one episode (3/221) it is said that at first Sadr al-Din greatly opposed Rumi. But by miraculous dream he recognized the greatness of Rumi. It is interesting to note that the same dream was seen by Qadi Siraj al-Din, and they repented together. This is not the only miraculous dream Sadr al-Din had, in which the greatness of Rumi was manifested. Altogether there are seven episodes (3/221; 3/257; 3/283; 3/321 3/362; 3/375; 3/596 in which Sadr al-Din's dream or mystical visian is described. Sadr al-Din openly tells his dream and acknowledges Rumi's greatness to his disciples and the court people. In two episodes (3/124; 31 369) in Sadr ai-Din's presence, sameone rebukes Rumi openly and Sadr al-Din tries to stop him. In the latter episode, he says that it is reprehensible to test great men canceming the mystic path. (3/367) In two episodes (3/561; 7/34), he defends the companions of Rumi after Rumi's death from the attacks of the ulamas. It seems that the attack of the ulamas against the practice of Sema increased after Rumi's death, because they thought that what was allawed to Rumi was not allawed to the disciples. In the other episode, Sultan W al ad permit s the recitation of ghazals at the funeral ceremony and sameone opposed it as an innovation. The masters of Sufism who had been present there reported this dispute to Sadr al-Din. He took side with Sultan Walad. In both cases, Sadr al-Din argues in favor of Rumi's companions, saying that good innovation of the saints is !ike the sunna of the prophets. Sadr al-Din also tries to offer financial help for Rumi through the Parvane (3/395), He says to the Parvane, Rumi is not concerned at the stipends at all, but the stipends must be given to poor, deserving dervishes of Rumi. However, as is stated above, Rumi refused the offer of the Parvane. Rumi al so seems to have a high regard on Sadr al-Din over other religious authorities who frequent the court. In his deathbed, Rumi refuses to take a cup of medicine from the hand of Hosam al-Din, and from Qadi Siraj al-Din, but he takes a cup from the hand of Sadr al-Din. (3/579); In one episode (3/578), Hosam al-Din askes Rumi who is to perform the funeral prayer for him. "Sadr al-Din is the worthiest" is his answer. However, Hosam al-Din comments on this, as follows. All the great ulamas and qadis wanted to perform a prayer for him. In othere words, performing the funeral prayer is the work of the ulamas and qadis. Probably for Rumi, Sadr al-Din is the worthiest among ulamas and qadis. There are two episodes, which clearly shows that Rumi did not consider Sadr al-Din as his equal. In the first episode (3/443), Hosam al-Din asks Rumi 282 as follows-' You sincerely favor Sadr al-Din, but in this path is he a mohaqqeq, or moqallecP. His reply is as follows. He is a moqalled, by God he is a moqalled as compared to your realization of truth (nisbat be-tahqiq-e shoma). And he adds, man has two great signs; one is the knowing (shenaklıti, the other is the risking one's life (bak/if). Some have the knowing, but do not have the risking, some have the risking but not the knowing. Happy is the soul of those who possess both. It is interesting to note that Mohaqqeq and related terrus such as ah! alHaqq, which means the one who attained Truth or who reached God are often used by Ibn Arabi and Sadr al-Din to designate themselves. As is shown above, one of the honoı·ary titles of Sadr al-Din is the King of Mohaqqeqin. However, here, the term mo!ıaqqeq is contrasted with the term moqalled. Moqalled is usually used in contrast with mojtahid. Moqalledmeans the one who blmdly follows the authority, being unable to exeise his own independent judgment. But, here, moqalled conesponds to the knowing ( shenakhfi, and mohaqqeq to risking one's own life (baklıt). It seerus to me that moqalled here implies adherence to the established convention of the society, and mohaqqeq implies audacious free mind who does not afraid to deviate social conventions and risk one's own life for it. 5. Rumi between Sufism and Abdalism Considering contemporary scholars' unanimous opinion that Sadr al-Din used philosophical terminology in order to formuiate Ibn Arabi's thought, it is surprising that there is no mention of his philosophical tendeney in the Manaqib. Indeed, there is no indication of his being a stepson and an influential disciple of Ibn Arabi. Instead, he is often called mohaddeth (hadith scholar). It is also stated (3/17) that he is without equal in all the religious sciences and the Path (tariqa) of the shaykhs of certainty (mashaykh-e yaqini). In other words, he was highly esteemed both as a scholar of exoteric sciences anda Sufı shaykh of esoteric Way. As such he is firmly incorporated into the religious establishment of the Rum Seljuk state. Sufis in his time are respectable people. They are an indispensable part of religious institution of the state together with ulamas and qadis. In the Manaqib, Sadr al-Din often appears with Qadi Siraj al-Din who represents the ulama-qadi class. Against this institutionalization and intellectualization of Sufism, there appeared a counter mavement which opposes to this tendency. Those who represent this counter movement are called Qalandars and Abdals. Rumi who maintained close personal relations to the Parvane and the court in general and widely respected by the people are certainly not one of the Qalandars or Abdals in this sense. But in the spirit he is closer to Abdals than to institutionalized, İntellectual, conventional Sufism Sadr al-Din represents. Rumi's behavior breaks the conventional customs of the religious people and upsets the 283 established orders among religious scholars. In many episodes, Rumi appears in the official gatherings of ulamas, shaykhs and courtiers. All the invited people take their seats appropriate for them according to their rank. Usually Qadi Siraj al-Din and Sadr al-Din take the seats of the highest honor. Rumi is also offered the seat of the highest honor, but he always refuses to accept this seat. Instead, he sits at the humblest place. The guests who had already taken their seats had to abandon them to move down near Rumi's place. Rumi's behavior in these official gatherings is also not conventional. In the gathering of the Manarn mosque, to everyone's astonishment, he suddenly starts spinning in front of a mill stone.in the garden.(3/298) In one of the Friday prayers, he suddenly falls in trance in the standing position of the prayer (qiyam), and remains in this position until the next Friday prayer.(3/240) And in many occasions Rumi starts sema with his disciples in the middle of the public gatherings. While around Sadr al-Dii gather many scholary Sufis and he seems to take good care of their education by regulary giving them lectures, Rumi seems to abandon educating his disciples totally since his meeting with Shams-e Tabrizi. Instead of teaching, he immerses himself into contemplation, utters esateric words, and most often he perforrus the sema. The sema of Rumi's time is not the orderly, elegant sema of the later period. It often begins spontaneously and akin to the ecstatic dance of the shamans. Participants cry out and tear their shirts, and fall into unconsciousness. In one episode (3/64) someone criticizes Rumi, saying, "Around him gather common people and craftsmen. Wherever there is a tailor, cloth-merchant, or grocer, Rumi takes him and accepts him as a disciple. No knowledgeable and virtuous people come around him." In another episode (3/1 O1), s omeone rebukes him, saying I do not know what way of life (sirat) and what Path (tariqat) this man has, and to whom his mantle (khirqa) goes back. As a conclusion, it can be said that Sadr al-Din belongs to Sufism, which at this time became established, respectable institution, while Rumi with his free-minded spirit tries to keep a certain distance from this religious establishment of the state, although not cut off completely from it. Sadr al-Din acts as an intermediary between Rumi and the established religious classes. He recognizes Rumi's greatness, and publicly proclaims his saintliness. Rumi takes a middle position between respectable, intellectual, institutionalized Sufism and antinomian, anti-intellectual, radİcal Abdalism. This middle position was too difficult to maintain, and after him, the Mevleviya became separated into the conformists known as "the arın of Walad", after Sultan Walad, and antinamian deviants known as "the arın of Shams", after Shams-e Tabrizi. (Karamustafa, p. 82) 284 BİR SELÇUKLU BİLGESİ OLARAK NASREDDİN HOCA Prof. Dr. Saim SAKAOGLU* Nasreddin Hoca, Türk kültür tarihinin en şanslı birkaç adından biridir. O da, tıpkı bir Yunus Ernre, Karaca Oğlan, Fuzull, Pir Sultan Abdal gibi çağlan aşmış, çok boyutlu olarak günümüze kadar ulaşabilmiştir. Hoca'mızm elde ettiği ün, onu sonsuza kadar taşıyabilecek zenginliktedir. Milli sınırlanmız ötesine taşan ünüyle onu dünyanın çeşitli ülkelerinde, belki biraz farklı, fakat temelde aynı olan insan olarak bulabilmekteyiz. Biraz adı, biraz kıyafeti, az da olsa Türkçesi coğrafyaya uydurulan Nasreddin Hoca, her yerde aynı güler yüzüyle, düşündüren sözleriyle karşımıza çıkmaktadır. O, sanki çocukluğumuzda bizi kucağına alıp seven, ak sakallı dedemizin yüzlerce yıl önce yaşamış bir öncüsü gibidir. Bu sebeple onu yadırgamamız söz konusu olamaz. O bizden biridir, bizim dünümüzdür; biz ise onun yannıyız. O halde aramızda kuvvetli bir bağ var demektir. Bu bağ çok çeşididir, çok yönlüdür. Belki de, o, "biz" olurken çoğumuzun ayrı ayrı özelliklerini elde etmiş, adeta toplumun sözcüsü olmuştur. İşte biz Hoca'mızı bu özelliğinden dolayı sever ve sayarız. Ancak, fıkralarına sinmiş olan düşünceleri onu bize bir bilge kişi olarak sunmaya çalışırken o düşüncelerin arasına sinsice sıkıştırılan görüşler onu bizim dünümüz olmaktan uzaklaştırmayı amaçlamaktadır. Karşımıza çıkanlan bizim Nasreddin Hoca'mız olmaktan çıkarılmakta, adeta başka bir insan olarak sunulmaktadır. Davranışları, konuşmaları, nükteye bağlı olaylar, onun tarihi kimliğiyle uyuşmamaktadır. O; hırsız, ayyaş, yalancı, uçkuruna düşkün biri olarak gösterilmektedir. Hocamız toplumun ahlak kurallarını hiçe sayan, içgüdüleriyle hareket ederken insan olma özelliklerini kaybeden biri olarak karşımıza çıka­ rılmaktadır. Birileri onu toplumumuzdan koparmakta, farklı bir dünyanın insanı olarak sunmaya çalışmaktadır. Hatta bu iş yapılırken bilimsel bir kılıf biçilmekte, farklı bilimlerin farklı terimleri arkasına sığınılmaktadır. Hoca' mızın baştan çıkanldığı bu tür fıkraların örneklerini vermeyeceğiz; sadece yayımlanan kaynaklaı·daki yerlerine göndermede bulunacağız. Bu arada, bilimsel bir kurnazlıkla ekonomik bir kafa yapısının nasıl birleştiğini de göstermeye çalışacağız. *Selçuk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı 285 Nasreddin Hoca, Türk toplumunun bilge kişisidir, akıl damşılanı, adaletine güvenilen, dini konuşmalanna önem verilen bir büyüğümüzdür. O; eskilerin şamanı, dünün Dede Korkut'u, günümüzün sayılan bir kişisidir. Türk toplumu olarak onu hep böyle gördük, böyle bildik, kabul ettik. Onu, dini bilgilerimizi artıran, adaleti yerine getiren, çocuklarımızı okutan, zor anlardaki sıkıntıia­ nınıza ortak olan bir ülkü adamı olarak görmeyi bir görev bildik. Çünkü gerçek yüzü, adındaki "Hoca" olma özelliği olayları böyle yorumlamamızı gerektiriyordu; doğrusu da buydu. Bütün toplumlarda, komşulan olsun veya olmasın başka toplumlarla, onların küçük birimleriyle, dini inanış sistemlerinin adlarıyla, bazı yöneticileriyle ilgili olumsuz yargılar vardır. Bunlar; aşağılama, hor görme ve küçümseme, hatta hakaret etme anlamlarında kullanılır. Türk toplumunda da böyle birkaç kelime vardır. Biz bunları ayrı ayrı ele almayacağız; sadece örneklerle yetineceğiz. İkinci Emevi halifesi Yezid bin Muaviye ebi Sufyan (645-683), Hz. Ali'nin küçük oğlu Hz. Hüseyin'i Kerbela'da öldürttüğü için (680) İslam dünyasında, hayırla anılmaz. Bütün İslam dünyasmda olduğu gibi, Konya'da da sevilmeyen, özellikle yanlış ve kasıtlı iş yapanlara hakaret anlamında "Yezit" diye seslenilir. Türkçede bel soğukluğu diye bilinen hastalığın bizdeki adlarından biri de frengidir. Halkımız bu hastalığı Frenklerin hastalığı olarak kabullenmiş ve onları aşağılayıcı olarak kullanmıştır. İşte yüzlerce yıl önce Anadolu' daki bazı kesimler de, bazı davranışları sergilemek, Nasreddin Hoca'mızı aşağılamale için benzer bir yolu seçmişlerdir. Bu işlem iki yolla gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Bu yollardan birincisi ve daha genel önemli olanında "hoca", bazen de "imam" kavramı etrafında olumsuz görüşler örme yoluna gidilmiştir. Burada Nasreddin'nin de bir temsilcisi olduğu hocalık kurumu aşağılanmaya çalışılmış, hocalar olumsuz yargıların kurbam edilmeye çalışılmıştır. Bu arada onlar; çok yiyen, kişisel çıkariarım ön plana alan, yanlı davranan kişiler olarak ele alınmış, bu özelliklere bağlı olarak fıkraların kahramanlan haline getirilmişlerdir. Yüzlerce yıldan beri anlatılagelen benzeri fıkralardan ikisi Prof. Dr. İlhan Başgöz'ün Amerika Birleşik Devletlerin'de yayımladığı Turkish Folklore Reader ( 197 1) adlı kitabına alınmıştır. İkinci yol ise doğrudan Nasreddin Hoca'nın adına bağlı olarak ele alın­ Deli Birader adıyla da tanınan, asıl adı Mehmet olan (öl. 1535) Gazali'nin Dafiü'l- Gumfim Rafiü'l- Humilm adlı eserindeki Hoca'ınızla ilgili fıkralar son derece yüz kızartıcıdır. Bir ara Akşehir' de de müderrislik eden, daha sonra İstanbul' a yerleşen Gazali'nin yaptırdığı hamamdaki eğlenceler rezalet derecesine varır. Bunun üzerine Sadrazam İbrahim Paşa, hamarnı bir gecede yerle bir ettirir. Hezeliyat türünün örneklerinden kabul edilen eser daha sonra aralıklarla dört defa daha kopya edilir. Ancak üçüncüsünden (yani ikinci kopyamıştır. 286 yazmaya alınmaz. Her halde gerçeği gören biri bu uygun görmemekle en doğru işi yapmıştır. Doğrudan Nasreddin Hoca'mıza bağlı olarak düzenlenen li'itife kitaplarında da durum benzeri şekilde sürüp gitmektedir. Kathlen Burril'in yüksek lisans tezi olarak hazırladığı 1618 tarihli Groningen yazmasındaki fıkraların yarıya yakmı benzer yapıdadır. Özetlemek gerekirse, toplumdaki pek çok olumsuz davranışı, konu alan latifeleri şöhretinden dolayı Hoca'mıza bağlanıvermiştir. Bunlardan pek azı art niyet olmadan, "adamın biri" yerine, akla ilk geliveren Hoca'ınızla ilgilendirilivermiştir. Ancak önemli bir bölümü kasıtlı olarak Hoca'mıza bağlanıvermiştir. dan) itibaren Hoca fıkraları kasıtlı fıkraları Hoca'mıza okullan için Nasreddin Hoca kitabı hazırlayıp ticayazar ve araştıncılar bu kitaplara gerçek Nasreddin Hoca fıkralarını almak için çaba sarfederken bilimsel ortama geçince Hoca'mızı dünyanın en ahlaksız adamı olarak gösteren fıkraların onun adına bağlanmasını bilimsel cambazlıkla dengelerneye çalışmışlardır. Biz üzülerek söylüyoruz, bu tür fıkralardan örnek vermeyeceğiz. Ancak bu tür fıkraların tamamına yer veren kitabın künyesini ve bu arada bazı fıkraların numaralarını vereceğiz. Bu arada, ret ilköğretim hayatına atılan bazı Bu kitap Pertev Naili Boratav tarafından hazırlanan Nasreddin Hoca (İstanbul 1995) adlı kitaptır. Kitap, Yapı Kredi Yayınları arasında basılmışsa da, bu fıkralar yüzünden depoya kaldırılmış, galiba yayından sorumlu kişi de (Enis Batur olabilir) bir süre görevinden uzak kalmıştır. Ancak UNESCO tarafından Nasreddin Hoca yılı ilan edilen 1996 yılında aynı kitap, kapak değişikliğiyle Edebiyatçılar Derneği (Ankara 1996) tarafından aynen yayımlanmıştır. İşte o kitapta yer alıp da yüzünü kızartmadan okuyamayacağımız fıkralardan bazıları­ nın sayfa ve numaraları: 94/9,94110,951 15, 104/47, 107/64, 107/65, 108/ 66,110/78, lll 180,111/81,116/100,118/108,118/109,119/112,121 1 120, 121 1 122, 125 1 138, 127 1 147, 130 1 156, 171 1 297 ve daha niceleri. Bunlardan özellikle; 65, 66, 100, I 08, 112, 138, 156, 297 numaralılarını okumak için insanın yüzüne perde tutması gerekecektir. Hoca'mızın nasıl bir gayya kuyusuna itilmek istendiği artık herkes bilmektedir. Ancak yanlışların sürüp gitmekte olduğu da gözden kaçmamaktadır. Onun için Hoca fıkralannın belirleyici özelliklerini ortaya koymak, böylece ona ait olduğunda birleşilen fılaalardan bir kitap yayımlamak. 22-27 Haziran 1996 tarihleri arasında Ankara' da toplanan ve Nasreddin Hoca seksiyonu da bulunan bir büyük kongrenin açış konuşmasını yapan Prof. Başgöz'ün, Hoca'ya mal edilen ve onun minarenin ne olduğunu bilemediği fıkra gibi maksatlı olarak Hoca' mıza bağlanan fıkralarm temizlenmesi gerekir. Hoca' yı yalancı, hırsız, rüşvetçi olarak göstermek, yüzyıllardan beri süregelen karalama çalışmalarının birer parçasıdır. Bu sebeple, fıkraların sayısının azalması söz konusu olacaktır; ancak gerçek fıkralarm az sayıda olması elbette üzüntü kaynağı olmayacaktır. 287 Hoca'mızın bilgeliğini gerçek fıkralarda bulmamız son derece kolay olacaktır. Hangi fıkraların zorla ona bağlandığı hatırlanırsa, Hoca kişiliğiyle örtüşen fıkralardaki görüşler Nasreddin'imizin bilgeliğini ortaya koyacak güçtedir. İnsanları her zaman öğrenmeye çağıran Hoca'mızın vermek istediği mesajlar bu fıkralannda açıkça ortaya konulmaktadır. Araştıncılarm değerlendirdİğİ belgelere göre, Osmanlı İmparatorlu­ ğu'nun çekirdeğini oluşturan Beyliğin kuruluşundan 90 yıl önce doğmuş, 15 yıl önce de vefat etmiştir. Tarihler elbette tartışmaya açıktır. Ancak, gerçek olan şudur ki, Nasreddin Hoca tam Selçuklu dönemi aydınıdır. Öldüğü yıl İkici Sultan Mesud'un ilk saltanat dönemine (1281- 1297) rastlar. Ancak Selçukluların sonu görünmüştür. Aleşehir'de yaşayan, zamanın başşehiri Konya'ya gelip giden Hoca'mız elbette olup bitenlerden haberdardır. Unutulmasın, onun gibi insanların olaylara bakışı elbette farklı olacaktır. İnsanların gülmeye de ihtiyacı olacaktır. Her sözü bir nükteye, her davranışı bir gülümserneye bağlanıveren Hoca'mız üzerine büyük görevler düşecektir. 700 yıldan beri çok yönlü olmasıyla toplumumuza, hatta yabancı toplurnlara da yön veren Hoca' mızın bilgeliği fıkralan na da yansımıştır. Ancak fıkraların yazmalarda yer alan şekilleriyle halk ağzında anlatılmakta olan şekil­ ieri arasında zamanla değişiklikler oluşmaya başlaıruştır. Onun için Hoca fıkra­ Ianna yaklaşırken, dikkatli olmalıyız. Aşağıdaki fıkraların yorumu elbette kişilere göre değişmeyecektir; ancak isteyenler farklı şekilde yorumlayıp altında tasavvufi izleri de arayabilir. Hoca'mızın fıkralarını değerlendirirken benzer fıkraları da unutmamak gerekir. Bu tür fıkralar birlikte düşünülünce daha sağlıklı sonuçlara ulaşılabilir. Nükte cümlesi, "Şu ak sakahmla bana inanmıyorsun da eşeğe mi inanı­ yorsun?" fıkrasında, hatırlayacağınız üzere Hoca, eşeğini isteyen komşusuna "Eşek evde değil!" diye cevap verir. İ şler ters gidecek ve bir de fıkra oluşacak ya, eşek anırıverir. Sonrası biliniyor: komşu ile Hoca'nın konuşması. Bu fıkrayı tek başına değerlendirirseniz, Hoca'mızın yalancı biri olduğu sanılacaktır; oysa işin aslını başka fıkralarda da aramalıyız ... Mesela, komşusu kendi eşeği yorulmasın diye Hoca'nın eşeğini istemektedir. Veya daha önce verildiğinde, yanlış hareketleri sırasında hem eşek döğülmüş, hem de sahibinin yani Hoca'mızın arkasından küfredilmiştir. Yahut komşusu Hoca'nın eşeğini isterneyi alışkanlık haline getirmiştir. Sonunda Hoca da insandır ve onun da bir dayanma gücü vardır. Fıkramızda "Ak saka!" motifi, galiba fıkralarda tek tek ele alınan olayları özetlemektedir. Halkımızın fıkrasıyla lardan 288 dilinden düşüımediği ünlü atasözümüzün, ilgili olduğunu da hemen hatırlayıvereceksiniz. Hoca'mızın bir Köyünden kasabaya, belki de şehre inen Hoca'ya sipariş veren çocukbir tanesinin para vermesi elbette son derece anlamlıdır. Hoca'nın yalnız onca çocuğa karşılıksız olarak düdük getirmesi belki gerçekleşebilirdi; ancak içlerinden birinin para verip ısmarlaması, elbette öbür çocukların da dikkatini çekmesi gereken bir olay olarak görülmeliydi. Bir bilge olan Hoca'mız nükte cümlesi, para vermeyen çocukların üzülmemesi için verilmiş bir mesaj gibidir. Onlara, "Para mı verdiniz de düdük istiyorsunuz!" demek başkadır, "Parayı veren düdüğü çalar!" demek başkadır. Hocamızm daırum aktarmasıyla ilgili fıkrasını bilenlerin çoğunlukta olgeliyor diye hazırlıklara başlıyor. Damda yorgun argın çalışırken adamın biri aşağıdan Hoca'ya seslenir ve onu yanına çağırır. Adanun dilenci olduğunu söylemesi üzerine Hoca'mız onu da dama davet eder ve orada, "Allah versin!" diyerek sadaka vermeden aşağıya gönderir. duğuna inanıyorum. O, kış Dilencinin iki saygısızlığı vardır: Damda iş yapan adamdan sadaka istemek, onu bu amacını bildirmeden aşağı indirmek, orada iş mi yarım kacak, Hoca'nın vakti var mı, hatta yanında sadaka verecek "küçük para" var mı? Bir başkasının, belki de küfürle, tekme tokatla kovacağı, en azından, "Be adam bunu damda iken söyleseydin de hiilletseydik." yollu sitem edeceği insana, aynı yolla cevap vererek başkalarını da rahatsız etmesini önlemeye çalışmaktadır. olaylara bizlere göre farklı biçimlerde yaklaştığını gördüğümüzü söyleyeceğiz. Taşıdığı çeşitli özellikler Hoca'mızm böyle davranmasını gerektirmektedir. Bilgin ve bilge kişiliğiyle o, insanlan aniayabileceği dille eğitmeye çalışmaktadır. Kuru mesajlar yerine, olaylarm akışına uygun nüktelerle insanlara yaklaşmak, belki de Hoca'mızın kendine özgü özelliklerinden biridir. Herkes, anlayabileceği bir dille eğitilmeli, topluma kazandı­ nlmalıdır. Nasreddin Hoca'mız bunu başarmış ve yüzlerce benzerinin arasından sı yrılarak günümüze kadar gelebilmiştir. Sonuç olarak, Hoca'mızın 289 RAKS VE DEVRAN ETRAFlNDA TARTIŞMALAR Prof. Dr. İsmet KAYAOGLU* Raks ve devriin üzerine yapılan tartışmalar çok eskilere gitmektedir. İslam içinde fakihler ile tasavvuf ehli, dini ayinlerin ruhani ve formel tezahürleri konusunda tartışmışlardır. Bu konu Osmanlı fikir tarihi içinde de yeniden alevlenerek tartışma devam etmiştir. Osmanlı devletinin kuruluş yıllarında, tasavvuf ileri gelenlerine ve dergahlara gösterilen yakınlık ve tolerans XVI. yüzyıldan itibaren azalmaya başlamıştır. Bunda Doğu' da, Safevi devletinin kuruluşu ve Anadolu'da Şiilik'in yayılması tehlikesi karşısında ehli sünnet görüşünü sağlam tutma çabalan buuleması lunmaktadır. Sema, raks, devran, mı1siki konularında lehte ve aleyhte risaleler yayılmış, özellikle XVII. yüzyılda sade bir İslamiyet anlayışını sergileyen Kadızade Mehmed Efendi (ö. 1635) ve onun yolundan gidenler İstanbuldaki dergahlarda rahat ayin yapılmasma engel olmuşlardır. Biz burada, yalnız Mevlevllerdeki raks ve devran konusu etrafındaki tartışmalardan bahsedeceğiz. Bunun için, önce devran terimini açıklamak yerinde olur. Devran; "bir dini motivasyon sonucu sı1finin çok defa gayrı ihtiyari olarak yerinden fırlayıp, dönrneğe başlamasına" denir. İradeli olarak yapılan devran, özellikle ilk sı1filer tarafından pek hoş karşılanmamışsa da daha sonra tarikat mensuplan arasında usulüne uygun ve samimi olarak uygulanması şartiyle bir sakınca görülmemiştir. Toplu olarak gerçekleştirilen devranda dervişler bir halka oluşturarak dönerler, Mevlevi semamda bu, belli bir zeminde, belli bir düzen içinde ve daireler üzerinde dönülerek gerçekleşir. Mevlevllikte adını Sultan Veled'den alan üç devir vardır (edvar-ı selase). Bu devir, dervişlerin düzenli veedalı bir şekilde semahanede üç defa dolaşmala­ rından ibarettir. Devirlerin her birinde, belli selamlar ve dualar okunarak devdinın önemine ve insan tabiatı ile olan ilişkisine işaret edilir. Hem kendi ekseninde, hem de semahanede belli daireler üzerinde dönen Mevleviler şeyhi kutba, semazenler de bu kutup çevresinde dönen yıldızlara benzetilir. 1 ' Selçuk Üniversitesi ilahiyat Fakültesi 1 S. Uludağ, Devri'ın Mad., D.İ.A., C. X, s. 248. 291 Bu ifadeden anlaşıhyorki devran, sema meclislerinde okunanlan dinledikten sonra, bundan duygulanarak ayağa kalkmak suretiyle vecd içinde dönme halidir. Raks ve devranın helal veya haram olduğu tartışmalan üzerine delil getirenler ·birçok ayet ve hadislerden örnekler verdiler. Bunlar içinde en çok anılan, peygamberin hayatından aksettirilen bir olaydır: Peygamber ve Hz. Ayşe, evlerinin yanında, raks eden ve def çalan bir grup Habeşli'yi, birlikte izlediler, Hz. Ayşe başını Peygamberin göğsüne yaslayarak dinledi. Bize aktarılan hadise göre olay şöyledir: Ebu Bekir onların yanına gelir, bu görüntüyü tasvip etmediği için, tam Rabeşli gruba raksı ve müziği kesin diyeceği sırada, Peygamber: "Her halkın bir bayramı vardır, bu da bizimki" diyerek onu durdurur. Peygamberin sadece müziği ve raksı hoş görmekle kalmayıp, aynı zamanda Ebu Bekir'in, icracılann faliyetine son vermesini önlemesi bu tür davranışları tasvip ettiğini ima etmektedir. H. VII/M. XIII. yüzyılda özellikle Şam'da ve Kudüs'te sema uygulaması­ na çok rastlanrruştır. Yine bu bölgede dini açıdan tasavvuf yanlısı muhitlerle, zahir ulema, özellikle Hanbeli fakihler arasında bu ayin üzerine tartışmalar olmuştu. Sema ve raks yapan bir grup genç arasında bulunan Ali al-Hariri, Eyyubl üzerine doğum yeri olan Havran şehrine sürgün hükümdarına yapılan şikayet edilmişti. Şam şehrinde birçok zaviyede sema ayini yapıldığını ve bunlar içinde İbn ur-Rumi diye bilinen Şeyh Şerafeddin Muhammedin bütün sema süresince, üstünden, şalvan hariç, bütün giysilerini atarak dans ettiğini" bir arap tarihi bize nakleder. Yine Anadolu'dan geldiği söylenen Abdullah al-Annan! (ö. 1233) isminde biri, Kudüs'ün Harem-i şerifinde, yanındaki "fukara" ile (yani dervişler­ le) raks ve devran ettiği, kendisini istemeyenierin şikayeti üzerine şehri terketmek zorunda kaldığı yazılıdır. O haramları çiğnemekle suçlandınlrruştı. 2 Benu Öanim ailesi içerisinde sema ve raks hakkında lehte ve aleyhte görüş beyan eden ve vaziyet alan kişiler vardır. Abdusselam (ö. 1279) yazdığı şiir­ lerde semaı uygun bulduğu halde bir ölçüde raksa karşı görünüyor. Bu aileden Abdusselamın amcası Abdullah sema'ın şiddetli savunucusudur. Meşhur Hanbeli bilgin Abdurrahman Nablusi (ö. 1258) ile polemiğe girmektedir. Nablusi yazdığı şiirlerde sema ve raksm haramlığı ve toplum üzerinde kötü etkiler yapacağı fikrini büyük bir tepki ile ortaya koymuştu. Hatta kadınlarm bu gibi meclislerde bulunmasını kmamıştı. 2 L. Pouzet, "Prises de position au tour du sarniL .. " Studia Islamica, LVII, ı 983, s. ı ı 9, 12 ı. 292 Halbuki Abdullah İbn Ganim ona verdiği cevapta, sema'ın müminlerin kalbinde müspet etkiler doğurduğunu belirterek fukaha ile fukarayı (yani derviş­ leri) bu konuda barıştırmak istemişti? XIV. yüzyılda yaşayan İbn Teymiye (ö. 1328) rak s ve devran konusu üzerinde durarak bunları tamamiyle reddeder. Bu konuda ileri sürülen hadislerin uydurma (mevzu) olduğunu belirtir. Sema ve devranı, doğnı yoldan ayrılan halk tabakasının sapkınhğı; cahiliye esprisine dönüş; meleklerin müziğine hüluldan çok uzakta olan, şeytani bir iş olarak görür. Selefiyenin yolunda olan İbn Teymiye, gerçek müslümanlar kitaptan ve Allah'ın Elçisinin Sünnetinden ayrıl­ 4 masınlar der. Osmanlılar zamanında devran ve raks konusunda geniş bir literatür oluş­ muştur. Ele alınan meseleler ve ana temalar birbiriyle benzerlik gösterir. Büyük çoğunluğu yazma eser halindedir. Burada bunların bir listesini vermek bu konu ile ilgilenenler için faydalı olacaktır. Sema ve devranın meşruluğu üzerine yazanlar: Eşrefoğlu Rumi (ö. 146970) Smu'd-devran (Süleymaniye Ktp., Esad Ef., nr. 1498; 1-28 vr); Muhammed b. Mahmud el-Aksaray! (ö. 1494) Risale fi beyani devrani's-sUfiyye (Süleymaniye Ktp., Hekimoğlu nr. 438, 424-35 vr.); Kınalızade Alaeddin Ali Çelebi (ö. 1572) Risale fi hakkı'd-devran ve'r-raks (Süleymaniye Ktp., Harput, nr. 11, 122-25 vr.) veya Risale fi beyani devrani's-slıfiyye (Süleymaniye Ktp., Hekimoğlu nr. 438, 422-24 vr; Erzincan, nr. 152, 91-93 vr.; Tire Ktp., Necip Paşa Vakfı, nr. 659); Aziz Mahmud Hüdayl'nin (ö. 1628) Keşfu'l-kına' an vechi's-sema (nşr. Hasan Kamil Yılmaz, Aziz Mahmud Hüdai'nin Sema Risalesi, İstanbul, 1986); İsmail b. Ahmed er-Rüsuhi el-Ankaravl (ö. 1631) Hüccetü' ssema (Bı..ılak 1256; İstanbul 1286, Minhacu'l-fukadi adlı eserinin sonunda); Abdulahad Nuri b. Mustafa Sarayi es-Sivas! (ö. 1650) Terceme-i risale fi devran-ı sUfiyye (İstanbul 1824, 91-105 arası); Ali b. Muhammed el-Kastamonl (Karabaş Veli) (ö. 1686) Risaletü'd-devran (Süleymaniye Ktp. Hacı Mahmud Ef., nr. 2337, 36-88 vr); Saçaklızade Muhammed b. Ebu Bekr el-Mar'aş! (ö. 1732) Risale fi'r-raks ve'z-zikr (Atıf Ef, Ktp. Atıf Ef., nr. 2798; Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Ef., nr. 1915); Mehmed Emin Tokadi (ö. 1745) Siyanet-i dervişan der bahs-i devran-ı sUfiyyan (Mehmed Emin Tokadi'nin Türkçe olarak ele aldığı bu risalenin nüshaları için bkz. Süleymaniye Ktp., Esad Ef., nr. 1849 vr. 54b-72b; Millet Ktp., Ali Emiri, Şeriyye, nr. 832, vr. 43a-53b ... ); İsmail Efendi, Risale fi tahkiki emri's-sema li'l-mübtedi (Süleymaniye Ktp., Reşid Ef. Nr. 1218, 68-69 vr.) veRisalefi tahkiki emri's-sema li'! müntehi (Süleymaniye Ktp. Reşid Ef. nr. 1218, 64-67 vr.); İbrahim b. Muhammed en-Niksar!, Burhanu'l-elhan fi hükmi't-teganni ve'd-devran (Süleymaniye Ktp. Yazma Ba3 4 A.g. mak., s. 123. A.g. mak., s. 125. 293 ğışlar, nr. 701, 72 vr.) ve Beşir Efendi, Devran ve Zikir Hakkında Risale (Süleymaniye Ktp., Esad Ef., nr. 1352, ll 1 vrl Raks ve devram n caiz olmadığı üzerine yazani ar, Hüsam Çelebi (ö. 1520) Ri sale fi raksi' 1-mutasavvıfe (Süleymaniye K tp., Şehid Ali Paşa nr. 2818, 39-41 vr.); Zenbilli Ali Efendi'nin (ö. 1525) Risale fi devrani's-sı1fiyye ve raksihim (Süleymaniye Ktp. Esad Ef. Nr. 1456, 3601, 3612, 3783; Camilah Ef., nr. 2086; Hacı Mahmud Ef. nr. 2716, 2855, 3093 Zenbilli Ali Efendi bu risalesinde SUfiyenin devran ve raksı hakkında olumlu bir yaklaşım sergiler); İbn Kemal'in Risa!e fi devrani's-sı1fiyye ve raksihim (Süleymaniye Ktp., Murad Buhari, nr. 327, 210-212 vr.), Kemalpaşazade'ye nisbet edilen aynı konudaki risaleler için bkz. Risale fi İbta!i'r-raks ve's-sema (Süleymaniye Ktp, Düğümlü Baba nr. 446) veRisalefi tahkiki'I-hak ve ibtali'r-re'yi's-sı1fiyye fi'r-raks (Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Ef., nr. 5689; Hafid Ef., nr. 453 ... ); İbrahim b. Muhammed elHalebi'nin (ö. 1549) er-rahsu ve'l-vaks li mustahili'r-raks (Süleymaniye Ktp., Bağdadlı Vehbi Ef. nr. 2074, vr. 20b-27a; 2115; Esad Ef. nr. 245, 1690, 3780; Giresun Yazmalar, nr. 115; Hacı Mahmud Ef. nr. 2066; Halid Ef. nr. 453 ... ); Ebussuı1d Efendi'nin Devran-ı Sı1fiyye'ye Dair Fetva (Süleymaniye Ktp., Reşid Ef. nr. 1036, 52-53 vr.); Birgivi'nin er-Risale fi'z-zikri'l-cehri (İstanbul 1988 Dersaadet Kitabevi); Ahmed b. Muhammed el-Akhisarl'nin (ö. 1631) Risale fi hurmeti'r-raks ve'd-devran ve keraheti'z-zikr (Süleymaniye Ktp., Harput nr. 429, 65-72 vr.); Kadızade Mehmed Efendinin (ö. 1635) Risale fi devrani'ssı1fiyye (Kütüphane Kataloglannda bu eserin Antalya Tekeli İlçe Halk Ktp. Nr. 799 da olduğu anlaşılıyor. 108b,l 17a vr.); Muhammed b. Mustafa ei-Bucavl'nin (ö. 1649) Risale fi zemmi't-tegannl ve'r-raks (Köprülü Ktp., Fazı! Ahmed Paşa, nr. 703, 182-184 vr.); Abdulkerim b. Veliyı1ddin'in (Veliyüddinzade) (ö. 1689) Ri s ale fi hakkı devrani' s-sı1fiyye (Süleymaniye Ktp., Esad Ef. nr. 3632, 299-313 vr.); İbrahim Efendi'nin Risale-i devran-ı sUfiyye (TÜYOTOK, Amasya Beyazıd İl Halk Ktp. Nr. 936, 93b-96b ve İbrahim b. Ebi Bekr ei-Erdebili'nin Mezheb-i Erbaada Devr-i Raks-ı Sema' ın Hunneti (TÜYOTOK, Antalya Akseki İlçe Halk Ktp. nr. 146, 155-168 vr.) adlı eserleri olarak anılabilir. 6 Daha Mevleviliğin teşekkülünden önce bu konu İslam alimleri arasında iki ayrı görüş halinde ortaya çıkmaktadır. "Sı1filerin devranı rakstır, raks haramdır, hararnı helal sayan kafir olur" diyenlere karşılık "raksm haram olduğu konusunda nas yoktur; bu konuda icma dahi yoktur" cevabı verilmiştir. Raks ve semaı caiz gören İmam Şafi'i, İmam Gazall', Suhreverdl, Necmeddin Daye, Ebu 5 F. Koca, "Osmanlı Dönemi Fıkıh-Tasavvuf İlişkisi, Faktlar ile Sofular Mücadelesinin Tarihi Serüveni", G. Ü. Çorum ilahiyat Fak. Derg. I, 1, s. 85-88. A.g. mak., s. 86; B. Kemikli, "Türk Tasavvuf Edebiyatında Risale-i Devran ve Sema Türü ve Gaybl' nin Konuya İlişkin Görüşleri", A. Ü. i tahiyat Fak. Derg., Ci. XXXVII, Ankara 1997, s. 456. 294 Talibu'l Mekki, İbn Fariz ve Mevlana lehte; İbn Teymiye, İbn Cevzi, İmam Rabbiini aleyhte görüş beyan etmişlerdir. Konunun genişliği itibariyle, alimierin ve sfıfilerin görüşlerini ayrıntılı olarak incelemek mümkün olduğu halde, biz sadece Osmanlılar zamanında en belirgin ve yankı bulan kişiler ve görüşlerini ele almak suretiyle bu bahsi aydın­ latınaya çalışacağız. Raks ve devramn aleyhinde yazdığı "Risale fi tahkik-i raks ve' d-devran" risale ile Kemal Paşazade (ö. 1534) şu kesin görüşleri taşıyan fetvayı vermişti: "Raks ve devran eden kişi, kafir olur. İmamlığı caiz değildir. Ona ne selam verilir, ne de selamı alınır. Raksı helal göreni doyurmak günahtır ve azabı gerektirir. Çünkü batıla yardım olur. Eğer bir kişi devran ibadettir ve lüzumludur derse imanını yenilernesi gerekir. Raks ve devran bela! diyen tasavvuf şeyhleri delalet içindedirler, elleri öpülmez, onlardan sakınılır. Şeybin böyle dedi diye devran yapan kişinin öldüğü vakit cenaze namazı kılınmaz, müslüman mezarlı­ ğına gömülmez". 7 İbn Kemal'in yolundan giden Sangürz lakablı İstanbul Kadısı Muslihiddin (ö. 1522), devdin ile rakseden dervişleri cezaya çarptırmak istemiş ve bu amaçla İbn Kemal'e bir şikayetname göndermişti. Sangürz'ün bu teşebbü­ sü üzerine o vakit, devran icra eden Halvetiter telaşa kapılmış ve engellemek istemişlerdi. Nakledildiğine göre Şeyhülislam İbn Kemal bu şikayetnarneyi önce tasdik etmiş sonra Sünbül Sinan Efendi'nin araya "Hacı Halife" diye tanınan Mahmud Efendiyi koymasıyla uygulamadan vazgeçilmişti. 8 adlı Anlatıldığına göre Sangürzile ünlü şeyh Sünbül Sinan (ö. 1529) arasında, Fatih Camiinde, bir cuma günü halkın huzurunda sema ve devranın şeriliği konusunda karşılıklı söz düellosu olmuş ve Sarıgürz bundan yenik çıkmıştı. Sünbül Efendi bu meseleyi halletmek için biri nlemaya hitap eden arapça, diğeri türkçe iki risale yazmıştı. Arapçası, Risale Tahkikiye adını taşır. 9 Ancak Sünbül Efendi'nin bütün çabalarına karşı, münakaşa sona ermemiş­ ti. Nitekim Fatih Camii imamlarından, İbrahim Halebi (ö. 1549) kaleme aldığı eserinde, SUfiyenin uyguladığı devranı, bazı hristiyanların eğlenirken yaptıkları raksa benzetmişti. Tasavvuf çevrelerinden kendisine yöneltilen, "şarap içenlere birşey söylemiyor da sema eden dervişleri tenkid ediyor" şeklindeki eleştirilere şöyle cevap vermektedir: "Ey miskin, eğer insaflı düşünürsen anlaı·sın ki bu iş şarap içmekten daha zararlıdır. Şarap içen yaptığının haram olduğuna inanıyor, pek çoğu da tövbe ederek yaptığına pişman oluyor. Ayrıca onu içtiği için halk tarafından aşağılanıyor, zillete düçar oluyor, ama sfıfiler öyle mi. Yaptıklan Kemalpaşazade, Risfıle fi tahkiki raks ve'd-devrfın, Konya Bölge Yazmalar Ktp. No. 859/9, s. 96-97; R. Öngören, Osmanlllarda Tasavvuf, XVI. yiizyı/, iz Yayıncılık, İst. 2000, s. 372. x R. Öngören, A.g.e., 373 vd. ~ R. Öngören, A.g.e., 377. 7 295 devranın ibadet olduğuna inandıkları için tövbe etmeleri, pişman olmaları müm10 kün değil. Üstelik halkın yanında itibarları yükseliyor. Kanuni devri Şeyhülislamianndan Çivizade Muhyiddin Mehmet Efendi (ö. 1547) raks ve devranın şiddetle aleyhinde olmuştu. 1539 yılında Şeyhülislam olan Çivizade, tasavvuf ehline karşı aşırı tenkitlerde bulunmuştur. İbnu'l-Arab1 ve MevHina'nın ki:l.fir olduklan kanaatini taşımaktadır. Hatta Mevlana'nın "Ey ki:l.firler, sizin fiilierinizi ben yaratınm, zira mutlak hakimim, ister mümin ister kafir yaparım" beytini, kendi anlayışına göre yorumlayarak, Rumi'nin küfre gittiği hususunda bir fetva yazıp, Kanuni Sultan Süleyman' a gönderdiği rivayet edilmektedir. Genellikle kabul edildiğine göre, onun bu iki İslam büyüğü hakkındaki görüşleri, görevinden uzaklaştırılmasında etken olmuştur. Ondan sonra, 1545 yılından itibaren uzun bir süre şeyhülislamlık makabulunan Ebussuud Efendi (ö. 1573) deraks ve devrana karşıdır. Bu konuda verdiği fetvalara bakalım: "Devranı ibadet addeyleyicek mürteddir, asla müslimeden zimmiyeden avrat nikahlamak mümkün değil, zebihası meyyitedir (kestiği hayvan ölü sayılır). Amma ibadet addetmeyip, mubah itikad edip devran ederse mürted değildir. Taatten haric fasıktır. Siiir fusekii gibidir. Menkuhesi tefrik olunmaz (nikahhsı boş olmaz), zebihası yenir." mında Devranın mubah olup olmadığı, yapanın hükmünün ne olduğu hakkında der: "Mubah me'murun bih değildir, ibadet memurun biha olmak muhakkaktır, mubah addeden, Hak taala hazretine "emr etti" deyu iftira eylemez ki kafir ola, amma ibadet addeden ol lehv ü lu'b ve abes olmak ile hurmeti mukarrere olduğundan gayrı, keferenin küfr-i meşhurlarına kemal-i müşabehet ile müşabih olan fi'l-i kabih ü münkeri, "Hak teala hazretinin emridir" deyu iftira etmek ile kiifir olduğundan gayri, mukiibelesinde sevap rica etmek ile tekrar kafir olur; haram akçayı sadaka edip sevap reca eden kimse gibi". Yani Allah bunu ibadet olarak emretti derse ki:l.fir olur, karşılığında da hiçbir sevap yoktur, der. şöyle Ebussuud Efendi sorulan soruya şöyle cevap verir: "Ol ayeti kerimede ayakta, oturarak, uzanmış halde zikrediniz] raksın cevazına kat'a işaret yoktur. Ol efali kabihanın hilline anın ile mütemessik olana tecdid-i iman ve tecdid-i nikah lazımdır. Zira ki Kelamullah ma'nasını tahrif edip kendi hevasına tabi etmiş. Ve ol hadis-i mezkure [bir kavme benzemek isteyen onlardandır] sahihtir, lakin beni Adem melaike ettiği fiile teşebbüh etmek memur değildir. Amma şimdiki zaman sufileri ettikleri raks fi'l-hakika kafirlerin horos tepmesidir ve bunların fiilleri kefereye teşebbühtür. Ve ResUl (aleyhisselam) hazretine raks isnad etmek küfürdür. Zira raks ef'ali süfehi:l.dır, enbiyada birine sefeh isnad etmek küfür idüğü kütüb-i fetvada mesturdur. Ve eshi:l.b-ı kibardan bu fi'li [Allahı 111 İbrahim Halebi'nin "Risaletii'l-rahs ve'l raks li müstalıilli'r-raks" adlı eserinden R. Öngören, A.g.e., s. 378. 296 kablhin suduruna kavil kizibdir ve iftiradır. Ve İnıanı Şafii'den sadır sahih değildir. Hiçbir nıüctehid raks helal denıenıiştir, ihti!afları senıadadır. Mesail-i ictihadiyyede müctehidden gayrı İmam Gazali ve anın emsali kimselerin kavillerine itimad caiz değildir. Ve bu makille tesvilat ve tezvirat ile edip halka va'z eden kimseler daller ve mudillerdir, bi-icma-il müctehidin tekfir olunmuştur. Eşedd-i ta'zi:r ile ve hapisle men lazımdır. Eğer memnu' "u lema ehl-i zevkin esranna muttali değildir" demek iddiası üzerine fi' 1-i ısrar ederse zındıktır, elbette kati olunmak vacibtir. Ba' d-el-ahz tevbesi makbul değildir. Neuzu billah min zalik" . 11 Bu ifadeler Ebussuud Efendinin raks ve sema konusundaki sert tutumunu bize göstermektedir. da bazı Ebussuud Efendi' nin bu şekilde fetva vermesi üzerine kadıların raks ve devran yapan Halvetileri engellemeye kalkıştıkları görülmektedir. Merkez Efendi'nin Tire'ye gönderdiği halifesi Şemseddin Ahmed Efendi (ö. 1567-68) dervişlerine raks ve devran yaptırdığı için, o bölgenin kadılannın kisi ile karşılaştı. Şeyh Efendi ise şu şekilde onlara cevap verdi: "Şeyhülislam fetvasıyla yasaklanan, heva-i nefs ile olan raksdır, bizim yaptığımız ise ilahiden kaynaklanmaktadır" . 12 Raks ve devnın hakkında bu menfi tutum daha sonraki yıllarda devam etve bazen bu fiili bir hale gelmiştir. Kadızade Mehmed Efendi (ö. 1635) den sonra vaizlerin en mücadelecilerinden biri olan Üstüvan i Mehmet Efendi (ö. 1668) yazdığı "Risale" adlı küçük kitapta, teganninin, def çalmamn, zurna ile sema ve birlikte türkü söylemenin, İslam' da yeri olmadığım; sı1filerin devriının haram olduğunu ifade eder. Bu görüş, Kadızadeliler'de fiili bir safhaya intikal etmiştir. Saraydan alcüretle, tekketeri basmaya ve dervişleri dağıtmaya başlamışlardır. Bu durum, Köprülü Mehnıed Paşa'nın vezirliği zamanına kadar devam etmişti. HatUi bir Cuma günü Fatih Cami inde, Cuma namazı esnasında müezzinler nat-ı şerif okurken, Kadızadelilerden bir grup, bunun makamla okunmasını menetmek istemişlerdir. Bunun üzerine kan dökülmesine ramak kalmıştır. Kadızadeliler bu olaydan sonra tarikat erbabına taaı·ıuza başlamışlar, ne kadar tekke varsa yıknıış­ lar, taş ve topraklarını denize dökmeye ve sokaklarda rasladıkları derviş ve şeyh­ Iere tecdid-i iman teklif edip, kabul etmeyenleri öldürmeye başlamışlardır. Daha sonra padişaha gidip bütün bidatlann kaldırılmasını istemişlerdir. Selatin Camilerinin birer minaresini bırakıp diğerlerini yıkmaya, peygamber zamanından sonra ihdas olunan her şeyi ortadan kaldırıp, aleme kendi zihniyetierine uygun yeni bir nizam vermeye kalkışmışlardır. dıkları 11 12 M. Ertuğrul Düzdağ, Şeyhiiiislam Ebussuııd Efendi'nin Fetva/an, Enderun Kitabevi, istanbul ı 972, s. 85-86. Atili, Zeyl-i Şe ka ik, s. 193' den naklen R. Öngören, A.g.e., s. 382. 297 Bunun üzerine, Köprülü Mehmed Paşa, önce bunlara nasihat etmiş fakat sözünü dinletememiştir. Sonra, ileri gelen ulemayı huzura çağırmış onlarla konuşmuştur. Onlar, Kadızadeli'lerin iddialarının batı! olduğunu, bu şekilde fitne çıkaranlarm cezalandırılması gerektiğini söylemişlerdir. Bunun üzerine Köprülü, durumu padişaha arzetmiş ve olay çıkaranlarm öldürülmesi hususunda emir almıştır. Bu emri almasına rağmen, Köprülü öldürme yönüne gitmemiş, ÜstüvaTürk Ahmed'i ve Divane Mustafa'yı Kıbrıs'a sürerek ortamı sükı1nete 13 kavuşturmuştur. Bu konularda fikir beyan eden bir başka Şeyhulislam Minkarİzade Yahya Efendi'dir (ö. 1666), IV. Mehmed dönemi (1648-1687) Şeyhulislamı olup kendisine sorulan, mutasavvıfların devran dedikleri ve bazı hususi hareketlerle yaptıklan raks ile, Mevlevllerin sema'ları ve def, kudüm çalmaları, ney üflemelerinin dini hükmünün ne olduğu sorusuna şu fetvayı vermişti: Bu türden davranış­ ların İslam'da yerinin mutlak manada olmadığı gibi, sakıncalan da vardır. Bu kısa ve net fetvadan sonra Minkarİzade konuyu daha ciddi ve kritik duruma getirerek, siyasi platforma taşıyarak bir tavsiyede bulunmuştur: "Yüce padişah içinde kötülük ve günah barındıran bu davranışları yasaklıyarak güzel gelenekleri ve hayırlı emanetleri icra etsin". Ona göre, değil devran ve sema, bazı tarikatierin ayakta ve cehren yaptıkları zikir bile çirkin ve günahtır. Aslolan, zakirin (dervisanki başmda bir kuş varmış da bir kısım hareketlerle onu kaçıracakmış gibi oturarak ve sessizce zikretmesidir. Ancak bu şekilde yapılan zikir, şeriat kurallarına ve edebine riayet edilerek yapılan zikirdir. Aynı şekilde Mevleviler, semaı terk etmeli ve mCısiki aleti olan def, kudüm ve ney kullanmalanna son vermelidir. Bunun yerine Mesnevihanlar hadis-i şerifler naklederek, cemaat va' z ve nasihat dinlemelidir. 14 Minkarizade'nin bu fetvasına cevap olarak, onun sı1filere haksız yere karşı belirten Sunullah Gaybi' (ö. 1771) yazdığı arapça, Risiile fi halli'ddevrani's-sı1fiyye adlı risalede, ihvana raks ve devran ile zikrin caiz olduğu, görüşünü beyan etmiştir. çıktığım Kadızade hareketinden sonra, o yolda giden Van! Mehmed Efendi, Saray'da kendisine destek bulmuştu. IV. Mehmed'e hülı11 etmiş, padişah onun vaazlarının etkisi altında kalmıştı. Köprülü Fazı! Ahmed Paşa (ö. 1676) da ona iltifat etmekte idi. Yani'nin ön safa geçmesi, tarikat ehli için felaket yıllannın mukadder baş­ idi. Hicri 1077 /M. 1665 yılında Mevlevi dergahlarında raks ve sema langıcı 13 Mustafa Naima, Naima Tarihi, Matbaa-i Amire, 1282, C. V, s. 54-59, C. VI, s. 227-241; A. Gölpınarlı, Mevl{uıfı 'dan Sonra Mevlevilik, İstanbul I 953, s. I 66; H.G. Yurda ydın, islam Tarihi Dersleri, Ankara, I 971, s. I 28-129. ı+ B. Kemik! i, "Türk Tasavvuf Edebiyatında Risiile-i Devran ve Sema Türü ve Gaybl'nin Konuya İlişkin Görüşleri", A. Ü. ilahiyat Fakültesi Derg., C. XXXVII, Ankara, I 997, s. 456. 298 yapılamaz olmuştu. Dervişler, bu duruma "yasağ-ı bed=l077" diyerek tarih düş­ tüler. Mevlevl yazar Sakıp Dede, Sernam yasak edilişi üzerine, bir haftada yak- laşık bin mevlevinin öldürüldüğünü, bir kısmının da seyahate çıktığını söyler. 15 Şeyh Münir-i Belgradi de raks ve devrana karşı olan biridir. Ona göre raks ve devran haramdır her ikisi de faydasızdır. Şeriata dayalı olan şeyler faydalı olan şeylerdir. Halbuki bunlarabes ve sefih olarak kabul edilir. Yazdığı, Risale fi Red di' s-Sema adlı kitapta, raks ve nağme ile meşgul olanlara ve insanlan btmlma yönlendirenlere nasihat edilmesi gerektiğini yazar. Bu kötü amelleri, şeyta­ nın onlara güzel gösterdiği arneller olarak görür. Yapanları bundan vazgeçirmek . der. 16 gere k ır, Yine raks ve devran hakkında menfi görüş sahibi olan ve Sakız adasında müftilik görevinden dolayı Sakız! diye bilinen Muhammed İbn Yusuf. Muhannad adlı eserinde devranı reddetmiştir. Büyük kısmını bidatlara ayırdığı kitabında raks ve semaı bidat saydığı gibi, cenaze ve çocuk sünneti için yapılan dini toplantılarda yüksek sesle yapılan zikri de reddetmiştir. Sakız!, Hz. Muhammed'in Hz. Ayşe ile birlikte Habeşlilerin rakslarını seyredip dinlemeleri ile ilgili hadisi sahih kabul etmektedir. Fakat o bu olayın temsili olduğunu, eğlence mahiyetli olmadığını ifade eder. Ona göre bu bir tür savaş temsili idi. Devran'ın meşruluğu için kabul edilemez. 17 Şimdi, bu görüşlerin aksine, raks ve devranın mubah ve caiz olduğu konusuna geliyoruz. Bu görüşleri savunanların fetva makamında olanlar değil, tasavvufa gönül verenler olduğu dikkati çeker. Biraz sonra bahsedeceğimiz Zembilli Ali Efendi istisna edilmiştir. Büyük bilgin ve Şeyhulislam İbn Kemal'in de hayatının sonuna doğru kanaatini değiştirerek devrana cevaz verdiği anlaşılmakta­ dır. Bu değişim onun Sünbül Efendi ile dost olup ve onun vefatından sonra Şeyh İbrahim Gülşenl' ye intisabı ile ortaya çıkmıştır. En son yazdığı risalede: "SUfilerin raks diye nitelendirilen hareketleri, her ne kadar bir kısım benzerlikler ihtiva etse de, bizatihi raks değildir. Zira raksta "tekessür" (kırılma) ve ''tahannüs" (kadın gibi davranma) vardır. Doğrusu sUfiler devran ile kadınlara benzerneyi kastetmiyorlar. Bütün ezkar ve ibadetlerin asıl malesadı kalbi masİvadan temizlemek ve Allah tarafına yöneltmektir. Salih ve sahih niyetle sema eden kimsenin, vecd için kendini zorlayarak veya şevke gelerek yaptığı 15 1 " 17 A. Gölpınarlı, A.g.e., s. 166-167, Mustafa Naima, Naima Tarihi'nden naklen. Münir-i Belgradl, Risale jl Reddi's-Senıa, Konya Bölge Yazma Eserler Kütüphanesi, no: 198/13, s. 15lb, 152b. G. V ajda, "Un Li beli e Co ntre la Dan se des Sout! s". Studia lslanıica, Ll, l 980. s. ı 63- ı 70. 299 hareketler, kalp huzuruna ve dünyadan yüz çevinneye vesile mahza hayırdır" demektediı·. 18 olması hasebiyle Zenbilli Ali Cemali Efendi (ö. 1525) raks ve devranm haram olduğuna dair verilen fetvaların kara bir cehaletin ve taassubun ifadesi olduğunu, kin ve garazın mahsulü bulunduğunu belirtmiştir. Ona göre raks ve devranın haramhğı ne Kuran ve ne de hadis ile sabittir. Bu husustaki onun oyun olarak kabul edilmesi ve bu yüzden menedilmiş olmasıdır. Halbuki devranı oyun olarak kabul etsek bile helaldir. İnsan, sakalı, sanğı, elbisesi ile oynar; ok ve yay ile de mubahtır. Devran eğer oyun ise bu kabil mubahlar cinsindendir. Devranı müşriklerin dansına kim benzetebilir? Bu, asılsız bir benzetme, devran yapana iftira ve kötülemeden başka bir şey değildir. 19 Böylece açık bir şekilde devramn caiz olduğunu savunur. Rüsfıhi-i Ankaravl, (ö. 1631) Mevlana'nın Mesnevisine yaptığı şerhi ile ünlüdür. O' nun Mevlevllik üzerine yazdığı eserler arasında bir de Ri sale-i Hüccetü' s-Sema20 adlı bir eseri bulunmaktadır. Bu eserde Mevlevilere karşı tenkidlere cevap verir; raks ve devranın meşruluğunu savunur. Hüccetü's-sema, raks ve devran, sernam şeriata uygunluğu, def çalma, dolayısiyle müzik aletleri kullanmanm mubahlığı babisierini içerir. Kitabın ilk bölümünde, raksın yol açtığı vecd halinin, müslümanlıkta yasak olmadığını savunurken, Sühreverdi'nin Avarifu'l-maarif adlı eserinden, İbn Arabi' nin Fütuhat' ından alıntı yapmaktadır. Fütuhat'tan yaptığı alıntı da, Cüneyd-i Bağdadl'nin yolculuğunun hikayesini anlatmaktadır. Cüneyd, yanın­ dakilerle birlikte Sina Dağı'na ulaştığında Ka vv ale' den (şarkı söyleyen kişi) bir nağme okumasını ister. Bütün topluluk vecd halinde raksa başlar. Ankaravi, müzik ve dansın (raksm) meşruluğuna dair kanıtlar aramak yerine, görüşünü büyük mutasavvıflar için "onlar yaptıysa doğru olmalı" temeline dayandırmaktadır. Ne yaptıklarını açıkça tanımlama zahmetine girmeden, Sühreverdi, Necmeddin Daye, İbnu'l Fariz ve Ebu Talibu-l Mekki gibi ünlü mutasavvıfların raks ettiklerini, dolayısıyle raksın yanlış olmayacağını söylemektedir. Daha sonra Peygamberin, raks eden bir grup Habeşi izlediğine dair hadisten alıntı yapmakta ve "Peygamber insanlan raksederken izlemekten zevk almışsa, raks etmek yanlış olabilir mi?" somsunu yöneltmektedir. 21 1 ~ İbn Kemal Şemseddin Ahmed, "Risale fi'd-Devrani's-Sı1fiyye", İOLR, Or. 12933, vr 2a-b, R. Öngören, A.g.e., s. 379 dan. 1 ~ Zenbilli Ali Efendi, Risdlefi'd-Devrani's-Sıifiyye, Süleymaniye Klp, Esııd Ef.. nr. 1456, Hacı Mahmud Ef. Nr. 2716. 20 Ankaravi, Rüsı1hi İsmail Efendi, Hüccetii's-Semô, Bulak, 1256. 21 Jamal J. Elias, "Zikr-i Dervişane'den Divan Mı1sikisine Kadar Osmanlılar Devrinde Sema'ya Bir Bakış", Cogito, Osmanlı Özel Sayısı, Sayı: ı 9, İstanbul ı 999, s. 219-21. 300 Rüsuhi-i Ankaravl'ye göre, sema ve raksateşvik eden unsurun ilahi olması gerekir. Bu, Allah' a yak! aştırma ya vesile olursa o zaman meşrudur. Sema ve raks, eğlence niteliğinde hareketlere medar olamaz. Kimi bilginlerden gelen tenkidlere şu cevabı verir: "Ulema, aslında, bize nispetle, nefis mücadelesi ve bir bakıma ibadet olan ve raksa benzeyen devrfmı­ mızı, hareketlerimizi, tevacudümüzü nasıl tenkid eder ve reddeder? Halbuki, insanın niyet ettiği zaman ailesiyle ve çocuklarıyla oynaması, gülmesi dahi ibadet gibi olunca, farz ve vacibler dışında bizim sırf Allah rızası için yaptığımız 22 sema ve raksımız neden ibadet olmasm?" XVII. yüzyıl bilginlerinden ünlü Ka tip Çelebi ( ö. 1657) de raks ve devramn helal olduğunu Mizanu'l-Hak adlı eserinde ifade eder, ona göre, zahir uleması, devran şeklindeki harekete raks ismini verip haram olduğuna dair fetva verdiler. Hatta bu hararnı helal sayan kafirdir, dediler. Onlara cevap olarak süfiler devran biçimindeki hareket, raksın tarifine girmez diyerek tartışmaya girdiler. Raks bir hareket şeklinde olduğu kabul edilse bile, yine masiahat dolayısiyle onda bir beis görmediler. Çünkü Hz. Peygamber'in gözü önünde Habeşlilerin raksı (oyunu) ve Hz. Ali'ye atfedilen devr-i Ali delil olarak vardır. Ve raksın helal olduğunu söyleyene sen kafir oldun denmez. Katip Çelebi'ye göre, bu fetvalarm aslı, çoklarının saltanat tarafını korumak istemelerinden dolayıdır. Zira, eskiden sUfilerden çok zulüm ve kötülükler görülmüştür. Hele Şahlar Devleti (Safeviler) SGfiliğe dayanılarak kurulmuştu. Bu yüzden şiddetli ve sıkı bir şekilde davranılarak, müritlerin çoğalması ve cemiyet teşkil edilmesine, bir müddet ara verilmesi maslahatı düşünülmüştür. 23 XVIII. yüzyılda yaşayan mutasavvıf Mehmed Emin Tokad:i (ö. 1745) devran bir oyun (lu' b) olarak kabul edilse bile, onun zikre engel teşkil etmeyeceğini savunur ona göre, oyun diye tabir edilen devran, zikrin arizi vasfıdır. Devran zikrinin, eğlence isnadıyla haram olduğunu söylemek ispatı imkansız bir iddiadır. Hacılarm dönme ve hareket etme özelliği ile birer orada tavaftanndan amaçları oyun ve eğlence değildir. Dolayısiyle sUfilerin yaptıklan devran da, amaç değildir. Halbuki Sufiler Allah'ın mutlak birliğine inanırlar. Bir Halveti şairi olan Vahib Ümmi (ö. 1595) şöyle der: devran "Hakkı 22 13 Mekke' de tavafları, sayılır. Şüphesiz hacıların görür inkar eder i bl is ile bazareder Ankaravi, Rüslıhi İsınail Efendi, Hüccetü's-Seına; B. Akdoğan, Hüccetu's-seınfı Adh MCısiki Risalesi, A. Ü. ilahiyat Fak. Derg., C. XXXV, s. 486. Kiltip Çelebi, Mizanu'/-Hakfi İhtiyari'/-Aiıakk, Haz. Orhan Şaik Gökyay, İstanbul 1972, s. 2223. 301 Mekke' de hacılar döner, derviş döner k:lfir mi olur? 24 Böylece kesin deliliere dayanmayan fetvalar, zaman, mekan, şehirler ve devletler ile orada yaşayanlara göre değişir, cahil sı1filerin bazı yanlış uygulamaları hakkında verilen fetvalar, genele yansıtılamaz, Kamil Sfıfiler cahillik ve kötülükten kutulmayı kendilerine şiar edinmiş salih müminlerdir. Mehmed Emin Tokadi'nin talebesi Müstakimzade Süleyman Sadeddin (ö. 1788) de bu konuda ılımlı bir tavır almıştır. Ona göre: "Raksa haram demeyip, helal demek küfr-i sabit olmaz. Zira hürmeti nass ile değildir. Eğer nass ile olsa, hakkında mezahipte ittifak 6 bulunur." 25 Daha açık bir ifade ile sema ve devran ın şer' i bir durumu yoktur." raksın Son olarak bu konu hakkında lehte görüş beyan eden Mevlevi edip Veled Çelebi İzbudak (ö. 1953) ın görüşlerini özetlemek yerinde olur. Ona göre ilahi vecdden doğan istem dışı yapılan raks, heHildır. İmam Şafii Gazali de aynı görüştedir. ve Peygamber, eşi Hz. Ayşe ile birlikte mescitte Habeşilerin raksını seyrettiler. Peygamber onları engellemedi. O halde ulema bizim tevacüdümüzü, hareketlerimizi ve devranımızı neden inkar ederler? Bu raks ayn-ı ibadettir ve hakikatte bize nisbet dahi mi.icahede-i nefstir. Munkirler, zahirine bakıp, raksı kabul etmezler. Halbuki akil olan kimse sUfiyun ve nlemanın sözlerine bakarak bunu mubah bulur. "Ehlullah-ı izam ve efendilerimizin ayin-i def, halile, raks, sema ve hareket gibi şerifleri derununda olan ney, muhakkikin ile şeyler icma-ı helaldı c" Bıraksınlar . sm. halk meşruiyet dahilinde dünya nimetlerinden istifade eyle- ,27 Sonuç itibariyle görülüyorki, raks ve devran üzerinde Osmanlı Tarihi boyunca şiddetli tartışmalar ve hatta eyleme varan uygulamalar yapılmıştır. Ulema ve mutasavvıflar, Mevlev!lik yanlıları bu tartışmalara, şeri deliller arayarak katılmışlar ve henüz sayısı bilinmeyen çok sayıda eser yazılmıştır. Siyasi ve dini ortamiara göre bu tartışmalar tazelenmiş ve alevlenmiştir. Ve öyle anlaşılıyor ki her çağda lehte ve aleyhte fikir beyan edenler olacaktır. 2 ~ H. İbrahim Şimşek, "İki Nakşibendi Müceddidinin Devran Savunması", Tasavvuf, Sayı: 1O, Ankara 2003, s. 287-289. 25 Müstakin1zade Süleyınan Saadeddin, Makuf[ll-t Devriyye, Vr. 7b.; Sayın Ahmet Yılınaz'a cl yazmasının bir fotokopisini lütfettiklerinden dolayı teşekkür ederim. 26 Müstakimzade, a.g.e., Vr. 8a. 27 Yeleel Çelebi (İzbudak), Liva'ul-vifak, Konya İl Halk Ktp., Feridun Nafız Uzluk Böl. Vr. 85a, 86b. 302 THE PREFACE TO THE MATHNA Wl: ISMA'IL ANKARAVİ'S COMMENTARY* Dr. Bilal A preface placed at the outset of any serious work is generally expected to offer, besides some introductory information about the content of the work, certain principles and objectives that the author desires to communicate to the reader. The length and content of preface may vary, depending on the nature of the work and the intention and predilection of its author. In what follows, we shall examine into the content of the Preface to the Mathnawi in the light of an original commentaı·y written by one of the most faithful followers of Mevlana Jalal al-Din al-Rumi, the author of the Mathnawi. To begin with, the Prefaces written by Mevlana to the First. the Third and the Fourth Books of the Matlınawi are all in Arabic, whereas the others, namely those to the Second, the Fifth and the Sixth Books, are in Persian. The Preface to the First Book, composed in prose, has so far become the subject matter of several good commentaries. In spite of its succinct content, it stands out for the ardent followers and profound admirers of Rumi, not only as a candle, easting light on the teachings of the Mathnawi, but also as a primer in hand, setting a methodology as to how to read and contemplate it and benefit from it. As such, it is considered to be an extremely useful companian to understanding Rumi' s inward world and als o a sine qııo non for a sound comprehension of the wisdom imparted in the Mathnawi. It is no doubt the spiritual leaders of the Mevlevl Order who have better recognized the importance of the Preface and hence thrust themselves to the task of its interpretation alongside the Matlmawi. One of the most celebrated of the se Mevlevlleaders w as, of course, Is ma 'll Ankara vi (d. 1041/1631 ), who had * I would Jike to thank for the Director and staff of Selcuki Reseaı·ch Center. Selcuk University for doing, despite their limited resources, a great dea] of service by publishing scholarly works as well as organizing local and international conferences as this in the field of Mevlana and his intellectual legacy. Ph.D McGill University 303 devoted his entire life to studying, comprehending, and disseminating Mevlana' s teachings. So much so that he has earned a worldwide reputation by virtue of his magnum opus, Majmü'at al-Lata'if wa Matmilrat al-Ma 'arif, briefly known as Sharh-i Mesnevf (Commentmy on the Mathnawi), which he has composed in Turkish and is now available in two different poor prints within six and seven volumes. If we put aside the controversial question which he had raised by his discovery of the pseudo seventh defter, we can fairly regard 1 his Sharh as one of the most articulate expositions of the Mathnawi. Well of the significance of the Preface to the Mathnawi, AnkaravT has also composed a separate commentary on it. For him embarking upon such a task has been as formidable as that of commenting on the rest of the Mathnawi, because in grasping the message of the latter and i ts appeal to and relevance for the readers, the initial guidelines laid down by RümT in the Preface ought to be comprehended first and borne in view all the time throughout the study of the rest of the Mathnawi. In other words, a thorough comprehension of the Preface not only paves the way for the reader to make an apt entry into the Mathnawi but alsa equips him with the needed guidance while journeying together with Mevlana through the depths of its mysteries. Moreover, a careful study of the Preface will contribute considerably to the efforts at establishing the intellectual personage of Rumi and facilitate the rightful interpretation of his Mathnawi. From this point of view, AnkaravT's commentaı·y on the Preface, which is the central focus of the present paper, will offer hopefully as much insight int o the proper comprehension of the Mathnawi as in to i ts author, RümT' s weltanschauung. Remaining faithful to the original language of the Preface, AnkaravT has written his commentary in Arabic, too, and entitled it, upon the suggestion of a luminous spiritual master who, as he narrates, had appeared to him in his dream in the Mevlevi cloak, Simat al-Müqinln (The Rank of the People of Certainty ). This work, w hi ch consists of approximately twenty fo li os, is currently under preparation for publication by myself in a critica! edition together with its translation and annotation, on the basis of its available manuscript copies, which have been obtained from various libraries? 1 2 See for a general review of Ankaravi's Sharh and a discussion about his arguments for the questionable seventh volume of the MatluıawiL Biıaı Kuspinar, "Isma'iı Ankaravi and the Significaııcc of His Commeııtaı·y in the Mevıevi Literature," A/-S/ıajaralı ı (ı 996), 5 ı -75. See for some of i ts originaı manuscripts, Suıeymaniye Library, Haci Mahmud MS 2638; Hasan Husnu MS 659; Esad Efendi MS ı 316. 304 AnkaravT seerus to propose at least two specific objectives for the composition of his work, Simiit. One of them is to clarify and elucidate the difficult phrases in the Preface, which had been either inadvertently neglected or inaccurately interpreted by the commentators prior to him. The other is to disclose the mysteries hidden in the text and unveil the metaphorical meanings and symbolic indications of certain words therein. To accomplish these objectives, AnkaravT declares, one would have to comply with the rules of Arabic language. This was also one of the reasons for his preference of Arabic over other languages, such as Turkish and Persian, in writing his commentary. Even he appears to eriticize some of the commentators before him for having composed their commentaries carelessly without abiding by the rules of the Arabic language. For the sake of convenience, we wish to divide the whole Simiit into three principal parts according to their central themes: the firs part, which occupies the largest space of the commentary, introduces the Mathnawi in a detailed description. The second one, which is the shortest in scope, presents Mevlana' s own profile. The Jast part deals first with the genealogy of Husam alDin and then with his highly esteemed position in the eyes of his master, Mevlana as his direct interlocutor and addressee in the Mathnawi. Notwithstanding the significance of the last two, we shall confine our exposition here to the first part only due to the shortage of space. The Descı:iption of the Matlmawi Isma'TI AnkaravT at first puts forward the literal meaning of the term mathnawl as 'making something double' and then turns attention to its particular usage by the poets as the form of poetry composed of couplets, each consisting of two rhyming hemistiches. Both of the two aspects, literal and technical, might have been considered by RümT hi ruself prior to his composition of the Book of the Mathnawi. This title as such must have been chosen for the Book, AnkaravT declares, is not merely due to its poetic style, but mostly because of its all-inclusive content that encompasses the mysteries of all beings existing in the world in pairs. In other words, the Mathnawi enunciates the secrets of all these beings in two-by-two rhythmical lyrics, in emulation of the universal truth of the Qur'an: "Qf everything He (Gad) made in pairs, two and two." (13: 3) The significance of the Mathnawl, then, lies not only in its splendid poetic fashion but in its profound substance that is laden with threefold meaning of the Religion, namely Islam, as AnkaravT explains it. It is a Book, to revert to 305 RümT' s own words, about "the roots of the roots of the ro o ts of the Religion." By the first roots he means, according to AnkaravT, 'the well-known five fundamentals of Islam, such as the attestation of the Oneness of God, prayers, legal alms, fasting, and pilgrimage, and by the second roots 'the fundamentals of its mystical path which is journeyed by the aspirers of spiritual perfection. These fundamentals, though many, says AnkaravT, may be summed up under five as well: (i) faithful service to a Gnostic master who is knowledgeable in both exoteric and esoteric knowledge; (ii) irrevocable repentance and resolute return to God from all kinds of evil thoughts and sinful acts; (iii) complete detachment from the mundane and immaterial concerns of the soul; (iv) constant remembrance of God; (v) utter poverty in himself and perfect contentment with God. As for the third and the last roots of the Religion, they, though multiply indicated here, stand for the Reality Itself, which, AnkaravT explains further, cannot be couched in words. The Mathnawi is further characterized as the book whose objective is to take its reader into the deepest roots of the Religion by unveiling the mysteries canceming the arrival in and certainty (al-yaqfn) of, the Real (al-Haqq) The arrival (al-wıısül) in the Real can be realized, AnkaravT goes on to elaborate, only through the elimination of the imaginary and the removal of the veils of 'otherness,' 'duality,' and 'multiplicity' from both visible and invisible beings. This ultimately leads to the annihilation of all, including the arriver, in the presence of the Real. As we might have noticed, AnkaravT' s so far exposition of the Preface runs generally in mystical lines, which is quite understandable, in view of his eminent status as a Mevlevi leader. For a better understanding, we shall offer, in what follows, an approximate and abridged translation of Ankaravi' s Arabic commentary, Simiit, but only certain part of it, the part that deals specifically with the characteristics of the Mathnawi. In the meantime, some of the passages will be further elaborated in the light of Ankaravi's other Turkish commentary, Sharh-i Mathnawf. Again, for the sake of convenience Mevlana's own words will be italicized bold and placed right before AnkaravT' s comments. Occasionally, I shall insert my own remarks within the square brackets. This is the Book of Mathnawi. And it is the roots of the roots of the roots of the Religion. And it is the greatest comprehension [or knowledge] about God. This Mathnawi by itself is the most comprehensive knowledge about God and bence whosoever is well versed in it becomes knowledgeable about all questions concerning the Reality, the mystical path, the mundane and 306 the spiritual matters, as well as the true natures of things, outward and inward alike. For nothing whether be fresh or dry [green or withered] is missing in this book of knowledge. 3 And [it is] the most luminous sacred road of God. Al-Shar' (sacred road) is one of the paths of the prophets. The intended meaning of the phrase here is that it is the path of the Unity (al- Tawhfd) and the secrets of the sacred road through which our Prophet Muhammad has guided to the straight path. And [it is] the most self=evident proof of God. That is, it [i.e. the Mathnawi] is the most explicit evidence of God for the one who believes it to be an exposition of God's Word as well as of Its meanings as descended from the 4 sight of God. The parable of His Light is as if tlıere is a niche, within wlıiclı is a 5 This parable has been made to illustrate the ftmction of the Mathnawi, which is compaı·ed to a lamp in manifesting and elucidating the reality. After all, striking parables is obviously an effective way in disclosing the hidden meanings and lifting up the veils from the realities. Indeed, such parables abaund in the heavenly Scriptures and the discourses of the prophets and of the saints. For instance, God most High states, "to God applies the highest similitude. "6 Again, He says, "Such are the parab/es We set forth for mankind. But only those who have knowledge understand them. " 7 ... Parable is used figuratively as either a circumstantial expressian or a modifying adjective. So, [in the above-cited context] he might be describing the spectacular nature of the Matlınawi's light, which is in a way similar to the niche in its luminosity and brightness. The niche is a convex outlet perforated in the wall, different from window, in which is placed a big radİant lamp. [Such comparison seems to imply that Mevlana's achievement in the Mathnawi is due to God.] How excellent this eminent master's Mathnawi is! The lights emanating from the spiritual truths of the Mathnawi are comparable to the shining lamp, so are its couplets to the niche. For by the lights of the Mathnawi all the gloomy obscurities pertaining to the soul, as well as all the defilements associated with 3 Cf. the Qur'an, al-An'am 6: 59. The Matlınaıvi, in so far as it equips its ardent reader with divine qualities and leads him to the state of di vi ne unity, is the most obvious proof of God and the most triuınphal evidence of Him. Ankara vi, Slıarlı-i Matlınawi, vol. 1, p. 6. 5 Al-Nur 24: 35. li Al-Nahl !6: 60. 7 Al-'Ankabut 29:43. 4 307 the corporeal body are eliminated. In other words, by virtue of its lights God iilumines the hearts of the seekers of the spiritual path, enlightens the breasts of His lovers through its secrets, and leads to His guidance whomever He pleases amongst His servants, through its meanings. The light of Mathnawi opens up the eye-sight of its reader and makes the realities of things and their meanings manifest to him. Thus it has two essential functions, one is to emit light and the other is to make things luminous and intelligible. The Mathnawi offers profound insights into the discourse of God by way of unveiling and through parables and metaphors. The way it yields knowledge in its enclosure is comparable to the way the lamp shines forth in its niche. Wherever the Mathnawi is found, whether it be in a house or in the heart of a person, it shines forth therein and enlightens it, just as the lamp, wherever it is situated, spreads its radiance around. In other words, if a person keeps in his heart the couplets of the Mathnawi, he not only polishes his thought but enlightens others too. The Mathnawi readers, therefore, become directly illuminated by the lights sprung forth from the depth of its couplets and also pass illumination onto their audience. If, however, by the niche is intended the noble body of Mevlana, then it may be interpreted as follows: The condition of the Mathnawi is my body, which is the niche. My heart behind the glass of its niche is just !ike the iamp that is kindled from the oil of the blessed olive-tree, which is the Muhammadan Spirit and which is of neither East nor West. The lmowledge imparted in the Mathnawi originally emanates from the fountain-head of all knowledge as the oil kindling the wick of the lamp emanates from the olive-tree. The Mathnawi pours i ts wisdom from the quintessential source of Muhammadan knowledge. 8 (Lamp) witlı a radiance than the dawn. The light of the Matlmawi is brighter than the light of the dawn in enlightening its reader. The inspired message of the Mathnawi is so luminous that it removes all sorts of darkness, ignorance, doubt and heedlessness from the mind of its reader. It is just !ike the daybreale outshining the night. It is the Paradise of the and boughs. This Mathnawi becomes the Paradise for the hearts of the spiritual masters, quenching them with the water of life flowing from its river-like lines and breeding them with the fruits of wisdom descending from its branches. x See for further analysis S!ıarlı-i Matlınawi, vol. 1, p. 7. 308 According to the spiritual masters, the Paradise is of two kinds: The future Paradise (Jannat Ajila), which is in the next world, and the present Paradise (Jannat 'Ajila), which is in this world. The assemblies of the scholars and the study ciı·cles can be regarded as the paradise of this world as stated in one of the hadiths of the Prophet. When you come across, as the Prophet indicates in his anather saying, a tree from the trees of the Paradise of this you should dwell under its shadow and eat of its fruits. Out of curiosity his Companions asked, w hat is the tree of this world' s Paradi se? He replied: it is the passessor of knowledge. So, the Mathnawi is this-worldly Paradise for the spiritual masters and the rose-garden for the sages. One them (the in is a called Salsahil the travelers on this Path. Salsabfl is mentionedin the Qur'an as the name of a fountain in Paradise: "a fowıtain there called Satsabil " 9 As the Prophet states, 'whosoever drinks from it will ne ver be thirsty.' The travelers who journey towards God in compliance with the guidelines of this spiritual path [i.e. the MevleviT path] call this fountain Salsabil. No one except those who know the Salsalil can drink therefrom. The Mevlevi disciples, being well aware of its importance, always ask for it and know how to attain to it. After all, sal sabilan means "ask or seek a way' leading to God. [Sa/sahil may refer to Mevlana Jalal al-Din, who is the fountain-head of all Mevlev! dervishes.] In the view the masters the stations and thus been endowed with miraculous ıs best as a station and most excellenf as a resting-place The Mathnawi serves as the best station and as the most excellent resting-place for the spiritual adepts. Whenever these adepts occupy themselves with the study of the Matlınawi, they are not only relieved from the turbulences and evi! whisperings of the camal soul, but they are also liberated from the temporal affiliations and the corporeal attachments, and finally they are satisfied with its spiritual pleasures. "The companions of the Gm-den will be well, that Day, in the ir abode, and have the fairest of places for repose. ,.ı o"Which of the two sides is best in point ofposition? Which makes the best shovv in Council?" 11 Therein the eat and drink. The pious and righteous companions benefit from the fruits and drinks of the Mathnawi. In other words, ~Al-Insan 76: 18. 10 11 Al-Furqan 25: 24. Maryam I 9: 73. 309 they enjoy receiving from the knowledge and wisdom of the Mathnawi, which is the principal source of the esateric knowledge and subtle realities. Consequently, the (spiritually) free become gladdened by it (the Matlmawi) and rejoice in it. Once the spiritual adepts have become completely disengaged from the worldly desires and vicious feelings and then plunged in the depths of the Matlmawi, they start experiencing so much elevation and joy that they become intoxicated with it and enter into ecstasy, while turning araund with rapture. lt (the Matlmawi) is like the Nile of Egypt, (whose water is) a (pleasant) to those wlw endure patiently, but a grief to the people of Pharaoh and the wıbelievers. This Book of the Mathnawi resembles the river Nil e flowing in Egypt, whose water is sweet and tasty for God' s sineere devotees who persistently keep themselves away from sensuous desires. But it is bitter for the people of Pharaoh and the people who become slave to the desires of their carnal souls. Such an analogy finds i ts counterpart in the Qur'an: "We sent (plagues) upon thenı (i.e. the people of Pharaoh): whofesale death, locusts, !ice, frogs, and blood... " 12According to the story related in the Mathnawi, Book IV, 3431 ff., among the plagues sent upon the people of Pharaoh was the plague of blood. And whenever an Egyptian would drink water, it turned to blood in his mouth. Likewise, the water of the Mathnawi can be abhorrent !ike blood for the people who follow their lusts, !ike the people of Pharaoh, whereas it can be very delightful for the people of illuminative knowledge, i ike the followers of Moses. As God states, "By it He caııses niany to astray and leads many into guidance. But He caıtses many not to astray except those who are wicked. " 13 'By it' refers here to the Mathnawi, while it refers in the Qur'an to parables, since God asks in the preceding part of the above-quoted verse, "what does God mean by this similitude?" So by the Mathnawi God lets many among people go astray because of their slavish adherence to their own selfish desires, while He lets many others find guidance on account of their perseverance in traversing the spiritual stations. In other words, the Mat!ınawi can be quite inspirational for the sineere learners and the seekers of perfection, but it can also be very misleading for those who cannot apprehend its mystical meaning due to their self-indulgence in worldly desires. 12 13 Al-A'raf7: 133. a!-Baqara 2: 26 310 It is the cure for the (sick) breasts. "A healing for the (diseases) in your hearts ... " 1-1 The Mathnawi isa book containing divine elixirs (drinks) and all kinds of spiritual remedies, so much so that it is a healing for all diseases in the heaı·ts, stemming from ambiguities, doubts, confusions, immoral acts and deceitful beliefs. lt is the purge of sorrows. The Mathnawi, when studied with reflection, rids off pains form the hearts. And if it is read with attention, it removes worries and anxieties pertaining to both this world and the other world. It (tlıe Matlmawi) is the expoımder of the Qur'an. It uncovers manifold hidden meanings of the Qur' an and al so elucidates its truths in terms of their outward and inward significations. It brings to light the mysteries of the verses of the Qur' an by going in-depth from seven to seventy times of their iımer senses which can be discerned by elite or even by the elite of the elite. Such a comprehensive and in-depth commentary on the Word of God and the mysteries of the Prophet had not been composed prior the Mathnawi, as the following anecdote testifies it: I saw in my dream the Prophet holding in his hand the Mathnawi and saying to me, 'many books have been composed on the iımer meanings of the Prophet's tradition, but none could match this one, which astonished me.' It is the wealtlı (or source of abwıdance) of divine favors. The Mathnawi is full of physical benefits and material goods pertaining to the body, as well as immaterial benefits, eontemplative and religious knowledge pertaining to the spirit. It also helps to purify the heart and beautify the eharaeter, as the author states: It is the (means of) cleansing (sordid) dispositions. In other words, the purifies one from bad habits and eaı·nal desires. It is the means of Matlınawi purifieation and the souree of gifts. The Prophet onee advised to one of the Companions who had lamented to him about poverty and seareity as follows: "Be steadfast in cleanliness so that the means of subsistenee will inerease for you." "(It is written) by the hands of noble righteous scribes. This refers to the verse that speaks of the Angels who have copied the divine original of the Qur'an preserved in Heaven. 15 The Mathnawi has been transeribed by the seribe Angel s from the Preserved Tablet (law h mahfüz) as the Qur' an had been 14 15 Yunus 1O: 57. 'Abasa 80: 15. 3ı ı originally transeribed by them from the same Tablet. For the Mathnawi is the meaning of the No ble Qur' an, even though the words of the former are different from those of the latter. According to Abü HanTfa, the foundation of the Qur'an consists in i ts sheer meaning, hidden in the knowledge of God, as the Qur' an in reality is the Arabic name of the Divine Discourse whose essence subsists in God. It is so named on account of its denotation for Arabic prose, not because of its meaning, which lies with God only. The Mathnawi, after it was inspired to the Master Mevlana in meaning, has been committed to writing in words by the noble seribes such as Husam ai-DTn. [Thus AnkaravT draws an analogy between the Angel s who have transeribed the Qur' an from the Preserved TabJet and the seribes who have transeribed the Mathnawi from the memory of Mevlana. The seribes of the Mathnawi are, !ike those of the Qur' an, noble and righteous saintly human beings.] They impurity. None shall touch it bııt the The meanings and mysteries of the Mathnawi, as well as its sublime pleasures, shall be touched and appreciated by those who have purified themselves from erroneous beliefs, evi! thought and immoral character. Just as one who does not clean oneself outwardly and inwardly remains heedless of the wisdom of the Qur'an, so too one who approaches the Mathnawi with impurity is deprived of its benefits and lessons. Nevertheless, one may still continue to read it but with no avail. The one who reads it without grasping its meaning resembles, as it were, the one who carries heaps of books, !ike donkeys bearing burden on the back, without getting its beneficial and pleasurable wisdom for the heart. 16 "A revelation (descended) the Lord of the worlds. " 17 The meaning of the Mat/ınawi has descended gradually to Mevlana by way of inspiration from the Master-Teacher and the Sustainer of the worlds. "No falselwod can approaclı before or behind it."18 S ince the Mathnawi is a manifest tmth, no falsehood can approach it either from before it or behind it. After all, as the Qur' anic verse indicates, "say: the truth has co me, and the falsehood perislıed. lndeed, the falsehood is boımd to perish, " 19 as the two opposites cannot be found in one and the same place. For God observes it and watclıes over it. Because of His perfect Grace, God always takescare of this book (the Matlınawi) and protects it. 1 " Al-Waqi 'ah 56: 79. Al- Waqi 'ah 56: 80. IX Fussilat 41: 42 19 Al-Jsra' 17: 8 ı 17 312 "He (God) is the best guardian and He is the most of who show mercy. ,,ıo Khudawandigar, after having characterized the Mathnawi with certain honorific titles of the Qur' an, proceeds to ascribe so me other titles of the latter to the former. And he says, It has other titles of hmıor by which God Almighty has addressed it. One of these titles is SarnT-Name (Enıine1ıt Book). The Mathnawi has at first been deseribed in terrus of knowledge it contains and now by a few titles it bears. Both of them have resemblance to those of the Qur'an. However, there is a difference between naming a thing by knowledge and naming it by title. For 'knowledge' denotes the very essence of that which passesses knowledge in a direct and explicit form, whereas the title signifies the very essence of that which is entitled but by an attribute of either praise or blame. We have confined ourselves to this Uttle. We are content with this short description of it by these few above-mentioned titles. For the little is indicative of the much, just as a water is indicative of a big pool, and a lıandful (of wheat) is indicative of a tlıreshing .flour (granary). By mentioning some of its characteristics, one would infer some other unmentioned aspects of the Mathnmvi, as many are familiar with this rule: little is an index to big. Says the Jıumble servant who is in need of tlıe mercy of God most Muhammad son of Mulıammad son of al-Husayn of -may God accept (this work) from Jıim: "I have exerted myself to articulate at length the poem in rlıymed couplets. ... .In putting this Mathnawi in poetical metrics, some efforts have been exerted by Mevlana. But a confession as such may appear to be in conrad ieti on with the author' s earlier s tatemen ts on ho w the Mathnawi was written by the noble seribes and how it was descended from God. If the Mathnawi was committed to writing by the noble hands of the angel-!ike scribes, as has been alluded in the verse cited previously, and if it was an outcome of divine inspiration and revelation, as has been referred to in the verse quoted before, then why should there be an effort on the part of the author to produce it? How would then Mevlana confess that he has exerted efforts for it? This would mean that like any scholar or poet, he must have produced his work as a result of his study and meditation, rather than a product of spontaneous inspiration occurring to his heart from the High. This apparent paradox may be resolved when we recall the Prophet's experience of revelation, Higlı, 211 Yusuf 12: 64 313 which occurred to him with and without toils. At times he had received revelation instantly; at other times he had gone through certain hardships and then put some efforts prior to the occurrence of revelation. So, the ways and means of communication of revelation and inspiration to prophets and saints may vary; some require efforts, some preparation, some need no labor at all. lt comprises strange tales and rare sayings, as well as fine delicate discourses and precious indications. The Mathnawi encompasses both extraordinary stories and uncommon similes, along with explicitly recounted discourses and implicitly alluded subtleties. It is the path of the ascetics and the gm·den of the devotees. The Mathnawi becomes both a spiritual path for those who assign little value to this world and who seek the pleasure of God and a heavenly delightful garden for those who increase their efforts in their obedience and service to God ... It is brief in expression but manifold in meaning. The Mathnawi, in accordance with the hadith, 'though stated little, intended numerous (ma qalla wa dalla),' is composed in brief words but imbued with myriad meanings. It is a collection of maxims; every couplet of it is as wide as a continent and every hemistich of it is as big as a fountain. It is, above all, a book of wisdom full of !es son s and a grand serall of mysteries .... 314 THE SCHOOL OF IBN ARABI IN MASHRIQ AND TURKEY WITH SPECIAL REFERENCE TO ABD AL-KARlM AL-JILI Ass. Prof. Yasushi 1. Introduction 1) Ibn Arabi Ibn Arabi is widely known as an outstanding mystic in the history of Islamic thought and was almost a contemporary of Mevlana Jalal al-Din Rumi. He was a prolific writer, with a legacy of over 700 works according to O. Yahia. 1 His main works include Meccan Revelation (al-Futuhat al-Makkiya), The Beze ls of Wisdom ( Fusııs al-Hikam), the latter of whi ch was the subject of more than 100 commentaries, whi ch goes to show ho w extensively his thought was received in the Islamic world. Ibn Arabi's philosophy can be explained in terrus of an outology known as the "oneness of being" (wahda al-wujud) and the theory of ideal human existence refeıTed to as the theory of the "perfect man" (insan kamil) or "the seal of the saints" (l<hatm al-awliya'). "Oneness of being" (wahda al-wujud) is a view that sees everything in this world as the serf-manifestation (tajalli) of the Absolute, which is called "existence" (wujud). There is no doubt that Ibn Arabi put forward this theory, yet it was only later that the theory was organİsed into the shape ih which we know it today. Ibn Arabi himself did not use the term "wahda al-wujud". The theory that we are taught today is the mystical thought which his disciples rearranged in a philosophical manner. The "perfect man" (insan kamil) refers to a person who has completed his spiritual practice and fully understood the mystery of the world. In Ibn Arabi's thought, however, this does not simply refer to the image of an ideal person, but also has an ontological significance. That is to say, the perfect man is a link between Allah and the created world. He is an imago del which reflects Allah as well as a microcosm which reflects the universe. Ibn Arabi's grand cosmology can been seen in the way in which Allah, the perfect man and the cosmos as a whole are interrelated. * Kyoto University, Japan 1 Osman Yahia, Histoire et classification del' ceuvere d'Jbn Arabi, 2 vols., Damas, 1964. 315 2) The School of Ibn Arabi (1) Histarical outline of research oh the School ofibn Arabi Only about 50 years ago, it was said that the flourishing of Islamic 2 thought had ended in the lih century and thereupon entered an age of decay. Opposed to this view were scholars of whom Henry Corbin is a typical representative. They emphasized the many great thinkers in the Shi'ite and Iranian world after the 13 1 ıı century, throughout the so-called Safavid Renaissance, and to the present day. This great philosophical tradition finds its roots in Ibn Arabi, Suhrawardi Shaykh ai-Ishraq, the mashshai philosophy and theology of the Twelver Shi'ism. It can be said that in comparison, reseaı·ch on the development of latter day ideas in the Sunni world lagged behind. 3 It was only in the 1990s that serious discussion began on the development of ideas in the post 13 1h century Ottoman Empire, Arab world, Indian Subcontinent, Southeast Asia and China4 . This trend of research was based upon the claim that Islamic thought did not lose its power even after 121h century, but continued to grow and bear new ideas. Happily enough we have had a good accumulation of the studies on this topic in these two decades especially in Turkey. Compared to this, the studies on Arab world are stili stagnant. The fact that we have not yet had an annotated list of biographies of the members exemplifies this situation. It can be said that the characteristic of the present condition is that, we have come to apoint where we can draw comparisons not only from the Arabic 2 3 4 Arthur 1. Arberry, Sıifisnı: An Accowıt of the Mystics oflslant, 1950; repr. London, 1979., ch. 1 1. James W. Morı·is, "Ibn Arabi and His lnterpreters Part 2: lııfluences and Interpretations," Journal of the American Oriental Society, 106-4, 1986, p. 734. M. Tahrali's "A General Outline of the Influence of lbn Arabi on the Ottoman Era" (Journal of the Muhyiddinlbn Arabi Society, 26(1999), pp. 45-53) gives usa general outline of the School of Ibn Arabi during the Ottoman Period. The studiesonArab world ineJude Taha 'Abd al-Baqi Surur, al-Tasawwıif al-Islami til-Imam al-Sha'rani (Cairo: Dar Nahda Misr, n.d.); Tawfiq alTawil,-tar/-. Tasawwıiffi Misr- lban al-'Asr al-'Uthmani: al-Juz' al-Thani Imam al-Tasawwıif fi Misr, al-Slıa'rani (Cairo: al-Hay'ah al-Misriyah al-'Ammah li al-Kitab, 1988); Taha 'Abd aiBaqi Surur, al-S/ıa'rani wa al-Tasawwuf al-Islami (Cairo: Muhammad 'Abd al-Hadi alMuhtadi, n.d.); Bakri Aladdin: 'Abda!Gani an-Nabulsi: Oeuvre, vie et doctrine (Ph.D. Thesis presented to Sorbonne, 1985); Bakri Al addi n (ed.), (Nabulusi) al- Wujud al-Haqq (Damas: lnstitut Francais de Damas, 1995); Michel Chodkiewicz, Tlıe Spirilllal Writings of Amir 'Abd al-Kader (Albany: State University of New York Press, 1995); Bruno Etienne, Abdelkader (Paris: Hachette Livre, 1995). W e can get general information on the members of the School through W.C. Chittick's "Notes on Ibn al-Arabi's lnt1uence in the Subcontinent" (TiıeMuslim World, 82-3/4(1992), pp. 218-241). Syed' Muhammad Nagib al-Attas's The Mysticism of Hamza/ı Fansuri (Kuala Lumpur: University of Malaya Press, 1970) and S. Murata's Clıinese Gleams of Sıifi Liglıt: Wang Tai-Yu 's Great Learning of the Pure and Real and Liu Clıi's Displaying the Concealment of the Real Realnı (S tat e University of New York Press, 2000) are examples of the studies on Southeast Asia and China respectively. 316 and Persian world, but also from the Ottoman Empire, South Asia, Southeast Asia, and China. The attached list could show such a situation. (2) What is the School of Ibn Arabi Up to this point, I have been taking the term "the School of Ibn Arabi" for granted. It should, however, be noted that this term is in fact rather problematic. As J.W. Morris has rightly pointed out, the term "school" must be used with much care. The reason for this is that: 1. Inquiry into the philosophical and theological unity and diversity of the members has not yet begun. 2. These 5 members are not only commentators but alsa independent thinkers. Various ways to categorise the so-called the School of Ibn Arabi have been put forward by a number of scholars. According to W. C. Chittick, it can be divided in the following manner: 1 )al-Qunawi and his circle; 2) commentators of Fıısus al-Hikam; 3) followers of Ibn Arabi in silsila (spiritual 6 lineage); 4) those un der his intellectual inf1uence. For instance, regarding those belonging to the School of Ibn Arabi in South Asia, Chittick says that relatively few authors were familiar with Ibn al'Arabi's own writings, even if most had some acquaintance with the Fusus alHikam through one of its numerous commentaries. The major lines of influence were not Ibn al-'Arabi's own works, but those of such authors as Farghani and Abd al-Rahman Jami." 7 The same can be said about China, where Najm al-Din D aya Razi, the anthor of Mirsad al-Tb ad, is influential, together with J ami. It is difficult to say whether those who have not read Ibn Arabi's own works and are not under his direct infinence belong to the School of Ibn Arabi. It may be for this reason that there are researchers who use the term "the School of wahda alwujud" instead of "the School of Ibn Arabi" Moreover, whether or not alBalyani, Ibn Sabin, and Mevlana Jalal al-Din Rumi should be included in the 8 School ultimately depends on how the School is defined. 5 1. W. Morris, "I bn Arabi and His Interpreters Part 2: Int1uences and Interpretations," pp. 75 I -2. " William C. Chittick, "Ibn Arabi and His School," S. H. Nasr (ed.) lslamic Spirituality: Manifestations, New York, I 991; William C. Chittick, "The Shool of lbn Arabi," S. H. Nasr and O. Learnan (eds.) History of lslamic Plıilosoplıy, vol. l, London; New York, 1996. S. H. Nasr gives the following typology focusing on Shi'ism/Iran. l) Sun (many of who use Persian); 2) Shi'ite theologians; 3) Commentators. S. H. Nasr, "Seventh-century Sutlsm and the School of lbn Arabi." From this typology, the categories 1 to 3 can be determined without much ambiguity, but this is not thecasefor 4). The fact that there is no agreement regarding who to place under 4) and what the standards are for this category is one of the reasons behind the ambiguities in the defınition of and the range of membership in the School of Ibn Arabi. 7 William C. Chittick, "Note on Ibn al- Arabi's lnt1uence in the Subcontinent," The Muslim World, 82-3/4,1992, p.221. x For Balyani, see W. C. Chittick, "Ibn Arabi and His School," p. 54; W C. Chittick, "The Shool of lbn Arabi," p. 519. Regarding the definition of wahda al-wujud, see William C. Chittick, "Rumi and Wahdat al-Wujud," Amin Banani, Richard Hovannisian and Georges Sabagh (eds.), Poetly and Mysticism in Islam: the H eritage of Rumi, New York, 1994, pp. 70-lll. 317 In this presentation, I have not reached a stage where I can define with any certitude the concept of "the School of Ibn Arabi. " I would, however, !ike to include here those who are thought to have been under the influence of Ibn Arabi, even though this influence may be indirect, and their references are not necessarily traceable back to Ibn Arabi. From this point of view, it might be better to use the term "Akbarian tradition," which refers to the trend in a more flexible sense, rather than using the term "school," which brings to mind something that actually exists. 3) Within a wider cantext Although we have only talked about the School of Ibn Arabi, it should be taken into consideration within a wider context. This is because we cannot consider the 'pure' School of Ibn Arabi. Even if we could demarcate it, it also has intermingled with the other trend of thought. First of all, the thought of Ibn Arabi often assimilated with the thought of some poets. 9 The commentators of such poems, may adopt the explanations in the style of Ibn Arabi and those of the theoretical works by Ibn Arabi may use the poems in their explanations. Generally speaking, the commentatoı·s understood the thought of Ibn Arabi and that of Mevlana" Rumi in the same line. If we turn our eyes to Arab world, the same thing happened between Ibn Arabi and Ibn al-Farid. The comparison between these two equivalent cases is stillleft as a task to undertake. Secondly, we have tended to lirnit our interest within a region. When we see that Anqaravi(d. 1632), Bosnevi (d. 1644) of Ottoman Empire, Molla Sadra (d. 1640) of Iran, Muhibb Allah Ilababadi (d. 1648) of Indian Subcontinent, and Sumatrani( d. 1630) of Mal ay world lived alma st in the same e ra and that Is mail Haqqi Bursevi(d. 1725) of Ottoman Empire, ai-Nabulusi(l728) of Arab world, and Liu Zhi (1730) of China are contemporaries, the task of comparison between these thinkers seerus to deserve undertaking. Such an interregional po int of vi e w should be needed. 4) Objective of this paper Although based on the above perspective, I would !ike to confine myself to the study of a unique thinker, Abd al-Karim al-Jili, in my paper. This paper attempts to investigate the fallawing points. First of all, I would like to consider wahda al-wujud, Ibn Arabi's fundamental philosophy of thought, by tracing its transformations in the presence of the various manifestations of the Absolute. These refer to the 9 Compared to the theoretical works which were too difficult for the common people to understand and therefore monopolized by the elites, the poems could be reınembered and recited by the coınınoners. We can say it was through poetry that profound ınystical knowledge has spread in the lslamic world. 318 question of Allah's absolute supremacy, and came to be systematİsed after Ibn Arabi's death. I will analyse arid compare the categorisations of Abd al-Karim ai-Jili with those of Sadr al-Din al-Qunawi, Abd al-Razzaq al-Kashani, Dawud Qaysari and relate them to the question of the absolute being. That is to say, I will investigate the relationship between the Absolute One and the Many, and that between the Absolute One and the personal God in the cantext of Islamic thought. Secondly, I would !ike to consider the theory of perfect man according to Abd al-Karİm al-Jili and how the difference of the systematisation of wahdah al-wujud influences this theory. 2. Systefnatization of divine manifestation and the position of Allah 10 1) Ibn Arabi's wahda al-wujud Islam is a dichotomous religion, which clearly distinguishes between the creator, Allah, and the created. All that human beings can do is to obey Allah's orders (Islamic law) and leave everything in Allah's hands. However, certain Sufis who pursued mystical philosophy, including Ibn Arabi, began to introduce a third aspect in the relationship between God and creation. The third element posited by Ibn Arabi is "the reality of realities" (haqiqa al-haqa'iq). hi addition to this there is the "unlimited existence" (wujud mutlaq), which exists by itself, and the "limited existence" (wujud muqayyad), which is non-existent by itself and is ab le to exist only by depending on the "unlimited existence." 11 Ibn Arabi here does not say clearly whether Allah is "unlimited existence" or "the reality of realities." 2) the theoı·y of the manifestation of existence in the School of Ibn Arabi (1) A five-stage theory of manifestation: From Sadr al-Din ai-Qunawi to Dawud Qaysari 12 ı o Asa part of the so-called School of lbn Arabi, and al so in Abd al-Karim al-Jili's case, wahda alwujud and insan kamil are two sides of the same coin. I think that regarding insan kamil, the ideas of those in the School of Ibn Arabi up to Dawud Qaysari differ from that of Abd alKarim al-Jili. Further space would be needed to discuss this point in greater depth. For further details, see r-17- :7- Atıfı:ıili.:Ei';!::::J<:Ht 6 7:;; 7 -0)~~·~1f::: "Jit '-c' : T:i F ı) ;v}J V- _t, • :.?- !l ~oyf:f:(:E~® .ı:: %~Ar~ırnıu tlftl1!'* · ~;Jı'ıtwi W~JI!I; e:tııı;w: ı:tıoo · -1 / F · -1 z 7 5RN:~ - .b. {() ,ı~~t :ttı. t!t JU * 1:t n)J ' 1994 (Yasushi Tonaga, "The Supremacy of Allah in Islamic Mysticism: Abd al-Karim al-Jili's Ontology and the Theoı·y of Perfect Man," Daimeido Publishing, 1994.) ı ı Ibn 'Arabi, lns!ıa' al-Dawa'ir, H. S. Neyberg (ed.) Kleinere S!ıriften des Jbn al- Arabi, Leiden: E. J. Brill, 1919, p. 15. ıl For a clear elucidation of this topic, see William C. Chittick, "The Five Di vi ne Presences: From al-Qunawi to al-Qaysari," The Muslim World, 72, 1982, pp. I 07-128. 319 Abd ai-Razzaq al-Kashani, who joined the tradition of Ibn Arabi 13 organised the process of manifestation and sorted it out in to five stages. Although he explains the same concept by using all kinds of terminology borrowed from al-Qur'an, the hadiths, theology and philosophy, I would !ike to use the following five terms to represent these terminologies in order to explain the five stages of manifestation. 1. ahadiya (negative oneness) 14 2. wahidiya (affirmative oneness) 15 3. alam al-jabarut (world of jabarut) 4. alamal-malakut (world of malakut) 5. alam al-mulk (world of mulk) Let me give a simple explanation of the two higher dimensions related to the Absolute/God. l. Ahadiya: The essence (dhat) of God which has eliminated (suqut isqat) all limitations. 16 2. wahidiya : Characterised by the unification of all the names and attributes of God. 17 This is c all ed "the presence of divinity" (hadra al-uluhiyah). 18 The reason should be clear if we look at the following example. "The greatest name" (ism azam) is a name which unites all names and is called Allah. This is because the name Allah is characterized by all attributes (sifat), that is to say, it is the name of the essence (dhat) which has been named by all names (asma\ For this reason, people call the level of the essence which contains all names "the presence of divinity" (hadra ilabiya). 19 In other words, since Allah is the greatest divine name which integrates all names. wahidiya is referred to at the !eve! of Allah, that is to say, the presence of divinity (or "the divine presence"). 13 The division of the process of manifestation into five is not original to Abd al-Razzaq alKashani but can already be seenin such a tigure as al-Qunawi. Sadr al-Din al-Qunawi. 1)az alBayan fi Ta'ıvil Umnı al-Qur'an, Cairo, n.d., p. 99. For al-Qunawi's lheoı·y of "tl ve presences" (lıadarat khams), see Nihat Keklik, Sareeldin Konevi 'nin felsefesinde Allalı-Kainat ve Insan, Istanbul, I 967, pp.93-l 04; William C. Chittick, "Sadr al-Din al-Qunawi on the Oneness of Being," International Philosophical Quarterly, 2 I, 1981, pp. 171 -84. 14 Abd al-Razzaq al-Kashi (al-Kashani), Istilahat al-Sufıya, ed. A. Sprenger, Calcutta, I 845; repr. Lah o re, 1981 , pp. 5, 26 etpassim. 15 al-Kashani, /stilalıat, pp. 6, 7 et passim 16 al-Kashani, lstilalıat, pp. 5, 26. 17 al-Kashani, lstilalıat, p. 42. ıg Abd al-Razzaq al-Kashani, Kitab Slıark Fusus al-Hikam, al-Qahira, 1321 A.H., p. 1 10. 19 al-Kashani. /stilalıat, p. 8. 320 In this way, although Abd al-Razzaq al-Kashani puts forward a systematic theory of five levels, he has also written what seemingiy goes against this theory. "the first manifesation" (tajalli awwal) refers to the essential manifestation (tajalli dhati), (that is to say) only the essence manifests itself in the essence and is at the level of ahadiya. There is here neither attribute (nat) nor figure (rasm). The oneness (wahda) of the essence, which is the only true pure existence, is (this existence) itself. This is because from the point of view of existence, anything other than the (true) existence an absolute is nonexistence ('adam mutlaq), or in other words si state in which there is absolutely nothing (al-la-shay' al-mahd). Within this ahadiya, there is no need for oneness (wahda) or limitation (taayyun) which can be distinguished from (other) things (sha/). This is because there is absolutely nothing (else) apart from (true existence), (Since) this oneness is the essence itself (ayn dhati-hi). This oneness is the source of ahadiya and wahidiya (mansha' al-ahadiya wa al-wahidiya). This is because (this oneness) is the essence itself in the sense that it is unlimited (mutlaq) and includes (both) the possibility that there is nothing with it (bi-shart an la yakuna shay' maa-hu), which means ahadiya, and the possibility that there is something with it (bi-shart an yakuna maa-hu shay), which means wahidiya. 2° Continuing from this, the "second manifestation" is said to be the manifestation of wahidiya from ahadiya, and the "phenomenal manifestation" (tajalli shuhudi) which can be called the third manifestation, is said to be the manifestation of various kinds of existence (akwan) in the phenomenal world. Now, what is worth pointing out regarding the "first manifestation" mentioned above, is that oneness, which is the "source of ahadiya and wahidiya," is characterised by the term la-bi-shart (without-any-limitation). That is to say, mutlaq (absolute/unlimited). Ahadiya is conditioned by bi-shartla (with-non-limitation), and hence it seerus that there is some other stage above this. Another example which contradicts the theoı·y of five levels can also be seen in Kashani's Kitab Shark Fusui 1 There the grades (maratib) are divided into six. The first is "non-self-division" (la-taayyun) which "escapes all limitations (qayd) and viewpoints (itibar). The second is the limitation inside the essence (ayn and dhat) which unifies all the active, necessary and divine (iimitations) and passive and cosmic limitations (taayyıınat filiya wujubiya ilahiya infialiya kawniya). The third is a grade that integrates all active limitations (taayyunat filiya) from these two kinds limitations and is called "the 20 21 al-Kashani, Istilalıat, p. 154. al-Kashani, Kitab Slıark Fıısus, p. 239 321 grade of Allah" (martaba Allah). The fourth is a grade where these (active limitations) separate (martaba tafsiliya) and are called "the grade of names" (martaba al-asma'). As opposed to this, the fifth grade is a limitation which integrates all of the second limitation, mat is passive limitations (taayyunat infialiya), and is called the "grade of existing beings, of possibility and the created" (martaba kawniya imkaniya khalqiya). The sixth grade is a grade where these have separated (martaba tafsiliya) and is called the "grade of the world" (martaba al-alam). 22 This can be summarised as follows: (1) without limitation; (2)integration of divine and created limitations; (3)integration of divine limitations only; (4)separation of (3)me integration of divine limitations; (5)integration of preated limitations only; (6)separation of (5)the integration of created limitations. That (3)the integration of divine limitations corresponds to wahidiya mentioned at the begining of this seetion is clear from the fact that this is called the grade of Allah. In the same way, (4) which has divine limitations (names and attributes), which corresponds to alam al-jabarut and below, (5) to alam al-malakut, and (6) to alam al-mulk. Division of the process of manifestation into five, and assuruing a stage above ahadiya as the highest stage, can be also seen in Abd ai-Razzaq alKashani's disciple, Dawud Qaysari. For instance, the theory of five presences can be found in Qaysari's Moqaddame-ye Sharh-e Fusus ai-Hikam 23 and in this case, wahidiya is called the divine grade (martaba ilahiya). On the other hand, assumption of higher stage above ahadiya also can be found. 24 Here Dawud Qaysari refers to what Abd al-Razzaq al-Kashani calls oneness (wahda) as Heness (huwiya). The above can be organİsed and understood as follows. l. ahadiya wahda ahadiya 2. wahidiya 3. alam al-jabarut 4. alamal-malakut 5. alam al-mulk 22 23 24 T. lzutsu summarises this part, but for the second stage he reads fa ili ya instead of fı li ya, the written form in the text. Toshihiko Izutsu, A Comparative Study oj The Key Plıilosoplıical "Concepts in Sırj!sm and Taoisnı: Jbn Arabi and Lao-Tzu, C!ıuang-Tw, 2 vols., Tokyo, 1966, pp.153-154. In this way, the meaning is more easily understood. Da'ud Qaysari, Moqaddame-ye Sharlı-e Fusus ai-Hikam, in Jalal al-Din Ashtiyani, Slıar!ı-e Moqaddame-ye Qaysari bar Fusus ai-Hikam, Mashhad, 1385 A.H., p. 268, Da'ud Qaysari, Moqaddame-ye S!ıarlı-e Fusus ai-Hikam, in Jalal al-Din Ashtiyani, S!ıar!ı-e Moqaddame-ye Qaysari bar Fusus al-Hikanı, p. 84; Da'ud Qaysari, Rasa'el-e Qaysari, ed. Jalal al-Din Ashtiyani, n.p., 1974 A.D. [1 394 A.H.], p. 8. 322 Important points regarding the theories of manifestation from Sadr al-Din al-Qunawi and Abd al-Razzaq al-Kashani to Dawud Qaysari, and the position of Allah in these theories, can be summarised as follows. 1. Abd al-Razzaq al-Kashani divides the process of manifestation into five levels. 2. However, wahda is also assumed as being above ahadiya, which is the highest of the five levels. This is referred to in terrus of a philosophical concept la-bi-shart (without-any-Iimitation). But since this wahda and ahadiya put together are also called ahadiya, the fact that ahadiya is placed at the highest position does not change. 3. In both 1. and 2. above, Allah is positioned in wahidiya. (2) New systemisation by Abd al-Karim al-Jili Abd al-Karim al-Jili states throughout his work, starting from his first work, al-Kalifwa al-Raqim (The Cave and the Tablet) and his last work, Maratih al- Wujııd (The Stages of Existence), that the stages of existence can all together be divided into forty? 5 Indeed in these two works he lists forty, but when considered in detail, there are some differences in what he has written regarding the stages of manifestation. 26 The differences, however, mainly appear in the stages of the created world, and the stages in the divine essence and attributes generally correspond. In order to concentrate on the level of Allah, I will organise the upper parts (paıts corresponding to the essence and attribute of God) according to Abd al-Karim ai-Jili's work the Stages of Existence, and explain these stages by drawing on other works. 27 25 26 27 He shows such forty stages in al-Kalıfwa al-Raqim and Maratih al- Wujud. Abd al-Karim al-Jili, al-Kalıfwa al-Raqim fi S!ıarh Bisnı Allah al-Ra/ıman al-Ralıiln, ed. Badawi Taha All am, alQahira, [1984], pp.51-55; Abd al-Karİm al-Jili, Maratih al-Wujudwa Haqiqa Kul!Mawjud, preface [and ed.] Badawi Taha All am, al-Qahira, n.d., pp. 12-24. He also say s the number of the stages are forty in al-Insan al-Kamil. Abd al-Karİm al-Jili, al-Insan al-Kamilfi Ma rifa alAwaklıir wa al-Awa'il, 2 vols. in 1, al-Qahira, 1963, pp. 52, 88. hi al-Kamalat al-1/a/ıiya, he treats only the upper part of these stages as t1ow of the manifestation (tajalli). Abd al-Karim alJili, al-Kamalat al- llalıiya wa al-Mulıammadiya, MS Ma had al-Makhtutat al- Arabiya bi Jami a al-Duwal al- Arabiya 444 Tasawwuf, fols. 6b-7a. For example, if we coınpare the explanations in al-Ka/ıfwa ai-Raqim andMaratih al- Wzıjud, fifteen or so stages do not correspond to each other, and even in the case of the more common stages, the arrangements are different. In the case of al-Qunawi and his followers, the manifestation from the divine essence to the phenomenal world are categorized into five stages. These are ahadiya, wahidiya, and the stages below them, respectively corresponding to the divine essence, the names and attributes, and the world. In al-Jili's case, however, the stages are ramified into forty. Hence 1. divine essence and 2. ahadiya corresponds the essence, 3. wahidiya is the border between the essence and the attributes, and the stages between 4. divinity and 7. Master-ness expresses the attributes. According toMaratih al- Wııjud, the eighth st age is the border between the attributes and the naınes, and the ninth stage through the eleventh exprcsses the names. The twelfth 323 1. Divine essence (al-dhat al-ilahrya). Also called "the mystery of the mystery" (ghayb al-ghayb) due to the purity of its essence, purified from all relationships (nisab) and manifestations (tajalliyat). 2. Ahadiya (negative oneness). The first descent of the essence (awwal altanazzulat al-dhatiyah). 1 and 2 represent only the es sence of the God. 3 .Wahidiya (affrimative oneness). The second descent of the essence. Diversity initially begins and ultimately ends here. It is here that names and attributes appear for the first time. It is a condition in which essence and attributes accommodate each other. 4. Divinity (uluhiya). Diversity begins to limit itself and everything is distinguished from each other. From this stage to stage 7 are the stages corresponding to God's attributes. At this stage, both attributes canceming the absolute (haqqi) and those canceming the created (khalqi) appear together. 5.Merciful-ness (rahmaniya). Expresses only the attributes canceming the absolute. 6. Lord-ness (rububiya). Expresses only attribute concerning the created. However, it expresses both the attributes comman to the Lord (Allah) and those that are peculiar to the created. 7. Master-ness (malikiya). Expresses only the attributes canceming the created without expressing those comman to the Lord. The fallawing two points should be noted here. Firstly. the stage of divine essence was established above ahadiya. Secondly, Allah is thought to correspond to the fourth stage in His essence. In this sense, it can be said that the grade of Allah is posited both above and below ahadiya in the system of manifestation. In fact, the formula: Allah's essence>ahadiya> Allah's attribute is comprehensible in some sense. However, Abd al-Karİm al-Jili 's statement elsewhere possibly breaks down this formula This can be seen in the following excerpt from The Perfect Man. stage is the border between the names and the acts, and the thirteenth stage and after correspond to the divine act, i.e. the world as the effect of the divine act of creation. As I mentioned in the preceding note, ai-Jili's fourth stages vary largely among his works. For example, he deseribed stages one through seven as the divine realm and eight and after as the creatcd world in al-Kalifwa al-Raqim, while he ramifies the divine realm into seventeen in aiKamalat al-llalıiya. Even in the case of al-Jili, we stili find the ambiguity "which existed in lbn Arabi's trichotomy, which 1 mentioned in 1 .-!). Whilc he identifies the third element ('reality of realities' or 'unlimited existence') with the first stage (the pure essence or heavy clouds) in his Kitab al-Nuqta and in al-Insan al-Kamil (vol. 2, p. 43), he identifies it with the second stage (ahadiya) inMaratib ai-Wujud, p. 14. Abd al-Karim al-Jili, Kitab ai-Nuqta, ed. Badawi Taha Allaın, al-Qahira, [1982], pp. 23-24; al-Jili, al-Insan al-Kamil, vol.2, p. 43. 324 The greatest among the places of manifestation of the essence (a'la mazahir al-dhat) is the place of manifestation of divinity (mazhar al-uluhiya) • • o Now, divinity is the Mather of the Book (urum al-kitab) and ai-Qur'an is ahadiya, ai-Furqan is Qur'anic wahidiya (al-wahidiya ai-Qur'aniya), the glorious 28 Book (al-Kitab al-Majid) is the Merciful. Ahadiya is the highest among the names under the doruinance of divinity (uluhiya), and wahidiya is the first descent of the Absolute from ahadiya. The highest of the stages encompassed by wahidiya is the stage of the Merciful. The highest of the places of manifestation of Merciful-ness is within Lord-ness, and the highest of the places of manifestation of Lord-ness is within the name of the King (al-Malik). King-ness is below Lord-ness, and Lord-ness is below Merciful-ness, Merciful-ness is below wahidiya, wahidiya is below ahadiya, 29 and ahadiya is below divinity (uluhiya). Here it is clearly stated that divinity (uluhiya) is higher than ahadiya. This openly contradicts the order of stages of existence we have dealt with above. Abd al-Kaı·im ai-Jili does not give any explanation about this "contradiction," but the following passage discussing Merciful-ness and divinity (uluhiya) helps 30 us to understand. The relationship of the stage of the Merciful-ness with divinity (uluhiya) is the same as the relationship of sugar crystals with sugar cane. Sugar crystals are the highest stage in the processing of sugar cane and sugar cane produces sugar crystals as well as other things. Therefore, if you say from this point of view (of purity) that sugar crystals are superior to sugar cane, then (certainly) the merciful-ness is superior to divinity (uluhiya), but if you say that sugar cane is superior to sugar crystals due to the qualities of integration, inclusiveness and so on (this is also true), then divinity (uluhiya) is superior to the Mercifulness.31 The same can be said about ahadiya and divinity (uluhiya). From the 2 x Umm al-Kitab is considered as the origin of all of the revealed scriptures and appears three times in al-Qur'an (3:7, I 3:39, 43:4). Al-Qur'an is desccnded from this U mm al-Kitab as the last and supreıne revelation. Both al-Furgan and al-Kitab al-Majid are other names for alQur'an. Al-Furgan appears seven times in al-Qur'an (e.g. 2:53). The term al-Kitab al-Majid itself does not appear, but the term al-Qur'an al-Majid appears twice (Q50:1, 85:21 ). 29 al-Jili, [tl-Insan al-Kamil, vol. I, p. 23. Here the seventh stage is called al-Malikiya (King-ness) in accordance with the divine name al-Malik (King). This is interchangeable with al- Maliki ya (Mastcr-ness) because Malik yawm al-din (Master of the day of the judgement) in Ql :4 is often read as Malik yawm al-din (King of the day of the judgemcnt). Hcnce al- Maliki ya (Kingness) can here be identified with the al-Malikiya (Master-ness) ınentioned before. 311 The stateınent that the divinity is higher, than ahadiya appears only in al-Insan al-Kamil, and the divinity is placed bel o w ahadiya in all of al-Kalıf wa al-Raqim, al-Kamalat al-Ila/ziya and Maratib al- Wujud. Although we could sol ve this clear construction if either al-Insan al-Kamil or al-Kalıfwa al-Raqim were attributed to him wrongly, there is no possibility for that. That is because 1 made such akin d of interpretation. 31 ai-Jili, [If-Insan al-Kamil al-Kamil, vol. 1, p. 27. 325 point of view of purity, ahadiya, which is the pure essence of God and has no relation with the created, is higher than divinity (uluhiya), which also contains the attribute of created beings. But from the point of view of integration and encompassment, divinity (uluhiya), which contains both the aspects of the absoiute being and the created beings, is higher than ahadiya, which does not include any aspect of the created beings. Abd al-Karim al-Jili's antology may be summarised as follows. Firstly, Abd al-Karİm ai-Jili divides the existential stages into forty stages and assumes a stage called "the divine essence" which is beyand ahadiya. Secondly, in these stages of existence, it is possible to find Allah's position both at the level of essence and at that of attribute. "Divine essence" and divinity (uluhiya) Correspond to these. Thirdly, in the sense that divinity (uluhiya) is an attribute and not the essence, it is lower in grade than ahadiya, but from the point of view of integration it is ata higher stage than ahadiya. 3) The supremacy of Allah Abd ai-Razzaq ai-Kashani and others place Allah at the intersection of the absolute being and the created world. Mystic philosophy is always required to give ekplanation of how the created world, which is many, is manifested from the absolute being, which is singular. Abd ai-Razzaq ai-Kashani and others tried to explain this by borrowing the theological concept of Allah the creator. It is said that the absolute being (al-Haqq) first manifests as Allah, and although Allah Himself is one, it includes the many since it integrates everything. Abd alRazzaq ai-Kashani and other interpreted the belief that Allah has created the world to mean that the created world is manifested from Allah, and that the plurality that is latent in Allah is manifested. In this sense, it was necessary for Allah to be placed at the intersection. However in this case, to place Allah at the second level has the danger of provoking an assumption that there is something beyand Allah. To counter this, Abd al-Karim al-Jili placed Allah at the first !eve! and emphasised that Allah is the highest existence which is beyand all things. In this case, the function of the intersection is taken over by the divinity (ulihiya). Since, the criticism in the Rasulid Yemen of that time was very much influenced by Ibn Taymiya's ritque, 32 Abd al-Karİm ai-Jili's theory can be said to have contained reactionary elements against this. 3. Abd al-Karİm al-Jili's Theory of Insan Kamil (Perfect Man) 1) Correspondence between insan kamil and Allah Abd al-Karİm ai-Jili's explanation of insan kamil (Perfect Man) is almost the same as those of the foregoing thinkers belonging to the School of Ibn 32 Alexander Knysh, lbn Arabi in the Later lslamic Tradition: The Making of a Palemical Image In Medievallslam, Albany, 1999, p. 235. 326 Arabi. That is, man is the copy of Allah and integrates the things as Allah does 33 ; man is the copy of both al-Haqq and al-khalq 34 ; man integrates the 36 realities of ai-Haqq and those of al-khalq 35 ; man is wali Allah. Allah and insan kamil perfectly coıTespond each other in their role of integrating the opposites, 37 and insan kamil is the mirror of the substitute of Allah. To sum up, it is generally accepted that perfect man is the copy of Allah in the viewpoint of integration according to both Abd ai-Karim al-Jili and other members of the School. The question is to which !eve! of Allah insan kamil is similar, because the position of Allah in the manifestation system of wujud is placed in both the first and the fourth stages. The former case is the level of substitute and the latter that of attributes. I believe the similarity between Allah and insan kamil is to be endorsed in this manifestation system as far as insan kamil is the ideal model of those who struggle on the way to Allah and the antology and the theory of practice are the both sides of a coin. 2) Correspondence between Insan Kamil and the divinity (uh.lhiyah) The expressions of insan kamil ineJude the following; "integrating the realities of the Absolute and those of creatures (al-jami' li al-haqa'iq al-haqqiyah wa al-haqa'iq al-khalqiyah)" 38 and "facing to all the realities of existence ( mugabii bi jamf al-haqa'iq al-wujudiyah)" .39 Comparing them to the expressions of uluhiyah such as "the unity of the divine stations and the entirety of the stations of the creatures (shumul al-maratib al-ilahiyah wa jami' almaratib al-kawniyah)" 40 and "all the realities of existence and its preservation in i ts stations" (jami' haqa'iq al-wujud wa hifz-ha fi maratib-ha)" ,41 it is clear that their meanings are almost the same. Further insan kamil is said to "have spreading pleasure called the divine pleasure (yakun la-hu... ladhdhah 42 sarayaniyalı tusamma ladhdhah al-uluhiyah)" and uluhiyah is called "the most perfec! presence (al-hadrah al-akmaliyah)". 43 This also endorses the close relationship between insan kamil and uluhiyah. On the other hand, "divine essence" is free from all the relationship and manifestation, as we have mentioned before, and has no common part with insan kamil. al-Jili, S!ıark, p. 152, al-Iman al-Kamil, vol. 2, pp.47, 48. al-Jili, S!ıark, p. I 07. 35 al-Jili, Maratib, p. 41. 36 al-Jili, ai-Kamalat, fo!. 25a. 37 al-Jili, Mir'at, fo!, !Oa 3 x al-Jili,Marari6,p.41. 39 al-Jili, al-Insan al-Kamil, vol.2, p.47. 40 al-Jili, al-Insan al-Kamil, vol. 1, p.23. 41 al-Jili, eli-Insan al-Kamil, vol. 1, p.23. 42 al-Jili, eli-Insan al-Kamil, vol.2, p.48. 43 al-Jili, al-Insan al-Kamil, vol.2, p.48. 33 34 327 To sum up, we can consider that it is 'Allah in the level of divinity (uluhiyah)' that insan kamil is similar to. So, according to Abd al-Karim ai-Jili, even insan kamil cannot reach the divine essence but can only reach the divine names and attributes. The following passage exemplifies this. It is only through the names and attributes that you follow the way to the gnosis of the Absolute (al-Haqq. [Here it is interchangeably used with Allah.]). All the names and attributes are under this name [of Allah] and it is only possible through the names and attributes to reach it [the Absolute]. This leads 44 to the fact that the only way to reach Allah is through this name [of Allah]. This leads to his original explanation about the spiritual way of servants. Allah is the first manifestation of the essence and creatures cannot be characterized with Allah. This is because ahadiyah is pure essence (sirafah aldhat) which has no relationship with reality (haqiqah) nor created-ness (makhluqiyah). That is to say, he -1 mean- servant ('abd) was already decided and has no way to reach it [ahadiyah]. 45 This makes contrast to the comman explanation among the School of Ibn Arabi that when the way of training is expressed in the terms of the manifestation of existence, servants first pass wahidiyah to ahadiyah and then return to wahidiyah again. W e, however, should not be to o pessimistic if our last reaching point is only divine names and attributes. This is because "nor the Absolute neither creatures cannot appear without each other46 " and "we are the manifesting places of everything, and divine names and attributes cannot appear without us creatures". 47 Although the fact that we (human being) stay at the level of divine names and attributes lawers the our, stage, the Absolute can appear only because we stay on this stage. Further we can say that it is man who plays an indispensable role for the formatian of the world. Now we will move on the next explanation of insan ka.mil. He is n<5t only understood as the ultimate goal of our training, but also is incorporated into the stages of manifestation of existence. According to Maratih al-Wujud, it is the last, i.e. 40 1\ stage, although according to al-Kahf wa al-Raqim it is the 35 1 ıı stage. It is very lowly located in the stages. However, even Allah does not appear without this 'man', nor can exist the world. This is why (perfect) man is said to correspond to Allah and embodies the divine names and attributes notwithstanding his low stage. Such a high evaluation of something in the lower position of the stages of manifestation .ı.ı al-Jili, al-Jili, 4 " al-Jili, 47 al-Jili, 45 328 al-Insan al-Kamil, vol.!, p. ı 6. al-Insan al-Kamil, vol. ı, p.26. Slı ark, p. ı 04. S/ıark, p. 70. when we change the viewpoint was already found in the aforeınentioned case of uluhiyah. 4. Conclusion: The suprenıacy of Allah and the position of man In this way, I have tried to show that the ontology of Abd al-Karim al-Jili, who, without much doubt, is considered to belong to the School of "oneness of being" (wahda al-wujud), is actually quite different from the orclinary theories of this school. In Abd al-Karİm al-Jili's ontological theory, "divine essence" is assumed above ahadiya, and at the same time divinity (uluhiya) is put forward as a level which expresses the attributes of God. Allah is placed in both of these positions. Moreover, from the point of view of integration, the clivinity, which is supposed to be at the fourth !eve!, is placed higher than the ahadiya at the second !eve!. On the one hand Abd al-Karim al-Jili defends the supremacy of Allah by putting the "divine essence" at the top, on the other hand he tries to value the state of integration which goes beyand dichotomous oppositions by evaluating divinity(uluhiya) above ahadiya. Abd al-Karim ai-Jili puts the name of Allah on this stage as divinity (uluhiya), which roughly means Allah-ness. It may be said that he created a new image of Allah which surpasses the foregoing image - a negative and transcendent image, by enunciating that Allah is basically integrating. As for the theoı·y of insan kamil, when he states the correspondence to Allah, he tries to defend the suprenıacy of Allah by the statement that insan kamil can only embody the divine attributes and His essence is unknownable. In this cantext we can see the low position of men in the stage of the manifestation as the expressian of both the humbleness of human being and the greatness of Allah. On the other hand, he maintains the greatness of ınsan kamil by pointing out that the existence of insan kamil is indispensable to the manifcstation of Allah and evaluating the divinity which is closely related to insan kamil highly. 329 LIST: B!G NAME S IN THE SCHOOL OF IBN 'ARABI *=so-called Turkish/ op.ponexıte to the school. The Arabic 1 Anatolla xıumbero Peraian f Arab· !n pareı:ıtheeee are the year of death. Urdu/ Iran & Chinese 1 Malayi Indi&n Klıorasan China Subcontlnant Ibn 'AxablÜ240) Sadr al·Din Qunawi(l214) Falrhr al·Din 'lraqi(1281) Jandi(129l) Tilimsani(129l) Farghaı:ıi(1301) 'Aıiz ol· Din NaeafiÜ301) 'Abd al·Razzaq al·Kaa!ıani(ca.l~30) •'Ala' al-Dawla Siı)lnani(1380) Q ay • ar i (1350) Da' u d Rulm ai·Diı:ı Sbira:l!(IS67) •M:aner!(138l) 'Ali Haııı:ıadaniÜ384) tla;~ııaıı Axııruıc\aıter l38o) Ibn Abi Jumhur(l401·2) Shama al·Dixı MaghribiÜ406·7) 'Abd al·Karim al·Jili(I422) *GioudarazÜ422) . 'Ali TurkaÜ427) Molla Fana!'iÜ430) 'Ala' al·DinJV.!aha'imiÜ482) Muhammad Izniki(l4ii0) 'Abd d·Rı<lıman Jami(1492) B ali Efendi(!552) Sha'raniÜ565) Hamza Fai:ıauri(16·17ır) • Ahm~d Sirhli:ıdi(lS24) Ankaravi(l632) Mo)la Sadra(1S40) BoeneviÜ644) Su;matrımiÜ630) Mııhibb Allah Ilahabadi(l648) *Ran~iÜ658) Dara ShikohÜ659) Zimng Shiıhong(1670) ~ •:fo/ S he Qi!ing(l7lO) -t- fiij? if;[ Isma'il Hakki NabuhwiÜ728) BureeviÜ725) Liıı ZhiÜ730) !ji\J 'll' Sh ah Wali Allah(l762) Ihrahim Hakki(l780) Amir 'Abd al:QadirÜ888) Ma Lianyuan(1903)-l!ılf~7c. For further information: M. Tmhrali, "A General Outline of the lnüue11C0 of Ibn Ar<ı~bi on the Ott:man Era," Journal of the Muizy;ddin Jbzı Arabi Society, 26, 1999, pp. 45·63 \ıor '1\ırklııh world): W. C. ChitHck. ''Notos on Ibn nl· Arabre: lnfluanoo in the Subconti.ne~t,.'-' The Mwl/..m Wo.rlct 82·814., 1992, pp. 218·241 (for Indian aubcontinent), 330 MEVLANA KONGRELERİNDE SUNULMUŞ OLAN TEBLİGLER Prof.Dr. Adnan Selçuk Üniversitesi bünyesinde 1985 yılından itibaren Mevlana ile ilgili kongre, sempozyum, panel ve konferanslar düzenlenmektedir. Bu çok yönlü faaliyetlerden milli ve milletler arası kongrelerde okunan tebliğler düzenli olarak yayınlanmış, ayrıca bazı sempozyum, panel ve konferansların metinleri de basılmıştır. Bütün bu faaliyetlerde 2003 yılı sonuna kadar 500 civarında tebliğ sugeçen tebliğierin sayısı ise 41 9' dur. Bu tebliğler, 49'u yabancı uyruklu olmak üzere 188 araştırınacıya aittir. Eldeki bu yayında yer alan 35 tebliğle birlikte 390 tebliğ I 8 ayrı kitap içerisinde yayımlanmıştır. nulmuştur. Kayıtlara Aşağıdaki sahiplerinin soyadiarına göre alfabetik olarak ilgili verilen bilgilerin sonunda yayınlardaki sayfa numaralan belirtilmiyorsa, bu durum söz konusu tebliğin, henüz yayımianma imkanı bulamadığım göstermektedir. Eldeki yayında yer alan tebliğlerin sayfa numaraları da burada verilmiştir. İndeksin sonunda ayrıca tebliğierin yer aldığı yayınların bibliyografik bilgilerine yer verilmiştir. Söz konusu yayınların biri dışında, tümü Selçuk Üniversitesi tarafından Konya' da gerçekleştirilmiştir. Bir sempozyum kitabı TBMM Kültür, Sanat ve Yayın Kurulu Yayınları arasında indeks, tebliğ düzenlenmiştir. Tebliğlerle yayımlanmıştır. ABLA Y, Mehmet Necati, Mevlana ve Goethe, Panteizmin İki Büyük Temsilcisi, (Mevlana and Goethe Two Great Representatives of the Panteism Philosophy), I. Milletler Arası Mevlana Kongresi, 1987, s. 147-157 AÇIK Yrd.Doç.Dr. Nilgün, Mevlana ve Mevlevi Tarikatımn (Mevlana and Educational Aspect of Mevlevi Order), III. Uluslar Mevlana Kongresi, 2004, s. 99-114 Arası AGOSTON, Gabor, XVI.-XVII. Asırlarda Macaristan'da Tasavvuf ve Mevlevilik, (Mevlana' s Takya in Pecuy and Islami c Culture ın *Kırıkkale Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi Doğu Dilleri ve Edebiyatları Bölüm Başkanı 331 Hungary During the 17 th Century), I. Milletler Arası Mevlana Kongre1987, s. 221-231 Yahya, Şiirlerde Mevlana, II. Milli Mevlana Kongresi, 1986, s. ı 77-182 Yrd.Doç.Dr. Alaaddin, Konya Mevlevihanesinin 1596 ve 1602 Yılla­ ıma Ait Muhasebe Bilançolan, II. Milletler Arası Osmanlı Devletinde Mevlevihaneler Kongresi, 1993, s. 31 1-335 Dr. Yıldırım, Ruh Sağlığı Açısından Mevlana Düşüncesi, (Mevlana' s Thought in Vi e w of Mental Health), I. Milletler Arası Mevlana Kongresi,1987, s. 61-67 H. Fikret, Lefkoşa Mevlevi Tekkesi, (Nicosia Mevlevi Tekke), I. Milletler Arası Mevlana Kongresi, 1987, s. 99-108 M.M.-Dersca Bulganı, Sur L'Importance L'ordre Mevlevi Dans la Socit'ite Seldjukide, (Selçuklu Toplumunda Mevlevllik Sisteminin Önemi, The Tınportance of Sufism in Seljuk Society), I. Milletler Arası Mevlana Kongresi, 1987, s. 175-181 Yrd.Doç.Dr. Ahmet, Mevlevilik ve Mevlana Külliyesinin Konya Gelişmesi İçindeki Yeri, I. Milll Mevlana Kongresi, 1985, s. 205-212 ___ , MevHina Dergahı ve Çevresini Koruma Problemleri, II. Milli MevHina Kongresi, 1986, s. 183-199 Prof.Dr. Ayten, Feridun Nilfiz Uzluk ve Mustafa Behçet EfenX. Milli Mevlana Kongresi, 2002, II, 55-64 Prof.Dr. Meliha, Sultanü'I-Ulema Bahaeddin Veled'in Eseri ve Düşünceleri, I. Mi lll Mevlana Kongresi. I 985, s. 135-147 Yrd.Doç.Dr. Mustafa, Ahmet Remzi Dede'nin Şiirlerinde Mevlana ve Mevlevilik, IX. Milli Mevlana Kongresi, 1997, s. 221-284 nuJ'li"r'"'"· Dr. N. Ahmed, Muhammed İkba! ve McvH!na Celaleddin Rumi, IL Milletler Arası Mevlana Kongresi, 1990, s. 139-147 Caner, Balkan Harpleri Sırasında Mevlevihaneler, II. Milletler Arası Osmanlı Devletinde Mevlevlhilneler Kongresi, 1993, s. 251-256 Nezihe, Mevlana'mn Yetişmesinde Hocası Tebriz'li Şems'in EtkileIl. Milll Mevlana Kongresi, 1986, s. 217-227 ___ , Çağdaş Kavramlar Işığında Sema, ("Sema" in the Light of Contemporary Concepts), I. Milletler Arası Mevlana Kongresi, 1987, s. 233-241 .), MevHina'mn Ahileri Bugün Kongresi,l989, s. 27-34 332 Yaşasaydı, IV. Milli' Mevlana _ _ _ , MevHhıa'mn EvrenseHiği Üzerine, II. Milletler Arası Mevlana resi, 1990, s. 117-120 _ _ _ , Mevlana'da Herşey İnsan İçin, V. Milli Mevlana Kongresi, 1991, s. 41-48 ARDA Prof.Dr. Berna, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Anabilim Dalı'na Yaptığı Katkılar Açısından Prof.Dr. Feridun Nafiz Uzluk X. Milli Mevlana Kongresi, 2002, II, 19-24 AYAN, Yrd.Doç.Dr. Gönül, Attar, Esrar-name'si ve Mevlana, II. Milletler Arası Mevlana Kongresi, 1990, s. 195-200 _ _ _ (Doç.Dr.), Mesnevi ve 1991, s. 57-61 Kısa Hikayecilik, V. Mill1 Mevlana _ _ _ , Esrar Dede Tezkiresi'nde Mevlana Sevgisi, VII. Mill'i Mevlana Kongresi, 1993, s. 35-42 _ _ _ (Prof.Dr. ), Mevlana CeHHeddin-i RO.mi'nin Fihi Ma Fih Eseri ve MevHina'nm Günümüze Aktarılması, VIII. Milli Mevlana resi, 1996, s. 135- l 42 _ _ _ , Sevakıb-ı III. Uluslar Menakıb Arası ve Mevlana (Sevakıb-ı Menakıb and Mevlana Kongresi, 2004, s. 79-84 AY AN, Prof. Dr. Hüseyin, Onsekiz Beyte İki Türlü Bakış, I. Milli Mevlana Kongresi, 1985, s. 325-330 _ _ _ , Sema Hakkında Bir Eser: Birri Mehmed Dede'nin ILMilll Mevlana Kongresi, 1986, s. 207-216 _ _ _ , Şeyh 49-55 G~Hip'te Mevlana Sevgisi, V. Milli Mevlana Kongresi, 1991, s. _ _ _ , Latifi'ye göre MevHina, VII. Mi lll Mevlana Kongresi, 1993,s. 65-70 _ _ _ , Sefine-i Nefise-i Mevleviyan'a Göre Mevlevilik, VIII. Milli Mevlana Kongresi, 1996, s. 37-42 _ _ _ , Günümüzde MevHina'mn Batı'da Gördüğü İlgi ve (3 Mayıs 2000 "Hz. Mevlana ve Fikirleri, 2000, Mevlana Panellerinde Sunulan Bildiriler -I-, 2000, s. 87-92 _ _ _ , Sultan Veled'in Ma'arif'inden Hareketle MevHina (Mevlana in the Sultan Veled's Ma'arif), III. Uluslar Arası Mevlana Kongresi, s.73-78 Mehrdad, Mevlana'ya Goethe Kongresi, 1995 'Atfedilmiş' Şiirler, Uluslar Arası MevHina ve A YDlN, Doç. Dr. Mehmet, Muhammed İkbarin Eserlerinde Milli Mevlana Kongresi, J 985, s. 230-237 _ _ _ , Hz. ve Dinler, I. Mi lll Mevlana Kongresi, I 985, s. 325-330 333 ___(Prof.Dr.), Hz. Mevlana'nın Yaşadığı Devrin Sosyal Yapısı, II. Milli Mevlana Kongresi, 1986, s. 281-286 da İrade Hürriyeti, II. Milli Mevlana Kongresi, 1986, s. 9199 Arabi ve Hz. Mevlana Yaklaşımı, (Muhiddin-i Arabl and Mevlana), I. Milletler Arası Mevlana Kongresi, 1987, s. 299-306 ___ ,Hz. Mevlana'da ve Muhyiddin-i Arabi'de Aşk Kavramı, III. Milli MevlanaKongresi, 1988, s. 157-161 ___ ,Hz. Mevlana Gözü ile Mesnevi'de Dinler, II. Milletler Arası Mevlana Kongresi, I 990, s. 149-154 ___ , Eva de Meyerovitch'in Mesnevi Hakkındaki Değerlendirmeleri (I), VI. Milli Mevlana Sempozyumu, 1994, s. 20-25 ___ ,Hz. Hümanizm'inin Boyutları, İnsan Hakları, Hoşgörü ve Mevlana Sempozyumu, Konya 1994, s. 65-67 ___ , Eva de Meyerovitch'in Mesnevi Hakkındaki Değerlendirmeleri VII. Milli Mevlana Sempozyumu, 1995, s. 26-32 XIII. Yüzyılda Konya'daki İslam Sufizminin Boyutlan (Dimensions of Islamic Sufism in Konya in the l3 1h Century), III. Uluslar Arası Mevlana Kongresi, 2004, s. 211-220 AYTAÇ, Gürsel, Goethe'de Tolerans, Uluslar Arası Mevlana ve Goethe Kongresi, 1995 Dr. Naci, Mevlana Müzesi Ihtisas Kütüphanesi'nin 1926 Yılm­ da Kuruluşu, Yusuf Ağa Kütüphanesi'nin Buraya Nakli, X. Milli Mevlana Kongresi, 2002, I, 301-305 BARIŞTA, Prof.Dr. H. Örcün, MevH1na'nm Işığmda Gelişen Türk Süsleme Sanatlanndan Örnekler, V. Milll Mevlana Kongresi, 1991, s. 63-73 ___ , İşlemelerde Bazı Mevlevi Sembolleıri, II. Milletler Arası Osmanlı Devletinde Mevlevihi'ineler Kongresi, 1993, s. 143-154 BAŞARlR, Müfide H., The New York Public Library, The Research Libraries'de Bulunan MevHina ile İlgili Eserlerin Tamtılması, (General Introduction), I. Milletler Arası Mevlana Kongresi, 1987, s. 307313 BATTESTİ, Dr. Teresa, Les Derviches-Conteuırs D'Iran, II. Milletler Arası Osmanlı Devletinde Mevlevihaneler Kongresi, 1993, s. 43-55 BAYAR, Muharrem, Bolvarlin Mevlevih~hıesi ve Pendari Kaari Ahmed Dede, II. Milletler Arası Osmanlı Devletinde Mevlevihaneler Kongresi, 1993, s. 225-232 334 Dostlarmdan Tabib Ekmeleddin Mevlana Kongresi, 1988, s. 231-262 _ _ _ , Hüsn-i Hat Kongresi, 1989, s. 81-11 I ve IV. Milli Mevlana Berlin Nüshası ve Rubaileıri- nin Bi:r Doç.Dr. Mevlana'mn Mevlana Kongresi, 1989, s. 123-128 A:Jıe:nu... IV. Milli X. Milli Mevlana Esin Çelebi, Babam I, 23-33 Kongresi, Kültürel (Cultural Consequences Doç.Dr. Vedat, of Immigration), HI. Uluslar Arası Mevlana Kongresi, 2004, s. 35-41 188 Süleyman Kongresi, 1985, s. 347-351 Akıl ve H. Milli Mevlana Kongresi, 1986, s. 165- 170 Uluslar Arası Mevlana ve Go- Milli Mevlana Kongresi, 1997, s. 115-121 ve Sects and Sufism Through the Eyes of Scandinavian Travellers), I. Milletler Arası Kongresi, 1987, s. 259-268 Andre, Goethe ve Goethe Kongresi, 1995 Jetler Arası Uluslar Arası Mevlana ve Güzel ve ""''~uın. Canception of Beauty and of the Mevlana Kongresi, 1987, s. 165-173 Göre ve ıu,an.J•-...uıuaıcu GöL Mil- III. Milli Mevlana Kongresi, 1988, s. 55-60 335 ___ , Mevlevilikten Önce Mevlana'nın Yolu, IV. Milli Mevlana Kongresi, 989,s.ll3-121 ___ , Hazret-i MevH'ina ve Yunus Emre, II. Milletler Arası Mevlana Kongresi. 1990, s. 47-56 Göre Din, İman ve Küfür, V. Milli Mevlana Kongresi, 1991, S. ]9-27 ___ , Hz. Mevlana'nın Sureti ve Slreti, VI. Mil11 Mevlana Kongresi, 1992, s.41-50 ___ , Yenikapı Mevlevihanesi'nin En Son Mesnevihanı Tahirü'lMevlevi, II. Milletler Arası Osmanlı Devletinde Mevlevihaneler Kongresi. 1993, s. 97-102 ___ , Mevlana ve Goethe'nin Eserlerinde Kadın, Uluslar Arası Mevlana ve Goethe Kongresi, 1995 ___ , Göklerde ve Yeryüzünde Hiçbir Varlık Yoktur ki "AIIah'ı Tesbih Etmesin" Ayetinin Hazrcti McvH'ina Tarafmdan Açıklanması, VIII. Milli' Mevlana Kongresi, 1996, s. 43-52 ___ , Hazret-i da Peygamber Sevgisi, IX. Mill! Mevlana Kong1997,s.51-62 ___ , Hazret-i Mevlana'da Peygamber Sevgisi, IX. Milli Mevlana Kongresi, 1997,s.51-62 Mııtczilenin. Kader İn.an.cma Karşı, Hz. Mevlana'nın Görüşü ve Mcvlevi'lik, X. Milli Mevlana Kongresi, 2002, L 13-21 ___ , Selçuklu Kültüründe Hz. Mevlana'nın Yeri (Mevlana in Seljuki Culture), III. Uluslar Arası Mevlana Kongresi. 2004, s. 205-209 CELKAN. Doç.Dr. Hikmet, Mevlana'nın Eğitimd Yönü, I. Milli Mevlana Kongresi, 1985, s. 299-306 Doç.Dr. İbrahim, Mevlana'nın Tolerans Kaynağı ve Esprisi, L Milli Mevlana Kongresi, 1985, s. 409-421 Dr. Danuta. Polonya'da Mevlana Hakkmda Yapılan. Bazı Çalışmalar, (Studies Carried out Mevlana in Poland), I. Milletler Arası Mevlana Kongresi. I 987, s. 199-202 Yrd.Doç.Dr. Osman. Mevlana'nın İhadetinden Birkaç Çizgi, II. Milli Mevlana Kongresi, 1986, s. 249-259 ___ (Doç.Dr.), Vesikalar Işığmda Antalya Mevlevihanesi Postuişinlik Devir Teslimi, IX. Milli Mevlana Kongresi, 1997, s. 197-210 CUNBUR, Dr. Müjgan, MevHina'nın Devleti Değerlendirmesi, I.Milli Mevlana Kongresi, 1985, s. 149-160 336 _ _ _ , MevHina'nm Şiirlerinde: Ekinden Ekmeğe, II. Milli Mevlana Kongresi, 1986, s. 261-271 _ _ _ , MevHina ve Oruç Ayı, (Mevlana and the Ramadan), I. Milletler Arası Mevlana Kongresi, 1987, s. 131-140 _ _ _ , Mevlana'ya Göre Türkmenler, III. Mi lll Mevlana Kongresi, 1988, s. 47-53 _ _ _ , Mevlana'ya Göre Sanat ve Sanatkar, IV. Mill! Mevlana Kongresi,1989, s. 67-74 ÇAM, Öğr.Gör. Ömer, MevHina'mn Etkileri, Ritm Psikolojisi ve Seması, IV. MilliMevlfmaKongresi, 1989,s.l71-175 ÇAVUŞOGLU, Prof.Dr. Mehmed, Bir Mevlevi Şair; Yenişehirli Avni Bey ve Mevlana için Na'tı, I. MilliMevlana Kongresi, 1985, s. 127-134 ÇAYIRDAG, Mehmet, Kayseri Mevlevihanesi, II. Milletler Arası Osmanlı Devletinde Mevlevihaneler Kongresi, 1993, s. 91-96 ÇELEBİ, Celalettin M. Bakır, Hz. Mevlana'ya Göre Mesnevi, Kur'an-ı Ke- rim ve Ayetlerden Mülhem Birkaç Misal, I. Milli Mevlana Kongresi, ı 985, s. 331-346 _ _ _ , Sema, IL Milli Mevlana Kongresi, 1986, s. 201-206 _ _ _ , Garp Dünyasmda Mevlana Diliyle Dostluk lana Kongresi, 1988, s. 23-26 _ _ _ (Dr.), Hz. Mevlana'da si, 1989, s. 13-26 Düşünce ve Akıl, Mesajı, III. Milli Mev- V. Mill! Mevlana Kongre- _ _ _ , Hz. Mevlana'nın Eserlerinde "Kadm" Konusuna II. Milletler Arası Mevlana Kongresi, 1990, s. 103-107 Kısa Bir Bakış, _ _ _ , İnsan Sevgisi ve Hz. Şems, VI. Milli Mevlana Kongresi, 1992, s. 3539 _ _ _ , Osmanlı Hanedamnda Mevlevilik, Mevlevihaneier ve Her Mevlevinin Bilmesi Gereken İki Dua, II. Milletler Arası Osmanlı Devletinde Mev1evihaneler Kongresi, 1993, s. 13-17 _ _ _ , Sonsuza Kadar Hz. Mevlana, VII. Milli Mevlana Kongresi, 1993, s. 17-22 _ _ _ ,Hz. Mevlana'da Sevgi, Birlik ve Beraberlik Mesajları, İnsan Hakları. Hoşgörü ve Mevlana Seınpozyumu, Konya 1994, s. 39-43 _ _ _ , Mevlana'da Tolerans, Uluslar 1995 Arası Mevlana ve Goethe Kongresı, ÇELEBİ. Faruk, Yediyüz Senedir Açıklanmayan Hakikat, VIII. Milli Mev- lana Kongresi, 1996, s. 143-144 337 ÇELEBİ, Doç.Dr. Nilgün, Arası II. MevHI- na Kongresi, 1990, s. 125-130 ÇELEBİOGLU, Prof.Dr. Amil, Beytiyle "'r"'''"'"''"' Göre Mesnevi'ıııin 1985, s. 5-27 s. 7 ı- III. Mill1 Mevlana Kongresi, 1988, s. 131-148 _ _ _ , MevHina'dan ÇIPAN, Yrd.Doç.Dr. Mustafa, Mim Mevlana Kongresi, 1992, s. 119-129 _ _ _ , Konya MevHina ...........,...,,,. Göre Muğla II. Milletler Mevlevihaneler Kongresi, 1993, s. 233-251 _ _ _ , Mevlevi Kongresi, 1993, s. 97-108 _ _ _ , Divane Şiirleri Üzerine Bir 1997, s. 211-219 Fasih Ahmed VI. Arası Osmanlı Ma' arifin" Risalesi ve Mevlana Kongresi, - - -, Hammamizade İsmail Dede Efendi' nin Güfteleri Üzerine Bir 2002, I, 237-263 Eserlerinin X. Milli Mevlana Kongresi, Insight on v ..,.,,..,rıı-" From 1990, s. 121-124 Fo retold Inhabitants Mevlana Kongresi, ÇUBUKÇU, Prof.Dr. İbrahim Agah, Türk İnsan Hakları, Hoşgörü ve Mevlana Sempozyumu, 1 DEMİRCİ, Doç.Dr. Mehmet, Fibi Ma ve s. 58-63 III. Milli Mevlana Kongresi, 1988, s. 41-46 _ _ _ , Mesnevi'de Akıl-Aşk 1989, s. 153-159 ___ , Mevlana'da IV. Milli Kongresi, V. Milli Mevlana Kongresi, 1991, s. 35-39 DEMİREL, Yrd.Doç.Dr. Ömer, Sivas ve Sosyal Hayatianna Dair Bazı II. Milletler Devletinde Mevlevihaneler Kongresi, 1993, s. 217-224 DERDİYOK, Yrd.Doç.Dr. İ. Çetin, Mesnevi-i IX. Milli Mevlana Kongresi, ı 997, s. 75-84 DERMAN, Prof.Dr. Çiçek, XVI. X. Milli Mevlana Kongresi, 2002, I, 61-71 338 Arası Osmanlı ve Bir ıv.ı.e,snen _ _ _ , Umı.tulan Bir Mevlevi: Ressam Murtaza Ekler (1874-1969), X. Milli Mevlana Kongresi, 2002, II, 41-53 DİKİCİ, Prof.Dr. Recep, Abdülgani en-Nablusi ve Süleymaniye Kütüpha- nesi'ndeki Mesnevi Dibikesi Şerhi, IX. Milli Mevlana Kongresi, 1997, s. 191-196 _ _ _ , Seyyid Burhaneddin Muhakkik-i Tirmizi, Hz. Mevlana'nın Çevresi ve Etkileri, 1998, Mevlana Panellerinde Sunulan Bildiriler -I-, 2000, s. 11-13 _ _ _ , Mesnevi Şerhleri Üzerine Bazı Düşünceler, Hz. Mevlana ve Ailesinin Konya'ya Gelişlerinin 771. Yıldönümü, 1999, Mevlana Panellerinde Sunulan Bildiriler -I-, 2000, s. 51-56 _ _ _ , Abdülgani en-Nablfisi'nin Mevlevilik Adabma Dair el-Ukudü'lLü'!üiyye'si ve Müstakimzade'nin Şerhi, X. Milli Mevlana Kongresi, 2002, I, 203-211 ___ , XIII. Yüzyılda Konya ve Çevresinde Kültür Faaliyetleri (Cultural Activities in and around Konya in 13r1ı Century), III. Uluslar Arası Mevlana Kongresi, 2004, s. 149-160 DÜZEN, Prof.Dr. İbrahim, Mevlana'mn Tasavvufi Görüşüne Göre İnsan, V. Milli Mevlana Kongresi, 1991, s. 29-34 EKREM, Mehmet Ali, Dimitriye Kantemir Gözü ile Mevlevilik (Sufism From the Viewpoint of Dimitrie Kandemir), I. Milletler Arası Mevlana Kongresi, 1987, s. 191-197 EMELYANOVA, Dr. Nadejda, Xx. Yüzyılın Birinci Yarısında Kuzey Kafkasya'da Kadiri Tarikatı Örneğinde Sufilik (Çeçenistan; İnguşetiya Ve Osetiya) (Sufism in the Early 20th Century in Northen Caucusas (Ingushistan and Osetya), III. Uluslar Arası Mevlana Kongresi, 2004, s. 129-134 EMİN, İlhami, MevHina'mn Mesnevi'sinde Kimi Bengi Fikirler, ll. Milletler Arası Mevlana Kongresi, 1990, s. 57-60 ENGİNÜN, Prof.Dr. İnci, Romancılanmız ve Mevlana, II. Milli Mevlana Kongresi, 1986, s. 27-36 EROL, Dr. Erdoğan, Mevlana Gelince Babası Ayağa Mevlana Kongresi, 3-4 Mayıs I 991, s. 85-96 Kalktı mı?, V. Milli _ _ _ , Şeyh Mehmed Arif Çelebi Zamanmda Mevlana Külliyesine Hizmeti Geçenler, VI. Milli Mevlana Kongresi, 1992, s. 61-74 _ _ _ , Veled Çelebi Zamanmda Mevlevihaneler ve Çelebi'nin Şeyhlere Resmi Hitap Şekilleri, VII. Milli Mevlana Kongresi, 1993, s. 55-64 _ _ _ , Mevlana Dergahı'nda Sikke-Hane Var mı idi?, II. Milletler Arası Osmanlı Devletinde Mevlevihaneler Kongresi, 1993, s. 283-287 339 _ _ _ , Mevlevilikte Çorap Mest, VIII. Milli Mevlana Kongresi, 1996, s. 125-134 _ _ _ ,Mevlana Müzesi Bahçesindeki Mezarlar Neden Kaldmlmıştı?, X. Milll Mevlana Kongresi, 2002, I, 79-95 _ _ _ , Gümüş Şebeke (The Silver 'Şebeke'), III. Uluslar Arası Mevlana Kongresi, 2004, s. 193-203 ERSOYLU, Yrd.Doç.Dr. Halil, Türk Dilinde "Mevlana" ve "Mevlevi" Kelimeleri, I. Milli Mevlana Kongresi, 1985, s. ı 15-125 Feıridım Naliz Uzhık (1902-1974), X. Milli Mevlana Kongresi, 2000, II, 183 Fotoğıraflaırla Uzluk Ailesi, X. Mill! Mevlana Kongresi, 2000, II, 187-201 FOURCROY, Prof.Dr. Abdul Majeed, Tasavvuf ve Kongresi, 1995, s. 19-28 Batı, ı 82- VIII. Milli Mevlana GARAUDY, ProfDr. Roger, L'Homme Chez Mevlana et Goethe (Mevlana ve Goetlıe' de İnsan, Çev: Yrd.Doç.Dr. Abdullah Öztürk), (07.1 0.1993 tarihinde "Fahri Doktora Payesi" verilmesi münasebetiyle sunulmuş­ tur.),Vll. Milli Mevlana Sempozyumu, 1996, s. 47-61 GLASSEN, Prof.Dr. Erika, Trablusşam Mevlevihanesi, II. Milletler Osmanlı Devletinde Mevlevlhaneler Kongresi, 1993, s. 27-30 Arası GLÜNZ, Dr. Michael, A Few Remaırks on A Story From the Mesncvi, I. Milletler Arası Mevlana Kongresi, 1987, s. 206-21 O GÖÇGÜN, Doç.Dr. Önder, Mevlana ve İnsan, I. Milli Mevlana Kongresi, 1985, s. 161-173 _ _ _ , Bir Mevlevi 287-293 Şairi: Şeref Hamm, Il. Milli Mevlana Kongresi, 1986, s. GÖLCÜK. Prof.Dr. Şerafeddin, MevHina Tasavvufunda Bazı KeHiml Motifler, I. Mi lll Mevlana Kongresi, 1985, s. 76-82 _ _ _ , Mevlana ve Tevhid Akidesi, IL Milli Mevlana Kongresi, 1986, s. 273-280 GÖYÜNÇ, Prof.Dr. Nejat, Mevlana Müzesi Arşivi, II. Milli Mevlana Kongresi, 1986, s. 101-109 _ _ _ , Mevlcvilik ve Sosyal Hayat, II. Milletler 1990, s. 95-101 Arası Mevlana Kongresi, _ _ _ , Konya MevHina Müzesi Arşivinin Önemi Hakkmda, II. Milletler Arası Osmanlı Devletinde Mevlevlhaneler Kongresi, 1993, s. 25-27 GÜNER Dr. Agah Oktay, Hazret-i Mevlana ve İnsan Sancısı, II. Milletler Arası Mevlana Kongresi, 1990, s. 17-34 340 GÜRBÜZ, Adnan, Amasya Mevlevihanesi ve Vakıflan, II. Milletler Arası Osmanlı Devletinde Mevlevihaneler Kongresi, I 993, s. 287-293 GÜRSÖY, Prof. Dr. Kenan, Mevlana'nın Batıdaki Etkisinin Nedenleri, Mevlana'nın Güncelliği Paneli, 2003 GÜZEL, Prof.Dr. Abdurrahman, Ahmed Yesevi ve Hacı Bektaş Veli'nin Eserlerinde Görülen Dört Kapı Kırk Makam'daki Ortak ve Ayn Makamlar Üzerine Bir Değerlendirme, III. Uluslar Arası Mevlana Kongresi, 2004, s. 7-17 HADZİOSMANOVİÇ, Prof.Dr. Lamija, Fadıl Paşa Şerifoviç Bosnevi (19. y.y.) Eserlerinde Mevlevilik Hattı, II. Milletler Arası Mevli"ina Kong- resi, 1990, s. 155-158 HALICt Feyzi, Mevlana Dostları, I. Milli Mevlana Kongresi, 1985, s. 101104 _ _ _ , Ruhaileriyle Mevlana Hazretleri, II. Mi lll Mevlana Kongresi, 1986. s. 85-89 _ _ _ , Mevlana'mn Şii.r Dünyası, (Poetic World of Mevlana), I. Milletler Arası Mevlana Kongresi,l987, s. 243-247 _ _ _ , Hz. MevHl.na ve İnsan Sevgisi, İnsan Hakları, Hoşgörü ve Mevlana Sempozyumu, Konya 1994, s. 51-57 _ _ _ , Güney Afrika'da, Amerika'da, Almanya'da ve Japonya'da Mevlana Sevgisi, IX. Milli Mevlana Kongresi, 1997, s. 15-30 HARTMANN, Angelika, Rumi'nin Bir Çağdaşı Olan Omar asSuhravardi'de Tann ve Dünya imajı, Uluslar Arası Mevlana ve Goethe Kongresi, 1995 HATEMİ, Prof.Dr. Hüseyin, MevHl.na ve Tabii Hukuk Düşüncesi, VIII. Milli Mevlana Kongresi, 1996 HA TEMİ, Prof. Dr. Hüsrev, Mevlana'nın Fikirlerinin Günümüz insanına Tesirleri, MevH\na'nın Güncelliği Paneli, 2003 HİLMİ, ProfDr. Mahmut, MevH!na Celaleddin er-Rumi. IV. Mi lll Mevlana Kongresi. 1989, s. 147-152 HURE, Jacques, Mevlana ve Goethe'de lana ve Goethe Kongresi. I 995 Şiirsel Anlatım, Uluslar Arası Mev- Ekrem, Modernleşme Çağmda Mevlcvllik: Siyaset. İdeoloji ve Örgütlenme, X. Milli Mevlana Kongresi, 2002, I, 227-236 ___, Mevleviliğin Tarihsel Temelleri: Sultan Vcled ve Çelebilik Makamının Kuruluşu (Historical Foundations of Mevlevi Phylosophy: Sultan Veled and the Astablishment of the Rank of Çelebi), Ili. Uluslar Arası Mevlana Kongresi, 2004, s. 95-98 341 İKBAL, Dr. Javid, İkbal'in Manevi Rehberi: MevHhıa, I. Milletler Arası Mevlana Kongresi, 1987, s. 43-48 ___ , İkbal ve MevHina-Mukayeseli Bir İnceleme, II. Milletler Arası Mevlana Kongresi, 1990, s. 201-203 İLGAR, Uzm. Yusuf, Afyonkarahisar Mevlevihanesi, II. Milletler Arası Osmanlı Devletinde Mevlev!haneler Kongresi, 1993, s. 107-141 JAHANBANI, M., Mevlana ve Goethe'de Şiir, Uluslar Arası Mevlana ve Goethe Kongresi, 1995 KABAKLI, Ahmet, Mevlana'nm Sanatı ve Şiir Anlayışı, I. Milll Mevlana Kongresi, 1985, s. 29-37 ___ ,Mevlana' mn Sanatı, II. Milli' Mevlana Kongresi, 1986, s. 9-18 KAFADAR, Doç.Dr. Yılmaz, İnsan Sağhğmda Sevginin Yeri, II. Milll Mevlana Kongresi, 1986, s. 37-39 KAHY A, Prof. Dr. Esin, Anadolu Selçuklularmda Bilimsel Düşüncenin Kısa Bir Değerlendirmesi (A Brief Evaluation of Scientific Thought in Anatolian Seljuks), III. Uluslar Arası Mevlana Kongresi, 2004, s. 245252 KARA, Dr. İsmail, Hanya Mevlevihanesi ve Vakfiyesi, II. Milletler Arası Osmanlı Devletinde Mevlevihaneler Kongresi, l 993, s. 293-296 KARA, Doç.Dr. Mustafa, Bursa Mevlevihanesi ve Ahmed Cunfmi Dede Vakfiyesi, II. Milletler Arası Osmanlı Devletinde Mevlevihaneler Kongresi, 1993, s. 155-166 KARAAGAÇ, Dr. İhsan A., Dr. Feridun Nafiz Uzluk'un Yaşann ve Tıp Tarihi- Tıbbi Deontoloji Öğretisinin Mevlevilik Araştırmalanna Katkıları, X. Milli Mevlana Kongresi, 2002, II, 1 1-1 7 KARAGÜL, Dr. Arslan, Hollanda'da Müslüman-Hıristiyan Ortak Çalış­ malan (Colloborative Muslim-Christian Studies in Netherlands), III. Uluslar Arası Mevlana Kongresi, 2004, s. 67-70 KARAHAN, Prof.Dr. Abdülkadir, Mevlana'mn Dünya ve Hayat Görüşü ve Bunun Türk, İran ve Urdu Edebiyatlanndaki Etkileri, III. Milll Mevlana Kongresi, 1988, s. 27-36 ___ ,Hadis Bilgini olarak Mevlana, VI. Milli Mevlana Kongresi, 1992, s. 1 ı- ı 5 ___ , Mutasavvıf Şair Olarak MevHina, VI. Milli Mevlana Kongresi, 1992,s.17-23 ___ , Mevlana'nın Mümtaz Şahsiyeti ve Tükenmez Enerjisi, VII. Milll Mevlana Kongresi, 1993, s. I 1-16 342 Tasavvufi Geleneğinde MevHiVI. Milli Mevlana Kongresi, 1992, s. 87-90 VII. Milli Mevlana Kongresi, 1993, s. 89-96 Hakları, Hoşgörü ve Mevlana "Taklid" ve "Mukanid" VI. Milli Mevlana 1 S. Fak. Edebiyat Dergisi, sayı: 910,1994-1995, s. 61-67 VII. Milll Mevlana Sempozyumu, "Edeb" VUI. Milli Mevlana Kongresi, 1996, s. 7- 17 _ _ _ (Prof.Dr.), IX. Milli .cv.a-."'u'" 1997, "Mevlana ve Mevlevl EdeX. Milli Mevlana Kongresi, _ _ _ -'""·''"'"""'·Türk Mevlana'mn Yeri ve Edebi Miras X. MilliMevlana Kongresi, 2002, I, 127-135 Mevlana'nın GünI. Milli Mevlana Kongresi, 1985, s. 175-177 _ _ _ , Remzi Te'vil ve Hz. 11-125 II. Milli Mevlana Kongresi, 1986, s. Arşivini Koruyan Bir Milll Mevlana Kongresi, '"''""~ILi"- ÜniversiteUzhıl.: Arşivi'nin X. Milli Mevlana Kong- IV. Milli Mevlana Kongre- 343 _ _ _ , Çağdaş Mevlevi Bilgin ve Edip V el ed Çelebi İz budak, VI. Mi lll Mevlana Kongresi, 1992, s. 5 ı -60 _ _ _ , Mevlana' da Tabiat Sevgisi, VIII. Milli Mevlana Kongresi, ı 15-123 ı 996, s. _ _ _ , Sema' m Menşei Hakkmda Birkaç Söz, IX. Milli Mevlana Kongresi, ı 997' s. 85-92 _ _ _ , Sultan-Mevlevi İlişkilerine Genel Bir Bakış, X. Milli Mevlana Kongresi, 2002, I, 35-49 _ _ _ , Raks ve Devran Etrafmda Tartışmalar (Debates araund the Whirling of Dervishes), III. Uluslar Arası Mevlana Kongresi, 2004, s. 291-302 KAZANCIGİL, Prof.Dr. Aykut, Prof.Dr. Feridun Nafiz Uzluk (1902-1974), Hayatı-Çahşmalan, X. Milli Mevlana Kongresi. 2002, II, 65-89 KEKLİK, Prof.Dr. Nihat, MevHina'da Metafor Yoluyla Felsefe, I. Milli Mevlana Kongresi, 1985, s. 39-73 KLEIN, Prof.Dr. Arpad, Orientalische Ekmente in Der Romantische:n Reflexion, II. Milletler Arası Mevlana Kongresi, 1990, s. 13 l -138 KOCATÜRK Doç.Dr. Sadettin, Mevlana'ya Göre Varhğm Mahiyeti, I. Milli Mevlana Kongresi. 3-5 Mayıs 1985. s. 365-394 _ _ _ , Mevlana'nın Mesnevi'de İnsanlara Mesajı, (The Message of Mevlana in the Mesnevl), I. Milletler Arası Mevlana Kongresi. 1987. s. 7788 _ _ _ ,Mevlana' mn Divanmda İlahi Zat ve İnsan, III. Milli Mevlfma Kongresi, 1988, s. 263-280 _ _ _ , Mev!ana'mn Divam'nda Aşkm Çilesini Çekmek, II. Milletler MevHina Kongresi, 1990. s. 61-83 Arası KOÇKUZU, Doç.Dr. Ali Osman, Mesnevi'nin Birinci Defterinde, Hazret-i Peygamber'e ve Hadislerine Yapılan Atıflar Üzerine, II. Milll MevIana Kongresi. 1986, s. 235-248 _ _ _ (Prof.Dr.), lVIesnevi'ni.n Üçüncü Derterindeki Hazret-i Peygambere ve Hadislerine Yapılan Atıflar, III. Mill! Mevlana Kongresi, 1988, s. 213-229 _ _ _ , Mesnevi'nin Dördüncü Defterindeki Peygamberimize ve Hadislerine Yapılan Atıflar, VII. Mi lll Mevlana Sempozyunıu, 1995, s. 3-19 _ _ _ , Mesnevi'nin Beşinci Yapılan Atıflar, _ _ _ , Mesnevi'nin Defterindeki. Peygamberimize ve Sözlerine VIII. Milli Mevlana Kongresi, 1996. s. 95-113 Altmcı Defterinde Peygamberimize ve Hadislerine IX. Milli Mevlana Kongresi, ı 997, s. 3 ı -44 Yapılan Başlıca Atıflar, 344 ___ , SipehsiHar Adh Eserde Konevi'ye 126 KORGER Prof.Dr. Mathias, The :'::iııırmıtıc~m.c:e of Mevlana for Perennis, ("Philosophia Perennis" Açısından Mevlana'nın Önemi), L Milletler Arası Mevlana Kongresi, 1987, s. 91-98 KORUCUOGLU, Nevin. resi, 2002, I, 197-202 X. Milli Mevlana Kong- Mistik (Introduction KÖSE, ProfDr. Ali, of Mystic Islam to Europeans), Ht Uluslar Arası Mevlana Kongresi, 2004, s.6l-66 KÖSTÜKLÜ, ProfDr. Nuri, Vatan Savımmasmda Gönül Erleri: "Mücahi, X. Milli MevHina Kongresi, 2002, I, 213-226 din-i Mevleviye KRYNICKI, A. K., ve Goethe'nin Etkileri. Rumi'nin Türbesinde Maurice Barn~s, Uluslar Arası Mevlana ve GoBir Goethe ethe Kongresi, 1995 Prof. Lect., Bilal, The Preface to the Matlmawi: 'il Ankaravi's (Mesnevi'ye Giriş: İsmail Ankaravi Şerhi), IIL Uluslar Arası MevHina Kongresi, 2004, s. 303-314 KÜÇÜK Yrd.Doç.Dr. Hasan, Mevlana Felsefi I. Milll Mevlana Kongresi, 1985, s. 307-323 KÜÇÜK, Yrd.Doç.Dr. Hülya, Göre Halifeleri (The Calips of Mevlevi According to ibtidaname), III. Uluslar Arası Mevlana Kongresi, 2004, s. 85-94 KÜÇÜK, Yrd.Doç.Dr. Sezai, Bütün XIX. Mevlevihanesi, X. Milli Mevlana Kongresi, 2002, I, 163-196 KÜÇÜKCAN, Doç.Dr. Talip, Avrupa'da Kültürel Çoğulculuk, Göçmenler ve Türk Toplumu (Cultural Plmalism in Europe and Turkish Community), III. Uluslar Arası Mevlana Kongresi, 2004, s.47-60 KÜÇÜKDAG, Yrd.Doç.Dr. Yusuf, Abdülkadir Efendi III. Milli Mevlana Kongresi, 1988, s. 281-296 ___ , 1251 H./1835 M. Tarihli Türbesi ve Efendi Tamir ve İnşası II. Milletler Arası Osmanlı Devletinde Mevlevlhaneler Kongresi, 1993, s. 181-207 KÜRKÇÜOGLU, A. Cihat, Urfa Mevlevihanesi, IL Milletler Arası Osmanlı Devletinde Mevlevlhaneler Kongresi, 1993, s. 303-31 1 KUŞPlNAR MAGLAJLIC, Dr. Munib, Tarikat in Mevlana Kongresi, 1990, s. 159-162 II. Milletler Arası 345 MAHMUT, Dr. Nedret, MevHina-Romanya Kütüphanelerinde, II. Milletler Arası Mevlana Kongresi, 1990, s. 163-167 MAHMUT, Dr. Enver, Mevlana'mn Duygusal Düşünceler, II. Milletler Arası Şiir San'atı Hakkında Bazı Mevlana Kongresi, 1990, s. 39-45 MANDEL KHAN, Prof.Dr. Gabriel, La Bibliographie Italienne Sur MevHl.na, (İtalyancada Mevlana Bibliyografyası, The Bibliographie of Mevlana in Italian), I. Milletler Arası Mevlana Kongresi, 1987, s. 123-127 ___ , Bir Klasik Operamn Öncüsü MevHina Celaleddin Rumi, III. Milli Mevlana Kongresi, 1988, s. 37-40 _ _ , Tolerans, Ahlak ve Türk Kimliği, Uluslar Arası Mevlana ve Goethe Kongresi, 1995 MAZIOGLU, Prof.Dr. Hasibe, Ahmet Remzi Akyürek (Remzi Dede), I. Milli' Mevlana Kongresi, 1985, s. 240-254 ___ , Dede Ömer Rfişeni ve Çoban-name'si, (Choban-Name by Dede Omar Rusheni), I. Milletler Arası Mevlana Kongresi, 1987, s. 49-57 MEHMET, Mustafa Ali, MevHina ve Mevlevilik Tarikatının "Hoşgörülük" ve "Hümanist" Prensiplerinin Osmanlı Döneminde Dobruca'da Türk-İslam Kültür Ocaklan Tarafından Yaşatılması Hakkında Bazı MüHihazalar, (Same Reflections on the Survival of the Ideas and the Sufistic Sect of Mevlana in Dobrudja), I. Milletler Arası Mevlana Kongresi, 1987, s. 159-163 MEYEROVITCH, Dr. Eva de Vitray, Pn~sence de Mevlana Güncelliği, (Mevlana'nın Contemporary Thoughts of Mevlana), I. Milletler Mevlana Kongresi, 1987, s. 27-33 Arası MICHOT, Prof.Dr. Jean R., Des-Alteration et epiphanie: Une Lecture Avicennienne da la Danse Mevlevie, VI. Milli Mevlana Kongresi, 1992, s. 25-33 MİKULSKİ, Prof.Dr. Dmitri V., Artides On Mawlana Rumi In The Russian Encydopaedias Of The Soviet Period (Sovyetler Döneminde Rusça Ansiklopedilerde Mevlana İle İlgili MAkaleler), III. Uluslar Arası Mevlana Kongresi, 2004, s. 115-1 18 MUMCU, Prof.Dr. Ahmet, Hukuk Açısından Mevlana, İnsan Hakları, Hoş­ görü ve Mevlana Sempozyumu, Konya ı 994, s. 7 I -82 MURNER, Clara, Mesnevi'de Akıl, Uluslar Arası Mevlana ve Goethe Kong- resi, 1995 MUZBEG, İskender, Mevlana'nın Sarayova'da (Yugoslavya) Yayınlanan Mesnevi'sine (I. ve II. dlt) Çeviri Açısından Genel Bir Bakış, II. Milletler 346 Arası Mevlana Kongresi, 1990, s. 169- ı 73 el-NEKLAVİ, Prof.Dr. Fethi, Mesnevi'nin Tanımladığı Mevlana'da Ahlak, IL Milletler Arası Mevlana Kongresi, 1990, s. 89-93 NEUMANN, Dr. Christoph K., XIX. Yüzyıla Girerken Konya Mevlevi Asitanesi İle Devlet Arasındaki ilişkiler, II. Milletler Arası Osmanlı Devletinde Mevlevihaneler Kongresi, 1993, s. 167-180 OCAK, Prof.Dr. Ahmet Yaşar, Bir XIII. Yüzyıl Mutasavvıfı ve Sufisi Olarak Mevlana Celalüddin-i Rumi, IV. Milli Mevlana Kongresi, 1989, s. 139-146 _ _ _ , Türkiye Tarihinde Merkezi İktidar ve Mevleviler (XHI.-XVIH. Yüzyıllar) Meselesine Kısa Bir Bakış, H. Milletler Aras1 Osmanlı Devletinde Mevlevihaneler Kongresi, 1993, s. 17-23 _ _ _ , Türkiye Selçuklulan Devrinde Şehirli Tasavvufi Düşünce Yahut Mevlana'yı Yetiştiren Ortam, III. Uluslar Arası Mevlana Kongresi, 2004, s. 19-30 ODABAŞI, Safa, Dergah Kilerine Ait 1317 (1899-1900) Tarihli Emtia-i Taamiyye Defteri, X. Milli Mevlana Kongresi, 2002, I, 265-274 OKAY, Prof.Dr. M. Orhan, Osmanlı'da Mesnevihanhk Geleneği ve Son Mesnevihanlardan Tahirü'l-Mevlevi ( 17 Aralık 1999 tarihinde yapı­ lan "Mevlevlliğin Kültür ve Edebiyatıımza Katkıları" konulu panelde sunulmuştur.), X. Milli Mevlana Kongresi, 2002, L 309-314 ÖGEL, Prof.Dr. Bahaeddin, Mevlana ve Türk Kültürü, I. Milli Mevlana Kongresi, 1985, s. 1-4 ÖNDER, Dr. Mehmet, Mevlana'mn El Yazısı Üzerine Bir Araştırma, I. Milli Mevlana Kongresi, 1985, s. 291-298 _ _ _ , Mevlana'dan Sonra Çelebi Hüsameddin, II. Mill! Mevlana Kongresi, 1986, s. 19-26 _ _ _ , Bir İddiaya Cevap: (Yine Gel, Yine GeL) Ruhaisi MevHina'mndır, (The Quatrian "Yine Gel, Yine Gel" Belongs to Mevlana), I. Milletler Arası Mevlana Kongresi, 1987, s. 117-120 _ _ _ , Mevlana'yı Minyatürlerle Anlatan Yazma Bir Eser, IV. Mill! MevHina Kongresi, 1989, s. 41-47 _ _ _ , MevHina'mn Eserlerinin Dünya'daki En Eski Yazma Nüshalan, II. Milletler Arası Mevlana Kongresi, 1990, s. ll- 15 _ _ _ , Molla Cami'de Mevlana Hayranlığı, VI. Milll Mevlana Kongresi, 1992, s. 75-82 _ _ _ , Mevlana'nın Türkçesi, VII. Milll MevHina Kongresi, 1993, s. 27-36 _ _ _ , Atatürk ve Mevlana Sevgisi, İnsan Hakları, Hoşgörü ve Mevlana Sempozyumu, Konya 1994, s. 44-49 347 - - -, İkbal'in Eserlerinde Mevlana ve Goethe, Uluslar Arası Mevlana ve Goethe Kongresi, 1995 _ _ _ , Mevlana ile Şems'in Konya'da Buluştukları Yer, VIII. Milli Mevlana Kongresi, 1996, s. 65-72 ___ , Mevlana Konya İçin Neler Söyledi, IX. Milli Mevlana Kongresi, 1997, s. 9-13 ___ ,Tarih Boyunca Mevlana Soyu-Fatih Sultan Mehmed Altmcı Göbekten Tonmudur (Family Tree of Mevlana: Fatih Sultan Mehmed is One of the Grandsons of Mevlana), III. Uluslar Arası Mevlana Kongresi, 2004, s. 71-72 ÖN GE, Doç.Dr. Yılmaz, Mevlana Türbesinin Çini Tezyinatı, I. Milll Mevlana Kongresi, 3-5 Mayıs 1985, s. 401-408 _ _ _ , MevHina Dergahmm Şadırvam, II. Mi lll Mevlana Kongresi, 1986, s. 61-70 ___ ,Konya Mevlana Dergahmm Kaybolan Bir Yapısı: Türbe Hammm, V. Milli Mevlana Kongresi, 1991, s. 75-84 ÖZ, Yrd.Doç.Dr. Yusuf, Anadolu'da Farsça Öğretiminde Mevlevilerin Rolü, Hz. Mevlana ve Ailesinin Konya'ya Gelişlerinin 771. Yıldönümü, 1999, Mevlana Panellerinde Sunulan Bildiriler -I-, 2000, s. 77-84 ___ , Süleyman Belhi Ailesi ve Son Mevlevi Postuişinleri İle MektupIaşmaları, X. Milli Mevlana Kongresi, 2002, I, 149-161 ÖZAKPINAR, Prof.Dr. Yılmaz, MevHina'nm Modenıliği ve Modem Bilim, II. Milletler Arası Mevlana Kongresi, 1990, s. 85-88 ÖZBEK, Prof.Dr. Abdullah, Anadolu'nun Türkleşip İslamlaşmasmda Yunus Emre'nin Rolü (The Role of Yunus Emre in Turkification and Islanıication of Anatolia), III. Uluslar Arası Mevlana Kongresi, 2004, s. 253-278 ÖZELSEL, Dr. Michaela Mihriban, Betrachtungen zu Östlichen und Westlichen Therapeutischen Ansatzcn: Ahnliches und Unterschiedliches, VI. Milli Mevlana Kongresi, 1992, s. 149-163 ÖZÖNDER, Yrd.Doç.Dr. Hasan, Mevlana Külliyesinin Mimari Teşekkülü. I. Milli Mevlana Kongresi, 1985, s. 395-400 ___ , Mevlevilikte Hat ve Hattat 1986, s. 129-149 Sıdki Dede, II. Milli Mevlana Kongresi, ___ , Ateş-baz Veli ve Mevlevi De.rgahlarmda "Ateş-baz Veli Makamı"mn Önemi, III. Milli Mevlana Kongresi, 1988, s. 97-110 ___ , Mevleviliğin Mısır' daki Temsilciliği: Kahire Mevlevihanesi, II. Milletler Arası Mevlana Kongresi, 1990, s. 175-194 348 _ _ _ ,Afyon Mevlevihanesi, V. Milli' Mevlana Kongresi, 1991, s. 97-123 _ _ _ , Kıbrıs'ta Mevlevilik ve MevleVıhaneler, VI. Milli Mevlana Kongresi, 1992, s. 99-117 _ _ _ , Kütahya Mevlevihanesi, II. Milletler Arası Osmanlı Devletinde Mevlevihaneler Kongresi, 1993, s. 69-90 _ _ _ , Yangmlarla Kaybettiğimiz Yenikapı Mevlevihanesi, IX. Milli MevHina Kongresi, 1997, s. 143-1 89 _ _ _ , Pırof.Dr. Feridun Nafiz Uzluk'un Mevlevi Kültüründeki Yeri ve Önemi, X. Milli Mevlana Kongresi, 2002, H, 1 ı l-l 25 ÖZSOY, B. Sami, Tarihçe-i Aktab, I. Milli Mevlana Kongresi, 1985, s. 179204 ÖZTÜRK, Yrd.Doç.Dr. Abdullah, Hayvan Hikayelerinde Mevlana ve La Fımtaine, VI. Milli Mevlana Kongresi, 1992, s. 139-147 _ _ _ ,Mevlana ve Goethe'de Aslıab-ı Kehf, Uluslar Arası Mevlana ve Goethe Kongresi, 1995 _ _ _ , Modem İnsamn Bulıranma Hz. Mevlana'nın Mesajı, VIII. Milli Mevlana Kongresi, 1996, s. 145-150 _ _ _ , Yedi Uyurlarm İnsanhk Tarihimieki Önemi: Mevlana ve Goethe'deki Yorumu, X. Milli Mevlana Kongresi, 2002, I, 291-300 ÖZTÜRK Doç.Dr. MürseL MevHina'nm Mektupları, I. Milli Mevlana Kongresi, ı 985, s. 83-92 Doç.Dr. İskender, Edebi Çehresiyle Mevlevihaneler, II. Milletler AraDevletinde Mevlevihaneler Kongresi, 1993, s. 55-61 sı Osmanlı PEKOLCAY, Yrd.Doç.Dr. A. Necla, Mevlana'nın Mesnevi'sinde Edeb ve İnsan, I. Milli' Mevlana Kongresi, 1985, s. 353-355 _ _ _ , Mevllina'nm Mesnevi'sinde ManaDilinin Hususiyetleri, Mevlana Kongresi, ı 988, s. 205-21 1 _ _ _ (Doç.Dr.), Mevlana'nın Etkileri (Mevlana'mn Tesir Milli Mevlana Kongresi, 1989, s. 49-55 m. Milli Alanları), IV. Celaleddin ve İnsan Haysiyeti ile İnsan İnsan Hakları, Hoşgörü ve Mevlana Sempozyumu, Konya, 1994, s. 83-93 POTZ, Prof.Dr. Richard, Prof.Dr. Natalya İlyiniçna, The Proplems of Inside-Outside Mystic Relationships in Calal ad-Din Rumi and Muhammed İkbal (Celaleddin Rumi İle Muhammed İkbal Arasmda Mistik İşbirli­ ğindeki Batm ve Zahiır Problemleri), III. Uluslar Arası Mevlana Kongresi, 2004, s. 1 19- I 23 349 RIZA, Prof.Dr. İskender, Kosova'daki Melami Tekkelerinde MevHina'ya Ait Gelenekler, I. Milletler Arası Mevlana Kongresi, 1987, s. 109-116 SAKAOGLU, Doç.Dr. Saim, Mesnevi'deki Hikayelerin Kaynakları ve Tesirleri. I. Mill! Mevlana Kongresi, 1985, s. 105-1 13 _ _ _ (Prof.Dr.), Bir Selçuklu Bilgesi Olarak Nasrettin Hoca'ya Bakış (Nasreddin Hodga as a Wiseman of Seljuk), III. Uluslar Arası Mevlana Kongresi, 2004, s. 285-289 SAVİ, Doç.Dr. Saime İnal, MevHina'mn Rubaileri. (The Quatrains of Jalal Al-Din Rumi), I. Milletler Arası Mevlana Kongresi, 1987, s. 69-74 _ _ (Prof.Dr.), Mevlana ve 49 Barış, IX. Milli Mevlana Kongresi, 1997, s. 45- SAVRAN, Doç.Dr. A., Mesnevi'de Kur'an Tesiri, I. Mill! Mevlana Kongresi, ı 985, s. 93-99 SAY AR, Prof. Dr. Ahmet Güner, Hasan Ali Yücel' den Feridun N Miz Uzluk' a Mektuplar, X. Milli Mevlana Kongresi, 2002, II, 97-103 SCHAAR, Ingrid, Mevlana in Meiner Kunts, II. Milletler Kongresi, 1990, s. 205-207 Arası Mevlana SCHOBER, Angelika, Gelenek ve Yenilik Arasmda Goethe, Uluslar Mevlana ve Goethe Kongresi, 1995 Arası Selçuk Üniversitesi Selçuklu Araştırmalan Merkezi (SÜSAM), X. Milli Mevlana Kongresi, 2000, II, 177 SEPETÇİOGLU, Mustafa Necati, İslam Düşünürlerinin Yorumlanması ve Yorum Usul ve Ahlakı Üzerine, I. Mill! Mevlana Kongresi, 1985, s. 255-273 _ _ _ ,Mevlana CeHHeddin Rfimi'de: Yönetenler ve Yönetilenler, II. Milli Mevlana Kongresi, 1986, s. 151-157 _ _ _ , Darwin'den Önce Bir Mevlana Düşüncesi, (An Idea of Mevlana Preceding Darwin), I. Milletler Arası Mevlana Kongresi, 1987, s. l 85189 _ _ _ , Gel Gel Çağrısı Üzerine Tartışmalar, III. Milli Mevlana Kongresi, 1988, s. 167-172 _ _ _ (Dr.), Eski Bi.r Türk Oyunu ve Sema, IV. Milli Mevlana Kongresi, 1989, s. 35-39 _ _ _ , Mevlana Celaleddin Rumi'de Hikaye, II. Milletler Kongresi, 1990, s. 35-38 Arası Mevlana SERGEN, Semih, İslam'da ve Hz. Mevlana'da Karlma Saygı, I. Milli Mevlana Kongresi, 1985, s. 358-363 350 _ _ _ , Mevlevilikte San' at ve San'atkar, II. Milli Mevlana Kongresi, 1986, s. ı 71-176 _ _ _ , Hz. Şems'in Gerçekleştirmek istediği, IV. Milll Mevlana Kongresi, 1989, s. 75-79 _ _ _ , MevHina'mn İnsana Bakışı, II. Milletler Arası Mevlana Kongresi, ]990, S. !09-115 _ _ _ , Karol Szymanowky'nin Mevlana Senfonisi, V. Milli Mevlana Kongresi, 1991, s. 13-17 _ _ _ , Bir Gazelin 23-26 Düşündürdükleri, VII. Milli Mevlana Kongresi, 1993, s. SEVGi. Yrd.Doç.Dr. Ahmet, Mevlana'nın Bir Beyti Işığmda Kanaat Zenginliği Üzerine Düşünceler, III. Milli Mevlana Kongresi, 1988, s. 163166 _ _ _ , XIX. Yüzyıl Mevlevi Şairlerinden Mehmet Şefik Efendi ve Divançesi, VI. Mill! Mevlana Kongresi, 1992, s. 131-138 _ _ _ , İsmail Hakkı Bursevi'nin Mesnevi Şerhinde (I. cilt) Müellife Ait Manzum Parçalar, VII. Milli Mevlana Kongresi, 1993, s. 43-48 _ _ _ , XIX. Yüzyıl Mevlevi Şairlerinden Konya'lı Şemsi Dede ve Divançesi, (3 Mayıs 1994, VI. Milll Mevlana Sempozyumu'nda sunulmuştur.), VII. Milli Mevlana Sempozyumu, 1996, s. 62-73 _ _ _ , Dinlemenin Önemi ve Mesnevi, VII. Milli Mevlana Sempozyumu, 1995, s. 43-46 _ _ _ , Gönül Kabesi ve Mevlana, VIII. Milli Mevlana Kongresi, 1996, s. 29-35 _ _ _ (Doç.Dr.), Kültür Hayatımızda Mesnevi'nin Yeri, 723. Vuslat Yıldö­ nümü Mevlana Paneli, 1996, Mevlana Panellerinde Sunulan BildirilerI-, 2000, s. 109-1 ı 3 _ _ _ ,Kültür Tarihimizde Sohbetin Yeri ve Mevlana, Mevlana ve Mevlevi Edebiyatı, 1997, Mevlana Panellerinde Sunulan Bildiriler -I-, 2000, s. 115-118 _ _ _ , Mevlana ve Düşünce, Hz. Mevlana'nın Çevresi ve Etkileri, 2000, Mevlana Panellerinde Sunulan Bildiriler+, 2000, s. 15-17 _ _ _ , Mesnevi' de Adalet ve Zulüm Kavramları., Hz. Mevlana ve Fikirleri, 2000, Mevlana Panellerinde Sunulan Bildiriler -I-, 2000, s. 93-96 _ _ _ , Mevlana ve Hürriyet (14 Aralık 2000, "727. Vuslat Yıldönümünde Hz. Mevlana" konulu panelde sunulmuştur.), X. Milli Mevlana Kongresi, 2002, I, 323-326 351 SEV'İŞ, Emk. Müh. Edip, Mevlevi Şair Mithat Balıari Beytur ve Neyzen Fahrettin Dede ı VI. Milli Mevlana Kongresi, 992, s. 83-86 (Türk) Mekan Sözcüğü Hakkında DüşünceMirali, ler, (Concept of Space in Turkish Mythology), I. Milletler Arası Mevlana Kongresi, 1987, s. 331-344 Öğr.Gör. Mualla, Mevlana'nın ve Mevlevilerin Giysilerinin Mo- I. Mill! Mevlana Kongresi, 1985, s. 427-447 Dr. Sefer, Mesnevi' de Geçen Peygamber Kıssalan ( !7 Aralık 2002, "729. Vuslat Yıldönümünde Mevlana Celaleddin-i Rumi" konulu panelde sunulmuştur). Prof.Dr. Ayhan, Hazret-i Mevlana ve na Kongresi, 1986, s. 3-7 Mfisıkimiz, II. Milli Mevlft- Kemal, Mevlana'nm İnsan ve İnsanlık Anlayışı, III. Milli Mevlana Kongresi, 1988, s. 149-155 SÖZEN, Prof.Dr. Edibe, Kültürler Arası İletişim ve Bir Merkez-Çevre Olarak İnsan Haklan (Inter-Cultural Comımınication and Human Rights as a Center-Periphery Relation), III. Uluslar Arası Mevlana Kongresi, 2004, s. 31-34 SURUŞ, Dr. Abdülkerim, ve Hafız'ı Şiir Söylemeye iten Nedenler ve Karşılaştıkları Engeller, III. Milli Mevlana Kongresi, 1988, s. 189203 Prof. Dr. Anna, The Indian-Turkish Connectiıons In The Sufısm (Multan'da (Pakistan) Şems Tebrizi Mezarı ve Güney Asya'daki Bazı Derviş Tarikatlarının Türk Bağlantıları), III. Uluslar Arası Mevlana Kongresi, 2003, s. l 25-128 ŞAFAK, Yrd.Doç.Dr. Yakup, Tasavvufi Şiirde Mecazi Anlatım (3 Mayıs 1994, VI. Milli Mevlana Sempozyumu'nda sunulmuştur.), VII. Milli Mevlana Sempozyumu, 1996, s. 81-88 _ _ _ ,Hz. Mevlana ve Çevresindeki Bazı Önemli Şahsiyetler, Hz. Mevlana'nın Çevresi ve Etkileri, 1998, Mevlana Panellerinde Sunulan Bildiriler -L 2000, s. 33-39 _ _ _ , Uzluk Ailesi'nin Mevlevilik Araştırmalanna Katkılan (727. Vuslat Yıldönümü münasebetiyle 14 Aralık 2000 tarihinde Selçuk Ün. Selçuklu Araştırmaları Merkezi'nce düzenlenen panelde sunulmuştur.), X. Mi lll Mevlana Kongresi, 2000, II, 143-150 Şahabeddiıı Uzluk (1900-1989), X. Milli Mevlana Kongresi, 2000, II, 179-180 Kamil, Çorum Mcvlevihanesi, X. Milli Mevlana Kongresi, 2002, I, 97-103 352 ŞAHİN, Yrd.Doç.Dr. Naim, Mevlana C. Rumi (1207-1270) ve G.W.F. llegel (1770-1831)'de "Aşk, Varhğm Birliği ve Ölüm" Meselesi, X. Milli Mevlana Kongresi, 2002, I, 275-290 ŞAHİN, Öğ.Gör.Tahir Erdoğan, Erzincan'da Mevlevilik Hareketleri, IX. Milli Mevlana Kongresi, 1997, s. 123-141 ŞEFİKOGLU, İskender Muzbeg, Yugoslavya'da Yaşayan Türk Şairlerinin Şiirlerinde Mevlana, (Mevlana in the Works of Turkish Poets Living in Jugoslavia), I. Milletler Arası Mevlana Kongresi, 1987, s. 249-256 ŞEKER, Doç.Dr. Mehmet, İbn Batuta'ya Göre Konya ve Mevlana, IV. Mill! Mevlana Kongresi, 1989, s. 129-137 _ _ _ (Prof.Dr.), Menakibü'l-Arifin'e Göre Anadolu'nun Türk Yurdu Oluşunda Mevlana ve Mevleviliğin. Rolü (Accordin To the Menakibü'l-Arifin The Role of Mevlana and Mevlevi Phylosophy in Making Anatolia as a Turkish Land), III. Uluslar Arası Mevlana Kongresi, 2004, s. 221-232 ŞENER, Dr. Ali İhsan, Akıl Sağhğmda İnsan. Sevgisi ve MevHina, III. Milli Mevlana Kongresi, 1988, s. 301-305 ŞEŞEN, Prof.Dr. Ramazan, Selçuklular Devrindeki İlme Genel Bir Bakış (A Survey of Academic Environment in the Time of Seljuks), III. Uluslar Arası Mevlana Kongresi, 2004, s. 233-244 ŞiMŞEKLER, Öğr.Gör. Nuri, Hz. Mevlana ve Selahaddin-i Zerkub, Hz. Mevlana'nın Çevresi ve Etkileri, 1998, Mevlana Panellerinde Sunulan Bildiriler -I-, 2000, s. 41-48 _ _ _ (Yrd.Doç.Dr.), Mevlana ve Konya, Hz. Mevlana ve Fikirleri, 2000, Mevlana Panellerinde Sunulan Bildiriler -I-, 2000, s. 97-106 _ _ _ , Midhat Balıari ve Feridun. Nafiz Uzluk'a X. Mill! Mevlana Kongresi, 2002, II, 127-139 Gönderdiği Mektuplar, _ _ _ , Mevlana'yı Anlamak ( 17 Aralık 2002, "729. Vuslat Yıldönümünde Mevlana CeHlledd1n-i Rumi' konulu panelde sunulmuştur.) _ _ _ , Mcsnevi'ye Göre Konya'da Yaşam (Life in Konya According to Mathnawi), III. Uluslar Arası Mevlana Kongresi, 2004, s. 177-192 TAFAZZOLI, Abolqhassem, Evrensel İnsan, Uluslar Arası Mevlana ve Goethe Kongresi, I 995 T AKESHİT A, Prof. Masataka, Sad:r al-Qunawi as Seen from M evievi Point of View (Mevlevi Bakış Açısıyla Sadreddin Konevi), III. Uluslar Arası Mevlana Kongresi, 2004, s. 279-284 TANRIKORUR, Öğr.Gör. Cinuçen, Mevlevilikte Musiki, III. Milli Mevlana Kongresi, 1988, s. ll I -1 15 353 TANRIKORUR, Ş. Barihüda, Bir Eğitimin Mimarisi: Mevlevi Matbalı-ı Şerifi, (The Architecture of An Education: The Sacred Kitchen of the Mevlevl), I. Milletler Arası Mevlana Kongresi, 1987, s. 27 I -297 _ _ _ (Öğr.Gör.), Türk Kültür ve Mimarlık Tarihinde Mevlevihane'nin Yeri ve Önemi, III. Milli MevHina Kongresi, 1988, s. 61-71 _ _ _ , Konya Mevlana Müzesindeki İki Alem üzerine, VI. Milli' Mevlana Kongresi, 1992, s. 91-97 _ _ _ , Tarihin Tahribi: Çorum Mevlevihanesi, VII. Milli' Mevlana Kongresi, 1993, s. 71-88 _ _ _ , Mevlevi Tekkesinin Kalbi: Semahane, II. Milletler Arası Osmanlı Devletinde Mevlevlhaneler Kongresi, 1993, s. 207-216 TAŞDELEN, Prof.Dr. Musa, Avrupa'da Türk Varlığı ya da Diyasporik Kimliğin İnşası Problemi (Turks in Europe or, the Prplem of Making Identity in Diaspora), III. Uluslar Arası Mevlana Kongresi, 2004, s. 4346 TELLENBACH, Doç.Dr. Silvia, Celaleddin Rumi ve İnsan HaklanBeklenmeyen Bir Soruya Cevap Denemesi, İnsan Hakları, Hoşgörü ve Mevlana Sempozyumu, Konya, 1994, s. 98-103 TERZİOGLU, Prof.Dr. Arslan, Ünlü Tıp Tarihçisi Prof.Dr. Feridun Nafiz Uzluk ve Mevlana Celaleddin Rumi Araştırmalaırma Milli Mevlana Kongresi, 2002, II,91-96 Katkıları, X. TONAGA, Ass. Prof. Yasuhsi, The School of Ibn Aırabi in Mashriq and Turkey (Doğu' da ve Türkiye' de İbn Arabi Mektebi), III. Uluslar Arası Mevlana Kongresi, 2004, s.315-330 TOP, H. Hüseyin, Mevlana'dan Mülhem si, 1993, s. 49-54 Şiirler, VII. Milli Mevlana Kongre- TRAKO, Salih, Sarayevo'da Mesnevi Dersleri ve Mesnevihanlar üzerine, (Courses on the Mesnevl in Sarajevo and Reciters of the Mesnevl), I. Milletler Arası Mevlana Kongresi, 1987, s. 143-146 TRIDENTE, Michele, L' oecumenicite Authentique Dans Ies oeuevrs de Mevlana: Üniversalite et Actualite, (MevHina'nın Eserlerinde Gerçek İnanç Birliği: Beynelmilellik ve Güncellik, Authentic Unity of Fatih in the works of Mevlana: Universality and Actuality), I. Milletler Arası Mevlana Kongresi, 1987, s. 37-42 TUNCER, Prof.Dr. Orhan Cezmi, Kilis Mevlevihanesi, II. Milletler Osmanlı Devletinde Mevlevihilneler Kongresi, 1993, s. 259-282 TUŞ, 354 Arası Dr. Muhiddin, Konya Çelebilerinin Şehir Hayatmdaki Sosyal Rolü Üzerine Bir Deneme, II. Milletler Arası Osmanlı Devletinde Mevlevihaneler Kongresi, 1993, s. 297-303 TÜRER, Prof.Dr. Osman. Mesnevi Şarihi İsmail-i Ankaravi'nin Tasavvufi Hayata Dair İkaz ve Tavsiyeleri, IX. Milli Mevlana Kongresi, 1997, s. 93-102 TÜRKMEN, Dr. Erkan, Rumi As a True Lover of God, (Tanrı Aşığı Olarak Mevlana), I. Milletler Arası Mevlana Kongresi, 1987, s. 317-329 URSI, Mme., Çağdaş Mistik Şiirde MevHina'nın İlham Varlığı: Ramazan'ın Otuz Günü, Uluslar Arası Mevlana ve Goethe Kongresi, 1995 URSI, Mr., Pers Mistiği ve MevHina Kongresi, 1995 Şiiri, Uluslar Arası Mevlana ve Goethe USTA, Doç.Dr. Mustafa, Mevliina'nın Eğitiminde Metot, Program ve Gayeler, IV. MilliMevlana Kongresi, 1989, s. 161-170 UZ, Av. M. Ali, Saraybosna'da İsa Bey Mevlevihanesi, II. Milletler Arası Osmanlı Devletinde Mevlevihaneler Kongresi, 1993, s. 103-107 UZLUK, Prof.Dr. Feridun Niifiz, Prof.Dr. Feridun Nafiz Uzluk'un Basılmış, Basılacak Kitapları, X. Milll Mevlana Kongresi, 2000, II, 157-174 UZLUK, Dr. Şehabettin, Eflaki Menakıbında Yazıh MevHina'nın 20 Resmi Ne Oldu?, I. Milli Mevlana Kongresi, 1985, s. 275-278 _ _ _ , Mevlana'nın Ölümü ve Yeşil Kubbe, II. Milli Mevlana Kongresi, 1986, s. 57-60 _ _ _ , Mevlana'nın Tabibleri: Ekmeleddin Müeyyed - Beyhekim ve Gazanfer, (Mevlana's Phsysicians: Ekmeleddin Müeyyed (Chiefphysicians) and Gazanfer), I. Milletler Arası Mevlana Kongresi, 1987, s. 211-213 _ _ _ , Galata Mevlevihanesi ve Şeyh Ahmed Celaleddin Baykara Dede Efendi, III. Milli Mevlana Kongresi, 1988, s. 297-300 ÜRÜN, Doç.Dr. Ahmet Kazım, Mesnevi'de Arap Edebiyatının Bazı Simalan, Hz. Mevlana ve Ailesinin Konya'ya Gelişlerinin 771. Yıldönümü, 1999, Mevlana Panellerinde Sunulan Bildiriler -I-, 2000, s. 69-76 _ _ _ , Halep, Şam ve Trablı.ı.sşam Mevlevihanelerinin Günümüzdeki Durumu, X. Milll Mevlana Kongresi, 2002, I, 73-78 _ _ _ , Mevlana'nın Edebi Kişiliğini Etkileyen Şahsiyetler ve Eserleri (Scholars Effecting Mevlana's Literatural Style and Their Writings), III. Uluslar Arası Mevlana Kongresi, 2004, s. 169-175 VIEY, Frederic, Goethe, Vücut Doktoru; Yehouda Halevy, Kalp Doktoru; Mevlana, Ruh Doktoru, Uluslar Arası Mevlana ve Goethe Kongresi, 1995 355 YAKIT, Yrd.Doç.Dr. İsmail, Türk-İslam Düşünürü Mevlana'ya Göre ''İde­ al İnsan" Tasavvııru., I. Milli Mevlana Kongresi, 3-5 Mayıs 1985. s. 214-227 ___ , Mevlana'ya Göre Hayatm Evrimi, IL Milli Mevlana Kongresi, 1986, s. 41-56 ___ (Doç.Dr.), Mevlana ve Ölüm Felsefesi, III. Milll Mevlana Kongresi, 1988, s. 73-96 ___ (Prof.Dr.), Mevlevilikte ve Mevlevihanclerde Ebced Hesabmm Rolü, II. Milletler Arası Osmanlı Devletinde Mevlev!haneler Kongresi, 1993. s. 31-42 ___ , Mevlana ve Goethe' de Felsefe ve Hikmet, Uluslar Arası Mevlana ve Goethe Kongresi, 1995 ___ , Mevlana'da Akıl ve Akim Kritiği, VIII. Milli Mevlana Kongresi, ı 996, s. 73-93 ___ , Mevlana'da Estetik, IX. Mi lll Mevlana Kongresi, 1997, s. 63-73 ___ , Mevlana'da Sanat, X. Milli Mevlana Kongresi, 2002, I, 51-59 ___ , Batı Düşüncesi ve Mevlana'da Kadm (Woman in Western Thought and Mevlana), III. Uluslar Arası Mevlana Kongresi, 2004, s. 135-148 YAVUZ, Doç.Dr. Kemal, Mesnevi-i Şerif Üzerine Görüşler, I. Milli Mevlana Kongresi, I 985, s. 279-290 ___ , Abidin Paşa'ya Yazdığı Bir Mektupta, Cevdet Paşa'mn Mevlevilik İçindeki Yeri ve Mesnevi'nin Düzme Yedinci Cildi Üzerine Görüş­ leri, II. Milli Mevlana Kongresi, 1986, s. 229-234 YENİTERZİ, Doç.Dr., Emine, Mevlana'da Çalışma ve Tevekkül (3 Mayıs 1994, VI. Milli Mevlana Sempozyumu'nda sunulmuştur.), VII. Milli Mevlana Sempozyumu, 1996, s. 74-80 ___ , Mevlana'mn Eserlerinde İnsan Terbiyesi, VI. Milli Mevlana Sempozyumu, 1994, s. 38-42 ___ , Türk Basınmda Mevlana Enstitüsü, VIII. Milll Mevlana Kongresi. 1996, s. 53-64 ___ , Mevlana'nın Eserlerinde Öğreticilik ve Öğüt Anlayışı, Mevlana ve Mevlevi Edebiyatı, 1997, Mevlana Panellerinde Sunulan Bildiriler -I, 2000, s. ı 19-126 ___ , Hz. Mevlana ve İkbiH, Hz. Mevlana'nın Çevresi ve Etkileri, 1998, Mevlana Panellerinde Sunulan Bildiriler -I-, 2000, s. 19-31 Sevgi Anlayışı, Hz. Mevlana ve Ailesinin Konya'ya 771. Yıldönümü, 1999, Mevlana Panellerinde Sunulan Bildiriler -I-, 2000, s. 57-68 ___ , MevHina'nın Gelişlerinin 356 ___ , MevHina'nm Eserlerinde Ahlaki Unsurlar (14 Aralık 2000, "727. Vuslat Yıldönümünde Hz. Mevlana" konulu panelde sunulmuştur.), X. Milll Mevlana Kongresi, 2002, I, 327-342 _ _ _ , XIX. Yüzyılda Konyalı Mevlevi Şai:rler, X. Milll Mevlana Kongresi. 2002, I, 137-147 ___ , Mevlana'mn Eserlerinde Hayatm Olmnsuzluklanna Olumlu Bakışlar (17 Aralık 2002, "729. Vuslat Yıldönümünde Mevlana Celaleddin-i Rumi" konulu panelde sunulmuştur.) _ _ _ , (Prof.Dr.), Mevlana'nm Gayrimüslimlede Diyalogu (The Dialog of Mevlana with Non-Muslims), III. Uluslar Arası Mevlana Kongresi, 2004, s. 161-167 YÜKSEL, Doç.Dr. Hasan, Tokat Mevlevihanesi, II. Milletler Arası Osmanlı Devletinde Mevlevihaneler Kongresi, 1993, s. 61-69 ZAPPELLİNİ, Prof. ssa. Gabriela Brusa, Sul "Divano OccidentaleOrientale" Dı Goethe. (On Goethe's "West-östlicher Divan" ), III. Milli Mevlana Kongresi, 1988, s. 1 I 7-129 357 TEBLİGLERİN YER ALDlGI YA YINLAR: I. Milli Mevlana Kongresi, 3-5 Mayıs II. Milli Mevlana Kongresi, 3-5 1985, Mayıs Tebliğler, Konya I 986 Tebliğler, 1986, Konya 1987 III. Milli Mevlana Kongresi, 12-14 Aralık 1988, Tebliğler, Konya 1989 N. Milli Mevlana Kongresi, 12-13 Aralık 1989, Tebliğler, Konya 1991 V. Milli Mevlana Kongresi, 3-4 Mayıs VI. Milli Mevlana Kongresi, 24-25 VII. Mi lll Mevlana Kongresi, 3-4 Mayıs ı Mayıs VIII. Mill! Mevlana Kongresi, 6-7 992, Tebliğler, Tebliğler, 1997, 2002, Konya 1992 Tebliğler, 1996, Aralık Mayıs Tebliğler, 1993, Mayıs IX. Milll Mevlana Kongresi, 15-16 X. Milli Mevlana Kongresi, 2-3 1991, Konya 1994 Konya 1996 Tebliğler, Tebliğler Konya 1993 Konya 1998 -I-, Konya 2002 X. Mill! Mevlana Kongresi, 2-3 Mayıs 2002, Tebliğler -II- (Doğumunun Yüzüncü Yıldönümü Anısına Prof.Dr. Feridun Nafiz Uzluk Armağanı), Konya 2002 VI. Milll Mevlana Sempozyumu, 3 Mayıs 1994 (VII. Milli Mevlana Sempozyumu Tebliğleri kitabı içerisinde yer almaktadır) VII. Milli Mevlana Sempozyumu, 13 I. Milletler Arası II. Milletler III. Uluslar Arası Arası Aralık Mevlana Kongresi, 3-5 Mevlana Kongresi, 3-5 Mevlana Kongresi, 3-5 1995, Tebliğler, Konya 1996 Mayıs ı 987, Tebliğler, Mayıs Mayıs, 1990, Tebliğler, Konya ı 988 Konya 1991 2003, Bildiriler, Konya 2004 İnsan Hakları, Hoşgörü ve Mevlana Sempozyumu, Konya 26-27 Ekim 1994, Tebliğler, (TBMM. Kültür, Sanat ve Yayın Kurulu, Konya Valiliği ve S.Ü. Rektörlüğü işbirliği ile) TBMM. Kültür, Sanat ve Yayın Kurulu Yayınları No:72 II. Mi ll etler Arası Osmanlı Devletinde Mevlevihaneler Kongresi, 14-15 Aralık 1993, S. Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Türkiyat Araştırmalan Dergisi, Tebliğler, Konya 1996 Mevlana Panellerinde Sunulan Bildiriler -I-, Selçuk Üniversitesi Selçuklu Araş­ tırmalan Merkezi, Konya, 2000 358 HI. ULUSLAR ARASI MEVLANA KONGRESİ 5-6 MAYIS 2003 1 KONYA SONUÇ BİLDİRGESİ Selçuk Üniversitesi Selçuklu Araştırmalan Merkezi'nce düzenlenen ve Konya Valiliği tarafından desteklenen III. Uluslar Arası Mevlana Kongresi, iki ayrı salonda 8 otururolu ve yurtiçi ve dışı 44 katılımcının iştirakiyle oldukça verimli bir şekilde geçmiş; sunum sonrası yapılan soru-cevap bölümleri de bilim adamlarının karşılıklı fikir alışverişlerine katkıda bulunmuştur. Açılış Otunımu'nda ana tema olarak seçilen "XIII. Yüzyılda Anadolu'nun Türkleşmesi ve İslamiaşmasında Etkili olan Fikir Akımları" konusu da sahasında uzman olan Kültür ve Turizm Bakanlığı Müsteşarı Prof.Dr. Mustafa isen, Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof.Dr. Yusuf Halaçoğlu, Prof.Dr. Abdurrahman Güzel ve Prof.Dr. Ahmet Yaşar 0cak'ın tebliğleriyle aydınlanmış ve genel bir çerçeve çizilmeye çalışıl­ mıştır. Özel bir otunımda Avrupa'da Mevlana ve Sufizm konusunda bildiriler sunulmuştur. Diğer Otunımiarda ise başta Mevlana olmak üzere Anadolu'nun yurt edinilmesi ve birliğinin sağlanınasında rol oynayan diğer şahsiyet­ lerden Ahmed Yesevl, Hacı Bektaş-ı Veli, Yunus Emre ve Sadreddin-i Konevi gibi öncü kişiler ele alınmış ve çeşitli özellikleri üzerinde durularak bilim, kültür ve edebiyatıımza katkılan işlenmiştir. Yine; her yıl Mayıs ve Aralık aylarında Selçuk Üniversitesi taraMevlana Kongre ve Sempozyumlarının devam etmesinin gerekliliği; küreselleşen dünyamızda Mevlana'nın fikirlerinin tüm insanlığa hitap edecek şekilde incelenmesi, araştırılması ve çağımız insanının kullanımına sunulmasına dikkat çekildi. fından yapılan Oturumlar sonunda yapılan Kapanış Oturumu değerlendirmesinde ise aşağıdaki hususlara dikkat çekilmiş ve gerekliliği vurgulanmıştır: 1- Kongreye katılanlar büyük bir emek sarf ederek tebliğlerini hazırlamışlardır. Bu bağlamda Kongre başarılı geçmiş ve amacına ulaşmış­ tır. 359 Mevlana'nın eserleri, hakkında yazılmış yazma ve basma tümünün gözden geçirilmesi gerekmektedir. Bu konuda Selçuk Üniversitesi üzerine düşen görevi yapmakta; fakat üniversitenin dı­ şında yapılması gereken işler de bulunmaktadır. Bu hususta hükümetimize, Konya'ya ve Konya halkına büyük görev düşmektedir. Şimdiye kadar yapılan çalışmalara da yeni katkılar yapılması gerekir. 2- Hz. kaynakların 3- Selçuklular döneminde ilim ortamı ve sosyal hayat konusunda çalışmalar yapılıp bu dönemin daha fazla aydınlatılması ve dünyaya tanı­ tılması gerekir. Bunun için birkaç kurum yerine 'Selçuklu Araştırmaları Enstitüsü' gibi finansman ve personeli yeterli güçlü bir kurum bu görevi ifa edebilir. Ancak böyle bir Enstitü kuruluı1eaya kadar S.Ü. Selçuklu Araştırmaları Merkezi bu çalışmalan yüıütmelidir. 4- Ayrıca; Uluslar Arası boyutta çalışacak bir Mevlana Enstitüsü'nün de Konya'da mutlaka kurulması gerekir. Bu Enstitünün, yaptığı çalışmalarla bütün dünyaya ulaşması ve oralarda kurulan benzer Enstitülerle ortak çalışmalar yapması gerekir. Yurt dışındaki vakıflar üniversiteler bünyesinde kurulmuş olan bu tarzdaki enstitüleri destekliyor. Ülkeınizde de vakıfların ve özel kuruluşların kurulacak bu Enstitüyü maddi imkanlarıyla desteklemesi sağlanmalıdır. 5- Kurulması gereken bu Enstitülerin periyodik olarak yazılı veya İnternet ortamında sürekli güncellenen elektronik dergi çıkarması mutlak gereklidir. KONGRE TERTİP KOMİTESİ 360 T.C. SELÇUK ÜNİVERSİTESİ SELÇUK UNIVERSITY U USLA MEVLANA 3rct I NT ER NA T I O NAL MEVLANA CONGRESS PROGRAM 1 PROGRAMME 5-6 MAYIS 2003 5-6 KONYA 1 TÜRKİYE MAY 2003 KONYA 1 TURKEY SELÇUK ÜNİVERSİTESİ ALAEDDİN KEYKUBAD KAMPÜSÜ SÜLEYMAN DEMiREL KÜL TÜR MERKEZi 36] 5 MAYIS 2003 1 5 MAY 2003 09:30-12:00/9:30-12:00 a.m. ACILIŞ PROGRAMI 1 INAUGURA TION (30 AGUSTOS SALONU /30 AGUSTOS HALL) * Saygı Duruşu ve İstiklal Marşı *The Extending ofVeneration and The National Anthem * Protokol Konuşmalan *Protocol Utterances BİRİNCİ OTURUM 1 FİRST SESSION (30 AGUSTOS SALONU /30 AGUSTOS HALL) "XIII. YÜZYILDA ANADOLUNUN TÜRKLEŞMESİ VE İSLAMLAŞMASINDA ETKİLİ OLAN FİKİR AKIMLARI" (THOUGHT MOVEMENTS INFLUENCING IN THE TURKIFICATION AND ISLAMIZATION OF THE THIRTEEN CENTURY ANTOLIA) * Prof. Dr. Mustafa iSEN Kültür Bakanlığı Müsteşarı (Undersecretary of the Ministry of Culture) *Prof. Dr. YusufHALAÇOGLU Türk Tarih Kurumu Başkanı (Chief of Turkish History Society) * Prof. Dr. Abdurrahman GÜZEL Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi (Academician at Gazi University) *Prof. Dr. Ahmet Yaşar OCAK Hacettepe Üniversitesi Öğretim Üyesi (Academician at Hacettepe University) -Ö ğ 1 e Y e m e ğ i 1 L u n c h (12:15 1 S.Ü. Aliieddin Keykubad Kampüsü Sosyal Tesisleri) 362 5 MAYIS 2003 1 5 MA Y 2003 13:30-17:0011:30-5:00 p.m. İ K İ N C İ O T U R U M* 1 S E C O N D S E S S I O N* (30 AGUSTOS SALONU 130 AGUSTOS HALL) 1. OTURUM "GÖÇ, MEVLANA VE AVRUPA'DA SUFİ İSLAM" 1 (IMMIGRATION, MEVLANA AND ISLAMIC SUFISM IN EUROPE) 'Avrupa'ya Türk Göçü ve 21. Yüzyılda Avnıpa'da Türk Diyasporası' (Turkish İmmigration to Europe and Turkish Diaspora in Europe in 21 sı Century) Oturum Başkanı 1 Chairman: Prof. Dr. Ci hat ÖZÖNDER Prof. Dr. EdibeSÖZEN (Türkiye) "Kültürler Arası İletişim ve Bir Merkez-Çevre ilişkisi Olarak İnsan Hakları" (Inter-Cultural Communication and Human Rights as a Center-Periphery Relation) Doç. Dr. Vedat BİLGİN "Göçün Kültürel Sonuçları" (Cultural Consequences of Immigration) Prof. Dr. Musa TAŞDELEN "Batı Avrupa'da Türk Varlığı, Avrupa Birliği Ve Diyasporik Kimliğin İnşası Problemi" (Turks in Europe or, the Proplem of Making Identity in Diaspora) Doç. Dr. Talip KÜÇÜKCAN "Avrupa' da Kültürel Çoğulculuk, Göçmenler ve Türk Toplumu" (Cultural Pluralism in Europe and Turkish Community) *Bu otıırıım Hollanda Türkevi Derneği tarafından düzenlenmiştir. 1 This Session is Orqanized by Nether/and Turkish House. 363 2.0TUR UM "AVRUPA'DA MEVLANA VE MİSTİSİZM:HOŞGÖRÜ, DİNLER VE KÜLTÜRLER ARASI İLETİŞİM"/ (MEVLANA AND MYSTICISM IN EUROPE: TOLERANCE AND INTERRELIQIOUS COMMUNICATION) Oturum Başkam 1 Chairman: Dr. Ömer TURAN Doç. Dr. Ali KÖSE "Avrupalılann Mistik İslam'la Tamşmalan" (Introduction of Mystic Islam to Europeans) Dr. Arslan KARAGÜL "Hollanda' da Müslüman-Hıristiyan Ortak Çalışmaları" (Colloborative Muslim-Christian Studies in Netherlands) Mohammed el-Fars "Sufizm Etkinlikleri" (Activities of Sufism) 16:30 O T U R U M KAP AN I FINAL REMARKS Ş KONU Ş MA LA RI 1 Prof. Dr. Mehmet AYDIN (Devlet Bakam/Ministry of State) Doç. Dr. Hüseyin ÇELİK (Milli Eğitim Bakam/Ministry of National Education) (KATILMADI) 17:00 ÖDÜLTÖRENİ/RE W ARD CE REM O NY PROTOKOL KATILIMCILARI 1 PROTOCOL PARTİCİPANTS Prof. Dr. Mehmet S. AYDIN (Devlet Bakanı/Ministry of State) Prof. Dr. Beşir ATALAY (Devlet Bakam/M inistry of State) (KATILMADI) Doç. Dır. Hüseyin ÇELİK (Milli Eğitim Bakanı/Ministry of National Educati on) (KATILMADI) Prof. Dır. Sami GÜÇLÜ (Tarım Bakanı/Ministry of Agriculture) (KATILMADI) 364 5 MAYIS 2003 1 5 MA Y 2003 13:30-17:0011:30-5:00 p.m. İKİNCİ OTURUM 1 SECOND SESSION (MALAZGİRT SALONU 1 MALAZGİRT HALL) Baskanlar 1 Chairmen Prof. Dır. Mehmet AYDIN Prof. Masatab T AKESHİT A * Dır. Mehmet ÖNDER "Tarih Boyunca Mevlana Soyu-Fatih Sultan Mehmed Mevlana'nın Altıncı Göbekten Torunudur" (Family Tree of Mevlana: Fatih Sultan Mehmed is One of the Grandsons of Mevlana) * Prof. Dır. HüseyinAYAN "Sultan Veled'in Ma'arif'inden Hareketle Mevlana" (Mevlana in the Sultan Veled's Ma 'arif) * Prof. Dır. GönülAYAN ve Mevlana" "Seviikıb-ı Menakıb (Sevakıb-ı Menakıb and Mevlana) *Yrd. Doç. Dır. Hülya KÜÇÜK "Sultan Veled'in İbtida-Name'sine Göre Mevlevl Hallfeleri" (The Caliphs of Mevlevi According to ibtidaname) *Ekrem IŞIN "Mcvleviliğin Tarihsel Temelleri: Sultan Veled ve Çelebilik Makamının Kuruluşu" (Historical Foundations of Mevlevi Phylosophy: Sultan V el ed and the Astablishment of the Ran k of Çelebi) *Yrd. Doç. Dır. Nilgün AÇIK "Mevlana ve Mevlevl Tarikatının Mevlevi Order) Eğiticiliği" (Mevlana and Educational Aspect of -S e r g i A ç ı 1 ı ş ı (13:15): S. Ü. Güzel Sanatlar Fakültesi Geleneksel Türk El Sanatları Sergisi (Süleyman Demirel Kültür Merkezi) ·A k ş a m Y e m e ği 1 D i n n er (18:00 1 S.Ü. Alaeddin Keykubad Kampüsü Sosyal Tesisleri) ·S E MA GÖSTER i S İ 1 'S E MA' D ER W I S H E S S H O W Saat ve Yeri: 20:30119 Mayts Kapalı Spor Salonu (Selçuk Üniversitesi Alaeddin Keykubad Kampüs Alanı) 365 6 MAYIS 2003 1 6 MAY2003 09:30-12:00109:30-12:00 a.m. ÜÇÜNCÜ OTURUM 1 THIRD SESSION (30 AGUSTOS SALONU 130 AGUSTOS HALL) Başkanlar 1 Chairmen Prof. Dr. Saim SAKAOGLU Prof. Dr. Naile HAClZADE *Prof. Dr. Dmitri D. VASİLYEV (KATILMADI-TEBLİGİNİ GÖNDERMEDi) "Dönerek Dans Eden Gök Türkler'in Orta Asya, Moğolistan ve Sibirya'daki Kaya Üstü Resimlerindeki Portreleri" (Portraits in the Stone Gravures ofWhirling Gök Turks in Central Asia, Mogolistan and Siberia) *Prof. Dr. Dmitri V. MİKULSKİ "Sovyetler' de Yayınlanan Rus Ansiklopedilerinde MevH'ina Üzerine Makaleler" (Articles On Ma wlana Rumı In The Russian Encyclopaedias Of The Soviet Perıod]) *Prof. Dr. Natalya İlyiniçna PRİGARİNA "Celaleddin Rumi İle Muhammad İlebal Arasında Mistik İşbirliğindeki B atın ve Zahir Problemleri" (The Problem Of Mystic Relationshıp In Calal Ad-Dın Rumi And Muhammad Iqbal) *Prof. Dr. Anna SUVOROV A "Multan'da (Pakistan) Şems Tebrizi Tarikatlarının Türk Bağlantıları" (The Indi an-Turkish Connectiıons Mezarı ve Güney Asya'daki Bazı Derviş In The Field Of Sufısm) *Yrd. Doç. Dr. Yuri AVERYANOV (TEBLİGİNİ TESLİM ETMEDiGÖNDERMEDi) "Mevlana Rumi'nin Hacı Bektaş Veli İle Manevi Münasebeti" (Sipiritual Relations of Mevlana Rumi with Hacı Bektaş Veli) *Dr. Nadejda EMELYANOVA "20. Yüzyılın Birinci Yarısında Kuzey Kafkas'ta (İnguşetya ve Osetya'da) Sufilik" (Sufism in the Early 20 1 ıı Century inNorthen Caucusas (Ingushistan and Osetya) -Ö ğ 1 e Y e m e ğ i 1 L u n c h (12:15/ S.Ü. AHieddin Keykubad Kampüsü Sosyal Tesisleri) 366 6 MAYIS 2003 1 6 MAY 2003 09:30-12:00109:30-12:00 a.nı. ÜÇÜNCÜ OTURUM 1 THIRD SESSION (MALAZGİRT SALONU 1 MALAZGİRT HALL) Baskanlar 1 Chairmen Prof. Dr. Esin KAHYA Prof. Dr. Ramazan ŞEŞEN *Prof. Dr. İsmail YAKIT ve Mevlana' da Kadın" (Woman in Western Thought and Mevlana) "Batı Düşüncesi *Prof. Dr. Recep DİKİCİ "XIII. Yüzyılda Konya ve Çevresinde Kültür Faaliyetleri" (Cultural Activities in and araund Konya in 13th Century) *Prof. Dr. Emine YENİTERZİ "Mevlana' nın Gayrimüslimlerle Diyalogu" (The Dialog of Mevlana with Non-Muslims) *Doç. Dr. Ahmet Kazım ÜRÜN "Mevlana' nın Edebi Kişiliğini Etkileyen Şahsiyetler ve Eserleri" (Scholars Effecting Mevlana's Literatural Style and Their Writings) *Yrd. Doç. Dr. Nuri ŞiMŞEKLER "Mesnevi'ye Göre Konya'da Yaşam" (Life in Konya According to Mathnawi) *Dr. Erdoğan EROL "Gümüş Şebeke" (The Silver 'Şebeke' in front ofMevlana's Tomb) -Ö ğ 1 e Y e m e ğ i 1 L u n c h (12: 15 1 S.Ü. Alaeddin Keykubad Kampüsü Sosyal Tesisleri) 367 6 MAYIS 2003 1 6 MAY 2003 13:30-17:0011:30-5:00 p.m. DÖRDÜNCÜ OTURUM 1 FOURTH SESSION (30 AGUSTOS SALONU 130 AGUSTOS HALL) Başkanlar 1 Chairmen Dr. Mehmet ÖNDER Prof. Dr. Haşim KARPUZ *Emekli Alb. Şefik CAN "Selçuklu Kültüründe Hz. Mevlfma'nın Yeri" (Mevlana in Seljuki Culture) *Prof. Dr. Mehmet A YDlN "XIII. Yüzyılda Konya'daki İslam Sufizminin Boyutları" (Diınensions of Islami c Sufisın in Konya in 13 tıı Century) *Pırof. Dır. Mehmet ŞEKER "Menakibü'l-Arifln'e Göre Anadolu'nun Türk Yurdu Haline Gelişinde Mevlana Ve Mevleviliğin Rolü" (The role of Mevlana and Mevlevi Phylosophy in Making Anatolia as a Turkish Lan d) *Pırof. Dr. Ramazan ŞEŞEN "Selçuklular Devrindeki İl me Genel Bir Bakış" (A Survey of Academic Environment in the Time of Seljuks *Pırof. Dr. Esin KAHYA "Anadolu Selçuklularının Bılımsel Faalıyetının Genel Bır Değerlendırmesı" (A Brief Evaluation of Scientific Thought in Ana to !ian Seljuks) *Prof. Dr. Abdullah ÖZBEK "Anadolu'nun Türkleşip İslamiaşmasında Yunus Emre'nin Rolü" (The role of Yunus Eınre in Turkification and Islaınication of Anatolia) 368 6 MAYIS 2003 1 6 MA Y 2003 13:30-17:0011:30-5:00 p.m. DÖRDÜNCÜ OTURUM 1 FOURTH SESSION (MALAZGİRT SALONU 1 MALAZGİRT HALL) Başkanlar 1 Chairmen Prof. Dr. Dmitri D. VASİLYEV Professor Lecturer Bilal KUŞPlNAR *Prof. Masataka TAKESHİTA "Sadr al-Din ai-Qunawi as seen from a Mevlevi point of view" (Mevlevi Bakış Açısıyla Sadreddin Konevi) *Prof. Dr. Saim SAKAOGLU "Bir Selçuklu Bilgesi Olarak Nasreddin Hoca" (Nasreddin Hodga as a Wiseman of Seljuk *Prof. Dr. İsmet KA YAOGLU "Raks ve Devran Etrafında Tartışmalar" (De bates araund the Whirling of Dervis hes) *Professor Lecturer Bilal KUŞPlNAR "The Preface to the Mathnawl: İsma'il Ankaravl's Commentary" (Mesnevi'ye Giriş: İsmail Ankaravi Şerhi) *Associate Professor Yasuhsi TONAGA "The School of İbn 'Arabi in Mashriq and Turkey" (Doğu' da ve Türkiye'de İbn Arabi Mektebi) *Associate Professor Dr. Jianping WANG (KATILMADI- TEBLİGİNİ GÖNDERMED İ) "'Rumi's Masnavi And The Sufi Orders in China" (RGml'nin Mesnevi'si ve Çin'de Sufi Tarikatler) 369 6 MAYIS 2003 1 6 MA Y 2003 17:00-17:3015:00-5:30 p.m. KAPANlŞ OTURUMU 1 CLOSING SESSION (30 AGUSTOS SALONU 130 AGUSTOS HALL) Prof. Dr. Haşim KARPUZ Prof. Dr. Mehmet A YDlN Dr. Mehmet ÖNDER Prof. Dr. Dmitri D. VASİLYEV Prof. Dr. Ramazan ŞEŞEN Prof. Masataka TAKESHİTA -A k ş am Y e m e ği 1 D i n n e r (19:30 1 Konya Polis Evi) 370 İLETİŞİM BİLGİLERİ/ CONTACT INFORMATION ADRES/ADDRESS Selçuk Üniversitesi Selçuklu Araştırmaları Merkezi Fen Binası 42031 Kampüs-Konya 1 TÜR K İ YE TELEFON/TELEPHONE +90 332 223 13 66 +90 332 223 14 96 BELGEGEÇERI FAX +90 332 241 13 09 ELMEK/ E-MAIL susam@ selcuk.edu.tr n.simsekler@ selcuk.edu.tr WEB/ http://www.susam.selcuk.edu.tr 371 KONGREYE TEBLiG SUNANLARlN ADRESLERi/ THE AFFILIATIONS OF THE PARTICIPANTS (Alfabetik sırayla) 1 (In the alfabetic order) ADI SOYADI ADRES UNVANI AÇIK Nilgün YRD. DOÇ. DR. Muğla Üniversitesi Eğitim Fak. Türkçe Eğitimi Bölümü MUGLA AYAN Hüseyin PROF. DR. Emekli Öğretim Üyesi AYAN Gönül PROF. DR. S.Ü. Eğitim Fakültesi Meram/KONYA AYDIN Mehmet PROF. DR. S.Ü. ilahiyat Fakültesi Dekanı Meram/KONYA BiLGiN Vedat DOÇ. DR. CAN Şefi k EMEKLi ALBAY DiKiCi Recep EMELYANOVA Nadejda PROF. DR. DR. TELEFON/FAKS E-MAiL 0252 223 8002/4589 0252 223 8491 (Faks) anilgun@ mu.edu.tr 0332 3238220/370 g-ayan@ selcuk.edu.tr 0332 323 8252 0332 323 8254 m haydin@ selcuk.edu.tr Gazi Üniversitesi i.i.B.F. Öğretim üyesi Şaşkınbakkal Noter Çıkmazı Sokak Fuat Bey Apt. 8/6Suadiye/ISTANBUL S.Ü. Fen-Edebiyat Fak. DağLı Dilleri ve Edebiyatları Bölüm Başkanı . ampus/Konya Asistan ı: Nur Artıran o 532 598 0757 o 332 223 1497 (iş) rdikici@ selcuk.edu.tr Rusya Bilimler Akademisi Şarkiyat Enstitüsü, 12 Rojdestvenka Sak., 103031 Moskova/ RUSYA FEDERASYONU EROL Erdoğan DR. ARAŞTIRMA IŞIN Ekrem KAHVA Esin KARAGÜL Arslan llahiyatçı KAYAOGLU lsmet PROF. DR. KÖSE Ali KUŞPlNAR Bilal KÜÇÜK Hülya KÜÇÜKCAN Talip Mi KULSKi DmitriV. Cl-EDiTÖR PROF. DR. Mevlana Müzesi Müdürü KONYA YKY Yayınları lstiklal Cad. No:285 80050 Beyoğlu/iSTANBUL A. Ü. Dil ve Tarih-Coğrafya Fak. Sıhhiye/ANKARA Mehmet 0332 353 2343 0212 252 4700/431 0212 293 0723 eisin55@ hatmaiLcom 0312 310 3280/1234 kah ya@ humanity.ankara.ed u.tr Hollanda S.Ü. Ilahiyat Fakültesi Meram/KONYA 0332 323 8250 0332 323 8254(Faks) ikayaoglu@ selcuk.edu.tr DOÇ.DR. Marmara Üniv. ilahiyat Fak. Din Psikolojisi Ana Bilim Dalı PROFESSÖ R LECTURER 3485 Mc Taursh Street Institute of lslamic Studien, Mc Gill Üniv. Montread Bilal.kuspınar@ YRD. DOÇ. DR. S.Ü. ilahiyat Fakültesi Meram/KONYA h k ucu k@ selcuk.edu.tr DOÇ. DR. iSAM Gümüşyolu Cad. No:40 81180 Bağlarbaşı iSTANBUL faks:0.216.4740841 Rusya Bilimler Akademisi Şarkiyat Enstitüsü, 12 Rojdestvenka Sak., 103031 Moskova/ +95 921 04 90 (iş) PROF. DR. RUSYA FEDERASYONU ÖNDER 0332 351 1215 DR. And Sak. 28/21 Çankaya/ANKARA mcgill.ca 0.216.4740850/1241 kucukcan@ hatmaiLcom +95 928 38 52 (Faks) 0312 4263618 373 PROF. DR. S.Ü. ilahiyat Fakültesi Meram/KONYA abdullahozbek@ hatmaiLcom PRiGARiNA Na talya ilyiniçna PROF. DR. Rusya Bilimler Akademisi Şarkiyat Enstitüsü, 12 Rojdestvenka Sak., 103031 Moskova/ RUSYA FEDERASYONU +95 921 18 84 (iş) +95 137 16 43 (Ev) (007 095) 975 23 96 (Faks) [email protected] SAKAOGLU Sa im PROF. DR. ÖZBEK Abdullah S.Ü. Fen-Edebiyat Fak. Türk Dili ve Edb. Bölüm Başkanı ~ampus/KONYA SUVOROVA Anna PROF. DR. Rusya Bilimler Akademisi Şarkiyat Enstitüsü, 12 Rojdestvenka Sak., 103031 Moskova/ RUSYA FEDERASYONU SÖZE N Edibe PROF. DR. ŞEKER Mehmet PROF. DR. Ş EŞ EN Ramazan PROF. DR. ŞiMŞEKLER Nuri TAKESHiTA TAŞDELEN Masala ka Musa YRD. DOÇ. DR. PROF. PROF. DR. 0332 241 0041/1362 0332 241 0141(Faks) +95 923 61 21 (iş) suvorova@ ok. ru Istanbul Üniversitesi, iletişim Fakültesi iSTANBUL Dokuz Eylül Üniversitesi ilahiyat Fakültesi IZMiR 0232 285 2932 (iş) 0232 224 1890 (Faks) Mehmet.seker@ de u .edu. tr M.S.Ü. Fen-Edebiyat Fakültesi 0212 259 1742/120 Beşiktaş/ISTANBUL 0212 258 4365 (Faks) S.Ü. Fen-Edebiyat Fakültesi Kampüs/KONYA University of Tokyo 4-9-1 O, Misono, Sagamihara-shi, Kanagawa-ken 228-0817 0332 223 1496 (iş) 0332 241 11 05 (Ev) n.simsekler@ selcuk.edu. tr 042 740 5758 042 740 5758 JAPAN masataka. takeshita@ jcom. h ome.ne.jp Sakarya Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü tasdelen@ sakarya.edu.tr 81 75 702 2855 TONAGA ÜRÜN Yasuhsi Ahmet Kazım ASSOCIATE PROFESSO R DOÇ. DR. VASiLYEV DmitriD. PROF. DR. WANG Jianping ASSOCIATE PROFESSO R DR. YAKIT ismail Sakyo, Takana Takeya-cho 40, Grace Takana 202, JAPAN 81 75 702 2855 tonaga@ asafas.kyoto. u.ac.j p S.Ü. Fen-Edebiyat Fakültesi 0332 241 0041/1517 akurun@ selcuk.edu.tr Kampüs/KONYA Rusya Bilimler Akademisi Şarkiyat Enstitüsü, 12 Rojdestvenka Sak., 103031 Moskova/ RUSYA FEDERASYONU 7 (095) 928 57 64 (iş) 7(095) 209 00 56 (Ev) 7(095) 925 77 88(Faks) [email protected] 86 10 65137744 5 Jiannei Street, lnst. Of World Religions Chinese Academy of Social Sciences, Beijing, CHiNA 86 10 65221532(Faks) wangjp@ iwr.cass.net. PROF. DR. S.D.Ü. ilahiyat Fak. Dekanı ISPARTA 0246 237 1061 0246 237 1058(Faks) PROF. DR. S.Ü. Fen-Edebiyat Fakültesi Kampüs/KONYA yakit@ sdu.edu.tr YENiTERZi 374 Emine 0332 241 0041/1335 eyeniterzi@ selcuk.edu.tr