KIRKLAR MECLİSİ Yunus KOÇAK ÖZET Bu makale tasavvufta önemli bir yere sahip olan kırklar meclisi ve ortaya çıkışı ile ilgili önemli bilgiler içermektedir. Makalede kırklar meclisinin Peygamber devrinde ortaya çıktığı, zamanın şartlarına göre bir dayanışma ve yardımlaşma örneği olarak dinî bir birliktelikten meydana geldiği ve bunun daha sonraları iyi kişilerden oluşan bir meclis olarak manevî bir görev üstlendiği vurgulanmaktadır. ABSTRACT This article includes vital information related to the concil of Forty Saints that has an important place in Sufism. It is emphasized in the article that the Council of Forty Saints appeared in the period of the prophet that it occured out of a religious togetherness as an example of solidarity and helping one anothar –according to the conditions of the period- and that this it has undertaken a spiritual duty as a council consisting of good people. Anahtar Kelimeler: Kırklar Meclisi, Şa’b Muhasarası, Alevilik. Key Words: Council of Forty Saints, Besieging of Şa’b, Alevism. Sunuş İslâm tarihi kitaplarında Haşimoğullarını Boykot, Şaab Muhasaras, Şaab Kuşatması adlarıyla geçen ve üç yıl süren muhasara, Mekke’de, Şaab-ı Ebu Talip diye bilinen mahallede vukû bulmuştur. Aleviler arasında yaygın olan şifahî bilgilerle kaynaklar arasında paralellik bulunması sebebiyle bu yazı yayımlanmaktadır. Yazının kaynakları Araştırma Merkezimizce zenginleştirilmiştir. Zaman zaman belgelere de başvurularak makale içindeki fikirler teyit edilmiştir. Özellikle bu olayın toplum içinde az bilinmesi sebebiyle böyle bir makalenin yayınlanmış olması ilgililere konuyla ilgili geniş bilgi vermesi açısından önemlidir. Bu çalışma, Hasan Dede evlâtlarından Şeyh Şazeli Dede başta olmak üzere Keskin, Kırıkkale ve Ankara çevresinde yaşayan inanç önderlerinin yüzlerce yıllık özellikle sözlü geleneklerinden derlenmiş bilgilerdir. Bu bilgilerin tarihî kaynaklar da incelendiğinde gerçeği anlattıkları görülür. Kırklar Meclisi, Alevi Bektaşi öğretisi içinde çok önemli bir yere sahiptir ve bunun ortaya çıkışının Şaab kuşatmasına dayandırılması şimdiye kadar Kırklar Meclisi üzerine yapılan araştırmalara tam olarak yansımamıştır. Bu bakımdan değerlendirmeler ilginç ve önemlidir. Giriş Peygamberimiz Hz. Muhammed’e, Allah tarafından peygamberlik görevi verilince hemen en yakın akrabalarını dine davete başlamıştır. Bu konuda Kur’an’da şöyle buyurulur: “ Ve önce en yakınların olan aşiretini uyar. İnananlardan sana uyanlara kanatlarını indir. Eğer sana karşı gelenler olursa, şüphe yok ki ben sizin yaptıklarınızdan uzağım, de." (Altuntaş-Şahin, 2001: 375). Bu âyet-i celile nazil olunca peygamber yakınlarını çağırarak onları İslâm dinine davet etmiştir. Hz. Muhammed şöyle söze başlamıştır: -Allah bana sizleri ona inanmaya çağırmamı emretti. Kim bu hususta bana yardım ederse, o benim kardeşimdir, vâsimdir, vekilimdir, halifemdir. Onun sözüne uyun, ona itaat edin. Ayrıca ben sizi Allah’ın birliğine inanmaya davet ediyorum. Bu sözlere hiç kimse cevap vermedi. Hz. Ali orada bulunanların en küçükleri idi, ayağa kalktı: “Ben sana gereken yardımı yapacağım." dedi. Amcası Ebu Leheb, bu sözlere karşı çıkarak, tenkit etti. Ertesi gün peygamber efendimiz yine Hatice validemize, davet için yemek hazırlattı. Abdulmüttaliboğlularının çoğunu davet etti. Yine akrabalarını Allah’ın birliğine iman etmeye çağırdı: “Bu hususta bana kim yardımcı olacak" dedi. Yine en küçükleri olan Hz. Ali ayağa kalkarak: “Ben yardımcı olacağım dedi." Ebu Leheb söze karışarak ağabeyisi Ebu Talib’e: “Bak şu işin saçmalığına, şimdi sen oğlun Ali’nin emrine mi gireceksin. Bu olamaz, böyle bir daveti kabul edemeyiz.” diyerek, kalktı gitti. Peygamberimizin söylediklerini ilk kabullenen eşi Hatice validemiz oldu. Onun ardından Hz. Ali Müslüman olmuştur (Gölpınarlı, 1991: 51-52). Yakınlarından amcaları, amcalarının eşleri ve çocukları İslâm’a girmiş, derken Müslümanların sayısı artmıştır. Mekke müşrikleri Müslümanlığın taraftar toplamasına, tutunmasına, çoğalmasına hiç ihtimal vermiyorlar hatta akıllarından bile geçirmiyorlardı. Bunun sonucunda Müslümanlara karşı zulme başladılar. Müşrikler, Ammar Yaser’in annesini iki deveye bağlayarak parçaladılar ve böylece ilk defa bir Müslüman’ı şehit etmiş oldular. Hemen ardından da babasını da aynı biçimde şehit etmişlerdir. Bazı kaynaklar Ebu Cehil’in bir mızrak ile onu şehit ettiğini yazar (Gölpınarlı, 1991: 56). Müşrikler yaptıkları bu korkunç cinayetlerden hiç pişman olmadılar, onlara hesap soracak biri de yoktu. Onlar diğer Müslümanları da sürekli tehdit etmekteydiler. Bu yüzden onbeş kişilik bir Müslüman grubu da mallarını mülklerini satarak Habeşistan’a (şimdiki adı Etopya) sığınmışlardır. İkinci kafilede ise, kadın erkek yüz dört kişi Habeşistan’a hicret etti. Bunlar hicret edeceklerini Hz. Peygamber’e bildirdiler. Peygamber bunu memnunlukla kabul etti. Çünkü Mekke’de kalsalardı belki de müşrikler onları da öldüreceklerdi. Peygamber, amcası Ebu Talib’den ricada bulunarak, oğlu Cafer Tayyar’ı hicret edeceklerin başlarında göndermesini istedi. Cafer, Mekke’de himayesiz bir adam değildi. Çünkü Mekke’nin ileri gelenlerinden Ebu Talib’in oğlu idi. Habeşistan’a giden Müslüman muhacirlerin başında ya peygamberin kendisi, ya da dini iyi kavramış, o güne kadar inen ayetleri iyi bilen birinin bulunması gerekiyordu. Ebu Talib, Hz. Muhammed’in sözleriyle ikna olarak büyük oğlu Cafer’i ve eşini Habeşistan’a göndermeye karar verdi. Ebu Talib’in Habeşistan Hükümdarı Necaşi’yi öven bir kaside yazıp, bunu bir mektupla gönderdiği rivayet edilir (Gölpınarlı, 1991: 58). Kaside şöyledir: ˝İnsanların hayırlısı olan Necaşi de bilir ki bize gelen peygamber Muhammed, Musa ve Meryem oğlu İsa’nın yerine geçen kişidir. Onlara gelen emirler Ona da gelmiştir. Hepsi de Allah’ın emriyle insanları doğru yola götürürler, sapıklıktan korurlar. Siz de kitabınızda onun geleceğini okumuşsunuzdur. Bu söz yanlış bir söz değildir; doğrudur. Bizim ülkemizden kalkıp senin ülkene gidenler, Lütuflar görürler ağırlanırlar da geriye dönerler. anlamındaki beyitleriyle Ebu Talip Necaşi’yi övmüştür (Gölpınarlı, 1991: 58). Kureyşliler, Ebu Süfyan ile Ebu Cehil’in emrinde toplanarak; Mekke’den sığınmacı olarak gelen Müslümanları sınır dışı edip, Habeşistan’dan kovmaları için hediyelerle birlikte müşriklerin ileri gelenlerinden Velid oğlu Ammar ile Amr İbni As’ı Habeş hükümdarına gönderdiler. Hükümdarın huzurunda her iki tarafında katıldığı toplantıda, müşrik heyeti hükümdardan, sığınan Mekkeli Müslümanları sınır dışı etmelerini veya kendilerine teslim edilmelerini istedi. Hz. Muhammed’in elçisi konumunda olan Cafer Tayyar ise söze başlayarak: “Bizim peygamberimiz Muhammed’in savunduğu fikirlerde, bütün insanlar eşittir, kimse kimseden üstün değildir, dediği için bu sözler Mekke reislerinin menfaatlarına uygun düşmüyor. Çünkü onlar, kendi kabile halklarını köle gibi kullanıyorlar. Peygamberimiz Muhammed’in halka yaptığı telkinlerden rahatsız oluyorlar, mani olmak istiyorlar. Muhammed ise, Hz. Musa’yı ve Hz. İsa’yı gönderen ulu Allah tarafından bize gönderilen bir peygamberdir.” deyince hükümdar: “Muhammed’e nazil olan âyetlerden bir kaç tanesini oku.” dedi. Cafer, Kur’an’dan Meryem Suresi’ni okudu, tefsir ederek anlattı. Hükümdar, İsa’yı Musa’yı gönderen Allah’ın, kurtarıcı olarak Mekkelilere de gerçek peygamber olarak Hz. Muhammed’i gönderdiğine inandı. Bunun üzerine, Müslüman sığınmacıların istedikleri kadar Habeşistan topraklarında kalabileceklerini ilân etti. Cafer, Muhammed’in soyu sopu temiz bir aile evlâdı olduğunu, hiçbir zaman yalan söylemediğini, herkesin yardımına koştuğunu, herkes tarafından emin bir kişi olarak bilindiğini; Habeşistan’a sığınan Mekkelilerin kimseye borcu olmadığını, işlenmiş bir suçlarının bulunmadığını, hiç birisinin köle olmadığını; kendisinin babası Ebu Talip tarafından bu kafilenin başında gönderildiğini, babasının Mekke’de geçici olarak sükuneti sağlamak için hicret etmeye gerek gördüğünü, hükümdara anlatmıştır. Hükümdar Necaşi, Cafer’i dinledikten sonra Mekke’den gelen Kureyş heyetine, “Hediyelerinizi alın ve memleketimden gidin. Eğer elçiyi öldürmek ayıp olmasaydı ikinizi de idam ederdim.” dedi. Müşrikler, Mekke’de daha fazla kişinin Müslüman olmasına tahammül edemiyor, Müslümanları ve Hz. Muhammed’i öldürmekle tehdit ediyorlardı. Peygamberliğin üçüncü senesine gelindiğinde, müşriklerin ettiği bu zulümlere rağmen Müslümanlık gittikçe yayılıyordu. İslâmiyet’in yayılmasını istemeyenler, İslâm Peygamberine ve Müslümanlara düşman olanlar Mekke’nin zenginleriydi. Bunların başında Ebu Süfyan ve karısı Hind gelmekteydi. Hind, peygamber ailesinin soyunun düşmanı Ümmüye’nin kardeşi Rabia’nın torunudur. Babası ise, Atab’dır. Peygamberimizin soyuna karşı eskiden kalma bir düşmanlığı vardı. Hind evvelâ Fika adında birisiyle evlenip daha sonra boşanmış, akrabası olan Ebu Süfyan’la evlenmişti. Ümmücemil ve Oğulları Ümmücemil, Ebusüfyan’ın kız kardeşi idi. Ebuleheb ile evlenmişti. Kocası Ebuleheb’i İslâm peygamberi aleyhinde tahrik ediyor, o da İslâm peygamberine ve Müslümanlara düşmanlık besliyordu. Hz. Muhammed’in peygamber olduğunu ve İslâmiyet’e davete başladığını duyunca, oğullarına karılarını boşamaları için baskı yaparak boşattırdı. Ayrıca oğulları Peygambere de hakarette bulundular. Kur’an’daki Tebbet Suresi bu ailenin yaptıklarını lânetlemek için inmiştir (Altuntaş-Şahin, 2001: 603). Hz. Hatice’nin eski kocasından üç kızı vardı; Zeyneb, Rukiye, Ümmügülsüm Peygamberimizin üvey kızlarıdır (Gölpınarlı, 1997: 295). Onları Peygamberimiz gelin etmişlerdi. Cemle’nin oğlu Utbe, Hz. Hatice’nin kızı Ümmügülsüm’ü boşadı. Diğer oğlu Utayba de Hz. Hatice’nin diğer kızı Rukiye’yi boşadı. Birgün Ebu Cehil Hz. Muhammed’e ağır hakaretler ederek sövmüştü. Bunu Hz. Peygamber’in amcası Hamza duymuş hemen Ebu Cehil’i bulup onu döverek, “Bir daha yeğenim Muhammed’e söversen, tehdit vârî sözlerini duyarsam, Kabe’nin Allah’ına yemin ediyorum seni parçalayarak öldürürüm." demiş. Ebu Cehil, Hamza’yı kızdırırım da olur ki Müslüman olur diye bu durumu sinesine çekerek taraftarlarına ve yakın akrabalarına şikâyette bile bulunmamıştır. Ne yazık ki müşriklerin korktuğu şey başlarına gelivermiş, Hamza Müslüman olmuştur. Müşriklerden Abdulmenaf oğlu Rabia, onun oğluları Utbe ve Şeybe, Ümmeye oğlu Harb’in oğlu Ebu Sufyan, Ebulbühteri, Ebu Cehil Velid ve Velid’in oğlu As, Müslümanlığın şiddetle aleyhinde bulunmaya başlamışlardı. Toplanıp Ebu Talib’e gelerek, kardeşi Hamza’nın Muhammed’i kayırmakta çok ileri gittiğini, bunu yapmaması için onu azarlamasını, Ebu Cehil’e ve taraftarlarına saygılı davranmasını; Muhammed Kabe’deki putlara hürmetsiz davranırsa, Mekke’dekilere veya Mekke’ye misafir gelen birisine Müslümanlık teklifi yaparsa, Müslümanlığı yaymaya teşebbüs ederse Muhammed’i mutlaka öldüreceklerini; eğer yine de Muhammed’i muhafaza etmeye devam ederlerse savaşmanın kaçınılmaz olduğunu bildirdiler. Ebu Talib, Muhammed’i muhafaza etmeye mecbur olduğunu bildirince, istediklerini elde edemeden oradan ayrıldılar. Aralarında toplanarak Müslümanlığa ve Müslümanlara en büyük darbeyi indirmeye karar verdiler. Emevî ailesi bu işin başında bulunuyordu. Ebu Süfyan öteki kabile reislerini kışkırtıyordu. Kendisi Hamza’dan ve Ebu Talib’den korktuğu için onları ileri sürüyordu. Bunların başında en ateşlisi Ebu Cehil idi. Alınan karara göre, Hz. Muhammed’i öldüreceklerdi. O hayatta oldukça Müslümanlık cereyanının önüne geçmek mümkün değildi. Fakat Ebu Cehil de Ebu Talib’den ve Hamza’dan çekiniyordu. Ebu Süfyan son olarak Ebu Cehil’i bir kere daha Ebu Talib’e gönderdi. Ebu Cehil dedi ki: “Ya Ebu Talib, Muhammed bizim dinimizi tanımıyor ve durmadan ilâhlarımız aleyhinde bulunuyor. Kureyşiler aralarında kesin karar aldılar, Muhammed mutlaka öldürülecektir. Eğer sen onu himâyeden vazgeçmezsen seninle de savaşmak zorundayız." Ebu Talip, Ebu Cehil’i dinleyip görüştükten sonra kardeşi Hamza’yı çağırttırdı. Müslüman olup olmadığını sordu. Hamza Müslüman olduğunu söyledi. Ebu Talip kendi öz karısı Fatıma’nın, oğulları Cafer, Talib ve Ukayl’ın Müslüman olduğunu, bunlardan daha evvel de küçük oğlu Ali’nin bile Müslüman olduğunu biliyordu. Ebu Talip, Ebu Cehil’e ve Ebu Süfyan’a haber göndererek; “Muhammed bizim ailemizden bir ferttir. Biz onu kayırmak ve korumak zorundayız, savaştan da ölümden de korkumuz yoktur, böyle bilsinler." dedi. Bu haberi alan müşrikler, Ebu Cehil’le Ebu Süfyan’ı tekrar Ebu Talib’e göndererek ısrarla bu işin sonunun çok kan dökülse de Müslümanlığı önlemeye yeminli olduklarını bildirdiler. Ebu Cehil ve Ebu Süfyan, Ebu Talib’e ısrarla Kureyşlilerin aldıkları kararları şiddetle anlattılar. Muhammed’e bir kere daha baskı yapıp vazgeçirmesini istediler. Ebu Talib, çok endişeli ve kuşkulu bir hâl içinde bunları dinledi. Aralarında olumlu bir mukabele meydana gelmeden ayrıldılar. Ebu Talib, Hz. Muhammed’e bu hususta bir kaç söz söyledi. Hz. Muhammed: “Amca! Ben memurum istersen sen de beni koruma, ben yine işime devam edeceğim.” dedi. Ebu Talib pek müteessir oldu. Yarı ağlamaklı bir sesle: “Sevgili kardeşim Abdullah’ın oğlu, sevgili yeğenim Muhammed! Sen Rabbinden aldığın görevi yerine getir. Kimseden de çekinme. Ben sağ oldukça onlar sana hiç bir şey yapamazlar.” dedi. Muhammed amcasına menmuniyetini bildirerek sözlerine devam etti: “Amca bilirsin ki ben Allah tarafından vahiy olunan şeyleri tebliğe memurum, her ne söylersem her ne işlersem Allah’ın emriyle yaparım. Kureyşliler beni öldürseler de elimden başka bir şey gelmez. Benden evvel gelen peygamberlerden Hz. İsa’yı ve Hz. Yahya’yı da öldürdüler. İşte amca bende de ölmek var dönmek yok, tebliğden vazgeçmek yok.” dedi. Hz. Muhammed bu sözleri büyük teessürle söylemişti. Ebu Talib, Hz. Muhammed’le görüştükten sonra Haşimoğullarının ileri gelenlerini çağırdı ve onlardan Peygamberi düşman şerrinden koruyacaklarına dair tekrar tekrar söz aldı. Ebu Talib’in Hz. Muhammed’i himaye etmeye devam ettiklerini duyan, gören Kureyş kâfirleri bu sefer Müslüman olanlarla beraber Haşimoğlularına da düşman oldular. Şâzeli Dede’nin de ifade ettiği gibi, Ebu Cehil bu işe bir çare bulmak için tüm Mekke müşriklerini topladı. Dedi ki: “Bakın Hamza’nın Müslüman olması bizleri müteesir etmiştir. Müslümanların da kuvvetini gücünü artırmıştır. Dinimizi yalanlayan, putlarımıza inanmayan, Muhammed’in nüfuzunu artırmaktadır. Kureyşlileri huzursuz etmiştir. Bu iş artık toplantılarla, Abdulmüttalipoğullarını ve Ebu Talib’i tehdit etmekle olmuyor, bizim Muhammed’i öldürecek bir kahramana ihtiyacımız var. İçinizden kim Muhammed’i öldürürse kendi malımdan yüz kızıl deve ile bin vakıye altın vereceğim.” dedi. İçlerinden öz yeğeni Ömer, Ebu Cehil’e: “Burada bulunan tüm Kureyş uluları şahid olsun. Bu güç işi ben üzerime alıyorum.” dedi. Hazır bulunanlar Ömer’i alkışladılar. Ömer ve Ebu Cehil, Kabe’ye gittiler. Ömer, Hubel putunun karşısında Muhammed’i öldüreceğine dair, dayısı Ebucehil de yüz kızıl deve ile bin vakiye altın ve gümüşü Ömer’e vereceğine dair yemin ettiler. Ömer kılıcını boynuna taktı, Muhammed’i öldürmek için yemin ederek Kureyşlilerin içinden ayrıldı. Hasan Dede’nin torunlarından Salih Dede’nin anlattığına göre, tüm bu olayları Abdulmüttaliboğulları ve Haşimoğulları duymuş çok mütesir olmuşlardı. Hemen Hz. Muhammed’i alarak bulunduğu yerden Hamza’nın evine getirmişlerdir. Seydi Vakkas olayı duymuş, kılıcını çekerek gelmişti. Hz. Muhammed’in kan akrabaları Müslüman olsun veya olmasın oraya birikmişlerdi. Neticeyi üzüntüyle bekliyorlardı. Evin içerisi dolmuştu. Bir kısmı da dışarda üzüntüyle etrafa bakıyorlardı. Ömer’in geldiği görülünce endişelenenler oldu. Ona meydan okuyanlar, ondan korkmadıklarını söyleyenler de vardı. Hz. Muhammed’in bulunduğu yerde Hz. Hamza, Hz. Ali Ebu Talib, Saad bin Ebi Vakkas ve gözü pek kahramanlardan Talib ve Ukayıl vardı. Ömer içeri girer girmez, Ali ile Hamza birer yay gibi sıçrayıp Ali, Ömer’in sağ kolunu, Hamza da sol kolunu arkasına bükerek etkisiz hale getirdiler. Evde bulunanlardan bazıları da kılıçlarını kınından çıkarmışlar, Ömer’in hareketini bekliyorlardı. Ali ile Hamza Ömer’in kollarını sıkıca tutuyorlar, omuzlarına da bastırıyorlardı. Şeyh Şazeli Dede’nin anlattığına göre, Hz. Peygamber: “Bırakın Ömer’i. İyi niyetle gelmişse ne âlâ kötü niyetle gelmişse zaten fazla bir şansı yoktur. Serbest bırakın" dedi. Ömer’in öfkesi bir anda sönmüştü. Sıkıntılı bir şekilde yere bakıyordu. Kendisinin böyle bir işe giriştiğine kendi de çok kızıyordu. Hasan Dede evladı Salih Dede ve Şeyh Şâzeli Dede ikisi de aynı olayları hemen hemen aynı şekilde anlatmaktadırlar. Devamla Hz. Peygamber: ˝Ey Ömer! Haydi Kelime-yi Şahadet getir, bakayım” dedi. Ömer : « Bana Müslümanlığı telkin et » dedi. Arkasından da Kelime-yi Şehadeti getirdi. Buradaki bilgilerin Ömer’in İslâmiyeti kabulü ile ilgili olarak bilinen yaygın hikayeden daha farklı olarak anlatıldığı görülmektedir. Müşriklerin taarruz hareketini duyan Ebu Talib, onların taarruzundan emin olmak için. Hz. Muhammed’i ve inanan Müslümanları yanına alarak Şaab-ı Ebu Talib’e çekildi ve Abdulmüttalib oğullarından Ebu Leheb hariç tümü Ebu Talib’in çağırısına icabet ettiler geldiler. Olay kaynaklarda şöyle geçer: “...İslâmın günden güne yükselmesi ve kuvvet kazanması Kureyşlilerin haset ve husumetini tahrik ediyordu. Ancak bu ilerleyişi durduracak güçleri de yoktu. Ebu Talip, iman etmemişti fakat peygamberi kendi evladı gibi severdi. Beni Haşim’den iman etmeyenler bile akraba olduklarından dolayı peygambere yardım ediyorlardı. Ömer’in de ve Hazreti Hamza’nın da girmesiyle İslâmiyet iyice güçlendi ve kabileler arasında yayılmaya başladı. Bunun üzerine müşrikler Ebu Talib’e müracaat ederek değişik tekliflerde bulundularsa da bunlar kabul görmedi. Ebu Talib’in büyük bir ihtimam ile peygamberi koruduğunu gören müşrikler Benî Hâşime de buğz ve kin bağlamaya başladılar. Müşriklerin saldırı ve kinlerinden daha emin olabilmek için Ebu Talip peygamberi ve Ashab-ı Kiramı alıp Şaab-ı Ebu Talib(Ebu Talip Mahallesi)’e çekildiler. Bunların bu hareketi üzerine müşrikler Ebu Cehil’in başkanlığında toplanarak şöyle bir anlaşma imzaladılar: Haşimîler ve Abdulmuttalip oğullarıyla kız alıp vermek, ticaret yapmak, hiçbir şekilde onlara fayda vermemek, Muhammet sağ oldukça onlarla sulh olmamak boynumuzun borcudur, diye yazıp Kabenin duvarına astılar. Şaab’da muhasara altında kalan ehl-i İslâm’ın durumu vahimdi. Hac mevsimi hariç hiçbir zaman onlarla ticaret etmiyorlar ve dışarı çıktıkları zaman hakarete maruz kalıyorlardı. Onlardan biri bir şey satın alacak olsalar, hemen alışverişe mani oluyorlardı. Esnaf onların korkusundan Müslümanlara mal satamıyorlardı. Satacak olanlar takip edilip, cezalandırılıyordu. Ebu Cehil ve Velid b. Muğire en azgın müşriklerdi. Onların hücumuna karşı Ebu Talip mahallenin güvenliğini artıracak tedbirler almış kenar duvarlarını sağlamlaştırmıştı. Peygamberin yattığı odanın etrafında bizzat kendi nöbet tutmaya, onun yatağını ve odasını sık sık değiştirmeye başlamıştı. Ebu Talip, kendi çoluk çocuğunu onun muhafazası için görevlendirmişti. Böylece Müslümanlar Şaab-ı Ebu Talip’de mahsur kaldılar. Bu kuşatma boyunca Peygamber pek konuşmazdı ancak Haram aylarda çıkar din-i İslâm’ı gelen hacılara tebliğ ederdi. Kuşatma o boyutlara erişti ki çocuk ve yaşlıların iniltisinden geceleri uyumak mümkün olmuyordu” (Lutfullah Ahmed, 1331: 203-208). Aynı konuda ünlü Doğu bilimci Arnold da şu bilgiyi vermektedir: “...Kureyşliler böyle bir hareketin kendi memleketlerinde cereyan etmesinden ve giderek genişlemesinden rahatsız olmuşlar ve daha büyümesine meydan vermemek üzere bunun önünü kesmeye karar vermişlerdi. Benî Hâşim, akrabalık bağları nedeniyle peygamberi himâye ediyordu. Bir nevi Müslümanlar aforoz altına alındılar ve kendileriyle her türlü alış veriş, akrabalık kurmak ve diğer konularda onlarla işbirliği yapmamak üzere müşrikler aralarında anlaşma imzaladılar. Benî Hâşim üç sene kadar şehrin bir mahallesinde mahsur kaldılar. Ancak haram olan aylarda dışarı çıkabilmekteydiler. Bu aylarda her türlü düşmanlık unutuluyor Kâbe etrafında tüm kabileler toplanıyordu. Peygamber bundan istifade ederek onlara İslâm’ı anlatıyordu. ...Hazret-i Muhammed ve akrabalarının çektikleri eziyet Kureyş’ten büyük kişilerin dikkatini çekti ve merhamete gelerek konulan bu aforoz kaldırıldı.” ( Arnold-M. Halil Halid, 1343: 22). Ebu Talib’in böyle canla başla uğraşması yadırganmamalıdır. Çünkü Ebu Talip hiçbir zaman peygambere zarar gelmesini istememiştir. Muhasara boyunca onu korumuştur. Onun hakkındaki bazı bilgiler yaptıkları bu iyilikleri ne yazık ki gölgede bırakmıştır. O, Kur’an okumayı men etmemiş, kendisi de Kur’an dinlemiştir. Onun Peygamberin koruyucusu olduğunu, hatta Peygamber namaz kılarken İbn-i Ziba’nın saldırısı üzerine, Ebu Talib’in kılıcını çekerek adamın boynuna dayadığını ve bu şekilde Kureyş’in toplu olarak oturduğu yere götürdüğü orada da şu kasideyi söylediğini kaynaklar yazmaktadır (Gölpınarlı, 1997: 112): Ben ölüp de toprağın altına girmedikçe Andolsun toplum sana bir şey yapamayacak Tasalanma, yerine getir ne buyurulduysa Müjdelerim bununla gözler aydınlanacak Beni de çağırdın sen, bilirim öğütçüsün Gerçeksin, eminsin senin davetin haktır ancak Andolsun ki bilirim dinidir Muhammed’in Yer yüzünde dinlerin hayırlısı bu mutlak Şaab-ı Ebu Talib, Mekke’de hususî bir mahalle idi. Bu mahallede evvelce Mekke reisleri otururlardı. Abdulmüttalib Mekke reisi iken burada otururdu. Onun vefatından sonra, Ebu Talib reis oldu. Onun burada oturmasından dolayı buraya Şaab-ı Ebu Talib denildi. Haşimîlerin birleştiğini gören kafirler, aralarındaki ittifakı bir kat daha sağlamlaştırmak istediler. Ebucehil’in reisliği altında toplanarak bir anlaşma yazıp imzaladılar. Bu anlaşmaya göre Kureyşîlerin Haşim ve Abdulmüttalib oğluları ile kız alıp kız vermesi yasak ediliyor, onlara faydalı olabilecek şeyler gizli tutuluyor, Muhammed sağ kaldıkça onlarla barışmamak karar altına alınıyor, hatta aralarında bir mütareke bile yapmayacaklarına dair söz veriliyordu. Yapılan anlaşmada Kureyş reislerinden kırk kişinin imzası bulunuyordu. Kırk kabile reisi almıştı bu kararı. Bu anlaşma yemin edilerek yazıldı, imzalandı ve Kabe’nin duvarına asıldı. Anlaşma tam üç sene Kabe duvarında asılı kaldı. Anlaşmanın yazılı olduğu kağıdı güveler yedi. Şaab’da mahsur kalan Müslümanlar aç-susuz tam manasıyla bitkin ve perişan kalıyorlardı. Yaşam şartları güçleşmeğe başlamıştı (Yıldız, 1994: 219); (MEB-İslâm Ansp, 2001: 52); (TDV-İslâm Ansp, 1994: 237). İşte bu güç şartlar altında ortaya çıkan Müslümanlar arasındaki tutum ve davranış biçimi “Kırklar Cemi" adını verdiğimiz bir toplantının kurumlaşmasına sebep olmuştur. Yol Dergisinin 9. sayısında özgeçmişini ve kendisinden derlediğim nefeslerine yer verdiğim, Sarıoğlu Ocağı Careteyn evlâtlarından Hilalî Baba’nın (1908-1975) anlattığına göre, Kırklar Cemi, Hz. Muhammed’in peygamberliğinin yedinci senesinde yapılmaya başlanmıştır. Yine anlatıldığına göre 1100 gece 1100 gündüz devam eden Şaab muhasarasında “Kırklar Cemi" her gün devam etmiştir. Dedelerin birbirini doğrulayarak anlattıklarına göre: Hac mevsiminden başka günlerde Müslümanlar Şaab’dan dışarı çıkamaz olmuşlardı. Kureyş kafirleri şehre inenlere hatıra gelmez eza cefa yapıyorlardı. Gitgide muhasara daralmaktaydı. Kafirler Hac için dışardan gelenleri yollarda bekleyip, onlara peygamber aleyhinde propogandada bulunuyorlardı. Çarşı esnafından kimseye, Muhammed‘e ve Müslümanlara yiyecek, giyecek ve lazım olan acil ihtiyaç maddelerini sattırmıyorlardı. Şaab’da mahsur kalan Müslümanlar günlerce aç susuz kalmışlardı. İçlerinden birisi bir yudum su içse cümlesi kanıyordu. Birisi bir lokma ekmek yese cümlesi doyuyordu. Şaab’da Müslümanlar tek bir vücut olmuşlar. Birisi bir üzüm tanesini nuş etse cümlesi mest olurdu. Birine bir neşter vurulsa cümlesinden kan akıyordu. Birisinin sevinci cümlesinindi. Birisinin elemi acısı da cümlesinin elemi acısıydı. Ebu Talib Şaab’da her gece gözcülük ve bekçilik görevi yapıyordu. Yaşlı ve ihtiyar olmasına rağmen kılıç omuzunda, uykusuzluğa tahammül ederek dolaşırdı. Muhammed’in yattığı odayı geceleri sık sık değiştirir, oğlu Ali’yi onun yerinde yatırır, Muhammed’i daha emniyetli yere taşırdı. Fakat açlık, susuzluk çekilmez durum almıştı, susuz kalan çocukların feryadı Şaab’ın taş duvarlarının bile vicdanlarını sızlatıyordu. Müşrikler bu sesleri duyunca seviniyorlardı. Ancak bu da onlara yetmiyordu. “En yakın zamanda Muhammed’i ve Müslümanları teker teker teslim alıp öldüreceğiz" diye Ebu Talib’e haber göndererek tehdit ediyorlardı. Ebu Talib bu haberi alınca, bir kaside yazarak müşriklere göndermişti. Hasan Dede evlâtlarından Salih Dede’nin eşi olan Fadime Ana’dan derlediğimiz ve Peygamberin amcasına ait olduğuna inanılan kasideyi buraya aynen alıyoruz. Böylece yaygın tarih bilgilerinde Müslüman olmadan öldüğü kabul edilen Ebu Talip’in inanmış bir Müslüman olarak kabul edildiğini görmekteyiz: Haber verin benden Luveyy boyuna o boydan gelen Ka’b soyuna Bilsinler ki biz Muhammed’i İsa gibi Musa gibi geçmiş kitablarda adı geçen bir peygamber olarak bulduk. Bilmez misiniz ki halk onu sevmektedir. Allah’ın sevgilisidir O. Allah’ın sevip seçtiği kişiye bir zarar gelmez. Sizin yazıp çizdiğiniz kağıt, deve yavrularının anaları ardından Çıkardıkları kötü bir ses gibi seslenmektedir ancak. Kendinize gelin iş işten geçmeden sel dağdan gelip basmadan Suçluyla suçsuzu bir birine katmadan Sevgi bağlarını koparmak yakınlık bağlarını çözüp atmak Hususunda azgınların buyruğuna uymayın Çetin bir savaşı göze almayın savaşın tadına bakmayın Çetindir göze alana pek acıdır o tadana And olsun bu evin (Kabe’nin ) Allah’ına zaman bütün zahmetleriyle Bize yönelse en ağır felaketler yüz gösterse biz gene Muhammed’i size teslim etmeyiz Yakındır başlarınızın kollarınızın Hint kılıçlarıyla yerlere serileceği gün Bizim de başlarımızın kesileceği kollarımızın kesileceği gün Daralmış savaş meydanlarında sırtlanların ziyafette doyasıya Yeyip içenler gibi insan cesetlerini yiyip sömürecekleri gün Oğullarına kılıç vurmayı mızrak kullanmayı vasiyet eden Haşim bizim atamız değil mi ki? Biz sizi yorup halden düşürmeden savaştan yorulacak Belâlara uğramaktan şikayet edecek kişiler değiliz. Erlerin canları korkularından bedenlerinden uçup gittiği Zaman direnen erleriz. Koruduğunu koruyan sözünü tutan yiğitleriz biz. (Gölpınarlı 1975: 62) Bu kasidenin tamamı Salih Dedenin eşi Fatıma ana tarafından ezbere biliniyordu. Bu durum sözlü geleneğin gücünü göstermesi bakımından çok önemlidir. Fatma Ana kişilik ve kimliği ile de döneminin kadınlarına örnek bir kişiliğe sahipti. Kendisi Atatürk’ün Cumhuriyet bayramı şenliklerine katılmış ve burada Atatürk’e istek ve dileklerini iletmiş ve Atatürk’ün saygısını kazanmıştı. Bu olay hâlen Hasan Dede’de yaşlılar arasında anlatılmaktadır. Bu kaside müşriklerin ellerine geçip okuyunca, Ebu Talib’in cesur ve metânetli tutumunu anlamışlardır. Müşriklerin mukavemetleri kırılmış Müslümanları ve Muhammed’i öldürme ümitleri kesilmiştir. Ebu Cehil muhasaranın sürdürülmesini istediyse de öbürleri ona karşı çıktılar ve tartışmalar sonunda muhasarayı kaldırmaya karar verdiler ve kaldırıldı. Herkes sevindi. Bu sevinç uzun sürmedi. Peygamberliğin onuncu yılının Ramazan ayında, kuşatmanın kaldırılmasından iki ay sonra Ebu Talib vefat etti. Hemen arkasındanda Hz.Peygamberin sevgili eşi Hz. Hatice vefat etti.(Gölpınarlı, 1991: 63). Ebu Ttalib’in yazdığı şiirler, Hz. Muhammed’i canını feda edercesine koruması, onu evlendirirken okuduğu hutbe, muhasara zamanında bazı geceler bir saldırıya uğrar düşüncesiyle Resulullah’ın yatağında oğlu Ali’yi yatırması, Hz. Peygamber’in onu yıkaması, defnetmesi, bilhassa Fatıma binti Esad’ın yani Ali’nin anasının vefatına dek onun nikahı altında ve evinde kalması, Ebu Talib’in imanına şüphe götürmez delillerdir. İmam Hasan soyundan, sekizinci imam Aliyyü’r-Rıza‘ya Ebu Talib’in iman edip etmediğini sormuş. İmam, onun mü’min olduğunu bildirmiştir. Altıncı imam Caferu’s Sadık: “Ashab-ı Kehf imanlarını sakladılar Allah onlara iki kat ecir verdi. Ebu Talib de onlar gibidir.” buyurmuştur. Cem cemaatinde de anlatıldığı gibi, İbn-i Abbas babasından rivayet eder ki Ebu Talib vefat ederken şahadet getirmiştir. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur: “Şüphe yok ki sen sevdiğini doğru yola sevk edemezsin, fakat Allah dilediğini doğru yola sevk eder ve odur hidayete erecekleri daha iyi bilen”(Altuntaş-Şahin, 2001: 391) mealindeki ayetin onun hakkında indiğini söyleyenler varsa da onlar kasıtlıdır, Emevî taraftarlığı içindir. Gerçek budur ki, bu ayetin Abdulmenef oğlu Numan’ın oğlu Haris hakkında indiği ve Medine devrinde nazil olduğu Ebu Talib’in ise Mekke’de vefat ettiği bilinmektedir. Burada anlatılanlar Kırklar Cemi’nin ortaya çıkması ve kurumlaşması ile doğrudan ilgili olmasa bile Şaab Kuşatması’na kadar ve sonrası ortaya çıkan gelişmelerin Kırklar Cemi’nin oluşmasındaki yeri ve önemini ortaya koymak içindir. Kırklar Meclisi Hz. Muhammed’in peygamberliğinin 7-8-9. senelerinde Şaab Muhasarasında, Hz. Muhammed ve Müslüman olanlar tam üç yıl muhasarada kalmışlardır. Bu kalışa Kırklar veya Kırklar Meclisi denilmektedir. Hasan Dede Dergahı’nda yüz yıllar boyunca anlatılan bu sözlü tarih, bir çok gerçeğin ortaya çıkmasını sağlayan bir değerlendirme olarak karşımızda durmaktadır. Bu makalenin yazarı sadece Şeyh Şâzeli Dede’den değil aynı zamanda Hilalî Baba ve Salih Dede’den de duyduklarımı zamanında kaleme almıştım. Buna göre Kırklar Meclisinin oluşması şöyle ele alınmaktadır: Her büyük şehre sur yani kale duvarları yapılırken, o şehrin idarecisinin ailesi için bir de iç kalede sığınak yapılır. Harb zamanında veya düşman saldırısına karşı güvenilir bir yer olarak, idarecinin çoluğunu çocuğunu, hazinesini, karısını, kızını emin bir şekilde sakladığı bir sığınaktır. Muhafazalı sur duvarlarıyla tahkim edilir, Mekke’deki Mekke reisinin güvenilir sığınağının adı da Şaab’dır. İlk reislik Abdulmüttalib’de iken oraya Abdulmüttalib mahallesi denirmiş. O ölünce reislik Ebu Talib’e geçmiş ve oraya Şaab-ı Ebu Talib yani Ebu Talib mahallesi denilmiştir. Burada temel soru Şaab’a kaç kişinin sığındığı ve Kırklar Meclisinde kaç kişinin bulunduğudur. Kaynakların anlattığına göre, Abdülmüttalib oğullarının tümü ve Haşim oğullarının tümü, Ebu Leheb hariç bunların kan akrabaları da Şaab’a taşınmışlardır. Bu kabileler akrabaları ile taşındıklarından küçük çocuk sayısı çoğunluktadır. Ebu Talib ve eşi Fatıma Ebu Talib’in kızı Ümmühan ve eşi ile oğlu Hani, Ebu Talib’in oğlu Talib Ukayıl (akıl)ve eşleri, çocukları, Hamza, eşi ve çocukları. Cafer Tayyar’ın reisliğinde ilk önce Habeşistan’a hicret eden kafileden gerigelen olmuştu. Bunların on bir erkek dört kadın olarak Şaab’a taşındığını da kaynaklar yazmaktadır. Yine burada bekâr olarak Hz. Ali vardır. Selman, Ebu Zer, Ammar Yaser, Miktad bulunmaktadırlar. Hz. Muhammed ve eşi Hz. Hatice, onun kızları, 7 veya 8 yaşlarında bekar olarak Hz. Fatıma bulunmaktadırlar. Şaab Kuşatmasında mahsur kalan Müslümanlar 1100 (bin yüz) gündüz, bin yüz gece orada yaşamışlardır. Hz Muhammed’in mübarek manevi huzurunda ilahi tadlar alan bu topluluğa kaç büyük kaç küçük çocuk katılmıştır bilemiyoruz. Çok sayıya kırklar demek alışkanlığımız vardır. Ama kırk kişiden çok çok fazladırlar. Hilalı Baba ve Salih Dede: “Diyelim ki eksiktirler gerçek sayısını Allah bilir. Bu meclise kırklar deyimi söylene gelmiştir.” demektedirler. Anadolu’da bazı kişiler, ne Şaab toplantısını ne de Ebu Talib mahallesinde muhasarada kalan Müslümanları bildiği halde söze başlayarak Kırklar Meclisi bilgisini cemaate anlatmaya başlarlar. Onlar derler ki:“Kırkların 23 ü erkek 17 si kadın. Başka yerde ise17’si erkek 23’ü kadın.˝Zamanımızda uygulanan Cem erkanında ve görevlendirmelerde Kırklar Meclisi’nin gerçeği şudur: Küçük çocuklardan, orada dünyaya gelenlerden, orada ölenlerden, -Çünkü ölen de olmuştur-, teferruatlı bilgileri olmadığı için bahsetmezler. Muhasarada Müslümanlar çok eza cefa görmüşlerdir. Bir lokma ekmek, bir yudum su bulamadıkları günler bile olmuştur. Birisi bir yudum su içse cümlesi kanmıştır. Bir lokma ekmeği birisi bulup yerse cümlesi doymuştur. Birisinin elemi, acısı cümlesini üzmüştür. Birisinin sevinişi cümlesini neşelendirmiştir. Bin yüz gece bin yüz gündüz. Neler olmuştur neler görmüşlerdir. Ne sırlara ermişlerdir. Bir muhasarada açlık, susuzluk içinde binyüz gün kalan topluluğun arasında Allah’ın sevdiği peygamberi olur da hikmet saçmaz mı? O sık sık Allah’tan emirler alırdı. Allah’ın emirlerini, nehiylerini anlatırdı. Muhasara boyunca insanlara helali haramı, doğruyu eğriyi, dini, ahireti, Allah’ı anlattı. Sanki burası muhasara altında kalan, azab gazab yeri değil de bir okuldu. İşte Kırklar Meclisi budur. Bu tadı anlayarak alan, Kırklara karışan evliya olmuştur. Anadolu Alevilerinde işte bu meclisin tadı ahengi devam etmektedir. Aleviler böyle inanmaktadırlar. Herkes oraya musahibli olarak girermiş sözü doğru değildir. Herkesin müsahibi vardır sözü de: “Çocuklar alınmazmış˝ sözü de uyduruktur. Kırklar Cemi Şaab-ı Ebu Talib’te musahibsizlerin ve çocukların da bulunduğu yerdir. Orada küçük çocuklar vardı. Musahibsizler de bulunuyordu. Zamanımızda bazı Aleviler Cem erkanını hoş görülü olarak çok güzel uyguladıkları halde bazıları cemi yaparken çocukları ceme almıyorlar, küçük lokmayı musahibsizlere yedirmiyorlar. Bu yanlıştır. Severek istiyenin ceme alınması doğru erkandır. O canlara da güzeli doğruyu anlatıp telkin etmek gerekir. Alevilik herhangi bir ırkın yolu değildir. Herhangi bir soyun yolu değildir. Her iyi insan Alevidir, her doğru dürüst insan Alevidir. Haram yemeyen, yalan söylemeyen, kimseye garaz buğuz etmeyen, kimseye kini kibiri olmayan herkes Alevidir, Ehl-i Beyt yolunun yolcusudur. O da o gemiye binmeye gelmiştir. Çünkü peygamberimiz: ˝Benim ehl-i beytimi sevmek Nuh’un gemisine binmeye benzer, nasıl gemiye binen kurtulduysa ehl-i beytimi de seven kurtulur –muradına erer˝ buyurmaktadır. İşte Cem meydanı Nuh’un gemisi gibidir. Bu gemiye binen kurtulur. Peygamber musahibliği Mekke’de değil, Medine’de ihdas etmiştir. Peygamber Ali ile musahib olmuştur. Genel olarak Mekke’den gelen bir muhacir ile bir Medine yerlisini musahib etmiştir ki bu musahibliğin ekonomik bunaltıyı önlemek için yapıldığı bellidir. Muhacirlerin yatması kalkması yemesi içmesi, dini vecibeden ziyâde buhranı önlemektir. Zamanımızda bazı dedeler musahibsizleri ve çocukları ceme aldırmıyorlar küçük lokmayı da yedirmiyorlar. Müsahibsizler cem’e alınmalıdır, şayet musahibsiz mihman olarak veyahut da musahib olmaya akranını bulamamışsa yine Cem’e alınacaktır, küçük lokmayı da yemesi gerekir. Bu olayın âdâbı erkanı budur. Şaab Muhasarası (Kırklar Meclisi)Mekke’de olmuştur. Doğrudur. Peygamberliğin ilanının 7., 8., 9., senelerinde olmuştur. Mir’ac olayı Mekke devrinde, peygamberliğin 12 nci yılında olmuştur. Hz. Fatıma kızdır. Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin daha dünyaya gelmemişlerdir. Hz. Selman-ı Fârisi Mekke’de yoktur. Medine’ye gelerek peygamberi bulmuştur. Müslüman olmuştur. (Gölpınarlı, 1991: 60-62) Faziletname’ye göre, İran Kralının oğlu olan Selman-ı Fârisi, Allah’ın bir olduğuna inandı. Bir gün puthanede putları kırdı. Ceza olarak vahşi hayvanların yemesi için Erzene dağına sürgün edildi. Kendisini parçalayacak bir arslanın saldırdığı sırada: “Allah’ım yetiş.” diye yardım istedi. Bir kır atlı çıkıp geldi. Aslanı vurup öldürdü. Selman dağda topladığı nergis demetini atlıya verdi. Mekke devrinde gelip Ebu Talib ailesine sığındı. Hz. Muhammed ve Hz. Ali dünyaya gelince de onlara lalalık yaptı, bilahare Müslüman oldu ve onlardan ayrılmadı. Kral oğlu Selman putu kırınca Erzene’ye sürgün ettiğin söyler Soyunup esvabın suya girince Üstüne bir aslan yattığın söyler Aslan yattı esvabının üstüne Çok korktu çağırdı Allah dostuna Bir kır atlı çıka geldi üstüne Selman’ın carına yettiğin söyler Atlıyı görünce o aslan kalktı İşitti narasın ormana aktı Selman bu atlıya hürmetle baktı Candan mukabele ettiğin söyler Selman toplamıştı evvel nergisi Al bu hediyeyi unutma bizi Selman orda söyleyince bu sözü Sır olup yanından gittiğin söyler Geldi Ebu Talib’e kul oldu Selman Ruhuna bir ilham gelmişti hemen Aileye hizmet etti bir zaman Ruhuna can sevgi kattığın söyler Anası doğumu yaptı Kabe’den Muhammed Mustafa sıtk u safadan Aliyü’l-Murtaza doğdu anadan Ali’nin yüz üstü yattığın söyler. Kimse yüz üstünden döndüremedi Ana baba yerden kaldıramadı Bu çocuk kükremiş aslandır dedi Ailenin hayret ettiğin söyler Ali tekbir aldı geldi peygamber Kucağına aldı sevdi muteber Çok muhabbet etti bunda bir hal var Ali’ye göz gönül kattığın söyler Ana memesini emmedi Haydar Dilini ağzına verdi Peygamber O emerken gördü Selmanla Kanber İlkin öyle gıda ettiğin söyler Bu gün yarın derken gün gelip çattı Beşikte ejderhayı ikiye yardı Nice müminlerin carına gitti Kainatın hayret ettiğin söyler Varıp buçuk yaşa gelince Merdan Sırtında bahçeye götürdü Selman Dallara çıkmak istedi o zaman Kuru ağaçta hurma bittiğin söyler Ailenin bağ bahçesi çok idi Her tarafı lale sünbül bağ idi Selman hırka yamar o hurma yerdi Selman’a çiğidin attığın söyler Selman dedi: “çocuk ebsem dursana” Tazire müstahak oluyon yine Ali dedi: “Yaş yarışak bu sene” Cihanı oynayıp üttüğün söyler Selman dedi ki: “yetmiştir yaşım” Yetmişten sonra müşküldür işim Çok serencam gördüm çoktur savaşım Kundağın kucakta tuttuğun söyler Tanı Selman tanı sen beni tanı Unuttun mu Erzen de olan tufanı Kim kurtardı orda aslandan seni Selman’ın carına yettiğin söyler Seğridi damarım kaynadı kanım O atlıda orda vardır nişanım Çıkardı nergisi sundu sultanım Orda nergis halk ettiğini söyler. Can Hatayim kul kurbandır Haydar’a Çağırana Ali yetişti cara Ali götürdü Selman’ı Kırklara Bir olup birliğe yettiğin söyler Âşık Halil-Çorum Mislerovacığı Köyü Aleviler böyle inanıyor, Cemlerde cemaatlerde çalıp söylüyorlar. Faziletname’nin baskı tarihi 1519’dur. Burada anlatılanlar ve Hatai’nin yazdığı bu nefes Anadolu’da cemlerde halen anlatıla gelmektedir. ŞAAB’ın Muhasarası Olayı: Peygamberliğin ilânının onuncu yılında kaldırılan Şaab muhasarasında mahsur kalan Müslümanlar, Hz. Muhammed’le birlikte geçirdikleri tatlı ve ulvi (Kırklar Meclisi ) günlerini bir türlü unutamıyorlardı. Orada yaşadıkları açlığı, susuzluğu, müşriklerin haber göndererek ölümle tehdit edildiklerini, kendilerine suikast yapılacağını, müşriklerin aniden gece veya gündüz baskın yapacağı haberlerini, Allah elçisiyle yaptıkları ibadetleri, peygamberle yaptıkları zikirleri hasılı Allah elçisiyle muhasarada yaşadıkları üç seneyi hiç unutamıyorlardı. Gündüzleri işlerini bitirdikten sonra akşamları bir eve toplanarak oradaki acı tatlı günlerini yadederlerdi. O zaman Mekkelilerin şiir kabiliyetleri çok ileriydi. Ebu Talib kaside ustasıydı. Hasandede evladından Şâzeli Dede, cem cemaatine şöyle anlatmıştır ki ben bunu not etmiştim: Hz. Peygamberimizin ve Hz. Ali’nin de kaside söyledikleri olurmuş. Medine’de ilk mescidin temeline ilk kerpiçi Hz. Peygamber koyduğunda diğer çalışan ashabıyla şu beyti Hz. Peygamberin söylediği rivayet edilir. Allah yolunda çalışmak çalışmaların en hayırlısıdır En iyi ücret ise ahiret ücretidir. Hz. Ali de şu şiiri söylemiştir. Hz. Peygamber ve ashabı bunu beğenerek takrarlamışlardır : Ahiret için çalışanlarla, dünya için çalışanlar bir olur mu ? Bir kaç günlük şu dünya için beyhûde Bir birleri ile dünya malı nimeti için düşman olmalar Sonunda herkes toprak olup gidecektir. Şa’ab Muhasarası sırasında inananlar kadınlı erkekli bir yere toplanırlar kasideler okurlardı. Mekke devrinden sonra Medine devrinde de bu âdeti devam ettirmişlerdir. Abdülbaki Gölpınarlı, AleviBektaşi Nefesleri isimli kitabında şöyle der: “Muhammed, bir gün kırkların cemine gider, kapıyı çalar. Kimsin derler. Peygamberim der. Burada peygamberlik ve rutbe yoktur, derler. Meyus olup dönerken Cebrail’e rastlar. Onun öğüdüne uyup tekrar gider. Kimsin denince fakirim der. Kapıyı açarlar. İçeriye girince görür ki Fatıma da dahil olmak üzere otuz dokuz kişi oturmakta, başları da Ali. Muhammed, Fatıma’nın bu erkeklerden kaçmayışına itiraz eder. Biz derler bir canız; aramızda ayrı gayrı yok ki. Muhammed, davaya burhan gerek deyince Ali, kolunu sıvar, kırkların birisi, Ali’nin şah damarını neşterle yarar. Ali’den kan akınca otuz sekizinden de kan akmaya başlar. Aynı zamanda, tavandan da kan damlar. Muhammed, bu nedir diye sorunca birimiz dışarda, bu, onun kanı derler. Derken Selman, dışardan gelir. Getirdiği bir tek üzüm tanesini ortaya atar. Muhammed’e, kırkımıza pay et derler. Muhammed şaşırır. O sırada cebrail imdadına yetişir. Cennetten bir tabak getirir, üzümü bu tabakta ez hepsi içsinler. Muhammed, üzümü ezer, su karıştırır kırklara sunar. Hepsi bir yudum içip mest olur. Kalkarlar, semaa başlarlar“(Gölpınarlı, 1963: 128). Hasan Dede Dergahı’nın Ziyaretçi Defterinde kayıtlı olan ve başka yerde rastlanılmayan miracla ilgili özgün bölümü bu kısımla ilgisinden dolayı aşağıya aynen alıyoruz. Dil ve anlatım özellikleri metnin eskiliğini gösterdiği gibi şiirsel anlatıma yakın oluşu ve metinde Şah Hatai’ye atf edilişi de metnin şiir hâlinde yazılmış olanlarının da bulunduğu izlenimini güçlendirmektedir: Not: Belge Girecek “Geldi Cebrail buyırdı Hak Muhammed Mustafa seni miraca okıdı devaha kadir hüda evvel emanet budur ki bir rehber tutasın kadim erkanına yatasın tarik-i müstakime Muhammed müşkül eyledi didi benden kim aziz imdi senden el tutayım hak buyırdı vedduha Muhammed bel bağladı Cebrail oldı irehber iki gönül bir oldılar yüridiler dergaha vardı dergah kapısına gördi bir arslan yatur haykıruben hamle kıldı kopdı başa bir fena gine hakdan nida geldi korkma habibim didi hatemin ağzına vir ister senden nişane hatemin ağzına virdi arslan ondan oldı sakin Muhammed’e yol eyledi arslan gitti penaha vardı hakkı tavaf itdi evvel bunu söyledi ne yegin şîrin var imiş hayli cevr itdi bize ol benim şîr-i devletim sana tabidir habib gördi bir fıkara derviş hemen yutmak eyledi eger Ali olaydı dayanaydı ol şaha ol benim şîr-i devletim sana tabidir habib eşiğinde pazvend oldı kubbesi kıblegaha Muhammed sürdi yüzini Hakka teslim itti özini cennetten getürdi üzümü götür Hasan Hüseyin şaha Selman onda hazır idi şeydullahın diledi bir üzüm denesi kopdı Selman’ın keşkullaha doksan bin kelam danışdı iki gönül dosdına tevhidi armağan aldı pir yüzünde insana ayak üzerine kalkdı ümmetini diledi ümmetine rahmet olsun didi onda kibriya egildi niyaz eyledi hoş kal sultanım didi koyub evine giderken yolı vardı kırklara. Vardı kırklar makamına oturdı oldı sakin kırklar cümle niyaz kıldı Hazret-i Habibullah’a Selman üzümü getürdi Muhammed’e ez iç didi kuduretten bir el geldi engur şerbet ezmeye hatemi o elde gördi uğradı müşkül hale birisi içti mest oldı cümlesi oldı hayran mümin müslim üryan büryan hep girdiler semaha çaldılar desti kifai didiler Allah Allah Muhammed de bile kalktı kırklarınan semaha erkandur yerini buldı muhabbetler kadim oldı Muhammedi gönderdiler oldı hatırlar safa Muhammed evine vardı Ali hakkı tavaf itdi mührini önüne kodı sen bir sırrullahsın didi. Didi saddak murtaza evveli sen ahiri sen hümameyn hümamiyn cümlemiz sana bağlıdur ey velayetler madeni Şah Hatayim mukuf oldım ben bu sırrı söyledim söylerim Hak söze inanduramadım özü çürük evrahı.” (Hasan Dede Ziyaretçi Defteri s. 120-122) Ankara yöresinde uzun bir müddet Alevi Bektaşi erkanını iç içe yürüten Zeynel Usul Halife Baba’ya sormuştum: “Mirac olayında Hz. Peygamberin önüne geçip hatemini (mührünü) yutan aslan nedir? » Halife Baba eren şöyle anlatmıştı : « Hatemi yutan Hz.Ali’dir. Demek oluyor ki, Peygamberliğin Hatm-i hatemini Hz. Ali’nin yutmasından maksat, artık nübüvvetinin bittiğine delâlettir. Allah tarafından vahyedilen. peygamberlik velayete devredilmiştir. Nübüvvetin sonunu velayet yutmuştur. Nübüvvetten beklenilen bütün yalvaclık inayetleri velayette toplanmış demek oluyor. Velayet kıyamete kadar velilik görevini yürütecektir. Bu dünya yıldızının sönmesi diyelim ki bir milyar sene daha devam edecekse Allah’ın nübüvvete, peygamberlere vahyettiği ilahi lütuf, ihsan ve keremi velayette iştigal edecektir. İlim öğreten mürebbinin değeri o derece yücelmektedir. İşte miracta Habibin hateminin aslan tarafından yutulmasının sırrı rumuzu budur. Onun için Hz. Peygamber demişlerdir ki : “Allah’tan af ve mağfiret isteyen ilm-i ledün isteyen her türlü hidayet himmet, inayet, kurtuluş isteyen Ali’nin kapısından girsin. Daire-yi uhuvvete, ilim kentine girmek istiyenler, ilmimin kapısı Ali’dir », dediğinin sırrı budur." demişlerdi. Böylece kırklar cemi içine yer alan bazı değerlendirmelerin gerçek anlamlarının bilenler bize böyle nakletmiş ve bir üstünlük ve sıradan çok iç anlam üzerinde durulması gerektiğini ortaya koymuşlardır. Hilalî Baba’nın duyduğu şu olay bu gün kırklar ceminde Hz. Fatıma’ya kadın olduğu için karşı çıkılması olayını da açıklamaktadır: “Şa’abzedeler muhasara olayının kaldırıldmasından sonraki tarihlerde Mekke’de ve Medine de sık sık bir araya gelirler o günlerini yadederlermiş. Bazı sahabelerden kadınlı erkekli yapılan bu toplantılara kadınlar da katılıyor diye karşı çıkanlar olmuş. Peygamberimiz kadınların katılmasında bir mahsur olmadığını söylediği halde yine peygamberi dinlemeden kadınlarını kıskananlar varmış. Onlar, nübuvvet-i Muhammediye’den, Hz. Ali’nin velayetinden Kırklar Cemindeki hak muhabbetinden nasiplerini alamamışlar. Peygamberden bile karısını kıskanan kişileri Hz. Peygamber bir türlü hidayete getirememişti.” Hz. Peygamber Mirac dönüşünde, sahabe toplanarak gelip onu tebrik etmişler. Hz. Peygamber, Cennet ve Cehennem’i gezdiğini, Cennet’te benim ve Ehl-i Beytim’in Kevser havzı kenarındaki yerlerini Cebrail’in gösterdiğini, Hz. Ali’ye de : « Ey Ali! Kevser Rahman’ın arşının altında akan bir nehirdir. Ey Ali! Allah’a and olsun ki o nehir sadece benim değildir. O nehir benim, senin ve benden sonra seni sevip sana muhabbet edenlerindir. “ Yine Hilalî Baba’nın anlattığına göre, peygamber efendimiz, Cennet’teki sefayı cehennem’deki azabı seyrettiğini, cennetlik olacak ashabının makamlarını, yerlerini yurtlarını gördüğünü tek tek anlatmıştır. Bugün Anadolu’da cemlerde özellikle uygulanan erkanın önemli bir kısmının bazı değişikliklerle Şa’ab Muhasarası sırasında Müslümanların yaşadıkları güçlükler karşısında gösterdikleri birlik ve beraberlik ruhunundan kaynaklandığını biliyoruz. Bu tarihten tam altı sene sonra peygamberliğinin 13. senesinde peygamberimiz Medine’ye göçtükten sonra, Medine’de, mescidin temelini attı. Anadolu Aleviliği Cem ayinlerine bazı ashabın istidadı, kabiliyeti uyum sağlıyamadığı için Şaab Muhasarasından altı sene sonra, mescid yapılmaya gerek görülerek temeli atıldığına inanır. Yani Cem mescitten altı sene daha eski bir toplanma biçimidir. Kırk Deyiminin Anlamları Kırk deyimi Türkçemizde çokluk ifade etmek için kullanılan günlük hayatımızda farkına varmadan hepimizin kullandığı bir kelimedir. Adeta asıl anlamının dışında çokluk ifade etmek için kullanılır: “Kırk kaynak, kırk dükkan, kırkını aşmak, kırkına varmak, kırk kere, kırk yıl, kırklamak, kırklanmak, kırklara karışmak, kırkyıllık günahlara bir yıllık tevbekar olmak.” Yerin kutsallığını anlatırken; “kırklar dağı, kırklar pınarı, kırklar ili, kırklar tepesi, kırklar gediği, Kırklar Meclisi, kırk derviş bir sofrada yemek yer, İki padişah bir iklime sığmaz kırk derviş bir postta yatar, kırkından sonra azanı teneşir temizler.” Söz gelimi halkımız çok ayaklı bir hayvana “kırk ayak” adını takmıştır. “kırk boynuzlu koç” Birisi korkarsa “kırk güne kadar ölmezsem” veya “kırk güne kadar ölürsem bundan bilirim”, “kırkına geldi hala adam olmadı.” “kırkını aştı hala uslanmadı”, “kırk kere söyledim”, “doğan çocuğu kırklama”, “lohusanın kırkı çıkmadı.”. Uzun zaman ortalıkta görünmeyene, „kırklara karıştı“ veya takva sahiplerine “kırklara karışacak” denmiştir. Bir şeyin çokluğunu anlatmak için " kırktan fazla" deyimi kullanılır.(Gölpınarlı, 1977: 202) Alevi Bektaşi Hak aşıkları için çok kullanılan, “Kırklar meclisinden almış”, “kırklardan içmiş” gibi deyimler de vardır. Şah Hatai’nin ve Pir Sultan’ın nefeslerinde “kırklar” deyimi çok geçer. Abdal Musa bir beytinde şöyle demektedir: “Muhammed kırklara niyaz eyledi Ar meydanı değil er meydanıdır." “Kırklar özün bir araya koydular Anlar cenazeyi susuz yudular Davayı gördün mü yook dediler Ört elin eteğin sır meydanıdır" (Adil, 1968: 68) Yine Hilali Baba bir başka şiirinde: “Muhammed Ali’yi etti emanet Dedi ki vasimdir şah-ı velayet Muhammed Mustafa da sondur nübüvvet Kırkların kapısını açtı o zaman" der. Şah Hataî ise: Kırklar meydanına vardım /Gelberi ey can dediler İzzet ile selam verdim/Gel işte meydan dediler. Kırklar bir yerde durdular/Otur diye yer verdiler Önüme sofra serdiler/Lokmamıza ban dediler Arz idüb kırklara gittim/Özümü irfana kattım Seksen sene ölü yattım /Daha sağsın can dedile Kırklar şerbetinden içtim/içtim de kendimden geçtim Yedi yıl kürede pişdim/Pişmemişsin sen dediler Kırkların meyi durudur/İçenin kalbin arıdır Gel işin kandan beridir/Söyle sen kimsin dediler Gir semaa bile oyna/Silinsin pak olsun ayna Kırk yıl bu kazanda kayna/Daha çiğsin yan dediler Gördüğünü gözün ile /Söyleme sen sözün ile Andan sonra bizim ile/Olasın mihman dediler Düşme dünya mihnetine/Talib ol hak hazretine Ab-ı zemzem şerbetine/Kadehini ban dediler Şah Hatayi’m nedir halin/Hakka şükret kaldır elin Gıybetten kesegör dilin/Cümlemiz yeksan dediler (Ergun, 1957: 112). KAYNAKLAR ARNOLD, S. R., Çev: M. Halil Halid, İntişar-ı İslâm Tarihi, İstanbul, 1343. ATALAY, Ali Adil, Abdal Musa Velâyetnamesi, Can Yayınları, İstanbul, 1968. ERGUN, Saadettin Nushet, Hatiyi Divanı, Maarif Kitaphanesi, İstanbul 1957. GÖLPINARLI, Abdulbaki , Sosyal Açıdan İslâm Tarihi, Der Yayınları, İstanbul 1991 GÖLPINARLI, Abdulbaki, Müminlerin Emiri Hz. Ali, Der Yayınları, İstanbul 1993 GÖLPINARLI, Abdulbaki, Tarih Boyunca İslâm Mezhepleri ve Şiilik, Der Yayınları, İstanbul 1997 GÖLPINARLI, Abdülbaki, Alevi-Bektaşi Nefesleri, Remzi Kitabevi, İstanbul 1963 GÖLPINARLI, Abdülbaki, Deyimler Sözlüğü, İnkılap ve Aka Kitabevi, İstanbul 1977 ALTUNTAŞ, Halil- Şahin, Muzaffer, Kur’an-ı Kerim Meali, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 2001 İslâm Ansiklopedisi, Milli Eğitim Bakanlığı Yay., Eskişehir 2001 KOÇAK, Yunus, Hasan Dede-Hayatı ve Öğretisi-, Pelin Ofset, Ankara 1998. LUTFULLAH AHMED, Hayat-ı Muhammediyye , Simavi Yayınları, II. Bsk. İstanbul 1331. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul 1994 YILDIZ, Hakkı Dursun, Prof. Dr. (Ed.), Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, Kombassan Yay., Konya 1994 Araştırmacı-Yazar