REFİK HALİT KARAY’IN BİLECİK’TEKİ SÜRGÜN GÜNLERİ Bilecik Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Halim Demiryürek tarafından kaleme alınan ve aylık Tarih-Fikir-Edebiyat dergisi “İlk Tohum” Dergisinin (Eylül-Ekim 2011) 7. sayısında “Bilecik’te Bir Misafir: Refik Halit Karay’ın Sürgün Günleri” isimli makale yayınlandı. Bilecik tarihi ile ilgili çalışmaları ile ilimizin tarih ve kültürüne büyük katkı sağlayan Bilecik Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Halim Demiryürek, doktora tezini Bilecik tarihi üzerine yaparken, yayınladığı makalelerle ilimize büyük katkı sağlıyor. Demiryürek, son makalesinde Refik Halit Karay’ın Bilecik’teki sürgün günlerini yazarken, o günkü Bilecik’e de ışık tuttu. İşte o makale... Bilecik’te Bir Misafir: Refik Halit Karay’ın Sürgün Günleri Geleneksel bir cezalandırma yöntemi olan sürgün, iktidardaki muktedirler tarafından özellikle 19. yüzyılda muhalefeti veya muhalif olanı sindirme siyaseti olarak kullanıldı. Üç kıtada çok geniş topraklara sahip olan Osmanlı Devleti’nde iktidar, siyasi sürgünleri Anadolu’nun içleri, Arap Yarımadası ve Kuzey Afrika gibi uzak bölgelere gönderiyordu. Kuzey Afrika’nın kaybedilmesi ve uzak coğrafyalarda devletin egemenliği zayıflayınca, sürgünler Anadolu’nun küçük, güvenli ve kontrol mekanizmasının güçlü olduğu yerlere yapılmaya başlandı. Bu dönemde yapılan sürgünlerde gönderilecek bölgenin yalnızca mahrumiyet bölgesi olması bir ölçü değildi. Bunun yanında kontrol edilebilirlik ve devletin hakimiyeti açısından emin olunan yerler de sürgün mahalli olarak kullanılmıştır. Yeni konjonktür ve sınırlar çerçevesinde Anadolu’da Hüdavendigar, Ankara, Sivas, Kastamonu, Konya gibi vilayetlerle bunlara bağlı olan ve olmayan bazı sancaklar sürgün yeri haline gelmiştir. Osmanlı’da sürgün, zorunlu bir ikamet cezasıydı. Bu nedenle suçun nevine ve suçlunun konumuna bağlı olarak sürgün, gönderildiği yerde belli bir oranda serbestçe hareket edebilir, bulunduğu yerin sakini gibi yaşayabilirdi. Sürgün yeri de suçun durumuna, kişinin işgal ettiği makama, statüye göre değişiklik gösterirdi. Sürgün olan kişinin ne kadar süre zorunlu ikamete tabi tutulacağı belli değildir. Bu cezaya çarptırılan kişiye sürgün yerine vardıktan sonra oranın yöneticileri tarafından kalacak bir yer tahsis edilirdi. Kendi başına veya ailesiyle birlikte sürgün hayatı yaşayanlar da olurdu. Sürgüne uğrayan kişinin, affına veya başka bir yere nakline dair yeni bir hüküm gelmedikçe asla serbest bırakılmazdı. Ancak siyasi konjonktür, sürgünün sağlık ve yaş durumları ile ailesinin ve nüfuz sahibi bazı kişilerin ricaları neticesinde sürgün hayatı son bulabilirdi. 1876 yılında kabul edilen Kanun-ı Esasi’ye göre Padişah, gerektiğinde sıkıyönetim ilan edebilecek ve idari ve siyasi gerekçelerle gerekli gördüğü kişileri sürgüne gönderebilecekti. Nitekim II. Abdülhamid 20 Eylül 1877 tarihinde bir kararnameyle ülkede sıkıyönetim ilan etmiş ve başta Mithat Paşa olmak üzere birçok mebusu sürgün etmiştir. II. Meşrutiyetin ilanıyla birlikte yönetimi ele geçiren İttihat ve Terakki Fırkası da muhaliflerini farklı bölgelere sürgün etmek suretiyle iktidarını sağlamlaştırmaya çalıştı. Bu kapsamda İttihatçılar tehlikeli kabul ettikleri şahısları ve özellikle Hürriyet ve İtilaf Fırkasına yakın olarak gördükleri kişileri farklı yerlere sürgün ettiler. Bilecik’e de siyasetçi, asker ve edebiyatçı gibi farklı meslek gruplarına mensup birçok kişi sürgün edildi. Bu sürgünlerden birisi de Türk Edebiyatının önemli simalarından biri olan Refik Halit Karay’dı. II. Meşrutiyetin ilan edilmesi, Osmanlı halkında büyük ümitler yeşertmişti. Fakat kısa süre sonra bu iyimser hava kayboldu ve İttihatçılar aleyhinde güçlü bir muhalefet oluştu. Öyle ki İttihat ve Terakki Cemiyeti idarecilerinin devlet yönetimindeki tecrübesizlikleri Refik Halit gibi mizah yönü çok güçlü olan bir yazara malzeme oldu. Bu yazılar da onun sürgün edilmesine neden oldu. Yazar, dergilerde “Kirpi” takma adıyla birçok siyasi hiciv yazısı kaleme aldı. İttihat ve Terakki Fırkası mensuplarını eleştiren yazılarından dolayı Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesinin akabinde Sinop’a sürüldü. Buradan da Çorum, Ankara ve Bilecik’e yollandı. Sinop’tayken Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla sahil şeridinde bulunması mahzurlu görülen yazar Çorum’a gönderildi. Burada kendisini ziyarete gelen annesini ani bir şekilde kaybetti ve kendisinin Ankara’ya naklini istedi. Ankara Valisi Reşat Bey de buna izin verdi. Burada üç ay kalan Refik Halit Ankara’da çıkan yangın ve kışın yaklaşmasını gerekçe göstererek Dâhiliye Nazırı Talat Bey’den Bilecik’e nakledilmesi talebinde bulundu ve Talat Bey de bu isteği kabul etti. Bilecik’e giderken bir mahkûm gibi muhafaza altında değil serbestçe seyahat edeceği vali tarafından kendisine bildirilmesine rağmen bineceği trene inzibat çavuşu ve polis yerleştirildi. Trenle seyahat eden yazar, lokomotifler odunla işlediğinden Ankara’dan Bilecik’e bir buçuk günde ulaşabildi. Sonbaharda Bilecik’e gelen yazarın ilk işi nakil tezkeresini mutasarrıfa götürmek oldu. Refik Halit’in ifadesiyle: “O gün Cumaya denk geldiği için Bilecik’te resmi daireler kapalıydı. Yolda yürüdüm. Temiz, ferah bir sokakta, kapısı açık duran ve eşiğinde jandarma bekleyen evi kolayca buldum. Kılık kıyafetim düzgündü. Belki de düzgünden de üstün. Zayıf olmakla birlikte halim biraz çalımlı da! Jandarma hemen koştu. Selam verdim. Girdiğim antrenin sol tarafına rastlayan odanın da kapısı açıktı; içeride iki kişi oturuyordu; epeyce genç iki zat. Ben girince ayağa kalktılar. Mutasarrıf olduğunu tahmin ettiğim yakışıklısı –buyurunuz, safa getirdiniz Refik Halit Bey! dedi. Cebimden tezkereyi çıkarmakla meşgulüm, oturamıyorum. Mutasarrıf: Bırakalım şimdi onu! Şöyle teşrif ediniz. Buraya gelişinize çok memnun oldum. Otelde kalamazsınız, rahat edemezsiniz, hemen bir pansiyona taşınmanız lazım. Karşısındakine döndü emir veriyor: -Muhasebeci Bey! Beyefendiye hemen bir yer bulmalısınız. Hani ya şu Protestan kadının pansiyonu yok mu? En muvafığı orası olacak. Acaba boş mu? Jandarma bakıversin…” Bilecik’teki sürgün hayatı böylelikle başlayan Refik Halit’in yanına eşi de gelmişti. Burada bulunduğu dönemde ittihatçılar tarafından izlenmekteydi. Ankara’nın kireçli ve kumlu sularını içmekten böbreklerine sancılar giren yazar Bilecik’ten memnun kalmıştı. Bilecik’i tarihin sevimli bir beşiği olarak görmekteydi. Kaldığı dönemde buranın dağlarında dolaşmaktan büyük keyif alan yazar bölgenin istilaya, felakete ve faciaya maruz kalmayacağını düşünürdü. Ama her ne olursa olsun o bir sürgündü. En büyük hayali İstanbul’a dönebilmekti. Bu amacına uygun gelişmeler olmuştu. Ömer Seyfettin, Refik Halid’e bir mektup yazdı ve “Türk Yurdu” mecmuasında yayınlanmak üzere bir hikâye istedi. Halit “Boz Eşek” ve “Küs Ömer” adlı hikâyeleri yazdı ve yolladı. Boz Eşek hikâyesini Celal Sahir, Sadrazam Talat Paşa’ya bizzat okudu. Paşa beğendi ama hicivlerinden ötürü sevmediği yazarın hikâyesinin neşredilmesini ancak isminin konmamasını istedi. Bu hikâye Ziya Gökalp’ın dikkatini çekti. Gökalp ve Ömer Seyfettin Refik Halit’in Türkçeyi en iyi kullanan yazarlardan biri olduğuna hükmettiler. Yeni Mecmua için yazardan yeni hikâye istendi ve yayınlandı. Böylece Refik Halit, Ziya Gökalp’ın desteğini temin etti. Refik Halit yanında bulunan eşi Nazıma Hanım’ı ilk çocuğunun doğumu yaklaştığı için İstanbul’a gönderdi. Kendisi de İstanbul’a gitmek için Dâhiliye Nezareti’ne vekâlet eden Cemal Paşa’dan on günlük izin istedi. Bu talebe gelen olumlu cevap onun sürgün hayatının da sonu oldu. Refik Halit, Bilecik’ten dönüşü hakkında şunları söyler: “Bilecik’te karlı bir kış sabahı idi. Mustafa Sabri Efendi ve Şeyh Salih Efendi ile soba başında oturmuş, sohbet ediyorduk. Ben son yazdığım bir hikâyeyi (Sarı Bal) okumuştum, Sabri Efendi bitirmeye çalıştığı dini bir makaleyi izah ediyordu. Kapının çıngırağı çaldı, köşe penceresinden başımı çıkardım: Merkez komiseri elinde telgraf, karın buğulaştırdığı bir sesle: -Müjde Bey dedi, İstanbul’a gidiyorsunuz! İstanbul’dan çıkalı beş sene olmuştu… Demek dünya gözüyle memleketimi bir daha görmek müyesser olacaktı. Telgrafa baktım: Dâhiliye Nazırı vekili Cemal imzasıyla bana kısaca on gün müsaade verildiğini bildiriyordu. Mutasarrıf bunu komiserliğe havale etmişti, bittabi muhafaza altında sevk ve yine öyle iade olunacaktım. Memur: -Ne zaman gideceğiz? Dedi. – Hemen dedim, ilk trenle, velev ki marşandiz olsun! Acele ediyordum, zira İstanbul’da ilk yavrumun dünyaya gelmesi pek yakındı. Kütahya’nın sabık ve lahik mebusu Ferit Bey’e veda ettim. Bana “artık dönmezsin!” dedi. Her iddiası daima aksi çıkan menfa yoldaşımın bu hükmü biraz canımı sıktı. Meğerse doğru düşünmüş imiş! O gece kar, tipi içinde Baş komiserle bir yük katarına atladık. İstanbul’a doğru yuvarlanıyorduk…” On günlük izinle İstanbul’a gelen yazar Ziya Gökalp ile tanıştı. Gökalp onu İttihatçıların hıncından korudu. Aldığı iznin süresi bitince Yeni Mecmua’ya giderken tevkif edildi. Refik Halit, kartını polislerden birine vererek Yeni Mecmua’ya götürmesini istedi. Polisin kartı ulaştırmasıyla Ziya Gökalp devreye girdi ve hapisten çıkartıldı. İlk sürgün dönüşü tehlikeyi böyle atlatan Halit, Yeni Mecmua’da kaleme aldığı bir başka yazı nedeniyle Talat Paşa’yı kızdırdı. Paşa “yollayın şunu ters yüzü Bilecik’e… Refik’i orası paklar!” diyerek eski sürgün yerine yollanmasını emrettiyse de, Ziya Gökalp’in yeniden devreye girmesi sonucunda yazar bu badireyi de atlattı ve Bilecik’teki iki yılık sürgün hayatı son buldu. Kaynak: Haber11net-17.10.2011