İ.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi Bahar 2010/ 1(1) 307-317 İlk Dönem İslam Toplumlarında Kurumsallaşma* Ira M. LAPIDUS Çev. Ahmet ÇEKİN** Giriş Weber’in mirası, İslam kültürü çalışmaları için özel bir meydan okuma ortaya koymuştur. O’nun tafsilatlı dünya dinleri araştırmalarının içinde İslam yer almamaktadır. Turner’in tespit ettiği gibi Weber’in İslam’a ait mülahazaları sınırlı ve dağınıktır.1 Weber’in bir savaş dini olarak gördüğü İslam’daki “kadı adaleti” veya “pederşahi yönetim” hakkındaki görüşleri tamamen yanlış değildir. Ancak bunlar çoğu zaman münasip olmayan bir tarzda geliştirilmiş olup İslam dini ve toplumunun aldatıcı karikatürünü ifade etmektedirler. Weber’e dayanarak İslam’a ait bir resim ortaya koyabilmek için, onun zaviyesinden İslam toplumunu değerlendirmek ya da bugünkü bilgi seviyemizle Weber’i kritize etmek yerine, şahsi telakkilerinden sakınarak, karşılaştırmalı kültür araştırması için geliştirmiş olduğu fevkalade tabirler ile ideal tipleri kullanacağız. İslam toplumunu araştıranlar için Weber’in İslam hakkındaki fikirlerinden ziyade, politik hükümranlık, meşruiyet ve karizmaya dair araştırmaları, pederşahi ve bürokratik idareler, din sosyolojisi, dünyevi ve uhrevi dini yönelimlerin çeşitli sınıflarla bağlantısı konularında yazdıkları önemlidir. Elbette, burada Weber’in konu ile ilgili geliştirmiş olduğu bütün terimler, kapitalizmin neden * Ira M. Lapidus, “Die Institutionalisierung der Frühislamischen Gesellschaften”, Max Webers Sich des Islams, Wolfgang Schluchter (Ed.), Suhrkamp Verlag, Frankfurt am Main 1987, 125141. ** 1 Dr. Diyanet İşleri Başkanlığı Ankara. B.S. Turner, Weber and İslam, London 1974. Bu makalenin tam bir değerlendirmesi için bkz. I.M. Lapidus, Cambridge History of Islamic Societies. 308 ● Ira M. LAPIDUS / Çev. Ahmet ÇEKİN Avrupa’da gelişip, diğer toplumlarda gelişmediğine dair büyük araştırması zikredilmedi. Onun bu tarz çalışmaları daha çok Avrupa hakkında bilgi vermekte olup Avrupa dışı toplumları çalışanları yanlış yola sevk etmesi mümkündür. Bu toplumlar sadece Batılı veya kapitalist toplumlardan farkları noktasından değil, kendi özel kurumları ve ahlakları açısından araştırılmalıdır. Bu makalede Weber’in İslam ve Batı toplumlarını karşılaştırmasından sarf-ı nazar edilerek onun ilk dönem İslam toplumunun analizinde geliştirdiği terimler dizisi kullanılacaktır. İlk önce konunun sınırlarını kısaca belirlemek istiyorum. İslam’ın kurumsallaşmasından, Yakın ve Orta doğuda toplumun tarihte sadece belirli durumlarda etkili olmuş dinî bir ideal vasıtasıyla transformasyonu kastedilmektedir. Kurumsallaşma; dinin içeriğinin ve vizyonunun, yerel teşkilatlanmasının ve politik rejimin –toplumun kimliğine kadar- belirli bir elit tarafından temsil edilerek biçimlendirildiği bir süreçtir. Bu tarifte birbiriyle bağlantılı üç faktör belirtilmektedir: Fikirler, onlara sahip çıkanlar ve sosyo-politik yapıya yerleştiren Elitler. Bu açıdan ilk dönem İslam toplumu, birbirini takip eden süreçlerde, çok değişik coğrafi bölgelerde ve uzun bir zaman periyodunda oluşmuştur. Muhakkak ki ilk dönem, Hz. Muhammed’in peygamberlik otoritesi altında ilk Arap-Müslüman toplumunun oluşmasıdır. İkinci dönem, Arapların fethettiği Yakın ve Orta doğuda İslam toplumunun teşekkülüdür. Bu dönemde İslam’ın kurumsallaşması iki tarihi alt zaman diliminde oluşmuştur. Halifeler zamanından X. yüzyıl ortalarına kadar olan dönem ve Selçuklular veya Sultanlar dönemidir ki takriben 1200 yıllarına tekabül etmektedir. (Burada söz konusu olan ilk dönem kurumsallaşmalardır, zira 13. ve 20 yüzyıllar arası İslam toplumu yeniden oluşturulmuştur.) Arabistan’da İlk Müslüman Toplum İslam’ın ilk dönem kurumsallaşması tabii olarak Peygamber Hz. Muhammed’in himayesi altında Mekke ve Medine’de gerçekleştirilmiştir. Bu süreç kabile toplumu içinden kendini dinî olarak tarif eden yeni bir toplum meydana getirecek güçte ve kuşatıcılıkta idi. Hz. Peygamber ve takipçileri, bir yandan temel akrabalık yapısını muhafaza ederken, diğer yandan kabileler arası arabulucular, ekonomik düzeni sağlayıcılar, devlet kurucuları ve ahlaki reformun destekçileri olarak yeni elit grubu oluşturdular. Parçalı / segmenter yapı ile dini organizasyonların bir arada bulunması kompleks bir değerler sistemi ortaya çıkardı. Peygamberlik veya Kur’anın vizyonu kabile kültürüne zıt, aşkın bir gerçeklik içerir. Kur’an, kabile gruplarının genişlemesi ve cihat anlayışıyla oluşturulan topluma dinî kardeşlik, kişisel tevazu ve kendini sınırlama kuralları İlk Dönem İslam Toplumlarında Kurumsallaşma ● 309 getirdi. Buna rağmen Arap halklarının geleneksel kabile ve aile yapısı, İslam toplumunun bir parçası olarak kaldı, putperest davranışlar yeni anlamlar ifa etmek kaydıyla muhafaza edildi2 ve İslam dayanışmasının yanında yeni anlamıyla bedevi kimliği devam edebildi. İlk dönem Arabistan İslam toplumunun ahlakı, dinî bir aşkınlık, dünyevî gerçekliğin geliştirilmesi ve İslam öncesi bedevî Arap kültürünün devralınması arasında karışık bir durum gösterir. Bu suretle İslam daveti, köklü dinî değerler ve tarikatvari aşıların kabile ve akraba topluluklarda fonksiyonel olabileceği bir biçim geliştirdi.3 Yakın ve Orta Doğuda İslam Toplumları Arabistan’da bir Müslüman Toplumun oluşması Arap fetihlerine imkân sağladı ve İslam’ın kurumsallaşmasının ikinci dönemi de – Yakın ve Orta doğuya genişleyen İslam toplumu olarak- bu şekilde meydana geldi. Bu dönemde İslami yönetim tarzının bir prototipi oluştu, Müslüman toplum dünyevi şartların gerektirdiği gibi bünyesinde çok sayıda farklı dini-politik elitler, birlikler vb. inanç grupları barındırdı. Bu kurumsallaşma, basit bir toplumda değil, ziraî, ticari, şehirli, tek tanrıcı ve fütuhatçı bir toplumda meydana geldi. İslamî dönem öncesinde yakın ve orta doğu toplumlarının sadeliği sebebiyle çeşitli seviyelerde organize oldukları kabul edilebilir. Bu toplum yöresel olarak akraba, sülale, kabile ve köyler arasındaki sayısız parçalardan oluşuyordu. Toplumsal yapı, ekonomik ilişkiler Yahudi, Hıristiyan ve Zerdüştlerin oluşturduğu büyük dini topluluklar vasıtasıyla ayakta tutuluyordu. Geniş alandaki ekonomik ve dini ilişkiler ise, Sasani ve Bizans İmparatorluklarının şemsiyesi altındaydı. Bu toplumlarda Hz. Peygamberin misyonu, -toplumda birlik olamayaniki elit grup halifeler (halifelik kurumu) ile ulema ve tarikat şeyhleri tarafından temsil edildi. Söz konusu gruplar, İslamî değerleri ve İslamî kimliği, kompleks bir kültürde yorumlamayı ve kendi özel ahlak ve ilgilerine göre yeniden biçimlendirmeyi denediler. Aynı şekilde halifeler de hazır buldukları imparatorluk kurumlarını bizim İslamî devlet olarak andığımız şekle döndürmeyi, ulema ile toplumu etkileyen sufiler İslamî toplum ile tarikatvari örgütlenmeleri inşa et- 2 Çev. Notu: Yazar burada kökleri cahiliye dönemine dayanan kimi dini uygulamaları kastetmektedir. Bu konuda daha geniş bilgi için bkz. H. İlker Çınar, Die Islamische Überlieferungsliteratur zur Rechtlage im Frühislam unter Berücksichtigung Altarabiens Lit Verlag, Münster-Hamburg-London 2003. 3 Bkz. I. M. Lapidus, “The Arab Conquest and the Formation of Islamic Society”, Studies on the First Century of Islamic Society, Ed., G.H.A. Juynboll, Carbondale, II. 1982, s. 49-72; I. Shahid, “Pre-Islamic Arabia”, Cambridge History of Islamic Societies, I, P.M.Holt; Hz. Peygamberin sosyal ve politik açıdan en iyi modern biyografisi için bkz. W. M. Watt, “Muhammad at Mecca, Oxford 1965 ve Muhammad at Medina, Oxford 1962. 310 ● Ira M. LAPIDUS / Çev. Ahmet ÇEKİN meyi ve İslami semboller ile kimliği mevcut kamu kurumlarına entegre etmeyi istediler. Bana göre İslam’ın devlet seviyesinde ve dini birlikler alanında kurumsallaşmasının taslağı buradadır. İslam’ın kurumsallaşması, çok sayıda İslamî sosyal yapının, İslamî kimliklerin ve İslamî yönelimlerin katıldığı karmaşık bir süreç olarak görülebilir. Her şeyden önce İslam’ın bir savaş dini olmadığı açıkça belirtilmelidir. O çok özel bir muhitin özel dini değil, bilakis çok geniş bir yelpazede vücut bulan dini yorumların ve sosyal ahlakın temsil edildiği bir dünya kültürüdür. İslami Yönetim İslam’ın yönetim alanında kurumsallaştırılması –yakın ve orta doğuda İslami devletin inşası- Müslümanların dünyayı hakikat adına yeniden düzenleme olarak ifade edebileceğimiz misyonlarına uygun olarak, Müslüman toplumun kimliğinin sembolü olan halifelerin bir görevi idi. Daha sonraları, IX. yüzyıldan XI. yüzyıla kadar Müslüman toplumu yönetecek karizmaya sahip ideal insanın nitelikleri ve seçimi ile ilgili yeni kuramlar geliştirildi. Uygulamada halifeler, dünyayı değiştiremeseler de, fetih ordularının kumandanı, emperyal idarenin mirasçıları ve imtiyazlı aristokrasinin başı idiler. Halifeler, rejime İslami kimliğini veren Bizans ve İran imparatorluk anlayışının İslami versiyonu ve halifenin mutlak otoritesi ile idareci elitin meşruiyetini esas alan bir saray kültürü geliştirdiler. Arap saray kültürünün şiirsel yanı; siyasî önderliğin etnik mutlakıyetçilik fikrini ortaya çıkarmış, sanat ve mimari Sasani ve Bizans sembollerini yaymış ve Helenik filozoflarda emperyal egemenliği meşrulaştıran kanıtları ortaya koymuşlardır. Böylece halifelik Hz. Peygamberin aşkın ve dünyayı dönüştüren ideallerinin takipçisi olmakla birlikte Yakın ve Ortadoğu’nun politik ve ekonomik toplumsal düzenini kabul etti, dünyevi güç ile bu gücü meşrulaştıracak kültürü ortaya çıkardı. Halifelik yakın ve Ortadoğu saray kültürü ve imparatorluk kurumlarına İslamî bir kimlik verirken, İslam öncesi imparatorluk ahlakını (geleneğini) da devam ettirdi.4 Bu tür bir ihtişam da sona ermek zorundaydı. X. yüzyılın ortalarında imparatorluk parçalandı. Türk göçebe savaşçıları ve mevali generaller tarafından X. yüzyıldan beri idare ettikleri Yakın ve Ortadoğu vilayetleri fethedildi. Bu 4 İlk dönem hilafet için bkz. M. G. S. Hodgson, The Venture of Islam I, Chicago 1974; Kültürel uyum hakkında benzer bir açıklama için bkz. I. M. Lapidus, “Islamic Sectarianism and the Potential for Reconstruction in Islamic Societies” Reconstruction in Axial Age Societies, Ed. S. N. Eisenstadt, Jerusalem. İlk Dönem İslam Toplumlarında Kurumsallaşma ● 311 devletler kompleks bir kimlik geliştirdiler. Bir taraftan Halifelerin onayı ile Sultanlık gibi İslami sembollerle meşrulaştırıldılar, ilmi teşvik ettiler ve cihat yaptılar. Ancak halifeler kadar Müslümanlar nezdinde yaygın meşruiyete sahip olamadılar. Sultanların otoritesi, Hz. Peygamberin ve halifelerin bilinen karizmasına nazaran, daha çok İslam’ı içeride muhafaza etmekten ziyade dışarıyla olan ilişkileriyle bağlantılıydı. Aynı şekilde, teoride Müslüman olan sultanlar, temelde kölelerin, tabilerin ve maiyetlerindeki insanların mutlak itaatine veya bir kabileye veya her ikisine istinat eden devlet gücüne dayanan Türk usulü pederşahi yönetim tarzını takip ettiler, buna ilaveten, kozmolojik anlamı ile bir mistik oluşum olarak Monarşinin Fars yorumuna dayanan gücün mutlaklığına inandılar. Böylece halifeler ve daha sonra Sultanlar; İslamî kimliğe dayanarak İslamî fonksiyonları gerçekleştirdiler, bunlara İslamî olmayan siyasi kurumlar ile meşrulaştırma sembolleri, Fars ve Türk siyaset anlayışı ve hükümetin amaçları eşlik etti. Müslüman Dinî Topluluklar İslam kurumsallaşmasının ikinci alanı, Arap fatihler tarafından kurulan ve yerleşime açılan şehirlerdeki dini topluluklardır. Bu tür kurumsallaşma Halifelerin veya yönetimin himayesinde değil, karizmatik dini liderin önderliğinde gerçekleşmiştir. Bunlar; belli ailelerden gelen muttaki insanlar, Hz. Peygamberin akrabaları ve sahabeleri ile bunların sonraki nesillerinden insanlar, kurra (Kur’an okuyucuları), ulema (Fakih) ve sufi’lerden olabilirdi. Bu dinî elitler Hz. Muhammed’in öğretisinden ilham alan ve ona sadakatle bağlı olan küçük topluluklardan gelmekteydiler. İleri gelen birçok Arap askerî veya idarî görevler alırken, Hz. Muhammed’in arkadaşları onun davetini fethedilen Yakın ve Orta doğuya taşıdılar. Bunlar, çalışmaları ve gayretleri ile kendisini dini araştırma ve ibadete veren birçok Arap olmayan Müslüman kazandılar. Hz. Muhammed’in bu bağlıları esas olarak iki yöne ayrıldılar: Birinci grup Hz. Peygamberin mirasını bir öğreti kabul edip ibadet, aile, ekonomi olmak üzere hayatın her alanında doğru insan olmaya gayret ettiler. Bu tutum her şeyden evvel Kur’an’ın öğretisini ve Hz. Peygamberin mirasını kapsayan entelektüel dini bilgi gerektirmekteydi. Kur’an’ı, Hz. Peygamberin hadislerini ve fıkhı bilenler ulema olarak adlandırılmaktadır. Âlimin dinî otoritesi dini bilgisine ve bu bilgisini topluma aktarmasına bağlıdır. İkinci grup, ibadetler ve sosyal mahiyetli dini hizmetler yerine Hz. Peygamberin manevi takvası ve iç tutarlılığını tanrıya yakınlaşma öğretilerinin merkezine koyarlar. Bu eğilim kısmen aklî olarak dinî hakikatlere ulaşıp, ruhlarını, ulaştıkları hakikat ile arındırmayı dileyen kelamcılar (teologlar) ve filozoflar tarafından temsil edildi. Bu grubun daha da ileri gidenleri, fakr, takva ve manevi uygulamalarla ruhunu bu dünyadan uzaklaştırıp Tanrıya yö- 312 ● Ira M. LAPIDUS / Çev. Ahmet ÇEKİN nelten ilk dönem zahitler, gnostikler ve sûfilerdi. Sûfiler olarak anılan bu kesim, dinî bilgileri ile değil, dinî tecrübeleri ve Tanrıya yakınlıkları sebebiyle dinî otorite idiler. Dinî bilgi sahibi olan ulema ile manevi yönü ağır basan sûfiler arasındaki bu uçurum bazı Müslümanlar tarafından kapatılmaya çalışıldı. Hasan el-Basri (öl:728), Cüneyd-i Bağdadi (öl:911) ve Gazali (öl:1111) gibi din büyükleri bu sentezin temsilcileridir. Esasında İslami dinî ana yönelim bu olmuştur. Genel olarak Müslüman dini otorite, vasıtasız doğru uygulama için ulemanın bilgisi ile sûfinin ruhî yaşantısını birleştiren kimsede bulunur. Dinî rivayetlerin kişiden kişiye yorumlanmasındaki farklılık hemen hemen sınırsızdır. Müslüman din adamlarının yelpazesi, meşruiyetçi entelektüel bilginlikten, aşırı hatta antinomistik ruhçuluğa (dinsel geleneğe aykırı mistisizm) kadar gitmektedir. Bazı alimler ile sûfilerin otoriteleri, başka bir bilginin aktarıldığı zincir yoluyla kuvvetlendirilmiştir. Alim, kendinden önceki nesilden aldığı ve silsile yoluyla Peygambere dayanan bilgiyi kendinden sonraki kuşağa devreder. Her ne kadar dini bilgiler kitaplarda muhafaza edilse de, onun aktarılması ağız yoluyla olmaktadır. Metinler onun manevi anlamını bilen bir üstat tarafından açıklanırdı. Bunun gibi tasavvufun manevi uygulamaları da Hz. Muhammed’e kadar giden rivayet zinciriyle nesilden nesile aktarılmaktaydı. Müslüman dini otorite, kişisel kesbî bilgiye veya manevi idrake ve nesiller ötesinden Hz. Peygamberle kişisel irtibata dayanmaktaydı. Daha sonraları dini idrak ve başarıyı Hz. Peygamberin soyundan gelme ile eşit tutma eğilimi ortaya çıktı. Bu şekilde biyolojik olarak aynı soydan gelme iddiası dini otorite olmanın temelini oluşturdu. VII. ve VIII. yüzyıllarda dinî önderler; gençlerden, öğrencilerden ve sivil halktan taraftarlar kazanarak sayısız birlikler oluşturdular. Bunlar arasında Şii ve Harici gruplar, Sünni mezhepler ve sûfi tarikatlar sayılabilir. Bu grupların ekseriyeti küçük olup Batınî kültler geliştirdiler. Bazıları müntesiplerini artırdılar. Halifelere karşı peygamberî geleneği ve İslamın gerçek öğretisini temsil ettiklerini iddia ettiler. Şiiler ve Hariciler halifeliğe karşı isyan ettiler, IX. yüzyılda Onikiimam Şiası ve Hariciler mesihî bir rüyanın ve kaybedilen umutların acısının yaşandığı bir atmosferde mahalli toplum menfaatine ve kişisel dindarlık lehine, siyasetten yüz çevirdiler; çabalarını daha dindar bir varoluş üzerine yoğunlaştırdılar. İlkesel olarak halifeleri destekleyen Sünniler bile kamusal alana sırtlarını döndüler ve dar bir cemaat yaşantısı ile kişisel dindarlığa yöneldiler. Bunlardan halifelerin dini otoritesini açıkça tartışan Hanbelîler, Sünni toplum içinde bir tarikat topluluğunun ortaya çıkışını ifade ediyordu. İslam’ın tarikatvari ve halifeliğe karşı olan örgüt şekli İslam şehirlerinde çok çeşitli grupların oluşmasına sebep oldu. Başka bir yerde belirtilen ve tekrar vurgulanması İlk Dönem İslam Toplumlarında Kurumsallaşma ● 313 gereken husus şudur ki; İslam toplumlarının görünümü, kültürel değil, fiili olarak devlet ile dinî kurumların ayrılığı prensibini içermektedir. Daha sonraki sultanlar –veya Selçuklular- zamanında İslam’ın bu ilk dönemindeki dini birlikler, Yakın ve Ortadoğu toplum organizasyonlarının temelini oluşturdu. İslam, IX. yüzyıla kadar Arapların ve asimile olmuş şehirli grupların dini idi; IX-XII. yüzyıl arasında ise topluluklar halinde İslam’ı kabul eden milletlerin dini oldu. Bunda X. yüzyılda fiilen yıkılan Abbasi imparatorluğuna kadar giden birbiri ile bağlantılı bir dizi faktör rol oynadı. İmparatorluğun yıkılması sadece devletin yıkılarak yerine yabancı askeri elitin geçmesi değil, bilakis toprak sahiplerinin ve idari sistemi elinde tutan sınıfların köklerinden kopmuş kitleleri İslam’a kazandıran, sosyal ve ekonomik liderliği üstlenmiş, halifeler döneminde oluşmuş dini birliklere dayalı toplumsal düzen kurmuş Müslüman dini önderlerle yer değiştirmesidir. X. yüzyıldan XIII. yüzyıla kadar topluluklar Sünni fıkıh ekollerine, sufi tarikatlarına, Şia birliklerine ve diğer İslami gruplara uygun olarak tanımlanmaya başladı. İki tip Müslüman birliği vardı. Birinci tip aynı zamanda toplumu da oluşturanlara muhalif dinî birlikti. İkinci gruptakiler ise mevcut toplumsal düzene uygun olup ona İslami karakterini veren birliklerdi. Hukuk ekolleri ve sufi grupları birinci gruba dâhildiler. Hukuk okulları; sekizinci ve dokuzuncu yüzyıllarda yapılan hukuk tartışmaları sonucu oluşmuş imamlar, öğretmenler ve öğrencilerden oluşan birliklerdi. Bu okulların yardımı ile âlimler yüksek öğrenim kurumlarını oluşturdular, öğretmenleri, kadıları, hukuk danışmanlarını, noterleri ve hâkimleri yetiştirdiler. Öğrenciler; üstatlarının müritleri ve sadık müşterileri olarak kabul edilmekteydi. Okullar, bulundukları yöredeki özellikle el sanatları ve ticaretle uğraşan sınıflar tarafından desteklendiler. Diğer tip Müslüman birlikleri sufi birlikler şeklinde teşekkül etti. Sufilik toplum oluşturucu nitelikteydi. Sufiler hânikâh ismi de verilen yerlerde beraber yaşamaktaydılar. Tarikatlar veya kardeşlik birlikleri XII. ve XIII. yüzyıllarda tarikatı kuran şeyhlerin o zamanki halifeleri olarak kabul edilen temsilcilerinin önderliğinde faaliyetlerini sürdürmekteydiler. Tarikat şeyhleri; müştereken muhafaza edilen manevi bir disiplinin koruyucusu ve yüksek bir otoriteye sahip dini hareketin mensubu olarak izlendiler. Böyle bir formasyon bir bölgeye bazen de bütün İslam dünyasına yayılıyordu. Bununla birlikte mezhepler ve tarikatlar mevcut toplum yapısının uzağındaki bireye, aile, kabile veya islami kanunlara güven ortamı sağlamak için, ulemanın ve sufilerin oluşturduğu dini davranış normlarının toplayıcısı olarak hizmet ettiler. Müslüman dini birlikler aynı zamanda mevcut birlikleri de oluşturdular. Bir şehir çevresinde mezhepler, tarikatlar veya Şii gruplar sık sık belirli bir komşuluk anlayışı ile mesleki veya etnik azınlıklarla bir tutuldular. Biraz sonra göreceğimiz gibi bu Müslü- 314 ● Ira M. LAPIDUS / Çev. Ahmet ÇEKİN man ve Müslüman olmayan birliklerin beraberlikleri bölge için çok daha önemli idi.5 Sünnilerin Anlayışı Bu tür İslami dini birlikler politik elitlerden çok farklı bir dini yönelim gösterirler. Bu Müslüman dinî yönelim, sufiliğin dünyayı dışlayan cezbeci ve istiğrakçı formlarından, aileye veya işe kadar uzanan tamamen dünyevi formlara kadar bir çeşitlilik gösteriyordu. Bu yönelimde Sünni-Şer’i-Sufi eksen olarak nitelenebilecek geniş bir orta tabaka vardır. Hanefi ve Şafii hukuk mezhepleri, Eş’arî ve Matüridî akaid okulları ile mutedil sufi geleneğin temsilcileri elCüneyt (öl: 911) ve el-Gazali (öl: 1111) tarafından temsil edilen bu eksen; siyasi olarak halifeliği ideal Müslüman toplumun temeline koymayı, hukuki olarak dini hukukun gereklerini yerine getirmeyi ve ahlaki olarak da dini hakikatlerin anlaşılmasında mahdut ve makul bir akıl yürütme ile sufilerin zikir yoğunluklu uygulamalarını birleştirmeyi denedi. Bu girişim, sosyal davranışların zahiri ile ibadet-amellerin Batıni şuurunu birleştirmeyi amaçlamıştı. Bu ekseni takip eden Sünniler dünyevi işler karşısında değişik tutumlar takındılar. Toplumun menfaati için mevcut yapıyı meşru kabul ettiler ve hali hazırdaki devletle olağan işbirliği imkânlarını geliştirdiler. Siyasi otoriteye karşı itaati önemle vurguladılar. Ulema kendisine danışmanlık rolünü biçti, yöneticileri yetiştirme, onları uyarma ve ahlaki olarak eğitme haklarını haizdi. Onlar devletten hukuk, eğitim ve hayır işlerinin kendilerine verilmesini beklediler. Bu grup Sünniler, toplumu ilgilendiren konulara nazaran siyasî tartışmalarda az yer aldılar. Onlar, Yakın ve Orta doğunun kabile, akraba ve klandan oluşan toplumsal yapısının ve ekonomik şartların gereği olarak zenginlikte eşitsizliği kabul ettiler, sosyal ve ekonomik adalet fikrini bireysel amel problemi olarak anladılar. Onların görevi toplumsal ahlakı yüksek tutmak, ailevî ve toplumsal davalarda dini hukuku uygulamak, toplumu eğitmek ve mahalli anlaşmazlıklarda arabuluculuk yapmaktı. Dünyaya karşı belirli bir mesafe ve çekingenlikle karışık olumlu tutum, zamanla değişik bir tarzda yeniden geliştirildi. Kurumları değiştirmek için he5 Hukuk ekolleri ile dini birliklerin ilk dönem İslam toplumlarında gelişimi için bkz. I. M. Lapidus, “The Separation of State and Religion in the Development of Early Islamic Society”, International Journal of Middle East Studies, 6 (1975), s. 363-385; “The Evolution of Muslim Urban Society”, Comparative Studies in Society and History, 5 (1983), s. 21-50; “Muslim Cities and Islamic Societies”, Middle Eastern Cities, Ed. I. M. Lapidus, Berkeley 1969, s. 47-49; “Ayyubid Religious Policy and the Development of the School of Law in Cairo”, Colloque International sur l Historie du Caire, Kairo 1973, s. 279-286; Muslim Cities in the Later Middle Ages, Cambridge 1967, 2. Baskı Cambridge 1984. İlk Dönem İslam Toplumlarında Kurumsallaşma ● 315 men hemen hiçbir girişim yok iken onlara katılım konusunda derin bir endişe vardı. Birçok âlim ve sufi siyasî gücü kabul konusunda sorumluluk taşırken, memuriyetler işgal ederken, toprak ve varlık idare ederken ve halkın ihtiyaçlarının sözcüsü iken, böyle bir dünyaya katılmaya karşı derin bir tiksinti hissi besleyen bir kesim de vardı. Sultanların yakınları, ahlakî bozuklukla itham edildiklerinden ulema ve sufiler genelde resmi makamları reddedip sultanların hediyelerini geri çevirdiler. Bunlardan uzak durmak dindarlığın alameti olarak kabul edildi. Dünyadan imtinayı ahlaki olarak onaylamanın yanında Raşid halifeliği yeniden kurma ve Mehdi-i Muntazar’a karşı özlem eklendi. Bu taleple aktüel dünyadan geri çekilme arzusu ifade edilirken aynı zamanda da her şeyin sabit hali tasdik ediliyordu. Hanbelilerde bundan daha aktif davranışlar makulleştirildi. Onlar ahlaki ilkeleri geçerli kılmayı, alkolü ve fahişeliği önlemeyi ve rakip tarikatları kontrolleri altına almayı denediler. Zaman zaman, gönüllüleri cihada çağırıp (özellikle X.-XI. yüzyıllarda) halifeliğin politik gücünü yeniden tesis etmeye giriştiler. Bu faaliyetleri ile aslında, mevcut siyasi yapıyı korumakla birlikte, İslam ahlakına gereken önemi vermesi için rejime baskı yapmayı istediler. Mamafih bütün Sünniler dünyayı olduğu gibi kabul ettiler. Ancak bu, dünyayı kayıtsız şartsız kabul ve her şeyine iştirak anlamına gelmiyordu, doğrudan politikanın içine girmediler, kamusal ahlakın düzelmesi için yapılan faaliyetlerin içinde yer aldılar. Kendilerini nostaljik fikirlere ve eskatolojik özlemlere bıraktılar. Burada hemen fark edilebileceği gibi bu, tipik entelektüel bir tutumdu. Bu kompleks yönelimin ana sebebi, Müslüman dini birliklerin kısmen de olsa, hiçbir zaman diğer sosyo-politik kurumlardan tamamen ayrılamamalarında görülmelidir. Sünnilerin tutumu tarikat ve yerel birliklerin içinde yaşayan aşkın bir dini vizyon yansıtır. Bu aynı zamanda halife ve sultanların politik çevrelerinde ve pederşahi sülale, köy ve diğer dayanışma birlikleri içermekteydi. Bu sebepten dolayı dini ve dünyevi taahhütler arasında tümüyle bir gerilim oluşmamış, aradaki karmaşık ilişkiler kabul, mesafe ve reddetme nüansları ile ifade edilmiştir. İslami Semboller ve Yerel Topluluklar İslam’ın kurumsallaşmasının üçüncü ve son bölümüne yerel çevrede rastlanır. Müslüman dini önderlik ve İslamî semboller, gruplara bölünen toplumun dini-siyasî birlikteliğini sağlamak için kullanıldı. Kuzey Afrika Berberileri, yedinci yüzyıldan on üçüncü yüzyıla kadar Hariciler, Şiiler, Sünni ıslahçılar ve daha sonra savaşçı sufiler, Fatımiler, Moraviler ve Muvahhidlerin gücü altında Berberi devlette birleştirildiler. Doğu Arabistan’daki Hariciler, verimli Altın Boynuz’daki Karmatiler ve Batı İranda’ki Safeviler; Müslüman dini önder- 316 ● Ira M. LAPIDUS / Çev. Ahmet ÇEKİN lik ile sembollerin ülkenin birliğini temin etmede –ve kaybolmaya yüz tutan adaletli İslam toplumunu yeniden oluşturma çabalarında- temel bir rol oynadığı diğer örneklerdir. Yerel topluluklar yoluyla yayılan İslami kimliğin işaretlerinden birisi de şeyhlere ve kutsal eşyalara gösterilen saygıda bulunmaktaydı. Tanrı ile insanlar arasında bir aracı olarak şeyhlere saygı göstermenin gereği ve öğretisi XIII. yüzyıldan önce kararlaştırılmıştı. (Tarikatların özel) uygulamaları ve kutsal şeylere saygıları günlük pratiklerin bir parçasıydı ve hurafe inançları halk İslam’ının bir parçası haline gelmişti. Sonraki aşamalardan biliyoruz ki şeyhler genel olarak maddi dünya ile ruhi dünya arasında aracılar ve keramet ehli aynı zamanda hayır dağıtıcılar olarak kutsal kabul edildiler. Bu yapı içinde şeyhler ve ulema yerel düzeyde; anlaşmazlıklarda arabulucu, kabile reislerinin seçiminde etkili ve kolaylaştırıcı, ticareti organize eden, muska yazan, sünnetevlilik-ölümle ilgili resmi ve dini işlemleri yapan, bayramları düzenleyen, beyaz büyü (olumlu büyü) yapan ve insanın manevi hayat ile Tanrı arasındaki müşkül bağlantılarını sağlayan fonksiyonlar gördüler. Bu tip tasavvuf; İslami olan ve olmayan sembol ve pratiklerin bir karışımı olarak yerel adetler ile evliyaların mezarlarına saygıyı teşvik etti. Daha sonra bu kutsal şeyler bir gelir getirici mülk olarak yapılandırıldı ve şeyhin halifesi veya tarikat üyeleri tarafından idare edildi. Bu oluşum çevresindeki herkes orada yatan veliye dua etmenin manevi bir fayda sağlayacağına, etki edeceğine inanırlardı. Bu tür tasavvuf; kişiyi tabiatın gaybî güçlerinden koruyan, ahlaki ve meçhul Tanrısal lütufları gerektiren bir çeşit din idi.6 İslam mecburi olarak kolektif davranma gücüne sahip bir topluluğa kılavuzluk etmedi, bilakis değişik kabilevi, yerel, dil, etnik ve diğer yapıları muhafazaya hizmet ederek beraber bir kimlik oluşturdu. Müslüman inancının ve davranışının bu tarz yerel farkı; temel olarak şehir Müslümanlığında olduğu gibi köy MüslümanlığınınYakın ve Ortadoğu Müslüman toplumlarının organizasyonunda üçüncü alanı oluşturmaktadır. Aynı zamanda Sünni-şer’i-tasavvufi ve diğer değişik tasavvuf anlayışlarının dini yaşamını temsil etmekteydi. Sonuç Eğer Yakın ve Ortadoğu İslam toplumlarının kurumsallaşma sürecine tekrar göz atacak olursak, Weber gibi sadece Arapları değil Atlas okyanusundan Pamir yaylalarına kadar uzanan coğrafyada yaşayan bütün halkları etkileyen karizmatik önderi ile, inanç tasavvuru, pratikler, kimlikler, organizasyonları ve vizyonu olan bir hareketten işe başlamamız gerekir. Zaten kurumsallaşma 6 Bkz. J. S. Trimingham, The Sufi Orders in Islam, Oxford 1971. İlk Dönem İslam Toplumlarında Kurumsallaşma ● 317 yerel, ekonomik, dini ve idarî kurumlara sahip toplumlarda gerçekleşti. Bu mevcut kurumların transformasyonu demekti. İslam bir anlamda devlet elitinin kimliğinin oluşmasına ve İslam imparatorluğu ile çok sayıda onun ardılı olan devletlerin meşrulaştırılmasına hizmet etti. O, özel bir dini inanç içeriğine, dini pratiğe, belli kişilere saygıya ve yerel hukuku korumaya dayalı şehirli tarikat ve dini topluluklar biçimini aldı. Aynı zamanda, kabilelere ve diğer gruplara nüfuz ederek bunları siyasi hareketlere ve kutsal hükümranlığı, inancı ve sembolleri kabul eden halklara dönüştürdü. Kurumsallaşmanın çeşitli süreçleri ve tiplerinden bahsettiğimi ve bu konuda devletlerden, dini birliklerden ve yerel topluluklardan çok sayıda örnekler verilebileceğimi tekrar belirtmek istiyorum. İslamın baskın olduğu bu tip birlikler ve onların ilişkileri İslam toplum sisteminin bulunduğu her yerde ortaya çıkmıştır. İlk dönem Yakın ve Orta doğu toplumlarının bu kaba modeli İslam toplumunun daha sonraki gelişmeleri için bir paradigma sunmaktadır. Yerel ve bölük pörçük gruplara atfen kullandığım Müslüman devlet, Müslüman dini birlik ve Müslüman kimlik kavramları muhtelif kombinasyonları ve varyasyonlarıyla dünyanın başka bölgelerinde ve ardı ardına gelen dönemlerde Müslüman toplumunu tahlil etmeye yarayan ideal tiplerdir. Bu durumda Weber’den öğreneceğimiz, kişinin İslam ahlakı ve toplumu hakkındaki kendi amiyane kavramlarından nasıl kurtulup da daha girift bir model inşa edebileceğidir. 318 ● Ira M. LAPIDUS / Çev. Ahmet ÇEKİN © İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi 2010