SOSYAL ETKENLERİN BİLİMSEL BİLGİNİN OLUŞUMUNDAKİ

advertisement
T.C
İstanbul Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü
Sosyoloji Anabilim Dalı
Doktora Tezi
SOSYAL ETKENLERİN BİLİMSEL BİLGİNİN
OLUŞUMUNDAKİ ROLÜNÜN ANALİZİ: KUHN VE
GÜÇLÜ PROGRAM ÖRNEĞİ
Alper Bilgili
2502090065
Tez Danışmanı
Doç. Dr. Yücel Bulut
İstanbul 2013
ÖZ
Sosyal Etkenlerin Bilimsel Bilginin Oluşumundaki Rolünün Analizi:
Kuhn Ve Güçlü Program Örneği
Alper Bilgili
Bu tez, sosyal etkenlerin bilimsel bilginin oluşum sürecindeki rolünü incelerken
ortodoks bilim anlayışını ve ona tepki olarak doğan Kuhn ve Güçlü Program’ın bilim
anlayışını mercek altına almaktadır. Ortodoks bilim anlayışı bilimsel bilgiyi objektif
olduğu ve sosyal etkenlerden korunduğu gerekçesiyle diğer bilgi türlerinden farklı
bir yere koymuştur. Öte yandan Kuhn ve Güçlü Program, Durkheim’ın ve
sosyolojinin ilk kurucularının hayallerini tersten gerçekleştirme yoluna giderek doğa
bilimlerini sosyal bilimlere eşitlemeye çalışmıştır. Doğa bilimlerinden elde edilen
bilginin ideolojik, metafiziksel ve benzeri birçok değerden etkilendiğini iddia ederek
bilimin otoritesini sorgulanır kılmışlardır. Bu tezde amaçlanan hem ortodoks bilimin
hem de Kuhn ve Güçlü Program’ın bilimsel bilginin oluşum sürecinde sosyal
etkenlerin rolünü ne denli doğru yansıttıklarını tartışmaktır. Bunun yanında
değerlendirmelerindeki eksikliklerin giderilmesi için alternatif bir inceleme
önerilmektedir. Bu tür bir çabanın sosyal unsurların rolünün daha iyi belirlenmesine,
böylece bilimin meşru sınırlarının, bilimi sıradan bir konvansiyona indirgemeden,
çizilmesine katkıda bulunacağını umuyoruz.
iii
ABSTRACT
The Analysis of the Role of Social Factors in the Formation of Scientific
Knowledge: Kuhn and the Strong Program
Alper Bilgili
Analyzing the impact of social factors on the formation of scientific knowledge, this
thesis focuses on the orthodox scientific view as well as Kuhn’s and Strong
Program’s approaches to science which emerged as a reaction to it. The orthodox
scientific view distinguished scientific knowledge from other forms of knowledge
due to the claim that it is objective and free from social influence. On the other hand,
Kuhn and the Strong Program attempted to remove this distinction between natural
sciences and social sciences, realizing the dreams of Durkheim and the founders of
sociology even though through a reverse manner. They made the authority of science
questionable by claiming that knowledge produced by natural sciences is under the
influence of various values; ideological, metaphysical and the like. The purpose of
this thesis is to discuss how appropriately the role of social factors in the formation
of scientific knowledge is presented by the orthodox science, and by Kuhn and the
Strong Program. Besides, an alternative approach is proposed to overcome the
deficiencies in their assessments. The expectation is that this effort will contribute to
a better identification of the role of social factors and thus determination of the
legitimate limits of science without reducing it to a mere social convention.
iv
ÖNSÖZ
Bu tez, Kuhn ve Güçlü Program’ın teorilerine odaklanarak bilimsel bilginin oluşum
sürecinde sosyal etkenlerin rolünü tespit etme niyetindedir. Böyle bir konu,
bilimcilik diye adlandırılan ve sadece doğa bilimlerinin bize sağladığı bilgiyi
muteber sayan görüşün hakimiyetini sürdürdüğü ülkemizde önemini korumaktadır.
Yine bu görüşe tepki olarak doğan ve bilimi sıradan bir konvansiyona indirgeyen
görüşün artan popülerliği de konumuzun önemine işaret etmektedir. Bu tezin
yazılmasındaki temel saiklerin başında bu hatalı dikotomiyi aşmak gelmektedir. Bu
dikotomiyi aşmak için bu tezde sosyal unsurların –örneğin ideolojik, metafiziksel
kabullerin- bilimsel bilginin oluşum sürecinde nasıl bir rol üstleneceği belirlenmeye
çalışılmıştır.
Sonuç
olarak
beni
bu
tezi
yazmaya
iten
neden
bilimin
itibarsızlaştırılmasının, onu hak etmediği kutsal bir mertebeye yükseltmek kadar
tehlikeli olduğudur.
Bilim sosyolojisi okumaları yaptığım süreçte bilim sosyolojisine gündelik hayatta –
çoğunlukla farkında olunmadan- ne denli çok atıfta bulunulduğuna şahit oldum.
Kürtajla ilgili tartışmalardan TÜBİTAK’ın yayımlama(ma)sı gereken kitaplar
listesine dek birçok konu bilim sosyologları için çok verimli tartışma alanlarıydı.
Ancak ülkemizde bu alanın henüz sosyologların yeterince ilgisini çekemediğini
belirtmem gerekiyor. Bu tezin ülkemizdeki bu eksikliğin giderilmesine az da olsa bir
katkıda bulunacağını umuyorum.
Tezimin yazım süreci boyunca bana büyük katkıda bulunan Doç. Dr. Yücel Bulut’a
çok şey borçluyum. Kendisi sosyolojideki teorik tartışmalara hakimiyeti ile tezimi
zenginleştirmekle kalmamış, tezin teknik detaylarıyla da ilgilenmiştir. Yine tüm
yoğun mesaisi içinde tezin gelişim süreci boyunca desteğini esirgemeyen Prof. Dr.
İsmail Coşkun’a, tezle ilgili yorumları için Prof. Dr. Ayşe Durakbaşa’ya, Doç. Dr.
Enes Kabakçı’ya ve Yrd. Doç. Dr. Recep Ertürk’e teşekkür ederim. Fizikçi ve
felsefeci dostum Enis Doko’ya tezin yazım sürecinde çok büyük katkı sağladığı için,
fizikçi Prof. Dr. Metin Arık’a bana vakit ayırarak fizik konusunda yön gösterdiği için
teşekkürlerimi sunuyorum. Tezimde kullanmayı düşündüğüm her örneği sıkılmadan
v
dinleyen, tezimi okuyup bana geri bildirimde bulunan değerli eşim Nazlı Çağın
Bilgili’ye de minnettarım. Son olarak aileme de bu süreçte bana destek oldukları için
teşekkürü bir borç bilirim.
vi
İÇİNDEKİLER
ÖZ (ABSTRACT) …………………………………………………iii
ÖNSÖZ
………………….…………………………………........v
İÇİNDEKİLER ..…………………………….……………..…….vii
ŞEKİL VE TABLO LİSTELERİ..………………………………...xi
KISALTMALAR …………………………………………….......xii
GİRİŞ …………………………………………..……..…………...1
1. BÖLÜM: BİLİMİN TEMEL SAYILAN NİTELİKLERİNİN ANALİZİ
…………………………………………………………………….10
1.1. Bilimin Özgün Niteliği Hakkında Bir Değerlendirme .............14
1.1.1. Bilimin Metodu ……………………………………….18
1.1.1.1.Tümevarım-Tümdengelim ve Diğer Metotlar..........21
1.1.2. Bilimin Amacı …………………………………….......30
1.1.3. Bilim, Eleştirel Düşünce ve Objektiflik …………........37
1.1.3.1.Bir Gelenek Olarak Bilginin Sorgulanması ………37
1.1.3.2. Sorgulanmayan Bir Bilgi Türü Olarak Doğa Bilimleri
…………………………………………………… 42
1.1.3.3. Tarafsız Aktörler Olarak Bilim Adamları………. 46
1.1.3.4. Keşif Bağlamı ve Gerekçelendirme Bağlamı ....….48
1.1.3.5. Kuhn ve İçeriğin Sosyolojik Analize Dahil Edilmesi
…………………………………………………..…52
1.1.3.5.1. Kuhn ve Heidegger……………………......54
1.1.3.6. Objektiflik ve Eleştirel Düşünce Tartışmalarında Yeni Bir
Dönem ……………………………….....................56
1.2. Bir Mit Olarak Ortodoks Bilim ve Nitelikleri …………..........58
1.2.1. Ortodoks Bilim ve Bilimcilik …………………………59
2. BÖLÜM: BİLİMSEL BİLGİNİN OLUŞUMUNDA SOSYAL UNSURLARI
MERKEZE ALMA GELENEĞİ: KUHN VE GÜÇLÜ PROGRAM ÖRNEĞİ
………………………………………..............................................62
2.1. Kuhn’un Bilimsel Bilginin Sosyolojisi Açısından Önemi…….63
vii
2.1.1. Thomas Kuhn ve Bilimin Anlaşılmasında Önem Kazanan Yeni
Aktörler: Bilim Tarihi, Sosyoloji ve Psikoloji
………………………………………...……………….65
2.1.1.1. Bilim Tarihi ……………………………………..68
2.1.1.2. Sosyoloji ……………………………………….…70
2.1.1.3. Psikoloji …………………………………………..74
2.1.1.4. Sosyal Unsurların Sınırları ……………………….75
2.1.2. Kuhn’un Popper’dan Ayrıldığı Temel Noktalar……….77
2.1.3. Kuhn ve Mantıksal Pozitivizm (Mantıksal Ampirisizm)
……………………………………................................78
2.1.4. Bir Konvansiyonalist ve Rölativist Olarak Kuhn……...80
2.1.4.1. Konvansiyonlar ve Kuhn …………………………80
2.1.4.2. Rölativist Pozisyon ve Kuhn ……………………..84
2.1.4.3. Kuhn’un Rölativist ve Konvansiyonalist Kampta Olduğuna
Dair Eleştirilere Verdiği Cevabın Değerlendirilmesi
……………………………......................................90
2.1.4.4. Kuhn’un Teorisinin Bilimsel Resmi Yansıtma Kapasitesi
…………………………………………………….100
2.1.4.4.1. Kuhn’un Teorisinin Genel Problemleri……100
2.1.4.4.2. Kuhn’un Teorisindeki Konvansiyonalist ve Rölativist
Unsurların Yarattığı
Problemler…………………………………105
2.1.5. Kuhn’un Teorisinde Sosyal Unsurların Bilimsel Bilginin
Oluşumundaki Rolü …………………………………..111
2.2. Güçlü Program ve Sosyal Etkenlerin Bilimsel Bilginin Oluşumundaki
Belirleyici Rolü …………………………................................114
2.2.1. Güçlü Programın Rölativist Öğeleri …………….........115
2.2.2. Konvansiyonalizm ve Güçlü Program ………………..117
2.2.3. Kuhn ile Güçlü Program Arasındaki Bağlar ………….119
2.2.3.1.Programın Kuhn’la Benzer Görüşleri …………….120
2.2.3.1.1. Tarihin Öğrettikleri ……………………….120
2.2.3.1.2. Sosyal Faktörlerin Bilimsel Bilginin Oluşumundaki
Belirleyici Rolü ……………………………122
2.2.3.2.Güçlü Program’ın Kuhn’dan Temel Farkı ………...124
2.2.3.3. Kuhn’un Tepkisi ………………………………….125
2.2.4. Güçlü Program’ın Diğer Teorik Bağlantıları …………126
2.2.4.1.Michel Foucault ……………………………….......127
2.2.4.2. Ludwig Wittgenstein ……………………………...128
2.2.5. Teorinin Ana Hatları …………………………………..128
viii
2.2.5.1.Güçlü Bir Programa Neden İhtiyaç Var? ………….129
2.2.5.2. Sosyal ve Sosyal Olmayan Faktörler …………… 130
2.2.5.3. Anlam Finitizmi …………………………………. 132
2.2.5.4. Çıkarlar ……………………………………………132
2.2.5.5. Araştırmanın 4 Prensibi ……………………..........135
2.2.6. Mantık ve Matematiğin Sınırlarını İhlal ………………137
2.2.7. Güçlü Program ve Doğa ………………………………140
2.2.8. Güçlü Program’a Yöneltilen Eleştiriler ……………….142
2.2.8.1.Sosyal Etkenlerin ve Sosyal Olmayan Etkenlerin Muğlaklığı
…………………………………… ……………….142
2.2.8.2. Nedenselliğin Gösterilememesi …………………..144
2.2.8.3. Çıkarların Rolünün Doğru Çizilmemesi ………….147
2.2.8.4. Güçlü Program Tarafından Mucizeye Bağlanan Umut
…………………………………………………......148
2.2.8.5. Simetri Prensibinin Açmazları ……………………150
2.2.8.6. Refleksivitenin Problemi ………………………….152
2.2.8.7. Pozitivizme ve Ampirisizme Duyulan Aşırı
Tepki……………………………………………….154
2.2.9. Güçlü Program ve Sosyolojinin Mümkünlüğü ………..155
3. BÖLÜM: SOSYOLOJİK UNSURLAR VE BİLİMSEL BİLGİNİN
OLUŞUMU: BİR MÜTEVAZI PROGRAM DENEMESİ………158
3.1. Bilim ve İnanç …………………….………………………….158
3.2. Temel İnançlar ……………………………………………….161
3.3. Bilginin Klasik Tanımı ………………………………………163
3.3.1. Bilimsel Bilginin Bileşenleri ve Sosyal Unsurlar …….164
3.3.1.1.Bilimsel İnancın Üzerindeki Muhtemel Sosyal Etkenler
…………………………………………………… 167
3.3.1.1.1. Bilimsel İnancın Oluşumundaki Sosyal Etkenler
……………………………….....................168
3.3.1.1.2. Sosyal Etkenler ve Bilimsel İnancın
Gerekçelendirilmesi ……………………..173
3.3.1.1.3. Sosyal Etkenler ve Bilimsel İnancın Doğru Kılınması
…………………………………………….180
3.3.1.1.4. Doğanın Belirleyiciliğine Bir Engel Olarak
Konvansiyonlar ……………………………183
3.3.1.2.Ampirik Veriler ve Bilimsel Bilginin Oluşumu….. 186
3.3.1.3. Ampirik Veriler ve İdeoloji ………………………190
3.4. Sonuç: Sosyal Unsurlar, Gerekçelendirme ve Bilimsel Gerçek196
SONUÇ……………………………………………………......199
BİBLİYOGRAFYA ………………………………………….215
ix
ÖZGEÇMİŞ ………………………………………………......234
x
ŞEKİL LİSTESİ
Şekil 1: ………………………………………………………………108
Şekil 2: ………………………………………………………………108
Şekil 3: ………………………………………………………………109
TABLO LİSTESİ
Tablo 1:..……………………………………………………………139
xi
KISALTMALAR
Bkz. :
Bakınız
c. :
Cilt
Çev. :
Çeviren
Der. :
Derleyen
diğ. :
Diğerleri
Ed. :
Editör
Ibid:
Ibidem (Aynı Yerde)
s:
Sayfa
ss:
Sayfalar
vb. :
ve benzeri
xii
GİRİŞ
Modern dünyanın ayırt edici özelliklerinin başında bilimsel bilgiyi diğer bilgi
türlerinin üzerinde konumlandırması gelir. Doğa bilimlerinin bilhassa Newton’dan
itibaren insanların hayatına getirdiği gözle görülür değişiklikler –her ne kadar bu
değişikliklerin her zaman insanın iyiliğine yol açtığını iddia edemesek de- bilimsel
bilginin otoritesinin sorgulanmamasına neden olmuştur. Tanrı’nın “öldüğü” –veya
“öldürüldüğü”- bir dönemde bilimin yeni tanrı adayları arasına girmesi beraberinde
getirdiği bu değişikliklerin etkisiyle güç olmayacaktı. Müspet ya da menfi, modern
bilim ortaya çıktığı ilk günlerden itibaren güç ile ilişkilendirilecek, yeni hatta tek
rehber konumuna neredeyse oybirliğiyle yükseltilecekti.
Bilimin kutsal bir mertebeye yükseltilmesiyle sorgulanmamaya başlaması eş zamanlı
olaylardır. Kilise’ye karşı saf tutan siyasi ve sosyal grupların bir bilme türünden çok
daha fazla anlam atfettikleri bilim, bu kesimlerin zihninde tek ve yanılmaz bir bilme
türü olarak görülmüştür. Natüralist dünya görüşü entelektüel çevrelerde sadece
epistemolojik değil ontolojik anlamda da hâkimiyet sağlamıştır. “Sadece doğa
bilimlerinin sağladığı bilgi doğrudur” görüşü kabul edilmiş, devamında da bu
görüşten “doğa dışında bir gerçeklik yoktur” görüşüne geçiş yapılmıştır. Bilim istese
de istemese de Kilise’ye karşı savaşta en çok başvurulan araca dönüşmüş, vahiy
kaynaklı bilgi başta olmak üzere tüm bilgi türlerini değersiz kılma ile
görevlendirilmiştir. Bunu yapmanın yolu sadece bilimsel metodun bize gerçek bilgi
vereceğini kabul etmek ve buna paralel olarak bilimsel metotla kazanılan bilgilerin
doğruluğundan şüphe etmemektir.
20. Yüzyılın ikinci yarısına kadar bu gayretlerin karşılığının alındığı söylenebilir.
Ortodoks bilim tanımı sadece akademide değil halk nezdinde de karşılık bulmuştur.
Öte yandan bu noktada ödenmesi gereken önemli bir bedel vardır. Ortodoks tanım
bilim uğraşını doğru bir şekilde resmetmekten ziyade onun idealize edilmiş bir
versiyonunu tasvir eder. Bizim bu tezde ilgimizin merkezinde bu tanımın gerçeklikle
1
uyuşmayan önemli yanları var: Bilimsel uğraşın sosyal etkenlerden etkilenmediği ve
objektif olduğu iddiası. Ortodoks bilimi savunanların bilimsel uğraşın objektif
olduğu yönündeki iddiaları, kanımızca bilime hizmet etmek bir yana, onun doğasını
doğru bir şekilde yansıtmadığı hatta bu konuda bir yanılsamaya yol açtığı için
bilimin kendisi üzerinde yıkıcı bir etkiye sahiptir. Bilimin gelişmesi, onun aldatıcı bir
idealleştirme sonucu hak etmediği bir konuma getirilmesiyle değil; doğru tanınıp
zaaflarının farkına varılmasıyla mümkündür. Objektiflik iddiasıyla yakından ilgili
olan “sosyal etkenlerden etkilenmeme” iddiası da tezimizin merkezinde olacaktır.
Sosyal etkenlerin bilimsel bilginin oluşumunda etki etmediği –söz gelimi
Almanya’da yaşayan orta gelirli, kadın biyolog ile Katar’da yaşayan yüksek gelirli
erkek biyoloğun laboratuvarlarına girdikleri anda aynı gözlemlerde bulunacaklarıgörüşü bilimi ideolojilerin ve değerlerin etki edemeyeceği güvenilir bir alan olarak
görmektedir.
Bu noktada Thomas Kuhn ve onun mirasına sahip çıkma iddiasındaki Güçlü
Program’ın
(Strong
Program) çalışmalarının
can
alıcı
önemde
olduğunu
düşünüyoruz. Sosyal etkenlerin bilimsel uğraşta göz ardı edilemeyecek bir fark
yarattığını iddia eden Thomas Kuhn, çığır açan eseri Bilimsel Devrimlerin Yapısı
(The Structure of Scientific Revolutions, 1962) ile doğa bilimlerinin sıra dışı bir
analizini yapmakla kalmamış kendisinden sonra gelen birçok bilim felsefecisi ve
bilim sosyoloğuna ilham olmayı başarmıştır. Doğa bilimlerinde sosyal etkenlerin
sanıldığından çok daha merkezi bir rol oynadığını belirten Kuhn, Durkheim ve
kurucu babaların sosyal bilimleri doğa bilimleriyle aynı statüye getirme rüyasını
tersinden gerçekleştirme yoluna gitmiştir. Kuhn’un iddiası doğruysa doğa bilimleri
de objektif bir çaba olmaktan uzaktır. Sosyal unsurlar her bilme çabasını olduğu gibi
doğa bilimlerini de etkilemektedir. Dolayısıyla Kuhn’dan itibaren doğa bilimlerinin
bilme türleri arasındaki ontolojik üstünlüğü tartışmalı hale gelmiştir. Kuhn ilham
verici kitabında ve benzer temaya sahip eserlerinde sosyal bilimcileri ve bilhassa
sosyologları göreve çağırmış, bilimin doğru analizini ancak onların yapabileceğinin
altını çizmiştir. Güçlü Program oyuna bu noktada dahil olmaktadır. 1970’lerde
İskoçyalı bir grup sosyolog tarafından kurulan ve Kuhn’un vasiyetini yerine
getirmeye soyunan Güçlü Program bilimsel uğraşın her aşamasında sosyal etkenlerin
2
izini sürmüş, kanımızca Kuhn’un başlattığı analizi belli noktalarda daha ileri bir
noktaya taşımayı başarmıştır. Güçlü Program, bilimsel analizin sadece hatalı teorilere
odaklanmasını eleştirmiş, bu tür bir sosyolojik analizin “zayıf” olduğunu iddia
etmiştir. Esasen yapılması gereken sosyolojinin kendisine çizilen sınırlarla
yetinmemesi, daha “güçlü” bir şekilde yeniden organize olmasıdır. Hatalı teoriler
kadar doğru teorilere inanılmasının da sosyolojik kökenleri araştırılmalıdır. Doğru
teorilerde de hatalı teorilerde var olduğuna inanılan nedensellik ilişkilerinin izi
sürülmelidir. Güçlü Program böylece bilimin objektif olduğu ve sosyal etkenlerden
etkilenmediği iddialarına karşı çıkar. Bu noktada Güçlü Program’ın sadece ampirik
verileri değil mantık kurallarını da tartışmaya açtığına şahit oluyoruz. Güçlü
Program’a göre mantık gibi evrensel sayılan kurallar dahi bağlamsaldır ve bir
bağlamda ikna edici olan mantıksal argümanlar başka bağlamlarda ikna edici
olmayabilirler. Sonuç olarak ampirik verilere ve mantık kurallarına itibar kaybettiren
bir sosyolojik teori sunulmaktadır. Bununla beraber gözlemle elde edilen ampirik
verilerin ve mantık kurallarının boşalttığı alanı sosyal unsurlar dolduracaktır.
Bilhassa çıkarların bilimsel bilginin oluşumunda oynadığı rol ezber bozucu
türdendir.
Kuhn kendisini takip etme ve teorisini geliştirme iddiasındaki Güçlü Program’ı
takdir etmemiş, Program’ın ulaştığı noktayı absürtlük olarak nitelendirmiştir. Ne var
ki biz Güçlü Program’ın Kuhn’un teorisini genişletse de Kuhn’un çizdiği sınırlardan
teorinin özü itibariyle çok uzaklaşmadığı kanaatindeyiz. Nitekim tezimizde bu iki
teori arasındaki benzerliklere değinecek, Kuhn’un Güçlü Program’ı eleştirdiği
noktaların kendi teorisinde de bulunduğunu göstermeye çalışacağız.
Bu tezdeki asıl amacımız Kuhn ve Güçlü Program’ın ortodoks bilime alternatif
olarak sundukları teorilerini eleştirel bir analize tabi tutmak ve ardından bilimsel
bilginin oluşumundaki sosyal unsurların daha gerçekçi bir resmini çizmek olacaktır.
Doğa bilimlerinde sosyal unsurların nerelerde ve ne kadar etkili olduğu hakkında
fikir sahibi olmak için sadece bilim sosyolojisi değil, bilim felsefesi ve bilim
tarihinden de faydalanmanın şart olduğunu düşünüyoruz. Bilhassa teorik zeminin
sağlam olması açısından bilim felsefesinden sıkça faydalanacağız. Bunun yanında
teorilerin gerçekle ne denli uyumlu olduğunu görmek için de bilimin tarihsel
3
gelişimiyle bağımızı koparmayacağız. Bilhassa fizik, astronomi ve biyoloji gibi bilim
dallarında yaşanan tarihsel gelişmeler çalışmamızın teorik boyutunu besleyecektir.
Tezimizdeki asıl amacın sosyal unsurların bilimsel bilginin oluşumundaki rolünü
doğru şekilde resmetmek olduğunu belirtmiştik. Bunun yanında tezimiz boyunca
hem ortodoks bilim anlayışının hem de Thomas Kuhn ve Güçlü Program’ın
teorilerindeki zayıf noktaların altını çizmeye çalışacağız. Türkiye’de Thomas
Kuhn’un teorisi üzerine yapılmış yeterince akademik çalışma bulunmadığını
düşünüyoruz. İstisnaları saymazsak, Kuhn, Türkiye’deki bilimsel camianın bir kısmı
tarafından yeterince ciddiye alınmazken diğer kısmı tarafından da eleştirel bir analize
tabi tutulmamıştır dersek muhtemelen hatalı bir gözlem yapmamış oluruz. Tezimizde
Kuhn’un bilim sosyolojisine getirdiği ufuk açıcı katkının altını çizerken onun
gerçeklikle uyuşmadığını düşündüğümüz yönlerine de değineceğiz. Bilhassa
Kuhn’un rölativist olmadığı yönündeki iddialarına kendi teorisinden örneklerle karşı
çıkmaya çalışacağız.
Öte yandan Türkiye’de Kuhn’a kıyasla çok daha az tanınan Güçlü Program
akademik çevrelerde neredeyse hiç incelenmemiştir. Biz bu incelememizde Güçlü
Program’ın Kuhn’dan nerelerde ayrıldığını incelerken bir yandan da Kuhn’a getirilen
eleştirilere ne oranda muhatap olduğunu ve bu eleştirilere ne oranda cevap
verebildiğini göstermeye çalışacağız. Rölativist olduğunu gizlemeyen Güçlü
Program’ın teorisinin iç tutarlılığına ve bilimsel bilginin oluşumunu ne kadar iyi
yansıttığına bakacağız.
Çalışmamızda neden Thomas Kuhn ve Güçlü Program’ı incelediğimiz sorulabilir.
Kuhn, sosyal unsurların doğa bilimlerine yaptığı etkiyi detaylı bir şekilde formüle
eden ilk düşünürlerdendir. Her ne kadar sosyolog olmasa da sosyal etkenlerin
sınırlarını genişleterek sosyolojiye geniş bir yer açmayı başarmıştır. Kendisi de alana
yaptığı katkının farkında olarak sosyologları bilimin analizini bilim felsefecilerine
bırakmama konusunda uyarmıştır. Bu noktada Kuhn’un ilk incelenmesi gereken kişi
olduğunu düşünüyoruz. Güçlü Program ise yukarıda belirttiğimiz gibi Kuhn’un
teklifine cevap vermiş, bilim sosyolojisinin inceleme alanını daha da genişletmiştir.
Gerek Kuhn gerekse Güçlü Program, günümüzde bilim sosyolojisi tartışmalarında
4
önemli referans noktalarıdır. Her ne kadar Kuhn ve Güçlü Program’dan önce bu
görüşlerin benzerleri savunulmuşsa da önceki görüşler kapsamlı bir teori halini
alamamıştır. Bilim sosyolojisinin alanını genişleten Kuhn ve Güçlü Program,
teorilerini bilim felsefesi ve bilim tarihi ile desteklemeye çalışmışlardır.
Thomas Kuhn ve Güçlü Program’ın teorileri hayli detaylı ve kuşatıcıdır. Öyle ki bu
isimlerin eleştirel bir analizi benzer iddialarda bulunan birçok bilim sosyoloğuna da
kolaylıkla uyarlanabilecektir. Örneğin tezimiz boyunca açıklayacağımız doğanın
hatalı gerekçelendirmeleri düzeltici fonksiyonu sadece Kuhn ve Güçlü Program’ı
değil; söz gelimi feminist bilim sosyologlarını da ilgilendirmektedir. Aynı şekilde
bilim felsefesinden ödünç aldığımız “Mucizeye Yer Yok” argümanı sadece Kuhn ve
Güçlü Program gibi bilimsel teorilerle doğayı daha iyi tanıdığımızı reddeden
rölativist ve konvansiyonalist imalar içeren teorilere değil, Latour gibi inşacılara da
hitap etmektedir. Örnekleri çoğaltmak mümkündür, bu noktada kanımızca önemli
olan gerçek, bilimsel bilginin oluşumunda sosyal unsurların rolüne dair birçok
yorumun bulunduğu ve hepsinin bir tezde veya kitapta eleştirel analizini yapmanın
mümkün olmadığıdır. Biz bu tezde tüm görüşleri açıklamaya çalışan yüzeysel bir
inceleme yerine görece kuşatıcı olduğunu düşündüğümüz Kuhn ve Güçlü Program’ın
teorilerinin detaylı eleştirel analizini yapmanın daha uygun olduğunu düşünüyoruz.
Tezimizin birinci bölümünde bilimin temel sayılan niteliklerini analiz edeceğiz. Bu
analiz iki açıdan önem taşıyor. Öncelikle Thomas Kuhn’un ve Güçlü Program’ın
neye tepki olarak doğduğunu görmemiz açısından bilimin ortodoks tarifini
tanımamız gerekli. Bu analiz sonucunda Kuhn öncesindeki genel resim hakkında
fikir sahibi olacağız. Bunun yanında bu analiz bize tezimizin özel ilgi alanı olan
sosyal unsurların bilimsel bilginin oluşumundaki etkisi hakkında bir çıkış noktası
sunacaktır. Ortodoks bilimde sosyal unsurlara biçilen kısıtlı role, Kuhn ve Güçlü
Program’ın teorilerini eleştirel analize tabi tutarken de sık sık atıfta bulunacağız.
Dolayısıyla kendi önerimizi sunarken göz önünde bulunduracağımız yaklaşımların
başında ortodoks biliminki gelecektir.
İlk bölümde incelememizi sadece sosyal etkenlerin bilimsel bilginin oluşumundaki
rolü ile sınırlı tutmadık. Kuhn öncesindeki genel resmi yansıtması açısından ortodoks
5
anlayışta bilimin özel bir metodunun bulunup bulunmadığı, böyle bir metot varsa bu
metodun ne olabileceği gibi soruları da cevaplamaya çalıştık. Yine, bilimin belli bir
amacının olup olmadığı hakkında da kısa bir değerlendirme yapmayı gerekli gördük.
Ancak esas olarak bu bölümdeki ilgi alanımız doğa bilimlerinde sosyal etkenlerin
rolü ve dolayısıyla bilimde eleştirel düşüncenin var olup olmadığı, bilim adamlarının
ve dolayısıyla bilimsel bilginin objektifliği olacaktır. Bu inceleme esnasında doğa
bilimleri ile diğer bilgi çeşitleri arasında –ortodoks bilim tarafından- var olduğu
kabul edilen farklılığa değineceğiz. Bilhassa ilk dönem bilgi sosyologlarının doğa
bilimlerinin objektifliğine dair inançlarından bahsedeceğiz. Yine bu bağlamda
tezimiz boyunca bize faydalı olacak “keşif bağlamı” – “gerekçelendirme bağlamı”
ayrımına açıklık getirecek ve sosyal etkenlerin rolünü tanımlamada bir çıkış noktası
olduğu için bu ayrımı detaylandıracağız. Bu bölümdeki analizlerimiz neticesinde
ortodoks bilimin ne denli yeterli bir tarif sunduğunu bilhassa sosyal etkenlerin
bilimsel bilginin oluşumundaki rolü bağlamında değerlendirmiş olacağız. Böylece
bölüm sonunda Kuhn’un Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı eserini nasıl bir atmosferde
yazdığını ve daha önemlisi sosyal etkenlerin etki alanını ne kadar genişlettiğini
göreceğimizi umuyoruz.
Tezimizin ikinci bölümü iki kısımdan oluşuyor. İlk kısımda sosyal unsurların
bilimsel bilginin içeriğine de etki ettiğini belirten Thomas Kuhn’un teorisi detaylı
olarak incelenecektir. Bilhassa “keşif bağlamı” – “gerekçelendirme bağlamı”
ayrımının
Kuhn’un
teorisinde
yetersiz
görüldüğünün,
sosyal
unsurların
gerekçelendirmede de çok etkili olduğunun altı çizilecektir. Hem sosyolojik
unsurların hem de psikolojik unsurların etkileri örneklerle detaylandırılacaktır. Bu
noktada Kuhn’un teorisindeki rölativist ve konvansiyonalist imalara değinilecektir.
Bunlar yapılırken ilk bölümde değindiğimiz, ortodoks bilim teorisinin yaklaşımı ile
Kuhn’un teorisi arasındaki ilişki göz önünde bulundurulacaktır. Mantıksal
ampirisistler ve Popper’ın teorilerine Kuhn tarafından getirilen eleştiriler de bu
bağlamda değerlendirilecektir. İkinci bölümün bu ilk kısmında sadece Kuhn’un
Bilimsel Devrimlerin Yapısı isimli eseri ile yetinilmeyecek, Kuhn’un eleştirilere
getirdiği cevaplar da değerlendirilecek. Bilhassa onun rölativist ve konvansiyonalist
olmadığına dair iddialarının teorisiyle ne denli tutarlı olduğu, yine Kuhn’un verdiği
6
örnekler üzerinden tartışılacak. Bu ilk kısmı Kuhn’un teorisinin bilimsel bilginin
oluşum sürecindeki sosyal unsurları ne kadar başarılı bir şekilde yansıttığını analiz
ederek kapatacağız. Böylece onun ortodoks bilimi eleştirdiği noktada ne oranda
tatminkâr bir alternatif oluşturduğu hakkında fikir yürüteceğiz. Bu analizimizde
literatürdeki Kuhn eleştirileri ile sınırlı kalmayarak kendi eleştirilerimizi de sunmaya
gayret edeceğiz.
Kuhn’un teorisinin analiz edilmesi, hem Güçlü Program’ın teorisinin analizi için hem
de kendi önerimizi oluşturmamız için önemli bir basamak olacaktır. Güçlü
Program’ın Kuhn’un teorisinden ne oranda ayrıldığı ikinci bölümün ikinci kısmında
analiz edilecektir. Kuhn’un Güçlü Program’ı absürt olarak nitelendirmesinin ne
kadar tutarlı olduğu da bu bölümde incelenecektir. Güçlü Program incelenirken
sadece Kuhn’la olan yakınlıklarına dikkat çekilmeyecek, Wittgenstein ve Foucault
gibi diğer felsefeci ve sosyologların teorileriyle yakınlıkları da gösterilecektir. Yine
ilk kısımda yaptığımıza benzer bir analizle Güçlü Program’ın rölativist ve
konvansiyonalist imalarına dikkat çekilecek ve teorinin geri kalanı ile bu imaların
tutarlılığı incelenecektir. Tıpkı Kuhn’da yaptığımız gibi Güçlü Program analizimizde
de sosyal faktörlerin bilimsel bilginin oluşumundaki belirleyici rolünün doğru tespit
edilip edilmediğine de bu bölümde değinilecektir. Dahası Güçlü Program’ın
kendisinin sorun olarak nitelediği durumları ne kadar başarılı şekilde çözebildiği de
analiz edilecektir. Tüm bunlar yine tarihsel örnekler eşliğinde sunulmaya
çalışılacaktır. Bu kısmın analizi de Güçlü Program’a getirilen ve bizim getirdiğimiz
eleştirilerin ifade edilmesi ile sonlanacaktır. Kuhn ve Güçlü Program’ı eleştirel bir
şekilde analiz ettiğimiz ikinci bölümün sonunda bilimsel bilginin oluşumunda sosyal
etkenlere biçtiğimiz rolü netleştirmeye hazır olacağız. İlk iki bölümde yapılan
değerlendirmeler neticesinde hem ortodoks bilimin hem de bilimsel bilginin
oluşumunda sosyal etkenleri merkeze oturtan Kuhn ve Güçlü Program’ın aksayan
yönlerine dikkat çekmiş olacağız. Üçüncü bölüm buradaki analizlerimizin üzerinde
yükselecektir.
Üçüncü bölümde temel olarak sosyal unsurların bilimsel bilginin oluşumundaki
rolüne, bu kez kendi önerimizi sunarak, odaklanacağız. Bilimsel bilginin öncelikle
belli kabullere dayanarak üretildiğini hatırlatacak, bu genel kabulleri “temel
7
inançlar” başlığı altında ele alacağız. Temel inançlar olmadan bilimsel bilginin
üretilmeyeceğini, öte yandan temel inançların doğruluğunun bilim tarafından
sağlanamayacağını belirteceğiz. Bilginin ortaya çıkması için belli inançların kabul
edilmesi gerektiğini ifade ettikten sonra bilimsel bilginin bir parçası olarak “inanç”ın
rolünü inceleyeceğiz. Burada dikkat edilmesi gereken husus bahsedilen inancın dini
inanç olmadığıdır. İnanç, bilginin klasik tarifi olan “gerekçelendirilmiş doğru
inanç”ta yer alan bir bileşendir. İnancın bilimsel teoride merkezi bir yer tutmasından
hareketle bilim adamlarının sosyal unsurlardan izole hareket etmesinin güçlüğüne
işaret edeceğiz. Ardından sırasıyla “sosyal etkenlerin bilimsel inancın oluşumundaki
rolü”ne, “bilimsel inancın gerekçelendirilmesindeki rolü”ne ve son olarak da
“bilimsel doğrunun belirlenmesindeki rolü”ne değineceğiz. Dikkat edilirse bu
analizimizde bilginin tanımında yer alan “gerekçelendirilmiş doğru inanç”taki
öğeleri inceleyeceğiz. Her aşamada sosyal etkenlerin ne denli etkili olduğunu tarihsel
örnekler üzerinden tartışarak daha mütevazı ama ayakları yere daha sağlam basan bir
model sunma gayreti içine gireceğiz. Teorimizin, bilimsel bilginin oluşum sürecinde
sosyal unsurlara Kuhn ve Güçlü Program’dan daha mütevazı bir rol biçtiğini
belirtebiliriz. Öte yandan ikinci bölümdeki analizimizi hatırlatarak Kuhn ve Güçlü
Program’ın teorilerinin sosyal unsurlara bilimsel bilginin oluşumunda daha fazla yer
ayırmalarına karşın gerçekçi bir resim sunamadıklarını göstermeye çalışacağız.
Sosyal etkenlerin bilimsel inancın oluşumunda etkili olduklarını belirten ortodoks
bilim teorisinin yetersiz olduğunu çünkü sosyal unsurların bilimsel bilginin
gerekçelendirilmesinde de belli oranda rol oynadığını belirtirken; sosyal unsurların
bir teoriyi doğru veya yanlış kıldığı görüşüne eleştirel bir şekilde yaklaşacağız. Bu
konuda ampirik verilere ve doğanın zorlayıcı gücüne dikkat çekeceğiz. Bu noktada
rölativist teorilerden gelen veya gelebilecek olan eleştirileri de yine tarihsel
örneklerle ve hipotetik olaylarla cevaplamaya çalışacağız.
Bilimsel bilginin oluşumundaki sosyal unsurların daha iyi betimlenmesi çabası
kanımızca bilimsel tartışmaların sağlıklı yapılmasında kilit rol oynayacaktır. Bilim
sosyolojisinin bu önemli konusu teorik bir tartışma olarak görülmemelidir. Her ne
kadar tezimiz teorik bir düzlemde ilerlese de sosyal etkenlerin doğru tespit edilmesi
gündelik hayatımızda da önemli sonuçlara gebedir. Bilimin birçok boyutta sosyal
8
etkenler tarafından şekillendiğini bilmek, onun kutsallaşmasını ve ideolojik
unsurların
bu
kutsalın
koruması
altında
bilimsellik
statüsü
kazanmasını
engelleyecektir. Öte yandan sosyal etkenlerin sınırları olduğunu göstermek ve
ampirik boyutun bu sınırları belirleyen en önemli öğe olduğunu göstermek de bilimin
basit bir konvansiyona indirgenmesini engelleyecektir.
Bilim sosyolojisinin klasik metinlerinde olduğu gibi biz de tezimiz boyunca bilim
felsefesinin ve bilim tarihinin derinliklerinde boğulmadan bu iki disiplinden
faydalanma yoluna gideceğiz. Tezimizin teorik bir çalışma olması nedeniyle
tezimizde incelenen teorilerin felsefi zeminde tartışılması gerekmektedir. Bunun
yanında tartışmaların salt teorik zeminde kalmaması için bilimin tarihi gelişimine de
odaklanmak gerekecektir. Bu bağlamda Kuhn’un ve Güçlü Program’ın yolundan
giderek tarihsel örnekler ve hipotetik olayları masaya yatırarak bilimsel bilginin
oluşumundaki sosyal unsurları tespit etmeye gayret edeceğiz. Benimseyeceğimiz bu
metot sayesinde hem bilim sosyolojisindeki mevcut açıklamaların iç tutarlılıklarını
değerlendireceğiz hem de bu açıklamaların bilim tarihinden örnekleri ne kadar
başarılı yansıttıklarına bakmış olacağız. Kanımızca başarılı bir bilim sosyolojisi
teorisi hem iç tutarlılık testini geçmeli hem de tarihsel örnekleri tatmin edici şekilde
açıklamalıdır.
Bu tez bilimsel bilginin oluşumundaki sosyal unsurları kusursuz bir şekilde
resmettiği iddiasında değildir. 50 yılı aşkın bir süredir bilim sosyolojisinin can alıcı
sorularının başında gelen bu konu tarafların eleştirilere getirdiği cevaplarla sürekli
gelişmektedir. Bu tez bu tartışmaya mütevazı da olsa bir katkıda bulunabilmeyi
hedeflemektedir.
9
1. BÖLÜM:
BİLİMİN TEMEL SAYILAN NİTELİKLERİNİN ANALİZİ
“Locke: İşte bu yüzden bazen uzlaşamıyoruz Jack. Çünkü sen bilim adamısın.
Jack: Öyle mi, peki ya sen nesin?
Locke: Ben mi? Ben inanç adamıyım.”
(Lost dizisinden)
Bilimin niteliği, fonksiyonu ve işleyişi ile ilgili yapılan tartışmalarda sosyolojiye -ve
sosyolojik
öğelere-
gereken
önemin
yakın
döneme
kadar
verilmediğini
gözlemekteyiz. Sadece doğa bilimleriyle uğraşan bilim adamları değil, bilim
felsefecilerinin çoğunluğu da ısrarla toplumsal etkenlerin, bilimin doğasına ve
işleyişine etki etmeyeceğini iddia ederek bilimsel araştırmanın sosyolojik incelemeye
tabi tutulmasının anlamsız olduğunu savundular. Bu hâkim görüşe göre, eylemleriyle
bilimi var eden bilim adamları topluluğu, tarafsız kişilerden oluşuyordu1 ve bu
topluluk
diğer
toplulukların
aksine
psikolojik
ve
sosyolojik
faktörlerden
etkilenmiyordu. Bilim, hayatın diğer tüm alanlarının aksine sübjektif düşüncelerin
1
Michael Mulkay, “Norms and Ideology in Science”, Social Science Information, C.15, No: 4,
1976, s.637.
10
etki edemediği güvenli bir alandı. Bilim adamları, gözlem ve deney gibi kanıtlara
dayanan objektif ve rasyonel sorgulamalar neticesinde “bilimsel olarak ispatlanmış”
sonuçlara ulaşırlardı. Bu çıkarımlar ideoloji ve önyargılardan münezzehtiler.2 Bilim
ve onun sadık neferleri olan bilim adamlarından şüphe etmek 20. yüzyılın ikinci
yarısına dek marjinal bir tavır olarak kaldı.
Esasen bilimi modern insanın gözünde bu denli saygın kılan onun objektifliğine olan
inançtır. Önyargılarla şekillenmemiş, doğruyla yanlışı duygulardan uzak bir şekilde
ayırt eden sihirli bir makine olan bilime hayatın her alanında hakemlik biçilmekteydi.
Mahkemede suçlunun kim olduğunu belirlemek için balistik uzmanının verdiği
rapora bakılıyor; hükümet nükleer santral açmak için doğru yeri bilim adamlarına
danışıyor; hatta monoteist dinlerin veya materyalizm gibi metafiziksel iddiaların
doğruluğunu test etmede son söz fizikçilere, biyologlara veriliyordu. Bilim ve bilim
adamlarına kimseye duyulmayan ölçekte bir güven duyuluyordu. Bilimin kötüye
kullanılması sonucu meydana gelen “kazalar” da bu güveni zedelemeye
yetmeyecekti.
Bilimin sosyolojik etkenlerden korunmuş bir alan olduğu fikrine yapılan en büyük
itiraz bilim tarihçisi ve felsefeci Thomas Kuhn tarafından ortaya atılmıştır. Bilimsel
bilginin toplumsal bir olgu olduğunu bilim tarihine referanslarla savunan Kuhn, ünlü
eseri Bilimsel Devrimlerin Yapısı’nda (The Structure of Scientific Revolutions, 1962)
birey bilim adamlarının çalışmalarını, bilim adamlarının içinde yaşadıkları kültürel
bağlamla ilişkilendirir.3 Yalnız Kuhn, kültürel bağlamın öneminden bahsederken,
belirli ihtiyaçların belirli icatlara neden olduğu gibi mütevazı bir iddia ortaya
koymaz. O, daha iddialı bir tez ortaya koyar ve bilim adamlarının içinde yaşadıkları
bağlamdan etkilenmelerinin örneklerini vererek, bilim adamlarının hazır buldukları
teorileri sürekli sorguladığı ya da teorilere eleştirel yaklaştıkları görüşüne itiraz eder.
Bilim adamlarının içinde yaşadıkları kültürel bağlam sadece onların neyi
2
Denis Alexander ve Ronald L. Numbers, “Introduction” Denis Alexander ve Ronald L.
Numbers (der.) Biology and Ideology: From Descartes to Dawkins, Chicago, Chicago
University Press, 2010, s. 1.
3
Barry Barnes, T.S. Kuhn ve Sosyal Bilimler, Çev.: Hüsamettin Arslan, İstanbul, Paradigma
Yayıncılık, 2008, s. 13.
11
bulduklarını değil; teorileri değerlendirme kriterlerini, dolayısıyla neyi doğru neyi
yanlış kabul ettiklerini de etkiler. Mevcut teorileri sorgulama, ona göre, sadece
devrimsel dönemlerde gerçekleşir. Normal bilim döneminde ise sorgulama değil
sorgulamama ön plandadır. Bu eğilim, kuşkusuz bizi sosyolojinin sularına
sürükleyecektir.4 Bilim adamlarının belli etkenlerin tesiri altında kalarak teorileri
sorgulamamaları ancak sosyal ve onunla ilişkili psikolojik etkenlerle açıklanabilir.
Kuhn devrim yaratan bu görüşü ile tezimizin sonraki bölümlerinde görüşlerini
inceleyeceğimiz Güçlü Program’a ve birçok konvansiyonalist ve rölativist bilim
sosyoloğuna ilham kaynağı olmuştur.
Yeri gelmişken konvansiyonalist ve rölativist görüşleri bilim felsefesinin
detaylarında kaybolmadan, kısaca tanımlamakta fayda görüyoruz. Zira tezimiz
boyunca bilim sosyolojisi ile ilgili görüşlerini anlatacağımız ve analiz edeceğimiz
Kuhn ve Güçlü Program, 20. yüzyıl felsefe ve bilimine büyük bir canlılık getiren
konvansiyonalist
ve
rölativist
görüşlerle
temel
noktalarda
uzlaşmaktadır.
Konvansiyonalist görüşe göre doğruluğun ve yanlışlığın kriterinin objektif olduğunu
düşünmek hatalıdır.5 Doğa yasaları dediğimiz şeyler bizim yarattığımız, icat
ettiğimiz, doğada olmamasına rağmen karar verip var ettiğimiz yasalardır. Doğa
bilimleri de bu yüzden doğanın resmi olarak görülmemelidir. Onlar, bizim
oluşturduğumuz zihinsel inşalardır.6 Bir sonraki bölümde bu unsurların Kuhn ve
Güçlü Program’da bulunup bulunmadığını analiz edeceğiz.
Bilim sosyolojisindeki rölativist görüşe göre ise evrensel, her dönemde ve durumda
geçerli bilimsel doğruluk kriterlerinden söz edemeyiz. Aralarında sosyal etkenlerin
de bulunduğu birçok faktör doğruluk kriterimizin belirlenmesinde etkilidir.7 Esasen
4
John Watkins, “Against ‘Normal Science’”, Criticism and the Growth of Knowledge:
Proceedings of the International Colloquium in the Philosophy of Science. Imre Lakatos ve
Alan Musgrave, (der.), London, 1965, Volume 4, London, Cambridge University Press, 1999,
s.27.
5
Yemima Ben-Menahem, Conventionalism, Cambridge, Cambridge University Press, 2006, s.
5.
6
Karl Popper, “Selections From the Logic of Scientific Discovery” The Philosophy of Science,
Richard Boyd, Philip Gasper ve J. D. Trout (der.) Cambridge, MA, MIT Press, 1991, s.106.
7
Chris Swoyer, "Relativism" maddesi, The Stanford Encyclopedia of Philosophy, Edward N.
Zalta (ed.) (Çevrimiçi), http://plato.stanford.edu/entries/relativism/ 21 Mart 2012.
12
birçok durumda konvansiyonalist ve rölativist görüşlerin birbirleriyle örtüştüğünü
görüyoruz. İstisnai durumlar var olsa da8 doğruluk kriterinin bireyler veya toplum
tarafından belirlendiği iddiası, doğruluk kriterinin tek olmaması iddiası ile uyumlu
görünür.
Tezimizin bu ilk bölümünde, sosyolojik öğelerin bilimsel incelemede bugün sahip
olduğu rolü anlamak için Kuhn öncesi döneme dönmekte fayda görüyoruz. Kuhn’un
ve Güçlü Program’ın bilim sosyolojisine katkılarını anlamak için bilimin “ortodoks”
yorumunu analiz etmek verimli olacaktır. Bu nedenle bu bölümde, ortodoks bilimi
daha iyi anlayabilmek için öncelikle, bilimi diğer bilgi türlerinden ayırdığına inanılan
temel özellikleri9 sorgulayacağız. Doğa bilimlerine üstün bir otorite rolü
atfedilmesine neden olan “bilimin kendine özgü bir metodu olduğu”, “bilimin özel
bir amacı olduğu” ve “bilimin/bilim adamlarının objektif olduğu, mevcut teorilere
şüpheyle yaklaştıkları” iddialarını bu bölümde inceleyeceğiz. Bilimin temel sayılan
özellikleri içerisinde bu saydıklarımızı öne çıkarmamızın nedeni bu özelliklerin
tezimizin sonraki bölümünde cevaplamaya çalışacağımız “bilimsel bilginin
oluşumunda sosyal unsurların rolü nedir” sorusuyla ilişkisidir.
Bölümün sonunda, bu temel sayılan özelliklerin sorgulanmasının neticesinde bilimin
ortodoks tanımının gerçek resmi ne denli yansıttığı daha iyi anlaşılmış olacaktır.
Doğa bilimlerinin özelliklerinin detaylı analizi, onun diğer bilme türlerinden bir farkı
olup olmadığını ortaya koyacak, böyle bir fark varsa da onun mahiyeti ve derecesi
hakkında bir fikir sahibi olmamızı sağlayacaktır. Burada odaklanacağımız asıl nokta
doğa bilimlerinin, gerçekten de, sosyal etkenlerden etkilenmeme anlamında sosyal
bilimlerden farklı olup olmadığıdır. Eğer doğa bilimleri de sosyal bilimler gibi sosyal
etkenlerin tesiri altındaysa sosyal etkenlerin bilimde ne derece ve nerelerde etki
edebileceğini araştırmak da tezimizin amaçlarından birisi olmalıdır.
8
Örneğin her toplumun konvansiyonla aynı doğruluk kriterini benimsediğini düşünelim. Bu
durumda doğruluk kriteri toplum tarafından belirlenmiştir –yani konvansiyonalist teze uygundur
-ancak toplumdan topluma değişmez –yani rölativist iddialara örnek teşkil etmez.
9
Elbette bilimin temel sayılan özelliklerinin yanına başkalarını eklemek mümkündür, ancak biz
bilimin sınırlarının çizilmesi (demarkasyon) tartışmalarında bu özelliklerin ön plana çıktığını
gördüğümüz için araştırmamızı bunlarla sınırlı tutacağız.
13
Ortodoks bilim görüşünün temel varsayımları ile yüzleşmek, öncelikle bilim
sosyolojisine biçilebilecek rol hakkında bize bir fikir verecektir. Böylece, bir sonraki
bölümde bilim sosyolojisinde devrim yaratan Kuhn’un ve onun izinden gittiğini iddia
eden Güçlü Program’ın görüşlerinin hangi varsayımlara karşı geliştikleriyle ilgili
fikir sahibi de olunacaktır. Yine sonraki bölümlerde daha detaylı tartışacağımız
“sosyal etkenlerin bilimsel bilginin oluşumundaki rolü” başlığının temelleri bu
bölümde atılacaktır.
1.1.Bilimin Özgün Niteliği Hakkında Bir Değerlendirme
Hem bilim felsefecileri, hem de bilim tarihçileri doğa bilimlerinin niteliği üzerine
uzun tartışmalar yaptılar ve tüm doğa bilimlerinde geçerli olacak kuşatıcı bir
formülasyonun var olup olamayacağını araştırdılar. Bu tartışmalar beraberinde bilim
ile bilim olmayan arasındaki sınırın çizilmesi gayretini, yani demarkasyon sorununu
getirmiştir.10 Bu noktada doğa bilimlerinin, onları diğer bilgi türlerinden ayıran
sınırlarının var olup olmadığı ile ilgili literatürde yer alan iki temel perspektiften söz
etmek mümkündür. Özcüler doğa bilimlerini diğer kültürel ürünlerden ayıran
kendine özgü niteliklerinin varlığına inanırken; konstruktivistler bilimin sınırlarını
belirleyen evrensel bir ilkenin varlığına inanmazlar. Bu yüzden özcüler bu sınırları
ararken, konstruktivistler bu sınırların toplum tarafından nasıl belirlendiğine
odaklanır; bilimi bilim olmayandan ayırırken nasıl bir toplumsal etki devrededir
sorusunu yanıtlamaya çabalarlar.11
Doğa bilimlerinin diğer bilme türlerinden içsel özellikleri nedeniyle farklı olduğunu
düşünen özcüler, bir yandan doğa bilimlerinin niteliğini tanımlarken, öte yandan da
doğa bilimine benzer bilgi/bilme türleri ile doğa bilimleri arasındaki farklılıkları
gözetmeye çalışır. Kanımızca bu tür bir çabanın şu ana kadar tatmin edici bir sonuca
ulaştığı söylenemez. Öncelikle, doğa bilimlerini doğa bilimi yapan birçok özelliği,
din veya büyü gibi diğer bilme türlerinde de görmek mümkündür. Örneğin doğa
10
John Worrall, “Philosophy of Science: Classic Debates, Standard Problems, Future Prospects”
Peter Machamer ve Michael Silberstein (der.), The Blackwell Guide to the Philosophy of
Science, Oxford, Blackwell Publishers, 2002, s. 19.
11
Thomas F. Gieryn, “Bilimin Sınırları,” Mihriban Şenses (der.), Bilimin Sınırları ve Bilimsel
İhtilaflar, İstanbul, Paradigma, 2012, s. 3-4.
14
bilimleriyle -kabaca- doğadaki düzeni anlama, doğa yasalarını bulma ve tüm bunları
bir amaç adına kullanmayı kast ettiğimizi farz edelim.12 Bu tür bir tanımlama, doğa
bilimlerini, doğa bilimi olmayanlardan ayırıyor gibi görünse de beraberinde yeni
sorunlar getirir. Örneğin büyü de doğa bilimleri gibi doğadaki nedensel ilişkilere
yönelir. Bir yağmur yağdırma eylemine girişen büyücü, bu eylemi ile yağmurun
yağması arasında bir ilişki olduğunu düşünmez sadece. O yağmurun yağması ile
ekinlerin büyümesi arasında da bir ilişkinin bulunduğunun farkındadır. Büyücü,
eyleme niyetlendiğinde kafasında iki doğa olayı arasındaki nedensel ilişkinin
varlığına dair bir inanç da mevcuttur. Esasen bu düşünce ve eylem insanın doğaya
müdahale edebileceğini kabul anlamına gelir; bu da doğa bilimlerinde doğaya
müdahale eden “aktif insan”ı aklımıza getirir. Dahası büyücü de tıpkı bilim adamı
gibi çeşitli nesneler hakkında ampirik bilgiye sahip olmalıdır. Bu bilgi, bilimde
olduğu gibi pratik amaçlar için kullanılır.13 Yine günümüzde doğa bilimi olarak
kabul edilmeyen astrolojinin, modern bilimin mimarlarının gözde çalışma
konularından olması da bilim ile bilim olmayan arasındaki çizginin muğlaklığına -ya
da en azından değişkenliğine- bir kanıt olarak sunulabilir. Batlamyus, Kepler, Brahe
gezegenleri incelerken, bir yandan da onların insan yaşamı üzerindeki etkilerine
odaklanıyorlardı.14 O dönemin algısında, astronomi, astrolojiden daha bilimsel
değildi.
Bilim ile büyü arasındaki ilişkiyi bir adım öteye taşımak ve modern bilimin ortaya
çıkış sürecinde büyüden beslendiğini iddia etmek mümkündür. Rönesans, bilhassa
antik metinlere yönelerek büyüye olan ilgiyi artırmıştır. Bu dönemde büyü
anlayışında nesnelerin okült (gizli) güçlere sahip olduğuna ve bu güçler ile diğer
nesneleri etkileyip yeni durumlar ortaya çıkarılabileceğine inanılıyordu. Büyücü, bu
etkiyi açıklama görevini üstlenmişti. İşte Bilim Devrimi ile büyünün bu doğal
12
Peter Whitfield, Batı Biliminde Dönüm Noktaları: Tarih Öncesi Dönemlerden Atom
Çağına, Çev: Serdar Uslu, İstanbul, Küre Yayınları, 2008. S. 1
13
Colin A. Ronan, The Cambridge Illustrated History of the World's Science, Cambridge,
Cambridge University Press, 1983, s.10-11
14
Thomas Kuhn, “Logic of Discovery or Psychology of Research?” Imre Lakatos ve Alan
Musgrave, (der.), Criticism and the Growth of Knowledge: Proceedings of the International
Colloquium in the Philosophy of Science. London, 1965, Volume 4. London, Cambridge
University Press, 1999, s. 9.
15
unsurları ön plana çıkarıldı. Doğa felsefesi/bilimi, büyünün faydacı ve tecrübî
özelliklerini korudu, bünyesine aldı.15 Bu durum bilime karşı konumlandırılan bir
bilme türüyle bilim arasındaki muğlaklığa işaret eder.
Büyünün doğa bilimine olan etkisini ve katkısını incelemek için en iyi örneklerden
birisi manyetizmanın kurucularından William Gilbert ile ilgili olandır. Gilbert’e göre
dünya, içinde ruh taşıyan dev bir mıknatıstır. Kendi kendine hareket etme özelliğine
sahip olan bu varlığın ruh taşıdığına inanan Gilbert çalışmalarında bu manyetik
ruhun varlığını ispatlamaya çabalar.16 Görüldüğü gibi, bilim, büyü ile ve benzeri
mistik öğretilerle aynı kökenlere sahip olmakla kalmamış, ondan faydalanarak
kendini geliştirmişti de. Yukarıda değindiğimiz noktalar zihnimizde kurduğumuz,
eğitim süreci boyunca edindiğimiz “ortodoks bilim” imajıyla örtüşmemektedir.
Dahası bilimin bilim olmayanla yakın ilişkisi ve ortak geçmişi bilimin güvenilirlik
iddiaları için de yıkıcıdır. Oysa ortodoks bilim anlayışının temellerini atan
düşünürlerden birisi olan Comte doğa bilimleri ile diğer bilme türleri arasına net bir
çizgi çizmişti.17
Ortodoks bilim anlayışında sorgulanmayan sınırlardan birisi de dinle bilim arasına
çekilmiş olandır. Bilimsel bilgiyle beraber zikredilmeyen, hatta çoğu zaman onun
karşısında konumlandırılan din -ve dini bilgi- için de durum farklı değildir. Oysa
bilim tarihçileri tarafından dinsel bilginin de bilimsel bilgiye belli oranda benzediği
ve onunla aynı niteliklere sahip olduğu sık sık vurgulanır. Durkheim’ın dini, bir bilgi
edinme biçimi olarak gördüğünü hatırlayalım. Kutsal-kutsal olmayan ayrımına atıfta
bulunan Durkheim’a göre bilginin –ve dolayısı ile bilimin- işlemesi için gerekli olan
kategorilerin kökeninde de din vardır.18 Bunun yanında tıpkı büyü gibi dinin de
bilimle benzer bir şekilde, bilgi açığını kapatarak belirsizliği azalttığı iddia edilebilir.
Bu görüşün savunucuları, dini -bilim gibi- doğada ayakta kalmaya yarayacak bir araç
15
John Henry, Bilim Devrimi ve Modern Bilimin Kökenleri, Çev: Selim Değirmenci,
İstanbul, Küre Yayınları, 2009, s. 51-52.
16
Henry, Bilim Devrimi ve Modern Bilimin Kökenleri, s.57
17
Anthony Giddens, Politics, Sociology and Social Theory: Encounters with Classical and
Contemporary Social Thought, Stanford, Stanford University Press, 1995, s.147-148.
18
Émile Durkheim, “Sociology of Knowledge” Volker Meja ve Nico Stehr (der), The Sociology
of Knowledge, Cheltenham, Edward Elgar Pub., 1999, s.115.
16
olarak görmektedirler. Bunun yanında Plantinga gibi felsefeciler bilimde de dinde
olduğu gibi temel inançların bulunduğunu ve bu inançların sorgulanmadığını ifade
ederler. Örneğin algılarımızın bizi yanıltmadığı, hafızamızın doğruyu yansıttığı,
bilimin sorgulamadığı ve bilimin üzerine inşa edildiği kabullerdir.19 Yine bilim
tarihçilerinin işaret ettiği –bizim de tezimizde yer vereceğimiz- birçok örnek, bilim
adamlarının bilimsel teorileri, yanlışlanmasına rağmen kolayca terk etmediğini
gösterir. Bu tartışmaya Kuhn’un teorisini analiz ederken devam edeceğiz.
Doğa Bilimleri ile arasında sınır çizilmeye çalışılan bilme türlerinden birisi de sosyal
bilimlerdir. Sosyal hayattaki yasaları bulamamakla eleştirilen sosyal bilimciler, doğa
bilimlerinin kriterlerinin, “Bilimin kriterler”i olarak dayatılmasına karşı çıkarlar.20
Onlara göre her bilim dalının kendisine has kriterleri vardır. Dilthey, tin bilimlerinde
–tarihsel ve toplumsal gerçekliği anlatan bilimlerde- mekanik akışı bozan ve onun
dışına çıkan insan bilincinin varlığından bahsederek böyle bir farklılığın altını
çiziyordu.21 Gadamer de sanat tecrübesini analiz ederken doğa bilimleri ile sosyal
bilimler arasındaki farka işaret etmek istemektedir.22 Ona göre sosyal bilimler doğa
bilimlerinden farklı olmanın ötesinde, hermeneutik gibi sosyal/insan bilimlerinde
olan ama doğa bilimlerinde bulunmayan bir araç sayesinde doğa bilimlerinin sahip
olmadığı bir anlama yeteneğine sahiptir.23 Bu görüşe göre fizikteki kriterleri tarihte
bulamamak tarih bilimini daha az bilimsel yapmaz. Bu durum onun farklı bir bilim
dalı olmasının doğal sonucudur. Burada dikkat edilmesi gereken husus sosyal
bilimlerin de belirli metotlara sahip olduğu, bu metotları kullanarak nedensel
ilişkileri bulmaya gayret ettiğidir. En azından Durkheim’dan beri bu görüşün altının
–teorik argümanlarla ve ampirik verilerle- doldurulmaya çalışıldığını söyleyebiliriz.
19
Alvin Plantinga, Where the Conflict Really Lies: Science, Religion, and Naturalism, New
York, Oxford University Press, 2011, s.46-49.
20
Scott Gordon, The History and Philosophy of Social Science, London, Routledge, 1991,
S.26
21
Wilhelm Dilthey, Hermeneutik ve Tin Bilimleri, Çev.: Doğan Özlem, İstanbul, Paradigma
Yayınları, 1999, s.29.
22
Susan Hekman, Bilgi Sosyolojisi ve Hermeneutik: Mannheim, Gadamer, Foucault ve
Derrida, Çev.: Hüsamettin Arslan ve Bekir Balkız, İstanbul, Paradigma Yayınları, 1999. S.132.
23
Ibid., s.144.
17
Kısacası ileride daha detaylı göreceğimiz gibi hem tüm doğa bilimsel çabayı bir çatı
altında toplayacak, hem de bilimi, bilim olmayandan mutlak şekilde ayıracak
kriterleri belirlemek hayli güçtür. Ayrıca ortodoks bilim anlayışını yakından tanımak
için onu büyü, din ve sosyal bilimlerle kabaca kıyaslamak yeterli değildir. Bu
nedenle tezimizin bu kısmında “ortodoks bilim görüşü”ne göre, doğa bilimlerinin
sahip olduğuna inanılan özelliklerine daha detaylı değinmeyi uygun buluyoruz.
Doğa bilimlerinin temel nitelikleri birkaç farklı biçimde tanımlanabilir. Doğa
bilimlerinin en önemli ayırt edici yanının metodu olduğunu iddia edenler bilimsel
metodu tanımlamaya girişmişlerdir. Biz de bilimin temel niteliklerini aramaya
“bilimsel metot” ile başlayacağız.
1.1.1. Bilimin Metodu
Bilimin diğer bilgi türlerinden farklı mahiyette olduğunu düşünen bilim felsefecileri,
bu farkı çalışılan konudan ziyade metodolojik düzeyde ararlar. Bununla beraber
bilimsel metodun doğasının ne olması gerektiği tartışmalıdır. Örneğin tümevarımı
bilimin merkezi metodu olarak görenler olduğu gibi onu değersiz sayanlar da
mevcuttur.24 Yine de bilimsel metot ne olursa olsun bilimin metodunun bilimi diğer
bilgi türlerinden ayırdığını düşünmek yaygın bir görüştür. Bilimde metot, bu görüşe
göre, öyle merkezi bir yer tutar ki, “bilim” kelimesinin iki türlü kullanıldığını ifade
edersek bu kullanımların ilki bir bilgi bütününe, ikincisi o bilgiyi elde etmekte
kullanılan kurallara karşılık gelir.25
Bilimi, bilim olmayandan ayıran şeyin bilimsel metot olduğu kabul edilirse doğa
bilimlerindeki tarihsel başarının da çoğu zaman ona mal edilmesi doğaldır.26 Bu
bağlamda bilimi zirveye taşıyan Bilimsel Devrim ile bilimsel metot arasında bir bağ
kurma eğilimi göze çarpar. Ronan, 1500-1600 yılları arasında meydana gelen bilim
devrimi ile bilimsel araştırmanın yeni yöntemi arasında çok yakın bir bağ olduğunu
24
Howard Sankey, “Scientific Method”, Stathis Psillos ve Martin Curd(der.), The Routledge
Companion to Philosophy of Science, London, Routledge, 2008. s.248.
25
Stewart Richards, Philosophy and Sociology of Science, Oxford, Blackwell, 1987, s.28.
26
Alexander Bird, Philosophy of Science, Oxon, Routledge, 2005, s.237.
18
söyler.27 Modern bilimin doğuşunun bilhassa ampirik metotların üstün gelmesi ile eş
zamanlı olduğu genel bir kanıdır.28 Bu dönemde gözlem ve ölçmenin bilimsel
araştırmada öne çıktığı iddia edilmiştir.29 Shapin, bu dönemde deneyciliğin çok önem
kazandığını, deneylerin ince detaylarının bilim adamlarınca okurlarla paylaşıldığını,
böylece onlara deneyleri tekrarlama olanağının sunulduğunu ifade eder.30 Henry’ye
göre de bilimin kendine has bir yöntemi varsa bunun kuruluşunu Bilim Devrimi’nde
aramalıyız. Dünyanın ve diğer varlıkların nasıl çalıştığını tespit etmek için ölçmeye
ve bilhassa matematiğe bu dönemde verilen önem bu bilimsel yöntemin önemli bir
unsurudur. Yine ona göre bu dönemde önem kazanan bir diğer unsur gözlem ve
tecrübenin dışına çıkarak yapay olarak oluşturulan deneylerin kullanılmasıdır. Henry,
ne deney ne de matematiğin Bilimsel Devrim’le keşfedildiğini bilmektedir. Ancak
ona göre hayatı bu deneyler aracılığı ile anlamak yeni bir eğilimdir. Bilimsel Devrim
esnasında doğa matematikleştirilmiştir. Matematik, eskiden bir araç olarak hipotetik
değer taşıyorken yeni doğa felsefesinde şeylerin nasıl olduğunu gösterir olmuştur.31
Newton’un Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri eseri ile yeni doğa felsefesini
matematik üzerine kurması bunun bir örneğidir.32 Oysa bilimsel metodun doğa
bilimlerinde en baştan beri merkezi bir yere sahip olup olmadığı konusu, bu bilimsel
metodun ne olduğu sorusu kadar tartışmalıdır. Örneğin bilim tarihçisi Koyré,
metodoloji sorununun bilimsel gelişmenin başında gündeme gelmediğini hatırlatır.
Metot üzerine düşünme, ona göre, bilimsel gelişmenin ortasında yer almıştır.
27
Ronan, The Cambridge Illustrated History of the World's Science, s. 269.
28
Augusto Forti, “Modern Bilimin Doğuşu ve Düşünce Özgürlüğü”, Federico Mayor, Augusto
Forti (der), Bilim ve İktidar, çev: Mehmet Küçük, Ankara, Tübitak Popüler Bilim Kitapları,
1997, s. 23.
29
Abraham Wolf, A History of Science, Technology, and Philosophy in The 16th & 17th
Centuries, New York, Harper, 1959, s.9.
30
Steven Shapin, Bilimsel Devrim, çev. Ayşegül Yurdaçalış, İstanbul, İzdüşüm Yayınları, 2000,
S. 132-134.
31
Henry, Bilim Devrimi ve Modern Bilimin Kökenleri, s.15-16
32
Ibid., s. 5.
19
Nitekim
Descartes’ın
gerçekleşmemiştir.
Yöntem
Üzerine
Konuşması
da
deneylerden
önce
33
Doğa bilimlerinde metodun merkezi bir yeri olduğuna inananlar, bilimsel metodun
bilimin tamamında aynı olduğu görüşünü de yaygın olarak paylaşırlar. Bird’e göre
ise tüm bilimsel dallarda ve her zaman geçerli “bir” bilimsel metottan bahsedemeyiz.
Onun yerine birçok farklı metodun varlığından söz edebiliriz. Bu anlamda Bird
bilimin hiçbir metodu olmadığını iddia edenlerden ayrılır.34 Bilimsel Devrim’in en
önemli yöntemi sayılan deney yöntemini ele alalım. Bu yöntemin ilk temsilcisi kabul
edilen
Francis
Bacon,
Aristocuların
savunduğu
kıyas
mantığının
yerine
deneyimciliğe dayanan bir tümevarımın konulmasından yanaydı. Ancak onun
bahsettiği deney bugün anladığımız ve uyguladıklarımızdan çok farklıydı. Elde bir
teori veya hipotez ile yola çıkmanın araştırmayı yanlış yönlendirebileceğine inanan
Bacon, olguların kapsamlı bir tablosunun oluşturulmasından yanaydı. Olgular
Tablosu (Table of Instances) sayesinde hem yeterince deneyime sahip olacak hem de
herhangi bir saptırma ile karşılaşmayacaktık.35 Deneyin bilimin özü olduğuna inanan
“ortodoks görüş” birçok doğa biliminde deneyin kullanılmadığını ve Bacon tarzı bir
deneyimciliğin bazı bilim dallarında daha etkileyici olabileceğini gözden kaçırır.
Örneğin teorik fizik ve matematik gibi dallarda deneyin kullanımı kısıtlıdır. Kısacası
deney metodu tek tip olmadığı gibi, her bilim dalında da kullanılmamaktadır.
Bilimin belli bir metodunun olduğu iddiasına en büyük itiraz Feyerabend’den
gelmiştir. Yönteme Karşı adlı eserinde bilimin anarşist bir çaba olduğunu belirten
Feyerabend bunu bir eksiklik olarak görmez. Ona göre teorik anarşistlik, bilimi, yasa
ve düzen öngören seçeneklerden daha üstün kılar. Zaten düşünce tarihine bir yöntem
bilimci olarak bakarsak, sandığımızdan çok daha zengin, değişken ve çok yanlı bir
içerik görürüz. Örneğin Feyerabend’e göre, yöntem bilimin savunucuları, bir
fizikçinin bilimsel etkinliğini incelerken onun metafiziksel inançlarına yer vermeme
eğilimindedirler. Oysa bu tür inançlar da bilimsel etkinlikte önemli bir yere sahiptir.
33
Alexandre Koyré, Bilim Tarihi Yazıları 1, Çev: Kurtuluş Dinçer, Ankara, Tübitak Popüler
Bilim Kitapları, 2000, s. 93.
34
Bird, Philosophy of Science, s.238.
35
Henry, Bilim Devrimi ve Modern Bilimin Kökenleri, s. 35.
20
Elbette böyle bir çaba belli kurallar tespit ettiğini düşünecektir. Ama bu çaba
sonucunda ulaşıldığı sanılan kurallar gerçeği yansıtmaz. Bu tür bir eğilim Çinli
kadınların ayakkabıları gibidir. Zorlayıcı ama yaralayıcıdır. Bu kurallarda resmedilen
insan, insanın doğasına aykırıdır. Bilimin sadece olgulardan oluşmadığı, olguların
yorumunun da insan tarafından yapıldığı unutulmamalıdır. Sonuç olarak, her yasa, ne
denli inandırıcı ve güçlü temele sahip gözükürse gözüksün tarihin bir döneminde
çiğnenmiştir. Bu bir defo değil, tersine bilimin ilerlemesinin zorunlu bir gereğidir.36
Feyerabend’in karşı çıktığı noktalardan birisi bilimin belli bir metodu olduğuna
inananların hayal gücüne, rüyaya, dinlere ve diğer ilham vericilere kapıyı
kapamasıdır. Bird de bu eğilime karşı çıkar. Bilimin metodunun tek olduğunu
savunanlar –söz gelimi naif tümevarımcılar- dışarıya çıkılıp gözlem yapılmasını
önerirler. Gözlemlerde rastlanacak düzenin yasaya işaret edeceğine inanırlar. Ancak
gerçekte bilim tam olarak böyle işlemez. Bilim adamları çoğunlukla doğada düzen
aramak yerine kafalarındaki hipotezleri test ederler. Ve bu hipotezler doğadakilerin
gözlemine dayanmak yerine hayal gücünün ürünü olabilirler.37 Örneğin Kekulé,
benzen halkasının altıgen şeklini rüyasında gördüğü bir yılandan esinlenerek
bulmuştur.38 Bununla beraber Bird, Feyerabend’den farklı olarak, bilimin metotsuz
olduğunu değil, birden çok metotlu olduğunu iddia eder.39
1.1.1.1.
Tümevarım-Tümdengelim ve Diğer Metotlar
Bilimin metodunun var olup olmadığı tartışmasına kısaca değindikten sonra, bu
metodun -varsa- ne veya neler olabileceği üzerine de düşünmek gerekmektedir.
Birçok bilim tarihçisine göre, modern bilimin dönüm noktalarından birisi Francis
Bacon’ın Aristocu tümdengelim yöntemine karşı çıkması ve onun yerine tümevarımı
önermesidir. Chalmers, bu dönemin ruhunu özetlerken “eğer doğayı anlamak
36
Paul K. Feyerabend, Yönteme Hayır : Bir Anarşist, Bilgi Kuramının Ana Hatları, çev.
Ahmet İnam, İstanbul, Ara Yayıncılık, 1989. S. 21-29
37
Bird, Philosophy of Science, s. 238-239.
38
Wesley Salmon, “Bayes’s Theorem and the History of Science” Yuri Balashov ve Alex
Rosenberg (der), Philosophy of Science: Contemporary Readings, London, Routledge, 2002,
s.385.
39
Bird, Philosophy of Science, s.267.
21
istiyorsak Aristoteles’in yazdıklarına değil doğaya başvurmalıyız” inancının
yaygınlığına dikkat çeker.40
Bu görüşe göre bilimin metodu tümevarıma dayanır yani bilim adamı gözlem yapar
ve bu gözlemler neticesinde bir genellemeye ulaşır. Bu genelleme tümevarıma
dayandığı için gözlemlerle uyumludur. Elde edilen bilimsel teori bu genelleme
sürecinin sonucudur. Burada önemli olan nokta tümevarımın sadece buluşu ortaya
çıkaran bir metot olmadığı, gerekçelendirmede (justification) de kullanıldığıdır. Yani
tümevarım ile elde edilen teorilerin doğru olup olmadığına da tümevarımlar karar
verecektir. Bu anlamda metot hem keşifte, hem de teorinin doğru olup olmadığının
gerekçelendirmesinde iş görür.41
Bununla beraber tümevarımın içerdiği çeşitli problemler mevcuttur. Öncelikle, hem
Hume’un hem de sonraları Popper’ın da ifade ettiği gibi tümevarım özel
önermelerden yola çıkarak evrensel önermelere ulaşmak gayretindedir. Ancak
tümevarıma dayanan önermelerin mantıksal olarak ispatı mümkün değildir.
“Kuğuların beyaz olmalarına ilişkin ne kadar çok gözlem yaparsak yapalım, tüm
kuğuların beyaz olduğu sonucuna varmamız doğru olmaz.”42 Burada Popper’ın
amacı bilimin otoritesine bir saldırı değil, bilimin tümevarım metoduna dayandığını
reddetmektir.43 Hume, Popper'dan çok daha önce, "geçmişte yaşadıklarımıza
dayanarak oluşturduğumuz tümevarım gerçekten de güvenilir bir metot mudur”,
sorusunu yöneltir. Elbette Hume tümevarım metodunun terk edilmesi gerektiğini
söylemez ancak o bilimsel metodun merkezinde yer alan bu uslamlamanın
dayanaklarının zayıflığına işaret eder.44
40
Alan Chalmers, Bilim Dedikleri: Bilimin Doğası, Statüsü ve Yöntemleri Üzerine Bir
Değerlendirme, Çev. Hüsamettin Arslan, İstanbul, Paradigma Yayıncılık, 2008, s.9-10.
41
Howard Sankey, “Scientific Method”, s. 249.
42
Karl Popper, Bilimsel Araştırmanın Mantığı, çev. İlknur Aka ve İbrahim Turan, İstanbul,
Yapı Kredi Yayınları, 2005, s. 51-52.
43
Chalmers, Bilim Dedikleri: Bilimin Doğası, Statüsü ve Yöntemleri Üzerine Bir
Değerlendirme, s. 37.
44
John Vickers, "The Problem of Induction", Edward N. Zalta (der.) The Stanford
Encyclopedia
of
Philosophy ,
(Çevrimiçi)
http://plato.stanford.edu/archives/spr2013/entries/induction-problem/ 21 Şubat 2012
22
Yine tümevarımda, iddia edilenin aksine,
teorinin veri toplamadan önce var
olmadığı, verileri takip ettiği tartışmalıdır. Bilim adamının aklında veri toplamadan
bir teorinin var olduğu, en azından teorik bir bilginin var olduğu itirazı tezimizin
ilerleyen bölümlerinde de göreceğimiz gibi bu anlamda değerlidir. Dahası ampirik
gözlemlerden kompleks teorilere tümevarım yoluyla nasıl ulaşıldığı da tartışmalıdır
çünkü kompleks teorilerde gözlemlenemeyen unsurlar vardır ve bunları gözleme
dayalı tümevarımla keşfetmek de kolay değildir.45
Tümevarımın daha gelişmiş biçimi hipotetik-tümdengelim metodudur. Bu metotta,
tümevarıma
teorinin
oluşumunda
değil,
onun
doğrulanmasında
veya
yanlışlanmasında başvurulur. Yani, başarılı öngörüler bir teoriyi doğrular, öte yandan
teorinin yaptığı öngörüler doğru çıkmazsa teori yanlışlanır. Bu bağlamda tümevarım
metodu buluşa değil, gerekçelendirmeye hizmet eder. Teoriye ulaşmak için
tümevarımı kullanmak şart değildir. Sezgiler, tahmin, hayal de teorinin bulunuşunun
altında yatabilir. Ne var ki bu görüş “naif tümevarım”ın bütün sorunlarından
sıyrılmış değildir. Tümevarımın gelecekte işleyecek olaylar hakkında bir şey
söyleyemeyeceğini belirten görüş burada da geçerli bir eleştiri olarak görülür.46
Dahası Duhem-Quine tezinin iddia ettiği gibi herhangi bir bilimsel teorinin
doğruluğuna veya yanlışlığına hükmetmek için ampirik verilere bakmak yeterli
olmayabilir. Belki de yanlışlanan şey teorimiz değil de teorinin varsaydığı bir
yardımcı hipotezdir.47 Çünkü Duhem-Quine’nın tezine göre teoriler hiçbir zaman tek
başlarına değildir, belli yardımcı hipotezlere sahiptirler. Bu yüzden elimizdeki hiçbir
veri, teorinin doğruluğunu veya yanlışlığını belirlemeye yetmez. Ampirik veriler
birden fazla teoriyi de destekleyebilir. Hatta Quine’nın dediği gibi bilimsel teoriler
birbirlerine zıt olabilir ama yine de aynı verilerle desteklenebilirler. Bu yüzden
doğrulama veya yanlışlama durumunda doğrulanan veya yanlışlanan şeyin teorimiz
mi, yoksa yardımcı hipotezlerimizden birisi mi olduğunu bilemeyiz. 48 O halde
45
Howard Sankey, “Scientific Method”, s. 249- 250.
46
Ibid., s.251.
47
Ibid., s.252.
48
Maria Baghramian, “Relativism About Science”, Stathis Psillos ve Martin Curd(der.), The
Routledge Companion to Philosophy of Science, London, Routledge, 2008, s.240-241.
23
tümevarımın bu sofistike türü de bilimsel teorinin doğruluğu hakkında güvenilir
değildir.
Popper49, Hume’un tümevarım eleştirisine katılır ve kendi yanlışlama metodunu
önerir. Tümevarımı teorisinde kullanmayan Popper’a göre, bilimin metodu deneme
ve yanılmadır. Popper’ın yöntemi hipotetik-tümdengelime benzemekle beraber,
ampirik verilerin teoriyi destekleyenlerine odaklanmaz. O, bir adım öteye gider ve
tümevarımı hem teorinin oluşumunda, hem de doğrulanmasında gereksiz görür.
Popper’ın teorisinde yanlışlanan teoriler elenirken, yanlışlanmayanlar ayakta kalır.
Popper bu testi geçen teorilerin “pekiştirildiğini” (corroborated) söyler. Onaylanma
kelimesini
kullanmama
nedeni
muhtemelen
onun
içerdiği
tümevarımsal
çağrışımdır.50
Bilim, Popper’a göre doğrulamayla değil, yanlışlamayla ilerler. Doğruların toplamı
değil yanlışın elenmesi bilimsel bilgiyi ilerletir. Bu nedenle kesin doğrulardan değil,
şimdilik yanlışlanmamış hipotezlerden söz edebiliriz.51 Bu nedenle Popper’a göre,
bir iddia yanlışlanma potansiyelini barındırmıyorsa bilimsel değildir. Popper’ın
burada aklında olan temel konulardan bazıları Marx’ın tarih teorisi, Adler’in
psikolojisi ve Freud’un psikanalizi idi. Bu teorileri doğrulayan birçok gözleme
rastlamak mümkündür. Bu nedenle Popper bir şüphe içindedir. Onlarla ilgili
doğrulayıcı gözlemlerin çokluğuna vurgu yapar ve bu çokluğun bilimselliğe işaret
etmediğini ifade eder. Marksizm de psikanaliz de potansiyel olarak yanlışlanmaya
kapalıdır, dolayısı ile bilimsel uğraşlar değildir. Tıpkı astroloji gibi. Bu teoriler
esneklik özelliğine sahip dogmatizm halini almıştır. Yanlışlanabilirlik, Popper’a
49
Bu noktada Popper ile ilgili bir hatırlatma yapmakta fayda görüyoruz. Karl Popper, “bilim
adamları topluluğu”ndan bahsetmesi, bilim adamlarının belli oranda tutucu olduklarını kabul
etmesi gibi yanlarıyla klasik bir pozitivistten ayrılır. Bu nedenle onu pozitivist kampta
değerlendirmek hatalı olacaktır. Nitekim kendisi de ona pozitivist diyenleri eserlerinde
eleştirmiştir. (Bakınız: Malachi Haim Hacohen, Karl Popper: The Formative Years, 19021945 : Politics and Philosophy in Interwar Vienna, Cambridge, Cambridge University Press,
2002, s. 269.) Bununla beraber tezimizin ilerleyen bölümlerinde göreceğimiz gibi Kuhn ve
Güçlü Program’ın sosyal unsurlara biçtiği kapsamlı rol göz önünde bulundurulduğunda Popper’ı
“ortodoks bilim” görüşünün sınırları içinde değerlendirmenin daha doğru olacağı kanaatindeyiz.
Popper’ın bilimin ve bilim adamlarının objektif işleyişine olan inancı, bilimle bilim olmayan
arasına çizmeye çalıştığı net ayrımlar bu kanaatimizi beslemektedir.
50
Sankey, “Scientific Method”, s.252-253.
51
Gieryn “Bilimin Sınırları”, s.6-7.
24
göre, bu sorunu çözmeye adaydır.52 Görüldüğü gibi Popper bilim ile bilim olmayan
arasındaki çizginin net olduğunu kanıtlama çabası içindedir. Yukarıda değindiğimiz
gibi bu sınırların muğlak olabileceği veya bilimsellik iddiasındaki bazı teorilerin
bilimsel
olmayan
öğeler
taşıyabileceği
fikri
Popper
tarafından
sıcak
karşılanmayacaktır.
Ne var ki Popper’ın teorisi de eleştirilmiş, hipotetik tümdengelim gibi onun da
tümevarımı reddetmesine rağmen bir nevi tümevarım kullandığı iddia edilmiştir.
“Pekiştirme” ve testten geçme geçmişle ilgili bir statüdür. Eğer bir teorinin
“pekişmesi” geçmişteki başarısı ile ilgili ise, bu bir yerde onun tümevarıma
dayandığını gösterir. Çünkü bu durum, içinde, “geçmişte oldu, yine olacak” anlamını
barındırır.53
Popper’a ve yöntemine yöneltilen bir diğer itiraz da tarihsel verilerin onun teorisini
desteklemediğidir. Chalmers’a göre tarih boyunca kusurlu teoriler hemen terk
edilmemiş, korunarak yeni bulgularla uyumlu olacak şekilde adapte edilmiştir.54
Bilim tarihinde teorilerin, Popper’ın iddiasının tersine, yanlışlandıkları anda terk
edilmediklerini gösteren birçok olay vardır.55 Örneğin Kopernik, Batlamyus’un
teorisini yanlışlayan ciddi bir gözleme sahip olmamasına rağmen devrim olarak
kabul edilen teorisini geliştirmiştir.56 Polanyi’ye göre de, bilim adamlarının deney ve
gözlemle çelişen hipotezleri hemen terk ettiği görüşü hatalıdır.57 Teorilerin ne zaman
terk edileceği belirli bir kuralla gösterilemez. Dahası bu karar sadece gözlem ve
deneye bağlı değildir. O gözlemleri yorumlayan inançların gücü burada asli rol
52
Gieryn “Bilimin Sınırları”, s.9.
53
Sankey, “Scientific Method”, s. 253.
54
Chalmers, Bilim Dedikleri: Bilimin Doğası, Statüsü ve Yöntemleri Üzerine Bir
Değerlendirme, s. 117.
55
Sankey, “Scientific Method” s. 254.
56
Whitfield, Batı Biliminde Dönüm Noktaları: Tarih Öncesi Dönemlerden Atom Çağına, s.
140-141.
57
Michael Polanyi, “Bilimsel İnançlar”, Bekir Balkız ve Vefa Saygın Öğütle, (der), Bilim
Sosyolojisi İncelemeleri: Temel Yaklaşımlar, Kavramlar Ve Tartışmalar, Ankara, Doğu
Batı Yayınları, 2010, s.184.
25
oynayabilir.58 Başka bir deyişle inançların gözlemlerle ilişkisi tek taraflı değildir.
Gözlemlerin inançları etkilediği gibi inançlar da gözlemleri etkiler. Bu argümanların
daha fazla geliştirilip bilimsel uğraşın tamamını açıklamaya aday olması, Thomas
Kuhn’un Bilimsel Devrimlerin Yapısı eserinin yayımlanması ile mümkün olmuştur.
Bu
noktada
Popper’ın
yine
ortodoks
bilimin
sınırları
içine
düştüğünü
gözlemlemekteyiz.
Önceki kısımlarda dile getirdiğimiz Duhem-Quine tezi, Popper’ın metodu için de
problem teşkil eder. Acaba Popper’ın görüşüne göre herhangi bir alanda yanlışlanan
gerçekten teorinin kendisi midir yoksa yardımcı hipotezlerden birisi midir? 59 Belki
de bu yüzden bilim adamları tarih boyunca bir teoriyi yanlışlandığı anda terk
etmemişler -en azından yerine koyabilecekleri bir teoriye ihtiyaç duymuşlardır.
Duhem ve Quine’ın teorisinin dediği gibi başarısızlığı teori yerine yardımcı
hipotezlere fatura etmek mümkün olduğundan, yanlışlanmadan kaçınmak ve teoriyi
terk etmemek için direnmek mümkündür.60 Bu iddia, Popper’ın bilim adamlarını
teoriyi terk etmeye hazır makineler olarak görmesine güçlü bir alternatif
sunmaktadır. Nitekim tezimizin ilerleyen bölümlerinde teorilerin yanlışlandığı anda
terk edilmediğine dair vereceğimiz örnekler Popper’ın pozisyonunu daha sorunlu
kılacaktır.
Bilim adamlarının teorileriyle uyumsuz bir gözlem neticesinde, teorilerini hemen
terk etme eğiliminde olmadıkları görüşünde olan Lakatos bu konuda bir örnek verir:
Newton mekaniğine inanan bir bilim adamı hayal edelim. Bu bilim adamı keşfedilen
bir gezegenin yörüngesiyle ilgili hesaplamalar yapar ve bir öngörüde bulunur. Ancak
bu öngörünün başarılı olmadığını, gerçekle uyuşmadığını görür. Newton mekaniğine
derin güven duyan bilim adamımız teorisinden şüphe duyup onu terk etmeye
yanaşmaz. Başka bir gezegenin ilk gezegenin yörüngesini etkilediğine inanır. Bu
ikinci gezegenin bulunması için teleskopu olan bir astronomdan yardım ister.
Astronom varsayılan gezegeni gözlemleyemeyince, bilim adamımız daha büyük bir
58
Polanyi, “Bilimsel İnançlar” s.185.
59
Bird, Philosophy of Science, s. 240.
60
Ibid., s.242-243.
26
teleskop bulmaya yönelir. İkinci teleskop da başarısız olunca, aslında orada bir
gezegenin olduğunu ama kozmik bir toz bulutunun sağlıklı gözlemi engellediğini
iddia eder. Bu kez uzaya fırlatılan bir uydu yardımıyla onu gözlemlemeye çabalar.
Yine başarısız olunca Newton mekaniğini terk etmek yerine o bölgedeki uyduları
bozan bir manyetik alanın etkisine dikkat çeker. Bu manyetik alanın ispatına çabalar.
Gözlemle uyumsuz teorileri terk etmektense yardımcı hipotezleri değiştirme veya
yenilerini yaratma tercih edilir.61 Gözlemle çelişen teorisini terk etmek ancak bu tür
uzun bir süreçten sonra aklına gelecektir. Bu hayali örnek bilim tarihinde birçok
olayı açıklayıcı olması açısından önemlidir.
Bilimsel metot tartışmalarında önemli dönemeçlerden birisi 1960’larda ortaya çıkar.
Bu dönemde ortaya çıkan tarihselci akım temsilcileri, her dönemde geçerli bilimsel
metodun var olmadığını göstermeye çabalamışlardır.62 Bu görüşün temsilcilerinden
Feyerabend’in fikirlerine yukarıda yer vermiştik; kısaca o, bilimde genel bir
araştırma metodunun varlığını reddederken, her araştırma kuralının istisnalara sahip
olduğunu söyler. Hatta ona göre, bilim bazen bu kurallara aykırı hareket ederek
gelişir.63 Ancak tarihselci akımın en ses getiren kişisi, Thomas Kuhn olmuştur. Kuhn
bilimin normal bilim ve devrimsel bilim denilen iki dönemden oluştuğunu, bilimsel
faaliyetin çoğunluğunun normal bilim döneminde yapıldığını iddia eder. 64 Bu
dönemde Popper’ın iddia ettiği gibi teorilerin test edilmesi söz konusu değildir. Eğer
ortada bir hata varsa bundan teori değil, bilim adamı sorumlu tutulur. Popper ise bir
teorinin, daha iyisi tarafından yerinden edilmesi ile bilimin geliştiğine inanıyordu.
Kuhn’a göre Popper’ın iddia ettiğine zıt olarak, bilimde test etme, eleştirel düşünme
genel norm değil, istisnadır. Normal döneme kıyasla hem kısadır, hem de bilimsel
61
Imre Lakatos, “Falsification and the Methodology of Scientific Research Programmes” Imre
Lakatos ve Alan Musgrave, (der.), Criticism and the Growth of Knowledge: Proceedings of
the International Colloquium in the Philosophy of Science, s.100-101.
62
Sankey, “Scientific Method”, s.254.
63
Bird, Philosophy of Science, s. 266.
64
Thomas Kuhn, “Logic of Discovery or Psychology of Research?” Criticism and the Growth
of Knowledge, s.4.
27
faaliyetin daha azını kapsar. Devrimsel dönem bu istisnai durumların oluştuğu
dönemdir.65
Popper’ın bilimi eleştirel düşünce ile gelişen bir bilgi çeşidi olarak görmesi de Kuhn
tarafından eleştirilir. Ortodoks bilim görüşünün aksine Kuhn’a göre bilim adamları
eleştirel düşünceyi sadece rekabet halindeki teorileri seçmek zorunda olduklarında
benimserler. Sadece o dönemde Popper’ın bahsettiği felsefeci gibi davranırlar.66
Devrimler neticesinde sadece paradigmalar67, teoriler değil, bilim adamlarının dünya
görüşleri dahi değişir.68 Popper’da bilimsel değişim rasyonel iken Kuhn onu,
sosyolojik-psikolojik faktörlerle açıklar. Bu anlamda bilimdeki değişimler, din
değiştirmeye benzer.69 Kuhn, böylece, bilimin tümevarım veya tümdengelim ile
işlediği iddiasını yalanlamanın ötesine geçmiş, bilimin objektifliğini de tartışmaya
açmıştır.
Son olarak Lakatos’un bilimde “metot” üzerine görüşlerini kısaca değerlendirmenin
önemli olduğunu düşünüyoruz. Lakatos, Kuhn ile Popper arasında bir senteze
gitmiştir.70 Bu tartışma önemlidir çünkü ona göre Popper ile Kuhn’un çatışması,
epistemolojinin teknik bir sorununa indirgenemez. Eğer Popper haksız, Kuhn
haklıysa bilimsel teoriyi değerlendirecek rasyonel bir kriterden mahrumuz demektir.
65
Kuhn, “Logic of Discovery or Psychology of Research?” s.5
66
Ibid., s.7.
67
Paradigma kavramını Kuhn şu anlamda kullandığını ifade eder: “Paradigma, öncelikle temel
bir bilimsel başarıdır ve bu başarının içinde hem bir teori hem de deneyin ve gözlemin
sonuçlarına yönelik birtakım örnek uygulamalar vardır. Daha da önemlisi, açık uçlu bir
başarıdır, zira hâlâ yapılması gereken her türden araştırma mevcuttur. Ve son olarak, kabul
görmüş bir başarıdır, yani üyelerinin artık onunla rekabet etmeye ya da ona alternatifler
yaratmaya çalışmadığı bir grup tarafından kabul edilmiştir.” Thomas S. Kuhn, “Bilimsel
Araştırmada Dogmanın İşlevi”, Bekir Balkız ve Vefa Saygın Öğütle, (der), Bilim Sosyolojisi
İncelemeleri: Temel Yaklaşımlar, Kavramlar Ve Tartışmalar. çev. Barış Yıldırım, Ankara,
Doğu Batı Yayınları, 2010, s.208. Bununla beraber bu kavram Kuhn tarafından yer yer daha
geniş bir anlamda kullanılmıştır. Paradigma kavramı belli metafiziksel kabulleri, değerleri,
teorileri, araçları, metotları da içerir. Paradigmanın değişimiyle beraber tüm bunlar da
değişecektir. Bakınız: Alexander Bird, "Thomas Kuhn", Edward N. Zalta (der.), The Stanford
Encyclopedia
of
Philosophy
(Çevrimiçi)
http://plato.stanford.edu/archives/spr2013/entries/thomas-kuhn/ 2 Ağustos 2012.
68
Thomas Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions, Chicago, The University of Chicago
Press, 1970, s.111.
69
Lakatos, “Falsification and the Methodology of Scientific Research Programmes”, s. 93.
70
Sankey, “Scientific Methods, s. 255.
28
Bu durum, sosyal implikasyonlara da sahip olacak; söz gelimi bilimde doğru olan
değil, toplumu etkileme gücüne sahip olan haklı olabilecektir.71
Lakatos, bu noktada Kuhn ile Popper arasındaki çatışmayı çözmek için kendi
teorisini önerir. “Bilimsel Araştırma Programları” dediği teorisinde araştırma
programlarının benimsedikleri ve kaçındıkları metodolojik kurallardan bahseder.
Lakatos’a göre bilimsel araştırma programları bir “katı çekirdeğe” sahiptir. Bu katı
çekirdek müdahalelerden uzak tutulur. Test edilen, düzenlenen, yeniden düzenlenen
bu katı çekirdek değil, onun etrafını saran yardımcı hipotezlerdir. Bu hipotezler, katı
çekirdeğin etrafındaki koruyucu kuşağa karşılık gelir. Sorgulanan yardımcı
hipotezlerde değişikliğe gidilmesi sonucu teoriler daha güçlü hale gelebilir. Lakatos
tarihin en önemli bilimsel araştırma programlarından birisi olarak gösterdiği
Newton’ın yer çekimi teorisini örnek verir. Teori ortaya konulduğunda bilimsel veri
olarak birçok anomaliden söz edilebilirdi. Ancak teorinin katı çekirdeği korunurken
yardımcı hipotezlerde gerçekleşen değişiklikler sonucu teori anomalileri açıklar hale
gelmiştir. Newton’ın teorisi anomalileri açıklamakla kalmamış, yeni ve başarılı
öngörülerde bulunmuştur. Bu nedenle Newton’ın teorisini benimsemek Lakatos’un
standartlarında ilerici bir harekettir. Koruyucu kuşaktaki yardımcı hipotezler ampirik
içeriğin artmasına katkıda bulunduğu sürece bilimsel araştırma programı iyi işliyor
demektir. Ancak sadece yardımcı hipotezler değişiyor, içerikte bir artma olmuyor ve
özgün veriler getirilemiyorsa, bir bozulmadan söz edilebilir. Bu durumda katı
çekirdek de sorgulanır, hatta terk edilebilir.72
Lakatos’un en çok dikkat çektiği noktaların başında, bilimde anlık (instant)
rasyonelliğin olmadığı gelir.73 Popper’ın iddia ettiğinin aksine, Lakatos’a göre bir
araştırma programını bir anda terk etmemizi sağlayacak deneyler yoktur. Geçmişte
bu türden ani değişikliklere yol açması umulan deneylerin birçoğu zaman içinde
yanlışlanmış veya aynı araştırma programı içerisinde açıklanmıştır. Yani anlık
rasyonellik fikri hatalıdır. Bilimsel uğraşta rasyonellik sanılandan çok daha yavaş
71
Lakatos, “Falsification and the Methodology of Scientific Research Programmes”, s. 93.
72
Ibid., s.132-134.
73
Ibid., s.154.
29
işleyen bir süreçtir.74 Lakatos böylece, bir araştırma programının ne zaman
umutsuzca bozulduğu ve terk edileceği konusunda her şeyin sanıldığı kadar net
olmadığını söyler. Çünkü bir program başarısız gözükürken zaman içinde diğer
programlardan daha başarılı hale gelebilir.75 Bununla beraber Lakatos, Kuhn’un
bilimde objektif ve rasyonel kriterlerin var olmadığı görüşüne katılmamıştır. Bilimsel
araştırma programlarının değişiminde belli kurallar işler ve bu kurallar, Lakatos’a
göre, sosyolojik-psikolojik değildir.76 Lakatos’un Kuhn’a getirdiği bu son eleştiri bir
sonraki bölümle daha yakından ilgili olduğu için ileride ele alınacaktır.
Sonuç olarak bilimi bilim olmayandan ayıran özelliğin onun metodu olduğu iddia
edilse de bu metodun ne olduğu konusunda bir uzlaşı yoktur. Elbette bu durum bilimi
gelişi güzel bir uğraşa indirgemeyecektir. Kanımızca bilimle ilgili ayırt edici
özellikleri sıralarken daha mütevazı bir tablo çizilmesi, idealleştirme çabaları içine
girilmemesi durumunda -daha genel ve soyut olmak kaydıyla- bilimsel metottan
bahsetmek mümkün olacaktır. Bu konudaki önerimizi 3. Bölümde açıklayacağız. Bu
noktada şunu söyleyebiliriz ki bilimsel metodun sınırları idealleştirme çabasıyla
olduğundan daha keskin çizildiğinde ortaya gerçekçi bir resim çıkmayacaktır. Bilim
tarihinde her türlü “özel” metodu çürütecek kadar çok aykırı örnek bulunmaktadır.
1.1.2. Bilimin Amacı:
Bilimin temel nitelikleri sayılırken ilk akla gelen özelliklerden birisi onun amacıdır.
İnsan neden, hangi beklentiyle bilimle uğraşır? Doğa bilimlerine harcanan bu kadar
paranın ve emeğin karşılığında ne umulmaktadır? Bu soru önemlidir, zira onunla
sadece bir gerçeğin resmedilmesinin amaçlanmadığını, sorunun aynı zamanda
normatif bir değer taşıdığını unutmamak gerekir. Bilimin amacının tanımlanması, bu
amaçla bilim yapmayan bilim adamlarının uğraşlarını bilimsel olmamakla
damgalayabilir.
74
Lakatos, “Falsification and the Methodology of Scientific Research Programmes”, s.173-174.
75
Merrilee H. Salmon vd., Introduction to the Philosophy of Science, Indianapolis, Hackett,
1999, s.153.
76
Lakatos, “Falsification and the Methodology of Scientific Research Programmes”, s.155.
30
Bilimin amacı, kabaca, doğadaki düzeni anlama, yasaları keşfetme ve böylece onu
insan yararına kullanma olarak tanımlanır. Bu tanım bilhassa Francis Bacon’ın “Bilgi
güçtür” özdeyişi ile uyumludur. Bacon’a göre, bilim toplum yararına kullanılmalı77
ve insanın yaşamını iyileştirmelidir.78 Bacon, bilimin –o dönemin deyimiyle doğa
felsefesinin- onu kontrol edenlerin gücünü artıracağına inanıyordu.79 Esasen bu görüş
onun çağdaşlarınca da benimsenmiş, insan hayatının iyileştirilmesi, Bilimsel Devrim
olarak anılan dönemin önemli amaçlarından olmuştur.80 Bacon gibi, Hobbes da
bilimin ve bilginin güçle ilişkisine işaret eder ancak o bilginin insanların yararına
olduğu gibi bazı insanların aleyhine de kullanılabileceğini düşünür. Bacon’da ise
bilgi herkese açıktır ve insanlığın kaderini iyileştirmek için herkes ondan
faydalanabilir veya ona hizmet edebilir.81 Ortodoks bilim görüşünün savunucularının
bilimin çoğunlukla Baconcı amaca hizmetini vurguladığı, bilimin Hobbes’un tarif
ettiği biçimde güce hizmet eden yönünün gölgede kaldığı görülüyor. Comte bilime
insanlığın olumlu yönde gelişiminde önemli bir rol biçmiştir.82 Günümüzde de bu
fikir birçok bilim adamı ve felsefeci tarafından savunulmaktadır. Örneğin popüler
biyolog Richard Dawkins’e göre bilim adamları bilimi kullanarak dünyayı
siyasetçilerden
ve
devlet
adamlarından
daha
fazla
değiştirmekle
kalmaz,
siyasetçilerin hayal bile edemeyecekleri bir şekilde, evrenle ilgili düşüncelerimizi ve
hayal gücümüzü de olumlu anlamda değiştirirler.83
Bilimin, insanlığın faydasını amaç edinmesi gerektiği görüşünün her zaman kabul
görmediğini söylemek mümkündür. Örneğin, bilimsel uğraşın kökenlerinin atıldığı
10.000 yıl öncesinin Ortadoğusuna gidersek, bilgilerin çoğunlukla gündelik hayat
için toplansa da tüm bilginin bu amaca yönelmemiş olduğu görülür. O dönemin
77
Steven Matthews, Theology and Science in the Thought of Francis Bacon, Aldershot,
Ashgate Pub., 2008, s.131.
78
Chalmers, Bilim Dedikleri, s. 5.
79
Shapin, Bilimsel Devrim, s.161.
80
Henry, Bilim Devrimi ve Modern Bilimin Kökenleri, s.13.
81
Arnold Green, Hobbes and Human Nature, New Brunswick, Transaction, 1993, s.43.
82
Giddens, Politics, Sociology and Social Theory, s.150.
83
Richard Dawkins, Unweaving the Rainbow: Science, Delusion, and the Appetite for
Wonder, Boston, Houghton Mifflin, 1998, s.16.
31
insanları, ilgileri ve merakları neticesinde “bilimsel” eylemler sergilemiştir. Bu
dönemlerde evcilleştirilebilir hayvanlar kadar evcilleştirilemeyenlerin de; ilaç olarak
kullanılabilecek bitkiler kadar kullanılmayanların da toplandığı ve incelendiği
bilinmektedir.84 Merak, öğrenme isteği gibi dürtüler “bilimsel” faaliyetler için itici
güç olmayı günümüzde de sürdürmektedir.
Ancak uzun süre bilimin pratik faydası, tek başına, insanların bilime saygı
duymalarını sağlamaya yeterli olamadı. 17. yüzyılda doğayı incelemenin insanın dini
ve ahlaki hayatına da katkıda bulunacağı görüşü ortaya çıktı. Kutsal Kitap’taki
metaforları anlamak için doğanın daha iyi anlaşılması gerektiği savunuluyordu.
Örneğin Hz. İsa için geçen “Yahuda’nın aslanı” ifadesinin tam olarak ne anlama
geldiğinin anlaşılması için aslanla ilgili daha detaylı bilgi edinmek şarttı. 85 Kepler de
benzer bir görüşle ancak doğada Tanrı’nın en temiz sesine ulaşacağımızı iddia
ediyordu.86 Kepler, doğa araştırmalarının Yaratıcı’nın sanatını anlamada bir araç
olarak görülmesine yaradığını düşünen tek kişi değildir. Hollandalı anatomici Jan
Swammerdam mikroskop aracılığıyla yaptığı gözlemlerde bir bitin bile Tanrı’ya
ilişkin bilgi sunduğunu, dinsel bir anlam taşıdığı için önemli olduğunu söylüyordu.87
Elbette bu bilim adamlarının hepsinin görüşlerinde samimi olduklarını iddia
etmiyoruz. Bazılarının araştırmalarını meşrulaştırmak veya otoriteden gelecek
baskıları azaltmak niyetiyle egemen referanslara, felsefi veya metafiziksel öğretilere
atıf yaptığı iddia edilebilir. Ancak en azından belli bilim adamlarının böyle bir
kaygıyla hareket etme ihtimalinin daha zayıf olduğu söylenebilir. Söz gelimi Newton
dine atıfta bulunurken Hristiyanlığın en temel öğretisi olan teslisi reddederek
eserlerindeki dini referansların salt politik olmadığı izlenimini uyandırmaktadır.
Yeri gelmişken ortodoks bilim ideali ile dine yapılan bu referansların uyuşmadığını
da belirtmek gerekir. Dine yapılan bu tür atıflar Comte’un ve birçok pozitivistin
idealindeki bilim anlayışına aykırıydı. Comte, bilimin sadece “nasıl” ile uğraşması
84
Ronan, The Cambridge Illustrated History of the World's Science, s.14.
85
Peter Harrison, “The Cultural Authority of Natural History in Early Modern Europe”
Alexander ve Numbers (der.) Biology and Ideology: From Descartes to Dawkins, s.16-17.
86
Ibid., s.19.
87
Henry, Bilim Devrimi ve Modern Bilimin Kökenleri, s.41.
32
gerektiğini, nedenleri hiçbir zaman öğrenemeyeceği için onları araştırmaması
gerektiğini söyler. Bu bağlamda görüş sunan teistik ve ateistik izahlar terk
edilmelidir.88 Ortodoks bilimin dini referanslarla hareket etmesi arzulanmamaktadır.
Ne var ki bilim tarihine bakıldığında bilim ile din arasındaki ilişkinin ortodoks
bilimin resmettiğinden çok daha karmaşık olduğu görülür. Bilimi sadece dinin
baskısından kurtarılması gereken bir uğraş olarak göremeyiz. Modern bilimin
kurucularında dini referansların baskın olduğu, motive edici bir işlev gördüğü
gözlemlenebilir. Modern bilimin önderlerinin doğa filozofu olarak adlandırıldığını,
bu filozofların doğayı Tanrı’nın vahyi ile beraber okunması gereken bir kitap olarak
gördüğü unutulmamalıdır.
Bilimin sadece fonksiyonel amaçlar gütmediğine yönelik örnekler verdik. Bununla
beraber 17. yüzyılda da bilimin pratik amaçlara hizmet ettiği için önemsendiği
olaylar vardır. Örneğin Galileo teleskobunu Venedik Senatosu’na sunarken onlara bu
icadın savaşta düşmanı erken görmeyi sağlayacağını anlatır.89 Günümüzde de bu
eğilimin sürdürüldüğü görülmektedir. CERN’de yapılan yatırımları halkın gözünde
“meşrulaştırmak” isteyen fizikçiler MR gibi cihazların, hatta internetin CERN’deki
çalışmaların ürünü olduğuna dikkat çekmektedirler.
Bilimin faydası ile ilgili gözden kaçırılmaması gereken bir diğer nokta her dönemde
faydanın aynı şekilde tanımlanmadığıdır. Fizikçi Ernest Rutherford’un fizik dışındaki
tüm bilimleri pul koleksiyonuna indirgemesi90 20. yüzyılda, önceki dönemlere
nazaran daha az garipsenecektir. Günümüzde doğa bilimlerinin otoritesine bakan bir
kişi onun her zaman bu denli önemli olduğuna hükmedebilir. Yine aynı kişi sosyal
bilimlerin bilimsel değerine bugün duyulan şüpheye bakarak onun eskiden de doğa
bilimlerine göre ikincil bir yerde olduğunu düşünebilir.91 Oysa –sözgelimi
88
Auguste Comte, “From Metaphysics to Positivist Science” Volker Meja ve Nico Stehr (der),
The Sociology of Knowledge, s.38.
89
Arthur Koestler, The Sleepwalkers: A History of Man’s Changing Vision of the Universe,
New York, The Macmillan Company, 1959, s.364.
90
Harrison, “The Cultural Authority of Natural History in Early Modern Europe” s.14.
91
Snow doğa bilimleriyle uğraşan bilim adamlarının sosyal bilimlerin faydasını ve getirdiği
zenginliği küçümsediklerini kişisel yaşamından örneklerle anlatır. Ona göre doğa bilimleriyle
sosyal bilimler arasındaki kutuplaşmanın bir sonucu olarak, doğa bilimleriyle uğraşan bilim
33
Rönesans’ta- doğa bilimleri, sosyal bilimlere göre daha az ilgi görüyordu. İtalyan
bilgin Francesco Petrarch, yaşama niye geldiğimizi hatta nereleri gezmemiz
gerektiğini anlamanın yanında hayvanların yaşamları hakkında bilgi toplamanın ne
denli anlamsız olduğunu anlatır.92
Bilimin pragmatist olması gerektiği, görünür sonuçları olmayan felsefi sorularla
uğraşmaması gerektiği Dewey’den Rorty’ye kadar pragmatistlerin genel kanısıdır.93
Onlara göre hakikati söylemenin tek başına bir önemi yoktur, önemli olan belirlenen,
istenen somut hedefe ulaşılmasında bilimin rolüdür.94 Bununla beraber bilim
tarihinde, bilimin pratik faydaya dönüşmesinin bir zorunluluk olmadığını belirtenler
de olmuştur. Sarton’a göre her ne kadar bilimi öğrenen insan onu çıkarı için
kullandıysa da bilim yapmamızın ardındaki esas motivasyonu doğruyu öğrenme
arzusu olarak tanımlayabiliriz. Bu arzu, adalet ve güzelliğin peşinde koşmak kadar
insanidir. Pratik fayda ancak bir yan ürün olarak görülebilir.95 Russell’a göre de
doğanın gizemlerine yönelik ve herhangi bir karşılık umulmadan duyulan merak
entelektüel çalışmaları mümkün kılmaktadır.96 Merton, Sarton gibi Cambridge’de
öğle yemeklerinde kadehlerin kimseye yaramayacak saf matematiğe kaldırıldığını
hatırlatır.97 Günümüzde pragmatistleri rahatsız edecek bir diğer örnek CERN’deki
deneydir. Deneyin evrenle ilgili anlayışımızı değiştireceği iddiası98 doğru olsa bile,
bu deneyin birincil sonuçlarının sokaktaki insanın hayatına –en azından şimdilik-
adamlarının büyük çoğunluğu, sözgelimi, edebiyata uzak kalmanın bir sakıncası olmadığı fikrini
taşırlar. Bakınız: C. P Snow, İki Kültür, çev. Tuncay Birkan, Ankara, Tübitak Popüler Bilim
Kitapları, 2010, s.101-104.
92
Harrison, “The Cultural Authority of Natural History in Early Modern Europe” s.11
93
Patrick Baert, Sosyal Bilimler Felsefesi: Pragmatizme Doğru, Çev. Ümit Tatlıcan, İstanbul,
Küre Yayınları, 2010. S. 177.
94
Ibid., s.183.
95
George Sarton, The History of Science and the New Humanism, New Brunswick,
Transaction, 1987, s.13-15.
96
Bertrand Russell, Mysticism and Logic, Middlesex, Penguin Books, 1953. s. 48.
97
Robert K. Merton, “Bilim ve Toplumsal Düzen”, Bekir Balkız ve Vefa Saygın Öğütle, (der),
Bilim Sosyolojisi İncelemeleri: Temel Yaklaşımlar, Kavramlar Ve Tartışmalar, Ankara,
Doğu Batı Yayınları, 2010, s.156.
98
“Large Hadron Collider” (Büyük Hadron Çarpıştırıcısı) Avrupa Nükleer Araştırma Örgütü,
Resmi internet sayfası (Çevrimiçi) http://public.web.cern.ch/public/en/lhc/lhc-en.html 1 Mayıs
2012.
34
herhangi bir fayda sağlamayacağı düşünülmektedir. Dünyadaki en büyük makineyi
oluşturan bu deney99 kamuoyunda sık sık büyük bütçesi nedeniyle eleştirilmiş,
insanlığa ne gibi bir fayda sağlayacağı sorusu ile karşılaşmıştır. Bilim adamları bu
deneyin dolaylı -ama önemli- pratik faydaları olduğunu ve olabileceğini söylerken
asıl amacın evrenin gizemlerini aydınlatmak olduğunu dile getirmektedirler.100 Yine
Sicim Teorisi, Kuantum kozmolojileri, evrenin zamanda başlangıcının olup
olmadığını araştıran çalışmalar veya 5 boyutlu bir evrende yaşasaydık yaşadığımız
evren nasıl olurdu gibi bilimsel sorular doğrudan pratik bir amaca hizmet
etmemektedir. Yine de bu teorilerin sadece bilim adamlarının değil, sokaktaki
insanın da ilgisini çektiğini hatırlamakta fayda var. İnsanlar bilimin pratik
faydalarıyla
olduğu
kadar
evrenle
ilgili
sorulara
verdiği
yanıtlarla
da
ilgilenmektedirler. Bu bağlamda sokaktaki insan evrenin nasıl başladığı sorusunun
cevabını öğrendiğinde maddi, pratik bir fayda edinmese de varoluşsal sorularına
cevap bulabilir. Bu tür bir cevabın “fayda” olarak değerlendirilebileceği de
unutulmamalıdır.
Ne olursa olsun saf bilime verilen önem, teknolojik faydayı anlamsız kılmaya
yetmez. Bilime otoritesini veren güç, bir yerde onun teknolojik faydasıdır. 101 Bilimin
teknolojik faydası olmaksızın sadece varsayımlarla uğraşan “saf” bilim olarak
kalması halinde şimdiki otoritesine sahip olacağı şüphelidir. Bilhassa Endüstri
Devrimi neticesinde bilim, ekonomik üretim sistemini, düşünce yapısını ve toplumu
etkileyen bir güç olarak algılanır hale geldi –veya getirildi.102 Yani bilimin pratik ve
teknolojik faydalarının sosyal yansımalarından bahsedilir oldu. Bu noktada bilimin
pratik amaçlarının –ve hizmetlerinin- her zaman olumlu karşılanmadığını hatırlatmak
gerekir. Bilhassa Marksistler bilimin amacına ve sonuçlarına kuşkuyla bakma
99
“Facts and Figures/Olgular ve Figürler” Avrupa Nükleer Araştırma Örgütü, Resmi İnternet
sayfası (Çevrimiçi) http://public.web.cern.ch/public/en/lhc/Facts-en.html 1 Mayıs 2012
100
Dan Bloom, “The experiment of a lifetime/ Ömürlük Bir Deney” Guardian Gazetesi Resmi
İnternet Sitesi (Çevrimiçi) http://www.guardian.co.uk/education/2008/aug/29/research.cern 3
Mayıs 2012.
101
Merton, “Bilim ve Toplumsal Düzen” s. 156-157
102
Franco Ferrarotti, “Endüstri Devrimi ve Bilim, Teknoloji ve İktidarın Yeni Nitelikleri”,
Federico Mayor, Augusto Forti (der), Bilim ve İktidar, çev. Mehmet Küçük, Ankara, Tübitak
Popüler Bilim Kitapları, 1997, s.42.
35
eğilimindedirler. Marksist Boris Hessen, Newton’ın Principia’sının hangi sosyal
şartlarda yazıldığını incelediği eserinde Marksist bir çözümlemeye gider. Ona göre
Newton o dönem burjuva sınıfının ihtiyaçları ile tamamen örtüşen bir eser kaleme
almıştır. Hessen’e göre, Principia’nın neden o dönem ve o coğrafyada yazıldığını
anlamak için üretim ilişkilerinin analizi yeterlidir.103 Teknolojik fayda insanları bilim
yapmaya iten tek motive edici olmasa da modern dönemde bu tür bir faydanın bilim
uğraşında daha merkezi bir konuma oturduğu söylenebilir.
Sonuç olarak faydanın bile zaman içinde değiştiğini, her dönem ve toplum tarafından
aynı şekilde tanımlanmadığını, zaman zaman bir meraktan, bilme arzusundan ibaret
olduğunu düşünürsek, bilimin amacının da zaman içinde değişmesi gayet doğaldır.
Bilmek bazen sadece bilmek içindir. Bu yüzden bilimsel uğraşın her dönem geçerli
bir amacının olduğunu söylemek mümkün değildir.
Tartışmanın bir başka boyutu bilimin, ortodoks bilimin iddia ettiği gibi her zaman
özgürleştirici olmayı amaçlamadığıdır. Bu konuda en ağır eleştirilerde bulunan
düşünürlerin başında Kuhn ve Feyerabend gelir. Kuhn’un bilimin tutuculuğuyla ilgili
görüşlerine bir sonraki bölümde detaylı bir şekilde değineceğiz. Feyerabend ise
bilimin tutuculuğu ile ilgili birçok örnek verirken bilimin özgürleştirici olduğu
“mit”ini yıkmayı amaçlamaktadır. Galileo’nun bilimsel görüşlerinin kısıtlandığı
iddialarını günümüzle paralellikler kurarak değerlendiren Feyerabend’e göre
günümüzde bir bilim adamı aynı baskıya maruz kalmaktadır. Baskının eskisi kadar
sert olmaması, cezaların daha hafif olması da bizi kandırmamalıdır. Zira bilim
adamları topluluğuna karşı çıkanların günümüzde daha hafif cezalara maruz kalması
bilimin hoşgörüsünden değil, günümüz toplumunun ulaşmış olduğu görece medeni
seviyesinden kaynaklanır.104
Bilim tarihinde yaşananlar, bilimin, “ortodoks” yorumun iddia ettiğinden daha az
toleranslı olduğunu göstermekle kalmaz. Aynı zamanda bilimin iddia edilenden daha
mütevazı amaçlarının olduğunun da altını çizer. Hatırlanacağı gibi aklın ve bilimin
103
Boris Hessen, “Newton’un Principia’sının Toplumsal ve Ekonomik Kökenleri”, Bilim
Sosyolojisi İncelemeleri: Temel Yaklaşımlar, Kavramlar Ve Tartışmalar, s. 67.
104
Paul Feyerabend, Akla Veda, çev. Ertuğrul Başer, Ayrıntı Yayınları, 2012, İstanbul, s.291.
36
her sorunu çözeceği iddiası Aydınlanma’nın temel inançlarının başında geliyordu.
Tezimiz için kilit önemde olan Kuhn bu hususta da sıra dışı bir resim çizer. O, bilimi
yenilikleri arayan bir uğraş; bilim adamlarını yeniliklerden memnun olan, onlara
sevinen, şaşıran insanlar olarak görme eğilimine karşıdır. Ona göre bilim adamları
bilimsel çabanın neredeyse tamamında yeni bir sonuçla karşılaşmayacaklarını
bilmektedirler. Bilim, sonuçları aşağı yukarı bilinen, yöntemleri belli, soruları belli
bir uğraştır. Bilim, kuralları belirlenmiş bir oyundur. Bir bulmacadır. Bilim adamları
da kuralları belirlenmiş bu bulmacayı çözerken sınırlı manevra alanına sahiptirler.
Dolayısıyla Kuhn’a göre bilim adamları ortodoks bilimin resmettiği gibi yeniliklerle
şaşırtılmayı amaçlayan bir topluluk olmaktan çok uzaktır. Şimdi bu konuyla ilintili
olan ve tezimizi yakından ilgilendiren bilimde eleştirel düşünce kavramına
odaklanalım. Ortodoks bilimin iddia ettiği gibi bilimin, doğruyu bulma serüveninde
objektif bir çaba olup olmadığı sorusu bu konudaki başlangıç noktamız olacaktır.
1.1.3. Bilim, Eleştirel Düşünce ve Objektiflik
Doğa bilimlerinin sosyal bilimlerden üstün olduğu iddiasındaki kişiler onun objektif
olduğuna ve değer yargılarına daha az açık olduğuna dikkat çekerler. 105 Bu konudaki
değerlendirmemizi sunmadan evvel daha geniş resme bakıp “bilgi”nin objektif olup
olmadığı sorusunu yöneltmeyi uygun buluyoruz.
1.1.3.1. Bir Gelenek Olarak Bilginin Sorgulanması
Bilginin sosyal ve psikolojik faktörlerden etkilendiği yeni bir iddia değildir. Blaise
Pascal, Pirenlerin bir tarafında doğru olan şeyin diğer tarafında yanlış olduğunu
hatırlatırken benzeri bir görüşe sahiptir. İspanya ile Fransa’yı birbirinden ayıran bu
dağlar, farklı toplumlarda farklı değerlerin var olacağını işaret etmek için kullanılır.
O kadar ki bir tarafta “katil” olabilen bir adam diğerinde “kahraman” olacaktır.106
Daha modern bir ifade ile Tibetli bir keşiş için ‘gerçek’ olan şey, Amerikalı bir
105
Gordon, The History and Philosophy of Social Science, s.52.
106
Blaise Pascal, Pensées, Sioux Falls, NuVision Publications, 2007. s. 77.
37
işadamı için ‘gerçek’ olmayabilir.107 Francis Bacon daha da ileri gider; ona göre
insanlar görüşlerini bir kere edindikten sonra her şeyi onu destekler hale getirmek
eğilimindedirler. Bu nedenle insanı doğrunun peşinde zannetmek hatalıdır. Duyguları
anlayışını etkileyecek, bozacaktır.108 Nietzsche benzer bir görüşü şu şekilde savunur.
İnsan doğrunun değil, kendisini mutlu edecek sonuçların peşindedir. Bu mutluluğu
veren şey doğruysa doğrunun peşindedir, yalan ise yalanın peşindedir; sonucu
olmayan bilgiye ise ilgisiz kalacaktır.109 İnsan bilgisi üzerindeki psikolojik öğeleri en
net vurgulayan ise Sigmund Freud olmuştur. Freud’a göre insan psikolojisinin doğayı
anlamada ifa ettiği rol azımsanmamalıdır. Bilhassa insanların doğaya karşı
duydukları çaresizlik onların bilgi edinmelerinde temel bir işlev görmektedir.
Doğaya ilişkin görüşlerimizi geliştirirken hep bu çaresizlik ve onunla başa çıkma
güdüsü ile hareket ederiz. Yani iç gerekliliklerimiz, doğaya ilişkin düşüncelerimizi
belirlemede etkilidir. İnsan kendi çaresizliğini yenmek için doğaya anlamlar
yükler.110 Marx ve Engels ise sosyal etkenlere dikkat çekerek, yönetici sınıfın sadece
üretim araçlarını değil entelektüel gücü de tekelinde bulundurduğu iddiasından
hareket ederler. Onlara göre gücü elinde bulunduran her sınıf gibi burjuva sınıfı da
kendi görüşlerine evrensel ve rasyonel doğrular izlenimi verir.111
Psikolojik ve sosyal faktörlerin bilgimizi etkilediği hususunda en köklü
argümanlardan birini Durkheim’ın getirdiğini iddia edebiliriz. Zira Durkheim sadece
bilginin değil, bilgiyi edinmemizi sağlayan zihinsel kategorilerin de kökeninde
toplumun olduğunu iddia etmektedir. Zaman, sınıf, nedensellik gibi kavramlar
toplumdan neşet ederler.112 Mauss’la birlikte kaleme aldığı eserlerinde de toplumdaki
107
Peter Berger ve Thomas Luckmann, Gerçekliğin Sosyal İnşası: Bir Bilgi Sosyolojisi
İncelemesi, Çev. Vefa Saygın Öğütle, Paradigma Yayıncılık, İstanbul, 2008, s. 5.
108
Francis Bacon, “On the Interpretation of Nature and the Empire of Man” The Sociology of
Knowledge, s. 4-6.
109
Friedrich Nietzsche, “On Truth and Lies in a Nonmoral Sense” The Sociology of
Knowledge, s.60.
110
Sigmund Freud, “Excerpt from The Future of an Illusion” The Sociology of Knowledge, s.
92-95.
111
Karl Marx ve Friedrich Engels, “Concerning the Production of Consciousness” The
Sociology of Knowledge, s.19-20.
112
Emile Durkheim, “Sociology of Knowledge” The Sociology of Knowledge, s. 105.
38
kategorilerin, sınıfların zihnimizdekilere örnek olduğunu anlatırlar.113 “İlkel” bir
kabiledeki iki farklı grup, o insanların zihinlerindeki dikotomi oluşumunu mümkün
kılar. Benzer bir şekilde eğer toplumda bir arada yaşayan kendi içlerinde homojen
gruplar olmasa zihnimizde sınıf/grup kavramı oluşamazdı. Yine zihnimizdeki
“hiyerarşi” kavramı da toplumdan hareketle oluşturulmuştur. Çünkü hiyerarşi esasen
doğada değil, toplumda bulunur.114 Durkheim, zihnimizdeki temel kavramların
toplumsal kökenlerine işaret etmek için daha çarpıcı bir örnek verir. Ona göre
objektif olarak gördüğümüz, soyut ve insani olmayan bir kategori olarak
değerlendirdiğimiz “zaman” kavramının kökeninde de toplum vardır. Zaman
hakkında düşünürken aynı medeniyetteki herkesin aynı şeyi düşündüğünü biliriz. Bu
durum onun kolektif bir nitelik taşıdığını yani, sosyal karakterini gösterir. Dahası
zamanı oluşturan temel bölünmelerin temelinde ritüellerin, şenliklerin, bayramların
olması da bu toplumsallığa işaret eder.115
Durkheim’ın
görüşünü
destekleyen
örnekler
yine
“ilkelleri”
inceleyen
antropologlardan ve sosyologlardan gelmiştir. Bunun nedeni Lévy-Bruhl’un ifade
ettiği gibi ilkellerin kurumlarının, geleneklerinin ve inançlarının incelenmesinin
onların bizden farklı düşünce tarzına sahip olduklarını göstereceği umududur.
Örneğin Lévy-Bruhl’a göre “biz”deki bazı mantık ilkelerinin onlarda karşılığı
yoktur. Modern insanın çok temel bir mantık ilkesi olan çelişmeme prensibi
“ilkellerde” görülmez. Bu yüzden Lévy-Bruhl’a göre ilkellerin adet ve kurumlarını
günümüz insanının zihin yapısına bakarak incelemek hatalı olacaktır. Böyle bir
incelemenin başarıya ulaşması için mistik zihniyetin anlaşılması gerekir. Başka bir
örnekte ise Lévy-Bruhl ilkellerde dualite düşüncesinin yeterince gelişmediğini
ispatlamaya çalışır. Örneğin totem ile olan ilişkisinde “ilkel” kendisini totemden ayrı
düşünemez. Totem ona, o toteme sahiptir. Bu hem zihinsel hem de fiziksel boyutta
böyledir. Akıl onu hayal edemez, akıl onu yaşar. Bu bütünlük nedeniyle onu
kendisinden ayrı göremez ve onun üzerine düşünemez. Bu durumda bizim
113
Emile Durkheim ve Marcel Mauss, Primitive Classifications, Çev. Rodney Needham,
Chicago, Chicago University Press, 1963, s. 82.
114
Durkheim, “Sociology of Knowledge” The Sociology of Knowledge, s.110-113.
115
Ibid., s.115-116.
39
anladığımız anlamda bir gözlem gerçekleşemez.116 Mauss, Sosyoloji ve Antropoloji
isimli eserde benzer bir duruma işaret eder. Mauss’a göre “ilkeller”in bağış merasimi
esnasında değiş tokuş yapılan nesnelerin canlılık özelliği taşıdığına inanılır. Nesne
onu veren kişiden tamamen kopmamıştır, halen bir yönüyle ona aittir. Böylece
hediyeyi veren kişi hediyeyi alanın üzerinde belli bir etkiye sahiptir. Onu sunarken
kendisinden tamamen ayrı bir şeyi değil, kendi parçasını sunar. 117 Mauss daha da
ileri gider ve en temel kavramlardan sandığımız “ben” kavramının dahi toplumsal
olduğunu gösterir.118
Eğer tüm bu görüşler doğruysa, her toplumda bilgi farklı şekillerde ediniliyor, en
temel saydığımız bilgiler hatta insan zihninin olmazsa olmazı olarak gördüğümüz
kategori ve kavramlar bile toplumdan etkileniyor demektir. Bu durumda içinde
bulunduğumuz
toplum,
edindiğimiz
bilgi
üzerinde
sandığımızın
ötesinde
belirleyicidir. O kadar ki, bu görüşü paylaşan bazı sosyologlara göre istesek de
“doğru” ve/veya “gerçek” bilgiyi edinemeyiz. Mannheim, objektif bilginin
mümkünlüğüne şüpheyle yaklaşan bu sosyologların başında gelir.
Mannheim, bilginin toplumsal olarak nasıl şekillendirildiğini inceler. O, ideolojiye
negatif bir anlam yükleyen ve onu aşılması gereken bir engel olarak gören
çalışmalardan
farklı
olarak,
manipülasyonlarına odaklanmaz.
çıkar
119
gruplarının
kasıtlı
aldatmalarına,
Bu anlamda, ideolojiye negatif bir anlam
yükleyen Marx’a katılmaz.120 Kendisinden kurtulmamızın mümkün olduğunu
düşünmez. Onun yerine farklı sosyal çerçevelerde nesnenin özne tarafından nasıl
görüldüğünü, anlaşıldığını inceler. Yani ideoloji özel, belirli bir anlamda, kasıtlı bir
çarpıtma aracı olarak ele alınmaz. Mannheim ideolojileri bütünlük içinde görür ve
onların zihin yapısının bir sonucu olduğunu iddia eder. Bu zihin yapıları farklı zaman
116
Lucien Lévy-Bruhl, “The Transition to the Higher Mental Types” The Sociology of
Knowledge, s.129-131
117
Marcel Mauss, Sosyoloji ve Antropoloji, Çev. Özcan Doğan, Ankara, Doğu Batı, 2006, s.
218-223.
118
Ibid., s.429-463.
119
Karl Mannheim, “The Sociology of Knowledge” The Sociology of Knowledge, s.302-303.
120
Karl Mannheim, Ideology and Utopia: An Introduction to the Sociology of Knowledge,
Çev. Louis Wirth ve Edward Shils, London, Routledge & Kegan Paul, 1979, s.51.
40
ve mekânlarda, farklı toplumlarda farklılık gösterir.121 Olayları algılayışımız,
kavrayışımız tamamen sosyal ve tarihsel çerçevenin sonucudur.122 Bu durumda bir
doğrudan söz etmek mümkünlüğünü yitirebilir. Mannheim da bu tür bir düşüncenin
“rölativizm”e gideceğini görür. Çünkü toplumdaki konumumuz veya -Marx’ın
bahsettiği gibi- sınıfımız gibi faktörlerle şekillenen ideolojilerden kurtulamayışımız
demek, bizim dışımızdaki doğru hakkında –böyle bir doğru varsa da- söz
söyleyemememiz anlamına gelir.
Mannheim’ın bu görüşleri dönemin birçok düşünürünce tutarsız olmakla
eleştirilmiştir. Benzer bir itiraz, bilimsel bilginin rölativist sosyologlarına da
yöneltileceği için burada bu görüşlere yer vermekte fayda görüyoruz. Öncelikle,
Hannah Arendt, bu görüşün neyle sonuçlanabileceğini göstermiştir. Arendt,
Mannheim’ın felsefeye biçtiği rolü tartışmaya açar. Ona göre Mannheim’ın her
bilgiyi belli bir bağlama bağlamasından felsefe de nasibini almaktadır. Bu durumda
felsefe de diğer bilgi türleri gibi günlük gerçeği aşamaz. Oysa Arendt, felsefenin
rolünde böyle bir kısıtlamaya gidilmesini eleştirir. Zira sosyolojinin, önemiyle ilgili
tartışmada verilecek cevap da felsefi olacaktır. 123
Grünwald da Mannheim’ın bilgi sosyolojisinin iç çelişkilerine dikkat çeker.
Mannheim’ın bir düşüncenin sadece belli bağlamlarda doğru olabileceği fikrinin
altını çizen Grünwald’a göre, Mannheim’ın bu iddiasının belli şartlarda değil de her
zaman ve her perspektifte geçerli olduğunu düşünmek çelişkidir.124 Yani, Mannheim
bilginin sadece bir bakış açısına göre doğru olabileceğini söylerken bir yandan da bu
görüşlerine mutlak bir doğruluk atfeder.125 Son olarak Horkheimer, Mannheim’ın
görüşüne
göre,
herhangi
bir
durumda
ortak
bir
gerçeklikten
söz
edip
121
Mannheim, “The Sociology of Knowledge” The Sociology of Knowledge, s.302-303.
122
Mannheim, Ideology and Utopia: An Introduction to the Sociology of Knowledge, s. 239.
123
Hannah Arendt, “Philosophy and Sociology” The Sociology of Knowledge, s.432-433.
124
Ernst Grünwald, “The Sociology of Knowledge and Epistemology” The Sociology of
Knowledge, s.444-445.
125
Martin Kusch, "Psychologism and Sociologism in Early Twentieth-century German-speaking
Philosophy." Dale Jacquette (der), Philosophy, Psychology, and Psychologism: Critical and
Historical Readings on the Psychological Turn in Philosophy, Dordrecht, Kluwer Academic,
2003, s. 139.
41
edemeyeceğimizi gündeme getirir. Çünkü her topluluk aynı gerçeğe bakmakta, ancak
bağlamın etkisi ile kendi gerçeğini üretmektedir.126 Tüm bu eleştirilerin en önemlisi
bağlamın bilgimiz üzerindeki etkisine getirilenlerdir. Eğer bağlam bilgimizi
belirliyorsa, bilgi sosyolojisindeki bilgimizi de belirleyecektir. Bu durumda bilgi
sosyolojisi de bir bilgi türü olarak objektif doğruluk iddiasında bulunmamalıdır.
Daha önce de belirttiğimiz gibi aynı eleştiri “Güçlü Program”a da yöneltilecektir.
Sonraki bölümde Güçlü Program’ın bu eleştiriye çözüm getirip getiremediğini
detaylarıyla inceleyeceğiz.
Son olarak bilginin sosyal şartlardan etkilendiği fikrinin günümüzde de önemini
yitirmediğini vurgulamakta fayda var. 20. yüzyılın iki büyük düşünürü Bourdieu ve
Foucault’nun da bu konuda kafa yorduğunu hatırlatalım. Foucault’ya göre bilgi
gücün aracıdır ve modern toplumlarda arzu ve zevkler bilgi aracılığı ile güç
tarafından
denetim
altına
alınmaktadır.127
Bu
tür
bir
iddianın
bilginin
sorgulanmazlığı düşüncesine getirdiği eleştiri açıktır. Bourdieu da bilim adamlarının
araştırmalarının konusunu seçerken dahi diğer araştırmacıların gözündeki sembolik
değeri göz önünde bulundurduklarını savunurken bir tür sosyal etkiden söz
ediyordu.128 Bu görüşün söz konusu düşünürlerin teorilerinde önemli yer tuttuğu –
bilhassa Foucault’nun gücün ve bilginin izini sürdüğü hemen her eserinde bu temayı
vurguladığı- düşünülürse söz konusu tartışmanın önemi bir kez daha anlaşılacaktır.
1.1.3.2. Sorgulanmayan Bir Bilgi Türü Olarak Doğa Bilimleri:
Önceki kısımda, bilginin sosyal faktörlerden etkilendiği görüşünün ilk dönem
sosyologlarınca paylaşıldığını gördük. Peki, doğa bilimlerinde de aynı etkiden söz
edebilir
miyiz?
Literatüre
baktığımızda
bu
sorunun
bilhassa
ilk
dönem
sosyologlarınca “hayır” diye cevaplandığını görürüz. Arslan bu durumu söz konusu
düşünürlerin fizik biliminin zirvede olduğu günlerde eserler vermesine bağlar.
126
Max Horkheimer, “A New Concept of Ideology” The Sociology of Knowledge, s.464.
127
Michel Foucault, The History of Sexuality, Volume I: An Introduction, çev. Robert
Hurley, New York, Random House, 1990, s.11.
128
Pierre Bourdieu, “The Specificity of the Scientific Field and the Social Conditions of the
Progress of Reason”, Social Science Information, vol.14, 1975, s. 22.
42
Bilhassa pozitivizmin, yani bilimsel bilgiyi geçerli bilgi sayan görüşün değer
kazanması bu düşünürleri etkilemiştir.129 Bu dönem sosyologlarının sosyal bilimleri
doğa bilimlerine yaklaştırma çabasına girişmeleri de bunun bir yansıması olarak
görülebilir. Durkheim, sosyal olguların şeyler/nesneler olarak ele alınmasını isterken
doğa bilimlerini diğer bilgi türlerinin üstüne yerleştiriyordu.130 Dönemin düşünürleri
sadece ortodoks bilim idealine kendilerini inandırmakla kalmamış, sosyal bilimleri
de bu ideale yaklaştırma gayretine girişmişlerdi.
Bu noktada Durkheim’ın pozisyonuna dikkat çekmekte fayda görüyoruz.
Durkheim’ın bilginin objektifliği ile ilgili görüşleri çelişkili görünebilir. Zira
kategorilerin dahi sosyal ürünler olduğunu söylerken bir yandan da kategorileri
kullanan doğa bilimlerinin toplumdan etkilenmediğini iddia etmek tutarlı bir
pozisyon olarak algılanmayabilir.131 Durkheim bu konuda kesin bir cevap vermese de
Dini Hayatın İlksel Formları (Les formes élémentaires de la vie religieuse, 1912)
isimli eserinde görüşüyle ilgili ipuçları verir. Durkheim’a göre toplum, mantık dışı
veya mantıksız bir varlık değildir. Toplum bireyleri ve yerellikleri aşma
potansiyeline sahiptir. O her şeyi yukarıdan daha iyi görür, daha ileriyi görür.
Dolayısıyla onun yarattığı kavramlar, kategoriler de keyfi ve yapay değildir. Bir
anlamda toplum kategorileri “bulmaktadır”. Bu yüzden Durkheim’a göre düşüncenin
sosyal kökenlerine işaret etmek onu itibarsızlaştırmaz.132 Yine de Durkheim
toplumların farklı olduklarını ve dolayısıyla farklı kategoriler yarattıklarını kabul
eder. Bu durumda kategorilerin oluşumuna sübjektif unsurlar da dâhil olacaktır.
Ancak bu sübjektif unsurların ayıklanması umudunu taşıyan Durkheim, doğruya
böylece daha çok yaklaşılacağını düşünür.133 Bilhassa git gide genişleyen uluslararası
bilim adamları topluluğu bilimsel düşünceye sızan –bilinçli veya bilinçsiz- hataların
129
Hüsamettin Arslan, Epistemik Cemaat: Bir Bilim Sosyolojisi Denemesi, İstanbul,
Paradigma Yayıncılık, 2007, s. 52.
130
Ibid., s.57.
131
Ibid., s.56-58. Ayrıca bakınız: Warren Schmaus, Durkheim's Philosophy of Science and
the Sociology of Knowledge: Creating an Intellectual Niche, Chicago, University of Chicago
Press, 1994, s. 59.
132
Emile Durkheim, The Elementary Forms of the Religious Life, Çev. Joseph Ward Swain,
London, Allen & Unwin, 1954, s. 444.
133
Durkheim, The Elementary Forms of the Religious Life, s. 444.
43
ayıklanmasına yardımcı olacaktır.134 Dolayısıyla doğa bilimlerine benzeyen sosyoloji
ve sosyal bilimler de sübjektif öğelerden kurtulabileceklerdir.
Tüm bu izahları tatmin edici bulmayan Gieryn gibi bilgi sosyologları, Durkheim’ın
bilimsel bilgi hakkında bazen –doğa bilimlerinin dünyayı objektif biçimde yansıttığı
iddiasıyla- pozitivist, bazen de –zaman ve nedensellik gibi temel kavramları
belirleme anlamında- rölativist pozisyon takınarak çelişkili davrandığını belirtirler.135
Sonuç olarak Durkheim’ın doğrudan ifadelerine bakarak, teorisinin rölativist
çağrışımlarına rağmen doğa bilimlerine ayrı bir statü verdiğini belirtmemiz
mümkündür. Durkheim, muhtemelen, kategorilerin toplum tarafından yaratıldığı
iddiasıyla rölativizme kapı açan teorisini, dönemin fizik bilimlerinde alınan başarılar
nedeniyle tutarlı biçimde doğa bilimlerine taşıyamamıştır.
Sosyolojinin kurucu babalarından sayılan Marx, ideolojinin karşısına doğru bilgiyi
üretme iddiasındaki Marksizmi yerleştirirken onun da aklında doğa bilimlerine
yaklaşmak vardı. Teorisini determinist bir çerçeveye oturtma gayreti de bu eğilimin
sonucu olarak yorumlanabilir. Marx ve Engels, Laplace’ın determinist fikirlerinden
etkilenmiş, bu fikirlerin sosyal alana da taşınabileceğini iddia etmişlerdi.136 Hatta
Marx ve Engels’in kaleme aldığı Komünist Manifesto’ya (Das Kommunistische
Manifest, 1848) da bu dil hâkimdir. “Onun [Burjuvanın] çöküşü ve proletaryanın
zaferi aynı oranda kaçınılmazdır.”137 Sonuç olarak Marx –ve Engels- kendi teorisini
bilimsel görürken, öngörülerini de fiziksel bir teorinin öngörüleri kadar keskin olarak
görüyordu. Benzer bir eğilime Freud’da da rastlanabileceği iddia edilebilir. Freud,
psikanaliz yönteminin gözleme dayanan bir doğa bilimi olduğunu savundu.
Psikanalizi felsefi bir öğreti olarak görenleri eleştirdi.138 Marx da Freud da içinde
134
Schmaus, Durkheim's Philosophy of Science and the Sociology of Knowledge: Creating
an Intellectual Niche, s.59
135
Thomas F. Gieryn, “Durkheim’ın Bilimsel Bilgi Sosyolojisi”, Bilim Sosyolojisi
İncelemeleri: Temel Yaklaşımlar, Kavramlar Ve Tartışmalar, s. 474.
136
Nicholas Churchich, Marxism and Morality: A Critical Examination of Marxist Ethics,
Cambridge, James Clarke, 1994, s.59.
137
Karl Marx ve Friedrich Engels, Manifesto of the Communist Party, New York,
International, 2007, s.21.
138
Yiannis Gabriel, Freud and Society, London, Routledge & Kegan Paul, 1983, s.105.
44
bulundukları iklimin etkisinden çıkamadılar, bir teorinin fiziğe ve diğer doğa
bilimlerine benzerliği kadar bilimsel olduğu görüşünü dile getirdiler. Bu tavrın
zamanın ruhuyla ilişkilendirilmesi kaçınılmaz gözükmektedir.
Bilgi sosyolojisinin inceleme alanını genişleten Mannheim dahi doğa bilimleri ve
matematikte sosyal etkenlerin izini sürmez. Pozitivizmin, sosyal bilimleri doğa
bilimlerine benzetme çabasına karşı çıkarken Mannheim’ın kafasında iki bilim türü
arasındaki fark vardı. Ona göre sosyal bilimler sosyal ve tarihi koşulların etkisindedir
ve –sınıfsız özgür entelektüelleri istisna tutarsak139- bu bilimlerdeki bilgimizin
şekillenmesinde toplum ana etkendir; öte yandan doğa bilimleri ve matematiğin
benzer bir etkide kaldığı iddia edilemez.140 Bu bağlamda Mannheim, bilginin
oluşumunda toplumun rolüne işaret eden diğer kurucu babalar gibi doğa bilimlerine
özel bir statü verir.141
Modern bilimin eleştirel olması ile diğer bilgi türlerinden ayrıldığı görüşü sadece
sosyologlar tarafından değil, çoğu bilim tarihçisi tarafından da paylaşılır. Bilim
tarihinin kurucu babası Sarton’ın deyimi ile bilimin ana amacı tarafsız bilim
adamlarının doğruyu keşfidir. Bu keşif her türlü hazineden üstündür. Bilim adamları
bu ülküyle güdülenmektedir, öyle ki bilimin onlara kazandıracağı şöhret ve güç bile
bu ülkünün yanında anlamsızdır.142 Koyré de bilimlerin eleştirel düşünce ile
ilişkilendirilmesine sıcak bakmaktadır. O, rönesansın aklın egemenliğinde bir bilim
çağı olduğu görüşüne karşı çıkarken o dönemin eleştiri ruhu taşımadığını belirtir.143
Koyré başka bir eserinde astronomik gelişmelerin (örneğin dünyanın evrenin
merkezinde olmamasının) sosyal sonuçlara (örneğin insanların kendilerini çaresiz ve
yalnız görmelerine) yol açtığını iddia ederken144 ters yönde işleyen bir nedenselliği,
sosyal olayların bilimsel bilginin içeriğine, doğruluk ve yanlışlık kriterine etki
139
Mannheim, Ideology and Utopia, s. 141-143.
140
Arslan, Epistemik Cemaat: Bir Bilim Sosyolojisi Denemesi, s . 61
141
Ibid., s. 65.
142
Sarton, The History of Science and the New Humanism, s.14.
143
Koyré, Bilim Tarihi Yazıları 1, s.51-52.
144
Alexandre Koyré, From the Closed World to the Infinite Universe, Baltimore, The Johns
Hopkins Press, 1957, s. 42-43.
45
ettiğini iddia eden örnekleri görmezden gelir. Günümüz bilim tarihçilerinden Shapin,
Galileo’nun sadece Aristocu evren anlayışını yıkmadığını, bilimde sorgulamayı da
öne çıkardığını söyler.145 Chalmers, bu tür bir sorgulamanın bilhassa Bilimsel
Devrim ile kemikleştiğini ifade eder. Bilimde şahsi görüşlerin yer alamayacağı
iddiası bu dönemin ürünüdür.146 Kısacası bilim tarihçileri ve bilgi sosyologları
sorgulama ve bilimi birbirinden ayrı kavramlar olarak görmektense sorgulamayı
bilimin bir parçası olarak görme eğilimindedirler. Burada akla gelen ilk sorular
şunlar olacaktır: Peki doğa bilimlerine sosyal bilimlerden ve diğer bilgi türlerinden
farklı bakmamızı sağlayan özellik nedir? Neden bilginin bağlamına vurgu yaparken,
doğa bilimlerine özel bir yer verme çabasındayızdır?
1.1.3.3. Tarafsız Aktörler Olarak Bilim Adamları:
Bilimin sorgulamayı içerdiği ve objektif olduğu yönündeki iddiaların temellerini
sorguladığımızda bilim adamlarına duyulan güvenle karşılaşırız. Bu noktada
sosyolojinin kurucularından Weber’in iddialarını genel görüşü yansıtması açısından
değerli buluyoruz. Ona göre bilim adamlarının objektif olup olamayacaklarını
tartışırken
araştırma
problemini
araştırma
sürecinden
ayırmak
gerekir.147
Araştırmacıların araştırma problemini seçmeleri esnasında objektif olmadıklarını
kabul eden Weber, kültürel değerlerin bilim adamlarının hangi konuyu önemli
gördüğünü ve araştırmaya karar verdiğini belirlemedeki rolüne değinir.148 Weber’e
göre kültürün araştırma konusundaki rolüne rağmen bu gerçek bilimsel araştırmanın
tümden sübjektif olacağı anlamına gelmez. Araştırmacı konuyu seçtikten sonra
bilimsel düşünmenin normlarından ayrılmayarak gerçeğe ulaşabilir.149 Yani objektif
araştırma pratikte de mümkündür. Nitekim Weber’e göre bilim adamları ve bilimi
145
Shapin, Bilimsel Devrim, s. 22-23.
146
Chalmers, Bilim Dedikleri, s. 9.
147
Baert, Sosyal Bilimler Felsefesi, s.65.
148
Max Weber. The Methodology of the Social Sciences. Çev: Edward A. Shils ve Henry A.
Finch. Glencoe, Free Press, 1949, s. 78.
149
Ibid., s.84.
46
öğretenler
entelektüel
soyunmamalıdırlar.
151
dürüstlüğe
sahip
olmalı,150
kürsü
peygamberliğine
Weber bu uyarılarda bulunurken, bilim adamlarının araştırma
sürecinde objektif kurallara bağlı kalabileceklerine, en azından bunun potansiyel
olarak mümkün olduğuna dair inancını ifade etmektedir. Yani, bilim adamları
isterlerse tarafsız davranma potansiyeline sahiptirler. Bu durumda -araştırma
konusunun seçilmesinde olmasa da- araştırma esnasında tarafsız davranmama bir
tercih, doğru yoldan gönüllü bir sapış anlamına gelmektedir. Örneğin, eski çağlarda
bilimin yavaş gelişiminin altında yatan faktörleri inceleyen bir kişi, doğal fenomenler
hakkında açıklama yapmanın, astrologlara ve tanrısal güçlere, dolayısıyla onlarla
yakın ilişkide olan yönetici sınıfa meydan okuma anlamına geldiğini 152 keşfetmiş
olsun. Bu kişinin bilim adamları hakkında yapacağı eleştiri Weber’inki ile benzerlik
taşır. O dönemin bilimle uğraşan kişileri başlarına gelecekleri tartmışlar ve objektif
davranmamanın kendileri için daha rasyonel olacağına karar vermişlerdir. Ancak bu
durum
onların
bilimle
ilgili
görüşlerini
değiştirmemiş,
sadece
onları
seslendirmemelerine neden olmuştur. Objektiflikten sapma bilinçli bir tercihin
ürünüdür. Dolayısıyla daha sonra bazı bilim sosyologlarının dile getireceği
“objektiflikten farkında olmadan sapma”ya benzememektedir. Iain Thomson,
Heidegger’in de Weberci “değerlerden bağımsız” bilim idealini benimsediğini
belirtir.153 Bununla beraber Heidegger için bilimsel objektivitenin mümkünlüğü daha
çok teorik düzeydedir. Ona göre Weberci “değerden arınmış bilim” görüşü ancak bir
ideal olarak, belki de hiçbir zaman ulaşılamayacak bir amaç olarak vardır.154
Bilimsel bilginin sosyolojisinin kurucu babası sayılan Merton da bilimin normlarını
sayarken bu çerçevede bir tarafsızlıktan bahsediyordu. Bilim adamları öncelikle
kutsal olan-kutsal olmayan ayrımını bir kenara bırakıp her şeye şüphe ile
150
Max Weber, “Meslek Olarak İlim” Sosyolojinin Temel Kavramları ve Meslek Olarak
İlim, çev. Medeni Beyaztaş, İstanbul, Efkar Yayınları, 2004, s.153.
151
Ibid., s.168.
152
Augusto Forti, “Eskiçağda Bilim, Felsefe ve İktidar”, Federico Mayor, Augusto Forti (der),
Bilim ve İktidar, , çev: Mehmet Küçük, Ankara, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, 1997. s.2122.
153
Iain D. Thomson, Heidegger Ontoteoloji: Teknoloji ve Eğitim Politikaları, Çev.
Hüsamettin Arslan, İstanbul, Paradigma Yayıncılık, 2012, s. 164.
154
Ibid., s.161.
47
yaklaşmalıydı. Bu ilke “organize şüphecilik” olarak anılıyordu. 155 Bunun yanında
bilim adamları tarafsız olmalıydı.156 Bu normların üretimi ve eleştirel düşünceyi
artırdığına inanan Merton157 söz konusu normların terk edilebileceğini kabul eder. Bu
normlar sosyalizasyon ile bilim adamlarına aşılansa da sonraki dönemlerde yaptırım
ve ödüllerle desteklense de158 hatta bilim adamlarının ulaştığını iddia ettikleri
sonuçlar diğer bilim adamlarınca gözetlense159 de Nazi döneminde görüldüğü gibi bu
normlara ihanet edilebilir ve bilim bozulabilir.160
Bununla beraber, tezimizde bir sonraki bölümde ele alacağımız bilimsel bilginin
sosyologları Weber ve Merton’dan daha ileri ve köklü bir taraflılık/tarafsızlık
tartışmasına girişmişlerdir. Onlara göre bilim adamları isteseler de objektif doğruya
ulaşamayacaklardır. Zira bu sosyologlara göre evrensel, her zaman ve her yerde
geçerli mutlak doğru kavramı doğa bilimlerinde de mevcut değildir. Bu görüşün
detaylarını gelecek bölümde analiz edeceğiz. Fakat burada bu iki farklı görüş
arasındaki farkı daha iyi anlamak için toplumun bilim üzerindeki etkisini açıklayan
Hans Reichenbach’ın görüşlerine değinmekte fayda görüyoruz.
1.1.3.4. Keşif Bağlamı ve Gerekçelendirme Bağlamı:
Bilim felsefecisi Whitehead, Newton’ın varlığını Galileo’ya, Galileo’nun varlığını da
Newton’a bağlayarak bağlamın bilimsel uğraştaki önemine işaret etmektedir. Newton
kendisinin de ifade ettiği gibi Galileo’nun ve diğer bilim adamlarının mirasından
faydalanmıştır. Muhtemelen onlardan devraldığı miras olmasaydı Newton teorisini
geliştiremeyecekti. Öte yandan Newton ve sonraki bilim adamları olmasaydı da
Galileo
bilim
tarihi
kitaplarında
bir
dahi
olarak
kalacak
ve
155
Robert Merton, “Bilimin Normatif Yapısı”, Bilim Sosyolojisi İncelemeleri, s.178
156
Ibid., s.176-177.
teorileri
157
Craig Calhoun, “Introduction: On Merton's Legacy and Contemporary Sociology”, Craig J.
Calhoun, (der.), Robert K. Merton: Sociology of Science and Sociology as Science, New
York, Columbia University Press, 2010, s. 5-6.
158
Gieryn, “Bilimin Sınırları”, s.11.
159
Merton, “Bilimin Normatif Yapısı”, s.176-177.
160
Aaron L. Panofsky, “A Critical Reconsideration of the Ethos and Autonomy of Science”
Robert K. Merton: Sociology of Science and Sociology as Science, s. 142
48
geliştirilemeyecekti. Tüm bunlar bilimsel sürecin boşlukta işlemediğine bir kanıt
olarak sunulabilir.161 Bilim adamları sadece diğer bilim adamlarından değil,
toplumdan da etkilenirler. Esasen toplumun bilimsel çalışma üzerinde etkide
bulunduğu neredeyse bir ortak kanı halini almıştır. Bilim –en azından bir yönüylesosyal bir uğraştır ve her sosyal uğraş gibi bağlamın etkilerine açıktır. Asıl tartışma,
bağlamın bilimsel uğraş üzerindeki etkisinin türüdür. Bu konudaki en net ayrımı
yapanların başında bir dönem İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölüm başkanlığı da
yapmış olan bilim felsefecisi Reichenbach gelir. Reichenbach bağlam kavramını
bilim
felsefesinde
merkezi
bir
yere
oturtmuş,162
“keşfin
bağlamı”
ile
“gerekçelendirme bağlamı” arasında bir ayrıma gitmiştir.163 Keşif bağlamı, bir keşfin
ortaya çıkmasında sosyal ve psikolojik faktörlerin etkilerine dikkat çeker.164
Reichenbach’a göre epistemoloji ise sadece “gerekçelendirme bağlamı” ile
ilgilenmelidir,165 çünkü gerekçelendirme bağlamı rasyonel hesaplarla ve tarafsız
gözlemlerle ilişkilidir.166
Reichenbach, keşfin bağlamı üzerinde çok durmasa da onun bir ampirik psikolog
tarafından incelenmesinin önemli gerçekleri ortaya koyacağını kabul eder. Keşfin
bağlamından bahsederken onun aklında daha çok fizik bilimiyle ilgili örnekler vardır.
Newton’ın yer çekimi ile ilgili buluşu bunlardan birisiydi.167 Nitekim bu yönde bir
çalışma yapmış olan Marksist yazar Boris Hessen, “Newton’un Principia’sının
Toplumsal ve Ekonomik Kökenleri” adlı çalışmasında, Newton’ın buluşunun
dönemin burjuva sınıfının ihtiyaçlarıyla yakın ilişkisini gözler önüne sermeye
161
Alfred North Whitehead, Science and Philosophy, New York, Philosophical Library, 1974,
s.249.
162
Gregor Schiemann, “The Vienna Circle and Logical Empiricism: Re-evaluation and Future
Perspectives,” Friedrich Stadler (der), The Vienna Circle and Logical Empiricism. Dordrecht,
Kluwer Academic, 2003, s. 237.
163
Hans Reichenbach, Experience and Prediction: An Analysis of The Foundations and The
Structure of Knowledge, Chicago, The University of Chicago Press, 1938, s. 6-7.
164
Peter Halfpenny, “Rasyonalite ve Bilimsel Bilginin Sosyolojisi” Bilim Sosyolojisi
İncelemeleri: Temel Yaklaşımlar, Kavramlar Ve Tartışmalar, s.58.
165
Reichenbach, Experience and Prediction, s.6-7.
166
Halfpenny, “Rasyonalite ve Bilimsel Bilginin Sosyolojisi” s.58
167
Jeanne Peijnenburg, “On the Concept of Discovery, Comments on Gerd Gigerenzer” Maria
Carla Galavotti (der.), Observation and Experiment in the Natural and Social Sciences,
Dordrecht, Kluwer Academic, 2003, s. 154.
49
çabalamıştır. Newton ticaret sermayesinin geliştiği dönemde yaşamıştı ve bu
dönemin belli tarihsel talepleri vardı. Hessen bu taleplerin iletişim, sanayi ve savaş
alanlarında yoğunlaştığını iddia ediyordu. Ona göre Newton’ın çalışmalarını bu
taleplerden ayrı değerlendiremeyiz.168 Dahası bu temaların sadece Newton’ın değil,
onun öncülü olan bilim adamlarının da dikkatinden kaçmadığını görmek gerekir.
Leonardo da Vinci, Galileo, Gassendi, Pascal, Torricelli, Boyle ve Hooke da bu
konularda araştırmalar yapmıştır. Kısacası, Hessen’in işaret etmek istediği nokta, o
dönem yükselen burjuvazinin önceliklerinin bilime yansımalarıdır. Bu önceliklerle
belirlenen problemler bilim adamlarının çalışma alanlarını belirler.169 Yine bilim
adamlarının eş zamanlı yaptıkları buluşlar da bağlamın keşif üzerindeki etkisine
örnektir. Newton izole bir dahi değildir, o olmasa da er ya da geç Newtoncı fikirler
doğacaktı. Darwin olmasa da evrim teorisi bulunacaktı. Newton ile Leibniz’in türevi
aynı anda bulmaları, Darwin ile Wallace’ın doğal seçilime dayalı evrim teorisini aynı
anda geliştirmeleri bazı tarihi örneklerdir.170 Hessen’in Marksist yorumunun
indirgemeci olup olmadığı tartışmalı olsa da, tarihî örnekler Reichenbach’ı doğrular
niteliktedir: Keşif, bağlamından ayrı düşünülemez.
1960lara dek sosyologların keşif bağlamına odaklanmalarındaki neden toplumun
sadece keşfe etki edeceği görüşü idi. Bu tür bir görüş –ve işbölümü- birçok felsefeci,
tarihçi ve sosyolog tarafından kabul edilmiş, uzunca süre sorgulanmamıştır. Bilimsel
teorinin doğruluğunun veya yanlışlığının toplum tarafından belirlenemeyeceğine
inanan bu kişilere göre, örneğin, Darwin’in teorisi veya Kuantum teorisi toplumun
istemesi ile doğrulanamaz veya yanlışlanamaz.171 Modern bilimin babası sayılan
Bacon, bilimin her alanının sosyal etkenlere açık olduğu fikrine katılmaz.172 Bilim
sosyolojisinin kurucusu sayılan Merton da Bacon’dan beri gelen ve Reichenbach ile
daha da sistematikleştirilen görüşe yakındır. Sosyal faktörlerin bilimsel bilginin
içeriğine etki etmediğine inanan Merton’a göre sosyal faktörler bilimsel kurumlar
168
Hessen, “Newton’un Principia’sının Toplumsal ve Ekonomik Kökenleri”, s. 71.
169
Ibid., s.82-84.
170
Nicolaas Rupke, “Darwin’s Choice” Biology and Ideology, s.140-141.
171
Rupke, “Darwin’s Choice”, s.143.
172
Robert Nola, “Social Studies of Science”, Stathis Psillos ve Martin Curd (der.), The
Routledge Companion to Philosophy of Science, New York, Routledge, 2008, s.259-260.
50
gibi aktörlerin işleyişine etkide bulunabilir.173 Bu düşünürlere göre sosyal faktörlerin
daha kapsamlı bir etkisinden söz etmek gerçekçi değildir. Daha fazlası bilim için
yıkıcı etkide bulunacaktır. Popper’ın bir sonraki bölümde Kuhn’a karşı getireceği
eleştirinin temelinde de bu yıkıcı etkiden çekinmesi yatmaktadır.
Halfpenny’ye göre Reichenbach’ın ayrımı benimsenirse ortaya bir işbölümü
çıkacaktır. Bu işbölümüne göre doğa bilimi ile uğraşanlar bilimsel bilgiyi üretirken,
felsefeciler mantık kurallarına sadakati denetlerler. Yani bu pozitivist geleneğe göre
sosyologlar bilimsel bilgiyi üretenlerle ve kurumlarla yetinmelidirler. 174 Bu noktada
bir örnek vererek sosyologlara keşif bağlamını inceleme görevini verenlerin
akıllarındaki resmi netleştirelim. Modern bilimin önemli astronomlarından
Galileo’nun Batlamyusçu sisteme karşı verdiği mücadele sosyolojik anlamlar taşıdığı
için önemlidir. Galileo üniversitede Matematik profesörü olarak çalışmaktayken,
inanmamasına rağmen Batlamyusçu sistemi öğretiyordu. Galileo, dönemin en saygın
matematikçisi Kepler’e yazdığı mektupta dünyanın merkezde olmadığını iddia eden
Kopernik’e katıldığını, ancak onun alay konusu olması nedeniyle görüşlerini
seslendiremediğini söyler. O dönemde Padova ve Pisa bilim çevresinde Aristo ve
Batlamyus mutlak otoriteydi ve bu gerçek Galileo’yu en azından Medici ailesi
tarafından himaye edilene kadar görüşlerini açıklamaktan alıkoymuştu. Kepler ise
Galileo’ya yazdığı mektupta, onu Almanya’ya davet ediyor, orada fikirlerini
İtalya’dakinden daha rahat ifade edebileceğini belirtiyordu.175 Reichenbachçı görüşe
göre bu örnekte hangi sosyal faktörlerin Galileo’yu fikirlerini açıklamaktan
alıkoyduğunu
açıklama
görevini
sosyolog
üstlenmelidir.
Ancak
sosyolog,
Galileo’nun teorisinin doğruluğunun nasıl belirlendiği konusunda fikir beyan
edemez. Çünkü toplum; bilimde neyin doğru, neyin yanlış olduğuna karar verecek
bir mercii değildir. Thomas Kuhn, devrim yaratan kitabı Bilimsel Devrimlerin
Yapısı’nı yayımlayana kadar aksi yönde bir fikir ciddiye alınmayacaktı.
173
Alexander ve Numbers, “Introduction”, s.4.
174
Halfpenny, “Rasyonalite ve Bilimsel Bilginin Sosyolojisi”, s.59.
175
Koestler, The Sleepwalkers, s.355-359.
51
1.1.3.5. Kuhn ve İçeriğin Sosyolojik Analize Dahil Edilmesi:
İlk dönem sosyologlarının hedefi sosyal bilimlerle doğa bilimleri arasındaki farkı
kapatmaktı. Sosyal bilimler doğa bilimlerinin ihtişamlı başarılarına tanıklık etmiş
aynı başarıyı kendi alanında tekrarlamak, yani sosyal hayatta da doğa yasalarına
benzer netlikte yasaları bulmak hedefini gütmüştü.176 Söz gelimi, Marx’ın biyolojinin
başarılarından etkilenmesi ve toplumu daha iyi anlamak için organizmalardan
faydalanılabileceğini düşünmesi, toplumun “hareket yasaları”nın peşine düşmesi 19.
yüzyılın düşünce iklimi göz önüne alındığında garipsenemez.177
Kuhn ise resmi adeta tersine çevirmiştir. O, doğa bilimleri ile sosyal bilimler
arasındaki farkı kapatma yönünde bir çaba sarf ettiyse de onun çabasının Comte’un
veya Durkheim’ın çabasından farklı olduğunun altını çizmeliyiz. Kuhn, sosyal
bilimleri doğa bilimlerinin seviyesine “çıkarmak” yerine doğa bilimlerini sosyal
bilimlerin seviyesine “indirmiştir”. Bunu yaparken doğa bilimlerine ayrıcalık
kazandırdığı iddia edilen ontolojik statüyü sorunlu hale getirmiştir.178 Kuhn; Bacon,
Reichenbach, Merton ve ortodoks bilim sosyologlarının yaptığı ayrımı reddeder ve
sosyal etkenlerin doğa bilimlerinin içeriğine, doğruluk/yanlışlık kriterlerine de etki
ettiği iddiasında bulunur. Yine Kuhn, bilimdeki psikolojik ve sosyolojik öğelere
dikkat çekerken, bir bilim adamı için diğer profesyonel bilim adamlarının takdirini
kazanmanın buluşunun pratik değerinden daha önde geldiğine işaret eder.179 Kuhn’a
göre bilimsel faaliyetin çoğunluğu normal bilim döneminde yapılır ve bu dönemde
test edilen teorilerin kendisi değil, bilim adamlarıdır. Kuhn’a göre, temel bağlılıkların
kritik edildiği dönemler istisnaidir.180 Tüm bu iddialar devrimsel niteliktedir.
Ortodoks bilim anlayışı Kuhn tarafından birçok noktada eleştirilmiş, bilimin
dokunulmazlığı sorgulanmaya başlamıştır. Bu kez sorgulanan sadece bilim adamları
değil, bilimin ayrıcalıklı statüsü hatta bilimin ta kendisidir.
176
Hekman, Bilgi Sosyolojisi ve Hermeneutik, s.16.
177
Jon Elster, An Introduction to Karl Marx, Cambridge, Cambridge University Press, 1986,
s.22.
178
Barnes, T.S. Kuhn ve Sosyal Bilimler, s.23.
179
Kuhn, “Logic of Discovery or Psychology of Research?” s. 21.
180
Ibid., s.4-6.
52
Popper’ın bilimi eleştirel düşünce ile gelişen bir bilgi çeşidi olarak görmesi de Kuhn
tarafından eleştirilir. Popper bu düşüncesini savunmak için Thales ile Platon
arasındaki düşünürleri örnek gösterir. Bu dönemdeki uğraşın eleştirel düşünce
olduğunu iddia eder. Ona göre Pisagor’un okulu dışında –ki orada bir doktrin
neredeyse ilahi statüye erişmişti- özgür düşünce ve kritik etme Antik Yunan’ın en
belirgin özelliğidir.181 Kuhn ise bu dönemdeki eleştirel düşüncenin bilimle hiçbir
alakasının olmadığını hatırlatır. Tersine, Helenlerin geometri ve astronomideki
ilerlemelerine dikkat çekerek bu dönemde Platon öncesi eleştirel düşünce söyleminin
terk edildiğini belirtir. Helenlerle beraber bulmaca çözme, eleştirel söylemin yerini
almış ve gerçek bilim ortaya çıkmıştır. Bilim adamları eleştirel düşünceyi sadece
rekabet halindeki teorileri seçmek zorunda olduklarında benimserler. Sadece o
dönemde Popper’ın bahsettiği eleştirel düşünür gibi davranırlar.182 Bu anlamda Kuhn
objektifliğin mümkün olmadığına işaret etmektedir. Zira normal dönemlerde bilimsel
paradigmalar sorgulanmamaktadır. Dahası Kuhn bir paradigmanın diğerinden üstün
olmadığını, paradigmaların kıyaslanamayacağını da belirterek evrensel bir doğruya
ulaşmanın güçlüğüne dikkat çeker. Bu durumda bilim adamlarının objektif olması
tamamıyla imkânsız olmaktadır. Kuhn bu görüşleriyle rölativizmin kıyısına
ulaşmıştır, zira her dönem uygulanabilecek bir doğruluk kriteri bulunmamakta,
ussallık standartları paradigmadan paradigmaya değişmektedir. 183 Sosyal ve
psikolojik faktörler hiç olmadıkları kadar önemlidir. Kuhn’un filminde başrol, sosyal
faktörlere verilmiştir.
Kuhn’un bu görüşü, sadece onu destekleyen ve onun sosyologlara biçtiği daha
kapsamlı rolü yerine getirmeye soyunanlar tarafından benimsenmemiş, onun genel
teorisine tamamıyla katılmayanlarca da dikkate alınmıştır. Örneğin Lakatos bilim
adamlarının bir teori deneyle yanlışlansa da o teoriyi hemen terk etmeyeceklerini
örneklerle göstermiştir. Lakatos’a göre rasyonellik bilimsel uğraşta mevcut olmasına
181
Karl R. Popper, The World of Parmenides: Essays on the Presocratic Enlightenment,
Oxon, Routledge, 2012, s.22-24.
182
Kuhn, “Logic of Discovery or Psychology of Research?” s, 6-7.
183
Bird, Philosophy of Science, s.277.
53
rağmen sanılandan yavaş işler184 ve bu işleyişin hızı kuşkusuz sosyal faktörlerce
belirlenir. Bununla beraber Lakatos bilimde işleyen ve psikolojik-sosyolojik olmayan
kriterlerin varlığına inanması ile Kuhn’dan ayrılır.185 Kuhn’un bahsettiği gibi bir
eğilim, yani teoriye körü körüne bir bağlanış mümkün olmakla beraber hem Popper’a
hem de Lakatos’a göre bilim için yıkıcıdır. 186
1.1.3.5.1. Kuhn ve Heidegger
Bu bahsi kapamadan önce Kuhn ile çok farklı bir felsefi gelenekten gelen
Heidegger’in görüşlerine yer vermenin uygun olacağını düşünüyoruz. Bilhassa kıta
felsefesinden gelen bu düşünürün bilimin ontolojik statüsü üzerine yaptığı
yorumlarının Kuhn’unkilerle örtüşmesi ilginç bir durumdur. Kısaca açıklamak
gerekirse Heidegger pozitif bilimlerin hepsinin bir ontolojik postülaya sahip
olduğunu düşünür. Bilim disiplinlerinin neyi çalışacağına bu önkabuller karar verir.
Bu önkabuller biyolojiden fiziğe kadar her alanda mevcuttur ve esasen onlar olmadan
bilim mümkün olmayacaktır.187 Ancak Heidegger’e göre bu önkabullerin ne
olduğuna pozitif bilimler kendi başlarına karar verme yetisine sahip değillerdir.
Mesela canlıları çalışan biyoloji, canlılığın ne olduğunu ampirik bir şekilde
göstermez. Canlılık bir önkabul olarak belirlenir. Peki bu belirleme görevi kimindir?
Heidegger bu görevin felsefeye ait olduğunu düşünür. Pozitif bilimlerin önkabul
saydığı şeylerin ontolojik konumlarını felsefe inceler.188 Bu noktada Heidegger ile
Kuhn arasındaki benzerlik açıktır. Pozitif bilimlerin sadece ampirik bir özden
beslenemeyeceği, mutlaka belli önkabullere dayandığı görüşü iki düşünürde ortaktır.
184
Imre Lakatos, “Falsification and the Methodology of Scientific Research Programmes”,
s.174.
185
Bakınız: Lakatos, “Falsification and the Methodology of Scientific Research Programmes” s.
155. Bununla beraber Kuhn, eleştirilere cevap verirken bilimi sosyal etkenlere indirgemediğinin
altını çizer. Ancak rasyonellik dahil her kriterin bağlama bağlı olduğunu ve evrensel bir kriterin
var olmadığını iddia eden, ampirik veriyi tamamen mevcut teoriye bağımlı kılan bir felsefi
pozisyonda sosyal olmayan unsurların da belirleyici olduğunu iddia etmek tutarlı
gözükmemektedir. Kuhn’un tutarsızlığa düşme pahasına sosyal olmayan etkenlerin varlığını ve
belirleyiciliğini savunmasının altındaki nedeni bir sonraki bölümde inceleyeceğiz.
186
Imre Lakatos, The Methodology of Scientific Research Programmes, John Worrall ve
Gregory Currie (der.) Cambridge, Cambridge University Press, 1980, s.1.
187
Thomson, Heidegger Ontoteoloji, s.178-180.
188
Ibid., s.179-183.
54
Bunun ötesinde Heidegger’in, bilim adamlarının postülaların etkisi altında araştırma
yaptıkları iddiası bu benzerliği biraz daha pekiştirecektir. Bu görüşe göre bilim
adamlarının ontolojik konumları onların bilimsel uğraşlarına yol gösterecektir.189
Tıpkı Kuhn’un “normal dönem”indeki bilim adamlarının paradigmanın kabulleri
altında çalışmalarını sürdürmeleri gibi. Thomson bu benzerliğe işaret eder ve her iki
düşünüre göre de kriz olana dek önkabullerin/paradigmaların sorgulanmadığına
dikkat çeker. Kriz döneminde gerçekleşen revizyonlar –Kuhn’a göre devrimlerneticesinde ontolojik kabullerde bir değişikliğe gidilir.190 Heidegger bu revizyon
faaliyetinin felsefi olduğunu hatırlatırken bu faaliyetin felsefecilerin tekelinde
olduğunu söylemez. Örneğin atom fiziğine yepyeni bir felsefi bakış açısı getiren
Bohr ve Heisenberg felsefeci değil fizikçidirler. Yeni sorular sorulmasını sağlayan bu
fizikçiler Heidegger’e göre felsefi bir uğraş içindedirler.191
Sonuç olarak Heidegger pozitif bilimlerin de önkabullere sahip olduğunu ve bu
önkabullerin o bilim dalları tarafından değil, felsefe tarafından sorgulandığını ve
değiştirildiğini söylerken Kuhn’un paradigmalarına ve normal bilim-devrimsel bilim
döngüsüne benzer bir fikri paylaşır görünmektedir. Heidegger’in düşünmenin nasıl
olması gerektiğini anlattığı eserinde dile getirdiği pozitif bilimlerin düşünmedikleri
iddiasıyla,192
ontolojik
kabullerin
o
sorgulanmamasını kast ettiği düşünülür.
bilim
193
dalındaki
bilim
adamlarınca
Bu görüş bir paradigmanın içinden
konuşan bilim adamlarının en temel kabulleri sorgulamadıkları görüşüyle uyumlu
gözükür. Farklı ekollerden gelen bu iki düşünürün bilimin ontolojik statüsüne
yönelik benzer bir eleştiride bulunmaları ilginç görünmektedir. Kıta felsefesi ile
analitik felsefenin nadiren orta noktada buluştuklarını bilenler için Kuhn ve
Heidegger’in benzer görüşleri daha da önemli olmaktadır.
189
Ibid., s. 183.
190
Ibid., s.184-185.
191
Martin Heidegger ve David Farrell Krell, Basic Writings from Being and Time (1927) to
The Task of Thinking (1964), London, Routledge and Kegan Paul, 1978, s. 248.
192
Martin Heidegger, What Is Called Thinking? çev. Glenn Gray. New York, Harper & Row,
1968, s.8.
193
Thomson, Heidegger Ontoteoloji, s.187.
55
1.1.3.6. Objektiflik ve Eleştirel Düşünce Tartışmalarında Yeni
Bir Dönem
Kuhn, bilimsel teorilerin analizine psikolojik ve sosyolojik faktörlerin incelenmesini
dâhil ederek, o ana kadar hâkim olan Mertoncı muhafazakâr bilim sosyolojisi
görüşüne büyük bir darbe vurdu. Ancak Kuhn bu konuda yalnız değildi. Örneğin
Michael Polanyi de Kuhn gibi sonraki düşünürlere ilham veren görüşlere sahipti.
Polanyi’ye göre bilim adamları bir inancın içine doğarlar, onu benimserler ve sonraki
nesillere taşırlar. Her ne kadar bilim evrenselin peşindeyse de bunun imkânsız
olduğunun farkında olmak gerekir. Bilim kesin sonuçlar veren hesap makinesi
olmaktan çok uzaktır. Kendimizi ikna etmeye çabalasak da bilimsel inançlarımız
vardır ve bunlar bizim bilimsel çabamızı şekillendirir.194 Nitekim bu benzerlik iki
düşünürün birbirleri hakkında yaptıkları yorumlarla da desteklenmiştir. Kuhn’un
“Bilimsel Araştırmada Dogmanın Rolü” adlı makalesindeki mesaj Polanyi tarafından
desteklenmiştir. Polanyi, bu makalede bilim adamlarının inançlarına atıfta bulunan
Kuhn’a katıldığını, kendisinin de uzun süredir bu tezi desteklediğini belirtmiştir.
Kuhn da teorisini savunurken Polanyi’nin eserlerine atıfta bulunmuştur. 195 Bununla
beraber Kuhn, Polanyi’nin birey bilim adamına gereğinden fazla değer verdiğini
düşünmektedir. Sonraki bölümde göreceğimiz gibi Kuhn için asıl olan birey bilim
adamı değil, bilim adamları topluluğudur.196 Birey bilim adamı da ancak bu
toplulukla ilişkisi oranında önem taşır. Tezimizde Kuhn’u merkeze koymamızın
ardında da onun toplumsal öğelere yaptığı bu vurgu yatmaktadır.
Bilhassa 1970’lerde radikal ve rölativist okullar bilimsel bilginin sosyolojisinde söz
sahibi oldular. Rölativistler, sadece sosyo-kültürel etkenlerin bilgimiz üzerindeki
etkisinden bahsetmekle kalmadılar. Onlara göre insanların akıllarını kullanma
194
Michael Polanyi, “Bilimsel İnançlar”, Bilim Sosyolojisi İncelemeleri: Temel Yaklaşımlar,
Kavramlar Ve Tartışmalar, s. 186-190.
195
Mary Jo Nye, Michael Polanyi and His Generation: Origins of the Social Construction of
Science, Chicago, University of Chicago, 2011, s. 244.
196
Ibid.
56
şekilleri, hatta mantık kuralları dahi kültüreldi. Bu durumda farklı perspektiflerin
birini diğerine tercih etme konusunda güvenilir bir kritere sahip değildik.197 Bu
görüşle beraber, tarih, sosyoloji, psikoloji, antropoloji ve felsefe hiç olmadığı kadar
bilimsel uğraşın analizinde rol sahibi oluyordu.198 Yukarıda kısaca bahsettiğimiz ve
sonraki bölümde detaylı olarak işleyeceğimiz “Güçlü Program” bu görüşün en çok
ses getiren temsilcilerindendir. Güçlü Program’ın dışında Latour ve Woolgar,
Laboratory Life isimli sıra dışı çalışmalarında bilimsel verilerin laboratuarda nasıl
üretildiğini anlatmaktadırlar. Onlara göre bilimsel gerçekler bir anlaşmazlığın
çözülmesinin sonucunda oluşurlar. Yani tartışmayı önceleyen bir gerçek yoktur.
Gerçek, tartışmanın, uzlaşmanın ürünüdür.199 Yine kıta felsefesi ekolünden beslenen
Bachelard’a göre de bilimsel doğru bilimsel araştırmanın ürünüdür. Bilimsel doğru
bu nedenle bilen kişiden bağımsız değildir.200 Bilim metafizik temellerden arınmış
değildir.201 Sonuç olarak bilimsel nesneler, yasalar, teoriler, Bachelard’a göre insani
inşalardır.202
Esasen bu öncüler tarafından dile getirilen bu ve benzeri görüşler çok farklı
kesimlerden destekçi bulmayı başarmıştır. Örneğin Robert Young ve sonraki dönem
Marksistlerinin tarafsız bilime şüpheyle yaklaşmaları, başta seçilen teorilerin
belirleyici olduğunu savunmaları da benzer bir eğilimde olduklarını gösterir.203 Yine
feminist düşünürler arasında da bilimin objektifliğine şüpheyle yaklaşanlar, bilimin
içinde üretildiği bağlamın doğruluk/yanlışlık kriterlerini etkilediğini düşünenler
olmuştur. Bu görüşe göre bilim evrenseli, objektif olanı değil, beyaz erkeğin
197
Baghramian, “Relativism About Science”, s. 237.
198
David Edge, “Reinventing the Wheel”, Sheila Jasanoff vd. (der.), Handbook of Science and
Technology Studies, London, Sage Publications, 1995, s. 7.
199
Bruno Latour ve Steve Woolgar, Laboratory Life: The Construction of Scientific Facts,
New Jersey, Princeton University Press, 1986, s. 236.
200
Cristina Chimisso, Gaston Bachelard: Critic of Science and the Imagination, London,
Routledge, 2001, s.83.
201
Mary Tiles, Bachelard: Science and Objectivity, Cambridge, Cambridge University Press,
1984. s.9.
202
Chimisso, Gaston Bachelard, s. 64.
203
Alexander ve Numbers, “Introduction”, s.3.
57
çıkarlarını temsil etmektedir.204 Sonuç olarak bilimin objektif olmadığı, sosyal
unsurların bilimde esas belirleyici olduğu yönünde birçok farklı görüş bilhassa 20.
yüzyılın ikinci yarısında kendisinden söz ettirmeyi başarmıştır.
Objektiflik ve eleştirel düşünme kavramları bilimsel bilginin edinilmesinde
vazgeçilmez özellikler olarak sayıldığı için rölativist/konvansiyonalist görüşlerce
eleştirilmiştir. Tezimizin bir sonraki bölümü Kuhn ve Güçlü Program üzerinden bu
eleştirilerin tutarlılığını masaya yatıracaktır.
1.2. Bir Mit Olarak Ortodoks Bilim ve Nitelikleri:
Bilimsel konularda köşe yazıları yazan bir Türk gazetecisi “Bilimle ilgili konular,
bilimcilerin arasında ‘inanmak’ veya ‘inanmamak’ kelimeleriyle konuşulmaz.
‘Doğrulamak’ ve ‘yanlışlamak’tır kullanılan kelime.”205 derken bilimi, bilimsel
ortodoksiye eşitliyor görünmektedir. Bununla beraber bilimsel ortodoksinin ve onun
bilimle ilgili temel tezlerinin sorgulanmadan kabul edilmesi günümüzde sokaktaki
adama özgü bir tavır değildir. Bilimle uğraşan birçok profesyonelin de bilimin
dokunulmazlığına, sosyolojik analizden münezzeh tutulması gerektiğine inançları
tamdır.206 1960’larda Kuhn’un seslendirdiği ve sonraki dönemlerde zenginleşen ve
Güçlü Program ile zirveye taşınan itirazlar doğa bilimlerinin dokunulmazlığına
yönelik ciddi kuşkular doğurmuştur. Kuhn ve takipçilerinin tam anlamıyla rölativist
veya konvansiyonalist olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceği tartışma
konusudur. Onların tüm bilim adamları topluluğunu rölativist veya konvansiyonalist
kampa ittiği de iddia edilemez. Yine de Kuhn ve takipçilerinin birçok kişiyi bilimsel
ortodoksiden kopardığı, en azından ona eleştirel bakmayı sağladıkları söylenebilir.
Bununla beraber bilimsel ortodoksinin temel tezlerini sürdürme çabasında olanlar,
bunu, bilim tarihinin belli yerlerini görmezden gelme, kendi mitlerini yaratma gibi
bedelleri ödeyerek başarmışlardır.
204
Baghramian, “Relativism About Science”, s.238.
205
İsmet Berkan, “‘Evrime inanan var inanmayan var’ demek TÜBİTAK Başkanı’na mı düşer?”
Hürriyet Gazetesi, (Çevrimiçi) http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/19702017.asp, 17 Ocak
2012.
206
Bu konuda kapsamlı bir analiz için Mihriban Şenses, Sosyal Fenomenler Olarak Bilimsel
İhtilaflar: Nerium Oleander (Zakkum) Tartışması, İstanbul, Paradigma Yayıncılık, 2010.
58
Bu bölümde bilimin ortodoks tanımının -birçok farklı düzeyde- bilimi tam anlamıyla
yansıtmaktan uzak olduğunu göstermeye çalıştık. Az önce de sözünü ettiğimiz gibi
bilim adamlarının ve onların ürünü olan bilimsel çalışmanın sanıldığı kadar objektif
olmadığının altını çizdik. Bu bağlamda sosyolojinin kurucu babalarının ve ilk dönem
bilgi sosyologlarının doğa bilimlerine verdikleri ayrıcalıklı statünün sorgulanmasının
yerinde bir eylem olduğunu belirttik. Esasen ortodoks bilimin tek sorununun
objektifliğe duyulan iyimser bir inançla sınırlı olmadığını, onun ayırt edici olarak
kabul edilen niteliklerinin de gerçekçi olmadığını ifade ettik. O kadar ki bu
bölümdeki incelememiz sonucunda bilimin kapsayıcı, tüm doğa bilimlerini bir çatı
altında toplayacak bir nitelikler bütününden yoksun olduğunu gördük. Doğa
bilimlerini ne sosyal bilimlerden, ne de diğer bilgi türlerinden ayıran bir nitelikler
kümesi resmedebildik. Doğa bilimleri ile diğer bilme türleri arasında çizilecek net,
sert bir çizgi birçok doğa biliminin de doğa bilimlerinin sınırları dışında kalmasına
neden olacaktır. Öte yandan bu sınırın gevşek tutulması durumunda doğa bilimi
olmayan birçok bilgi türü de doğa bilimi sınıfına dâhil olacaktır.
1.2.1. Ortodoks Bilim ve Bilimcilik
Ortodoks bilimin çizdiği resmin gerçekçi olmadığını yukarıdaki analizimizde
göstermeye çalıştık. Bu noktada bilimin idealleştirilmesinin ne kadar ileri boyutlara
ulaşabileceğini göstermek için “bilimcilik (scientism)” kavramına değinmemiz
uygun olacaktır. Bilimciliğin ana tezi sadece doğa bilimsel metotla sağladığımız
bilgilere güvenebileceğimizdir. Yeterli bilimsel kanıta sahip olunup olunmaması bu
nedenle bilimselciler için kilit önemdedir. Örneğin Dawkins gibi Tanrı inancının bu
tür bir bilimsel kanıtla desteklenmediğini düşünen birçok bilimci, dini inançların terk
edilmesi gerektiğini düşünür. Oysa bilimselci iddianın kendisi de bilimsel metotla
elde edilmemiştir. Gözlem ve deneylerimiz bilim dışında bir bilgi kaynağının
olmadığını
ispatlamamıştır. Bu
yüzden bilimselci tez
tutarlı
bir şekilde
savunulamaz.207 İddianın kendisi bu nedenle en fazla metafiziksel bir kabul olarak
kabul edilebilir. Dahası bilimin var olabilmesi için de belli kabullerle yola
koyulduğumuz bilimciler tarafından gözden kaçırılmaktadır. Örneğin bilim adamları
207
Robert F. Almeder, Harmless Naturalism: The Limits of Science and the Nature of
Philosophy, Chicago, Open Court, 1998, s.73.
59
farkında olsalar da olmasalar da doğada nedensel yasaların var olduğunu ve hep
işleyeceğini kabul ederek bilimsel çalışmaya başlarlar. Oysa Gazali’nin gösterdiği
gibi nedenselliğe duyulan güven sağlam felsefi zemine sahip değildir. 208 Bilim ancak
bu kabulden ve benzeri kabullerden209 sonra mümkündür. Bu bağlamda bilimden ve
dolayısıyla bilimsel metottan bahsedebilmek için de bilim dışı araçlara ihtiyaç
duyarız. Sonuç olarak bilimcilik tutarlı bir pozisyon değildir.
Bununla beraber bilimciliğin günümüzde bilimle –çoğu zaman bilinçli bir çaba
neticesinde- karıştırıldığını görüyoruz. Dawkins gibi bilim adamları veya Dennett
gibi felsefeciler bilimciliği bilhassa metafiziksel pozisyonlarını güçlendirmek için
kullanmaktan çekinmemektedirler. Ancak bu yeni bir çaba olarak görülmemelidir.
Esasen bilimciliği daha eskilere götürmek mümkündür. Bilimi bizi yanılsamadan
kurtaran bir “tanrı” mertebesine yükselten Freud, bilimciliğin önemli bir temsilcisi
sayılabilir. Ona göre bilimden elde edemediğimiz verilere başka yerden ulaşamayız.
Bu tür bir çaba kendimizi kandırmaktan ibarettir.210 Freud, doğa bilimlerinin, sadece
bilgi anlamında değil, hayatın zorlukları karşısında bir destek olarak da dinin yerini
alabileceğini umuyordu.211
Ortodoks bilimin savunucularının çoğunun bilimci olduğunu iddia etmek
mümkündür. Yukarıda kısaca değindiğimiz gibi bilimcilik, bilimi olduğundan çok
daha büyük bir otorite ile donatmış, ona hakikatin tek sesi olma hakkını tanımıştır.
Oysa bilimin böyle bir talebi olmadığını düşünüyoruz. Bilim, doğa ile ilgili
konularda doğruyu bulmada bir araç olarak kullanılabilir. Ancak böyle bir işlev
görmesi
için
kendisi
dışındaki
bilgi
sağlayıcıların
yok
sayılmasını
şart
208
Mashhad Al-ʻAllāf, The Essence of Islamic Philosophy, St. Louis, M. Al-Allaf, 2003,
ss.229-237.
209
Moreland ve Craig bilimin felsefi önkabullerini listeler. Yukarıda verdiklerimize ek olarak
dış dünyanın var olması, mantık yasalarının ve sayıların varlığı, duyu organlarımızla
edindiğimiz bilgilere güvenebileceğimiz gibi kabullerin bilimsel bir dayanağı yoktur. Bakınız:
James Porter Moreland ve William Lane Craig. Philosophical Foundations for a Christian
Worldview, Downers Grove, IL: InterVarsity, 2003, s. 348.
210
Robert S. Steele, Freud and Jung, Conflicts of Interpretation, London, Routledge & K.
Paul, 1982, s.318.
211
Grahame Miles, Science and Religious Experience: Are They Similar Forms of
Knowledge?, Brighton, Sussex Academic, 2007, s.253.
60
koşmamaktadır. Bilimcilik, bilimin sınırlarını zorlarken, bilim için yıkıcı etkidedir.
Bilim, kendi meşru sınırlarını aştığında kaçınılmaz olarak dejenere olacaktır. Seyid
Hüseyin Nasr bu noktada modern seküler dünyada etiğin bilimle temellendirilmesi
çabasını eleştirmiş, bilimin dinin yerini almasının ister istemez bilimin dinleşmesi ile
sonuçlanacağına değinmiştir.212
Bilimsel ortodoksinin -ve onun daha ileri bir türü sayılabilecek bilimciliğin- bilimi
doğru resmedemediği kanaatindeyiz. Bilimin bu görüş(ler) tarafından varsayılan ve
yukarıda tartışılan niteliklerden tezimizi en çok ilgilendireni, kuşkusuz, doğa
bilimlerinin, sosyal bilimlerden ve diğer bilme türlerinden daha objektif olduğu
iddiasıdır. Birçok düşünür, doğa bilimleri ile sosyal bilimlerin farklılıklarını
listelerken doğa bilimlerinin sosyal bilimlerden daha az değer yargısı içerdiğini iddia
etmiştir.213 İlk bölümde bu görüşe yöneltilen itirazlara kısaca değindik. Sonraki
bölümde Thomas Kuhn ve Güçlü Program’ı merkeze alarak, bu ortodoks görüşe
getirilebilecek itirazları daha detaylı inceleyeceğiz. Bir yandan da bu itirazların hangi
noktalarda ve neden haklı/haksız oldukları konusunda görüş belirteceğiz. Toplumun
ve diğer sosyal unsurların doğa bilimlerine Kuhn ve Güçlü Program’ın iddia ettiği
kadar kapsamlı etki edip etmediğini irdeleyeceğiz.
212
Seyyed Hossein Nasr, The Essential Seyyed Hossein Nasr. William C. Chittick (der.).
Bloomington, IN, World Wisdom, 2007, s. 30.
213
Gordon, The History and Philosophy of Social Science, s. 52.
61
2. BÖLÜM:
BİLİMSEL BİLGİNİN OLUŞUMUNDA SOSYAL UNSURLARI
MERKEZE ALMA GELENEĞİ: KUHN VE GÜÇLÜ PROGRAM
ÖRNEĞİ
“İnsan her şeyin ölçüsüdür”
Protagoras
Önceki bölümde bilimin temel kabul edilen belli başlı niteliklerini analiz ettik.
İncelememizin temelinde bu bölümde detaylı bir şekilde ele alacağımız teorilerin
neden ortaya çıktığı hakkında bir fikir verme niyeti yatıyordu. İlk bölümde bilimin
ortodoks tanımının bilimsel süreci yeterince iyi resmedemediğini göstermeye
çalıştık. Sosyal etkenlerin önemini yadsıyan bu görüş, bilimi basit formüllere
indirgeyerek gerçeği deforme ediyordu. Örneğin bilimle ilgili birçok ders kitabında
bilim, olduğundan çok daha sade, problemsiz ama en önemlisi objektif bir süreç
olarak tanımlanmaktadır. Örneklerin seçiminde bu bilim tasvirine uygunluk önemli
bir kriter olarak iş görüyordu. Bilim adamlarının hırsları, şartlanmaları göz ardı
ediliyor, göz ardı edilmediğinde ise istisnai bir durum olarak tarif ediliyordu. Thomas
Kuhn ve Güçlü Program’ın eleştirel yaklaşımlarının ortaya çıkışını bu bakış açısını
göz önünde bulundurarak okumakta fayda görüyoruz.
Bu bölümde ilk bölümde başladığımız sorgulamaya devam edeceğiz. Kuhn ve Güçlü
Program’ın
teorilerini
analiz
ederken
odak
noktamızda
bilimsel
bilginin
62
oluşumundaki sosyal unsurları belirleme çabası yer alacak. Önce Kuhn ve Güçlü
Program’ın teorilerini açıklayıp onların sosyal etkenlerin bilimsel bilginin
oluşumundaki rolüne ilişkin sundukları alternatif modelleri inceleyeceğiz. Ardından
bu teorilerin nerelerde aksadığını irdeleyerek 3. bölümde geliştirmeyi hedeflediğimiz
alternatif yaklaşım için zemin hazırlayacağız.
Buradaki analizimiz Kuhn ve Güçlü Program üzerinden yapılsa da sadece onların
teorileriyle sınırlı değildir. Benzer rölativist ve konvansiyonalist öğeler taşıyan bilim
sosyolojisi teorilerini de bu çerçevede değerlendirilebiliriz. Örneğin bilimin erkek
egemenliğinde yapıldığını, kadın yorumunun eksik olmaması durumunda bilimin
şimdikinden çok farklı şekilleneceğini iddia eden feminist bir bilim sosyolojisini de
bu bağlamda ele alabiliriz. Yine buradaki analizimiz bilimde uzlaşının, güç
ilişkilerinin rolünü öne çıkarıp rasyonelliğe, kanıtlara şüpheyle yaklaşan Bruno
Latour ve Steve Woolgar’ın, Karin Knorr Cetina’nın çalışmaları ile ilgili öğeler de
taşımaktadır. Esasen Kuhn ve Güçlü Program’ın teorilerini seçimimizdeki asıl neden
bu iki teorinin bilim sosyolojisindeki ortodoks bilim görüşüne alternatif olarak
sunulan en kapsamlı teoriler olmalarıdır.
2.1.
Kuhn’un Bilimsel Bilginin Sosyolojisi Açısından Önemi
Kuhn’un bilimsel bilginin sosyolojisine yaptığı katkıya birinci bölümde kısaca
değindik.1 Hatırlatmak gerekirse Kuhn, bilim adamlarının bir topluluk olduğunu ve
1
Elbette Kuhn teorisini bir fanusta oluşturmamıştı; onun, teorisini oluşturmasının altında belli
sosyolojik ve psikolojik etkenler bulunmaktadır. Bilimsel teorilerin sosyal etkenlerle yakın
ilişkisine dikkat çeken bir bilim sosyoloğunun da bu tür bir iddiaya karşı çıkması tutarlı
gözükmemektedir. Ancak bu konuda yapılacak yorumların spekülatif olma riskini göz önünde
bulundurarak tedbirli davranmayı, sadece o dönem öne çıkan düşünce ekollerine dikkat çekmeyi
uygun bulduk. Örneğin Kuhn’un bilim sosyolojisi ile “fenomenoloji”nin yorumlamayı ve
yorumlamada özneyi öne çıkarması arasında benzerlik kuranlar olmuştur. Bakınız: Peter Eli
Gordon, "Realism, Science, and the Deworlding of the World" Hubert L. Dreyfus ve Mark A.
Wrathall, (der.) A Companion to Phenomenology and Existentialism. Oxford, WileyBlackwell, 2009, s. 440. Yine, bu bağlamda, Kuhn’un 20. yüzyıl dil felsefesi veya sosyal sınıfın
insanlar üzerindeki etkisinden bahseden Marksist teoriler ile benzerliklerine dikkat çekilebilir.
Ancak bu noktada öne çıkan soru, Kuhn ve bilim sosyolojisinin kurucularının bahsedilen diğer
düşünce ekollerinden mi beslendikleri yoksa bu ekolleri de doğuran ortak bir kaynaktan mı
beslendikleridir.
Kuhn ve o dönem bilim sosyolojisine devrimci bir bakış açısı kazandıranların niyetlerinin ne
olduğu ve neye “hizmet ettikleri” yönündeki tartışmalar ise çok daha çetrefillidir. Kuhn’un
bilimin otoritesini sarsmak istediğini söyleyenler olduğu gibi, onun Amerika Birleşik
Devletleri’nin bilim politikalarına hizmet etmek gibi bir görevi üstlendiğini söyleyenler de
63
onların bilginin üretimi ve gelişimi sürecinde diğer topluluklarda olduğu gibi
sosyolojik ve psikolojik unsurların etkisi altında kaldığını iddia etmiştir. Bu görüşün
doğal bir sonucu olarak bilimsel bilginin sosyoloğuna düşen görev, birey bilim
adamının topluluktan nasıl etkilendiğini bulmaktır. Bu tür bir çalışma sosyoloji ve
psikoloji kadar tarih biliminden de faydalanmayı gerektirecektir. Bu nedenle Kuhn
diğer bilim felsefecileri gibi bilimsel bilginin analizinde, çalışmasını bilimsel metotla
sınırlı tutmamıştır. Ona göre alakasız görünen disiplinlerin, alanların birbirlerini ne
denli çok etkiledikleri bu çalışmaların sonucunda gün yüzüne çıkacaktır. Söz gelimi
astronominin gelişimini anlamak için onun dini hayatta yapacağı etkiden de haberdar
olmak gerekir. Yine ona göre, Kilise’nin astronomisine karşı çıkmanın ne denli
önemli olduğunu anlamak için Kilise’nin Reform sürecindeki çekinceleri hakkında
da bilgi sahibi olmak gerekir. Kısacası Kuhn’un çığır açıcı çalışmalarından sonra
bilimle ilgili tartışmalarda sınırlar daha da bulanık hale gelmiştir.
Bu özellikleri Kuhn’un kitabı Bilimsel Devrimlerin Yapısı’nı hem akademide hem de
akademi dışı entelektüel çevrelerde 20. yüzyılın en önemli ve tartışılan eserlerinden
birisi haline getirmiştir. Kitap bir milyon nüshadan fazla satmanın ötesinde, doğa
bilimlerine karşı yıkıcı etkide bulunduğu iddialarına karşın, doğa bilimiyle uğraşan
bilim adamları da dâhil çok geniş bir çevrenin saygısını kazanmıştır.2 Bazılarına göre
o olmasa pozitivist bilim felsefesi sorgulanmayacak, dolayısıyla bilimsel bilginin
olmuştur. Steve Fuller bu konuda ilginç bir yorumda bulunur ve Kuhn’un devrimci olmak bir
yana statükocu olduğunu savunur. Ona göre pozitivistler, Marksistler ve birçok devrimci grup
bilimi sosyal reform için önemli bir araç olarak görüyorlardı. Ancak Kuhn bu devrimci gücü
yeniden tanımlayarak devre dışı bıraktı. Bilim Kuhn sonrasında "ilerleme" gibi bir değeri içinde
barındırmıyordu ve değişim için kullanılamazdı. Doğal olarak Soğuk Savaş'ta Amerika Birleşik
Devletleri bilimin öncülük ettiği bir saldırı ile karşılaşmayacaktı. Bakınız: Steve Fuller, New
Frontiers in Science and Technology Studies, Cambridge, Polity, 2007.
Bu dönemle ilgili öne çıkan bir başka nokta 1960 öncesinde bilim sosyolojisinin kısıtlı bir alana
odaklanmasının ardında onunla pastayı paylaşmak istemeyen disiplinlerin bulunmasıdır.
Bilhassa bilim felsefesi ve bilim tarihi disiplinlerinin çok daha önce gelişmiş olmaları, bilim
sosyolojisine ayrılan alanı daraltmıştır. Kuhn ise bilim sosyolojisini bilim felsefesi ve bilim
tarihi ile beslemiştir. Bakınız: Bernard Barber, Social Studies of Science, New Brunswick N.J.,
Transaction, 1990, s. 31. Bu bağlamda Kuhn’un bilim sosyolojisini bilim tarihi ve bilim
felsefesine rakip değil, onu tamamlayıcı olarak gördüğü söylenebilir. İleride göreceğimiz gibi
Güçlü Program da incelemelerinde bu iki disiplinden faydalanmıştır.
2
Steve Fuller, Thomas Kuhn: A Philosophical History for Our Times, Chicago, University
of Chicago Press, 2000, s.1.
64
sosyolojisinden söz edemeyecektik.3 Kuhn bu sorgulama sürecinde sosyal unsurları
ön plana çıkararak bilim felsefesinin mitlerini yıkmıştır. Bilimin mitlerini ve
klişelerini yaşatmanın tek yolu Kuhn’un ön plana çıkardığı sosyal boyutu göz ardı
etmektir.4 Örneğin bulaşıcı hastalıkla ilgili çalışmalar yapan Semmelweis’ın
gözlemlerinden ve bu gözlemler üzerine kurduğu teorisinden bahsederken onun diğer
doktorlar tarafında dışlanması, karşılaştığı büyük direnç kanımızca ancak Kuhn’un
teorisinde altı çizilen sosyal etkenler sayesinde anlaşılabilecektir. Kuhn her şeyi
değiştirmiş, Kuhn sonrasında doğa bilimleri sosyoloji için daha verimli bir alan
halini almıştır.5
Kuhn’un önemiyle ilgili kısmı kapamadan önce son olarak bir noktanın altını çizmek
istiyoruz. Kuhn’la ilgili tartışmaların bir taraftar psikolojisiyle yürütüldüğüne şahitlik
ediyoruz. Kuhn’un bir kahraman veya şarlatan olduğunu iddia edenlerin dışında
kalarak onun bilim sosyolojisinde başlattığı tartışmaların izini sürmek bu tezin
amaçlarından birisidir. Frankfurt Okulu’nun modern toplumla, tüketim kültürüyle
ilgili yaptığı eleştirileri takdir etmek, haklı bulmak için bu okulun her görüşünü
benimsemek gerekmez. Aynı tutumun Kuhn için de benimsenmesi gerektiği
kanısındayız. Kuhn’un ortodoks, pozitivist bilim anlayışına getirdiği eleştiriler
teorisindeki açmazlara rağmen son derece ufuk açıcı ve ezber bozucudur.
2.1.1. Thomas Kuhn ve Bilimin Anlaşılmasında Önem Kazanan
Yeni Aktörler: Bilim Tarihi, Sosyoloji ve Psikoloji
Thomas Kuhn’u bilimsel bilginin sosyolojisi açısından önemli kılan nedenlerden
birisi onun daha önce gölgede kalan bazı disiplinlere bilimin anlaşılmasında kilit
önemde rol vermesidir. Elbette Kuhn tarafından ön plana çıkarılan bilim tarihi,
sosyoloji ve psikoloji gibi disiplinlere Kuhn’un Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı
eserinden önce de başka bilim felsefecileri tarafından atıfta bulunulmuştu. Söz gelimi
Popper’ın, Bilimsel Buluşun Mantığı (Logik der Forschung, 1934) adlı eseri başta
3
Ibid., s.3.
4
Barnes, T.S. Kuhn ve Sosyal Bilimler, s. 22.
5
Watkins, “Against ‘Normal Science’”, s.27.
65
olmak üzere, bilim adamları topluluğuna ve onların teorilerine dogmatik bağlılığına –
yani sosyolojik bir etkiye- çok daha mütevazı bir şekilde de olsa dikkat çektiği
görülmektedir.6 Popper’ın eleştirel düşünceye yaptığı atıfları da bilimdeki sosyal
boyuta atıf olarak değerlendirenler olmuştur.7 Çünkü eleştirel düşünme –veya
eleştirel düşünmeme- doğası gereği, toplumla ve toplumun kabulleriyle ilişkilidir.
Popper’ın çalışmaları sadece sosyolojik imalar taşımaz. O, bilimin nasıl işlediğini
anlamaya çalışırken sık sık tarihten alıntı yapmaktadır.8 Bununla beraber Kuhn
öncesi dönemde bu disiplinlere ancak ikincil bir rol verilmiş, bilhassa sosyoloji ve
sosyologlar Kuhn’un yaptığı gibi göreve çağırılmamıştır. Kuhn öncesi dönemde
bilimin işleyişinin anlaşılmasında “keşif bağlamı”-“gerekçelendirme bağlamı” ayrımı
korunmuştur. Nitekim Popper’ın eleştirel düşünceden anladığı, bireylerin sosyal
faktörlerin etkisinde kaldıkları bir süreç değildir. Tersine o eleştirel düşünceden
bahsederken, onun sosyal faktörlerin dışına çıkma, hatta o sosyal süreçleri de
yargılayabilme potansiyelinden bahseder.9 Kuhn’un teorisini bu denli farklı kılan bir
neden onun teorisinde bu disiplinlere atıfta bulunan –veya atıfta bulunduğu farz
edilen- felsefecilerin ve sosyologların aksine bu disiplinleri merkeze oturtmasıdır.
Popper’ın ünlü eseri Bilimsel Buluşun Mantığı’na gönderme yaparak yazdığı
“Buluşun Mantığı veya Araştırmanın Psikolojisi” adlı makalesi de bu merkeziliğin
bir işareti olarak gösterilebilir. Başlıkta “mantık” ve “psikoloji” kelimelerinin
beraber ve neredeyse birbirinin alternatifi olarak yer alması Kuhn’un görüşünü
özetler niteliktedir. Psikolojinin mantıkla kıyaslandığı bir denklem o dönem ortodoks
bilim felsefesi açısından kabul edilemezdi.
Kuhn’u bilimin işleyişini anlamak için başka disiplinlere bakmaya iten faktör onun
doğanın
karmaşıklığı
hakkındaki
görüşüdür.
Kuhn,
doğanın
gelişigüzel
keşfedilemeyeceğine inanır. Doğa buna izin vermeyecek kadar karmaşıktır. Bilim
adamı kendisine nereye bakması ve ne araması gerektiğini söyleyecek bir
6
Karl Popper, “Normal Science and Its Dangers”, Criticism and the Growth of Knowledge,
s.55
7
David Bloor, Knowledge and Social Imagery, Chicago, University of Chicago Press, 1991,
s. 61.
8
Kuhn, “Logic of Discovery or Psychology of Research”, s. 1.
9
Popper, “Normal Science and Its Dangers”, s.56.
66
paradigmaya ihtiyaç duyar.10 Bu komplekslik, Kuhn’da, klasik bilim felsefesi ve
tarihi çalışmalarının yetersizliği fikrini uyandıracaktır.
Kuhn’un çeşitli eserlerinde, bilhassa tarih, sosyoloji ve psikolojinin önemine işaret
eden öğeler bulmak mümkündür. Esasen Kuhn’un bilim tarihine atfettiği özel role,
görüşlerini tam olarak netleştirdiği Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı eserini
yayımlamadan önce de şahitlik etmekteyiz. Kuhn’un ilk kitabı olan ve 1957 yılında
yayımlanan Kopernik Devrimi (Copernican Revolution) Kuhn’un bilim tarihinden
çıkarılacak önemli dersler olduğu fikrinin doğal bir sonucudur. Bununla beraber
tarihin öneminin detaylı açıklaması için Bilimsel Devrimlerin Yapısı’nı beklemek
gerekecektir.
Bilimsel Devrimlerin Yapısı ve sonrasında yazdığı makaleler Kuhn’un bilimin
gelişiminde ve işleyişinde sosyal ve psikolojik unsurların etkisine yaptığı vurgu
nedeniyle de bir devrim etkisi yaratmıştır. Bilhassa Kuhn’un keşif bağlamı ile
gerekçelendirme bağlamı arasındaki sınırı reddederek ve karşılaştırılamazlık
(incommensurability) tezini benimseyerek aldığı pozisyon ona bugünkü ününü
kazandırmıştır. Artık psikolojik ve sosyolojik faktörler sadece keşfe değil,
gerekçelendirmeye de etki edebiliyordu. Bir bilim adamını keşfe iten faktörler gibi,
bilim adamını o keşfin doğruluğuna inandıran faktörler de sosyolojik ve psikolojik
kökenli olabilirdi.11 Bu görüş ortodoks bilim anlayışı için kabul edilemezdi zira bu
tür bir iddia bilimde şüpheye kapı aralamaktadır. Oysa Şenses tarafından “bilimsel
ortodoks”12 olarak tanımlanan Hüseyin Batuhan’ın Bilim ve Şarlatanlık isimli
eserinde belirttiği gibi bilimsel bilgide şüpheye mahal olmamalıdır.13 Sosyolojik ve
psikolojik faktörlerin bir teorinin doğruluğuna hükmetmede rol oynaması bu nedenle
bilimsel ortodoksi için kabul edilemezdir.
10
Thomas S. Kuhn, “Bilimsel Araştırmada Dogmanın İşlevi”, s. 213-214.
11
Alexander Bird, "Thomas Kuhn", Edward N. Zalta (der.), The Stanford Encyclopedia of
Philosophy (Çevrimiçi) http://plato.stanford.edu/archives/spr2013/entries/thomas-kuhn/ 10
Ağustos 2012.
12
Şenses, Sosyal Fenomenler Olarak Bilimsel İhtilaflar, s.34.
13
Hüseyin Batuhan, Bilim ve Şarlatanlık, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 1996, s. 36-37.
67
2.1.1.1. Bilim Tarihi
Bilim felsefesinde “tarihselci okul” olarak anılan ekol, bilim tarihine bakarak
bilimsel araştırmanın nasıl yapıldığını inceler. Bu incelemede bilimin yeniden
idealist bir yazımından kaçınılır.14 Kariyerine fizikçi olarak başlayan ancak sonra
bilim tarihi ve felsefesine yönelen15 Kuhn da bu ekolün içinde değerlendirilir. Ona
göre tarihin doğru bir şekilde incelenmesi zihnimizdeki bilim düşüncesini
değiştirecektir ki, Bilimsel Devrimlerin Yapısı ile amaçlananların başında bu
gelmektedir.16 Burada Kuhn önemli bir noktaya dikkat çekmektedir. Onun yaptığı
sadece tarihin önemine işaret etmek değil, tarihin kendisine göre doğru kullanımının
ortodoks tarih yazımının yerini almasını sağlamaktır. Ona göre bilim tarihi zaten
eskiden de kullanılmaktaydı ancak o ana kadar bilim tarihinin asıl amacı eski bilimin
bugüne yaptığı katkıyı incelemekten ibaretti. Oysa yapılması gereken herhangi bir
bilim dalının bütünlüklü bir tarihsel incelemesi olmalıdır. Kuhn bu noktada
Koyré’nin eserlerine atıfta bulunur ve onun sadece bilim adamlarının bugüne
katkısını değil, meslektaşlarıyla ve çevresiyle ilişkisini incelediği için doğruyu daha
iyi resmettiğini anlatır.17 Bilim tarihinden gerçekten faydalanılmak isteniyorsa
bilimsel değişimin ne olduğuna odaklanmayı bırakmalı, bilim adamları topluluğunun
grup olarak bağlılıkları da devrim öncesi ve sonrasında analiz edilmelidir.18
Gerçekten de Koyré ile başlayan ve 1950-1960’larda ön plana çıkan yeni tarz tarih
yazımı, bilim adamlarının çevreleriyle ilişkilerine dikkat çekmek suretiyle bilimin
birikimle ilerlediği veya bilimin doğaya çıkıp olguları incelemek suretiyle ilerlediği
gibi görüşleri sorgulanır hale getirmiştir. Koestler de bilim adamlarının birbirleriyle
olan ilişkilerine odaklanmış, eserinde sık sık o dönem bilim adamları arasındaki
14
Brad K. Wray, Kuhn's Evolutionary Social Epistemology, Cambridge, Cambridge
University Press, 2011, s. 2.
15
Bird, “Thomas Kuhn” (Çevrimiçi) http://plato.stanford.edu/archives/spr2013/entries/thomaskuhn/ 10 Ağustos 2012.
16
Thomas S. Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, Çev. Nilüfer Kuyaş, İstanbul, Alan
Yayıncılık, 1991, s. 39.
17
Ibid., s. 40.
18
Thomas Kuhn, “Reflections On My Critics” Criticism and the Growth of Knowledge, s.
251.
68
yazışmalara yer vermiştir.19 Benzer bir çabaya girişen Kuhn, Kopernik Devrimi adlı
eserinde tek bir olay olarak adlandırdığımız bir bilimsel gelişmenin (kabaca dünya
merkezli sistemden güneş merkezli sisteme geçişin) felsefeden fiziğe, dinden
astronomiye kadar çok geniş bir alanda meydana getirdiği değişikliklere dikkat
çekmektedir.20 Bilimsel teorilerin gözlemlerle uyuşmadığı anda terk edildikleri
görüşüne katılmayan21 Kuhn için bilimsel gelişmelerin diğer alanlarda yarattıkları
anlam değişiklikleri çok büyük öneme sahiptir. Teorilerin sahip olduğu felsefi, dini,
metafizik anlamlar anlaşılmadan onların neden ısrarla savunuldukları veya terk
edildikleri de tam olarak betimlenemez. Örneğin Kopernik’inki gibi astronomik bir
teorinin gelişimini incelerken bu teorinin insanın evrendeki yerinde veya insanın
Tanrı ile ilişkisinde meydana getirdiği değişiklik göz ardı edilmemelidir.22
Kuhn bilim tarihinin yazımında ve paylaşılmasında benimsenen yöntemin bilimi
anla(ma)yışımızda önemli bir faktör olduğuna dikkat çeker. Kuhn’un çok mühim bir
eğitim aracı olarak gördüğü ders kitaplarında tarihin yansıtılış biçimi Kuhn’un
analizinin merkezindedir. Bu ders kitapları birçok yönden kurgusal bir tarih
anlayışını zihinlere yerleştirir. Doğanın incelenmesi sonucu bilimsel yasaların
bulunduğu
iddiasını
desteklemek
isteyen
bilim
tarihi
yazıcıları
teorileri
destekleyecek verileri bazen deforme ederek bazen de aksi örnekleri görmezden
gelerek seçerler. Sonuçta resmedilen tarih, gerçek dünya ile uyumsuzdur.23 Bilhassa
işlevsel bir seçiciliğin sonucu olarak ders kitaplarında bilimsel çalışmaların bugünkü
paradigmayla ilişkilendirilebilecek kısımları alınır. Böylece bilim tarihi boyunca
sorunların hep aynı olduğu, bilim adamlarının hep aynı konuları önemsediği izlenimi
yaratılır. Kuhn bu durumu anlatmak için “tarihin geriye doğru yazımı” terimini
kullanır. Oysa önceki kuşakların sorunları da araç ve çözümleri de farklıdır. Ne var
ki bu tür bir tarih yazımının benimsenmesinin ardında yatan dürtü, birikimsel tarih
19
Galileo ile Kepler arasındaki mektuplaşmalara bir örnek için Bakınız: Koestler, The
Sleepwalkers: A History of Man’s Changing Vision of the Universe, s. 356.
20
Thomas Kuhn, Kopernik Devrimi: Batı Düşüncesinin Gelişiminde Gezegen Astronomisi,
çev. Halil Turan, Dursun Bayrak, Sinan K. Çelik, Ankara, İmge Kitabevi, 2007, s.9.
21
Ibid., s.135.
22
Ibid., s. 76-80.
23
Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s. 94.
69
anlayışı fikrinin beslenmesidir.24 Kuhn, ortodoks bilimsel tarih yazımını Orwell’in
1984 romanındaki tarih yazımına benzetirken aklında tarihin bu fonksiyonel
kullanımı vardır.25 Amaç gerçek resmi yansıtmak değil, görülmek istenene uygun bir
resim yaratmaktır.
Kuhn’un bilim tarihine atfettiği rol çoğunlukla önemsense de onun bilim tarihini
kendi iddia ettiği kadar objektif ele almadığını iddia edenler de olmuştur. Shapere,
Kuhn’un Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı eserine yazdığı değerlendirme yazısında
Kuhn’a pek beklenmedik bir yerden eleştiride bulunur. Ona göre Kuhn tarihi
paradigma perspektifinden görmeye çalışırken tarihsel verileri deforme etmektedir.26
Benzer bir şekilde Popper, Kuhn’un paradigma teorisiyle uyumlu olan astronomiyi
önplana çıkarırken Kuhncu anlamda bir paradigmanın bulunmadığı “madde”
konusunda sessiz kaldığını hatırlatır.27 Kuhn’un aynı eleştiriyi –seçici bir tarih
anlayışını- ortodoks bilim tarihçilerine yönelttiğini biliyoruz. Bu anlamda Shapere ve
Popper, Kuhn’u kendi silahıyla vurmaktadır. Bununla beraber Kuhn’un tarihi
yorumlarken seçici davranması da ironik şekilde Kuhn’un teorisiyle uyumludur
çünkü muhtemelen Kuhn kendi teorisiyle paralel olarak psikolojik faktörlerin etkisi
altında kalmakta ve aynı tarihe bakarken farklı bir “gerçek”e şahitlik etmektedir.
2.1.1.2. Sosyoloji
Kuhn Bilimsel Devrimlerin Yapısı’na yazdığı “Sonsöz”de şunları söyler: “Bilimsel
bilgi de tıpkı dil gibi, özünde ya bir topluluğun ortak malıdır, yahut da bir hiçtir.
Bunu anlamak için, bu bilgiyi yaratan ve kullanan çevrelerin kendilerine has
özelliklerini öğrenmek zorundayız.”28 Onun, bilimi, bilim adamlarının uğraşı olarak
gören teorisi doğa bilimlerini diğer bilimler üzerinde bir yere koyan anlayışı sorgular
hale gelmiştir. Bilhassa pozitivist ve objektivist bilim anlayışı ciddi bir sorgulamaya
tabi tutulmuştur. Bu sorgulama zaman zaman Kuhn’un arzuladığı sınırlarda
24
Ibid., s. 136-138.
25
Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s. 156.
26
Dudley Shapere, “The Structure of Scientific Revolutions”, The Philosophical Review, 73,3,
1964, s. 389.
27
Popper, “Normal Science and Its Dangers”, s.55.
28
Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s.186.
70
kalmamış parapsikoloji gibi uç dallardan da Kuhn’un eserine yönelik büyük bir ilgi
olmuştur.
Parapsikologlar
günümüzde
anomali
olarak
gözüken
olayların
açıklamasına talip olurlarken Kuhn’un teorisinden medet ummuşlardır.29
Kuhn’un teorisinde sosyolojiye biçilen rolün Kopernik Devrimi’nde Bilimsel
Devrimlerin Yapısı’na kıyasla daha mütevazı olduğunu belirtmiştik. Yine de
Kopernik Devrimi’nde de sosyal unsurların teorinin değerlendirilmesinde ve
benimsenmesinde oynadığı role birçok atıf vardır. Örneğin Ortaçağ boyunca teoloji,
astronomi ve kozmolojinin siperi, koruyucusu olmayı başarmıştı.30 Yine Rönesansla
ortaya çıkan Hümanizm de bilimsel bir akım olmamasına karşın –hatta bilimin insan
mutluluğuna katkıda bulunmayacağını iddia etmesine karşın- sert Aristoteles
karşıtlığı ile bilime olumlu katkıda bulunmuştur.31 Bu örnekler, bilimi toplumdan
bağımsız düşünmenin onu tam olarak anlayamamaya neden olabileceğini
göstermektedir. Kuhn’un bu eserinde sosyolojiye biçtiği rolü aşağıdaki alıntı
açıklamaktadır:
“Bir bilimdeki yeni buluşların, bu bilimin içindeki yeni durumlara yanıt
olarak ortaya çıkması zorunlu değildir. Kopernik’i eskiçağ astronomisinin
yetersizliğine ya da değiştirilmesinin zorunlu olduğuna inandıran hiçbir
temel astronomik keşif, hiçbir yeni astronomik gözlem biçimi yoktu.
Kopernik’in ölümünden elli yıl sonrasına kadar astronomların ulaşabildiği
verilerde devrime yol açabilecek hiçbir değişiklik olmamıştır. O halde,
Devrimin zamanlamasını ve ona yol açan etkenleri anlamanın olanağı,
öncelikle astronominin dışında, astronomiyle uğraşanların içinde yaşadıkları
daha geniş bir entelektüel çevrede aranmalıdır.”32
Bu alıntıda Kuhn’un ismen bahsetmese de birinci bölümde açıkladığımız
gerekçelendirme bağlamından ziyade keşif bağlamına atıf yaptığı görülmektedir.
Kitap boyunca dini inançların ve metafiziksel görüşlerin teorilerin kabulünde etkili
olacağından söz edilse de esasen bu eserde daha baskın olarak işlenen sosyal
faktörler keşif bağlamı ile ilişkilendirilebilecek olanlardır. Bununla beraber Kuhn’un
teorisindeki sosyolojik unsurların Bilimsel Devrimlerin Yapısı ile arttığını görüyoruz.
Bilhassa Kuhn’un “normal dönem” olarak adlandırdığı süreçte bilim adamları
29
Fuller, Thomas Kuhn, s. 2-3.
30
Kuhn, Kopernik Devrimi, s.195.
31
Ibid., s.215.
32
Ibid., s.223.
71
paradigmayı sorgulamaz, onun dışına çıkmazlar. Kuhn’a göre bu bilim için de
gereklidir zira belli bir paradigmanın kabul edilmemesi durumunda bilimin
örgütlenmesi gerçekleşemez.33 Yine paradigmanın sürekli sorgulanması durumunda
bilim adamları sürekli başa dönecek, temellere yoğunlaşacak ve yeni sorularla,
bulmacalarla uğraşmaya vakit ve enerji bulamayacaklardır. Bilim adamlarının
teorilerine bağlılıkları, Kuhn’un deyimiyle peşin hüküm ve dirençleri bazı bilim
adamlarına ait kişisel özellikler olarak algılanmamalıdır. Tersine bu özellikler bilim
adamlarının mesleki özellikleridir. Bu özellikler mesleki eğitim sürecinde öğrenilir
ve benimsenirler.34
Kuhn’un normal bilim döneminde bilimde eleştirel düşüncenin olmadığı görüşü
Popper başta olmak üzere birçok bilim felsefecisi için kabul edilemezdir. Popper
bilim adamları üzerinde sosyolojik etkenlerin varlığını kabul etse de Kuhn’un
“normal bilim”ini, “normal” ve “olması gereken” olarak görmenin hem bilime hem
de medeniyete tehdit olduğunu ifade eder.35 Popper’a göre teorilerimiz,
beklentilerimiz, tecrübelerimiz ve dilimiz bizim üzerimizde bir etkiye sahiptir.
Bununla beraber bu belirleyicilikten kurtulmak mümkündür. Eleştirel tartışma ve
teorileri karşılaştırma olanağına her zaman sahibiz.36 Oysa Kuhn’a göre tarih bu tezi
yanlışlar. Popper’ın bilimi eleştirel düşünce ile gelişen bir bilgi çeşidi olarak
görmesini eleştiren Kuhn hatırlanacağı gibi Thales ile Platon arasındaki düşünürleri
örnek gösterir. Bu dönemde eleştirel düşüncenin bilime hiçbir katkısı olmadığını
hatırlatır. Tersine, Kuhn’a göre Helenlerin geometri ve astronomideki ilerlemelerinin
ardında yatan faktör bu dönemde Platon öncesi eleştirel düşünce söyleminin terk
edilmiş olmasıdır. Bilim adamları eleştirel düşünceyi sadece rekabet halindeki
teorileri seçmek zorunda olduklarında benimserler. Sadece o dönemlerde Popper’ın
33
Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s.52
34
Kuhn, “Bilimsel Araştırmada Dogmanın İşlevi”, s.198-199.
35
Popper, “Normal Science and Its Dangers” s.53
36
Ibid., s.56.
72
sözünü ettiği felsefeci gibi hareket ederler. Onun dışındaki dönemlerde ise eleştirel
düşünceden uzak dururlar.37
Kuhn bir bilimsel teorinin kabulünde esas etkenin bilim adamları topluluğunun onayı
olduğunu söyler. Örneğin bir bilim adamı için diğer profesyonel bilim adamlarının
takdirini kazanmak, buluşunun pratik değerinden daha önde gelir.38 Bunun yanında
ona göre bilim adamları bir teoriyi kabul ederken bilimin dışındaki faktörlerden de
etkilenirler. Teorinin sahibi olan bilim adamının dinî inancı, kişiliği, milliyeti ve
itibarı gibi faktörler de bu seçimde etkendir.39 Kısacası Kuhn’a göre, seçme ile ilgili
kriterler sadece bilimin içinden gelmez. Bilimlerin dışındaki faktörler de önemlidir.
Örneğin Kepler zamanında gündeme gelen Yeni Platoncu ve Hermetik öğretiler onun
Kopernikçi olmasında önemli role sahiptir. Alman romantizmi de enerjinin
korunumu tartışmalarında rol oynamıştır. Tıpkı 19. yüzyılda İngiliz sosyal
düşüncesinin Darwin’in evrim teorisinin kabulünde rol oynadığı gibi.40
Bilimsel topluluğun onayının önemine işaret eden önemli bir örnek kriz döneminde
getirilen çözümlerin bazen çok eskiden beri orada bulunuyor olmasına rağmen kriz
dönemine dek onların farkına varılmamasıdır. Örneğin M.Ö. 3. yüzyılda yaşayan
Aristarchus, Güneş merkezli sistemi savunuyordu ancak o dönem, Dünya merkezli
sistemle ilgili herhangi bir şüphe bulunmadığı için bu görüş bilimsel toplulukta bir
karşılık bulmamıştı.41 Teoriler bilim adamları topluluğunun “toplu dikkati”ni
kazanmalıdır ki “bilimsel” olarak değerlendirilsin.42 Burada “toplu dikkat”
kavramının içinde barındırdığı sosyolojik anlam açıktır. Bilimsel konudaki krizlerin
ortaya çıkması dahi topluluğun onayına bağlıdır.
37
Kuhn, “Logic of Discovery or Psychology of Research?” s. 6-7.
38
Ibid., s. 21.
39
Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s. 146-147.
40
Thomas S. Kuhn, “Nesnellik, Değer Yargısı ve Kuram Seçimi” Asal Gerilim: Bilimsel
Gelenek ve Değişim Üzerine Seçme İncelemeler, çev. Yakup Şahan, İstanbul, Kabalcı
Yayınevi, 1994, s. 387.
41
Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s. 92.
42
Ibid., s. 97.
73
Kuhn’un teorisinde sosyal unsurların belirleyiciliğinin zirveye taşındığı nokta
paradigmaların gözleme bile etki ettiği iddiasıdır. Kuhn bu konuda kıyaslamalı bir
tarihsel örnek verir. Ortaçağ boyunca Batı’da değişmez sanılan göklerin değiştiğiyle
ilgili ilk gözlemler Kopernik’ten sonraki yarım yüzyılda ortaya çıkar. Oysa bu
inancın olmadığı Çinliler’de aynı gözlemler –hem de teleskopsuz- yapılmaktaydı.
Kuhn’a göre Kopernik’ten sonra paradigmanın değişimiyle beraber gözlemlenen
Dünya da değişmiştir.43 Bu iddia, ileride de analiz edeceğimiz gibi, mütevazı bir
sosyolojik
etkilenme
olmaktan
çok
uzaktır.
Ampirik
verilerin
toplumsal
şartlanmalardan bağımsız olmadığı ve onların güdümünde olduğu iddiası sosyolojiyi
bilimin en temel analiz unsuru haline getirmektedir.
2.1.1.3. Psikoloji
Her ne kadar Kuhn psikolojik ve sosyolojik unsurları ayırma eğilimi göstermese ve
psikolojik unsurları sosyolojik unsurların içinde değerlendirse de biz psikolojik
unsurların teori seçiminde oynadığı rolle ilgili birkaç müstakil gözlemde bulunmayı
uygun gördük.
Kuhn, bilim adamlarının aldıkları eğitimin bilim adamlarının çalışmalarında kilit bir
role sahip olduğunu söylerken bilim adamı reflekslerinin bu süreçte edinildiğini
düşünür:
“Engebe haritasına bakan öğrenci kâğıdın üzerinde birtakım çizgiler
görürken, haritacının gördüğü bir arazinin resmidir. Bir kabarcık odasının
fotoğrafına bakan öğrenci karışık ve kırık dökük çizgiler görür, fizikçi ise
çok iyi tanıdığı ufak boyutlu nükleer olayların bir kaydını. Öğrenci ancak bu
tür birçok görsel dönüşümden geçtikten sonra bilim dünyasının sakinleri
arasına girebilir, bilim adamının gördüğünü görmeye, gösterdiği tepkileri
göstermeye başlar.”44
Kuhn bu örnekte farklı tecrübeye sahip, farklı formasyonlarla şekillenmiş bilim
adamlarının bu tecrübeler ve formasyon nedeniyle aynı gözlemde bulunamayacağına
43
Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s.122.
44
Ibid., s. 118-119.
74
atıfta bulunur. Ancak Kuhn’da psikolojik örnekler bununla sınırlı değildir. Algılarla
doğrudan ilişkili olmayan başka bir psikolojik örnek hâkim paradigmanın birey bilim
adamlarının üzerindeki etkisiyle ilgilidir. Kuhn’a göre bilimde kazanan tarafa geçme
yaygın bir eğilimdir.45 Bu yüzdendir ki bilim adamları hâkim paradigmanın etrafında
toplanırlar. Ancak burada Kuhn’un bahsettiğinin bir ikiyüzlü tutum olmadığı
bilinmelidir. Kuhn’un teorisinde bilim adamları yeni paradigmanın büyüsüne kapılır
çünkü onun dünyayı daha iyi resmettiğine inanırlar. Kuhn’a göre bilim adamları bir
paradigmadan diğerine geçerken gestalt-switch46 denilen psikolojik değişimi
yaşarlar. Teoride yaşanan değişim, bilim adamlarının gördüklerini de birden
değiştirecektir.
Bilim adamlarının normal bilim döneminde dogmatik olduklarını söylemiştik. Bu
eğilimin altında yatan faktör yeni kuramların paradigmalar için yıkıcı olduğu
inancıdır.47 Rakip paradigmalardan biri seçilirken de paradigmaların geçmiş sorunları
çözme başarıları değil, gelecekteki sorunları çözme vaatleri daha fazla önem taşır.
Bilim adamları yeni paradigmanın doğru yolda olduğuna ikna olmalıdırlar. Bu ikna
süreci kuşkusuz sosyolojik-psikolojik bir süreçtir.48 Sonuç olarak Kuhn bilim
adamlarının bilimi icra ederken ümit, dışlanma korkusu, beğenilme, inat etme gibi
hislerden etkilendiklerinin altını çizer.
2.1.1.4. Sosyal Unsurların Sınırları
Kuhn’un bir teorinin diğerine tercihi esnasında kanıtın yeterli olmadığını söylemesi
ve tercihin bilimdışı öğelerine vurgu yapması onun görüşünün irrasyonel ve
45
Kuhn, Kopernik Devrimi, s.136.
46
19. Yüzyıl sonu Avusturya ve Alman Gestalt psikolojisinden alınan bu terim algımızdaki ani
değişime dikkat çeker. Kuhn bir paradigmadan diğerine geçerken değişimin bu şekilde olduğunu
düşünür. Bilim adamları daha önce baktıkları bir “resmi” birden bambaşka bir şekilde görmeye
başlarlar. Gestalt psikolojisi de algının belli şartlanmalarla şekillendiğini iddia eder.
Şartlanmaların değişmesi beraberinde algının “bütün” olarak değişmesini getirecektir. Bakınız:
Chaomei Chen, Mapping Scientific Frontiers: The Quest for Knowledge Visualization, London,
Springer, 2003, ss:27-28.
47
Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s.86.
48
Ibid., s. 150.
75
objektiflikten yoksun olduğu izlenimini uyandırmıştır.49 Bu görüşü paylaşanlardan
birisi olan Popper’a göre bilimin gelişimini anlamak için psikoloji ve sosyolojiye
duyulan ihtiyaç Kuhn tarafından abartılmıştır.50 Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı
isimli eserinde yazdıklarını açıkladığı birçok makalesinde bu yorumun bir yanlış
anlaşılma olduğunu, kendisinin hiçbir yerde sosyolojik veya psikolojik öğelerin esas
belirleyici faktör olduğunu iddia etmediğini savunur. Kuram seçiminde topluluğun
onayının belirleyiciliğinden söz etmek, Kuhn’a göre, kuram seçiminin kitle
psikolojisine indirgendiği anlamına gelmez.51 Kuhn, kuram seçiminde nesnel
faktörlerin etkisini göz ardı etmenin kendisinden önceki bilim felsefecilerinin öznel
faktörleri göz ardı etmesi gibi bir hataya düşmek olduğunu söyler.52 Yani Kuhn
görüşlerinin abartıldığını, ima etmediği yerlere çekildiğini ifade eder. Ancak ileride
de göreceğimiz gibi Kuhn’un eserlerinden bu tür bir yorum edinmek zorlama
olmaktan uzaktır.
Kuhn’a göre eğitimli bilim adamlarının tercihlerini ön plana çıkarmanın, mantığı ve
gözlemi reddetmek anlamına gelmediğini belirtmiştik. Esasen ona göre bu bilim
adamları eğitimli oldukları için keyfi davranmayacaklardır. 53 Kanımızca Kuhn’un
dediğini kabul etsek bile bilim adamlarının keyfi davranmıyor olması onların
üzerindeki asıl belirleyicinin sosyolojik unsurlar olmadığı anlamına gelmez. Kuhn
bilhassa “normal bilim” döneminde sosyolojik unsurların belirleyiciliğine atıfta
bulunmuştu. Bu durumda, Kuhn’un Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı eserinde aldığı
pozisyonla uyumlu olarak normal dönemde bilim adamları keyfi seçimlerde
bulunmayabilir ama paradigma tarafından –farkında olmasalar da- şartlandırıldıkları
açıktır. Onlar farkında olmasalar da aldıkları eğitim onların teorileri değerlendirdiği
kriterleri belirleyecektir. Dolayısıyla farklı eğitimler, farklı seçimlere yol açacaktır.
O halde, bilim adamlarının keyfi davranmadığı iddiası gerçek bile olsa Kuhn’un
49
Wesley C. Salmon, “Rationality and Objectivity in Science or Tom Kuhn meets Tom Bayes”
David Papineau (der.) The Philosophy of Science, Oxford, Oxford University Press, 1996, s.
257.
50
Popper, “Normal Science and Its Dangers” s.58.
51
Kuhn, “Nesnellik, Değer Yargısı ve Kuram Seçimi”, s.382.
52
Ibid., s. 387-388.
53
Kuhn, “Reflections On My Critics”, s. 234.
76
teorisini irrasyonalist olmaktan kurtarmayacaktır. Sonuç olarak Kuhn kendisinden
önceki teorilerin önemli bir eksikliği olarak gördüğü öznel değerlerin kuram
seçimindeki belirleyici rolünü net şekilde belirleyememiştir. Bu başarısızlığın altında
Kuhn’un, öznel etkenleri esas belirleyici olarak almanın kendisini rölativist kampa
sokacağını bilmesi yatmaktadır. Kuhn bir yandan rölativist olarak görünmekten
kaçınırken bir yandan da rölativist imalara kapı aralamaktadır. Sonraki kısımlarda bu
ilişki daha ayrıntılı bir şekilde incelenecektir.
2.1.2. Kuhn’un Popper’dan Ayrıldığı Temel Noktalar:
Kuhn’u tam olarak anlayabilmek için Popper’la benzerliklerinin ve farklı yanlarının
altının çizilmesi gerekir. Kuhn’la zirveye ulaşan sosyal unsurların belirleyiciliğini ön
plana çıkaran görüşler, kendilerini Popper’a karşı konumlandırdıkları için bu
karşılaştırma çalışmamız açısından önem taşımaktadır. Ancak 1. bölümde bu konu
üzerinde durduğumuz için burada birkaç noktaya temas ederek Kuhn ve Popper’ın
teorileri arasındaki temel anlaşmazlıklara yer vereceğiz. Her ne kadar Kuhn,
teorisinin Popper, Lakatos, Feyerabend, Watkins gibi bilim felsefecileri tarafından
detaylı bir şekilde analiz edildiği Bilginin Eleştirisi ve Gelişimi (Criticism and the
Growth of Knowledge,1970) adlı eserde yer alan makalesinde Popper ile sanılandan
çok daha fazla ortak yönleri olduğunu belirtse de; Kuhn’un Popper’ın teorisiyle
kolaylıkla uzlaştırılamayacak bir teorisi olduğu açıktır. Gerçekten Kuhn da Popper da
bilimsel bilginin edinildiği dinamik sürece odaklanmış, bu süreci anlamak için tarihe
bakmış, kanıtlar getirmişlerdir.54 Popper da teoriler arasında bu anlamda bir
benzerlik olduğuna karşı çıkmaz. Hatta Kuhn bahsetmeyi unutsa da Popper
kendisinin de belli oranda dogmatizmin bilimde faydalı olabileceğine inandığını
hatırlatır.55
Ancak
benzerlikleri
bunun
ötesine
taşımak
çok
mümkün
gözükmemektedir. Popper’ın mezkur seçkide yer alan makalesinin isminin “Normal
Bilim ve Onun Tehlikeleri” (Normal Science and Its Dangers) olduğu ve Kuhn’un
“normal bilimin” bilimsel çalışmanın çoğunluğuna karşılık geldiği şeklindeki
yorumu düşünülürse iki düşünürü uzlaştırmanın güçlüğü açığa çıkacaktır. Gerçekten
de Popper “normal bilim” olarak adlandırılan sürecin bilim için ciddi bir tehdit
54
Kuhn, “Logic of discovery or Psychology of Research”, s. 1.
55
Popper, “Normal Science and Its Dangers” s. 55.
77
olduğuna inanır. Kuhn’un gerek Bilimsel Devrimlerin Yapısı’nda, gerekse onu takip
eden dönemde kaleme aldığı makalelerde verdiği örneklere rağmen Popper bilim
adamlarının eleştirel düşünceye sahip olmaları gerektiğine inanır. Popper’a göre
Kuhn’un belirttiği gibi bilim adamları eleştirel düşünceyi zaman zaman terk ediyor
ve adeta sorgulamadan uygulayan mühendislere dönüşüyor olabilirler. Ancak ona
göre bu tür bir eğilimin hâkim olduğu dönemde bilimden bahsetmek mümkün
değildir. Yani Kuhn’un bilim olarak nitelendirdiği şey, Popper için “bilim
olmayan”dır.56
Popper eleştirinin gücüne inanması ve onun her dönem mümkün olduğunu
düşünmesi anlamında da Kuhn’dan radikal bir şekilde ayrılır. Kuhn, normal bilim
döneminde eleştirinin ne kadar arzulansa da mümkün olmadığını belirtmiştir. Oysa
Popper’a göre her ne kadar sosyal unsurların üzerimizdeki baskısından söz edebilsek
de bu etkiyi aşmak ve eleştirel gözlüklerle teorileri değerlendirmek mümkündür.57 O
halde gördüğümüz ana ayrımların başında eleştirel düşünmenin her zaman mümkün
olup olmadığı gelmektedir. Eğer eleştirel düşünce sosyal unsurlar tarafından
sınırlandırılamıyorsa bu durumda Popper haklı gözükecektir. Kuhn, belki de bu
bilinçle gözlem gibi sosyal unsurların en az etki edebileceğine inanılan ampirik
verilerin elimizdeki paradigma ile nasıl şekillendiğini göstermeye çalışır. Eğer
gözlemin kendisi bile hâkim paradigmadan bağımsız yorumlanamıyorsa bu durumda
eleştirel düşüncenin varlığına umut bağlamak gerçekçi görünmeyecektir. Tartışmayı
rölativizm ile ilgili kısımda sürdüreceğiz.
2.1.3. Kuhn ve Mantıksal Pozitivizm (Mantıksal Ampirisizm)58
Kuhn’un teorisini karşısında konumlandırdığı bir diğer bilim felsefesi ekolü
mantıksal pozitivizmdir. Bu ekol Viyana Okulu’nun yanı sıra Reichenbach, Ayer,
56
Ibid., s. 52-53.
57
Ibid., s. 56.
58
Bu iki terimin aynı anlama gelip gelmediği üzerinde geniş bir literatür bulunmaktadır. Biz
konumuz açısından bu iki terimi eşanlamlı olarak kullanacağız. Benzer bir kullanım için bakınız
Thomas E. Uebel ve Alan W. Richardson, (der.) The Cambridge Companion to Logical
Empiricism, New York, Cambridge University Press, 2007.
78
Tarski, Hempel gibi 20. yüzyılın büyük bilim felsefecilerini bünyesinde barındırır.59
İlk bölümde ortodoks bilim olarak nitelendirdiğimiz kavram temel olarak mantıksal
ampirisizmin resmettiği bilim felsefesiyle uyumludur. Bu felsefe okulu matematiksel
mantığı felsefenin bir aracı olarak kullanmaya çalışır, her türlü metafiziksel inancı
dışlarken ampirik verileri çalışmanın merkezine yerleştirir.60 Bilimsel teorilerin
seçim sürecinde, bilim içi etkenler rol oynar. (Her ne kadar Mantıksal Ampirisizmin
temsilcileri de –örneğin Reichenbach- metafiziksel öğelerin bilimde yeri olduğunu
iddia etse de, onların burada atıfta bulundukları şey, keşfi ortaya çıkaran bağlamdır.
Onlara göre metafiziksel öğeler keşfin doğrulanmasında veya yanlışlanmasında bir
role sahip değillerdir.)
Mantıksal Ampirisizm tarihselci bilim felsefecileri olan Hanson gibi düşünürler
tarafından 20. yüzyılın ikinci yarısında sorgulanmaya başlamışsa da61 Kuhn’un
Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı eseri yayımlandığında mantıksal ampirisizm hâlâ
zirvedeydi.62 Ancak tüm popülerliğine karşın mantıksal ampirisizm Kuhn’a göre
teori seçiminde net metodolojik standartlar sunamıyordu.63 Dahası mantıksal
ampirisizm, metafiziksel öğeleri dışlamak suretiyle bilim adamları topluluğunun
üzerindeki etkenlerin gerçekçi bir resmini sunamıyordu. Tarihin detaylı bir
incelemesinin gösterdiği gibi, teori seçiminde bilimin dışından gelen faktörler de son
derece önemliydi.64 Hatta bu bilim dışı öğelerin mantıktan ve gözlemden daha fazla
zorlayıcı olduğu durumlardan da söz edilebilir. Görüldüğü gibi Mantıksal
Ampirisizmin tersine Kuhn gözlemle elde edilen verileri ve mantığın kurallarını tek
başına zorlayıcı olarak görmez. Bu bağlamda onun teorisini, Popper’ınkinden ziyade
59
Richard Creath, “Logical Empiricism”, Edward N. Zalta (der.), The Stanford Encyclopedia
of
Philosophy,
(Çevrimçi)
http://plato.stanford.edu/archives/spr2013/entries/logicalempiricism/ 07-09-2012.
60
Uebel ve Richardson, “Introduction”, The Cambridge Companion to Logical Empiricism,
s.1.
61
David Papineau “Introduction” David Papineau (der.) The Philosophy of Science, Oxford,
Oxford University Press, 1996, s. 1-2.
62
Wesley C. Salmon, “Rationality and Objectivity in Science or Tom Kuhn meets Tom Bayes”
David Papineau (der.) The Philosophy of Science, s. 256.
63
Larry Laudan, “Progress or Rationality? The Prospects for Normative Naturalism” David
Papineau (der.) The Philosophy of Science, s. 194.
64
Kuhn, “Nesnellik, Değer Yargısı ve Kuram Seçimi”, s.387.
79
Mantıksal Ampirisizmin tam karşısına yerleştirmek daha doğru bir tercih olabilir.
(Söz gelimi Popper bilim adamlarının dogmatik olabileceğini kabul etmiştir.)
Kanımızca, Kuhn’un -adı geçen makalede- Popper ile ortak yönlerini sıralamasının
altında da kendi teorisinin Mantıksal Ampirisizme olan büyük uzaklığının olduğunu
iddia edebiliriz.
2.1.4. Bir Konvansiyonalist ve Rölativist Olarak Kuhn
Kuhn’un mantıksal ampirisizm ve Poppercı teoriye karşı sunduğu argümanlar, onun
konvansiyonalist ve rölativist olarak algılanmasına neden olacaktır. Kuhn yaşamı
boyunca bu iki sıfatı reddedecektir. Bununla beraber Kuhn’un teorisindeki belli
öğelerin konvansiyonalist ve rölativist yorumlara son derece açık olduğunu
belirtmemiz gerekir. Takip eden sayfalarda bu noktalar daha detaylı bir şekilde ele
alınacaktır. Kuhn’un rölativist ve/veya konvansiyonalist olup olmadığını tartıştıktan
sonra bu rölativist ve konvansiyonalist öğelerin bilimi, bilimsel çalışmayı ne denli iyi
resmettiğine bakacağız.
2.1.4.1. Konvansiyonlar ve Kuhn
Pozitivizme alternatif olarak sunulan bir görüş olan konvansiyonalizm (uzlaşımcılık)
kısaca “bilimsel, mantıksal veya matematiksel doğruların, dünyanın insan
varlıklarına dikte ettiği veya zorla kabul ettirdiği hakikatler olmayıp, insani
tercihlerin sonucu” olduğunu iddia eder.65 Konvansiyonalizm bilimsel yasaların ve
matematiksel aksiyomların deneysel çıkarım veya a priori bilgi olduklarını reddeder.
Bu görüşün savunucularına göre bilimsel yasalar ve matematiksel aksiyomlar
uzlaşıların, anlaşmaların neticesidir.66 Konvansiyonalistler doğal olarak farklı
alternatif konvansiyonların bulunduğunu ve bunların da mevcut konvansiyon kadar
iyi olduğunu iddia ederler.67
65
Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, “Uzlaşımcılık” maddesi, İstanbul, Paradigma Yayıncılık,
2010, s. 1569.
66
David J. Hess, Science Studies: An Advanced Introduction, New York, New York
University Press, 1997, s. 18.
67
Michael Rescorla, “Convention”, Edward N. Zalta (der.), The Stanford Encyclopedia of
Philosophy, (Çevrimiçi) http://plato.stanford.edu/archives/spr2011/entries/convention/>
2
Eylül 2012.
80
Konvansiyonalistlerin iki önemli tezi düşük belirlenme (underdetermination) ve
kuram yüklülüktür (theory-ladenness).68 Düşük belirlenme ile kast edilen, elimizdeki
kanıtın sahip olmamız gereken inançlar konusunda yeterli olmaması durumudur.
Bilimsel teorilerde sıklıkla başvurulan korelasyonun nedensellik ile aynı olmadığı
düşüncesi bu kavrama örnek olarak sunulabilir. Örneğin çizgi film izleyen çocukların
şiddete daha meyilli olduğu verisinden yola çıkarak çizgi filmin çocukları şiddete
yönlendirdiği sonucunu çıkarmak mümkündür. Ancak eldeki veri bu sonuca ulaşmak
için yeterli değildir zira belki de başka bir faktör hem çocukları çizgi filme
yönlendiriyor hem de onları şiddete yönlendiriyor olabilir. Örneğin anne ve babanın
ilgisizliği bu iki faktörün altında yatan üçüncü bir faktör olabilir. O halde tek başına
bir korelasyondan yola çıkarak yapılacak nedensel açıklamalar hatalı olabilir.69
Bilhassa Quine ve Duhem ile beraber anılan düşük belirlenme kavramı, bir teorinin
kanıt tarafından belirlenemeyeceğinden yola çıkarak şu iddiada bulunur: Eğer
yardımcı hipotezlerle oynanırsa teori, kanıtla uyumlu hale getirilebilir. Yani bir
gözlem veya deney kümesi başka ve farklı teorilerle de uyumlu olabilir.70
Kuram yüklülük, düşük belirlenme ile yakından ilgilidir. Duhem ve Feyerabend gibi
düşünürlerce savunulan bu görüşe göre teori, gözlemlerimizi şekillendirir ve
sınırlar.71 Gözlemlerimiz tek başlarına, bir tecrübenin sonucu ortaya çıkmış olarak
görülemez. Onlar bir teori ile yönlendirilir, anlam kazanır ve var olurlar. Yine bir
gözlemin değerli olup olmadığına karar verecek olan teorimizdir.72 Bu görüş farklı
versiyonlara sahiptir. Görüşün savunucuları arasında teorinin belli oranda
belirlemedeki gücünü kabul edenler olduğu gibi, teorinin dışında hiçbir objektif
68
Hess, Science Studies, s. 18.
69
Kyle Stanford, “Underdetermination of Scientific Theory”, Edward N. Zalta (der.), The
Stanford
Encyclopedia
of
Philosophy,
(Çevrimiçi)
http://plato.stanford.edu/archives/win2009/entries/scientific-underdetermination/ . 03 Ağustos
2012.
70
Yemima Ben-Menahem, Conventionalism, Cambridge, Cambridge University Press, 2006, s.
9.
71
Hess, Science Studies, s. 18.
72
George Couvalis, The Philosophy of Science: Science and Objectivity, London, Sage
Publications, 1997, s. 11.
81
bilginin var olmadığına, olsa da bunun bulunamayacağına inananlar da
bulunmaktadır.
Konvansiyonalist görüşün doğa bilimleri tarafından tehdit olarak görülmesi bu kısa
bilgilendirmeden sonra, şaşırtıcı olmayacaktır. Elimizdeki gözlemlerin bir teorinin
doğruluğuna hükmetmek için yeterli olmaması, dahası teorilerin gözlemleri
yönlendirmesi pozitivist bilim anlayışı için kabul edilemezdir. Peki Kuhn bu
pozisyonun neresinde durmaktadır?
Kuhn, Moser’ın dediği gibi “uzlaşmacı epistemoloji” isimli kampa dahil edilebilir.
Moser’ın bu görüşüne göre kuramların gerekçelendirilmesinde bir algoritmadan
bahsedilemez. Bir matematiksel model sunulup onun uygulaması ile bilimsel
kuramların doğru veya yanlış olduğu sonucuna varılamaz. Esas olan eğitilmiş bilim
adamları topluluğunun bir teorinin kabul edilip edilmeyeceğine karar verdiği
gerçeğidir. Nitekim Kuhn’a göre de bilim adamları topluluğunun üstünde bir
epistemolojik kriter aramak hatalıdır.73 Bilim adamları uzlaşırlar ve neyin bilimsel
olduğunu, neyin bilimsel olmadığını belirlerler.
Ayrıca Kuhn’un eserlerinde yer alan nötr gözlem dilinin var olmadığı ve
gözlemlerimizin teorilerin etkisi altında kaldığı iddiası ve karşılaştırılamazlık tezi
Kuhn ile konvansiyonalist düşünce arasında bir ilişki kurulmasına neden olmuştur.74
Bununla beraber Kuhn’un Bilimsel Devrimlerin Yapısı eseri de dâhil olmak üzere
konvansiyonların gücünü kısıtlayan imaları Kuhn’un konvansiyonlar hakkındaki
görüşünü tartışmalı kılmıştır.
Tartışmamıza
geri
dönecek
olursak;
öncelikle
Kuhn’un
eserlerinden,
konvansiyonalist düşünceyi destekleyen bazı örnekler vermek faydalı olacaktır.
Kuhn, eserlerinde konvansiyonalist teorilerin vazgeçilmez iki öğesi olan düşük
belirlenmeye ve kuram yüklülüğe inancını yansıtan birçok misal verir. Ona göre
deneyim ve gözlemlerin bir teorinin seçimindeki rolü abartılmaktadır. Doğanın
73
Paul K. Moser, “On Scientific Justification by Consensus”, Journal For General Philosophy
of Science, 17, 1, 1986. s. 154-155.
74
Adrzej Lodynski, “Some Remarks in Defense of the Incommensurability Thesis” Władysław
Krajewski, (der.), Polish Essays in the Philosophy of the Natural Sciences. Dordrecht: D.
Reidel, 1982, s. 91-92.
82
objektif bir incelemeden geçmesi sonucunda kuramların yanlışlandığını iddia edenler
bilim tarihini çarpıtmaktadırlar.75 Ona göre nötr bir gözlem yoktur ve gözlemlerimiz
mevcut teorilerimizden –veya paradigmadan- bağımsız değildir. Sadece gözleme
dayalı bir tarafsız bilim dilinden söz edilemez.76 Zaten Kuhn’a göre, doğa karmaşık
olduğu için bilim adamlarına çalışmalarında yol gösterecek teorilerin varlığı menfi
olarak da görülmemelidir.77 Peki nötr gözlem dili yoksa ve dolayısıyla gözlemler
kuram seçiminde kullanılamıyorsa hangi kuramın seçileceğine nasıl karar vereceğiz?
Kuhn bu noktada bilim dışı faktörlere atıfta bulunur. Bilim adamları üzerinde bilim
dışı –söz gelimi metafizik- öğeler de, estetik nedenler de etken olabilir.78 Kuhn bu
hususta önemli bir hatırlatma yapar. Ona göre kuram seçiminde sadece kanıtlar etken
olsaydı bu durumda onun devrim dediği hadiseler hiçbir zaman gerçekleşmezdi.
Çünkü yeni kuram önerildiği ilk anlarda eskiye ait soruların sadece az bir kısmını
çözmüş olacaktır. Bu çözümler de henüz geliştirilmeye muhtaçtır. Yani aralarında
ciddi bir üstünlükten söz edilemez. Bu nedenle kuram seçiminde eğer sadece
kanıtlama etkili olsa eski kuramın yerini yeniye bırakması mümkün olmayacaktır. Bu
noktada, Kuhn’a göre, yeni kuramın gelecekteki sorunları çözme vaadi ve bilim
adamlarının bu vaade inanması önemlidir.79
Bu noktaların dışında Kuhn’u konvansiyonalist olarak yorumlamamızı mümkün
kılan bir diğer faktör, onun karşılaştırılamazlık (incommensurability) kavramıdır.
Kuhn’un
karşılaştırılamazlık
standartlarımızın
varlığını
kavramı
reddeder.
teori
değerlendirmede
Paradigmanın
değerlendirme kriterlerimiz de değişecektir.
80
değişimiyle
değişmez
beraber
Bu iddiadaki konvansiyonalist ima
hem açık, hem de sarsıcıdır. Her ne kadar Kuhn pek çok kez bu imaları yalanlasa da,
karşılaştırılamazlık tezi onun teorisini konvansiyonalist çizgiye yaklaştıracaktır.
Bilim adamları topluluğunun kabul ettiği paradigmanın kuram değerlendirme
75
Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s.94.
76
Ibid., s.128.
77
Kuhn, “Bilimsel Araştırmada Dogmanın İşlevi”, s. 213-214.
78
Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s.146-148.
79
Ibid., s. 149-150.
80
Bird, “Thomas Kuhn” The Stanford Encyclopedia of Philosophy, 08-08-2012.
83
kriterlerimizi belirlediği bir dünyanın konvansiyonalist olarak değerlendirilebilir.
Esasen Kuhn’un bilim adamlarından ziyade bilim sosyologlarının ilgisini çekmiş
olmasının altında yatan nedenlerden birisi kuramın standart olmayan bilim dışı
faktörlerce belirlenmiş olduğu iddiasıdır. Kuhn’un en çok eleştirilmesine neden olan
yanı, aynı zamanda onu en farklı kılan yanıdır.
2.1.4.2. Rölativist Pozisyon ve Kuhn
Rölativizm, Kuhn’la ilişkilendirilen bir diğer pozisyondur. Kısaca betimlemek
gerekirse rölativist görüş tecrübenin, düşüncenin, değerlendirmenin ve gerçeğin
göreli olduğunu iddia eder.81 Rölativist, “kendisiyle rasyonel olarak karar
verebileceğimiz ya da mücadele halindeki rakip paradigmaların iddialarını belirli bir
anlam dâhilinde değerlendirebileceğimiz köprü kurucu bir tözel çerçeve ya da meta
dil”in varlığına inanmaz.82 Rölativist için hakikat görelidir ve işin gerçeği
rölativizmin bu karakteri onu bilhassa sosyal bilimciler için son derece çekici
kılmaktadır. Bununla beraber tam da bu çekici yanı rölativizm için bir tehdit
oluşturur. İleride daha detaylı değineceğimiz gibi rölativistler hakikatin göreli
olduğunu belirtirken aynı zamanda bir hakikat iddiasında bulunmaktadırlar. Oysa
hakikatin göreli olduğu hakikatinin herkesçe kabulü, hakikati göreli olmaktan
çıkaracağı için çelişkilidir. Bernstein haklı olarak bu durumu şu şekilde ifade eder:
“Rölativizmin tutarlı bir tarzda savunulabilmesi onu ortadan kaldırmaksızın mümkün
olmaz”83
Esasen benzer bir çekicilikten ve onun yarattığı kırılganlıktan Kuhn’un teorisi
bağlamında da söz edebiliriz. Thomas Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı eserinden
başlayarak rölativizmi çağrıştıran birçok unsura teorisinde yer vermiştir. Bu
unsurların
bazıları
konvansiyonalizm
tartışmasındakine
benzerdir.
Kuhn,
81
Chris Swoyer, “Relativism”, The Stanford Encyclopedia of Philosophy, Edward N.
Zalta (der.), (Çevrimiçi) http://plato.stanford.edu/archives/win2010/entries/relativism/ ,
11 Eylül 2012.
82
Richard J. Bernstein, Objektivizm ve Rölativizmin Ötesi: Bilim Hermenoytik ve Praxis,
çev. Feridun Yılmaz, İstanbul, Paradigma Yayıncılık, 2009, s.12.
83
Bernstein, Objektivizm ve Rölativizmin Ötesi, s. 13.
84
konvansiyonalizme karşı takındığı pozisyona paralel bir şekilde rölativizm
yakıştırmalarına da karşı çıkmıştır. Ne var ki teorisinde öyle unsurlar bulunmaktadır
ki kanımızca hem o unsurların doğruluğunda ısrar edip, hem de rölativist olmadığını
iddia etmek mümkün değildir.
Yukarıda
Kuhn’un
karşılaştırılamazlık
(incommensurability)
görüşünden
bahsedilmişti. Bu kavram konvansiyonalizmle ilgili olduğu kadar rölativizmle de
ilgilidir. Zira karşılaştırılamazlık tezinin iddia ettiği şey bir paradigmanın diğerinden
daha iyi olduğunun söylenemeyeceğidir. Geleneksel bilim görüşlerinin aksine –
mantıksal ampirisizm ve Popper’ın teorisini kast ediyoruz- Kuhn, sonra gelen
teorinin
doğruya/hakikate
önceki
teoriden
daha
fazla
yaklaştığını
iddia
edemeyeceğimizi düşünür. Çünkü ona göre paradigmaları değerlendirebileceğimiz
ortak, evrensel bir kriter yoktur. Her ne kadar Kuhn paradigmaların “başarı”sından
söz etse de aklında gelişme veya daha iyiye gitme anlamında bir başarı yoktur. Onun
başarıdan anladığı daha fazla bulmaca çözme yetisidir. “Daha fazla bulmaca çözme
başarısı o paradigmayı daha doğru kılmaz mı” sorusuna Kuhn’un cevabı yine
negatiftir.
Kuhn,
paradigmaların
“daha
doğru”
olma
anlamında
kıyaslanamayacağında ısrarcıdır. Paradigmalardan hangisinin daha iyi olduğu
tartışmasını “sağırlar diyaloğu”na benzetirken Kuhn’un aklında ortak bir ölçüt
bulmanın imkansızlığı vardır.84 Kuhn rakip paradigmalardan hangisinin seçileceği
tercihinin de bir paradigma içinde yapıldığını hatırlatarak, bu tercih yapılırken
kullanılan kriterlerin o paradigma içinde şekillendiğine dikkat çeker.85 Yani bu
kriterleri evrensel göstermek, gerçeği deforme etmek anlamına gelir. Kriterler o
paradigma içinde evrensel gözükseler de paradigmanın dışına çıkıldığı anda bu
özelliği yitirirler. O halde paradigma tercihinde paradigmaların birbirlerinden
bilimsel olarak daha iyi veya daha kötü olduğuna odaklanarak gerçek resmi
çözemeyiz. Yapılması gereken bilim dışı faktörlerin etkilerini incelemektir. Bu
nedenle Kuhncu anlayışa göre doğanın ve mantığın evrensel yasaları yerine bilim
topluluğunun kendi içindeki etkileşim ve ikna süreçlerini incelemek daha doğru
84
Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s.116-117.
85
Ibid., s. 106.
85
olacaktır.86 Buradaki rölativist eğilim son derece açıktır. Kuhn, bir bilimsel teorinin
diğerinden daha iyi olduğunu iddia edemeyeceğimizi söyleyerek bilimsel analizi
rölativist pozisyona itmiştir. Çünkü rölativizmin tanımında olduğu gibi Kuhn’un
teorisinde de değerlendirme görelidir. Her paradigma kendi değerlendirme
standardını beraberinde getirir.
Kuhn’un karşılaştırılamazlık tezini başka açılardan da rölativist olarak görmek
mümkündür. Öncelikle teorilerin daha iyi olabileceğini iddia edenlerin kastettikleri
şey bir teorinin doğayı daha iyi resmettiğidir. Oysa -yukarıda da ifade edildiği üzerekarşılaştırılamazlık iddiasında bulunan bir kişi, doğanın daha iyi veya daha kötü
resmedildiği konusunda fikir beyan edilemeyeceğini ileri sürer. Onunla bağlantılı
olarak böyle bir durumda Kuhn’un paradigmaların gözlemi etkileyeceği inancı daha
da önem kazanır. Teoriden bağımsız bir gözlemden söz edemeyiz. Kuhn’a göre aksi
yönde bir iddia ortodoks bilim görüşünün temelsiz iddialarının başında gelir ve hem
bilim tarihi, hem de sağduyu ile çelişir. Ona göre –tam da rölativistlerin iddia ettiği
aynı
gibi-
gerçeğe
bakan
farklı
paradigmadaki
kişiler
farklı
gerçekleri
gözlemleyebilirler. Her ne kadar Kuhn bunun her gözlemci istediğini görür anlamına
gelmediğini87 söylese de, bize göre o, kimin neyi görebileceği ve neyi göremeyeceği
konusunda tatmin edici bir açıklama yapmaz. Oysa gözlemlerin tamamen önemsiz
olmadığını ve keyfi yorumlanamayacağını iddia eden bir bilim felsefecisinin
gözlemlerin büyük oranda paradigma tarafından belirlendiğini söylemesi tatminkar
bir açıklamayı gerektirmektedir. Eğer gözlemler bilim adamı için güvenilir bir liman
işlevi görmüyorsa ondan hangi durumda ve ne kadar faydalanılabilir? Bu soru da
Kuhn tarafından cevaplanmalıdır.
Kuhn’un düşüncesindeki rölativist unsurlar bununla da sınırlı değildir. Ona göre
paradigma değişimlerinde daha önce temel kabul edilen kabuller sorgulanır.88 Bu
dönemde sorgulanan temellerden birisi de önemli soruların ne olduğudur. Farklı
paradigmalarda araştırmalarını yapan bilim adamları bilim için önemli soruların ne
86
Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s. 106.
87
Ibid., s. 145.
88
Kuhn, “Bilimsel Araştırmada Dogmanın İşlevi”, s. 208.
86
olduğu konusunda bile uzlaşamazlar. Farklı paradigmalarda farklı sorular önem
kazanırken eski paradigma döneminde önemsenen, tüm araştırmacıların yöneldiği
sorular unutulmaya yüz tutar.89 Oysa ortodoks bilimin yarattığı izlenim insanların her
dönem aynı konuları merak ettiği, aynı sorulara cevap aradığıdır.
Kuhn, rölativizmle olan yakınlaşmasını farklı paradigmalarda bulunan kişilerin aynı
kavramlardan bahsederken bile farklı şeylerden söz ettikleri iddiası ile sürdürür. Yani
değişen sadece kavramlar değil, kavramların anlamıdır da. Örneğin Kopernik’e karşı
çıkanların “yeryüzü dönmüyor” derken tamamen haksız olmadıklarını öne süren
Kuhn, “yeryüzü” kelimesinin o paradigmada hareket etmeyen bir varlığa karşılık
geldiğini
hatırlatır.90
İki
paradigmada
“yeryüzü”
farklı
anlamlara
gelir.
Araştırmacının zihninde bu kelimeler aynı çağrışımı yapmaz. Paradigmanın kendisi
değiştikçe kavramın anlamı da değişmektedir. Dolayısıyla o paradigmayı anlamanın
en iyi yolu o paradigmanın içinde bulunmaktır. Kuhn bu noktada rölativizmler
arasında
bir
ayrıma
gidiyor
görünmekte
ve
semantik
bir
rölativizmden
bahsetmektedir.91 Kuhn –ve aynı zamanda Feyerabend- tarafından savunulan
semantik rölativizme göre bir kavramın anlamını anlamak için o kavramın bütün
içindeki yerinden haberdar olmak gerekir. Yani o kavramın ne olduğunu ve tam
olarak ne anlama geldiğini anlamak için kavramın o paradigmadaki bilim
adamlarının dünya görüşüyle, inançlarıyla ve diğer kavramlarla ilişkisini incelemek
gerekir. Bu durumda farklı paradigmalarda aynı kavramlara rastlayamayız çünkü
aynı kavram farklı yerlerde diğer kavramlarla aynı tür bir ilişki içinde olmayacaktır.
Kavramlar aynı isimle kullanılıyor da olsa, diğer kavramlarla olan farklı ilişkileri
nedeniyle birbirlerinin yerini alamayacaktır. Bu durumun pratikteki yansıması farklı
paradigmaların karşılaştırılamazlığıdır. Çünkü kavramların ismi değişmediğinde bile
aynı şeyden söz edemiyor ve dolayısı ile kıyaslamaya gidemiyorsak, kavramların
değiştiği durumlarda da karşılaştırmadan söz edemeyiz.92 Kuhn, semantik rölativizmi
ustaca bir şekilde diğer rölativist iddialarını temellendirmek için kullanmıştır.
89
Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s. 144.
90
Ibid.
91
Robert Nola, “Introduction” Robert Nola (der.), Relativism and Realism in Science,
Dordrecht, Kluwer Academic, 1988, s. 16.
92
Swoyer, “Relativism”, The Stanford Encyclopedia of Philosophy, 11-09-2012.
87
Bununla beraber onun teorisindeki akıl yürütmeyi takip edersek ilginç sonuçlara
ulaşacağımız kanaatindeyiz. Kuhn iki farklı paradigmadaki kişilerin aynı kavramdan
aynı şeyi anlamadıklarını belirtmişti. Dünyadaki her insanın farklı tecrübeleri, farklı
algıları olduğunu düşünürsek aslında aynı paradigmadaki iki kişinin de hiçbir zaman
bir kavramdan aynı şeyi anladıklarını iddia edemeyiz. Hatta daha öteye gidip şunu da
iddia edebiliriz: Bir kişinin tecrübe ettikleri, algıları her an değiştiği için, bir
kavramın bugünkü anlamı ile yarınki anlamı aynı kişi için de değişmelidir. Ancak
Kuhn tecrübe ile anlam arasındaki bağımlılığı paradigma ile sınırlı tutmayı
yeğlemiştir.
Kuhn burada bahsettiğimiz semantik karşılaştırılamazlığın yanı sıra iki ayrı
karşılaştırılamazlıktan daha bahseder. İlki metodolojik karşılaştırılamazlıktır. Diğeri
ise gözlemsel karşılaştırılamazlıktır.93 Adından da anlaşılabileceği gibi Kuhn’a göre
bilimsel kuramları değerlendirirken aynı metodolojik araçları, aynı metotları
kullanmayız. Paradigma ile beraber kullandığımız metotlar ve araçlar da değişir. Bu
nedenle
semantik
değerlendirmedeki
karşılaştırılamazlık
metodolojik
engelini
farklılık
aştığımızı
nedeniyle
farz
kuramların
etsek
de
sağlıklı
bir
karşılaştırmasını asla yapamayız. Gözlemsel karşılaştırılamazlıkta ise gözlemin
teoriden bağımsız
olamadığına
atıfta bulunularak, paradigmalar
değiştikçe
gözlemlerin de onlara bağlı olarak değişeceği sonucuna ulaşılır.94
Kuhn’un, teorisinde her dönem aynı unsurları öne çıkardığını, Bilimsel Devrimlerin
Yapısı’nda yer alan tüm öğeleri savunduğunu iddia edemeyiz. Bilhassa onun
karşılaştırılamazlık teorisinde zaman içinde değişime gitmesi de konumuz açısından
önemlidir. İlk başta, bilhassa Bilimsel Devrimlerin Yapısı’nda yukarıda değindiğimiz
üç
tür
karşılaştırılamazlığa
işaret
eden
karşılaştırılamazlığı daha çok öne çıkarmıştır.
Kuhn,
95
zaman
içinde
semantik
Burada Kuhn’un rölativist olduğu
93
Howard Sankey, “Kuhn's Changing Concept of Incommensurability”, The British Journal
for the Philosophy of Science, 44, 4, 1993, s. 760.
94
Bird, “Thomas Kuhn”, The Stanford Encyclopedia of Philosophy, 08.09.12.
95
Sankey, “Kuhn's Changing Concept of Incommensurability” The British Journal for the
Philosophy of Science, 44, 4, 1993, ss. 759-774. S.759.
88
yönündeki eleştirilere cevap vermeye çalıştığı yorumları yapılabilir. Kuhn, görece
daha savunulabilir bir pozisyon olan semantik rölativizmi benimsemiş olabilir.
Daha ileri giderek Kuhn’un sadece paradigmaların karşılaştırılamazlığından
bahsederken değil, “doğa”dan bahsederken de rölativist pozisyona yakın bir yerde
konumlandığını iddia etmek mümkündür. Ona göre bilim adamları paradigmaya
sahip oldukları normal dönemde doğa ile paradigmalarını yakınlaştırma çabası içine
girerler. Bilim adamları doğadaki olguları teoriye uydurmayı çoğunlukla başarırlar. 96
Doğa ile teori, birkaç istisna göz ardı edilirse, zaman içinde normal dönemin ilk
dönemlerine nazaran daha uyumlu bir hal alır. Eğer doğadaki olgular bir rölativistin
zihnindeki gibi değillerse kolaylıkla teoriyle uyumlu hale getirilemezler. Oysa Kuhn
her paradigmanın olgularla teori arasında uyumu sağlama noktasındaki başarısından
söz eder. Elbette bu çıkarım, Kuhn’un, doğa ile teori arasındaki uyumdan
bahsederken sadece teorinin doğaya yakınlaşmasını kast etmediği fikrine dayalıdır.
Kuhn’un teori kadar doğanın da bu yakınlaşmada pay sahibi olduğunu iddia etmesi
gerekir ki doğanın rölativistin zihnindeki doğa olduğunu iddia edebilelim. Kuhn bu
konuda açık değildir.97 Yine de paradigmayı “pek az değiştirilme olanağı bulunan bir
kutu”ya98 benzetiyor olması Kuhncu anlayışta değişenin sadece teori olmadığı,
doğanın
da
değiştiği
anlamına
gelebilir.
Bunun
yanında
paradigmaların
sorgulanmadığı normal dönemde, paradigmaların tek başına doğaya yaklaştığını
iddia etmek Kuhn’un teorisiyle uyumlu gözükmez. Doğa da bu esnekliğe izin
verecek bir yapıda olmalıdır ki teori ile doğa arasındaki fark bilimsel faaliyetler
neticesinde kapanabilsin. Doğanın bu esnekliğe izin vermesi ise ancak ontolojik
boyutta rölativist bir görüşle mümkündür.
96
Kuhn, “Bilimsel Araştırmada Dogmanın İşlevi”, s.217.
97
Kuhn, bu noktada da muğlak ifadeler kullanarak teorisini eleştirilere karşı savunulur hale
getirmektedir. “Bilimsel Araştırmada Dogmanın İşlevi” çalışmasında doğanın teoriye değil,
teorinin doğaya yaklaştığını ima ediyor gibi görünür. Paradigmanın doğaya bilhassa
netleşmemiş alanlarda yaklaştığını ifade etmesi bizde bu izlenimi uyandırmıştır. Buna rağmen
değişenin sadece teori olduğunu net olarak ifade etmez. Bakınız: Thomas S. Kuhn, “Bilimsel
Araştırmada Dogmanın İşlevi”, s.196-220.
98
Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s.55.
89
2.1.4.3. Kuhn’un
Olduğuna
Rölativist
Dair
ve
Konvansiyonalist
Eleştirilere
Verdiği
Kampta
Cevabın
Değerlendirilmesi
İyi bir Kuhn okuru, Kuhn’un her fırsatta, rölativist olduğu yönündeki iddiaları
yalanladığını, kendisini rölativist gösteren öğelere açıklık getirme gayretinde
olduğunu fark edecektir. Kuhn zaman zaman bunu açıktan yapar, zaman zaman da
rölativist iddiaların yetersizliğine işaret ederek yapar. Hatta ileride görüşlerini analiz
edeceğimiz Güçlü Program gibi, ondan ilham aldıklarını iddia eden ekolleri de
kendisini anlamamakla suçlayacak, rölativist bir pozisyonun bilimsel gerçekliği
yansıtamayacağında ısrarcı olacaktır. Ne var ki tüm bunlara rağmen Kuhn’un
teorisinde yer alan yukarıdaki unsurlar onu en azından teorisinde rölativist öğeler
taşıyan bir bilim felsefecisi olarak tanımlamamıza yetecektir. Kuhn’un aşağıda
göreceğimiz itirazları da onu rölativist pozisyonun tamamen dışına yerleştirmeye
yetmeyecektir. Ne var ki Kuhn çelişkiye düşme pahasına da olsa paradigmaların
karşılaştırılamazlığı gibi rölativist öğeleri terk etmemekte kararlıdır. Bu eğilimin
altında yatan faktörü anlamak için Kuhn’u özel kılanın rölativist imaları olduğunu
gözden kaçırmamak gerekir. Karşılaştırılamazlık, bilim dışı faktörlerin kuram
seçimindeki belirleyici rolü gibi unsurlar sayesinde Kuhn, Popper’ın bir türevi
olmanın ötesine geçebilmiştir. Kanımızca çelişki, Kuhn’un yenilik için ödemesi
gereken bir bedeldir. Bu yüzden Kuhn zekice manevralarla rölativist unsurları
muhafaza ederek rölativist olmamayı başarma gayreti içerisine girmeyi tercih
etmiştir.
Öncelikle Kuhn -hatırlanacağı gibi- aynı şeylere bakan bilim adamlarının aynı şeyleri
gözlemlemeyeceğini iddia etmektedir. Farklı paradigmaların içinde yapılan
gözlemler
farklılaşacaktır.
Yeni
paradigmadaki
bilim
adamları,
eski
paradigmadakilerin baktıkları yere baktıklarında onların hiç görmedikleri şeylerle
karşı karşıya gelebilirler. Çünkü her paradigma farklı bir dünyadır. Devrimden sonra
90
bilim adamları bu yeni dünya ile muhataptırlar.99 Burada Kuhn’un bahsettiği nokta
paradigmanın
gözleme
olan
etkisi
ile
açıklanabilir.
Kuhn
bu
etkinin
azımsanamayacağını şöyle dile getirir:
“Fakat duyumsal deneyim gerçekten değişmez ve tarafsız mıdır? Kuramlar
sadece hazırda duran verilerin insan-yapısı yorumları mı? Batı dünyasındaki
felsefeyi üç yüz yıldır en fazla yönlendirmiş olan epistemolojik bakış açısı bu
sorulara hemen ve hiç tereddütsüz “Evet” yanıtının verilmesini emreder.
Bunun karşısına çıkarılabilecek tam olarak geliştirilmiş herhangi bir almaşık
olmadığı için, ben kendim de bu görüşü büsbütün terk edecek değilim. Fakat
bu görüşün artık etkili bir işlev yapmadığı da apaçıktır ve kurtarılması için,
sadece gözleme dayalı ‘tarafsız’ bir bilim dili yaratma çabaları da bana artık
ümitsiz gözüküyor.”100
Bu paragraf Kuhn’un rölativizm tartışmalarındaki tutarsız duruşunu belirlemede
hayli önemlidir. Kuhn tarafsız bir bilim dilinin olmayacağı konusunda kararlı
gözükürken bir yandan da tarafsız bilim dili anlayışını tamamiyle terk etmediğini
itiraf ediyor. Kuhn en azından gözlem boyutunda tarafsızlığın mümkün olmadığını
belirtmektedir. Ancak Kuhn aynı eserinde bu iddianın bilim adamlarının
istediklerini görecekleri anlamına gelmediğini de iddia etmektedir. İstediğini görme
seçeneğini reddeden Kuhn böylece rölativist olmadığını iddia etmektedir. Oysa
istediğini görme seçeneğini reddeden bir kişi rölativist olmayı sürdürebilir. Şöyle ki
bir bilim felsefecisi bilim adamlarının istediklerini görmediklerini ancak bilim
adamlarının paradigmaların kendilerine dayattıklarını gördüklerini iddia ettiğinde
hâlâ rölativist bir çizgidedir. Bilim adamları bu durumda istediklerini görmeseler de
bambaşka gerçekliklerle karşı karşıya geleceklerdir. Burada Kuhn hatalı bir şekilde
sadece “istediğini görme” seçeneğini tercih eden bilim felsefecilerinin rölativist
olduğu izlenimini yaratmaktadır. Oysa Kuhn’un iddiası olan paradigmaların
gözlemi şekillendirdiği inancı da –ilki kadar olmasa da- rölativist bir pozisyondur.
Kuhn’un rölativist imalardan sıyrılmak için, aynı şeylere bakan bilim adamlarının
farklı gözlemlere ulaşsalar da her istediklerini göremeyeceklerini iddia ettiğini
belirten Shapere, Kuhn’un burada tatmin edici bir açıklama yapmadığını ifade eder.
Kuhn, burada sadece teorisindeki bir problemi okurlarına deklere etmektedir.
99
Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s.118.
100
Ibid., s.128.
91
Teorisi bir yandan tarafsızlığın mümkün olmadığını belirtirken, öte yandan da
keyfiliğin var olduğu iddiasını reddeder. Bu, açıklanmaya muhtaç bir problemdir.
Ancak bu problemin nasıl giderileceği, nasıl bir senteze gidileceği konusunda Kuhn
cevapsız kalmaktadır.101
Kuhn normal bilimde olmasa da devrimsel dönemde sorgulamanın varlığından söz
eder. Bu iddiaya göre normal dönemde her dönem olduğu gibi anomaliler vardır.
Anomalilerin birikmesi sonucunda bir yerde paradigma bu anomalileri taşıyamaz
hale gelir. Bilim adamları topluluğunun toplu dikkatini çeken anomaliler nihayetinde
bir devrime yol açar ve yerini yeni paradigmaya bırakır. Burada, kanımızca, Kuhn’un
anomalilerin varlığına ilişkin inancı da onun rölativizmden ayrıldığı bir noktadır.
Eğer bilim adamları doğada istediklerini görebilseler veya Kuhn’un ifade ettiği gibi
normal dönemde doğa ile teorilerini yakınlaştırabilmede çok başarılı olsalar ortada
anomali diye bir kavramın varlığını gerektirecek bir sebep kalmazdı. Anomalinin
oluşması için ortada doğanın gerçekleri ile uyuşmayan teorinin iddiaları
bulunmalıdır. Bu nedenle Kuhn, anomalilerin varlığını devrimler için gerekli
görürken aynı zamanda rölativist pozisyondan uzaklaşır.
Anomalilerin varlığıyla bağlantılı olarak devrim dönemlerinde mevcut paradigmanın
anomaliler neticesinde sorgulanması da teoride bulunan rölativizm imalarıyla
çelişmektedir. Popper sorgulamanın amacını –ve fonksiyonunu- doğruya daha çok
yaklaşmak olarak görür.102 Kuhn, bilim adamlarının normal bilim döneminde
sorgulamaya gitmediklerini, sadece bulmaca çözdüklerini iddia etmişti. Oysa Kuhn
devrim döneminde bilim adamlarının teorilerini sorguladıklarını iddia etmektedir.
Peki nasıl olur da normal dönemde teorilerini sorgulamayan bilim adamları devrim
döneminde teorilerini sorgularlar? Anomalilerin bu sorgulamaya yol açtığı iddiası bir
cevap olmaktan uzaktır. Çünkü Kuhn’a göre anomaliler her dönem vardır.
Anomalilerin teori için önemli bir yerde meydana geldiği, artık teorinin onu
taşıyamaz olduğu iddiası da tatmin edici olmayan muğlak bir ifadedir. Kuhn, tüm
eleştirilerine karşın diğer teorilerle benzer bir şekilde bilimsel değişimin nedenlerini
101
Shapere, “The Structure of Scientific Revolutions”, s.392.
102
Popper, “Normal Science and Its Dangers”, s.57.
92
tam olarak sunamaz.103 Eğer bilim belirli bir çizgide ilerlemiyorsa, tarafsız gözlem
bir yanılsamaysa, normal dönemde bilim adamları sorgulama yapamıyorsa bu
durumda anomalileri, bilimsel devrimi nasıl açıklayabiliriz? Kuhn, anomalilerin ve
onların yol açtığı bilimsel devrimin varlığını kabul ederek rölativist pozisyondan
uzaklaşmış olur.
Kuhn, bu noktada önemli bir anti-rölativist açıklama yapar. Ona göre “olağan bilim,
kendi ana ilkelerini esasta sarsıcı bulduğu temel yenilikleri bastırmaktan kaçınmaz.
Ama gene de, bağlı olduğu bu ilkeler bir keyfilik öğesi taşıdıkları sürece, olağan
araştırmanın kendi öz doğası zaten yeniliğin uzun zaman baskı altında kalmamasını
sağlıyor demektir.”104 Kuhn, bu ifadeleriyle, rölativist pozisyondan uzaklaşmış
görünmektedir çünkü bu alıntıdan çıkarılabilecek sonuç, paradigmanın keyfi olan
ilkelerinin yeniliği engelleyemeyeceğidir.
Kuhn’a göre bizim dışımızda, objektif bir doğa vardır. Bu doğanın varlığı farklı,
onun objektif olarak resmedilebilmesi farklı tartışma konularıdır. Kuhn objektif
resmedilmenin mümkün olmadığına inansa da bu cümleleriyle -en azından teorik
olarak- doğanın objektif olarak resmedilmesinin keyfilikten uzak kuralların
benimsenmesi ile mümkün olduğunu kabul etmiş olmaktadır.
Kuhn’un bilimin ilerlemesi hususundaki görüşleri de konumuz açısından kilit
önemdedir. Bilindiği gibi Kuhn bilimin tarihsel gelişim sürecini anlatırken birbirini
takip eden normal dönem ve devrimsel dönemlerden söz eder. Bu iki dönem
birbirlerini takip etmekle beraber kümülatif bir bilim oluşturmazlar. Yani bilim
kümülatif bir şekilde ilerlemez. Kuhn her bilim adamının bilime bir şeyler kattığı
fikrini kabul etmez. Ona göre bilim birikim yerine, yeni teorinin eski teorinin yerini
alması ile ilerler.105 Burada dikkat edilmesi gereken husus Kuhn’un çizdiği bilim
tarihi resminde, yeni bilimsel teorilerin gerçeğe eski bilimsel teorilerden daha fazla
yaklaştığının iddia edilemeyeceğidir. Eğer ortada bir birikim yoksa, her devrim yeni
bir paradigmayı beraberinde getiriyorsa bu durumda teoriler birbirlerine bir şeyler
103
Shapere, “The Structure of Scientific Revolutions”, s.292-293.
104
Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s.42.
105
Kuhn, “Logic of Discovery or Psychology of Research?”, ss. 1-2.
93
ekleyemezler. Kuhn’un bu yorumu onun paradigmaların karşılaştırılamazlığı ilkesi
ile uyumludur. Eğer tutarlılık ilkesi gereği bir paradigma diğerinden daha iyi veya
daha kötü değilse, paradigmaların birikim yoluyla daha iyiye gittiği iddiası da
anlamsız olacaktır. Kuhn bu noktada rölativist pozisyonun gerektirdiği gibi
düşünmektedir. Ancak kanımızca asıl sorun Kuhn’un ilerlemeden bahsetmesinden
kaynaklanır. Eğer teoriler daha iyiye gidiyor diyemiyorsak ve bilim tarihinde
birikimden söz edemiyorsak ilerlemeden nasıl bahsedebiliriz? Rölativist teorisyenler
bilimin ilerlediği fikrine karşı çıkmalıdır çünkü bilimin zaman içinde daha iyi
teorilere sahip olduğu iddia edilemezse gelişmeden, ilerlemeden söz edilemez.106
Yine de Kuhn bu iki çelişkili pozisyonu ilerleme bahsinde de uyumlu hale getirmeyi
denemiştir.
Kuhn bunu başarmak için öncelikle ilerlemenin bulmaca çözme becerisi anlamına
geldiğini belirtir. Bu durumda bir teori öncekinden daha çok bulmaca çözüyorsa daha
ileridir. Ancak hâlâ buradan hareketle o teorinin daha iyi olduğu anlamını
çıkaramayız çünkü teorinin gerçeğe daha çok yaklaştığını iddia edemeyiz. Kuhn,
“ilerleme” kavramını yeniden tanımlayarak rölativist ve anti-rölativist öğeleri bir
arada çelişkisiz tutabileceğini düşünür. Elbette Kuhn bu iddiasının sağduyu
tarafından kabul edilmeyeceğini bilmektedir. Bilimin ilerlediği, ilerlemenin de
sadece daha fazla bulmaca çözme ile gerçekleşmediği en azından teknolojideki
gelişmelere bakarak anlaşılabilir. “Mucizeye Yer Yok” olarak anılan argümanın
rölativistlerin bu tür ilerleme karşıtı iddialarına nasıl cevap verdiğini bu bölümün
sonunda detaylı olarak göreceğiz. Şimdilik Kuhn’un da kendi yaptığı yeni “ilerleme”
tanımıyla çelişen birçok başka öğeye teorisinde yer verdiğini hatırlatalım –nitekim
bu unsurların bazılarına bu kısımda yer verdik. Kuhn’un kafa karışıklığını ortaya
koyan bir başka kanıt, kendisinin evrim teorisi ile yaptığı benzetmedir.
Kuhn ilerlemenin varlığını kabul ettiğini ancak bilimin “doğa tarafından önceden
saptanmış bir amaca doğru sürekli yaklaşan” çaba olarak görülmemesi gerektiğini
söyler. Bu noktada Kuhn bilimsel düşüncenin evrimi ile Darwinci biyolojik evrim
teorisi arasında bir benzetmeye başvurur. Kuhn’a göre, hem bilimsel düşüncenin
106
Chalmers, Bilim Dedikleri, s.151-152.
94
evriminde hem de Darwinci biyolojik evrimde belirli bir amaca yönelik olmayan bir
gelişimci süreç mevcuttur. Bu noktada Kuhn teleolojik olmayan bir evrimi ve onun
gelişim anlayışını kabul eder.107
Kuhn kendi teorisini açıklamak için neden Darwinci evrim teorisini kullanmaktadır?
Darwin öncesi evrim teorileri evrimi teleolojik olarak görmüşler, evrimin belli bir
mükemmel sona doğru gittiğini düşünmüşlerdir. Oysa Darwin’in teorisinde bu
teleolojik unsur yoktur. Ona göre türler belli bir mükemmel hedefe doğru
evrimleşmez. Kuhn’un evrim teorileri arasında Darwinci evrim teorisini seçme
nedeni her iki teorideki bu teleolojik olmama durumudur.108 Tıpkı Darwin’in
teorisinde olduğu gibi Kuhn’un teorisi de –Kuhn’un iddiasına göre- ilerlemeyi
bünyesinde barındırır ancak bu ilerleme belli bir mükemmel sona doğru sürmez.
Kanımızca bu noktada analoji kuran Kuhn aceleci davranmış, Darwin’in teorisindeki
ilerleme unsurunu ve onu sağlayan mekanizmayı göz ardı etmiştir. Darwinci evrim
teorisinde
ilerlemeye
olanak
tanıyan
araç
“doğal
seçilim/seleksiyon”
mekanizmasıdır. Darwin’e göre doğada bulunan farklı türlerden yaşama ve üreme
konusunda daha avantajlı bir donanıma sahip olanlar “seçilip” türlerini sürdürürken
daha az avantajlı olanlar doğa tarafından elenecektir. Bu mekanizma uzun sürede
türlerin –belli bir mükemmel son türe doğru olmasa da- zihinsel ve bedensel yetiler
anlamında daha iyiye doğru gitme eğilimini içinde barındırır. Çünkü zihinsel ve
bedensel yetenekleri diğerlerinden fazla olan türler doğada hayatta kalmayı
başaracaktır.109 Yani ne şekilde yorumlanırsa yorumlansın Darwin’in teorisindeki
ilerlemede açıkça “daha iyiye gitme” iması bulunmaktadır. Oysa Kuhn daha iyiye
veya daha kötüye gitme gibi bir gelişim sürecini reddeder. Yani Kuhn, mükemmele
doğru gitme anlamında teleolojik bir ilerleme fikrini barındırmasa da Darwinci
teoriyle kendi teorisi arasında bir analoji kurmakta hatalı davranmaktadır. Darwinci
teoride türler belli bir mükemmel türe doğru gitmeseler de daha iyiye gitmektedirler.
Sonraki türler öncekilerden daha iyidirler. Bu nedenle Kuhn’un teorisindeki rölativist
107
Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s.159-160.
108
Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s.159.
109
Charles Darwin, On the Origin of Species by Means of Natural Selection or the
Preservation of Favoured Races in the Struggle for Life, Londra, John Murray, 1858, s.489.
95
unsurlarla anti-rölativist unsurları uzlaştırmada bir ikna yöntemi olarak Darwinci
evrim teorisine başvurması tatmin edici değildir.
Kuhn’un fizik ile ilgili verdiği bir başka örnek de bu noktada açıklayıcı olacaktır.
Kuhn, teorisinin lineer ilerleme fikrine karşı çıkışını desteklemek için fizik tarihine
başvurur:
“Örneğin, Newton mekaniğinin Aristoteles mekaniğini daha ileri götürdüğünden ve
Einstein’ın bulmaca-çözücü araçlarının Newton’unkilerden daha iyi olduğundan
hiçbir kuşkum yok. Fakat bu süreklilikte ben hiçbir tutarlı varlıkbilimsel gelişme
yönü görmüyorum. Tam tersi, önemli birçok bakımdan (her bakımdan olmasa da)
Einstein’ın genel görelilik kuramı Aristoteles’in kuramına, her ikisinin
Newton’unkine olduğundan çok daha yakındır.”110
Hatırlanacağı gibi, Kuhn teleolojik bir anlayışı reddetmiş, hatta sonraki teorinin
öncekinden daha iyi olduğunu dahi kabul etmemiştir. “Daha iyi” kavramını
kullandığında ise teorilerin daha iyiliğine değil, araçların “bulmaca-çözücü”
özelliğine atıfta bulunmuştur. Bu noktada verdiği örnek hayli ilginçtir. Öncelikle
fizik gibi bir disiplinin örnek olarak seçilmiş olması tesadüfle açıklanamaz.
Muhtemelen Kuhn, fizik gibi lineer ilerlemenin en bariz şekilde görüldüğünün
düşünüldüğü bir alandan örnek vererek diğer disiplinlerde de aynı şekilde
ilerlemenin var olmadığını gösterme gayretindedir. Kuhn’un altını çizmek istediği
nokta Einstein’ın teorisinin Newton’ın teorisine, Aristoteles’inkinden daha fazla
benzediğidir. Metindeki mesaj açıktır. Eğer bilimsel teoriler lineer bir şekilde
gelişiyor olsalardı, eğer her teori gerçeğe daha fazla yakınlaşıyor olsaydı bu durumda
Einstein’ın genel görelilik teorisi Newton’un teorisine Aristoteles’inkinden daha
fazla benziyor olacaktı. Newton gerçeğe yaklaşmış, Einstein ise daha fazla yaklaşmış
diyebilecektik. Oysa Aristoteles’in teorisi ile Einstein’ın genel görelilik kuramının
daha benzer olması Kuhn’a göre bu tür bir lineer gidişi yalanlamaktadır.
İlk bakışta ikna edici gibi gözüken bu çıkarımın öncelikle gerçeği ne denli yansıttığı
tartışılmalıdır. Kuhn, teorisini desteklemek için gerçeğin sadece belli bir bölümüne
odaklanmakta, Newton’ın teorisi ile Einstein’ın teorileri arasındaki büyük benzerliği
göz ardı etmektedir. Kuhn, Aristoteles ile Einstein’ın teorileri arasında benzerliklerin
var olduğunu belirtmekte haklıdır; örneğin her iki teoride de Newton’ın görüşünün
110
Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s.183.
96
aksine uzay, içini dolduran maddeden bağımsız değildir. Tersine o madde tarafından
belirlenir. Oysa Newton’a göre maddeden bağımsız bir uzaydan söz edebiliriz.111 Ne
var ki Aristoteles ile Einstein arasındaki bu benzerlikleri gereğinden daha önemli
göstermek hatalı olacaktır.
Öncelikle çoğu bilim adamı ve felsefecisi Einstein’ın genel görelilik teorisinin
Newton’ın teorisiyle ilişkili olduğu konusunda hemfikirdir. Einstein’ın teorisi
Newton’ın açıklamakta zorlandığı noktaları açıklar. Bunun yanında Newton’ın
teorisinden daha iyi tahminlerde bulunabilmektedir. Bilhassa ışık hızına yaklaşan
hızlarda ve yüksek yerçekimi alanının söz konusu olduğu durumlarda Einstein’ın
tahminleri Newton’ın tahminlerinden başarılıdır. Öte yandan Newton’ın teorisi ile
Einstein’ın teorisi, zayıf yerçekimi alanı ve düşük hızlarda birbirine çok yakın
öngörülerde bulunurlar.
Bu noktada önemli bir hatırlatma yapmak gereklidir. Einstein’ın teorisi Newton’ın
teorisine kıyasla daha kesin sonuçlar vermiş olsa da, günlük hayatta muhatap
olduğumuz dünyada Newton’ın teorisi de neredeyse Einstein’ınki kadar başarılı
öngörülerde bulunmaktadır. Çok yüksek yerçekimi alanı ve ışık hızı günlük hayatta
karşımıza çıkan, her an rastlayabileceğimiz koşullar değildir. Einstein’ın teorisinin
bu bağlamda günlük hayatta çok daha kısıtlı bir kullanım alanına sahip olduğunu
iddia edebiliriz. Öte yandan Merkür’ün yörüngesinin hesaplanması gibi durumlarda
Einstein’ın teorisi Newton’ınkinden daha kesin sonuçlara ulaşabilmektedir.112
Burada Einstein’ın teorisinin Merkür’ün yörüngesiyle ilgili hesapta Newton’ın
teorisinin açıklayamadığı yüzyılda 43 yayın (veya arc) saniyelik (yayın saniye, bir
derecenin 3600’de 1’ine karşılık gelir) bir ilerlemeyi açıklamayı başardığı
düşünülürse günümüzde neden birçok alanda Newton’ın teorisinin kullanılmaya
devam edildiği anlaşılabilir. 113
111
Vasilis Politis, Routledge Philosophy Guidebook to Aristotle and the Metaphysics,
London, Routledge, 2004, s.268.
112
James T. Cushing, Fizikte Felsefi Kavramlar I: Felsefe Ve Bilimsel Kuramlar Arasındaki
Tarihsel İlişki, İstanbul, Sabancı Üniversitesi, 2010, s.238-239.
113
Ibid., s. 239.
97
Bu açıklamada konumuz açısından altı çizilmesi gereken bir diğer nokta Newton ile
Einstein’ın teorileri arasındaki öngörülerdeki çakışmanın yanı sıra her iki kuramda
kullanılan bilimsel yöntemlerin de benzerliğidir. Hem Newton hem de Einstein
öncelikle matematiksel bir model sunarlar. Daha sonra bu modele dayanarak
öngörülerde bulunurlar. Oysa Aristoteles matematiksel bir modele dayanan fiziksel
öngörüde bulunmaz. Bu gayet doğaldır zira Aristoteles zamanında modern dünyada
anladığımız anlamda teorinin, öngörünün, deneyin, açıklamanın var olduğu bir
bilimsel uğraştan söz edemezdik.114 Bu bağlamda da Newton ile Einstein birbirine
daha yakındır. Tam olarak lineer bir gelişme çizgisinden bahsedilemese de
Einstein’ın teorisinin Newton’ın teorisine olan benzerlikleri, Newton’ın teorisinden
daha başarılı tahminlerde bulunabilmesi, onun teorisinin açıklayamadığı noktaları
açıklaması ve bunları benzer bilimsel metotlar kullanarak yapması Einstein’ın
teorisinin Newton’ın teorisinden “daha iyi” olduğu izlenimini uyandırmaktadır.
Sonuç olarak, kanımızca, Aristoteles-Newton-Einstein örneği Kuhn’un teorisini
desteklemekten ziyade “doğayı daha iyi resmetme anlamında ilerleme” fikrini
desteklemektedir.
Üzerinde durulması gerekli bir diğer nokta, Kuhn’un sosyolojik unsurların
belirleyiciliği üstüne söyledikleridir. Kuhn bilimsel teorilerin kabulünde ve reddinde
bilim adamlarının onayını ön plana çıkarırken onların sezgilerine atıfta bulunmuştur.
Bu fikri nedeniyle yine rölativist olarak nitelendirilen Kuhn sezgilerin önemine işaret
etmenin kişiyi mutlaka rölativizme götürmeyeceğini kitabına 1969 yılında yazdığı
“Sonsöz”de açıklamaya çalışır. Kuhn’a göre ona sezgilerin önemine işaret ettiği için
rölativist diyenlerin atladıkları nokta, herhangi bir kişinin sezgilerinden değil bilim
adamlarının sezgilerinden bahsettiğimiz gerçeğidir. Bilim adamları sıradan kişiler
olmadıkları için onların sezgileri de keyfi, sıradan olmayacaktır. Dahası Kuhn’a göre
buradaki sezgiler birey bilim adamlarının değil, bilim adamları topluluğunun
sezgileridir. Kuhn, bahsi geçen bilim adamlarının sezgilerinin sıradan sezgiler
olmadığından hareketle sezgilere atıf yapmasının onu sanıldığı gibi akıl dışı bir
114
Peter Vickers “A Brief Chronology of the Philosohy of Science” Steven French ve Juha
Saatsi, (der), The Continuum Companion to the Philosophy of Science, London, Continuum,
2011, s. 360
98
pozisyonu savunur hale getirmeyeceğini iddia eder.115 Kuhn benzer bir eleştiriye
bilim adamlarının şöhretinin bir teorinin kabulünde veya reddinde rol oynadığı
iddiası sonrasında da muhatap olur. Ona göre bilim adamlarının prestijleri sonraki
bilim adamları üzerinde azımsanmayacak bir etkiye sahiptir. Sonra gelen bilim
adamları öncüllerin sadece teorilerini değil, bu prestijlerini de değerlendirmeye dâhil
ederler. Kuhn, bu iddiasının arkasında dururken bu şöhretin sıradan bir şöhret
olmadığı uyarısında bulunur. Bahsi geçen şöhret bilimsel ünün bir sonucudur.116
Dolayısıyla bilim adamlarının şöhretinin teori seçimindeki önemi akıl dışı bir
pozisyon olarak yansıtılmamalıdır. Kuhn hem bilim adamlarının sezgilerinin hem de
öncül bilim adamlarının prestijlerinin teori seçimindeki rolüne değinirken bu
faktörlerin nesnel etkenleri önemsiz kılmadığını, tersine onları tamamladığını iddia
eder. Bilim felsefecileri sadece nesnel öğelere odaklanarak bu öznel öğeleri terk
etmişlerdir.117 Kuhn bu izahıyla rölativist olmadığını, pozitivist ve rölativist uçlar
arasında makul bir yerde durduğunu iddia ediyor görünmektedir. Ne var ki Kuhn,
öznel unsurların nerede bittiğini ve nesnel unsurların nerede başladığını
belirleyememiştir. Öznel unsurların hangi zamanlarda ne denli etkin olduğunun
belirlenmemiş olması Kuhn’un teorisini muğlak kılmaktadır. Oysa Reichenbach’ın
keşif bağlamı-gerekçelendirme bağlamı arasında yaptığı ayrım –eksikliklerine
rağmen- Kuhn’unkine kıyasla çok daha nettir. Bunun yanında Kuhn’un teorisindeki
muğlaklığın bir işlevi olduğunu da görmek gerekir. Kuhn, böylece yeri geldiğinde
nesnel unsurları, yeri geldiğinde öznel unsurları öne çıkarıp teorisinin her olayı
anlatacak kadar başarılı olduğunu iddia edebilmektedir.
Kuhn’un teorisinde değinmeye gerek gördüğü tüm bu noktalar onun teorisinin basit
bir açıklaması olmaktan ziyade rölativist iddialarının tevili olarak değerlendirilebilir.
Bu noktada Shapere’in Kuhn ile ilgili gözlemini hatırlamak açıklayıcı olacaktır.
Shapere’e göre Kuhn, teorisindeki rölativist imalardan haberdar olmakla beraber
115
Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s.173.
116
Bird, “Thomas Kuhn” (Çevrimiçi) http://plato.stanford.edu/archives/spr2013/entries/thomaskuhn/ 08 Ağustos 2012.
117
Kuhn, “Nesnellik, Değer Yargısı ve Kuram Seçimi”, s. 387-388.
99
tarih bilgisi ve sağduyusu nedeniyle rölativist öğeleri tam olarak benimseyemez.118
Gerçekten de Kuhn yukarıda da ifade ettiğimiz gibi rölativist olduğunu reddetse de,
rölativist özelliklerin teorisinde merkezî yer tuttuğu bir bilim felsefecisidir.
Karşılaştırılamazlık ve bilim dışı faktörlerin teori seçimindeki kilit rolü başta olmak
üzere Kuhncu teorideki tüm rölativist unsurları terk etmek elbette mümkündür.
Ancak bu durumda Kuhn’u özel kılan tüm unsurlar da yitirilmiş olacaktır.
Kuhncu teorinin hem rölativist imalar taşıdığı hem de rölativizme karşı öğeler
içerdiği fikri okurlarında onun iki görüş arasında bir senteze gittiği izlenimini
uyandırabilir. Ne var ki bu iki görüş bir sentezden ziyade bir çelişkiye işarettir.
Kuhn’un ömrü boyunca “teorisini açmak” zorunda kalmasının ardında bu çelişkili
pozisyonu sürdürmenin güçlüğü yatmaktadır.
2.1.4.4. Kuhn’un
Teorisinin
Bilimsel
Resmi
Yansıtma
Kapasitesi
Kuhn’un Bilimsel Devrimlerin Yapısı’nı yazmasındaki temel saik ortodoks bilim
teorilerinin ve Popper’ın teorisinin bilimin doğasını ve bilimsel gelişimin yapısını
doğru yansıtmadıklarına dair kanaatidir. Bilim tarihine bakan bir kişinin bilimin
birikimle ilerlemediğini göreceğini ifade eden Kuhn119 o güne dek ihmal edilmiş olan
ama teori seçiminde kilit önem taşıyan öğelere dikkat çeker. Kuhn’un teorisinin
bilim felsefesi, sosyolojisi ve tarihi açısından, yukarıda da belirtildiği gibi, devrimsel
bir etki yaratmayı başardığını, hâlâ tartışılan birçok konuyu gündeme taşıdığını ifade
etmemiz gerekir. Ne var ki bu denli tartışılır olması onun teorisinin en az
kendisinden önceki teoriler kadar eleştirilmesine engel olmamıştır.
2.1.4.4.1. Kuhn’un Teorisinin Genel Problemleri
Kuhn’un teorisi birçok açıdan ele alınırken birbirinden çok farklı okullar tarafından –
hatta birbirine zıt okullar tarafından- da tenkit edilmiştir. Rölativizmin karşıtları
kadar, Feyerabend gibi karşılaştırılamazlık teorisinin savunucularınca da eleştirilmiş,
118
Shapere, “The Structure of Scientific Revolutions”, The Philosophical Review, s. 392.
119
Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s.40.
100
pozitivistler tarafından olduğu kadar Popper gibi pozitivistlerden farklı bir ilerleme
anlayışına sahip bilim felsefecilerince de sorgulanmıştır. Elbette her kesimin
eleştirdiği nokta farklıdır. Hatta Kuhn’un teorisinde bazılarınca eleştirilen noktalar
başka eleştirmenlerce doğru bulunmuştur.
Kuhn’un teorisinde problemli gözüken noktaların bir kısmına yukarıda değindik.
Bilhassa teoride, konumuz açısından daha önemli gördüğümüz konvansiyonalist ve
rölativist öğelerin yarattığı problemlerin neler olduğuna yer verdik. Bir sonraki
kısımda bu öğelerin yarattığı problemlerin Kuhn’un teorisine nasıl zarar verdiğiyle
ilgili açıklamalarda bulunacağız. Ancak ondan önce, takip eden sayfalarda, konumuz
açısından ikincil önemdeki –ki bu kesinlikle önemsiz olduğu anlamına gelmiyorbazı noktalara değinilecektir.
Öncelikle Kuhn’un paradigma kavramının muğlaklığı üzerine yapılan eleştiriler
üzerinde durulacaktır.
Kuhn,
Bilimsel
Devrimlerin
Yapısı
isimli
eserinde
“paradigma” kavramını son derece esnek bir şekilde kullanmıştır. Masterman bu
konuda yazdığı eleştiride “paradigma” kavramının en az 21 farklı anlama gelebilecek
şekilde kullanıldığına dikkat çekmiştir.120 Gerçekten de Kuhn paradigma kavramını
farklı anlamlarda ve kısmen muğlak bir şekilde kullanmıştır. Nitekim kendisi de
kitabına sonradan yazdığı kısımda paradigmaların kendisi tarafından farklı anlamda
kullanıldığını kabul eder. Ancak Kuhn 21 farklı tanımı kabul etmeyecek, 2 farklı
kullanımdan
söz
etmektedir.
İlki
bilim
adamlarının
bir
topluluk
olarak
benimsedikleri inançlar ve değerlerdir ki bu ona göre daha çok sosyolojik anlama
sahip bir paradigma tanımıdır. İkinci anlamıyla paradigma ise örnek model ve
bulmaca çözümleridir. Burada sosyolojik bir etki anlamında paradigmadan ziyade
somut çözümler anlamına gelen bir paradigmadan söz edilebilir.121 Esasen önemli
olanın, kullanım sayısından ziyade kullanımdaki muğlaklık olduğu kanaatindeyiz.
Paradigmanın sosyolojik bir güç olan metafizik etken anlamında kullanılması ile
örnek çözüm olarak kullanılması arasında çok büyük bir fark vardır. Kullanım çeşidi
120
Margaret Masterman, “The Nature of a Paradigm” Criticism and the Growth of
Knowledge, s. 61.
121
Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s. 162.
101
sayısında haklı da olsa, Kuhn’un paradigma kelimesini farklı kullanımları, kelimeyi
muğlaklaştırmaya yetmiştir.
Kuhn’un teorisine getirilen temel eleştirilerden bir diğeri de sunduğu tarihsel resmin
gerçeği yansıtmadığıdır. Bu resmin Kuhn’un amaçlarına uygun olarak tarihin
deforme edilmiş bir versiyonu olduğu fikri farklı ekollerce paylaşılmıştır. Örneğin
Kuhn’un bilimin birikimle ilerlediği fikrine karşı çıkan pozitivistlerin yanı sıra
Feyerabend gibi Kuhn’a yakın görülen anti-pozitivist bir bilim felsefecisi de
Kuhn’un tarihi doğru okumadığını iddia eder. Ona göre bilim adamlarının teorileri
sorguladıklarına yönelik şüphenin haklı bir gerekçesi vardır. Bununla beraber
Kuhn’un normal bilim olarak yansıttığı dönemde tam bir monolitik yapıdan söz
edilemez. Teorileri sorgulamadan bağlılık gösteren bilim adamları olduğu gibi
teorileri sorgulayan bilim adamları da vardır. Nitekim teorilerde yaşanan çoğalmayı
başka türlü açıklamak mümkün değildir. Teorilere bağlılık ve teorilerin çoğalması
süreçleri aynı anda yaşanır. Bu nedenle normal bilim-devrimsel bilim ayrımı
hatalıdır. Yeni teoriler her dönem üretilir ve eski teorinin arasında kendisine yer
bulmaya çalışır. Aslında Feyerabend’e göre değişen şey normal bilimin devrimsel
bilime yerini bırakması değildir. Asıl değişen, bizim olaya duyduğumuz ilgidir. Yeni
teoriler her zaman oradadır ancak “devrim” dönemine kadar ilgimizi çekmemektedir.
Kuhn’un yaptığı hatanın altında da bu eğilim vardır. O yeni teorilerin ortaya çıkması
ile eskilerin korunması arasındaki kompleks süreci atlamakta, yeni teorilerin sadece
devrimsel dönemlerde ortaya çıktığını iddia etmektedir.122 Oysa yeni teorilerin
sadece devrim döneminde ortaya çıktığını iddia etmek Kuhn’un teorisi için daha
büyük bir probleme yol açmaktadır. Kuhn, devrimin nasıl gerçekleştiğini
açıklamakta başarısızdır zira normal dönemde sorgulanmayan teorilerin nasıl olup da
yeni teorilere yerini bıraktığı “kilit önemdeki yerlerde anomalilerin birikmesi” ile
açıklanamayacak kadar zor bir sorudur.
Bu noktada aynı konuda yapılan bir başka eleştiriyi daha hatırlamak gerekir:
Watkins, Kuhn’un teorisinin önemli bir eksikliğini yeni paradigmaların doğuşunu
açıklayamamasında bulur. Eğer Kuhn’un dediği gibi her dönem sadece bir tek
122
Paul Feyerabend, “Consolations For the Specialist”, Criticism and the Growth of
Knowledge, s. 206-209.
102
paradigmanın hakimiyeti söz konusuysa, bir paradigmanın diğerinin yerini alması
esnasında hiçbir zaman aralığı yoksa ve değişim bir anda ve Kuhn’un Gestalt
Değişimi adını verdiği şekilde gerçekleşiyorsa; o zaman yeni paradigmanın bir anda
yaratılması gerekir. Ancak bu bir anda yaratılan paradigma öyle bir paradigmadır ki
eski, yerleşik paradigmayı yerinden edecek güce sahiptir. Oysa bir anda yaratılan bir
paradigmanın eskisini yerinden etmesi sağduyuya aykırıdır. Bir bilim adamı mevcut
paradigmayı sorgulamamasına yönelik sosyolojik baskılardan sıyrılıp mevcut
paradigmaya eleştirel yaklaşıp yeni paradigma üzerinde çalışmazsa yeni paradigmayı
nasıl oluşturacaktır?123 Sonuç olarak Watkins’in verdiği mesaj açıktır: Kuhn’un
teorisi değişimi açıklayamaz. Kitabının ismi Bilimsel Devrimlerin Yapısı olmasına
rağmen bu kitaptaki betimleme doğru olsaydı yeni bir devrimin ortaya çıkması
imkânsız olacaktı.
Kuhn’un paradigmaların normal dönemlerde sorgulanmadığı görüşünün normatif bir
iddia mı yoksa betimleyici bir gözlem mi olduğu da tartışılmaktadır. Bilhassa
Kuhn’un “bilimsel faaliyet” adını verdiğimiz gelişmelerin özellikle normal dönemde
yaşandığını söylemesi, bilim felsefecilerinde Kuhn’un eleştirmemeyi salık verdiği
şeklinde yorumlanmıştır.124 Feyerabend buradan yola çıkarak Kuhn’un bilimsel
gelişme için ne önerdiğini sorgular. Ona göre Kuhn’u okuyan bir kişi bilimsel
gelişme için eleştiriyi yasaklamanın, teorilerin sayısını bire indirmenin, bilim
adamlarının o tek teoriye uymasını sağlamanın gerekli olduğunu düşünebilir.125
Kuhn, paradigmaların sorgulanmadığını iddia ederken sosyolojik unsurların sadece
tek şekilde işleyebileceğine yönelik hatalı bir fikre sahiptir. Ona göre bilim adamları
için diğer bilim adamlarının takdirini kazanmak her şeyden daha değerlidir. O kadar
ki buluşun pratik sonuçları bile bu takdirin yanında ikincil kalır.126 Bu durumda bilim
adamları paradigmanın dışına çıkma cesaretini göstermek yerine aynı paradigma
içinde daha fazla sayıda bulmaca çözme gayreti içine gireceklerdir. Oysa bilim
123
Watkins, “Against ‘Normal Science’”, s. 34-37.
124
George Couvalis, The Philosophy of Science: Science and Objectivity, London, Sage
Publications, 1997. s. 104.
125
Feyerabend, “Consolations For the Specialist”, s. 198.
126
Kuhn, “Logic of Discovery or Psychology of Research”, s. 21.
103
adamları paradigmayı sorgulamamaya iten sosyolojik ve psikolojik unsurlar kadar
onu sorgulamaya iten sosyolojik ve psikolojik unsurların da etkisi altında olabilirler.
Yeni bir teori ile mevcut teoriyi geçersiz kılmak bilim adamını diğer bilim
adamlarının ve halkın gözünde önemli bir konuma yerleştirebilir. Nitekim bilim
tarihi, bulmaca-çözme konusunda başarılı olan bilim adamlarını değil, paradigmayı
değiştiren bilim adamlarını daha prestijli bir pozisyona yerleştirmektedir. Newton,
Einstein, Lavoisier, Maxwell içinde yetiştikleri paradigmada bulmaca çözdükleri için
değil, fizikte ve kimyada yeni paradigmalar yarattıkları için diğer bilim adamlarının
takdirini kazanmışlardır. Dolayısıyla Kuhn, sosyolojik ve psikolojik unsurları, daha
çok sorgulamamaya yol açan bir motive edici olarak göstermekte hatalı davranmıştır.
Kuhn’a getirilebilecek bir diğer eleştiri onun bilimsel uğraşı tanımlarken bilimin
amacını göz ardı etmesidir. Kuhn, bilimsel uğraşı diğerlerinden ayırırken Popper gibi
yanlışlanabilme kriterine değil, bulmaca çözme unsuruna atıfta bulunmuştur.
Feyerabend bu noktada organize suç örgütlerinin bilimsel bir uğraş içinde olup
olmadıklarını sorar. Organize suç örgütleri de bulmaca –veya başka bir deyişle
problem- çözerler. Onlar da yeni, devrimsel fikirlere başvurmak yerine klasik
yöntemleri kullanırlar. Yine organize suç örgütlerinde başarısızlık yönteme değil
kişiye mal edilir. Bu benzetmeyle yapılmak istenen itiraz, eğer bilimin amacına
yönelik bir açıklama göz ardı edilirse organize suç gibi çok farklı bir uğraş bile
Kuhncu standartlarda bilimsel aktivite olarak değerlendirilebileceği hususundadır.127
Burada dikkat çekici bir durum söz konusudur: Bilimin herhangi bir ideolojiden
farklı değerlendirilmemesini salık veren Feyerabend128 bir yandan da bilimin özgün
pozisyonuna işaret etmektedir.
Son olarak Kuhn’un teorisi devrimlerin nasıl olduğu konusundaki muğlak görüşü
nedeniyle bize normal bilimin ne zaman devrimsel bilim ile yer değiştireceği
konusunda bir öngörü sunamamaktadır. Kuhn’a göre, buluşların ve devrimlerin
yaşanması için öncelikle anomaliler ortaya çıkmalıdır. Anomaliler teori için önem
taşıyan yerlerde bulunmalı ve onun açıklama kabiliyetine darbe vurmalıdır. Ancak bu
127
Feyerabend, “Consolations For the Specialist”, s. 200-201.
128
Paul Feyerabend, Knowledge, Science, and Relativism, John Preston (der.), Cambridge,
Cambridge University Press, 1999, s. 181.
104
durumda bir bunalımdan söz edilebilir. Oysa DNA’nın bulunuşu gibi olaylar bu
iddiaya karşı delil olarak kullanılabilir. DNA bulunduğunda biyolojide bu anlamda
bir anomali de, bunalım da yoktu. Kuhn standartlarında bu dönem ancak “normal
dönem” olarak ifade edilebilirdi.129 Bu gerçeği göz ardı etsek de bunalım durumunda
ne olacağı meçhuldür; zira bunalım, paradigmanın esnemesi ve bunalımın ardındaki
sorunu çözmesi ile aşılabilir. Bu durumda paradigma korunur. İkinci durumda
paradigma terk edilmez, ancak yeterince esnemeyi de beceremez. Bu durumda sorun
dosyalanır ve sonraki nesillere bırakılır. Son durumda ise bunalım yeni bir
paradigmanın eskinin yerini alması ile sonuçlanır.130 Buradaki muğlaklığı
destekleyen bir başka ifade de Kuhn’un paradigmanın “yazgı”sına yaptığı atıftır. Ona
göre bir paradigmanın yazgısında kazanma varsa kanıtların sayısı ve gücü
artacaktır.131 Kuhn, önceki bilimsel teorilerin sonrakiler tarafından nasıl yerinden
edildiğini açıklama konusunda çaresiz görünmektedir. Kuhn’un bilimsel teorilerin
değişimini açıklamak için teoriye dâhil ettiği öznel unsurlar, değişimi ve devrimi
açıklamaktan ziyade açıklayamamanın bir parçası olmuşlardır. Kuhn ne anomaliyi,
ne anomalinin ne zaman önemli olduğunu, ne de anomalinin yarattığı bunalımın ne
zaman paradigmada değişime yol açacağını açıklayabilmiştir. Onun yaptığı geçmişe
bakarak kendi teorisine aykırılık teşkil eden durumlar için istisnalar belirlemektir.
Belirsizlikler, muğlak ifadeler işte bu noktada önemli bir işlev görmektedir.
2.1.4.4.2. Kuhn’un Teorisindeki Konvansiyonalist ve Rölativist
Unsurların Yarattığı Problemler
Kuhn’un diğer rölativistler ve pek çok konvansiyonalist gibi cevaplaması gereken ilk
zor soru, bilimsel gelişmenin nasıl mümkün olduğudur. Daha önce “Mucizeye Yer
Yok” (No Miracles Argument) olarak andığımız görüşe göre birçok bilimsel teori
gözlemlediğimiz dünya hakkında başarılı öngörülerde bulunmaktadır. Bu öngörülere
129
Bird, “Thomas Kuhn” maddesi, 08.08.12.
130
Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s.99.
131
Ibid., s.150.
105
dayanan keşifler hayatımızda başarılı değişikliklere yol açmaktadırlar.132 Örneğin
lazer teknolojisi elektronların düşük enerji seviyelerine geçmeleri ile ilgili bir teoriye
dayanır. Bu teoriden yola çıkılarak geliştirilen teknolojik aletler gözümüzdeki görme
kusurlarının giderilmesinde kullanıldığı gibi daha iyi füzelerin yapımında da iş
görürler. Eğer bazı rölativistlerin ya da konvansiyonalistlerin iddia ettiği gibi
elektronlar gerçekten yoksa -veya kimimiz için var kimimiz için yoksa- bu durumda
elektronlara dayanan bir teoriden yola çıkarak yapılmış aletlerin bu başarısı nasıl
açıklanabilir? Eğer ortada bir mucize yoksa bu durumda elektronların objektif
varlığına kuşkuyla bakan rölativist ve konvansiyonalistler alternatif bir açıklama
getirmek zorundadırlar.133 Kuhn, bu noktada çelişkili bir pozisyona sahiptir. O da
paradigmaların doğadaki gerçeğe yaklaşma anlamında birbirinden daha iyi
olmadığını belirtirken rölativist bir pozisyondadır. Bu pozisyonda iken o da
“Mucizeye Yer Yok” argümanının muhatabıdır. Eğer sonraki paradigmalar doğayı
öncekilerden daha iyi resmedemiyorsa bu durumda elektronlarla ilgili ifade edilen
teoriye dayanan bir buluşun aynı teoriye dayanmayandan daha iyi öngörülerde
bulunması ve sonucunda faydalı olması nasıl açıklanabilir?
Kuhn’un cevabı kendi metninde mevcuttur. O daha önceden doğruluğuna inanılan
teorilerin sonradan yanlış oldukları gerekçesiyle terk edilmesine atıfta bulunur.
Karamsar Tümevarım (Pessimistic Meta-Induction) diye adlandırılabilecek bu
argümana göre, geçmişteki teorilerin gözlemlenemeyen unsurlarının gerçekte
olmadıkları gerekçesiyle terk edilmesi gibi, şimdikiler de gelecekte terk edilecektir.
Öngörülerimizi üzerine bina ettiğimiz bu gözlemlenemeyen unsurlar teorilerimizin
önemli parçalarıdır. O halde teorilerimiz sanılanın aksine –ve şu an biz aksini
düşünsek de -gerçeği yansıtmıyor olabilir.134 Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı
132
Burada “bilimsel gelişme” kelimesi “gelişim”e herhangi olumlu bir anlam yüklemeden
kullanılmaktadır. İnsanlığın bilimsel gelişme ile daha iyi bir hal aldığını iddia edilmemektedir.
Burada sözü edilen; sadece doğayla ilgili eskiden fikir sahibi olmadığımız alanlarda açıklamalar
yapabilme, yine doğayla ilgili daha başarılı öngörülerde bulunabilme anlamında bir gelişme
sürecidir. Teknolojinin mutlak surette faydalı olmadığının farkında olarak, insanlığın iyiliği
anlamında bir gelişmenin olduğu iddia edilmemektedir.
133
Samir Okasha, Philosophy of Science: A Very Short Introduction, Oxford, Oxford
University Press, 2002, s. 62-63.
134
Michael Devitt, “Realism-Anti-Realism”, Stathis Psillos ve Martin Curd (der.) The
Routledge Companion to Philosophy of Science, London, Routledge, 2008, s. 232.
106
boyunca astronomi, fizik ve kimya alanlarında artık terk edilmiş teorilere atıfta
bulunurken şimdi doğruya daha fazla yaklaştığımız iddiasının da geçersiz olduğunu
ima etme niyetindedir. Öte yandan “Karamsar Tümevarım”, “Mucizeye Yer Yok”
iddiasına cevap vermeyi başarmış gibi sunulsa da esasen hâlâ bilimsel teorilerin
başarısına mantıklı bir açıklama getirebilmiş değildir. Onun yaptığı, daha çok,
başarılı ampirik uygulamaları nedeniyle gerçeği yansıtıyormuş gibi görünen bilimsel
teorilerin
aslında
geçmişte
doğru
olmadığı,
dolayısıyla
şimdi
de
doğru
olmayabileceğidir.
“Karamsar Tümevarım”, tam olarak “Mucizeye Yer Yok” argümanındaki soruya
cevap veremese de sorduğu soruyla dikkate alınmaya değerdir. Nitekim “Karamsar
Tümevarım”ın
itirazı
“Mucizeye
Yer
Yok”
argümanının
savunucularınca
önemsenmiş, argümanın biraz daha mütevazı şekilde yeniden düzenlenmesine neden
olmuştur. Bazı bilim felsefecilerince benimsenen yeni “Mucizeye Yer Yok”
argümanına göre ampirik başarılar bilimsel teorilerimizin gözlemlenmeyen dünya ile
ilgili söylediklerinin, tam olarak olmasa da, yaklaşık olarak doğru olduğunun kanıtı
sayılırlar.135 Bu noktada Newton ve Einstein’ın teorileri arasındaki ilişkiyi hatırlamak
açıklayıcı olacaktır. Newton’ın teorisinin yanlışlığı ispatlanmış olmakla birlikte onun
yaptığı hesaplara dayanan tahminler –veya bu tahminler neticesinde inşa edilen
binalar, köprüler- başarılı olmuştur. Karamsar Tümevarımı eleştiren bir kişi buradan
yola çıkarak Newton’ın teorisinin yanlışlandığını ancak onun doğadaki gerçekliği
belli oranda başarıyla resmettiğini iddia ederken haksız değildir. Einstein’ın teorisi
doğayı Newton’ınkinden daha iyi resmetmiştir ama belki onun teorisi de gelecekte
daha başarılı başka bir teori tarafından yerinden edilecektir. Bu anlamda “Karamsar
Tümevarım”ın gelecekle ilgili öngörüsünü reddetmeden “Mucizeye Yer Yok”
görüşünü muhafaza etmek mümkündür. Kuhn, ise geçmişte doğru olarak görülen
teorilerin bugün yanlış oldukları gerekçesiyle terk edilmelerinden hareketle
paradigmaların arasında daha iyi veya daha kötü gibi bir kıyaslamaya
gidemeyeceğimizi savunmaktadır. Oysa bu tür bir yaklaşım “Mucizeye Yer Yok”
argümanına bir cevap oluşturmaz.
135
Okasha, Philosophy of Science, s. 62-65.
107
Kuhn'un rölativist iddialarının arkasındaki fikirlerin başında bilimsel teorilerin
gözlemlerimiz üzerindeki belirleyiciliği gelir. Kuhn'a göre gözlemlerimiz içinde
bulunduğumuz paradigmadan bağımsız değillerdir. Paradigma onları şekillendirir.
Bu nedenle gözleme dayalı tarafsız bir bilimin peşinden koşmak hatalıdır. Gözlemin
kendisi bağımsız, tarafsız değildir; dolayısıyla ona dayanan bilim de tarafsız
değildir.136 Bu noktada Kuhn'un görüşünü savunanların başvurduğu en önemli örnek
Hanson'ın Patterns of Discovery eserinde yer almaktadır. İlk baskısı 1958 yılında
yapılan eserde Hanson öncelikle bazı figürlere dikkatimizi çeker. Hanson ilk şekilde
(Şekil 1) sol taraftaki canlının bir kuş mu yoksa antilop mu olduğunu sorar. Aynı
canlı Şekil 1’in sağ tarafında ve Şekil 2’de farklı olarak algılanır. Bu kuşkusuz
bağlamın bir sonucudur.137
Hanson, Wittgenstein gibi bağlamın önemine dikkat çeker ve buradan bir adım öteye
geçerek tecrübelerimizin algımız üzerindeki etkisine bilimsel bir örnek verir.
Aşağıdaki figürde bir fizikçi için X-ışını tüpü görülürken aynı cisim bir Eskimo’ya
136
Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s.128.
137
Norwood Russell Hanson, Patterns of Discovery: An Inquiry into the Conceptual
Foundations of Science, Cambridge, University Press, 1965, s. 13-14.
108
farklı şekilde görünecektir. Liseye giden bir fizik öğrencisi de cismi Nobel ödüllü bir
fizik profesörü ile aynı şekilde gözlemlemeyecek; Profesör, bu alete bakarken
termodinamik teorisini, elektrik teorilerini, kuantum teorisini zihninde taşıyarak bir
gözlemde bulunacaktır.138
Hanson buradan yola çıkarak sıklıkla alıntılanmış Brahe-Kepler örneğini verir. Brahe
ve Kepler aynı şeye gözlem için bakarken birisi dönen bir güneşi, diğeri kendi
etrafında dönen dünyayı gözlemler. Buradaki farkın nedeni birisinin güneş merkezli
sisteme diğerinin ise dünya merkezli sisteme olan bilimsel inançlarıdır.139 Bu
örnekler, bilim felsefesi ve sosyolojisi literatüründe teorinin gözlem üzerindeki
belirleyiciliği ile ilgili önemli kanıtlar olarak gösterilir. Nitekim daha önce
alıntıladığımız gibi Kuhn da bu örneklerin ikna ediciliği konusunda Hanson ile
hemfikir görünmektedir.
Teorilerin gözleme etkisinin Kuhn tarafından abartılmakta ve gereğinden önemli
gösterilmekte
olduğu
kanaatindeyiz.
Öncelikle
gözlemin
teori
tarafından
etkilendiğini inkâr etmenin gerçekçi olmadığını belirtmeliyiz. Ancak gözlemin
teoriden tamamen bağımsız ve nötr bir şekilde yapılmadığını kabul etmek bizi
gözlemin tamamen paradigma tarafından belirlendiği sonucuna götürmek zorunda
değildir. Batlamyusçu ve Kopernikçi astronomlar dünyanın veya güneşin merkeziliği
konusunda anlaşamasalar da birçok konuda anlaşabilirler. Örneğin farklı
paradigmalara mensup astronomlar Güneş’in “doğuş” saati, Ay ve Dünya’nın ilişkisi
138
Hanson, Patterns of Discovery, s. 15-16.
139
Ibid., s. 18.
109
gibi konularda aynı sonuçlara varacaklardır. Demek ki teoriler farklı da olsa teori
savunucuları birçok konuda anlaşacaklardır.140 Sörensen'e göre Hanson ve Kuhn'un
bu
örneklerde
atladığı
nokta
aslında
gözlemlerin
sanıldığı
kadar
farklı
olmayabildiğidir. Örneğin X ışını tüpü ile ilgili gözlemde Hanson bilim adamının,
sokaktaki adamdan farklı bir gözlem yaptığını iddia ederken aslında bilim adamının
da cam ve metalden meydana gelmiş bir nesne gördüğünü gözden kaçırmıştır. Bilim
adamı sadece X ışını tüpünü değil, sokaktaki adamın gördüğü metal-cam aleti de
görür. Bu bağlamda ikisi tamamen farklı gözlemlerde bulunmazlar. Brahe-Kepler
örneğinde de benzer bir durumla karşılaşırız. Kepler de, Brahe de güneşin ısı ve ışık
verdiğini bilir. Yine birkaç saatliğine oradan -söz gelimi yemek molası içinayrılsalar döndüklerinde güneş ile dünya arasındaki görece pozisyonun değiştiğini
fark edeceklerdir. Demek ki gözlemler tamamen paradigmaya bağlı gelişmezler.
Ortak gözlem kümesinin büyüklüğü azımsanmamalıdır. 141
Teorinin gözlem üzerindeki etkisine karşı yapılabilecek etkili bir eleştiri daha vardır.
Teorinin gözlemi etkilemesi esasen objektif gerçekliğin yokluğu anlamına gelmek
zorunda değildir. Nötr gözlemin zorluğu bizim objektif gerçeğin bilgisine
ulaşmamızla ilgilidir. Nitekim objektif bir gerçek var olabilir ama biz onun ne
olduğunu bulmakta güçlük çekiyor olabiliriz. Dahası bu zafiyet, geçici olabilir. Bu
noktada birçok bilim sosyoloğunu bekleyen tuzak epistemolojik boyuttan ontolojik
boyuta geçiş yapmaktır.
Bu bölümün önceki kısımlarında Kuhn’un teorisinin rölativist öğeleri barındırdığı
gibi rölativizme karşı konumlandırılabilecek imalarda da bulunduğunu belirtmiştik.
Kuşkusuz Kuhn’un bu tercihinde rölativist öğelerin teorisini tutarsızlığa itmesinden
kaçınma dürtüsü rol oynamıştır. Ne var ki sonuç rölativist öğelerin kurtarılmasından
veya tevilinden ziyade rölativist pozisyonun reddedildiği adı konulmamış bir
rölativizm
olmuştur.
Kuhn,
başarısız
olsa
da,
muğlak
ifadeler
ve
kavramsallaştırmalarla rölativist pozisyonun getirdiği avantajlardan faydalanırken
onun getirdiği yüklerden kurtulma gayreti içine girmiştir.
140
Okasha, Philosophy of Science, s. 89.
141
Dolf Sörensen, Theory Formation and the Study of Literature, Amsterdam, Rodopi, 1987,
s. 80.
110
2.1.5. Kuhn’un Teorisinde Sosyal Unsurların Bilimsel Bilginin
Oluşumundaki Rolü
Buraya dek Kuhn’un teorisinin açmazlarına değindik ve Kuhn’un teorisinin bilimsel
uğraşı doğru tasvir edemediğine yönelik görüşlerimizi temellendirmeye çalıştık.
Bilhassa onun aksi yöndeki beyanlarına karşın teorisinde merkezi yer tutan rölativist
ve konvansiyonalist öğelerin bilimsel uğraşın bütününü ve bilhassa bilimsel
dönüşümleri anlatmaktaki eksiklikleri konumuz açısından önem taşıyordu.
Çalışmamız bilimsel bilginin oluşumunda sosyal unsurların rol oynadığını kabul
ederken bir yandan da bu unsurların bizi rölativist ve konvansiyonalist yorumlara
götürüp götürmeyeceğini anlamaya çalışmaktadır. Kuhn’un teorisi özelinde bu soru
üzerine yoğunlaştığımızda şu sonuçlara ulaşılmaktadır:

Kuhn bilimsel teorilerin oluşumunda ve değerlendirilmesinde sosyal
unsurların varlığını kabul etmeden bilimsel resmin tam olarak anlaşılmayacağını
ifade etmeye çalışmıştır. Bilim adamları Kuhn-öncesi bilim felsefecilerinin –bilhassa
mantıksal pozitivistlerin ve ampiristlerin- iddia ettiklerinin aksine bir makine gibi
işlev görmezler. Onlar yine Popper’ın iddia ettiği gibi, yanlışlanmayla da teorilerini
kolayca terk etmezler. Bilim adamları teorileriyle bilim dışı faktörlerin de etki ettiği
karmaşık bir ilişki yaşarlar. Bu ilişkide psikolojik unsurlar kadar sosyolojik unsurlar
da önemli rol oynar. O kadar ki bilim adamları bir teoriyle duygusal bağ kurup onu
terk etmemekte ısrarcı olabilirler. Ya da bilimsel camiada takdir görmek için o
dönem hâkim olan teoriyi sorgulamama yoluna gidebilirler. Kuhn, bu bağlamda
bilim dışı unsurların bilimin işleyişine yaptığı etkiyi incelemiş, örneklendirmiş ve
detaylandırmıştır. Kanımızca sadece bu katkısı Kuhn’u tarihin en önemli bilim
felsefecileri/sosyologları arasına sokmak için yeterlidir. Bilhassa bu görüşlerin
seslendirildiği 1960’larda mantıksal pozitivizmin hâlâ zirvede olduğu düşünülürse
Kuhn’un bu katkısının önemi anlaşılacaktır.

Kuhn, bilim dışı unsurların –özellikle sosyolojik ve psikolojik unsurların-
herhangi bir disipline yaptığı etkiyi incelerken o güne dek kabul edilen
111
Reichenbachçı keşif bağlamı-gerekçelendirme bağlamı ayrımını bilinçli bir şekilde
ihlal etmiştir. Kuhn’a göre, bir keşfin ortaya çıkmasında sosyal ve psikolojik
faktörlerin etkilerine dikkat çekmek yeterli değildir. Aynı unsurlar bir teorinin
kabulünde ve reddinde de etkindir. Teorilerin kabulü ve reddi sadece rasyonel
hesaplarla ve tarafsız gözlemlerle ilişkilendirilemez. Kuhn, bu klasik kabulü
reddederek adeta bir kutsalı çiğnemiştir. Öyle ki kendisine getirilen eleştirilerin
çoğunluğu Kuhn’un bu itirazı ile bilimi irrasyonel bir aktiviteye indirgediği hakkında
olmuştur. Kanımızca Kuhn keşif-gerekçelendirme bağlamına getirdiği itirazda
haklıdır. Psikolojik, sosyolojik ve politik unsurlar sadece teorinin ortaya çıkışında
etkin değildir. Bilim adamları farkında olmasalar da birçok bilim dışı faktörün etkisi
altında çalışmalarını yürütürler. Bazen inanmak istediklerine inanırlar. Kimi zaman
arzuları gözlemlerini etkiliyor da olabilir. Bir teoriyi kabullerinde geçmiş tecrübeleri,
inançları, ideolojileri etkin olabilir. Örneğin Kopernik’in teorisini reddederken aynı
zamanda –gayri ihtiyari de olsa- zihinlerinin bir yanında o teorinin Aristocu
öğretilere, dolayısıyla bütün düşünce sistemine vereceği zararı tartıyor olabilirler. Bu
hesap onların “gerçek”i olduğundan farklı görmelerine neden olabilir. Kuhncu
anlayışın bu anlamda da haklı olduğu kanaatindeyiz. Bilim tarihi gerçeğin farklı
algılanmasında ideolojilerin, inançların etken olduğunu gösteren birçok örnekle
doludur. O an hâkim olan görüş, gerçeğin ne olduğuna karar verilmesinde
belirleyicidir.

Bununla beraber Kuhn diğer uca savrulmuş, hâkim teorinin mutlak belirleyici
olduğunu ima etmiştir. Normal dönemde bilimsel teorilerin hiç sorgulanmadığı
görüşü bu düşüncenin bir uzantısıdır. Oysa hâkim teorilerin bilim adamlarının
çalışmaları üzerinde etkisi olduğunu kabul etmekle, bilimsel teorilerin tarihin uzunca
bir döneminde sorgulanmadığını iddia etmek arasında pozisyonlar mevcuttur. Kuhn,
ikinci ucu tercih ederek sosyolojik ve psikolojik unsurların mutlak belirleyiciliği
olarak algılanabilecek bir pozisyon benimsemiştir. Ne var ki bu tür bir pozisyon, bu
bölüm boyunca değindiğimiz gibi, bilim tarihinin birçok unsurunu açıklamakta
zorlanacaktır. Örneğin normal dönemlerin nasıl sona erdiği ve devrimlerin nasıl
ortaya çıktığı sorusunu Kuhncu teoriyle tatmin edici bir şekilde açıklamak mümkün
gözükmemektedir. Kuhn, bilim tarihinden teorisi için işlevsel bir örneklem seçerek
okuru ikna etme gayretindedir. Ne var ki kanımızca bilimi sorgulamanın hiç
112
olmadığı normal dönem ve sorgulamanın olduğu devrimsel dönem olarak ayırmak
hatalıdır. Bilim adamları her zaman psikolojik ve sosyolojik unsurların etkisi
altındadır. Ancak bu unsurlar hiçbir zaman tek başlarına belirleyici olamazlar.
Sorgulama sınırlansa da kalıcı olarak ortadan kalkamaz. Sosyolojik ve psikolojik
unsurlar gibi bilim dışı faktörler nasıl bilimin her dönemi mevcutsa, hâkim teorilerin
sorgulanması da her dönem mevcuttur.

Kuhn’u tezimiz için önemli kılan bir diğer nokta, onun bilim adamları
topluluğuna biçtiği roldür. Kuhn, bilim adamlarının bir teorinin kabulündeki en
önemli merci olduğunu söyleyerek bilim adamlarının objektifliği tartışmasını
başlattı. O döneme dek bilim adamlarının objektifliği üzerine bu denli kapsamlı bir
tartışmaya girilmemişti. Daha önce bilim adamları topluluğundan bahsedilse de,
onların teori değerlendirmede herhangi bir etkinin baskısıyla hareket ettikleri
düşünülmüyordu. Bilim adamları bir teoriyi terk ederdi, çünkü o teori artık terk
edilmeliydi. Bu anlamda bilim adamları kısıtlı bir inisiyatif sahibiydi veya hiç
inisiyatif sahibi olmayan makinalardı. Oysa Kuhn bilim adamlarının bir teoriyi
mekanik bir şekilde terk etmek zorunda oldukları fikrini eleştirdi. Kuşkusuz bu iddia
sosyolojik açıklamaların önemine işaret ediyordu. Bilim adamları da bir topluluktu
ve diğer her topluluk gibi sosyolojik analizin değerlendirilmesine muhtaçtı. Kuhn’un
bu açılımı da bilimsel bilginin sosyolojisi için çığır açıcı olmuştur. Ne var ki, Kuhn
sosyolojik ve psikolojik unsurların önemini fazla abartılı sunmuş, teori tercihindeki
nesnel unsurların etkisini küçümsemiştir. Bilim adamlarının teori tercihinde teorinin
doğruluğunu ve tutarlılığını da hesaba kattıklarını ifade etse de teorisindeki rölativist
ve konvansiyonalist unsurlarla bu bilim içi faktörlerin teori seçimindeki etkisini
anlamlı bir bütünde buluşturamamıştır.

Kuhn’un teorisinin rölativist ve konvansiyonalist imalarından bahsetmiştik.
Bilhassa teorilerin daha iyi veya daha kötü olmalarına göre kıyaslanamamaları
Kuhn’un
teorisinin
rölativist
olduğu
izlenimini
güçlendirmektedir.
Konvansiyonalistlerin iki önemli tezi olan düşük belirlenme ve kuram yüklülüğün de
Kuhncu teoride kilit önemde olduğunu belirtmiştik. Bu faktörler bilim adamlarının
doğruyu belirlemedeki rollerine dikkat çeker. Bilimsel yasalar bile uzlaşıların
sonucudurlar. Kuhncu teorideki rölativist ve konvansiyonalist öğeler diğer rölativist
ve konvansiyonalist teorilerin karşılaştığı eleştirilere muhatap olmuştur. Bu bölümde
113
incelediğimiz gibi bu sorulara tatmin edici bir cevap veremeyen Kuhn, rölativist ve
konvansiyonalist öğelerin arkasında durmak yerine onları teorisindeki realist öğelerle
dengelemek yoluna gitmiştir. Örneğin bilim adamlarının her istediklerini
göremediklerini, sonraki teorilerin dünyayı öncekilerden daha iyi açıklamasalar da
daha iyi bulmaca çözdüklerini iddia etmiştir. Ne var ki Kuhn’un teorisinin rölativist
ve
konvansiyonalistlere
yönelttiği
eleştiriler
bu
melez
teori
tarafından
savuşturulamamıştır. Nitekim Kuhn teorisinin bazı unsurlarını daha az savunur
olmuş, örneğin teorilerin karşılaştırılamazlığında semantik boyutu öne çıkarmıştır.
Kuhn’un bu yöneliminde rölativizme ve konvansiyonalizme getirilen eleştirilere
etkili bir cevap verememiş olmasının payı olabilir.

Kendisine getirilen tüm eleştirilere karşın Kuhn geçen yüzyılın en çok
tartışılan, en zihin açıcı eserlerinden birisini yazmıştır. Kuhncu teoriye karşı
çıkanların bile saygısını kazanan bu eser, bilime ve bilimsel devrimlere farklı bir
perspektiften bakılmasını sağlamıştır. Kuhn’un sosyolojiye yaptığı atıflar bilim
incelemelerinde o güne dek ihmal edilmiş sosyolojik perspektifi gündeme taşımıştır.
Takip edilen kısımda inceleyeceğimiz gibi Kuhn’un vasiyetine rölativist ve
konvansiyonalist bilim sosyologları sahip çıkmıştır. Bununla beraber Kuhn
kanımızca sosyolojik unsurların etki alanıyla ilgili sınırı doğru çizememiş, bilimsel
uğraşı herhangi bir toplumsal aktiviteye indirgemiştir. Onun teorisinde sosyal
etkenler bilimsel bilginin oluşumunda doğanın da önünde yer almışlardır. Kuşkusuz
bu iddia bu kısımda ele aldığımız gibi iç tutarlılık açısından problemlidir. Dahası
bilim tarihindeki birçok örneği açıklamakta zorlanmaktadır. Önümüzdeki sayfalarda
Kuhn’un da ötesine geçen Güçlü Program’ın bilimsel bilginin oluşumunda sosyal
etkenlere nasıl bir rol biçtiğine odaklanacağız.
2.2. Güçlü Program ve Sosyal Etkenlerin Bilimsel Bilginin
Oluşumundaki Belirleyici Rolü
Kuhn sonrası dönemde daha sık dile getirilmeye başlayan, doğanın bilimsel fikirleri
tek başına şekillendirmediği fikri 1970lerde birçok rölativist, konvansiyonalist ve
sosyal inşacı görüşe ilham kaynağı oldu. Kuhn’un öncülüğünü yaptığı bu ekoller
114
toplumun bilimsel uğraş boyunca ne denli etkili olduğunun altını çizip, bu etkinin
boyutunu ve türlerini belirleme çabası içine girdiler. Güçlü Program bu düşünce
ikliminin bir ürünü olarak görülebilir. Bilhassa pozitivist iddiaların bilimde hakim
paradigma olmayı sürdürmesi Güçlü Program gibi sosyal inşacı görüşleri beslemiştir.
Bilimi doğa hakkındaki bilgiler toplamı olarak nitelendiren görüş, beraberinde bilimi
bir inşaya indirgeyen görüşü getirmiştir.142
Güçlü Program bir grup sosyal bilimci tarafından Edinburgh’ta temelleri atılmış bir
ekoldür. Ekolün önde gelen iki ismi David Bloor ve Barry Barnes görüşün ana
prensiplerini belirlemişlerdir.143 Kuhn’dan esinlendiklerini gizlemeyen Güçlü
Program temsilcileri bilimsel teorilerin sosyolojik incelemesinin o güne dek sadece
hatalı, yanlış ve irrasyonel teorilerle kısıtlanmasına karşı çıkmışlardır. Bir sosyolog,
yanlış bilimsel inançların oluşum süreçleri kadar doğru bilimsel inançların oluşum
sürecini de araştırmalı, bu alanı felsefeci veya mantıkçılara bırakmamalıdır. Güçlü
Program, ismini bu klasik eğilime karşı durmasından alır. Bilimin sosyolojik
incelemesini sadece yanlış ve irrasyonel ile kısıtlayan sosyoloji “zayıf” olarak
adlandırılır. Oysa bilimsel uğraş ancak bu klasik eğilimle kısıtlanmayacak bir çaba
ile, daha “güçlü” bir sosyolojik açıklama ile anlaşılabilir. Bu bölümde daha detaylı
bir şekilde analiz edilecek olan bu pozisyon Güçlü Program’ın rölativist ve
konvansiyonalist bir bilim sosyolojisi teorisi olarak değerlendirilmesine neden
olmuştur.
2.2.1. Güçlü Programın Rölativist Öğeleri
Barnes ve Bloor hiçbir zaman teorilerinin ima ettiği rölativistik öğeleri yadsımadılar.
Bu anlamda Thomas Kuhn’dan farklı davrandılar ve rölativizmi bilimsel incelemeye
bir tehdit olarak görmediler. Hatta Barnes ve Bloor rölativizm ve bilimsel bilginin
sosyolojisini inceledikleri bir makalelerinde rölativizmin akademik camiada hoş
142
Helge Kragh, “Social Constructivism: The Gospel of Science, and the Teaching of Physics”
Michael R. Matthews (der.) Constructivism in Science Education: A Philosophical
Examination, Dordrecht, Kluwer Academic, 1998, s. 135.
143
Peter Godfrey-Smith, Theory and Reality: An Introduction to the Philosophy of Science,
Chicago, University of Chicago, 2003, s. 126.
115
karşılanmamasını yadırgamış, bilime asıl tehdidi bilime içkin olan rölativizmin
reddinin oluşturduğunu iddia etmişlerdi.144
Bununla beraber Güçlü Program’ın rölativizm ile ne kast ettiği tartışmaya açıktır.
Barnes ve Bloor zaman zaman metodolojik rölativist olduklarını ifade ettiler.145 Bu
durumda onlar gerçeğin göreli olduğunu inkar ediyor ancak bir metot olarak
rölativizmi benimsediklerini iddia ediyorlardı. Yani bir sosyolog bilimsel teorinin
doğru mu yanlış mı olduğuyla ilgilenmemelidir.146 Ancak programın analiz edildiği
sonraki bölümlerde göreceğimiz gibi söz konusu olan rölativizmin metodolojik
türünden fazlasıdır.
Güçlü Program’ın temsilcileri doğruluğun hayli göreceli bir kavram olduğunu iddia
ederek rölativist duruşlarını temellendirirler. Onlara göre doğruluk ampirik kanıt ve
akılla ilişkilendirilirken doğruluk ve mantık kurallarının toplumdan topluma veya
toplum içinde değiştiği göz ardı edilmektedir. Oysa bir bağlamda kanıt sayılabilecek
veriler başka bir bağlamda kanıt olarak değerlendirilmeyecektir.147 Birçok tarihsel
örneğe dikkat çeken Güçlü Program, kanıtın ve hatta mantık kurallarının sanıldığı
kadar evrensel olmadığını gözler önüne sermeye çalışmaktadır. Bu sıradan bir iddia
değildir. Şurası açıktır ki kanıtın yerelliğine değinen bu iddia hem yanlışın hem de
doğrunun incelemeye alınmasını isteyen metodolojik rölativizmden daha talepkardır.
Güçlü Program bu argümanla beraber epistemolojik anlamda bir rölativizmden de
söz eder. Bilginin doğruluğu ile ilgili kanıtlarımız evrensel değildir. Bir bilimsel
teorinin diğerinden üstünlüğünü savunacak kanıtlar ancak yereldir.148 Bağlam
rasyonellik normları dâhil her şeyi belirler. Dolayısıyla epistemolojik olarak doğru ve
yanlışı belirlememiz de olanaksızdır.
144
Barry Barnes ve David Bloor “Relativism, Rationalism and the Sociology of Knowledge”
Volker Meja ve Nico Stehr (der), The Sociology of Knowledge, s. 235-236.
145
Bloor, Knowledge and Social Imagery, s.158.
146
Barnes ve Bloor “Relativism, Rationalism and the Sociology of Knowledge”, s. 237.
147
Ibid., s. 242-243.
148
David Bloor, “Anti-Latour”, Studies in History and Philosophy of Science, 30, 1, 1999, s.
102
116
Güçlü Program ileride de göreceğimiz gibi bir gerçeğin -bizim dışımızda bir
gerçeğin- varlığına inanır. Bu anlamda iddiaların aksine idealist değil, materyalist
olarak değerlendirilebilir. Ancak tüm bilgimiz topluma bağımlıdır. Toplum olmadan
dünya ile bilişsel bir ilişki kuramayız.149 Yani her ne kadar bizim dışımızda bir doğa
varsa da onunla ilişkimiz topluma bağımlıdır. Gerçek veya doğa her zaman
anlamamız için basitleştirilmelidir. Bu basitleştirme işlemi doğanın değil, sosyal
tercihlerimizin bir sonucu olarak şekillenecektir. Doğa bize sadeleştirmeyi –yani
bilimi- nasıl yapacağımızı dikte edemez. Dolayısı ile toplum ve bağlam değiştikçe
ona bağlı olan bilimsel bilgimiz de değişecektir.150 Bu yönüyle rölativizmin
epistemolojik olduğu açıktır. Güçlü Program’ın bilimsel bilginin ontolojik statüsü ile
ilgili görüşleri ise daha karmaşıktır. İleride bu konuya tekrar döneceğiz.
2.2.2. Konvansiyonalizm ve Güçlü Program
Konvansiyonalist görüşte bilimsel, mantıksal veya matematiksel doğrular, insanî
seçimlerin sonucu olarak kabul edilirler. Bu görüşe göre bilimsel yasalar ampirik
verilerin sonucu değildir. Bilimsel yasalar bilim adamları arasındaki uzlaşıların
sonucu ortaya çıkarlar. Doğal olarak bu görüşün savunucularına göre alternatif
konvansiyonlar bulunur.151 Konvansiyonalistlerin “düşük belirlenme” ve “kuram
yüklülük” tezlerini savunduğunu da belirtmiştik.152 Güçlü Program’ın bu tezleri
savunduğunu
ve
dolayısıyla
konvansiyonalist
olarak
adlandırılabileceğini
göstermeden önce Program’ın savunucularının rölativizm gibi konvansiyonalizmle
anılmaktan da çekinmediklerini hatırlatmak gerekir.
Bloor, kuram yüklülük kavramına teorisinde önemli bir yer verir. Ona göre
tecrübeden önce sahip olduğumuz inançlar –bilimsel olsun ya da olmasıntecrübemiz üzerinde de belirleyici olmaktadır. Bloor her ne kadar ampirik bilgiyi
önemsiz görmediğini belirtse de ampirik veri öncesindeki fikirlerin sonuçta ortaya
149
Bloor, “Anti-Latour”, s. 110.
150
Ibid., s. 90.
151
Michael Rescorla, “Convention”, The Stanford Encyclopedia of Philosophy, Edward N.
Zalta (der.), (Çevrimiçi) http://plato.stanford.edu/archives/spr2011/entries/convention/, 02 Eylül
2012.
152
Hess, Science Studies: An Advanced Introduction, s. 18.
117
çıkan bilgimiz üzerindeki öneminin altını çizmiştir. Tecrübemiz önceki inancımız
tarafından önemli oranda şekillenir. Bloor gündelik hayattan bir örnekle “kuram
yüklülüğü” açıklamaya çalışır:
Bu örnekte bir “ilkel”, kâhine giderek hasta tavuğu için yardım ister. Kâhinin verdiği
bitkisel karışıma rağmen tavuğu ölen ilkel, durumu şöyle yorumlar: Kâhin, ilkelin
tavuğu iyileştirme talebini reddetmiştir. Aynı durumu yorumlayan bir modern ise
tavuğun zehirlendiğine hükmedecektir. Aynı tecrübenin bir ilkel ile bir modernde
farklı çıkarımlara neden olmasının altında tecrübe öncesinde sahip olunan inanç
sistemlerinin farklı olması yatmaktadır.153 Bloor bu tezini bir de bilimsel örnekle
desteklemek için Batlamyusçu ve Kopernikçi astronomların inandıkları teorilerin
etkisiyle dünyanın güneşle ilişkisini farklı şekilde gözlemleyeceklerini hatırlatır.
Sonuç olarak “kuram yüklülük” bilimin vazgeçilmez bir parçasıdır. Dolayısıyla
sosyoloğa düşen bir diğer görev, tecrübe öncesi inancın tecrübe sonrası oluşan inanç
üzerindeki etkisini araştırmaktır.154 İlerleyen sayfalarda bu konudaki eleştirilerimizi örnekler üzerinden bir tartışmaya girişerek- sunacağız.
Güçlü Program’ın temsilcileri “düşük belirlenim” tezine de sahip çıkarlar. Daha önce
belirttiğimiz gibi Güçlü Program’a göre ampirik veriler ve benzeri kanıtlar ancak
belli bağlamlarda kanıt özelliği gösterirler. Bağlamın dışında evrensel kanıt
değillerdir. Dolayısıyla gözlemler aynı da olsa, sonucunda ulaşılacak bilimsel teoriler
farklı olacaktır. Her ne kadar sosyal olmayan faktörlerden bahsetseler de bilimsel
teorilerin seçiminde belirleyici olan merci sosyal faktörler olacaktır.155
Bloor, konvansiyonalizme sahip çıkarken bu görüşe şüpheyle yaklaşan kişilerin
konvansiyonu doğru tanımlayamadıklarını, onu keyfi bir kabul olarak gördüklerini
söyler. Oysa Güçlü Program’a göre konvansiyonlar keyfi değildirler. Konvansiyonlar
sosyal inanılırlığa ve pratik kullanılırlığa, faydaya sahip olmalıdırlar. Yani herhangi
bir görüş konvansiyon ilan edilemez. Yine Bloor’a göre konvansiyonların bilimsel
153
Bloor, Knowledge and Social Imagery, s. 30-32.
154
Ibid., s. 32.
155
Robert Nola ve Gürol Irzık, Philosophy, Science, Education and Culture, Dordrecht,
Springer, 2005, s. 337.
118
süreçteki önemini itiraf etmekten çekinen kişiler konvansiyonların eleştirel bir
analizden geçirilemeyeceğini varsayarak da hata yapmaktadırlar. Bilhassa birden
fazla konvansiyonun bulunduğu toplumlarda seçim yapılırken bu konvansiyonların
eleştirel bir analize tabi tutulduğu görülmektedir.156 Kısacası Güçlü Program
konvansiyonların bilimsel teorideki inkâr edilemez rolüne vurgu yaparken bir yandan
da onların keyfi olmadıklarını vurgulamıştır. Program sosyal olanın önemini
vurgulamanın doğadaki gerçekliği önemsizleştirmediğini düşünür. Toplum ve doğa
bilginin iki bileşenidir.157 Doğa, Güçlü Program’ın teorisinde konvansiyonların
keyfiliğini kısıtlayan –ya da kısıtlaması umulan- asıl aktör olarak hizmet
görmektedir. Bunu ne denli başarabildiği ise takip eden kısımlarda incelenecektir.
Şu ana dek Güçlü Program’ın bilim teorisinin içerdiği konvansiyonalist ve rölativist
unsurlara dikkat çekmeye çalıştık. Bu iki özelliği bu ekolü tezimiz için önemli kılar.
Bir önceki kısımda Kuhn’un teorisindeki konvansiyonalist ve rölativist unsurlara
değindiğimiz için burada iki ekol arasındaki görüş benzerliklerine değinmenin
konunun bütünlük içinde değerlendirilmesinde faydalı olacağına inanıyoruz.
2.2.3. Kuhn ile Güçlü Program Arasındaki Bağlar
Güçlü Program hemen her yerde Kuhn’un getirdiği devrimci yenilikten övgüyle söz
ederken onun mirasçısı olmayı amaçladığını gizlememiştir. Esasen bu durum
Kuhn’un Bilimsel Devrimlerin Yapısı isimli eserinde dile getirdiği vasiyeti ile
uyumludur. Kuhn, sosyal unsurların bilimdeki belirleyiciliğine işaret ederken bu
alanın sosyologlar ve psikologlar tarafından analiz edilmesi gerektiğine dikkat
çekiyordu. Sosyolojik bir analizin araştırmaya dâhil edilmemesi durumunda bilimsel
uğraş tam anlamıyla anlaşılamayacaktı. Güçlü Program bu göreve talip olduysa da
Kuhn’u ne kadar tatmin ettiği tartışmalıdır. Bilhassa Kuhn’un Güçlü Program’a
yönelik sert eleştirileri bu kuşkuyu beslemektedir. Kanımızca tartışılması gereken bir
diğer nokta ise Güçlü Program’da yer alıp Kuhn’u tatmin etmeyen noktaların
gerçekten de Kuhncu teoriye aykırı olup olmadığıdır. Bu sorulara ilerleyen
kısımlarda cevap verilmeye çalışılacaktır.
156
Bloor, Knowledge and Social Imagery, s. 43-44.
157
Bloor, “Anti-Latour”, s. 110.
119
2.2.3.1. Programın Kuhn’la Benzer Görüşleri
Hatırlanacağı gibi Kuhn, bilimin nasıl işlediğini anlamaya çalışan kendisinden
önceki teorileri bilimdeki sosyal unsurları ve bilhassa bilim adamları topluluğunun
birey bilim adamları üzerindeki etkisini göz ardı etmekle suçlamıştı. Bu bağlamda
tarihin dikkatli bir analizinin bilimin sanıldığı gibi işlemediğini göstereceğini
düşünen Kuhn birçok tarihsel olaya atıfta bulunmuştu. Bunun yanında Kuhn sosyal
faktörleri sadece buluşun bağlamı ile sınırlandıran görüşü yetersiz bulmuştu. Ona
göre toplum doğruyu belirlemede de –en azından belli oranda- etkindi. Güçlü
Program’da bu görüşlerin benimsendiğini görüyoruz. Aşağıda, kısaca bu öğelerin
Güçlü Program’da nasıl yer bulduklarına değinilmektedir.
2.2.3.1.1. Tarihin Öğrettikleri
Güçlü Program’ın önemli temsilcilerinden Barry Barnes, Kuhn’un tarihi okuyuş
biçimini doğru bulur. Kuhn geçmişi bugünün, şimdinin perspektifinden okumanın
hatalı olduğunu belirtir. Whig tarih yazımı olarak adlandırdığı bu tarih yazımı,
geçmişi bugünün daha az mükemmel bir versiyonu olarak görür. Dünün bilimini,
bugünün bilimine giden, onu doğuran bir aşama olarak görür. Doğal olarak içinde
ilerleme fikrini barındırır. Oysa Barnes’a göre bilim, bizim gerçeği yansıttığını
umduğumuz yorumumuzdur. Bu anlamıyla o bir inşadır. Bizden bağımsız var
olamaz.158
Güçlü Program tarihin kullanımına başvurur. Kuhn gibi onlar da tarihe bakınca
bilimin sanıldığı gibi toplumdan yalıtılmış bir fanusta gelişmediğinin görüleceğine
inanıyorlardı. Bu noktada Güçlü Program’ın tarihsel verileri nasıl etkili bir şekilde
kullandığını anlatmak için Bloor’un bir örneğine yer vermek açıklayıcı olacaktır.
İlerleyen kısımlarda Güçlü Program’ı daha detaylı ele alırken de görüleceği gibi,
Bloor ve arkadaşlarına göre bilimsel yasalarla çıkarlar arasında yakın bir ilişki vardır.
Bloor bu ilişkinin somut bir kanıtı olarak Boyle’a ve fiziğin tarihsel gelişimine dikkat
158
Barnes, T.S. Kuhn ve Sosyal Bilimler, s. 6-8.
120
çeker. Göstermek istediği şey Boyle’un ve arkadaşlarının teorilerini onların politik
görüşlerinden bağımsız anlamanın mümkün olmadığıdır.
Boyle’un mekanik felsefesinde maddeler eylemsizdir ve kör bir şekilde doğanın
yasalarına uyarlar. Yani kendiliğinden hareket sahibi değillerdir. Madde, Boyle’a
göre akla sahip değildir, irrasyoneldir. Kendi başına hareket edemez veya kendini
organize edemez. Bu anlamda Boyle, Lucretius’a karşı bir pozisyon almıştır çünkü
atomlar kendilerini hareket ettiremezler. Oysa antik dönemin pagan düşünürleri
Boyle’un karşı çıktığı bu görüşe inanıyorlardı. Bloor buradan hareketle Boyle
döneminde bu felsefenin neden popüler hale geldiğini açıklamak için 1640’taki iç
savaşla Restorasyon dönemi arasındaki İngiltere’ye bakmanın önemine dikkat çeker.
O dönemde sosyal huzursuzluk ve radikal dini grup ve tarikatlar mevcuttu. Bu
gruplar klasik, ortodoks Hıristiyan görüşün dışına çıkarak kendi dinlerini
oluşturdular. Bunu yaparken kendi vahiylerini ve vicdanlarını referans alıyorlardı.
Çünkü onlara göre Tanrı her insana yakındı. Kutsallık her insanın içinde yer
alıyordu. Bu gruplar Kilise’ye karşı çıkıyor, gelir dağılımını yeniden düzenlemeyi,
politik, sosyal ve ekonomik eşitliği sağlamayı gündeme getiriyorlardı. Bloor’a göre
tarih bize bu noktada Boyle’un ve arkadaşlarının çıkarlarının bu grupların
çıkarlarıyla çeliştiğini öğretir. Boyle ve arkadaşları sosyal çalkantı yerine istikrarlı
bir sosyal düzeni savunuyorlardı. Hatta Bloor, Boyle’un iç savaşta maddi sıkıntı
çektiğini de hatırlatır. Bu noktada Bloor can alıcı gözlemini yapar. Ona göre Boyle
ve arkadaşlarının siyasi ve ekonomik çıkarları, onların fizik teorileri üzerinde
belirleyici olmuştur. Onlar bu nedenle hareketsiz, akılsız, pasif maddeyi
savunmuşlardır. Pasif ve kendini organize edilmeyen madde, aktif ve kendini
organize eden maddeye tercih edilmiştir. Çünkü o dönemde doğadan sosyal ve
politik hayatla ilgili dersler çıkarma, doğayla sosyal hayat arasında paralellik kurma
olağan bir eğilimdi. Bu paralellik neticesinde madde insana karşılık geliyorsa,
kendini organize edemeyen, pasif ve kurallara uyan madde şu açık mesajı veriyordu:
İnsanlar da kendilerini idare edemezler dolayısıyla Anglikan Kilisesi gibi kurumlara
ihtiyaç duyarlar.159 Bu örnekten de anlaşılacağı gibi Güçlü Program tarihin doğru
159
David Bloor, “Durkheim and Mauss Revisited: Classification and the Sociology of
Knowledge” Volker Meja ve Nico Stehr (der), The Sociology of Knowledge, s. 322-325.
121
analizinin bilimin sanıldığı gibi sosyal etkilerden ve baskılardan yalıtılmış bir alan
olmadığını göstereceğini iddia eder. Güçlü Program’a göre, Kuhn’la paralel bir
şekilde, tarih masa başında idealize edilmiş bir bilim tasvirinin ne denli yanıltıcı
olduğunu gösterebilecek önemli bir araçtır. Sosyal etkenlerin bilimdeki rolünü
anlayabilmek için önce tarihe bakmak gerekmektedir.
2.2.3.1.2. Sosyal Faktörlerin Bilimsel Bilginin Oluşumundaki
Belirleyici Rolü
Güçlü Program’ın ana tezlerinden birisi bilimsel bilgimizi ve bilimsel teoriler
arasındaki seçimlerimizi sadece doğa ile ilgili faktörlerin belirlemediğidir. Onlara
göre sosyal unsurlar teoriye inancın oluşumunda ve teori seçimlerimizde önemli bir
belirleyicidir. Güçlü Program’ın bu görüşünün altında şu gözlem yatar: Bir bilimsel
teorinin diğerinden üstünlüğünü savunacak mutlak kanıtlar yoktur. Sadece lokal
nedenler vardır.160 Doğal olarak içinde yaşanılan toplum değiştikçe kanıtlar
değişecektir. Kuşkusuz bu görüş, Kuhn’un paradigmaların belirleyiciliği görüşü ile
paraleldir. Yine Kuhn’da yer alan “karşılaştırılmazlık” görüşü de Güçlü Program’ın
bu görüşü ile yakındır. Hatırlanacağı gibi Kuhn da teorilerin birbirlerinden üstünlüğü
tartışmasında daha iyiye veya daha kötüye gidiş şeklinde bir yorumda bulunmanın
hatalı olduğunu, her paradigmanın kendine özgü teori seçim kriterleri olduğunu
vurguluyordu. Yani Kuhn’da da getirilen kanıtlar ancak belli bir dönem ve durum
için geçerliydi. Her dönemi kapsayan belirleyici kriterler bulmak olanaksızdı.
Yine Kuhn’un teorisinden aldığı ilham ile Güçlü Program’a göre bilimdeki sosyal
unsurları ayıklamaya çalışmak da bilimin doğasına aykırıdır. Bilgi, toplumsal
unsurun azalması ile daha kaliteli bir hal almaz. Bilimsel bilgi kaçınılmaz bir şekilde
toplumsaldır. Çünkü ancak toplum aracılığıyla dünya ile bilişsel bir ilişki içine
gireriz.161 Dolayısıyla bilim sosyologlarına, Kuhn’da olduğu gibi, Güçlü Program
tarafından da önemli bir rol verilmiştir.
160
Bloor, “Anti-Latour”, s. 102.
161
Bloor, “Anti-Latour”, s. 110.
122
Barnes,
Kuhn’daki
anlaşılmasının
konvansiyonalist
bilimsel
uğraşı
unsura
anlamak
için
atıfta
bulunarak
şart
bu
olduğunu
ileri
unsurun
sürer.
Konvansiyonların önemini göstermek toplumun belirleyiciliğini göstermek anlamına
geldiği için Güçlü Program temsilcilerince önemsenmiştir. Barnes, konvansiyonların
bilimin ilk anından itibaren ne kadar belirleyici olduğunu göstermek için Kuhn’un
yer verdiği bir örneğe atıfta bulunur. Örneğimizde bir çocuk, kuğu ile ördek
arasındaki farkı öğrenirken babasının yardımına başvurur. Baba daha önce kuğu ve
ördek görmemiş çocuğuna tek tek, örneklere başvurarak “bu kuğu” “bu ördek”
şeklinde grupları ayırt etmeyi öğretir. Çocuk böylece bir kuşun hangi sınıfa veya
gruba gireceğini öğrenir. Gerçekte ise hiçbir kuş diğerinin aynısı değildir. “Ördek”
sınıfı altında toplanan hiçbir kuş da diğerinin aynısı değildir. Aynı şekilde “kuğu”lar
da “ördek”lerden farklı görünse de “kuğu” sınıfının içindeki her birey diğerlerinden
farklıdır. Çocuk aldığı eğitimle “kaz”, “ördek” ve “kuğu”yu ayırt etmeyi öğrense de
aslında bu kümeler bir konvansiyondan ibarettir. Doğada, bizim dışımızda, bizim
tanımlamamız dışında var olamazlar.162 Buradaki önemli nokta çok temel sandığımız
ve bilim için vazgeçilmez gördüğümüz kavramları bile bir uzlaşım neticesinde elde
ettiğimizdir. Barnes, Kuhn’un konvansiyonlara verdiği önemin altını çizerken
toplumsal uzlaşılarımızın –dolayısıyla sosyal unsurların- belirleyiciliğini ispatlama
çabasındadır. Eğer istersek farklı bir tanım kullanır ve sınıflarımızı değiştirebiliriz.163
Örneğin sınıflandırmada gagayı değil rengi esas alırsak ve her beyaz renk kuşa
“kuğu”
dersek
farklı
konvansiyonalistlerin
bir
iddiasına
sınıflandırmaya
göre,
sahip
sınıflandırmayı
oluruz.
takip
Dolayısıyla,
eden
bilimsel
gözlemlerimiz ve çıkarımlarımız da değişikliğe uğrayacaktır. Bu bağlamda başta
konulan kurallar bilimsel ürünlerin kaderini belirlemektedir.
Güçlü Program’a göre doğruyu belirleyen bağımsız bir rasyonelliğin bulunmadığını
ifade etmiştik. Doğruyu belirleyen asıl faktör, grubun kararıdır.164 Güçlü Program bu
noktada Kuhn’un en üst merci olarak bilim adamları topluluğunu göstermesine
benzer bir tutum takınmaktadır. Sosyal faktörler, söz gelimi çıkarlar, sadece bilim
162
Barnes, T. S. Kuhn ve Sosyal Bilimler, s. 40-43.
163
Barnes, T. S. Kuhn ve Sosyal Bilimler, s. 100-103.
164
Nola ve Irzık, Philosophy, Science, Education and Culture, s. 337.
123
adamlarının bir bilimsel teoriye inancını belirlemiyor. Bir teorinin diğerinden üstün
tutulmasının ardında da baştaki kararların, tanımların, konvansiyonların etkisi
belirleyicidir. Güçlü Program’a göre bilim adamları topluluğu Popper’da olduğu gibi
pasif, hesap makinesi gibi bir makine değil; Kuhn’daki gibi inisiyatif alan, doğrunun
kriterlerini belirleyen bir merciidir.
Son olarak Kuhn’da olduğu gibi Güçlü Program’a göre de bilimde ilerlemeden söz
edemeyiz.165 Güçlü Program, bir sonraki kısımda detaylı olarak inceleyeceğimiz gibi
doğrunun, gerçeğin bilgisine tam olarak ulaşamayacağımızı iddia eder. Sosyal
faktörler doğa ile ilişki kurmamızı sağlar. Toplum olmadan doğayla ilişkiye girip
onun niteliği hakkında bilgi sahibi olamayız. Sosyal unsurlar bilime içkindir, ondan
ayıklanamaz. Bu durumda doğrunun ve gerçeğin ne olduğu hiçbir zaman tam olarak
bilinemeyecektir.
Nitekim
Güçlü
Program’ın
rölativist
yanını
açıklarken
bahsettiğimiz gibi, Program’a göre her dönem geçerli bir rasyonellik kriteri veya
ampirik delilden söz edemeyiz. Dolayısıyla bilimsel teorilerin git gide daha doğruya
gittiği, gerçeği bulmaya daha fazla yaklaştığı iddiası Güçlü Program’ın genel
fikirleriyle uyumlu gözükmemektedir. Sadece o anki mevcut şartlar içerisinde
rasyonellikten veya ampirik delilden söz edilebilir. Ancak Kuhn’da olduğu gibi
teorilerin daha iyiye gittiğini iddia etmemizi sağlayacak bir zemin Güçlü Program’da
da mevcut değildir.
2.2.3.2. Güçlü Program’ın Kuhn’dan Temel Farkı
Tüm bu benzerliklere karşın Güçlü Program ile Kuhn arasında bazı önemli
noktalarda
ayrışma
olduğu
kanaatindeyiz.
Kuhn’un
Program’ı
absürtlükle
suçlamasının altında kısmen bu farklılıklar yatmaktadır. İlk olarak her ne kadar
sosyal unsurların teori seçimindeki belirleyiciliğine atıfta bulunsa da, Kuhn, bilimsel
devrim durumunu istisnai bir dönem olarak görmüş, bu dönemde eleştirel düşünceye
kapı aralamıştır. Ona göre anomalilerin taşınamaz duruma gelmesi neticesinde
paradigmaların etkisi kırılır ve devrim gerçekleşirken bilim adamları eski
paradigmaya ve yeni paradigma adayına eleştirel bir değerlendirme ile yaklaşırlar.
Oysa Güçlü Program’ın teorisinde eleştirel düşünceye açılabilecek kapılar neredeyse
165
W. H. Newton-Smith, The Rationality of Science, London, Taylor and Francis, 2002, s. 259.
124
tamamen kapalıdır. Her ne kadar Güçlü Program’ın teorisinden konvansiyonların
keyfi olmadığını ve belli oranda eleştirel bir süreçle seçildiğini çıkarmak mümkünse
de,166 bu iddia teorinin bütünüyle çelişki içinde görünmektedir. Güçlü Program’daki
sosyal unsurlar hiçbir zaman oyunun dışında kalmazlar. Her an belirleyicidirler.
Bilimin doğasına içkin olan sosyal unsurlar gerek teorinin gözlemleri belirlemesi ile
gerek konvansiyonların oluşum süreciyle gerekse teori seçimindeki etkisiyle her an
belirleyici bir role sahiptir. Sonuç olarak Güçlü Program, sosyal unsurlardan arınmış
bir teori seçimine –istisnai bir dönem için de olsa- inanmaması ile Kuhn’dan ayrılır.
Güçlü Program’ı Kuhn’dan farklılaştıran başka noktalar da bulunmaktadır.
(Sözgelimi Program’ın bilimsel bilginin oluşumunda çıkarlara yüklediği anlam
Kuhn’un teorisindekinden farklıdır.) Ancak bu noktalara bu bölümün içinde Güçlü
Program’ı daha detaylı ele aldıkça yer vermeyi tercih ettik. Aşağıda Kuhn’un Güçlü
Program hakkındaki görüşlerine kısaca yer verilecektir.
2.2.3.3. Kuhn’un Tepkisi
Kuhn, Güçlü Program'ı kendi takipçisi olarak görmemiş, onların yapı-sökümünü aşırı
noktalara taşıdıklarını söylemiştir.167 Kuhn'a göre Güçlü Program bütün bilim
sürecini çıkar ve güçten ibaret görme hatasına girişmiştir. Doğanın bilimle ilgili
görüşlerin oluşumundaki rolü küçümsenmiş hatta yok sayılmıştır.168 Kuhn tarafından
dile getirilen bu itirazlar ileride de görüleceği gibi Güçlü Program’a yöneltilen
yaygın bir eleştiridir. Gerçekten de Güçlü Program’ın en büyük problemi sosyal
166
Bloor konvansiyon olmuş, konsensusa dayanan bilginin eleştirilemeyeceği iddiasını hatalı
bulur. Farklılaşmış toplumlarda aynı konuda birden fazla konvansiyon olduğunu düşünen Bloor
burada seçimin kritik bir analizle yapılabileceğini söyler. Ancak sosyal unsurların aşkın
belirleyiciliğinde bu tür bir seçimin nasıl yapılacağını açıklamaz. (Bakınız Bloor, Knowledge
and Social Imagery, s. 44.) Kanımızca böyle bir durumda, seçim anında kritik analizin
gerçekleştiğine inanmaktansa sosyal unsurların daha çok desteklediği konvansiyonun seçildiğine
inanmak Güçlü Program’ın genel teorisiyle daha uyumlu gözükmektedir.
167
Thomas Kuhn, The Road Since Structure: Philosophical Essays, 1970–1993, Chicago,
University of Chicago Press, 2000, s. 110.
168
Robert Nola ve Howrad Sankey, "A Selective Survey of Theories of Scientific Method",
Robert Nola ve Howard Sankey, (der.) After Popper, Kuhn, and Feyerabend Recent Issues in
Theories of Scientific Method, Dordrecht, Kluwer Academic, 2000, s. 38. Ayrıca bakınız:
Stephen Cole, “Voodoo Sociology: Recent Developments in the Sociology of Science” P. R.
Gross, N. Levitt ve M. W. Lewis, (der.), The Flight from Science and Reason, New York,
New York Academy of Sciences, 1996, 276.
125
unsurların
gücünü
abartması,
sosyal
olmayan
unsurların
belirleyiciliğini
küçümsemesidir. Bunun yanında bu eleştirinin Kuhn tarafından yapılması hayli
ironiktir. Önceki bölümde gördüğümüz gibi Kuhn karşılaştırılmazlık ilkesi uyarınca
bir teorinin diğerinden üstün olduğunun iddia edilemeyeceğini belirtmiş, bilim
adamlarının üzerindeki paradigmanın belirleyici gücüne atıfta bulunmuştu. Öte
yandan Kuhn, bir önceki bölümde dile getirildiği gibi, teorisindeki rölativist ve
konvansiyonalist imaları reddetmek gibi bir çaba içerisine –tutarsızlığa düşme
pahasına da olsa- girmiştir. Burada Kuhn’un yine Güçlü Program üzerinden kendi
teorisini “aklama”ya çalıştığını iddia edebiliriz. Kuhn’un teorisinde de doğanın rolü
hayli kısıtlıdır. Hatta hatırlanacağı gibi yer yer teori seçiminde doğanın hiçbir
rolünün olmadığını ima eden bölümlere de rastlanır. Kuhn bu açık imalara karşın
doğanın da teori seçiminde belirleyici olduğunu iddia eder. Ne var ki aynı tutum
Güçlü Program’da da mevcuttur. Bloor ve arkadaşları da bizim dışımızda bir doğanın
var olduğunu ve bilimsel uğraşın sadece sosyal unsurlarla şekillenmediğini iddia
ederler. Ancak bu iddianın teorinin geri kalanı ile ne denli uyumlu olduğu
tartışmalıdır. Kanımızca Kuhn’un Güçlü Program’ı eleştirdiği bu nokta, gerçek bir
eleştiri olmaktan çok Program ile Kuhn arasında ortak bir yön olarak görülebilir.
Kuhn, Güçlü Program gibi çıkarları ön plana koymasa da bilimsel çabada sosyal
faktörlerin önemine işaret eden, hatta bilimsel çabanın çoğunluğunda sosyal etkenler
nedeniyle eleştirel sorgulamanın var olmadığına inanan bir teorisyen olarak doğanın
rolünü tamamen yok saymasa da minimize etmiştir. Güçlü Program’ı absürt olarak
nitelendirmesi bu nedenle tutarlı gözükmemektedir.
2.2.4. Güçlü Program’ın Diğer Teorik Bağlantıları
Güçlü Program’ın Kuhn’la olan bağlantılarını incelerken Program’ın teorisi hakkında
bazı temel ipuçları verdik. Teorinin detaylı bir analizine devam etmeden önce
Program’ı etkileyen iki önemli bilgi/bilim felsefecisinden/sosyoloğundan kısaca
bahsetmek Güçlü Program’ı daha iyi anlamaya katkıda bulunacaktır. Bu düşünürler
Michel Foucault ve Ludwig Wittgenstein’dır.
126
2.2.4.1. Michel Foucault
Foucault’nun birçok eseri –Kliniğin Doğuşu veya Çılgınlık ve Medeniyet gibitarihçiler tarafından eleştirilse ve hatta bazılarınca ciddiye alınmasa da sosyologlar
tarafından dikkate değer bulunmuştur. Bilhassa bilimin sosyal bir inşa olduğuna
inanan sosyologlar Foucault’yu zengin bir kaynak olarak görmüşlerdir.169 Ancak
Foucault’nun Güçlü Program için bundan daha fazla anlam taşıdığını iddia edebiliriz.
Foucault güç ve bilgi arasındaki ilişkiye dikkat çeken ilk düşünürlerden birisi170
olması nedeniyle Güçlü Program’ın fikirlerinin oluşumunda önemli bir yere
sahiptir.171
Foucault’nun gücü sadece bilgi ile değil, doğruluk ile de ilişkilendirdiğini görüyoruz.
Güç aynı zamanda doğruyu yaratandır, onu belirleyendir. Benzer bir pozisyon Güçlü
Program tarafından da savunulmaktadır. Güçlü Program da sosyal, kültürel, tarihsel
etkenlerin bilimi şekillendirdiğini kabul eder. Bilhassa bilim adamlarının çıkarlarının
onların bilimsel çalışmalarına, bir teoriye inançlarına nasıl yansıdığına dikkat çeker.
Aradaki fark Foucault’nun bu etkenlerin bir alt kümesi olarak kabul edilebilecek güç
ilişkilerine yoğunlaşmasıdır.172 Foucault'ya göre her türlü doğruluk iddiasına
şüpheyle yaklaşmak gerekir. Güç ilişkileri bilginin üzerinde belirleyici bir etkiye
sahiptir. Habermas'ın aksine Foucault, güç ilişkilerinden korunmuş bir doğruya
inanmaz.173
Güçlü
Program
da
“çıkar”
gibi
sosyal
unsurların
bilgiden
arındırılamayacağına inanır. Sonuç olarak Güçlü Program’da da bilgi, güç ve çıkar
ilişkilerinden bağımsız düşünülemez.
169
Nick J. Fox, “Foucault, Foucauldians and Sociology” The British Journal of Sociology, 49,
3, 1998, s. 428.
170
Her ne kadar Francis Bacon güç ile bilgi arasındaki ilişkiye dikkat çektiyse de onun “bilgi
güçtür” sözüyle kast ettiği bilginin gücü artıracağıdır. Oysa Foucault tersten bir nedenselliğin
var olduğunu savunmuş; gücün bilginin yaratım sürecindeki etkili rolüne dikkat çekmiştir. Güçlü
Program’ı asıl etkileyen ilişki bu ikincisidir. Detaylı bir kıyaslama için bakınız: Nola ve Irzık,
Philosophy, Science, Education and Culture, s. 322.
171
Nola ve Irzık, Philosophy, Science, Education and Culture, s. 326.
172
Ibid., s. 346-348.
173
David Ingram “Foucault and Habermas”, G. Gutting (der.), The Cambridge Companion to
Foucault, Cambridge, Cambridge University Press, 2006, s. 262.
127
2.2.4.2. Ludwig Wittgenstein
Güçlü Program’a ilham veren düşünürlerden bir diğeri de dil ve mantık kuralları
üzerine söyledikleri ile Wittgenstein’dır.174 Güçlü Program’ın kurucularından Bloor,
Wittgenstein hakkında yazdığı eserinde “anlam finitizmi” kavramına değinir ve
sosyal unsurların en temel düzeyde bilimde nasıl belirleyici olduğunun altını çizer.
Bloor'a göre anlam finitizmi Wittgenstein'ın eserlerinde altını çizdiği önemli bir
problemdir. Özetle, anlam finitizmine göre, bilimsel bilginin edinilmesi sürecinde
bilinen örneklerden yenilerine bir kuralı izleyerek ulaşamayız. Örneğin daha önce
verdiğimiz örneği hatırlarsak bir kuğunun ne olduğu, kuğuyu kuğu olmayandan
ayıran kriterler, objektif bir kuralla belirlenmez. Ne kadar kuğu veya kuğu olmayan
canlı görsek de böyle bir kritere ulaşamayız. O kriterleri belirleyen kuralı biz
oluştururuz. O kural bir inşadır. Kuralları da onlar yardımıyla oluşturduğumuz
kavramları da bu şekilde inşa ederiz.175 Yani Wittgenstein’ın da belirttiği gibi
mantığın kolayca takip edeceği kurallardan yoksunuzdur.176 Kuralların takip edilip
edilmemesi, takip edilecekse bunun nasıl yapılacağı da sosyal bir uzlaşının
sonucudur. Bilimde kendisinden önceki örneklerden veya kurallardan yola çıkan bir
kişi kendisini kör bir sürecin içinde bulacaktır. Çünkü onu yönlendirecek bir
mantıksal rehberden yoksundur. Bu noktada bizi yönlendiren şey sosyal bir süreç
olan eğitimdir. Yani bilimin en temel saydığımız kategorileri, mantık yasaları bile
mutlak değildir. Bu yasaları ve kategorileri de biz eğitim süreci ile öğreniriz.177
2.2.5. Teorinin Ana Hatları
Güçlü Program’ı besleyen isimleri anlatırken Program’ın bilim sosyolojisinin temel
hatları hakkında ipuçları verdik. Güçlü Program’ın neden ortaya çıktığını, doğa
bilimlerinde sosyal unsurların etkilerini nasıl yorumladığını ise takip eden kısımlarda
inceleyeceğiz.
174
Martin Kusch, “Rule-Scepticism and the Sociology of Scientific Knowledge: The BloorLynch Debate”. Social Studies of Science, 34, 4, 2004, s. 577.
175
Robert Nola, Rescuing Reason, Dordrecht, Kluwer Academic Publishers, 2003, s. 214.
176
Steve Woolgar, Bilim: Bilim İdesi Üzerine Sosyolojik Bir Deneme, çev: Hüsamettin
Arslan, İstanbul, Paradigma Yayıncılık, 1999, s. 69.
177
David Bloor, Wittgenstein, Rules and Institutions, London, Routledge, 1997, s. 19-20.
128
2.2.5.1. Güçlü Bir Programa Neden İhtiyaç Var?
Güçlü Program neden ortaya çıktığını açıklamaya hatırı sayılır bir mesai harcamıştır.
Bilimi anlama ümidiyle yola çıkan önceki teoriler nereleri eksik bırakmışlardır ki
“güçlü” bir programa ihtiyaç duyulmuştur? Bloor ve arkadaşları bu noktayı kısaca şu
şekilde açıklarlar: Önceki araştırma programları bilgi sosyologlarını sadece “hatalı
olan”ı incelemeye yönelttiler. Onlara göre sosyal nedenler gerçeği tahrif
etmektedirler; dolayısıyla sosyologlar tahrif edilmiş gerçekle ilgilenmelidirler. Oysa
Güçlü Program’a göre doğru bilgide de sosyolojik unsurların izini sürmemek
hatalıdır. Bilginin –doğru da olsa- oluşumuna, değerlendirilmesine, kabulüne,
reddine etki eden sosyal etkenler ve süreçler araştırılmalıdır. Bu görüş geleneksel
bilgi
sosyologlarına
makul
gelmeyecekti
zira
onlar
rasyonalist
görüşü
benimsemişlerdi. Rasyonalizmin bir gereği olarak bilginin, doğru inancın
açıklanmasında sadece akla başvurulacaktı. Doğru inanç rasyonel nedenler dışında
bir nedene ihtiyaç duymazdı. Nedene ihtiyaç duyan sadece hatalı bilgiydi.178 Bloor
bu sınırlamaya karşı çıkarken sosyoloğun çalışma alanını şu şekilde betimler:
“Fizyolojinin amacı sağlıklı organizma ile hasta organizmayı açıklamaktır;
mekaniğin amacı çalışan ve çalışmayan makineleri anlamaktır; ayakta kalan
köprüler kadar yıkılanları da… Benzer şekilde sosyolog bulunan inançları –
araştırmacının onları nasıl değerlendirdiğini göz ardı ederek- incelemelidir.”179
Kuşkusuz bu duruş bilim sosyolojisinde önemli bir yeniliğe karşılık gelir. Bilgi
sosyolojisinin kurucusu sayılan Mannheim’dan beri matematik ve doğa bilimlerinin
sınırlarına sokulmayan sosyoloji, Güçlü Program ile sınırlarını genişletmiş
olmaktadır. Artık fizikte doğruluğu ispatlanan bir teoriye bilim adamlarının niye
inandığı da sosyologları ilgilendiren bir konu olacaktır. Bu eğilim doğal olarak içinde
bilim adamlarının bir teoriye sadece doğru olduğu için inanmadıkları anlamını
taşımaktadır. Bu konudaki eleştirilerimizi –doğrunun analizinin sosyologlarca yapılıp
yapılamayacağını- bir sonraki kısımda sunacağız.
178
Woolgar, Bilim: Bilim İdesi Üzerine Sosyolojik Bir Deneme, s. 55-57.
179
Bloor, Knowledge and Social Imagery, s. 5.
129
2.2.5.2. Sosyal ve Sosyal Olmayan Faktörler
Yukarıdaki özellik ile yakından ilişkili olan bir başka özellik Güçlü Program’ın
sosyal faktörlere yüklediği büyük açıklama gücüdür. Bu konuda birçok delil getirme
gayretine giren Bloor ve Barnes sosyal unsurların bilimi nasıl şekillendirdiğini
ispatlamaya çalışır. Örneğin onlara göre ampirik bilginin başlangıçtaki inanç
tarafından şekillenmesi teorileri için önemli bir kanıttır. Bloor ampirik bilginin
önemini yadsımadığını iddia ettiği teorisinde algımızın –ne denli iyileştirilse de – tek
başına bilgimizi oluşturamayacağını iddia eder. Her zaman tecrübemizden önce bir
inanca sahibizdir. Tecrübe bu inancın üzerine eklenir. Tecrübe bilgiyi etkilese de tek
başına onu şekillendiremez.180 Bloor, başlangıçta var olan inancın belirleyiciliğinden
yola çıkarak şu sonuca ulaşır: “Her bilginin içinde bir sosyal bileşen vardır.”181
Dolayısıyla sosyoloğun inceleme alanı dışında bir bilgi veya bilimsel inanç yoktur.
Sosyolog aynı zamanda bu önceki inancın nasıl oluştuğunu araştırmakla
yükümlüdür.182
Anlam finitizminden çıkarılması
gereken ders, sosyal unsurların bilginin
oluşumundaki merkezi rolüydü. Bunun yanında Barnes ve Bloor’a göre bilim
adamlarının aynı şeyi gözlemlediklerinde bile farklı gözlem sonuçlarına ulaşmaları
ve çıkan sonuçları farklı yorumlamaları sosyal unsurların belirleyiciliğine bir
kanıttır.183 Yine bağlantılı bir şekilde çıkarların bilimsel uğraşı etkilediğine dair
kanıtlara Güçlü Program savunucularınca yer verilir. Kısacası Güçlü Program’a göre
sosyal unsurlar birçok farklı alanda ve düzeyde bilimsel bilginin oluşumunu
etkilerler.
Her şeye rağmen Güçlü Program’ın savunucuları doğayı toplumla açıkladıkları
iddiasını reddederler. Öncelikle onlara göre sosyal olmayan faktörler de bilgiyi
şekillendirir. Bilginin tecrübeden ve maddi dünyadan bağımsız bir fantezi olduğunu
reddeden Bloor bu tür bir görüşü tutarsız bir pozisyon olarak tanımlar. Çünkü bilgi
180
Bloor, Knowledge and Social Imagery, s. 31-32.
181
Ibid., s. 32.
182
Ibid.
183
Barry Barnes ve David Bloor, “Relativism, Rationalism and the Sociology of Knowledge”,
Volker Meja ve Nico Stehr (der), The Sociology of Knowledge, s. 34.
130
fantezi olsaydı bile paylaşılmak için belli gereçlere ihtiyaç duyardı. Bu gereçlerden
bazıları bilgiyi paylaştığımız tarafın algılarıdır veya öğrenme yeteneğidir. Eğer
karşımızdaki kişinin algıları ve öğrenme yeteneği yoksa bu durumda fanteziden
ibaret dediğimiz bilgiyi paylaşamayız. Bu gerçek, doğal olarak sosyal olmayan
unsurlara bir atıf demektir. Algılama maddi gerçekliği, biyolojik bir süreci şart koşar
ki burada sosyal değil, sosyal olmayan faktörler rol oynar. Bu nedenle, Bloor’a göre
bilimsel bilginin sosyolojisi doğası gereği sosyal olmayan maddi tecrübeleri göz ardı
edemez. Sosyal olmayan unsurlar da bilginin oluşumunda etkilidir.184 Bununla
beraber her insanda ortak olan fizyolojik, genetik, evrimsel etkenler sahip olduğumuz
inançlardaki farklılıkları açıklayamaz. Eğer sadece onlar açıklama gücüne sahip
olsalardı bu durumda hepimiz aynı inanca sahip olurduk. Güçlü Program bu gerçeğin
altını çizerek bilgimizi asıl şekillendirenin bu ortak materyal unsurların dışında kalan
sosyal unsurlar olduğunu vurgular.185
Güçlü Program’ın savunucularına göre toplumla açıklanan şey, doğa değil doğa
hakkındaki bilgidir.186 Yani Güçlü Program’a göre biz doğanın bilgisine ulaşamasak
da veya yanlış bilgiye ulaşsak da bizim dışımızda bir doğa vardır. Güçlü Program bu
yönüyle naturalist bir ekol olarak değerlendirilebilir. Sonuç olarak Program’ın
savunucuları hem doğayı hem de toplumu inancı etkileyen, onu oluşturan faktörler
olarak gördüğünü iddia eder.187 Ancak kanımızca Güçlü Program’daki sosyal
unsurlar bilimsel bilgiyi şekillendirmede ilk andan itibaren o denli baskındır ki sosyal
olmayan unsurların rolünü pratikte neredeyse yok saymaktadır. Bloor bu eleştirileri
savuşturmak için –tıpkı Kuhn gibi- doğanın rolünün asla inkâr edilemeyeceğinden
söz eder. Bunu ne denli başardığını ise eleştirilerimizi sunduğumuz bir sonraki
kısımda değerlendireceğiz.
184
Bloor, Knowledge and Social Imagery, s. 32-34.
185
Nola, Rescuing Reason, s. 211-212.
186
Bloor, “Anti-Latour”, s. 87
187
Ibid., s. 96.
131
2.2.5.3. Anlam Finitizmi
Hatırlanacağı gibi anlam finitizminin temel problemi her türlü sınıflandırmayı
temelsiz kılmasıdır. Bunun yanında anlam finitizmi ilk bölümde ele alınan DuhemQuine problemine atıfla bir verinin birden fazla teori tarafından açıklanabilmesi
durumuna da yol açar.188 Hiçbir veri bizi tek başına bir sonuca ulaştıramaz. Hiçbir
mantık kuralı bunu garanti edemez. Bu durumda mantık kurallarının nasıl işleyeceği
de, her türlü sınıflandırma da, hangi teorinin doğru olarak kabul edileceği de sosyal
süreçlerle belirlenecektir. Bu nedenle anlam finitizmi kavramların kendilerinde
içerdiği iddia edilen özelliklerini değil uygulamalarını öne çıkarır.189
Anlam finitizmi, Güçlü Program’ın yaklaşımında bilimin içindeki sosyal unsurların
ne denli güçlü olduğunu göstermesi açısından kilit bir role sahiptir. Hem doğada var
saydığımız kategori ve sınıfların hem de aklın emrettiğini düşündüğümüz mantık
kurallarının otoritesi anlam finitizmi ile sarsılmıştır. Elde sadece bilim adamları
topluluğunun uzlaşımlar sonucu oluşturduğu kategoriler, kavramlar ve kendileriyle
sonuca vardığımız –ancak yine bilim adamları topluluğunca belirlenen- mantık
yasaları vardır. Bilhassa tecrübe öncesi inancın rolünü de denkleme dâhil edersek,
bilimsel sürecin neredeyse tamamına sosyal unsurların yön verdiğini görürüz.
Konvansiyonlar bilimsel bilginin oluşumunda başat rol oynamaktadırlar.
2.2.5.4. Çıkarlar
Güçlü Program’ın en önde gelen iki temsilcisi olan Bloor ve Barnes sayısız örnek
vererek “çıkar”ın bilimdeki rolünü somutlaştırma çabası içine girmişlerdir. Onlara
göre çıkarlar sadece bir bilimsel teorinin ortaya çıkmasında değil, o teorinin doğru
kabul edilmesinde, alternatif teoriler arasından seçilmesinde de etkin bir rol oynarlar.
Aşağıda birkaç örnek üzerinden çıkarların nasıl kilit bir konuma getirildiği
açıklanmaya çalışılmaktadır.
Barnes ve Bloor, Güçlü Program’ın genel tezlerinden birisini oluşturan, bir bilimsel
teoriyi doğru kabul etmemizi sağlayan kanıtların bağlamla ilişkili olduğunu
188
N. David Mermin “The Science of Science: A Physicist Reads Barnes, Bloor and Henry”
Social Studies of Science, 28, 4, 1998, s. 610.
189
Barnes, T.S. Kuhn ve Sosyal Bilimler, s. 65-67.
132
göstermeye çalışırken Pouchet ve Pasteur arasındaki tarihsel bir örneğe başvurur. Bu
tarihsel örnekte Pouchet ve Pasteur biyolojinin önemli konularından olan
“kendiliğinden oluşum” (spontaneous generation)190 konusunda uzlaşamazlar.
Barnes ve Bloor burada Farley ve Geison’ın konu üzerindeki detaylı analizinden
faydalanırlar. Onlara göre bu olay dönemin politik, dini unsurlarının bilimsel teoriler
üzerinde etkili olduğunun bir kanıtıdır. Buradan yola çıkarak sosyal, politik ve
fizyolojik anlamda bağımsız bir “kanıt”tan bahsedilemeyeceğini gösterirler.191
“Kendiliğinden oluşum” biyolojide canlıların cansız materyalden birden ortaya
çıkmasına karşılık gelir. Bu şekilde oluşan canlıların ebeveyne sahip olmadığı,
inorganik veya organik bir maddeden ortaya çıktığı düşünülür. Pasteur'ün çalışmaları
neticesinde 19. yüzyılın sonlarında bu görüş terk edilmiştir. Bununla beraber Güçlü
Program’ın atıfta bulunduğu Farley ve Geison olayın politik yönüne dikkat çekerler
ve Pasteur'ün monarşi ve Kilise ile olan ilişkisine değinirler. Bilhassa o dönem
Fransası'nda din ile ilgili konuların siyasetle olan yakın ilişkisi bilimi de etkiler.192 O
dönemde kendiliğinden üreme sıradan bir tartışma değil, Darwin'in evrim kuramı ile
ve dinle ilişkilendirilen bir tartışmaydı. Kendiliğinden üreme Darwin’in evrim teorisi
için vazgeçilmez bir öğe olarak görülüyordu. Çünkü canlılığın ilk aşamasında bu tür
bir kendiliğinden oluşuma ihtiyaç duyuluyordu. Fransa'da dindar çevreler ise dine
karşı olduğunu düşündükleri için Darwinciliğe karşı tutum almışlardı. Dolayısıyla
“kendiliğinden oluşum”a da karşı çıkmaktaydılar. “Kendiliğinden oluşum”un
mümkün olmadığını göstermeye çalışan Pasteur de bu grubun içindeydi. Farley ve
Geison, bu noktada Pasteur'ün dini ve politik görüşlerinin onun kendiliğinden üreme
ile ilgili pozisyonunu belirlediğini söylerler. Öte yandan onlara göre Pouchet, sosyal
ve politik unsurlardan bilhassa o dönemin ortodoks görüşlerinden daha az
etkilenmiştir. Dolayısıyla onun “kendiliğinden oluşum” hakkında Pasteur’den farklı
190
“Kendiliğinden Oluşum” canlılığın kökenine ilişkin bir tartışmadır. Günümüzde terk edilmiş
bu anlayışa göre canlılar birden cansız elementlerden türemektedirler. Bakınız:, Larry L. Mai,
Marcus Young Owl ve M. Patricia Kersting. The Cambridge Dictionary of Human Biology
and Evolution, Cambridge, Cambridge University Press, 2005, s. 501.
191
Barnes ve Bloor, “Relativism, Rationalism and the Sociology of Knowledge” s.243.
192
James Robert Brown, Who Rules in Science? An Opinionated Guide to the Wars,
Cambridge, MA, Harvard University Press, 2001. s. 125.
133
düşünmesi doğaldır.193 Siyasi ve diğer sosyal etkenler, böylece biyolojiye de sıçrar.
Başka bir deyişle Güçlü Program’a göre, bu tarihsel örneğe bakınca çıkarların
biyoloji gibi laboratuarda yapılan bir bilimi bile ne kadar güçlü bir şekilde
şekillendirebildiği görülmektedir. Bu örnekteki ve takip eden örneklerdeki
problemler, Program’a yönelik eleştirilerin sunulacağı kısımda tekrar ele alınacaktır.
Güçlü Programı daha iyi anlamamıza yarayacak bir başka örnek Barnes’ın, Neptün
gezegeninin keşfine dair analizidir. 18. yüzyılda keşfedilen Uranüs’ün yörüngesinden
sapması klasik mekanik yasalarına aykırıydı. Bunun mantıklı açıklaması Uranüs’ün
yörüngesinin bir gezegen tarafından etkileniyor olmasıydı. Bu mantıkla yola çıkan
iki astronom –İngiliz Adams ve Fransız Leverrier- o gezegenin yörüngesini ve
konumunu tespit ettiler. Böylece 1846’da Neptün’ü keşfettiler. Ancak bu keşfe
Amerikalı astronomlarca –hesaplamadaki hatalar örnek gösterilerek- karşı çıkıldı.
Avrupalılar ise bunu bilimsel yasaların öngörü kapasitesini yansıtan bir başarı olarak
gördüler. Hesaplamalardaki hataları ise doğal olarak karşıladılar.194 Barnes bu
noktada şunu sorar: “Şu halde hiç değilse iki yorum da savunulabilirdi ve her iki
yorum da mantıksal ve semantik zorluklar doğurmaksızın bilim adamlarının bizzat
kendileri tarafından kullanılabilmişti. Ancak doğru yorum bunların hangisiydi?
Leverrier ve Adams Neptün’ü keşfetmişler miydi yoksa keşfedememişler miydi?”195
Tıpkı Bloor gibi Barnes da bu tarihsel olayı çıkarlarla ilişkilendirir. Barnes bu
noktada Pannekcek’in çalışmasından faydalanır. Pannekcek tarafından yazılmış olan
“Neptün’ün Keşfi” başlıklı makaleye göre Amerika ve Avrupa’da farklı yorumların
galip gelmesinin altında çıkarlar yatar. Avrupa’da o dönemde doğa bilimleri Kilise
ve toprak sahiplerinin dini doktrinlerine karşı bir araç işlevi görüyordu. Bu onun
burjuva tarafından desteklenmesi demekti. İşte insanların, halk kitlelerinin gözünde
bilimin otoritesini, güvenilirliğini artırmanın bir yolu da Leverrier ve Adams’ın
teorilerinin başarılı tahminlerinin altını çizmekti. Bu ortam ve onun ilişkili olduğu
çıkarlar Amerika’da mevcut değildi. Öte yandan Amerika’daki durumu da çıkarlar
193
Ibid., s. 126-127.
194
Barnes, T.S. Kuhn ve Sosyal Bilimler, s.157-159.
195
Ibid., s. 158.
134
ile ilişkilendirmek mümkündü. Amerikalı astronomlar, Leverrier ve Adams’ın
tahminleri ile gerçek arasındaki farka dikkat çekerek kendi uzmanlıklarını ispat
edeceklerini düşünüyorlardı.196 Tüm bu örnekler ve daha onlarcası bilimin çıkarlarla
olan yakın ilişkisine delil olarak sunuluyordu.
Bloor çıkarların bilimdeki etkisinden bahsederken önemli bir hatırlatmada bulunur.
Ona göre bilim adamları teorilerinin oluşumunda ve kabulünde çıkarların bu
etkisinin farkında olmayabilirler. Yani sözgelimi Boyle bir teoriye inanırken bunu
siyasi çıkarlarının bir sonucu olarak görmeyebilir. Ancak farkında olmasalar da
çıkarlar farklı fiziki teoriler ve hatta farklı fiziki gerçeklikler yaratır. Yine bir teorinin
doğru kabul edilmesinde çıkarların etkisi yadsınamaz.197 Buradaki rölativist ima çok
açıktır. Çıkarlar basit bir şekilde sinsi, inanmamasına rağmen çıkarları nedeniyle
teorisinin peşinden koşan bir bilim adamı yaratmamaktadır. Yine bilim adamları
topluluğu sırf belli çıkarlar nedeniyle inanmadıkları teorileri “doğru” diye
etiketlendirmemektedirler. Bloor riyasız ve daha derin bir etkiden söz eder. Çıkarlar
gerçeği şekillendirmekte, farklı gerçeklikler yaratmaktadır. Çıkarların değişmesi,
inşa edilen fiziki dünyayı da değiştirecektir.
2.2.5.5. Araştırmanın 4 Prensibi
Güçlü Program’ın kurucuları bu temel prensipleri sıralarken bir yandan da bilimi
konu alan ideal sosyolojik araştırmanın nasıl yürütülmesi gerektiği konusunda
normatif bir pozisyon almaktadırlar. Söz konusu prensiplerin Güçlü Program’ı
önceki teorilerden daha başarılı kılacağına inanılmaktadır. David Bloor, bu dört ana
prensibi –nedensellik, tarafsızlık, simetri ve refleksiviteyi- şu şekilde özetler:
i.
Bilimsel bilginin sosyolojisi nedensel olmalıdır. Bilgiyi oluşturan
şartların, nedenlerin ne olduğuna odaklanmalıdır. Bunu yaparken yukarıda belirtildiği gibi- sosyal nedenlerin önemli bir belirleyici
olmasına rağmen tek neden olmadıkları hatırlanmalıdır.
196
Barnes, T.S. Kuhn ve Sosyal Bilimler, s.160-163.
197
Bloor “Durkheim and Mauss Revisited: Classification and the Sociology of Knowledge” , s.
326-327.
135
ii.
Güçlü Program doğru ve yanlışa tarafsız yaklaşmalıdır. Aynı şekilde
rasyonel ve irrasyoneli, başarılı ve başarısız olanı da tarafsız ele almalıdır.
İki taraf da Güçlü Program tarafından açıklanmalıdır.
iii.
Doğru inanç da yanlış inanç da aynı şekilde açıklanmalıdır. İki taraf da
aynı tür açıklamalara muhtaçtır. Buna Bloor “simetri” prensibi
demektedir. Aynı nedensellik türleri hem doğru, hem de yanlış inancı
açıklamakta kullanılmalıdır.
iv.
Bilimsel bilginin sosyolojisi refleksif olmak zorundadır. Yani bilimsel
bilginin sosyolojisinin önerdiği yöntemler, bilimsel bilginin sosyolojisinin
kendisine de uygulanmalıdır. Aksi takdirde sosyoloji kendisine aşkın,
özel bir rol biçmiş olur ki bu teorinin özüne aykırıdır.198
Bloor’un burada Güçlü Program’a biçtiği rol küçümsenmemelidir. Daha önce
belirtildiği üzere, Güçlü Program sosyolojik açıklamanın sadece yanlış teorilerde
kullanılmasına karşı çıkmıştı. Burada bu prensibin daha fazla açıklandığını
görmekteyiz. Bloor doğru teorilere duyulan inancın da açıklanması gerektiğini
söylemekle kalmıyor, bu açıklamanın yanlış teorilerdekiyle aynı şekilde, aynı türde
olması gerektiğini de vurguluyor. Güçlü Program’a getirilen itirazların başında,
doğru teorilere duyulan inancın açıklanmaya muhtaç olmadığı gelmektedir.199
Ampirik kanıtların ve rasyonel çıkarımların olduğu yerde bir teoriye inancın altında
sosyolojik nedenler aramak gereksizdir. Ancak Güçlü Program’a göre bu tür bir
iddiayı reddetmek zor olmayacaktır. Zira hatırlanacağı gibi Güçlü Program bilimsel
uğraşın hemen her safhasında sosyal bir bileşenin olduğunu iddia etmektedir.
Dolayısıyla mantık kurallarının, ampirik gözlemin üzerine bina edilmesi bir teoriyi
sosyolojik analizden kurtarmamalıdır. Bu görüşe getirilen itirazlar, Güçlü Program’a
yöneltilen eleştiriler bağlamında detaylı olarak ele alınacaktır.
Bloor yine devrimci bir şekilde sosyolojik açıklamanın sosyolojiye de uygulanması
gerektiğini “refleksivite” prensibini incelerken vurguladı. Esasen refleksivite
198
Bloor, Knowledge and Social Imagery, s. 7.
199
Ibid., s. 8.
136
rölativist teorilerin genel bir problemidir. Kısaca hatırlatmak gerekirse eğer her şey
göreceli ise bu durumda doğruluk iddiasında bulunan bir rölativist teori de mutlak
doğru olamayacaktır. Güçlü Program bu sorunun farkındadır. Eğer Güçlü Program’ın
temsilcileri, sosyolojik unsurların altını çizen bir teori olma iddiası taşıyorlarsa, bu
durumda kendi teorilerinin de sosyolojik unsurların etkisi altında geliştiğini
reddetmemelidirler. Yani Güçlü Program’ın kurucuları teorilerini, 1970’lerin
toplumsal şartlarından, o dönem İskoçyası’ndaki gelişmelerden, çıkarlarından
bağımsız bir şekilde oluşturmamışlardır. Güçlü Program bu gerçeği reddetmez. Aksi
takdirde sosyolojiyi diğer tüm bilme türlerinden farklı ve dokunulmaz kılmış
olacaktır. Kuşkusuz doğa bilimlerinin toplumsal analizini salık veren bir araştırma
programının kendi araştırma sahasında toplumsal etkenlerin olmadığını iddia etmesi
hayli çelişkili bir tutum olacaktı. Güçlü Program bu çelişkiden kurtulmak için
refleksiviteyi kabul eder.
Hatırlanacağı gibi bilgi sosyolojisinin kurucularından olan Mannheim matematik ve
doğa bilimlerine özel bir yer verip onları toplumsal analizin dışında tutmuştu. Güçlü
Program refleksivitenin varlığına inanmasa Mannheim’ın doğa bilimleri ve
matematiğe yaptığını sosyolojiye yapmış olacaktı. Ancak Program refleksivitenin
önemine dikkat çekerek Mannheim’ın hatasına düşmez.200 Bununla beraber Güçlü
Program’ın bu görüşüyle eleştiriden kurtulduğunu iddia edemeyiz. Her ne kadar
Güçlü Program refleksiviteyi kabul ederek tutarlılık testini geçmiş olsa da kendi
teorisinin sosyal unsurların etkisi altında şekillendiğini kabul ederek teorisine
duyulan güveni azaltmıştır. Muhtemelen Bloor ve Barnes 1970ler İskoçyası’nda
değil de 1920ler Almanyası’nda yaşasaydı Güçlü Program bambaşka bir iddiada
bulunacaktı. Belki de Güçlü Program asla doğmayacaktı. “O halde Güçlü Program’ın
teorisine ikna olmamızı gerektirecek kanıtlar ne denli sağlamdır?” sorusu Güçlü
Program’ın uğraşması gereken yeni problemi özetler.
2.2.6. Mantık ve Matematiğin Sınırlarını İhlal
Güçlü Program’ı bilimsel bilginin sosyolojisinde özel bir yere oturtan özelliklerden
birisi onun mantık ve matematiğin otoritesini de sorgulamasıdır. Güçlü Program’ın
200
Woolgar, Bilim: Bilim İdesi Üzerine Sosyolojik Bir Deneme, s. 67.
137
savunucuları toplumun mantık ve matematik gibi korunmuş görünen iki alana da etki
ettiğini iddia ederek sosyolojik analizin her konuda ve her seviyede gerekli
olduğunun altını çizmeye çalıştılar. Akıl ve mantık böylece bilimdeki temellendirme
fonksiyonunu yitirecekti.201 Bu noktada Güçlü Program’ın genel teorisi ile tutarlı bir
pozisyon aldığı iddia edilebilir. Hatırlanacağı gibi, Güçlü Program bağlamdan
bağımsız kanıtların var olmadığını, hatta gözlemin bile bağlama bağlı olarak
değiştiğini iddia etmişti. Aynı şekilde onlara göre bağlamdan bağımsız, kültürler üstü
rasyonellik normları da yoktur. Sadece bilimsel inançların ortaya çıkışında değil,
onların değerlendirilmesinde de kullanılan rasyonellik ilkeleri sosyal etkenlerle
şekillenir.202
Bloor matematiğin ve mantığın sınırlarına girerken ne denli devrimci bir harekete
imza attığının farkındadır. Bu nedenle onları kutsal sayılan kavramlar olarak
tanımlar. Oysa onlar da bilginin doğal bir analizinden muaf değildirler.203 Öte yandan
hemen hiçbirimiz alternatif bir matematiğin var olabileceğini düşünmeyiz. 204 Ancak
eğer sayılar ve sayılar arasındaki ilişkiler sosyal yaratımlarsa –ki Bloor’a göre
öyledirler- bu durumda matematik de sosyal bir uzlaşmanın üründür. Bizim
dışımızda bir gerçekliğe sahip değildir.205
Bloor bu noktada okuru alternatif matematiklerin varlığını göstererek ikna etme
çabasına girişir. Önce Eski Yunan’a uzanır ve “1” rakamının o dönemde bir sayı
sayılmadığını ve “1”in ne tek, ne de çift olarak tanımlandığını hatırlatır. “1” hem tek
hem de çifttir. Çünkü o hem tekleri, hem de çiftleri üretebilmektedir. Şu an bize
mantıksız gelen bu ifadeler o dönem insanlara mantıklı gelmekteydi. Aynı şekilde şu
an bize mantıklı gelen ifadeler de ileride insanlara mantıksız gelebilir.206 Bloor’un
burada verdiği mesaj açıktır; en temel saydığımız bilgiler bile toplumsal uzlaşılardan
201
Woolgar, Bilim: Bilim İdesi Üzerine Sosyolojik Bir Deneme, s. 69.
202
Nola ve Irzık, Philosophy, Science, Education and Culture, s. 336.
203
Bloor, Knowledge and Social Imagery. S.83
204
Ibid., s. 85-86.
205
Ibid., s. 105.
206
Bloor, Knowledge and Social Imagery, s. 110-111
138
ibarettir. Zaman veya mekan değiştiğinde “temeller” sorgulanır hatta absürt hale
gelebilir.
Bloor matematiğin toplumla ilgisini incelemeye devam eder. Ona göre bir sayının
nasıl algılandığı da sosyolojiktir. Örneğin bir mühendis ile sıradan bir insan için
sayılar aynı anlama sahip değildir. Bir mühendis için sayı sadece saymaya değil
ölçmeye de yarar. Platon’un Sokrates hakkında dediği gibi, halkın aritmetiği ile
aydınların aritmetiği birbirinden farklıdır.207
Bu iddia daha makul görünmekle
beraber kuşkusuz az öncekilere kıyasla hayli mütevazıdır. Kanımızca zayıf
programın savunucuları hatta bilim sosyolojisiyle uğraşmayan bilim adamları dahi bu
iddiaya büyük bir itiraz getirmeyeceklerdir.
Bloor daha sonra diğer bir kutsal olan akıl yürütme/mantık/muhakemeye yönelir ve
onun sosyal kökenlerini açıklamaya çalışır. Muhakememiz tecrübemizle şekillenir
iddiasında olan Bloor doğal olarak sosyal etkilerin önemine işaret eder çünkü tecrübe
de sosyal bir sürecin sonucunda elde edilir. Örneğin ona göre “A” “C”yi kapsar ve
“B” “A”yı kapsar ise “B” “C”yi kapsar iddiası bize tartışılmaz bir muhakemenin
sonucu olarak görünür. Çünkü bu iddianın arkasında “bütün her zaman parçalardan
büyüktür” kuralı yatmaktadır. Oysa Bloor’a göre bu iddia doğru değildir. Transfinite
(sonlu ötesi) aritmetiğe göre durum böyle değildir:
Tablo 1.
Yukarıdaki tabloda hem üstteki hem de alttaki sayı dizilerinin sonsuza gittiğini
düşünelim. İlk sırada yer alan her sayının altında bir başka sayı vardır. Her sayının
altında bir eşi olduğu için alttaki dizi ile üstteki dizi arasında eşit sayıda eleman
207
Ibid., s. 117-119.
139
vardır. Öte yandan tabloya dikkatli bakıldığında alttaki dizinin her elemanının üstte
de yer aldığı görülür. Örneğin 2 hem altta hem üstte yer alır. 4, 6, 8 için de aynı
durum geçerlidir. Dizilerimiz sonsuza kadar gittiklerine göre alttaki her sayı üstte de
yer alacaktır. Bu durumda üstteki dizi alttaki diziyi kapsar. Ondan daha çok elemana
sahiptir. Ancak hatırlanacağı gibi daha önce her iki sayı dizisinde eşit elemanın var
olduğunu söylemiştik. Bu durumda eleman sayısı bakımından üstteki dizi alttakine
eşittir ancak aynı zamanda üstteki dizi alttakini kapsar. Yani parça (alttaki dizi)
bütüne (üstteki diziye) eşittir. Oysa bizim matematik sezgimize göre bütün, parçadan
büyük olmalıdır.208 Bloor bu noktadan hareketle matematiğin ve mantığın evrensel
kurallarının olmadığını iddia eder. Hatta bu örnekte görüldüğü gibi zaman zaman
matematik ve mantık sezgilerimize aykırı kurallara dayanabilir. Esasen Bloor’a göre
matematik ve mantığın temel kabulleri dahi tecrübe ile şekillenir. Dolayısıyla farklı
tecrübeler yaşanan toplumlarda matematik ve mantık dahi alternatif temeller üzerine
kurulabilir.
2.2.7. Güçlü Program ve Doğa
Güçlü Program’ın matematik ve mantıkla ilgili fikirlerini inceledikten sonra şimdi
Program’ın birçok bilim adamı tarafından matematik ve mantık kuralları kadar
sorgulanmaz kabul edilen “doğa” ile ilgili görüşlerini açıklayalım. Öncelikle Güçlü
Program -bazen aksi imalar içeren görüşler seslendirse de- bizim dışımızda bir
doğanın varlığını tümüyle reddetmez. Bu nedenle Latour gibi sosyologların209 tersine
doğayı tamamen bizim yaratmadığımızı savunur. Bununla beraber onlara göre
doğayı olduğu gibi algılayamayız. Onu basitleştirmemiz gerekir. Bu da bir seçme ve
sadeleştirme işlemini gerekli kılar. Bu işlem ise doğanın değil, tercihlerimizin, daha
doğru bir ifadeyle sosyal tercihlerimizin bir sonucudur.210 Hem Barnes, hem de Bloor
dışsal bir gerçekliğin varlığından bahsederken onu tam olarak edinemeyeceğimizi de
208
Bloor, Knowledge and Social Imagery, s. 135-137.
209
Bilimsel gerçeklerin laboratuarda nasıl inşa edildiği üzerine bir çalışma için bakınız Bruno
Latour ve Steve Woolgar, Laboratory Life: The Social Construction of Scientific Facts,
Beverly Hills, Sage Publications, 1979.
210
Bloor “Anti-Latour”, s. 90.
140
bu nedenle vurgular.211 Yani Güçlü Program’a göre, her ne kadar bizim dışımızda bir
doğa gerçekten varsa da onu algılamamız için sosyal süreçlerden geçer, biz de sosyal
etkenlerden kaçınılmaz şekilde etkileniriz.
Güçlü Program doğa ile ilgili bir tartışmaya girince doğal olarak ampirisizmle
yüzleşmek zorunda kalacaktır. Ampirisistlere göre tek güvenilir bilgi kaynağımız
duyu organlarımızla tecrübe ettiklerimizdir.212 Onlara göre fiziksel ve psikolojik
kaynaklarımız sosyal etkenlerin bozucu etkisinde kalmayınca bizi doğru bilgiyle
donatacaklardır. Dünyayı duyu organlarımızın bu tecrübeleri ile algılayacak ve
bilgimizi oluşturabileceğiz. Bloor bu görüşe karşı çıkarken bilgimizin çok az bir
kısmının hayvansal kapasitelerimizle dünya arasındaki etkileşimden ortaya çıktığını
hatırlatır. Bilgimiz daha çok kolektif bir üründür. Dolayısıyla kültürümüz bu süreçte
duyu organlarıyla elde ettiğimiz bireysel tecrübemizden daha etkindir.213
Güçlü Program’a göre ampirisist iddianın göz ardı ettiği en önemli nokta teorilere ve
teorik bilgiye sadece tecrübe ve gözlemle sahip olmadığımız gerçeğidir. Tecrübe ve
gözlemlerimizle elde ettiklerimize teoriler anlam verir. Teoriler tecrübeden etkilenir,
onu dikkate alır. Ama sonuç itibariyle elde edilen, sosyal unsurlar içeren bir
bileşendir. Teorinin doğru bilginin içinde de yer aldığını düşünürsek, Güçlü
Program’a göre sosyal unsur doğrunun da içindedir. Yani teori doğru da olsa sosyal
unsurlardan tamamen arınmış değildir.214
Güçlü Program ampirik verilerle ilgili tartışmada eski bir kozu kanıt olarak devreye
sokar. Duyu organlarımıza güvenilmeyeceğinin gösterilmesi durumunda “bilginin
tek güvenilir sağlayıcısı duyu organları ile elde edilenlerdir” görüşü de şüpheli hale
gelecektir. Bloor duyu organlarının yanıldığı örnekleri bu kabulle verir.
211
Tim Lewens, “Realism and the Strong Program” British Journal for the Philosophy of
Science, 56, 2005, s. 560.
212
Peter Markie, “Rationalism vs. Empiricism”, Edward N. Zalta (der.), The Stanford
Encyclopedia
of
Philosophy,
(Çevrimiçi)
http://plato.stanford.edu/archives/sum2013/entries/rationalism-empiricism/ 11 Aralık 2012
213
Bloor, Knowledge and Social Imagery, s. 14-16.
214
Ibid., s. 16.
141
Hatalı algılama ona göre bilimsel faaliyetin kaçınılmaz bir öğesidir. Psikolojiden
verilecek bir örnek bu hatadan sanıldığı kadar kolay kurtulamayacağımızı işaret eder.
Örneğimizde deneklerden radar ekranında silik bir nokta belirince haber vermeleri
istenir. Bu durumda denekler bir alarmın çalmasını sağlayacaklardır. Deney
sonucunda görülmüştür ki, silik noktayı haber vermemenin kötü sonuçlarına
inandırılan deneklerle, yanlış alarm vermenin kötülüğü konusunda uyarılan denekler
aynı algılamaya sahip değillerdir. Hatalı alarm vermenin kötülüğüne inandırılan
denekler birçok noktayı algılayamazken, noktaları ıskalamanın kötülüğüne
inandırılan denekler çok fazla hatalı alarm vermişleridir.215 Sonuç olarak Güçlü
Program’a göre, sosyal şartlanmalarımız algılarımızı etkilemektedirler. Bizim
dışımızda bir doğa vardır ancak onu algılamamız için belli sosyal araçlara
muhtacızdır. Bu araçların etkisinin sınırı ise ilerleyen sayfalarda göstereceğimiz gibi
net çizilmemiştir.
2.2.8. Güçlü Program’a Yöneltilen Eleştiriler
2.2.8.1. Sosyal Etkenlerin ve Sosyal Olmayan Etkenlerin
Muğlaklığı
Güçlü Program’a getirilebilecek en önemli itirazlardan birisi, Program’ın
savunucularının sosyal ve sosyal olmayan etkenlerin sınırlarını başarıyla çizememiş
olduklarıdır. Bloor ve Barnes sosyal etkenlerin ve sosyal olmayan faktörlerin
varlığını kabul ederken bu konuda hayli muğlak bir dil kullanmış, bilhassa sosyal
olmayan nedenleri neredeyse tamamen göz ardı edilebilecek bir statüye
indirgemişlerdir. Sosyal etkenlerin hemen her aşamada belirleyici olması sonucu
sosyal olmayan etkenlerin etki alanı hayli sınırlı ve keyfi bir hal almıştır. Ne Barnes,
ne de Bloor bizim dışımızda bir doğanın ve gerçekliğin varlığını reddettiler. Ancak
bu gerçekliğin ne dereceye kadar toplumdan topluma değiştiğini ortaya koyabilmiş
değildirler. Kanımızca bu pozisyonu takınmalarının altında yatan en önemli neden
sosyal etkenlere verilen sınırlanmamış etki alanıdır. Sonuçta her bilimsel gelişmeyi
çıkarlara indirgeyen bir eğilim benimsenmiştir.
215
Bloor, Knowledge and Social Imagery, s. 27.
142
Nola ve Irzık da Güçlü Program’ı sosyal ve kültürel faktörlerin olmadığı alanlarda
sosyal etkenleri aramakla eleştirir. Ancak onların da sosyal ve kültürel faktörleri
gereğinden fazla kısıtladıklarını düşünüyoruz. Bir örnekle açıklamak gerekirse Güçlü
Program’a göre 1. Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’da benimsenen nedenselliğe
şüpheyle yaklaşan fizik teorileri, dönemin siyasî ortamından, özelde de kaybetmişlik
psikolojisinden etkilendiler ve onlar tarafından şekillendirildiler. Nola ve Irzık ise bu
örnekte sosyal ve kültürel faktörlerin etkide bulunmadığını iddia eder. Fizikçilerin bu
dönemdeki görüşleri sosyo-kültürel bir etken içermez. Onlara göre tek bakılması
gereken yer fizik içi tartışmalardır. Bu inanca dair açıklama sadece fiziğe bakılarak
yapılabilir.216 Ancak kanımızca bu olayı sadece fizik içindeki etkenlerle açıklama
eğilimine girersek neden I. Dünya Savaşı’na kadar bu görüşün ortaya çıkmadığı
sorusu yanıtsız kalır. O dönem bu teorilerin benimsenmesinde öncelikle
Reichenbach’ın keşifle ilgili açıklamalarına başvurulmalıdır. Fizikçilerin bu
görüşlere ulaşması için toplumun fizikte belli bir seviyeye ulaşmış olması gerekir. Bu
bilindiği gibi keşif bağlamına atıfta bulunan bir açıklamadır. Bununla beraber bu gibi
teorilerin oluşumundaki ve kabullenilmesindeki sosyo-kültürel etkenler keşif
bağlamını aşıyor olabilir. Bilhassa o dönemin sosyal ortamı da bilim adamlarının bu
görüşü kolaylıkla kabullenmelerine yol açmış olabilir. Bilim adamlarının siyasî
etkenler sonucunda bir görüşü benimsedikleri görüşüne kategorik olarak karşı
çıkamayız. Bilim adamları, Nola ve Irzık’ın iddialarının aksine ve Güçlü Program’ın
görüşüyle paralel olarak, sosyal etkenlerin baskısıyla bir görüşü doğru veya yanlış
kabul edebilirler. Bu tavrı alırken doğru karar verdiklerine inanıyor da olabilirler. Ne
var ki böyle bir durumun olduğunu düşünmemiz için elimizde bir kanıt olmalıdır.
Oysa az sonra göreceğimiz gibi Güçlü Program bu konuda genellikle korelasyonu
göstererek spekülasyon üretmekte ve herhangi bir kanıt sunmamaktadır.
Son olarak Güçlü Program’a karşı geliştirilen bir teorik itiraza yer verelim. Bu itiraz,
temel olarak, Güçlü Program’ın sosyal etkenleri olduklarından daha önemli
gösterdiğini vurgulamayı amaçlar. Hatırlanacağı gibi Güçlü Program’a göre kanıt tek
başına belirleyici değildi. Düşük belirlenim olarak açıklanan iddiaya göre elimizdeki
kanıtlara bakarak hangi teorinin doğru ya da yanlış olduğuna karar veremezdik. Bir
216
Nola ve Irzık, Philosophy, Science, Education and Culture, s. 335-336.
143
teoriyi diğerinden üstün tutmamızı sağlayan şey kanıtlar değil, sosyal etkenler ve
bilhassa da çıkarlardı. Nola ve Irzık bu görüşü kabul ettiğimizde ortaya çıkacak
sorunu şu şekilde açıklar: Böyle bir durumda “A” ve “B” teorileri arasındaki
tercihimizi sadece kanıt (yani “K”) değil, kanıt “K” ve sosyal etkenlerin (yani “S”)
toplamı (yani S+K) belirleyecektir. Peki sosyal etkenler ve kanıtın toplandığında eşit
miktarda desteklediği teoriler arasında nasıl bir tercih yapılacaktır? Yani “A” ve “B”
teorileri için “S+K” eşit olduğunda ne yapılacaktır? İşte bu soru Güçlü Program
tarafından cevaplanmamıştır. Demek ki sosyal unsurların hangi teorinin seçiminde
asıl belirleyici olduğu fikri tartışmalıdır. Daha önce kullandığımız literatüre atıfta
bulunursak Güçlü Program’ın sosyal etkenlere büyük rol biçen teorisi de koz olarak
kullandıkları düşük belirlenim sorununa çözüm getiremez.217
2.2.8.2. Nedenselliğin Gösterilememesi
Yukarıda Güçlü Program’ın nedensellikle ilgili argümanlarını temellendiremediğini
iddia etmiştik. Kanımızca bilhassa tarihsel olaylar gibi kompleks durumlarda
çıkarları ön plana çıkararak sosyal etkenlerin rolünü olduğundan fazla göstermek
mümkündür. Bunun yanında çıkarların daha kolay ön plana çıkartılmasına müsait
olan örnekleri seçerek, çıkarlarla açıklanması güç gözüken örnekleri göz ardı etmek
de Güçlü Program tarafından benimsenen stratejilerden birisidir.
Güçlü Program’ın sık sık başvurduğu tarihsel örneklerden birisi az önce
değindiğimiz Forman’ın Weimar dönemi Almanyası’ndaki fizikçilerle ilgili
çalışmasıdır. Bu dönemdeki bilim adamlarının sosyal ve entelektüel ortamlarını
inceleyen Forman’a göre bilime karşı romantik bir reaksiyon göze çarpar. Tepki
sadece bilime değil onun bir parçası olan nedenselliğedir de. Forman’ın araştırmasına
dayanan Bloor fizikte nedenselliğe duyulan şüphenin altında o dönemin siyasi
fikirlerinin olduğunu söyler. Oysa o dönem fizikte nedenselliğe duyulan şüphe
sadece Almanya’da mevcut değildi. Örneğin Rutherford Yeni Zelandalı bir fizikçi
olarak nedenselliğe karşı tutum almıştı. Bunun yanında Yeni Zelanda’daki sosyal ve
kültürel
ortam
Almanya’dakinden
çok
farklıydı.
O
halde
nedenselliğin
sorgulanmasının altında basit bir çıkar ilişkisi ile açıklanamayacak bir denklem
217
Nola ve Irzık, Philosophy, Science, Education and Culture, s. 340-341.
144
yatıyordu. Bu denklem ancak fiziğin o dönem geldiği seviye ile açıklanabilirdi ki bu
açıklama daha çok fizik içi olmalıydı. Nola ve Irzık buradan yola çıkarak Bloor’un
ve genel olarak Güçlü Program’ın kurduğu hızlı ve temelsiz nedenselliği
sorgulamıştır. Bilim adamlarının çıkarlarının belli bir şekilde davranmayı
gerektirmesi onların o nedenle öyle davrandıklarını ispatlamaya yetmeyecekti.
Nitekim Rutherford gibi karşı örnekler sadece sosyal etkenlere dayanan açıklamayı
çürütebiliyordu.218
Güçlü Program, benzer bir şekilde Einstein’ın Genel Rölativite Teorisi gibi bilimsel
olayları incelemeyerek bilimsel uğraşın rasyonel yanını göz ardı etmektedir. Kısaca
hatırlatmak gerekirse 19. yüzyılda Merkür’ün yörüngesi ile Güneş arasındaki mesafe
üzerine Newton fiziğine dayanarak yapılan tahminler 100 yılda 43 “yayın/arc
saniye”lik bir hata veriyordu. 19. ve 20. yüzyıl boyunca bu hata üzerine tahminler
yapıldıysa da Newton’ın yerçekim yasasını terk etmeden başarılı bir açıklama
geliştirilemedi. Einstein ise Genel Rölativite (Görecelilik) teorisi ile bu farkı
açıkladığını iddia ediyordu. Nitekim bu teorinin test edilmesi sonucunda teorinin
açıklama gücü ve doğruluğu ispatlandı. Bu noktada önemli bir gerçeğin altı
çizilmelidir. Einstein’ın Genel Rölativite Teorisi gibi örnekler bilim adamlarının
inançlarının rasyonel bir temelle şekillendiğine dikkat çeker. Bununla beraber her
bilim adamının rasyonel prensipleri takip etmediği, bazı bilim adamlarının bilimsel
inançlarında başka faktörlerin de bulunduğu iddia edilebilir. Ancak bazı bilim
adamlarının aksi eğilimleri, teoriye inanırken rasyonelliği dışlamaları, tüm bilim
uğraşını rasyonelliğin dışına itmez.219 Kaldı ki öngörü kapasitesindeki hatalar
rasyonellikle seçilmemiş bilimsel teorilerin kısa ömürlü olmasına neden olacaktır. Bu
noktalar Güçlü Program tarafından göz ardı edilmiştir.
Bloor’un nedensellikle ilgili verdiği bir başka tatmin edici olmayan örnek, Popper ve
Kuhn’un görüşlerinin oluşumundaki sosyolojik etkenlerin rolüyle ilgilidir. Bloor, bu
kez fizikçilerin değil, Popper ve Kuhn gibi iki bilim felsefecisinin görüşlerinin
218
Nola ve Irzık, Philosophy, Science, Education and Culture, s. 334-335.
219
Nola ve Irzık, Philosophy, Science, Education and Culture, s. 327-328. Ayrıca daha detaylı
bilgi için bakınız: James T. Cushing, Fizikte Felsefi Kavramlar II: Felsefe Ve Bilimsel
Kuramlar Arasındaki Tarihsel İlişki, İstanbul, Sabancı Üniversitesi, 2010, s. 111-116.
145
oluşumunda sosyal unsurların rolüne dikkat çekecektir. Popper’ın teorisinin ana
hatlarına değinen Bloor, onu şöyle özetler: Bilim eleştirel bir mücadele, bitmez bir
uğraştır; bilimsel teoriler deneyle yanlışlanır, yanlışlanamayanlar o an için ayakta
kalır; otorite bilim üzerinde etkili değildir. Kuhn’un teorisine göre ise normal bilim
döneminde bilim sorgulanmaz; otorite ve dogma bilimde kilit önemde bir role
sahiptir; Kuhn, Popper gibi preskriptif değil, deskriptiftir; Popper’ın aksine Kuhn
bilimde doğrusal bir gelişime inanmaz.220 Bloor’a göre bu fikir ayrılığı Aydınlanma
ile Romantik ideolojilerin ayrılığı ile denk düşer. Bilgi teorileri, Bloor’a göre bu
ideolojilerin yansımasıdırlar. Popper, Aydınlanma ideolojisiyle uyumlu şekilde
rasyonel bireyleri toplumun üzerine yerleştirir. Ona göre rasyonellik toplumdan
topluma değişmez ve bilim preskriptiftir. Oysa Romantik ideolojide “sosyal” bütün
bireylerin üzerindedir; bağlam bireylerin anlaşılması için büyük önem arz eder. Tüm
bunlar Bloor’a göre bilim teorilerinin ideolojilerin yansıması olduğunu göstermek
için yeterlidir.221 Oysa bu benzerlikler teorilerin sosyal kökenlerini açıklamak için
yeterli değildir. Bloor kanımızca bu noktada Kuhn ile Popper’ın özelliklerinden
bazılarını göz ardı etmiştir. Örneğin Popper’ın dogmanın belli oranda var olduğuna hatta bilim için faydalı olduğuna- dair inancına222 veya Kuhn’un devrimsel
dönemlerde bilimde eleştirel bir çabanın var olduğuna dair görüşlerine Bloor
tarafından değinilmemiştir. Bloor bu örnekte de sosyal unsurların nasıl bir nedensel
süreçle Kuhn ve Popper üzerinde etkili olduğunu açıklamak yerine benzerlikleri
gösterip büyük sonuçlara gitmeyi tercih etmiştir.
Önceki kısımlarda Bloor’un Boyle ile ilgili örneğine yer vermiştik. Ona göre
Boyle’un
siyasi
ve
sosyal
çıkarları
onun
bilimle
ilgili
görüşlerini
de
şekillendiriyordu. Bloor benzer bir örneği Newton’la ilgili olarak da verir. Oysa
Bloor’un açıklamasında eksik olan nokta bu kişilerin siyasi ve sosyal çıkarlarının
bilimsel görüşlerini nasıl etkilediğidir. Onların sosyal çıkarları ile bilimsel
görüşlerinin uyuştuğunu varsayalım. Yine de bu gerçek sosyal çıkarlarının bilimsel
görüşlerini şekillendirdiğine bir kanıt teşkil etmez. Belki de örneğimizde sadece bir
220
Bloor, Knowledge and Social Imagery, s. 55-62.
221
Ibid., s. 62-75.
222
Popper, “Normal Science and Its Dangers”, s. 55.
146
korelasyon veya tesadüfi bir çakışma söz konusudur. Bloor’un bu durumun nedensel
olduğunu iddia etmesi için daha fazla delile ihtiyacı vardır. Bilhassa tarihsel olaylar
gibi kolaylıkla manipüle edilebilecek verilere sahip örnekler ikna edici olmaya
yetmeyecektir.
Bloor kanımızca Newton örneğini verirken de kendi teorisini destekleyen kısımları
ön plana çıkarmıştır. Newton’ın bilimsel fikirlerinin sosyal çıkarlarından
etkilendiğini iddia eden Bloor223 Newton’ın tüm çıkarlarına ters düşmesine rağmen
üçlemeyi –teslis inancını- reddetmesinden bahsetmemektedir. Eğer Newton sosyal ve
siyasi çıkarlarından, bilinçli veya farkında olmadan, bu denli etkileniyorsa neden
üçlemeyi reddetmiştir? Esasen bu noktada neredeyse tüm bilimsel çabayı çıkarlara
eşitleyen Güçlü Program’ın, aktörleri pasif bir pozisyona indirgediğini de iddia
edebiliriz. Bu noktada çıkarlarla ilgili eleştirimizi biraz daha derinleştirebiliriz.
2.2.8.3. Çıkarların Rolünün Doğru Çizilmemesi
Güçlü Program’ın, çıkarların bilimsel çabayı etkilediğini iddia etmekte belli oranda
haklı olduğunu düşünüyoruz. Bilim adamlarının bir teoriye sahip çıkmalarında
inancın224 da rolü olduğuna ilk bölümde değinmiştik. Eğer inanç, bilimsel uğraşın bir
parçası ise bu durumda çıkarlar da bu inancın oluşumunda pay sahibi olabilirler.
Buraya kadar Güçlü Program ile bir fikir ayrılığına sahip değiliz. Gerçekten de
tarihsel örneklere göre, çıkarlar çalışılacak konunun seçiminden bir teorinin bir bilim
adamı tarafından benimsenmesine kadar birçok konuda bilimsel çabaya etki ederler.
Öte yandan Güçlü Program’a katılmadığımız nokta bilim adamlarının bilimsel
çalışmalarını sadece “çıkarlar” üzerine inşa etmeleridir. Bilim adamları çoğu zaman
çıkarları tersini gösterse de bir başka teoriyi benimseyebilmişlerdir. Ampirik
verilerin bilimdeki belirleyici rolünü göz ardı edip, bilim adamlarını sırf çıkarların
peşinden koşan kişiler olarak resmetmek gerçekçi değildir. Gerçek bir bilimsel
çalışmada sırf çıkarlar gerektiriyor diye belli bir teoriye inanılmaz, inanılsa da bu
223
Bloor, “Durkheim and Mauss Revisited: Classification and the Sociology of Knowledge”, s.
326.
224
Burada tezimizle ilgili bir hatırlatma yapmayı faydalı görüyoruz. Tezimizde kast ettiğimiz
“inanç” bilimsel bir teoriye inançtır. İngilizce’de belief anlamında kullanılan kelimeye karşılık
gelir. Kullanımımızda dini inanç (ingilizce’de “faith” kelimesinin karşılığı olarak kullanılan
kavram) kast edilmemektedir.
147
tutum muhafaza edilemez. Lysenko olayı bu konuda güzel bir örnek teşkil eder.
Lysenko, Stalin döneminde Marksist ideolojiye –bilhassa Marksist diyalektiğe- yakın
bir biyoloji modeli sunduğu için desteklenmiştir. Lamarck’ın kazanılan özelliklerin
kalıtım yoluyla sonraki nesillere aktarıldığına olan inancı hatalı olmasına karşın
Lysenko tarafından benimsenmiştir. Stalin bu teoriye karşı çıkanları öldürtmüş veya
Sibirya’ya sürmüştür. Ancak zaman içinde Lysenko’nun fikirlerinin üzerine bina
edilen Sovyet tarımındaki gerileme onun fikirlerinin sorgulanmasına neden
olacaktır.225 Bu olay ideolojik öğelerin bilimi dizayn edemeyeceğinin, çıkarlar anlık
olarak bilim üzerinde etki etse de bunun bir yerde sona ereceğinin önemli bir
kanıtıdır.226 Bilim adamlarının çıkarları onların inancını etkilese de, bilim içi
faktörlere etki edemeyeceği için eninde sonunda güvenilir bir referans olma
özelliğini kaybedecektir.
Dahası bilim adamları arasındaki rekabet de sadece çıkarlara dayanan yanlış teorinin
elenmesinde önemli bir etken olacaktır. Bilim adamlarının arasındaki rekabet,
bilimsel cemaat tarafından takdir edilme hissi onları doğru olanı bulma konusunda
motive etmektedir. Yani, Kuhn ve Güçlü Program’ın iddiasının tersine, bilim
adamlarının topluluk tarafından takdir edilme arzusu onları sadece paradigmayı körü
körüne takip etmeye zorlamaz. Tersine bilim adamlarının takdir edilme arzularını
tatmin edecek önemli bir faktör hatalı, doğayı doğru yansıtmayan teorileri bulmak ve
onları doğayla uyumlu olanlarla değiştirmektir. Bu konuda doğrunun peşinde olan
bilim adamlarının en büyük kozu teorilerinin doğayla daha uyumlu olduğunu
gösterebilmeleridir.
2.2.8.4. Güçlü Program Tarafından Mucizeye Bağlanan Umut
Kuhn’un bilimle ilgili görüşlerini incelerken onun “mucizeye yer yok” argümanına
tatmin edici bir cevap veremediği üzerinde durulmuştu. Güçlü Program da Kuhn ve
rölativist/konvansiyonalist teoriler gibi aynı sorunla yüzleşmek zorundadır.
225
Robert E. Krebs, Scientific Development and Misconceptions through the Ages: A
Reference Guide, Westport, CT, Greenwood, 1999, s. 98-99. Ayrıca Lysenko olayının daha
detaylı bir anlatımı için bakınız: Nikolai Krementsov “Darwinism, Marxism, and Genetics in the
Soviet Union” Biology and Ideology: From Descartes to Dawkins, s. 240-244.
226
Peter J. Bowler ve Iwan Rhys Morus, Making Modern Science: A Historical Survey,
Chicago, University of Chicago, 2005, s. 434.
148
Hatırlanacağı gibi Güçlü Program bilim adamlarının bir teoriyi diğerine tercih
etmesinde politik ve sosyal çıkarların belirleyici rol oynadığını iddia etmekteydi. Bu
durum örneklerle desteklenmeye çalışıldıysa da bilimsel teorilerimiz neticesinde
artan
öngörü
kapasitemizi
açıklayamamaktadır.
Neden
politik
ve
sosyal
çıkarlarımızın yönlendirdiği teori tercihlerimiz, hemen her zaman daha başarılı
öngörüde bulunmamıza sebep olmaktadır?227 Eğer bilimsel teorilerin kabulünde veya
reddinde asıl belirleyici faktörün bilim içi açıklamalar olduğunu kabul etmezsek bu
durumda bu soruya verilebilecek tek yanıt “tesadüf” olacaktır. Ancak çok büyük bir
tesadüf sayesindedir ki sosyal ve politik çıkarlarımız sonucunda seçtiğimiz
teorilerimiz gerçek ile örtüşmekte ve başarılı öngörülerde bulunmamızı olanaklı
kılmaktadır. Elbette bu tür bir yaklaşım sosyal unsurların rolünü artırmak uğruna
gerçeği deforme etmek anlamına gelmektedir.
Güçlü Program, belki de, bu soruyla muhatap olacağını bildiğinden konvansiyonların
keyfi olmadıklarını iddia etmektedir. Hatırlanacağı gibi Güçlü Program’a göre
konvansiyonların sosyal inanılırlığı olmalı ve pratik faydaları bulunmalıdır. Bu tür
bir tanımlama da Güçlü Program’ı “mucizeye yer yok” argümanından kurtarmaya
yetmeyecektir. Zira, öncelikle Güçlü Program sosyal inanılırlığın ne olduğunu
tanımlamamıştır. “Sosyal” ile kast edilen bilim adamları topluluğu mudur yoksa
sıradan halk mıdır? Güçlü Program bilim adamlarının bile –bazen bilinçli bazen de
gayri ihtiyari olarak- çıkarların etkisinden kurtulamadıklarını iddia etmektedir. Oysa
sosyal inanılırlık, içinde “eleştirel değerlendirme” imasını taşımaktadır. Ne var ki
Güçlü Program böyle bir değerlendirmenin mümkün olmadığını çıkarların
belirleyiciliği ile ilgili verdiği her örnekte iddia etmektedir. O halde sosyal inanılırlık
içi boş bir kavram olmanın ötesine geçemez.
Pratik faydaya gelince, Güçlü Program’ın bu iddiasıyla yine kendi teorisiyle çelişkili
bir pozisyon takındığını görüyoruz. Güçlü Program, çıkarların bilim adamlarını
yönettiğini iddia ettiği örneklerde pratik faydadan hemen hemen hiç bahsetmemiştir.
Demek ki pratik faydanın hangi teoriyi işaret ettiğine bakılmaksızın bir teori sosyal
nedenlerle seçilebilmektedir. O halde bir teorinin pratik faydası nedeniyle seçildiği
227
Nola, Rescuing Reason, s. 234.
149
iddiası da Güçlü Program’ın genel teorisi ile bağdaşmamaktadır. Bize göre Güçlü
Program sosyal inanılırlık ve pratik faydayı kullanarak bilimdeki artan öngörü
kapasitesini tesadüf veya mucize dışında bir faktörle açıklamayı ummaktadır. Ancak
başvurulan yöntem teorinin geri kalanı ile uyumsuzdur. Bu noktada Güçlü
Program’ın pozisyonu ile bilim adamlarının sezgilerinin keyfi olmadığını savunan
Kuhn’un pozisyonu arasındaki paralelliğe de dikkat çekmek isteriz. Sosyal etkenleri
yine sosyal etkenlerle dengelemeye çalışmak her iki örnekte de tatmin edici olmaktan
uzaktır.
Güçlü Program’ın mucizeye umut bağladığını iddia etmemizin bir diğer nedeni ise
kanıtın evrenselliğini reddetmeleri ve bir bağlamda kanıt olan bir şeyin, bir başka
bağlamda kanıt olmadığı iddialarıdır. Oysa bu görüş bilim için yıkıcı olduğu kadar
Güçlü Program’ın teorisi açısından da sakıncalıdır. Güçlü Program kanıtın bağlamlar
üstü bir yönü olabileceğini reddederek bu noktada da “mucize”ye kapı aralamıştır.
Kanıtın bağlama bağlı olduğunu söylemek toplumun kanıt üzerinde belirleyici etkiye
sahip olduğunu iddia etmektir ki bu durumda toplum neyin doğru neyin yanlış
olduğunu belirleyen bir merci olmaktadır. Bilim içi etkenlerin yerini yine toplumun
kararları alacaktır. Oysa toplumun yanlış ve doğruyu belirlediği yerde öngörünün
artması yine ancak mucize ile açıklanabilecek bir gelişmedir. Güçlü Program bu
noktada eleştiriden kurtulmak için toplumun keyfi karar vermediği iddiasında
bulunacaktır. Eğer toplum –veya bilim adamları topluluğu- keyfi karar vermiyorsa ve
keyfi karar vermemek, doğru ve yanlışı bilim içi etkenlere göre belirlemek anlamına
geliyorsa Güçlü Program’a itiraz edemeyiz. Öte yandan bu tür bir görüş Program’ın
geri kalanı ile uyumsuzdur.
2.2.8.5. Simetri Prensibinin Açmazları
Güçlü Program’ın temel kavramlarından birisi de simetridir. Hatırlanacağı gibi bu
prensibe göre aynı nedensellik türleri hem doğru, hem de yanlış inancı açıklamakta
kullanılmalıdır. Bu iddiaya getirilebilecek en temel eleştiri kavramın muğlak
olduğudur. Laudan aynı “tür” ile kast edilenin ne olduğunun açık olmadığını iddia
150
eder.228 Ona göre yerçekimi ile ilgili fenomenler ile elektrikle ilgili fenomenleri aynı
nedenlerle açıklayamayız. Ancak Bloor’un burada yanlış anlaşıldığı iddia edilebilir.
Bloor’un kast ettiği inceleme farklı fenomenlerin incelenmesi ile ilgili değil, aynı
fenomenlerin doğru ve yanlış örneklerinin incelenmesi ile ilgilidir.229 Ancak yine de
Bloor’un aynı nedensellik türü ile neyi kast ettiği açık değildir. Güçlü Program’ın
teorisinde sık sık rastlanan bu tür muğlak alanlar, kanımızca, Güçlü Program’ın elini
kuvvetlendirmektedir. Dünyanın düz olduğunu iddia eden bir kişinin bu inancı ile
dünyanın geoid olduğunu düşünen bir kişinin inancı nasıl aynı tür nedensellik ile
açıklanabilir? İlk kişinin inancı psikolojik ise ikinci kişinin inancı için de psikolojik
nedenler mi bulunmalıdır? Görüldüğü gibi simetri prensibi kısıtlı bir kullanım
alanına sahiptir zira bilimsel teorilerin desteklenme nedenleri çoğunlukla farklı
nedensellik türlerine dayanır.
Bu konuyu daha iyi açıklayan bir örneğe yer vermekte fayda var. Isabel isimli bir kız
sandalyede oturmaktadır ve sandalyede oturduğuna inanmaktadır. Icabod isimli
erkek ise yerde oturmasına rağmen sandalyede oturduğuna inanmaktadır. Her
ikisinin inançlarının arkasında nedensel bir açıklama bulunmaktadır. Örneğin kızın
inancının arkasındaki nedensel açıklama onun gerçekten sandalyede oturduğudur.
Kızın algıları sağlıklı çalıştığı için sandalyede oturduğuna inanır. Erkeğin inancının
arkasında ise psikolojik bir sorun yatıyor olabilir. Veya algılarında bir sorun vardır.
Sonuç olarak bu durumda inançların nasıl bir neden ile açıklanacağını bilmemiz için
öncelikle inançların gerçekten doğru mu yanlış mı olduğunu bilmeliyiz. Yani simetri
ilkesini izlememeli, Isabel’in inancının arkasındaki psikolojik nedeni aramakla vakit
kaybetmemeliyiz. Zira o, sandalyede oturmaktadır ve sandalyede oturduğuna
inanmaktadır. Icabod’un inancının kökenini araştırırken kullandığımız araçları
Isabel’in inancının kökenlerini araştırırken kullanmamız anlamsızdır. O halde simetri
228
André Kukla, Social Constructivism and the Philosophy of Science, London, Routledge,
2000, s. 10.
229
Woolgar, Bilim: Bilim İdesi Üzerine Sosyolojik Bir Deneme, s. 61.
151
prensibi burada geçersizdir. İnancın doğru olup olmaması yapacağımız açıklamanın
türünü kaçınılmaz olarak etkileyecektir.230
2.2.8.6. Refleksivitenin Problemi
Güçlü
Program’ın
açıklamakta
zorlandığı
konulardan
birisi
refleksivitenin
beraberinde getirdiği paradokstur. Hatırlanacağı gibi Güçlü Program’a göre bilimsel
bilginin sosyolojisi refleksif olmalıdır, yani bilimsel bilginin sosyolojisinin önerdiği
yöntemler, bilimsel bilginin sosyolojisinin kendisine de uygulanmalıdır. Bunun
uygulanmaması durumunda sosyoloji kendisine aşkın, özel bir rol biçmiş olur.
Elbette bu iddia teorinin özüne aykırıdır.
Refleksivite prensibine önem vermesi Güçlü Program’ın savunucularının tutarlı
olduğu izlenimini uyandırmaktadır. Gerçekten de kendi araştırma yöntemlerini diğer
bilimsel araştırma yöntemlerinin üstüne koymayarak önemli bir eleştiriyi bertaraf
etmişlerdir. Ancak refleksivite problemi rölativist ve konvansiyonalist teoriler gibi
Güçlü Program’ı da tehdit etmektedir. Çünkü Güçlü Program’ın refleksivite tezine
göre Güçlü Program’ın tezine inanmak için de rasyonel bir temele sahip değiliz.
Başka bir ifadeyle Güçlü Program’a inanan bir kişinin inancının arkasında da
rasyonel bir temel değil, sosyal etkenler ve çıkarlar vardır. Güçlü Program’ın teorisi
bu sosyal etkenler nedeniyle bir kişiye ikna edici gelirken bir başkasına ikna edici
gelmeyecektir. Çünkü kanıtlardan ancak belli bağlamlarda söz edebiliriz. Böyle bir
durumda Güçlü Program’ın verdiği örnekler de anlamını yitirecektir çünkü Güçlü
Program verdiği bu örneklerle bizden haklı olduğu konusunda ikna olmamızı
istemektedir. Ancak Güçlü Program’a göre bir teoriye inancımız, rasyonel
nedenlerden ziyade sosyal etkenlerle açıklanacağı için Güçlü Program’ın bu ikna
çabası anlamını yitirir.231
Güçlü Program’ı refleksivitenin yarattığı problemden kurtarmak isteyenlerin
başvurması gereken önlem Güçlü Program’ı meta sosyolojik bir açıklama çabası
olarak görüp refleksivitenin ona uygulanmasını engellemektir. Yani bir başka deyişle
230
W. H. Newton-Smith, The Rationality of Science, London, Taylor and Francis, 2002, s.
251-252.
231
Nola ve Irzık, Philosophy, Science, Education and Culture, s. 339.
152
Güçlü Program’ın önerdiği araştırma yöntemleri kendisi dışında her bilgi çabası için
uygulanmalıdır. Öte yandan bu tür bir çözüm Güçlü Program için tutarsızlık
anlamına gelir.232 Fizik, biyoloji gibi bilimlerin dahi sosyal etkenlerin etkisiyle
oluştuğundan söz eden bir teori, sosyolojik açıklamanın sosyal etkenlerden
etkilenmeyeceğini iddia ederek inandırıcılığını yitirir.
Refleksivitenin oluşturduğu problem Güçlü Program’ın bilimsel araştırma için yıkıcı
öğeler taşıdığının bir göstergesidir. Eğer mantık kurallarına ve doğaya verilen rolü
azaltarak temel açıklayıcının sosyal etkenler olduğunu iddia edersek; bu durumda
sosyolojik araştırmaya katkıda bulunmuş olmayız. Tersine, az önce belirttiğimiz gibi
böyle bir durumda sosyolojik açıklamanın kendisi de zemin kaybeder. Sosyolojik
açıklamalar rasyonel zeminlerini ve dolayısıyla inandırıcılıklarını yitirirler. Her teori
için doğruluk iddiası bağlamsal olur. Böyle bir durumda Güçlü Program kendisinin
doğru olduğunu da iddia edemez hale gelir. Çünkü onların getirdikleri kanıtlar da
ancak belli bağlamlarda ikna edicidir. Güçlü Program bu sorunun farkında olduğu
için refleksivite prensibini kabul eder. Ancak refleksivite prensibini kabul etmek ile
onun beraberinde getirdiği sorunu çözmek farklı şeylerdir. Her ne kadar Güçlü
Program, “bir araştırma programı tutarlı olmak için refleksivitenin gereği olarak
önerdiği metotları kendisine de uygulamalıdır” dese de bu uygulamanın sonuçlarını
kabul etmemektedir. Bu da gayet doğaldır, zira bu sonuçları kabul ederse insanların
Güçlü Program’a inanmalarının ardında mantıklı bir sebep kalmayacaktır. Bu
durumda Güçlü Program’a inancımızı Güçlü Program’ın getirdiği kanıtlar değil,
düşük belirlenim nedeniyle sosyal şartlar ve çıkarlar belirleyecektir.
Esasen bu sorunun arkasında yatan temel neden rölativist teoriler gibi Güçlü
Program’ın da felsefi olarak savunulması güç bir pozisyon olmasıdır. Doğruluk
iddiasında olan bir teorinin doğruluk için evrensel kriterleri belirleyememesi,
doğruluğun temel dayanakları olarak gösterilebilecek mantık kuralları ve ampirik
verileri değersizleştirmesi beraberinde her türlü bilginin ikna edici özelliğini
yitirmesini getirecektir. Güçlü Program bu nedenle sadece bilim için değil sosyoloji
232
Nola, Rescuing Reason, s. 286-287.
153
için de yıkıcı niteliktedir. Güçlü Program beraberinde kendi mezar kazıcılarını
getirmektedir.
2.2.8.7. Pozitivizme ve Ampirisizme Duyulan Aşırı Tepki
Güçlü Program’ın rölativizme ve konvansiyonalizme yönelmesindeki etkenlerden
birisinin pozitivizme ve ampirisizme duydukları tepki olduğunu düşünüyoruz. Güçlü
Program’ın temsilcileri sık sık sosyal öğeleri göz ardı eden bu görüşleri eleştirmiş
ancak sonuçta sosyal etkenlerin doğru bir analizini yapmak yerine her şeyi sosyal
etkenlere indirgeme hatasına düşmüşlerdir. Tezimizin 3. bölümünde sosyal
etkenlerin sınırlarını daha doğru bir şekilde çizmeyi deneyeceğiz. Buradaki
incelememizi ise bu konuya girmeden Güçlü Program’ın teorisi ile sınırlı tutacağız.
Hatırlanacağı gibi Güçlü Program algılamadaki hataların varlığından yola çıkarak
ampirik verilerin belirleyici etkisini göz ardı etmişti. Öncelikle biz de şunu kabul
ediyoruz ki zaman zaman algılarımız aldanabilir. Bu aldanmanın biyolojik ve
fizyolojik etkenlerden olduğu kadar sosyal etkenlerden de kaynaklandığı iddia
edilebilir. Bu noktada Güçlü Program ile hemfikiriz. Ancak Güçlü Program buradan
yola çıkarak ampirik verileri ve gözlemi anlamsız kılma yoluna gitmiştir. Kâhinden
yardım dileyen “ilkel” örneğini hatırlayalım. Bloor’a göre bu “ilkel”, tavuğunun
ölmesini kâhinin öyle istemesine bağlarken modern bir gözlemci burada asıl nedenin
zehirlenme olduğunu iddia edecektir. Bloor buradan yola çıkarak ilk başta sahip
olduğumuz inançların gözlemimizi etkileyeceğini iddia eder. Bu durumda aynı
tecrübe bizim farklı çıkarımlar yapmamıza neden olur. Bloor bu gözleminde de
haklıdır.
İlk
baştaki
inancımız
veya
paradigmamız
gözlemimizi
farklı
yorumlamamıza yol açabilir. Ancak Bloor’un atladığı nokta tartışmanın burada
sonlanmadığıdır. Sadece bunlara dayanarak ampirik veriyi değersiz kılamayız.
Burada aynı gözlemden iki farklı yoruma ulaşmamızın nedeni ilk baştaki
inancımızdaki farklılıktır. Öte yandan bu iki yorumu doğru kabul edip
etmeyeceğimize karar vermede yine ampirik veriye ihtiyaç duyarız. Ampirik
gözlemden hızlı sonuçlara ulaşmak yerine tedbirli bir değerlendirmede iki farklı
gözlemci tarafından aynı sonuçlara ulaşılabilirdi. Örneğin “ilkel” örneğindeki
nedensellik ilişkisi daha çok sayıda olayla sınanabilirdi. Bu durumda büyücünün ne
154
istediği önceden sorulabilir, onun olayların sonucunu gerçekten etkileyip
etkileyemediği
incelenebilirdi.
Örneğin
büyücünün
bir
olayda,
yaşamasını
istemediğini bildirdiği bir tavuk yaşarsa bu durumda ilkelin teorisine şüpheyle
yaklaşması sağlanabilirdi. Veya tavuğun zehirlendiği iddiasında bulunan modern bir
kişi, aynı karışımın büyücünün görmediği başka bir tavuğa yedirilmesi sonucu ölüp
ölmediğine göre teorisini test edebilirdi. Kısacası Bloor’un burada verdiği örnekte az
sayıda ampirik gözlemden yola çıkarak hızlı bir sonuca ulaşma hatası işlenmiştir.
Oysa bu tür kontrollü deneylerle veya daha fazla gözlemle olay öncesinde sahip
olduğumuz fikirlerin sorgulanması hatta değiştirilmesi sağlanabilirdi.
Bilim, doğayı anlama çabası ise ve bu çabayı yürüten özneler insanlar ise bu
durumda bu çabanın da sosyal etkenlerin etkisi altında kalması son derece olağandır.
Bu nedenle insanı hiçbir sosyal etkenden etkilenmeyen bir robota indirgeyen her
türlü teori gerçekçi olmaktan uzaktır. Hatta yine Güçlü Program’ın iddia ettiği gibi
çıkarların bilim adamlarının teorilerini etkilediği durumlar da yaşanmış olabilir. Ne
var ki Güçlü Program’ın göz ardı ettiği nokta bu tür bir iddianın gerçeği anlama
çabamızı irrasyonel bir sürece indirgemeyeceğidir. Bilim adamları bilimsel teorilerini
çıkar ilişkileri gibi faktörlerin üzerine bina ediyorlarsa da doğanın gerçekleriyle
uyuşmadığı sürece bu teoriler elenecek ve doğayı daha iyi modelleyen teoriler
onların yerini alacaktır. Güçlü Program’ın ikna edici olması için çıkarlar üzerine inşa
edilmiş, doğada hiçbir karşılığı olmamasına rağmen hâlâ korunan teorilerden
örnekler sunması gerekir. Çıkarlar üzerine kurulmuş ancak sonradan yerinden
edilmiş teoriler Güçlü Program’ın elini kuvvetlendirmek bir yana onun teorisine
karşıt kanıt sağlarlar. Çünkü kanımızca böyle bir durumu, teorinin doğayla uyumlu
olmadığı için yerinden edildiği görüşü altında açıklamak daha makuldür.
2.2.9. Güçlü Program ve Sosyolojinin Mümkünlüğü
Güçlü Program’ın teorisi epistemolojik boyutla ilgili gözükse de ontolojik boyutla
ilgili imalar da içermektedir. Epistemolojik iddianın Program’ın bahsettiği anlamda
şüpheli hale gelmesi ontolojide de şüphe doğuracaktır. Bilim bizim bir konuda elde
ettiğimiz bilgidir. Eğer onun verilerinin doğruluğundan emin olamazsak, bu durumda
bilimin bize “bu gerçektir” dediği şeyden de şüphe ederiz. Bu durumda “gerçek
155
vardır” cümlesi de şüpheli hale gelecektir. Eğer bilim sosyal bir inşa veya bir
konvansiyon ise, ikna edici olduğu düşünülen deliller bağlama bağlıysa onun gerçek
hakkında söylediklerinin statüsü de tartışmalı hale gelir. Güçlü Program gerçeğe
ulaşmanın imkânsız olduğunu iddia etse de sürekli bir “gerçek”in varlığından söz
ediyor. Oysa Güçlü Program’ın dediği gibi eğer rasyonalitenin ve ampirik bilginin
bize sunduğu her şeyden şüphe etmeliysek, en azından onlara güvenmemiz için
gerekli bir neden yoksa bu durumda bir “gerçek”in var olduğunu nasıl anlayabiliriz?
Güçlü Program hem ampirik delili yetersiz görmekte, hem de mantık kurallarının
yerelliğinden söz etmektedir. Bu durumda gerçekle ilgili bir iddiada bulunarak kendi
çizdiği sınırların ötesine geçmektedir. Çünkü “gerçek”le ilgili konuşabilmemiz için
ihtiyaç duyduğumuz kaynakların otoritesini tanımamaktadır. Bu nedenle Güçlü
Program sadece epistemolojik bir iddiada bulunmamaktadır. Onların iddiası
“gerçek”in statüsünü tartışmalı hale getireceği için aynı zamanda ontolojik bir imada
da bulunmaktadır.
Güçlü
Program
sosyal
etkenlerin
etki
alanını
neredeyse
hiçbir
şekilde
sınırlamamıştır. Her ne kadar sosyal olmayan faktörlerin varlığından söz etse ve
natüralist olduğu iddia edilse de Güçlü Program’ın sosyal olmayan nedenlerin
varlığına yönelik iddiasının teorinin bütünüyle uyumlu olmadığını ifade etmiştik. Bu
aşamada sorulması gereken soru şudur: Güçlü Program’ın bilimsel bilginin
sosyolojisine katkısı nedir? Kanımızca Güçlü Program tüm eksik yönlerine karşın
bilimsel bilginin sosyolojisine büyük katkıda bulunmuştur. Öncelikle sadece yanlışın
değil, doğrunun da analize dâhil edilmesi önemli bir yeniliktir. Bir bilim adamı doğru
olan bir teoriye inanırken rasyonel nedenlere sahip olabilir. Ancak aynı teoriye bir
başka bilim adamı sosyal etkenlerin etkisiyle inanmış –veya daha kolay inanmış- da
olabilir. Aynı şekilde bir bilim adamı yanlış bir teoriye sosyal bir etkenle inandığı
gibi rasyonel bir nedenle de inanmış olabilir. Yani her zaman doğru teorilere inancın
arkasında rasyonalitenin, hatalı teorilere inancın arkasında sosyal nedenlerin
olduğunu düşünemeyiz. Bu anlamda Güçlü Program önemli bir noktanın altını
çizmiştir. Öte yandan Güçlü Program’ın burada gözden kaçırdığı nokta; teorilere
inancın
ilk
aşama
olduğu,
inanılan
teorilerin
daha
sonra
sınandığı
ve
gerekçelendirildiğidir. Yani bir bilim adamı yer çekimine sosyal nedenlerle sempati
156
duyup kolayca ikna olsa da daha sonraki ampirik verilerin tersini göstermesi
durumunda hatasından dönebilir ve diğer teoriyi savunabilir. Yine bir bilim adamı
başlangıçta sosyal faktörlerin etkisiyle bir teorinin doğruluğuna hükmedebilir. Sonra
aynı kişi teorinin ampirik verilerle de desteklendiğini görüp teorisine olan inancını
artırabilir. Kanımızca bu anlamda teoriye ilk etapta inanmak, doğru olduğunu
hissetmekle ona ampirik verilerin doğrulaması sonucu inanmak arasında bir fark
olduğu iddia edilebilir.
Cole’un dediği gibi bilimin tamamen sosyal bir inşa olduğuna inanan sosyologlar
doğa bilimlerinin otoritesine yapılan eleştirileri her zaman büyük bir sempati ile
karşılamaktadırlar.233 Ancak bir önceki kısımda göstermeye çalıştığımız gibi tüm
bilimsel faaliyeti bir sosyal inşa olarak görmek bilim için yıkıcı bir iddiadır. Dahası
bu tür bir ifade –bilimsel bilginin sosyolojisi de dâhil olmak üzere- her türlü bilginin
değersizleşmesine neden olacaktır. Kanımızca daha mütevazı bir deneme, bir yandan
“bilimperest”likle mesafesini de koruyarak, sosyal etkenlerin bilimsel uğraştaki
yerini daha doğru tespit edecektir. Bu eğilim hem bilimi, hem de onu analiz etme
iddiasındaki bilimsel bilginin sosyolojisini değersizleşmekten ve anlamsız bir çabaya
dönüşmekten kurtaracaktır. Bir sonraki bölümde bu tür bir çabaya girişilecek,
bilimdeki sosyal unsurlara daha mütevazı ama daha gerçekçi bir rol biçilmeye
çalışılacaktır.
233
Cole, “Voodoo Sociology: Recent Developments in the Sociology of Science”, s. 276.
157
3. BÖLÜM
SOSYOLOJİK UNSURLAR VE BİLİMSEL BİLGİNİN OLUŞUMU: BİR
MÜTEVAZI PROGRAM DENEMESİ
“Gözlerimiz gerçeği yaratmaz efendim, onu sadece görür.”
Sancho Panza
3.1.
Bilim ve İnanç
İlk iki bölümde bilimsel teorilerdeki sosyal unsurların rolünün, rölativist ve
konvansiyonalist öğeler taşıyan Thomas Kuhn ve Güçlü Program tarafından doğru
belirlenmediği gösterilmeye çalışıldı. Bu çerçevede Thomas Kuhn ve Güçlü
Program’ın teorileri detaylıca incelendi. Üçüncü bölümde bilimsel bilginin
oluşumundaki
sosyal
unsurların
rolü
daha
ayrıntılı
olarak
betimlenmeye
çalışılacaktır. Kanımızca Kuhn ve Güçlü Program önceki bölümlerde belirtilen
nedenlerden ötürü, bilim dışı unsurların bilimsel uğraştaki rolünü doğru bir şekilde
gösteremeyerek bilimdeki sosyolojik unsurları bilimsel teorilerin kabulünde veya
reddinde ana belirleyici kılmışlardır. Yine bir önceki bölümde belirtildiği üzere, bu
tür bir hata sadece sosyolojinin rolünü abartmakla kalmamış, bilimi de doğru
resmedememiştir. Böyle bir eksiklik ne bilimi ne de bilimdeki sosyolojik unsurların
158
etkisini hakkıyla anlamamızı sağlayacaktır. Sonuçta bilim, tamamen sosyolojik bir
uğraşa indirgenmiş olacaktır.
Kuşkusuz bilimsel bilginin oluşumunda sosyal unsurların ya da daha genel bir
ifadeyle bilim dışı unsurların etki ettiği gerçeği bilim sosyolojisi, tarihi ve felsefesine
aşina olmayan kişilere anlamsız görünecektir. İlk bölümde bilimsel teorilerin
seçiminde inanç gibi faktörlerin etki etmediğini iddia eden bir gazeteciden alıntı
yapmamızın altında da bu genel kanı yatmaktadır. Oysa bu bölümde ifade
edeceğimiz gibi bilimsel teorilerin seçiminde, kabulünde veya reddinde sosyal
unsurların önemli bir rolü vardır. Esasen bilimin dışından gelen birçok unsurun,
bilimsel uğraşın en başından itibaren mevcut olduğunu göstermek için bazı soruları
sormak yeterlidir. Örneğin şu an rüyada olmadığımızı nereden bilmekteyiz? Evrenin
her yerinde işleyen yasalar olduğuna dair delilimiz nedir? Bu yasaların her zaman
işleyeceğinden emin olabilir miyiz? Hatta hayal gücümüzü biraz daha zorlayıp
Russell’ın ortaya attığı ihtimal üzerine düşünebiliriz. “Mevcut hafızalarımızla,
çorabımızda deliklerle ve saç tıraşımızın zamanı gelmiş şekilde 5 dakika önce var
olmuş olabiliriz.”1
Feyerabend de bu konularda elimizde bir kanıt olmadığını ve seçimlerimizin keyfi
olduğunu şu şekilde dile getirir:
“Homeros’ta düşler, tanrıların eylemleri ya da illüzyonlar gibi tüm
olaylar ‘eşit ölçüde gerçek’(…) kabul edilir. İnsanın dışındaki gerçeklik ile
kendi içinde algılayan ve tahrif eden eyleyicinin vardığı sonuç arasında hiçbir
ayrım yapılmaz. Durumu biraz daha basitleştirerek, böyle bir ayrım yapılmaz
çünkü ‘zihin’ diye bir şey yoktur, diyebiliriz: Dünyanın tüm diğer kısımlarından
ayrı bir yere konmuş birtakım olayları içinde barındıran ve dünyayı tahrif
etmeye muktedir bir ‘özne’, özel bir bölge yoktur. Anaksimandros daha sonra
tüm kozmik süreçleri tek bir tözün, aperion’un değişimlerine dayandıracaktır.
Düşlere, tanrılara, önsezilere bu dünyada yer yoktu artık evsiz barksız
kalmışlardı.
Peki ne olacaktı bunların hali? Cevap Parmenides’ten geldi; iki tür şey ve
süreç arasında keskin bir ayrım yapıyordu: gerçek şeyler ve alelade görüntüler
(…) O nedenle diyeceğim o ki; kimi görüngüleri gerçek diye kabullenmek,
1
Bertrand Russell, Religion and Science, New York, Oxford University Press, 1997, s.70.
159
kimilerini ise yanıltıcı diye reddetmek, belli bir geleneği diğerine tercih etmek
anlamına geliyordu.”2
Feyerabend’den asırlarca önce benzer sorular Hume ve Descartes’ın da zihnine
düşmüştü. David Hume ve Humecular tümevarımın felsefi anlamda ne denli
güvenilir bir yöntem olduğunu sorgulayarak yola çıkmışlardı. Basitçe hatırlamak
gerekirse tümevarım tecrübeye dayanmaktaydı, şöyle ki geçmişte gördüğümüz tüm
kuğuların beyaz olması “kuğular beyazdır” şeklinde bir tümevarıma vücut veriyordu.
Humecu görüşe göre bu tür bir çıkarım yapmak mantıken temelsizdi. Önceki
kuğuların beyaz olması sonra göreceklerimizin veya görmediklerimizin beyaz
olacağı anlamına gelmezdi. Hume buradan hareketle duyu organlarımızın anlık
olarak elde ettiği kanıtlar ve hafızamızda yer alan bilgiler dışındaki kanıtların,
örneğin tümevarımla ulaştıklarımızın güvenilmezliğine işaret ediyordu.3 Tümevarımı
kullansak da bunun nedeni onu kullanmak için geçerli, mantıksal bir nedene sahip
olmamız değildi. Tümevarımı kullanıyorduk çünkü bu bizler için bir alışkanlıktı.4
Hume’un tümevarıma duyduğu şüphe Russell, Flew gibi birçok bilim felsefecisine
göre akıl yürütmeye dolayısıyla akıl yürütmenin üzerinde yükselen bilime vurulan
bir darbeydi.5 David Hume, tümevarıma getirdiği itirazla bilimin ilk anlarından
itibaren bir tercihte bulunduğumuzu ve bu tercihin felsefi olarak tartışılır olduğunu
göstermiştir.6
Descartes ise ontolojik argümanını sunarken önemli bir soru yöneltir. O, duyu
organlarımızın ne denli güvenilir olduğunu sorgulamak için belli örneklere başvurur.
Örneğin rüyada olmadığımızı veya bir şeytani aldatıcı tarafından aldatılmadığımızı
2
Paul Feyerabend, Akla Veda, çev. Ertuğrul Başer, Ayrıntı Yayınları, 2012, İstanbul, s. 288289.
3
Alan Musgrave, Essays on Realism and Rationalism, Amsterdam, Rodopi, 1999, s. 315-316.
4
Alvin Plantinga, Warrant and Proper Function, New York, Oxford University Press, 1993,
s. 125.
5
Claudia M. Schmidt, David Hume: Reason in History, University Park, PA, Pennsylvania
State University Press, 2003, s. 92-93.
6
Tümevarımla ilgili sorunları daha geriye götürmek, İslam felsefesinde benzer izlere rastlamak
mümkündür. Gazali sadece tümevarımı değil, onunla yakından ilgili olan neden sonuç ilişkisini
de incelemiş, Tanrı’nın bu ilişkiyi mümkün kıldığını iddia etmiştir. Daha fazla ayrıntı için
bakınız: Al-ʻAllāf, Mashhad, The Essence of Islamic Philosophy, St. Louis, M. Al-Allaf, 2003,
s. 229-237.
160
nereden bilmekteyiz?7 Kanımızca tüm bu soruların bilimin içinde cevaplanması
mümkün
gözükmemektedir.
Örneğin
rüyada
olmadığımızı
ispatladığımızı
düşünürken aslında rüyada olmadığımızı ispatladığımız bir rüya görüyor olabiliriz.
Sonuç olarak bilimsel uğraş ve bilim adamları bazı kabullerle yola çıkmak zorunda
görünmektedirler aksi takdirde bilim yapmak olanaksızdır.8 Ancak bazı kabullerle
veya inançlarla yola çıkmak bu kabulleri veya inançları mantıksız kılmak zorunda
değildir. Nitekim temel inançlar olarak adlandırdığımız bu inançlar keyfi olmaktan
uzaktırlar. Aşağıda bilimi mümkün kılan bu kabuller daha detaylı bir şekilde ele
alınacaktır.
3.2.
Temel İnançlar
Esasen yukarıda dile getirdiğimiz -sokaktaki insan için absürt sayılabilecek- soruların
bilim felsefecileri tarafından ciddiye alınmasının nedeni onların sadece bilimi değil,
her türlü bilgiyi yakından ilgilendirmesidir. Dış dünyayla ilgili şüphelerimiz arttıkça
bilgimize duyduğumuz güven azalma eğilimindedir. Eğer bilgiyi üzerine bina
edeceğimiz sağlam bir temel olmazsa sonrasında üretilen her türlü bilgi önemini
yitirecektir. Dış dünyanın varlığından şüphe ettiğimizde veya tüm yaşananların bir
rüya olduğunu düşündüğümüzde veya kötü niyetli bir cinin bizi aldattığını
düşündüğümüzde bilimsel bilginin de daha genel anlamda bilginin de önemi
kaybolacaktır. Bu nedenle sağlam temelleri aramak bilim felsefecileri için birincil
önemdedir.
Bazı bilim felsefecileri bu sorunla başa çıkmak için bazı inançların temel inanç
(basic belief) kabul edilmesi gerektiğini dile getirmişlerdir. Eğer bazı inançlar temel
kabul edilmezse ve onların doğruluğu için kanıt aranırsa sonuçta tüm bilginin şüpheli
hale gelmesi ihtimali ortaya çıkacaktır. Dış dünyanın varlığı, nedensel ilişkilerin
7
Gary Hatfield, "René Descartes", The Stanford Encyclopedia of Philosophy, Edward N.
Zalta (der.), (Çevrimiçi) http://plato.stanford.edu/entries/descartes/ 11 Nisan 2013
8
Bu konuda tarihsel bir örneğe dikkat çekmekte fayda görüyoruz. Bilim tarihçisi Joseph
Needham’a göre Çin’de teknolojik gelişime rağmen tarih boyunca Batı’daki gibi bir bilimsel
çabanın olmamasının ardında doğada değişmez yasaların varlığına duyulan şüphe yatmaktadır.
Dahası, var olsalar da bu yasaların öğrenilebilir olmasını garanti edecek bir Güç de yoktur.
Needham’a göre yasaların varlığı, değişmezliği ve anlaşılabilirliğine yönelik bir inancın
olmaması Çin’de teknolojik gelişmelerin modern anlamda bilime evrilmesini engellemiştir.
Bakınız: H. Floris Cohen, The Scientific Revolution: A Historiographical Inquiry, Chicago,
University of Chicago Press, 1994, s.455.
161
varlığı, bizim dışımızdaki zihinlerin var olduğu, şu an bir rüyada olmadığımız,
evrenin bu haliyle ve insanların bu hafızalarıyla kısa süre önce yaratılmamış olduğu
gibi inançlar birçok felsefeci tarafından temel inanç olarak kabul edilmektedir. Bu
kişilere göre, bu tür temel inançların doğruluğuna inanmamız için bir kanıta ihtiyaç
duymayız. Temel olmayan inançların gerekçelendirilmesi içinse bu temel inançlar
kullanılacaktır.9
Temel inançların net bir şekilde tanımlanmadığı gibi eleştiriler seslendirilse10 de
bilimsel bilgiden söz edebilmemiz için bu tür temel ve geçerliliği sorgulanmayan
inançlara sahip olmamız kaçınılmazdır. Öte yandan bazı inançların başlangıç noktası
olarak ele alınması, ifade ettiğimiz gibi temel inançların keyfi olduğu yorumlarına
neden olmamalıdır. Örneğin bazılarına göre temel inançların diğer inançlarla tutarlı
olmaları gerekmektedir. Yine bazılarına göre tecrübelerimizle, duyu organlarımızla
elde ettiğimiz verilerle uyumlu olmayan inançlar, temel inanç olamazlar.11
Temel inançlar, çalışmamız için neden önemlidir? Kanımızca bazı inançların temel
inanç olması ve kanıt gerekmeksizin kabul edilmesi genelde bilim dışı, özelde de
sosyal etkenlerin bilgi -ve özellikle bilimsel bilgi- ile sanılandan daha karmaşık bir
ilişki içinde olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Bilimsel uğraşın ilk anından
itibaren bazı kabullere sahibiz ve bu kabulleri delillendirecek bir kanıttan da
yoksunuz. Her ne kadar bu tür temel inançlardan şüphe etmek sezgilerimize aykırı
gözükse de, felsefi olarak bu tür inançları temellendirmek kolay gözükmemektedir.12
Sonuç olarak bilimsel bilginin oluşumunda bilim dışı hiçbir faktörün etki etmediği
iddiası henüz bilimsel uğraşın ilk aşamasında geçerliliğini yitirmektedir.
9
Jack S. Crumley, An Introduction to Epistemology, Peterborough, Broadview, 2009, s. 111112.
10
Alvin Plantinga, “On ‘Proper Basicality’” Philosophy and Phenomenological Research, 75,
3, 2007, s. 614.
11
Crumley, An Introduction to Epistemology, s.127.
12
Örneğin 5 bilim adamı hastalarının zihinlerini manipüle eden bir ilacı Alper Bilgili isimli
deneğin üzerinde deniyor olabilirler ve tüm bu tez yazım süreci sadece zihinde yaratılan bir
illüzyondan ibaret olabilir.
162
3.3. Bilginin Klasik Tanımı
Bilimsel bilginin oluşumunda sosyal etkenlerin ne gibi bir rol oynadığını daha iyi
anlayabilmek için bilginin klasik tanımına bakmak gerekir. Bilginin klasik tanımının
ilk kez Platon’un Meno adlı diyaloğunda yapıldığı genel bir kanıdır. Buna göre
Sokrates, bilgi ile doğru inanç arasındaki farkı sorgular. Eğer inanç doğruysa onu
bilgiden daha değersiz kılan nedir, sorusunu yöneltir. Platon’a göre bilginin doğru
inançtan üstün olmasının nedeni onun verdiği güvendir. Doğru yolda ilerlediğini
bilen bir kişi doğru yoldan sapmayacaktır çünkü onu bilmektedir. Oysa doğru yolda
gittiğine “inanan” ve gerçekten doğru yolda giden bir kişi bu inancından sapma
olasılığına sahiptir.13 Buradan yola çıkılarak bilginin klasik tanımı için şu 3 koşulun
yerine getirilmesi gerektiği iddia edilir. Buna göre A’nın p’yi bilmesi; p’nin doğru
olmasını, A’nın p’ye inanmasını ve A’nın p’ye inanmak için elinde yeterli delil
olmasını gerektirir.14 Bu koşullardan birisi sağlanmazsa örneğin bir fikir doğru olur
ancak ona inanılmazsa veya inanılan fikir doğru olmazsa veya inanılan fikir doğru
olur ancak elde inanmak için yeterli delil olmazsa bu durumda klasik bilgi tanımına
göre “bilgi” oluşmamış olur. Doğruluk kriterini ele alalım. Bir şeyin bilgi olabilmesi
için onun doğru olması gerekir çünkü bir şey yanlış olarak bilinemez. Bir şeyi
biliyorsak o konuda yanılmıyor olmalıyız.15
Her ne kadar ilk bakışta alternatifsiz gözükse de bilginin klasik tanımı beraberinde
çeşitli itirazlar getirmiştir.16 Bu itirazların cevaplanması başlı başına bir çalışma
13
Duncan Pritchard ve John Turri, “The Value of Knowledge” maddesi, Edward N. Zalta (der.)
The Stanford Encyclopedia of Philosophy, http://plato.stanford.edu/entries/knowledge-value/
11 Temmuz 2013.
14
D. M. Armstrong, Belief, Truth and Knowledge, London, Cambridge University Press,
1973, s. 137.
15
Ibid., s.137.
16
Bu itirazların en önemlisi Gettier problemi olarak adlandırılır. Bilginin klasik tanımının
tartışmasız olmadığını göstermek açısından bu probleme kısaca değinmeyi uygun buluyoruz.
Gettier 1963 yılında yazdığı makalesinde gerekçelendirilmiş doğru inancın bilgi olmak için
yeterli olup olmadığını sorgular. Gettier bu kabule karşı delil oluşturabilecek örnekleri ele alır ve
Platon'un tanımının yeteriz olduğunu göstermeye çalışır. Bir örnek şu şekildedir: Smith ve Jones
aynı işe başvururlar. Smith, Jones'un işe alınacağına inanır. Bunun yanında Smith, Jones'un
cebinde 10 adet bozuk para olduğuna da inanır. Smith böylece işe alınacak kişinin cebinde 10
adet bozuk para olacağı sonucuna varır. Bu çıkarım iki inancın doğru olması durumunda haklı
görünür. Yani gerekçelendirilmiştir. Ancak işe Jones değil, Smith alınır. Dahası Smith'in
163
konusu olup tezimiz için birincil önemde değildir. Bu yüzden tezimiz boyunca
bilginin klasik tanımını, kullanmayı daha uygun görüyoruz.
3.3.1. Bilimsel Bilginin Bileşenleri ve Sosyal Unsurlar
Sosyal etkenlerin bilimsel bilginin oluşumundaki rolünü daha iyi resmetmek için
bilimsel bilginin her bileşenine ayrı ayrı odaklanmanın uygun olduğunu
düşünüyoruz. İlk iki bölümde gösterdiğimiz gibi konvansiyonalist ve rölativist
teoriler çoğu zaman sosyal unsurların belli etkilerini göstermekte ve buradan yola
çıkarak tüm bilimsel çabayı sosyal bir ürün olarak sunma eğilimi göstermektedirler.
Gerek Thomas Kuhn, gerekse Güçlü Program’ın argümanlarını savunurken sıklıkla
başvurdukları örnekleri “kuram yüklülük” başlığı altında ele almak mümkündür. Bu
iddiaya göre bilimsel teorilerin en temel ve güvenilir yanı sayılabilecek olan ampirik
verilere dahi güvenmemiz mümkün değildir zira ampirik verileri aklımızdaki bir
teori aracılığı ile yorumlarız. Dolayısıyla ampirik veriyi yorumlamadan önce, sahip
cebinde de 10 adet bozuk para vardır. Bu durumda Smith'in inancı gerekçelendirilmiştir ve
doğru çıkmıştır. Ancak klasik bilgi tanımındaki üç şart yerine getirilmiş olsa da Smith'in
inancının bilgi olduğunu iddia edemeyiz. Demek ki her gerekçelendirilmiş doğru inanç bilgi
değildir. Bu durum felsefecileri bilgi için 4. bir kriter aramaya itmişse de bu 4. kriter hususunda
bir uzlaşı yoktur. Bakınız: Nicholas Bunnin ve Jiyuan Yu, “Gettier’s Problem” maddesi, The
Blackwell Dictionary of Western Philosophy, Malden, MA, Blackwell Pub., 2004, s. 283.
Yine bu konuda getirilebilecek bir başka itiraz bilginin inanç koşulunu karşılamasının
gerekmediği hususundadır. Colin Radford bu konuda şöyle bir örnek sunar. Radford'un
büyükannesi ona küçükken bahçesindeki birçok çiçeğin ismini öğretmiştir. Ne var ki, Radford
bu çiçeklerin ismini zaman içinde unutmuştur. Bir gün TV’de bir programda bu çiçeklerin ismi
sorulunca Radford bu soruların hepsini doğru cevaplar. Ancak ona göre o soruları bilmesine
rağmen bu cevapların doğruluğuna inanmaz. Çünkü cevapları hatırlamadığı için emin değildir ve
bu yüzden cevapların doğruluğuna inanmamaktadır. Radford'a göre bu örnek bilginin inanç
kriterini sağlaması gerekmediğine bir kanıttır. Bakınız: Dan O'Brien, An Introduction to the
Theory of Knowledge, Cambridge, UK, Polity, 2006, s. 12-13.
Ichikawa ve Steup, bu argümanın ne denli tatmin edici olduğunu sorgularlar. Radford'a göre
burada şöyle bir durum vardır: a) Radford, sözgelimi, ilk gösterilen çiçeğin kasımpatı olduğuna
inanmamaktadır. (Çünkü buna inanmasını sağlayacak bir güvene sahip değildir.) b)Ancak
Radford çiçeğin kasımpatı olduğunu bilmektedir. Bu durumda inanç olmadan da bilgi var
olabilmektedir. Oysa Radford'un bu iki iddiasına da karşı çıkmak mümkün gözükmektedir. a)
iddiası hatalı gözükmektedir çünkü Radford açıkça ifade etmese de çiçeğin kasımpatı olduğuna
inanmaktadır. Bu inancının bilgi düzeyinde olduğunu düşünmese de ona inanmaktadır. Öte
yandan b) argümanına da karşı çıkmak mümkündür zira bu argüman bilginin diğer önemli bir
bileşeni olan gerekçelendirmeye sahip değildir. Eğer Radford o çiçeğin kasımpatı olduğu
hakkında iyi bir gerekçeye sahip değilse bu durumda onun kasımpatı olduğunu biliyor
diyemeyiz. Bu durumda b) önermesi yanlıştır. Bakınız: Jonathan Jenkins Ichikawa ve Matthias
Steup, “The Analysis of Knowledge”, Edward N. Zalta (der.) The Stanford Encyclopedia of
Philosophy, http://plato.stanford.edu/archives/win2012/entries/knowledge-analysis/. Sonuç
olarak Radford’un bilginin klasik tanımına getirdiği itirazlar ikna edici görünmemektedir.
Bilgiden bahsederken o bilgiye inanıldığını göz ardı edemeyiz.
164
olduğumuz veriler ne gördüğümüzü etkileyecektir. İçinde bulunduğumuz toplum,
yaşımız, cinsiyetimiz, meslek grubumuz ve benzeri faktörler, gözlemlenen
gerçekliğin aynı olduğunu varsaysak dahi, aktörler tarafından aynı şekilde
görülmeyecek ve yorumlanmayacaktır.17 Bu tür bir rölativist anlayışı en uç noktasına
götürdüğümüzde “ilkel” bir kabiledeki bir büyücünün ampirik veriyi yorumlaması ile
modern dünyadaki bir bilim adamının ampirik veriyi yorumlaması farklı olacaktır.
Ancak daha önemlisi bu görüşe göre, birisinin diğerinden daha doğru yorum
yaptığını iddia etmemiz mümkün gözükmemektedir. Bu tür bir mantık yürütme
bilimsel uğraşı yeterince iyi yansıtmamaktadır. Bilimin birçok seviyesinde sosyal
unsurlar etkilerini göstermektedir; ne var ki doğanın da kendi doğruları
bulunmaktadır ve doğa kendisine uymayan “doğruları” ne denli büyük bir grup
tarafından desteklenirse desteklensin, o toplumun sağduyusuyla ve bilim adamlarının
mevcut sezgileriyle ne denli uyumlu olursa olsun reddetmektedir. Örneğin kuantum
mekaniğinin kabul edilmesi sürecini hatırlarsak doğanın doğrularının bilim
adamlarının önyargılarına, şartlanmalarına rağmen kendisini dayattığına şahit oluruz.
Kuantum mekaniği bilimsel camiada, yerinden ettiği klasik mekanikten daha az
desteğe sahipti. Dahası, sezgilerle ve sağduyuyla çelişen yanlara sahipti. Yine de
atom altını klasik mekanikten daha iyi tasvir ettiği için onu yerinden etti. Rölativist
ve konvansyonalist teorilerin determinizmi reddettiği için sempati duydukları
kuantum mekaniği18 onların iddialarının tersine doğanın doğrularını dayatmasının bir
örneği olarak işlev görmektedir.
17
Bu argüman kültürel rölativizmin ana tezi ile örtük biçimde desteklenmektedir: Hiçbir
kültürün diğerinden üstün olacağını savunamayacağımıza göre o kültürlerin oluşturduğu teorileri
de daha doğru ve daha yanlış olarak sıralayamayız.
18
Sadece kuantum teorisinin değil Einstein’ın görelilik teorisinin de bilim felsefesinde ve
sosyolojisinde rölativizmi savunan kişilerce hatalı şekilde yorumlandığını düşünüyoruz.
Öncelikle fizikteki görelilik teorisinin, bilim felsefesindeki rölativist (görelilik) teorilerle tek
benzerliği isim düzeyindedir. Genel görelilik tıpkı klasik mekanik gibi determinist ve mekanik
bir teoridir. Aynı gözlemler altında her gözlemci aynı şeyi görecektir. Kuantum teorisindeki
durum daha çetrefilli olsa da onunla ilgili yorumlarda da gözlemcinin etkisinin yanlış
yorumlandığı kanaatindeyiz. Kuantum fiziğinde bir elektron gözlemlendiğinde ve
gözlemlenmediğinde aynı şekilde davranmasa da, bu durum gözlemcinin kim olduğuyla,
zihinsel arka planı ile veya mensubu olduğu toplumla ilgili değildir. Burada gözlemle asıl kast
edilen “ölçüm”dür. Bir elektron ölçüldüğünde farklı, ölçülmediğinde farklı davranmaktadır.
Dahası kuantum fiziğinde de evren kendi içine kapalı, ihtimaliyet içerse de belli öngörülerde
165
Başka bir örnek vererek bilimin üzerindeki muhtemel sosyal unsurların titiz
analizinin önemine vurgu yapmak istiyoruz. Ancak bu kez örneği doğa bilimlerinden
değil sosyal bilimlerden seçme niyetindeyiz ki böylece bir bilginin belli oranda
sosyal unsurlardan etkilenmesinin onu tamamen göreceli hale getirmediğini
gösterebilelim. Hatırlanacağı gibi Türk Tarih tezi Sümer, Hitit ve Roma gibi
uygarlıkların ardında Türklerin olduğu, Türklerin dünyaya medeniyeti öğrettiği gibi
iddiaları içinde barındırıyordu. Bilhassa 1930’larda bu tezi desteklemesi umulan
birçok araştırma yapılmış hatta bu teze karşı çıkanlar bilimsel değil ideolojik
davranmakla eleştirilmişlerdi. Bununla beraber teori 1940’larda terk edilmeye
başlanmıştı. Bu tür bir teorinin bilimsellikten ne kadar uzak olursa olsun zamanın
ruhunu yansıttığı açıktır. Bu aşamada tarih biliminin belli oranda politik baskılarla
şekillendiğini iddia etmek mümkündür. Ancak bu etki sınırlıdır ve bu tür örneklerden
yola çıkarak tarih biliminin bütünüyle kurgudan ibaret olduğunu ve sadece
manipülasyona hizmet ettiğini söylemek gerçekçi olmayacaktır. Oysa ilk iki
bölümdeki analizimiz de göstermiştir ki, Kuhn ve Güçlü Program’ın genel olarak
kullandıkları yöntemlerden birisi bu tür etkileri tüm bilimsel çabayı görecelileştirmek
ve sosyal etkenlere indirgemek için kullanmaktır. Bu örnekte görüldüğü gibi sosyal
bilimlerde dahi manipülasyon veya yorum sınırsız gözükmemektedir.
Sosyal bilimlerde pratikte olmasa da teoride manipülasyonun sınırsız olabileceğini
iddia edilebilir. Örneğin Almanya ve İtalya II. Dünya Savaşını kazansalardı,
propaganda gibi araçlar aracılığıyla insanları kendilerinin haklılığına inandırsalardı
tarihi tamamen manipüle etmiş olabilirlerdi. Her ne kadar gerçek hayatta George
Orwell’in 1984 isimli romanında yer alan “Parti” kadar güçlü bir manipülasyon gücü
var olmasa da teorik olarak tarihin bu tür bir manipülasyonu mümkündür. Ancak
doğa bilimlerini bu konuda sosyal bilimlerden daha korunaklı, güvenli kılan yanı 2.
bölümde Kuhn’un ve Güçlü Program’ın teorilerini incelerken göstermeye
bulunabildiğimiz bir yerdir. Parçacıkların nereye gideceklerini istatistiksel olarak
öngörebilmekteyiz. Bu nedenle bu teorinin post-modern bir yoruma destek olarak okunması
hatalı görünmektedir. Bu teorilerle beraber, bilim anlayışımız, bilime duyduğumuz güven
Kuhn’un düşündüğü anlamda değişmemiştir. Kuantum mekaniğinin bize gösterdiği şey bazı
soruları yanlış sorduğumuzdur. Örneğin elektronu her an konumu var gibi düşünüyorduk ancak
bu kabulün hatalı olduğunu gördük.
166
çalıştığımız gibi doğaya teorilerimizi dayatamamamızdır. Nitekim neredeyse Türk
Tarih Tezi’nin doğa bilimlerindeki yansıması olan Lysenko vakası 19 bu tezimizi
güçlendirmektedir. Hatırlanacağı gibi Marksist diyalektiğe benzediği iddiasıyla
Stalin döneminde desteklenen bu biyolojik teori pratikteki başarısız sonuçlar
nedeniyle terk edilmek zorunda kalmıştır.
O halde bilimsel bilginin oluşumunda sosyal etkenlerin rolünün dikkatli şekilde ve
çabuk sonuçlara ulaşılmadan incelenmesi gerekmektedir. Bir sonraki kısımda bu
muhtemel etkenlere odaklanılacaktır. Sosyal etkenlerin nerelerde açıklayıcı olup
nerelerde olmayacağını göstermek amacıyla “muhtemel” kelimesi tercih edilmiştir.
3.3.1.1.
Bilimsel İnancın Üzerindeki Muhtemel
Sosyal Etkenler
Bilim ile sosyal etkenler arasındaki ilişkinin hayli karmaşık olduğunu gözlemliyoruz.
Hem bilim adamları çalışmaları ile toplum üzerinde bir etkiye sahiptirler, hem de
onların çalışmaları sosyal etkenlerin etkisi altındadır. Bu bağlamda bilimin toplumla
ikili bir ilişki içerisinde olduğunu görüyoruz.20 Bununla beraber tezimiz bu ilişkinin
ikinci boyutuna yoğunlaşmıştır. Bilimin toplumu etkilediği, onu şekillendirdiği “bilgi
güçtür” diyen Francis Bacon’dan beri bilinmektedir ki bu aynı zamanda modern
bilimin başlangıcına karşılık gelir. Modern bilim, doğduğu günden beri toplumu
iyileştirmede, değiştirmede, şekillendirmede etkili bir araç olarak görülmüştür. Öte
yandan bilim-toplum ilişkisinde tezimizin odaklandığı kısımla ilgili daha karmaşık
bir resmin var olduğu kanaatindeyiz. Bilime etki eden sosyal unsurlara
odaklanmamızın nedeni budur.
Bilimsel bilginin oluşumu ile sosyal etkenlerin ilişkisini üç boyutta incelemeyi uygun
gördük. Buradaki kararımızın ardında az önce kısaca değindiğimiz bilginin üç
bileşenli yapısı bulunmaktadır. Bilgi, klasik tanımına göre “gerekçelendirilmiş doğru
19
Sovyetler Birliği’nde ideoloji, bilimle ilgili tartışmalarda sık sık ön plana çıkarılmıştır. Sadece
biyolojide değil fizikte de ideolojinin tartışmaların önemli bir parçası olduğunu görüyoruz.
Kuantum ve Görelilik teorilerinin ideoloji ile ilişkilendirilmesi hakkında detaylı bir analiz için
bakınız: Alexei B. Kozhevnikov, Stalin's Great Science: The Times and Adventures of
Soviet Physicists, London, Imperial College, 2004, s. 217-244.
20
Richard C. Lewontin, Biology as Ideology: The Doctrine of DNA, New York,
HarperPerennial, 1992, s. 3-4
167
inanç”tır. Bu durumda bilginin üç bileşeni; inanç, o inancın gerekçelendirilmesi ve o
inancın doğru olması olarak tarif edilebilir. Her bileşen için, tek tek sosyal unsurların
ne denli etkili olduğunu incelersek hem pozitivistlerden hem de Kuhn ve Güçlü
Program’dan daha doğru bir resim çizebileceğimizi umuyoruz.
İlk boyut bize bilimsel inancın oluşumunda sosyal unsurların nasıl bir rol oynadığını
gösterecek. Bu konuda önemli bir fikir ayrılığı olmadığını düşündüğümüz için
etkenlerin ana hatlarını çizmekle yetineceğiz. Öte yandan tezimiz için daha önemli
olan başlık, ikinci boyutla ilgilidir. Sosyal etkenlerin bilimsel teoriye inancı nasıl
gerekçelendirdiği tezimizin merkezinde yer alan konulardandır. Bu gerekçelendirme
işlemi sırasında sosyal unsurların etki edip etmedikleri irdelenecektir.
Bilimsel inancın gerekçelendirilmesiyle yakından ilgili üçüncü boyut ise bilimsel
doğrunun
sosyal
unsurlardan
etkilenip
etkilenmediğidir.
Rölativist
ve
konvansiyonalist öğeler içeren teorilerin bazıları –bilhassa rölativizmi ve
konvansiyonalizmi epistemolojik boyutla sınırlamayıp ontolojik boyuta taşıyanlarsosyal unsurların sadece teoriyi gerekçelendirmede değil, teoriyi doğru kılmada da
etkili olduğunu iddia etmektedirler. Bu pozisyonun kendi içinde ve tarihsel veriler
ışığında ne denli tutarlı olduğu bu kısımda incelenecektir.
Elbette bilimsel teoriye duyulan inancın sosyal etkenlerden nasıl etkilendiğini
belirlemenin farklı yolları mevcuttur. Bu konuya eğilen çoğu çalışma bilimsel
teorinin gerekçelendirilmesi ile bilimsel doğrunun sosyal unsurlarca belirlenmesi
arasında bir ayrıma gitmediler. Ancak bu çalışmada, aşağıda açıklanacak
nedenlerden ötürü, böyle bir ayrıma gidilecek; bilimsel teoriye duyulan inancın
sosyal kökenleri bu üç başlık altında incelenecektir.
3.3.1.1.1. Bilimsel
İnancın
Oluşumundaki
Sosyal
Etkenler
Bilimsel inancın oluşumunda ve ortaya çıkışında etkin sosyal faktörleri birçok
boyutta ele almak mümkündür. Bu konuda Reichenbach’ın keşif bağlamı olarak
nitelendirdiği, sosyal bağlam ile buluşun ortaya çıkışını ilişkilendirme girişimi
hatırlanmalıdır. Örneğin ilk bölümde sözü edilen Boris Hessen’in yaptığı gibi Isaac
168
Newton’a Principia’daki buluşları yaptıran toplumsal ihtiyaçları art arda dizmek
keşfi, bağlamı ile ilişkilendiren bir çabadır. O dönem sosyal sınıfların birbirleriyle
ilişkisinin incelenmesi ve son derece teknik, bilimsel buluşların bu sosyal durumlarla
ilişkilendirilmesi sosyal etkenlerin önemine işaret eder. Yine benzer bir çabaya
Grossmann’ın mekanik felsefenin ve imalatın kökenine ilişkin yaptığı incelemede
rastlıyoruz. Grossmann’a göre teorik mekaniğin temel yasalarının ve kavramlarının
oluşumunda çeşitli gelişmeler rol oynamıştır. Örneğin ateşli silahların yaygınlaşması
mekanik üzerine üretilen fikirlerin test edilmesini sağlamıştır. Bilhassa ateşli silahlar
üzerindeki burjuva tekelinin kırılması ile halk kitleleri gözlemlerde bulunmuş, söz
gelimi Aristoteles’in hareket teorisi gibi teorilerin gerçekliği yansıtmadığına bizzat
şahit olmuştur. Bunun yanında otomatik harekete sahip saat mekanizmasının, su ile
çalışan mekanizmaların ve kaldıraç türü mekanizmalarının yaygınlaşması hem
mekanistik felsefenin, hem de makinelerin çalışma prensipleri üzerine geliştirilen
teorilerin iyileştirilmesinde, önemli rol oynamıştır.21
Tarihsel bağlamın sunduğu olanaklar, o dönem bilim adamlarının duyduğu ilgiler ve
o dönem cevaplanması istenen –hatta gereken- sorular, doğa biliminin gelişimi ile
son derece yakından ilgilidir. Nitekim Newton da sıklıkla atıfta bulunulan bir
sözünde daha ileriyi görebilmesini devlerin omuzlarında yükselmesine bağlıyordu.
Newton bu ifadeyle, bilimsel teorilerini, ancak Kepler, Descartes ve Galileo gibi
isimlerin bilime katkıları neticesinde oluşturabildiğini ima ediyordu. 22 Bilimin bu
birikimsel gelişim süreci de bağlamın bilimsel teorileri ortaya çıkarması ile yakından
ilişkilidir. Esasen bilimsel devrim olarak isimlendirilen birçok buluş bile bu
birikimsel resim içerisinde daha fazla anlam ifade eder. Bununla beraber bilimin belli
bir bağlamda gelişmesi ve bu gelişimin birikimsel bir sürece yayılması birey bilim
adamlarının yaratıcılığını gölgede bırakmamalıdır. Newton, devlerin omuzlarında
yükselse de herkes aynı şekilde devlerin omuzuna çıkmayı başaramadı. Bu noktada
21
Henryk Grossmann, “The Social Foundations of the Mechanistic Philosophy and
Manufacture”, Gideon Freudenthal ve Peter McLaughlin (der.), The Social and Economic
Roots of the Scientific Revolution, Dordrecht, Springer, 2009, s. 141-145.
22
Newton’ın burada kendisinden önceki dâhileri unutmadığı genel kanıdır. Bazı tarihçiler ise
Newton’ın optikteki bilimsel çalışmaları ile ünlenmiş Hooke’a kısa boyunu hatırlatarak
sataştığını iddia etmektedirler. Bakınız: Stephen. W. Hawking, On the Shoulders of Giants:
The Great Works of Physics and Astronomy, Philadelphia, Running, 2002, s. 725-726.
169
Durkheim’ın İntihar adlı eserindeki genel tutumuna atıfta bulunabiliriz.23 Durkheim,
hatırlanacağı gibi, intihar gibi bireysel görünen bir eylemin dahi bireye toplum
tarafından dayatıldığını iddia ediyordu. Her sene bir ülkede neredeyse aynı sayıda
kişinin intihar etmesi bunun bir kanıtı gibi görünüyordu. Yani toplum belli sayıda
kişinin ölmesine neden oluyordu. Bununla beraber Durkheim kitap boyunca neden
başkalarının değil de o kişilerin –örneğin 20 yaşındaki Frank isimli Katolik gencin
değil de Pierre isimli 20 yaşındaki Katolik gencin- intihar ettiği ile ilgilenmiyordu.
Toplum, Durkheim’ın çizdiği resimde belli sayıda kişinin intihar etmesine neden
olurken kimlerin intihar edeceğini/ettiğini açıklayamıyordu. Benzer şekilde doğa
bilimlerinin gelişim sürecinde de toplum –veya bağlam- insanların belli buluşları
yapmasına alt yapı hazırlıyordu ancak kimlerin bu buluşları yapacağını
belirleyemiyordu. Esasen Durkheim’ın çalışmasında neden başkalarının değil de o
kişilerin intihar ettiği/edeceği sosyolojiden ziyade psikolojinin açıklaması gereken
bir konu gibi görünmektedir. Yine buluşları kimin yapacağını/yaptığını da sosyoloji
biliminin tek başına açıklayamayacağını düşünüyoruz. Müteakip paragrafta, bilim
tarihinden iki örnekle bu nokta açıklanmaya çalışılacaktır.
İlk örneğimiz Pasteur’ün mikroplarla ilgili buluşuyla ilgili. Hastalıkların kaynağında
mikropların olduğu tezi Pasteur’e kadar tartışmalıydı. Örneğin tüm hastalıkları
organların kusurlu çalışmasına bağlayanlar vardı. Pasteur 1879’da şansının da
yardımıyla mikropların etkisini keşfetti. Pasteur, tavuklara mikroorganizmaları içeren
bir kültür şırınga ederek deneyler yapıyordu. Birkaç aylığına memleketine giden
Pasteur döndüğünde eskiden hazırladığı kültürü tavuklara şırınga etti. Ancak tavuklar
hastalanmaları gerekmesine rağmen hastalanmadı. Pasteur farkında olmadan
mikropları zayıflatmayı başarmıştı. Artık Pasteur’a düşen mikropların nasıl etkisiz
hale getirildiğini denemeler yoluyla bulmaya çalışmaktı.24 İkinci örneğimiz de
mikropların hastalıklara neden olmasıyla alakalı. Macar doktor Ignaz Semmelweis
19. yüzyılın ortalarında öldürücü bir hastalık olan lohusa hummasıyla ilgili bir
araştırmaya girişmişti. Nedenlerine ilişkin kesin bir bilgiye sahip olunamayan lohusa
23
Émile Durkheim, Suicide: A Study in Sociology, çev. George Simpson ve John Spaulding,
New York, Free, 1997.
24
Rom Harré, Great Scientific Experiments: Twenty Experiments That Changed Our View
of the World, Mineola, NY, Dover Publications, 2002, s. 102-110.
170
humması Viyana’da Semmelweis’ın çalıştığı hastanede çok farklı istatistiklere neden
olmuştu. Doktorların çalıştığı bölümlerde hamile kadınların ölüm sayısı, ebelerin
çalıştığı bölümlerin 5 katı kadardı. Bu, açıklanması gereken bir soruydu. Ancak
Ignaz Semmelweis’in kafasında şüphe uyandıran asıl önemli olay Semmelweis’ın bir
arkadaşının otopsi sırasında parmağını kesmesi, daha sonra lohusa hummasına
benzer semptomların kendisinde görülmesi ve kısa süre sonra ölmesi olmuştur.
Böylece hastalığın doktorlardan hastalara yayıldığı belirlenmiş, daha genel olarak da
hastalığın mikroplar aracılığı ile -ve sadece hamile kadınlara değil herkesebulaşabildiği ortaya çıkmıştır. Muhtemeldir ki Semmelweis, arkadaşının ölümü
gerçekleşmese hastalığın hastalardan doktorlar aracılığıyla diğer hastalara yayıldığını
daha zor keşfedecekti.25 Bu iki örnekle anlatılmak istenen şudur: Her ne kadar
toplumsal unsurlar bilimi belli bir yere sürüklese ve belli soruları gündeme getirse de
buluşların tamamen toplumsal unsurlarla şekillendiği söylenemez. Bilimsel
buluşların oluşumunu etkileyen sosyal unsurlar sanıldığından daha karmaşıktır ve
sadece bir faktörle –söz gelimi toplumun çıkarları ile- şekillenmezler. Kimi zaman
bu örneklerde olduğu gibi “şans” faktörü devreye girer ve toplumsal koşulları
tamamlayıcı bir görev üstlenir. Bununla beraber şans faktörü de tek başına bir anlam
ifade etmeyecektir. Şansın araştırmacıya yardımcı olabilmesi için hem toplumsal
ilginin, şansın ipucu olarak yardımcı olacağı konuya yönelmesi hem de o alanda
yeterli bilgi birikiminin sağlanmış olması gerekir. Pasteur ve Semmelweis’a şans
yardım etmiştir, çünkü onların içinde yaşadığı toplumda hastalıklar bir problem teşkil
ediyordu ve bu sorunlarla ilgili belli bir bilimsel mesafe kat edilmişti. Aksi takdirde
“şans”ın beraberinde getirdiği ipuçları gerektiği gibi okunamayacaktı. Daha sonra
Pasteur’ün de dediği gibi şans herkese değil sadece zihnen hazır olanlara yardım
edecekti.26
Bilim adamlarının bilimsel teorilerini kurmaları bu anlamda belli bir bağlamla
yakından ilişkilidir. Bunun yanında diğer bilim adamlarının belli bir teorinin
doğruluğuna inanmaları da yine belli oranda bağlamla ilişkilidir. Örneğin
Almanya’da nedenselliğe karşı duyulan şüphe, o dönem Almanyası’nın yaşadığı
25
Stephen S. Carey, A Beginner's Guide to Scientific Method, Boston, MA, Wadsworth
Cengage Learning, 2012, s. 2-6.
26
Harré, Great Scientific Experiments, s. 106.
171
siyasal tecrübe ile bağlantılı olarak yorumlanabilir. Yani sadece bir bilimsel teorinin
ortaya çıkışı değil, onun popülerleşmesi ve diğer bilim adamları tarafından
benimsenmesi de toplumsal faktörlerin incelenmesi ile daha iyi anlaşılabilir. Bu
noktada Güçlü Program’ın ve Kuhn’un yaptığı tespitler isabetli görünmektedir. Ne
var ki, burada gözden kaçırılmaması gereken nokta, bilim sosyologlarının sıkça atıfta
bulunduğu “sosyal bağlam-teorinin ortaya çıkışı” ilişkisinin sanıldığı kadar net
olmadığıdır. Bilhassa sosyal bağlamın yoruma son derece açık olması onun
beraberinde getirdiği iddia edilen bilimsel teorilerle kolaylıkla ilişkilendirilmesini
mümkün kılacaktır. Kuhn’a getirilen eleştiriler bölümünde dile getirdiğimiz gibi
ancak tarihsel bağlamın belli kısımlarının göz ardı edilmesi neticesinde buluşlar ile
sosyal bağlamın ilişkilendirilmesi daha da kolay olabilmektedir. Bilim karmaşık bir
çabadır ve doğal olarak onun sosyal bağlamla ilişkisi de karmaşık olacaktır. Burada
dikkat edilmesi gereken nokta indirgemeci bir bilim tarihi okuması yapmaktan
kaçınmak, toplumun istek ve ihtiyaçlarının bilimin seyrine yön veren tek faktör
olmadığının farkında olmaktır.
Kuhn ve Güçlü Program’ın hatalarından birisi bağlamın belirleyiciliğini gerçekçi bir
şekilde tespit edememeleridir. Örneğin Weimar Almanyası’nda nedenselliğe duyulan
şüphenin sadece sosyal veya politik bir tepkinin ürünü olarak yansıtılması hatalıdır.
Bilim adamlarının nedenselliğe duydukları şüphenin ortaya çıkmasında bu tür sosyal
etkenler pay sahibi olmuşsa da –ki ikinci bölümde gösterdiğimiz gibi bu tür bir
etkileşimin varlığı da tartışmalıdır- aynı sosyal etkenlerin nedenselliğe duyulan
şüpheyi gerekçelendirmiş olduğunu iddia etmek gerçekçi değildir. Teoriyi doğuran
ortam veya teorinin popüler olmasını sağlayan nedenler teoriyi bilim adamlarının
gözünde gerekçelendirilmiş kılmaya yetmeyecektir. Eğer 1920’lerde ve 1930’larda
kuantum teorisini destekleyen veriler olmasaydı bu durumda nedenselliğe duyulan
şüphe bilimsel bir hal almazdı. Sonuç olarak bağlamın etkisi, doğanın gerçekleri
tarafından desteklenmediği sürece sınırlı olacaktır.
Bir sonraki kısımda “doğanın gerçekleri tarafından desteklenme”nin ne anlama
geldiği
irdelenecektir.
Bunu
yaparken
bilimsel
teoriye
duyulan
inancın
gerekçelendirmesi ile bilimsel bir teorinin doğru kılınması arasında bir ayrıma
gidilecektir. Gerekçelendirmede de sosyal etkenlerin rol oynayabildiği ancak sosyal
172
etkenlerin bir teoriyi doğru kılmaya ve doğaya dayatmaya yetmeyeceği detaylı bir
şekilde gösterilmeye çalışılacaktır.
3.3.1.1.2. Sosyal
Etkenler
ve
Bilimsel
İnancın
Gerekçelendirilmesi
Önceki
kısımda
sosyal
etkenlerin
bir
bilimsel
inancın
oluşumunda
ve
popülerleşmesinde farklı düzeylerde etkili olduğu gösterilmeye çalışıldı. Ne var ki
bilim tarihi göstermektedir ki, teori ne kadar bağlam tarafından desteklenirse
desteklensin, teorinin gerekçelendirmesi için bağlam yeterli değildir. Burada
gerekçelendirmeden kasıt, bir teoriye duyulan güvenin haklı gerekçeye sahip olması,
teorinin bilimsel olarak meşru desteğe sahip olmasıdır. Bilimsel tartışmalarda asıl
problem “meşru destek”e sahip olunup olunmadığına karar veren merciinin bilim
adamları topluluğu olmasıdır. Bu gerçek, rölativist ve konvansiyonalist görüşleri
belli oranda destekliyor olsa da, onlar bilim adamlarının bir bilimsel inancı
gerekçelendirmesi ile onu doğru kılması arasındaki farkı göz ardı etmişlerdir.
Gerekçelendirmede hata yapılsa da –ki bilim tarihinde yer alan bu tür örnekler Kuhn
ve Güçlü Program tarafından kullanılmıştır- bilim adamlarının hataları daha sonra
doğanın baskısıyla, yine bilim adamları tarafından düzeltilmektedir.
Dahası bilim adamları bir bilimsel teoriyi gerekçelendirirken tamamen keyfi
davranmazlar. Hem Kuhn hem de Güçlü Program çıkarların, sosyal ve psikolojik
etkenlerin bilim adamlarını sorgulamamaya ittiğini iddia etmişlerdir. Oysa bazen tam
da sosyal ve psikolojik etkenlerin etkisi ile bilimde sorgulama gerçekleşmektedir.
Bilim adamları kendini kanıtlama gibi sosyal ve psikolojik saiklerle mevcut bilimsel
teorileri sorgulamakta, onları çürütmeye çalışmaktadırlar. Bilimi bir güç oyununa
indirgeyen sosyologlar ve felsefeciler ise çok büyük desteğe sahip olan yerleşmiş
teorilerin –söz gelimi Newton fiziğinin- neden zemin kaybettiğini açıklamakta
zorlanmaktadırlar. Kuantum fiziği alanındaki çalışmaları ile Nobel fizik ödülü almış
Max Born’un eğitimiyle ilgili anlattıkları bu konuda yol göstericidir. Born, Newton
fiziğinin 20. yüzyılın başında bile ne denli etkili olduğunu anlatır ve fizikçilerin
Newton fiziğinden şüphe duymayacak şekilde eğitildiklerini söyler. Hatta Newton
yasalarına güvenmemenin bir nevi sapkınlık olduğunu dile getirir. Bu dönemde
173
yapılan X ışınları, radyoaktivite, elektron ve enerjinin kuantumu gibi keşifler de
henüz durumu değiştirmeye yetmemiştir. Fizikçiler yeni verileri Newton fiziğine
uydurma gayreti içerisindedirler.27 Bu durum Kuhn’un “normal dönem”ini akla
getirir. Gerçekten de fizikçilerin yasaları sorgulamamaya yönelik yetiştirilmesi, yeni
verileri eski teoriye uydurma çabaları bu konuda Kuhn’a hak vermemizi sağlar.
Ancak bu keşifleri takip eden yeni keşifler, adeta bir kutsal inek halini almış Newton
fiziğinin sorgulanmasını, sonra da yerinden edilmesini sağlamıştır. Bilim
sosyologlarının açıklayamadıklarını düşündüğümüz nokta burasıdır. Normal bilim
döneminden devrimsel bilim dönemine geçişi sosyal unsurlarla açıklamak başarısız
bir çabadır. Tersine ortada güçlü sosyal unsurlara rağmen bir değişim vardır.
Şimdi sosyal unsurların bilimsel inancı ne seviyeye kadar gerekçelendirebildiğine
yönelik analizimizi derinleştirmeye ve detaylandırmaya çalışalım. Bilim adamları
topluluğu Kuhn’un dile getirdiği gibi sosyal bir topluluktur. Dolayısıyla ortodoks
bilimin iddialarının aksine bilim adamları makine gibi düşünen, tamamen objektif
değerlendirmeler yapan kişiler değillerdir. Yine Kuhn’un bahsettiği gibi zaman
zaman farkında olmadan da belli bir ideoloji veya metafiziksel öğreti veya bir
paradigmaya olan bağlılıkları neticesinde hatalı kararlar verebilirler. Hatta belli
oranda hatalı gözlemler yapabilecekleri tezini de değerli buluyoruz. Tüm bu nedenler
gerekçelendirmeyi etkilemektedir çünkü bilimsel bilginin ne olduğunu belirlemede
bilim adamları topluluğunun üzerinde bir aktör yoktur.
Bu konuda bir örnek vermek gerekirse 17. yüzyılın önemli bilim adamlarından
William Harvey’nin kan dolaşımı ile ilgili çalışmasını ele alabiliriz. Örneğimiz
siyasi olayların bilimi nasıl şekillendirdiğine, bilim adamlarını nasıl etkilediğine
işaret etmesi bakımından önemlidir. Harvey, kalp ve kan arasındaki ilişkiyi
incelerken kalbe merkezi bir yer vermekteydi. Ancak enteresan bir siyasi gelişme
neticesinde Harvey’nin bilimsel teorisi değişikliğe uğradı. Püriten devrim gerçekleşip
Kral idam edilince Harvey, kan dolaşımında asıl rolü kana verdi, kalbi sadece bir
işlevsel araca indirgedi. Bu örneği değerlendirirken o dönem sosyal teori ile insan
bedeni arasında benzerlikler kurulduğunu, kalbin Kralı temsil ettiğini, kanın ise halka
27
Max Born, Physics in My Generation; A Selection of Papers, London, Pergamon, 1956, s.
190.
174
karşılık geldiğini hatırlatmakta fayda var. Burada dikkat çekici olan unsur
Harvey’nin bu fikir değişikliğinin bir takiye olarak değerlendirilemeyeceğidir. Zira
Harvey hayatının sonuna kadar Kraliyet’e sempati duydu. Ancak onun teorisi büyük
ihtimalle sosyal ve siyasal gelişmelerden etkilenmişti. Halkın Kralı idam etmesi,
Harvey farkında olmasa da, onu, Kral’ı temsil eden kalbi ikinci plana atması
yönünde ikna etmişti.28 Bu örnek, bilim adamlarının bir teorinin doğruluğuna
hükmederken de sosyal ortamdan etkilendiklerine kanıt olarak gösterilebilir.29
Konuyla ilgili verilebilecek bir başka örnek bilim adamlarının şöhretlerinin diğer
bilim adamlarının görüşlerini etkilemesine ilişkindir. Hatırlanacağı gibi Kuhn
şöhretin bu tür bir etkisinin varlığına dikkat çekmişti. Batlamyusçuluğun ve Aristo
fiziğinin yerleşmiş, neredeyse kutsal bir hal almış olduğu bir dönemde KopernikKepler-Galileo’nun gördüğü muhalefeti kısmen de olsa bu çerçevede okumak
mümkündür. Yine Isaac Newton’ın sarsılmaz otoritesi insanların kuantum teorisine
direncinin önemli bir nedeni olarak gösterilebilir. Sovyet Rusya’da evrimle ilgili
tartışmaların şiddetlendiği dönemde Nobel ödüllü Pavlov’un Lamarckçı evrimi
desteklemesi şöhretin önemine verilebilecek bir başka örnektir. O dönem biyoloji
çevrelerinde bu görüşlerin Pavlov tarafından savunulmaması durumunda dikkate
alınmayacağı ifade edilmekteydi.30 Bilimde zaman zaman teoriyi savunanın kim
olduğu, teorinin değerlendirilmesinde içeriğin önüne geçebilmektedir.
Bu örnekler ve iddialar tarihsel gerçeklik içerseler de onlarla ilgili birkaç
açıklamanın gerekli olduğu kanaatindeyiz. İlk olarak Harvey’nin örneğine dönelim.
Bir adım ileri gidelim ve o dönem bütün bilim adamlarının aynı sosyal ve siyasal
etkenlerden etkilenip Harvey gibi kan dolaşımındaki asıl aktörün kan olduğuna
hükmettiklerini varsayalım. Bilim adamlarının teorileri gerekçelendiren mercii
28
Henry, Bilim Devrimi ve Modern Bilimin Kökenleri, s. 95-96.
29
Bu durumun tersi örnekler de mevcuttur. Bilimsel teorilerin sosyal ve siyasal teoriye etkileri
de olmuştur. Örneğin John Locke’un liberalizm fikrinin ve Adam Smith’in ekonomik
teorilerinin Isaac Newton’dan etkilendiği iddia edilmektedir. Bu düşünürlerce insanların doğal
hakları ve ekonomideki düzen, doğa yasalarının bir parçası, bir uzantısı olarak görülmüştür.
Bakınız: Kenneth R. Stunkel ve Saliba G. Sarsar, Ideology, Values, and Technology in
Political Life, Lanham, MD, University of America, 1994, s.10.
30
Nikolai Krementsov “Darwinism, Marxism, and Genetics in the Soviet Union” Biology and
Ideology: From Descartes to Dawkins, s. 226.
175
olduğu düşünüldüğünde böyle bir durumda Harvey’nin teorisi gerekçelendirilmiş
olacaktır. Yani bilim adamları topluluğu –her ne kadar hatalı da olsa- Harvey’nin
kanı merkeze alan teorisinin meşru bilimsel bir dayanağa sahip olduğuna karar
vermiş olacaklardır. Elbette bu tür bir gelişme Thomas Kuhn ve takipçilerini
destekler görünmektedir. Kuhn ve takipçileriyle görüş ayrılığımız tam da bu noktada
başlamaktadır. Bize göre bilim adamlarının Harvey gibi sosyal unsurların etkisi ile
bilimsel konuda pozisyon belirlemeleri bilim için büyük sorun teşkil etmeyecektir
çünkü bilim adamları bir konuda karar verdiklerinde hiçbir zaman “nihai” kararı
vermiş olmazlar. Bilim işleyişi itibariyle hiçbir otoriter kısıtlama tarafından tamamen
şekillendirilemez, yönlendirilemez, sonlandırılamaz. Bilimin araştırmayı nerede
keseceğine, bilimsel teorilerin gerekçelendirilmesinden sorumlu bilim adamları dahi
karar veremezler. Herkesin üzerinde anlaştığı bir teori, savunucularının tüm şöhretine
karşın başka bilim adamlarınca eleştirilebilir. Bu anlamda biz bilim adamları
topluluğunun tüm despot, tutucu, baskıcı eğilimlerine karşın, bilim tarihiyle ilgili
büyük resme baktığımızda bilimsel çabanın doğası itibariyle despotizmi ve
tutuculuğu reddettiğini düşünüyoruz. Thomas Kuhn’un bilimsel devrimlerin ortaya
çıkışını açıklarken çelişkiye düşmesinin ardında da onun bilim adamları ile bilimin
doğası arasındaki bu ayrımı göz ardı etmesi yatmaktadır. Bazı bilim adamları diğer
bilim adamlarının takdirini kazanmayı bilimsel çabanın önüne koyabilir. Bu konuda
Kuhn’u destekleyen tarihsel örnekler vardır. Ancak bu eğilimlere sahip bilim
adamlarını örnek göstererek tüm bilim adamlarının kendini beğendirme baskısı
altında çalıştığını iddia etmek bilim tarihindeki büyük paradigmaların nasıl –hem de
birden bire- yerlerinden edildiğini açıklayamayacaktır.
Bu açıklamadan sonra Harvey’nin örneğine geri dönelim. Harvey’nin teorisinin tüm
bilim adamları tarafından kabul edildiğini varsaymayı önermiştik. Bu durum
onlardan sonra gelen bilim adamlarının da teoriyi kabul edecekleri anlamına gelmez.
Nitekim günümüzde kan dolaşımında asıl unsurun kanı pompalayan kalp olduğu
bilinmektedir. Yine, her ne kadar şöhret sahibi bilim adamları diğerlerinin üzerinde
bir faktör olarak etkide bulunsa da bu faktörün önemi de olduğundan büyük
gösterilmektedir. Örneğin Einstein şöhret sahibi değilken genel görelilik teorisini
bulmuş ve bilim otoritelerine kabul ettirmeyi başarmıştır. Öte yandan Einstein
176
şöhretinin zirvede olduğu dönemlerde kuantum teorisine muhalefet etmiş, yine de
kuantum teorisi genel kabul görmüştür.
Bilimsel teorilerin gerekçelendirmesini yapan aktörlerin bilim adamları olduğunu
belirtmiştik. Bununla beraber bu tespit bilimsel çabayı tamamen bir güç oyununa
indirgeyemez. Bu noktada, tartışmamızla yakından alakalı bir kavrama, bilimdeki
eleştirme/kritik etme kavramına değinmenin önemli olduğu kanaatindeyiz.
Hatırlanacağı gibi Thomas Kuhn, normal bilim döneminde bilim adamlarının
teorileri kritik etmedikleri iddiasında bulunmuştu. Bilimde Kuhn’un normal bilim
dönemlerini andıran gelişmelerin yaşandığını reddetmiyoruz. Bu dönemlerde bilim
adamları
teorilere
etkilenmelerinin
olan
veya
güvenlerinin
diğer
bilim
çekinmelerinin neticesinde mevcut
veya
teorisyenlerin
adamlarından
gelebilecek
şöhretlerinden
baskılardan
bilimsel teorileri sorgulamamayı
tercih
edebilirler. Ancak buradan yola çıkılarak yapılan genelleme üç noktada sorunludur.
İlk olarak bilimsel uğraşa dönemsel veya yerel bir bakış ile değil, global bir şekilde
yaklaşmak gerekir. Bir bilimsel teoriden her bilim adamının şüphe etmesini
beklemek gerçekçi olmaz. Dahası bilimsel teorilerin kritik edilmesi, sonrasında
yerinden edilmesi için böyle bir toplu kritiğe ihtiyaç da yoktur. Az sayıdaki bilim
adamı, hatta bilim tarihindeki örneklerin gösterdiği gibi kimi zaman tek bir bilim
adamı mevcut bilimsel teorilere şüpheyle yaklaşılmasını sağlayabilir. Örneğin Tycho
Brahe, Aristoteles’in göklerin bozulmazlığı iddiasının etkisiyle çoğu insanın
göremediğini görmüş, 1572’de yeni bir yıldız (esasen gözlemlenen bir süpernovadır)
gözlemleyebilmiştir. Bu tür itirazlar Aristoteles’in teorilerinin inandırıcılığına büyük
darbe vurmuştur.31 Bilimsel gözlemlerin etkisini gözlemcilerin veya gözlemlerin
sayısı ile değerlendirmek bu noktada sıkça tekrarlanan bir hatadır. Kimi zaman bir
gözlem tek başına -doğru olması nedeniyle- aksi tüm gözlemleri geçersiz kılabilir.
Benzer şekilde diğer bilim adamlarının aksine şöhretli bilim adamlarını sorgulayan
veya bilim adamları topluluğunun onayını önemsemeyen bir kişi, Kuhn’un
beklemediği sonuçlara vücut verebilir. Sonuç olarak “normal bilim dönemi”nde
teorilere daha az eleştirel yaklaşılması Kuhn’un iddia ettiği gibi tüm bilimsel çabayı
31
Tofigh Heidarzadeh, A History of Physical Theories of Comets, from Aristotle to Whipple,
United States, Springer, 2008, s. 42.
177
değersiz kılmayacaktır. Doğanın kendisi bilim adamlarını –hepsini olmasa da–
mevcut teorileri sorgulamaya itecektir. Doğa ve deneyle olan irtibat bilim insanlarını
normal bilimden “uyandırır”. Doğa ve deneyle irtibat, bu anlamda, eleştiriye zemin
oluşturan önemli bir araçtır.
Bu noktada ikinci eleştirimize geçebiliriz. Kuhn, Güçlü Program ve çoğu sosyal
bilimci, doğa bilimlerindeki kritik yapma eylemini doğru tasvir edememektedir.
Onlar bilimsel kritiği doğadan bağımsız bir çaba olarak görme hatasına düşmüşlerdir.
Bilim adamlarının kritik yapması Descartes’ın Meditasyonlar’da izlediği yöntemin
kullanıldığı, zihinsel bir uğraş değildir. Kartezyen felsefeye karşı konumlandırılan
Heidegger’in Düşünmek Denilen Şey isimli eserinde önerdiği düşünme şekli de bilim
adamlarının kritik yapması için uygun bir yöntem değildir. Bilim adamları felsefi
tarzda bir kritik yapmazlar, yapsalar da bu tür bir kritiğin bilime katkısı sınırlı
olacaktır. Çünkü doğa, bilim insanlarının zihinlerinde çözemeyecekleri kadar
karmaşıktır. Albert Einstein’ın bu konudaki görüşü kayda değerdir:
“Yalın mantıksal düşünme, bize ampirik dünya ile ilgili hiçbir bilgi veremez;
gerçekliğin bütün bilgisi deneyimle başlar ve onunla biter. Gerçekliğin gözünde,
yalnızca mantıksal yollarla ulaşılan önermeler tamamen değersizdir. Galilei
(Galileo Galilei) bunu gördüğü, özellikle de bunu bilim dünyasına öğrettiği için,
modern fiziğin –ve gerçekten tüm modern bilimin- babasıdır.”32
Sonuç olarak doğa bilimlerinde kritik etme, doğa ile kurulan ilişki neticesinde
gerçekleşir. Bir bilimsel görüş ne kadar siyasi veya metafiziksel desteğe sahip olursa
olsun doğa ile uyumlu değilse uzun vadede bilim adamlarından aldığı desteği
yitirecektir.
Üçüncü eleştirimiz ise şu şekilde özetlenebilir: Thomas Kuhn ve Güçlü Program
bilim adamlarının diğer bilim adamlarının beğenisini kazanma ve çıkarlarını koruma
gibi eğilimlerinden bahsederek sosyal faktörlerin bilim adamlarını sorgulamadan
alıkoyacağını belirtmişlerdi. Onlara getirdiğimiz eleştirilerde değindiğimiz gibi bu
tür bir anlayış sosyal etkenleri de basite indirgemek anlamına gelir. Sosyolojik ve
psikolojik faktörler bilim adamlarını sorgulamama kadar sorgulamaya da itebilir.
Yine, çıkarlar, bilim adamlarını yeni buluşlar yapmaya sevk edebilir. Örneğin
32
Albert Einstein’ın Kuramsal Fiziğin Yöntemi Üzerine adlı eserinden aktaran James
T. Cushing, Fizikte Felsefi Kavramlar I, s. 3.
178
günümüzde Nobel ödülünün fizik dalında orijinal buluşlara verildiği hatırlanmalıdır.
Dolayısıyla bilim adamları topluluğu tüm baskıcı, dışlayıcı eğilimlerine karşın
mevcut teorileri sorgulama eğilimlerine de kapı aralayabilir. Bilim dünyası sanıldığı
gibi yeniliklere tamamen kapalı ve direnç gösteren değil, tersine belli oranda
yeniliklerle şaşırtılmayı arzulayan bir topluluktur.
Buna ek olarak bilimin belli bilim adamlarının tekelinde olmaması ve hatalı teorilerin
diğer bilim adamlarınca eleştirilme olasılığı da bilim adamlarının teorileri sadece
çıkarları çerçevesinde değerlendirmemesini garanti eder. Kuhn’un dediği gibi bir
fizikçi, teorinin doğruluğuna hükmederken aklında diğer fizikçilerin vereceği tepkiyi
de tartar. Ancak fizikçi, Kuhn’un dediğinin aksine, sadece diğer fizikçilerin
beğeneceği bir teori kurmayı ummaz. O, mümkünse hem doğru hem de diğer
fizikçileri tatmin edecek bir teorinin peşindedir. Esas soru, bilim adamları
topluluğunun beğeneceği teori ile doğru teori arasında kalan fizikçinin hangi tarafı
seçeceğidir. Bu anlamda Galileo ile Kepler arasındaki mektuplaşmalar, bilim
adamlarının psikolojisini yansıtması açısından değerlidir. Galileo, Kepler’e yazdığı
mektupta, bilim adamlarının güneş merkezli sistemi savunduğu için Kopernik ile
alay etmelerini hatırlatarak kendisinin bu görüşü savunma konusunda çekincelere
sahip olduğunu itiraf eder. Öte yandan Kepler, Galileo’ya yazdığı cevapta akıllı
insanların takdirinin kendisini yığınların tepkisinden daha çok ilgilendirdiğini
hatırlatır.33 Nitekim toplumun ne dediğini önemsemeyen Kepler de, ilk zamanlar
kınanmaktan çekinen Galileo da doğru olduğunu düşündükleri teorinin arkasında
durmuşlardır. Görüldüğü gibi bilim adamları her zaman olmasa da doğruyu
topluluğun onayına tercih edebilmektedirler. Esasen tüm çabalara karşın Lysenko
olayında bile tek seslilik sağlanamamıştır. Lysenko’nun teorisini reddeden
Theodosius Dobzhansky bu baskılar neticesinde Rusya’dan kaçmak zorunda
kalmıştır. Kendisine neden Lysenko’nun teorisine sessiz kalmadığı sorulunca bilim
adamı sorumluluğunun bunu gerektirdiğini söylemiştir.34 Her ne kadar her bilim
adamından aynı yönde bir eğilim beklemek gerekmiyorsa da bu örnek, bilim
33
Mektupları aktaran Koestler, The Sleepwalkers, s.356-358.
34
Lewontin, Biology as Ideology, s. 8.
179
adamlarının
tümünün
görüşlerini
baskılar
neticesinde
değiştirmeyeceğini
göstermektedir.
Sonuç olarak, bilimsel teorilerin gerekçelendirilmesinde sosyal unsurların rol
oynadığını inkâr etmek gerçekçi gözükmüyor. Bilimde gerekçelendirmeyi bir
makinenin değil, sosyal etkenlerin tesirine açık bilim adamlarının yapıyor olması bu
durumu kaçınılmaz kılmaktadır. Ancak bilim adamlarının gerekçelendirmeyi
yaparken sadece sorgulamama ve topluluğun onayını kazanma güdüleri ile hareket
etmedikleri de açıktır. Sosyal ve psikolojik süreçler tek yönde hareket etmeyecek
kadar karmaşıktır. Bu bağlamda bilimin mümkün olduğunca farklı kimlikteki
kişilerce yürütülmesi bilim uğraşının bir grubun ideolojisi tarafından çekiştirilmesini
daha az mümkün kılacaktır. Bilimi birbirine benzeyen kişiler değil de farklı
kimliklere sahip, farklı gelir düzeyinden gelen, farklı statüde kişilere yaymak, sosyal
unsurların etkilerine gem vurabilir.
Bunun yanında bilim adamlarının gerekçelendirme esnasında sadece sosyal
unsurlardan etkilendikleri de bilim tarihi tarafından desteklenmeyen bir iddiadır. Bu
tür bir iddia Kuhn’un büyük paradigmaları yıkan devrimleri açıklayamamasının
temel nedenidir. Bilim adamları bir hakem gibi gerekçelendirme görevini üstlenmiş
olsalar da göz önünde bulundurmaları gereken bir “doğa” faktörü vardır.
Şu
ana
dek
sosyal
etkenlerin
bilimsel
inancın
doğuşundaki
ve
onun
gerekçelendirilmesindeki rolünü netleştirmeye çalıştık. Bir sonraki kısımdaysa sosyal
unsurların bilimsel inancı doğru kılmada nasıl bir rol oynadığı irdelenecektir.
Böylece sosyal unsurların “bilimsel bilgi”nin oluşumundaki rolü hakkında net bir
fikir sahibi olmak hedeflenmektedir.
3.3.1.1.3. Sosyal Etkenler ve Bilimsel İnancın Doğru
Kılınması
Tezimizin ikinci bölümünde Thomas Kuhn ve Güçlü Program’ın görüşleri analiz
edildi ve bu görüşlerin rölativist ve konvansiyonalist imalarına dikkat çekildi. Elbette
bu teoriler, savunucuları tarafından -her zaman tutarlı şekilde olmasa da- yer yer
revize edilmiştir. Bu nedenle yazarların farklı metinlerinde rölativist ve
180
konvansiyonalist tonlara daha az rastlanabilir. Bu çalışmanın amacı, Kuhn ve Güçlü
Program’ın ne kadar rölativist veya konvansiyonalist olduğunu belirlemek değildir.
Biz daha çok bu teorilerin ne anlama geldiğini ve doğayı tanımamızı ne kadar
başarılı bir şekilde sağladıklarını anlama niyetindeyiz.
Konvansiyonalistler bilimsel doğruların, doğa tarafından insanlara dikte ettirildiğini
düşünmezler. Onlar bilimsel doğrularımızın insanî35 tercihlerin sonucu olduğuna
inanırlar. Doğal olarak, farklı tercihler mümkün olduğu için farklı alternatif
konvansiyonlara her zaman kapı açıktır. Sonuç olarak bilimsel doğrular doğadan
ziyade bizim tercihlerimizin etkisi altında şekillenir. Yine rölativist teorilere göre –
bilhassa rölativizmin epistemolojik boyutu aşarak ontolojik bir görelilikten söz eden
türlerine göre- benzer bir şekilde sadece bizim bir olayı değerlendirmemiz değil,
doğadaki gerçeklik de görelidir. Değerlendirmeyi yapan özne ile beraber doğru da
değişecektir.
Birçok rölativist ve konvansiyonalist teorisyen, gerekçelendirmeden hatalı bir şekilde
“doğru kılma” boyutuna sıçramış, ancak bunu temellendirmeyi başaramamıştır.
Önceki kısımlarda bilim adamlarının fikirlerinin belli oranda toplum tarafından
şekillendiğini hatta fikirlerin gerekçelendirilmesinde de toplumun etkili olabildiğini
kabul etmiştik. Öte yandan bilim adamlarının doğaya doğruyu dayatmaları, bir
teoriyi doğru kılmaları mümkün gözükmemektedir. Bilhassa Güçlü Program gibi
bizim dışımızda bir doğanın varlığını kabul eden düşünürlerin bu konuda hayli
tutarsız bir pozisyon takındıkları açıktır. Elbette bir kişi bilgi felsefesinin temel
itirazlarına atıfta bulunarak tümevarıma inanmamız için ortada bir gerekçe
olmadığını savunabilir. Hatta bizim dışımızda bir gerçekliğin var olmadığını savunan
bir pozisyonu benimseyebilir. Bu kanımızca bilim sosyolojisinin veya felsefesinin bir
problemi olmaktan ziyade epistemolojinin bir sorunudur ve çözümü bu tezin
amaçlarını aşmaktadır. Ancak Güçlü Program gibi, doğanın varlığını kabul ettikten
sonra doğadaki doğruları belirleyeceğimizi iddia etmek gerçekçi görünmemektedir.
(Her ne kadar yer yer bu iddiayı reddetme çabasına girseler de 2. Bölüm’de
35
İnsani tercih ile bireysel tercih birbiriyle karıştırılmamalıdır. Konvansiyonalistlerin belirleyici
olarak gördüğü kavram bireysel tercihler değil, insani tercihlerdir. İnsani tercih ile, bir toplumun veya
bilim adamları gibi bir topluluğun bilinçli veya bilinçsiz olarak ulaştığı bir uzlaşı kast edilir.
181
değindiğimiz gibi, mantık kuralları dahil, doğruyu belirleyen her kriteri topluma
bağlı kılmaları onların ontolojik anlamda da bir görelilikten bahsettiğine kanıttır.)
Hatırlanacağı üzere, Güçlü Program ve kısmen Kuhn bilimsel uğraşı bir güç oyununa
çevirmişlerdir. Çıkarların bilimsel görüşleri ve onların değerlendirilmesini nasıl
etkilediğini göstermek bu yönde bir çabanın sonucudur. Oysa bilimsel uğraşın bir
güç oyunu olduğunu kabul etsek de bu teorisyenlerin gözden kaçırdığı çok önemli bir
aktör daha vardır: Doğa. Bilimi bir güç oyununa çevireceksek doğanın en önemli ve
ikna edici aktör olduğu unutulmamalıdır.
Ancak yine de bilimde doğrunun belirlenmesi, bir güç oyununa benzetilemez.
Hatırlanacağı gibi gerekçelendirmeyi yapan aktörler bilim adamlarıdır ancak
gerekçelendirme de keyfi değildir ve doğa ile desteklenmezse o teori bir başkası
tarafından yerinden edilecektir. Oysa birçok teorisyen bilimin anlık değil, Lakatos’un
dikkat çektiği gibi sürekli bir uğraş olduğunu göz ardı etmiş, hatalı bir
gerekçelendirmenin resmini çekerek bilim adamlarının kendi doğrularını doğaya
dayattıklarını ima etmişlerdir.
Bu aşamada bu teorilerin açıklayamadığını
düşündüğümüz belli noktalar
bulunmaktadır. Örneğin bilimsel devrimler neden ortaya çıkmaktadır? Eğer toplum
doğaya kendi doğrusunu dikte edecek güçteyse ne olmaktadır da bilimsel devrimler
ortaya çıkmaktadır. Her ne kadar Kuhn, Güçlü Program’a nazaran eleştirel
düşünceye daha çok imkân tanısa da o da bilimsel devrimlerin nasıl yerinden
edildiğini tatmin edici şekilde açıklayamamaktadır. Kanımızca önemli yerlerde
anomalilerin sayısının artması ve saygın bilim adamlarının bulmaca çözemez olması,
devrimlerin nedenini gösteren bir açıklama olmaktan uzaktır. Kuhn’a getirdiğimiz
eleştiriler bölümünde bu konuyu detaylı olarak irdelemiştik. Kısaca özetlemek
gerekirse hem Güçlü Program hem de Kuhn toplumun doğa üzerindeki
belirleyiciliğini bu denli temel kılmışken toplumda yer eden bilimsel teorilerin
yerinden edilmesini açıklayamamaktadır. Bir yandan toplumu ve her türlü sosyal
etkeni mutlak hakem statüsüne çıkarıp bir yandan da onlara rağmen oluşan
devrimleri açıklamak mümkün gözükmemektedir. Nitekim kuantum teorisi gibi,
yerleşmiş sezgilerle bağdaşmayan bilimsel teorilerin bilim dünyasında kabul görmesi
182
toplumun doğaya doğruyu dayatamadığının bir kanıtı olarak görülebilir. Yine Max
Planck’ı bilim adamlarının objektifliğine şüpheyle bakmaya iten olaylar, ironik bir
şekilde de olsa, doğanın bilim adamlarının isteklerine karşın kendisini nasıl
dayattığını çok iyi anlatmaktadır. Planck teorisini tüm kanıtlara rağmen reddeden
bilim adamlarını eleştirirken şu görüşü savunmuştur:
“Bu deneyim bana aynı zamanda –bence dikkate değer- bir gerçeği öğrenme
fırsatı sağladı: Yeni bir bilimsel gerçeklik ona karşı çıkanları ikna ederek ve
onların ışığı görmelerini sağlayarak değil, ona karşı çıkanlar en sonunda öldükleri
ve ona aşina yeni bir nesil büyüdüğü için galip gelir.”36
Fikirlerin, hele yerleşik bir hâl aldılarsa, değiştirilmesi son derece sancılı bir süreçtir.
Ancak bilim adamları ne kadar direnç gösterseler de –ki bu direnci küçümsemiyoruzdoğa kendi doğrularını onlara veya Planck’ın söz ettiği gibi onlardan sonra gelen
bilim adamlarına dayatacaktır. Hem doğaya uyum sağlamanın teknolojik başarıyı
mümkün kılması –diğer bir deyişle doğaya muhalefetin teknolojik ilerlemeyi
engellemesi-, hem de bilim adamlarının her zaman tek bir görüş etrafında
birleşmeyerek mevcut veya destek kazanmış teorilere muhalefet etmesi topluma
rağmen doğanın doğrularını dayatmasını mümkün kılmaktadır. Bilim adamları –veya
bilim dışı aktörler- Lysenko örneğinde olduğu gibi her türlü muhalefeti engellemeye
çalışsa da –yani gerekçelendirmeyi kontrol altına alsalar da- kendi doğrularını
doğaya dayatamayacaklardır.
3.3.1.1.4. Doğanın Belirleyiciliğine Bir Engel Olarak
Konvansiyonlar
Bu noktada farklı bir itiraza odaklanabiliriz. Bilhassa konvansiyonalist teoriler,
doğayı anlamak için oluşturduğumuz belli kavramları örnek göstererek bilimlerin
konvansiyonlardan ibaret olduğunu iddia etmişlerdir. Onlara göre doğa dediğimiz
kavram kendisini bize dayatamaz çünkü doğa büyük oranda bizim konvansiyonlar
aracılığıyla yarattığımız bir kavramdır. Örneğin Kuhn’un kuğularla ilgili verdiği
örnekte bu tür bir çabanın izlerine rastlarız. Hatırlanacağı gibi Kuhn, sınıflandırmada
gagayı değil de rengi esas alırsak ve her beyaz renk kuşa “kuğu” dersek farklı bir
36
Planck’ın Bilimsel Otobiyografi’sinden aktaran James T. Cushing, Fizikte Felsefi Kavramlar
I, s. 53.
183
sınıflandırmaya sahip olacağımızı, bunun da bilimin kaderini değiştireceğini iddia
ediyordu. Yine sıkça verilen bir başka örnek, ölçmede kullandığımız araçların
aslında keyfi olduğudur.
Esasen iki tür örnek de “konvansiyon” kavramının geniş kullanımından doğan
muğlaklığı kullanmaya yönelik bir çabadan ibarettir. Öncelikle ölçmeyle ilgili örneği
ele alalım. Bir kavramın farklı bilim adamları arasında iletişimi sağlamak için inşa
edilmesi ile doğrunun toplumsal uzlaşılarla belirlenmesi arasında önemli bir fark
vardır. “Masanın 50 cm uzunlukta olduğu”nu ifade ettiğimizde ortada toplumsal bir
öğe vardır çünkü “cm” bizim oluşturduğumuz bir kavramdır. Burada bilginin
paylaşımı için oluşturduğumuz kavram “cm”dir. Masanın gerçekteki boyu ise
topluma bağımlı değildir. 50 cm uzunluğundaki bir masa 40 cm uzunluğundaki bir
masadan daha uzundur. Tıpkı 1.64 feet uzunluktaki masanın 1.31 feet uzunluktaki
masadan uzun olması gibi. Bu örnekten yola çıkarak toplumsal öğelerin bilimi
topluma göreli kıldığı iddia edilemez.
Kuhn’un
sınıflandırmayla
ilgili
örneğinde
ise
gözden
kaçırılan
nokta
sınıflandırmaların keyfi yapılmadığıdır. Eğer bir sınıflandırma keyfi yapılıyorsa doğa
tarafından uzun vadede düzeltilecektir. Kuğuları gagalarına, kanatlarına veya başka
genetik özelliklerine göre değil de renklerine göre belirlediğimizi düşünelim. Bu
durumda doğa bu tür bir sınıflandırmayı gözden geçirmemiz için bizi zorlayacaktır.
Örneğin beyaz kuşlara kuğu dememiz durumunda “kuğu”lar arasında üreme
olmayacak, verimli döller oluşmayacaktır. Görülecektir ki üremeyi mümkün kılan
genetik özellikler, sınıflandırma için renkten daha iyi bir kriterdir. Sınıflandırma
anlamındaki konvansiyonlar başlangıçta bilim adamlarının keyfi tercihlerini yansıtsa
da zaman içinde doğa tarafından yönlendirilecektir. Burada yine bilimin bir süreç
olduğu hatırlanmalıdır. Geçmişte hatalı şekilde kurulmuş bir sınıflandırmanın
varlığını göstermek konvansiyonların otoritesini desteklemek için yeterli değildir.
Tersine bu hatalı sınıflandırmaların yerinden edilip yerlerine görece daha az kabul
görmüş yenilerinin konulması sınıflandırmaların keyfi olmadığına bir işarettir. Kuhn,
2.
Bölüm’de
bahsettiğimiz
gibi
paradigmalar
süresince
teorilerin
sorgulanmadığından, bilim adamlarının henüz kariyerlerine başlamadan mevcut
paradigmadan şüphe etmeyecek şekilde eğitildiklerinden söz etmektedir. Eğer
184
paradigma bu denli köklü bir desteğe sahipse, onu yerinden eden güç, sosyal
unsurlarla açıklanamaz.
Konvansiyonlar konusunda yapılan bir diğer itiraz bazı kavramların belli toplumlarda
olmadığından hareketle o kavramların aslında yapay olduğunu savunmaktır. Böylece
bizim dışımızda bir doğanın varlığına şüpheyle yaklaşılmasını ummaktadır. Bu tür
bir
itiraza
Mauss’un
ve
Lévy-Bruhl’un
“ilkeller”le
ilgili
çalışmalarında
rastlanabileceğini 1. Bölüm’de belirtmiştik. Bizim temel saydığımız birçok kavramın
–örneğin “ben” kavramının- bu topluluklarda var olmadığı iddia edilmekteydi.
Buradan hareketle “ben” kavramının yapay olduğu, kavramın varlığının topluma
bağlı olduğu savunulabilirdi.
Burada yapılan hata her yarattığımız kavramın keyfi olduğunu iddia etmektir. Güncel
bir örnek verirsek, günümüzde elektronların varlığını –doğrudan olmasa dagözlemlemekteyiz ve bu gözlemimiz elektronların varlığını göz önünde bulundurarak
oluşturduğumuz birçok aracın başarılı şekilde çalışmasıyla desteklenmektedir. Söz
gelimi
elektron
mikroskopu
tıptan
hukuka
kadar
birçok
farklı
alanda
kullanılmaktadır. Elektron kavramını modern toplum yaratmış olsa da bu durum bu
kavramın gerçekte var olduğu gerçeğini değiştirmez. Yine Plüton gezegenini eskiden
gözlemleyemezken şu an gözlemleyebiliyoruz. Gözlemlediğimiz bu gezegeni kendi
yarattığımız bir kavram olan “Plüton” ile isimlendirdik.37 Her ne kadar kavramı biz
yaratsak da o gezegeni biz yaratmadık; gezegen biz onun farkında olmasak da
varlığını sürdürecekti. Benzer şekilde her toplum bilimsel alanda aynı gelişmişlik
düzeyinde olmadığından aynı nesneler için kavram üretmemiş olabilir. Ancak bu
durum o kavramın üretilmesini de o kavramsallaştırmaya dayanarak yapılan bilimsel
çalışmaları da keyfi kılmaz. Bizi bu kavramları inşa etmeye iten güç doğadır.
Sonuç olarak toplumun veya bilim adamları topluluğunun bilimsel doğruyu
belirlemediğini ifade edebiliriz. Ortodoks bilim görüşünün iddiasının aksine bilim
37
Elbette gezegenin isminin Plüton olması bir zorunluluk değil keyfi bir seçimdir. Gezegenin
isminin 11 yaşında bir kız çocuğu tarafından teklif edilmesi ve bilim adamlarınca kabul edilmesi
bilim dışı bir tercihtir. Bakınız: Paul Rincon “The girl who named a planet” (Gezegenin İsmini
Koyan
Kız)
BBC
Resmi
İnternet
Sitesi,
(Çevrimiçi)
http://news.bbc.co.uk/2/hi/science/nature/4596246.stm 11 Nisan 2013.
185
adamları topluluğu bir teorinin doğru olduğunu düşünerek –hatta zaman zaman
sosyal etkenlerin etkisi altında kalarak- hatalı bir gerekçelendirmede bulunabilirler.
Onlar o teorinin güçlü kanıtlarla desteklendiğine inanabilirler veya inandırılabilirler.
Hatta inanmasalar da çıkarları gereği o teorinin doğru olduğunu savunabilirler.
Ancak bilimsel çalışma bir anlık bir uğraş değildir. Lakatos’un terminolojisini
kullanırsak bilimi sürece yayılmış bir uğraş, bir araştırma programı olarak
nitelendirmek daha gerçekçi olacaktır. Bilim adamları hata yapabilirler ancak
doğanın gerçekleri onları bu hatalarından vazgeçmek zorunda bırakacaktır. Bilim
tarihi, tezimizde yer verdiğimiz gibi bu tür birçok örnek içermektedir. Kuhn ve
Güçlü Program bu örneklerin varlığından hareket ederek bilimsel teorileri doğru
veya yanlış diye tasvir edebileceğimiz objektif kriterlerin var olmadığını
söylemektedirler. Oysa onlar bu noktada, yukarıda altını çizdiğimiz gerekçelendirme
ile doğru kılma arasındaki ayrımı göz ardı etmektedirler.
3.3.1.2. Ampirik Veriler ve Bilimsel Bilginin Oluşumu
Bilimsel bilginin oluşumunda sosyal unsurların etkisini daha iyi anlayabilmek için,
sosyal unsurlar dışında bilginin oluşumunda rol oynayan en önemli faktör olan
ampirik verilere de değinmeyi faydalı buluyoruz. Ampirik veri doğanın nasıl
işlediğini anlamada elimizde olan en önemli araçtır. Ampirik veri doğaya
dokunmamızı sağlar. Doğanın nasıl işlediğini ancak bu verileri yorumlayarak anlarız.
Her ne kadar ampirik verilerden farklı bilimsel çıkarımlara ulaşmak mümkün olsa da
bu durum onların değerini azaltmaz. Ampirik verileri kullanarak yaptığımız
modelleme hatalı ise doğa tarafından düzeltilecektir. Tıpkı az önce bahsettiğimiz
hatalı sınıflandırmaların düzeltilmesi gibi.
Ampirik
verilerin
güvenilmez
olduğunu
savunanların
en
temel
eleştirisi
teorilerimizin –metafizik öğretilerimiz ve ideolojilerimiz de buna dâhil edilebilirgözlemlerimizi de etkilediğidir. Örneğin Batlamyus ile Kopernik’in aynı resme
baktıklarında aynı gözlemde bulunmadıkları iddia edilebilir. Ancak biz bu noktada
gözlemin temkinli bir şekilde yürütülmesi durumunda sorunun belli oranda
çözüleceğini düşünüyoruz. Batlamyus dünyanın etrafında dönen bir güneş
gözlemlerken Kopernik güneşin sabit olduğunu ama ufuk çizgisinin hareket ettiğini
186
görmekteydi. Sonuç olarak her ikisi de dünya ile güneş arasında göreli bir harekete
şahitlik ediyordu. Yine güneşin ısı ve ışık verdiğini gözlemliyorlardı. Buradan
çıkarılacak sonuç gözlemlerin tamamen paradigmaya bağlı olarak değişmediğidir.
Farklı paradigmalar, daha önce belirtildiği gibi, önemli bir ortak gözlem kümesine
sahiptir.38 Burada unutulmaması gereken nokta ilk anda edindiğimiz gözlemlerin
sorgusuzca kabul edilmediğidir. Gözlemler hem onları açıklayan teoriyle, hem diğer
gözlemlerle, hem de diğer teorilerimizle ilişkilendirilerek sürekli yeniden
yorumlanır.
Ampirik veriler, bilimsel bilginin oluşum sürecinde önemli yer tutar. İlk olarak
bilimsel inancın oluşmasında ampirik veriler kullanılır. Sadece tümevarımın
kökeninde değil, tümdengelimsel önermelerin oluşumunda da ampirik verilerden,
gözlemlerden faydalanılır. (Aristoteles’in ünlü tümdengelimsel uslamlamasında ilk
öncül olan “Tüm canlılar ölümlüdür” bu tür bir gözlemin sonucudur.) Yine teorilerin
gerekçelendirilmesinde ampirik veriler kilit bir öneme sahiptir. Bu noktada dikkat
edilmesi gereken husus, bilimde sosyal unsurların nerelerde etkin olduğunu dikkatli
tespit etmektir. Bilimsel inancın oluşumunda çoğu zaman en önemli faktör ampirik
etkenler olsa da sosyal unsurların da birçok farklı şekilde bilimsel bilginin
oluşumuna etki ettiğini belirtmiştik. Ampirik veriyi yorumlarken sosyal unsurların
etkisi altında kalırız. Bu hem teorinin oluşumunda hem de gerekçelendirilmesinde
gerçekleşir. Öte yandan sosyal unsurlar göstermeye çalıştığımız gibi doğrunun ne
olduğunu belirleyemez. Sosyal unsurlar ampirik verilerin yorumunu şekillendirse de
onları değiştiremezler. Aristoteles’in ay üstü alemde bozulmanın olmadığına dair
kuramı tüm sosyal desteğe karşın ampirik veriler tarafından yalanlanmıştır. Bugün,
Galileo öncesinde tüm insanların ampirik verilerin Aristoteles’i desteklediğini
umduğunu ancak aslında yanılmış olduklarını biliyoruz. Esasen hatayı iki şekilde
açıklamak mümkündür. Öncelikle ampirik veri sosyal ve/ya metafiziksel nedenlerle
hatalı okunmuştur. Ancak sorun sadece ampirik veriyi yanlış okumaktan değil, eksik
ampirik veriden de kaynaklanır. Nitekim Galileo tarafından geliştirilen Hollanda
teleskopu gibi daha ileri seviyede ampirik veriler sağlayan bir aracın bulunması ile
38
Dolf Sörensen, Theory Formation and the Study of Literature, Amsterdam, Rodopi, 1987,
s. 80.
187
sosyal ve/ya metafiziksel etkenlerin rolü azalmış; doğru, kendisini ampirik veriler
yoluyla açık etmiştir. Ampirik verilerin farklı okunabileceği ile ilgili verilen klasik
örneğimize tekrar baktığımızda da benzer bir durumla karşılaşırız. Batlamyus
astronomisine inanan bir kişi sosyal ve/ya metafiziksel unsurların etkisi ile –hatta bu
noktada Kuhn’un bilim adamlarının şöhretlerine yaptığı vurguyu Aristoteles’in
büyük
otoritesini
hatırlayarak
göz
ardı
etmemeliyiz-
gözlemi
doğru
okuyamayacaktır. Ancak bugün uydu gibi araçların sağladığı ampirik veriler ile
aslında Kopernik’in haklı olduğunu bilmekteyiz. Bunun yanında Kopernik’in
teorisine dayanan öngörüler, bu teori doğayı daha iyi yansıttığı için daha başarılı
olmaktadır. Yani sadece daha iyi gözlemlerin yapılmasıyla değil, mevcut ampirik
verilere dayalı teorilerin öngörülerindeki başarılı olma veya olmama durumuna göre
de sosyal ve/ya metafiziksel unsurların etkisi ile yapılan yorumlar gözden
geçirilecektir. O halde Kuhn ve Güçlü Program’ın ampirik verileri itibarsızlaştırmaya
yönelik aksi yöndeki örneklerine karşın ampirik unsurların bilimsel bilginin
oluşumundaki, doğanın anlaşılmasındaki rolü yadsınamaz. Sosyal unsurların aksine
ampirik veriler doğa tarafından dikte edildiği için keyfi değildir. Kuhn’un yeterince
iyi açıklayamadığı, Güçlü Program’ın ise açıklayamadığı, bilimsel devrim kavramını,
mevcut bir teoriden ampirik verileri daha doğru okuduğu düşünülen başka bir teoriye
geçiş olarak görme taraftarıyız. Bu geçiş çoğu zaman, -Batlamyus astronomisinden
Kopernik astronomisine geçişte veya klasik fizikten kuantum fiziğine geçişte olduğu
gibi- sosyal etkenler sayesinde değil, sosyal etkenlere rağmen gerçekleşmektedir.
Örneğin kuantum fiziği hem teorik düzeyde desteklenmekte, hem de onun
doğruluğuna güvenilerek yapılan teknolojik araçların başarısı ile desteklenmektedir.
Kuantum fiziği kullanılarak icat edilen ve 20 milyon yılda 1 saniye yanılan saatler
veya çok hassas termometreler39 bu tür başarıya örnek olarak verilebilir.
Bu tartışmada “mucizeye yer yok” argümanına atıfta bulunduğumuz fark edilecektir.
Teknolojideki ilerleme ve daha iyi öngörülerde bulunmamız ancak doğayı eskiye
nazaran daha iyi okuduğumuz iddiası ile açıklanabilir. Ne var ki burada doğrusal ve
39
Jonathan Atteberry, “10 Real-World Applications of Quantum Mechanics” (Kuantum
Mekaniğinin 10 Gerçek Hayat Uygulaması) Discovery Channell Resmi İnternet Sitesi,
(Çevrimiçi)
http://dsc.discovery.com/tv-shows/curiosity/topics/10-real-world-applications-ofquantum-mechanics.htm, 10 Şubat 2013.
188
geri döndürülmez bir ilerlemeden söz etmiyoruz. Bilimde lineer bir ilerlemeyi garanti
edecek bir aktör yoktur. Bilim adamları doğayı daha iyi resmettikçe ona dayanan
öngörülerde daha fazla başarıya ulaşacaklardır. Doğayı daha iyi betimlemenin esas
motivasyonu budur. Ancak bilim adamları sosyal unsurların etkisi ile hatalı teorileri
doğru kabul etme tehlikesiyle her zaman karşı karşıyadırlar. Bu noktada Kuhn’un
bilimin düzlemsel bir çizgide hareket etmek zorunda olmadığı görüşüne kategorik
olarak karşı çıkılamayacağını düşünüyoruz. Öte yandan doğanın resminin daha iyi
çizmenin sonucu olarak elde edilen teknolojik başarılar, bilhassa Newton
devriminden bu yana bilimin düzlemsel ilerlemesine neden olmaya yetmiştir.
Bu noktada mucizeye yer yok argümanına karşı getirilen önemli bir itiraza değinmek
istiyoruz. Bir teorinin başarısının o teorinin doğru olduğuna kanıt olamayacağını
söyleyen kişiler Newton fiziğinin başarılarını hatırlatırlar. Newton fiziği, Einstein
tarafından yerinden edilmiş, doğru olmadığı anlaşılmıştır. Bu durumda bir teori
doğru olmasa da işe yarayabilir, hatta bizi uzaya götürecek seviyede teknolojik fayda
sağlayabilir. Her ne kadar bir teorinin doğru olmaması durumunda da işe yaraması
mümkünse de bu itirazdan yola çıkılarak teknolojik fayda ile teorinin doğayı doğru
resmetmesi arasındaki bağın kopartılması hatalı olacaktır. Böyle bir pozisyonu
benimseyenler teknolojik başarılarımızı “şans” ile açıklamak zorundadırlar. Oysa
bundan daha akılcı bir açıklama, bir bilimsel teorinin doğayı daha iyi okudukça daha
başarılı tahminlerde bulunacağı, dolayısıyla daha başarılı bir teknoloji üreteceğidir.
Başka bir deyişle böyle bir durumda “doğru” ile “yanlış” arasında yeni kategoriler
açılması bilim ile doğa arasındaki ilişkiyi açıklamada faydalı olacaktır. Söz gelimi
Newton ve Einstein’ın teorilerini ele alalım. Newton’ın teorisi doğayı başarılı bir
şekilde modellemesi açısından doğruya hayli yaklaşmıştır. Ne var ki Einstein söz
gelimi genel görelilik teorisiyle doğayı daha iyi modellemiş, Newton’ın
açıklayamadığı alanlarda da açıklamalar sunmuştur. Yeni teori ışık hızına yaklaşan
hızlarda ve yüksek yerçekimi alanında daha iyi öngörülerde bulunmaktadır. Buradan
yola çıkarak Newton’ın teorisini “yanlış” olarak nitelendirmek yerine “doğruya
yakın” olarak okumak daha isabetli olacaktır.40 Çünkü Newton’ın teorisi bilimsel
40
Esasen teorinin tamamı doğru olmasa da Newton mekaniğinin içinden çıkacak bazı önermeler
doğru olacaktır. Söz gelimi Newton fiziği kullanılarak Ay’ın belirli bir zamanda nerede olacağı
189
yöntemle elde edilmiş, gerekçelendirilmiş bir teoridir. Teori ışık hızına yaklaşan
hızlarda ve yüksek yerçekimi alanında olmasa da gündelik hayatta gördüğümüz
nesnelerle ilgili isabetli tahminlerde bulunur. Sonuç olarak Newton’la beraber evreni
daha iyi tanıdık. Einstein’ın teorisiyle ise evren hakkında daha da fazla bilgi sahibi
olduk. Şu an Einstein’ın teorisi sayesinde hem daha fazla gözlemi açıklayabiliyoruz
hem de yaptığımız öngörüler - Merkür’ün yörüngesinin hesaplanmasında olduğu
gibi- daha başarılı oluyor. Ancak bu durum Newton’ın teorisinin doğayı, kendisinden
önceki teorilerden daha iyi açıkladığı gerçeğini değiştirmeyecektir.
3.3.1.3. Ampirik Veriler ve İdeoloji
Ampirik verilerin, sosyal unsurların etkisi altında yorumlandığı gerçeğine karşın
onların doğayı tanımada en önemli araç olduğunu belirttik. Bilhassa fizik ve kimya
gibi doğa bilimlerinde ampirik verinin sadece doğayı daha yakından tanımayı
mümkün kılmadığı, teorilerimizin doğruluğunu sınayan bir hakem olduğu da iddia
edilebilir. Ampirik veriler bu alanlarda bilim adamlarına kendini gösterir, dayatır.
Eğer bilim adamları doğanın doğrularından uzaklaşırsa öngörü gücümüz düşecek
örneğin teknolojik kazanımlar sınırlı olacaktır. Dolayısıyla doğa bize, teorilerimizin
onu doğru resmedemediğini hatırlatacaktır. Dahası gerekçelendirme ile ilgili
tartışmamızda değindiğimiz gibi, bilim adamları sadece meslektaşlarının takdirini
kazanma gayesiyle mevcut teorileri desteklemezler; bilimsel gerçeği daha başarılı
sergileyerek –en azından uzun vadede- bilim adamlarının gözünde prestij
kazanacaklarını bilirler. Eldeki ampirik verilere rağmen hatada ısrar etmeleri
durumunda prestijlerinin yara alacağının farkındadırlar.
Biyolojinin bazı alanlarında da doğanın hatalı resmedilmesi sonucu başarısızlığa
uğrayan teoriler kolayca terk edilebilir. Söz gelimi uzun süre Batlamyus Astronomisi
ile beraber Avrupa’da egemen olan Galen’in tıp anlayışı Kilise’den aldığı tüm
ile ilgili matematiksel hesaplar yapılırsa ulaşılan önermelerin doğru olduğu görülecektir. Bu
durumda bu önermelerin sahibinin Ay’ın nerede olacağını bildiğini söylememiz gerekir. Bu bilgi
hem gerekçelendirilmiş hem de doğrudur. Yine de teorinin tamamının doğru olduğunu iddia
etmek mümkün değildir.
190
desteğe rağmen41 Vesalius’un insan bedeni üzerine çalışmaları neticesinde yerinden
edilmiştir. Burada dikkat edilmesi gereken husus Vesalius’un çalışmalarında ampirik
anatomiye eğilmesidir. Vesalius bu ampirik çalışmaları neticesinde Galen’in aslında
gerçek bir insan bedeni üzerinde çalışmadığını anlamıştır. Sonuç olarak yeterli
ampirik dayanaktan yoksun olan Galen’in tıp anlayışı sahip olduğu tüm desteğe
rağmen terk edilmiştir.42 Esasen Vesalius’tan 7 asır önce El Razi de benzer bir
itirazda bulunmuştur. Galen’ın tıp anlayışının Arap dünyasında sahip olduğu tüm
otoriteye rağmen El-Razi kendi edindiği ampirik verilere uymadığı için Galenci tıpı
eleştirmiştir.43 Görüldüğü gibi birbirinden çok farklı bağlamlarda da olsa ampirik
veriler doğruluk iddiasındaki teorileri yargılamada merkezi bir rol oynamaktadırlar.
Ancak şu da bir gerçektir ki her alanda bu denli net ampirik kanıtları bulmak
mümkün değildir. Bilhassa Darwin’in evrim kuramının yorumunda ampirik kanıtlar
yeterince belirleyici olamamakta, yorumlar sosyal etkenlerin yoğun etkisi altında
kalmaktadır. İdeolojiler, metafizik kabuller bu tür biyolojik tartışmaları belli ölçüde
şekillendirmektedir. Şimdi kısaca bu şekillendirme ile ne kast ettiğimizi ve
şekillendirmenin nedenlerini analiz edelim.
Charles Darwin tarafından 1859’da yazılan Türlerin Kökeni (The Origin of Species)
adlı eser bu kuramın –her ne kadar teori zaman içinde birçok revizyondan geçse deilk temel metnini oluşturur. Kısaca betimlemek gerekirse Darwin türlerin nasıl ortaya
çıktığını araştırmış, sonuç olarak doğal seçilim (natural selection) mekanizmasının
belirleyiciliğine hükmetmiştir. Ortak bir atadan gelen ve mutasyonlar yoluyla
farklılaşan türlerden yaşam mücadelesinde ayakta kalanlar sonraki nesillere
kalıtımsal özelliklerini taşıma şansını yakalamış olacaklardır.44 Esasen biyolojik bir
çerçevede değerlendirilebilecek bu teori, tarihin en çok tartışılan teorisi halini
almıştır.
41
Henry, Bilim Devrimi ve Modern Bilimin Kökenleri, s. 63.
42
Whitfield, Batı Biliminde Dönüm Noktaları, s. 136-137.
43
Ahmad S. Dallal, “Early Islam” John Hedley Brooke ve Ronald L. Numbers, (der.), Science
and Religion around the World, New York, Oxford University Press, 2011, s. 131.
44
Charles Darwin “Origin of Species” Michael Ruse (der.), Philosophy of Biology, New York,
Macmillan, 1989, s. 41-46.
191
Teoman Durali günümüzde biyolojinin felsefeden ayrılmadığını söyler.45 Biyolojinin
her alanı için bu iddiada bulunmak mümkün değildir. Örneğin dalağın nasıl
çalıştığını veya alligatörlerin timsahlardan farklarını felsefeye bağlamak mümkün
görünmemektedir. Bununla beraber Evrim teorisine felsefecilerin ve teologların
duyduğu ilgi göz ardı edilemez boyuttadır. Bilhassa Evrim teorisine taraflarca
yüklenen misyon onun objektif değerlendirilmesini zorlaştırmıştır. Amerika’da
Evrim tartışmaları mahkemeye taşınmıştır. Tennessee eyaletinde, okullarda Evrim
teorisini öğretmek 1920’lerde yasaklanmış, ancak Amerikan Yüksek Mahkemesi
1967’de Evrim teorisinin öğretilmesinin anayasaya aykırı olmadığını belirtmiş,
Kilise ile Devlet’in ayrılığı ilkesine dikkat çekmiştir.46 Evrim teorisi tartışmaları
Amerika’da önemini günümüzde de korumakta, dinle –dolayısıyla siyasetle- ilgili
tartışmaların vazgeçilmez bir öğesi olmayı sürdürmektedir.
Evrim teorisinin ideolojik okumalara, metafiziksel yorumlara bu denli açık olmasının
birkaç nedeni vardır. İlk olarak Evrim teorisi ampirik veriler bağlamında fizik
teorilerinden ayrılır. Evrim teorisi çok yavaş mutasyonların varlığını savunduğu için
makro düzeydeki değişikliklere deney ve gözlemle ulaşmak çok daha zordur. Başka
bir deyişle Evrim teorisinin öngördüğü mutasyonlar milyonlarca yıla yayılmıştır.
Onları yapay yollarla oluşturmak sanıldığından çok daha güçtür. Bu nedenle teorinin
doğruluğundan şüphe edenler teorinin metafiziksel olduğunu iddia etmektedirler.
Hatta Popper’a atıfla teorinin test edilemeyeceğini ve yanlışlanamayacağını
savunmaktadırlar. İşin ilginç yanı bir dönem Popper da Evrim teorisini “metafiziksel
bir araştırma programı” olarak nitelendirmiş, ancak sonra Evrim teorisinin test
edilmesinin mümkün olduğunu kabul etmiştir.47 Ampirik kanıtların fizikteki kadar
belirleyici olamamasının bir diğer nedeni ise ampirik verilerin türüdür. Evrim
45
Teoman Duralı, Felsefe-Bilimin Doğuşu: Aristoteles’te Canlılar ve Bilim Sorunu, İstanbul,
Dergâh yayınları, 2011, s. 112.
46
Michael Ruse “Creation Science: The Ultimate Fraud.” Philosophy of Biology, s. 330-331.
47
Sven Ove Hansson, “Science and Pseudo-Science”, Edward N. Zalta (der.), The Stanford
Encyclopedia
of
Philosophy
(Çevrimiçi)
http://plato.stanford.edu/archives/win2012/entries/pseudo-science/ 19 Şubat 2013.
192
tartışmalarında önemli bir yer tutsan fosiller yoruma fiziksel kanıtlardan daha
açıktır.48
Ancak bize göre Evrim teorisinin ideolojik yorumlara açık olmasının altında yatan
asıl etken teorinin baştan beri “Tanrı” kavramıyla ilişkilendirilmesidir. Esasen
Darwin’in Evrim teorisinden önce de –örneğin 18. Yüzyılda- Avrupa’da biyoloji
tartışmaları felsefi ve toplumsal konularla ilişkili olarak tartışılıyordu. Ateizmin
ahlak için yeterli bir temel oluşturamayacağı fikri bu tartışmalarda önemli bir rol
oynuyordu. Eğer canlılar tesadüfen ortaya çıkmışsa bu durumda ahlak için gerekli
zemin sağlanamayacak inancı hâkimdi. Bunun yanında eğer Tanrı yoksa bu durumun
toplumda da karşılığı olacak, toplumda hâkim olan hiyerarşilere de kuşkuyla
bakılacaktı. Demek ki onlar da sorgulanabilecekti.49 Görüldüğü gibi Evrim
tartışmalarının biyolojik alanla sınırlı kalmaması, teorinin sosyal alanda ve
metafiziksel alanda oynayacağı rol, teorinin değerlendirilmesinde her zaman etkili
olmayı sürdürmüştür.
İşin ilginç yanı teorinin sadece iki kampta değerlendirilmemesidir. Çalışmamız
açısından önem taşıyan bir gerçek şudur ki, Evrim tartışmalarında Evrim teorisi
karşıtlarını dindarlar; Evrim teorisini destekleyenleri ateistler olarak görmek
hatalıdır. Evrim teorisinin ilk günlerinden beri var olan teist evrimciler tartışmayı
daha da karmaşık bir hale getirmektedirler. Darwin’le doğal seçilime dayanan Evrim
teorisini neredeyse eş zamanlı bulan Alfred Russel Wallace evrim teorisinin Tanrı
inancına aykırı olması bir yana, teorinin –Hristiyan teolojisini olmasa da - Tanrı’nın
varlığını desteklediğini düşünüyordu.50 Darwin’in fikirlerini Amerika’da tanıtan
48
Bununla beraber Evrim teorisi ampirik kanıttan yoksun değildir. Evrim teorisinin gerçek
zamanda gözlemlenemediği iddiası Michigan Devlet Üniversitesi’nden Zachary Blount ve
arkadaşları tarafından yapılan araştırmalar ve birçok benzeri çalışma ile çürütülmüştür.
Bakteriler üzerine yaptıkları 25 yıllık çalışma neticesinde 56.000 nesil incelenmiş, sonuç olarak
33.000 nesil sonunda bakteriler sitratı besin olarak kullanma yönünde belli bir gelişme
göstermiş, kazandıkları bu yeteneği sonraki 13.000 nesilde geliştirmişlerdir. Bakınız: John
Swain, “Evolution caught in the act” The CERN Courier Dergisi İnternet Sitesi, (Çevrimiçi)
http://cerncourier.com/cws/article/cern/51542, 18 Aralık 2012.
49
Shirley A. Roe, “Biology, Atheism, Politics in Eighteenth Century France”, Biology and
Ideology, s. 36-39.
50
Martin Fichman, An Elusive Victorian: The Evolution of Alfred Russel Wallace, Chicago,
University of Chicago, 2004, s. 305.
193
Harvardlı botanikçi Asa Gray de evrimle tasarım arasında bir çelişki görmüyordu.
Tanrı yaratma işlemini doğrudan değil ikincil sebeplerle de yürütmeyi tercih
edebilirdi. Bu durumda evrim sürecini yönlendiren güç Tanrı oluyordu. 51 Asa Gray
kendisinin fikirlerine büyük önem veren Darwin ile yazışmalarında onu Tanrı
konusunda ikna etmeye çalışmıştır. Darwin, Evrim teorisinin ateist bir perspektiften
yorumlanmak zorunda olmadığını, bunun bir zorunluluktan ziyade bazı kişilerin
tercihi olduğunu belirtir. Dahası, geleceği bilen ve tasarlayabilen bir Tanrı’nın Evrim
teorisi yoluyla insanı yaratmış olabileceğini kabul eder. 22 Mayıs 1860’da yazdığı
mektupta Evrim’i herkesin istediği şekilde yorumlayabileceğini ancak Evrim’in ille
de bir metafiziksel duruşu desteklemediğini savunur.52 Yine Rus bilim adamı
Theodosius Dobzhansky Hıristiyan Ortodoks bir bilim adamı olarak evrimci
görüşleri savunmuştur. Bu görüş günümüzde de İnsan Genom Projesinin (Human
Genome Project) direktörü Francis Collins, Francisco Ayala ve Kenneth Miller gibi
önemli biyologlar tarafından savunulmaktadır.53 Bu kişiler de evrimin varlığını kabul
ederek Tanrı’nın canlılığı evrim mekanizması yoluyla yarattığını iddia etmektedirler.
Öte yandan bazı biyologlar Evrim teorisinin Tanrı fikrini geçersiz kıldığını iddia
etmektedirler. Bu görüşü savunanların başında biyolog Richard Dawkins ve felsefeci
Daniel Dennett gelmektedir. Bilhassa Dawkins, Kör Saatçi (The Blind Watchmaker)
isimli kitabında Evrim teorisinin evrende tasarımın olmadığını kanıtladığını iddia
etmektedir.54 Temel olarak bu fikri benimseyenlerin iddiası evrim mekanizmasının
metafiziksel iddiaların açıklayamadıklarını açıkladığı, evrimin bu iddialara alternatif
olduğudur. Örneğin Dawkins neden Darwinci olduğunu açıklarken ona alternatif
olan Lamarck’çı evrimin ve Tanrı fikrinin doğadaki oluşumu Darwin’in Evrim
51
Phil Dowe, Galileo, Darwin, and Hawking: The Interplay of Science, Reason, and
Religion, Grand Rapids, MI, W.B. Eerdmans Pub., 2005, s. 127-130.
52
Darwin’in Asa Gray’e 22 Mayıs 1860’da yazdığı mektubu için bakınız: Darwin Mektuplaşma
Projesi İnternet Sayfası, (Çevrimiçi) http://www.darwinproject.ac.uk/entry-2814 08 Kasım
2012.
53
Keith Ward, “Misusing Darwin: The Materialist Conspiracy in Evolutionary Biology”
Manning Re Russell ve Michael Byrne (der.), Science and Religion in the Twenty-first
Century, Londra, 2013, s. 96.
54
Nitekim kitabın alt başlığı olarak şu cümle seçilmiştir: “Neden evrimin sunduğu kanıtlar
tasarımlanmamış bir evreni ortaya çıkarıyor” Bakınız: Richard Dawkins, The Blind
Watchmaker: Why the Evidence of Evolution Reveals a Universe without Design, New
York, W.W. Norton, 2006.
194
teorisinden daha iyi açıklayamamalarına bağlar. Görüldüğü gibi bu görüş Tanrı
fikrinin Evrim teorisiyle uyuşmayacağı önkabulüne dayanmaktadır. 55
Esasen evrimci teistler ile evrimci ateistlerin görüş farkından yola çıkarak sosyal
şartlanmaların ampirik veriyi şekillendirdiği yönünde bir iddiada bulunmak hatalı
olacaktır. Her ne kadar bilim adamlarının metafiziksel görüşleri, onların evrim
teorisini farklı yorumlamalarına neden olsa da ortada ampirik veriyi farklı okuma
gibi bir durum söz konusu değildir. Batlamyus ve Keplerci iki astronomun güneşin
batışını gözlemlerken yaptıkları farklı çıkarımları hatırlayalım. O örnekte iki
astronom zihinlerindeki mevcut teorilerin etkisi ile aynı nesneyi görmelerine rağmen
farklı gözlemlerde bulunuyorlardı. Oysa Evrim teorisindeki örneğimize dönersek
ortada farklı bir gözlem de bulunmamaktadır. Burada yaşanan görüş farklılığı,
biyolojideki gözlemlerden neşet etmemiştir. Görüş farklılığı, biyolojiden çıkmayan
metafiziksel iddiaları biyolojiyle ilgili gözlemlerle destekleme gayretinin bir
sonucudur. Teist evrimciler de ateist evrimciler de evrimsel sürecin ampirik bileşeni
hakkında fikir birliği içinde olabilirler. Söz gelimi yukarıda değindiğimiz deneyde
bakterilerin kaç nesil sonra sitratı besin olarak kullandığı konusunda bir görüş
ayrılığı bulunmayacaktır. Ancak bilimden kendi otoritesini aşan konularda
açıklamalar beklemek ve onu buna zorlamak bilimi ideolojinin egemenliğinin altına
sokacaktır. Biyoloji ve genel anlamda bilim, meşru limitlerini aşmadan metafiziksel
iddiaları doğrulayamaz ve yanlışlayamaz.56
Elbette bilim bir konuda her metafiziksel görüşü veya ideolojiyi eşit oranda destekler
demek istemiyoruz. Bilimsel teoriler bir metafiziksel görüşü diğerinden daha çok
destekleyebilir. Ancak bu destek sınırlıdır. Metafiziksel tartışmalarda başka dalların
rehberliği bilimsel verilerin yorumlanmasına katkı sağlayabilir ve bu şekilde hangi
metafiziksel görüşün daha makul olduğu konusunda bir fikir beyan edebilir. Örneğin
felsefeci Alvin Plantinga Evrim teorisinin verilerinin metafiziksel bir pozisyon olan
natüralizmle uyumlu olmadığını felsefi argümanlar yoluyla savunmuştur. Bu noktada
55
Alister McGrath, “Evolutionary Biology In Recent Atheist Apologetics”, Biology and
Ideology: From Descartes to Dawkins, s. 333.
56
Alister E. McGrath, The Order of Things: Explorations in Scientific Theology, Malden,
MA, Blackwell Pub., 2006, s. 29.
195
o, evrimle kazanılan bilişsel yeteneklerimize atıfta bulunarak bir felsefi argüman inşa
etmiştir.57 İdeolojik unsurların en kolay girebildiği biyolojiyi bu unsurlardan
temizlemek için bu yol tercih edilmeli, biyolojiden sınırlarının ötesinde taleplerde
bulunulmamalıdır. Bu durumda biyolojinin veya bilimin içinde var olduğu düşünülen
birçok çatışan görüşün aslında Batlamyus-Kepler örneğinde olduğu gibi ampirik
verilerin farklı algılanmasından kaynaklanmadığı, sorunun kökeninde uzlaştırılamaz
metafiziksel iddiaların olduğu görülecektir.
3.4.
Sonuç: Sosyal Unsurlar, Gerekçelendirme ve Bilimsel
Gerçek
İskoç Felsefeci Alasdair MacIntyre ahlakın unutulduğu bir toplumdan bahsederken
hayali bir senaryoya başvurur. Bu senaryoya göre bilim, yol açtığı felaketler
nedeniyle suçlu ilan edilmiş, toplumumuz tarafından yok edilmeye çalışılmıştır.
Bilim adamları öldürülmüş, kitaplar yakılmış, laboratuarlar yok edilmiştir. Bilim
öğretmek tamamen yasaklanmıştır. Ancak aradan bir süre geçtikten sonra karşı bir
hareket doğmuş ve insanlar bilimin ne olduğunu anlamaya çalışmışlardır. Ancak
ellerinde bilim değil, sadece bilgi kırıntıları vardır. Tekrar öğrenilen bilgiler, yeniden
ortaya çıkan bilim dalları olsa da, insanlar gerçek anlamda bilim yapamamaktadırlar.
Dahası tüm çabalarına rağmen yaptıklarının bilim olmadığının farkında değillerdir. 58
MacIntyre’ın bu örneğinde bilimin ne olduğunun anlayamamanın altında bilimle
araya giren mesafe yatmaktadır.
Bilimin ne olduğunu ve nasıl işlediğini anlayamamak için bu tür bir felaketin ve
yıkımın yaşanması gerekmediği kanaatindeyiz. Çoğu zaman, hayatımızda merkezi
yer tutan birçok bilimsel tartışmaya rağmen bilimin ne olduğu üzerine bir
sorgulamaya gitmeyiz. Bilim üzerine söylenenlerin çoğu –ki buna bilim adamlarının
söyledikleri de dâhildir- basmakalıp sözlerden, sorgulanmamış kabullerden ibarettir.
Bu
bağlamda
Kuhn
ve
Güçlü
Program’ın
çabası
bilim
sosyolojisini
57
Alvin Plantinga “Introduction: The Evolutionary Argument Against Naturalism” James K.
Beilby, (der.) Naturalism Defeated?: Essays on Plantinga's Evolutionary Argument against
Naturalism, Ithaca, Cornell University Press, 2002, s. 1-12.
58
Alasdair C. MacIntyre, After Virtue: A Study in Moral Theory, Notre Dame, IN, University
of Notre Dame, 2007, s. 1-2.
196
zenginleştirmiştir. Onlar bilim tarihinden örneklere atıfta bulunarak bilimsel
araştırmanın
içindeki
sosyal
unsurların
Reichenbach’ın
keşif
bağlamı-
gerekçelendirme bağlamı ayrımı ile anlaşılamayacağını iddia etmişlerdir. Ne var ki
hem 2. bölümde hem de bu bölümde göstermeye çalıştığımız gibi, Kuhn ve Güçlü
Program
sosyal
unsurların
bilimsel
bilginin
oluşumundaki
rolünü
doğru
çizememişler, ortodoks bilim görüşünü eleştirirken diğer uca savrulmuşlardır.
Sosyal unsurların bilimsel uğraştaki rolünü olduğundan büyük göstermek -sonuçları
derinlemesine analiz edilmediğinde- her bilim sosyoloğu için cazip bir eylemdir. Ne
var ki gerçekçi olmayan sınır çizme denemeleri hem bilime hem de bilimsel uğraşı
izlemeyi amaçlayan bilim sosyolojisine yıkıcı etkide bulunabilir. Bu bölümde kendi
görüşümüzü açıklarken temkinli bir pozisyon benimsememizin altında bu ihtimal
yatmaktadır.
Bu çalışmada asıl vurgulamaya çalıştığımız nokta bilim adamlarının hem bir teorinin
oluşumunda hem de onun gerekçelendirilmesinde sosyal etkenlerin etkisi altında
kalabileceğidir. Ne var ki doğa burada devreye girer ve hatalı olan ancak doğru kabul
edilen teorilerin elenmesinde iş görür. Elbette doğa bilim adamları topluluğu gibi bir
aktör değildir. Hatalı teoriyi bize göstermesi dolaylı yollardan, yine bilim
adamlarının üzerinden gerçekleşir. Burada önemli olan husus, bilim adamlarını
yekpare ve çıkarlarının peşinden koşan bir grup olarak görmemektir. Bilim adamları
topluluğunun çok büyük bir bölümü Kuhn’un bahsettiği gibi sosyal etkenler
nedeniyle şartlanmış olsalar da, bu şartlanmaları aşan bilim adamları bilimsel
devrimleri vücuda getirmeyi başarmışlardır. Bu noktada doğanın daha iyi
yorumlanmasının teknolojik faydaya dönüşmesi de göz ardı edilmemesi gereken bir
faktördür.
Son olarak bilimsel bilginin oluşumuna etki eden sosyal unsurların belirleyici gücünü
anlamak için onları ampirik verilerin etkisiyle beraber değerlendirmek gerekir.
Ampirik veri doğaya dokunmamızı, iletişime geçmemizi sağlayan en önemli araçtır.
Hatta bilimde eleştirel düşünme de ancak doğa ile bağ kurarak, ampirik veriler
yoluyla gerçekleşebilir. Bununla beraber ideoloji, ampirik verilerin var olduğu
teorilere de sızmaya çalışır. Evrim teorisi örneğinde incelediğimiz gibi burada dikkat
197
edilmesi gereken husus sosyal etkenlerin her zaman -Güçlü Program’ın iddiasının
aksine- bilime ayrılmayacak şekilde sızmış olmadığıdır. Farklı metafiziksel inançlara
sahip biyologlar ampirik verileri farklı gözlemlememektedirler. Onlar daha çok
bilimden otoritesini aşan bir alanda hakemlik beklemekte, ancak bu beklentiyle
bilimi metafiziksel görüşlerine alet etmektedirler. Oysa yapılması gereken
biyolojiden veya başka bir bilim dalından metafiziksel iddialarını doğrulamasını
beklemek değil, tartışmayı bilimle sınırlamayarak felsefe ve benzeri alanlara
taşımaktır. Başka bir deyişle bu tartışmaların sağlıklı yürütülmesi için yapılması
gereken bilim adı altında felsefe yapmak değil, bilime atıfta bulunarak felsefe
yapmaktır. Bu tür bir tavır, bilime ideolojinin sızmasını belli oranda engelleyecek,
dolayısıyla bilime karşı duyulan önyargıların kırılmasını sağlayacaktır.
198
SONUÇ
“Ben sadece kimyaya saygı duyuyorum. Kimyaya saygı duyulmalı.”
(Breaking Bad dizisinden)
Modern dönemlerde her bilgi türünün, bilimin statüsüne ve o statüden kaynaklı
otoritesine imrendiğini söyleyebiliriz. Bilim ve doğal olarak bilim adamları modern
toplumun hâkimleri, karar vericileridir. Bu gayet doğaldır zira bilimin toplumda
yarattığı dönüşüm öyle köklüdür ki onun önemiyle kıyaslandığında Rönesans ve
Reform dahi sıradanlaşacaktır.1 Ortodoks bilim anlayışının ve onun ileri bir
versiyonu sayılabilecek bilimciliğin bu statüden faydalandığını görüyoruz. Bilimin
epistemolojik üstünlüğünün onu yapanların ontolojik üstünlüğüne çevrilmesi
çoğumuzu rahatsız etmemektedir. Sonuçta bilim insanüstü bir uğraş olarak görülüp –
Standen’in tabiriyle- kutsal bir ineğe2 dönüşmektedir. Öte yandan bu tür bir
kutsallaştırma eğilimi, tepkisel bir pozisyonu beraberinde getirecek, bilim bazı sosyal
bilimciler tarafından
sıradan bir konvansiyona indirgenecektir.
Bizim
bu
çalışmamızdaki iddiamız her iki pozisyonun da doğruyu yansıtmadığıdır. Bilimin ne
olduğunun, özelde de bilimsel bilginin nasıl oluştuğunun anlaşılması, onun meşru
otoritesinin belirlenmesi açısından kilit önemdedir. Ancak bilimsel bilginin oluşum
süreçleri detaylı şekilde analiz edilirse bilimin meşru sınırları ve bilime sızmaya
çalışan ideolojik/metafiziksel öğeler belli oranda ayırt edilebilir. Çalışmamızda
1
M. A. Butterfield, The Origins of Modern Science: 1300-1800, The Macmillan Company,
New York, 1957. S.vii.
2
Anthony Standen, Bilim Kutsal Bir İnektir, Şule Yayınları, çev: Burçak Dağıstanlı, 1997,
İstanbul.
199
sosyal unsurların bilimsel bilginin oluşumunda nasıl bir rol oynadığını işte bu saikle
araştırmaya başladık.
Tezimize bilimin ortodoks tanımını genel yönleriyle analiz ederek başladık. Bu
analiz birkaç yönden önem taşımaktadır. İlk olarak ortodoks bilim anlayışının
tezimizin ana sorusuna nasıl yaklaştığını yani bu anlayışa göre sosyal etkenlerin
bilimsel bilginin oluşumunu nasıl etkilediğini bu bölümde analiz ettik. Bu analizimiz
neticesinde ortodoks bilimin sosyal unsurlara çok kısıtlı bir etki alanı sunduğunu
ifade ettik. Esasen ortodoks yorum, bilimi objektif bir çaba olarak görmekte, bu
görüşünü, aksi tarihsel örneklere rağmen, muhafaza etmekteydi. Bilim adamları
adeta bir makine gibi duygulardan, saplantı ve hırslardan, diğer bilim adamlarının ve
bilim adamları topluluğunun görüşlerinden etkilenmeden hareket etmekteydiler. Bu
bilim tarifine göre bilim adamları topluluğunun bilimsel uğraşa etkisinden söz
edilemezdi. Kuşkusuz bu durum sosyolojinin açıklama alanına bir müdahaledir. Bu
kamptaki sosyologlara göre bilimin sosyolojik bir analizi bilimin işleyişine veya
doğasına odaklanmamalıdır çünkü bilimin objektifliği onun özel bir alan olmasıyla
güvence altına alınmaktadır.
Bu noktada, ortodoks bilimin savunucularının sosyal etkenlerin rolüyle ilgili
görüşlerini açıklamakta fayda gördük. Bu görüşe göre de toplum, bilimi
etkilemektedir. Ancak onlara göre bu etki sadece “keşif” ile sınırlıdır. Tezimizde
keşif bağlamı ve gerekçelendirme bağlamı başlığı altında ele aldığımız bu
formülasyona göre toplum bir bilimsel keşfin ortaya çıkışında etkin rol oynar.
Örneğin Newton döneminin ihtiyaçları ile Newton’ın keşifleri arasında doğrudan bir
ilişki gösterilebilir. Bilim adamları sosyal varlıklar olarak toplumun ihtiyaçlarını göz
ardı edemezler. Dahası bilim adamlarının belli keşifleri yapabilmeleri için daha önce
başka keşiflerin yapılmış olması gerekir. Örneğin Newton’ın kendisinin de ifade
ettiği gibi önceki dönemin bilim adamları ve bilimsel gelişmeleri olmasaydı
Newton’ın fizikte, optikte ulaştığı birçok sonuca ulaşması mümkün olmayacaktı. Bu
son boyut, fark edileceği gibi bilimin kümülatif bir uğraş olduğu iddiasının altını
çizmektedir. Genel olarak keşif bağlamı, bir keşfin belli bir bağlamın ürünü
200
olduğunu, bir sosyoloğun veya tarihçinin bu bağlamı inceleyebileceğini iddia
etmektedir.
Öte yandan ortodoks bilim anlayışına göre toplum ve diğer sosyal etkenler bir
buluşun gerekçelendirmesine etki etmeyecektir. Diğer bir deyişle bilim adamları bir
bilimsel inancın doğruluğuna veya yanlışlığına hükmederken sosyal etkenlerin etkisi
altında kalmamaktadırlar. Sosyal etkenler keşfin ortaya çıkmasından öteye
gidemezler. Bilim, bu anlamda kendi kuralları ile işleyen, sosyal etkenlere kapalı bir
uğraştır. Bu bilim görüşünün 20. yüzyılın ikinci yarısına kadar hâkim olduğunu hatta
bilim sosyolojisinin kurucusu Merton gibi isimlerin bile analizlerini, sosyal
faktörlerin bilimsel kurumların işleyişine etkileriyle kısıtlı tuttuklarını belirttik.
Tezimizde bir pozitivist olarak değerlendirilemeyeceğini söylediğimiz Popper da bu
anlamda ortodoks bilimin sosyal unsurlara çizdiği role daha sıcak bakmaktadır. Her
ne kadar bilim adamlarının bir topluluk olarak önemine işaret etse de Popper da
sosyal etkenlerin bilimsel bilginin oluşumunda içeriğe etkisini önemsemez. Bilim
adamları topluluğunun hangi bilimsel teorinin yanlışlandığına ve terk edilmesi
gerektiğine karar verdiğini söylese de, Popper’a göre bilim adamları topluluğunun bu
kararı sosyal etkenlerin yansıması değil, bir bilimsel zorunluluğun sonucudur.
Ortodoks bilimin iddia ettiği gibi Popper’da da bilim adamlarının bu kararı almasını
sağlayan doğadır. Bilim adamlarının şartlanmaları gibi sosyal etkenler bu süreçte rol
oynamaz. Tüm ortodoks bilim savunucularının iddia ettiği gibi Popper’da da bir
bilimsel teorinin doğruluğuna veya yanlışlığına karar verirken kullanılan kriterler
objektiftir. Dolayısıyla zamana ve topluma göre değişme göstermezler. Esasen
sadece Popper değil, toplumsal unsurların düşünmemizi sağlayan kategoriler dahil
her alandaki belirleyiciliğine işaret eden sosyolojinin kurucu babalarının dahi konu
doğa bilimleri olunca ortodoks bilim anlayışına sahip çıktıkları görülür. Onlar doğa
bilimlerinin kazandığı başarıların da tesiriyle sosyal olanı doğa bilimine –kendi
teorileriyle çelişme pahasına da olsa- sokmamışlardır. Kısacası bu çalışmada
gösterildiği gibi, ortodoks bilim görüşü 1960’lara dek ciddi bir muhalefetle
karşılaşmamış, bilim felsefecileri, bilim sosyologları ve bilim tarihçileri tarafından
benimsenmiştir. Oysa bu çalışmada gösterilmeye çalışıldığı gibi bu tür bir tasvir
bilimsel uğraşı doğru resmedemez. Keşfin bağlamla ilişkisini göstermek doğru bir
201
çaba olsa da yeterli değildir. Bağlam neyin ne zaman keşfedileceği ile
sınırlandırılamaz. Kuşkusuz bilim adamları bir teorinin doğru veya yanlış olduğuna
hükmederken de toplumsal etkenlerin etkisi altında kalmaktadır. Birçok tarihsel
olaydan hareketle, bu çalışmada, ortodoks bilimin sosyal unsurlara biçtiği rolün ne
kadar sığ olduğu gösterilmeye çalışıldı.
Bilimsel bilgi, diğer bilgi türleri gibi sosyal unsurlardan arınmış değildir. İlk
bölümdeki analizimiz bilimin sosyal unsurlardan arınmış özel bir statüde olduğu
iddiasını tarihsel örneklerle çürütmeye çalışırken ikinci bölümde yer vereceğimiz
alternatif açıklamaya da zemin hazırlama niyetindeydi. Kuhn ve Güçlü Program’ın
hangi ortamda ve neye tepki olarak geliştiklerini yine ilk bölümdeki analizimiz
olmadan gösteremezdik. Sadece bu teorilerin hangi ortamda ve neye tepki olarak
doğduklarını değil, Kuhn ve Güçlü Program’ın sosyal etkenlerin açıklama
kapasitesini ne denli geliştirdiklerini de ilk bölümdeki analizimiz sayesinde
gösterebildik.
Analizlerimizi derinleştirdiğimiz asıl kısım Kuhn ve Güçlü Program’ın sosyal
unsurlara biçtiği rolü gösterdiğimiz ikinci bölümdü. Kuhn’un sosyal etkenlere
merkezi bir yer veren ve bunu kapsamlı bir teoriyle sunan ilk kişi olduğu
söylenebilir. Kuhn, “keşif bağlamı-gerekçelendirme bağlamı” ayrımını kabul
etmeyerek sosyal etkenlerin bilimin doğasına, doğruluk kriterlerine de etki edeceğini
göstermeye çalışmıştı. Çalışmamızda, Kuhn’un teorisi detaylarıyla irdelendi. Bu
noktada Kuhn’un teorisinin bilim sosyolojisine büyük katkıda bulunduğunu,
ortodoks bilim anlayışının geçerliliğine tarihten getirdiği delillerle karşı çıktığını
gördük. Dahası Kuhn, bilimde objektif gözlemin olmadığı, bilimin ilerlemediği,
bilim adamlarının teorilerini yanlışlamaya çalışmadığı ve yanlışlanan teorilerin terk
edilmediği gibi temel tezlerle ortodoks bilime karşı bir konum almıştır. Kuhn’un
teorisini bir bütün olarak doğru veya yanlış kabul etmenin hatalı olacağı kanaatini
taşıyoruz. Kuhn’un birçok gözlemi ve argümanı bilim tarihinden örneklerle
desteklenmektedir. Örneğin bu çalışmada gösterilmeye çalışıldığı gibi bilim
adamlarını diğer topluluklardan ayıran “unsurlar”, ortodoks bilim teorisyenleri
tarafından abartılmıştır. Bilim adamları, Kuhn’un da dediği gibi, yeniliklere sanıldığı
202
kadar açık değildir. Bu konuda, lohusa humması ile ilgili çalışmalarda bulunan
Semmelweis’ın karşılaştığı direnç önemli bir örnektir. Newton fiziğine karşı ortaya
çıkmaya başlayan bulguların 1900lerin başında bir şekilde Newton fiziğiyle
uyuşturulmaya çalışılmasını da bu konuda Kuhn’u destekleyen bir diğer örnek olarak
gösterebiliriz. Yine bilim tarihi bilim adamlarının hırslarını, kıskançlıklarını,
beğenilme arzularını ortaya koyan örneklerle doludur. Bu konuda Kuhn’un genel
olarak doğru gözlemlerde bulunduğu kanaatindeyiz. Öte yandan Kuhn’un
doğruluğun kriterlerini betimlerken doğa ile bağlantıyı göz önünde bulundurmadığını
itiraf etmemiz gerekir. Kuhn her paradigmanın kendi doğruluk kriterlerini de
beraberinde getirdiğini iddia ederken hayli rölativist bir konum benimsemiştir.
Ancak bu tür bir eğilim bilimsel devrimlerin yapısını açıklama noktasında aciz
kalmaktadır. Çalışmamızda Kuhn’un teorisinin -ironik bir şekilde- bilimsel
devrimleri niye açıklayamayacağına değindik. Eleştirimiz şu şekilde özetlenebilir:
Kuhn paradigmaların belirleyiciliğinden söz ederken, bir yandan da devrimin
gerçekleştiğini belirtmektedir. Oysa sosyal unsurlar esas belirleyici faktör ise bu
durumda yerleşik paradigmayı yerinden eden şey nedir? Bu unsurun doğa olduğunu
çalışmamızda örneklerle ortaya koymaya çalıştık. Doğayla kurulan temas bilim
adamlarını uzun vadede de olsa etkileyecek ve teori değiştirmeye zorlayacaktır.
Çalışmamızda, bu zorlamanın nasıl gerçekleştiğini de detaylandırmaya gayret ettik.
Bilhassa “Mucizeye Yer Yok” argümanını detaylandırarak, doğayla kurulan bağın
zayıf gösterilmesinin veya yok sayılmasının, artan öngörü kapasitesini ve teknolojik
gelişmeyi açıklayamayacağı vurgulandı. Teknolojik ilerleme –ki bu terimi onun
mutlak “iyi” çağrışımlara sahip olmadığının farkında olarak kullanıyoruz- ancak
doğanın bilim adamları tarafından daha iyi tanınması ile mümkündür. Kuhn, doğa ile
ilgili etkenleri sosyal etkenlerin gölgesinde bırakarak bu soruya muhatap olmuştur.
Esasen kendisi de sonraki eserlerinde doğanın etkisini küçümsemediğini, ancak
sosyal etkenlerin göz ardı edilmemesi için sosyal etkenleri vurguladığını
belirtecektir. Kuhn rölativist olduğu iddiasını reddetse de, bizce, bu çalışmamızda
gösterilmeye çalışıldığı gibi, Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı eserinde hayli rölativist
bir pozisyon benimsemektedir. Ne var ki rölativist bir teorinin açmazlarının farkına
varmış olmasının da etkisiyle hiçbir zaman rölativist olduğu iddialarına sıcak
bakmamıştır.
203
Kuhn hayatı boyunca bu iki eğilimi bağdaştırmakla uğraşmıştır. Bir yandan sosyal
etkenlerin belirleyiciliğini, bilimsel teorilerin doğruluğunu belirleyen kriterlerin
bağlama göre değiştiğini, doğayı daha iyi tanıma anlamında ileriye gitmediğimizi,
paradigmaları paradigma dışında bir kriterle karşılaştıramayacağımızı iddia etmiş;
öte yandan da doğanın varlığını ve gücünü reddetmediğini, bilimin bir
konvansiyondan ibaret olmadığını savunmuştur. Bu noktada Kuhn’un teorisinin
kendi içinde çelişmediğini göstermek için verdiği örnekler incelendi. Bilhassa
Aristoteles’in teorisi ile Einstein’ın genel görelilik teorisi arasındaki benzerliğe
dikkat çeken ve “eğer bilimde gelişme olsaydı Aristoteles’in teorisi Newton’ınkine,
Newton’ınki de Einstein’ınkine benzerdi” şeklinde formüle edilebilecek olan
argümanın tutarlılığı analiz edildi. Yine Kuhn’un Darwin’in evrim teorisiyle kendi
teorisi arasında yaptığı kıyasın da geçerli olmadığını belirttik. Tüm bunlarla
amaçlanan, doğrunun ve yanlışın keyfi olmadığını, ancak doğru sanılanın veya yanlış
sanılanın sosyal etkenlerden etkileneceğini göstermektir. Böylece üçüncü bölümde
yapacağımız gerekçelendirme ile doğaya doğruyu dayatma arasındaki ayrımın da alt
yapısını hazırlamaya çabaladık.
Kuhn’la ilgili kısmı kapatmadan önce Kuhn’un teorisiyle ilgili yaptığımız bir
düzeltmeden daha söz edebiliriz. Kuhn bilim adamlarının kendilerini bilim adamları
topluluğuna beğendirme isteğinin hep yeni buluşlara kapalı olma eğilimine yol
açacağını düşünmüştür. Oysa çalışmamızda gösterilemeye çalışıldığı gibi sosyal
süreçler –burada hem psikolojik hem de sosyolojik etkenlerden söz ediyoruz- tek
taraflı çalışmaz ve Kuhn’un iddia ettiğinden çok daha komplekstirler. Doğal olarak
bilim adamları topluluğu birey bilim adamını sadece konformizme itmez, onu yeni
buluşlar yapma konusunda da motive edebilir.
Kuhn’la ilgili analizi mümkün olduğunca derinleştirmedeki amaç, Kuhn’un
kendisinden sonra gelen sosyal inşacı, rölativist ve konvansiyonalist teorilere ilham
olmasıdır. Ona ve onun en önemli takipçilerinden olan Güçlü Program’a verilecek
cevap kuşkusuz benzeri pozisyonlar için de cevap niteliği taşıyacaktır. Güçlü
Program tercihimizin altında da Kuhn’un mirasına açıkça sahip çıkmaları ve
rölativist olduklarını kabul etmeleri yatmaktadır. Türkiye’de yeterince tanınmayan
204
Güçlü Program, sosyal unsurların bilimsel bilgideki esas belirleyici olduğuna
inanması yönüyle Kuhn ile benzeşir. Öte yandan Güçlü Program bir adım öteye gider
ve bilimsel uğraşta sorgulamaya kapıyı tamamen kapatır. Hatırlanacağı gibi Kuhn en
azından devrim anında bilim adamlarının alternatif teoriler arasında seçim yaparken
eleştirel düşünebileceklerini ifade eder. Öte yandan bu tür bir dönemin varlığını
kabul etmeyen Güçlü Program mantık, matematik yasaları dahil her türlü yasanın ve
kriterin sosyal bağlamla ilişkisine dikkat çeker. Dahası Güçlü Program çıkar
ilişkilerini öne çıkararak Kuhn’un bilim adamları topluluğunun birey bilim adamları
üzerinde etkisi bulunduğunu iddia eden tezine destek sağlar. Bilim tarihinden
getirdikleri örneklerle pozisyonlarını güçlendirme gayreti içine girerler.
Güçlü Program, ana argümanları ele alındığında Kuhn’un teorisinden ciddi bir sapma
göstermez. Sosyal unsurların belirleyiciliği her ikisinde de merkezi bir yer tutar.
Teorilerin doğruluk ve yanlışlık kriterleri dahi bağlamla ilişkilendirilir. Ancak
çalışmamızda dikkat çekilmeye çalışılan noktalardan birisi, Kuhn’un bu benzerliklere
rağmen Güçlü Program’ın teorisini absürt olarak değerlendirmesidir. Kuhn’un Güçlü
Program için yaptığı eleştirinin doğru olduğu kanaatindeyiz. Güçlü Program’ın
teorisi bilimi sosyal bir konvansiyona indirgeyebilir. Öte yandan bu eleştirinin Kuhn
tarafından yapılması ironiktir, zira Kuhn’un teorisi benzer imaları içinde
barındırmaktadır. Kuhn’un atladığı nokta, rölativist olmadığını iddia etmesinin onu
rölativist olmaktan alıkoymayacağıdır.
Tezimizde Güçlü Program’ın da temel iddialarını eleştirel bir analize tabi tuttuk.
Öncelikle Güçlü Program tarafından sunulan “sosyal unsurlar” ve “sosyal olmayan
unsurlar” ayrımının muğlaklığına dikkat çektik. Bu muğlaklığın bilhassa verilen
tarihsel örneklerde mevcut olduğunu ifade ettik. Söz gelimi Güçlü Program I. Dünya
Savaşı’ndan sonra Almanya’da benimsenen nedenselliğe şüpheyle yaklaşan fizik
teorilerine dikkat çeker. Bu teorilerin o dönemin siyasi ortamından etkilenmiş, siyasi
öğeler tarafından şekillenmiş olduğunu belirtir. Korelasyon ile nedenselliğin bu
örneklerde birbiriyle karıştırılmış olabileceğinin altını çizdik. Ancak tarihsel
kanıtlardaki bu sıkıntıları göstermemize rağmen, sosyal etkenlerin teorilerin doğru
veya yanlış görülmesine etki edeceğine kategorik olarak karşı çıkmadık. Sosyal
205
unsurlar bilimsel teorilerin yanlış görülmesinde etkin olabilirdi. Ancak bunun
gerekçelendirme ile ilgili bir durum olduğu, öte yandan sosyal şartların doğrunun ne
olduğunu doğaya dayatmadığı gerçeği gözden kaçırılmış gibidir. Bu bağlamda Güçlü
Program
doğanın
bilim
adamlarının
çıkarlarına
“rağmen”
doğrularını
dayatabileceğini göz ardı etmektedir. Yine Güçlü Program, Boyle’un veya
Newton’ın çıkarları neticesinde bilimsel teorisini oluşturduğunu iddia ederken bilim
adamlarının kişisel çıkarlarına rağmen bazı teorileri reddetmelerini göz ardı
etmektedir. Stalin döneminde Lysekno’ya karşı gelen Rus biyologlar bu teze karşı
delil olarak sunulabilir. Yine Kopernik, Kepler ve Galileo’nun fikirlerinin bu bilim
adamlarının çıkarlarına hizmet ettiğini iddia etmek doğru olmayacaktır.
Güçlü Program’ın savunucuları da Kuhn gibi sosyal unsurların açıklayıcılığını ve
doğruluk kriterini belirleme gücünü merkeze aldıkları için “Mucizeye Yer Yok”
argümanına muhataptırlar. Çıkarlar tarafından şekillenen bilimsel sürecin teknolojik
ilerlemeyi açıklama gücü kısıtlı olacaktır. Ancak Güçlü Program savunucuları bu
noktada bir savunma geliştirmeye çalışırlar. Onlar konvansiyonların keyfi olmadığını
iddia ederken, inanılırlık ve pratik fayda gibi iki özelliğe atıfta bulunurlar. Böylece
konvansiyonlar ile doğa arasındaki farkı kapama gayreti içine girerler. Ancak bilim
tarihinden pratik faydaya dönüşmeyen veya sezgilere aykırı olduğu için inanılır
sayılmayacak örnekler bu noktada tezimizi kuvvetlendirecektir. Kuantum teorisi
sezgilere aykırı bir bilimsel resim sunarken Evrim teorisinin veya Big Bang
teorisinin pratik faydası nedeniyle doğru kabul edildiğine inanmak mümkün
gözükmemektedir.
Güçlü Program’a yönelttiğimiz eleştirilerden bir diğeri, Program’ın refleksivite ile
ilgili görüşüne ilişkindir. Güçlü Program’a göre bilim sosyolojisinde araştırmanın
uyması gereken kaidelerden birisi refleksiviteydi. Yani bilim sosyolojisinin önerdiği
yöntemlerin bilim sosyolojisine de uygulanması gerekmektedir. Aksi takdirde bilim
sosyolojisi kendisine özel bir statü tanımış olacaktır. Oysa bilimsel teorilerin nasıl
ortaya çıktığı ve doğru kabul edildiği kadar, bilimsel teorilerin nasıl ortaya çıktığını
ve kabul edildiğini açıklayan teorilerin nasıl ortaya çıktığı ve kabul edildiği de
araştırılmalıdır. Refleksivite ilk bölümde de değinildiği gibi rölativist ve
206
konvansiyonalist her teori için esaslı bir problemdir. Çünkü Güçlü Program gibi
rölativizmin doğru olduğunu iddia eden ve bir teoriye inanmamızda rasyonel
sebeplerin değil sosyal etkenlerin baskın olduğunu iddia eden teoriler kendilerine
inanmamızın rasyonel sebeplerinin var olduğunu iddia etmektedirler. Oysa her
dönemin ve bağlamın rasyonelliğinin farklı olacağını iddia eden bir teorinin bir
yandan da kendisinin rasyonel olduğunu ifade etmesi ve teorisinin doğru olduğunu
göstermek için bizi ikna etmeye çalışması tutarlı gözükmemektedir. Her ne kadar
Güçlü Program refleksivite probleminin farkında olduğunu ifade etse de bu konuda
elle tutulur bir çözüm getirememiştir. Esasen Güçlü Program’ın soruna çözüm
getirememesi onun bir eksikliği olarak görülmemeli, bu sorunun rölativizmin içinde
bir çözümü olmadığı göz ardı edilmemelidir. Sosyolojiye bu konuda özel bir statü
vermek de sorunu çözmeyecektir, zira doğa bilimlerinin doğruluğunun toplum
tarafından belirlendiği bir durumda sosyal teorilerin doğruluğunun toplumsal
kriterlerle benimsenmemesi makul gözükmemektedir. Bu tartışmada kanıt getirme
sorumluluğu, sosyolojinin özel bir statüde olduğunu iddia eden tarafa aittir.
Bu noktada sosyal unsurları önceleyen rölativist teorilerin bilim sosyolojisi için bir
çıkmaz sokak olabileceğine dikkat çekmek gerekir. Eğer mantık kuralları, doğruluk
kriterleri bağlamsal ise ve bu kriterlerde ana belirleyici doğa değil de, sosyal etkenler
ise, bu durumda sosyolojik araştırmanın kendisi de tehlikeye girebilir. Çünkü bu
durumda her bir teori için doğruluk iddiası da bağlamsal olacağı için Güçlü Program
dahil hiçbir sosyolojik teori kendisinin doğru olduğunu iddia edemez. Zira artık
sosyolojik teorilerin getirdikleri kanıtlar da sadece belli bağlamlarda ikna edici
olacaktır.
Yine de Kuhn ve Güçlü Program’la ilgili analizimiz, bu teorilerin, içlerinde
barındırdıkları tüm çelişkilere rağmen bilim sosyolojisi için ufuk açıcı nitelikte
olduğunu gösterdi. Ortodoks bilimin sosyolojik analize kapattığı birçok alanı
tartışmaya açarak sosyologlara bilimin her alanında sosyolojik etkenleri arama
konusunda ilham verdiler. Kuşkusuz bu durum bir yönüyle ortodoks bilimin
ideolojik duruşu açısından da önem taşımaktadır. Bilhassa bilimin objektif olduğu
iddiasının “bilimcilik” için merkezi bir iddia olduğunu tezimizde belirtmiştik. Hem
207
Kuhn, hem de Güçlü Program bilim adamları topluluğunun insani özelliklerine atıfta
bulunarak “bilim yalnızca doğruları söyler” ve/ya “doğruları yalnızca bilim söyler”
önermelerini şüpheli hale getirmiştir. Bu noktada her iki teorinin katkısını sadece
bilim sosyolojisinin alanını genişletmek olarak değerlendiremeyiz. Kuhn ve Güçlü
Program, bilim adamlarının çıkarları gereği belli teorilere inanabileceği hatta bilim
adamları topluluğunun belli teorileri doğru kabul edebileceği fikrini savunarak
bilimsel teorilere kutsallık atfedilmesini ve bu yolla ideolojilerin bilimsel teorilere
sızmasını engelleme yolunda önemli bir uyarıcı görevi görmüşlerdir. Bu teoriler
sayesinde bilimde dogmaların var olduğu, bilimin de yanıldığı ve kimi zaman
yanıldığının farkına uzun süre varmadığı, bilimsel teorilerdeki boşlukların bilim
tarihi boyunca ideolojik öğelerle doldurulabildiği iddiasında bulunabiliyoruz.
Bilimcilik Kuhn ve Güçlü Program’dan sonra daha zor savunulur bir pozisyon halini
almıştır.
Ne var ki ikinci ve üçüncü bölümlerde bahsettiğimiz nedenlerden ötürü Kuhn ve
Güçlü Program’ın sosyal unsurları aradığı bazı noktalarda sosyal unsurların
bulunmadığını düşünüyoruz. Bu noktada daha mütevazı bir program önerdik. Sosyal
etkenlerin rolünün daha mütevazı olduğunu iddia ederken bu formülasyonun
sosyolojinin önemini azaltmayacağını belirttik. Tersine önerimizin diğer teorilerden
daha makul olması nedeniyle daha savunulabilir olduğunu umuyoruz. Önerimiz ana
hatlarıyla şöyle özetlenebilir. “Bilgi”yi “gerekçelendirilmiş doğru inanç” şeklinde
tanımlarsak sosyolojik unsurların bilimsel bilginin oluşum sürecine üç muhtemel
alanda etki edebileceğini düşünebiliriz. İlk olarak bilimsel inancın oluşumunda
sosyolojik etkenler rol oynayabilir. Birey bilim adamının bir inanca sahip olması,
içinde bulunduğu şartlarla ilişkilendirilebilir. O dönemin ilgileri, ihtiyaçları, ulaşılan
bilimsel seviye, diğer bilim adamlarıyla ilişkiler, hatta Pasteur’ün örneğinde
görüldüğü gibi şans veya Kekulé örneğinde açıkladığımız gibi rüya bile bir bilimsel
inancın ortaya çıkmasında etkili olabilir. Bu bağlamda bilimsel bilginin ilk bileşeni
olarak değerlendirdiğimiz inancın ortaya çıkışında sosyal etkenlerin çok büyük ve
çok boyutlu etkisinden söz edebiliriz.
208
Daha sonra gerekçelendirmeyi ele aldık. Bu noktada altı çizilmesi gereken husus
bilimsel gerekçelendirmeyi bir makinenin değil, bilim adamları topluluğunun
yaptığıdır. Bir inancın doğru veya yanlış olduğuna karar vermede söz sahibi olan bu
topluluktur. Böylece ampirik veriye tezimiz boyunca verdiğimiz öneme karşın
ortodoks
ampirisistlerden
ayrıldık.
Onların
aksine
ampirik
verinin
bizi
yanıltabileceğini kabul ettik. Çünkü bilim adamları tıpkı Kuhn ve Güçlü Program’ın
bahsettiği durumlardaki gibi zaman zaman doğayı yanlış yorumlayabilmektedir.
Öte yandan Kuhn ve Güçlü Program’dan ayrıldığımız ilk nokta bilim adamları
topluluğunun iki faktörün etkisiyle keyfi davranmaktan alıkonulduğudur. Bu
faktörlerin ilki, bilim adamları topluluğunun tek parça ve bir kez karar verip sonra
kararını gözden geçirmeyen bir topluluk olmadığıdır. Böylece bilim adamları
topluluğunun yanılabilir olduğunu kategorik olarak reddetmezken bir yandan da bu
yanılgıdan kurtulmanın belli oranda mümkün olduğundan bahsettik. Bilim adamları
topluluğunun bir kısmı diğer bir kısmına muhalefet edebilir. Ya da bilim adamları
topluluğu sonradan fikrini gözden geçirip revize edebilir veya tamamen terk edebilir.
Bu durumda Kuhn ve Güçlü Program’ın daha önce doğru bildiğimiz ve kabul
ettiğimiz örnekleri göstermesi tezimizi desteklemektedir. Ampirik veriler yanlış
yorumlanmıştır ancak daha sonra düzeltilmiştir. Bilim adamları arasındaki rekabet,
kuşkusuz bu düzeltme işleminde rol oynayan başlıca faktörlerdendir. Kısacası bilim
adamlarının bir bütün olarak yanılması mümkünse de bilim adamlarının bir kısmının
–hatta Galileo örneğinde bahsettiğimiz gibi bazen bir tanesinin- görüşü bilim
adamlarını hatalarından döndürmeye yetebilmektedir.
Bilim adamları topluluğunun keyfi kararlar almasını engelleyen ikinci faktör ise
doğayla
iletişime
girildiğinde
görülen
uyumsuzluktur.
Bilhassa
teknolojik
yansımaları olan doğa bilimlerinde bu hataların düzeltilmesi daha çabuk olmaktadır.
Bu
çalışmada
vurgulandığı
gibi,
gelişen
teknolojinin
tutarlı
bir
şekilde
savunulabilmesi için bilimsel teorilerin doğayı gitgide daha iyi tasvir ettiğini kabul
etmek gerekmektedir. Bilimsel bilginin oluşumunda sosyal unsurlara verdikleri başat
rol nedeniyle ne Kuhn ne de Güçlü Program bu anlamda tutarlı bir açıklamada
bulunabildiler. Bu noktada Lakatos’un dikkat çektiği gibi bilimin bir sürece
209
yayıldığını kabul etmek ve bilimsel teorilerin revize edildiğini göz ardı etmemek
gerekmektedir. Bilim adamları gerekçelendirmede yanılsalar da zaman içinde
doğanın zorlaması ve/veya diğer bilim adamlarının müdahalesi ile doğruya
yaklaşmaktadırlar. Bu noktada, potansiyel olarak bilim adamlarının sosyal unsurlar
tarafından
sürekli
yanıltılmaları
ve
diğer
bilim
adamları
tarafından
düzeltilmemelerinin mümkün olduğunun altı çizilmelidir. Ancak bilim tarihinden
verdiğimiz örneklerde de görüldüğü gibi ne Kilise, ne de seküler diktatörler böyle bir
yanılsamayı sürekli kılabilmişlerdir.
Elbette Kuhn bilim adamlarının diğer bilim adamları tarafından beğenilmek
istediğini vurguladığında yanılmamaktadır. Ancak bir bilim adamı için ideal olan
hem beğenilmek, hem de doğruyu bulmaktır. Elbette bu her zaman mümkün değildir.
Bilim adamı doğayı daha iyi resmeden teorinin kısa vadede olmasa da, uzun vadede
doğrulanacağını ve bilim adamları topluluğunun takdirini kazanacağını bilir. Ancak
Kuhn bu durumu teorisine dahil etmemiştir. Kuhn takdir edilmenin kısa vadede
olanıyla ilgilenmiş, diğerinin bilim adamları üzerindeki motive edici özelliğini göz
ardı etmiştir.
Bilimsel bilginin oluşum sürecindeki sosyal unsurları anlatırken Kuhn ve Güçlü
Program’ın sosyal unsurların kompleks ve farklı yönlerde etki eden yapısını göz ardı
ettiklerini söylemiştik. Bilim adamları farklı çıkarlar, güdüler ile motive
olabilmektedirler. Dahası bilim adamları gerekçelendirmede bulunurken doğayı göz
önünde bulundurmakta, keyfi kararlar vermemektedirler. Bu noktada sosyal
unsurların muhtemel etki alanlarının üçüncüsüne değindik. Güçlü Program, bu
çalışmada gösterilmeye çalışıldığı gibi, sosyal etkenlerin gerekçelendirme üzerindeki
etkisinden örnekler vermek suretiyle; bir bilimsel teoriyi diğeriyle kıyaslayacak
evrensel ölçütlerimizin olmadığını ve ölçütlerin ancak bağlama bağlı olduğunu iddia
ederek rölativizmi benimsemiştir. Ancak bu noktada takındıkları tutum hatalıdır, zira
bir teorinin gerekçelendirmesinin hatalı yapılması doğanın -veya doğada bir
doğrunun- varlığına şüpheyle yaklaşmamızı gerektirmez. Başka bir ifadeyle Güçlü
Program’ın ve rölativist/konvansiyonalist birçok teorinin dönemsel epistemolojik
zafiyetlerimizden hareketle ontolojik bir iddiada bulunduğunu ifade edebiliriz. Her
210
ne kadar doğanın varlığını kabul ettiklerini ifade etseler de, ikinci bölümde detaylı
bir şekilde analiz edildiği gibi, Güçlü Program bilimsel teorilerimizi doğaya dikte
ettiğimizi ima ediyor görünmektedir. Bilhassa konvansiyonlara yaptığı vurgu bu
bağlamda önem taşır. Biz ise doğayla ilgili eksik bilgimizden kaynaklanan ve sosyal
etkenlerle şekillenen hatalarımızın üstesinden daha iyi gözlemlerle gelinebileceği
görüşünü dile getirdik. Güçlü Program’ın verdiği örneklere atıfla doğayla kurulan
ilişkinin hemen olmasa da uzun vadede bilimsel teorilerimizin düzeltilmesini
sağlayacağını iddia ettik. Yukarıda da değindiğimiz gibi bilimsel teorilerin teknolojik
yansımaları varsa bu tür hatalardan daha hızlı dönülebilmektedir. Kısacası, sosyal
etkenler, bilimsel inancın oluşumunda ve gerekçelendirilmesinde –her ne kadar bu
noktada Kuhn ve Güçlü Program’dan daha farklı bir resim sunsak dabelirleyicidirler. Öte yandan bilimsel bilginin oluşum sürecinde doğrunun doğaya
dayatılması söz konusu değildir. Epistemolojik eksikliklerden yola çıkarak ontolojik
rölativizme ulaşmak paradigma değişimlerini, teknolojik ilerlemeyi ve artan öngörü
kapasitemizi açıklar görünmemektedir.
Bilimsel bilginin oluşumundaki sosyal etkenleri analiz ettiğimiz bu bölümde
sunduğumuz alternatifin bazı temel problemlere nasıl çözüm getirdiğine kısaca
değinelim. Öncelikle ortodoks bilimin ve Kuhn ile Güçlü Program’ın teorilerine
baktığımızda üç ana sorunun göze çarptığını ifade edebiliriz. Bu sorunlar gözlemin
teori tarafından belirlenmesi, “Mucizeye Yer Yok” argümanı ve refleksivitedir. İlk
sorun ortodoks bilim ile ilgiliyken, ikinci ve üçüncü sorunlar Kuhn ve Güçlü
Program’ı hedef alır. Hatırlanacağı gibi ortodoks bilim teorisi sosyal etkenlerin
bilimsel bilginin oluşumundaki rolünü keşif bağlamı ile sınırlı tutmuştu. Böyle bir
durumda gözlemin neden farklılaştığı açıklanamayacaktır. Çünkü keşif bir
toplumdan diğerine değişirken gerekçelendirme –ve dolayısıyla da gözlem- bir
toplumdan diğerine değişmeyecektir. Bu durumda Brahe ile Kepler neden farklı
gözlemlerde bulunmaktadırlar? Üçüncü bölümde hem gözlemin, hem de gözlemlerin
de etkisiyle şekillenen gerekçelendirmenin sosyal unsurlardan etkilendiği vurgulandı.
Bu nedenle ortodoks bilimin bu sorununun bizim için bir problem teşkil etmediği
söylenebilir. Ancak bu noktada hatırlanması gereken hem ikinci bölümde değinilen
Hanson’ın, hem de onu takip eden Kuhn ve Güçlü Program’ın gözlemin teoriyle
211
şekillendirilmesini abartılı bir şekilde sunduklarıdır. Gözlem farklı olabilse de bu
fark belli bir limit içerisinde gerçekleşir. Örneğin dünyanın mı güneşin, yoksa
güneşin mi dünyanın etrafında döndüğü şeklindeki bir soruya “ikisi de dönmüyor”
şeklinde cevap veremeyiz. Bunun yanında gözlemin farklı olması çoğu zaman sürekli
bir durum değildir. Gelişen gözlem yeteneğimiz ve artan bilgimizle gözlemlerimiz
arasındaki farklılıklar giderilebilmektedir. Teleskopun ve uyduların icat edilip
bilimde kullanılması sonucu eski gözlemlerimizden hangisinin doğru olduğunu fark
ettik. Benzer şekilde bugün teorimiz tarafından şekillenen gözlemlerimiz gözlem
kabiliyetimizin gelişimine paralel olarak değişebilir.
Sadece Kuhn ve Güçlü Program’ın değil sosyal inşacı her bilim sosyoloğunun
muhatap olduğu argüman “Mucizeye Yer Yok”tur. Çalışmamızda açıkladığımız gibi
paradigmalar arasında ilerleme anlamında bir karşılaştırmanın yapılamayacağını
çünkü doğruluk kriterlerimizin topluma bağımlı olduğunu iddia eden bir yorum bu
durumda bilimde artan öngörü yeteneğini ve buna bağlı olarak gelişen teknolojiyi
açıklamakta güçlük çekecektir. Biz bu argümana cevap olarak, teorilerin doğayı daha
iyi modelledikçe öngörü kapasitesinin artacağını ifade ettik. Burada daha iyi
modelleme ifadesini kullanmamızın nedeni modellemenin doğru ya da yanlış olarak
tanımlanmaması gerektiğine dair inancımızdır. Bu yorumumuzla birçok ortodoks
bilim sosyoloğundan ayrılıyoruz zira biz bir teorinin daha doğru veya daha yanlış
gibi ifadelerle tanımlanabileceğini düşünüyoruz. Böylece Newton’ın teorisinin bugün
Einstein’ın teorisi tarafından yerinden edilmiş olmasına rağmen doğayı modelleme
anlamında Aristoteles’in teorisinden daha başarılı olduğunu savunduk. Bu durum,
Newton’ın teorisinin başarısını da teorileri yalnızca doğru veya yanlış olarak
nitelendiren bazı ortodoks bilim savunucularından daha iyi açıklamaktadır.
Kuhn ve Güçlü Program’ın açıklayamadığını düşündüğümüz bir diğer durum
refleksivite problemi ile ilgilidir. Hatırlanacağı gibi refleksivite rölativist teorilerin
temel problemiydi. Eğer bilimsel doğruyu sosyal etkenler belirliyorsa bu durumda
bilim sosyologlarının iddialarını da sosyal etkenlerin belirlemesi gerekirdi. Güçlü
Program’ın bu konuyu çözmeye çalıştığını ama başaramadığını tezimizde
göstermeye çalışmıştık. Bizim sosyal etkenlere biçtiğimiz rolün ve gerekçelendirme
ile doğru kılma arasında yaptığımız ayrımın bu soruna daha iyi cevap sunduğunu
212
düşünüyoruz. Bilimsel teorilerin doğruluğunu sosyal etkenler değil rasyonel kriterler
belirler. Sosyal etkenler doğruyu belirlemez ama gerekçelendirmede etkili olarak
“doğru sanılanı” belirleyebilirler. Eğer değerlendirmeye sosyal etkenler müdahale
ederse doğa tarafından, diğer bilim adamları aracılığıyla düzeltilirler. Sonuç olarak,
bu teorimiz refleksivitenin eleştirisine muhatap değildir çünkü biz bir teorinin
doğruluğunun sosyal değil rasyonel temellere dayandığını iddia ediyoruz. Burada
ortodoks bilim sosyolojisinden ayrıldığımız nokta değerlendirmemizin sosyal
unsurlar tarafından etkilenmeye açık olduğudur. Ancak dediğimiz gibi bu etki doğa
tarafından denetim altındadır ve bilim adamı rasyonel kriterler benimsemeye
zorlanmaktadır.
Çalışmamızda sosyal unsurların bilimsel bilgiye etkisini incelerken Kuhn ve Güçlü
Program’ı merkeze aldık. Hatırlanacağı gibi bu kararımızın nedenini her iki teorinin
kapsamlı ve iyi formüle edilmiş olmasıyla ilişkilendirmiştik. Dahası bu teorilere
getirilecek eleştirilerin aynı unsurlara sahip diğer teorilere de uygulanabileceğini
belirtmiştik. Doğal olarak bu tür bir tercih sonucunda feminist epistemoloji gibi diğer
rölativist ve konvansiyonalist teorileri inceleyemedik. Ancak rölativist ve/ya
konvansiyonalist
imalar
taşıyan
teorilerin
feminist
epistemoloji
ile
sınırlandırılamayacağı, hatta feminist epistemolojinin dahi çok farklı türevlere sahip
olduğu düşünülürse tezimizi neden Kuhn ve Güçlü Program ile kısıtladığımız
anlaşılacaktır.
Bunun yanında gerek ortodoks bilim görüşünü, gerekse Kuhn ve Güçlü Program’ı
eleştirirken ve daha sonra kendi önerimizi sunmaya çalışırken kullandığımız tarihsel
örnekler çoğunlukla Batı bilim tarihinin örnekleriyle sınırlı tutulmuştur. Burada
birkaç önemli etken söz konusudur. Evvela modern bilim dediğimiz kavram Batı’da
Francis Bacon’la başlamış, Newton’la olgunlaşmış bir deneyim olarak kabul edilir.
Kuhn ve Güçlü Program o paradigmanın içinden, Batı vokabülerini kullanarak
argümanlarını üretmektedir. Dolayısıyla biz de onları eleştirirken aynı paradigmanın
içinden konuşmanın daha doğru olacağına kanaat getirdik. İstisnai durumlar hariç
İslam, Hint ve Çin bilimlerinden örnekler vermedik. Bu tercihimiz bir yandan bir
zorunluluğun da sonucu olarak görülebilir. Zira erişilebilir kaynaklar açısından da
Batı bilimi çok daha zengin görülmektedir. Adı geçen medeniyetlerde bilim adamları
213
topluluğunun birey bilim adamına etkisiyle ilgili araştırma yapmak pek mümkün
görünmemektedir.
Son olarak, tezimiz boyunca atıfta bulunduğumuz “doğanın bilim adamlarına
doğrularını dayatması/bilim adamlarını zorlaması” hususunda bir açıklama yapma
gereği hissediyoruz. Esasen, tezimizde de yer yer değindiğimiz gibi, elimizde doğada
bilimsel yasaların var olduğuna veya bu yasaların her zaman her yerde işleyeceğine
yönelik bir kanıt bulunmamaktadır. Hume’un bahsettiği gibi bu tür bir görüş sırtını
tümevarıma dayamaktadır ve tümevarımların yanılması mümkündür. Bununla
beraber bilimin gözle görülür başarıları ve bilim adamlarının bilimi kullanarak
yaptıkları başarılı öngörüler, doğada bilimsel yasaların var olduğu ve bu yasaların
her zaman işlediği; bilim adamlarının bilim yoluyla bu yasaları keşfettikleri görüşünü
destekler görünmektedir. Yine de bu tür bir desteği reddetmek mümkündür. Belki de
bir grup peri doğada yer çekimi gibi yasaların var olduğuna inanmamız için
elimizden bıraktığımız her cismi yere çarpmaktadırlar. Elbette bu tür bir iddiayı
bilim adamlarının ciddiye almayacağı açıktır. Ancak buradaki önemli itiraz doğada
bilimsel yasaların var olduğu ve bilimsel yasaların her zaman işleyeceği iddiasının
bilimin hayatımızdaki pratik yansımaları dışında bir dayanağının olmadığıdır. Elbette
bu tartışma bilim sosyolojisinin sınırlarını aşmaktadır.
Bu eksikliklere rağmen umudumuz, tezimizin ortodoks bilim ile rölativizm arasında
kurulan dikotomiyi aşmaya bir katkıda bulunmasıdır. Bilhassa ortodoks bilim
anlayışına duyulan tepki, bilimi sosyal etkenlerin –ama sadece onlarınşekillendirdiği bir uğraşa indirgeme eğilimine vücut vermektedir. Bu durum doğa
bilimlerini konvansiyonlara indirgediği için gerçekliği yansıtamamakta; dahası
refleksivitenin yol açtığı problemler nedeniyle sosyolojik analizin değerini de
tartışmalı kılmaktadır. Bu nedenle tezimizde odaklandığımız asıl nokta sosyal
etkenlerin sınırlarının doğru çizilmesiydi. Bu çalışmanın, doğanın ve sosyal
etkenlerin bilimsel bilginin oluşumuna hangi düzeyde nasıl etki ettiğinin
belirlenmesine mütevazı da olsa bir katkıda bulunmasını umuyoruz. İdeolojilerin
bilim adı altında sunulmasının veya bilimin sıradan bir konvansiyona eşitlenmesinin
engellenmesi ancak bu sınırların daha dikkatli çizilmesiyle mümkündür.
214
BİBLİYOGRAFYA:
Alexander, Denis
ve Numbers,
Ronald L.:
“Introduction” D. Alexander ve R. L. Numbers (der.), Biology
and Ideology: From Descartes to Dawkins, Chicago, Chicago
University Press, 2010, ss: 1-10.
Al-ʻAllāf,
Mashhad:
The Essence of Islamic Philosophy, St. Louis, Mo., M. AlAllaf, 2003.
Almeder, Robert.
F.:
Harmless Naturalism: The Limits of Science and the Nature
of Philosophy, Chicago, Open Court, 1998.
Arendt, Hannah:
“Philosophy and Sociology”, Volker Meja ve Nico Stehr (der.),
The Sociology of Knowledge, Cheltenham: Edward Elgar Pub.,
1999. ss: 431-443.
Armstrong, David
M.:
Belief, Truth and Knowledge, London, Cambridge University
Press, 1973.
Arslan,
Hüsamettin:
Epistemik Cemaat: Bir Bilim Sosyolojisi Denemesi, İstanbul,
Paradigma Yayıncılık, 2007.
Avrupa Nükleer
Araştırma Örgütü,
İnternet sayfası:
“Facts and Figures/Olgular ve Figürler” (çevrimiçi)
http://public.web.cern.ch/public/en/lhc/Facts-en.html,
01-052012.
Avrupa Nükleer
Araştırma Örgütü,
internet sayfası:
“Large Hadron Collider / Büyük Hadron Çarpıştırıcısı”
(çevrimiçi) http://public.web.cern.ch/public/en/lhc/lhc-en.html
01-05-2012.
Atteberry,
Jonathan:
“10 Real-World Applications of Quantum Mechanics”
Discovery
Channel
İnternet
Sitesi,
(çevrimiçi)
http://dsc.discovery.com/tv-shows/curiosity/topics/10-realworld-applications-of-quantum-mechanics.htm , 12 Mayıs 2012.
Bacon, Francis:
“On the Interpretation of Nature and the Empire of Man” Volker
Meja ve Nico Stehr (der.), The Sociology of Knowledge,
Cheltenham: Edward Elgar Pub., 1999. ss: 3-10.
Baert, Patrick:
Sosyal Bilimler Felsefesi: Pragmatizme Doğru, çev. Ümit
Tatlıcan, İstanbul, Küre Yayınları, 2010.
215
Baghramian,
Maria:
“Relativism About Science”, Stathis Psillos ve Martin Curd
(der.) The Routledge Companion to Philosophy of Science,
London, Routledge, 2008. ss: 236-247.
Barber, Bernard:
Social Studies of Science, New Brunswick, N.J, Transaction,
1990.
Barnes, Barry:
T.S. Kuhn ve Sosyal Bilimler, çev. Hüsamettin Arslan,
İstanbul, Paradigma Yayıncılık, 2008.
Barnes, Barry ve
David Bloor:
“Relativism, Rationalism and the Sociology of Knowledge”
Volker Meja ve Nico Stehr (der.), The Sociology of
Knowledge, Cheltenham: Edward Elgar Pub., 1999. ss: 235261.
Batuhan, Hüseyin: Bilim ve Şarlatanlık, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 1996.
Ben-Menahem,
Yemima:
Conventionalism, Cambridge, Cambridge University Press,
2006.
Berger, Peter ve
Thomas
Luckmann:
Gerçekliğin Sosyal İnşası: Bir Bilgi Sosyolojisi İncelemesi,
çev. Vefa Saygın Öğütle, İstanbul, Paradigma Yayıncılık, 2008.
Berkan, İsmet:
“‘Evrime inanan var inanmayan var’ demek TÜBİTAK
Başkanı’na mı düşer?” Hürriyet Gazetesi,
(Çevrimiçi)
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/19702017.asp, 17-01-2012.
Bernstein,
Richard:
Objektivizm ve Rölativizmin Ötesi: Bilim Hermenoytik ve
Praxis, çev. Feridun Yılmaz, İstanbul, Paradigma Yayıncılık,
2009.
Bird, Alexander:
Philosophy of Science, Oxon: Routledge, 2005.
Bird, Alexander:
“Thomas Kuhn”, The Stanford Encyclopedia of Philosophy,
Edward
N.
Zalta (der.),
(çevrimiçi)
http://plato.stanford.edu/archives/spr2013/entries/thomas-kuhn/
08 Ağustos 2012.
Bloom, Dan:
“The experiment of a lifetime” (çevrimiçi) Guardian Gazetesi
İnternet Sitesi,
http://www.guardian.co.uk/education/2008/aug/29/research.cern,
01 Mayıs 2012
216
Bloor, David:
Knowledge and Social Imagery, Chicago, University of
Chicago Press, 1991.
Bloor, David:
“Durkheim and Mauss Revisited: Classification and the
Sociology of Knowledge” Volker Meja ve Nico Stehr (der.),
The Sociology of Knowledge, ss:312-336.
Bloor, David:
“Anti-Latour”, Studies in History and Philosophy of Science,
30, 1, 1999, ss. 81–112.
Bloor, David:
Wittgenstein, Rules and Institutions, London, Routledge,
1997.
Born, Max:
Physics in My Generation; A Selection of Papers, London,
Pergamon, 1956.
Bourdieu, Pierre:
“The Specificity of the Scientific Field and the Social
Conditions
of
the
Progress
of
Reason”,
Social Science Information, 14, 1975, ss.19-47.
Bowler, Peter J.
ve Iwan Rhys
Morus:
Making Modern Science: A Historical Survey, Chicago,
University of Chicago Press, 2005.
Brown, James
Robert:
Who Rules in Science?: An Opinionated Guide to the Wars,
Cambridge MA, Harvard University Press, 2001.
Bunnin, Nicholas
ve Jiyuan Yu:
“Gettier’s Problem” maddesi, The Blackwell Dictionary of
Western Philosophy, Malden, MA, Blackwell Pub., 2004.
Butterfield,
Herbert:
The Origins of Modern Science: 1300-1800, New York, The
Macmillan Company, 1957.
Calhoun, Craig:
“Introduction: On Merton's Legacy and Contemporary
Sociology” Calhoun, Craig J. (der.) Robert K. Merton:
Sociology of Science and Sociology as Science, New York,
Columbia University Press, 2010. ss:1-31.
Carey, Stephen.
S.:
A Beginner's Guide to Scientific Method, Boston, MA,
Wadsworth Cengage Learning, 2012.
Cevizci, Ahmet:
Felsefe Sözlüğü, İstanbul, Paradigma Yayıncılık, 2010.
217
Chalmers, Alan:
Bilim Dedikleri: Bilimin Doğası, Statüsü ve Yöntemleri
Üzerine Bir Değerlendirme, Çev. Hüsamettin Arslan, İstanbul,
Paradigma Yayıncılık, 2008.
Chen, Chaomei:
Mapping Scientific Frontiers: The Quest for Knowledge
Visualization, London, Springer, 2003.
Chimisso,
Cristina:
Gaston Bachelard: Critic of Science and the Imagination,
London, Routledge, 2001.
Churchich,
Nicholas:
Marxism and Morality: A Critical Examination of Marxist
Ethics. Cambridge, James Clarke, 1994.
Cohen, H. Floris:
The Scientific Revolution: A Historiographical Inquiry.
Chicago, University of Chicago, 1994.
Cole, Stephen:
“Voodoo Sociology: Recent Developments in the Sociology of
Science” P. R. Gross, N. Levitt ve M. W. Lewis (der.), The
Flight from Science and Reason, New York: New York
Academy of Sciences, 1996, Ss:274-287.
Comte, Auguste:
“From Metaphysics to Positivist Science” Volker Meja ve Nico
Stehr (der.), The Sociology of Knowledge, Cheltenham:
Edward Elgar Pub., 1999. ss: 37-57.
Couvalis, George:
The Philosophy of Science: Science and Objectivity, London,
Sage Publications, 1997.
Creath, Richard:
“Logical Empiricism”, Edward N. Zalta (der.), The Stanford
Encyclopedia
of
Philosophy,
(Çevrimiçi)
http://plato.stanford.edu/archives/spr2013/entries/logicalempiricism/ 07-09-2012.
Crumley, Jack S.:
An Introduction to Epistemology, Peterborough, Broadview,
2009.
Cushing, James
T.:
Fizikte Felsefi Kavramlar I: Felsefe Ve Bilimsel Kuramlar
Arasındaki Tarihsel İlişki, İstanbul, Sabancı Üniversitesi,
2010.
Cushing, James
T.:
Fizikte Felsefi Kavramlar II: Felsefe Ve Bilimsel Kuramlar
Arasındaki Tarihsel İlişki, İstanbul, Sabancı Üniversitesi,
2010.
218
Dallal, Ahmad S.:
“Early Islam” John Hedley Brooke ve Ronald L. Numbers,
(der.), Science and Religion around the World, New York,
Oxford University Press, 2011.
Darwin, Charles:
On the Origin of Species by Means of Natural Selection or
the Preservation of Favoured Races in the Struggle for Life,
Londra, John Murray, 1858.
Darwin, Charles:
“Origin of Species”, Michael Ruse, (der.), Philosophy of
Biology, New York, Macmillan, 1989, ss:41-46.
Darwin’in Asa
Gray’e mektubu:
Darwin Mektuplaşma Projesi İnternet Sayfası, (Çevrimiçi)
http://www.darwinproject.ac.uk/entry-2814, 08-11-2012.
Dawkins,
Richard:
Unweaving the Rainbow: Science, Delusion, and the
Appetite for Wonder, Boston, Houghton Mifflin, 1998.
Dawkins,
Richard:
The Blind Watchmaker: Why the Evidence of Evolution
Reveals a Universe without Design, New York, W.W. Norton,
2006.
Devitt, Michael:
“Realism-Anti-Realism” Stathis Psillos ve Martin Curd (der.)
The Routledge Companion to Philosophy of Science, London,
Routledge, 2008.
Dilthey, Wilhelm:
Hermeneutik ve Tin Bilimleri, çev. Doğan Özlem, İstanbul,
Paradigma Yayınları, 1999.
Dowe, Phil:
Galileo, Darwin, and Hawking: The Interplay of Science,
Reason, and Religion, Grand Rapids, MI:,W.B. Eerdmans Pub.,
2005.
Duralı, Teoman:
Felsefe-Bilimin Doğuşu: Aristoteles’te Canlılar ve Bilim
Sorunu, İstanbul, Dergah yayınları, 2011.
Durkheim, Émile:
Suicide: A Study in Sociology, çev. George Simpson ve John
Spaulding, New York, Free, 1997.
Durkheim, Émile:
The Elementary Forms of the Religious Life, Çev. Joseph
Ward Swain, London, Allen & Unwin, 1954.
Durkheim, Émile:
“Sociology of Knowledge” Volker Meja ve Nico Stehr (der.),
The Sociology of Knowledge, Cheltenham: Edward Elgar Pub.,
1999. ss: 101-120.
219
Durkheim, Émile
ve Marcel Mauss:
Primitive Classifications, Çev. Rodney Needham, Chicago,
Chicago University Press, 1963.
Edge, David:
“Reinventing the Wheel”, Handbook of Science and
Technology Studies, Sheila Jasanoff vd. (der.), London, Sage
Publications, 1995, ss: 3-23.
Elster, Jon:
An Introduction to Karl Marx, Cambridge, Cambridge
University Press, 1986.
Ferrarotti, Franco:
“Endüstri Devrimi ve Bilim, Teknoloji ve İktidarın Yeni
Nitelikleri”, Federico Mayor ve Augusto Forti (der.), Bilim ve
İktidar, çev. Mehmet Küçük, Ankara, Tübitak Popüler Bilim
Kitapları, 1997. ss: 41-68.
Feyerabend, Paul Yönteme Hayır : Bir Anarşist, Bilgi Kuramının Ana Hatları,
K.:
Çev. Ahmet İnam, İstanbul, Ara Yayıncılık, 1989.
Feyerabend, Paul Knowledge, Science, and Relativism, John Preston (der.),
K.:
Cambridge, Cambridge University Press, 1999.
Feyerabend, Paul “Consolations For the Specialist” Imre Lakatos ve Alan
Musgrave (der.) Criticism and the Growth of Knowledge:
K.:
Proceedings of the International Colloquium in the
Philosophy of Science, London, Cambridge University Press,
1999, ss:197-230.
Fichman, Martin:
An Elusive Victorian: The Evolution of Alfred Russel
Wallace, Chicago, University of Chicago, 2004.
Forti, Augusto:
“Modern Bilimin Doğuşu ve Düşünce Özgürlüğü”, Bilim ve
İktidar, ss: 23-37.
Forti, Augusto:
“Eskiçağda Bilim, Felsefe ve İktidar”, Bilim ve İktidar, ss: 1322.
Foucault, Michel:
The History of Sexuality, Volume I: An Introduction, çev.
Robert Hurley, New York, Random House, 1990.
Fox, Nick J.:
“Foucault, Foucauldians and Sociology” The British Journal
of Sociology, 49, 3, 1998, ss. 415-433
220
Freud, Sigmund:
“Excerpt from The Future of an Illusion” Volker Meja ve Nico
Stehr (der.), The Sociology of Knowledge, Cheltenham:
Edward Elgar Pub., 1999. ss: 92-97.
Fuller, Steve:
Thomas Kuhn: A Philosophical History for Our times,
Chicago, University of Chicago, 2000.
Fuller, Steve:
New Frontiers in Science
Cambridge, Polity, 2007.
Gabriel, Yiannis:
Freud and Society, London, Routledge & Kegan Paul, 1983.
Giddens,
Anthony:
Politics, Sociology and Social Theory: Encounters with
Classical and Contemporary Social Thought, Stanford, CA,
Stanford University Press, 1995.
Gieryn, Thomas
F.:
“Bilimin Sınırları”, Mihriban Şenses (der.), Bilimin Sınırları ve
Bilimsel İhtilaflar, İstanbul, Paradigma, 2012. ss: 3-72
Gieryn, Thomas
F.:
“Durkheim’ın Bilimsel Bilgi Sosyolojisi”, Bekir Balkız ve Vefa
Saygın Öğütle, (der.), Bilim Sosyolojisi İncelemeleri: Temel
Yaklaşımlar, Kavramlar Ve Tartışmalar, çev. Bekir Balkız,
Ankara, Doğu-Batı Yayınları, 2010, ss: 452-492.
Godfrey-Smith,
Peter:
Theory and Reality: An Introduction to the Philosophy of
Science, Chicago, University of Chicago, 2003.
Gordon, Peter Eli:
"Realism, Science, and the Deworlding of the World" Hubert L.
Dreyfus ve Mark A. Wrathall, (der.) A Companion to
Phenomenology and Existentialism. Oxford, Wiley-Blackwell,
2009, s. 425-444.
Gordon, Scott:
The History and Philosophy of Social Science, London,
Routledge, 1991.
Green, Arnold
W:,
Hobbes and Human Nature, New Brunswick, Transaction,
1993.
Grossmann,
Henryk:
“The Social Foundations of the Mechanistic Philosophy and
Manufacture”, Gideon Freudenthal ve Peter McLaughlin
(der.),The Social and Economic Roots of the Scientific
Revolution, Dordrecht, Springer, 2009, ss:103-156.
and
Technology
Studies,
221
Grünwald, Ernst:
“The Sociology of Knowledge and Epistemology” Volker Meja
ve Nico Stehr (der.), The Sociology of Knowledge,
Cheltenham: Edward Elgar Pub., 1999. ss: 444-449.
Hacohen, Malachi Karl Popper: The Formative Years, 1902-1945 : Politics and
Philosophy in Interwar Vienna, Cambridge, Cambridge
H.:
University Press, 2002.
Halfpenny, Peter:
“Rasyonalite ve bilimsel Bilginin Sosyolojisi” Bilim Sosyolojisi
İncelemeleri:
Temel
Yaklaşımlar,
Kavramlar
Ve
Tartışmalar, çev. Dilek Hattatoğlu, ss: 58-64.
Hanson, Norwood Patterns of Discovery: An Inquiry into the Conceptual
Russell:
Foundations of Science, Cambridge, University, 1965.
Hansson, Sven
Ove:
"Science and Pseudo-Science", The Stanford Encyclopedia of
Philosophy,
Edward
N.
Zalta (der.),
(çevrimiçi)
http://plato.stanford.edu/archives/win2012/entries/pseudoscience/ 08-02-2013.
Harré, Rom:
Great Scientific Experiments: Twenty Experiments That
Changed Our View of the World, Mineola, NY, Dover
Publications, 2002.
Harrison, Peter:
“The Cultural Authority of Natural History in Early Modern
Europe” Biology and Ideology: From Descartes to Dawkins,
ss: 11-35.
Hatfield, Gary:
“René Descartes”, The Stanford Encyclopedia of Philosophy,
Edward
N.
Zalta (der.),
(çevrimiçi)
http://plato.stanford.edu/entries/descartes/ 21 Aralık 2012.
Hawking, Stephen On the Shoulders of Giants: The Great Works of Physics
and Astronomy, Philadelphia, Running, 2002.
W.:
Heidarzadeh,
Tofigh:
A History of Physical Theories of Comets, from Aristotle to
Whipple, United States, Springer, 2008.
Heidegger, Martin Basic Writings from Being and Time (1927) to The Task of
ve David Farrell
Thinking (1964), London, Routledge and Kegan Paul, 1978.
Krell:
Heidegger,
Martin:
What Is Called Thinking? çev. Glenn Gray, New York, Harper
& Row, 1968.
222
Hekman, Susan:
Bilgi Sosyolojisi ve Hermeneutik: Mannheim, Gadamer,
Foucault ve Derrida, çev. Hüsamettin Arslan ve Bekir Balkız,
İstanbul, Paradigma Yayınları, 1999.
Henry, John:
Bilim Devrimi ve Modern Bilimin Kökenleri, çev: Selim
Değirmenci, İstanbul, Küre Yayınları, 2009.
Hess, David J:
Science Studies: An Advanced Introduction, New York, New
York University Press, 1997.
Hessen, Boris:
“Newton’un Principia’sının Toplumsal ve Ekonomik
Kökenleri”,
Bilim
Sosyolojisi
İncelemeleri:
Temel
Yaklaşımlar, Kavramlar Ve Tartışmalar, çev. Eren
Buğlalılar, ss: 65-147.
Horkheimer, Max: “A New Concept of Ideology” Volker Meja ve Nico Stehr
(der.), The Sociology of Knowledge, Cheltenham: Edward
Elgar Pub., 1999. ss:461-478.
Ichikawa,
Jonathan Jenkins
ve Matthias
Steup:
“The Analysis of Knowledge”, The Stanford Encyclopedia of
Philosophy,
Edward
N.
Zalta (der.),
(çevrimiçi)
http://plato.stanford.edu/archives/win2012/entries/knowledgeanalysis/ 11 Aralık 2012.
Ingram, David:
“Foucault and Habermas,” G. Gutting (der.) The Cambridge
Companion to Foucault, Cambridge, Cambridge University
Press, 2006, ss. 240-83.
Koestler, Arthur:
The Sleepwalkers: A History of Man’s Changing Vision of
the Universe, New York, The Macmillan Company, 1959.
Koyré, Alexandre: From the Closed World to the Infinite Universe, Baltimore,
The Johns Hopkins Press, 1957.
Koyré, Alexandre: Bilim Tarihi Yazıları 1, çev: Kurtuluş Dinçer, Ankara, Tübitak
Popüler Bilim Kitapları, 2000.
Kozhevnikov,
Alexei B.:
Stalin's Great Science: The times and Adventures of Soviet
Physicists, London, Imperial College, 2004.
Kragh, Helge:
“Social Constructivism: The Gospel of Science, and the
Teaching
of
Physics”
Michael
R.
Matthews
(der.) Constructivism in Science Education: A Philosophical
Examination, Dordrecht, Kluwer Academic, 1998, ss:125-137.
223
Krebs, Robert E.:
Scientific Development and Misconceptions through the
Ages: A Reference Guide, Westport, CT, Greenwood, 1999.
Krementsov,
Nikolai:
“Darwinism, Marxism, and Genetics in the Soviet Union”
Biology and Ideology: From Descartes to Dawkins, ss:215246.
Kuhn, Thomas S.:
The Structure of Scientific Revolutions, Chicago, The
University of Chicago Press, 1970.
Kuhn, Thomas S.:
Bilimsel Devrimlerin Yapısı, Çev. Nilüfer Kuyaş, İstanbul,
Alan Yayıncılık, 1991.
Kuhn, Thomas S.:
Kopernik Devrimi: Batı Düşüncesinin Gelişiminde Gezegen
Astronomisi, çev. Halil Turan, Dursun Bayrak, Sinan K. Çelik,
Ankara, İmge Kitabevi, 2007.
Kuhn, Thomas S.:
“Logic of Discovery or Psychology of Research?” Criticism
and the Growth of Knowledge, London, Cambridge University
Press, 1999, ss: 1-23.
Kuhn, Thomas S.:
“Bilimsel Araştırmada Dogmanın İşlevi”, Bilim Sosyolojisi
İncelemeleri:
Temel
Yaklaşımlar,
Kavramlar
Ve
Tartışmalar, çev. Barış Yıldırım, ss: 196-220.
Kuhn, Thomas S.:
“Nesnellik, Değer Yargısı ve Kuram Seçimi” Asal Gerilim:
Bilimsel Gelenek ve Değişim Üzerine Seçme İncelemeler, çev.
Yakup Şahan, İstanbul, Kabalcı Yayınevi, 1994,ss. 381-404.
Kuhn, Thomas S.:
“Reflections on my Critics”, Criticism and the Growth of
Knowledge, London, Cambridge University Press, 1999,
ss:231-278.
Kuhn, Thomas S.:
The Road Since Structure: Philosophical Essays, 1970–1993,
Chicago, University of Chicago Press, 2000.
Kukla, André:
Social Constructivism and the Philosophy of Science,
London, Routledge, 2000.
Kusch, Martin:
“Psychologism and Sociologism in Early Twentieth-century
German-speaking Philosophy.” Dale Jacquette (der.),
Philosophy, Psychology, and Psychologism: Critical and
Historical Readings on the Psychological Turn in
Philosophy, Dordrecht, Kluwer Academic, 2003. s:131-155.
224
Kusch, Martin:
“Rule-Scepticism and the Sociology of Scientific Knowledge:
The Bloor-Lynch Debate”, Social Studies of Science, 34, 4,
2004, ss. 571-591.
Lakatos, Imre:
“Falsification and the Methodology of Scientific Research
Programmes” Criticism and the Growth of Knowledge,
London, Cambridge University Press, 1999, ss: 91-196.
Lakatos, Imre:
The Methodology of Scientific Research Programmes, John
Worrall ve Gregory Currie (der.) Cambridge, Cambridge
University Press, 1980.
Latour, Bruno ve
Steve Woolgar:
Laboratory Life: The Construction of Scientific Facts, New
Jersey, Princeton University Press, 1986.
Laudan, Larry:
“Progress or Rationality? The Prospects for Normative
Naturalism” David Papineau (der.), The Philosophy of Science,
Oxford, Oxford University Press, 1996. ss.194-214
Lewontin,
Richard C.:
Biology as Ideology: The Doctrine of DNA, New York,
HarperPerennial, 1992.
Lewens, Tim:
‘Realism and the Strong Program’ British Journal for the
Philosophy of Science, 56, 2005, ss: 559-577.
Lévy-Bruhl,
Lucien:
“The Transition to the Higher Mental Types” The Sociology of
Knowledge, ss:129-154.
Lodynski, Adrzej:
"Some Remarks in Defense of the Incommensurability Thesis"
Władysław Krajewski, (der.). Polish Essays in the Philosophy
of the Natural Sciences, Dordrecht, D. Reidel, 1982.
MacIntyre,
Alasdair C.:
After Virtue: A Study in Moral Theory, Notre Dame, IN,
University of Notre Dame, 2007.
Mai, Larry
L., Marcus Young
Owl ve
M. Patricia
Kersting:
The Cambridge Dictionary of Human Biology and
Evolution, Cambridge, Cambridge University Press, 2005.
Mannheim, Karl:
Ideology and Utopia: An Introduction to the Sociology of
Knowledge, çev. Louis Wirth ve Edward Shils, London,
Routledge & Kegan Paul, 1979.
225
Mannheim, Karl:
“The Sociology of Knowledge” The Sociology of Knowledge,
Cheltenham: Edward Elgar Pub., 1999. ss: 302-345.
Markie, Peter:
“Rationalism vs. Empiricism”, The Stanford Encyclopedia of
Philosophy,
Edward
N.
Zalta (der.),
(çevrimiçi)
http://plato.stanford.edu/archives/sum2013/entries/rationalismempiricism/
Marx, Karl ve
Friedrich Engels:
“Concerning the Production of Consciousness” The Sociology
of Knowledge, Cheltenham: Edward Elgar Pub., 1999. ss: 1122.
Marx, Karl ve
Friedrich Engels:
Manifesto of the Communist Party, New York, International,
2007.
Masterman,
Margaret:
“The Nature of a Paradigm” Criticism and the Growth of
Knowledge, London, Cambridge University Press, 1999, ss.5990.
Mauss, Marcel:
Sosyoloji ve Antropoloji, çev. Özcan Doğan, Ankara, Doğu
Batı, 2006.
Matthews, Steven: Theology and Science in the Thought of Francis Bacon,
Aldershot, Ashgate Pub., 2008.
McGrath, Alister
E.:
“Evolutionary Biology In Recent Atheist Apologetics”. Biology
and Ideology, ss.329-351.
McGrath, Alister
E.:
The Order of Things: Explorations in Scientific Theology,
Malden, MA, Blackwell Pub., 2006.
Mermin, N.
David:
“The Science of Science: A Physicist Reads Barnes, Bloor and
Henry” Social Studies of Science, 28, 4, 1998, ss. 603-623.
Merton, Robert
K.:
“Bilim ve Toplumsal Düzen”, Bilim Sosyolojisi İncelemeleri
Temel Yaklaşımlar, Kavramlar Ve Tartışmalar, çev. Ümit
Tatlıcan, ss: 148- 164.
Merton, Robert
K.:
“Bilimin Normatif Yapısı”, Bilim Sosyolojisi İncelemeleri
Temel Yaklaşımlar, Kavramlar Ve Tartışmalar, çev. Kemal
İnal, ss: 165- 179.
Miles, Grahame:
Science and Religious Experience: Are They Similar Forms
of Knowledge?, Brighton, Sussex Academic, 2007, s.253.
226
Moreland, James
Porter ve William
Lane Craig:
Philosophical Foundations for a Christian Worldview,
Downers Grove, IL: InterVarsity, 2003.
Moser, Paul K.:
“On Scientific Justification by Consensus”, Journal For
General Philosophy of Science, 17, 1, 1986, ss:154-161.
Mulkay, Michael:
“Norms and ideology in science”, Social Science Information,
15, 4, 1976, ss: 637-656.
Musgrave, Alan:
Essays on Realism and Rationalism, Amsterdam, Rodopi,
1999.
Nasr, Seyyed H:
The Essential Seyyed Hossein Nasr, William C. Chittick. (der.)
Bloomington, IN, World Wisdom, 2007.
Newton-Smith,
W. H:
The Rationality of Science, London, Taylor and Francis, 2002.
Nietzsche,
Friedrich:
“On Truth and Lies in a Nonmoral Sense” The Sociology of
Knowledge, Cheltenham: Edward Elgar Pub., 1999. ss:58-70.
Nola, Robert:
“Social Studies of Science”, Stathis Psillos ve Martin Curd
(der.) The Routledge Companion to Philosophy of Science,
New York, Routledge, 2008, ss: 259-268.
Nola, Robert:
“Introduction” Robert Nola (der.). Relativism and Realism in
Science, Dordrecht, Kluwer Academic, 1988.
Nola, Robert ve
Howard Sankey:
"A Selective Survey of Theories of Scientific Method" Robert
Nola ve Howard Sankey (der.), After Popper, Kuhn, and
Feyerabend Recent Issues in Theories of Scientific Method,
Dordrecht, Kluwer Academic, 2000.
Nola, Robert:
Rescuing Reason, Dordrecht, Kluwer Academic Publishers,
2003.
Nola, Robert ve
Gürol Irzık:
Philosophy, Science, Education and Culture, Dordrecht,
Springer, 2005.
Nye, Mary J.:
Michael Polanyi and His Generation: Origins of the Social
Construction of Science, Chicago, University of Chicago,
2011.
227
O'Brien, Dan:
An Introduction to the Theory of Knowledge, Cambridge,
Polity, 2006.
Okasha, Samir:
Philosophy of Science: A Very Short Introduction, Oxford,
Oxford University Press, 2002.
Panofsky, Aaron
L.:
“A Critical Reconsideration of the Ethos and Autonomy of
Science”, Craig Calhoun J.(der.), Robert K. Merton: Sociology
of Science and Sociology as Science, New York, Columbia
University Press, 2010, ss: 140-163.
Papineau, David:
“Introduction” David Papineau (der.) The Philosophy of
Science, Oxford, Oxford University Press, 1996. Ss. 1-20.
Pascal, Blaise:
Pensées, Sioux Falls, NuVision Publications, 2007.
Peijnenburg,
Jeanne:
“On the Concept of Discovery, Comments on Gerd Gigerenzer”
Maria Carla Galavotti (der.), Observation and Experiment in
the Natural and Social Sciences, Dordrecht, Kluwer Academic,
2003. Ss: 153-158.
Plantinga, Alvin:
Where the Conflict Really Lies: Science, Religion, and
Naturalism, New York: Oxford University Press.
Plantinga, Alvin:
Warrant and Proper Function, New York, Oxford University
Press, 1993.
Plantinga, Alvin:
“On ‘Proper Basicality’” Philosophy and Phenomenological
Research, 75, 3, 2007, s: 612-621.
Plantinga, Alvin:
“Introduction: The Evolutionary Argument Against Naturalism”
Beilby, James K., (der.). Naturalism Defeated?: Essays on
Plantinga's Evolutionary Argument against Naturalism,
Ithaca, Cornell University Press, 2002, Ss.1-12.
Polanyi, Michael:
“Bilimsel İnançlar”, Bilim Sosyolojisi İncelemeleri: Temel
Yaklaşımlar, Kavramlar Ve Tartışmalar, çev. Barış Yıldırım,
ss: 180-195.
Politis, Vasilis:
Routledge Philosophy Guidebook to Aristotle and the
Metaphysics, London, Routledge, 2004.
Popper, Karl:
Bilimsel Araştırmanın Mantığı, çev. İlknur Aka ve İbrahim
Turan, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2005.
228
Popper, Karl:
“Selections From the Logic of Scientific Discovery” Richard
Boyd, Philip Gasper ve J. D. Trout (der.) The Philosophy of
Science, Cambridge, MIT Press, 1991, ss:99-120.
Popper, Karl:
The World of Parmenides: Essays on the Presocratic
Enlightenment, Abingdon, Oxon, Routledge, 2012.
Popper, Karl:
“Normal Science and Its Dangers”, Criticism and the Growth
of Knowledge, London, Cambridge University Press, 1999,
ss:51-58
Pritchard, Duncan
ve John Turri:
“The Value of Knowledge” maddesi,
The Stanford
Encyclopedia of Philosophy, Edward N. Zalta (der.),
(çevrimiçi)
http://plato.stanford.edu/archives/win2012/entries/knowledgevalue/ 11 Şubat 2012.
Reichenbach,
Hans:
Experience and Prediction: An Analysis of The Foundations
and The Structure of Knowledge, Chicago, The University of
Chicago Press, 1938.
Rescorla,
Michael:
“Convention”, The Stanford Encyclopedia of Philosophy,
Edward
N.
Zalta (der.),
(çevrimiçi)
http://plato.stanford.edu/archives/spr2011/entries/convention/
02-09-2012.
Richards, Stewart: Philosophy and Sociology of Science, Oxford, Blackwell,
1987.
Rincon, Paul:
“The girl who named a planet”, (Gezegenin İsmini Koyan Kız)
BBC
Resmi
İnternet
Sitesi,
(Çevrimiçi)
http://news.bbc.co.uk/2/hi/science/nature/4596246.stm , 11-042013.
Roe, Shirley A:
“Biology, Atheism, Politics in Eighteenth Century France”,
Biology and Ideology, ss: 36-60.
Ronan, Colin A.:
The Cambridge Illustrated History of the World's Science,
Cambridge, Cambridge University Press, 1983.
Rupke, Nicolaas:
“Darwin’s Choice” Biology and Ideology, ss: 139-164.
229
Ruse, Michael:
“Creation Science: The Ultimate Fraud”, Philosophy of
Biology, ss. 329-36.
Russell, Bertrand:
Religion and Science, New York, Oxford University Press,
1997.
Russell, Bertrand:
Mysticism and Logic, Middlesex, Penguin Books, 1953
Salmon, Merrilee
H. vd.:
Introduction to the Philosophy of Science, Indianapolis,
Hackett, 1999.
Salmon, Wesley:
“Bayes’s Theorem and the History of Science” Yuri Balashov ve
Alex Rosenberg (der.), Philosophy of Science: Contemporary
Readings, London, Routledge, 2002, ss: 385-409.
Salmon, Wesley
C.:
“Rationality and Objectivity in Science or Tom Kuhn meets
Tom Bayes”, David Papineau (der.), The Philosophy of
Science, Oxford, Oxford University Press, 1996, ss. 256-289.
Sankey, Howard:
“Scientific Method”, Stathis Psillos ve Martin Curd(der.), The
Routledge Companion to Philosophy of Science, London,
Routledge, 2008, ss 248-258.
Sankey, Howard:
“Kuhn's Changing Concept of Incommensurability”, The
British Journal for the Philosophy of Science, 44, 4, 1993, ss.
759-774.
Sarton, George:
The History of Science and the New Humanism, New
Brunswick, Transaction, 1987.
Schiemann,
Gregor:
“The Vienna Circle and Logical Empiricism: Re-evaluation and
Future Perspectives,” Friedrich Stadler (der.), The Vienna
Circle and Logical Empiricism, Dordrecht, Kluwer Academic,
2003, ss: 237–251.
Schmaus, Warren: Durkheim's Philosophy of Science and the Sociology of
Knowledge: Creating an Intellectual Niche, Chicago,
University of Chicago Press, 1994.
Schmidt, Claudia
M.:
David Hume: Reason in History, University Park, PA,
Pennsylvania State UP, 2003.
Shapere, Dudley:
“The Structure of Scientific Revolutions”, The Philosophical
Review, 73,3, 1964, ss 383-394.
230
Shapin, Steven:
Bilimsel Devrim, çev. Ayşegül Yurdaçalış, İstanbul, İzdüşüm
Yayınları, 2000.
Snow, C. P.,
İki Kültür, çev. Tuncay Birkan, Ankara, Tübitak Popüler Bilim
Kitapları, 2010.
Sörensen, Dolf:
Theory Formation and the Study of Literature, Amsterdam,
Rodopi, 1987.
Standen,
Anthony:
Bilim Kutsal Bir İnektir, çev. Burçak Dağıstanlı, İstanbul, Şule
Yayınları, 1997,
Stanford, Kyle:
“Underdetermination of Scientific Theory”, The Stanford
Encyclopedia of Philosophy, Edward N. Zalta (der.),
(çevrimiçi)
http://plato.stanford.edu/archives/win2009/entries/scientificunderdetermination/ 03-09-2012.
Stunkel, Kenneth
R. ve Saliba G.
Sarsar:
Ideology, Values, and Technology in Political Life, Lanham,
MD, University of America, 1994.
Swain, John:
“Evolution caught in the act” The CERN Courier Dergisi
İnternet
Sitesi,
(çevrimiçi)
http://cerncourier.com/cws/article/cern/51542, 18-12-2012.
Swoyer, Chris:
"Relativism", The Stanford Encyclopedia of Philosophy,
Edward
N.
Zalta (der.),
(çevrimiçi)
<http://plato.stanford.edu/archives/win2010/entries/relativism/>.
11 Ağustos 2012.
Steele, Robert S.:
Freud and Jung, Conflicts of Interpretation, London,
Routledge & K. Paul, 1982.
Şenses, Mihriban:
Sosyal Fenomenler Olarak Bilimsel İhtilaflar: Nerium
Oleander (Zakkum) Tartışması, İstanbul, Paradigma
Yayıncılık, 2010.
Thomson, Iain D.:
Heidegger Ontoteoloji: Teknoloji ve Eğitim Politikaları, .çev.
Hüsamettin Arslan, İstanbul, Paradigma Yayıncılık, 2012.
Tiles, Mary:
Bachelard: Science and Objectivity, Cambridge, Cambridge
University Press, 1984.
231
Uebel, Thomas E.
ve Alan W.
Richardson:
“Introduction” Thomas E. Uebel ve Alan W. Richardson (der.),
The Cambridge Companion to Logical Empiricism, New
York, Cambridge University Press, 2007, ss.1-10.
Vickers, Peter:
“A Brief Chronology of the Philosohy of Science” Steven
French ve Juha Saatsi (der.), The Continuum Companion to
the Philosophy of Science, London, Continuum, 2011, ss. 359380.
Vickers, John:
“The Problem of Induction”, The Stanford Encyclopedia of
Philosophy,
Edward
N.
Zalta (der.),
(çevrimiçi)
http://plato.stanford.edu/archives/spr2013/entries/inductionproblem/ 11-02-2012.
Ward, Keith:
“Misusing Darwin: The Materialist Conspiracy in Evolutionary
Biology” Manning Re Russell ve Michael Byrne (der.), Science
and Religion in the Twenty-first Century, London, Scm Press,
2013, ss. 94-113.
Watkins, John:
“Against ‘Normal Science’”, Criticism and the Growth of
Knowledge, London, Cambridge University Press, 1999, ss. 2538.
Weber, Max
Sosyolojinin Temel Kavramları ve Meslek Olarak İlim, çev.
Medeni Beyaztaş, İstanbul: Efkar Yayınları, 2004.
Weber, Max:
The Methodology of the Social Sciences, çev: Edward A. Shils
ve Henry A. Finch. Glencoe, Free Press, 1949.
Whitehead,
Alfred. N.:
Science and Philosophy, New York, Philosophical Library,
1974.
Whitfield, Peter:
Batı Biliminde Dönüm Noktaları: Tarih Öncesi
Dönemlerden Atom Çağına, Çev.Serdar Uslu, İstanbul, Küre
Yayınları, 2008.
Wolf, Abraham:
A History of Science, Technology, and Philosophy in The
16th & 17th Centuries, New York, Harper, 1959.
Woolgar, Steve:
Bilim: Bilim İdesi Üzerine Sosyolojik Bir Deneme, çev:
Hüsamettin Arslan, İstanbul, Paradigma Yayıncılık, 1999.
232
Worrall, John:
“Philosophy of Science: Classic Debates, Standard Problems,
Future Prospects” Peter Machamer ve Michael Silberstein (der.),
The Blackwell Guide to the Philosophy of Science, Oxford,
Blackwell Publishers, 2002, ss.18-36.
Wray, Brad K.:
Kuhn's Evolutionary Social Epistemology, Cambridge,
Cambridge University Press, 2011.
233
ÖZGEÇMİŞ
Alper Bilgili 2004 yılında Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası
İlişkiler Bölümü’nde Lisans eğitimini tamamladı. 2006 yılında aynı bölümden
yüksek lisans derecesini aldı. Doktora eğitimini İstanbul Üniversitesi Sosyoloji
bölümünde tamamladı.
234
Download