T.C İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyoloji Anabilim Dalı Doktora Tezi SOSYAL ETKENLERİN BİLİMSEL BİLGİNİN OLUŞUMUNDAKİ ROLÜNÜN ANALİZİ: KUHN VE GÜÇLÜ PROGRAM ÖRNEĞİ Alper Bilgili 2502090065 Tez Danışmanı Doç. Dr. Yücel Bulut İstanbul 2013 ÖZ Sosyal Etkenlerin Bilimsel Bilginin Oluşumundaki Rolünün Analizi: Kuhn Ve Güçlü Program Örneği Alper Bilgili Bu tez, sosyal etkenlerin bilimsel bilginin oluşum sürecindeki rolünü incelerken ortodoks bilim anlayışını ve ona tepki olarak doğan Kuhn ve Güçlü Program’ın bilim anlayışını mercek altına almaktadır. Ortodoks bilim anlayışı bilimsel bilgiyi objektif olduğu ve sosyal etkenlerden korunduğu gerekçesiyle diğer bilgi türlerinden farklı bir yere koymuştur. Öte yandan Kuhn ve Güçlü Program, Durkheim’ın ve sosyolojinin ilk kurucularının hayallerini tersten gerçekleştirme yoluna giderek doğa bilimlerini sosyal bilimlere eşitlemeye çalışmıştır. Doğa bilimlerinden elde edilen bilginin ideolojik, metafiziksel ve benzeri birçok değerden etkilendiğini iddia ederek bilimin otoritesini sorgulanır kılmışlardır. Bu tezde amaçlanan hem ortodoks bilimin hem de Kuhn ve Güçlü Program’ın bilimsel bilginin oluşum sürecinde sosyal etkenlerin rolünü ne denli doğru yansıttıklarını tartışmaktır. Bunun yanında değerlendirmelerindeki eksikliklerin giderilmesi için alternatif bir inceleme önerilmektedir. Bu tür bir çabanın sosyal unsurların rolünün daha iyi belirlenmesine, böylece bilimin meşru sınırlarının, bilimi sıradan bir konvansiyona indirgemeden, çizilmesine katkıda bulunacağını umuyoruz. iii ABSTRACT The Analysis of the Role of Social Factors in the Formation of Scientific Knowledge: Kuhn and the Strong Program Alper Bilgili Analyzing the impact of social factors on the formation of scientific knowledge, this thesis focuses on the orthodox scientific view as well as Kuhn’s and Strong Program’s approaches to science which emerged as a reaction to it. The orthodox scientific view distinguished scientific knowledge from other forms of knowledge due to the claim that it is objective and free from social influence. On the other hand, Kuhn and the Strong Program attempted to remove this distinction between natural sciences and social sciences, realizing the dreams of Durkheim and the founders of sociology even though through a reverse manner. They made the authority of science questionable by claiming that knowledge produced by natural sciences is under the influence of various values; ideological, metaphysical and the like. The purpose of this thesis is to discuss how appropriately the role of social factors in the formation of scientific knowledge is presented by the orthodox science, and by Kuhn and the Strong Program. Besides, an alternative approach is proposed to overcome the deficiencies in their assessments. The expectation is that this effort will contribute to a better identification of the role of social factors and thus determination of the legitimate limits of science without reducing it to a mere social convention. iv ÖNSÖZ Bu tez, Kuhn ve Güçlü Program’ın teorilerine odaklanarak bilimsel bilginin oluşum sürecinde sosyal etkenlerin rolünü tespit etme niyetindedir. Böyle bir konu, bilimcilik diye adlandırılan ve sadece doğa bilimlerinin bize sağladığı bilgiyi muteber sayan görüşün hakimiyetini sürdürdüğü ülkemizde önemini korumaktadır. Yine bu görüşe tepki olarak doğan ve bilimi sıradan bir konvansiyona indirgeyen görüşün artan popülerliği de konumuzun önemine işaret etmektedir. Bu tezin yazılmasındaki temel saiklerin başında bu hatalı dikotomiyi aşmak gelmektedir. Bu dikotomiyi aşmak için bu tezde sosyal unsurların –örneğin ideolojik, metafiziksel kabullerin- bilimsel bilginin oluşum sürecinde nasıl bir rol üstleneceği belirlenmeye çalışılmıştır. Sonuç olarak beni bu tezi yazmaya iten neden bilimin itibarsızlaştırılmasının, onu hak etmediği kutsal bir mertebeye yükseltmek kadar tehlikeli olduğudur. Bilim sosyolojisi okumaları yaptığım süreçte bilim sosyolojisine gündelik hayatta – çoğunlukla farkında olunmadan- ne denli çok atıfta bulunulduğuna şahit oldum. Kürtajla ilgili tartışmalardan TÜBİTAK’ın yayımlama(ma)sı gereken kitaplar listesine dek birçok konu bilim sosyologları için çok verimli tartışma alanlarıydı. Ancak ülkemizde bu alanın henüz sosyologların yeterince ilgisini çekemediğini belirtmem gerekiyor. Bu tezin ülkemizdeki bu eksikliğin giderilmesine az da olsa bir katkıda bulunacağını umuyorum. Tezimin yazım süreci boyunca bana büyük katkıda bulunan Doç. Dr. Yücel Bulut’a çok şey borçluyum. Kendisi sosyolojideki teorik tartışmalara hakimiyeti ile tezimi zenginleştirmekle kalmamış, tezin teknik detaylarıyla da ilgilenmiştir. Yine tüm yoğun mesaisi içinde tezin gelişim süreci boyunca desteğini esirgemeyen Prof. Dr. İsmail Coşkun’a, tezle ilgili yorumları için Prof. Dr. Ayşe Durakbaşa’ya, Doç. Dr. Enes Kabakçı’ya ve Yrd. Doç. Dr. Recep Ertürk’e teşekkür ederim. Fizikçi ve felsefeci dostum Enis Doko’ya tezin yazım sürecinde çok büyük katkı sağladığı için, fizikçi Prof. Dr. Metin Arık’a bana vakit ayırarak fizik konusunda yön gösterdiği için teşekkürlerimi sunuyorum. Tezimde kullanmayı düşündüğüm her örneği sıkılmadan v dinleyen, tezimi okuyup bana geri bildirimde bulunan değerli eşim Nazlı Çağın Bilgili’ye de minnettarım. Son olarak aileme de bu süreçte bana destek oldukları için teşekkürü bir borç bilirim. vi İÇİNDEKİLER ÖZ (ABSTRACT) …………………………………………………iii ÖNSÖZ ………………….…………………………………........v İÇİNDEKİLER ..…………………………….……………..…….vii ŞEKİL VE TABLO LİSTELERİ..………………………………...xi KISALTMALAR …………………………………………….......xii GİRİŞ …………………………………………..……..…………...1 1. BÖLÜM: BİLİMİN TEMEL SAYILAN NİTELİKLERİNİN ANALİZİ …………………………………………………………………….10 1.1. Bilimin Özgün Niteliği Hakkında Bir Değerlendirme .............14 1.1.1. Bilimin Metodu ……………………………………….18 1.1.1.1.Tümevarım-Tümdengelim ve Diğer Metotlar..........21 1.1.2. Bilimin Amacı …………………………………….......30 1.1.3. Bilim, Eleştirel Düşünce ve Objektiflik …………........37 1.1.3.1.Bir Gelenek Olarak Bilginin Sorgulanması ………37 1.1.3.2. Sorgulanmayan Bir Bilgi Türü Olarak Doğa Bilimleri …………………………………………………… 42 1.1.3.3. Tarafsız Aktörler Olarak Bilim Adamları………. 46 1.1.3.4. Keşif Bağlamı ve Gerekçelendirme Bağlamı ....….48 1.1.3.5. Kuhn ve İçeriğin Sosyolojik Analize Dahil Edilmesi …………………………………………………..…52 1.1.3.5.1. Kuhn ve Heidegger……………………......54 1.1.3.6. Objektiflik ve Eleştirel Düşünce Tartışmalarında Yeni Bir Dönem ……………………………….....................56 1.2. Bir Mit Olarak Ortodoks Bilim ve Nitelikleri …………..........58 1.2.1. Ortodoks Bilim ve Bilimcilik …………………………59 2. BÖLÜM: BİLİMSEL BİLGİNİN OLUŞUMUNDA SOSYAL UNSURLARI MERKEZE ALMA GELENEĞİ: KUHN VE GÜÇLÜ PROGRAM ÖRNEĞİ ………………………………………..............................................62 2.1. Kuhn’un Bilimsel Bilginin Sosyolojisi Açısından Önemi…….63 vii 2.1.1. Thomas Kuhn ve Bilimin Anlaşılmasında Önem Kazanan Yeni Aktörler: Bilim Tarihi, Sosyoloji ve Psikoloji ………………………………………...……………….65 2.1.1.1. Bilim Tarihi ……………………………………..68 2.1.1.2. Sosyoloji ……………………………………….…70 2.1.1.3. Psikoloji …………………………………………..74 2.1.1.4. Sosyal Unsurların Sınırları ……………………….75 2.1.2. Kuhn’un Popper’dan Ayrıldığı Temel Noktalar……….77 2.1.3. Kuhn ve Mantıksal Pozitivizm (Mantıksal Ampirisizm) ……………………………………................................78 2.1.4. Bir Konvansiyonalist ve Rölativist Olarak Kuhn……...80 2.1.4.1. Konvansiyonlar ve Kuhn …………………………80 2.1.4.2. Rölativist Pozisyon ve Kuhn ……………………..84 2.1.4.3. Kuhn’un Rölativist ve Konvansiyonalist Kampta Olduğuna Dair Eleştirilere Verdiği Cevabın Değerlendirilmesi ……………………………......................................90 2.1.4.4. Kuhn’un Teorisinin Bilimsel Resmi Yansıtma Kapasitesi …………………………………………………….100 2.1.4.4.1. Kuhn’un Teorisinin Genel Problemleri……100 2.1.4.4.2. Kuhn’un Teorisindeki Konvansiyonalist ve Rölativist Unsurların Yarattığı Problemler…………………………………105 2.1.5. Kuhn’un Teorisinde Sosyal Unsurların Bilimsel Bilginin Oluşumundaki Rolü …………………………………..111 2.2. Güçlü Program ve Sosyal Etkenlerin Bilimsel Bilginin Oluşumundaki Belirleyici Rolü …………………………................................114 2.2.1. Güçlü Programın Rölativist Öğeleri …………….........115 2.2.2. Konvansiyonalizm ve Güçlü Program ………………..117 2.2.3. Kuhn ile Güçlü Program Arasındaki Bağlar ………….119 2.2.3.1.Programın Kuhn’la Benzer Görüşleri …………….120 2.2.3.1.1. Tarihin Öğrettikleri ……………………….120 2.2.3.1.2. Sosyal Faktörlerin Bilimsel Bilginin Oluşumundaki Belirleyici Rolü ……………………………122 2.2.3.2.Güçlü Program’ın Kuhn’dan Temel Farkı ………...124 2.2.3.3. Kuhn’un Tepkisi ………………………………….125 2.2.4. Güçlü Program’ın Diğer Teorik Bağlantıları …………126 2.2.4.1.Michel Foucault ……………………………….......127 2.2.4.2. Ludwig Wittgenstein ……………………………...128 2.2.5. Teorinin Ana Hatları …………………………………..128 viii 2.2.5.1.Güçlü Bir Programa Neden İhtiyaç Var? ………….129 2.2.5.2. Sosyal ve Sosyal Olmayan Faktörler …………… 130 2.2.5.3. Anlam Finitizmi …………………………………. 132 2.2.5.4. Çıkarlar ……………………………………………132 2.2.5.5. Araştırmanın 4 Prensibi ……………………..........135 2.2.6. Mantık ve Matematiğin Sınırlarını İhlal ………………137 2.2.7. Güçlü Program ve Doğa ………………………………140 2.2.8. Güçlü Program’a Yöneltilen Eleştiriler ……………….142 2.2.8.1.Sosyal Etkenlerin ve Sosyal Olmayan Etkenlerin Muğlaklığı …………………………………… ……………….142 2.2.8.2. Nedenselliğin Gösterilememesi …………………..144 2.2.8.3. Çıkarların Rolünün Doğru Çizilmemesi ………….147 2.2.8.4. Güçlü Program Tarafından Mucizeye Bağlanan Umut …………………………………………………......148 2.2.8.5. Simetri Prensibinin Açmazları ……………………150 2.2.8.6. Refleksivitenin Problemi ………………………….152 2.2.8.7. Pozitivizme ve Ampirisizme Duyulan Aşırı Tepki……………………………………………….154 2.2.9. Güçlü Program ve Sosyolojinin Mümkünlüğü ………..155 3. BÖLÜM: SOSYOLOJİK UNSURLAR VE BİLİMSEL BİLGİNİN OLUŞUMU: BİR MÜTEVAZI PROGRAM DENEMESİ………158 3.1. Bilim ve İnanç …………………….………………………….158 3.2. Temel İnançlar ……………………………………………….161 3.3. Bilginin Klasik Tanımı ………………………………………163 3.3.1. Bilimsel Bilginin Bileşenleri ve Sosyal Unsurlar …….164 3.3.1.1.Bilimsel İnancın Üzerindeki Muhtemel Sosyal Etkenler …………………………………………………… 167 3.3.1.1.1. Bilimsel İnancın Oluşumundaki Sosyal Etkenler ……………………………….....................168 3.3.1.1.2. Sosyal Etkenler ve Bilimsel İnancın Gerekçelendirilmesi ……………………..173 3.3.1.1.3. Sosyal Etkenler ve Bilimsel İnancın Doğru Kılınması …………………………………………….180 3.3.1.1.4. Doğanın Belirleyiciliğine Bir Engel Olarak Konvansiyonlar ……………………………183 3.3.1.2.Ampirik Veriler ve Bilimsel Bilginin Oluşumu….. 186 3.3.1.3. Ampirik Veriler ve İdeoloji ………………………190 3.4. Sonuç: Sosyal Unsurlar, Gerekçelendirme ve Bilimsel Gerçek196 SONUÇ……………………………………………………......199 BİBLİYOGRAFYA ………………………………………….215 ix ÖZGEÇMİŞ ………………………………………………......234 x ŞEKİL LİSTESİ Şekil 1: ………………………………………………………………108 Şekil 2: ………………………………………………………………108 Şekil 3: ………………………………………………………………109 TABLO LİSTESİ Tablo 1:..……………………………………………………………139 xi KISALTMALAR Bkz. : Bakınız c. : Cilt Çev. : Çeviren Der. : Derleyen diğ. : Diğerleri Ed. : Editör Ibid: Ibidem (Aynı Yerde) s: Sayfa ss: Sayfalar vb. : ve benzeri xii GİRİŞ Modern dünyanın ayırt edici özelliklerinin başında bilimsel bilgiyi diğer bilgi türlerinin üzerinde konumlandırması gelir. Doğa bilimlerinin bilhassa Newton’dan itibaren insanların hayatına getirdiği gözle görülür değişiklikler –her ne kadar bu değişikliklerin her zaman insanın iyiliğine yol açtığını iddia edemesek de- bilimsel bilginin otoritesinin sorgulanmamasına neden olmuştur. Tanrı’nın “öldüğü” –veya “öldürüldüğü”- bir dönemde bilimin yeni tanrı adayları arasına girmesi beraberinde getirdiği bu değişikliklerin etkisiyle güç olmayacaktı. Müspet ya da menfi, modern bilim ortaya çıktığı ilk günlerden itibaren güç ile ilişkilendirilecek, yeni hatta tek rehber konumuna neredeyse oybirliğiyle yükseltilecekti. Bilimin kutsal bir mertebeye yükseltilmesiyle sorgulanmamaya başlaması eş zamanlı olaylardır. Kilise’ye karşı saf tutan siyasi ve sosyal grupların bir bilme türünden çok daha fazla anlam atfettikleri bilim, bu kesimlerin zihninde tek ve yanılmaz bir bilme türü olarak görülmüştür. Natüralist dünya görüşü entelektüel çevrelerde sadece epistemolojik değil ontolojik anlamda da hâkimiyet sağlamıştır. “Sadece doğa bilimlerinin sağladığı bilgi doğrudur” görüşü kabul edilmiş, devamında da bu görüşten “doğa dışında bir gerçeklik yoktur” görüşüne geçiş yapılmıştır. Bilim istese de istemese de Kilise’ye karşı savaşta en çok başvurulan araca dönüşmüş, vahiy kaynaklı bilgi başta olmak üzere tüm bilgi türlerini değersiz kılma ile görevlendirilmiştir. Bunu yapmanın yolu sadece bilimsel metodun bize gerçek bilgi vereceğini kabul etmek ve buna paralel olarak bilimsel metotla kazanılan bilgilerin doğruluğundan şüphe etmemektir. 20. Yüzyılın ikinci yarısına kadar bu gayretlerin karşılığının alındığı söylenebilir. Ortodoks bilim tanımı sadece akademide değil halk nezdinde de karşılık bulmuştur. Öte yandan bu noktada ödenmesi gereken önemli bir bedel vardır. Ortodoks tanım bilim uğraşını doğru bir şekilde resmetmekten ziyade onun idealize edilmiş bir versiyonunu tasvir eder. Bizim bu tezde ilgimizin merkezinde bu tanımın gerçeklikle 1 uyuşmayan önemli yanları var: Bilimsel uğraşın sosyal etkenlerden etkilenmediği ve objektif olduğu iddiası. Ortodoks bilimi savunanların bilimsel uğraşın objektif olduğu yönündeki iddiaları, kanımızca bilime hizmet etmek bir yana, onun doğasını doğru bir şekilde yansıtmadığı hatta bu konuda bir yanılsamaya yol açtığı için bilimin kendisi üzerinde yıkıcı bir etkiye sahiptir. Bilimin gelişmesi, onun aldatıcı bir idealleştirme sonucu hak etmediği bir konuma getirilmesiyle değil; doğru tanınıp zaaflarının farkına varılmasıyla mümkündür. Objektiflik iddiasıyla yakından ilgili olan “sosyal etkenlerden etkilenmeme” iddiası da tezimizin merkezinde olacaktır. Sosyal etkenlerin bilimsel bilginin oluşumunda etki etmediği –söz gelimi Almanya’da yaşayan orta gelirli, kadın biyolog ile Katar’da yaşayan yüksek gelirli erkek biyoloğun laboratuvarlarına girdikleri anda aynı gözlemlerde bulunacaklarıgörüşü bilimi ideolojilerin ve değerlerin etki edemeyeceği güvenilir bir alan olarak görmektedir. Bu noktada Thomas Kuhn ve onun mirasına sahip çıkma iddiasındaki Güçlü Program’ın (Strong Program) çalışmalarının can alıcı önemde olduğunu düşünüyoruz. Sosyal etkenlerin bilimsel uğraşta göz ardı edilemeyecek bir fark yarattığını iddia eden Thomas Kuhn, çığır açan eseri Bilimsel Devrimlerin Yapısı (The Structure of Scientific Revolutions, 1962) ile doğa bilimlerinin sıra dışı bir analizini yapmakla kalmamış kendisinden sonra gelen birçok bilim felsefecisi ve bilim sosyoloğuna ilham olmayı başarmıştır. Doğa bilimlerinde sosyal etkenlerin sanıldığından çok daha merkezi bir rol oynadığını belirten Kuhn, Durkheim ve kurucu babaların sosyal bilimleri doğa bilimleriyle aynı statüye getirme rüyasını tersinden gerçekleştirme yoluna gitmiştir. Kuhn’un iddiası doğruysa doğa bilimleri de objektif bir çaba olmaktan uzaktır. Sosyal unsurlar her bilme çabasını olduğu gibi doğa bilimlerini de etkilemektedir. Dolayısıyla Kuhn’dan itibaren doğa bilimlerinin bilme türleri arasındaki ontolojik üstünlüğü tartışmalı hale gelmiştir. Kuhn ilham verici kitabında ve benzer temaya sahip eserlerinde sosyal bilimcileri ve bilhassa sosyologları göreve çağırmış, bilimin doğru analizini ancak onların yapabileceğinin altını çizmiştir. Güçlü Program oyuna bu noktada dahil olmaktadır. 1970’lerde İskoçyalı bir grup sosyolog tarafından kurulan ve Kuhn’un vasiyetini yerine getirmeye soyunan Güçlü Program bilimsel uğraşın her aşamasında sosyal etkenlerin 2 izini sürmüş, kanımızca Kuhn’un başlattığı analizi belli noktalarda daha ileri bir noktaya taşımayı başarmıştır. Güçlü Program, bilimsel analizin sadece hatalı teorilere odaklanmasını eleştirmiş, bu tür bir sosyolojik analizin “zayıf” olduğunu iddia etmiştir. Esasen yapılması gereken sosyolojinin kendisine çizilen sınırlarla yetinmemesi, daha “güçlü” bir şekilde yeniden organize olmasıdır. Hatalı teoriler kadar doğru teorilere inanılmasının da sosyolojik kökenleri araştırılmalıdır. Doğru teorilerde de hatalı teorilerde var olduğuna inanılan nedensellik ilişkilerinin izi sürülmelidir. Güçlü Program böylece bilimin objektif olduğu ve sosyal etkenlerden etkilenmediği iddialarına karşı çıkar. Bu noktada Güçlü Program’ın sadece ampirik verileri değil mantık kurallarını da tartışmaya açtığına şahit oluyoruz. Güçlü Program’a göre mantık gibi evrensel sayılan kurallar dahi bağlamsaldır ve bir bağlamda ikna edici olan mantıksal argümanlar başka bağlamlarda ikna edici olmayabilirler. Sonuç olarak ampirik verilere ve mantık kurallarına itibar kaybettiren bir sosyolojik teori sunulmaktadır. Bununla beraber gözlemle elde edilen ampirik verilerin ve mantık kurallarının boşalttığı alanı sosyal unsurlar dolduracaktır. Bilhassa çıkarların bilimsel bilginin oluşumunda oynadığı rol ezber bozucu türdendir. Kuhn kendisini takip etme ve teorisini geliştirme iddiasındaki Güçlü Program’ı takdir etmemiş, Program’ın ulaştığı noktayı absürtlük olarak nitelendirmiştir. Ne var ki biz Güçlü Program’ın Kuhn’un teorisini genişletse de Kuhn’un çizdiği sınırlardan teorinin özü itibariyle çok uzaklaşmadığı kanaatindeyiz. Nitekim tezimizde bu iki teori arasındaki benzerliklere değinecek, Kuhn’un Güçlü Program’ı eleştirdiği noktaların kendi teorisinde de bulunduğunu göstermeye çalışacağız. Bu tezdeki asıl amacımız Kuhn ve Güçlü Program’ın ortodoks bilime alternatif olarak sundukları teorilerini eleştirel bir analize tabi tutmak ve ardından bilimsel bilginin oluşumundaki sosyal unsurların daha gerçekçi bir resmini çizmek olacaktır. Doğa bilimlerinde sosyal unsurların nerelerde ve ne kadar etkili olduğu hakkında fikir sahibi olmak için sadece bilim sosyolojisi değil, bilim felsefesi ve bilim tarihinden de faydalanmanın şart olduğunu düşünüyoruz. Bilhassa teorik zeminin sağlam olması açısından bilim felsefesinden sıkça faydalanacağız. Bunun yanında teorilerin gerçekle ne denli uyumlu olduğunu görmek için de bilimin tarihsel 3 gelişimiyle bağımızı koparmayacağız. Bilhassa fizik, astronomi ve biyoloji gibi bilim dallarında yaşanan tarihsel gelişmeler çalışmamızın teorik boyutunu besleyecektir. Tezimizdeki asıl amacın sosyal unsurların bilimsel bilginin oluşumundaki rolünü doğru şekilde resmetmek olduğunu belirtmiştik. Bunun yanında tezimiz boyunca hem ortodoks bilim anlayışının hem de Thomas Kuhn ve Güçlü Program’ın teorilerindeki zayıf noktaların altını çizmeye çalışacağız. Türkiye’de Thomas Kuhn’un teorisi üzerine yapılmış yeterince akademik çalışma bulunmadığını düşünüyoruz. İstisnaları saymazsak, Kuhn, Türkiye’deki bilimsel camianın bir kısmı tarafından yeterince ciddiye alınmazken diğer kısmı tarafından da eleştirel bir analize tabi tutulmamıştır dersek muhtemelen hatalı bir gözlem yapmamış oluruz. Tezimizde Kuhn’un bilim sosyolojisine getirdiği ufuk açıcı katkının altını çizerken onun gerçeklikle uyuşmadığını düşündüğümüz yönlerine de değineceğiz. Bilhassa Kuhn’un rölativist olmadığı yönündeki iddialarına kendi teorisinden örneklerle karşı çıkmaya çalışacağız. Öte yandan Türkiye’de Kuhn’a kıyasla çok daha az tanınan Güçlü Program akademik çevrelerde neredeyse hiç incelenmemiştir. Biz bu incelememizde Güçlü Program’ın Kuhn’dan nerelerde ayrıldığını incelerken bir yandan da Kuhn’a getirilen eleştirilere ne oranda muhatap olduğunu ve bu eleştirilere ne oranda cevap verebildiğini göstermeye çalışacağız. Rölativist olduğunu gizlemeyen Güçlü Program’ın teorisinin iç tutarlılığına ve bilimsel bilginin oluşumunu ne kadar iyi yansıttığına bakacağız. Çalışmamızda neden Thomas Kuhn ve Güçlü Program’ı incelediğimiz sorulabilir. Kuhn, sosyal unsurların doğa bilimlerine yaptığı etkiyi detaylı bir şekilde formüle eden ilk düşünürlerdendir. Her ne kadar sosyolog olmasa da sosyal etkenlerin sınırlarını genişleterek sosyolojiye geniş bir yer açmayı başarmıştır. Kendisi de alana yaptığı katkının farkında olarak sosyologları bilimin analizini bilim felsefecilerine bırakmama konusunda uyarmıştır. Bu noktada Kuhn’un ilk incelenmesi gereken kişi olduğunu düşünüyoruz. Güçlü Program ise yukarıda belirttiğimiz gibi Kuhn’un teklifine cevap vermiş, bilim sosyolojisinin inceleme alanını daha da genişletmiştir. Gerek Kuhn gerekse Güçlü Program, günümüzde bilim sosyolojisi tartışmalarında 4 önemli referans noktalarıdır. Her ne kadar Kuhn ve Güçlü Program’dan önce bu görüşlerin benzerleri savunulmuşsa da önceki görüşler kapsamlı bir teori halini alamamıştır. Bilim sosyolojisinin alanını genişleten Kuhn ve Güçlü Program, teorilerini bilim felsefesi ve bilim tarihi ile desteklemeye çalışmışlardır. Thomas Kuhn ve Güçlü Program’ın teorileri hayli detaylı ve kuşatıcıdır. Öyle ki bu isimlerin eleştirel bir analizi benzer iddialarda bulunan birçok bilim sosyoloğuna da kolaylıkla uyarlanabilecektir. Örneğin tezimiz boyunca açıklayacağımız doğanın hatalı gerekçelendirmeleri düzeltici fonksiyonu sadece Kuhn ve Güçlü Program’ı değil; söz gelimi feminist bilim sosyologlarını da ilgilendirmektedir. Aynı şekilde bilim felsefesinden ödünç aldığımız “Mucizeye Yer Yok” argümanı sadece Kuhn ve Güçlü Program gibi bilimsel teorilerle doğayı daha iyi tanıdığımızı reddeden rölativist ve konvansiyonalist imalar içeren teorilere değil, Latour gibi inşacılara da hitap etmektedir. Örnekleri çoğaltmak mümkündür, bu noktada kanımızca önemli olan gerçek, bilimsel bilginin oluşumunda sosyal unsurların rolüne dair birçok yorumun bulunduğu ve hepsinin bir tezde veya kitapta eleştirel analizini yapmanın mümkün olmadığıdır. Biz bu tezde tüm görüşleri açıklamaya çalışan yüzeysel bir inceleme yerine görece kuşatıcı olduğunu düşündüğümüz Kuhn ve Güçlü Program’ın teorilerinin detaylı eleştirel analizini yapmanın daha uygun olduğunu düşünüyoruz. Tezimizin birinci bölümünde bilimin temel sayılan niteliklerini analiz edeceğiz. Bu analiz iki açıdan önem taşıyor. Öncelikle Thomas Kuhn’un ve Güçlü Program’ın neye tepki olarak doğduğunu görmemiz açısından bilimin ortodoks tarifini tanımamız gerekli. Bu analiz sonucunda Kuhn öncesindeki genel resim hakkında fikir sahibi olacağız. Bunun yanında bu analiz bize tezimizin özel ilgi alanı olan sosyal unsurların bilimsel bilginin oluşumundaki etkisi hakkında bir çıkış noktası sunacaktır. Ortodoks bilimde sosyal unsurlara biçilen kısıtlı role, Kuhn ve Güçlü Program’ın teorilerini eleştirel analize tabi tutarken de sık sık atıfta bulunacağız. Dolayısıyla kendi önerimizi sunarken göz önünde bulunduracağımız yaklaşımların başında ortodoks biliminki gelecektir. İlk bölümde incelememizi sadece sosyal etkenlerin bilimsel bilginin oluşumundaki rolü ile sınırlı tutmadık. Kuhn öncesindeki genel resmi yansıtması açısından ortodoks 5 anlayışta bilimin özel bir metodunun bulunup bulunmadığı, böyle bir metot varsa bu metodun ne olabileceği gibi soruları da cevaplamaya çalıştık. Yine, bilimin belli bir amacının olup olmadığı hakkında da kısa bir değerlendirme yapmayı gerekli gördük. Ancak esas olarak bu bölümdeki ilgi alanımız doğa bilimlerinde sosyal etkenlerin rolü ve dolayısıyla bilimde eleştirel düşüncenin var olup olmadığı, bilim adamlarının ve dolayısıyla bilimsel bilginin objektifliği olacaktır. Bu inceleme esnasında doğa bilimleri ile diğer bilgi çeşitleri arasında –ortodoks bilim tarafından- var olduğu kabul edilen farklılığa değineceğiz. Bilhassa ilk dönem bilgi sosyologlarının doğa bilimlerinin objektifliğine dair inançlarından bahsedeceğiz. Yine bu bağlamda tezimiz boyunca bize faydalı olacak “keşif bağlamı” – “gerekçelendirme bağlamı” ayrımına açıklık getirecek ve sosyal etkenlerin rolünü tanımlamada bir çıkış noktası olduğu için bu ayrımı detaylandıracağız. Bu bölümdeki analizlerimiz neticesinde ortodoks bilimin ne denli yeterli bir tarif sunduğunu bilhassa sosyal etkenlerin bilimsel bilginin oluşumundaki rolü bağlamında değerlendirmiş olacağız. Böylece bölüm sonunda Kuhn’un Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı eserini nasıl bir atmosferde yazdığını ve daha önemlisi sosyal etkenlerin etki alanını ne kadar genişlettiğini göreceğimizi umuyoruz. Tezimizin ikinci bölümü iki kısımdan oluşuyor. İlk kısımda sosyal unsurların bilimsel bilginin içeriğine de etki ettiğini belirten Thomas Kuhn’un teorisi detaylı olarak incelenecektir. Bilhassa “keşif bağlamı” – “gerekçelendirme bağlamı” ayrımının Kuhn’un teorisinde yetersiz görüldüğünün, sosyal unsurların gerekçelendirmede de çok etkili olduğunun altı çizilecektir. Hem sosyolojik unsurların hem de psikolojik unsurların etkileri örneklerle detaylandırılacaktır. Bu noktada Kuhn’un teorisindeki rölativist ve konvansiyonalist imalara değinilecektir. Bunlar yapılırken ilk bölümde değindiğimiz, ortodoks bilim teorisinin yaklaşımı ile Kuhn’un teorisi arasındaki ilişki göz önünde bulundurulacaktır. Mantıksal ampirisistler ve Popper’ın teorilerine Kuhn tarafından getirilen eleştiriler de bu bağlamda değerlendirilecektir. İkinci bölümün bu ilk kısmında sadece Kuhn’un Bilimsel Devrimlerin Yapısı isimli eseri ile yetinilmeyecek, Kuhn’un eleştirilere getirdiği cevaplar da değerlendirilecek. Bilhassa onun rölativist ve konvansiyonalist olmadığına dair iddialarının teorisiyle ne denli tutarlı olduğu, yine Kuhn’un verdiği 6 örnekler üzerinden tartışılacak. Bu ilk kısmı Kuhn’un teorisinin bilimsel bilginin oluşum sürecindeki sosyal unsurları ne kadar başarılı bir şekilde yansıttığını analiz ederek kapatacağız. Böylece onun ortodoks bilimi eleştirdiği noktada ne oranda tatminkâr bir alternatif oluşturduğu hakkında fikir yürüteceğiz. Bu analizimizde literatürdeki Kuhn eleştirileri ile sınırlı kalmayarak kendi eleştirilerimizi de sunmaya gayret edeceğiz. Kuhn’un teorisinin analiz edilmesi, hem Güçlü Program’ın teorisinin analizi için hem de kendi önerimizi oluşturmamız için önemli bir basamak olacaktır. Güçlü Program’ın Kuhn’un teorisinden ne oranda ayrıldığı ikinci bölümün ikinci kısmında analiz edilecektir. Kuhn’un Güçlü Program’ı absürt olarak nitelendirmesinin ne kadar tutarlı olduğu da bu bölümde incelenecektir. Güçlü Program incelenirken sadece Kuhn’la olan yakınlıklarına dikkat çekilmeyecek, Wittgenstein ve Foucault gibi diğer felsefeci ve sosyologların teorileriyle yakınlıkları da gösterilecektir. Yine ilk kısımda yaptığımıza benzer bir analizle Güçlü Program’ın rölativist ve konvansiyonalist imalarına dikkat çekilecek ve teorinin geri kalanı ile bu imaların tutarlılığı incelenecektir. Tıpkı Kuhn’da yaptığımız gibi Güçlü Program analizimizde de sosyal faktörlerin bilimsel bilginin oluşumundaki belirleyici rolünün doğru tespit edilip edilmediğine de bu bölümde değinilecektir. Dahası Güçlü Program’ın kendisinin sorun olarak nitelediği durumları ne kadar başarılı şekilde çözebildiği de analiz edilecektir. Tüm bunlar yine tarihsel örnekler eşliğinde sunulmaya çalışılacaktır. Bu kısmın analizi de Güçlü Program’a getirilen ve bizim getirdiğimiz eleştirilerin ifade edilmesi ile sonlanacaktır. Kuhn ve Güçlü Program’ı eleştirel bir şekilde analiz ettiğimiz ikinci bölümün sonunda bilimsel bilginin oluşumunda sosyal etkenlere biçtiğimiz rolü netleştirmeye hazır olacağız. İlk iki bölümde yapılan değerlendirmeler neticesinde hem ortodoks bilimin hem de bilimsel bilginin oluşumunda sosyal etkenleri merkeze oturtan Kuhn ve Güçlü Program’ın aksayan yönlerine dikkat çekmiş olacağız. Üçüncü bölüm buradaki analizlerimizin üzerinde yükselecektir. Üçüncü bölümde temel olarak sosyal unsurların bilimsel bilginin oluşumundaki rolüne, bu kez kendi önerimizi sunarak, odaklanacağız. Bilimsel bilginin öncelikle belli kabullere dayanarak üretildiğini hatırlatacak, bu genel kabulleri “temel 7 inançlar” başlığı altında ele alacağız. Temel inançlar olmadan bilimsel bilginin üretilmeyeceğini, öte yandan temel inançların doğruluğunun bilim tarafından sağlanamayacağını belirteceğiz. Bilginin ortaya çıkması için belli inançların kabul edilmesi gerektiğini ifade ettikten sonra bilimsel bilginin bir parçası olarak “inanç”ın rolünü inceleyeceğiz. Burada dikkat edilmesi gereken husus bahsedilen inancın dini inanç olmadığıdır. İnanç, bilginin klasik tarifi olan “gerekçelendirilmiş doğru inanç”ta yer alan bir bileşendir. İnancın bilimsel teoride merkezi bir yer tutmasından hareketle bilim adamlarının sosyal unsurlardan izole hareket etmesinin güçlüğüne işaret edeceğiz. Ardından sırasıyla “sosyal etkenlerin bilimsel inancın oluşumundaki rolü”ne, “bilimsel inancın gerekçelendirilmesindeki rolü”ne ve son olarak da “bilimsel doğrunun belirlenmesindeki rolü”ne değineceğiz. Dikkat edilirse bu analizimizde bilginin tanımında yer alan “gerekçelendirilmiş doğru inanç”taki öğeleri inceleyeceğiz. Her aşamada sosyal etkenlerin ne denli etkili olduğunu tarihsel örnekler üzerinden tartışarak daha mütevazı ama ayakları yere daha sağlam basan bir model sunma gayreti içine gireceğiz. Teorimizin, bilimsel bilginin oluşum sürecinde sosyal unsurlara Kuhn ve Güçlü Program’dan daha mütevazı bir rol biçtiğini belirtebiliriz. Öte yandan ikinci bölümdeki analizimizi hatırlatarak Kuhn ve Güçlü Program’ın teorilerinin sosyal unsurlara bilimsel bilginin oluşumunda daha fazla yer ayırmalarına karşın gerçekçi bir resim sunamadıklarını göstermeye çalışacağız. Sosyal etkenlerin bilimsel inancın oluşumunda etkili olduklarını belirten ortodoks bilim teorisinin yetersiz olduğunu çünkü sosyal unsurların bilimsel bilginin gerekçelendirilmesinde de belli oranda rol oynadığını belirtirken; sosyal unsurların bir teoriyi doğru veya yanlış kıldığı görüşüne eleştirel bir şekilde yaklaşacağız. Bu konuda ampirik verilere ve doğanın zorlayıcı gücüne dikkat çekeceğiz. Bu noktada rölativist teorilerden gelen veya gelebilecek olan eleştirileri de yine tarihsel örneklerle ve hipotetik olaylarla cevaplamaya çalışacağız. Bilimsel bilginin oluşumundaki sosyal unsurların daha iyi betimlenmesi çabası kanımızca bilimsel tartışmaların sağlıklı yapılmasında kilit rol oynayacaktır. Bilim sosyolojisinin bu önemli konusu teorik bir tartışma olarak görülmemelidir. Her ne kadar tezimiz teorik bir düzlemde ilerlese de sosyal etkenlerin doğru tespit edilmesi gündelik hayatımızda da önemli sonuçlara gebedir. Bilimin birçok boyutta sosyal 8 etkenler tarafından şekillendiğini bilmek, onun kutsallaşmasını ve ideolojik unsurların bu kutsalın koruması altında bilimsellik statüsü kazanmasını engelleyecektir. Öte yandan sosyal etkenlerin sınırları olduğunu göstermek ve ampirik boyutun bu sınırları belirleyen en önemli öğe olduğunu göstermek de bilimin basit bir konvansiyona indirgenmesini engelleyecektir. Bilim sosyolojisinin klasik metinlerinde olduğu gibi biz de tezimiz boyunca bilim felsefesinin ve bilim tarihinin derinliklerinde boğulmadan bu iki disiplinden faydalanma yoluna gideceğiz. Tezimizin teorik bir çalışma olması nedeniyle tezimizde incelenen teorilerin felsefi zeminde tartışılması gerekmektedir. Bunun yanında tartışmaların salt teorik zeminde kalmaması için bilimin tarihi gelişimine de odaklanmak gerekecektir. Bu bağlamda Kuhn’un ve Güçlü Program’ın yolundan giderek tarihsel örnekler ve hipotetik olayları masaya yatırarak bilimsel bilginin oluşumundaki sosyal unsurları tespit etmeye gayret edeceğiz. Benimseyeceğimiz bu metot sayesinde hem bilim sosyolojisindeki mevcut açıklamaların iç tutarlılıklarını değerlendireceğiz hem de bu açıklamaların bilim tarihinden örnekleri ne kadar başarılı yansıttıklarına bakmış olacağız. Kanımızca başarılı bir bilim sosyolojisi teorisi hem iç tutarlılık testini geçmeli hem de tarihsel örnekleri tatmin edici şekilde açıklamalıdır. Bu tez bilimsel bilginin oluşumundaki sosyal unsurları kusursuz bir şekilde resmettiği iddiasında değildir. 50 yılı aşkın bir süredir bilim sosyolojisinin can alıcı sorularının başında gelen bu konu tarafların eleştirilere getirdiği cevaplarla sürekli gelişmektedir. Bu tez bu tartışmaya mütevazı da olsa bir katkıda bulunabilmeyi hedeflemektedir. 9 1. BÖLÜM: BİLİMİN TEMEL SAYILAN NİTELİKLERİNİN ANALİZİ “Locke: İşte bu yüzden bazen uzlaşamıyoruz Jack. Çünkü sen bilim adamısın. Jack: Öyle mi, peki ya sen nesin? Locke: Ben mi? Ben inanç adamıyım.” (Lost dizisinden) Bilimin niteliği, fonksiyonu ve işleyişi ile ilgili yapılan tartışmalarda sosyolojiye -ve sosyolojik öğelere- gereken önemin yakın döneme kadar verilmediğini gözlemekteyiz. Sadece doğa bilimleriyle uğraşan bilim adamları değil, bilim felsefecilerinin çoğunluğu da ısrarla toplumsal etkenlerin, bilimin doğasına ve işleyişine etki etmeyeceğini iddia ederek bilimsel araştırmanın sosyolojik incelemeye tabi tutulmasının anlamsız olduğunu savundular. Bu hâkim görüşe göre, eylemleriyle bilimi var eden bilim adamları topluluğu, tarafsız kişilerden oluşuyordu1 ve bu topluluk diğer toplulukların aksine psikolojik ve sosyolojik faktörlerden etkilenmiyordu. Bilim, hayatın diğer tüm alanlarının aksine sübjektif düşüncelerin 1 Michael Mulkay, “Norms and Ideology in Science”, Social Science Information, C.15, No: 4, 1976, s.637. 10 etki edemediği güvenli bir alandı. Bilim adamları, gözlem ve deney gibi kanıtlara dayanan objektif ve rasyonel sorgulamalar neticesinde “bilimsel olarak ispatlanmış” sonuçlara ulaşırlardı. Bu çıkarımlar ideoloji ve önyargılardan münezzehtiler.2 Bilim ve onun sadık neferleri olan bilim adamlarından şüphe etmek 20. yüzyılın ikinci yarısına dek marjinal bir tavır olarak kaldı. Esasen bilimi modern insanın gözünde bu denli saygın kılan onun objektifliğine olan inançtır. Önyargılarla şekillenmemiş, doğruyla yanlışı duygulardan uzak bir şekilde ayırt eden sihirli bir makine olan bilime hayatın her alanında hakemlik biçilmekteydi. Mahkemede suçlunun kim olduğunu belirlemek için balistik uzmanının verdiği rapora bakılıyor; hükümet nükleer santral açmak için doğru yeri bilim adamlarına danışıyor; hatta monoteist dinlerin veya materyalizm gibi metafiziksel iddiaların doğruluğunu test etmede son söz fizikçilere, biyologlara veriliyordu. Bilim ve bilim adamlarına kimseye duyulmayan ölçekte bir güven duyuluyordu. Bilimin kötüye kullanılması sonucu meydana gelen “kazalar” da bu güveni zedelemeye yetmeyecekti. Bilimin sosyolojik etkenlerden korunmuş bir alan olduğu fikrine yapılan en büyük itiraz bilim tarihçisi ve felsefeci Thomas Kuhn tarafından ortaya atılmıştır. Bilimsel bilginin toplumsal bir olgu olduğunu bilim tarihine referanslarla savunan Kuhn, ünlü eseri Bilimsel Devrimlerin Yapısı’nda (The Structure of Scientific Revolutions, 1962) birey bilim adamlarının çalışmalarını, bilim adamlarının içinde yaşadıkları kültürel bağlamla ilişkilendirir.3 Yalnız Kuhn, kültürel bağlamın öneminden bahsederken, belirli ihtiyaçların belirli icatlara neden olduğu gibi mütevazı bir iddia ortaya koymaz. O, daha iddialı bir tez ortaya koyar ve bilim adamlarının içinde yaşadıkları bağlamdan etkilenmelerinin örneklerini vererek, bilim adamlarının hazır buldukları teorileri sürekli sorguladığı ya da teorilere eleştirel yaklaştıkları görüşüne itiraz eder. Bilim adamlarının içinde yaşadıkları kültürel bağlam sadece onların neyi 2 Denis Alexander ve Ronald L. Numbers, “Introduction” Denis Alexander ve Ronald L. Numbers (der.) Biology and Ideology: From Descartes to Dawkins, Chicago, Chicago University Press, 2010, s. 1. 3 Barry Barnes, T.S. Kuhn ve Sosyal Bilimler, Çev.: Hüsamettin Arslan, İstanbul, Paradigma Yayıncılık, 2008, s. 13. 11 bulduklarını değil; teorileri değerlendirme kriterlerini, dolayısıyla neyi doğru neyi yanlış kabul ettiklerini de etkiler. Mevcut teorileri sorgulama, ona göre, sadece devrimsel dönemlerde gerçekleşir. Normal bilim döneminde ise sorgulama değil sorgulamama ön plandadır. Bu eğilim, kuşkusuz bizi sosyolojinin sularına sürükleyecektir.4 Bilim adamlarının belli etkenlerin tesiri altında kalarak teorileri sorgulamamaları ancak sosyal ve onunla ilişkili psikolojik etkenlerle açıklanabilir. Kuhn devrim yaratan bu görüşü ile tezimizin sonraki bölümlerinde görüşlerini inceleyeceğimiz Güçlü Program’a ve birçok konvansiyonalist ve rölativist bilim sosyoloğuna ilham kaynağı olmuştur. Yeri gelmişken konvansiyonalist ve rölativist görüşleri bilim felsefesinin detaylarında kaybolmadan, kısaca tanımlamakta fayda görüyoruz. Zira tezimiz boyunca bilim sosyolojisi ile ilgili görüşlerini anlatacağımız ve analiz edeceğimiz Kuhn ve Güçlü Program, 20. yüzyıl felsefe ve bilimine büyük bir canlılık getiren konvansiyonalist ve rölativist görüşlerle temel noktalarda uzlaşmaktadır. Konvansiyonalist görüşe göre doğruluğun ve yanlışlığın kriterinin objektif olduğunu düşünmek hatalıdır.5 Doğa yasaları dediğimiz şeyler bizim yarattığımız, icat ettiğimiz, doğada olmamasına rağmen karar verip var ettiğimiz yasalardır. Doğa bilimleri de bu yüzden doğanın resmi olarak görülmemelidir. Onlar, bizim oluşturduğumuz zihinsel inşalardır.6 Bir sonraki bölümde bu unsurların Kuhn ve Güçlü Program’da bulunup bulunmadığını analiz edeceğiz. Bilim sosyolojisindeki rölativist görüşe göre ise evrensel, her dönemde ve durumda geçerli bilimsel doğruluk kriterlerinden söz edemeyiz. Aralarında sosyal etkenlerin de bulunduğu birçok faktör doğruluk kriterimizin belirlenmesinde etkilidir.7 Esasen 4 John Watkins, “Against ‘Normal Science’”, Criticism and the Growth of Knowledge: Proceedings of the International Colloquium in the Philosophy of Science. Imre Lakatos ve Alan Musgrave, (der.), London, 1965, Volume 4, London, Cambridge University Press, 1999, s.27. 5 Yemima Ben-Menahem, Conventionalism, Cambridge, Cambridge University Press, 2006, s. 5. 6 Karl Popper, “Selections From the Logic of Scientific Discovery” The Philosophy of Science, Richard Boyd, Philip Gasper ve J. D. Trout (der.) Cambridge, MA, MIT Press, 1991, s.106. 7 Chris Swoyer, "Relativism" maddesi, The Stanford Encyclopedia of Philosophy, Edward N. Zalta (ed.) (Çevrimiçi), http://plato.stanford.edu/entries/relativism/ 21 Mart 2012. 12 birçok durumda konvansiyonalist ve rölativist görüşlerin birbirleriyle örtüştüğünü görüyoruz. İstisnai durumlar var olsa da8 doğruluk kriterinin bireyler veya toplum tarafından belirlendiği iddiası, doğruluk kriterinin tek olmaması iddiası ile uyumlu görünür. Tezimizin bu ilk bölümünde, sosyolojik öğelerin bilimsel incelemede bugün sahip olduğu rolü anlamak için Kuhn öncesi döneme dönmekte fayda görüyoruz. Kuhn’un ve Güçlü Program’ın bilim sosyolojisine katkılarını anlamak için bilimin “ortodoks” yorumunu analiz etmek verimli olacaktır. Bu nedenle bu bölümde, ortodoks bilimi daha iyi anlayabilmek için öncelikle, bilimi diğer bilgi türlerinden ayırdığına inanılan temel özellikleri9 sorgulayacağız. Doğa bilimlerine üstün bir otorite rolü atfedilmesine neden olan “bilimin kendine özgü bir metodu olduğu”, “bilimin özel bir amacı olduğu” ve “bilimin/bilim adamlarının objektif olduğu, mevcut teorilere şüpheyle yaklaştıkları” iddialarını bu bölümde inceleyeceğiz. Bilimin temel sayılan özellikleri içerisinde bu saydıklarımızı öne çıkarmamızın nedeni bu özelliklerin tezimizin sonraki bölümünde cevaplamaya çalışacağımız “bilimsel bilginin oluşumunda sosyal unsurların rolü nedir” sorusuyla ilişkisidir. Bölümün sonunda, bu temel sayılan özelliklerin sorgulanmasının neticesinde bilimin ortodoks tanımının gerçek resmi ne denli yansıttığı daha iyi anlaşılmış olacaktır. Doğa bilimlerinin özelliklerinin detaylı analizi, onun diğer bilme türlerinden bir farkı olup olmadığını ortaya koyacak, böyle bir fark varsa da onun mahiyeti ve derecesi hakkında bir fikir sahibi olmamızı sağlayacaktır. Burada odaklanacağımız asıl nokta doğa bilimlerinin, gerçekten de, sosyal etkenlerden etkilenmeme anlamında sosyal bilimlerden farklı olup olmadığıdır. Eğer doğa bilimleri de sosyal bilimler gibi sosyal etkenlerin tesiri altındaysa sosyal etkenlerin bilimde ne derece ve nerelerde etki edebileceğini araştırmak da tezimizin amaçlarından birisi olmalıdır. 8 Örneğin her toplumun konvansiyonla aynı doğruluk kriterini benimsediğini düşünelim. Bu durumda doğruluk kriteri toplum tarafından belirlenmiştir –yani konvansiyonalist teze uygundur -ancak toplumdan topluma değişmez –yani rölativist iddialara örnek teşkil etmez. 9 Elbette bilimin temel sayılan özelliklerinin yanına başkalarını eklemek mümkündür, ancak biz bilimin sınırlarının çizilmesi (demarkasyon) tartışmalarında bu özelliklerin ön plana çıktığını gördüğümüz için araştırmamızı bunlarla sınırlı tutacağız. 13 Ortodoks bilim görüşünün temel varsayımları ile yüzleşmek, öncelikle bilim sosyolojisine biçilebilecek rol hakkında bize bir fikir verecektir. Böylece, bir sonraki bölümde bilim sosyolojisinde devrim yaratan Kuhn’un ve onun izinden gittiğini iddia eden Güçlü Program’ın görüşlerinin hangi varsayımlara karşı geliştikleriyle ilgili fikir sahibi de olunacaktır. Yine sonraki bölümlerde daha detaylı tartışacağımız “sosyal etkenlerin bilimsel bilginin oluşumundaki rolü” başlığının temelleri bu bölümde atılacaktır. 1.1.Bilimin Özgün Niteliği Hakkında Bir Değerlendirme Hem bilim felsefecileri, hem de bilim tarihçileri doğa bilimlerinin niteliği üzerine uzun tartışmalar yaptılar ve tüm doğa bilimlerinde geçerli olacak kuşatıcı bir formülasyonun var olup olamayacağını araştırdılar. Bu tartışmalar beraberinde bilim ile bilim olmayan arasındaki sınırın çizilmesi gayretini, yani demarkasyon sorununu getirmiştir.10 Bu noktada doğa bilimlerinin, onları diğer bilgi türlerinden ayıran sınırlarının var olup olmadığı ile ilgili literatürde yer alan iki temel perspektiften söz etmek mümkündür. Özcüler doğa bilimlerini diğer kültürel ürünlerden ayıran kendine özgü niteliklerinin varlığına inanırken; konstruktivistler bilimin sınırlarını belirleyen evrensel bir ilkenin varlığına inanmazlar. Bu yüzden özcüler bu sınırları ararken, konstruktivistler bu sınırların toplum tarafından nasıl belirlendiğine odaklanır; bilimi bilim olmayandan ayırırken nasıl bir toplumsal etki devrededir sorusunu yanıtlamaya çabalarlar.11 Doğa bilimlerinin diğer bilme türlerinden içsel özellikleri nedeniyle farklı olduğunu düşünen özcüler, bir yandan doğa bilimlerinin niteliğini tanımlarken, öte yandan da doğa bilimine benzer bilgi/bilme türleri ile doğa bilimleri arasındaki farklılıkları gözetmeye çalışır. Kanımızca bu tür bir çabanın şu ana kadar tatmin edici bir sonuca ulaştığı söylenemez. Öncelikle, doğa bilimlerini doğa bilimi yapan birçok özelliği, din veya büyü gibi diğer bilme türlerinde de görmek mümkündür. Örneğin doğa 10 John Worrall, “Philosophy of Science: Classic Debates, Standard Problems, Future Prospects” Peter Machamer ve Michael Silberstein (der.), The Blackwell Guide to the Philosophy of Science, Oxford, Blackwell Publishers, 2002, s. 19. 11 Thomas F. Gieryn, “Bilimin Sınırları,” Mihriban Şenses (der.), Bilimin Sınırları ve Bilimsel İhtilaflar, İstanbul, Paradigma, 2012, s. 3-4. 14 bilimleriyle -kabaca- doğadaki düzeni anlama, doğa yasalarını bulma ve tüm bunları bir amaç adına kullanmayı kast ettiğimizi farz edelim.12 Bu tür bir tanımlama, doğa bilimlerini, doğa bilimi olmayanlardan ayırıyor gibi görünse de beraberinde yeni sorunlar getirir. Örneğin büyü de doğa bilimleri gibi doğadaki nedensel ilişkilere yönelir. Bir yağmur yağdırma eylemine girişen büyücü, bu eylemi ile yağmurun yağması arasında bir ilişki olduğunu düşünmez sadece. O yağmurun yağması ile ekinlerin büyümesi arasında da bir ilişkinin bulunduğunun farkındadır. Büyücü, eyleme niyetlendiğinde kafasında iki doğa olayı arasındaki nedensel ilişkinin varlığına dair bir inanç da mevcuttur. Esasen bu düşünce ve eylem insanın doğaya müdahale edebileceğini kabul anlamına gelir; bu da doğa bilimlerinde doğaya müdahale eden “aktif insan”ı aklımıza getirir. Dahası büyücü de tıpkı bilim adamı gibi çeşitli nesneler hakkında ampirik bilgiye sahip olmalıdır. Bu bilgi, bilimde olduğu gibi pratik amaçlar için kullanılır.13 Yine günümüzde doğa bilimi olarak kabul edilmeyen astrolojinin, modern bilimin mimarlarının gözde çalışma konularından olması da bilim ile bilim olmayan arasındaki çizginin muğlaklığına -ya da en azından değişkenliğine- bir kanıt olarak sunulabilir. Batlamyus, Kepler, Brahe gezegenleri incelerken, bir yandan da onların insan yaşamı üzerindeki etkilerine odaklanıyorlardı.14 O dönemin algısında, astronomi, astrolojiden daha bilimsel değildi. Bilim ile büyü arasındaki ilişkiyi bir adım öteye taşımak ve modern bilimin ortaya çıkış sürecinde büyüden beslendiğini iddia etmek mümkündür. Rönesans, bilhassa antik metinlere yönelerek büyüye olan ilgiyi artırmıştır. Bu dönemde büyü anlayışında nesnelerin okült (gizli) güçlere sahip olduğuna ve bu güçler ile diğer nesneleri etkileyip yeni durumlar ortaya çıkarılabileceğine inanılıyordu. Büyücü, bu etkiyi açıklama görevini üstlenmişti. İşte Bilim Devrimi ile büyünün bu doğal 12 Peter Whitfield, Batı Biliminde Dönüm Noktaları: Tarih Öncesi Dönemlerden Atom Çağına, Çev: Serdar Uslu, İstanbul, Küre Yayınları, 2008. S. 1 13 Colin A. Ronan, The Cambridge Illustrated History of the World's Science, Cambridge, Cambridge University Press, 1983, s.10-11 14 Thomas Kuhn, “Logic of Discovery or Psychology of Research?” Imre Lakatos ve Alan Musgrave, (der.), Criticism and the Growth of Knowledge: Proceedings of the International Colloquium in the Philosophy of Science. London, 1965, Volume 4. London, Cambridge University Press, 1999, s. 9. 15 unsurları ön plana çıkarıldı. Doğa felsefesi/bilimi, büyünün faydacı ve tecrübî özelliklerini korudu, bünyesine aldı.15 Bu durum bilime karşı konumlandırılan bir bilme türüyle bilim arasındaki muğlaklığa işaret eder. Büyünün doğa bilimine olan etkisini ve katkısını incelemek için en iyi örneklerden birisi manyetizmanın kurucularından William Gilbert ile ilgili olandır. Gilbert’e göre dünya, içinde ruh taşıyan dev bir mıknatıstır. Kendi kendine hareket etme özelliğine sahip olan bu varlığın ruh taşıdığına inanan Gilbert çalışmalarında bu manyetik ruhun varlığını ispatlamaya çabalar.16 Görüldüğü gibi, bilim, büyü ile ve benzeri mistik öğretilerle aynı kökenlere sahip olmakla kalmamış, ondan faydalanarak kendini geliştirmişti de. Yukarıda değindiğimiz noktalar zihnimizde kurduğumuz, eğitim süreci boyunca edindiğimiz “ortodoks bilim” imajıyla örtüşmemektedir. Dahası bilimin bilim olmayanla yakın ilişkisi ve ortak geçmişi bilimin güvenilirlik iddiaları için de yıkıcıdır. Oysa ortodoks bilim anlayışının temellerini atan düşünürlerden birisi olan Comte doğa bilimleri ile diğer bilme türleri arasına net bir çizgi çizmişti.17 Ortodoks bilim anlayışında sorgulanmayan sınırlardan birisi de dinle bilim arasına çekilmiş olandır. Bilimsel bilgiyle beraber zikredilmeyen, hatta çoğu zaman onun karşısında konumlandırılan din -ve dini bilgi- için de durum farklı değildir. Oysa bilim tarihçileri tarafından dinsel bilginin de bilimsel bilgiye belli oranda benzediği ve onunla aynı niteliklere sahip olduğu sık sık vurgulanır. Durkheim’ın dini, bir bilgi edinme biçimi olarak gördüğünü hatırlayalım. Kutsal-kutsal olmayan ayrımına atıfta bulunan Durkheim’a göre bilginin –ve dolayısı ile bilimin- işlemesi için gerekli olan kategorilerin kökeninde de din vardır.18 Bunun yanında tıpkı büyü gibi dinin de bilimle benzer bir şekilde, bilgi açığını kapatarak belirsizliği azalttığı iddia edilebilir. Bu görüşün savunucuları, dini -bilim gibi- doğada ayakta kalmaya yarayacak bir araç 15 John Henry, Bilim Devrimi ve Modern Bilimin Kökenleri, Çev: Selim Değirmenci, İstanbul, Küre Yayınları, 2009, s. 51-52. 16 Henry, Bilim Devrimi ve Modern Bilimin Kökenleri, s.57 17 Anthony Giddens, Politics, Sociology and Social Theory: Encounters with Classical and Contemporary Social Thought, Stanford, Stanford University Press, 1995, s.147-148. 18 Émile Durkheim, “Sociology of Knowledge” Volker Meja ve Nico Stehr (der), The Sociology of Knowledge, Cheltenham, Edward Elgar Pub., 1999, s.115. 16 olarak görmektedirler. Bunun yanında Plantinga gibi felsefeciler bilimde de dinde olduğu gibi temel inançların bulunduğunu ve bu inançların sorgulanmadığını ifade ederler. Örneğin algılarımızın bizi yanıltmadığı, hafızamızın doğruyu yansıttığı, bilimin sorgulamadığı ve bilimin üzerine inşa edildiği kabullerdir.19 Yine bilim tarihçilerinin işaret ettiği –bizim de tezimizde yer vereceğimiz- birçok örnek, bilim adamlarının bilimsel teorileri, yanlışlanmasına rağmen kolayca terk etmediğini gösterir. Bu tartışmaya Kuhn’un teorisini analiz ederken devam edeceğiz. Doğa Bilimleri ile arasında sınır çizilmeye çalışılan bilme türlerinden birisi de sosyal bilimlerdir. Sosyal hayattaki yasaları bulamamakla eleştirilen sosyal bilimciler, doğa bilimlerinin kriterlerinin, “Bilimin kriterler”i olarak dayatılmasına karşı çıkarlar.20 Onlara göre her bilim dalının kendisine has kriterleri vardır. Dilthey, tin bilimlerinde –tarihsel ve toplumsal gerçekliği anlatan bilimlerde- mekanik akışı bozan ve onun dışına çıkan insan bilincinin varlığından bahsederek böyle bir farklılığın altını çiziyordu.21 Gadamer de sanat tecrübesini analiz ederken doğa bilimleri ile sosyal bilimler arasındaki farka işaret etmek istemektedir.22 Ona göre sosyal bilimler doğa bilimlerinden farklı olmanın ötesinde, hermeneutik gibi sosyal/insan bilimlerinde olan ama doğa bilimlerinde bulunmayan bir araç sayesinde doğa bilimlerinin sahip olmadığı bir anlama yeteneğine sahiptir.23 Bu görüşe göre fizikteki kriterleri tarihte bulamamak tarih bilimini daha az bilimsel yapmaz. Bu durum onun farklı bir bilim dalı olmasının doğal sonucudur. Burada dikkat edilmesi gereken husus sosyal bilimlerin de belirli metotlara sahip olduğu, bu metotları kullanarak nedensel ilişkileri bulmaya gayret ettiğidir. En azından Durkheim’dan beri bu görüşün altının –teorik argümanlarla ve ampirik verilerle- doldurulmaya çalışıldığını söyleyebiliriz. 19 Alvin Plantinga, Where the Conflict Really Lies: Science, Religion, and Naturalism, New York, Oxford University Press, 2011, s.46-49. 20 Scott Gordon, The History and Philosophy of Social Science, London, Routledge, 1991, S.26 21 Wilhelm Dilthey, Hermeneutik ve Tin Bilimleri, Çev.: Doğan Özlem, İstanbul, Paradigma Yayınları, 1999, s.29. 22 Susan Hekman, Bilgi Sosyolojisi ve Hermeneutik: Mannheim, Gadamer, Foucault ve Derrida, Çev.: Hüsamettin Arslan ve Bekir Balkız, İstanbul, Paradigma Yayınları, 1999. S.132. 23 Ibid., s.144. 17 Kısacası ileride daha detaylı göreceğimiz gibi hem tüm doğa bilimsel çabayı bir çatı altında toplayacak, hem de bilimi, bilim olmayandan mutlak şekilde ayıracak kriterleri belirlemek hayli güçtür. Ayrıca ortodoks bilim anlayışını yakından tanımak için onu büyü, din ve sosyal bilimlerle kabaca kıyaslamak yeterli değildir. Bu nedenle tezimizin bu kısmında “ortodoks bilim görüşü”ne göre, doğa bilimlerinin sahip olduğuna inanılan özelliklerine daha detaylı değinmeyi uygun buluyoruz. Doğa bilimlerinin temel nitelikleri birkaç farklı biçimde tanımlanabilir. Doğa bilimlerinin en önemli ayırt edici yanının metodu olduğunu iddia edenler bilimsel metodu tanımlamaya girişmişlerdir. Biz de bilimin temel niteliklerini aramaya “bilimsel metot” ile başlayacağız. 1.1.1. Bilimin Metodu Bilimin diğer bilgi türlerinden farklı mahiyette olduğunu düşünen bilim felsefecileri, bu farkı çalışılan konudan ziyade metodolojik düzeyde ararlar. Bununla beraber bilimsel metodun doğasının ne olması gerektiği tartışmalıdır. Örneğin tümevarımı bilimin merkezi metodu olarak görenler olduğu gibi onu değersiz sayanlar da mevcuttur.24 Yine de bilimsel metot ne olursa olsun bilimin metodunun bilimi diğer bilgi türlerinden ayırdığını düşünmek yaygın bir görüştür. Bilimde metot, bu görüşe göre, öyle merkezi bir yer tutar ki, “bilim” kelimesinin iki türlü kullanıldığını ifade edersek bu kullanımların ilki bir bilgi bütününe, ikincisi o bilgiyi elde etmekte kullanılan kurallara karşılık gelir.25 Bilimi, bilim olmayandan ayıran şeyin bilimsel metot olduğu kabul edilirse doğa bilimlerindeki tarihsel başarının da çoğu zaman ona mal edilmesi doğaldır.26 Bu bağlamda bilimi zirveye taşıyan Bilimsel Devrim ile bilimsel metot arasında bir bağ kurma eğilimi göze çarpar. Ronan, 1500-1600 yılları arasında meydana gelen bilim devrimi ile bilimsel araştırmanın yeni yöntemi arasında çok yakın bir bağ olduğunu 24 Howard Sankey, “Scientific Method”, Stathis Psillos ve Martin Curd(der.), The Routledge Companion to Philosophy of Science, London, Routledge, 2008. s.248. 25 Stewart Richards, Philosophy and Sociology of Science, Oxford, Blackwell, 1987, s.28. 26 Alexander Bird, Philosophy of Science, Oxon, Routledge, 2005, s.237. 18 söyler.27 Modern bilimin doğuşunun bilhassa ampirik metotların üstün gelmesi ile eş zamanlı olduğu genel bir kanıdır.28 Bu dönemde gözlem ve ölçmenin bilimsel araştırmada öne çıktığı iddia edilmiştir.29 Shapin, bu dönemde deneyciliğin çok önem kazandığını, deneylerin ince detaylarının bilim adamlarınca okurlarla paylaşıldığını, böylece onlara deneyleri tekrarlama olanağının sunulduğunu ifade eder.30 Henry’ye göre de bilimin kendine has bir yöntemi varsa bunun kuruluşunu Bilim Devrimi’nde aramalıyız. Dünyanın ve diğer varlıkların nasıl çalıştığını tespit etmek için ölçmeye ve bilhassa matematiğe bu dönemde verilen önem bu bilimsel yöntemin önemli bir unsurudur. Yine ona göre bu dönemde önem kazanan bir diğer unsur gözlem ve tecrübenin dışına çıkarak yapay olarak oluşturulan deneylerin kullanılmasıdır. Henry, ne deney ne de matematiğin Bilimsel Devrim’le keşfedildiğini bilmektedir. Ancak ona göre hayatı bu deneyler aracılığı ile anlamak yeni bir eğilimdir. Bilimsel Devrim esnasında doğa matematikleştirilmiştir. Matematik, eskiden bir araç olarak hipotetik değer taşıyorken yeni doğa felsefesinde şeylerin nasıl olduğunu gösterir olmuştur.31 Newton’un Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri eseri ile yeni doğa felsefesini matematik üzerine kurması bunun bir örneğidir.32 Oysa bilimsel metodun doğa bilimlerinde en baştan beri merkezi bir yere sahip olup olmadığı konusu, bu bilimsel metodun ne olduğu sorusu kadar tartışmalıdır. Örneğin bilim tarihçisi Koyré, metodoloji sorununun bilimsel gelişmenin başında gündeme gelmediğini hatırlatır. Metot üzerine düşünme, ona göre, bilimsel gelişmenin ortasında yer almıştır. 27 Ronan, The Cambridge Illustrated History of the World's Science, s. 269. 28 Augusto Forti, “Modern Bilimin Doğuşu ve Düşünce Özgürlüğü”, Federico Mayor, Augusto Forti (der), Bilim ve İktidar, çev: Mehmet Küçük, Ankara, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, 1997, s. 23. 29 Abraham Wolf, A History of Science, Technology, and Philosophy in The 16th & 17th Centuries, New York, Harper, 1959, s.9. 30 Steven Shapin, Bilimsel Devrim, çev. Ayşegül Yurdaçalış, İstanbul, İzdüşüm Yayınları, 2000, S. 132-134. 31 Henry, Bilim Devrimi ve Modern Bilimin Kökenleri, s.15-16 32 Ibid., s. 5. 19 Nitekim Descartes’ın gerçekleşmemiştir. Yöntem Üzerine Konuşması da deneylerden önce 33 Doğa bilimlerinde metodun merkezi bir yeri olduğuna inananlar, bilimsel metodun bilimin tamamında aynı olduğu görüşünü de yaygın olarak paylaşırlar. Bird’e göre ise tüm bilimsel dallarda ve her zaman geçerli “bir” bilimsel metottan bahsedemeyiz. Onun yerine birçok farklı metodun varlığından söz edebiliriz. Bu anlamda Bird bilimin hiçbir metodu olmadığını iddia edenlerden ayrılır.34 Bilimsel Devrim’in en önemli yöntemi sayılan deney yöntemini ele alalım. Bu yöntemin ilk temsilcisi kabul edilen Francis Bacon, Aristocuların savunduğu kıyas mantığının yerine deneyimciliğe dayanan bir tümevarımın konulmasından yanaydı. Ancak onun bahsettiği deney bugün anladığımız ve uyguladıklarımızdan çok farklıydı. Elde bir teori veya hipotez ile yola çıkmanın araştırmayı yanlış yönlendirebileceğine inanan Bacon, olguların kapsamlı bir tablosunun oluşturulmasından yanaydı. Olgular Tablosu (Table of Instances) sayesinde hem yeterince deneyime sahip olacak hem de herhangi bir saptırma ile karşılaşmayacaktık.35 Deneyin bilimin özü olduğuna inanan “ortodoks görüş” birçok doğa biliminde deneyin kullanılmadığını ve Bacon tarzı bir deneyimciliğin bazı bilim dallarında daha etkileyici olabileceğini gözden kaçırır. Örneğin teorik fizik ve matematik gibi dallarda deneyin kullanımı kısıtlıdır. Kısacası deney metodu tek tip olmadığı gibi, her bilim dalında da kullanılmamaktadır. Bilimin belli bir metodunun olduğu iddiasına en büyük itiraz Feyerabend’den gelmiştir. Yönteme Karşı adlı eserinde bilimin anarşist bir çaba olduğunu belirten Feyerabend bunu bir eksiklik olarak görmez. Ona göre teorik anarşistlik, bilimi, yasa ve düzen öngören seçeneklerden daha üstün kılar. Zaten düşünce tarihine bir yöntem bilimci olarak bakarsak, sandığımızdan çok daha zengin, değişken ve çok yanlı bir içerik görürüz. Örneğin Feyerabend’e göre, yöntem bilimin savunucuları, bir fizikçinin bilimsel etkinliğini incelerken onun metafiziksel inançlarına yer vermeme eğilimindedirler. Oysa bu tür inançlar da bilimsel etkinlikte önemli bir yere sahiptir. 33 Alexandre Koyré, Bilim Tarihi Yazıları 1, Çev: Kurtuluş Dinçer, Ankara, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, 2000, s. 93. 34 Bird, Philosophy of Science, s.238. 35 Henry, Bilim Devrimi ve Modern Bilimin Kökenleri, s. 35. 20 Elbette böyle bir çaba belli kurallar tespit ettiğini düşünecektir. Ama bu çaba sonucunda ulaşıldığı sanılan kurallar gerçeği yansıtmaz. Bu tür bir eğilim Çinli kadınların ayakkabıları gibidir. Zorlayıcı ama yaralayıcıdır. Bu kurallarda resmedilen insan, insanın doğasına aykırıdır. Bilimin sadece olgulardan oluşmadığı, olguların yorumunun da insan tarafından yapıldığı unutulmamalıdır. Sonuç olarak, her yasa, ne denli inandırıcı ve güçlü temele sahip gözükürse gözüksün tarihin bir döneminde çiğnenmiştir. Bu bir defo değil, tersine bilimin ilerlemesinin zorunlu bir gereğidir.36 Feyerabend’in karşı çıktığı noktalardan birisi bilimin belli bir metodu olduğuna inananların hayal gücüne, rüyaya, dinlere ve diğer ilham vericilere kapıyı kapamasıdır. Bird de bu eğilime karşı çıkar. Bilimin metodunun tek olduğunu savunanlar –söz gelimi naif tümevarımcılar- dışarıya çıkılıp gözlem yapılmasını önerirler. Gözlemlerde rastlanacak düzenin yasaya işaret edeceğine inanırlar. Ancak gerçekte bilim tam olarak böyle işlemez. Bilim adamları çoğunlukla doğada düzen aramak yerine kafalarındaki hipotezleri test ederler. Ve bu hipotezler doğadakilerin gözlemine dayanmak yerine hayal gücünün ürünü olabilirler.37 Örneğin Kekulé, benzen halkasının altıgen şeklini rüyasında gördüğü bir yılandan esinlenerek bulmuştur.38 Bununla beraber Bird, Feyerabend’den farklı olarak, bilimin metotsuz olduğunu değil, birden çok metotlu olduğunu iddia eder.39 1.1.1.1. Tümevarım-Tümdengelim ve Diğer Metotlar Bilimin metodunun var olup olmadığı tartışmasına kısaca değindikten sonra, bu metodun -varsa- ne veya neler olabileceği üzerine de düşünmek gerekmektedir. Birçok bilim tarihçisine göre, modern bilimin dönüm noktalarından birisi Francis Bacon’ın Aristocu tümdengelim yöntemine karşı çıkması ve onun yerine tümevarımı önermesidir. Chalmers, bu dönemin ruhunu özetlerken “eğer doğayı anlamak 36 Paul K. Feyerabend, Yönteme Hayır : Bir Anarşist, Bilgi Kuramının Ana Hatları, çev. Ahmet İnam, İstanbul, Ara Yayıncılık, 1989. S. 21-29 37 Bird, Philosophy of Science, s. 238-239. 38 Wesley Salmon, “Bayes’s Theorem and the History of Science” Yuri Balashov ve Alex Rosenberg (der), Philosophy of Science: Contemporary Readings, London, Routledge, 2002, s.385. 39 Bird, Philosophy of Science, s.267. 21 istiyorsak Aristoteles’in yazdıklarına değil doğaya başvurmalıyız” inancının yaygınlığına dikkat çeker.40 Bu görüşe göre bilimin metodu tümevarıma dayanır yani bilim adamı gözlem yapar ve bu gözlemler neticesinde bir genellemeye ulaşır. Bu genelleme tümevarıma dayandığı için gözlemlerle uyumludur. Elde edilen bilimsel teori bu genelleme sürecinin sonucudur. Burada önemli olan nokta tümevarımın sadece buluşu ortaya çıkaran bir metot olmadığı, gerekçelendirmede (justification) de kullanıldığıdır. Yani tümevarım ile elde edilen teorilerin doğru olup olmadığına da tümevarımlar karar verecektir. Bu anlamda metot hem keşifte, hem de teorinin doğru olup olmadığının gerekçelendirmesinde iş görür.41 Bununla beraber tümevarımın içerdiği çeşitli problemler mevcuttur. Öncelikle, hem Hume’un hem de sonraları Popper’ın da ifade ettiği gibi tümevarım özel önermelerden yola çıkarak evrensel önermelere ulaşmak gayretindedir. Ancak tümevarıma dayanan önermelerin mantıksal olarak ispatı mümkün değildir. “Kuğuların beyaz olmalarına ilişkin ne kadar çok gözlem yaparsak yapalım, tüm kuğuların beyaz olduğu sonucuna varmamız doğru olmaz.”42 Burada Popper’ın amacı bilimin otoritesine bir saldırı değil, bilimin tümevarım metoduna dayandığını reddetmektir.43 Hume, Popper'dan çok daha önce, "geçmişte yaşadıklarımıza dayanarak oluşturduğumuz tümevarım gerçekten de güvenilir bir metot mudur”, sorusunu yöneltir. Elbette Hume tümevarım metodunun terk edilmesi gerektiğini söylemez ancak o bilimsel metodun merkezinde yer alan bu uslamlamanın dayanaklarının zayıflığına işaret eder.44 40 Alan Chalmers, Bilim Dedikleri: Bilimin Doğası, Statüsü ve Yöntemleri Üzerine Bir Değerlendirme, Çev. Hüsamettin Arslan, İstanbul, Paradigma Yayıncılık, 2008, s.9-10. 41 Howard Sankey, “Scientific Method”, s. 249. 42 Karl Popper, Bilimsel Araştırmanın Mantığı, çev. İlknur Aka ve İbrahim Turan, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2005, s. 51-52. 43 Chalmers, Bilim Dedikleri: Bilimin Doğası, Statüsü ve Yöntemleri Üzerine Bir Değerlendirme, s. 37. 44 John Vickers, "The Problem of Induction", Edward N. Zalta (der.) The Stanford Encyclopedia of Philosophy , (Çevrimiçi) http://plato.stanford.edu/archives/spr2013/entries/induction-problem/ 21 Şubat 2012 22 Yine tümevarımda, iddia edilenin aksine, teorinin veri toplamadan önce var olmadığı, verileri takip ettiği tartışmalıdır. Bilim adamının aklında veri toplamadan bir teorinin var olduğu, en azından teorik bir bilginin var olduğu itirazı tezimizin ilerleyen bölümlerinde de göreceğimiz gibi bu anlamda değerlidir. Dahası ampirik gözlemlerden kompleks teorilere tümevarım yoluyla nasıl ulaşıldığı da tartışmalıdır çünkü kompleks teorilerde gözlemlenemeyen unsurlar vardır ve bunları gözleme dayalı tümevarımla keşfetmek de kolay değildir.45 Tümevarımın daha gelişmiş biçimi hipotetik-tümdengelim metodudur. Bu metotta, tümevarıma teorinin oluşumunda değil, onun doğrulanmasında veya yanlışlanmasında başvurulur. Yani, başarılı öngörüler bir teoriyi doğrular, öte yandan teorinin yaptığı öngörüler doğru çıkmazsa teori yanlışlanır. Bu bağlamda tümevarım metodu buluşa değil, gerekçelendirmeye hizmet eder. Teoriye ulaşmak için tümevarımı kullanmak şart değildir. Sezgiler, tahmin, hayal de teorinin bulunuşunun altında yatabilir. Ne var ki bu görüş “naif tümevarım”ın bütün sorunlarından sıyrılmış değildir. Tümevarımın gelecekte işleyecek olaylar hakkında bir şey söyleyemeyeceğini belirten görüş burada da geçerli bir eleştiri olarak görülür.46 Dahası Duhem-Quine tezinin iddia ettiği gibi herhangi bir bilimsel teorinin doğruluğuna veya yanlışlığına hükmetmek için ampirik verilere bakmak yeterli olmayabilir. Belki de yanlışlanan şey teorimiz değil de teorinin varsaydığı bir yardımcı hipotezdir.47 Çünkü Duhem-Quine’nın tezine göre teoriler hiçbir zaman tek başlarına değildir, belli yardımcı hipotezlere sahiptirler. Bu yüzden elimizdeki hiçbir veri, teorinin doğruluğunu veya yanlışlığını belirlemeye yetmez. Ampirik veriler birden fazla teoriyi de destekleyebilir. Hatta Quine’nın dediği gibi bilimsel teoriler birbirlerine zıt olabilir ama yine de aynı verilerle desteklenebilirler. Bu yüzden doğrulama veya yanlışlama durumunda doğrulanan veya yanlışlanan şeyin teorimiz mi, yoksa yardımcı hipotezlerimizden birisi mi olduğunu bilemeyiz. 48 O halde 45 Howard Sankey, “Scientific Method”, s. 249- 250. 46 Ibid., s.251. 47 Ibid., s.252. 48 Maria Baghramian, “Relativism About Science”, Stathis Psillos ve Martin Curd(der.), The Routledge Companion to Philosophy of Science, London, Routledge, 2008, s.240-241. 23 tümevarımın bu sofistike türü de bilimsel teorinin doğruluğu hakkında güvenilir değildir. Popper49, Hume’un tümevarım eleştirisine katılır ve kendi yanlışlama metodunu önerir. Tümevarımı teorisinde kullanmayan Popper’a göre, bilimin metodu deneme ve yanılmadır. Popper’ın yöntemi hipotetik-tümdengelime benzemekle beraber, ampirik verilerin teoriyi destekleyenlerine odaklanmaz. O, bir adım öteye gider ve tümevarımı hem teorinin oluşumunda, hem de doğrulanmasında gereksiz görür. Popper’ın teorisinde yanlışlanan teoriler elenirken, yanlışlanmayanlar ayakta kalır. Popper bu testi geçen teorilerin “pekiştirildiğini” (corroborated) söyler. Onaylanma kelimesini kullanmama nedeni muhtemelen onun içerdiği tümevarımsal çağrışımdır.50 Bilim, Popper’a göre doğrulamayla değil, yanlışlamayla ilerler. Doğruların toplamı değil yanlışın elenmesi bilimsel bilgiyi ilerletir. Bu nedenle kesin doğrulardan değil, şimdilik yanlışlanmamış hipotezlerden söz edebiliriz.51 Bu nedenle Popper’a göre, bir iddia yanlışlanma potansiyelini barındırmıyorsa bilimsel değildir. Popper’ın burada aklında olan temel konulardan bazıları Marx’ın tarih teorisi, Adler’in psikolojisi ve Freud’un psikanalizi idi. Bu teorileri doğrulayan birçok gözleme rastlamak mümkündür. Bu nedenle Popper bir şüphe içindedir. Onlarla ilgili doğrulayıcı gözlemlerin çokluğuna vurgu yapar ve bu çokluğun bilimselliğe işaret etmediğini ifade eder. Marksizm de psikanaliz de potansiyel olarak yanlışlanmaya kapalıdır, dolayısı ile bilimsel uğraşlar değildir. Tıpkı astroloji gibi. Bu teoriler esneklik özelliğine sahip dogmatizm halini almıştır. Yanlışlanabilirlik, Popper’a 49 Bu noktada Popper ile ilgili bir hatırlatma yapmakta fayda görüyoruz. Karl Popper, “bilim adamları topluluğu”ndan bahsetmesi, bilim adamlarının belli oranda tutucu olduklarını kabul etmesi gibi yanlarıyla klasik bir pozitivistten ayrılır. Bu nedenle onu pozitivist kampta değerlendirmek hatalı olacaktır. Nitekim kendisi de ona pozitivist diyenleri eserlerinde eleştirmiştir. (Bakınız: Malachi Haim Hacohen, Karl Popper: The Formative Years, 19021945 : Politics and Philosophy in Interwar Vienna, Cambridge, Cambridge University Press, 2002, s. 269.) Bununla beraber tezimizin ilerleyen bölümlerinde göreceğimiz gibi Kuhn ve Güçlü Program’ın sosyal unsurlara biçtiği kapsamlı rol göz önünde bulundurulduğunda Popper’ı “ortodoks bilim” görüşünün sınırları içinde değerlendirmenin daha doğru olacağı kanaatindeyiz. Popper’ın bilimin ve bilim adamlarının objektif işleyişine olan inancı, bilimle bilim olmayan arasına çizmeye çalıştığı net ayrımlar bu kanaatimizi beslemektedir. 50 Sankey, “Scientific Method”, s.252-253. 51 Gieryn “Bilimin Sınırları”, s.6-7. 24 göre, bu sorunu çözmeye adaydır.52 Görüldüğü gibi Popper bilim ile bilim olmayan arasındaki çizginin net olduğunu kanıtlama çabası içindedir. Yukarıda değindiğimiz gibi bu sınırların muğlak olabileceği veya bilimsellik iddiasındaki bazı teorilerin bilimsel olmayan öğeler taşıyabileceği fikri Popper tarafından sıcak karşılanmayacaktır. Ne var ki Popper’ın teorisi de eleştirilmiş, hipotetik tümdengelim gibi onun da tümevarımı reddetmesine rağmen bir nevi tümevarım kullandığı iddia edilmiştir. “Pekiştirme” ve testten geçme geçmişle ilgili bir statüdür. Eğer bir teorinin “pekişmesi” geçmişteki başarısı ile ilgili ise, bu bir yerde onun tümevarıma dayandığını gösterir. Çünkü bu durum, içinde, “geçmişte oldu, yine olacak” anlamını barındırır.53 Popper’a ve yöntemine yöneltilen bir diğer itiraz da tarihsel verilerin onun teorisini desteklemediğidir. Chalmers’a göre tarih boyunca kusurlu teoriler hemen terk edilmemiş, korunarak yeni bulgularla uyumlu olacak şekilde adapte edilmiştir.54 Bilim tarihinde teorilerin, Popper’ın iddiasının tersine, yanlışlandıkları anda terk edilmediklerini gösteren birçok olay vardır.55 Örneğin Kopernik, Batlamyus’un teorisini yanlışlayan ciddi bir gözleme sahip olmamasına rağmen devrim olarak kabul edilen teorisini geliştirmiştir.56 Polanyi’ye göre de, bilim adamlarının deney ve gözlemle çelişen hipotezleri hemen terk ettiği görüşü hatalıdır.57 Teorilerin ne zaman terk edileceği belirli bir kuralla gösterilemez. Dahası bu karar sadece gözlem ve deneye bağlı değildir. O gözlemleri yorumlayan inançların gücü burada asli rol 52 Gieryn “Bilimin Sınırları”, s.9. 53 Sankey, “Scientific Method”, s. 253. 54 Chalmers, Bilim Dedikleri: Bilimin Doğası, Statüsü ve Yöntemleri Üzerine Bir Değerlendirme, s. 117. 55 Sankey, “Scientific Method” s. 254. 56 Whitfield, Batı Biliminde Dönüm Noktaları: Tarih Öncesi Dönemlerden Atom Çağına, s. 140-141. 57 Michael Polanyi, “Bilimsel İnançlar”, Bekir Balkız ve Vefa Saygın Öğütle, (der), Bilim Sosyolojisi İncelemeleri: Temel Yaklaşımlar, Kavramlar Ve Tartışmalar, Ankara, Doğu Batı Yayınları, 2010, s.184. 25 oynayabilir.58 Başka bir deyişle inançların gözlemlerle ilişkisi tek taraflı değildir. Gözlemlerin inançları etkilediği gibi inançlar da gözlemleri etkiler. Bu argümanların daha fazla geliştirilip bilimsel uğraşın tamamını açıklamaya aday olması, Thomas Kuhn’un Bilimsel Devrimlerin Yapısı eserinin yayımlanması ile mümkün olmuştur. Bu noktada Popper’ın yine ortodoks bilimin sınırları içine düştüğünü gözlemlemekteyiz. Önceki kısımlarda dile getirdiğimiz Duhem-Quine tezi, Popper’ın metodu için de problem teşkil eder. Acaba Popper’ın görüşüne göre herhangi bir alanda yanlışlanan gerçekten teorinin kendisi midir yoksa yardımcı hipotezlerden birisi midir? 59 Belki de bu yüzden bilim adamları tarih boyunca bir teoriyi yanlışlandığı anda terk etmemişler -en azından yerine koyabilecekleri bir teoriye ihtiyaç duymuşlardır. Duhem ve Quine’ın teorisinin dediği gibi başarısızlığı teori yerine yardımcı hipotezlere fatura etmek mümkün olduğundan, yanlışlanmadan kaçınmak ve teoriyi terk etmemek için direnmek mümkündür.60 Bu iddia, Popper’ın bilim adamlarını teoriyi terk etmeye hazır makineler olarak görmesine güçlü bir alternatif sunmaktadır. Nitekim tezimizin ilerleyen bölümlerinde teorilerin yanlışlandığı anda terk edilmediğine dair vereceğimiz örnekler Popper’ın pozisyonunu daha sorunlu kılacaktır. Bilim adamlarının teorileriyle uyumsuz bir gözlem neticesinde, teorilerini hemen terk etme eğiliminde olmadıkları görüşünde olan Lakatos bu konuda bir örnek verir: Newton mekaniğine inanan bir bilim adamı hayal edelim. Bu bilim adamı keşfedilen bir gezegenin yörüngesiyle ilgili hesaplamalar yapar ve bir öngörüde bulunur. Ancak bu öngörünün başarılı olmadığını, gerçekle uyuşmadığını görür. Newton mekaniğine derin güven duyan bilim adamımız teorisinden şüphe duyup onu terk etmeye yanaşmaz. Başka bir gezegenin ilk gezegenin yörüngesini etkilediğine inanır. Bu ikinci gezegenin bulunması için teleskopu olan bir astronomdan yardım ister. Astronom varsayılan gezegeni gözlemleyemeyince, bilim adamımız daha büyük bir 58 Polanyi, “Bilimsel İnançlar” s.185. 59 Bird, Philosophy of Science, s. 240. 60 Ibid., s.242-243. 26 teleskop bulmaya yönelir. İkinci teleskop da başarısız olunca, aslında orada bir gezegenin olduğunu ama kozmik bir toz bulutunun sağlıklı gözlemi engellediğini iddia eder. Bu kez uzaya fırlatılan bir uydu yardımıyla onu gözlemlemeye çabalar. Yine başarısız olunca Newton mekaniğini terk etmek yerine o bölgedeki uyduları bozan bir manyetik alanın etkisine dikkat çeker. Bu manyetik alanın ispatına çabalar. Gözlemle uyumsuz teorileri terk etmektense yardımcı hipotezleri değiştirme veya yenilerini yaratma tercih edilir.61 Gözlemle çelişen teorisini terk etmek ancak bu tür uzun bir süreçten sonra aklına gelecektir. Bu hayali örnek bilim tarihinde birçok olayı açıklayıcı olması açısından önemlidir. Bilimsel metot tartışmalarında önemli dönemeçlerden birisi 1960’larda ortaya çıkar. Bu dönemde ortaya çıkan tarihselci akım temsilcileri, her dönemde geçerli bilimsel metodun var olmadığını göstermeye çabalamışlardır.62 Bu görüşün temsilcilerinden Feyerabend’in fikirlerine yukarıda yer vermiştik; kısaca o, bilimde genel bir araştırma metodunun varlığını reddederken, her araştırma kuralının istisnalara sahip olduğunu söyler. Hatta ona göre, bilim bazen bu kurallara aykırı hareket ederek gelişir.63 Ancak tarihselci akımın en ses getiren kişisi, Thomas Kuhn olmuştur. Kuhn bilimin normal bilim ve devrimsel bilim denilen iki dönemden oluştuğunu, bilimsel faaliyetin çoğunluğunun normal bilim döneminde yapıldığını iddia eder. 64 Bu dönemde Popper’ın iddia ettiği gibi teorilerin test edilmesi söz konusu değildir. Eğer ortada bir hata varsa bundan teori değil, bilim adamı sorumlu tutulur. Popper ise bir teorinin, daha iyisi tarafından yerinden edilmesi ile bilimin geliştiğine inanıyordu. Kuhn’a göre Popper’ın iddia ettiğine zıt olarak, bilimde test etme, eleştirel düşünme genel norm değil, istisnadır. Normal döneme kıyasla hem kısadır, hem de bilimsel 61 Imre Lakatos, “Falsification and the Methodology of Scientific Research Programmes” Imre Lakatos ve Alan Musgrave, (der.), Criticism and the Growth of Knowledge: Proceedings of the International Colloquium in the Philosophy of Science, s.100-101. 62 Sankey, “Scientific Method”, s.254. 63 Bird, Philosophy of Science, s. 266. 64 Thomas Kuhn, “Logic of Discovery or Psychology of Research?” Criticism and the Growth of Knowledge, s.4. 27 faaliyetin daha azını kapsar. Devrimsel dönem bu istisnai durumların oluştuğu dönemdir.65 Popper’ın bilimi eleştirel düşünce ile gelişen bir bilgi çeşidi olarak görmesi de Kuhn tarafından eleştirilir. Ortodoks bilim görüşünün aksine Kuhn’a göre bilim adamları eleştirel düşünceyi sadece rekabet halindeki teorileri seçmek zorunda olduklarında benimserler. Sadece o dönemde Popper’ın bahsettiği felsefeci gibi davranırlar.66 Devrimler neticesinde sadece paradigmalar67, teoriler değil, bilim adamlarının dünya görüşleri dahi değişir.68 Popper’da bilimsel değişim rasyonel iken Kuhn onu, sosyolojik-psikolojik faktörlerle açıklar. Bu anlamda bilimdeki değişimler, din değiştirmeye benzer.69 Kuhn, böylece, bilimin tümevarım veya tümdengelim ile işlediği iddiasını yalanlamanın ötesine geçmiş, bilimin objektifliğini de tartışmaya açmıştır. Son olarak Lakatos’un bilimde “metot” üzerine görüşlerini kısaca değerlendirmenin önemli olduğunu düşünüyoruz. Lakatos, Kuhn ile Popper arasında bir senteze gitmiştir.70 Bu tartışma önemlidir çünkü ona göre Popper ile Kuhn’un çatışması, epistemolojinin teknik bir sorununa indirgenemez. Eğer Popper haksız, Kuhn haklıysa bilimsel teoriyi değerlendirecek rasyonel bir kriterden mahrumuz demektir. 65 Kuhn, “Logic of Discovery or Psychology of Research?” s.5 66 Ibid., s.7. 67 Paradigma kavramını Kuhn şu anlamda kullandığını ifade eder: “Paradigma, öncelikle temel bir bilimsel başarıdır ve bu başarının içinde hem bir teori hem de deneyin ve gözlemin sonuçlarına yönelik birtakım örnek uygulamalar vardır. Daha da önemlisi, açık uçlu bir başarıdır, zira hâlâ yapılması gereken her türden araştırma mevcuttur. Ve son olarak, kabul görmüş bir başarıdır, yani üyelerinin artık onunla rekabet etmeye ya da ona alternatifler yaratmaya çalışmadığı bir grup tarafından kabul edilmiştir.” Thomas S. Kuhn, “Bilimsel Araştırmada Dogmanın İşlevi”, Bekir Balkız ve Vefa Saygın Öğütle, (der), Bilim Sosyolojisi İncelemeleri: Temel Yaklaşımlar, Kavramlar Ve Tartışmalar. çev. Barış Yıldırım, Ankara, Doğu Batı Yayınları, 2010, s.208. Bununla beraber bu kavram Kuhn tarafından yer yer daha geniş bir anlamda kullanılmıştır. Paradigma kavramı belli metafiziksel kabulleri, değerleri, teorileri, araçları, metotları da içerir. Paradigmanın değişimiyle beraber tüm bunlar da değişecektir. Bakınız: Alexander Bird, "Thomas Kuhn", Edward N. Zalta (der.), The Stanford Encyclopedia of Philosophy (Çevrimiçi) http://plato.stanford.edu/archives/spr2013/entries/thomas-kuhn/ 2 Ağustos 2012. 68 Thomas Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions, Chicago, The University of Chicago Press, 1970, s.111. 69 Lakatos, “Falsification and the Methodology of Scientific Research Programmes”, s. 93. 70 Sankey, “Scientific Methods, s. 255. 28 Bu durum, sosyal implikasyonlara da sahip olacak; söz gelimi bilimde doğru olan değil, toplumu etkileme gücüne sahip olan haklı olabilecektir.71 Lakatos, bu noktada Kuhn ile Popper arasındaki çatışmayı çözmek için kendi teorisini önerir. “Bilimsel Araştırma Programları” dediği teorisinde araştırma programlarının benimsedikleri ve kaçındıkları metodolojik kurallardan bahseder. Lakatos’a göre bilimsel araştırma programları bir “katı çekirdeğe” sahiptir. Bu katı çekirdek müdahalelerden uzak tutulur. Test edilen, düzenlenen, yeniden düzenlenen bu katı çekirdek değil, onun etrafını saran yardımcı hipotezlerdir. Bu hipotezler, katı çekirdeğin etrafındaki koruyucu kuşağa karşılık gelir. Sorgulanan yardımcı hipotezlerde değişikliğe gidilmesi sonucu teoriler daha güçlü hale gelebilir. Lakatos tarihin en önemli bilimsel araştırma programlarından birisi olarak gösterdiği Newton’ın yer çekimi teorisini örnek verir. Teori ortaya konulduğunda bilimsel veri olarak birçok anomaliden söz edilebilirdi. Ancak teorinin katı çekirdeği korunurken yardımcı hipotezlerde gerçekleşen değişiklikler sonucu teori anomalileri açıklar hale gelmiştir. Newton’ın teorisi anomalileri açıklamakla kalmamış, yeni ve başarılı öngörülerde bulunmuştur. Bu nedenle Newton’ın teorisini benimsemek Lakatos’un standartlarında ilerici bir harekettir. Koruyucu kuşaktaki yardımcı hipotezler ampirik içeriğin artmasına katkıda bulunduğu sürece bilimsel araştırma programı iyi işliyor demektir. Ancak sadece yardımcı hipotezler değişiyor, içerikte bir artma olmuyor ve özgün veriler getirilemiyorsa, bir bozulmadan söz edilebilir. Bu durumda katı çekirdek de sorgulanır, hatta terk edilebilir.72 Lakatos’un en çok dikkat çektiği noktaların başında, bilimde anlık (instant) rasyonelliğin olmadığı gelir.73 Popper’ın iddia ettiğinin aksine, Lakatos’a göre bir araştırma programını bir anda terk etmemizi sağlayacak deneyler yoktur. Geçmişte bu türden ani değişikliklere yol açması umulan deneylerin birçoğu zaman içinde yanlışlanmış veya aynı araştırma programı içerisinde açıklanmıştır. Yani anlık rasyonellik fikri hatalıdır. Bilimsel uğraşta rasyonellik sanılandan çok daha yavaş 71 Lakatos, “Falsification and the Methodology of Scientific Research Programmes”, s. 93. 72 Ibid., s.132-134. 73 Ibid., s.154. 29 işleyen bir süreçtir.74 Lakatos böylece, bir araştırma programının ne zaman umutsuzca bozulduğu ve terk edileceği konusunda her şeyin sanıldığı kadar net olmadığını söyler. Çünkü bir program başarısız gözükürken zaman içinde diğer programlardan daha başarılı hale gelebilir.75 Bununla beraber Lakatos, Kuhn’un bilimde objektif ve rasyonel kriterlerin var olmadığı görüşüne katılmamıştır. Bilimsel araştırma programlarının değişiminde belli kurallar işler ve bu kurallar, Lakatos’a göre, sosyolojik-psikolojik değildir.76 Lakatos’un Kuhn’a getirdiği bu son eleştiri bir sonraki bölümle daha yakından ilgili olduğu için ileride ele alınacaktır. Sonuç olarak bilimi bilim olmayandan ayıran özelliğin onun metodu olduğu iddia edilse de bu metodun ne olduğu konusunda bir uzlaşı yoktur. Elbette bu durum bilimi gelişi güzel bir uğraşa indirgemeyecektir. Kanımızca bilimle ilgili ayırt edici özellikleri sıralarken daha mütevazı bir tablo çizilmesi, idealleştirme çabaları içine girilmemesi durumunda -daha genel ve soyut olmak kaydıyla- bilimsel metottan bahsetmek mümkün olacaktır. Bu konudaki önerimizi 3. Bölümde açıklayacağız. Bu noktada şunu söyleyebiliriz ki bilimsel metodun sınırları idealleştirme çabasıyla olduğundan daha keskin çizildiğinde ortaya gerçekçi bir resim çıkmayacaktır. Bilim tarihinde her türlü “özel” metodu çürütecek kadar çok aykırı örnek bulunmaktadır. 1.1.2. Bilimin Amacı: Bilimin temel nitelikleri sayılırken ilk akla gelen özelliklerden birisi onun amacıdır. İnsan neden, hangi beklentiyle bilimle uğraşır? Doğa bilimlerine harcanan bu kadar paranın ve emeğin karşılığında ne umulmaktadır? Bu soru önemlidir, zira onunla sadece bir gerçeğin resmedilmesinin amaçlanmadığını, sorunun aynı zamanda normatif bir değer taşıdığını unutmamak gerekir. Bilimin amacının tanımlanması, bu amaçla bilim yapmayan bilim adamlarının uğraşlarını bilimsel olmamakla damgalayabilir. 74 Lakatos, “Falsification and the Methodology of Scientific Research Programmes”, s.173-174. 75 Merrilee H. Salmon vd., Introduction to the Philosophy of Science, Indianapolis, Hackett, 1999, s.153. 76 Lakatos, “Falsification and the Methodology of Scientific Research Programmes”, s.155. 30 Bilimin amacı, kabaca, doğadaki düzeni anlama, yasaları keşfetme ve böylece onu insan yararına kullanma olarak tanımlanır. Bu tanım bilhassa Francis Bacon’ın “Bilgi güçtür” özdeyişi ile uyumludur. Bacon’a göre, bilim toplum yararına kullanılmalı77 ve insanın yaşamını iyileştirmelidir.78 Bacon, bilimin –o dönemin deyimiyle doğa felsefesinin- onu kontrol edenlerin gücünü artıracağına inanıyordu.79 Esasen bu görüş onun çağdaşlarınca da benimsenmiş, insan hayatının iyileştirilmesi, Bilimsel Devrim olarak anılan dönemin önemli amaçlarından olmuştur.80 Bacon gibi, Hobbes da bilimin ve bilginin güçle ilişkisine işaret eder ancak o bilginin insanların yararına olduğu gibi bazı insanların aleyhine de kullanılabileceğini düşünür. Bacon’da ise bilgi herkese açıktır ve insanlığın kaderini iyileştirmek için herkes ondan faydalanabilir veya ona hizmet edebilir.81 Ortodoks bilim görüşünün savunucularının bilimin çoğunlukla Baconcı amaca hizmetini vurguladığı, bilimin Hobbes’un tarif ettiği biçimde güce hizmet eden yönünün gölgede kaldığı görülüyor. Comte bilime insanlığın olumlu yönde gelişiminde önemli bir rol biçmiştir.82 Günümüzde de bu fikir birçok bilim adamı ve felsefeci tarafından savunulmaktadır. Örneğin popüler biyolog Richard Dawkins’e göre bilim adamları bilimi kullanarak dünyayı siyasetçilerden ve devlet adamlarından daha fazla değiştirmekle kalmaz, siyasetçilerin hayal bile edemeyecekleri bir şekilde, evrenle ilgili düşüncelerimizi ve hayal gücümüzü de olumlu anlamda değiştirirler.83 Bilimin, insanlığın faydasını amaç edinmesi gerektiği görüşünün her zaman kabul görmediğini söylemek mümkündür. Örneğin, bilimsel uğraşın kökenlerinin atıldığı 10.000 yıl öncesinin Ortadoğusuna gidersek, bilgilerin çoğunlukla gündelik hayat için toplansa da tüm bilginin bu amaca yönelmemiş olduğu görülür. O dönemin 77 Steven Matthews, Theology and Science in the Thought of Francis Bacon, Aldershot, Ashgate Pub., 2008, s.131. 78 Chalmers, Bilim Dedikleri, s. 5. 79 Shapin, Bilimsel Devrim, s.161. 80 Henry, Bilim Devrimi ve Modern Bilimin Kökenleri, s.13. 81 Arnold Green, Hobbes and Human Nature, New Brunswick, Transaction, 1993, s.43. 82 Giddens, Politics, Sociology and Social Theory, s.150. 83 Richard Dawkins, Unweaving the Rainbow: Science, Delusion, and the Appetite for Wonder, Boston, Houghton Mifflin, 1998, s.16. 31 insanları, ilgileri ve merakları neticesinde “bilimsel” eylemler sergilemiştir. Bu dönemlerde evcilleştirilebilir hayvanlar kadar evcilleştirilemeyenlerin de; ilaç olarak kullanılabilecek bitkiler kadar kullanılmayanların da toplandığı ve incelendiği bilinmektedir.84 Merak, öğrenme isteği gibi dürtüler “bilimsel” faaliyetler için itici güç olmayı günümüzde de sürdürmektedir. Ancak uzun süre bilimin pratik faydası, tek başına, insanların bilime saygı duymalarını sağlamaya yeterli olamadı. 17. yüzyılda doğayı incelemenin insanın dini ve ahlaki hayatına da katkıda bulunacağı görüşü ortaya çıktı. Kutsal Kitap’taki metaforları anlamak için doğanın daha iyi anlaşılması gerektiği savunuluyordu. Örneğin Hz. İsa için geçen “Yahuda’nın aslanı” ifadesinin tam olarak ne anlama geldiğinin anlaşılması için aslanla ilgili daha detaylı bilgi edinmek şarttı. 85 Kepler de benzer bir görüşle ancak doğada Tanrı’nın en temiz sesine ulaşacağımızı iddia ediyordu.86 Kepler, doğa araştırmalarının Yaratıcı’nın sanatını anlamada bir araç olarak görülmesine yaradığını düşünen tek kişi değildir. Hollandalı anatomici Jan Swammerdam mikroskop aracılığıyla yaptığı gözlemlerde bir bitin bile Tanrı’ya ilişkin bilgi sunduğunu, dinsel bir anlam taşıdığı için önemli olduğunu söylüyordu.87 Elbette bu bilim adamlarının hepsinin görüşlerinde samimi olduklarını iddia etmiyoruz. Bazılarının araştırmalarını meşrulaştırmak veya otoriteden gelecek baskıları azaltmak niyetiyle egemen referanslara, felsefi veya metafiziksel öğretilere atıf yaptığı iddia edilebilir. Ancak en azından belli bilim adamlarının böyle bir kaygıyla hareket etme ihtimalinin daha zayıf olduğu söylenebilir. Söz gelimi Newton dine atıfta bulunurken Hristiyanlığın en temel öğretisi olan teslisi reddederek eserlerindeki dini referansların salt politik olmadığı izlenimini uyandırmaktadır. Yeri gelmişken ortodoks bilim ideali ile dine yapılan bu referansların uyuşmadığını da belirtmek gerekir. Dine yapılan bu tür atıflar Comte’un ve birçok pozitivistin idealindeki bilim anlayışına aykırıydı. Comte, bilimin sadece “nasıl” ile uğraşması 84 Ronan, The Cambridge Illustrated History of the World's Science, s.14. 85 Peter Harrison, “The Cultural Authority of Natural History in Early Modern Europe” Alexander ve Numbers (der.) Biology and Ideology: From Descartes to Dawkins, s.16-17. 86 Ibid., s.19. 87 Henry, Bilim Devrimi ve Modern Bilimin Kökenleri, s.41. 32 gerektiğini, nedenleri hiçbir zaman öğrenemeyeceği için onları araştırmaması gerektiğini söyler. Bu bağlamda görüş sunan teistik ve ateistik izahlar terk edilmelidir.88 Ortodoks bilimin dini referanslarla hareket etmesi arzulanmamaktadır. Ne var ki bilim tarihine bakıldığında bilim ile din arasındaki ilişkinin ortodoks bilimin resmettiğinden çok daha karmaşık olduğu görülür. Bilimi sadece dinin baskısından kurtarılması gereken bir uğraş olarak göremeyiz. Modern bilimin kurucularında dini referansların baskın olduğu, motive edici bir işlev gördüğü gözlemlenebilir. Modern bilimin önderlerinin doğa filozofu olarak adlandırıldığını, bu filozofların doğayı Tanrı’nın vahyi ile beraber okunması gereken bir kitap olarak gördüğü unutulmamalıdır. Bilimin sadece fonksiyonel amaçlar gütmediğine yönelik örnekler verdik. Bununla beraber 17. yüzyılda da bilimin pratik amaçlara hizmet ettiği için önemsendiği olaylar vardır. Örneğin Galileo teleskobunu Venedik Senatosu’na sunarken onlara bu icadın savaşta düşmanı erken görmeyi sağlayacağını anlatır.89 Günümüzde de bu eğilimin sürdürüldüğü görülmektedir. CERN’de yapılan yatırımları halkın gözünde “meşrulaştırmak” isteyen fizikçiler MR gibi cihazların, hatta internetin CERN’deki çalışmaların ürünü olduğuna dikkat çekmektedirler. Bilimin faydası ile ilgili gözden kaçırılmaması gereken bir diğer nokta her dönemde faydanın aynı şekilde tanımlanmadığıdır. Fizikçi Ernest Rutherford’un fizik dışındaki tüm bilimleri pul koleksiyonuna indirgemesi90 20. yüzyılda, önceki dönemlere nazaran daha az garipsenecektir. Günümüzde doğa bilimlerinin otoritesine bakan bir kişi onun her zaman bu denli önemli olduğuna hükmedebilir. Yine aynı kişi sosyal bilimlerin bilimsel değerine bugün duyulan şüpheye bakarak onun eskiden de doğa bilimlerine göre ikincil bir yerde olduğunu düşünebilir.91 Oysa –sözgelimi 88 Auguste Comte, “From Metaphysics to Positivist Science” Volker Meja ve Nico Stehr (der), The Sociology of Knowledge, s.38. 89 Arthur Koestler, The Sleepwalkers: A History of Man’s Changing Vision of the Universe, New York, The Macmillan Company, 1959, s.364. 90 Harrison, “The Cultural Authority of Natural History in Early Modern Europe” s.14. 91 Snow doğa bilimleriyle uğraşan bilim adamlarının sosyal bilimlerin faydasını ve getirdiği zenginliği küçümsediklerini kişisel yaşamından örneklerle anlatır. Ona göre doğa bilimleriyle sosyal bilimler arasındaki kutuplaşmanın bir sonucu olarak, doğa bilimleriyle uğraşan bilim 33 Rönesans’ta- doğa bilimleri, sosyal bilimlere göre daha az ilgi görüyordu. İtalyan bilgin Francesco Petrarch, yaşama niye geldiğimizi hatta nereleri gezmemiz gerektiğini anlamanın yanında hayvanların yaşamları hakkında bilgi toplamanın ne denli anlamsız olduğunu anlatır.92 Bilimin pragmatist olması gerektiği, görünür sonuçları olmayan felsefi sorularla uğraşmaması gerektiği Dewey’den Rorty’ye kadar pragmatistlerin genel kanısıdır.93 Onlara göre hakikati söylemenin tek başına bir önemi yoktur, önemli olan belirlenen, istenen somut hedefe ulaşılmasında bilimin rolüdür.94 Bununla beraber bilim tarihinde, bilimin pratik faydaya dönüşmesinin bir zorunluluk olmadığını belirtenler de olmuştur. Sarton’a göre her ne kadar bilimi öğrenen insan onu çıkarı için kullandıysa da bilim yapmamızın ardındaki esas motivasyonu doğruyu öğrenme arzusu olarak tanımlayabiliriz. Bu arzu, adalet ve güzelliğin peşinde koşmak kadar insanidir. Pratik fayda ancak bir yan ürün olarak görülebilir.95 Russell’a göre de doğanın gizemlerine yönelik ve herhangi bir karşılık umulmadan duyulan merak entelektüel çalışmaları mümkün kılmaktadır.96 Merton, Sarton gibi Cambridge’de öğle yemeklerinde kadehlerin kimseye yaramayacak saf matematiğe kaldırıldığını hatırlatır.97 Günümüzde pragmatistleri rahatsız edecek bir diğer örnek CERN’deki deneydir. Deneyin evrenle ilgili anlayışımızı değiştireceği iddiası98 doğru olsa bile, bu deneyin birincil sonuçlarının sokaktaki insanın hayatına –en azından şimdilik- adamlarının büyük çoğunluğu, sözgelimi, edebiyata uzak kalmanın bir sakıncası olmadığı fikrini taşırlar. Bakınız: C. P Snow, İki Kültür, çev. Tuncay Birkan, Ankara, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, 2010, s.101-104. 92 Harrison, “The Cultural Authority of Natural History in Early Modern Europe” s.11 93 Patrick Baert, Sosyal Bilimler Felsefesi: Pragmatizme Doğru, Çev. Ümit Tatlıcan, İstanbul, Küre Yayınları, 2010. S. 177. 94 Ibid., s.183. 95 George Sarton, The History of Science and the New Humanism, New Brunswick, Transaction, 1987, s.13-15. 96 Bertrand Russell, Mysticism and Logic, Middlesex, Penguin Books, 1953. s. 48. 97 Robert K. Merton, “Bilim ve Toplumsal Düzen”, Bekir Balkız ve Vefa Saygın Öğütle, (der), Bilim Sosyolojisi İncelemeleri: Temel Yaklaşımlar, Kavramlar Ve Tartışmalar, Ankara, Doğu Batı Yayınları, 2010, s.156. 98 “Large Hadron Collider” (Büyük Hadron Çarpıştırıcısı) Avrupa Nükleer Araştırma Örgütü, Resmi internet sayfası (Çevrimiçi) http://public.web.cern.ch/public/en/lhc/lhc-en.html 1 Mayıs 2012. 34 herhangi bir fayda sağlamayacağı düşünülmektedir. Dünyadaki en büyük makineyi oluşturan bu deney99 kamuoyunda sık sık büyük bütçesi nedeniyle eleştirilmiş, insanlığa ne gibi bir fayda sağlayacağı sorusu ile karşılaşmıştır. Bilim adamları bu deneyin dolaylı -ama önemli- pratik faydaları olduğunu ve olabileceğini söylerken asıl amacın evrenin gizemlerini aydınlatmak olduğunu dile getirmektedirler.100 Yine Sicim Teorisi, Kuantum kozmolojileri, evrenin zamanda başlangıcının olup olmadığını araştıran çalışmalar veya 5 boyutlu bir evrende yaşasaydık yaşadığımız evren nasıl olurdu gibi bilimsel sorular doğrudan pratik bir amaca hizmet etmemektedir. Yine de bu teorilerin sadece bilim adamlarının değil, sokaktaki insanın da ilgisini çektiğini hatırlamakta fayda var. İnsanlar bilimin pratik faydalarıyla olduğu kadar evrenle ilgili sorulara verdiği yanıtlarla da ilgilenmektedirler. Bu bağlamda sokaktaki insan evrenin nasıl başladığı sorusunun cevabını öğrendiğinde maddi, pratik bir fayda edinmese de varoluşsal sorularına cevap bulabilir. Bu tür bir cevabın “fayda” olarak değerlendirilebileceği de unutulmamalıdır. Ne olursa olsun saf bilime verilen önem, teknolojik faydayı anlamsız kılmaya yetmez. Bilime otoritesini veren güç, bir yerde onun teknolojik faydasıdır. 101 Bilimin teknolojik faydası olmaksızın sadece varsayımlarla uğraşan “saf” bilim olarak kalması halinde şimdiki otoritesine sahip olacağı şüphelidir. Bilhassa Endüstri Devrimi neticesinde bilim, ekonomik üretim sistemini, düşünce yapısını ve toplumu etkileyen bir güç olarak algılanır hale geldi –veya getirildi.102 Yani bilimin pratik ve teknolojik faydalarının sosyal yansımalarından bahsedilir oldu. Bu noktada bilimin pratik amaçlarının –ve hizmetlerinin- her zaman olumlu karşılanmadığını hatırlatmak gerekir. Bilhassa Marksistler bilimin amacına ve sonuçlarına kuşkuyla bakma 99 “Facts and Figures/Olgular ve Figürler” Avrupa Nükleer Araştırma Örgütü, Resmi İnternet sayfası (Çevrimiçi) http://public.web.cern.ch/public/en/lhc/Facts-en.html 1 Mayıs 2012 100 Dan Bloom, “The experiment of a lifetime/ Ömürlük Bir Deney” Guardian Gazetesi Resmi İnternet Sitesi (Çevrimiçi) http://www.guardian.co.uk/education/2008/aug/29/research.cern 3 Mayıs 2012. 101 Merton, “Bilim ve Toplumsal Düzen” s. 156-157 102 Franco Ferrarotti, “Endüstri Devrimi ve Bilim, Teknoloji ve İktidarın Yeni Nitelikleri”, Federico Mayor, Augusto Forti (der), Bilim ve İktidar, çev. Mehmet Küçük, Ankara, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, 1997, s.42. 35 eğilimindedirler. Marksist Boris Hessen, Newton’ın Principia’sının hangi sosyal şartlarda yazıldığını incelediği eserinde Marksist bir çözümlemeye gider. Ona göre Newton o dönem burjuva sınıfının ihtiyaçları ile tamamen örtüşen bir eser kaleme almıştır. Hessen’e göre, Principia’nın neden o dönem ve o coğrafyada yazıldığını anlamak için üretim ilişkilerinin analizi yeterlidir.103 Teknolojik fayda insanları bilim yapmaya iten tek motive edici olmasa da modern dönemde bu tür bir faydanın bilim uğraşında daha merkezi bir konuma oturduğu söylenebilir. Sonuç olarak faydanın bile zaman içinde değiştiğini, her dönem ve toplum tarafından aynı şekilde tanımlanmadığını, zaman zaman bir meraktan, bilme arzusundan ibaret olduğunu düşünürsek, bilimin amacının da zaman içinde değişmesi gayet doğaldır. Bilmek bazen sadece bilmek içindir. Bu yüzden bilimsel uğraşın her dönem geçerli bir amacının olduğunu söylemek mümkün değildir. Tartışmanın bir başka boyutu bilimin, ortodoks bilimin iddia ettiği gibi her zaman özgürleştirici olmayı amaçlamadığıdır. Bu konuda en ağır eleştirilerde bulunan düşünürlerin başında Kuhn ve Feyerabend gelir. Kuhn’un bilimin tutuculuğuyla ilgili görüşlerine bir sonraki bölümde detaylı bir şekilde değineceğiz. Feyerabend ise bilimin tutuculuğu ile ilgili birçok örnek verirken bilimin özgürleştirici olduğu “mit”ini yıkmayı amaçlamaktadır. Galileo’nun bilimsel görüşlerinin kısıtlandığı iddialarını günümüzle paralellikler kurarak değerlendiren Feyerabend’e göre günümüzde bir bilim adamı aynı baskıya maruz kalmaktadır. Baskının eskisi kadar sert olmaması, cezaların daha hafif olması da bizi kandırmamalıdır. Zira bilim adamları topluluğuna karşı çıkanların günümüzde daha hafif cezalara maruz kalması bilimin hoşgörüsünden değil, günümüz toplumunun ulaşmış olduğu görece medeni seviyesinden kaynaklanır.104 Bilim tarihinde yaşananlar, bilimin, “ortodoks” yorumun iddia ettiğinden daha az toleranslı olduğunu göstermekle kalmaz. Aynı zamanda bilimin iddia edilenden daha mütevazı amaçlarının olduğunun da altını çizer. Hatırlanacağı gibi aklın ve bilimin 103 Boris Hessen, “Newton’un Principia’sının Toplumsal ve Ekonomik Kökenleri”, Bilim Sosyolojisi İncelemeleri: Temel Yaklaşımlar, Kavramlar Ve Tartışmalar, s. 67. 104 Paul Feyerabend, Akla Veda, çev. Ertuğrul Başer, Ayrıntı Yayınları, 2012, İstanbul, s.291. 36 her sorunu çözeceği iddiası Aydınlanma’nın temel inançlarının başında geliyordu. Tezimiz için kilit önemde olan Kuhn bu hususta da sıra dışı bir resim çizer. O, bilimi yenilikleri arayan bir uğraş; bilim adamlarını yeniliklerden memnun olan, onlara sevinen, şaşıran insanlar olarak görme eğilimine karşıdır. Ona göre bilim adamları bilimsel çabanın neredeyse tamamında yeni bir sonuçla karşılaşmayacaklarını bilmektedirler. Bilim, sonuçları aşağı yukarı bilinen, yöntemleri belli, soruları belli bir uğraştır. Bilim, kuralları belirlenmiş bir oyundur. Bir bulmacadır. Bilim adamları da kuralları belirlenmiş bu bulmacayı çözerken sınırlı manevra alanına sahiptirler. Dolayısıyla Kuhn’a göre bilim adamları ortodoks bilimin resmettiği gibi yeniliklerle şaşırtılmayı amaçlayan bir topluluk olmaktan çok uzaktır. Şimdi bu konuyla ilintili olan ve tezimizi yakından ilgilendiren bilimde eleştirel düşünce kavramına odaklanalım. Ortodoks bilimin iddia ettiği gibi bilimin, doğruyu bulma serüveninde objektif bir çaba olup olmadığı sorusu bu konudaki başlangıç noktamız olacaktır. 1.1.3. Bilim, Eleştirel Düşünce ve Objektiflik Doğa bilimlerinin sosyal bilimlerden üstün olduğu iddiasındaki kişiler onun objektif olduğuna ve değer yargılarına daha az açık olduğuna dikkat çekerler. 105 Bu konudaki değerlendirmemizi sunmadan evvel daha geniş resme bakıp “bilgi”nin objektif olup olmadığı sorusunu yöneltmeyi uygun buluyoruz. 1.1.3.1. Bir Gelenek Olarak Bilginin Sorgulanması Bilginin sosyal ve psikolojik faktörlerden etkilendiği yeni bir iddia değildir. Blaise Pascal, Pirenlerin bir tarafında doğru olan şeyin diğer tarafında yanlış olduğunu hatırlatırken benzeri bir görüşe sahiptir. İspanya ile Fransa’yı birbirinden ayıran bu dağlar, farklı toplumlarda farklı değerlerin var olacağını işaret etmek için kullanılır. O kadar ki bir tarafta “katil” olabilen bir adam diğerinde “kahraman” olacaktır.106 Daha modern bir ifade ile Tibetli bir keşiş için ‘gerçek’ olan şey, Amerikalı bir 105 Gordon, The History and Philosophy of Social Science, s.52. 106 Blaise Pascal, Pensées, Sioux Falls, NuVision Publications, 2007. s. 77. 37 işadamı için ‘gerçek’ olmayabilir.107 Francis Bacon daha da ileri gider; ona göre insanlar görüşlerini bir kere edindikten sonra her şeyi onu destekler hale getirmek eğilimindedirler. Bu nedenle insanı doğrunun peşinde zannetmek hatalıdır. Duyguları anlayışını etkileyecek, bozacaktır.108 Nietzsche benzer bir görüşü şu şekilde savunur. İnsan doğrunun değil, kendisini mutlu edecek sonuçların peşindedir. Bu mutluluğu veren şey doğruysa doğrunun peşindedir, yalan ise yalanın peşindedir; sonucu olmayan bilgiye ise ilgisiz kalacaktır.109 İnsan bilgisi üzerindeki psikolojik öğeleri en net vurgulayan ise Sigmund Freud olmuştur. Freud’a göre insan psikolojisinin doğayı anlamada ifa ettiği rol azımsanmamalıdır. Bilhassa insanların doğaya karşı duydukları çaresizlik onların bilgi edinmelerinde temel bir işlev görmektedir. Doğaya ilişkin görüşlerimizi geliştirirken hep bu çaresizlik ve onunla başa çıkma güdüsü ile hareket ederiz. Yani iç gerekliliklerimiz, doğaya ilişkin düşüncelerimizi belirlemede etkilidir. İnsan kendi çaresizliğini yenmek için doğaya anlamlar yükler.110 Marx ve Engels ise sosyal etkenlere dikkat çekerek, yönetici sınıfın sadece üretim araçlarını değil entelektüel gücü de tekelinde bulundurduğu iddiasından hareket ederler. Onlara göre gücü elinde bulunduran her sınıf gibi burjuva sınıfı da kendi görüşlerine evrensel ve rasyonel doğrular izlenimi verir.111 Psikolojik ve sosyal faktörlerin bilgimizi etkilediği hususunda en köklü argümanlardan birini Durkheim’ın getirdiğini iddia edebiliriz. Zira Durkheim sadece bilginin değil, bilgiyi edinmemizi sağlayan zihinsel kategorilerin de kökeninde toplumun olduğunu iddia etmektedir. Zaman, sınıf, nedensellik gibi kavramlar toplumdan neşet ederler.112 Mauss’la birlikte kaleme aldığı eserlerinde de toplumdaki 107 Peter Berger ve Thomas Luckmann, Gerçekliğin Sosyal İnşası: Bir Bilgi Sosyolojisi İncelemesi, Çev. Vefa Saygın Öğütle, Paradigma Yayıncılık, İstanbul, 2008, s. 5. 108 Francis Bacon, “On the Interpretation of Nature and the Empire of Man” The Sociology of Knowledge, s. 4-6. 109 Friedrich Nietzsche, “On Truth and Lies in a Nonmoral Sense” The Sociology of Knowledge, s.60. 110 Sigmund Freud, “Excerpt from The Future of an Illusion” The Sociology of Knowledge, s. 92-95. 111 Karl Marx ve Friedrich Engels, “Concerning the Production of Consciousness” The Sociology of Knowledge, s.19-20. 112 Emile Durkheim, “Sociology of Knowledge” The Sociology of Knowledge, s. 105. 38 kategorilerin, sınıfların zihnimizdekilere örnek olduğunu anlatırlar.113 “İlkel” bir kabiledeki iki farklı grup, o insanların zihinlerindeki dikotomi oluşumunu mümkün kılar. Benzer bir şekilde eğer toplumda bir arada yaşayan kendi içlerinde homojen gruplar olmasa zihnimizde sınıf/grup kavramı oluşamazdı. Yine zihnimizdeki “hiyerarşi” kavramı da toplumdan hareketle oluşturulmuştur. Çünkü hiyerarşi esasen doğada değil, toplumda bulunur.114 Durkheim, zihnimizdeki temel kavramların toplumsal kökenlerine işaret etmek için daha çarpıcı bir örnek verir. Ona göre objektif olarak gördüğümüz, soyut ve insani olmayan bir kategori olarak değerlendirdiğimiz “zaman” kavramının kökeninde de toplum vardır. Zaman hakkında düşünürken aynı medeniyetteki herkesin aynı şeyi düşündüğünü biliriz. Bu durum onun kolektif bir nitelik taşıdığını yani, sosyal karakterini gösterir. Dahası zamanı oluşturan temel bölünmelerin temelinde ritüellerin, şenliklerin, bayramların olması da bu toplumsallığa işaret eder.115 Durkheim’ın görüşünü destekleyen örnekler yine “ilkelleri” inceleyen antropologlardan ve sosyologlardan gelmiştir. Bunun nedeni Lévy-Bruhl’un ifade ettiği gibi ilkellerin kurumlarının, geleneklerinin ve inançlarının incelenmesinin onların bizden farklı düşünce tarzına sahip olduklarını göstereceği umududur. Örneğin Lévy-Bruhl’a göre “biz”deki bazı mantık ilkelerinin onlarda karşılığı yoktur. Modern insanın çok temel bir mantık ilkesi olan çelişmeme prensibi “ilkellerde” görülmez. Bu yüzden Lévy-Bruhl’a göre ilkellerin adet ve kurumlarını günümüz insanının zihin yapısına bakarak incelemek hatalı olacaktır. Böyle bir incelemenin başarıya ulaşması için mistik zihniyetin anlaşılması gerekir. Başka bir örnekte ise Lévy-Bruhl ilkellerde dualite düşüncesinin yeterince gelişmediğini ispatlamaya çalışır. Örneğin totem ile olan ilişkisinde “ilkel” kendisini totemden ayrı düşünemez. Totem ona, o toteme sahiptir. Bu hem zihinsel hem de fiziksel boyutta böyledir. Akıl onu hayal edemez, akıl onu yaşar. Bu bütünlük nedeniyle onu kendisinden ayrı göremez ve onun üzerine düşünemez. Bu durumda bizim 113 Emile Durkheim ve Marcel Mauss, Primitive Classifications, Çev. Rodney Needham, Chicago, Chicago University Press, 1963, s. 82. 114 Durkheim, “Sociology of Knowledge” The Sociology of Knowledge, s.110-113. 115 Ibid., s.115-116. 39 anladığımız anlamda bir gözlem gerçekleşemez.116 Mauss, Sosyoloji ve Antropoloji isimli eserde benzer bir duruma işaret eder. Mauss’a göre “ilkeller”in bağış merasimi esnasında değiş tokuş yapılan nesnelerin canlılık özelliği taşıdığına inanılır. Nesne onu veren kişiden tamamen kopmamıştır, halen bir yönüyle ona aittir. Böylece hediyeyi veren kişi hediyeyi alanın üzerinde belli bir etkiye sahiptir. Onu sunarken kendisinden tamamen ayrı bir şeyi değil, kendi parçasını sunar. 117 Mauss daha da ileri gider ve en temel kavramlardan sandığımız “ben” kavramının dahi toplumsal olduğunu gösterir.118 Eğer tüm bu görüşler doğruysa, her toplumda bilgi farklı şekillerde ediniliyor, en temel saydığımız bilgiler hatta insan zihninin olmazsa olmazı olarak gördüğümüz kategori ve kavramlar bile toplumdan etkileniyor demektir. Bu durumda içinde bulunduğumuz toplum, edindiğimiz bilgi üzerinde sandığımızın ötesinde belirleyicidir. O kadar ki, bu görüşü paylaşan bazı sosyologlara göre istesek de “doğru” ve/veya “gerçek” bilgiyi edinemeyiz. Mannheim, objektif bilginin mümkünlüğüne şüpheyle yaklaşan bu sosyologların başında gelir. Mannheim, bilginin toplumsal olarak nasıl şekillendirildiğini inceler. O, ideolojiye negatif bir anlam yükleyen ve onu aşılması gereken bir engel olarak gören çalışmalardan farklı olarak, manipülasyonlarına odaklanmaz. çıkar 119 gruplarının kasıtlı aldatmalarına, Bu anlamda, ideolojiye negatif bir anlam yükleyen Marx’a katılmaz.120 Kendisinden kurtulmamızın mümkün olduğunu düşünmez. Onun yerine farklı sosyal çerçevelerde nesnenin özne tarafından nasıl görüldüğünü, anlaşıldığını inceler. Yani ideoloji özel, belirli bir anlamda, kasıtlı bir çarpıtma aracı olarak ele alınmaz. Mannheim ideolojileri bütünlük içinde görür ve onların zihin yapısının bir sonucu olduğunu iddia eder. Bu zihin yapıları farklı zaman 116 Lucien Lévy-Bruhl, “The Transition to the Higher Mental Types” The Sociology of Knowledge, s.129-131 117 Marcel Mauss, Sosyoloji ve Antropoloji, Çev. Özcan Doğan, Ankara, Doğu Batı, 2006, s. 218-223. 118 Ibid., s.429-463. 119 Karl Mannheim, “The Sociology of Knowledge” The Sociology of Knowledge, s.302-303. 120 Karl Mannheim, Ideology and Utopia: An Introduction to the Sociology of Knowledge, Çev. Louis Wirth ve Edward Shils, London, Routledge & Kegan Paul, 1979, s.51. 40 ve mekânlarda, farklı toplumlarda farklılık gösterir.121 Olayları algılayışımız, kavrayışımız tamamen sosyal ve tarihsel çerçevenin sonucudur.122 Bu durumda bir doğrudan söz etmek mümkünlüğünü yitirebilir. Mannheim da bu tür bir düşüncenin “rölativizm”e gideceğini görür. Çünkü toplumdaki konumumuz veya -Marx’ın bahsettiği gibi- sınıfımız gibi faktörlerle şekillenen ideolojilerden kurtulamayışımız demek, bizim dışımızdaki doğru hakkında –böyle bir doğru varsa da- söz söyleyemememiz anlamına gelir. Mannheim’ın bu görüşleri dönemin birçok düşünürünce tutarsız olmakla eleştirilmiştir. Benzer bir itiraz, bilimsel bilginin rölativist sosyologlarına da yöneltileceği için burada bu görüşlere yer vermekte fayda görüyoruz. Öncelikle, Hannah Arendt, bu görüşün neyle sonuçlanabileceğini göstermiştir. Arendt, Mannheim’ın felsefeye biçtiği rolü tartışmaya açar. Ona göre Mannheim’ın her bilgiyi belli bir bağlama bağlamasından felsefe de nasibini almaktadır. Bu durumda felsefe de diğer bilgi türleri gibi günlük gerçeği aşamaz. Oysa Arendt, felsefenin rolünde böyle bir kısıtlamaya gidilmesini eleştirir. Zira sosyolojinin, önemiyle ilgili tartışmada verilecek cevap da felsefi olacaktır. 123 Grünwald da Mannheim’ın bilgi sosyolojisinin iç çelişkilerine dikkat çeker. Mannheim’ın bir düşüncenin sadece belli bağlamlarda doğru olabileceği fikrinin altını çizen Grünwald’a göre, Mannheim’ın bu iddiasının belli şartlarda değil de her zaman ve her perspektifte geçerli olduğunu düşünmek çelişkidir.124 Yani, Mannheim bilginin sadece bir bakış açısına göre doğru olabileceğini söylerken bir yandan da bu görüşlerine mutlak bir doğruluk atfeder.125 Son olarak Horkheimer, Mannheim’ın görüşüne göre, herhangi bir durumda ortak bir gerçeklikten söz edip 121 Mannheim, “The Sociology of Knowledge” The Sociology of Knowledge, s.302-303. 122 Mannheim, Ideology and Utopia: An Introduction to the Sociology of Knowledge, s. 239. 123 Hannah Arendt, “Philosophy and Sociology” The Sociology of Knowledge, s.432-433. 124 Ernst Grünwald, “The Sociology of Knowledge and Epistemology” The Sociology of Knowledge, s.444-445. 125 Martin Kusch, "Psychologism and Sociologism in Early Twentieth-century German-speaking Philosophy." Dale Jacquette (der), Philosophy, Psychology, and Psychologism: Critical and Historical Readings on the Psychological Turn in Philosophy, Dordrecht, Kluwer Academic, 2003, s. 139. 41 edemeyeceğimizi gündeme getirir. Çünkü her topluluk aynı gerçeğe bakmakta, ancak bağlamın etkisi ile kendi gerçeğini üretmektedir.126 Tüm bu eleştirilerin en önemlisi bağlamın bilgimiz üzerindeki etkisine getirilenlerdir. Eğer bağlam bilgimizi belirliyorsa, bilgi sosyolojisindeki bilgimizi de belirleyecektir. Bu durumda bilgi sosyolojisi de bir bilgi türü olarak objektif doğruluk iddiasında bulunmamalıdır. Daha önce de belirttiğimiz gibi aynı eleştiri “Güçlü Program”a da yöneltilecektir. Sonraki bölümde Güçlü Program’ın bu eleştiriye çözüm getirip getiremediğini detaylarıyla inceleyeceğiz. Son olarak bilginin sosyal şartlardan etkilendiği fikrinin günümüzde de önemini yitirmediğini vurgulamakta fayda var. 20. yüzyılın iki büyük düşünürü Bourdieu ve Foucault’nun da bu konuda kafa yorduğunu hatırlatalım. Foucault’ya göre bilgi gücün aracıdır ve modern toplumlarda arzu ve zevkler bilgi aracılığı ile güç tarafından denetim altına alınmaktadır.127 Bu tür bir iddianın bilginin sorgulanmazlığı düşüncesine getirdiği eleştiri açıktır. Bourdieu da bilim adamlarının araştırmalarının konusunu seçerken dahi diğer araştırmacıların gözündeki sembolik değeri göz önünde bulundurduklarını savunurken bir tür sosyal etkiden söz ediyordu.128 Bu görüşün söz konusu düşünürlerin teorilerinde önemli yer tuttuğu – bilhassa Foucault’nun gücün ve bilginin izini sürdüğü hemen her eserinde bu temayı vurguladığı- düşünülürse söz konusu tartışmanın önemi bir kez daha anlaşılacaktır. 1.1.3.2. Sorgulanmayan Bir Bilgi Türü Olarak Doğa Bilimleri: Önceki kısımda, bilginin sosyal faktörlerden etkilendiği görüşünün ilk dönem sosyologlarınca paylaşıldığını gördük. Peki, doğa bilimlerinde de aynı etkiden söz edebilir miyiz? Literatüre baktığımızda bu sorunun bilhassa ilk dönem sosyologlarınca “hayır” diye cevaplandığını görürüz. Arslan bu durumu söz konusu düşünürlerin fizik biliminin zirvede olduğu günlerde eserler vermesine bağlar. 126 Max Horkheimer, “A New Concept of Ideology” The Sociology of Knowledge, s.464. 127 Michel Foucault, The History of Sexuality, Volume I: An Introduction, çev. Robert Hurley, New York, Random House, 1990, s.11. 128 Pierre Bourdieu, “The Specificity of the Scientific Field and the Social Conditions of the Progress of Reason”, Social Science Information, vol.14, 1975, s. 22. 42 Bilhassa pozitivizmin, yani bilimsel bilgiyi geçerli bilgi sayan görüşün değer kazanması bu düşünürleri etkilemiştir.129 Bu dönem sosyologlarının sosyal bilimleri doğa bilimlerine yaklaştırma çabasına girişmeleri de bunun bir yansıması olarak görülebilir. Durkheim, sosyal olguların şeyler/nesneler olarak ele alınmasını isterken doğa bilimlerini diğer bilgi türlerinin üstüne yerleştiriyordu.130 Dönemin düşünürleri sadece ortodoks bilim idealine kendilerini inandırmakla kalmamış, sosyal bilimleri de bu ideale yaklaştırma gayretine girişmişlerdi. Bu noktada Durkheim’ın pozisyonuna dikkat çekmekte fayda görüyoruz. Durkheim’ın bilginin objektifliği ile ilgili görüşleri çelişkili görünebilir. Zira kategorilerin dahi sosyal ürünler olduğunu söylerken bir yandan da kategorileri kullanan doğa bilimlerinin toplumdan etkilenmediğini iddia etmek tutarlı bir pozisyon olarak algılanmayabilir.131 Durkheim bu konuda kesin bir cevap vermese de Dini Hayatın İlksel Formları (Les formes élémentaires de la vie religieuse, 1912) isimli eserinde görüşüyle ilgili ipuçları verir. Durkheim’a göre toplum, mantık dışı veya mantıksız bir varlık değildir. Toplum bireyleri ve yerellikleri aşma potansiyeline sahiptir. O her şeyi yukarıdan daha iyi görür, daha ileriyi görür. Dolayısıyla onun yarattığı kavramlar, kategoriler de keyfi ve yapay değildir. Bir anlamda toplum kategorileri “bulmaktadır”. Bu yüzden Durkheim’a göre düşüncenin sosyal kökenlerine işaret etmek onu itibarsızlaştırmaz.132 Yine de Durkheim toplumların farklı olduklarını ve dolayısıyla farklı kategoriler yarattıklarını kabul eder. Bu durumda kategorilerin oluşumuna sübjektif unsurlar da dâhil olacaktır. Ancak bu sübjektif unsurların ayıklanması umudunu taşıyan Durkheim, doğruya böylece daha çok yaklaşılacağını düşünür.133 Bilhassa git gide genişleyen uluslararası bilim adamları topluluğu bilimsel düşünceye sızan –bilinçli veya bilinçsiz- hataların 129 Hüsamettin Arslan, Epistemik Cemaat: Bir Bilim Sosyolojisi Denemesi, İstanbul, Paradigma Yayıncılık, 2007, s. 52. 130 Ibid., s.57. 131 Ibid., s.56-58. Ayrıca bakınız: Warren Schmaus, Durkheim's Philosophy of Science and the Sociology of Knowledge: Creating an Intellectual Niche, Chicago, University of Chicago Press, 1994, s. 59. 132 Emile Durkheim, The Elementary Forms of the Religious Life, Çev. Joseph Ward Swain, London, Allen & Unwin, 1954, s. 444. 133 Durkheim, The Elementary Forms of the Religious Life, s. 444. 43 ayıklanmasına yardımcı olacaktır.134 Dolayısıyla doğa bilimlerine benzeyen sosyoloji ve sosyal bilimler de sübjektif öğelerden kurtulabileceklerdir. Tüm bu izahları tatmin edici bulmayan Gieryn gibi bilgi sosyologları, Durkheim’ın bilimsel bilgi hakkında bazen –doğa bilimlerinin dünyayı objektif biçimde yansıttığı iddiasıyla- pozitivist, bazen de –zaman ve nedensellik gibi temel kavramları belirleme anlamında- rölativist pozisyon takınarak çelişkili davrandığını belirtirler.135 Sonuç olarak Durkheim’ın doğrudan ifadelerine bakarak, teorisinin rölativist çağrışımlarına rağmen doğa bilimlerine ayrı bir statü verdiğini belirtmemiz mümkündür. Durkheim, muhtemelen, kategorilerin toplum tarafından yaratıldığı iddiasıyla rölativizme kapı açan teorisini, dönemin fizik bilimlerinde alınan başarılar nedeniyle tutarlı biçimde doğa bilimlerine taşıyamamıştır. Sosyolojinin kurucu babalarından sayılan Marx, ideolojinin karşısına doğru bilgiyi üretme iddiasındaki Marksizmi yerleştirirken onun da aklında doğa bilimlerine yaklaşmak vardı. Teorisini determinist bir çerçeveye oturtma gayreti de bu eğilimin sonucu olarak yorumlanabilir. Marx ve Engels, Laplace’ın determinist fikirlerinden etkilenmiş, bu fikirlerin sosyal alana da taşınabileceğini iddia etmişlerdi.136 Hatta Marx ve Engels’in kaleme aldığı Komünist Manifesto’ya (Das Kommunistische Manifest, 1848) da bu dil hâkimdir. “Onun [Burjuvanın] çöküşü ve proletaryanın zaferi aynı oranda kaçınılmazdır.”137 Sonuç olarak Marx –ve Engels- kendi teorisini bilimsel görürken, öngörülerini de fiziksel bir teorinin öngörüleri kadar keskin olarak görüyordu. Benzer bir eğilime Freud’da da rastlanabileceği iddia edilebilir. Freud, psikanaliz yönteminin gözleme dayanan bir doğa bilimi olduğunu savundu. Psikanalizi felsefi bir öğreti olarak görenleri eleştirdi.138 Marx da Freud da içinde 134 Schmaus, Durkheim's Philosophy of Science and the Sociology of Knowledge: Creating an Intellectual Niche, s.59 135 Thomas F. Gieryn, “Durkheim’ın Bilimsel Bilgi Sosyolojisi”, Bilim Sosyolojisi İncelemeleri: Temel Yaklaşımlar, Kavramlar Ve Tartışmalar, s. 474. 136 Nicholas Churchich, Marxism and Morality: A Critical Examination of Marxist Ethics, Cambridge, James Clarke, 1994, s.59. 137 Karl Marx ve Friedrich Engels, Manifesto of the Communist Party, New York, International, 2007, s.21. 138 Yiannis Gabriel, Freud and Society, London, Routledge & Kegan Paul, 1983, s.105. 44 bulundukları iklimin etkisinden çıkamadılar, bir teorinin fiziğe ve diğer doğa bilimlerine benzerliği kadar bilimsel olduğu görüşünü dile getirdiler. Bu tavrın zamanın ruhuyla ilişkilendirilmesi kaçınılmaz gözükmektedir. Bilgi sosyolojisinin inceleme alanını genişleten Mannheim dahi doğa bilimleri ve matematikte sosyal etkenlerin izini sürmez. Pozitivizmin, sosyal bilimleri doğa bilimlerine benzetme çabasına karşı çıkarken Mannheim’ın kafasında iki bilim türü arasındaki fark vardı. Ona göre sosyal bilimler sosyal ve tarihi koşulların etkisindedir ve –sınıfsız özgür entelektüelleri istisna tutarsak139- bu bilimlerdeki bilgimizin şekillenmesinde toplum ana etkendir; öte yandan doğa bilimleri ve matematiğin benzer bir etkide kaldığı iddia edilemez.140 Bu bağlamda Mannheim, bilginin oluşumunda toplumun rolüne işaret eden diğer kurucu babalar gibi doğa bilimlerine özel bir statü verir.141 Modern bilimin eleştirel olması ile diğer bilgi türlerinden ayrıldığı görüşü sadece sosyologlar tarafından değil, çoğu bilim tarihçisi tarafından da paylaşılır. Bilim tarihinin kurucu babası Sarton’ın deyimi ile bilimin ana amacı tarafsız bilim adamlarının doğruyu keşfidir. Bu keşif her türlü hazineden üstündür. Bilim adamları bu ülküyle güdülenmektedir, öyle ki bilimin onlara kazandıracağı şöhret ve güç bile bu ülkünün yanında anlamsızdır.142 Koyré de bilimlerin eleştirel düşünce ile ilişkilendirilmesine sıcak bakmaktadır. O, rönesansın aklın egemenliğinde bir bilim çağı olduğu görüşüne karşı çıkarken o dönemin eleştiri ruhu taşımadığını belirtir.143 Koyré başka bir eserinde astronomik gelişmelerin (örneğin dünyanın evrenin merkezinde olmamasının) sosyal sonuçlara (örneğin insanların kendilerini çaresiz ve yalnız görmelerine) yol açtığını iddia ederken144 ters yönde işleyen bir nedenselliği, sosyal olayların bilimsel bilginin içeriğine, doğruluk ve yanlışlık kriterine etki 139 Mannheim, Ideology and Utopia, s. 141-143. 140 Arslan, Epistemik Cemaat: Bir Bilim Sosyolojisi Denemesi, s . 61 141 Ibid., s. 65. 142 Sarton, The History of Science and the New Humanism, s.14. 143 Koyré, Bilim Tarihi Yazıları 1, s.51-52. 144 Alexandre Koyré, From the Closed World to the Infinite Universe, Baltimore, The Johns Hopkins Press, 1957, s. 42-43. 45 ettiğini iddia eden örnekleri görmezden gelir. Günümüz bilim tarihçilerinden Shapin, Galileo’nun sadece Aristocu evren anlayışını yıkmadığını, bilimde sorgulamayı da öne çıkardığını söyler.145 Chalmers, bu tür bir sorgulamanın bilhassa Bilimsel Devrim ile kemikleştiğini ifade eder. Bilimde şahsi görüşlerin yer alamayacağı iddiası bu dönemin ürünüdür.146 Kısacası bilim tarihçileri ve bilgi sosyologları sorgulama ve bilimi birbirinden ayrı kavramlar olarak görmektense sorgulamayı bilimin bir parçası olarak görme eğilimindedirler. Burada akla gelen ilk sorular şunlar olacaktır: Peki doğa bilimlerine sosyal bilimlerden ve diğer bilgi türlerinden farklı bakmamızı sağlayan özellik nedir? Neden bilginin bağlamına vurgu yaparken, doğa bilimlerine özel bir yer verme çabasındayızdır? 1.1.3.3. Tarafsız Aktörler Olarak Bilim Adamları: Bilimin sorgulamayı içerdiği ve objektif olduğu yönündeki iddiaların temellerini sorguladığımızda bilim adamlarına duyulan güvenle karşılaşırız. Bu noktada sosyolojinin kurucularından Weber’in iddialarını genel görüşü yansıtması açısından değerli buluyoruz. Ona göre bilim adamlarının objektif olup olamayacaklarını tartışırken araştırma problemini araştırma sürecinden ayırmak gerekir.147 Araştırmacıların araştırma problemini seçmeleri esnasında objektif olmadıklarını kabul eden Weber, kültürel değerlerin bilim adamlarının hangi konuyu önemli gördüğünü ve araştırmaya karar verdiğini belirlemedeki rolüne değinir.148 Weber’e göre kültürün araştırma konusundaki rolüne rağmen bu gerçek bilimsel araştırmanın tümden sübjektif olacağı anlamına gelmez. Araştırmacı konuyu seçtikten sonra bilimsel düşünmenin normlarından ayrılmayarak gerçeğe ulaşabilir.149 Yani objektif araştırma pratikte de mümkündür. Nitekim Weber’e göre bilim adamları ve bilimi 145 Shapin, Bilimsel Devrim, s. 22-23. 146 Chalmers, Bilim Dedikleri, s. 9. 147 Baert, Sosyal Bilimler Felsefesi, s.65. 148 Max Weber. The Methodology of the Social Sciences. Çev: Edward A. Shils ve Henry A. Finch. Glencoe, Free Press, 1949, s. 78. 149 Ibid., s.84. 46 öğretenler entelektüel soyunmamalıdırlar. 151 dürüstlüğe sahip olmalı,150 kürsü peygamberliğine Weber bu uyarılarda bulunurken, bilim adamlarının araştırma sürecinde objektif kurallara bağlı kalabileceklerine, en azından bunun potansiyel olarak mümkün olduğuna dair inancını ifade etmektedir. Yani, bilim adamları isterlerse tarafsız davranma potansiyeline sahiptirler. Bu durumda -araştırma konusunun seçilmesinde olmasa da- araştırma esnasında tarafsız davranmama bir tercih, doğru yoldan gönüllü bir sapış anlamına gelmektedir. Örneğin, eski çağlarda bilimin yavaş gelişiminin altında yatan faktörleri inceleyen bir kişi, doğal fenomenler hakkında açıklama yapmanın, astrologlara ve tanrısal güçlere, dolayısıyla onlarla yakın ilişkide olan yönetici sınıfa meydan okuma anlamına geldiğini 152 keşfetmiş olsun. Bu kişinin bilim adamları hakkında yapacağı eleştiri Weber’inki ile benzerlik taşır. O dönemin bilimle uğraşan kişileri başlarına gelecekleri tartmışlar ve objektif davranmamanın kendileri için daha rasyonel olacağına karar vermişlerdir. Ancak bu durum onların bilimle ilgili görüşlerini değiştirmemiş, sadece onları seslendirmemelerine neden olmuştur. Objektiflikten sapma bilinçli bir tercihin ürünüdür. Dolayısıyla daha sonra bazı bilim sosyologlarının dile getireceği “objektiflikten farkında olmadan sapma”ya benzememektedir. Iain Thomson, Heidegger’in de Weberci “değerlerden bağımsız” bilim idealini benimsediğini belirtir.153 Bununla beraber Heidegger için bilimsel objektivitenin mümkünlüğü daha çok teorik düzeydedir. Ona göre Weberci “değerden arınmış bilim” görüşü ancak bir ideal olarak, belki de hiçbir zaman ulaşılamayacak bir amaç olarak vardır.154 Bilimsel bilginin sosyolojisinin kurucu babası sayılan Merton da bilimin normlarını sayarken bu çerçevede bir tarafsızlıktan bahsediyordu. Bilim adamları öncelikle kutsal olan-kutsal olmayan ayrımını bir kenara bırakıp her şeye şüphe ile 150 Max Weber, “Meslek Olarak İlim” Sosyolojinin Temel Kavramları ve Meslek Olarak İlim, çev. Medeni Beyaztaş, İstanbul, Efkar Yayınları, 2004, s.153. 151 Ibid., s.168. 152 Augusto Forti, “Eskiçağda Bilim, Felsefe ve İktidar”, Federico Mayor, Augusto Forti (der), Bilim ve İktidar, , çev: Mehmet Küçük, Ankara, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, 1997. s.2122. 153 Iain D. Thomson, Heidegger Ontoteoloji: Teknoloji ve Eğitim Politikaları, Çev. Hüsamettin Arslan, İstanbul, Paradigma Yayıncılık, 2012, s. 164. 154 Ibid., s.161. 47 yaklaşmalıydı. Bu ilke “organize şüphecilik” olarak anılıyordu. 155 Bunun yanında bilim adamları tarafsız olmalıydı.156 Bu normların üretimi ve eleştirel düşünceyi artırdığına inanan Merton157 söz konusu normların terk edilebileceğini kabul eder. Bu normlar sosyalizasyon ile bilim adamlarına aşılansa da sonraki dönemlerde yaptırım ve ödüllerle desteklense de158 hatta bilim adamlarının ulaştığını iddia ettikleri sonuçlar diğer bilim adamlarınca gözetlense159 de Nazi döneminde görüldüğü gibi bu normlara ihanet edilebilir ve bilim bozulabilir.160 Bununla beraber, tezimizde bir sonraki bölümde ele alacağımız bilimsel bilginin sosyologları Weber ve Merton’dan daha ileri ve köklü bir taraflılık/tarafsızlık tartışmasına girişmişlerdir. Onlara göre bilim adamları isteseler de objektif doğruya ulaşamayacaklardır. Zira bu sosyologlara göre evrensel, her zaman ve her yerde geçerli mutlak doğru kavramı doğa bilimlerinde de mevcut değildir. Bu görüşün detaylarını gelecek bölümde analiz edeceğiz. Fakat burada bu iki farklı görüş arasındaki farkı daha iyi anlamak için toplumun bilim üzerindeki etkisini açıklayan Hans Reichenbach’ın görüşlerine değinmekte fayda görüyoruz. 1.1.3.4. Keşif Bağlamı ve Gerekçelendirme Bağlamı: Bilim felsefecisi Whitehead, Newton’ın varlığını Galileo’ya, Galileo’nun varlığını da Newton’a bağlayarak bağlamın bilimsel uğraştaki önemine işaret etmektedir. Newton kendisinin de ifade ettiği gibi Galileo’nun ve diğer bilim adamlarının mirasından faydalanmıştır. Muhtemelen onlardan devraldığı miras olmasaydı Newton teorisini geliştiremeyecekti. Öte yandan Newton ve sonraki bilim adamları olmasaydı da Galileo bilim tarihi kitaplarında bir dahi olarak kalacak ve 155 Robert Merton, “Bilimin Normatif Yapısı”, Bilim Sosyolojisi İncelemeleri, s.178 156 Ibid., s.176-177. teorileri 157 Craig Calhoun, “Introduction: On Merton's Legacy and Contemporary Sociology”, Craig J. Calhoun, (der.), Robert K. Merton: Sociology of Science and Sociology as Science, New York, Columbia University Press, 2010, s. 5-6. 158 Gieryn, “Bilimin Sınırları”, s.11. 159 Merton, “Bilimin Normatif Yapısı”, s.176-177. 160 Aaron L. Panofsky, “A Critical Reconsideration of the Ethos and Autonomy of Science” Robert K. Merton: Sociology of Science and Sociology as Science, s. 142 48 geliştirilemeyecekti. Tüm bunlar bilimsel sürecin boşlukta işlemediğine bir kanıt olarak sunulabilir.161 Bilim adamları sadece diğer bilim adamlarından değil, toplumdan da etkilenirler. Esasen toplumun bilimsel çalışma üzerinde etkide bulunduğu neredeyse bir ortak kanı halini almıştır. Bilim –en azından bir yönüylesosyal bir uğraştır ve her sosyal uğraş gibi bağlamın etkilerine açıktır. Asıl tartışma, bağlamın bilimsel uğraş üzerindeki etkisinin türüdür. Bu konudaki en net ayrımı yapanların başında bir dönem İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölüm başkanlığı da yapmış olan bilim felsefecisi Reichenbach gelir. Reichenbach bağlam kavramını bilim felsefesinde merkezi bir yere oturtmuş,162 “keşfin bağlamı” ile “gerekçelendirme bağlamı” arasında bir ayrıma gitmiştir.163 Keşif bağlamı, bir keşfin ortaya çıkmasında sosyal ve psikolojik faktörlerin etkilerine dikkat çeker.164 Reichenbach’a göre epistemoloji ise sadece “gerekçelendirme bağlamı” ile ilgilenmelidir,165 çünkü gerekçelendirme bağlamı rasyonel hesaplarla ve tarafsız gözlemlerle ilişkilidir.166 Reichenbach, keşfin bağlamı üzerinde çok durmasa da onun bir ampirik psikolog tarafından incelenmesinin önemli gerçekleri ortaya koyacağını kabul eder. Keşfin bağlamından bahsederken onun aklında daha çok fizik bilimiyle ilgili örnekler vardır. Newton’ın yer çekimi ile ilgili buluşu bunlardan birisiydi.167 Nitekim bu yönde bir çalışma yapmış olan Marksist yazar Boris Hessen, “Newton’un Principia’sının Toplumsal ve Ekonomik Kökenleri” adlı çalışmasında, Newton’ın buluşunun dönemin burjuva sınıfının ihtiyaçlarıyla yakın ilişkisini gözler önüne sermeye 161 Alfred North Whitehead, Science and Philosophy, New York, Philosophical Library, 1974, s.249. 162 Gregor Schiemann, “The Vienna Circle and Logical Empiricism: Re-evaluation and Future Perspectives,” Friedrich Stadler (der), The Vienna Circle and Logical Empiricism. Dordrecht, Kluwer Academic, 2003, s. 237. 163 Hans Reichenbach, Experience and Prediction: An Analysis of The Foundations and The Structure of Knowledge, Chicago, The University of Chicago Press, 1938, s. 6-7. 164 Peter Halfpenny, “Rasyonalite ve Bilimsel Bilginin Sosyolojisi” Bilim Sosyolojisi İncelemeleri: Temel Yaklaşımlar, Kavramlar Ve Tartışmalar, s.58. 165 Reichenbach, Experience and Prediction, s.6-7. 166 Halfpenny, “Rasyonalite ve Bilimsel Bilginin Sosyolojisi” s.58 167 Jeanne Peijnenburg, “On the Concept of Discovery, Comments on Gerd Gigerenzer” Maria Carla Galavotti (der.), Observation and Experiment in the Natural and Social Sciences, Dordrecht, Kluwer Academic, 2003, s. 154. 49 çabalamıştır. Newton ticaret sermayesinin geliştiği dönemde yaşamıştı ve bu dönemin belli tarihsel talepleri vardı. Hessen bu taleplerin iletişim, sanayi ve savaş alanlarında yoğunlaştığını iddia ediyordu. Ona göre Newton’ın çalışmalarını bu taleplerden ayrı değerlendiremeyiz.168 Dahası bu temaların sadece Newton’ın değil, onun öncülü olan bilim adamlarının da dikkatinden kaçmadığını görmek gerekir. Leonardo da Vinci, Galileo, Gassendi, Pascal, Torricelli, Boyle ve Hooke da bu konularda araştırmalar yapmıştır. Kısacası, Hessen’in işaret etmek istediği nokta, o dönem yükselen burjuvazinin önceliklerinin bilime yansımalarıdır. Bu önceliklerle belirlenen problemler bilim adamlarının çalışma alanlarını belirler.169 Yine bilim adamlarının eş zamanlı yaptıkları buluşlar da bağlamın keşif üzerindeki etkisine örnektir. Newton izole bir dahi değildir, o olmasa da er ya da geç Newtoncı fikirler doğacaktı. Darwin olmasa da evrim teorisi bulunacaktı. Newton ile Leibniz’in türevi aynı anda bulmaları, Darwin ile Wallace’ın doğal seçilime dayalı evrim teorisini aynı anda geliştirmeleri bazı tarihi örneklerdir.170 Hessen’in Marksist yorumunun indirgemeci olup olmadığı tartışmalı olsa da, tarihî örnekler Reichenbach’ı doğrular niteliktedir: Keşif, bağlamından ayrı düşünülemez. 1960lara dek sosyologların keşif bağlamına odaklanmalarındaki neden toplumun sadece keşfe etki edeceği görüşü idi. Bu tür bir görüş –ve işbölümü- birçok felsefeci, tarihçi ve sosyolog tarafından kabul edilmiş, uzunca süre sorgulanmamıştır. Bilimsel teorinin doğruluğunun veya yanlışlığının toplum tarafından belirlenemeyeceğine inanan bu kişilere göre, örneğin, Darwin’in teorisi veya Kuantum teorisi toplumun istemesi ile doğrulanamaz veya yanlışlanamaz.171 Modern bilimin babası sayılan Bacon, bilimin her alanının sosyal etkenlere açık olduğu fikrine katılmaz.172 Bilim sosyolojisinin kurucusu sayılan Merton da Bacon’dan beri gelen ve Reichenbach ile daha da sistematikleştirilen görüşe yakındır. Sosyal faktörlerin bilimsel bilginin içeriğine etki etmediğine inanan Merton’a göre sosyal faktörler bilimsel kurumlar 168 Hessen, “Newton’un Principia’sının Toplumsal ve Ekonomik Kökenleri”, s. 71. 169 Ibid., s.82-84. 170 Nicolaas Rupke, “Darwin’s Choice” Biology and Ideology, s.140-141. 171 Rupke, “Darwin’s Choice”, s.143. 172 Robert Nola, “Social Studies of Science”, Stathis Psillos ve Martin Curd (der.), The Routledge Companion to Philosophy of Science, New York, Routledge, 2008, s.259-260. 50 gibi aktörlerin işleyişine etkide bulunabilir.173 Bu düşünürlere göre sosyal faktörlerin daha kapsamlı bir etkisinden söz etmek gerçekçi değildir. Daha fazlası bilim için yıkıcı etkide bulunacaktır. Popper’ın bir sonraki bölümde Kuhn’a karşı getireceği eleştirinin temelinde de bu yıkıcı etkiden çekinmesi yatmaktadır. Halfpenny’ye göre Reichenbach’ın ayrımı benimsenirse ortaya bir işbölümü çıkacaktır. Bu işbölümüne göre doğa bilimi ile uğraşanlar bilimsel bilgiyi üretirken, felsefeciler mantık kurallarına sadakati denetlerler. Yani bu pozitivist geleneğe göre sosyologlar bilimsel bilgiyi üretenlerle ve kurumlarla yetinmelidirler. 174 Bu noktada bir örnek vererek sosyologlara keşif bağlamını inceleme görevini verenlerin akıllarındaki resmi netleştirelim. Modern bilimin önemli astronomlarından Galileo’nun Batlamyusçu sisteme karşı verdiği mücadele sosyolojik anlamlar taşıdığı için önemlidir. Galileo üniversitede Matematik profesörü olarak çalışmaktayken, inanmamasına rağmen Batlamyusçu sistemi öğretiyordu. Galileo, dönemin en saygın matematikçisi Kepler’e yazdığı mektupta dünyanın merkezde olmadığını iddia eden Kopernik’e katıldığını, ancak onun alay konusu olması nedeniyle görüşlerini seslendiremediğini söyler. O dönemde Padova ve Pisa bilim çevresinde Aristo ve Batlamyus mutlak otoriteydi ve bu gerçek Galileo’yu en azından Medici ailesi tarafından himaye edilene kadar görüşlerini açıklamaktan alıkoymuştu. Kepler ise Galileo’ya yazdığı mektupta, onu Almanya’ya davet ediyor, orada fikirlerini İtalya’dakinden daha rahat ifade edebileceğini belirtiyordu.175 Reichenbachçı görüşe göre bu örnekte hangi sosyal faktörlerin Galileo’yu fikirlerini açıklamaktan alıkoyduğunu açıklama görevini sosyolog üstlenmelidir. Ancak sosyolog, Galileo’nun teorisinin doğruluğunun nasıl belirlendiği konusunda fikir beyan edemez. Çünkü toplum; bilimde neyin doğru, neyin yanlış olduğuna karar verecek bir mercii değildir. Thomas Kuhn, devrim yaratan kitabı Bilimsel Devrimlerin Yapısı’nı yayımlayana kadar aksi yönde bir fikir ciddiye alınmayacaktı. 173 Alexander ve Numbers, “Introduction”, s.4. 174 Halfpenny, “Rasyonalite ve Bilimsel Bilginin Sosyolojisi”, s.59. 175 Koestler, The Sleepwalkers, s.355-359. 51 1.1.3.5. Kuhn ve İçeriğin Sosyolojik Analize Dahil Edilmesi: İlk dönem sosyologlarının hedefi sosyal bilimlerle doğa bilimleri arasındaki farkı kapatmaktı. Sosyal bilimler doğa bilimlerinin ihtişamlı başarılarına tanıklık etmiş aynı başarıyı kendi alanında tekrarlamak, yani sosyal hayatta da doğa yasalarına benzer netlikte yasaları bulmak hedefini gütmüştü.176 Söz gelimi, Marx’ın biyolojinin başarılarından etkilenmesi ve toplumu daha iyi anlamak için organizmalardan faydalanılabileceğini düşünmesi, toplumun “hareket yasaları”nın peşine düşmesi 19. yüzyılın düşünce iklimi göz önüne alındığında garipsenemez.177 Kuhn ise resmi adeta tersine çevirmiştir. O, doğa bilimleri ile sosyal bilimler arasındaki farkı kapatma yönünde bir çaba sarf ettiyse de onun çabasının Comte’un veya Durkheim’ın çabasından farklı olduğunun altını çizmeliyiz. Kuhn, sosyal bilimleri doğa bilimlerinin seviyesine “çıkarmak” yerine doğa bilimlerini sosyal bilimlerin seviyesine “indirmiştir”. Bunu yaparken doğa bilimlerine ayrıcalık kazandırdığı iddia edilen ontolojik statüyü sorunlu hale getirmiştir.178 Kuhn; Bacon, Reichenbach, Merton ve ortodoks bilim sosyologlarının yaptığı ayrımı reddeder ve sosyal etkenlerin doğa bilimlerinin içeriğine, doğruluk/yanlışlık kriterlerine de etki ettiği iddiasında bulunur. Yine Kuhn, bilimdeki psikolojik ve sosyolojik öğelere dikkat çekerken, bir bilim adamı için diğer profesyonel bilim adamlarının takdirini kazanmanın buluşunun pratik değerinden daha önde geldiğine işaret eder.179 Kuhn’a göre bilimsel faaliyetin çoğunluğu normal bilim döneminde yapılır ve bu dönemde test edilen teorilerin kendisi değil, bilim adamlarıdır. Kuhn’a göre, temel bağlılıkların kritik edildiği dönemler istisnaidir.180 Tüm bu iddialar devrimsel niteliktedir. Ortodoks bilim anlayışı Kuhn tarafından birçok noktada eleştirilmiş, bilimin dokunulmazlığı sorgulanmaya başlamıştır. Bu kez sorgulanan sadece bilim adamları değil, bilimin ayrıcalıklı statüsü hatta bilimin ta kendisidir. 176 Hekman, Bilgi Sosyolojisi ve Hermeneutik, s.16. 177 Jon Elster, An Introduction to Karl Marx, Cambridge, Cambridge University Press, 1986, s.22. 178 Barnes, T.S. Kuhn ve Sosyal Bilimler, s.23. 179 Kuhn, “Logic of Discovery or Psychology of Research?” s. 21. 180 Ibid., s.4-6. 52 Popper’ın bilimi eleştirel düşünce ile gelişen bir bilgi çeşidi olarak görmesi de Kuhn tarafından eleştirilir. Popper bu düşüncesini savunmak için Thales ile Platon arasındaki düşünürleri örnek gösterir. Bu dönemdeki uğraşın eleştirel düşünce olduğunu iddia eder. Ona göre Pisagor’un okulu dışında –ki orada bir doktrin neredeyse ilahi statüye erişmişti- özgür düşünce ve kritik etme Antik Yunan’ın en belirgin özelliğidir.181 Kuhn ise bu dönemdeki eleştirel düşüncenin bilimle hiçbir alakasının olmadığını hatırlatır. Tersine, Helenlerin geometri ve astronomideki ilerlemelerine dikkat çekerek bu dönemde Platon öncesi eleştirel düşünce söyleminin terk edildiğini belirtir. Helenlerle beraber bulmaca çözme, eleştirel söylemin yerini almış ve gerçek bilim ortaya çıkmıştır. Bilim adamları eleştirel düşünceyi sadece rekabet halindeki teorileri seçmek zorunda olduklarında benimserler. Sadece o dönemde Popper’ın bahsettiği eleştirel düşünür gibi davranırlar.182 Bu anlamda Kuhn objektifliğin mümkün olmadığına işaret etmektedir. Zira normal dönemlerde bilimsel paradigmalar sorgulanmamaktadır. Dahası Kuhn bir paradigmanın diğerinden üstün olmadığını, paradigmaların kıyaslanamayacağını da belirterek evrensel bir doğruya ulaşmanın güçlüğüne dikkat çeker. Bu durumda bilim adamlarının objektif olması tamamıyla imkânsız olmaktadır. Kuhn bu görüşleriyle rölativizmin kıyısına ulaşmıştır, zira her dönem uygulanabilecek bir doğruluk kriteri bulunmamakta, ussallık standartları paradigmadan paradigmaya değişmektedir. 183 Sosyal ve psikolojik faktörler hiç olmadıkları kadar önemlidir. Kuhn’un filminde başrol, sosyal faktörlere verilmiştir. Kuhn’un bu görüşü, sadece onu destekleyen ve onun sosyologlara biçtiği daha kapsamlı rolü yerine getirmeye soyunanlar tarafından benimsenmemiş, onun genel teorisine tamamıyla katılmayanlarca da dikkate alınmıştır. Örneğin Lakatos bilim adamlarının bir teori deneyle yanlışlansa da o teoriyi hemen terk etmeyeceklerini örneklerle göstermiştir. Lakatos’a göre rasyonellik bilimsel uğraşta mevcut olmasına 181 Karl R. Popper, The World of Parmenides: Essays on the Presocratic Enlightenment, Oxon, Routledge, 2012, s.22-24. 182 Kuhn, “Logic of Discovery or Psychology of Research?” s, 6-7. 183 Bird, Philosophy of Science, s.277. 53 rağmen sanılandan yavaş işler184 ve bu işleyişin hızı kuşkusuz sosyal faktörlerce belirlenir. Bununla beraber Lakatos bilimde işleyen ve psikolojik-sosyolojik olmayan kriterlerin varlığına inanması ile Kuhn’dan ayrılır.185 Kuhn’un bahsettiği gibi bir eğilim, yani teoriye körü körüne bir bağlanış mümkün olmakla beraber hem Popper’a hem de Lakatos’a göre bilim için yıkıcıdır. 186 1.1.3.5.1. Kuhn ve Heidegger Bu bahsi kapamadan önce Kuhn ile çok farklı bir felsefi gelenekten gelen Heidegger’in görüşlerine yer vermenin uygun olacağını düşünüyoruz. Bilhassa kıta felsefesinden gelen bu düşünürün bilimin ontolojik statüsü üzerine yaptığı yorumlarının Kuhn’unkilerle örtüşmesi ilginç bir durumdur. Kısaca açıklamak gerekirse Heidegger pozitif bilimlerin hepsinin bir ontolojik postülaya sahip olduğunu düşünür. Bilim disiplinlerinin neyi çalışacağına bu önkabuller karar verir. Bu önkabuller biyolojiden fiziğe kadar her alanda mevcuttur ve esasen onlar olmadan bilim mümkün olmayacaktır.187 Ancak Heidegger’e göre bu önkabullerin ne olduğuna pozitif bilimler kendi başlarına karar verme yetisine sahip değillerdir. Mesela canlıları çalışan biyoloji, canlılığın ne olduğunu ampirik bir şekilde göstermez. Canlılık bir önkabul olarak belirlenir. Peki bu belirleme görevi kimindir? Heidegger bu görevin felsefeye ait olduğunu düşünür. Pozitif bilimlerin önkabul saydığı şeylerin ontolojik konumlarını felsefe inceler.188 Bu noktada Heidegger ile Kuhn arasındaki benzerlik açıktır. Pozitif bilimlerin sadece ampirik bir özden beslenemeyeceği, mutlaka belli önkabullere dayandığı görüşü iki düşünürde ortaktır. 184 Imre Lakatos, “Falsification and the Methodology of Scientific Research Programmes”, s.174. 185 Bakınız: Lakatos, “Falsification and the Methodology of Scientific Research Programmes” s. 155. Bununla beraber Kuhn, eleştirilere cevap verirken bilimi sosyal etkenlere indirgemediğinin altını çizer. Ancak rasyonellik dahil her kriterin bağlama bağlı olduğunu ve evrensel bir kriterin var olmadığını iddia eden, ampirik veriyi tamamen mevcut teoriye bağımlı kılan bir felsefi pozisyonda sosyal olmayan unsurların da belirleyici olduğunu iddia etmek tutarlı gözükmemektedir. Kuhn’un tutarsızlığa düşme pahasına sosyal olmayan etkenlerin varlığını ve belirleyiciliğini savunmasının altındaki nedeni bir sonraki bölümde inceleyeceğiz. 186 Imre Lakatos, The Methodology of Scientific Research Programmes, John Worrall ve Gregory Currie (der.) Cambridge, Cambridge University Press, 1980, s.1. 187 Thomson, Heidegger Ontoteoloji, s.178-180. 188 Ibid., s.179-183. 54 Bunun ötesinde Heidegger’in, bilim adamlarının postülaların etkisi altında araştırma yaptıkları iddiası bu benzerliği biraz daha pekiştirecektir. Bu görüşe göre bilim adamlarının ontolojik konumları onların bilimsel uğraşlarına yol gösterecektir.189 Tıpkı Kuhn’un “normal dönem”indeki bilim adamlarının paradigmanın kabulleri altında çalışmalarını sürdürmeleri gibi. Thomson bu benzerliğe işaret eder ve her iki düşünüre göre de kriz olana dek önkabullerin/paradigmaların sorgulanmadığına dikkat çeker. Kriz döneminde gerçekleşen revizyonlar –Kuhn’a göre devrimlerneticesinde ontolojik kabullerde bir değişikliğe gidilir.190 Heidegger bu revizyon faaliyetinin felsefi olduğunu hatırlatırken bu faaliyetin felsefecilerin tekelinde olduğunu söylemez. Örneğin atom fiziğine yepyeni bir felsefi bakış açısı getiren Bohr ve Heisenberg felsefeci değil fizikçidirler. Yeni sorular sorulmasını sağlayan bu fizikçiler Heidegger’e göre felsefi bir uğraş içindedirler.191 Sonuç olarak Heidegger pozitif bilimlerin de önkabullere sahip olduğunu ve bu önkabullerin o bilim dalları tarafından değil, felsefe tarafından sorgulandığını ve değiştirildiğini söylerken Kuhn’un paradigmalarına ve normal bilim-devrimsel bilim döngüsüne benzer bir fikri paylaşır görünmektedir. Heidegger’in düşünmenin nasıl olması gerektiğini anlattığı eserinde dile getirdiği pozitif bilimlerin düşünmedikleri iddiasıyla,192 ontolojik kabullerin o sorgulanmamasını kast ettiği düşünülür. bilim 193 dalındaki bilim adamlarınca Bu görüş bir paradigmanın içinden konuşan bilim adamlarının en temel kabulleri sorgulamadıkları görüşüyle uyumlu gözükür. Farklı ekollerden gelen bu iki düşünürün bilimin ontolojik statüsüne yönelik benzer bir eleştiride bulunmaları ilginç görünmektedir. Kıta felsefesi ile analitik felsefenin nadiren orta noktada buluştuklarını bilenler için Kuhn ve Heidegger’in benzer görüşleri daha da önemli olmaktadır. 189 Ibid., s. 183. 190 Ibid., s.184-185. 191 Martin Heidegger ve David Farrell Krell, Basic Writings from Being and Time (1927) to The Task of Thinking (1964), London, Routledge and Kegan Paul, 1978, s. 248. 192 Martin Heidegger, What Is Called Thinking? çev. Glenn Gray. New York, Harper & Row, 1968, s.8. 193 Thomson, Heidegger Ontoteoloji, s.187. 55 1.1.3.6. Objektiflik ve Eleştirel Düşünce Tartışmalarında Yeni Bir Dönem Kuhn, bilimsel teorilerin analizine psikolojik ve sosyolojik faktörlerin incelenmesini dâhil ederek, o ana kadar hâkim olan Mertoncı muhafazakâr bilim sosyolojisi görüşüne büyük bir darbe vurdu. Ancak Kuhn bu konuda yalnız değildi. Örneğin Michael Polanyi de Kuhn gibi sonraki düşünürlere ilham veren görüşlere sahipti. Polanyi’ye göre bilim adamları bir inancın içine doğarlar, onu benimserler ve sonraki nesillere taşırlar. Her ne kadar bilim evrenselin peşindeyse de bunun imkânsız olduğunun farkında olmak gerekir. Bilim kesin sonuçlar veren hesap makinesi olmaktan çok uzaktır. Kendimizi ikna etmeye çabalasak da bilimsel inançlarımız vardır ve bunlar bizim bilimsel çabamızı şekillendirir.194 Nitekim bu benzerlik iki düşünürün birbirleri hakkında yaptıkları yorumlarla da desteklenmiştir. Kuhn’un “Bilimsel Araştırmada Dogmanın Rolü” adlı makalesindeki mesaj Polanyi tarafından desteklenmiştir. Polanyi, bu makalede bilim adamlarının inançlarına atıfta bulunan Kuhn’a katıldığını, kendisinin de uzun süredir bu tezi desteklediğini belirtmiştir. Kuhn da teorisini savunurken Polanyi’nin eserlerine atıfta bulunmuştur. 195 Bununla beraber Kuhn, Polanyi’nin birey bilim adamına gereğinden fazla değer verdiğini düşünmektedir. Sonraki bölümde göreceğimiz gibi Kuhn için asıl olan birey bilim adamı değil, bilim adamları topluluğudur.196 Birey bilim adamı da ancak bu toplulukla ilişkisi oranında önem taşır. Tezimizde Kuhn’u merkeze koymamızın ardında da onun toplumsal öğelere yaptığı bu vurgu yatmaktadır. Bilhassa 1970’lerde radikal ve rölativist okullar bilimsel bilginin sosyolojisinde söz sahibi oldular. Rölativistler, sadece sosyo-kültürel etkenlerin bilgimiz üzerindeki etkisinden bahsetmekle kalmadılar. Onlara göre insanların akıllarını kullanma 194 Michael Polanyi, “Bilimsel İnançlar”, Bilim Sosyolojisi İncelemeleri: Temel Yaklaşımlar, Kavramlar Ve Tartışmalar, s. 186-190. 195 Mary Jo Nye, Michael Polanyi and His Generation: Origins of the Social Construction of Science, Chicago, University of Chicago, 2011, s. 244. 196 Ibid. 56 şekilleri, hatta mantık kuralları dahi kültüreldi. Bu durumda farklı perspektiflerin birini diğerine tercih etme konusunda güvenilir bir kritere sahip değildik.197 Bu görüşle beraber, tarih, sosyoloji, psikoloji, antropoloji ve felsefe hiç olmadığı kadar bilimsel uğraşın analizinde rol sahibi oluyordu.198 Yukarıda kısaca bahsettiğimiz ve sonraki bölümde detaylı olarak işleyeceğimiz “Güçlü Program” bu görüşün en çok ses getiren temsilcilerindendir. Güçlü Program’ın dışında Latour ve Woolgar, Laboratory Life isimli sıra dışı çalışmalarında bilimsel verilerin laboratuarda nasıl üretildiğini anlatmaktadırlar. Onlara göre bilimsel gerçekler bir anlaşmazlığın çözülmesinin sonucunda oluşurlar. Yani tartışmayı önceleyen bir gerçek yoktur. Gerçek, tartışmanın, uzlaşmanın ürünüdür.199 Yine kıta felsefesi ekolünden beslenen Bachelard’a göre de bilimsel doğru bilimsel araştırmanın ürünüdür. Bilimsel doğru bu nedenle bilen kişiden bağımsız değildir.200 Bilim metafizik temellerden arınmış değildir.201 Sonuç olarak bilimsel nesneler, yasalar, teoriler, Bachelard’a göre insani inşalardır.202 Esasen bu öncüler tarafından dile getirilen bu ve benzeri görüşler çok farklı kesimlerden destekçi bulmayı başarmıştır. Örneğin Robert Young ve sonraki dönem Marksistlerinin tarafsız bilime şüpheyle yaklaşmaları, başta seçilen teorilerin belirleyici olduğunu savunmaları da benzer bir eğilimde olduklarını gösterir.203 Yine feminist düşünürler arasında da bilimin objektifliğine şüpheyle yaklaşanlar, bilimin içinde üretildiği bağlamın doğruluk/yanlışlık kriterlerini etkilediğini düşünenler olmuştur. Bu görüşe göre bilim evrenseli, objektif olanı değil, beyaz erkeğin 197 Baghramian, “Relativism About Science”, s. 237. 198 David Edge, “Reinventing the Wheel”, Sheila Jasanoff vd. (der.), Handbook of Science and Technology Studies, London, Sage Publications, 1995, s. 7. 199 Bruno Latour ve Steve Woolgar, Laboratory Life: The Construction of Scientific Facts, New Jersey, Princeton University Press, 1986, s. 236. 200 Cristina Chimisso, Gaston Bachelard: Critic of Science and the Imagination, London, Routledge, 2001, s.83. 201 Mary Tiles, Bachelard: Science and Objectivity, Cambridge, Cambridge University Press, 1984. s.9. 202 Chimisso, Gaston Bachelard, s. 64. 203 Alexander ve Numbers, “Introduction”, s.3. 57 çıkarlarını temsil etmektedir.204 Sonuç olarak bilimin objektif olmadığı, sosyal unsurların bilimde esas belirleyici olduğu yönünde birçok farklı görüş bilhassa 20. yüzyılın ikinci yarısında kendisinden söz ettirmeyi başarmıştır. Objektiflik ve eleştirel düşünme kavramları bilimsel bilginin edinilmesinde vazgeçilmez özellikler olarak sayıldığı için rölativist/konvansiyonalist görüşlerce eleştirilmiştir. Tezimizin bir sonraki bölümü Kuhn ve Güçlü Program üzerinden bu eleştirilerin tutarlılığını masaya yatıracaktır. 1.2. Bir Mit Olarak Ortodoks Bilim ve Nitelikleri: Bilimsel konularda köşe yazıları yazan bir Türk gazetecisi “Bilimle ilgili konular, bilimcilerin arasında ‘inanmak’ veya ‘inanmamak’ kelimeleriyle konuşulmaz. ‘Doğrulamak’ ve ‘yanlışlamak’tır kullanılan kelime.”205 derken bilimi, bilimsel ortodoksiye eşitliyor görünmektedir. Bununla beraber bilimsel ortodoksinin ve onun bilimle ilgili temel tezlerinin sorgulanmadan kabul edilmesi günümüzde sokaktaki adama özgü bir tavır değildir. Bilimle uğraşan birçok profesyonelin de bilimin dokunulmazlığına, sosyolojik analizden münezzeh tutulması gerektiğine inançları tamdır.206 1960’larda Kuhn’un seslendirdiği ve sonraki dönemlerde zenginleşen ve Güçlü Program ile zirveye taşınan itirazlar doğa bilimlerinin dokunulmazlığına yönelik ciddi kuşkular doğurmuştur. Kuhn ve takipçilerinin tam anlamıyla rölativist veya konvansiyonalist olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceği tartışma konusudur. Onların tüm bilim adamları topluluğunu rölativist veya konvansiyonalist kampa ittiği de iddia edilemez. Yine de Kuhn ve takipçilerinin birçok kişiyi bilimsel ortodoksiden kopardığı, en azından ona eleştirel bakmayı sağladıkları söylenebilir. Bununla beraber bilimsel ortodoksinin temel tezlerini sürdürme çabasında olanlar, bunu, bilim tarihinin belli yerlerini görmezden gelme, kendi mitlerini yaratma gibi bedelleri ödeyerek başarmışlardır. 204 Baghramian, “Relativism About Science”, s.238. 205 İsmet Berkan, “‘Evrime inanan var inanmayan var’ demek TÜBİTAK Başkanı’na mı düşer?” Hürriyet Gazetesi, (Çevrimiçi) http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/19702017.asp, 17 Ocak 2012. 206 Bu konuda kapsamlı bir analiz için Mihriban Şenses, Sosyal Fenomenler Olarak Bilimsel İhtilaflar: Nerium Oleander (Zakkum) Tartışması, İstanbul, Paradigma Yayıncılık, 2010. 58 Bu bölümde bilimin ortodoks tanımının -birçok farklı düzeyde- bilimi tam anlamıyla yansıtmaktan uzak olduğunu göstermeye çalıştık. Az önce de sözünü ettiğimiz gibi bilim adamlarının ve onların ürünü olan bilimsel çalışmanın sanıldığı kadar objektif olmadığının altını çizdik. Bu bağlamda sosyolojinin kurucu babalarının ve ilk dönem bilgi sosyologlarının doğa bilimlerine verdikleri ayrıcalıklı statünün sorgulanmasının yerinde bir eylem olduğunu belirttik. Esasen ortodoks bilimin tek sorununun objektifliğe duyulan iyimser bir inançla sınırlı olmadığını, onun ayırt edici olarak kabul edilen niteliklerinin de gerçekçi olmadığını ifade ettik. O kadar ki bu bölümdeki incelememiz sonucunda bilimin kapsayıcı, tüm doğa bilimlerini bir çatı altında toplayacak bir nitelikler bütününden yoksun olduğunu gördük. Doğa bilimlerini ne sosyal bilimlerden, ne de diğer bilgi türlerinden ayıran bir nitelikler kümesi resmedebildik. Doğa bilimleri ile diğer bilme türleri arasında çizilecek net, sert bir çizgi birçok doğa biliminin de doğa bilimlerinin sınırları dışında kalmasına neden olacaktır. Öte yandan bu sınırın gevşek tutulması durumunda doğa bilimi olmayan birçok bilgi türü de doğa bilimi sınıfına dâhil olacaktır. 1.2.1. Ortodoks Bilim ve Bilimcilik Ortodoks bilimin çizdiği resmin gerçekçi olmadığını yukarıdaki analizimizde göstermeye çalıştık. Bu noktada bilimin idealleştirilmesinin ne kadar ileri boyutlara ulaşabileceğini göstermek için “bilimcilik (scientism)” kavramına değinmemiz uygun olacaktır. Bilimciliğin ana tezi sadece doğa bilimsel metotla sağladığımız bilgilere güvenebileceğimizdir. Yeterli bilimsel kanıta sahip olunup olunmaması bu nedenle bilimselciler için kilit önemdedir. Örneğin Dawkins gibi Tanrı inancının bu tür bir bilimsel kanıtla desteklenmediğini düşünen birçok bilimci, dini inançların terk edilmesi gerektiğini düşünür. Oysa bilimselci iddianın kendisi de bilimsel metotla elde edilmemiştir. Gözlem ve deneylerimiz bilim dışında bir bilgi kaynağının olmadığını ispatlamamıştır. Bu yüzden bilimselci tez tutarlı bir şekilde savunulamaz.207 İddianın kendisi bu nedenle en fazla metafiziksel bir kabul olarak kabul edilebilir. Dahası bilimin var olabilmesi için de belli kabullerle yola koyulduğumuz bilimciler tarafından gözden kaçırılmaktadır. Örneğin bilim adamları 207 Robert F. Almeder, Harmless Naturalism: The Limits of Science and the Nature of Philosophy, Chicago, Open Court, 1998, s.73. 59 farkında olsalar da olmasalar da doğada nedensel yasaların var olduğunu ve hep işleyeceğini kabul ederek bilimsel çalışmaya başlarlar. Oysa Gazali’nin gösterdiği gibi nedenselliğe duyulan güven sağlam felsefi zemine sahip değildir. 208 Bilim ancak bu kabulden ve benzeri kabullerden209 sonra mümkündür. Bu bağlamda bilimden ve dolayısıyla bilimsel metottan bahsedebilmek için de bilim dışı araçlara ihtiyaç duyarız. Sonuç olarak bilimcilik tutarlı bir pozisyon değildir. Bununla beraber bilimciliğin günümüzde bilimle –çoğu zaman bilinçli bir çaba neticesinde- karıştırıldığını görüyoruz. Dawkins gibi bilim adamları veya Dennett gibi felsefeciler bilimciliği bilhassa metafiziksel pozisyonlarını güçlendirmek için kullanmaktan çekinmemektedirler. Ancak bu yeni bir çaba olarak görülmemelidir. Esasen bilimciliği daha eskilere götürmek mümkündür. Bilimi bizi yanılsamadan kurtaran bir “tanrı” mertebesine yükselten Freud, bilimciliğin önemli bir temsilcisi sayılabilir. Ona göre bilimden elde edemediğimiz verilere başka yerden ulaşamayız. Bu tür bir çaba kendimizi kandırmaktan ibarettir.210 Freud, doğa bilimlerinin, sadece bilgi anlamında değil, hayatın zorlukları karşısında bir destek olarak da dinin yerini alabileceğini umuyordu.211 Ortodoks bilimin savunucularının çoğunun bilimci olduğunu iddia etmek mümkündür. Yukarıda kısaca değindiğimiz gibi bilimcilik, bilimi olduğundan çok daha büyük bir otorite ile donatmış, ona hakikatin tek sesi olma hakkını tanımıştır. Oysa bilimin böyle bir talebi olmadığını düşünüyoruz. Bilim, doğa ile ilgili konularda doğruyu bulmada bir araç olarak kullanılabilir. Ancak böyle bir işlev görmesi için kendisi dışındaki bilgi sağlayıcıların yok sayılmasını şart 208 Mashhad Al-ʻAllāf, The Essence of Islamic Philosophy, St. Louis, M. Al-Allaf, 2003, ss.229-237. 209 Moreland ve Craig bilimin felsefi önkabullerini listeler. Yukarıda verdiklerimize ek olarak dış dünyanın var olması, mantık yasalarının ve sayıların varlığı, duyu organlarımızla edindiğimiz bilgilere güvenebileceğimiz gibi kabullerin bilimsel bir dayanağı yoktur. Bakınız: James Porter Moreland ve William Lane Craig. Philosophical Foundations for a Christian Worldview, Downers Grove, IL: InterVarsity, 2003, s. 348. 210 Robert S. Steele, Freud and Jung, Conflicts of Interpretation, London, Routledge & K. Paul, 1982, s.318. 211 Grahame Miles, Science and Religious Experience: Are They Similar Forms of Knowledge?, Brighton, Sussex Academic, 2007, s.253. 60 koşmamaktadır. Bilimcilik, bilimin sınırlarını zorlarken, bilim için yıkıcı etkidedir. Bilim, kendi meşru sınırlarını aştığında kaçınılmaz olarak dejenere olacaktır. Seyid Hüseyin Nasr bu noktada modern seküler dünyada etiğin bilimle temellendirilmesi çabasını eleştirmiş, bilimin dinin yerini almasının ister istemez bilimin dinleşmesi ile sonuçlanacağına değinmiştir.212 Bilimsel ortodoksinin -ve onun daha ileri bir türü sayılabilecek bilimciliğin- bilimi doğru resmedemediği kanaatindeyiz. Bilimin bu görüş(ler) tarafından varsayılan ve yukarıda tartışılan niteliklerden tezimizi en çok ilgilendireni, kuşkusuz, doğa bilimlerinin, sosyal bilimlerden ve diğer bilme türlerinden daha objektif olduğu iddiasıdır. Birçok düşünür, doğa bilimleri ile sosyal bilimlerin farklılıklarını listelerken doğa bilimlerinin sosyal bilimlerden daha az değer yargısı içerdiğini iddia etmiştir.213 İlk bölümde bu görüşe yöneltilen itirazlara kısaca değindik. Sonraki bölümde Thomas Kuhn ve Güçlü Program’ı merkeze alarak, bu ortodoks görüşe getirilebilecek itirazları daha detaylı inceleyeceğiz. Bir yandan da bu itirazların hangi noktalarda ve neden haklı/haksız oldukları konusunda görüş belirteceğiz. Toplumun ve diğer sosyal unsurların doğa bilimlerine Kuhn ve Güçlü Program’ın iddia ettiği kadar kapsamlı etki edip etmediğini irdeleyeceğiz. 212 Seyyed Hossein Nasr, The Essential Seyyed Hossein Nasr. William C. Chittick (der.). Bloomington, IN, World Wisdom, 2007, s. 30. 213 Gordon, The History and Philosophy of Social Science, s. 52. 61 2. BÖLÜM: BİLİMSEL BİLGİNİN OLUŞUMUNDA SOSYAL UNSURLARI MERKEZE ALMA GELENEĞİ: KUHN VE GÜÇLÜ PROGRAM ÖRNEĞİ “İnsan her şeyin ölçüsüdür” Protagoras Önceki bölümde bilimin temel kabul edilen belli başlı niteliklerini analiz ettik. İncelememizin temelinde bu bölümde detaylı bir şekilde ele alacağımız teorilerin neden ortaya çıktığı hakkında bir fikir verme niyeti yatıyordu. İlk bölümde bilimin ortodoks tanımının bilimsel süreci yeterince iyi resmedemediğini göstermeye çalıştık. Sosyal etkenlerin önemini yadsıyan bu görüş, bilimi basit formüllere indirgeyerek gerçeği deforme ediyordu. Örneğin bilimle ilgili birçok ders kitabında bilim, olduğundan çok daha sade, problemsiz ama en önemlisi objektif bir süreç olarak tanımlanmaktadır. Örneklerin seçiminde bu bilim tasvirine uygunluk önemli bir kriter olarak iş görüyordu. Bilim adamlarının hırsları, şartlanmaları göz ardı ediliyor, göz ardı edilmediğinde ise istisnai bir durum olarak tarif ediliyordu. Thomas Kuhn ve Güçlü Program’ın eleştirel yaklaşımlarının ortaya çıkışını bu bakış açısını göz önünde bulundurarak okumakta fayda görüyoruz. Bu bölümde ilk bölümde başladığımız sorgulamaya devam edeceğiz. Kuhn ve Güçlü Program’ın teorilerini analiz ederken odak noktamızda bilimsel bilginin 62 oluşumundaki sosyal unsurları belirleme çabası yer alacak. Önce Kuhn ve Güçlü Program’ın teorilerini açıklayıp onların sosyal etkenlerin bilimsel bilginin oluşumundaki rolüne ilişkin sundukları alternatif modelleri inceleyeceğiz. Ardından bu teorilerin nerelerde aksadığını irdeleyerek 3. bölümde geliştirmeyi hedeflediğimiz alternatif yaklaşım için zemin hazırlayacağız. Buradaki analizimiz Kuhn ve Güçlü Program üzerinden yapılsa da sadece onların teorileriyle sınırlı değildir. Benzer rölativist ve konvansiyonalist öğeler taşıyan bilim sosyolojisi teorilerini de bu çerçevede değerlendirilebiliriz. Örneğin bilimin erkek egemenliğinde yapıldığını, kadın yorumunun eksik olmaması durumunda bilimin şimdikinden çok farklı şekilleneceğini iddia eden feminist bir bilim sosyolojisini de bu bağlamda ele alabiliriz. Yine buradaki analizimiz bilimde uzlaşının, güç ilişkilerinin rolünü öne çıkarıp rasyonelliğe, kanıtlara şüpheyle yaklaşan Bruno Latour ve Steve Woolgar’ın, Karin Knorr Cetina’nın çalışmaları ile ilgili öğeler de taşımaktadır. Esasen Kuhn ve Güçlü Program’ın teorilerini seçimimizdeki asıl neden bu iki teorinin bilim sosyolojisindeki ortodoks bilim görüşüne alternatif olarak sunulan en kapsamlı teoriler olmalarıdır. 2.1. Kuhn’un Bilimsel Bilginin Sosyolojisi Açısından Önemi Kuhn’un bilimsel bilginin sosyolojisine yaptığı katkıya birinci bölümde kısaca değindik.1 Hatırlatmak gerekirse Kuhn, bilim adamlarının bir topluluk olduğunu ve 1 Elbette Kuhn teorisini bir fanusta oluşturmamıştı; onun, teorisini oluşturmasının altında belli sosyolojik ve psikolojik etkenler bulunmaktadır. Bilimsel teorilerin sosyal etkenlerle yakın ilişkisine dikkat çeken bir bilim sosyoloğunun da bu tür bir iddiaya karşı çıkması tutarlı gözükmemektedir. Ancak bu konuda yapılacak yorumların spekülatif olma riskini göz önünde bulundurarak tedbirli davranmayı, sadece o dönem öne çıkan düşünce ekollerine dikkat çekmeyi uygun bulduk. Örneğin Kuhn’un bilim sosyolojisi ile “fenomenoloji”nin yorumlamayı ve yorumlamada özneyi öne çıkarması arasında benzerlik kuranlar olmuştur. Bakınız: Peter Eli Gordon, "Realism, Science, and the Deworlding of the World" Hubert L. Dreyfus ve Mark A. Wrathall, (der.) A Companion to Phenomenology and Existentialism. Oxford, WileyBlackwell, 2009, s. 440. Yine, bu bağlamda, Kuhn’un 20. yüzyıl dil felsefesi veya sosyal sınıfın insanlar üzerindeki etkisinden bahseden Marksist teoriler ile benzerliklerine dikkat çekilebilir. Ancak bu noktada öne çıkan soru, Kuhn ve bilim sosyolojisinin kurucularının bahsedilen diğer düşünce ekollerinden mi beslendikleri yoksa bu ekolleri de doğuran ortak bir kaynaktan mı beslendikleridir. Kuhn ve o dönem bilim sosyolojisine devrimci bir bakış açısı kazandıranların niyetlerinin ne olduğu ve neye “hizmet ettikleri” yönündeki tartışmalar ise çok daha çetrefillidir. Kuhn’un bilimin otoritesini sarsmak istediğini söyleyenler olduğu gibi, onun Amerika Birleşik Devletleri’nin bilim politikalarına hizmet etmek gibi bir görevi üstlendiğini söyleyenler de 63 onların bilginin üretimi ve gelişimi sürecinde diğer topluluklarda olduğu gibi sosyolojik ve psikolojik unsurların etkisi altında kaldığını iddia etmiştir. Bu görüşün doğal bir sonucu olarak bilimsel bilginin sosyoloğuna düşen görev, birey bilim adamının topluluktan nasıl etkilendiğini bulmaktır. Bu tür bir çalışma sosyoloji ve psikoloji kadar tarih biliminden de faydalanmayı gerektirecektir. Bu nedenle Kuhn diğer bilim felsefecileri gibi bilimsel bilginin analizinde, çalışmasını bilimsel metotla sınırlı tutmamıştır. Ona göre alakasız görünen disiplinlerin, alanların birbirlerini ne denli çok etkiledikleri bu çalışmaların sonucunda gün yüzüne çıkacaktır. Söz gelimi astronominin gelişimini anlamak için onun dini hayatta yapacağı etkiden de haberdar olmak gerekir. Yine ona göre, Kilise’nin astronomisine karşı çıkmanın ne denli önemli olduğunu anlamak için Kilise’nin Reform sürecindeki çekinceleri hakkında da bilgi sahibi olmak gerekir. Kısacası Kuhn’un çığır açıcı çalışmalarından sonra bilimle ilgili tartışmalarda sınırlar daha da bulanık hale gelmiştir. Bu özellikleri Kuhn’un kitabı Bilimsel Devrimlerin Yapısı’nı hem akademide hem de akademi dışı entelektüel çevrelerde 20. yüzyılın en önemli ve tartışılan eserlerinden birisi haline getirmiştir. Kitap bir milyon nüshadan fazla satmanın ötesinde, doğa bilimlerine karşı yıkıcı etkide bulunduğu iddialarına karşın, doğa bilimiyle uğraşan bilim adamları da dâhil çok geniş bir çevrenin saygısını kazanmıştır.2 Bazılarına göre o olmasa pozitivist bilim felsefesi sorgulanmayacak, dolayısıyla bilimsel bilginin olmuştur. Steve Fuller bu konuda ilginç bir yorumda bulunur ve Kuhn’un devrimci olmak bir yana statükocu olduğunu savunur. Ona göre pozitivistler, Marksistler ve birçok devrimci grup bilimi sosyal reform için önemli bir araç olarak görüyorlardı. Ancak Kuhn bu devrimci gücü yeniden tanımlayarak devre dışı bıraktı. Bilim Kuhn sonrasında "ilerleme" gibi bir değeri içinde barındırmıyordu ve değişim için kullanılamazdı. Doğal olarak Soğuk Savaş'ta Amerika Birleşik Devletleri bilimin öncülük ettiği bir saldırı ile karşılaşmayacaktı. Bakınız: Steve Fuller, New Frontiers in Science and Technology Studies, Cambridge, Polity, 2007. Bu dönemle ilgili öne çıkan bir başka nokta 1960 öncesinde bilim sosyolojisinin kısıtlı bir alana odaklanmasının ardında onunla pastayı paylaşmak istemeyen disiplinlerin bulunmasıdır. Bilhassa bilim felsefesi ve bilim tarihi disiplinlerinin çok daha önce gelişmiş olmaları, bilim sosyolojisine ayrılan alanı daraltmıştır. Kuhn ise bilim sosyolojisini bilim felsefesi ve bilim tarihi ile beslemiştir. Bakınız: Bernard Barber, Social Studies of Science, New Brunswick N.J., Transaction, 1990, s. 31. Bu bağlamda Kuhn’un bilim sosyolojisini bilim tarihi ve bilim felsefesine rakip değil, onu tamamlayıcı olarak gördüğü söylenebilir. İleride göreceğimiz gibi Güçlü Program da incelemelerinde bu iki disiplinden faydalanmıştır. 2 Steve Fuller, Thomas Kuhn: A Philosophical History for Our Times, Chicago, University of Chicago Press, 2000, s.1. 64 sosyolojisinden söz edemeyecektik.3 Kuhn bu sorgulama sürecinde sosyal unsurları ön plana çıkararak bilim felsefesinin mitlerini yıkmıştır. Bilimin mitlerini ve klişelerini yaşatmanın tek yolu Kuhn’un ön plana çıkardığı sosyal boyutu göz ardı etmektir.4 Örneğin bulaşıcı hastalıkla ilgili çalışmalar yapan Semmelweis’ın gözlemlerinden ve bu gözlemler üzerine kurduğu teorisinden bahsederken onun diğer doktorlar tarafında dışlanması, karşılaştığı büyük direnç kanımızca ancak Kuhn’un teorisinde altı çizilen sosyal etkenler sayesinde anlaşılabilecektir. Kuhn her şeyi değiştirmiş, Kuhn sonrasında doğa bilimleri sosyoloji için daha verimli bir alan halini almıştır.5 Kuhn’un önemiyle ilgili kısmı kapamadan önce son olarak bir noktanın altını çizmek istiyoruz. Kuhn’la ilgili tartışmaların bir taraftar psikolojisiyle yürütüldüğüne şahitlik ediyoruz. Kuhn’un bir kahraman veya şarlatan olduğunu iddia edenlerin dışında kalarak onun bilim sosyolojisinde başlattığı tartışmaların izini sürmek bu tezin amaçlarından birisidir. Frankfurt Okulu’nun modern toplumla, tüketim kültürüyle ilgili yaptığı eleştirileri takdir etmek, haklı bulmak için bu okulun her görüşünü benimsemek gerekmez. Aynı tutumun Kuhn için de benimsenmesi gerektiği kanısındayız. Kuhn’un ortodoks, pozitivist bilim anlayışına getirdiği eleştiriler teorisindeki açmazlara rağmen son derece ufuk açıcı ve ezber bozucudur. 2.1.1. Thomas Kuhn ve Bilimin Anlaşılmasında Önem Kazanan Yeni Aktörler: Bilim Tarihi, Sosyoloji ve Psikoloji Thomas Kuhn’u bilimsel bilginin sosyolojisi açısından önemli kılan nedenlerden birisi onun daha önce gölgede kalan bazı disiplinlere bilimin anlaşılmasında kilit önemde rol vermesidir. Elbette Kuhn tarafından ön plana çıkarılan bilim tarihi, sosyoloji ve psikoloji gibi disiplinlere Kuhn’un Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı eserinden önce de başka bilim felsefecileri tarafından atıfta bulunulmuştu. Söz gelimi Popper’ın, Bilimsel Buluşun Mantığı (Logik der Forschung, 1934) adlı eseri başta 3 Ibid., s.3. 4 Barnes, T.S. Kuhn ve Sosyal Bilimler, s. 22. 5 Watkins, “Against ‘Normal Science’”, s.27. 65 olmak üzere, bilim adamları topluluğuna ve onların teorilerine dogmatik bağlılığına – yani sosyolojik bir etkiye- çok daha mütevazı bir şekilde de olsa dikkat çektiği görülmektedir.6 Popper’ın eleştirel düşünceye yaptığı atıfları da bilimdeki sosyal boyuta atıf olarak değerlendirenler olmuştur.7 Çünkü eleştirel düşünme –veya eleştirel düşünmeme- doğası gereği, toplumla ve toplumun kabulleriyle ilişkilidir. Popper’ın çalışmaları sadece sosyolojik imalar taşımaz. O, bilimin nasıl işlediğini anlamaya çalışırken sık sık tarihten alıntı yapmaktadır.8 Bununla beraber Kuhn öncesi dönemde bu disiplinlere ancak ikincil bir rol verilmiş, bilhassa sosyoloji ve sosyologlar Kuhn’un yaptığı gibi göreve çağırılmamıştır. Kuhn öncesi dönemde bilimin işleyişinin anlaşılmasında “keşif bağlamı”-“gerekçelendirme bağlamı” ayrımı korunmuştur. Nitekim Popper’ın eleştirel düşünceden anladığı, bireylerin sosyal faktörlerin etkisinde kaldıkları bir süreç değildir. Tersine o eleştirel düşünceden bahsederken, onun sosyal faktörlerin dışına çıkma, hatta o sosyal süreçleri de yargılayabilme potansiyelinden bahseder.9 Kuhn’un teorisini bu denli farklı kılan bir neden onun teorisinde bu disiplinlere atıfta bulunan –veya atıfta bulunduğu farz edilen- felsefecilerin ve sosyologların aksine bu disiplinleri merkeze oturtmasıdır. Popper’ın ünlü eseri Bilimsel Buluşun Mantığı’na gönderme yaparak yazdığı “Buluşun Mantığı veya Araştırmanın Psikolojisi” adlı makalesi de bu merkeziliğin bir işareti olarak gösterilebilir. Başlıkta “mantık” ve “psikoloji” kelimelerinin beraber ve neredeyse birbirinin alternatifi olarak yer alması Kuhn’un görüşünü özetler niteliktedir. Psikolojinin mantıkla kıyaslandığı bir denklem o dönem ortodoks bilim felsefesi açısından kabul edilemezdi. Kuhn’u bilimin işleyişini anlamak için başka disiplinlere bakmaya iten faktör onun doğanın karmaşıklığı hakkındaki görüşüdür. Kuhn, doğanın gelişigüzel keşfedilemeyeceğine inanır. Doğa buna izin vermeyecek kadar karmaşıktır. Bilim adamı kendisine nereye bakması ve ne araması gerektiğini söyleyecek bir 6 Karl Popper, “Normal Science and Its Dangers”, Criticism and the Growth of Knowledge, s.55 7 David Bloor, Knowledge and Social Imagery, Chicago, University of Chicago Press, 1991, s. 61. 8 Kuhn, “Logic of Discovery or Psychology of Research”, s. 1. 9 Popper, “Normal Science and Its Dangers”, s.56. 66 paradigmaya ihtiyaç duyar.10 Bu komplekslik, Kuhn’da, klasik bilim felsefesi ve tarihi çalışmalarının yetersizliği fikrini uyandıracaktır. Kuhn’un çeşitli eserlerinde, bilhassa tarih, sosyoloji ve psikolojinin önemine işaret eden öğeler bulmak mümkündür. Esasen Kuhn’un bilim tarihine atfettiği özel role, görüşlerini tam olarak netleştirdiği Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı eserini yayımlamadan önce de şahitlik etmekteyiz. Kuhn’un ilk kitabı olan ve 1957 yılında yayımlanan Kopernik Devrimi (Copernican Revolution) Kuhn’un bilim tarihinden çıkarılacak önemli dersler olduğu fikrinin doğal bir sonucudur. Bununla beraber tarihin öneminin detaylı açıklaması için Bilimsel Devrimlerin Yapısı’nı beklemek gerekecektir. Bilimsel Devrimlerin Yapısı ve sonrasında yazdığı makaleler Kuhn’un bilimin gelişiminde ve işleyişinde sosyal ve psikolojik unsurların etkisine yaptığı vurgu nedeniyle de bir devrim etkisi yaratmıştır. Bilhassa Kuhn’un keşif bağlamı ile gerekçelendirme bağlamı arasındaki sınırı reddederek ve karşılaştırılamazlık (incommensurability) tezini benimseyerek aldığı pozisyon ona bugünkü ününü kazandırmıştır. Artık psikolojik ve sosyolojik faktörler sadece keşfe değil, gerekçelendirmeye de etki edebiliyordu. Bir bilim adamını keşfe iten faktörler gibi, bilim adamını o keşfin doğruluğuna inandıran faktörler de sosyolojik ve psikolojik kökenli olabilirdi.11 Bu görüş ortodoks bilim anlayışı için kabul edilemezdi zira bu tür bir iddia bilimde şüpheye kapı aralamaktadır. Oysa Şenses tarafından “bilimsel ortodoks”12 olarak tanımlanan Hüseyin Batuhan’ın Bilim ve Şarlatanlık isimli eserinde belirttiği gibi bilimsel bilgide şüpheye mahal olmamalıdır.13 Sosyolojik ve psikolojik faktörlerin bir teorinin doğruluğuna hükmetmede rol oynaması bu nedenle bilimsel ortodoksi için kabul edilemezdir. 10 Thomas S. Kuhn, “Bilimsel Araştırmada Dogmanın İşlevi”, s. 213-214. 11 Alexander Bird, "Thomas Kuhn", Edward N. Zalta (der.), The Stanford Encyclopedia of Philosophy (Çevrimiçi) http://plato.stanford.edu/archives/spr2013/entries/thomas-kuhn/ 10 Ağustos 2012. 12 Şenses, Sosyal Fenomenler Olarak Bilimsel İhtilaflar, s.34. 13 Hüseyin Batuhan, Bilim ve Şarlatanlık, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 1996, s. 36-37. 67 2.1.1.1. Bilim Tarihi Bilim felsefesinde “tarihselci okul” olarak anılan ekol, bilim tarihine bakarak bilimsel araştırmanın nasıl yapıldığını inceler. Bu incelemede bilimin yeniden idealist bir yazımından kaçınılır.14 Kariyerine fizikçi olarak başlayan ancak sonra bilim tarihi ve felsefesine yönelen15 Kuhn da bu ekolün içinde değerlendirilir. Ona göre tarihin doğru bir şekilde incelenmesi zihnimizdeki bilim düşüncesini değiştirecektir ki, Bilimsel Devrimlerin Yapısı ile amaçlananların başında bu gelmektedir.16 Burada Kuhn önemli bir noktaya dikkat çekmektedir. Onun yaptığı sadece tarihin önemine işaret etmek değil, tarihin kendisine göre doğru kullanımının ortodoks tarih yazımının yerini almasını sağlamaktır. Ona göre bilim tarihi zaten eskiden de kullanılmaktaydı ancak o ana kadar bilim tarihinin asıl amacı eski bilimin bugüne yaptığı katkıyı incelemekten ibaretti. Oysa yapılması gereken herhangi bir bilim dalının bütünlüklü bir tarihsel incelemesi olmalıdır. Kuhn bu noktada Koyré’nin eserlerine atıfta bulunur ve onun sadece bilim adamlarının bugüne katkısını değil, meslektaşlarıyla ve çevresiyle ilişkisini incelediği için doğruyu daha iyi resmettiğini anlatır.17 Bilim tarihinden gerçekten faydalanılmak isteniyorsa bilimsel değişimin ne olduğuna odaklanmayı bırakmalı, bilim adamları topluluğunun grup olarak bağlılıkları da devrim öncesi ve sonrasında analiz edilmelidir.18 Gerçekten de Koyré ile başlayan ve 1950-1960’larda ön plana çıkan yeni tarz tarih yazımı, bilim adamlarının çevreleriyle ilişkilerine dikkat çekmek suretiyle bilimin birikimle ilerlediği veya bilimin doğaya çıkıp olguları incelemek suretiyle ilerlediği gibi görüşleri sorgulanır hale getirmiştir. Koestler de bilim adamlarının birbirleriyle olan ilişkilerine odaklanmış, eserinde sık sık o dönem bilim adamları arasındaki 14 Brad K. Wray, Kuhn's Evolutionary Social Epistemology, Cambridge, Cambridge University Press, 2011, s. 2. 15 Bird, “Thomas Kuhn” (Çevrimiçi) http://plato.stanford.edu/archives/spr2013/entries/thomaskuhn/ 10 Ağustos 2012. 16 Thomas S. Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, Çev. Nilüfer Kuyaş, İstanbul, Alan Yayıncılık, 1991, s. 39. 17 Ibid., s. 40. 18 Thomas Kuhn, “Reflections On My Critics” Criticism and the Growth of Knowledge, s. 251. 68 yazışmalara yer vermiştir.19 Benzer bir çabaya girişen Kuhn, Kopernik Devrimi adlı eserinde tek bir olay olarak adlandırdığımız bir bilimsel gelişmenin (kabaca dünya merkezli sistemden güneş merkezli sisteme geçişin) felsefeden fiziğe, dinden astronomiye kadar çok geniş bir alanda meydana getirdiği değişikliklere dikkat çekmektedir.20 Bilimsel teorilerin gözlemlerle uyuşmadığı anda terk edildikleri görüşüne katılmayan21 Kuhn için bilimsel gelişmelerin diğer alanlarda yarattıkları anlam değişiklikleri çok büyük öneme sahiptir. Teorilerin sahip olduğu felsefi, dini, metafizik anlamlar anlaşılmadan onların neden ısrarla savunuldukları veya terk edildikleri de tam olarak betimlenemez. Örneğin Kopernik’inki gibi astronomik bir teorinin gelişimini incelerken bu teorinin insanın evrendeki yerinde veya insanın Tanrı ile ilişkisinde meydana getirdiği değişiklik göz ardı edilmemelidir.22 Kuhn bilim tarihinin yazımında ve paylaşılmasında benimsenen yöntemin bilimi anla(ma)yışımızda önemli bir faktör olduğuna dikkat çeker. Kuhn’un çok mühim bir eğitim aracı olarak gördüğü ders kitaplarında tarihin yansıtılış biçimi Kuhn’un analizinin merkezindedir. Bu ders kitapları birçok yönden kurgusal bir tarih anlayışını zihinlere yerleştirir. Doğanın incelenmesi sonucu bilimsel yasaların bulunduğu iddiasını desteklemek isteyen bilim tarihi yazıcıları teorileri destekleyecek verileri bazen deforme ederek bazen de aksi örnekleri görmezden gelerek seçerler. Sonuçta resmedilen tarih, gerçek dünya ile uyumsuzdur.23 Bilhassa işlevsel bir seçiciliğin sonucu olarak ders kitaplarında bilimsel çalışmaların bugünkü paradigmayla ilişkilendirilebilecek kısımları alınır. Böylece bilim tarihi boyunca sorunların hep aynı olduğu, bilim adamlarının hep aynı konuları önemsediği izlenimi yaratılır. Kuhn bu durumu anlatmak için “tarihin geriye doğru yazımı” terimini kullanır. Oysa önceki kuşakların sorunları da araç ve çözümleri de farklıdır. Ne var ki bu tür bir tarih yazımının benimsenmesinin ardında yatan dürtü, birikimsel tarih 19 Galileo ile Kepler arasındaki mektuplaşmalara bir örnek için Bakınız: Koestler, The Sleepwalkers: A History of Man’s Changing Vision of the Universe, s. 356. 20 Thomas Kuhn, Kopernik Devrimi: Batı Düşüncesinin Gelişiminde Gezegen Astronomisi, çev. Halil Turan, Dursun Bayrak, Sinan K. Çelik, Ankara, İmge Kitabevi, 2007, s.9. 21 Ibid., s.135. 22 Ibid., s. 76-80. 23 Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s. 94. 69 anlayışı fikrinin beslenmesidir.24 Kuhn, ortodoks bilimsel tarih yazımını Orwell’in 1984 romanındaki tarih yazımına benzetirken aklında tarihin bu fonksiyonel kullanımı vardır.25 Amaç gerçek resmi yansıtmak değil, görülmek istenene uygun bir resim yaratmaktır. Kuhn’un bilim tarihine atfettiği rol çoğunlukla önemsense de onun bilim tarihini kendi iddia ettiği kadar objektif ele almadığını iddia edenler de olmuştur. Shapere, Kuhn’un Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı eserine yazdığı değerlendirme yazısında Kuhn’a pek beklenmedik bir yerden eleştiride bulunur. Ona göre Kuhn tarihi paradigma perspektifinden görmeye çalışırken tarihsel verileri deforme etmektedir.26 Benzer bir şekilde Popper, Kuhn’un paradigma teorisiyle uyumlu olan astronomiyi önplana çıkarırken Kuhncu anlamda bir paradigmanın bulunmadığı “madde” konusunda sessiz kaldığını hatırlatır.27 Kuhn’un aynı eleştiriyi –seçici bir tarih anlayışını- ortodoks bilim tarihçilerine yönelttiğini biliyoruz. Bu anlamda Shapere ve Popper, Kuhn’u kendi silahıyla vurmaktadır. Bununla beraber Kuhn’un tarihi yorumlarken seçici davranması da ironik şekilde Kuhn’un teorisiyle uyumludur çünkü muhtemelen Kuhn kendi teorisiyle paralel olarak psikolojik faktörlerin etkisi altında kalmakta ve aynı tarihe bakarken farklı bir “gerçek”e şahitlik etmektedir. 2.1.1.2. Sosyoloji Kuhn Bilimsel Devrimlerin Yapısı’na yazdığı “Sonsöz”de şunları söyler: “Bilimsel bilgi de tıpkı dil gibi, özünde ya bir topluluğun ortak malıdır, yahut da bir hiçtir. Bunu anlamak için, bu bilgiyi yaratan ve kullanan çevrelerin kendilerine has özelliklerini öğrenmek zorundayız.”28 Onun, bilimi, bilim adamlarının uğraşı olarak gören teorisi doğa bilimlerini diğer bilimler üzerinde bir yere koyan anlayışı sorgular hale gelmiştir. Bilhassa pozitivist ve objektivist bilim anlayışı ciddi bir sorgulamaya tabi tutulmuştur. Bu sorgulama zaman zaman Kuhn’un arzuladığı sınırlarda 24 Ibid., s. 136-138. 25 Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s. 156. 26 Dudley Shapere, “The Structure of Scientific Revolutions”, The Philosophical Review, 73,3, 1964, s. 389. 27 Popper, “Normal Science and Its Dangers”, s.55. 28 Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s.186. 70 kalmamış parapsikoloji gibi uç dallardan da Kuhn’un eserine yönelik büyük bir ilgi olmuştur. Parapsikologlar günümüzde anomali olarak gözüken olayların açıklamasına talip olurlarken Kuhn’un teorisinden medet ummuşlardır.29 Kuhn’un teorisinde sosyolojiye biçilen rolün Kopernik Devrimi’nde Bilimsel Devrimlerin Yapısı’na kıyasla daha mütevazı olduğunu belirtmiştik. Yine de Kopernik Devrimi’nde de sosyal unsurların teorinin değerlendirilmesinde ve benimsenmesinde oynadığı role birçok atıf vardır. Örneğin Ortaçağ boyunca teoloji, astronomi ve kozmolojinin siperi, koruyucusu olmayı başarmıştı.30 Yine Rönesansla ortaya çıkan Hümanizm de bilimsel bir akım olmamasına karşın –hatta bilimin insan mutluluğuna katkıda bulunmayacağını iddia etmesine karşın- sert Aristoteles karşıtlığı ile bilime olumlu katkıda bulunmuştur.31 Bu örnekler, bilimi toplumdan bağımsız düşünmenin onu tam olarak anlayamamaya neden olabileceğini göstermektedir. Kuhn’un bu eserinde sosyolojiye biçtiği rolü aşağıdaki alıntı açıklamaktadır: “Bir bilimdeki yeni buluşların, bu bilimin içindeki yeni durumlara yanıt olarak ortaya çıkması zorunlu değildir. Kopernik’i eskiçağ astronomisinin yetersizliğine ya da değiştirilmesinin zorunlu olduğuna inandıran hiçbir temel astronomik keşif, hiçbir yeni astronomik gözlem biçimi yoktu. Kopernik’in ölümünden elli yıl sonrasına kadar astronomların ulaşabildiği verilerde devrime yol açabilecek hiçbir değişiklik olmamıştır. O halde, Devrimin zamanlamasını ve ona yol açan etkenleri anlamanın olanağı, öncelikle astronominin dışında, astronomiyle uğraşanların içinde yaşadıkları daha geniş bir entelektüel çevrede aranmalıdır.”32 Bu alıntıda Kuhn’un ismen bahsetmese de birinci bölümde açıkladığımız gerekçelendirme bağlamından ziyade keşif bağlamına atıf yaptığı görülmektedir. Kitap boyunca dini inançların ve metafiziksel görüşlerin teorilerin kabulünde etkili olacağından söz edilse de esasen bu eserde daha baskın olarak işlenen sosyal faktörler keşif bağlamı ile ilişkilendirilebilecek olanlardır. Bununla beraber Kuhn’un teorisindeki sosyolojik unsurların Bilimsel Devrimlerin Yapısı ile arttığını görüyoruz. Bilhassa Kuhn’un “normal dönem” olarak adlandırdığı süreçte bilim adamları 29 Fuller, Thomas Kuhn, s. 2-3. 30 Kuhn, Kopernik Devrimi, s.195. 31 Ibid., s.215. 32 Ibid., s.223. 71 paradigmayı sorgulamaz, onun dışına çıkmazlar. Kuhn’a göre bu bilim için de gereklidir zira belli bir paradigmanın kabul edilmemesi durumunda bilimin örgütlenmesi gerçekleşemez.33 Yine paradigmanın sürekli sorgulanması durumunda bilim adamları sürekli başa dönecek, temellere yoğunlaşacak ve yeni sorularla, bulmacalarla uğraşmaya vakit ve enerji bulamayacaklardır. Bilim adamlarının teorilerine bağlılıkları, Kuhn’un deyimiyle peşin hüküm ve dirençleri bazı bilim adamlarına ait kişisel özellikler olarak algılanmamalıdır. Tersine bu özellikler bilim adamlarının mesleki özellikleridir. Bu özellikler mesleki eğitim sürecinde öğrenilir ve benimsenirler.34 Kuhn’un normal bilim döneminde bilimde eleştirel düşüncenin olmadığı görüşü Popper başta olmak üzere birçok bilim felsefecisi için kabul edilemezdir. Popper bilim adamları üzerinde sosyolojik etkenlerin varlığını kabul etse de Kuhn’un “normal bilim”ini, “normal” ve “olması gereken” olarak görmenin hem bilime hem de medeniyete tehdit olduğunu ifade eder.35 Popper’a göre teorilerimiz, beklentilerimiz, tecrübelerimiz ve dilimiz bizim üzerimizde bir etkiye sahiptir. Bununla beraber bu belirleyicilikten kurtulmak mümkündür. Eleştirel tartışma ve teorileri karşılaştırma olanağına her zaman sahibiz.36 Oysa Kuhn’a göre tarih bu tezi yanlışlar. Popper’ın bilimi eleştirel düşünce ile gelişen bir bilgi çeşidi olarak görmesini eleştiren Kuhn hatırlanacağı gibi Thales ile Platon arasındaki düşünürleri örnek gösterir. Bu dönemde eleştirel düşüncenin bilime hiçbir katkısı olmadığını hatırlatır. Tersine, Kuhn’a göre Helenlerin geometri ve astronomideki ilerlemelerinin ardında yatan faktör bu dönemde Platon öncesi eleştirel düşünce söyleminin terk edilmiş olmasıdır. Bilim adamları eleştirel düşünceyi sadece rekabet halindeki teorileri seçmek zorunda olduklarında benimserler. Sadece o dönemlerde Popper’ın 33 Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s.52 34 Kuhn, “Bilimsel Araştırmada Dogmanın İşlevi”, s.198-199. 35 Popper, “Normal Science and Its Dangers” s.53 36 Ibid., s.56. 72 sözünü ettiği felsefeci gibi hareket ederler. Onun dışındaki dönemlerde ise eleştirel düşünceden uzak dururlar.37 Kuhn bir bilimsel teorinin kabulünde esas etkenin bilim adamları topluluğunun onayı olduğunu söyler. Örneğin bir bilim adamı için diğer profesyonel bilim adamlarının takdirini kazanmak, buluşunun pratik değerinden daha önde gelir.38 Bunun yanında ona göre bilim adamları bir teoriyi kabul ederken bilimin dışındaki faktörlerden de etkilenirler. Teorinin sahibi olan bilim adamının dinî inancı, kişiliği, milliyeti ve itibarı gibi faktörler de bu seçimde etkendir.39 Kısacası Kuhn’a göre, seçme ile ilgili kriterler sadece bilimin içinden gelmez. Bilimlerin dışındaki faktörler de önemlidir. Örneğin Kepler zamanında gündeme gelen Yeni Platoncu ve Hermetik öğretiler onun Kopernikçi olmasında önemli role sahiptir. Alman romantizmi de enerjinin korunumu tartışmalarında rol oynamıştır. Tıpkı 19. yüzyılda İngiliz sosyal düşüncesinin Darwin’in evrim teorisinin kabulünde rol oynadığı gibi.40 Bilimsel topluluğun onayının önemine işaret eden önemli bir örnek kriz döneminde getirilen çözümlerin bazen çok eskiden beri orada bulunuyor olmasına rağmen kriz dönemine dek onların farkına varılmamasıdır. Örneğin M.Ö. 3. yüzyılda yaşayan Aristarchus, Güneş merkezli sistemi savunuyordu ancak o dönem, Dünya merkezli sistemle ilgili herhangi bir şüphe bulunmadığı için bu görüş bilimsel toplulukta bir karşılık bulmamıştı.41 Teoriler bilim adamları topluluğunun “toplu dikkati”ni kazanmalıdır ki “bilimsel” olarak değerlendirilsin.42 Burada “toplu dikkat” kavramının içinde barındırdığı sosyolojik anlam açıktır. Bilimsel konudaki krizlerin ortaya çıkması dahi topluluğun onayına bağlıdır. 37 Kuhn, “Logic of Discovery or Psychology of Research?” s. 6-7. 38 Ibid., s. 21. 39 Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s. 146-147. 40 Thomas S. Kuhn, “Nesnellik, Değer Yargısı ve Kuram Seçimi” Asal Gerilim: Bilimsel Gelenek ve Değişim Üzerine Seçme İncelemeler, çev. Yakup Şahan, İstanbul, Kabalcı Yayınevi, 1994, s. 387. 41 Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s. 92. 42 Ibid., s. 97. 73 Kuhn’un teorisinde sosyal unsurların belirleyiciliğinin zirveye taşındığı nokta paradigmaların gözleme bile etki ettiği iddiasıdır. Kuhn bu konuda kıyaslamalı bir tarihsel örnek verir. Ortaçağ boyunca Batı’da değişmez sanılan göklerin değiştiğiyle ilgili ilk gözlemler Kopernik’ten sonraki yarım yüzyılda ortaya çıkar. Oysa bu inancın olmadığı Çinliler’de aynı gözlemler –hem de teleskopsuz- yapılmaktaydı. Kuhn’a göre Kopernik’ten sonra paradigmanın değişimiyle beraber gözlemlenen Dünya da değişmiştir.43 Bu iddia, ileride de analiz edeceğimiz gibi, mütevazı bir sosyolojik etkilenme olmaktan çok uzaktır. Ampirik verilerin toplumsal şartlanmalardan bağımsız olmadığı ve onların güdümünde olduğu iddiası sosyolojiyi bilimin en temel analiz unsuru haline getirmektedir. 2.1.1.3. Psikoloji Her ne kadar Kuhn psikolojik ve sosyolojik unsurları ayırma eğilimi göstermese ve psikolojik unsurları sosyolojik unsurların içinde değerlendirse de biz psikolojik unsurların teori seçiminde oynadığı rolle ilgili birkaç müstakil gözlemde bulunmayı uygun gördük. Kuhn, bilim adamlarının aldıkları eğitimin bilim adamlarının çalışmalarında kilit bir role sahip olduğunu söylerken bilim adamı reflekslerinin bu süreçte edinildiğini düşünür: “Engebe haritasına bakan öğrenci kâğıdın üzerinde birtakım çizgiler görürken, haritacının gördüğü bir arazinin resmidir. Bir kabarcık odasının fotoğrafına bakan öğrenci karışık ve kırık dökük çizgiler görür, fizikçi ise çok iyi tanıdığı ufak boyutlu nükleer olayların bir kaydını. Öğrenci ancak bu tür birçok görsel dönüşümden geçtikten sonra bilim dünyasının sakinleri arasına girebilir, bilim adamının gördüğünü görmeye, gösterdiği tepkileri göstermeye başlar.”44 Kuhn bu örnekte farklı tecrübeye sahip, farklı formasyonlarla şekillenmiş bilim adamlarının bu tecrübeler ve formasyon nedeniyle aynı gözlemde bulunamayacağına 43 Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s.122. 44 Ibid., s. 118-119. 74 atıfta bulunur. Ancak Kuhn’da psikolojik örnekler bununla sınırlı değildir. Algılarla doğrudan ilişkili olmayan başka bir psikolojik örnek hâkim paradigmanın birey bilim adamlarının üzerindeki etkisiyle ilgilidir. Kuhn’a göre bilimde kazanan tarafa geçme yaygın bir eğilimdir.45 Bu yüzdendir ki bilim adamları hâkim paradigmanın etrafında toplanırlar. Ancak burada Kuhn’un bahsettiğinin bir ikiyüzlü tutum olmadığı bilinmelidir. Kuhn’un teorisinde bilim adamları yeni paradigmanın büyüsüne kapılır çünkü onun dünyayı daha iyi resmettiğine inanırlar. Kuhn’a göre bilim adamları bir paradigmadan diğerine geçerken gestalt-switch46 denilen psikolojik değişimi yaşarlar. Teoride yaşanan değişim, bilim adamlarının gördüklerini de birden değiştirecektir. Bilim adamlarının normal bilim döneminde dogmatik olduklarını söylemiştik. Bu eğilimin altında yatan faktör yeni kuramların paradigmalar için yıkıcı olduğu inancıdır.47 Rakip paradigmalardan biri seçilirken de paradigmaların geçmiş sorunları çözme başarıları değil, gelecekteki sorunları çözme vaatleri daha fazla önem taşır. Bilim adamları yeni paradigmanın doğru yolda olduğuna ikna olmalıdırlar. Bu ikna süreci kuşkusuz sosyolojik-psikolojik bir süreçtir.48 Sonuç olarak Kuhn bilim adamlarının bilimi icra ederken ümit, dışlanma korkusu, beğenilme, inat etme gibi hislerden etkilendiklerinin altını çizer. 2.1.1.4. Sosyal Unsurların Sınırları Kuhn’un bir teorinin diğerine tercihi esnasında kanıtın yeterli olmadığını söylemesi ve tercihin bilimdışı öğelerine vurgu yapması onun görüşünün irrasyonel ve 45 Kuhn, Kopernik Devrimi, s.136. 46 19. Yüzyıl sonu Avusturya ve Alman Gestalt psikolojisinden alınan bu terim algımızdaki ani değişime dikkat çeker. Kuhn bir paradigmadan diğerine geçerken değişimin bu şekilde olduğunu düşünür. Bilim adamları daha önce baktıkları bir “resmi” birden bambaşka bir şekilde görmeye başlarlar. Gestalt psikolojisi de algının belli şartlanmalarla şekillendiğini iddia eder. Şartlanmaların değişmesi beraberinde algının “bütün” olarak değişmesini getirecektir. Bakınız: Chaomei Chen, Mapping Scientific Frontiers: The Quest for Knowledge Visualization, London, Springer, 2003, ss:27-28. 47 Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s.86. 48 Ibid., s. 150. 75 objektiflikten yoksun olduğu izlenimini uyandırmıştır.49 Bu görüşü paylaşanlardan birisi olan Popper’a göre bilimin gelişimini anlamak için psikoloji ve sosyolojiye duyulan ihtiyaç Kuhn tarafından abartılmıştır.50 Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı isimli eserinde yazdıklarını açıkladığı birçok makalesinde bu yorumun bir yanlış anlaşılma olduğunu, kendisinin hiçbir yerde sosyolojik veya psikolojik öğelerin esas belirleyici faktör olduğunu iddia etmediğini savunur. Kuram seçiminde topluluğun onayının belirleyiciliğinden söz etmek, Kuhn’a göre, kuram seçiminin kitle psikolojisine indirgendiği anlamına gelmez.51 Kuhn, kuram seçiminde nesnel faktörlerin etkisini göz ardı etmenin kendisinden önceki bilim felsefecilerinin öznel faktörleri göz ardı etmesi gibi bir hataya düşmek olduğunu söyler.52 Yani Kuhn görüşlerinin abartıldığını, ima etmediği yerlere çekildiğini ifade eder. Ancak ileride de göreceğimiz gibi Kuhn’un eserlerinden bu tür bir yorum edinmek zorlama olmaktan uzaktır. Kuhn’a göre eğitimli bilim adamlarının tercihlerini ön plana çıkarmanın, mantığı ve gözlemi reddetmek anlamına gelmediğini belirtmiştik. Esasen ona göre bu bilim adamları eğitimli oldukları için keyfi davranmayacaklardır. 53 Kanımızca Kuhn’un dediğini kabul etsek bile bilim adamlarının keyfi davranmıyor olması onların üzerindeki asıl belirleyicinin sosyolojik unsurlar olmadığı anlamına gelmez. Kuhn bilhassa “normal bilim” döneminde sosyolojik unsurların belirleyiciliğine atıfta bulunmuştu. Bu durumda, Kuhn’un Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı eserinde aldığı pozisyonla uyumlu olarak normal dönemde bilim adamları keyfi seçimlerde bulunmayabilir ama paradigma tarafından –farkında olmasalar da- şartlandırıldıkları açıktır. Onlar farkında olmasalar da aldıkları eğitim onların teorileri değerlendirdiği kriterleri belirleyecektir. Dolayısıyla farklı eğitimler, farklı seçimlere yol açacaktır. O halde, bilim adamlarının keyfi davranmadığı iddiası gerçek bile olsa Kuhn’un 49 Wesley C. Salmon, “Rationality and Objectivity in Science or Tom Kuhn meets Tom Bayes” David Papineau (der.) The Philosophy of Science, Oxford, Oxford University Press, 1996, s. 257. 50 Popper, “Normal Science and Its Dangers” s.58. 51 Kuhn, “Nesnellik, Değer Yargısı ve Kuram Seçimi”, s.382. 52 Ibid., s. 387-388. 53 Kuhn, “Reflections On My Critics”, s. 234. 76 teorisini irrasyonalist olmaktan kurtarmayacaktır. Sonuç olarak Kuhn kendisinden önceki teorilerin önemli bir eksikliği olarak gördüğü öznel değerlerin kuram seçimindeki belirleyici rolünü net şekilde belirleyememiştir. Bu başarısızlığın altında Kuhn’un, öznel etkenleri esas belirleyici olarak almanın kendisini rölativist kampa sokacağını bilmesi yatmaktadır. Kuhn bir yandan rölativist olarak görünmekten kaçınırken bir yandan da rölativist imalara kapı aralamaktadır. Sonraki kısımlarda bu ilişki daha ayrıntılı bir şekilde incelenecektir. 2.1.2. Kuhn’un Popper’dan Ayrıldığı Temel Noktalar: Kuhn’u tam olarak anlayabilmek için Popper’la benzerliklerinin ve farklı yanlarının altının çizilmesi gerekir. Kuhn’la zirveye ulaşan sosyal unsurların belirleyiciliğini ön plana çıkaran görüşler, kendilerini Popper’a karşı konumlandırdıkları için bu karşılaştırma çalışmamız açısından önem taşımaktadır. Ancak 1. bölümde bu konu üzerinde durduğumuz için burada birkaç noktaya temas ederek Kuhn ve Popper’ın teorileri arasındaki temel anlaşmazlıklara yer vereceğiz. Her ne kadar Kuhn, teorisinin Popper, Lakatos, Feyerabend, Watkins gibi bilim felsefecileri tarafından detaylı bir şekilde analiz edildiği Bilginin Eleştirisi ve Gelişimi (Criticism and the Growth of Knowledge,1970) adlı eserde yer alan makalesinde Popper ile sanılandan çok daha fazla ortak yönleri olduğunu belirtse de; Kuhn’un Popper’ın teorisiyle kolaylıkla uzlaştırılamayacak bir teorisi olduğu açıktır. Gerçekten Kuhn da Popper da bilimsel bilginin edinildiği dinamik sürece odaklanmış, bu süreci anlamak için tarihe bakmış, kanıtlar getirmişlerdir.54 Popper da teoriler arasında bu anlamda bir benzerlik olduğuna karşı çıkmaz. Hatta Kuhn bahsetmeyi unutsa da Popper kendisinin de belli oranda dogmatizmin bilimde faydalı olabileceğine inandığını hatırlatır.55 Ancak benzerlikleri bunun ötesine taşımak çok mümkün gözükmemektedir. Popper’ın mezkur seçkide yer alan makalesinin isminin “Normal Bilim ve Onun Tehlikeleri” (Normal Science and Its Dangers) olduğu ve Kuhn’un “normal bilimin” bilimsel çalışmanın çoğunluğuna karşılık geldiği şeklindeki yorumu düşünülürse iki düşünürü uzlaştırmanın güçlüğü açığa çıkacaktır. Gerçekten de Popper “normal bilim” olarak adlandırılan sürecin bilim için ciddi bir tehdit 54 Kuhn, “Logic of discovery or Psychology of Research”, s. 1. 55 Popper, “Normal Science and Its Dangers” s. 55. 77 olduğuna inanır. Kuhn’un gerek Bilimsel Devrimlerin Yapısı’nda, gerekse onu takip eden dönemde kaleme aldığı makalelerde verdiği örneklere rağmen Popper bilim adamlarının eleştirel düşünceye sahip olmaları gerektiğine inanır. Popper’a göre Kuhn’un belirttiği gibi bilim adamları eleştirel düşünceyi zaman zaman terk ediyor ve adeta sorgulamadan uygulayan mühendislere dönüşüyor olabilirler. Ancak ona göre bu tür bir eğilimin hâkim olduğu dönemde bilimden bahsetmek mümkün değildir. Yani Kuhn’un bilim olarak nitelendirdiği şey, Popper için “bilim olmayan”dır.56 Popper eleştirinin gücüne inanması ve onun her dönem mümkün olduğunu düşünmesi anlamında da Kuhn’dan radikal bir şekilde ayrılır. Kuhn, normal bilim döneminde eleştirinin ne kadar arzulansa da mümkün olmadığını belirtmiştir. Oysa Popper’a göre her ne kadar sosyal unsurların üzerimizdeki baskısından söz edebilsek de bu etkiyi aşmak ve eleştirel gözlüklerle teorileri değerlendirmek mümkündür.57 O halde gördüğümüz ana ayrımların başında eleştirel düşünmenin her zaman mümkün olup olmadığı gelmektedir. Eğer eleştirel düşünce sosyal unsurlar tarafından sınırlandırılamıyorsa bu durumda Popper haklı gözükecektir. Kuhn, belki de bu bilinçle gözlem gibi sosyal unsurların en az etki edebileceğine inanılan ampirik verilerin elimizdeki paradigma ile nasıl şekillendiğini göstermeye çalışır. Eğer gözlemin kendisi bile hâkim paradigmadan bağımsız yorumlanamıyorsa bu durumda eleştirel düşüncenin varlığına umut bağlamak gerçekçi görünmeyecektir. Tartışmayı rölativizm ile ilgili kısımda sürdüreceğiz. 2.1.3. Kuhn ve Mantıksal Pozitivizm (Mantıksal Ampirisizm)58 Kuhn’un teorisini karşısında konumlandırdığı bir diğer bilim felsefesi ekolü mantıksal pozitivizmdir. Bu ekol Viyana Okulu’nun yanı sıra Reichenbach, Ayer, 56 Ibid., s. 52-53. 57 Ibid., s. 56. 58 Bu iki terimin aynı anlama gelip gelmediği üzerinde geniş bir literatür bulunmaktadır. Biz konumuz açısından bu iki terimi eşanlamlı olarak kullanacağız. Benzer bir kullanım için bakınız Thomas E. Uebel ve Alan W. Richardson, (der.) The Cambridge Companion to Logical Empiricism, New York, Cambridge University Press, 2007. 78 Tarski, Hempel gibi 20. yüzyılın büyük bilim felsefecilerini bünyesinde barındırır.59 İlk bölümde ortodoks bilim olarak nitelendirdiğimiz kavram temel olarak mantıksal ampirisizmin resmettiği bilim felsefesiyle uyumludur. Bu felsefe okulu matematiksel mantığı felsefenin bir aracı olarak kullanmaya çalışır, her türlü metafiziksel inancı dışlarken ampirik verileri çalışmanın merkezine yerleştirir.60 Bilimsel teorilerin seçim sürecinde, bilim içi etkenler rol oynar. (Her ne kadar Mantıksal Ampirisizmin temsilcileri de –örneğin Reichenbach- metafiziksel öğelerin bilimde yeri olduğunu iddia etse de, onların burada atıfta bulundukları şey, keşfi ortaya çıkaran bağlamdır. Onlara göre metafiziksel öğeler keşfin doğrulanmasında veya yanlışlanmasında bir role sahip değillerdir.) Mantıksal Ampirisizm tarihselci bilim felsefecileri olan Hanson gibi düşünürler tarafından 20. yüzyılın ikinci yarısında sorgulanmaya başlamışsa da61 Kuhn’un Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı eseri yayımlandığında mantıksal ampirisizm hâlâ zirvedeydi.62 Ancak tüm popülerliğine karşın mantıksal ampirisizm Kuhn’a göre teori seçiminde net metodolojik standartlar sunamıyordu.63 Dahası mantıksal ampirisizm, metafiziksel öğeleri dışlamak suretiyle bilim adamları topluluğunun üzerindeki etkenlerin gerçekçi bir resmini sunamıyordu. Tarihin detaylı bir incelemesinin gösterdiği gibi, teori seçiminde bilimin dışından gelen faktörler de son derece önemliydi.64 Hatta bu bilim dışı öğelerin mantıktan ve gözlemden daha fazla zorlayıcı olduğu durumlardan da söz edilebilir. Görüldüğü gibi Mantıksal Ampirisizmin tersine Kuhn gözlemle elde edilen verileri ve mantığın kurallarını tek başına zorlayıcı olarak görmez. Bu bağlamda onun teorisini, Popper’ınkinden ziyade 59 Richard Creath, “Logical Empiricism”, Edward N. Zalta (der.), The Stanford Encyclopedia of Philosophy, (Çevrimçi) http://plato.stanford.edu/archives/spr2013/entries/logicalempiricism/ 07-09-2012. 60 Uebel ve Richardson, “Introduction”, The Cambridge Companion to Logical Empiricism, s.1. 61 David Papineau “Introduction” David Papineau (der.) The Philosophy of Science, Oxford, Oxford University Press, 1996, s. 1-2. 62 Wesley C. Salmon, “Rationality and Objectivity in Science or Tom Kuhn meets Tom Bayes” David Papineau (der.) The Philosophy of Science, s. 256. 63 Larry Laudan, “Progress or Rationality? The Prospects for Normative Naturalism” David Papineau (der.) The Philosophy of Science, s. 194. 64 Kuhn, “Nesnellik, Değer Yargısı ve Kuram Seçimi”, s.387. 79 Mantıksal Ampirisizmin tam karşısına yerleştirmek daha doğru bir tercih olabilir. (Söz gelimi Popper bilim adamlarının dogmatik olabileceğini kabul etmiştir.) Kanımızca, Kuhn’un -adı geçen makalede- Popper ile ortak yönlerini sıralamasının altında da kendi teorisinin Mantıksal Ampirisizme olan büyük uzaklığının olduğunu iddia edebiliriz. 2.1.4. Bir Konvansiyonalist ve Rölativist Olarak Kuhn Kuhn’un mantıksal ampirisizm ve Poppercı teoriye karşı sunduğu argümanlar, onun konvansiyonalist ve rölativist olarak algılanmasına neden olacaktır. Kuhn yaşamı boyunca bu iki sıfatı reddedecektir. Bununla beraber Kuhn’un teorisindeki belli öğelerin konvansiyonalist ve rölativist yorumlara son derece açık olduğunu belirtmemiz gerekir. Takip eden sayfalarda bu noktalar daha detaylı bir şekilde ele alınacaktır. Kuhn’un rölativist ve/veya konvansiyonalist olup olmadığını tartıştıktan sonra bu rölativist ve konvansiyonalist öğelerin bilimi, bilimsel çalışmayı ne denli iyi resmettiğine bakacağız. 2.1.4.1. Konvansiyonlar ve Kuhn Pozitivizme alternatif olarak sunulan bir görüş olan konvansiyonalizm (uzlaşımcılık) kısaca “bilimsel, mantıksal veya matematiksel doğruların, dünyanın insan varlıklarına dikte ettiği veya zorla kabul ettirdiği hakikatler olmayıp, insani tercihlerin sonucu” olduğunu iddia eder.65 Konvansiyonalizm bilimsel yasaların ve matematiksel aksiyomların deneysel çıkarım veya a priori bilgi olduklarını reddeder. Bu görüşün savunucularına göre bilimsel yasalar ve matematiksel aksiyomlar uzlaşıların, anlaşmaların neticesidir.66 Konvansiyonalistler doğal olarak farklı alternatif konvansiyonların bulunduğunu ve bunların da mevcut konvansiyon kadar iyi olduğunu iddia ederler.67 65 Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, “Uzlaşımcılık” maddesi, İstanbul, Paradigma Yayıncılık, 2010, s. 1569. 66 David J. Hess, Science Studies: An Advanced Introduction, New York, New York University Press, 1997, s. 18. 67 Michael Rescorla, “Convention”, Edward N. Zalta (der.), The Stanford Encyclopedia of Philosophy, (Çevrimiçi) http://plato.stanford.edu/archives/spr2011/entries/convention/> 2 Eylül 2012. 80 Konvansiyonalistlerin iki önemli tezi düşük belirlenme (underdetermination) ve kuram yüklülüktür (theory-ladenness).68 Düşük belirlenme ile kast edilen, elimizdeki kanıtın sahip olmamız gereken inançlar konusunda yeterli olmaması durumudur. Bilimsel teorilerde sıklıkla başvurulan korelasyonun nedensellik ile aynı olmadığı düşüncesi bu kavrama örnek olarak sunulabilir. Örneğin çizgi film izleyen çocukların şiddete daha meyilli olduğu verisinden yola çıkarak çizgi filmin çocukları şiddete yönlendirdiği sonucunu çıkarmak mümkündür. Ancak eldeki veri bu sonuca ulaşmak için yeterli değildir zira belki de başka bir faktör hem çocukları çizgi filme yönlendiriyor hem de onları şiddete yönlendiriyor olabilir. Örneğin anne ve babanın ilgisizliği bu iki faktörün altında yatan üçüncü bir faktör olabilir. O halde tek başına bir korelasyondan yola çıkarak yapılacak nedensel açıklamalar hatalı olabilir.69 Bilhassa Quine ve Duhem ile beraber anılan düşük belirlenme kavramı, bir teorinin kanıt tarafından belirlenemeyeceğinden yola çıkarak şu iddiada bulunur: Eğer yardımcı hipotezlerle oynanırsa teori, kanıtla uyumlu hale getirilebilir. Yani bir gözlem veya deney kümesi başka ve farklı teorilerle de uyumlu olabilir.70 Kuram yüklülük, düşük belirlenme ile yakından ilgilidir. Duhem ve Feyerabend gibi düşünürlerce savunulan bu görüşe göre teori, gözlemlerimizi şekillendirir ve sınırlar.71 Gözlemlerimiz tek başlarına, bir tecrübenin sonucu ortaya çıkmış olarak görülemez. Onlar bir teori ile yönlendirilir, anlam kazanır ve var olurlar. Yine bir gözlemin değerli olup olmadığına karar verecek olan teorimizdir.72 Bu görüş farklı versiyonlara sahiptir. Görüşün savunucuları arasında teorinin belli oranda belirlemedeki gücünü kabul edenler olduğu gibi, teorinin dışında hiçbir objektif 68 Hess, Science Studies, s. 18. 69 Kyle Stanford, “Underdetermination of Scientific Theory”, Edward N. Zalta (der.), The Stanford Encyclopedia of Philosophy, (Çevrimiçi) http://plato.stanford.edu/archives/win2009/entries/scientific-underdetermination/ . 03 Ağustos 2012. 70 Yemima Ben-Menahem, Conventionalism, Cambridge, Cambridge University Press, 2006, s. 9. 71 Hess, Science Studies, s. 18. 72 George Couvalis, The Philosophy of Science: Science and Objectivity, London, Sage Publications, 1997, s. 11. 81 bilginin var olmadığına, olsa da bunun bulunamayacağına inananlar da bulunmaktadır. Konvansiyonalist görüşün doğa bilimleri tarafından tehdit olarak görülmesi bu kısa bilgilendirmeden sonra, şaşırtıcı olmayacaktır. Elimizdeki gözlemlerin bir teorinin doğruluğuna hükmetmek için yeterli olmaması, dahası teorilerin gözlemleri yönlendirmesi pozitivist bilim anlayışı için kabul edilemezdir. Peki Kuhn bu pozisyonun neresinde durmaktadır? Kuhn, Moser’ın dediği gibi “uzlaşmacı epistemoloji” isimli kampa dahil edilebilir. Moser’ın bu görüşüne göre kuramların gerekçelendirilmesinde bir algoritmadan bahsedilemez. Bir matematiksel model sunulup onun uygulaması ile bilimsel kuramların doğru veya yanlış olduğu sonucuna varılamaz. Esas olan eğitilmiş bilim adamları topluluğunun bir teorinin kabul edilip edilmeyeceğine karar verdiği gerçeğidir. Nitekim Kuhn’a göre de bilim adamları topluluğunun üstünde bir epistemolojik kriter aramak hatalıdır.73 Bilim adamları uzlaşırlar ve neyin bilimsel olduğunu, neyin bilimsel olmadığını belirlerler. Ayrıca Kuhn’un eserlerinde yer alan nötr gözlem dilinin var olmadığı ve gözlemlerimizin teorilerin etkisi altında kaldığı iddiası ve karşılaştırılamazlık tezi Kuhn ile konvansiyonalist düşünce arasında bir ilişki kurulmasına neden olmuştur.74 Bununla beraber Kuhn’un Bilimsel Devrimlerin Yapısı eseri de dâhil olmak üzere konvansiyonların gücünü kısıtlayan imaları Kuhn’un konvansiyonlar hakkındaki görüşünü tartışmalı kılmıştır. Tartışmamıza geri dönecek olursak; öncelikle Kuhn’un eserlerinden, konvansiyonalist düşünceyi destekleyen bazı örnekler vermek faydalı olacaktır. Kuhn, eserlerinde konvansiyonalist teorilerin vazgeçilmez iki öğesi olan düşük belirlenmeye ve kuram yüklülüğe inancını yansıtan birçok misal verir. Ona göre deneyim ve gözlemlerin bir teorinin seçimindeki rolü abartılmaktadır. Doğanın 73 Paul K. Moser, “On Scientific Justification by Consensus”, Journal For General Philosophy of Science, 17, 1, 1986. s. 154-155. 74 Adrzej Lodynski, “Some Remarks in Defense of the Incommensurability Thesis” Władysław Krajewski, (der.), Polish Essays in the Philosophy of the Natural Sciences. Dordrecht: D. Reidel, 1982, s. 91-92. 82 objektif bir incelemeden geçmesi sonucunda kuramların yanlışlandığını iddia edenler bilim tarihini çarpıtmaktadırlar.75 Ona göre nötr bir gözlem yoktur ve gözlemlerimiz mevcut teorilerimizden –veya paradigmadan- bağımsız değildir. Sadece gözleme dayalı bir tarafsız bilim dilinden söz edilemez.76 Zaten Kuhn’a göre, doğa karmaşık olduğu için bilim adamlarına çalışmalarında yol gösterecek teorilerin varlığı menfi olarak da görülmemelidir.77 Peki nötr gözlem dili yoksa ve dolayısıyla gözlemler kuram seçiminde kullanılamıyorsa hangi kuramın seçileceğine nasıl karar vereceğiz? Kuhn bu noktada bilim dışı faktörlere atıfta bulunur. Bilim adamları üzerinde bilim dışı –söz gelimi metafizik- öğeler de, estetik nedenler de etken olabilir.78 Kuhn bu hususta önemli bir hatırlatma yapar. Ona göre kuram seçiminde sadece kanıtlar etken olsaydı bu durumda onun devrim dediği hadiseler hiçbir zaman gerçekleşmezdi. Çünkü yeni kuram önerildiği ilk anlarda eskiye ait soruların sadece az bir kısmını çözmüş olacaktır. Bu çözümler de henüz geliştirilmeye muhtaçtır. Yani aralarında ciddi bir üstünlükten söz edilemez. Bu nedenle kuram seçiminde eğer sadece kanıtlama etkili olsa eski kuramın yerini yeniye bırakması mümkün olmayacaktır. Bu noktada, Kuhn’a göre, yeni kuramın gelecekteki sorunları çözme vaadi ve bilim adamlarının bu vaade inanması önemlidir.79 Bu noktaların dışında Kuhn’u konvansiyonalist olarak yorumlamamızı mümkün kılan bir diğer faktör, onun karşılaştırılamazlık (incommensurability) kavramıdır. Kuhn’un karşılaştırılamazlık standartlarımızın varlığını kavramı reddeder. teori değerlendirmede Paradigmanın değerlendirme kriterlerimiz de değişecektir. 80 değişimiyle değişmez beraber Bu iddiadaki konvansiyonalist ima hem açık, hem de sarsıcıdır. Her ne kadar Kuhn pek çok kez bu imaları yalanlasa da, karşılaştırılamazlık tezi onun teorisini konvansiyonalist çizgiye yaklaştıracaktır. Bilim adamları topluluğunun kabul ettiği paradigmanın kuram değerlendirme 75 Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s.94. 76 Ibid., s.128. 77 Kuhn, “Bilimsel Araştırmada Dogmanın İşlevi”, s. 213-214. 78 Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s.146-148. 79 Ibid., s. 149-150. 80 Bird, “Thomas Kuhn” The Stanford Encyclopedia of Philosophy, 08-08-2012. 83 kriterlerimizi belirlediği bir dünyanın konvansiyonalist olarak değerlendirilebilir. Esasen Kuhn’un bilim adamlarından ziyade bilim sosyologlarının ilgisini çekmiş olmasının altında yatan nedenlerden birisi kuramın standart olmayan bilim dışı faktörlerce belirlenmiş olduğu iddiasıdır. Kuhn’un en çok eleştirilmesine neden olan yanı, aynı zamanda onu en farklı kılan yanıdır. 2.1.4.2. Rölativist Pozisyon ve Kuhn Rölativizm, Kuhn’la ilişkilendirilen bir diğer pozisyondur. Kısaca betimlemek gerekirse rölativist görüş tecrübenin, düşüncenin, değerlendirmenin ve gerçeğin göreli olduğunu iddia eder.81 Rölativist, “kendisiyle rasyonel olarak karar verebileceğimiz ya da mücadele halindeki rakip paradigmaların iddialarını belirli bir anlam dâhilinde değerlendirebileceğimiz köprü kurucu bir tözel çerçeve ya da meta dil”in varlığına inanmaz.82 Rölativist için hakikat görelidir ve işin gerçeği rölativizmin bu karakteri onu bilhassa sosyal bilimciler için son derece çekici kılmaktadır. Bununla beraber tam da bu çekici yanı rölativizm için bir tehdit oluşturur. İleride daha detaylı değineceğimiz gibi rölativistler hakikatin göreli olduğunu belirtirken aynı zamanda bir hakikat iddiasında bulunmaktadırlar. Oysa hakikatin göreli olduğu hakikatinin herkesçe kabulü, hakikati göreli olmaktan çıkaracağı için çelişkilidir. Bernstein haklı olarak bu durumu şu şekilde ifade eder: “Rölativizmin tutarlı bir tarzda savunulabilmesi onu ortadan kaldırmaksızın mümkün olmaz”83 Esasen benzer bir çekicilikten ve onun yarattığı kırılganlıktan Kuhn’un teorisi bağlamında da söz edebiliriz. Thomas Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı eserinden başlayarak rölativizmi çağrıştıran birçok unsura teorisinde yer vermiştir. Bu unsurların bazıları konvansiyonalizm tartışmasındakine benzerdir. Kuhn, 81 Chris Swoyer, “Relativism”, The Stanford Encyclopedia of Philosophy, Edward N. Zalta (der.), (Çevrimiçi) http://plato.stanford.edu/archives/win2010/entries/relativism/ , 11 Eylül 2012. 82 Richard J. Bernstein, Objektivizm ve Rölativizmin Ötesi: Bilim Hermenoytik ve Praxis, çev. Feridun Yılmaz, İstanbul, Paradigma Yayıncılık, 2009, s.12. 83 Bernstein, Objektivizm ve Rölativizmin Ötesi, s. 13. 84 konvansiyonalizme karşı takındığı pozisyona paralel bir şekilde rölativizm yakıştırmalarına da karşı çıkmıştır. Ne var ki teorisinde öyle unsurlar bulunmaktadır ki kanımızca hem o unsurların doğruluğunda ısrar edip, hem de rölativist olmadığını iddia etmek mümkün değildir. Yukarıda Kuhn’un karşılaştırılamazlık (incommensurability) görüşünden bahsedilmişti. Bu kavram konvansiyonalizmle ilgili olduğu kadar rölativizmle de ilgilidir. Zira karşılaştırılamazlık tezinin iddia ettiği şey bir paradigmanın diğerinden daha iyi olduğunun söylenemeyeceğidir. Geleneksel bilim görüşlerinin aksine – mantıksal ampirisizm ve Popper’ın teorisini kast ediyoruz- Kuhn, sonra gelen teorinin doğruya/hakikate önceki teoriden daha fazla yaklaştığını iddia edemeyeceğimizi düşünür. Çünkü ona göre paradigmaları değerlendirebileceğimiz ortak, evrensel bir kriter yoktur. Her ne kadar Kuhn paradigmaların “başarı”sından söz etse de aklında gelişme veya daha iyiye gitme anlamında bir başarı yoktur. Onun başarıdan anladığı daha fazla bulmaca çözme yetisidir. “Daha fazla bulmaca çözme başarısı o paradigmayı daha doğru kılmaz mı” sorusuna Kuhn’un cevabı yine negatiftir. Kuhn, paradigmaların “daha doğru” olma anlamında kıyaslanamayacağında ısrarcıdır. Paradigmalardan hangisinin daha iyi olduğu tartışmasını “sağırlar diyaloğu”na benzetirken Kuhn’un aklında ortak bir ölçüt bulmanın imkansızlığı vardır.84 Kuhn rakip paradigmalardan hangisinin seçileceği tercihinin de bir paradigma içinde yapıldığını hatırlatarak, bu tercih yapılırken kullanılan kriterlerin o paradigma içinde şekillendiğine dikkat çeker.85 Yani bu kriterleri evrensel göstermek, gerçeği deforme etmek anlamına gelir. Kriterler o paradigma içinde evrensel gözükseler de paradigmanın dışına çıkıldığı anda bu özelliği yitirirler. O halde paradigma tercihinde paradigmaların birbirlerinden bilimsel olarak daha iyi veya daha kötü olduğuna odaklanarak gerçek resmi çözemeyiz. Yapılması gereken bilim dışı faktörlerin etkilerini incelemektir. Bu nedenle Kuhncu anlayışa göre doğanın ve mantığın evrensel yasaları yerine bilim topluluğunun kendi içindeki etkileşim ve ikna süreçlerini incelemek daha doğru 84 Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s.116-117. 85 Ibid., s. 106. 85 olacaktır.86 Buradaki rölativist eğilim son derece açıktır. Kuhn, bir bilimsel teorinin diğerinden daha iyi olduğunu iddia edemeyeceğimizi söyleyerek bilimsel analizi rölativist pozisyona itmiştir. Çünkü rölativizmin tanımında olduğu gibi Kuhn’un teorisinde de değerlendirme görelidir. Her paradigma kendi değerlendirme standardını beraberinde getirir. Kuhn’un karşılaştırılamazlık tezini başka açılardan da rölativist olarak görmek mümkündür. Öncelikle teorilerin daha iyi olabileceğini iddia edenlerin kastettikleri şey bir teorinin doğayı daha iyi resmettiğidir. Oysa -yukarıda da ifade edildiği üzerekarşılaştırılamazlık iddiasında bulunan bir kişi, doğanın daha iyi veya daha kötü resmedildiği konusunda fikir beyan edilemeyeceğini ileri sürer. Onunla bağlantılı olarak böyle bir durumda Kuhn’un paradigmaların gözlemi etkileyeceği inancı daha da önem kazanır. Teoriden bağımsız bir gözlemden söz edemeyiz. Kuhn’a göre aksi yönde bir iddia ortodoks bilim görüşünün temelsiz iddialarının başında gelir ve hem bilim tarihi, hem de sağduyu ile çelişir. Ona göre –tam da rölativistlerin iddia ettiği aynı gibi- gerçeğe bakan farklı paradigmadaki kişiler farklı gerçekleri gözlemleyebilirler. Her ne kadar Kuhn bunun her gözlemci istediğini görür anlamına gelmediğini87 söylese de, bize göre o, kimin neyi görebileceği ve neyi göremeyeceği konusunda tatmin edici bir açıklama yapmaz. Oysa gözlemlerin tamamen önemsiz olmadığını ve keyfi yorumlanamayacağını iddia eden bir bilim felsefecisinin gözlemlerin büyük oranda paradigma tarafından belirlendiğini söylemesi tatminkar bir açıklamayı gerektirmektedir. Eğer gözlemler bilim adamı için güvenilir bir liman işlevi görmüyorsa ondan hangi durumda ve ne kadar faydalanılabilir? Bu soru da Kuhn tarafından cevaplanmalıdır. Kuhn’un düşüncesindeki rölativist unsurlar bununla da sınırlı değildir. Ona göre paradigma değişimlerinde daha önce temel kabul edilen kabuller sorgulanır.88 Bu dönemde sorgulanan temellerden birisi de önemli soruların ne olduğudur. Farklı paradigmalarda araştırmalarını yapan bilim adamları bilim için önemli soruların ne 86 Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s. 106. 87 Ibid., s. 145. 88 Kuhn, “Bilimsel Araştırmada Dogmanın İşlevi”, s. 208. 86 olduğu konusunda bile uzlaşamazlar. Farklı paradigmalarda farklı sorular önem kazanırken eski paradigma döneminde önemsenen, tüm araştırmacıların yöneldiği sorular unutulmaya yüz tutar.89 Oysa ortodoks bilimin yarattığı izlenim insanların her dönem aynı konuları merak ettiği, aynı sorulara cevap aradığıdır. Kuhn, rölativizmle olan yakınlaşmasını farklı paradigmalarda bulunan kişilerin aynı kavramlardan bahsederken bile farklı şeylerden söz ettikleri iddiası ile sürdürür. Yani değişen sadece kavramlar değil, kavramların anlamıdır da. Örneğin Kopernik’e karşı çıkanların “yeryüzü dönmüyor” derken tamamen haksız olmadıklarını öne süren Kuhn, “yeryüzü” kelimesinin o paradigmada hareket etmeyen bir varlığa karşılık geldiğini hatırlatır.90 İki paradigmada “yeryüzü” farklı anlamlara gelir. Araştırmacının zihninde bu kelimeler aynı çağrışımı yapmaz. Paradigmanın kendisi değiştikçe kavramın anlamı da değişmektedir. Dolayısıyla o paradigmayı anlamanın en iyi yolu o paradigmanın içinde bulunmaktır. Kuhn bu noktada rölativizmler arasında bir ayrıma gidiyor görünmekte ve semantik bir rölativizmden bahsetmektedir.91 Kuhn –ve aynı zamanda Feyerabend- tarafından savunulan semantik rölativizme göre bir kavramın anlamını anlamak için o kavramın bütün içindeki yerinden haberdar olmak gerekir. Yani o kavramın ne olduğunu ve tam olarak ne anlama geldiğini anlamak için kavramın o paradigmadaki bilim adamlarının dünya görüşüyle, inançlarıyla ve diğer kavramlarla ilişkisini incelemek gerekir. Bu durumda farklı paradigmalarda aynı kavramlara rastlayamayız çünkü aynı kavram farklı yerlerde diğer kavramlarla aynı tür bir ilişki içinde olmayacaktır. Kavramlar aynı isimle kullanılıyor da olsa, diğer kavramlarla olan farklı ilişkileri nedeniyle birbirlerinin yerini alamayacaktır. Bu durumun pratikteki yansıması farklı paradigmaların karşılaştırılamazlığıdır. Çünkü kavramların ismi değişmediğinde bile aynı şeyden söz edemiyor ve dolayısı ile kıyaslamaya gidemiyorsak, kavramların değiştiği durumlarda da karşılaştırmadan söz edemeyiz.92 Kuhn, semantik rölativizmi ustaca bir şekilde diğer rölativist iddialarını temellendirmek için kullanmıştır. 89 Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s. 144. 90 Ibid. 91 Robert Nola, “Introduction” Robert Nola (der.), Relativism and Realism in Science, Dordrecht, Kluwer Academic, 1988, s. 16. 92 Swoyer, “Relativism”, The Stanford Encyclopedia of Philosophy, 11-09-2012. 87 Bununla beraber onun teorisindeki akıl yürütmeyi takip edersek ilginç sonuçlara ulaşacağımız kanaatindeyiz. Kuhn iki farklı paradigmadaki kişilerin aynı kavramdan aynı şeyi anlamadıklarını belirtmişti. Dünyadaki her insanın farklı tecrübeleri, farklı algıları olduğunu düşünürsek aslında aynı paradigmadaki iki kişinin de hiçbir zaman bir kavramdan aynı şeyi anladıklarını iddia edemeyiz. Hatta daha öteye gidip şunu da iddia edebiliriz: Bir kişinin tecrübe ettikleri, algıları her an değiştiği için, bir kavramın bugünkü anlamı ile yarınki anlamı aynı kişi için de değişmelidir. Ancak Kuhn tecrübe ile anlam arasındaki bağımlılığı paradigma ile sınırlı tutmayı yeğlemiştir. Kuhn burada bahsettiğimiz semantik karşılaştırılamazlığın yanı sıra iki ayrı karşılaştırılamazlıktan daha bahseder. İlki metodolojik karşılaştırılamazlıktır. Diğeri ise gözlemsel karşılaştırılamazlıktır.93 Adından da anlaşılabileceği gibi Kuhn’a göre bilimsel kuramları değerlendirirken aynı metodolojik araçları, aynı metotları kullanmayız. Paradigma ile beraber kullandığımız metotlar ve araçlar da değişir. Bu nedenle semantik değerlendirmedeki karşılaştırılamazlık metodolojik engelini farklılık aştığımızı nedeniyle farz kuramların etsek de sağlıklı bir karşılaştırmasını asla yapamayız. Gözlemsel karşılaştırılamazlıkta ise gözlemin teoriden bağımsız olamadığına atıfta bulunularak, paradigmalar değiştikçe gözlemlerin de onlara bağlı olarak değişeceği sonucuna ulaşılır.94 Kuhn’un, teorisinde her dönem aynı unsurları öne çıkardığını, Bilimsel Devrimlerin Yapısı’nda yer alan tüm öğeleri savunduğunu iddia edemeyiz. Bilhassa onun karşılaştırılamazlık teorisinde zaman içinde değişime gitmesi de konumuz açısından önemlidir. İlk başta, bilhassa Bilimsel Devrimlerin Yapısı’nda yukarıda değindiğimiz üç tür karşılaştırılamazlığa işaret eden karşılaştırılamazlığı daha çok öne çıkarmıştır. Kuhn, 95 zaman içinde semantik Burada Kuhn’un rölativist olduğu 93 Howard Sankey, “Kuhn's Changing Concept of Incommensurability”, The British Journal for the Philosophy of Science, 44, 4, 1993, s. 760. 94 Bird, “Thomas Kuhn”, The Stanford Encyclopedia of Philosophy, 08.09.12. 95 Sankey, “Kuhn's Changing Concept of Incommensurability” The British Journal for the Philosophy of Science, 44, 4, 1993, ss. 759-774. S.759. 88 yönündeki eleştirilere cevap vermeye çalıştığı yorumları yapılabilir. Kuhn, görece daha savunulabilir bir pozisyon olan semantik rölativizmi benimsemiş olabilir. Daha ileri giderek Kuhn’un sadece paradigmaların karşılaştırılamazlığından bahsederken değil, “doğa”dan bahsederken de rölativist pozisyona yakın bir yerde konumlandığını iddia etmek mümkündür. Ona göre bilim adamları paradigmaya sahip oldukları normal dönemde doğa ile paradigmalarını yakınlaştırma çabası içine girerler. Bilim adamları doğadaki olguları teoriye uydurmayı çoğunlukla başarırlar. 96 Doğa ile teori, birkaç istisna göz ardı edilirse, zaman içinde normal dönemin ilk dönemlerine nazaran daha uyumlu bir hal alır. Eğer doğadaki olgular bir rölativistin zihnindeki gibi değillerse kolaylıkla teoriyle uyumlu hale getirilemezler. Oysa Kuhn her paradigmanın olgularla teori arasında uyumu sağlama noktasındaki başarısından söz eder. Elbette bu çıkarım, Kuhn’un, doğa ile teori arasındaki uyumdan bahsederken sadece teorinin doğaya yakınlaşmasını kast etmediği fikrine dayalıdır. Kuhn’un teori kadar doğanın da bu yakınlaşmada pay sahibi olduğunu iddia etmesi gerekir ki doğanın rölativistin zihnindeki doğa olduğunu iddia edebilelim. Kuhn bu konuda açık değildir.97 Yine de paradigmayı “pek az değiştirilme olanağı bulunan bir kutu”ya98 benzetiyor olması Kuhncu anlayışta değişenin sadece teori olmadığı, doğanın da değiştiği anlamına gelebilir. Bunun yanında paradigmaların sorgulanmadığı normal dönemde, paradigmaların tek başına doğaya yaklaştığını iddia etmek Kuhn’un teorisiyle uyumlu gözükmez. Doğa da bu esnekliğe izin verecek bir yapıda olmalıdır ki teori ile doğa arasındaki fark bilimsel faaliyetler neticesinde kapanabilsin. Doğanın bu esnekliğe izin vermesi ise ancak ontolojik boyutta rölativist bir görüşle mümkündür. 96 Kuhn, “Bilimsel Araştırmada Dogmanın İşlevi”, s.217. 97 Kuhn, bu noktada da muğlak ifadeler kullanarak teorisini eleştirilere karşı savunulur hale getirmektedir. “Bilimsel Araştırmada Dogmanın İşlevi” çalışmasında doğanın teoriye değil, teorinin doğaya yaklaştığını ima ediyor gibi görünür. Paradigmanın doğaya bilhassa netleşmemiş alanlarda yaklaştığını ifade etmesi bizde bu izlenimi uyandırmıştır. Buna rağmen değişenin sadece teori olduğunu net olarak ifade etmez. Bakınız: Thomas S. Kuhn, “Bilimsel Araştırmada Dogmanın İşlevi”, s.196-220. 98 Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s.55. 89 2.1.4.3. Kuhn’un Olduğuna Rölativist Dair ve Konvansiyonalist Eleştirilere Verdiği Kampta Cevabın Değerlendirilmesi İyi bir Kuhn okuru, Kuhn’un her fırsatta, rölativist olduğu yönündeki iddiaları yalanladığını, kendisini rölativist gösteren öğelere açıklık getirme gayretinde olduğunu fark edecektir. Kuhn zaman zaman bunu açıktan yapar, zaman zaman da rölativist iddiaların yetersizliğine işaret ederek yapar. Hatta ileride görüşlerini analiz edeceğimiz Güçlü Program gibi, ondan ilham aldıklarını iddia eden ekolleri de kendisini anlamamakla suçlayacak, rölativist bir pozisyonun bilimsel gerçekliği yansıtamayacağında ısrarcı olacaktır. Ne var ki tüm bunlara rağmen Kuhn’un teorisinde yer alan yukarıdaki unsurlar onu en azından teorisinde rölativist öğeler taşıyan bir bilim felsefecisi olarak tanımlamamıza yetecektir. Kuhn’un aşağıda göreceğimiz itirazları da onu rölativist pozisyonun tamamen dışına yerleştirmeye yetmeyecektir. Ne var ki Kuhn çelişkiye düşme pahasına da olsa paradigmaların karşılaştırılamazlığı gibi rölativist öğeleri terk etmemekte kararlıdır. Bu eğilimin altında yatan faktörü anlamak için Kuhn’u özel kılanın rölativist imaları olduğunu gözden kaçırmamak gerekir. Karşılaştırılamazlık, bilim dışı faktörlerin kuram seçimindeki belirleyici rolü gibi unsurlar sayesinde Kuhn, Popper’ın bir türevi olmanın ötesine geçebilmiştir. Kanımızca çelişki, Kuhn’un yenilik için ödemesi gereken bir bedeldir. Bu yüzden Kuhn zekice manevralarla rölativist unsurları muhafaza ederek rölativist olmamayı başarma gayreti içerisine girmeyi tercih etmiştir. Öncelikle Kuhn -hatırlanacağı gibi- aynı şeylere bakan bilim adamlarının aynı şeyleri gözlemlemeyeceğini iddia etmektedir. Farklı paradigmaların içinde yapılan gözlemler farklılaşacaktır. Yeni paradigmadaki bilim adamları, eski paradigmadakilerin baktıkları yere baktıklarında onların hiç görmedikleri şeylerle karşı karşıya gelebilirler. Çünkü her paradigma farklı bir dünyadır. Devrimden sonra 90 bilim adamları bu yeni dünya ile muhataptırlar.99 Burada Kuhn’un bahsettiği nokta paradigmanın gözleme olan etkisi ile açıklanabilir. Kuhn bu etkinin azımsanamayacağını şöyle dile getirir: “Fakat duyumsal deneyim gerçekten değişmez ve tarafsız mıdır? Kuramlar sadece hazırda duran verilerin insan-yapısı yorumları mı? Batı dünyasındaki felsefeyi üç yüz yıldır en fazla yönlendirmiş olan epistemolojik bakış açısı bu sorulara hemen ve hiç tereddütsüz “Evet” yanıtının verilmesini emreder. Bunun karşısına çıkarılabilecek tam olarak geliştirilmiş herhangi bir almaşık olmadığı için, ben kendim de bu görüşü büsbütün terk edecek değilim. Fakat bu görüşün artık etkili bir işlev yapmadığı da apaçıktır ve kurtarılması için, sadece gözleme dayalı ‘tarafsız’ bir bilim dili yaratma çabaları da bana artık ümitsiz gözüküyor.”100 Bu paragraf Kuhn’un rölativizm tartışmalarındaki tutarsız duruşunu belirlemede hayli önemlidir. Kuhn tarafsız bir bilim dilinin olmayacağı konusunda kararlı gözükürken bir yandan da tarafsız bilim dili anlayışını tamamiyle terk etmediğini itiraf ediyor. Kuhn en azından gözlem boyutunda tarafsızlığın mümkün olmadığını belirtmektedir. Ancak Kuhn aynı eserinde bu iddianın bilim adamlarının istediklerini görecekleri anlamına gelmediğini de iddia etmektedir. İstediğini görme seçeneğini reddeden Kuhn böylece rölativist olmadığını iddia etmektedir. Oysa istediğini görme seçeneğini reddeden bir kişi rölativist olmayı sürdürebilir. Şöyle ki bir bilim felsefecisi bilim adamlarının istediklerini görmediklerini ancak bilim adamlarının paradigmaların kendilerine dayattıklarını gördüklerini iddia ettiğinde hâlâ rölativist bir çizgidedir. Bilim adamları bu durumda istediklerini görmeseler de bambaşka gerçekliklerle karşı karşıya geleceklerdir. Burada Kuhn hatalı bir şekilde sadece “istediğini görme” seçeneğini tercih eden bilim felsefecilerinin rölativist olduğu izlenimini yaratmaktadır. Oysa Kuhn’un iddiası olan paradigmaların gözlemi şekillendirdiği inancı da –ilki kadar olmasa da- rölativist bir pozisyondur. Kuhn’un rölativist imalardan sıyrılmak için, aynı şeylere bakan bilim adamlarının farklı gözlemlere ulaşsalar da her istediklerini göremeyeceklerini iddia ettiğini belirten Shapere, Kuhn’un burada tatmin edici bir açıklama yapmadığını ifade eder. Kuhn, burada sadece teorisindeki bir problemi okurlarına deklere etmektedir. 99 Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s.118. 100 Ibid., s.128. 91 Teorisi bir yandan tarafsızlığın mümkün olmadığını belirtirken, öte yandan da keyfiliğin var olduğu iddiasını reddeder. Bu, açıklanmaya muhtaç bir problemdir. Ancak bu problemin nasıl giderileceği, nasıl bir senteze gidileceği konusunda Kuhn cevapsız kalmaktadır.101 Kuhn normal bilimde olmasa da devrimsel dönemde sorgulamanın varlığından söz eder. Bu iddiaya göre normal dönemde her dönem olduğu gibi anomaliler vardır. Anomalilerin birikmesi sonucunda bir yerde paradigma bu anomalileri taşıyamaz hale gelir. Bilim adamları topluluğunun toplu dikkatini çeken anomaliler nihayetinde bir devrime yol açar ve yerini yeni paradigmaya bırakır. Burada, kanımızca, Kuhn’un anomalilerin varlığına ilişkin inancı da onun rölativizmden ayrıldığı bir noktadır. Eğer bilim adamları doğada istediklerini görebilseler veya Kuhn’un ifade ettiği gibi normal dönemde doğa ile teorilerini yakınlaştırabilmede çok başarılı olsalar ortada anomali diye bir kavramın varlığını gerektirecek bir sebep kalmazdı. Anomalinin oluşması için ortada doğanın gerçekleri ile uyuşmayan teorinin iddiaları bulunmalıdır. Bu nedenle Kuhn, anomalilerin varlığını devrimler için gerekli görürken aynı zamanda rölativist pozisyondan uzaklaşır. Anomalilerin varlığıyla bağlantılı olarak devrim dönemlerinde mevcut paradigmanın anomaliler neticesinde sorgulanması da teoride bulunan rölativizm imalarıyla çelişmektedir. Popper sorgulamanın amacını –ve fonksiyonunu- doğruya daha çok yaklaşmak olarak görür.102 Kuhn, bilim adamlarının normal bilim döneminde sorgulamaya gitmediklerini, sadece bulmaca çözdüklerini iddia etmişti. Oysa Kuhn devrim döneminde bilim adamlarının teorilerini sorguladıklarını iddia etmektedir. Peki nasıl olur da normal dönemde teorilerini sorgulamayan bilim adamları devrim döneminde teorilerini sorgularlar? Anomalilerin bu sorgulamaya yol açtığı iddiası bir cevap olmaktan uzaktır. Çünkü Kuhn’a göre anomaliler her dönem vardır. Anomalilerin teori için önemli bir yerde meydana geldiği, artık teorinin onu taşıyamaz olduğu iddiası da tatmin edici olmayan muğlak bir ifadedir. Kuhn, tüm eleştirilerine karşın diğer teorilerle benzer bir şekilde bilimsel değişimin nedenlerini 101 Shapere, “The Structure of Scientific Revolutions”, s.392. 102 Popper, “Normal Science and Its Dangers”, s.57. 92 tam olarak sunamaz.103 Eğer bilim belirli bir çizgide ilerlemiyorsa, tarafsız gözlem bir yanılsamaysa, normal dönemde bilim adamları sorgulama yapamıyorsa bu durumda anomalileri, bilimsel devrimi nasıl açıklayabiliriz? Kuhn, anomalilerin ve onların yol açtığı bilimsel devrimin varlığını kabul ederek rölativist pozisyondan uzaklaşmış olur. Kuhn, bu noktada önemli bir anti-rölativist açıklama yapar. Ona göre “olağan bilim, kendi ana ilkelerini esasta sarsıcı bulduğu temel yenilikleri bastırmaktan kaçınmaz. Ama gene de, bağlı olduğu bu ilkeler bir keyfilik öğesi taşıdıkları sürece, olağan araştırmanın kendi öz doğası zaten yeniliğin uzun zaman baskı altında kalmamasını sağlıyor demektir.”104 Kuhn, bu ifadeleriyle, rölativist pozisyondan uzaklaşmış görünmektedir çünkü bu alıntıdan çıkarılabilecek sonuç, paradigmanın keyfi olan ilkelerinin yeniliği engelleyemeyeceğidir. Kuhn’a göre bizim dışımızda, objektif bir doğa vardır. Bu doğanın varlığı farklı, onun objektif olarak resmedilebilmesi farklı tartışma konularıdır. Kuhn objektif resmedilmenin mümkün olmadığına inansa da bu cümleleriyle -en azından teorik olarak- doğanın objektif olarak resmedilmesinin keyfilikten uzak kuralların benimsenmesi ile mümkün olduğunu kabul etmiş olmaktadır. Kuhn’un bilimin ilerlemesi hususundaki görüşleri de konumuz açısından kilit önemdedir. Bilindiği gibi Kuhn bilimin tarihsel gelişim sürecini anlatırken birbirini takip eden normal dönem ve devrimsel dönemlerden söz eder. Bu iki dönem birbirlerini takip etmekle beraber kümülatif bir bilim oluşturmazlar. Yani bilim kümülatif bir şekilde ilerlemez. Kuhn her bilim adamının bilime bir şeyler kattığı fikrini kabul etmez. Ona göre bilim birikim yerine, yeni teorinin eski teorinin yerini alması ile ilerler.105 Burada dikkat edilmesi gereken husus Kuhn’un çizdiği bilim tarihi resminde, yeni bilimsel teorilerin gerçeğe eski bilimsel teorilerden daha fazla yaklaştığının iddia edilemeyeceğidir. Eğer ortada bir birikim yoksa, her devrim yeni bir paradigmayı beraberinde getiriyorsa bu durumda teoriler birbirlerine bir şeyler 103 Shapere, “The Structure of Scientific Revolutions”, s.292-293. 104 Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s.42. 105 Kuhn, “Logic of Discovery or Psychology of Research?”, ss. 1-2. 93 ekleyemezler. Kuhn’un bu yorumu onun paradigmaların karşılaştırılamazlığı ilkesi ile uyumludur. Eğer tutarlılık ilkesi gereği bir paradigma diğerinden daha iyi veya daha kötü değilse, paradigmaların birikim yoluyla daha iyiye gittiği iddiası da anlamsız olacaktır. Kuhn bu noktada rölativist pozisyonun gerektirdiği gibi düşünmektedir. Ancak kanımızca asıl sorun Kuhn’un ilerlemeden bahsetmesinden kaynaklanır. Eğer teoriler daha iyiye gidiyor diyemiyorsak ve bilim tarihinde birikimden söz edemiyorsak ilerlemeden nasıl bahsedebiliriz? Rölativist teorisyenler bilimin ilerlediği fikrine karşı çıkmalıdır çünkü bilimin zaman içinde daha iyi teorilere sahip olduğu iddia edilemezse gelişmeden, ilerlemeden söz edilemez.106 Yine de Kuhn bu iki çelişkili pozisyonu ilerleme bahsinde de uyumlu hale getirmeyi denemiştir. Kuhn bunu başarmak için öncelikle ilerlemenin bulmaca çözme becerisi anlamına geldiğini belirtir. Bu durumda bir teori öncekinden daha çok bulmaca çözüyorsa daha ileridir. Ancak hâlâ buradan hareketle o teorinin daha iyi olduğu anlamını çıkaramayız çünkü teorinin gerçeğe daha çok yaklaştığını iddia edemeyiz. Kuhn, “ilerleme” kavramını yeniden tanımlayarak rölativist ve anti-rölativist öğeleri bir arada çelişkisiz tutabileceğini düşünür. Elbette Kuhn bu iddiasının sağduyu tarafından kabul edilmeyeceğini bilmektedir. Bilimin ilerlediği, ilerlemenin de sadece daha fazla bulmaca çözme ile gerçekleşmediği en azından teknolojideki gelişmelere bakarak anlaşılabilir. “Mucizeye Yer Yok” olarak anılan argümanın rölativistlerin bu tür ilerleme karşıtı iddialarına nasıl cevap verdiğini bu bölümün sonunda detaylı olarak göreceğiz. Şimdilik Kuhn’un da kendi yaptığı yeni “ilerleme” tanımıyla çelişen birçok başka öğeye teorisinde yer verdiğini hatırlatalım –nitekim bu unsurların bazılarına bu kısımda yer verdik. Kuhn’un kafa karışıklığını ortaya koyan bir başka kanıt, kendisinin evrim teorisi ile yaptığı benzetmedir. Kuhn ilerlemenin varlığını kabul ettiğini ancak bilimin “doğa tarafından önceden saptanmış bir amaca doğru sürekli yaklaşan” çaba olarak görülmemesi gerektiğini söyler. Bu noktada Kuhn bilimsel düşüncenin evrimi ile Darwinci biyolojik evrim teorisi arasında bir benzetmeye başvurur. Kuhn’a göre, hem bilimsel düşüncenin 106 Chalmers, Bilim Dedikleri, s.151-152. 94 evriminde hem de Darwinci biyolojik evrimde belirli bir amaca yönelik olmayan bir gelişimci süreç mevcuttur. Bu noktada Kuhn teleolojik olmayan bir evrimi ve onun gelişim anlayışını kabul eder.107 Kuhn kendi teorisini açıklamak için neden Darwinci evrim teorisini kullanmaktadır? Darwin öncesi evrim teorileri evrimi teleolojik olarak görmüşler, evrimin belli bir mükemmel sona doğru gittiğini düşünmüşlerdir. Oysa Darwin’in teorisinde bu teleolojik unsur yoktur. Ona göre türler belli bir mükemmel hedefe doğru evrimleşmez. Kuhn’un evrim teorileri arasında Darwinci evrim teorisini seçme nedeni her iki teorideki bu teleolojik olmama durumudur.108 Tıpkı Darwin’in teorisinde olduğu gibi Kuhn’un teorisi de –Kuhn’un iddiasına göre- ilerlemeyi bünyesinde barındırır ancak bu ilerleme belli bir mükemmel sona doğru sürmez. Kanımızca bu noktada analoji kuran Kuhn aceleci davranmış, Darwin’in teorisindeki ilerleme unsurunu ve onu sağlayan mekanizmayı göz ardı etmiştir. Darwinci evrim teorisinde ilerlemeye olanak tanıyan araç “doğal seçilim/seleksiyon” mekanizmasıdır. Darwin’e göre doğada bulunan farklı türlerden yaşama ve üreme konusunda daha avantajlı bir donanıma sahip olanlar “seçilip” türlerini sürdürürken daha az avantajlı olanlar doğa tarafından elenecektir. Bu mekanizma uzun sürede türlerin –belli bir mükemmel son türe doğru olmasa da- zihinsel ve bedensel yetiler anlamında daha iyiye doğru gitme eğilimini içinde barındırır. Çünkü zihinsel ve bedensel yetenekleri diğerlerinden fazla olan türler doğada hayatta kalmayı başaracaktır.109 Yani ne şekilde yorumlanırsa yorumlansın Darwin’in teorisindeki ilerlemede açıkça “daha iyiye gitme” iması bulunmaktadır. Oysa Kuhn daha iyiye veya daha kötüye gitme gibi bir gelişim sürecini reddeder. Yani Kuhn, mükemmele doğru gitme anlamında teleolojik bir ilerleme fikrini barındırmasa da Darwinci teoriyle kendi teorisi arasında bir analoji kurmakta hatalı davranmaktadır. Darwinci teoride türler belli bir mükemmel türe doğru gitmeseler de daha iyiye gitmektedirler. Sonraki türler öncekilerden daha iyidirler. Bu nedenle Kuhn’un teorisindeki rölativist 107 Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s.159-160. 108 Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s.159. 109 Charles Darwin, On the Origin of Species by Means of Natural Selection or the Preservation of Favoured Races in the Struggle for Life, Londra, John Murray, 1858, s.489. 95 unsurlarla anti-rölativist unsurları uzlaştırmada bir ikna yöntemi olarak Darwinci evrim teorisine başvurması tatmin edici değildir. Kuhn’un fizik ile ilgili verdiği bir başka örnek de bu noktada açıklayıcı olacaktır. Kuhn, teorisinin lineer ilerleme fikrine karşı çıkışını desteklemek için fizik tarihine başvurur: “Örneğin, Newton mekaniğinin Aristoteles mekaniğini daha ileri götürdüğünden ve Einstein’ın bulmaca-çözücü araçlarının Newton’unkilerden daha iyi olduğundan hiçbir kuşkum yok. Fakat bu süreklilikte ben hiçbir tutarlı varlıkbilimsel gelişme yönü görmüyorum. Tam tersi, önemli birçok bakımdan (her bakımdan olmasa da) Einstein’ın genel görelilik kuramı Aristoteles’in kuramına, her ikisinin Newton’unkine olduğundan çok daha yakındır.”110 Hatırlanacağı gibi, Kuhn teleolojik bir anlayışı reddetmiş, hatta sonraki teorinin öncekinden daha iyi olduğunu dahi kabul etmemiştir. “Daha iyi” kavramını kullandığında ise teorilerin daha iyiliğine değil, araçların “bulmaca-çözücü” özelliğine atıfta bulunmuştur. Bu noktada verdiği örnek hayli ilginçtir. Öncelikle fizik gibi bir disiplinin örnek olarak seçilmiş olması tesadüfle açıklanamaz. Muhtemelen Kuhn, fizik gibi lineer ilerlemenin en bariz şekilde görüldüğünün düşünüldüğü bir alandan örnek vererek diğer disiplinlerde de aynı şekilde ilerlemenin var olmadığını gösterme gayretindedir. Kuhn’un altını çizmek istediği nokta Einstein’ın teorisinin Newton’ın teorisine, Aristoteles’inkinden daha fazla benzediğidir. Metindeki mesaj açıktır. Eğer bilimsel teoriler lineer bir şekilde gelişiyor olsalardı, eğer her teori gerçeğe daha fazla yakınlaşıyor olsaydı bu durumda Einstein’ın genel görelilik teorisi Newton’un teorisine Aristoteles’inkinden daha fazla benziyor olacaktı. Newton gerçeğe yaklaşmış, Einstein ise daha fazla yaklaşmış diyebilecektik. Oysa Aristoteles’in teorisi ile Einstein’ın genel görelilik kuramının daha benzer olması Kuhn’a göre bu tür bir lineer gidişi yalanlamaktadır. İlk bakışta ikna edici gibi gözüken bu çıkarımın öncelikle gerçeği ne denli yansıttığı tartışılmalıdır. Kuhn, teorisini desteklemek için gerçeğin sadece belli bir bölümüne odaklanmakta, Newton’ın teorisi ile Einstein’ın teorileri arasındaki büyük benzerliği göz ardı etmektedir. Kuhn, Aristoteles ile Einstein’ın teorileri arasında benzerliklerin var olduğunu belirtmekte haklıdır; örneğin her iki teoride de Newton’ın görüşünün 110 Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s.183. 96 aksine uzay, içini dolduran maddeden bağımsız değildir. Tersine o madde tarafından belirlenir. Oysa Newton’a göre maddeden bağımsız bir uzaydan söz edebiliriz.111 Ne var ki Aristoteles ile Einstein arasındaki bu benzerlikleri gereğinden daha önemli göstermek hatalı olacaktır. Öncelikle çoğu bilim adamı ve felsefecisi Einstein’ın genel görelilik teorisinin Newton’ın teorisiyle ilişkili olduğu konusunda hemfikirdir. Einstein’ın teorisi Newton’ın açıklamakta zorlandığı noktaları açıklar. Bunun yanında Newton’ın teorisinden daha iyi tahminlerde bulunabilmektedir. Bilhassa ışık hızına yaklaşan hızlarda ve yüksek yerçekimi alanının söz konusu olduğu durumlarda Einstein’ın tahminleri Newton’ın tahminlerinden başarılıdır. Öte yandan Newton’ın teorisi ile Einstein’ın teorisi, zayıf yerçekimi alanı ve düşük hızlarda birbirine çok yakın öngörülerde bulunurlar. Bu noktada önemli bir hatırlatma yapmak gereklidir. Einstein’ın teorisi Newton’ın teorisine kıyasla daha kesin sonuçlar vermiş olsa da, günlük hayatta muhatap olduğumuz dünyada Newton’ın teorisi de neredeyse Einstein’ınki kadar başarılı öngörülerde bulunmaktadır. Çok yüksek yerçekimi alanı ve ışık hızı günlük hayatta karşımıza çıkan, her an rastlayabileceğimiz koşullar değildir. Einstein’ın teorisinin bu bağlamda günlük hayatta çok daha kısıtlı bir kullanım alanına sahip olduğunu iddia edebiliriz. Öte yandan Merkür’ün yörüngesinin hesaplanması gibi durumlarda Einstein’ın teorisi Newton’ınkinden daha kesin sonuçlara ulaşabilmektedir.112 Burada Einstein’ın teorisinin Merkür’ün yörüngesiyle ilgili hesapta Newton’ın teorisinin açıklayamadığı yüzyılda 43 yayın (veya arc) saniyelik (yayın saniye, bir derecenin 3600’de 1’ine karşılık gelir) bir ilerlemeyi açıklamayı başardığı düşünülürse günümüzde neden birçok alanda Newton’ın teorisinin kullanılmaya devam edildiği anlaşılabilir. 113 111 Vasilis Politis, Routledge Philosophy Guidebook to Aristotle and the Metaphysics, London, Routledge, 2004, s.268. 112 James T. Cushing, Fizikte Felsefi Kavramlar I: Felsefe Ve Bilimsel Kuramlar Arasındaki Tarihsel İlişki, İstanbul, Sabancı Üniversitesi, 2010, s.238-239. 113 Ibid., s. 239. 97 Bu açıklamada konumuz açısından altı çizilmesi gereken bir diğer nokta Newton ile Einstein’ın teorileri arasındaki öngörülerdeki çakışmanın yanı sıra her iki kuramda kullanılan bilimsel yöntemlerin de benzerliğidir. Hem Newton hem de Einstein öncelikle matematiksel bir model sunarlar. Daha sonra bu modele dayanarak öngörülerde bulunurlar. Oysa Aristoteles matematiksel bir modele dayanan fiziksel öngörüde bulunmaz. Bu gayet doğaldır zira Aristoteles zamanında modern dünyada anladığımız anlamda teorinin, öngörünün, deneyin, açıklamanın var olduğu bir bilimsel uğraştan söz edemezdik.114 Bu bağlamda da Newton ile Einstein birbirine daha yakındır. Tam olarak lineer bir gelişme çizgisinden bahsedilemese de Einstein’ın teorisinin Newton’ın teorisine olan benzerlikleri, Newton’ın teorisinden daha başarılı tahminlerde bulunabilmesi, onun teorisinin açıklayamadığı noktaları açıklaması ve bunları benzer bilimsel metotlar kullanarak yapması Einstein’ın teorisinin Newton’ın teorisinden “daha iyi” olduğu izlenimini uyandırmaktadır. Sonuç olarak, kanımızca, Aristoteles-Newton-Einstein örneği Kuhn’un teorisini desteklemekten ziyade “doğayı daha iyi resmetme anlamında ilerleme” fikrini desteklemektedir. Üzerinde durulması gerekli bir diğer nokta, Kuhn’un sosyolojik unsurların belirleyiciliği üstüne söyledikleridir. Kuhn bilimsel teorilerin kabulünde ve reddinde bilim adamlarının onayını ön plana çıkarırken onların sezgilerine atıfta bulunmuştur. Bu fikri nedeniyle yine rölativist olarak nitelendirilen Kuhn sezgilerin önemine işaret etmenin kişiyi mutlaka rölativizme götürmeyeceğini kitabına 1969 yılında yazdığı “Sonsöz”de açıklamaya çalışır. Kuhn’a göre ona sezgilerin önemine işaret ettiği için rölativist diyenlerin atladıkları nokta, herhangi bir kişinin sezgilerinden değil bilim adamlarının sezgilerinden bahsettiğimiz gerçeğidir. Bilim adamları sıradan kişiler olmadıkları için onların sezgileri de keyfi, sıradan olmayacaktır. Dahası Kuhn’a göre buradaki sezgiler birey bilim adamlarının değil, bilim adamları topluluğunun sezgileridir. Kuhn, bahsi geçen bilim adamlarının sezgilerinin sıradan sezgiler olmadığından hareketle sezgilere atıf yapmasının onu sanıldığı gibi akıl dışı bir 114 Peter Vickers “A Brief Chronology of the Philosohy of Science” Steven French ve Juha Saatsi, (der), The Continuum Companion to the Philosophy of Science, London, Continuum, 2011, s. 360 98 pozisyonu savunur hale getirmeyeceğini iddia eder.115 Kuhn benzer bir eleştiriye bilim adamlarının şöhretinin bir teorinin kabulünde veya reddinde rol oynadığı iddiası sonrasında da muhatap olur. Ona göre bilim adamlarının prestijleri sonraki bilim adamları üzerinde azımsanmayacak bir etkiye sahiptir. Sonra gelen bilim adamları öncüllerin sadece teorilerini değil, bu prestijlerini de değerlendirmeye dâhil ederler. Kuhn, bu iddiasının arkasında dururken bu şöhretin sıradan bir şöhret olmadığı uyarısında bulunur. Bahsi geçen şöhret bilimsel ünün bir sonucudur.116 Dolayısıyla bilim adamlarının şöhretinin teori seçimindeki önemi akıl dışı bir pozisyon olarak yansıtılmamalıdır. Kuhn hem bilim adamlarının sezgilerinin hem de öncül bilim adamlarının prestijlerinin teori seçimindeki rolüne değinirken bu faktörlerin nesnel etkenleri önemsiz kılmadığını, tersine onları tamamladığını iddia eder. Bilim felsefecileri sadece nesnel öğelere odaklanarak bu öznel öğeleri terk etmişlerdir.117 Kuhn bu izahıyla rölativist olmadığını, pozitivist ve rölativist uçlar arasında makul bir yerde durduğunu iddia ediyor görünmektedir. Ne var ki Kuhn, öznel unsurların nerede bittiğini ve nesnel unsurların nerede başladığını belirleyememiştir. Öznel unsurların hangi zamanlarda ne denli etkin olduğunun belirlenmemiş olması Kuhn’un teorisini muğlak kılmaktadır. Oysa Reichenbach’ın keşif bağlamı-gerekçelendirme bağlamı arasında yaptığı ayrım –eksikliklerine rağmen- Kuhn’unkine kıyasla çok daha nettir. Bunun yanında Kuhn’un teorisindeki muğlaklığın bir işlevi olduğunu da görmek gerekir. Kuhn, böylece yeri geldiğinde nesnel unsurları, yeri geldiğinde öznel unsurları öne çıkarıp teorisinin her olayı anlatacak kadar başarılı olduğunu iddia edebilmektedir. Kuhn’un teorisinde değinmeye gerek gördüğü tüm bu noktalar onun teorisinin basit bir açıklaması olmaktan ziyade rölativist iddialarının tevili olarak değerlendirilebilir. Bu noktada Shapere’in Kuhn ile ilgili gözlemini hatırlamak açıklayıcı olacaktır. Shapere’e göre Kuhn, teorisindeki rölativist imalardan haberdar olmakla beraber 115 Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s.173. 116 Bird, “Thomas Kuhn” (Çevrimiçi) http://plato.stanford.edu/archives/spr2013/entries/thomaskuhn/ 08 Ağustos 2012. 117 Kuhn, “Nesnellik, Değer Yargısı ve Kuram Seçimi”, s. 387-388. 99 tarih bilgisi ve sağduyusu nedeniyle rölativist öğeleri tam olarak benimseyemez.118 Gerçekten de Kuhn yukarıda da ifade ettiğimiz gibi rölativist olduğunu reddetse de, rölativist özelliklerin teorisinde merkezî yer tuttuğu bir bilim felsefecisidir. Karşılaştırılamazlık ve bilim dışı faktörlerin teori seçimindeki kilit rolü başta olmak üzere Kuhncu teorideki tüm rölativist unsurları terk etmek elbette mümkündür. Ancak bu durumda Kuhn’u özel kılan tüm unsurlar da yitirilmiş olacaktır. Kuhncu teorinin hem rölativist imalar taşıdığı hem de rölativizme karşı öğeler içerdiği fikri okurlarında onun iki görüş arasında bir senteze gittiği izlenimini uyandırabilir. Ne var ki bu iki görüş bir sentezden ziyade bir çelişkiye işarettir. Kuhn’un ömrü boyunca “teorisini açmak” zorunda kalmasının ardında bu çelişkili pozisyonu sürdürmenin güçlüğü yatmaktadır. 2.1.4.4. Kuhn’un Teorisinin Bilimsel Resmi Yansıtma Kapasitesi Kuhn’un Bilimsel Devrimlerin Yapısı’nı yazmasındaki temel saik ortodoks bilim teorilerinin ve Popper’ın teorisinin bilimin doğasını ve bilimsel gelişimin yapısını doğru yansıtmadıklarına dair kanaatidir. Bilim tarihine bakan bir kişinin bilimin birikimle ilerlemediğini göreceğini ifade eden Kuhn119 o güne dek ihmal edilmiş olan ama teori seçiminde kilit önem taşıyan öğelere dikkat çeker. Kuhn’un teorisinin bilim felsefesi, sosyolojisi ve tarihi açısından, yukarıda da belirtildiği gibi, devrimsel bir etki yaratmayı başardığını, hâlâ tartışılan birçok konuyu gündeme taşıdığını ifade etmemiz gerekir. Ne var ki bu denli tartışılır olması onun teorisinin en az kendisinden önceki teoriler kadar eleştirilmesine engel olmamıştır. 2.1.4.4.1. Kuhn’un Teorisinin Genel Problemleri Kuhn’un teorisi birçok açıdan ele alınırken birbirinden çok farklı okullar tarafından – hatta birbirine zıt okullar tarafından- da tenkit edilmiştir. Rölativizmin karşıtları kadar, Feyerabend gibi karşılaştırılamazlık teorisinin savunucularınca da eleştirilmiş, 118 Shapere, “The Structure of Scientific Revolutions”, The Philosophical Review, s. 392. 119 Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s.40. 100 pozitivistler tarafından olduğu kadar Popper gibi pozitivistlerden farklı bir ilerleme anlayışına sahip bilim felsefecilerince de sorgulanmıştır. Elbette her kesimin eleştirdiği nokta farklıdır. Hatta Kuhn’un teorisinde bazılarınca eleştirilen noktalar başka eleştirmenlerce doğru bulunmuştur. Kuhn’un teorisinde problemli gözüken noktaların bir kısmına yukarıda değindik. Bilhassa teoride, konumuz açısından daha önemli gördüğümüz konvansiyonalist ve rölativist öğelerin yarattığı problemlerin neler olduğuna yer verdik. Bir sonraki kısımda bu öğelerin yarattığı problemlerin Kuhn’un teorisine nasıl zarar verdiğiyle ilgili açıklamalarda bulunacağız. Ancak ondan önce, takip eden sayfalarda, konumuz açısından ikincil önemdeki –ki bu kesinlikle önemsiz olduğu anlamına gelmiyorbazı noktalara değinilecektir. Öncelikle Kuhn’un paradigma kavramının muğlaklığı üzerine yapılan eleştiriler üzerinde durulacaktır. Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı isimli eserinde “paradigma” kavramını son derece esnek bir şekilde kullanmıştır. Masterman bu konuda yazdığı eleştiride “paradigma” kavramının en az 21 farklı anlama gelebilecek şekilde kullanıldığına dikkat çekmiştir.120 Gerçekten de Kuhn paradigma kavramını farklı anlamlarda ve kısmen muğlak bir şekilde kullanmıştır. Nitekim kendisi de kitabına sonradan yazdığı kısımda paradigmaların kendisi tarafından farklı anlamda kullanıldığını kabul eder. Ancak Kuhn 21 farklı tanımı kabul etmeyecek, 2 farklı kullanımdan söz etmektedir. İlki bilim adamlarının bir topluluk olarak benimsedikleri inançlar ve değerlerdir ki bu ona göre daha çok sosyolojik anlama sahip bir paradigma tanımıdır. İkinci anlamıyla paradigma ise örnek model ve bulmaca çözümleridir. Burada sosyolojik bir etki anlamında paradigmadan ziyade somut çözümler anlamına gelen bir paradigmadan söz edilebilir.121 Esasen önemli olanın, kullanım sayısından ziyade kullanımdaki muğlaklık olduğu kanaatindeyiz. Paradigmanın sosyolojik bir güç olan metafizik etken anlamında kullanılması ile örnek çözüm olarak kullanılması arasında çok büyük bir fark vardır. Kullanım çeşidi 120 Margaret Masterman, “The Nature of a Paradigm” Criticism and the Growth of Knowledge, s. 61. 121 Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s. 162. 101 sayısında haklı da olsa, Kuhn’un paradigma kelimesini farklı kullanımları, kelimeyi muğlaklaştırmaya yetmiştir. Kuhn’un teorisine getirilen temel eleştirilerden bir diğeri de sunduğu tarihsel resmin gerçeği yansıtmadığıdır. Bu resmin Kuhn’un amaçlarına uygun olarak tarihin deforme edilmiş bir versiyonu olduğu fikri farklı ekollerce paylaşılmıştır. Örneğin Kuhn’un bilimin birikimle ilerlediği fikrine karşı çıkan pozitivistlerin yanı sıra Feyerabend gibi Kuhn’a yakın görülen anti-pozitivist bir bilim felsefecisi de Kuhn’un tarihi doğru okumadığını iddia eder. Ona göre bilim adamlarının teorileri sorguladıklarına yönelik şüphenin haklı bir gerekçesi vardır. Bununla beraber Kuhn’un normal bilim olarak yansıttığı dönemde tam bir monolitik yapıdan söz edilemez. Teorileri sorgulamadan bağlılık gösteren bilim adamları olduğu gibi teorileri sorgulayan bilim adamları da vardır. Nitekim teorilerde yaşanan çoğalmayı başka türlü açıklamak mümkün değildir. Teorilere bağlılık ve teorilerin çoğalması süreçleri aynı anda yaşanır. Bu nedenle normal bilim-devrimsel bilim ayrımı hatalıdır. Yeni teoriler her dönem üretilir ve eski teorinin arasında kendisine yer bulmaya çalışır. Aslında Feyerabend’e göre değişen şey normal bilimin devrimsel bilime yerini bırakması değildir. Asıl değişen, bizim olaya duyduğumuz ilgidir. Yeni teoriler her zaman oradadır ancak “devrim” dönemine kadar ilgimizi çekmemektedir. Kuhn’un yaptığı hatanın altında da bu eğilim vardır. O yeni teorilerin ortaya çıkması ile eskilerin korunması arasındaki kompleks süreci atlamakta, yeni teorilerin sadece devrimsel dönemlerde ortaya çıktığını iddia etmektedir.122 Oysa yeni teorilerin sadece devrim döneminde ortaya çıktığını iddia etmek Kuhn’un teorisi için daha büyük bir probleme yol açmaktadır. Kuhn, devrimin nasıl gerçekleştiğini açıklamakta başarısızdır zira normal dönemde sorgulanmayan teorilerin nasıl olup da yeni teorilere yerini bıraktığı “kilit önemdeki yerlerde anomalilerin birikmesi” ile açıklanamayacak kadar zor bir sorudur. Bu noktada aynı konuda yapılan bir başka eleştiriyi daha hatırlamak gerekir: Watkins, Kuhn’un teorisinin önemli bir eksikliğini yeni paradigmaların doğuşunu açıklayamamasında bulur. Eğer Kuhn’un dediği gibi her dönem sadece bir tek 122 Paul Feyerabend, “Consolations For the Specialist”, Criticism and the Growth of Knowledge, s. 206-209. 102 paradigmanın hakimiyeti söz konusuysa, bir paradigmanın diğerinin yerini alması esnasında hiçbir zaman aralığı yoksa ve değişim bir anda ve Kuhn’un Gestalt Değişimi adını verdiği şekilde gerçekleşiyorsa; o zaman yeni paradigmanın bir anda yaratılması gerekir. Ancak bu bir anda yaratılan paradigma öyle bir paradigmadır ki eski, yerleşik paradigmayı yerinden edecek güce sahiptir. Oysa bir anda yaratılan bir paradigmanın eskisini yerinden etmesi sağduyuya aykırıdır. Bir bilim adamı mevcut paradigmayı sorgulamamasına yönelik sosyolojik baskılardan sıyrılıp mevcut paradigmaya eleştirel yaklaşıp yeni paradigma üzerinde çalışmazsa yeni paradigmayı nasıl oluşturacaktır?123 Sonuç olarak Watkins’in verdiği mesaj açıktır: Kuhn’un teorisi değişimi açıklayamaz. Kitabının ismi Bilimsel Devrimlerin Yapısı olmasına rağmen bu kitaptaki betimleme doğru olsaydı yeni bir devrimin ortaya çıkması imkânsız olacaktı. Kuhn’un paradigmaların normal dönemlerde sorgulanmadığı görüşünün normatif bir iddia mı yoksa betimleyici bir gözlem mi olduğu da tartışılmaktadır. Bilhassa Kuhn’un “bilimsel faaliyet” adını verdiğimiz gelişmelerin özellikle normal dönemde yaşandığını söylemesi, bilim felsefecilerinde Kuhn’un eleştirmemeyi salık verdiği şeklinde yorumlanmıştır.124 Feyerabend buradan yola çıkarak Kuhn’un bilimsel gelişme için ne önerdiğini sorgular. Ona göre Kuhn’u okuyan bir kişi bilimsel gelişme için eleştiriyi yasaklamanın, teorilerin sayısını bire indirmenin, bilim adamlarının o tek teoriye uymasını sağlamanın gerekli olduğunu düşünebilir.125 Kuhn, paradigmaların sorgulanmadığını iddia ederken sosyolojik unsurların sadece tek şekilde işleyebileceğine yönelik hatalı bir fikre sahiptir. Ona göre bilim adamları için diğer bilim adamlarının takdirini kazanmak her şeyden daha değerlidir. O kadar ki buluşun pratik sonuçları bile bu takdirin yanında ikincil kalır.126 Bu durumda bilim adamları paradigmanın dışına çıkma cesaretini göstermek yerine aynı paradigma içinde daha fazla sayıda bulmaca çözme gayreti içine gireceklerdir. Oysa bilim 123 Watkins, “Against ‘Normal Science’”, s. 34-37. 124 George Couvalis, The Philosophy of Science: Science and Objectivity, London, Sage Publications, 1997. s. 104. 125 Feyerabend, “Consolations For the Specialist”, s. 198. 126 Kuhn, “Logic of Discovery or Psychology of Research”, s. 21. 103 adamları paradigmayı sorgulamamaya iten sosyolojik ve psikolojik unsurlar kadar onu sorgulamaya iten sosyolojik ve psikolojik unsurların da etkisi altında olabilirler. Yeni bir teori ile mevcut teoriyi geçersiz kılmak bilim adamını diğer bilim adamlarının ve halkın gözünde önemli bir konuma yerleştirebilir. Nitekim bilim tarihi, bulmaca-çözme konusunda başarılı olan bilim adamlarını değil, paradigmayı değiştiren bilim adamlarını daha prestijli bir pozisyona yerleştirmektedir. Newton, Einstein, Lavoisier, Maxwell içinde yetiştikleri paradigmada bulmaca çözdükleri için değil, fizikte ve kimyada yeni paradigmalar yarattıkları için diğer bilim adamlarının takdirini kazanmışlardır. Dolayısıyla Kuhn, sosyolojik ve psikolojik unsurları, daha çok sorgulamamaya yol açan bir motive edici olarak göstermekte hatalı davranmıştır. Kuhn’a getirilebilecek bir diğer eleştiri onun bilimsel uğraşı tanımlarken bilimin amacını göz ardı etmesidir. Kuhn, bilimsel uğraşı diğerlerinden ayırırken Popper gibi yanlışlanabilme kriterine değil, bulmaca çözme unsuruna atıfta bulunmuştur. Feyerabend bu noktada organize suç örgütlerinin bilimsel bir uğraş içinde olup olmadıklarını sorar. Organize suç örgütleri de bulmaca –veya başka bir deyişle problem- çözerler. Onlar da yeni, devrimsel fikirlere başvurmak yerine klasik yöntemleri kullanırlar. Yine organize suç örgütlerinde başarısızlık yönteme değil kişiye mal edilir. Bu benzetmeyle yapılmak istenen itiraz, eğer bilimin amacına yönelik bir açıklama göz ardı edilirse organize suç gibi çok farklı bir uğraş bile Kuhncu standartlarda bilimsel aktivite olarak değerlendirilebileceği hususundadır.127 Burada dikkat çekici bir durum söz konusudur: Bilimin herhangi bir ideolojiden farklı değerlendirilmemesini salık veren Feyerabend128 bir yandan da bilimin özgün pozisyonuna işaret etmektedir. Son olarak Kuhn’un teorisi devrimlerin nasıl olduğu konusundaki muğlak görüşü nedeniyle bize normal bilimin ne zaman devrimsel bilim ile yer değiştireceği konusunda bir öngörü sunamamaktadır. Kuhn’a göre, buluşların ve devrimlerin yaşanması için öncelikle anomaliler ortaya çıkmalıdır. Anomaliler teori için önem taşıyan yerlerde bulunmalı ve onun açıklama kabiliyetine darbe vurmalıdır. Ancak bu 127 Feyerabend, “Consolations For the Specialist”, s. 200-201. 128 Paul Feyerabend, Knowledge, Science, and Relativism, John Preston (der.), Cambridge, Cambridge University Press, 1999, s. 181. 104 durumda bir bunalımdan söz edilebilir. Oysa DNA’nın bulunuşu gibi olaylar bu iddiaya karşı delil olarak kullanılabilir. DNA bulunduğunda biyolojide bu anlamda bir anomali de, bunalım da yoktu. Kuhn standartlarında bu dönem ancak “normal dönem” olarak ifade edilebilirdi.129 Bu gerçeği göz ardı etsek de bunalım durumunda ne olacağı meçhuldür; zira bunalım, paradigmanın esnemesi ve bunalımın ardındaki sorunu çözmesi ile aşılabilir. Bu durumda paradigma korunur. İkinci durumda paradigma terk edilmez, ancak yeterince esnemeyi de beceremez. Bu durumda sorun dosyalanır ve sonraki nesillere bırakılır. Son durumda ise bunalım yeni bir paradigmanın eskinin yerini alması ile sonuçlanır.130 Buradaki muğlaklığı destekleyen bir başka ifade de Kuhn’un paradigmanın “yazgı”sına yaptığı atıftır. Ona göre bir paradigmanın yazgısında kazanma varsa kanıtların sayısı ve gücü artacaktır.131 Kuhn, önceki bilimsel teorilerin sonrakiler tarafından nasıl yerinden edildiğini açıklama konusunda çaresiz görünmektedir. Kuhn’un bilimsel teorilerin değişimini açıklamak için teoriye dâhil ettiği öznel unsurlar, değişimi ve devrimi açıklamaktan ziyade açıklayamamanın bir parçası olmuşlardır. Kuhn ne anomaliyi, ne anomalinin ne zaman önemli olduğunu, ne de anomalinin yarattığı bunalımın ne zaman paradigmada değişime yol açacağını açıklayabilmiştir. Onun yaptığı geçmişe bakarak kendi teorisine aykırılık teşkil eden durumlar için istisnalar belirlemektir. Belirsizlikler, muğlak ifadeler işte bu noktada önemli bir işlev görmektedir. 2.1.4.4.2. Kuhn’un Teorisindeki Konvansiyonalist ve Rölativist Unsurların Yarattığı Problemler Kuhn’un diğer rölativistler ve pek çok konvansiyonalist gibi cevaplaması gereken ilk zor soru, bilimsel gelişmenin nasıl mümkün olduğudur. Daha önce “Mucizeye Yer Yok” (No Miracles Argument) olarak andığımız görüşe göre birçok bilimsel teori gözlemlediğimiz dünya hakkında başarılı öngörülerde bulunmaktadır. Bu öngörülere 129 Bird, “Thomas Kuhn” maddesi, 08.08.12. 130 Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s.99. 131 Ibid., s.150. 105 dayanan keşifler hayatımızda başarılı değişikliklere yol açmaktadırlar.132 Örneğin lazer teknolojisi elektronların düşük enerji seviyelerine geçmeleri ile ilgili bir teoriye dayanır. Bu teoriden yola çıkılarak geliştirilen teknolojik aletler gözümüzdeki görme kusurlarının giderilmesinde kullanıldığı gibi daha iyi füzelerin yapımında da iş görürler. Eğer bazı rölativistlerin ya da konvansiyonalistlerin iddia ettiği gibi elektronlar gerçekten yoksa -veya kimimiz için var kimimiz için yoksa- bu durumda elektronlara dayanan bir teoriden yola çıkarak yapılmış aletlerin bu başarısı nasıl açıklanabilir? Eğer ortada bir mucize yoksa bu durumda elektronların objektif varlığına kuşkuyla bakan rölativist ve konvansiyonalistler alternatif bir açıklama getirmek zorundadırlar.133 Kuhn, bu noktada çelişkili bir pozisyona sahiptir. O da paradigmaların doğadaki gerçeğe yaklaşma anlamında birbirinden daha iyi olmadığını belirtirken rölativist bir pozisyondadır. Bu pozisyonda iken o da “Mucizeye Yer Yok” argümanının muhatabıdır. Eğer sonraki paradigmalar doğayı öncekilerden daha iyi resmedemiyorsa bu durumda elektronlarla ilgili ifade edilen teoriye dayanan bir buluşun aynı teoriye dayanmayandan daha iyi öngörülerde bulunması ve sonucunda faydalı olması nasıl açıklanabilir? Kuhn’un cevabı kendi metninde mevcuttur. O daha önceden doğruluğuna inanılan teorilerin sonradan yanlış oldukları gerekçesiyle terk edilmesine atıfta bulunur. Karamsar Tümevarım (Pessimistic Meta-Induction) diye adlandırılabilecek bu argümana göre, geçmişteki teorilerin gözlemlenemeyen unsurlarının gerçekte olmadıkları gerekçesiyle terk edilmesi gibi, şimdikiler de gelecekte terk edilecektir. Öngörülerimizi üzerine bina ettiğimiz bu gözlemlenemeyen unsurlar teorilerimizin önemli parçalarıdır. O halde teorilerimiz sanılanın aksine –ve şu an biz aksini düşünsek de -gerçeği yansıtmıyor olabilir.134 Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı 132 Burada “bilimsel gelişme” kelimesi “gelişim”e herhangi olumlu bir anlam yüklemeden kullanılmaktadır. İnsanlığın bilimsel gelişme ile daha iyi bir hal aldığını iddia edilmemektedir. Burada sözü edilen; sadece doğayla ilgili eskiden fikir sahibi olmadığımız alanlarda açıklamalar yapabilme, yine doğayla ilgili daha başarılı öngörülerde bulunabilme anlamında bir gelişme sürecidir. Teknolojinin mutlak surette faydalı olmadığının farkında olarak, insanlığın iyiliği anlamında bir gelişmenin olduğu iddia edilmemektedir. 133 Samir Okasha, Philosophy of Science: A Very Short Introduction, Oxford, Oxford University Press, 2002, s. 62-63. 134 Michael Devitt, “Realism-Anti-Realism”, Stathis Psillos ve Martin Curd (der.) The Routledge Companion to Philosophy of Science, London, Routledge, 2008, s. 232. 106 boyunca astronomi, fizik ve kimya alanlarında artık terk edilmiş teorilere atıfta bulunurken şimdi doğruya daha fazla yaklaştığımız iddiasının da geçersiz olduğunu ima etme niyetindedir. Öte yandan “Karamsar Tümevarım”, “Mucizeye Yer Yok” iddiasına cevap vermeyi başarmış gibi sunulsa da esasen hâlâ bilimsel teorilerin başarısına mantıklı bir açıklama getirebilmiş değildir. Onun yaptığı, daha çok, başarılı ampirik uygulamaları nedeniyle gerçeği yansıtıyormuş gibi görünen bilimsel teorilerin aslında geçmişte doğru olmadığı, dolayısıyla şimdi de doğru olmayabileceğidir. “Karamsar Tümevarım”, tam olarak “Mucizeye Yer Yok” argümanındaki soruya cevap veremese de sorduğu soruyla dikkate alınmaya değerdir. Nitekim “Karamsar Tümevarım”ın itirazı “Mucizeye Yer Yok” argümanının savunucularınca önemsenmiş, argümanın biraz daha mütevazı şekilde yeniden düzenlenmesine neden olmuştur. Bazı bilim felsefecilerince benimsenen yeni “Mucizeye Yer Yok” argümanına göre ampirik başarılar bilimsel teorilerimizin gözlemlenmeyen dünya ile ilgili söylediklerinin, tam olarak olmasa da, yaklaşık olarak doğru olduğunun kanıtı sayılırlar.135 Bu noktada Newton ve Einstein’ın teorileri arasındaki ilişkiyi hatırlamak açıklayıcı olacaktır. Newton’ın teorisinin yanlışlığı ispatlanmış olmakla birlikte onun yaptığı hesaplara dayanan tahminler –veya bu tahminler neticesinde inşa edilen binalar, köprüler- başarılı olmuştur. Karamsar Tümevarımı eleştiren bir kişi buradan yola çıkarak Newton’ın teorisinin yanlışlandığını ancak onun doğadaki gerçekliği belli oranda başarıyla resmettiğini iddia ederken haksız değildir. Einstein’ın teorisi doğayı Newton’ınkinden daha iyi resmetmiştir ama belki onun teorisi de gelecekte daha başarılı başka bir teori tarafından yerinden edilecektir. Bu anlamda “Karamsar Tümevarım”ın gelecekle ilgili öngörüsünü reddetmeden “Mucizeye Yer Yok” görüşünü muhafaza etmek mümkündür. Kuhn, ise geçmişte doğru olarak görülen teorilerin bugün yanlış oldukları gerekçesiyle terk edilmelerinden hareketle paradigmaların arasında daha iyi veya daha kötü gibi bir kıyaslamaya gidemeyeceğimizi savunmaktadır. Oysa bu tür bir yaklaşım “Mucizeye Yer Yok” argümanına bir cevap oluşturmaz. 135 Okasha, Philosophy of Science, s. 62-65. 107 Kuhn'un rölativist iddialarının arkasındaki fikirlerin başında bilimsel teorilerin gözlemlerimiz üzerindeki belirleyiciliği gelir. Kuhn'a göre gözlemlerimiz içinde bulunduğumuz paradigmadan bağımsız değillerdir. Paradigma onları şekillendirir. Bu nedenle gözleme dayalı tarafsız bir bilimin peşinden koşmak hatalıdır. Gözlemin kendisi bağımsız, tarafsız değildir; dolayısıyla ona dayanan bilim de tarafsız değildir.136 Bu noktada Kuhn'un görüşünü savunanların başvurduğu en önemli örnek Hanson'ın Patterns of Discovery eserinde yer almaktadır. İlk baskısı 1958 yılında yapılan eserde Hanson öncelikle bazı figürlere dikkatimizi çeker. Hanson ilk şekilde (Şekil 1) sol taraftaki canlının bir kuş mu yoksa antilop mu olduğunu sorar. Aynı canlı Şekil 1’in sağ tarafında ve Şekil 2’de farklı olarak algılanır. Bu kuşkusuz bağlamın bir sonucudur.137 Hanson, Wittgenstein gibi bağlamın önemine dikkat çeker ve buradan bir adım öteye geçerek tecrübelerimizin algımız üzerindeki etkisine bilimsel bir örnek verir. Aşağıdaki figürde bir fizikçi için X-ışını tüpü görülürken aynı cisim bir Eskimo’ya 136 Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, s.128. 137 Norwood Russell Hanson, Patterns of Discovery: An Inquiry into the Conceptual Foundations of Science, Cambridge, University Press, 1965, s. 13-14. 108 farklı şekilde görünecektir. Liseye giden bir fizik öğrencisi de cismi Nobel ödüllü bir fizik profesörü ile aynı şekilde gözlemlemeyecek; Profesör, bu alete bakarken termodinamik teorisini, elektrik teorilerini, kuantum teorisini zihninde taşıyarak bir gözlemde bulunacaktır.138 Hanson buradan yola çıkarak sıklıkla alıntılanmış Brahe-Kepler örneğini verir. Brahe ve Kepler aynı şeye gözlem için bakarken birisi dönen bir güneşi, diğeri kendi etrafında dönen dünyayı gözlemler. Buradaki farkın nedeni birisinin güneş merkezli sisteme diğerinin ise dünya merkezli sisteme olan bilimsel inançlarıdır.139 Bu örnekler, bilim felsefesi ve sosyolojisi literatüründe teorinin gözlem üzerindeki belirleyiciliği ile ilgili önemli kanıtlar olarak gösterilir. Nitekim daha önce alıntıladığımız gibi Kuhn da bu örneklerin ikna ediciliği konusunda Hanson ile hemfikir görünmektedir. Teorilerin gözleme etkisinin Kuhn tarafından abartılmakta ve gereğinden önemli gösterilmekte olduğu kanaatindeyiz. Öncelikle gözlemin teori tarafından etkilendiğini inkâr etmenin gerçekçi olmadığını belirtmeliyiz. Ancak gözlemin teoriden tamamen bağımsız ve nötr bir şekilde yapılmadığını kabul etmek bizi gözlemin tamamen paradigma tarafından belirlendiği sonucuna götürmek zorunda değildir. Batlamyusçu ve Kopernikçi astronomlar dünyanın veya güneşin merkeziliği konusunda anlaşamasalar da birçok konuda anlaşabilirler. Örneğin farklı paradigmalara mensup astronomlar Güneş’in “doğuş” saati, Ay ve Dünya’nın ilişkisi 138 Hanson, Patterns of Discovery, s. 15-16. 139 Ibid., s. 18. 109 gibi konularda aynı sonuçlara varacaklardır. Demek ki teoriler farklı da olsa teori savunucuları birçok konuda anlaşacaklardır.140 Sörensen'e göre Hanson ve Kuhn'un bu örneklerde atladığı nokta aslında gözlemlerin sanıldığı kadar farklı olmayabildiğidir. Örneğin X ışını tüpü ile ilgili gözlemde Hanson bilim adamının, sokaktaki adamdan farklı bir gözlem yaptığını iddia ederken aslında bilim adamının da cam ve metalden meydana gelmiş bir nesne gördüğünü gözden kaçırmıştır. Bilim adamı sadece X ışını tüpünü değil, sokaktaki adamın gördüğü metal-cam aleti de görür. Bu bağlamda ikisi tamamen farklı gözlemlerde bulunmazlar. Brahe-Kepler örneğinde de benzer bir durumla karşılaşırız. Kepler de, Brahe de güneşin ısı ve ışık verdiğini bilir. Yine birkaç saatliğine oradan -söz gelimi yemek molası içinayrılsalar döndüklerinde güneş ile dünya arasındaki görece pozisyonun değiştiğini fark edeceklerdir. Demek ki gözlemler tamamen paradigmaya bağlı gelişmezler. Ortak gözlem kümesinin büyüklüğü azımsanmamalıdır. 141 Teorinin gözlem üzerindeki etkisine karşı yapılabilecek etkili bir eleştiri daha vardır. Teorinin gözlemi etkilemesi esasen objektif gerçekliğin yokluğu anlamına gelmek zorunda değildir. Nötr gözlemin zorluğu bizim objektif gerçeğin bilgisine ulaşmamızla ilgilidir. Nitekim objektif bir gerçek var olabilir ama biz onun ne olduğunu bulmakta güçlük çekiyor olabiliriz. Dahası bu zafiyet, geçici olabilir. Bu noktada birçok bilim sosyoloğunu bekleyen tuzak epistemolojik boyuttan ontolojik boyuta geçiş yapmaktır. Bu bölümün önceki kısımlarında Kuhn’un teorisinin rölativist öğeleri barındırdığı gibi rölativizme karşı konumlandırılabilecek imalarda da bulunduğunu belirtmiştik. Kuşkusuz Kuhn’un bu tercihinde rölativist öğelerin teorisini tutarsızlığa itmesinden kaçınma dürtüsü rol oynamıştır. Ne var ki sonuç rölativist öğelerin kurtarılmasından veya tevilinden ziyade rölativist pozisyonun reddedildiği adı konulmamış bir rölativizm olmuştur. Kuhn, başarısız olsa da, muğlak ifadeler ve kavramsallaştırmalarla rölativist pozisyonun getirdiği avantajlardan faydalanırken onun getirdiği yüklerden kurtulma gayreti içine girmiştir. 140 Okasha, Philosophy of Science, s. 89. 141 Dolf Sörensen, Theory Formation and the Study of Literature, Amsterdam, Rodopi, 1987, s. 80. 110 2.1.5. Kuhn’un Teorisinde Sosyal Unsurların Bilimsel Bilginin Oluşumundaki Rolü Buraya dek Kuhn’un teorisinin açmazlarına değindik ve Kuhn’un teorisinin bilimsel uğraşı doğru tasvir edemediğine yönelik görüşlerimizi temellendirmeye çalıştık. Bilhassa onun aksi yöndeki beyanlarına karşın teorisinde merkezi yer tutan rölativist ve konvansiyonalist öğelerin bilimsel uğraşın bütününü ve bilhassa bilimsel dönüşümleri anlatmaktaki eksiklikleri konumuz açısından önem taşıyordu. Çalışmamız bilimsel bilginin oluşumunda sosyal unsurların rol oynadığını kabul ederken bir yandan da bu unsurların bizi rölativist ve konvansiyonalist yorumlara götürüp götürmeyeceğini anlamaya çalışmaktadır. Kuhn’un teorisi özelinde bu soru üzerine yoğunlaştığımızda şu sonuçlara ulaşılmaktadır: Kuhn bilimsel teorilerin oluşumunda ve değerlendirilmesinde sosyal unsurların varlığını kabul etmeden bilimsel resmin tam olarak anlaşılmayacağını ifade etmeye çalışmıştır. Bilim adamları Kuhn-öncesi bilim felsefecilerinin –bilhassa mantıksal pozitivistlerin ve ampiristlerin- iddia ettiklerinin aksine bir makine gibi işlev görmezler. Onlar yine Popper’ın iddia ettiği gibi, yanlışlanmayla da teorilerini kolayca terk etmezler. Bilim adamları teorileriyle bilim dışı faktörlerin de etki ettiği karmaşık bir ilişki yaşarlar. Bu ilişkide psikolojik unsurlar kadar sosyolojik unsurlar da önemli rol oynar. O kadar ki bilim adamları bir teoriyle duygusal bağ kurup onu terk etmemekte ısrarcı olabilirler. Ya da bilimsel camiada takdir görmek için o dönem hâkim olan teoriyi sorgulamama yoluna gidebilirler. Kuhn, bu bağlamda bilim dışı unsurların bilimin işleyişine yaptığı etkiyi incelemiş, örneklendirmiş ve detaylandırmıştır. Kanımızca sadece bu katkısı Kuhn’u tarihin en önemli bilim felsefecileri/sosyologları arasına sokmak için yeterlidir. Bilhassa bu görüşlerin seslendirildiği 1960’larda mantıksal pozitivizmin hâlâ zirvede olduğu düşünülürse Kuhn’un bu katkısının önemi anlaşılacaktır. Kuhn, bilim dışı unsurların –özellikle sosyolojik ve psikolojik unsurların- herhangi bir disipline yaptığı etkiyi incelerken o güne dek kabul edilen 111 Reichenbachçı keşif bağlamı-gerekçelendirme bağlamı ayrımını bilinçli bir şekilde ihlal etmiştir. Kuhn’a göre, bir keşfin ortaya çıkmasında sosyal ve psikolojik faktörlerin etkilerine dikkat çekmek yeterli değildir. Aynı unsurlar bir teorinin kabulünde ve reddinde de etkindir. Teorilerin kabulü ve reddi sadece rasyonel hesaplarla ve tarafsız gözlemlerle ilişkilendirilemez. Kuhn, bu klasik kabulü reddederek adeta bir kutsalı çiğnemiştir. Öyle ki kendisine getirilen eleştirilerin çoğunluğu Kuhn’un bu itirazı ile bilimi irrasyonel bir aktiviteye indirgediği hakkında olmuştur. Kanımızca Kuhn keşif-gerekçelendirme bağlamına getirdiği itirazda haklıdır. Psikolojik, sosyolojik ve politik unsurlar sadece teorinin ortaya çıkışında etkin değildir. Bilim adamları farkında olmasalar da birçok bilim dışı faktörün etkisi altında çalışmalarını yürütürler. Bazen inanmak istediklerine inanırlar. Kimi zaman arzuları gözlemlerini etkiliyor da olabilir. Bir teoriyi kabullerinde geçmiş tecrübeleri, inançları, ideolojileri etkin olabilir. Örneğin Kopernik’in teorisini reddederken aynı zamanda –gayri ihtiyari de olsa- zihinlerinin bir yanında o teorinin Aristocu öğretilere, dolayısıyla bütün düşünce sistemine vereceği zararı tartıyor olabilirler. Bu hesap onların “gerçek”i olduğundan farklı görmelerine neden olabilir. Kuhncu anlayışın bu anlamda da haklı olduğu kanaatindeyiz. Bilim tarihi gerçeğin farklı algılanmasında ideolojilerin, inançların etken olduğunu gösteren birçok örnekle doludur. O an hâkim olan görüş, gerçeğin ne olduğuna karar verilmesinde belirleyicidir. Bununla beraber Kuhn diğer uca savrulmuş, hâkim teorinin mutlak belirleyici olduğunu ima etmiştir. Normal dönemde bilimsel teorilerin hiç sorgulanmadığı görüşü bu düşüncenin bir uzantısıdır. Oysa hâkim teorilerin bilim adamlarının çalışmaları üzerinde etkisi olduğunu kabul etmekle, bilimsel teorilerin tarihin uzunca bir döneminde sorgulanmadığını iddia etmek arasında pozisyonlar mevcuttur. Kuhn, ikinci ucu tercih ederek sosyolojik ve psikolojik unsurların mutlak belirleyiciliği olarak algılanabilecek bir pozisyon benimsemiştir. Ne var ki bu tür bir pozisyon, bu bölüm boyunca değindiğimiz gibi, bilim tarihinin birçok unsurunu açıklamakta zorlanacaktır. Örneğin normal dönemlerin nasıl sona erdiği ve devrimlerin nasıl ortaya çıktığı sorusunu Kuhncu teoriyle tatmin edici bir şekilde açıklamak mümkün gözükmemektedir. Kuhn, bilim tarihinden teorisi için işlevsel bir örneklem seçerek okuru ikna etme gayretindedir. Ne var ki kanımızca bilimi sorgulamanın hiç 112 olmadığı normal dönem ve sorgulamanın olduğu devrimsel dönem olarak ayırmak hatalıdır. Bilim adamları her zaman psikolojik ve sosyolojik unsurların etkisi altındadır. Ancak bu unsurlar hiçbir zaman tek başlarına belirleyici olamazlar. Sorgulama sınırlansa da kalıcı olarak ortadan kalkamaz. Sosyolojik ve psikolojik unsurlar gibi bilim dışı faktörler nasıl bilimin her dönemi mevcutsa, hâkim teorilerin sorgulanması da her dönem mevcuttur. Kuhn’u tezimiz için önemli kılan bir diğer nokta, onun bilim adamları topluluğuna biçtiği roldür. Kuhn, bilim adamlarının bir teorinin kabulündeki en önemli merci olduğunu söyleyerek bilim adamlarının objektifliği tartışmasını başlattı. O döneme dek bilim adamlarının objektifliği üzerine bu denli kapsamlı bir tartışmaya girilmemişti. Daha önce bilim adamları topluluğundan bahsedilse de, onların teori değerlendirmede herhangi bir etkinin baskısıyla hareket ettikleri düşünülmüyordu. Bilim adamları bir teoriyi terk ederdi, çünkü o teori artık terk edilmeliydi. Bu anlamda bilim adamları kısıtlı bir inisiyatif sahibiydi veya hiç inisiyatif sahibi olmayan makinalardı. Oysa Kuhn bilim adamlarının bir teoriyi mekanik bir şekilde terk etmek zorunda oldukları fikrini eleştirdi. Kuşkusuz bu iddia sosyolojik açıklamaların önemine işaret ediyordu. Bilim adamları da bir topluluktu ve diğer her topluluk gibi sosyolojik analizin değerlendirilmesine muhtaçtı. Kuhn’un bu açılımı da bilimsel bilginin sosyolojisi için çığır açıcı olmuştur. Ne var ki, Kuhn sosyolojik ve psikolojik unsurların önemini fazla abartılı sunmuş, teori tercihindeki nesnel unsurların etkisini küçümsemiştir. Bilim adamlarının teori tercihinde teorinin doğruluğunu ve tutarlılığını da hesaba kattıklarını ifade etse de teorisindeki rölativist ve konvansiyonalist unsurlarla bu bilim içi faktörlerin teori seçimindeki etkisini anlamlı bir bütünde buluşturamamıştır. Kuhn’un teorisinin rölativist ve konvansiyonalist imalarından bahsetmiştik. Bilhassa teorilerin daha iyi veya daha kötü olmalarına göre kıyaslanamamaları Kuhn’un teorisinin rölativist olduğu izlenimini güçlendirmektedir. Konvansiyonalistlerin iki önemli tezi olan düşük belirlenme ve kuram yüklülüğün de Kuhncu teoride kilit önemde olduğunu belirtmiştik. Bu faktörler bilim adamlarının doğruyu belirlemedeki rollerine dikkat çeker. Bilimsel yasalar bile uzlaşıların sonucudurlar. Kuhncu teorideki rölativist ve konvansiyonalist öğeler diğer rölativist ve konvansiyonalist teorilerin karşılaştığı eleştirilere muhatap olmuştur. Bu bölümde 113 incelediğimiz gibi bu sorulara tatmin edici bir cevap veremeyen Kuhn, rölativist ve konvansiyonalist öğelerin arkasında durmak yerine onları teorisindeki realist öğelerle dengelemek yoluna gitmiştir. Örneğin bilim adamlarının her istediklerini göremediklerini, sonraki teorilerin dünyayı öncekilerden daha iyi açıklamasalar da daha iyi bulmaca çözdüklerini iddia etmiştir. Ne var ki Kuhn’un teorisinin rölativist ve konvansiyonalistlere yönelttiği eleştiriler bu melez teori tarafından savuşturulamamıştır. Nitekim Kuhn teorisinin bazı unsurlarını daha az savunur olmuş, örneğin teorilerin karşılaştırılamazlığında semantik boyutu öne çıkarmıştır. Kuhn’un bu yöneliminde rölativizme ve konvansiyonalizme getirilen eleştirilere etkili bir cevap verememiş olmasının payı olabilir. Kendisine getirilen tüm eleştirilere karşın Kuhn geçen yüzyılın en çok tartışılan, en zihin açıcı eserlerinden birisini yazmıştır. Kuhncu teoriye karşı çıkanların bile saygısını kazanan bu eser, bilime ve bilimsel devrimlere farklı bir perspektiften bakılmasını sağlamıştır. Kuhn’un sosyolojiye yaptığı atıflar bilim incelemelerinde o güne dek ihmal edilmiş sosyolojik perspektifi gündeme taşımıştır. Takip edilen kısımda inceleyeceğimiz gibi Kuhn’un vasiyetine rölativist ve konvansiyonalist bilim sosyologları sahip çıkmıştır. Bununla beraber Kuhn kanımızca sosyolojik unsurların etki alanıyla ilgili sınırı doğru çizememiş, bilimsel uğraşı herhangi bir toplumsal aktiviteye indirgemiştir. Onun teorisinde sosyal etkenler bilimsel bilginin oluşumunda doğanın da önünde yer almışlardır. Kuşkusuz bu iddia bu kısımda ele aldığımız gibi iç tutarlılık açısından problemlidir. Dahası bilim tarihindeki birçok örneği açıklamakta zorlanmaktadır. Önümüzdeki sayfalarda Kuhn’un da ötesine geçen Güçlü Program’ın bilimsel bilginin oluşumunda sosyal etkenlere nasıl bir rol biçtiğine odaklanacağız. 2.2. Güçlü Program ve Sosyal Etkenlerin Bilimsel Bilginin Oluşumundaki Belirleyici Rolü Kuhn sonrası dönemde daha sık dile getirilmeye başlayan, doğanın bilimsel fikirleri tek başına şekillendirmediği fikri 1970lerde birçok rölativist, konvansiyonalist ve sosyal inşacı görüşe ilham kaynağı oldu. Kuhn’un öncülüğünü yaptığı bu ekoller 114 toplumun bilimsel uğraş boyunca ne denli etkili olduğunun altını çizip, bu etkinin boyutunu ve türlerini belirleme çabası içine girdiler. Güçlü Program bu düşünce ikliminin bir ürünü olarak görülebilir. Bilhassa pozitivist iddiaların bilimde hakim paradigma olmayı sürdürmesi Güçlü Program gibi sosyal inşacı görüşleri beslemiştir. Bilimi doğa hakkındaki bilgiler toplamı olarak nitelendiren görüş, beraberinde bilimi bir inşaya indirgeyen görüşü getirmiştir.142 Güçlü Program bir grup sosyal bilimci tarafından Edinburgh’ta temelleri atılmış bir ekoldür. Ekolün önde gelen iki ismi David Bloor ve Barry Barnes görüşün ana prensiplerini belirlemişlerdir.143 Kuhn’dan esinlendiklerini gizlemeyen Güçlü Program temsilcileri bilimsel teorilerin sosyolojik incelemesinin o güne dek sadece hatalı, yanlış ve irrasyonel teorilerle kısıtlanmasına karşı çıkmışlardır. Bir sosyolog, yanlış bilimsel inançların oluşum süreçleri kadar doğru bilimsel inançların oluşum sürecini de araştırmalı, bu alanı felsefeci veya mantıkçılara bırakmamalıdır. Güçlü Program, ismini bu klasik eğilime karşı durmasından alır. Bilimin sosyolojik incelemesini sadece yanlış ve irrasyonel ile kısıtlayan sosyoloji “zayıf” olarak adlandırılır. Oysa bilimsel uğraş ancak bu klasik eğilimle kısıtlanmayacak bir çaba ile, daha “güçlü” bir sosyolojik açıklama ile anlaşılabilir. Bu bölümde daha detaylı bir şekilde analiz edilecek olan bu pozisyon Güçlü Program’ın rölativist ve konvansiyonalist bir bilim sosyolojisi teorisi olarak değerlendirilmesine neden olmuştur. 2.2.1. Güçlü Programın Rölativist Öğeleri Barnes ve Bloor hiçbir zaman teorilerinin ima ettiği rölativistik öğeleri yadsımadılar. Bu anlamda Thomas Kuhn’dan farklı davrandılar ve rölativizmi bilimsel incelemeye bir tehdit olarak görmediler. Hatta Barnes ve Bloor rölativizm ve bilimsel bilginin sosyolojisini inceledikleri bir makalelerinde rölativizmin akademik camiada hoş 142 Helge Kragh, “Social Constructivism: The Gospel of Science, and the Teaching of Physics” Michael R. Matthews (der.) Constructivism in Science Education: A Philosophical Examination, Dordrecht, Kluwer Academic, 1998, s. 135. 143 Peter Godfrey-Smith, Theory and Reality: An Introduction to the Philosophy of Science, Chicago, University of Chicago, 2003, s. 126. 115 karşılanmamasını yadırgamış, bilime asıl tehdidi bilime içkin olan rölativizmin reddinin oluşturduğunu iddia etmişlerdi.144 Bununla beraber Güçlü Program’ın rölativizm ile ne kast ettiği tartışmaya açıktır. Barnes ve Bloor zaman zaman metodolojik rölativist olduklarını ifade ettiler.145 Bu durumda onlar gerçeğin göreli olduğunu inkar ediyor ancak bir metot olarak rölativizmi benimsediklerini iddia ediyorlardı. Yani bir sosyolog bilimsel teorinin doğru mu yanlış mı olduğuyla ilgilenmemelidir.146 Ancak programın analiz edildiği sonraki bölümlerde göreceğimiz gibi söz konusu olan rölativizmin metodolojik türünden fazlasıdır. Güçlü Program’ın temsilcileri doğruluğun hayli göreceli bir kavram olduğunu iddia ederek rölativist duruşlarını temellendirirler. Onlara göre doğruluk ampirik kanıt ve akılla ilişkilendirilirken doğruluk ve mantık kurallarının toplumdan topluma veya toplum içinde değiştiği göz ardı edilmektedir. Oysa bir bağlamda kanıt sayılabilecek veriler başka bir bağlamda kanıt olarak değerlendirilmeyecektir.147 Birçok tarihsel örneğe dikkat çeken Güçlü Program, kanıtın ve hatta mantık kurallarının sanıldığı kadar evrensel olmadığını gözler önüne sermeye çalışmaktadır. Bu sıradan bir iddia değildir. Şurası açıktır ki kanıtın yerelliğine değinen bu iddia hem yanlışın hem de doğrunun incelemeye alınmasını isteyen metodolojik rölativizmden daha talepkardır. Güçlü Program bu argümanla beraber epistemolojik anlamda bir rölativizmden de söz eder. Bilginin doğruluğu ile ilgili kanıtlarımız evrensel değildir. Bir bilimsel teorinin diğerinden üstünlüğünü savunacak kanıtlar ancak yereldir.148 Bağlam rasyonellik normları dâhil her şeyi belirler. Dolayısıyla epistemolojik olarak doğru ve yanlışı belirlememiz de olanaksızdır. 144 Barry Barnes ve David Bloor “Relativism, Rationalism and the Sociology of Knowledge” Volker Meja ve Nico Stehr (der), The Sociology of Knowledge, s. 235-236. 145 Bloor, Knowledge and Social Imagery, s.158. 146 Barnes ve Bloor “Relativism, Rationalism and the Sociology of Knowledge”, s. 237. 147 Ibid., s. 242-243. 148 David Bloor, “Anti-Latour”, Studies in History and Philosophy of Science, 30, 1, 1999, s. 102 116 Güçlü Program ileride de göreceğimiz gibi bir gerçeğin -bizim dışımızda bir gerçeğin- varlığına inanır. Bu anlamda iddiaların aksine idealist değil, materyalist olarak değerlendirilebilir. Ancak tüm bilgimiz topluma bağımlıdır. Toplum olmadan dünya ile bilişsel bir ilişki kuramayız.149 Yani her ne kadar bizim dışımızda bir doğa varsa da onunla ilişkimiz topluma bağımlıdır. Gerçek veya doğa her zaman anlamamız için basitleştirilmelidir. Bu basitleştirme işlemi doğanın değil, sosyal tercihlerimizin bir sonucu olarak şekillenecektir. Doğa bize sadeleştirmeyi –yani bilimi- nasıl yapacağımızı dikte edemez. Dolayısı ile toplum ve bağlam değiştikçe ona bağlı olan bilimsel bilgimiz de değişecektir.150 Bu yönüyle rölativizmin epistemolojik olduğu açıktır. Güçlü Program’ın bilimsel bilginin ontolojik statüsü ile ilgili görüşleri ise daha karmaşıktır. İleride bu konuya tekrar döneceğiz. 2.2.2. Konvansiyonalizm ve Güçlü Program Konvansiyonalist görüşte bilimsel, mantıksal veya matematiksel doğrular, insanî seçimlerin sonucu olarak kabul edilirler. Bu görüşe göre bilimsel yasalar ampirik verilerin sonucu değildir. Bilimsel yasalar bilim adamları arasındaki uzlaşıların sonucu ortaya çıkarlar. Doğal olarak bu görüşün savunucularına göre alternatif konvansiyonlar bulunur.151 Konvansiyonalistlerin “düşük belirlenme” ve “kuram yüklülük” tezlerini savunduğunu da belirtmiştik.152 Güçlü Program’ın bu tezleri savunduğunu ve dolayısıyla konvansiyonalist olarak adlandırılabileceğini göstermeden önce Program’ın savunucularının rölativizm gibi konvansiyonalizmle anılmaktan da çekinmediklerini hatırlatmak gerekir. Bloor, kuram yüklülük kavramına teorisinde önemli bir yer verir. Ona göre tecrübeden önce sahip olduğumuz inançlar –bilimsel olsun ya da olmasıntecrübemiz üzerinde de belirleyici olmaktadır. Bloor her ne kadar ampirik bilgiyi önemsiz görmediğini belirtse de ampirik veri öncesindeki fikirlerin sonuçta ortaya 149 Bloor, “Anti-Latour”, s. 110. 150 Ibid., s. 90. 151 Michael Rescorla, “Convention”, The Stanford Encyclopedia of Philosophy, Edward N. Zalta (der.), (Çevrimiçi) http://plato.stanford.edu/archives/spr2011/entries/convention/, 02 Eylül 2012. 152 Hess, Science Studies: An Advanced Introduction, s. 18. 117 çıkan bilgimiz üzerindeki öneminin altını çizmiştir. Tecrübemiz önceki inancımız tarafından önemli oranda şekillenir. Bloor gündelik hayattan bir örnekle “kuram yüklülüğü” açıklamaya çalışır: Bu örnekte bir “ilkel”, kâhine giderek hasta tavuğu için yardım ister. Kâhinin verdiği bitkisel karışıma rağmen tavuğu ölen ilkel, durumu şöyle yorumlar: Kâhin, ilkelin tavuğu iyileştirme talebini reddetmiştir. Aynı durumu yorumlayan bir modern ise tavuğun zehirlendiğine hükmedecektir. Aynı tecrübenin bir ilkel ile bir modernde farklı çıkarımlara neden olmasının altında tecrübe öncesinde sahip olunan inanç sistemlerinin farklı olması yatmaktadır.153 Bloor bu tezini bir de bilimsel örnekle desteklemek için Batlamyusçu ve Kopernikçi astronomların inandıkları teorilerin etkisiyle dünyanın güneşle ilişkisini farklı şekilde gözlemleyeceklerini hatırlatır. Sonuç olarak “kuram yüklülük” bilimin vazgeçilmez bir parçasıdır. Dolayısıyla sosyoloğa düşen bir diğer görev, tecrübe öncesi inancın tecrübe sonrası oluşan inanç üzerindeki etkisini araştırmaktır.154 İlerleyen sayfalarda bu konudaki eleştirilerimizi örnekler üzerinden bir tartışmaya girişerek- sunacağız. Güçlü Program’ın temsilcileri “düşük belirlenim” tezine de sahip çıkarlar. Daha önce belirttiğimiz gibi Güçlü Program’a göre ampirik veriler ve benzeri kanıtlar ancak belli bağlamlarda kanıt özelliği gösterirler. Bağlamın dışında evrensel kanıt değillerdir. Dolayısıyla gözlemler aynı da olsa, sonucunda ulaşılacak bilimsel teoriler farklı olacaktır. Her ne kadar sosyal olmayan faktörlerden bahsetseler de bilimsel teorilerin seçiminde belirleyici olan merci sosyal faktörler olacaktır.155 Bloor, konvansiyonalizme sahip çıkarken bu görüşe şüpheyle yaklaşan kişilerin konvansiyonu doğru tanımlayamadıklarını, onu keyfi bir kabul olarak gördüklerini söyler. Oysa Güçlü Program’a göre konvansiyonlar keyfi değildirler. Konvansiyonlar sosyal inanılırlığa ve pratik kullanılırlığa, faydaya sahip olmalıdırlar. Yani herhangi bir görüş konvansiyon ilan edilemez. Yine Bloor’a göre konvansiyonların bilimsel 153 Bloor, Knowledge and Social Imagery, s. 30-32. 154 Ibid., s. 32. 155 Robert Nola ve Gürol Irzık, Philosophy, Science, Education and Culture, Dordrecht, Springer, 2005, s. 337. 118 süreçteki önemini itiraf etmekten çekinen kişiler konvansiyonların eleştirel bir analizden geçirilemeyeceğini varsayarak da hata yapmaktadırlar. Bilhassa birden fazla konvansiyonun bulunduğu toplumlarda seçim yapılırken bu konvansiyonların eleştirel bir analize tabi tutulduğu görülmektedir.156 Kısacası Güçlü Program konvansiyonların bilimsel teorideki inkâr edilemez rolüne vurgu yaparken bir yandan da onların keyfi olmadıklarını vurgulamıştır. Program sosyal olanın önemini vurgulamanın doğadaki gerçekliği önemsizleştirmediğini düşünür. Toplum ve doğa bilginin iki bileşenidir.157 Doğa, Güçlü Program’ın teorisinde konvansiyonların keyfiliğini kısıtlayan –ya da kısıtlaması umulan- asıl aktör olarak hizmet görmektedir. Bunu ne denli başarabildiği ise takip eden kısımlarda incelenecektir. Şu ana dek Güçlü Program’ın bilim teorisinin içerdiği konvansiyonalist ve rölativist unsurlara dikkat çekmeye çalıştık. Bu iki özelliği bu ekolü tezimiz için önemli kılar. Bir önceki kısımda Kuhn’un teorisindeki konvansiyonalist ve rölativist unsurlara değindiğimiz için burada iki ekol arasındaki görüş benzerliklerine değinmenin konunun bütünlük içinde değerlendirilmesinde faydalı olacağına inanıyoruz. 2.2.3. Kuhn ile Güçlü Program Arasındaki Bağlar Güçlü Program hemen her yerde Kuhn’un getirdiği devrimci yenilikten övgüyle söz ederken onun mirasçısı olmayı amaçladığını gizlememiştir. Esasen bu durum Kuhn’un Bilimsel Devrimlerin Yapısı isimli eserinde dile getirdiği vasiyeti ile uyumludur. Kuhn, sosyal unsurların bilimdeki belirleyiciliğine işaret ederken bu alanın sosyologlar ve psikologlar tarafından analiz edilmesi gerektiğine dikkat çekiyordu. Sosyolojik bir analizin araştırmaya dâhil edilmemesi durumunda bilimsel uğraş tam anlamıyla anlaşılamayacaktı. Güçlü Program bu göreve talip olduysa da Kuhn’u ne kadar tatmin ettiği tartışmalıdır. Bilhassa Kuhn’un Güçlü Program’a yönelik sert eleştirileri bu kuşkuyu beslemektedir. Kanımızca tartışılması gereken bir diğer nokta ise Güçlü Program’da yer alıp Kuhn’u tatmin etmeyen noktaların gerçekten de Kuhncu teoriye aykırı olup olmadığıdır. Bu sorulara ilerleyen kısımlarda cevap verilmeye çalışılacaktır. 156 Bloor, Knowledge and Social Imagery, s. 43-44. 157 Bloor, “Anti-Latour”, s. 110. 119 2.2.3.1. Programın Kuhn’la Benzer Görüşleri Hatırlanacağı gibi Kuhn, bilimin nasıl işlediğini anlamaya çalışan kendisinden önceki teorileri bilimdeki sosyal unsurları ve bilhassa bilim adamları topluluğunun birey bilim adamları üzerindeki etkisini göz ardı etmekle suçlamıştı. Bu bağlamda tarihin dikkatli bir analizinin bilimin sanıldığı gibi işlemediğini göstereceğini düşünen Kuhn birçok tarihsel olaya atıfta bulunmuştu. Bunun yanında Kuhn sosyal faktörleri sadece buluşun bağlamı ile sınırlandıran görüşü yetersiz bulmuştu. Ona göre toplum doğruyu belirlemede de –en azından belli oranda- etkindi. Güçlü Program’da bu görüşlerin benimsendiğini görüyoruz. Aşağıda, kısaca bu öğelerin Güçlü Program’da nasıl yer bulduklarına değinilmektedir. 2.2.3.1.1. Tarihin Öğrettikleri Güçlü Program’ın önemli temsilcilerinden Barry Barnes, Kuhn’un tarihi okuyuş biçimini doğru bulur. Kuhn geçmişi bugünün, şimdinin perspektifinden okumanın hatalı olduğunu belirtir. Whig tarih yazımı olarak adlandırdığı bu tarih yazımı, geçmişi bugünün daha az mükemmel bir versiyonu olarak görür. Dünün bilimini, bugünün bilimine giden, onu doğuran bir aşama olarak görür. Doğal olarak içinde ilerleme fikrini barındırır. Oysa Barnes’a göre bilim, bizim gerçeği yansıttığını umduğumuz yorumumuzdur. Bu anlamıyla o bir inşadır. Bizden bağımsız var olamaz.158 Güçlü Program tarihin kullanımına başvurur. Kuhn gibi onlar da tarihe bakınca bilimin sanıldığı gibi toplumdan yalıtılmış bir fanusta gelişmediğinin görüleceğine inanıyorlardı. Bu noktada Güçlü Program’ın tarihsel verileri nasıl etkili bir şekilde kullandığını anlatmak için Bloor’un bir örneğine yer vermek açıklayıcı olacaktır. İlerleyen kısımlarda Güçlü Program’ı daha detaylı ele alırken de görüleceği gibi, Bloor ve arkadaşlarına göre bilimsel yasalarla çıkarlar arasında yakın bir ilişki vardır. Bloor bu ilişkinin somut bir kanıtı olarak Boyle’a ve fiziğin tarihsel gelişimine dikkat 158 Barnes, T.S. Kuhn ve Sosyal Bilimler, s. 6-8. 120 çeker. Göstermek istediği şey Boyle’un ve arkadaşlarının teorilerini onların politik görüşlerinden bağımsız anlamanın mümkün olmadığıdır. Boyle’un mekanik felsefesinde maddeler eylemsizdir ve kör bir şekilde doğanın yasalarına uyarlar. Yani kendiliğinden hareket sahibi değillerdir. Madde, Boyle’a göre akla sahip değildir, irrasyoneldir. Kendi başına hareket edemez veya kendini organize edemez. Bu anlamda Boyle, Lucretius’a karşı bir pozisyon almıştır çünkü atomlar kendilerini hareket ettiremezler. Oysa antik dönemin pagan düşünürleri Boyle’un karşı çıktığı bu görüşe inanıyorlardı. Bloor buradan hareketle Boyle döneminde bu felsefenin neden popüler hale geldiğini açıklamak için 1640’taki iç savaşla Restorasyon dönemi arasındaki İngiltere’ye bakmanın önemine dikkat çeker. O dönemde sosyal huzursuzluk ve radikal dini grup ve tarikatlar mevcuttu. Bu gruplar klasik, ortodoks Hıristiyan görüşün dışına çıkarak kendi dinlerini oluşturdular. Bunu yaparken kendi vahiylerini ve vicdanlarını referans alıyorlardı. Çünkü onlara göre Tanrı her insana yakındı. Kutsallık her insanın içinde yer alıyordu. Bu gruplar Kilise’ye karşı çıkıyor, gelir dağılımını yeniden düzenlemeyi, politik, sosyal ve ekonomik eşitliği sağlamayı gündeme getiriyorlardı. Bloor’a göre tarih bize bu noktada Boyle’un ve arkadaşlarının çıkarlarının bu grupların çıkarlarıyla çeliştiğini öğretir. Boyle ve arkadaşları sosyal çalkantı yerine istikrarlı bir sosyal düzeni savunuyorlardı. Hatta Bloor, Boyle’un iç savaşta maddi sıkıntı çektiğini de hatırlatır. Bu noktada Bloor can alıcı gözlemini yapar. Ona göre Boyle ve arkadaşlarının siyasi ve ekonomik çıkarları, onların fizik teorileri üzerinde belirleyici olmuştur. Onlar bu nedenle hareketsiz, akılsız, pasif maddeyi savunmuşlardır. Pasif ve kendini organize edilmeyen madde, aktif ve kendini organize eden maddeye tercih edilmiştir. Çünkü o dönemde doğadan sosyal ve politik hayatla ilgili dersler çıkarma, doğayla sosyal hayat arasında paralellik kurma olağan bir eğilimdi. Bu paralellik neticesinde madde insana karşılık geliyorsa, kendini organize edemeyen, pasif ve kurallara uyan madde şu açık mesajı veriyordu: İnsanlar da kendilerini idare edemezler dolayısıyla Anglikan Kilisesi gibi kurumlara ihtiyaç duyarlar.159 Bu örnekten de anlaşılacağı gibi Güçlü Program tarihin doğru 159 David Bloor, “Durkheim and Mauss Revisited: Classification and the Sociology of Knowledge” Volker Meja ve Nico Stehr (der), The Sociology of Knowledge, s. 322-325. 121 analizinin bilimin sanıldığı gibi sosyal etkilerden ve baskılardan yalıtılmış bir alan olmadığını göstereceğini iddia eder. Güçlü Program’a göre, Kuhn’la paralel bir şekilde, tarih masa başında idealize edilmiş bir bilim tasvirinin ne denli yanıltıcı olduğunu gösterebilecek önemli bir araçtır. Sosyal etkenlerin bilimdeki rolünü anlayabilmek için önce tarihe bakmak gerekmektedir. 2.2.3.1.2. Sosyal Faktörlerin Bilimsel Bilginin Oluşumundaki Belirleyici Rolü Güçlü Program’ın ana tezlerinden birisi bilimsel bilgimizi ve bilimsel teoriler arasındaki seçimlerimizi sadece doğa ile ilgili faktörlerin belirlemediğidir. Onlara göre sosyal unsurlar teoriye inancın oluşumunda ve teori seçimlerimizde önemli bir belirleyicidir. Güçlü Program’ın bu görüşünün altında şu gözlem yatar: Bir bilimsel teorinin diğerinden üstünlüğünü savunacak mutlak kanıtlar yoktur. Sadece lokal nedenler vardır.160 Doğal olarak içinde yaşanılan toplum değiştikçe kanıtlar değişecektir. Kuşkusuz bu görüş, Kuhn’un paradigmaların belirleyiciliği görüşü ile paraleldir. Yine Kuhn’da yer alan “karşılaştırılmazlık” görüşü de Güçlü Program’ın bu görüşü ile yakındır. Hatırlanacağı gibi Kuhn da teorilerin birbirlerinden üstünlüğü tartışmasında daha iyiye veya daha kötüye gidiş şeklinde bir yorumda bulunmanın hatalı olduğunu, her paradigmanın kendine özgü teori seçim kriterleri olduğunu vurguluyordu. Yani Kuhn’da da getirilen kanıtlar ancak belli bir dönem ve durum için geçerliydi. Her dönemi kapsayan belirleyici kriterler bulmak olanaksızdı. Yine Kuhn’un teorisinden aldığı ilham ile Güçlü Program’a göre bilimdeki sosyal unsurları ayıklamaya çalışmak da bilimin doğasına aykırıdır. Bilgi, toplumsal unsurun azalması ile daha kaliteli bir hal almaz. Bilimsel bilgi kaçınılmaz bir şekilde toplumsaldır. Çünkü ancak toplum aracılığıyla dünya ile bilişsel bir ilişki içine gireriz.161 Dolayısıyla bilim sosyologlarına, Kuhn’da olduğu gibi, Güçlü Program tarafından da önemli bir rol verilmiştir. 160 Bloor, “Anti-Latour”, s. 102. 161 Bloor, “Anti-Latour”, s. 110. 122 Barnes, Kuhn’daki anlaşılmasının konvansiyonalist bilimsel uğraşı unsura anlamak için atıfta bulunarak şart bu olduğunu ileri unsurun sürer. Konvansiyonların önemini göstermek toplumun belirleyiciliğini göstermek anlamına geldiği için Güçlü Program temsilcilerince önemsenmiştir. Barnes, konvansiyonların bilimin ilk anından itibaren ne kadar belirleyici olduğunu göstermek için Kuhn’un yer verdiği bir örneğe atıfta bulunur. Örneğimizde bir çocuk, kuğu ile ördek arasındaki farkı öğrenirken babasının yardımına başvurur. Baba daha önce kuğu ve ördek görmemiş çocuğuna tek tek, örneklere başvurarak “bu kuğu” “bu ördek” şeklinde grupları ayırt etmeyi öğretir. Çocuk böylece bir kuşun hangi sınıfa veya gruba gireceğini öğrenir. Gerçekte ise hiçbir kuş diğerinin aynısı değildir. “Ördek” sınıfı altında toplanan hiçbir kuş da diğerinin aynısı değildir. Aynı şekilde “kuğu”lar da “ördek”lerden farklı görünse de “kuğu” sınıfının içindeki her birey diğerlerinden farklıdır. Çocuk aldığı eğitimle “kaz”, “ördek” ve “kuğu”yu ayırt etmeyi öğrense de aslında bu kümeler bir konvansiyondan ibarettir. Doğada, bizim dışımızda, bizim tanımlamamız dışında var olamazlar.162 Buradaki önemli nokta çok temel sandığımız ve bilim için vazgeçilmez gördüğümüz kavramları bile bir uzlaşım neticesinde elde ettiğimizdir. Barnes, Kuhn’un konvansiyonlara verdiği önemin altını çizerken toplumsal uzlaşılarımızın –dolayısıyla sosyal unsurların- belirleyiciliğini ispatlama çabasındadır. Eğer istersek farklı bir tanım kullanır ve sınıflarımızı değiştirebiliriz.163 Örneğin sınıflandırmada gagayı değil rengi esas alırsak ve her beyaz renk kuşa “kuğu” dersek farklı konvansiyonalistlerin bir iddiasına sınıflandırmaya göre, sahip sınıflandırmayı oluruz. takip Dolayısıyla, eden bilimsel gözlemlerimiz ve çıkarımlarımız da değişikliğe uğrayacaktır. Bu bağlamda başta konulan kurallar bilimsel ürünlerin kaderini belirlemektedir. Güçlü Program’a göre doğruyu belirleyen bağımsız bir rasyonelliğin bulunmadığını ifade etmiştik. Doğruyu belirleyen asıl faktör, grubun kararıdır.164 Güçlü Program bu noktada Kuhn’un en üst merci olarak bilim adamları topluluğunu göstermesine benzer bir tutum takınmaktadır. Sosyal faktörler, söz gelimi çıkarlar, sadece bilim 162 Barnes, T. S. Kuhn ve Sosyal Bilimler, s. 40-43. 163 Barnes, T. S. Kuhn ve Sosyal Bilimler, s. 100-103. 164 Nola ve Irzık, Philosophy, Science, Education and Culture, s. 337. 123 adamlarının bir bilimsel teoriye inancını belirlemiyor. Bir teorinin diğerinden üstün tutulmasının ardında da baştaki kararların, tanımların, konvansiyonların etkisi belirleyicidir. Güçlü Program’a göre bilim adamları topluluğu Popper’da olduğu gibi pasif, hesap makinesi gibi bir makine değil; Kuhn’daki gibi inisiyatif alan, doğrunun kriterlerini belirleyen bir merciidir. Son olarak Kuhn’da olduğu gibi Güçlü Program’a göre de bilimde ilerlemeden söz edemeyiz.165 Güçlü Program, bir sonraki kısımda detaylı olarak inceleyeceğimiz gibi doğrunun, gerçeğin bilgisine tam olarak ulaşamayacağımızı iddia eder. Sosyal faktörler doğa ile ilişki kurmamızı sağlar. Toplum olmadan doğayla ilişkiye girip onun niteliği hakkında bilgi sahibi olamayız. Sosyal unsurlar bilime içkindir, ondan ayıklanamaz. Bu durumda doğrunun ve gerçeğin ne olduğu hiçbir zaman tam olarak bilinemeyecektir. Nitekim Güçlü Program’ın rölativist yanını açıklarken bahsettiğimiz gibi, Program’a göre her dönem geçerli bir rasyonellik kriteri veya ampirik delilden söz edemeyiz. Dolayısıyla bilimsel teorilerin git gide daha doğruya gittiği, gerçeği bulmaya daha fazla yaklaştığı iddiası Güçlü Program’ın genel fikirleriyle uyumlu gözükmemektedir. Sadece o anki mevcut şartlar içerisinde rasyonellikten veya ampirik delilden söz edilebilir. Ancak Kuhn’da olduğu gibi teorilerin daha iyiye gittiğini iddia etmemizi sağlayacak bir zemin Güçlü Program’da da mevcut değildir. 2.2.3.2. Güçlü Program’ın Kuhn’dan Temel Farkı Tüm bu benzerliklere karşın Güçlü Program ile Kuhn arasında bazı önemli noktalarda ayrışma olduğu kanaatindeyiz. Kuhn’un Program’ı absürtlükle suçlamasının altında kısmen bu farklılıklar yatmaktadır. İlk olarak her ne kadar sosyal unsurların teori seçimindeki belirleyiciliğine atıfta bulunsa da, Kuhn, bilimsel devrim durumunu istisnai bir dönem olarak görmüş, bu dönemde eleştirel düşünceye kapı aralamıştır. Ona göre anomalilerin taşınamaz duruma gelmesi neticesinde paradigmaların etkisi kırılır ve devrim gerçekleşirken bilim adamları eski paradigmaya ve yeni paradigma adayına eleştirel bir değerlendirme ile yaklaşırlar. Oysa Güçlü Program’ın teorisinde eleştirel düşünceye açılabilecek kapılar neredeyse 165 W. H. Newton-Smith, The Rationality of Science, London, Taylor and Francis, 2002, s. 259. 124 tamamen kapalıdır. Her ne kadar Güçlü Program’ın teorisinden konvansiyonların keyfi olmadığını ve belli oranda eleştirel bir süreçle seçildiğini çıkarmak mümkünse de,166 bu iddia teorinin bütünüyle çelişki içinde görünmektedir. Güçlü Program’daki sosyal unsurlar hiçbir zaman oyunun dışında kalmazlar. Her an belirleyicidirler. Bilimin doğasına içkin olan sosyal unsurlar gerek teorinin gözlemleri belirlemesi ile gerek konvansiyonların oluşum süreciyle gerekse teori seçimindeki etkisiyle her an belirleyici bir role sahiptir. Sonuç olarak Güçlü Program, sosyal unsurlardan arınmış bir teori seçimine –istisnai bir dönem için de olsa- inanmaması ile Kuhn’dan ayrılır. Güçlü Program’ı Kuhn’dan farklılaştıran başka noktalar da bulunmaktadır. (Sözgelimi Program’ın bilimsel bilginin oluşumunda çıkarlara yüklediği anlam Kuhn’un teorisindekinden farklıdır.) Ancak bu noktalara bu bölümün içinde Güçlü Program’ı daha detaylı ele aldıkça yer vermeyi tercih ettik. Aşağıda Kuhn’un Güçlü Program hakkındaki görüşlerine kısaca yer verilecektir. 2.2.3.3. Kuhn’un Tepkisi Kuhn, Güçlü Program'ı kendi takipçisi olarak görmemiş, onların yapı-sökümünü aşırı noktalara taşıdıklarını söylemiştir.167 Kuhn'a göre Güçlü Program bütün bilim sürecini çıkar ve güçten ibaret görme hatasına girişmiştir. Doğanın bilimle ilgili görüşlerin oluşumundaki rolü küçümsenmiş hatta yok sayılmıştır.168 Kuhn tarafından dile getirilen bu itirazlar ileride de görüleceği gibi Güçlü Program’a yöneltilen yaygın bir eleştiridir. Gerçekten de Güçlü Program’ın en büyük problemi sosyal 166 Bloor konvansiyon olmuş, konsensusa dayanan bilginin eleştirilemeyeceği iddiasını hatalı bulur. Farklılaşmış toplumlarda aynı konuda birden fazla konvansiyon olduğunu düşünen Bloor burada seçimin kritik bir analizle yapılabileceğini söyler. Ancak sosyal unsurların aşkın belirleyiciliğinde bu tür bir seçimin nasıl yapılacağını açıklamaz. (Bakınız Bloor, Knowledge and Social Imagery, s. 44.) Kanımızca böyle bir durumda, seçim anında kritik analizin gerçekleştiğine inanmaktansa sosyal unsurların daha çok desteklediği konvansiyonun seçildiğine inanmak Güçlü Program’ın genel teorisiyle daha uyumlu gözükmektedir. 167 Thomas Kuhn, The Road Since Structure: Philosophical Essays, 1970–1993, Chicago, University of Chicago Press, 2000, s. 110. 168 Robert Nola ve Howrad Sankey, "A Selective Survey of Theories of Scientific Method", Robert Nola ve Howard Sankey, (der.) After Popper, Kuhn, and Feyerabend Recent Issues in Theories of Scientific Method, Dordrecht, Kluwer Academic, 2000, s. 38. Ayrıca bakınız: Stephen Cole, “Voodoo Sociology: Recent Developments in the Sociology of Science” P. R. Gross, N. Levitt ve M. W. Lewis, (der.), The Flight from Science and Reason, New York, New York Academy of Sciences, 1996, 276. 125 unsurların gücünü abartması, sosyal olmayan unsurların belirleyiciliğini küçümsemesidir. Bunun yanında bu eleştirinin Kuhn tarafından yapılması hayli ironiktir. Önceki bölümde gördüğümüz gibi Kuhn karşılaştırılmazlık ilkesi uyarınca bir teorinin diğerinden üstün olduğunun iddia edilemeyeceğini belirtmiş, bilim adamlarının üzerindeki paradigmanın belirleyici gücüne atıfta bulunmuştu. Öte yandan Kuhn, bir önceki bölümde dile getirildiği gibi, teorisindeki rölativist ve konvansiyonalist imaları reddetmek gibi bir çaba içerisine –tutarsızlığa düşme pahasına da olsa- girmiştir. Burada Kuhn’un yine Güçlü Program üzerinden kendi teorisini “aklama”ya çalıştığını iddia edebiliriz. Kuhn’un teorisinde de doğanın rolü hayli kısıtlıdır. Hatta hatırlanacağı gibi yer yer teori seçiminde doğanın hiçbir rolünün olmadığını ima eden bölümlere de rastlanır. Kuhn bu açık imalara karşın doğanın da teori seçiminde belirleyici olduğunu iddia eder. Ne var ki aynı tutum Güçlü Program’da da mevcuttur. Bloor ve arkadaşları da bizim dışımızda bir doğanın var olduğunu ve bilimsel uğraşın sadece sosyal unsurlarla şekillenmediğini iddia ederler. Ancak bu iddianın teorinin geri kalanı ile ne denli uyumlu olduğu tartışmalıdır. Kanımızca Kuhn’un Güçlü Program’ı eleştirdiği bu nokta, gerçek bir eleştiri olmaktan çok Program ile Kuhn arasında ortak bir yön olarak görülebilir. Kuhn, Güçlü Program gibi çıkarları ön plana koymasa da bilimsel çabada sosyal faktörlerin önemine işaret eden, hatta bilimsel çabanın çoğunluğunda sosyal etkenler nedeniyle eleştirel sorgulamanın var olmadığına inanan bir teorisyen olarak doğanın rolünü tamamen yok saymasa da minimize etmiştir. Güçlü Program’ı absürt olarak nitelendirmesi bu nedenle tutarlı gözükmemektedir. 2.2.4. Güçlü Program’ın Diğer Teorik Bağlantıları Güçlü Program’ın Kuhn’la olan bağlantılarını incelerken Program’ın teorisi hakkında bazı temel ipuçları verdik. Teorinin detaylı bir analizine devam etmeden önce Program’ı etkileyen iki önemli bilgi/bilim felsefecisinden/sosyoloğundan kısaca bahsetmek Güçlü Program’ı daha iyi anlamaya katkıda bulunacaktır. Bu düşünürler Michel Foucault ve Ludwig Wittgenstein’dır. 126 2.2.4.1. Michel Foucault Foucault’nun birçok eseri –Kliniğin Doğuşu veya Çılgınlık ve Medeniyet gibitarihçiler tarafından eleştirilse ve hatta bazılarınca ciddiye alınmasa da sosyologlar tarafından dikkate değer bulunmuştur. Bilhassa bilimin sosyal bir inşa olduğuna inanan sosyologlar Foucault’yu zengin bir kaynak olarak görmüşlerdir.169 Ancak Foucault’nun Güçlü Program için bundan daha fazla anlam taşıdığını iddia edebiliriz. Foucault güç ve bilgi arasındaki ilişkiye dikkat çeken ilk düşünürlerden birisi170 olması nedeniyle Güçlü Program’ın fikirlerinin oluşumunda önemli bir yere sahiptir.171 Foucault’nun gücü sadece bilgi ile değil, doğruluk ile de ilişkilendirdiğini görüyoruz. Güç aynı zamanda doğruyu yaratandır, onu belirleyendir. Benzer bir pozisyon Güçlü Program tarafından da savunulmaktadır. Güçlü Program da sosyal, kültürel, tarihsel etkenlerin bilimi şekillendirdiğini kabul eder. Bilhassa bilim adamlarının çıkarlarının onların bilimsel çalışmalarına, bir teoriye inançlarına nasıl yansıdığına dikkat çeker. Aradaki fark Foucault’nun bu etkenlerin bir alt kümesi olarak kabul edilebilecek güç ilişkilerine yoğunlaşmasıdır.172 Foucault'ya göre her türlü doğruluk iddiasına şüpheyle yaklaşmak gerekir. Güç ilişkileri bilginin üzerinde belirleyici bir etkiye sahiptir. Habermas'ın aksine Foucault, güç ilişkilerinden korunmuş bir doğruya inanmaz.173 Güçlü Program da “çıkar” gibi sosyal unsurların bilgiden arındırılamayacağına inanır. Sonuç olarak Güçlü Program’da da bilgi, güç ve çıkar ilişkilerinden bağımsız düşünülemez. 169 Nick J. Fox, “Foucault, Foucauldians and Sociology” The British Journal of Sociology, 49, 3, 1998, s. 428. 170 Her ne kadar Francis Bacon güç ile bilgi arasındaki ilişkiye dikkat çektiyse de onun “bilgi güçtür” sözüyle kast ettiği bilginin gücü artıracağıdır. Oysa Foucault tersten bir nedenselliğin var olduğunu savunmuş; gücün bilginin yaratım sürecindeki etkili rolüne dikkat çekmiştir. Güçlü Program’ı asıl etkileyen ilişki bu ikincisidir. Detaylı bir kıyaslama için bakınız: Nola ve Irzık, Philosophy, Science, Education and Culture, s. 322. 171 Nola ve Irzık, Philosophy, Science, Education and Culture, s. 326. 172 Ibid., s. 346-348. 173 David Ingram “Foucault and Habermas”, G. Gutting (der.), The Cambridge Companion to Foucault, Cambridge, Cambridge University Press, 2006, s. 262. 127 2.2.4.2. Ludwig Wittgenstein Güçlü Program’a ilham veren düşünürlerden bir diğeri de dil ve mantık kuralları üzerine söyledikleri ile Wittgenstein’dır.174 Güçlü Program’ın kurucularından Bloor, Wittgenstein hakkında yazdığı eserinde “anlam finitizmi” kavramına değinir ve sosyal unsurların en temel düzeyde bilimde nasıl belirleyici olduğunun altını çizer. Bloor'a göre anlam finitizmi Wittgenstein'ın eserlerinde altını çizdiği önemli bir problemdir. Özetle, anlam finitizmine göre, bilimsel bilginin edinilmesi sürecinde bilinen örneklerden yenilerine bir kuralı izleyerek ulaşamayız. Örneğin daha önce verdiğimiz örneği hatırlarsak bir kuğunun ne olduğu, kuğuyu kuğu olmayandan ayıran kriterler, objektif bir kuralla belirlenmez. Ne kadar kuğu veya kuğu olmayan canlı görsek de böyle bir kritere ulaşamayız. O kriterleri belirleyen kuralı biz oluştururuz. O kural bir inşadır. Kuralları da onlar yardımıyla oluşturduğumuz kavramları da bu şekilde inşa ederiz.175 Yani Wittgenstein’ın da belirttiği gibi mantığın kolayca takip edeceği kurallardan yoksunuzdur.176 Kuralların takip edilip edilmemesi, takip edilecekse bunun nasıl yapılacağı da sosyal bir uzlaşının sonucudur. Bilimde kendisinden önceki örneklerden veya kurallardan yola çıkan bir kişi kendisini kör bir sürecin içinde bulacaktır. Çünkü onu yönlendirecek bir mantıksal rehberden yoksundur. Bu noktada bizi yönlendiren şey sosyal bir süreç olan eğitimdir. Yani bilimin en temel saydığımız kategorileri, mantık yasaları bile mutlak değildir. Bu yasaları ve kategorileri de biz eğitim süreci ile öğreniriz.177 2.2.5. Teorinin Ana Hatları Güçlü Program’ı besleyen isimleri anlatırken Program’ın bilim sosyolojisinin temel hatları hakkında ipuçları verdik. Güçlü Program’ın neden ortaya çıktığını, doğa bilimlerinde sosyal unsurların etkilerini nasıl yorumladığını ise takip eden kısımlarda inceleyeceğiz. 174 Martin Kusch, “Rule-Scepticism and the Sociology of Scientific Knowledge: The BloorLynch Debate”. Social Studies of Science, 34, 4, 2004, s. 577. 175 Robert Nola, Rescuing Reason, Dordrecht, Kluwer Academic Publishers, 2003, s. 214. 176 Steve Woolgar, Bilim: Bilim İdesi Üzerine Sosyolojik Bir Deneme, çev: Hüsamettin Arslan, İstanbul, Paradigma Yayıncılık, 1999, s. 69. 177 David Bloor, Wittgenstein, Rules and Institutions, London, Routledge, 1997, s. 19-20. 128 2.2.5.1. Güçlü Bir Programa Neden İhtiyaç Var? Güçlü Program neden ortaya çıktığını açıklamaya hatırı sayılır bir mesai harcamıştır. Bilimi anlama ümidiyle yola çıkan önceki teoriler nereleri eksik bırakmışlardır ki “güçlü” bir programa ihtiyaç duyulmuştur? Bloor ve arkadaşları bu noktayı kısaca şu şekilde açıklarlar: Önceki araştırma programları bilgi sosyologlarını sadece “hatalı olan”ı incelemeye yönelttiler. Onlara göre sosyal nedenler gerçeği tahrif etmektedirler; dolayısıyla sosyologlar tahrif edilmiş gerçekle ilgilenmelidirler. Oysa Güçlü Program’a göre doğru bilgide de sosyolojik unsurların izini sürmemek hatalıdır. Bilginin –doğru da olsa- oluşumuna, değerlendirilmesine, kabulüne, reddine etki eden sosyal etkenler ve süreçler araştırılmalıdır. Bu görüş geleneksel bilgi sosyologlarına makul gelmeyecekti zira onlar rasyonalist görüşü benimsemişlerdi. Rasyonalizmin bir gereği olarak bilginin, doğru inancın açıklanmasında sadece akla başvurulacaktı. Doğru inanç rasyonel nedenler dışında bir nedene ihtiyaç duymazdı. Nedene ihtiyaç duyan sadece hatalı bilgiydi.178 Bloor bu sınırlamaya karşı çıkarken sosyoloğun çalışma alanını şu şekilde betimler: “Fizyolojinin amacı sağlıklı organizma ile hasta organizmayı açıklamaktır; mekaniğin amacı çalışan ve çalışmayan makineleri anlamaktır; ayakta kalan köprüler kadar yıkılanları da… Benzer şekilde sosyolog bulunan inançları – araştırmacının onları nasıl değerlendirdiğini göz ardı ederek- incelemelidir.”179 Kuşkusuz bu duruş bilim sosyolojisinde önemli bir yeniliğe karşılık gelir. Bilgi sosyolojisinin kurucusu sayılan Mannheim’dan beri matematik ve doğa bilimlerinin sınırlarına sokulmayan sosyoloji, Güçlü Program ile sınırlarını genişletmiş olmaktadır. Artık fizikte doğruluğu ispatlanan bir teoriye bilim adamlarının niye inandığı da sosyologları ilgilendiren bir konu olacaktır. Bu eğilim doğal olarak içinde bilim adamlarının bir teoriye sadece doğru olduğu için inanmadıkları anlamını taşımaktadır. Bu konudaki eleştirilerimizi –doğrunun analizinin sosyologlarca yapılıp yapılamayacağını- bir sonraki kısımda sunacağız. 178 Woolgar, Bilim: Bilim İdesi Üzerine Sosyolojik Bir Deneme, s. 55-57. 179 Bloor, Knowledge and Social Imagery, s. 5. 129 2.2.5.2. Sosyal ve Sosyal Olmayan Faktörler Yukarıdaki özellik ile yakından ilişkili olan bir başka özellik Güçlü Program’ın sosyal faktörlere yüklediği büyük açıklama gücüdür. Bu konuda birçok delil getirme gayretine giren Bloor ve Barnes sosyal unsurların bilimi nasıl şekillendirdiğini ispatlamaya çalışır. Örneğin onlara göre ampirik bilginin başlangıçtaki inanç tarafından şekillenmesi teorileri için önemli bir kanıttır. Bloor ampirik bilginin önemini yadsımadığını iddia ettiği teorisinde algımızın –ne denli iyileştirilse de – tek başına bilgimizi oluşturamayacağını iddia eder. Her zaman tecrübemizden önce bir inanca sahibizdir. Tecrübe bu inancın üzerine eklenir. Tecrübe bilgiyi etkilese de tek başına onu şekillendiremez.180 Bloor, başlangıçta var olan inancın belirleyiciliğinden yola çıkarak şu sonuca ulaşır: “Her bilginin içinde bir sosyal bileşen vardır.”181 Dolayısıyla sosyoloğun inceleme alanı dışında bir bilgi veya bilimsel inanç yoktur. Sosyolog aynı zamanda bu önceki inancın nasıl oluştuğunu araştırmakla yükümlüdür.182 Anlam finitizminden çıkarılması gereken ders, sosyal unsurların bilginin oluşumundaki merkezi rolüydü. Bunun yanında Barnes ve Bloor’a göre bilim adamlarının aynı şeyi gözlemlediklerinde bile farklı gözlem sonuçlarına ulaşmaları ve çıkan sonuçları farklı yorumlamaları sosyal unsurların belirleyiciliğine bir kanıttır.183 Yine bağlantılı bir şekilde çıkarların bilimsel uğraşı etkilediğine dair kanıtlara Güçlü Program savunucularınca yer verilir. Kısacası Güçlü Program’a göre sosyal unsurlar birçok farklı alanda ve düzeyde bilimsel bilginin oluşumunu etkilerler. Her şeye rağmen Güçlü Program’ın savunucuları doğayı toplumla açıkladıkları iddiasını reddederler. Öncelikle onlara göre sosyal olmayan faktörler de bilgiyi şekillendirir. Bilginin tecrübeden ve maddi dünyadan bağımsız bir fantezi olduğunu reddeden Bloor bu tür bir görüşü tutarsız bir pozisyon olarak tanımlar. Çünkü bilgi 180 Bloor, Knowledge and Social Imagery, s. 31-32. 181 Ibid., s. 32. 182 Ibid. 183 Barry Barnes ve David Bloor, “Relativism, Rationalism and the Sociology of Knowledge”, Volker Meja ve Nico Stehr (der), The Sociology of Knowledge, s. 34. 130 fantezi olsaydı bile paylaşılmak için belli gereçlere ihtiyaç duyardı. Bu gereçlerden bazıları bilgiyi paylaştığımız tarafın algılarıdır veya öğrenme yeteneğidir. Eğer karşımızdaki kişinin algıları ve öğrenme yeteneği yoksa bu durumda fanteziden ibaret dediğimiz bilgiyi paylaşamayız. Bu gerçek, doğal olarak sosyal olmayan unsurlara bir atıf demektir. Algılama maddi gerçekliği, biyolojik bir süreci şart koşar ki burada sosyal değil, sosyal olmayan faktörler rol oynar. Bu nedenle, Bloor’a göre bilimsel bilginin sosyolojisi doğası gereği sosyal olmayan maddi tecrübeleri göz ardı edemez. Sosyal olmayan unsurlar da bilginin oluşumunda etkilidir.184 Bununla beraber her insanda ortak olan fizyolojik, genetik, evrimsel etkenler sahip olduğumuz inançlardaki farklılıkları açıklayamaz. Eğer sadece onlar açıklama gücüne sahip olsalardı bu durumda hepimiz aynı inanca sahip olurduk. Güçlü Program bu gerçeğin altını çizerek bilgimizi asıl şekillendirenin bu ortak materyal unsurların dışında kalan sosyal unsurlar olduğunu vurgular.185 Güçlü Program’ın savunucularına göre toplumla açıklanan şey, doğa değil doğa hakkındaki bilgidir.186 Yani Güçlü Program’a göre biz doğanın bilgisine ulaşamasak da veya yanlış bilgiye ulaşsak da bizim dışımızda bir doğa vardır. Güçlü Program bu yönüyle naturalist bir ekol olarak değerlendirilebilir. Sonuç olarak Program’ın savunucuları hem doğayı hem de toplumu inancı etkileyen, onu oluşturan faktörler olarak gördüğünü iddia eder.187 Ancak kanımızca Güçlü Program’daki sosyal unsurlar bilimsel bilgiyi şekillendirmede ilk andan itibaren o denli baskındır ki sosyal olmayan unsurların rolünü pratikte neredeyse yok saymaktadır. Bloor bu eleştirileri savuşturmak için –tıpkı Kuhn gibi- doğanın rolünün asla inkâr edilemeyeceğinden söz eder. Bunu ne denli başardığını ise eleştirilerimizi sunduğumuz bir sonraki kısımda değerlendireceğiz. 184 Bloor, Knowledge and Social Imagery, s. 32-34. 185 Nola, Rescuing Reason, s. 211-212. 186 Bloor, “Anti-Latour”, s. 87 187 Ibid., s. 96. 131 2.2.5.3. Anlam Finitizmi Hatırlanacağı gibi anlam finitizminin temel problemi her türlü sınıflandırmayı temelsiz kılmasıdır. Bunun yanında anlam finitizmi ilk bölümde ele alınan DuhemQuine problemine atıfla bir verinin birden fazla teori tarafından açıklanabilmesi durumuna da yol açar.188 Hiçbir veri bizi tek başına bir sonuca ulaştıramaz. Hiçbir mantık kuralı bunu garanti edemez. Bu durumda mantık kurallarının nasıl işleyeceği de, her türlü sınıflandırma da, hangi teorinin doğru olarak kabul edileceği de sosyal süreçlerle belirlenecektir. Bu nedenle anlam finitizmi kavramların kendilerinde içerdiği iddia edilen özelliklerini değil uygulamalarını öne çıkarır.189 Anlam finitizmi, Güçlü Program’ın yaklaşımında bilimin içindeki sosyal unsurların ne denli güçlü olduğunu göstermesi açısından kilit bir role sahiptir. Hem doğada var saydığımız kategori ve sınıfların hem de aklın emrettiğini düşündüğümüz mantık kurallarının otoritesi anlam finitizmi ile sarsılmıştır. Elde sadece bilim adamları topluluğunun uzlaşımlar sonucu oluşturduğu kategoriler, kavramlar ve kendileriyle sonuca vardığımız –ancak yine bilim adamları topluluğunca belirlenen- mantık yasaları vardır. Bilhassa tecrübe öncesi inancın rolünü de denkleme dâhil edersek, bilimsel sürecin neredeyse tamamına sosyal unsurların yön verdiğini görürüz. Konvansiyonlar bilimsel bilginin oluşumunda başat rol oynamaktadırlar. 2.2.5.4. Çıkarlar Güçlü Program’ın en önde gelen iki temsilcisi olan Bloor ve Barnes sayısız örnek vererek “çıkar”ın bilimdeki rolünü somutlaştırma çabası içine girmişlerdir. Onlara göre çıkarlar sadece bir bilimsel teorinin ortaya çıkmasında değil, o teorinin doğru kabul edilmesinde, alternatif teoriler arasından seçilmesinde de etkin bir rol oynarlar. Aşağıda birkaç örnek üzerinden çıkarların nasıl kilit bir konuma getirildiği açıklanmaya çalışılmaktadır. Barnes ve Bloor, Güçlü Program’ın genel tezlerinden birisini oluşturan, bir bilimsel teoriyi doğru kabul etmemizi sağlayan kanıtların bağlamla ilişkili olduğunu 188 N. David Mermin “The Science of Science: A Physicist Reads Barnes, Bloor and Henry” Social Studies of Science, 28, 4, 1998, s. 610. 189 Barnes, T.S. Kuhn ve Sosyal Bilimler, s. 65-67. 132 göstermeye çalışırken Pouchet ve Pasteur arasındaki tarihsel bir örneğe başvurur. Bu tarihsel örnekte Pouchet ve Pasteur biyolojinin önemli konularından olan “kendiliğinden oluşum” (spontaneous generation)190 konusunda uzlaşamazlar. Barnes ve Bloor burada Farley ve Geison’ın konu üzerindeki detaylı analizinden faydalanırlar. Onlara göre bu olay dönemin politik, dini unsurlarının bilimsel teoriler üzerinde etkili olduğunun bir kanıtıdır. Buradan yola çıkarak sosyal, politik ve fizyolojik anlamda bağımsız bir “kanıt”tan bahsedilemeyeceğini gösterirler.191 “Kendiliğinden oluşum” biyolojide canlıların cansız materyalden birden ortaya çıkmasına karşılık gelir. Bu şekilde oluşan canlıların ebeveyne sahip olmadığı, inorganik veya organik bir maddeden ortaya çıktığı düşünülür. Pasteur'ün çalışmaları neticesinde 19. yüzyılın sonlarında bu görüş terk edilmiştir. Bununla beraber Güçlü Program’ın atıfta bulunduğu Farley ve Geison olayın politik yönüne dikkat çekerler ve Pasteur'ün monarşi ve Kilise ile olan ilişkisine değinirler. Bilhassa o dönem Fransası'nda din ile ilgili konuların siyasetle olan yakın ilişkisi bilimi de etkiler.192 O dönemde kendiliğinden üreme sıradan bir tartışma değil, Darwin'in evrim kuramı ile ve dinle ilişkilendirilen bir tartışmaydı. Kendiliğinden üreme Darwin’in evrim teorisi için vazgeçilmez bir öğe olarak görülüyordu. Çünkü canlılığın ilk aşamasında bu tür bir kendiliğinden oluşuma ihtiyaç duyuluyordu. Fransa'da dindar çevreler ise dine karşı olduğunu düşündükleri için Darwinciliğe karşı tutum almışlardı. Dolayısıyla “kendiliğinden oluşum”a da karşı çıkmaktaydılar. “Kendiliğinden oluşum”un mümkün olmadığını göstermeye çalışan Pasteur de bu grubun içindeydi. Farley ve Geison, bu noktada Pasteur'ün dini ve politik görüşlerinin onun kendiliğinden üreme ile ilgili pozisyonunu belirlediğini söylerler. Öte yandan onlara göre Pouchet, sosyal ve politik unsurlardan bilhassa o dönemin ortodoks görüşlerinden daha az etkilenmiştir. Dolayısıyla onun “kendiliğinden oluşum” hakkında Pasteur’den farklı 190 “Kendiliğinden Oluşum” canlılığın kökenine ilişkin bir tartışmadır. Günümüzde terk edilmiş bu anlayışa göre canlılar birden cansız elementlerden türemektedirler. Bakınız:, Larry L. Mai, Marcus Young Owl ve M. Patricia Kersting. The Cambridge Dictionary of Human Biology and Evolution, Cambridge, Cambridge University Press, 2005, s. 501. 191 Barnes ve Bloor, “Relativism, Rationalism and the Sociology of Knowledge” s.243. 192 James Robert Brown, Who Rules in Science? An Opinionated Guide to the Wars, Cambridge, MA, Harvard University Press, 2001. s. 125. 133 düşünmesi doğaldır.193 Siyasi ve diğer sosyal etkenler, böylece biyolojiye de sıçrar. Başka bir deyişle Güçlü Program’a göre, bu tarihsel örneğe bakınca çıkarların biyoloji gibi laboratuarda yapılan bir bilimi bile ne kadar güçlü bir şekilde şekillendirebildiği görülmektedir. Bu örnekteki ve takip eden örneklerdeki problemler, Program’a yönelik eleştirilerin sunulacağı kısımda tekrar ele alınacaktır. Güçlü Programı daha iyi anlamamıza yarayacak bir başka örnek Barnes’ın, Neptün gezegeninin keşfine dair analizidir. 18. yüzyılda keşfedilen Uranüs’ün yörüngesinden sapması klasik mekanik yasalarına aykırıydı. Bunun mantıklı açıklaması Uranüs’ün yörüngesinin bir gezegen tarafından etkileniyor olmasıydı. Bu mantıkla yola çıkan iki astronom –İngiliz Adams ve Fransız Leverrier- o gezegenin yörüngesini ve konumunu tespit ettiler. Böylece 1846’da Neptün’ü keşfettiler. Ancak bu keşfe Amerikalı astronomlarca –hesaplamadaki hatalar örnek gösterilerek- karşı çıkıldı. Avrupalılar ise bunu bilimsel yasaların öngörü kapasitesini yansıtan bir başarı olarak gördüler. Hesaplamalardaki hataları ise doğal olarak karşıladılar.194 Barnes bu noktada şunu sorar: “Şu halde hiç değilse iki yorum da savunulabilirdi ve her iki yorum da mantıksal ve semantik zorluklar doğurmaksızın bilim adamlarının bizzat kendileri tarafından kullanılabilmişti. Ancak doğru yorum bunların hangisiydi? Leverrier ve Adams Neptün’ü keşfetmişler miydi yoksa keşfedememişler miydi?”195 Tıpkı Bloor gibi Barnes da bu tarihsel olayı çıkarlarla ilişkilendirir. Barnes bu noktada Pannekcek’in çalışmasından faydalanır. Pannekcek tarafından yazılmış olan “Neptün’ün Keşfi” başlıklı makaleye göre Amerika ve Avrupa’da farklı yorumların galip gelmesinin altında çıkarlar yatar. Avrupa’da o dönemde doğa bilimleri Kilise ve toprak sahiplerinin dini doktrinlerine karşı bir araç işlevi görüyordu. Bu onun burjuva tarafından desteklenmesi demekti. İşte insanların, halk kitlelerinin gözünde bilimin otoritesini, güvenilirliğini artırmanın bir yolu da Leverrier ve Adams’ın teorilerinin başarılı tahminlerinin altını çizmekti. Bu ortam ve onun ilişkili olduğu çıkarlar Amerika’da mevcut değildi. Öte yandan Amerika’daki durumu da çıkarlar 193 Ibid., s. 126-127. 194 Barnes, T.S. Kuhn ve Sosyal Bilimler, s.157-159. 195 Ibid., s. 158. 134 ile ilişkilendirmek mümkündü. Amerikalı astronomlar, Leverrier ve Adams’ın tahminleri ile gerçek arasındaki farka dikkat çekerek kendi uzmanlıklarını ispat edeceklerini düşünüyorlardı.196 Tüm bu örnekler ve daha onlarcası bilimin çıkarlarla olan yakın ilişkisine delil olarak sunuluyordu. Bloor çıkarların bilimdeki etkisinden bahsederken önemli bir hatırlatmada bulunur. Ona göre bilim adamları teorilerinin oluşumunda ve kabulünde çıkarların bu etkisinin farkında olmayabilirler. Yani sözgelimi Boyle bir teoriye inanırken bunu siyasi çıkarlarının bir sonucu olarak görmeyebilir. Ancak farkında olmasalar da çıkarlar farklı fiziki teoriler ve hatta farklı fiziki gerçeklikler yaratır. Yine bir teorinin doğru kabul edilmesinde çıkarların etkisi yadsınamaz.197 Buradaki rölativist ima çok açıktır. Çıkarlar basit bir şekilde sinsi, inanmamasına rağmen çıkarları nedeniyle teorisinin peşinden koşan bir bilim adamı yaratmamaktadır. Yine bilim adamları topluluğu sırf belli çıkarlar nedeniyle inanmadıkları teorileri “doğru” diye etiketlendirmemektedirler. Bloor riyasız ve daha derin bir etkiden söz eder. Çıkarlar gerçeği şekillendirmekte, farklı gerçeklikler yaratmaktadır. Çıkarların değişmesi, inşa edilen fiziki dünyayı da değiştirecektir. 2.2.5.5. Araştırmanın 4 Prensibi Güçlü Program’ın kurucuları bu temel prensipleri sıralarken bir yandan da bilimi konu alan ideal sosyolojik araştırmanın nasıl yürütülmesi gerektiği konusunda normatif bir pozisyon almaktadırlar. Söz konusu prensiplerin Güçlü Program’ı önceki teorilerden daha başarılı kılacağına inanılmaktadır. David Bloor, bu dört ana prensibi –nedensellik, tarafsızlık, simetri ve refleksiviteyi- şu şekilde özetler: i. Bilimsel bilginin sosyolojisi nedensel olmalıdır. Bilgiyi oluşturan şartların, nedenlerin ne olduğuna odaklanmalıdır. Bunu yaparken yukarıda belirtildiği gibi- sosyal nedenlerin önemli bir belirleyici olmasına rağmen tek neden olmadıkları hatırlanmalıdır. 196 Barnes, T.S. Kuhn ve Sosyal Bilimler, s.160-163. 197 Bloor “Durkheim and Mauss Revisited: Classification and the Sociology of Knowledge” , s. 326-327. 135 ii. Güçlü Program doğru ve yanlışa tarafsız yaklaşmalıdır. Aynı şekilde rasyonel ve irrasyoneli, başarılı ve başarısız olanı da tarafsız ele almalıdır. İki taraf da Güçlü Program tarafından açıklanmalıdır. iii. Doğru inanç da yanlış inanç da aynı şekilde açıklanmalıdır. İki taraf da aynı tür açıklamalara muhtaçtır. Buna Bloor “simetri” prensibi demektedir. Aynı nedensellik türleri hem doğru, hem de yanlış inancı açıklamakta kullanılmalıdır. iv. Bilimsel bilginin sosyolojisi refleksif olmak zorundadır. Yani bilimsel bilginin sosyolojisinin önerdiği yöntemler, bilimsel bilginin sosyolojisinin kendisine de uygulanmalıdır. Aksi takdirde sosyoloji kendisine aşkın, özel bir rol biçmiş olur ki bu teorinin özüne aykırıdır.198 Bloor’un burada Güçlü Program’a biçtiği rol küçümsenmemelidir. Daha önce belirtildiği üzere, Güçlü Program sosyolojik açıklamanın sadece yanlış teorilerde kullanılmasına karşı çıkmıştı. Burada bu prensibin daha fazla açıklandığını görmekteyiz. Bloor doğru teorilere duyulan inancın da açıklanması gerektiğini söylemekle kalmıyor, bu açıklamanın yanlış teorilerdekiyle aynı şekilde, aynı türde olması gerektiğini de vurguluyor. Güçlü Program’a getirilen itirazların başında, doğru teorilere duyulan inancın açıklanmaya muhtaç olmadığı gelmektedir.199 Ampirik kanıtların ve rasyonel çıkarımların olduğu yerde bir teoriye inancın altında sosyolojik nedenler aramak gereksizdir. Ancak Güçlü Program’a göre bu tür bir iddiayı reddetmek zor olmayacaktır. Zira hatırlanacağı gibi Güçlü Program bilimsel uğraşın hemen her safhasında sosyal bir bileşenin olduğunu iddia etmektedir. Dolayısıyla mantık kurallarının, ampirik gözlemin üzerine bina edilmesi bir teoriyi sosyolojik analizden kurtarmamalıdır. Bu görüşe getirilen itirazlar, Güçlü Program’a yöneltilen eleştiriler bağlamında detaylı olarak ele alınacaktır. Bloor yine devrimci bir şekilde sosyolojik açıklamanın sosyolojiye de uygulanması gerektiğini “refleksivite” prensibini incelerken vurguladı. Esasen refleksivite 198 Bloor, Knowledge and Social Imagery, s. 7. 199 Ibid., s. 8. 136 rölativist teorilerin genel bir problemidir. Kısaca hatırlatmak gerekirse eğer her şey göreceli ise bu durumda doğruluk iddiasında bulunan bir rölativist teori de mutlak doğru olamayacaktır. Güçlü Program bu sorunun farkındadır. Eğer Güçlü Program’ın temsilcileri, sosyolojik unsurların altını çizen bir teori olma iddiası taşıyorlarsa, bu durumda kendi teorilerinin de sosyolojik unsurların etkisi altında geliştiğini reddetmemelidirler. Yani Güçlü Program’ın kurucuları teorilerini, 1970’lerin toplumsal şartlarından, o dönem İskoçyası’ndaki gelişmelerden, çıkarlarından bağımsız bir şekilde oluşturmamışlardır. Güçlü Program bu gerçeği reddetmez. Aksi takdirde sosyolojiyi diğer tüm bilme türlerinden farklı ve dokunulmaz kılmış olacaktır. Kuşkusuz doğa bilimlerinin toplumsal analizini salık veren bir araştırma programının kendi araştırma sahasında toplumsal etkenlerin olmadığını iddia etmesi hayli çelişkili bir tutum olacaktı. Güçlü Program bu çelişkiden kurtulmak için refleksiviteyi kabul eder. Hatırlanacağı gibi bilgi sosyolojisinin kurucularından olan Mannheim matematik ve doğa bilimlerine özel bir yer verip onları toplumsal analizin dışında tutmuştu. Güçlü Program refleksivitenin varlığına inanmasa Mannheim’ın doğa bilimleri ve matematiğe yaptığını sosyolojiye yapmış olacaktı. Ancak Program refleksivitenin önemine dikkat çekerek Mannheim’ın hatasına düşmez.200 Bununla beraber Güçlü Program’ın bu görüşüyle eleştiriden kurtulduğunu iddia edemeyiz. Her ne kadar Güçlü Program refleksiviteyi kabul ederek tutarlılık testini geçmiş olsa da kendi teorisinin sosyal unsurların etkisi altında şekillendiğini kabul ederek teorisine duyulan güveni azaltmıştır. Muhtemelen Bloor ve Barnes 1970ler İskoçyası’nda değil de 1920ler Almanyası’nda yaşasaydı Güçlü Program bambaşka bir iddiada bulunacaktı. Belki de Güçlü Program asla doğmayacaktı. “O halde Güçlü Program’ın teorisine ikna olmamızı gerektirecek kanıtlar ne denli sağlamdır?” sorusu Güçlü Program’ın uğraşması gereken yeni problemi özetler. 2.2.6. Mantık ve Matematiğin Sınırlarını İhlal Güçlü Program’ı bilimsel bilginin sosyolojisinde özel bir yere oturtan özelliklerden birisi onun mantık ve matematiğin otoritesini de sorgulamasıdır. Güçlü Program’ın 200 Woolgar, Bilim: Bilim İdesi Üzerine Sosyolojik Bir Deneme, s. 67. 137 savunucuları toplumun mantık ve matematik gibi korunmuş görünen iki alana da etki ettiğini iddia ederek sosyolojik analizin her konuda ve her seviyede gerekli olduğunun altını çizmeye çalıştılar. Akıl ve mantık böylece bilimdeki temellendirme fonksiyonunu yitirecekti.201 Bu noktada Güçlü Program’ın genel teorisi ile tutarlı bir pozisyon aldığı iddia edilebilir. Hatırlanacağı gibi, Güçlü Program bağlamdan bağımsız kanıtların var olmadığını, hatta gözlemin bile bağlama bağlı olarak değiştiğini iddia etmişti. Aynı şekilde onlara göre bağlamdan bağımsız, kültürler üstü rasyonellik normları da yoktur. Sadece bilimsel inançların ortaya çıkışında değil, onların değerlendirilmesinde de kullanılan rasyonellik ilkeleri sosyal etkenlerle şekillenir.202 Bloor matematiğin ve mantığın sınırlarına girerken ne denli devrimci bir harekete imza attığının farkındadır. Bu nedenle onları kutsal sayılan kavramlar olarak tanımlar. Oysa onlar da bilginin doğal bir analizinden muaf değildirler.203 Öte yandan hemen hiçbirimiz alternatif bir matematiğin var olabileceğini düşünmeyiz. 204 Ancak eğer sayılar ve sayılar arasındaki ilişkiler sosyal yaratımlarsa –ki Bloor’a göre öyledirler- bu durumda matematik de sosyal bir uzlaşmanın üründür. Bizim dışımızda bir gerçekliğe sahip değildir.205 Bloor bu noktada okuru alternatif matematiklerin varlığını göstererek ikna etme çabasına girişir. Önce Eski Yunan’a uzanır ve “1” rakamının o dönemde bir sayı sayılmadığını ve “1”in ne tek, ne de çift olarak tanımlandığını hatırlatır. “1” hem tek hem de çifttir. Çünkü o hem tekleri, hem de çiftleri üretebilmektedir. Şu an bize mantıksız gelen bu ifadeler o dönem insanlara mantıklı gelmekteydi. Aynı şekilde şu an bize mantıklı gelen ifadeler de ileride insanlara mantıksız gelebilir.206 Bloor’un burada verdiği mesaj açıktır; en temel saydığımız bilgiler bile toplumsal uzlaşılardan 201 Woolgar, Bilim: Bilim İdesi Üzerine Sosyolojik Bir Deneme, s. 69. 202 Nola ve Irzık, Philosophy, Science, Education and Culture, s. 336. 203 Bloor, Knowledge and Social Imagery. S.83 204 Ibid., s. 85-86. 205 Ibid., s. 105. 206 Bloor, Knowledge and Social Imagery, s. 110-111 138 ibarettir. Zaman veya mekan değiştiğinde “temeller” sorgulanır hatta absürt hale gelebilir. Bloor matematiğin toplumla ilgisini incelemeye devam eder. Ona göre bir sayının nasıl algılandığı da sosyolojiktir. Örneğin bir mühendis ile sıradan bir insan için sayılar aynı anlama sahip değildir. Bir mühendis için sayı sadece saymaya değil ölçmeye de yarar. Platon’un Sokrates hakkında dediği gibi, halkın aritmetiği ile aydınların aritmetiği birbirinden farklıdır.207 Bu iddia daha makul görünmekle beraber kuşkusuz az öncekilere kıyasla hayli mütevazıdır. Kanımızca zayıf programın savunucuları hatta bilim sosyolojisiyle uğraşmayan bilim adamları dahi bu iddiaya büyük bir itiraz getirmeyeceklerdir. Bloor daha sonra diğer bir kutsal olan akıl yürütme/mantık/muhakemeye yönelir ve onun sosyal kökenlerini açıklamaya çalışır. Muhakememiz tecrübemizle şekillenir iddiasında olan Bloor doğal olarak sosyal etkilerin önemine işaret eder çünkü tecrübe de sosyal bir sürecin sonucunda elde edilir. Örneğin ona göre “A” “C”yi kapsar ve “B” “A”yı kapsar ise “B” “C”yi kapsar iddiası bize tartışılmaz bir muhakemenin sonucu olarak görünür. Çünkü bu iddianın arkasında “bütün her zaman parçalardan büyüktür” kuralı yatmaktadır. Oysa Bloor’a göre bu iddia doğru değildir. Transfinite (sonlu ötesi) aritmetiğe göre durum böyle değildir: Tablo 1. Yukarıdaki tabloda hem üstteki hem de alttaki sayı dizilerinin sonsuza gittiğini düşünelim. İlk sırada yer alan her sayının altında bir başka sayı vardır. Her sayının altında bir eşi olduğu için alttaki dizi ile üstteki dizi arasında eşit sayıda eleman 207 Ibid., s. 117-119. 139 vardır. Öte yandan tabloya dikkatli bakıldığında alttaki dizinin her elemanının üstte de yer aldığı görülür. Örneğin 2 hem altta hem üstte yer alır. 4, 6, 8 için de aynı durum geçerlidir. Dizilerimiz sonsuza kadar gittiklerine göre alttaki her sayı üstte de yer alacaktır. Bu durumda üstteki dizi alttaki diziyi kapsar. Ondan daha çok elemana sahiptir. Ancak hatırlanacağı gibi daha önce her iki sayı dizisinde eşit elemanın var olduğunu söylemiştik. Bu durumda eleman sayısı bakımından üstteki dizi alttakine eşittir ancak aynı zamanda üstteki dizi alttakini kapsar. Yani parça (alttaki dizi) bütüne (üstteki diziye) eşittir. Oysa bizim matematik sezgimize göre bütün, parçadan büyük olmalıdır.208 Bloor bu noktadan hareketle matematiğin ve mantığın evrensel kurallarının olmadığını iddia eder. Hatta bu örnekte görüldüğü gibi zaman zaman matematik ve mantık sezgilerimize aykırı kurallara dayanabilir. Esasen Bloor’a göre matematik ve mantığın temel kabulleri dahi tecrübe ile şekillenir. Dolayısıyla farklı tecrübeler yaşanan toplumlarda matematik ve mantık dahi alternatif temeller üzerine kurulabilir. 2.2.7. Güçlü Program ve Doğa Güçlü Program’ın matematik ve mantıkla ilgili fikirlerini inceledikten sonra şimdi Program’ın birçok bilim adamı tarafından matematik ve mantık kuralları kadar sorgulanmaz kabul edilen “doğa” ile ilgili görüşlerini açıklayalım. Öncelikle Güçlü Program -bazen aksi imalar içeren görüşler seslendirse de- bizim dışımızda bir doğanın varlığını tümüyle reddetmez. Bu nedenle Latour gibi sosyologların209 tersine doğayı tamamen bizim yaratmadığımızı savunur. Bununla beraber onlara göre doğayı olduğu gibi algılayamayız. Onu basitleştirmemiz gerekir. Bu da bir seçme ve sadeleştirme işlemini gerekli kılar. Bu işlem ise doğanın değil, tercihlerimizin, daha doğru bir ifadeyle sosyal tercihlerimizin bir sonucudur.210 Hem Barnes, hem de Bloor dışsal bir gerçekliğin varlığından bahsederken onu tam olarak edinemeyeceğimizi de 208 Bloor, Knowledge and Social Imagery, s. 135-137. 209 Bilimsel gerçeklerin laboratuarda nasıl inşa edildiği üzerine bir çalışma için bakınız Bruno Latour ve Steve Woolgar, Laboratory Life: The Social Construction of Scientific Facts, Beverly Hills, Sage Publications, 1979. 210 Bloor “Anti-Latour”, s. 90. 140 bu nedenle vurgular.211 Yani Güçlü Program’a göre, her ne kadar bizim dışımızda bir doğa gerçekten varsa da onu algılamamız için sosyal süreçlerden geçer, biz de sosyal etkenlerden kaçınılmaz şekilde etkileniriz. Güçlü Program doğa ile ilgili bir tartışmaya girince doğal olarak ampirisizmle yüzleşmek zorunda kalacaktır. Ampirisistlere göre tek güvenilir bilgi kaynağımız duyu organlarımızla tecrübe ettiklerimizdir.212 Onlara göre fiziksel ve psikolojik kaynaklarımız sosyal etkenlerin bozucu etkisinde kalmayınca bizi doğru bilgiyle donatacaklardır. Dünyayı duyu organlarımızın bu tecrübeleri ile algılayacak ve bilgimizi oluşturabileceğiz. Bloor bu görüşe karşı çıkarken bilgimizin çok az bir kısmının hayvansal kapasitelerimizle dünya arasındaki etkileşimden ortaya çıktığını hatırlatır. Bilgimiz daha çok kolektif bir üründür. Dolayısıyla kültürümüz bu süreçte duyu organlarıyla elde ettiğimiz bireysel tecrübemizden daha etkindir.213 Güçlü Program’a göre ampirisist iddianın göz ardı ettiği en önemli nokta teorilere ve teorik bilgiye sadece tecrübe ve gözlemle sahip olmadığımız gerçeğidir. Tecrübe ve gözlemlerimizle elde ettiklerimize teoriler anlam verir. Teoriler tecrübeden etkilenir, onu dikkate alır. Ama sonuç itibariyle elde edilen, sosyal unsurlar içeren bir bileşendir. Teorinin doğru bilginin içinde de yer aldığını düşünürsek, Güçlü Program’a göre sosyal unsur doğrunun da içindedir. Yani teori doğru da olsa sosyal unsurlardan tamamen arınmış değildir.214 Güçlü Program ampirik verilerle ilgili tartışmada eski bir kozu kanıt olarak devreye sokar. Duyu organlarımıza güvenilmeyeceğinin gösterilmesi durumunda “bilginin tek güvenilir sağlayıcısı duyu organları ile elde edilenlerdir” görüşü de şüpheli hale gelecektir. Bloor duyu organlarının yanıldığı örnekleri bu kabulle verir. 211 Tim Lewens, “Realism and the Strong Program” British Journal for the Philosophy of Science, 56, 2005, s. 560. 212 Peter Markie, “Rationalism vs. Empiricism”, Edward N. Zalta (der.), The Stanford Encyclopedia of Philosophy, (Çevrimiçi) http://plato.stanford.edu/archives/sum2013/entries/rationalism-empiricism/ 11 Aralık 2012 213 Bloor, Knowledge and Social Imagery, s. 14-16. 214 Ibid., s. 16. 141 Hatalı algılama ona göre bilimsel faaliyetin kaçınılmaz bir öğesidir. Psikolojiden verilecek bir örnek bu hatadan sanıldığı kadar kolay kurtulamayacağımızı işaret eder. Örneğimizde deneklerden radar ekranında silik bir nokta belirince haber vermeleri istenir. Bu durumda denekler bir alarmın çalmasını sağlayacaklardır. Deney sonucunda görülmüştür ki, silik noktayı haber vermemenin kötü sonuçlarına inandırılan deneklerle, yanlış alarm vermenin kötülüğü konusunda uyarılan denekler aynı algılamaya sahip değillerdir. Hatalı alarm vermenin kötülüğüne inandırılan denekler birçok noktayı algılayamazken, noktaları ıskalamanın kötülüğüne inandırılan denekler çok fazla hatalı alarm vermişleridir.215 Sonuç olarak Güçlü Program’a göre, sosyal şartlanmalarımız algılarımızı etkilemektedirler. Bizim dışımızda bir doğa vardır ancak onu algılamamız için belli sosyal araçlara muhtacızdır. Bu araçların etkisinin sınırı ise ilerleyen sayfalarda göstereceğimiz gibi net çizilmemiştir. 2.2.8. Güçlü Program’a Yöneltilen Eleştiriler 2.2.8.1. Sosyal Etkenlerin ve Sosyal Olmayan Etkenlerin Muğlaklığı Güçlü Program’a getirilebilecek en önemli itirazlardan birisi, Program’ın savunucularının sosyal ve sosyal olmayan etkenlerin sınırlarını başarıyla çizememiş olduklarıdır. Bloor ve Barnes sosyal etkenlerin ve sosyal olmayan faktörlerin varlığını kabul ederken bu konuda hayli muğlak bir dil kullanmış, bilhassa sosyal olmayan nedenleri neredeyse tamamen göz ardı edilebilecek bir statüye indirgemişlerdir. Sosyal etkenlerin hemen her aşamada belirleyici olması sonucu sosyal olmayan etkenlerin etki alanı hayli sınırlı ve keyfi bir hal almıştır. Ne Barnes, ne de Bloor bizim dışımızda bir doğanın ve gerçekliğin varlığını reddettiler. Ancak bu gerçekliğin ne dereceye kadar toplumdan topluma değiştiğini ortaya koyabilmiş değildirler. Kanımızca bu pozisyonu takınmalarının altında yatan en önemli neden sosyal etkenlere verilen sınırlanmamış etki alanıdır. Sonuçta her bilimsel gelişmeyi çıkarlara indirgeyen bir eğilim benimsenmiştir. 215 Bloor, Knowledge and Social Imagery, s. 27. 142 Nola ve Irzık da Güçlü Program’ı sosyal ve kültürel faktörlerin olmadığı alanlarda sosyal etkenleri aramakla eleştirir. Ancak onların da sosyal ve kültürel faktörleri gereğinden fazla kısıtladıklarını düşünüyoruz. Bir örnekle açıklamak gerekirse Güçlü Program’a göre 1. Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’da benimsenen nedenselliğe şüpheyle yaklaşan fizik teorileri, dönemin siyasî ortamından, özelde de kaybetmişlik psikolojisinden etkilendiler ve onlar tarafından şekillendirildiler. Nola ve Irzık ise bu örnekte sosyal ve kültürel faktörlerin etkide bulunmadığını iddia eder. Fizikçilerin bu dönemdeki görüşleri sosyo-kültürel bir etken içermez. Onlara göre tek bakılması gereken yer fizik içi tartışmalardır. Bu inanca dair açıklama sadece fiziğe bakılarak yapılabilir.216 Ancak kanımızca bu olayı sadece fizik içindeki etkenlerle açıklama eğilimine girersek neden I. Dünya Savaşı’na kadar bu görüşün ortaya çıkmadığı sorusu yanıtsız kalır. O dönem bu teorilerin benimsenmesinde öncelikle Reichenbach’ın keşifle ilgili açıklamalarına başvurulmalıdır. Fizikçilerin bu görüşlere ulaşması için toplumun fizikte belli bir seviyeye ulaşmış olması gerekir. Bu bilindiği gibi keşif bağlamına atıfta bulunan bir açıklamadır. Bununla beraber bu gibi teorilerin oluşumundaki ve kabullenilmesindeki sosyo-kültürel etkenler keşif bağlamını aşıyor olabilir. Bilhassa o dönemin sosyal ortamı da bilim adamlarının bu görüşü kolaylıkla kabullenmelerine yol açmış olabilir. Bilim adamlarının siyasî etkenler sonucunda bir görüşü benimsedikleri görüşüne kategorik olarak karşı çıkamayız. Bilim adamları, Nola ve Irzık’ın iddialarının aksine ve Güçlü Program’ın görüşüyle paralel olarak, sosyal etkenlerin baskısıyla bir görüşü doğru veya yanlış kabul edebilirler. Bu tavrı alırken doğru karar verdiklerine inanıyor da olabilirler. Ne var ki böyle bir durumun olduğunu düşünmemiz için elimizde bir kanıt olmalıdır. Oysa az sonra göreceğimiz gibi Güçlü Program bu konuda genellikle korelasyonu göstererek spekülasyon üretmekte ve herhangi bir kanıt sunmamaktadır. Son olarak Güçlü Program’a karşı geliştirilen bir teorik itiraza yer verelim. Bu itiraz, temel olarak, Güçlü Program’ın sosyal etkenleri olduklarından daha önemli gösterdiğini vurgulamayı amaçlar. Hatırlanacağı gibi Güçlü Program’a göre kanıt tek başına belirleyici değildi. Düşük belirlenim olarak açıklanan iddiaya göre elimizdeki kanıtlara bakarak hangi teorinin doğru ya da yanlış olduğuna karar veremezdik. Bir 216 Nola ve Irzık, Philosophy, Science, Education and Culture, s. 335-336. 143 teoriyi diğerinden üstün tutmamızı sağlayan şey kanıtlar değil, sosyal etkenler ve bilhassa da çıkarlardı. Nola ve Irzık bu görüşü kabul ettiğimizde ortaya çıkacak sorunu şu şekilde açıklar: Böyle bir durumda “A” ve “B” teorileri arasındaki tercihimizi sadece kanıt (yani “K”) değil, kanıt “K” ve sosyal etkenlerin (yani “S”) toplamı (yani S+K) belirleyecektir. Peki sosyal etkenler ve kanıtın toplandığında eşit miktarda desteklediği teoriler arasında nasıl bir tercih yapılacaktır? Yani “A” ve “B” teorileri için “S+K” eşit olduğunda ne yapılacaktır? İşte bu soru Güçlü Program tarafından cevaplanmamıştır. Demek ki sosyal unsurların hangi teorinin seçiminde asıl belirleyici olduğu fikri tartışmalıdır. Daha önce kullandığımız literatüre atıfta bulunursak Güçlü Program’ın sosyal etkenlere büyük rol biçen teorisi de koz olarak kullandıkları düşük belirlenim sorununa çözüm getiremez.217 2.2.8.2. Nedenselliğin Gösterilememesi Yukarıda Güçlü Program’ın nedensellikle ilgili argümanlarını temellendiremediğini iddia etmiştik. Kanımızca bilhassa tarihsel olaylar gibi kompleks durumlarda çıkarları ön plana çıkararak sosyal etkenlerin rolünü olduğundan fazla göstermek mümkündür. Bunun yanında çıkarların daha kolay ön plana çıkartılmasına müsait olan örnekleri seçerek, çıkarlarla açıklanması güç gözüken örnekleri göz ardı etmek de Güçlü Program tarafından benimsenen stratejilerden birisidir. Güçlü Program’ın sık sık başvurduğu tarihsel örneklerden birisi az önce değindiğimiz Forman’ın Weimar dönemi Almanyası’ndaki fizikçilerle ilgili çalışmasıdır. Bu dönemdeki bilim adamlarının sosyal ve entelektüel ortamlarını inceleyen Forman’a göre bilime karşı romantik bir reaksiyon göze çarpar. Tepki sadece bilime değil onun bir parçası olan nedenselliğedir de. Forman’ın araştırmasına dayanan Bloor fizikte nedenselliğe duyulan şüphenin altında o dönemin siyasi fikirlerinin olduğunu söyler. Oysa o dönem fizikte nedenselliğe duyulan şüphe sadece Almanya’da mevcut değildi. Örneğin Rutherford Yeni Zelandalı bir fizikçi olarak nedenselliğe karşı tutum almıştı. Bunun yanında Yeni Zelanda’daki sosyal ve kültürel ortam Almanya’dakinden çok farklıydı. O halde nedenselliğin sorgulanmasının altında basit bir çıkar ilişkisi ile açıklanamayacak bir denklem 217 Nola ve Irzık, Philosophy, Science, Education and Culture, s. 340-341. 144 yatıyordu. Bu denklem ancak fiziğin o dönem geldiği seviye ile açıklanabilirdi ki bu açıklama daha çok fizik içi olmalıydı. Nola ve Irzık buradan yola çıkarak Bloor’un ve genel olarak Güçlü Program’ın kurduğu hızlı ve temelsiz nedenselliği sorgulamıştır. Bilim adamlarının çıkarlarının belli bir şekilde davranmayı gerektirmesi onların o nedenle öyle davrandıklarını ispatlamaya yetmeyecekti. Nitekim Rutherford gibi karşı örnekler sadece sosyal etkenlere dayanan açıklamayı çürütebiliyordu.218 Güçlü Program, benzer bir şekilde Einstein’ın Genel Rölativite Teorisi gibi bilimsel olayları incelemeyerek bilimsel uğraşın rasyonel yanını göz ardı etmektedir. Kısaca hatırlatmak gerekirse 19. yüzyılda Merkür’ün yörüngesi ile Güneş arasındaki mesafe üzerine Newton fiziğine dayanarak yapılan tahminler 100 yılda 43 “yayın/arc saniye”lik bir hata veriyordu. 19. ve 20. yüzyıl boyunca bu hata üzerine tahminler yapıldıysa da Newton’ın yerçekim yasasını terk etmeden başarılı bir açıklama geliştirilemedi. Einstein ise Genel Rölativite (Görecelilik) teorisi ile bu farkı açıkladığını iddia ediyordu. Nitekim bu teorinin test edilmesi sonucunda teorinin açıklama gücü ve doğruluğu ispatlandı. Bu noktada önemli bir gerçeğin altı çizilmelidir. Einstein’ın Genel Rölativite Teorisi gibi örnekler bilim adamlarının inançlarının rasyonel bir temelle şekillendiğine dikkat çeker. Bununla beraber her bilim adamının rasyonel prensipleri takip etmediği, bazı bilim adamlarının bilimsel inançlarında başka faktörlerin de bulunduğu iddia edilebilir. Ancak bazı bilim adamlarının aksi eğilimleri, teoriye inanırken rasyonelliği dışlamaları, tüm bilim uğraşını rasyonelliğin dışına itmez.219 Kaldı ki öngörü kapasitesindeki hatalar rasyonellikle seçilmemiş bilimsel teorilerin kısa ömürlü olmasına neden olacaktır. Bu noktalar Güçlü Program tarafından göz ardı edilmiştir. Bloor’un nedensellikle ilgili verdiği bir başka tatmin edici olmayan örnek, Popper ve Kuhn’un görüşlerinin oluşumundaki sosyolojik etkenlerin rolüyle ilgilidir. Bloor, bu kez fizikçilerin değil, Popper ve Kuhn gibi iki bilim felsefecisinin görüşlerinin 218 Nola ve Irzık, Philosophy, Science, Education and Culture, s. 334-335. 219 Nola ve Irzık, Philosophy, Science, Education and Culture, s. 327-328. Ayrıca daha detaylı bilgi için bakınız: James T. Cushing, Fizikte Felsefi Kavramlar II: Felsefe Ve Bilimsel Kuramlar Arasındaki Tarihsel İlişki, İstanbul, Sabancı Üniversitesi, 2010, s. 111-116. 145 oluşumunda sosyal unsurların rolüne dikkat çekecektir. Popper’ın teorisinin ana hatlarına değinen Bloor, onu şöyle özetler: Bilim eleştirel bir mücadele, bitmez bir uğraştır; bilimsel teoriler deneyle yanlışlanır, yanlışlanamayanlar o an için ayakta kalır; otorite bilim üzerinde etkili değildir. Kuhn’un teorisine göre ise normal bilim döneminde bilim sorgulanmaz; otorite ve dogma bilimde kilit önemde bir role sahiptir; Kuhn, Popper gibi preskriptif değil, deskriptiftir; Popper’ın aksine Kuhn bilimde doğrusal bir gelişime inanmaz.220 Bloor’a göre bu fikir ayrılığı Aydınlanma ile Romantik ideolojilerin ayrılığı ile denk düşer. Bilgi teorileri, Bloor’a göre bu ideolojilerin yansımasıdırlar. Popper, Aydınlanma ideolojisiyle uyumlu şekilde rasyonel bireyleri toplumun üzerine yerleştirir. Ona göre rasyonellik toplumdan topluma değişmez ve bilim preskriptiftir. Oysa Romantik ideolojide “sosyal” bütün bireylerin üzerindedir; bağlam bireylerin anlaşılması için büyük önem arz eder. Tüm bunlar Bloor’a göre bilim teorilerinin ideolojilerin yansıması olduğunu göstermek için yeterlidir.221 Oysa bu benzerlikler teorilerin sosyal kökenlerini açıklamak için yeterli değildir. Bloor kanımızca bu noktada Kuhn ile Popper’ın özelliklerinden bazılarını göz ardı etmiştir. Örneğin Popper’ın dogmanın belli oranda var olduğuna hatta bilim için faydalı olduğuna- dair inancına222 veya Kuhn’un devrimsel dönemlerde bilimde eleştirel bir çabanın var olduğuna dair görüşlerine Bloor tarafından değinilmemiştir. Bloor bu örnekte de sosyal unsurların nasıl bir nedensel süreçle Kuhn ve Popper üzerinde etkili olduğunu açıklamak yerine benzerlikleri gösterip büyük sonuçlara gitmeyi tercih etmiştir. Önceki kısımlarda Bloor’un Boyle ile ilgili örneğine yer vermiştik. Ona göre Boyle’un siyasi ve sosyal çıkarları onun bilimle ilgili görüşlerini de şekillendiriyordu. Bloor benzer bir örneği Newton’la ilgili olarak da verir. Oysa Bloor’un açıklamasında eksik olan nokta bu kişilerin siyasi ve sosyal çıkarlarının bilimsel görüşlerini nasıl etkilediğidir. Onların sosyal çıkarları ile bilimsel görüşlerinin uyuştuğunu varsayalım. Yine de bu gerçek sosyal çıkarlarının bilimsel görüşlerini şekillendirdiğine bir kanıt teşkil etmez. Belki de örneğimizde sadece bir 220 Bloor, Knowledge and Social Imagery, s. 55-62. 221 Ibid., s. 62-75. 222 Popper, “Normal Science and Its Dangers”, s. 55. 146 korelasyon veya tesadüfi bir çakışma söz konusudur. Bloor’un bu durumun nedensel olduğunu iddia etmesi için daha fazla delile ihtiyacı vardır. Bilhassa tarihsel olaylar gibi kolaylıkla manipüle edilebilecek verilere sahip örnekler ikna edici olmaya yetmeyecektir. Bloor kanımızca Newton örneğini verirken de kendi teorisini destekleyen kısımları ön plana çıkarmıştır. Newton’ın bilimsel fikirlerinin sosyal çıkarlarından etkilendiğini iddia eden Bloor223 Newton’ın tüm çıkarlarına ters düşmesine rağmen üçlemeyi –teslis inancını- reddetmesinden bahsetmemektedir. Eğer Newton sosyal ve siyasi çıkarlarından, bilinçli veya farkında olmadan, bu denli etkileniyorsa neden üçlemeyi reddetmiştir? Esasen bu noktada neredeyse tüm bilimsel çabayı çıkarlara eşitleyen Güçlü Program’ın, aktörleri pasif bir pozisyona indirgediğini de iddia edebiliriz. Bu noktada çıkarlarla ilgili eleştirimizi biraz daha derinleştirebiliriz. 2.2.8.3. Çıkarların Rolünün Doğru Çizilmemesi Güçlü Program’ın, çıkarların bilimsel çabayı etkilediğini iddia etmekte belli oranda haklı olduğunu düşünüyoruz. Bilim adamlarının bir teoriye sahip çıkmalarında inancın224 da rolü olduğuna ilk bölümde değinmiştik. Eğer inanç, bilimsel uğraşın bir parçası ise bu durumda çıkarlar da bu inancın oluşumunda pay sahibi olabilirler. Buraya kadar Güçlü Program ile bir fikir ayrılığına sahip değiliz. Gerçekten de tarihsel örneklere göre, çıkarlar çalışılacak konunun seçiminden bir teorinin bir bilim adamı tarafından benimsenmesine kadar birçok konuda bilimsel çabaya etki ederler. Öte yandan Güçlü Program’a katılmadığımız nokta bilim adamlarının bilimsel çalışmalarını sadece “çıkarlar” üzerine inşa etmeleridir. Bilim adamları çoğu zaman çıkarları tersini gösterse de bir başka teoriyi benimseyebilmişlerdir. Ampirik verilerin bilimdeki belirleyici rolünü göz ardı edip, bilim adamlarını sırf çıkarların peşinden koşan kişiler olarak resmetmek gerçekçi değildir. Gerçek bir bilimsel çalışmada sırf çıkarlar gerektiriyor diye belli bir teoriye inanılmaz, inanılsa da bu 223 Bloor, “Durkheim and Mauss Revisited: Classification and the Sociology of Knowledge”, s. 326. 224 Burada tezimizle ilgili bir hatırlatma yapmayı faydalı görüyoruz. Tezimizde kast ettiğimiz “inanç” bilimsel bir teoriye inançtır. İngilizce’de belief anlamında kullanılan kelimeye karşılık gelir. Kullanımımızda dini inanç (ingilizce’de “faith” kelimesinin karşılığı olarak kullanılan kavram) kast edilmemektedir. 147 tutum muhafaza edilemez. Lysenko olayı bu konuda güzel bir örnek teşkil eder. Lysenko, Stalin döneminde Marksist ideolojiye –bilhassa Marksist diyalektiğe- yakın bir biyoloji modeli sunduğu için desteklenmiştir. Lamarck’ın kazanılan özelliklerin kalıtım yoluyla sonraki nesillere aktarıldığına olan inancı hatalı olmasına karşın Lysenko tarafından benimsenmiştir. Stalin bu teoriye karşı çıkanları öldürtmüş veya Sibirya’ya sürmüştür. Ancak zaman içinde Lysenko’nun fikirlerinin üzerine bina edilen Sovyet tarımındaki gerileme onun fikirlerinin sorgulanmasına neden olacaktır.225 Bu olay ideolojik öğelerin bilimi dizayn edemeyeceğinin, çıkarlar anlık olarak bilim üzerinde etki etse de bunun bir yerde sona ereceğinin önemli bir kanıtıdır.226 Bilim adamlarının çıkarları onların inancını etkilese de, bilim içi faktörlere etki edemeyeceği için eninde sonunda güvenilir bir referans olma özelliğini kaybedecektir. Dahası bilim adamları arasındaki rekabet de sadece çıkarlara dayanan yanlış teorinin elenmesinde önemli bir etken olacaktır. Bilim adamlarının arasındaki rekabet, bilimsel cemaat tarafından takdir edilme hissi onları doğru olanı bulma konusunda motive etmektedir. Yani, Kuhn ve Güçlü Program’ın iddiasının tersine, bilim adamlarının topluluk tarafından takdir edilme arzusu onları sadece paradigmayı körü körüne takip etmeye zorlamaz. Tersine bilim adamlarının takdir edilme arzularını tatmin edecek önemli bir faktör hatalı, doğayı doğru yansıtmayan teorileri bulmak ve onları doğayla uyumlu olanlarla değiştirmektir. Bu konuda doğrunun peşinde olan bilim adamlarının en büyük kozu teorilerinin doğayla daha uyumlu olduğunu gösterebilmeleridir. 2.2.8.4. Güçlü Program Tarafından Mucizeye Bağlanan Umut Kuhn’un bilimle ilgili görüşlerini incelerken onun “mucizeye yer yok” argümanına tatmin edici bir cevap veremediği üzerinde durulmuştu. Güçlü Program da Kuhn ve rölativist/konvansiyonalist teoriler gibi aynı sorunla yüzleşmek zorundadır. 225 Robert E. Krebs, Scientific Development and Misconceptions through the Ages: A Reference Guide, Westport, CT, Greenwood, 1999, s. 98-99. Ayrıca Lysenko olayının daha detaylı bir anlatımı için bakınız: Nikolai Krementsov “Darwinism, Marxism, and Genetics in the Soviet Union” Biology and Ideology: From Descartes to Dawkins, s. 240-244. 226 Peter J. Bowler ve Iwan Rhys Morus, Making Modern Science: A Historical Survey, Chicago, University of Chicago, 2005, s. 434. 148 Hatırlanacağı gibi Güçlü Program bilim adamlarının bir teoriyi diğerine tercih etmesinde politik ve sosyal çıkarların belirleyici rol oynadığını iddia etmekteydi. Bu durum örneklerle desteklenmeye çalışıldıysa da bilimsel teorilerimiz neticesinde artan öngörü kapasitemizi açıklayamamaktadır. Neden politik ve sosyal çıkarlarımızın yönlendirdiği teori tercihlerimiz, hemen her zaman daha başarılı öngörüde bulunmamıza sebep olmaktadır?227 Eğer bilimsel teorilerin kabulünde veya reddinde asıl belirleyici faktörün bilim içi açıklamalar olduğunu kabul etmezsek bu durumda bu soruya verilebilecek tek yanıt “tesadüf” olacaktır. Ancak çok büyük bir tesadüf sayesindedir ki sosyal ve politik çıkarlarımız sonucunda seçtiğimiz teorilerimiz gerçek ile örtüşmekte ve başarılı öngörülerde bulunmamızı olanaklı kılmaktadır. Elbette bu tür bir yaklaşım sosyal unsurların rolünü artırmak uğruna gerçeği deforme etmek anlamına gelmektedir. Güçlü Program, belki de, bu soruyla muhatap olacağını bildiğinden konvansiyonların keyfi olmadıklarını iddia etmektedir. Hatırlanacağı gibi Güçlü Program’a göre konvansiyonların sosyal inanılırlığı olmalı ve pratik faydaları bulunmalıdır. Bu tür bir tanımlama da Güçlü Program’ı “mucizeye yer yok” argümanından kurtarmaya yetmeyecektir. Zira, öncelikle Güçlü Program sosyal inanılırlığın ne olduğunu tanımlamamıştır. “Sosyal” ile kast edilen bilim adamları topluluğu mudur yoksa sıradan halk mıdır? Güçlü Program bilim adamlarının bile –bazen bilinçli bazen de gayri ihtiyari olarak- çıkarların etkisinden kurtulamadıklarını iddia etmektedir. Oysa sosyal inanılırlık, içinde “eleştirel değerlendirme” imasını taşımaktadır. Ne var ki Güçlü Program böyle bir değerlendirmenin mümkün olmadığını çıkarların belirleyiciliği ile ilgili verdiği her örnekte iddia etmektedir. O halde sosyal inanılırlık içi boş bir kavram olmanın ötesine geçemez. Pratik faydaya gelince, Güçlü Program’ın bu iddiasıyla yine kendi teorisiyle çelişkili bir pozisyon takındığını görüyoruz. Güçlü Program, çıkarların bilim adamlarını yönettiğini iddia ettiği örneklerde pratik faydadan hemen hemen hiç bahsetmemiştir. Demek ki pratik faydanın hangi teoriyi işaret ettiğine bakılmaksızın bir teori sosyal nedenlerle seçilebilmektedir. O halde bir teorinin pratik faydası nedeniyle seçildiği 227 Nola, Rescuing Reason, s. 234. 149 iddiası da Güçlü Program’ın genel teorisi ile bağdaşmamaktadır. Bize göre Güçlü Program sosyal inanılırlık ve pratik faydayı kullanarak bilimdeki artan öngörü kapasitesini tesadüf veya mucize dışında bir faktörle açıklamayı ummaktadır. Ancak başvurulan yöntem teorinin geri kalanı ile uyumsuzdur. Bu noktada Güçlü Program’ın pozisyonu ile bilim adamlarının sezgilerinin keyfi olmadığını savunan Kuhn’un pozisyonu arasındaki paralelliğe de dikkat çekmek isteriz. Sosyal etkenleri yine sosyal etkenlerle dengelemeye çalışmak her iki örnekte de tatmin edici olmaktan uzaktır. Güçlü Program’ın mucizeye umut bağladığını iddia etmemizin bir diğer nedeni ise kanıtın evrenselliğini reddetmeleri ve bir bağlamda kanıt olan bir şeyin, bir başka bağlamda kanıt olmadığı iddialarıdır. Oysa bu görüş bilim için yıkıcı olduğu kadar Güçlü Program’ın teorisi açısından da sakıncalıdır. Güçlü Program kanıtın bağlamlar üstü bir yönü olabileceğini reddederek bu noktada da “mucize”ye kapı aralamıştır. Kanıtın bağlama bağlı olduğunu söylemek toplumun kanıt üzerinde belirleyici etkiye sahip olduğunu iddia etmektir ki bu durumda toplum neyin doğru neyin yanlış olduğunu belirleyen bir merci olmaktadır. Bilim içi etkenlerin yerini yine toplumun kararları alacaktır. Oysa toplumun yanlış ve doğruyu belirlediği yerde öngörünün artması yine ancak mucize ile açıklanabilecek bir gelişmedir. Güçlü Program bu noktada eleştiriden kurtulmak için toplumun keyfi karar vermediği iddiasında bulunacaktır. Eğer toplum –veya bilim adamları topluluğu- keyfi karar vermiyorsa ve keyfi karar vermemek, doğru ve yanlışı bilim içi etkenlere göre belirlemek anlamına geliyorsa Güçlü Program’a itiraz edemeyiz. Öte yandan bu tür bir görüş Program’ın geri kalanı ile uyumsuzdur. 2.2.8.5. Simetri Prensibinin Açmazları Güçlü Program’ın temel kavramlarından birisi de simetridir. Hatırlanacağı gibi bu prensibe göre aynı nedensellik türleri hem doğru, hem de yanlış inancı açıklamakta kullanılmalıdır. Bu iddiaya getirilebilecek en temel eleştiri kavramın muğlak olduğudur. Laudan aynı “tür” ile kast edilenin ne olduğunun açık olmadığını iddia 150 eder.228 Ona göre yerçekimi ile ilgili fenomenler ile elektrikle ilgili fenomenleri aynı nedenlerle açıklayamayız. Ancak Bloor’un burada yanlış anlaşıldığı iddia edilebilir. Bloor’un kast ettiği inceleme farklı fenomenlerin incelenmesi ile ilgili değil, aynı fenomenlerin doğru ve yanlış örneklerinin incelenmesi ile ilgilidir.229 Ancak yine de Bloor’un aynı nedensellik türü ile neyi kast ettiği açık değildir. Güçlü Program’ın teorisinde sık sık rastlanan bu tür muğlak alanlar, kanımızca, Güçlü Program’ın elini kuvvetlendirmektedir. Dünyanın düz olduğunu iddia eden bir kişinin bu inancı ile dünyanın geoid olduğunu düşünen bir kişinin inancı nasıl aynı tür nedensellik ile açıklanabilir? İlk kişinin inancı psikolojik ise ikinci kişinin inancı için de psikolojik nedenler mi bulunmalıdır? Görüldüğü gibi simetri prensibi kısıtlı bir kullanım alanına sahiptir zira bilimsel teorilerin desteklenme nedenleri çoğunlukla farklı nedensellik türlerine dayanır. Bu konuyu daha iyi açıklayan bir örneğe yer vermekte fayda var. Isabel isimli bir kız sandalyede oturmaktadır ve sandalyede oturduğuna inanmaktadır. Icabod isimli erkek ise yerde oturmasına rağmen sandalyede oturduğuna inanmaktadır. Her ikisinin inançlarının arkasında nedensel bir açıklama bulunmaktadır. Örneğin kızın inancının arkasındaki nedensel açıklama onun gerçekten sandalyede oturduğudur. Kızın algıları sağlıklı çalıştığı için sandalyede oturduğuna inanır. Erkeğin inancının arkasında ise psikolojik bir sorun yatıyor olabilir. Veya algılarında bir sorun vardır. Sonuç olarak bu durumda inançların nasıl bir neden ile açıklanacağını bilmemiz için öncelikle inançların gerçekten doğru mu yanlış mı olduğunu bilmeliyiz. Yani simetri ilkesini izlememeli, Isabel’in inancının arkasındaki psikolojik nedeni aramakla vakit kaybetmemeliyiz. Zira o, sandalyede oturmaktadır ve sandalyede oturduğuna inanmaktadır. Icabod’un inancının kökenini araştırırken kullandığımız araçları Isabel’in inancının kökenlerini araştırırken kullanmamız anlamsızdır. O halde simetri 228 André Kukla, Social Constructivism and the Philosophy of Science, London, Routledge, 2000, s. 10. 229 Woolgar, Bilim: Bilim İdesi Üzerine Sosyolojik Bir Deneme, s. 61. 151 prensibi burada geçersizdir. İnancın doğru olup olmaması yapacağımız açıklamanın türünü kaçınılmaz olarak etkileyecektir.230 2.2.8.6. Refleksivitenin Problemi Güçlü Program’ın açıklamakta zorlandığı konulardan birisi refleksivitenin beraberinde getirdiği paradokstur. Hatırlanacağı gibi Güçlü Program’a göre bilimsel bilginin sosyolojisi refleksif olmalıdır, yani bilimsel bilginin sosyolojisinin önerdiği yöntemler, bilimsel bilginin sosyolojisinin kendisine de uygulanmalıdır. Bunun uygulanmaması durumunda sosyoloji kendisine aşkın, özel bir rol biçmiş olur. Elbette bu iddia teorinin özüne aykırıdır. Refleksivite prensibine önem vermesi Güçlü Program’ın savunucularının tutarlı olduğu izlenimini uyandırmaktadır. Gerçekten de kendi araştırma yöntemlerini diğer bilimsel araştırma yöntemlerinin üstüne koymayarak önemli bir eleştiriyi bertaraf etmişlerdir. Ancak refleksivite problemi rölativist ve konvansiyonalist teoriler gibi Güçlü Program’ı da tehdit etmektedir. Çünkü Güçlü Program’ın refleksivite tezine göre Güçlü Program’ın tezine inanmak için de rasyonel bir temele sahip değiliz. Başka bir ifadeyle Güçlü Program’a inanan bir kişinin inancının arkasında da rasyonel bir temel değil, sosyal etkenler ve çıkarlar vardır. Güçlü Program’ın teorisi bu sosyal etkenler nedeniyle bir kişiye ikna edici gelirken bir başkasına ikna edici gelmeyecektir. Çünkü kanıtlardan ancak belli bağlamlarda söz edebiliriz. Böyle bir durumda Güçlü Program’ın verdiği örnekler de anlamını yitirecektir çünkü Güçlü Program verdiği bu örneklerle bizden haklı olduğu konusunda ikna olmamızı istemektedir. Ancak Güçlü Program’a göre bir teoriye inancımız, rasyonel nedenlerden ziyade sosyal etkenlerle açıklanacağı için Güçlü Program’ın bu ikna çabası anlamını yitirir.231 Güçlü Program’ı refleksivitenin yarattığı problemden kurtarmak isteyenlerin başvurması gereken önlem Güçlü Program’ı meta sosyolojik bir açıklama çabası olarak görüp refleksivitenin ona uygulanmasını engellemektir. Yani bir başka deyişle 230 W. H. Newton-Smith, The Rationality of Science, London, Taylor and Francis, 2002, s. 251-252. 231 Nola ve Irzık, Philosophy, Science, Education and Culture, s. 339. 152 Güçlü Program’ın önerdiği araştırma yöntemleri kendisi dışında her bilgi çabası için uygulanmalıdır. Öte yandan bu tür bir çözüm Güçlü Program için tutarsızlık anlamına gelir.232 Fizik, biyoloji gibi bilimlerin dahi sosyal etkenlerin etkisiyle oluştuğundan söz eden bir teori, sosyolojik açıklamanın sosyal etkenlerden etkilenmeyeceğini iddia ederek inandırıcılığını yitirir. Refleksivitenin oluşturduğu problem Güçlü Program’ın bilimsel araştırma için yıkıcı öğeler taşıdığının bir göstergesidir. Eğer mantık kurallarına ve doğaya verilen rolü azaltarak temel açıklayıcının sosyal etkenler olduğunu iddia edersek; bu durumda sosyolojik araştırmaya katkıda bulunmuş olmayız. Tersine, az önce belirttiğimiz gibi böyle bir durumda sosyolojik açıklamanın kendisi de zemin kaybeder. Sosyolojik açıklamalar rasyonel zeminlerini ve dolayısıyla inandırıcılıklarını yitirirler. Her teori için doğruluk iddiası bağlamsal olur. Böyle bir durumda Güçlü Program kendisinin doğru olduğunu da iddia edemez hale gelir. Çünkü onların getirdikleri kanıtlar da ancak belli bağlamlarda ikna edicidir. Güçlü Program bu sorunun farkında olduğu için refleksivite prensibini kabul eder. Ancak refleksivite prensibini kabul etmek ile onun beraberinde getirdiği sorunu çözmek farklı şeylerdir. Her ne kadar Güçlü Program, “bir araştırma programı tutarlı olmak için refleksivitenin gereği olarak önerdiği metotları kendisine de uygulamalıdır” dese de bu uygulamanın sonuçlarını kabul etmemektedir. Bu da gayet doğaldır, zira bu sonuçları kabul ederse insanların Güçlü Program’a inanmalarının ardında mantıklı bir sebep kalmayacaktır. Bu durumda Güçlü Program’a inancımızı Güçlü Program’ın getirdiği kanıtlar değil, düşük belirlenim nedeniyle sosyal şartlar ve çıkarlar belirleyecektir. Esasen bu sorunun arkasında yatan temel neden rölativist teoriler gibi Güçlü Program’ın da felsefi olarak savunulması güç bir pozisyon olmasıdır. Doğruluk iddiasında olan bir teorinin doğruluk için evrensel kriterleri belirleyememesi, doğruluğun temel dayanakları olarak gösterilebilecek mantık kuralları ve ampirik verileri değersizleştirmesi beraberinde her türlü bilginin ikna edici özelliğini yitirmesini getirecektir. Güçlü Program bu nedenle sadece bilim için değil sosyoloji 232 Nola, Rescuing Reason, s. 286-287. 153 için de yıkıcı niteliktedir. Güçlü Program beraberinde kendi mezar kazıcılarını getirmektedir. 2.2.8.7. Pozitivizme ve Ampirisizme Duyulan Aşırı Tepki Güçlü Program’ın rölativizme ve konvansiyonalizme yönelmesindeki etkenlerden birisinin pozitivizme ve ampirisizme duydukları tepki olduğunu düşünüyoruz. Güçlü Program’ın temsilcileri sık sık sosyal öğeleri göz ardı eden bu görüşleri eleştirmiş ancak sonuçta sosyal etkenlerin doğru bir analizini yapmak yerine her şeyi sosyal etkenlere indirgeme hatasına düşmüşlerdir. Tezimizin 3. bölümünde sosyal etkenlerin sınırlarını daha doğru bir şekilde çizmeyi deneyeceğiz. Buradaki incelememizi ise bu konuya girmeden Güçlü Program’ın teorisi ile sınırlı tutacağız. Hatırlanacağı gibi Güçlü Program algılamadaki hataların varlığından yola çıkarak ampirik verilerin belirleyici etkisini göz ardı etmişti. Öncelikle biz de şunu kabul ediyoruz ki zaman zaman algılarımız aldanabilir. Bu aldanmanın biyolojik ve fizyolojik etkenlerden olduğu kadar sosyal etkenlerden de kaynaklandığı iddia edilebilir. Bu noktada Güçlü Program ile hemfikiriz. Ancak Güçlü Program buradan yola çıkarak ampirik verileri ve gözlemi anlamsız kılma yoluna gitmiştir. Kâhinden yardım dileyen “ilkel” örneğini hatırlayalım. Bloor’a göre bu “ilkel”, tavuğunun ölmesini kâhinin öyle istemesine bağlarken modern bir gözlemci burada asıl nedenin zehirlenme olduğunu iddia edecektir. Bloor buradan yola çıkarak ilk başta sahip olduğumuz inançların gözlemimizi etkileyeceğini iddia eder. Bu durumda aynı tecrübe bizim farklı çıkarımlar yapmamıza neden olur. Bloor bu gözleminde de haklıdır. İlk baştaki inancımız veya paradigmamız gözlemimizi farklı yorumlamamıza yol açabilir. Ancak Bloor’un atladığı nokta tartışmanın burada sonlanmadığıdır. Sadece bunlara dayanarak ampirik veriyi değersiz kılamayız. Burada aynı gözlemden iki farklı yoruma ulaşmamızın nedeni ilk baştaki inancımızdaki farklılıktır. Öte yandan bu iki yorumu doğru kabul edip etmeyeceğimize karar vermede yine ampirik veriye ihtiyaç duyarız. Ampirik gözlemden hızlı sonuçlara ulaşmak yerine tedbirli bir değerlendirmede iki farklı gözlemci tarafından aynı sonuçlara ulaşılabilirdi. Örneğin “ilkel” örneğindeki nedensellik ilişkisi daha çok sayıda olayla sınanabilirdi. Bu durumda büyücünün ne 154 istediği önceden sorulabilir, onun olayların sonucunu gerçekten etkileyip etkileyemediği incelenebilirdi. Örneğin büyücünün bir olayda, yaşamasını istemediğini bildirdiği bir tavuk yaşarsa bu durumda ilkelin teorisine şüpheyle yaklaşması sağlanabilirdi. Veya tavuğun zehirlendiği iddiasında bulunan modern bir kişi, aynı karışımın büyücünün görmediği başka bir tavuğa yedirilmesi sonucu ölüp ölmediğine göre teorisini test edebilirdi. Kısacası Bloor’un burada verdiği örnekte az sayıda ampirik gözlemden yola çıkarak hızlı bir sonuca ulaşma hatası işlenmiştir. Oysa bu tür kontrollü deneylerle veya daha fazla gözlemle olay öncesinde sahip olduğumuz fikirlerin sorgulanması hatta değiştirilmesi sağlanabilirdi. Bilim, doğayı anlama çabası ise ve bu çabayı yürüten özneler insanlar ise bu durumda bu çabanın da sosyal etkenlerin etkisi altında kalması son derece olağandır. Bu nedenle insanı hiçbir sosyal etkenden etkilenmeyen bir robota indirgeyen her türlü teori gerçekçi olmaktan uzaktır. Hatta yine Güçlü Program’ın iddia ettiği gibi çıkarların bilim adamlarının teorilerini etkilediği durumlar da yaşanmış olabilir. Ne var ki Güçlü Program’ın göz ardı ettiği nokta bu tür bir iddianın gerçeği anlama çabamızı irrasyonel bir sürece indirgemeyeceğidir. Bilim adamları bilimsel teorilerini çıkar ilişkileri gibi faktörlerin üzerine bina ediyorlarsa da doğanın gerçekleriyle uyuşmadığı sürece bu teoriler elenecek ve doğayı daha iyi modelleyen teoriler onların yerini alacaktır. Güçlü Program’ın ikna edici olması için çıkarlar üzerine inşa edilmiş, doğada hiçbir karşılığı olmamasına rağmen hâlâ korunan teorilerden örnekler sunması gerekir. Çıkarlar üzerine kurulmuş ancak sonradan yerinden edilmiş teoriler Güçlü Program’ın elini kuvvetlendirmek bir yana onun teorisine karşıt kanıt sağlarlar. Çünkü kanımızca böyle bir durumu, teorinin doğayla uyumlu olmadığı için yerinden edildiği görüşü altında açıklamak daha makuldür. 2.2.9. Güçlü Program ve Sosyolojinin Mümkünlüğü Güçlü Program’ın teorisi epistemolojik boyutla ilgili gözükse de ontolojik boyutla ilgili imalar da içermektedir. Epistemolojik iddianın Program’ın bahsettiği anlamda şüpheli hale gelmesi ontolojide de şüphe doğuracaktır. Bilim bizim bir konuda elde ettiğimiz bilgidir. Eğer onun verilerinin doğruluğundan emin olamazsak, bu durumda bilimin bize “bu gerçektir” dediği şeyden de şüphe ederiz. Bu durumda “gerçek 155 vardır” cümlesi de şüpheli hale gelecektir. Eğer bilim sosyal bir inşa veya bir konvansiyon ise, ikna edici olduğu düşünülen deliller bağlama bağlıysa onun gerçek hakkında söylediklerinin statüsü de tartışmalı hale gelir. Güçlü Program gerçeğe ulaşmanın imkânsız olduğunu iddia etse de sürekli bir “gerçek”in varlığından söz ediyor. Oysa Güçlü Program’ın dediği gibi eğer rasyonalitenin ve ampirik bilginin bize sunduğu her şeyden şüphe etmeliysek, en azından onlara güvenmemiz için gerekli bir neden yoksa bu durumda bir “gerçek”in var olduğunu nasıl anlayabiliriz? Güçlü Program hem ampirik delili yetersiz görmekte, hem de mantık kurallarının yerelliğinden söz etmektedir. Bu durumda gerçekle ilgili bir iddiada bulunarak kendi çizdiği sınırların ötesine geçmektedir. Çünkü “gerçek”le ilgili konuşabilmemiz için ihtiyaç duyduğumuz kaynakların otoritesini tanımamaktadır. Bu nedenle Güçlü Program sadece epistemolojik bir iddiada bulunmamaktadır. Onların iddiası “gerçek”in statüsünü tartışmalı hale getireceği için aynı zamanda ontolojik bir imada da bulunmaktadır. Güçlü Program sosyal etkenlerin etki alanını neredeyse hiçbir şekilde sınırlamamıştır. Her ne kadar sosyal olmayan faktörlerin varlığından söz etse ve natüralist olduğu iddia edilse de Güçlü Program’ın sosyal olmayan nedenlerin varlığına yönelik iddiasının teorinin bütünüyle uyumlu olmadığını ifade etmiştik. Bu aşamada sorulması gereken soru şudur: Güçlü Program’ın bilimsel bilginin sosyolojisine katkısı nedir? Kanımızca Güçlü Program tüm eksik yönlerine karşın bilimsel bilginin sosyolojisine büyük katkıda bulunmuştur. Öncelikle sadece yanlışın değil, doğrunun da analize dâhil edilmesi önemli bir yeniliktir. Bir bilim adamı doğru olan bir teoriye inanırken rasyonel nedenlere sahip olabilir. Ancak aynı teoriye bir başka bilim adamı sosyal etkenlerin etkisiyle inanmış –veya daha kolay inanmış- da olabilir. Aynı şekilde bir bilim adamı yanlış bir teoriye sosyal bir etkenle inandığı gibi rasyonel bir nedenle de inanmış olabilir. Yani her zaman doğru teorilere inancın arkasında rasyonalitenin, hatalı teorilere inancın arkasında sosyal nedenlerin olduğunu düşünemeyiz. Bu anlamda Güçlü Program önemli bir noktanın altını çizmiştir. Öte yandan Güçlü Program’ın burada gözden kaçırdığı nokta; teorilere inancın ilk aşama olduğu, inanılan teorilerin daha sonra sınandığı ve gerekçelendirildiğidir. Yani bir bilim adamı yer çekimine sosyal nedenlerle sempati 156 duyup kolayca ikna olsa da daha sonraki ampirik verilerin tersini göstermesi durumunda hatasından dönebilir ve diğer teoriyi savunabilir. Yine bir bilim adamı başlangıçta sosyal faktörlerin etkisiyle bir teorinin doğruluğuna hükmedebilir. Sonra aynı kişi teorinin ampirik verilerle de desteklendiğini görüp teorisine olan inancını artırabilir. Kanımızca bu anlamda teoriye ilk etapta inanmak, doğru olduğunu hissetmekle ona ampirik verilerin doğrulaması sonucu inanmak arasında bir fark olduğu iddia edilebilir. Cole’un dediği gibi bilimin tamamen sosyal bir inşa olduğuna inanan sosyologlar doğa bilimlerinin otoritesine yapılan eleştirileri her zaman büyük bir sempati ile karşılamaktadırlar.233 Ancak bir önceki kısımda göstermeye çalıştığımız gibi tüm bilimsel faaliyeti bir sosyal inşa olarak görmek bilim için yıkıcı bir iddiadır. Dahası bu tür bir ifade –bilimsel bilginin sosyolojisi de dâhil olmak üzere- her türlü bilginin değersizleşmesine neden olacaktır. Kanımızca daha mütevazı bir deneme, bir yandan “bilimperest”likle mesafesini de koruyarak, sosyal etkenlerin bilimsel uğraştaki yerini daha doğru tespit edecektir. Bu eğilim hem bilimi, hem de onu analiz etme iddiasındaki bilimsel bilginin sosyolojisini değersizleşmekten ve anlamsız bir çabaya dönüşmekten kurtaracaktır. Bir sonraki bölümde bu tür bir çabaya girişilecek, bilimdeki sosyal unsurlara daha mütevazı ama daha gerçekçi bir rol biçilmeye çalışılacaktır. 233 Cole, “Voodoo Sociology: Recent Developments in the Sociology of Science”, s. 276. 157 3. BÖLÜM SOSYOLOJİK UNSURLAR VE BİLİMSEL BİLGİNİN OLUŞUMU: BİR MÜTEVAZI PROGRAM DENEMESİ “Gözlerimiz gerçeği yaratmaz efendim, onu sadece görür.” Sancho Panza 3.1. Bilim ve İnanç İlk iki bölümde bilimsel teorilerdeki sosyal unsurların rolünün, rölativist ve konvansiyonalist öğeler taşıyan Thomas Kuhn ve Güçlü Program tarafından doğru belirlenmediği gösterilmeye çalışıldı. Bu çerçevede Thomas Kuhn ve Güçlü Program’ın teorileri detaylıca incelendi. Üçüncü bölümde bilimsel bilginin oluşumundaki sosyal unsurların rolü daha ayrıntılı olarak betimlenmeye çalışılacaktır. Kanımızca Kuhn ve Güçlü Program önceki bölümlerde belirtilen nedenlerden ötürü, bilim dışı unsurların bilimsel uğraştaki rolünü doğru bir şekilde gösteremeyerek bilimdeki sosyolojik unsurları bilimsel teorilerin kabulünde veya reddinde ana belirleyici kılmışlardır. Yine bir önceki bölümde belirtildiği üzere, bu tür bir hata sadece sosyolojinin rolünü abartmakla kalmamış, bilimi de doğru resmedememiştir. Böyle bir eksiklik ne bilimi ne de bilimdeki sosyolojik unsurların 158 etkisini hakkıyla anlamamızı sağlayacaktır. Sonuçta bilim, tamamen sosyolojik bir uğraşa indirgenmiş olacaktır. Kuşkusuz bilimsel bilginin oluşumunda sosyal unsurların ya da daha genel bir ifadeyle bilim dışı unsurların etki ettiği gerçeği bilim sosyolojisi, tarihi ve felsefesine aşina olmayan kişilere anlamsız görünecektir. İlk bölümde bilimsel teorilerin seçiminde inanç gibi faktörlerin etki etmediğini iddia eden bir gazeteciden alıntı yapmamızın altında da bu genel kanı yatmaktadır. Oysa bu bölümde ifade edeceğimiz gibi bilimsel teorilerin seçiminde, kabulünde veya reddinde sosyal unsurların önemli bir rolü vardır. Esasen bilimin dışından gelen birçok unsurun, bilimsel uğraşın en başından itibaren mevcut olduğunu göstermek için bazı soruları sormak yeterlidir. Örneğin şu an rüyada olmadığımızı nereden bilmekteyiz? Evrenin her yerinde işleyen yasalar olduğuna dair delilimiz nedir? Bu yasaların her zaman işleyeceğinden emin olabilir miyiz? Hatta hayal gücümüzü biraz daha zorlayıp Russell’ın ortaya attığı ihtimal üzerine düşünebiliriz. “Mevcut hafızalarımızla, çorabımızda deliklerle ve saç tıraşımızın zamanı gelmiş şekilde 5 dakika önce var olmuş olabiliriz.”1 Feyerabend de bu konularda elimizde bir kanıt olmadığını ve seçimlerimizin keyfi olduğunu şu şekilde dile getirir: “Homeros’ta düşler, tanrıların eylemleri ya da illüzyonlar gibi tüm olaylar ‘eşit ölçüde gerçek’(…) kabul edilir. İnsanın dışındaki gerçeklik ile kendi içinde algılayan ve tahrif eden eyleyicinin vardığı sonuç arasında hiçbir ayrım yapılmaz. Durumu biraz daha basitleştirerek, böyle bir ayrım yapılmaz çünkü ‘zihin’ diye bir şey yoktur, diyebiliriz: Dünyanın tüm diğer kısımlarından ayrı bir yere konmuş birtakım olayları içinde barındıran ve dünyayı tahrif etmeye muktedir bir ‘özne’, özel bir bölge yoktur. Anaksimandros daha sonra tüm kozmik süreçleri tek bir tözün, aperion’un değişimlerine dayandıracaktır. Düşlere, tanrılara, önsezilere bu dünyada yer yoktu artık evsiz barksız kalmışlardı. Peki ne olacaktı bunların hali? Cevap Parmenides’ten geldi; iki tür şey ve süreç arasında keskin bir ayrım yapıyordu: gerçek şeyler ve alelade görüntüler (…) O nedenle diyeceğim o ki; kimi görüngüleri gerçek diye kabullenmek, 1 Bertrand Russell, Religion and Science, New York, Oxford University Press, 1997, s.70. 159 kimilerini ise yanıltıcı diye reddetmek, belli bir geleneği diğerine tercih etmek anlamına geliyordu.”2 Feyerabend’den asırlarca önce benzer sorular Hume ve Descartes’ın da zihnine düşmüştü. David Hume ve Humecular tümevarımın felsefi anlamda ne denli güvenilir bir yöntem olduğunu sorgulayarak yola çıkmışlardı. Basitçe hatırlamak gerekirse tümevarım tecrübeye dayanmaktaydı, şöyle ki geçmişte gördüğümüz tüm kuğuların beyaz olması “kuğular beyazdır” şeklinde bir tümevarıma vücut veriyordu. Humecu görüşe göre bu tür bir çıkarım yapmak mantıken temelsizdi. Önceki kuğuların beyaz olması sonra göreceklerimizin veya görmediklerimizin beyaz olacağı anlamına gelmezdi. Hume buradan hareketle duyu organlarımızın anlık olarak elde ettiği kanıtlar ve hafızamızda yer alan bilgiler dışındaki kanıtların, örneğin tümevarımla ulaştıklarımızın güvenilmezliğine işaret ediyordu.3 Tümevarımı kullansak da bunun nedeni onu kullanmak için geçerli, mantıksal bir nedene sahip olmamız değildi. Tümevarımı kullanıyorduk çünkü bu bizler için bir alışkanlıktı.4 Hume’un tümevarıma duyduğu şüphe Russell, Flew gibi birçok bilim felsefecisine göre akıl yürütmeye dolayısıyla akıl yürütmenin üzerinde yükselen bilime vurulan bir darbeydi.5 David Hume, tümevarıma getirdiği itirazla bilimin ilk anlarından itibaren bir tercihte bulunduğumuzu ve bu tercihin felsefi olarak tartışılır olduğunu göstermiştir.6 Descartes ise ontolojik argümanını sunarken önemli bir soru yöneltir. O, duyu organlarımızın ne denli güvenilir olduğunu sorgulamak için belli örneklere başvurur. Örneğin rüyada olmadığımızı veya bir şeytani aldatıcı tarafından aldatılmadığımızı 2 Paul Feyerabend, Akla Veda, çev. Ertuğrul Başer, Ayrıntı Yayınları, 2012, İstanbul, s. 288289. 3 Alan Musgrave, Essays on Realism and Rationalism, Amsterdam, Rodopi, 1999, s. 315-316. 4 Alvin Plantinga, Warrant and Proper Function, New York, Oxford University Press, 1993, s. 125. 5 Claudia M. Schmidt, David Hume: Reason in History, University Park, PA, Pennsylvania State University Press, 2003, s. 92-93. 6 Tümevarımla ilgili sorunları daha geriye götürmek, İslam felsefesinde benzer izlere rastlamak mümkündür. Gazali sadece tümevarımı değil, onunla yakından ilgili olan neden sonuç ilişkisini de incelemiş, Tanrı’nın bu ilişkiyi mümkün kıldığını iddia etmiştir. Daha fazla ayrıntı için bakınız: Al-ʻAllāf, Mashhad, The Essence of Islamic Philosophy, St. Louis, M. Al-Allaf, 2003, s. 229-237. 160 nereden bilmekteyiz?7 Kanımızca tüm bu soruların bilimin içinde cevaplanması mümkün gözükmemektedir. Örneğin rüyada olmadığımızı ispatladığımızı düşünürken aslında rüyada olmadığımızı ispatladığımız bir rüya görüyor olabiliriz. Sonuç olarak bilimsel uğraş ve bilim adamları bazı kabullerle yola çıkmak zorunda görünmektedirler aksi takdirde bilim yapmak olanaksızdır.8 Ancak bazı kabullerle veya inançlarla yola çıkmak bu kabulleri veya inançları mantıksız kılmak zorunda değildir. Nitekim temel inançlar olarak adlandırdığımız bu inançlar keyfi olmaktan uzaktırlar. Aşağıda bilimi mümkün kılan bu kabuller daha detaylı bir şekilde ele alınacaktır. 3.2. Temel İnançlar Esasen yukarıda dile getirdiğimiz -sokaktaki insan için absürt sayılabilecek- soruların bilim felsefecileri tarafından ciddiye alınmasının nedeni onların sadece bilimi değil, her türlü bilgiyi yakından ilgilendirmesidir. Dış dünyayla ilgili şüphelerimiz arttıkça bilgimize duyduğumuz güven azalma eğilimindedir. Eğer bilgiyi üzerine bina edeceğimiz sağlam bir temel olmazsa sonrasında üretilen her türlü bilgi önemini yitirecektir. Dış dünyanın varlığından şüphe ettiğimizde veya tüm yaşananların bir rüya olduğunu düşündüğümüzde veya kötü niyetli bir cinin bizi aldattığını düşündüğümüzde bilimsel bilginin de daha genel anlamda bilginin de önemi kaybolacaktır. Bu nedenle sağlam temelleri aramak bilim felsefecileri için birincil önemdedir. Bazı bilim felsefecileri bu sorunla başa çıkmak için bazı inançların temel inanç (basic belief) kabul edilmesi gerektiğini dile getirmişlerdir. Eğer bazı inançlar temel kabul edilmezse ve onların doğruluğu için kanıt aranırsa sonuçta tüm bilginin şüpheli hale gelmesi ihtimali ortaya çıkacaktır. Dış dünyanın varlığı, nedensel ilişkilerin 7 Gary Hatfield, "René Descartes", The Stanford Encyclopedia of Philosophy, Edward N. Zalta (der.), (Çevrimiçi) http://plato.stanford.edu/entries/descartes/ 11 Nisan 2013 8 Bu konuda tarihsel bir örneğe dikkat çekmekte fayda görüyoruz. Bilim tarihçisi Joseph Needham’a göre Çin’de teknolojik gelişime rağmen tarih boyunca Batı’daki gibi bir bilimsel çabanın olmamasının ardında doğada değişmez yasaların varlığına duyulan şüphe yatmaktadır. Dahası, var olsalar da bu yasaların öğrenilebilir olmasını garanti edecek bir Güç de yoktur. Needham’a göre yasaların varlığı, değişmezliği ve anlaşılabilirliğine yönelik bir inancın olmaması Çin’de teknolojik gelişmelerin modern anlamda bilime evrilmesini engellemiştir. Bakınız: H. Floris Cohen, The Scientific Revolution: A Historiographical Inquiry, Chicago, University of Chicago Press, 1994, s.455. 161 varlığı, bizim dışımızdaki zihinlerin var olduğu, şu an bir rüyada olmadığımız, evrenin bu haliyle ve insanların bu hafızalarıyla kısa süre önce yaratılmamış olduğu gibi inançlar birçok felsefeci tarafından temel inanç olarak kabul edilmektedir. Bu kişilere göre, bu tür temel inançların doğruluğuna inanmamız için bir kanıta ihtiyaç duymayız. Temel olmayan inançların gerekçelendirilmesi içinse bu temel inançlar kullanılacaktır.9 Temel inançların net bir şekilde tanımlanmadığı gibi eleştiriler seslendirilse10 de bilimsel bilgiden söz edebilmemiz için bu tür temel ve geçerliliği sorgulanmayan inançlara sahip olmamız kaçınılmazdır. Öte yandan bazı inançların başlangıç noktası olarak ele alınması, ifade ettiğimiz gibi temel inançların keyfi olduğu yorumlarına neden olmamalıdır. Örneğin bazılarına göre temel inançların diğer inançlarla tutarlı olmaları gerekmektedir. Yine bazılarına göre tecrübelerimizle, duyu organlarımızla elde ettiğimiz verilerle uyumlu olmayan inançlar, temel inanç olamazlar.11 Temel inançlar, çalışmamız için neden önemlidir? Kanımızca bazı inançların temel inanç olması ve kanıt gerekmeksizin kabul edilmesi genelde bilim dışı, özelde de sosyal etkenlerin bilgi -ve özellikle bilimsel bilgi- ile sanılandan daha karmaşık bir ilişki içinde olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Bilimsel uğraşın ilk anından itibaren bazı kabullere sahibiz ve bu kabulleri delillendirecek bir kanıttan da yoksunuz. Her ne kadar bu tür temel inançlardan şüphe etmek sezgilerimize aykırı gözükse de, felsefi olarak bu tür inançları temellendirmek kolay gözükmemektedir.12 Sonuç olarak bilimsel bilginin oluşumunda bilim dışı hiçbir faktörün etki etmediği iddiası henüz bilimsel uğraşın ilk aşamasında geçerliliğini yitirmektedir. 9 Jack S. Crumley, An Introduction to Epistemology, Peterborough, Broadview, 2009, s. 111112. 10 Alvin Plantinga, “On ‘Proper Basicality’” Philosophy and Phenomenological Research, 75, 3, 2007, s. 614. 11 Crumley, An Introduction to Epistemology, s.127. 12 Örneğin 5 bilim adamı hastalarının zihinlerini manipüle eden bir ilacı Alper Bilgili isimli deneğin üzerinde deniyor olabilirler ve tüm bu tez yazım süreci sadece zihinde yaratılan bir illüzyondan ibaret olabilir. 162 3.3. Bilginin Klasik Tanımı Bilimsel bilginin oluşumunda sosyal etkenlerin ne gibi bir rol oynadığını daha iyi anlayabilmek için bilginin klasik tanımına bakmak gerekir. Bilginin klasik tanımının ilk kez Platon’un Meno adlı diyaloğunda yapıldığı genel bir kanıdır. Buna göre Sokrates, bilgi ile doğru inanç arasındaki farkı sorgular. Eğer inanç doğruysa onu bilgiden daha değersiz kılan nedir, sorusunu yöneltir. Platon’a göre bilginin doğru inançtan üstün olmasının nedeni onun verdiği güvendir. Doğru yolda ilerlediğini bilen bir kişi doğru yoldan sapmayacaktır çünkü onu bilmektedir. Oysa doğru yolda gittiğine “inanan” ve gerçekten doğru yolda giden bir kişi bu inancından sapma olasılığına sahiptir.13 Buradan yola çıkılarak bilginin klasik tanımı için şu 3 koşulun yerine getirilmesi gerektiği iddia edilir. Buna göre A’nın p’yi bilmesi; p’nin doğru olmasını, A’nın p’ye inanmasını ve A’nın p’ye inanmak için elinde yeterli delil olmasını gerektirir.14 Bu koşullardan birisi sağlanmazsa örneğin bir fikir doğru olur ancak ona inanılmazsa veya inanılan fikir doğru olmazsa veya inanılan fikir doğru olur ancak elde inanmak için yeterli delil olmazsa bu durumda klasik bilgi tanımına göre “bilgi” oluşmamış olur. Doğruluk kriterini ele alalım. Bir şeyin bilgi olabilmesi için onun doğru olması gerekir çünkü bir şey yanlış olarak bilinemez. Bir şeyi biliyorsak o konuda yanılmıyor olmalıyız.15 Her ne kadar ilk bakışta alternatifsiz gözükse de bilginin klasik tanımı beraberinde çeşitli itirazlar getirmiştir.16 Bu itirazların cevaplanması başlı başına bir çalışma 13 Duncan Pritchard ve John Turri, “The Value of Knowledge” maddesi, Edward N. Zalta (der.) The Stanford Encyclopedia of Philosophy, http://plato.stanford.edu/entries/knowledge-value/ 11 Temmuz 2013. 14 D. M. Armstrong, Belief, Truth and Knowledge, London, Cambridge University Press, 1973, s. 137. 15 Ibid., s.137. 16 Bu itirazların en önemlisi Gettier problemi olarak adlandırılır. Bilginin klasik tanımının tartışmasız olmadığını göstermek açısından bu probleme kısaca değinmeyi uygun buluyoruz. Gettier 1963 yılında yazdığı makalesinde gerekçelendirilmiş doğru inancın bilgi olmak için yeterli olup olmadığını sorgular. Gettier bu kabule karşı delil oluşturabilecek örnekleri ele alır ve Platon'un tanımının yeteriz olduğunu göstermeye çalışır. Bir örnek şu şekildedir: Smith ve Jones aynı işe başvururlar. Smith, Jones'un işe alınacağına inanır. Bunun yanında Smith, Jones'un cebinde 10 adet bozuk para olduğuna da inanır. Smith böylece işe alınacak kişinin cebinde 10 adet bozuk para olacağı sonucuna varır. Bu çıkarım iki inancın doğru olması durumunda haklı görünür. Yani gerekçelendirilmiştir. Ancak işe Jones değil, Smith alınır. Dahası Smith'in 163 konusu olup tezimiz için birincil önemde değildir. Bu yüzden tezimiz boyunca bilginin klasik tanımını, kullanmayı daha uygun görüyoruz. 3.3.1. Bilimsel Bilginin Bileşenleri ve Sosyal Unsurlar Sosyal etkenlerin bilimsel bilginin oluşumundaki rolünü daha iyi resmetmek için bilimsel bilginin her bileşenine ayrı ayrı odaklanmanın uygun olduğunu düşünüyoruz. İlk iki bölümde gösterdiğimiz gibi konvansiyonalist ve rölativist teoriler çoğu zaman sosyal unsurların belli etkilerini göstermekte ve buradan yola çıkarak tüm bilimsel çabayı sosyal bir ürün olarak sunma eğilimi göstermektedirler. Gerek Thomas Kuhn, gerekse Güçlü Program’ın argümanlarını savunurken sıklıkla başvurdukları örnekleri “kuram yüklülük” başlığı altında ele almak mümkündür. Bu iddiaya göre bilimsel teorilerin en temel ve güvenilir yanı sayılabilecek olan ampirik verilere dahi güvenmemiz mümkün değildir zira ampirik verileri aklımızdaki bir teori aracılığı ile yorumlarız. Dolayısıyla ampirik veriyi yorumlamadan önce, sahip cebinde de 10 adet bozuk para vardır. Bu durumda Smith'in inancı gerekçelendirilmiştir ve doğru çıkmıştır. Ancak klasik bilgi tanımındaki üç şart yerine getirilmiş olsa da Smith'in inancının bilgi olduğunu iddia edemeyiz. Demek ki her gerekçelendirilmiş doğru inanç bilgi değildir. Bu durum felsefecileri bilgi için 4. bir kriter aramaya itmişse de bu 4. kriter hususunda bir uzlaşı yoktur. Bakınız: Nicholas Bunnin ve Jiyuan Yu, “Gettier’s Problem” maddesi, The Blackwell Dictionary of Western Philosophy, Malden, MA, Blackwell Pub., 2004, s. 283. Yine bu konuda getirilebilecek bir başka itiraz bilginin inanç koşulunu karşılamasının gerekmediği hususundadır. Colin Radford bu konuda şöyle bir örnek sunar. Radford'un büyükannesi ona küçükken bahçesindeki birçok çiçeğin ismini öğretmiştir. Ne var ki, Radford bu çiçeklerin ismini zaman içinde unutmuştur. Bir gün TV’de bir programda bu çiçeklerin ismi sorulunca Radford bu soruların hepsini doğru cevaplar. Ancak ona göre o soruları bilmesine rağmen bu cevapların doğruluğuna inanmaz. Çünkü cevapları hatırlamadığı için emin değildir ve bu yüzden cevapların doğruluğuna inanmamaktadır. Radford'a göre bu örnek bilginin inanç kriterini sağlaması gerekmediğine bir kanıttır. Bakınız: Dan O'Brien, An Introduction to the Theory of Knowledge, Cambridge, UK, Polity, 2006, s. 12-13. Ichikawa ve Steup, bu argümanın ne denli tatmin edici olduğunu sorgularlar. Radford'a göre burada şöyle bir durum vardır: a) Radford, sözgelimi, ilk gösterilen çiçeğin kasımpatı olduğuna inanmamaktadır. (Çünkü buna inanmasını sağlayacak bir güvene sahip değildir.) b)Ancak Radford çiçeğin kasımpatı olduğunu bilmektedir. Bu durumda inanç olmadan da bilgi var olabilmektedir. Oysa Radford'un bu iki iddiasına da karşı çıkmak mümkün gözükmektedir. a) iddiası hatalı gözükmektedir çünkü Radford açıkça ifade etmese de çiçeğin kasımpatı olduğuna inanmaktadır. Bu inancının bilgi düzeyinde olduğunu düşünmese de ona inanmaktadır. Öte yandan b) argümanına da karşı çıkmak mümkündür zira bu argüman bilginin diğer önemli bir bileşeni olan gerekçelendirmeye sahip değildir. Eğer Radford o çiçeğin kasımpatı olduğu hakkında iyi bir gerekçeye sahip değilse bu durumda onun kasımpatı olduğunu biliyor diyemeyiz. Bu durumda b) önermesi yanlıştır. Bakınız: Jonathan Jenkins Ichikawa ve Matthias Steup, “The Analysis of Knowledge”, Edward N. Zalta (der.) The Stanford Encyclopedia of Philosophy, http://plato.stanford.edu/archives/win2012/entries/knowledge-analysis/. Sonuç olarak Radford’un bilginin klasik tanımına getirdiği itirazlar ikna edici görünmemektedir. Bilgiden bahsederken o bilgiye inanıldığını göz ardı edemeyiz. 164 olduğumuz veriler ne gördüğümüzü etkileyecektir. İçinde bulunduğumuz toplum, yaşımız, cinsiyetimiz, meslek grubumuz ve benzeri faktörler, gözlemlenen gerçekliğin aynı olduğunu varsaysak dahi, aktörler tarafından aynı şekilde görülmeyecek ve yorumlanmayacaktır.17 Bu tür bir rölativist anlayışı en uç noktasına götürdüğümüzde “ilkel” bir kabiledeki bir büyücünün ampirik veriyi yorumlaması ile modern dünyadaki bir bilim adamının ampirik veriyi yorumlaması farklı olacaktır. Ancak daha önemlisi bu görüşe göre, birisinin diğerinden daha doğru yorum yaptığını iddia etmemiz mümkün gözükmemektedir. Bu tür bir mantık yürütme bilimsel uğraşı yeterince iyi yansıtmamaktadır. Bilimin birçok seviyesinde sosyal unsurlar etkilerini göstermektedir; ne var ki doğanın da kendi doğruları bulunmaktadır ve doğa kendisine uymayan “doğruları” ne denli büyük bir grup tarafından desteklenirse desteklensin, o toplumun sağduyusuyla ve bilim adamlarının mevcut sezgileriyle ne denli uyumlu olursa olsun reddetmektedir. Örneğin kuantum mekaniğinin kabul edilmesi sürecini hatırlarsak doğanın doğrularının bilim adamlarının önyargılarına, şartlanmalarına rağmen kendisini dayattığına şahit oluruz. Kuantum mekaniği bilimsel camiada, yerinden ettiği klasik mekanikten daha az desteğe sahipti. Dahası, sezgilerle ve sağduyuyla çelişen yanlara sahipti. Yine de atom altını klasik mekanikten daha iyi tasvir ettiği için onu yerinden etti. Rölativist ve konvansyonalist teorilerin determinizmi reddettiği için sempati duydukları kuantum mekaniği18 onların iddialarının tersine doğanın doğrularını dayatmasının bir örneği olarak işlev görmektedir. 17 Bu argüman kültürel rölativizmin ana tezi ile örtük biçimde desteklenmektedir: Hiçbir kültürün diğerinden üstün olacağını savunamayacağımıza göre o kültürlerin oluşturduğu teorileri de daha doğru ve daha yanlış olarak sıralayamayız. 18 Sadece kuantum teorisinin değil Einstein’ın görelilik teorisinin de bilim felsefesinde ve sosyolojisinde rölativizmi savunan kişilerce hatalı şekilde yorumlandığını düşünüyoruz. Öncelikle fizikteki görelilik teorisinin, bilim felsefesindeki rölativist (görelilik) teorilerle tek benzerliği isim düzeyindedir. Genel görelilik tıpkı klasik mekanik gibi determinist ve mekanik bir teoridir. Aynı gözlemler altında her gözlemci aynı şeyi görecektir. Kuantum teorisindeki durum daha çetrefilli olsa da onunla ilgili yorumlarda da gözlemcinin etkisinin yanlış yorumlandığı kanaatindeyiz. Kuantum fiziğinde bir elektron gözlemlendiğinde ve gözlemlenmediğinde aynı şekilde davranmasa da, bu durum gözlemcinin kim olduğuyla, zihinsel arka planı ile veya mensubu olduğu toplumla ilgili değildir. Burada gözlemle asıl kast edilen “ölçüm”dür. Bir elektron ölçüldüğünde farklı, ölçülmediğinde farklı davranmaktadır. Dahası kuantum fiziğinde de evren kendi içine kapalı, ihtimaliyet içerse de belli öngörülerde 165 Başka bir örnek vererek bilimin üzerindeki muhtemel sosyal unsurların titiz analizinin önemine vurgu yapmak istiyoruz. Ancak bu kez örneği doğa bilimlerinden değil sosyal bilimlerden seçme niyetindeyiz ki böylece bir bilginin belli oranda sosyal unsurlardan etkilenmesinin onu tamamen göreceli hale getirmediğini gösterebilelim. Hatırlanacağı gibi Türk Tarih tezi Sümer, Hitit ve Roma gibi uygarlıkların ardında Türklerin olduğu, Türklerin dünyaya medeniyeti öğrettiği gibi iddiaları içinde barındırıyordu. Bilhassa 1930’larda bu tezi desteklemesi umulan birçok araştırma yapılmış hatta bu teze karşı çıkanlar bilimsel değil ideolojik davranmakla eleştirilmişlerdi. Bununla beraber teori 1940’larda terk edilmeye başlanmıştı. Bu tür bir teorinin bilimsellikten ne kadar uzak olursa olsun zamanın ruhunu yansıttığı açıktır. Bu aşamada tarih biliminin belli oranda politik baskılarla şekillendiğini iddia etmek mümkündür. Ancak bu etki sınırlıdır ve bu tür örneklerden yola çıkarak tarih biliminin bütünüyle kurgudan ibaret olduğunu ve sadece manipülasyona hizmet ettiğini söylemek gerçekçi olmayacaktır. Oysa ilk iki bölümdeki analizimiz de göstermiştir ki, Kuhn ve Güçlü Program’ın genel olarak kullandıkları yöntemlerden birisi bu tür etkileri tüm bilimsel çabayı görecelileştirmek ve sosyal etkenlere indirgemek için kullanmaktır. Bu örnekte görüldüğü gibi sosyal bilimlerde dahi manipülasyon veya yorum sınırsız gözükmemektedir. Sosyal bilimlerde pratikte olmasa da teoride manipülasyonun sınırsız olabileceğini iddia edilebilir. Örneğin Almanya ve İtalya II. Dünya Savaşını kazansalardı, propaganda gibi araçlar aracılığıyla insanları kendilerinin haklılığına inandırsalardı tarihi tamamen manipüle etmiş olabilirlerdi. Her ne kadar gerçek hayatta George Orwell’in 1984 isimli romanında yer alan “Parti” kadar güçlü bir manipülasyon gücü var olmasa da teorik olarak tarihin bu tür bir manipülasyonu mümkündür. Ancak doğa bilimlerini bu konuda sosyal bilimlerden daha korunaklı, güvenli kılan yanı 2. bölümde Kuhn’un ve Güçlü Program’ın teorilerini incelerken göstermeye bulunabildiğimiz bir yerdir. Parçacıkların nereye gideceklerini istatistiksel olarak öngörebilmekteyiz. Bu nedenle bu teorinin post-modern bir yoruma destek olarak okunması hatalı görünmektedir. Bu teorilerle beraber, bilim anlayışımız, bilime duyduğumuz güven Kuhn’un düşündüğü anlamda değişmemiştir. Kuantum mekaniğinin bize gösterdiği şey bazı soruları yanlış sorduğumuzdur. Örneğin elektronu her an konumu var gibi düşünüyorduk ancak bu kabulün hatalı olduğunu gördük. 166 çalıştığımız gibi doğaya teorilerimizi dayatamamamızdır. Nitekim neredeyse Türk Tarih Tezi’nin doğa bilimlerindeki yansıması olan Lysenko vakası 19 bu tezimizi güçlendirmektedir. Hatırlanacağı gibi Marksist diyalektiğe benzediği iddiasıyla Stalin döneminde desteklenen bu biyolojik teori pratikteki başarısız sonuçlar nedeniyle terk edilmek zorunda kalmıştır. O halde bilimsel bilginin oluşumunda sosyal etkenlerin rolünün dikkatli şekilde ve çabuk sonuçlara ulaşılmadan incelenmesi gerekmektedir. Bir sonraki kısımda bu muhtemel etkenlere odaklanılacaktır. Sosyal etkenlerin nerelerde açıklayıcı olup nerelerde olmayacağını göstermek amacıyla “muhtemel” kelimesi tercih edilmiştir. 3.3.1.1. Bilimsel İnancın Üzerindeki Muhtemel Sosyal Etkenler Bilim ile sosyal etkenler arasındaki ilişkinin hayli karmaşık olduğunu gözlemliyoruz. Hem bilim adamları çalışmaları ile toplum üzerinde bir etkiye sahiptirler, hem de onların çalışmaları sosyal etkenlerin etkisi altındadır. Bu bağlamda bilimin toplumla ikili bir ilişki içerisinde olduğunu görüyoruz.20 Bununla beraber tezimiz bu ilişkinin ikinci boyutuna yoğunlaşmıştır. Bilimin toplumu etkilediği, onu şekillendirdiği “bilgi güçtür” diyen Francis Bacon’dan beri bilinmektedir ki bu aynı zamanda modern bilimin başlangıcına karşılık gelir. Modern bilim, doğduğu günden beri toplumu iyileştirmede, değiştirmede, şekillendirmede etkili bir araç olarak görülmüştür. Öte yandan bilim-toplum ilişkisinde tezimizin odaklandığı kısımla ilgili daha karmaşık bir resmin var olduğu kanaatindeyiz. Bilime etki eden sosyal unsurlara odaklanmamızın nedeni budur. Bilimsel bilginin oluşumu ile sosyal etkenlerin ilişkisini üç boyutta incelemeyi uygun gördük. Buradaki kararımızın ardında az önce kısaca değindiğimiz bilginin üç bileşenli yapısı bulunmaktadır. Bilgi, klasik tanımına göre “gerekçelendirilmiş doğru 19 Sovyetler Birliği’nde ideoloji, bilimle ilgili tartışmalarda sık sık ön plana çıkarılmıştır. Sadece biyolojide değil fizikte de ideolojinin tartışmaların önemli bir parçası olduğunu görüyoruz. Kuantum ve Görelilik teorilerinin ideoloji ile ilişkilendirilmesi hakkında detaylı bir analiz için bakınız: Alexei B. Kozhevnikov, Stalin's Great Science: The Times and Adventures of Soviet Physicists, London, Imperial College, 2004, s. 217-244. 20 Richard C. Lewontin, Biology as Ideology: The Doctrine of DNA, New York, HarperPerennial, 1992, s. 3-4 167 inanç”tır. Bu durumda bilginin üç bileşeni; inanç, o inancın gerekçelendirilmesi ve o inancın doğru olması olarak tarif edilebilir. Her bileşen için, tek tek sosyal unsurların ne denli etkili olduğunu incelersek hem pozitivistlerden hem de Kuhn ve Güçlü Program’dan daha doğru bir resim çizebileceğimizi umuyoruz. İlk boyut bize bilimsel inancın oluşumunda sosyal unsurların nasıl bir rol oynadığını gösterecek. Bu konuda önemli bir fikir ayrılığı olmadığını düşündüğümüz için etkenlerin ana hatlarını çizmekle yetineceğiz. Öte yandan tezimiz için daha önemli olan başlık, ikinci boyutla ilgilidir. Sosyal etkenlerin bilimsel teoriye inancı nasıl gerekçelendirdiği tezimizin merkezinde yer alan konulardandır. Bu gerekçelendirme işlemi sırasında sosyal unsurların etki edip etmedikleri irdelenecektir. Bilimsel inancın gerekçelendirilmesiyle yakından ilgili üçüncü boyut ise bilimsel doğrunun sosyal unsurlardan etkilenip etkilenmediğidir. Rölativist ve konvansiyonalist öğeler içeren teorilerin bazıları –bilhassa rölativizmi ve konvansiyonalizmi epistemolojik boyutla sınırlamayıp ontolojik boyuta taşıyanlarsosyal unsurların sadece teoriyi gerekçelendirmede değil, teoriyi doğru kılmada da etkili olduğunu iddia etmektedirler. Bu pozisyonun kendi içinde ve tarihsel veriler ışığında ne denli tutarlı olduğu bu kısımda incelenecektir. Elbette bilimsel teoriye duyulan inancın sosyal etkenlerden nasıl etkilendiğini belirlemenin farklı yolları mevcuttur. Bu konuya eğilen çoğu çalışma bilimsel teorinin gerekçelendirilmesi ile bilimsel doğrunun sosyal unsurlarca belirlenmesi arasında bir ayrıma gitmediler. Ancak bu çalışmada, aşağıda açıklanacak nedenlerden ötürü, böyle bir ayrıma gidilecek; bilimsel teoriye duyulan inancın sosyal kökenleri bu üç başlık altında incelenecektir. 3.3.1.1.1. Bilimsel İnancın Oluşumundaki Sosyal Etkenler Bilimsel inancın oluşumunda ve ortaya çıkışında etkin sosyal faktörleri birçok boyutta ele almak mümkündür. Bu konuda Reichenbach’ın keşif bağlamı olarak nitelendirdiği, sosyal bağlam ile buluşun ortaya çıkışını ilişkilendirme girişimi hatırlanmalıdır. Örneğin ilk bölümde sözü edilen Boris Hessen’in yaptığı gibi Isaac 168 Newton’a Principia’daki buluşları yaptıran toplumsal ihtiyaçları art arda dizmek keşfi, bağlamı ile ilişkilendiren bir çabadır. O dönem sosyal sınıfların birbirleriyle ilişkisinin incelenmesi ve son derece teknik, bilimsel buluşların bu sosyal durumlarla ilişkilendirilmesi sosyal etkenlerin önemine işaret eder. Yine benzer bir çabaya Grossmann’ın mekanik felsefenin ve imalatın kökenine ilişkin yaptığı incelemede rastlıyoruz. Grossmann’a göre teorik mekaniğin temel yasalarının ve kavramlarının oluşumunda çeşitli gelişmeler rol oynamıştır. Örneğin ateşli silahların yaygınlaşması mekanik üzerine üretilen fikirlerin test edilmesini sağlamıştır. Bilhassa ateşli silahlar üzerindeki burjuva tekelinin kırılması ile halk kitleleri gözlemlerde bulunmuş, söz gelimi Aristoteles’in hareket teorisi gibi teorilerin gerçekliği yansıtmadığına bizzat şahit olmuştur. Bunun yanında otomatik harekete sahip saat mekanizmasının, su ile çalışan mekanizmaların ve kaldıraç türü mekanizmalarının yaygınlaşması hem mekanistik felsefenin, hem de makinelerin çalışma prensipleri üzerine geliştirilen teorilerin iyileştirilmesinde, önemli rol oynamıştır.21 Tarihsel bağlamın sunduğu olanaklar, o dönem bilim adamlarının duyduğu ilgiler ve o dönem cevaplanması istenen –hatta gereken- sorular, doğa biliminin gelişimi ile son derece yakından ilgilidir. Nitekim Newton da sıklıkla atıfta bulunulan bir sözünde daha ileriyi görebilmesini devlerin omuzlarında yükselmesine bağlıyordu. Newton bu ifadeyle, bilimsel teorilerini, ancak Kepler, Descartes ve Galileo gibi isimlerin bilime katkıları neticesinde oluşturabildiğini ima ediyordu. 22 Bilimin bu birikimsel gelişim süreci de bağlamın bilimsel teorileri ortaya çıkarması ile yakından ilişkilidir. Esasen bilimsel devrim olarak isimlendirilen birçok buluş bile bu birikimsel resim içerisinde daha fazla anlam ifade eder. Bununla beraber bilimin belli bir bağlamda gelişmesi ve bu gelişimin birikimsel bir sürece yayılması birey bilim adamlarının yaratıcılığını gölgede bırakmamalıdır. Newton, devlerin omuzlarında yükselse de herkes aynı şekilde devlerin omuzuna çıkmayı başaramadı. Bu noktada 21 Henryk Grossmann, “The Social Foundations of the Mechanistic Philosophy and Manufacture”, Gideon Freudenthal ve Peter McLaughlin (der.), The Social and Economic Roots of the Scientific Revolution, Dordrecht, Springer, 2009, s. 141-145. 22 Newton’ın burada kendisinden önceki dâhileri unutmadığı genel kanıdır. Bazı tarihçiler ise Newton’ın optikteki bilimsel çalışmaları ile ünlenmiş Hooke’a kısa boyunu hatırlatarak sataştığını iddia etmektedirler. Bakınız: Stephen. W. Hawking, On the Shoulders of Giants: The Great Works of Physics and Astronomy, Philadelphia, Running, 2002, s. 725-726. 169 Durkheim’ın İntihar adlı eserindeki genel tutumuna atıfta bulunabiliriz.23 Durkheim, hatırlanacağı gibi, intihar gibi bireysel görünen bir eylemin dahi bireye toplum tarafından dayatıldığını iddia ediyordu. Her sene bir ülkede neredeyse aynı sayıda kişinin intihar etmesi bunun bir kanıtı gibi görünüyordu. Yani toplum belli sayıda kişinin ölmesine neden oluyordu. Bununla beraber Durkheim kitap boyunca neden başkalarının değil de o kişilerin –örneğin 20 yaşındaki Frank isimli Katolik gencin değil de Pierre isimli 20 yaşındaki Katolik gencin- intihar ettiği ile ilgilenmiyordu. Toplum, Durkheim’ın çizdiği resimde belli sayıda kişinin intihar etmesine neden olurken kimlerin intihar edeceğini/ettiğini açıklayamıyordu. Benzer şekilde doğa bilimlerinin gelişim sürecinde de toplum –veya bağlam- insanların belli buluşları yapmasına alt yapı hazırlıyordu ancak kimlerin bu buluşları yapacağını belirleyemiyordu. Esasen Durkheim’ın çalışmasında neden başkalarının değil de o kişilerin intihar ettiği/edeceği sosyolojiden ziyade psikolojinin açıklaması gereken bir konu gibi görünmektedir. Yine buluşları kimin yapacağını/yaptığını da sosyoloji biliminin tek başına açıklayamayacağını düşünüyoruz. Müteakip paragrafta, bilim tarihinden iki örnekle bu nokta açıklanmaya çalışılacaktır. İlk örneğimiz Pasteur’ün mikroplarla ilgili buluşuyla ilgili. Hastalıkların kaynağında mikropların olduğu tezi Pasteur’e kadar tartışmalıydı. Örneğin tüm hastalıkları organların kusurlu çalışmasına bağlayanlar vardı. Pasteur 1879’da şansının da yardımıyla mikropların etkisini keşfetti. Pasteur, tavuklara mikroorganizmaları içeren bir kültür şırınga ederek deneyler yapıyordu. Birkaç aylığına memleketine giden Pasteur döndüğünde eskiden hazırladığı kültürü tavuklara şırınga etti. Ancak tavuklar hastalanmaları gerekmesine rağmen hastalanmadı. Pasteur farkında olmadan mikropları zayıflatmayı başarmıştı. Artık Pasteur’a düşen mikropların nasıl etkisiz hale getirildiğini denemeler yoluyla bulmaya çalışmaktı.24 İkinci örneğimiz de mikropların hastalıklara neden olmasıyla alakalı. Macar doktor Ignaz Semmelweis 19. yüzyılın ortalarında öldürücü bir hastalık olan lohusa hummasıyla ilgili bir araştırmaya girişmişti. Nedenlerine ilişkin kesin bir bilgiye sahip olunamayan lohusa 23 Émile Durkheim, Suicide: A Study in Sociology, çev. George Simpson ve John Spaulding, New York, Free, 1997. 24 Rom Harré, Great Scientific Experiments: Twenty Experiments That Changed Our View of the World, Mineola, NY, Dover Publications, 2002, s. 102-110. 170 humması Viyana’da Semmelweis’ın çalıştığı hastanede çok farklı istatistiklere neden olmuştu. Doktorların çalıştığı bölümlerde hamile kadınların ölüm sayısı, ebelerin çalıştığı bölümlerin 5 katı kadardı. Bu, açıklanması gereken bir soruydu. Ancak Ignaz Semmelweis’in kafasında şüphe uyandıran asıl önemli olay Semmelweis’ın bir arkadaşının otopsi sırasında parmağını kesmesi, daha sonra lohusa hummasına benzer semptomların kendisinde görülmesi ve kısa süre sonra ölmesi olmuştur. Böylece hastalığın doktorlardan hastalara yayıldığı belirlenmiş, daha genel olarak da hastalığın mikroplar aracılığı ile -ve sadece hamile kadınlara değil herkesebulaşabildiği ortaya çıkmıştır. Muhtemeldir ki Semmelweis, arkadaşının ölümü gerçekleşmese hastalığın hastalardan doktorlar aracılığıyla diğer hastalara yayıldığını daha zor keşfedecekti.25 Bu iki örnekle anlatılmak istenen şudur: Her ne kadar toplumsal unsurlar bilimi belli bir yere sürüklese ve belli soruları gündeme getirse de buluşların tamamen toplumsal unsurlarla şekillendiği söylenemez. Bilimsel buluşların oluşumunu etkileyen sosyal unsurlar sanıldığından daha karmaşıktır ve sadece bir faktörle –söz gelimi toplumun çıkarları ile- şekillenmezler. Kimi zaman bu örneklerde olduğu gibi “şans” faktörü devreye girer ve toplumsal koşulları tamamlayıcı bir görev üstlenir. Bununla beraber şans faktörü de tek başına bir anlam ifade etmeyecektir. Şansın araştırmacıya yardımcı olabilmesi için hem toplumsal ilginin, şansın ipucu olarak yardımcı olacağı konuya yönelmesi hem de o alanda yeterli bilgi birikiminin sağlanmış olması gerekir. Pasteur ve Semmelweis’a şans yardım etmiştir, çünkü onların içinde yaşadığı toplumda hastalıklar bir problem teşkil ediyordu ve bu sorunlarla ilgili belli bir bilimsel mesafe kat edilmişti. Aksi takdirde “şans”ın beraberinde getirdiği ipuçları gerektiği gibi okunamayacaktı. Daha sonra Pasteur’ün de dediği gibi şans herkese değil sadece zihnen hazır olanlara yardım edecekti.26 Bilim adamlarının bilimsel teorilerini kurmaları bu anlamda belli bir bağlamla yakından ilişkilidir. Bunun yanında diğer bilim adamlarının belli bir teorinin doğruluğuna inanmaları da yine belli oranda bağlamla ilişkilidir. Örneğin Almanya’da nedenselliğe karşı duyulan şüphe, o dönem Almanyası’nın yaşadığı 25 Stephen S. Carey, A Beginner's Guide to Scientific Method, Boston, MA, Wadsworth Cengage Learning, 2012, s. 2-6. 26 Harré, Great Scientific Experiments, s. 106. 171 siyasal tecrübe ile bağlantılı olarak yorumlanabilir. Yani sadece bir bilimsel teorinin ortaya çıkışı değil, onun popülerleşmesi ve diğer bilim adamları tarafından benimsenmesi de toplumsal faktörlerin incelenmesi ile daha iyi anlaşılabilir. Bu noktada Güçlü Program’ın ve Kuhn’un yaptığı tespitler isabetli görünmektedir. Ne var ki, burada gözden kaçırılmaması gereken nokta, bilim sosyologlarının sıkça atıfta bulunduğu “sosyal bağlam-teorinin ortaya çıkışı” ilişkisinin sanıldığı kadar net olmadığıdır. Bilhassa sosyal bağlamın yoruma son derece açık olması onun beraberinde getirdiği iddia edilen bilimsel teorilerle kolaylıkla ilişkilendirilmesini mümkün kılacaktır. Kuhn’a getirilen eleştiriler bölümünde dile getirdiğimiz gibi ancak tarihsel bağlamın belli kısımlarının göz ardı edilmesi neticesinde buluşlar ile sosyal bağlamın ilişkilendirilmesi daha da kolay olabilmektedir. Bilim karmaşık bir çabadır ve doğal olarak onun sosyal bağlamla ilişkisi de karmaşık olacaktır. Burada dikkat edilmesi gereken nokta indirgemeci bir bilim tarihi okuması yapmaktan kaçınmak, toplumun istek ve ihtiyaçlarının bilimin seyrine yön veren tek faktör olmadığının farkında olmaktır. Kuhn ve Güçlü Program’ın hatalarından birisi bağlamın belirleyiciliğini gerçekçi bir şekilde tespit edememeleridir. Örneğin Weimar Almanyası’nda nedenselliğe duyulan şüphenin sadece sosyal veya politik bir tepkinin ürünü olarak yansıtılması hatalıdır. Bilim adamlarının nedenselliğe duydukları şüphenin ortaya çıkmasında bu tür sosyal etkenler pay sahibi olmuşsa da –ki ikinci bölümde gösterdiğimiz gibi bu tür bir etkileşimin varlığı da tartışmalıdır- aynı sosyal etkenlerin nedenselliğe duyulan şüpheyi gerekçelendirmiş olduğunu iddia etmek gerçekçi değildir. Teoriyi doğuran ortam veya teorinin popüler olmasını sağlayan nedenler teoriyi bilim adamlarının gözünde gerekçelendirilmiş kılmaya yetmeyecektir. Eğer 1920’lerde ve 1930’larda kuantum teorisini destekleyen veriler olmasaydı bu durumda nedenselliğe duyulan şüphe bilimsel bir hal almazdı. Sonuç olarak bağlamın etkisi, doğanın gerçekleri tarafından desteklenmediği sürece sınırlı olacaktır. Bir sonraki kısımda “doğanın gerçekleri tarafından desteklenme”nin ne anlama geldiği irdelenecektir. Bunu yaparken bilimsel teoriye duyulan inancın gerekçelendirmesi ile bilimsel bir teorinin doğru kılınması arasında bir ayrıma gidilecektir. Gerekçelendirmede de sosyal etkenlerin rol oynayabildiği ancak sosyal 172 etkenlerin bir teoriyi doğru kılmaya ve doğaya dayatmaya yetmeyeceği detaylı bir şekilde gösterilmeye çalışılacaktır. 3.3.1.1.2. Sosyal Etkenler ve Bilimsel İnancın Gerekçelendirilmesi Önceki kısımda sosyal etkenlerin bir bilimsel inancın oluşumunda ve popülerleşmesinde farklı düzeylerde etkili olduğu gösterilmeye çalışıldı. Ne var ki bilim tarihi göstermektedir ki, teori ne kadar bağlam tarafından desteklenirse desteklensin, teorinin gerekçelendirmesi için bağlam yeterli değildir. Burada gerekçelendirmeden kasıt, bir teoriye duyulan güvenin haklı gerekçeye sahip olması, teorinin bilimsel olarak meşru desteğe sahip olmasıdır. Bilimsel tartışmalarda asıl problem “meşru destek”e sahip olunup olunmadığına karar veren merciinin bilim adamları topluluğu olmasıdır. Bu gerçek, rölativist ve konvansiyonalist görüşleri belli oranda destekliyor olsa da, onlar bilim adamlarının bir bilimsel inancı gerekçelendirmesi ile onu doğru kılması arasındaki farkı göz ardı etmişlerdir. Gerekçelendirmede hata yapılsa da –ki bilim tarihinde yer alan bu tür örnekler Kuhn ve Güçlü Program tarafından kullanılmıştır- bilim adamlarının hataları daha sonra doğanın baskısıyla, yine bilim adamları tarafından düzeltilmektedir. Dahası bilim adamları bir bilimsel teoriyi gerekçelendirirken tamamen keyfi davranmazlar. Hem Kuhn hem de Güçlü Program çıkarların, sosyal ve psikolojik etkenlerin bilim adamlarını sorgulamamaya ittiğini iddia etmişlerdir. Oysa bazen tam da sosyal ve psikolojik etkenlerin etkisi ile bilimde sorgulama gerçekleşmektedir. Bilim adamları kendini kanıtlama gibi sosyal ve psikolojik saiklerle mevcut bilimsel teorileri sorgulamakta, onları çürütmeye çalışmaktadırlar. Bilimi bir güç oyununa indirgeyen sosyologlar ve felsefeciler ise çok büyük desteğe sahip olan yerleşmiş teorilerin –söz gelimi Newton fiziğinin- neden zemin kaybettiğini açıklamakta zorlanmaktadırlar. Kuantum fiziği alanındaki çalışmaları ile Nobel fizik ödülü almış Max Born’un eğitimiyle ilgili anlattıkları bu konuda yol göstericidir. Born, Newton fiziğinin 20. yüzyılın başında bile ne denli etkili olduğunu anlatır ve fizikçilerin Newton fiziğinden şüphe duymayacak şekilde eğitildiklerini söyler. Hatta Newton yasalarına güvenmemenin bir nevi sapkınlık olduğunu dile getirir. Bu dönemde 173 yapılan X ışınları, radyoaktivite, elektron ve enerjinin kuantumu gibi keşifler de henüz durumu değiştirmeye yetmemiştir. Fizikçiler yeni verileri Newton fiziğine uydurma gayreti içerisindedirler.27 Bu durum Kuhn’un “normal dönem”ini akla getirir. Gerçekten de fizikçilerin yasaları sorgulamamaya yönelik yetiştirilmesi, yeni verileri eski teoriye uydurma çabaları bu konuda Kuhn’a hak vermemizi sağlar. Ancak bu keşifleri takip eden yeni keşifler, adeta bir kutsal inek halini almış Newton fiziğinin sorgulanmasını, sonra da yerinden edilmesini sağlamıştır. Bilim sosyologlarının açıklayamadıklarını düşündüğümüz nokta burasıdır. Normal bilim döneminden devrimsel bilim dönemine geçişi sosyal unsurlarla açıklamak başarısız bir çabadır. Tersine ortada güçlü sosyal unsurlara rağmen bir değişim vardır. Şimdi sosyal unsurların bilimsel inancı ne seviyeye kadar gerekçelendirebildiğine yönelik analizimizi derinleştirmeye ve detaylandırmaya çalışalım. Bilim adamları topluluğu Kuhn’un dile getirdiği gibi sosyal bir topluluktur. Dolayısıyla ortodoks bilimin iddialarının aksine bilim adamları makine gibi düşünen, tamamen objektif değerlendirmeler yapan kişiler değillerdir. Yine Kuhn’un bahsettiği gibi zaman zaman farkında olmadan da belli bir ideoloji veya metafiziksel öğreti veya bir paradigmaya olan bağlılıkları neticesinde hatalı kararlar verebilirler. Hatta belli oranda hatalı gözlemler yapabilecekleri tezini de değerli buluyoruz. Tüm bu nedenler gerekçelendirmeyi etkilemektedir çünkü bilimsel bilginin ne olduğunu belirlemede bilim adamları topluluğunun üzerinde bir aktör yoktur. Bu konuda bir örnek vermek gerekirse 17. yüzyılın önemli bilim adamlarından William Harvey’nin kan dolaşımı ile ilgili çalışmasını ele alabiliriz. Örneğimiz siyasi olayların bilimi nasıl şekillendirdiğine, bilim adamlarını nasıl etkilediğine işaret etmesi bakımından önemlidir. Harvey, kalp ve kan arasındaki ilişkiyi incelerken kalbe merkezi bir yer vermekteydi. Ancak enteresan bir siyasi gelişme neticesinde Harvey’nin bilimsel teorisi değişikliğe uğradı. Püriten devrim gerçekleşip Kral idam edilince Harvey, kan dolaşımında asıl rolü kana verdi, kalbi sadece bir işlevsel araca indirgedi. Bu örneği değerlendirirken o dönem sosyal teori ile insan bedeni arasında benzerlikler kurulduğunu, kalbin Kralı temsil ettiğini, kanın ise halka 27 Max Born, Physics in My Generation; A Selection of Papers, London, Pergamon, 1956, s. 190. 174 karşılık geldiğini hatırlatmakta fayda var. Burada dikkat çekici olan unsur Harvey’nin bu fikir değişikliğinin bir takiye olarak değerlendirilemeyeceğidir. Zira Harvey hayatının sonuna kadar Kraliyet’e sempati duydu. Ancak onun teorisi büyük ihtimalle sosyal ve siyasal gelişmelerden etkilenmişti. Halkın Kralı idam etmesi, Harvey farkında olmasa da, onu, Kral’ı temsil eden kalbi ikinci plana atması yönünde ikna etmişti.28 Bu örnek, bilim adamlarının bir teorinin doğruluğuna hükmederken de sosyal ortamdan etkilendiklerine kanıt olarak gösterilebilir.29 Konuyla ilgili verilebilecek bir başka örnek bilim adamlarının şöhretlerinin diğer bilim adamlarının görüşlerini etkilemesine ilişkindir. Hatırlanacağı gibi Kuhn şöhretin bu tür bir etkisinin varlığına dikkat çekmişti. Batlamyusçuluğun ve Aristo fiziğinin yerleşmiş, neredeyse kutsal bir hal almış olduğu bir dönemde KopernikKepler-Galileo’nun gördüğü muhalefeti kısmen de olsa bu çerçevede okumak mümkündür. Yine Isaac Newton’ın sarsılmaz otoritesi insanların kuantum teorisine direncinin önemli bir nedeni olarak gösterilebilir. Sovyet Rusya’da evrimle ilgili tartışmaların şiddetlendiği dönemde Nobel ödüllü Pavlov’un Lamarckçı evrimi desteklemesi şöhretin önemine verilebilecek bir başka örnektir. O dönem biyoloji çevrelerinde bu görüşlerin Pavlov tarafından savunulmaması durumunda dikkate alınmayacağı ifade edilmekteydi.30 Bilimde zaman zaman teoriyi savunanın kim olduğu, teorinin değerlendirilmesinde içeriğin önüne geçebilmektedir. Bu örnekler ve iddialar tarihsel gerçeklik içerseler de onlarla ilgili birkaç açıklamanın gerekli olduğu kanaatindeyiz. İlk olarak Harvey’nin örneğine dönelim. Bir adım ileri gidelim ve o dönem bütün bilim adamlarının aynı sosyal ve siyasal etkenlerden etkilenip Harvey gibi kan dolaşımındaki asıl aktörün kan olduğuna hükmettiklerini varsayalım. Bilim adamlarının teorileri gerekçelendiren mercii 28 Henry, Bilim Devrimi ve Modern Bilimin Kökenleri, s. 95-96. 29 Bu durumun tersi örnekler de mevcuttur. Bilimsel teorilerin sosyal ve siyasal teoriye etkileri de olmuştur. Örneğin John Locke’un liberalizm fikrinin ve Adam Smith’in ekonomik teorilerinin Isaac Newton’dan etkilendiği iddia edilmektedir. Bu düşünürlerce insanların doğal hakları ve ekonomideki düzen, doğa yasalarının bir parçası, bir uzantısı olarak görülmüştür. Bakınız: Kenneth R. Stunkel ve Saliba G. Sarsar, Ideology, Values, and Technology in Political Life, Lanham, MD, University of America, 1994, s.10. 30 Nikolai Krementsov “Darwinism, Marxism, and Genetics in the Soviet Union” Biology and Ideology: From Descartes to Dawkins, s. 226. 175 olduğu düşünüldüğünde böyle bir durumda Harvey’nin teorisi gerekçelendirilmiş olacaktır. Yani bilim adamları topluluğu –her ne kadar hatalı da olsa- Harvey’nin kanı merkeze alan teorisinin meşru bilimsel bir dayanağa sahip olduğuna karar vermiş olacaklardır. Elbette bu tür bir gelişme Thomas Kuhn ve takipçilerini destekler görünmektedir. Kuhn ve takipçileriyle görüş ayrılığımız tam da bu noktada başlamaktadır. Bize göre bilim adamlarının Harvey gibi sosyal unsurların etkisi ile bilimsel konuda pozisyon belirlemeleri bilim için büyük sorun teşkil etmeyecektir çünkü bilim adamları bir konuda karar verdiklerinde hiçbir zaman “nihai” kararı vermiş olmazlar. Bilim işleyişi itibariyle hiçbir otoriter kısıtlama tarafından tamamen şekillendirilemez, yönlendirilemez, sonlandırılamaz. Bilimin araştırmayı nerede keseceğine, bilimsel teorilerin gerekçelendirilmesinden sorumlu bilim adamları dahi karar veremezler. Herkesin üzerinde anlaştığı bir teori, savunucularının tüm şöhretine karşın başka bilim adamlarınca eleştirilebilir. Bu anlamda biz bilim adamları topluluğunun tüm despot, tutucu, baskıcı eğilimlerine karşın, bilim tarihiyle ilgili büyük resme baktığımızda bilimsel çabanın doğası itibariyle despotizmi ve tutuculuğu reddettiğini düşünüyoruz. Thomas Kuhn’un bilimsel devrimlerin ortaya çıkışını açıklarken çelişkiye düşmesinin ardında da onun bilim adamları ile bilimin doğası arasındaki bu ayrımı göz ardı etmesi yatmaktadır. Bazı bilim adamları diğer bilim adamlarının takdirini kazanmayı bilimsel çabanın önüne koyabilir. Bu konuda Kuhn’u destekleyen tarihsel örnekler vardır. Ancak bu eğilimlere sahip bilim adamlarını örnek göstererek tüm bilim adamlarının kendini beğendirme baskısı altında çalıştığını iddia etmek bilim tarihindeki büyük paradigmaların nasıl –hem de birden bire- yerlerinden edildiğini açıklayamayacaktır. Bu açıklamadan sonra Harvey’nin örneğine geri dönelim. Harvey’nin teorisinin tüm bilim adamları tarafından kabul edildiğini varsaymayı önermiştik. Bu durum onlardan sonra gelen bilim adamlarının da teoriyi kabul edecekleri anlamına gelmez. Nitekim günümüzde kan dolaşımında asıl unsurun kanı pompalayan kalp olduğu bilinmektedir. Yine, her ne kadar şöhret sahibi bilim adamları diğerlerinin üzerinde bir faktör olarak etkide bulunsa da bu faktörün önemi de olduğundan büyük gösterilmektedir. Örneğin Einstein şöhret sahibi değilken genel görelilik teorisini bulmuş ve bilim otoritelerine kabul ettirmeyi başarmıştır. Öte yandan Einstein 176 şöhretinin zirvede olduğu dönemlerde kuantum teorisine muhalefet etmiş, yine de kuantum teorisi genel kabul görmüştür. Bilimsel teorilerin gerekçelendirmesini yapan aktörlerin bilim adamları olduğunu belirtmiştik. Bununla beraber bu tespit bilimsel çabayı tamamen bir güç oyununa indirgeyemez. Bu noktada, tartışmamızla yakından alakalı bir kavrama, bilimdeki eleştirme/kritik etme kavramına değinmenin önemli olduğu kanaatindeyiz. Hatırlanacağı gibi Thomas Kuhn, normal bilim döneminde bilim adamlarının teorileri kritik etmedikleri iddiasında bulunmuştu. Bilimde Kuhn’un normal bilim dönemlerini andıran gelişmelerin yaşandığını reddetmiyoruz. Bu dönemlerde bilim adamları teorilere etkilenmelerinin olan veya güvenlerinin diğer bilim çekinmelerinin neticesinde mevcut veya teorisyenlerin adamlarından gelebilecek şöhretlerinden baskılardan bilimsel teorileri sorgulamamayı tercih edebilirler. Ancak buradan yola çıkılarak yapılan genelleme üç noktada sorunludur. İlk olarak bilimsel uğraşa dönemsel veya yerel bir bakış ile değil, global bir şekilde yaklaşmak gerekir. Bir bilimsel teoriden her bilim adamının şüphe etmesini beklemek gerçekçi olmaz. Dahası bilimsel teorilerin kritik edilmesi, sonrasında yerinden edilmesi için böyle bir toplu kritiğe ihtiyaç da yoktur. Az sayıdaki bilim adamı, hatta bilim tarihindeki örneklerin gösterdiği gibi kimi zaman tek bir bilim adamı mevcut bilimsel teorilere şüpheyle yaklaşılmasını sağlayabilir. Örneğin Tycho Brahe, Aristoteles’in göklerin bozulmazlığı iddiasının etkisiyle çoğu insanın göremediğini görmüş, 1572’de yeni bir yıldız (esasen gözlemlenen bir süpernovadır) gözlemleyebilmiştir. Bu tür itirazlar Aristoteles’in teorilerinin inandırıcılığına büyük darbe vurmuştur.31 Bilimsel gözlemlerin etkisini gözlemcilerin veya gözlemlerin sayısı ile değerlendirmek bu noktada sıkça tekrarlanan bir hatadır. Kimi zaman bir gözlem tek başına -doğru olması nedeniyle- aksi tüm gözlemleri geçersiz kılabilir. Benzer şekilde diğer bilim adamlarının aksine şöhretli bilim adamlarını sorgulayan veya bilim adamları topluluğunun onayını önemsemeyen bir kişi, Kuhn’un beklemediği sonuçlara vücut verebilir. Sonuç olarak “normal bilim dönemi”nde teorilere daha az eleştirel yaklaşılması Kuhn’un iddia ettiği gibi tüm bilimsel çabayı 31 Tofigh Heidarzadeh, A History of Physical Theories of Comets, from Aristotle to Whipple, United States, Springer, 2008, s. 42. 177 değersiz kılmayacaktır. Doğanın kendisi bilim adamlarını –hepsini olmasa da– mevcut teorileri sorgulamaya itecektir. Doğa ve deneyle olan irtibat bilim insanlarını normal bilimden “uyandırır”. Doğa ve deneyle irtibat, bu anlamda, eleştiriye zemin oluşturan önemli bir araçtır. Bu noktada ikinci eleştirimize geçebiliriz. Kuhn, Güçlü Program ve çoğu sosyal bilimci, doğa bilimlerindeki kritik yapma eylemini doğru tasvir edememektedir. Onlar bilimsel kritiği doğadan bağımsız bir çaba olarak görme hatasına düşmüşlerdir. Bilim adamlarının kritik yapması Descartes’ın Meditasyonlar’da izlediği yöntemin kullanıldığı, zihinsel bir uğraş değildir. Kartezyen felsefeye karşı konumlandırılan Heidegger’in Düşünmek Denilen Şey isimli eserinde önerdiği düşünme şekli de bilim adamlarının kritik yapması için uygun bir yöntem değildir. Bilim adamları felsefi tarzda bir kritik yapmazlar, yapsalar da bu tür bir kritiğin bilime katkısı sınırlı olacaktır. Çünkü doğa, bilim insanlarının zihinlerinde çözemeyecekleri kadar karmaşıktır. Albert Einstein’ın bu konudaki görüşü kayda değerdir: “Yalın mantıksal düşünme, bize ampirik dünya ile ilgili hiçbir bilgi veremez; gerçekliğin bütün bilgisi deneyimle başlar ve onunla biter. Gerçekliğin gözünde, yalnızca mantıksal yollarla ulaşılan önermeler tamamen değersizdir. Galilei (Galileo Galilei) bunu gördüğü, özellikle de bunu bilim dünyasına öğrettiği için, modern fiziğin –ve gerçekten tüm modern bilimin- babasıdır.”32 Sonuç olarak doğa bilimlerinde kritik etme, doğa ile kurulan ilişki neticesinde gerçekleşir. Bir bilimsel görüş ne kadar siyasi veya metafiziksel desteğe sahip olursa olsun doğa ile uyumlu değilse uzun vadede bilim adamlarından aldığı desteği yitirecektir. Üçüncü eleştirimiz ise şu şekilde özetlenebilir: Thomas Kuhn ve Güçlü Program bilim adamlarının diğer bilim adamlarının beğenisini kazanma ve çıkarlarını koruma gibi eğilimlerinden bahsederek sosyal faktörlerin bilim adamlarını sorgulamadan alıkoyacağını belirtmişlerdi. Onlara getirdiğimiz eleştirilerde değindiğimiz gibi bu tür bir anlayış sosyal etkenleri de basite indirgemek anlamına gelir. Sosyolojik ve psikolojik faktörler bilim adamlarını sorgulamama kadar sorgulamaya da itebilir. Yine, çıkarlar, bilim adamlarını yeni buluşlar yapmaya sevk edebilir. Örneğin 32 Albert Einstein’ın Kuramsal Fiziğin Yöntemi Üzerine adlı eserinden aktaran James T. Cushing, Fizikte Felsefi Kavramlar I, s. 3. 178 günümüzde Nobel ödülünün fizik dalında orijinal buluşlara verildiği hatırlanmalıdır. Dolayısıyla bilim adamları topluluğu tüm baskıcı, dışlayıcı eğilimlerine karşın mevcut teorileri sorgulama eğilimlerine de kapı aralayabilir. Bilim dünyası sanıldığı gibi yeniliklere tamamen kapalı ve direnç gösteren değil, tersine belli oranda yeniliklerle şaşırtılmayı arzulayan bir topluluktur. Buna ek olarak bilimin belli bilim adamlarının tekelinde olmaması ve hatalı teorilerin diğer bilim adamlarınca eleştirilme olasılığı da bilim adamlarının teorileri sadece çıkarları çerçevesinde değerlendirmemesini garanti eder. Kuhn’un dediği gibi bir fizikçi, teorinin doğruluğuna hükmederken aklında diğer fizikçilerin vereceği tepkiyi de tartar. Ancak fizikçi, Kuhn’un dediğinin aksine, sadece diğer fizikçilerin beğeneceği bir teori kurmayı ummaz. O, mümkünse hem doğru hem de diğer fizikçileri tatmin edecek bir teorinin peşindedir. Esas soru, bilim adamları topluluğunun beğeneceği teori ile doğru teori arasında kalan fizikçinin hangi tarafı seçeceğidir. Bu anlamda Galileo ile Kepler arasındaki mektuplaşmalar, bilim adamlarının psikolojisini yansıtması açısından değerlidir. Galileo, Kepler’e yazdığı mektupta, bilim adamlarının güneş merkezli sistemi savunduğu için Kopernik ile alay etmelerini hatırlatarak kendisinin bu görüşü savunma konusunda çekincelere sahip olduğunu itiraf eder. Öte yandan Kepler, Galileo’ya yazdığı cevapta akıllı insanların takdirinin kendisini yığınların tepkisinden daha çok ilgilendirdiğini hatırlatır.33 Nitekim toplumun ne dediğini önemsemeyen Kepler de, ilk zamanlar kınanmaktan çekinen Galileo da doğru olduğunu düşündükleri teorinin arkasında durmuşlardır. Görüldüğü gibi bilim adamları her zaman olmasa da doğruyu topluluğun onayına tercih edebilmektedirler. Esasen tüm çabalara karşın Lysenko olayında bile tek seslilik sağlanamamıştır. Lysenko’nun teorisini reddeden Theodosius Dobzhansky bu baskılar neticesinde Rusya’dan kaçmak zorunda kalmıştır. Kendisine neden Lysenko’nun teorisine sessiz kalmadığı sorulunca bilim adamı sorumluluğunun bunu gerektirdiğini söylemiştir.34 Her ne kadar her bilim adamından aynı yönde bir eğilim beklemek gerekmiyorsa da bu örnek, bilim 33 Mektupları aktaran Koestler, The Sleepwalkers, s.356-358. 34 Lewontin, Biology as Ideology, s. 8. 179 adamlarının tümünün görüşlerini baskılar neticesinde değiştirmeyeceğini göstermektedir. Sonuç olarak, bilimsel teorilerin gerekçelendirilmesinde sosyal unsurların rol oynadığını inkâr etmek gerçekçi gözükmüyor. Bilimde gerekçelendirmeyi bir makinenin değil, sosyal etkenlerin tesirine açık bilim adamlarının yapıyor olması bu durumu kaçınılmaz kılmaktadır. Ancak bilim adamlarının gerekçelendirmeyi yaparken sadece sorgulamama ve topluluğun onayını kazanma güdüleri ile hareket etmedikleri de açıktır. Sosyal ve psikolojik süreçler tek yönde hareket etmeyecek kadar karmaşıktır. Bu bağlamda bilimin mümkün olduğunca farklı kimlikteki kişilerce yürütülmesi bilim uğraşının bir grubun ideolojisi tarafından çekiştirilmesini daha az mümkün kılacaktır. Bilimi birbirine benzeyen kişiler değil de farklı kimliklere sahip, farklı gelir düzeyinden gelen, farklı statüde kişilere yaymak, sosyal unsurların etkilerine gem vurabilir. Bunun yanında bilim adamlarının gerekçelendirme esnasında sadece sosyal unsurlardan etkilendikleri de bilim tarihi tarafından desteklenmeyen bir iddiadır. Bu tür bir iddia Kuhn’un büyük paradigmaları yıkan devrimleri açıklayamamasının temel nedenidir. Bilim adamları bir hakem gibi gerekçelendirme görevini üstlenmiş olsalar da göz önünde bulundurmaları gereken bir “doğa” faktörü vardır. Şu ana dek sosyal etkenlerin bilimsel inancın doğuşundaki ve onun gerekçelendirilmesindeki rolünü netleştirmeye çalıştık. Bir sonraki kısımdaysa sosyal unsurların bilimsel inancı doğru kılmada nasıl bir rol oynadığı irdelenecektir. Böylece sosyal unsurların “bilimsel bilgi”nin oluşumundaki rolü hakkında net bir fikir sahibi olmak hedeflenmektedir. 3.3.1.1.3. Sosyal Etkenler ve Bilimsel İnancın Doğru Kılınması Tezimizin ikinci bölümünde Thomas Kuhn ve Güçlü Program’ın görüşleri analiz edildi ve bu görüşlerin rölativist ve konvansiyonalist imalarına dikkat çekildi. Elbette bu teoriler, savunucuları tarafından -her zaman tutarlı şekilde olmasa da- yer yer revize edilmiştir. Bu nedenle yazarların farklı metinlerinde rölativist ve 180 konvansiyonalist tonlara daha az rastlanabilir. Bu çalışmanın amacı, Kuhn ve Güçlü Program’ın ne kadar rölativist veya konvansiyonalist olduğunu belirlemek değildir. Biz daha çok bu teorilerin ne anlama geldiğini ve doğayı tanımamızı ne kadar başarılı bir şekilde sağladıklarını anlama niyetindeyiz. Konvansiyonalistler bilimsel doğruların, doğa tarafından insanlara dikte ettirildiğini düşünmezler. Onlar bilimsel doğrularımızın insanî35 tercihlerin sonucu olduğuna inanırlar. Doğal olarak, farklı tercihler mümkün olduğu için farklı alternatif konvansiyonlara her zaman kapı açıktır. Sonuç olarak bilimsel doğrular doğadan ziyade bizim tercihlerimizin etkisi altında şekillenir. Yine rölativist teorilere göre – bilhassa rölativizmin epistemolojik boyutu aşarak ontolojik bir görelilikten söz eden türlerine göre- benzer bir şekilde sadece bizim bir olayı değerlendirmemiz değil, doğadaki gerçeklik de görelidir. Değerlendirmeyi yapan özne ile beraber doğru da değişecektir. Birçok rölativist ve konvansiyonalist teorisyen, gerekçelendirmeden hatalı bir şekilde “doğru kılma” boyutuna sıçramış, ancak bunu temellendirmeyi başaramamıştır. Önceki kısımlarda bilim adamlarının fikirlerinin belli oranda toplum tarafından şekillendiğini hatta fikirlerin gerekçelendirilmesinde de toplumun etkili olabildiğini kabul etmiştik. Öte yandan bilim adamlarının doğaya doğruyu dayatmaları, bir teoriyi doğru kılmaları mümkün gözükmemektedir. Bilhassa Güçlü Program gibi bizim dışımızda bir doğanın varlığını kabul eden düşünürlerin bu konuda hayli tutarsız bir pozisyon takındıkları açıktır. Elbette bir kişi bilgi felsefesinin temel itirazlarına atıfta bulunarak tümevarıma inanmamız için ortada bir gerekçe olmadığını savunabilir. Hatta bizim dışımızda bir gerçekliğin var olmadığını savunan bir pozisyonu benimseyebilir. Bu kanımızca bilim sosyolojisinin veya felsefesinin bir problemi olmaktan ziyade epistemolojinin bir sorunudur ve çözümü bu tezin amaçlarını aşmaktadır. Ancak Güçlü Program gibi, doğanın varlığını kabul ettikten sonra doğadaki doğruları belirleyeceğimizi iddia etmek gerçekçi görünmemektedir. (Her ne kadar yer yer bu iddiayı reddetme çabasına girseler de 2. Bölüm’de 35 İnsani tercih ile bireysel tercih birbiriyle karıştırılmamalıdır. Konvansiyonalistlerin belirleyici olarak gördüğü kavram bireysel tercihler değil, insani tercihlerdir. İnsani tercih ile, bir toplumun veya bilim adamları gibi bir topluluğun bilinçli veya bilinçsiz olarak ulaştığı bir uzlaşı kast edilir. 181 değindiğimiz gibi, mantık kuralları dahil, doğruyu belirleyen her kriteri topluma bağlı kılmaları onların ontolojik anlamda da bir görelilikten bahsettiğine kanıttır.) Hatırlanacağı üzere, Güçlü Program ve kısmen Kuhn bilimsel uğraşı bir güç oyununa çevirmişlerdir. Çıkarların bilimsel görüşleri ve onların değerlendirilmesini nasıl etkilediğini göstermek bu yönde bir çabanın sonucudur. Oysa bilimsel uğraşın bir güç oyunu olduğunu kabul etsek de bu teorisyenlerin gözden kaçırdığı çok önemli bir aktör daha vardır: Doğa. Bilimi bir güç oyununa çevireceksek doğanın en önemli ve ikna edici aktör olduğu unutulmamalıdır. Ancak yine de bilimde doğrunun belirlenmesi, bir güç oyununa benzetilemez. Hatırlanacağı gibi gerekçelendirmeyi yapan aktörler bilim adamlarıdır ancak gerekçelendirme de keyfi değildir ve doğa ile desteklenmezse o teori bir başkası tarafından yerinden edilecektir. Oysa birçok teorisyen bilimin anlık değil, Lakatos’un dikkat çektiği gibi sürekli bir uğraş olduğunu göz ardı etmiş, hatalı bir gerekçelendirmenin resmini çekerek bilim adamlarının kendi doğrularını doğaya dayattıklarını ima etmişlerdir. Bu aşamada bu teorilerin açıklayamadığını düşündüğümüz belli noktalar bulunmaktadır. Örneğin bilimsel devrimler neden ortaya çıkmaktadır? Eğer toplum doğaya kendi doğrusunu dikte edecek güçteyse ne olmaktadır da bilimsel devrimler ortaya çıkmaktadır. Her ne kadar Kuhn, Güçlü Program’a nazaran eleştirel düşünceye daha çok imkân tanısa da o da bilimsel devrimlerin nasıl yerinden edildiğini tatmin edici şekilde açıklayamamaktadır. Kanımızca önemli yerlerde anomalilerin sayısının artması ve saygın bilim adamlarının bulmaca çözemez olması, devrimlerin nedenini gösteren bir açıklama olmaktan uzaktır. Kuhn’a getirdiğimiz eleştiriler bölümünde bu konuyu detaylı olarak irdelemiştik. Kısaca özetlemek gerekirse hem Güçlü Program hem de Kuhn toplumun doğa üzerindeki belirleyiciliğini bu denli temel kılmışken toplumda yer eden bilimsel teorilerin yerinden edilmesini açıklayamamaktadır. Bir yandan toplumu ve her türlü sosyal etkeni mutlak hakem statüsüne çıkarıp bir yandan da onlara rağmen oluşan devrimleri açıklamak mümkün gözükmemektedir. Nitekim kuantum teorisi gibi, yerleşmiş sezgilerle bağdaşmayan bilimsel teorilerin bilim dünyasında kabul görmesi 182 toplumun doğaya doğruyu dayatamadığının bir kanıtı olarak görülebilir. Yine Max Planck’ı bilim adamlarının objektifliğine şüpheyle bakmaya iten olaylar, ironik bir şekilde de olsa, doğanın bilim adamlarının isteklerine karşın kendisini nasıl dayattığını çok iyi anlatmaktadır. Planck teorisini tüm kanıtlara rağmen reddeden bilim adamlarını eleştirirken şu görüşü savunmuştur: “Bu deneyim bana aynı zamanda –bence dikkate değer- bir gerçeği öğrenme fırsatı sağladı: Yeni bir bilimsel gerçeklik ona karşı çıkanları ikna ederek ve onların ışığı görmelerini sağlayarak değil, ona karşı çıkanlar en sonunda öldükleri ve ona aşina yeni bir nesil büyüdüğü için galip gelir.”36 Fikirlerin, hele yerleşik bir hâl aldılarsa, değiştirilmesi son derece sancılı bir süreçtir. Ancak bilim adamları ne kadar direnç gösterseler de –ki bu direnci küçümsemiyoruzdoğa kendi doğrularını onlara veya Planck’ın söz ettiği gibi onlardan sonra gelen bilim adamlarına dayatacaktır. Hem doğaya uyum sağlamanın teknolojik başarıyı mümkün kılması –diğer bir deyişle doğaya muhalefetin teknolojik ilerlemeyi engellemesi-, hem de bilim adamlarının her zaman tek bir görüş etrafında birleşmeyerek mevcut veya destek kazanmış teorilere muhalefet etmesi topluma rağmen doğanın doğrularını dayatmasını mümkün kılmaktadır. Bilim adamları –veya bilim dışı aktörler- Lysenko örneğinde olduğu gibi her türlü muhalefeti engellemeye çalışsa da –yani gerekçelendirmeyi kontrol altına alsalar da- kendi doğrularını doğaya dayatamayacaklardır. 3.3.1.1.4. Doğanın Belirleyiciliğine Bir Engel Olarak Konvansiyonlar Bu noktada farklı bir itiraza odaklanabiliriz. Bilhassa konvansiyonalist teoriler, doğayı anlamak için oluşturduğumuz belli kavramları örnek göstererek bilimlerin konvansiyonlardan ibaret olduğunu iddia etmişlerdir. Onlara göre doğa dediğimiz kavram kendisini bize dayatamaz çünkü doğa büyük oranda bizim konvansiyonlar aracılığıyla yarattığımız bir kavramdır. Örneğin Kuhn’un kuğularla ilgili verdiği örnekte bu tür bir çabanın izlerine rastlarız. Hatırlanacağı gibi Kuhn, sınıflandırmada gagayı değil de rengi esas alırsak ve her beyaz renk kuşa “kuğu” dersek farklı bir 36 Planck’ın Bilimsel Otobiyografi’sinden aktaran James T. Cushing, Fizikte Felsefi Kavramlar I, s. 53. 183 sınıflandırmaya sahip olacağımızı, bunun da bilimin kaderini değiştireceğini iddia ediyordu. Yine sıkça verilen bir başka örnek, ölçmede kullandığımız araçların aslında keyfi olduğudur. Esasen iki tür örnek de “konvansiyon” kavramının geniş kullanımından doğan muğlaklığı kullanmaya yönelik bir çabadan ibarettir. Öncelikle ölçmeyle ilgili örneği ele alalım. Bir kavramın farklı bilim adamları arasında iletişimi sağlamak için inşa edilmesi ile doğrunun toplumsal uzlaşılarla belirlenmesi arasında önemli bir fark vardır. “Masanın 50 cm uzunlukta olduğu”nu ifade ettiğimizde ortada toplumsal bir öğe vardır çünkü “cm” bizim oluşturduğumuz bir kavramdır. Burada bilginin paylaşımı için oluşturduğumuz kavram “cm”dir. Masanın gerçekteki boyu ise topluma bağımlı değildir. 50 cm uzunluğundaki bir masa 40 cm uzunluğundaki bir masadan daha uzundur. Tıpkı 1.64 feet uzunluktaki masanın 1.31 feet uzunluktaki masadan uzun olması gibi. Bu örnekten yola çıkarak toplumsal öğelerin bilimi topluma göreli kıldığı iddia edilemez. Kuhn’un sınıflandırmayla ilgili örneğinde ise gözden kaçırılan nokta sınıflandırmaların keyfi yapılmadığıdır. Eğer bir sınıflandırma keyfi yapılıyorsa doğa tarafından uzun vadede düzeltilecektir. Kuğuları gagalarına, kanatlarına veya başka genetik özelliklerine göre değil de renklerine göre belirlediğimizi düşünelim. Bu durumda doğa bu tür bir sınıflandırmayı gözden geçirmemiz için bizi zorlayacaktır. Örneğin beyaz kuşlara kuğu dememiz durumunda “kuğu”lar arasında üreme olmayacak, verimli döller oluşmayacaktır. Görülecektir ki üremeyi mümkün kılan genetik özellikler, sınıflandırma için renkten daha iyi bir kriterdir. Sınıflandırma anlamındaki konvansiyonlar başlangıçta bilim adamlarının keyfi tercihlerini yansıtsa da zaman içinde doğa tarafından yönlendirilecektir. Burada yine bilimin bir süreç olduğu hatırlanmalıdır. Geçmişte hatalı şekilde kurulmuş bir sınıflandırmanın varlığını göstermek konvansiyonların otoritesini desteklemek için yeterli değildir. Tersine bu hatalı sınıflandırmaların yerinden edilip yerlerine görece daha az kabul görmüş yenilerinin konulması sınıflandırmaların keyfi olmadığına bir işarettir. Kuhn, 2. Bölüm’de bahsettiğimiz gibi paradigmalar süresince teorilerin sorgulanmadığından, bilim adamlarının henüz kariyerlerine başlamadan mevcut paradigmadan şüphe etmeyecek şekilde eğitildiklerinden söz etmektedir. Eğer 184 paradigma bu denli köklü bir desteğe sahipse, onu yerinden eden güç, sosyal unsurlarla açıklanamaz. Konvansiyonlar konusunda yapılan bir diğer itiraz bazı kavramların belli toplumlarda olmadığından hareketle o kavramların aslında yapay olduğunu savunmaktır. Böylece bizim dışımızda bir doğanın varlığına şüpheyle yaklaşılmasını ummaktadır. Bu tür bir itiraza Mauss’un ve Lévy-Bruhl’un “ilkeller”le ilgili çalışmalarında rastlanabileceğini 1. Bölüm’de belirtmiştik. Bizim temel saydığımız birçok kavramın –örneğin “ben” kavramının- bu topluluklarda var olmadığı iddia edilmekteydi. Buradan hareketle “ben” kavramının yapay olduğu, kavramın varlığının topluma bağlı olduğu savunulabilirdi. Burada yapılan hata her yarattığımız kavramın keyfi olduğunu iddia etmektir. Güncel bir örnek verirsek, günümüzde elektronların varlığını –doğrudan olmasa dagözlemlemekteyiz ve bu gözlemimiz elektronların varlığını göz önünde bulundurarak oluşturduğumuz birçok aracın başarılı şekilde çalışmasıyla desteklenmektedir. Söz gelimi elektron mikroskopu tıptan hukuka kadar birçok farklı alanda kullanılmaktadır. Elektron kavramını modern toplum yaratmış olsa da bu durum bu kavramın gerçekte var olduğu gerçeğini değiştirmez. Yine Plüton gezegenini eskiden gözlemleyemezken şu an gözlemleyebiliyoruz. Gözlemlediğimiz bu gezegeni kendi yarattığımız bir kavram olan “Plüton” ile isimlendirdik.37 Her ne kadar kavramı biz yaratsak da o gezegeni biz yaratmadık; gezegen biz onun farkında olmasak da varlığını sürdürecekti. Benzer şekilde her toplum bilimsel alanda aynı gelişmişlik düzeyinde olmadığından aynı nesneler için kavram üretmemiş olabilir. Ancak bu durum o kavramın üretilmesini de o kavramsallaştırmaya dayanarak yapılan bilimsel çalışmaları da keyfi kılmaz. Bizi bu kavramları inşa etmeye iten güç doğadır. Sonuç olarak toplumun veya bilim adamları topluluğunun bilimsel doğruyu belirlemediğini ifade edebiliriz. Ortodoks bilim görüşünün iddiasının aksine bilim 37 Elbette gezegenin isminin Plüton olması bir zorunluluk değil keyfi bir seçimdir. Gezegenin isminin 11 yaşında bir kız çocuğu tarafından teklif edilmesi ve bilim adamlarınca kabul edilmesi bilim dışı bir tercihtir. Bakınız: Paul Rincon “The girl who named a planet” (Gezegenin İsmini Koyan Kız) BBC Resmi İnternet Sitesi, (Çevrimiçi) http://news.bbc.co.uk/2/hi/science/nature/4596246.stm 11 Nisan 2013. 185 adamları topluluğu bir teorinin doğru olduğunu düşünerek –hatta zaman zaman sosyal etkenlerin etkisi altında kalarak- hatalı bir gerekçelendirmede bulunabilirler. Onlar o teorinin güçlü kanıtlarla desteklendiğine inanabilirler veya inandırılabilirler. Hatta inanmasalar da çıkarları gereği o teorinin doğru olduğunu savunabilirler. Ancak bilimsel çalışma bir anlık bir uğraş değildir. Lakatos’un terminolojisini kullanırsak bilimi sürece yayılmış bir uğraş, bir araştırma programı olarak nitelendirmek daha gerçekçi olacaktır. Bilim adamları hata yapabilirler ancak doğanın gerçekleri onları bu hatalarından vazgeçmek zorunda bırakacaktır. Bilim tarihi, tezimizde yer verdiğimiz gibi bu tür birçok örnek içermektedir. Kuhn ve Güçlü Program bu örneklerin varlığından hareket ederek bilimsel teorileri doğru veya yanlış diye tasvir edebileceğimiz objektif kriterlerin var olmadığını söylemektedirler. Oysa onlar bu noktada, yukarıda altını çizdiğimiz gerekçelendirme ile doğru kılma arasındaki ayrımı göz ardı etmektedirler. 3.3.1.2. Ampirik Veriler ve Bilimsel Bilginin Oluşumu Bilimsel bilginin oluşumunda sosyal unsurların etkisini daha iyi anlayabilmek için, sosyal unsurlar dışında bilginin oluşumunda rol oynayan en önemli faktör olan ampirik verilere de değinmeyi faydalı buluyoruz. Ampirik veri doğanın nasıl işlediğini anlamada elimizde olan en önemli araçtır. Ampirik veri doğaya dokunmamızı sağlar. Doğanın nasıl işlediğini ancak bu verileri yorumlayarak anlarız. Her ne kadar ampirik verilerden farklı bilimsel çıkarımlara ulaşmak mümkün olsa da bu durum onların değerini azaltmaz. Ampirik verileri kullanarak yaptığımız modelleme hatalı ise doğa tarafından düzeltilecektir. Tıpkı az önce bahsettiğimiz hatalı sınıflandırmaların düzeltilmesi gibi. Ampirik verilerin güvenilmez olduğunu savunanların en temel eleştirisi teorilerimizin –metafizik öğretilerimiz ve ideolojilerimiz de buna dâhil edilebilirgözlemlerimizi de etkilediğidir. Örneğin Batlamyus ile Kopernik’in aynı resme baktıklarında aynı gözlemde bulunmadıkları iddia edilebilir. Ancak biz bu noktada gözlemin temkinli bir şekilde yürütülmesi durumunda sorunun belli oranda çözüleceğini düşünüyoruz. Batlamyus dünyanın etrafında dönen bir güneş gözlemlerken Kopernik güneşin sabit olduğunu ama ufuk çizgisinin hareket ettiğini 186 görmekteydi. Sonuç olarak her ikisi de dünya ile güneş arasında göreli bir harekete şahitlik ediyordu. Yine güneşin ısı ve ışık verdiğini gözlemliyorlardı. Buradan çıkarılacak sonuç gözlemlerin tamamen paradigmaya bağlı olarak değişmediğidir. Farklı paradigmalar, daha önce belirtildiği gibi, önemli bir ortak gözlem kümesine sahiptir.38 Burada unutulmaması gereken nokta ilk anda edindiğimiz gözlemlerin sorgusuzca kabul edilmediğidir. Gözlemler hem onları açıklayan teoriyle, hem diğer gözlemlerle, hem de diğer teorilerimizle ilişkilendirilerek sürekli yeniden yorumlanır. Ampirik veriler, bilimsel bilginin oluşum sürecinde önemli yer tutar. İlk olarak bilimsel inancın oluşmasında ampirik veriler kullanılır. Sadece tümevarımın kökeninde değil, tümdengelimsel önermelerin oluşumunda da ampirik verilerden, gözlemlerden faydalanılır. (Aristoteles’in ünlü tümdengelimsel uslamlamasında ilk öncül olan “Tüm canlılar ölümlüdür” bu tür bir gözlemin sonucudur.) Yine teorilerin gerekçelendirilmesinde ampirik veriler kilit bir öneme sahiptir. Bu noktada dikkat edilmesi gereken husus, bilimde sosyal unsurların nerelerde etkin olduğunu dikkatli tespit etmektir. Bilimsel inancın oluşumunda çoğu zaman en önemli faktör ampirik etkenler olsa da sosyal unsurların da birçok farklı şekilde bilimsel bilginin oluşumuna etki ettiğini belirtmiştik. Ampirik veriyi yorumlarken sosyal unsurların etkisi altında kalırız. Bu hem teorinin oluşumunda hem de gerekçelendirilmesinde gerçekleşir. Öte yandan sosyal unsurlar göstermeye çalıştığımız gibi doğrunun ne olduğunu belirleyemez. Sosyal unsurlar ampirik verilerin yorumunu şekillendirse de onları değiştiremezler. Aristoteles’in ay üstü alemde bozulmanın olmadığına dair kuramı tüm sosyal desteğe karşın ampirik veriler tarafından yalanlanmıştır. Bugün, Galileo öncesinde tüm insanların ampirik verilerin Aristoteles’i desteklediğini umduğunu ancak aslında yanılmış olduklarını biliyoruz. Esasen hatayı iki şekilde açıklamak mümkündür. Öncelikle ampirik veri sosyal ve/ya metafiziksel nedenlerle hatalı okunmuştur. Ancak sorun sadece ampirik veriyi yanlış okumaktan değil, eksik ampirik veriden de kaynaklanır. Nitekim Galileo tarafından geliştirilen Hollanda teleskopu gibi daha ileri seviyede ampirik veriler sağlayan bir aracın bulunması ile 38 Dolf Sörensen, Theory Formation and the Study of Literature, Amsterdam, Rodopi, 1987, s. 80. 187 sosyal ve/ya metafiziksel etkenlerin rolü azalmış; doğru, kendisini ampirik veriler yoluyla açık etmiştir. Ampirik verilerin farklı okunabileceği ile ilgili verilen klasik örneğimize tekrar baktığımızda da benzer bir durumla karşılaşırız. Batlamyus astronomisine inanan bir kişi sosyal ve/ya metafiziksel unsurların etkisi ile –hatta bu noktada Kuhn’un bilim adamlarının şöhretlerine yaptığı vurguyu Aristoteles’in büyük otoritesini hatırlayarak göz ardı etmemeliyiz- gözlemi doğru okuyamayacaktır. Ancak bugün uydu gibi araçların sağladığı ampirik veriler ile aslında Kopernik’in haklı olduğunu bilmekteyiz. Bunun yanında Kopernik’in teorisine dayanan öngörüler, bu teori doğayı daha iyi yansıttığı için daha başarılı olmaktadır. Yani sadece daha iyi gözlemlerin yapılmasıyla değil, mevcut ampirik verilere dayalı teorilerin öngörülerindeki başarılı olma veya olmama durumuna göre de sosyal ve/ya metafiziksel unsurların etkisi ile yapılan yorumlar gözden geçirilecektir. O halde Kuhn ve Güçlü Program’ın ampirik verileri itibarsızlaştırmaya yönelik aksi yöndeki örneklerine karşın ampirik unsurların bilimsel bilginin oluşumundaki, doğanın anlaşılmasındaki rolü yadsınamaz. Sosyal unsurların aksine ampirik veriler doğa tarafından dikte edildiği için keyfi değildir. Kuhn’un yeterince iyi açıklayamadığı, Güçlü Program’ın ise açıklayamadığı, bilimsel devrim kavramını, mevcut bir teoriden ampirik verileri daha doğru okuduğu düşünülen başka bir teoriye geçiş olarak görme taraftarıyız. Bu geçiş çoğu zaman, -Batlamyus astronomisinden Kopernik astronomisine geçişte veya klasik fizikten kuantum fiziğine geçişte olduğu gibi- sosyal etkenler sayesinde değil, sosyal etkenlere rağmen gerçekleşmektedir. Örneğin kuantum fiziği hem teorik düzeyde desteklenmekte, hem de onun doğruluğuna güvenilerek yapılan teknolojik araçların başarısı ile desteklenmektedir. Kuantum fiziği kullanılarak icat edilen ve 20 milyon yılda 1 saniye yanılan saatler veya çok hassas termometreler39 bu tür başarıya örnek olarak verilebilir. Bu tartışmada “mucizeye yer yok” argümanına atıfta bulunduğumuz fark edilecektir. Teknolojideki ilerleme ve daha iyi öngörülerde bulunmamız ancak doğayı eskiye nazaran daha iyi okuduğumuz iddiası ile açıklanabilir. Ne var ki burada doğrusal ve 39 Jonathan Atteberry, “10 Real-World Applications of Quantum Mechanics” (Kuantum Mekaniğinin 10 Gerçek Hayat Uygulaması) Discovery Channell Resmi İnternet Sitesi, (Çevrimiçi) http://dsc.discovery.com/tv-shows/curiosity/topics/10-real-world-applications-ofquantum-mechanics.htm, 10 Şubat 2013. 188 geri döndürülmez bir ilerlemeden söz etmiyoruz. Bilimde lineer bir ilerlemeyi garanti edecek bir aktör yoktur. Bilim adamları doğayı daha iyi resmettikçe ona dayanan öngörülerde daha fazla başarıya ulaşacaklardır. Doğayı daha iyi betimlemenin esas motivasyonu budur. Ancak bilim adamları sosyal unsurların etkisi ile hatalı teorileri doğru kabul etme tehlikesiyle her zaman karşı karşıyadırlar. Bu noktada Kuhn’un bilimin düzlemsel bir çizgide hareket etmek zorunda olmadığı görüşüne kategorik olarak karşı çıkılamayacağını düşünüyoruz. Öte yandan doğanın resminin daha iyi çizmenin sonucu olarak elde edilen teknolojik başarılar, bilhassa Newton devriminden bu yana bilimin düzlemsel ilerlemesine neden olmaya yetmiştir. Bu noktada mucizeye yer yok argümanına karşı getirilen önemli bir itiraza değinmek istiyoruz. Bir teorinin başarısının o teorinin doğru olduğuna kanıt olamayacağını söyleyen kişiler Newton fiziğinin başarılarını hatırlatırlar. Newton fiziği, Einstein tarafından yerinden edilmiş, doğru olmadığı anlaşılmıştır. Bu durumda bir teori doğru olmasa da işe yarayabilir, hatta bizi uzaya götürecek seviyede teknolojik fayda sağlayabilir. Her ne kadar bir teorinin doğru olmaması durumunda da işe yaraması mümkünse de bu itirazdan yola çıkılarak teknolojik fayda ile teorinin doğayı doğru resmetmesi arasındaki bağın kopartılması hatalı olacaktır. Böyle bir pozisyonu benimseyenler teknolojik başarılarımızı “şans” ile açıklamak zorundadırlar. Oysa bundan daha akılcı bir açıklama, bir bilimsel teorinin doğayı daha iyi okudukça daha başarılı tahminlerde bulunacağı, dolayısıyla daha başarılı bir teknoloji üreteceğidir. Başka bir deyişle böyle bir durumda “doğru” ile “yanlış” arasında yeni kategoriler açılması bilim ile doğa arasındaki ilişkiyi açıklamada faydalı olacaktır. Söz gelimi Newton ve Einstein’ın teorilerini ele alalım. Newton’ın teorisi doğayı başarılı bir şekilde modellemesi açısından doğruya hayli yaklaşmıştır. Ne var ki Einstein söz gelimi genel görelilik teorisiyle doğayı daha iyi modellemiş, Newton’ın açıklayamadığı alanlarda da açıklamalar sunmuştur. Yeni teori ışık hızına yaklaşan hızlarda ve yüksek yerçekimi alanında daha iyi öngörülerde bulunmaktadır. Buradan yola çıkarak Newton’ın teorisini “yanlış” olarak nitelendirmek yerine “doğruya yakın” olarak okumak daha isabetli olacaktır.40 Çünkü Newton’ın teorisi bilimsel 40 Esasen teorinin tamamı doğru olmasa da Newton mekaniğinin içinden çıkacak bazı önermeler doğru olacaktır. Söz gelimi Newton fiziği kullanılarak Ay’ın belirli bir zamanda nerede olacağı 189 yöntemle elde edilmiş, gerekçelendirilmiş bir teoridir. Teori ışık hızına yaklaşan hızlarda ve yüksek yerçekimi alanında olmasa da gündelik hayatta gördüğümüz nesnelerle ilgili isabetli tahminlerde bulunur. Sonuç olarak Newton’la beraber evreni daha iyi tanıdık. Einstein’ın teorisiyle ise evren hakkında daha da fazla bilgi sahibi olduk. Şu an Einstein’ın teorisi sayesinde hem daha fazla gözlemi açıklayabiliyoruz hem de yaptığımız öngörüler - Merkür’ün yörüngesinin hesaplanmasında olduğu gibi- daha başarılı oluyor. Ancak bu durum Newton’ın teorisinin doğayı, kendisinden önceki teorilerden daha iyi açıkladığı gerçeğini değiştirmeyecektir. 3.3.1.3. Ampirik Veriler ve İdeoloji Ampirik verilerin, sosyal unsurların etkisi altında yorumlandığı gerçeğine karşın onların doğayı tanımada en önemli araç olduğunu belirttik. Bilhassa fizik ve kimya gibi doğa bilimlerinde ampirik verinin sadece doğayı daha yakından tanımayı mümkün kılmadığı, teorilerimizin doğruluğunu sınayan bir hakem olduğu da iddia edilebilir. Ampirik veriler bu alanlarda bilim adamlarına kendini gösterir, dayatır. Eğer bilim adamları doğanın doğrularından uzaklaşırsa öngörü gücümüz düşecek örneğin teknolojik kazanımlar sınırlı olacaktır. Dolayısıyla doğa bize, teorilerimizin onu doğru resmedemediğini hatırlatacaktır. Dahası gerekçelendirme ile ilgili tartışmamızda değindiğimiz gibi, bilim adamları sadece meslektaşlarının takdirini kazanma gayesiyle mevcut teorileri desteklemezler; bilimsel gerçeği daha başarılı sergileyerek –en azından uzun vadede- bilim adamlarının gözünde prestij kazanacaklarını bilirler. Eldeki ampirik verilere rağmen hatada ısrar etmeleri durumunda prestijlerinin yara alacağının farkındadırlar. Biyolojinin bazı alanlarında da doğanın hatalı resmedilmesi sonucu başarısızlığa uğrayan teoriler kolayca terk edilebilir. Söz gelimi uzun süre Batlamyus Astronomisi ile beraber Avrupa’da egemen olan Galen’in tıp anlayışı Kilise’den aldığı tüm ile ilgili matematiksel hesaplar yapılırsa ulaşılan önermelerin doğru olduğu görülecektir. Bu durumda bu önermelerin sahibinin Ay’ın nerede olacağını bildiğini söylememiz gerekir. Bu bilgi hem gerekçelendirilmiş hem de doğrudur. Yine de teorinin tamamının doğru olduğunu iddia etmek mümkün değildir. 190 desteğe rağmen41 Vesalius’un insan bedeni üzerine çalışmaları neticesinde yerinden edilmiştir. Burada dikkat edilmesi gereken husus Vesalius’un çalışmalarında ampirik anatomiye eğilmesidir. Vesalius bu ampirik çalışmaları neticesinde Galen’in aslında gerçek bir insan bedeni üzerinde çalışmadığını anlamıştır. Sonuç olarak yeterli ampirik dayanaktan yoksun olan Galen’in tıp anlayışı sahip olduğu tüm desteğe rağmen terk edilmiştir.42 Esasen Vesalius’tan 7 asır önce El Razi de benzer bir itirazda bulunmuştur. Galen’ın tıp anlayışının Arap dünyasında sahip olduğu tüm otoriteye rağmen El-Razi kendi edindiği ampirik verilere uymadığı için Galenci tıpı eleştirmiştir.43 Görüldüğü gibi birbirinden çok farklı bağlamlarda da olsa ampirik veriler doğruluk iddiasındaki teorileri yargılamada merkezi bir rol oynamaktadırlar. Ancak şu da bir gerçektir ki her alanda bu denli net ampirik kanıtları bulmak mümkün değildir. Bilhassa Darwin’in evrim kuramının yorumunda ampirik kanıtlar yeterince belirleyici olamamakta, yorumlar sosyal etkenlerin yoğun etkisi altında kalmaktadır. İdeolojiler, metafizik kabuller bu tür biyolojik tartışmaları belli ölçüde şekillendirmektedir. Şimdi kısaca bu şekillendirme ile ne kast ettiğimizi ve şekillendirmenin nedenlerini analiz edelim. Charles Darwin tarafından 1859’da yazılan Türlerin Kökeni (The Origin of Species) adlı eser bu kuramın –her ne kadar teori zaman içinde birçok revizyondan geçse deilk temel metnini oluşturur. Kısaca betimlemek gerekirse Darwin türlerin nasıl ortaya çıktığını araştırmış, sonuç olarak doğal seçilim (natural selection) mekanizmasının belirleyiciliğine hükmetmiştir. Ortak bir atadan gelen ve mutasyonlar yoluyla farklılaşan türlerden yaşam mücadelesinde ayakta kalanlar sonraki nesillere kalıtımsal özelliklerini taşıma şansını yakalamış olacaklardır.44 Esasen biyolojik bir çerçevede değerlendirilebilecek bu teori, tarihin en çok tartışılan teorisi halini almıştır. 41 Henry, Bilim Devrimi ve Modern Bilimin Kökenleri, s. 63. 42 Whitfield, Batı Biliminde Dönüm Noktaları, s. 136-137. 43 Ahmad S. Dallal, “Early Islam” John Hedley Brooke ve Ronald L. Numbers, (der.), Science and Religion around the World, New York, Oxford University Press, 2011, s. 131. 44 Charles Darwin “Origin of Species” Michael Ruse (der.), Philosophy of Biology, New York, Macmillan, 1989, s. 41-46. 191 Teoman Durali günümüzde biyolojinin felsefeden ayrılmadığını söyler.45 Biyolojinin her alanı için bu iddiada bulunmak mümkün değildir. Örneğin dalağın nasıl çalıştığını veya alligatörlerin timsahlardan farklarını felsefeye bağlamak mümkün görünmemektedir. Bununla beraber Evrim teorisine felsefecilerin ve teologların duyduğu ilgi göz ardı edilemez boyuttadır. Bilhassa Evrim teorisine taraflarca yüklenen misyon onun objektif değerlendirilmesini zorlaştırmıştır. Amerika’da Evrim tartışmaları mahkemeye taşınmıştır. Tennessee eyaletinde, okullarda Evrim teorisini öğretmek 1920’lerde yasaklanmış, ancak Amerikan Yüksek Mahkemesi 1967’de Evrim teorisinin öğretilmesinin anayasaya aykırı olmadığını belirtmiş, Kilise ile Devlet’in ayrılığı ilkesine dikkat çekmiştir.46 Evrim teorisi tartışmaları Amerika’da önemini günümüzde de korumakta, dinle –dolayısıyla siyasetle- ilgili tartışmaların vazgeçilmez bir öğesi olmayı sürdürmektedir. Evrim teorisinin ideolojik okumalara, metafiziksel yorumlara bu denli açık olmasının birkaç nedeni vardır. İlk olarak Evrim teorisi ampirik veriler bağlamında fizik teorilerinden ayrılır. Evrim teorisi çok yavaş mutasyonların varlığını savunduğu için makro düzeydeki değişikliklere deney ve gözlemle ulaşmak çok daha zordur. Başka bir deyişle Evrim teorisinin öngördüğü mutasyonlar milyonlarca yıla yayılmıştır. Onları yapay yollarla oluşturmak sanıldığından çok daha güçtür. Bu nedenle teorinin doğruluğundan şüphe edenler teorinin metafiziksel olduğunu iddia etmektedirler. Hatta Popper’a atıfla teorinin test edilemeyeceğini ve yanlışlanamayacağını savunmaktadırlar. İşin ilginç yanı bir dönem Popper da Evrim teorisini “metafiziksel bir araştırma programı” olarak nitelendirmiş, ancak sonra Evrim teorisinin test edilmesinin mümkün olduğunu kabul etmiştir.47 Ampirik kanıtların fizikteki kadar belirleyici olamamasının bir diğer nedeni ise ampirik verilerin türüdür. Evrim 45 Teoman Duralı, Felsefe-Bilimin Doğuşu: Aristoteles’te Canlılar ve Bilim Sorunu, İstanbul, Dergâh yayınları, 2011, s. 112. 46 Michael Ruse “Creation Science: The Ultimate Fraud.” Philosophy of Biology, s. 330-331. 47 Sven Ove Hansson, “Science and Pseudo-Science”, Edward N. Zalta (der.), The Stanford Encyclopedia of Philosophy (Çevrimiçi) http://plato.stanford.edu/archives/win2012/entries/pseudo-science/ 19 Şubat 2013. 192 tartışmalarında önemli bir yer tutsan fosiller yoruma fiziksel kanıtlardan daha açıktır.48 Ancak bize göre Evrim teorisinin ideolojik yorumlara açık olmasının altında yatan asıl etken teorinin baştan beri “Tanrı” kavramıyla ilişkilendirilmesidir. Esasen Darwin’in Evrim teorisinden önce de –örneğin 18. Yüzyılda- Avrupa’da biyoloji tartışmaları felsefi ve toplumsal konularla ilişkili olarak tartışılıyordu. Ateizmin ahlak için yeterli bir temel oluşturamayacağı fikri bu tartışmalarda önemli bir rol oynuyordu. Eğer canlılar tesadüfen ortaya çıkmışsa bu durumda ahlak için gerekli zemin sağlanamayacak inancı hâkimdi. Bunun yanında eğer Tanrı yoksa bu durumun toplumda da karşılığı olacak, toplumda hâkim olan hiyerarşilere de kuşkuyla bakılacaktı. Demek ki onlar da sorgulanabilecekti.49 Görüldüğü gibi Evrim tartışmalarının biyolojik alanla sınırlı kalmaması, teorinin sosyal alanda ve metafiziksel alanda oynayacağı rol, teorinin değerlendirilmesinde her zaman etkili olmayı sürdürmüştür. İşin ilginç yanı teorinin sadece iki kampta değerlendirilmemesidir. Çalışmamız açısından önem taşıyan bir gerçek şudur ki, Evrim tartışmalarında Evrim teorisi karşıtlarını dindarlar; Evrim teorisini destekleyenleri ateistler olarak görmek hatalıdır. Evrim teorisinin ilk günlerinden beri var olan teist evrimciler tartışmayı daha da karmaşık bir hale getirmektedirler. Darwin’le doğal seçilime dayanan Evrim teorisini neredeyse eş zamanlı bulan Alfred Russel Wallace evrim teorisinin Tanrı inancına aykırı olması bir yana, teorinin –Hristiyan teolojisini olmasa da - Tanrı’nın varlığını desteklediğini düşünüyordu.50 Darwin’in fikirlerini Amerika’da tanıtan 48 Bununla beraber Evrim teorisi ampirik kanıttan yoksun değildir. Evrim teorisinin gerçek zamanda gözlemlenemediği iddiası Michigan Devlet Üniversitesi’nden Zachary Blount ve arkadaşları tarafından yapılan araştırmalar ve birçok benzeri çalışma ile çürütülmüştür. Bakteriler üzerine yaptıkları 25 yıllık çalışma neticesinde 56.000 nesil incelenmiş, sonuç olarak 33.000 nesil sonunda bakteriler sitratı besin olarak kullanma yönünde belli bir gelişme göstermiş, kazandıkları bu yeteneği sonraki 13.000 nesilde geliştirmişlerdir. Bakınız: John Swain, “Evolution caught in the act” The CERN Courier Dergisi İnternet Sitesi, (Çevrimiçi) http://cerncourier.com/cws/article/cern/51542, 18 Aralık 2012. 49 Shirley A. Roe, “Biology, Atheism, Politics in Eighteenth Century France”, Biology and Ideology, s. 36-39. 50 Martin Fichman, An Elusive Victorian: The Evolution of Alfred Russel Wallace, Chicago, University of Chicago, 2004, s. 305. 193 Harvardlı botanikçi Asa Gray de evrimle tasarım arasında bir çelişki görmüyordu. Tanrı yaratma işlemini doğrudan değil ikincil sebeplerle de yürütmeyi tercih edebilirdi. Bu durumda evrim sürecini yönlendiren güç Tanrı oluyordu. 51 Asa Gray kendisinin fikirlerine büyük önem veren Darwin ile yazışmalarında onu Tanrı konusunda ikna etmeye çalışmıştır. Darwin, Evrim teorisinin ateist bir perspektiften yorumlanmak zorunda olmadığını, bunun bir zorunluluktan ziyade bazı kişilerin tercihi olduğunu belirtir. Dahası, geleceği bilen ve tasarlayabilen bir Tanrı’nın Evrim teorisi yoluyla insanı yaratmış olabileceğini kabul eder. 22 Mayıs 1860’da yazdığı mektupta Evrim’i herkesin istediği şekilde yorumlayabileceğini ancak Evrim’in ille de bir metafiziksel duruşu desteklemediğini savunur.52 Yine Rus bilim adamı Theodosius Dobzhansky Hıristiyan Ortodoks bir bilim adamı olarak evrimci görüşleri savunmuştur. Bu görüş günümüzde de İnsan Genom Projesinin (Human Genome Project) direktörü Francis Collins, Francisco Ayala ve Kenneth Miller gibi önemli biyologlar tarafından savunulmaktadır.53 Bu kişiler de evrimin varlığını kabul ederek Tanrı’nın canlılığı evrim mekanizması yoluyla yarattığını iddia etmektedirler. Öte yandan bazı biyologlar Evrim teorisinin Tanrı fikrini geçersiz kıldığını iddia etmektedirler. Bu görüşü savunanların başında biyolog Richard Dawkins ve felsefeci Daniel Dennett gelmektedir. Bilhassa Dawkins, Kör Saatçi (The Blind Watchmaker) isimli kitabında Evrim teorisinin evrende tasarımın olmadığını kanıtladığını iddia etmektedir.54 Temel olarak bu fikri benimseyenlerin iddiası evrim mekanizmasının metafiziksel iddiaların açıklayamadıklarını açıkladığı, evrimin bu iddialara alternatif olduğudur. Örneğin Dawkins neden Darwinci olduğunu açıklarken ona alternatif olan Lamarck’çı evrimin ve Tanrı fikrinin doğadaki oluşumu Darwin’in Evrim 51 Phil Dowe, Galileo, Darwin, and Hawking: The Interplay of Science, Reason, and Religion, Grand Rapids, MI, W.B. Eerdmans Pub., 2005, s. 127-130. 52 Darwin’in Asa Gray’e 22 Mayıs 1860’da yazdığı mektubu için bakınız: Darwin Mektuplaşma Projesi İnternet Sayfası, (Çevrimiçi) http://www.darwinproject.ac.uk/entry-2814 08 Kasım 2012. 53 Keith Ward, “Misusing Darwin: The Materialist Conspiracy in Evolutionary Biology” Manning Re Russell ve Michael Byrne (der.), Science and Religion in the Twenty-first Century, Londra, 2013, s. 96. 54 Nitekim kitabın alt başlığı olarak şu cümle seçilmiştir: “Neden evrimin sunduğu kanıtlar tasarımlanmamış bir evreni ortaya çıkarıyor” Bakınız: Richard Dawkins, The Blind Watchmaker: Why the Evidence of Evolution Reveals a Universe without Design, New York, W.W. Norton, 2006. 194 teorisinden daha iyi açıklayamamalarına bağlar. Görüldüğü gibi bu görüş Tanrı fikrinin Evrim teorisiyle uyuşmayacağı önkabulüne dayanmaktadır. 55 Esasen evrimci teistler ile evrimci ateistlerin görüş farkından yola çıkarak sosyal şartlanmaların ampirik veriyi şekillendirdiği yönünde bir iddiada bulunmak hatalı olacaktır. Her ne kadar bilim adamlarının metafiziksel görüşleri, onların evrim teorisini farklı yorumlamalarına neden olsa da ortada ampirik veriyi farklı okuma gibi bir durum söz konusu değildir. Batlamyus ve Keplerci iki astronomun güneşin batışını gözlemlerken yaptıkları farklı çıkarımları hatırlayalım. O örnekte iki astronom zihinlerindeki mevcut teorilerin etkisi ile aynı nesneyi görmelerine rağmen farklı gözlemlerde bulunuyorlardı. Oysa Evrim teorisindeki örneğimize dönersek ortada farklı bir gözlem de bulunmamaktadır. Burada yaşanan görüş farklılığı, biyolojideki gözlemlerden neşet etmemiştir. Görüş farklılığı, biyolojiden çıkmayan metafiziksel iddiaları biyolojiyle ilgili gözlemlerle destekleme gayretinin bir sonucudur. Teist evrimciler de ateist evrimciler de evrimsel sürecin ampirik bileşeni hakkında fikir birliği içinde olabilirler. Söz gelimi yukarıda değindiğimiz deneyde bakterilerin kaç nesil sonra sitratı besin olarak kullandığı konusunda bir görüş ayrılığı bulunmayacaktır. Ancak bilimden kendi otoritesini aşan konularda açıklamalar beklemek ve onu buna zorlamak bilimi ideolojinin egemenliğinin altına sokacaktır. Biyoloji ve genel anlamda bilim, meşru limitlerini aşmadan metafiziksel iddiaları doğrulayamaz ve yanlışlayamaz.56 Elbette bilim bir konuda her metafiziksel görüşü veya ideolojiyi eşit oranda destekler demek istemiyoruz. Bilimsel teoriler bir metafiziksel görüşü diğerinden daha çok destekleyebilir. Ancak bu destek sınırlıdır. Metafiziksel tartışmalarda başka dalların rehberliği bilimsel verilerin yorumlanmasına katkı sağlayabilir ve bu şekilde hangi metafiziksel görüşün daha makul olduğu konusunda bir fikir beyan edebilir. Örneğin felsefeci Alvin Plantinga Evrim teorisinin verilerinin metafiziksel bir pozisyon olan natüralizmle uyumlu olmadığını felsefi argümanlar yoluyla savunmuştur. Bu noktada 55 Alister McGrath, “Evolutionary Biology In Recent Atheist Apologetics”, Biology and Ideology: From Descartes to Dawkins, s. 333. 56 Alister E. McGrath, The Order of Things: Explorations in Scientific Theology, Malden, MA, Blackwell Pub., 2006, s. 29. 195 o, evrimle kazanılan bilişsel yeteneklerimize atıfta bulunarak bir felsefi argüman inşa etmiştir.57 İdeolojik unsurların en kolay girebildiği biyolojiyi bu unsurlardan temizlemek için bu yol tercih edilmeli, biyolojiden sınırlarının ötesinde taleplerde bulunulmamalıdır. Bu durumda biyolojinin veya bilimin içinde var olduğu düşünülen birçok çatışan görüşün aslında Batlamyus-Kepler örneğinde olduğu gibi ampirik verilerin farklı algılanmasından kaynaklanmadığı, sorunun kökeninde uzlaştırılamaz metafiziksel iddiaların olduğu görülecektir. 3.4. Sonuç: Sosyal Unsurlar, Gerekçelendirme ve Bilimsel Gerçek İskoç Felsefeci Alasdair MacIntyre ahlakın unutulduğu bir toplumdan bahsederken hayali bir senaryoya başvurur. Bu senaryoya göre bilim, yol açtığı felaketler nedeniyle suçlu ilan edilmiş, toplumumuz tarafından yok edilmeye çalışılmıştır. Bilim adamları öldürülmüş, kitaplar yakılmış, laboratuarlar yok edilmiştir. Bilim öğretmek tamamen yasaklanmıştır. Ancak aradan bir süre geçtikten sonra karşı bir hareket doğmuş ve insanlar bilimin ne olduğunu anlamaya çalışmışlardır. Ancak ellerinde bilim değil, sadece bilgi kırıntıları vardır. Tekrar öğrenilen bilgiler, yeniden ortaya çıkan bilim dalları olsa da, insanlar gerçek anlamda bilim yapamamaktadırlar. Dahası tüm çabalarına rağmen yaptıklarının bilim olmadığının farkında değillerdir. 58 MacIntyre’ın bu örneğinde bilimin ne olduğunun anlayamamanın altında bilimle araya giren mesafe yatmaktadır. Bilimin ne olduğunu ve nasıl işlediğini anlayamamak için bu tür bir felaketin ve yıkımın yaşanması gerekmediği kanaatindeyiz. Çoğu zaman, hayatımızda merkezi yer tutan birçok bilimsel tartışmaya rağmen bilimin ne olduğu üzerine bir sorgulamaya gitmeyiz. Bilim üzerine söylenenlerin çoğu –ki buna bilim adamlarının söyledikleri de dâhildir- basmakalıp sözlerden, sorgulanmamış kabullerden ibarettir. Bu bağlamda Kuhn ve Güçlü Program’ın çabası bilim sosyolojisini 57 Alvin Plantinga “Introduction: The Evolutionary Argument Against Naturalism” James K. Beilby, (der.) Naturalism Defeated?: Essays on Plantinga's Evolutionary Argument against Naturalism, Ithaca, Cornell University Press, 2002, s. 1-12. 58 Alasdair C. MacIntyre, After Virtue: A Study in Moral Theory, Notre Dame, IN, University of Notre Dame, 2007, s. 1-2. 196 zenginleştirmiştir. Onlar bilim tarihinden örneklere atıfta bulunarak bilimsel araştırmanın içindeki sosyal unsurların Reichenbach’ın keşif bağlamı- gerekçelendirme bağlamı ayrımı ile anlaşılamayacağını iddia etmişlerdir. Ne var ki hem 2. bölümde hem de bu bölümde göstermeye çalıştığımız gibi, Kuhn ve Güçlü Program sosyal unsurların bilimsel bilginin oluşumundaki rolünü doğru çizememişler, ortodoks bilim görüşünü eleştirirken diğer uca savrulmuşlardır. Sosyal unsurların bilimsel uğraştaki rolünü olduğundan büyük göstermek -sonuçları derinlemesine analiz edilmediğinde- her bilim sosyoloğu için cazip bir eylemdir. Ne var ki gerçekçi olmayan sınır çizme denemeleri hem bilime hem de bilimsel uğraşı izlemeyi amaçlayan bilim sosyolojisine yıkıcı etkide bulunabilir. Bu bölümde kendi görüşümüzü açıklarken temkinli bir pozisyon benimsememizin altında bu ihtimal yatmaktadır. Bu çalışmada asıl vurgulamaya çalıştığımız nokta bilim adamlarının hem bir teorinin oluşumunda hem de onun gerekçelendirilmesinde sosyal etkenlerin etkisi altında kalabileceğidir. Ne var ki doğa burada devreye girer ve hatalı olan ancak doğru kabul edilen teorilerin elenmesinde iş görür. Elbette doğa bilim adamları topluluğu gibi bir aktör değildir. Hatalı teoriyi bize göstermesi dolaylı yollardan, yine bilim adamlarının üzerinden gerçekleşir. Burada önemli olan husus, bilim adamlarını yekpare ve çıkarlarının peşinden koşan bir grup olarak görmemektir. Bilim adamları topluluğunun çok büyük bir bölümü Kuhn’un bahsettiği gibi sosyal etkenler nedeniyle şartlanmış olsalar da, bu şartlanmaları aşan bilim adamları bilimsel devrimleri vücuda getirmeyi başarmışlardır. Bu noktada doğanın daha iyi yorumlanmasının teknolojik faydaya dönüşmesi de göz ardı edilmemesi gereken bir faktördür. Son olarak bilimsel bilginin oluşumuna etki eden sosyal unsurların belirleyici gücünü anlamak için onları ampirik verilerin etkisiyle beraber değerlendirmek gerekir. Ampirik veri doğaya dokunmamızı, iletişime geçmemizi sağlayan en önemli araçtır. Hatta bilimde eleştirel düşünme de ancak doğa ile bağ kurarak, ampirik veriler yoluyla gerçekleşebilir. Bununla beraber ideoloji, ampirik verilerin var olduğu teorilere de sızmaya çalışır. Evrim teorisi örneğinde incelediğimiz gibi burada dikkat 197 edilmesi gereken husus sosyal etkenlerin her zaman -Güçlü Program’ın iddiasının aksine- bilime ayrılmayacak şekilde sızmış olmadığıdır. Farklı metafiziksel inançlara sahip biyologlar ampirik verileri farklı gözlemlememektedirler. Onlar daha çok bilimden otoritesini aşan bir alanda hakemlik beklemekte, ancak bu beklentiyle bilimi metafiziksel görüşlerine alet etmektedirler. Oysa yapılması gereken biyolojiden veya başka bir bilim dalından metafiziksel iddialarını doğrulamasını beklemek değil, tartışmayı bilimle sınırlamayarak felsefe ve benzeri alanlara taşımaktır. Başka bir deyişle bu tartışmaların sağlıklı yürütülmesi için yapılması gereken bilim adı altında felsefe yapmak değil, bilime atıfta bulunarak felsefe yapmaktır. Bu tür bir tavır, bilime ideolojinin sızmasını belli oranda engelleyecek, dolayısıyla bilime karşı duyulan önyargıların kırılmasını sağlayacaktır. 198 SONUÇ “Ben sadece kimyaya saygı duyuyorum. Kimyaya saygı duyulmalı.” (Breaking Bad dizisinden) Modern dönemlerde her bilgi türünün, bilimin statüsüne ve o statüden kaynaklı otoritesine imrendiğini söyleyebiliriz. Bilim ve doğal olarak bilim adamları modern toplumun hâkimleri, karar vericileridir. Bu gayet doğaldır zira bilimin toplumda yarattığı dönüşüm öyle köklüdür ki onun önemiyle kıyaslandığında Rönesans ve Reform dahi sıradanlaşacaktır.1 Ortodoks bilim anlayışının ve onun ileri bir versiyonu sayılabilecek bilimciliğin bu statüden faydalandığını görüyoruz. Bilimin epistemolojik üstünlüğünün onu yapanların ontolojik üstünlüğüne çevrilmesi çoğumuzu rahatsız etmemektedir. Sonuçta bilim insanüstü bir uğraş olarak görülüp – Standen’in tabiriyle- kutsal bir ineğe2 dönüşmektedir. Öte yandan bu tür bir kutsallaştırma eğilimi, tepkisel bir pozisyonu beraberinde getirecek, bilim bazı sosyal bilimciler tarafından sıradan bir konvansiyona indirgenecektir. Bizim bu çalışmamızdaki iddiamız her iki pozisyonun da doğruyu yansıtmadığıdır. Bilimin ne olduğunun, özelde de bilimsel bilginin nasıl oluştuğunun anlaşılması, onun meşru otoritesinin belirlenmesi açısından kilit önemdedir. Ancak bilimsel bilginin oluşum süreçleri detaylı şekilde analiz edilirse bilimin meşru sınırları ve bilime sızmaya çalışan ideolojik/metafiziksel öğeler belli oranda ayırt edilebilir. Çalışmamızda 1 M. A. Butterfield, The Origins of Modern Science: 1300-1800, The Macmillan Company, New York, 1957. S.vii. 2 Anthony Standen, Bilim Kutsal Bir İnektir, Şule Yayınları, çev: Burçak Dağıstanlı, 1997, İstanbul. 199 sosyal unsurların bilimsel bilginin oluşumunda nasıl bir rol oynadığını işte bu saikle araştırmaya başladık. Tezimize bilimin ortodoks tanımını genel yönleriyle analiz ederek başladık. Bu analiz birkaç yönden önem taşımaktadır. İlk olarak ortodoks bilim anlayışının tezimizin ana sorusuna nasıl yaklaştığını yani bu anlayışa göre sosyal etkenlerin bilimsel bilginin oluşumunu nasıl etkilediğini bu bölümde analiz ettik. Bu analizimiz neticesinde ortodoks bilimin sosyal unsurlara çok kısıtlı bir etki alanı sunduğunu ifade ettik. Esasen ortodoks yorum, bilimi objektif bir çaba olarak görmekte, bu görüşünü, aksi tarihsel örneklere rağmen, muhafaza etmekteydi. Bilim adamları adeta bir makine gibi duygulardan, saplantı ve hırslardan, diğer bilim adamlarının ve bilim adamları topluluğunun görüşlerinden etkilenmeden hareket etmekteydiler. Bu bilim tarifine göre bilim adamları topluluğunun bilimsel uğraşa etkisinden söz edilemezdi. Kuşkusuz bu durum sosyolojinin açıklama alanına bir müdahaledir. Bu kamptaki sosyologlara göre bilimin sosyolojik bir analizi bilimin işleyişine veya doğasına odaklanmamalıdır çünkü bilimin objektifliği onun özel bir alan olmasıyla güvence altına alınmaktadır. Bu noktada, ortodoks bilimin savunucularının sosyal etkenlerin rolüyle ilgili görüşlerini açıklamakta fayda gördük. Bu görüşe göre de toplum, bilimi etkilemektedir. Ancak onlara göre bu etki sadece “keşif” ile sınırlıdır. Tezimizde keşif bağlamı ve gerekçelendirme bağlamı başlığı altında ele aldığımız bu formülasyona göre toplum bir bilimsel keşfin ortaya çıkışında etkin rol oynar. Örneğin Newton döneminin ihtiyaçları ile Newton’ın keşifleri arasında doğrudan bir ilişki gösterilebilir. Bilim adamları sosyal varlıklar olarak toplumun ihtiyaçlarını göz ardı edemezler. Dahası bilim adamlarının belli keşifleri yapabilmeleri için daha önce başka keşiflerin yapılmış olması gerekir. Örneğin Newton’ın kendisinin de ifade ettiği gibi önceki dönemin bilim adamları ve bilimsel gelişmeleri olmasaydı Newton’ın fizikte, optikte ulaştığı birçok sonuca ulaşması mümkün olmayacaktı. Bu son boyut, fark edileceği gibi bilimin kümülatif bir uğraş olduğu iddiasının altını çizmektedir. Genel olarak keşif bağlamı, bir keşfin belli bir bağlamın ürünü 200 olduğunu, bir sosyoloğun veya tarihçinin bu bağlamı inceleyebileceğini iddia etmektedir. Öte yandan ortodoks bilim anlayışına göre toplum ve diğer sosyal etkenler bir buluşun gerekçelendirmesine etki etmeyecektir. Diğer bir deyişle bilim adamları bir bilimsel inancın doğruluğuna veya yanlışlığına hükmederken sosyal etkenlerin etkisi altında kalmamaktadırlar. Sosyal etkenler keşfin ortaya çıkmasından öteye gidemezler. Bilim, bu anlamda kendi kuralları ile işleyen, sosyal etkenlere kapalı bir uğraştır. Bu bilim görüşünün 20. yüzyılın ikinci yarısına kadar hâkim olduğunu hatta bilim sosyolojisinin kurucusu Merton gibi isimlerin bile analizlerini, sosyal faktörlerin bilimsel kurumların işleyişine etkileriyle kısıtlı tuttuklarını belirttik. Tezimizde bir pozitivist olarak değerlendirilemeyeceğini söylediğimiz Popper da bu anlamda ortodoks bilimin sosyal unsurlara çizdiği role daha sıcak bakmaktadır. Her ne kadar bilim adamlarının bir topluluk olarak önemine işaret etse de Popper da sosyal etkenlerin bilimsel bilginin oluşumunda içeriğe etkisini önemsemez. Bilim adamları topluluğunun hangi bilimsel teorinin yanlışlandığına ve terk edilmesi gerektiğine karar verdiğini söylese de, Popper’a göre bilim adamları topluluğunun bu kararı sosyal etkenlerin yansıması değil, bir bilimsel zorunluluğun sonucudur. Ortodoks bilimin iddia ettiği gibi Popper’da da bilim adamlarının bu kararı almasını sağlayan doğadır. Bilim adamlarının şartlanmaları gibi sosyal etkenler bu süreçte rol oynamaz. Tüm ortodoks bilim savunucularının iddia ettiği gibi Popper’da da bir bilimsel teorinin doğruluğuna veya yanlışlığına karar verirken kullanılan kriterler objektiftir. Dolayısıyla zamana ve topluma göre değişme göstermezler. Esasen sadece Popper değil, toplumsal unsurların düşünmemizi sağlayan kategoriler dahil her alandaki belirleyiciliğine işaret eden sosyolojinin kurucu babalarının dahi konu doğa bilimleri olunca ortodoks bilim anlayışına sahip çıktıkları görülür. Onlar doğa bilimlerinin kazandığı başarıların da tesiriyle sosyal olanı doğa bilimine –kendi teorileriyle çelişme pahasına da olsa- sokmamışlardır. Kısacası bu çalışmada gösterildiği gibi, ortodoks bilim görüşü 1960’lara dek ciddi bir muhalefetle karşılaşmamış, bilim felsefecileri, bilim sosyologları ve bilim tarihçileri tarafından benimsenmiştir. Oysa bu çalışmada gösterilmeye çalışıldığı gibi bu tür bir tasvir bilimsel uğraşı doğru resmedemez. Keşfin bağlamla ilişkisini göstermek doğru bir 201 çaba olsa da yeterli değildir. Bağlam neyin ne zaman keşfedileceği ile sınırlandırılamaz. Kuşkusuz bilim adamları bir teorinin doğru veya yanlış olduğuna hükmederken de toplumsal etkenlerin etkisi altında kalmaktadır. Birçok tarihsel olaydan hareketle, bu çalışmada, ortodoks bilimin sosyal unsurlara biçtiği rolün ne kadar sığ olduğu gösterilmeye çalışıldı. Bilimsel bilgi, diğer bilgi türleri gibi sosyal unsurlardan arınmış değildir. İlk bölümdeki analizimiz bilimin sosyal unsurlardan arınmış özel bir statüde olduğu iddiasını tarihsel örneklerle çürütmeye çalışırken ikinci bölümde yer vereceğimiz alternatif açıklamaya da zemin hazırlama niyetindeydi. Kuhn ve Güçlü Program’ın hangi ortamda ve neye tepki olarak geliştiklerini yine ilk bölümdeki analizimiz olmadan gösteremezdik. Sadece bu teorilerin hangi ortamda ve neye tepki olarak doğduklarını değil, Kuhn ve Güçlü Program’ın sosyal etkenlerin açıklama kapasitesini ne denli geliştirdiklerini de ilk bölümdeki analizimiz sayesinde gösterebildik. Analizlerimizi derinleştirdiğimiz asıl kısım Kuhn ve Güçlü Program’ın sosyal unsurlara biçtiği rolü gösterdiğimiz ikinci bölümdü. Kuhn’un sosyal etkenlere merkezi bir yer veren ve bunu kapsamlı bir teoriyle sunan ilk kişi olduğu söylenebilir. Kuhn, “keşif bağlamı-gerekçelendirme bağlamı” ayrımını kabul etmeyerek sosyal etkenlerin bilimin doğasına, doğruluk kriterlerine de etki edeceğini göstermeye çalışmıştı. Çalışmamızda, Kuhn’un teorisi detaylarıyla irdelendi. Bu noktada Kuhn’un teorisinin bilim sosyolojisine büyük katkıda bulunduğunu, ortodoks bilim anlayışının geçerliliğine tarihten getirdiği delillerle karşı çıktığını gördük. Dahası Kuhn, bilimde objektif gözlemin olmadığı, bilimin ilerlemediği, bilim adamlarının teorilerini yanlışlamaya çalışmadığı ve yanlışlanan teorilerin terk edilmediği gibi temel tezlerle ortodoks bilime karşı bir konum almıştır. Kuhn’un teorisini bir bütün olarak doğru veya yanlış kabul etmenin hatalı olacağı kanaatini taşıyoruz. Kuhn’un birçok gözlemi ve argümanı bilim tarihinden örneklerle desteklenmektedir. Örneğin bu çalışmada gösterilmeye çalışıldığı gibi bilim adamlarını diğer topluluklardan ayıran “unsurlar”, ortodoks bilim teorisyenleri tarafından abartılmıştır. Bilim adamları, Kuhn’un da dediği gibi, yeniliklere sanıldığı 202 kadar açık değildir. Bu konuda, lohusa humması ile ilgili çalışmalarda bulunan Semmelweis’ın karşılaştığı direnç önemli bir örnektir. Newton fiziğine karşı ortaya çıkmaya başlayan bulguların 1900lerin başında bir şekilde Newton fiziğiyle uyuşturulmaya çalışılmasını da bu konuda Kuhn’u destekleyen bir diğer örnek olarak gösterebiliriz. Yine bilim tarihi bilim adamlarının hırslarını, kıskançlıklarını, beğenilme arzularını ortaya koyan örneklerle doludur. Bu konuda Kuhn’un genel olarak doğru gözlemlerde bulunduğu kanaatindeyiz. Öte yandan Kuhn’un doğruluğun kriterlerini betimlerken doğa ile bağlantıyı göz önünde bulundurmadığını itiraf etmemiz gerekir. Kuhn her paradigmanın kendi doğruluk kriterlerini de beraberinde getirdiğini iddia ederken hayli rölativist bir konum benimsemiştir. Ancak bu tür bir eğilim bilimsel devrimlerin yapısını açıklama noktasında aciz kalmaktadır. Çalışmamızda Kuhn’un teorisinin -ironik bir şekilde- bilimsel devrimleri niye açıklayamayacağına değindik. Eleştirimiz şu şekilde özetlenebilir: Kuhn paradigmaların belirleyiciliğinden söz ederken, bir yandan da devrimin gerçekleştiğini belirtmektedir. Oysa sosyal unsurlar esas belirleyici faktör ise bu durumda yerleşik paradigmayı yerinden eden şey nedir? Bu unsurun doğa olduğunu çalışmamızda örneklerle ortaya koymaya çalıştık. Doğayla kurulan temas bilim adamlarını uzun vadede de olsa etkileyecek ve teori değiştirmeye zorlayacaktır. Çalışmamızda, bu zorlamanın nasıl gerçekleştiğini de detaylandırmaya gayret ettik. Bilhassa “Mucizeye Yer Yok” argümanını detaylandırarak, doğayla kurulan bağın zayıf gösterilmesinin veya yok sayılmasının, artan öngörü kapasitesini ve teknolojik gelişmeyi açıklayamayacağı vurgulandı. Teknolojik ilerleme –ki bu terimi onun mutlak “iyi” çağrışımlara sahip olmadığının farkında olarak kullanıyoruz- ancak doğanın bilim adamları tarafından daha iyi tanınması ile mümkündür. Kuhn, doğa ile ilgili etkenleri sosyal etkenlerin gölgesinde bırakarak bu soruya muhatap olmuştur. Esasen kendisi de sonraki eserlerinde doğanın etkisini küçümsemediğini, ancak sosyal etkenlerin göz ardı edilmemesi için sosyal etkenleri vurguladığını belirtecektir. Kuhn rölativist olduğu iddiasını reddetse de, bizce, bu çalışmamızda gösterilmeye çalışıldığı gibi, Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı eserinde hayli rölativist bir pozisyon benimsemektedir. Ne var ki rölativist bir teorinin açmazlarının farkına varmış olmasının da etkisiyle hiçbir zaman rölativist olduğu iddialarına sıcak bakmamıştır. 203 Kuhn hayatı boyunca bu iki eğilimi bağdaştırmakla uğraşmıştır. Bir yandan sosyal etkenlerin belirleyiciliğini, bilimsel teorilerin doğruluğunu belirleyen kriterlerin bağlama göre değiştiğini, doğayı daha iyi tanıma anlamında ileriye gitmediğimizi, paradigmaları paradigma dışında bir kriterle karşılaştıramayacağımızı iddia etmiş; öte yandan da doğanın varlığını ve gücünü reddetmediğini, bilimin bir konvansiyondan ibaret olmadığını savunmuştur. Bu noktada Kuhn’un teorisinin kendi içinde çelişmediğini göstermek için verdiği örnekler incelendi. Bilhassa Aristoteles’in teorisi ile Einstein’ın genel görelilik teorisi arasındaki benzerliğe dikkat çeken ve “eğer bilimde gelişme olsaydı Aristoteles’in teorisi Newton’ınkine, Newton’ınki de Einstein’ınkine benzerdi” şeklinde formüle edilebilecek olan argümanın tutarlılığı analiz edildi. Yine Kuhn’un Darwin’in evrim teorisiyle kendi teorisi arasında yaptığı kıyasın da geçerli olmadığını belirttik. Tüm bunlarla amaçlanan, doğrunun ve yanlışın keyfi olmadığını, ancak doğru sanılanın veya yanlış sanılanın sosyal etkenlerden etkileneceğini göstermektir. Böylece üçüncü bölümde yapacağımız gerekçelendirme ile doğaya doğruyu dayatma arasındaki ayrımın da alt yapısını hazırlamaya çabaladık. Kuhn’la ilgili kısmı kapatmadan önce Kuhn’un teorisiyle ilgili yaptığımız bir düzeltmeden daha söz edebiliriz. Kuhn bilim adamlarının kendilerini bilim adamları topluluğuna beğendirme isteğinin hep yeni buluşlara kapalı olma eğilimine yol açacağını düşünmüştür. Oysa çalışmamızda gösterilemeye çalışıldığı gibi sosyal süreçler –burada hem psikolojik hem de sosyolojik etkenlerden söz ediyoruz- tek taraflı çalışmaz ve Kuhn’un iddia ettiğinden çok daha komplekstirler. Doğal olarak bilim adamları topluluğu birey bilim adamını sadece konformizme itmez, onu yeni buluşlar yapma konusunda da motive edebilir. Kuhn’la ilgili analizi mümkün olduğunca derinleştirmedeki amaç, Kuhn’un kendisinden sonra gelen sosyal inşacı, rölativist ve konvansiyonalist teorilere ilham olmasıdır. Ona ve onun en önemli takipçilerinden olan Güçlü Program’a verilecek cevap kuşkusuz benzeri pozisyonlar için de cevap niteliği taşıyacaktır. Güçlü Program tercihimizin altında da Kuhn’un mirasına açıkça sahip çıkmaları ve rölativist olduklarını kabul etmeleri yatmaktadır. Türkiye’de yeterince tanınmayan 204 Güçlü Program, sosyal unsurların bilimsel bilgideki esas belirleyici olduğuna inanması yönüyle Kuhn ile benzeşir. Öte yandan Güçlü Program bir adım öteye gider ve bilimsel uğraşta sorgulamaya kapıyı tamamen kapatır. Hatırlanacağı gibi Kuhn en azından devrim anında bilim adamlarının alternatif teoriler arasında seçim yaparken eleştirel düşünebileceklerini ifade eder. Öte yandan bu tür bir dönemin varlığını kabul etmeyen Güçlü Program mantık, matematik yasaları dahil her türlü yasanın ve kriterin sosyal bağlamla ilişkisine dikkat çeker. Dahası Güçlü Program çıkar ilişkilerini öne çıkararak Kuhn’un bilim adamları topluluğunun birey bilim adamları üzerinde etkisi bulunduğunu iddia eden tezine destek sağlar. Bilim tarihinden getirdikleri örneklerle pozisyonlarını güçlendirme gayreti içine girerler. Güçlü Program, ana argümanları ele alındığında Kuhn’un teorisinden ciddi bir sapma göstermez. Sosyal unsurların belirleyiciliği her ikisinde de merkezi bir yer tutar. Teorilerin doğruluk ve yanlışlık kriterleri dahi bağlamla ilişkilendirilir. Ancak çalışmamızda dikkat çekilmeye çalışılan noktalardan birisi, Kuhn’un bu benzerliklere rağmen Güçlü Program’ın teorisini absürt olarak değerlendirmesidir. Kuhn’un Güçlü Program için yaptığı eleştirinin doğru olduğu kanaatindeyiz. Güçlü Program’ın teorisi bilimi sosyal bir konvansiyona indirgeyebilir. Öte yandan bu eleştirinin Kuhn tarafından yapılması ironiktir, zira Kuhn’un teorisi benzer imaları içinde barındırmaktadır. Kuhn’un atladığı nokta, rölativist olmadığını iddia etmesinin onu rölativist olmaktan alıkoymayacağıdır. Tezimizde Güçlü Program’ın da temel iddialarını eleştirel bir analize tabi tuttuk. Öncelikle Güçlü Program tarafından sunulan “sosyal unsurlar” ve “sosyal olmayan unsurlar” ayrımının muğlaklığına dikkat çektik. Bu muğlaklığın bilhassa verilen tarihsel örneklerde mevcut olduğunu ifade ettik. Söz gelimi Güçlü Program I. Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’da benimsenen nedenselliğe şüpheyle yaklaşan fizik teorilerine dikkat çeker. Bu teorilerin o dönemin siyasi ortamından etkilenmiş, siyasi öğeler tarafından şekillenmiş olduğunu belirtir. Korelasyon ile nedenselliğin bu örneklerde birbiriyle karıştırılmış olabileceğinin altını çizdik. Ancak tarihsel kanıtlardaki bu sıkıntıları göstermemize rağmen, sosyal etkenlerin teorilerin doğru veya yanlış görülmesine etki edeceğine kategorik olarak karşı çıkmadık. Sosyal 205 unsurlar bilimsel teorilerin yanlış görülmesinde etkin olabilirdi. Ancak bunun gerekçelendirme ile ilgili bir durum olduğu, öte yandan sosyal şartların doğrunun ne olduğunu doğaya dayatmadığı gerçeği gözden kaçırılmış gibidir. Bu bağlamda Güçlü Program doğanın bilim adamlarının çıkarlarına “rağmen” doğrularını dayatabileceğini göz ardı etmektedir. Yine Güçlü Program, Boyle’un veya Newton’ın çıkarları neticesinde bilimsel teorisini oluşturduğunu iddia ederken bilim adamlarının kişisel çıkarlarına rağmen bazı teorileri reddetmelerini göz ardı etmektedir. Stalin döneminde Lysekno’ya karşı gelen Rus biyologlar bu teze karşı delil olarak sunulabilir. Yine Kopernik, Kepler ve Galileo’nun fikirlerinin bu bilim adamlarının çıkarlarına hizmet ettiğini iddia etmek doğru olmayacaktır. Güçlü Program’ın savunucuları da Kuhn gibi sosyal unsurların açıklayıcılığını ve doğruluk kriterini belirleme gücünü merkeze aldıkları için “Mucizeye Yer Yok” argümanına muhataptırlar. Çıkarlar tarafından şekillenen bilimsel sürecin teknolojik ilerlemeyi açıklama gücü kısıtlı olacaktır. Ancak Güçlü Program savunucuları bu noktada bir savunma geliştirmeye çalışırlar. Onlar konvansiyonların keyfi olmadığını iddia ederken, inanılırlık ve pratik fayda gibi iki özelliğe atıfta bulunurlar. Böylece konvansiyonlar ile doğa arasındaki farkı kapama gayreti içine girerler. Ancak bilim tarihinden pratik faydaya dönüşmeyen veya sezgilere aykırı olduğu için inanılır sayılmayacak örnekler bu noktada tezimizi kuvvetlendirecektir. Kuantum teorisi sezgilere aykırı bir bilimsel resim sunarken Evrim teorisinin veya Big Bang teorisinin pratik faydası nedeniyle doğru kabul edildiğine inanmak mümkün gözükmemektedir. Güçlü Program’a yönelttiğimiz eleştirilerden bir diğeri, Program’ın refleksivite ile ilgili görüşüne ilişkindir. Güçlü Program’a göre bilim sosyolojisinde araştırmanın uyması gereken kaidelerden birisi refleksiviteydi. Yani bilim sosyolojisinin önerdiği yöntemlerin bilim sosyolojisine de uygulanması gerekmektedir. Aksi takdirde bilim sosyolojisi kendisine özel bir statü tanımış olacaktır. Oysa bilimsel teorilerin nasıl ortaya çıktığı ve doğru kabul edildiği kadar, bilimsel teorilerin nasıl ortaya çıktığını ve kabul edildiğini açıklayan teorilerin nasıl ortaya çıktığı ve kabul edildiği de araştırılmalıdır. Refleksivite ilk bölümde de değinildiği gibi rölativist ve 206 konvansiyonalist her teori için esaslı bir problemdir. Çünkü Güçlü Program gibi rölativizmin doğru olduğunu iddia eden ve bir teoriye inanmamızda rasyonel sebeplerin değil sosyal etkenlerin baskın olduğunu iddia eden teoriler kendilerine inanmamızın rasyonel sebeplerinin var olduğunu iddia etmektedirler. Oysa her dönemin ve bağlamın rasyonelliğinin farklı olacağını iddia eden bir teorinin bir yandan da kendisinin rasyonel olduğunu ifade etmesi ve teorisinin doğru olduğunu göstermek için bizi ikna etmeye çalışması tutarlı gözükmemektedir. Her ne kadar Güçlü Program refleksivite probleminin farkında olduğunu ifade etse de bu konuda elle tutulur bir çözüm getirememiştir. Esasen Güçlü Program’ın soruna çözüm getirememesi onun bir eksikliği olarak görülmemeli, bu sorunun rölativizmin içinde bir çözümü olmadığı göz ardı edilmemelidir. Sosyolojiye bu konuda özel bir statü vermek de sorunu çözmeyecektir, zira doğa bilimlerinin doğruluğunun toplum tarafından belirlendiği bir durumda sosyal teorilerin doğruluğunun toplumsal kriterlerle benimsenmemesi makul gözükmemektedir. Bu tartışmada kanıt getirme sorumluluğu, sosyolojinin özel bir statüde olduğunu iddia eden tarafa aittir. Bu noktada sosyal unsurları önceleyen rölativist teorilerin bilim sosyolojisi için bir çıkmaz sokak olabileceğine dikkat çekmek gerekir. Eğer mantık kuralları, doğruluk kriterleri bağlamsal ise ve bu kriterlerde ana belirleyici doğa değil de, sosyal etkenler ise, bu durumda sosyolojik araştırmanın kendisi de tehlikeye girebilir. Çünkü bu durumda her bir teori için doğruluk iddiası da bağlamsal olacağı için Güçlü Program dahil hiçbir sosyolojik teori kendisinin doğru olduğunu iddia edemez. Zira artık sosyolojik teorilerin getirdikleri kanıtlar da sadece belli bağlamlarda ikna edici olacaktır. Yine de Kuhn ve Güçlü Program’la ilgili analizimiz, bu teorilerin, içlerinde barındırdıkları tüm çelişkilere rağmen bilim sosyolojisi için ufuk açıcı nitelikte olduğunu gösterdi. Ortodoks bilimin sosyolojik analize kapattığı birçok alanı tartışmaya açarak sosyologlara bilimin her alanında sosyolojik etkenleri arama konusunda ilham verdiler. Kuşkusuz bu durum bir yönüyle ortodoks bilimin ideolojik duruşu açısından da önem taşımaktadır. Bilhassa bilimin objektif olduğu iddiasının “bilimcilik” için merkezi bir iddia olduğunu tezimizde belirtmiştik. Hem 207 Kuhn, hem de Güçlü Program bilim adamları topluluğunun insani özelliklerine atıfta bulunarak “bilim yalnızca doğruları söyler” ve/ya “doğruları yalnızca bilim söyler” önermelerini şüpheli hale getirmiştir. Bu noktada her iki teorinin katkısını sadece bilim sosyolojisinin alanını genişletmek olarak değerlendiremeyiz. Kuhn ve Güçlü Program, bilim adamlarının çıkarları gereği belli teorilere inanabileceği hatta bilim adamları topluluğunun belli teorileri doğru kabul edebileceği fikrini savunarak bilimsel teorilere kutsallık atfedilmesini ve bu yolla ideolojilerin bilimsel teorilere sızmasını engelleme yolunda önemli bir uyarıcı görevi görmüşlerdir. Bu teoriler sayesinde bilimde dogmaların var olduğu, bilimin de yanıldığı ve kimi zaman yanıldığının farkına uzun süre varmadığı, bilimsel teorilerdeki boşlukların bilim tarihi boyunca ideolojik öğelerle doldurulabildiği iddiasında bulunabiliyoruz. Bilimcilik Kuhn ve Güçlü Program’dan sonra daha zor savunulur bir pozisyon halini almıştır. Ne var ki ikinci ve üçüncü bölümlerde bahsettiğimiz nedenlerden ötürü Kuhn ve Güçlü Program’ın sosyal unsurları aradığı bazı noktalarda sosyal unsurların bulunmadığını düşünüyoruz. Bu noktada daha mütevazı bir program önerdik. Sosyal etkenlerin rolünün daha mütevazı olduğunu iddia ederken bu formülasyonun sosyolojinin önemini azaltmayacağını belirttik. Tersine önerimizin diğer teorilerden daha makul olması nedeniyle daha savunulabilir olduğunu umuyoruz. Önerimiz ana hatlarıyla şöyle özetlenebilir. “Bilgi”yi “gerekçelendirilmiş doğru inanç” şeklinde tanımlarsak sosyolojik unsurların bilimsel bilginin oluşum sürecine üç muhtemel alanda etki edebileceğini düşünebiliriz. İlk olarak bilimsel inancın oluşumunda sosyolojik etkenler rol oynayabilir. Birey bilim adamının bir inanca sahip olması, içinde bulunduğu şartlarla ilişkilendirilebilir. O dönemin ilgileri, ihtiyaçları, ulaşılan bilimsel seviye, diğer bilim adamlarıyla ilişkiler, hatta Pasteur’ün örneğinde görüldüğü gibi şans veya Kekulé örneğinde açıkladığımız gibi rüya bile bir bilimsel inancın ortaya çıkmasında etkili olabilir. Bu bağlamda bilimsel bilginin ilk bileşeni olarak değerlendirdiğimiz inancın ortaya çıkışında sosyal etkenlerin çok büyük ve çok boyutlu etkisinden söz edebiliriz. 208 Daha sonra gerekçelendirmeyi ele aldık. Bu noktada altı çizilmesi gereken husus bilimsel gerekçelendirmeyi bir makinenin değil, bilim adamları topluluğunun yaptığıdır. Bir inancın doğru veya yanlış olduğuna karar vermede söz sahibi olan bu topluluktur. Böylece ampirik veriye tezimiz boyunca verdiğimiz öneme karşın ortodoks ampirisistlerden ayrıldık. Onların aksine ampirik verinin bizi yanıltabileceğini kabul ettik. Çünkü bilim adamları tıpkı Kuhn ve Güçlü Program’ın bahsettiği durumlardaki gibi zaman zaman doğayı yanlış yorumlayabilmektedir. Öte yandan Kuhn ve Güçlü Program’dan ayrıldığımız ilk nokta bilim adamları topluluğunun iki faktörün etkisiyle keyfi davranmaktan alıkonulduğudur. Bu faktörlerin ilki, bilim adamları topluluğunun tek parça ve bir kez karar verip sonra kararını gözden geçirmeyen bir topluluk olmadığıdır. Böylece bilim adamları topluluğunun yanılabilir olduğunu kategorik olarak reddetmezken bir yandan da bu yanılgıdan kurtulmanın belli oranda mümkün olduğundan bahsettik. Bilim adamları topluluğunun bir kısmı diğer bir kısmına muhalefet edebilir. Ya da bilim adamları topluluğu sonradan fikrini gözden geçirip revize edebilir veya tamamen terk edebilir. Bu durumda Kuhn ve Güçlü Program’ın daha önce doğru bildiğimiz ve kabul ettiğimiz örnekleri göstermesi tezimizi desteklemektedir. Ampirik veriler yanlış yorumlanmıştır ancak daha sonra düzeltilmiştir. Bilim adamları arasındaki rekabet, kuşkusuz bu düzeltme işleminde rol oynayan başlıca faktörlerdendir. Kısacası bilim adamlarının bir bütün olarak yanılması mümkünse de bilim adamlarının bir kısmının –hatta Galileo örneğinde bahsettiğimiz gibi bazen bir tanesinin- görüşü bilim adamlarını hatalarından döndürmeye yetebilmektedir. Bilim adamları topluluğunun keyfi kararlar almasını engelleyen ikinci faktör ise doğayla iletişime girildiğinde görülen uyumsuzluktur. Bilhassa teknolojik yansımaları olan doğa bilimlerinde bu hataların düzeltilmesi daha çabuk olmaktadır. Bu çalışmada vurgulandığı gibi, gelişen teknolojinin tutarlı bir şekilde savunulabilmesi için bilimsel teorilerin doğayı gitgide daha iyi tasvir ettiğini kabul etmek gerekmektedir. Bilimsel bilginin oluşumunda sosyal unsurlara verdikleri başat rol nedeniyle ne Kuhn ne de Güçlü Program bu anlamda tutarlı bir açıklamada bulunabildiler. Bu noktada Lakatos’un dikkat çektiği gibi bilimin bir sürece 209 yayıldığını kabul etmek ve bilimsel teorilerin revize edildiğini göz ardı etmemek gerekmektedir. Bilim adamları gerekçelendirmede yanılsalar da zaman içinde doğanın zorlaması ve/veya diğer bilim adamlarının müdahalesi ile doğruya yaklaşmaktadırlar. Bu noktada, potansiyel olarak bilim adamlarının sosyal unsurlar tarafından sürekli yanıltılmaları ve diğer bilim adamları tarafından düzeltilmemelerinin mümkün olduğunun altı çizilmelidir. Ancak bilim tarihinden verdiğimiz örneklerde de görüldüğü gibi ne Kilise, ne de seküler diktatörler böyle bir yanılsamayı sürekli kılabilmişlerdir. Elbette Kuhn bilim adamlarının diğer bilim adamları tarafından beğenilmek istediğini vurguladığında yanılmamaktadır. Ancak bir bilim adamı için ideal olan hem beğenilmek, hem de doğruyu bulmaktır. Elbette bu her zaman mümkün değildir. Bilim adamı doğayı daha iyi resmeden teorinin kısa vadede olmasa da, uzun vadede doğrulanacağını ve bilim adamları topluluğunun takdirini kazanacağını bilir. Ancak Kuhn bu durumu teorisine dahil etmemiştir. Kuhn takdir edilmenin kısa vadede olanıyla ilgilenmiş, diğerinin bilim adamları üzerindeki motive edici özelliğini göz ardı etmiştir. Bilimsel bilginin oluşum sürecindeki sosyal unsurları anlatırken Kuhn ve Güçlü Program’ın sosyal unsurların kompleks ve farklı yönlerde etki eden yapısını göz ardı ettiklerini söylemiştik. Bilim adamları farklı çıkarlar, güdüler ile motive olabilmektedirler. Dahası bilim adamları gerekçelendirmede bulunurken doğayı göz önünde bulundurmakta, keyfi kararlar vermemektedirler. Bu noktada sosyal unsurların muhtemel etki alanlarının üçüncüsüne değindik. Güçlü Program, bu çalışmada gösterilmeye çalışıldığı gibi, sosyal etkenlerin gerekçelendirme üzerindeki etkisinden örnekler vermek suretiyle; bir bilimsel teoriyi diğeriyle kıyaslayacak evrensel ölçütlerimizin olmadığını ve ölçütlerin ancak bağlama bağlı olduğunu iddia ederek rölativizmi benimsemiştir. Ancak bu noktada takındıkları tutum hatalıdır, zira bir teorinin gerekçelendirmesinin hatalı yapılması doğanın -veya doğada bir doğrunun- varlığına şüpheyle yaklaşmamızı gerektirmez. Başka bir ifadeyle Güçlü Program’ın ve rölativist/konvansiyonalist birçok teorinin dönemsel epistemolojik zafiyetlerimizden hareketle ontolojik bir iddiada bulunduğunu ifade edebiliriz. Her 210 ne kadar doğanın varlığını kabul ettiklerini ifade etseler de, ikinci bölümde detaylı bir şekilde analiz edildiği gibi, Güçlü Program bilimsel teorilerimizi doğaya dikte ettiğimizi ima ediyor görünmektedir. Bilhassa konvansiyonlara yaptığı vurgu bu bağlamda önem taşır. Biz ise doğayla ilgili eksik bilgimizden kaynaklanan ve sosyal etkenlerle şekillenen hatalarımızın üstesinden daha iyi gözlemlerle gelinebileceği görüşünü dile getirdik. Güçlü Program’ın verdiği örneklere atıfla doğayla kurulan ilişkinin hemen olmasa da uzun vadede bilimsel teorilerimizin düzeltilmesini sağlayacağını iddia ettik. Yukarıda da değindiğimiz gibi bilimsel teorilerin teknolojik yansımaları varsa bu tür hatalardan daha hızlı dönülebilmektedir. Kısacası, sosyal etkenler, bilimsel inancın oluşumunda ve gerekçelendirilmesinde –her ne kadar bu noktada Kuhn ve Güçlü Program’dan daha farklı bir resim sunsak dabelirleyicidirler. Öte yandan bilimsel bilginin oluşum sürecinde doğrunun doğaya dayatılması söz konusu değildir. Epistemolojik eksikliklerden yola çıkarak ontolojik rölativizme ulaşmak paradigma değişimlerini, teknolojik ilerlemeyi ve artan öngörü kapasitemizi açıklar görünmemektedir. Bilimsel bilginin oluşumundaki sosyal etkenleri analiz ettiğimiz bu bölümde sunduğumuz alternatifin bazı temel problemlere nasıl çözüm getirdiğine kısaca değinelim. Öncelikle ortodoks bilimin ve Kuhn ile Güçlü Program’ın teorilerine baktığımızda üç ana sorunun göze çarptığını ifade edebiliriz. Bu sorunlar gözlemin teori tarafından belirlenmesi, “Mucizeye Yer Yok” argümanı ve refleksivitedir. İlk sorun ortodoks bilim ile ilgiliyken, ikinci ve üçüncü sorunlar Kuhn ve Güçlü Program’ı hedef alır. Hatırlanacağı gibi ortodoks bilim teorisi sosyal etkenlerin bilimsel bilginin oluşumundaki rolünü keşif bağlamı ile sınırlı tutmuştu. Böyle bir durumda gözlemin neden farklılaştığı açıklanamayacaktır. Çünkü keşif bir toplumdan diğerine değişirken gerekçelendirme –ve dolayısıyla da gözlem- bir toplumdan diğerine değişmeyecektir. Bu durumda Brahe ile Kepler neden farklı gözlemlerde bulunmaktadırlar? Üçüncü bölümde hem gözlemin, hem de gözlemlerin de etkisiyle şekillenen gerekçelendirmenin sosyal unsurlardan etkilendiği vurgulandı. Bu nedenle ortodoks bilimin bu sorununun bizim için bir problem teşkil etmediği söylenebilir. Ancak bu noktada hatırlanması gereken hem ikinci bölümde değinilen Hanson’ın, hem de onu takip eden Kuhn ve Güçlü Program’ın gözlemin teoriyle 211 şekillendirilmesini abartılı bir şekilde sunduklarıdır. Gözlem farklı olabilse de bu fark belli bir limit içerisinde gerçekleşir. Örneğin dünyanın mı güneşin, yoksa güneşin mi dünyanın etrafında döndüğü şeklindeki bir soruya “ikisi de dönmüyor” şeklinde cevap veremeyiz. Bunun yanında gözlemin farklı olması çoğu zaman sürekli bir durum değildir. Gelişen gözlem yeteneğimiz ve artan bilgimizle gözlemlerimiz arasındaki farklılıklar giderilebilmektedir. Teleskopun ve uyduların icat edilip bilimde kullanılması sonucu eski gözlemlerimizden hangisinin doğru olduğunu fark ettik. Benzer şekilde bugün teorimiz tarafından şekillenen gözlemlerimiz gözlem kabiliyetimizin gelişimine paralel olarak değişebilir. Sadece Kuhn ve Güçlü Program’ın değil sosyal inşacı her bilim sosyoloğunun muhatap olduğu argüman “Mucizeye Yer Yok”tur. Çalışmamızda açıkladığımız gibi paradigmalar arasında ilerleme anlamında bir karşılaştırmanın yapılamayacağını çünkü doğruluk kriterlerimizin topluma bağımlı olduğunu iddia eden bir yorum bu durumda bilimde artan öngörü yeteneğini ve buna bağlı olarak gelişen teknolojiyi açıklamakta güçlük çekecektir. Biz bu argümana cevap olarak, teorilerin doğayı daha iyi modelledikçe öngörü kapasitesinin artacağını ifade ettik. Burada daha iyi modelleme ifadesini kullanmamızın nedeni modellemenin doğru ya da yanlış olarak tanımlanmaması gerektiğine dair inancımızdır. Bu yorumumuzla birçok ortodoks bilim sosyoloğundan ayrılıyoruz zira biz bir teorinin daha doğru veya daha yanlış gibi ifadelerle tanımlanabileceğini düşünüyoruz. Böylece Newton’ın teorisinin bugün Einstein’ın teorisi tarafından yerinden edilmiş olmasına rağmen doğayı modelleme anlamında Aristoteles’in teorisinden daha başarılı olduğunu savunduk. Bu durum, Newton’ın teorisinin başarısını da teorileri yalnızca doğru veya yanlış olarak nitelendiren bazı ortodoks bilim savunucularından daha iyi açıklamaktadır. Kuhn ve Güçlü Program’ın açıklayamadığını düşündüğümüz bir diğer durum refleksivite problemi ile ilgilidir. Hatırlanacağı gibi refleksivite rölativist teorilerin temel problemiydi. Eğer bilimsel doğruyu sosyal etkenler belirliyorsa bu durumda bilim sosyologlarının iddialarını da sosyal etkenlerin belirlemesi gerekirdi. Güçlü Program’ın bu konuyu çözmeye çalıştığını ama başaramadığını tezimizde göstermeye çalışmıştık. Bizim sosyal etkenlere biçtiğimiz rolün ve gerekçelendirme ile doğru kılma arasında yaptığımız ayrımın bu soruna daha iyi cevap sunduğunu 212 düşünüyoruz. Bilimsel teorilerin doğruluğunu sosyal etkenler değil rasyonel kriterler belirler. Sosyal etkenler doğruyu belirlemez ama gerekçelendirmede etkili olarak “doğru sanılanı” belirleyebilirler. Eğer değerlendirmeye sosyal etkenler müdahale ederse doğa tarafından, diğer bilim adamları aracılığıyla düzeltilirler. Sonuç olarak, bu teorimiz refleksivitenin eleştirisine muhatap değildir çünkü biz bir teorinin doğruluğunun sosyal değil rasyonel temellere dayandığını iddia ediyoruz. Burada ortodoks bilim sosyolojisinden ayrıldığımız nokta değerlendirmemizin sosyal unsurlar tarafından etkilenmeye açık olduğudur. Ancak dediğimiz gibi bu etki doğa tarafından denetim altındadır ve bilim adamı rasyonel kriterler benimsemeye zorlanmaktadır. Çalışmamızda sosyal unsurların bilimsel bilgiye etkisini incelerken Kuhn ve Güçlü Program’ı merkeze aldık. Hatırlanacağı gibi bu kararımızın nedenini her iki teorinin kapsamlı ve iyi formüle edilmiş olmasıyla ilişkilendirmiştik. Dahası bu teorilere getirilecek eleştirilerin aynı unsurlara sahip diğer teorilere de uygulanabileceğini belirtmiştik. Doğal olarak bu tür bir tercih sonucunda feminist epistemoloji gibi diğer rölativist ve konvansiyonalist teorileri inceleyemedik. Ancak rölativist ve/ya konvansiyonalist imalar taşıyan teorilerin feminist epistemoloji ile sınırlandırılamayacağı, hatta feminist epistemolojinin dahi çok farklı türevlere sahip olduğu düşünülürse tezimizi neden Kuhn ve Güçlü Program ile kısıtladığımız anlaşılacaktır. Bunun yanında gerek ortodoks bilim görüşünü, gerekse Kuhn ve Güçlü Program’ı eleştirirken ve daha sonra kendi önerimizi sunmaya çalışırken kullandığımız tarihsel örnekler çoğunlukla Batı bilim tarihinin örnekleriyle sınırlı tutulmuştur. Burada birkaç önemli etken söz konusudur. Evvela modern bilim dediğimiz kavram Batı’da Francis Bacon’la başlamış, Newton’la olgunlaşmış bir deneyim olarak kabul edilir. Kuhn ve Güçlü Program o paradigmanın içinden, Batı vokabülerini kullanarak argümanlarını üretmektedir. Dolayısıyla biz de onları eleştirirken aynı paradigmanın içinden konuşmanın daha doğru olacağına kanaat getirdik. İstisnai durumlar hariç İslam, Hint ve Çin bilimlerinden örnekler vermedik. Bu tercihimiz bir yandan bir zorunluluğun da sonucu olarak görülebilir. Zira erişilebilir kaynaklar açısından da Batı bilimi çok daha zengin görülmektedir. Adı geçen medeniyetlerde bilim adamları 213 topluluğunun birey bilim adamına etkisiyle ilgili araştırma yapmak pek mümkün görünmemektedir. Son olarak, tezimiz boyunca atıfta bulunduğumuz “doğanın bilim adamlarına doğrularını dayatması/bilim adamlarını zorlaması” hususunda bir açıklama yapma gereği hissediyoruz. Esasen, tezimizde de yer yer değindiğimiz gibi, elimizde doğada bilimsel yasaların var olduğuna veya bu yasaların her zaman her yerde işleyeceğine yönelik bir kanıt bulunmamaktadır. Hume’un bahsettiği gibi bu tür bir görüş sırtını tümevarıma dayamaktadır ve tümevarımların yanılması mümkündür. Bununla beraber bilimin gözle görülür başarıları ve bilim adamlarının bilimi kullanarak yaptıkları başarılı öngörüler, doğada bilimsel yasaların var olduğu ve bu yasaların her zaman işlediği; bilim adamlarının bilim yoluyla bu yasaları keşfettikleri görüşünü destekler görünmektedir. Yine de bu tür bir desteği reddetmek mümkündür. Belki de bir grup peri doğada yer çekimi gibi yasaların var olduğuna inanmamız için elimizden bıraktığımız her cismi yere çarpmaktadırlar. Elbette bu tür bir iddiayı bilim adamlarının ciddiye almayacağı açıktır. Ancak buradaki önemli itiraz doğada bilimsel yasaların var olduğu ve bilimsel yasaların her zaman işleyeceği iddiasının bilimin hayatımızdaki pratik yansımaları dışında bir dayanağının olmadığıdır. Elbette bu tartışma bilim sosyolojisinin sınırlarını aşmaktadır. Bu eksikliklere rağmen umudumuz, tezimizin ortodoks bilim ile rölativizm arasında kurulan dikotomiyi aşmaya bir katkıda bulunmasıdır. Bilhassa ortodoks bilim anlayışına duyulan tepki, bilimi sosyal etkenlerin –ama sadece onlarınşekillendirdiği bir uğraşa indirgeme eğilimine vücut vermektedir. Bu durum doğa bilimlerini konvansiyonlara indirgediği için gerçekliği yansıtamamakta; dahası refleksivitenin yol açtığı problemler nedeniyle sosyolojik analizin değerini de tartışmalı kılmaktadır. Bu nedenle tezimizde odaklandığımız asıl nokta sosyal etkenlerin sınırlarının doğru çizilmesiydi. Bu çalışmanın, doğanın ve sosyal etkenlerin bilimsel bilginin oluşumuna hangi düzeyde nasıl etki ettiğinin belirlenmesine mütevazı da olsa bir katkıda bulunmasını umuyoruz. İdeolojilerin bilim adı altında sunulmasının veya bilimin sıradan bir konvansiyona eşitlenmesinin engellenmesi ancak bu sınırların daha dikkatli çizilmesiyle mümkündür. 214 BİBLİYOGRAFYA: Alexander, Denis ve Numbers, Ronald L.: “Introduction” D. Alexander ve R. L. Numbers (der.), Biology and Ideology: From Descartes to Dawkins, Chicago, Chicago University Press, 2010, ss: 1-10. Al-ʻAllāf, Mashhad: The Essence of Islamic Philosophy, St. Louis, Mo., M. AlAllaf, 2003. Almeder, Robert. F.: Harmless Naturalism: The Limits of Science and the Nature of Philosophy, Chicago, Open Court, 1998. Arendt, Hannah: “Philosophy and Sociology”, Volker Meja ve Nico Stehr (der.), The Sociology of Knowledge, Cheltenham: Edward Elgar Pub., 1999. ss: 431-443. Armstrong, David M.: Belief, Truth and Knowledge, London, Cambridge University Press, 1973. Arslan, Hüsamettin: Epistemik Cemaat: Bir Bilim Sosyolojisi Denemesi, İstanbul, Paradigma Yayıncılık, 2007. Avrupa Nükleer Araştırma Örgütü, İnternet sayfası: “Facts and Figures/Olgular ve Figürler” (çevrimiçi) http://public.web.cern.ch/public/en/lhc/Facts-en.html, 01-052012. Avrupa Nükleer Araştırma Örgütü, internet sayfası: “Large Hadron Collider / Büyük Hadron Çarpıştırıcısı” (çevrimiçi) http://public.web.cern.ch/public/en/lhc/lhc-en.html 01-05-2012. Atteberry, Jonathan: “10 Real-World Applications of Quantum Mechanics” Discovery Channel İnternet Sitesi, (çevrimiçi) http://dsc.discovery.com/tv-shows/curiosity/topics/10-realworld-applications-of-quantum-mechanics.htm , 12 Mayıs 2012. Bacon, Francis: “On the Interpretation of Nature and the Empire of Man” Volker Meja ve Nico Stehr (der.), The Sociology of Knowledge, Cheltenham: Edward Elgar Pub., 1999. ss: 3-10. Baert, Patrick: Sosyal Bilimler Felsefesi: Pragmatizme Doğru, çev. Ümit Tatlıcan, İstanbul, Küre Yayınları, 2010. 215 Baghramian, Maria: “Relativism About Science”, Stathis Psillos ve Martin Curd (der.) The Routledge Companion to Philosophy of Science, London, Routledge, 2008. ss: 236-247. Barber, Bernard: Social Studies of Science, New Brunswick, N.J, Transaction, 1990. Barnes, Barry: T.S. Kuhn ve Sosyal Bilimler, çev. Hüsamettin Arslan, İstanbul, Paradigma Yayıncılık, 2008. Barnes, Barry ve David Bloor: “Relativism, Rationalism and the Sociology of Knowledge” Volker Meja ve Nico Stehr (der.), The Sociology of Knowledge, Cheltenham: Edward Elgar Pub., 1999. ss: 235261. Batuhan, Hüseyin: Bilim ve Şarlatanlık, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 1996. Ben-Menahem, Yemima: Conventionalism, Cambridge, Cambridge University Press, 2006. Berger, Peter ve Thomas Luckmann: Gerçekliğin Sosyal İnşası: Bir Bilgi Sosyolojisi İncelemesi, çev. Vefa Saygın Öğütle, İstanbul, Paradigma Yayıncılık, 2008. Berkan, İsmet: “‘Evrime inanan var inanmayan var’ demek TÜBİTAK Başkanı’na mı düşer?” Hürriyet Gazetesi, (Çevrimiçi) http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/19702017.asp, 17-01-2012. Bernstein, Richard: Objektivizm ve Rölativizmin Ötesi: Bilim Hermenoytik ve Praxis, çev. Feridun Yılmaz, İstanbul, Paradigma Yayıncılık, 2009. Bird, Alexander: Philosophy of Science, Oxon: Routledge, 2005. Bird, Alexander: “Thomas Kuhn”, The Stanford Encyclopedia of Philosophy, Edward N. Zalta (der.), (çevrimiçi) http://plato.stanford.edu/archives/spr2013/entries/thomas-kuhn/ 08 Ağustos 2012. Bloom, Dan: “The experiment of a lifetime” (çevrimiçi) Guardian Gazetesi İnternet Sitesi, http://www.guardian.co.uk/education/2008/aug/29/research.cern, 01 Mayıs 2012 216 Bloor, David: Knowledge and Social Imagery, Chicago, University of Chicago Press, 1991. Bloor, David: “Durkheim and Mauss Revisited: Classification and the Sociology of Knowledge” Volker Meja ve Nico Stehr (der.), The Sociology of Knowledge, ss:312-336. Bloor, David: “Anti-Latour”, Studies in History and Philosophy of Science, 30, 1, 1999, ss. 81–112. Bloor, David: Wittgenstein, Rules and Institutions, London, Routledge, 1997. Born, Max: Physics in My Generation; A Selection of Papers, London, Pergamon, 1956. Bourdieu, Pierre: “The Specificity of the Scientific Field and the Social Conditions of the Progress of Reason”, Social Science Information, 14, 1975, ss.19-47. Bowler, Peter J. ve Iwan Rhys Morus: Making Modern Science: A Historical Survey, Chicago, University of Chicago Press, 2005. Brown, James Robert: Who Rules in Science?: An Opinionated Guide to the Wars, Cambridge MA, Harvard University Press, 2001. Bunnin, Nicholas ve Jiyuan Yu: “Gettier’s Problem” maddesi, The Blackwell Dictionary of Western Philosophy, Malden, MA, Blackwell Pub., 2004. Butterfield, Herbert: The Origins of Modern Science: 1300-1800, New York, The Macmillan Company, 1957. Calhoun, Craig: “Introduction: On Merton's Legacy and Contemporary Sociology” Calhoun, Craig J. (der.) Robert K. Merton: Sociology of Science and Sociology as Science, New York, Columbia University Press, 2010. ss:1-31. Carey, Stephen. S.: A Beginner's Guide to Scientific Method, Boston, MA, Wadsworth Cengage Learning, 2012. Cevizci, Ahmet: Felsefe Sözlüğü, İstanbul, Paradigma Yayıncılık, 2010. 217 Chalmers, Alan: Bilim Dedikleri: Bilimin Doğası, Statüsü ve Yöntemleri Üzerine Bir Değerlendirme, Çev. Hüsamettin Arslan, İstanbul, Paradigma Yayıncılık, 2008. Chen, Chaomei: Mapping Scientific Frontiers: The Quest for Knowledge Visualization, London, Springer, 2003. Chimisso, Cristina: Gaston Bachelard: Critic of Science and the Imagination, London, Routledge, 2001. Churchich, Nicholas: Marxism and Morality: A Critical Examination of Marxist Ethics. Cambridge, James Clarke, 1994. Cohen, H. Floris: The Scientific Revolution: A Historiographical Inquiry. Chicago, University of Chicago, 1994. Cole, Stephen: “Voodoo Sociology: Recent Developments in the Sociology of Science” P. R. Gross, N. Levitt ve M. W. Lewis (der.), The Flight from Science and Reason, New York: New York Academy of Sciences, 1996, Ss:274-287. Comte, Auguste: “From Metaphysics to Positivist Science” Volker Meja ve Nico Stehr (der.), The Sociology of Knowledge, Cheltenham: Edward Elgar Pub., 1999. ss: 37-57. Couvalis, George: The Philosophy of Science: Science and Objectivity, London, Sage Publications, 1997. Creath, Richard: “Logical Empiricism”, Edward N. Zalta (der.), The Stanford Encyclopedia of Philosophy, (Çevrimiçi) http://plato.stanford.edu/archives/spr2013/entries/logicalempiricism/ 07-09-2012. Crumley, Jack S.: An Introduction to Epistemology, Peterborough, Broadview, 2009. Cushing, James T.: Fizikte Felsefi Kavramlar I: Felsefe Ve Bilimsel Kuramlar Arasındaki Tarihsel İlişki, İstanbul, Sabancı Üniversitesi, 2010. Cushing, James T.: Fizikte Felsefi Kavramlar II: Felsefe Ve Bilimsel Kuramlar Arasındaki Tarihsel İlişki, İstanbul, Sabancı Üniversitesi, 2010. 218 Dallal, Ahmad S.: “Early Islam” John Hedley Brooke ve Ronald L. Numbers, (der.), Science and Religion around the World, New York, Oxford University Press, 2011. Darwin, Charles: On the Origin of Species by Means of Natural Selection or the Preservation of Favoured Races in the Struggle for Life, Londra, John Murray, 1858. Darwin, Charles: “Origin of Species”, Michael Ruse, (der.), Philosophy of Biology, New York, Macmillan, 1989, ss:41-46. Darwin’in Asa Gray’e mektubu: Darwin Mektuplaşma Projesi İnternet Sayfası, (Çevrimiçi) http://www.darwinproject.ac.uk/entry-2814, 08-11-2012. Dawkins, Richard: Unweaving the Rainbow: Science, Delusion, and the Appetite for Wonder, Boston, Houghton Mifflin, 1998. Dawkins, Richard: The Blind Watchmaker: Why the Evidence of Evolution Reveals a Universe without Design, New York, W.W. Norton, 2006. Devitt, Michael: “Realism-Anti-Realism” Stathis Psillos ve Martin Curd (der.) The Routledge Companion to Philosophy of Science, London, Routledge, 2008. Dilthey, Wilhelm: Hermeneutik ve Tin Bilimleri, çev. Doğan Özlem, İstanbul, Paradigma Yayınları, 1999. Dowe, Phil: Galileo, Darwin, and Hawking: The Interplay of Science, Reason, and Religion, Grand Rapids, MI:,W.B. Eerdmans Pub., 2005. Duralı, Teoman: Felsefe-Bilimin Doğuşu: Aristoteles’te Canlılar ve Bilim Sorunu, İstanbul, Dergah yayınları, 2011. Durkheim, Émile: Suicide: A Study in Sociology, çev. George Simpson ve John Spaulding, New York, Free, 1997. Durkheim, Émile: The Elementary Forms of the Religious Life, Çev. Joseph Ward Swain, London, Allen & Unwin, 1954. Durkheim, Émile: “Sociology of Knowledge” Volker Meja ve Nico Stehr (der.), The Sociology of Knowledge, Cheltenham: Edward Elgar Pub., 1999. ss: 101-120. 219 Durkheim, Émile ve Marcel Mauss: Primitive Classifications, Çev. Rodney Needham, Chicago, Chicago University Press, 1963. Edge, David: “Reinventing the Wheel”, Handbook of Science and Technology Studies, Sheila Jasanoff vd. (der.), London, Sage Publications, 1995, ss: 3-23. Elster, Jon: An Introduction to Karl Marx, Cambridge, Cambridge University Press, 1986. Ferrarotti, Franco: “Endüstri Devrimi ve Bilim, Teknoloji ve İktidarın Yeni Nitelikleri”, Federico Mayor ve Augusto Forti (der.), Bilim ve İktidar, çev. Mehmet Küçük, Ankara, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, 1997. ss: 41-68. Feyerabend, Paul Yönteme Hayır : Bir Anarşist, Bilgi Kuramının Ana Hatları, K.: Çev. Ahmet İnam, İstanbul, Ara Yayıncılık, 1989. Feyerabend, Paul Knowledge, Science, and Relativism, John Preston (der.), K.: Cambridge, Cambridge University Press, 1999. Feyerabend, Paul “Consolations For the Specialist” Imre Lakatos ve Alan Musgrave (der.) Criticism and the Growth of Knowledge: K.: Proceedings of the International Colloquium in the Philosophy of Science, London, Cambridge University Press, 1999, ss:197-230. Fichman, Martin: An Elusive Victorian: The Evolution of Alfred Russel Wallace, Chicago, University of Chicago, 2004. Forti, Augusto: “Modern Bilimin Doğuşu ve Düşünce Özgürlüğü”, Bilim ve İktidar, ss: 23-37. Forti, Augusto: “Eskiçağda Bilim, Felsefe ve İktidar”, Bilim ve İktidar, ss: 1322. Foucault, Michel: The History of Sexuality, Volume I: An Introduction, çev. Robert Hurley, New York, Random House, 1990. Fox, Nick J.: “Foucault, Foucauldians and Sociology” The British Journal of Sociology, 49, 3, 1998, ss. 415-433 220 Freud, Sigmund: “Excerpt from The Future of an Illusion” Volker Meja ve Nico Stehr (der.), The Sociology of Knowledge, Cheltenham: Edward Elgar Pub., 1999. ss: 92-97. Fuller, Steve: Thomas Kuhn: A Philosophical History for Our times, Chicago, University of Chicago, 2000. Fuller, Steve: New Frontiers in Science Cambridge, Polity, 2007. Gabriel, Yiannis: Freud and Society, London, Routledge & Kegan Paul, 1983. Giddens, Anthony: Politics, Sociology and Social Theory: Encounters with Classical and Contemporary Social Thought, Stanford, CA, Stanford University Press, 1995. Gieryn, Thomas F.: “Bilimin Sınırları”, Mihriban Şenses (der.), Bilimin Sınırları ve Bilimsel İhtilaflar, İstanbul, Paradigma, 2012. ss: 3-72 Gieryn, Thomas F.: “Durkheim’ın Bilimsel Bilgi Sosyolojisi”, Bekir Balkız ve Vefa Saygın Öğütle, (der.), Bilim Sosyolojisi İncelemeleri: Temel Yaklaşımlar, Kavramlar Ve Tartışmalar, çev. Bekir Balkız, Ankara, Doğu-Batı Yayınları, 2010, ss: 452-492. Godfrey-Smith, Peter: Theory and Reality: An Introduction to the Philosophy of Science, Chicago, University of Chicago, 2003. Gordon, Peter Eli: "Realism, Science, and the Deworlding of the World" Hubert L. Dreyfus ve Mark A. Wrathall, (der.) A Companion to Phenomenology and Existentialism. Oxford, Wiley-Blackwell, 2009, s. 425-444. Gordon, Scott: The History and Philosophy of Social Science, London, Routledge, 1991. Green, Arnold W:, Hobbes and Human Nature, New Brunswick, Transaction, 1993. Grossmann, Henryk: “The Social Foundations of the Mechanistic Philosophy and Manufacture”, Gideon Freudenthal ve Peter McLaughlin (der.),The Social and Economic Roots of the Scientific Revolution, Dordrecht, Springer, 2009, ss:103-156. and Technology Studies, 221 Grünwald, Ernst: “The Sociology of Knowledge and Epistemology” Volker Meja ve Nico Stehr (der.), The Sociology of Knowledge, Cheltenham: Edward Elgar Pub., 1999. ss: 444-449. Hacohen, Malachi Karl Popper: The Formative Years, 1902-1945 : Politics and Philosophy in Interwar Vienna, Cambridge, Cambridge H.: University Press, 2002. Halfpenny, Peter: “Rasyonalite ve bilimsel Bilginin Sosyolojisi” Bilim Sosyolojisi İncelemeleri: Temel Yaklaşımlar, Kavramlar Ve Tartışmalar, çev. Dilek Hattatoğlu, ss: 58-64. Hanson, Norwood Patterns of Discovery: An Inquiry into the Conceptual Russell: Foundations of Science, Cambridge, University, 1965. Hansson, Sven Ove: "Science and Pseudo-Science", The Stanford Encyclopedia of Philosophy, Edward N. Zalta (der.), (çevrimiçi) http://plato.stanford.edu/archives/win2012/entries/pseudoscience/ 08-02-2013. Harré, Rom: Great Scientific Experiments: Twenty Experiments That Changed Our View of the World, Mineola, NY, Dover Publications, 2002. Harrison, Peter: “The Cultural Authority of Natural History in Early Modern Europe” Biology and Ideology: From Descartes to Dawkins, ss: 11-35. Hatfield, Gary: “René Descartes”, The Stanford Encyclopedia of Philosophy, Edward N. Zalta (der.), (çevrimiçi) http://plato.stanford.edu/entries/descartes/ 21 Aralık 2012. Hawking, Stephen On the Shoulders of Giants: The Great Works of Physics and Astronomy, Philadelphia, Running, 2002. W.: Heidarzadeh, Tofigh: A History of Physical Theories of Comets, from Aristotle to Whipple, United States, Springer, 2008. Heidegger, Martin Basic Writings from Being and Time (1927) to The Task of ve David Farrell Thinking (1964), London, Routledge and Kegan Paul, 1978. Krell: Heidegger, Martin: What Is Called Thinking? çev. Glenn Gray, New York, Harper & Row, 1968. 222 Hekman, Susan: Bilgi Sosyolojisi ve Hermeneutik: Mannheim, Gadamer, Foucault ve Derrida, çev. Hüsamettin Arslan ve Bekir Balkız, İstanbul, Paradigma Yayınları, 1999. Henry, John: Bilim Devrimi ve Modern Bilimin Kökenleri, çev: Selim Değirmenci, İstanbul, Küre Yayınları, 2009. Hess, David J: Science Studies: An Advanced Introduction, New York, New York University Press, 1997. Hessen, Boris: “Newton’un Principia’sının Toplumsal ve Ekonomik Kökenleri”, Bilim Sosyolojisi İncelemeleri: Temel Yaklaşımlar, Kavramlar Ve Tartışmalar, çev. Eren Buğlalılar, ss: 65-147. Horkheimer, Max: “A New Concept of Ideology” Volker Meja ve Nico Stehr (der.), The Sociology of Knowledge, Cheltenham: Edward Elgar Pub., 1999. ss:461-478. Ichikawa, Jonathan Jenkins ve Matthias Steup: “The Analysis of Knowledge”, The Stanford Encyclopedia of Philosophy, Edward N. Zalta (der.), (çevrimiçi) http://plato.stanford.edu/archives/win2012/entries/knowledgeanalysis/ 11 Aralık 2012. Ingram, David: “Foucault and Habermas,” G. Gutting (der.) The Cambridge Companion to Foucault, Cambridge, Cambridge University Press, 2006, ss. 240-83. Koestler, Arthur: The Sleepwalkers: A History of Man’s Changing Vision of the Universe, New York, The Macmillan Company, 1959. Koyré, Alexandre: From the Closed World to the Infinite Universe, Baltimore, The Johns Hopkins Press, 1957. Koyré, Alexandre: Bilim Tarihi Yazıları 1, çev: Kurtuluş Dinçer, Ankara, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, 2000. Kozhevnikov, Alexei B.: Stalin's Great Science: The times and Adventures of Soviet Physicists, London, Imperial College, 2004. Kragh, Helge: “Social Constructivism: The Gospel of Science, and the Teaching of Physics” Michael R. Matthews (der.) Constructivism in Science Education: A Philosophical Examination, Dordrecht, Kluwer Academic, 1998, ss:125-137. 223 Krebs, Robert E.: Scientific Development and Misconceptions through the Ages: A Reference Guide, Westport, CT, Greenwood, 1999. Krementsov, Nikolai: “Darwinism, Marxism, and Genetics in the Soviet Union” Biology and Ideology: From Descartes to Dawkins, ss:215246. Kuhn, Thomas S.: The Structure of Scientific Revolutions, Chicago, The University of Chicago Press, 1970. Kuhn, Thomas S.: Bilimsel Devrimlerin Yapısı, Çev. Nilüfer Kuyaş, İstanbul, Alan Yayıncılık, 1991. Kuhn, Thomas S.: Kopernik Devrimi: Batı Düşüncesinin Gelişiminde Gezegen Astronomisi, çev. Halil Turan, Dursun Bayrak, Sinan K. Çelik, Ankara, İmge Kitabevi, 2007. Kuhn, Thomas S.: “Logic of Discovery or Psychology of Research?” Criticism and the Growth of Knowledge, London, Cambridge University Press, 1999, ss: 1-23. Kuhn, Thomas S.: “Bilimsel Araştırmada Dogmanın İşlevi”, Bilim Sosyolojisi İncelemeleri: Temel Yaklaşımlar, Kavramlar Ve Tartışmalar, çev. Barış Yıldırım, ss: 196-220. Kuhn, Thomas S.: “Nesnellik, Değer Yargısı ve Kuram Seçimi” Asal Gerilim: Bilimsel Gelenek ve Değişim Üzerine Seçme İncelemeler, çev. Yakup Şahan, İstanbul, Kabalcı Yayınevi, 1994,ss. 381-404. Kuhn, Thomas S.: “Reflections on my Critics”, Criticism and the Growth of Knowledge, London, Cambridge University Press, 1999, ss:231-278. Kuhn, Thomas S.: The Road Since Structure: Philosophical Essays, 1970–1993, Chicago, University of Chicago Press, 2000. Kukla, André: Social Constructivism and the Philosophy of Science, London, Routledge, 2000. Kusch, Martin: “Psychologism and Sociologism in Early Twentieth-century German-speaking Philosophy.” Dale Jacquette (der.), Philosophy, Psychology, and Psychologism: Critical and Historical Readings on the Psychological Turn in Philosophy, Dordrecht, Kluwer Academic, 2003. s:131-155. 224 Kusch, Martin: “Rule-Scepticism and the Sociology of Scientific Knowledge: The Bloor-Lynch Debate”, Social Studies of Science, 34, 4, 2004, ss. 571-591. Lakatos, Imre: “Falsification and the Methodology of Scientific Research Programmes” Criticism and the Growth of Knowledge, London, Cambridge University Press, 1999, ss: 91-196. Lakatos, Imre: The Methodology of Scientific Research Programmes, John Worrall ve Gregory Currie (der.) Cambridge, Cambridge University Press, 1980. Latour, Bruno ve Steve Woolgar: Laboratory Life: The Construction of Scientific Facts, New Jersey, Princeton University Press, 1986. Laudan, Larry: “Progress or Rationality? The Prospects for Normative Naturalism” David Papineau (der.), The Philosophy of Science, Oxford, Oxford University Press, 1996. ss.194-214 Lewontin, Richard C.: Biology as Ideology: The Doctrine of DNA, New York, HarperPerennial, 1992. Lewens, Tim: ‘Realism and the Strong Program’ British Journal for the Philosophy of Science, 56, 2005, ss: 559-577. Lévy-Bruhl, Lucien: “The Transition to the Higher Mental Types” The Sociology of Knowledge, ss:129-154. Lodynski, Adrzej: "Some Remarks in Defense of the Incommensurability Thesis" Władysław Krajewski, (der.). Polish Essays in the Philosophy of the Natural Sciences, Dordrecht, D. Reidel, 1982. MacIntyre, Alasdair C.: After Virtue: A Study in Moral Theory, Notre Dame, IN, University of Notre Dame, 2007. Mai, Larry L., Marcus Young Owl ve M. Patricia Kersting: The Cambridge Dictionary of Human Biology and Evolution, Cambridge, Cambridge University Press, 2005. Mannheim, Karl: Ideology and Utopia: An Introduction to the Sociology of Knowledge, çev. Louis Wirth ve Edward Shils, London, Routledge & Kegan Paul, 1979. 225 Mannheim, Karl: “The Sociology of Knowledge” The Sociology of Knowledge, Cheltenham: Edward Elgar Pub., 1999. ss: 302-345. Markie, Peter: “Rationalism vs. Empiricism”, The Stanford Encyclopedia of Philosophy, Edward N. Zalta (der.), (çevrimiçi) http://plato.stanford.edu/archives/sum2013/entries/rationalismempiricism/ Marx, Karl ve Friedrich Engels: “Concerning the Production of Consciousness” The Sociology of Knowledge, Cheltenham: Edward Elgar Pub., 1999. ss: 1122. Marx, Karl ve Friedrich Engels: Manifesto of the Communist Party, New York, International, 2007. Masterman, Margaret: “The Nature of a Paradigm” Criticism and the Growth of Knowledge, London, Cambridge University Press, 1999, ss.5990. Mauss, Marcel: Sosyoloji ve Antropoloji, çev. Özcan Doğan, Ankara, Doğu Batı, 2006. Matthews, Steven: Theology and Science in the Thought of Francis Bacon, Aldershot, Ashgate Pub., 2008. McGrath, Alister E.: “Evolutionary Biology In Recent Atheist Apologetics”. Biology and Ideology, ss.329-351. McGrath, Alister E.: The Order of Things: Explorations in Scientific Theology, Malden, MA, Blackwell Pub., 2006. Mermin, N. David: “The Science of Science: A Physicist Reads Barnes, Bloor and Henry” Social Studies of Science, 28, 4, 1998, ss. 603-623. Merton, Robert K.: “Bilim ve Toplumsal Düzen”, Bilim Sosyolojisi İncelemeleri Temel Yaklaşımlar, Kavramlar Ve Tartışmalar, çev. Ümit Tatlıcan, ss: 148- 164. Merton, Robert K.: “Bilimin Normatif Yapısı”, Bilim Sosyolojisi İncelemeleri Temel Yaklaşımlar, Kavramlar Ve Tartışmalar, çev. Kemal İnal, ss: 165- 179. Miles, Grahame: Science and Religious Experience: Are They Similar Forms of Knowledge?, Brighton, Sussex Academic, 2007, s.253. 226 Moreland, James Porter ve William Lane Craig: Philosophical Foundations for a Christian Worldview, Downers Grove, IL: InterVarsity, 2003. Moser, Paul K.: “On Scientific Justification by Consensus”, Journal For General Philosophy of Science, 17, 1, 1986, ss:154-161. Mulkay, Michael: “Norms and ideology in science”, Social Science Information, 15, 4, 1976, ss: 637-656. Musgrave, Alan: Essays on Realism and Rationalism, Amsterdam, Rodopi, 1999. Nasr, Seyyed H: The Essential Seyyed Hossein Nasr, William C. Chittick. (der.) Bloomington, IN, World Wisdom, 2007. Newton-Smith, W. H: The Rationality of Science, London, Taylor and Francis, 2002. Nietzsche, Friedrich: “On Truth and Lies in a Nonmoral Sense” The Sociology of Knowledge, Cheltenham: Edward Elgar Pub., 1999. ss:58-70. Nola, Robert: “Social Studies of Science”, Stathis Psillos ve Martin Curd (der.) The Routledge Companion to Philosophy of Science, New York, Routledge, 2008, ss: 259-268. Nola, Robert: “Introduction” Robert Nola (der.). Relativism and Realism in Science, Dordrecht, Kluwer Academic, 1988. Nola, Robert ve Howard Sankey: "A Selective Survey of Theories of Scientific Method" Robert Nola ve Howard Sankey (der.), After Popper, Kuhn, and Feyerabend Recent Issues in Theories of Scientific Method, Dordrecht, Kluwer Academic, 2000. Nola, Robert: Rescuing Reason, Dordrecht, Kluwer Academic Publishers, 2003. Nola, Robert ve Gürol Irzık: Philosophy, Science, Education and Culture, Dordrecht, Springer, 2005. Nye, Mary J.: Michael Polanyi and His Generation: Origins of the Social Construction of Science, Chicago, University of Chicago, 2011. 227 O'Brien, Dan: An Introduction to the Theory of Knowledge, Cambridge, Polity, 2006. Okasha, Samir: Philosophy of Science: A Very Short Introduction, Oxford, Oxford University Press, 2002. Panofsky, Aaron L.: “A Critical Reconsideration of the Ethos and Autonomy of Science”, Craig Calhoun J.(der.), Robert K. Merton: Sociology of Science and Sociology as Science, New York, Columbia University Press, 2010, ss: 140-163. Papineau, David: “Introduction” David Papineau (der.) The Philosophy of Science, Oxford, Oxford University Press, 1996. Ss. 1-20. Pascal, Blaise: Pensées, Sioux Falls, NuVision Publications, 2007. Peijnenburg, Jeanne: “On the Concept of Discovery, Comments on Gerd Gigerenzer” Maria Carla Galavotti (der.), Observation and Experiment in the Natural and Social Sciences, Dordrecht, Kluwer Academic, 2003. Ss: 153-158. Plantinga, Alvin: Where the Conflict Really Lies: Science, Religion, and Naturalism, New York: Oxford University Press. Plantinga, Alvin: Warrant and Proper Function, New York, Oxford University Press, 1993. Plantinga, Alvin: “On ‘Proper Basicality’” Philosophy and Phenomenological Research, 75, 3, 2007, s: 612-621. Plantinga, Alvin: “Introduction: The Evolutionary Argument Against Naturalism” Beilby, James K., (der.). Naturalism Defeated?: Essays on Plantinga's Evolutionary Argument against Naturalism, Ithaca, Cornell University Press, 2002, Ss.1-12. Polanyi, Michael: “Bilimsel İnançlar”, Bilim Sosyolojisi İncelemeleri: Temel Yaklaşımlar, Kavramlar Ve Tartışmalar, çev. Barış Yıldırım, ss: 180-195. Politis, Vasilis: Routledge Philosophy Guidebook to Aristotle and the Metaphysics, London, Routledge, 2004. Popper, Karl: Bilimsel Araştırmanın Mantığı, çev. İlknur Aka ve İbrahim Turan, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2005. 228 Popper, Karl: “Selections From the Logic of Scientific Discovery” Richard Boyd, Philip Gasper ve J. D. Trout (der.) The Philosophy of Science, Cambridge, MIT Press, 1991, ss:99-120. Popper, Karl: The World of Parmenides: Essays on the Presocratic Enlightenment, Abingdon, Oxon, Routledge, 2012. Popper, Karl: “Normal Science and Its Dangers”, Criticism and the Growth of Knowledge, London, Cambridge University Press, 1999, ss:51-58 Pritchard, Duncan ve John Turri: “The Value of Knowledge” maddesi, The Stanford Encyclopedia of Philosophy, Edward N. Zalta (der.), (çevrimiçi) http://plato.stanford.edu/archives/win2012/entries/knowledgevalue/ 11 Şubat 2012. Reichenbach, Hans: Experience and Prediction: An Analysis of The Foundations and The Structure of Knowledge, Chicago, The University of Chicago Press, 1938. Rescorla, Michael: “Convention”, The Stanford Encyclopedia of Philosophy, Edward N. Zalta (der.), (çevrimiçi) http://plato.stanford.edu/archives/spr2011/entries/convention/ 02-09-2012. Richards, Stewart: Philosophy and Sociology of Science, Oxford, Blackwell, 1987. Rincon, Paul: “The girl who named a planet”, (Gezegenin İsmini Koyan Kız) BBC Resmi İnternet Sitesi, (Çevrimiçi) http://news.bbc.co.uk/2/hi/science/nature/4596246.stm , 11-042013. Roe, Shirley A: “Biology, Atheism, Politics in Eighteenth Century France”, Biology and Ideology, ss: 36-60. Ronan, Colin A.: The Cambridge Illustrated History of the World's Science, Cambridge, Cambridge University Press, 1983. Rupke, Nicolaas: “Darwin’s Choice” Biology and Ideology, ss: 139-164. 229 Ruse, Michael: “Creation Science: The Ultimate Fraud”, Philosophy of Biology, ss. 329-36. Russell, Bertrand: Religion and Science, New York, Oxford University Press, 1997. Russell, Bertrand: Mysticism and Logic, Middlesex, Penguin Books, 1953 Salmon, Merrilee H. vd.: Introduction to the Philosophy of Science, Indianapolis, Hackett, 1999. Salmon, Wesley: “Bayes’s Theorem and the History of Science” Yuri Balashov ve Alex Rosenberg (der.), Philosophy of Science: Contemporary Readings, London, Routledge, 2002, ss: 385-409. Salmon, Wesley C.: “Rationality and Objectivity in Science or Tom Kuhn meets Tom Bayes”, David Papineau (der.), The Philosophy of Science, Oxford, Oxford University Press, 1996, ss. 256-289. Sankey, Howard: “Scientific Method”, Stathis Psillos ve Martin Curd(der.), The Routledge Companion to Philosophy of Science, London, Routledge, 2008, ss 248-258. Sankey, Howard: “Kuhn's Changing Concept of Incommensurability”, The British Journal for the Philosophy of Science, 44, 4, 1993, ss. 759-774. Sarton, George: The History of Science and the New Humanism, New Brunswick, Transaction, 1987. Schiemann, Gregor: “The Vienna Circle and Logical Empiricism: Re-evaluation and Future Perspectives,” Friedrich Stadler (der.), The Vienna Circle and Logical Empiricism, Dordrecht, Kluwer Academic, 2003, ss: 237–251. Schmaus, Warren: Durkheim's Philosophy of Science and the Sociology of Knowledge: Creating an Intellectual Niche, Chicago, University of Chicago Press, 1994. Schmidt, Claudia M.: David Hume: Reason in History, University Park, PA, Pennsylvania State UP, 2003. Shapere, Dudley: “The Structure of Scientific Revolutions”, The Philosophical Review, 73,3, 1964, ss 383-394. 230 Shapin, Steven: Bilimsel Devrim, çev. Ayşegül Yurdaçalış, İstanbul, İzdüşüm Yayınları, 2000. Snow, C. P., İki Kültür, çev. Tuncay Birkan, Ankara, Tübitak Popüler Bilim Kitapları, 2010. Sörensen, Dolf: Theory Formation and the Study of Literature, Amsterdam, Rodopi, 1987. Standen, Anthony: Bilim Kutsal Bir İnektir, çev. Burçak Dağıstanlı, İstanbul, Şule Yayınları, 1997, Stanford, Kyle: “Underdetermination of Scientific Theory”, The Stanford Encyclopedia of Philosophy, Edward N. Zalta (der.), (çevrimiçi) http://plato.stanford.edu/archives/win2009/entries/scientificunderdetermination/ 03-09-2012. Stunkel, Kenneth R. ve Saliba G. Sarsar: Ideology, Values, and Technology in Political Life, Lanham, MD, University of America, 1994. Swain, John: “Evolution caught in the act” The CERN Courier Dergisi İnternet Sitesi, (çevrimiçi) http://cerncourier.com/cws/article/cern/51542, 18-12-2012. Swoyer, Chris: "Relativism", The Stanford Encyclopedia of Philosophy, Edward N. Zalta (der.), (çevrimiçi) <http://plato.stanford.edu/archives/win2010/entries/relativism/>. 11 Ağustos 2012. Steele, Robert S.: Freud and Jung, Conflicts of Interpretation, London, Routledge & K. Paul, 1982. Şenses, Mihriban: Sosyal Fenomenler Olarak Bilimsel İhtilaflar: Nerium Oleander (Zakkum) Tartışması, İstanbul, Paradigma Yayıncılık, 2010. Thomson, Iain D.: Heidegger Ontoteoloji: Teknoloji ve Eğitim Politikaları, .çev. Hüsamettin Arslan, İstanbul, Paradigma Yayıncılık, 2012. Tiles, Mary: Bachelard: Science and Objectivity, Cambridge, Cambridge University Press, 1984. 231 Uebel, Thomas E. ve Alan W. Richardson: “Introduction” Thomas E. Uebel ve Alan W. Richardson (der.), The Cambridge Companion to Logical Empiricism, New York, Cambridge University Press, 2007, ss.1-10. Vickers, Peter: “A Brief Chronology of the Philosohy of Science” Steven French ve Juha Saatsi (der.), The Continuum Companion to the Philosophy of Science, London, Continuum, 2011, ss. 359380. Vickers, John: “The Problem of Induction”, The Stanford Encyclopedia of Philosophy, Edward N. Zalta (der.), (çevrimiçi) http://plato.stanford.edu/archives/spr2013/entries/inductionproblem/ 11-02-2012. Ward, Keith: “Misusing Darwin: The Materialist Conspiracy in Evolutionary Biology” Manning Re Russell ve Michael Byrne (der.), Science and Religion in the Twenty-first Century, London, Scm Press, 2013, ss. 94-113. Watkins, John: “Against ‘Normal Science’”, Criticism and the Growth of Knowledge, London, Cambridge University Press, 1999, ss. 2538. Weber, Max Sosyolojinin Temel Kavramları ve Meslek Olarak İlim, çev. Medeni Beyaztaş, İstanbul: Efkar Yayınları, 2004. Weber, Max: The Methodology of the Social Sciences, çev: Edward A. Shils ve Henry A. Finch. Glencoe, Free Press, 1949. Whitehead, Alfred. N.: Science and Philosophy, New York, Philosophical Library, 1974. Whitfield, Peter: Batı Biliminde Dönüm Noktaları: Tarih Öncesi Dönemlerden Atom Çağına, Çev.Serdar Uslu, İstanbul, Küre Yayınları, 2008. Wolf, Abraham: A History of Science, Technology, and Philosophy in The 16th & 17th Centuries, New York, Harper, 1959. Woolgar, Steve: Bilim: Bilim İdesi Üzerine Sosyolojik Bir Deneme, çev: Hüsamettin Arslan, İstanbul, Paradigma Yayıncılık, 1999. 232 Worrall, John: “Philosophy of Science: Classic Debates, Standard Problems, Future Prospects” Peter Machamer ve Michael Silberstein (der.), The Blackwell Guide to the Philosophy of Science, Oxford, Blackwell Publishers, 2002, ss.18-36. Wray, Brad K.: Kuhn's Evolutionary Social Epistemology, Cambridge, Cambridge University Press, 2011. 233 ÖZGEÇMİŞ Alper Bilgili 2004 yılında Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde Lisans eğitimini tamamladı. 2006 yılında aynı bölümden yüksek lisans derecesini aldı. Doktora eğitimini İstanbul Üniversitesi Sosyoloji bölümünde tamamladı. 234