biçimine benzer. Zarsı labirent endolenf adı verilen bir sıvıyla dolu

advertisement
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
biçimine benzer. Zarsı labirent endolenf adı verilen bir sıvıyla dolu olup, endolenfa ve
perilenfa ile dolu boşluklar arasında iletişim bulunmaz.
Kohlea İnsanda labirentin kohlea kısmı 35 mm boyda ve 2 ¾ kıvrım yapan sarmal bir
tüptür. Baziler ve Reissner membranı kohleayı uzunluğu boyunca 3 odaya (skala) ayırır.
Üstteki skala vestibulle alttaki skala timpani perilenfa içerir ve bunlar kohleanın apeksinde
yer alan ve heliko trema adı verilen küçük bir delikle birbirine bağlanır. Skala vestibuli kohlea
tabanında özenginin taban parçası ile kapatılmış olan oval pencerede sonlanır. Skala timpani,
orta kulağın medialinde yer alan ve esnek sekonder timpanik membran ile kapatılmış olan
yuvarlak pencerede sonlanır. Kohleanın orta odası olan skala media zarsı labirent ile devam
eder, diğer iki odayla bağlantısı yoktur ve endolenfa içerir.
Korti organı bazal membran üzerine yerleşmiş ve işitme reseptörleri olan tüy hücrelerini
içeren bir yapıdır. Kohlea, apeksten tabana doğru uzanmasının bir sonucu olarak spiral bir şekil
gösterir. Tüy hücrelerinin uzantıları, Korti çubukları tarafından desteklenmiş, zara benzer katı
bir yapı olan retiküler laminayı delerler. Bu tüy hücreleri 4 sıra halinde dizilmiş olup dıştüy
hücrelerinin yaptığı 3 sıra Korti çubukları tarafından oluşturulmuş tünelin lateralinde, içtüy
hücreleri tarafından yapılmış bir sıra da bu tünelin medialinde yer alır. Her insan kohleasında
20 000 dış tüy hücresi ile 3500 içtüy hücresi vardır.
Bu tür sıkı kavşakların bulunmasından ötürü tüy hücrelerinin orta kulağın diğer
kısımlarındaki düzenleniş biçimi de buna benzer, yani tüy hücrelerinin uzantıları endolenfa
içine batmışken bu hücrelerin tabanları perilenfaya dalar. Tüy hücre sıralarıince, visköz fakat
esnek bir tektorial zarile örtülü olup sadece dıştüy hücrelerinin tepesi bu zara gömülüdür. Tüy
hücrelerinin tabanları çevresinde dallanmış olan afferent nöronların hücre gövdeleri kohleanın
etrafına sarıldığı kemiksi koçan olan modiolus içinde yer alan spiral gangliona yerleşmiştir.
ŞEKİL 3.18 farklı seslerin farklı bölgelerde sinirleri uyarması
191
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
Bu afferent nöronların %90-95 içtüy hücrelerini innerve ederken sadece %5-10’nu, çok daha
fazla sayıda olan dıştüy hücrelerini innerve eder ve her nöron bu dışhücrelerin birkaçını
innerve etmektedir. Buna ek olarak işitme siniri içindeki efferent liflerin çoğu dıştüy
hücrelerinde sonlanır. Tüy hücrelerini innerve eden nöronların aksonları vestibulo kohlear
akustik sinirinodituvar (kohlear) dalını oluşturur ve medulla oblangatadaki dorsalve ventral
kohlear çekirdeklerde sonlanır.
Her odituvar sinirdeki afferent ve efferent liflerin toplam sayısı yaklaşık 28 000’dir. Korti
Organı Kohlea tüy hücreleri ile komşu falangial hücreler arasında sık ıkavşaklar vardır ve bu sıkı
kavşaklar endolenfanın hücrelerin tabanına ulaşmasını önlerler. Bununla beraber baziler
membran skala timpanideki perilenfaya görece geçirgendir ve sonuçolarak Korti organ
tüneli ile tüy hücrelerinin tabanı perilenfaya dalmış haldedir.
Merkezi İşitme Yolları İşitme impulslarını taşımak üzere kohlear çekirdeklerden çıkan
aksonlar çeşitli yollar aracılığıile işitme refleks merkezlerinin bulunduğu inferior kollikuliye ve
talamustaki medial genikulat cisimcik yoluyla işitme korteksine ulaşır. Diğer aksonlar retiküler
formasyona girerler. Her iki kulaktan gelen bilgi oliva süperiorlarda kavuşum gösterir ve daha
üst düzeylerde yer alan nöronların çoğu her iki taraftan gelen girdilere yanıt verir. İnsanlarda bu
merkez lateral serebral fissürün tabanına yerleşmiştir ve normalde beyin yüzeyinde
görülmez. Primer işitme alanına bitişik işitme asosiyasyon alanı geniş olup insulaya kadar uzanır.
Olivokohlear banther odituvar sinir içinde efferent liflerin yaptığı belirgin bir bant olup hem ipsi
lateral hem de kontralateral superior olivar kompleksten doğmaktadır. Primer olarak korti
organındaki dıştüy hücrelerinin tabanları çevresinde sonlanmaktadır. Yarım Daire Kanalları Başın
her iki yanındaki yarım daire kanalları uzaydaki her üçboyut düzlemine yerleşip birbirlerini dik bir
konuş gösterir. Membranöz kanallar kemiksi kanalların içinde perilenfa içine asılı haldedir.
Reseptör bir yapıolan krista ampullarisher membranöz kanalın genişlemişson kısmına (ampulla)
yerleşmiştir. Her krista, ampullayı kapatan jelatimsi bir bölme (kupula) ile örtülmüştüy
hücreleri ve destek hücreleri içerir. Tüy hücrelerin uzantılarıkupulaya gömülüiken bu
hücrelerin tabanlarıvestibulokohlear sinirin vestibular parçasının afferent lifleri ile yakın
temastadır. Utrikul ve Sakkulus Her membranöz labirentteki utrikulun tabanında bir otolitik
organ (makula) vardır. Diğer bir makula yarıdik bir pozisyonda sakkulus duvarına yerleşmiştir.
Makulalar destek hücreleri tüy hücrelerinden oluşmuştur ve kalsiyum karbonat kristallerinin
(otolit) içine gömülü olduğu otolitik bir zar tarafından kuşatılmıştır. Otokoniaveya kulak
tozu adıverilen otolitler insanda 3–19 µm boydadır ve endolenfadan daha yoğundur. Tüy
hücrelerinin uzantıları zara gömülüdür. Tüy hücrelerinden gelen sinir lifleri vestibul okohlear
sinir içinde kristalardan gelen liflerle birleşir. Sinir Yolları Her iki yanındaki makula ve kristaları
besleyen 19 000 nöronun hücre gövdeleri vestibular ganglionda yerleşmiştir. Her vestibular sinir,
aynı taraftaki vestibular ganglionun her 4 parçasında ve beyinciğin flokülonodüler lobunda
sonlanır. Vestibular reseptörlerden kalkan impulsları talamus üzerinden serebral kortekse
ulaştıran, anatomik olarak iyi tanımlanamamış başka yollar da bulunmaktadır
192
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
ŞEKİL 3.19 İşitme ve dengenin alınmasında temel yapılar.
İçkulaktaki tüy hücreleri ortak bir çatıya sahiptir. Böylece tüy uzantıları zar potansiyelinde yer
değiştirme yönü ile orantılı potansiyel değişikliği doğuran bir mekanizma sağlamaktadır
Afferent Sinir Liflerinde Aksiyon Potansiyellerinin Doğuşu Tüy hüclerinin uzantıları endolenfa
içine uzanırken tabanları perilenfa içinde yüzer. Ayrıca görüldüğü kadarıyla stria vaskülariste
özgün bir elektrojenik bir K+ pompası yer almış olup bu pompa skala medianın skala
timpani ve skala vestibuliye göre elektriksel olarak pozitif olmasından sorumludur. Afferent
Sinir Liflerinde Aksiyon Potansiyellerinin Doğuşu Eldeki kanıtlar her stereosiliumda yaklaşık bir
kanal olacak şekilde stereosiliumların tepe uçlarında mekanosensitif kanallar bulunduğunu
göstermektedir. En az 0.7 nm çapa sahip olan bu kanallar nispeten özgül olmayan katyon
kanallarıolmakla beraber yüksek bir potasyum yoğunluğuna sahip endolenfa içinde
yüzmelerinden dolayı açık olmaları halinde K+ tüy hücresine girer ve depolarizasyon
oluşturur Afferent Sinir Liflerinde Aksiyon Potansiyellerinin Doğuşu Burada Ca2+ da girer ve
tüy hücresi ile temas eden afferent nöron veya nöronları depolarize eden sinaptik bir
transmitter salınır. İkinci nöronlar vestibuler çekirdeklerden başlayıp vestibulospinal traktuslar
içinde omurilik boyunca aşağı doğru iner ve medial longitüdinal fasikuluslar aracılığı ile göz
hareketlerinin denetlenmesinden sorumlu kafa sinirlerinin motor çekirdeklerine ulaşmak üzere
yukarıdoğru tırmanır. Bu hücreler destekleyici veya sustentaküler hücrelerinden yapılmış bir epitel
içine gömülüdür. Hücrelerin tabanları afferent nöronlarla yakın temastadır. Hücrelerin apikal
uçlarından çubuğa benzeyen 30-150 tane uzantı veya tüy çıkar. Kohleadaki durum hariç tutulursa
bu uzantılardan bir tanesi, yani kinosilium hareketsiz fakat gerçek bir silia olup merkezde yer
alan bir çift mikrotubuli etrafına daire şeklinde dizilmiş 9 çift mikrotubuliden yapılmıştır
Kinosilium en büyük uzantılardan biri olup genişlemiş bir uca sahiptir.
Tüy Hücreleri
Ergin memelilerin kohleasındaki tüy hücrelerinden kinosilium ortadan kaybolmuştur.
Bununla beraber stereosilia adı verilen diğer uzantılar tüm tüy hüclerinde bulunur.
Stereosiliumların koçan kısmıbiribirine parelel aktin flamanlarından oluşmuştur. Her hücre
üzerinde bu uzantılar bir çember tabana oturmuş koni şeklinde bir demete benzeyen
düzgün bir çatı gösterir. Dik eksene göre bütün stereosiliumların boyları aynı iken periferden
kinosiliuma doğru giden eksen boyunca stereosiliumların boyları giderek artar. Elektriksel
Yanıtlar Tüy hücrelerinin zar potansiyeli –60 mV kadardır. Stereosilia ve kinosiliuma doğru
itildiği zaman zar potansiyeli –50 mV’a kadar yükselir. Uzantıların yaptığı bu bant zıt yöne
itildiğinde ise hücre hiperpolarize olur .
193
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
ŞEKİL 3.19 Kinosiller
Uzantıların bu eksene dik yönde yer değiştirmesi halinde zar potansiyelinde hiçbir değişiklik
olmaz ve uzantıların bu iki uç arasında herhangi bir yöne doğru yer değiştirmesi, hareketin
kinosiliuma veya kinosiliumdan uzağa doğru yönelme derecesi ile orantılı hiperpolarizasyon
veya depolarizasyona neden olur. Nedeni tam olarak bilinmemekle beraber bu düzenleme
normal jeneratör potansiyel üretimi için gereklidir. Perilenfa temel olarak plazmadan oluşur.
Plazmadaki mannitol ve sükrozun skala timpanideki perilenfaya geçişi skala vestibulideki
perilenfaya geçişine göre daha yavaştır ve bu iki sıvı arasında küçük bir bileşim farkı varsa da her
ikisi de hücre dışısıvıya benzer. Öte yandan endolenfa stria vaskülaris tarafından oluşturulur ve
yüksek bir K+ ile düşük bir Na+ yoğunluğuna sahiptir. Stria vaskülaris hücreleri yüksek bir
Na +-K + ATP’az yoğunluğuna sahiptirler. Bu uzantıların kinosiliuma doğru hareketi
kanalların açık kalma süresini artırırken kinosiliumdan uzaklaşmaları bu kanalların açık kalma
süresini azaltır. Transmitterin kimliği saptanmamışsa da böyle bir transmitter maddenin
varlığıhakkında kesin kanıtlar bulunmaktadır.
Ses özelikleri
İnsanda duyulabilir ses frekans aralığı yaklaşık olarak saniyede 20-20 000 döngü(cps, Hz)
arasında değişir. Ses Dalgaları Ses, dış ortamdaki moleküllerin longütudinal titreşimlerinin,
yani moleküllerin sırayla yoğunlaşıp seyrekleşmesinin kulak zarına çarpması ile oluşan
bir duyudur. Bu hareketlerin kulak zarı üzerine olan basınç değişikliği olarak çizilmesi bir
dalga serisi verir ve dış ortamdaki bu hareketlere genelde ses dalgaları denir. Ses dalgaları
deniz düzeyinde 20 0C sıcaklıkta havada yaklaşık 344 m/s (Saatte 770 mil) hızla hareket
eder. Sesin hızı sıcaklık ve irtifa ile artar. İnsanın arasıra girdiği diğer ortamlarda ses dalgalarının
aynı şekilde fakat farklı hızlarda iletildiği bulunmuştur. Örneğin 20 0C sıcaklıkta tatlısuda ses hızı
1450 m/sn olup bu hız tuzlu suda daha fazladır. Ses Dalgaları Bir sesin şiddetinin ses dalgasının
genliği, bu sesin tınısının frekans ile ilişkili olduğu söylenir. Genlik ne kadar büyükse ses o
kadar gürken frekans ne kadar fazla ise ses o kadar tizdir. Bununla beraber sesin tınısı
frekans ek olarak diğer pek az anlaşılmış etmenler tarafından da belirlenmekte ve işitme eşiğinin
bazı frekanslar için diğer frekanslara oranla daha düşük olmasından ötürü frekans sesin
194
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
şiddetinide belirlemektedir. Yinelenen örüntülere sahip ses dalgaları, dalgaların tek başlarına
karmaşık olmaları halinde dahi müzikal ses olarak algılanırken periyodik olmayan ve
yinelenmeyen titreşimler gürültü duygusu verir. Müzikal seslerin çoğu sesin tizliğini belirleyen bir
ana frekans ile bunun üzerine binmiş ve sesin özgün rengini veren armonik titreşimlerden (üst
tonlar) yapılmıştır. Ses tınısındaki titreşimler aynı notayı çalmaları halinde dahi bizim değişik
müzik gereçlerinin ayırt edebilmemize izin verir. Ses Dalgaları Bir ses dalgasının genliği kulak
zarındaki en çok basınç değişikliği terimleri ile tanımlanabilirse de bağıl bir ölçek kullanmak daha
uygundur.
ŞEKİL 3.20 Ses dalgaları
Diğer hayvanlar özellikle yarasa ve köpekler çok daha yüksek frekansları duyabilir. İnsan
kulağının eşik düzeyi sesin tizliği ile değişmekte olup en yüksek duyarlılık 1000-4000 Hz
arasındadır. Konuşma sırasında ortalam erkek sesinin tizliği yaklaşık 120 Hz iken ortalama
kadın sesinin tizliği yaklaşık 250 Hz’dir. Ortalama bir kişi tarafından ayırt edilebilen ses
frekansları 2000 tane kadar iken eğitilmiş bir müzisyende bu sayıüst değerlere ulaşabilir. 10003000 Hz arasında en iyi frekans ayrımı yapılırken daha yüksek ve daha düşük frekanslarda ses
ayrımı zayıflar. Ses Dalgaları Ses İletimi Kulak dışortamdaki ses dalgalarını işitme sinirlerindeki
aksiyon potansiyellerine dönüştürür. Ses dalgaları kulak zarı ve kulak kemikçikleri tarafından
özenginin taban parçasının hareketleri haline çevrilmektedir. Bu hareketler içkulak sıvısında
dalgalanmalar yapar. Dalgaların Korti organı üzerine olan etkisi sınır liflerinde aksiyon
potansiyelleri doğurur
Kulak Zarı ve Kemiklerin İşlevleri Kulak zarının dışyüzü üzerinde ses dalgalarının yaptığı basınç
değişikliklerine yanıt olarak zar içe ve dışarı doğru hareket eder. Bundan dolayı zar ses kaynağının
titreşimlerini taklit eden bir rezonatör gibi görev yapar. Ses dalgası durduğu zaman kulak zarının
titreşmeside hemen derhal durur, yani kulak zarı hemen anında devreye giren kritik bir
söndürme gücü’ne sahiptir. Özengi başının hareketleri, oval pencerenin arka kenarına içe ve dışa
hareket edecek şekilde menteşelenmiş bir kapıya benzeyen taban parçasını ileri-geri sallar. Kulak
Zarıve Kemiklerin İşlevleri İşitme kemikçikleri böylece bir kaldırgaç sistemi gibi fonsiyon
görür ve bu yolla kulak zarının rezonatör titreşimlerini kohleanın skala vestibülisini dolduran
perilanfaya karşıgelen özenginin hareketlerine dönüştürürler. Bununla beraber refleks reaksiyon
zamanı 40–160 ms olduğundan silah atışı gibi kısa süre devam eden şiddetli uyarılara karşı
koruyucu nitelik taşımaz Kemik ve Hava İletimi Ses dalgalarının kulak zarıve işitme
kemikçikleri aracılığıile içkulaktaki sıvıya iletilmesine kemikçik iletimi denir. İçtüy hücrelerinin
tüyleri olasılıkla tektoriyal membrana bağlanmamışsa da bunlar tektoriyal zar ile alttaki hücreleri
arasında hareket eden sıvı tarafından belirgin şekilde bükülmektedir İç ve Dış Tüy Hücrelerinin
İşlevleri İçtüy hücreleri işitme sinirlerinde aksiyon potansiyelleri üreten primer duyu hücreleridir
195
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
ve muhtemelen sıvı hareketleri ile uyarılmaktadırlar. Kulak zarının hareketleri çekicin uzun
koluna iletilir Çekiç kemiği, uzun ve kısa kollarının birleştiği yerden geçen bir eksen
etrafında salındığından kısa kol böylece çekicin titreşmelerini örse iletir. Örs, bu
titreşmeleri özenginin başına iletecek şekilde hareket eder. Bu sistem, çekiç ve örsün
kaldıraç etkisinin gücü 1.3 kez daha fazla artırmasıve kulak zarı alanının örsün taban
parçasının alanından çok daha geniş olması nedeniyle oval pencereye ulaşan ses
basıncında artışa neden olur. Bu arda direnç nedeniyle ses enerjisinde kayıplar olursa da 3000
Hz altındaki frekanslarda kulak zarına çarpan ses enerjisinin %60’nın kohleadaki sıvıya
iletildiği hesaplanmıştır. Timpanik Refleks Orta kulaktaki kaslar (tensor timpani ve
stapedius) kasıldıklarızaman çekicin uzun kolunu içe, özenginin taban parçasını dışa doğru
çekerler bu olay ses iletimini azaltır. Yüksek sesler genelde bu kaslarda bir refleks kasılma başlatır
ve bu olaya timpanik refleks adı verilir. Bu refleks işitme reseptörlerinin aşırı uyarılmasına yol açan
güçlü ses dalgalarını önleyerek koruyucu fonksiyon görür. Ses dalgaları aynı şekilde yuvarlak
pencereyi kapatan ikinci timpatik zarda titreşimler başlatır. Normal işitme için önem taşımayan
bu olaya hava iletimi adı verilir. İletimin üçüncü tipi olan kemik iletimi’nde kafatası
kemiklerinin titreşimleri içkulaktaki sıvıya iletilir. Diyapozon veya diğer titreşen cisimlerin
kafatasına direkt olarak uygulanması halinde önemli ölçüde kemik iletimi görülür. Bu yol
çok güçlü seslerin iletiminde de rol oynar. İlerleyen Dalgalar Özengi kemiğinin taban parçasının
hareketleri skala vestibüli içindeki perilanfada ilerleyen bir dalga serisini başlatır. Bu
dalga kohleaya tırmanırken boyu bir doruğa yükselip daha sonra hızla düşer. Bu doruk nokta ile
özengi arasındaki uzaklık dalgayı başlatan titreşimlerin frekans ile özengi arasındaki uzaklık
dalgayıbaşlatan titreşimlerin frekansıile değişir
Yüksek tizlikte sesler kohlea tabanının yakınlarında doruk noktaya ulaşan dalgalar yaratırken pes
sesler apeks yakınında doruğa ulaşan dalgalar üretirler. Skala vestibülinin kemik duvarlarıkatı
ise de Reissner membranı esnektir. Baziler membran gerilim altında olmayıp üstelik skala
vestibülideki dalgaların doruk noktaları tarafından skala timpani içine kolayca bastırılır. İlerleyen
Dalgalar Skala timpanideki sıvının yer değiştiştirmesi yuvarlak pencereden havaya dağılır.
Bundan dolayı ses baziler membranda bükülme meydana getirmekte ve bu bükülmenin doruk
düzeyde görüldüğü nokta ses dalgasının frekansı tarafından saptanmaktadır. Korti organındaki
tüy hücrelerinin tepeleri retiküler lamina tarafından gergin halde tutulur ve dıştüy hücrelerinin
tepeleri retiküler hücrelerinin tüyleri tektoriyal zar içine gömülüdür. Özengi hareket ettiği zaman
her iki zar aynı yönde hareket eder fakat farklıeksenler üzerinde döndüklerinden tüyleri büken
ortak bir hareket görülür. Diğer taraftan dıştüy hücreleri, superior oliva komplekslerinden gelen
kolinerjik efferent liflerle innerve edilmiştir. Bu hücreler hareketli olup depolarize olduklarında
kısalır, hiperpolarize olduklarında uzarlar. Daha yüksek şiddette seslerde her akson geniş bir ses
yelpazesine özellikle eşik uyarının görüldüğüf rekansın altında kalan frekanslarda karşı deşarj
yapar.
İşitme Sinir Liflerindeki Aksiyon Potansiyelleri
Bir ses dalgası kulağa çarptığında algılanan tizliğin ana belirleyicisi Korti organının hangi
bölgesinin azami düzeyde uyarıldığıdır. Kohleanın çeşitli bölgelerinden beyine giden yollar
birbirlerinden ayrıdır. İşitme Sinir Liflerindeki Aksiyon Potansiyelleri 2000 Hz’den düşük ses
frekanslarında sesin tizliğini algılamaya katılan ek bir etmen işitme sinirindeki aksiyon
potansiyellerinin kalıbı olabilir. Bununla beraber bu yaylım ateş etkisi sınırlıdır; belli bir işitme
sinir lifindeki aksiyon potansiyellerinin frekansı bir sesin tizliği yerine temel olarak şiddeti
tarafından belirlenir İşitme Sinir Liflerindeki Aksiyon Potansiyelleri Bir sesin tizliği temel olarak
196
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
ses dalgasının frekansına bağlı ise de sesin şiddeti de rol oynamaktadır. Bu tüy hücrelerinin pek az
direkt alıcı özelliği bulunmakta ise de baziler membranın titreşim kalıplarını etkileyerek
işitmeyi daha mükemmel hale getirirler. Bununla beraber bu kalıpların değiştirilmesinde kullanılan
gerçek yöntem bilinmemektedir. İşitme Sinir Liflerindeki Aksiyon Potansiyelleri Tek bir
işitme sinir lifindeki aksiyon potansiyellerinin frekansı uyarıcı sesin şidetiyle orantılıdır.
Düşük şiddette seslerde her akson sadece tek bir ses frekansına karşı deşarj yapar ve bu frekans
sinir lifinin kohleadan kaynaklandığı bölgeye bağlıolarak aksondan aksona değişir. Herhangi bir
tondaki ses tarafından kurulmuşolan ilerleyici bir dalga baziler zar üzerinde belli bir noktada
maksimum depresyon ve bunun sonucu olarak maksimum reseptör uyarılması yapar. Bu nokta
ve özengi arasındaki mesafe sesin tizliği ile ters orantılıdır; pes tonlar kohlea apeksinde azami
uyarıyaparken tiz sesler kohlea tabanında azami uyarıoluşturur. Frekans yeterince düşük olduğu
zaman sinir lifleri bu ses dalgasının her döngüsüne bir impulsla yanıt vermeye başlarlar. Sesin
şiddeti arttıkça pes sesler (5000 Hz altı) daha pesleşirken (4000 Hz üzeri) daha
tizleşmektedir. Sesin devam ettiği sürede sesin tizliğini azda olsa etkiler. Bir sesin tizliğin
algılabilmek için o sesin en az 0.01 saniye devam etmesi gerekir ve 0.01-0.1 saniye arasındaki
sürelerde süre uzadıkça sesin tizliği artar. Son olarak belli bir frekanstaki armaniyi de kapsayan
karma seslerin tizliği primer frekans kaybolsa (temel ses yitmesi) dahi hala aynı tizlikte algılanır.
Medulla Oblongatadaki Nöronların İşitsel Yanıtları Kohlear çekirdeklerdeki ikinci
nöronların ses uyarılarına verdikleri bireysel yanıtlar bireysel işitme sinir liflerindeki
duruma benzer. En düşük şiddetteki seslerin frekansı birimden birime değişen bir yanıt
uyandırır; ses şiddeti arttıkça yanıt verilen frekans yelpazesi giderek daha genişler. Birinci ve ikinci
nöron yanıtları arasındaki en büyük fark medüller nöronlardan düşük frekans bölgesinden keskin
bir “sınır çizgisi”bulunmasıdır. İkinci nöronların gösterdiği bu büyük özgürlük beyin sapında yer
alan bazı tür inhibitör süreçlere bağlı olabilirse de bunun nasıl gerçekleştirildiği bilinmemektedir.
İşitme Korteksi Dorsal ve ventral kohlealar çekirdeklerden çıkan impulslar hem
çaprazlaşan hem de çaprazlaşmayan karmaşık yollar içinde yukarı doğru tırmanırlar.
Hayvanlardaki primer işitme korteksinde, sanki kohlea bunun üzerinde düz bir şerit halinde
açılmış gibi ses tonlarının konuşlanmasında düzenli bir kalıp bulunur. İnsanda, pes sesler işitme
korteksinde anterolateral, tiz sesler posteromedial olarak temsil edilir. Bununla birlikte kişiye ana
sesi gitmiş karma bir ses dinletildiğinde uyarılan korteks bölümünün algılanan tizliğe karşılık
gelmesinden ötürü işitme korteksinde per se olarak kodlanan şey sesin frekansıyerine tizliğidir.
Yani saf frekansların ses tizliği haline işlenmesinin subkortikal bir düzeyde gerçekleşmesi
zorunludur. İşitme Korteksi İşitme kortekslerindeki her nöron bir işitme uyarısının başlama, süre
ve yinelenme hızı ile özellikle bu sesin geldiği yön gibi değişkenlere yanıt verir.
ŞEKİL 3.21 Ses yönün tayini
197
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
İşitme korteksinde bir çok nöron her iki kulaktan girdi alır ve bir uyarının bir kulağa erişme
zamanıdiğer kulağa erişme zamanına göre sabit bir süre geciktiği zaman azami veya askari
yanıt verirler Sağırlık Klinik sağırlık dış veya orta kulakta ses iletiminin bozulması(ileti
sağırlığı) ya da tüy hücreleri veya sinir hücrelerinin hasarına (sinirsel sağırlık) bağlıolabilir.
Streptomisinve gentamisingibi aminoglikozid antibiyotikler tüy hücrelerinin
stereosiliumlarının mekanosensitif kanallarını tıkar ve hücrelerin yozlaşmasına neden
olabilerek sinirsel sağırlık ve anormal vestibuler fonksiyona neden olur.
ŞEKİL 3.22 Ses algılanması
İşitmede Integrasyon ve Problemler Perde Yoğunluk Lokalizasyon Bütünleşme Medulla
Thalamus Auditory cortex Sağırlık İletim Sensori nöral Sağırlık Uzun süreli gürültünün dıştüy
hücrelerinde yaptığı hasara işitme kaybı eşlik eder. Bu yönden bu nöronlar vizüel korteksteki
bazı nöronlara benzerler Laboratuvardaki memeli hayvanlarda işitme korteksinin tahribi sağırlığa
yol açmadığı gibi aynızamanda belli bir frekanstaki bir sese karşı geliştirilmiş koşullu yanıtlarıda
ortadan kaldırmaz. Buna karşın işitme korteksi, ses özelliklerinin analizi ve sesin lokalize edilmesi
ile beraber tonkalıplarının tanınması ile ilgilidir. Sesin Lokalizasyonu Yatay düzlem üzerinde
yayılan bir sesin geldiği yeri saptamak, bu uyarının 2 kulağa geliş zamanları arasındaki
farkın saptanmasına bağlıolup bu olay kaynağıdaha yakın olan tarafta sesin daha gür
olacağı gerçeğine de bağlıdır. 20 µs kadar küçük olabilen ayırt edilebilir zaman farkının 3000
Hz altındaki frekanslarda en önemli etmen olduğu, 3000 Hz üzerindeki frekeanslarda ise ses
şiddetindeki farkın en büyük önemi taşıdığı söylenmektedir. İleti sağırlığı nedenleri
arasında dışkulak yolunun kulak kiri vaya yabancı bir cisimle kapanması, kulak kemikçiklerinin
tahrip olmasıyinelenen orta kulak enfeksiyonlarından sonra kulak zarının kalınlaşmasıve
özenginin oval pencereye bağlanmasında anormal bir katılık bulunmasıdır. Diğer nedenler
arasında vestibulokohlear sinir ve serebellopontin açıtümörleri ve medullada vasküler
harabiyet bulunmaktadır. İleti ve sinirsel sağırlık diyapozon ile yapılan bir grup basit testle
birbirinden ayırt edilebilir.
Odiyometre
İşitme keskinliği genelde bir odiyometre ile ölçülür. Bu aygıt kulaklık aracılığıile deneye çeşitli
frekanslarda saf tonlar gönderir. Her frekans için saptanan eşik şiddet bir grafik üzerine
normal işitmenin yüzdesi olarak işaretlenir. Bu yolla sağırlığın derecesi nesnel olarak
ölçüldüğügibi en fazla hasara uğramış ton ağırlığına ait bir tabloda elde edilir. Pencere
(Fenestrasyon) Girişimleri İleti sağırlığının sık görülen bir şekli otoskleroza bağlı olup bu
hastalıkta özenginin taban parçasının oval pencere ile bağlantısı anormal derecede
katılaşmıştır. Bu hastalık bulunan kişilerde işitmede belli bir ölçüde düzelme sağlamak için
198
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
hava iletimi kullanılabilir. Bu amaçla kemik labirentte zar ile örtülü bir delik oluşturulur ve
sekonder kulak zarının titreşmesi ile oluşan dalgalar ileri dağıtılabilir. Bu “pencereleme”
girişiminde horizontal yarım daire kanalına matkapla bir delik açılır ve bu delik deri ile örtülür
Vestibüler Fonksiyon
Döngüsel Hızlanmaya Verilen Yanıtlar Herhangi bir yarım daire kanalıdüzleminde döngüsel
hızlanma bu kanalın kristasını uyarır. Bundan dolayı beyine ulaşan uyaran kalıbı dönüş
düzlemi kadar dönüşyönü ile de değişir. Döngüsel Hızlanmaya Verilen Yanıtlar
Doğrusal hızlanma olasılıkla kupulanın yerine değiştirmeyeceğinden kristaları uyarmaz.
Vestübüler cekirdeklerden omurilik içinde aşağıya inen traktuslar temel olarak postür
ayarlanması ile ilgilidirler; kafa sinir çekirdekleri için yukarı tırmanan bağlantılar ise geniş ölçüde
göz hareketleri ile ilgilidirler.
Denge: Mekanoreseptör Integration Medulla Cerebellum Thalamus Cortex Denge ve
Oriyantasyon Yolları Denge ve oriyantasyonla ilgili üçmodel vardır. Dönüş durduğunda
hızın kesilmesi endolenfanın dönüş yönünde yer değiştirmesine neden olur ve kupula hızlanma
sırasında yöneldiği yönün aksi tarafına deforme olur Döngüsel Hızlanmaya Verilen Yanıtlar
Kupula 25–30 saniye sonra tekrar orta konumuna geri döner. Endolenfaya eylemsizliğinden
dolayıdönüşyönünüaksi yönde yer değiştirir ve bu sıvı kupulayı iterek bunu deforme eder. Bu olay
tüy hücrelerini uzantılarını eğer. Sabit bir dönüşhızına ulaşıldığında sıvıvücutla aynı hızda döner ve
kupula dik konumuna geri döner. Kupulanın bir yöne doğru hareketi genelde bunun kristasından
gelen sinir liflerinde artmışimpuls trafiğine neden olurken aksi yönde hareket genelde nöral
aktiviteyi inhibe eder. Dönme hareketi dönüşdüzeyine en yakın yarım daire kanallarında doruk
uyarıya neden olur. Başın bir tarafındaki kanallar diğer taraftakilerin ayna hayali
olduğundan endolenfa bir tarafta ampullaya doğru hareket ederken diğer taraftan
ampulladan uzaklaşır. Bunun beraber elde bulunan kanıtlara göre labirentin bir bölümütahrip
olduğunda diğer bölümler bunun fonksiyonlarını yüklenir. Bundan dolayıla birent fonsiyonlarının
deneysel olarak lokalize edilmesi zordur.
Vestibular Apparat Krista Ampullaris ve Dinamik Denge
Nistagmus Dönüşün başlangıç ve bitişinde gözde görülen tipik sıçrama şeklinde ani harekete
nistagmus denir. Görme uyarıları ile başlatılamamasına ve kör kişilerdede görülmesine karşı
bu olay geçekte vücut dönerken gözün belirli noktalara tespitinin sürdürülmesini sağlayan
bir reflekstir. Dönme başladığında gözler dönüş yönüne ters yönde yavaşça hareket ederek görsel
tespiti sürdürür (vestibülo oküler refleks).Bu hareketin sınırına ulaşıldığında gözler hızla yeni bir
tespit noktasına döner ve tekrar aksi yönde yavaşça harekete başlar. Hareketin yavaş kompenenti
labirentlerden gelen uyarılarla başlatılırken hızlı konpenet beyin sapındaki bir merkez tarafından
tetiklenir.
Nistagmus sıklıkla yatay ise de dönüş sırasında kafanın yana yatırılması halinde
dikey veya kafanın öne eğilmesi halinde döngüsel de olabilir. Kulak enfeksiyonlarının
tedavisi için kulak kanalı yıkanırken bu semptomların önlenmesi için, kullanılan sıvının vücut
sıcaklığında olduğundan emin olmak önemlidir. Uzaysal Uyum Bireyin içinde bulunduğu
uzaya uyumu büyük ölçüde vestibüler reseptörlerden alınan girdilere bağlı ise de görme
ipuçlarıda önem taşır. Tanım olarak nistagmusta göz hareketinin yönü hızlı kompenentin
yönüolarak tanımlanır. Dönüş sırasında hızlı kompenentin yönü dönüşyönüile aynı ise de
dönüş durduğunda kupulanın dönüş yönünün aksi yönde hareket etmesi nedeni ile postrotatuvar
Nistagmus
199
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
nistagmus görülür. Beyin sapı lezyonları bulunan hastalarda dinlenme sırasında nistagmus
görülür. Doğrusal Hızlanmaya Verilen Yanıtlar Memelilerde utrikul ve sakkulus
makulalarıdoğrusal hızlanmaya yanıt verir. Genelde utrikül yatay, sakkulus dikey hızlanmayı
yanıtlar. Otolitler endolenfadan daha yoğundur ve herhangi bir yönde hızlanma bunların zıt
yönde yer değiştirmesine, tüy hücrelerinin uzantılarının bükülmesine ve sinir liflerinde aktivite
dolmasına neden olur. Otolitler üzerine yerçekimi etkisi nedeniyle kafa hareket etmezken de
makulalar tonik olarak deşarj yaparlar. Bu reseptörlerden doğan impulslar kafanın doğrulma
refleksi ile diğer önemli postür düzenlemelerinden kısmen sorumludurlar.
ŞEKİL 3.22 Beyin konumunu algılanması
Doğrusal Hızlanmaya Verilen Yanıtlar Makulaların uyarılmasına verilen yanıtların çoğunun
refleks tabiatında olmasına karşın vestübüler impulslar serebral kortekse de ulaşır. Bu impulslar
olasılıkla hareketin bilinçli algılanmasından sorumludur ve uzayda oriyantasyon için gereken
bilginin bir bölümünü sağlar. Aşırı vestibüler uyarıya eşlik ettiği bilinen bulantı, kan
basıncıdeğişiklikleri, terleme, solgunluk ve kusma olasılıkla beyin sapındaki vestibüler
bağlantılar üzerinde kurulu reflekslere bağlıdır. Vertigo (başdönmesi), gerçek bir dönme
hareketi yokken kişinin dönüşduyusu almasıdır.
Utrikular Reseptör Hücreleri Üzerine Yerçekiminin Etkisi
Kalorik Uyarı Yarım daire kanallarıdışkulak yoluna vücut sıcaklığına göre daha sıcak veya daha
soğuk su şırınga edilmesiyle uyarılabilirler. Sıcaklık farkıendolenfadan konveksiyon
akışlarıbaşlatır ve sonuçta kupulanın hareketine neden olur. Bazen tanıamacıyla kullanılan bu
kalorik stimülasyonyöntemi bir nistagmus, başdönmesi ve kusmaya neden olur. Vücudun çeşitli
kısımlarının bağıl konumlarıhakkında bilgi sağlayan eklem kapsüllerindeki
propriyoseptörlerden ve derideki eksteroseptörler ve özellikle dokunma ile
basınçreseptörlerinden gelen impulslarla uygun bilgiler sağlanır. Bu dört girdi kortikal bir
düzeyde birleştirilerek, kişinin uzaydaki konumuna ait sürekli bir resim haline getirilir.
200
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
Bölüm
4
Dolaşım fizyolojisi
Dolaşım sistemi kalp damar, kan doku hakkında bilgiler.
1. İlke: Vücuttaki bütün dokuların kan akımı, daima doku ihtiyaçlarına göre hassas biçimde
kontrol edilir.
2. İlke: Kardiyak debi başlıca, lokal doku akımlarının tümü tarafından kontrol edilir.
3. İlke: Arteriyel basınç, genellikle lokal akım kontrolü ya da kalp debisi kontrolü
mekanizmalarından bağımsız olarak düzenlenir.
Kalp ve damarlar
Kalp benzeri yapılar omurgasızlarda bulunur. Omurgasızlarda kan yerine hemolenf pompa
benzeri yapılarla hareketlendirilir. Odalara ayrılmış kalpler çoğunlukla omurgalılarda ve bazı
yumuşakçalarda bulunur. Yumuşakçaların kalpleri bir ile iki kulakçık ile bir karıncıktan
meydana gelmiştir. Kulakçıklar genellikle ince bir kas tabakasından yapılmıştır. Karıncık ise
kuvvetli kontraksiyon yapan bir organdır, bu nedenle de oldukça kalın bir kas tabakasından
yapılmıştır. Kafadanbacaklılarda ise kalp sistemi iyi gelişmemiştir ve bir perikard boşluğu
içinde bulunur. Kan vücutta toplardamarlar aracılığı ile solungaçların tabanındaki solungaç
kalblerine döner ve solungaçlardan, solungaç toplardamarları ile kalp sisteminin
kulakçıklarına geçerler. Bu solungaç kalpleri ritmik kontraksiyon yeteneğine sahiptirler ve aynı
zamanda midyelerin perikard bezerine karşılık gelen, yuvarlak bir kan bezi (solungaç dalağı)
ile de ilişkilidir. Bu kalpler hem solungaçların ve hem de vücut dokularındaki damarların
dirençlerine karşı koyabilirler. Balıklarda dolaşım sistemi kapalı olup, kalp bir kulakçık
(atrium) ve bir karınıcık’a (ventrikulüse) sahiptir. Kan aortaya girmeden solungaç
damarlarından geçer. İki kanalı olan kalb oksijenli ve oksijensiz kanı karışık olarak bulundurur.
Kan solungaç kapillerinden geçtikten sonra yüksek bir basınca sahip olur. Kulakçığın
kontraksiyonu ile çıkan kan, solungaçlardaki solunum kılcalları sistemine yayılır ve
sonra tek bir damar ile toplanarak vucüt dokularında bulunan ikinci bir kılcal ağı
sisteminden geçer. En son olarak da yine tek bir damar ile kulakçığa geri getirilir. Kanın
karıncıktan kulakçığa dönmesine engel olmak için, ikisi arasında bir kapak bulunur. Fakat
böyle bir sistemde, kılcallarda büyük bir direnç vardır. Bundan dolayı, kalbin kuvveti birinci
kılcal sistemde hemen hemen tükenir ve ikinci kılcal ağı için çok az bir kuvvet kalır. Bu
zararı ortadan kaldırmak için dolaşım diğer omurgalılarda biri küçük diğeri büyük olmak
201
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
üzere ikiye ayrılmıştır. Böylece solunum ve vücut kılcal sistemleri, ayrı ayrı kalp karıncığından
direkt olarak kanı alabilirler. Kurbağalarda kalp iki kulakçık ve bir karıncıktan meydana gelir.
Bu nedenle vücuttan gelen kirli kan ile akciğerlerde temizlenip gelen kan karıncıkta birbiri ile
karışır. Sürüngenlerde ise iki kulakçık ve birbiri ile tamamen ayrılmamış iki karıncıktan
meydana gelen kalpte kirli ve temiz kan birbiri ile kısmen karışırlar.
ŞEKİL 4.1 Açık ve kapalı dolaşım
Böcekte dolaşım sistemi
Açık bir sistemde kanın hareketi, kapalı bir sistemdeki kadar hızlı ve verimli
olmayacağından(kanın hidrostatik olarak kanallar yani damarlar yerine boşluklarda
akmasından dolayı), böcekler gibi aktif ve nispeten yüksek metabolik hıza ve
kusursuz bir iç düzenlemeye sahip hayvanların açık dolaşım sistemine sahip
olmaları şaşırtıcı gelebilir. Buna karşın böcekler dokularına oksijen taşınması bakımından
kana bağımlı değildir. Bu işlev çok dallı trake sistemi tarafından yerine getirilir. Bunun
sonucu olarak, kanın çok hızlı ya da düzgün akması, böçekler için yaşamsal önemde
değildir. Bu, bir canlının çeşidi sistemlerinin, onun ihtiyaçlarına uyum gösterirken karşılıklı
etkileşimlerine güzel bir örnek oluşturur. Böceklerin dolaşım sistemi, diğer birçok
eklembacaklınınkinden dahi daha basittir. Genellikle, bir böcekteki tek belirgin kan
damarı ki kalp olarak kabul edilir, hayvanın toraksının ve abdomeninin üst tarafında,
vücut boyunca uzanan bir damardır. Kalbin arka tarafında, bir dizi açıklık, ostiumlar,
bulunur. Bunların herbiri, kanın sadece damar içine doğru hareketine izin veren
kapakçıklar tarafından kontrol edilir. Kalp kasıldığı zaman kanı, açık olan ön ucundan
dışarı, baş bölgesine iter. Tekrar gevşediği zaman kan, ostiumlar yoluyla kalbe dolar. Kan
kalbin dışına çıktığında artık damarlar içinde değildir. Venler, kılcallar ya da arterler
bulunmaz. Sadece, kapakçıklarıyla ve bazen bir arter olarak adlandırılıp ön ucu oluşturan kısa bir uzantısıyla birlikte kalbin kendisi bulunur. Kan, sadece böceğin iç organlarının
arasındaki boşlukları doldurur. Böylece bu organlar kanla doğrudan temasta olurlar. Kalbin
hareketi, kanın ön uçtan çıkıp vücut boşluklarında yavaşça ilerledikten sonra, arka
uçtan yeniden kalbe girmesini sağlar. Hayvanın aktivitesi sırasında, vücut duvarındaki ve
bağırsaktaki kasların karıştırma etkisiyle kanın hareketi hızlandırılır. Böylece, hayvanın
organlarının hızlı besin sağlanması ve atıkların uzaklaştırılmasına en fazla ihtiyaç
duydukları, koşma ya da uçma gibi hayvanın en aktif olduğu durumlarda, kan,
aktivitenin kendisi nedeniyle, nispeten hızlı hareket eder.
202
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
ŞEKİL 4. 2 Omurgasızlarda kalp yapısı ve balıkta ve kurbağalarda ve kertenkelede dolaşım
İnsanda Kalp
Vücuttaki bütün dokuların kan akımı, daima doku gereksinimlerine göre hassas biçimde
kontrol edilir. Kardiyak debi başlıca, lokal doku akımlarının tümü tarafından kontrol edilir.
Arteriyal basınç, genellikle lokal akım kontrolü ya da kalp debisi kontrolü mekanizmalarından
bağımsız olarak düzenlenir. Dolaşımın temel fonksisyonu: O2 ve CO2 taşınması, sindirim
sisteminden besinlerin alınıp gerekli yerelere taşınması, Fazla su ve metabolik artıkların
böbreklere taşınması, vücut içinde açığa çıkan ısının vücut yüzeyine dağıtılması, endokrin
salgıların hedef hücre ve organlara taşınmasıdır. Kısaca dolaşımdaki kan damarlarıyla
besin maddelerini, oksijen ve hormonları vücudun her tarafına taşır. Aynı zamanda hücre
ve dokularda oluşan metabolizma artıklarını uzaklaştırır.
Kalp sağda ve solda birer atrium ve ventrikül olmak üzere dört boşluktan oluşur. Sağdaki
kulakçık ve karıncığı triküspit kapak ( üç kapakçıktan oluşan); soldaki kulakçık ve karıncığı
ise mitral kapak( iki kapakçıktan oluşan) ayırır. Kalbin sol karıncığının bitimi ile kalpten
çıkan ve insanın en büyük atardamarı olan aort damarının başlangıcı arasında aort kapağı
vardır. Benzer olarak pulmoner kapak sağ karıncık ile pulmoner damar arasındadır. Kalbin
sağ sistemine tüm vücuttan gelen kanı toplayan damarlar (vena cava inferior ve vena cava
superior) açılır. Bu kan akciğer atardamarı (Pulmoner arter) ile sağ sistemden ayrılır.
Akciğerlerden akciğer toplardamarları (pulmoner venler) ile dönen kan, sol kulakçık ve
sol karıncığı dolaşarak aort damarları ile tüm vücuda pompalanır.
203
H A Y V A N
ŞEKİL 4.3
F İ Z Y O L O J İ S İ
Kalp çalışma mekanizması
Kalp işlevini kasılma "sistol" gevşeme "diyastol" dönemleri ile gerçekleştirir. Atriyumlar ve
ventriküller aynı anda kasılır ve gevşerler. Ventriküller, atriyumlardan 1/10 saniye sonra
kasılırlar, bu sürede ventriküller atriyumlardan gelen kan ile dolar. Bu olay sürekli olarak
tekrarlanır.
Sol artium
ŞEKİL 4.4
Kalpte kan akım yönleri
Kalbden çıkan(kalpten kan göntüren) damarlara arter adı verilir. Bunlar sürekli olarak
dallanarak sayıca artarlar ancak çapları küçülür, arteriyel kapillar yataklarına ulaşırlar. Kapillar
damarlar kan ile hücre ve dokular arasında madde değişiminin yapıldığı yerlerdir. Bu
204
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
nedenle dolaşım sisteminin fonksiyonel ünitesi olarak kabul edilirler. Kanı kalbe geri getiren
damarlara ise vena adı verilir. Kalp fonkisyonu ise kan basıncını oluşturur. Kan sirkülasyonunu
yönlendirir. Kalp, sistemik ve pulmoner dolaşımı birbirinden ayırır. Kanın tek yönlü akışını
sağlar. Bunda kalp kapakları büyük rol oynar. Kan gereksinimini düzenler. Metabolik ihtiyaçta
değişikliğe paralel olarak kontraksiyon gücünü ve kasılma hızını ayarlar.
Kalpte iki adet atrioventriküler kapak, iki adet de büyük damar kapakları (semilunar
kapak) olmak üzere 4 kapakçık bulunmaktadır. Kulakçıklar ile karıncıklar arasında ve
karıncıklar ile buradan çıkan damarlar arasında kapaklar bulunur. Kapakçıklar, kanın tek
yönlü akmasını yani geriye dönüşünü engellemeye yarar. Kapaklar, kanın karıncıklara tek yönlü
girişini sağlarken aynı zamanda tek yönlü çıkışını da sağlarlar.
Kalp dört odacıktan oluşur: üst kısımda iki kulakçık (sağ ve sol atrium) ve kulakçıkların altında
iki karıncık (sol ve sağ ventrikül).Sol ve sağ kalp kısımlaım arasında septum bölme
vardır. Bu bölme(septum) doğumdan sonra kapanır(Eksikliği kalp deliği olarak bilinir)
Kulakçıklar ile karıncıklar arasında ve karıncıklarla buradan çıkan damarlar arasında kapaklar
bulunur. Kapaklar, kanın tek yönlü akmasını, dolayısıyla kanın geri kaçışını engellemeye
yarar. Kapaklar, kanın karıncıklara tek yönlü girişini sağlarken tek yönlü de çıkışını sağlarlar. Her
kapak (2 yaprakçıktan oluşan mitral kapak hariç) 3 yaprakçıktan oluşur Bu dört kalp kapak
şunlardır:
• Triküspid kapak: Sağ kulakçık ile sağ karıncık arasında bulunur. Üç parçalıdır.
• Pulmoner kapak: Sağ karıncık ile pulmoner arter (akciğer arteri) arasındaki sağ
karıncıkdan pompalanan kanın geri dönüşünü engelleyen üç adet yarım ay şeklindeki
kapaklardır.
• Mitral kapak: Sol karıncık ve sol kulakçık arasında bulunur.
• Aort kapağı: Sol karıncık ile aort arasında bulunur. Bu kapaklar sol karıncıkdan
pompalanan kanın geri dönüşünü engeller.
Kalb kanın iki taraflı pompalanması için özelleşmiş bir kan damarı yapısındadır. Vücuttan sağ
kalbe dönen kan buradan akciğerlere pompalanır. Akciğerlerden sol kalbe dönen oksijenize kan
buradan vücudun tüm organ ve dokularına pompalanır. Kalp ve akciğerler arasında irtibatı
sağlayan damarlar akciğer dolaşımı’nı (pulmoner dolaşım), kalp ve diğer vücut bölgeleri
arasındaki damarlar ise sistemik dolaşım’ı (periferik dolaşım) oluşturur. Sistol; kalp
odacıklarının kasılma dönemidir. Atriyumların (kulakçık) kasılması ile kan karıcıklara,
ventriküllerin (karıncık) kasılması ile kan akciğerlere ve tüm vücuda gönderilir. Diyastol; atriyum
ve venriküllerin gevşeme dönemidir, bu sürede kan ile dolarlar. Kardiyak frekans; kalp atım
hızıdır (nabız-kalp atım sayısı; KAS), bir dakika olarak değerlendirilir. Bir yaşında 120/130,
normal bireylerde 70–75 arasındadır. Atım hacmi; bir sistolde aorta ve akciğerlere gönderilen
kan miktarıdır. Üst düzey dayanıklılık sporcusunda 110–120 ml, sporcu olmayanlarda 70 ml
kadardır. Kardiyak debi (kardiyak output); bir dakikada kalpten çıkan kan miktarıdır, 5–6
litredir. Kardiyak frekans ile atım hacminin çarpımıma eşittir. Taşikardi; kalp hızının artışını
anlamına gelir, genellikle dakikada 100 atımdan daha büyük hızları tanımlar. Bradikardi; kalp
hızının yavaşlaması anlamına gelir, genellikle dakikada 60 atımdan daha düşük hızları tanımlar.
205
H A Y V A N
ŞEKİL 4.5
F İ Z Y O L O J İ S İ
Kalp kısımları
Kalp 3 tabakadan oluşur. Dıştan içe doğru perikart, miyokart ve endokart olarak
adlandırılmaktadır. Dışta bulunan "perikart", kalbi dıştan saran fibro-seröz yapıda bir zardır. Bu
zarın arasında sürtünmeyi azaltan bir sıvı bulunur. Ortada bulunan "miyokart", kalbin kas
tabakasıdır. Kalbin en kalın tabakası burasıdır. Pompalama görevi yapan karıncıklar, kulakçıklara
göre özellikle sol karıncıkda daha kalın durumdadır. En iç kısım olan "endokart", tek katlı epitel
hücrelerden oluşmuştur. Kalbin iç yüzeyini örten bu tabaka, içeriye doğru uzantılar vererek
kalpteki dört kapağın temelini oluşturur
Kalp Sesleri
Kalbin her iki tarafında, ritmik kasılmaları tek yönlü bir kan akışına dönüştüren ikişer
kapakçık bulunur. Bu kapakçıklar, kanın geri akışına neden olabilecek bir basınç farkı
oluştuğunda, anatomik yapıları gereği otomatik olarak kapanırlar. Kalbin kasılması(sistoli) ve
gevşemesi(diastoli) sırasında kanın kapakçıklara çarpması, kapaçıkların kapanması, kasılma
sırasında kanın arter ve aorta yoğun bir şekilde gönderilmesi sonunda kalp sesleri meydana gelir.
Kalp sesleri stethoscop yada kardiyomikrofon ile duyulabilir.
Birinci kalp sesi Ventrikul kasıldığı zaman, ilk olarak A-V kapaklarının kapanması oluşur .
Frekansı (perdesi, pilch) düşük, süresi nisbeten uzun olan bu titreşim 0,12 saniyea kadar sürer,
EKG birinci kalp sesi R dalgasına aynı zamana oluşur. Birinci kalp sesinin en iyi duyabileceği
nokta sol beşinci intercostal aralıktır.
İkinci kalp sesi birinci kalp sesine göre daha kısa süren yüksek tonda bir ses olup, diyastol
sırasında aort ve pulmoler arterde yer alan semilunar kapakların kapanmasından
meydana gelir. İkinci kalp ses 0,08 saniye kadar sürer EKG ikinci kalp sesi T dalgası ile aynı
zamana gelir.
206
H A Y V A N
ŞEKİL 4.6
F İ Z Y O L O J İ S İ
Kalp diyastoli ve sistoli sırasında meydana ses, basın ve elektriksel değişmeler.
Kalp ileti sistemi
Kalbin kasılarak kendisine gelen kanı bir pompa gibi davranarak vücuda vermesi elektrik
akımları sayesinde kasılması ile olmaktadır. Kalbin yönetim sisteminde özel hücre kümeleri,
demetleri ve lifleri bulunmaktadır. Uyarı ve ileti sistemi, sinoatrial düğüm (SA),
atrioventriküler düğüm (AV), atrioventriküler demet (his demeti) ve purkinje lifleri olmak
üzere dört bölümden oluşmaktadır. Bunlardan ilk ikisi uyarı sisteminde, diğer ikisi ise ileti
sisteminde yer almaktadır.
Sinoatriyal düğüm (SA düğümü
veya sinüs düğümü), kalbin sağ
kulakçığında yer alan vuru üretici
(pacemaker) doku. Normal haldeki sinüs
ritminin ortaya çıkışını sağlar. Sinoatriyal
düğüm sağ kulakçık duvarında üst
anatoplardamar girişine yakın bölgede
yerleşik bir hücre grubudur. Bu hücreler
kalpteki miyositlerin özelleşmiş biçimidir.
Kalpte, sağ kulakçığın alt kesiminde
kulakçıklararası bölmenin karıncıklar arası
bölmeye geçiş yerinde yer alan, elektriksel
etkinliğin karıncıklara geçmesini sağlayan
uyarı üretim merkezi, AV düğüm, AschoffTawara düğümü. Kulakçıklardan
karıncıklara uyarının iletilmesini sağlar.
ŞEKİL 4.7
Kalp iletim demetleri
207
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
Kalp kası uyarılması için sinirsel impulsa gereksinimi olmayan, kendi uyarılarını kendisi
oluşturabilme özelliği olan bir kastır. Kalp kası otonom sinir sisteminin etkisi altındadır,
ancak bu etki kalpteki uyarıları başlatma değil, kalbin kendiliğinden oluşturduğu kasılmayı
düzenleyici niteliktedir.
ŞEKİL 4.9
Kalpte ritim belirleyen merkezlerin önceliği.
Uyarı ilk olarak sinoatrial düğümden çıkar atriumları (kulakçıklar) dolaştıktan sonra
atrioventriküler düğüme gelir ve burada biraz bekledikten sonra. Bir kalp atımı, aşağı inerek
ventrikülleri (karıncıkları) uyarır kalbin sağ kulakçığının üst taraflarında bulunan ve sinoatrial
(veya sinüs) düğüm adı verilen özelleşmiş bir hücre demetinden oluşan bölgenin elektriksel bir
uyarı çıkarması ile başlar. Bu bölge kalbin doğal pili olarak bilinir (pacemaker) Sinüs
düğümünden çıkan bu uyarı kalbin her iki kulakçığı boyunca ve aşağıya doğru yayılır ve
kulakçıklar kasılarak içlerindeki kanı karıncıklara gönderirler. Daha sonra uyarı kulakçıklar
ile karıncıklar arasında bulunan başka bir özel bölgeye; atrioventriküler (AV) düğüme gelir. AV
nod dışında atriumlar ve ventriküller arasında doğrudan bir bağlantı olmaması, iletiyi
geciktirir ve atrial kontraksiyonun ventriküler doluşa katkıda bulunmasını sağlar. Elektrik
iletisi karıncıklara ulaştırılmadan önce atrioventriküler düğümde kısa bir süre bekletilir.
Böylelikle kulakçıklarla karıncıklar aynı anda kasılmaz. Kulakçıkların kasılması bittikten sonra
His-Purkinje sistemi adı verilen bir elektriksel ağ ile uyarı tüm karıncıklara yayılır ve kasılarak
içlerindeki kanı akciğerlere ve aort yoluyla vücuda pompalarlar. Sinüs düğümü tekrar başka bir
uyarı çıkararak yeni bir döngüyü başlatır. Normalde sinüs düğümünden dakikada 60-100
civarında uyarı çıkar. Bu da kalp hızını oluşturur.
ŞEKİL 4.8 Kalpi etkileyen sinirler ve eksersizdeki kalp atım sayısı
208
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
Sağ kulakçığın duvarındaki bir bölgede bulunan özelleşmiş kalp kası düğümlerinden yani
Sinoatrial düğümden (kulakçık çeperi düğümü) başlatılan uyarılarla kasılma meydana gelir.
Impulslar, kulakçığın her tarafına ve diğer Purkinje düğümlerine yayılır. İkinci bir düğüm,
karıncıkların hemen önünde kulakçıklar arasında bulunan Atrioventricular (kulakçık-karınçık
bölgesi) düğümdür. Sinotarial düğümün ritmikliği pozitif yüklü sodyum iyonlarının
düğümü meydana getiren hücrelerin zarından sızmasıyla meydana gelir. Zarın durgun
elektrik potansiyeli tersine döner ve hücreler aktif hale geçer. İmpuls oluşumu; sodyum,
potasyum iyonlarının hücre zarından içeri dışarı hareketleriyle, elektriksel değişim meydana
gelmesinin sonucudur. Elektriksel değişim olarak meydana gelen impuls, nöronun aksonu
(uzun lifi) boyunca meydana gelir. Diğer nörona impulsın aktarımı nörotransmiter maddelerin
kimyasal değişimi sonucu sinaps bölgelerinde gerçekleşir. Kalp kasının, doğumdan ölüme kadar
yorulmadan çalışması; sodyum iyonları dışarıya pompalandıklarında zarın dinlenme
potansiyeli tekrar kazanılmış olur. Fakat bunlardaki eşsiz durum şudur: Bir sinir ya da kas
aracılığıyla yeniden uyarılmadan sodyum iyonları zardan içeriye sızar ve kendi kendine yeni
bir uyarma meydana getirir. Bu sodyum iyonlarının içeriye ve dışarıya kendi kendine akması
sinoatrial düğümün ritmik hareketlerini meydana getirir.
ŞEKİL 4.9 Kalpteki ritmin kasılmayı sağlayan Ca ve K kanalları(pacemaker)
Bir kalp atımı, kalbin sağ kulakçığının üst bölümlerinde bulunan sinoatrial düğümün elektriksel
bir uyarı çıkarmasıyla başlamaktadır. Bu düğümün özelliği eşit aralıklarla ve belirli bir hızda
(dinlenme durumunda dakikada ortalama 60-80 kez) uyarı çıkarmasıdır. Bu bölge kalbin doğal
pili olarak bilinmektedir (pacemaker). Pacemakerın otonomolarak uyarı oluşturmasının nedeni
pacemaker hücrelerin potansyum ve kalsiyum karşı ritmik geçirgenlik göstermeleridir.
Faz
0
İsim
Upstroke
1
Erken hızlı
repolarizasyon
2
3
Plato
Son repolarizasyon
4
İstirahat potansiyeli
veya diastolik
repolarizasyon
Olay
Hızlı Na kanallarının aktivasyonu (açılması) ve K+
permeabilitesinde azalma
Na+ kanallarının inaktivasyonu ve K+
permeabilitesinde geçici artış
iyon hareketi
Na+ içeri
Yavaş Ca2+ kanallarının aktivasyonu
Ca2+ kanallarının inaktivasyonu ve K+ permeabilitesinin
artışı
Normal permeabilitenin restorasyonu (atrial ve
ventriküler hücrelerde)
Spontan olarak depolarize olan hücreler içine yavaş
Na+ ve olasılıkla Ca2+ sızışı
Ca2+ içeri
K+ dışarı
K+ dışarı
K+ dışarı
Na+ içeri,
Ca2+ içeri?
209
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
Sinüs düğümünde (Sinoatrial) oluşmuş olan bu uyarı, kalbin her iki kulakçığı(atrium)
boyunca, yine bu iş için özelleşmiş iletim yolları ile aşağıya doğru yayılıp bu uyarı ile birlikte
kulakçıklar(atrium) kasılarak içlerindeki kanı karıncıklara(ventriküllere) gönderirler.
Sonrasında uyarı, kulakçıklar ile karıncıklar arasında bulunan diğer bir özel bölgeye;
atrioventriküler (AV) düğüme gelir.
ŞEKİL 4.10 Kalpteki ritmin kasılmayı ileten intekalat diskler
Elektrik iletisi karıncıklara ulaştırılmadan önce atrioventriküler düğümde 0.1 saniyelik
gecikme kulakçıkların(atrium) karıncıklardan(ventrikülerden) önce kasılmasını
sağlar. Böylelikle kulakçıklar ile karıncıkların aynı anda kasılması engellenir. Böylece
atrioventriküler düğümden geçen akım, His-Purkinje sistemi ile uyarı tüm karıncıklara
yayılır ve karıncıklar kasıldıklarında içlerindeki kanı akciğerlere ve aort yoluyla vücuda
pompalarlar. Böylelikle sinüs düğümü yeniden başka bir uyarı çıkarıp başka bir döngü
başlatır. Sinoatrial düğüm dakikada ne kadar uyartı çıkartıyorsa (dinlenme durumunda
ortalama 60–80 defa), kulakçıklar ve karıncıklar o sayıda sistol(kasılma) yaparlar. Bir
kalp vuruşu karıncıkların sistolüdür.
Kalp kasındaki uyarılma kasılma eşleşmesinin moleküler mekanizmasını inceleyecek olursak:
“Uyarılma-kasılma eşleşmesi” terimi, aksiyon potansiyelinin kas miyofibrillerinin
kasılmasını sağlamak için kullandığı mekanizmayı ifade eder. Bu mekanizma iskelet kası
ile benzerdir. Kalp kasında bu mekanizmada da farklılıklar olup, bunların kalp kasının
kasılma özellikleri üzerinde önemli etkileri vardır. İskelet kası için de geçerli olduğu gibi,
bir aksiyon potansiyeli kalp kasının zarı üzerine ilerlerken aynı zamanda transvers
(T) tübüllerin zarları boyunca kalp kası lifinin iç kısımlarına da yayılır. T
tübüllerindeki aksiyon potansiyelleri longitüdinel sarkoplazmik tübüllerin zarlarını
etkileyerek, Ca+2 iyonlarının sarkoplazmik retikulumdan kasın sarkoplazmasına
serbestlenmesini sağlarlar. Bu Ca+2 iyonları, serbestlenmelerini izleyen birkaç 1/1000
saniye içerisinde miyofibrillerin içine doğru difüze olur; aktin ve miyozinin birbirleri
üzerinde kaymalarını sağlayan kimyasal tepkimeleri katalizleyerek kas kasılmasına
neden olurlar.
Buraya kadar uyarılma-kasılma eşleşmesinin mekanizması iskelet kasındaki ile aynıdır, ancak
çok farklı ikinci bir etki daha vardır. Sarkoplazmik retikulumun sisternalarından
sarkoplazmaya serbestlenen kalsiyum iyonlarına ek olarak, aksiyon potansiyeli
sırasında T tübüllerinden de sarkoplazmaya kalsiyum iyonlarının difüzyonu
210
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
gerçekleşir. Bu da T tübülü zarı üzerindeki voltaj-bağımlı kalsiyum kanallarını açar .
Hücre içine giren kalsiyum daha sonra sarkoplazmik retikulum zarı üzerindeki riyanodin
reseptör kanalı da denilen kalsiyum serbestleyici kanalları aktifleştirerek sarkoplazma içine
kalsiyum serbestlenmesini tetikler. T tübüllerinden gelen bu ek kalsiyum olmasaydı kalp
kasının kasılma kuvveti önemli ölçüde azalırdı. Çünkü kalp kasının sarkoplazmik retikulumu,
iskelet kasınınkine kıyasla daha az gelişmiştir ve tam bir kasılma sağlayacak kadar
kalsiyum içermez. Diğer yandan kalp kasındaki T tübüllerinin çapı iskelet
kasındakilerin 5 katıdır. Bu da, hacminin 25 kat büyük olduğu anlamına gelir. Ayrıca, T
tübüllerinin içinde büyük miktarda mükopolisakkarit bulunur ve bunlar elektronegatif
yüklüdür ve bol miktarda kalsiyum iyonu bağlayarak aksiyon potansiyeli T tübülüne
ulaştığı zaman bu kalsiyum iyonlarını kalp kası lifinin içine difüze olmaya hazır
şekilde saklarlar.
Kalp kasının kasılma kuvveti, büyük ölçüde, hücredışı sıvılardaki kalsiyum
iyonlarının yoğunluğuna bağlıdır. Gerçekte kalsiyum içermeyen bir solüsyon içine
yerleştirilen bir kalbin atımı kısa sürede durur. Bunun sebebi şudur: T tübüllerinin uçları
hücre zarından geçerek kalp kasını çevreleyen hücredışı alana açıldığı için, kalp
kasının interstisyumundaki aynı hücredışı sıvısı T tübüllerinde de dolaşır. Sonuç
olarak, T tübül sisteminin içerdiği kalsiyum iyonlarının miktarı (kalp kası kasılmasını
başlatmaya hazır kalsiyum iyonları) büyük ölçüde hücredışı sıvının kalsiyum iyonu
yoğunluğuna bağlıdır.
Bunun aksine, iskelet kasının kasılma kuvveti, hücredışı sıvıdaki kalsiyum
yoğunluğunun orta dereceli değişimlerinden hemen hemen hiç etkilenmez. Çünkü
iskelet kası kasılmasına neredeyse tamamen iskelet kası lifinin kendi içindeki sarkoplazmik
retikulumdan serbestlenen kalsiyum iyonları neden olur.
Kalbin aksiyon potansiyelindeki platonun sonunda, kalsiyum iyonlarının kas lifinin içine
akışı aniden son bulur ve sarkoplazmadaki kalsiyum iyonları hızla hem sarkoplazmik
retikuluma hem de T tübüllerine hücredışı boşluğa geri pompalanır. Kalp kası
gevşemesi Ca2+’u sarkoplazmadan temizleyecek olan iki taşıyıcıya dayanır.
Sarkolemmadaki Na+- Ca2+ değiştirici Ca2+’u hücre dışına taşırken SERCA (Ca+2 ATPaz pompası) Ca2+,u SR’ye döndürür . SERCA pompayı kısıtlayıcı işlev gören
fosfolamban isimli, SR membranına gömülü (integral) küçük bir protein ile işbirliği
yapar.
211
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
ŞEKİL 4.10 Kalp kasında kasılma mekanizması.
Fosfolamban fosforile edildiğinde pompayı inhibe etme özelliği azalır ki bu, pompayı
daha hızlı çalıştırır. Bunun iki önemli sonucu olur: daha hızlı gevşeme süreleri ve bir sonraki
kalp vurusunda salınmak üzere depolanmış Ca2+miktarında artış. Kalsiyum iyonları, ayrıca
sodyum-kalsiyum değiştiricisi tarafından da hücreden uzaklaştırılır. Bu değişim sırasında
hücreye giren sodyum daha sonra sodyum-potasyum ATPaz pompası tarafından hücre
dışına taşınır. Sonuç olarak, yeni bir aksiyon potansiyeli oluşuncaya kadar kasılma durur.
Kasılmanın Süresi. Kalp kası, aksiyon potansiyeli başladıktan birkaç milisaniye sonra
kasılmaya başlar, aksiyon potansiyelinin son bulmasından birkaç milisaniye sonraya
dek kasılmaya devam eder. Dolayısıyla, kalp kasında kasılmanın süresini plato da dahil
olmak üzere aksiyon potansiyelinin süresi belirler. Bu süre, atriyum kasında yaklaşık 0,2
saniye, ventrikül kasında ise yaklaşık 0,3 saniyedir.
Kalbin tetanik kasılma oluşturamaması, kalp kasının uzun bir mutlak refrakter döneme
sahip olmasının bir sonucudur; refrakter dönem, aksiyon potansiyeli sırasında ve sonrasında
uyarılmış durumdaki bir hücre zarının tekrar uyarılamadığı bir dönem olarak tanımlanır.
Nöronlar ve iskelet kası liflerinde olduğu gibi, asıl mekanizma Na+ kanallarının
inaktivasyonudur. İskelet kasının mutlak refrakter dönemi (1-2 ms) kasılma süresinden
(20-100 ms) çok daha kısadır ve bu nedenle yapay uyarı ile birincisi tamamlanmadan
ikinci bir kasılma oluşturulabilir (kasılmanın sumasyonu). Buna karşın, kalp kasında aksiyon
potansiyelinin uzamış depolarizasyon platosu nedeniyle, mutlak refrakter dönemi hemen hemen
212
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
kasılma süresi (250 ms) kadar sürmektedir ve böylece kas bu sürede sumasyon
oluşturabilecek şekilde tekrar uyarılamaz. İskelet kasından farklı olarak, ventrikül
kasılmasının herhangi bir derecede sumasyon gösterme yeteneği yoktur ve bu çok iyi/gerekli bir
şeydir. Kalp kasının uzamış tetanik kasılmalara uğrayabildiğini bir düşününüz, böyle bir kasılma
döneminde ventriküller kan ile dolamazdı -çünkü dolma ancak ventrikül kasının gevşemesi ile
oluşabilir. Ve bu durumda kalp bir pompa olarak görevini sürdüremezdi.
Elektrokardiyogram (EKG)
Kalp kası kendi kendini kasılabilir. Bu kasılma temel ılarak AV ve SA düğümlerden meydana
gelen aksiyon potansiyeli ile olur. Bu potansiyeli oluşturan sinüs düğümü hücresinin kendi
kendine uyarılması mekanizması kısaca şu şekildedir: Kas kasında ekstraselüler sıvıda sodyum
iyon konsantrasyonunun yüksek olması ve kalp kas membranda sodyum sızıntı kanallarının
bulunması nedeni ile sodyum hücre içine girer. Membran potansiyeli eşik voltaj olan yaklaşık -40
mV’a ulaşınca yavaş kalsiyum kanalları aktiflenerek aksiyon potansiyeli oluşur. Bu ritmik
potansiyel değişikliklerine: “Prepotansiyel” ya da ''pacemaker'' potansiyeli denir. Pacemaker
potansiyeline normalde yalnız S-A ve A-V düğümlerde rastlanır. İleti sisteminin diğer hücreleri
ise latent karekterdedir; S-A ve A-V düğümler depresyona uğradığı ya da ileti bloğu meydana
geldiği zaman ritmik deşarjlar yaratabilirler. Atriyal ve ventriküler kas hücreleri ise
prepotansiyellere sahip değillerdir; ancak anormal koşullarda spontan deşarj oluştururlar. Kalp
meydana gelen elektrik akımı değişimleri EKG ile izlenir. Kalp kasındaki elektirik aktivite kaydına
elektrokardiyogram (EKG) adı verilir. EKG nin temel bileşenleri, P dalgası, QRS kompleksi ve
T dalgasıdır. P dalgası, sinoatriyal düğümde meydana gelen depolarizasyonu; PR aralığı SA
düğümünden AV düğümüne elektiriksel sinyalin iletim süresini ifade eder. QRS kompleksi
ventriküler depolarizasyonun sonucudur ve ventriküler kasılmanın başlangıcını gösterir. Bu
dalgayı izleyen T dalgası ise ventriküler repolarizasyonun sonucudur ve ventriküler gevşemeyi
ifade eder (atriyal repolarizasyon dalgası ise QRS kom pleksi tarafından maskelendiği için
gözlenemez). EKG kalbin sadece elektiriksel aktivitesi hakkında bilgi veren bir kayıttır.
Elektirik sinyallerinin üretilmesi ve iletilmesinde kesintiler olursa EKG değişir. Bu değişiklikler,
kalp içinde olan değişikliklerin gözlenebilmesine yardımcı olur. Kalp, kasılmalarını başlatıcı
elektiriksel sinyali otomatik olarak kendiliğinden üretebildiği halde vücudun değişen şartlarına
karşı atım sayısını ve gücünü simpatik ve parasimpatik sinirler aracılığı ile düzenler.
Kalp kasındaki tüm hücrelerin aksiyon potansiyellerinin vücutta dalgalar halinde
yayılmasından yararlanarak kalbin elektriksel aktivitesinin kaydedilmesidir. Kalbin mekanik
aktivitesinin incelenmesi için uygun bir yöntem değildir. Kalp kası (myokard) kendi
başına kasılma özelliğine sahiptir. Kalbin sinüsatriel düğümünden (SA) çıkan uyarılar özel
bir iletim yoluyla kalp kası myokard hücrelerine oluşır. Dinlenme durumda polarize halde
olan bu hücreler, gelen uyarı ile uyarılarak (depolarize olarak) kasılırlar ve boyları kısalır.
Böylece kalp odacıklarını çevreleyen myokardın bütünü büzüşerek içindeki kanı
büyük(sistemik) ve küçük(pulmoner) dolaşıma gönderir. Buna kalp kasılması (sistolü)
denir. Myokard hücreleri çok kısa süren bu kasılma döneminden sonra hemen eski elektrik
yüklerini kazanarak tekrar sakin (polarize) duruma geçerler. Bu olay nabız sayısı kadar
tekrarlanır. Nabız sayısı 60 olan kişide bu Depolarizasyon-Repolarizasyon olayı
dakikada 60 defa tekrarlanır. Kalbin elektrik faaliyeti ile meydana gelen potansiyel
değişiklikleri, kalp çevresindeki dokuların ve özellikle kanın yardımı ile bütün
vücuda aynı anda yayılır. Vücudun çeşitli yerlerine konan iletici uçlar (elektrotlar)
vasıtasıyla ortaya çıkan elektrik değişiklikleri yükseltilerek kaydedilir.
213
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
ŞEKİL 4.11 Kalp EKG alınmasında kullanılan elektrotların oluşturduğu üçgen(EINTHOVEN ÜÇGENİ)
Vücudun çeşitli noktaları arasındaki potansiyel farkları kaydedilir ve o bölgeye göre adlar verilir.
Her bir değişik bölge için çizdirilen elektrokardiyogram eğrisine derivasyon denmektedir.
ŞEKİL 4.12 Kalpte EKG elektrokardiyogram
P dalgası atriyum depolarizasyonunu gösterir. Sinoatriyal düğüm sağ atriyumda olduğu ve
sinüs uyarısı da buradan çıktığı için ilk önce sağ atriyum depolarize olur. Bu nedenle P
dalgasının ilk kısmı sağ atriyum , ikinci kısmı sol atriyum depolarizasyonunu gösterir. :
QRS kompleksinin başındaki ilk negatif dalgadır. Her zaman bulunmayabilir. R: QRS
kompleksindeki ilk pozitif dalgadır. S: QRS kompleksindeki ilk pozitif dalgadan (R) sonra gelen
ilk negatif dalgaya denir. R': QRS kompleksinde, ilk pozitif dalgadan sonra gelen ikinci pozitif
dalgadır. Q dalgası ventrikül repolarizasyonu nu gösterir. Bu safhada miyokard hücreleri
yeniden negatif yüklerini alır ve tekrar depolarize olmaya hazırlanır. Normalde T dalgası QRS
kompleksi ile aynı yönde dir. QRS'in pozitif olduğu derivasyonlarda T dalgasının da pozitif,
214
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
QRS'in negatif olduğu durumlarda T dalgasının da negatif olması beklenir. aVR'de ise T
dalgasının negatif olması beklenir.
Kalp atımı etkileyen faktörler
(1) Kalbe dolan kanın hacmindeki değişikliklere cevap olarak kalbin pompalama
işlevinin intrensek düzenlenmesi
(2) Kalbin pompalama kuvvetinin ve hızının otonom sinir sistemi ile düzenlenmesi.
Kalbin pompalama işlevinin intrensek düzenlenmesi Frank-Starling Mekanizması ile
açıklanabilir. Kalbin bir dakikada pompaladığı kanın miktarını çoğu zaman, venlerden kalbe dolan
kanın miktarı olan venöz dönüş belirler. Yani, vücuttaki her çevre doku, kendi kan akımını
denetler ve tüm bölgesel kan akımları toplanarak venler yoluyla sağ atriyuma döner. Kalp ise
gelen bu kanı kendiliğinden sistemik arterlere pompalar, böylece kan tekrar dolaşıma katılır.
Kalbin gelen kanın hacminde meydana gelen değişikliklere karşı gösterdiği intrensek uyum
sağlama yeteneğine, yüzyıl önce yaşamış iki büyük fizyolog, Otto Frank ve Ernest Starling’in
anısına, kalbin Frank Starling mekanizması adı verilir. Frank-Starling mekanizması temel olarak,
kalp kası dolma sırasında ne kadar çok gerilirse (sarkomer boyu ≈2,2µm), kasılma kuvvetinin ve
aorta pompalanan kanın miktarının da o kadar büyük olacağı anlamına gelir. Diğer bir deyişle,
fizyolojik sınırlar içerisinde kalp, venler aracılığıyla kendisine dönen kanın tamamını pompalar
Dinlenme halindeki bir kişide, kalp dakikada yalnızca 4-6 litre kan pompalar (atım
hacmi x kalp hızı). Ağır egzersiz sırasında, kalbin bu miktarın dört ile yedi katını
pompalaması gerekebilir. Kalbin pompaladığı hacmin düzenlenmesi başlıca iki yolla olur:
Kuvvetli sempatik uyarılma (örn adrenalin ile), genç erişkin insanlarda dakikada 70 atım
olan normal kalp hızını 180-200 hatta nadiren 250 atıma kadar artırabilir. Bunu aksiyon
poansiyelinin dinlenim zar potansiyelini kısaltarak yapar. Ayrıca, sempatik uyarılma
parasempatik uyarının kalp üzerine olan baskılayıcı etkisini azaltarak da kalp hızını artırır.
Diğer taraftan, sempatik uyarılma kalp kasılmasının kuvvetini normalin neredeyse iki katına
çıkararak pompalanan kanın hacmini ve fırlatma basıncını da artırırlar. Bu nedenle,
sempatik uyarılma daha önce tartışılan Frank-Starling mekanizmasının kalp debisinde
neden olabileceği artışa ek olarak, maksimum kalp debisini çoğu zaman iki üç katı
kadar daha artırabilir. Bunun aksine, kalbe giden sempatik sinirler inhibe edilerek, kalbin
pompalama gücü şu yolla orta derecede azaltılabilir: Kalbi besleyen sempatik sinir lifleri
normal koşullarda, pompalama gücünü hiçbir sempatik uyarı olmaksızın gerçekleşecek
olanın yaklaşık % 30 üzerinde tutacak şekilde, kalbe yavaş bir hızda ve sürekli uyarılar
taşırlar. Dolayısıyla, sempatik sinir sisteminin etkisi normalin altına indiğinde, hem kalp hızı
hem de ventrikülün kasılma kuvveti azalır ve kalbin pompalama gücü normalin % 30 kadar
altına düşer .
► Termal etki: Sinus venosus bölgesinde sıcaklığın değişmesi kalp atım frekansını etkiler.
Sıcaklık artarsa kalp atım frekansı yükselir, kasılma gücü azalır. Sıcaklık azaılırsa kalp atım
frekansı azalır, kasılma gücü artar. Termal etkinin myokard üzerindeki proteinlerin özellikle
iyon kanalların üzerinde etkisi vardır. Vücut sıcaklığında artış, örneğin kişinin ateşi yükseldiği
zaman gözlenen sıcaklık artışı, kalp hızının büyük oranda artmasına neden olur (1°C’lik
artış kalp hızını 18 atım/dk artırır), hatta bazen normalin iki katına çıkarır. Düşük sıcaklık
kalp hızını büyük oranda azaltır, öyle ki bir kişinin vücut sıcaklığı 15,5-21,1 °C arasında olup
hipotermi nedeniyle ölüme yaklaştığı zaman, kalp hızı dakikada birkaç atıma kadar düşer. Bu
etkiler olasılıkla, ısının kalp kası zarının kalp hızını belirleyen iyonlara geçirgenliğini artırarak,
kendi kendine uyarılma sürecini hızlandırmasına bağlıdır. Sıcaklığın orta derecede artması,
kalbin kasılma kuvvetini çoğu zaman (egzersizde olduğu gibi) geçici olarak artırır, fakat
215
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
sıcaklığın uzun süre yüksek kalması, kalbin metabolik sistemlerini tüketerek zamanla
güçsüzlüğe neden olur
► Kimyasal uyarıcılar: Adrenalin kalp atım frekansını ve genliğini artarır. Adrenalin kalp
kasılmaları β1 adrenerjik reseptörler üzerinden etkiler. Asetilkolin kalp atım sayısını azalır.
Asetilkolin Muskarinik reseptörler yoluyla K+ geçirgenliğini arttırır.
ŞEKİL 4.13 Kalpte easetil koline bağlı yavaşlama mekanızması
Membranın eşik değere ulaşma süresi uzar. (Vagusun şiddetle uyarılması spontan deşarjları
bir süre için duraklatır.) N. vagusun inhibitör etkisi kalbi durdurur. Uyarmaya devam edilirse,
15–20 san içinde ventriküllerin, Purkinje liflerinden doğan eksitasyonlarla tekrar faaliyete başladığı
görülür. Bu olaya Vagustan kurtulma (vagal escape) denir . Bu anda ventriküller Purkinje
liflerinin ritminde (15–40/dak) çalışır. Parasempatik sinirler tamamen çıkarıldığı zaman,
normalde ortalama 70-80/dak. olan kalbin vurum sayısı 160/dak. kadar yükselir. Asetilkolin
muskarinik ( M2 ) üzerindeki etkisi aracılığıyla kalp kasılmalarındaki frekans ve genliği kolinerjik
reseptörlerle atırır. Kısaca kalp sempatik ve parasempatik uyarılara tepki verir.
216
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
ŞEKİL 4.14 Kalpte nör epinefrine bağlı kasılmanın ritminin ve gücünün artışı
► Ekstrasellüler sıvıdaki iyonlarının konsantrasyonu: hücre dışı Ca2 +konsantrasyonunun
arttırılması kasılma gücünü artırır. Hücre dışı K+ konsantrasyonu, seçici olmayan bir şekilde ,
dış porları Ca2+ ve Na+karşı bloklar. Böylece kasılmaların genliği azalır. Kalp diyastol
(gevşeme) durumumda durur. K+ konsantrasyonu artışı (hiperkalemi), kalp hızının
yavaşlamasına neden olur. Kalp aşırı genişleyerek diyastolde durur.
► Potasyum İyonlarının Etkisi. Hücredışı sıvılardaki aşırı potasyum, kalbin fazlasıyla
geniş ve gevşek hale gelmesine ve kalp hızının yavaşlamasına neden olur. Büyük miktarlar,
aynı zamanda kalp uyarısının A-V demeti yolu ile atriyumlardan ventriküllere
iletilmesine de engel olabilir. Potasyum yoğunluğunun yalnızca 8-12 mEq/L’ye (normal
değerin iki veya üç katı) yükselmesi, kalbi öylesine zayıf düşürebilir ve ritmini bozabilir ki,
ölüme neden olabilir. Bu etkiler, kısmen hücredışı sıvılardaki yüksek potasyum
yoğunluğunun kalp kası liflerinin dinlenim zar potansiyelini azaltmasına bağlıdır.
Yani, yüksek hücredışı sıvı potasyum yoğunluğu, kısmen hücre zarını depolarize ederek zar
potansiyelinin daha az negatif olmasına neden olur. Zar potansiyeli azalınca aksiyon
potansiyelinin şiddeti de azalır, ki bu kalp kasılmasını giderek daha zayıf düşürür.
►Kalsiyum İyonlarının Etkisi. Artan kalsiyum iyonları, potasyum iyonlarının tam tersi etkiler
yaparak, kalbi spastik kasılmaya doğru götürürler. Bunun nedeni, kalsiyum iyonlarının kalp
kasılmasının başlatılmasında doğrudan etkili olmasıdır. Bunun aksine, kalsiyum iyonlarının
eksikliği, yüksek potasyumun etkisine benzer şekilde, kalbin gevşemesine neden olur. Neyse ki,
kalsiyum iyonlarının kan düzeyi normalde çok dar sınırlar içerisinde tutulur. Dolayısıyla,
normalin dışındaki kalsiyum yoğunluklarının kalbe etkileri nadiren klinik önem kazanır.
217
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
► Digitalis, Digitalis purpurea yapraklarında elde edilen kardiotonik steroidleridir. Kalp atım
gücünü özellikle kalp krizlerinde artıracak yönde etki gösterir. Etki mekanizması kalp kasılda
myokard bulunan Na-K ATPaz laraı inhibe ederek gösterir. Bunun sonuncunda myokarta hücre
içinde daha fazla Na kalır. Hücre içi Na seviyesi artar. Na bağlı olarak kalp hücresindeki
kalsiyum seviyesi artar bunu sonuncunda kalp daha güçlü kasılır.
Stannius bağları
Kurbağada perikard kesesinin açılması kalpten daha fazla kan pompalanmasını sağlar.
Kurbağa kalbinde mekanik olarak gerilmesi kalp atım miktarını ve gücünü artırır. Frank Starling mekanizması kalpe gelen kan miktarı ile kalpten çıkan kan arasınadki ilişki ortaya koyar.
Kısaca “ne kadar gelirse o kadar gider”.
Stannius bağları kurbağa kalbinde impuls iletimini göstermek için yapılana deneysel bir işlemdir.
Kurbağada sinus venosus ile sağ atriyum arası bir iple bağlanırsa (Stannius’un birinci
bağı), sinus venosus bölgesi ritmik olarak kasılırken atriyumlar ve ventrikül diyastol halinde
durur. Ritmik kasılmaları sağlayan impulslar sinus venosus bölgesinden doğar. Memeli kalpinde
Stannius bağı işlemi yapılamaz çünkü bağ kroner damarlarda kan akımı engeller.
ŞEKİL 4.15
Kurbağa kalbinde I ve II Stannius bağı
Dolaşım sistemi
Dolaşımın en temel kurallarından biri her dokunun kendi kan akımını metabolik
ihtiyaçlarına göre kendisinin belirlemesidir. Dokuların kan akımına neden ihtiyacı
vardır? Bu soruya cevap olarak aşağıdaki faktörleri sıralayabiliriz.
218
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
Dokudaki kan akımını belirleyen başlıca faktörler:
1. Oksijenin dokulara taşınması,
2. Glikoz, amino asitler, yağ asitleri gibi besin maddelerinin dokulara taşınması,
3. Karbondioksidin dokulardan uzaklaştırılması,
4. Hidrojen iyonlarının dokulardan uzaklaştırılması,
5. Artık maddeleri uzaklaştırmak,
6. Dokulardaki diğer iyonların uygun konsantrasyonlarda sürdürülmesi,
7. Çeşitli hormonların ve diğer moleküllerin farklı dokulara taşınması.
Kan
basın
çı
Kalb-damar sisteminin değişik bölümlerinde kan basınçları farklıdır. Aortada yüksek bir basınç
vardır (120 mm Hg sistolde, 80 mm Hg diastolde). Kanın vena kava’dan sağ atriuma
dönerken hemen hemen basınçı 0 mm Hg’ kadar düşer. Kapilların; arteriyel yarımında 35 mm
Hg, venöz yarımında ise 10 mm Hg kadar basınç vardır. Akciğerlerde ise düşük basınç bulunur;
sistolik basınç 25 mm Hg, diastolik basınç 8 mm Hg dir. Böbrekler kalpten gelen kanın
yüzde 21 kısmını alır küçük bir organ olan böbrekler en fazla kan alan organların başındadır. Bu
nedenle böbreklerin fonksiyonel birimi olan nefronlara gelen afferent ateriollerdeki kan
basınçı ortalama arter kan basınçının yüzde 60’na 60 mmHg kadardır. Kan basınçı kalbin
konumuna göre de değişir. Beyin kalbe göre daha yukarıda olduğu için daha fazla güç
gerektirirken (daha az basınç) kalbin altındaki dokulara kan pompalamak daha az enerji
gerektirir( daha fazla basınç).
ŞEKİL 4.16
Korotkof sesleri
Sistolik basınç Kalp kasılıp kan arteryel sisteme fırlatıldığında oluşur. Kalp döngüsü
boyunca en yüksek arteryel basınca sahiptir. Sistolik basınç, kalbin kanı sistemik
dolaşıma fırlatması sırasında oluşur. Bu nedenle sistolik basınç debi ile ilişkilidir.
Formül olarak debi ve periferik rezistansın çarpımına eşittir.(Debi x Periferik
Rezistans)
Diastolik basınç Kalbin gevşeyip kanın venler yoluyla kalbe döndügü sırada
oluşur. Bu fazda aort kapağı kapalıdır. Diastolik basınç sadece periferik rezistansla
ilişkilidir. Arter esnek kalın duvarları diastolik basınç oluşumu sağlar.
219
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
Ortalama arter basınçı: Bir kardiyak siklus süresinde aorta ve proksimal arteriyel
sistemdeki ortalama kan basıncının ölçütüdür (venöz basınç gözardı edilmiştir).
Sistole göre diastol süresi daha uzun olduğundan (Ortalama Arter Basınçı) MAP,
diastolik kan basıcına daha yakındır. Kalp Debisi periferik kan akım hızından daha
yüksek oldukça MAP artar. Sistolik ve Diastolik basınçların ortalam arter basınçına
etkisi farklıdır. Çünkü diyastol süresi sistol süresinin yaklaşık 2 katı kadardır.
Bu nedenle diyastol basıncının ortalama basınca katkısı daha fazla olur.
MAP = DKB + (SKB - DKB ) / 3
Normal MAP 70-100 mm Hg.(DKB Diastolik kan basınçı, SKB Sistolik kan basınçı)
ŞEKİL 4.16
Tansiyon ölçülmesi kan basınç değişimi
Damar sisteminde esas olarak rezistansı belirleyen damar arterioldür. Arteriol çapı
küçüklükçe damar rezistansı artar ve dokuya giden kan akımı azalır. Ancak kan basıncı
arttığı için diğer dokuların perfüzyonu artar. Arteriolde rezistans çok yüksek olduğu için kan
basıncı aniden azalma gösterir. Arteriol sonrası kapiller sistemde basınç çok düşüktür. (0–4 mmHg) Kapiller sistemde akım süreklidir. Kılcal damarlarda sistol ve diyastol farklılık
gözlenmez.
220
H A Y V A N
ŞEKİL 4.17
F İ Z Y O L O J İ S İ
Vücuttaki başlıca bölmeler ve basınçları
Sistemik dolaşım kalp ile vücud arasında(akçiğerler hariç) olan
dolaşımdır. Vena pulmonalislerle sol atriuma gelen arterial kan buradan sol ventriküle
ulaşır. Aorta yolu ile dokulara pompalanır. Daha sonra venöz kan olarak vena cavalar ile sağ
atriuma gelir.
Sistemik Dolaşım:
Tablo kalpten pompalanan kanın dağılımı
Organ
Miktar (ml/dakika) Yüzde(%)
Beyin
650
%13
Kalp
215
%4
Kas
1030
%20
Deri
430
%8
Böbrekler
950
%20
Abdominal
1200
%4
Diğer organlar
525
%10
Toplam
5000
%100
221
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
Pulmonar dolaşım kalpin sağ atriumla başlayan ve sol ventrikülde
sonlanan kalp ile akçiğerler arasındaki düşük basınçlı dolaşımdır. Sağ atriuma gelen
venöz kan triküspid kapak yoluyla sağ ventriküle geçer. Arteria pulmonalis ile akciğerlere
ulaşır. Akciğerlerde gaz değişimine uğradıktan sonra vena pulmonalislerle arterial kan olarak sol
atriuma(sol kulakçığa) döner.
Pulmonar dolaşım:
Kan damarları
Kan damarları dolaşım sisteminin organlarındandır. Görevi kanı vücudun farklı bölümlerine
taşımak olan kan damarlarının farklı türleri vardır. Temel kan damarı tipleri atardamarlar
(arter) ve toplardamarlardır (ven). Atardamarlar kanı kalpten alıp vücudun farklı bölümlerine
taşırken, toplardamarlar vücudun farklı bölümlerinden kanı kalbe taşırlar. Bununla birlikte
iki istisna mevcuttur: pulmoner arter kirli kan, pulmoner ven ise temiz kan taşır. Vücuttaki
en büyük damar kanın kendisi aracılığıyla tüm vücuda doğru pompalandığı aort
atardamarıdır.
ŞEKİL 4.17
Damarlar ve dolaşan kan oranı
222
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
Vücutta bulunan her organın en az bir tane temiz kanı kalpten getiren ve
birden fazla kirli kanı kalbe götüren damarı vardır. İnsan vücudundaki
damarların toplam uzunluğu 100.000 km kadardır. Kan damarı hsitolojik olarak
üç tapakadan yapılmıştır: .
İntima
media
adventisya
1. İntima: - Endotelium: Bazal membran üzerine oturmuş tek katlı yassı
endotel hücreleri. Lamina elastica interna: Çok incedir.
2. Media: - 1-2 sıralı, sirküler seyirli düz kas tellerinden yapılmıştır. Çapı küçüldükçe kas tek
sıralı hale dönüşür.
3.Adventisya : Çok ince bağ dokusudur, lamina elastica externa bulunmaz.
Arteriol’un çapı l0 mikronun altına düşerse prekapiller arteriol ya da metarteriyol adı verilir.
Bunların duvarı sadece endotel hücreleri ve tek sıra düz kas tellerinden ibarettir.
Kan damarları aktif biçimde kanın taşınmasında yer almazlar (fark edilebilecek peristaltizme
sahip değillerdir), fakat arterler - ve bir seviyeye kadar venler - kas tabakasının kasılması
suretiyle kendi iç çaplarını kontrol edebilirler. Bu da organlara akan kan miktarını etkiler ve
otonom sinir sistemi tarafından kontrol edilir. Ayrıca vazodilasyon ve vazkonstriksiyon
termoregülasyon teknikleri olarak antagonistik biçimde (yani sıcaklıktaki değişikliğe karşı
olarak) gerçekleşir. Kan tarafından taşınan en önemli besin kırmızı kan hücrelerineki
hemoglobine bağlanarak taşınan oksijendir. Pulmoner arter dışındaki tüm arterlerde,
hemoglobin yüksek oranda (%95-%100) oksijene doymuştur. Pulmoner ven dışındaki tüm
venlerde ise, hemoglobin yaklaşık %70 seviyesinde doymamış hâle gelir. (Değerler pulmoner
dolaşımda terstir.) Vazokonstriksiyon kan damarlarının, duvarlarındaki vasküler düz kasın
kasılmasıyla, konstriksiyonu yani kısılması, enine kesit alanının küçülmesidir ve
vazokonstriktörler tarafından kontrol edilir. Bunlara parakrin etmenler ve nörotransmitterler
dahildir. Benzeri bir mekanizmayla, tersi olan vazodilasyon da kan damarları tarafından
gerçekleştirilebilir. Vazodilatörlerce kontrol edilen vazodilasyonda, iç çap genişletilir. En önemli
vazodilatör nitrik oksittir.
Kapiller kan damarları
Beyinde endotel hücreleri arasındaki sıkı bağlantılar (tight junctions) sadece küçük moleküllerin
beyin dokusuna geçişine izin verir. Karaciğerde tamamen tersi bir durum söz konusudur. Kapiller
endotel hücreleri arasındaki yarıklar geniş bir açıklık gösterdiği için plazmada erimiş halde
bulunan bütün maddeler (plazma proteinleri de dahil olmak üzere) kandan rahatlıkla
karaciğer intertisyel aralığına geçebilir.
ŞEKİL 4.18
Kılcal damar ağının akım kontrolü ve basınç değişimi
223
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
Barsak kapillerlerdeki porlar ise kas ve karaciğer dokusu arasında bir yer almaktadır. Böbreğin
glomerüler yumağında bulunan çok sayı da küçük oval pencereler; endotel hücresini ortadan
penetre ederek büyük miktarda maddenin endotel hücreleri arasındaki yarıklardan
geçmeden glomerülerden filtre olmasını sağlar
ŞEKİL 4.18
Kılcal damarda madde taşıması
Dolaşımın en önemli fonksiyonu besin maddelerinin dokulara taşınması ve hücresel
atıkların uzaklaştırılmasıdır. Kapillerlerin görevi sıvı, besin maddeleri, elektrolitler, hormonlar
ve diğer maddelerin kan ile interstisyel sıvı arasında değişimini sağlamaktır. Bu göreve uygun
olarak, kapiller çeperi çok incedir ve çok sayıdaki kapiller porlar su ve küçük moleküllü
maddelere geçirgendir. Prekapiller sfinkter bölgesinin kas tabakası sinirsel inervasyonu
yoktur. Prekapiller sfinkter çapı doku faktörlerinin miktarına baglı değişir. (Potasyum,
Adenozin(ATP), Lokal CO2 miktarı , Hipoksi, Laktat miktarı gibi).
ŞEKİL 4.19 Damarda vazodilasyon.
Kapillerin Fonksiyonları:
Kapillerlerin en önemli fonksiyonlarını üç alt başlık altında incelemek uygundur.
1. Geçirgenlik (Permeabilite): Kapillerler doku ile kan arasında oksijen, karbondioksit ve
çeşitli metabolitleri geçişim bölgeleridir. Bu değişim gerçeğinin henüz tam olarak
mekanizması aydınlatılmamış olsa da, üzerinde uzlaşılan bu işlemin üç olası mekanizmayla
gerçekleştiğidir. Bunlar; a.Komşu endotel hücreleri arasındaki yarıklar, b.Pencereli kapillerdeki
geçiş delikleri ve c. Endotel hücrelerini boydan boya kat eden pinositotik veziküllerdir.
224
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
2. Metabolik İşlevleri: Kapiller endotel hücreleri oldukça geniş bir işlevsel kapasiteye
sahiptir.a.Anjiyotensin I’in anjiyotensin II’ye dönüşmesi, b. Bradikinin, seratonin, PG ler,
nörepinefrin, trombin’in biyolojik olarak reaksiyon vermeyen bileşiklere dönüştürülmesi,c.
Lipoproteinlerin, endotel hücrelerinin yüzeyindeki enzimler tarafından TG lere ve kolesterole
parçalanması ve d. Kapiller damarların örtüsü olan endotelin damar tonusu üzerinde
etkisi olduğu düşünülen bir takım vazokonstriktif (Endotelin) veya vazodilatatör (NO)
sentez ettiği bildirilmektedir.
3. Antitrombojen İşlevi: Endotel hücreleri döküldüklerinde, açıkta kalan subendotelyal bağ
dokusu trombositlerin agregasyonuna sebep olur. Endotel hücreleri kanın subendotelyal bağ
dokusuyla temasını önleyerek antitrombojenik etki gösterir.
Vazodilatör
vazodilatasyona neden olan
yani kan damarlarının
genişlemesini sağlayan sinir
veya (dış) ajanlara verilen
isimdir. Vazodilatasyon damar
duvarındaki çizgisiz kasın
gevşemesiyle damarın
genişlemesidir. Böylece, kan
akışı için daha fazla yer açılır,
kan basıncı (yani tansiyon)
düşer. Vazodilatasyon işlemini
kontrol eden kas ve sinirlere
vazomotor denir.
Vazodilatörler dokuların
beslenmesini ve beyne giden
kan akımını artırdıkları gibi,
yüksek dozda kullanıldıklarında
dolaşım yetersizliğine de yol
ŞEKİL 4.19 Damarda vazodilasyon.
225
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
Kan akımı kontrolü
Belirli organlar kan akımına özel gereksinim gösterirler. Örneğin, derinin kan akımı vücuttan
ısı kaybını belirleyerek vücut sıcaklığının kontrolünü sağlar. Ayrıca yeterli miktarda plazmanın
böbreklere taşınması sayesinde vücuttaki atık maddelerin böbreklerden atılması, vücut sıvı
hacminin ve elektrolitlerin seviyelerinin düzenlenmesi sağlanır. Arteriyoller (direnç
damarları) kardiyovasküler sistemin kilit noktalarında yerleşiktir ve bunun sonucu olarak çok
sayıda denetim mekanizmasına tabiidirler. Kabul edilen iki genel kontrol mekanizması
bulunmaktadır:
1- akut kontrol ve
2- uzun süreli kontrol.
Akut kontrol
Organ ve dokuların kendi arteriyol dirençlerini kendi kendilerine değiştirmesi, böylece kan
akımlarını kendi kendine düzenleyen, sinir veya hormonlardan bağımsız bir mekanizmayı
gösterir. Bu otokrin/parakrin ajanlar tarafından oluşturulan değişiklikleri kapsar.
Akut kontrol arteriyoller, metarteriyoller ve prekapiller sfinkterlerin yerel vazodilatasyon ve
vazokonstriksiyonundaki hızlı değişikliklerle gerçekleşir ve yerel doku için gerekli kan akımını seri
bir şekilde sağlamak üzere dakikalar veya saniyeler içinde gerçekleşir. Doku metabolizması,
miyojenik yanıt, oksijen miktarı değişikliği, oksijen yokluğu teorisi, vazodilatör teoriler
burada önemli role sahiptirler. Arteriyoller tarafından doku kan akımının kendi kendine
düzenlemesi aktif hiperemi fenomeni, akım otoregülasyonu, reaktif hiperemi ve hasar için oluşan
lokal cevabı içeriri
Aktif Hiperemi
Birçok organ ve dokunun metabolik aktiviteleri arttırıldığı zaman belirgin olarak artmış
kan akımı (hiperemi) ortaya çıkar, bu durum, aktif hiperemi olarak isimlendirilir. Yani doku
aktivitesi arttığı zaman görülen normal vazodilatasyon cevabıdır. Örneğin, kasın artmış
aktivitesi ile doğru orantılı olarak egzersizde iskelet kaslarının kan akımı artar. Aktif hiperemi çoğu
aktif organ veya dokuda doğrudan arteriyol dilatasyonun sonucudur. Aktif hiperemide arteriyol
düz kas gevşemesine neden olan faktörler arteriyollerin etrafındaki hücre dışı sıvıda bulunan lokal
kimyasal değişimlerdir. Bunlar, arteriyol yakınında bulunan hücrelerdeki artmış metabolik
aktiviteden oluşur. Tutulan organlara ve artmış aktivitenin süresine bağlı olarak, farklı faktörlerin
göreceli katkılarını kapsar. Belki en belirgin değişim, oksidatif fosforilasyonla ATP’nin
üretiminde kullanılan oksijenin lokal yoğunluğunun azalması ile dokular daha aktif hale gelince
oluşur. Metabolizma kan akımını arttırdığı zaman diğer kimyasal faktörlerin sayısı artar, Aktif
hiperemiye aracılık eden kimyasal değişikliklerin bazıları:
226
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
a) Azalmış O2,
b) Artmış CO2 (oksidatif metabolizma son ürünü), H+ (laktik asitten), K+ (tekrarlayan
aksiyon potansiyeli repolarizasyonunun birikiminden) ve adenozin (ATP’nin yıkım
ürünü)
c) Yüksek moleküler ağırlıklı maddelerin artan yıkımları sonucunda osmolarite artışı,
d) Eikosonoid (zar fosfolipidlerinin yıkım ürünü) konsantrasyonu artışı,
e) Bradikinin (aktif bez hücrelerinden salınan kallikrein enziminin aktiflenmesi ile
kininojen olarak adlandırılan dolaşan bir proteinden lokal olarak oluşan bir peptit)
yapımının artması.
Tüm bu kimyasal faktörlerdeki lokal değişikliklerin, kontrol edilen deneysel koşullarda arteriyol
dilatasyona neden olduğu gösterilmiştir ve bunların hepsi olasılıkla bir veya daha çok organda
aktif hiperemi cevabına katkıda bulunur. Hücre dışı sıvıdaki bütün bu kimyasal değişimler lokal
olarak arteriyol düz kasa etki ederek gevşemesine neden olur. Sinir ve hormonları içermezler.
En fazla iskelet kası, kalp kası ve bezlerde, dokularda gelişen aktif hipereminin, vücuttaki
en geniş metabolik aktivite alanı göstermesi şaşırtıcı olmamalıdır. Bu oldukça etkilidir, bu yüzden,
onların kan ihtiyacı esas olarak lokal olarak sağlanır.
Akım Otoregülasyonu
Otoregülasyon bir organın kan akımını perfüzyon basıncındaki değişikliklere rağmen içsel olarak
sabit tutabilme yeteneğidir. Arteriyel basınç ani olarak artarsa, akım da artar. Metabolitler
üretildiklerinden daha yüksek bir hızla uzaklaştırılırlar ve direnç damarları da refleks olarak
kasılırlar. Aktif hiperemi sürecinde, doku veya organın artmış metabolik aktivitesi lokal
vazodilatasyona yol açan başlangıç bulgusudur. Yine de, bir doku veya organ, kan
basıncında değişimin neden olduğu, kan miktarındaki bir değişimden zarar görürse, lokal olarak
arteriyol direncine aracılık eden değişimler de meydana gelebilir. Dirençteki değişim, kan
akımını, basınç değişikliğinin cephesinde neredeyse sabit tutacak şekilde koruma
yönündedir ve bu yüzden akım otoregülasyonu olarak isimlendirilir. Örneğin, bir organda
arteryel basınç düştüğü zaman, nispeten sabit akımın devamını sağlama eğilimi olarak arteriyol
vazodilatasyona neden olan lokal kontrollerin, organa akım sağlayan arterdeki kısmi daralmadan
ötürü olduğu söylenir. Akım otoregülasyonun mekanizması aktif hiperemi için tanımlanan
aynı metabolik faktörleri içerir. Bu, her iki durum kan ihtiyacı ve hücre metabolik aktivitesinin
düzeyi arasındaki başlangıç dengesizliğini yansıttığı için böyledir. Dikkat edilecek bir nokta; aktif
hipereminin ve düşük arteryel basınca cevapta oluşan akım otoregülasyonunun
vazodilatasyonu, lokal metabolik faktörleri içeren temel mekanizmalarındakinden farklı
değildir, fakat değişmiş metabolizma veya değişmiş kan basıncı durumlarında bu
mekanizmalar oynama gösterir. Akım otoregülasyonu arteryel basınçtaki azalma durumu ile sınırlı
değildir. Çeşitli nedenlerden ötürü tersine durumlar meydana geldiği zaman, arteryel basınç
artar: Başlangıçta, lokal vazodilatatör kimyasal faktörler üretildiklerinden daha hızlı bir şekilde
basınçtaki artışla uzaklaştırıldıklarından ve aynı zamanda oksijenin lokal konsantrasyonu
arttığından ötürü akım artar. Bu durum arteriyollerin daralmasına neden olur, böylece artmış
basınç cephesinde nispeten sabit lokal akım sürdürülür.
227
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
Akım otoregülasyonundaki diğer bir mekanizma da miyojenik yanıttır. Bu yanıt, dolaşımda
intraluminal basınç arttığı zaman refleks olarak direnç damarları kasılır. Kasılma, damar düz
kas hücre zarlarında bulunan ve gerimle aktive olan Ca+2 kanalları üzerinden gerçekleşir ve
arteriyel basınçta görülen dalgalanmalara karşı kapilleri korur. Örneğin postür değişiklikleri
yerçekiminden dolayı alt ekstremine damar yatağında basıncın ani olarak 200 mmHg'nın
üzerine çıkmasına engel olur. Tersine, arteryel basıncın azalmasının neden olduğu azalmış gerim,
bu damar düz kaslarının tonusunun azalmasına neden olur.
Kan Akımının Uzun Süreli Kontrolü
Akut düzenlemeye ilave olarak, saatler, günler ve haftalar içerisinde uzun süreli yerel kan
akımı kontrol mekanizmaları gelişmektedir. Uzun süreli kontrol, akut mekanizmalara göre
tama çok daha yakın bir düzenleme sağlar. Örneğin, arter basıncı aniden 100 mmHg
değerinden 150 mmHg değerine yükseldiğinde kan akımı da aniden % 100 oranında
artar. Bunu izleyen 30 saniye ile 2 dakika içinde kan akımı düşerek orjinal kontrol
değerinin ancak % 10-15 fazlası olacak düzeye iner. Eğer arter basıncı değeri sürekli bir şekilde
150 mmHg değerinde kalırsa birkaç hafta içinde dokulara giden kan akımının tamamen
normal düzeyine doğru geri döndüğü görülecektir.
Reaktif Hiperemi
Bir organ veya dokunun kan ihtiyacı kısa bir süre tümüyle bloke olduktan sonra tekrar
kanlandırılırsa dokuya giden kan akımı normale göre 4-7 kat artabilir. Reaktif hiperemi
olarak bilinen bu fenomen aslında akım otoregülasyonunun aşırı bir şeklidir. Kan akımı
olmadığı dönem sürecinde etkilenmiş organ veya dokudaki arteriyoller, daha önce tanımlanan
lokal faktörlerden dolayı genişler. Şu halde, arter akımında tıkanıklık olur olmaz
arteriyollerin genişlemesi ile büyük ölçüde kan akımı artarak tıkanıklık ortadan kaldırılır.
Yaralanmaya karşı lokal cevap
Doku harabiyeti, hücrelerden lokal olarak çeşitli maddelerin salınmasına neden olur. Bu
maddeler arteriyoler düz kasta gevşeme yapar ve haraplanan alanda vazodilatasyona neden
olur. Histamin bu maddelerden birisidir ve vazodilatasyon dışındaki bir etkisi de kapiller
geçirgenlikte yol açtığı artıştır. Sonuçta, doku hasarına karşı organizmanın genel cevabı olduğu
bilinen inflamasyon ortaya çıkar. Bunun dışında doğrudan zedelenen arter, arteriyol ve venlerin
ise güçlü bir şekilde kasıldığı görülür. Bu etkinin ortaya çıkışı büyük oranda zedelenmiş damar
duvarına yapışan trombositlerden salınan serotonine bağlıdır. Buradan, uzun süreli
düzenlemenin ortaya çıkması için gerekli zaman geçtiği takdirde arter basıncının 50 ile
250 mmHg değerleri arasında uzun süreli değişmesinin, yerel kan akımı üzerinde çok az etkili
olduğu anlaşılmaktadır. Kan akımının uzun süreli düzenlenmesi özellikle bir dokunun
metabolik ihtiyaçları değiştiği zaman önem kazanır. Yani, bir dokunun aktivitesi kronik
olarak arttığında ihtiyaç duyduğu oksijen ve besin maddesi miktarı da artar. Bu durumda eğer
dolaşım sisteminde bir patoloji yoksa ya da yanıt veremeyecek kadar yaşlı değilse arteriyol ve
kapiller damarları genellikle birkaç hafta içinde dokunun gereksinimini karşılayacak şekilde artar.
Yani uzun süreli kan akımı düzenlenmesinin mekanizması temel olarak doku damarlanmasının
miktarını değiştirmektir. Örneğin, eğer doku metabolizması uzun süreli artarsa,
damarlanma artar ve bu olay anjiyojenez olarak adlandırılır. Doku metabolizması azalırsa
damarlanma azalır. Ayrıca atmosfer oksijeninin az olduğu yüksek irtifada yaşayan hayvanların
dokularındada artmış damarlanma görülmektedir. Uzun süreli yerel kan akımı kontrol
228
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
mekanizmalarından biri de kollateral dolaşımın gelişimidir. Bir arter veya ven tıkandığında,
tıkalı olan yerin çevresinde yeni vasküler kanallar oluşmaya başlar ve etkilenen dokuya kısmen
de olsa kanın tekrar gitmesini sağlar. Bu olaydaki ilk basamak tıkalı yerin altında ve üstünde kalan
alanlar arasında bağlantıyı sağlayan çevre vasküler yatakta genişleme meydana gelmesidir. Bu
dilatasyon ilk 1-2 dakika içerisinde görülür ve ilgili küçük damarların düz kaslarının metabolik
nedenlerle gevşemesinden kaynaklanır. Kollateral damarların başlangıçta görülen bu genişlemesini
takiben kan akımı, dokunun ihtiyaçları için gerekli olan akımın genellikle dörtte birinden daha
azdır. Daha sonraki ilk saatlerde damarlarda daha fazla açılma meydana gelir ve 1 gün içinde
doku ihtiyaçlarının yarısı, bunu takip eden birkaç gün içinde de tamamı karşılanabilir.
Sempatik sinirlerin arteriyolleri kontrolü vazodilatasyon oluşumu için de kullanılabilir. Sempatik
sinirler nadiren tümüyle sakin fakat bazı orta hızlarda deşarjları organdan organa değiştiği için, her
zaman damarların intrensek tonusuna ek olarak biraz daha tonik kasılmaya neden olurlar.
Dilatasyon bu bazal seviyenin altında sempatik aktivitenin hızının azalması ile sağlanabilir.
Deri, sempatik sinirlerin oynadığı rolün en iyi örneğini gösterir. Oda ısısında deri
arteriyolleri sürekli sempatik deşarjın orta derecede etkisi altındadır. Uygun uyaran örneğin soğuk, korku, veya kan kaybı- bu sempatik deşarjın refleks artışına neden olur ve sonra
arteriyoller kasılır. Tersine, artmış vücut sıcaklığı refleks olarak derideki sempatik sinirleri inhibe
eder, arteriyoller gevşer ve vücut ısısını yayana kadar deri kızarır. Kollateral damar büyümesi
olaydan aylar sonra devam eder ve çoğu zaman tek ve büyük bir damar oluşturmak yerine birçok
küçük kollateral damar oluşumu şeklinde kendini gösterir. Dinlenme halinde kan akımı
genellikle normal iken doku aktivitesi arttığında yeni oluşan kanallar maksimum kan
akımı sağlamakta ender olarak yeterlidir. Sonuç olarak, kollateral damarların gelişimi akut ve
uzun süreli yerel kan akımı kontrol mekanizmalarının genel ilkelerini izler. Akut kontrol hızlı bir
metabolik dilatasyona neden olurken, olay haftalar ve aylar içerisinde damarların büyümesi ve
yeni damarlar oluşması ile devam eder. Kollateral kan damarlarının oluşumuna en önemli
örnek koroner damarlardan birinin trombüs sonucunda tıkanmasından sonra
görülmektedir. Altmış yaşına gelen hemen hemen bütün insanların en az bir küçük
koroner damarı kısmen veya tamamen tıkanmıştır. Yine birçok insan bu olayın farkında
değildir; çünkü kollateral damarlar hızla gelişerek miyokard hasarı oluşmasını engellemektedir.
B. Ekstrensek Kontrol
Sempatik Sinirler
Çoğu arteriyol sempatik postgangliyonik sinir liflerinden yoğun olarak beslenir. Bu sinirler
esas olarak, damar düz kas alfa adrenerjik reseptörlerine bağlanarak vazokonstriksiyona neden
olan norepinefrin salgılar. Tersine, ileti sistemini kapsayan kalp kasındaki norepinefrin
reseptörlerini hatırlarsak, esas olarak beta adrenerjiktirler. Bu, kalpte norepinefrin
aktivitesinin bloke edilmesi için beta adrenerjik antagonistlerin farmakolojik kullanımına izin verir
fakat arteriyoller için değil ve tersine onlar için alfa adrenerjik antagonistler kullanılır.
Aktif hiperemi ve akım otoregülasyonunun tersine, sempatik sinirlerin kan damarları
için esas fonksiyonu, lokal metabolik ihtiyacın düzenlenmesi ve kan akımı ile ilişkili
değildir fakat tüm vücudun ihtiyacına hizmet eden reflekslerle ilişkilidir. Bu sinirleri
kullanan en yaygın refleks tüm vücuttaki arteriyol direncini etkileyerek arter kan basıncını
229
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
düzenlemektir Diğer refleksler özel bir fonksiyonu başarmak için kan akımını yeniden dağıtır (bir
önceki örnekteki gibi, deriden ısı kaybının arttırılması).
Parasempatik Sinirler
Birkaç istisna ile, arteriyollerin önemli parasempatik innervasyonu çok azdır ya da yoktur.
Diğer deyimle, kan damarlarının büyük çoğunluğu sempatik innervasyon alır fakat
parasempatik uyarı almaz. Bu, çoğu dokuda görülen çift yönlü otonom innervasyon
paterni ile terstir.
Non-kolinerjik, non-adrenerjik Otonom Sinirler
Otonom postgangliyonik sinirlerin, Ne asetilkolin ne de norepinefrin salgıladıkları için,
kolinerjik olmayan, adrenerjik olmayan olarak sınıflandırılan bir grubu vardır. Yerine
vazodilatör olan nitrik oksit ve olasılıkla diğer kolinerjik olmayan vazodilatör maddeleri
salgılar. Bu sinirler kısmen, sindirim sisteminin, kan damarlarının kontrolünde önemli bir rol
oynayan barsak sinir sisteminde göze çarparlar. Bu sinirler aynı zamanda diğer bazı yerlerdeki,
örneğin ereksiyona aracılık ettikleri penisteki arteriyolleri innerve ederler.
Hormonlar
Antidiüretik hormon (ADH), anjiyotensin II (Ang-ll), atriyal natriüretik peptit (ANP) ve
epinefrin gibi dolaşımdaki birçok hormon direnç damarlarının düzenlenmesinde görev alırlar.
1. Antidiüretik hormon (ADH): ADH aynı zamanda arjinin vazopressin diye de bilinir. Doku
ozmolaritesi arttığı ya da kan volümü azaldığı zaman arka hipofizden salınır. Başlıca görevi
böbrek su tutulumunu kontrol ederek hücredışı sıvı hacmini düzenlemektir fakat eğer
dolaşımdaki miktarları yeterince yüksekse (örn hemorajide olduğu gibi), vazokonstriksiyona da
sebep olabilir. ADH’ın damar düz kas hücreleri (DDKH) üzerine direkt etkisi ADH V1
reseptörleri üzerinden olur.
2. Anjiyotensin II: Ang-ll güçlü bir vazokonstriktördür. Böbrek arter basıncı düştüğü zaman
kan dolaşımında belirir. Sempatik sistemin aktive olması da Ang-ll salınımını tetikler. Ang-ll,
DDKH üzerine olan etkisini AT1A reseptörleri aracılığı ile gerçekleştirir.
3. ANP: Kalp atriyumları tarafından salgılanan bu hormon etkin bir vazodilatatördür. Bu
hormon ve onun böbreklerdeki aktivitesi, arteriyollerin kontrolünde oynadığı yaygın fizyolojik
rolü bulunmaktadır. Ayrıca böbreklerde Na+ reabsorbsiyonunu inhibe etmede etkilidir. ANP
sekresyonu vücutta aşırı Na+ olduğunda artar buradaki uyaran atriyal gerimdeki artmadır.
4. Epinefrin: Epinefrin adrenal medullada üretilir ve SSS aktivasyonu süresince salınımı devam
eder. Esas etkisi miyokart konraktilitesini ve kalp hızını artırmaktır ama aynı zamanda DDKH
üzerindeki α1-adrenerjik reseptörlerine bağlanarak SSS aracılı vazokonstriksiyonu başlatır. Bazı
dolaşım bölgelerindeki (örn iskelet gibi) direnç damarları, epinefrin aracılı vazodilatasyon
yapan β2-adrenerjik reseptörleri ifade eder (Sekil 12-35). İskelet sistemi damar yatağında bulunan
bu yolak "savaş ya da kaç' cevabında kaslara kan akımı artışını kolaylaştırıyor olabilir.
230
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
Endotelyal Kontrol
Endotelyal duvarın direnç damarları nitrik oksit (NO), prostaglandinler (PGs), endotelyum
kaynaklı hiperpolarize edici faktör (EDHF) ve endotelinler (ETs) gibi çok sayıda vazoaktif
bileşiğe aracılık görevi yaparlar.
1. Nitrik Oksit: NO hem arterlere hem ve venlere etki eden güçlü bir vazodilatördür. Aynı
zamanda endotel kaynaklı gevşetici faktör (EDRF) olarak da bilinir. Hücre içi Ca+2
konsantrasyonu artışını takiben yapısal endotelyal NO sentaz (eNOS ya da tip II NOS)
tarafından sentezlenir. NO, in vivo yarı ömrü 10 saniyeden daha az olan bir gazdır ki bu da
yüksek ölçüde yerel etki gösterdiğinin belirtisidir. Endotel hücre zarından komşu DDKH'lerine
doğru difüze olur ve guanil siklazı aktive eder. Artan siklik guanozin monofosfat (cGMP)
seviyeleri, cGMP bağımlı protein kinazın fosforillenmesine sebep olur ve miyozin hafif
zincir kinazı inhibe eder. Aynı zamanda SERCA (SR Ca+2 ATPaz) pompasını da
fosforilleyip aktivitesini artırarak hücre içi Ca+2 konsantrasyonunun düşmesine neden olur.
Sonuçta vazodilatasyona sebep olarak kan akışını artırır. NO birçok vazodilatörün etkisine
aracılık eder. Yerel modülatörler, asetilkolin, substans P, adenozin trifosfat gibi
nörotransmitterler, bradikinin, trombin, akımla indüklenen kayma stresi (shear stress) ve septik
şoka sebebiyet veren bakteriyel endotoksinler bunlar arasında sayılabilir. Bu artmış “shear stres”e
cevapta arter endoteli PGI2 salgılar, nitrik oksit miktarı artar ve ET-1 miktarı azalır. Bütün bu
değişiklikler arter damar düz kasının gevşemesine ve arterin genişlemesine neden olur. Akımla
oluşturulan bu arter vazodilatasyonu (arteriyol akım otoregülasyonundan ayrı
düşünülmelidir) arterlerin yeniden modellenmesinde ve bazı koşullarda dokulara en iyi şekilde
kan sağlanmasında önemli olabilir.
2. Prostaglandinler: Araşidonik asitten sentezlenen vazoaktif PG’ler endotel kaynaklıdır. PGE
(PGE1, PGE2, PGE3) ve PGI2 (prostasiklin) birçok vasküler yatakta DDKH’nin
gevşemesine neden olurken PGF (PGF1 PGF2α,PGF3α) ve tromboksan A2 vazokonstriktör
olarak görev yaparlar.
Dolaşım Hiyerarşisi
Şimdiye kadar olan kısımda vasküler yataklarda dolaşımın düzenlenmesiyle ilgili mekanizmalar
tanımlandı. Pratikte, an be an kontrol, MSS'nin tüm organizmanın ihtiyaçlarını karşılayacak
şekilde hazırladığı miktara karşı, dokunun aktivitesini sürdürmesi için gerekli olan akım
miktarın değerlendirilmesi ile gerçekleşir. Böylece arteriyel basıncı tehdit eden bir durum
olduğunda MSS, kalp debisinin (KD) belli damar yataklarından mahrum edip, önemli
organların kanlanmasının devamını sağlayabilir. Farklı organların kan akımına olan ihtiyaçları ve
bu akımı sağlamaları, dolaşımsal hiyerarşiyi doğurmuştur. Listenin başında beyin, miyokart ve
iskelet kası (egzersiz sırasında) dolaşımları yer alır. Burada, merkezi kontrol
mekanizmalarının hemen hemen hiç etkisi yoktur, baskın güç yerel kontrol mekanizmasıdır.
Hiyerarşik düzende listenin en altındaki organlar ise bağırsaklar, böbrekler, deri gibi
optimal koşullarda kanlanması sağlanan organlardır. Ancak eğer arteriyel basıncın
korunması gerekiyorsa bu organların kan akımlarından kesintiye gidilir.
3. Endotel kaynaklı hiperpolarize edici faktör: EDHF, DDKH’lerin plazma zarlarındaki K+
kanallarının açılmasına sebep olur. Zarın hiperpolarize olması zar Ca+2 geçirgenliğini azaltarak
hücre içi Ca+2 seviyesini düşürür ve vazodilatasyona sebep olur.
231
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
4. Endotelinler: ET’ler Ang-ll, mekanik travma ve hipoksi gibi uyaranlara cevap olarak
endotel hücreleri tarafından sentezlenen ve salınan bir peptid grubunun üyesidir. ET-1,
DDKH membranları üzerindeki ETA reseptörlerine bağlanarak IP3 yoluyla hücre içi Ca+2
artışına tetikleyen güçlü bir vazokonstriktördür.
İyonlar ve Diğer Kimyasal Faktörlerle Vasküler Kontrol
Birçok farklı iyon ve kimyasal faktör kan damarlarında gevşeme veya kasılmaya yol açabilir.
Bunların birçoğunun dolaşımın genel düzenlenmesinde küçük bir rolü olmakla beraber özel
etkileri aşağıda anlatıldığı gibidir.
1. Ca+2 iyon konsantrasyonunda artma vazokonstriksiyona neden olur. Bu etki
kalsiyumun düz kas kasılmasını uyarıcı özelliğinden kaynaklanır.
2. K+ iyonkonsantrasyonunda artma vazodilatasyona neden olur. Bu etki potasyum
iyonlarının düz kas kasılmasını inhibe etmesine bağlıdır.
3. Mg++ iyon konsantrasyonunda artma magnezyum iyonlarının düz kas kasılmasını
inhibe edici etkisi nedeniyle güçlü bir vazodilatasyona neden olur.
4. H+ iyon konsantrasyonunun artması (pHda azalma) arteriyollerde vazodilatasyona
neden olur. Bunun aksine, hafif derecede azalma arteriyollerde daralmaya yol açar.
5. Asetat ve sitrat gibi anyonlarınkan damarları üzerinde hafif derecede
vazodilatasyona neden olan anlamlı etkileri bulunur.
6. CO2 konsantrasyonunda artma birçok dokuda orta derecede, beyinde ise belirgin
vazodilatasyona neden olur. Karbondioksit beyindeki vazomotor merkeze etkili olması ile
çok güçlü dolaylı bir etki meydana getirerek sempatik vazokonstriktör sistem aracılığı ile tüm
vücutta belirgin vazokonstriksiyona neden olur.
Bazı Özgül Dokularda Kan Akımının Özel Kontrolü ve Endotel
Yerel kan akımının kontrolünde önemli olan genel mekanizmalar vücuttaki tüm dokularda geçerli
olmakla beraber bazı özel alanlarda tamamen farklı mekanizmalar işlev görmektedir. Bu
konular metin içinde ilgili organlar söz konusu olduğu zaman tartışılacaktır, fakat iki belirgin
farklılığa değinmek yerinde olacaktır.
Endotel: Endotel damar duvarı ve dolşan kan arasında tek sıra endotel hücresinden oluşmuş
fonksiyonel bir bariyerdir. İnsan dolaşım sisteminde 1000 m2 alana sahip yaklaşık 5 kalp
ağırlığında vücudumuzun en büyük endokrin bezidir. Normal olarak endotel pıhtılaşmayı
önleyici antikoagülan, fibrin parçalayıcı fibrinolitik, trombosit yapışmasını engeleyici
antitromboist özelliktedir.
232
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
ŞEKİL 4.20
Endotelin foksiyonu.,Kısaltmalar: AGE'ler, ileri glikasyon son ürünleri; COX 2, siklooksijenaz 2; DAG, diasilgliserol; eNOS,
endotelyal nitrik oksit sentaz; ET-1, endotelin; ET A , bir endotelin reseptörü; ET B , endotelin-reseptör; ICAM-1, adezyon molekülü 1; İs,
interlökinler; MCP1, monosit kemotaktik protein-1; NO, nitrik oksit; OxLDL, okside LDL; NF KappaB, nükleer faktör KappaB; PGI 2 ,
prostasiklin; PGIS, prostasiklin sentez; PKC, protein kinaz ° C; PLC fosfolipaz ° C; ROS, reaktif oksijen türleri; TNF, tümör nekroz faktörü; TXA 2 ,
tromboksan 2 ; VCAM1, vasküler hücre yapışma molekülü
Lipoprotein ve eikozanoidlerin metabolizmasında, yüksek molekül ağırlığına sahip
lipoproteinlerin uygun zaman ve dokulara geçişimde, kan kaynaklı sinyal moleküllerin iletimde,
vasküler(damarların büyümesinde) büyüme, lökosit ahdezyununda, bağışıklık oluşmasında katkısı
ve görevi vardır.
Gevşetici faktörler:
•
•
•
Nitrik oksit
Prostasiklin
Brakinin
ŞEKİL 4.20
Kasıcı faktörler
• Endotelin
• Tromboksan A2
• Prostaglandib H2
• Anjitensin II
• Serbest radikallar
NO bağlı damarlarda genişleme (vazodilasyon)
233
H A Y V A N
Küçük
moleküller
Lipidler
Proteinler
F İ Z Y O L O J İ S İ
Histamin, Serbest radikaller, EDRF=NO
Prostaglandinler, PGI2, Prostasiklin, Lökotrienler, PAF(platelet
aktivaysyon faktörü)
Endotelin-1, Büyüme faktörleri, Adhezyon molekülleri (ICAM,
intraselüler ahdezyon molekülü, VCAM, vasküler adhezyon molekülü,
PECAM, platelit endotel ahdezyun molekülü, E-selekti, P-selektin,
Heparinsülfat, t-PA doku plazmojen aktivatörü, vWf won Willebrand
faktörü,MHC-II , ACE
Endotelin hiperglisemi ve lipid metabolizması fonksiyonu üzerine Etkileri :
Hiperglisemi, nitrik oksit ve PGI biyoyararlılığını azaltır. Vazokonstriktör Prostanoidler, PKC
ve endotelin sentezini arttırır. İltihap, yaralanma ya da yükselen LDL kolesterol sonunda endotel
hücre aktivasyonu oluşur, Bunun sonunda vasküler endotelyuma yapışması ve monositlerin göçü
gözlenir. İnfilamasyon olan yerde makrofajlar oluşur. Endotel hücreleri, düz kas hücreleri ve
makrofajlar tarafından Reaktif azot ve oksijen türleri üretilir, LDL değişikliğinin katkısyla;
okside LDL makrofaj yüzeyinde CD36 tarafından tanınır ve bağlanır. Kolesteril esterlerin
birikmesi ve sitokinler makrofajların köpük hücrelerine dönüşmesine yol açar. Hiperglisemik
nitrik oksit inaktiveasyonu AGE lerin geri dönüşümsüz oluşumuna neden olur. Aynı zamanda
sitokinlerin fazla salgılanmasına yol açar. Reaktif oksijen türleri oluştumu, makrofajları ile ilgilidir
ROS matriks proteinleri ve integrinler ile etkileşimlerini etkiler, hücre içi proteinlerin ile kovalent
bağlar oluşturlar. Endotel ve makrofaj hücrelerinde gen ekspresyonu etkiler.
1. Böbreklerde kan akımının kontrolü tübüloglomerüler geribildirim adı verilen bir
mekanizma ile olmaktadır. Buna göre, distal tübülün başlangıç kısımlarındaki sıvının içeriği,
makula densa adı verilen bir tübül epitel yapısı tarafından saptanmaktadır. Makula densa,
nefronda jukstaglomerüler aygıt hizasında distal tübülün aferent ve eferent arteriyollere
komşu olduğu bölgede yerleşmiştir. Glomerüllerde, fazla miktarda sıvı kandan tübül sistemi
içine filtre olduğunda makula densada oluşan geribildirim sinyalleri aferent arteriyollerde
kasılmaya neden olur. Bu şekilde böbrek kan akımı ve glomerüler filtrasyon oranı normal
düzeyine doğru geri döner.
1-Otoregülasyon,
2. Beyin kan akımının düzenlenmesinde etkili faktörler:
Özellikle kimyasal faktörlere göre düşünülürse; beyinde kan
akımının doku oksijenasyonuna göre ayarlanmasının yanı sıra
karbondioksit ve hidrojen iyon konsantrasyonları da önemli bir
3-Sinirsel faktörler.
rol oynamaktadır. Bunların herhangi birinde veya her ikisinde
meydana gelen artış serebral damarları genişleterek biriken karbondioksit ve hidrojen
iyonlarının ortamdan uzaklaştırılmasını sağlar. Bu, beynin uyarılabilme düzeyinin
karbondioksit ve hidrojen iyon konsantrasyonlarının hassas kontrolüne bağlı olması nedeniyle
önemlidir.
2-Kimyasal faktörler,
3. Deride, kan akımı kontrolü vücut sıcaklığının düzenlenmesi ile yakın ilişkilidir.
Kutanöz ve subkutanöz akım, merkezden vücut yüzeyine (sıcaklığın uzaklaştırıldığı yer) olan
234
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
sıcaklık akımını ölçerek vücuttan sıcaklık kaybını düzenler. Deri kan akımı santral sinir sisteminin
sempatik sinirleri ile kontrol edilir. Serin havada deri kan akımı 100 g doku başına sadece 3
ml/dak iken, gerekli durumlarda büyük değişiklikler gerçekleşebilir. Vücut sıcaklığı
arttığında, deri kan akımı pek çok kat artabilir. Tüm vücuttaki kan akımı 7-8 L/dak’a
ulaşabilir. Vücut sıcaklığı düştüğünde, deri kan akımı azalır ve çok düşük sıcaklıklarda sıfırın
biraz üzerindedir. Ciddi damar daralması durumunda bile deri kan akımı genellikle bazal
metabolik ihtiyaçları karşılamaya yeterlidir.
1-Lokal kontrol,
2-Sinirsel kontrol,
3-Arteriyel kan basıncı,
4-Kalp frekansı.
4. Koroner kan akımının kontrolü şu faktörlere
bağlıdır:
Kalp frekansı ileri derecede arttığı zaman diyastol
süresi kısalır. Koroner dolaşımın yüzde yetmişi
diyastol süresinde olduğu için ileri derecedeki
taşikardilerde koroner akım azalır. Ancak orta
derecede frekans artışında miyokard metabolizmasının yükselmesi koroner dolaşımı arttırır.
Kapillerde madde taşıma yolları
Kapiller kan damarı temel olarak 3 tiptir.
1.Çeperleri sürekli (penceresiz) kapillerler Sıvı ve yağda eriyen madde filtarsyonuna izin
verir.
2.Çeperleri pencereli kapillerler Böbrek glomerulus, iç-dış salgı bezleri, pleksus
koroideus, ince barsak villuslarında bulunur.
3.Kesintili çeperli kapillerler (sinüsoidler) Karaciğer, dalak, Büyük moleküller (prot.),
eritrositlerde bulunur yüksek seviyede madde geçisi izin verir.
1.
2.
3.
Filtrasyon
Difüzyon
Mikropinositoz
Maddelerin plazma ile interstisyel sıvı arasındaki en önemli
geçiş yolu; difüzyondur. Hidrostatik basınç (P), Osmotik
basınç (P) farkı ile gerçekleşir. Bir maddenin net difüzyon
hızı, membranın iki tarafı arasındaki konsantrasyon farkı ile
doğru orantılıdır; difüzyon için %1 lik fark bile yeterlidir.
Kapiller membrandan sıvı geçişi: Starling güçleri;
1. Kapiller Hidrostatik Basınç (Pk) Sıvıyı kapiller damardan dışarı iten güç
2. İnterstisyel sıvı basıncı (Pi)(+): Sıvıyı interstisyumdan kapiller damarın içine iten (-): ters
yönde hareketlendiren güç
3.Plazma kolloid osmotik (Onkotik) basıncı (πp) Kapiller damarın içine doğru sıvı osmozuna
neden olan güç
4. İnterstisyel sıvı kolloid osmotik (Onkotik) basıncı (ui) sıvının kapiller damardan dışarı
osmozunu sağlayan güç.
Sıvıyı dışarıya doğru iten ortalama güçler
Ortalama kapiller basınç
Negatif interstisyel serbest sıvı basıncı
İnterstisyel sıvı koiloid osmotik basıncı
DIŞARIYA İTEN GÜÇLERİN TOPLAMI
Sıvıyı içeriye doğru iten ortalama güçler
Plazma koiloid osmotik basıncı
İÇERİYE İTEN GÜÇLERİN TOPLAMI
mmHg
17.3
3.0
8.0
28.3
28.0
28.0
235
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
Lenf sistemi
Kardiyovasküler sistem farklı olarak , lenf sistemi, kapalı bir sistem değildir. İnsan dolaşım sistemi
ortalama günde 20 litrelik süzüntüyü yani plazması dokulara bırakır. Bu plazmanın yaklaşık
olarak 17 litresi, kan damarları içine doku sıvısıı olarak terkrar alınır. Geriye kalan 3 litre ise , lenf
sistemi tarafından dokudan geri alınır. Lenf sistemi kan dolaşımı gibi doku ve hücrelerdeki artık
maddeleri toplar, fakat lenf sisteminin bu transport işlemi oldukça farklıdır. Kan dolaşımı atre
ve ven damarlardan oluşurken, lenf sistemi tek yönlü yol gibi sadece toplama işlemi yapar.
Hücreler arasında kalan artık maddeleri lenf sistemi alarak ana lenf damarına (kanalına)
ulaştırır, bu kanalda artık maddeleri toplar damarlara verir. İnterstiyel sıvıya geçen sıvının(plazma
sıvısının) 1/10 u lenfatik kapillerler ile kana döner (2-3 lt/gün). Kılcal damarın venül
kısımların bir miktar doku sıvısı kana geri emilir. Buna karşın doku sıvısıyla dokular arası
sıvıya sızmış olan kan proteinleri doku sıvlarıyla lenf dolaşımı aracıyla tekrar kan
dolaşımına döner. Lenf akımı belirleyen başlıca faktörler:
1. Interstisyel sıvı basıncı
Lenf dolaşımı
dokupompa
sıvınınaktivitesi
interstisyel
alandan kana akmasını sağlayan alternatif bir yol
2. Lenfatik
ile belirlenir.
oluşturur. Lenf torasik kanal ile internal juguler ven-subklavian venin birleşim noktasında
venöz sisteme boşalır. Lenf sistemi doku arasındaki maddelerin temizlenmesinde görev
alır. Özellikle fazla sıvının ve doku sıvısındaki proteinleri lenfle uzaklaştırılır. Lenf akımı
vücud aksarsa (kanın osmotik yapının değişmesi, lenf kapillerinin ve damarlarının
tıkanması, doku osmotik basınçının değişmesi) dokularda ödem meydana gelir. Lenf
sistemin diğer ana işlev bağışıklık sistemi olarak görev yapmasıdır. Lenf sıvısı kan plazması çok
benzer, lenf sıvısında lenfositler ve diğer beyaz kan hücreleri ile atık ürünler ve bakteri ve protein
ve te hücre artıkları bulunur.
Lenf sistemi
Lenfatik sistem veya lenf sistemi lenf
sıvısı, lenf damarları ve lenf
düğümlerinden oluşan bir organ
sistemidir. Dolaşım sisteminden
bağımsız olarak çalışan lenfatik
sistem bağışıklık sistemi içeriğini yine
dolaşım sistemine boşaltır ve genel
olarak bağışıklıkta rol alır. Lenf
sistemi kan dolaşımı gibi doku ve
hücrelerdeki artık maddeleri toplar.
Kan dolaşımı atar ve toplar
damarlardan oluşurken, lenf sistemi
tek yönlü yol gibi sadece toplama
işlemi yapar. Hücreler arasında kalan
artık maddeleri lenf sistemi alarak ana
lenf damarına (kanalına) ulaştırır, bu
kanalda artık maddeleri toplar
damarlara verir.
ŞEKİL 4.20
Lenf damarı
Lenfatik kapillerler, kapiller endotel hücreleri bağ dokusuna bağlayıcı filamentler ile
tutunur. İçinde geri akıma izin vermeyen valf sistemi vardır. Protein konsantrasyonu 3-5 g/dl
Besin maddelerinin absorpsiyonu (özellikle yağ), bakterilerin etkisizleştirilmesi Interstisyel sıvı
basıncını artıran faktörler; Kapiller basınç artışı Plazma onkotik basıncının düsmesi Interst. Sıvı
protein artışı Kapiller permiabilite artısı ile artar. Yalnızca 2 -3 mmHg olan interstisyel sıvı
236
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
basıncı, atmosferik basıncın (0 mmHg) biraz üzerine çıkması ile lenf akımı ~20 kat
artar.
Lenf kapilleri
Lenfatik sistem
damarlarının başlangıcıdır.
Değişen çapta lümene sahip
az gelişmiş bazal membrana
sahip son derece ince bir
endotelyumla kaplanmıştır.
ŞEKİL 4.21 Lenf kapilleri
Lenf akımını; Lenf damarları duvarındaki düz kasın sıvı ile gerilme sonucu otomatik
olarak kasılması ve valfler arasındaki segmentin otomatik pompa gibi çalışarak sıvıyı
ilerletmesi ile olur. Toplayıcı lenfatikler başlangıç lenfatiklerin birleşmesiyle meydana gelir.
Başlangıç lenfatikleri kapiller damarın aynı işlevi görür(analogtur). Toplayıc kanallarda
Lenfaniyonlara ve her 6–20 mm bir kapaçıklara sahiptir. Toplayıcı lenfatikler lenf
düğümlerine açılır. Lenf düğümleri akyuvarlar hücrelerinden (lenfositler) üretirler Lenf
düğümleri lenfleri filtre eder, içinde olası tüm mikroorganzimaları fagositozla yok eder.
Lenf dolaşımı lenf düğümlerinden sonra sistemik dolaşıma katılmak üzere santral kanallarla iki
noktadan venlere bağlanır. Bacaklar ve barsakların lenfatikleri, sisterna şili ile birleşip duktus
torasikusu oluşturur, Sol kol ve yüzün sol tarafı duktus torasikus lenf taşır. Sonunda sol
taraftaki lenf akımı sol köprüçük altı toplardamarına(Sol Subklavian vene) dökülür. Sağ kol
ve yüzün sağ tarafı sağ lenfatik kanalar ise sağ köprüçük altı toplardamarına(Sağ Subklavian
vene ) dökülür. Lenf sistemin dokulardan yeterince sıvıyı almaması durumunda dokularda
sıvısının artışı (ödem) meydana gelir. Ödeme yol açan başlıca faktörler:
o Filtrasyon basıncının artması
o Arteriyollerin genişlemesi
o Venöz basıncın artması (yerçekimi, kalp yetersizliği, vena kapakcıklarının yetersizliği,
venaların tıkanması, ekstrasellüler sıvının total hacminin artışı gibi)
o Kapiller çeperleri hizasında osmotik basınç gradyanının azalması
o Plazma protein düzeyinin düşmesi
o İnterstisyel alanda osmotik aktif metabolizma ürünlerinin birikmesi
o Kapiller permeabilitesinin artması
o Histamin ve benzeri maddeler
o Kininler ve Lenf akımının yetersizliği
237
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
Kan Fizyolojisi
Kan doku özelleşmiş bir bağ doku elemanlarındandır. Her bağ dokusu gibi iki ana birleşeni
vardır. Sıvı haldeki matriks plazma ve şekilli elemanlar ya da hücrelerinden meydana gelir.
Kanın temel görevleri başlıcaları;
Taşıma Oksijen, besin maddeleri, atıklar, hormonlar, enzimler vs
Düzenleme Isı, pH, tuz ve sıvı dengesi, osmotik basınç, hormonal kontrol vs
Koruma Kan kaybına karşı (pıhtılaşma), enfeksiyonlara karşı (immün sistem) vs
Kan hacmi vücut ağırlığının % 8’ilik kısmını oluşturur. Kan miktarı yaş, cinsiyet, vücut
tipine bağlı olarak değişir. Erkeklerde 5-6 litre, Kadınlarda 4-5 litre kan bulunur. Buna
karşın yenidoğanda vücuda göre daha fazla kan vardır. Kan hücreler(yüzde 45’lık
kısmı) ve sıvı kısmından(Plazma yüzde 55’lik) kısım dan oluşur. Kan hacmi plazma
kısmını gereğinde vücudun diğer kısımları ile tamamlanırken (ekstrasellüler sıvı ile)
plazma aynı zamanda vucud içinde sıvı dağılımın (alınmasını ve verilmesinin) sağlar.
Sindirim sistemi ile alınan tüm maddelerin hücrelere, hücrelerede oluşan tüm atık
madddelerinde akçiğer, böbrekler, karaciğer gibi organlara taşınması kan ile yapılır
Hemotokrit
Hematokrit, kırmızı kan hücrelerinin
oluşturduğu hacmin, toplam kan
hacmine oranıdır. Hematokritin
normal değerleri yaş ve cinsiyete bağlı
olarak değişmekte olup erişkin bir
erkekte %42-52, kadında %36-46.
aralığındadır. İnce uzun tüpe alınan
kan sentrifüj makinasına konulur.
Kanın içindeki ağır olan hücreler dibe
çökerken daha hafif olan plazma
üstte kalır. Plazma ve kan
hücrelerinin arasındaki sınır değeri
okunur
ŞEKİL 4.22 Kan, şekil elemanlar ve plazma
Plazma Proteinleri
Kanın yüzde %55 kısmını oluşturan sıvı kısmı plazmada 3 tip protein vardır.
Albüminler toplam proteinlerin %52-68’i, olşturur en önemli fonksiyonu taşıyıcı olmaları
(Transferin demiri, Seroplasmin Bakır) ve kan osmotik basınçını (300 mOsm)
oluşturmalarıdır. Diğer bir protein protrombin (kan pıhtılaşmasından sorumlu olan prolitik
bir proenzim) hemostazda görevlidir. Plazma proteinlerinin yaklaşık %60’ını oluşturur.
Plazmadaki miktarı normalde 3.5- 4.5 g/dl’dir. Molekül ağırlıkları çok düşüktür (69.000
238
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
dalton). Yapıca küçük, sayıca çok olmasından dolayı albumin plazma protein osmotik
basıncının %80’inden sorumludur. Kan ile doku sıvıları arasında osmotik dengenin
ayarlanmasında önemli rol oynar. Plazma albumin miktarı düşerse bunun sonucunda kanda
sıvı kaybı buna karşılık interstisyel boşlukta sıvı birikimi (periferal ödem) gözlenir.
Osmotik rolü yanısıra albumin plazmada birçok maddeye bağlanarak onların çözülmesini
sağlar ve böylelikle plazma transportunda da önemli görev alır. Albuminin bağlandığı
maddelerden bazıları: İlaçlardan; barbituratlar ve penisilin, pigmentlerden; bilirubin ve
ürobilin, hormonlardan; tiroksin ve diğer maddelerden de yağ asitleri ile safra asit
tuzlarını sayabiliriz. Globülinler toplam proteinlerin %38’i oluştur. Alfa 1-2, Beta 1-2 ve
Ig ler tipleri(IgE, IgM, IgD vb) vardır, özelikle Antikorlar (immünite) olarak görev
yaparlar. Toplam plazma proteininin yaklaşık % 40’ı globulindir. Bu % 40’ın; %4’ü alfa-1,
%8’i alfa-2, %7’si beta-1, %4’ü beta-2 ve %17’si gamma globulindir. Alfa-1
globulinlerin çoğunluğu glikoprotein (karbonhidrata bağlanan protein) az bir miktarı ise
lipoproteindir (lipide bağlanan protein). HDL (high density lipoprotein) yada iyi huylu
lipoprotein) lipid transportunda görev alır ve kolesterolün arterlerin duvarlarına yapışmasını
engeller. Alfa-1 grubunun diğer proteinleri tiroksin bağlayan globulin, kortizol bağlayan
globulin (transkortin) ve vitamin B12 bağlayan globulin (transkobalamin) dir. Bunlar
bağlandıkları maddelerin transportunu sağlarlar. Alfa-2 globulinler; haptoglobini (serbest
hemoglobine bağlanan ve böbrekten atılmasını engelleyen protein) ve
seruloplasmini (bakır içeren bir oksidaz enzimi) içerirler. Alfa-2 globulin yapısındaki
diğer proteinler protrombin (kan pıhtılaşmasında görev alır), eritropoetin (eritrosit
üretimini stimüle eden hormon) ve anjiotensinojen (kan basıncı, vücut sıvısı ve
elektrolit balansının düzenlenmesinde görev alan bir hormon) dir. Beta globulinler
(beta-1, beta-2) lipidlerin taşıyıcı proteinlerinin çoğunluğunu içerirler. Beta-1 lipoproteinleri,
diğer adıyla kötü huylu kolesterol LDL (Low density lipoprotein), kolesterolün arter
duvarlarında çökmesine neden olurlar yani damar ve kalp hastalıklarında rol
oynarlar. Beta globulinler tarafından taşınan diğer maddeler fosfolipidler, gliseridler, yağda
çözünen vitaminler ile bakır ve demir metalleridir. Bakır ve demir transportunda rol oynayan
transferrin bir beta globulindir. Kan proteinlerinin temel sentez yeri karaciğer olmasına
rahmen Lenfositler(B lenfositler) gibi kan hücreleride plazma içinde protein sentezlerler.
Kan proetinlerin kan pH sabit tutulmasını sağlar. Kan proteinleri komplement
sistemde(C1-C11) vücudu istilacı organizmalara karşı korur. Kan proteinleri kanın
pıhtlaşmasında(fibronojen) görev alır.
Gamma globulinler: Bağışıklık sisteminde antikor olarak görev alırlar. Antikorlar,
vücuda giren yabancı maddelerle yani antijenlerle bileşikler kurabilen moleküllerdir.
İmmunglobulinlerde denilen gama globulinler IgG, IgA, IgM, IgD ve IgE gruplarına
ayrılırlar.
IgG: Sağlıklı bir insanda immunglobulinlerin % 75’ini oluşturur. G1 , G2 , G3
tipinde 3 formu vardır. Mol. ağırlıkları 51.000- 60.000 arasında değişir. İmmun sistemde
pekçok antijene karşı sekonder yanıt şeklinde savunmada görev alırlar. Plasentadan
geçerek yeni doğan bebeğe bağışıklık sağlar. Kompleman sisteminde klasik yolu aktive
ederek antijenle savaşır.
IgA: IgA1 ve IgA2 diye 2 tipi vardır. Mol ağırlığı 52.000-56.000 arasındadır.
Mukus salgısı yapan epitel hücrelerinin membranlarında ve sekresyon sıvılarında bulunur.
IgA antikor reseptörünü taşıyan epitel hücreleri, sindirim kanalı, akciğer, meme
dokusu, ürogenital sistem gibi dışa açılan sistemlerde yaygın bir savunma hattı
oluştururlar. Mukus sıvısında bulunabilecek viral ve bakteriel antijenler, bu reseptörlere bağlı
IgA antikorlarınca yakalanıp yok edilirler. Antijen bilgisi, sistemde yer alan microfold (M)
239
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
hücreleriyle alt tabakalardaki lenfoblastlara da iletilirler. Bu şekilde o antijene özgü IgA
antikor sentezi artar. IgA lenf yoluyla diğer sistemlere taşınır. Amaç, gelebilecek antijen
saldırısına karşı organlarda önlem almak, onları korumaktır.
IgM: Mol ağırlığı 70.000 olup, en büyük antikor tipidir. Bağışıklık sisteminde,
antijenik uyarıya karşı primer yanıt olarak oluşan ilk antikor grubudur. Kompleman
fiksasyonunda etkilidir. T lenfositlerin başedemediği antijenleri opsoninleyerek savaşırlar.
Antijen spektrumları çok geniştir.
IgE: Bazofil ve mast hücrelerinin uyarılmasıyla görevlidirler. Bu hücrelerin
yüzeyindeki Fc reseptörlerine bağlanarak onları aktive ederler. Aşırı duyarlılık
reaksiyonlarında ve enfeksiyonlara karşı korunmada çok önemlidirler.
IgD: Serumda çok düşük düzeyde bulunan bir antikor tipidir. Fonksiyonu tam
olarak bilinmemektedir. IgD reseptörlerinin B lenfosit yüzeyinde sıkça bulunması,
antikor sentezinin kontrolünde etkili olabileceğini düşündürmektedir.
Fibrinojen: Plazma proteinlerinin % 0.3’nü oluşturan fibrinojen karaciğerde
yapılır. Çözünebilir bir proteindir. Hemostazda trombinin etkisiyle çözünmez bir protein
olan fibrine dönüşerek pıhtılaşmada önemli rol oynar
Kan protein farklı görevleri vardır. Birincisi: Hücre beslenmesi için amino
asitlerin önemli rezerv kaynağı olarak hizmet ederler. Gerekirse; retiküloendotelyal
sistem hücreleri (Karaçiğer, dalak, akciğer ve lenfatik dokulardaki makrofajlar) plazma
proteinlerini içlerine alırlar, yıkıma uğratırlar ve amino asit komponentlerini kana
salgılayarak diğer hücrelerin bunları yeni protein yapımında kullanmalarını sağlarlar.
Plazma proteinlerinin ikinci görevi: Diğer moleküllere taşıyıcı olarak hizmet
etmeleridir. Küçük moleküllerin çoğu spesifik plazma proteinlerine bağlanarak
barsaklardan yada depo edildikleri organlardan diğer dokulara kullanılmak üzere taşınırlar.
Örneğin; demir kanda transferrin adı verilen transport proteinine bağlanarak taşınır.
İlaçlar, pigmentler, hormonlar ve iyonların birçoğuda kanda plazma proteinlerine
bağlanırlar.
Plazma proteinlerinin üçüncü görevi: Stabil kan pH'sının sağlanmasına
yardımcı olmak üzere tampon etkisi göstermektedirler. Kanın normal pH'sı 7.35- 7.40
arasındadır. Proteinler amfoteriktirler (serbest NH2 ve COOH içerirler). Yani pH'ya bağlı
olarak zayıf asit veya zayıf baz etkisi göstererek H+ yada OH- ile bağlanma
yeteneğindedirler. Genellikle zayıf baz etkisi göstererek ortamdaki fazla H+ 'ı bağlarlar ve
böylece kanı hafif alkali durumda tutmaya yardım ederler. Plazma proteinleri kanın
tamponlama yeteneğinin % 15'sinden sorumludurlar.
Dördüncü görevi: Birçok plazma proteini kan pıhtılaşmasını sağlayacak şekilde
spesifik yollarla interaksiyona girer. Kanın pıhtılaşması, vücudun vasküler
yaralanmaya verdiği yanıttır ve kan kaybının önlenmesi ile mikroorganizmalara karşı
korunmaya yardım eder.
Beşinci görevi: Plazma proteinleri suyun kan ve interstisyel sıvı arasında
dağılımını yönlendiren kolloid osmotik (onkotik) basıncı oluştururlar.
Normal plazmanın total osmotik basıncı yaklaşık 7.3 atm. (1 atm= 760 mmHg) ya
da 5550 mm Hg.dir. Plazma ile aynı osmotik basınca sahip olan solüsyonlar izotonik
olarak adlandırılır. İzotonik solüsyon (örneğin; % 0.9’ luk NaCl) içine yerleştirilen bir
eritrosit ne su alır nede su kaybeder. Plazmadan daha yüksek osmotik basınca sahip olan
solüsyonlar hipertonik, daha düşük osmotik basınca sahip olanlar ise hipotonik olarak
adlandırılır. Hipertonik solüsyona yerleştirilen eritrosit su kaybedip büzülürken, hipotonik
240
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
solüsyona konacak olursa şişer, patlar ve hemolize uğrar. Plazma, interstisyel sıvı ve
intrasellüler sıvı normalde osmotik dengede olduğu için homeostasis kritik olarak
plazmanın osmotik basıncının regülasyonuna dayanır. Normal Ekstra sellüer sıvı osmotik
basıncından herhangi bir sapma hücrelerin hacminde artmaya yada kayba,
dolayısıyla hücrelerin fonksiyon yapmamasına ve ölümüne neden olur.
Plazmanın total osmotik basıncının yaklaşık % 99.5'i su ile birlikte kapiller
membranlar boyunca rahatlıkla geçen moleküllere (örn: elektrolitler, üre, glikoz ve
diğerleri) bağlıdır. İnterstisyel sıvı için de durum aynıdır. Plazmanın total osmotik basıncına
plazma proteinlerinin katkısı yaklaşık % 0.5'dir ve plazmanın normal kolloid osmotik
basıncı 28 mmHg'dır (bunun 25 mmHg'sı proteinlerden, yaklaşık 3 mmHg'sı ise (-)
yüklü proteinlerin Na+ iyonunu tutmasından kaynaklanır) Plazma ve interstisyel sıvı
arasında su dağılımının regülasyonunda onkotik basınç önemli bir rol oynar, çünkü plazma
proteinleri kapiller membranlardan geçemezler. Kandan interstisyel sıvıya geçen az
miktardaki protein interstisyel sıvı içinde toplanmaz çünkü bunlar lenfatik sistem
tarafından uzaklaştırılır. Böylece kandan interstisyel sıvıya doğru bir protein
konsantrasyonu gradyanı sağlanır ve osmotik olarak su ile küçük moleküllerin plazma ve
interstisyel sıvı arasındaki hareketi yönlendirilir.
Kısaca plazma proteinleri temel işlevleri:
•
•
•
•
•
•
•
Viskoziteyi sağlamak
Onkotik basıncın oluşmasını sağlamak
Kan hacminin korunmasını sağlamak
Taşıma görevi
Asit-baz dengesini korumak
Beslenme-yapıtaşı
Pıhtılaşma, immün yanıt
Transferrin : Transferrin geriye dönüşümlü olarak demir, bakır, çinko, kobalt ve
kalsiyum bağlayabilmektedir.Yalnız bu katyonlardan demir ve bakırın bağlanması
fizyolojik önem taşımaktadır. Seruloplazmin (iki ferrik iyonu) Fe+2 iyonunun Fe+3
iyonuna yükseltgenerek transferrine bağlanmasını sağlamaktadır. Dolaşımdaki
transferrin moleküllerinin yarı ömrü 7 gündür. Vücudun demir yetersizliğinde, dolaşımın
transferrin düzeyi bir cevap olarak normal düzeyinin iki veya daha fazla katına
yükselmektedir. Bu durumda transferrin apoproteini bağırsaktan demiri daha fazla
çekebilmektedir. Bağırsaktan kazanılan demirle oluşan Tf-Fe+3 dolaşımla bu kez
karaciğer, RES gibi demir depolarına ulaşır ve oralarda serbestleşen demir, ferritin
veya hemosiderin sentezlerine katılır. Serbest halde toksik etkili olan demir,
organizmada gerek duyulan dokulara taşınmak üzere transferrin ile birleştiğinde
potansiyel toksisitesi azalmaktadır. Demir plazma içinde transferrine bağlı olarak ferrik
iyonu (Fe +3)şeklinde taşınır. Transferrin spesifik hücre reseptörlerine bağlanınca demiri
serbest bırakır. Ve bu kompleks içeri alınır. Demir ferritin veya hemosiderin olarak
depolanır veya hem proteini sentezinde kullanılır.
Seruloplazmin(Cp): Tek bir polipeptid zincirinden oluşan ve bir α2 globulin olan
seruloplazmin, molekül başına 6–8 demir atomu bağlamaktadır. Bakır oksidaz veya
ferrooksidaz adlarını alan enzimdir.(kofaktörü bakır) Enzim olmasının yanında bakır
vericisi fonksiyonuna sahiptir. Seruloplazmin iki değerlikli demir katyonunu (Fe +2) üç
değerlisine (Fe+3) oksidasyonu katalizleyen (Ferrooksidaz) enzimdir. Ferrooksidaz,
demirin transferine bağlanabilmesinden önce, hücre yüzeyinde ferro (Fe+2) forma
241
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
dönüşmesinde görev aldığından büyük öneme sahiptir. Enflamasyonda, ekzersizde,
gebelik sırasında ve östrojen uygulamalarında serum seruloplazmin düzeyi yükselir.
Uzun süre plazmanın major bakır taşıyıcı proteini olduğu düşünülen seruloplazminin
fonksiyonu tartışmalıdır. Sitokrom oksidaz, tirozinaz, süperoksit dismutaz gibi
birçok önemli enzimin metal kofaktörü olan bakır, erişkin bir kişinin vücudunda
çoğunluğu kemik, karaciğer ve kasta olmak üzere 100–150 mg kadar bulunmaktadır.
Plazmada bulunan bakırın %95 kadarını diyaliz ile ayrılmayan, seruloplazmine bağlı, % 5
kadarını ise diyaliz ile ayrılabilen ve albumin ile histidine gevşek olarak bağlı fraksiyonu
oluşturmaktadır. Barsaktan karaciğere albumine bağlanarak taşınan bakır, karaciğerde
seruloplazmin apoproteini ile birleşmekte ve moleküle sialik asit zincirleri
eklendikten sonra dolaşıma verilmektedir. Seruloplazmin antioksidan olarak görev
yapmaktadır. Organik bileşiklerin oksijen ile spontan oksidasyonu sonucu oluşan,
yaşam için tehlike yaratan bileşikler, plazma ve dokularda bulunan antioksidanlar
tarafından ortadan kaldırılmaktadırlar. Plazmada bulunan oksidan aktivitenin önemli bir
bölümünü seruloplazmin ve transferrin göstermektedir. Bir akut faz proteini olan ve akut
yanıtı sırasında konsantrasyonu % 50 artan seruloplazminin lipid peroksidasyonunu ve
serbest radikal oluşumunu önlediği düşünülmektedir Böbreklerde, KC’de biriken
bakır (siroza), beyinde biriken ise bazal ganglionlarda hasara, eritrositlerde biriken
bakır hemolitik anemiye yol açmaktadır. Korneada biriken bakır, kornea çevresinde
yeşil veya sarı renkli Kaiser-Fleisher halkası oluşturmaktadır. Wilson hastalığında
serum seruloplazmin düzeyi tipik biçimde düşüktür. Buna karşılık iyon bakır düzeyi serumda
yüksek bulunur. Bakırın üriner ekskresyonuda yüksektir.
Transkortin: Kanda dolaşan transkortizolün yaklaşık % 90’ı plazma
proteinlerine ve primer olarak da α- globuline bağlanmış bulunur. İşte kortizolün bu αglobuline bağlı biçimi kortikosteroid bağlayıcı globulin(CBG) veya transkortin olarak
adlandırılır. Kortizolü yüksek afiniteyle bağlayan bu molekül 56.000 dalton
ağırlığındadır. Aslında transkortin Androjen-bağlayan protein (sex hormon-bağlayan
protein-SBP)vitamin D bağlayan protein(DBP), retinol bağlayan protein(RBP) gibi
kabul edilir. Çünkü bütün bunlarda lipid veya benzeri ürün hormonunun özel taşıyıcısı
durumundadır. Serumda yetişkinlerde normal seviyesi 70 mg / L kadardır. Gebelik,
androjen veya östrojen uygulamalarında yükselir.
Plazma Lipidleri
Yağlar sindirim sisteminden yağ asidi ve gliserol olarak emilir ve barsakta
trigliseride dönüştükten sonra 0,5 mikron çapında partiküller halinde (şilomikron) kana
geçer. Kolesterol ve fosfolipidler ise barsakta değişime uğramadan absorbe olur.
Günlük diyetle fazla yağ alınırsa, plazmada yağ o kadar artabilir ki, süt gibi bir bulanıklık
oluşur. Buna lipemi denir. Açlıkta da yağ mobilizasyonunun artması nedeniyle lipemi
görülebilir. Kandaki iyonize yağ asitleri albuminle (esterleşmeyen yağ asidi), diğerleri
ise gliserol ve kolesterol esterleri şeklinde taşınır. Hücrelerin artan enerji gereksinimini
karşılamak üzere yağ tüketimi artınca kanda esterleşmemiş yağ asitleride çoğalır. Normal
koşullarda bir mol albumin 3 yağ asidi taşıdığı halde gerektiğinde 30 yağ asidini
taşıyabilir.
Plazma Karbonhidratları
Glikoz %90–110 mg, laktik asit %4–10 mg düzeyindedir. Sindirim sisteminden
karbon- hidratların % 80'i glikoz, gerisi fruktoz ve galaktoz halinde kana geçer.
Fruktoz ve galaktoz da karaciğerde glikoza çevrilir. Yemeklerden sonra %140 mg'a
çıkan kan şekeri, daha sonra %90 mg'a düşer. Kanda glikozun sabit bir düzeyde
tutulması hormonlar(insülin, glukogon) yardımıyla olmaktadır. Azaldığında karaciğer ve
242
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
kaslardaki glikojen depolarından kana glikoz çekilir. Bütün kanda 5 g glikoz vardır,
gerektiğinde organların kandan çektikleri glikoz saatte 7 g’ma yükselebilir. Kas çalışması
sırasında kanda düzeyi yükselen laktik asitten karaciğer glikojen yapabilir.
Plazmada Bulunan İnorganik Maddeler
Plazmada en çok bulunan iyonlar Na+ ve Cl- dur. K+ ve HCO3 daha azdır. Plazmadaki
Ca2+’un 1/3’ü proteine bağlı, 2/3’ü de erimiş haldedir. Minerallerin miktarı; proteinlerle
(%7-8 g) kıyaslanamıyacak kadar azsa da, kanın osmotik basıncını sabit tutmak gibi
hayati bir rol oynarlar. Bunun nedeni moleküllerinin küçük, molekül sayılarının çok
oluşudur. Bilindiği gibi: osmotik basınç moleküllerin türüne ve büyüklüğüne değil,
sadece sayısına bağlıdır. Minerallerin yaşamın devamı bakımından başka rolleri de
vardır.
Kan hücreleri
Kanın şekilli elemanları santrifüjle çökeltilebilir ve kanın % 45’lik
kısmını(hemotrokrik değeri) oluşturur. Eritrositlerin oluşturduğu hacmin, toplam kan
hacmine oranına hematokrit denir ve erkeklerde % 40–50, kadınlarda % 35–45
arasındadır.(Vücut ağırlığının yüzde 8 kısmı kan hacmini verir.)
– Eritrositler % 99
– Lökositler <% 1
– Trombositler % 1
ŞEKİL 4.23 Kan bileşenleri
Kandaki eritrositler sayısı kadında 4.000.000–4.500.000/mm3 erkeklerde 4.500.000–
5.000.000/mm3 arasındadır. Lökositler sayısı 7000 ile 11000/mm3 ve Trombositlerin sayısı
ise 150.000–450.000/mm3kadardır.
Eritrositler(akyuvarlar)
Eritrositler kan hücrelerinin büyük kısmını oluştururlar(yüzde 99). Başlıca görevleri
akciğerlerden dokulara oksijen götürmekle yükümlü olan hemoglobini taşımaktır.
Bazı ilkel hayvan türlerinde hemoglobin eritrositler içinde değildir(Hemoeritrin
toprak solucanı). Plazmada serbest protein halinde bulunur. Ancak, insanda hemoglobin
kan plazmasına çıkar ve serbest dolaşmaya başlarsa o zaman bunun her geçişte yaklaşık %
3 kadarı kapiller membrandan doku aralıklarına yada böbrekte glomerüler
membrandan glomerüler filtrata sızar. Bu nedenle hemoglobin, dolaşımda kalabilmek
için eritrosit içinde olmalıdır. Eritrositlerin basitçe hemoglobini taşımak ve korumaktan
başka görevleride vardır. Örneğin; karbondioksit ve su arasındaki reaksiyonu katalize
eden ve bu tersinir reaksiyonun hızını binlerce kez artıran karbonik anhidrazı çok
miktarda içerirler. Böylece büyük miktarda karbondioksit, kandaki su ile reaksiyona
243
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
girerek, dokulardan akciğere bikarbonat iyonu (HCO3- ) halinde taşınır. Ayrıca eritrositler
içindeki hemoglobin çok iyi bir asit-baz tamponudur.
Kanın şekilli elemanlarının(kanın yüzde 45 kısmının) % 99 unu alyuvarlar oluşturur.
Alyuvarların şekilleri bikonkav disk şeklinde olup, çapları 6–8 mikrometredir(çoğunlukla 7
mikrometre). Alyuvarların çekirdeği yoktur (olgunlaşmış eritrositlerde). Sayıları cinsiyet,
yaş ve yaşanılan yerin yüksekliğine göre değişebilmektedir. Eritrositler hemoglobin
taşırlar. Eritrosit’in %34’ü Hemoglobin ’dir(her bir eritrositte 250 milyon hemoglobin).
Hemoglobin miktarı erkeklerde 16 gr/dl– kadınlarda 14 gr/dl dir.
ŞEKİL 4.24
Eritrosit ve hemoglobin
Hemoglobin eritrositlere kırmızı rengini veren oksijenini zayıf bağlar kurarak taşıyan
moleküldür ve eritrositlerin renkleri içerdikleri hemoglobin miktarına bağlıdır. Embriyonik
yaşamın ilk birkaç haftasında vitellus kesesi, Gebeliğin ikinci trimesteri sırasında dalak,
lenf düğümleri ve karaciğer, Gebeliğin son ayında ve doğumdan sonra kemik iliğinde
oluşur. Beş yaşına kadar tüm kemikler, 20 yaşından sonra tibia ve humerusun proksimal
bölümü dışında uzun kemiklerin ilikleri yağlanır ve alyuvar yapımı durur. 20 yaşından sonra
vertebralar, sternum, kostalar ve iliyak kemik gibi yassı kemiklerin ilikleri, Yaş
arttıkça bu kemiklerde de üretim düşer. Dolaşımdaki tüm hücreler kemik iliğindeki
hemopoietik kök hücreden Hemositoblast kaynaklanır Bu kök hücreler birbiri ardına
bölünerek dolaşımdaki hücreleri oluştururlar. Eritrosit Üretiminin düzenlenmesi doku
oksijenasyonudur. Oksijenlenmeyi azaltan faktörler alyuvar yapımını artırır;
Hemositoblast
Miyeloyit ana hücresi. Kemik iliğinde
bulunan ve her tip beyaz kan hücresi
(monosit, granülosit, lenfosit) ile
megakaryosit ve eritrositleri veren
çok yönlü hücredir.
Lenfoir ve myeloid seri ile kan
hücreleri oluşturulur.
ŞEKİL 4.25
• Eritrosit 5.000.000 adet/mm3
• Toplam lökosit 7000 adet/mm3
Lökosit formülü:
• Nötrofil 50–70%
• Eozinofil 1–4%
• Basofil 0.1%
• Monosit 2–8%
• Lenfosit 20–40%
• Platelit 250,000 adet/mm3
Kan Hücre Üretimi
244
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
– Düşük kan hacmi (kanama)
– Anemi
– Hemoglobin azlığı
– Azalmış kan akımı
– Akciğer hastalığı
Eritrosit yapımı için gerekli faktörler şunlardır
Eritropoietin, Fe, VitB12, Folik Asit. Alyuvar
üretimini stimüle eden esas faktör eritropoietin
hormonudur.
Eritropoietin
glikoprotein
yapıdadır, % 90’ı böbreklerde, kalanı da
karaciğer de yapılır. Eritropoietin kök hücreden proeritroblast oluşumunu artırır.
Eritropoietin oksijenin az olduğu ortamda dakikalar içinde yükselmeye başlar, 24
saatte maksimuma ulaşır, ancak kanda yeni alyuvarlar 5 gün sonra görülür. Vitamin
B12 ve folik asiti DNA sentezi için gereklidir. Yokluklarında DNA sentezi azalır,
çekirdek olgunlaşması ve bölünme yetersiz olur. Olgunlaşma ve bölünmenin yetersiz
oluşu makrosit adı verilen normalden büyük, hücre zarı dayanıksız, düzensiz, geniş,
bikonkav olmayan, oval şekilli alyuvarlar oluşur. Vitamin B12 ve folik asit
olgunlaşma yetersizliğine yol açar.
Eritrosit membran proteinleri
GULT1: Eritrosit membranında yer alan glikoz kolaylaştırılmış difüzyon taşıma proteinleridir.
Kolaylaştırılmış difüzyon mekanizmasıyla plazmada glikoz alımını düzenler GLUT1, düşük Km
değerine sahiptir (enzim substrat ilgisi yüksektir Vmax/2).
Glikoforin A, B ve C: Eritrosit membranında yer alan önemli bir integral protein de
glikoforindir. Tek bir polipeptid zincirinden oluşur. 16 tane oligosakkarit birimi içerir.
%60’ ı karbonhidrattır. Glikoforin, kan grubu antijenleri taşımasına rağmen büyük
ölçüde yapısal rol oynamaktadır. Glikoforin ailesi de transmembran proteinler ise de
membranı boydan boya ancak bir kez kesen tek geçişli tiptedir. Glikoforin A, ana
glikoforindir, ileri derecede glikoziledir. Eritrosit membranındaki sialik asitlerin ~ %90’ı
bu proteine yerleşiktir. Glikoforin A, influenza virusu ve sıtma nedeni olan
plazmodium falcifarum için bağlanma noktaları taşır.
ŞEKİL 4.26
Eritrosit membran yapısı.
Anyon değiş-tokuş proteini (Bant 3): Transmembran glikoproteindir. Karboksil ucu dış
yüzeyde amino ucu stoplazmik yüzdedir. Çift katmanı en az on kez kesen çok geçişli bir
membran protein örneğidir. Membranda büyük olasılıkla dimer halinde bulunur. İçinde
klorun bikarbonatla değiştirilmesine izin veren bir tünel yapar. Dokularda oluşan
karbondioksit eritrositlere bikarbonat halinde girer, akciğerde klorla yer değiştirir ve
soluk havasında karbondioksit olarak atılır.
245
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
Hemoglobin Yapımı
Hemoglobinin en önemli özelliği oksijen ile gevşek bağlanmasıdır. Hemoglobin
eritrositlerde bulunan ve oksijen taşıyan globuler bir proteindir. Hemoglobinin 1 gramı 1.34
ml oksijen bağlar ve 100 ml kan da 12–16 gr Hb bulunur. Oksijenin % 97 si
hemoglobin ile % 3 ü kanda çözünmüş olarak taşınır. Hemoglobinin hem bölümü
mitokondride, globin bölümü ise endoplazmik retikulumda sentezlenir. Hem grubu
oksijeni bağlayan demir içerir. Hemositobalst hücresinin miyeloid farklılaşan
hücrelerinden eritrositlere olgulaşan hücreler dönüşür bu hücreler hemoglobin sentezi yapar.
Hemoglobin yapımı proeritroblastlarda başlar az miktarda retikülosit evresinde devam
eder. Hemoglobin 4 hemoglobin zincirinin bir araya gelmesiyle oluşur.
Proforin
Dört metiliden (-CH=) köprüsüyle
birbirine bağlı dört pirol halkasından
ibaret olan porfin halka sistemi
ihtiva eden molekül sistemidir.
Hemoglobin (1) Protoporfirin IX (2)
globin, (3) Fe+ iyonundan meydana
gelir
ŞEKİL 4.26
1.
2.
3.
4.
5.
6.
ŞEKİL 4.27
Hemoglobin molekülü
Hemoglobin Sentezi
2 süksinil KoA + 2 glisinpirol
4 pirol protoporfirin IX
Protoporfirin IX + Fe ++ hem
Hem + globulin hemoglobin (alfa veya beta)
2 alfa+2 betaHemoglobin A
Hemoglobin sentezi
Porfirin biyosentezi için ilk reaksiyon, mitokondride glisin ile süksinil-KoA’nın,
α-amino-β-ketoadipat üzerinden δ-aminolevülinat (ALA) oluşturmak üzere
246
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
reaksiyonlaşmasıdır. Hemin organik bölümü, sekiz adet glisin ve süksinil-CoA’dan oluşur.
Bu ilk basamakta piridoksal fosfat (PLP, B6PO4), glisin ile Schiff bazı oluşturur. Glisinin α
karbonunda oluşan karbanyon yapı, nükleofilik atak oluşumuna zemin hazırlar ve
elektronsever molekül olan süksinil-CoAile birleşim sağlanır; δ-aminolevülinat (ALA)
oluşur. Bu reaksiyonu katalizleyen enzim, ALA sentazdır. Mitokondride oluşan δaminolevülinat (ALA), sitoplazmaya çıkar. Sitoplazmada, 2 molekül δ-aminolevülinat
(ALA), porfobilinojen (PBG) oluşturmak üzere kondense olur; reaksiyonu
porfobilinojen sentaz (ALA dehidrataz) katalizler: ALA dehidrataz, Zn2+ gerektiren
sitozolik bir enzimdir; sülfhidril grupları içerir; ağır metallerle inhibisyona çok
hassastır. Kurşun ile zehirlenmelerde ALA miktarı artar. Pb zehirlenmesimde ALA
dehidrataz ve ferroşelataz aktiviteleri düşer. Eritrosit Zn protoporfirini yükselir. İdrarda
ALA artar; PBG normaldir. Tanı için tam kanda Pb ölçümü yapılmalıdır. Hem
prekürsörlerinin idrardaki normal değerleri şöyledir: PBG 0-2 mg/gün, δ-ALA 1,3-7,0
mg/gün, üroporfirin < 40 µg/gün, koproporfirin< 235 µg/gün, protoporfirin 60 µg/gün.
Porfobilinojen (PBG) molekülü, propiyonat ve asetat takıları içerir. Dört molekül
porfobilinojen, bir seri enzimatik reaksiyon sonunda protoporfirin IX (Protoporfirin III)
oluşturur. Mitokondride oluşan protoporfirin IX’a (Protoporfirin III) mitokondri içinde
ferro halinde demir (Fe2+) katılmasıyla “hem” oluşur.
Hemoglobinin alt tipleri vardır, yetişkinlerde en sık rastlanan hemoglobin A dır.. Fetus
hemoglobini erişkin insan hemoglobininden farklıdır. Fetusta hemoglobin sentezi
proeritroblast, normoblast ve retikülositlerde olur. 12. haftadan önceki hemoglobin gower
tip 1 ve gower tip 2 ve Hb Portland'dır. 2. ve 3. trimestır boyunca fetuste ana
hemoglobinolarak HbF bulunurur. HbF iki alfa ve iki gama alt zincirinden oluşur.
HbF'in oksijene aflinitesi erişkin tip hemoglobinden yani HbA'dan %50 daha fazladır.
2,3-disfosfogliserat (2,32,3-DPG) eritrositlerdeki glikolitikyolda teşekkül eden
önemli bir ara ürün olup bisfosfogliserat olarak da adlandırılmaktadır.
Difosofliserat mutaz enzimi, 1,3-difosfogliseratı 2,3-difosfogliserat'a çevirir ve
2,3-difosfogliserat da 2,3-difosfogliserat fosfataz enzimi katalizörlüğünde 3fosfogliserat'a hidrolizlenir Ayrıca, 2,3-DPG bir glikolitik yol enzimi olan
monofosfogliserat mutaz enzimi için bir kofaktördür. Bazı kuşlarda 2,3-DPG
bulunmamaktadır. Bunun yerine inozitol hekzofosfat
bulunurki bunun
hemoglobine olan ilgisi 2,3-DPG'ınkinden çok daha fazladır.
ŞEKİL 4.28 Hemoglobin molekülünde DPG etkisi
247
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
Demir Metabolizması
Demir hemoglobin, myoglobin ve sitokrom gibi yapılar için önemlidir. Vücuttaki toplam
demir 4–5 gramdır(makro elementtir 1 gr fazla) ve bunun % 65 i hemoglobinde
bulunur. Demirin Taşınması ve Depolanması Demir ince bağırsaklardan emilir.
Plazmada bulunan apotransferrin ile birleşerek transferrini oluşturur ve plazmada
transferrin olarak taşınır. Demir hücrelerde ise apoferritin ile birleşerek ferritin olarak
depolanır. Ferritin depo demiridir. İnsan vücuda giren demir feritin yada farklı
şekillerde depolanmasına rahmen aktif olarak vücutan atılamaz. Demirin vücutan
atılma yolu epitelyum dökülmesi, terleme, kan kaybıdır.
Hepsidin
Demir tüm canlı organizmalar için
“esansiyel” bir elementtir. Son yıllarda
bulunan peptid yapıda bir hormon olan
hepsidin, demir metabolizmasını
barsaklardaki demir emilimini,
makrofajlardan demir çıkışını ve
hepatik depolardan demir salınımını
etkileyerek düzenler. Hepsidin
hücrelerden demir çıkışını, ferroportine
bağlanarak ve onun yıkımını uyararak
engeller. Hepsidin sentezi, serum
demirinin yükselişi ile artar, anemi ve
hipoksi durumlarında azalır.
ŞEKİL 4.29
Demir metabolizması
Demir ayrıca hemosiderin olarak bilinen çözünmeyen formda da bulunur. İnsanda
hergün yaklaşık 1 mg demir feçesle atılır. Kanamanın olduğu durumlarda kaybedilen
miktar artar. Kadınlarda menstruel kanamalarda demir kaybı ortalama 2 mg /gün e
çıkar. Demir emilimi yavaştır. Bu yüzden sindirimle alınan fazla miktradaki demirin ancak
hemosiderin halde depolanır küçük bir kısmı kana geçebilir. Demir metabolizmasınında
alınan miktar ile feçes ve terleme ve kadınlarda menstruel kana bağlı kayıp miktarın
eşit olması gerekir.
Hemosiderin: Hemoglobinden türeyen hemosiderin, altın sarısından- kahverengine kadar
değişen renklerde görülen bir pigmenttir. Demirin hücre içinde birikme şekline örnektir.
Kanamanın doğal sonucu hemosiderin pigmenti oluşur. Hücre içinde demir, apoferritin adı
verilen proteine bağlı ferritin miçelleri şeklinde depolanır. Hücre ve doku içinde biriken demir
histokimyasal olarak Berlin Mavisi denilen özel bir boya ile gösterilir. Makroskopik kanamalar
veya yoğun vasküler konjesyonun neden olduğu mikroskopik kanamalar, demirin lokal artımını
ve bunu takiben hemosiderini ortaya çıkarır. Buna en iyi ör-nek, zedelenmeden sonra görülen
çürüktür (ekimoz). Çürükler, lokalize hemosiderozisin en iyi örneğidir. Kanama
bölgesindeki eritrositlerin yıkımıyla ortaya çıkan kırmızı kan hücre artıkları, makrofajlar tarafından
fagoside edilir. Hemoglobin içeriği lisosomlar tarafından katalize edilir ve hemosiderine
dönüştürülür. Çürükte görülen renk değişikliği, bu dönüşümdeki aşamaları yansıtır.
248
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
ŞEKİL 4.30
Demir taşımı ve depolanması
Hemosiderozisi meydana getiren pigment birikimi; (1)besinlerle alınan demirin emilimindeki
artım ve kontrolsüz kan yapıcı tabletlerin alımı (2)demirin kullanımındaki yetersizlik,
(3)hemolitik anemiler ve (4)kan nakillerinde (kırmızı kan hücre transfüzyonları), ekzojenöz
demir yüklenmesine neden olur. Demirin normalden çok fazla (yoğun) birikimi “hemokromatozis” olarak bilinir. Biriken demir, çeşitli organlarda disfonksiyona ve hücre ölümlerine
neden olur. Kalb yetmezliği (kardiyomyopati), siroz (kronik karaciğer hastalığı) ve diyabetes
mellitusu (pankreas adacık hücreleri ) içeren doku- organ zararları oluşabilir.
Alyuvarların Yıkımı
Alyuvarlar dolaşımda ortalama 120 gün kalırlar. Olgun eritrositlerde çekirdek, mitokondri
veya endoplazmik retikulum olmamasına rağmen, yine de glikozu metabolize edebilen ve
az miktarda adenozin trifosfat ile özellikle nikotinamid adenin dinükleotid fosfatın
redükte formunu (NADPH) oluşturabilen sitoplazmik enzimleri vardır. ATP ve
NADPH eritrositlerin yaşamında önemli role sahiptir. Bunlar:
1-Hücre membranının şekil değiştirebilmesini devam ettirirler,
2-İyonların membrandan geçişini sürdürürler,
3-Hücre hemoglobindeki demiri ferrik form yerine, ferröz formda tutarlar ve
4-Eritrositlerdeki
proteinlerin
oksidasyonunu
önlerlersitoplâzmada
taşır.
Dönüştürülerek sindirim yolu ile atılır.
Yaşlı alyuvar zarı kolay zedelenebilir hale gelir. Çoğunluğu dalak olmak üzere, karaciğer
ve kemik iliğinden geçerken parçalanırlar. Bu nedenle dalağı uzaklaştırılması kandaki yaşlı
eritrosit sayısını artırır. Dalak, karaciğer ve kemik iliğindeki makrofajlar tarafından
fagosite edilirler ve içlerindeki hemoglobin açığa çıkar. Makrofajlar hemoglobinden
demiri ayırarak kana verirler. Demir kanda transferrine bağlanır.
249
H A Y V A N
ŞEKİL 4.31
F İ Z Y O L O J İ S İ
Demir metabolizması
Hemoglobinin geri kalan kısımları bilirubine çevrilip kana verilir ve daha sonra karaciğer
tarafından safraya sekrete edilir. Kısaca yaşlı eritrositler dalak karaciğer ve kemik iliğinde
sürekli uzaklaştırılır. Demir yeni eritrosi sentezi için kullanılırlarken hemoglobini
oluşturulan globin proteinleri yıkılır.
Bilirubin: Bilirubin, safrada bulunan ve safranın sarı- yeşil rengini veren başlıca
pigmenttir. Kırmızı kan hücrelerinin mononükleer fagositik sistemde parçalanmasıyla
(karaciğer- deki kupffer hücrelerinde) serbestleşen hemoglobinden türemiştir; fakat
demir içermez. Organizmada normal yaşam sürelerini (100- 120 gün) tamamlayan bu
eritrositlerin parçalanmasıyla konjuge olmamış (ankonjuge) bilirubin meydana gelir. Bu
ankonjuge bilirubin, kan proteinlerine (albumin) bağlanarak karaciğer parankim hücrelerine
(hepatosit) taşınır ve burada işlenerek konjuge bilirubine çevrilir. Bu işlem spesifik bir
enzim (bilirubin uridindifosfat glukuronosil transferas) ile oluşur. Daha sonra safra
aracılığıyla bağırsağa dökülür. Bağırsaktaki bakteriyel enzimlerin etkisiyle “urobilinojen”e
dönüştürülür. Bu pigmentin bir bölümü (% 20) tekrar barsaktan geri emilerek (reabsorbe
olarak), karaciğere döner. Bunun bir bölümü de idrarla atılır. Barsaktaki urobilinojenin geri
kalan bölümü, daha ileri bir işlemle “ürobilin” (stercobilin)’e dönüşür. Dışkının bilinen
rengini (sarı- kahverengi) veren bu maddedir. Konjuge bilirubin; suda çözünür,
nontoksiktir ve idrarla atılır. Ankonjuge bilirubin suda çözünmez, idrar ile atılmaz,
toksiktir ve bilirubinin bilinen bütün toksik etkilerinin nedenidir. Kan plasmasında total
bilirubinin normal miktarı 100 ml’de 0.3- 1 mg’dır. Kandaki bilirubin düzeyi (hem konjuge
hem de ankonjuge) 2- 3 mg’ın üzerine çıktığında (bazı durumlarda 30- 40 lara çıkabilir),
deri ve sklerada sarı bir renk oluşur. Bu renk değişikliği, dokuların safra pigmenti birikimine
bağlı olarak, sarıya boyanmasından ileri gelmektedir. Klinik olarak “sarılık” (ikter) diye
tarif edilir ve meydana geliş biçimlerine göre şöyle incelenebilir. (1)yoğun eritrosit yıkımı
(hemoliz artması), (2)hepatosellüler disfonksiyon ve (3)intrahepatik veya ekstrahepatik safra obstrüksiyonu ile safranın tutulması (kolestaz) sonucu sarılık ortaya
çıkar.
250
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
Anemi
Çeşitli nedenlerle kandaki alyuvar sayısının azalmasına anemi denir. Anemi farklı
nedenlerle olabilir. Eritrositleri 120 ömürleri sonunda yıkılır. Bu nedenle eritrosit kaybı
(kan kaybı-kanama) ya da çok yavaş üretimi (sürekli olarak yaşlı eritrositlerin
kandan uzaklaştırılmasına bağlı olarak) anemiye nedeni olabilir.
o Kan Kaybı Anemisi: Hızlı kan kayıplarından sonra kanın sıvı kısmı plazma 1-3
gün içerisinde yerine konur, fakat alyuvarlar hemen yerine konulamaz ve
eritrositlerin kandaki konsantrasyonu azaılır. Hipoksiyaya bağlı eritropoetin
üretimi ile yeni eritrosit üretimi artırılır. İkinci bir kanama olmazsa alyuvar
konsantrasyonları 3–6 haftada normale döner.
o Aplastik Anemi: Aplazi bir organ veya oluşumun doğuştan yokluğu. Kemik
iliği aplazisi yani fonksiyonel kemik iliginin yokluğu nedeniyle oluşan anemi.
Nedenleri:– Şiddetli nükleer bombardıman(yüksek enerjili ışınlar, Aşırı X ışını
uygulamaları, endüstriyel kimyasal maddeler (kurşun, benzen, arsenik).
o Megaloblastik Anemi Vit B12, folik asit ve intrensek faktör gibi alyuvar
yapımında etkili faktörlerden herhangi birinin azalması kemik iliğinde alyuvar
üretimini yavaşlatır. Sonuçta tuhaf, geniş şekilli, olgunlaşmamış megaloblastlar
oluşur.
o Pernisiyöz Anemi Vitamin B12 nin yetersiz emilimi nedeniyle oluşan
olgunlaşma kusuruna denir. Temel nedeni mide mukozasından salgılanan ve
Vitamin B12 ye bağlanarak reseptöre bağlı pinositozla alınmasını sağlayan
intrensek faktör olarak bilinen bir glikoproteinin yetersiz salgılanmasıdır.
o Hemolitik Anemi Doğuştan kazanılan çeşitli alyuvar anomalilikleri hücreleri
frajil(kolay kırılır, narin) hale getirerek özellikle dalaktaki kapillerlerden geçerken
kolaylıkla parçalanmalarına yol açar. Sonuçta alyuvarların yaşam süresi oldukça
kısa olduğu için ciddi anemilere yol açabilir. Herediter sferositozis, orak hücre
anemisi ve eritroblastozis fetalis hemolitik anemiye yol açan durumlardır.
o Herediter Sferositozis Alyuvarlar bikonkav disk yerine küreseldir ve çok
küçüktürler. Esnek değildirler ve hafif bir sıkışmada bile kolayca parçalanırlar.
o Orak Hücre Anemisi Anormal tipteki hemoglobin (hemoglobin s) molekülü
nedeniyle oluşur.
Eritroblastozis Fetalis
Eritroblastosis fetalis fetus ve yenidoğanın eritrositlerinin aglütinasyonu ve fagositozu
ile kendini gösteren bir hastalıktır. Anne Rh (-), baba ise Rh (+) tir. Bebek babasından
Rh (+) antijeni alır, anne ise bebeğin Rh antijeni ile karşılaştıktan sonra anti-Rh aglutininler
geliştirir. Plasentadan geçen aglutininler fetusun kanında eritrosit aglutinasyonuna yol açar.
Fetüsün Rh (+) alyuvarlarının Rh (–)annenin antikorları tarafından haraplanmasıyla
oluşur. Bu antikorlar hücreleri frajil hale getirerek bebeğin ciddi anemi ile doğmasına yol
açarlar.
Polisitemi
Kandaki eritrosit sayısının artmasıdır. Sekonder polisitemi ve Polisitemia vera olarak
bilinen iki türü vardır.
Sekonder Polisitemi Yüksekliğe bağlı olarak basınç azalır. Daha düşük basınçta havanın
yüzde 21 kısmını oluşturan oksijen miktarıda azalır (Oksijenin kısmı basınçının azalmasına
bağlı olarak) Bu nedenle yüksek yerlerde daha az oksijen vardır. Fizyolojik polisitemi: 4-5
bin metrede yaşayanlarda görülür. Daha az oksijene maruz kalan organizmada kalp
yetmezligi-oksijen taşıma yetersizliği durumlarında dokuların oksijensiz kalması ve buna
251
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
bağlınarak eritrosit yapıcı organların aktivitesini(kemik iliği) artırır, buna sekonder
polisitemi denir. Eritrosit sayısı 6–7 milyon/mm3 kadar çıkar.
Polisitemia Vera-Eritremi Eritrosit üreten hücre serisinde gen anormalliği nedeniyle
oluşur. Alyuvar sayısı 7–8 milyon/mm3 e çıkar, Hematokrit % 60–70, Kanın viskozitesi
3 katı kadar kadar artarak suyun 10 misline çıkar. Kısaca genetik bir bozukluğa
bağlı olarak aşırı eritrosit üretimidir.
Kan Grupları
Kan eritrosit membran yüzeyinde bulunan A ya da B antijenlerine (aglutinojen) göre
gruplara ayrılır. Bu antijenler eritrosit membran yüzeyindeki glikoproteinlerdir
(glikoforine [ceramid] farklı sakkaritler bağlayan farklı gilikosil transferaz olmasına
bağlı olarak). Her kan grubunda antijen(A ve B) uygun olarak plazmada bu antijenler ile
reaksiyona girebilen antikorlar (aglutininler) bulunur. Kanda eritrosit membran yüzeyinde
A antijeni(glikoproetini ) varsa yani kan A grubu ise, aynı kanda B antijenine ait (B
grubu kana ait) antikorlar plazmada bulunur. Kandaki bir tip antijen (aglutinojen) diğer
kan grubunun antikorları ile reaksiyona girer. Buna aglutinasyon reaksiyonu denir. O kan
grubu olan kişilerdeki eritrositleredki glikoprotein yapıları çökelme özelliği göstermeyen H
antijenidir. Doğum sonunda bebekte plazmasına aglutinin bulunmaz ancak ilk aylardan
beslenme ve barsakta yerleşen bakteriler karşı oluşturulan aglutininler eritrositlerde
olmayan aglutinojenlere karşı üretilir. AB grubunda plazmada aglutinin üretimi yapılmaz
iken O kan grubunda her iki tip aglutinin sentezi yapılır.
ŞEKİL 4.32
ABO kan antijenlerinin moleküler formülü
252
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
ABO kan grubu dışında kan transferlerinde önemli olan diğer bir kan grubu sınıfı Rh
grublamasıdır. Rh antijenlerinin Rh faktörü olarak adlandırılan ve sık görülen 6 tipi vardır.
Bunlar C, D, E, c, d ve e olarak adlandırılırlar. Tip D antijeni toplumda çok yaygındır ve
diğer gruplara göre daha antijeniktir. Bu antijeni taşıyanlar Rh (+), taşımayanlar Rh () olarak değerlendirilir. Beyaz ırkın yaklaşık %85'i Rh (+) ve % 15'i Rh (-) grubudur.
Eritroblastosis fetalis
Rh faktörü yeni doğanda hemolitik bozukluğa yol açar. Fetüs RH+, anne RH- ise ve anne
daha önce Rh+ fetüslü bir gebelik geçirmişse Rh faktörü fetüs için ölümcül olabilir. Rh
bağlı aglutinasyon olması için daha önceden farklı grup Rh temas gereklidir. Maternal ve
fetal kan grubu uyuşmazlığı sonucu annede oluşmuş olan antikorların, fetus’da neden
olduğu bir hemolitik anemidir. Rh(-) bir annenin fetusu, babanın ki gibi Rh(+) olursa,
anne ve onun bebeği arasında Rhesus (Rh) uyuşmazlığı meydana gelebilir. Anne; Rh
antijeninden yoksun (Rh-) ise, fetusda mevcut olan Rh antijenlerine (Rh+) karşı antikorlar
üretir. Rh(-) anne eritrositleri, Rh(+) fetus eritrositleri tarafından sensitize edilmiştir.
Fetal eritrositler gebelik boyunca katılır. En büyük geçiş, doğum esnasında olur. Oluşan bu
plasentadan sızarak annenin dolaşımına antikorlar, sonraki gebeliklerde plasenta yolu ile
fetusa geçerek, fetusa ait kırmızı hücrelerin destrüksiyonuna (lizise, hemoliz) neden
olur. Ortaya çıkan sendrom, “eritroblastosis fetalis” olarak bilinir. Yenidoğanın bu
hemolitik hastalığında meydana gelen anemi, uterus içinde fetal ölüme yol açabilecek kadar
şiddetli de olabilir. Anemiye reaksiyon olarak fetal kemik iliği, olgunlaşmamış eritrositleri
(eritroblastları) fetusun dolaşımına katar. Eritroblastosis fetalis terimi; oluşan eritrosit
destrüksiyo nunu kompanse etmek için, fetal dokulardaki kırmızı kan hücre
prekürsörlerinin (hematopoesis) aşırı artmasını anlatır.
Rh uyuşmazlığının patogenezindeki sensitizasyonun önemi anlaşıldıktan sonra, bu hastalık
belirgin bir şekilde kontrol altına alınmıştır. Rh sisteminin içerdiği pekçok antijenden
yalnızca D antijeni, Rh uyuşmazlığının başlıca nedenidir. Rh(-) anneye, Rh(+) bebeğin
doğumundan hemen sonra, anti- D globulin uygulanmaktadır. Anti- D antikorlar, doğum
sırasında maternal dolaşıma sızan fetal eritrositlerdeki antijenik bölgeleri maskeleyerek, Rh
antijenlerine karşı olan duyarlılığı engeller.
Eritroblastosis fetalis; belirtilerine göre üç sendroma ayrılabilir. Şiddetli komplikasyonlar
olmadan yaşam mümkün olan, yalnızca hafif anemiyle seyreden “yeni doğanda konjenital
anemi” olarak adlandırılır. Şiddetli hemoliz vakalarında anemiye bariz sarılık eşlik eder,
“ikterus gravis” sendromu oluşur. Dolaşım bozukluğundan, anazarka denilebilecek
kadar şiddetli bir ödemin ortaya çıkışı, buna eşlik eden sarılık, “hidrops fetalis” olarak
adlandırılan bir klinik tabloyu da ortaya çıkarabilir.
253
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
ŞEKİL 4.33 Kan uyuşmazlığı
Trombositler
Kan şekil elemanları olan trombositler eritrositlerden sonra kanda en fazla bulunan 2 şekilli
elemandır. 1–4 µçapında(kandaki en küçük şekilli) eleman yuvarlak oval diskler
şeklinde görülür. Trombositin üç farklı yapıdan oluşur. Hücre zarı, kanaliküler sistem ve
granüller.
• Hücre zarı; rombosit fonksiyonunda önemli rol oynar. Hücre zarında çok miktarda
fosfolipid ve daha az miktarda ise glikoprotein bulunmaktadır. Hüceresl
adhezyon molekül ailesinde selektin sınıfı özel sayesinde hazar görmüş damar
çeperine tutunma özelliği vardır.
ŞEKİL 4.33 Trombositleri P selektin aracılığı ile monositleri aktive etmeleri ve hasarlı damar kısmını tutunmaları
•
•
•
Glikoproteinler normal endotel yüzeyine değil de hasarlı bölgeye bağlanırlar.
Glikoprotein-Ib(GP-Ib) trombositin kollajene bağlanmasını, Glikoprotein-IIb(GPIIb) trombositin Von-Willabraund Faktör(vWF)’e bağlanmasını, GlikoproteinIIIa(GP-IIIa) ise trombositin trombosite fibrinojen molekülü aracılığıyla
bağlanmasını sağlar.
Kanaliküler Sistem: Prostaglandin çevirici enzim ve kontraktil kalsiyum içerir.
Granüller: yoğun Granüller; Serotonin, adenozin di fosfat(ADP), Ca+2 içerirle
254
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
Trombositler kemik iliğinde myeloid serideki dev megakaryositlerden oluşur.
Olgunlaşmaları 5 gündür. Ömürleri dolaşımda 8–10 gün nükleusu yoktur. Kanda miktarı
150.000-400.000/mm3 dir. Trombositlerin en önemli fonksiyonlarından biri hemoztaz ve
pıhtı büzüşmesindeki rolleridir. Trombositlerin yapışkanlığı; trombositlerin hem
birbirlerine yapışmasını sağlar hemde endotelyumdaki doku matriksinin
kaplamasının çıkarılmasını sağlar.
ŞEKİL 4.34
Pıhtılaşma mekanizmaları
Kanın Pıhtılşaması(hemoztaz)
Kan ve dokularda pıhtılaşmayı etkileyen birçok faktör bulunmaktadır. Bunların bir kısmı
pıhtılşamayı aktive ederken prokoagülan (pıhtılaşmayı sağlayan) ve bir kısmıda pıhtılaşmayı
engelen antikoagülanlar (pıhtılaşmayı inhibe eden) maddelerdir. Kan pıhtılaşması bu iki
grup madde arasındaki dengeye bağlıdır. Normal kanda antikoagülanlar baskındır ve kan
pıhtılaşmaz; fakat damar zedelendiğinde prokoagülanlar baskın hale gelir ve pıhtı oluşur.
Damarın içindeki endotel bir şekilde hasar gördüğünde altındaki kollajen (bağ dokusu) açığa
çıkar, aktive olan kan pulcukları kollajene bağlanır. Hasarlı bölge üzerine kan pulcukları
kümelenir ve trombotik tıkaçı oluştururlar. Bunun (oluşan tıkacın) sonucu olarak da ihtiva
ettikleri granüllerin içeriğini ortama boşaltırlar. Ortama boşaltılan bazı maddeler yüzünden kan
pulcukları birbirlerine bağlanırlar, yeni gelen kan pulcukları hasarlı yüzeye bağlanmış kan
pulcukları bağlanır. Ayrıca granüllerin içeriği ortama boşaldığında ortaya çıkan serotonin
salınımı damar duvarındaki düz kasların kasılmasına neden olarak hasalanmış bölümden kan
akımını engeller. Bunun nedeni serotonininin vazokonstrüktör olmasıdır. Ayrıca agregasyon
sırasında kan pulcuklarında yüksek oranda bulunan miyozin ve aktin filamentleri kasılarak oluşan
tıkacı güçlendirirler. Kan pulcukları plazmada bulunan fibrinojene ilave olarak fibrinojen
salgılar. Bunun sonucu olarak pıhtılaşma sırasında daha çok fibrinojen fibrine dönüşürek, daha
çok (trombosit ve diğer) kan hücrelerinin tutunacağı fibröz ağ oluşturur. von Willebrand
faktörü hasarlı damar duvarına yapışarak kan pulcuklarının buraya tutunmasını kolaylaştırır.
Bu nedenle koagülasyon için önemlidir ve von Willebrand faktörü eksikliği veya
bozukluğunda koagülasyon bozuklukları görülür.
255
H A Y V A N
ŞEKİL 4.34
F İ Z Y O L O J İ S İ
Pıhtılaşma mekanizmasında won willbrand faktörünün foksiyonu
Damar duvarı prostasiklin (PGI2) isimli, kuvvetli bir trombosit agregasyon inhibitörü
(engelleyici) sentezler. Böylece kan pulcukları tıkacı sadece hasarlı bölgede oluşur ve
yayılamaz. Hasarlanmış kan damarlarının duvarında pıhtı oluşumu ve damar sistemi içindeki
kanın sıvı durumda tutulurken kan kaybının önlenmesi işlemidir. Damar zedelenmesine
ilk cevap (damar endotelinden salınan ADP ve serotonine bağlı) vazokonstriksiyon ve
karşılıklı endotel yüzeylerinin bir araya gelmesidir. Sonraki olaylar trombosit tıkaç oluşması
ve pıhtılaşmadır.
Bir kanamada 3 hemostatik mekanizma çalışır;
1. Kan damarlarının kasılması (vazokonstriksiyon)
2. Trombositlerin bir araya toplanıp tıkaç oluşturması- trombosit tıkacı
(aggregation)
3. Kanın pıhtılaşması (koagülasyon)
256
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
Pıhtı oluşumda ise temel 3 olay vardır:
1-Damarın yırtılması ya da kanın kendisinin hasarlanmasına cevap olarak gelişen kimyasal
reaksiyonlar sonucu, protrombin aktivatörü denen bir kompleksin oluşumu.
2-Protrombin aktivatörünün etkisiyle protrombinin trombine dönüşümü.
3-Trombinin fibrinojeni fibrin iplikçiklerine çevirmesi ve fibrin iplikçiklerinin
trombositler, kan hücreleri ve plazmayı da içine alarak pıhtı oluşturması.
ŞEKİL 4.35
Trombosit tıkacı
Pıhtılaşmanın son ürünü plazma proteini olan fibrinojenin fibrine çevrilmesidir. Bu
reaksiyonda trombin adı verilen enzime gereksinim duyulur. Fibrin kan hücreleri ile birlikte
pıhtıyı oluşturur. Pıhtılaşma ekstrensek ve intrensek yollar ile gerçekleşir.
Trombosit Aktivatörler
Bilinen birçok kan pulcukları aktivatörü (etkinleştirici) vardır. Bunlardan bazıları:
• Kollajen, özellikle von Willebrand faktörü ile beraber
Trombositler zedelenmiş damarda açığa çıkan kollajene bağlanırlar ve sekretuar vezikül
• Trombin
içeriklerini boşaltırlar.
• a. Tromboksan
A2 aktivasyonu ve agregasyonuna yardım ederler.
Bunlar trombosit
• b.ADP
Bu işlem endotel hücreleri tarafından salınan von Willebrand faktörü ve
• Trombositler
Konvulksintarafından salınan tromboksan A2 tarafından güçlendirilir.
c. Fibrin agrege olan Trombositler arasında köprü oluşturur.
Trombosit tıkaç normal endotel boyunca ilerlemez çünkü somaki bölümden
trombosit agregasyonunu inhibe eden prostasiklin ve nitrik oksit salınır.
Trombosit İnhibitörler
•
•
Prostasiklin
Nitrik oksit
257
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
Zedelenmiş damarda fibrinojen fibrine dönüşür ve fibrin birbirine bağlanıp ağ
oluşturur böylece kan katı bir jel haline dönüşür. Bu reaksiyon ve fibrin ağını stabilize
eden faktör XIII’ün aktivasyonu trombin tarafından katalizlenir. Trombin
protrombinden bir kaskad reaksiyonunun sonunda oluşur.
a. Trombin Trombositleri ve birçok pıhtılaşma faktörünü aktive ederek kaskad
reaksiyonlarına pozitif geribildirim yapar.
b. Trombosit faktörü içeren ve birçok aktive plazma faktörü için bağlanma bölgesi olan
aktive trombositler kaskad için gereklidir.
Vücutta kaskad genellikle doku faktörünün faktör Vlla ile kompleks yapmasıyla
ekstrensek yol aracılığıyla başlar. Bu kompleks, faktör X’u aktive eder. Faktör X az
miktarda protrombinin trombine dönüşümünü katalizler. Trombin; faktör XI, VIII ve
Trombositleri aktive ederek intrensek yol aracılığıyla büyük miktarlarda trombin
oluşmasını sağlar.
258
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
Araşidonik asit metabolitleri
vazodilatasyona neden olan araşidonik asit
metabolitleri Prostaglandinler ve lökotriyenler
Araşidomik asit metabolizması sonucu açığa
çıkan ürünler birçok biyolojik olayları etkiler.
Her hücre yaralanması, fosfalipaz A2 yi aktive
ederek araşidonik asit gibi 20 karbonlu
poliansature yağ asitleri oluşturur. Bu olaylardan
biri de yangıdır. Araşidomik asit poliansature bir
yağ asididir ve hücre zarındaki fosfolipid'lerde
önemli miktarlarda bulunur. Yangısal reaksiyon
esnasında, nötrofil lizozomlarının,
fosfolipaz'ların önemli düzeyde kaynağı
olduğunu sanılmaktadır. Lökotriyenler özellikle
allerjik reaksiyonlarda indükleyici görev görür.
Reaksiyon başladıktan sonra Araşidomik asit
metabolizması iki temel yoldan birini seçer.
Bunlar; Siklooksijenaz yolu ve Lipooksijenaz
yolu'dur
ŞEKİL 4.36
Aroşidomik asit metabolitleri
Kanda K vitamine bağlı pıhtılaşma faktörleri vardır. Bunlar Faktör VII , IX, X protrombin II,
protein C ve S’dir. 1964 yılında ortaya atılan kan pıhtılaşma kaskad sistemi(ekstersek ve intersek
yol) günümüzde geçerli değilidir. Günümüzde kan pıhtılaşma kascad sistemi endotel
zedelenmesimesine bağlı olarak subendotel hücrelerince üretilen doku faktörleri
pıhtılaşmayı başlatır. Başka bir ifade ile kan pulcukları kollajen ile temas ettiklerinde aktive
olurlar.
Kan damarı yırtılıp doku hasar gördüğünde pıhtılaşma mekanizması hızlı bir şekilde
aktive olur. İntrensek yol ise damarın iç duvarı zarar gördüğünde yada
düzensizleştiğinde aktive olur. Fibrinojenin fibrine çevrilmesinde her iki yolda
kullanılabilir. Her iki yol sonuç olarak fibrojen fibrile ve en sonunda çapraz bağlı fibril
iplikçilere dönüştürür.
Trombositler pıhtılaşmada temel görevlerden birini görürler. Trombositler sadece
yaralanan yerde tıkaç oluşturmakla kalmazlar, içlerindeki granüllerden salgıladıkları
maddelerle hem damar büzüşmesine katkıda bulunur, hem diğer trombositlerin olay
yerine gelmesini sağlar, hem iç pıhtılaşma yolunun başlaması için gerekli maddeleri
259
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
ortama salar hem de pıhtılaşma faktörlerinin aktiflenmesi için gerekli fosfolipid
yüzeyi oluştururlar. İç ve dış yolların birleşip ortak yolu oluşturmasından sonra meydana
gelen trombin geriye dönerek trombositlerin bir araya gelmesine katkıda bulunurken aynı
zamanda daha fazla trombin oluşmasına da yardımcı olur.
Ekstrensek Yol
Damar duvarı ve çevresindeki dokuların travmaya uğramasıyla baslar. Zedelenmiş endotel
hem trombositlerin yapışması için zemin görevi görür, hem de pıhtılaşmayı başlatan doku
faktörünü (faktör 3) sentezler. Doku faktörü faktör VII ile birleşir. Doku faktörü-faktör
VIIa kompleksi hem faktör X’u aktive eder. Bu aktivasyona yardımcı faktör Faktör V tir.
Böylece ekstrensek yol aktive olmuş olur. Faktör X (protrombin aktivatörü) protrombini
aktive edip trombin yapar. Trombin ise fibrinojeni fibrine dönüştürür. Faktör XIII ise
fibrin monomerlerinin arasında çapraz kovalan bağlar kurarak fibrin molekülünü polimerize
edip sağlamlaştırır. Ekstrensek yol protombin zamanı (PT) ile kontrol edilir. Normali 1215 sn dir.
İntrensek Yol
Kan içindeki yapıların hasarlanmasıyla başlar. Bu durumda çıkan trombosit
fosfolipidlerinin serbestlenmesi (PF3), HMWK (Yüksek molekül ağırlıklı kininojen),
prekallikrein faktör XII nin aktivasyonuna neden olur. Aynı faktörler Faktör XI de aktive
edebilmektedir. Faktör XI, faktör IX u aktive eder. Faktör IX, VIII, PF3 beraber Faktör
X u aktive ederler. Bundan sonraki kısım ekstrensek yoldaki ile aynıdır. intrensek yol a-PTT
(aktive Parsiyel Tromboplastin zamanı) ile kontrol edilir. Normali 25-40 sn dir.
ŞEKİL 4.37 Pıhtılaşma yolu
260
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
Pıhtılaşma Faktörleri
Kanda pıhtılaşmayı hızlandıran bazı faktörler vardır, bunlara pıhtılaşma faktörleri denir.
Bunlar faktör adı ile isimlendirilirler ve I den XIII e kadar numaralandırılırlar. Heparin ve
antitrombin-heparin kofaktör kanamanın olmadığı durumlarda pıhtılaşmayı önler.
Kan damardan alınıp pıhtılaşmayı engelleyen bir madde katılmadan bir tübe bırakılırsa
pıhtılaşır.
Pıhtılaşma Faktörleri
Faktör I : Fibrinojen
Faktör II : Protrombin
Faktör III : Doku faktörü(Doku tromboplastini)
Faktör IV : Kalsiyum
Faktör V : Proakselerin(labil faktör)
Faktör VII : Serum protrombin konversiyon akseleratörü
Faktör VIII : Antihemofilik faktör A
Faktör IX : Plazma tromboplastin komponenti (Christmas faktör. Antihemofilik faktör B)
Faktör X : Stuart-Prower faktör
Faktör XI : Plazma tromboplastin (Antihemofilik faktör C)
Faktör XII : Hageman faktör
Faktör XIII : Fibrin stabilize edici faktör
Fibrinojen plazmada 100–700 mg/dl seviyesinde bulunur. Fibronojen karaciğerde
sentezlenir. Trombin(proteaz yapısında) aktive olduğunda fibrinojen molekülünden
fibrin monomerleri oluşumunu sağlar. Fibrin monomerleri birleşerek fibrin iplikçiklerini
oluşturur. Protrombin plazma proteini (plazmada 15 mg/dl) α2-globulin
Parçalandığında trombine dönüşür. Karaciğerde sentezlenmesi için K vitamini gerekir.
Pıhtılaşmanın Sınırlandırılması
Doku faktörü TF (FIII) karaciğer ve diğer dokularda fagositlerce plazmadan
uzaklaştırılır. Hepatositler aktif pıhtılaşma faktörlerini yıkar. Lokal kan dolaşımı pıhtılaşma
ürünlerinin, uyarıcılarının yoğunluğunu, trombosit kümelerini azaltır. Trombin, fibrin
tarafından absorbe edilir (Antitrombin I aktivitesi). Trombomodülin; Trombin
bağlar; Protein C’yi aktive eder. FV ve FVIII inaktive olur, Protein S kofaktördür.
Aspirin prostaglandin H2 sentetaz-1 enzimi
üzerindeki serin kısmına asetil grubu transfer ederek
pihtılaşmayı engel olur.
Karaciğer protrombin ve diğer pıhtılaşma faktörlerinin sentezi için K vitaminine
ihtiyaç duyar. K vitamini eksikliği walfarin gibi K vitamini yerine geçen maddelerin olması
pıhtılaşmaya engel olur.
Pıhtılaşma 3 olayla sınırlandırılır:
(1) Doku faktörü faktör Vlla kompleksinin doku faktörü yolu inhibitörü tarafından
inhibe edilmesi;
(2) Trombin tarafından aktive edilen protein C’nin faktör Va ve VIIIa’yı inhibe etmesi;
(3) Antitrombin III’ün trombin ve birçok pıhtılaşma faktörünü inhibe etmesi.
261
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
Oluşan pıhtı fibrinolitik sistem tarafından eritilir.
a. Plazminoje aktivatörleri aracılığyla plazminojenen oluşan plazmin fibrini sindirir.
b. Doku plazminoen aktivatörleri edotel hücreleri tarafında sentezlenir ve pıhtıdaki
fibrin tarafından aktif edilir.
Kan Pıhtısının Erimesi (Fibrinoliz)
Fibrinoliz fibrini parçalayarak etki gösteren protein eritici (proteolitik) enzimdir.
Plazmin (Fibrinolizin) , Plazminojenden dönüşür. Fibrin, Fibrinojen (F I), F V, F VIII,
protrombin, F XII yi parçalar. Fibrine bağlı olduğu sürece yıkılmaz. Plazminojen,
uyarılınca plazmine dönüşür; plazmin fibrini sindirme özelliği nedeniyle
fibrinolizin olarak da adlandırılan bir protein eritici enzimdir. Plazminojeni uyaran
plazma etkeninin de uyarılmaya gereksinimi vardır.
ŞEKİL 4.37 Pıhtılnın yok edilmesi
Pıhtılaşmanın gerçekleşmesini sağlayan faktörler olduğu kadar aşırıya kaçmasını engelleyen
faktörler de bir denge içinde görev yaparlar. Örneğin endotel hücreleri prostoglandin I2,
nitrik oksit ve ADP adlı maddeleri salgılayarak trombositlerin biraraya gelmesini
engellerlerken kollagen, fibronektin ve von Willebrand faktörünü salgılayarak
pıhtılaşmayı başlatırlar. Ortaya çıkan fibrin tıkacı yine damar endotel hücrelerinden
salgılanan doku plazminojen aktivatörü ile çözünmeye başlar ve aynı zamanda
heparin ve trombomodülin de salgılanarak trombinin oluşumu engellenir. Bir başka
engelleyici madde olan doku plazminojen aktivatör inhibitörü ise fibrinin çözülmesini
engeller.
262
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
Vitamin K eksikliği
Normal yenidoğanda II, VII, IX ve X numaralı pıhtılaşma faktörleri erişkinlere göre daha
düşük miktarlardadır. Yaşamın ilk günlerinde bu faktörlerin miktarı daha da düşerek 3.
günde en düşük düzeylerine iner. Bunun nedeni doğumda vücutta depolanan K
vitamini miktarının düşük olmasıdır. İnek sütündeki K vitamini anne sütüne göre 4
kat daha fazladır. Depoların düşük olması ve anne sütü ile beslenme eğer yeni
doğana K vitamini takviyesi yapılmazsa hemorajik hastalık oluşur. Bu durum
yaşamın 2.-4. günleri arasında mide ve barsaktan kanama, göbekten kanama veya iç
organlara kanama şeklinde gözlenir. Hastalık K vitaminine cevap verdiği için tüm
yenidoğanlara koruma amacıyla K vitamini verilmelidir.
Heparin :Tüm vücutta perikapiller bağ dokusuna yerleşmiş olan bazofilik mast
hücreleri tarafından yapılır. Glokoamin-N-sülfirik asit ve glukuronik asit esterin
kurulmuş yüksek negatif yüklü konjuge bir polisakkarittir. Antikoagülan etki
gösterir. Pıhtılaşmaya engel olması trombonin fibronojen üzerindeki etkisini inhibe
ederek gösterir. Tek başına antikoagülan etkinliği çok azdır. Antitrombin III ile
birleşerek trombini uzaklaştırır. Heparin-antitrombin III kompleksi faktör XII, XI ve
X’ u ortamdan uzaklaştırarak antikoagülan aktiviteyi arttırırlar. İntravenöz(damar içi)
antikoagülan olarak kullanılır. 0.5- 1 mg/kg gibi düşük dozların enjeksiyonu yaklaşık 6 dk
olan pıhtılaşma zamanını 30 dk üzerine çıkarır. Heparin etkisi ~ 1.5- 4 saat sürer, kan
plazmasında bulunan heparinaz ile parçalanır.
Bir kumarin olan warfarin kana verildiğinde, karaciğerde yapılan protrombin, faktör VII,
IX ve X düzeyleri düşmeye başlar. Kanın pıhtılaşmasına engel olan (antikogülan etki
gösteren) diğer önemli kimyasal maddeler ise EDTA (Etilen Daimin Tetra Asetikasit),
Sodyum sitrat, Oksalat, Floruid tuzlar, Hirudin ve Dieumeroldur. Bu maddelerin etki
mekanizması genellikle kalsiyumu bağlamalarıdır.
Hemofili
Hemofili çoğunlukla genetik geçiş gösteren, vücutta kanın pıhtılaşma sisteminde rol alan
ve pıhtılaşma faktörleri olarak adlandırılan proteinlerin eksikliği veya yokluğu
nedeniyle ortaya çıkan ve pıhtılaşma bozukluğu yaratan ve X kromozomundaki
çekinik bir gen ile taşınan bir tür kanın pıhtılaşamaması hastalığıdır. Faktör VIII
eksikliğine (% 85 inde) bağlı kanama eğilimidir, bu tipine Hemofili A veya Klasik
Hemofili denir. Vakaların % 15 inde Faktör IX (Hemofili B) eksikliği vardır. Hemofili
yalnızca erkeklerde görülür, kadınlar taşıyıcı olabilirler.
Tromboembolik Olaylar
Trombüs: Kan damarında oluşan anormal pıhtı endotelin bozulması kan akımının
yavaşlamasından kaynaklanır. Damar lümenleri ya da kalp boşlukları içerisindeyken
katılaşan kan kitlesidir. Fibrin ağı ve şekilli kan elemanlarından oluşur.
Emboli: Trombüsün dolaşması ve tıkamasıdır. Başka bir ifade ile Emboli, kanla taşınan
yabancı bir cismin damarı tıkaması durumudur. Damardaki bir trombüsten kopan kan
pıhtısının başka bir damarda tıkanmaya sebep olmasına ise tromboembolizm
denilmektedir.
263
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
Lökositler-Akyuvarlar Beyaz Kan Hücreleri
Lökositler tüm kanın şekilli elemanlarının % 1 ini oluştururlar. Sayıları; 7000–
11000/mm3 tür. Lökositler ve lökositlerden kaynaklanan doku hücreleri vücudun
enfeksiyonlara karşı koymasında rol alırlar. Vücudun savunma sisteminin hareketli
birimleridir. Kemik iliğinde ve lenfoid dokularda oluşurlar. Dolaşımda 4–8 saat
dokularda bulunanlar ise 4-5 gün kadar yaşarlar. Granülositler-büyük, loblu nükleuslu,
fagositik hücrelerdir. Kan hücrelerinden olan lökositler, vücudun savunma sisteminin
hareketli elemanlarıdır. Çeşitli yollarla vücuda giren mikroorganizmaları, ölü doku
artıklarını, yabancı partikülleri ya fagositoz işlemi ile fagosite ederek ya da
ürettikleri antikorlarla ve duyarlı lenfositlerle
Granülosit Granülosit, lökositlerin (akyuvarların) bir
bölümünü oluşturan çeşitli hücre tiplerine verilen isimdir. Bu
harap ederek ortadan kaldırmaya çalışırlar.
ismi almalarının nedeni granülosit hücre tiplerinin
sitoplazmalarında bulunan farklı boyama özelliklerine sahip
granüllerdir. Bu hücrelere farklı şekillere sahip, çoğunlukla 3
loba ayrılmış biçimdeki, hücre çekirdekleri nedeniyle
"polimorfonükleer lökosit" (PMN veya PML) de denir. Yaygın
kullanımda polimorfonükleer lökosit tanımı çoğu kez nötrofil
granülositini tanımlamak için kullanılır. Nötrofil granülositi
granülosit tiplerinin içinde en çok sayıda bulunanıdır
ŞEKİL 4.38
Nötrofil
Eozinofil
Bazofil
Granülositler
Agranülosit Lenfositler, lenf sisteminde sıkça yer alan ve
doğal öldürücü T hücrelerini içeren beyaz kan hücreleridir.
Kan, B hücresi, T hücresi ve Doğal öldürücü hücre adı verilen
üç tip lenfosit içerir. B hücresi, patojenin ortadan kaldırılması
için gereken antikorları üretir. CD4+ (T helper) bağışıklık
yanıtını yönetir. (HIV'de zarar görmüş olan bu hücredir)
CD8+nanıdır
Lenfosit
Monosit
ŞEKİL 4.39 Agranülositler
Granülositler
Nötrofil (lökositlerin % 62 si, fagositoz yetenekleri vardır) Doku aralıklarına diapedez ile
girer. Kemotaktik alanlara ameboid hareketle giderler. İnflamasyonlu doku bölgelerine
kemotaksi ile çekilirler. Fagositoz işlemi ile mikroorganizmaları ve yabancı maddeleri
sindirirler. Hasarlı doku bölgelerinden yer alan iltihaplı dejenere doku ürünleri,
toksik maddeler komplement sistem ürünleri nötrofil ve makrofajları bu bölgeye
doğru çeker bu olaya kemotaksi denir. Nötrofilerin Ömürleri ortalama 4 ile 8 gün
kadardır.
ŞEKİL 4.38
Yangı olayı
264
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
Nötrofiller ve diğer granülositler, kapillerler ve postkapiller venüllerin endotel
hücreleri arasındaki bağlantı bölgelerinden geçerek bağ dokusuna ulaşırlar. Bu olaya
diapedez adı verilir.
İnflamasyonun ilk sonuçlarından birisi, yaralanan bölge ile diğer doku arasında “duvar
örmesi"dir. İltihaplı bölgedeki doku aralıkları ve lenfatikler fibrinojen pıhtısı ile bloke
olur ve sıvı aralıklarda güçlükle akar. Bu duvar örme olayı bakteri veya toksik ürünlerin
yayılımını geciktirir.
Madde Auzorofil granüller
Fonksiyon
Asit hidrolazlar
Nötral hidrolazlar
Lizozim
Defensinler
Myeloperoksidaz
Alınan maddenin parçalanması
İltihaplı dokunun harabiyeti
Bakteriyel hücre duvarının dejenerasyonu
Oksijen bağımsız madde öldürme
Oksijen bağımlı madde öldürme
ŞEKİL 4.40 Tromposit tıkacı ve pıhtılaşma için egereken faktörler
Madde Spesifik granüller
Lizozim
Kobalamin bağlayan protein
Apolaktoferrin
Kollejenaz
Fonksiyon
Bakteriyel hücre duvarının dejenerasyonu
Bakteriyel kobalamin analoglarına bağlanma
Serbest demire bağlanma, Granülopoez kontrolü
Konnektif dokunun sindirimi
% 2,3 ü, paraziter enfeksiyonlarda rol alırlar, allerjik reaksiyonlarda
antijen-antikor kompleksini yok ederler, fagositoz yaparlar). Eozinofiller zayıf
fagositlerdir. Paraziter enfeksiyonlu kişilerde çok miktarda üretilirler ve parazitli dokulara
göçerler. Pişmemiş domuz etinde bulunan trişinella parazitinin kaslara yayılması ile
oluşan trişinozis hastalığı eozinofiliye neden olur. Eozinofiller özellikle allerjik reaksiyonların
olduğu dokularda örn; astımlı kişilerde akciğerlerin peribronşiyal dokularında ve
allerjik cilt reaksiyonlarda deride toplanma eğilimindedirler.
Eozinofilleri bağlıca etkileri
(1 ) modifiye lizozomlar olan granüllerinden hidrolitik enzimleri salmak,
(2) olasılıkla, oksijenin özellikle öldürücü olan yüksek derecede reaktif formlarını
salmak
(3) granülleıinden büyük bazik protein diye adlandırılan yüksek derecede larvasidal
polipeptidi salmak
Eozinofil;(lökositlerin
265
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
Bazofil;
(lökositlerin % 0,4 ü ,heparin, histamin, seratonin içerirler, allerjik reaksiyonlarda
rol alırlar). Bazofiller, vücuttaki kapillerlerin çoğunun dışında yerleşik büyük mast
hücrelerine benzer. Her ikisi de yağlı bir yemekten sonra heparin salarlar. Ayrıca, histamin
ve az miktarda bradikinin ve serotonin de salarlar. Bradikininin deri ve
gastrointestinal sistem kan akımının regulasyonunda rol oynar. Mast hücreleri ve
bazofiller allerjik reaksiyonların bazı tiplerinde çok önemli rol oynarlar. Allerjik
reaksiyona sebep olan antikor tipi IgE mast hücreleri ve bazofillere özel tutunma
eğilimindedir. Bu bağlanma mast hücre ve bazofillerin içinde granüllerin salgılanmasına yol
açar. Bu hücrelerde yer alan serotonin(vazodilatör), heparin(pıhtılaşma önleyici)
bradikini alerjik reaksiyonların oluşumuna yol açar.
Agranülositler
Monositler;
Lökositlerin % 5.3 ünü oluştururlar, dolaşımdaki fagositlerdir ve en büyük kan
hücreleridir (15-20 mikrometre). Monositler dokulara geçerek makrofaj adını alırlar
(alveolar makrofaj, osteoklast, mikroglia, kuppfer hücreleri, histiyosit). Monosit
makrofajlar yabancı materyalin sindirilmesinde rol alırlar.
Kemotaksiye neden olan faktörler
İmmünoglobulinler sadece B tipi lenfositlerden yapılırken T hücreleri genel immün
cevapta çeşitli alternatif roller oynarlar. B ve T hücrelerinin her ikisi de kemik iliğindeki
kök hücrelerinden gelişir ve bunların farklılaşması daha sonra içerisine yerleştiği organ
tarafından yapılır. B hücreleri kemik iliğinde olgunlaşır. T hücreleri ise timüs
içerisinde olgunlaşır. T lenfositlerinin pek çok alt grupları bilinmektedir. T yardımcı
hücreleri yüksek seviyede immünoglobulin üretimini harekete geçirebilmesi için B
hücrelerini uyarır çoğu durumda Th hücrelerinin yardımı olmaksızın antikor yapımı
çok az veya hiç olmaz. Sitotoksik hücreler yabancı hücreleri öldüren toksik maddeler
salgılarlar ve Tdth (T-delayed-typed hipersensivite) hücresiyle birlikte hücresel immün
cevaplarda primer rol oynar.
Perforin proteinleri hedef hücrede sitolitik etki gösteren hücrezarında delik açan bir
proteindir. Sitotoksik T lenfositleri (CTL 'ler) ve NK hücreleri tarafından sentezlernir .
Perforin hedef hücrenin zarı içine girer ve plazma membranı , bir deliğin oluşmasıına
yol açar. Perforin bağlı litik zar deliğnin oluşması için MACPF bölgesine bağlanması
gerekir. Bu bölge kolesterol taşıyan Gram-pozitif bakteri membran zarlarında belirlenmiştir.
Perforin non-spesifik bir hücre yokedicisidir.
ŞEKİL 4.41 Perforin ile hücre yok edilmesi
266
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
Lenfositleri kemotaktik hareketien yol açan başlıca maddeler :
Bazı bakteriyel toksinler
İltihaplı dokunun kendisinden açığa çıkan dejeneratif ürünler
İltihaplı dokuda aktive olan “kompleman kompleksinin” çeşitli reaksiyon ürünleri
İltihaplı bölgede plazma pıhtılaşmasının neden olduğu çeşitli reaksiyon ürünleri ve
diğer maddelerdir.
İki lenfosit alt grubu vardır; B hücreleri; kemik iliğinden köken alır ve lenfoid
dokularda olgunlaşırlar, humoral bağışıklıktan sorumludurlar. İmmün sistem, bakteri
ve diğer enfeksiyon ajanlarına karşı antikorlar geliştirir. Antikorlar immünoglobulin
denilen gamma globulinlerdir. Antikorlar bakteri membranlarına tutunur ve bakteri
fagositoz için elverişli hale getirilir. Bunun için, antikor immün sistemin bir parçası olan
kompleman şelalesinin C 3 ürünü ile birleşir. C 3 molekülü fagosit membranındaki
reseptörlere tutunur, böylece fagositoz başlar. Tüm bu sürece opsonizasyon denir.
.
ŞEKİL 4.42
Bağışıklık
– T hücreleri; timus bezinden köken alırlar ve hücresel bağışıklıktan sorumludurlar.
267
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
Lökositoz-lökopeni
Lökosit sayısının mm3 kanda 11000 üzerine çıkmasına lökositoz denir. Lökosit sayısının
mm3 kanda 7000 altına düşmesine lökopeni denir. Başka bir ifade ile kanda bulunan
lökosit sayısının azalması Lökopeni durumudur. Lökositlerin ana görevi enfeksiyonlarla
savaşmak olduğu için, lökosit sayısındaki düşüş enfeksiyon oluşumu riskini yükseltmektedir.
Lökosit tiplerinin en yüksek sayıda bulunanı nötrofildir. Nötrofil sayısındaki azalmaya
ise nötropeni denir. Nötropeni kavramı bazen lökopeni yerine kullanılır, bunun nedeni
nötrofil sayımının enfeksiyon riskinin en önemli göstergesi oluşudur. Yine de, nötropeniyi
lökopeninin bir altkümesi olarak değerlendirmek en doğrusudur. Kemoterapi, lösemi,
miyelofibroz ve aplastik anemi düşük lökosit sayımlarına yol açabilir. Ayrıca, bazı
yaygın ilaçlar da lökopeniye neden olabilir. Lökopeni tam kan sayımı yardımıyla
tanımlanabilir.
ŞEKİL 4.43
Lökositoz ve lökopeni durumu
Lösemi
Kontrolsüz akyuvar üretimine denir. Kemik iliği veya lenfoid dokudaki hücrelerin
kanseröz mutasyonu nedeniyle oluşur. Kan dolaşımındaki anormal lökositlerin sayısı çok
artar. Myeloid lösemide, kanseröz süreç arasıra, kısmi farklılaşmış hücreler üretir bunlar
monositik lösemi olarak adlandırılırlar. Ancak daha sıklıkla lösemi hücreleri şekilsiz,
değişikliğe uğramamış ve normal lokositlerin hiçbirine benzemeyen türdendir.
İki tipi vardır;
– Lenfoid lösemi; lenf düğümleri
– Miyeloid lösemi; kemik iliği
Löseminin ilk etkisi, lösemik hücrelerin metastatik gelişimidir. Kemik iliğindeki lösemik
hücreler hızla çoğalabilir ve çevredeki kemiğe yayılarak, ağrıya ve kemik kırıklarına
neden olurlar. Lösemik hücreler; dalak, lenf düğümleri, Karaciğer ve özellikle damar
bölgelerine yayılarak buradaki metabolik elementleri kullanır ve sonuçta doku
harabiyetine neden olur. Löseminin genel etkileri; enfeksiyonların gelişmesi ağır anemi
ve trombositopeniye bağlı kanama eğilimidir. Vücuttaki en önemli etkisi; büyüyen
kanserli hücrelerin metabolik maddeleri aşırı kullanarak açlığa ve ölüme neden olmasıdır.
268
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
Vücudun Enfeksiyonlara Direnci
Bağışıklık sistemi, bir canlıdaki hastalıklara karşı koruma yapan, patojenleri ve tümör
hücrelerini tanıyıp onları yok eden işleyişlerin toplamıdır. Sistem, canlı vücudunda geniş
bir çeşitlilikte, virüslerden parazitik solucanlara, vücuda giren veya vücutla temasta
bulunan her yabancı maddeye kadar tarama yapar ve onları, canlının sağlıklı vücut
hücrelerinden ve dokularından ayırt eder. Bağışıklık sistemi, çok benzer özellikteki
maddeleri bile birbirinden ayırabilir, örneğin; bir amino asidi farklı olan proteinleri bile
birbirinden ayırabilecek özelliğe sahiptir. Bu ayrım, patojenlerin konak canlıdaki
savunma sistemine rağmen enfeksiyon yapmaları için yeni yollar bulmalarına, bazı
uyumlar sağlamalarına neden olacak kadar karmaşıktır. Bu mücadelede hayatta kalmak
için patojenleri tanıyan ve onları etkisizleştiren bazı mekanizmalar gelişmiştir.
Lökositler vücudun savunma sisteminin hareketli birimleridir. Yayılmacı
mikroorganizmaları fagositoz yolu ile harap ederek, Antikorlar ve duyarlı lenfositler
oluşturarak yayılmacıyı harap ederler veya inaktive ederler.
Savunma
mekanizmaları
Özgül olmayan
savunma
mekanizmaları
Savunmanın Birinci
hattı
12-
Deri
Mükus salgılar
Savunmanın ikinci hattı
Özgül savunma
mekanizmaları
Lenfoistler
Antikorlar
1- Fagositik lenfositler
2- Antimikrobiyal
maddeler(komplenet sistem
3Yangı tepkimeleri
Doğuştan gelen bağışıklık
Bu tür bağışıklık aynı zamanda genetik bağışıklık olarak ta bilinir. Genetik olarak
tanımlanmış özelliklerden meydana gelir. Bu tip bağışıklığın bir tipi tür bağışıklığı olup bir
türün bütün üyelerinde mevcuttur. Örneğin; insanlar süs hayvanları, ev hayvanları ve
bazı insana benzer bağışıklığa sahip olan hayvanlarda hastalıklara yol açan
enfeksiyon yapan ajanlara karşı bağışıklığa sahiptirler. Doğal bağışıklıkta rol oynayan
fagositer hücreler, memeli hücrelerinde bulunmayan belli moleküler kalıplara bağlanarak
mikroorganizmaları tanırlar. Bu kalıplar mikroorganizmaların; nükleik asit, protein, lipid,
karbonhidratlarında bulunabilir. Örneğin; çift-zincirli RNA, lipopolisakkaridler veya
memeli dokularında bulunmayan ancak bazı bakteriler için tipik olan mannozdan zengin
oligosakkaritler fagositer hücrelerin tanıdığı moleküllerdir. Doğal bağışıklık için gerekli
olan reseptörler genom tarafından doğrudan kodlanır. Oysa antikorlar ve lenfosit
reseptörlerini kodlayan genler sürekli yeniden-düzenlenmeye tabidirler. Doğal
bağışıklıkta kullanılan bu reseptörler, yeniden düzenlenmeye uğramadıklarından
özgüllük açısından sınırlı bir repartuara sahiptir. Ancak tanıdıkları bu kalıplar mutasyona
uğramadığından verdikleri yanıt oldukça etkilidi.
1. Bakteri ve diğer saldırganların kan akyuvarları ve doku makrofaj sistemi hücreleri
tarafından fagosite edilmesi.
269
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
2. Ağız yoluyla alınan organizmaların mide asit salgısı ve sindirim enzimleri ile
haraplanması.
3. Derinin organizmaların istilasına karşı direnci.
4. Kanda yabancı organizma ve toksinlere bağlanıp, zarar veren kimyasal aracıların
bulunma
Kazanılan bağışıklık
Doğuştan gelen bağışıklığın asine kazanılan bağışıklık kalıtsallık dışında herhangi bir
şekilde temin edilmektedir. Bu ya doğal olarak veya yapay olarak kazanılır. Doğal olarak
kazanılan bağışıklık genellikle bir özel hastalığı geçirmiş olmasıyla sağlanır. Hastalık
sırasında bağışıklık sistemini; içeriye giren ajan üzerindeki antijen(Ag) olarak adlandırılan
moleküllere karşı uyarılır; antikor (Ab) olarak isimlendirilen molekülleri üretir ve diğer
aynı ajan tarafından oluşturulabilecek enfeksiyonlara karşı özel savunmaları başlatır.
Bağışıklık aynı zamanda tabi olarak doğum sonrası salgılanan ilk sıvı ve süt emzirmeyle yeni
doğana veya plasenta ile fetus’e transfer edilen antikorla(IgG) sağlanır. Bunun aksine
yapay olarak kazanılmış bağışıklık bağışıklık üretebilen serum veya aşının enjeksiyonuyla bir
antijenin içeriye alınmasıyla temin edilebilir.
ŞEKİL 4.44
Hızlı ve yavaş bağışıklı yanıtlarının oluşturan hücreler
Aktif ve pasif bağışıklık
Bağışıklık ister kazanılmış olsun ister doğal olsun aktif veya pasif olabilir. Aktif
bağışıklık; bir şahsın kendi bağışıklık sisteminin antikor veya diğer savunmaları bir
enjeksiyon ajana karşı ürettiği zaman meydana gelir. Bu ömür boyu olurken
antikorun kararlılığına bağlı olarak haftalar, aylar veya yıllar sürebilir. Doğal olarak
kazanılan aktif bağışıklık birey enfeksiyon yapan ajana maruz kaldığı zaman üretilir.
Yapay olarak kazanılan aktif bağışıklık şahsın canlı zayıflatılmış veya ölü organizmalar
ve diğer toksinler ihtiva eden aşılara maruz kalmasıyla üretilir. Her iki aktif bağışıklık
ta konağın kendi bağışıklık sistemi vücudu bir antijene karşı savunmak için özel olarak
uyarır. Böylece bağışıklık sistemi genel olarak daha önce uyarılmış olduğu antijeni hatırlar ve
aynı antijenle tekrar karşılaştığında onu engeller.
270
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
ŞEKİL 4.47 Bağışıklı tepkimeleri
Pasif bağışıklık; hazır yapılmış antikor vücut içerisine konularak sağlanır. Bu bağışıklık
konağın bağışıklık sisteminin antikoru yapmamış olmasından dolayı pasif olarak
adlandırılır. Doğal olarak kazanılmış pasif bağışıklık annenin bağışıklık sistemi tarafından
yapılan antikor yavruya transfer edildiği zaman üretilir. Yeni anneler yavrularını
emzirmeyi planlamasalar dahi antikorların(IgG) ilk süt ile yavruya geçebilmesi için birkaç
gün emzirmelidirler. Yapay olarak kazanılmış pasif bağışıklık diğer bir konak tarafından
yapılmış antikor yeni konak içerisine transfer edildiği zaman oluşur. Bu tip bağışıklıkta
konağın bağışıklık sistemi etki için uyarılmaz. Hazır yapılmış antikorlar ve bağışıklık
birkaç haftadan birkaç aya kadar etkisini sürdürür ve neticede konak tarafından tahrip
edilir. Konağın bağışıklık sistemi yenisini yapamaz. Bağışıklık uyarısının oluşmasına
sebep olan yabancı maddeler antijen olarak adlandırılır. Antijen uyarısı neticesinde bağışıklık
sisteminin ürettiği özel proteinler antikorlar veya immünoglobulinler; özel hücreler ise
aktiflenmiş T hücreleri olarak adlandırılır. Antikorları esas alan bağışıklık humoral
bağışıklık(antikora bağımlı bağışıklık) ve aktiflenmiş T hücrelerini esas alan
bağışıklığa da hücresel bağışıklık denir.
Antijen ve antikorlar
Bağışıklık sisteminin başlaması antijenlerden tarafından harekete geçirilir. Antijen vücudun
yabancı olarak algıladığı bir madde olup ve buna kaşı bağışıklık sistemi hareketi başlar.
Antijenlerin çoğu karmaşık yapılı ve 10.000 den büyük moleküller ağırlığa sahip büyük
protein molekülüdür. Bazı antijenler polisakkarit ve çok azı glikoprotein (karbonhidrat ve
protein) veya nükleoprotein (nükleik asit ve protein) dir. Proteinler polisakkaritlerden
daha karmaşık yapıya sahip olduklarında genellikle daha büyük antijenik özelliğe
sahiptirler. Büyük karmaşık proteinler antijenik özellik taşıyan ve antikorun bağlanmasını
sağlayan pek çok antijenik determinant bölgeye sahiptirler. Antijen virüslerin bakteri ve diğer
organizmaların bütün hücrelerinin yüzeyinde bulunurlar. Her hücrenin antijeninin gerçek
kimyasal yapısı onun DNA sındaki genetik bilgi ile tanımlanır. Bakteriler kapsül, hücre duvarı
ve hatta flagella üzerinde antijenlere sahip olabilirler. Pek çok organizma yüzeylerinde farklı
antijenik determinantlara sahiptirler. İnan vücudunun bu farklı antijenik determinantlara karşı
etkisinin nasıl olduğunu belirlemek etkili aşı yapmada önemlidir. Örneğin; kırmızı kan
hücrelerinin yüzeyindeki antijenleri kan tipini belirler, diğer hücreler üzerindeki antijenler bir
şahıstan alınan doku transplantasyonunun red edilip edilmeyeceğini belirler. Eğer bir antijen
epitelyum yüzeyden içeriye geçerse bu hemen sonra bir fagositik hücre ile temasa girer. Makrofaj
271
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
gibi hücreler içindeki sitoplazmik vesiküllerden litik maddeleri (proteaz, nükleaz, lipaz ve
lizozim) salgılayarak antijeni öldürürler. Bakteriyel hücrenin parçalanması makrofaj içerisinde
bakteriyel antijenlerin salınmasına yol açar. Bunlar içeriye direkt olarak alınan antijenle birlikte
makrofaj tarafından işleme tabi tutulur ve antikor sentezinin erken basamaklarında
kullanılırlar. Makrofajlar yabancı antijeni spesifik T ve B hücreleriyle temas edebilecek
yüzeylerine yerleştirdiklerinden dolayı antijen sunan hücreler olarak iş görürler. Antijenin T ve B
hücreleri tarafından tanınması antikor üretiminin ilk basamağıdır.
İmmünglobulinler (= antikorlar), antijenin organizmaya girmesi ve immün sistemi uyarması
sonucunda sentezlenen glikoprotein yapısında maddelerdir. Antikorlar globulin yapısında
proteinlerdir ve immünolojik rolleri nedeniyle İmmünglobulin (= Ig) adı verilmiştir. Ig'ler
kendisinin oluşumuna neden olan antijene özgüldür ve onunla özgül olarak (sadece o
antijenle, başkalarıyla değil) birleşebilme ve reaksiyonlara yol açabilme özelliğindedir. Ig'ler
bazı farklı özellikleri nedeniyle IgG, IgM, IgA, IgD ve IgE olmak üzere beş çeşide ayrılarak
incelenirler. Ig iki kısa (L zinciri), iki uzun (H zinciri) olmak üzere dört polipeptid zincirinden
oluşur ve Y harfi şeklinde duruş gösterir. Y'nin kolları antijeni bağlar (= Fab kısmı), gövde kısmı
ise çeşitli biyolojik aktivitelerde rol oynar (= Fc kısmı). Bazı Ig'lerde Y harfi şeklindeki birim
yapıdan (= monomer) birkaç tane bulunabilir. IgG insanda ençok bulunan (Tüm Ig'lerin %75'i)
temel Ig'dir. Plasentadan bebeğe geçebilen tek Ig'dir. Böylece bebekler anne antikorları
sayesinde korunmuş olurlar. IgG'ler uzun ömürlüdür, infeksiyonlarda ve aşılamalarda
yüksek miktarlarda oluşarak bağışıklıkta önemli rol oynarlar. IgM, pentamer yapıda,
büyük Ig'dır. Antijen uyarımında ilk sentezlenir, kısa ömürlüdür. IgM intrauterin dönemde de
sentezlenebilir. Yenidoğanda IgM varlığı ile konjenital infeksiyonlar araştırılabilir. M1 ve
M2 olmak üzere 2 alt tipi vardır. Molekül ağırlığı en fazla olandır. Bu nedenle intravasküler
yerleşimlidir. Bir antijene varilen birincil yanıtta üretilir. Komplemanı fikse eder (alternatif yol).
Plasentayı geçmez. B hücreleri yüzeyinde antijen reseptörü vardır. Makrofaj ve nötrofillere
bağlanmaz. En güçlü antibakteriyal etkiye sahiptir. Yarı ömrü 5-8 gündür. IgA hem serumda,
hem de vücut salgılarında bulunabilen Ig'dir (Solunum, sindirim, ürogenital sistem salgıları,
ter, tükrük, gözyaşı, süt gibi). Salgısal özelliği nedeniyle infeksiyonlardan korunmada
önemlidir. IgD henüz tam incelenememiş bir Ig'dir. IgE allerjik reaksiyonlarda ve parazit
infeksiyonlarında rol oynar. Bir antijenik uyarıma karşı özgül antikor sentezinin nasıl
gerçekleştiği konusunda birçok görüş ileri sürülmüştür. Bunlardan en çok destek göreni doğal
klon seçimi ve genetik temele dayanan görüşlerdir.
ŞEKİL 4.48
Antikor tipleri Kompelement sistemin etkisi
272
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
Bazı durumlarda hapten olarak adlandırılan küçük bir molekül eğer büyük bir protein molekülüne
bağlanırsa antijen olarak rol oynar. Hapten proteinlerin yüzeylerinde antijenik determinant
olarak iş görür. Bazen bunlar vücut proteinlere bağlanır ve immün uyarıyı harekete geçirir.
Hapten veya vücut proteini yalnız başına antijen olarak iş göremezler fakat bunların
kombinezyonu antijen olarak iş görür. Örneğin; penisilin molekülü hapten olarak iş
görür. Protein molekülüne bağlanır ve alerjik reaksiyonu harekete geçirir. Bir yabancı maddeye
karşı immün sisteminin en önemli uyarılarından biri antiantijen proteinlerinin ve
antikorların üretimidir. Antikor bir protein olup antijene cevap olarak üretilir ve antijene seçici
olarak bağlanma özelliğine sahiptir. Her antikor türü özel bir antijenik determinanta bağlanır. Bu
tip bağlanma antijenin inaktivasyonuna katkıda bulunur veya bulunmaz. Antijen ve antikorun
konsantrasyonu tartışıldığı zaman immünologlar sıklıla titerlerden söz ederler. Titer;
verilen bir reaksiyonu üretmek için ihtiyaç duyulan bir maddenin miktarıdır. Örneğin bir antikor
titeri özel miktarda antijene bağlanan ve onu nötralize etmek için gerekli antikor
miktarıdır. Bağışıklık sistemi immün cevabı oluşturmak için değişik yollarda interaksiyon
gösteren bir seri hücre ve organın faaliyetleri içermektedir. Bağışıklık sisteminin organları
vücut boyunca yerleşmişlerdir. İmmün cevapta rol oynayan anahtar hücre tipi bir beyaz kan
hücresi çeşidi olan lenfosittir ve immün cevaba katkıda bulunan doku ise lenfoid doku
olarak adlandırılır. Lenfositler kemik iliğindeki farklılaşmamış kök hücrelerinden gelişir.
Komplement sistem
Komplemant, çoğunluğu enzim öncülü olan C1-C9 kadar isimlendirilmiş 11 adet plazma
proteinleridir. Normalde bu proteinlerin tümü plazmada da bulunurlar. Lizis
Aglütinasyon
“Komplement”, çoğunluğu enzim prekürsörü olan toplam 30 kadar proteini kapsayan
Virüslerin nötralizasyonu
genel bir tanımdır. Bu sistemde temel role sahip olanlar C1-C9, B ve D isimleri verilen
Kemotaksi
toplam 11 proteindir. Normalde bu proteinlerin tümü plazma proteinleridir
ve
Mast
hücresi
ve bazofil akti
kapillerden dokuya sızan plazmada da bulunurlar.
İnflamatuvar etkiler
ŞEKİL 4.49
Kompelement sistemin etkisi
Komplent proteinleri prekürsörleri normalde inaktiftirler, ve daha çok klasik yolla
aktiflenebilirler: Kompleman sistemi birçoğu proteinaz olan 30’dan fazla proteinin bir
kompleks serisi oluşturmasından meydana gelir. Enfeksiyona yanıtta aktive olan ilk
sistemlerden birisidir. Kompleman proteinleri plazmada inaktif olarak dolaşır. Enfeksiyonlar bir
seri proteolitik aktivasyon reaksiyonu ile kompleman sistemini aktive eder .Bu eşleşmiş proteolitik
reaksiyonlar şiddeti gittikçe artan etkileri ile distal kompleman proteinlerinin aktivasyonuna sebep
olurlar.
273
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
ŞEKİL 4.50
Komplement sistemindeki proteinlerin etkisi
Klasik yol antijen-antikor reaksiyonu ile uyarılır. Antijen antikor ile bağlanınca antikor
yapısındaki “sabit” bölgede bulunan özgül bir reaktif bölgesi açığa çıkar ya da aktiflenir.
Ardından, bu bölge kompleman sisteminin C1 proteinini bağlayarak C1 proenziminin
aktivasyonu ile başlayan ardışık reaksiyonlar zincirini tetikler. Kompleman sistemi
aktivasyonunun bu aşamasında birkaç antijen-antikor kombinasyonu yeterlidir.
Aktiflenen C1 enzimi zincirin izleyen aşamaların da artan miktarlarda enzimleri aktifler ve
küçük ölçekte başlayan aktivasyonla başlayıp "artmış” reaksiyon gelişir. Birçok son ürün oluşur
ve bunların çoğu istilacı organizmanın ya da toksinin zararlı etkilerini engelleyici etkiler
gösterirler.
1. Opsonizasyon ve fagositoz. Kompleman reaksiyon zincirinin bir ürünü olan C3b, nötıofil ve
makrofajların fagositozunu uyarır ve onların antijen-antikor kompleksini bağlamış olan
bakteriyi içlerine almalarını sağlar. Bu işlem opsonizasyon adını alır. Bu yokedilen bakteri
sayısını yüzlerce kat artırabilir.
2. Lizis. Kompleman reaksiyon zincirinin en önemli ürünlerinden biri litik kompleks adını
alan, kompleman faktörlerinden birçoğunun oluşturduğu bu kompleksin bakteri ya da diğer
istilacı organizmaların membranlarmı direkt yırtma etkisi vardır.
3. Aglütinasyon. Kompleman ürünlerinin istilacı organizmanın yüzeyini değiştirerek
birbirlerine yapışmalarını ve aglütinasyonunu kolaylaştırıcı etkileri vardır.
4. Viruslann nötralizasyonu. Kompleman enzimleri ve diğer kompleman ürünlerinin bazı
virusların yapılarına saldırarak onları avirulan hale getirme özellikleri vardır.
5. Kemotaksi. C5a fragmanı nötrofil ve makrofajların kemotaksisini ve böylece çok
sayıda fagositin antijenik ajanın bulunduğu bölgeye göçmesini sağlar.
6. Mast hücresi ve bazofil aktivasyonu. C3a, C4a ve C5a mast hücresi ve bazofılleri
aktifleyerek bunların lokal sıvılara histamin, heparin ve diğer maddeleri salgılamalarını
sağlarlar. Bu maddeler de yanıt olarak bölgesel kan akımını, dokulara sıvı ve plazma
proteinlerinin sızmasını artırı ve antijenik ajanın hareketsizleştirilmesini ve inaktivasyonunu
sağlarlar. Bu alerjik reaksiyonlra yo açabilir.
274
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
7. İnflamatuvar etkiler. Mast hücreleri ve bazofilleri uyararak oluşturdukları inflamatuvar
etkilerinin yanısıra, diğer birçok kompleman ürününün de lokal inflamatuvar etkisi vardır. Bunlar,
artmış olan kan akımını daha da artırarak kapillerlerden dokuya protein sızmasını ve
proteinlerin doku aralıklarında pıhtılaşarak saldırgan organizmaların dokular arasından
geçerek yayılmasını engellerler.
Toll-benzeri reseptörler (Toll-like receptors-TLR)
Çeşitli mikrobiyal ürünlere bağlanarak doğal bağışık yanıtı uyaran membran
proteinleridir. Memelilerde 10 farklı TLR tanımlanmıştır. Bu reseptörler TLR makrofaj,
dentrik hücreler, nötrofiller, NK hücreler, epitelyal ve endotelyal hücreler gibi doğal
bağışık yanıtta rol alan çok sayıda hücrede vardır. TLR mikrobiyal yapılarla ilişkiye girdiğinde
trankripsiyon faktörlerini aktifleşmesine neden olur. TLR uyarısına yanıt olarak açılan genler
Bağışık yanıtta önemli rol oynayan çeşitli proteinleri kodlarlar. Gen ürünleri yanıt veren
hücreye göre değişmekle birlikte bu proteinler enflamatuar sitokinler (TNF, IL_1, IL-2),
endotelyal adezyon molekülleri (E-selektin) ve mikroorganizmaların öldürülmesinde rol
alan proteinler (uyarılabilir nitrik oksit sentaz) olabilir.
ŞEKİL 4.45 Bakteri yüzeyindeki yapıların tanımlanması(antikor antijen)
Hapten
Molekül ağırlığı 8.000’in altında olan maddeler nadiren antijen özelliği kazansalar da, düşük
molekül ağırlıklı maddelere karşı bağışıklık gelişimi yine de özel bir yolla sağlanabilir:
Hapten adını alan küçük molekül ağırlıklı bileşikler önce antijenik özellikli bir madde;
örneğin bir protein ile birleşirlerse, bu bileşim bir immün yanıt oluşumu sağlar. Bu
bileşime karşı gelişen antikorlar ya da aktif lenfositler çoğunlukla bileşimi oluşturan
hapten ve proteine karşı ayrı ayrı da yanıt verirler. Böylece haptenle ikinci karşılaşmada
antikor ve lenfositlerin bazıları organizmada yayılma ve hasar gerçekleşmeden hemen
haptene yanıt verirler. Bu tür immün yanıt oluşturan haptenler genellikle düşük molekül
ağırlıklı ilaçlar, tozda bulunan kimyasal maddeler, hayvan derisi artıkları (kepek),
dökülen deri artıkları, endüstriyel kimyasal maddeler, zehirli sarmaşık toksini vb.
olabilir.
275
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
ŞEKİL 4.46 B lenfositleri aktive eden hapten ve Th ile aktivasyon.
Aşırı duyarlılık reaksiyonları
Aşırı duyarlılık, normal bağışıklık sistemi tarafından üretilen aşırı, istenmeyen (zararlı,
rahatsızlık üreten ve bazen ölümcül) reaksiyonlar anlamına gelir. Aşırı duyarlılık
reaksiyonları konağın bir ön-duyarlı (bağışıklık) durumu gerektirir. Reaksiyon için
alınan ilgili mekanizmaları ve süresine göre reaksiyonları dört tipe ayrılabilir, tip I, tip II, tip
III ve tip IV.
Tip I Hipersensitivite
Tip I hipersensitivite aynı zamanda anafilaktik aşırı duyarlılık olarak da bilinir. Farklı doku
ve organlardaki reaksiyonlar: deri (ürtiker ve egzama), gözler (konjonktivit), nazofarenks
(burun akıntısı, burun iltihabı), bronkopulmoner dokular (astım) ve gastrointestinal
sistem (gastroenterit) içerebilir. Erken tipte tip I reaksiyonlar IgE aracılık eder. Bu aşırı
duyarlılık birincil hücreselleri mast hücresi ya da bazofildir. Tip I reaksiyonları,
trombositler, nötrofiller ve eozinofiller tarafından yükseltilir ve / veya değiştirilir. Esas
olarak mast hücreleri ve nötrofiller görev yapar. Reaksiyonunun mekanizması bazı antijenler
(allerjen) karşılık olarak, tercih edilen bir IgE üretimini içerir.
ŞEKİL 4.46 Tip I duyarlılık reaksiyonları .
IgE mast hücreleri ve bazofiller üzerindeki reseptörüne çok yüksek bir afiniteye
sahiptir. IgE Fc reseptörünün çapraz bağlanması, mast hücresi tetikleyici önemlidir.
Mast hücresi degranülasyonunun çok önemli bir süreçtir artan Ca+2 akını, önce
276
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
gelmelidir; sitoplazmik kalsiyum artırmak iyonoforlar ++ da, ajanlar, oysa sitoplazmik
Ca+2 bastırmak degranülasyonuna tüketmek, degranülasyona teşvik eder. Mast
hücrelerinden ve bunların etkileri salınan ajanlar 1. Mast hücreleri, örneğin egzersiz,
duygusal stres, kimyasal maddeler (örneğin, kalsiyum iyonoforlar, kodein, vb),
anaflatoksik tetiklenebilir. (C4a, C3a, C5a, vb.) Aynı semptomlara neden olmasına rağmen,
IgE alerjen etkileşimi olmağı bu reaksiyonlar, aşırı duyarlılık reaksiyonları değildir.
Tablo 1. Farmakolojik Aracıları
Ani hipersensitivite Aracı
Önceden oluşturulmuş granüller aracılar
Histamin
bronkokonstiriksiyon, mukus salgısı, vazodilatasyon, vasküler geçirgenlik
Triptazın
proteoliz
Kininogenase
kininler ve vazodilatasyon, vasküler geçirgenlik, ödem
ECF-A
(Tetrapeptidler)
eozinofil ve nötrofilleri çekmezler
Yeni oluşan aracılar
Lökotrien B
bazofil Cezbedici
Lökotrien C4 , D4
daha güçlü histamin gibi aynı ama 1000x
Prostaglandinler D 2
ödem ve ağrı
Paf
trombosit agregasyonu ve heparin sürüm: mikrotrombi
Hipersensitivite Reaksiyonları, trombosit agregasyonu ve histamin salınmasını, heparin
ve vazoaktif aminler neden olan PAF (trombosit aktivasyon faktörü) ile amplifiye
edilir. Anafilaksi (ECF-A) ve nötrofil kemotaktik faktörler, eozinofil kemotaktik
faktörü gibi çeşitli nekrozuna hidrolitik enzimler, sırasıyla serbest eozinofiller ve
nötrofiller, çeker. Eozinofillerin bu rolü Eozinofiller, arylsulphatase, histaminase,
fosfolipaz-Ge ve prostaglandin-E bırakarak lokal reaksiyon kontrol edebilir.Siklik
nükleotid ani aşırı duyarlılık reaksiyonu modülasyonunda önemli bir rol oynadığı
görülmektedir. cAMP ve cGMP seviyelerini değiştirebilir. Bu maddelerin değişimi önemli
ölçüde alerjik semptomlar değiştirebilir. hücre içi cAMP artırmak için kullanılan maddeler
alerjik semptomları, özellikle bronşların genişlemesine ve rahat soluk alıp vermeye neden
olur.Tersine, cAMP ya da cGMP azaltan ajanlar, bu alerjik durumları kötüleştirebilir.
Tablo 2 - alerjik semptomlar ve halkalı-nükleotidler arasındaki ilişki
cAMP düşürülmesi
cAMP yükseklik
α-adrenerjik reseptör uyarılması
(veya epinefrin-, fenil-epinefrin)
β-adrenerjik reseptör stimülasyonu
(epinefrin, isoproterenol)
veya
α-adrenerjik reseptör bloke edici
(fenoksibenzamin)
β-adrenerjik reseptör bloke edici
277
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
(propanolol)
fosfodiesteraz inhibisyonu
(teofilin)
siklik GMP-yükseklik
reseptörlerine, histamin-2 ya da
PGE bağlanmasının
γ-kolinerjik reseptör uyarılması
(asetil kolin, carbacol)
Semptomların kötüleşmesine
Belirtiler büyümesi
Acil aşırı duyarlılık için tanı testleri şüpheli alerjenlere karşı cildi (prick ve intradermal)
testler yapılamsını ve total IgE ölçümü ve spesifik IgE antikorları belirlenmesi gerekir.
Toplam IgE ve spesifik IgE antikorları enzim immunoassay (ELİSA) bir modifikasyonu ile
ölçülür. Semptomatik tedavi histamin reseptörlerini bloke antihistaminikler ile yapılır.
Örneğin Kromolin sodyum, Ca+2 akışını engelleyerek, muhtemelen, mast hücre
degranülasyonunu engellemektedir. Mast hücrelerine bağlanan IgE Fc kısımlarına karşı IgG
antikorların kullanımı bazı maddeler alerji tedavisinde kullanılır. Bu maddeler Fc kısımları
bloklayarak mast hücresi duyarlılığını azaltır. Hyposensitization (immunoterapi veya
duyarsızlaştırma), , polenler özellikle böcek zehirlerinin için, bir dereceye kadar alerji
reaksiyonları tedaviside kullanılan bir yöntemidir. Hyposensitization mekanizması tam
olarak belirlemememiştir, ancak belirtilerin azaltılmasında IgG engellemesi arasında bir ilişki
vardır.
Tip II Aşiri Duyarlilik
Tip II aşırı duyarlılık reaksiyonları da sitotoksik aşırı duyarlılık olarak da bilinir ve çeşitli
organları ve dokuları etkileyebilir. Hücre zarlarına bağlanan çeşitli egzojenez kimyasal
maddeler (haptenler), tip II aşırı-duyarlılığa yol açabildiği halde, antijenler, normal olarak
endojen kökenlidir. Tip II aşırı duyarlılık reaksiyonları İlaca bağlı hemolitik anemi,
granülositopeni ve trombositopeni gibi durumlarda gözelnir. Reaksiyon süresi saatler yada
dakikalarla sınırlıdır. Tip II aşırı duyarlılık birincil oalrak IgM veya IgG sınıfları ve
tamamlayıcı antikorlar aracılığıyla meydana gelir.
Tip III Aşiri Duyarlilik
Tip III aşırı duyarlılık, aynı zamanda immün kompleks aşırı duyarlılık olarak da bilinir.
Bu tip reaksiyonlar, akciğer (örneğin, aspergilloz), kan damarları (örneğin, poliarterit, genel
(örneğin, serum hastalığı) ortaya çıkar. Tip III duyarlılıkta tek bir organ örneğin deri yada
çok sayıda organ (örneğin, sistemik lupus eritematoz, Arthus reaksiyonunda), böbrek
(örneğin, lupus nefriti) kapsayabilir ), eklem (örn, romatoid artrit) etkilebilir. Tip III
duyarlılıkta çözünür immün kompleksleriyle görev alır. IgM'de bulabilir. Ancak çoğunlukla
IgG sınıfı etkilerim oluşumdan sorumludur. Antijen eksojen (kronik bakteriyel, viral veya
parazitik enfeksiyonlar), ya da endojen (organa özgü olmayan oto-bağışıklık: örneğin,
sistemik lupus eritematoz SLE) olabilir. Antijen çözünür ve ilgili organa bağlı değildir.
278
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
ŞEKİL 4.46 Tip III duyarlılık reaksiyonları .
Primer bileşenleri çözünür bağışıklık kompleksleri ve komplement sistem elemanları (C3a,
4a ve 5a) proteinleridir. Trombosit ve nötrofillerin hasarına neden olur. Tip III aşırı
duyarlılık immünofloresan boyama belirlenebilir. Komplemant sistemdeki özel proteinlerin
varlığı yada yokluğu ve immün komplekslerin varlığı bu aşırı duyarlılık reaksiyonları için
belirleyicidir. Tedavisinde anti-enflamatuar ajanları kullanılır.
Tip IV Aşiri Duyarlilik
Tip IV aynı zamanda hücre aracılı aşırı duyarlılık veya gecikmeli tip aşırı duyarlılık
olarak da bilinir. Bu aşırı duyarlılık klasik örneği 48 saat antijen (PPD ya da eski tüberkülin)
enjeksiyonundan sonra pik tüberkülin (Montoux) reaksiyonudur .
Tablo 3 - Geciken hipersensitivite reaksiyonları
Type
Reaksiyon Kilinik
zamanı
görünüm
'Histolojisi
Antijen ve bağlanma
bölgesi
iletişim
48-72 saat
egzama
makrofajlar ve ardından
lenfositleri;Epidermisin
ödem
epidermal (organik kimyasallar,
zehirli sarmaşık, ağır
metaller,vb )
tüberkülin
48-72 saat
Yerel
endurasyon
lenfositler, monositler,
makrofajlar
deri içi (tüberkülin,
lepromin, vb )
granülom
21-28 gün
sertleştirme
makrofajlar, epiteloid ve dev
hücreler, fibrozis
kalıcı antijen veya yabancı
cisim varlığı (tüberküloz,
lepra, vb )
279
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
Tip IV hipersensitivite enfeksiyonlar ve yabancı antijenlere bağlı olarak bir çok oto bağışıklık
ve enfeksiyon hastalıkları (verem, cüzzam, blastomikoz, histoplazmoz, toksoplazmoz,
layşmanyaz, vb) ve granülom patojenezinde rol oynamaktadır. Gecikmiş aşırı duyarlılık
diğer biçimi lezyonlar örnek kontakt dermatit (zehirli sarmaşık ,kimyasallar, ağır metaller,
vb) 'dir. Gecikmeli aşırı duyarlılık hasar mekanizmaları T lenfositler ve monositler ve /
veya makrofajlar. Yardımcı T (TH1) hücreleri hasar kısmını neden monositler ve
makrofajlar, sitotoksik T hücrelerini aktive ederek ve işle ve aktive sitokinler ise sitotoksik T
hücreleri (Tc) zarar görebilir. Gecikmiş aşırı duyarlılık lezyonlar çoğunlukla monositler ve
bir kaç T hücrelerini sınırlıdır. Gecikmeli aşırı duyarlılık reaksiyonu yer alan önemli
lemfokinler monosit kemotaktik faktörü, interlökin-2, interferon-gama, TNF alfa / beta
olarak sıralabilir. Tip IV hipersensitivite tedavisinde kortikosteroidler ve diğer bağışıklık
bastırıcı maddeler kullanılır.
ŞEKİL 4.46 Tip IV duyarlılık reaksiyonları .
280
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
Tablo - aşırı duyarlılık reaksiyon türlerinin Karşılaştırılması
özellikleri
tip-I
(anafilaktik)
tip-II
(sitotoksik)
tip III
(immün
kompleks)
tip-IV
(gecikmeli tip)
antikor
IgE
IgG, IgM
IgG, IgM
Yok
antijen
eksojen
hücre yüzeyi
çözünür
doku ve organ
tepki süresi
15-30 dakika
dakika sonrası
3-8 saat
48-72 saat
görünüm
parlama
liziz nekroz
eritem ve ödem,
nekroz
eritem ve endurasyon
histoloji
bazofiller ve
eozinofil
antikor ve
Komplement
sistem
Komplement ve
nötrofiller
monositler ve lenfositler
Transfer şekli
antikor
antikor
antikor
T-hücrelerinin
örnekler
alerjik astım,
saman
nezlesi
Eritroblastosis
fetalis,
Goodpasteur nefrit
SLE, çiftçi akciğer
hastalığı
tüberkülin testi, zehirli sarmaşık,
granülom
Püy(irin oluşumu)
Çok sayıda bakteri ve nekrotik dokuyu yutan nötrofil ve makrofajlar sonuçta ölür. Günler
sonra, inflamasyonlu dokuda, içinde nekrotik doku parçaları, ölü nötrofiller, makrofajlar ve
doku sıvısı bulunduran bir kavite oluşur. Bu karışım püy olarak adlandırılır. Enfeksiyon
bastırıldıktan sonra püydeki ölü hücreler ve nekrotik doku günler içinde giderek otolize uğrar.
Son ürünler çevredeki dokular tarafından absorbe edilir.
281
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
Bölüm
5
Sindirim sistemi fizyolojisi
Sindirim sistemi gastro intersistial kanal ve yardımcı organların hakkında
bilgiler. Sindirim yeri, hormonal kontrolü, sindirim enzimleri yapı
fonkisyonları, besin maddelerinin emilimi.
Sindirim Fizyolojisi
Yaşam için gerekli enerjiyi ancak besinlerdeki kimyasal maddelerden alabilir. Sindirim sisteminin
görevi karbonhidrat, yağ, protein gibi başlıca besin maddeleriyle, su ve elektrolitlerin vücuda
alınmasını sağlamaktır. Besin maddeleri kanaldan geçirilirken:
Mekanik olarak parçalanır, Kimyasal olarak sindirilir, Basit moleküllerine ayrıştırılır,
Gerekli ve yararlı olanlar emildikten sonra artıklar dışarı atılır. Sindirim besinlerin mekanik ve
enzimatik olarak parçalanmalarıdır.
ŞEKİL 5.1
Farklı hayvan gruplarındaki sindirim sistemi
Sindirim sistemi aynı zamanda sindirim sistemi ve karaciğer, pankreas, safra kesesi ile
mide-bağırsak (GI) oluşur. GI yolu anüs sonlanan ağzından başlayan uzun, bükümlü tüp
şeklinde organize olmuştur. Gastrointestinal sistem oluşturan içi boş organların ağız, yemek
borusu, mide, ince bağırsak, kalın bağırsak-rektum ve anüsten oluşur. Gıda ağızdan girer
282
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
ve GI bölgesinin içi boş organları vasıtasıyla anüs kadar gider. Karaciğer, pankreas, safra
kesesi ve sindirim sisteminine yardımcı organlardır. GI bakteriler, aynı zamanda sindirime
yardımcı olur, bağırsak florasının veya mikrobiyomu besinleri sindiren enzimleri estra sellüer
enzimler salgılar, çeşitli vitaminlerin üretimini sağlar(Vitamnin K). Sinir ve dolaşım sistemleri
sindirim sürecinde rol oynar. Bu sistemler birlikte, sinirlerin düzenleyen, hormonlar salgılanmasını
sağlar, bakterilerin, sindirim sisteminden kana geçişine engel olur(Karaciğer kuffer hücreleri).
1- Besinin sindirim kanalı içinde yürütülmesi (GI motilite)
2- Sindirim sıvılarının salgılanması (GI sekresyon)
3- Sindirilen besin maddeleri, su ve elektrolitlerin emilmesi (GI absorbsiyon)
ŞEKİL 5.1
Farklı hayvan gruplarındaki sindirim sistemi
Farklı besinlere göre sindrim sistemi
Etçilerde sindirim sistemi Diğer memelilere göre sindirim borusu kısadır.
(Sindirimsistemlerinin uzunluğu vücut uzunluğuna oranlandığında). Mide genellikle tek bölmeli
ve kompleks bir yapısı yoktur. Çok bölmeli olması durumundaysa histolojik değil, fizyolojik bir
farklılıktan söz edilir. Besinin niteliğine göre değişmekle birlikte, diğer memelilere oranla
çok daha kısa ve düz bir kalınbağırsakları vardır. İlkel formlarda çekum gelişmiş değilken,
diğerlerinde iyi gelişmiştir.
Hepçilerde, Etçil memelilere göre sindirim borusu daha uzundur.(Sindirim sistemlerinin
uzunluğu vücut uzunluğuna oranlandığında) . Mide genellikle tek bölmeli ve kısmen kompleks bir
yapıdadır. Temel besinin niteliğine göre değişmekle birlikte, etçil memelilere oranla daha uzun,
kaslı ve kısmen boğumlu bir kalınbağırsakları vardır. Marsupialia ve Primatlarda gelişmiş
çekum bulunurken, diğerlerinde iyi gelişmemiştir.
283
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
Geviş getiren ve getirmeyen Otcularda sindirim sistemi
Farklı canlı gruplarında sinirim yapan organ ve yapılar farklılık gösterir. Geviş getirenlerde
Besinler önce, ağızda çiğnenir. Daha sonra besinler, işkembe ve börkeneğe geçer. Burada
mekanik sindirime uğrar ve selüloz sindiren bakteriler, selülozu kimyasal sindirir. Geviş
getirmeyen otçul memelilerde sindirim sistemi: At, eşek ve zebra bu gruba girer. Bu canlılara
tek toynaklılar da denir.Bu canlıların mideleri, tek bölmelidir. İnce bağırsakları ise çok
uzundur. Selüloz sindirimi kör bağırsakta gerçekleşir.
Otçul memelilerin diğer memelilere göre sindirim borusu daha uzundur.(Sindirim
sistemlerinin uzunluğu vücut uzunluğuna oranlandığında) Mide genellikle çok bölmeli ve
kompleks bir yapısı vardır. Çok bölmelilikte histolojik ve fizyolojik bir farklılıktan söz
edilir. Temel besinin niteliğine göre değişmekle birlikte, diğer memelilere oranla çok daha uzun,
kaslı ve boğumlu bir kalınbağırsakları vardır. Geviş getirenlerin mideleri çoğunlukla dört
odadan oluşur:
•
Şirden (Abomasum) tek mideli memelilerin midesi gibidir. Bu mideye giden yolda
yemek borusunun bölümleri olan:
•
İşkembe (Rumen)
•
Börkenek (Retikulum) ve
•
Kırkbayır (Omasum) bulunur.
Ayrıca işkembenin daha küçük bir ön odası vardır ki bu da ayrı bir mide olarak sayılırsa,
midelerin sayısı beşe yükselir. Bazen işkembe'nin ve börkeneğin birbirlerine benzeyen
görevlerinden dolayı birlikte tek bir bilimsel ad altında Reticulorumen olarak adlandırıldığına da
rastlayabiliriz. Geviş getiren hayvanlar, otlanma anında bitkisel besinlerini ancak kabaca çiğner
ve yutarlar. Bu yuttukları maddeler işkembeye gider. İşkembe ve diğer ön midelerinde çok
sayıda bakteriler, protozoonlar ve maya mantarları gibi mikroorganizmalar vardır. Yutulan
maddeler bu mikroorganizmalar ile iyice karışır. Bu mikroorganizmalar çoğu karbonhidratları
işkembe duvarının alabildiği maddelere çevirebilirler. Fermentasyon denilen bu olayda çoğu diğer
memelilerin sindiremedikleri bazı maddeler bile sindirilip enerji kaynağı olarak
değerlendirilebilir (örneğin selüloz). Bu fermentasyonda meydana gelen gazlar börkeneğin
içinde birikir ve ağız yoluyla dışarıya çıkar (geğirmek, garklamak).Yutulan maddeler daha çok
parçalanmaları ve karışmaları için işkembe ile börkenek arasında ileriye geriye verilir. Bu işlem
tamamlandıktan sonra bu hafif sindirilmiş maddeler börkenek ve işkembenin ön odasının
kontraksiyonları ve yemek borusunun geriye doğru peristaltik hareketleri ile, küçük
porsiyonlar halinde tekrar ağıza doğru taşınır. Ağızda maddeler geviş getirilerek daha çok
parçalanır ve tekrar yutulur. Börkeneğin küçük ve büyük parçacıkları ayırabilme işlevi
vardır; büyük ve kaba parçaları daima geri tutar ve ince parçaları kırkbayıra aktarır. Kırkbayır bu
ince parçaları ezerek içindeki sıvıyı çıkarır. Bu şekilde katılaşan maddeler şirdene ulaşır.
Şirdenin içinde asidin büyük bir kısmı notralize edilir. Maddede bulunan mikroorganizmaların
içindeki proteinler ve yağlar ince bağırsakta çıkarılır. Besinler bu kadar uzun süre midede
tutulduğu, sürekli karıştırılıp katılaştırıldığı için geviş getirenlerin midelerinde bezoar taşları
284
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
oluşur. Bu mide taşları, yutulmuş olan kıl ve bitki ipliklerinin zamanla birikip, yapışıp,
sertleşmesi ile meydana gelir.
Sindirim sistemi besin maddelerini kan dolaşımına aktarılabilecek bileşiklere dönüştürür.
Sığır, geyik, koyun, at ve tavşan gibi besin kaynağı olarak bitkilere bağımlı olan hayvan
türlerine Herbivor denilir. Besin kaynağı olarak diğer hayvanların etlerine bağımlı olan kedi ve
köpek hayvan türlerine Karnivor denir. Besin kaynağı olarak et ve bitkileri kullanabilen
domuz ve kuş gibi canlılara ise Omnivor denir. Farklı hayvan türleri tükettikleri yemleri en
iyi değerlendirebilecek şekilde adapte olmuş sindirim sistemlerine sahiptir. Herbivor,
karnivor ve omnivorların sindirim sistemleri birbirlerinden farklılık gösterir. Ruminantlar besin
madde ihtiyaçlarının büyük bir kısmının kaba yemlerden sağlamalarına imkan veren çok
bölmeli bir sindirim sistemine (poligastrik) sahiptir. Sindirim kanalı dudaklardan anüse kadar
uzanır. Sindirim sisteminde ağız, farinks, özafagus, mide ile ince ve kalın bağırsaklar yer
alır. Yardımcı organlar arasında tükrük (salya) bezleri, karaciğer ve pankreas gibi organlar
yer alır. Sindirim sisteminin uzunluğu ve yapısı (kompleksliği) türlere göre değişiklik
gösterir. Herbivorlarda uzun ve kompleks yapıdadır.
Sindirim kanalının yapısı
Erişkin bir insanda yaklaşık 9 m uzunluğundaki sindirim kanalı fibromüsküler yapıda olup,
yer yer işlevine uygun olarak farklılaşma gösterir. Sindirim kanalı ağız, farinks, özofagus, mide,
ince ve kalın barsaklar ile anüsten oluşur. Sindirime yardımcı yapılar dişler, tükrük bezleri,
pankreas, karaciğer, safra yolları ve safra kesesidir. Ağızdan ileumun distal ucuna kadar
birçok yerde sindirim enzimlerinin salgılanması, Ağızdan anüse kadar bütün yolda sindirim
kanalını yağlayan ve koruyan müküsün salgılanması.
ŞEKİL 5.2
•
•
Sinidirim sistemi modeli
Ağız : Ağız boşluğundaki yapılar ve mekanik sindirim ve çiğneme görev alır.Ağızda
tükürük müsin ( gıdaları bir arada bağlar) oluşur, tükürük amilaz (nişastayı maltoza
sindirir ) ve mineral maddeler (yaklaşık nötr pH 7, dengeler.)
Özofagus: Dairesel kaslar hareketi peristalsis ve gıda ve besin maddeleri aşağı doğru
hareket ettirir. Yemek borusu, üst bölümü belirli bir yere kadar istemli kaslara sahiptir,
Gıdanın ağzından mideye ulaşması için genellikle 4 ila 8 saniye süre yeterlidir.
285
H A Y V A N
•
F İ Z Y O L O J İ S İ
Mide: Asidik koşullara (optimum pH enzim pH 1-2,) sahiptir. Mekanik sindirim (gıda
ona büyük bir yüzey alanı veren boyutta yıkmak amacıyla mide çalkalama hareketi
yapar) yapılır. Gıda midede iken bu çalkalama ile mide sıvısı ile karışır. Midede gıda
gastrin (kanda taşınan) üretilmesi için mide duvarına uyarır. Yağlı bir yemek
enterogasterone yavaş çalkalama için sentezlenir. Aynı zamanda midenin asidik pH
azaltılır. Mideden sentezlenen bağlıca maddeler :
• Pepsinojen:- HCI ilave edildiği zaman aktive olan bu zimojen enzim proteinlere
etkiler Kendi dokuları otolitik olarak sindirmesini önlemek için İnaktif olarak
sentezlenir ve daha sonra pepsin olarak aktif forma dönüşür. Görevi proteinlerin
sindirimidir.
• Pro-renin : HCl sentezlendiğinde kaseinogen pıhtılaştırmasında ve
çözeltilmesinde görev olan zimojen yapıdaki bir enzimdir. Bu yolla renin ve süt
sindirmesi için yüzey alanını arttırır.
• Mukus : Sentezlenen mukus mideyi aşırı asidi karşı korur . Ayrıca aktif hale
geçen enzimlerin mide içinde otoliz engeller. Bunun yanında sürtünmeyi azaltıcı
etkisiyle yağlama maddesi olarak görev yapar .
• Hidroklorik asit (HCl) :Mide duvarında yer alan oxyntic hücreleri hidroklorik asit
(HCl)salgılar.
Mikrovillüs Hücrenin serbest
yüzey farklılaşmalarından, özellikle
emme görevi fazla olan hücrelerde,
hücre dış yüzeyini arttırmak için,
hücre zarının bir miktar sitoplazma
ile meydana getirdiği parmak
şeklindeki çıkıntılardır. Boyları
yaklaşık, 0,6-0,8 mikron
uzunluğunda, 0,08-0,1 mikron
kalınlığındadır. Özellikle bağırsak
epitelinde bulunan mikrovilluslar
(çoğulu mikrovilli) yapılarında,
makromolekülleri parçalayacak ve
hücre içine taşıyacak enzimleri
bulundururlar.
ŞEKİL 5.3
Sinidirim kanalı
Mikrovilluslar ince bağırsağın iç yüzeyinde bulunurlar. Bu kadife tüyleri şekilndeki çıkıntılar
yardımıyla sindirim son ürünleri kan ve lenf dolaşımına aktarılırlar. Lenf ve kan damarları
tarafından zengin olan villi ve mikrovilliler yanlara doğru hareket ettikleri gibi uzama-kısalma
yetenekleri de vardır. Villi hareketlerinin kontrolü sinir sistemi ve duodenum mukozasından
salgılanan villikinin hormonu tarafından gerçekleştirilmektedir. Villiler bağırsak yüzeyinin
olması gerekenden daha geniş olmasını sağlarlarMikrovilliler villi üzerinde yer alan fırça benzeri
küçük çıkıntılardır. Sindirim kanalının epitel tabakasında milyarlarca tek hücreli müköz
bezler yer alır. Bunlara; müköz hücreler veya goblet hücreleri adı verilir. Sindirm kanalı epitel
yüzey boyunca oyukcukluklarla (pit) kaplıdır. Pit ler ince barsakta Lieberkühn kriptaları
(Entrokinaz) adını alır Mide ve duodenumun üst kısmında derin tübüler bezler bulunur(Şef ve
periatel hücreler). Sindirim kanalı ile ilgili diğer bezler tükrük bezleri, pankreas ve
karaciğerdir. Bezlerin Uyarılma İntestinal bezlerin uyarılması üç etkenden birisi ile gerçekleşir:
1- Dokunma uyarısı,
2- Kimyasal uyaranlar,
3- Barsak distansiyonu
286
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
Müküs salgısı
Müküs; su, elektrolitler ve birkaç glikoproteinden oluşan koyu bir salgıdır. Müküs
besinlerin gastrointestinal kanal boyunca kolayca kaymalarını sağlar. Epiteli sıyrılmaya ve
kimyasal etkilere karşı korur. Yapışkandır.
Barsak duvarını kaplayan ve besin
parçacıklarının mukoza ile doğrudan temasını önleyen yeterli bir kitlesi vardır. Sürtünmeye
karşı direnci düşüktür. Feçes kitlelerini oluşturmak için feçes partiküllerinin birbirine
yapışmasını sağlar. Gastrointestinal enzimlerin sindirimine karşı çok dirençlidir.
Müküsteki mukopolisakkaritler az miktardaki asit veya alkalileri tampon edebilirler. Sindirim
kanalı elektrolitler, su ve gıdaları sürekli olarak vücuda sağlar. Bunu gerçekleştirmek için
1) gıdaların sindirim kanalında hareketi,
2 ) sindirim salgılarının salgılanması ve besinin sindirimi,
3) sindirim ürünleri, su ve çeşitli elektrolitlerin emilimi,
4) emilen maddeleri uzaklaştırmak için gastrointestinal organlarda kanın
dolaşımı
5) tüm bu fonksiyonların sinirsel ve hormonal mekanizmalarla kontrolü
gerekmektedir.
Tükrük Salgısı
Tükrük bezleri
Parotis bezi :Her iki kulak önünde, çene ekleminin
yüzeyinde bulunur. Boyut olarak en büyük tükrük
bezleridir. Sağ ve sol olmak üzere 2 adettir.
Tükrük bezinin kanalı ağız içinde üstteki 2. azı
dişlerinin hizasından ağız içine açılır. Bu bezi diğer
tükrük bezlerinden ayıran en önemli özelliği yüzün
hareketlerini sağlayan yüz sinirinin bu bez içinden
geçmesidir. Bu cerrahide çok önem arz etmektedir.
Cerrahi esnasında bu sinir bulunup korunması çok
önemlidir. submandibüler ve sublingual bezler:
Bu bezler çenenin alt tarafında sağda ve solda
olmak üzere yerleşmişlerdir. Her iki bezden 2 adet
bulunmaktadır. Tükrük bezleri tarafından yapılarak
ağız boşluğuna boşaltılan salgılardır. İnsanda ağız
boşluğuna açılan 3 çift tükrük bezi bulunur. Bunlar
parotis, submaksiller ve sublingual bezlerdir.
Yanağın iç kısmındaki küçük bukkal bezler az
miktarda tükrük salgılarlar.
ŞEKİL 5.4
Tükrük bezleri
287
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
Üç adet tükrük bezi farklı yapıdaki tükrük sentezi yapar. Tükürüğün büyük bir kısmı
submandibular tükrük bezi tarafından sentezlenri
BEZ
Histolojik tipi
Sekresyon
Toplam tükrüğün
yüzdesi
Parotid
Seröz
Su
%20
Submandibuler Karışık
Kısmen visköz
%70
Sublingual
Müköz
Visköz
%5
Tükürük içinde su, bikarbonat, klor, müsin ve müküs bulunur. Bu maddelerin farklı görevleri
vardır.
İçindekiler
Görevi
Su
Ağızı nemlendirir. Konuşmaya yardım eder. Tat alma ve sindirim işi
için çözücüdür.
Bikarbonat
Tükrüğün pH'sını 6.35-6.85 arasında (hafif asidik) tutmaya yarar
Klor
Tükrük amilazını aktifler
Müsin
Müküs oluşumuna katılan bir proteindir
Müküs
Besinleri yağlar, lokma oluşumunu sağlar. Yutmaya ve lokmadaki asit
ve bazları tamponlamaya yardım eder.
Fosfatlar
Üre, Ürik asit
Tükrüğün pH'sını düzenlemeye yardım eder.
Tükrük yoluyla atılan artık maddelerdir. Sindirim fonksiyonları
yoktur
Tükürük içinde farklı enzimler (pityalin) antimikrobiyal maddeler( IgA, Laktoferrin) farklı
görev yapar.
Enzim
Görevi
Pityalin
Nişasta ve glikojeni maltoza parçalar
IgA
Bakteri ve viruslara karşı ilk immünolojik savunma
Lizozim
Bakterilerin duvarlarına saldırı
Laktoferrin
Demire bağlanır ve bakteriyostatik.
Tiyosiyanat
Antibakteriyel etki
Prolinden zengin proteinler
Dişlerin minesini korur
Özofagus Salgısı
Özofagus salgısı tamamen müküs karakterdedir ve görevi birinci derecede yutma için
gerekli yağlamayı sağlamaktadır. Özofagusun baş kısmı ve mide ucundaki bezler birleşik
müküs bezlerdir. Diğer taraflarında ise basit müküs bezler bulunur. Özafagus normal şartlarda
mideden gelen sindirim enzimlerine ve düşük pH ‘a maruz kalmaz ancak mide özafagus
arasındaki sifingterin yetersiz kalmasına bağlı olarak mide içeriği özofagusa kaçabilir. Bunu dışında
kusma olayı sırasında özofagus müküs tarafından korunur.
Mide
Yemek borusu ile barsakların ilk kısmı arasında bulunur ve bir bakıma sindirime hazırlanan
gıdaların depo edildiği yer olarak görev yapar. Ağızda parçalanarak küçük bölümlere ayrılan
ve tükrük ile yumuşatılan gıdalar, yemek borusu ile mideye aktarılır. Burada toplanan
gıdalar bir süre daha belirli işlemlere tabi tutulur ve daha sonra belirli aralıklar ile barsağın
birinci kısmına aktarılır. Midenin iki açıklığı vardır. Yemek borusunu mide ile birleştiren
açıklığa kardia denir. Barsağın başlangıç kısmı ile birleştiren açıklığa ise pyloradı verilir.
Pylorus sıkı oluşmuş sirküler kas liflerinden meydana gelmiştir. Dış görünüşüne göre mide üç
kısma ayrılır. Bu bölümler; fundus, corpus ve pylor adını alır. Midenin ana bölümü korpus
288
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
kısmıdır. Bu bölümün yukarıya doğru kubbe şeklinde yapmış olduğu çıkıntılı kısım
diaphragma’nın altına sokulmuştur. Buraya fundus adı verilir. Gıdaların yutulması sırasında alınan
hava, midenin fundus kısmında toplanır. Mide korpusunun alt kısmı gittikçe daralır. Burası özel
bir yapı kazanmış olan pylorus kısmıdır. Düz kas liflerinden medana gelmiş kuvvetli bir duvara
sahiptir. Pylorus kısmının pankreas ve karaciğer ile yakın komşulukları vardır. Midenin iç yüzü
ince bir mukoza örtüsü tarafından döşenmiştir. Bu örtü içinde midenin önemli salgı bezleri
bulunur. Boş durumda olan bir midenin mukozasında uzunluğuna birtakımçıkıntılar oluşur.
Gastrik pili denen bu kıvrımlar dolu olan midede kaybolur. Küçük kenara isabet eden yerde bu
kıvrımlar kenar boyunca kesintisiz devam ederler ve aralarında geniş boşluklar oluştururlar. Mide
boşluğu ya da foveola gastrıca adı verilir. Mide içinde emilime hazır hale getirilen gıda
maddesi, buradan pylorus yolu ile duedonum’a aktarılır. Bunun için midenin pylorus
bölümünde peristaltik hareketler yapılır. Midenin duvar yapısı içinde Tunika mukozanın,
lamina epitelyalisi tek sıralı prizmatik ve salgı yapan epitel oluşur. Lamina Propria: Mide bezleri
.ve (Plazma, makrofaj, lenfosit ve eozinofil) Lamina Muskularis Mukoza:İçte sirküler, dışta
longitudinal düz kas hücrelerinden oluşmuştur Tunika submukoza gastrik kanalın duvar
yapısındadır.
Mide kısımları
Midenin 4 ana bölümü vardır:
1- Fundus,
2- Kardia,
3- Korpus (gövde) ve
4- Antrum (midenin son bölümü)
ŞEKİL 5.5
Mide yapısı
Midenin histolojik yapısı,gastroıntestınal kanalın duvar yapısına sahiptir. Midede birbirinden
tamamen farklı iki tip bez bulunur. Gastrik ve pilorik bezler. Gastrik bezler sindirim sıvılarını,
esas hücreler Persinojen paryetal hücreler HCI, intersek F Pilorik bezler ise mide
mukozasını koruyan mükus, Korpus ve fundustaki boyun ve yüzey müköz hücreleri ve diğer
benzer hücrelerden salgılanır. Müküs müsinler olarak adlandırılan glikoprotein lerden
yapılmıştır. Mukozayı örten 0.2 mm kalınlığında bir jel tabakası oluşturur. Yüzey mukoza
hücreleri, HCO3-’da salgılar. Bu hücreler arasında sıkı bağlantılar bulunur. Mide mukozasının
korunmasında mukozadaki, trefoil peptidler de etkili olur
289
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
Mide salgı hücreleri
Midede bulunan paryetal hücreler litrede 160 milimol hidroklorik asit (HCI) içeren, vücut
sıvıları ile izotonik olan elektrolit bir solüsyon salgılarlar. Bu asit solüsyonun (HCl) pH'sı
yaklaşık olarak 0.8 dir. Mide suyunun sentezlenmesi için her litre mide sıvısı başına 1500
kalorinin üzerinde enerjiye gereksinim vardır. Midede HCI görevleri Pepsinojeni pepsine
çevirmek ve pepsin için uygun değer pH'yı sağlamaktır. Bazı mineralleri redükte ederek
(Ca2+, Fe2+) barsaktan emilimini kolaylaştırmak, Sütün kazeojenini kazein halinde
çökeltmek ve mikropları öldürmek vardır.
Mide bezlerinden
1- Paryetal bezlerden HCI
2- Şef bezlerinden pepsinojen
gastrik lipaz
3- Mukuz boyun bezlerinden
mukus
4- D hücrelerinden somatistatin
5- G hücrelerinden gastrin
ŞEKİL 5.6 Mide bezleri
Mide asidi olan HCl midede pariyetal hücreler tarafından salgılanır. Midedin pH düşürülmesi
için hidrojenin mide lümenine transferi paryetal hücrelerin apikal zarındaki H+ - K+ ATPaz
tarafından gerçekleştirilir. Bu aktif taşıma proteini H mide içine pompalarken K iyonunu
pariyetal hücrelerin içine alır.
ŞEKİL 5.7 HCI sentezi
Asit sekresyonunun önemli elemanı epitelyum hücre cannaliculeri zarında bulunan bir H + / K
+ ATPaz veya "proton pompası" dır. Bu ATPaz magnezyum bağımlıdır . asit salgılanmasını
açıklayan mevcut modelde:
•
Hidrojen iyonları, parietal hücre içinde suyun ayrışmasından kaynaklanan oluştur. Bu
işlemde karbonik anhidraz tarafından katalize edilen reaksiyonla karbon dioksit ve su
birleştirilir. Sonuçta Bikarboant ve Hidrojen iyonları oluşur.
290
H A Y V A N
F İ Z Y O L O J İ S İ
•
Bikarbonat klorür karşılığında bazolateral membran üzerinden değiş tutuş yapılır
(antiport) taşınır. Bunun sonunda "Alkali tide " olarak bilinen, kan pH hafif bir yükselti
ile gözlenen bikarbonat çıkışı olur. Bu işlem, parietal hücre içerisinde hücre içi pH'ın
muhafaza edilmesinde görev alır.
•
Klorür ve potasyum iyonları sızma kanalları ile cannaliculus lümeni içine taşınır ve bu
asit salgılanması için gereklidir.
•
Hidrojen iyonu proton pompası tarafından potasyum karşılığında, lümenin içine, yani
hücreden dışana pompalanır;
Besin mide lümenine geçtiğinde orada daha önce oluşmuş pepsin ve hidroklorik asitle temasa
gelince proteinlerin sindirimi bağlar.
ŞEKİL 5.8
Pepsinojenin aktivasyonu
Pesin ancak yüksek asit ortamda (pH 1,8–3,5) optimum etki gösterir. Mide Salgısındaki diğer
Enzimler: Gastrik lipaz, amilaz ve üreazdır. Gastrik Lipaz esasen bir tributinaz'dır.
Tereyağındaki tributine etki eder. Gastrik amilaz nişasta sindiriminde etkilidir. Gastrik
jelatinaz etteki proteoglikanların bazılarının eritilmesine yardımcı olur. Gastrik üreaz mide
bezlerinin salgısı olmayıp, midedeki bakterilerin etkisiyle oluşur.
ŞEKİL 5.9
Mide salgıları
291
Download