İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi MAKALE 171 Gündelik Yaşamın Tiyatrosu Süreyya Karacabey1 ÖZET Gündelik Yaşamın Tiyatrosu bize, sahnelenmiş bir gerçekliğin deneyimini sunar. Yalın bir varoluşun sessiz üyeleri, aniden kimin tarafından izlendiği belirsiz bir oyunun rol figürleri haline gelir. Kendilerini sahneledikleri bu sahne yaşamında, kimlikleri bir rolün içinde iyice çözülecektir. Bu noktada ise, gündeliğin tiyatrosunun başladığı tarihsel avangardlar döneminde, negatif bir biçimde tanımlanan yabancılaşma, artarak süren roller oyununda, pozitif bir anlama kavuşur. Böyle bir dünya algısının içinde sanat, yıkıcı enerjisini yitirir ve işlevsizleşir. Varoluşunu bir hakikat nosyonuna bağlayan kurmaca, hakikat duygusunun kaybolduğu bir uzamda, ya kurmacanın kurmacasına dönüşür, ya da kendini anlamlandırabilmek için bir gerçeklik iddiasına. Anahtar sözcükler: happening, gündelik yaşam, avangardlar, teatrallik, kurmaca. The Theater of Daıly Lıfe ABSTRACT The Theatre of Daily Life presents us the experience of a staged reality. The silent members of a plain existence, all of a sudden, become the role figures of a play with an indefinite audience. Their identities are to be solved within a role in this stage life where they stage themselves. And in this point, in the age of historical avangardes where the theatre of the daily had begun, the concept of alienation, which had been defined negatively, receives a positive meaning. In such a world perception, the art loses its destructive energy and becomes nonfunctional. The fictional, which connects its existence to a truth notion, within a space where the sense of truth itself is lost, either turns into the fictional of the fictional, or into a claim of reality for being able to give meaning to itself. Keywords: happening, daily life, avantgarde, theatrallik, fiction. 1 Dr., Ankara Üniversitesi, DTCF Tiyatro Bölümü Kuram ve Araştırma Dergisi 172 İLETİŞİM SüreyyaKaracabey Giriş Geleneksel anlayış, “rol yapmaya” sadece sahnede izin vermiştir, “rol” oyuncunun sanatsal ediminin bir parçası olarak görüldüğünden, gündelik yaşamda rol yapma’nın olumsuz bir karşılığı vardır. Herhangi bir kişiye yöneltilen “rolünü iyi yapıyorsun” sözünün bir iltifat olmadığını anlamak için kimsenin İroni Sanatı’nı okuması gerekmez. Böyle bir kavrayış, bir ayrıma temellenir: Rol, gerçek olmayandır, sahici varoluşun öteki tarafındaki kurmaca benliktir, dolayısıyla “rol”, daima rol olmayanın ne olduğu bilgisini gerektirir. Benzer akıl yürütme sahne için de geçerlidir, oyuncudan rolünü, gerçekle bozmaması talep edilir. Oyuncunun başarısının ölçüsü, kendi gerçekliğinifenomenal varlığını, rol aracılığıyla –numenal varlığıyla- unutturmasındadır. Klasik tiyatro, oyuncu rol ilişkisini böyle görür, kurmaca figürler tarafından oyuncunun sahici varlığının örtülmesi. Tiyatroda oyuncuya bakış, 20. yüzyılın başlangıç yıllarında değişmeye başlar ve bu değişim günümüze kadar sürer. Değişimin başlangıcında, rol ve oyuncu arasındaki geçişlerin görünür kılınmasına çalışılırken, oyuncunun rolle gizlenen bedeni, açığa çıkarılmaya çalışılır. Süreç radikalleşerek ilerleyecek ve tiyatroda rol yapmak, neredeyse rol yapmanın, gündelik yaşamdaki olumsuz anlamıyla birleşecektir. Oyuncu artık kendi sahici varlığını gizlemeyecektir, -mış gibi yapmaktan kaçınacak ve seyirciye hakiki bir deneyim sunacaktır. Tiyatronun yakın tarihi, bu algının sonucunda gerçekleştirilen sayısız örneklerle doludur. Sahnede rol konsepti olumsuzlandığında, gündelik yaşamda da tam ters yönde bir gelişim gerçekleşir. Bütün dünyanın bir sahne olarak kavrandığı bir zamanda, yeryüzünün sakinleri için rol, varoluşlarının bir parçası haline gelecektir, bir zamanlar otantik varoluşun dışında bir sahteliğe denk düşen rol durumu, adeta antropolojik bir değişmez olarak kavranacaktır. Gündelik yaşamın tiyatrosu böyle oluşmuştur. Gündelik yaşamın tiyatrosu, sahici varoluşun imkansız olduğuna yönelik düşünceler tarafından belirlenen, bir dünya algısının içinde şekillenmiştir. Bu algının radikal sonuçlarından birini ise sanat ile yaşam arasındaki ayrımın iptali oluşturur. Kategorik ayrımları mümkün kılan bir teorik kavrayışın yokluğunda, sınırlar belirsizleşir, bölgeler birbirinin içinde dağılmaya başlar ve özellikle de sanat açısından önceden verili bir alanın ortadan kalkması gerçekleşir. Her şey sanat haline geldiğinde sanat yok olacaktır ve sanat, mevcut sistem içinde kendini nasıl etkin bir hale getirecektir? Bu soru, yeni bir soru değil, sanatsal uygulamaların önemli bir bölümünü, bu soruya verilen cevaplar olarak düşünebiliriz. Ünlü “kriz” teşhisi, sanatı da içine almış ve onun yaşadığı kimlik krizini, modern sonrası dönemin semptomlarından biri olarak işaretlemiştir. Bu çalışma, krizin “tarih öncesi” olarak görülen tarihsel avangardların, süreci nasıl başlattıklarından söz edecek ve daha sonra gündeliğin tiyatrosunu mümkün kılan “epistemik” değişimin , avangard sonrası dönemdeki etkilerini inceleyecek ve son olarak ta sanatın, yaşamla giriştiği rekabetin biçimlerinden biri olan gösterilerin, happening’lerin dönüştürücü bir güçten neden yoksun olduklarını göstermeye çalışacaktır. İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi Gündelik yaşamın tiyatrosu 173 Yöntem Sanat ve yaşam arasındaki ayrımların ortadan kalktığı bir dünyada, sanatın içine girdiği kimlik krizinin, nedenleri ve sonuçlarından hareket ederek, gündeliğin tiyatrosuyla girdiği rekabeti kaybeden çağdaş sanatı değerlendiren bu makale, sosyal bilimlerin çeşitli disiplinleri ile sanat teorisinden yararlanılarak oluşturulmuş disiplinler arası niteliksel bir incelemedir. İçinde yaşadığımız dönemde sanatın sahip olduğu işlevi ya da işlevsizliği anlamamız için, onun tarihsel bir tasarım içinde neyi temsil ettiğini bilmemiz gerekmektedir. Bu temsilin değişimindeki durakların belirlenmesi için, çeşitli disiplinlerin, makalenin “sınırlılığı çerçevesinde”, teorik ve ampirik bilgilerinden yararlanılacaktır. Analiz ve değerlendirme Değişimin soykütüğü Sanatın krizi, insan düşüncesine temellük etmiş bir krizin semptomu olarak okunabilir. Bu krizin anlamsal boyutlarını eşzamanlı bir çözümlemeyle kavramak imkansızdır, şimdiki zamanın koşullarına bağlıymış gibi görünen paradoksal manzara, genellikle 20. yüzyılın başlangıç yıllarında ortaya çıkan, dağınık ve şekilsiz sanat hareketlerinin –tarihsel avangardların- yarattığı sarsıcı etkilerin bir sonucu olarak görülmektedir. Avangard hareketleri her şeyden önce, Avrupa’nın yaşadığı dramatik değişimlerin, sarsıcı deneyimlerin sonucunda oluşan yıkıcı bir moment olarak görebiliriz, modernliğin modern eleştirisi olarak. Christopher Innes, avangard hareketlerin belirleyici unsurlarından birini, kendi varoluşunu bile inkar edecek denli ilerlemiş nihilist eğilim olarak görür (Innes, 2004 ) Verili mantık yasalarının tersine çevrildiği sanat hareketleri, Dieter Mersch’ e göre de üç belirleyici unsura sahiptir: Yapıbozum, öz- gönderimsellik ve paradoks (Mersch, 2002: 200 ) Peter Bürger ise, tarihsel avangardlarla birlikte gerçekleşen değişimi, tarihsel bir biçimde kavrar ve ona göre, bu aşamada yaşanan, epistemolojik bir kopuştur (Bürger,1976:26 ) Sanata bakışın değişimi, gerçekliği kavrayan bilincin değişimiyle doğru orantılıdır ve bu yüzden yaptıkları radikal eleştiri, sanat tarihinin önceki dönemlerinde ortaya çıkan “tepkisel” eleştirilerden, bir “aşma” hamlesini de içinde barındırdığı için farklıdır. Bu noktada Bürger, değişimlerin mantığını Romantik sanatta bulan kuramcılardan kopar, sanatın bu dönemde –Marksçı anlamda- sisteme içkin eleştiri aşamasından, özeleştiri aşamasına geçtiği düşüncesindedir.2 Çünkü artık sanat yoluyla dile getirilen eleştiri, sadece geçmiş ya da mevcut sanatsal biçimlere yönelmez, doğrudan sanat kavramının kendisine yönelir. Sanatı, bağlantısını yitirdiği yaşamsal dinamiklerle yeniden buluşturmak için yola çıkan sanatçılar, sanatı Kantçı anlamda, bir boş alan olarak tanımlayan ve bu alanı güzel nesnelerle dolduran klasik estetik paradigmanın öteki tarafına geçmişlerdir. 2 Marx’ın açıklamasına göre sisteme içkin eleştiri, örneğin Protestanlığın Katolikliğe yönelttiği eleştiridir, eleştiri bir din sisteminin içinden yapılır, oysa özeleştir, sistemin dışından yapılan bir eleştiridir, örneğin ateizmin din eleştirisi. Kuram ve Araştırma Dergisi 174 İLETİŞİM SüreyyaKaracabey Örneğin, Duchamp, bir pisuarı imzalayıp, sanat eseri olarak sergilediğinde, kışkırttığı soru, “sanat nedir” sorusudur, sanatın alanını, ne ile doldurursanız, sanattır demektedir. Dönem, birbirinden farklı yönelimlere sahip hareketleri içinde barındırır, ortak noktaları, sanat nedir sorusuna cevap vermek için giriştikleri hummalı çalışmalardır. Sanatın klasik temsil biçimi ve temsil mekanları sorunsallaşmıştır ve döneme damgasını vuran, “hayatın estetikleştirilmesi” çağrısı, düşünceleriyle bir yaşam felsefesini mümkün kılan Nietzsche’den kaynaklanmaktadır. Nietzsche’nin yanılsama ve gerçeklik konusundaki klasik ikiliği aşmaya çalışması ve bütün olgulara estetik yanılsama açısından bakması, dönemin sanatsal uygulamalarına düşünsel bir temel oluşturması açısından önemli görünmektedir. “Kısacası” der Allan Megill, “ sanat yapıtı anlamındaki sanattan, asli yanılsama- yaratıcı eğilim şeklindeki daha geniş anlamında sanata geçilmiştir” (Megill, 1998: 82). Yanılsama, insanı hakikatin korkunçluğundan koruyacak bir çeşit Apollon’un “maya tülü” dür ve dünyanın kendisine estetik bir boyut kazandıran bu düşünce, sanat ile yaşam arasındaki bütün ayrımların iptaliyle sonuçlanır. Nietzsche herkese sanatçı olmalarını önermişti, dönemin gerçeküstücü sanatçıları, sokaklarda dağıttıkları el ilanlarında, “Gerçeküstücülüğe bilinçten uzaklaşan herkes erişebilir” diye seslenmektedirler (Joubert, 1993: 56). Şiirsel etkinlik, deha’ya, sıra dışı kişilere özgü bir şey olmaktan çıkıp, herkese eşit olarak paylaştırılmış bir şey haline gelmiştir ve bu durumda da her insan şair olabilir. Dönem sanatının ayırıcı özelliklerinden biri olan öz-gönderimsellik, sanatın meta bir düzleme geçtiğin işaretidir ve yaşamın estetikleştirilmesi projesinin kaçınılmaz duraklarından biridir. Bir teknik araç olarak meta- tiyatro ya da meta – kurmaca, sanatın dışsal bir şey anlatmaktan vazgeçerek, kendi sürecine, oluşum nedenlerine dikkat çekmesi anlamına gelir. Sanat, artık “ne” sorusuna cevap vermez, sanatın sorusu, “nasıl” sorusudur. Sanatsal oluşumlar, kendi süreçselliklerinin bir ifadesidir, örneğin, eskiden resmettiği nesne karşısında tefekküre dalınan, bir tefekkür nesnesi olan resim, şimdi hangi unsurlardan oluştuğunu, nasıl yapıldığını gösteren bir tekliftir. Uç örneklerini, dönemin kolaj- resimlerinin oluşturduğu bu eğilimde, resim gösterenlerin özgür bırakıldığı boş bir alandır. Alan, sanata işaret eder ve sanatçı, onu kağıt parçaları, kumaş kesikleri, ilgisiz nesnelerle doldurarak, onun materyal değerine dikkat çekecektir. “Ben bunlardan oluştum” diye seslenir resim. Tiyatro da, hatta müzik de benzer süreci izler, biri atonal seslerde, melodiye değil, sesin fizikselliğine dikkat çeker, öteki sahnesel oluşumun içindeki unsurların (beden, müzik, ışık, kostüm, dekor, vb.) kendiliklerine dikkat çeker. Kendi hakkında bir düşünce olarak biçimlenen tiyatroda, ya oyun içinde oyunla, tiyatro durumuna dikkat çekilir (Pirandello: Altı Kişi Yazarını Arıyor), ya da genel bir üslup ilkesine dönüşen parodiyle, geçmiş tiyatro metinlerini konulaştırır (Alfred Jarry: Kral Übü). Tiyatro metaforik bir nitelik kazanmıştır, Helmarr Schramm, tiyatro metoforunun yaygınlaşmasıyla dünyanın bir tiyatro olarak kavranışı arasında mantıksal bir bağ kurar (Schramm 1990). Özellikle Barok çağın karakteristik bir özelliğidir, tiyatronun İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi Gündelik yaşamın tiyatrosu 175 metafor olarak kullanılması. Schramm, Barok çağın düşünsel ortamında, Tanrı’nın bir rejisörü olan dünya sahnesinde insanların kendilerini oyuncu olarak gördüklerini belirtir. Geçici bir dünya imgesi, çağın özelliğidir ve en iyi ifadesini Calderon’un ve Shakespeare’in oyunlarında bulur. Kararsız, kuşkularla dolu, eski ile yeni arasında kalmış Barok dönemi ile avangard hareketlerin ait oldukları dönemin özellikleri arasında bir paralellik kurulmuştur. Aslında metafor olarak tiyatro, tam olarak şuna işaret eder, bütün dünyanın bir tiyatro olduğu yerde, tiyatro, zorunlu olarak “tiyatronun tiyatrosu”dur. İki dönemin karşılaştırılmasını mümkün kılan çalışmalardan biri de Walter Benjamin’e aittir, 17. Yüzyıl Alman Yas oyunlarını incelediği bir çalışmasında, Benjamin, Barok ruhunu geçicilikle, güvensizlikle nitelendirmiştir; bozulmuş eski bir dünya imgesinden arta kalanlarla oluşturamadığı anlamı, sadece nesneleri birbirine ekleyerek, organik bütünlüğünü yitirmiş parçalarla sağlamaya çalışan bu çağın temel travmasını, dinsel tasarımdaki değişimle açıklar. Ortaçağın Katolik bilme biçiminin yerini Calvizm’in getirdiği yeni bilme biçimi almıştır ve ikisi arasındaki temel farkı, insan edimlerinin Tanrı’nın huzurunda nasıl değerlendirilebileceğine ait eminliğin yerine geçen belirsizlik oluşturmaktadır. Ortaçağın sıradan bir mümini , ibadetlerini yerine getirdiğinde, Kilise’nin buyruklarına riayet ettiğinde Tanrı tarafından seçildiğini bilir, oysa artık, Tanrı’nın seçimi, insani edimlere bağlı değildir, yani buradaki davranışlarla Tanrısal inayete kabul ediliş arasındaki hat, dolayım kazanmıştır. Yerinden oynamış anlamlar dünyası, eskinin tanımlı bölgelerini çözerek belirsiz bir dünya üretir (Benjamin, 1963: 65). Şüphesiz dinsel duyuştaki bu yarılmaya, bilimsel gelişmelerin getirdiği yeni bilgilerle, teolojik bir tasarımın etkisinden kurtulmamış bireyin bilgisi arasındaki çelişkileri de eklemek gerekecektir. Rolünü oynayan insanlardan oluşan dünya imgesi, hakikat kuşkusunun içinde gelişir ve böylece ilerlemenin vaatleri ile modern dünyanın düş kırıklıklarını eşzamanlı yaşayan avangard hareketlerin ikilemlerini anlatmak için Barok çağ bir modele dönüşür. Burada, gerçeklik ve kurmaca arasında, bir şeyden kaçınılmaya çalışıldığı için hala bir gerilim vardır, sanat yabancılaşmayı, şok ilkesiyle sarsmaya çalışırken, tüm geleneksel kurumları yıkmaya uğraşırken devrimci bir ruha, bir protesto gücüne sahip görünmektedir. Ancak tarihsel süreç, onların niyetlerini sistemin içine dahil ederek eritecek, avangard olumsuzlama, sonraki tekrarında eleştirel gücünü yitirecek ve metalaşmaya karşı bir itirazla başlayan süreç, sanatın kendisini metaya dönüştürecektir. Şimdinin ontolojisi Henri Lefebvre (1983), gündelik yaşamda karşımıza çıkan tiyatronun etki gücüne hiçbir sanatsal tiyatronun erişemediğini düşünmektedir, özellikle politikanın sahnesi, tiyatronun bütün yaşam enerjisini kendini kamusal yaşamda güçlendirmek için kullanır ve bu durumda gündelik yaşam, tiyatro sahnesinde gördüğümüzden daha dramatik, daha etkili figürler üretmektedir. Kamusal yaşamın teatral bir boyut kazanması, tiyatronun varoluşunu tehdit eden bir unsur haline gelmiştir, ancak bu meşru- Kuram ve Araştırma Dergisi 176 İLETİŞİM SüreyyaKaracabey iyet krizi bütün sanatlar için geçerli görülmelidir. Jean Baudrillard, bu noktayı, klasik kategorilerin çözüldüğü durumu, sanatın, “vanishing point”i olarak adlandırır. Geleneksel sanatlarda yaşanan kimlik ve meşruiyet krizi, “dünyanın estetikleşmesi”nin sonucudur ve kendi özerk statüsünü yitiren sanatlar, “sanat ve toplumun estetikleşmiş mekanı arasında, teknolojinin yönetimi’nin sultası altında, sadece bir tercüme merci olarak görev yapmaktadır” (Schramm, 1996: 15). Sanatın temsil edilişinin tür ve biçimlerinin, tekniğin aracısı olduğu genel bir sahneleme fikri tarafından tayin edilmesi, zamanın kültürel durumu için doğal kabul edilmektedir. Gerçekliğin sahnelenmesi, zaten kendisi “senaryolaşmış bir düşüncenin” mantığına uygundur ve yaşam giderek, “ kurmaca gerçekliklerin deneyiminin, seyredilen, ikinci elden bir yaşamı ” (Schramm, 1996: 15) olarak görülmektedir: Kurmacanın kurmacası olarak. Post bir gerçekliğin içinde yaşayanların, kendini sahneleme eğilimi arttıkça, sanatın ifade ediş biçimlerinin eski ayrıcalıkları elinden alınacak ve algılama odaklarının hızla dönüşüme uğradığı bir zamanda, kültürün merkezine “oyunun kuralı” yerleşecektir; kültürel çözümlemeler ise, köy olarak dünya, hareketsizlik olarak hareket, başarısızlık olarak başarı, dilsizlik olarak dil türünden paradoksal nitelemelerin aracılığıyla gerçekleşir. Bugünün kültürel dünyasında kaydedilen değişimlere paralel olarak, geleneksel tiyatro kavramının kullanımı da yenilenir ve teatrallik, disiplinler arası kullanılan bir terim haline gelir, artık pek çok disiplin- sosyoloji, psikoloji, etnoloji, kültürbilim vb.- nesnesini çözümlerken teatrallik teriminin yardımına başvurur. Amerikalı toplumbilimci, Erving Goffman, 1959 yılında yayınlanan kitabında (Goffman, 1983) tiyatro modelinden yola çıkarak ve odağa kendini göstermeyi yerleştirerek, gündelik davranışların çözümlemesini yapar; toplumsal rol oyuncusu olarak kişilerin, eylemlerini, dil, jest, mimik ve kostümlerini, sahne üzerinde belirli dramaturjik ilkelere, kurallara göre hareket eden oyuncularla karşılaştırır. Goffman, hem bireyin/ tikelin davranış maskelerini, hem de toplumsal grupların üyelerinin birbirlerinin davranışları üzerindeki ortak etkilerini, zaman ve mekan kategorilerini de dikkate alarak, dramaturjik teknikler ve sahneleme süreci gibi inceler. Burada, dinamik olduğu varsayılan toplumsal bir yapının, stabil bir sahne düşüncesi içinde dondurulması söz konusudur. Yine bir başka toplum bilimci, Pierre Bourdieu, Die feinen Unterschiede başlıklı kitabında, toplumsal ilişkilerin estetik bir taslağını oluşturmaya girişir; çağdaş ortak yaşamın estetik biçimlenişini, duyusal olarak deneyimlenen, toplumsal çatışmaların yarattığı koşulları dikkate alarak anlatan yazar, uçurum, mesafe ve fark’ı, bu çatışmalar için birincil görür ve algıyı biçimlemede toplumsal, politik ve kültürel işleve sahip olduklarını belirtir. Görmek, işitmek, dokunmak, hissetmek, tat almak olarak algı; zevkin, hazzın algısıdır. Oysa Kantçı tasarımda estetik beğeni/zevk, her türlü çıkar ilişkisinden, herhangi bir gereksinimi karşılamaktan uzaktı, estetik beğeninin düşünsel tasarımı, böylece doğrudan bedenin gereksinimleriyle birleşir. Müzik ve mutfak, resim ve spor, edebiyat ve kuaförlük, Bourdieu’ya göre bir birliğin içine eklenirler. İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi Gündelik yaşamın tiyatrosu 177 Teatralliğin toplumsal yapıyı ve gündelik ilişkiler içindeki insanı tanımlamak için kullanılmasının, daha eski bir örneğini de Marks’ın kapitalist sistem içindeki insanları, karakter maskesi olarak nitelemesi oluşturur (Münz, 1979). Örnekleri çoğaltmak mümkündür, toplumbilimcilerin ve antropologların teatrallik kavrayışları, tiyatro teorisinde de karşılık bulur, yeni teoriler genellikle antropolojinin ve toplumbiliminin verilerini kullanırlar. Uri Rapp, “tiyatroyu hem bir toplumsal durum hem de karşılıklı toplumsal ilişkilerin somutlanışı olarak ele alan Handeln und Zuschauen’de (1973) yakın dönemin sosyolojik ve antropolojik araştırmalarını kullanır (Carlson 2007:50). Gündelik yaşamın “görünmez” tiyatrosu, normalliğin sahnelenmesi sonucunu getirir ve bu koşullarda teatrallik, hareketin ve dilin özel bir biçimi değil, algılamanın özel biçimidir. ”Gösteri Toplumu” nda, algının niteliğini ise gözlemcinin perspektifi tayin edecektir, bu türden bir gözleme ilişkin Michel de Carteau’nun , iki uç bakış açısını karşı karşıya getirdiği pasajını, Schramm, örnek olarak gösterir. Yer, New York, Manhattan’daki Dünya Ticaret Merkezi’nin 110. katıdır ve manzara şöyle betimlenir: Bu “beton, çelik ve camdan yapılmış sahne”den bakıldığında, şehir bir “metin örgüsü” gibi etki eder ve yüksek mesafe, gözlemcinin, röntgencinin, “bu metni okumasına, bir güneş gözü olmasına ya da Tanrının bakışı olmasına “ izin verir. Bakış noktası dışındaki her şey bilmenin kurmacasıdır. “Şehrin bildik kullanıcıları ama, aşağıda yaşarlar, (…) yayalar, seyyahlar ve onların bedenleri kentsel metnin yazısı için bir yazısal imgedir, onlar yazarlar, yazdıklarını okuyamazlar (Schramm, 1996:33). “Oynanan ve yaşanan hayatın” sakinleri, hem turistlerin, röntgencinin bakışına sunulan bir oyun oynayacak, hem de ortak yaşam mekanlarında kendilerini sahneleyecektir. Gerçekliğin kurmaca bir karakter kazandığı bir zamanda, tiyatronun yeni arayışlara yönelmesi, kendini var edebilmek için yeni ifade biçimleri araması kaçınılmazdır. Seyirciyle yeni bir ilişki kurmak arzusu, avangard sanatın da temel yönelimini oluşturmuştu, sahne ile seyir yeri arasındaki boşluğu kapatma, tiyatro mekanlarının dışına çıkma, seyirciye kapalı bir temsil değil, bir “kışkıtma” olarak gösteri sunma, ya da kendi gereksizliğinin iç bilincini, aşırı anlamsızlaştırmalarla dile getirme, hepsi, artık sanat olmadığını bilen bir sanatın yarattığı görüntülerdi. Tiyatronun, hakikatin kurucusu olarak tarif ettiği dile yönelik kuşkusu, zaten metni, tiyatronun “burada ve şimdi”liğine uymayan bir yabancı beden haline getirmişti. Dolayısıyla, daha çağdaş arayışların, örneğin happening’in temelleri, dadacıların yıkıcı gösterileri tarafından zaten öncelenmişti. 1950’li yılların yarısından itibaren, Japonya, Amerika ve Avrupa’da eşzamanlı olarak gelişen, disiplinler arası ifade biçimlerinin farklı formüllerini geliştiren sanatsal olaylara verilen bir üst terimdir happening. Sanatsal eylem ve materyal, happening’le birlikte klasik temsil yerinde sahnelenmez ya da sergilenmez, kamusal alanların içine giren sanatçılar, burada kendilerini var edecek bir yer ararlar. Rol ortadan kalkmış, sanatçılar gösterinin, öteki materyalleri gibi bir unsuru haline gelmiştir. Susan Sontag, happening’in zamandan bağımsızlığı ifade ettiği kanısındadır, çünkü gösterinin, önceden belirlenmiş bir süresi yoktur, daha da önemlisi seyirciler, tanık oldukları olayın ne zaman biteceğini bilmeden seyrederler. Çoğunlukla, bir defalık olan bu olaylar, bir öykü, olay örgüsü ya da gerilime ait herhangi bir unsur Kuram ve Araştırma Dergisi 178 İLETİŞİM SüreyyaKaracabey taşımazlar. Onun zamanı, mutlak bir şimdidir. Dil, en asal noktasına kadar azaltılır; dil, sadece bir gerekliliğin dilidir. İçerdiği eylem ve jestler ise, genellikle aynının tekrarından oluşur (Sontag, 1999:409-410). Happening, bir karşılaşma “tezgahlar”, gündeliğin tiyatrosunun içine katılmak istemiştir, gündelik zamanın –kısa bir süre için, bir belirsizlik içinde- durdurulması, zamanın bir çeşit esnetilmesi ve kendi varoluş koşullarını elinden alan toplumsalı, sanatın, sanat dışılığını kullanarak, bildik kalıpları kırarak şaşırtmak ister. Hemen ve şimdide vuku bulan olay olarak happening, gündelik yaşamın sakinlerini farklı bir deneyimle yüz yüze getirmek ister, ancak, şaşırmak, bir gösterinin sekanslarında yaşadığını düşünen oyuncu-seyirci için, artık imkansızdır, çünkü şaşkınlık, oyunun kuralıdır ve alışılmış bir duygu durumuna dönüşmüştür. Bir olay, anidenliğin sarsıcılığıyla, sanatın yitirdiği geleneksel etki gücünü yeniden elde etmeye çalışır, eğer sokaklar doğal tiyatronun bir sahnesiyse, sanatın temsil yeri olarak bu sokakları seçmesi bile, yaratmaya çalıştığı etkiyi daha baştan, tersine çevirir. Gündelik yaşamın mekanlarına giren sanatçılar için sokaklar tek seçenek değildir, fabrikalara, insanların çalıştıkları büyük iş merkezlerine de giderler ve kendilerini “yerin misafirleri” olarak nitelendirirler. (Lehmann, 1999: 306) Tiyatro ya da gösteri, gündelik yaşamın farklı mekanlarında kendine bir yer arar. Estetik yaşamın kendi bedeninde, her gün yeniden ürettiği biçimler oyununa karşı, sanatsal hamlelerin onunla giriştiği tuhaf rekabetin sonucunda, rolünü elinden kaptıran oyuncu, artık rolün yeni sahiplerine, eskiden olduğu gibi, hakiki bir yaşamın kurmacasını sunamayacaktır. Tersine dönmüş bir ilişkinin yeni gramerine uygun olarak rolden vazgeçecek, kendi fenomenal bedeninin mevcudiyetine dikkat çekecek, çabuk sıkılıp, çabuk tüketen bir kitlenin karşısına gerçeklik iddiasıyla çıkacaktır. Ya da onun dolaştığı, çalıştığı, dua ettiği, alışveriş yaptığı mekanlara “dalarak”, kendini göstermeye çalışacaktır. Ama gerçek yaşamın teatralleştiği bir yerde, sanatın kendini bir gerçeklik olarak sunması hiçbir biçimde bir fark yaratmaz, ikisi de aynı bütünün bir parçası olarak işlevselleşirler. Sokakları atölye haline getiren sanatçılar, sokakta “yani herkesin marjinal olduğu bir toplumsal ortamdaki herhangi bir marjinal kişiliğe dönüşerek merkezden yoksun” (Kuspit, 2006: 70) kalacaklardır, çünkü “sokakların merkezi yoktur.” Sanatın kişisel bir alan yaratmaksızın, toplumsal alanı işgal ettiği bu konumda, dışsal dünyanın koşullarına karşı bir seçenek geliştirmesi imkansızlaşır, çünkü, o, kalabalığın içinde hüküm süren koşulları yeniden üretmektedir. Donald Kuspit, sanatın, bu biçimde yaşamdan üstün bir şey olarak görülmediğini, yaşam yarışı kazandığı için, sanatın yaşama katılmaktan başka bir şey yapmadığını söylemektedir. Allan Kaprow’un şu sözleri, gündelik yaşamın tiyatrosunun gerisinde kalan sanatı çok iyi betimlemektedir: (…)gettolarda yaşayan ailelerin antropologlar tarafından (bu ailelerin izniyle) uzaktan kumanda edilen kameralarla çekilen yaşamları o ünlü, gerçekçi yer altı dünyası filmlerinden daha muhteşemdir;(…) Süpermarkette alışveriş yapan insanların rasgele, esrik hareketleri modern danst yapılan her tür hareketten daha zengindir;(…) vb.., vb.. sanat olmayan şeyler İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi Gündelik yaşamın tiyatrosu 179 sanat olan sanattan daha çok sanattır (Kuspit, 2006). Allan Kaprow, happening’in Amerikalı öncülerindendi, sanatın yaşam tarafından yok edilmesinin gerekliliğini dile getiren biri olarak, sanatçı olarak adlandırılmayı arzu edenlere yapmaları gereken tek şeyin çevrelerine sanatsal açıdan bakmak, bunu açıklamak ve çevrelerindeki insanları da buna ikna etmek olduğunu söylemiş ve “buna da reklam denir” diye de eklemişti. Gündelik yaşamın içine, sokağa, ondan uzaklaşmak için, onu dönüştürmek için değil, eklemlenmek üzere “sızan” sanat, kendini görünür kılmaya çalıştıkça görünmez ve etkisiz hale gelir; sokakların sakinleri için karşılarına çıkan ve can sıkıntılarını bir süreliğine durdurmaya çalışan eylemler, onun kendi yaşamının bir uzantısıdır. Sanatın yaygınlaşan bu post biçimini, Kupshid, sokağın bir atığı olmakla suçlar, bu benzetme, gündelik nesneleri, çöpleri seçip dizerek, alımlayıcının karşısına getiren, atıklarla oynayan sanatçıya yapılan bir göndermedir. Gündelik yaşam, bu durumda, sanatla ilişkisini onu eğlendiren ya da canını sıkan metalarla kurduğu ilişkiler gibi kurar; sabırsızlıkla bir an gözünün önünde beliren manzaraya, kısacık bir bakış atar, sonra da yoluna devam eder, gösteri ise, dünya sahnesinde oynanan gündelik temsillerden sadece biridir. Sanat, bu biçimiyle, ne farklı bir varoluşun deneyimini sunar, ne de içinde kaybolunan yüzey görüntüsünü aralayacak bir seçenek olarak görülür. Yeniden üretmenin sonsuz döngüsüne eklemlenerek, farksızlığını olumladığı yaşam gösterisinin unsurlarından biri haline gelir, toplumun bütün üyeleri gibi kendini görünür kılmaya çalışır, onların arasında dolaşır, ancak herkesin kendini sahnelediği bir mekanda bütün bu olanları kim izleyecektir, barok çağın hiç değilse bir Tanrı seyircisi vardı. Sonuç Sanatı yaşamla birleştirme hamlesinin tarihteki ilk belirişi tarihsel avangardlara aitti; yakın zamanların sanatı da aynı arzuyu dile getirmektedir, ancak tarihsel bir olayın tekrarı elbette “fars” olarak görülecektir. Avangard hareketlerin içerdiği yıkıcı eleştiri, burada aşılmıştır, çünkü eleştiri her şeyden önce mesafeyi gerektirir. “Mesafelerin gözden kaybolduğu” bir dönemde sanat, eleştirel konumunu yitirecektir. 20. Yüzyılın başlarında yabancılaşma negatif bir anlama sahipti, oysa yabancılaşma eski negatif anlamını yitirmiş ve pozitif bir içerikle karşımıza çıkmaktadır. Bilindiği gibi yabancılaşma, Marks’a göre kapitalist sistemin ortaya çıkardığı, tarihsel bir durumdu. Tarihsellik aynı zamanda tarihselleşebileceğinin işaretlerini içermekte, bir zorunluluktan çok geçici bir semptom olarak görülmektedir. Oysa yabancılaşmanın Hegelci konseptinde, bir zorunluluk söz konusudur, kaçınılmaz bir biçimde Tin’in kendini gerçekleştirme hamlelerine bağlanmış, kendini tanımanın zorunlu biçimi olarak kavramsallaştırılmıştır. Yabancılaşmanın bu biçimiyle uzlaşıldığında, yabancılaşma negatif anlamını yitirir. Ayrıca, avangard hareketlerin ortak biçimsel ilkesi olarak görülen şok ilkesi, yadırgatma, otomatikleşmiş algının yarattığı körlüğü ortadan kaldırmak türünden bir hedefe sahipti. Artık, şok gündelik hayatın tiyatrosunun vazgeçilmez unsurlarından biridir, hızla geçip giden görüntülerin yarattığı “görme baskısı” ile Kuram ve Araştırma Dergisi 180 İLETİŞİM SüreyyaKaracabey aşırı uyarılan algı körleşmiş, sürekli yeni bir olaya maruz kalan insan kayıtsızlaşmış ve geçmişte devrimci bir teknik olarak görülen yabancılaştırma, araçlar tarafından aşırı kullanıldığından, hatta sömürüldüğünden bütün etkisini yitirmiştir. Gündelik yaşamın tiyatrosuna sarsıcı bir olay olarak giren sanat, en marjinal duruşunda bile sistem tarafından tanımlanarak, onun bir fazlası olarak görev alarak işlevini yitirmektedir. Yaşanan Herbert Marcuse’ün sözünü ettiği türden bir “olumsuzlama” eksikliğidir, ancak günümüzde sanatın bu olumsuzlamayı hangi araçlarla, nasıl elde edeceği hala bilinmemektedir. Sokağın tiyatrosu, her türden beklenti bozmayı, süreklileştirmek yoluyla normalleştirir, fazla eğlenmekten, uyaranların aşırılığından canı sıkılmış insanı, canının neden sıkıldığı konusunda düşünmeden eğlendirmeye ve oyalamaya geçen pop-sanat, neyi, nasıl değiştirebilir? İnsanlar işlerine gidecek, modern hayatın yarattığı “boş zaman” baskısının altında hazlarının bir listesini çıkaracak ya da televizyonda naklen savaş izleyecektir, akşam yemeklerini kopmuş kafaların, yanmış derilerin görüntüsü eşliğinde yiyen insanı, sanat, şaşırtmaktan belki de vazgeçmelidir. Çağdaş yaşamın getirdiği bütün yeniliklere hızla uymanın bir anlamı var mıdır, ya da hız ilkesinin başatlığıyla uzlaşmanın. Belki de gerçekten şu atasözünde söylendiği gibi “akıntıda yüzebilen sadece ölü balıklardır” ve sanat, akıntıda yüzmekten vazgeçtiğinde, gündeliğin sahnesini değiştirmeyi ya da insanlar için bir anlama sahip olmayı, yeniden başarabilir. Şimdi, oturalım ve hep birlikte sokağın tiyatrosunu seyredelim. KAYNAKÇA Benjamin, W. (1963) Ursprung des deutschen Trauerspiels, Suhrkamp Verlag. Bürger, P. (1974) Theorie der Avangard, Suhrkamp Verlag. Bourdieu, P. (1984) Die feinen Unterschiede. Kritik der gesellschaftlichen Urteilskraft. Frankufurt a. Main. Carlson, M. (2007) Tiyatro Teorileri, Çev. Eren Buğlalılar,Barış Yıldırım, De Ki Yay. Goffman, E (1983) Wir alle spielen Theater. Der Selbstdarstellung im Alltag, München. Innes, Christopher (2004) Avant-Garde Tiyatro. Çev.Beliz Güçbilmez, Aziz V. Kahraman, Dost Yay. Jourbert, J- L (1993). Şiir Nedir? Çev. Ece Korkut, Öteki Yay. Kuspit, Donald (2006) Sanatın Sonu, Çev.Yasemin Tezgiden, Metis Yay. Lefebvre, H (1974) Kritik des Alltagslebens, Frankfurt a. Main. Lehmann, H-T (1999) Postdramatisches Theater, Verlag der Autoren. Megill, A. (1998) Aşırılığın Peygamberleri, Çev. Tuncay Birkan, Bilim ve Sanat Yay.. İLETİŞİM Kuram ve Araştırma Dergisi Gündelik yaşamın tiyatrosu 181 Mersch, D (2002). Ereignis und Aura, Suhrkamp Verlag. Münz, R. (1979) “Charaktermaske und Theatergleichnis bei Marks.”, Das Andere Theater, Studien zu einem deutschsprachigen Teatro dell’arte der Lessingszeit, Berlin. Schramm, H. (1990) “Theatralitaet und Öffentlichkeit”, Aesthetische Grundbegriffe Studien zu einem historischen Wörtebuch, hrsg.,K.Barck, M.Fontius, W.Thierse, Berlin. ------------------(1996), Karneval de Denkens, Akademie Verlag. Sontag, S. (1999) Kunst und Antikunst, Çev.Mark W. Rien, Fischer Taschenbuch Verlag.