Bilim ve Bilgelik Bilim ve bilgelik kavramlarının eş merkezli iki daire olduğu iddiası, felsefe tarihinde bilindik bir tartışma konusudur. Bu iddianın merkezinde, her iki kavramın da temelinde bilgi olduğu kabulü vardır. Rönesans sonrası dönemin hakim zihniyetince, bilgeliğin felsefe ile özdeş olduğu fikrinin savunması yapılmıştır. Özellikle natüralizmin en “bağnaz” türü metodolojik natüralizm denilen yakın dönem düşüncesinde, Papineau’nun “felsefenin ancak bilimin bir devamı olabileceği” şeklindeki ifadesini de bu minvalde değerlendirebiliriz. Yine son dönem düşünürlerden John William Draper, John Post ve Wilfrid Sellars gibi isimler, tam ve koşulsuz güveni, kanıtlanabilirliğinden ötürü ancak bilimin hak ettiğini öne sürmüşlerdir. Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi Cilt 14, Sayı 2, 2014 ss. 265 -271 Arthur Schopenhauer Çev.: Ahmet Aydoğan Say Yayınları, 2014, 144 s db 14/2 TANITIM VE ELEŞTİRİ YAZILARI Reductio ad simplicitate olarak nitelendirilebilecek bu anlayış, fizik alanının araştırılmasında metafiziğe ihtiyaç duymadan bir yöntem belirlemenin özünü oluşturmaktadır. Bu yöntem, günümüzde insanın bir “nöron ve dna demeti” yahut “molekül makinesi” olarak yorumlanmasında da etkili olmuştur. Rorty’nin “acı çekiyorum” ifadesinin yerine “C liflerim ateşliyor” ifadesini koymaya çalışması da başka bir dikkat çekici örnek olarak ele alınabilir. Yine 1929 yılında açıklanan “Bilimsel Dünya Görüşü: Viyana Çevresi” başlıklı programda üzerinde ısrarla durulan mantıksal çözümleme yöntemi de, sözü edilen indirgemeciliğin en belirgin örneklerindendir. Descartes’in “düşünen cevher: ruh” fikriyle birlikte açıklanan “insanın ruh ve madde olarak iki ayrı cevherden oluştuğu” formülü, -her ne kadar sözü edilen indirgemeci bakış açısına bir karşıtlık oluşturuyormuş gibi görünse de- aslında günümüz çağının bilimsel indirgemeciliğinin tohumlarını atmıştır. İşte bu noktada bilim karşısında, kadim bilgeliğin yerini ve önemini daha esaslı bir düşünme ihtiyacı hasıl olmuştur. 266| db Bu asli ihtiyacın bir zaruret şeklinde belirmesiyle, insanların hürmette kusur göstermedikleri bilime dair itiraf kabilinden eleştirileri olmuştur. “Anarşist epistemeloji”siyle, “parergon bilim”iyle Feyerabend belki de bu grubun en göze çarpanı ve en medet umulanıdır. “Paradigma ölçüsünce”ciliği ile Kuhn, Feyerabend’den hiç de daha az önemli sayılmaz. Ya da “bilimsellik için yanlışlanabilir olma” ölçüsüyle hak ettiğinden fazla değer gösterilen Popper… Bu yazıda tanıtımı yapılan Bilim ve Bilgelik adlı kitap, yukarıda sözü edilen problematiğe daha yakından bakmayı sağlayacaktır. Eser, Arthur Schopenhauer’in (1788-1860) Parerga ve Paralipomena ile İrade ve Tasarım Olarak Dünya adlı yapıtlarından seçilerek derlenmiş bir çeviridir. İçinde pek çok alt bölüm barındırdığından yalınkat bir okumayla bu bölümlerin birbirinden bağımsız olduğu iddia edilebilir. Ancak eser okuruna, doğa bilimlerinden başlayarak, Aristoteles’in kesin bilgiye ulaşmada ölçüt olarak koyduğu mantık kaideleri ve kıyas türlerine uzanarak ardından metafiziğin özüne dair bir yolculuk sunmaktadır. Öyle görünmektedir ki eser, son bölümüyle insanın metafizik ihtiyacı üzerinden Schopenhauer’in bilgeliğe dair söylediklerini içermektedir. Bunun yanında bilimle birlikte insanın varolanlara dair getirmiş olduğu bilimsel tanımlamaların ve hatta bilimsel ilerlemecilik taassubunun açmazlarına ışık tutmaktadır. Bu anlamda eser, içeriği ile başlığı arasında bir tutarlılık oluşturmaktadır. DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 14 SAYI 2 TANITIM VE ELEŞTİRİ YAZILARI Eser, günümüzün yaşayan bilim felsefecilerinden Stuart Alan Kauffman’ın Reinventing the Sacred eserinden uzun bir çeviri ile başlamaktadır. Bu çeviri, esere giriş olarak düşünülmüş olup aslında bilimin indirgemeciliğine dair bir karşı çıkışı dile getirmektedir. Laplace’in “hareket halindeki parçacıklar ile daimon” teorisinin 19. yüzyıldaki indirgemeciliğin en bariz örneği olduğunu belirten Kauffman, bu görüşün köklerini Galileo ve Newton’a kadar dayandırmaktadır. Çünkü Galileo’nun eğik yüzeydeki bilardo toplarının hareketleri, aslında modern mekanik yasalarının temelini oluşturmuş ve buradan hareketle evrendeki her şey deneylenebilir tabiat kurallarına tabi kılınmıştır. Kauffman’a göre Aydınlanma ile birlikte aklın tahakkümü altında yaşayan insan, parçalanmaya mahkum olmuş; bu nedenle onun bir an evvel bu parçalanmışlıktan kurtulup dünyada tüm melekeleriyle birlikte bir bütün olarak yaşayabilmesi gerekmektedir. Zira indirgemeci anlayış, toplumu insanlar, insanları uzuvlar, uzuvları hücreler, hücreleri biyokimya, biyokimyayı kimya, kimyayı da fizikle açıklamaya kadar varmıştır. Fiziğin geldiği noktada ise anlamın ve değerin yerine artık hadise ve olgular ikame db | 267 edilmiştir. Kitabın girişinden sonra gelen ilk iki bölümde Schopenhauer’in dönemin bilimperestliğine karşı çıkan pasajlarıyla karşılaşılmaktadır. Düşünürün zihnin doğru kullanımına yönelik tespiti, bilim ve bilgeliğin hüviyetini belirleyen bir açıklamadır. Ona göre bu minvalde dört şart gerçekleşmiş bulunmalıdır: 1) Şeylerin ve verilerin sezgi-algıyla doğru kavranılışı, 2) Bu kavranıştan, doğru kavramların soyutlanarak istintaç edilmesi, 3) Elde edilen kavramların sezgi ile kavranılan şeylerle ve zihindeki diğer kavramlarla bağıntısının ve mukayesesinin kurularak doğru yargılara ulaşılması, 4) Söz konusu yargılardan da bir terkibe varılması. Schopenhauer, bu süreçte birinci aşama üzerinde ısrarla durur ve burada gösterilen özensizliğin, bunu müteakip tüm sonuçları etkileyeceğini belirtir. Diğer taraftan felsefe ve metafiziğin basso continuo olarak hesaba katılmadan, şeylerle yapılan deneysel bilimlerin gözsüz bir surat olmaktan öteye geçemeyeceğini vurgular. Bu vurgu, aslında modern bilimin “sınırlı saha uzmanı” yetiştiriciliğine de bir göndermedir. Çünkü düşünüre göre bilimsel saha uzmanları bir meseleye ancak kendi uzmanlığı zaviyesinden ve o şeyin de kendisine aydınlattığı cenahtan yaklaşabilmektedir. Buna mukabil bir filozof, muhtelif uzmanlıklar gerektiren o şeyi tüm yönleriyle anlayabilecek bütünlüğe sahip olan kişidir. DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 14 SAYI 2 TANITIM VE ELEŞTİRİ YAZILARI Kitabın ilerleyen bölümlerinde Schopenhauer’un bilim ve bilgelik bahsinde yukarıda izah edilen aşamalara daha ayrıntılı olarak değindiği görülmektedir. Örneğin üçüncü aşamadaki kavramların mukayesesinde düşünür; şuur, hafıza ve hatırlama gibi ancak insanlara özgü olan melekelerin üzerinde durur. Burada hafızada biriktirilen geçmiş tecrübelerden edinilmiş kavramlar ve soyutlamaların hatırlanmasında insanın algı-sezgisinin önemine değinir. Günlük hayatta kullandığımız sözcükler harcıalem şeylerdir. Fakat bu sözcüklerin temsil ettği derin bir kavrayış mahsulü kavramlar ise yalnız teemmül ve teenni sahiplerinde özgün olarak bulunacaktır. İnsandaki aklın ortak ve sık rastlanır, fakat muhakeme kabiliyetinin pek az kişide ender rastlanır olmasının nedeni Schopenhauer’e göre budur. Bu nedenle bilgelik, şeylerin idealarının kavranılmasına dayanır ve bu nedenle de sezgiseldir. Buradaki bilgeliğin ayırıcı niteliği, bir takım soyutlamalardan ziyade sezgisel bir membadan neşet etmesidir. Filozof, sözünü ettiği idealar bilgisi ile soyutlamalara dair söylemiş oldukları arasında bir çelişki varmış gibi görünebileceğinden 268| db daha açıklayıcı olmak adına bir örnek verir. Schopenhauer’un Platon’un ideasına atfen kastetmiş olduğu bu örnek, pek çok çiçek türlerini kurutup sırtında taşımak yerine onların uçucu esprisine hakim olmak üzerinedir. Bu sebeple hafıza ve hatırlama oldukça önemlidir. Diğer taraftan soyutlamalar, harcıalem isimler olabileceği gibi bir kişiye adıyla seslenildiğinde o kişinin gayriihtiyari seslenene dönüp bakması gibidir. Oysa sezgisel olan, kişinin kendine özgüdür ve münferit olanın tecrübe edilmesini şart koşmaktadır. Buradan bir adım daha ileri gidilerek bilginin öğretilebilen, beri yandan bilgeliğin ise öğretilemeyen olduğu sonucuna varılabilir. Şeylerin iç yüzünü kavramayı sağlayacak halis bilgi, Schopenhauer’a göre yukarıda sözü edilen mücerret bilgilerden değil, her türlü istidlal ve istihraçtan masun olan algı dünyasına ait temellerden edinilebilir. Bu temellere ulaşmak ise ancak derin bir nüfuz ve seziş ile mümkündür. Bu yüzden bahse konu olan şeyin kavranılmasındaki keskin görüş, feraset ve derinlik, bilgeliğin yegane anahtarıdır. Zira burada istintaçtan mamul olmayan, mutlu bir aperçu ile seziş yoluyla kavranan derin bilgi, delillerinden önce sübut bulan bir bilgi türüdür. Diğer taraftan Schopenhauer’un soyutlamalardan çıkarılan ispatlamalara Aristoteles’in kıyas türlerinden birini örnek göstererek “sekiz kürenin dışında uzay-mekan olamayacağı”na yönelik istidlalinin vardığı tehlikeli nokta oldukça dikkat çekicidir. DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 14 SAYI 2 TANITIM VE ELEŞTİRİ YAZILARI Eserin ilerleyen bölümlerinde mantıki akıl yürütmelerin, cüzi yargıların sınırsız kütlesi içerisinde kaybolma tehlikesi taşıdığını belirten filozof, cüzi her şeyi küllide düşünmenin önemine değinir ve böyle bir düşünme ameliyesinde felsefenin yoğunlaştırıp hülasa etme görevinden bahseder. Bilim ve Bilgelik’in son bölümü Metafizik İhtiyacı alt başlığını taşımaktadır. Bu bölüm belki de kitabın son bölümü olması hasebiyle başından itibaren Schopenhauer tarafından serdedilen düşüncelerin bir terakümünü oluşturmakta ve bu nedenle de daha bir önem taşımaktadır. İnsanın bilinçli olarak ölüm mefhumu ile karşılaştığında mevcudiyetine ve o mevcudiyetini idame ettirebilmek için sarfettiği çabalara şaşkınlıkla yöneldiğini belirten Schopenhauer, onun metafizik ihtiyacının tam bu noktada hasıl olduğunu söyler. Ona göre fizik, kendi başına ayakları üzerinde duramadığı gibi ister olumlayıcı ister yadsıyıcı miyarda olsun mutlaka istinat edeceği bir metafiziğe gereksinim duymaktadır. Zira fizik kendi başına, iki kusurla maluldür: 1) İlliyet zincirinin in infinitum geriye doğru sürdürmek zorunda oluşu, 2) Şeylerin açıklamasındaki müessir db | 269 sebeplerin her zaman bütünüyle izah edilemeyen bir şeye gelip dayanmasıdır, ki bu da zorunlu olarak eşyanın asli niteliklerine ve onlarda kendini gösteren tabii güçlere referansta bulunmadır. Bu nokta aslında Kant’ın saf akıl kritiği ile pratik akıl kritiğinin amansız uzlaşmazcılığında da kendini göstermektedir. Kant bu nedenle kendinde şeyin açıklanamaz olduğu hükmüne varmıştır. Bu minvalde Kant’a göre fenomenlerle uğraşan fizik, mümkün olabilir; fakat metafizik çıkarımlarda bulunan akla ise sadece eleştiri getirilebilir. Kant felsefesinin “karın boşluğu” olarak değerlendirilebilecek III. Antinomi buradaki gerilimden oluşmaktadır ve Kant bunu tabiat yasalarının determinizm ilkesiyle, eylemlerin özgür belirleniminin çelişkiye düşülmeksizin bir ve aynı şeyde bulunabileceğini söyleyerek aşmaya çalışmıştır. İşte bu noktada Schopenhauer, kendi felsefesinde insan eylemlerine yine insan iradesini koyarak tabiattaki fenomenlere bir temel yaptığını belirtir. Kant felsefesindeki özgürlük fenomeni, Shopenhauer’da iradenin kendinde şeyliği olarak ortaya çıkmaktadır. Schopenhauer’in bu söylediklerinden katı bir doğaüstücü olduğu zinhar çıkarılmamalıdır; çünkü filozofa göre doğaüstü alan kadar doğanın da bizzat açıklanamaz oluşu söz konusudur. Bunu, fırlatılmış bir merminin hareketi gibi beynin düşünmesi de tam olarak insana karanlık kalmış şeylerdir diyerek izah eder. Fırlatılmış DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 14 SAYI 2 TANITIM VE ELEŞTİRİ YAZILARI bir merminin mekandaki hareketi, çekim gücü ne kadar esrar doluysa aslında düşünme ameliyesi de bir o kadar gizemlidir. Fakat insan, fırlatılmış bir mermiyi fizik kurallarıyla açıklayabileceğini varsayarak düşünme eylemini de doğaüstü alana ötelemiş ve düşünmenin ruhsal bir töz taşıdığını kabul etmiştir. Bu açıklamada Schopenhauer’in kendine mahsus sırlı bir vecizesi ile karşılaşırız: Her inorganik cismin niteliği, en az canlı gövdedeki hayat kadar esrarlıdır. Yeniden belirtilmesinde fayda olan husus, Schopenhauer’e göre fiziki olan her şey öte yandan metafizik bir vasfa da sahiptir. Bu iki mütemmim cüz birbirinden ayırmaya kalkışıldığında natura naturata, natura naturansa dönüşecektir. Bunu düşünce tarihinden başka bir örnekle açıklayan Schopenhauer, bilgelik orijin olarak alındığında, sıfır noktasına katı fizikçiler kadar aynı uzaklıkta olan skolâstiklerden bahseder. Birinciler deneyi, bilgeliğin yegane kaynağı zannederken, ikinciler soyutlamalardan mamul kavramların tutsağı olmuşlardır. 270| db Düşünüre göre, tabiatın davetsiz misafirleri maddecilerin takip ettiği yol, nesnel olanı körü körüne tek ve mutlak verili şey olarak alarak öznel olanı kâle almaksızın her şeyi nesnel olandan türetme taassubudur. Fizikte katedilen ilerlemeler, ne kadar büyük olursa olsun metafizik alana doğru hiçbir adım atılmayacak, bilakis buradaki ilerlemeler sadece fenomenin bilgisine dair cüzi katkılarda bulunacaktır. Oysa ki metafizik, asli itibariyle bu fenomenal sahanın ötesine geçerek tezahür eden şeyin bizatihi özüne ulaşmaya çabalayandır. Bu minvalde fizikte kaydedilecek ilerlemeler, aslında insanın metafizik ihtiyacına dair susamışlığını daha da artıracaktır. Belirtilmelidir ki, Schopenhauer’in bilginin özüne yönelik getirmişi olduğu bu izah, Augustinus’un bilginin elde edilmesine dair yaptığı tespitle oldukça benzerlik göstermektedir. Zira Augustinus’a göre de zihnin, fizik gerçeklikle ilgilenen ratio inferior ve deruni saf tefekkürden (contemplare) ibaret olan ratio superior ikili bir düzeyi vardır. Son olarak denilebilir ki, Bilim ve Bilgelik adlı bu kitabın belki de en dikkat çekici özelliği, geçtiğimiz yüzyılda yaşamış Bergson’a ithaf edilen entüisyonizm görüşünün asıl sahibinin Schopenhauer olmasını ortaya çıkarmasıdır. Metafizik bilginin kaynağının sadece harici tecrübede değil deruni tecrübede de yattığının üzerinde ısrarla duran düşünür, felsefe tarihindeki pek çok soyutlamaların ve DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 14 SAYI 2 TANITIM VE ELEŞTİRİ YAZILARI hatta bilimin ilkeleri addedilen pek çok kavramın, aslında sezişe dayalı algılardan çıkarılarak a priori dogma şeklinde kabul edildiğini belirtmektedir. Diğer taraftan filozofun, yazısı bilinmeyen belge istiaresi ise “dünyanın şifresinin çözülmesi” noktasında açıklayıcı bir örnek oluşturmaktadır. Ona göre, anlaşılmaz olan şeyler, yine onların kendi aralarındaki bütünlüklü ve külli bir uyuş(tur)manın tesisi sayesinde anlaşılır kılınabilecektir. Böylelikle harici, mücerret bir alfabe ile varlığa/varolana hücum edilmeyecek; kriptolu bu belge, onun kendinden menkul sözcük ve cümlelerin yerlerini, anlamlarını bulması ile anlaşılacaktır. Eser, tüm bunların yanında okuruna, Aristoteles’ten itibaren felsefe tarihinin epistemoloji odağında bir değerlendirmesini yapmakla günümüz bilim felsefesi alanına da ciddi bir katkıda bulunmayı vaat etmektedir Hüseyin AYDOĞAN Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi [email protected] db | 271 DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 14 SAYI 2