OSMANLI-AVUSTURYA İLİŞKİLERİNDE MOZART (Cevad Memduh Altar’ın, Mozart’ın 200. doğum yıldönümü vesilesiyle, 1956 yılında Ankara’da gerçekleştirilmiş olan kutlama programı çerçevesinde verdiği konferansın metni.) Tarih boyunca Avusturya ile olan ilişkilerimiz, türlü evreler göstermiştir. Bu arada, 18. yüzyıl boyunca devletler arasındaki denge gereği yapılan antlaşmalar çerçevesinde, Osmanlı İmparatorluğu’nun, büyük komşusu Avusturya’ya karşı izlediği tarafsızlık politikası, iki ülke arasında vakit vakit dostça yaklaşmalara yol açmıştır. Olumlu ve olumsuz yönleriyle de olsa, Osmanlı-Avusturya ilişkilerinde baş gösteren bu tür yakınlıkların, az çok birbirine yaklaşan kader birliğinde aranması gerekeceği de doğaldır. Gerçekten de, tarihte bu iki devlet arasında kesintiye uğrayan her yaklaşmayı, bir iyileşme dönemi izlemiştir. Avusturya İmparatoru VI. Karl’ın Osmanlı İmparatorluğu’nu savaşa sürükleyen politikasını, ilk olarak İmparatoriçe Maria Theresia değiştirmeyi başarmıştı, çünkü VI. Karl’ın büyük kızı Maria Theresia’nın, babasının ölümünden sonra başlayan Avusturya veraset savaşlarından nasıl çıkacağı henüz belli değilken, Osmanlı Padişahı I. Mahmut, devletin tarafsızlığını koruyarak, Maria Theresia’ya 1750 yılında savaştan az zararla çıkması olanağını sağlamış oldu. Dahası, bu tarihten altı yıl sonra ve III. Osman’ın henüz tahta çıktığı yıl olan 1756’da, Prusya Kralı II. Friedrich’in Avusturya ile öteki büyük devletlere karşı giriştiği Yedi Yıl Savaşları sırasında da, Osmanlı İmparatorluğu tarafsızlığını olduğu gibi korumuştu. Bütün bu hareketleri gözden kaçırmayan “Reich”ın, nedeni ne olursa olsun Türklere karşı beslediği sempati, zamanla gelenek halini almıştı. Bu arada Avrupa sanatında da Türk atmosferine ulaşma yolunda ilginç deneylere girişilmişti. İşte Avusturyalı büyük besteci Wolfgang Amadeus Mozart da, dönemin siyasal havasından beslenen Türk etkisinin bütün sanatlarda hissedildiği bir sırada dünyaya gelmiş ve 35 yıl gibi kısa bir ömür içinde Türklerle ve Türk sanatıyla da ilgilenmekten kendini alamamıştı. 27 Ocak 1756’da Salzburg’da doğan Mozart’ın çok küçük yaşlarda çevresini şaşırtan başarısı, geleceğin dehasını sezinlemeye olanak veriyordu. Ne çare ki, sanatçının dünyaya geldiği yıl başlayan Yedi Yıl Savaşları, Orta Avrupa sanat hayatının da kökünden sarsılmasına neden olmuştu. Yine de her şeye rağmen küçük Mozart, babası Leopold’ün yönetimi altında, kız kardeşi Naner’le birlikte yetişiyor ve sürekli olarak gelişiyordu. Mozart’ın henüz çok küçük olduğu yaşlarda Orta Avrupa’yı kasıp kavuran Yedi Yıl Savaşları, aynı dili konuşan, aynı edebiyattan ve aynı düşünce sisteminden verim alan iki hükümdarı birbirine düşman etmişti. Bunlardan biri, Prusya Kralı Büyük Friedrich, öteki de, Avusturya İmparatoriçesi Maria Theresia idi. Ne gariptir ki, bu iki hükümdar da, Batı kültürünün standart ifadesi demek olan klasik düşünceyi sanatta elbirliğiyle korumuş, ancak siyasal bağımsızlığı elde tutma pahasına, karşılıklı çetin bir savaşa tutuşmuşlardı. O kadar ki, Prusya Kralı II. Friedrich, büyük sanatçı Johann Sebastian Bach’ı her şeyin üstünde tutuyor, Avusturya İmparatoriçesi Maria Theresia da, Bach sistemi üstünde bir dehaya ulaşan küçük Mozart’a yakın ilgi gösteriyordu. Görülüyor ki, aynı kandan olan her iki hükümdar da, hümanist sanatı anlama yolunda birleşiyor, ancak siyasal varlık kavgasında birbiriyle pervasızca savaşıyordu. Bununla birlikte, Maria Theresia’nın Orta Avrupa kültürüne yaptığı büyük hizmetin bilincinde olan II. Friedrich, bu aydın kadına karşı, duygu dünyasında da olsa, büyük bir yakınlık duyuyor ve ona değer veriyordu. Bu nedenle, Maria Theresia ile yedi yıl savaşan Alman İmparatoru Büyük Friedrich, düşmanı olan Avusturya İmparatoriçesiyle ilgili olarak bir dostuna yazdığı mektupta, şu cümleyi kullanmaktan kendini alamamıştı: “Bilemezsin bu kadın için ne acı, ne içten gözyaşları döktüm… Cinsinin ve hükümdarların övünç kaynağı olan bu kadınla pek çok savaşlar yaptım, ama hiçbir zaman onun düşmanı olmadım.” Mozart, her şeydan önce Maria Theresia Avusturyası’nın bir sanatçısıydı. Oysa Kaiser VI. Karl zamanında, birbirini kovalayan savaşlar yüzünden Avusturya Devleti’nin bütün kaynakları kurumuş, hattâ İmparatorluk tarafından sırf bir ödün olarak Prusya Krallığı’nın kurulmuş olması, günün birinde “Reich”ın büyük sorunlarla karşılaşmasına neden olmuştu. Maria Theresia, babası VI. Karl’dan kendisine kalan harap ve bitkin Avusturya’yı, 1763’te daha çok Prusya lehine sonuçlanan Yedi Yıl Savaşları’nın sonunda güçlükle ayağa kaldırabilmiş, ama kaybolan Silezya’yı, kan kardeşi Büyük Friedrich’in elinden geri alamamıştı. Yine de Avusturya, az zamanda yine İmparatoriçe’nin dahiyane yönetimi altında, özellikle sanatta büyük ilerlemeler göstermişti; çünkü Maria Theresia, bu kalkınmayı bir bakıma da Osmanlı İmparatorluğu’yla anlaşma ve iyi geçinme siyasetine borçluydu. İşte bütün bu olaylar olup biterken, küçük Mozart da sanatında sürekli olarak gelişiyordu. Daha o yaşlarda Paris’te yazdığı dört sonat, ancak kendisine yakın bir çevrenin dikkatini çekmişti. Gerçekten de, 1764 yılının 8 Nisan günü Salzburg’da çıkan gazetelerin birinde, küçük Mozart’ın Münih turnesiyle ilgili olarak şu satırlar yayınlanmıştı: “Salzburg’lu orkestra şefi Bay Mozart’ın, uzun süreden beri o olağanüstü çocuklarıyla birlikte nerede olduğu bilinmediğine göre, bu kişinin üç buçuk yıl süren bir geziden sonra, aile bireyleriyle birlikte sağ salim Salzburg’a döndüğünü duymak, az insanı sevindirmeyecek. Bu çocukların her gittikleri yerde gösterdikleri başarının önemine ve müzik alanındaki bilgilerine bizzat tanık olmadan bir şey söylemeye, hattâ inanmaya imkân yok. Ama sekiz yaşındaki besteci Mozart’ın, sofrada Prens hazretlerinin yanına oturarak, yine Prens’in kendisine verdiği birkaç ölçülük temayı hemen işleyip bir müzik eseri haline getirmesi olayına, Münih Sarayı tanık olmuş.” 18. yüzyılın sonlarına doğru, Orta Avrupa düşünce sistemi hızla gelişiyor, dönemin manevi yaşamında göze çarpan bu fikir reformunun odak noktasını, ‘insan’ ve ‘özgürlük’ konuları oluşturuyordu. Bu her iki kavramın olgunluğunu sağlayan devrim kahramanları arasına yenileri de katılıyor, bilim ve sanat dünyasına, o zamana kadar görülmeyen yıldızlar doğuyordu. Bu arada ilk olarak Haydn’ın oda müziği eserleri sanat çevrelerinin dikkatini çekerken, Immanuel Kant’ın “Genel Doğa Tarihi ve Evren Kuramı” adlı eseri geniş bir ilgi toplamaktaydı. Yine insanlığın bu verimli dönemi içinde, büyük şair Friedrich Schiller dünyaya gelmiş, yapılan yayınlar arasında ilk olarak ilahiyat ve edebiyat incelemeleri geniş ölçüde yer almaya başlamış, özellikle din özgürlüğü uğrunda girişilen mücadele köklü bir gelişme kaydetmişti. J.J. Rousseau, “Emile” adlı eserini yayımlarken, zamanı karakterize eden “aydınlanma” edebiyatı da zenginleşip olgunlaşıyordu. Kadınlığın yükselmesi konusuna yine o dönemde el atılmış, Fransız klasikleri karşısında Lessing’in Hamburg Dramatürjisi’ni yaratma yolundaki atılımları, sanat çevrelerini yakından ilgilendirmişti. En sonunda 1770 yılına da ulaşılmış, bu tarihte Mozart 14 yaşını doldururken, Ludwig van Beethoven ile filozof Hegel dünyaya gelmiş, Goethe “Faust”u yazmaya başlamış, General George Washington, uzun bir mücadelenin sonunda, Amerika’da 13 Birleşik Devletin bağımsızlığını ilan etmiş, hattâ bu hareket, günün birinde Fransız İhtilali’ne bile örnek olmuştu. Son olarak da Goethe ile büyük besteci Gluck, “İfigenia Tauris’te” adlı eserlerini aynı dönem içinde ve aynı yılda (1779) yazıp sanat âlemine sunmuşlardı. Görülüyor ki, Mozart’ın doğum yılı olan 1756’dan başlamak üzere, 1779 yılına kadar süren 23 yıl gibi kısa bir dönem içinde, insan hak ve özgürlüklerinin sağlanması bakımından önemli olaylar yaşanmış ve büyük sanatçı Mozart’ın dehası, bu derecede canlı bir kalkınmanın gölge-ışık tezatları arasında olgunluğa ermişti. Wolfgang Amadeus Mozart’ın 35 yıl süren çok kısa bir ömür içindeki sayısız eserleri gözden geçirilecek olursa, sanatçının Türklerden ve Türk musikisinden esinlenerek yarattığı eserleri, 1775-1782 yılları arasındaki yedi yıllık bir dönem içinde yazdığı görülür. Türk yaşamıyla ilgili olan Mozart eserlerinin yaratıldığı yılların daha çok Maria Theresia dönemine rastladığı göz önüne alınırsa, söz konusu bestelerin yazılması bakımından tercih edilen bu yılların kuru bir rastlantıyla bağdaştırılamayacağı kendiliğinden anlaşılır, çünkü 40 yıl aralıksız sürmüş olan Maria Theresia egemenliği (1740-1780), Osmanlı İmparatorluğu’nda I. Mahmut, III. Osman, III. Mustafa ve kısmen de I. Abdülhamit gibi dört padişahın hükümranlık dönemlerine rastlamaktadır. Kimi olaylar ayrı tutulmak üzere, bu dönem içinde Osmanlı ve Avusturya İmparatorlukları arasında vakit vakit dostane bir siyasetin gelişmekte olduğu göze çarpar. Kuşkusuz bu iyi ilişkilerin sonucu olarak da Mozart, 1775 yılında “Türk Konçertosu” diye anılan 5 numaralı La-majör keman konçertosunu (K.V. 219), 1778 yılında “Rondo alla turca” adlı eseri, yani ünlü Türk Marşı’nı içeren 11 numaralı La-majör piyano sonatını (K.V. 331), 1779 yılında Türk yaşamından esinlenerek “Zaide” adlı müzikli sahne eserini (K.V. 334), 1782 yılında da “Saraydan Kız Kaçırma” adlı ünlü Türk operasını (K.V. 384) yazmıştı. Bunlardan yalnız sonuncusu, Avusturya İmparatoru Kaiser II. Franz Joseph dönemine rastlamaktadır. Öte yandan, 1782 yılından sonra Mozart’ın, Türk yaşamından esinlenilmiş yeni bir esere girişmemiş olması da üzerinde özellikle durulması gereken bir durumdur. Belki de İmparatoriçe Maria Theresia’nın 1780 yılında hayata veda etmiş olmasını ve o tarihten itibaren yönetimi bilfiil ele alan Kaiser II. Franz Joseph döneminde iki devlet arasındaki siyasal bağların gittikçe gevşemeye yüz tutmuş bulunmasını, buna neden olarak göstermek mümkündür; çünkü İmparatoriçe Maria Theresia 1780’de ölmüş, iki ülke arasındaki ilişkilerin henüz devam ettiği son iki yıl içindeyse Mozart, yalnızca “Saraydan Kız Kaçırma” adlı Türk operasını yazmıştı. Hele Kaiser II. Franz Joseph’in Osmanlı İmparatorluğu’na savaş ilan ettiği 1788 yılından itibaren, Mozart’ın Türk yaşamı ve sanatıyla ilgili olarak eser yazması için ortada artık bir neden kalmamıştı. Yine de büyük sanatçı Wolfgang Amadeus Mozart’ın, dönemin her türlü siyasal esprisinin fersahlarca üstünde, büyük bir Türk dostu olduğu, kuşku götürmez. Bu gerçek, onun Türklerle ilgili olarak yarattığı eserlerin ruhunda yatar. Mozart’ın, konçerto ve sonat gibi, kesin sanat esprisine bağlı olarak meydana getirdiği iki eserin içinde Türk zevkinden esinlendiği iki bölüm yaratması ve sırf gözle görülür bir konuya dayanan müzikli sahne sanatında da ayrıca iki Türk operası yazmış olması, özellikle dikkate değer bir durumdur. Böylelikle Mozart, müzik sanatının sonat ve opera gibi birbirinden ayrı iki büyük kolunda yarattığı eserlerde, Türk zevkine önemle yer vermişti. Kaldı ki, büyük sanatçı, sonat formu gibi betimlemeye değil, kesin düşünceye dayanan bir müzik türü içinde, bağımsız birer bölüm halinde meydana getirdiği “alla turca” cümlelerinde, bir yandan vurmalı çalgıların çeşitliliğine önem vermiş, öte yandan kendince hayal ettiği Türk sanatından esinlendiği melodi ve enterval özelliklerinden yararlanarak, bir tür egzotizm yaratmak istemiş ve böylelikle eserlerine bir Türk karakteri verdiğine inanmıştı. Bununla birlikte, özellikle La-majör piyano sonatının “Rondo alla turca” bölümü yorumlanırken sol ele verilen görevin, dinleyiciye gerçekten de kudretli ‘kös’ darbelerini hatırlattığına bakılırsa, büyük sanatçının, zamanında Osmanlı Mehter takımını dinlemiş olduğu düşünülebilir. Mozart’ın, 1779’da Türk yaşamından esinlenerek yazdığı “Zaide” (Saide) adlı müzikli sahne eseriyle, 1763’te Voltaire’in “Traité de la Tolérance” adlı kitabının etkisi altında bütün Avrupa’nın üzerinde durduğu Türk mertliğinin, Türk alicenaplığının en güzel örneğini vermek istediği kesindir. Bu eserde Kanuni Sultan Süleyman’ın Hıristiyan kölesi Gomatz, saray kadınlarından Saide’ye gönül verir. Sultanın güvenini kazanmış bir saraylı olan Allazim’in (El Azim) yardımıyla kaçma girişiminde bulunan sevgililer yakalanıp padişahın huzuruna getirilirler. Ancak içinde geçen olayın metni J.A. Schachtner tarafından hazırlanan eserin bu korkunç sahnesinden sonrası, hızla başka bir kompozisyona başlamak zorunluluğu karşısında, ne yazık ki Mozart tarafından bestelenmemiş ve böylelikle müzik yarım kalmıştır. Bu eserin “Saraydan Kız Kaçırma” operasına bir hazırlık olduğu kuşkusuzdur. Mozart’ın 1782’de baştan sona yazdığı “Saraydan Kız Kaçırma” operasına gelince: Bu ünlü eser de konusu bakımından Türk alicenaplığının en güzel örneğini ortaya koymaktadır. Burada, bir Türk paşasının sarayında esir olarak bulunan sevgilisi Constanze’yi kaçırma girişiminde bulunan Belmonte yakalanır, ancak paşanın mertliği ve iyikalpliliği, her ikisini de celladın önüne değil, özgürlüğe götürür. Avusturya İmparatoru Kaiser II. Joseph’in 1790 yılındaki ölümünün ardından tahta çıkan Kaiser II. Leopold, Osmanlı Padişahı III. Selim’le 1791 yılında barış antlaşması imzalamış, ama ne çare ki Mozart’ın ömrü vefa etmemiş ve aynı yıl 35 yaşına ulaşan sanatçı hayata gözlerini yummuştu. Böylelikle 1782 yılına kadar, Mozart’ın, bir bakıma Osmanlı-Avusturya yakınlığının sanatta kendini göstermesi olarak meydana gelen, Türk yaşamıyla ilgili eserleri arasına artık yenileri katılmamıştı. Eğer Mozart, Türk-Avusturya ilişkilerinin yeniden düzeldiği Kaiser II. Leopold ve II. Franz dönemlerini de yaşayabilmiş olsaydı, belki de Türk yaşamından esinlenerek daha başka eserler de meydana getirmiş olacaktı. Müzik sanatının her alanında, gerek nicelik, gerekse nitelik bakımından çok büyük eserler yaratmış olan Wolfgang Amadeus Mozart’ın 27 Ocak 1956 tarihine rastlayan 200. doğum yıldönümünü, her ulus gibi biz de kendi olanaklarımızla benimserken, yalnızca uygarlık tarihine mal olmuş bir sanatçıyı anmakla kalmıyoruz, aynı zamanda Türk dostu bir sanat kahramanını da kutlamış oluyoruz. Onun içindir ki biz Türkler, Mozart’ı hem severiz, hem de onun Türk ruhundan esinlendiği eserlerinde bize karşı temiz bir sevgi sezinleriz.