TÜRK TARİHİ VE SANATI AÇISINDAN W.A. MOZART (Cevad Memduh Altar’ın, 28 Ocak 1966 günü Ankara’da Türk-Belçika Dostluk ve Kültür Cemiyeti’nde verdiği konferansın metnidir.) 18. yüzyılın büyük sanatçısı Mozart’ın çok kısa bir ömür içinde meydana getirdiği sayısız eserlerin bazılarında, Türk müziğini yaratma esprisine ve Türk geleneklerine dayanan insancıl duyuşlara da yer vermesi, Avusturya’nın eski komşusu olan Türklerin er geç dikkatini çekmekte gecikmemiştir. Hiç şüphe yok ki Türklerin Mozart sanatına olan ilgisi, daha çok 1839 Tanzimat reformuyla birlikte başlamıştı. Gerçi Türkler, Tanzimat’tan önce de Avusturya müzik sanatını yakından tanımışlar, kendi müziklerini de Avusturyalılara yakından tanıtmışlardı. Özellikle karşılıklı elçi göndermeleri her iki tarafa da bu fırsatı gereği gibi sağlamıştı. Nitekim çok eski tarihlerden beri elçi değişimi için oluşturulan heyetlere, düzenlenen törenlere, Osmanlı ve Avusturya askerî müzik birliklerinin de katılması, zamanla gelenek halini almıştı. Her yerde olduğu gibi Türkiye’de de yabancı bir sanatı dinlemek veya görmek, aynı zamanda o sanatı icra edebilmek isteğinin doğmasını gerektirmişti; bu ise, zamanla sanat alanında bilimsel ve teknik bir çaba ve uygulamaya da yol açtı. Nitekim Türkiye’de, Batıdan gelerek az zamanda tutunup benimsenen perspektifli resim de böyle başlamıştı. Durum müzik için de aynıydı; şu farkla ki, müzik sanatı, resme göre, toplumun her bireyine inip yerleşen ve gerçek anlamda kapalı (soyut) bir sanat çeşidi olduğu için, çoksesliliğe doğru gelişimi, bizde de çok uzun vadeli bir çabayı gerektirdi. Bu yolda ulaşılan aşamaların gereği gibi sindirimi ise geç ve güç oluyordu. Hele müzik sanatında uluslararası planda eşit hak ve düzeye ulaşabilme çabasında, bütün toplumların kullandıkları uluslararası değerdeki ortak bilim, teknik ve estetik kurallarından yararlanmak zorunluluğu, en başka gelen bir prensip olmanın önemini taşıyordu. Onun içindir ki Türkiye’de 1828 yılında II. Mahmut’un çağrısıyla İstanbul’a gelen Giuseppe Donizetti’nin sarayda ilk Bando-Mızıka’yı kurmasından sonra, Türkiye’de kullanılmaya başlayan uluslararası değerdeki standart müzik aletleri sayesinde, Türk icracısı da, Türk dinleyicisi de, bütün uygar toplumların benimsediği Mozart sanatını gereği gibi dinleyip benimsemiş ve bu sanatı uluslararası değerdeki enstrümanlarla icra edebilme isteğini yenememişti. Bir bakıma, Türkiye için jeopolitik zorunluluğa bağlı olan bu durum, aynı zamanda doğal bir gelişimin de sonucuydu. Yine aynı tarihlerde, Osmanlı ordusu birliklerinde kurulan Bando-Mızıka’larda, Batı sanatının uluslararası değerdeki klasik repertuarından alınmış eserlerin icrasına da doğal olarak yer verildi. Geçenlerde özel bir arşivden elde ettiğim, II. Mahmut dönemine ait, 1847 tarihli ve Tanzimat’tan 8 yıl sonra kurulmuş askerî bir bando-mızıka birliğinin programında, ilk olarak Viyana klasiklerinden Joseph Haydn’ın bir eserinin de yer almış olduğunu gördüm. Oysa 16. yüzyıldan beri, daha çok Türklerin Yeniçeri Mızıka Birliklerini (Mehterhane) ordularına katmış olan bazı Batılı devletler, böylelikle Osmanlı Mehterhanelerinde kullanılan yerel aletlerin bir kısmını olduğu gibi kendi birliklerine de alıp geliştirmişler ve böylece, başlangıçta Türk Mızıka sistemini benimsemişlerdi. Buna karşılık Osmanlı Türkleri de, 19. yüzyıldan itibaren, Batının bando-mızıka birliklerinde kullanılıp zamanla gelişerek uluslararası değerdeki standart tipleri oluşturmuş olan aletleri alıp kullanmayı seçmişlerdi, ki bu aletlerden bir kısmının vaktiyle Türklerden Avrupalılara geçip, oralarda kısmen değişmiş ve yeni şekillere dönüşmüş, kısmen de biçimini aynen korumuş Türk çalgıları olduğu öteden beri bilinen bir gerçektir. Güneydoğu Avrupa Türklerinin, 19. yüzyıl başlarında, Batının Bando-Mızıka sistemini kabul etmesi gerçeğine gelince: Bu hareket bir bakıma jeopolitik gelişimin gereği olma durumundadır, çünkü Batıda 15. yüzyılda başlayıp 17. yüzyıla kadar gelişimini tamamlamış olan Rönesans, Batılılık vasfını, her alanda, belirli ölçü ve standarda ulaştırmıştı; ve Rönesans’ın doğduğu bölgeye yakın ülkelerin jeopolitik zorunlulukları ise, toplumların etnik, folklorik ve kültürel özelliklerinin gelişiminde, Rönesans’ın ortaklaşa veriminden yararlanabilme imkânını da sağlamıştı, çünkü 15. yüzyılda Rönesans’ı yaparak Batı uygarlığının gerçek kişiliğini kesin olarak saptamış olan Eski Dünya, aynı zamanda dogmatik ve yalnızlık yanlısı dünya görüşüne de son vermiş ve skolastik zaafı, Batılı anlayışın ortak akıl ve ruh potansiyelinde eritip yepyeni bir düzeye götürebilmenin mutluluğuna da ermişti. İşte bu sonuç toplumlara, ulusal özelliklerden beslenen güzel sanat dallarında da Batılı anlamda gelişebilme gücünü sağlamış oldu. O halde güneydoğu Avrupa Türklerini bir araya toplamış olan Osmanlı İmparatorluğu, doğal bir gelişim zorunluluğuna uyduğu oranda, jeopolitik yapının gerektirdiği Batı anlamındaki reformu da benimsemiş, Batı kültürünü etkilediği oranda, Batı sanatı ve Batının büyük sanatçılarının eserleriyle olduğu kadar, Mozart eserlerinin teknik ve estetik içerikleriyle de yakından ilgilenmeyi elbette ihmal edememiştir. Yukarıda değindiğim gibi, durum Mozart için de hemen hemen aynıdır. Nitekim Mozart da Türk müziğinden, Türk gelenek ve halkbiliminden etkilenmiş ve bazı eserlerinin kuruluş ve gelişiminde Türk sanat ve geleneğine bağlı yabancı güzelliklerin yeşermesine seve seve yer vermiştir. Büyük Türk düşünürü Ziya Gökalp de şöyle dememiş miydi?: “…gelenek… yaratma ve gelişme demektir… çünkü gelenek, çeşitli anları birbiriyle kaynaşmış bir geçmişe, hareket ettiren bir güç gibi arkadan ileri doğru iten bir akıma sahiptir ki, sürekli olarak yeni gelişmeler, yeni yönelişler doğurur. Gelenek, yalnız başına verimli ve yaratıcı olmakla beraber, kendisine aşılanan yabancı yeniliklerle, damarlarındaki besisuyundan feyiz alarak canlanır ve bayağı taklitte olduğu gibi çürüyüp düşmez”. Görülüyor ki, Türk ve Avusturya toplumlarının yüzyıllar boyunca sürüp gitmiş olan komşulukları, her iki tarafın karşılıklı kültür alışverişine yol açmış, dolayısıyla yeniden feyizlenip yeşermiş ve Gökalp’in dediği gibi her iki tarafın ulusal geleneklerinde, yabancı yeniliklerin etkisiyle, yeni gelişmeler, yeni yönelişler meydana gelmiştir. Bu arada iş, yukarıda da belirtildiği üzere yalnızca karşılıklı enstrüman alışverişiyle kalmamıştır. Örneğin Mozart, insanlığın ortak ilkesi olan “aşk” ve “hürriyet” konularını sanatında işlerken, Osmanlı Türklerinin musikisinden, millî geleneklerinden yararlanmayı da ihmal etmemiştir. Nitekim Avusturyalı ünlü müzikolog Prof. Bernhard Paumgartner’in de söylediği gibi (1945), Mozart “gerçek kardeşlik idealine ilk olarak Türk konulu ‘Saraydan Kız Kaçırma’ operasında yaklaşmıştır”. Tarihteki Osmanlı-Avusturya ilişkilerinin yanı başında sessizce gelişmeye devam etmiş olan kültür alışverişinin özü ve nedenleri, uzun süre kimseyi yakından ilgilendirmemişti. Acaba Mozart’ı Türklere, Türkleri de Mozart’a yönelten nedenlerin gerçek yönü neydi? Bütün bunları araştırırken görüyoruz ki, 18. yüzyıl boyunca sürüp gitmiş olan Osmanlı-Avusturya ilişkileri, olumlu ve olumsuz görünümleriyle de olsa, vakit vakit önemli kültür karşılaşmalarının meydana gelmesine yol açmıştır. Avrupa kıtasında, 16. yüzyıldan başlayıp Mozart sanatına kadar gelmiş olan Türk etkisine ait son coğrafya sınırı Alpler ve Karpat dağları olduğuna göre, bu etkinin en çok orta Avrupa ve güneydoğu Avrupa gibi iki bölgeye yönelmiş olduğu kendiliğinden anlaşılır. Öte yandan bu bölgeler içindeki Türk sanatı etkisinin, aşağıda açıklanan şu iki ayrı yönden incelenmesi gerekmektedir: 1)Yerel olarak meydana gelen doğrudan ve sürekli etkiler; 2) Savaşların ve kuşatmaların yarattığı geçici ve periyodik etkiler. Öte yandan, Osmanlı Türkleri ile Avusturyalılar arasındaki temasların ışığında sistemleştirmeye çalıştığım kültürel etkilerin, şu sıraladığım şekilde araştırılmasında zorunluk vardır: 1) Komşuluk ilişkilerinden doğan sürekli etkiler; 2) Eski hükümranlık bölgelerindeki kültür ve sanat kalıntılarının devamı olmanın önemini taşıyan sürekli gelişim etkileri; 3) Karşılıklı elçi değişiminin gerektirdiği tören ve şenliklere katılan sanatçıların yarattığı gerçek etkenler; 4) Savaş ganimeti, karşılaşmalar ya da ticaret yoluyla alınıp verilen kültür malzemesinden yararlanma çaba ve isteği; 5) Normal zamanlarda yapılan sanatçı mübadelesinin yarattığı etkiler. Yukarıda belirtilen bu 5 çeşit kültürel mübadele nedeni arasında yer alan önemli etkilerden birinin de karşılıklı elçi gönderilmesinin bıraktığı etkiler olduğu bir gerçektir. Osmanlı sultanlarının Batılı hükümdarlara ve özellikle Alman imparatorlarına (Reich’a) gönderdikleri elçilik heyetlerine katılan bindirilmiş Mehter takımları, çok geniş kadrolu müzik birlikleri olmanın önemini taşımaktaydı. Bu birlikler, gerek hareket halinde, gerek menzile vardıktan sonra, günlük muntazam seanslar halinde nöbet vururlardı ve o memleketin halkıyla sanatçıları da böylelikle Türk müziğini birinci elden otantik olarak dinleme fırsatını elde etmiş olurlardı. Örneğin 1665 yılında ve Osmanlı padişahı IV. Mehmet zamanında, elçilikle Viyana’ya gönderilmiş olan Kara Mehmet Ağa’nın maiyetinde Avusturya’ya ayak basan bindirilmiş Türk Mehteri, karşıcı gelen kalabalık bir halkın ve Avusturya askerlerinin önünde müzik çalarak, Kärntnertor’un altından geçmiş, Leopoldstadt’a varıp kendilerine tahsis edilen binalara yerleşmişti. Bundan başka, Kara Mehmet Ağa’nın her gün öğleden sonra düzenlediği toplantı (Divan) esnasında, Türk Mehterinin de muntazaman nöbet vurmuş olduğu, belgelere dayanan bir gerçektir. Bu da gösteriyor ki, Avusturyalı müzikçiler, örneğin Haydn, Mozart ve Beethoven gibi sanat büyükleri, Türk müziğinin Viyana’da doğrudan etkisi altında kalmışlar ve bu müzikten edindikleri izlenimleri eserlerinde değerlendirmişlerdi. Türkiye’ye gelince: Yukarıda açıkladığım doğrudan etkiden yararlanarak 1794 yılında, III. Selim devrinde yabancı memleketlerden davet edilen uzmanlarla ordu ıslah edilirken, geleneksel sanat kurumlarının çoğu Batı anlamında yenileştirilmiş, 1828’de II. Mahmut Bando-Mızıka’yı kurmuş, 1845 yılında da Türkiye’ye ilk olarak piyano girmiştir. O tarihte İstanbul’da yayınlanmış olan Ceride-i Havadis adlı resmî gazetede çıkan bir bildiriden öğreniyoruz ki, piyanoyu Türkiye’de henüz kimse tanımamakta ve bu önemli enstrüman, Türk çalgılarından kanuna benzetilerek halka tanıtılmaktadır. Uygarlık arşivimizde çok önemli olan bu gazete bildirisi aynen şöyledir: “Nev’anma kanuna müşabih piyano nam sazı çalmaklıkta kâmile Avrupalı bir karı olup, çenk zenan-ı zamandan isteklu olanlara talim edeceği, adresi idarehanemizden öğrenileceği [ilan olunur]”. Ne gariptir ki, bu tarihten 110 ve Mozart’ın doğumundan da 13 yıl önce (1793’te), İstanbul’da org bulunmaktaydı. Nitekim I. Mahmut, org çalmayı öğrenmek için Erderun hademelerinden birini Paris’e göndermişti. Bu bilgiyi de, o tarihlerde Avusturya hükümetinin İstanbul’da Bab-ı Âli nezdindeki işlerini yürütmeye memur edilmiş olan Heinrich Penkler adlı bir kişinin mektubundan öğrenmiş bulunuyoruz. Böylelikle sizlere, Batılı anlamdaki reform hareketlerimize ışık tutan kültürel mübadele olaylarının en önemlilerinden birkaç örnek vermiş oluyorum. Şimdi de Mozart’a ve Mozart sanatına olan yakın ilgi ve ilişkimizin nedenine gelelim: Osmanlı Avusturya ilişkileri, çok kere olduğu gibi, Mozart döneminde de yalnız politika zorunluluklarından doğan dış etken ve sonuçlara bağlı kalmamış, aynı zamanda yukarıdan beri açıklamaya çalıştığım uygarlık ilişki ve alışverişlerinin geleneklerine de ayak uydurmuştur. Kaldı ki, Avusturya’da İmparatoriçe Maria Theresia dönemi gibi Reich için büyük önemi olan bir yenilenme hareketi sırasında, Osmanlı İmparatorluğu da Tanzimat ve yeniden düzenleme tasarılarıyla uğraşıyordu. Her bakımdan önemli bir devlet yöneticisi olan Maria Theresia’nın 1740-1780 yılları arasında Türklere karşı azimle uygulamaya çalıştığı barış ve anlayış politikasında, sürekli bir gelişme de sezilmekteydi. Bu durumun gereği gibi açıklanması için yaptığım imcelemeler, Avusturya, Prusya ve Romanya tarihçilerine göre az çok farklı sonuçlar vermiştir. Türk tarihçiliği ise, İmparatoriçe Maria Theresia’yı, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı iyi niyetli bir devlet büyüğü olarak nitelendirmektedir. Buna karşılık, 40 yıl sürmüş olan Maria Theresia dönemi boyunca Türk devletini yönetmiş olan 4 Osmanlı padişahının hemen hepsi de, özellikle Reich’a karşı olan ilişkilerini, hep karşılıklı barış ve anlaşma isteğiyle değerlendirmeye gayret etmişlerdir. Türklerin 16. ve 17. yüzyıllarda, Viyana önlerinde Avusturyalılarla olan her iki karşılaşması da (1529, 1683) dahil olmak üzere 19. yüzyıl başına kadar sürüp gitmiş olan 270 yıllık bir dönem içindeki Türkiye-Avusturya ilişkileri çeşitli görüntü ve sonuçlara yol açmıştır, ama durumun olumlu yolda gelişmesi, ancak Maria Theresia’nın 1740 yılında devlet işleriyle daha yakından ilgilenmesi sonunda başlamıştır. Hattâ bu tarihten bir yıl önce ve Belgrad Antlaşması gereğince Türklerin Avusturya’ya gönderdikleri Osmanlı Elçisi Mustafa Hattî Efendi, barışın gereği gibi sağlanması için büyük çaba harcamış ve Schönbrunnen’deki karşılaşmada, İmparatoriçe, kendisine aynen şöyle demiştir: “…iki devlet arasındaki barış, kuvvetli bir sevgi yaratmıştır… Bundan böyle fırsat düştükçe her iki tarafı birbirine ruhen yaklaştırma ve her iki tarafın sevgisini güçlendirme yolunda aracılığınızı dilerim… Padişah hazretlerinden bize karşı dostluk ve yakınlık görmekte ve özellikle Fransa ile yaptığımız savaş süresince, ulu devletinizin, umudum hilafında lutuf ve inayetlerine nail olduğumuz için...”. Maria Theresia, 1739’da Elçi Mustafa Hattî’ye barış yolunda açıkladığı ilgi ve isteğe tam 30 yıl sadık kalmış ve 1775 yılında sarsıntıya uğrayan siyasal ilişkiler, 1775-1780 yılları arasında, yine İmparatoriçe’nin çabasıyla yeniden düzelmiştir. Ne çare ki, bu zeki kadının 1780 yılındaki ölümü, Osmanlı-Avusturya ilişkilerinde, İmparator II. Joseph’e dilediği gibi davranma fırsatını vermiş ve İmparatoriçe’nin Türklere karşı izlediği barış ve anlayış politikası oldukça zedelenmiştir. Bununla birlikte, Avusturya tahtına çıktıktan sonra ülkesini yalnız iki yıl yönetebilmiş olan İmparator II. Leopold, iki ülke arasındaki durumu yeniden düzeltmiştir. Yukarıda özetlemeye çalıştığım hususlar dikkatle izlenecek olursa, 16. yüzyılın başından 19. yüzyılın başına kadar çeşitli manzaralar gösteren Osmanlı-Avusturya ilişkilerinin, karşılıklı kültür ve sanat alışverişine yol açan en verimli süresinin kuşkusuz yalnız Maria Theresia dönemine rastladığı görülür; büyük sanatçı W.A. Mozart’ın 35 yıllık ömrünün 24 yılı da yine bu süre içine düşmektedir. Öyle ki, bu 24 yılın ilk 17 yılı, Osmanlı İmparatoru III. Osman ile III. Mustafa, son 7 yılı da I. Abdülhamit dönemlerine rastlamaktadır. Maria Theresia döneminde tam bir düzene ulaşmış bulunan Türk-Avusturya ilişkilerinin ışığında, Türk müziği ve Türk halkbilimiyle ilgili eserler de yazmaya başlamış olan Mozart, bu önemli tasarısını ne gariptir ki Osmanlı İmparatorluğu’nun kara günleri olarak nitelendirebileceğimiz I. Abdülhamit döneminde (1773-1788) gerçekleştirmiştir. O sıralarda Türkiye büyük bir buhran içindeydi. Sessiz sedasız ve oldukça yaşlı olan Padişah, 1774 yılında, barış teklifine boyun eğmek zorunda kalmış ve Küçük Kaynarca Antlaşmasıyla sağlanan barıştan sonra, Marie Theresia Avusturyası, Osmanlı İmparatorluğuyla dostluğa ve iyi niyete dayanan ilişkilerine yine devam etme arzusunu göstermiştir. Bununla birlikte Mozart, tam bu buhranlı ilişkiler sırasında ve Bukovina’yı Türklerin Alman İmparatorluğu’na bıraktıkları tarih olan 1775 yılında, Salzburg’da, minör bölümü Türk esprisinden esinlenerek meydana getirilmiş olan 5 numaralı la-majör Keman Konçertosunu (K.V.219, Türk Konçertosu diye de anılır) yazmıştır (20.12.1775). Kaldı ki Mozart, bu eserin Rondo bölümündeki la-minör Türk temasını, konçertonun meydana geldiği tarihten tam üç yıl önce (1772’de), 16 yaşındayken Milano’da yazdığı “Sarayda Kıskançlık” (La Gelosie del Seraglio) adlı büyük balede ilk olarak kullanmıştı. O sıralarda Osmanlı İmparatorluğu, Avusturya’nın kesmen tarafsız kaldığı ağır bir çatışmanın kötü sonuçlarını önleme çabasıyla savaşa devam etmekteydi. Görülüyor ki, Mozart’ın her halde Viyana’da orijinal Türk Mehterini dinledikten sonra, Türk müziğinden edindiği izlenimle meydana getirmiş olduğu motifler, genç sanatçıyı önce İtalya’da meşgul etmeye başlamış ve daha ileri yaşlardaki Salzburg (1775-1779), Paris (1778) ve Viyana (1782) yılları, Türk ruhundan esinlenerek daha olgun eserlerin yazılmasına yol açmıştır. Türk sanatına ve Türk esprisine özel bir ilgiyle bağlı olduğuna şüphe edilmeyen büyük bestecinin birbiri ardına meydana gelen Türk motifli çalışmalarını, yalnızca dönemin egzotik bir sanat türü olan “turquerie” terimi ile açıklayabilmek mümkün mü? Zamanında yalnız Mozart’ı değil, Haydn’ı, hattâ daha büyük bir ilgiyle Beethoven’i etkilemiş olan Türklerden esinlenilmiş motif, tema ve konuların, 18. yüzyıl sanatında vakit vakit yer almasını, bir bakıma mizahi anlamda karakterize etmek amacıyla Batılılar “turquerie”, yani “Türk kaynaklı sanat eseri” terimiyle adlandırıyorlardı. Oysa Mozart’ın bu tür eserlerinde “turquerie”nin tamamen dışında bir anlayışla ve zamanın insancıl felsefesine ışık tutan hümanist bir düşünce ve uygulama şevkiyle hareket ettiği, biraz sonra yapacağım açıklamalardan daha iyi anlaşılacaktır. Mozart’ın I. Abdülhamit dönemine (1773-1788) rastlayan 11 numaralı la-majör piyano sonatının (K.V. 331) doğrudan doğruya Türk Mehter takımını andıran “Rondo alla turca” bölümüne gelince: Büyük sanatçı bu eseri, 1778 yılında Paris’te yazdığı sıralarda, Osmanlı-Avusturya ilişkileri, yine İmparatoriçe Maria Theresia’nın çabasıyla düzelmiş ve savaştan ağır zarar gören Türkiye’de, sert tepkilere rağmen, reform hareketlerine girişilmekte tereddüt edilmemişti. Devlet işlerinde İmparatoriçe’ye yardım eden Kaiser II. Joseph’in, annesi Maria Theresia’nınkinden farklı olan Türk-Avusturya politikasının bir süre sonra yeniden bulanacağı doğaldı, çünkü İmparatoriçe’nin hayatı sona yaklaşmaktaydı. Öte yandan Mozart’ın Türk konulu, ama yarım kalmış ilk sahne eseri olan “Zaide” (Saide?) adlı eseri de (K.V. 344), 1779 yılındaki iyi komşuluk ilişkileri içinde meydana gelmişti. “Saraydan Kız Kaçırma” operasına geçişi sağlayan ilk Türk konulu operanın (ya da şarkılı oyunun) “Zaide” olduğu gerçektir. Nitekim aşk ve hürriyet motiflerini bu eserinde de dile getirmek isteyen Mozart, affetme ve bağışlama gibi insan ruhunun iki asil davranışını büyük Türk hakanı Süleyman’ın kişiliğinde değerlendirmek istemiş ve eserin en önemli rolünü Kanuni Sultan Süleyman’a vermiştir. Ne yazık ki Mozart, zorunlu bir neden yüzünden yarım bıraktığı “Zaide” operasını, hayatının sonuna kadar bitirememiş, ama eserde işlenen af ve bağışlama motiflerini, eninde sonunda “Saraydan Kız Kaçırma” operasında gereği gibi işleyip bitirmeyi başarmıştır. Batı edebiyat ve müziğine ilk olarak Voltaire’in 1763’te yazdığı “Traité de la Tolérance” adlı eserle girmiş olan Türk âdet ve gelenekleri, özellikle Mozart’ın eserlerinde en güzel şeklini bulmuştur. Mozart, 2 perde halinde yarım kalan “Zaide” operasında, Sultan Süleyman’ın 2 aryası da dahil olmak üzere değişik formda 15 kadar partiyi tamamlayabilmiştir. “Zaide”nin kısaca konusuna gelince: Kanuni Sultan Süleyman’ın sarayında esir olarak çalışan Hıristiyan köle Gomatz, Sultanın gözdesi ve sevgilisi Zaide ile gizlice sevişir ve ikisi de kaçarlarken yakalanıp, son derece öfkelenen padişahın huzuruna getirilirler; ancak eser de tam burada kesilir, yarım kalır. Bununla beraber, gerek librettodan, gerek benzeri başka bir konunun “Saraydan Kız Kaçırma” operasındaki işleniş şeklinden, eserin ne yolda sona ereceği bilinmektedir. Nitekim az sonra göreceğimiz gibi,“Saraydan Kız Kaçırma” operasında Türk Paşası Selim, gözdesi ve sevgilisi Constanze ile gizlice sevişen ve onunla kaçarken yakalanıp huzuruna getirilen Hıristiyan bahçıvan Belmonte’yi, korkunç öfkesine rağmen affedip Constanze ile birlikte azat etmiştir; o halde Sultan Süleyman da, “Zaide” operasında aynı suçu işleyen Hıristiyan köle Gomatz’ı affedip Zaide ile birlikte azat edecektir. Ne gariptir ki büyük sanatçının 1782 yılı Mayıs ayında yazdığı, Türk karakterinden esinlenilmiş en önemli eseri olan “Saraydan Kız Kaçırma” adlı operası (K.V. 384), Maria Theresia’nın öldüğü ve bu zeki kadına özgü Osmanlı-Avusturya dostluğunun tarihe karıştığı bir dönemde yazılmıştır. Nitekim 1780 yılında ve İmparatoriçe’nin ölümünden birkaç ay önce bozulmaya başlayan ilişkiler, 1781’de büsbütün sarsılmış, 1785-1786 yıllarında ise büyük tehlikeler baş göstermiş, derken savaş başlamış (1787-1792), 1788’de I. Abdülhamit ölmüş, reformcu III. Selim tahta çıkmış, bu azimli padişahın ilk girişimi başlangıçta iyi sonuç vermiş, ama 1790 yılı Osmanlı İmparatorluğu için yine üzüntü ile sonuçlanmış, Kaiser II. Joseph de ölmüş (20 Şubat 1790), yerini alan kardeşi II. Leopold, 1791’de annesi Maria Theresia’nın geliştirdiği geleneksel Türk-Avusturya ilişkilerine yeniden hayat vermiştir. Ne çare ki Mozart, hayatının Maria Theresia’sız geçen son 9 yılında artık Türklerle ilgili hiçbir eser yazmamıştır. “Saraydan Kız Kaçırma” operası, Kaiser II. Joseph döneminin, başlangıçta henüz durulmamış olan siyasal havası içinde yazılmıştır. Maria Theresia zamanının Osmanlı İmparatorluğu ile iyi ve dostça geçinme havasına alışmış olan Mozart, orta ve güneydoğu Avrupa’yı örten kara bulutlarla hiç ilgilenmeden, bu eserinde de yepyeni bir Türk konusunu işlemiştir. Sanatçının 1781 yılında babasına yazdığı bir mektupta, bu konuyu bir an önce işleyip geliştirme bakımından gösterdiği heyecan, özellikle dikkate değer bir durumu ortaya koymaktadır. Hele bütün eserlerinde sevginin ve hürriyetin zaferini olağanüstü bir deyişle dile getirmiş olan Mozart’ın, “Saraydan Kız Kaçırma” operasının orijinal metnindeki şahıslardan Belmonte tipinin karakterini sırf kendi iradesiyle değiştirmesi ve Türk Paşası Selim’in şahsında, eserin doruk noktası olan hümanist amaca yönelmeyi öngörmesi, üzerinde önemle durulması gereken Mozartvari bir düşünce tarzı olmanın önemini taşımaktadır. Nitekim eserin Bretzner tarafından yazılmış olan metninde, Selim Paşa’nın aşkta rakibi, kendisinin vaktiyle kaçırılan öz oğlu olduğunu sonradan sezip idam cezasını affettiği Belmonte’dir. Oysa Mozart, Bretzner’in Belmonte tipini, Selim Paşa’nın düşmanı olan Hıristiyan bir kumandanın oğlu yapıp, havayı korkunç bir tutuculukla büsbütün dramatize ettikten başka, Paşa’ya, bu yeni ve korkunç şahsı aşkta rakip yapmış ve eninde sonunda Selim Paşa, kendi Hıristiyan düşmanının oğlu olan rakibi Belmonte’yi, sevgilisi Constanze’yi kaçırırken yakalanmış olmasına rağmen affetmiş ve sevgilileri bir arada azat etmiştir. Onun içindir ki Türk örf, âdet ve geleneklerinden esinlenilmiş olan bu operadaki Selim Paşa tipi, zamanımızın Avusturyalı büyük müzikologu Prof. Paumgartner’e göre, eserdeki “etik” eğilimin müjdecisi olmanın önemini taşımaktadır ki, Mozart, “Saraydan Kız Kaçırma” operasında böylesine bir ahlak görüşünü işleyip geliştirmeye özellikle yer vermiştir. Bu operanın zamanında ilk olarak oynanması politik nedenlerle oldukça gecikmiştir. Eserin 16 Temmuz 1782’de Viyana Saray Tiyatrosu’nda, Maria Theresia’sız bir Avusturya’nın o zamanki müttefiki olan Rusya’nın misafir generalleri ve subaylarının da katıldığı bir topluluk önünde oynanmasına, çok geç de olsa Kaiser II. Joseph tarafından nihayet izin verilmiş ve ilk temsil büyük bir başarıyla gerçekleştirilmiştir. Daha sonra TürkAvusturya ilişkilerinde meydana gelen kötü sonuçlara rağmen 1783’te ilk olarak Prag’da ve 1784’te yine ilk olarak Salzburg’da oynanmış olan bu opera, Viyana Saray Tiyatrosu’nun demirbaş eseri olarak, daha sonraki yıllarda repertuarına büsbütün mal olmuş ve o tarihten bu tarihe her vesileyle oynanmıştır. Yukarıda açıklamaya çalıştığım hususlar gösteriyor ki, büyük sanatçı Mozart, Maria Theresia döneminin Türklerle iyi geçinme havası içinde, Türkiye’den esinlenilmiş konulara eserlerinde özellikle yer vermiş, Kaiser II. Franz dönemindeki siyasal durumun bozukluğuna rağmen, bu alandaki çalışmalarını hızla geliştirmiş, ama ileriki yılların alabildiğine kararan atmosferi, büyük sanatçının yeniden Türk konularını ele almasına belki de engel olmuş, 1790’da tahta çıkan II. Leopold, padişah III. Selim döneminde (1788-1807) Türk-Avusturya ilişkilerini gereği gibi düzeltmiş, ne çare ki ömrü vefa etmeyen Mozart, 1791 yılında henüz 35 yaşlarındayken hayata ebediyen gözlerini yummuştur. Bütün bu araştırmalar da gösteriyor ki, W.A. Mozart gibi bir sanat büyüğünün, Türk sanat ve karakterinden etkilenerek eserler yazmış olması, gerçek sanatçının siyasal düşüncelerin ötesine geçebildiğini ne güzel gösteriyor. Onun içindir ki, Mozart sanatında yer alan Türkiye ile ilgili eserlerin, karşılıklı anlaşma idealinin en güzel örnekleri olduğuna şüphe edilemez.