4. Hafta: PERİFERİLEŞME SÜRECİ İlk Modernleşme Girişimleri

advertisement
4. Hafta: PERİFERİLEŞME SÜRECİ
İlk Modernleşme Girişimleri
Osmanlı’da Modernleşme Politikalarının Ortaya Çıkışı
1. III. Selim Dönemi
2. II. Mahmud Dönemi
3. Abdülmecid Dönemi
4. II. Abdülhamid Dönemi
1.) Osmanlı’da Modernleşme Politikalarının Ortaya Çıkışı:
Kemal Karpat’a göre, 19.yy’da Osmanlı modernleşmesi temel olarak üç faktör etrafında gelişir:
Birincisi, ‘merkezileşme’ dürtüsüdür. Bu ülkü, 19. yy’daki Osmanlı modernleşme çabalarının
özünü oluşturmuştur. Başlıca amaç, tahta tamamıyla sadık yeni bir ordu kurmak ve bununla
ayanlar ve devletin ekonomik kaynakları üzerinde kaybedilen iktidarı yeniden tesis etmektir.
İkinci olarak, Avrupalı güçlerin Osmanlı üzerinde artan politik etkileridir. Bunlar, çeşitli baskı
araçlarıyla, yönetimi, Osmanlı politik kültürüne ve onun geleneksel toplum yapısına yabancı
kurumlar açmaya ve uygulamalar başlatmaya mecbur etmiştir.
Üçüncü faktör, ilk ikisinden türemedir ve modernleşmenin ideolojik boyutunu oluşturur. Önce
‘ıslahat’, daha sonra ‘çağdaşlaşma’, ve Batılılaşma olarak bilinen modernleşme, yönetici elitlerin
hem ideolojisi, hem de güçlerinin yegâne meşruiyet kaynağı haline gelmiştir.
Liberalizm, anayasacılık, parlamentarizm, özünde bir hareket planı olmaktan çok, gelenek karşıtı
bir ideoloji olarak kalan modernleşme fikrinin altında ikinci derecede kalmışlardır. Dolayısıyla,
III.Selim ile başlayan ve 20.yy’ın başlarına ulaşacak olan ilk modernleşme çabalarının, halka
hizmeti amaçlamaktan çok, öncelikle politik amaçlar güttüğü belirtilmelidir.
2.) III. SELİM DÖNEMİ (1789-1807) :
Osmanlı’da modernleşme yolunda ilk adım, 1793’te, III.Selim’in tahta sadık yeni bir merkezi ordu
yaratma çabalarıyla başlar. Nizam-ı Cedit adını alan bu ordu, modern ve profesyonel bir askeri güç
olarak geliştirilecekti. Yeni birimler, geleneksel ordudan ayrılarak, özel barakalarda, esas olarak
Fransız subaylarından talim görmeye başlarlar. Üniformaları, silahları ve talim kitapları genelde
Fransız kökenlidir.
III.Selim’in tahttan indirilmesine ve ordusunun dağıtılmasına yol açan muhalif tepkilerin gelişmesi,
1807’den itibaren olmuştur. Genellikle yeniçeriler ve ulema tarafından düzenlenen ve
1
modernleşme karşıtı olarak tanımlanan isyana yakından bakıldığında, daha farklı bir manzaranın
olduğu görülür.
Öncelikle, Selim’in reformlarının herkeste belli bir dereceye kadar hoşnutsuzluk yarattığı
bilinmektedir. Bu hoşnutsuzluk, özellikle bir kısmı ‘kalemiye’nin (sivil/laik bürokrasi) Reis’ül Küttap
(Dış İşleri) dairesine mensup ve Sultan üzerinde büyük nüfuz kazanmış olan küçük bir bürokrat
grubuna yöneliktir. Bir bölümü temelde materyalist bir felsefeyi benimsemiş olan bu küçük,
modernist kafa yapısına sahip klik, birinci şartı hükümetin kontrolünü elinde tutmak olan bir
reform stratejisi geliştirmişti. 1807’de sığındıkları şehir olması hasebiyle, daha sonradan ‘Edirne
Yareni’ olarak anılacak olan bu grup, Fransız taraftarı, gelenek karşıtı, hatta agnostikti
(bilinemezci). Sultan’ın yakın maiyetinin üyeleri olarak büyük servet oluşturmuş gibi
görünüyorlardı; öylesine lüks ve serbest hayatlar sürüyorlardı ki, halkın geri kalanı bunlara
çoğunlukla öfkeyle bakmıştır.
Bu arada, Nizam-ı Cedit ordusu da, özel bir muamele görmekteydi. Mısır’da görev yapan sıradan
Osmanlı askerlerinin maaşları üçte bir oranında kesildi ve elde edilen gelir aynı yerdeki Nizam-ı
Cedit birimlerine yapılan ödemelere eklendi.
Dolayısıyla, bu dönemde ortaya çıkan bu gerginliği, geleneksel iktidar çevrelerinin nüfuzlarını
kaybetme korkusuyla, yeni güç kazanmakta olan gruba karşı geliştirdiği bir hoşnutsuzluk olarak
değerlendirebilmek mümkündür.
Tüm bu gelişmelere karşılık olarak, III.Selim’i tahttan indiren 1807 isyanı, sarayı koruyan birimleri
de içine alacak biçimde, payitahttaki tüm silahlı güçlerin katılımıyla gerçekleştirildi. Başını
yeniçeriler ve ulemanın çektiği isyana Rumeli ayanları, tüccarlar ve esnaf da destek verdiler.
(Geleneksel güç odakları) Ayaklanmanın sonucunda Nizam-ı Cedit ordusu dağıtıldı. Bu ordunun
kuruluşunu hazırlayan çoğu bürokrat, isyancılardan kaçmayı başararak Edirne’ye sığındılar.
3.) II.MAHMUD DÖNEMİ (1808-1839) :
Yeniçerilerden kaçan bürokratlarca desteklenen Alemdar Mustafa Paşa, II.Mahmud’un tahta
çıkmasında önemli bir etkide bulunmuştur. Alemdar da, bunun karşılığında sadrazamlığa
atanmıştır.
Alemdar Mustafa’nın düşüşü de çok uzak olmamıştır. Bu, esas olarak ‘Sened-i İttifak’ olarak
bilinen ve daha önce adı geçen anlaşma sonucunda gerçekleşmiştir. Kimine göre, Osmanlı’daki
feodal lordların bir zaferi, ya da Osmanlı ‘Magna Carta’sı olarak anılan bu anlaşma; esas olarak,
taşra yönetiminin, reform ve değişimlere karşı çıkmaması için kendilerine çeşitli ödünler
verilmesine dayanan bir sözleşme olmuştur.
2
Alemdar Mustafa Paşa liderliğinde düzenlenen bu toplantıda, yeniçeri ocaklarının ıslahına,
bürokrasiden taşraya atanmış yöneticiler üzerinde belirli bir dereceye kadar (ayanlar tarafından)
yerel kontrolün sağlanmasına, ayanların mal ve imtiyazlarının güvenlik altına alınmasına ve
bunların miraslarına dahil edilmesine karar verilir. Buna karşılık, ayanlar da Sultan’a itaat etmeyi,
silahlı güç sağlamayı ve vergilerini ödemeyi kabul ederler. Ancak, kendi kaderleri üzerinde
belirleyiciliğe sahip olacak Alemdar, böylece yeniçerilerin yeni hedefi olur. Ve bu öfkeli gruplar,
isyan edip, evini sarar ve sadrazamın kellesini alırlar.
Geleneksel İktidar Odaklarının Ortadan Kaldırılması
Alemdar’ın ölümüne rağmen, diğer ayanlar anlaşmaya sadık kalırlar ve Sultan’ın Rusya’ya karşı
savaşında ellerinden gelen yardımı yaparlar. II. Mahmut, 1812’de göreceli olarak lehte bir
doküman olan Bükreş Anlaşmasıyla barış imzaladığında, elinin altında Rusya tarafından da
desteklenen büyük bir orduya sahipti. Bu orduyu ayanları yakalamak ve ortadan kaldırmak için
kullanmıştır. Bunların büyük bir kısmını öldürtür, ve mallarını kendi adamlarına dağıtır. Ardından,
gazabını bürokrasi tarafından hedef gösterilen daha küçük ayanlara yöneltir ve yeniden güç
kazanmalarından çekindiği bu ayanları da ortadan kaldırır.
Ayanların bertaraf edilmesi, Osmanlı devletinin toplumsal ve ekonomik kaderi açısından çok
önemli sonuçlar doğurur:
a.) Öncelikle, devlet bu sayede taşradaki ekonomik kaynaklar üzerinde tam bir hakimiyet kurar.
b.) Yönetim sorumluluğunu yerel halkın temsilcileriyle paylaşma gerekliliğini ortadan kaldırır.
c.) Bürokrasiyi politik üstünlüğüne veya ekonomik kaynaklar üzerinde kontrolüne meydan
okuyabilecek herhangi bir toplumsal gruba karşı keskin bir karşı tavır almayı teşvik eder. Böylece,
diğer gruplar, ülkenin kaynaklarını ancak bürokrasiyle birlikte veya bürokrasinin belirlediği
biçimde kullanabilir hale gelmişlerdir.
Sultan, ‘merkezileşme’ ülküsü altında, mutlak idaresine karşı muhalefeti ortadan kaldırmaya
devam eder. 1826’da yeniçeriler, kanlı bir biçimde ortadan kaldırılır ve halktan gelecek tepkiyi
önlemek için de bunların müridleri oldukları Bektaşi dergahları kapatılır. 1830’da, sipahiler ya da
yeniçerilerden geriye ne kalmışsa, tamamen bertaraf edilmiştir.
Öte yandan, sultan, çeşitli zenginlerin elinde bir güç haline gelen vakıfların gelirlerinin ve
yönetimlerinin merkezileştirilmesi amacıyla da, ‘Evkaf Nezareti’ni kurarak, yerel özerkliğe ve özel
mülkiyete darbe indirir. Böylece, Vakıf, esas olarak bir devlet kurumu haline gelir ve halka yakın
toplumsal ve eğitsel bir kurum olarak özerk statüsünün yanı sıra, İslami kimliğini de yitirir. Vakıflar
tarafından sağlanan hizmetlerin çoğunun kalitesi hızla bozulur ve devlet bunları ikame edemez.
Okul sistemi bir süre daha vakıflar çatısı altında devam ederken; zamanla, yönetim, eğitim, sağlık,
tarım, vb. alanlarda hizmet vermeye başlar. Ancak, bunlar, kalite ve miktar açısından, yetersiz
kalırlar.
3
Ekonomiye Yönelik Adımlar
II.Mahmud, dış baskıların büyüyen etkisi altında, ekonomik kaygılarla 1838 yılında İngiltere ile bir
ticaret anlaşması imzalar. Ticaret anlaşması, iç ticaret üzerinde varolan kısıtlamaları kaldırırken;
İngiltere’nin endüstri ürünlerini Osmanlı topraklarında serbestçe pazarlamasına izin verir.
Bu büyük adımın gerek kısa, gerekse uzun vadeli etkileri, Balkanlar, Anadolu, Suriye ve daha sınırlı
olarak Mısır’daki tekstil sanayilerinde hissedilir. Sonunda bunlar yok olur. Zanaata vurulan bu
öldürücü darbe, loncaları zayıflatır ve geleneksel Osmanlı şehirlerinde toplu işsizlik ve hızlı bir
bozulma yaratır.
Genel olarak, dönemindeki ekonomik önlemler değerlendirildiğinde, II. Mahmud’un,
reformlarının Osmanlı üretim sistemini alt üst ettiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Merkezi bir
vergi sistemi getirmeye yönelik radikal çabalarına rağmen, devlet gelirleri bu dönemde çok az
artmıştır. Bunun da %70’i orduyu finanse etmek için kullanılmak durumundadır ve yine de yeterli
ölçüde maaş ve iaşe sağlanamamıştır.
Yine bu dönemde, ümitsizce kaynak arayışı içinde olan II.Mahmud, zengin Hıristiyanlar’dan
askerlik yapmadıkları için alınan cizyeyi 1804’te 12 kuruştan 1824’te 24 kuruşa ve 1834’te de 60
kuruşa çıkarır. Aslında, cizyeye yüklenmek bir zorunluluk haline gelmiştir; zira, Osmanlı’da
geleneksel zenginlik kaynağı olan toprak, artık beklenilen düzeyde gelir sağlayamaz olmuştur.
Büyük miktarda arazi parçaları eski sahiplerinin terk edişi yüzünden işlenmemektedir. Bunlar ya
mera olarak işe yarıyordur, ya da çoğunlukla hiç kullanılmıyordur. Mahmud’un ayanları ortadan
kaldırması ve vakıfların merkezileştirilmesi de yerel zirai yönetimi sarsmış ve tarım/toprak
ilişkilerinde bir kopma yaratmıştır.
Ayrıca, savaşlar, kıtlık, hastalık ve Müslümanlar için zorunlu olan uzun askerlik yüzünden, ülke net
bir nüfus kaybına uğramıştır. Ve terk edilmiş arazileri işleyebilecek topraksız insan sayısı da hayli
azdır.
Dolayısıyla, resmi olarak, 1839’da benimsenen Tanzimat reformu, iddia edildiği gibi, büyük ölçüde
II. Mahmud’un politikalarının bir devamı değil, özellikle ekonomik ve mali alanlarda olmak üzere,
bunların kusurlarını bertaraf etmeye yönelik bir çabaydı.
Dış İlişkiler
Öte yandan, bu süreçte, dış güçlerle ilişkiler de, içeride atılacak adımlara dair büyük bir baskı
oluşturmuştur. Fransızlar’ın 1798’de Mısır’ı işgali, Osmanlı iç ve dış politikasında olağanüstü bir
etki yaratmıştır. Bu olay, önceden bahsedildiği gibi, Babıali’nin askeri zayıflığını gösterirken;
4
Osmanlı’yı İngiltere’yle aynı safta yer almaya zorlamıştır. Ancak, Fransızlar’ın bölgeden
çıkarılmasından sonra, İngiliz güçlerinin Mısır’ı işgal etmeleri ve Mehmet Ali’nin yerel bir yönetici
olarak yükselmesi, Osmanlıları destek için tekrar Fransa’ya yönelmeye mecbur bırakmıştır.
Napolyon ise, Osmanlılar’ı Ruslar ve İngilizler’e karşı kullanmaya çalışır, ve 1806 yılındaki OsmanlıRus savaşını tetiklemekte de büyük ölçüde başarılı olur. Öte yandan, Mısır’da Mehmet Ali’ye
boyun eğdirmek, Sırp ve Yunan isyanlarını bastırmak niyetiyle, Mahmud, yıkıcı bir dış politika
izleyerek, sonunda, en büyük düşmanı olan Ruslardan yardım istemek zorunda kalır.
Görülen odur ki, Osmanlı dış politikası, özellikle II. Mahmud’un hükümdarlığı süresinde, artık
Avrupa güçlerine bağımlı hale gelmiştir. Sultan’la ilişkilerinde, her yabancı güç, Osmanlı idaresini
kendi uluslararası amaçlarına ulaşabilmek için kullanır ve bu esnada tüccarları ve sanayicileri için
de Osmanlı ülkesinde uzun vadeli ekonomik yararlar sağlar.
4.) ABDÜLMECİD DÖNEMİ (1839-1861) :
Bu süreçte yaşanan bütün gelişmeleri, imparatorluğun maruz kaldığı olağanüstü ağır bir ekonomik
kriz, ve yoğun dış baskılar eşliğinde gerçekleşen tarihsel olaylar olarak görmek gerekmektedir.
Zaten, bu dönemdeki politikaları yönlendiren bürokratik kadroların niyetleri de, bir yandan kendi
konumlarını ve güçlerini sürdürmek; diğer yandan da, yapısal ve köklü bir dönüşümü
hedeflemeden, daha ziyade, yüzeysel olarak Avrupa’nın kapitalist ekonomisinin üretim sistemini
almaktan ibarettir. Dolayısıyla, bilhassa ikinci hususla ilgili olarak, ne pazar mekanizmasını
yerleştirmenin, ne de kapitalist ekonominin gerektirdiği sosyo-kültürel niteliklerin pek de
önemsenmediği belirtilmelidir.
Dönemin bürokratları, aslında Osmanlı’nın kuruluşundan beri geçerli bir kaygı olan, sarayın politik
gücünü tehdit edebilecek alternatif iktidar odaklarının ortaya çıkmasının engellenmesi
politikasına bu dönemde de sıkı sıkıya bağlı kalırken; bu politika, Müslümanlar’ı bastırmakla
beraber, Hıristiyan gruplar arasından ekonomik zenginliğe dayanan çeşitli güç odaklarının
çıkmasına engel olamamıştır. Gerçekten de, Hıristiyanlar, gerek Tanzimat Fermanı (1839) ve
özellikle Islahat Fermanı’yla (1856) Avrupa koruması sayesinde kapitalist ekonominin sınır
tanımaz kanunlarına tabi ayrı toplumsal gruplar olarak gelişmişlerdir. Bu gruplar, zamanla
ekonomik güç kazanırken; aynı paralelde, bir millî kimlik duygusuna dönüşen etnik/dini hislerin
yeniden canlanışını da yaşamışlardır.
Bu dönemde, Tanzimat reformlarının mimarları olan Mustafa Reşit Paşa, Keçecizade Mehmet Fuat
ve M. Emin Ali’nin uygulamaya koyduğu ekonomik tedbirlerin ilk amacı, Avrupa ile ticareti
geliştirmeye yönelikti. Böylece, Osmanlı İmparatorluğu endüstrileşmiş milletlerin üretilmiş
mallarına karşılık hammadde ihraç eden bir devlete dönüştü. Bunun sonucunda oluşan keskin dış
ticaret büyümesi, Osmanlı zirai sisteminin yönelimini değiştirdi ve imparatorluğun toplumsal
açıdan yeniden düzenlenmesinin katalizörü oldu.
5
Toplumsal yapı üzerinde etkisi olan bir diğer Tanzimat reformu da devlet görevlilerine toprak
bağışlamak yerine düzenli maaş verme kararıydı. Bu karar, hem bütçeyi rasyonalize etmeye, hem
de tarımsal üretimi artırıp buradan gelecek geliri garantilemeye yönelikti. Yüksek dereceli
görevliler, böylece, daha önce de olduğu gibi, çok büyük maaşlar elde ettiler ve varlıklı kişiler
oldular.
Öte yandan, Balkanlar’da yüzyıllardır kiracı olarak mirî arazileri işleyen Hıristiyan köylünün büyük
bölümü, topraklarının Müslüman ayan ve eşrafı ile görevliler tarafından gasp edilmemesi ve
özellikle de Sultan’a sadakatlerini teşvik etmek maksadıyla, zamanla toprağın sahibi haline
getirildi. Zirai ilişkilere istikrar kazandırma çabalarını taçlandıran başarı, bugüne kadarki son
derece karmaşık ilişkileri tek bir sistem halinde düzenleyen ve kodifiye eden 1858 Arazi
Kanunnamesi olmuştur. Bununla beraber, imparatorluk, toprakta mirî mülkiyet yerine, özel
mülkiyetin yaygınlaşmasını teşvik etmeye başlamıştır. Bu uygulamanın arkasındaki fikir, araziyi
işleyenlerin toprağın sahibi olarak tanınmaları durumunda, daha fazla üretmek için
uğraşacaklarının ve bunun da hem hazineye hem de üreticiye faydalı olacağıydı.
Ancak, tahmin edilenin aksine, hukuki olarak toprak mülkiyeti kazanan Müslümanlar sıradan
köylüler değil, eğitimli ve sofistike üst sınıflar olmuşlardır. Böylece, Müslüman köylülerin büyük
bir kısmı halâ arazilerin büyük bir kısmının sahibi durumundaki devletin kiracıları olarak toprağı
işlemeye devam etmişlerdir. Ancak, bu bürokratik manipülasyonlar, istenildiği gibi çok sayıda kişiyi
–özellikle göçmenleri- tarımla uğraşmaya teşvik etmiş ve 1870’lerden sonra artan ticaret ve uygun
tarım ürünü fiyatları sayesinde tarım üretim hacmi büyük ölçüde artmıştır.
Artan ticaret ve demiryolu sisteminin yaygınlaşmasının da yardım ettiği tarımdaki bu gelişim
eğilimi, incir, kuru meyve, tütün ve haşhaş gibi bir seri ihraç mahsulünün karlılığının uzmanlaşmayı
teşvik etmesiyle yüzyılın sonuna ve daha ilerisine kadar devam etti; tarımla uğraşan bazı grupların
gelirlerinde keskin artışlar sağlandı.
Yüzyılın sonuna gelindiğinde, Amerikan yapımı biçerdöver ve harman dövme makinelerinin
Akdeniz bölgesindeki seçilmiş yörelerde tanıtılmasıyla mekanizasyona yönelik bir eğilim de
başgösterdi. Ancak, tarımdaki bu ticarileşme, kısmen büyük arazilerin azlığı nedeniyle, özel
konumu olan Mısır ve Adana bölgesi haricinde, yüksek seviyede tarımsal bir proleterleşme
yaratmamış gibi görünmektedir.
Tarım alanındaki önemli büyümenin imalat (endüstri) sektöründe de bir benzeri yaşanmadan
gerçekleştiği açıktır. Yine de 1860’lardan sonra elişi sanayii dikkate değer bir gelişme gösterdi. Bu
dönemde, ticari sermaye birçok kasabada halı dokuma sanayine hakim gibi görünmektedir.
Örneğin, İngiliz firmaları Batı Anadolu’da en az 6 kasabada halı dokuma fabrikaları ağı kurmuşlardı.
1913’e gelindiğinde 17 fabrikaya sahip olan Oriental Carpet Manifacturing Company, demiryolları
haricinde en büyük İngiliz firmasıydı. Ancak bu sınai gelişme, istisnai bir olgu olarak kaldı.
Bunun nedeni, teşvik eksikliği ve özellikle de Şuray-ı Devletin belli belirsiz çabalarına rağmen, iyice
belirlenmiş bir hükümet politikasının olmamasıydı. Ne yol gösteren, ne de zanaatkârlar arasında
6
önder kadroların yetişmesine izin veren bürokrasi, bir kez daha ekonomik gelişmeye yönelik
gerçek bir teşebbüsle tutarlı davranmayı başaramadığı için, imalat sanayinin azgelişmişliğinin
sorumlusu olarak görülmelidir. Ayrıca, devlet kaynaklı yatırımların yapılabilmesi de hayli kısıtlı bir
imkan arz eder; zira, gelirlerin çoğu askeri harcamalara ve dış borçların ödenmesine ayrılmıştır.
Bu bağlamda, sermaye ve yatırım eksikliği temel sorun gibi görünmektedir. Yegâne şahsi
kapitalistler, eski günlerde olduğu gibi, toptancı tüccarlar olmuşlardır; ve bunların çoğu da dış
ticaretle uğraşan gayrimüslimlerdir.
Bu dönemde ilan edilen fermanlar, bu ekonomik politikalar paralelinde, imparatorlukta dini ve
hatta etnik çizgilere sahip yeni bir toplumsal yapılanmayı da beraberinde getirmiştir.
1839 Tanzimat Fermanı, ‘eşitlik’ prensibini benimseyerek, gayrimüslimlerin, esas olarak
Hıristiyanların, Müslümanlarla eşit olduğunu ilan etmişti. Bu prensip, esasen İngiltere, Fransa ve
Avusturya temsilcilerince hazırlanıp yürürlüğe konmak üzere Osmanlı hükümetine verilmiş olan
1856 Islahat Fermanı’nda daha da ayrıntılandırılmıştır.
Neredeyse yalnızca Hıristiyan nüfusuyla ilgilenen bilhassa bu ikinci ferman, Avrupa güçlerinin
garantörlüğü altında bu gruba imtiyazlı bir statü yaratmıştı. Gerçekten de, bu fermanlarla hayata
geçirilen eşitlik anlayışı, Hıristiyanları merkezileşmenin idari etkilerinden koruyarak, kendi kültürel
ve dini özerkliklerini korumalarını mümkün kılmış ve bu arada merkezi idare tarafından tesis
edilmiş olan ticari büyüme ve Avrupa’yla ilişkilerin yarattığı ekonomik fırsatlardan azami derecede
faydalanmaları sağlanmıştır.
5.) II. ABDÜLHAMİD DÖNEMİ (1876-1909) :
Tanzimat’ın harekete geçirdiği zincirleme değişim, II. Abdülhamid’in saltanatında da, hükümdarın
bunlara İslami bir renk verme çabalarına rağmen sürmüştür. Sultan, bu dönemde, gerçekten de,
selefinin kullandığı yöntemler olan katı merkezileşme ve bürokratik kontrol mekanizmalarına
dayanarak, eski İslami devlet ve otorite kavramlarını canlandırmaya çalışmıştır.
Bunun yanında, yüzyılın ilk yarısındaki yavaş ekonomik gelişmenin ve hatta durgunluğun aksine,
Abdülhamit’in iktidara geldiği süreçte, önemli maddi gelişmeler kaydedildiği de belirtilmelidir. Bu,
Osmanlı devletinin Avrupa uluslar arası ve ticaret hukuk sistemine dahil edilmesi nedeniyle
yaşanan ticari büyümenin ve Amerikan iç savaşı sebebiyle Osmanlı tarım ürünlerine talebin
artmasının sonucudur.
Ancak, gerçek anlamda ekonomik büyüme, toplumsal değişim ve idarede profesyonelleşme, bu
dönemde yaşanan Osmanlı-Rus savaşı felaketi ve 1878 Berlin Anlaşması’na rağmen, II.
Abdülhamit’in saltanatı sırasında gerçekleşmiştir. Abdülhamit, 1876 yılında, sadrazam Mithat
Paşa tarafından tasarlanan ve bir meşrutiyet (anayasal) rejimi yaratma ve modernleşmeye pratik
bir yaklaşım genelleme çabalarını temsil eden ilk anayasayı askıya alsa da; yine aynı sadrazam
7
tarafından ortaya atılan ve devleti kurtarmanın en iyi yolunun toplumu maddi olarak
güçlendirmek olduğu fikrini benimsemiştir. Bu doğrultuda, demiryolu yapımı, bürokrasinin
profesyonelleşmesi, üst seviye mesleki okullar açılması, bankacılık sisteminin ve zirai hizmetlerin
yayılması ve bunlar gibi birçok modern projenin hayata geçirilmesini sağlamıştır. Bunların sonucu
olarak, önemli bir nüfus artışı, şehirleşme, ticari büyüme ve modern basının gelişmesi bu
dönemde gerçekleşmiştir.
Sonuç olarak, bir taraftan, zihniyet yönünden toplumun inanç sisteminin prensipleriyle
bağdaşmayan bir maddi büyüme; diğer taraftan, Müslüman nüfusun geneliyle bürokrat aydınlar
arasında ayırıcı çizgi haline geldiğinden, birçok yönüyle tamamen ideolojik olan ‘modernleşme’
kavramının gelişimi, bu döneme damgasını vurmuştur. Aynı bağlamda, Müslüman nüfusun, tekrar
canlanan ve tarihsel devamlılık ile kültürel verimliliği temsil eder hale gelen ulema ile bağı daha
da sağlamlaşmıştır. Böylece, ‘modernistler ile ‘muhafazakârlar’ arasındaki bölünme, bürokrataydınların ‘liberalizm’ ve ‘anayasacılık’ı siyasi şiarları olarak benimsemelerinin ardından, şiddetli
politik boyutlar kazanırken; gelenekçiler muhafazakârlığın ve mutlakiyetçiliğin destekçileri gibi
görünmüşlerdir.
Diğer yandan, gelir arayışıyla vakıflara ve vakıf mallarına el koyan hükümet, daha önce bunlar
tarafından verilen eğitim, sağlık, vb. toplumsal hizmetlerin bundan böyle devlet tarafından
karşılanacağını bildirmiştir. Ancak, ilerleyen zaman diliminde, hükümet talebin yalnızca küçük bir
kısmını karşılayabilmiştir. Bu dönemde birçok cami ve medresenin (Müslüman okullarının) tamir
edilmemiş veya kullanılmaz halde kaldığı görülür. Böylece, modernleşme ilerledikçe, Müslümanlar
arasındaki okuryazar oranı, büyük ölçüde vakıf kaynakları ile kurulan toplumsal ve eğitsel ağın
tahrip edilmesi sonucunda düşmüştür. I. Dünya Savaşı arifesinde, Ortadoğu’da okuma yazma
bilmeyenlerin oranı ortalama %90’lara tırmanmıştır.
Bunun karşısında, düşüşe geçen Müslüman okulların aksine, gayrimüslimlerin eğitime ilişkin
yapılanmalarının bu dönemde gerçek anlamda bir devrim yaşadığı görülmektedir. Bu okullar, ana
katkıyı kendi cemaatleri tarafından ve kilise mallarından gelen gelirlerden almışlardır. Bunun
yanında, Fransız ve Amerikan misyonerler tarafından açılan yabancı okullarda da, neredeyse
yüzyılın sonuna kadar sadece Hristiyanların okudukları görülmektedir. Tüm bunlar, Hıristiyan
eğitim sisteminin kalitesinin artmasında faydalı olmuşlardır.
19.yy’da, Hıristiyan cemaatlerin, toplumsal düzeni geçmiştekine oranla çok farklılaşmıştır. Patrik
ve rahipler, artık en tepede değillerdi; bu konumu şimdi tüccarlar, özellikle de dış ticaretle
uğraşanlar işgal ediyordu. Bu konuda Rumlar tüm grupları aşmıştır; ancak Ermenilerin, Yahudilerin
ve Hıristiyan Arapların da kendiler ait tüccar temsilcileri vardır. Bu dönemde, dış ticaretin %90’ının
(iç ticaret için daha azının), Anadolu ve Balkanlar’da Rumların, Ermenilerin ve Yahudilerin
tekelinde olduğu tahmin edilmektedir.
Osmanlı’nın son dönemindeki etnik-dini anlamdaki farklılaşma, profesyonel alanda da mevcuttu.
Modern sektöre ait bankacılık, taşımacılık, sigortacılık, simsarlık ve Avrupa mallarının satışı gibi
yeni mesleklerle esas olarak gayrimüslimler uğraşıyorlardı.
8
Öte yandan, nüfusun Müslüman kesiminin sosyoekonomik yapısı, büyük ölçüde, bu faktörlerin
ışığında belirlenmiştir. Buna göre, Müslümanlar arasında öne çıkan grup, adet olduğu üzere, hacmi
durmaksızın büyüyen bürokrasi olmuştur. Belirgin olarak sayısı 1856’dan itibaren daha da artan
devlet memuriyetleri, eğitimli şehir halkına yeni iş imkânları sağlarken; 1855’ten sonra
elemanlarını mecburi askerlik ile toplayan yeni bir ordunun kurulması da, yukarı doğru toplumsal
hareketi biçimleyen eski kuralları değiştirmiştir. Böylece, yükselmenin geleneksel kanalları
değişirken; fırsatlar, Müslümanlar için sınırlı düzeyde kalmıştır. Gerçekten de, geleneksel
loncaların, eski zanaatların ve vakıfların çözülmesi mesleki yükselme, profesyonelleşme ve gelir
artışı yollarını büyük oranda sınırlamıştır. Dolayısıyla, 19. yy ortalarında, devlet hizmeti,
Müslümanlar arasında daha yüksek bir makama giden başlıca yoldu; ve bürokrasi saflarına
katılmak, müfredatın genel teorik konulara büyük ağırlık verdiği ‘modern’ tıp okullarında eğitim
görmüş olmayı gerektiriyordu.
Bu nedenle, tarım sektörü, sıradan bir Müslüman’ın teşebbüs yeteneğini ve ekonomik hırsını
tatmin etmede şanslı olabileceği tek alan gibi görünmekteydi. Ancak, istatistiklere bakıldığında,
20.yy’ın başlarında, nüfusun sadece %2’sini kapsayan küçük bir grup toprak sahibinin, toprakların
%80’inden fazlasına sahip olduğu görülmektedir. Böylece, Anadolu’da toprak mülkiyeti baskın
şekilde, hem ayan-eşraf hem de küçük çiftçiler olan Müslümanların ellerindedir.
Buna göre, Müslüman bir taşra elitinin, esas olarak ticari tarım merkezi haline gelen kasabalarda
yükseldiğini söylenebilir. Böylece, Osmanlı’daki bu ‘yeni ileri gelenlere’, öncelikle ticari tarımın
sağladığı olanaklardan faydalanarak, veya bazı mesleki beceriler elde ederek bir miktar servet elde
etmiş ve sayıları oldukça fazla sayılabilecek bir grup da dahil olmak üzere; Osmanlı eski elitlerinden
geriye kalan taşra yöneticileri, sipahiler, ulema, yerel yeniçeri ağaları, ve yerleşik hayata geçmiş
aşiretlerin reisleri de dahildi.
Bu gelişmeler ışığında, 20.yy’ın başlarında Osmanlı’da, gayrimüslim nüfusun yaklaşık %35-40’ının
şehirlerde yaşadığı ve bunların da %60-70 kadarının hala ticaret veya profesyonel faaliyetle
uğraştığı tahmin edilmektedir. Müslümanların ise %10 kadarı şehirlerde yaşıyordu ve bunların
sadece %30-40 kadarı ticaret veya bir profesyonel meslekle iştigal ediyordu.
Böylece, Jön Türklerin iktidar dönemine (1980-1918) girildiği sıralarda, Osmanlı’da, esas olarak
güçlerini toprak mülkiyetinden ve görece küçük çaplı bir tarımsal ticaretten alan Müslüman eşraf
ile, gücünü dış ticaretten alan Gayrimüslimler arasında başgösteren bir ticari rekabete sahne
olmaktadır.
9
Download