Ramazan Kuruyüz, Eğitimci - Islamische Religionsgemeinschaft

advertisement
Ramazan Kuruyüz, Eğitimci - Öğretmen
Hessen İslam Cemaati/Islamische Religionsgemeinschaft Hessen/IRH Başkanı
„Başörtüsü, Aile İçi Şiddet ve Baskı, Maço Anlayış, Zorla Evlilik, Namus Cinayetleri
ve Din Eğitimi Tartışmalarına Toplu Bir Bakış“
Hessen İslam Cemaati/IRH, Federal Almanya Meclisi’ndeki Türk asıllı bazı milletvekillerinin,
geçtiğimiz haftalarda özellikle Alman medyasında yer alan, başörtüsü ve kadınların Türk ve İslam
toplumundaki konumlarına yönelik rencide edici ve populist yaklaşım ve açıklamalarını esefle
karşılar ve reddeder. Aynı zamanda, bu politikacılarımıza yönelik tehditleri de şiddetle kınar ve
reddeder. Düşüncelerine katılmasak dahi, bu düşüncelerinden dolayı tehdite maruz kalmaları kabul
edilemez. Düşünceye sadece düşünceyle cevap verilmelidir. Bu makalede yapılacak olan şey de
budur. Buradan sayın politikacılara da bir noktayı hatırlatmakta yarar görüyorum: Eleştiri yapan,
eleştiriye açık olmalıdır.
Öncelikle Ekin Deligöz ve Lale Akgün olmak üzere Federal milletvekilleri ve bazı Türk kökenli
politikacıların yapmış oldukları açıklamalar, hedef gösterdikleri ve eleştirdikleri başta başörtülü
bayanlar olmak üzere, mütedeyyin insanlarımıza yönelik hakaret ve aşağılayıcı unsurlar içermekte
ve gerek Türk toplumu arasında, gerekse içinde yaşadığımız Alman çoğunluk toplumu ile varolan
sosyal barışı zedelemektedir. Adı geçen politikacılar, dini konularla ilgili hükümler vererek, kendi
yetki ve uzmanlık alanlarını aşmakta ve konuyla ilgili bilgi yetersizliklerini sergilemektedirler.
Federal Alman Anayasası’nın din – devlet ilişkilerini düzenleyen maddelerine göre, dini konularda
hüküm vermek ve dini içeriği belirlemek, sadece kilise veya cemaatlerin yetki alanındadır. Bunun
dışındaki kişisel kanaatler ve yorumlar, sadece görüş bildiren kişileri bağlar. Bir dinin hükümlerinin,
o dinin mensupları tarafından uygulanıp uygulanmaması, kişilerin hür iradesi dahilinde ve inanç
hürriyeti kapsamında olduğu, elbette ki tartışma götürmez bir gerçektir.
„Çağdaş olun, Almanya’ya uyum sağlayın ve başörtünüzü çıkarın“ şeklindeki beyanatlar,
demokratik bir anlayışla bağdaşmamakta, evrensel insan hak ve özgürlüklerini benimsediğini iddia
edenlerin kendi dünya görüşleriyle çelişmekte, bireyin kendi yaşam tarzını belirleme hakkına
müdahele etmekte ve çağdaşlık kavramının kendisine aykırı düşmektedir. Federal Alman Anayasa
Mahkemesi’nin başörtüsüyle ilgili 24 Eylül 2003 tarihli kararından sonra, bazı eyalet meclislerinde,
devlet okullarında veya kamu hizmetinde görev yapan ve yapmak isteyen Müslüman bayan devlet
memurlarına yönelik başörtülü giyim şeklini yasaklayan kanunları çıkaran ve savunan siyasi partiler
ve temsilcileri dahi, Türk kökenli bu milletvekilleri ve politikacıları kadar ileri gitmemiş, hadlerini
aşmamış ve kamu görev alanı (devlet memurluğu) dışındaki özel yaşama müdahele etme
düşüncesi içine girmemişlerdir. Bu durum, Türk kökenli bu politikacıların „kraldan fazla kralcı“
anlayışlarının ve kendi toplumlarına yönelik kompleks içinde bulunduklarının göstergesidir.
Entegrasyon, kendi kimliğini, benliğini, milli ve dini değerlerini terketmek, yaşam ve giyim tarzını
değiştirmek değildir. Entegrasyon, bireyin kendi kimlik ve değerleriyle, yaşadığı topluma katılımı ve
toplumun aktif bir parçası olmasıdır.
Başörtüsünün entegrasyona engel teşkil ettiğini ileri sürmek, gerçeklerle bağdaşmamaktadır ve
toplumun başörtülü bayanlarımıza yönelik kışkırtılmasıdır. Federal Almanya’da binlerce başörtülü
genç bayanların okullarda ve üniversitelerdeki varlıkları, sorunsuz ve başarılı öğrenim görmeleri,
içinde yaşadıkları toplumla kaynaşmaları, sosyal yaşama aktif katkıları, iş dünyasında yer almaları
ve mesleki kariyer yapmaları, sayın milletvekilleri ve siyasilerin iddialarını tamamen çürütmektedir.
Bu durum, Türkiye’de de aynı şekilde görülmektedir. Bu aydın ve çağdaş genç kızlarımız, büyük bir
çoğunlukla ailelerinin de desteğini arkalarına alarak, toplumumuzda geçmişte ekseriyetle ve bugün
halen kısmen varolan, kızlarımızın ve kadınlarımızın cahil bırakılmasına yönelik anlayış ve
gelenekleri yıkmaktadırlar. Başörtüsünün ve dini değerlerinin, onların öğrenim ve öğretim
kurumlarındaki başarılarına, iş hayatına ve sosyal yaşama katılımlarına ve içinde yaşadıkları
topluma entegre olmalarına engel oluşturmadığı açık bir şekilde görülmektedir.
Çağdaş ve aydın olmak, sayın siyasilerin tekelinde değildir ve başörtüsü buna engel de değildir.
Çağdaşlık ve aydın olmak, kafanın içindedir, dışında değildir. Günümüz dünyasında halen,
Müslüman genç bayanların ve kadınların kendi hür iradeleriyle ve özgür seçimleriyle tercih ettikleri
dini yaşam ve giyim tarzına ve hakkına müdahele edenler, kendilerinin ne kadar „çağdaş“ ve
„aydın“ olduklarını ortaya koymaktadırlar. Maalesef Türkiye’de olduğu gibi, burada da bazı
kesimlerin, kendilerine ve yaptıklari işlere saygı duyduğumuz, temizlik görevlisi olarak iş ortamında
yer alan kadınlarımızın başörtülerinden, tahmin ettiğimiz nedenlerden dolayı, yıllardır rahatsızlık
duymamaları, ancak son yıllarda sayıları gittikçe artan özellikle üniversite mezunu ve mesleki
kariyer yapan başörtülü genç kızlarımızın varlıklarından rahatsız olmaları, oldukça düşündürücüdür.
Bu çevrelere buradan açıkca şu soruyu yöneltmek istiyorum: „Başörtüsünü sadece temizlik
işçilerine veya eğitim düzeyi düşük kadınlara mı indirgemek istiyorsunuz? Böylece, islami değer ve
yaşam tarzının, kadınlarımızın eğitim ve sosyal konumuyla sınırlı olmasını ve böyle algılanmasını
mı arzu ediyorsunuz?“
Başörtüsünün aile içi baskının ve kadının özgür olmayışının göstergesi olarak algılanması ve
sunulması, yanlış ve haksız bir yaklaşımdır. Bazı ailelerimizde, kız çocuklarına veya kadınlarımıza
yönelik başörtüsü dayatmasının varolduğunu inkar etmek, elbette mümkün değildir. Ancak bunu
genelleştirmek ve dinden kaynaklandığını ileri sürmek, doğru bir değerlendirme olamaz. Kur’an-ı
Kerim’in açık hükmüne göre (Bakara Suresi, 256. Ayet), „dinde zorlama yoktur“. Dinin tüm
hükümlerinin yaşanması veya yaşanmaması, kişinin kendi hür iradesi ve tercihine bırakılmıştır.
İslam Dini’nin insana yönelik tüm emir ve yasakları, aklı ve özgür iradeyi şart koşmaktadır. Dinin
hükümleri, akıl sahiplerine ve akli dengesi yerinde olanlara yöneliktir. Akıl sahiplerinin ve akli
dengesi yerinde olanların da, dinin emir ve yasaklarını kendi hür iradeleriyle tercih etmeleri esastır.
Toplumumuzda veya İslam Dünyası’nda buna aykırı görülen durumlar, İslam Dini’nin esaslarına ve
özüne aykırıdır. Hessen İslam Cemaati olarak, kız çocuklarımıza ve kadınlara yönelik başörtüsü
takma yönündeki aile veya toplum baskısını reddettiğimiz gibi, bunun tersi yönündeki başörtüsünü
çıkartmaya yönelik her türlü baskıyı da reddediyoruz. Aynı şekilde, bayanların başörtüsü
takmamalarından dolayı toplum ve iş hayatından dışlanmalarını kınadığımız gibi, başörtüsü
takmalarından dolayı toplumsal yaşamdan ve meslek hayatından dışlanmalarını da kınıyoruz.
Toplumun her kesimini, kamu ve özel işveren sektörünü, devlet kurumlarını, politikacıları ve siyasi
partileri, Müslüman toplumu içindeki bu çeşitliliğe ve çoğulcu yapıya, bayanlarımızın hür iradelerine,
özgür seçimlerine ve kendi inanç, yaşam ve giyim anlayışlarını belirleme hakkına saygılı olmaya
davet ediyoruz.
Başörtülü ve başörtüsüz bayanlar, toplumumuzun ve hemen hemen tüm ailelerimizin içinde
varolan bir sosyal gerçek ve çeşitliliktir. Aynı ailenin içinde, başörtüsü takan kızlarımız olduğu gibi,
başörtüsü takmayan kızlarımız da vardır. Yine toplumumuz içinde, başörtülü annelerin başörtüsüz
kızları olduğu gibi, başörtüsüz annelerin başörtülü kızlarının bulunduğu da toplumsal bir gerçektir.
Bu gerçekler, toplumumuzda ve ailelerimizde, başörtüsü konusunda genel bir baskı olduğu
şeklindeki iddiaları çürütmektedir.
Başörtüsü, namus ve ahlak konusunda tek başına bir kıstas ve ölçü olamaz. Öncelikle birçok
kesimde varolan yanlış bir algılamayı düzeltmek gerekir: Kur’an-ı Kerim’in Nur ve Ahzab
surelerinde yer alan giyim konusundaki emirler, sadece başörtüsüyle sınırlı değildir. Başörtüsü, bu
giyimin bir parçasıdır. Kur’an’ın buradaki en önemli mesajı, kadın ve erkeğin toplumsal ilişkide
cinsel bir obje olarak algılanmaması ve insani ve kişisel kimliklerinin ön planda yer alması
gerekliliğidir. Ayrıca, Kur’an-ı Kerim’in ve sünnetin (Peygamberimiz’in sözleri ve örnek hayatı)
ortaya koyduğu ahlak anlayışı, bir bütünlük arzetmektedir. Giyimin yanısıra, yaşam tarzı, insani ve
toplumsal ilişkiler ve değerler, bu bütünün parçalarıdır. Dürüstlük, doğru sözlü olmak, yalan
söylememek, iftira atmamak, gıybet etmemek, aldatmamak, güvenilir olmak, olduğu gibi görünmek,
göründüğü gibi olmak, ikiyüzlü olmamak, kimseyi hor görmemek, kendisi için istediğini başkaları
için de istemek, kendisi için istemediğini başkaları için de istememek, adil olmak, başkalarına
haksızlık ve zulüm yapmamak gibi sayısız değerler, bu ahlak anlayışının birer unsurudur. Bu
bağlamda ele alındığında, „başörtülü olanlar namuslu ve ahlaklıdır, başörtüsüz olanlar namuslu ve
ahlaklı değildir“ gibi bir yaklaşım, tamamen yanlıştır. Nice başörtüsüz bayanlar vardır ki, yukarıda
saydığımız çerçeve içinde, başörtülü birçok bayandan daha hassas ve daha ahlaklıdır. Kendi
ailelerimiz içindeki başörtüsüz bacılarımızın, namus ve ahlaklarından kimse şüphe etmemelidir ve
onları zan altında bulundurmamalıdır.
2
Toplumumuz içinde, kız çocuklarına ve kadınlara yönelik baskı ve şiddetin varolduğunu inkar
etmek veya gözardı etmek elbette mümkün değildir. Ancak bu soruna, sadece dindar (mütedeyyin)
kesime ait ve dinden kaynaklanan bir sorunmuş gibi yaklaşmak ve kamuoyunda böyle bir izlenim
doğurmak, haksız ve yetersiz bir değerlendirmedir. Böyle bir değerlendirme, toplumumuzun belirli
bir kesimini kamuoyunda zan altında bırakmakta, onların değer yargılarını incitmekte ve soruna
yönelik ortak çözümler noktasında biraraya gelmemizi zorlaştırmaktadır. Türk kökenli
politikacılarımız, yaptıkları açıklamalarıyla, Türk ve Müslüman toplumunu ve kendi içindeki çoğulcu
yapıyı yeterince tanımadıklarını da ortaya koymaktadırlar.
Ahlak ve namus kavramları konusunda, erkek ve kadına yönelik olarak, toplumumuzun bazı
çevrelerinde maalesef çifte standartlı ve dürüst olmayan bir yaklaşım söz konusudur. Kendi kız
çocukları veya eşlerine yönelik namus ve ahlak ölçüsünü, erkek çocukları ve kendilerine yönelik
geçerli saymayan erkekler, üzülerek ifade etmeliyim ki, ikiyüzlü ve samimi olmayan bir tutum
sergilemektedirler. Eğer namus kavramından söz edilecekse, namus, sadece kadına yönelik bir
değer olamaz, aynı değer erkekler için de geçerli olmalıdır. Diğer konularda olduğu gibi bu konuda
da, dinin yanlış yorumlanması ve istismar edilmesi, doğru bir yaklaşım olamaz. İslam Dini, helaller
ve haramlarla ilgili hükümler konusunda, kadın ve erkek arasında bir ayrım yapmaz. Erkek için helal
olan şey, kadın için de helaldir; erkek için haram olan şey, kadın için de haramdır. Evlilik dışı cinsel
ilişki, yani zina, kadın için haram olduğu kadar, erkek için de haramdır. Kız çocukları ve eşleri için
zinayı namus sorunu olarak gören, ancak erkek çocukları ve kendileri için bunu sorun yapmayan
erkekler, hiç de dürüst bir yaklaşım içinde değildirler. Bu yanlış yaklaşımın dinde hiçbir dayanağı
yoktur. Kendi kız çocukları veya kız kardeşlerinin namusları konusunda hassas olan erkeklerin,
başkalarının kız çocukları ve kız kardeşlerinin namusları konusunda da aynı hassasiyet içinde
olmaları beklenir. Kendi eşleri, kız çocukları ve kız kardeşleri konusunda namus cinayetlerine kadar
varan anlayışlara buradan vereceğimiz en önemli mesaj şudur: Öncelikle dürüst olun ve çifte
standarttan arının. Ayrıca bir hukuk devletinde, cezalandırma ve güç kullanma yetkisi, sadece
devlete aittir.
Kız ve erkek çocuklarının eğitiminde farklı kıstasların kullanılması da, aile içi eğitimdeki
sorunlarımızdan birisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Birçok ailede, erkek çocuklarının kız
çocuklarına oranla daha serbest bırakıldıkları ve yetiştirildikleri, bir realitedir. Erkek çocukları, bilinçli
veya bilinçsiz bir şekilde, maço olarak yetiştirilmekte veya yanlış eğitim sonucunda maço
delikanlılar olarak topluma karışmaktadırlar. Bunun sonucu olarak, sert, kaba, duygusuz, „taşfırın
erkek“ anlayışlı, sorumsuz, şiddete meyilli, kadını hor gören ve aşağılayan, delikanlılığını kaba
kuvvette arayan ve toplumda sorun haline dönüşen gençlerimizin sayısı, gün geçtikçe artmaktadır.
Okullarda sosyal davranışlarıyla ve davranış notlarıyla, olumsuz anlamda en çok göze batanlar,
erkek çocuklarımızdır. Kavga ve şiddete meyil noktasında, maalesef erkek çocuklarımız, önemli bir
sorun haline gelmişlerdir. Alman bayan öğretmenlerin erkek çocuklarımızla ilgili olarak sık sık dile
getirdiği, „Ben, kadından emir almam“ gözlemleri, oldukça düşündürücüdür. Bu gözlem, maalesef
doğrudur. Bir öğretmen olarak, erkek çocuklarımız arasında böyle bir anlayışın küçümsenmeyecek
oranda varolduğunu kendim de gözlemlemekteyim. Bu, maço anlayışının ürünüdür. Evde sadece
babasından çekinen ve annesini kale almayan anlayışın sonucudur. „Cennet, annelerin ayakları
altındadır“ hadisinde ifade edilen ideal anne - çocuk ilişkisi, pratik hayatta ve çoğu zaman, maalesef
gözardı edilmektedir. Evde anneyi, okulda bayan öğretmeni umursamayan ve otorite olarak
görmeyen erkek çocuğun, toplumda kadına bakışı da farklı olmayacaktır. Erkek çocuklarımızın
önemli bir bölümünde gördüğümüz bu sorumsuz ve maço anlayış, çocukların derslerdeki
başarısızlıklarına da yansımaktadır. Okul dışı zamanlarda, erkek çocuklarının, aile tarafından yeterli
özenle takip edilmeyişi, babaların çocuklarına yeterince zaman ayırmamaları, annelerin erkek
çocukları üzerinde gereken oranda otorite kuramamaları, okulda başarısız olmalarının en önemli
sebebidir. Birlikte olunduğunda da, ailece zamanın büyük bölümünü televizyon başında geçirmek,
sorunun çözümünü güçleştirmektedir. Çocuk yetiştirmek, sadece çocuğun karnını doyurmak ve
maddi ihtiyaçlarını karşılamak demek değildir. Çocuklar, anne ve babalarının, eğitimde, kural
belirlemede, kuralları uygulatmada ve otoritede eşdeğer ve eşit olduklarını net bir şekilde
kavramalıdırlar. Çocuklara bunu kazandırmak, anne ve babaların görevidir. Anneler ve babalar,
bunu sadece sözle kazandıramazlar. Öncelikle kendi aralarındaki saygı ve sevgi ilişkisiyle,
çocuklarına örnek olmalıdırlar. Kendi eşine hakaret eden, onu aşağılayan ve ona şiddet uygulayan
bir erkek, kendi çocuklarına, özellikle de erkek çocuklarına, yanlış örnek olacaktır. Maço babadan,
sonuç olarak büyük bir çoğunlukla, maço erkek çocuklar oluşacaktır. Buradan özellikle babalara
3
sesleniyorum: Bu maço anlayışa gelin birlikte son verelim. Bu anlayış, hem size, hem
çocuklarımıza, hem ailelerimize, hem toplumumuza ve hem de toplumumuzun Alman kamuoyunda
olumsuz algılanmasına yol açmaktadır. Eşine, annesine, kız kardeşlerine, kız çocuklarına ve
genelde tüm kadınlara insan olarak bakan ve değer veren, kadın – erkek ilişkisinde saygı ve sevgiyi
esas alan anlayışı hakim kılalım.
Aile içi şiddet ve baskı ve zorla evlilik gibi sorunlar, maalesef toplumumuzun değişik kesimlerinde
görülen ve varolan toplumsal bir gerçektir. Ancak bu toplumsal gerçek, toplumumuzun muhafazakar
kesiminin yanısıra, seküler, laik, sosyal demokrat, alevi veya dine mesafeli katmanlarında da aynı
oranda ve benzer şekillerde görülmektedir. Bu toplumsal soruna karşı birlikte ve toplumumuzun dini
değer ve yargılarını karşımıza almadan mücadele etmeliyiz. İslam dini, aile içi veya toplumsal
şiddet ve baskıyı, zorla evliliği kesin bir şekilde reddetmektedir. Sorunun, dinin kendisinden değil,
toplumumuzda varolan yanlış gelenek ve göreneklerden, ataerkil yapıdan (kadına yönelik erkek
egemen bakış tarzından), kadının sosyal ve ekonomik konumundan ve cehalet gibi faktörlerden
kaynaklandığını gözardı etmek mümkün değildir.
Gerek Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetlerinde ve gerekse peygamberimizin hadislerinde ifade edildiği
üzere, evlilik kadın – erkek arasında karşılıklı sevgi ve saygıya dayalı ve hür irade sonucu
gerçekleşen bir akit ve birlikteliktir. Sağlıklı ve sağlam bir toplumun en önemli unsuru ve kaynağı,
sağlıklı ve sağlam aile yapısıdır. Böyle bir ailenin en önemli dayanağı ise, eşlerin karşılıklı sevgi,
saygı, güven ve birbirlerine karşı dürüstlüğüdür. Hür iradeye ve özgür seçime dayanmayan ve
gerek genç kızlarımıza, gerekse genç erkek çocuklarımıza yönelik aile ve akraba dayatmaları
sonucunda yaptırılan evliliklerin, sağlıklı ve sağlam olması beklenemez. Aile ve akraba baskısı
sonucunda gerçekleşen zorla evliliklerin, gençlerin insan onuruna ve insanın fıtratına ve kişiliğine
indirilmiş önemli bir darbe ve saygısızlık olduğunu tüm açıklığıyla ortaya koymakta yarar vardır.
Gençlerin, kadın ve erkeklerin zorla evlendirilmesi, İslam’ın da özüne ve esasına kesinlikle aykırı
olduğu unutulmamalıdır. Zorla evlilik, insan doğasına aykırıdır. İslam Dini, fıtrat dinidir ve insan
doğasına uygundur. İnsanın doğasına ve fıtratına aykırı olan birşeyin İslam’la bağdaştığını ileri
sürmek ve düşünmek, mümkün değildir ve İslam’ı yeterince tanımamaktır. Dini gerekçe göstererek
zorla evliliği savunanlar, dinimizi yanlış tanımakta ve kendi yanlış anlayışlarını dine mal etmek
suretiyle, İslam’ın kamuoyunda yanlış algılanmasına yol açmaktadırlar. İslam’ın, gerek içinde
yaşadığımız Alman ve Avrupa toplumunda, gerekse kendi toplumumuz içindeki seküler kesimde
olumsuz algılanmasında, dinimizin yanlış anlaşılmasının ve yanlış uygulanmasının yattığını
görmemiz gerekir. Bu anlamda, kendi içimizde toplumsal özeleştiri yapmamız ve kendimizi yeniden
gözden geçirerek, yanlış dini anlayışlarımızı ve yaşantımızı, Kur’an ve sünnetin de öngördüğü dinin
aslına uygun doğru eğitim metodlarıyla restore etmemiz şarttır. Doğru İslamiyet’i, doğru bir şekilde
yaşamak, kendisini Müslüman olarak tanımlayan herkesin üzerine düşen bir sorumluluktur.
İslamiyet’i sadece ezber ve sloganlarla öğrenmek ve öğretmek yerine, onu anlamak, özümsemek
ve içselleştirmek temel anlayışımız olmalıdır. Çocuklarımıza ve gençlerimize yönelik gerek aile
içinde, gerek camilerde ve gerekse eğitim ve öğretim kurumlarında verilen eğitimde, baskı,
dayatma, korku ve yasaklama yerine, özdenetimi (otokontrolü) geliştirmek, özgür iradeyi esas
almak, sevgiyi aşılamak, teşvik ve ödüllendirmek temel ilke olmalıdır.
Toplumumuzun bazı kesimlerinde varolan, ancak genelleştirilmemesi gereken, yanlış
uygulamalara yönelik mücadele, dinimizin doğru öğrenilmesi ve öğretilmesiyle mümkündür. Bu
noktada, din görevlilerine, eğitimcilere ve cemaat yetkililerine büyük görevler ve önemli
sorumluluklar düşmektedir. Bu bağlamda, Almanya’da yaşayan çocuklarımızın ve gençlerimizin,
okullarda sağlıklı, pedagojik esaslar çerçevesinde ve içinde yaşadıkları toplumun ve zamanın
şartlarına uygun din dersi alma ihtiyacını hatırlatmakta fayda vardır. İslam din dersi, Almanya’daki
üniversitelerde kurulması gereken ilahiyat fakültelerinde yetiştirilecek Müslüman öğretmenler
tarafından verilmelidir. Bu dersin dili, Almanca olmalıdır. Almanya’da yaşayan Müslüman
toplumunun büyük bir çoğunluğunu, Türkler veya Türkiye kökenli göçmenler oluşturmakla birlikte,
okullardaki diğer Müslüman göçmen çocuklarının ve sayıları zamanla artan Alman kökenli
Müslümanlar’ın varlıkları da gözardı edilemez. Bunun da ötesinde, yaşadığımız ülkenin eğitim ve
öğretim dili, Almanca’dır. Bazı dostlarımızın „Dili olmayanın, dini de yoktur“ şeklindeki görüşleri ve
gerekçeleri, gerçekci bir yaklaşım değildir. İslam’ın evrensel bir din olduğunu ve dünyanın tüm
toplumlarına hitap ettiğini unutmamamız gerekir. İslam Dini’nin eğitim ve öğretimi, sadece bir dile
bağımlı kalsaydı ve Kur’an-ı Kerim’in ve peygamberimizin dili olan Arapça ile sınırlandırılsaydı,
4
bugün Türkiye’de yaşayan Müslümanlar’ın din eğitim ve öğretimi Türkçe ile mümkün olmazdı ve
İslamiyet Türkiye ile bu oranda özdeşleşemezdi. Bu durum, dünyanın diğer ülkeleri ve dilleri için de
geçerlidir. İslam Dini, tüm dünya dilleri ve toplumlarında kolayca yer edinmiş ve bu sayede evrensel
özelliğini ortaya koymuştur. İslam din dersinin okullarda Almanca verilmesinin, dinimizin ve
Müslümanlar’ın Almanya’da ve içinde yaşadığımız toplumda halen yabancı bir unsur olarak
algılanması sorununu da ortadan kaldırmaya yönelik önemli katkılar sağlayacağını hatırlatmakta
yarar vardır.
Almanya’da yaşayan Türk ve Müslüman toplumunun entegrasyonu konusunda birçok eksikliğin
ve sorunun var olduğu bilinmektedir. Ancak bu sorunların tek sorumlusu, Türk ve Müslüman
göçmenler değildir. Bu konuda, tarafların bütünü, ihmalkar davranmıştır. Özellikle Alman Devleti,
siyasi partileri ve çoğunluk toplumu, geride bıraktığımız kırk yılı aşkın süredir kendi görev ve
sorumluluklarını yerine getirmemişlerdir. Federal Almanya’nın sosyal ve ekonomik refahına onlarca
yıldır büyük katkılarda bulunan Türk ve Müslüman toplumunun, son yıllarda, özellikle „11. Eylül
2001“ tarihinden sonra, toplumsal bir problem ve tehlike unsuru gibi sunulması, büyük bir haksızlık
ve vefasızlıktır. Varolan sorunları gözardı etmemiz mümkün değildir, ancak sorunları populist
yaklaşımlarla büyülterek, olduğundan farklı göstererek ve saptırarak, toplumsal kesimleri karşı
karşıya getirmek, sorumlu siyaset anlayışıyla bağdaşmaz. Özellikle son yıllarda artan, başta
ekonomi, işsizlik ve eğitim gibi temel sorunlara çözüm bulamayan ve bu sorunların çözümleri
noktasında kafa yorması gereken siyasiler ve siyasi partiler, bu konulardaki yetersizliklerini ve
çaresizliklerini, Türk ve Müslüman toplumu üzerine oynadıkları politik manevralarla ve oyunlarla
unutturmaya çalışmaktadırlar. Türk ve Müslüman toplumu, varolan gerçek sorunları kamufle
etmeye (örtmeye) yönelik bir „günah keçisi“ durumuna düşürülmektedir. Bu kervana, maalesef Türk
asıllı bazı milletvekilleri de katılmışlardır. Seçimler öncesinde, cami, dernek ve kuruluşların
kapılarını çalan ve aşındıran Türk kökenli milletvekilleri, oylarını istedikleri ve kısmen de aldıkları
toplumumuzun dini ve manevi değerlerine yönelik son zamanlardaki yakışıksız ve sorumsuz
beyanatlarıyla, nasıl bir kişilik kompleksinin içinde bulunduklarını ortaya koymaktadırlar. Bu
tutumlarıyla, Alman toplumunun bazı çevrelerine yaranacaklarını zannedenler ve bundan siyasi
gelecek ve kariyer umanlar, son yıllarda giderek artan ırkçılık ve İslam düşmanlığına katkıda
bulunmakta, ırkçı ve faşizan çevreleri cesaretlendirmekte ve körüklemektedirler. Bu
milletvekillerinden bazıları, daha sonradan yaptıkları açıklamalarda, yanlış anlaşıldıklarını ifade
ederken dahi, dini ve manevi değer yargılarımızı aşağılamaya devam etmişlerdir. Bu durum ise,
esef vericidir ve „özrü kabahatinden büyük“ deyimine uygun düşmektedir. Bu yanlış tutumlarından
geri dönmeleri, rencide ettikleri toplumsal kesimlerimizden özür dilemeleri ve içinden çıktıkları kendi
toplumlarına ve değerlerine, kendileri bu değerleri kabul etmese ve yaşamasalar dahi, saygılı
olmaları umulur. Hiçbir kimse, onların inanç anlayışı ve yaşam tarzlarına müdahele edemeyeceği
gibi, onların da başkalarının inanç anlayışı ve yaşam tarzı ve seçimlerine müdahale etme hakkı
yoktur. Makalemi şu mesajlarla bitirmek istiyorum:
1.
2.
3.
4.
5.
Düşünceye karşı sadece düşünceyle karşılık verilmelidir. Tehdit ve şiddet, asla kabul edilemez.
Kendisi için düşünce hürriyeti isteyen, başkalarının düşünce hürriyetine saygı göstermelidir.
Eleştiren, eleştiriye açık olmalıdır.
Düşünce hürriyeti ile din özgürlüğü, karşı karşıya getirilmemelidir.
Kendi düşünce ve inanç hürriyetine ve yaşam tarzına saygı bekleyenler, başkalarının da
düşünce ve din özgürlüğüne ve yaşam tarzlarına saygı göstermelidirler.
6. Kimse, çağdaşlık ve aydınlık kavramlarını, kendi anlayış ve yaşam tarzıyla sınırlamasın ve
ipotek altına almasın.
7. Toplumumuzdaki değer yargılarının ve yaşam tarzlarının çeşitliliği, bir zenginliktir.
8. Hiçbir kimse, inancı veya inançsızlığı, düşüncesi, yaşam tarzı ve giyim tercihinden dolayı
dışlanmamalı ve baskıya maruz kalmamalıdır.
9. Aile içi şiddet ve her türlü toplumsal baskıya karşı birlikte karşı durmalıyız.
10. Maço erkek anlayışına dur diyelim. Kadına değer vermek, insana değer vermektir. Unutmayalım
ki, bizi dünyaya getiren en değerli varlıklarımız annelerimizdir ve kadınlarımızdır.
11. Zorla evlilik, namus ve töre cinayetlerine karşı, dini ve manevi değerleri karşımıza alarak değil,
doğru ve sahih dini ve manevi değerleri de yanımıza alarak, birlikte mücadele etmeliyiz.
12. Kendi içinde özeleştiri yapmayan toplumlar, kendi yanlışlarını göremez, düzeltemez ve kendini
geliştiremez. Özeleştiri, kişilerin ve toplumların kendilerini geliştirmesindeki en önemli motordur.
5
Download