İnovasyonun tıbba kazandırdığı ve çığır atlatacak en önemli 10 yenilik İnovasyonun tıbba kazandırdığı ve çığır atlatacak en önemli 10 yenilik. Dijital, robotik ve 3D yazıcı teknolojilerinin birçok yenilik sunduğu tıp, inovasyon sayesinde geçmişte mümkün olmayan tedavileri geçerli kılarken, tedavi süreçlerini ciddi ölçüde kısaltıyor. İnovasyon, gelişen teknolojilerin tıbba uygulanmasını ve birçok yeni tedavi geliştirilmesi adına en önemli rolü oynuyor. 3D yazıcılarda üretilen protezler, hasta bilgi ve rötgenlerinin birkaç dakika içinde cerrahlara iletilmesini sağlayan dijital teknolojiler ve ameliyatların başarı oranını artırdığı gibi sürelerini kısaltan robotlar, tıp dünyasına çok büyük katkılarda bulunuyor. Ancak hastanelerden polikiniklere ve araştırma laboratuvarlarına kadar tüm sağlık sistemine katkıda bulunan değişimler, inovasyon sayesinde atılıyor. Bilim insanları, yeni aşı yöntemlerinden alçılara kadar her türlü tedavi alanında yöntem ve araçları geliştirdiği gibi, programlama ve operasyon alanında da büyük zaman ve maliyet tasarrufu sağlanıyor. İnovasyonun tıbba kazandırdığı en önemli 10 yenilik şu şekilde sıralanabilir: 1- Kontrol listeleri: Bir hastanın ameliyata hazırlanmasından rutin bir kontrole girmesine kadar düzenin mükemmel işlemesi artık mümkün. 2- Davranışsal ekonomi: Kilo kaybetmek için başvurduğumuz teşviklerden, doktorların programlarını ayarlamasına kadar sağlık alanında yeni bakış açıları doğuyor. 3- Hastalara özel portal: Hastalar, güvenli web sayfalarında randevularını, tedavi süreçlerini görebiliyor, doktorlarıyla iletişime geçebiliyor. 4- Ödeme yenilikleri: Yapılan işlerin boyutuna göre değil, başarılı ve iyi sonuç alınan işlemleri ödüllendiren sistem norm haline geliyor. 5- Delile dayalı karar verme: Elektronik tıbbi veriler, doktor ve hemşirelerin belli durumlarda doğru kararı vermesini sağlıyor. 6- Hasta kontrolü: Doktorlar, hastaları sadece kendilerine başvurduklarında tedavi etmek yerine paylaşarak koordineli tedavi uyguluyor. 7- Yenilenebilir ilaçlar: Kök hücre tedavisinin başı çektiği yeni çözümler, başta sinir hastalıkları olmak üzere birçok alanda yeni kapılar açıyor. 8- Görsel kontroller: Sağlık kontrolleri, telekonferans şeklinde yapılacak ve gerekli değerler ölçülebilecek. 9- Genetik yöntemler: Hastaların genetik profilleri çıkarılarak doktorlara tedavi bulma ve geliştirmede yeni bakış açıları sunacak. 10- Robotik teknolojisi: Doktorlara daha hızlı işlem imkanı sağlayan, başarı oranını artıran ve ameliyat sürelerini kısaltan robotlar inovasyonun tıbba entegre ettiği en büyük yeniliklerden biri. Kaynak : ntvmsnbc Ses dalgalarından elektrik üreten bir sistem geliştirildi Yeni enerji elde etme yöntemleri arasına ‘ses’ de katıldı. Silikon Vadisi firması Nirvana Energy Systems, ses dalgalarından elektrik üreten bir sistem geliştirdi. Bu sistem, evlerde faturaları da azaltacak.Sesle çalışan ve evinizin elektrik maliyetini azaltan bir teknoloji düşünün… Evet, bu artık mümkün. ABD’de Silikon Vadisi firması Nirvana Energy Systems, ses dalgalarından elektrik üreten bir sistem geliştirdi. Stanford Üniversitesi’nde çalışan iki profesörün kurduğu şirket, evlerde elektrik enerjisi üretmenin yeni yolunu ticari hale getiriyor. Nirvana, etkili ‘micro-combined heat and power-Micro-CHP (birleştirilmiş ısınma ve güç)’ sistemini ev kullanımına uygun hale getirdi. Bu sistem, gazı elektriğe çevirerek sıcak su ve ısınma için kullanılmasını sağlıyor. Micro-CHP sistemi küçük bir ısıtma motoru, bu motor bir bina için ısıtma, havalandırma, mekanik enerji ve elektrik enerjisi olmak üzere bütün gücü sağlıyor. Daha büyük fabrikalarda kullanılan kojenerasyon projesinin küçük versiyonu olarak görülüyor. Ses dalgasıyla çalışıyor Nirvana Energy’nin sisteminin dünyada su ısıtıcısı ve kazanların değişiminde geniş bir kullanım alanı bulması bekleniyor. Sistem sessiz, kompakt ve şebekenin sağladığı enerjinin maliyetini azaltıyor. Nirvana’nın termo akustik Power Stick’i sanal güç şebekelerini de destekliyor, emisyon hacmini azaltıyor, geleneksel şebeke sistemlerine dayalı olarak elektrik sağlayarak maliyeti de düşürüyor. Nirvana, ses dalgalarını harekete dönüştüren termoakustik denilen teknolojiyi kullanıyor. Evet, bu teknoloji ‘ses’le çalışıyor. Nirvana’nın teknolojisi Xerox PARC’ın geliştirdiği ve NASA’nın Glenn Research Center’ı tarafından yeniden ele alınan ve ‘Power Stick’ olarak adlandırılan teknolojiye dayanıyor. Faturalara darbe Şirketin CEO’su Lambertus Hesselink, “Gazı enerji kaynağı olarak kullanıyoruz, ama geleneksel bir motor değiliz. Termoakustik Power Stick, hareket eden bir mekanik parçaya sahip değil. Yeni ve patentli bir sistem yapısı var. Şu anda genişletilmiş test sürecindeyiz. Power Stick’in boyu 32 inç’ten uzun ve çapı ise 10 inç. Mutfağa konulabilecek ideal ağırlığa sahip” diye konuştu. Power Stick ya da Nirvana firmasının kısaltmasıyla TAPS’in ana özellikleri ise şöyle. Toplamda yüzde 90 sistem verimliliğiyle 1-4 kilovat saat arasında elektrik enerjisi ve 15-30 kilovat saat termal enerji üretiyor. Nirvana Energy’nin Başkanı James Gibbons ise, “Devamlı çalışabilen Power Stick, kullanıcıların kendi elektriğini üretmesini sağlayarak enerji faturalarını azaltıyor. Evdeki sıcak su ve ısınma için yeterli ısı sağlıyor” dedi. Bizim mucit 2010’da yaptı! Ses dalgasından enerji üretme girişimleri Türkiye’de de var. Üç yıl önce Kahramanmaraşlı lise öğrencisi Muhammed Enes Gebel, ses dalgalarından elektrik üretti. Bakır kullanılarak yapılan 8 kilo ağırlığındaki cihaz, insan kulağına benzerliğiyle dikkat çekti. Enerji konusundaki çalışmalarını sürdüreceğini ifade eden Gebel, şu bilgileri verdi: “İnsanlara basit gelen günlük konuşmalardan çıkartılan sesin barındırdığı enerji, bir oda dolusu taneciğin titreşmesine yetecek kadar enerji barındırıyor. Amacım ses dalgalarının barındırdığı bu enerjinin kullanılabilir elektrik enerjisine dönüşmesini sağlamak. Ses, insan kulağında basınç oluşturuyor ve yüksek ses de etrafımızdaki nesnelerin gözle görülür bir şekilde titreşmesi ile enerji barındırıyor.” Kaynak : ekonomi.milliyet Karbondioksitten 7 bin kat tehlikeli bir sera gazı keşfedildi Atmosferde küresel ısınmanın en büyük etkenlerinden biri olan karbondioksitten 7 bin kat daha etkin bir gaz tespit edildi. T24’ün haberine göre Perfluorotributylamine (PFTBA) adı verilen gaz, atmosferde en az 100 yıldır bulunuyor. PFTBA, 20’nci yüzyılın ortalarından bu yana elektrik sanayisinde ağırlıklı olarak kullanıldığı ifade edildi. Araştırmacılar, gazın, küresel ısınma hakkında bilinen tüm rekorları kırdığını belirtti. Geophysical Research Letters dergisinde yayımlanan araştırma makalesinde, “PFTBA’nın moleküllerinin yayılma hızı bakımından en etkin gaz olduğu ve 100 yıllık süre içinde atmosferdeki sıcaklığı artırma etkisinin CO2’den 7 bin 100 katına ulaştığı” ifade edildi. ‘DOĞAL EMİCİSİ BİLİNMİYOR’ Yeni keşfedilen gazın yoğunluğunun çok az olması, atmosfere olumsuz etkilerini de kısıtlıyor. Araştırmacılar, Toronto bölgesindeki (karbondioksit) CO2 oranının milyonda 400 parça olduğunu, PFTBA için bu oranın 0.18 olduğunu belirledi. Guardian ’a açıklama yapan NASA Goddard Uzay Çalışmaları Enstitüsü’nden iklim bilimci Dr. Drew Shindell, “Eğer bu gazdan çok fazla olsaydı, iklim değişikliğinde çok büyük sorunlar yaşanabilirdi. Şu an endişelenecek bir durum yok ancak kürese ısınmayı etkilememesi için artmamasına dikkat etmeliyiz” dedi. Araştırmacılara göre küresel ısınmanın en büyük sorumlusu insan kaynaklı CO2 yayılımı. CO2 okyanus ve ormanlar tarafından emilirken PFTBA için bilinen doğal bir emici yok. Kaynak : radikal Bilimadamları organik sütün kalbe olan yararlarını açıkladı. Amerika’nın Washington State Universitesi’nden yapılan açıklamaya göre organik sütün kalbe yararları açıklandı. Amerika Tarım ve Doğal Kaynaklar Birliğinin onayladığı araştırmada ‘Organik Sütün’ kalp ve damar rahatsızlıklarını önleyen yağ asidi bulundurduğu açıklandı. Washington State Universitesi Profesörü Charles M. Benbrook yaptığı açıklamada: ‘Süt tüm insanlar için yararlı ve faydalı bir içecektir.Fakat organik süt daha iyidir çünkü yağ asidi dengesi daha dengelidir’ dedi. Yağ asidi tarafından daha dengeli bir orana sahip olan organik sütün normale göre %25 oranında daha fazla Omega 3 ve Omega 6 bulundurduğu tespit edilmiştir. Kaynak :internethaber Pamukkale Üniversitesi’nden üç boyutlu nesne çizebilen kalem Pamukkale Üniversitesi (PAÜ ) Teknoloji Geliştirme Bölgesi’nde (Teknokent) üç boyutlu nesne çizebilen kalem prototipi geliştirildi. Dünyada yeni yeni uygulanmaya başlanan üç boyutlu yazıcı teknolojisi üzerinde çalışan bilim insanları PAÜ Teknokent’te nesneleri üç boyutlu çizme imkanı sağlayan kalem yaptı. PAÜ Teknokent’te Ar-Ge çalışmaları yapan Elektrik Elektronik Mühendisi Ali Boz, projeyle ilgili yaptığı açıklamada, söz konusu kalemle ilgili çalışmaların birkaç yıldan beri devam ettiğini, prototipi yaklaşık 4 ay önce tamamlayıp, TÜBİTAK’a proje olarak sunduklarını söyledi. Bu kalemin hiçbir bilgisayar programına gerek kalmadan 10-12 yaşından itibaren her birey tarafından rahatlıkla kullanabildiğine işaret eden Boz, “Adeta elle tutulabilen lazere elle dokunuyorsunuz gibi. Bu keyifli cihazı Türkiye’de üretmek isterdik ancak ilk etapta prototipini yapabildik. Türkiye’de tanınmadığımız için ABD’de bir firma ile anlaştık. Üretim için bu firmayla görüşüyoruz.” Boz, havada nesneler çizebilen üç boyutlu kalemin, içinde yer alan ve çabuk kuruyan plastiği kalemin ucundan sızdırarak istenen şeklin meydana getirildiğini anlattı. Kalemin sıcak silikon tabancası gibi çalıştığına anlatan Boz, “Kalemden çıkan plastik havayla buluşunca hemen sertleşiyor. Adeta kağıda yazı yazmak gibi bir şey. Ne düşünüyorsak kalem yardımıyla hemen çizme şansımız oluyor. Elle tutulabilir olduğu için de pratik. Bunu hemen her alanda kullanmak mümkün” diye konuştu. Beş yıl içinde çocukların şu ana kadar kullandığı normal kalemin ve sulu boyaların yerine artık görsel üç boyutlu eğitim materyallerinin kullanılacağını savunan Boz, “Çocuklarımız artık rahatlıkla eliyle dokunabilip yazabileceği materyale sahip olacak. Bu kalemi eğitim camiasının, mühendislerin, mobilyacıların kısaca herkesin kullanımına sunmaya çalışıyoruz” dedi. PAÜ Tıp Fakültesi Adli Tıp Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Bora Boz ise amaçlarının 3D teknolojisini kullanarak sanal gerçeklik odaları yapmak olduğunu kaydetti. Kaynak : samanyoluhaber Okyanuslar için tehlike çanları çalmaya başladı mı ? Okyanuslar için tehlike çanları çalmaya başladı mı ? Bilim insanlarının geliştirdiği yeni bir teoriye göre karbondioksit salınımının üçte birinin denizler tarafından emilmesi küresel ısınmayı yavaşlatıyor. Bu fenomen, deniz canlıları içinse önemli bir tehdit oluşturuyor.Uzmanların küresel ısınmayla ilgili uyarılara her gün bir yenisi ekleniyor. Ancak son dönemde iklim değişikliği ile ilgili en çok tartışılan konulardan biri, dünyanın son yıllarda neden iklim modellerinin öngördüğü kadar ısınmadığı. Bilim insanlarının öne sürdüğü bir teoriye göre bunun nedeni ısı fazlasının okyanusun derinliklerinde depolanması… Uluslararası Okyanusların Durumu Programı’nın (IPSO) raporu dünya denizlerindeki sıcaklık artışına dikkat çekiyor. IPSO bilimsel direktörü ve Oxford Üniversitesi Zooloji Bölümü’nde görev yapan deniz biyoloğu Prof. Dr. Alex David Rogers “Okyanusların ısındığına dair kanıtlarımız var. Baltık Denizi gibi bazı noktalarda 1,3 santigrat dereceye kadar varan sıcaklık artışları söz konusu. Buna ek olarak derin suların da sıcaklığının arttığı, giderek ısındıkları yönünde artan bulgular elde ettik. Bunlar 700 metreden daha derin sular” şeklinde konuşuyor. Raporun vurguladığı bir diğer nokta ise PH değerlerindeki değişim. Karbondioksit salınımının yaklaşık üçte birinin denizler tarafından emildiğini belirten Rogers, bunun bir yandan küresel ısınmayı yavaşlatırken, diğer yandansa okyanusların kimyasını değiştirdiğini vurguluyor. Zira suda çözünen karbondioksit, karbonik aside dönüşüyor; bu da okyanusların asit oranının artırıyor. Son bulgulara göre deniz suları sanayileşmenin başlangıcından bu yana yüzde 26 oranında daha fazla asit içeriyor. Uzmanlar 2100 yılına kadar denizlerin yüzde 170 daha fazla asit içerebileceğini tahmin ediyor. Tüm bu rakamlar ne anlama geliyor? Deniz ve okyanusların kimyasında meydana gelen bu değişikliğin deniz canlıları için ne anlama geldiği, yaklaşık 20 yıldır farklı araştırmalarla tespit edilmeye çalışılıyor. Bu konuda 2010 yılında ilk kez doğal ortamda deneyler yapılmaya başlandı. Araştırmanın başında bulunan Kiel merkezli Helmholtz Okyanus Araştırmaları Merkezi’nden Ulf Riebesell, denize indirilen dev kapsüllerle önümüzdeki yüzyıllarda oluşması beklenen asit oranlarının simülasyonunu yaptıklarını belirtiyor. Araştırmanın sonuçları mercan, midye, salyangoz, deniz kestanesi, deniz yıldızı gibi sudaki kalsiyum iyonunu alarak kalkere yani kalsiyum karbonata dönüştüren organizmaların yanı sıra balıklar ve diğer organizmaların da tehlike altında olduğunu ortaya koyuyor. Soğuk suyun karbondioksiti daha hızlı emmesi nedeniyle kutup bölgelerinin bu durumdan yoğun olarak etkilendiğini ifade eden Riebesell, Kuzey Buz Denizi’nde yapılan çalışmaların buradaki deniz suyunun önümüzdeki on yıllar içinde yüksek asit oranı nedeniyle aşındırıcı bir hale geleceğini gösterdiğini kaydediyor. Riebesell, “Bu, suyun asit oranının, kalker üreten canlıların kalkerden oluşan kabuk ve iskeletlerini eritecek kadar yükselmesi anlamına geliyor” diyor. Deniz biyoloğu Prof. Dr. Alex David Rogers, Güney Kutup bölgesinde de sudaki asit oranındaki artışın fark edildiğini belirtiyor. Rogers, burada kalkerden oluşan dış kabukları dağılmaya başlayan minik deniz salyangozları bulduklarını kaydediyor. Deniz biyoloğu bu tür canlıların küçük deniz canlılarından balinalara kadar birçok hayvanın başlıca protein kaynağı olduğu ve bunların yok olmasının beslenme zincirine ağır etkileri olacağı konusunda uyarıyor. ‘Ekonomik ve sosyal etkileri olacak’ Uzmanlara göre okyanusların kimyasındaki değişimin bunun dışında ağır ekonomik ve sosyal etkileri de olacak. Helmholtz Okyanus Araştırmaları Merkezi’nden Ulf Riebesell “Mercan resifleri olmadan sahil idaresi olmayacağı gibi bölgedeki turizm de bugünkü gibi olmayacaktır. Mercan resifleri, aralarında ticari önem taşıyan balıkların da olduğu birçok balığın üreme merkezi olarak öneme sahip. Yani gelecekte sadece sistemden organizmalar silinmeyecek. Büyük ihtimalle tüm kalker üreten organizmalar ekosistemden silinecek” açıklamasını yapıyor. Ancak kâbus bununla da bitmiyor. Deniz biyoloğu Rogers, denizlerdeki asit oranının artmasının zaman içinde karbondioksit emme potansiyelini de düşüreceğini kaydediyor. Rogers, “Bunun kesinlikle atmosferdeki karbondioksit düzeyine geri dönüşümü olacak. Bu da büyük ihtimalle karbondioksit seviyesinin yükselmesini hızlandıracak veya karbondioksit oranını artıracak. Ve bu çok ciddi bir konu çünkü hâlihazırda jeolojik açıdan muhtemelen benzeri görülmemiş bir artış yaşıyoruz. Başka bir deyişle şu anda karbondioksit oranlarında yaşanan artış, muhtemelen son 300 milyon yıldaki en yüksek seviyede” diyor. Kaynak : Deutsche Welle Türkçe Türk Öğrencilerin “Verimli Enerji” Üzerine Geliştirdikleri Projelerine Beyaz Saray’dan Ödül Türk Öğrencilerin “Verimli Enerji” Üzerine Geliştirdikleri Projelerine Beyaz Saray’dan Ödül. ABD’deki MIT’de öğrenimlerini sürdüren iki Türk öğrenci Cengiz Onbaşlı ve Defne Gürel’in MIT’deki ekipleriyle birlikte verimli enerji üzerine geliştirdikleri projeleri, ABD Enerji Bakanlığı tarafından Beyaz Saray’da düzenlenen “Daha İyi Yapılar” yarışmasında iki dalda birden birinciliğe layık görüldü. Beyaz Saray’da düzenlenen “Daha İyi Yapılar” Yarışması, ABD Başkanı Barack Obama’nın 2030 yılına kadar evlerde ve iş yerlerinde enerji israfını yarıya indirme amacını güdüyor. 1997 yılında Nobel Fizik Ödülü sahibi eski Enerji Bakanı Dr. Steven Chu tarafından başlatılan ve her yıl düzenlenen yarışmaya ABD’nin en iyi üniversiteleri katılıyor. 14 ÜNİVERSİTEDEN KATILIM Binaların enerji verimliliğini arttırmak üzere hazırlanan projelerin seçildiği yarışmada, iki Türk öğrencinin de yer aldığı MIT takımı, “En İyi Proje Teklifi Ödülü” ve “En Yenilikçi Çözüm Ödülü” olmak üzere iki dalda birincilik kazandı. Bu yılki yarışmaya 14 farklı üniversiteden takımlar katıldı. Bilkent Üniversitesinden mezun olduktan sonra MIT’de doktora çalışmalarını sürdüren Mehmet Onbaşlı ve Bilkent Lisesinin ardından MIT’de Elektrik Mühendisliği ve Bilgisayar Bilimleri ve Yönetim Bilimleri Bölümlerinde çift ana dal yapan Defne Gürel’in de yer aldığı MIT takımı, iş yerleri için model olarak kullanılabilecek yaratıcı temiz enerji çözümleriyle “En İyi Proje Teklifi Ödülü’nü kazandılar. EKİBE GÜÇ KATTILAR Takımda etkin liderlik rolü üstlenen öğrenciler, “En Yenilikçi Çözüm Ödülü”ne ise politik olarak tutucu ve değişime kapalı bir şehirde bile enerji verimliliği için yenilikler ve değişimlerin kabul ettirilmesi ve bu amaçla geliştirdikleri yöntemlerle layık görüldüler. Kaynak : hurriyet Uzay’da ‘dev’ keşif, Tüm teoriler alt üst oldu.. Uzay’da ‘dev’ keşif, Tüm teoriler alt üst oldu.. ABD’li bilim adamları, Güneş Sistemi’nin dışında, sistemin en büyük gezegeni olan Jüpiter’den 11 kat daha büyük olan bir gezegen keşfetti.ABD’deki Arizona Üniversitesi’nden bilim adamlarının liderliğinde çalışan uluslararası ekibin yaptığı araştırma, Güneş Sistemi dışında yer alan dev bir gezegenin varlığını ortaya çıkardı. “HD 106906 b” adı verilen gezegen, Dünya’ya 299 ışık yılı mesafedeki Crux Takımyıldızı’nda yer alan HD 106906 yıldızının etrafında dönüyor. Kütlesi, Güneş Sistemi’ndeki en büyük gezegen olan Jüpiter’in 11 katı büyüklüğündeki HD 106906 b, dev yapısı ve bağlı bulunduğu yıldızla arasındaki çok büyük mesafe nedeniyle bilim dünyasında şaşkınlık yarattı. Arizona Üniversitesi’nin internet sitesinde yayımlanan yazıda, gezegenin bağlı bulunduğu yıldızla arasındaki mesafenin, Dünya’nın Güneş’e ortalama uzaklığının 650 katı olmasının gezegen oluşumlarına ilişkin teorileri alt üst ettiği vurgulandı. Bundan 4,5 milyar yıl önce oluşan Dünya ile kıyaslandığında 13 milyon yıl önce oluşmuş genç bir gezegen olan HD 106906 b, oluşum aşamasındaki ısısının bir kısmını hala muhafaza ediyor. Bu nedenle 1500 santigrat derecelik bir yüzey sıcaklığına sahip olan gezegen, etrafına gözle görülemeyen kızıl ötesi ışık saçıyor. Gezegenin varlığını Şili’deki Atacama Çölü’nde bulunan Magellan Teleskobu üzerine yerleştirilen termal kızıl ötesi kameralar yardımıyla keşfeden bilim ekibi, gezegenin bağlı bulunduğu yıldızla birlikte hareket ettiğini ise Hubble Uzay Teleskobu’nun 8 yıl önce, başka bir araştırma programı için elde ettiği verileri inceleyerek teyit etti. Megallan Teleskobu üzerindeki “Folded-port InfraRed Echelette (FIRE)” spektrografı sayesinde keşfettikleri gök cisminin doğası ve yapısı hakkında detaylı bilgiye ulaşan araştırmacılar, böylece HD 106906 b’nin bir yıldızın yörüngesinde dönen bir gezegen olduğunu bilimsel olarak ortaya koydu. TEORİLERİ ALT ÜST ETTİ Bilim dünyasında kabul gören teorilerden birine göre, Dünya gibi, bağlı bulunduğu yıldızın yakınında yer alan yıldızlar, oluşum halindeki bir yıldızın çevresindeki, başlangıç diski olarak adlandırılan, disk biçimindeki toz ve gaz bulutu içinde oluşan küçük asteroit benzeri yapıların bir araya gelmesiyle oluşuyor. Ancak bu teori, çok ağır işleyen bir süreç gerektirmesi nedeniyle, HD 106906 b gibi çok genç, bağlı bulunduğu yıldızdan çok uzakta ve dev yapıdaki bir gezegenin nasıl oluştuğunu açıklamaya yetmiyor. Diğer teori ise dev gezegenlerin, başlangıç diskini oluşturan materyalin direkt olarak çökmesi durumunda hızla oluşabileceğini öngörüyor. Ancak başlangıç disklerinin dış alanındaki kütlelerinin HD 106906 b gibi bir gezegeni oluşturacak bir büyüklüğe erişmesinin çok zor olması nedeniyle bu da söz konusu dev kütleli gezegenin oluşumunu açıklamak için yeterli görülmüyor. Bilim ekibinin başı Arizona Üniversitesi Astronomi Bölümü yüksek lisans öğrencisi Vanessa Bailey, yaptıkları keşfin, gezegen ve yıldız oluşumlarına ilişkin bilinen hiçbir modelin gözlemlenen bu sistemi açıklayamaması nedeniyle özel bir önem taşıdığının altını çizdi. Kaynak : ntvmsnbc BTÜ”lü hocanın Polimer alanındaki projesine TÜBİTAK desteği Bursa Teknik Üniversitesi (BTÜ), Doğa Bilimleri Mimarlık ve Mühendislik Fakültesi, Lif ve Polimer Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Ayşe Bedeloğlu’nun ‘Polimer esaslı organik fotovoltaik liflerin geliştirilmesi ve özelliklerinin iyileştirilmesi’ başlıklı proje önerisi, TÜBİTAK desteği almaya hak kazandı. Yrd. Doç. Dr. Bedeloğlu’nun TÜBİTAK’ın 1003 Öncelikli Alanlar Ar-Ge Projeleri Destekleme Programı, Fotovoltaik Teknolojilerin Geliştirilmesi çağrısı kapsamında başvurusunu yaptığı proje, TÜBİTAK Araştırma Destek Programları Başkanlığı Mühendislik Araştırma Destek Grubunca desteklenmeye değer görülerek, 2014-2015 Destek Programına alındı. Aynı zamanda projenin yürütücüsü olan Yrd. Doç. Dr. Ayşe Bedeloğlu yaptığı açıklamada, araştırma çalışmalarının, BTÜ’nün oluşturduğu gelişmiş laboratuvar imkânları ile yapılacağının altını çizdi. Bursa Teknik Üniversitesi Kimya Mühendisliği Bölümü öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Halit Levent Hoşgün’ün araştırmacı olarak yer alacağı projede, İstanbul Teknik, Ege ve Yıldız Teknik Üniversiteleri’nde de araştırmacıların katılacağını aktaran Yrd. Doç. Dr. Ayşe Bedeloğlu, projenin konusu ve hedefi ile ilgili şunları söyledi: “Enerji, günümüzde, ülkelerin ekonomik gelişmelerinde rol oynayan çok önemli bir unsurdur. Verim, maliyet ve çevresel faktörler açısından en uygun şekilde üretilmesi, dağıtımının yapılması ve kullanılması, ülkelerin ulusal ve uluslararası alanda izledikleri ekonomik politikalarının da temelini oluşturmaktadır. Bu nedenle, proje kapsamında, fonksiyonel nanokompozit malzeme esaslı esnek, hafif, düşük maliyetle üretilebilecek güneş pilleri ve fotovoltaik lifler geliştirilecektir. Yenilenebilir enerji üretecek olan fotovoltaik piller ve lifler her türlü fotovoltaik etki gösteren malzeme yapısının üretilebilmesine olanak sağlayacaktır. Askeri alanda da kullanılabilecek olan bu ürünlerin, elektrik kaynaklarından uzak yerlerde çalışmak ve yaşamak zorunda olan veya doğa sporları ile uğraşan insanların günlük yaşamlarında çığır açacağına inanıyoruz. Proje kapsamında elde edeceğimiz ürünlerin kullanmasıyla, sağlanacak elektrik enerjisi hem elektronik araçların çalışmasında hem de ısınma, soğutma aydınlatma gibi temel gereksinimlerin karşılanmasında kullanılabilecektir.” Diğer kuruluşlar tarafından desteklenmekte olan projelerin yanı sıra BTÜ öğretim üyelerinin hazırladığı ve TÜBİTAK tarafından desteklenen yedinci proje olan bu projenin 24 ay süreceği ve bu süre boyunca, proje kapsamında yüksek lisans ve doktora öğrencilerine burs olanağı da sağlanacağı belirtildi. Kaynak : haberyurdum Dokuz Eylül Üniversitesi Dünyanın İlk 5 Duyu Test Laboratuvarını Oluşturdu. Dokuz Eylül Üniversitesi (DEÜ) Tıp Fakültesi Biyofizik Ana Bilim Dalı bünyesindeki beyin biyofiziği laboratuvarında aynı anda görme, işitme, koku, tat ve dokunma duyularına insan beyninin verdiği tepkiyi ölçümleyen bir sistem oluşturuldu. Laboratuvar tıp çalışmalarının yanında insansız hava araçlarının geliştirilmesi gibi konularda da değerlendiriliyor. DEÜ Rektör Yardımcısı ve Biyofizik Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Murat Özgören, AA muhabirine yaptığı açıklamada, beyinsel araştırmalar konusunda ulusal ve uluslararası araştırmaların sürdüğü biyofizik ana bilim dalında beynin duyu uyaranlarına verdiği tepkilerin ölçümlenmesi konusuna odaklanıldığını, 7 yıllık bir çalışma sonucu dünyanın ilk 5 duyu test laboratuvarının oluşturulduğunu bildirdi. Dünyadaki diğer deney laboratuvarlarında çeşitli duyulara ilişkin test laboratuvarlarının bulunduğunu, DEÜ bünyesinde de 2007 yılında kullanıma açılan test laboratuvarının 2013’te tat testinin de tamamlanmasıyla 5 duyuya ulaştığını anlatan Özgören, böylelikle beyne 5 duyunun verdiği tepkilerin entegre olarak ve aynı ortamda ölçülebildiğini ifade etti. Kafaya yerleştirilen elektrotlar vasıtasıyla sağlanan ölçümlemenin uyku ve anestezi etkisi altında da yapılabildiğine değinen Özgören, şöyle konuştu: “Türk mühendislerinin yazılımlarıyla ve 7 yıllık çalışma sonucu kurulan bu laboratuvar çok farklı alanlarda araştırma yapan bilim insanları yararlanıyor. Bugüne kadar üniversitemiz bünyesinde yürütülen parkinson, şizofreni, alzheimer hastalıklarına yönelik bilimsel araştırmalarda laboratuvarımız etkin olarak kullanıldı. Bu hastalıkların tanısına ilişkin somut adımlar atıyoruz. Ayrıca görme ve işitme engellilere yönelik de bazı test çalışmaları yaptık. Dünyada bir ilk olması nedeniyle çeşitli ülkelerden bilim insanları da çalışmalarını yürütmek laboratuvara geliyor. Norveç, Almanya, ABD, Japonya başta olmak üzere önde gelen bir çok beyin araştırmacısı çalışmalarını burada tamamlıyor. Laboratuvar sayesinde tıp ve farklı disiplinlerden bir çok akademisyen için buluşma, bilgi aktarımı ve tartışma ortamı da oluştu.” Laboratuvarın Japonya ile Türkiye arasında oluşturulan Uyku Forumu kapsamındaki araştırmalar için kullanıldığını, ABD’deki Drexel Üniversitesi ile ön beyinde oksijen oluşumuyla ilgili bir araştırmanın devam ettiğini aktaran Prof. Dr. Özgören, sadece insan sağlığı değil insansız hava araçlarının kullanımında ölçüm tekniklerinin belirlenmesi gibi mühendislik projelerinde de laboratuvarın kullanımının gündemde olduğunu kaydetti. “Gelecekte bu merkezin adı daha çok duyulacak” diye konuşan Özgören, merkezde çeşitli hastalıkların tanı ve tedavisi için de ülke genelinden sevk edilen hastalara hizmet verdiklerini, adli vakalara ilişkin raporlar düzenlediklerini de sözlerine ekledi. Kaynak : turkiyegazetesi Hepatit B, C ve D virüsleri “sinsice” gelişiyor Hepatit B, C ve D virüsleri “sinsice” gelişiyor. Kocaeli Üniversitesi (KOÜ) Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Sıla Akhan, “Özellikle hepatit B, C ve D virüsleri hastalarda önemli hiçbir bulguya yol açmadan kronikleşme, siroz gelişimi, karaciğer kanserine yol açma gibi sonuçlar doğurabiliyor” dedi. Akhan, yaptığı açıklamada, ani başlayan hepatit infeksiyonunun, A, B, C, D, E ve G virüslerinden birinin etkisi sonucu karaciğerde oluşan bir hastalık türü olduğunu söyledi. A ve E virüsleri nedeniyle ani oluşan hepatit infeksiyonlarının kronikleşmediğini anlatan Akhan, “Özellikle hepatit B, C ve D virüsleri hastalarda önemli hiçbir bulguya yol açmadan kronikleşme, siroz gelişimi, karaciğer kanserine yol açma gibi sonuçlar doğurabiliyor” ifadesini kullandı. Akhan, hepatit B virüsünün en sık doğum esnasında anneden bebeğe geçtiğini dile getirerek, bu nedenle gebelerin tarandığını, bulguları pozitif olanlara bağ?ış?ıklık sistemi koruyucusu ve aşı yoluyla önlem alındığını bildirdi. Hepatit B’nin kan ve kan ürünleri, cinsel temas dışında yakın temasla da bulaşabildiğini kaydeden Akhan, “Aynı evde yaşayan aynı çatal bıçak, havlu gibi özel eşyaları kullanan kişilere de virüsun uzun süre canlı kalabilme ve hasta kişinin vücut salgılarında bulunabilme özellikleri dolayısıyla bulaşabilmektedir. Risk altında olan ancak bağışıklığı olmayan kişilerin de aşılanması önemli bir toplumsal sağlık problemidir. Kronik hepatit B (KHB) infeksiyonu dünyadaki en yaygın infeksiyonlardan biridir. Dünyada yaklaşık 400 milyon kişide KHB infeksiyonu bulunmaktadır. KHB’ye bağlı ölüm oranı yılda bir milyonu geçmektedir” diye konuştu. “Kronik Hepatit B’nin gelişimi, yaşla ters orantılı” Prof. Dr. Akhan, Türkiye’de yüzde 3-7 oranda KHB infeksiyonuna sahip hasta bulunduğunu belirterek, KHB infeksiyonda gelişme riskinin yaşla ters orantılı olduğunu ifade etti. Bebeklerin doğduğu dönemde virüsle karşılaşıldığında, hastalığın kronikleşme oranının yüzde 90’lara çıktığını dile getiren Akhan, 1-5 yaşlarındaki çocuklarda hastalığın kronikleşme oranının yüzde 25-50, daha büyük çocuklar ve erişkinlerde ise yüzde 6-10 olduğunu kaydetti. Akhan, kronik hepatit C (KHC) virüs infeksiyonunun hepatit B’ye göre daha zor bulaştığına vurgu yaparak, şöyle konuştu: “Hastalığın bulaşma şekilleri KHB ile hemen hemen aynıdır. KHC infeksiyonunun tanısı da özellikle aranmadıkça bulunamaz. Hepatit D virüsü, hepatit B virüsü üzerine eklenebilen bir virüstur. Hepatit D virüsü kendi başına infeksiyona sebep olamaz ama hepatit B infeksiyonu olan bir kişi, etkeni vücutta hep taşıdığı için bunun üzerine eklenebilir. Eklenmesi her zaman için olan hepatit B infeksiyonunu kötüye doğru hızlandırıcı yönde etki eder.” Prof. Dr. Akhan, hepatit B, C ve D virüs infeksiyonlarının bulgu vermemesi dolayısıyla bu konuda özellikle tanıya yönelik işlemlere gereksinim duyulduğunu dile getirerek, “Hızlı tarama testleri hem güvenirlilik hem de duyarlık açısında iyi sonuçlar verdiği için tercih edilmektedir. Günümüzde bu hastalıkların tedavisi de mümkün olduğundan geç kalınmadan tedavi büyük önem taşımaktadır” dedi. Kaynak :hurriyet Saç Kök Hücrelerinden Kornea Üretildi Fransa Ulusal Sağlık ve Tıp Araştırmaları Enstitüsü’nden (Inserm) Daniel Aberdam ve ekibi, saç kök hücrelerini yeniden programlayarak, bunlardan kornea hücreleri oluşturmayı başardı.Bilim adamları bir sonraki aşamada, kornea hücrelerini hastaya nakledip, görme yetisinin yeniden kazanılıp kazanılmayacağını inceleyecek. Araştırmaya imza atan Daniel Aberdam, bu başarısı nedeniyle dün Bilimler Akademisi’nin ödülüne layık görüldü. Yeni kornea hücrelerinin üretilme ihtimali, görme engelli hastaların tedavisi konusunda çalışan bilim adamlarına ışık tutuyor. Kaynak :haber7 Biber Sapından Malzeme Ürettiler… Kompozit Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi (KSÜ) Orman Fakültesinden bir grup akademisyen, biber sapından kompozit malzeme üretti. KSÜ Orman Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Fatih Mengenoğlu, AA muhabirine yaptığı açıklamada, 4 öğretim üyesiyle yaptıkları çalışma sonucunda biber saplarını işleyerek kompozit malzeme ürettiklerini söyledi. Biber saplarını kurutarak içerisine polimer malzeme ilave ettiklerini vurgulayan Mengenoğlu, şunları kaydetti: “Bölgemizde 38 bin ton biber sapı atık olarak yok ediliyor. Üretilen kompozit plastik malzemenin özelliklerinden daha ileride. Kompozit malzemeler ağaç malzemesine göre özellikleri geride olmasına rağmen plastiğin bazı özelliklerinden daha ileridedir. Özellikle suya karşı dayanıklı. Ortaya çıkan malzemenin özellikle dış cephe, yürüyüş parkuru, havuz kenarı ve plajlardaki şezlonglarda kullanılabileceği düşünüyoruz.” Direnci test edildi Mengenoğlu, kentte biber tarımının önemli bir yere sahip olduğunu, üretilen malzemenin de bölge için bir şans olduğunu belirtti. Kompozit malzemenin üretim sürecini hakkında bilgi veren Mengenoğlu, “Biber saplarını kuruttuktan sonra öğüterek un haline getiriyoruz. Ardından polimer ve diğer katkı malzemeleri ilave ederek makinede karıştırıyoruz ve böylece yeni malzememiz ortaya çıkıyor. Bizler daha çok ürünün direncini belirlemek için test örnekleri yaptık. Bu ürünün dayanıklı ortaya koyuyoruz” ifadelerini kullandı. Mengenoğlu, kompozitin içerisindeki polimer oranının yüzde 50 az olması nedeniyle çevreci özelliğinin de ortaya çıktığını dile getirdi. Plastik malzemelerin doğada en az 300- 500 yıl kaldığını hatırlatan Mengenoğlu, “Dolayısıyla bizim malzememizin doğada bozulma süresi daha hızlı olacak. Bu açıdan da çevreye faydası olabilir diye düşünüyorum” şeklinde konuştu. Kaynak :haberler