Kanadalı Bilim İnsanları Nano Ölçekli İlaç

advertisement
İnovasyonun tıbba kazandırdığı ve
çığır atlatacak en önemli 10
yenilik
İnovasyonun tıbba kazandırdığı ve çığır atlatacak en önemli 10 yenilik. Dijital,
robotik ve 3D yazıcı teknolojilerinin birçok yenilik sunduğu tıp, inovasyon
sayesinde geçmişte mümkün olmayan tedavileri geçerli kılarken, tedavi
süreçlerini ciddi ölçüde kısaltıyor. İnovasyon, gelişen teknolojilerin tıbba
uygulanmasını ve birçok yeni tedavi geliştirilmesi adına en önemli rolü oynuyor.
3D yazıcılarda üretilen protezler, hasta bilgi ve rötgenlerinin birkaç dakika içinde
cerrahlara iletilmesini sağlayan dijital teknolojiler ve ameliyatların başarı oranını
artırdığı gibi sürelerini kısaltan robotlar, tıp dünyasına çok büyük katkılarda
bulunuyor.
Ancak hastanelerden polikiniklere ve araştırma laboratuvarlarına kadar tüm
sağlık sistemine katkıda bulunan değişimler, inovasyon sayesinde atılıyor. Bilim
insanları, yeni aşı yöntemlerinden alçılara kadar her türlü tedavi alanında yöntem
ve araçları geliştirdiği gibi, programlama ve operasyon alanında da büyük zaman
ve maliyet tasarrufu sağlanıyor.
İnovasyonun tıbba kazandırdığı en önemli 10 yenilik şu şekilde
sıralanabilir:
1- Kontrol listeleri: Bir hastanın ameliyata hazırlanmasından rutin bir kontrole
girmesine kadar düzenin mükemmel işlemesi artık mümkün.
2- Davranışsal ekonomi: Kilo kaybetmek için başvurduğumuz teşviklerden,
doktorların programlarını ayarlamasına kadar sağlık alanında yeni bakış açıları
doğuyor.
3- Hastalara özel portal: Hastalar, güvenli web sayfalarında randevularını, tedavi
süreçlerini görebiliyor, doktorlarıyla iletişime geçebiliyor.
4- Ödeme yenilikleri: Yapılan işlerin boyutuna göre değil, başarılı ve iyi sonuç
alınan işlemleri ödüllendiren sistem norm haline geliyor.
5- Delile dayalı karar verme: Elektronik tıbbi veriler, doktor ve hemşirelerin belli
durumlarda doğru kararı vermesini sağlıyor.
6- Hasta kontrolü: Doktorlar, hastaları sadece kendilerine başvurduklarında
tedavi etmek yerine paylaşarak koordineli tedavi uyguluyor.
7- Yenilenebilir ilaçlar: Kök hücre tedavisinin başı çektiği yeni çözümler, başta
sinir hastalıkları olmak üzere birçok alanda yeni kapılar açıyor.
8- Görsel kontroller: Sağlık kontrolleri, telekonferans şeklinde yapılacak ve
gerekli değerler ölçülebilecek.
9- Genetik yöntemler: Hastaların genetik profilleri çıkarılarak doktorlara tedavi
bulma ve geliştirmede yeni bakış açıları sunacak.
10- Robotik teknolojisi: Doktorlara daha hızlı işlem imkanı sağlayan, başarı
oranını artıran ve ameliyat sürelerini kısaltan robotlar inovasyonun tıbba entegre
ettiği en büyük yeniliklerden biri.
Kaynak : ntvmsnbc
Ses dalgalarından elektrik üreten
bir sistem geliştirildi
Yeni enerji elde etme yöntemleri arasına ‘ses’ de katıldı. Silikon Vadisi firması
Nirvana Energy Systems, ses dalgalarından elektrik üreten bir sistem geliştirdi.
Bu sistem, evlerde faturaları da azaltacak.Sesle çalışan ve evinizin elektrik
maliyetini azaltan bir teknoloji düşünün… Evet, bu artık mümkün. ABD’de Silikon
Vadisi firması Nirvana Energy Systems, ses dalgalarından elektrik üreten bir
sistem geliştirdi. Stanford Üniversitesi’nde çalışan iki profesörün kurduğu şirket,
evlerde elektrik enerjisi üretmenin yeni yolunu ticari hale getiriyor.
Nirvana, etkili ‘micro-combined heat and power-Micro-CHP (birleştirilmiş ısınma
ve güç)’ sistemini ev kullanımına uygun hale getirdi. Bu sistem, gazı elektriğe
çevirerek sıcak su ve ısınma için kullanılmasını sağlıyor. Micro-CHP sistemi küçük
bir ısıtma motoru, bu motor bir bina için ısıtma, havalandırma, mekanik enerji ve
elektrik enerjisi olmak üzere bütün gücü sağlıyor. Daha büyük fabrikalarda
kullanılan kojenerasyon projesinin küçük versiyonu olarak görülüyor.
Ses dalgasıyla çalışıyor
Nirvana Energy’nin sisteminin dünyada su ısıtıcısı ve kazanların değişiminde
geniş bir kullanım alanı bulması bekleniyor. Sistem sessiz, kompakt ve şebekenin
sağladığı enerjinin maliyetini azaltıyor. Nirvana’nın termo akustik Power Stick’i
sanal güç şebekelerini de destekliyor, emisyon hacmini azaltıyor, geleneksel
şebeke sistemlerine dayalı olarak elektrik sağlayarak maliyeti de düşürüyor.
Nirvana, ses dalgalarını harekete dönüştüren termoakustik denilen teknolojiyi
kullanıyor. Evet, bu teknoloji ‘ses’le çalışıyor. Nirvana’nın teknolojisi Xerox
PARC’ın geliştirdiği ve NASA’nın Glenn Research Center’ı tarafından yeniden ele
alınan ve ‘Power Stick’ olarak adlandırılan teknolojiye dayanıyor.
Faturalara darbe
Şirketin CEO’su Lambertus Hesselink, “Gazı enerji kaynağı olarak kullanıyoruz,
ama geleneksel bir motor değiliz. Termoakustik Power Stick, hareket eden bir
mekanik parçaya sahip değil. Yeni ve patentli bir sistem yapısı var. Şu anda
genişletilmiş test sürecindeyiz. Power Stick’in boyu 32 inç’ten uzun ve çapı ise 10
inç. Mutfağa konulabilecek ideal ağırlığa sahip” diye konuştu.
Power Stick ya da Nirvana firmasının kısaltmasıyla TAPS’in ana özellikleri ise
şöyle. Toplamda yüzde 90 sistem verimliliğiyle 1-4 kilovat saat arasında elektrik
enerjisi ve 15-30 kilovat saat termal enerji üretiyor. Nirvana Energy’nin Başkanı
James Gibbons ise, “Devamlı çalışabilen Power Stick, kullanıcıların kendi
elektriğini üretmesini sağlayarak enerji faturalarını azaltıyor. Evdeki sıcak su ve
ısınma için yeterli ısı sağlıyor” dedi.
Bizim mucit 2010’da yaptı!
Ses dalgasından enerji üretme girişimleri Türkiye’de de var. Üç yıl önce
Kahramanmaraşlı lise öğrencisi Muhammed Enes Gebel, ses dalgalarından
elektrik üretti.
Bakır kullanılarak yapılan 8 kilo ağırlığındaki cihaz, insan kulağına benzerliğiyle
dikkat çekti. Enerji konusundaki çalışmalarını sürdüreceğini ifade eden Gebel, şu
bilgileri verdi: “İnsanlara basit gelen günlük konuşmalardan çıkartılan sesin
barındırdığı enerji, bir oda dolusu taneciğin titreşmesine yetecek kadar enerji
barındırıyor. Amacım ses dalgalarının barındırdığı bu enerjinin kullanılabilir
elektrik enerjisine dönüşmesini sağlamak. Ses, insan kulağında basınç oluşturuyor
ve yüksek ses de etrafımızdaki nesnelerin gözle görülür bir şekilde titreşmesi ile
enerji barındırıyor.”
Kaynak : ekonomi.milliyet
Karbondioksitten 7 bin kat
tehlikeli bir sera gazı keşfedildi
Atmosferde küresel ısınmanın en büyük etkenlerinden biri olan karbondioksitten 7
bin kat daha etkin bir gaz tespit edildi. T24’ün haberine göre
Perfluorotributylamine (PFTBA) adı verilen gaz, atmosferde en az 100 yıldır
bulunuyor.
PFTBA, 20’nci yüzyılın ortalarından bu yana elektrik sanayisinde ağırlıklı olarak
kullanıldığı ifade edildi. Araştırmacılar, gazın, küresel ısınma hakkında bilinen
tüm rekorları kırdığını belirtti.
Geophysical Research Letters dergisinde yayımlanan araştırma makalesinde,
“PFTBA’nın moleküllerinin yayılma hızı bakımından en etkin gaz olduğu ve 100
yıllık süre içinde atmosferdeki sıcaklığı artırma etkisinin CO2’den 7 bin 100 katına
ulaştığı” ifade edildi.
‘DOĞAL EMİCİSİ BİLİNMİYOR’
Yeni keşfedilen gazın yoğunluğunun çok az olması, atmosfere olumsuz etkilerini
de kısıtlıyor. Araştırmacılar, Toronto bölgesindeki (karbondioksit) CO2 oranının
milyonda 400 parça olduğunu, PFTBA için bu oranın 0.18 olduğunu belirledi.
Guardian ’a açıklama yapan NASA Goddard Uzay Çalışmaları Enstitüsü’nden iklim
bilimci Dr. Drew Shindell, “Eğer bu gazdan çok fazla olsaydı, iklim değişikliğinde
çok büyük sorunlar yaşanabilirdi. Şu an endişelenecek bir durum yok ancak
kürese ısınmayı etkilememesi için artmamasına dikkat etmeliyiz” dedi.
Araştırmacılara göre küresel ısınmanın en büyük sorumlusu insan kaynaklı CO2
yayılımı. CO2 okyanus ve ormanlar tarafından emilirken PFTBA için bilinen doğal
bir emici yok.
Kaynak : radikal
Bilimadamları organik sütün kalbe
olan yararlarını açıkladı.
Amerika’nın Washington State Universitesi’nden yapılan açıklamaya göre organik
sütün kalbe yararları açıklandı.
Amerika Tarım ve Doğal Kaynaklar Birliğinin onayladığı araştırmada ‘Organik
Sütün’ kalp ve damar rahatsızlıklarını önleyen yağ asidi bulundurduğu açıklandı.
Washington State Universitesi Profesörü Charles M. Benbrook yaptığı
açıklamada: ‘Süt tüm insanlar için yararlı ve faydalı bir içecektir.Fakat organik
süt daha iyidir çünkü yağ asidi dengesi daha dengelidir’ dedi.
Yağ asidi tarafından daha dengeli bir orana sahip olan organik sütün normale
göre %25 oranında daha fazla Omega 3 ve Omega 6 bulundurduğu tespit
edilmiştir.
Kaynak :internethaber
Pamukkale Üniversitesi’nden üç
boyutlu nesne çizebilen kalem
Pamukkale Üniversitesi (PAÜ ) Teknoloji Geliştirme Bölgesi’nde (Teknokent) üç
boyutlu nesne çizebilen kalem prototipi geliştirildi. Dünyada yeni yeni
uygulanmaya başlanan üç boyutlu yazıcı teknolojisi üzerinde çalışan bilim
insanları PAÜ Teknokent’te nesneleri üç boyutlu çizme imkanı sağlayan kalem
yaptı.
PAÜ Teknokent’te Ar-Ge çalışmaları yapan Elektrik Elektronik Mühendisi Ali Boz,
projeyle ilgili yaptığı açıklamada, söz konusu kalemle ilgili çalışmaların birkaç
yıldan beri devam ettiğini, prototipi yaklaşık 4 ay önce tamamlayıp, TÜBİTAK’a
proje olarak sunduklarını söyledi.
Bu kalemin hiçbir bilgisayar programına gerek kalmadan 10-12 yaşından itibaren
her birey tarafından rahatlıkla kullanabildiğine işaret eden Boz, “Adeta elle
tutulabilen lazere elle dokunuyorsunuz gibi. Bu keyifli cihazı Türkiye’de üretmek
isterdik ancak ilk etapta prototipini yapabildik. Türkiye’de tanınmadığımız için
ABD’de bir firma ile anlaştık. Üretim için bu firmayla görüşüyoruz.”
Boz, havada nesneler çizebilen üç boyutlu kalemin, içinde yer alan ve çabuk
kuruyan plastiği kalemin ucundan sızdırarak istenen şeklin meydana getirildiğini
anlattı.
Kalemin sıcak silikon tabancası gibi çalıştığına anlatan Boz, “Kalemden çıkan
plastik havayla buluşunca hemen sertleşiyor. Adeta kağıda yazı yazmak gibi bir
şey. Ne düşünüyorsak kalem yardımıyla hemen çizme şansımız oluyor. Elle
tutulabilir olduğu için de pratik. Bunu hemen her alanda kullanmak mümkün”
diye konuştu.
Beş yıl içinde çocukların şu ana kadar kullandığı normal kalemin ve sulu boyaların
yerine artık görsel üç boyutlu eğitim materyallerinin kullanılacağını savunan Boz,
“Çocuklarımız artık rahatlıkla eliyle dokunabilip yazabileceği materyale sahip
olacak. Bu kalemi eğitim camiasının, mühendislerin, mobilyacıların kısaca
herkesin kullanımına sunmaya çalışıyoruz” dedi.
PAÜ Tıp Fakültesi Adli Tıp Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Bora Boz ise
amaçlarının 3D teknolojisini kullanarak sanal gerçeklik odaları yapmak olduğunu
kaydetti.
Kaynak : samanyoluhaber
Okyanuslar için tehlike çanları
çalmaya başladı mı ?
Okyanuslar için tehlike çanları çalmaya başladı mı ? Bilim insanlarının geliştirdiği
yeni bir teoriye göre karbondioksit salınımının üçte birinin denizler tarafından
emilmesi küresel ısınmayı yavaşlatıyor. Bu fenomen, deniz canlıları içinse önemli
bir tehdit oluşturuyor.Uzmanların küresel ısınmayla ilgili uyarılara her gün bir
yenisi ekleniyor. Ancak son dönemde iklim değişikliği ile ilgili en çok tartışılan
konulardan biri, dünyanın son yıllarda neden iklim modellerinin öngördüğü kadar
ısınmadığı.
Bilim insanlarının öne sürdüğü bir teoriye göre bunun nedeni ısı fazlasının
okyanusun derinliklerinde depolanması…
Uluslararası Okyanusların Durumu Programı’nın (IPSO) raporu dünya
denizlerindeki sıcaklık artışına dikkat çekiyor. IPSO bilimsel direktörü ve Oxford
Üniversitesi Zooloji Bölümü’nde görev yapan deniz biyoloğu Prof. Dr. Alex David
Rogers “Okyanusların ısındığına dair kanıtlarımız var. Baltık Denizi gibi bazı
noktalarda 1,3 santigrat dereceye kadar varan sıcaklık artışları söz konusu. Buna
ek olarak derin suların da sıcaklığının arttığı, giderek ısındıkları yönünde artan
bulgular elde ettik. Bunlar 700 metreden daha derin sular” şeklinde konuşuyor.
Raporun vurguladığı bir diğer nokta ise PH değerlerindeki değişim. Karbondioksit
salınımının yaklaşık üçte birinin denizler tarafından emildiğini belirten Rogers,
bunun bir yandan küresel ısınmayı yavaşlatırken, diğer yandansa okyanusların
kimyasını değiştirdiğini vurguluyor. Zira suda çözünen karbondioksit, karbonik
aside dönüşüyor; bu da okyanusların asit oranının artırıyor.
Son bulgulara göre deniz suları sanayileşmenin başlangıcından bu yana yüzde 26
oranında daha fazla asit içeriyor. Uzmanlar 2100 yılına kadar denizlerin yüzde
170 daha fazla asit içerebileceğini tahmin ediyor.
Tüm bu rakamlar ne anlama geliyor?
Deniz ve okyanusların kimyasında meydana gelen bu değişikliğin deniz canlıları
için ne anlama geldiği, yaklaşık 20 yıldır farklı araştırmalarla tespit edilmeye
çalışılıyor.
Bu konuda 2010 yılında ilk kez doğal ortamda deneyler yapılmaya başlandı.
Araştırmanın başında bulunan Kiel merkezli Helmholtz Okyanus Araştırmaları
Merkezi’nden Ulf Riebesell, denize indirilen dev kapsüllerle önümüzdeki
yüzyıllarda oluşması beklenen asit oranlarının simülasyonunu yaptıklarını
belirtiyor.
Araştırmanın sonuçları mercan, midye, salyangoz, deniz kestanesi, deniz yıldızı
gibi sudaki kalsiyum iyonunu alarak kalkere yani kalsiyum karbonata dönüştüren
organizmaların yanı sıra balıklar ve diğer organizmaların da tehlike altında
olduğunu ortaya koyuyor.
Soğuk suyun karbondioksiti daha hızlı emmesi nedeniyle kutup bölgelerinin bu
durumdan yoğun olarak etkilendiğini ifade eden Riebesell, Kuzey Buz Denizi’nde
yapılan çalışmaların buradaki deniz suyunun önümüzdeki on yıllar içinde yüksek
asit oranı nedeniyle aşındırıcı bir hale geleceğini gösterdiğini kaydediyor.
Riebesell, “Bu, suyun asit oranının, kalker üreten canlıların kalkerden oluşan
kabuk ve iskeletlerini eritecek kadar yükselmesi anlamına geliyor” diyor.
Deniz biyoloğu Prof. Dr. Alex David Rogers, Güney Kutup bölgesinde de sudaki
asit oranındaki artışın fark edildiğini belirtiyor. Rogers, burada kalkerden oluşan
dış kabukları dağılmaya başlayan minik deniz salyangozları bulduklarını
kaydediyor. Deniz biyoloğu bu tür canlıların küçük deniz canlılarından balinalara
kadar birçok hayvanın başlıca protein kaynağı olduğu ve bunların yok olmasının
beslenme zincirine ağır etkileri olacağı konusunda uyarıyor.
‘Ekonomik ve sosyal etkileri olacak’
Uzmanlara göre okyanusların kimyasındaki değişimin bunun dışında ağır
ekonomik ve sosyal etkileri de olacak. Helmholtz Okyanus Araştırmaları
Merkezi’nden Ulf Riebesell “Mercan resifleri olmadan sahil idaresi olmayacağı
gibi bölgedeki turizm de bugünkü gibi olmayacaktır. Mercan resifleri, aralarında
ticari önem taşıyan balıkların da olduğu birçok balığın üreme merkezi olarak
öneme sahip. Yani gelecekte sadece sistemden organizmalar silinmeyecek. Büyük
ihtimalle tüm kalker üreten organizmalar ekosistemden silinecek” açıklamasını
yapıyor.
Ancak kâbus bununla da bitmiyor. Deniz biyoloğu Rogers, denizlerdeki asit
oranının artmasının zaman içinde karbondioksit emme potansiyelini de
düşüreceğini kaydediyor. Rogers, “Bunun kesinlikle atmosferdeki karbondioksit
düzeyine geri dönüşümü olacak. Bu da büyük ihtimalle karbondioksit seviyesinin
yükselmesini hızlandıracak veya karbondioksit oranını artıracak. Ve bu çok ciddi
bir konu çünkü hâlihazırda jeolojik açıdan muhtemelen benzeri görülmemiş bir
artış yaşıyoruz. Başka bir deyişle şu anda karbondioksit oranlarında yaşanan artış,
muhtemelen son 300 milyon yıldaki en yüksek seviyede” diyor.
Kaynak : Deutsche Welle Türkçe
Türk Öğrencilerin “Verimli Enerji”
Üzerine Geliştirdikleri Projelerine
Beyaz Saray’dan Ödül
Türk Öğrencilerin “Verimli Enerji” Üzerine Geliştirdikleri Projelerine Beyaz
Saray’dan Ödül. ABD’deki MIT’de öğrenimlerini sürdüren iki Türk öğrenci Cengiz
Onbaşlı ve Defne Gürel’in MIT’deki ekipleriyle birlikte verimli enerji üzerine
geliştirdikleri projeleri, ABD Enerji Bakanlığı tarafından Beyaz Saray’da
düzenlenen “Daha İyi Yapılar” yarışmasında iki dalda birden birinciliğe layık
görüldü.
Beyaz Saray’da düzenlenen “Daha İyi Yapılar” Yarışması, ABD Başkanı Barack
Obama’nın 2030 yılına kadar evlerde ve iş yerlerinde enerji israfını yarıya indirme
amacını güdüyor. 1997 yılında Nobel Fizik Ödülü sahibi eski Enerji Bakanı Dr.
Steven Chu tarafından başlatılan ve her yıl düzenlenen yarışmaya ABD’nin en iyi
üniversiteleri katılıyor.
14 ÜNİVERSİTEDEN KATILIM
Binaların enerji verimliliğini arttırmak üzere hazırlanan projelerin seçildiği
yarışmada, iki Türk öğrencinin de yer aldığı MIT takımı, “En İyi Proje Teklifi
Ödülü” ve “En Yenilikçi Çözüm Ödülü” olmak üzere iki dalda birincilik kazandı. Bu
yılki yarışmaya 14 farklı üniversiteden takımlar katıldı. Bilkent Üniversitesinden
mezun olduktan sonra MIT’de doktora çalışmalarını sürdüren Mehmet Onbaşlı ve
Bilkent Lisesinin ardından MIT’de Elektrik Mühendisliği ve Bilgisayar Bilimleri ve
Yönetim Bilimleri Bölümlerinde çift ana dal yapan Defne Gürel’in de yer aldığı
MIT takımı, iş yerleri için model olarak kullanılabilecek yaratıcı temiz enerji
çözümleriyle “En İyi Proje Teklifi Ödülü’nü kazandılar.
EKİBE GÜÇ KATTILAR
Takımda etkin liderlik rolü üstlenen öğrenciler, “En Yenilikçi Çözüm Ödülü”ne ise
politik olarak tutucu ve değişime kapalı bir şehirde bile enerji verimliliği için
yenilikler ve değişimlerin kabul ettirilmesi ve bu amaçla geliştirdikleri
yöntemlerle layık görüldüler.
Kaynak : hurriyet
Uzay’da ‘dev’ keşif, Tüm teoriler
alt üst oldu..
Uzay’da ‘dev’ keşif, Tüm teoriler alt üst oldu.. ABD’li bilim adamları, Güneş
Sistemi’nin dışında, sistemin en büyük gezegeni olan Jüpiter’den 11 kat daha
büyük olan bir gezegen keşfetti.ABD’deki Arizona Üniversitesi’nden bilim
adamlarının liderliğinde çalışan uluslararası ekibin yaptığı araştırma, Güneş
Sistemi dışında yer alan dev bir gezegenin varlığını ortaya çıkardı.
“HD 106906 b” adı verilen gezegen, Dünya’ya 299 ışık yılı mesafedeki Crux
Takımyıldızı’nda yer alan HD 106906 yıldızının etrafında dönüyor. Kütlesi, Güneş
Sistemi’ndeki en büyük gezegen olan Jüpiter’in 11 katı büyüklüğündeki HD
106906 b, dev yapısı ve bağlı bulunduğu yıldızla arasındaki çok büyük mesafe
nedeniyle bilim dünyasında şaşkınlık yarattı.
Arizona Üniversitesi’nin internet sitesinde yayımlanan yazıda, gezegenin bağlı
bulunduğu yıldızla arasındaki mesafenin, Dünya’nın Güneş’e ortalama uzaklığının
650 katı olmasının gezegen oluşumlarına ilişkin teorileri alt üst ettiği vurgulandı.
Bundan 4,5 milyar yıl önce oluşan Dünya ile kıyaslandığında 13 milyon yıl önce
oluşmuş genç bir gezegen olan HD 106906 b, oluşum aşamasındaki ısısının bir
kısmını hala muhafaza ediyor. Bu nedenle 1500 santigrat derecelik bir yüzey
sıcaklığına sahip olan gezegen, etrafına gözle görülemeyen kızıl ötesi ışık saçıyor.
Gezegenin varlığını Şili’deki Atacama Çölü’nde bulunan Magellan Teleskobu
üzerine yerleştirilen termal kızıl ötesi kameralar yardımıyla keşfeden bilim ekibi,
gezegenin bağlı bulunduğu yıldızla birlikte hareket ettiğini ise Hubble Uzay
Teleskobu’nun 8 yıl önce, başka bir araştırma programı için elde ettiği verileri
inceleyerek teyit etti. Megallan Teleskobu üzerindeki
“Folded-port InfraRed Echelette (FIRE)” spektrografı sayesinde keşfettikleri gök
cisminin doğası ve yapısı hakkında detaylı bilgiye ulaşan araştırmacılar, böylece
HD 106906 b’nin bir yıldızın yörüngesinde dönen bir gezegen olduğunu bilimsel
olarak ortaya koydu.
TEORİLERİ ALT ÜST ETTİ
Bilim dünyasında kabul gören teorilerden birine göre, Dünya gibi, bağlı
bulunduğu yıldızın yakınında yer alan yıldızlar, oluşum halindeki bir yıldızın
çevresindeki, başlangıç diski olarak adlandırılan, disk biçimindeki toz ve gaz
bulutu içinde oluşan küçük asteroit benzeri yapıların bir araya gelmesiyle
oluşuyor. Ancak bu teori, çok ağır işleyen bir süreç gerektirmesi nedeniyle, HD
106906 b gibi çok genç, bağlı bulunduğu yıldızdan çok uzakta ve dev yapıdaki bir
gezegenin nasıl oluştuğunu açıklamaya yetmiyor.
Diğer teori ise dev gezegenlerin, başlangıç diskini oluşturan materyalin direkt
olarak çökmesi durumunda hızla oluşabileceğini öngörüyor. Ancak başlangıç
disklerinin dış alanındaki kütlelerinin HD 106906 b gibi bir gezegeni oluşturacak
bir büyüklüğe erişmesinin çok zor olması nedeniyle bu da söz konusu dev kütleli
gezegenin oluşumunu açıklamak için yeterli görülmüyor.
Bilim ekibinin başı Arizona Üniversitesi Astronomi Bölümü yüksek lisans öğrencisi
Vanessa Bailey, yaptıkları keşfin, gezegen ve yıldız oluşumlarına ilişkin bilinen
hiçbir modelin gözlemlenen bu sistemi açıklayamaması nedeniyle özel bir önem
taşıdığının altını çizdi.
Kaynak : ntvmsnbc
BTÜ”lü
hocanın
Polimer
alanındaki projesine TÜBİTAK
desteği
Bursa Teknik Üniversitesi (BTÜ), Doğa Bilimleri Mimarlık ve Mühendislik
Fakültesi, Lif ve Polimer Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Ayşe
Bedeloğlu’nun ‘Polimer esaslı organik fotovoltaik liflerin geliştirilmesi ve
özelliklerinin iyileştirilmesi’ başlıklı proje önerisi, TÜBİTAK desteği almaya hak
kazandı.
Yrd. Doç. Dr. Bedeloğlu’nun TÜBİTAK’ın 1003 Öncelikli Alanlar Ar-Ge Projeleri
Destekleme Programı, Fotovoltaik Teknolojilerin Geliştirilmesi çağrısı kapsamında
başvurusunu yaptığı proje, TÜBİTAK Araştırma Destek Programları Başkanlığı
Mühendislik Araştırma Destek Grubunca desteklenmeye değer görülerek,
2014-2015 Destek Programına alındı.
Aynı zamanda projenin yürütücüsü olan Yrd. Doç. Dr. Ayşe Bedeloğlu yaptığı
açıklamada, araştırma çalışmalarının, BTÜ’nün oluşturduğu gelişmiş laboratuvar
imkânları ile yapılacağının altını çizdi. Bursa Teknik Üniversitesi Kimya
Mühendisliği Bölümü öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Halit Levent Hoşgün’ün
araştırmacı olarak yer alacağı projede, İstanbul Teknik, Ege ve Yıldız Teknik
Üniversiteleri’nde de araştırmacıların katılacağını aktaran Yrd. Doç. Dr. Ayşe
Bedeloğlu, projenin konusu ve hedefi ile ilgili şunları söyledi: “Enerji, günümüzde,
ülkelerin ekonomik gelişmelerinde rol oynayan çok önemli bir unsurdur. Verim,
maliyet ve çevresel faktörler açısından en uygun şekilde üretilmesi, dağıtımının
yapılması ve kullanılması, ülkelerin ulusal ve uluslararası alanda izledikleri
ekonomik politikalarının da temelini oluşturmaktadır. Bu nedenle, proje
kapsamında, fonksiyonel nanokompozit malzeme esaslı esnek, hafif, düşük
maliyetle üretilebilecek güneş pilleri ve fotovoltaik lifler geliştirilecektir.
Yenilenebilir enerji üretecek olan fotovoltaik piller ve lifler her türlü fotovoltaik
etki gösteren malzeme yapısının üretilebilmesine olanak sağlayacaktır.
Askeri alanda da kullanılabilecek olan bu ürünlerin, elektrik kaynaklarından uzak
yerlerde çalışmak ve yaşamak zorunda olan veya doğa sporları ile uğraşan
insanların günlük yaşamlarında çığır açacağına inanıyoruz. Proje kapsamında elde
edeceğimiz ürünlerin kullanmasıyla, sağlanacak elektrik enerjisi hem elektronik
araçların çalışmasında hem de ısınma, soğutma aydınlatma gibi temel
gereksinimlerin karşılanmasında kullanılabilecektir.”
Diğer kuruluşlar tarafından desteklenmekte olan projelerin yanı sıra BTÜ öğretim
üyelerinin hazırladığı ve TÜBİTAK tarafından desteklenen yedinci proje olan bu
projenin 24 ay süreceği ve bu süre boyunca, proje kapsamında yüksek lisans ve
doktora öğrencilerine burs olanağı da sağlanacağı belirtildi.
Kaynak : haberyurdum
Dokuz Eylül Üniversitesi Dünyanın
İlk 5 Duyu Test Laboratuvarını
Oluşturdu.
Dokuz Eylül Üniversitesi (DEÜ) Tıp Fakültesi Biyofizik Ana Bilim Dalı
bünyesindeki beyin biyofiziği laboratuvarında aynı anda görme, işitme, koku, tat
ve dokunma duyularına insan beyninin verdiği tepkiyi ölçümleyen bir sistem
oluşturuldu. Laboratuvar tıp çalışmalarının yanında insansız hava araçlarının
geliştirilmesi gibi konularda da değerlendiriliyor.
DEÜ Rektör Yardımcısı ve Biyofizik Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Murat
Özgören, AA muhabirine yaptığı açıklamada, beyinsel araştırmalar konusunda
ulusal ve uluslararası araştırmaların sürdüğü biyofizik ana bilim dalında beynin
duyu uyaranlarına verdiği tepkilerin ölçümlenmesi konusuna odaklanıldığını, 7
yıllık bir çalışma sonucu dünyanın ilk 5 duyu test laboratuvarının oluşturulduğunu
bildirdi. Dünyadaki diğer deney laboratuvarlarında çeşitli duyulara ilişkin test
laboratuvarlarının bulunduğunu, DEÜ bünyesinde de 2007 yılında kullanıma
açılan test laboratuvarının 2013’te tat testinin de tamamlanmasıyla 5 duyuya
ulaştığını anlatan Özgören, böylelikle beyne 5 duyunun verdiği tepkilerin entegre
olarak ve aynı ortamda ölçülebildiğini ifade etti.
Kafaya yerleştirilen elektrotlar vasıtasıyla sağlanan ölçümlemenin uyku ve
anestezi etkisi altında da yapılabildiğine değinen Özgören, şöyle konuştu: “Türk
mühendislerinin yazılımlarıyla ve 7 yıllık çalışma sonucu kurulan bu laboratuvar
çok farklı alanlarda araştırma yapan bilim insanları yararlanıyor. Bugüne kadar
üniversitemiz bünyesinde yürütülen parkinson, şizofreni, alzheimer hastalıklarına
yönelik bilimsel araştırmalarda laboratuvarımız etkin olarak kullanıldı. Bu
hastalıkların tanısına ilişkin somut adımlar atıyoruz. Ayrıca görme ve işitme
engellilere yönelik de bazı test çalışmaları yaptık. Dünyada bir ilk olması
nedeniyle çeşitli ülkelerden bilim insanları da çalışmalarını yürütmek
laboratuvara geliyor. Norveç, Almanya, ABD, Japonya başta olmak üzere önde
gelen bir çok beyin araştırmacısı çalışmalarını burada tamamlıyor.
Laboratuvar sayesinde tıp ve farklı disiplinlerden bir çok akademisyen için
buluşma, bilgi aktarımı ve tartışma ortamı da oluştu.” Laboratuvarın Japonya ile
Türkiye arasında oluşturulan Uyku Forumu kapsamındaki araştırmalar için
kullanıldığını, ABD’deki Drexel Üniversitesi ile ön beyinde oksijen oluşumuyla
ilgili bir araştırmanın devam ettiğini aktaran Prof. Dr. Özgören, sadece insan
sağlığı değil insansız hava araçlarının kullanımında ölçüm tekniklerinin
belirlenmesi gibi mühendislik projelerinde de laboratuvarın kullanımının
gündemde olduğunu kaydetti. “Gelecekte bu merkezin adı daha çok duyulacak”
diye konuşan Özgören, merkezde çeşitli hastalıkların tanı ve tedavisi için de ülke
genelinden sevk edilen hastalara hizmet verdiklerini, adli vakalara ilişkin raporlar
düzenlediklerini de sözlerine ekledi.
Kaynak : turkiyegazetesi
Hepatit B, C ve D virüsleri
“sinsice” gelişiyor
Hepatit B, C ve D virüsleri “sinsice” gelişiyor. Kocaeli Üniversitesi (KOÜ)
Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof.
Dr. Sıla Akhan, “Özellikle hepatit B, C ve D virüsleri hastalarda önemli hiçbir
bulguya yol açmadan kronikleşme, siroz gelişimi, karaciğer kanserine yol açma
gibi sonuçlar doğurabiliyor” dedi.
Akhan, yaptığı açıklamada, ani başlayan hepatit infeksiyonunun, A, B, C, D, E ve G
virüslerinden birinin etkisi sonucu karaciğerde oluşan bir hastalık türü olduğunu
söyledi.
A ve E virüsleri nedeniyle ani oluşan hepatit infeksiyonlarının kronikleşmediğini
anlatan Akhan, “Özellikle hepatit B, C ve D virüsleri hastalarda önemli hiçbir
bulguya yol açmadan kronikleşme, siroz gelişimi, karaciğer kanserine yol açma
gibi sonuçlar doğurabiliyor” ifadesini kullandı.
Akhan, hepatit B virüsünün en sık doğum esnasında anneden bebeğe geçtiğini
dile getirerek, bu nedenle gebelerin tarandığını, bulguları pozitif olanlara
bağ?ış?ıklık sistemi koruyucusu ve aşı yoluyla önlem alındığını bildirdi.
Hepatit B’nin kan ve kan ürünleri, cinsel temas dışında yakın temasla da
bulaşabildiğini kaydeden Akhan, “Aynı evde yaşayan aynı çatal bıçak, havlu gibi
özel eşyaları kullanan kişilere de virüsun uzun süre canlı kalabilme ve hasta
kişinin vücut salgılarında bulunabilme özellikleri dolayısıyla bulaşabilmektedir.
Risk altında olan ancak bağışıklığı olmayan kişilerin de aşılanması önemli bir
toplumsal sağlık problemidir. Kronik hepatit B (KHB) infeksiyonu dünyadaki en
yaygın infeksiyonlardan biridir. Dünyada yaklaşık 400 milyon kişide KHB
infeksiyonu bulunmaktadır. KHB’ye bağlı ölüm oranı yılda bir milyonu
geçmektedir” diye konuştu.
“Kronik Hepatit B’nin gelişimi, yaşla ters orantılı”
Prof. Dr. Akhan, Türkiye’de yüzde 3-7 oranda KHB infeksiyonuna sahip hasta
bulunduğunu belirterek, KHB infeksiyonda gelişme riskinin yaşla ters orantılı
olduğunu ifade etti.
Bebeklerin doğduğu dönemde virüsle karşılaşıldığında, hastalığın kronikleşme
oranının yüzde 90’lara çıktığını dile getiren Akhan, 1-5 yaşlarındaki çocuklarda
hastalığın kronikleşme oranının yüzde 25-50, daha büyük çocuklar ve erişkinlerde
ise yüzde 6-10 olduğunu kaydetti.
Akhan, kronik hepatit C (KHC) virüs infeksiyonunun hepatit B’ye göre daha zor
bulaştığına vurgu yaparak, şöyle konuştu: “Hastalığın bulaşma şekilleri KHB ile
hemen hemen aynıdır. KHC infeksiyonunun tanısı da özellikle aranmadıkça
bulunamaz. Hepatit D virüsü, hepatit B virüsü üzerine eklenebilen bir virüstur.
Hepatit D virüsü kendi başına infeksiyona sebep olamaz ama hepatit B
infeksiyonu olan bir kişi, etkeni vücutta hep taşıdığı için bunun üzerine
eklenebilir. Eklenmesi her zaman için olan hepatit B infeksiyonunu kötüye doğru
hızlandırıcı yönde etki eder.”
Prof. Dr. Akhan, hepatit B, C ve D virüs infeksiyonlarının bulgu vermemesi
dolayısıyla bu konuda özellikle tanıya yönelik işlemlere gereksinim duyulduğunu
dile getirerek, “Hızlı tarama testleri hem güvenirlilik hem de duyarlık açısında iyi
sonuçlar verdiği için tercih edilmektedir. Günümüzde bu hastalıkların tedavisi de
mümkün olduğundan geç kalınmadan tedavi büyük önem taşımaktadır” dedi.
Kaynak :hurriyet
Saç Kök Hücrelerinden Kornea
Üretildi
Fransa Ulusal Sağlık ve Tıp Araştırmaları Enstitüsü’nden (Inserm) Daniel
Aberdam ve ekibi, saç kök hücrelerini yeniden programlayarak, bunlardan kornea
hücreleri oluşturmayı başardı.Bilim adamları bir sonraki aşamada, kornea
hücrelerini hastaya nakledip, görme yetisinin yeniden kazanılıp kazanılmayacağını
inceleyecek.
Araştırmaya imza atan Daniel Aberdam, bu başarısı nedeniyle dün Bilimler
Akademisi’nin ödülüne layık görüldü.
Yeni kornea hücrelerinin üretilme ihtimali, görme engelli hastaların tedavisi
konusunda çalışan bilim adamlarına ışık tutuyor.
Kaynak :haber7
Biber
Sapından
Malzeme Ürettiler…
Kompozit
Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi (KSÜ) Orman Fakültesinden bir grup
akademisyen, biber sapından kompozit malzeme üretti. KSÜ Orman Fakültesi
Öğretim Üyesi Doç. Dr. Fatih Mengenoğlu, AA muhabirine yaptığı açıklamada, 4
öğretim üyesiyle yaptıkları çalışma sonucunda biber saplarını işleyerek kompozit
malzeme ürettiklerini söyledi.
Biber saplarını kurutarak içerisine polimer malzeme ilave ettiklerini vurgulayan
Mengenoğlu, şunları kaydetti:
“Bölgemizde 38 bin ton biber sapı atık olarak yok ediliyor. Üretilen kompozit
plastik malzemenin özelliklerinden daha ileride. Kompozit malzemeler ağaç
malzemesine göre özellikleri geride olmasına rağmen plastiğin bazı
özelliklerinden daha ileridedir. Özellikle suya karşı dayanıklı. Ortaya çıkan
malzemenin özellikle dış cephe, yürüyüş parkuru, havuz kenarı ve plajlardaki
şezlonglarda kullanılabileceği düşünüyoruz.”
Direnci test edildi
Mengenoğlu, kentte biber tarımının önemli bir yere sahip olduğunu, üretilen
malzemenin de bölge için bir şans olduğunu belirtti.
Kompozit malzemenin üretim sürecini hakkında bilgi veren Mengenoğlu, “Biber
saplarını kuruttuktan sonra öğüterek un haline getiriyoruz. Ardından polimer ve
diğer katkı malzemeleri ilave ederek makinede karıştırıyoruz ve böylece yeni
malzememiz ortaya çıkıyor. Bizler daha çok ürünün direncini belirlemek için test
örnekleri yaptık. Bu ürünün dayanıklı ortaya koyuyoruz” ifadelerini kullandı.
Mengenoğlu, kompozitin içerisindeki polimer oranının yüzde 50 az olması
nedeniyle çevreci özelliğinin de ortaya çıktığını dile getirdi.
Plastik malzemelerin doğada en az 300- 500 yıl kaldığını hatırlatan Mengenoğlu,
“Dolayısıyla bizim malzememizin doğada bozulma süresi daha hızlı olacak. Bu
açıdan da çevreye faydası olabilir diye düşünüyorum” şeklinde konuştu.
Kaynak :haberler
Download