II.Me*rutiyet Sonras* ( 1908*)

advertisement
II.Meşrutiyet Sonrası ( 1908…)
 Meşrûtiyetten sonra, dilde sadeleşme
çabaları ve münakaşaları büyük ölçüde
Türk Derneği ile birlikte başlamıştır.
Millîlik algısı!...
 1908 Meşrûtiyetinden sonra, fikir hayatımızda görülen
hamlelerin ortak amacı, artık millî bir dil ve millî bir
edebiyat meydana getirmektir. Amacın bu olmasına
rağmen, “millî”lik anlayışı konusunda farklı görüşlerin
ortaya atıldığı da bir gerçektir.
 Millî edebiyat diye “destan ve koşma” tarzlarına
dönülmesi
gerektiğini
savunanların
yanında,
ilhamlarını “gazel-kasîde ve gül-bülbül” den almaya
çalışanların olduğunu da görüyoruz.
 Üçüncü bir yol olarak da millî edebiyatı, “batılı
milletlerin edebiyatlarından ilham alarak” kurmayı
düşünenler olmuştur. Fakat nasıl düşünülürse
düşünülsün, bu millî bir edebiyat meydana getirme
çabaları, zaten sadeliğe doğru giden dildeki temâyülü
hızlandırmıştır.
Türk Derneği’nin Kuruluşu
 Mekteb-i Mülkiye müdürü Celâl Bey’in odasında;
Akçuraoğlu Yusuf, Necip Âsım ve Veled Çelebi
tarafından, 1908 de kurulması kararlaştırılan bu
dernek, 1324/1908 de Türk Derneği Nizamnâmesi’ni
yayımlamış, H.1327/1909 yılında ise “Türk Derneği”
adında bir mecmua çıkarmaya başlamıştır.
Türk Derneği nizamnâmesi…
 Türk Derneği Nizam- nâmesi’nde, derneğin kuruluş
amacı: “Türkçe hakkında Şarkta ve Garbda ne kadar
eser yazılmış ise onlar bütün Osmanlıların gözleri
önüne konularak Türk lisânının eskiden beri geçirdiği
safahâtı hakkında herkeste bir fikr-i ihtisas husûlüne
çalışılacak ve böylece lisânın her cihetten
sadeleştirilmesi
ve
kolaylaştırılması
esbâbı
araştırılacaktır.” cümleleri ile ortaya koyulmuştur. Bu
cümlelerden de anlaşıldığı gibi Türk Derneği, bu
nizamnâmede, Türk dilinin sadeleştirilmesi ve
kolaylaştırılmasını sağlamak için neler yapılması
gerektiğini bir program halinde ortaya koyar.
Hükümetten istekler- özetle- şunlardır:
 1. Osmanlı Türkçesi, bütün Osmanlılar arasında
konuşulan millî bir dil olacak ve bu dilleri ayrı, ama
gönülleri ve duyguları bir olan Osmanlı unsurlarını
aynı kutsal maksat etrafında toplayacak. Bunu
gerçekleştirmek için de Türkçe öğretimindeki
güçlükler kaldırılarak, Türk dilinin mahiyetini ortaya
koymak üzere dilin bu güne kadar geçirmiş olduğu
değişme devreleri araştırılacaktır.
Hükümetten istekler
 2.Osmanlı Türkçesi’nin Arapça ve Farsça’dan ettiği
istifade inkâr edilemeyeceğinden, bu dillere ait bütün
kelimelerin dilimizden atılması kimsenin hatırına
gelmemelidir. Ancak Türkçe karşılıkları olan yabancı
kelimelerin dilimizden atılması ve bunların
kullanılmaması gerekir.
Hükümetten istekler
 3.Dernek yazdırtacağı ve yayınlayacağı eserlerde en
sade Osmanlı Türkçesi’nin kullanılmasına dikkat
edecektir.
 4.Dış Türklerle ilişkinin ancak dil vasıtasıyla
sağlanabileceği düşünülürse, gerek Dernek ve gerekse
şûbeleriyle olsun ilim ve fen dallarında sade Türkçe ile
yazılmış eserlerle bağlantı sağlanacaktır.
 5.
Resmî yazışma dilinin, halkın kolaylıkla
anlayabileceği bir duruma getirilebilmesi ve
İmparatorluk sınırları içerisinde çeşitli dillerde yazılan
ve yayınlanan ilân ve levhalarda matbûat nizamnâmesi
gereğince anlaşılır bir Türkçe’nin kullanılması,
hükümetten istenecektir.”
 Türk
Derneği
İst.1324
Nizamnâmesi,
Karabet
Matbaası,
Yeni Lisan’a Hazırlıklar…

 Türk
Derneği’nin
kurulma
çalışmalarının
sürdürüldüğü 1908-1911 yılları arasında, Servet-i Fünûn
ve diğer mecmualarda, sadeleşme ve Yeni Lisan
konularında, münakaşaların zeminini hazırlayan
makaleler de yayımlanmaya başlamıştır. Meselâ
Servet-i Fünûn’da 1908 inkılâbından sonra “Yeni Lisan”
adıyla ilk makalenin Cenab Şehabeddin tarafından, 20
Teşrin-i sânî 1324 te yayımlandığını görüyoruz.
Cenab’ın görüşleri:
 Cenab Şehabeddin, bu makalesinde “kelimâtın istihrâc-ı
mânâya mâniâ teşkil ettiğine dair” şikayetçi olanların,
sadece kelimelerin mânâlarını bilmeyenlerce değil, pek iyi
bilenler tarafından da ortaya atıldığını söyledikten sonra
şöyle devam eder: “Kullanılan kelimattan şikayet ederek,
anlamadığını söyleyen ve bu anlamayışının ayıbını kendi
cehl-i lisânına değil, şâire atfetmek sûretiyle vicdânını
uyutan zat aynıyla Zemzeme’den, Makber’den, hatta biraz
daha ileriye geçerek Hüsn ü Aşk’tan edvâr-ı edebiye-i
milliyenin daha uzak zamanlarına çıkarak Nedim ve
Nef’î’den, Fuzûlî ve Bâkî’den de şikâyet için aynı vesâili
bulacaktı.”
Halit Ziya Uşaklıgil’in görüşleri:
 Dilde sadeleşme düşünceleri karşısında Halid Ziya da önce
tartışanları iki gruba ayırır: “Bu iki noktanın birinde,
servet-i lehçe muhibbânı, diğerinde Türkçe’nin bütün
hülliyyât ve tezyînat-ı müsteâresinden tecridiyle tamamen
Türkçe kelimelerden teşkili taraftaranı vardır.” Sonra,
Fransa’dan örnek veren yazar, orada lisanın Encümen-i
Dâniş’in resmî lehçesine tâbi olmadığını, her gün “meşîmei fikr-i milletten” çıkmış bir sürü kelimenin “Encümen”in
kapısına dayandığını, milletin lisanının Encümen’e değil,
Encümen’in milletin lisanına râm olduğunu söyler.
 “Servet-i Lehçe”, Servet-i Fünûn, nr.916, 4 Kânun-ı evvel
1324 (1908), s.83
Halit Ziya devam eder…
 Bizdeki “tarîk-i resmîden geçmeyen, fakat erbâb-ı kalemde
takip edebildiğimiz tartışmaların seyrine baktığımızda
“lîsanda vuzûh ve sâdegînin lehine” bir gelişme
görüldüğünü, fakat “servet-i lehçe”ye ve kabiliyet-i san’ata
âid tekemmülât-ı lisâniyeye de gittikçe daha geniş bir feyz
ve küşâyiş geldiğini söyledikten sonra, bu görüşünde tezat
olmadığını: “Bir lisanda husûl-i sâdegînin lehçeyi fakra
mahkum etmekle veya onu meziyyet-i san’attan soymakla
temini cihetinde aranılmasına o derece ibtidâî bir fikir
nazarıyla bakmak zarûrîdir.”diyerek ,sadeleştirmenin dili
fakirleşmeye mahkûm etmek veya san’at kabiliyetinden
sıyırmak şeklinde anlaşılmaması gerektiğini, bu tarz
düşünmenin “ibtidâi bir fikir” olacağını savunur
Halit Ziya devam eder…
 “Bu bir gün, elde bulunan lisandan yalnız aslen Türk lügati
muhafaza etmek şartıyla diğerlerini silkerek atmak, lisanı
bir kadîd haline getirmek demek olup Lisan-ı Osmânînin
tamamen Türkçeleştirilmesine taraftar olanların bu derece
iltizâm-ı ifrat edeceklerine ihtimâl verilmez. Yalnız arzuları
şimdiye kadar alınmış kelimelerden bir kısmının, meselâ
mürâdifleri Türkçe’de bulunabilecek olanların terkiyle
bundan sonra alınacak olanların tercîhen Türkçe’den
alınmasından ibârettir zannındayız. Mürâdifleri Türkçe’de
bulunabileceklerin terkiyle bunların yerine yeniden Türkçe
kelimelerin alınmasında bir fâide tasavvur edilemez.
Halit Ziya devam eder…
 Yok, maksad zâten bizde Türkçe olarak mürâdifleri
mevcud olan kelimeleri atmaksa, meselâ lisanda güneş
var diye ufk-ı edebîmizden “şems”i ve “hurşîd”i silmek,
yıldız var diye “necm” ve “ahter”i söndürmek, göz var
diye “çeşm” ve “dîde”yi, “ayn” ve “basar”ı kapamak, yol
var diye “râh” ve “tarîk”i sedd etmek, su var diye “âb” ve
“mâ”yı kurutmak kabîlinden ameliyât-ı tahrîbe karar
vermekse buna bir isrâf-ı beyhûde nazarıyla bakmak
tabiîdir.”
Lisanı sadeleştirmek, onu seviye-i irfân-ı
halka indirmek!!!…
 Halit Ziya; “Lisan, seviye-i irfan-ı halka inmez, seviye-i irfân-ı
halk lisana yükseltilmeye çalışılır.” görüşündedir.
 Teklif edilen sade lisan ile Batı dillerinden tercüme
yapılamayacağını,
“Sühâ
ve
Pervin”in
bile
nakledilemeyeceğini, hatta düz yazıların bile bu dille aynen
ifâde edilemeyeceğini iddia eder. Halit Ziya, makalesini şu
cümlelerle bitirir: “Hatta bu mümkün olsa bile maksat hasıl
olmaz, çünkü lisânı indirmekle fikir ve esas sadeleştirilmiş
olmaz; onları müdrike-i halka takarrüb edecek olan vasıta
lisandan ibaret değildir.
 “Servet-i Lehçe”, Servet-i Fünûn, nr.916, 4 Kânun-ı evvel 1324 (1908), s.83
Hakkı Behiç’in görüşleri:
 “Âsar-ı edebiyede ilk düşünülecek şey banaliteye
düşmemek şartıyla mümkün olacağı kadar herkese
şâmil, herkes tarafından kâbil-i kabul olmaktır. Bu
nasıl olur? Şüphesiz herkes tarafından anlaşılmakla.”
diyen yazar, “Binâenaleyh sanat havas için olmakla
beraber, kabul edilmelidir ki âsâr-ı sanat umûm
içindir.” görüşünü savunur…
 “Edebiyatımızın kusuru lisan-ı âdi ile lisan-ı edebî
arasında uçurumlar bulunmasıdır.” diyerek izah eder.
Çözüm…
 Yazara göre bu problemin iki çözüm yolu vardır: Birincisi,
lisan-ı âdiyi yükselterek lisan-ı edebîye yaklaştırmak,
ikincisi de lisan-ı edebîyi sadeleştirerek lisan-ı âdiye
takarrüb etmek. Hakkı Behiç ikinci yolu, yani “lisan-ı
edebînin sadeleştirilerek lisan-ı âdiye yaklaştırılmasının
doğru olacağını savunur. Nasıl yapılacağının yolunu da :
 “Lisanımızın ihtiyâcatı, istîmâline lüzûm-ı hakîki görülen
kelimat ve tabirat buna salâhiyetdar olan bir hey’et-i ilmiye
ve edebiye tarafından tefrik edilerek bîlüzum olanlar
serhadd-i isti’mâlimizden teşyî ve ihrâc” edilmeli diyerek
gösterir.
 Hakkı Behiç, “Lisan-ı Âdi, Lisan-ı Edebî”, Servet-i Fünûn,
nr.927, 26 Şubat 1324 (1909), s.277
Çözüm…
 Nasıl yapılacağının yolunu da : “Lisanımızın ihtiyâcatı,
istîmâline lüzûm-ı hakîki görülen kelimat ve tabirat
buna salâhiyetdar olan bir hey’et-i ilmiye ve edebiye
tarafından tefrik edilerek bîlüzum olanlar serhadd-i
isti’mâlimizden teşyî ve ihrâc” edilmeli diyerek
gösterir.
İsmâil Subhi de Hakkı Behiç gibi
düşünmektedir:
 “Lisan-ı Osmani bir kere sadeleştirilmeli; kavaid ve
kelimâtı, terkîbat ve maâni nokta-i nazarından tensîk
(düzenleme) ve ıslâh edilmeli, bir de kabiliyeti nisbetinde
zenginleştirilmelidir. Eğer lisanımız layık olduğu
himmetleri bulursa birinci derecedeki lisanlar
arasında bir mevkî-i müstesna tutar. Buna emin
olmalıdır. Zira lisan-ı Türkî’nin haddizâtında gayet vasî
ve metin esaslara müstenid olduğu bugün fennen, ilmi lisanca sâbittir.”
 İsmail Subhi,
“Lisanımızı Islah”,
nr.943, 18 Haziran 1325 (1909), s.101
Servet-i Fünûn,
Ali Nusret, İsmail Suphi’ye itiraz eder…
 Ali
Nusret, makalesinde, Lisan-ı Osmani’nin
sadeleştirilmesi ve terkiblerden tecrîd edilmesi ile ilgili
matbuatta çıkan yazıları “bahs-i garib” olarak
nitelendirir. Aslında, dili sâdeleştirme ve güzelleştirme
çabalarının “sülüsan asır” önce başladığını söyler…
Ali Nusret, devam eder…
 “Muhtac olduğumuz kelimât-ı Arabiye ve Farisiye’ye nazar-
ı husûmetle bakarak zavallı lisânımızı yeni baştan sefîl ve
üryân etmek istiyorlar. Garibi şu ki bu bahs-i irticâkârâneye
bir de hamiyyet-i milliye şivesi izah ederek hüsn ve arâyişin
kuvvet ve istiklâle münâfi olmadığı itikadında bulunanları
mahkûm-ı sükût etmek kiyâsetini (anlaşılır) iltizam
eyliyorlar. Halbuki meseleyi, dediğimiz gibi, cereyân-ı
tabiî-i tekâmül kendi kendine halletmiştir.”
 Ali Nusret,
“Tezyin-i Lisan ve Üslûb-ı Beyan”, Servet-i
Fünûn, nr.948, 23 Temmuz 1325 (1909), s.179
Ali Nusret’e cevap gecikmez…
 Ali Nusret’in yukarıdaki makalesine, N.Y. imzasıyla
Tercüman’da “Lisan Meselesi ve Süleyman Nazif
Beyler” makalesi ile bir cevap verilir.
 “Kabahat ne Süleyman Nazif Bey’indir; ne de sizin.
Kabahat şimdiye kadar Dersaâdet havası sayesinde
zulmette kalmış, milyonlar teşkil eden Anadolu
Türklerinindir ki sizler gibi havâsa demiyor: Kendi
kendinize edîb-i muktedir, ecille-i üdebâ (yüksek rütbeli)
nâmını verin... Daha tantanalı nâmlar bulun...”
N.Y. devam eder…
 “Birbirinize ziyâfet-i edebîye edin, şimdi kullandığınız
lisanla değil, tamam Arapça, Farisîce, İngilizce,
Almanca yazın... Ancak içi boş Edebiyât-ı Âliye’nizden
bizi halâs edin ! Hayat-ı siyâsîye ve içtimâiyemize
aksetmesi lâzım gelen matbuâtın başından çekilin!...
Yâhut lâfzen bizim anladığımız lisanla yazın...”
 N.Y., “Lisan Meselesi ve Süleyman Nazif Beyler”, Sırât-
ı Müstakim, c.3, nr.53, 27 Ağustos 1325 (1909), s.13
Celâl Sahir de tartışmaya katılır:
 Celal Sahir de Servet-i Fünûn’da, ardı ardına yazdığı üç
makale ile lisan münakaşalarına katılır. Bu konuda, “iki
muârız cereyân-ı efkâr” olduğunu söylediği ilk
makalesinde: “Biri lisanın en kıymetdar süsleri, hatta
eczâ-yı hüsn ve câzibesi olan Arâbî ve Fârîsi kelimeler ve
terkiblerden asla istiğna edemeyeceğini, diğeri
bunlardan yalnız ihtiyâcat-ı fikriyemiz için lâzım olan
kısmı ibkâ edip lüzumsuz ve gayr-ı me’nûs (alışılmamış)
kelimeleri ve bilhassa terkibleri lisanımızdan kovmak, bir
tasfiye-i lisan yapmak Türkçe’nin terakkîsi için yegâne
çare olduğunu iddiâ ederdi.”
 Celal Sahir, bu noktada Mehmed Emin’in yazdığı
şiirlerin “zevk ve hayâlini” okşadığını, onları
beğendiğini ifade eder. Ama bu şiirlerin de ilk defa
Selânik’te çıkan “Çocuk Bahçesi”nde yayımlandığı
zaman Rıza Tevfik ile Ömer Nâci arasında uzun süren
bir münâkaşaya sebep olduğunu, o zamandan beri de
lisana ait münâkaşaların kesin bir sonuca
ulaşamadığını, hatta şimdi de ulaşamayacağını iddiâ
eder.
 Celal Sahir, “Lisanımız-1”,Servet-i Fünûn,nr.951,13
Ağustos 1325 (1909),s.227
Celal Sahir, “Lisanımız II” makalesinde de Ali
Nusret Bey’e itiraz eder…
 “Evvelâ söyleyeyim ki lisanın sülüsan-ı asır zarfındaki
safahat-ı tekâmülü tedkik olunursa her halde sadeliğe
doğru bir cereyân-ı âşikâr görülür.”der. Bu durumun
Türkçe’yi güzelleştirdiğini savunan yazar, yanlış
anlaşılmamak için de şu açıklamayı yapar: “Fikrimi
tavzih için tekrar ederim ki lisanımızın bugün bu
ecnebî kelimelerden tamamıyla istiğnası fikrini ileriye
süren efkâr-ı müfrite eshabı varsa ben onlardan
değilim.”
Lisanımız II…
 Hiçbir
zaman, Türkçe’nin “sefil ve üryan”
bırakılmasından yana olamayacağını söyleyen Celal
Sahir, dilimize yeni mecazî mânâlar katan yahut
müteaddid kelimelerle yeni “kelimat-ı mürekkebe”
meydana getiren kelimelerin bizim kabul edilerek
dilimizin “sicill-i nüfûsuna” kaydedilmesi gerektiğini,
fakat ondan sonra da “katî bir ihtiyaç olmadan” yeni
kelime alınmamasını savunur.
 Celal Sahir, “Lisanımız II”, Servet-i Fünun, nr.952, 20
Ağustos 1325 (1909), s.243
Makalesini şu cümlelerle tamamlar:
 “Lisanımızda istiklâl arayanların, onun ne Arapça, ne
Acemce, ne Fransızca ne de Çağatayca olmasını arzu
etmedikleri şüphesizdir... Lisanımızın kendisine has
bir tavrı da elbette vardır. Nevzâd kelimesi elbette
tonguç’tan hiç olmazsa bugün daha mûnis-i semâhdır.
 Bize kim Asya edebiyatı ikram etti? Kim Çağatayca
yazınız, dedi? Lisanınızı sadeleştiriniz, lüzûm ve
ihtiyaç-ı hakîki üzerine alınmayıp sırf merak-ı tasannû
ile iktibas edilmiş küme küme fazla kelimeleri tekâüd
ediniz, demekle bunları mı söylemiş oldular?”
Üçüncü makalesinde:
 Celal Sahir, bu seriyi tamamladığı üçüncü makalesinde
Kazanlı Ayaz Bey’in 46 numaralı Sırat-ı Müstakim’de
yer alan yazısını değerlendirir. Ayaz [İshakî] Bey bu
makalesinde, devrin “efkâr-ı umûmiye” devri
olduğunu, memleketin ıslâhı için, milletin tamamının
fikirlerinin yenilenmesi gerektiğini, bunun için de
milletini seven her Türkün “yazdığı makaleyi Anadolu
Türklerinin anlayacağı bir lisanla” yazması gerektiğini
savunur. Celal Sahir de aynı görüştedir.
Ancak…
 Ama
“efkâr-ı
umûmiye”nin
kendi
başına
bırakılamayacağını, doğru yola sevk edilmesi
gerektiğini, bunun da medenî ülkelerde “gazete”
vasıtası ile yapıldığını söyler. Özellikle bizim
gazetelere bu konuda daha büyük görev düştüğünü,
yazacakları yazıların mümkün olduğu kadar çok
kimse tarafından okunup anlaşılmasını temin etmek
noktasından lisanın sadeleşmesinin önemli olduğunu
savunur.
Lisanda, yapılmasını farz gördüğü
ıslahatı şöyle açıklar:
 “Evvelâ lisanımızı sadeleştirmek elzemdir.
 Sâniyen, imlâ meselesini de katiyyen halletmek
lâzımdır.
 Sâlisen, imlânın ıslahı evvelâ hurûfun ıslâhına bağlıdır.
Hurûf-ı muttasılanın lisanın tahsilini ne kadar işgal
ettiği âşikârdır. Bunun için hurûfun ıslâhı ancak
munfasıl sûrette yazılmalarını temin ile olur.”
Fâzıl adamlar…
 Bu ıslahatın, memleketin “fâzıl adamları” tarafından
yapılması gerektiğini savunan yazar,yeni hükümetin
Maârif-i Umûmiye Nezâreti’nin de bu meseleyi
halletmek için harekete geçmesi gerektiğini söyleyerek
makalesini bitirir.
 Celal Sahir, “Lisanımız - 3”, Servet-i Fünûn, nr.953, 27
Ağustos 1325 (1909), s.259-261
Raif Necdet, Mehmet Akif’in “Safahat”ı
münasebetiyle şunları söyler:
 “Filhakika anlaşılıyor ki Mehmed Akif Bey’in kalemi,
üslûbu son zamanlarda mühim bir inkılâb, mühim bir
tekâmül geçirmiş... Zaten lisan ve edebiyatımız her
gün daha emin ve metin bir hatve-i zaferle tekâmüle,
yani sadeliği doğru yürüyor... Fikrimce yürüyüş yalnız
edebî değil, aynı zamanda içtimâî bir inkılâbın
pîşdarıdır. Artık Arabî ve Fârisi’nin muz’iç ve müselsel
terkiblerinden tamamen sıyrılmak zamanı hulûl
ediyor.”
Raif Necdet devam eder…
 “Bundan yirmi otuz sene evvelki üslûb-ı tantanadâr ile
şimdiki nisbeten tabiî ve samimi üslûb mukayese
edilince bundan yirmi sene sonra lisânımızın,
edebiyatımızın nasıl bir şekil alacağı pek kolaylıkla
kestirilebilir. Onun için bu hususta taassub ve
muhâfazakârlık göstermek lisanın bu tabiî ve tedrîci
cereyanına karşı isyanlar püskürmek daima akim
kalmaya mahkûm bir hareket olacaktır. Güzel
lisanımız güzergâhına emel ve zafer demetleri, terakkî
ve teceddüd çiçekleri serperek bir meleke-i vakâr ve
sükûnetiyle dâima sâdeliğe doğru ilerliyor...
İlerliyecek!.”
 Raif Necdet bu görüşlerini, daha sonra “Haluk’un
Defteri” için yazdığı bir başka makalesinde de dile
getirir: “Lisanımızın tekâmülü için bu sadeliği mecbûri
ve zarûrî gördüğüm için nerede sadeliğe doğru bir
şitâb, bir hareket görsem onu teşvik ve takdir etmekten
men-i nefs edemem... İşte bunun için şurada
istidrâden söylemek isterim ki Selânik’te intişâr eden
“Genç Kalemler” mecmuâ-i edebiyesinin gerek
lisanımızın sadeleştirilmesi, gerek edebiyatımızın millî
ve müfîd bir şekil alması husûsunda gösterdiği mesâi
alkışlara lâyıktır...”
Rübab’dan destek gelir…
 Raif Necdet’in bu görüşlerine Rübâb mecmuasının
“Hareket-i Edebiye” sütunlarından F.S. imzasıyla bir
destek gelir: “...Lisanımızda Arabî, Farisî kelimeleri
vaziyet-i ferdiyeleriyle muhafaza etmek; az çok tağyirle
Türkçe kıyafetine girmiş lafızları haliyle kullanmak
gibi bir iki tahdîdat ile beraber Genç Kalemler
heyetinin tarz-ı ıslahını mürevviç (taraflısı olan) bir
mektubu görülüyor ki lehçe-i beyanda vücûda
getirilecek her tâdilin rûh-ı edebiyata tesîri dolayısıyla
şâyan-ı ehemmiyettir.”
Köprülüzade M.Fuat…
 Tam bu sırada,yani Yeni Lisanla ilgili yukarıdaki
görüşlerin ileri sürüldüğü tarihte, kendini Fecr-i Âti
içinde gören Fuat Köprülü de “Yeni Lisan” isimli bir
makale yayımlar.
 Yeni Lisanı önceleri, ‘Esperanto’ gibi bir dil olarak
tahmin ettiğini fakat bu tahmininde yanıldığını
söyleyen yazar,Yeni Lisan denilen şeyin aslında “...şu
bizim altı yüz seneden beri kullandığımız Türkçeden,
Sinan Paşa’nın, Mütercim Âsım’ın, Şinâsî’nin
Türkçe’sinden başka bir şey” olmadığını savunur.
Köprülüzade M.Fuat…
 Kendilerini ‘kozmopolitlik’le, ‘köhneperestlik’le itham
eden bu Yeni Lisancıların arasında, “savundukları dille
mütekellim bir kimseyi” göremediğini, buna rağmen
kendilerinin, “marazî şeyler yazmak, marazî fikirler
neşretmek”le suçlandığını ifâde eder.
 Köprülüzâde, Yeni Lisanı, bir gürültü, mânâsız bir
heves, neticesiz bir teşebbüs olarak görür. Hatta,
tasfiyecilerin iddiâlarını,Yeni Lisancılardan daha
mantıklı bulduğunu söyler.
Terkiplere o da karşı…
 Yeni Lisancıların ‘terkip’lere karşı oluşlarını ise
şöyle değerlendirir: “Ben kendi hesâbıma, lisanın
sadeliğine,
‘Nergisî’den
müntakil
zannolunabilecek Acemâne müfrit terkiblerin
adem-i istîmâli lüzûmuna, yeni bir ahenkten
mahrum ve gayr-ı mûnîs kelimelerin tamamıyla
terk edilmesine taraftarım.”
 Köprülüzâde, Aşk-ı Memnû romanından bu
görüşünü destekleyen bazı misaller gösterdikten
sonra, Yeni Lisancıları: “Fakat fena kullanılmış,
yerinde istîmâl olunamamış birkaç terkîbi vesîle
ittihaz ederek, bâzan hatta zarûrî olarak
kullanılması icâb eden terkiblerin de lağvını
istemeyi bîmâna bir hareket addediyorum.”diyerek
tenkit eder.
Köprülüzade devam eder:
 “Lisanın mecrâ-yı tekâmülünü çizenler büyük edipler,
sanatkârlardır... Ben lisanın gittikçe sâdeleştiğine ve
sadeliğin lüzûmuna kâil olmakla beraber her vakit
tekrar ettiğim gibi sanatta istiklâl-i tâm taraftarıyım...
Terkibli veya terkipsiz eserler değil, güzel ve çirkin
eserler vardır... Yeni Lisan taraftarları kendi lisanlarıyla
yazılmış muvaffak bir eser gösterdikleri takdirde onu
kemâl-i harâretle alkışlamaktan hiç bir vakit
çekinmem.”
 Köprülüzâde Mehmed Fuad, “Yeni Lisan”, Servet-i
Fünûn, nr.1082, 16 Şubat 1327 (1912), s.365
Sonuç olarak;
 Yazar, bununla beraber, Cenab Şahabeddin’in, Halit
Ziyâ’nın veya Şahabeddin Süleyman’ın dillerini
geleceğin lisânı olarak da kabul edemeyeceğini, sadece
terkipli oldukları için de çirkin bulmayı gülünç kabul
edeceğini söyler.
 “Avâm için basit ve sade bir lisanla basit eserler yazmak
pek mühim ve pek şayân-ı takdir bir meşgaledir;
fakat... yüksek ve mukaddes sanatı, anlamaz bir halkın
seviyesine indirmek sûretiyle icrâ olunmamalıdır...”
Cevap hemen gelir:
 Köprülüzade M.Fuat’ın, Yeni Lisan’ı ilk defa ciddî
olarak tenkit eden bu makalesine hemen iki cevap
birden gelir. Birincisi; Genç Kalemler’ den Kâzım
Nâmi’nin cevabıdır: Yeni Lisan ve Hasta Bir Mantığın
Psikolojisi...
 Genç Kalemler, c.III, S.17-18, Mart 1328 / 1912
Kâzım Nâmi’nin cevabı:

 Yer yer ağır ithamların bulunduğu bu yazıda, Mehmet
Fuad’ın bütün görüşlerine tek tek ama alaycı bir dille
cevap verilir: “Lisanın tabiî bir mahsûl olduğunu kabul
eden muârızımız Esperanto gibi sunî ve hayatsız tebliğ
vasıtasına Yeni Lisan denilmesini muvâfık görüyor da
Türkçe’nin tabiî tekâmülüne şuurlu bir istikamet veren
basit, fakat herhalde husûsi bir unvana lâyık bir
teceddüde bu ismi garib görüyor.”
Selânik Gençleri:
 Makalenin devamında yazar, Mehmed Fuad’ın ‘yeni’
kelimesi ile ilgili düştüğü tenâkuzu, kendi kullandığı
Yeni Nesil, Yeni Hayat, Yeni Edebiyat ve Yeniler - Eskiler
gibi isimlendirmelerden hareketle ortaya koyar.
“Selânik gençleri” tabiri için de şunları söyler:
“Mehmed Fuad Bey Yeni Lisancıları, nüfûz-ı fikirlerini
bütün âlem-i meskûn üzerinde tesis etmek isteyen,
diye târiz ettiği Selânik gençlerinden ibâret
zannediyor. Yeni Lisanın ilk beşiği vatanımızın hem
siyâsi, hem fikrî payitahtı olan İstanbul olduğu gibi en
harâretli mürevvicleri (taraftarları) de yine oradadır.”
Kâzım Nâmi şöyle bitirir:
 Kâzım Nâmi’nin yazısı şu tehditvârî cümlelerle biter:
“Yeni Lisan’ın muhterem muârızlarından şunu da rica
ederiz ki şüphesiz kendileri kadar bu vatanın evlâdı
olan gençleri Selânik Gençleri diye ayrı bir ırka ve
cemiyete mensûb fertler gibi telâkkî etmesinler, Türk
gençliği İstanbul’da da Selânik’te de vatanın her
yerinde de Türk gençliğidir.”
Köprülüzade’ye İkinci cevap…
 İkinci cevap ise F.S.imzasıyla Rübâb mecmuasının
“Hareket-i
Edebiyye”
sütunundan
gelir.
Köprülüzâde’nin bu makalesini; “Belki Fecr-i Âti
vekâlet-i tabiîyyesiyle” yazmış olabileceğini söyleyen
F.S., makalenin tamamından şu sonuçları çıkarır:
 F.S., [Feyzullah Sâcid Ülkü], Rübab,
Edebiye”, S.5, 23 Şubat 1327 (1912), s.36,37
“Hareket-i
 “1-‘Yeni Lisan’ yeni değil; altı yüz senelik edebiyatın zeyl-i






tabiîsi, Fikret-Halid Ziya lisanının daha bozuk akisleridir.
2-Üç-beş kişinin keyfiyle ve yalnız terkibler
değiştirilmekle bir lisan ‘yenilik’ sıfatını alamaz. Terkibli,
terkibsiz eserler değil, güzel ve çirkin eserler vardır.
3-Terkibler bozulmakla lisan-ı edeb bütün sihir ve
füsûnunu kaybediyor.
4-Aruz vezni lisanınızla istinas edemez.Hece veznini
tatbike mecbursunuz.
5-Bir Makber, bir Rübâb-ı Şikeste, bir Fâni Tesellîler
vücûda getirmedikçe lisana tesâhub edemezsiniz.
6-Lisanı güzelleştireceğinizi vaâd ettiniz; eseri görülmedi.
7-Teşebbüsünüz manasız bir heves. O kadar ki
Tasfiyecilerin iddiâları daha makul görünür...”
F.S., Köprülüzâde’nin bu iddialarını şöyle
cevaplandırır:
 1-Her nasıl olursa olsun, terkiblerin değişmesi, sırf
Türkçe kavâidinin kabûlü, sadelik sahasında bir
‘yenilik’tir. Lisan birdenbire tağyir veya tecdîd
edilemez ki ‘yeni’ demek için evvelkinden büsbütün
başka bir lehçe istenilsin! Madem ki tekâmül
tedrîcidir, her teceddüdde eskilikten bir şema-i
manzûm bulunmamak kabil değildir.
 2 ve 3- Madem ki eserler terkibli veya terkibsiz oluşuna
göre değil; güzelliğine, çirkinliğine göre takdir görür;
bu kaide niçin ‘Yeni Lisan’a tatbik edilmiyor da
‘terkibleri bozmak lisanın sihir ve füsûnunu kaybeder’
deniliyor?
 4-Fuad Bey bu noktada haklı... Evet! Türkçe ve
terkiblerden uzaklaşmakla Türkçeliğe yaklaşan ‘Yeni
Lisan’ aruz vezniyle tamamen hem-âhenk olamaz; bu
bir zâyiâdır ki fer’îdir. Fakat buna karşı kitle-i külliyeye
–ki ekseriyet millettir- lisanını vermek, havâs ile avam
arasındaki lafzî uçurumu doldurmak gibi fâideler
inzimâm (katma) ediyor ki aslîdir. Asıl ise fer’a feda
olunamaz.
 5 ve 6- ‘Bir Makber, bir Rübâb-ı Şikeste ilâahir’ hayır!
Mahsûl-i asr olan asar-ı dehayı, altı yedi ayın meşîme-i
tenkinden beklemek; katrede umman görmekten daha
az gaflet-i nazar, gaflet-i intizar değildir. Dedik â...
tedrîc, tedrîc...
 7- ‘Teşebbüsünüz mânâsız bir heves. O kadar ki...”
Köprülüzâde Mehmed Fuad, Kâzım Nâmî’nin
makalesine aynı üslûpla cevap verir:
 “Kâzım Nâmî Bey, Yeni Lisan hakkındaki makalemi
biraz daha îtidâl-i demle okusalardı, verdikleri cevâbı o
kadar mâl-â-mâl tenâkuz bulundurmaktan ve kendi
ifâdeleri vechile ‘Donkişot gibi rüzgârlarla mücâdele’
vaziyetinde kalmaktan kurtulurlardı.” Ve Köprülüzâde,
şu ağır ifadelerle makalesini bitirir: “...Bu efendiler
şunu bilmelidirler ki Mehmed Fuad, bütün vicdânıyla,
bütün mevcûdiyetiyle merbût olduğu Türklüğün nâçiz,
fakat samîmi ve fedakâr bir hâdimidir.”
Köprülüzâde Mehmed Fuad, “Türklük ve Yeni Lisan”,
Servet-i Fünûn, nr.1091,19 Nisan 1328 (1912)
 “Mensub
olduğu
aile
itibârıyla,
Türklüğün,
Osmanlılığın mefâhir ve an’anâtına doğrudan doğruya
merbut olan bir adamın, vatan ve milliyetine derece-i
nisbeti pek çoklarından daha fazladır.... Ve bilsinler ki
bu satırları istemeyerek yazmaya mecbûr olan adam,
sırf Türklüğün teâlisi emeliyle, her şeye hatta iftirâlara
bile kemâl-i metânet ve fedâkâriyle katlanabilir. Yalnız,
vatanın gençleri, büyük ve ulvî Türklük cereyânını ufak
bir ‘Yeni Lisan’ cereyânından
ibâret addedecek
derecede küçük ve mahdûd düşünmesinler!”
Diğer tartışmacılar:
 Servet-i
Fünûn’dan Mehmed Fuad ile Genç
Kalemler’den Kâzım Nâmi arasında geçen bu
münakaşalara, Yeni Asırda Zekâ’dan Celîs [Rahmi
Celîs]’in, Rübâb mecmuasından F.S.nin dışında
Karaosmanzâde Yakub Kadri’nin de katıldığını
görüyoruz.
 Celîs imzası ile Yeni Asırda Zekâ mecmuâsında
yayımlanan makalede, münakaşalara katılanlar üç
grupta toplanır: Bunlar; Genç Kalemler, Islâh-ı Hurûf
ve Tâmîm-i Maârif Cemiyeti ile Servet-i Fünûn Âile-i
Fikriyesi’dir.
Celîs [Rahmi Celîs]
 [Rahmi Celis] Birincilerin hedefi terkib’ler, ikincilerin
hedefi yazı, üçüncülerin ise müdâfaa olduğunu tespit eden
yazar, asıl kavganın şimdilik Genç Kalemler ile Servet-i
Fünûncular arasında geçtiğini, kendisinin ise üç tarafa da
biraz meyli olmasına rağmen, ‘üç tarafa da akın etmek’
niyetinde olduğunu söyler.
 “...Ama şu şartla ki sıra gözetilsin. Meselâ, terkibler, edatlar,
fazla lügatlar duruyorken harfler asla ıslah edilemez!
Çünkü palto, ceket, yelek, gömlek çıkarılmadan fanilâyahud iç gömleği-çıkarılamaz.” der.
 Celîs [Rahmi Celîs], “Lisan-İmlâ”, Yeni Asırda Zekâ, nr.1, 5
Mart 1328 (1912), s.9,
Celîs [Rahmi Celîs]
 Yazı ile terkibleri “iki çürük diş” olarak gören yazar,
bunların bir kerpetenle çıkarılmasının iyi olacağını,
fakat bunun şimdilik mümkün olmadığını söyler. Bu
arada, Fuad Köprülü’nün Selânik’li gençlere birkaç
darbe vurduğunu, fakat “bir atımlık barutu” olduğu
için etkili olamadığını iddiâ eder. “Bir de bütün
terkibleri, bütün edatları atmak hülyâsında,
Köprülüzâde Mehmed Fuad Beyle beraber yürümek,
şimdilik tehlikeli! Çünkü o (İlm-i elsineye iddiâ-yı
vukûf) etmiyor. Bense ediyorum”
Celîs [Rahmi Celîs] şöyle devam
eder:
 “Yeni Lisan diyorlar. Bu ne demek? Galiba bir heyet
tarafından, bir hamlede bütün bozuklukları
düzeltmek; dili kendi kâidesine sahib etmek;
demokratlaştırmak teşebbüsü yeni bir teşebbüs de yeni
nâmı onun için mi veriliyor? ...Öyleyse: ‘Demokrat
lisan’ desinler!... Yeni Lisan acaba, Jöntürk tabirine bir
nazîre mi? Öyle ise: ‘Genç Lisan’ desinler! Ama
düşünsünler ki gençlik süs ister, âhenk ister! Sanat
ister, güzellik ister!.”
 Celîs [Rahmi Celîs], “Lisan-İmlâ”, Yeni Asırda Zekâ,
nr.1, 5 Mart 1328 (1912), s.9,
 “Arabın,
Acemin terkib-i izâfîlerinden, terkîb-i
vasfîlerinden, cemîlerinden bazı edatlarından hadiağlaya sızlaya- vaz geçelim! Garbın, prensib’inden,
ideal’inden, orijinâl’inden, kapris’inden, lirik’inden,
hatta isterik’inden... hadi bağıra çağıra ayrılalım.
Fakat, “sıfat-ı müşebbehe”lerden, (daimi bir vasfı
gösteren sıfat: alim,şefik vb.) “vasf-ı terkîbî” (birleşik
sıfatlardan), bâzı edatlardan hele “yâ-yı nisbî”den?...
Hayır, aslâ ayrılamayız. Tek lisan, bu kat’iyyen
olamayacak!... Bununla beraber üç lisanın kâidesi
altında da yaşayamayacağız...” (age.)
Çözüm?…
 “Lügat: Ana kanun! Sarf ve nahiv: Öbür kanunlar.
Lâkin şekilce yalnız mutlakiyet mevcut! Hangi dilden
ne alsa kâidesine uydurur.” Bu şekilde kelime almanın
dilleri inkırazdan kurtardığını söyleyen yazar, bizim
dilimizin aksine biraz “meşrûtiyet renginde”, “biraz
cumhuriyet renginde” olduğunu belirttikten sonra bu
makalesini şöyle bitirir: “Mutlaka bir inkılâb ister,
âvâm lisanı da, havas lisanı da, mutlaka takviye ister
mutlaka, mutlaka mutlaka!...”
Karaosmanzâde Yakub Kadri
 Yakub Kadri, Mehmed Fuad’ın yukarıdaki makalesi ile
aynı tarihte, Rübâb mecmuasında “Netâyiç” isimli bir
makale yayımlar. Genç Kalemler’i, yapmadıkları ve
düşünmedikleri şeylerle de suçlayan yazar onlara
‘kukla’ der. Onları son derece alaycı bir üslûpla ve
aşağılar:
Yeni Lisancılara hem de Hükümet-i
Osmâniye’nin Mekteb’lerine haksızlık…
 “...Hürriyetin ilânıyla beraber memleketimizde teessüs
eden bir nevî meslek-i acîbedir ki salikleri insan denilen
mahlûkata mensup olmayıp, insan denilen mahlûkatın
mahlûku olan bir takım mihaniki kuklalar cinsine
mensuptur. Lakırdı ederler fakat sözleri kimse tarafından
anlaşılmaz... Bu kuklalar yürür fakat her adımda düşüp bir
tarafları kırılır, bu kuklalar tegannî eder ağlarlar. Fakat
dâima tegannîleri ağlama, ağlamaları tegannî zannolunur...
 Ancak size şunu haber vereyim ki bu kuklaların
imâlâthânesi Hükümet-i Osmâniye’nin râh-ı terakkîye
girmek için açtığı mekteblerdir.”
Yakup Kadri; İftiracı…
 Yakup Kadri Genç Kalemler Tahrir heyeti tarafından
“müfteri” ilân edilir.
 Şehâbeddin Süleyman, Rübâb mecmuasında, “Genç
Kalemler Tahrir Heyeti’ne hitaben ve münakaşalarda
orta yolu bulmaya çalışan bir makale yayımlar…
 Şehâbeddin Süleyman, “Genç Kalemler Tahrir Heyeti’ne”, Rübâb, S.17,
10 Mayıs 1328 (1912)
Köprülüzâde alay etmeye devam eder:
 Köprülüzâde Mehmed Fuad, “Bir Mudhike-i Edebiye”
makalesinde, tartışmayı amacından saptırdıklarını
söylediği “Yeni Lisan”cılar için: “Sırf, millî vatan perverâne bir gaye gözetilerek tesîs edilen “Genç
Kalemler” hele şu son nüshalarıyla o zavallı gayesine
yaklaşmaktan ne kadar bâîd olduğunu ispat etti.”der.
Ve onları “Palyaço tavırlı efendiler” olarak nitelendirir.
 Köprülüzâde Mehmed Fuad, “Bir Mudhike-i Edebiye”,
Servet-i Fünûn, nr.1095, 17 Mayıs 1328 (1912), s.51
Süleyman Nazif de karışır:
 Süleyman Nazif:
 “Genç fikirlere ve genç kalemlere edâ-yı temellük eden
efendiler bilmelidirler ki bu diyârın Fuzûlî gibi, Nef’î
gibi, Nedim gibi, Abdülhak Hâmid gibi erkân-ı
azîmü’ş-şânı [şânı yüce] bulunan bir saltanat-ı
edebiyesi vardır... Bu lisân tahrîb edilirse, o saltanatın
yerinde Vardar yeli eser!...” der…
 Süleyman Nazif’in bu makalesine
‘Perviz’ imzasıyla cevap veren
Ömer Seyfettin, onu “Yeni Lisanın esaslarını anlamamak”la suçlar.
Perviz şöyle devam eder:
 “Tekâmüle doğru giden bir lisan, sadeliğe doğru gidiyor
demektir.” dedikten sonra eski lisanı “millîyetsizlik” le,
“milletin ruhunda yer tutamamak”la suçlayan yazar şöyle
devam eder:
 “Konuşurken kullandığımız hakîki lisanı kâğıdın üzerinde
nîçin kaybediyoruz? Fikret ‘Lyre-brissèe’yi tercüme
ederken niçin ‘Kırık Rübâb’ demiyor da ‘Rübâb-ı Şîkeste’
diyor. Milliyetsiz, kavmiyetsiz, kozmopolit, çanak yalayıcı,
dalkavuk Enderûn Edebiyatı rûhumuza derin izler
bırakmış. Meş’ûm tesîrinden kurtulamıyoruz. Şikeste ile
kırık arasında mânâca hiç fark yok. Birisi Türkçe... Şâir
Türkçe’yi sevmiyor. Kırık yerine şikeste’yi kullanıyor...
Cenab Şahabeddin ile Ali Cânib
 Yeni Lisan konusunda, Cenab Şahabeddin ile Ali Cânib
arasında, karşılıklı Açık Mektublar la – ayrı bir
cephede - devam eden münakaşalar da bu tarihlere
rastlar. Bu tartışmalar sonuçta bir kitapta toplanır:
 “Ali Cânib, Millî Edebiyat Meselesi ve Cenab Beyle Münakaşalarım,
(1328 / 1329), İst.1918
Ali Cânib, kitaba girmeyen makalelerinden birinde
Cenab Şahabeddin’e şu cevabı verir: “Yeni Lisan... Siz
bunu arzu buyurduğunuz nev’iden baştan aşağı yeni bir
şey mi zannettiniz? Hayır efendim, aslâ öyle bir şey
değil...Yeni Lisan’ın menbaı hadsî (sezgiye dayalı)
Türklüğün asla kozmopolit olmayan, yalnız Türk kalan
vicdânıdır; bu, şuursuz bir halde idi; lâkin Enderûn
Argosu’ nun en yüksek, iki heykeli olan Veysî ve
Nergisî’nin bütün hayatına rağmen Fernand Gregh’in
tabirine göre, insânî bir şahsiyete mâlik olan edibler,
bundan çok uzaklaşmadılar. Nihâyet Şemseddin Sâmi
Bey, galiba otuz seneden ziyâde var ‘Üç lisandan
mürekkeb bir lisan olmayacağını’ ilk defa olarak
söyledi.”
Yeni Lisan için buyuruyorsunuz ki : ‘Bütün
Türkleri ikiye ayıracak.’ Bana kalırsa, aziz üstâd,
şimdiye kadar ikiye ayrılmış olan Türklüğü bir
yapacak... İddiâ ediyoruz ki yalancı süsleri atan
yirminci asırda Türkçe yazanlar her şeyden evvel
insan olduklarını düşünecektir. Bu iddiâmızı
lisanımızın tekâmül safhalarını tedkik ederek
ispata her zaman hazırım...”
Ali Cânib, “Cenab Şahabeddin Bey’e”, Hak Gazetesi, nr.121, 29
Haziran 1328 (1912), s.3
Tartışmalar, Azerbaycan’a kadar uzar:
 Yeni
Lisan
münâkaşalarının
Azerbaycan’a
kadar
uzandığını, Bakü’de çıkan Şelâle mecmuasında M.E.,
[Mehmed Emin Resülzâde] imzasıyla yazılan bir
makaleden anlıyoruz. “Âsân Dil-Yeni Lisan” başlığı ile
yayımlanan bu makalede ilginç görüşlere yer verilmiştir.
Yazar, Azerbaycan’da, okuyucuların gazetelere, ‘âsân dille
yazınız’ diye itirâz ettiklerini, ancak muharrirlerin, halkın
bu isteklerini yerine getirmediklerini; âsân dil’e Lûrî
diyerek, ciddi mevzûların bu lûrî dille yazılamayacağını
savunduklarını söyler. Yazar, bunun sebebi olarak,
Azerbaycan’daki sanatçıların Osmanlı Türkçesi’ni taklit
etmelerini gösterir.
Mehmed Emin Resülzâde , bu konuda, “Özümü misâl göstereyim.”
diyerek, şunları yazar :
“Daha Bakü’den müfârekat (ayrılma) etmemiş idim. Osmanlı
şîvesine, elime geçen bir nice kitab vasıtasıyla âşina olmuş idim. İlk
tahsilim Gülistan’ı, Târih-i Nâdir’i okumakla başladığından bittabî
Arap ve Fars lügat ve terkibleriyle dolu olan Osmanlı Türkçesi’ni
daha edebî görmüş ve sevmiştim... Diğer yoldaşlarım da bana yakın
bâzı şerâit tahtında idiler. Osmanlı şîvesine olan muhabbet git gide
civan muharrirlerimizi ora şîvesini taklit hevesine saldı. ‘Yeni
Lisan’, enâm-perestlik (Demokratizm) le milletçiliğin vücûda
getirdiği bir cereyandır. Hele milletçilik âmili birinciliği teşkil eder.
Mâlum olduğu üzere siyâsî istiklâller; dil,edebiyat, iktisâdî ve
medenî istiklâllerin muhassalasıdır.”
M.E., “Asan Dil- Yeni Lisan”, Şelâle, S.19, 15 Haziran 1913, s.11
Yazar, Şelâle’nin bir sonraki sayısında da aynı
konuya devam eder:
 “Hiçbir dil yoktur ki başka dillerden lügatler almasın
ve öz lügatleri ile iktifâ eylesin. Yalnız Türkçe’de bir şey
vardır ki onun misli hiçbir dilde yoktur. Başka diller
ecnebî bir dilden lügat aldıkları zaman o lügatları öz
dillerinin kâide ve kanunlarına tâbî tutarlar. Onları öz
adetleri ve öz kanunlarına mümtaz bir sûrette hiçbir
zaman kabul etmezler. ...Yeni Lisancılar, her şeyden
ziyade bu ecnebî kelimelerin Türkçe’de mâlik oldukları
imtiyazların aleyhindedirler. Onların tâbirince
Türkiye’de siyâsî kapitülasyonlar olduğu gibi Türkçe’de
de edebî kapitülasyon vardır.”
Rıza Tevfik de Yeni Lisan’a itiraz eder:
 “Binâenaleyh
Arabî ve Farisî izâfetleri kaldırmak ve
Osmanlıcamızda zaten gayr-ı me’nus bir iki kelimeyi
kullanmamak sûretiyle kolaycacık yeni bir lisan icâd etmek
isteyenler, meselenin mahiyetinden külliyen gafildirler. Yeni
Lisan’ dan vazgeçtik, biz Istılâh Encümeni’nde yirmi kişi, tek bir
kelime (icâd) edemiyoruz. Hem üç beş lisanın harâbezâr-ı
enkazında istediğimiz gibi tasarrufâta mezun bulunduğumuz
halde aczimizi hissediyoruz; lisan mûcidleri, gelsinler bize bir
tek kelime îcâd etsinler; minnettâr olacağız; fakat o kelime –
delâlet edeceği mânâ itibârıyla - zamanımız (conception)una
tamamen mutabık bir mefhûm-ı muayyen eda edebilmek
şartıyla !” diyerek, işin zorluğunun bu noktada olduğunu
vurgular.
 Rıza Tevfik, “Yeni Edebiyatımızla Eskinin Hakiki Farkı”, Rübâb, S.89, 2 Kânun-ı
sâni 1329 (1914), s.651
Bir başka muhalif: Ahmet Hidayet
 Ahmed Hidâyet, Yeni Lisancıları, ortalığı velveleye veren
“kitle-i kalîle” (az) olarak görür. Onların, millete
vatanperverlik dersleri verdiklerini, milletin selâmet ve
istikbâlinin ancak Yeni Lisanı kabul etmekle mümkün
olabileceğini savunduklarını söyledikten sonra:
 “Fakat, ben anlayamıyordum, hayret ediyordum. Mümkün
olduğu kadar tekâmül ve müterakkî bir cereyan takip
ederek üç lisanın en güzîde elfâzından terekküb etmiş bu
ahenkdâr ve rûh-nevâz lisanın ne kabahati vardı. Bunun
içtimaî ve terbiyevî bir fâidesi olacağına kanî olsaydım,
güzelliğinden fedâ ederek daha saf ve pürüzsüz bir
Türkçe’ye tebdil olunmasına ilk önce ben tarafdâr
olurdum.”
Bu teşebbüslerinde fazla ifrat ve taassub göstermeselerdi, belki
mâzur addolunur ve hakîkati buluncaya kadar etrafı
muvâzenesiz bir sûrette dolaşmalarına müsâade edilebilirdi.
Fakat, herkesi de bunu kabul etmeye icbâr ediyor, (sadr-ı
âzam)yerine (âzam sadr), (müdür-i mesûl) yerine (mesûl
müdür) kullanmayı bir vazîfe-i vataniye halinde telâkkî
ediyorlardı. Acaba, bu zâtlar bilmiyorlar mıydı ki kelimelerin
yerlerini tebdîl etmekle bir lisan tasfiye olunamazdı. Sonra
böyle müesses ve mütekâmil bir lehçeyi yeniden tanzim ve
tertib etmek göründüğü kadar kolay bir iş miydi? Muazzam bir
meclisin, selâhiyetdâr bir akademinin bile halletmeye kâdir
olamayacağı bir emr-i müşkili deruhte etmek her halde
kendilerinin bidâ’at ve iktidârlarıyla mütenasib değildi.” Yazar
Yeni Lisancıların mecmualarında kullandıkları lisandaki
tutarsızlıklarına
verdiği
misallerle
“ciddiyet
ve
samimiyetlerinden” şüphe ettiğini söyleyerek tenkidini bitirir.
Ahmed Hidâyet, “Edebiyat-ı Hâzıramız”, Servet-i Fünûn, nr.1198, 8 Mayıs 1330
(1914), s.20,21
Bu tarz itirazlara karşı Ömer Seyfettin’in de Yeni Lisan hareketinin
isim babası olarak, hem Selânik’te hem de İstanbul’a geldikten
sonra, cevaplar verdiğini biliyoruz. Genç Kalemlerdeki yazılarından
farklı olarak Ömer Seyfettin artık makalelerinin altına soru işareti
yerine açık adını yazmaya başlamıştır. Biz bu yazılardan Ömer
Seyfettin’in, özellikle Yeni Lisan ve dil anlayışını ortaya koyan, Türk
Sözü mecmuasındaki birkaç makalesini söz konusu yapacağız.
Çünkü Türk Sözü, daha ilk sayısından îtibaren İstanbul’da,
Selânik’teki Genç Kalemler’in yerini almıştır. Ve bu makalelerde
Ömer Seyfettin’in asıl hedefi artık gençlerdir. Onlara: “Ey gençler!
Biz onlar gibi çorak kalmayalım. Kendi düşündüklerimizi halkın,
yani milletin lisanıyla yazalım ve İstanbul Türkçesi’ni bütün
Türklüğün edebî lisanı yapalım. O vakit biz onlar gibi sağken
unutulmayacağız. Öldükten sonra iyi rûhumuz, kabrimizin
üzerinde torunlarımızın ihtiramla gezindiğini görecek ve Türklük
yaşadıkça nâmımızın hamiyet ve şefkatle anıldığını işitecek...”
Ömer Seyfettin, “Halk Nedir?”, Türk Sözü, S.2, 17 Nisan 1330 (1914), s.11
Ömer Seyfettin, Yeni Lisan olarak İstanbul’da konuşulan Türkçe’yi
kastettiğini bir çok yazısında belirtir. Bu yazılarından biri de
“Umûmî ve Husûsî Türkçe” isimli makalesidir. Bu yazısında şöyle
diyor Ömer Seyfettin: “Türklerin lisanı da konuştukları Türkçe’dir.
Lâkin İstanbul’dan tâ Çin hudutlarına kadar konuşulan Türkçe bir
midir? Hayır...” Türkçe’nin bu sınırlar içinde az çok değiştiğini,
Turan’ı bir kenara bırakırsak diğerlerinin birbiriyle anlaşabildiğini
yazan Ömer Seyfettin, bu farklı şîvelere “Mahallî Türkçe” adını
veriyor.
“Hatta Kaşkar’dan, Taşkent’ten, Buhâra’dan gelen Türk hacılarıyla
biz tercümansız konuşabiliyoruz. Farklar ehemmiyetsiz ve şîveye
aittir. Tasrîf sîgaları hemen hemen birdir. Yalnız şimâl kardeşlerimiz
ve Tatarlar arasında eski Türkçe’ nin ( ‫ ) ﻍ‬ları hâlâ yaşıyor.” diyen
yazar, ortak Türkçe’nin İstanbul Türkçesi olduğunu ısrarla vurgular.
Ömer Seyfettin, Arapça, Farsça ve Türkçe’den meydana gelen dile
“Milliyetsiz Enderûn Lisanı” adını verir.
Ömer Seyfettin, Lisanla ilgili şu esasları
ortaya koyar:

 1.Her lisan bir lisandır, üç lisandan mürekkeb bir
lisan olamaz.
 2.Her lisan başka bir lisandan kelimeler alabilir,
fakat kâide alamaz.
 3.Her lisan diğer bir lisandan aldığı kelimelerin
telaffuzunu bozar, kendi tecvîdine, kendi
selîkasına uydurur.
Ömer Seyfettin bir başka makalesinde, “Uyanan gençler”
in dil konusunda yaptıklarını şöyle özetler:
1.Arapça, Acemce terkib ve cemî’ kaidelerini kullanmamak
(ıstılahlar müstesna)
2.Türkçeleşmemiş Arapça, Acemce sözler yazmamak ve
Türk sarfını lisanda hâkim ve müstakil tanımak.
3.İstanbul şîvesini nazımda ve nesirde bedâete mikyas add
ve yine bu şiveyi bütün Turan’a edebî, mümtaz ve umûmî
bir edebiyat lisanı olmak üzere kabul ettirmek.
Ali Kemâl’ cevap;
 Ömer
Seyfettin,
“Sanki
Patagonya’da
yaşıyormuşuz gibi”, “Bu lisan Osmanlı lisânıdır”
diyen Ali Kemal’i “İki kere iki dört” kadar mâlûm
“lisaniyat” esaslarını ayaklar altına almakla suçlar.
Ve şöyle der: “Hayır, Ali Kemâl Bey, Kurûn-ı vustâi
bir medrese tahsilinden sonra lisan muallimi olan
Nâcî merhûma artık yirminci asrın ortasında
inanmak mâsumiyetini göstermeyiniz. Bu lisan
Osmanlı lisanı değildir. Bu lisan, yani bizim
lisanımız Türkçe’dir.” diyerek bir ders verir…
Ve derse devam eder:
 “Ve ne kadar çalışırsanız, Arapça, Acemce
terkibler yapsanız, konuşulan tabiî, güzel ve
terkibsiz Türkçe galebe çalacak ve Osmanlıca
denilen Enderun dili eski divanların şimdi bile
artık açılıp okunmayan meyli, mahbublu
sahifeleri arasında müebbeden gömülü
kalacaktır.”
 Ömer Seyfettin, “Osmanlıca Değil Türkçe”, Türk Sözü, S.5,
8 Mayıs 1330 (1914), s.33-35
Ömer Seyfettin Türkçe için kullanılan ‘Üç lisandan
mürekkeb
lisan-ı
azb-ül-beyan-ı
Osmâni
!’
değerlendirmesine şiddetle karşı çıkar. Şöyle der: “... Ziya
Paşa, Kemâl Bey, Muallim Nâcî, Hâmid ve Ekrem Beyler
şe’niyete gözlerini kaçırmıyorlar, lisan bir milletin değil,
bir devletin müessesesidir sanıyorlardı. Biz bu gün
gözlerimizi kapayarak onlar gibi ‘devlet’le ‘millet’i
birbirine karıştırabilmek iktidarını hâiz miyiz?” Osmanlı
vatanı üzerinde Türklerin de Arapların da millet olarak
yaşadıklarını, Arapların yaşadıkları bölgelerde konuşulan
dile nasıl Osmanlıca değil Arapça deniyorsa, Türklerin
diline de Osmanlıca değil Türkçe denilmesi gerektiğini
savunur.
Son cümleler:
 Ve devam eder: “Osmanlı nâmı altında bir
millet yoktur. Halbuki lisan mutlaka bir
milletin olur.Yalnız bir Osmanlı devleti
vardır.” Dolayısı ile devlet ve milleti
birbirinden ayıramayan, medreselilerin
‘Osmanlıca’
tabirini
kullandıklarını
söyleyerek makalesini bitirir.
 Ömer Seyfettin, “Türkçeye Kimler Osmanlıca Derler”, Türk Sözü, s.7,
22 Mayıs 1330 (1914), s.49,50
Reşat Nuri’den Yeni Lisan’a Destek:
 Islâh-ı lisan meselesinde Genç Kalemlerin başlattığı
“Yeni Lisan” cereyânını “en makbul ve ilmî bir hareket”
olarak görenlerden biri de Reşat Nuri’dir. Yazar:
 “Lisanımızda son yarım asırda yazılmış eserlere atf-ı
nazar olunursa, Arap ve Acem kavâidine rağbetin
tedrîcen azaldığı, terkiblerin gittikçe hafiflediği
görülür. Demek ki gizli bir müessir, lisanı sadeliğe
doğru sevk ediyor ve muhtemel ki bu cereyan yirmi,
otuz, kırk sene sonra, hülâsa er geç bir gün, lisânın
ecnebi kâideler ve terkiblerden tamamıyla tecrîdini
intâc etsin.” diyerek, Genç Kalemler’i destekler.
Reşat Nuri, doğru bulduğu bu hareketin “tasfiyecilik”ile
karıştırılmasından yakınmakta ve buna da Yeni Lisanı
tatbike kalkanların gayretkeşliğinin sebep olduğunu:
“...zaten pek kuvvetli olmayan bu kalemlerden çıkan
yazılar hem îtiyatlarımıza dokunmak, hem de bir tasannû
ve câ’liyyet kokusu taşımak îtibârıyla zevkimizi tatmin
edemiyorlar.”diyerek, tespit ettikten sonra yine Yeni Lisan
konusuna döner ve şu düşüncelerle yazısını bitirir:
“Filhakika Arap, Acem terkiblerinden, kaidelerinden âri
yazı yazmak için sadece terkibleri bozmak, kelimeleri
Türkçeleştirmek kifâyet edemezdi... Arap, Acem terkib ve
kaidelerinin lisandan çıkarılması mukadder olduğu halde
şimdiki cümlelerin şekl-i mantıkilerinde de bir tebdîl
husûlü zarûrî olmak iktizâ eder.
Yahya Kemâl de, Orhan Seyfi’nin sorularına cevap verdiği
mülâkatta, “Yeni Lisan” için şu değerlendirmeyi yapar:
“Türkçe’de iki şiir lisanı görülür: Biri kadîm şiir lisanımız,
biri de Balkan Harbi’inden sonra birkaç genç sanatkârın
tâmîm ettiği bugünkü Türkçe. Bugünkü Türkçe’nin şu son
on senede nasıl doğduğunu ilerdeki edebiyat müverrihleri
ehemmiyetle arayacaklar. Gözümüzden kaçan bu hâdise o
kadar büyüktür ki bu bir zaman Fransa’da Malherbe’in ve
bizde Bâkî’nin zuhûruyla müşâhede olunan o büyük iki
başlangıca benzer. Türkçe bu son on seneden beri güzel bir
lisandır.” Yahya Kemâl,bu Türkçe’yi ‘vatanın en kuvvetli
unsuru’olarak görür ve ‘dokuz yüz seneden beri, yaza yaza
değil, söyleye söyleye meydana getirdiğimizi savunur.
Orhan Seyfi, “Yahya Kemâl Beyle Mülâkat”, Resimli Dünya, nr.16-4,
15 Kânun-ı evvel 1341 (1925), s.10
Mehmed Esad Andelib…
 M.Esad [Mehmed Esad Andelib], Yeni Lisan
hareketinin
başında
bulunan
Ömer
Seyfettin’in, bu makalesinde savunduğu
görüşleri, İzmir’de bulunduğu sırada,
Mehmed Necib Bey’den etkilenerek aldığını
savunan bir makale yayımlar. Ve bu makale
ile de yeni bir tartışma başlatır.
 M.Esad [Mehmed Esad Andelib], “İzmir’de Yeni Lisan”,
Fikirler, S.1, 1 Temmuz 1927, s.2
Sonuç olarak…
 Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki Ömer Seyfettin,
Yeni Lisan davasını ortaya atmadan önce Şemseddin
Sâmi, Mehmed Emin, Hüseyin Cahid ve Mehmed
Necib Bey’lerin bu konudaki fikir ve görüşlerinden
haberdardı. Bu bakımdan Yeni Lisan hareketini
başlatırken onlardan etkilenmemiş olması mümkün
değildir. Zaten düşüncelerdeki ortaklık bu gerçeği
ortaya koymaktadır. Ancak görüyoruz ki Yeni Lisan
hareketi, dilimizin sadeleşmesi konusunda çok önemli
ve büyük adımların atılmasına vesîle olmasına rağmen,
bu konuda kesin bir sonuca ulaşamamıştır.
Son cümleler…
 Çünkü
her iki tarafın da münakaşalardan
“muzafferiyyet-i kat’iyye” ile çıkmaları mümkün
olmamıştır. Süleyman Nazif’in de dediği gibi, Yeni
Lisan ve dilde sadeleşme konusundaki münâkaşalar,
edebiyatımızda bir “Mesele-i müebbed” dir. Fakat
münakaşalar esnasında ve sonrasında, tarafların hiç
dikkate almadıkları “zaman” da yapması gerekeni, yani
en doğru olanı yapmıştır. Ve aslında münakaşaların
“haklı” tarafı ve gerçek galibi hep “zaman” olmuştur,
olmaya da devam etmektedir.
Download