II.Meşrutiyet Sonrası ( 1908…) Meşrûtiyetten sonra, dilde sadeleşme çabaları ve münakaşaları büyük ölçüde Türk Derneği ile birlikte başlamıştır. Millîlik algısı!... 1908 Meşrûtiyetinden sonra, fikir hayatımızda görülen hamlelerin ortak amacı, artık millî bir dil ve millî bir edebiyat meydana getirmektir. Amacın bu olmasına rağmen, “millî”lik anlayışı konusunda farklı görüşlerin ortaya atıldığı da bir gerçektir. Millî edebiyat diye “destan ve koşma” tarzlarına dönülmesi gerektiğini savunanların yanında, ilhamlarını “gazel-kasîde ve gül-bülbül” den almaya çalışanların olduğunu da görüyoruz. Üçüncü bir yol olarak da millî edebiyatı, “batılı milletlerin edebiyatlarından ilham alarak” kurmayı düşünenler olmuştur. Fakat nasıl düşünülürse düşünülsün, bu millî bir edebiyat meydana getirme çabaları, zaten sadeliğe doğru giden dildeki temâyülü hızlandırmıştır. Türk Derneği’nin Kuruluşu Mekteb-i Mülkiye müdürü Celâl Bey’in odasında; Akçuraoğlu Yusuf, Necip Âsım ve Veled Çelebi tarafından, 1908 de kurulması kararlaştırılan bu dernek, 1324/1908 de Türk Derneği Nizamnâmesi’ni yayımlamış, H.1327/1909 yılında ise “Türk Derneği” adında bir mecmua çıkarmaya başlamıştır. Türk Derneği nizamnâmesi… Türk Derneği Nizam- nâmesi’nde, derneğin kuruluş amacı: “Türkçe hakkında Şarkta ve Garbda ne kadar eser yazılmış ise onlar bütün Osmanlıların gözleri önüne konularak Türk lisânının eskiden beri geçirdiği safahâtı hakkında herkeste bir fikr-i ihtisas husûlüne çalışılacak ve böylece lisânın her cihetten sadeleştirilmesi ve kolaylaştırılması esbâbı araştırılacaktır.” cümleleri ile ortaya koyulmuştur. Bu cümlelerden de anlaşıldığı gibi Türk Derneği, bu nizamnâmede, Türk dilinin sadeleştirilmesi ve kolaylaştırılmasını sağlamak için neler yapılması gerektiğini bir program halinde ortaya koyar. Hükümetten istekler- özetle- şunlardır: 1. Osmanlı Türkçesi, bütün Osmanlılar arasında konuşulan millî bir dil olacak ve bu dilleri ayrı, ama gönülleri ve duyguları bir olan Osmanlı unsurlarını aynı kutsal maksat etrafında toplayacak. Bunu gerçekleştirmek için de Türkçe öğretimindeki güçlükler kaldırılarak, Türk dilinin mahiyetini ortaya koymak üzere dilin bu güne kadar geçirmiş olduğu değişme devreleri araştırılacaktır. Hükümetten istekler 2.Osmanlı Türkçesi’nin Arapça ve Farsça’dan ettiği istifade inkâr edilemeyeceğinden, bu dillere ait bütün kelimelerin dilimizden atılması kimsenin hatırına gelmemelidir. Ancak Türkçe karşılıkları olan yabancı kelimelerin dilimizden atılması ve bunların kullanılmaması gerekir. Hükümetten istekler 3.Dernek yazdırtacağı ve yayınlayacağı eserlerde en sade Osmanlı Türkçesi’nin kullanılmasına dikkat edecektir. 4.Dış Türklerle ilişkinin ancak dil vasıtasıyla sağlanabileceği düşünülürse, gerek Dernek ve gerekse şûbeleriyle olsun ilim ve fen dallarında sade Türkçe ile yazılmış eserlerle bağlantı sağlanacaktır. 5. Resmî yazışma dilinin, halkın kolaylıkla anlayabileceği bir duruma getirilebilmesi ve İmparatorluk sınırları içerisinde çeşitli dillerde yazılan ve yayınlanan ilân ve levhalarda matbûat nizamnâmesi gereğince anlaşılır bir Türkçe’nin kullanılması, hükümetten istenecektir.” Türk Derneği İst.1324 Nizamnâmesi, Karabet Matbaası, Yeni Lisan’a Hazırlıklar… Türk Derneği’nin kurulma çalışmalarının sürdürüldüğü 1908-1911 yılları arasında, Servet-i Fünûn ve diğer mecmualarda, sadeleşme ve Yeni Lisan konularında, münakaşaların zeminini hazırlayan makaleler de yayımlanmaya başlamıştır. Meselâ Servet-i Fünûn’da 1908 inkılâbından sonra “Yeni Lisan” adıyla ilk makalenin Cenab Şehabeddin tarafından, 20 Teşrin-i sânî 1324 te yayımlandığını görüyoruz. Cenab’ın görüşleri: Cenab Şehabeddin, bu makalesinde “kelimâtın istihrâc-ı mânâya mâniâ teşkil ettiğine dair” şikayetçi olanların, sadece kelimelerin mânâlarını bilmeyenlerce değil, pek iyi bilenler tarafından da ortaya atıldığını söyledikten sonra şöyle devam eder: “Kullanılan kelimattan şikayet ederek, anlamadığını söyleyen ve bu anlamayışının ayıbını kendi cehl-i lisânına değil, şâire atfetmek sûretiyle vicdânını uyutan zat aynıyla Zemzeme’den, Makber’den, hatta biraz daha ileriye geçerek Hüsn ü Aşk’tan edvâr-ı edebiye-i milliyenin daha uzak zamanlarına çıkarak Nedim ve Nef’î’den, Fuzûlî ve Bâkî’den de şikâyet için aynı vesâili bulacaktı.” Halit Ziya Uşaklıgil’in görüşleri: Dilde sadeleşme düşünceleri karşısında Halid Ziya da önce tartışanları iki gruba ayırır: “Bu iki noktanın birinde, servet-i lehçe muhibbânı, diğerinde Türkçe’nin bütün hülliyyât ve tezyînat-ı müsteâresinden tecridiyle tamamen Türkçe kelimelerden teşkili taraftaranı vardır.” Sonra, Fransa’dan örnek veren yazar, orada lisanın Encümen-i Dâniş’in resmî lehçesine tâbi olmadığını, her gün “meşîmei fikr-i milletten” çıkmış bir sürü kelimenin “Encümen”in kapısına dayandığını, milletin lisanının Encümen’e değil, Encümen’in milletin lisanına râm olduğunu söyler. “Servet-i Lehçe”, Servet-i Fünûn, nr.916, 4 Kânun-ı evvel 1324 (1908), s.83 Halit Ziya devam eder… Bizdeki “tarîk-i resmîden geçmeyen, fakat erbâb-ı kalemde takip edebildiğimiz tartışmaların seyrine baktığımızda “lîsanda vuzûh ve sâdegînin lehine” bir gelişme görüldüğünü, fakat “servet-i lehçe”ye ve kabiliyet-i san’ata âid tekemmülât-ı lisâniyeye de gittikçe daha geniş bir feyz ve küşâyiş geldiğini söyledikten sonra, bu görüşünde tezat olmadığını: “Bir lisanda husûl-i sâdegînin lehçeyi fakra mahkum etmekle veya onu meziyyet-i san’attan soymakla temini cihetinde aranılmasına o derece ibtidâî bir fikir nazarıyla bakmak zarûrîdir.”diyerek ,sadeleştirmenin dili fakirleşmeye mahkûm etmek veya san’at kabiliyetinden sıyırmak şeklinde anlaşılmaması gerektiğini, bu tarz düşünmenin “ibtidâi bir fikir” olacağını savunur Halit Ziya devam eder… “Bu bir gün, elde bulunan lisandan yalnız aslen Türk lügati muhafaza etmek şartıyla diğerlerini silkerek atmak, lisanı bir kadîd haline getirmek demek olup Lisan-ı Osmânînin tamamen Türkçeleştirilmesine taraftar olanların bu derece iltizâm-ı ifrat edeceklerine ihtimâl verilmez. Yalnız arzuları şimdiye kadar alınmış kelimelerden bir kısmının, meselâ mürâdifleri Türkçe’de bulunabilecek olanların terkiyle bundan sonra alınacak olanların tercîhen Türkçe’den alınmasından ibârettir zannındayız. Mürâdifleri Türkçe’de bulunabileceklerin terkiyle bunların yerine yeniden Türkçe kelimelerin alınmasında bir fâide tasavvur edilemez. Halit Ziya devam eder… Yok, maksad zâten bizde Türkçe olarak mürâdifleri mevcud olan kelimeleri atmaksa, meselâ lisanda güneş var diye ufk-ı edebîmizden “şems”i ve “hurşîd”i silmek, yıldız var diye “necm” ve “ahter”i söndürmek, göz var diye “çeşm” ve “dîde”yi, “ayn” ve “basar”ı kapamak, yol var diye “râh” ve “tarîk”i sedd etmek, su var diye “âb” ve “mâ”yı kurutmak kabîlinden ameliyât-ı tahrîbe karar vermekse buna bir isrâf-ı beyhûde nazarıyla bakmak tabiîdir.” Lisanı sadeleştirmek, onu seviye-i irfân-ı halka indirmek!!!… Halit Ziya; “Lisan, seviye-i irfan-ı halka inmez, seviye-i irfân-ı halk lisana yükseltilmeye çalışılır.” görüşündedir. Teklif edilen sade lisan ile Batı dillerinden tercüme yapılamayacağını, “Sühâ ve Pervin”in bile nakledilemeyeceğini, hatta düz yazıların bile bu dille aynen ifâde edilemeyeceğini iddia eder. Halit Ziya, makalesini şu cümlelerle bitirir: “Hatta bu mümkün olsa bile maksat hasıl olmaz, çünkü lisânı indirmekle fikir ve esas sadeleştirilmiş olmaz; onları müdrike-i halka takarrüb edecek olan vasıta lisandan ibaret değildir. “Servet-i Lehçe”, Servet-i Fünûn, nr.916, 4 Kânun-ı evvel 1324 (1908), s.83 Hakkı Behiç’in görüşleri: “Âsar-ı edebiyede ilk düşünülecek şey banaliteye düşmemek şartıyla mümkün olacağı kadar herkese şâmil, herkes tarafından kâbil-i kabul olmaktır. Bu nasıl olur? Şüphesiz herkes tarafından anlaşılmakla.” diyen yazar, “Binâenaleyh sanat havas için olmakla beraber, kabul edilmelidir ki âsâr-ı sanat umûm içindir.” görüşünü savunur… “Edebiyatımızın kusuru lisan-ı âdi ile lisan-ı edebî arasında uçurumlar bulunmasıdır.” diyerek izah eder. Çözüm… Yazara göre bu problemin iki çözüm yolu vardır: Birincisi, lisan-ı âdiyi yükselterek lisan-ı edebîye yaklaştırmak, ikincisi de lisan-ı edebîyi sadeleştirerek lisan-ı âdiye takarrüb etmek. Hakkı Behiç ikinci yolu, yani “lisan-ı edebînin sadeleştirilerek lisan-ı âdiye yaklaştırılmasının doğru olacağını savunur. Nasıl yapılacağının yolunu da : “Lisanımızın ihtiyâcatı, istîmâline lüzûm-ı hakîki görülen kelimat ve tabirat buna salâhiyetdar olan bir hey’et-i ilmiye ve edebiye tarafından tefrik edilerek bîlüzum olanlar serhadd-i isti’mâlimizden teşyî ve ihrâc” edilmeli diyerek gösterir. Hakkı Behiç, “Lisan-ı Âdi, Lisan-ı Edebî”, Servet-i Fünûn, nr.927, 26 Şubat 1324 (1909), s.277 Çözüm… Nasıl yapılacağının yolunu da : “Lisanımızın ihtiyâcatı, istîmâline lüzûm-ı hakîki görülen kelimat ve tabirat buna salâhiyetdar olan bir hey’et-i ilmiye ve edebiye tarafından tefrik edilerek bîlüzum olanlar serhadd-i isti’mâlimizden teşyî ve ihrâc” edilmeli diyerek gösterir. İsmâil Subhi de Hakkı Behiç gibi düşünmektedir: “Lisan-ı Osmani bir kere sadeleştirilmeli; kavaid ve kelimâtı, terkîbat ve maâni nokta-i nazarından tensîk (düzenleme) ve ıslâh edilmeli, bir de kabiliyeti nisbetinde zenginleştirilmelidir. Eğer lisanımız layık olduğu himmetleri bulursa birinci derecedeki lisanlar arasında bir mevkî-i müstesna tutar. Buna emin olmalıdır. Zira lisan-ı Türkî’nin haddizâtında gayet vasî ve metin esaslara müstenid olduğu bugün fennen, ilmi lisanca sâbittir.” İsmail Subhi, “Lisanımızı Islah”, nr.943, 18 Haziran 1325 (1909), s.101 Servet-i Fünûn, Ali Nusret, İsmail Suphi’ye itiraz eder… Ali Nusret, makalesinde, Lisan-ı Osmani’nin sadeleştirilmesi ve terkiblerden tecrîd edilmesi ile ilgili matbuatta çıkan yazıları “bahs-i garib” olarak nitelendirir. Aslında, dili sâdeleştirme ve güzelleştirme çabalarının “sülüsan asır” önce başladığını söyler… Ali Nusret, devam eder… “Muhtac olduğumuz kelimât-ı Arabiye ve Farisiye’ye nazar- ı husûmetle bakarak zavallı lisânımızı yeni baştan sefîl ve üryân etmek istiyorlar. Garibi şu ki bu bahs-i irticâkârâneye bir de hamiyyet-i milliye şivesi izah ederek hüsn ve arâyişin kuvvet ve istiklâle münâfi olmadığı itikadında bulunanları mahkûm-ı sükût etmek kiyâsetini (anlaşılır) iltizam eyliyorlar. Halbuki meseleyi, dediğimiz gibi, cereyân-ı tabiî-i tekâmül kendi kendine halletmiştir.” Ali Nusret, “Tezyin-i Lisan ve Üslûb-ı Beyan”, Servet-i Fünûn, nr.948, 23 Temmuz 1325 (1909), s.179 Ali Nusret’e cevap gecikmez… Ali Nusret’in yukarıdaki makalesine, N.Y. imzasıyla Tercüman’da “Lisan Meselesi ve Süleyman Nazif Beyler” makalesi ile bir cevap verilir. “Kabahat ne Süleyman Nazif Bey’indir; ne de sizin. Kabahat şimdiye kadar Dersaâdet havası sayesinde zulmette kalmış, milyonlar teşkil eden Anadolu Türklerinindir ki sizler gibi havâsa demiyor: Kendi kendinize edîb-i muktedir, ecille-i üdebâ (yüksek rütbeli) nâmını verin... Daha tantanalı nâmlar bulun...” N.Y. devam eder… “Birbirinize ziyâfet-i edebîye edin, şimdi kullandığınız lisanla değil, tamam Arapça, Farisîce, İngilizce, Almanca yazın... Ancak içi boş Edebiyât-ı Âliye’nizden bizi halâs edin ! Hayat-ı siyâsîye ve içtimâiyemize aksetmesi lâzım gelen matbuâtın başından çekilin!... Yâhut lâfzen bizim anladığımız lisanla yazın...” N.Y., “Lisan Meselesi ve Süleyman Nazif Beyler”, Sırât- ı Müstakim, c.3, nr.53, 27 Ağustos 1325 (1909), s.13 Celâl Sahir de tartışmaya katılır: Celal Sahir de Servet-i Fünûn’da, ardı ardına yazdığı üç makale ile lisan münakaşalarına katılır. Bu konuda, “iki muârız cereyân-ı efkâr” olduğunu söylediği ilk makalesinde: “Biri lisanın en kıymetdar süsleri, hatta eczâ-yı hüsn ve câzibesi olan Arâbî ve Fârîsi kelimeler ve terkiblerden asla istiğna edemeyeceğini, diğeri bunlardan yalnız ihtiyâcat-ı fikriyemiz için lâzım olan kısmı ibkâ edip lüzumsuz ve gayr-ı me’nûs (alışılmamış) kelimeleri ve bilhassa terkibleri lisanımızdan kovmak, bir tasfiye-i lisan yapmak Türkçe’nin terakkîsi için yegâne çare olduğunu iddiâ ederdi.” Celal Sahir, bu noktada Mehmed Emin’in yazdığı şiirlerin “zevk ve hayâlini” okşadığını, onları beğendiğini ifade eder. Ama bu şiirlerin de ilk defa Selânik’te çıkan “Çocuk Bahçesi”nde yayımlandığı zaman Rıza Tevfik ile Ömer Nâci arasında uzun süren bir münâkaşaya sebep olduğunu, o zamandan beri de lisana ait münâkaşaların kesin bir sonuca ulaşamadığını, hatta şimdi de ulaşamayacağını iddiâ eder. Celal Sahir, “Lisanımız-1”,Servet-i Fünûn,nr.951,13 Ağustos 1325 (1909),s.227 Celal Sahir, “Lisanımız II” makalesinde de Ali Nusret Bey’e itiraz eder… “Evvelâ söyleyeyim ki lisanın sülüsan-ı asır zarfındaki safahat-ı tekâmülü tedkik olunursa her halde sadeliğe doğru bir cereyân-ı âşikâr görülür.”der. Bu durumun Türkçe’yi güzelleştirdiğini savunan yazar, yanlış anlaşılmamak için de şu açıklamayı yapar: “Fikrimi tavzih için tekrar ederim ki lisanımızın bugün bu ecnebî kelimelerden tamamıyla istiğnası fikrini ileriye süren efkâr-ı müfrite eshabı varsa ben onlardan değilim.” Lisanımız II… Hiçbir zaman, Türkçe’nin “sefil ve üryan” bırakılmasından yana olamayacağını söyleyen Celal Sahir, dilimize yeni mecazî mânâlar katan yahut müteaddid kelimelerle yeni “kelimat-ı mürekkebe” meydana getiren kelimelerin bizim kabul edilerek dilimizin “sicill-i nüfûsuna” kaydedilmesi gerektiğini, fakat ondan sonra da “katî bir ihtiyaç olmadan” yeni kelime alınmamasını savunur. Celal Sahir, “Lisanımız II”, Servet-i Fünun, nr.952, 20 Ağustos 1325 (1909), s.243 Makalesini şu cümlelerle tamamlar: “Lisanımızda istiklâl arayanların, onun ne Arapça, ne Acemce, ne Fransızca ne de Çağatayca olmasını arzu etmedikleri şüphesizdir... Lisanımızın kendisine has bir tavrı da elbette vardır. Nevzâd kelimesi elbette tonguç’tan hiç olmazsa bugün daha mûnis-i semâhdır. Bize kim Asya edebiyatı ikram etti? Kim Çağatayca yazınız, dedi? Lisanınızı sadeleştiriniz, lüzûm ve ihtiyaç-ı hakîki üzerine alınmayıp sırf merak-ı tasannû ile iktibas edilmiş küme küme fazla kelimeleri tekâüd ediniz, demekle bunları mı söylemiş oldular?” Üçüncü makalesinde: Celal Sahir, bu seriyi tamamladığı üçüncü makalesinde Kazanlı Ayaz Bey’in 46 numaralı Sırat-ı Müstakim’de yer alan yazısını değerlendirir. Ayaz [İshakî] Bey bu makalesinde, devrin “efkâr-ı umûmiye” devri olduğunu, memleketin ıslâhı için, milletin tamamının fikirlerinin yenilenmesi gerektiğini, bunun için de milletini seven her Türkün “yazdığı makaleyi Anadolu Türklerinin anlayacağı bir lisanla” yazması gerektiğini savunur. Celal Sahir de aynı görüştedir. Ancak… Ama “efkâr-ı umûmiye”nin kendi başına bırakılamayacağını, doğru yola sevk edilmesi gerektiğini, bunun da medenî ülkelerde “gazete” vasıtası ile yapıldığını söyler. Özellikle bizim gazetelere bu konuda daha büyük görev düştüğünü, yazacakları yazıların mümkün olduğu kadar çok kimse tarafından okunup anlaşılmasını temin etmek noktasından lisanın sadeleşmesinin önemli olduğunu savunur. Lisanda, yapılmasını farz gördüğü ıslahatı şöyle açıklar: “Evvelâ lisanımızı sadeleştirmek elzemdir. Sâniyen, imlâ meselesini de katiyyen halletmek lâzımdır. Sâlisen, imlânın ıslahı evvelâ hurûfun ıslâhına bağlıdır. Hurûf-ı muttasılanın lisanın tahsilini ne kadar işgal ettiği âşikârdır. Bunun için hurûfun ıslâhı ancak munfasıl sûrette yazılmalarını temin ile olur.” Fâzıl adamlar… Bu ıslahatın, memleketin “fâzıl adamları” tarafından yapılması gerektiğini savunan yazar,yeni hükümetin Maârif-i Umûmiye Nezâreti’nin de bu meseleyi halletmek için harekete geçmesi gerektiğini söyleyerek makalesini bitirir. Celal Sahir, “Lisanımız - 3”, Servet-i Fünûn, nr.953, 27 Ağustos 1325 (1909), s.259-261 Raif Necdet, Mehmet Akif’in “Safahat”ı münasebetiyle şunları söyler: “Filhakika anlaşılıyor ki Mehmed Akif Bey’in kalemi, üslûbu son zamanlarda mühim bir inkılâb, mühim bir tekâmül geçirmiş... Zaten lisan ve edebiyatımız her gün daha emin ve metin bir hatve-i zaferle tekâmüle, yani sadeliği doğru yürüyor... Fikrimce yürüyüş yalnız edebî değil, aynı zamanda içtimâî bir inkılâbın pîşdarıdır. Artık Arabî ve Fârisi’nin muz’iç ve müselsel terkiblerinden tamamen sıyrılmak zamanı hulûl ediyor.” Raif Necdet devam eder… “Bundan yirmi otuz sene evvelki üslûb-ı tantanadâr ile şimdiki nisbeten tabiî ve samimi üslûb mukayese edilince bundan yirmi sene sonra lisânımızın, edebiyatımızın nasıl bir şekil alacağı pek kolaylıkla kestirilebilir. Onun için bu hususta taassub ve muhâfazakârlık göstermek lisanın bu tabiî ve tedrîci cereyanına karşı isyanlar püskürmek daima akim kalmaya mahkûm bir hareket olacaktır. Güzel lisanımız güzergâhına emel ve zafer demetleri, terakkî ve teceddüd çiçekleri serperek bir meleke-i vakâr ve sükûnetiyle dâima sâdeliğe doğru ilerliyor... İlerliyecek!.” Raif Necdet bu görüşlerini, daha sonra “Haluk’un Defteri” için yazdığı bir başka makalesinde de dile getirir: “Lisanımızın tekâmülü için bu sadeliği mecbûri ve zarûrî gördüğüm için nerede sadeliğe doğru bir şitâb, bir hareket görsem onu teşvik ve takdir etmekten men-i nefs edemem... İşte bunun için şurada istidrâden söylemek isterim ki Selânik’te intişâr eden “Genç Kalemler” mecmuâ-i edebiyesinin gerek lisanımızın sadeleştirilmesi, gerek edebiyatımızın millî ve müfîd bir şekil alması husûsunda gösterdiği mesâi alkışlara lâyıktır...” Rübab’dan destek gelir… Raif Necdet’in bu görüşlerine Rübâb mecmuasının “Hareket-i Edebiye” sütunlarından F.S. imzasıyla bir destek gelir: “...Lisanımızda Arabî, Farisî kelimeleri vaziyet-i ferdiyeleriyle muhafaza etmek; az çok tağyirle Türkçe kıyafetine girmiş lafızları haliyle kullanmak gibi bir iki tahdîdat ile beraber Genç Kalemler heyetinin tarz-ı ıslahını mürevviç (taraflısı olan) bir mektubu görülüyor ki lehçe-i beyanda vücûda getirilecek her tâdilin rûh-ı edebiyata tesîri dolayısıyla şâyan-ı ehemmiyettir.” Köprülüzade M.Fuat… Tam bu sırada,yani Yeni Lisanla ilgili yukarıdaki görüşlerin ileri sürüldüğü tarihte, kendini Fecr-i Âti içinde gören Fuat Köprülü de “Yeni Lisan” isimli bir makale yayımlar. Yeni Lisanı önceleri, ‘Esperanto’ gibi bir dil olarak tahmin ettiğini fakat bu tahmininde yanıldığını söyleyen yazar,Yeni Lisan denilen şeyin aslında “...şu bizim altı yüz seneden beri kullandığımız Türkçeden, Sinan Paşa’nın, Mütercim Âsım’ın, Şinâsî’nin Türkçe’sinden başka bir şey” olmadığını savunur. Köprülüzade M.Fuat… Kendilerini ‘kozmopolitlik’le, ‘köhneperestlik’le itham eden bu Yeni Lisancıların arasında, “savundukları dille mütekellim bir kimseyi” göremediğini, buna rağmen kendilerinin, “marazî şeyler yazmak, marazî fikirler neşretmek”le suçlandığını ifâde eder. Köprülüzâde, Yeni Lisanı, bir gürültü, mânâsız bir heves, neticesiz bir teşebbüs olarak görür. Hatta, tasfiyecilerin iddiâlarını,Yeni Lisancılardan daha mantıklı bulduğunu söyler. Terkiplere o da karşı… Yeni Lisancıların ‘terkip’lere karşı oluşlarını ise şöyle değerlendirir: “Ben kendi hesâbıma, lisanın sadeliğine, ‘Nergisî’den müntakil zannolunabilecek Acemâne müfrit terkiblerin adem-i istîmâli lüzûmuna, yeni bir ahenkten mahrum ve gayr-ı mûnîs kelimelerin tamamıyla terk edilmesine taraftarım.” Köprülüzâde, Aşk-ı Memnû romanından bu görüşünü destekleyen bazı misaller gösterdikten sonra, Yeni Lisancıları: “Fakat fena kullanılmış, yerinde istîmâl olunamamış birkaç terkîbi vesîle ittihaz ederek, bâzan hatta zarûrî olarak kullanılması icâb eden terkiblerin de lağvını istemeyi bîmâna bir hareket addediyorum.”diyerek tenkit eder. Köprülüzade devam eder: “Lisanın mecrâ-yı tekâmülünü çizenler büyük edipler, sanatkârlardır... Ben lisanın gittikçe sâdeleştiğine ve sadeliğin lüzûmuna kâil olmakla beraber her vakit tekrar ettiğim gibi sanatta istiklâl-i tâm taraftarıyım... Terkibli veya terkipsiz eserler değil, güzel ve çirkin eserler vardır... Yeni Lisan taraftarları kendi lisanlarıyla yazılmış muvaffak bir eser gösterdikleri takdirde onu kemâl-i harâretle alkışlamaktan hiç bir vakit çekinmem.” Köprülüzâde Mehmed Fuad, “Yeni Lisan”, Servet-i Fünûn, nr.1082, 16 Şubat 1327 (1912), s.365 Sonuç olarak; Yazar, bununla beraber, Cenab Şahabeddin’in, Halit Ziyâ’nın veya Şahabeddin Süleyman’ın dillerini geleceğin lisânı olarak da kabul edemeyeceğini, sadece terkipli oldukları için de çirkin bulmayı gülünç kabul edeceğini söyler. “Avâm için basit ve sade bir lisanla basit eserler yazmak pek mühim ve pek şayân-ı takdir bir meşgaledir; fakat... yüksek ve mukaddes sanatı, anlamaz bir halkın seviyesine indirmek sûretiyle icrâ olunmamalıdır...” Cevap hemen gelir: Köprülüzade M.Fuat’ın, Yeni Lisan’ı ilk defa ciddî olarak tenkit eden bu makalesine hemen iki cevap birden gelir. Birincisi; Genç Kalemler’ den Kâzım Nâmi’nin cevabıdır: Yeni Lisan ve Hasta Bir Mantığın Psikolojisi... Genç Kalemler, c.III, S.17-18, Mart 1328 / 1912 Kâzım Nâmi’nin cevabı: Yer yer ağır ithamların bulunduğu bu yazıda, Mehmet Fuad’ın bütün görüşlerine tek tek ama alaycı bir dille cevap verilir: “Lisanın tabiî bir mahsûl olduğunu kabul eden muârızımız Esperanto gibi sunî ve hayatsız tebliğ vasıtasına Yeni Lisan denilmesini muvâfık görüyor da Türkçe’nin tabiî tekâmülüne şuurlu bir istikamet veren basit, fakat herhalde husûsi bir unvana lâyık bir teceddüde bu ismi garib görüyor.” Selânik Gençleri: Makalenin devamında yazar, Mehmed Fuad’ın ‘yeni’ kelimesi ile ilgili düştüğü tenâkuzu, kendi kullandığı Yeni Nesil, Yeni Hayat, Yeni Edebiyat ve Yeniler - Eskiler gibi isimlendirmelerden hareketle ortaya koyar. “Selânik gençleri” tabiri için de şunları söyler: “Mehmed Fuad Bey Yeni Lisancıları, nüfûz-ı fikirlerini bütün âlem-i meskûn üzerinde tesis etmek isteyen, diye târiz ettiği Selânik gençlerinden ibâret zannediyor. Yeni Lisanın ilk beşiği vatanımızın hem siyâsi, hem fikrî payitahtı olan İstanbul olduğu gibi en harâretli mürevvicleri (taraftarları) de yine oradadır.” Kâzım Nâmi şöyle bitirir: Kâzım Nâmi’nin yazısı şu tehditvârî cümlelerle biter: “Yeni Lisan’ın muhterem muârızlarından şunu da rica ederiz ki şüphesiz kendileri kadar bu vatanın evlâdı olan gençleri Selânik Gençleri diye ayrı bir ırka ve cemiyete mensûb fertler gibi telâkkî etmesinler, Türk gençliği İstanbul’da da Selânik’te de vatanın her yerinde de Türk gençliğidir.” Köprülüzade’ye İkinci cevap… İkinci cevap ise F.S.imzasıyla Rübâb mecmuasının “Hareket-i Edebiyye” sütunundan gelir. Köprülüzâde’nin bu makalesini; “Belki Fecr-i Âti vekâlet-i tabiîyyesiyle” yazmış olabileceğini söyleyen F.S., makalenin tamamından şu sonuçları çıkarır: F.S., [Feyzullah Sâcid Ülkü], Rübab, Edebiye”, S.5, 23 Şubat 1327 (1912), s.36,37 “Hareket-i “1-‘Yeni Lisan’ yeni değil; altı yüz senelik edebiyatın zeyl-i tabiîsi, Fikret-Halid Ziya lisanının daha bozuk akisleridir. 2-Üç-beş kişinin keyfiyle ve yalnız terkibler değiştirilmekle bir lisan ‘yenilik’ sıfatını alamaz. Terkibli, terkibsiz eserler değil, güzel ve çirkin eserler vardır. 3-Terkibler bozulmakla lisan-ı edeb bütün sihir ve füsûnunu kaybediyor. 4-Aruz vezni lisanınızla istinas edemez.Hece veznini tatbike mecbursunuz. 5-Bir Makber, bir Rübâb-ı Şikeste, bir Fâni Tesellîler vücûda getirmedikçe lisana tesâhub edemezsiniz. 6-Lisanı güzelleştireceğinizi vaâd ettiniz; eseri görülmedi. 7-Teşebbüsünüz manasız bir heves. O kadar ki Tasfiyecilerin iddiâları daha makul görünür...” F.S., Köprülüzâde’nin bu iddialarını şöyle cevaplandırır: 1-Her nasıl olursa olsun, terkiblerin değişmesi, sırf Türkçe kavâidinin kabûlü, sadelik sahasında bir ‘yenilik’tir. Lisan birdenbire tağyir veya tecdîd edilemez ki ‘yeni’ demek için evvelkinden büsbütün başka bir lehçe istenilsin! Madem ki tekâmül tedrîcidir, her teceddüdde eskilikten bir şema-i manzûm bulunmamak kabil değildir. 2 ve 3- Madem ki eserler terkibli veya terkibsiz oluşuna göre değil; güzelliğine, çirkinliğine göre takdir görür; bu kaide niçin ‘Yeni Lisan’a tatbik edilmiyor da ‘terkibleri bozmak lisanın sihir ve füsûnunu kaybeder’ deniliyor? 4-Fuad Bey bu noktada haklı... Evet! Türkçe ve terkiblerden uzaklaşmakla Türkçeliğe yaklaşan ‘Yeni Lisan’ aruz vezniyle tamamen hem-âhenk olamaz; bu bir zâyiâdır ki fer’îdir. Fakat buna karşı kitle-i külliyeye –ki ekseriyet millettir- lisanını vermek, havâs ile avam arasındaki lafzî uçurumu doldurmak gibi fâideler inzimâm (katma) ediyor ki aslîdir. Asıl ise fer’a feda olunamaz. 5 ve 6- ‘Bir Makber, bir Rübâb-ı Şikeste ilâahir’ hayır! Mahsûl-i asr olan asar-ı dehayı, altı yedi ayın meşîme-i tenkinden beklemek; katrede umman görmekten daha az gaflet-i nazar, gaflet-i intizar değildir. Dedik â... tedrîc, tedrîc... 7- ‘Teşebbüsünüz mânâsız bir heves. O kadar ki...” Köprülüzâde Mehmed Fuad, Kâzım Nâmî’nin makalesine aynı üslûpla cevap verir: “Kâzım Nâmî Bey, Yeni Lisan hakkındaki makalemi biraz daha îtidâl-i demle okusalardı, verdikleri cevâbı o kadar mâl-â-mâl tenâkuz bulundurmaktan ve kendi ifâdeleri vechile ‘Donkişot gibi rüzgârlarla mücâdele’ vaziyetinde kalmaktan kurtulurlardı.” Ve Köprülüzâde, şu ağır ifadelerle makalesini bitirir: “...Bu efendiler şunu bilmelidirler ki Mehmed Fuad, bütün vicdânıyla, bütün mevcûdiyetiyle merbût olduğu Türklüğün nâçiz, fakat samîmi ve fedakâr bir hâdimidir.” Köprülüzâde Mehmed Fuad, “Türklük ve Yeni Lisan”, Servet-i Fünûn, nr.1091,19 Nisan 1328 (1912) “Mensub olduğu aile itibârıyla, Türklüğün, Osmanlılığın mefâhir ve an’anâtına doğrudan doğruya merbut olan bir adamın, vatan ve milliyetine derece-i nisbeti pek çoklarından daha fazladır.... Ve bilsinler ki bu satırları istemeyerek yazmaya mecbûr olan adam, sırf Türklüğün teâlisi emeliyle, her şeye hatta iftirâlara bile kemâl-i metânet ve fedâkâriyle katlanabilir. Yalnız, vatanın gençleri, büyük ve ulvî Türklük cereyânını ufak bir ‘Yeni Lisan’ cereyânından ibâret addedecek derecede küçük ve mahdûd düşünmesinler!” Diğer tartışmacılar: Servet-i Fünûn’dan Mehmed Fuad ile Genç Kalemler’den Kâzım Nâmi arasında geçen bu münakaşalara, Yeni Asırda Zekâ’dan Celîs [Rahmi Celîs]’in, Rübâb mecmuasından F.S.nin dışında Karaosmanzâde Yakub Kadri’nin de katıldığını görüyoruz. Celîs imzası ile Yeni Asırda Zekâ mecmuâsında yayımlanan makalede, münakaşalara katılanlar üç grupta toplanır: Bunlar; Genç Kalemler, Islâh-ı Hurûf ve Tâmîm-i Maârif Cemiyeti ile Servet-i Fünûn Âile-i Fikriyesi’dir. Celîs [Rahmi Celîs] [Rahmi Celis] Birincilerin hedefi terkib’ler, ikincilerin hedefi yazı, üçüncülerin ise müdâfaa olduğunu tespit eden yazar, asıl kavganın şimdilik Genç Kalemler ile Servet-i Fünûncular arasında geçtiğini, kendisinin ise üç tarafa da biraz meyli olmasına rağmen, ‘üç tarafa da akın etmek’ niyetinde olduğunu söyler. “...Ama şu şartla ki sıra gözetilsin. Meselâ, terkibler, edatlar, fazla lügatlar duruyorken harfler asla ıslah edilemez! Çünkü palto, ceket, yelek, gömlek çıkarılmadan fanilâyahud iç gömleği-çıkarılamaz.” der. Celîs [Rahmi Celîs], “Lisan-İmlâ”, Yeni Asırda Zekâ, nr.1, 5 Mart 1328 (1912), s.9, Celîs [Rahmi Celîs] Yazı ile terkibleri “iki çürük diş” olarak gören yazar, bunların bir kerpetenle çıkarılmasının iyi olacağını, fakat bunun şimdilik mümkün olmadığını söyler. Bu arada, Fuad Köprülü’nün Selânik’li gençlere birkaç darbe vurduğunu, fakat “bir atımlık barutu” olduğu için etkili olamadığını iddiâ eder. “Bir de bütün terkibleri, bütün edatları atmak hülyâsında, Köprülüzâde Mehmed Fuad Beyle beraber yürümek, şimdilik tehlikeli! Çünkü o (İlm-i elsineye iddiâ-yı vukûf) etmiyor. Bense ediyorum” Celîs [Rahmi Celîs] şöyle devam eder: “Yeni Lisan diyorlar. Bu ne demek? Galiba bir heyet tarafından, bir hamlede bütün bozuklukları düzeltmek; dili kendi kâidesine sahib etmek; demokratlaştırmak teşebbüsü yeni bir teşebbüs de yeni nâmı onun için mi veriliyor? ...Öyleyse: ‘Demokrat lisan’ desinler!... Yeni Lisan acaba, Jöntürk tabirine bir nazîre mi? Öyle ise: ‘Genç Lisan’ desinler! Ama düşünsünler ki gençlik süs ister, âhenk ister! Sanat ister, güzellik ister!.” Celîs [Rahmi Celîs], “Lisan-İmlâ”, Yeni Asırda Zekâ, nr.1, 5 Mart 1328 (1912), s.9, “Arabın, Acemin terkib-i izâfîlerinden, terkîb-i vasfîlerinden, cemîlerinden bazı edatlarından hadiağlaya sızlaya- vaz geçelim! Garbın, prensib’inden, ideal’inden, orijinâl’inden, kapris’inden, lirik’inden, hatta isterik’inden... hadi bağıra çağıra ayrılalım. Fakat, “sıfat-ı müşebbehe”lerden, (daimi bir vasfı gösteren sıfat: alim,şefik vb.) “vasf-ı terkîbî” (birleşik sıfatlardan), bâzı edatlardan hele “yâ-yı nisbî”den?... Hayır, aslâ ayrılamayız. Tek lisan, bu kat’iyyen olamayacak!... Bununla beraber üç lisanın kâidesi altında da yaşayamayacağız...” (age.) Çözüm?… “Lügat: Ana kanun! Sarf ve nahiv: Öbür kanunlar. Lâkin şekilce yalnız mutlakiyet mevcut! Hangi dilden ne alsa kâidesine uydurur.” Bu şekilde kelime almanın dilleri inkırazdan kurtardığını söyleyen yazar, bizim dilimizin aksine biraz “meşrûtiyet renginde”, “biraz cumhuriyet renginde” olduğunu belirttikten sonra bu makalesini şöyle bitirir: “Mutlaka bir inkılâb ister, âvâm lisanı da, havas lisanı da, mutlaka takviye ister mutlaka, mutlaka mutlaka!...” Karaosmanzâde Yakub Kadri Yakub Kadri, Mehmed Fuad’ın yukarıdaki makalesi ile aynı tarihte, Rübâb mecmuasında “Netâyiç” isimli bir makale yayımlar. Genç Kalemler’i, yapmadıkları ve düşünmedikleri şeylerle de suçlayan yazar onlara ‘kukla’ der. Onları son derece alaycı bir üslûpla ve aşağılar: Yeni Lisancılara hem de Hükümet-i Osmâniye’nin Mekteb’lerine haksızlık… “...Hürriyetin ilânıyla beraber memleketimizde teessüs eden bir nevî meslek-i acîbedir ki salikleri insan denilen mahlûkata mensup olmayıp, insan denilen mahlûkatın mahlûku olan bir takım mihaniki kuklalar cinsine mensuptur. Lakırdı ederler fakat sözleri kimse tarafından anlaşılmaz... Bu kuklalar yürür fakat her adımda düşüp bir tarafları kırılır, bu kuklalar tegannî eder ağlarlar. Fakat dâima tegannîleri ağlama, ağlamaları tegannî zannolunur... Ancak size şunu haber vereyim ki bu kuklaların imâlâthânesi Hükümet-i Osmâniye’nin râh-ı terakkîye girmek için açtığı mekteblerdir.” Yakup Kadri; İftiracı… Yakup Kadri Genç Kalemler Tahrir heyeti tarafından “müfteri” ilân edilir. Şehâbeddin Süleyman, Rübâb mecmuasında, “Genç Kalemler Tahrir Heyeti’ne hitaben ve münakaşalarda orta yolu bulmaya çalışan bir makale yayımlar… Şehâbeddin Süleyman, “Genç Kalemler Tahrir Heyeti’ne”, Rübâb, S.17, 10 Mayıs 1328 (1912) Köprülüzâde alay etmeye devam eder: Köprülüzâde Mehmed Fuad, “Bir Mudhike-i Edebiye” makalesinde, tartışmayı amacından saptırdıklarını söylediği “Yeni Lisan”cılar için: “Sırf, millî vatan perverâne bir gaye gözetilerek tesîs edilen “Genç Kalemler” hele şu son nüshalarıyla o zavallı gayesine yaklaşmaktan ne kadar bâîd olduğunu ispat etti.”der. Ve onları “Palyaço tavırlı efendiler” olarak nitelendirir. Köprülüzâde Mehmed Fuad, “Bir Mudhike-i Edebiye”, Servet-i Fünûn, nr.1095, 17 Mayıs 1328 (1912), s.51 Süleyman Nazif de karışır: Süleyman Nazif: “Genç fikirlere ve genç kalemlere edâ-yı temellük eden efendiler bilmelidirler ki bu diyârın Fuzûlî gibi, Nef’î gibi, Nedim gibi, Abdülhak Hâmid gibi erkân-ı azîmü’ş-şânı [şânı yüce] bulunan bir saltanat-ı edebiyesi vardır... Bu lisân tahrîb edilirse, o saltanatın yerinde Vardar yeli eser!...” der… Süleyman Nazif’in bu makalesine ‘Perviz’ imzasıyla cevap veren Ömer Seyfettin, onu “Yeni Lisanın esaslarını anlamamak”la suçlar. Perviz şöyle devam eder: “Tekâmüle doğru giden bir lisan, sadeliğe doğru gidiyor demektir.” dedikten sonra eski lisanı “millîyetsizlik” le, “milletin ruhunda yer tutamamak”la suçlayan yazar şöyle devam eder: “Konuşurken kullandığımız hakîki lisanı kâğıdın üzerinde nîçin kaybediyoruz? Fikret ‘Lyre-brissèe’yi tercüme ederken niçin ‘Kırık Rübâb’ demiyor da ‘Rübâb-ı Şîkeste’ diyor. Milliyetsiz, kavmiyetsiz, kozmopolit, çanak yalayıcı, dalkavuk Enderûn Edebiyatı rûhumuza derin izler bırakmış. Meş’ûm tesîrinden kurtulamıyoruz. Şikeste ile kırık arasında mânâca hiç fark yok. Birisi Türkçe... Şâir Türkçe’yi sevmiyor. Kırık yerine şikeste’yi kullanıyor... Cenab Şahabeddin ile Ali Cânib Yeni Lisan konusunda, Cenab Şahabeddin ile Ali Cânib arasında, karşılıklı Açık Mektublar la – ayrı bir cephede - devam eden münakaşalar da bu tarihlere rastlar. Bu tartışmalar sonuçta bir kitapta toplanır: “Ali Cânib, Millî Edebiyat Meselesi ve Cenab Beyle Münakaşalarım, (1328 / 1329), İst.1918 Ali Cânib, kitaba girmeyen makalelerinden birinde Cenab Şahabeddin’e şu cevabı verir: “Yeni Lisan... Siz bunu arzu buyurduğunuz nev’iden baştan aşağı yeni bir şey mi zannettiniz? Hayır efendim, aslâ öyle bir şey değil...Yeni Lisan’ın menbaı hadsî (sezgiye dayalı) Türklüğün asla kozmopolit olmayan, yalnız Türk kalan vicdânıdır; bu, şuursuz bir halde idi; lâkin Enderûn Argosu’ nun en yüksek, iki heykeli olan Veysî ve Nergisî’nin bütün hayatına rağmen Fernand Gregh’in tabirine göre, insânî bir şahsiyete mâlik olan edibler, bundan çok uzaklaşmadılar. Nihâyet Şemseddin Sâmi Bey, galiba otuz seneden ziyâde var ‘Üç lisandan mürekkeb bir lisan olmayacağını’ ilk defa olarak söyledi.” Yeni Lisan için buyuruyorsunuz ki : ‘Bütün Türkleri ikiye ayıracak.’ Bana kalırsa, aziz üstâd, şimdiye kadar ikiye ayrılmış olan Türklüğü bir yapacak... İddiâ ediyoruz ki yalancı süsleri atan yirminci asırda Türkçe yazanlar her şeyden evvel insan olduklarını düşünecektir. Bu iddiâmızı lisanımızın tekâmül safhalarını tedkik ederek ispata her zaman hazırım...” Ali Cânib, “Cenab Şahabeddin Bey’e”, Hak Gazetesi, nr.121, 29 Haziran 1328 (1912), s.3 Tartışmalar, Azerbaycan’a kadar uzar: Yeni Lisan münâkaşalarının Azerbaycan’a kadar uzandığını, Bakü’de çıkan Şelâle mecmuasında M.E., [Mehmed Emin Resülzâde] imzasıyla yazılan bir makaleden anlıyoruz. “Âsân Dil-Yeni Lisan” başlığı ile yayımlanan bu makalede ilginç görüşlere yer verilmiştir. Yazar, Azerbaycan’da, okuyucuların gazetelere, ‘âsân dille yazınız’ diye itirâz ettiklerini, ancak muharrirlerin, halkın bu isteklerini yerine getirmediklerini; âsân dil’e Lûrî diyerek, ciddi mevzûların bu lûrî dille yazılamayacağını savunduklarını söyler. Yazar, bunun sebebi olarak, Azerbaycan’daki sanatçıların Osmanlı Türkçesi’ni taklit etmelerini gösterir. Mehmed Emin Resülzâde , bu konuda, “Özümü misâl göstereyim.” diyerek, şunları yazar : “Daha Bakü’den müfârekat (ayrılma) etmemiş idim. Osmanlı şîvesine, elime geçen bir nice kitab vasıtasıyla âşina olmuş idim. İlk tahsilim Gülistan’ı, Târih-i Nâdir’i okumakla başladığından bittabî Arap ve Fars lügat ve terkibleriyle dolu olan Osmanlı Türkçesi’ni daha edebî görmüş ve sevmiştim... Diğer yoldaşlarım da bana yakın bâzı şerâit tahtında idiler. Osmanlı şîvesine olan muhabbet git gide civan muharrirlerimizi ora şîvesini taklit hevesine saldı. ‘Yeni Lisan’, enâm-perestlik (Demokratizm) le milletçiliğin vücûda getirdiği bir cereyandır. Hele milletçilik âmili birinciliği teşkil eder. Mâlum olduğu üzere siyâsî istiklâller; dil,edebiyat, iktisâdî ve medenî istiklâllerin muhassalasıdır.” M.E., “Asan Dil- Yeni Lisan”, Şelâle, S.19, 15 Haziran 1913, s.11 Yazar, Şelâle’nin bir sonraki sayısında da aynı konuya devam eder: “Hiçbir dil yoktur ki başka dillerden lügatler almasın ve öz lügatleri ile iktifâ eylesin. Yalnız Türkçe’de bir şey vardır ki onun misli hiçbir dilde yoktur. Başka diller ecnebî bir dilden lügat aldıkları zaman o lügatları öz dillerinin kâide ve kanunlarına tâbî tutarlar. Onları öz adetleri ve öz kanunlarına mümtaz bir sûrette hiçbir zaman kabul etmezler. ...Yeni Lisancılar, her şeyden ziyade bu ecnebî kelimelerin Türkçe’de mâlik oldukları imtiyazların aleyhindedirler. Onların tâbirince Türkiye’de siyâsî kapitülasyonlar olduğu gibi Türkçe’de de edebî kapitülasyon vardır.” Rıza Tevfik de Yeni Lisan’a itiraz eder: “Binâenaleyh Arabî ve Farisî izâfetleri kaldırmak ve Osmanlıcamızda zaten gayr-ı me’nus bir iki kelimeyi kullanmamak sûretiyle kolaycacık yeni bir lisan icâd etmek isteyenler, meselenin mahiyetinden külliyen gafildirler. Yeni Lisan’ dan vazgeçtik, biz Istılâh Encümeni’nde yirmi kişi, tek bir kelime (icâd) edemiyoruz. Hem üç beş lisanın harâbezâr-ı enkazında istediğimiz gibi tasarrufâta mezun bulunduğumuz halde aczimizi hissediyoruz; lisan mûcidleri, gelsinler bize bir tek kelime îcâd etsinler; minnettâr olacağız; fakat o kelime – delâlet edeceği mânâ itibârıyla - zamanımız (conception)una tamamen mutabık bir mefhûm-ı muayyen eda edebilmek şartıyla !” diyerek, işin zorluğunun bu noktada olduğunu vurgular. Rıza Tevfik, “Yeni Edebiyatımızla Eskinin Hakiki Farkı”, Rübâb, S.89, 2 Kânun-ı sâni 1329 (1914), s.651 Bir başka muhalif: Ahmet Hidayet Ahmed Hidâyet, Yeni Lisancıları, ortalığı velveleye veren “kitle-i kalîle” (az) olarak görür. Onların, millete vatanperverlik dersleri verdiklerini, milletin selâmet ve istikbâlinin ancak Yeni Lisanı kabul etmekle mümkün olabileceğini savunduklarını söyledikten sonra: “Fakat, ben anlayamıyordum, hayret ediyordum. Mümkün olduğu kadar tekâmül ve müterakkî bir cereyan takip ederek üç lisanın en güzîde elfâzından terekküb etmiş bu ahenkdâr ve rûh-nevâz lisanın ne kabahati vardı. Bunun içtimaî ve terbiyevî bir fâidesi olacağına kanî olsaydım, güzelliğinden fedâ ederek daha saf ve pürüzsüz bir Türkçe’ye tebdil olunmasına ilk önce ben tarafdâr olurdum.” Bu teşebbüslerinde fazla ifrat ve taassub göstermeselerdi, belki mâzur addolunur ve hakîkati buluncaya kadar etrafı muvâzenesiz bir sûrette dolaşmalarına müsâade edilebilirdi. Fakat, herkesi de bunu kabul etmeye icbâr ediyor, (sadr-ı âzam)yerine (âzam sadr), (müdür-i mesûl) yerine (mesûl müdür) kullanmayı bir vazîfe-i vataniye halinde telâkkî ediyorlardı. Acaba, bu zâtlar bilmiyorlar mıydı ki kelimelerin yerlerini tebdîl etmekle bir lisan tasfiye olunamazdı. Sonra böyle müesses ve mütekâmil bir lehçeyi yeniden tanzim ve tertib etmek göründüğü kadar kolay bir iş miydi? Muazzam bir meclisin, selâhiyetdâr bir akademinin bile halletmeye kâdir olamayacağı bir emr-i müşkili deruhte etmek her halde kendilerinin bidâ’at ve iktidârlarıyla mütenasib değildi.” Yazar Yeni Lisancıların mecmualarında kullandıkları lisandaki tutarsızlıklarına verdiği misallerle “ciddiyet ve samimiyetlerinden” şüphe ettiğini söyleyerek tenkidini bitirir. Ahmed Hidâyet, “Edebiyat-ı Hâzıramız”, Servet-i Fünûn, nr.1198, 8 Mayıs 1330 (1914), s.20,21 Bu tarz itirazlara karşı Ömer Seyfettin’in de Yeni Lisan hareketinin isim babası olarak, hem Selânik’te hem de İstanbul’a geldikten sonra, cevaplar verdiğini biliyoruz. Genç Kalemlerdeki yazılarından farklı olarak Ömer Seyfettin artık makalelerinin altına soru işareti yerine açık adını yazmaya başlamıştır. Biz bu yazılardan Ömer Seyfettin’in, özellikle Yeni Lisan ve dil anlayışını ortaya koyan, Türk Sözü mecmuasındaki birkaç makalesini söz konusu yapacağız. Çünkü Türk Sözü, daha ilk sayısından îtibaren İstanbul’da, Selânik’teki Genç Kalemler’in yerini almıştır. Ve bu makalelerde Ömer Seyfettin’in asıl hedefi artık gençlerdir. Onlara: “Ey gençler! Biz onlar gibi çorak kalmayalım. Kendi düşündüklerimizi halkın, yani milletin lisanıyla yazalım ve İstanbul Türkçesi’ni bütün Türklüğün edebî lisanı yapalım. O vakit biz onlar gibi sağken unutulmayacağız. Öldükten sonra iyi rûhumuz, kabrimizin üzerinde torunlarımızın ihtiramla gezindiğini görecek ve Türklük yaşadıkça nâmımızın hamiyet ve şefkatle anıldığını işitecek...” Ömer Seyfettin, “Halk Nedir?”, Türk Sözü, S.2, 17 Nisan 1330 (1914), s.11 Ömer Seyfettin, Yeni Lisan olarak İstanbul’da konuşulan Türkçe’yi kastettiğini bir çok yazısında belirtir. Bu yazılarından biri de “Umûmî ve Husûsî Türkçe” isimli makalesidir. Bu yazısında şöyle diyor Ömer Seyfettin: “Türklerin lisanı da konuştukları Türkçe’dir. Lâkin İstanbul’dan tâ Çin hudutlarına kadar konuşulan Türkçe bir midir? Hayır...” Türkçe’nin bu sınırlar içinde az çok değiştiğini, Turan’ı bir kenara bırakırsak diğerlerinin birbiriyle anlaşabildiğini yazan Ömer Seyfettin, bu farklı şîvelere “Mahallî Türkçe” adını veriyor. “Hatta Kaşkar’dan, Taşkent’ten, Buhâra’dan gelen Türk hacılarıyla biz tercümansız konuşabiliyoruz. Farklar ehemmiyetsiz ve şîveye aittir. Tasrîf sîgaları hemen hemen birdir. Yalnız şimâl kardeşlerimiz ve Tatarlar arasında eski Türkçe’ nin ( ) ﻍları hâlâ yaşıyor.” diyen yazar, ortak Türkçe’nin İstanbul Türkçesi olduğunu ısrarla vurgular. Ömer Seyfettin, Arapça, Farsça ve Türkçe’den meydana gelen dile “Milliyetsiz Enderûn Lisanı” adını verir. Ömer Seyfettin, Lisanla ilgili şu esasları ortaya koyar: 1.Her lisan bir lisandır, üç lisandan mürekkeb bir lisan olamaz. 2.Her lisan başka bir lisandan kelimeler alabilir, fakat kâide alamaz. 3.Her lisan diğer bir lisandan aldığı kelimelerin telaffuzunu bozar, kendi tecvîdine, kendi selîkasına uydurur. Ömer Seyfettin bir başka makalesinde, “Uyanan gençler” in dil konusunda yaptıklarını şöyle özetler: 1.Arapça, Acemce terkib ve cemî’ kaidelerini kullanmamak (ıstılahlar müstesna) 2.Türkçeleşmemiş Arapça, Acemce sözler yazmamak ve Türk sarfını lisanda hâkim ve müstakil tanımak. 3.İstanbul şîvesini nazımda ve nesirde bedâete mikyas add ve yine bu şiveyi bütün Turan’a edebî, mümtaz ve umûmî bir edebiyat lisanı olmak üzere kabul ettirmek. Ali Kemâl’ cevap; Ömer Seyfettin, “Sanki Patagonya’da yaşıyormuşuz gibi”, “Bu lisan Osmanlı lisânıdır” diyen Ali Kemal’i “İki kere iki dört” kadar mâlûm “lisaniyat” esaslarını ayaklar altına almakla suçlar. Ve şöyle der: “Hayır, Ali Kemâl Bey, Kurûn-ı vustâi bir medrese tahsilinden sonra lisan muallimi olan Nâcî merhûma artık yirminci asrın ortasında inanmak mâsumiyetini göstermeyiniz. Bu lisan Osmanlı lisanı değildir. Bu lisan, yani bizim lisanımız Türkçe’dir.” diyerek bir ders verir… Ve derse devam eder: “Ve ne kadar çalışırsanız, Arapça, Acemce terkibler yapsanız, konuşulan tabiî, güzel ve terkibsiz Türkçe galebe çalacak ve Osmanlıca denilen Enderun dili eski divanların şimdi bile artık açılıp okunmayan meyli, mahbublu sahifeleri arasında müebbeden gömülü kalacaktır.” Ömer Seyfettin, “Osmanlıca Değil Türkçe”, Türk Sözü, S.5, 8 Mayıs 1330 (1914), s.33-35 Ömer Seyfettin Türkçe için kullanılan ‘Üç lisandan mürekkeb lisan-ı azb-ül-beyan-ı Osmâni !’ değerlendirmesine şiddetle karşı çıkar. Şöyle der: “... Ziya Paşa, Kemâl Bey, Muallim Nâcî, Hâmid ve Ekrem Beyler şe’niyete gözlerini kaçırmıyorlar, lisan bir milletin değil, bir devletin müessesesidir sanıyorlardı. Biz bu gün gözlerimizi kapayarak onlar gibi ‘devlet’le ‘millet’i birbirine karıştırabilmek iktidarını hâiz miyiz?” Osmanlı vatanı üzerinde Türklerin de Arapların da millet olarak yaşadıklarını, Arapların yaşadıkları bölgelerde konuşulan dile nasıl Osmanlıca değil Arapça deniyorsa, Türklerin diline de Osmanlıca değil Türkçe denilmesi gerektiğini savunur. Son cümleler: Ve devam eder: “Osmanlı nâmı altında bir millet yoktur. Halbuki lisan mutlaka bir milletin olur.Yalnız bir Osmanlı devleti vardır.” Dolayısı ile devlet ve milleti birbirinden ayıramayan, medreselilerin ‘Osmanlıca’ tabirini kullandıklarını söyleyerek makalesini bitirir. Ömer Seyfettin, “Türkçeye Kimler Osmanlıca Derler”, Türk Sözü, s.7, 22 Mayıs 1330 (1914), s.49,50 Reşat Nuri’den Yeni Lisan’a Destek: Islâh-ı lisan meselesinde Genç Kalemlerin başlattığı “Yeni Lisan” cereyânını “en makbul ve ilmî bir hareket” olarak görenlerden biri de Reşat Nuri’dir. Yazar: “Lisanımızda son yarım asırda yazılmış eserlere atf-ı nazar olunursa, Arap ve Acem kavâidine rağbetin tedrîcen azaldığı, terkiblerin gittikçe hafiflediği görülür. Demek ki gizli bir müessir, lisanı sadeliğe doğru sevk ediyor ve muhtemel ki bu cereyan yirmi, otuz, kırk sene sonra, hülâsa er geç bir gün, lisânın ecnebi kâideler ve terkiblerden tamamıyla tecrîdini intâc etsin.” diyerek, Genç Kalemler’i destekler. Reşat Nuri, doğru bulduğu bu hareketin “tasfiyecilik”ile karıştırılmasından yakınmakta ve buna da Yeni Lisanı tatbike kalkanların gayretkeşliğinin sebep olduğunu: “...zaten pek kuvvetli olmayan bu kalemlerden çıkan yazılar hem îtiyatlarımıza dokunmak, hem de bir tasannû ve câ’liyyet kokusu taşımak îtibârıyla zevkimizi tatmin edemiyorlar.”diyerek, tespit ettikten sonra yine Yeni Lisan konusuna döner ve şu düşüncelerle yazısını bitirir: “Filhakika Arap, Acem terkiblerinden, kaidelerinden âri yazı yazmak için sadece terkibleri bozmak, kelimeleri Türkçeleştirmek kifâyet edemezdi... Arap, Acem terkib ve kaidelerinin lisandan çıkarılması mukadder olduğu halde şimdiki cümlelerin şekl-i mantıkilerinde de bir tebdîl husûlü zarûrî olmak iktizâ eder. Yahya Kemâl de, Orhan Seyfi’nin sorularına cevap verdiği mülâkatta, “Yeni Lisan” için şu değerlendirmeyi yapar: “Türkçe’de iki şiir lisanı görülür: Biri kadîm şiir lisanımız, biri de Balkan Harbi’inden sonra birkaç genç sanatkârın tâmîm ettiği bugünkü Türkçe. Bugünkü Türkçe’nin şu son on senede nasıl doğduğunu ilerdeki edebiyat müverrihleri ehemmiyetle arayacaklar. Gözümüzden kaçan bu hâdise o kadar büyüktür ki bu bir zaman Fransa’da Malherbe’in ve bizde Bâkî’nin zuhûruyla müşâhede olunan o büyük iki başlangıca benzer. Türkçe bu son on seneden beri güzel bir lisandır.” Yahya Kemâl,bu Türkçe’yi ‘vatanın en kuvvetli unsuru’olarak görür ve ‘dokuz yüz seneden beri, yaza yaza değil, söyleye söyleye meydana getirdiğimizi savunur. Orhan Seyfi, “Yahya Kemâl Beyle Mülâkat”, Resimli Dünya, nr.16-4, 15 Kânun-ı evvel 1341 (1925), s.10 Mehmed Esad Andelib… M.Esad [Mehmed Esad Andelib], Yeni Lisan hareketinin başında bulunan Ömer Seyfettin’in, bu makalesinde savunduğu görüşleri, İzmir’de bulunduğu sırada, Mehmed Necib Bey’den etkilenerek aldığını savunan bir makale yayımlar. Ve bu makale ile de yeni bir tartışma başlatır. M.Esad [Mehmed Esad Andelib], “İzmir’de Yeni Lisan”, Fikirler, S.1, 1 Temmuz 1927, s.2 Sonuç olarak… Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki Ömer Seyfettin, Yeni Lisan davasını ortaya atmadan önce Şemseddin Sâmi, Mehmed Emin, Hüseyin Cahid ve Mehmed Necib Bey’lerin bu konudaki fikir ve görüşlerinden haberdardı. Bu bakımdan Yeni Lisan hareketini başlatırken onlardan etkilenmemiş olması mümkün değildir. Zaten düşüncelerdeki ortaklık bu gerçeği ortaya koymaktadır. Ancak görüyoruz ki Yeni Lisan hareketi, dilimizin sadeleşmesi konusunda çok önemli ve büyük adımların atılmasına vesîle olmasına rağmen, bu konuda kesin bir sonuca ulaşamamıştır. Son cümleler… Çünkü her iki tarafın da münakaşalardan “muzafferiyyet-i kat’iyye” ile çıkmaları mümkün olmamıştır. Süleyman Nazif’in de dediği gibi, Yeni Lisan ve dilde sadeleşme konusundaki münâkaşalar, edebiyatımızda bir “Mesele-i müebbed” dir. Fakat münakaşalar esnasında ve sonrasında, tarafların hiç dikkate almadıkları “zaman” da yapması gerekeni, yani en doğru olanı yapmıştır. Ve aslında münakaşaların “haklı” tarafı ve gerçek galibi hep “zaman” olmuştur, olmaya da devam etmektedir.