vahhabilik anlayışı `geleneği` reddetti

advertisement
VAHHABİLİK ANLAYIŞI 'GELENEĞİ' REDDETTİ
Vahhabiliğin kurucusu Muhammed bin Abdül-Vahhab, dini yaşayışta ortaya
çıkan tüm gelenekleri küfür saydı. İmanın amelde gizli olduğunu, iman
sahibi olmak için kelime-i şehadet getirmenin yetmeyeceğini, imanını
ameli ile ispatlamayanın canı ve malının helal olduğunu ileri sürüyordu.
Şu yaşadığımız günlerden iki asır doksan dokuz yıl önce, 1703'ün
baharında Arab Yarımadası'nın ortasındaki Necid bölgesinde, bugünkü
Riyad'a 70 kilometre uzaklıkta, Uyayne kasabasında, bir erkek çocuk
doğdu. Yüzyıllar boyu bu yörede yaşayan Beni Teym kabilesinden
Süleyman bin Abdülvahhab'ın oğlu olarak dünyaya gözlerini açan bu
çocuğa Muhammed adını koydular.
Muammed bin Abdülvahhab (Abdülvahhab'ın oğlu Muhammed) olgunluk
çağında Mekke'ye gitti. Medine'de iki yıl kaldı. Bu sırada İbni Teymiyye'nin
(1263-1328) eserlerini okudu ve tesirine girdi. Muhammed bin
Abdülvahhab ailece Hanbeli mezhebindendi. Bu yolda bilgilerini ilerletti ve
Hanbelî hukuk ve dünya görüşü ile hayat tarzı konusunda mertebe
kazandı.
Abdülvahhab dört yıl Basra'da kaldı. Daha sonra Hureymile'ye geldi.
Burada “Kitab-el Tevhid” isimli eserini yazdı. Abdülvahhab bu eserde
Kur'an ve Hadis dışındaki herşeyi reddetti. Din'e sonradan sokulan tüm
gelenekleri tartışmasız küfür saydı. Bunların er veya geç yıkılacağını ilan
etti. Dinin emirlerine uymayanı, bid'atlere sapanı, ibadette kusur edeni
Müslüman saymayacağını ileri sürerek gereğinde bu gibilere karşı silah
kullanacağını açıkça belirtti. İmanın amelde gizli olduğunu, iman sahibi
olmak için kelime-i şehadet getirmenin yetmeyeceğini ve ameli ile imanını
ispatlamayanın, canı ve malının helâl olduğunu açıkladı. Böylece ibadet
etmeyen ve ameli zayıf olan kişinin dinden çıkmış sayılamayacağını,
sadece kusurlu olduğunu öne süren ehli sünnet anlayışına ters düştü.
"Melekle şeytanı ayıramıyorlardı"
Muhammed bin Abdülvahhab bir Necid'liydi. Arabistan'ın ortasında
Medine'nin kuzeyinden Bahreyn'e uzanan bu bölge tarih boyunca doğudan
batıya pek çok kavmin gelip geçtiği yerdi. Yörede eski yeni pek çok
gelenek birbirine karışmış, birbirini etkileyip çökertmiş ve anlamsız
kılmıştı. Sahte ve yalancı peygamberlerin kaynaştığı, sahte kurtarıcıların
rahatça cirit attığı bu yerde insanlar abid ile mabud'u karıştırmış, mabud
mabede dönmüştü. İnsanoğlu bu ülkede melekle şeytanı ayıramıyor,
İmanla küfrü birbirinden farkedemiyordu. Madde ile mânâ çelişkisini
bilmez olmuşlardı. İyiliği kötülük, kötülüğü iyilik zannediyorlardı. Yaşamda
en büyük felaketin içine düşmüşlerdi.
Muhammed bin Abdülvahhab ve O'nun yolu, böyle bir cenderenin içinden
çıktı. O bütün bunları reddetti. Öncelikle, ibadet yeri iken yanlışlıkla put'a
dönüşen mezarların ve türbelerin yıkılmasını istiyordu.
İlk yıkılan türbe
Muhammed bin Abdülvahhab Hureymile'de tanındı, az zamanda etrafına
pek çok mürid toplandı, ancak kendisine bir fenalık yapılabileceğından
kuşku duyan yakınları onu doğduğu şehir Uyayne'ye götürdüler.
Muhammed bin Abdülvahhab burada bölgenin emiri Osman bin Hamr bin
Muammer'in himayesine girdi. Bu sırada kadılık yapıyor, fetvalar veriyor,
davet işine devam ediyordu. Bir süre sonra Emiri, Halife Ömer bin
Hattab'ın 634'te Yemame harbinde şehit düşen kardeşi Zeyd'in, Der'iyye
ile Uyayna arasındaki el-Cabila isimli köyde bulunan türbesini yıkmak için
ikna etti. Zeyd'in türbesi yanında bulunan diğer şehitlerin mezarları ile
birlikte yıkıldı, ağaçlar kesildi. Yakınlarda bulunan bir mağaranın girişi
tahrip edildi.
İslam dünyasında Vahhabi'lerin ilk yıktıkları türbe ve mezarlık budur.
Emire sözünü geçiren Abdülvahhab'ın şöhreti artmıştı. Ancak verdiği sert
fetvaları ve aldığı katı kararlarıyle korku ve kuşku uyandırmaya başladı.
Halk Necid'in güçlü kabilelerinden Beni Halid'in emirine şikayette
bulununca bu kabilenin emiri yardımda bulunduğu Uyayna emiri
Osman'dan Abdülvahhab'ı hemen bölgesinden uzaklaştırmasını istedi.
Muhammed bin Abdülvahhab Uyayna'dan ayrılarak Der'iyye'ye geldi.
Burada Emir Muhammed bin Suud'la tanışarak O'nun himayesine girdi. Bu
karşılaşma ve tanışma daha sonra krallığa dönüşerek ikiyüz elli yıl sürecek
ve günümüze kadar ulaşacak Vahhabî-Suudî emirliğinin başlangıcıdır.
Bu tanışma ile Muhammed bin Abdülvahhab fikirlerine, amacına ve siyasi
savaşına askeri destek bulmuş, yüzyıllardır çölde yaşayan bir Necid
kabilesinin emiri olan Muhammed bin Suud'ta Abdülvahhab'ın desteğiyle
pek çok kanlı iç mücadeleler, dalgalanmalar ve kesintiler arasında devamlı
şekil değiştirerek iki buçuk asır sonra dünya siyasetinde denge unsuru
olacak bir devlet görüşünün temelini atmıştı.
SUUDİ DEVLETİ KURULUYOR
Abdülvahhab, ibni Suud'la 1744 yılında bir araya gelmişti. Araştırmacılar
bu tarihi Suudî ailesinin siyaset sahnesine çıkışı sayarlar. Nitekim aynı yıl
sözkonusu beraberlik aile bağları ile de güçlenmiş ve ibni Suud,
Abdülvahhab'ın kızı ile evlenerek O'na damat olmuştur. Bir başka rivayete
göre de Abdülvahhab, ibni Suud'un kızkardeşiyle evlenmiştir. Muhammed
bin Abdülvahhab Der'iyye'den Necid bölgesi emirlerine, din bilginlerine ve
Medine ileri gelenlerine davet mektupları gönderiyor ve mezhebini
savunan kitaplar yazmaya devam ediyordu. Bu arada Osmanlı Sultan III.
Selime de bir mektup gönderdi. O çağda iç meselelerle uğraşan Osmanlılar
buna pek aldırmadılar. Abdülvahhab Mısır'ı ele geçiren Napolyon
Bonapart'a da yazmıştı. Bonapart'ın Akka savaşı sırasında Vahhabî'lerle
ilişki kurduğu söylenir. Ancak bu konu Fransız ordu arşivi dosyaları
arasında kaybolup gitmiştir.
Bir tepki hareketi
"Osmanlı İmparatorluğu'nun uzak eyaletlerinde ve Hindistan'da görülen
dini ahlaki gevşeklik ve çürüme karşısında sürekli gelişen bir ihya
hareketinin varlığını gösteren delillerin sayısı oldukça çoktur. Bu hareket
18 ve 19. yüzyıllarda açıkça görülmeye başlandı. En şiddetli patlama
tarihte "Vahhabi hareketi" diye bilinen ve 18. yüzyılda bizzat Arabistan'da
ortaya çıkan hareketti...
Bu hareket genellikle İslam dünyasını hayrete düşüren ani bir olay olarak
gösterilmektedir. Fakat az önce söylediğimiz gibi Sünni İslam'ın yeniden
dirilişiyle ilgili genel bir manevi birikim daima faaliyet halindeydi.
Vahhabiliğin patlaması bu dirilişin çarpıcı bir görünümünden ibarettir.
Vahhabilik İslam ümmetinin basamak basamak içine düştüğü ahlaki
çöküntüye karşı ortaya çıkan şiddetli bir tepki hareketiydi. Vahabiliğin ilk
musamahasız ve dar görüşlü günleri geride kaldıktan sonra bile bu ahlaki
saik Vahhabi isyanının genel bir mirası olarak yaşamaya devam etti."
Prof. Dr. Fazlurrahman, İslam, İstanbul 1980, shf. 246
Tenkidin olmayışı şiddeti doğurdu
"Sunni İslam genel prensipler üzerinde gelişmesini devam ettirirken
gerekli islahat hareketleri için yeterli olabilecek bir sistem ortaya koymadı.
Nitekim ortaçağ boyunca geliştirdiği ve faaliyet gösterdiği şekliyle, Sunni
İslam elde edilmiş olan dengeyi sürdürebilmek için hemen-hemen bütün
ağırlığını koydu.Yani korumayı ön plana alırken toplumda tenkidi ve
gelişmeyi sağlayan hususlar için yeterli imkan ve şartlar hazırlamadı...
Böylece ilerleme ancak şiddet usüllerine baş vurmakla mümkün
olabilirdi." Prof.Dr. Fazlul Rahman, İslam, İstanbul 1980, shf. 250-252
Abdülvahhab'a kardeşi karşı çıktı
Vahhabiliğin kurucusu Abdülvahhab'ın kardeşi Süleyman bin Abdülvahhab
bilgin bir adamdı. Bir gün kardeşine sordu: Erkânı İslam kaçtır? O da
beştir, cevabını verdi. O da, sen bunlara altıncısını ilave ediyorsun, sana
tabî olmayı din erkânından sayıyorsun dedi. Bir diğeri ona, İslam'ın şartı
müslümanları tekfir etmek değildir demişti"
Ziya Yörükan, Vahhabilik, İstanbul 1953, shf. 61-63
'Dedeleriniz imansız öldü'
On sekizinci yüzyılın sonunda, Arab yarımadasının çöllerle kaplı Necid
bölgesinde, siyasi reaksiyoner Vehhabî mezhebinin kurucusu Muhammed
bin Abdülvehhab, 1744'ten sonra kendisini himayesi altına alan De'riyye
Emiri Muhammed bin Suud'la birleştikten sonra vaazları, nasihatları ve
davet mektuplarıyle mezhebini yaymaya devam etti. Dinden uzaklaşan
Müslümanlar'la kafirleri bir tutup bunların can ve mallarını helal sayan yeni
mezhep-devlet hızla yayıldı. Onbeş yıl içinde Necid, Asir ve Yemen Vehhabi
oldu. Abdülvehhab, İbni Suud'la beraber cihat saydığı savaşlara
katılıyordu.
Bu sırada Vehhabi-Suudî alanı içine giren her yerde tam bir devlet gücü
kullanıldı. Muhammed Bin Abdülvehhab'ın ele geçirilen şehirlere tayin
ettiği Vehhabi kadılar, mezhebin hukukunu geliştirdiler. Vehhabi valilerinin
görevlendirdiği kolluk kuvvetleri halkın başına tam bir din polisi kesildiler.
Tütün içmek, çalgı dinlemek, ipek elbise giymek yasaktı. Din polisi
yasaklara uymayanı yakalıyordu. Sabah namazından sonra camilerde
yoklama yapılır üç defa özürsüz olarak camiye gelmeyene, içki içene
yapıldığı gibi kalabalığın önünde kırk değnek vurulurdu. Muhammed Bin
Abdülvehhab kendi şehrinde oturanlara ensar dışardan gelenlere
muhacirin derdi. Bu tutumundan dolayı kardeşi Süleyman bin Abdülvehhab
ona bir reddiyye yazdı.
İkibin Şii öldürüldü
Muhammed bin Suud 1766'da öldü. Yerine oğlu Abdülaziz bin Suud geçti.
Devletin manevi lideri Muhammed Bin Abdülvehhab o sırada hayattaydı.
26 yıl daha yaşadı ve 1792'de öldü. Vahhabi-Suudi devleti 1790'dan sonra
güçlendi. Şeklen Osmanlı'ya bağlı olduğu halde başkent İstanbul'a uzaklığı
dolayısıyle merkezi otoriteden sıyrılan bu bölgede gelişen yeni siyasi birlik,
arka arkaya zaferler kazanıyordu. Abdülaziz cıhat adını verdiği savaşlardan
elde edilen ganimeti eski Osmanlı pençek usulüyle beşe böler, bir
bölümünü kendi alır kalanı adamlarına dağıtırdı. Bu yöntem savaşların
çekiciliğini artırıyordu.
13 Mayıs 1802'de, Emir Abdülaziz'in oğlu Suud'un kumandasında Vehhabi
savaşçıları Kerbela'da 10 Muharrem ayini yapan Şiiler'in üzerine
saldırdılar... Bir rivayete göre 2000, bir başka anlatıma göre 10 bin Şii bu
saldırıda öldü. Hz. Hüseyin'in türbesi yağma oldu. Kerbela yandı, yıkıldı,
tarihte bir kere daha mateme büründü. Bu savaşta ölen bir Şii'nin yakını
daha sonra 4 Ekim 1803 günü mescitte namaz kılan Abdülaziz'i sırtından
hançerleyerek intikamını alacaktı. Vehhabiler, ortaya çıktıkları ilk yıllardan
itibaren, İslam'ın içinde eski Sasani imparatorluk gelenekleriyle yaşayan
İranlılar'ı en büyük düşman bellemişlerdi.
Vehhabîler Kâbe önünde
Vehhabiler'in asıl amaçları İslam'ın merkezini ele geçirmekti. Mekke ve
Medine üzerinde ağır baskıları Muhammed Bin Abdülvehhab'ın İbni Suud'la
birleşmesinden on yıl önce başlamıştı. Abdülvehhab'ın yandaşları 1733
yılında Mekke Emiri bin Said'den hac izni istemişlerdi. Otuz kişiydiler. Emir
bunları Haremeyn'in alimleriyle münazaraya davet etti. Kabul ettiler,
ancak bilginlerle baş edemediler. Yenildiler. Mekke kadısı küfürlerine
hüküm verdi. Bazıları hapse atıldı, bazıları kaçmayı başardı. Bu olaydan
sonra Hicaz bölgesi Vehhabîler'e kapandı.
1790 yılında Mekke Emiri Galip silahlı Vehhabî'lerle ilk defa karşılaştı. Bu
çatışmadan sonra Galip işin ciddiyetini anlayınca Taif Kalesi'ni tamir ettirdi.
Mekke'nin çevresindeki tepelere kaleler, burçlar kurdurdu. Vehhabiler 18
Şubat 1803'te Taif'e girdiler. Her yeri yakıp yıktılar, halkı öldürdüler.
Topladıkları kitapları meydanlara yığarak ateşe verdiler. Peygamber'in
amcaoğlu Abbas'ın türbesini yıktılar. İki buçuk ay sonra 30 Nisan 1803'te
Mekke'yi aldılar. Suud bin Abdülaziz Kabe'yi tavaf etti. Ulema biat etti.
Abdülaziz onlara şöyle konuştu: "Sizin dininiz bu gün kemal derecesine
ulaştı. İslam'ın nimetiyle şereflenip Cenab-ı Hakk'ı kendinizden razı kılıp
hoşnud ettiniz. Artık âbâ ve ecdadınızın bâtıl inanışlarına meyl ve
rağbetten ve onları rahmet ve hayırla yad ve zikirden korkun ve kaçının.
Ecdadınız tamamen şirk üzere vefat ettiler...
Hz. Peygamber'in mezarı karşısında, önceleri olduğu gibi durarak, tazim ve
salat-ü selam getirmek, mezhebimizce gayri meşrudur... Onun için oradan
geçenler okumadan geçip gitmeli ve sadece [es-Selâmu âlâ Muhammed]
diye selam vermelidir..." İbni Suud bu konuşmadan sonra Hz. Peygamber
(S), Hz. Ömer, Ebu Bekr, Ali ve Fatıma'nın (R.A) doğdukları evleri yıktırdı.
Vehhabîler'in bu ilk Mekke zaptı kısa sürmüştü. 25 gün sonra Emir Galib'in
kuvvetleri geri gelerek kutsal şehirleri kurtardılar. Ancak Abdülaziz İbni
Suud'un bir Şii tarafından hançerlenerek öldürülmesinden sonra yerine
geçen oğlu Suud Haziran 1805'te Medine'yi bir yıl sonra Mekke'yi zaptetti.
Bütün mezarları balık sırtı dümdüz etti. Halkı yasaklara boğdu. 1811
yılında Vehhabi-Suudî devleti Halep'ten Hind Okyanusu'na, Basra
Körfezi'nden Kızıl Deniz'e uzanıyordu.
Nihayet Osmanlı uyanıyor
Osmanlı Devlet Arşivi'nde ve resmi belgelerinde daha sonra Hariciler
olarak isimlendirilecek olan bu kanlı-radikal, ilkel reform hareketi,
İstanbul' un ilgisini ilk defa Sultan I. Mahmut (1730-1754) zamanı çekti. O
çağda Osmanlı teb'ası olan Necid halkının bir kısmı, Bağdad Valisi
Süleyman Paşa'ya şikayette bulunmuştu. Padişah Cidde Valisi Osman
Paşa'ya ferman göndererek devlete silah çeken Vehhabîler'in ezilmesini
istedi. Ne var ki Osmanlı'nın artık bunu yapacak ne yeterli askeri gücü, ne
de siyasî takati vardı. İşi nasihatle halletmeyi düşündü.
MEZAR TAŞLARINDAN KALE YAPTILAR
"1744'te Muhammed bin Abdülvehhab'la birleşerek onun manevi
desteğinde Suudi hanedanını kuran Muhanmmed bin Suud'un torunu İbni
Suud, 1805'te Medine'yi, 1806'da Mekke'yi zaptettiğinde mezhebin inancı
gereği bütün mezarları dümdüz etti. Medine'de Baki Mezarlığı'nın taşlarıyla
kaleler inşa etti. O zamana kadar bilinen tüm İslam büyüklerinin mezarları
tahrib edildi. Araştırmacılar bu tahrib hareketine balık sırtı adını verdiler.
Vehhabiler yanında türbe olan mescitleri dahi yıkıyorlardı. Bu yüzden
onlara "mabed yıkıcıları"adı verenler çıktı. Bu katliamdan sadece Makam-ı
İbrahim, Mescid-i Nebevî ve Peygamber Efendimiz'in türbesi Ravza-i
Mutahhara kurtuldu. Mezarlık ziyaretine daha sonra izin verildi."
250 yıllık muvahhidin hareketi
"Müridlerinin kendilerine "tevhid yanlısı" (üniter) adını verdikleri, 18.
yüzyılda Necid'de Muhammed bin Abdülvehhab tarafından kurulan mutekit
İslam toplumu. Doktrinleri ibni Teymiyye'nin (ölm.1328) yeni-Hanbelî
yoluna dayanır. Özellikle evliya kültü ve kabir ziyareti gibi İslam'a
sonradan girmiş uydurmaları reddeder. Sakal kesmeyi, tütün içmeyi,
müzik dinlemeyi, tesbih çekmeyi, camileri süslemeyi ve minare inşa
etmeyi yasaklar. İçinde yer aldığı askeri zaferlerle gelişen hareket,
Muhammed ibni Suud ve kendisinden sonra gelenlerle geniş bir alana
yayılmıştı. Vehhabîler Arabistan'ı fethettiler (Mekke 1803) ve Arabistan'ın
dışına taştılar. 1812'de gerilediler ve 1819'da Osmanlılar tarafından
yenilgiye uğratıldılar. Riyad'da yeniden ortaya çıktılar. Ufak bir kesintiden
sonra ibni Suud ailesi 1902'de ülkede iktidarı ele geçirdi ve kurucusunun
saf düşüncelerini ödünsüz uyguladı. Vehhabîlik Arabistan'ın dışına çıktı
Hindistan, Türkistan ve Afganistan'a yayıldı." Grand Larousse, Wahhabites
maddesi, Parıs 1964, shf. 912
Vahhabi çıkışı geniş yankı buldu
"Hindistan'da Ahmet Barelvi (1786-1831) Brahman çoktanrıcılığının
etkisindeki ülkesinde, uzun zamandır yaşayan, putperest kalıntılar ve
azizler kültüne karşı Vehhabîlik'e benzer siyasi doktrinler yayıyordu.
Günümüze Vehhabîlik, özellikle İbni Suud'un Hicaz'da geçici Şerifler
yönetimini devirmesinden sonra (1924) din ve politika açısından
Arabistan'ın önemli bir kısmına yayılmış ve Mezopotamya, Somali gibi
çevre ülkelere de taşmıştır." Henri Masse, l'İslam, Parıs, 1930 Shf. 208
VAHHABİLİK'İN İLKELERİ
Dini silahla uygulamaya çalışan, namaz kılmayana ölüm cezası öngören,
kendilerinden olmayanları kafir bilerek mezarlıklarını ayıran, Peygamber
devrinde olmayan herşeyi sapıklık ilan eden, aklı dışlayan, amelsiz imanı
küfür sayan, Kur'an ayetlerini akılla yorumlamayı yasaklayan Vehhabîlik'in
ana ilkeleri şu 18 maddede toplanabilir:
1)
2)
3)
4)
Allah'ın zatı, sıfatı ve fiili aynıdır. Ayrı olamaz.
Bu Tevhid'dir. Tevhide inanmayanın malı, canı helaldir.
Amel imanın içinde gizlidir, amelsiz iman olamaz.
Ameli yerine getirmeyene harb açılır. Kestiği yenmez. Bu kişilere karşı
cihat edilir.
5) Ayetleri yorumlamak küfürdür. Hüküm zâhire göredir.
6) Allah'a aracısız ibadet şarttır. Mürşid, şeyh, veli, aracı küfürdür.
7) Kesin delil Kur'an'dır. Şia, kelam, tasavvuf, tarikat uydurmadır.
Kur'an ve Hadis' ten başka herşey bid'attir.
9) Mezar, türbe yapmak, adak adamak, kabir ziyareti küfürdür
10) Allah'tan başka kimseden yardım beklemek küfürdür.
11) Amelde 4 mezhep helâldir. Tarikat küfürdür, sömürü aracıdır.
12) Namazı cemaatle kılmak şarttır. Namaza gelmeyen ceza alır.
13) Sigara, nargile, içki ve kahve içene kırk değnek vurulur.
14) Vakıf bâtıldır. Vakıf kuranlar servetlerini kaçıranlardır.
15) Muska, tesbih, zikir, sünnet ve nafile namaz batıldır.
16) El öpmek, boyun kırmak, evliya kabri ve sakalı şerif ziyareti, mevlut
ve kaside okuma, çalgı dinlemek, eğlenmek şirk'tir.
17) Rüfai, Kadırî, Nakşibendi ve benzeri tarikatları küfürdür.
18) Ehli beyt sevgisi taşımak, Ali evladını masum saymak şirk'tir.
İSYANI KAVALALI BASTIRDI
Vahhabî-Suudî isyanı Osmanlı Devleti'ne karşı yapılmıştı. Kutsal
topraklarda yapılan bu başkaldırı hem devlet otorisine hem de
Müslümanlar'ın halifesine karşı idi. Buna İstanbul'un sessiz kalması
düşünülemezdi. Ama yine de Sultan I.Mahmut öncelikle nasihat edilmesini
istedi.
Arabistan'ın Necid bölgesinde Vahhabi isyanı patlak verdiğinde bu yörenin
bağlı olduğu Osmanlı İmparatorluğu bir dünya devleti olarak rakipleri olan
Rusya, Avusturya, Fransa, İngiltere gibi buyük devletlerle boğuşuyor, o
çağa kadar görülmemiş bir hız kazanan küresel değişimin yeni fırtınaları
içinde kendine yarar dengeler arıyordu. Arap çöllerinde alışılmış biçimde
baş kaldıran bir emir, imparatorluğun önemli bir konusu değildi. O nasıl
olsa altedilirdi. Ayrıca altı asırlık mağrur Osmanlı siyasi yapısı, teolojik
devlet sisteminin merkezi olan Haremeyn-i Şerifeyn'e herhangi bir yerli
saldırısına ihtimal vermiyordu. Osmanlı dört asır kutsal yerlere hizmet
etmiş, kanı ve canıyle bu toprakla bütünleşmişti. Kim onu bu yerlerden
sökebilirdi ki... Bu yüzden işi hafife aldı. Ancak bedelini çok ağır ödedi.
Sultan I. Mahmud'un Vahhabîler'i sindirmesi için Cidde Valisi Osman
Paşa'ya gönderdiği ferman hiçbir işe yaramamıştı. Valinin elinde yeterli
askeri gücü yoktu. Başarısız kalan Osmanlılar eski bir devlet geleneğine
baş vurarak işi nasihatle halletmeyi düşündüler. Müderris Adem Efendi 23
Kasım 1802'de Kudüs Kadısı tayin edilip sadrazamın mektubuyla Necid'e
gönderildi. Abdülaziz İbni Suud, Adem Efendi'yi Mekke'de kabul etti.
Başlangıçta ona saygı gösterdi, ancak 6 Mayıs 1803 günü aralarında geçen
sert münakaşalardan sonra ibni Suud eline hediyeler vererek Adem
Efendi'yi İstanbul'a geri gönderdi. Vahhabi-Suudi devletini resmen
tanımayarak ona bir diplomat yerine bir müderris gönderen Osmanlı
Devleti'nin barış girişimi neticesiz kalmıştı. Suudîler artık "idare-i
maslahat" cinsinden sözlerle yola gelecek gibi değillerdi.
Osmanlı sertleşiyor
Aradan üç yıl daha geçti. O sırada İstanbul'da II. Mahmut tahta çıkmış,
devlet yenilenmeye yüz tutmuştu. Mahmut sert bir hükümdardı.
İmparatorluğun geniş toprakları üzerinde halkın güvenliği, Yunan İsyanları
döneminden beri devletin en önemli konusuydu. Devlet, Vahhabî
meselesinin hallini 1805'te Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'ya
ısmarladı. Paşa, bu nazik görevi oğlu Ahmet Tosun'a verdi. Tosun'un
kumandasındaki Mısır Ordusu 1 Mart 1811'de gemilerle Yanbu limanına
vardı.
Mısırlılar 2 Kasım 1812'de Medine'ye, 23 Şubat 1813'te Mekke'ye girdiler.
Kavalalı Paşa Suudîler'den geri aldığı Kâbe'nin anahtarlarını 2 Mayıs
1813'te İstanbul'a gönderdi. O sırada Vahhabî-Suudî emirliğinin başında
bulunan ibni Suud 1814'te öldü. Yerine oğlu Abdullah ibni Suud geçti.
Darağacında bir emir
Suudîler'in yeni lideri Abdullah sakin bir adamdı. Savaş ve cidâl onu fazla
ilgilendirmiyordu. Aciz ve silik bir kişiliğe sahipti. Ancak Mısırlılar'ın
hışmından kurtulamadı. Savaşta ölen Kavalalı Mehmet Paşa'nın büyük oğlu
Tosun'un yerine kumandayı ele alan küçük oğul İbrahim Paşa, Abdullah
ibni Suud'u Eylül 1818'de yakalayarak dört gün Mekke'de halka teşhir
ettikten sonra İstanbul'a gönderdi. Suud bütün ailesi ve yakınlarıyle
birlikte Osmanlı başkentinde görüldü.
Devlet-i Aliyye'ye baş kaldırmış bir emir, zaptiyelerin arasında, mevkufen,
tüm kalabalığı ile birlikte yollardan geçiyordu. Abdullah İstanbul'da
zamanın şeyhülislamı Mekkizade Mustafa Asım Efendi'nin fetvasıyle idam
edildi.
Abdullah ibni Suud'un ölümüyle 1744'te Arap Yarımadası'nın Necid
bölgesinde kurulan Vahhabî-Suudî Devleti'nin ilk bölümü sona ermektedir.
Osmanlı Sultanı II. Mahmud'un Mısır Paşası Kavalalı ile bozuşmasından
sonra Mısırlılar, Hicaz'dan çekilecekler ve Arabistan yeniden Suudîler'in
eline düşecektir. O sırada Mısırlılar'dan ve babasıyle birlikte İstanbul'a
postalanmaktan kendini kurtarıp kayıplara karışan Abdullah'ın küçük oğlu
Turkî ortaya çıkacak, 1820-34 arasında aileyi toplayacak ve Suudî
Devleti'ni ikinci defa yeniden kuracaktır.
İKİNCİ VE ÜÇÜNCÜ SUUDÎ DEVLETLERİ
Muhammed ibni Abdülvahhab ve Muhammed ibni Suud'un 1744'te
kurdukları ilk Suudî Devleti 74 yıl sürmüştü. O sırada devlet merkezi
Derî'yye kasabasıydı. Bu devleti yeniden şekillendiren Turkî ibni Suud,
Riyad'ı merkez yaptı. Suudiler'in ikinci devleti 1891'e kadar 61 yıl devam
etti. Bu tarihten sonra geçen on yıl karışıktır.
Suudî-Vahhabî Devleti'nin son ve bugüne kadar devam eden siyasi birliği
Turkî'nin torunlarından Abdülaziz bin Abdurrahman bin Faysal bin Türkî
tarafından kuruldu. 1902'den sonra ailenin başına geçen Abdülaziz'i,
Sultan II. Abdülhamid Necid Valisi yapmıştı. 1918'de Osmanlı Devleti
Mondros Mütarekesi'yle Hicaz'dan çekilince Vahhabîler 1924'te Mekke ve
Taif'e son defa girdiler.
Abdülaziz bin Abdurrahman bin Faysal bin Türkî, Hicaz Kralı oldu, 18 Eylül
1932'de Necid Meliki olarak bugünkü Suudî Arabistan Krallığı'nın başına
geçti.
İslam kültürüne bedevi başkaldırısı
Miladın 18. yüzyılında Arap Yarımadası'nın Necid Çölü'nde ortaya çıkan
Vahhabî direniş hareketi, o sırada dünyanın orta kuşağında, Atlas
Okyanusu'ndan Pasifik Adaları'na kadar uzanan ve eski yeni pekçok yerel
kültürden etkilenen İslam Dünyası'nda bir bedevi başkaldırışıydı. Bedeviler
kendi içlerinde doğan bu dinin temsilciliğini başkalarına bırakmak
istemiyorlardı...
Vahhabîler bu ilkel ve gizli duygunun açık tetikçisi oldular. İlk çatışma
alanı Osmanlı toplumu ve onun idaresiydi. Osmanlılar Yavuz Sultan Selim
zamanı 1517'de Mısır'ı fethetmişler ve hilafet makamını İstanbul'a
taşımışlardı. O tarihten sonra İslam'ın manevi merkezi Mekke, siyasi
merkezi İstanbul'du. Bu geo-politik denge Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin
3 Mart 1924'te hilafeti kaldırışına kadar 372 yıl sürdü. Bu zaman içinde,
Asyalı Müslüman bir ulus olan Türkler, geniş bir imparatorluk kurarak,
özünü bozmadan, İslam dinine bir Horasan neş'esi kattılar. Yüzyıllar boyu
Çin'in aklı ve Hindistan'ın mistiği ile yoğrulmuş yeşil Asya gizemini,
Ortadoğu'nun çöllerine taşıdılar...
VAHHABİLER NE DEDİLER NELER YAPTILAR?
"Vahhabîler'in ana muhalifi Osmanlı hükümetiydi. Çünkü onlar bu
hükümetin yetkisine meydan okumuş ve onu bir tarafa itmişlerdi. Nitekim
Vahhabi isyanında İslam'ın ilk yıllarındaki Harici isyanını hatırlatan, izlere
rastlanmaktadır. Bir başka deyişle onlar da bir idealizmin zorlayıcı etkisiyle
kaba ve dar görüşlü usullere baş vurarak islahat yapmak istemişlerdi.
Fakat alışılagelmiş olan İslam geleneği daha önceleri Hariciler'in usûllerine
nasıl karşı koymuşsa Vahhabi usüllerine de öylece karşı koydu. İslam
tarihinde görülen birçok aşırı muhafazakar ıslahat hareketlerinin yol açtığı
ilginç ve sık görülen bir garabet vardır. Onlar ıslahatçı bir gaye için bütün
ümmeti birleştirmek amacında yola çıktıkları halde, çok geçmeden mevcut
birliği bile bozmaya ve ona karşı silaha sarılmaya yönelmişlerdir. Mesela
Abdülvahhab önemli tenkitlerinden birinde İslam öncesi Arap toplumunun-
zımnen de kendi yaşadığı devirdeki İslam toplumunun- yeteri kadar birlik
içinde olmadığını ve baştaki yöneticiye itaat edilmediğini ifade etmektedir.
Buna rağmen kendi başlattığı hareket daha ilk safhalarında bile silahlı
başkaldırmalara yöneldi ve toplumun birliğini daha çok bozdu..." Prof. Dr.
Fazlul Rahman, İslam, İstanbul 1980, Shf. 252
İngilizler Şerif Hüseyin'i nasıl kandırdı?
Arap dünyasını Osmanlı'dan koparmak isteyen İngiltere, önce Vahhabi
akımını teşvik etti. Daha sonra, Mekke Şerifi Hüseyin'e Ortadoğu'da
kurulacak büyük Arap devletinin liderliğini vaadederek kandırdı. Şerif
Hüseyin'in İngilizler'le pazarlıklarını, oğlu Emir Faysal yürütüyordu.
Sonunda, Şerif Hüseyin hiç bir şey elde edemedi. Kıbrıs'ta sürgünde öldü.
Büyük Arap devleti de kurulmadı. Şerif Hüseyin, hatıratında, İngilizlerle
işbirliği yapmaktan pişman olduğunu yazdı. İngiliz yetkililer mazeret
olarak, Şerif Hüseyin'le temas kuran görevlilerin, 'yetkilerini aşan'
vaadlerde bulunduğunu söylediler.
Katip Çelebi: HALK ADETLERİNİ BIRAKMAZ
"Halk alışıp adet edindiği işi, eğer sünnet eğer bid'atir bırakmaz. Meğer
elinde kılıç biri çıkıp da hepsini kılıçtan geçirsin. Mesela itikatta olan
bid'atlar için Sünni padişahlar nice vuruş-kırış ettiler, fayda vermedi. Amel
işlerinde olan bid'atlar hakkında da her çağda şeriatı bilen ve başta olan
dindarlar ve vaizler nice yıllar kendini verip halkı bir bid'atten
döndüremediler. İmdi halk adetini bırakmaz, her ne ise Allah'ın istediğine
göre sürülür gider, ancak başta bulunanlara İslam'ın düzenini korumak ve
İslamlığın şartlarını esaslarını halk arasında korumak lazımdır. Vaizler
genel olarak halkın sünnete rağbetini artırmak ve onları bid'atten
uzaklaştırmak yolunda yumuşaklıkla vaaz ve nasihatle yetinince üzerine
düşen vazifeyi yapmış olurlar..."
Katip Çelebi (17. yy.) "Mizanü'l Hak" Hazırlayan O. Ş. Gökyay, İstanbul
1993, shf. 62
ABD'NİN PETROL KUYUSU
Global ekonominin gereğine uyan Suudi arabistan petrol çıkarma hariç
tüm yan sanayiini dünyaya açarak 100 milyar $ sermayeyi ülkesine çekti.
Onsekizinci Yüzyıl'ın son yarısında gelişerek teorik açıdan şu yaşadığımız
devirlere kadar ulaşan Vahhabî mezhebinin yaşam şansını değişkenliğine
borçlu olduğu artık anlaşılmaktadır. Bu mezhebin ilham kaynağı
Muhammed Abdülvahhab başlangıçta "her yenilik küfürdür" demişti. Ancak
kendisinden sonra gelen ve Arap Çölü'ne iki buçuk asır bayrağını diken
torunları, bu konuda aynı görüşleri taşımadılar. Vahhabî-Suudî devleti üç
büyük ve farklı değişim geçirdi. Kuruluş dönemini teşkil eden birinci
devlet, Abdülvahhab'ın Der'iyye Emiri ibni Suud'la birleşmesinden Osmanlı
idaresindeki Mısırlı- lar'ın 1818'de Vahhabîler'i Hicaz ve Necid'de yenilgiye
uğratılmalarına kadar 74 yıl sürmüştü. Bu dönemde Vahhabîler, pirlerinin
yolunda "her yeniliği küfür" her yabancı geleneği "bid'at"saydılar.
Mezarlara ve halkın sevip saydığı değerli kişilere saygı göstermeyi "kula
tapınma" ile eşdeğerde ve "putperestlikle" bir tuttular.
Vahhabî-Suudî devleti ikinci defa, Abdullah bin Suud'un oğlu Türkî
tarafından 1821'de kuruldu ve 1891'e kadar 70 yıl sürdü. Bu sırada
dünyaya ve yaşanan çevresel siyasi tabloya daha yatkın davranmak
zorunda kalan Vahhabîler mezar ziyaretine ve Caferî mezhebi
mensuplarının hac etmesine izin verdiler.
Son Vahhabîler
Vahhabî-Suudî devleti, üçüncü ve son defa dünya sahnesine, 1902'den
sonra Abdülaziz bin Abdurrahman bin Faysal bin Türkî'nin gayretiyle
çıkmıştır. Suudîler'in bu üçüncü cülûsu yeni ve modern bir devletin
temellerini atmıştır. Osmanlılar Abdülaziz ibni Suud'u Necid Kaymakamı
yapmışlardı. Osmanlı Devleti 1918 Mondros Mütarekesi'yle Hicaz'dan
çekilince Vahhabîler 1924'te Mekke ve Taif'i aldılar. Abdülaziz, Hicaz Kralı
oldu. 18 Eylül 1932 günü Necid Meliki olarak bugünkü Suudî Arabistan
Krallığı'nın başına geçti.
Petrolün henüz söz konusu olmadığı o yıllarda yeni Suudî hükümdarı
asırlardan beri değişmeyen şartlarda yaşayan çöl halklarını yeni ve düzenli
bir hayata alıştırmaya çalışıyordu. Onlara ziraat öğretti. Kabileler,
suçlulara uygun cezayı, sadece merkezi hükümetin vereceğini o zaman
öğrendiler... Bu kavramın yerleşmesi için bir iç savaş gerekmişti.
Petrol denizinde kapışma
Suudîler'in üçüncü döneminin en çarpıcı görüntüsü petroldür.
Bu ülkenin bir petrol denizinin üzerinde yer aldığı anlaşıldığında VahhabîSuudî devletinin yeni zamanlardaki kaderi de çizilmiş oluyordu. Yapılan
hesaplara göre bu toprağın altındaki petrol rezervi, dünya petrolünün
dörtte biridir. Mısır için "Nil nehrinin hediyesidir" derler. Arap Yarımadası
için de "Arabistan petrol denizinin hediyesidir.." demek gerekir. Bu gerçek
Birinci Dünya Harbi'nin başlangıç yıllarında anlaşıldığında harbin genel
stratejisi değişmiş ve başta İngiltere olmak üzere Ortadoğu'da güç
dengeleri oluşturmaya çalışan her savaşan millet, sadece petrolü düşünür
olmuştu. Bu açıdan "bir sömürgeciler kapışması" şeklinde başlayan "Harb-i
Umumî' in bir anda şekil değiştirerek kanlı bir "petrol savaşına" dönüştüğü
izlenmiştir. Bu savaş bu gün de değişik şekillerde sürüp gitmektedir.
VE VAHHABÎLER KÜRESELLEŞİYOR
"Küreselleşme bilimsel ve teknik güçleriyle kapımızda, ekonomik ve sosyal
sistemimizi modernize etmek için var gücümüzle çalışmalıyız. Ancak
toplumumuzun muhafazakâr karakterini aklımızdan çıkaramayız." Bu
sözler Suudî Arabistan Krallığı Veliaht Prensi Abdullah'a aittir. Krallık
küreselleşmenin en ileri boyutlarda örneğini vermiş ve petrolün çıkarılması
hariç tüm yan sanayiini dünyaya açmıştır. Eylül 1998'de başta Aramco,
Chevron, Mobil, Exxon, Texaco olmak üzere yedi dev petrol şirketinin
temsilcileriyle Washington'da akşam yemeği yiyen Prens Abdullah, o gün
yerinde tesbit, tanımlama, taşıma, dağıtım ve rafinaj gibi petrolün tüm
yan sanayiini dünya yatırımcılarına açacaklarını müjdelemişti. O güne
kadar Arap petrolünün tek ismi olan Aramco'yu gerileten bu karar, bir
"devrim" niteliği taşıyordu. 2000 yılının Mart ayı başında Prens Abdullah,
bu alanda Riyad hükümetine ulaşan tasarıların 100 milyar dolara ulaştığını
açıklamıştı.
450 milyar dolar
Arabistan petrollerinin tek ve yegane sözcüsü uzun yıllar dev Amerikan
şirketi Aramco'ydu. 1930'da kurulan şirketin bölgede çıkarlarını savunması
için bir devlete ihtiyacı vardı. İki yıl sonra Necid Meliki sıfatiyle bu günkü
Suudî devletinin başına geçen Abdülaziz bin Abdurrahman bu ihtiyacı
karşıladı. Kısacası, işin sonunda Suudîler petrolü değil, petrol Suudîler'i
çıkarmıştı. Suudî Arabistan'ın günümüzde dünyaya yatırım şeklinde
dağılmış 450 milyar doları vardır.
250 yıllık resmî mezhep
"18. yüzyılda Arabistan'da Muhammed bin Abdülvahhab'ın etkisiyle oluşan
dinsel ve siyasal akım. Vahhabîlik adı akımın karşıtlarınca kullanılır. Akımın
üyeleri kendilerini Muvahhidin olarak adlandırır. Günümüzde Suudî
Arabistan'ın resmî mezhebidir... Muhammed bin Abdülvahhab'la 1744'de
karşılaşan Der'iyye Emiri Muhammed bin Suud onun düşüncelerinde
kendisini Arabistan'a egemen kılacak dinsel bir dayanak bulmuş oldu.
Abdülvahhab şirk içindeki insanlara tevhidi benimsetmek için kılıç
kullanmanın zorunlu olduğunu, can ve mallarının helal sayıldığını, öne
sürüyor, böylece yağmacılık ve yayılmacılığa cihad adına kutsallık
kazandırıyordu.... 'Vahhabîlik'e göre Kur'an ve sünnet, metinlerin sözel
anlamına bağlı kalınarak anlaşılmalı, kesinlikle yorumlanmamalıdır. Kıyas
dinin dayanaklarından biri değildir. Buna karşılık içtihat kapısı açıktır.
Herkes içtihatla yükümlüdür. İman kalple tasdik, söz ile ikrar ve ameldir.
Bu nedenle İslam'ın öngördüğü görevleri yerine getirmeyen kişiler mümin
sayılamaz." Ana Britannica, Vahhabîlik maddesi, İstanbul 1986 Shf. 159
Amerikan istekleri ve halk baskısı arasında
"Günümüzde Amerikan basını -kendini kuvvetle savunan- Riyad'ı, özellikle
finansman açısından terörizme hoşgörü gösterme ve 11 Eylül New York ve
Washington saldırılarını soruşturmada yeterince işbirliği yapmamakla
suçlamaktadır. Dünyada kayıtlı petrol rezervinin % 25'ine ve OPEC
üretiminin üçte birine sahip bu ülkenin yöneticilerinin içine düştüğü zor
durumu farkeden Bush yönetimi ise bu suçlamalara katılmamaktadır.."
Mouva Naim, Le Monde, 22 Ekim 2001
VELİAHD ABDULLAH VE YOL AYRIMINDAKİ SUUD
Mekke Şerifi Hüseyin 1916'da Osmanlı'ya başkaldırıp kendisini Arap
ülkelerinin kralı ilan etmişti. 1919'da Batılı ülkelerin, Suriye, Ürdün ve
Irak'ta kurdukları manda yönetimlere karşı çıkarak buraların kendilerine
verileceği konusunda söz aldıklarını belirtip Versailles Anlaşması'nı
tanımadı. Mart 1924'te kendisini halife ilan etti. Bu arada Arabistan'ın
ikinci gücü konumundaki Vahhabî-Suud kabileleriyle savaş halında idi.
Suud II.Abdülaziz, Eylül 1924'te İngiltere'nin yardımıyla Şerif Hüseyin'i
Hicaz'dan kovdu. Londra, Şerif-Suud çekişmesinde Suud tarafını tutmuştu.
Böylece bölgedeki petrol çıkarma ve işleme konularında önemli gelirler
elde edecekti. II. Dünya Savaşı sonunda ABD'nin tüm dünyada etkinliğini
artırmasıyla beraber Suud yönetimi İngiltere himayesinden ABD
taraftarlığına geçerek iktidarını kuvvetlendirdi. 1990'da Irak'ın Kuveyt'i
işgal etmesi sonrasında ABD silahlı kuvvetlerinin Suudi silahlı kuvvetlerini
desteklemek amacıyla ülkeye konuşlanmalarına izin verildi. Ancak bir
süredir Veliahd Prens Abdullah'ın şahsi özellikleri ve daha dindar ve
milliyetçi çıkışları ABD-Suudi Arabistan ilişkilerini yeni bir yol ayrımına
getirdiği şeklinde yorumlanıyor. 11 Eylül terör olayından sonra Veliahd
Abdullah'ın ABD'yi eleştiren açıklamaları olmuş ve bu ABD tarafından
hoşnutsuzlukla karşılanmıştı. Kral Fahd'ın yerine geçecek olan Veliahd
Abdullah'ın bu tür çıkışları önemli sinyaller olarak değerlendiriliyor.
Adetlerle uğraşma
"Halkın arasında mezarlara kandiller konur, mezara yüz göz sürülür ve
kandil yağı ile yağlamak adet edinilmiştir.Mezar bekçileri ve kandilciler de
onunla geçinirler. Bu konuda kavga ve tartışma ahmaklıktır. Onlar
bildiklerinden geri kalmazlar.İslam'da Hacerü'l Esved'den başka taşı ve
ağacı yüceltip ululamak yoktur. Onda da nice sır ve hikmet vardır." Katip
Çelebi
Download