1 TABİAT Prof.Dr.Şaban Ali Düzgün [email protected] Tabiat etimolojik olarak Arapça’da ana karakter, seciye ve mizaç, bir şeyin şekli ve doluluğu, kalbin mühürlenmesi, etki, gibi anlamlara gelmektedir (Ragıb, Müfredât, s.516; İbn Fâris, Mücmelü’l-lüğa, s.592; es-Sihâh fi’l-lüğa ve’l-‘ulûm: tecdîdü sihahi el-‘Allâme el-Cevherî, s.25). Latince’de doğmak (Natura, nasci), Yunanca’da ise enerji ve aktivite (Physis) anlamındadır. Terim olarak ise tabiat; bir varlığı bütünüyle belirleyen özelliklerin tümü; yaratıcı ve hareket sağlayıcı güç olarak kabul edilen etken; dışarıdan eklenen veya kazanılanın aksine doğuştan sahip olunan ilk ve orijinal yapı (fıtrat); bilimsel veya metafizik açıdan ele alınan maddi dünya (metafizik açıdan ele alındığında realist yahut idealist yaklaşımlara konu olmaktadır); hareketin ve onu takip eden sükûnun ilkesi; kültür ve tekniğin etkisiyle değişikliğe uğratılmamış alan; nefsin ilk güçlerinden biri; Tanrı’nın yetkinlikleri/sıfatları ve mahiyeti anlamlarında kullanılmaktadır. Bir varlığın yapıcı unsurlarının ve temel niteliklerinin toplamı anlamındaki mahiyet bu anlamıyla tabiata eşittir. Tabiat, öz ve cevher (töz) terimlerini de karşılamaktadır. Ancak bunlardan ayrı ayrı bahsedildiğinde, öz (essence) ve cevher (substance) varlığın statik yapısına, tabiat ise içsel eğilimlerine ve dinamik yapısına işaret eder. Fizik ve Metafiziğin Konusu Olarak Tabiat Fizik çerçevesinde tabiat, ya fiziksel yahut maddi nesnelerin toplamını ya da hareket ve sükûnun ana ilkesini göstermek için kullanılır. Kindi maddi olan tabiidir, derken birincisine, semavî olanlar hariç bütün basit elementlerin sonunda sükûnu buldukları doğal bir tabii hareket sergilediklerini söylerken ikincisine işaret etmektedir. Doğa felsefesi ve doğa bilimleri dediğimizde bu maddi cevherlerin kanunlarını, özelliklerini, oluş ve yok oluş süreçlerini inceleyen çalışmalardan bahsederiz. Metafiziksel anlamda tabiat, organik bütünlük gibi daha geniş bir kapsama sahiptir. Bu ikinci anlamda tabiat, Yunanca’da kendi doğal sonucunu yaratacak şekilde kendi iç kuvvetine sahip maddi varlık anlamındaki physis terimine çok yakındır. Physis ve bunun karşılığı olarak tabiat kendi kendine hareket imkânını yaratan bir tür nefse sahip olarak düşünülmektedir. Bununla birlikte Allah’ın dışındaki bütün varlıkların mümkün varlıklar kategorisinde olması onları Zorunlu varlık olan Allah’a bağlı hale getirdiği için İslam düşüncesindeki tabiat terimi physis’e tam karşılık değildir. İSAM, İslam Ansiklopedisi, ‘Tabiat’ maddesi. 2 Tabiatın felsefi olarak araştırılmasıyla ilgili problemler yoğun olarak tabiatın birliği etrafında odaklanmaktadır. İlk Yunan filozofları neredeyse bütünüyle doğa filozoflarıydı ve bütün varlıkların ilkesi olarak tespit edebilecekleri temel maddelerin peşindeydiler; hava, su, ateş ve toprak (ve daha sonra Empedokles’in bu dört unsura eklediği yeniden toplanma ve dağılma özellikleri) sırasıyla veya hepsi birden ilke olarak belirlenmiştir. Günümüzde eter veya başka maddeler veya enerji bütün maddi cevherlerin ortak cevheri/ana dayanağı (substratum) olarak kabul edilmektedir. Bütün varlıklara kaynaklık eden bu ana madde konusundaki statik birliğe ek olarak dinamik birlik de araştırılmaktadır. Başka bir deyişle evrende meydana gelen bütün değişikliklerin arkasında tek bir ilke aranmaktadır. Tabiata metafiziksel bir temel arandığında yaratıcı olarak Tanrı’yı (natura naturans) yaratılan şeylerden (natura naturata) ayırmak felsefede gelenekselleşmiştir. Mekanizm her şeyin salt olarak bir cevherden diğerine hareketle açıklanabileceğini söylerken, teleolojik görüşler nihai sebebe daha büyük önem verir ve farklı varlıkların nihai amaçlarına odaklanır. Bütün varlıkları nihai bir amaca odaklamak (monizm) ve her varlığın içine bir anlam yükleyerek onları bu hedefe ulaşacak şekilde yönlendirmek (A’la 87: 3) (telos) aslında monoteizmin tabiatta kendini göstermesinden ibarettir. İlk Yunanlılarda tabiat materyalist değil hylozoist yahut animist bir yorumla anlaşılıyordu ve şekillendirici fonksiyon nous’a yahut rasyonel prensibe veriliyordu. Bunun ardından Demokritos, Epikuros, Lucretius gibi atomcular tarafından saf atomculuk geliştirildi ve ruhsal olarak adlandırılan her şeyin özel olarak daha ince atomlar tarafından meydana getirildikleri iddia edilerek bütünüyle maddeye indirgenen bir tabiat görüşü geliştirildi. Madde tek gerçek kabul edilince dünyada var olan her şey maddi sebeplerin sonucu durumuna düşürülmüş ve herhangi teleolojik bir açıklamaya gereksinim duyulmamıştır. Bu kabulde, zihne yahut ruha aitmiş gibi görünen her şey maddenin görünümlerinden ibaret sayılmış (epiphenomenalism), rasyonellik duyulara, irade de içgüdülere indirgenmiş, insan dediğimiz varlık, zihinsel süreçleri yaratan maddi elementlerin özel olarak düzenlenmesinin yarattığı aşamalardan biri haline getirilmiştir. Tartışmasız böyle bir sistemde özgürlüğe, sorumluluğa ve ölümsüzlük düşüncesine yer bırakılmamaktadır. Eflatun’un tabiat felsefesi bütünüyle metafiziktir ve soyut düşüncelere dayanır. Akli tecrübecilik (rationalistic empricism) denilen bir yöntemle Aristo bağımsız bir fizik bilimi kurmayı önceleyerek tabiat felsefesi yaptı. Daha sonra Epikuros Demokritos’un mekanist görüşlerini; stoa’cılar da Herakleitos’un dinamik anlayışını canlandırıp geliştirdiler. Yenieflatuncular ise bu alanda tamamen soyut düşünceler ileri sürdüler. Tabiat felsefesi, bize olduğu gibi kendini gösteren tabiatı göz ardı etmeden, onun ötesinde mekanik ve fiziksel olmayan bir gerçekliğin somut karakterini bilme amacındadır. Başka bir ifadeyle tabiat filozofları, tecrübeyi (experimentation), tefekkürü (speculation) ve tahayyülü (imagination) içine alan üçlü bir düşünme yöntemini önerirler. Aristocu dört sebep teorisinin Meşşaî modeldeki etkisine bağlı olarak tabiatta hiçbir hadisenin belli bir sebepten hariç olamayacağı, tabiatta tesadüfe imkân bulunmadığı ve 3 âlemde bir determinizmin hüküm sürdüğü fikri hâkim olmuştur. Tabiatta boşluk kabul etmeyen ve madde-suret teorisini esas alan Meşşaî âlem modelinde mekân ve zaman, cisim ve hareketten bağımsız birer realite olarak düşünülemez. Örneğin İbn Sînâ’ya göre hareketin içinde gerçekleştiği mekân boşluk demek değildir; mekân, kuşatan cisimle kuşatılan cismin temas ettiği zihni bir alan olup dış dünyada boşluk mevcut değildir (İbn Sînâ, ‘Uyûnu’l-hikme, s.23 vd.). İslam filozofları tabiattaki oluşu Allah’ın hür iradesi yerine O’nun ilmine bağlamak suretiyle nispi bir determinist tabiat görüşüne meyletmişlerdir. Nispidir zira Müslüman filozoflar fiziki sebepleri tabii hadiselerin yakın sebepleri olarak görmüş ama bütün sebepler zincirini hakiki sebep olan Allah’a bağlayarak tabii olanlara mecazi bir etki yüklemişlerdir. Farabi, İbn Sina ve İbn Rüşd başta olmak üzere, tabiatta sebeplilik üzerindeki bütün vurgu buradan âlemdeki gaye, nizam ve inayet fikrine ulaşmak ve bütün bunları da Allah’ın ilim, hikmet ve kudret sıfatlarına bağlayabilmekti. Gazali sebep-sonuç ilişkisini kabul etmekle birlikte, bu ilişkinin tabii olanların yapılarından gelen bir zorunluluk olmadığını savunmuştur. Allah’ın iradesiyle müdahale edebileceği bir zorunsuzluk alanı olarak tasavvur edilen tabiat, böylece mucizelerin meydana gelişine imkân veren bir yapıya kavuşturulmuştur. Gazali’nin Tehâfütü’l-felâsife’de İslam filozoflarına yönelttiği eleştirilerle bu mesele kurumsallaşmış bir tartışmanın odağı haline gelmiştir. İslam filozoflarının bu nispi determinizmine ilk tenkit Kelamcılar tarafından yapılmıştır (bk. Bakıllanî, et-Temhîd, s.56 vd; Macit Fahri, Islamic Occasionalism, s.37). Determinizm fikri Kelam sisteminde Allah’ın mutlak kudreti ve fâil-i muhtâr oluşu inancıyla uzlaştırılamaz bulunmuş ve sabit tabiatlar veya tabiat kanunları fikri reddedilerek indeterminizme meyledilmiştir. Kelamcılarda araya giren tabii sebepler zincirine zorunlu bir etki tanımamak, oluşun her safhasında Allah’ın yaratma fiilini ön plana almak, âlemdeki oluşları her an Allah’ın yaratıcı iradesine muhatap kılmak hâkim fikirdir. Allah ile âlem arasındaki ilişki sadece ilahi sebep planında düşünülmüş ve tabii plandaki sebeplere görece bir etki verilmiştir. Varlık esasına dayanan Meşşâî felsefenin aksine Kelam ‘oluş’u esas almış ve âlem Allah’ın yaratıcı iradesinin kuşattığı sürekli bir oluş yok oluş süreci olarak tasavvur edilmiştir. Tabiatı sistemli bir şekilde açıklamaya çalışan bu ilk Müslüman düşünürlere göre, âlem atomlardan oluşmuştur ve değişkendir. Atomlar basit varlıklardır ve üç boyuttan yoksundurlar. Bu basit cevherler birbiriyle bitişip (ittisal) terkipler oluştururlar veya birbirlerinden ayrılırlar (infisal) ve böylece kevn ve fesat (oluş ve yok oluş) meydana gelmiş olur. Kelamcıların atom nazariyesinde arazların iki ayrı zamanda var olamayacağı düşünülüyordu. Bu düşüncede yaratılan her şeyin birbirinden bağımsız cüzlerden meydana geldiği kabul ediliyordu. Bu cüzlerin bir araya gelmesine ve ayrılmasına sebep olan da kendi içlerinde taşıdıkları güç değil, Allah’ın yaratmasıdır. Böylece Kelam’da Allah’ın müdahalesiyle sürekli yeniden yaratılan bir âlem teorisi geliştirilmiş olmaktadır. Kelamcılar maddeciliğin İslam felsefesinde ortaya çıkan değişik biçimlerini Tabiiyyūn, Dehriyye, Muattıla, gibi adlarla sınıflandırmışlardır. Tabiiyyûn (Naturalizm) adı, genellikle maddenin görünümlerinde ve duyumlarda ortaya çıkan çeşitliliğin kökenini maddenin 4 doğasında arayan akımları belirlemek için kullanılır. Buna göre doğal olayların nedenini yalnızca doğada ve doğal nesnelerde aramak gerekir. Bütün olaylar (maddi ya da zihinsel süreçler) yeterli açıklamalarını zorunlu tabiat kanunları içinde bulurlar. Bu eğilim Kelamcılarca şirk-i esbâb (nedenlerle Tanrı’ya ortak koşma) olarak sınıflandırılmıştır. Bazı Kelam bilginleri, sonuçları doğadaki nedenlere bağlamakla birlikte her ikisinin de Tanrı tarafından yaratıldığını kabul eden, nedenleri yaratan Tanrı’nın onların doğal sonuçlarını da yaratması gerektiğini savunan Mutezileyi bu tanımın dışında tutarlar. Böylece dışarıda göreli bir determinizmin varlığı olumlanmış olmaktadır. Bu durumda Tanrı Müsebbibü’l-esbab (sebeplerin sebebi, tabiattaki her şeyin belli bir sebeplilik içinde yürümesini takdir eden) olarak görülmektedir. Kelamcılar tabiatı kendi tikelliğinden ve gerçeklik zemininden koparmadan bir semboller alanı olarak görmüş ve sembolize ettiği aşkın gerçekliği delillendirmek üzere istişhâd (istidlâl) bi’ş-şahid ale’l-gayb yahut analoji dili ve yöntemini geliştirmişlerdir. Bu yaklaşım içinde küllilerle cüziler, soyutla somut arasında bir irtibat kurularak, gerçekliği bütünüyle maddeye indiren ya da bütünüyle maddenin ötesine taşıyan yaklaşımlar arasında bütüncül (holistik) bir orta yol bulunmuştur. Bilgi kaynaklarını da hem reel (beş duyu) hem de ideal alanı (akıl) kuşatacak şekilde oluşturan Kelamcılar böylece gerçekçi bir varlık ve tabiat anlayışını temellendirmişlerdir. Bu kabul, tabiatta bizim Allah hakkında bilgi sahibi olmamızı mümkün kılan kavram ve kategorilerin varlığına hükmetmektedir. Başından beri, tabiatı esaslı bir tahlil alanı ve sağlam bir veri kaynağı olarak görmeye imkân verecek şekilde, Kelam’ın bilgi teorisini, akıl (a priori yargılar) ve doğru haber yanında tecrübeyi (a posteriori yargılarımıza kaynaklık eden beş duyu) de eklemesi bu amaca yöneliktir. Bu yöntem bir yandan aklın özgürleşmesi demek olan rasyonalizmi bir yandan da eşyanın bilgisinin eşyadan öğrenilmesi demek olan ampirizmin yolunu açacak niteliktedir. Tabiat Teolojisi Yaratan ve yarattıklarını koruyup gözeten nitelikleriyle Allah hakkında fikir veren en temel vahiy alanı (kevni vahiy) tabiattır. Yaratıcı kudret olarak Allah, tecrübe alanındaki bütün varlık tarzlarını birer ayet/işaret/sembol olarak kendine şahit kılmıştır. Bu tabii düzene eşlik eden ve bir yönüyle tabiatın parçası olan insan da, tabiatı algılama ve bu görünen yüzünün ötesine geçirerek Allah’a işaret eden bir semboller dünyası olarak yorumlama yeteneği ile donatılmıştır. İnsan ve tabiat arasındaki bu iletişim, hem insana hem de tabiata yerleştirilen anlamla mümkün olmaktadır. Afakta ve enfüste Allah’ın kendini göstermesi, farklı varlık tarzları arasında iletişimi mümkün kılan bu anlam yahut sensus divinitatis ile mümkün hale gelmektedir. Allah’ın bize kendini mantıksal ve rasyonel olarak açacağını ve buna giden yolun rasyonel ve tefekküri bir çabaya bağlı olduğunu söyleyen ontolojik delilin aksine kozmolojik delilde tabiata dayalı tecrübe ön plana çıkarılmaktadır. Ama akıl tabiatı sadece tecrübi alan olarak görmemekte (rü’yet), bu alanı farklı bir varlık ve değer alanını delillendiren (nazar) bir sembole dönüştürmektedir. Tabiatı bir çıkarım aracı olarak kullanan Tabiat Teolojisi, insan 5 aklına dayalı olarak ortak tecrübe alanı durumundaki tabiattan hareket ederek Tanrı’nın varlığını ve sıfatlarını ortaya koymaya çalışmaktadır. Tanrı Tabiat Teolojisi içinde, tabii teolojinin varsaydığının aksine, sadece mekanik olarak kabul edilen evrenle değil, evrenin içindeki bireyle de ilgilidir. Atomcu nazariyenin ifadelendirdiği haliyle oluş halindeki evrenin sürdürülebilirliği kadar, Tanrı’nın bireyin ve toplumun hayatında yer tutması ve ahlaka kaynaklık etmesi de öne çıkarılmaktadır. Kendi dışındaki varlıklarla ve doğal olarak tabiatla ilişkisinde Kur’anın öne çıkardığı Yaratıcı sadece yaratan değil, yaratmasını adalet üzere yapan, yaratmasına rahmet ve merhametini eş kılan, yaratması sadece açıklamaya çalıştığımız duyu verilerinin algıladığı âlemle (afakla) sınırlı olmayan, anlamaya çalışmamız gereken bir psişik dünyanın (enfüs) da yaratanı olan bir Allah’tır. Bu yaklaşım, Allah ile yarattığı alan arasındaki ilişkiyi, felsefenin algıladığı gibi, sadece ontolojik ve epistemolojik bir ilişki olmaktan çıkarır ve işin içine aksiyolojiyi, etiği ve estetiği de yerleştirir. Allah’ın kendi dışındaki varlıklarla ilişkisini kurduğumuzda ve bu ilişki içinde Allah’ın bize görünür olan yüzünden, isimlerinden bahsettiğimizde, kendi gelişim kanunlarıyla donatılan ve ilerleyeceği bir hedefe yönlendirilen bir tabiat gerçeğiyle karşılaşırız: “O her şeyi bir ölçüye göre yaratmış ve hedefini göstermiştir” (A’la 87: 3). Bu kabul âlemde statik sebep-sonuç ilişkilerinin toplamını Allah’a referans olarak kullanan bir yaklaşımın ötesinde, âlemin statik olmayan yapısını hem bir norm hem de model olarak öne çıkarmaktadır. Dinamik bir tabiatın model oluşu, ahlakiliği; normatif oluşu başıboş bırakılmadığı ve Yüce bir kaynakla irtibatlı olduğu gerçeğini yansıtır. Böylece, tabiatın hem kendinde bir anlamı olduğu, hem de ilişki içinde bulunduğu bütün varlıkları bu anlama iştirake davet ettiği ortaya çıkmış olur. Bibliyografya: Râgıb el-İsfehânî, Müfredâtu elfâzi’l-Kur’an, (Tahk. Safvan Davudî), Beyrut 1992, s.516; İbn Fâris, Mücmelü’l-lüğa, Beyrut 1984; es-Sihâh fi’l-lüğa ve’l-‘ulûm: tecdîdü sihahi’l Allâme elCevherî; Resâilü’l-Kindî el-felsefiyye, (tahk. ve neşr, Muhammed Abdülhâdi Ebu Rîdeh, Kahire 1953, c.II tabiat böl.; İbn Sînâ, ‘Uyûnu’l-hikme, (nşr.Abdurrahman Bedevî), Beyrut 1980, s.23 vd.); Gazalî, Tehâfütü’l-felâsife, Beyrut 1990); İbn Rüşd, Tehâfütü’t-tehâfüt (nşr. Maurice Bouyges), Beyrut 1930); İsmail Hakkı İzmirli, Feylesûfu’l-Arab Ya’kub bin İshak el-Kindî, (terc.Abbas el-Azzavî), Bağdad 1963; George N. Atiyeh, Al-Kindî: The Philosopher of the Arabs, Rawalpindi: Islamic Research Institute, 1966; Bâkıllanî, et-Temhîd, (nşr. J.McCarthy), Beyrut 1957; Macit Fahri, Islamic Occasionalism, London 1968; Ali Sami en-Neşşâr, Neş’etü’lfikri’l-felsefî fi’l-İslâm, Kahire 1977, I, 443 vd.); Cîrar Cihâmî, Mefhûmü’s-sebebiyye beyne’lmütekellimîn ve’l-felâsife (Beyrut 1985); Şaban Ali Düzgün, Allah, Tabiat ve Tarih: Teolojide Yöntem Sorunu ve Teolojinin Meta-Paradigmatik Temelleri, Ankara: Lotus Yay., 2005.