Ek Dosyayı İndir

advertisement
BÖLÜM I
ANADOLU'YA GENEL BAKIŞ
1. ANADOLU
Önceleri yeryüzünde biri Asya, diğeri Avrupa olmak üzere iki kıta tanınıyordu. Gerek SümerBabil gerek Yunan-Roma mitolojilerinde üzerinde durulmaya çalışıldığı gibi, her şey zıddıyla mevcuttur
görüşünden hareketle, Asya ve Avrupa sözcükleri birbirinin zıddı iki kelime olarak Babil ve Asur
dillerinde rastlanmaktadır. Asu (Asia) güneşin doğduğu, İrib (Europe) battığı yeri ifade etmektedir.
Karanlık-aydınlık, iyi-kötü, siyah-beyaz, şeytan-melek, kadın-erkek çatışma ve çelişkisine yalnızca İndoGermen (Hint-Avrupa) ve Hami-Sami (Yahudi-Arap) kültürlerinde değil, hemen tüm kültürlerde
rastlanmaktadır.
M.Ö.1.bin yılda Yunanistan için Avrupa, Anadolu için ise Asya deyimi kullanılıyordu. Roma
döneminde Asie-Mineur (Küçük Asya) veya yalnızca Asya olarak bilinen bu topraklar Bizans
döneminde 4. ve 9. yüzyıllar arasında “Natolia” olarak isimlendirildi. Bu sözcük taşra anlamına
geliyordu. Çünkü henüz tam anlamıyla Ekümenlik sayılmıyordu, hala yer yer Paganist inançlar vardı.
9. yüzyıldan sonra bunların tamamı ortadan kaldırılınca Natolia kelimesinin başına Grekçe’de sözcüğe
olumsuzluk anlamı katan (A) eki getirildi. Böylece Natolia artık taşra olmaktan çıktı, Anatolia oldu. Bu
deyim ilk kez 10. yüzyılda Bizans İmparatoru Constantinos Porfirogennetos (913–959) tarafından
yazıya geçirildi.
Türkler Anatolia'nın Türkçe’ye en yakın söylemi olarak bu coğrafyaya Anadolu demişler olsa
gerek. Bu eşsiz topraklar için bundan daha uygun bir isim bulunamazdı herhalde. Anadolu ismi bir
anlamda ülkenin o günlerdeki dinsel ve toplumsal yapısı ile de uyum sağlamıştır. Özellikle Tunç çağında
Mezopotamyalıların Anadolu'ya Bin Tanrı Ülkesi dedikleri anımsandığında, bu sözcük daha da anlam
kazanmaktadır.
Anadolu, Trakya dışındaki yurdumuzun büyük bölümü, yaklaşık bin yıllık anavatanımıza
verilen isimdir. Asya ve Avrupa kıtalarının buluştuğu bir noktada bulunduğu ve doğal bir geçiş
oluşturduğu için, tarih boyunca Asya, Avrupa ve hatta Afrika'dan gelen sayısız göç dalgalarının kavşak
noktası haline gelmiştir. Anadolu, bu kavşakta buluşan değişik uygarlıkları kendi potasında eriterek
onlara yeni bir biçim, yeni bir renk vermiştir. Anadolu’nun tarihi, bir anlamda göçebe kabilelerle koloni
toplulukların ve bunların akınlarının, uygarlıklarının, kültürlerinin, devletlerinin yükseliş ve
çöküşlerinin tarihi olmuştur.
Sayısız boyların, ulusların karışıp kaynaştığı Anadolu’da bir soydan gelen ulus aramak, belli bir
kökten türemiş gibi görünen ulusun tarihini yazmak, Anadolu’yu böylesine sınırlı bir tarih süreci
içerisinde anlamaya kalkışmak, bir ulusu üzerinde yaşadığı topraklardan ayrı düşünmek gibi, bilim
verilerinin dışına çıkmakla eş anlamlıdır. Anadolu, tarih süreci içerisinde gelen insan yığınlarının
kaynaşıp birbiri içerisinde eridiği ve yeni ulusların boy gösterdiği bir coğrafyadır. Anadolu tarihine
bakıldığında tarih öncesi çağlardan başlayıp son dönemlere kadar süregelen insan yoğunlaşması göze
çarpar. Bu yoğunlaşma sonucu bilinen en eski uygarlıkları yaratan uluslar doğar ve yeni uygarlıklar
ortaya çıkar. Hitit, Urartu, Frig, Likya, Lidya ve Bergama uygarlıkları bu en eski yoğunlaşmanın
ürünleridir. Aralarında dil, din, inanç alışverişleri ve kaynaşmaları olmuştur.
Akdeniz uygarlıklarının beşiğidir Anadolu. Bilge düşüncelerin, sanat akımlarının, dinlerin
ortaya çıktığı, birbirleriyle kaynaştığı ve çevreye yayıldığı yerdir. Avrupa felsefesinin gelişmesinde ana
kaynak olarak değerlendirilen Thales’in, Anaksimandros’un, Anaksimenes’in, Herakleitos’un,
Ksenophanes’in ve Anaksagoras’un doğum yeridir Anadolu. Tüm uygarlıkların kaynağı sayılan Sümer
uygarlığının, dinle düşüncenin, doğa ile doğa ötesinin birleşip kaynaştığı yerdir Anadolu. Önüne gelene
açar kollarını Kibele gibi, emzirir iri göğüslerine yapışan tüm dudakları besler, büyütür onları. Kendini
yıkmak, ortadan kaldırmak isteyenlerden bile esirgemez olanaklarını, güçlerini. Kendisini yakmak
isteyenlere ateş, boğmak isteyenlere su, kökünü sökmek isteyenlere kazma vermiş, korkmamış,
ürkmemiş, işte bu yüzden kalmış ayakta, yıkılmamış. Yere sermiş kendini kıskananları, çekemeyenleri,
katı yüreklileri. Bir bakın insanlığa yararlı ne kalmış öteki bağnaz uygarlıklardan. Senin gibi
düşünmeyenleri, senin inandıklarına inanmayanları kır dök, yak yık, öldür diyenlerden! Tutsak
olmuşluk, geri kalmışlık, karanlığa mahkumluk. Oysa sürdürüyor kendini Anadolu uygarlıkları,
eskimiyor, her geçen gün daha güçlü, daha aydınlık bir nitelik kazanıyor, ışık kokuyor, aydınlık
kokuyor, insan sevgisi kokuyor.
Dünya üzerinde kadının üstünlüğünü ve önceliğini vurgulayan Ana Tanrıça kavramı da
Anadolu'da gelişmiştir. Dünya ölçeğinde ataerkilliğin yaşandığı çağlarda kadının pek etkisi görülmez
Anadolu dışında. Öylesine çok kadının sesi gelir ki oysa Anadolu tarihinden; toprak ile özdeşleştirip
toprak-ana denilen bereketi, bolluğu ve doğurganlığı simgeleyen ilk ana tanrıçalar; Kybele, Artemis ve
Meryem Ana gibi dinsel kişiliği olanlar; Amazonlar gibi savaşçılar, Puduhepa, Artemisya, Aspasia, Zoe,
Hürrem Sultan gibi politikaya bulaşanlar, Sappho, Mihri Hatun, Halide Edip gibi sanatçılar, Nene Hatun
gibi kahramanlar.
Neden Ana Tanrıça yüceltilmiş, hep, bir Baba Tanrı da tüm yaratılanların babası olarak
düşünülemez miydi? Bu sorunun karşılığını ilkel insanın gözlem gücünde ve bu gözlemin sonucunu da
olağanüstü bir yorumla değerlendirip bu kavramı bulmasında aramak gerek.
İlk çağlarda çevresinde gördüğü her şeyi değerlendirme aşamasındaydı insan doğal olarak.
Topraksa durmaksızın bir hareketlilik içerisinde sürekli bir şeyler getiriyordu dünyaya. Ağacı, otu,
sebzesi, meyvesiyle insan ve hayvan yaşamının soyunu sürdürmesi için gerekli ne varsa onun bağrında
yetişiyordu. Tüm bitkileri de o doğuruyordu. O da bir anaydı öyleyse; Toprak Ana. On binlerce yıl
süregelen mağara yaşamında Toprak Ana’nın bağrında barınmış ve onun güvencesini hissetmişti
kendisini ilk insan ve bir beden tasarlamıştı onun için; ''Yer, Toprak Ana’nın bedenidir, etidir. Yer
toprağın ta kendisidir. Bu yüzden Türkçe’de yer, yeryüzü, toprak hep aynı anlamı taşımaktadır. Yerin
bağrından çıkan taşlar kemikleri, bitkiler saçları, ırmak ve dereler damarları, çocuğunu güvenle dünyaya
getirip büyüttüğü mağaralar ve kovuklar rahmidir Toprak Ana’nın ilk insan için.
Kutsal kitaplarda hep topraktan yaratıldığı belirtilmiştir insanoğlunun. Eski çağların
Anadolu’sunda kadının doğurganlık gücünü toprağın verim gücüyle özdeşleştirerek, onu bütün
varlıkların yaratıcı gücü olarak görmüş, yani insanın topraktan yaratıldığı yargısına günümüzden on bin
yıl önce katılmış Anadolu insanı. Bu inanç doğrultusunda, doğal olarak toplum anaerkil bir yapıda
oluşmuştur ilk çağlarda. Bir yandan yaşamın ölümle sona erdiğini, bir yandan da doğumla sürekli
yenilendiğini gözlemliyordu insanoğlu. Dünyaya çocuğu getiren dişidir, yani kadındır. Mağara çağında
avcı ve toplayıcı olan insanın üretime geçmesiyle birlikte, üretim fazlası değerin takas edilmesi ile
başlayan ticaret ve zenginlik, üretimin gücüne dikkat çekmiş olmalı ki üretim yapabilen kadın bu gücü
kendinde toplamıştır. Hele doğumda, erkeğin işlevi yeterince anlaşılamamış olmalı ki, insanı dünyaya
getirebilecek yetenekteki kadının tanrı olabileceği inancı yerleşmiştir.
Erken Tunç çağına kadar Anadolu'da baba tanrıdan çok daha önce Ana Tanrıça’ya tapınılırdı.
Bu inanç önce Yunanistan'a ve oradan da Avrupa’ya yayılmıştır. Ana Tanrıça’ya tapınmanın özünü
onunla birleşebilmek oluşturmaktadır. Budizm’de Nirvana şeklinde ifade edilen bu durum, Anadolu’dan
doğu ve batı dünyasına Fenafillah olarak yayılmıştır.
Yazılı kaynaklara göre Kybele yani Ana Tanrıça hem şiirde, hem de düz yazıda adından en çok
söz edilen tanrıçalardan birisidir. Hiçbir mitolojide diğer hiçbir tanrı, Ana Tanrıça kadar çeşitli adlarla
anılmamıştır. Bu ad ve sıfatların çokluğu, Ana Tanrıça’nın vatanı Anadolu'da dahil uluslar üstü bir
nitelik kazandığını göstermektedir. Ana Tanrıça, Sümer’de Marienna; Mitanni ve Hurriler’de Hepat ya
da Hepa; Mısırda İsis; Hititler’de Kuvava, Kubaba ya da Kupapa; Frigler’de Kybele; Helen dünyasında
Artemis; Roma’da Venüs; Girit’te Rhea; Suriye’de Lat; Batı Anadolu’da Hebe ya da Eve; Kayseri ve
Tokat yörelerinde Ma ve Anadolu’dan Palestin’e (Filistin) göç eden Pulasatiler’de ise Havva olarak
adlandırılmıştır. Ana Tanrıça’nın Anadolu’daki kült merkezleri arasında başta Pessinus (BallıhisarSivrihisar) olmak üzere, Zela (Zile), Sardes (Sart), İda (Kaz) Dağı, Hierapolis (Pamukkale), Kyzikos
(Erdek), Selene (Kelainai, Dinar) bulunmaktadır. Her yıl baharın başlangıcı sayılan 21 Mart’ta bu kült
merkezlerinde Kybele adına şenlikler düzenlenirdi. Bu şenlikler sırasında Kybele tapınağının rahipleri
erkeklik organlarını keserek, akan kanla birlikte bereket ve canlılığın toprağa yani doğaya geçmesine
aracı olurlardı. Günümüzde hala devam eden Hıdırellez, Nevruz ve Paskalya kutlamaları bu şenliklerin
devamı durumundadır.
M.Ö. 2. bin yılda Orta Anadolu’ya düşen bir göktaşı Ana Tanrıça’nın simgesi sayılmış, düştüğü
yerde bir Ana Tanrıça tapınağı kurulmuştur. Sivrihisar yakınlarındaki bu yer Frig döneminde dünyanın
merkezi sayılmış, Pessinus adıyla Ana Tanrıça’nın kült merkezi haline getirilmiştir. Dünyada göktaşının
kutsallığı böylece başlamıştır. İslamiyet öncesinde Arabistan’a başka bir göktaşı düşmüş ve göktaşının
düştüğü yere Hübel (Kibele) adına bir tapınak inşa edilmiştir. İslamiyet bu yapıyı bir takım değişiklikler
yaparak ve putlarından arındırarak, İslamiyet'in kutsal yeri, bir süre sonrada kıblesi durumuna
getirmiştir. Dillere göre söyleyiş farklılıkları ile bu isim semitik dillere Kıbl veya Kıble olarak, Latin
dillerine ise (Cybele) Sibel olarak geçmiştir. Ana Tanrıça’nın bu ismini günümüzde dahi birçok hanım
taşımaktadır. O günlerden günümüze gelen ortak kültür ürünleri, inançlar ve efsaneler Helen dünyasına,
dolayısıyla Batı’ya ilham kaynağı olmuştur. Mitolojinin ve kutsal kitapların kaynakları, Tanrılar, Tufan,
Ölümsüzlük, Hayat ağacı, Hayat otu, Ejderha, Kentaur, Kyklop, Cennet-Cehennem kavramları, iddia
edildiği gibi Helen efsanelerine mi, yoksa Helen uygarlığı da dahil çeşitli uygarlıkları barındırıp, onlara
kucak açmış Anadolu efsanelerine mi dayanmaktadır!
Zaman sürecinde daha başka düşüncelerle karışan bu eski inançlar ortadan kalkmayıp,
kendinden sonrakilere eklenerek süregeldi, onların içinde eridiği gibi kendi özünde erittikleri de oldu.
Din ve mitoloji sanata kaynak oldu. Bunun sonucu sanatsal ürünler olan saraylar, tiyatrolar, tapınaklar,
heykeller gibi çeşitli yapıtlar ortaya çıktı. Bunu izleyen dönemde ortaya çıkan Pers, Helen, Roma ve
Bizans uygarlıkları kendilerinden önceki Anadolu uygarlıklarından esinlendiği gibi, onlara katkıda da
bulundular. Yunan mitolojisine göre dağların doruğunda oturduğu varsayılan Tanrıça Rhea’ya, Ana
Tanrıça Kybele gibi Megale Meter, yani Ulu Ana denirdi. Kybele'nin kutsal taşı Pessinus’tan alınıp,
Roma’ya getirildikten sonra Kybele’ye Romalılarca Mater Deum Magna, yani Tanrıların Büyük Anası
denilmeye başlandı.
Ana Tanrıça kavramı Hıristiyanlık geleneklerini öylesine etkilemişti ki Meryem Ana, Efes
Artemis’i Kybele gibi Ana Tanrıça’nın özelliklerini taşıyordu. O da Theotokhos (Tanrı Anası)
sayılıyordu. Efes’te Hıristiyanlığı yeni kabul etmiş olanlar her ne kadar yeni dine inanıyorlarsa da eski
inançlarından tamamen sıyrılamamışlardı. Onun için Hıristiyan dünyasının önde gelenleri 431’de İsa
peygamberin özelliklerini belirlemek üzere Efes’te toplandıklarında halkın baskısı üzerine Meryem
Ana’yı Tanrı Anası saymak zorunda kaldılar. Böylece Ana Tanrıça kültü Bizans döneminde Meryem
Ana ile devam etti.
Binlerce yıl öncesinin çeşitli kavram ve inançları, kutsal kitaplarda dahil sözlü ve edebi
eserlerde yerlerini alarak günümüze kadar ulaşmıştır. Dini kuralların yanı sıra tarihi bilgilerde veren
kutsal kitap Tevrat’ın tekvin bölümünde anlatıldığı üzere; Tufandan sonra insanlar yurt tutmak için
Sinear denilen bölgeyi seçerler. Bu bölge bilindiği gibi Sümerlerin yerleşmiş olduğu Aşağı
Mezopotamya bölgesidir. Sümerler, M.Ö. 5. bin yılda Orta Asya’dan gelip bu bölgeye yerleşen, daha
sonraları Sümerler olarak adlandırılan ve dünya uygarlıklarının temellerini atan topluma verilen isimdir.
Yazının ilk kez kullanımı dahil, daha birçok ilke imzasını atan Sümerlere uygarlığın mimarları demek
çok fazla abartılı olmasa gerek. Sümer kent devletlerinin ortadan kalkmasıyla bunların yerini alan Babil,
Akad ve Asur uygarlıkları Sümer yazılı destanlarını kendi dillerine adapte ederken bunlara kimi
katkılarda da bulunurlar. Hatta Sümerceyi konuşmadıkları halde okullarında kültür dili olarak okuturlar.
M.Ö. 2. bin yılda Asur Ticaret Kolonileri aracılığı ile Sümer kültürü Anadolu kültürü üzerinde etkili
olur. M.Ö. 1. bin yılda Helen-Miken uygarlığının Anadolu ile etkileşimi sonucu bu kavramlar batı
dünyasına geçer. Kaynağı Sümer panteonuna dayanan denizin, yeri ve göğü doğurması ve suyun her
şeye hayat vermesi temasını daha sonraları Yunanlı düşünür Hesiodos’un ünlü Theogonia (Tanrıların
Doğuşu) adlı yapıtında neredeyse tıpatıp görmek mümkündür. Bu parlak Sümer uygarlığının kaynağı
yoksa Dicle ve Fırat ırmakları mıydı! Kutsal kitap Tevrat yeryüzündeki Cennet bahçesi Aden'i anlatırken
şöyle demektedir;
Ve Rab doğuda Aden’de bir bahçe yaptı ve yarattığı insanı oraya koydu. Ve Rab bahçenin
ortasında hayat ağacını ve yenilmesi iyi olan her ağacı yerden bitirdi. Ve bahçeyi sulaması için bir
ırmak yarattı ve ırmak oradan bölündü ve dört kola ayrıldı. Birincisinin adı Pişon’dur ve kendisinde
altın bulunan tüm Havila diyarını çevirir. Ve ikinci ırmağın adı Gihon’dur, ve tüm kuş ilini kuşatır. Ve
üçüncü ırmağın adı Dicle’dir, Asur’un önünden akar. Ve dördüncü ırmak Fırat’tır.
İlk iki ırmağın hangileri olduğu pek bilinmemekle birlikte, bunların Yeşilırmak ile Kızılırmak
veya Seyhan ile Ceyhan nehirleri olabileceği ihtimal dışı değildir. Dicle ve Fırat ise Anadolu’dan doğup
Arap çöllerini yeşil vahalara çeviren nehirlerdir. Sümerler bu bölgeye ilk yerleştiklerinde, bugünkünden
daha fazla su taşıyan Dicle ve Fırat nehirlerinin taşmaları ile oluşan sel baskınları sonucunda Tufan
efsanesinin bu yörede doğmuş olması da pek anormal değildir. Sümerlerin ünlü Gılgamış destanı
içerisinde geçen Tufan, yalnızca Sümer efsaneleri ile Tevrat’ta yer almakla kalmaz, Yunan mitolojisinde
de kendine yer edinir.
Ünlü Latin ozanı Ovidius’un anlatımıyla Yunan mitolojisinde Nuh peygamberin yerini
Deukalion, Nuh’un kendisi ile birlikte tufandan kurtulan ve kutsal kitaba göre sonraki insan ırkının atası
sayılan üç oğlu Ham, Sam ve Yafet’in yerini ise Deukalion'un oğulları Aiolos, Ksuthos ve Doris
almaktadır. Ksuthos’tan İonlar, Aiolos’ten Aioller, Doris’ten de Dorlar’ın türediği anlatılan efsanenin
Eski Yunan’a bir soy kütüğü çıkarma çabası içerisinde olduğu açıktır. Bu çaba içerisinde Gılgamış’ın
kahramanca kişiliği Yunan panteonundaki Herakles’e (Herkül), çapkınca davranışları ise Baştanrı
Zeus’a benzemektedir.
Yunan mitolojisinin baş tanrısı ve baş aktörü Zeus’un dünyaya gelişi, üç büyük dinin üzerinde
hem fikir olduğu İbrahim peygamberin, Mezopotamya’nın büyük uygarlıklarından Akad’ların ünlü kralı
Sargon’un, Musa peygamberin ve İsa peygamberin doğuşuyla büyük benzerlikler göstermektedir. M.Ö.
2. bin yılda Asur ülkesi (Mezopotamya) ile Hatti Ülkesi (Anadolu) arasındaki kültür değişimi Asur
Ticaret Kolonileri aracılığıyla hız kazanır. Bu kaynaşma sonucu ortaya çıkan efsaneler Helen dünyasını
ve dolayısıyla Batı dünyasını etkilemekle kalmaz, Filistin'i ve Mısır'ı da etkiler. İbrahim peygamberin
Sümer’in Uruk kentinden olduğu Tevrat'ta açıkça vurgulanmaktadır. Bu durumda Eski Yunan
uygarlıklarının, o dönemin çok sevilen Mezopotamya efsanelerini kendi kültürlerine adapte ettikleri
inkar edilemez bir gerçek gibi durmaktadır. Her kültürün bir önceki kültürden etkilenip sonrakini
etkilediği gibi Sümer kültürü de Anadolu kültürünü etkiler ve ondan etkilenir. İlk yazı olarak kabul
edilen Sümerce’de alfabenin ilk harfi “V” Alaf diye okunur. Anlamı İnek demektir. Bu harf içinde
Arapça'nın da bulunduğu Semitik dillerde Elif, batı dillerinin kaynağı olan Latince'de Alfa, günümüzde
de A şeklini almıştır. Sümerlerde Ana Tanrıça’nın sevgilisi olan İnnanna, Assur ve Babil dillerine Yıldız
kelimesinin karşılığı olan İştar, Fenike diline Astarte, Latince'ye Astrum, Farsça’ya Sitare, modern batı
dillerine Star olarak geçmiştir. Bunlar karşılıklı etkileşimler sonucu ortaya çıkan sentezin birkaç küçük
örneğidir. Örnekleri çoğaltmak mümkündür ancak asıl olan, günümüz uygarlığına geçmiş uygarlıkların
etkileşimleri ile ulaştığımızın unutulmamasıdır.
Download