Tavuk mu olacağız, yoksa kuş mu? “Bilim ve sanat bir kuşun iki kanadı gibidir. Bu iki kanadı kullanabilen toplumlar uçar ve özgür olurlar. Uçamayanlar ise tavuk olurlar. Tavuk toplum ise, önüne atılan bir avuç yemi gagalarken, arkadan yumurtalarının alındığının farkına bile varmaz”. Randal Keynes’e ait bir betimlemedir bu dizeler. Ne kadar da doğru bir saptama. Sanatın, dolayısıyla yaratıcılığın olmadığı yerde bilim asla olamaz. Çünkü, bilimsel merak ve araştırma, kesinlikle yaratıcılık ister. Ve, bilimsel gelişmelerin ışığı olmadan da, sanat ve yaratıcılık olduğu yerde sayar, gelişemez. Bu iki kavram, yumurta-tavuk misali, yaşamak için birbirine muhtaçtır adeta. Sanatın önündeki en büyük engel de, dinlerdir maalesef. Çünkü, dinler doğaları gereği her türlü dünyevi zevke karşıdırlar. Geçmişde, hristiyanlık hipodromlardaki oyunları bile engellemeye kalkmıştır ki; o dönem halkların tek ve en büyük eğlencesiydi bu oyunlar. Yaşama ait her güzel ve her marjinal şeye karşıdır dinler, özellikle de henüz reformunu yapmamış dinler. Resime, dansa, tiyatroya, müziğe ve sekse v.b... Seks deyince, sadece seksin kendisine değil, onu çağrıştıracak her şeye de karşıdırlar. Seksin evlilik kurumu altında bile, zevk almak için değil, çocuk yapmak amacıyla yapılmasına müsade ederler. Hatta, bunun için bazı ülkelerde kadın sünneti yaparlar, yani kadınların klitorislerini keserler. Ve hatta, sıkı durun, erkek sünneti bile erkeğin zevkini kısıtlamaya yöneliktir. Bu konunun bilimsel açıklaması uzun sürer. Dolayısıyla bir başka yazıda ayrıca değerlendirmem gerekecek. Kısacası, yaşama dair ne kadar dünyevi zevk varsa, kısıtlamaya çalışır dinler. Ne kadar büyük bir çelişki; tek tanrılı dinler hem kendilerini, tanrının peygamberler aracılığıyla gönderdiğini iddia ederler, hem de tanrının insanlar için yarattığı ne kadar güzel şey varsa, onu da dine aykırı ilan ederler. Dinlerin, tanrının insanlara bahşettiklerini, üstelik de tanrı adına yasaklamasını hiç anlamadım. Nefis ile mücadele etmek gibi bahaneler de, beni hiç ikna etmedi. Ya da bu dünyaya yalnızca çile çekmek ve ibadet etmek için geldiğimizi de, mantığım hiç almadı. Evet, yaşama zevkinin önündeki en büyük engeldir dinler. Ve, yaşama zevkinin olmadığı yerde ne bilim olur, ne de sanat. Ayrıca, kim ne derse desin, kim ne kadar kızarsa kızsın, bilim ve din bir arada olamaz. Akıl, mantık ve din de bir arada olamaz. Çünkü dinler kayıtsız şartsız inanç isterler ve bunun sorgulanmasına asla izin vermezler. Sorgulama yok, tartışma yok, mantık yürütmek yok, düşünmek yok, ee ne var? İnan işte, o kadar!! O zaman, vicdan ve akıl sahibi olan hangi kişi, böyle bir şeyin akıl ve bilimle bağlantısını kurabilir ki? Evet, bunları özellikle bizim gibi toplumlarda söylemek zordur, çok zor!! Tehlikelidir de, ama birileri söylemeli!! “Kral çıplak” hikayesinin bende çağrıştırdığı ve kullanmayı çok sevdiğim bir betimlemem var. “Zor olanı çocuklar, kolay olanı büyükler söyler”. Çünkü, çocuklar masumdur, safdır ve söylediklerinin bir bedeli olacağını düşünemezler bile. Oysa büyükler, Pavlovun şartlı refleksindeki köpekler gibi iyi öğrenmişlerdir, toplumun hoşuna gitmeyecek şeyler söylediklerinde, başına geleceklerin neler olabileceğini. Beş maymun deneyindeki maymunlar gibi, her söylediklerinin ve yaptıklarının bir bedeli olduğunu da öğrenmişlerdir... Dolayısıyla, çoğunluğun ya da güçlünün hoşuna gitmeyen bir şey söylediklerinde, dayak yiyeceklerini ya da işkence göreceklerini bilirler ve dil diye bir organları olduğunu unuturlar genellikle. Biliyorum ki, birçok muhafazakar kişi itiraz edecektir, bilimle din nasıl bir arada olmaz diye… Hemen örnek vereceklerdir belki de, bazı islam ülkelerindeki nükleer teknolojileri... Oysa, bunlar sadece yaşamsal gördüğünüz bazı alanlarda zorlamayla, baskıyla ve dış yardımla yapılabilen rastlantısal ve tek alanla sınırlı kısmi başarılardır. Bu tür şeylerle, bilim ve teknoloji toplumu olmanın yanına bile yaklaşılamaz. Diyelim ki, İran ve Pakistan benzeri bazı ülkelerde olduğu gibi, bugünün en korkunç bilimsel silahı olan, nükleer teknolojiye sahip oldunuz. Ve hatta devşirme bilim adamlarınız da var ve bir din devleti olmanıza rağmen, tek bir alanla sınırlı bilimsel gelişime de sahip oldunuz. Ama yaşamla ilgili dünyevi zevklerin yasaklı olduğu bir toplumda, genel bir bilimsel gelişme sağlamanız imkansız olacaktır. İçinizden çıkacak çok az sayıdaki bilim adamını tutamayacağınız gibi, tek bir alanda sağladığınız bilimsel başarının devam etmesi de, ancak devşirme bilim adamlarının ömrü kadar olacaktır. Çünkü, hiçbir gelişmiş beyin, kendi yaşamını sınırlayan, güzel sanatlar ve güzel yaşam öğeleri barındırmayan bir toplumda yaşamaz, yaşayamaz. Zorla yaşatmaya kalkarsanız da, yaratıcılıkları ve şevkleri ölür... Din, bilim adamlığına soyunmuş kişilerin beyninde fanatik bir biçimde yerleşmişse eğer, o kişinin bilim adamı olması imkansızdır... Bu kişi profesör derecesi almış olabilir, hatta alanında uluslararası geçerliliği olan birçok bilimsel araştırma yapmış da olabilir... Ama beyni şöyle çalışır... Bir teori geliştirmeye çalışırken, “bu dine aykırıdır” ya da “bu dine uygundur” gibi bir ön süzgeçten geçirir düşüncelerini. Örneğin, 1980 li yıllarda tıp fakültesinde öğrenciyken, dindarlığı ile ünlü bir profesör hocamız, aya gidildiğine inanmazdı. Yardımci doçentliğim sırasında da, bir dindar doçent arkadaşıma, “merkezi sinir sisteminin hücrelerinde yenilenme (rejenerasyon) yeteneği gerçekleştirildiğinde, kafa nakli mümkün olacaktır” dediğimde, nasıl karşı çıktığını bir görseydiniz!! Bunun dine nasıl aykırı bir şey olduğunu ve dolayısıyla asla böyle bir şeyin gerçekleşemeyeceğini, şiddetli bir şekilde anlatmaya çalışmıştı. Yani, daha baştan bilimi inançlarıyla sınırlandırmıştı. Oysa, bilimin kabul edemeyeceği en temel şey, önyargı ve şartlanmış kabullenimlerdir. Bu yüzden, kanıtlanması mümkün olmayan soyut inanç ve kabullenimler, bilimin en büyük düşmanıdır. Dinler de, kanıtlanması mümkün olmayan soyut inanç ve kabullenimlerden oluşur ne yazık ki. Aksine, bilim de, dinlerin insanlara kabul ettirmeye çalıştığı davranış ve kavramların geçersizliğini ispatlar genellikle. Dolayısıyla, dinlerin de en büyük düşmanı, bilimdir. Dinler ortaya çıktığından beri, bu yüzden bilime ve bilim adamlarına saldırmış ve Rönesans öncesi hristiyanlıkda, görülmemiş çileler çektirmiştir bilim insanlarına. Rönesans öncesi döneme ait, yaşama zevkinin yok edilmeye çalışılmasıyla ilgili, sayısız film, roman ve bilimsel makale vardır. Bizim ülke, Atatürk’ün bütün bunları farkedip te, dinde reform yapmasıyla birlikte, tavuk toplumdan, kuş topluma geçiş yapmaya başlamıştı... Ama 2000'li yılların başından beri, tekrar bunu tersine çevirmek için büyük bir çaba var. Bu ülkeyi seven herkesin bunu görmesi gerekiyor artık. Bunu görenlerin, sayısı ve başarısına göre; gelecekte tavukmu olacağız, yoksa kuşmu, o belli olacak. Tavuk toplum olmanın en büyük sebebi, cehalet ve dünyevi yaşam ile barışmamış dinlerdir. Yani reform yapmamış dinlerdir. Bugün yaşananların temel sebebinin bu olduğunu kavrayamamışsak hala, büyükler susuyorsa inatla, çocukların ağzını kapatıyorsak hep birlikte, nasıl kuş olup uçacağız ki? Dini, vicdanlara ve camiye yollayamazsak eğer ve de dünyevi yaşama saygı duyacak bir islami reformu başaramazsak, kuş olup uçmayı unutalım. Bu yüzyılın sonuna gelmeden de, dünyanın artık tavuk toplumlara ihtiyacının kalmayacağını da, not edin bir yere!! Anlayana sivrisinek saz, tavukları sorarsanız da, nükleer bomba bile az!!