Document

advertisement
D.15/2004
Yargıtay/Hukuk 93/99
(Dava No: 1353/98; Mağusa)
YÜKSEK MAHKEME HUZURUNDA.
Mahkeme Heyeti: Taner Erginel, Başkan, Mustafa H. Özkök,
Seyit A. Bensen.
İstinaf eden:
Mehmet Doğruel, Mağusa
(Davacı)
- ile -
Aleyhine istinaf edilen:
1. Mustafa Karakuş, Mağusa
2. Güllü Karakuş, Mağusa
(Davalılar)
A r a s ı n d a.
İstinaf eden namına: Avukat Tevfik Pilli
Aleyhine istinaf edilenler namına: Avukat Alper Dede.
İstinaf, Gazi Mağusa Kaza Mahkemesi Kıdemli Yargıcı Ahmet
Kalkan’ın 1353/98 sayılı davada 8.6.1999 tarihinde verdiği
karara karşı Davacı tarafından yapılmıştır.
----------------H Ü K Ü M
Taner Erginel, Başkan:
Sebzecilikle uğraşan Davacı, iki
dönüm iki evlek alanındaki tarlasına mısır ekti.
Mısırları
komşu arazide bulunan kuyudan temin edeceği su ile sulamayı
tasarlayan Davacı, Davalıların engellemeleri nedeniyle su
alamadı.
Davalıların kanunsuz olarak su almasını
engellediğini ve mısırlarının kuruduğunu öne süren Davacı,
Davalılar aleyhine tazminat davası açtı.
Davacının sunduğu şahadete inandı.
İlk Mahkeme,
Davalı 1’in Davacının
su almasını engellediği ve Davacıya 1 Milyar TL.’lik zarar
verdiği kanısına varan İlk Mahkeme, buna rağmen, Davacı
lehine hüküm vermedi.
Talep takririnde yeterli esasa
2
ilişkin olgu bulunmadığı ve Davalıların hangi eylemlerle
Davacının su almasını engellediklerinin belirtilmediği
görüşünü benimseyen İlk Mahkeme, talep takririnin hatalı ve
eksik olduğu gerekçesi ile davayı reddetti.
Önümüzdeki istinaf, bu karara karşı yapılmış olup
Davacı (İstinaf Eden), talep takririnde herhangi bir
eksiklik olmadığını ve lehine karar verilmesi gerektiğini
öne sürmektedir.
Doğal olarak bu istinaf, Usul Hukukunun
en önemli konularından birini, talep takririnin nasıl
hazırlanması gerektiğini gündeme getirmektedir.
Karşılaştığımız yasal soruna daha iyi çözüm bulabilmek
için öncelikle davanın olgularını kavramaya çalışalım.
Davacı, talep takririnde Mağusa’da ziraat ile uğraştığını,
açıkta ve serada sebze üreticiliği yaptığını, Mağusa’da
906 no’lu su kuyusunun sulama birliğine üye olduğunu, tüm
üyelerin bu kuyudan su alma hakları bulunduğunu, 1998
yılının bahar mevsiminde, Aşağı Maraş’taki tarlalarının
iki dönüm iki evleklik bölümüne mısır ektiğini, Davalıların
mısırlarının sulanmasını kasten, haksız ve kanunsuz şekilde
engellediklerini, bu nedenle mısır ürününün kuruduğunu
ileri sürdü ve 1 Milyar TL.-‘lik zararının tazmin
edilmesini talep etti.
Davalılar (Aleyhine İstinaf Edilenler) ise dosyaladıkları müdafaa takririnde Davacının iddialarını ret ve
inkâr ederek ön itiraz olarak Davacının davasında herhangi
bir dava sebebi olmadığını, talep takririnde Davacının
zarar ziyanı ile ilgili tafsilât bulunmadığını, 906 no’lu
su kuyusundan Davacının su almasını engellemediklerini,
Davacı tarafından ekildiği iddia edilen mısırların
Davacının kusur ve kabahatleri sonucu kuruduğunu,
mısırların sulanmaması, hastalık ve zararlılarla mücadele
3
yapılmaması ve kurumaya terkedilmeleri nedeniyle mısırların
zarar görmüş olabileceğini iddia ettiler.
Davacı davasını ispat etmek için kendisi şahadet verdi
ve 8 de tanık dinletti.
Davalılar da kendileri şahadet
vererek 7 tanık dinlettiler.
Duruşma sonunda İlk Mahkeme önce kuyunun durumu ile
ilgili bulgu yaptı.
“Huzurumdaki davada lâyihalarda ihtilâf
mevzuu yapılmış olmakla beraber duruşma
esnasında sunulan şahadet sırasında 906
sayılı su kuyusunun Davalı No.2’ye ait
arazi içerisinde bulunduğu, mezkûr kuyunun
Gazi Mağusa Kaymakamlığınca oluşturulan
5. Bölge, 5. Birlik’e dahil olduğu, birlik
üyelerinin ise Mehmet Doğruel, Mustafa
Karakuş ve Sultan Ak’tan oluştuğu, bu
şahısların mezkûr kuyudan su alma hakkı
olduğu hususunda bulgu yaparım.”
Daha sonra şahadeti inceleyen İlk Mahkeme, Davacı ve
tanıklarına inandı.
Engellemeyi Davalı 2 değil, babası
Davalı 1’in yaptığı kanısına vardı ve Davacı lehine ve
Davalı 1 aleyhine hüküm verilmesi gerektiğini belirtti.
İlk Mahkeme kararının şahadeti değerlendiren bölümünde
şöyle denmektedir:
“Davalı 1 şahadetinde esas olarak motorun
arıza yapması sonucunda sulama yapılmadığını
ileri sürmüştür. Arıza iddiasının bu meselede
büyük önem taşımadığını Mithat Kurt’un arızayı
dava ile ilgili zamanlarda 2 defa kısa sürede
tamir ettiğini ve her defasında ödendiğini
eğer arızadan kaynaklanan bir ihtilâf olsa
meselenin bu şekle dönmeyeceğini ve sulamanın
devam edeceğini, arıza iddiasının inandırıcı
olmadığını Davalı 1’in esas niyetinin
Davacının kuyudan su almasını engellemek
olduğu kanaatinde olduğumu belirtirim.”
4
İlk Mahkeme sonuçta şöyle bir kanıya vardı:
“Dava konusu 906 no’lu su kuyusunda Fasıl
115 Sulama Birlikleri Yasası kapsamında Gazi
Mağusa Kaymakamlığı nezdinde oluşan bir
birlik olduğundan ve bu Yasanın 28. maddesi
herhangi bir sulama tesisine bağlı suyun
dağıtımına kasten engel olmayı yasakladığından Davalı 1’in Davacının su almasını
engellemeye hakkı yoktur.
Yukarıda bahsettiğim görüş ve kanaatlerim ışığında Davalı 1’in Davacının
üyesi olduğu Mağusa 5. bölge, 5. Birlik’e
ait 906 no’lu su kuyusundan Nisan 1998
sonundan 12.6.1998 tarihine kadar Davacının
su almasını kasten, haksız ve kanunsuz bir
şekilde engel olduğuna dair bulgu yaparım.
İnandığım şahadet ışığında Davacının
adına tahsisli arazilerden 2 dönüm 2 evleklik
kısmına mısır ektiğine, mısır ürününün
Davalı 1’in Davacının su almasını engellemeleri sebebi ile kuruduğuna ve Davacının
1.000.000.000TL.- zarara uğradığına ilişkin
bulgu yaparım.”
İstinafta İlk Mahkemenin bu bulgusu tartışma konusu
yapılmamıştır.
Davalı 1’in Davacının su almasını
engellediği kesin bir gerçektir.
Çünkü Davacı su alamaması
üzerine tekrar tekrar polise şikâyet etmiş ve büyük
mücadele vermiştir.
Davacı, Davalı 1 aleyhine 6.5.1998
tarihinde 580/98 sayılı davayı açmış ve Mahkeme, Davacının
kuyudan su almasını engellememesi için Davalı 1 aleyhine
emir vermiştir.
Bu emirden sonra Davacı iki kez icraya
başvurmuş, Davalı 1 emre riayet etmediğinden hakkında hapis
kararı verilmiştir.
Özetlersek, bu davada Davacı, davasını
beklenenin çok üstünde şahadet ve delillerle kanıtlamış
bulunmaktadır.
Buna rağmen davayı kazanamamıştır.
5
İlk Mahkeme kararında bu sonucun nedeni şöyle
anlatılmaktadır:
“Talep takririndeki yazım şekli ile Davalıların kasten Davacının su almasını haksız ve
kanunsuz olarak engelledikleri şeklinde ifade
bulan iddia ve izahatı bir sonuç olup bu sonucu
doğuran sebepleri ortaya koymamaktadır.
Esaslı olgu Davacının davasında başarılı
olabilmesi için ispat etmesi elzem olan
olgulardır ve bunların talep takririnde yer
alması gerekmektedir. Bu meselede Davalıların
haksız ve kanunsuz olduğu iddia edilen eylem
ve fiillerinin Hukuk Muhakemeleri Usulü Tüzüğü
E.19 n.6 kapsamında ek ve ayrıntılı tafsilât
niteliğinde değil E.19 n.4 kapsamında esasa
müteallik olgu olduğu kanaatindeyim. Bu
düşünceden hareketle Hukuk İstinaf 3/75’deki
prensipler ve yukarıdaki izahlarım ışığında
huzurumdaki talep takririnde Davalıların
hangi eylemlerinin Davacının hakkına tecavüz
ettiği ve su almasını engellediği açık
olarak belirtilmediğinden talep takririnin
usulüne uygun olmadığı ve dava sebebinden
yoksun olduğu kanaatine varmış bulunmaktayım.”
Bu görüşler nedeniyle İlk Mahkeme davayı şöyle
sonuçlandırdı:
“A) Dava, talep takriri yeterli dava sebebinden
yoksun olduğu cihetle ret ve iptal edilir.
B) Dava masrafları Davacı tarafından ödenecektir.”
Yukarıdaki açıklamalardan anlaşılacağı gibi Davacı
tamamen haklı olduğu ve iddialarını kanıtladığı bir davada
talep takririnde dava sebebini yeterince ifade etmediği
için davayı kaybetmiştir.
Bu durum, talep takrirlerinin
eksiksiz ve hatasız hazırlanmasının ne kadar önemli
olduğunu göstermektedir.
6
Talep takririnde eksiklik olup olmadığını saptayabilmek
için talep takririnin nasıl hazırlandığına göz atalım.
Talep takririnin 5. paragrafında aynen şöyle
denmektedir:
“Davalılar Nisan sonu, Mayıs ve Haziran ayları
boyunca davacının 906 no’lu su kuyusundan su
temin edip anılan mısır ekimini sulamasını
kasten, isteyerek ve bilerek haksız ve
kanunsuz olarak engellemeleri nedeni ile
davacıya ait 2 dönüm 2 evlek mısır ürünü
sulanamaması nedeni ile tamamen kurumuştur.”
Görüleceği gibi talep takririnin 5. paragrafında
Davalıların, Davacının su temin edip mısır ekimini
sulamasını kasten, isteyerek ve bilerek haksız ve kanunsuz
olarak engelledikleri ve bu nedenle Davacının zarar ziyana
uğradığı iddiaları yer almaktadır.
İlk Mahkemenin görüşüne
göre bu yazılım yeterli değildir. Çünkü Davalıların suyun
alınmasını ne şekilde ve hangi eylemle engellediklerinin de
talep takririne yazılması gerekiyordu ve bu yapılmamıştır.
Acaba İlk Mahkemenin bu görüşü doğru mu?
Mahkemeye sunulan şahadete göre dava konusu kuyu daha
önce Davacı, Davalılar ve sulama birliğine üye diğer
kişiler tarafından müştereken kullanılmakta idi.
Daha
sonra kuyunun içinde bulunduğu arazinin tapusu Davalı 2’ye
verildi.
Kuyu baba kız olan Davalıların tasarrufuna geçti.
Kuyudan su almaya giden bir kişiye, kuyuya tasarruf
eden kişi su vermiyor ve “motor bozuk” diyor.
Mahkeme
bunun uydurma bir mazeret olduğuna ve gerçekte motorun kısa
sürede tamir edilebileceğine inanıyor.
gidiyor.
ediyor.
Davacı polise
Kuyuya tasarruf eden kişi su vermemekte ısrar
Davacı, Mahkemeye başvurup ara emri alıyor.
Bu
emirlere hatta, daha sonra Mahkemenin verdiği hapislik
7
emrine rağmen Davalı 1 su vermiyor.
Bir insan, kontrolunda
olan bir su kuyusundan bir başkasına su verebilir veya
vermeyebilir.
yapılabilir?
Bu konuda daha fazla nasıl bir açıklama
Bu soruya yanıt ararken akıldan çıkarmamamız
gereken bir husus da şudur.
Hukuk herkes içindir.
Yani
çok zeki ve bilgili bir kişinin değil, sıradan sade bir
vatandaşın bir konuda ne söyleyebileceğini düşünmek
zorundayız.
Bu açıdan baktığımız zaman talep takririne
daha fazla ne yazılabileceği sorusuna yanıt bulmakta
zorlanırız.
İlle de bir açıklama yapılsın diye ısrar
edersek anlamsız şeyler söyleneceğini anlarız.
Bu
değerlendirmeler İlk Mahkeme kararının zayıf yönleri
olduğunu göstermektedir.
Hukuk/İstinaf 3/75’in benimsediği ilkeler:
Şimdi de İlk Mahkemenin üzerinde önemle durduğu ve
gönderme yaptığı Hukuk/İstinaf 3/75 sayılı kararı analiz
edelim.
Acaba Hukuk/İstinaf 3/75 İlk Mahkeme kararını
destekliyor mu?
Dava lâyihalarında nelerin yer alması gerektiği
konusunu ciddi bir şekilde inceleyen Hukuk/İstinaf 3/75’in
bir bölümünde şöyle denmektedir:
“E.19 n.4’te bahsedilen ‘esasa ilişkin olgular
(material facts)’, tam bir dava sebebi ortaya
koyan olgulardır. E.19 n.6’da bahsedilen
tafsilât (particulars) ise davanın duruşmasında davalının ne gibi iddialarla karşı
karşıya kalacağını bildirmek ve ona göre
hazırlanmasını mümkün kılmak bakımından dava
lâyihalarında yer alması gereken olgulardır.”
‘1) Talebin veya müdafaanın esasına ilişkin tüm
olgular dava lâyihalarına konmalıdır.
2) Esasa ilişkin olgular dava lâyihalarında yer
almamışsa duruşmada bu olgular hakkında
şahadet verilemez, verilse bile nazarı dikkate
alınamaz.
8
3) Esasa ilişkin olgular talep takririnde veya
müdafaada yer almamışsa karşı taraf E.19 n.6
altında ‘tafsilât’ isteyebilir, fakat bunu
yapmakla karşı tarafa eksikliklerini tamamlamak için fırsat vermiş olur.
4) Bundan evvelki paragrafta bahsedilen durumda
karşı tarafın tutacağı en iyi yol E.27 n.3
altında kusurlu lâyihanın iptali için
müracaat yapmaktır.
5) E.19 n.6 kapsamına giren tafsilât da esasa
ilişkin olgular gibi dava lâyihalarına
konmalıdır. Fakat bunların konmaması
yukarıda 2), 3) ve 4)’de izah edilen kötü
neticeleri doğurmaz, sadece aşağıda 6)’da
izah edilen duruma yol açar.
6) Lâyihalarda eksik olan dava sebebinin veya
müdafaanın esasına ilişkin olgular değil de
bu olguların teferruatı ile ilgiliyse, o
zaman karşı taraf E.19 n.6 altında tafsilât
isteyebilir.
7) Eğer bu şekilde tafsilât istenmezse o zaman
karşı taraf duruşmada lâyihalardaki iddialarını destekleyen olgular hakkında şahadet
verebilir.’”
Hukuk/İstinaf 3/75’de yer alan ve konuyu özetleyen
yukarıdaki alıntıya göre esasa ilişkin tüm olgular dava
lâyihalarına konmalıdır.
Bu yapılmamışsa lâyiha hatalıdır
ve eksik hususlarda şahadet verilemez.
Şahadet verilse
bile hüküm verilirken bu şahadet dikkate alınamaz.
Bir
davada esasa ilişkin olgular eksikse, karşı tarafın
açıklama isteme hakkı vardır.
Ancak bu zorunlu değildir.
Esasa ilişkin olgularla ilgili açıklama istendiği takdirde
karşı tarafa eksikliklerini tamamlama fırsatı verilmiş
olur.
Bu nedenle daha uygun olan Emir 27 nizam 3 altında
kusurlu lâyihanın iptali için müracaat etmektir.
Usul
hukukumuzda esasa ilişkin olgudan ayrı ve farklı bir kavram
daha vardır ve o da tafsilâttır.
Tafsilât diğer tarafın
savunmasını hazırlayabilmesi için ihtiyaç duyduğu
bilgilerdir.
Bir davada tafsilât eksikse karşı taraftan ek
tafsilât istenmesi gerekir.
sorun ortaya çıkmaz.
Ancak istenmese de fazla bir
Eksik tafsilâta rağmen şahadet
9
verilebilir ve dava değerlendirilirken verilmiş şahadet
dikkate alınabilir.
İlk Mahkeme kararında alıntısı yapılan bu bilgileri
okuyan bir hukukçunun, aklına derhal şu soru gelecektir.
Hangi iddialar esasa ilişkin olgu, hangileri tafsilâttır?
Örneğin; bu olayda ne yazılsa esasa ilişkin olgu, ne
yazılsa tafsilât olacaktı?
Bir davada, esasa ilişkin
olguyu tafsilâttan ayıracak ölçü nedir?
Bu iki kavramı
birbirinden ayırmak son derece önemli olmalıdır.
Çünkü
birinin eksikliği önemli bir sonuç doğurmadığı halde
diğerinin eksikliği davanın kaybedilmesine neden
olmaktadır.
Esasa ilişkin olgu Hukuk Muhakemeleri Usulü Tüzüğü
E.19, n.4’de düzenlenmektedir.
Tafsilât ise aynı Tüzükte
E.19. n.6’da düzenlenmektedir.
Hukuk/İstinaf 3/75’de bu
iki kavram üzerinde durulmuş ve ikisini birbirinden
ayırmaya özen gösterilmiştir.
Hukuk/İstinaf 3/75’de istinaf konusu olan olayda Davacı
bir sözleşmeye dayanarak alacağını talep etmişti.
Talep
takririnde sözleşmenin hangi tarihte yapıldığı ve sözleşmenin
yazılı mı, sözlü mü olduğu belirtilmemişti.
Davalı talep
takririnin eksik ve hatalı olduğu itirazını yapıyordu.
Bu
nedenle sözleşmeye dayanan bir davada sözleşmenin hangi
tarihte yapıldığının veya yazılı mı sözlü mü olduğunun esasa
ilişkin olgu olup olmadığı tartışılmıştır.
Sözleşmeye dayanan
bir davada sözleşmenin tarihi ve türünün çok önemli konular
olması gerekir.
Bu kadar önemli konularda eksiklikler olan
bir davada İstinaf Mahkemesinin “esasa ilişkin olgular dava
lâyihasında yok, şu halde dava kanıtlansa bile başarıya
10
ulaşamaz” demesi beklenebilirdi.
bunun tam tersini söylemiştir.
Halbuki Hukuk/İstinaf 3/75
Kararda şöyle denmektedir:
“Herhangi bir davada davacının talebi
anlaşmaya dayanırsa anlaşmanın yazılı veya
sözlü veya kısmen yazılı ve kısmen sözlü
olduğu talep takririnde yazılı olmalıdır.
Bu hususta Turquand v. Fearon (1879) 48
L.j.Q.B. 703 davasında s.704'de şunlar
yer almaktadır:‘When the plaintiff relies on an
agreement, it is for him to state
whether it was an agreement in
writing or by parol, or partly by
parol and partly by letter, or
whether it is the result of a series
of documents. . . . . . . . . . . . .
The result is, that it is not as
a rule necessary to set out the
agreement verbatim, but it is necessary
to state whether the agreement is in
writing or by parol, and if it was in
writing, to set it out so far as to
shew the effect of it.’
Bu böyle olmakla beraber iyi tetkik edildiğinde
Turquand v. Fearon davasının E.19 n.4'ün kapsamına
giren esasa ilişkin olgular ile ilgili olmayıp,
n.6'nın kapsamına giren tafsilât ile ilgili olduğu
ve bu sebeple 2. kategoriye girdiği meydana çıkmaktadır. Anlaşmanın sözlü veya yazılı olduğu talep
takririnde belirtilmelidir. Belirtilmediği takdirde
bunlar hakkında E.19 n.6 altında tafsilât istenebilir.
İstenmediği takdirde duruşmada bu hususta şahadet
verilebilir.
İstinaf konusu davada da anlaşmanın sözlü mü
yazılı mı olduğunun Talep Takririnde belirtilmesi
gerekirdi. Belirtilmediği için davalı E.19 n.6
altında tafsilât isteyebilirdi ve davacı bu
tafsilâtı vermeğe mecburdu. Fakat anlaşmanın sözlü
veya yazılı olduğu dava sebebi ile değil de teferruat ile ilgili olduğu için tafsilât istenip
verilmediği hallerde davacı bu hususta şahadet
verebilir. Nitekim bu hususta şahadet Bidayet
Mahkemesinde verilmiştir. Verilen bu şahadetin
eleştirilmesi daha sonra yapılacaktır.
11
Aynı şekilde Talep Takririnin 4. paragrafında
belirtilen anlaşmanın tarihi zikredilmemiştir. Bu
da dava sebebi ile ilgili olmayıp E.19 n.6 altında
istenebilen bir tafsilâttır. Bu tafsilât davalı
tarafından duruşmadan önce talep edilmediği için
bu hususta duruşmada verilen şahadet kanaatımızca
geçerlidir.”
Bu alıntılara göre bir sözleşmenin hangi tarihte
yapıldığı, yazılı mı sözlü mü olduğu esasa ilişkin olgu
değildir.
Bu konularda eksiklik, karşı tarafın savunmasını
hazırlaması için önem arzeder ve dolayısıyla arzu edilirse bu
konularda tafsilât istenebilir.
Tafsilât istenmemişse,
eksikliğe rağmen, şahadet verilebilir ve dava kanıtlanabilir.
Bu durumda sormamız gereken soru şudur:
Bir talep takririnde
yazılması gereken ve yazılmaması halinde davanın iptali
sonucunu doğuran sözleşme tarihinden, sözleşmenin yazılı mı
sözlü mü olduğundan daha önemli ne olabilir?
3/75’de bu soruya yanıt bulamıyoruz.
Davacıya hak kazandıran olaydır.
yazılması gerekmektedir.
Hukuk İstinaf
Esasa ilişkin olgu
Bu olayın özet halinde
Ancak tüm olaylar değil dava
nedenini ortaya çıkaran olaylar esasa ilişkin olgu olabilir.
Örneğin sözleşmeye dayanan bir davada bunu belirtmeyerek
haksız fiil davası imiş gibi olayı anlatmanın bir sorun
çıkaracağını söyleyebiliriz.
Ancak karar çok önemli bir
noktaya daha dikkatimizi çekiyor.
Kararın bir bölümünde
şöyle denmektedir:
“Dava lâyihalarında eksik olan tafsilât,
E.19, n.4 altında, esasa ilişkin olgular ise,
duruşmada eksik olan bu olgular hakkında şahadet
verilemez. Bu hususta Philips v. Philips (1878),
4 Q.B.127 davasında s.l33’de şöyle denmektedir:‘Eğer taraflardan herhangi birisi
dava lâyihalarında belirtilen esasa
ilişkin olgular dışına çıkarak şahadet
vermek isterse, duruşma hâkiminin bu
hususta şahadet verilmesine müsaade
etmemesi gerekir.’”
12
Buna göre esasa ilişkin olguları belirtmeden davayı
kanıtlamaya çalışan kişiye yargıcın dava sebebinin eksik veya
hatalı olduğunu, bu nedenle şahadet sunamayacağını söylemesi
gerekir.
Böylece Davacı davasında bir usul hatası olduğunu
anlayacak ve değişiklik yapıp eksikliği giderme yönüne
gidecektir.
Önümüzdeki davada yargıç Davacıyı bu konuda
uyarmış değildir.
Davacının uyarılması şöyle dursun Davacı
davasını kanıtlarken en küçük bir usul sorunuyla karşılaşmış
değildir.
Yukarıda anlatılanlar Hukuk/İstinaf 3/75’de yer alan
görüşlerin İlk Mahkeme kararını desteklemediğini
göstermektedir.
Daha da ileri giderek İlk Mahkeme kararının
mehazımız olan İngiliz usul hukukuna uygun olup olmadığını da
sorgulayabiliriz.
Burada bir davada şahadet sunulmuş, dava
tüm boyutları ile tartışılmış, Davacının haklı olduğu
anlaşılmış ve talep takririnde bazı hususlar belirtilmediği
için Davacı davayı kaybetmiştir.
karara rastlamak mümkün mü?
Acaba İngiltere’de böyle bir
Yoksa biz oradaki ilkeleri aynen
kabul ettiğimiz halde uygulamayı farklı mı yapıyoruz?
Önümüzdeki davada Davacı, davasını kanıtladığı yani haklı
olduğu halde, bir usul hatası nedeniyle davayı kaybetmiştir.
Yani adalet gerçekleşmemiştir.
Bu sonuç eğer İngiliz usul
hukukuna uygunsa İngiliz usul hukukunun da sorgulanmasını
gerektirmektedir.
Yargılamanın âdil olmasını sağlamak ve
taraflardan birinin diğerine haksızlık yapmasını önlemek için
konmuş usul kuralları burada ters bir sonuç vermiştir.
Bu
durumda İngiliz usul hukukunun yanısıra usul hukukunun genel
bir değerlendirmesini yapmamız yararlı olacaktır.
Böyle bir değerlendirmeyi yaparken doğal olarak
aşağıdaki sorular akla gelecektir.
1. Usul hukukunun benimsediği ilkeler nelerdir?
13
2.
Usul hukukunun İngiltere ve bizdeki tarihsel
gelişmesi nasıl olmuştur?
Usul Hukukuna ilişkin genel bilgiler:
Yargılamanın usul kuralları olmadan gerçekleşmesi mümkün
değildir.
Bu nedenle usul kurallarının hukuk, yani insanlık
tarihi kadar eski olduğunu söyleyebiliriz.
Usul kurallarını
incelediğimiz zaman, bu kuralların daha ilk zamanlarda
yargılamanın âdil olmasını sağlamak, taraflardan birinin
diğerini aldatmasını ve haksız avantaj sağlamasını önlemek
için konduğunu görürüz.
Usul kuralları olmadan adalet
olamayacağını söylemek hatalı değildir.
Usul kurallarının
yargıda keyfiliği ortadan kaldırdığını, ve adaletin ikiz
kardeşi olduğunu söyleyen hukukçular vardır.
Buna karşılık
usul kurallarının dar ve katı uygulamasının yargıda çok ciddi
sorunlar yarattığı, keyfiliği artırdığı, hukukta mantık ve
adalet bırakmadığı söylenmektedir.
Daha ilk zamanlardan usul kurallarına ilişkin şekle önem
veren ve öze önem veren diye isimlendirebileceğimiz iki
görüşün oluştuğunu görüyoruz.
Şekle önem veren görüşü
benimseyenler usul kurallarını dar ve katı bir şekilde
uygulamak istemişlerdir.
Bu görüşün doğal sonucu olarak
kurallardan en küçük bir sapma davanın kaybı sonucunu
doğurmuştur.
Şekilci görüşün etkin olduğu hukuk sistemlerinde
bir daktilo hatası veya bir dil sürçmesinin bile davanın
kaderini etkilediği söylenmektedir.
Bu hukuk sistemlerinde
usul tartışmaları ön plâna çıktığı için sürekli olarak teknik
konular tartışılır ve bu tartışmalardan davaların özünü
tartışmaya yani kimin haklı kimin haksız olduğunu araştırmaya
vakit kalmazdı.
Şekilci anlayışın doğurduğu adaletsizliklere
karşı reform ihtiyacı doğdu, dar ve katı uygulamadan
uzaklaşılarak davaların özü ön plana çıkarıldı.
Ancak
reformlara rağmen şekle ve öze önem veren anlayışlar
14
arasındaki mücadele sona ermiş değildir.
Hukukçular kendi
eğilimleri doğrultusunda bu görüşlerden birini tercih
etmektedirler.
Şekle önem veren ve öze önem veren görüşlerin
bir gel-git gibi hukuku etkilediğini söyleyebiliriz.
Bu zıt
görüşler arasında doğruyu bulmaya çalışmamız gerekir.
Roma Hukukunda Şekil:
Avrupa hukuk sistemlerinin kaynağını oluşturan Roma
Hukukunda usul kuralları büyük önem taşıyordu.
Yasal dava
yöntemi olan “legis actio”’lar sıkı şekil kurallarına tabi
idi.
Bir davada davacının 400 Solidus alacağı olduğunu iddia
ettiğini, fakat sadece 350 Solidus alacağı olduğunu
kanıtladığını varsayalım.
Davayı tamamen kaybederdi.
Ona
“400 Solidus alacağın olduğunu iddia ettin, bunu
kanıtlayamadın. 350 alacağın olduğunu kanıtladın ama böyle bir
talebin yok. 350 Solidus için tekrar dava açamazsın çünkü bir
konuda iki kez yargılama yapılamaz.
Dolayısıyle alacağını
tamamen kaybediyorsun” denirdi.
Roma hukukunda davaların belli kalıplara uydurulması
gerekiyordu.
Kalıba uymayan dava kaybedilirdi.
Örneğin
Roma’da bugün İtalya’da olduğu gibi bağcılık veya şarapçılık
önemli bir ziraat dalı idi.
Birisi diğerinin bağ kütüklerini
veya asmasını keserse davacının davasını “ağaçların
kesilmesinden” şikâyet ederek açması gerekiyordu.
Bağ veya
asma ağaç olmadığı halde “ağaçların kesilmesi” sözcüklerini
içermeyen, dava kaybedilirdi.
Anlamı doğru olan sözcükler
kullanılsa bile kalıba uymayan bir davanın kazanılması mümkün
değildi.
(Gör: Roma Hukuk Dersleri, Prof. Bülent Tahiroğlu,
Prof. Dr. Belgin Erdoğmuş, sayfa 208.)
Roma’da dar ve katı şekilciliğin ortaya çıkardığı
adaletsizliklere karşı bir tepki olarak “formula usulü” ortaya
çıktı.
Bu yargı dalında yargıç daha esnek davranma ve hayatın
15
değişen ihtiyaçlarını karşılayacak yeni formulalarla adaleti
gerçekleştirme fırsatını buldu.
Eski İngiliz Usul Hukuku:
Eski İngiliz ve Fransız hukuklarında usul kuralları dar
ve katı bir şekilde uygulanırdı.
Yani şekilci usul hukuku
anlayışı egemendi.
Bu anlayışta usul kurallarının yorumu çok dar yapılır ve
tarafların kurallara harfiyen uymaları beklenirdi.
usul tartışmaları ile geçerdi.
Yargılama
Tarafların iddialarını bazı
şekillere uygun ifade edip etmedikleri veya teknik bir hata
yapıp yapmadıklarını tartışmaktan davaların esasına inmeye
fırsat kalmazdı.
Tarafların haklı olup olmadıkları fazla
önemli de değildi. Sonuçta usul kurallarına uygun hareket eden
davayı kazanır, diğer taraf ise usulü iyi bilmemesinin cezasını
çekerdi. Bu hukuk anlayışının neden olduğu haksızlıklar reform
gereksinimini ortaya çıkardı. Odgers on Pleading and Practice,
20. baskı, sayfa 80’de İngiltere’de meydana gelen tarihsel
gelişme şöyle ifade edilmektedir:
“The principles on which pleadings were framed,
and the rules which regulated them, remained
substantially the same till 1852. Their
practical utility was, however, seriously
impaired by the over-subtlety of the pleaders
and by the excessive rigour with which the
rules were applied; the merits of the case
being constantly subordinated to technical
questions of form. A determined effort was
made to correct these defects by the
provisions of the Common Law Procedure Acts,
1852-1860.”
Bu alıntıya göre 1852’den önce İngiltere’de uygulanan
şekilci hukuk anlayışı büyük haksızlıklara neden oldu ve
değişim zorunlu hale geldi.
Kararlı bir mücadele sonunda
1852-1860 yılları arasında Common Law Procedure Acts yasaları
16
ile reform gerçekleşti.
Usul kurallarının dar ve katı
uygulamasına son verilerek öz ön plâna çıkarıldı.
İngiltere’de 1852 Sonrası Usul Hukuku:
İngiltere’de 1852’den sonra benimsenen usul hukuku bugün
bizde uygulanan veya uygulanması gereken usul hukukudur.
Bu
sistemde usul kurallarının dar ve katı uygulamasına son
verilip öz ön plâna çıkarılmıştır.
Halen bizde uygulanmakta
olan Hukuk Muhakemeleri Usulü Tüzüğü bu devrin ürünüdür.
Hukuk Muhakemeleri Usulü Tüzüğümüzü incelediğimiz zaman
aşağıdaki ilkelerin tüzükte yer aldığını görürüz.
a) Yargıca geniş takdir hakkı tanındı.
Tüzüğün birçok
kuralında, “yargıç uygun gördüğü gibi karar verir” “yargıç
âdil gördüğü gibi karar verir”, sözcükleriyle yargıcın geniş
takdir hakkı olduğu vurgulanmıştır.
Daha sonra içtihatlar
yargıcın takdir hakkını keyfi değil âdil kararlar vererek
kullanması gerektiğini vurgulamıştır.
Âdil kararın ne olduğu
veya nasıl bulunacağı ise yine içtihatlarda aydınlığa
kavuşturulmaya çalışılmıştır.
b) Tüzüğe Emir 64 gibi çok önemli bir kural konmuştur.
İngiltere’deki Order 70’e tekabül eden bu kurala göre
taraflardan biri bir usul kuralına aykırı bir işlem yapmışsa,
ancak bu işlemin yok sayılması adaletsiz bir sonuç
doğuracaksa, yargıç takdir yetkisini kullanarak yapılan
işlemin geçerli olmasına karar verebilir.
Yani yargıç usul
kuralı ile adalet arasında bir ikilemde kalırsa âdil olanı
tercih etmeli ve usul kuralını uygulamamalıdır.
c) Şekilci görüşe kayılmasını önlemek için tüzüğe kesin
sözcükler konmuştur.
Örneğin eskiden yazılması şart olan
birçok ayrıntının dava lâyihalarına yazılmaması gerektiği
belirtilmiştir.
Bunun için lâyihaların nasıl yazılacağına
ilişkin kuralda “sadece esasa ilişkin olgu yazılmalı”;
“iddiaları kanıtlayacak deliller asla yazılmamalı” gibi kesin
17
ifadeler kullanılmıştır.
Böylece ayrıntının yazılmasına ve
yazılıp yazılmadığının tartışılmasına karşı önlem alınmıştır.
d) Usul hatası yapan tarafı uyarma görevi Yargıca
verilerek hata yapan tarafa hatasını düzeltme fırsatı
verilmiştir.
e) Zamanında usul hatasına itiraz etmeyenin daha sonra
edemeyeceği ilkesi getirilmiştir.
Bu ilkelerle İngiltere’de şekilci anlayış terkedilerek
öze önem veren anlayış egemen oldu.
Buna rağmen birçok
kararda usul konusunun tartışıldığını ve şekli öne çıkaran
görüşler öne sürüldüğünü görüyoruz.
Usul konusunun
tartışıldığı önemli kararlardan biri Re. Pritchard davasında
verilen karardır.
Önemi nedeniyle bu kararı aşağıda
özetlemeye çalışacağım.
Kararda Lord Denning şekilci anlayışı
tamamen reddederek öze önem veren anlayışı en ileri boyutlara
taşımıştır.
Lord Denning “davasında haklı olan bir kimse bir usul
kuralı nedeniyle (bu usul kuralı önemli bir kural olsa bile)
davasını kaybetmemeli” ilkesini dile getirmiştir.
Lord
Denning’e göre İngiltere’de haklı olan tüm vatandaşların
haklarını elde etmeleri ve bir usul kuralı nedeniyle haklarını
yitirmemeleri gerekir.
Bu ideale ulaşılması halinde tüm
yargıçların bundan kıvanç duymaları gerekir.
Bu karar şöyledir:
“Pritchard İngiltere’de vasiyetname bırakarak vefat eden
bir kişi idi.
Vasiyetnamede eşine hiçbirşey bırakmadı. Oradaki
yasalara göre böyle bir vasiyetname geçerlidir, ancak eşin de
terekeyi dava ederek geçimini sağlayacak parayı talep etme
hakkı vardır.
Böyle bir talep İngiltere’de dava yoluyla
yapılabileceği gibi genel istida (originating summons) yoluyla
da yapılabilir.
Ancak genel istidanın bölge mahkemesinde değil
18
Londra’da Merkezde Tereke Mukayyitliğinde dosyalanması
gerekmektedir.
Dul kadının avukatı genel istidayı Londra’da
dosyalayacağı yerde bulunduğu bölge mahkemesinde dosyaladı.
Karşı taraf buna itiraz etmedi. Daha sonra Mukayyidin itirazı
üzerine genel istida yetkisizlik nedeniyle iptal edildi. İptal
kararı istinaf edildi ve konu İngiltere İstinaf Mahkemesinde
tartışıldı.
Genel İstidanın yetkisiz bir Mahkemede
dosyalandığı açıktı.
Çoğunluk kararı burada bir usulsüzlük
(irregularity) değil, yokluk (nullity) olduğunu belirtti.
İstidanın dosyalandığı andan itibaren yok sayılması gerektiği
ve bu hatanın daha sonra düzeltilemiyeceği kanısına varan
çoğunluk kararı iptal kararını onayladı.
Bu karara karşı Lord
Denning verdiği tarihi kararda özetle şöyle demektedir.
İstidanın yetkisiz bir Mahkemede dosyalandığı doğru, yapılan
usul hatasının ciddi bir hata olduğu da doğru.
Ancak genel
istidanın iptali büyük bir mağduriyete ve adaletsizliğe neden
olacaktır.
Çünkü aradan geçen zaman içinde istida dosyalama
süresi geçmiş ve Müstedinin yetkili Mahkemede yeni bir istida
dosyalama olanağı kalmamıştır.
Dolayısıyle istidanın iptali
dul kadının haklarını yitirmesi anlamına gelecektir.
Adaletsizlik söz konusu olmasa ben de iptal kararına
katılacaktım.
Fakat burada değişik bir çözüm aramak gerekiyor.
Lord Denning diyor ki:
“It ought not to penalise the widow for a technical
slip, especially when the defendants have not been
in the least prejudiced by it”
“Teknik bir usul hatası nedeniyle dul kadını
cezalandırmak doğru değildir. Özellikle yapılan
usul hatasının karşı tarafa hiçbir zararı
olmamışsa”.
Lord Denning çıkış yolunu bizim Emir 64 (1)’in muadili
olan Order 70’de buluyor.
Bu madde şöyledir:
19
“Non-compliance with any of these rules,
or with any rule of E.70, for the time being
in force, shall not render any proceedings
void unless the Court or Judge shall so direct,
but such proceedings may be set aside either
wholly or in part as irregular, or amended,
or otherwise dealt with in such manner and
upon such terms as the Court or Judge shall
think fit.”
Buna göre usul kurallarından herhangi birine aykırı bir
işlem yapıldığı zaman o işlemi iptal etmek zorunlu değildir.
İptal adaletsizliğe neden olacaksa Mahkeme daha farklı bir
önlem (müeyyide) alarak işlemin geçerli kalmasına karar
verebilir.
“The widow commenced a known genuine case
before the time limit expired. There was
a technical defect in the prosedure but it
can be rectified without the least injustice
to the defendant Counsel for the defendants
frankly admitted that he had no merits. We
can easily remedy the error by ordering this
matter to be removed to the Central Office
and I think that we should do it.”
“Dul kadın zamanında davasını dosyalamıştı.
Bir usul hatası yapılmıştır. Bu hata karşı
tarafın haklarını etkilememiştir. Bu nedenle
hata düzeltilebilir ve dosya yetkili Mahkemeye
nakledilebilir.”
Lord Denning’e göre herhangi bir kurala aykırılık halinde
Emir 64 adaletsizliği önlemek için bir çıkış yoludur.
Bu
nedenle yetkisiz Mahkemede dosyalanan istida geçerli kalmalı ve
dosyanın yetkili Mahkemeye nakli için emir verilmelidir.
Çoğunluk kararına göre ise usul hataları veya teknik
hatalar yokluk (nullity) ve usulsüzlük (irregularity) olmak
üzere ikiye ayrılır.
Usulsüz işlemlerde bu işlemi yapanın
hatayı düzeltme hakkı vardır ve adalet gerektiriyorsa
20
Mahkemenin bu hatayı düzelterek işlemin geçerli kalmasına karar
vermesi mümkündür.
Ancak yok sayılmayı gerektiren bir hata
yapılmışsa yargıcın bu konuda takdir yetkisi yoktur.
Çoğunluk kararına göre yokluk ile usulsüzlük arasında
ayırım yapmak büyük önem arzetmektedir.
göre bu ayırımı yapmak kolay değildir.
Karardan anlaşıldığına
Kararda yokluk ile
usulsüzlük ayırımını yapmada yol gösterici değişik görüşler öne
sürülmüştür.
Çoğunluk kararını veren yargıçlardan biri olan
Upjohn L.J. bu konuda şöyle demektedir:
“A fundamental defect will make it a nullity.
The court should not readily treat a defect as
fundamental and so a nullity and should be
anxious to bring the matter within the umbrella
of Ord.70 when justice can be done as a matter
of discretion.”
Buna göre bir işlemin yok sayılması için usul hatasının
esaslı veya önemli (fundamental) olması gerekir.
Mahkeme
tereddütlü durumlarda bu hatanın esaslı olmadığı sonucuna
varmayı ve böylece takdir hakkını kullanarak âdil karar verme
olanağını korumayı tercih etmelidir.
Çoğunluk kararına göre yokluğu usulsüzlükten ayıran diğer
bir ölçü ise “defect ex debito justitiae” prensibidir.
Buna
göre usul kuralları taraflara bir eksikliği düzeltme hakkı
tanımışsa artık o eksiklik yokluk olamaz, usulsüzlük olabilir.
Usul kurallarımız bir lâyihanın düzeltilmesine olanak
tanıdığına göre lâyihalardaki eksikliklerin yokluk olması söz
konusu değildir.
Özetlersek bugün İngiltere’de tartışılan iki farklı görüş
vardır.
Lord Denning’in benimsediği görüşe göre Emir 64’ü tüm
hallerde uygulamak gerekir.
Yani herhangi bir usul kuralına
aykırı hareket işlemin iptalini gerektirmemeli ve
Mahkeme
21
takdir hakkını kullanarak âdil karar verebilmelidir.
Çoğunluk
kararına göre ise öncelikle yokluk mu (nullity) yoksa
usulsüzlük mü (irregulatity) diye karar vermek gerekir.
yokluksa yapılabilecek birşey kalmamıştır.
Eğer
Usulsüzlük ise bu
usulsüzlüğü gidermek konusunda Mahkemenin takdir hakkı vardır.
Mahkeme takdir hakkını kullanırken yani usulsüzlüğe karşı âdil
bir önlem uygulamaya çalışırken yapılmış usulsüzlüğün karşı
tarafın haklarını etkileyip etkilemediğini dikkate almalıdır.
Burada dikkati çeken husus şudur.
Çoğunluk kararını veren
yargıçlar da adalete önem vermektedirler ve usul kuralının katı
ve dar uygulamasından mümkün olduğu ölçüde kaçınmışlardır.
Yoruma açık durumlarda usul hatasının, âdil karar vermeye
fırsat tanıyan usulsüzlük olarak tanımlanması gerektiğini
vurgulamışlardır.
Açıkça görülüyor ki İngiltere’de bugün
geçerli olan görüşlerin ikisinde de 1852 öncesinin usul
kurallarını harfiyen uyulması gereken kurallar yığını olarak
kabul eden şekilci hukuk anlayışının izleri yoktur.
K.K.T.C.’de Usul Hukuku:
K.K.T.C.’de 1974’den bir süre sonra şekle önem veren hukuk
anlayışının etkili olmaya başladığını görürüz.
Yukarıda
gördüğümüz Hukuk İstinaf 3/75’de söylenenleri şekilci anlayışa
karşı İstinaf Mahkemesinin bir direnmesi olarak
tanımlayabiliriz.
Birçok hukukçuya anlaşmazlıkların özünü
tartışıp adaleti gerçekleştirmek zor, teknik tartışmalarla
davaları sonuçlandırmak ise kolay gelmiş olmalıdır.
Bu veya
buna benzer nedenlerle şekli ön plâna çıkarma yönünde yaygın
bir eğilim ortaya çıkmıştır.
Önümüzdeki mısır davasında yargıç lâyihaların nasıl
hazırlanması gerektiği ve esasa ilişkin olgunun tanımı
konusunda Hukuk/İstinaf 3/75’de belirtilen ilkeleri aynen
tekrarlamış, fakat 3/75’de varılan sonuca ters bir sonuca
varmıştır.
Şöyle ki 3/75’de talep takririnde çok daha önemli
22
hususlar yani sözleşme tarihi ve türü yazılmamış olmasına
rağmen İstinaf Mahkemesi bunların esasa ilişkin olgu olmadığı
kanısına varmış ve talep takririnde bir eksiklik görmemişti.
İlk Mahkeme Yargıcının mısır davasında şekilci anlayışı
tercih etmesi bu davaya özgü bir yaklaşım değildir.
Ülkemizde
1974’den sonra yaygın hale gelmiş olan bir görüşün
yansımasıdır.
Birçok davada davayı kaybeden Davacıya şöyle
söylendiği varsayılabilir:
“sen haklı olabilirsin, ancak
avukatın bir cümleyi eksik yazdı.
Gerçi bu cümlenin eksikliği
karşı tarafın haklarını veya savunmasını etkilemiş değildir.
Ancak kuraldan sapma davayı kaybetmeni gerektirir.”
Birçok
davada bu şekilci yaklaşım çok doğal bir düşünce imiş gibi
tekrarlanmaktadır.
zorlaşmıştır.
Bu nedenle Mahkemelerin âdil karar vermesi
Daha da kötüsü şeklin kazandığı önem nedeniyle
sürekli usul tartışmaları yapılmakta ve davaların özünü
tartışmaya vakit kalmamaktadır.
Ülkemizde yaygınlaşan şekilci
anlayışın İngiltere’de 1852 öncesi anlayışı hatırlattığını
söyleyebiliriz.
Ortaya çıkan adaletsizlikler nedeniyle bizde
de önlem alma düşüncesi doğmuş ve öze önem veren yargıçlar
reformcu ilkeleri ön plâna çıkarmaya çalışmışlardır.
K.K.T.C’de şekli ve özü ön plâna çıkaran görüşlerin
tartışıldığı davalara birkaç örnek vermek yararlı olacaktır.
Yargıtay/Hukuk 74/87 (D.31/88) sayılı dava:
Bu istinafta
davanın ünvanının hatalı olup olmadığı tartışılmıştı.
Hukuk
Muhakemeleri Usulü Tüzüğüne göre vekil sıfatıyle açılan
davalarda davanın ünvanında vekilin değil müvekkilin isminin
yer alması gerekir.
Buna ek olarak talep takririnde de
vekâlet ilişkisinin açıklanması gerekmektedir.
Söz konusu
davada Davacı davanın ünvanına müvekkilin ismini yazmış, ancak
bunun yanına vekilin ismini de eklemişti.
gereğinden daha mükemmeldi.
Yani ünvan
İlk Mahkeme şekilden en küçük bir
23
sapmayı affetmediğinden davayı iptal etmeyi tercih etti.
İstinaf Mahkemesi şekilci hukuk anlayışının hatalı olduğunu
vurgulayarak kararı bozdu.
Yargıtay/Hukuk 76/89 (D.22/90) sayılı dava:
Bu istinafta dava
lâyihalarına benzeyen ve benzer hükümlerin uygulandığı
istidaya ekli yeminnamelerde yeterli esasa ilişkin olgu olup
olmadığı tartışılmıştır.
İstida konusu bir kira artışıydı.
Müstedi yeminnamede kira süresinin 31.10.1976 tarihinde sona
erdiğini ve Müstedaaleyhin bu tarihten itibaren yasal kiracı
olduğunu iddia etmişti.
İlk Mahkeme bunun yeterli olmadığı,
yasal kiracılığın hangi tarihte başladığının da ayrıca
belirtilmesi gerektiği kanısına vararak istidayı reddetti.
İstinaf Mahkemesi önümüzdeki davada olduğu gibi dava
lâyihasına veya yeminnameye hangi hususların yazılması
gerektiği sorusuna yanıt aramış ve yeminnamede herhangi bir
eksiklik olmadığı kanısına varmıştır.
Bu kararın bir
bölümünde şöyle denmektedir:
“Bu açıklamalardan anlaşılacağı gibi bir
olgunun esasa ilişkin olup olmadığını saptamak
kolay değildir. Bu her davanın kendine özgü
koşulları içinde kararlaştırılabilecek bir
husustur. Bir davada esasa ilişkin olgu olarak
kabul edilen bir iddianın başka bir davada esasa
ilişkin kabul edilmemesi mümkündür.
Geçmiş içtihatlar bize bir olgunun esasa
ilişkin olup olmadığını saptamada yardımcı olabilir.
Ancak bu içtihatların herbiri farklı konularda
olduğu için onlardan yararlanmak da kolay değildir.
Buna rağmen Odgers’de yer alan örnekleri ve diğer
münferit içtihatları incelediğim zaman tümünde
müşterek olan özellikler gözlemliyorum. Bu
içtihatların tümünde karşı tarafın savunmasını
yapabilmesi için öğrenmesi gerekli olan hususlar
esasa ilişkin olgu olarak kabul edilmiştir. Karşı
tarafın bu olguları bilmemesi savunmasını yapmasını
engelleyeceğinden ve ona zarar vereceğinden talep
takririne esasa ilişkin olguyu yazmamanın müeyyidesi
çok ağır kabul edilmiştir. Yani davanın kaybedilmesi
sonucunu doğurmaktadır. Bu içtihatlar içinde
24
kendiliğinden anlaşılan bir husus formalite icabı
tekrar edilmedi diye veya karşı tarafın öğrenmesinde
hiçbir yarar olmayan bir husus belli bir şekilde
ifade edilmedi diye lâyihaların eksik kabul edildiği
görülmemektedir. Örnek içtihatlardan anladığım
kadarıyla diğer usul kuralları gibi “material fact”
veya “esasa ilişkin olgu” kuralının da bir amacı
vardır. Bu kural taraflardan birinin karşı tarafın
iddialarını doğru bir şekilde anlayabilmesi ve
savunmasını hataya düşmeden yapabilmesi için kabul
edilmiştir. Kuralı doğru uygulayabilmek için amacını
göz önünde tutmak gerekir. Emir 19, nizam 4
taraflardan birini gereksiz yere sert bir şekilde
cezalandırmak için kabul edilmiş bir kural değildir.
Önümüzdeki yeminnamede Müstedi kira süresinin
31.10.1976’da sona erdiğini ve Müstedaaleyhin bu
tarihten itibaren evi kanuni kiracı olarak işgal
ettiğini iddia etmiştir. İlk Mahkeme yeminnamede
“kira süresi 31.10.76’da sona erdi ve Müstedaaleyh
1.11.1976’dan itibaren kanuni kiracı oldu” denmesi
gerektiği kanısına varmış ve yeminnameyi yetersiz
bulmuştur. Mukavele 31.10.1976’da sona erdiğinde
kiracının 1.11.1976’dan itibaren kanuni kiracı
olacağı kendiliğinden anlaşılan bir husustur. Böyle
bir bilginin yeminnameye ayrıca yazılması karşı
tarafa savunmasını hazırlarken yararlı olmayacağı
gibi bu eksikliğin karşı tarafa bir zararı da yoktur.
Dolayısıyle “esasa ilişkin olgu” kavramı, kuralın
amacı dikkate alınarak belirlendiği takdirde ortada
tartışılacak bir konunun bile olmaması gerekir. Böyle
bir tartışma konusunun Mahkemelerimizde niçin sık sık
çıktığını ve niçin bu kadar çok ciddiye alındığını
düşündüğüm zaman Mahkemelerimizin İngiltere’de
uygulanan usul hukuku anlayışından ayrılarak tarihin
gerilerinde kalmış “şekilci hukuk” anlayışının
etkisinde kaldığı sonucuna varıyorum. Yargıtay/Hukuk
74/87’de bu konuya ilişkin görüşlerimi daha fazla
anlatmaya çalıştım. Bugün İngiltere’de veya bizimle
aynı usul hukukunu paylaşan diğer ülkelerde mükemmel
kabul edilen usul işlemlerinin “şekilci hukuk”
anlayışına göre hatalı ve geçersiz olduğu sonucuna
varmak mümkündür. Nitekim diğer ülkelerde örnek
olarak gösterilebilecek dava lâyihalarının bizde
hatalı ve geçersiz olduğu öne sürülmekte ve bu
doğrultuda kararlar verilmektedir.
Yargıtay/Hukuk 74/87 ve 65/89 sayılı davalarda
da anlatmaya çalıştığım gibi “şekilci hukuk” anlayışı
yargılamanın anlamını ortadan kaldıran ve adaleti
önleyen bir anlayıştır. Bu nedenle bu anlayışın ürünü
olan argümanlara katılma olanağı bulamıyorum.”
25
Yargıtay/Hukuk 48/93 (D.17/94) sayılı dava:
Bu istinafta bir
trafik kazasında ek davalının davaya katılması tartışma konusu
olmuştur.
Birçok trafik kazası iki taraf değil daha fazla
kişi arasında gerçekleşmekte ve âdil bir yargılama için bu
kişilerin ihmallerinin kazaya ne ölçüde katkıda bulunduğunun
saptanması gerekmektedir.
Böyle bir saptama için kazaya
katkıda bulunmuş tüm kişilerin davaya ya üçüncü kişi veya ek
davalı olarak katılmaları gerekmektedir.
Üçüncü şahıs
prosedürü Hukuk Muhakemeleri Usulü Tüzüğü Emir 10, ek davalı
ise Emir 21 nizam 8’de düzenlenmiştir.
Bu iki kurala ilişkin
İngiliz içtihatlarını gözden geçirdiğimizde yargıcın önüne
gelen bir davada “üçüncü şahıs prosedürü uygulanamaz.
Şu
halde ek davalı prosedürü uygulanmalı” veya “bunun tersi
olmalı” diye bir sonuca varıldığını görürüz.
Yani
yargılamanın daha âdil olması için uygun olan prosedüre
yönlendirici kararlar verilmektedir.
Halbuki bizde D.17/94
sayılı davada aynı kurallardan hareketle üçüncü şahıs
prosedürü uygulanamaz, ek davalı da uygulanamaz, her iki
prosedür de kapalı, yani âdil yargılama yapılamaz şeklinde bir
sonuca varılmıştır.
Bu istinafın bir bölümünde şöyle
denmektedir.
“Önümüzdeki davanın olguları davalı ekleme
prosedüründen çok üçüncü şahıs prosedürünün
izlenmesine uygundur. Ancak İlk Mahkeme kararının
vardığı sonuç İngiliz içtihatlarının vardığı sonuca
tamamen terstir. Çünkü orada verilen kararlar
önümüzdeki davaya benzer durumlarda ek davalı
prosedürü değil üçüncü şahıs prosedürü izlenmesinin
daha uygun olacağı anlamını taşırken yani üçüncü
şahıs prosedürüne yeşil ışık yakarken burada önü
tıkanmış olan bir prosedüre bir tıkanma daha getirme
anlamını taşımaktadır. İngiliz içtihatları arasında
üçüncü şahıs prosedürünün başlama zamanı konusunda
dar yorumu benimseyen ve dolayısıyle davalı ekleme
prosedürü ile üçüncü şahıs prosedürünün ikisini de
işlemez hale getirip bir kısım iddiaları yargının
dışına çıkaran bir içtihat yoktur. Usul maddelerini
bu şekilde yorumlayarak adaletsiz sonuçlara neden
olmak usul hukukunun 1852’den sonra benimsenmiş
ilkelerine terstir.”
26
Dava Lâyihalarında Yer Alması Gereken Hususlar ve Esasa
İlişkin Olgunun Tanımı:
Yukarıdaki ön bilgilerden sonra hukuk sistemimizde dava
lâyihalarının nasıl hazırlanması gerektiği ve esasa ilişkin
olgunun nasıl tanımlanması gerektiği sorusunu yanıtlamamız
gerekmektedir.
Dava lâyihalarının nasıl hazırlanması gerektiği Hukuk
Muhakemeleri Usulü Tüzüğü E.19 n.4’de açıklanmıştır.
“Every pleading shall contain, and
contain only, a statement in a summary form
of the material facts on which the party
pleading relies for his claim or defence,
as the case may be, but not the evidence
by which they are to be proved.”
Bu kurala göre tarafların davalarını dayandırdıkları esasa
ilişkin olguları (material facts) talep takriri veya müdafaa
takririnde belirtmeleri gerekir.
Kuralda esasa ilişkin
olguların özet halinde belirtilmesi gerektiği, olguları
kanıtlamaya yarayan şahadetin veya delillerin ise yazılmaması
gerektiği açıklanmaktadır.
“only” “sadece” sözcüğüdür.
Kuralın önemli sözcüklerinden biri
Yani kural “sadece esasa ilişkin
olguları özet halinde yaz, başka bir şey yazma” demektedir.
İngiliz usul hukukunun tarihsel gelişmesine göz attığımızda
“only” sözcüğüne kolay erişilemediğini, bu sözcükle ayrıntılı
lâyihalara son verildiğini ve İngiliz hukukunda takdir toplayan
âdil kararların bu değişimden sonra verilmeye başlandığını
görürüz.
İngiliz Usul Hukukunun anlatıldığı Odgers on Pleading and
Practice 20. baskı sayfa 102’de şöyle deniyor:
“This was always a clear rule of the common law.
Evidence shall never be pleaded.”
27
Bu kurala göre dava lâyihalarına esasa ilişkin
olgular yazılmalı, ancak bu olguları kanıtlayacak
şahadet veya deliller “asla” yazılmamalıdır.
Kuralda
“never” “asla” sözcüğünün sertliği dikkati çekmektedir.
Burada da geçmişin ayrıntılı lâyihalarından ve bunun
ürettiği gereksiz usul tartışmalarından kurtulma çabası
görülmektedir.
Usul hukukumuzun benimsediği önemli ilkelerden biri de
yasal iddiaların lâyihalara yazılmaması gerektiğidir.
Bu
konuda Odgers on Pleading and Practice 20. baskı sayfa 84’de
şöyle denmektedir:
“Every pleading must state facts and not law:
Conclusions of law, or of mixed law and fact,
are no longer to be pleaded. It is for the
Court to declare the law arising upon the
facts proved before it.”
Buna göre yasal iddialar dava lâyihalarına yazılmamalıdır.
Bunun gibi yasal görüşlerle olguların karışık olması durumunda
da lâyihalara birşey yazılmamalıdır.
Yukarıda Hukuk/İstinaf 3/75’de gördüğümüz gibi esasa
ilişkin bir olgu yani “material fact” talep takririnde yer
almadığı takdirde davacının davasında başarılı olması mümkün
değildir.
Talep takririnde yer almayan esasa ilişkin olguyu
kanıtlamak için şahadet ibraz edilemez. Böyle bir şahadetin
ibraz edilebilmesi için öncelikle lâyihanın tâdil edilerek
eksikliğin giderilmesi gerekir.
Şu halde esasa ilişkin olguyu
belirtmekte hata yapan taraf büyük güçlüklerle karşı karşıya
kalacaktır.
Davanın kaderini bu denli etkileyen “esasa ilişkin
olgu”’dan ne anlamak gerekir? Odgers on Pleadings and Practice,
20. baskı, sayfa 89’da, esasa ilişkin olgunun çok genel bir
tanımı yapılmaktadır. Buna göre dava nedenini ortaya koyan
olgular esasa ilişkin olgulardır.
Bu tanım bize fazla yardımcı
28
değildir.
Çünkü bizi hangi olguların dava nedenini ortaya
koyduğu sorusu ile karşı karşıya bırakmaktadır. Aynı kitabın
90. sayfasında ise “esasa ilişkin olgunun ne olduğu her davanın
koşullarına göre değişir” deniyor.
Yani karşılaşacağımız tüm
konuları kapsayan ve bize ışık tutacak kesin ve değişmez bir
tanım yapmak mümkün değildir.
Şu halde usul hukukunun en
önemli konularından birinin yeterince net olmadığını
söyleyebiliriz.
Bu durumda doğru bir sonuca varmak için 1852
sonrasının reformcu ilkelerine başvurmamız gerekiyor.
Bize yol gösterecek en önemli ilke usul kurallarını
yorumlarken sözsel değil amaçsal yorumu tercih etmektir.
Öze önem veren hukuk anlayışında yargılamanın amacı adalet
yapmaktır. Usul kuralları ise adaleti sağlamak ve bir tarafın
diğer tarafa haksızlık yapmasını önlemek için kabul edilmiş
kurallardır.
Usul kurallarını yorumlarken yani anlamlarını
saptarken hangi amaç için kabul edildiklerini dikkate almak
gerekir.
Lâyihalar konusunda Odgers on Pleading and Practice 20.
baskı 76 ve 77. sayfalarda şöyle deniyor:
“The defendant is entitled to know what it is
that the plaintiff alleges against him; the
plaintiff in his turn is entitled to know
what defence will be raised in answer to his
claims” “it is benefit to the parties themselves to know exactly what are the matters
left in dispute.”
Buna göre dava lâyihalarının amacı taraflardan birinin
karşı tarafın iddialarını öğrenmesini sağlamak ve taraflar
arasında tartışılacak anlaşmazlık noktalarını belirlemektir.
Bir an için yeterli esasa ilişkin olgunun belirtilip
belirtilmediği konusunda tereddüte düştüğümüzü varsayalım.
Kuralın amacını dikkate alarak bu tereddütümüzü giderebiliriz.
29
Yukarıda belirtildiği gibi bu konudaki usul kuralının amacı,
tarafların karşı tarafın iddialarını öğrenmeleri ve davaya
hazırlanmaları olduğuna göre “acaba Davacı Davalının öne
sürdüğü iddiaları anlayamadı ve bu nedenle davasına hazırlanma
olanağına kavuşmadı mı?” diye sormamız gerekir.
Hukuk/İstinaf
3/75’deki ilkeleri göz önünde bulundurduğumuz zaman daha da
ileri gideriz ve davayı hazırlamak için gerekli hususların bir
bölümünü E.19 n.6 kapsamında tafsilât kategorisine koymak
zorunda kalırız.
Yani müdafaayı hazırlamak için gerekli olan
hususların sadece önemlileri ve dava nedenini ortaya koyanlar
esasa ilişkin olgu tanımına girebilir.
Hukuk/İstinaf 3/75’de
sözleşmeye dayanan bir davada sözleşme tarihi ve türü gibi
önemli hususların dahi esasa ilişkin olgu değil tafsilât
olarak kabul edilmesi gerektiğini görmüştük.
Öze önem veren
bir hukukçunun esasa ilişkin olguyu oldukça dar tanımlayan,
geniş tanımı karşı tarafın haklarını korumak için zorunlu olan
hallerde tercih eden Hukuk/İstinaf 3/75 ve benzeri içtihatları
izlemesi uygun olacaktır.
Bu içtihatların bizi ulaştırdığı sonucu şöyle özetleyebiliriz.
Esasa ilişkin olgu bir kimseye hak kazandıran
olaydır.
Sade bir vatandaş kendisine hak kazandıran olayı
özet halinde nasıl anlatabilirse lâyihaya bu yazılmalı, başka
herhangi birşey yazılmamalıdır.
Karşı taraf olayı anlamamışsa
ve bu nedenle davasına hazırlanamamışsa o zaman lâyihada bir
eksiklik var demektir.
Eğer eksiklik tafsilât tanımına
giriyorsa yargıcın davayı erteleyerek karşı tarafa hazırlanma
fırsatı vermesi gerekir.
Eğer eksiklik dava nedenine ilişkin
önemli bir eksiklikse o zaman da Davacıya lâyihasını düzeltme
fırsatı verilmelidir.
Amaçsal yorum bizi oldukça net bir sonuca ulaştıracaktır.
Ancak yeterli olmadığı takdirde usul hukukunun yukarıda
30
değindiğimiz 1852’den sonra benimsenen diğer ilkelerine
başvurmak sorunu tamamen giderecektir.
Kısaca tekrarlarsak,
a) Yargıcın geniş takdir hakkı olduğu ve bu hakkı âdil
kararlar vererek kullanması gerektiği dikkate alınarak bir
çözüm aranabilir.
Usul hatasının yokluk (nullity) değil,
yargıcın takdir yetkisini kullanarak âdil karar verebileceği
usulsüzlük (irreqularity) kategorisine girdiği kabul
edilebilir.
b) Emir 64 uygulanabilir.
Yani karşı tarafa haksızlık
olmayacaksa ve usul kuralı ile adalet arasında bir tercih
yapmak gerekiyorsa adalet tercih edilerek hatalı işlemin
geçerli kalması sağlanabilir.
c) Esasa ilişkin olgu olduğu öne sürülen hususların “asla”
yazılmaması gerekenler kategorisine girip girmediği
araştırılabilir.
d) Yargıcın eksik lâyiha olması halinde şahadet verilmesini
engelleyerek tarafları uyarma görevi olduğu üzerinde
durulabilir.
Böylece eksik lâyihanın değiştirilerek sorunun
ortadan kaldırılması yönüne gidilebilir.
Uyarı olmadığı zaman
ise geç başlatılan tartışmaya sıcak bakılmayabilir.
e) Zamanında usul hatasına itiraz etmeyenin daha sonra
itiraz edemeyeceği ilkesi üzerinde durulabilir.
Doğal olan
eksik lâyiha ile karşılaşan tarafın sürprizle karşılaştığı
için şahadetin sunulmasına itiraz etmesi ve daha ilk aşamada
E.27 n.3’e göre dava sebebi içermediği için davanın iptalini
talep etmesidir.
Bunları gününde yapmadığı için daha sonra
lâyihanın eksik olduğunu öne süremeyeceği düşünülebilir.
Şimdi tekrar önümüzdeki mısır davasına dönelim ve
yukarıdaki bilgiler ışığında talep takririnde bir hata olup
olmadığına bakalım.
31
Davacının talep takririne özet halinde kendisine hak
kazandıran olayı yazması gerekiyordu ve bunu yapmıştır.
Davalıların su vermediğini ve bu nedenle mısırların kuruduğunu
yazmıştır.
Davacı talep takririne başka birşey yazamazdı.
Çünkü bir kuyudan su vermeyen kişinin suyu hangi eylemlerle
vermediğini açıklaması mümkün değildir.
Bu mümkün olsaydı
bile söylenecek hususlar “asla” yazılmaması gereken şahadet ve
deliller kategorisine girecekti.
Amaçsal yoruma başvurduğumuz
zaman esasa ilişkin olgu eksikliği olmadığını görecektik.
Çünkü Davalı savunmasını yapmak için gerekli olan herşeyi
öğrenmişti.
Kaldı ki eksiklik olsa bile eksik hususların E.10
n.6’da belirtilen tafsilât tanımına girdiğini kabul etmek daha
doğru olacaktı.
Yargıç uyarı görevini yapmamıştı.
Davalı
duruşmada sürprizle karşılaşmamış, şahadetin ibrazına itiraz
etmemiş ve E.27 n.3’e göre dava sebebi içermeyen davanın
iptali için dilekçe dosyalamamıştı.
Görüleceği gibi bu davada talep takririnde esasa ilişkin
olgu eksikliği yoktur ve olsaydı bile bu eksikliğin
giderilmesi için birçok olanak vardı.
Hukuk sistemimizde
Davacı bir hususun esasa ilişkin olgu olup olmadığı konusunda
tereddüte düşse ve hata yapsa bile usul hukukunun ilkeleri
daha sonra onu uyarmakta, hatayı düzeltme fırsatını
vermektedir.
Uyarı aşamaları geçtikten ve dava kanıtlandıktan
sonra başa dönmek ve “sen başlangıçta bir hata yaptın, karşı
tarafın savunmasını hiç etkilememiş olsa bile, bu hata
nedeniyle tüm yaptıkların geçersizdir.” demek usul hukukumuzun
benimsediği temel anlayışa terstir.
Yukarıdaki nedenlerle talep takririnde eksiklik olmadığı
ve Davacı lehine ve Davalı 1 aleyhine hüküm verilmesi
gerektiği görüşündeyiz.
32
Özetlersek usul kuralları yargılamanın âdil olmasını
sağlayan fevkalâde önemli kurallardır.
Bu kuralları gözardı
etmek veya uygulamaktan kaçınmak doğru olamaz.
Ancak usul
kurallarının dar ve katı, yani şekilci hukuk anlayışı içinde
yorumlanıp uygulanması da büyük adaletsizliğe yol açmaktadır.
Bu adaletsizliği önlemek için usul kurallarının yorumunda
amaçsal yorumu tercih etmek ve hukuk sistemimizin benimsediği
yukarıda belirttiğimiz diğer ilkeleri göz önünde bulundurmak
uygun ve yerinde olacaktır.
Sonuç olarak istinaf kabul edilir.
Davacı lehine ve
Davalı 1 aleyhine 1 milyar T.L. için hüküm verilir.
Dava ve
istinaf masrafları Davalı 1 tarafından ödenecektir.
Taner Erginel
Başkan
25 Haziran 2004
Mustafa H. Özkök
Yargıç
Seyit A. Bensen
Yargıç
Download