D.15/2004 Yargıtay/Hukuk 93/99 (Dava No: 1353/98; Mağusa) YÜKSEK MAHKEME HUZURUNDA. Mahkeme Heyeti: Taner Erginel, Başkan, Mustafa H. Özkök, Seyit A. Bensen. İstinaf eden: Mehmet Doğruel, Mağusa (Davacı) - ile - Aleyhine istinaf edilen: 1. Mustafa Karakuş, Mağusa 2. Güllü Karakuş, Mağusa (Davalılar) A r a s ı n d a. İstinaf eden namına: Avukat Tevfik Pilli Aleyhine istinaf edilenler namına: Avukat Alper Dede. İstinaf, Gazi Mağusa Kaza Mahkemesi Kıdemli Yargıcı Ahmet Kalkan’ın 1353/98 sayılı davada 8.6.1999 tarihinde verdiği karara karşı Davacı tarafından yapılmıştır. ----------------H Ü K Ü M Taner Erginel, Başkan: Sebzecilikle uğraşan Davacı, iki dönüm iki evlek alanındaki tarlasına mısır ekti. Mısırları komşu arazide bulunan kuyudan temin edeceği su ile sulamayı tasarlayan Davacı, Davalıların engellemeleri nedeniyle su alamadı. Davalıların kanunsuz olarak su almasını engellediğini ve mısırlarının kuruduğunu öne süren Davacı, Davalılar aleyhine tazminat davası açtı. Davacının sunduğu şahadete inandı. İlk Mahkeme, Davalı 1’in Davacının su almasını engellediği ve Davacıya 1 Milyar TL.’lik zarar verdiği kanısına varan İlk Mahkeme, buna rağmen, Davacı lehine hüküm vermedi. Talep takririnde yeterli esasa 2 ilişkin olgu bulunmadığı ve Davalıların hangi eylemlerle Davacının su almasını engellediklerinin belirtilmediği görüşünü benimseyen İlk Mahkeme, talep takririnin hatalı ve eksik olduğu gerekçesi ile davayı reddetti. Önümüzdeki istinaf, bu karara karşı yapılmış olup Davacı (İstinaf Eden), talep takririnde herhangi bir eksiklik olmadığını ve lehine karar verilmesi gerektiğini öne sürmektedir. Doğal olarak bu istinaf, Usul Hukukunun en önemli konularından birini, talep takririnin nasıl hazırlanması gerektiğini gündeme getirmektedir. Karşılaştığımız yasal soruna daha iyi çözüm bulabilmek için öncelikle davanın olgularını kavramaya çalışalım. Davacı, talep takririnde Mağusa’da ziraat ile uğraştığını, açıkta ve serada sebze üreticiliği yaptığını, Mağusa’da 906 no’lu su kuyusunun sulama birliğine üye olduğunu, tüm üyelerin bu kuyudan su alma hakları bulunduğunu, 1998 yılının bahar mevsiminde, Aşağı Maraş’taki tarlalarının iki dönüm iki evleklik bölümüne mısır ektiğini, Davalıların mısırlarının sulanmasını kasten, haksız ve kanunsuz şekilde engellediklerini, bu nedenle mısır ürününün kuruduğunu ileri sürdü ve 1 Milyar TL.-‘lik zararının tazmin edilmesini talep etti. Davalılar (Aleyhine İstinaf Edilenler) ise dosyaladıkları müdafaa takririnde Davacının iddialarını ret ve inkâr ederek ön itiraz olarak Davacının davasında herhangi bir dava sebebi olmadığını, talep takririnde Davacının zarar ziyanı ile ilgili tafsilât bulunmadığını, 906 no’lu su kuyusundan Davacının su almasını engellemediklerini, Davacı tarafından ekildiği iddia edilen mısırların Davacının kusur ve kabahatleri sonucu kuruduğunu, mısırların sulanmaması, hastalık ve zararlılarla mücadele 3 yapılmaması ve kurumaya terkedilmeleri nedeniyle mısırların zarar görmüş olabileceğini iddia ettiler. Davacı davasını ispat etmek için kendisi şahadet verdi ve 8 de tanık dinletti. Davalılar da kendileri şahadet vererek 7 tanık dinlettiler. Duruşma sonunda İlk Mahkeme önce kuyunun durumu ile ilgili bulgu yaptı. “Huzurumdaki davada lâyihalarda ihtilâf mevzuu yapılmış olmakla beraber duruşma esnasında sunulan şahadet sırasında 906 sayılı su kuyusunun Davalı No.2’ye ait arazi içerisinde bulunduğu, mezkûr kuyunun Gazi Mağusa Kaymakamlığınca oluşturulan 5. Bölge, 5. Birlik’e dahil olduğu, birlik üyelerinin ise Mehmet Doğruel, Mustafa Karakuş ve Sultan Ak’tan oluştuğu, bu şahısların mezkûr kuyudan su alma hakkı olduğu hususunda bulgu yaparım.” Daha sonra şahadeti inceleyen İlk Mahkeme, Davacı ve tanıklarına inandı. Engellemeyi Davalı 2 değil, babası Davalı 1’in yaptığı kanısına vardı ve Davacı lehine ve Davalı 1 aleyhine hüküm verilmesi gerektiğini belirtti. İlk Mahkeme kararının şahadeti değerlendiren bölümünde şöyle denmektedir: “Davalı 1 şahadetinde esas olarak motorun arıza yapması sonucunda sulama yapılmadığını ileri sürmüştür. Arıza iddiasının bu meselede büyük önem taşımadığını Mithat Kurt’un arızayı dava ile ilgili zamanlarda 2 defa kısa sürede tamir ettiğini ve her defasında ödendiğini eğer arızadan kaynaklanan bir ihtilâf olsa meselenin bu şekle dönmeyeceğini ve sulamanın devam edeceğini, arıza iddiasının inandırıcı olmadığını Davalı 1’in esas niyetinin Davacının kuyudan su almasını engellemek olduğu kanaatinde olduğumu belirtirim.” 4 İlk Mahkeme sonuçta şöyle bir kanıya vardı: “Dava konusu 906 no’lu su kuyusunda Fasıl 115 Sulama Birlikleri Yasası kapsamında Gazi Mağusa Kaymakamlığı nezdinde oluşan bir birlik olduğundan ve bu Yasanın 28. maddesi herhangi bir sulama tesisine bağlı suyun dağıtımına kasten engel olmayı yasakladığından Davalı 1’in Davacının su almasını engellemeye hakkı yoktur. Yukarıda bahsettiğim görüş ve kanaatlerim ışığında Davalı 1’in Davacının üyesi olduğu Mağusa 5. bölge, 5. Birlik’e ait 906 no’lu su kuyusundan Nisan 1998 sonundan 12.6.1998 tarihine kadar Davacının su almasını kasten, haksız ve kanunsuz bir şekilde engel olduğuna dair bulgu yaparım. İnandığım şahadet ışığında Davacının adına tahsisli arazilerden 2 dönüm 2 evleklik kısmına mısır ektiğine, mısır ürününün Davalı 1’in Davacının su almasını engellemeleri sebebi ile kuruduğuna ve Davacının 1.000.000.000TL.- zarara uğradığına ilişkin bulgu yaparım.” İstinafta İlk Mahkemenin bu bulgusu tartışma konusu yapılmamıştır. Davalı 1’in Davacının su almasını engellediği kesin bir gerçektir. Çünkü Davacı su alamaması üzerine tekrar tekrar polise şikâyet etmiş ve büyük mücadele vermiştir. Davacı, Davalı 1 aleyhine 6.5.1998 tarihinde 580/98 sayılı davayı açmış ve Mahkeme, Davacının kuyudan su almasını engellememesi için Davalı 1 aleyhine emir vermiştir. Bu emirden sonra Davacı iki kez icraya başvurmuş, Davalı 1 emre riayet etmediğinden hakkında hapis kararı verilmiştir. Özetlersek, bu davada Davacı, davasını beklenenin çok üstünde şahadet ve delillerle kanıtlamış bulunmaktadır. Buna rağmen davayı kazanamamıştır. 5 İlk Mahkeme kararında bu sonucun nedeni şöyle anlatılmaktadır: “Talep takririndeki yazım şekli ile Davalıların kasten Davacının su almasını haksız ve kanunsuz olarak engelledikleri şeklinde ifade bulan iddia ve izahatı bir sonuç olup bu sonucu doğuran sebepleri ortaya koymamaktadır. Esaslı olgu Davacının davasında başarılı olabilmesi için ispat etmesi elzem olan olgulardır ve bunların talep takririnde yer alması gerekmektedir. Bu meselede Davalıların haksız ve kanunsuz olduğu iddia edilen eylem ve fiillerinin Hukuk Muhakemeleri Usulü Tüzüğü E.19 n.6 kapsamında ek ve ayrıntılı tafsilât niteliğinde değil E.19 n.4 kapsamında esasa müteallik olgu olduğu kanaatindeyim. Bu düşünceden hareketle Hukuk İstinaf 3/75’deki prensipler ve yukarıdaki izahlarım ışığında huzurumdaki talep takririnde Davalıların hangi eylemlerinin Davacının hakkına tecavüz ettiği ve su almasını engellediği açık olarak belirtilmediğinden talep takririnin usulüne uygun olmadığı ve dava sebebinden yoksun olduğu kanaatine varmış bulunmaktayım.” Bu görüşler nedeniyle İlk Mahkeme davayı şöyle sonuçlandırdı: “A) Dava, talep takriri yeterli dava sebebinden yoksun olduğu cihetle ret ve iptal edilir. B) Dava masrafları Davacı tarafından ödenecektir.” Yukarıdaki açıklamalardan anlaşılacağı gibi Davacı tamamen haklı olduğu ve iddialarını kanıtladığı bir davada talep takririnde dava sebebini yeterince ifade etmediği için davayı kaybetmiştir. Bu durum, talep takrirlerinin eksiksiz ve hatasız hazırlanmasının ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. 6 Talep takririnde eksiklik olup olmadığını saptayabilmek için talep takririnin nasıl hazırlandığına göz atalım. Talep takririnin 5. paragrafında aynen şöyle denmektedir: “Davalılar Nisan sonu, Mayıs ve Haziran ayları boyunca davacının 906 no’lu su kuyusundan su temin edip anılan mısır ekimini sulamasını kasten, isteyerek ve bilerek haksız ve kanunsuz olarak engellemeleri nedeni ile davacıya ait 2 dönüm 2 evlek mısır ürünü sulanamaması nedeni ile tamamen kurumuştur.” Görüleceği gibi talep takririnin 5. paragrafında Davalıların, Davacının su temin edip mısır ekimini sulamasını kasten, isteyerek ve bilerek haksız ve kanunsuz olarak engelledikleri ve bu nedenle Davacının zarar ziyana uğradığı iddiaları yer almaktadır. İlk Mahkemenin görüşüne göre bu yazılım yeterli değildir. Çünkü Davalıların suyun alınmasını ne şekilde ve hangi eylemle engellediklerinin de talep takririne yazılması gerekiyordu ve bu yapılmamıştır. Acaba İlk Mahkemenin bu görüşü doğru mu? Mahkemeye sunulan şahadete göre dava konusu kuyu daha önce Davacı, Davalılar ve sulama birliğine üye diğer kişiler tarafından müştereken kullanılmakta idi. Daha sonra kuyunun içinde bulunduğu arazinin tapusu Davalı 2’ye verildi. Kuyu baba kız olan Davalıların tasarrufuna geçti. Kuyudan su almaya giden bir kişiye, kuyuya tasarruf eden kişi su vermiyor ve “motor bozuk” diyor. Mahkeme bunun uydurma bir mazeret olduğuna ve gerçekte motorun kısa sürede tamir edilebileceğine inanıyor. gidiyor. ediyor. Davacı polise Kuyuya tasarruf eden kişi su vermemekte ısrar Davacı, Mahkemeye başvurup ara emri alıyor. Bu emirlere hatta, daha sonra Mahkemenin verdiği hapislik 7 emrine rağmen Davalı 1 su vermiyor. Bir insan, kontrolunda olan bir su kuyusundan bir başkasına su verebilir veya vermeyebilir. yapılabilir? Bu konuda daha fazla nasıl bir açıklama Bu soruya yanıt ararken akıldan çıkarmamamız gereken bir husus da şudur. Hukuk herkes içindir. Yani çok zeki ve bilgili bir kişinin değil, sıradan sade bir vatandaşın bir konuda ne söyleyebileceğini düşünmek zorundayız. Bu açıdan baktığımız zaman talep takririne daha fazla ne yazılabileceği sorusuna yanıt bulmakta zorlanırız. İlle de bir açıklama yapılsın diye ısrar edersek anlamsız şeyler söyleneceğini anlarız. Bu değerlendirmeler İlk Mahkeme kararının zayıf yönleri olduğunu göstermektedir. Hukuk/İstinaf 3/75’in benimsediği ilkeler: Şimdi de İlk Mahkemenin üzerinde önemle durduğu ve gönderme yaptığı Hukuk/İstinaf 3/75 sayılı kararı analiz edelim. Acaba Hukuk/İstinaf 3/75 İlk Mahkeme kararını destekliyor mu? Dava lâyihalarında nelerin yer alması gerektiği konusunu ciddi bir şekilde inceleyen Hukuk/İstinaf 3/75’in bir bölümünde şöyle denmektedir: “E.19 n.4’te bahsedilen ‘esasa ilişkin olgular (material facts)’, tam bir dava sebebi ortaya koyan olgulardır. E.19 n.6’da bahsedilen tafsilât (particulars) ise davanın duruşmasında davalının ne gibi iddialarla karşı karşıya kalacağını bildirmek ve ona göre hazırlanmasını mümkün kılmak bakımından dava lâyihalarında yer alması gereken olgulardır.” ‘1) Talebin veya müdafaanın esasına ilişkin tüm olgular dava lâyihalarına konmalıdır. 2) Esasa ilişkin olgular dava lâyihalarında yer almamışsa duruşmada bu olgular hakkında şahadet verilemez, verilse bile nazarı dikkate alınamaz. 8 3) Esasa ilişkin olgular talep takririnde veya müdafaada yer almamışsa karşı taraf E.19 n.6 altında ‘tafsilât’ isteyebilir, fakat bunu yapmakla karşı tarafa eksikliklerini tamamlamak için fırsat vermiş olur. 4) Bundan evvelki paragrafta bahsedilen durumda karşı tarafın tutacağı en iyi yol E.27 n.3 altında kusurlu lâyihanın iptali için müracaat yapmaktır. 5) E.19 n.6 kapsamına giren tafsilât da esasa ilişkin olgular gibi dava lâyihalarına konmalıdır. Fakat bunların konmaması yukarıda 2), 3) ve 4)’de izah edilen kötü neticeleri doğurmaz, sadece aşağıda 6)’da izah edilen duruma yol açar. 6) Lâyihalarda eksik olan dava sebebinin veya müdafaanın esasına ilişkin olgular değil de bu olguların teferruatı ile ilgiliyse, o zaman karşı taraf E.19 n.6 altında tafsilât isteyebilir. 7) Eğer bu şekilde tafsilât istenmezse o zaman karşı taraf duruşmada lâyihalardaki iddialarını destekleyen olgular hakkında şahadet verebilir.’” Hukuk/İstinaf 3/75’de yer alan ve konuyu özetleyen yukarıdaki alıntıya göre esasa ilişkin tüm olgular dava lâyihalarına konmalıdır. Bu yapılmamışsa lâyiha hatalıdır ve eksik hususlarda şahadet verilemez. Şahadet verilse bile hüküm verilirken bu şahadet dikkate alınamaz. Bir davada esasa ilişkin olgular eksikse, karşı tarafın açıklama isteme hakkı vardır. Ancak bu zorunlu değildir. Esasa ilişkin olgularla ilgili açıklama istendiği takdirde karşı tarafa eksikliklerini tamamlama fırsatı verilmiş olur. Bu nedenle daha uygun olan Emir 27 nizam 3 altında kusurlu lâyihanın iptali için müracaat etmektir. Usul hukukumuzda esasa ilişkin olgudan ayrı ve farklı bir kavram daha vardır ve o da tafsilâttır. Tafsilât diğer tarafın savunmasını hazırlayabilmesi için ihtiyaç duyduğu bilgilerdir. Bir davada tafsilât eksikse karşı taraftan ek tafsilât istenmesi gerekir. sorun ortaya çıkmaz. Ancak istenmese de fazla bir Eksik tafsilâta rağmen şahadet 9 verilebilir ve dava değerlendirilirken verilmiş şahadet dikkate alınabilir. İlk Mahkeme kararında alıntısı yapılan bu bilgileri okuyan bir hukukçunun, aklına derhal şu soru gelecektir. Hangi iddialar esasa ilişkin olgu, hangileri tafsilâttır? Örneğin; bu olayda ne yazılsa esasa ilişkin olgu, ne yazılsa tafsilât olacaktı? Bir davada, esasa ilişkin olguyu tafsilâttan ayıracak ölçü nedir? Bu iki kavramı birbirinden ayırmak son derece önemli olmalıdır. Çünkü birinin eksikliği önemli bir sonuç doğurmadığı halde diğerinin eksikliği davanın kaybedilmesine neden olmaktadır. Esasa ilişkin olgu Hukuk Muhakemeleri Usulü Tüzüğü E.19, n.4’de düzenlenmektedir. Tafsilât ise aynı Tüzükte E.19. n.6’da düzenlenmektedir. Hukuk/İstinaf 3/75’de bu iki kavram üzerinde durulmuş ve ikisini birbirinden ayırmaya özen gösterilmiştir. Hukuk/İstinaf 3/75’de istinaf konusu olan olayda Davacı bir sözleşmeye dayanarak alacağını talep etmişti. Talep takririnde sözleşmenin hangi tarihte yapıldığı ve sözleşmenin yazılı mı, sözlü mü olduğu belirtilmemişti. Davalı talep takririnin eksik ve hatalı olduğu itirazını yapıyordu. Bu nedenle sözleşmeye dayanan bir davada sözleşmenin hangi tarihte yapıldığının veya yazılı mı sözlü mü olduğunun esasa ilişkin olgu olup olmadığı tartışılmıştır. Sözleşmeye dayanan bir davada sözleşmenin tarihi ve türünün çok önemli konular olması gerekir. Bu kadar önemli konularda eksiklikler olan bir davada İstinaf Mahkemesinin “esasa ilişkin olgular dava lâyihasında yok, şu halde dava kanıtlansa bile başarıya 10 ulaşamaz” demesi beklenebilirdi. bunun tam tersini söylemiştir. Halbuki Hukuk/İstinaf 3/75 Kararda şöyle denmektedir: “Herhangi bir davada davacının talebi anlaşmaya dayanırsa anlaşmanın yazılı veya sözlü veya kısmen yazılı ve kısmen sözlü olduğu talep takririnde yazılı olmalıdır. Bu hususta Turquand v. Fearon (1879) 48 L.j.Q.B. 703 davasında s.704'de şunlar yer almaktadır:‘When the plaintiff relies on an agreement, it is for him to state whether it was an agreement in writing or by parol, or partly by parol and partly by letter, or whether it is the result of a series of documents. . . . . . . . . . . . . The result is, that it is not as a rule necessary to set out the agreement verbatim, but it is necessary to state whether the agreement is in writing or by parol, and if it was in writing, to set it out so far as to shew the effect of it.’ Bu böyle olmakla beraber iyi tetkik edildiğinde Turquand v. Fearon davasının E.19 n.4'ün kapsamına giren esasa ilişkin olgular ile ilgili olmayıp, n.6'nın kapsamına giren tafsilât ile ilgili olduğu ve bu sebeple 2. kategoriye girdiği meydana çıkmaktadır. Anlaşmanın sözlü veya yazılı olduğu talep takririnde belirtilmelidir. Belirtilmediği takdirde bunlar hakkında E.19 n.6 altında tafsilât istenebilir. İstenmediği takdirde duruşmada bu hususta şahadet verilebilir. İstinaf konusu davada da anlaşmanın sözlü mü yazılı mı olduğunun Talep Takririnde belirtilmesi gerekirdi. Belirtilmediği için davalı E.19 n.6 altında tafsilât isteyebilirdi ve davacı bu tafsilâtı vermeğe mecburdu. Fakat anlaşmanın sözlü veya yazılı olduğu dava sebebi ile değil de teferruat ile ilgili olduğu için tafsilât istenip verilmediği hallerde davacı bu hususta şahadet verebilir. Nitekim bu hususta şahadet Bidayet Mahkemesinde verilmiştir. Verilen bu şahadetin eleştirilmesi daha sonra yapılacaktır. 11 Aynı şekilde Talep Takririnin 4. paragrafında belirtilen anlaşmanın tarihi zikredilmemiştir. Bu da dava sebebi ile ilgili olmayıp E.19 n.6 altında istenebilen bir tafsilâttır. Bu tafsilât davalı tarafından duruşmadan önce talep edilmediği için bu hususta duruşmada verilen şahadet kanaatımızca geçerlidir.” Bu alıntılara göre bir sözleşmenin hangi tarihte yapıldığı, yazılı mı sözlü mü olduğu esasa ilişkin olgu değildir. Bu konularda eksiklik, karşı tarafın savunmasını hazırlaması için önem arzeder ve dolayısıyla arzu edilirse bu konularda tafsilât istenebilir. Tafsilât istenmemişse, eksikliğe rağmen, şahadet verilebilir ve dava kanıtlanabilir. Bu durumda sormamız gereken soru şudur: Bir talep takririnde yazılması gereken ve yazılmaması halinde davanın iptali sonucunu doğuran sözleşme tarihinden, sözleşmenin yazılı mı sözlü mü olduğundan daha önemli ne olabilir? 3/75’de bu soruya yanıt bulamıyoruz. Davacıya hak kazandıran olaydır. yazılması gerekmektedir. Hukuk İstinaf Esasa ilişkin olgu Bu olayın özet halinde Ancak tüm olaylar değil dava nedenini ortaya çıkaran olaylar esasa ilişkin olgu olabilir. Örneğin sözleşmeye dayanan bir davada bunu belirtmeyerek haksız fiil davası imiş gibi olayı anlatmanın bir sorun çıkaracağını söyleyebiliriz. Ancak karar çok önemli bir noktaya daha dikkatimizi çekiyor. Kararın bir bölümünde şöyle denmektedir: “Dava lâyihalarında eksik olan tafsilât, E.19, n.4 altında, esasa ilişkin olgular ise, duruşmada eksik olan bu olgular hakkında şahadet verilemez. Bu hususta Philips v. Philips (1878), 4 Q.B.127 davasında s.l33’de şöyle denmektedir:‘Eğer taraflardan herhangi birisi dava lâyihalarında belirtilen esasa ilişkin olgular dışına çıkarak şahadet vermek isterse, duruşma hâkiminin bu hususta şahadet verilmesine müsaade etmemesi gerekir.’” 12 Buna göre esasa ilişkin olguları belirtmeden davayı kanıtlamaya çalışan kişiye yargıcın dava sebebinin eksik veya hatalı olduğunu, bu nedenle şahadet sunamayacağını söylemesi gerekir. Böylece Davacı davasında bir usul hatası olduğunu anlayacak ve değişiklik yapıp eksikliği giderme yönüne gidecektir. Önümüzdeki davada yargıç Davacıyı bu konuda uyarmış değildir. Davacının uyarılması şöyle dursun Davacı davasını kanıtlarken en küçük bir usul sorunuyla karşılaşmış değildir. Yukarıda anlatılanlar Hukuk/İstinaf 3/75’de yer alan görüşlerin İlk Mahkeme kararını desteklemediğini göstermektedir. Daha da ileri giderek İlk Mahkeme kararının mehazımız olan İngiliz usul hukukuna uygun olup olmadığını da sorgulayabiliriz. Burada bir davada şahadet sunulmuş, dava tüm boyutları ile tartışılmış, Davacının haklı olduğu anlaşılmış ve talep takririnde bazı hususlar belirtilmediği için Davacı davayı kaybetmiştir. karara rastlamak mümkün mü? Acaba İngiltere’de böyle bir Yoksa biz oradaki ilkeleri aynen kabul ettiğimiz halde uygulamayı farklı mı yapıyoruz? Önümüzdeki davada Davacı, davasını kanıtladığı yani haklı olduğu halde, bir usul hatası nedeniyle davayı kaybetmiştir. Yani adalet gerçekleşmemiştir. Bu sonuç eğer İngiliz usul hukukuna uygunsa İngiliz usul hukukunun da sorgulanmasını gerektirmektedir. Yargılamanın âdil olmasını sağlamak ve taraflardan birinin diğerine haksızlık yapmasını önlemek için konmuş usul kuralları burada ters bir sonuç vermiştir. Bu durumda İngiliz usul hukukunun yanısıra usul hukukunun genel bir değerlendirmesini yapmamız yararlı olacaktır. Böyle bir değerlendirmeyi yaparken doğal olarak aşağıdaki sorular akla gelecektir. 1. Usul hukukunun benimsediği ilkeler nelerdir? 13 2. Usul hukukunun İngiltere ve bizdeki tarihsel gelişmesi nasıl olmuştur? Usul Hukukuna ilişkin genel bilgiler: Yargılamanın usul kuralları olmadan gerçekleşmesi mümkün değildir. Bu nedenle usul kurallarının hukuk, yani insanlık tarihi kadar eski olduğunu söyleyebiliriz. Usul kurallarını incelediğimiz zaman, bu kuralların daha ilk zamanlarda yargılamanın âdil olmasını sağlamak, taraflardan birinin diğerini aldatmasını ve haksız avantaj sağlamasını önlemek için konduğunu görürüz. Usul kuralları olmadan adalet olamayacağını söylemek hatalı değildir. Usul kurallarının yargıda keyfiliği ortadan kaldırdığını, ve adaletin ikiz kardeşi olduğunu söyleyen hukukçular vardır. Buna karşılık usul kurallarının dar ve katı uygulamasının yargıda çok ciddi sorunlar yarattığı, keyfiliği artırdığı, hukukta mantık ve adalet bırakmadığı söylenmektedir. Daha ilk zamanlardan usul kurallarına ilişkin şekle önem veren ve öze önem veren diye isimlendirebileceğimiz iki görüşün oluştuğunu görüyoruz. Şekle önem veren görüşü benimseyenler usul kurallarını dar ve katı bir şekilde uygulamak istemişlerdir. Bu görüşün doğal sonucu olarak kurallardan en küçük bir sapma davanın kaybı sonucunu doğurmuştur. Şekilci görüşün etkin olduğu hukuk sistemlerinde bir daktilo hatası veya bir dil sürçmesinin bile davanın kaderini etkilediği söylenmektedir. Bu hukuk sistemlerinde usul tartışmaları ön plâna çıktığı için sürekli olarak teknik konular tartışılır ve bu tartışmalardan davaların özünü tartışmaya yani kimin haklı kimin haksız olduğunu araştırmaya vakit kalmazdı. Şekilci anlayışın doğurduğu adaletsizliklere karşı reform ihtiyacı doğdu, dar ve katı uygulamadan uzaklaşılarak davaların özü ön plana çıkarıldı. Ancak reformlara rağmen şekle ve öze önem veren anlayışlar 14 arasındaki mücadele sona ermiş değildir. Hukukçular kendi eğilimleri doğrultusunda bu görüşlerden birini tercih etmektedirler. Şekle önem veren ve öze önem veren görüşlerin bir gel-git gibi hukuku etkilediğini söyleyebiliriz. Bu zıt görüşler arasında doğruyu bulmaya çalışmamız gerekir. Roma Hukukunda Şekil: Avrupa hukuk sistemlerinin kaynağını oluşturan Roma Hukukunda usul kuralları büyük önem taşıyordu. Yasal dava yöntemi olan “legis actio”’lar sıkı şekil kurallarına tabi idi. Bir davada davacının 400 Solidus alacağı olduğunu iddia ettiğini, fakat sadece 350 Solidus alacağı olduğunu kanıtladığını varsayalım. Davayı tamamen kaybederdi. Ona “400 Solidus alacağın olduğunu iddia ettin, bunu kanıtlayamadın. 350 alacağın olduğunu kanıtladın ama böyle bir talebin yok. 350 Solidus için tekrar dava açamazsın çünkü bir konuda iki kez yargılama yapılamaz. Dolayısıyle alacağını tamamen kaybediyorsun” denirdi. Roma hukukunda davaların belli kalıplara uydurulması gerekiyordu. Kalıba uymayan dava kaybedilirdi. Örneğin Roma’da bugün İtalya’da olduğu gibi bağcılık veya şarapçılık önemli bir ziraat dalı idi. Birisi diğerinin bağ kütüklerini veya asmasını keserse davacının davasını “ağaçların kesilmesinden” şikâyet ederek açması gerekiyordu. Bağ veya asma ağaç olmadığı halde “ağaçların kesilmesi” sözcüklerini içermeyen, dava kaybedilirdi. Anlamı doğru olan sözcükler kullanılsa bile kalıba uymayan bir davanın kazanılması mümkün değildi. (Gör: Roma Hukuk Dersleri, Prof. Bülent Tahiroğlu, Prof. Dr. Belgin Erdoğmuş, sayfa 208.) Roma’da dar ve katı şekilciliğin ortaya çıkardığı adaletsizliklere karşı bir tepki olarak “formula usulü” ortaya çıktı. Bu yargı dalında yargıç daha esnek davranma ve hayatın 15 değişen ihtiyaçlarını karşılayacak yeni formulalarla adaleti gerçekleştirme fırsatını buldu. Eski İngiliz Usul Hukuku: Eski İngiliz ve Fransız hukuklarında usul kuralları dar ve katı bir şekilde uygulanırdı. Yani şekilci usul hukuku anlayışı egemendi. Bu anlayışta usul kurallarının yorumu çok dar yapılır ve tarafların kurallara harfiyen uymaları beklenirdi. usul tartışmaları ile geçerdi. Yargılama Tarafların iddialarını bazı şekillere uygun ifade edip etmedikleri veya teknik bir hata yapıp yapmadıklarını tartışmaktan davaların esasına inmeye fırsat kalmazdı. Tarafların haklı olup olmadıkları fazla önemli de değildi. Sonuçta usul kurallarına uygun hareket eden davayı kazanır, diğer taraf ise usulü iyi bilmemesinin cezasını çekerdi. Bu hukuk anlayışının neden olduğu haksızlıklar reform gereksinimini ortaya çıkardı. Odgers on Pleading and Practice, 20. baskı, sayfa 80’de İngiltere’de meydana gelen tarihsel gelişme şöyle ifade edilmektedir: “The principles on which pleadings were framed, and the rules which regulated them, remained substantially the same till 1852. Their practical utility was, however, seriously impaired by the over-subtlety of the pleaders and by the excessive rigour with which the rules were applied; the merits of the case being constantly subordinated to technical questions of form. A determined effort was made to correct these defects by the provisions of the Common Law Procedure Acts, 1852-1860.” Bu alıntıya göre 1852’den önce İngiltere’de uygulanan şekilci hukuk anlayışı büyük haksızlıklara neden oldu ve değişim zorunlu hale geldi. Kararlı bir mücadele sonunda 1852-1860 yılları arasında Common Law Procedure Acts yasaları 16 ile reform gerçekleşti. Usul kurallarının dar ve katı uygulamasına son verilerek öz ön plâna çıkarıldı. İngiltere’de 1852 Sonrası Usul Hukuku: İngiltere’de 1852’den sonra benimsenen usul hukuku bugün bizde uygulanan veya uygulanması gereken usul hukukudur. Bu sistemde usul kurallarının dar ve katı uygulamasına son verilip öz ön plâna çıkarılmıştır. Halen bizde uygulanmakta olan Hukuk Muhakemeleri Usulü Tüzüğü bu devrin ürünüdür. Hukuk Muhakemeleri Usulü Tüzüğümüzü incelediğimiz zaman aşağıdaki ilkelerin tüzükte yer aldığını görürüz. a) Yargıca geniş takdir hakkı tanındı. Tüzüğün birçok kuralında, “yargıç uygun gördüğü gibi karar verir” “yargıç âdil gördüğü gibi karar verir”, sözcükleriyle yargıcın geniş takdir hakkı olduğu vurgulanmıştır. Daha sonra içtihatlar yargıcın takdir hakkını keyfi değil âdil kararlar vererek kullanması gerektiğini vurgulamıştır. Âdil kararın ne olduğu veya nasıl bulunacağı ise yine içtihatlarda aydınlığa kavuşturulmaya çalışılmıştır. b) Tüzüğe Emir 64 gibi çok önemli bir kural konmuştur. İngiltere’deki Order 70’e tekabül eden bu kurala göre taraflardan biri bir usul kuralına aykırı bir işlem yapmışsa, ancak bu işlemin yok sayılması adaletsiz bir sonuç doğuracaksa, yargıç takdir yetkisini kullanarak yapılan işlemin geçerli olmasına karar verebilir. Yani yargıç usul kuralı ile adalet arasında bir ikilemde kalırsa âdil olanı tercih etmeli ve usul kuralını uygulamamalıdır. c) Şekilci görüşe kayılmasını önlemek için tüzüğe kesin sözcükler konmuştur. Örneğin eskiden yazılması şart olan birçok ayrıntının dava lâyihalarına yazılmaması gerektiği belirtilmiştir. Bunun için lâyihaların nasıl yazılacağına ilişkin kuralda “sadece esasa ilişkin olgu yazılmalı”; “iddiaları kanıtlayacak deliller asla yazılmamalı” gibi kesin 17 ifadeler kullanılmıştır. Böylece ayrıntının yazılmasına ve yazılıp yazılmadığının tartışılmasına karşı önlem alınmıştır. d) Usul hatası yapan tarafı uyarma görevi Yargıca verilerek hata yapan tarafa hatasını düzeltme fırsatı verilmiştir. e) Zamanında usul hatasına itiraz etmeyenin daha sonra edemeyeceği ilkesi getirilmiştir. Bu ilkelerle İngiltere’de şekilci anlayış terkedilerek öze önem veren anlayış egemen oldu. Buna rağmen birçok kararda usul konusunun tartışıldığını ve şekli öne çıkaran görüşler öne sürüldüğünü görüyoruz. Usul konusunun tartışıldığı önemli kararlardan biri Re. Pritchard davasında verilen karardır. Önemi nedeniyle bu kararı aşağıda özetlemeye çalışacağım. Kararda Lord Denning şekilci anlayışı tamamen reddederek öze önem veren anlayışı en ileri boyutlara taşımıştır. Lord Denning “davasında haklı olan bir kimse bir usul kuralı nedeniyle (bu usul kuralı önemli bir kural olsa bile) davasını kaybetmemeli” ilkesini dile getirmiştir. Lord Denning’e göre İngiltere’de haklı olan tüm vatandaşların haklarını elde etmeleri ve bir usul kuralı nedeniyle haklarını yitirmemeleri gerekir. Bu ideale ulaşılması halinde tüm yargıçların bundan kıvanç duymaları gerekir. Bu karar şöyledir: “Pritchard İngiltere’de vasiyetname bırakarak vefat eden bir kişi idi. Vasiyetnamede eşine hiçbirşey bırakmadı. Oradaki yasalara göre böyle bir vasiyetname geçerlidir, ancak eşin de terekeyi dava ederek geçimini sağlayacak parayı talep etme hakkı vardır. Böyle bir talep İngiltere’de dava yoluyla yapılabileceği gibi genel istida (originating summons) yoluyla da yapılabilir. Ancak genel istidanın bölge mahkemesinde değil 18 Londra’da Merkezde Tereke Mukayyitliğinde dosyalanması gerekmektedir. Dul kadının avukatı genel istidayı Londra’da dosyalayacağı yerde bulunduğu bölge mahkemesinde dosyaladı. Karşı taraf buna itiraz etmedi. Daha sonra Mukayyidin itirazı üzerine genel istida yetkisizlik nedeniyle iptal edildi. İptal kararı istinaf edildi ve konu İngiltere İstinaf Mahkemesinde tartışıldı. Genel İstidanın yetkisiz bir Mahkemede dosyalandığı açıktı. Çoğunluk kararı burada bir usulsüzlük (irregularity) değil, yokluk (nullity) olduğunu belirtti. İstidanın dosyalandığı andan itibaren yok sayılması gerektiği ve bu hatanın daha sonra düzeltilemiyeceği kanısına varan çoğunluk kararı iptal kararını onayladı. Bu karara karşı Lord Denning verdiği tarihi kararda özetle şöyle demektedir. İstidanın yetkisiz bir Mahkemede dosyalandığı doğru, yapılan usul hatasının ciddi bir hata olduğu da doğru. Ancak genel istidanın iptali büyük bir mağduriyete ve adaletsizliğe neden olacaktır. Çünkü aradan geçen zaman içinde istida dosyalama süresi geçmiş ve Müstedinin yetkili Mahkemede yeni bir istida dosyalama olanağı kalmamıştır. Dolayısıyle istidanın iptali dul kadının haklarını yitirmesi anlamına gelecektir. Adaletsizlik söz konusu olmasa ben de iptal kararına katılacaktım. Fakat burada değişik bir çözüm aramak gerekiyor. Lord Denning diyor ki: “It ought not to penalise the widow for a technical slip, especially when the defendants have not been in the least prejudiced by it” “Teknik bir usul hatası nedeniyle dul kadını cezalandırmak doğru değildir. Özellikle yapılan usul hatasının karşı tarafa hiçbir zararı olmamışsa”. Lord Denning çıkış yolunu bizim Emir 64 (1)’in muadili olan Order 70’de buluyor. Bu madde şöyledir: 19 “Non-compliance with any of these rules, or with any rule of E.70, for the time being in force, shall not render any proceedings void unless the Court or Judge shall so direct, but such proceedings may be set aside either wholly or in part as irregular, or amended, or otherwise dealt with in such manner and upon such terms as the Court or Judge shall think fit.” Buna göre usul kurallarından herhangi birine aykırı bir işlem yapıldığı zaman o işlemi iptal etmek zorunlu değildir. İptal adaletsizliğe neden olacaksa Mahkeme daha farklı bir önlem (müeyyide) alarak işlemin geçerli kalmasına karar verebilir. “The widow commenced a known genuine case before the time limit expired. There was a technical defect in the prosedure but it can be rectified without the least injustice to the defendant Counsel for the defendants frankly admitted that he had no merits. We can easily remedy the error by ordering this matter to be removed to the Central Office and I think that we should do it.” “Dul kadın zamanında davasını dosyalamıştı. Bir usul hatası yapılmıştır. Bu hata karşı tarafın haklarını etkilememiştir. Bu nedenle hata düzeltilebilir ve dosya yetkili Mahkemeye nakledilebilir.” Lord Denning’e göre herhangi bir kurala aykırılık halinde Emir 64 adaletsizliği önlemek için bir çıkış yoludur. Bu nedenle yetkisiz Mahkemede dosyalanan istida geçerli kalmalı ve dosyanın yetkili Mahkemeye nakli için emir verilmelidir. Çoğunluk kararına göre ise usul hataları veya teknik hatalar yokluk (nullity) ve usulsüzlük (irregularity) olmak üzere ikiye ayrılır. Usulsüz işlemlerde bu işlemi yapanın hatayı düzeltme hakkı vardır ve adalet gerektiriyorsa 20 Mahkemenin bu hatayı düzelterek işlemin geçerli kalmasına karar vermesi mümkündür. Ancak yok sayılmayı gerektiren bir hata yapılmışsa yargıcın bu konuda takdir yetkisi yoktur. Çoğunluk kararına göre yokluk ile usulsüzlük arasında ayırım yapmak büyük önem arzetmektedir. göre bu ayırımı yapmak kolay değildir. Karardan anlaşıldığına Kararda yokluk ile usulsüzlük ayırımını yapmada yol gösterici değişik görüşler öne sürülmüştür. Çoğunluk kararını veren yargıçlardan biri olan Upjohn L.J. bu konuda şöyle demektedir: “A fundamental defect will make it a nullity. The court should not readily treat a defect as fundamental and so a nullity and should be anxious to bring the matter within the umbrella of Ord.70 when justice can be done as a matter of discretion.” Buna göre bir işlemin yok sayılması için usul hatasının esaslı veya önemli (fundamental) olması gerekir. Mahkeme tereddütlü durumlarda bu hatanın esaslı olmadığı sonucuna varmayı ve böylece takdir hakkını kullanarak âdil karar verme olanağını korumayı tercih etmelidir. Çoğunluk kararına göre yokluğu usulsüzlükten ayıran diğer bir ölçü ise “defect ex debito justitiae” prensibidir. Buna göre usul kuralları taraflara bir eksikliği düzeltme hakkı tanımışsa artık o eksiklik yokluk olamaz, usulsüzlük olabilir. Usul kurallarımız bir lâyihanın düzeltilmesine olanak tanıdığına göre lâyihalardaki eksikliklerin yokluk olması söz konusu değildir. Özetlersek bugün İngiltere’de tartışılan iki farklı görüş vardır. Lord Denning’in benimsediği görüşe göre Emir 64’ü tüm hallerde uygulamak gerekir. Yani herhangi bir usul kuralına aykırı hareket işlemin iptalini gerektirmemeli ve Mahkeme 21 takdir hakkını kullanarak âdil karar verebilmelidir. Çoğunluk kararına göre ise öncelikle yokluk mu (nullity) yoksa usulsüzlük mü (irregulatity) diye karar vermek gerekir. yokluksa yapılabilecek birşey kalmamıştır. Eğer Usulsüzlük ise bu usulsüzlüğü gidermek konusunda Mahkemenin takdir hakkı vardır. Mahkeme takdir hakkını kullanırken yani usulsüzlüğe karşı âdil bir önlem uygulamaya çalışırken yapılmış usulsüzlüğün karşı tarafın haklarını etkileyip etkilemediğini dikkate almalıdır. Burada dikkati çeken husus şudur. Çoğunluk kararını veren yargıçlar da adalete önem vermektedirler ve usul kuralının katı ve dar uygulamasından mümkün olduğu ölçüde kaçınmışlardır. Yoruma açık durumlarda usul hatasının, âdil karar vermeye fırsat tanıyan usulsüzlük olarak tanımlanması gerektiğini vurgulamışlardır. Açıkça görülüyor ki İngiltere’de bugün geçerli olan görüşlerin ikisinde de 1852 öncesinin usul kurallarını harfiyen uyulması gereken kurallar yığını olarak kabul eden şekilci hukuk anlayışının izleri yoktur. K.K.T.C.’de Usul Hukuku: K.K.T.C.’de 1974’den bir süre sonra şekle önem veren hukuk anlayışının etkili olmaya başladığını görürüz. Yukarıda gördüğümüz Hukuk İstinaf 3/75’de söylenenleri şekilci anlayışa karşı İstinaf Mahkemesinin bir direnmesi olarak tanımlayabiliriz. Birçok hukukçuya anlaşmazlıkların özünü tartışıp adaleti gerçekleştirmek zor, teknik tartışmalarla davaları sonuçlandırmak ise kolay gelmiş olmalıdır. Bu veya buna benzer nedenlerle şekli ön plâna çıkarma yönünde yaygın bir eğilim ortaya çıkmıştır. Önümüzdeki mısır davasında yargıç lâyihaların nasıl hazırlanması gerektiği ve esasa ilişkin olgunun tanımı konusunda Hukuk/İstinaf 3/75’de belirtilen ilkeleri aynen tekrarlamış, fakat 3/75’de varılan sonuca ters bir sonuca varmıştır. Şöyle ki 3/75’de talep takririnde çok daha önemli 22 hususlar yani sözleşme tarihi ve türü yazılmamış olmasına rağmen İstinaf Mahkemesi bunların esasa ilişkin olgu olmadığı kanısına varmış ve talep takririnde bir eksiklik görmemişti. İlk Mahkeme Yargıcının mısır davasında şekilci anlayışı tercih etmesi bu davaya özgü bir yaklaşım değildir. Ülkemizde 1974’den sonra yaygın hale gelmiş olan bir görüşün yansımasıdır. Birçok davada davayı kaybeden Davacıya şöyle söylendiği varsayılabilir: “sen haklı olabilirsin, ancak avukatın bir cümleyi eksik yazdı. Gerçi bu cümlenin eksikliği karşı tarafın haklarını veya savunmasını etkilemiş değildir. Ancak kuraldan sapma davayı kaybetmeni gerektirir.” Birçok davada bu şekilci yaklaşım çok doğal bir düşünce imiş gibi tekrarlanmaktadır. zorlaşmıştır. Bu nedenle Mahkemelerin âdil karar vermesi Daha da kötüsü şeklin kazandığı önem nedeniyle sürekli usul tartışmaları yapılmakta ve davaların özünü tartışmaya vakit kalmamaktadır. Ülkemizde yaygınlaşan şekilci anlayışın İngiltere’de 1852 öncesi anlayışı hatırlattığını söyleyebiliriz. Ortaya çıkan adaletsizlikler nedeniyle bizde de önlem alma düşüncesi doğmuş ve öze önem veren yargıçlar reformcu ilkeleri ön plâna çıkarmaya çalışmışlardır. K.K.T.C’de şekli ve özü ön plâna çıkaran görüşlerin tartışıldığı davalara birkaç örnek vermek yararlı olacaktır. Yargıtay/Hukuk 74/87 (D.31/88) sayılı dava: Bu istinafta davanın ünvanının hatalı olup olmadığı tartışılmıştı. Hukuk Muhakemeleri Usulü Tüzüğüne göre vekil sıfatıyle açılan davalarda davanın ünvanında vekilin değil müvekkilin isminin yer alması gerekir. Buna ek olarak talep takririnde de vekâlet ilişkisinin açıklanması gerekmektedir. Söz konusu davada Davacı davanın ünvanına müvekkilin ismini yazmış, ancak bunun yanına vekilin ismini de eklemişti. gereğinden daha mükemmeldi. Yani ünvan İlk Mahkeme şekilden en küçük bir 23 sapmayı affetmediğinden davayı iptal etmeyi tercih etti. İstinaf Mahkemesi şekilci hukuk anlayışının hatalı olduğunu vurgulayarak kararı bozdu. Yargıtay/Hukuk 76/89 (D.22/90) sayılı dava: Bu istinafta dava lâyihalarına benzeyen ve benzer hükümlerin uygulandığı istidaya ekli yeminnamelerde yeterli esasa ilişkin olgu olup olmadığı tartışılmıştır. İstida konusu bir kira artışıydı. Müstedi yeminnamede kira süresinin 31.10.1976 tarihinde sona erdiğini ve Müstedaaleyhin bu tarihten itibaren yasal kiracı olduğunu iddia etmişti. İlk Mahkeme bunun yeterli olmadığı, yasal kiracılığın hangi tarihte başladığının da ayrıca belirtilmesi gerektiği kanısına vararak istidayı reddetti. İstinaf Mahkemesi önümüzdeki davada olduğu gibi dava lâyihasına veya yeminnameye hangi hususların yazılması gerektiği sorusuna yanıt aramış ve yeminnamede herhangi bir eksiklik olmadığı kanısına varmıştır. Bu kararın bir bölümünde şöyle denmektedir: “Bu açıklamalardan anlaşılacağı gibi bir olgunun esasa ilişkin olup olmadığını saptamak kolay değildir. Bu her davanın kendine özgü koşulları içinde kararlaştırılabilecek bir husustur. Bir davada esasa ilişkin olgu olarak kabul edilen bir iddianın başka bir davada esasa ilişkin kabul edilmemesi mümkündür. Geçmiş içtihatlar bize bir olgunun esasa ilişkin olup olmadığını saptamada yardımcı olabilir. Ancak bu içtihatların herbiri farklı konularda olduğu için onlardan yararlanmak da kolay değildir. Buna rağmen Odgers’de yer alan örnekleri ve diğer münferit içtihatları incelediğim zaman tümünde müşterek olan özellikler gözlemliyorum. Bu içtihatların tümünde karşı tarafın savunmasını yapabilmesi için öğrenmesi gerekli olan hususlar esasa ilişkin olgu olarak kabul edilmiştir. Karşı tarafın bu olguları bilmemesi savunmasını yapmasını engelleyeceğinden ve ona zarar vereceğinden talep takririne esasa ilişkin olguyu yazmamanın müeyyidesi çok ağır kabul edilmiştir. Yani davanın kaybedilmesi sonucunu doğurmaktadır. Bu içtihatlar içinde 24 kendiliğinden anlaşılan bir husus formalite icabı tekrar edilmedi diye veya karşı tarafın öğrenmesinde hiçbir yarar olmayan bir husus belli bir şekilde ifade edilmedi diye lâyihaların eksik kabul edildiği görülmemektedir. Örnek içtihatlardan anladığım kadarıyla diğer usul kuralları gibi “material fact” veya “esasa ilişkin olgu” kuralının da bir amacı vardır. Bu kural taraflardan birinin karşı tarafın iddialarını doğru bir şekilde anlayabilmesi ve savunmasını hataya düşmeden yapabilmesi için kabul edilmiştir. Kuralı doğru uygulayabilmek için amacını göz önünde tutmak gerekir. Emir 19, nizam 4 taraflardan birini gereksiz yere sert bir şekilde cezalandırmak için kabul edilmiş bir kural değildir. Önümüzdeki yeminnamede Müstedi kira süresinin 31.10.1976’da sona erdiğini ve Müstedaaleyhin bu tarihten itibaren evi kanuni kiracı olarak işgal ettiğini iddia etmiştir. İlk Mahkeme yeminnamede “kira süresi 31.10.76’da sona erdi ve Müstedaaleyh 1.11.1976’dan itibaren kanuni kiracı oldu” denmesi gerektiği kanısına varmış ve yeminnameyi yetersiz bulmuştur. Mukavele 31.10.1976’da sona erdiğinde kiracının 1.11.1976’dan itibaren kanuni kiracı olacağı kendiliğinden anlaşılan bir husustur. Böyle bir bilginin yeminnameye ayrıca yazılması karşı tarafa savunmasını hazırlarken yararlı olmayacağı gibi bu eksikliğin karşı tarafa bir zararı da yoktur. Dolayısıyle “esasa ilişkin olgu” kavramı, kuralın amacı dikkate alınarak belirlendiği takdirde ortada tartışılacak bir konunun bile olmaması gerekir. Böyle bir tartışma konusunun Mahkemelerimizde niçin sık sık çıktığını ve niçin bu kadar çok ciddiye alındığını düşündüğüm zaman Mahkemelerimizin İngiltere’de uygulanan usul hukuku anlayışından ayrılarak tarihin gerilerinde kalmış “şekilci hukuk” anlayışının etkisinde kaldığı sonucuna varıyorum. Yargıtay/Hukuk 74/87’de bu konuya ilişkin görüşlerimi daha fazla anlatmaya çalıştım. Bugün İngiltere’de veya bizimle aynı usul hukukunu paylaşan diğer ülkelerde mükemmel kabul edilen usul işlemlerinin “şekilci hukuk” anlayışına göre hatalı ve geçersiz olduğu sonucuna varmak mümkündür. Nitekim diğer ülkelerde örnek olarak gösterilebilecek dava lâyihalarının bizde hatalı ve geçersiz olduğu öne sürülmekte ve bu doğrultuda kararlar verilmektedir. Yargıtay/Hukuk 74/87 ve 65/89 sayılı davalarda da anlatmaya çalıştığım gibi “şekilci hukuk” anlayışı yargılamanın anlamını ortadan kaldıran ve adaleti önleyen bir anlayıştır. Bu nedenle bu anlayışın ürünü olan argümanlara katılma olanağı bulamıyorum.” 25 Yargıtay/Hukuk 48/93 (D.17/94) sayılı dava: Bu istinafta bir trafik kazasında ek davalının davaya katılması tartışma konusu olmuştur. Birçok trafik kazası iki taraf değil daha fazla kişi arasında gerçekleşmekte ve âdil bir yargılama için bu kişilerin ihmallerinin kazaya ne ölçüde katkıda bulunduğunun saptanması gerekmektedir. Böyle bir saptama için kazaya katkıda bulunmuş tüm kişilerin davaya ya üçüncü kişi veya ek davalı olarak katılmaları gerekmektedir. Üçüncü şahıs prosedürü Hukuk Muhakemeleri Usulü Tüzüğü Emir 10, ek davalı ise Emir 21 nizam 8’de düzenlenmiştir. Bu iki kurala ilişkin İngiliz içtihatlarını gözden geçirdiğimizde yargıcın önüne gelen bir davada “üçüncü şahıs prosedürü uygulanamaz. Şu halde ek davalı prosedürü uygulanmalı” veya “bunun tersi olmalı” diye bir sonuca varıldığını görürüz. Yani yargılamanın daha âdil olması için uygun olan prosedüre yönlendirici kararlar verilmektedir. Halbuki bizde D.17/94 sayılı davada aynı kurallardan hareketle üçüncü şahıs prosedürü uygulanamaz, ek davalı da uygulanamaz, her iki prosedür de kapalı, yani âdil yargılama yapılamaz şeklinde bir sonuca varılmıştır. Bu istinafın bir bölümünde şöyle denmektedir. “Önümüzdeki davanın olguları davalı ekleme prosedüründen çok üçüncü şahıs prosedürünün izlenmesine uygundur. Ancak İlk Mahkeme kararının vardığı sonuç İngiliz içtihatlarının vardığı sonuca tamamen terstir. Çünkü orada verilen kararlar önümüzdeki davaya benzer durumlarda ek davalı prosedürü değil üçüncü şahıs prosedürü izlenmesinin daha uygun olacağı anlamını taşırken yani üçüncü şahıs prosedürüne yeşil ışık yakarken burada önü tıkanmış olan bir prosedüre bir tıkanma daha getirme anlamını taşımaktadır. İngiliz içtihatları arasında üçüncü şahıs prosedürünün başlama zamanı konusunda dar yorumu benimseyen ve dolayısıyle davalı ekleme prosedürü ile üçüncü şahıs prosedürünün ikisini de işlemez hale getirip bir kısım iddiaları yargının dışına çıkaran bir içtihat yoktur. Usul maddelerini bu şekilde yorumlayarak adaletsiz sonuçlara neden olmak usul hukukunun 1852’den sonra benimsenmiş ilkelerine terstir.” 26 Dava Lâyihalarında Yer Alması Gereken Hususlar ve Esasa İlişkin Olgunun Tanımı: Yukarıdaki ön bilgilerden sonra hukuk sistemimizde dava lâyihalarının nasıl hazırlanması gerektiği ve esasa ilişkin olgunun nasıl tanımlanması gerektiği sorusunu yanıtlamamız gerekmektedir. Dava lâyihalarının nasıl hazırlanması gerektiği Hukuk Muhakemeleri Usulü Tüzüğü E.19 n.4’de açıklanmıştır. “Every pleading shall contain, and contain only, a statement in a summary form of the material facts on which the party pleading relies for his claim or defence, as the case may be, but not the evidence by which they are to be proved.” Bu kurala göre tarafların davalarını dayandırdıkları esasa ilişkin olguları (material facts) talep takriri veya müdafaa takririnde belirtmeleri gerekir. Kuralda esasa ilişkin olguların özet halinde belirtilmesi gerektiği, olguları kanıtlamaya yarayan şahadetin veya delillerin ise yazılmaması gerektiği açıklanmaktadır. “only” “sadece” sözcüğüdür. Kuralın önemli sözcüklerinden biri Yani kural “sadece esasa ilişkin olguları özet halinde yaz, başka bir şey yazma” demektedir. İngiliz usul hukukunun tarihsel gelişmesine göz attığımızda “only” sözcüğüne kolay erişilemediğini, bu sözcükle ayrıntılı lâyihalara son verildiğini ve İngiliz hukukunda takdir toplayan âdil kararların bu değişimden sonra verilmeye başlandığını görürüz. İngiliz Usul Hukukunun anlatıldığı Odgers on Pleading and Practice 20. baskı sayfa 102’de şöyle deniyor: “This was always a clear rule of the common law. Evidence shall never be pleaded.” 27 Bu kurala göre dava lâyihalarına esasa ilişkin olgular yazılmalı, ancak bu olguları kanıtlayacak şahadet veya deliller “asla” yazılmamalıdır. Kuralda “never” “asla” sözcüğünün sertliği dikkati çekmektedir. Burada da geçmişin ayrıntılı lâyihalarından ve bunun ürettiği gereksiz usul tartışmalarından kurtulma çabası görülmektedir. Usul hukukumuzun benimsediği önemli ilkelerden biri de yasal iddiaların lâyihalara yazılmaması gerektiğidir. Bu konuda Odgers on Pleading and Practice 20. baskı sayfa 84’de şöyle denmektedir: “Every pleading must state facts and not law: Conclusions of law, or of mixed law and fact, are no longer to be pleaded. It is for the Court to declare the law arising upon the facts proved before it.” Buna göre yasal iddialar dava lâyihalarına yazılmamalıdır. Bunun gibi yasal görüşlerle olguların karışık olması durumunda da lâyihalara birşey yazılmamalıdır. Yukarıda Hukuk/İstinaf 3/75’de gördüğümüz gibi esasa ilişkin bir olgu yani “material fact” talep takririnde yer almadığı takdirde davacının davasında başarılı olması mümkün değildir. Talep takririnde yer almayan esasa ilişkin olguyu kanıtlamak için şahadet ibraz edilemez. Böyle bir şahadetin ibraz edilebilmesi için öncelikle lâyihanın tâdil edilerek eksikliğin giderilmesi gerekir. Şu halde esasa ilişkin olguyu belirtmekte hata yapan taraf büyük güçlüklerle karşı karşıya kalacaktır. Davanın kaderini bu denli etkileyen “esasa ilişkin olgu”’dan ne anlamak gerekir? Odgers on Pleadings and Practice, 20. baskı, sayfa 89’da, esasa ilişkin olgunun çok genel bir tanımı yapılmaktadır. Buna göre dava nedenini ortaya koyan olgular esasa ilişkin olgulardır. Bu tanım bize fazla yardımcı 28 değildir. Çünkü bizi hangi olguların dava nedenini ortaya koyduğu sorusu ile karşı karşıya bırakmaktadır. Aynı kitabın 90. sayfasında ise “esasa ilişkin olgunun ne olduğu her davanın koşullarına göre değişir” deniyor. Yani karşılaşacağımız tüm konuları kapsayan ve bize ışık tutacak kesin ve değişmez bir tanım yapmak mümkün değildir. Şu halde usul hukukunun en önemli konularından birinin yeterince net olmadığını söyleyebiliriz. Bu durumda doğru bir sonuca varmak için 1852 sonrasının reformcu ilkelerine başvurmamız gerekiyor. Bize yol gösterecek en önemli ilke usul kurallarını yorumlarken sözsel değil amaçsal yorumu tercih etmektir. Öze önem veren hukuk anlayışında yargılamanın amacı adalet yapmaktır. Usul kuralları ise adaleti sağlamak ve bir tarafın diğer tarafa haksızlık yapmasını önlemek için kabul edilmiş kurallardır. Usul kurallarını yorumlarken yani anlamlarını saptarken hangi amaç için kabul edildiklerini dikkate almak gerekir. Lâyihalar konusunda Odgers on Pleading and Practice 20. baskı 76 ve 77. sayfalarda şöyle deniyor: “The defendant is entitled to know what it is that the plaintiff alleges against him; the plaintiff in his turn is entitled to know what defence will be raised in answer to his claims” “it is benefit to the parties themselves to know exactly what are the matters left in dispute.” Buna göre dava lâyihalarının amacı taraflardan birinin karşı tarafın iddialarını öğrenmesini sağlamak ve taraflar arasında tartışılacak anlaşmazlık noktalarını belirlemektir. Bir an için yeterli esasa ilişkin olgunun belirtilip belirtilmediği konusunda tereddüte düştüğümüzü varsayalım. Kuralın amacını dikkate alarak bu tereddütümüzü giderebiliriz. 29 Yukarıda belirtildiği gibi bu konudaki usul kuralının amacı, tarafların karşı tarafın iddialarını öğrenmeleri ve davaya hazırlanmaları olduğuna göre “acaba Davacı Davalının öne sürdüğü iddiaları anlayamadı ve bu nedenle davasına hazırlanma olanağına kavuşmadı mı?” diye sormamız gerekir. Hukuk/İstinaf 3/75’deki ilkeleri göz önünde bulundurduğumuz zaman daha da ileri gideriz ve davayı hazırlamak için gerekli hususların bir bölümünü E.19 n.6 kapsamında tafsilât kategorisine koymak zorunda kalırız. Yani müdafaayı hazırlamak için gerekli olan hususların sadece önemlileri ve dava nedenini ortaya koyanlar esasa ilişkin olgu tanımına girebilir. Hukuk/İstinaf 3/75’de sözleşmeye dayanan bir davada sözleşme tarihi ve türü gibi önemli hususların dahi esasa ilişkin olgu değil tafsilât olarak kabul edilmesi gerektiğini görmüştük. Öze önem veren bir hukukçunun esasa ilişkin olguyu oldukça dar tanımlayan, geniş tanımı karşı tarafın haklarını korumak için zorunlu olan hallerde tercih eden Hukuk/İstinaf 3/75 ve benzeri içtihatları izlemesi uygun olacaktır. Bu içtihatların bizi ulaştırdığı sonucu şöyle özetleyebiliriz. Esasa ilişkin olgu bir kimseye hak kazandıran olaydır. Sade bir vatandaş kendisine hak kazandıran olayı özet halinde nasıl anlatabilirse lâyihaya bu yazılmalı, başka herhangi birşey yazılmamalıdır. Karşı taraf olayı anlamamışsa ve bu nedenle davasına hazırlanamamışsa o zaman lâyihada bir eksiklik var demektir. Eğer eksiklik tafsilât tanımına giriyorsa yargıcın davayı erteleyerek karşı tarafa hazırlanma fırsatı vermesi gerekir. Eğer eksiklik dava nedenine ilişkin önemli bir eksiklikse o zaman da Davacıya lâyihasını düzeltme fırsatı verilmelidir. Amaçsal yorum bizi oldukça net bir sonuca ulaştıracaktır. Ancak yeterli olmadığı takdirde usul hukukunun yukarıda 30 değindiğimiz 1852’den sonra benimsenen diğer ilkelerine başvurmak sorunu tamamen giderecektir. Kısaca tekrarlarsak, a) Yargıcın geniş takdir hakkı olduğu ve bu hakkı âdil kararlar vererek kullanması gerektiği dikkate alınarak bir çözüm aranabilir. Usul hatasının yokluk (nullity) değil, yargıcın takdir yetkisini kullanarak âdil karar verebileceği usulsüzlük (irreqularity) kategorisine girdiği kabul edilebilir. b) Emir 64 uygulanabilir. Yani karşı tarafa haksızlık olmayacaksa ve usul kuralı ile adalet arasında bir tercih yapmak gerekiyorsa adalet tercih edilerek hatalı işlemin geçerli kalması sağlanabilir. c) Esasa ilişkin olgu olduğu öne sürülen hususların “asla” yazılmaması gerekenler kategorisine girip girmediği araştırılabilir. d) Yargıcın eksik lâyiha olması halinde şahadet verilmesini engelleyerek tarafları uyarma görevi olduğu üzerinde durulabilir. Böylece eksik lâyihanın değiştirilerek sorunun ortadan kaldırılması yönüne gidilebilir. Uyarı olmadığı zaman ise geç başlatılan tartışmaya sıcak bakılmayabilir. e) Zamanında usul hatasına itiraz etmeyenin daha sonra itiraz edemeyeceği ilkesi üzerinde durulabilir. Doğal olan eksik lâyiha ile karşılaşan tarafın sürprizle karşılaştığı için şahadetin sunulmasına itiraz etmesi ve daha ilk aşamada E.27 n.3’e göre dava sebebi içermediği için davanın iptalini talep etmesidir. Bunları gününde yapmadığı için daha sonra lâyihanın eksik olduğunu öne süremeyeceği düşünülebilir. Şimdi tekrar önümüzdeki mısır davasına dönelim ve yukarıdaki bilgiler ışığında talep takririnde bir hata olup olmadığına bakalım. 31 Davacının talep takririne özet halinde kendisine hak kazandıran olayı yazması gerekiyordu ve bunu yapmıştır. Davalıların su vermediğini ve bu nedenle mısırların kuruduğunu yazmıştır. Davacı talep takririne başka birşey yazamazdı. Çünkü bir kuyudan su vermeyen kişinin suyu hangi eylemlerle vermediğini açıklaması mümkün değildir. Bu mümkün olsaydı bile söylenecek hususlar “asla” yazılmaması gereken şahadet ve deliller kategorisine girecekti. Amaçsal yoruma başvurduğumuz zaman esasa ilişkin olgu eksikliği olmadığını görecektik. Çünkü Davalı savunmasını yapmak için gerekli olan herşeyi öğrenmişti. Kaldı ki eksiklik olsa bile eksik hususların E.10 n.6’da belirtilen tafsilât tanımına girdiğini kabul etmek daha doğru olacaktı. Yargıç uyarı görevini yapmamıştı. Davalı duruşmada sürprizle karşılaşmamış, şahadetin ibrazına itiraz etmemiş ve E.27 n.3’e göre dava sebebi içermeyen davanın iptali için dilekçe dosyalamamıştı. Görüleceği gibi bu davada talep takririnde esasa ilişkin olgu eksikliği yoktur ve olsaydı bile bu eksikliğin giderilmesi için birçok olanak vardı. Hukuk sistemimizde Davacı bir hususun esasa ilişkin olgu olup olmadığı konusunda tereddüte düşse ve hata yapsa bile usul hukukunun ilkeleri daha sonra onu uyarmakta, hatayı düzeltme fırsatını vermektedir. Uyarı aşamaları geçtikten ve dava kanıtlandıktan sonra başa dönmek ve “sen başlangıçta bir hata yaptın, karşı tarafın savunmasını hiç etkilememiş olsa bile, bu hata nedeniyle tüm yaptıkların geçersizdir.” demek usul hukukumuzun benimsediği temel anlayışa terstir. Yukarıdaki nedenlerle talep takririnde eksiklik olmadığı ve Davacı lehine ve Davalı 1 aleyhine hüküm verilmesi gerektiği görüşündeyiz. 32 Özetlersek usul kuralları yargılamanın âdil olmasını sağlayan fevkalâde önemli kurallardır. Bu kuralları gözardı etmek veya uygulamaktan kaçınmak doğru olamaz. Ancak usul kurallarının dar ve katı, yani şekilci hukuk anlayışı içinde yorumlanıp uygulanması da büyük adaletsizliğe yol açmaktadır. Bu adaletsizliği önlemek için usul kurallarının yorumunda amaçsal yorumu tercih etmek ve hukuk sistemimizin benimsediği yukarıda belirttiğimiz diğer ilkeleri göz önünde bulundurmak uygun ve yerinde olacaktır. Sonuç olarak istinaf kabul edilir. Davacı lehine ve Davalı 1 aleyhine 1 milyar T.L. için hüküm verilir. Dava ve istinaf masrafları Davalı 1 tarafından ödenecektir. Taner Erginel Başkan 25 Haziran 2004 Mustafa H. Özkök Yargıç Seyit A. Bensen Yargıç