Tiyatro Dersi Antik Yunan Tiyatrosu 2

advertisement
Dionysos Ritüellerinden Tragedya ve
Komedya’ya
Bu metin, Mimesis Tiyatro/Çeviri-Araştırma Dergisi’nin 3. sayısında (1990)
yayınlanmıştır.
Bugün, oldukça geriye, tiyatronun gelişimindeki ilk önemli durak noktaları
olan tragedya ve komedyanın çıkış kaynaklarına doğru gideceğiz. Dolayısıyla
Dionysos ritüellerini, bu ritüellerin İ.Ö.V. yüzyıla gelene değin aldığı
biçimleri ve İ.Ö.V. yüzyılda neden yeni bir tarz yapılanmaya yöneldiğini
açıklamaya çalışacağız. Daha sonra tragedyanın toplumsal işlevini
tartışacağız. Aristoteles tragedya konusunda bize oldukça değerli bir kaynak
bırakmıştır: Poetika. Bu kitap, genel olarak sanat olayını incelemesinin
yanısıra, tragedyanın ne olduğu ve ne olması gerektiğini cevaplamaya
çalışan ilk girişimdir. Aristo’dan önce Platon da sanata ilişkin bazı görüşler
ileri sürmüştür, ancak bu görüşler Aristo’nun eserindeki gibi bir bütünlük
arzetmediği için, düşünürler estetik kuramında “ilk olma” sıfatını Aristo’ya
vermişlerdir.
Poetika, İ.Ö. (362-360) yıllarında yazıldı ve günümüze değin süren bir
tartışmanın başlangıcını oluşturdu. Türk tiyatrosu teorik anlamda bu
tartışmaya katılmakta çok büyük güçlükler çekti ve bu tartışmanın dışında
kaldı. Ülkemizde, Dionysos ve tragedya konusuna, Prof. Dr. Özdemir Nutku,
geniş kapsamlı bir tiyatro sözlüğü olarak kaleme aldığı “Dünya Tiyatrosu
Tarihi” adlı eserinde değinmiştir. Nutku’nun da kitabın önsözünde belirttiği
gibi sunulan bilgi bir özet ve derleme niteliğindedir. Bu özelliğine rağmen
bir araştırmacı için önemli ipuçlarını da içinde saklamaktadır. Öyleyse biz bu
kitabın da sunduğu materyali gözardı etmeden ve onu biraz daha
genişleterek, ülkemizdeki bu ilk girişimi biraz daha derinleştireceğiz.
Araştırmacının bilgi yetersizliğinden ötürü cevaplanmayan birçok soru ortaya
çıkacaktır. Cevapsız sorular insanı rahatsız eder; ama daha da beteri
soruların hiç ortaya çıkmamasıdır. Bu anlamda bu yazı hedefini bulacaktır:
Hem bazı soruları cevaplayacak, hem de yeni sorular ortaya çıkaracaktır.
Tiyatroya ilişkin her yeni soru, tiyatrocunun önüne, bir nehrin akışını
engelleyen kayalar gibi dikilir. Ya aşarsın, ya da tiyatro yolculuğun orada
biter. İlginç olan şudur: yolculuğa devam ediyormuş gibi de yapabilirsin.
Belki birçok insanı “tiyatrocuyum” diye kandırabilirsin ve bu verimsizliği
destekleyen, organize eden birçok alan da bulabilirsin, ama artık sen
Grotowski’nin deyimiyle yaşamını bir yalanın üstüne kurmuş kısır birisindir.
1
İ.Ö.V. yüzyıla kadar, köylüler arasında taraftar bulan, şarabın, coşkunluğun
ve bereketin tanrısı Dionysos adına düzenlenen iki dinsel törenle
karşılaşıyoruz: Tanrının yeraltına gidişine yakılan ağıt ve tanrının yeniden
doğuşunun şenliklerle kutlanması.
Tanrının yeraltına gidişi, bitiminde bereketi, sevinci doğuracak bir ayrılık
olarak algılanır. Ürünler toplanmış ve bir dahaki bağbozumuna değin tanrı
yeraltına çekilmiştir. Boşalan bağların ve yaklaşan uzun kış döneminin
köylülerdeki imgesi tanrılarının ölümüdür.
Ritüeldeki temel öğelerden biri, mitsel inanışa göre doğa güçlerini
simgeleyen ve Dionysos’un dostları olarak kabul edilen satirleri (keçi)
çağrıştıran hayvan postlarına bürünmüş bir koroydu. Bu koro, dans ve müzik
eşliğinde Dionysos’u anlatan hüzünlü şiirleri okurdu. Aristo, Poetika’da
Dythrambos[1] adlı şiir türünü, tragedyanın kaynağı olarak gösterir.
Şiirlerden ana tema olarak tanrı Dionysos’un karanlıklar ülkesi Hades’e gidişi
ve çektiği acılar işlenir. Koronun ve dolayısıyla Dythrambos şiirinin işlevi
ayine katılan Dionysos müridinin, şarabın da yardımıyla, kendinden geçişine
ve tanrı Dionysos’a ulaşma çabasına yardımcı olmaktır. Bir diğer deyişle
bilincin zayıflatılması, pasifize edilmesine ve böylece yaşamın
dayatmalarının geçici bir süre için unutulmasına yardımcı olur. Acı çeken
Dionysos imgesiyle şiire katılan Dionysos müridi acıyı yaşamaya çalışır, acıyı
ruhsal anlamda yaşadığı an tanrıyla aynı olanı yapmaktadır ve aslında kendi
bilinmezine, ölüm denilen o çözülmez bilmecesine ağlayan insan, tanrısı
Dionysos’a ulaştığını varsayar. Bu andan itibaren tören çok farklı bir niteliğe
bürünür. Artık orada sıradan insanlar yoktur, Dionysoslar vardır. Köylüler
tanrılarına yükledikleri bütün insani nitelikleri ondan geri alırlar. Yaşamın
onlara çizdiği sınır kapılarını zorlarlar. Törenin bu aşamasında, insan
ruhunun günlük yaşamda bastırılan yönü açığa çıkar. Dionysos’a ulaştığını
varsayan Dionysos müridi için günlük yaşamdaki ahlakın –egemen davranış
normlarının- önemi yoktur: İnsanlar diledikleriyle sevişirler, girilmesi yasak
olan mekanlara girerler, vahşetten pornografiye değin insanın günlük
yaşamdan kovulmuş, lanetlenmiş yönlerini sergiler.
Dionysos adına düzenlenen ikinci törende ise tanrının yeraltından çıkışı ve
yeniden doğuşu şenliklerle, cümbüşlerle kutlanır. Bağbozumunun hemen
öncesine rastlayan ritüellerdir bunlar. Ölen tanrı, yeniden doğmaktadır.
Bekleyiş bitmiş, sıra doğanın verdiği nimeti, ürünü toplamaya gelmiştir. Bu
tören, ürünün iyi olması için bir istek, bir dua niteliğini taşır. Kostüm olarak
büyük birer phallus (erkek cinsel organı) takmış olan bir koro açık saçık
ezgiler söyleyerek törene katılanların tanrının doğuşunun yarattığı sevince
katılmasını hedefler. Aristo, phallus veya jambik şiir (alaycı şiir) olarak
adlandırdığı ve taklitlerin en aşağılığı olarak gördüğü bu açık saçık ezgileri
komedyanın kaynağı olarak görür. Törende, halk çok büyük bir phallus
heykelini ellerinde taşıyıp gezdirir ve bir yandan jambik şiirler okunur.[2]
Burada karşımıza çıkan phallus yalnızca bereketi simgelemez, aynı zamanda
phallusta ifadesini bulan şey güç ve iktidardır. Bu saptamadan sonradır ki,
bu törenin komedyaya temel teşkil eden özelliğini söyleyebiliriz: İktidarın,
gücün alaya alınması.
Jambik şiir, yalnızca cinselliğin şamatacı bir tarzda kendini ortaya koyduğu
şiirler olmasa gerek, bu şiirlerde kişilerin alaya alınması sözkonusudur. Ve bu
kişilerin de toplumun ileri gelenlerinden olması muhtemeldir. Buna göre
jambik şiirde alaya alınan o kişinin ve makamının toplumdaki yüce, büyük
imgesidir. Güldürü, bu rahatsız edici ve eleştirel yönünü bu ritüelden
devralmıştır. Bundan ödün vermediği sürece kapı dışarı edilmiştir. Aristo’nun
Poetika’sında da görüldüğü gibi aşağılanmış ve ağırbaşlı çocuk olan
tragedyanın yanında şaatacı ve arsız evlat muamelesi görmüştür.
Ritüeller üzerine yukarıda söylenenleri bir araya getirdiğimizde birbirini
dışlayan, ambivalent (iki karşıt değerli) özelliklerin bir arada bulunduğunu
görebiliriz. Bu özellikleri saptamak iki soruyu cevaplamamızda bize yardımcı
olacaktır: “ritüellerde sanatın yeri nedir?” ve “Atina aristokrasisinin
Dionysos törenlerine yaklaşımı nedir?”
1Yeniden doğuş törenlerinde görüldüğü gibi, köylüler, tanrıları
aracılığıyla doğal olayları kendi yararları doğrultusunda düzenlemek isterler:
Bereketli bir bağ bozumu olması için tanrı Dionysos’tan yardım isterler. Bu
özelliğiyle tören, toplumun ekonomik anlamda yeniden üretimini bir istek
düzeyinde dile getiriyor olsa bile toplumun yanında bir konumlanışa sahip
oluyor.
2Birinci törende, uygarlığın devamı için bastırılması gereken zararlı
istekler doyuma ulaşabileceği bir alan bulurlar: aile kurumunu reddederler,
ahlaki dayatmaları yok sayarlar. Bu anlamda uygarlık dışıdırlar.[3] Tanrının
yeraltına gidiş töreninin içeriğini iyece anlamamız için rüyalarla bu tören
arasında bir analoji kurabiliriz. Psikanalistler şöyle der: kendisine dair
bilgimizin sınırlı olduğu, bastırılan, kontrol edilen bilinçdışımız günlük
yaşamda bulamadığı doygunluğa rüyalarda ulaşır. Dionysos’a inanan köylüler
de yasaklanmış hazları bu törende yaşarlar. Rüyalarımızda bilinçdışımız
kendini özgürce açığa koyamaz. Rüya sürecinde, arka planda, her zaman için
sansür eden, görüntüleri denetlemeye çalışan ve denetimi kaybetmeye
başladığında rüyayı sona erdiren bir bekçi vardır. Bu törenlerde de bunu
görebiliriz: insanlar kendilerine yasak olan edimleri gerçekleştirirken, bu
edimleri kutsallık halesiyle çevreleyerek yaparlar. O insanlar hiçbir zaman
tümüyle o toplumun dışına çıkamazlar, toplumun içinde bir dışındalık
yaşarlar, bu dışındalığın sınırlarını belirleyen kutsallıktır. Koro ve şiir belirli
bir düzene bağlı olarak (şiirin bir düşünceyi anlamlı bir bütün olarak aktarma
çabası ve bunu belli bir ölçüyle yapması) bilinci zayıflatır ve gizli istekleri
açığa çıkarmaya çalışırlar. Ayrıca törenin kendi programı da buna hizmet
eder. Tıpkı rüyalarda olduğu gibi bu törenlerde de bilincimiz bu zararlı
isteklere karşı günlük yaşamda olduğundan daha fazla hoşgörülüdür. Her iki
durumda da günlük yaşamın uzağındayızdır. Rüya biter, yarım-düşleri[4] bir
yana bırakıp günlük yaşama devam ederiz; tören biter ve ertesi gün köylüler
Atina toplumundaki yerlerini alırlar ve toplumsal görevlerini üstlenirler.
Kutsallık burada, bu kez, hoşgörüyü doğuran nitelik olarak varolur. Sonuçta
bu törenin gücü ve toplumda doğuracağı rahatsızlık, doğaldır ki
rüyalarımızdakinden çok daha fazlaydı çünkü bu tören yapılırken Atina kenti
onun varlığını görüyor ve tehdidini yaşıyordu. Törenin ikinci aşamasındaki
ensest ilişkiler doğrudan Atina toplumunun temel birimi olarak
örgütlenilmesine çalışılan aile kurumuna saldırırlar. Soyluların oluşturmaya
çalıştığı ahlaki davranışları, düzeni ve ölçülülüğü savunan dünya görüşlerini
reddederler.
3Köylüler törenin sonunda, yasak isteklerinin doyurulmasından ötürüdür
ki gündelik yaşama arınmış bir halde katılırlar. Yaşamın gerektirdiği
dayatmalara tören öncesine oranla daha kolay boyun eğerler. İlginç olan
şudur ki, bir anlamıyla toplumu reddediş olan bu tören bir diğer yönüyle
toplumun devamına hizmet eder: köylüler kendi aralarındaki ilişkilerde bu
arınmanın yararını yaşarken, köleci toplumun efendileri de köylülere
yükledikleri ekonomik ve sosyal görevlerin kabulünün gerçekleşmesinde bu
arınmanın yararını görürler. İstekleri doyurulmuş insanları yönetmek daha
kolaydır.
4Köylüler Dionysos’la köleci topluma temelinden saldırmasalar bile,
köleci toplum içindeki konumlanışlarına bir başkaldırıyı, dinsel bir biçimde
kendini ortaya koyan bir karşı koyuşu yaşarlar. Dinsel ve kültürel farklılığı
derinleştirirler. Bu özelliği her iki törende de gözlemleyebiliriz. Birincisinde
bu özellik görece gizli bir haldeyken, ikinci törende gücün ve iktidarın alaya
alınışıyla kendini çok daha açık bir tarzda ortaya koyar.
Bu ritüeldeki oluşumda sanatın varlığından söz edilemez. Sanatın bazı
öğeleri –dans, müzik, şiir- ritüel içinde bulunsa bile bu öğeler ritüelin
kendilerine yüklediği görevi yerine getirdikleri için ayrışık birer öğe
değildirler, ancak ritüelle beraber var olabilirler, kendilerini ritüelle
tanımlarlar. Ritüelde tohum halinde bulunan bu sanatsal öğeler, dinsel
olanın boyunduruğundan koptukları ölçüde yeni biçimleri kucaklamayı
başarmışlardır. Ritüellerin dağılma sürecine girmesiyledir ki, bu öğeler
ayrışmış ve ilk konumlarından daha bağımsız yeni biçimler oluşturmuşlardır.
Tiyatro özelinde bu iki biçim tragedya ve komedyadır.
Dionysos ve İlk Çıkışında Siyasal İktidarın Ona Yaklaşımı
Dionysos, Anadolu’dan ithal edilen bir tanrıydı[5]. Yunanistan’da ilk ortaya
çıkış itibarıyla Zeus ve Apollon’a inanan soylu kesim arasında rağbet
görmedi. Aksine toplumun aşağı sınıflarında, özellikle kentin etrafına
yerleşmiş bulunan köylüler arasında taraftar buldu. Dionysos onlara şarabı
verdi, onlar da Dionysos’a kendi çılgınlıklarını, rahatsızlıklarını verdiler.
Köylülerin tanrısı Dionysos, Atina kırlarında şamatasını yaparken, soyluların
tanrısı Zeus, onu, kentin surlarından kuşkuyla izliyordu. Köylüler Dionysos
törenleriyle, onun dinsel gücüyle köleci toplumdaki konumlarına ve onun
ahlakına bir başkaldırıyı yaşayıp, kendi kültürlerini yaşatmaya çalışırlarken,
soylu iktidar Zeus ve Apollon adına düzenledikleri törenlerle ve bu iki
tanrının kökleşmiş dinsel gücüne dayanarak dünyanın açıklamasını yapmaya
ve kurulu düzenin yeniden-üretimini sağlamak için pratik ideolojiler-hukuk,
din, ahlak, politika- düzleminde getirdikleri dayatmalarla bireyi kontrol
altına almaya çalışıyorlardı. İktidar kendi ideolojisini yaygınlaştırmaya
çalışan, yasa-koyucuysa; Dionysos günahkar ve yasa-kırıcıydı. Kısacası
kendini farklı alanlarda gösteren bir kültür çatışması söz konusuydu. Bir
yanda yapıcı bir söylem kuramadığı için hiçbir zaman iktidar olamayacak
gürültücü bir muhalefet, öte yanda onu ne yok edecek ne de kendi içine
alacak gücü ve isteği olmayan soylu bir iktidar. Bu karşı karşıya gelişi ne
Zeus ne de Dionysos çözebildi. Tarih onarın dışında aktı ve Atina’daki
tüccar-köylü ittifakı ve büyük toprak sahipleri arasındaki iktidar
mücadelesinin aldığı biçim uyarınca çözüldü, dağıldı ve İ.Ö.V. yüzyılda yeni
bir biçimde karşımıza çıktı.
Tüccar kesim ekonomik düzeyde gelişme kaydedip, önemli bir güce
kavuşunca, siyasi iktidarda da kendine yer aramaya başladı. Büyük toprak
sahiplerinin iktidarını zayıflatmak için köylü kesimle işbirliğine gittiler,
borçlarını ödeyemeyip köle olma tehdidini güçlü bir biçimde yaşayan
köylüler tüccarların yanında yer aldılar. Bunun yanı sıra, tüccarlar köylülere
büyük toprak sahiplerinin topraklarının bir kısmını, borçlarını sildirmeyi ve
borç yüzünden köleliğe düşmenin kaldırılmasını vaat ettiler. Bu iki kesimin
ittifakı karşısında, köle sahibi soylular geriliyorlardı. İdeolojik düzlemde ise
Zeus ve Apollon belli bir horgörüden paylarına düşeni alıyorlardı. Resmi
dinsel oluşumda Dionysos’un daha saygın bir yere gelmesi, soyluların
ideolojik düzlemde verdikleri önemli tavizlerden biriydi. Dionysos, Olympos
kültüne ilk ortaya çıkışından sonra dahil olmuştur. Bunun tarihini tam olarak
bilmiyorum. Ama bu iki kesim arasındaki mücadelenin bir sonucu olarak
gerçekleştiğini düşünüyorum. İ.Ö.V. yüzyılda ise tüccar-köylü ittifakı iktidarı
ele geçirdi, bu, soyluların iktidardan uzaklaşması anlamına gelmiyordu.
Güçleri zayıflıyor ve siyasi iktidarda tüccarlara da yer açmak zorunda
kalıyorlardı. Köylüler ise ekonomik düzlemde belli bir refaha kavuşmuş
oluyorlardı.
Bu yeni iktidar oluşumu ilk iş olarak soyluların Zeus ve Apollon adına
düzenledikleri törenlerle ellerinde bulundurdukları dinsel gücü zayıflatmaya
çalıştı. İktidarı ele geçirişleri devlet aygıtını ele geçirdikleri anlamına
gelmediğine göre ve soylular da belli bir gücü muhafaza ettiklerinden ötürü,
tüccar kesim, Zeus ve Apollon törenlerinin düzenlenmesini yasaklayamazdı.
Bu yüzden, halka çok daha yakın bir tanrı olan Dionysos adına İ.Ö. 534
yılında üçüncü bir şenlik düzenlemeye başladılar: Yunanistan’ın dört bir
yanından gelen ozanların korolarıyla katıldığı tragedya yarışmaları. Büyük bir
olasılıkla, Ortodoks Dionysosçular bu törene tepki duymuşlardır ve kendi
şenliklerini bir süre daha devam ettirmişlerdir, ta ki bu ritüeller dağılana
kadar. Üçüncü şenlikte karşımıza çıkan uslanmış ve iktidarın denetimine
girmiş bir Dionysos’tu. Dionysos ritüellerinin bir diğer öğesi olan ve
komedyaya kaynaklık eden jambik koro ise gücü alaya almanın bedelini
yaklaşık elli yıl süren bir sürgün cezasıyla ödedi. Komedya, İ.Ö. 486 yılında
yarışmalara alındı. Bu süre zarfında, komedya oyuncuları, oyunlarını
köylerde sürdürdüler ve eserlerini köylülere sundular. Zannedersem
komedyanın yarışmaya alınmasında iki önemli etken rol oynamıştır. O
dönemde sorunların konuşulmasına izin verilmesi, sansürün zayıflaması ve
eserlerin, toplumun devamı için üstüne aldığı görevi yerine getirmeyen bir
iktidar odağının alaya alınması için yazılması: beceriksiz yargıçlar, evdeki
otoritesini yeterince sağlamlaştıramayan baba vb.
İktidar, bu yarışmaları Dionysos rahipleri aracılığıyla denetliyordu.
Günümüzdeki sansür kurulunu anıştıran Dionysos rahipleri, her sene için belli
bir tema saptıyorlar ve yarışmaya katılacak oyunları bir ön elemeye tabi
tutuyorlar, “aşırı”ları, “zarar”lıları, “yanlış” olanları kapı dışarı ediyorlardı.
Alkışlamak, yalnızca onların seçtiği eserlere verilen bir onaydı.
II-Tragedya ve Mitler
Ritüelin ayrılmaz bir parçası olan Dythrambos korosunda konu Dionysos’un
yaşadığı olayla ve acılı yaşamıyla sınırlıyken, tragedyada konu seçimi bütün
mitleri kapsamıştır. Tragedya yazarları konu seçerken çoğunlukla
Homeros’un İlyada ve Odysseia’sına başvuruyorlar ve nadiren söylenceleri
kullanıyorlar. Tragedya, Dythrambos şiirlerinden kendisine uzanan yolda
önemli bir uğrak noktası olan Homeros’tan sonra mitlerin sanatsal bir biçim
altında kendini ikinci kez ortaya koyuşudur. Homeros’ta mitler, “hikaye
etme tarzı” ile anlatılırken, tragedyalarda ise mitsel kahramanlar ve tanrılar
“eylem ve etkinlik” içinde gösterilirler.
Mitler yalnızca evrenin nereden gelip nereye gittiği sorularına cevap
oluşturmuyorlardı, aynı zamanda ahlaksal olarak iyi olanın nasıl olması
gerektiği sorusunu da cevaplamaya çalışıyorlardı. Mitlerin geçmiş
söylencelerden devralınan mirası, iktidarın ideologlarınca zenginleştiriliyor
ve bireylerin günlük yaşamdaki davranış tarzlarının belirlenmesine
çalışılıyordu. Soylular, cinselliği belli bir düzene ve tekniğe bağlamak
istiyorlar ve bu görevi aşk tanrıçası Aphrodit’e yüklüyorlardı. “Tanrıça
Nemesis, başarıları ve sürekli zenginlikleri yüzünden “gururlanma günahı”nı
işleyerek tanrıları unutan insanların kırbacı, onları cezalandıran yüce
güçtü.”[6] Nemesis’in yüklendiği görevin önemini anlayabilmek için şöyle bir
örnek verelim: bir cemaatin varlığını sağlamlaştıran en önemli olgu, cemaati
oluşturan bireylerde cemaat anlayışının içselleştirilmiş olmasıdır. Bireyler
başarı kazanırlarken aynı zamanda cemaatin gücünün de arttığını
düşünürler. Ve hiçbir zaman unutmamaları gerekir ki cemaatin varlığı bireye
tek başına hareket ediyor olsa bile güç verir. Ancak çok sıkça yaşanır ve
bilinir ki birey ahlaki ve düşünsel açıdan zayıfsa başarısını abartabilir,
başarının ona verdiği konumu sürekli olarak ve üstelik anti-estetik bir tarzda
vurgulayabilir. Bu davranışıyla da cemaate mensup diğer insanların ona
verdiği yaşamsal gücü horgörür, kontrolden çıkar ve cemaatin varlığını
tehdit eder. Bu davranış tarzını yeğleyen Atina bireyi Tanrıça Nemesis’in
hışmına uğrayacaktır. Cemaat yerine Atina siyasal eliti, bir ailenin çocukları,
sporcular, iki dost vb. de konulabilir. Grek insanının bulunduğu her yerde
(her yerdedir, çünkü Tanrıça Nemesis insanın ruhundaki kontrol eden,
denetleyen yönün insan zihnindeki bir yansımasıdır) her zaman bu zararlı
eğilimi bastıran, onunla savaşan güç Tanrıça Nemesis’tir. Ahlakın bu özel
alanında günahkar olan kişi, suçunun verdiği acıyı Tanrıça Nemesis’e bağlar.
“Grek seyircisi için hiçbir şey guru kadar kahramanın kötü bir duruma
düşmesindeki acıya, gölge düşüremezdi.”[7] Örnekler çoğaltılabilir, önemli
olan mitleri anlatan tragedya yazarlarının ne denli önemli ahlaki sorunlara
dikkat çekebileceklerini görebilmektir. Tragedya yazarları, mitlerin verdiği
konu zenginliğiyle, olayları algılayış ve seyircilere aktarış tarzlarıyla
ideolojik düzlemde önemli bir konuma sahip oldular, Grek toplumunun
ahlaksal sorunlarına dikkat çektiler, çözümler bulmaya çalıştılar. Diyebiliriz
ki: Dionysos’u terkedenler, uçsuz bucaksız bir sorunlar denizine yelken açan
ilk tiyatro kahramanlarıydılar. Sorunlar karşısındaki kahramanlıkları da ait
oldukları çağın nitelikleriyle belirlendi. Louis Althusser, Antik Yunan Çağı
tiyatrosunun açmazını şöyle dile getirir: Özeleştiriden yoksun bir çağın
tiyatrosu da eleştirel bir biçim alamaz. O insanlar kölelerin omuzlarında,
insanın nasıl iyi olabileceğini tartıştılar, felsefi sistemler kurdular, sanat
yaptılar ve o alttaki manzarayı hep silikleştirdiler, tartışma konusu bile
yapmadılar.
III-Tragedya’nın Toplumsal İşlevi
Aristo, Grek dünyasının son büyük tragedya yazarı Euripides’in ölümünden
yaklaşık yarım asır sonra (İ.Ö. 362-360) yazdığı, estetik kuramının
oluşturulmasında ilk önemli girişim olarak kabul edilen Poetika adlı eserinde
“iyi bir tragedyanın nasıl yazılması” gerektiğini cevaplamaya çalıştı ve
tragedyanın toplumun devamında üstlenmesi gereken rolü belirledi.
Aristo’nun amacı yalnızca sanata ve özelde tiyatroya dair bir bilgi
susuzluğunu gidermek değil, aynı zamanda tragedya yazım pratiğini kontrol
altına almaktı. Böylece, daha önce Platon’un diyaloglarında karşı karşıya
gelen felsefe ve sanat ikilisinin ilk uzun toplantısı Poetika ile başladı.
Aristo, eski tragedyaları inceleyerek, tragedyanın toplumun devamı için
üstlenmesi gereken rolü şöyle tanımlıyordu: “Tragedya’nın ödevi,
uyandırdığı acıma ve korku duygularıyla ruhu tutkulardan temizlemektir.”
(katharsis)[8] Aristoideal bir tragedyanın ödevini belirtirken Poetika’da
belirtmediği fakat bu ödevle ima ettiği topluma bakışını da ele veriyordu.
Denebilir ki: Aristo, insanın ruhunda köleci toplumun devamına –kendisi bu
toplumun ayakta kalması için yaşıyordu- zarar verecek tutkuların
mevcudiyetini kabul ediyordu. Nedir bu tutkular? Freud’dan hareketle şunu
söyleyebiliriz: öldürme hırsı, aile örgütlenmesini tehdit eden ensest ilişki
istekleri ve bunlarla alala yürüyen iktidar hırsı. Seyirci, tragedyayı izlerken
bu tutkuların varlığını kahramanda görür. Kahramanın bu tutkulardan ötürü
başına olmadık belaların geldiğini görünce ona acır, ancak kahramanın suçu –
ahlaksal anlamda işlenmiş bir suçtur bu- bu acıya gölge düşürür. Bunun yanı
sıra seyirci, oyunu izlerken kahraman aracılığıyla kendinde de bu eğilimin
varlığını gördüğü için korkuya kapılır. Yoğun duygusal dalgalanmalar yaşar ve
tutkuların sahip olduğu enerjiyi bir ölçüde harcar. Bu süreç, seyirciye
bilincin denetiminde yaşatılır: karşısında bir olay vardır, bir toplumun tasviri
yapılır, belli bir düşünceye varması istenir, bir olay örgüsü vardır vb. yoğun
duygusal süreç bir darbeyle, acı veren eylemle, kendinden çok büyük bir
gücün karşısında suçlunun, kahramanın ezilmesiyle, ölmesiyle sona erdirilir.
Seyirci suskun ve bitkindir. Kahramanın ölümü, suçluya ve dolayısıyla
potansiyel suçlu olan seyirciye, devletin resmi ahlakının tragedya ile alala
vererek vurduğu bir tokattır. Böylece, katartik etki gerçekleşmiş olur ve
seyirci bitkin ve arınmış bir halde tiyatroyu terk eder, toplumsal yaşamına
döner.
Şunun altını çizmekte yarar var: Katharsis, ideal bir tragedyanın yerine
getirebileceği bir ödevdir. İdeal olanın anlamını deşifre etmek için de
araştırmacı bu ödevi merkeze almalıdır. Olay, olay örgüsü, üç birlik kuralı,
trajik kahramanın niteliği bu ödevin en iyi şekilde başarılması için vardırlar.
Aristo, çağındaki tragedya yazarlarına olay seçimi için şu öğüdü veriyordu:
“… acı verici bir eylem, birbirleriyle akraba (dost) olan kişiler arasında
oluşursa, örneğin kardeş kardeşi, oğul babayı, anne oğulu ya da oğul anneyi
öldürür yahut bu niyeti besler ya da bu çeşitten bir şey yaparsa, işte bu
eylemler, tragedyanın araması gereken eylemlerdir.”[9]
Kısacası, Aristo, canlandırılacak olayın aynı aileye mensup kişiler arasında
geçmesini istemektedir. Peki neden aile kurumu? Diyebiliriz ki, toplumun
örgütlenişinde ve cinselliğin de örgütlenişinde temel bir konumu işgal
etmesinden ötürü. Bu cümle doğrudur ve bunu görmek kolaydır, ama bu
cümle eksiktir, çünkü Aristo’nun önerdiği bu seçim, aile örgütlenişinde
çağımızdakine göre çok daha büyük sorunların yaşandığını ima eder. Aksi
olsaydı, Aristo ne diye yazarlara acı veren eylemleri birbirleriyle akraba olan
kişiler arasından seçin, yapılması gereken budur diye öğüt versindi ki.
Grek insanı, günümüz insanına göre baştan çıkmaya çok daha fazla yatkındı.
“Kral Oidipus” adlı tragedyada “aldatılmış anne karı olan Jacosta, birçok
kimsenin rüyalarında anneleriyle yattıklarını gördüğünü, ama rüyaların bir
önemi olmadığını söyleyerek soruşturmayı durdurmak ister.”[10] Eğer birçok
insan, o dönemde, buna benzer sapkınlıkların belirgin bir biçimde bulunduğu
rüyaları görüyorsa, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Ensest (yakın akrabalar
arasında cinsel ilişki), Yunan insanının başındaki belalardan biriydi. Bu
sorun, toplumsal ilişkilerde büyük yaralanmalara neden oluyordu. Elbette ki
bu insanlar belli bir cinsel ahlaka uymayı ve cinsel içgüdülerine sert
kısıtlamalar koymayı başarabiliyorlardı. Bu ahlaka uymada ilkel insana göre
daha başarılı, ancak günümüz insanına göre çok daha geri düzeydeydiler.
İlkel insan, ensest korkusunu çok daha belirgin bir düzeyde, bilinç
düzleminde yaşadığından sorunu çok belirgin bir tarzda çözmüştü: Ensest’e
karşı en şiddetli yasakları koymuşlar ve yasağı dinsel bir söyleme –totemin
emirlerine- eklemlemişlerdi. Yunan insanı ise ensest sorununu, ilkel insan
göre daha örtük bir tarzda yaşıyordu. Yunan toplumunda hukuksal söylem
dinsel söylemden uzaklaşıp bağımsızlığını kazandığına göre yunan hukuku bu
sorunla ilgilenmez. Bu ahlaki bir sorundur ve o toplumda ahlaksal söylem
dinsel söylem içinde eritildiğine göre ve tragedya da o dönemin dinsel dünya
görüşü olan mitlerin kendini ortaya koyuşu ise, bu ahlaki sorunun göstermek
ve bu yolla seyircinin ruhunu bu zararlı, tutkulardan temizlemek tragedya
yazarına düşen bir görevdi. Aristo da onları bu yöne kanalize etmeye
çabalıyordu. Elbette ki, tragedya yazarları farklı ahlaki sorunları da
işliyorlardı, ama bu sorun kendini diğerlerine göre daha güçlü bir tarzda
gösteriyordu. Bu nedenledir ki Aristo, tragedya yazarlarının acı veren
eylemleri yakın akrabalar arasından seçmelerini istiyordu.
[1] “Dionysos” (ya da Bakkhos), en büyük Grek tanrısı Zeus ile Tebai kentinin
kurucusu Kodmos’un kızı Semele’nin birleşmesinden dünyaya geldi. Semele
ölürken Dionysos’u doğurdu. (Ölümün yeni bir yaşam getirmesi inancı). Öteki
tanrılar gibi, Dionysos’da öldürüldü, ama Zeus ona yeniden can Verdi.
Böylece, Dionysos, “iki kere doğan” anlamına gelen dythrambos niteliğini
kazandı. Sonradan onun için koro ile söylenen ezgilere de dythrambos
denildi. (Dünya Tiyatrosu Tarihi, Cilt 1, s. 28. Özdemir Nutku. Remzi
Kitabevi.)
[2] 1988 yılında yayınlanan TRT yapımı, tiyatronun kaynaklarının anlatıldığı
“Köyümüzde Şenlik Var” adlı belgeselde bir Türk köyündeki bir kutlama
gösteriliyordu; oyuncu elinde bir erkek manken –daha çok bir korkuluğu
andırıyor- ev ev geziyor ve her evin önünde maniler söyleyerek bir tür
şamata organize ediyordu. Köylüler, bu kutlamanın kaynağını bilmiyorlardı.
Oysa bundan yaklaşık 2500 yıl önce o korkuluk bir phallustu, maniler ise
jambik ölçüde söyleniyordu. O zamandan bu yana yıldır değişmeden kalan
tek şey ise o şamatacı nitelikti.
[3] Uygarlık kavramını S. Freud’un kullandığı anlamda kullanıyorum: “İnsan
yaşamının kendisini hayvansal durumun üzerine çıkardığı ve vahşi
yaratıkların yaşamından ayrılan tüm yönleri anlamında…” (Bir Yanılsamanın
Geleceği. Sigmund Freud. 1927. Kaynak Yayınları.)
[4] Düşlerin gerçeği ima etmesi anlamında.
[5] Dionysos, Mitoloji Sözlüğü, Azra Erhat Remzi Kitabevi
[6] Dünya Tiyatrosu Tarihi, Cilt 1, s. 34.
[7] a.g.e. (aynı yerde)
[8] Poetika, 6. Bölüm 2. Paragraf.
[9] a.g.e. (14. Bölüm 3. Paragraf)
[10] Psikanalize Giriş. S. Freud. s. 126
POETİKA: Şiir Sanatı Üzerine
Bu yazı Mimesis Tiyatro/Çeviri-Araştırma Dergisi’nin 13. sayısında, s.
317-339 arasında yayınlanmıştır.
Tiyatro Boğaziçi’nin 2004 yılında uyguladığı “Fiziksel Aksiyonlar
Atölyesi”nde[1] Stanislavski’nin fiziksel aksiyonlar yönteminden hareketle,
oyunculuk yöntemi üzerine teorik ve pratik bir çerçeve oluşturulmaya
çalışılmıştı. Atölye çalışması, Stanislavski’nin yönteminin Brechtyen
dramaturji ile paslaşarak yeniden ele alınmasıyla oyunculuk eğitimine
yönelik temel bir çalışma denemesiydi. 2006 yılına gelindiğinde ise,
“Fiziksel Aksiyonlar Atölyesi”nin eylem kesitini merkeze aldığı için kapsamlı
bir dramaturji tartışmasına zemin oluşturamadığı yönünde bir tespit
yapıldı. Bu durum çalışmanın amacının ortaya çıkardığı bir olguydu: Atölye,
fiziksel aksiyonları merkeze alarak oyunculuk eğitimine katkı sunmayı
amaçlıyordu. Dramaturji ise, oyunculuk üzerine oluşturulmuş bir yöntemle
yeterince tartışılamıyordu. Bu tartışmanın sağlıklı bir şekilde yapılabilmesi
için anlatıyı doğuran temellerden yola çıkmak gerektiği konusunda
uzlaşıldı. Bu doğrultuda, eylem kesiti yerine olay örgüsünü merkeze alan,
oyunculardan kendi dramaturjilerini yapmalarını talep eden bir çalışma
oluşturma hedefi belirlendi. 2004 yılı atölyesinden de beslenecek olan, olay
örgüsü oluşturmanın yollarının ve kriterlerinin araştırılacağı “Fiziksel
Aksiyondan Olay Örgüsüne”[2] adlı yeni bir atölye denemesine girildi.
Atölyenin arka plan çalışmaları olarak temel tiyatro metinleri de yeniden
ele alınmaya başladı. Olay örgüsü tanımının ödünç alındığı Aristoteles’in
Poetika’sı da bu çerçevede ele alınan metinlerden biriydi. Poetika üzerine
tartışmalar, Aristoteles’i anlamaya çalışmanın ötesinde, bahsi geçen
kavramlara günümüzden bir bakış geliştirerek yürütülmeye çalışıldı.
Aşağıdaki metin, Eylül ve Ekim aylarında Tiyatro Boğaziçi’nde Poetika
üzerine yapılan tartışmalar sonucu ortaya çıkan ve BGST web sitesinde
yayınlanan yazı[3] ile 09.02.2007 tarihinde İATP kapsamında
gerçekleştirilen Poetika sunumu notları geliştirilerek oluşturulmuştur.
***
Poetika üzerinden ilerlemeye başlamadan önce, metni okurken akılda
tutulması gereken birkaç şey söylemek gerekiyor: Aristoteles, Poetika’da
anlatının amacı konusunda net bir tercih ortaya koymuştur. Aristoteles’in
tragedyayı tanımlarken kullandığı kavramların bir kısmı genel dram
sanatının değil, kathartik etki amacının olmazsa olmazlarıdır ve bu nedenle
metnin içinden dram sanatının ana hatları ile ilgili bölümler süzülmeye ve
yeniden yorumlanmaya çalışılmıştır. Anlatının amacı ile ilgili, katharsis,
peripeti, anagnorisis gibi kavramlar da tartışma konusu edilmiş ancak temel
vurgu Aristoteles’in kavramlarının günümüz genel dram sanatında da
geçerli olduğunu düşündüğümüz kısımlarına yapılmıştır. Aslında dram sanatı
üzerine bilgilenme amacı taşıyan bu çalışma, Aristoteles’ten hareketle
dram sanatının sistematiğini keşfetme üzerine mütevazı bir deneme olarak
da görülebilir.
Aristoteles Poetika’yı Neden Yazmıştır?
Poetika’nın temel amacı, şiir sanatı üzerine bir inceleme olarak
tanımlanabilir. O döneme kadar şiir sanatının (daha doğrusu tüm sözlü
sanatların) net bir çözümlemesi ve kategorizasyonu yapılmamıştı. Var olan
kategoriler de Aristoteles’e göre yanlış temellere dayanıyordu.
Aristoteles’in, bu eksikliği gidermek üzerine bir denemeye giriştiği
söylenebilir.
Ancak bu amaç tek başına, Aristoteles’in neden tragedya özelinde bu kadar
ayrıntılı analiz yaptığının cevabını vermez. Bu sorunun cevabı Platon’da
bulunabilir. Poetika’nın Platon’un Devlet’inden sonra yazıldığı ve
Aristoteles’in birçok yerde Platon’a referans yaptığı düşünüldüğünde,
Devlet’in 10. kitabının argümanlarını kısaca özetlemek yararlı olacaktır:
Platon, bugün kabul gören ayrımın ana hatlarına paralel şekilde, şiir sanatını
üçe ayırır: Dithyrambos, Tragedya ve Komedya, Destan (Epik). Tüm bu
sanatların taklide dayandığını öne sürer ve bütün taklit sanatlarının
devletten atılması gerektiğini savunur. İyi taklit, Platon’a göre, erdemleri
taklit etmektir ve kötü taklide, yani kötülükleri taklit etmeye, hiç gerek
yoktur, bu zararlıdır. Platon, komedi izlerken gülen seyirciyi soytarıyla aynı
seviyeye düşmekle, tragedya izlerken ağlayan izleyiciyi ise utanmadan
gözyaşı dökmekle itham eder. Gösteri sırasında verilen tepkilerin hayatın
içindeyken verilmediğini, dolayısıyla gösterilerin gereksiz ve zararlı olduğunu
söyler: Halkı tepki verme noktasında kışkırtacak girişimler devlet yapısına
zarar verir. Zarar vermeyenlerin ise devlet yapısı için bir yararı yoktur.
Ancak son olarak Platon şunu da ekler: “Benzetmeci şiir tutar da bize
düzenli bir devlet içinde yeri olduğunu ispat ederse, kapılarımızı seve seve
açarız ona.”
Poetika da bu amaçla (benzetmeci şiirin devletin içinde yeri olduğunu ispat
etme amacıyla) kaleme alınmıştır. Bu ön bilgiye sahip olduktan sonra
Poetika’nın amacının benzetmeci şiirin devlet içindeki yerini tanımlamak ve
özelde tragedyanın devletin bekası için yararlı ve hatta gerekli olduğunu
savunmak olduğunu söyleyebiliriz. Bu yorumu yapmak Aristoteles’in devlet
lehine pragmatik bir girişimde bulunduğunu iddia ederek Poetika metnini
değersizleştirmek anlamına gelmez. Söylenmeye çalışılan, tartışmalar
sırasında Poetika metninin alt metninde yatan bu noktayı göz ardı etmemek
gerektiğidir
Aristoteles’e Göre Sanat Nedir?
Aristoteles, Poetika’ya sanatın tanımını yaparak başlıyor ve tüm sanatların
birer taklit olduğu kabulüyle şiir sanatının da bir taklit olduğunu iddia
ediyor. Aristoteles’e göre şiir sanatını ortaya çıkaran iki doğal neden vardır:
1)
Taklit etme ve taklitten hoşlanma insanın doğasında vardır. Bunun
nedeni insanın öğrenmeden aldığı hazdır. İnsan taklit edilen nesnenin
bilgisini öğrenme isteği ya da taklit edenin yeteneğini kavrama arzusu
nedeniyle taklitten haz alır.
2)
Harmoni ve ritim içgüdüsü de insanın varoluşsal bir özelliğidir.
Yaşamın her bölümünde var olan harmoni ve ritim insanın yaratılarında ve
dolayısıyla anlatılarında da kendine yer bulur.
Aristoteles’e göre taklit, insan davranışının temel bir özelliğidir. İnsanlar
doğaları gereği benzerlik/taklit yaratmaya, benzerlikleri kavramaya ve bu
kavrayıştan haz almaya, bunun karşısında haz duymaya eğilimlidirler. Bu da
bilme, öğrenme arzusundan kaynaklanır. İnsana herhangi bir kapasitesini,
doğal yeteneğini kullanması haz verir. Bu şekilde öğrenir, bilgiye ulaşır.
Öğrenmenin verdiği haz herkeste mevcuttur. Şiir sanatı da insanın bu temel
özelliğinin bir ifadesidir. Yaratma eyleminde yer almak ve benzerliğe yanıt
vermek için benzerlik ve nesnesi arasındaki ilişkiyi tanımalıyız. Bu, anlamaya
dönük insani yönümüzü tatmin eder. Bu yüzden de haz verir.
Aristoteles’in bu yaklaşımla açıklamak istediği, şiir ve resim sanatlarının her
insan tarafından paylaşılan temel güdüler üzerine temellendiğidir. Ancak bu,
herkesin ciddi bir sanatsal deneyime, yeteneğe, kapasiteye sahip olduğu
anlamına gelmez. Taklidin ilkel doğaçlamadan karmaşık biçimlere uzanan
geniş bir yelpazesi vardır.
Bir taklit, taklit edilen nesnenin dümdüz kopyası olmak durumunda değildir.
Nesne ve taklidi arasındaki benzerlik daha soyut bir düzlemde de olabilir.
Hatta bir taklit gerçekten var olan bir nesnenin taklidi olmak durumunda da
değildir. Aristoteles için bahsedilen olayın gerçekleşip gerçekleşmediği
önemli değildir, bu tarihçilerin işidir.
Dolayısıyla Aristoteles’in “taklit olarak şiir” konsepti, kurgu konsepti ile
(tamamen aynı kavramlar olmamakla birlikte) tutarlılık gösterir. Şiirdeki
olaylar gerçekliğin temel yapısına uymak zorunda değildir. Kurgusal bir
boyut tasarlanarak, tasarlanan düzlemin gerçekliği içinde de bir taklit
gerçekleştirilebilir. Aristoteles’e göre şiir neyin gerçekleştiği ile değil,
gerçekleşebilecek şeylerle ilgilenir. Olayları olasılık ya da zorunluluk
kurallarına göre neler takip edebilir? Neyin gerçekleşmesi mümkündür?
Örneğin Aristo, Yunan mitleri yoluyla yaratılan teolojinin doğruluğuna
inanmamıştır ancak, bu mitlere dayanan şiirsel olay örgülerine de karşı
çıkmamıştır. Çünkü bu oyunlarda gerçekleşen olaylar, tasarlanan mitler
gerçek olsa idi, olasılık ve zorunluluk çerçevesinde gerçekleşebilecek
olaylardır.
Aristoteles’in Şiir Sanatı Tarihi
Şiir sanatının (hatta genel olarak sanatın) nasıl ortaya çıktığına dair, Douglas
Russel, “İnsan öncelikle ihtiyaçları gereği taklit etmeye başlamış ve ilk
taklitler bu amaçla yapılmıştır. Mesela gerçekçi çizilen mağara resimlerinde
amaç çizilen nesnenin tanınmasını sağlamaktır. Ancak insan doğa üzerinde
hâkimiyet kurmaya başladıkça duvarlara çizilen resimler sembolikleşmeye
başlamış ve taklit edilen nesne hayvan değil, insanların onları avlama
hikâyesi olmuştur. Yaşamsal bir ihtiyaçtan ziyade insanın doğa üzerindeki
hâkimiyetinin verdiği haz, taklidi ortaya çıkarmaya başlamıştır”[4] der.
Aristoteles de şiir sanatının ortaya çıkış öyküsünü benzer bir şekilde açıklar:
Önce doğal olarak ortaya çıkan taklitler ve daha sonra bunların doğaçlama
yoluyla (içsel yetenekler sayesinde) gelişmesi. Şiir sanatı geliştikçe de,
ozanlar neyi, nasıl taklit ettiklerine göre ayrılmışlardır:[5] Yergi veya övgü
veya ilahi… Aristoteles komedya ile tragedyayı bu kıstasa göre birbirinden
ayırır. Homeros’u ise (bir destan ve iambos ozanı olarak) bu tarzların en
nitelikli örneklerini veren ve şiirin tragedya veya komedyaya dönüşmesini
sağlayan mihenk taşı olarak kabul eder.
Tragedyanın ortaya çıkışı ile ilgili ise birçok farklı tez vardır. En çok kabul
gören tez Aristoteles’in de bahsettiği gibi tragedyanın dithyrambos
oyunlarından doğmuş olduğudur. Öyle ya da böyle (Aiskhylos’un,
Sophokles’in oyuncu sayısını arttırması, Sophokles’in sahne tasarımını
geliştirmesi, öykülerin uzaması, gülünç dilin ağırbaşlılık kazanması,
ölçülerde konuşma diline yakınlaşılması vs.) tragedya zaman içinde kendi
özgül formuna ulaşmıştır.
Şiir de bir sanattır ve tüm sanatlar gibi taklit eder…
Aristoteles’e göre, öncelikle şiir de tüm sanatlar gibi bir taklittir. Destan,
tragedya, komedya, dithyrambos sanatı, flüt ve kithara temelde taklittir ve
birbirlerinden üç şekilde ayrılırlar:
Neyle taklit ettikleri (hangi araçlarla): Yukarda sayılan sanatlar,
taklidi ritim, söz ya da harmoni aracılığıyla (resimde renk ve biçim; müzikte
ses aracılığıyla olduğu gibi) yaparlar. Neyle taklit ettikleri noktasında ise
ritim, ses ve harmoniden hangisi veya hangilerini kullandıklarına göre
ayrılırlar (Örneğin: Flüt, kithara veya kaval ritim ve harmoniyi kullanırken,
dans sadece ritmi kullanır).
Nasıl taklit ettikleri (hangi tarzda): Sadece sözü kullanan sanat
(nazım ya da nezir) o güne kadar incelenmemiştir. Aristoteles bu yönde bir
inceleme yapmaya çalışmıştır. Sadece sözü kullanan sanatların icracısı olan
ozanlar, o güne kadar, hangi tarzı (trimetre, elegeia) veya hangi anlatım
biçimini (anlatı veya betimleme) kullandıklarına göre sınıflandırılmıştır.
Neyi taklit ettikleri: Aristoteles sanatları birbirinden ayırırken
(örneğin; ozan veya doğa-bilimci tanımlarını netleştirmek adına), neyle veya
nasıl taklit edildiğinden çok, neyin taklit edildiğine vurgu yapmıştır. Taklidi
ön plana çıkarmış ve insan eylemlerini taklit eden söz taklitlerini şiir diye
nitelendirirken, doğa-bilim yazıları gibi insan eylemleri ile ilgili olmayanları
ise şiir olarak kabul etmemiştir.
Eğer bahsettiğimiz sanat şiir ise; taklit edenler, eyleyenleri taklit eder.
Taklit edilenler ise (karakterler), ya bizden daha iyi, ya bizden daha kötü,
ya da bizim gibi olmak zorundadırlar. Öyleyse taklit, hangi ahlaki seviyedeki
eyleyenlerin taklit edildiğine göre de sınıflandırılabilir. Aristoteles’e göre
komedi var olandan kötüleri, tragedya ise var olandan iyileri taklit etmeye
çalışır.
Aristoteles burada ahlaki bir derecelendirme tanımlamış ve tragedyada
normal ahlaki seviyenin biraz üzerinde karakterlerin tercih edilmesi
gerektiğini iddia etmiştir. Bu noktada Aristoteles’in şiir sanatını devlet yapısı
içinde yer alabileceği iddiası ile ele aldığını ve dolayısıyla kurmaya çalıştığı
yapının bu amaca yönelik olduğunu unutmamak gerekir. Aristoteles kendi
amacı doğrultusunda (acıma ve korku yoluyla katharsis etkisi uyandırma ve
bu yolla tragedyaya devlet lehine toplumsal bir misyon yükleme)
tragedyadaki baş karakterin, kendi yaptığı ahlaki kategorizasyona göre belli
bir seviyede olması gerektiğini söylemektedir. Farklı toplumsal koşullarda
farklı ideolojilerle farklı kategorizasyonlar yapmak mümkündür.
Aristoteles’inkine
benzer
varoluşsal
kategorizasyonlar
ve
bu
kategorizasyonlar üzerinden toplumsal rol kalıpları tarih boyunca, farklı
şekillerde de olsa, var olagelmiştir. Bu noktada anlatının amacı devreye
girmektedir. Aristoteles’in anlatının amacı ile ilgili kıstaslarına alternatifler
üretmemiz gerekmektedir. Tabi ki oyunu şekillendirirken, seyircide
uyandırılmak istenen etki doğrultusunda, ahlaki bir tartışma yapılabilir ve
hatta yapılmalıdır da. Ancak bu tartışmanın, koşullar ve olgular üzerinden
yapılması gerekir. Bu yaklaşımın Aristoteles’inki ile arasındaki esas önemli
fark, ahlaki kategorizasyonun verili kabul edilmeyip tartışmaya
açılmasındadır. Karakterleri sabit bir ahlaki derecelendirmeye tabi tutan
değil, karakterlerin eylemlerinin ahlaki açıdan doğruluğunu tartışan bir
anlayış sahiplenilmelidir. Brecht’in Bilim Çağı kavramı ile açıklamaya
çalıştığı gibi, ahlaki yapının tartışılması kışkırtılmalı ve değişebilirliği ön
plana çıkarılmalıdır. Aristoteles’e göre var olan kat-i ahlaki anlayışın dışına
çıkmakla oluşan çatışma, ideolojik tercihler ve koşullardan bağımsız
düşünülemez.
Bu yorum Aristoteles’in ahlaki derecelendirmeler üzerinden hareket ettiği
ve
dolayısıyla
taklit
edilen
kişiyi
merkeze
aldığı
şeklinde
yorumlanmamalıdır. Aristoteles, taklidi merkeze alır. Söz konusu şiir ise,
taklidin nesnesi eylemdir. Ancak eylemin taklidi için bir de eyleyen gerekir.
Eyleyenler konusundaki seçicilik, taklit edilen eylemin merkezde olmasını
engellemez. Aristoteles taklit nesnesi olarak eylemi ortaya koyduktan sonra,
(kendi amacı doğrultusunda) karakterlerin sergilediği eylemlerin bir
tutarlılık içermesi için bu kriteri ortaya atmıştır.
Bu noktaya kadar bahsettiklerimizi kısaca tekrar etmek gerekirse,
Aristoteles’e göre, sanat bir taklittir. Şiir de bir sanat türü olarak taklide
dayanır. Taklit ise insani bir ihtiyaçtır. Sanatın tematik olarak
kategorizasyonunu da taklit edilen nesne belirler.
Aristoteles bu analitik düz mantık ile o güne kadar ortaya konmuş tüm
eserleri, o güne kadar yapılmayan bir şekilde kategorize etmiştir. Merkeze
taklidi koyarak, üslupsal ve teknik farklılıkları, taklit edilen nesne ve taklit
etme amacına bağımlı hale getirmiştir. Merkezde eylem vardır ve sıra bu
eylemin taklidi için gerekli olan şeyleri belirlemeye gelmiştir.
Şiir Sanatı En İyi Nasıl Olur?
Aristoteles’e göre iyi şiir sanatının birinci öncülü bir olay örgüsü yapısına
sahip olmasıdır. Tekrar etmekten kaçınmadan yinelemek gerekirse,
öncelikle bir eylemin taklit edilmesi gerekir. İyi şiir sanatının ikinci öncülü
ise, anlatı yerine dramatik moda sahip olmasıdır. Aristoteles bu öncülle,
eylemin anlatılmasındansa (destanda olduğu gibi) doğrudan taklit
edilmesinin (diyaloglar ve eylemlerin birebir icrası üzerinden ilerleyen
tragedyada olduğu gibi) daha etkili olduğunu söylemektedir. Anlatı, ancak
olaylar merkeze alındığında daha değerlidir.
Buradan yola çıkarak anlatıcı kullanımının Aristoteles’e göre ‘kötü’ bir tarz
olduğunu söylemek tartışmayı basite indirgemek olacaktır. Anlatıcı kullanımı
veya tek başına bir anlatı, olayı merkeze aldığı, vurguyu farklı yerlere
kaydırmadığı sürece bir üslup çeşitliliğinden öte bir anlam ifade etmez.
Tragedya
Aristoteles Poetika’da genel olarak şiir sanatından bahsettikten sonra özele
inmiş ve sistematiğini inşa ettiği tragedyaya yoğunlaşmıştır. Poetika’da
tragedya, soylu (İngilizce metinde “important”[6]), tamamlanmış ve belirli
bir uzunluğu olan bir eylemin taklidi olarak tanımlanmıştır. Tragedya taklidi
gerçekleştirirken, bölümlere göre her biri farklı araçlarla çeşitlendirilmiş bir
dil (ritim, harmoni ve sözün farklı çeşitlemelerle kullanılması) kullanır. Bu,
anlatı ile değil eylemle gerçekleşir. Tragedya tüm bunları yaparken acı ve
korku aracılığıyla duyguları etkiler ve duygularda arınma ve düzeltme sağlar.
Tragedya, tikel duygusal amaçlarını bizim algılayışımızı etkileyerek elde
ederken, duygularımızı etkileyerek de algılarımızı belirler.[7]
Taklidi, eyleyenler gerçekleştirdiği için sahne düzeni gereklidir. Aynı
nedenle ezgi düzme ve sözel ifade de gerekir. Taklidi eyleyecek olan ise
oyunculardır. Oyuncuları harekete geçirecek olan da düşünce ve karakterdir.
Düşünce ve karakter/tavır[8] (İngilizce metinde “manner”) eylemi oluşturur.
Ancak temel olan taklit edilecek olandır: Taklit edilecek olan, eylemdir.
Eylemin taklidi ise, öyküdür.
Tragedyanın 6 öğesi:
Aslında Aristoteles, yukarıda yaptığı bu kısa akıl yürütme ile tragedyanın altı
temel öğesi olduğunu söylemiş olur. Bu altı temel öğe, tragedya için olmazsa
olmazlardır. Bu öğelerden üçü taklit edilen nesne, ikisi taklit etme aracı,
biri de taklit etme tarzıdır.
1. Öykü/Olay Örgüsü (“Plot”): (Taklit edilen nesne) Aristoteles, öyküyü
olayların bir araya getirilmesi olarak tanımlar. Tragedyada öykü en önemli
unsurdur; çünkü tragedya insanların değil eylemlerin, hayatın, mutluluğun,
mutsuzluğun taklididir. Tüm duygulanımlar, sonuçlar bir eyleme bağlıdır.
İnsanlar ancak eylemleri sonucu bir duygulanıma (mutluluk, üzüntü, acı vs.)
sahip olurlar. İnsanların kişisel özellikleri sadece niteliklerini (iyi, kötü,
tembel, soylu, ukala vs…) belirler. Dolayısıyla taklit edenler karakterleri
taklit etmek için eylemez, eyleyerek karakter olurlar. Sonuç olarak olay
örgüsü/öykü tragedyanın varoluş amacıdır. Öyleyse karaktersiz tragedya var
olabilir, ama eylemler olmadan tragedya olamaz. Yani kısaca Aristoteles,
süslemelerle dolu, çok “sanatsal” bir yapıtın – eğer iyi biri olay örgüsü/öykü
yoksa- nitelikli sayılamayacağını söyler.
2. Düşünce (“Sentiment”): (Taklit edilen nesne) Eyleyenlerin
konuşmalarında açığa vurduğu, akıl yürütmeyle kanıtlanan ya da dile
getirilen şeylerdir. Konuya ait olanları ve konuyla uyum içinde bulunanları
söyleyebilmektir (politika ve retorik). Bir şeyin var olup olmadığını
kanıtlayan ya da genel bir yargıyı ortaya koyan sözlerdir.
Söz aracılığıyla ortaya konulması gereken her şey düşüncenin alanına girer.
Kanıtlama, çürütme, duygu uyandırma, yüceltme veya küçültme gibi
çeşitleri vardır. Aristoteles bu tartışmayı Retorik kitabına bırakmıştır.
Olayları eylemler aracılığıyla anlatmak istediğimizde sözler gereksiz gibi
gözükebilir. Ortaya çıkarılmak istenen etkiyi açıklamaya başvurmadan
eylemler aracılığıyla yaratmak mümkün olsaydı bu doğru olurdu. Ancak bu
mümkün olmadığı için tragedya da düşünceleri yansıtan sözel ifadelere
ihtiyaç duyar.
3. Karakter/Tavır (“Manner”): (Taklit edilen nesne) Aristoteles karakteri,
eylemde bulunanların kişisel özellikleri olarak tanımlar. Akıl yürütme ile
açıklanamayan tercihlerin sebebidir karakter. Öyküden sonra gelen en
önemli unsurdur. Düşünce ve akıl yürütmeyle açıklanamayan eylemlerin icra
edilmesindeki etken, olaylar karşısında geliştirilen tavırlardır.
Karakter, daha doğru ifadesiyle tavır, belirli kişilik özellikleri olan ve bu
nedenle belirli eylemleri yerine getiren tiplemeler, yani belirli koşullarda
yapılan tercihler olarak tanımlandığında, daha önce de tartışıldığı gibi,
karaktersiz oyun var olabilir. Bu, Brecht’in, (kahramanları oyunlarından
kovması diye nitelenen) merkeze kahramanın bakış açısını koymayan,
toplumsal koşulları ve olayları tartışmaya açan yaklaşımıyla da paralellik arz
eder. Aristoteles’in Brecht’le aynı şeyi savunduğunu söylemek iddialı
olacaktır. Aslında Aristoteles, bu iddiayı olayı merkeze aldığını daha fazla
vurgulamak için yapar. Zira dönem oyunlarından elimizde olanlar arasında
böyle bir örnek de yoktur ve Aristoteles de böyle bir örnekten
bahsetmemiştir. Ancak böyle bir örneğin var olabileceğini söyler. Dolayısıyla
Brecht’in oyunlarındaki kurgu modelinin, Aristotelyen anlamda kabul
edilebilir olduğu söylenebilir.
Karakterlerin dört temel özelliği vardır:
İyilik: Karakter; sözler veya eylemlerin gerektirdiği tercihi belirleyen
unsurdur ve bu tercih iyi ise iyi, kötü ise kötüdür.
Uygunluk: Karakter özellikleri ile belirli grupların toplumsal statülerinin
uyuşması gerekir. (Bankerler bonkör olmaz vb.)
Benzerlik: Karakter, bilinen bir kişilikse ona benzer bir şekilde çizilmelidir
(Şarlo, Şaban vb., veya tanınmış isimlerin oyunlarda konu alınması
örneklerinde olduğu gibi).
Tutarlılık: Eğer taklit edilen kişi tutarsızsa bile bu tutarlı bir şekilde
işlenmelidir (“Delidir ne yapsa yeridir” bakışıyla doğaçlanacak delilik
üzerine bir sahnenin tutarsız olacağı açıktır).
Karakterler bile yaptıkları tercihlerde zorunluluk ve olasılık kurallarına
uymak zorundadır. Olayların gelişiminde bir eylemi; o ana kadarki
eylemlerin gerektirdiği veya olasılık dâhiline soktuğu olaylardan biri takip
etmelidir. Karakterlerin tercihi de bu koşullarla ile ya da bilinen farklı kişisel
özelliklerle açıklanabilir olmalıdır. Öykünün finali için de aynı şey geçerlidir.
Aristoteles bu nedenle deus ex machina’ya karşı çıkar. Final var olagelen
eylemlerin içinden çıkmalıdır, eylemlerin içinde yer almayan dış bir güçten
değil. Akıl dâhilinde olmalıdır, akıldışı değil (Oyunların yazıldığı zamanda
mitolojide tanrıların dünyevi hayata müdahalesi normal karşılansa da, oyun
süresince bunun işlenmemiş olması müdahaleyi akıldışı kılar). Dolayısıyla
kötü veya tutarsız olarak çizilen bir karakterin tercihleri bile
haklılaştırılmalıdır. Homeros’un Akhilleus’u ‘iyi’ göstermesi aslında sadece
Akhilleus’un tercih nedenlerini ortaya koymuş olmasıdır.
4. Sözel İfade: (Taklit etme aracı) Ölçülerin bir araya getirilmesidir.
Sözcükler aracılığıyla yapılan yorumdur, düşüncenin dile getirilmesidir.
Aristoteles, sözel ifadenin parçalarını harf, hece, bağlantı sözcüğü, ad,
eylem, tanımlık, bükün, önerme şeklinde sıralar. Harf, bileşik sesleri
meydana getiren bölünmez seslerdir. Sesli, sessiz ve yarı sesli gibi çeşitleri
vardır ve ölçü bilimin inceleme alanına girer. Hece, anlamsız, sesli ve sessiz
harfin birleşmesinden oluşan seslerdir. Bağlantı sözcüğü (bağlaçlar), tek
başına bir anlam ifade etmeyen, önermelerin bağlantısını sağlayan seslerdir.
Tanımlık (öntakılar), önermelerin başı veya sonunu belirleyen, tek başına
anlamı olmayan seslerdir. Ad, bileşik, anlamlı, zaman belirtmeyen seslerdir.
Eylem, bileşik, anlamlı ve zaman belirten seslerdir. Bükün (hal ekleri), ad
veya eylemin durumlarıdırlar. Önerme, ise bileşik, anlamlı, bir birlik
oluşturan seslerdir. Önermeyi oluşturan bileşik sesler ayrı ayrı birer anlam
içermelidir.[9]
Aristoteles, isimleri yaygın (her birimizin kullandığı adlar) ve lehçe
(başkalarının kullandığı adlar) olarak ikiye ayırır. Bu tanımları yaparken
kültürel bir ayrım yapar. Örneğin, İstanbul için lehçe olan bir kelime,
Anadolu’nun belirli bir bölümü için yaygındır. Bu nokta, Aristoteles’in
toplumsal veya kültürel ayrımların farkında olduğu olarak yorumlanabilir.
Ancak, ideolojisi bu ayrımın farkında olarak belirli bir grubu üstün veya
uygun görme eğilimindedir.
Eğretileme ve benzeşim kurma ise, günümüzde sembolik veya metaforlarla
anlatım olarak okunabilir. Bu noktada Aristoteles’in vurguladığı mantıklılık,
anlatımın anlaşılırlığı açısından önemli bir yerde durmaktadır. Sözel ifadenin
başarısı, açıklık ve sığlıktan kaçınmakla ölçülür. Ancak burada dikkat
edilmesi gereken nokta sığlıktan kaçınmak adına açıklığı (anlaşılırlığı)
kaybetmemektir.
5. Sahne Düzeni: (Taklit etme aracı) Şiir sanatını en az ilgilendiren öğe
olduğu için Aristoteles çok fazla değinmemiştir. Hatta sahnelenmeden de
tragedyanın büyük bir etki gücü olduğunu iddia eder.[10]
6. Ezgi Düzme (Melopeia): (Taklit edilme tarzı) Müzik yapımı, beste ve
oluşturulan genel etki. Oyun yazımında kullanılan üslup, tarz, biçem.
Aristoteles’e göre tragedyanın altı öğesi bunlardır. Aristoteles, saydığı tüm
kriterler arasında olay örgüsünü ilk sırada ele almış ve temel vurguyu onun
üzerine yapmıştır. Aristoteles’in akıl yürütmesi basitçe şu şekilde
özetlenebilir: Tragedya insanların değil eylemlerin ve hayatın taklididir. İyi
yazgı ve kötü yazgı eyleme bağlıdır. Yani yetenekli insanların başarılı
olacağını kimse söyleyemez, yetenekler sınanmak içindir. İnsanların başarısı
ya da başarısızlığı yaptıkları eylemlere bağlıdır. Tragedya korku ve acıma
yoluyla başarı ve başarısızlık gibi duygulardan arınma sağlar. Acıma ve korku
gibi duygular da başarı ve başarısızlık sonucu oluşur. Başarı ve başarısızlık
ise eyleme bağlıdır. Bu nedenle de eylem tragedyadaki en önemli şeydir.
Karaktersiz oyun var olabilir derken bile asıl vurgulamak istediği budur.
Öyleyse tragedyanın, günümüzde tiyatronun, temel yapı taşı olan olay
örgüsü nasıl olmalıdır?
Olay Örgüsü Nasıl Olmalıdır?
Tragedya bütün ve tamamlanmış bir eylemin taklididir. Belirli bir uzunluğu
olmalıdır. Öyleyse olay örgüsü de bütün, tamamlanmış ve belirli bir uzunluğa
sahip olmalıdır. Olaylar arasında olasılık ve zorunluluk ilkelerine uygun bir
bağ olmalıdır.
Bütün ve tamamlanmış; başlangıcı, ortası ve sonu olan şeydir. Başlangıç;
başka bir şeyin ardından gelmesi zorunlu olmayan şeydir. Ancak, onun
ardından başka bir şeyin meydana gelmesi doğaldır. Orta; hem bir şeyin
ardından gelmesi gereken, hem de başka bir şey tarafından izlenmesi
gereken şeydir. Son; başlangıcın tersine başka bir şeyin ardından ya zorunlu
olarak gelen ya da çoğu kez olması doğal olan şeydir. Ondan sonra da hiçbir
şey olması gerekmez
“Kısa bir hikaye oluşturmayı deneyelim: ‘Ali, bir kediyi boğazladı. Veli, bir
kediyi boğazladı.’ Bu Aristotelyen terimlere göre ‘bütün’ bir olay örgüsü
değildir. İki olgunun birbiriyle bağlantılı olmasını gerektirecek bir durum söz
konusu değildir. Öyleyse yeniden deneyelim: ‘Ali, Veli’nin kedisini
boğazladı. Veli de, karşılık olarak Ali’in kedisini boğazladı.’ Bu daha iyi:
Artık iki olayın nasıl ilişkilendiğini görebiliyoruz; olaylar serisi birbiri ile
ilişkili hale geldi. Peki bu olaylar kendi kendini açıklayabilmekte mi? Kedi
boğazlama olayı neden başladı? Peki sonuncu muydu? Hadi bir daha
deneyelim: ‘Ali, kediler yarışmasında kendi kedisinin Veli’ninkine
yenileceğini düşündüğü için Veli’nin kedisini boğazladı. Veli de karşılık
olarak Ali’nin kedisini boğazladı. İkisi de birbiriyle bir daha konuşmadı’.
Artık olaylar bütün ve tamamlanmış bir haldedir.”[11]
Olay örgüsü yapısının iki özelliği vardır: Birincisi, olay örgüsünün bağlantılı
olaylar dizisinden oluşmasıdır. Bir olay diğerini zorunlu sonuç olarak takip
eder (burada düşünce ile açıklanamayan bağlantılar olduğunda
karakter/tavır olarak adlandırılan tercihlerin devreye girdiğini ve olaylar
arası bağlantıyı sağladığını hatırlatmak gerekmektedir). İkinci olarak, olay
örgüsü müstakil olaylar dizisinden oluşur. İlk olay kendi kendini açıklar (bir
“neden”dir), sonuncusu ise finale götürür (“sonuç”tur). Bu nedenlerle, iyi
örülmüş bir olay örgüsünün başı ve sonu nettir ve başka olaylarla birbirine
bağlanır. Aynı şekilde her bir birim de kendi içerisinde bir nedensellik ile
açıklanabilir olmalıdır.
Burada baş-orta-son kriterinin, olay örgüsünün bütünlüğü için gerekli bir
bütünlük olduğunu hatırlatmakta fayda var. Genel algılamanın aksine başorta-son kriteri oyunun yapısı için geçerli değildir. Bir eylem, onun
gerçekleşmesini sağlayan sebeplerle başlar ve ortaya çıkardığı sonuçlarla son
bulur. Eylemler dizisinde oluşan olaylar ve olayların ardı ardına gelerek
oluşturduğu olay örgüsünün tamamı seyirci ile paylaşılmak zorunda değildir.
Seyircide uyandırılmak istenen etkiye göre bütünlük kavramı değiştirilebilir.
Örneğin Shakespeare’in “Troilos ile Kressida” oyununda net bir “son”un
olmaması, “savaş devam eder” şeklinde bir durumla bitmesi kurgunun
bütünlüklü olmaması anlamına gelmez. Oyun boyunca sergilenen eylemlerin,
düşüncelerin ve tavırların savaşın devam etmesine neden olması ya da
bitmesini sağlayamaması da bir sonuçtur. Oyunun kurgusu bu şekilde
yapılandırılmıştır, ancak olay örgüsünün burada sonlanmadığını biliriz.
Helen’ler Truva atını yapacak, savaşı kazanacaktır. Olay örgüsü bu şekilde
sonlanır. Ancak bu oyunda kurgulanan kısım savaşın sona ermesine üç yıl
kala biter.
Olay örgüsü ile kurgunun birbirine karıştırılmaması gerekir. Kurgu, seyirciye
kronolojik olarak doğrusal bir sırayla da iletilmeyebilir. Episodik anlatım da
kurguyu seyirciye iletmek için kullanılabilecek bir yoldur ve genel yargının
aksine Aristotelyen anlamda (episodların aynı olay örgüsüne hizmet etmesi
koşuluyla) ‘yanlış’ bir yol değildir. Aristoteles episodu (yan öykü), olası ya
da zorunlu olarak birbiriyle ilişkili olmayan, kendi içinde bir bütünlüğü olan
parçalar olarak tanımlar. Ozan iyi yazamadığı için var olan yan öyküleri
kötülerken; iyi ozanların oyuncular için eklediği yan öyküleri (yarışmalarda
başarı kazanmak için oyuncuların yeteneklerini göstermelerini sağlayacak
parçaları) mazur görür. Episodlar aynı olay örgüsüne hizmet ediyorlarsa,
Aristoteles’in eleştirisi de boşa çıkar ve kendi tanımlarına uygun bir anlatı
ortaya çıkmış olur.
Ancak kurgunun da kendi içinde bütünlüklü olması gerekir. Sonuç itibariyle
kurgunun başının, ortasının ve sonunun olmasından ziyade, bütünlüklü
olması gerekir. Brechtyen terminolojiyle kurgunun, ardı ardına sıralanan
eylemlerin bir yargı oluşturacak bir bütünlük içermesi gerektiği söylenebilir.
Sahnelenen her olayda serim, düğüm, çözüm olmayabilir. Olayın
bütünlüğünü başı, ortası, sonu var diye değerlendirmekten ziyade,
dramaturjik bütünlüğü göz önünde tutmak gerekir. Bütünlüğü, olay örgüsü,
kurgu ve dramaturji ile birlikte tartışmamız gerekir. Sahnedeki eylemin ya
da kurgunun başı, ortası, sonundan öte sahnede bir parçası sergilenen olay
örgüsünün başı, ortası, sonu olması gerekir. Yani kısaca yapılan
dramaturjinin bir bütünlüğü olmalı, olayın değil. Tabi ki daha önce
tanımlanan haliyle art arda dizilen eylemler, bir yargıya ulaştıracak bir
bütünlüğe sahip olmalıdır. Ancak, anlatı için temel olan oluşturulmaya
çalışan etkinin eksiksiz ve net olmasıdır.
Sonuç olarak; sahnelenen oyunlarda, izlediğimiz eylemler üzerinden baş,
orta, son kriterlerine göre tartışma yapmak şekilci kalacaktır. Sahne
üzerindekini değerlendirirken olasılık-zorunluluk koşulları çerçevesinde
tavır-dramaturji üzerinden ilerlemek ve sahne üstündeki anlatının
bütünlüğünü değerlendirmek daha faydalı olacaktır. Stanislavski’nin
terimleriyle ifade etmeye çalışacak olursak, oyuncular “üstün amaç”ları
çerçevesinde hareket etmelidir. Tutarlılığı, eylemlerin bu amaca uygunluğu
sağlayacaktır.
Tekrar Aristoteles’in sistematiğine dönecek olursak; bir olay örgüsü
kurulurken nereden başlanılıp nerede bitirileceği noktasında belirli
kriterlere uygun davranmak gerekmektedir. Belirli bir bütünlüğe sahip olay
örgüsünün belirli bir uzunluğu olmalıdır.
Bir sanat eserinde (ya da doğadaki herhangi bir nesnede) güzellik, belirli bir
düzenden başka belirli bir uzunluk da gerektirir. Belirli bir uzunluğu olmayan
bütünler de vardır. Öykü için en önemli uzunluk kriteri iyi anımsanabilir bir
uzunlukta olmasıdır. Aristoteles bu sınırı şu şekilde tanımlıyor: Olasılığa ya
da zorunluluğa göre birbirini takip eden olayların yazgı dönüşümünü
(mutsuzluktan mutluluğa veya mutluluktan mutsuzluğa doğru değişimi)
ortaya koyan uzunluk, uzunluğun olası ve uygun sınırıdır.
Belirli bir bütünlük ve uzunluğa sahip olay örgüsü birlikli olmalıdır. Olay
örgüsünün birliği, tek bir kişi etrafında gelişmesi demek değildir. Tek bir
kişinin yaşadığı her şey bir birlik oluşturmayabilir. “Başka bir basit hikâyeyi
ele alalım: ‘Ali bankada bir hesap açtırdı; ertesi gün Veli’nin kedisini
boğazladı.’ Bu, Aristoteles’in kriterlerine göre bütünlüklü bir öykü değildir;
her iki olayda da Ali bulunmasına rağmen, iki olay arasında zorunlu ya da
olası bir bağ bulunmamaktadır.”[12]
Tek bir nesneyi taklit eden herhangi bir taklit birliğe sahiptir. Bir eylemin
taklidi de eğer tek bir eylemden ibaretse birlik sahibidir. Peki, eylemin tek
olması ne demektir? Tek bir olay olmadığı açıktır. Ancak, tamamlanmış ve
bütün olan bir olay örgüsü birliği sağlayabilir. Olayların tek bir kişi etrafında
gerçekleşiyor olması birliği sağlamaya yetmez. Tek bir insanın başından
geçen olaylar arasında bir ilişki olmak zorunda değildir. Yazarın hedefi, ne
olduğunu değil olasılık ve zorunluluk kıstasları çerçevesinde nelerin
olabileceğini aktarmaktır. Ne olabileceği de ardı ardına olaylar dizisinde
saklıdır. Olaylar zorunlu olarak birbirini takip eder. Bir yazar verili bir olay
dizisini ele alarak olay örgüsü oluştururken, bu olayların gerçekleşmiş olması
yeterli değildir. Önemli olan bu olayların birbiriyle bağlanmış olmasıdır. Eğer
bağlanmışsa da gerçekleşmemiş olmasının bir önemi yoktur.
Sanatta “birlik” terimi ile kastedilen taklit edilen şeyin bir birlik
oluşturmasıdır. Tragedya, eylemin taklidi olduğuna göre ve bu eylem bir
olay örgüsü ile taklit edildiğine göre olay örgüsünün bir birliği olmalıdır.
Aristoteles Homeros’un İlyada ve Odysseia eserlerini bu nedenle örnek verir:
Birlikli bir eylem etrafında bir araya getirilmiş karakterler mevcuttur. Yani
birlikli olan eylemlerdir, olay örgüsü ya da karakter değil. Birlikli olmak
zorunlu olarak bütünlüğü de beraberinde getirmektedir ve bütünü oluşturan
her parça orada olmak zorundadır. Herhangi bir parçanın çıkarılması ya da
eklenmesi bütünü bozacak veya değiştirecektir.
Tragedyanın Amacı ve Hazları
Aristoteles’e göre tragedya sadece bütün bir eylemin değil, aynı zamanda
korku ve acıma uyandıran bir eylemin taklididir. (Bu, onun anlatının amacı
olarak belirlediği şeydir. Daha önce de bahsettiğimiz gibi bu konuda ortaya
attığı tüm fikirler sadece bu amaç için doğrudur). Korku ve acıma en iyi
şekilde sadece beklenmeyen değil aynı zamanda birbirinin beklenmeyen
sonucu olan olaylar ile sağlanabilir. Olayların şans eseri olmasındansa bir
nedensellikle ilişkilenmesi, istenen etkiyi daha iyi ortaya çıkarır.
Tragedya şairi taklit yoluyla acıma ve korku duygularını yaratarak haz
üretebilmelidir. Aristoteles’in hazza vurgu yapmasının iki işlevi vardır: İlki,
neyin şiir sanatının diğer türlerine, neyin tragedyaya uygun olduğunu
saptamaktır. İkincisi ise karakteristik olarak trajik hazzı tragedyanın
doğurduğu diğer hazlardan ayırmaktır. Tragedyanın izleyicilere sunduğu şey
karmaşık ve çok katmanlıdır.
Tragedya, dilde ritim ve yer yer melodi içererek oluşturulur. Nazım halinde
olması ve şarkı söyleyerek söylenmesi bize haz verir (çünkü ritim ve melodi
insanlar için doğaldır, yani insan doğası gereği haz uyandırır). Tragedya
müzik avantajı nedeniyle de destandan daha önceliklidir. Yani haz hem
görsel ifadeden, hem de görsel ve işitsel sunumdan kaynaklanır. Ama tüm
bunlar tragedyaya özgü değildir.
Bir diğer haz duyma sebebi de taklittir, insan doğası gereği taklitten haz
alır. Ancak, mesela resim sanatından alınan haz, tragedyadan alınan haz
kadar kompleks değildir. Tragedyada izleyici olay örgüsünü takip eder,
olayların birbiri ile bağlantısını görür, bu bağlantının bazı evrensel
durumlarla ilgisini fark eder (zorunluluk veya olasılık sonucu oluşan ardı
ardınalık). Ama bu da tragedyaya özgü değildir, komedide de vardır. Yani
zihinsel haz, metin ve icradan alınan haz gibi, tragedyada olan ama ona
özgü olmayan bir hazdır.
Ama, korku ve acıma yoluyla arınma sadece tragedyaya özgüdür. Korku
ve acıma yoluyla bu tip duygulardan arınma etkisi Aristoteles tarafından
katharsis olarak adlandırılmıştır. Piscator’un politik tiyatrosunda
propaganda ve aydınlatma, Brecht’in epik tiyatrosunda epik insanı yaratma
veya herhangi bir tiyatroda anlatının amacı nasıl o tiyatrolara özgü ise,
tragedya için de kathartik etki uyandırmak sadece ona özgüdür. En azından
Aristoteles’in tanımladığı ya da olması gerektiğini iddia ettiği tragedya
budur.
Peki, bu kathartik etki nasıl uyandırılır? Aristoteles, Platon’un aksine,
duyguların kötü şeyler olduğunu düşünmez. Platon, şiiri insanlarda duygusal
etki bıraktığı için olumsuzlarken Aristoteles böyle bir yorumda bulunmaz.
Duygular irrasyonel değildir çünkü entelektüel yani akıl ile ilgili bir faaliyet
barındırır. Bir durumdan korkmak için önce o durumu anlamak ve
yorumlamak gerekir. Korku sonra gelir. Duygu ve erdem arasında bir bağ
vardır: Erdemin karakteristiği; tüm duyguları doğru zamanda, doğru şeylere
cevaben, doğru insanlara karşı ve doğru şekilde yaşamaktır. Duyguları
bastırmak değil, doğru koşullarda doğru derecede yaşamak gerekir.
Öyleyse korku ve acımadan arınma bu duygulardan kaçarak sağlanamaz. O
zaman arınılan şey nedir? Rahatlama nasıl, neyle sağlanır? Eğer rahatlama
varsa katharsis iyi bir şey yapıyor, yani bizimle ilgili bir yanlışı düzeltiyor.
Peki, bu yanlışlık nedir?
Eğer kişiler duyguları yanlış ve aşırı, olmaması gereken bir şekilde yaşamaya
eğilimliyse tragedya kişileri bu duygulardan arındırıp erdem yolunda
ilerlemelerine yardım eder. Oyun sırasında duyguların dışavurumu, günlük
hayatta duyguları bu şekilde yaşamamalarını sağlar. Peki, bu durum neden
haz verir? Aristoteles’e göre birini doğal ya da sağlıklı bir aşamaya götüren
her şey haz verir. Eğer bir duyguyu olması gerekenden aşırı bir şekilde
yaşamaya eğilimliysen doğal olmayan bir haldesindir. Doğal hale geri
dönmen gerekir ve bu da haz verir. Bu duygusal süreç fiziksel süreçlere
benzer. Fiziksel olarak da normal olanı yapmak insana haz verir (acıkınca
yemek yemek, susayınca su içmek gibi).
Eğer kathartik etki bu şekilde tanımlanırsa bu etkinin herkes için değil,
duygusal anlamda sorunlu olanlar için geçerli olduğu görülebilir. Dolayısıyla
izleyiciler arasındaki etkisi değişkendir. Peki, bu etki değişkense
katharsisten alınan hazzın tragedyanın karakteristiği olduğu hala iddia
edilebilir mi? Bunun tersini iddia etmek tragedyanın ulaşmak istediği amacın
ve varoluş nedeninin katharsis olarak tanımlanması ile çelişki doğurur.
Katharsis tragedyanın bir işlevi değilse de izleyicilerin bir kısmında ortaya
çıkan ‘yararlı’ bir etkidir. Aristoteles’in şiir sanatının devlet yapısı için
yararlı olabileceği üzerine inşa ettiği bu akıl yürütme pratik olarak da
kanıtlanmıştır ve ideal tragedyanın da bu misyon üzerinden hareket etmesi
gerektiğini söyler. Tanımlama gereği de duygusal olarak doğal olmayan
durumda olanlar tamamen yok olmayacağı için, katharsis veya başka bir
yöntemle ehlileştirilmesi gerekenler de bitmeyecektir ve tiyatro
(Aristoteles’e göre) işlevini sürdürecektir. Ki, tiyatro ve tiyatro kökenli diğer
sanatlar hâkim ideolojinin elinde bu işlevi sürdürmüştür ve sürdürmektedir.
Aristoteles’in kathartik etki analizine geri dönecek olursak; Aristoteles,
öyküleri ikiye ayırır: Yalın ve karmaşık. Öykülerin taklit ettikleri eylemler de
bu şekilde ikiye ayrılabilir. Yalın olay örgüsü: Tutarlı, birlikli bir şekilde
gelişen ve baht dönüşü ile tanınma içermeyen eylemler dizisidir. Karmaşık
olay örgüsü: Tutarlı, birlikli bir şekilde gelişen; baht dönüşü ve/veya
tanınma da içeren eylemler dizisidir.
Baht dönüşü, var olan koşullarda beklenenin -olasılık ve zorunluluk
kriterlerine aykırı olmamak kaydıyla- tersinin gerçekleşmesidir; bu da
olasılığa yada zorunluluğa göre olur. Örneğin Sophokles’in Kral
Oidipous’unda Korinthos’tan gelen haberci Oidipous’a bası sandığı
Polybos’un öldüğünü bildirir. Oidipous Korinthos’a gitmek istemez, çünkü
kehanete göre annesiyle evlenecektir. Haberci Oidipous’un bu korkusunu
gidermek için gerçeği, yani onun Polybos ile Merope’nin çocuğu olmadığını,
bir çoban tarafından bulunarak Korinthos Kralı’na getirildiğini söylediğinde,
Oidipus kaçındığı şeyin çoktan başına gelmiş olduğunu anlayacak, böylece
haberci amacının tersi bir etki yaratmış olacaktır.
Tanınma, bilgisizlikten bilgiye geçiştir. Bu bilgilenme akışta farklı
değişimlere sebep olabilir. Aristoteles’e göre kathartik etki için en uygun
olan tanınma ile baht dönüşünün aynı anda gerçekleşmesidir. Söz gelişi
Oidipous’taki durum budur. Kral Oidipous oyununda, İokaste Oidipous’un
kendi oğlu olduğunu, Oidipous da İokaste’nin kendi annesi olduğunu anlar.
Burada tanınmaya baht dönüşü de eşlik eder, zira olaylar bu tanınmanın
ardından çok farklı gerçekleşecektir.
Tragedyaya en uygun tanınma eyleme uygun olandır. Yani olay örgüsünün
gerektirdiği, bütünlüğü ve birliği bozmayacak, olasılık ve zorunluluk
kurallarına uygun ve tutarlı bir tanınma gerekir. Kısaca, baht dönüşü ve
tanınma kurgunun içine yedirilmelidir.
Duygusal etki: Sahnede gösterilen ölüm, acı, yaralama gibi yıkıcı ve üzücü
eylemler.
Aristoteles’e göre en iyi tragedya karmaşık olay örgüsüne sahip olan,
korkutucu ve üzücü eylemleri konu alan tragedyadır. Öyleyse tragedyanın
konusu olması gereken olaylar nelerdir? Aristoteles tragedyaya konu olması
gereken kişiyi şöyle tanımlıyor: “Tragedyanın konusu olan kişi ne erdem ve
adalet bakımından öteki insanlardan üstündür ne de kötülüğü ya da
acımasızlığı yüzünden mutsuzluğa düşmüştür; tragedyanın konusu insanlar
arasında büyük bir üne sahip ve mutluluk içinde yaşayan, ama bir yanılgı
yüzünden mutsuzluğa yuvarlanmış kişidir.” Bilindik biri olması dışında olağan
birini tarif eder. Eğer tragedyanın konu aldığı kişi belirli karakter özellikleri
olan biri değilse, demek ki taklit edilen, belirgin karakter özellikleri
olmayan kişilerin eylemleridir (“karaktersiz oyun olabilir mi?” tartışmasında
belirttiğimiz gibi, belirli tercihleri nedeniyle “karakter”e dönüşmemiş bir
kişi).
Aristoteles’e göre güzel öykü çift baht dönüşü değil tek bir baht dönüşü
içermelidir. Bu değişim de mutluluktan mutsuzluğa doğru olmalıdır, çünkü
acıma ve korkuyu doğuran budur. Ancak bu değişimin nedeni kötülük değil
bir yanılgı olmalıdır. Bu yanılgı ise cahil veya kötü birini değil aksine iyi diye
nitelendirilen birinin yanılgısı olmalıdır.
Korku ve acıma öykü ile de sağlanabilir, sahne düzeni ile de. Aristoteles’in
tercihi olay örgüsünün doğal bir sonucu olarak ortaya çıkan korku ve
acımadır. Ancak bu korku ve acımanın sadece anlatı yolu ile sağlanabilmesi
de tragedyanın konusuna girmez. Yani tragedyanın ilgilendiği, eylemlerle
sağlanacak olan korku ve acımadır. Çünkü ozan eylemleri taklit eder.
Dolayısıyla korku ve acıma da bu eylemlerin içinden çıkmalıdır.
Peki, hangi olaylar korku uyandırır? Hangi olaylar acıma uyandırır? Korku ve
acıma uyandıracak eylemler ya bilerek, ya bilmeden yapılır ya da yapılmaz.
Bu olasılıklar arasında en kötüsü bilerek eyleme yönelip yapamamaktır.
Sondan ikinci sırada ise bilerek eylemi gerçekleştirmek gelir. En iyi olan ise
bilmeden eylenen ancak daha sonra farkına varılanlardır. Bu durumda korku
veya acımayı ortaya çıkaran eylem değil genelde tanınma anıdır.
Aristoteles, beş çeşit tanınmadan bahseder: İşaretler aracılığıyla tanınma;
en az sanatsal olanıdır ve çaresizlik yüzünden en sık kullanılanıdır Bu
işaretlerin kimileri doğuştandır (Toprak soyluların taşıdıkları kargı[13] ya da
Karkinos’un Thyestes’indeki yıldızlar[14] gibi). İşaretlerin kimileri de
edinilmiştir (yara izleri veya kolye). Ozanın uydurduğu tanınma; ozan
uydurduğu için sanata uzaktır. İphigenia’da, Orestes’in Orestes olduğu bu
şekilde anlaşılmıştır. İphigenia’nın mektup aracılığıyla tanınmasına karşıni
ozan Orestes’e kendi istediği şeyleri söyletmiştir, öykünün gerektirdiklerini
değil. Anımsama yoluyla tanınma; görülen şeyin farkına varmayla
gerçekleşir. Odysseia’nın Alkinoos masalında kithara sesini duyup bir şeyleri
hatırlayıp ağlamaya başlaması tanınmayı sağlar[15]. Tasıma dayanan
tanınma; akıl yürütmeye dayanan tanınmadır. Aiskhylos’un Sunu Taşıyanlar
oyunundaki tanınma bu şekilde gerçekleşir. Tasım şöyle gerçekleşir; “Bana
benzeyen biri gelmiş; Orestes’ten başka kimse bana benzemez; öyleyse
gelen Orestes’tir”. Seyircinin aykırı çıkarımına dayanan tanınma; ozan
tarafında uydurulmuş bir gerçekliğin akıl yürütmeyi sağladığı durumlardır.
Sahte Haberci Odysseus’taki, yayı ancak Odysseus’un gerebileceği gibi ozan
tarafından uydurulmuş bir kabule dayanan akıl yürütme tanınmayı
gerçekleştirir.
Aristo’ya göre en iyi tanınma olayların içinden çıkandır. Şaşırtıcı olan durum
olası veya zorunlu olanın içinden ortaya çıkar (dolayısıyla tanınma için kolye
vb. işaretlere ihtiyaç duyulmaz). İkinci sırada ise akıl yürütmeye dayanan
tanınmalar vardır.
Tragedyanın amacı ve hazzı konusunda Aristoteles’in yaklaşımını ve bu
yaklaşıma günümüzden bir bakışı özetlemiş olduk. Unutulmaması gereken
nokta bu çalışmanın kathartik etki üzerine olmadığıdır. Bu çalışma temelde
anlatının amacını gündem dışı bırakarak Aristoteles’ten yola çıkarak
günümüzde neyin tiyatro olduğunun tanımlanması üzerinde bir denemedir.
Anlatının amacı konusunda Aristoteles’in önermelerinin hepsi farklı ideolojik
bakışlarla çürütülebilir. Örneğin, Brecht’in Cesaret Ana oyununda Cesaret
Ana’nın oyunun sonunda başına gelenlerden ders almayarak savaştan
nemalanabileceği düşüncesiyle yoluna devam etmesi, katharsis anlayışını
ters yüz eden bir oyun yapısı ortaya çıkarır. Ancak, böyle bir son, seyircinin
Cesaret Ana’nın aymazlığı ile karşılaşmasını ve bu sayede kendi aymazlıkları
hakkında ideolojisinde çatlaklar oluşmasını da sağlayabilir. Bu da anlatının
amacı ve ideolojik bakışla ilgilidir. İdeal dünya düzeni tasavvuru içinde bir
insanın en sonunda doğru yola gelmesi gerekir; haz ancak bu şekilde
sağlanır. Materyalist bakış açısı ise, var olan çarpıklıkları görmezden
gelmeyerek, hatta onları ortaya çıkarmaya çalışarak haz vermeye çalışır.
Brecht’in oyun yapısı Aristoteles’e anlatının amacı konusunda hem bir
alternatif sunar, hem de karşı çıkar. Brecht, Carrar Ana’nın Tüfekleri
oyununda kathartik etkini üzerine bir denemeye de girişmiştir ve kathartik
etkinin ancak ve ancak belirli toplumsal koşullarda, belirli etkinliklerin
içinde kullanılabilecek bir yöntem olduğunu da iddia etmiştir. Toparlayacak
olursak; anlatının amacı tartışması, farklı tiyatrocuların farklı cevaplar
vereceği bir konu olarak, bu çalışmanın dışında tutulmuştur.
Destanlar
Sonuç bölümüne geçmeden önce, Aristoteles’in destanlar, özellikle Homeros
destanları ve sorunları üzerine söylediklerinden bahsetmekte yarar var.
Ölçüyle taklit eden anlatı (destan), tragedyaya benzer şekilde; öyküler
drama biçiminde düzenlenmiş; başlangıcı, sonu, ortası olan; birlikli, bütün
ve tamamlanmış bir eylem hakkında olmalıdır. Aynı tragedyada olduğu gibi
bu düzenlemenin tarihsel olay anlatımındaki ile aynı olmaması gerekir.
Çünkü tarihsel olaylarda tek bir eylem değil, birbiriyle rastlantısal olarak
ilişkili olayların hepsi (mesela aynı anda, farklı sebeplerle yaşanan ve farklı
sonuçlarla biten ve bir dönem iç içe geçen iki ayrı savaş), dönemi anlatmak
adına, anlatılır.
Homeros’u, bunu yapan birçok ozandan ayıran da bu noktadır. Homeros;
başı, ortası ve sonu olmasına rağmen tüm bir savaşı anlatmaktansa, savaşın
yalnızca bir bölümünü ele almış; diğer olayları ise yan öyküler içinde
vermiştir (Aristoteles’in daha önce bahsettiği ana öyküden yola çıkma).
Böylece çok uzun olmayan (kavranabilir), çok kısa da olmayan (çok karmaşık
olmasına rağmen anlaşılır bir olay örgüsü) bir anlatı oluşmuştur (Öteki
ozanlar ise öyküyü; eylemlerin aynı kişinin başından geçmesi gibi rastlantısal
ortaklıklar üzerinden oluşturmuştur).
Peki destanla tragedya sahne üstünde sergilenme dışında nasıl ayrılırlar?
Destanın kurgusu daha uzun olabilir. Bu anlatım olanağı olarak tercih
ettikleri araçla ilgilidir. Ancak tragedyalarda geçerli olan uzunluk kriteri (bir
kerede algılanabilecek uzunluğa sahip olma) kendi sınırları içerisinde destan
için de geçerlidir.
Destanın kullandığı ölçü de tragedyadan farklıdır. Destanlar heroik ölçüyü
kullanırlar. Aristoteles’e göre uzun anlatılar için en uygun ölçü budur ve
bunun dışında bir ölçü kullanan çıkmamıştır. Bu durum, meddah geleneğinde
kullanılan dil ile tiyatro oyunlarında kullanılan dilin farklı olması ile
benzerlik gösteriyor.
Homeros, ozanın anlatıya kişisel katkısı konusunda da diğer ozanlardan
ayrılır. Taklide daha çok başvurur. Daha açık bir ifadeyle temel amacı, kendi
kişisel yorumunu değil, eylemleri ve eyleyenleri aktarmaktır. (Bu nokta,
Brecht’in Köşebaşı Sahnesi[16] adlı makalesinde vurguladığı “anlatıcı bir
anlatıcı olduğunu unutmamalıdır” ve “anlatıcının ne kadar taklide
başvuracağını anlattığı olay belirler” kriterleri ile paralellik arz etmektedir).
Ayrıca, destanlar sahne üzerinde gösterildiğinde akıl dışı olarak
yorumlanabilecek olasılıkları da konu ederler. Şaşırtıcı etkiyi bu şekilde
abartı ile yaratma şansları da vardır. Çünkü söz konusu kişiler göz önünde
değildir. Anlatılırlar ve abartılı anlatım etkiyi güçlendirir. Bu durum, olası
olan olanaksız şeylerin, inandırıcı olmayan olanaklı şeylere tercih edilmesi
gerektiği sonucunu doğurur. Çünkü olası olan abartılı ve olanaksız şeyler de
mevcuttur.
Aristoteles, Homeros destanlarının sorunları ve çözümleri üstüne de
yorumlarda bulunmuştur. Ona göre ozan, nesneleri üç durumdan birini
gözeterek taklit etmek zorundadır: Nesneleri ya olmuş oldukları veya şimdi
oldukları gibi; ya söylendikleri ve sanıldıkları gibi; ya da olmaları gerektiği
gibi taklit etmelidir. Bu taklidi yaparken de ozan dili ve dilin süsleme
olanaklarını kullanır. Bu durum çeşitli sorunlara gebedir:
Sorun 1: Olanaksız olan şeyin betimlenmesi. Burada iki çeşit sorun vardır.
Birincisi, şiir sanatının özü ile ilgili olan sorunlardır (taklit edilecek olan
nesneye ilişkin doğru olanın kavranmasına rağmen yeteneksizlikten veya
başka bir sebeple yanlış betimleme). Bu tür yanlışlar, ozanın yaratmak
istediği etkiyi ortaya çıkarmanın en iyi yolu olduğu takdirde mazur
görülebilir. Ancak aynı derecede etkiyi yanlış yapmadan yaratmak
mümkünse hiç yanlış yapılmamalıdır (Brecht’in ilk döneminde yaptığı
yabancılaştırma tanımı (via-negativa; olumsuzun olumsuzlanması), aslında
gerçekliğin yanlış bir taklididir. Köşebaşı Sahnesi’nde verilen ağır çekim
örneği gibi. Ancak bu yaratılmak istenen etki için gerekli bir yanlıştır).
İkinci olasılık ise, başka sanatlarla ilgili olan sorunlardır (taklit edilen
nesnenin doğal özelliği kavranamadığı için doğru yapılan ama özünde yanlış
olan betimleme). Eğer gerekmiyorsa şiir sanatı içinde yapılan yanlışlardan
daha basit bir yanlıştır. Çünkü taklit edilen nesnenin özüne ilişkin bir
bilgisizlikten kaynaklanır.
Sorun 2: Betimlemenin gerçeğe uygun olup olmaması. Eğer betimlemeyi
yapan, olması gerekenin betimlendiğini iddia ediyorsa, bu bilinçli bir
tercihtir ve eleştirilemez. Ancak yanlış gözlem sonucu bu durum ortaya
çıkmışsa bu bir hatadır ve yapılan eleştiri dikkate alınmalıdır.
Sorun 3: Söylenen ya da yapılan bir şeyin iyi olup olmadığı. Burada sadece
sözün ya da eylemin kendisine bakmak yeterli olmamalıdır. Çünkü farklı
durumlarda, aynı söz uygun olabilir ya da olmayabilir. Eylemin veya sözün,
kimin tarafından, kime karşı, ne amaçla gerçekleştirildiği ve benzeri koşullar
önemlidir. Bir söz ya da eylem değerlendirilirken koşullar da göz önüne
alınmalıdır.
Sorun 4: İfadelerin uygunluğu. Bir ifadenin uygunluğu kullanılan kelimenin,
yazarın kullandığı anlamı göz önüne alarak değerlendirmelidir. Bir lehçede
farklı anlama gelen ve ifadeyi uygunsuz algılamamıza neden olan kelime,
belki de farklı bir lehçede farklı bir anlama gelmekte ve aslında uygun bir
ifade oluşturmaktadır. Ayrıca bazı ifadeler ise eğretileme olarak da
kullanılmış olabilir.
Sorun 5: Anlam karışıklıkları. Ozanın sözel veya yazınsal dil oyunlarını (eğer
varsa) gözden kaçırmamak gerekir. Bunun için de dönem ve arka plan
araştırması önemli bir yerde durmaktadır.
Aristoteles, tüm bu saydığı sorunlara rağmen, önerdiği çözümlerle beraber
Homeros destanlarını değerli bulur. Anacak yine de tragedyayı, amacına
daha iyi ulaştığı için daha üstün tutar. Tabi ki burada kendi tanımladığı
tragedyadan ve ona yüklediği misyondan bahsetmektedir. Dolayısıyla,
tercihini destanla kıyaslarken daha efektif olarak tanımladığı tragedyadan
yana kullanır.
Son Söz
Bu noktada Poetika üzerinden yürütülen tartışma sona eriyor. Yazının
başında bahsedildiği gibi metin, Poetika’nın özetinden ziyade günümüzden
ona bir bakış çalışması olarak değerlendirilmelidir. Ancak metnin dram
sanatının sistematiği üzerine bir deneme niteliği de vardır. Bu nedenle
metni, Aristoteles’ten hareketle, dram sanatı için vazgeçilmez olarak
gördüğümüz kriterleri kısaca özetleyerek sonlandırmak gerekiyor.
Öncelikle dram sanatı ve özelde tiyatro bir anlatıdır. Tiyatro, oyuncular,
sahne, dekor ve her şey, anlatının bir aracı olarak devrededir. Her anlatıda
olduğu gibi dram sanatının da bir amacı vardır. Bu amaç kullanılacak üslubu
belirler. Ancak, amaç ve üsluptan bağımsız olarak, sahnelenen şeyin tiyatro
olup olmadığını belirleyen temel kriterler vardır.
Öncelikle, bir anlatı için bir olay gerekir. Anlatı, hangi amaçla ve hangi
şekliyle anlatılıyor olursa olsun, yaşanmış ya da kurgulanmış olsun, bir olayı
temel almak zorundadır. Temele olayı koyduğumuz noktada da, olayın ne
olduğu sorusuna yanıt vermemiz gerekir. Burada Aristoteles’ten hareket
ederek yukarıda ayrıntılı olarak yaptığımız olay tanımı devreye girer. Bu
tanıma uymayan olay örgülerine sahip sanatlar dram sanatının içinde
değerlendirilemez. İddialı bir sav olarak gözükse de, dram sanatının net bir
tanımını yapmak ve neyin dram sanatı olduğunu ortaya koymak hem tiyatro,
hem sinema, hem de televizyon dünyası için gerekli hale gelmiştir. Sanatın,
bir araç olarak tüm sektörlerde kullanıldığı ve anlatıların, ifadelerin
engellendiği günümüzde, dram sanatının, anlatının, ifadenin yanında tavır
almak önemlidir.
14.06.2007
[1] Fiziksel Aksiyondan Olay Örgüsüne Atölyesi 2004 için bkz. Fiziksel
Aksiyonlar Dosyası, Mimesis 11, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, s.:89-296
[2] Atölye denemesi ile ilgili daha ayrıntılı bilgiye BGST.web sitesinden
ulaşabilirsiniz.
[3] bkz. http://www.bgst.org/tb/egitim.asp?id=5&bn=5
[4] Theatrical Style, A Visual Approach to the Theatre, Douglas A. Russel,
Mayfield Publishing Company, 1976, s.:18-19.
[5] Poetika’da yer alan dil tartışmaları tartışma konusu yapılmamıştır.
Yararlandığımız metnin (Poetika, Şiir sanatı üzerine, Aristoteles, Yunanca
aslından çeviren: Nazile Kalaycı, Bilim ve Sanat Yayınları, 2005)
çevirmeninin de söylediği gibi bu bölümler Antik Yunan dilinin ölçüleri
üzerine bir tartışma içermektedir ve biz bu tartışmaya girmeyi amacımız
doğrultusunda gerekli bulmadık. Daha sonraki bölümlerde de benzeri
noktalar ayrıntılı tartışılmadığı için bu yazıya dâhil edilmemiştir.
[6] Metinde “İngilizce metin” diye bahsedilen tüm alıntılar için bkz.. Thomas
Twining, Aristotle’s Treatise on Poetry, M.Dowall, 1815.
[7] Amelie Oksenberg Rorty, “The Psychology of Aristotelian Tragedy”,
Essays on Aristotle’s Poetics, edited by Amelie Oksenberg Rorty, s.:1–22.
Princeton, N.J.: Princeton University Press.
[8] Türkçe çevirilerde “karakter” olarak kullanılan bu terimin “tavır” olarak
çevrilmesinin, Poetika üzerinden yapılan birçok sonuçsuz tartışmaya ışık
tutacağını düşünmekteyiz.
[9] Aristoteles, adın ve eylemin dil bilimsel özelliklerinden ve anlatım
araçlarından da bahsetmiştir. Ancak bu önermelere -çalışmamızın konusu
olmadığı için- günümüzde evrensel tüm diller için geçerli olanları dışında bu
çalışmada yer verilmeyecektir.
[10] Tiyatral tartışmanın sahnelemeden bağımsız düşünülemeyeceği açıktır.
Ancak, bu çalışma Aristoteles’in kavramları üzerinden ilerlediği için
sahneleme kısmı açıkta bırakılmıştır.
[11] “Introduction”, Poetics, translated by Malcolm Heath, Penguin Books
Ltd, 1996, s. xxiii
[12] “Introduction”, Poetics, translated by Malcolm Heath, Penguin Books
Ltd, 1996, s. xxvi
[13] Aristoteles’in bilinmeyen bir tragedyadan yaptığı bir alıntıdır: Topra
ksoyluların bedeninde kargı şeklinde doğuştan bir iz bulunurmuş. Efsaneye
göre, Thebai şehrinin kurucusu Kadmos, bu şehri kurarken Ares’iğn ejderini
öldürmek zorunda kalmış, ejderin dişlerini de Athena’nın öğüdüne uyarak
toprağa gömmüştür. Kral Kadmos’a Thebai şehrini kurmaya yardım edecek
olan Toprak soylular, işte bu dişleri,n gömüldüğü topraktan çıkmışlardır.
[14] Karkinos, İÖ IV.yy’da yaşamış, Aristoteles’in çağdaşı bir tragedya
ozanıdır. Günümüze ulaşamamış oyunu Thyestes’te, Pelops soyundan
gelenleri omuzlarında bir yıldızla betimlemiştir.
[15] Odysseia (VIII, 400-585): Burada sözü edilen kişi Odysseus’tur. Odysseus
Alkinoos’un sarayında tanınmayan bir konuk olarak ağırlandığı sırada, Troya
savaşını dizelere döken bir ozanı dinlerken gözyaşlarını tutamaz; bunun
üzerine Alkinoos konuğundan gerçekte kim olduğunu onlara söylemesini
ister.
[16] “Köşebaşı Sahnesi”, Bertolt Brecht, Epik Tiyatro.
Download