Antik Yunan Medeniyeti Antik Yunan Medeniyeti • • • • • Tarihöncesinin bitiminde, MÖ 3100 ile 2400 arasında Anadolu’dan gelen istilacılar Yunanistan’a yerleşirler. Beraberlerinde tuncu getiren ve Kikladlara egemen olan bu insanlara Yunanlılar Pelasglar der. MÖ 1950’lere doğru Tuna’dan gelen Hint-Avrupalı yeni bir boylar dalgası kendini gösterir. Kimileri Küçük Asya’dan geçer, bunlar İonyalılardır. Bu halklar ve bunlardan Teselya’ya yerleşen Eolisliler, ki ilk Yunanlılarla bir tutulurlar, MÖ VI- II. yüzyıla doğru kendilerine Helenler diyecekler. Grek sözü daha sonraları Latinler tarafından ortaya atılmıştır. Mykenai uygarlığı (MÖ 1600’lerden itibaren), Homeros’un Akhalar dediği yeni istilacılara bağlanacaktır. MÖ*1220’lere doğru sıra başka Hint- Avrupalılara yani Dorlara gelir. Dorlar demiri getirir ve savaşçı bir toplum oluştururlar. Başta Zeus ile Apollon, tanrılar tanrıçaların yerini alır. Bir Yunan mitine göre bu halklar ilk insanların, Pyrrha ile Deukalion’un sovun- dandır. Antik Yunan Medeniyeti • • • • • • • • • • • • KRONOLOJİ MÖ y. 2500-1300 Minos uygarlığının altın çağı MÖ y. 2500 Girit'in en eski sarayları inşa edildi; Knossos'ta "Lineer A" yazısı doğdu MÖ y. 2000 Surlarla çevrilmemiş ilk saraylar görüldü MÖ y. 1550 Surlarla çevrili saraylar görüldü MÖ 2000 sonrası Sanat, zanaat ve ticarete ilişkin kanıtlar MÖ y. 1750 Girit'teki saraylar depremlerle yıkıldı MÖ y. 1628 Volkanik bir patlama, Santorini adasını tahrip etti MÖ y. 1450 Mikenler Girit'e akın etti MÖ y. 1230 Mikenler, Dorların akınına uğradı MÖ y. 1200 Deniz halkları Akdeniz havzasına göç etti MÖ 1100 sonrası Girit, Yunan kültürünün bir parçası oldu Antik Yunan Medeniyeti • • • • Girit ve Miken: Yunan Kültürünün Kökenleri MÖ 2500-750 Yunan kültürü, genellikle, Batı dünyasının en eski, ileri uygarlığı sayılır. Yunan kimliği, iki farklı kültürün; yani Minos ve Miken kültür lerinin özelliklerinden doğmuş ve bu kültürlerin etkisinde kalmıştır. Minoslar, genellikle ticaretle uğraşan, barışsever, denizci insanlardı. Girit adasında surlarla çevrilmemiş saray larda yaşadılar. Halk olarak, kendilerini, boğayla sembolize ettikleri yüce bir tanrıçaya ibadete adamışlardı. Minosların aksine, anakarada yerleşen Mikenler ise bir savaşçı kültürüydü. Askeri başarılar kazanmaya ve sayısız kent devlet kurmaya odaklanmışlardır. Antik Yunan Medeniyeti • Akalar MÖ 1600'den sonra, Akalar (“eski ırk") Yunanistan'a göç etti ve burada Mykenai gibi surlarla çevrili kent devletler kurdu. Yunan anakarasının her yerine dağılan Akalar, birbirleriyle de sürekli savaştı. Homeros'un destanlarında, Yunan toplumunda komutanların ve kralların özellikleri ve inanılmaz becerileri ayrıntısıyla anlatılır. Miken kültürü, muhtemelen birbirleriyle yaptıkları savaşların yarattığı huzursuzluklar ve denizden gelen saldırılar yüzünden MÖ 1200 civarında yok oldu. Antik Yunan Medeniyeti Antik Yunan Medeniyeti Antik Yunan Medeniyeti Antik Yunan Medeniyeti • Dorlar, MÖ 1200'lerden itibaren, tüm Yunanistan'da kendine yeterli kent devletler kurdular. Dor devleti, yani "polis", idari bakımdan vatandaşlık ve siyasi katılım anlayışına dayanıyordu. Her "polis", kendi anayasasını kendi düzenliyor, böylece siyasi özerkliğini ve bağımsızlığını koruyordu. Devletlerin aralarındaki iktidar çekişmeleri, Isparta ile Atina arasındaki Peloponez Savaşlarıyla doruğa çıktı ve sonunda çöküşlerine yol açtı. Tarımsal ve siyasi krizler, MÖ 8. yüzyılda, Avrupa'nın güneydoğu kıyılarına göçe teşvik et ti. Bu yeni kurulan koloniler, yine de, Yunan anayurt kültürüyle yakın bağlarını korudular. • Sicilya'daki Siraküza kent devleti önemli bir güç olarak ortaya çıktı. Antik Yunan Medeniyeti Antik Yunan Medeniyeti Antik Yunan Medeniyeti Antik (Eski) Yunan Medeniyeti Antik Yunan Medeniyeti • Karanlık Çağlar MÖ. 1100-800 • MÖ. 1100: Dor istilası ve Miken uygarlığının sonu • MÖ. 9.yy.: ilk Yunan kentlerinin kurulması Antik Yunan Medeniyeti karanlık çağlar – geometrik dönem – Homerik çağ • Arkeolojik kanıtlar, doğu Akdenizdeki tunç çağı medeniyetlerinin (Miken uygarlığı, Hitit uygarlığı, Truva ve Gaza gibi şehirler) yıkıldığını gösteriyor • demirden yapılmış silahlar kullanan istilacı kavimlerce (Dorlar)geniş çaplı bir yıkım yaşanmış, açlık baş gösteriyor, yerleşimlerin sayısı azalıyor ve boyutları küçülüyor nüfusta azalma var • Yunancada kullanılan yazı sistemlerinden biri olan Lineer B yazısı kayboluyor • çömleklerde önceki figüratif süsleme yerini basit geometrik biçimlere bırakıyor Antik Yunan Medeniyeti karanlık çağlar – geometrik dönem – Homerik çağ • Bu çağın sonlarında Yunanlar yeni bir yazı sistemi geliştiriyorlar. Fenike alfabesini alıp kendilerine göre uyarlıyorlar. Bu alfabeye yeni harfler ve sesler ekliyorlar • İlk gerçek anlamda alfabetik yazı sistemi ortaya çıkmış oluyor. • Yunancadan ayrı Frigçe gibi diller de bu alfabeyi kullanıyor. Koloniler yoluyla geniş bir alana yayılıyor. Antik Yunan Medeniyeti karanlık çağlar – geometrik dönem – Homerik çağ Antik Yunan Medeniyeti karanlık çağlar – geometrik dönem – Homerik çağ Antik Yunan Medeniyeti • • • • • • • • • • • MÖ 800 Yunanistan'da ilk mabetler inşa edildi MÖ 776 İlk Olimpiyat oyunları MÖ y. 750 Homeros, “İlyada" ve “Odissea" destanlarını yazdı MÖ y. 750-500 Yunanlar Akdeniz'e hâkim oldular MÖ y. 735 Sicilya'da Siraküza kenti kuruldu MÖ y. 650 lidyalıların parayı icat etmesiyle para birimine dayalı ekonomi doğdu. Ekonomik krizler, köle emeği kullanımına yol açtı MÖ y. 650 sonrası Ekonomik ve siyasi huzursuzluklar, çeşitli kent devletlerde tiranların ortaya çıkmasına yol açtı MÖ 650 sonrası Karadeniz'de, Trakya'da ve Anadolu'nun batısında Yunan kolonileri MÖ 621 Atina’da Dra- kon'un katı yasaları yürürlüğe girdi MÖ 594 MÖ 550'den sonra, Atina "arkhon"u (baş yöneticisi) Solon'un yasaları yürürlüğe girdi. Solon bunun ardından Atina'yı terk etti. Atina kolonileri, Tiren Deni- zi'nden Barcelona'ya kadar yayıldı MÖ 485 sonrası Gelon'un tiranlık yönetimiyle birlikte Sira- küza'nın önemi arttı. Antik Yunan Medeniyeti • Doğa felsefesi MÖ. 550-450 – Miletli düşünürler ve Anaksagoras • Pisagor (Pithagoras) MÖ. 570-495 – Sayılar ve geometri • Elea okulu – Parmenides, Zeno • Empedokles • Atomcular – Leukippos, Demokritos • Tıp – Hippokrates • Felsefe ve akademi – Sokrates ve Platon Antik Yunan Medeniyeti Eski Yunan "da Bilim Ş imdi, kültürü bizim kültürümüzü derinden etkilemiş olan bir medeniyete geçiyoruz. Bu medeniyetin doğal âlemi anlama yolundaki teşebbüsleri, bizim düşünce tarzımızı diğer herhangi bir medeniyetten çok daha fazla etkilemiştir. Bu medeniyetin bakış açısı, edebiyatı ve bilimi, bizim dünya görüşümüzün temellerini oluştur- maktadır. Batı'daki bütün eskiçağ toplumları arasında, olguları toplayıp karşılaştıran, onları büyük bir bütün dahilinde tutarlı bir şekilde birleştiren, evreni büyüye ve hurafeye başvurmadan ilk açıklayan Yunanlılar olmuştur. Onlar, fikir üreten, sağlam açıklamalar tasarlayan ilk doğa filozoflarıdır. Açıklamalarındaki zayıf ve karanlık noktalan örtmek için tanrılara başvurmamışlardır. Ancak bütün bunlar birdenbire ortaya çıkmamıştır. Yunanlılar, Athena’nın yaptığı gibi, tam teşekkül Zeus'un alnından fırlamamıştır. Doğu Akdeniz'in daha eski kültürlerinin mirasçıları olmuşlar ve sahip oldukları bilim zihniyetini yavaş yavaş geliştirmişlerdir. Ege Medeniyeti Yunan kültürü Mısırlılara, Fenikelilere ve daha sonra Mezopotamyalılara borçlu olmakla birlikte, her şeyden önce, daha eski iki kültürün, Minos ve Miken kültürlerinin ürünüdür. Bu son iki kültür, Ege Denizi nde yer almış olup Batı'da Yunanistan, Do65 ğu’da Türkiye ile çevrilmişti. Girit Adası'nm ve Siklatlar'ın (Cyclades) ° yer aldığı bu bölgede 00 yaşayan neolitik toplumlar için MÖ 3000 ile 2200 yıllan arasında Bronz Çağı başlamış bulunuyordu. MÖ 2500’lerde Girit'te, Siklatlar’da ve Yunan yarımadasının güney kısmında metal işlemeciliği gelişmiş düzeydeydi. Her iki kültürde de birkaç odalı ve kiremit damlı evler inşa edilmekteydi. Ancak bu iki kültür arasında bazı farklar vardı. En önemli fark ölüleri gömme şeklindeydi. Girit'te toplu mezarlar varken, Siklad adalarında en fazla altı, ama ekseri daha az sayıda ceset alan küçük mezarlar kullanılmaktaydı. İki bölge arasında ticaret yapılmakta; örneğin zarif beyaz mermer heykeller, altın ve gümüş eşya karşılığında Siklad Adaları'ndan Girit e gitmekteydi. O dönem Girit mücevherlerinde görülen Mezopotamya etkisi, iki kültür arasında önemli bir bağlantının bulunduğuna işaret etmektedir. MÖ 2300 ile 2000 arasında, Siklad Adalarındaki ve Girit'teki yaşam tarzındaki birlik, göçebe istilacıların akınları sonucu bozuldu. Sikladlar'a gelenler muhtemelen Anadolu kökenliydi. Yunan yarımadası da MÖ 2300'den bir müddet sonra Güney Rusya ve Balkanlardan gelen Kurganlar tarafından istila edildi. Hint -Avrupa ırkından olan Kurganlar, hayvancılıkla yaşayan ve at yetiştiren bir halktı. Birçok göçebe topluluk gibi karşılaştıkları kültürü devralmakla birlikte, bu kültüre yeni fikirler getirdiler. Bunların arasında atlardan faydalanma ve ölü gömmeyle ilgili yeni fikir ve adetler vardı. O devirde, Yunan yarımadasındaki kültür, Sikladlar'daki ve bilhassa Girit'teki kültürden geri durumdaydı. Gerçekten de Girit, kuzeybatıdaki kargaşalıklardan az etkilenmişti ve gelişmesini MÖ 1500 yıllarına kadar, saldırılara maruz kalmadan sürdürdü. Girit, geniş bir ada değildi; genişliği 55 km.'den fazla olmayıp, uzunluğu ise sadece 2-45 km. idi. Böyle olmakla birlikte, burada güçlü bir medeniyet gelişti. Bu medeniyetin merkezleri arasında güneydeki Faestos ve kuzey kıyısındaki Mallia vardı. Ancak en önemli merkez, kıyıdan birkaç kilometre içeride (Mallia'ya 25 km. uzaklıkta) bulunan Knossos idi. Giritliler, Akdeniz Havzası'nın ilk deniz gücü olmakla birlikte, daha ziyade güçlü hükümdarları Kral Minos sayesinde hatırlanır. Zeus ve Europa’nın efsanevi oğlu Minos, Girit Krallığı'nı deniz tanrısı Poseidon'un yardımıyla ele geçirmişti. Bu da, Giritlilerin ne kadar yaman denizciler olduğunu hoş bir şekilde vurgulamaktadır. Gerek duvar resimleri, gerek çanak çömlek üzerindeki resimler, Minosluların doğayı dikkatle gözlediklerine işaret eder. Çeşitli bitkileri, yaban ördeği, ahtapot ve uçanbalık da dahil olmak üzere birçok hayvanı gerçeğe çok yalan olarak tasvir etmişlerdir. Minos kültürünün en parlak dönemini takiben bir dizi felaket meydana geldi. Önce MÖ 1500'de, Girit’ in yaklaşık 110 km. kuzeyindeki Thera Adası nda büyük bir volkan patlaması oldu. Bu patlama adadaki yerleşim bölgelerini metrelerce kül tabakası altına * Yunan Yarımadası nın güneydoğusunda yer alan çok sayıdaki adacık. ** Bu dönem, Mezopotamya’da Sümer dönemi, Mısır'da Eski Krallık dönemi ile çağdaştır. 66 gömmekle kalmayıp, Girit'in kuzey kıyılarını ve Sikladları yüksek dalgalara maruz bıraktı; Melos Adası’nın bir kısmının da tamamen sular altında kaldığı tahmin edilmektedir. Platon un anlattığı Atlantis hikayesinin kaynağında da, muhtemelen, Thera’daki bu püskürme vardı. Bu hikaye -eğer Platon doğru söylüyorsa— patlamayla ilgili bir Mısır kaydının tekrarı olabilir. Patlamanın, Girit medeniyetinin çekirdeği üzerindeki olumsuz etkileri kalıcı olmasa da, yaklaşık bir nesil sonra, milattan önce on beşinci yüzyılın ortalarına doğru Girit'in güneyinde ve merkezinde bulunan önemli yerlerin çoğu aniden yanarak yok oldu. Siklatlar da, Girit m tahrip olmasından az sonra, yarımadadan gelenler tarafından istila edilerek yağmalandı. Burada da, yerleşim merkezleri yanarak yok oldu. MÖ 1400 ile 1150 arasında Girit e yeni bir yıkım dalgası geldi ve bu sefer Knossos Sarayı, bir daha inşa edilmemek üzere yıkıldı. Atina şehri ve Argolis Körfezi’ndeki Tirins de önemli merkezler olmakla birlikte Ege’nin güç merkezi Peleponnes Yarımadası ndaki Miken’e (Mycenae) kaydı. Ancak, milattan önce on üçüncü yÜ2yılın sonuna doğru, Peleponnes Yarımadası'ndaki başlıca şehirler kuzeyden gelen "barbar” istilası sırasında yakılıp yıkıldı. Bu istila, tüm Ege medeniyetinin çöküşünü başlattı. Yunanlıların Gelişi Klasik Yunan dili, Doğu ve Batı olmak üzere iki lehçeye ayrılır. Bu durum, Yunanca konuşan insanların, bizim bugün Yunanistan adını verdiğimiz bölgeye iki göç dalgası halinde gelmiş olduklarına işaret edebilir. Doğu lehçesinin kaynaklan oldukça tartışmalıdır. Buna karşılık, batı lehçesi konuşan Dor Yunanlılarının milattan önce onuncu ve on birinci yüzyıllar arasında Yunan Yarımadası’nın kuzeybatısından ve kuzey bölgelerinden Peleponnes'e geldikleri kesindir. Bunlar, dalga dalga güneye doğru inmişler ve sadece Peleponnes e değil, güney Ege adalarına, On İki Adaya (bugünkü Türkiye’nin güneybatı kıyısının açıklarında) ve Asya'nın güneybatı kısmına (Türkiye) yerleşmişlerdi. Dorların gelişi Attika ve Argolis dışında nüfus azalmasına sebep olmuştu. Bu azalmada, istilaların ne kadar payı olduğu; kıtlık ve kuraklık getiren iklim değişikliğinin ne derece etkili olduğu bilinmemektedir. Dorlar, beraberlerinde yeni düşünce tarzları getirmişlerdi. Bunların Miken kültürü ile karşılaşmasıyla, bazen "ilk geometrik" kültür olarak adlandırılan bir kültür ortaya çıktı. Bu isim, Atina'da geliştirilen çanak-çömlekçilik ve diğer sanatlarda biçim ve orantıya gösterilen özel ilgi ve dikkatten dolayı verilmişti; eski şekil ve modeller, Mikenlilerin Minos sanatını uyarlamaya başladıklarından beri hiç görülmemiş kusursuzlukta yeniden işlenmişti. Aslında bu, bizim Klasik Yunan sanatı olarak kabul ettiğimiz sanatın başlangıcı olup, Yunan bilim ve felsefesine çok önemli etkiler yapacak olan görüşün varlığını ortaya koymaktadır. 67 Homeros ve Hesiodos’un Dünyası Homeros ve Hesiodos, eserlerinde bu yeni Yunan kültürünün ilk filizlerini bulduğumuz iki şairdir. Ancak bunlar, yeni çağın ataları oldukları kadar, eski Akdeniz medeniyetlerinin mirasçıları olduklarından, eserleri Miken ve Minos uygarlıklarının izlerini taşımaktadır. Eski kültürlerin mirasçıları olarak, asırlık şiir ve mitoloji geleneğini sürdürmüşlerdir. Bu gelenek, insanlık kadar eskidir. Zira insanlar, köklerini açıklamak, önemli olayları anmak, geçmiş zaferleri hatırlamak ve tarih devirlerini yüceltmek ihtiyacını her zaman duymuşlardır. Homeros’un hayatı hakkında hiç bilgi bulunmamaktadır. Hatta bu ismi taşıyan tek bir kişinin mi yoksa birden fazla kişinin mi bulunduğu bilinmemektedir. Ancak ilk Yunan filozoflarının geldiği İyonya’da,* yani Türkiye’nin batı kıyısında yaşamış olması muhtemeldir. İlyada, Batı Anadolu'da yer alan Truva’daki (Troy) kuvvetlerin yarımadada yaşayan Yunanlılar ile yaptıkları efsanevi Truva savaşındaki olayların kaydı gibi görünmektedir. Savaşın kesin tarihi belli olmayıp, MÖ 1280 ile 1180 arasındaki herhangi bir tarihte yapılmış olabilir. Destan, muhtemelen üç veya dörtyüz yıl sonra, milattan önce dokuzuncu yüzyılın ortasında yazılmıştır. Odisseia, ise muhtemelen yüz yıl sonraya aittir. Bu da, İlyada’ nın yazarının Odisseiayı yazamayacağı anlamına gelmektedir ve bilim adamları sık sık Odisseia yı Homeros Il’nin eseri olarak zikrederler. Bu, Odisseia’nın farklı niteliğini açıklar: İlyada bir savaş ve kavga hikayesi olduğu halde, Odisseia barış, Grek kolonistleri, seyyahlar, tacirler ve ev hayatı hakkındadır (Resim s. 79). Aynı zamanda daha romantik ve daha ahlakidir. Bu iki destan, Yunan medeniyetinin ilk zamanlarında büyük öneme sahipti ve öğretmiş olduklarından dolayı burada konu edilmişlerdir. Yunan dilinde birliği sağlamada yardımcı oldukları gibi, Miken dönemi davranış ve görüşlerinden bazı şeylerin korunmasına katkıda bulunmuşlardır. Bu destanlarda, Egeli ve Fenikeli denizcilerin elde ettikleri coğrafya bilgileri de yer almıştır. Bu denizciler Atlantik Okyanusu'na ulaşmışlar ve disk şeklindeki dünyanın büyük bir okyanusla çevrili olduğu fikrini ülkelerine getirmişlerdi. Bu destanlardan, doğa âlemiyle ilgili inançlar ve dönemin tıp bilgileri hakkında da fikir edinmek mümkündür; zira savaşlar yaralanmalara sebep olmuş ve yaralar da tıbbi tedavi gerektirmişti. Ayrıca, tarım ve çiftçilik, sanatlar ve zanaatlar hakkında; iyi veya kötü, yiğitçe veya alçakça davranışlar hakkında da bilgiler vardı. Kısaca bu destanlar, Homeros ve döneminin ahlaki tutumları ile dünya görüşünün içyüzünü kavramamıza yardımcı olmaktadır. “Yunan kelimesi de buradan gelmektedir. Türkler İyonyalılarla karşılaştıklarında tüm bu kültürlere ve insanlara "yunan” demişler ve sonra devlet kurulunca Yunanistan adı verilmiştir. Be nedenle "eski yunanlılarca "eski grekler” dememiz gerekirken, "Yunan" terimini kullanıyoruz. 68 Didaktik şiirin ustası olan Hesiodos, Yunan Yarımadası'nın merkez bölgesindeki Boesya'nın (Boeotia) Askra şehrinde yaşamıştır. Kendisi bugün Theogonia ve Erga kai hemerai (İşler ve Günler) adlı şiirleriyle hatırlanmaktadır. Birincisinin başlığı “Tanrıların Doğuşu" şeklinde çevrilebilir ve Yunan tanrı ve tanrıçalarının mitoslarını konu alan bir şiir olduğu için bizi burada fazla ilgilendirmez. İşler ve Günler ise, esas olarak çiftçilik ve denizcilikle ilgili kurallardan bahseder. Bununla beraber, uğurlu ve uğursuz günler için bir takvim vermekte ve ahlaki öğütler de sunmaktadır. Ahlak bakımından önemli bir çöküşün görüldüğü savaş sonrası dönemde yaşayan Hesiodos, iyilik ve kötülük, adalet ve adaletsizlik meseleleriyle de ilgilenmişti. Altın Çağa geri bakmış; gelenek sevgisini ve davranış güzelliği kavramını yüceltmişti. Ancak, denizcilik ve çiftçilik kuralları, şiirin üçte birinden fazlasını teşkil etmektedir ve basit yönergelerden ibarettir. Bunlardan bir tanesi şöyledir: "Ne zaman ki Atlas’ın kız evlatları Pleiadlar yükselir, o zaman hasada başla. Ne zaman ki batarlar toprağı sürmeye başla. Onlar kırk gün ve gece saklıdır ve sene devrettiğinde, orağını bilediğin zaman tekrar görünürler. Bu, ovaların ve deniz kenarında yaşayanların kanunudur." Gerçekten de bu kısım, esas olarak bir çiftçi takvimidir, ancak ilk çiftçi takvimi değildir. Yaklaşık bin yıl kadar önce, Sümerlerin de böyle bir takvimi vardı ve Hesiodos, bu eski ve sağlam geleneği izlemişti. Bu gelenek bize, köylünün günlük hayatının nasıl olduğunu öğretmektedir. Denizcilik kuralları da takvim gibi basittir ama en azından onun kadar etkilidir. Uğurlu ve uğursuz günler hakkındaki son kısım, tamamıyla batıl inançlara dayanmaktadır; ne akılcılık, ne de daha önceki bölümlerin şairane gücü ile uyum içindedir: bu kısım muhtemelen sonradan eklenmiştir. Erken Dönem İyonya Bilimi Burada ilk defa yazar adı verebiliyor olmamız, okuyucunun dikkatini çekmiş olmalıdır. Bundan böyle, yazan bilinmeyen bir metne güvenmek zorunda kalmayacak, metin yazan karşımızda olacaktır. En azından Hesiodos sözkonusu olduğunda bu böyledir. Her ne kadar bilimsel olmaktan çok edebi bir çağ olsa da, Homeros ve Hesiodos, bugün bile hayran kalınan bir çağın, yeni bir kültürün habercileridir. Ancak, milattan önce yedinci yüzyılda değişik bir şey ile, bir bilim çağı ile karşılaşmaktayız. Yunan dininin en az diğer eski dinler kadar animistik olmasına, bu dinde tanrılara kurbanlar sunulmasına ve insanla ilgili işlerde ilahi müdahalenin bulunmasına rağmen, Yunan bilimi, doğa yasalarının araştırılmasını, insan ile tanrılar arasındaki ilişkilere kadar her türlü dini sorunlardan ayırma hususunda dikkate değer bir başarı göstermiştir. Nihayet, Yunan bilimi denilen hayret verici olgunun başlangıcı ile karşı karşıyayız. Bilimin niçin Akdeniz'in doğu kısmında aniden tomurcuklanmaya başladığı sorusuna kesin bir cevap verilemez. Bunun niçin böyle olduğunu açıklayacak coğrafya veya ırkla ilgili bir sebep yok gibidir. Tek söyleyebildiğimiz, burada kurulan kolonilerdeki insanların yeni bir politik çevrede, dışarıdan baskı görmeden tamamen kendi düşünceleri doğrultusunda ve kendileri için yeni olan bir bölgede yaşamış olduklarıdır. Bu insanlar, soru sormaya ve cevap aramaya mecburdu; eğer geleneksel hayat tarzlarını korumuş olsalardı belki de bunu hiç yapmayacaklardı. Belirli bir meselenin birden fazla çözümünün bulunduğunu ve işleri her zaman yapılmış olduğu gibi yapmanın arzu edilir bir şey olmadığını görebildiler. Olaylara getirilen yeni bir bakış, türlü türlü gelişmeye açıktı. Bundan başka, İyonya bir ticaret bölgesiydi: doğudan, güneydoğudan, Bereketli Hilal'den veya daha uzaklardaki İran’dan, Hindistan'dan ve hatta Çin'den gelen tacirlerin toplandıkları bir merkezdi. Dolayısıyla İyonyalılar, uyancı bir ortamda yaşamaktaydı. Bu durum, her yerden çok, bilhassa İyonya'nın ana limanı ve en zengin pazarı Milet için geçerliydi. Milet'li Tales Tales (Thales), muhtemelen Fenike asıllı bir ana babadan MÖ 624 civarında doğdu. Bununla beraber, soyu söz konusu olduğunda genellikle gerçek bir Miletli olarak kabul edilir. Devlet adamı, matematikçi, astronom ve müthiş bir iş adamıydı. Aynı zamanda eski Yunan geleneğindeki “Yedi Bilge"den biriydi. Devlet adamı olarak, İyonya şehirlerini Perslere karşı birleşmeye ikna etmeye çalıştı: Perslerin büyüyen güçleri onun için sürekli bir sıkıntı kaynağıydı. Ancak yine de İyonyalılar, Pers saldırısına karşı koyamadı. İş konusundaki keskin görüşlülüğü hakkında Aristoteles şunları anlatmaktadır: Ta- 70 les gerçekçi olmamakla, para kazanmak yerine felsefeye çok fazla zaman harcamakla suçlandığı zaman kendini eleştirenleri şaşırtmaya karar verir. Bir sene sonraki zeytin rekoltesinin bol olacağını önceden tahmin ederek, Milet ve Sakız Adası civarındaki bütün zeytin sıkma makinelerine para yatırır ve hiç kimse ona karşı fiyat arttırmadığından, presleri düşük fiyata kiralar. Hasat mevsimi gelince, preslerin hepsine aynı zamanda ihtiyaç duyulur ve Tales onları, istediği fiyattan başkalarına kiralar. Aristoleles’e göre, “bu şekilde Tales, filozofların da, eğer isterlerse, zengin olabileceklerini, ancak onların tutkularının başka yönde olduğunu dünyaya göstermiştir." Bunun yanında, yıldızlan seyrederken kuyuya düşen Tales’in, güzel ve şirin bir Trakya'lı kız tarafından alaya alınışını anlatan bir hikaye daha vardır. Burada Tales, burnunun dibinde neler olup bittiğini görmekten aciz olduğu halde, göklerde neler bulunduğunu keşfetmeye çalıştığı için alaya alınmaktadır. Böylece iki zıt gelenekle karşı karşıya bulunmaktayız: biri, bir filozofun ne kadar gerçekçi, diğeri ise gerçeklerden ne kadar uzak olabileceğini göstermektedir. Ancak, Tales'in felsefesinin pratik yönü olduğu muhakkaktır, örneğin, denizde mesafe tesbiti üzerinde çalışmıştır. Yaklaşık MÖ 547'deki ölümünden yüzyıl sonra, pratik zekâ sembolü olarak yüceltilmiştir. Belki de, Aristoteles'in hikayesini diğer anlatılanlardan daha fazla dikkate almalıyız. Tales'in şöhreti, öncelikle onun astronomisine ve hiçbir surette ulaşmış olamayacağı bir başarıya dayanır. Milattan önce 28 Mayıs 525 tarihinde meydana gelen tam Güneş tutulmasını önceden haber verdiği ve böylece Lidyalılar ile Medler arasındaki altı yıllık düşmanlığı sona erdirdiği söylenmiştir. Tales'in bunu, Mısır'a yaptığı geziler sırasında öğrendiği ve Babillilerin de bildiği tutulmalar devresi "Saros'u kullanarak başardığı ileri sürülmektedir. Ancak Babilliler böyle bir devreyi bilmemekteydi. Yapabildikleri tek şey, Ay'ı sonuncu dördünden sonra, yeni Ay'a yakınken gözlemleyip bir tutulmanın meydana gelip gelmeyeceğini anlamaktı. Tales bunu biliyor muydu? Eğer biliyor idiyse başarabilir miydi? Birçok bilim tarihçisi, Tales'in bu tahminini söz konusu yöntemi kullanarak yapmış olamayacağı görüşündedir; en azından, Tales'in bu olayı, beşinci yüzyıl Yunan tarihçisi Herodot'un kaydettiği gibi olayın meydana geldiği yıl içinde haber vermiş olması mümkün değildir. Mutlu bir tesadüf de söz konusu olamayacağından, üzülerek de olsa, bunun ona ölümünden sonra yakıştırılmış bir başarı olduğunu kabul etmeliyiz. Benzeri yakıştırmalar geçmişte sıkça görülmektedir ve ilk defa Tales için yapılmamıştır. Yüz yıl sonra filozof Anaksagoras'ın da, önceden tahmin edilmesi oldukça imkânsız ve ancak şansa dayanan bir olayı büyük bir göktaşının Aegospotami'ye düşmesini haber verdiğine inanılmaktaydı. Yunanlılar, matematik bilgilerini Tales yoluyla Mısır dan aldıklarını ileri sürmüşlerdir. Gerek Heredot ve Aristoteles, gerekse Aristoteles'in bir matematik tarihi yazmış 71 olan öğrencisi Ödemos (Eudemos), Tales’in bu konuyu, Mısır a yaptığı bir gezi sonrasında Yunanistan’a getirdiğini iddia etmiştir. Hatta Ödemos, Tales’in teorik geometri konusunda bir dizi önermeler getirdiğini belirtmiştir. Bununla beraber, Mısır matematiği hakkındaki bugünkü bilgilerimiz, Mısırlıların o zaman teorik bir geometriye sahip bulunduklarını kabul etmemize imkân vermemektedir: Mısırlıların geometrisi tamamen pratiğe ve tecrübeye dayalı bir geometriydi. Eğer Tales, bu tip geometriyi Mısır'dan getirmediyse, acaba kendisi mi tasarlamıştı? Geometrinin, Yunanlıların üstün başarı gösterdikleri bir matematik dalı olduğu kesindir: sanatları, onların simetriye ve zarif şekillere olan ilgilerini gösterir. Daha sonraları geometri konusunda üstün yetenek sergilemiş olsalar da, bu süreci Tales'in başlattığına dair delil yoktur. Tales’in geometri ile uğraşmış olduğu kesindir; ancak çalışmalarının hepsi pratik tarzda yapılmış gibi görünmektedir ve bu da tıpkı Mısır'dan getirmiş olabileceği türden bir geometridir. Bununla beraber, geometrinin, daha sonra geliştirilecek olan, tüm teorik yapısının böyle bir pratik geometriden doğmuş olduğu şüphesizdir. Teorik geometriyi icat etmemiş ve tam Güneş tutulmasını önceden haber vermemiş olsa bile, Tales etkileyici bir zekâya sahipti. Evrenin yapısı üzerinde düşünerek, her şeyin temelinde suyun bulunduğu sonucuna vardı; Yer'in su üzerinde yüzen yassı bir disk olduğuna inandı. Bu inanış bugün basit ve saf görülebilirse de, Mısır'da gezen ve Nil'in taşmalarının hayat verdiği çorak araziyi gören biri için bunu ileri sürmek pek mantıklı ve akılcı bir önerme gibi görülebilir. Daha da ilerisi, Tales arazinin verimliliğinden tanrıları sorumlu tutmadı; buna doğal ve fiziksel bir açıklama bulmaya çalıştı. Kısaca, bilimsel bir bakış açısını benimseye gayret etti. Yer sarsıntılarını açıklamak için de aynı yaklaşımı benimsedi ve “yüzen Yer” fikrini temel aldı. Depremlerin Yer'i kuşatan okyanuslardaki sıcak su fışkırmaları ile başladığını ve bunların da Yer’i sarstığını ileri sürdü. Nasıl olursa olsun, Tales’in Yunan biliminin ayırdedici özelliklerini ortaya koyan nitelikleri sergileyen ilk kişi olduğu kesindir: âleme doğaüstü değil, doğaya dayalı açıklamalar getirmiş, gözlem ve tecrübelere başvurarak bunların temelinde yer alan teorileri ortaya koymaya çalışmıştı. Anaksimandros, Anaksimenes, Hekataeos ve Heraklitos Tales’in genç bir çağdaşı olan ve daha ziyade Anaksimander olarak tanınan Anaksimandros, milattan önce yaklaşık 610’da doğdu ve 547’den bir süre sonra öldü. Tales için olduğu gibi, Anaksimandros için de elimizde bilgi olarak, yalnızca daha sonraki Yunan filozoflarının pek güvenilir olmayan rivayetleri bulunmaktadır. Buna göre, Anaksimandros ekinoksları ve ekliptiğin eğimini belirlemiştir. Diğer bir ifade ile, güneşin gök- yüzündeki görünür yörüngesinin gökkubbe ekvatoruna (göklerin etrafında dönüyor- 72 muş gibi göründüğü nokta olan gökkubbe kutbu ile 90 derece yapacak şekilde çizilen gökteki hayali çizgi) olan eğimini tesbit etmiştir. Ancak Anaksimandros'un bu çalışmaları yapmış olması pek muhtemel değildir. Çünkü, bu veriler zaten Babil ülkesinde bilinmekteydi; aynca bu tip bir çalışma, Anaksimandros'un diğer fikirlerine oldukça ters düşmekteydi. Buna karşılık, Anaksimandros Yer'in üzerinde yaşanılan bölgenin bir haritasını çizdi. Ayrıca, Yer ve onun üzerinde yaşayanlar hakkında bir kitap yazdı: sonsuz sayıda dünya bulunduğunu ve bunların sonsuz bir evrenden kopmuş olduklarını ve bir gün geri dönüp bu evren ile tekrar birleşeceklerini düşündü. Sonra, Yer ve çevresini oluşturan maddenin oluşumunu açıklamaya girişti: madde önce parçalara ayrılmış ve bir dönme hareketinin etkisinde kalmıştı. Bunun sonucunda ağır maddeler merkeze düşmüş ve Yer meydana gelmişti. Ateş ve hava, çevrede kalmış ve gök cisimlerini oluşturmuştu. Güneş ve Ay'ın hava ile çevrili ateş halkalarından oluştuklarını düşündü. Havanın içinde boru şeklinde geçitler vardı ve ateşin ışığı bu geçitlerden geçmekteydi. Böylece Ay'ın evrelerini, Ay borusunun ağzının değişik açılardan görülmesiyle açıkladı. Tales, tutulmaları da aynı yolla açıkladı. Anaksimandros'a göre Yer kısa bir silindir şeklindeydi; insanlar bu silindirin bir ucundaki alan üzerinde yaşamaktaydı. Su, Anaksimandros'un varlık şemasında önemli bir yere sahipti. Çünkü, bütün hayvanlar, Güneş ışığının etkisiyle, denizdeki maddelerden meydana gelmişti. İnsan ise balıktan türemişti. Böylece burada, Tales ile yaklaşık aynı dönemde, yaratılışın tutarlı bir şeması ile karşı karşıya gelmekteyiz. Bu şemada her şey bir başlangıç noktasından yani Yer'in ve göklerin oluşumu, herhangi bir ilk maddeden çıkılarak açıklanmıştı. Bu, bizim bugün kabul edebileceğimiz bir açıklama değilse de, varsayımların tasarlanmasını ve bunların sonuçlarını incelemeye dayalı bir yaklaşımı yüceltmekteydi. Her ne kadar, bizim modern teorilerimiz daha doğru olsa da, bu yaklaşım, günümüzde kullanılandan çok uzak değildir. Anaksimenes, muhtemelen Anaksimandros'un öğrencisiydi ve evren görüşü hocasınınkine çok benzemekteydi. O da, hocası gibi Yer'in ve göklerin kaynağının sonsuzluk olduğuna inanmıştı. Ancak, her şeyin kaynağını oluşturan temel maddenin hava olduğu fikri Anaksimenes'in kendisine aitti: hava, sonsuzluğa doğru yayılmaktaydı. Anaksimenes, havanın temel madde olduğunu görüşüne yoğunlaşma ve seyrelme olaylarının farkına vararak ulaşmıştı. Havanın etrafımızda dağılmış olduğu zaman görünmez olduğunu, fakat yoğunlaştığında suya, ısıtıldığında ateşe dönüştüğünü söyledi. Bu iddiaları desteklemek için şu gözleme —veya denebilirse deneye- işaret etti: hava, dudaklarımızı birbirine yaklaştırıp üflediğimizde soğuk, halbuki ağzımızı daha geniş açıp hohladığımızda sıcaktı. Anaksimenes için ilk madde, çok ufak taneciklerden oluşmaktaydı. İlk 73 maddeyi adlandırmak için “hava” kelimesini kullandı, çünkü o, gerçek hava gibi her yerde vardı ve her şeyin içine girebilmekteydi. Nefes, ruh ile bir tutulmuştu ve insan vücudunu bir arada tutan şey ruhtu, nefesti. Bu görüşün eski medeniyetlerin birçoğunda yaygın olduğu sanılmaktadır. Anaksimenes ayrıca, tüm evrenin, kozmosun nefes aldığına ve böylece her şeyin ruhu olduğuna inanmıştı. Disk şeklindeki Yer meselesine gelince, Anaksimandros gibi Anaksimenes de, maddi dünyanın kendi etrafında dönen hava kütlesinin yoğunlaşmasıyla meydana geldiğini düşündü. Yer, havanın üzerinde yüzmekteydi. Güneş ve Ay, Yer'in etrafında dönen ve ateşten yapılmış disklerdi. Uzaklaştıkça gittikçe görünmez olmakta ve Yer'in kuzey bölgelerinin arkasına gidince tamamen gözden kaybolmaktaydı. Gerçekten de bir haritaya bakıldığında Milet'in çok kuzeyinde dağlar —Bulgaristan'daki Rodop Dağlan— bulunduğunu görülür. Böylece Anaksimenes, akıl hocası Anaksimandros'u izleyerek ve sağlam bilimsel gerçeklerden yola çıkarak, evreni bir kere daha tasvir etmeye çalışmıştı. Hayatı hakkında çok az şey bilinen Hekataeos, bugün bazı çevrelerde Yunan nesir sanatının ilk yazarlarından biri, başka çevrelerde ise ilk Yunanca coğrafya eserinin yazan olarak tanınmaktadır. Ne yazık ki, coğrafya eserinin orijinal metni artık mevcut değildir. Ancak, daha sonra verilen bilgilere göre, esere bir harita ekliydi ve biri “Avrupa", diğeri “Asya ve Afrika" hakkında olmak üzere iki kısımdan meydana gelmişti. Eser, anlaşıldığı kadarıyla, özellikle kıyı bölgelerindeki yerler ve orada yaşayan insanlar hakkında ayrıntılı bilgi vermekteydi. Hekataeos da, Yer’in üzerinde yaşanılan bölgesinin disk şeklinde ve “Oceanus"un (Okyanus) sulan ile çevrili olduğunu düşünmekteydi. Bu sınırlar içinde harita, Akdeniz havzasının genel manzarasını vermiş gibi görünmekteydi. Ek olarak, Libya, Mısır, Mezopotamya ve Hindistan'ın bir kısmı, hatta Avrupa’dan bazı yerler gösterildiği gibi, Keltler ülkesi ve İskitler (Kırım ve Güney Rusya'da yaşayan göçebe toplum) ülkesi de işaretlenmişti. Gemici ve tacirlerden edinilen kulaktan dolma bilgi ve rivayetlere dayanan bir coğrafya kitabında, bekleneceği gibi, efsane ile gerçek yanyanaydı: timsah avı, su aygın ve anka kuşu için verilen tanımlar için de bu böyleydi. Diğer taraftan Hekataeos, okyanus çemberi “Oceanus”a fazla önem vermiş, Nil Nehrinin senelik taşmasını açıklamak için bu çemberi kullanmış, taşmaya Libya Dağları'ndaki karın erimesinden gelen suyun sebep olduğunu ifade eden Anaksagoras’m daha gerçekçi görüşünü kabul etmemişti. Bütün bunlara rağmen, kitap bir bütün olarak güvenilirdi. Hekataeos'un çağdaşı olduğu tahmin edilen Heraklitos, Milet'in yaklaşık 50 km. kuzeyinde yer alan bir liman şehri olan Efes'te doğup büyüdü. Diğer filozoflara sert eleştiriler getiren, insanlardan uzak duran kibirli bir kişiydi. Eseri zor anlaşılır olduğu kadar, okuyucularının zekâ kıtlığı hakkında iğneleyici sözler de içermekteydi. Ancak bü- 7A tün bu kusurlarına rağmen içinde bazı faydalı fikirler vardı. Evrenin, bir müzik aletinin telleri gibi sürekli gerilim içinde olduğunu ve zıt uçlar arasında dengede durduğunu ileri sürdü. Bu düşünce tarzının etkileri, başta insanların davranışları üzerindeki açıklamaları olmak üzere, Heraklitos’un bütün açıklamalarında görülür. Bu fikirleri ile, insan ruhu ile ilgili bir mesaj vermeye çalışmış olması muhtemeldir. Eğer durum böyle ise, başarısız olmuştu. Kendi döneminde olduğu gibi bugünki şöhreti de, doğa âlemi hakkında öğrettiklerine dayanmaktadır. Doğadaki her şeyin kararsız ve sürekli değişim içinde olduğunu düşünmüştü, öyle ki, duyularımızla algıladığımız her şey geçiciydi, gerçek bilgi değildi. Bu görüş, daha sonra yaygınlık kazanacak ve pratik gözleme verilen önemi sınırlamaya yönelik bir sav olarak kullanılacaktı. Heraklitos’un evreninde ateş, bir değişim aracı olarak çok önemli bir yere sahipti. Ateş, nesneleri yakıp kül etmekte, kendileri de ateş olana kadar onları değiştirmekteydi. Ateş olmadan maddeler ne yoğunlaşabilmekte ne de katılaşabilmekteydi. Gök cisimleri, içinde ateş bulunan çanaklardı ve Ay'ın evreleri, çanağın ağzının bize değişik şekillerde dönük olmasından kaynaklanmaktaydı. Gerçekten de, gökyüzü çok açık ve Ay ufuktan çok yüksekte olduğu zaman, Ay diskinin yüzeyi bir kabın içi gibi gözükebilmektedir. Aslında bu, düşünülemeyecek kadar müthiş bir fikir değildir. Pithagoras İyonya Okulu üyelerinden hiçbiri, Pithagoras kadar sonraki kuşaklar üzerinde etkili olmamıştır. MÖ 560 civarında, Milet'in yaklaşık 50 km. kuzeybatısındaki Sisam Adası'nda doğan Pithagoras, bilim adamının ilk örneğini teşkil ettiği gibi, aynı zamanda dini bir lider idi. Hakkında birçok hikaye vardır. Milattan önce altıncı yüzyıl boyunca Yunanistan'ın her yanında görülen dini canlanma hareketine katılmış ve zamanla yeni bir tür kutsallık anlayışına sahip olan bir kardeşlik tarikatının lideri olmuştur. Pithagoras Tarikatı,.üyelerinin keşiş gibi (asketik)* davranmalarını, bazı eylemlerden sakınmalarını, belirli bazı gıdalardan uzak durmalarını istemekteydi. Üyelerin et yemedikleri, alkol kullanmadıkları ve yün gibi hayvan ürünlerini giymekten kaçındıkları zannedilmektedir. Erkekler gibi kadınlar da tarikat üyesi olabilmekteydi. Bütün üyeler, kendilerini diğer insanlardan farklı kılan bir kıyafet giymekte, yalınayak dolaşmakta ve yokluk içinde basit bir yaşam sürmekteydi. Pithagorasçdara göre ruh, vücudu geçici veya sürekli olarak terk edebilmekte ve diğer bir insana geçebilmekteydi. Böyle bir görüşün Doğu kaynaklı olması mümkün ise de, Pithagorasçı hareket, şarap tanrısı Diyonizos’a bağlı mezhebin aşırılığına karşı bir tepki gibi görünmektedir. Zamanla, kendini toplumdan uzak tutan bir tarikattan bekle- * Dünya zevklerinden çekilmiş, (ç.n.) 75 neceği gibi, siyasi fikirler ile dini fikirler kaynaşmış ve sonuçta Pithagoras Sisam Adasını terk etmek zorunda kalmıştır. Güney İtalya’daki Kroton’a (şimdi Crotona) gitmiş ve orada, aristokrasinin yönetimini savunan ahlaki - siyasi - felsefi bir akademi kurmuştur. Akademi önceleri, demokrasinin yükselişine karşı çıkanlar tarafından iyi karşılanmış, ancak daha sonra, doktrinleri kabul edilemez bulunduğundan, Pithagoras şehri terk etmek zorunda kalmıştır. Kuzeydoğuya, Tarento Körfezi üzerindeki Metapontion’a gitmiş; MÖ 500 civarında orada ölmüştür. Elli yıl kadar sonra, İtalya’nın güney kıyılarında bulunan Yunan şehirlerinde şiddetli bir demokratik devrim meydana geldiğinde, Pithagorasçı hareket saldırıya uğramış ve toplantı yerleri tahrip edilmiştir. Buna rağmen, üyelerinin bir kısmı kuzeydoğudaki Tarentum’a, bir kısmı da Yunan Yarımadası'ndaki Filiasos’a (veya Phileius) kaçmayı başarmıştır. Tarentum’dakiler, MÖ 350ye kadar siyasi bir güç olarak kalmıştır. Bilim tarihçileri bugün Pithagoras'ın kesin olarak ne öğrettiği ve kimlere ders verdiği konusunda anlaşmazlığa düşmüşlerdir. Yalnızca küçük bir öğrenci grubunu eğitmiş olması çok muhtemeldir. Ayrıca Pithagoras doktrinlerinin hangilerinin Pithagoras'ın şahsına, hangilerinin onun öğrencilerine ait olduğuna karar vermek de imkânsız gibi görünmektedir. Her şeye rağmen, milattan önce dördüncü yüzyılda diğer Yunan filozofları, haksız da olsalar, bazı fikirlerin Pithagoras'a ait olduğuna inanmaktaydı. Ancak, bu varsayımı burada tartışmak gereksizdir; çünkü bizi, bu fikirlerin kesin kaynağından çok, yapmış olduğu etkiler ilgilendirmektedir. Pithagoras, gençliğinde Mısır’ı ve Babil ülkesini ziyaret etmişti. Onu matematik öğrenmeye ve her şeyin sayılardan ibaret olduğunu açıklamaya iten de belki bu geziydi. Pithagoras ve öğrencilerinin sayılarla çok ilgilendikleri ve ileri bir sayılar teorisi geliştirdiklerine şüphe yoktur. 9 Bu teorinin üç tür gözleme dayandığı tahmin edilmektedir. İlk olarak, müzik gamındaki notalar ile titreşen bir telin uzunluğu veya titreşen hava sütununun uzunluğu — Pan kavalında veya flütte olduğu gibi— arasında matematiksel bir ilişki bulunduğunun farkına varmışlardı. Belirli uzunluktaki hava sütunu veya tel, bir notayı verecek, bunların uzunluğu yarıya indirildiğinde bir oktav üstteki nota elde edilecekti. Uzunlukların oranı 2'nin 3'e oranı gibiyse, beşinci olarak bilinen müzik aralığı; 3'ün 4'e oranı gibiyse dördüncü aralık elde edilecekti. Böylece, eğer 12 birim uzunluğunda (inç, milimetre vs.) titreşen bir tel alınırsa ve uzunluğu 8 birime düşürülürse, çıkacak ses, orijinal notanın üzerindeki beşinci aralık sesi olacaktı; telin uzunluğu 6 birim indirildiğinde ise oktav elde edilecekti. Böylece, oktav ve beşinci, armonik sesler olarak kabul edildiğinden, Pithagoras 12, 8 ve 6 sayılarının “armonik dizi” teşkil ettiklerini söyledi; buna o kadar önem verdi ki, bu fikri geometriye uyguladı. Bunun sonu- * Dizi adı da verilir. Müzik ıskalasının kendine özgü yapısıyla ayırt edilen bir bölümü.(ç.n.) 76 cu, 6 yüzü, 8 köşesi ve 12 kenarı bulunduğu için, kübün geometrik armoni içinde olduğunu iddia etti. İkinci gözlem, dik açılı üçgenlerle ilgiliydi. Kenar uzunluklarıyla ilgili olan 3, 4, 5 kuralını Pithagoras Mısır'da öğrenmiş olmalıydı. Fakat yeni araştırmalar, Pithagoras bağıntısı olarak adlandırdığımız bağıntıya, onun Babil ülkesinde rastlamış olabileceğini göstermektedir. Gerçekten de Babilliler 3, A, 5 veya 6, 8, 10 veya benzeri üçlü düzenlerde en büyük sayının karesinin diğer iki sayının karelerinin toplamına eşit olduğunu bilmekteydi. Bu, ileri doğru atılmış önemli bir adımdı ve Pithagorasçılar bu bağıntıyı çok kullanacaklardı. Üçüncü gözlemleri ise, gök cisimlerinin Yer çevresindeki yörüngelerini tamamlamaları için geçen zaman süreleri arasında belirli sayısal bağıntılar bulunduğuydu. Pithagorasçılar, incelemelerinden "her şey sayılardan ibarettir" şeklinde akla uygun bir sonuç çıkardılar. Modern matematikçi, bilhassa bilgisayar konusundaki gelişmelerden sonra benzer sonuçlara varabilirse de, iki sonuç arasında çok önemli bir fark vardı. Pithagorasçıların fikri, temelde mistik bir fikirdi: sayılara ve bunların arasındaki bağıntılara mutlak ve hatta ilahi bir mevki verilmişti. Bugün bazı filozoflar, matematiğin, diğer bütün bilgi şekilleri içinde en “saf”ı (pure) olduğunu iddia etmelerine rağmen, bilim adamı, sayılan ilahi prensipler olarak değil, fakat her tür doğal olayı tasvir ve tahmin etmede son derece güçlü ve esnek bir araç olarak kullanmaktadır. Pithagoras döneminde, sayı saymada çakıl taşlan kullanılırdı. Pithagorasçılar, diğer Yunanlılar gibi şekillere doğuştan ilgi duyduklarından, şekil-sayıların onların ilgisini çekmiş olmasına şaşırmamak gerekir. Şekil-sayılar, aynen isimlerinin belirttiği gibiydi ve şekillerle sayma neticesinde doğmuşlardı, örneğin, bir çakıl taşı ile başlayalım, üçgen şekiller ile saymaya devam edelim; böylece veya 1, veya 3, veya 6, veya 10 ve diğer şekil-sayılan oluşacaktır. Bu serideki sayılara, toplanılan "mükemmel" sayı olarak kabul edilen 10 sayısını verdiği için (1+2 + 3 + 4 = 10) özel önem atfedilirdi. Her kenaı üzerinde dört nokta bulunduğundan 10 sayısına tetraktis (tetractys) adı verilirdi. Pithagorasçılar 10 sayısı kutsal olarak kabul ettikleri gibi, bu sayı üzerine yemin ederlerdi. "Mükemmel" olarak nitelendirilen bir diğer sayı grubu ise, çarpanlarının toplamına eşit olan sayılar grubuydu. 6 sayısı (6 = 1 + 2 + 3) ve 28 sayısı (28 = l+2 + 4 + 7 + 14) bu gibi sayılardandı. Bir sonraki böyle bir sayı 496, daha sonraki iki sayı 8.128 ve 2.096.128 idi. Takibeden sayılar daha da büyüktü. Aşikardır ki, Pithagoras döneminde bu sayılan hesap etmek kolay değildi. Ancak, yüz yıl sonra, Öklides (Euclid) bu sayıları hesaplamak için genel bir formül ortaya koydu. Bu formül, geometri ile aritmetik arasındaki sıkı ilişkiyi gösteren güzel bir örnektir. 77 Pithagorasçıların yaptığı benzer bir araştırma, onları “dost" sayılara götürdü. Bunlar, her biri diğerinin çarpanlarının toplamına eşit olan sayılardı. Böylece 220 ve 284’den oluşan sayı çifti dost idi (çünkü 284 un çarpanları olan 1, 2, 4, 71 ve 142 sayılan toplanınca 220; aynı şekilde 220’nin çarpanları olan 1, 2, 4, 5, 10, 11, 20, 22, 24, 55 ve 110’un toplamı 284 sayısını vermekteydi). 220 ve 284 sayı çiftinin bizzat Pithagoras tarafından keşfedilmiş olduğu ileri sürülür. Bu iki sayı, muhakkak ki, eskiçağda bilinen yegâne dost sayı çiftiydi. Şekil-sayılar, Pithagoras aritmetiğinde çok önemli yere sahipti ve biraz önce sözü edilen üçgen sayılar dışında çok çeşitli şekil-sayılar vardı. Kare sayılar vs. (1, 4, 9 ...), beşgen sayılar, heteromek sayılar (kenarları birbirine eşit olmayan dikdörtgenlerden oluşan sayılar), kare tabanlı veya üçgen tabanlı piramitlerden oluşan sayılar, kübik sayılar ve hatta "sunak" sayılan (tabanı dikdörtgenden oluşan ve kenarları birbirlerine eşit olmayan piramitlerin meydana getirdiği sayılar) mevcuttu. Sayıların, Pithagorasçıların merakını çeken bir diğer yönü de, "ortalamalar" idi. önce, "aritmetik ortalama" ile ilgilendiler. Aritmetik ortalama, bir aritmetik dizide üç sayının ortasında yer alan sayıdır: 4, 5, 6 dan oluşan dizide aritmetik ortalama 5’dir; 4, 8, 12 dizisinde ise 8’dir. Pithagoras’ın "aritmetik ortalama’yı Babil ülkesini ziyaret ettiğinde öğrenmiş olması muhtemeldir. Daha sonra, "geometrik ortalama" (yani bir geometrik dizide, üç sayının ortasındaki sayı: 2, 4, 8 gibi bir geometrik dizide ortalama 4’dür; veya 3, 9, 27 dizisinde 9’dur vs.) ve "armonik ortalama” (yukarıda sözü edilen 6, 8, 12 armonik dizisinde armonik ortalama 8'dir) ilgilerini çekti. Ancak, bütün bunların anlamı neydi? Bu cins bir araştırma, pratik açıdan bakıldığında, sayılara ilgi duyan Pithagorasçıların aritmetiği ve sayısal nicelikleri kullanma tekniklerini geliştirmedeki yeteneklerine işaret etmekteydi. Diğer taraftan, din söz konusu olduğunda, bu araştırma, sayılar arasında var olduğuna inanılan gizli bağıntıları ve kuvvetli mistisizmi ortaya koymaktaydı ki, bu, hiç de bilimsel anlamı olmayan bir cins büyülü nümerolojiden başka bir şey değildi. Dik açılı üçgenlerle ilgili teoremden dolayı, Pithagoras bugün hâlâ herkes tarafından hatırlanmaktadır. Ancak, bu genel teoremin, o hayattayken mi yoksa daha sonra mı ispat edildiği bilinmemektedir. Aynca, kendisinin ve taraftarlarının geometriye ne katkı getirdiği de tam olarak belli değildir. Bununla beraber, beş kenarlı bir şekil olan beşgenin Pithagorasçılar için büyük mistik anlam taşıdığı bilinmektedir. Zira, bu şeklin kenarları köşeli yıldız yapmak için uzatıldığında, beşgenin kenarları ile şekil içindeki diyagonal çizgiler "altın oran”ı verecek oranlarda kesişmektedir (Altın oran, eskiçağda göze çok hoş geldiği düşünülen bir orandı ve mimarlıkta sık sık kullanılırdı: altın oranda, bir uzunluk öyle bölünürdü ki, kısa parçanın uzun parçaya oram, uzun parçanın tam uzunluğa olan oranı ile aynı olurdu). Pithagorasçılar beşgeni, birbirlerini tanımak için bir işaret olarak kullandılarsa da, onu keşfetmediler. Beşgen, Babil ülkesinde bilinmekteydi. 78 Odisseiaden bir sahnede Ülis (Ulysses) ve sirenleri (denizkızlan) gösteren bir Yunan amforası. Birçok âlim, sirenler gibi şiirsel tasvirlere, doğa veya coğrafya temelli açıklamalar getirmeye çalışmış ise de, başarılı olamamıştır. British; Museum, Londra. Tedavinin ayinler ve ilahi müdahaleler yoluyla yapıldığı İstanköy Adası’ndaki Asklepios Tapınağı. Yunanistan’ı dolaşmaya başlamadan önce, Hippokrates'in burada eğitim gördüğü söylenmektedir. Üstte. Ortaçağın sonlarına ait bir ağaç baskı resim. Pithagoras’ı, müzik notaları ile titreşen tellerin, çanların veya nefesli sazlardaki hava sütunlarının uzunluğu veya büyüklüğü arasındaki matematiksel ilişkiyi incelerken göstermektedir. Üstte: Muhtemelen Akademi'deki filozofları resmeden bir Roma devri mozaiği (Pompei). Ortada, ağacın altında oturan Platon, kum üzerine bir çubuk ile şekiller çizerek geometri öğretmektedir. Museo Archeologico Nationale, Napoli. Sağda: Atina’daki Rüzgârlar Kulesi (MÖ birinci yüzyıl). Kulenin tepesinde güneş saatleri bulunmakta, içinde ise kadran üzerinde zamanı gösteren gelişmiş bir klepsidra veya su saati yer almaktaydı. Bu saat, Yunan mekanik buluşlarının ender görülen bir örneği olmakla beraber, yapımındaki yaratıcılık ve beceri, benzer başka cihazların da yapılmış olabileceği düşündürmektedir. 80 Pithagorasçılara atfedilen matematik bilgiler içinde en önemlisi, Pithagoras teoreminden çıkan ve Her miktarın tam sayılarla ifade edilemeyeceği gerçeğidir. Her ne kadar dik açılı bir üçgenin uzun kenarının veya hipotenüsünün uzunluğu bazen tam sayılarla ifade edilebilirse de, her zaman bu böyle değildir. Tam sayılarla ifade edilip edilememesi, diğer kenarların uzunluğuna bağlıdır. Böylece, eğer kısa kenarlar 3 ve 4 ise, hipotenüs bir tamsayı olan 5 sayısı olacaktır (çünkü 32 + 42 = 25 ve 25’in karekökü 5’dir). Halbuki, eğer kısa kenarlar 4 ve 5 ise, hipotenüsün uzunluğu bir tam sayı değil fakat 6,4031242... olacaktır. İlk dönem Yunan filozofları bu durumdan hiç memnun olmamışlardı. Diğer taraftan bu durum, "geometrinin, matematiğin temeli olduğu fikrini sarstığı için” Pithagorasçıları ve daha sonraki matematikçileri ciddi biçimde kaygılandırmıştı. Ancak bu hal, onları daha dikkatli çalışmalara yöneltmiş ve bir bakıma teşvik edici olmuştu. İkosahedron (20 yüzlü) Dodekahedron (12 yüzlü) Oktahedron (8 yüzlü) Küp (6 yüzlü) Tetrahedron (4 yüzlü) Şekillerindeki ve açılarındaki birlik sebebiyle Pithagorasçdar tarafından çok değer verilen beş düzgün katı cisim Pithagorasçılar, beş "düzgün” katı cisimden (küb gibi bütün yüzleri ve bunlar arasındaki açılan birbirlerine eşit olan katı cisimler) üç tanesini çizmeyi muhtemelen biliyorlardı. Küpü, piramiti ve on ikiyüzlü katı cisim "dodekahedron”u bildikleri gibi, bunların sahip olduğu simetri şüphesiz mistik ruhlarının pek hoşuna gitmekteydi. Sayıların çok önemli olduğuna inanmaları, onların müzik konusundaki tutumlarını da etkilemişti. Daha önce, sayıların, müzik aralıklarını ifade etmek için nasıl kullanıldığını gördük. Bu iş, birçok oktavı içine alan tüm müzik ıskalasını (gamların hepsini) kapsayabilecek şekilde genişletilmişti. Daha sonra, milattan önce dördüncü yüzyılın ortasında, Tarentum’lu Arkhitas, karmaşık bir müzik teorisi oluşturacak şekilde bu çalışmayı geliştirecekti. Pithagorasçılar, gökkubbenin müzikal bir yönü olduğuna da inandılar ve bunu "kürelerin müziği" olarak adlandırdılar. Bu görüş, kısmen seslerin matematiği hakkındaki bilgilerine, kısmen de gezegenlerin dolanım zamanlan üzerinde yaptıkları incelemelere dayanmaktaydı. Pithagoras astronomisinin Babillilere çok şey borçlu olduğu aşikârdır. Pithagorasçılar da, Babilliler gibi gök cisimlerinin ilahi olduklarına inanmışlardı. Yine Babilliler gi- 81 bi, gezegenlerin Yer'e farklı uzaklıklarda bulundukları ve Yer e yıldızlardan daha yakın oldukları fikrini kabul etmişlerdi. Pithagorasçılar, sayılara olan sevgileri nedeniyle, gezegenlerin Yer e olan uzaklıklarını, onların periyodik hareketlerini belirleyerek incelediler. Sonuçta, gezegenlerin Yer etrafındaki dolanım hızlarına dayanarak bir uzaklık sıralaması benimsediler. Bu sıralama, Yer, Ay, Merkür, Venüs, Güneş, Mars, Jüpiter ve Satürn şeklindeydi. Daha sonra, hiçbir gezegenin Güneş'in diski önünden geçmediğini gözlemlediklerinden, Merkür ve Venüs'ü Güneş’in arkasına yerleştirerek sıralamayı düzelttiler. Ender olmalarına ve-yalnızca teleskop ile görülebilmelerine rağmen, bugün böyle transit geçişlerin var olduğunu biliyoruz. Ancak, bu düzeltilmiş uzaklık sıralaması —başlangıç noktası olarak Yer değil de Güneş alındığında ve Ay yok sayıldığında— bizim bugün doğru olarak bildiğimiz sıralamadır. Bu yüzden, Pithagorasçıların bu transit geçişleri fark etmemiş oldukları için kendimizi şanslı sayabiliriz. Pithagorasçılann güzelliğe ve simetriye olan sevgileri, sayılarla uğraşmaları, onları evren konusunda bazı önemli görüşlere ulaştırdı. Birinci görüşe göre, bütün gezegenler Yer'in çevresinde daireler —en basit eğriler— çizerek ve düzenli olarak hareket etmeliydi, ileride göreceğimiz gibi bu görüş, Yunan ve ortaçağ Avrupa astronomisine derin etkiler yapacaktı. İkincisi ise gökkubbenin ve Yer'in küre şeklinde olduğuydu. Bu görüşün niçin benimsendiği kesin değilse de, simetrinin etkisiyle benimsenmiş olduğu düşünülebilir: küre şeklindeki gökkubbe, Homeros'un tasvir ettiği yarım küre şeklindeki gökkubbeden çok daha zarifti. Yer e gelince, bir geminin ufukta kayboluşunu gözlemleyen Pithagoras’ın Yer'in yassı olmayıp eğri olduğu sonucuna varmış olması çok muhtemeldir. Ancak, böyle olmuş olsa bile, herhangi bir eğri şekilden -örneğin bir tepe— ziyade bir kürenin tercih edilmiş olması, temelde yaratılışın güzelliğine olan inanca dayalı bir davranıştı. Evren hakkındaki Pithagorasçı görüşler arasında en şaşırtıcı olanı, diğer gezegenler gibi Yer'in de yörüngesi olan bir gezegen olduğu fikridir. Genellikle bu görüşün Pithagoras'm öğrencilerinden biri olan Filolaos'a (Philolaos) ait olduğu ileri sürülür. Filolaos, Kroton'da doğmuş ve milattan önce beşinci yüzyılın ikinci yansında orada çalışmıştı. Bu fikrin gerçekten de ona ait olması çok mümkündür. Yer'i hareketli olarak kabul eden teorinin temelinde 10 sayısına (tetractys) verilen önem vardı. On sayısının, evrendeki hareket eden cisimlerin sayısını ifade etmesi gerektiğine inanılırdı. Bunun gibi yüksek bir sayı elde etmek için bazı düzenlemeler yapmak gerekmekteydi. Bu da evrenin merkezine Yer'in değil fakat bir “merkezi ateş"in konması ve diğer her şeyin onun çevresindeki yörüngelere yerleştirilmesiyle başarıldı. Böylece, hareket etmeyen bir "merkezi ateş” vardı; Yer, Ay, Güneş, beş gezegen ve yavaşça hareket eden yıldızlar küresi bu ateşin etrafında dönmekteydi. Ancak, bunlar bize 10 değil yalnızca 9 adet hareketli cisim vermekteydi. Bu meseleyi çözmek için, Filolaos -eğer bu kişi gerçekten Filolaos 82 ise— bir “antikthon”un veya "karşıt-dünya”nm varlığını ileri sürdü. Bu cisim, "merkezi ateş "in çevresindeki yörünge üzerinde ve Yer ile aynı hızda hareket etmekteydi. Bunun sonucu olarak, karşıt-dünya her zaman Yer ile "merkezi ateş" (ki ışığı Güneş tarafından yansıtılmaktaydı) arasında kalmaktaydı. Böylece, yeryüzünün yaşanılan bölgesi geceyi oluşturmak için Güneş’e arkasını döndüğünde — Filolaos Yer’in döndüğüne inanırdı— "merkezi ateş" doğrudan görünmemekteydi. Bütünüyle ele alındığında, bu fikir gerçekten de çok dahiceydi. Yörüngede on adet cisim bulunmasını isteyen mistik ve estetik sorunu çözmüş ve aynı zamanda gezegen hareketlerinin gözlemlerini açıklamakla kalmayarak, "merkezi ateş’’in niçin görünmediğini de açıklamıştı. Doğru olmamasına rağmen, MÖ 450’de evreni tasvir yolunda cesur bir girişimdi. Hem kendi çevresinde, hem de yörünge üzerinde dönen Yer fikriyle, daha sonraki bazı filozoflar üzerinde etkili olacaktı. Yunan Yarımadası’nda Bilim Anaksagoras, Parmenides, Zeno ve Empedokles Yunan bilimsel düşüncesi İyonya'da doğmuş olmasına rağmen uzun süre bu bölgede kalmadı. Gördüğümüz gibi Pithagoras, Sisam Adası'nı terk ederek İtalya’nın güneyine göç etti ve böylece bilimsel düşünce Akdeniz’in bir başka bölgesine yayıldı. Onun gibi İyonya’dan göç eden bir diğer filozof da Anaksagoras idi. Anaksagoras, Pithagoras'tan yaklaşık altmış yıl sonra, Milet'ten pek uzak olmayan ve Sisam’ın 65 km. kuzeydoğusunda bulunan Lidya bölgesindeki Klazomenae’de doğdu. Yirmi yaşında orayı terk ederek Atina’ya gitti ve otuz yıl Atina'da kaldı. Anaksagoras, burada devlet adamı Perikles ile arkadaş oldu. Perikles’in gayretleri ile Atina demokrasisi zirvesine ulaşmış ve Atina bir süre için şehir-devletlerinin en güçlüsü olmuştu. Bu arkadaşlığın zararları da oldu, zira Perikles’e pek etki edemeyen siyasi muhalifleri onun yerine Anaksagoras’a saldırdı ve bu "ateist filozof”u dine hürmetsizlikle suçlayıp sürgüne gönderdiler. Anaksagoras bir tek kitap yazdı ve bunu MÖ 467’den bir süre sonra tamamladı. Eserinde, evrenin başlangıçta hareketsiz ve homojen bir karışım olduğunu ileri sürdü. Bu karışıma daha sonra "akıl" girmiş, bütün sistemin fırıldak gibi dönmesine sebep olmuş ve böylece bir girdap oluşmuştu. Koyu, yoğun ve soğuk maddeler girdabın merkezine düşmüş ve disk şeklindeki Yer’i meydana getirirken, bütün sıcak, kuru ve hafif maddeler dışarı doğru fırlamışlardı. Anaksagoras Güneş, Ay, yıldızlar ve gezegenlerin Yer'den koptuklarını ve madde girdabı içinde taşınırken sürtünme neticesinde ısındıklarını düşündü. Güneş’in, kor haline gelmiş bir kaya parçası olduğuna inandı. Anaksagoras’ın görüşü oldukça akılcı ve mantıklı bir görüştü. Pithagorasçı fikirlerin ilham gücüne sahip olmasa bile, sonraki bazı düşünürleri etkilemekten geri kalmadı. 83 Parmenides ve Zenon, İtalya’nın batı kıyısında bir liman olan Elea’nın yerlisiydiler. Bu liman, İyonya'nm kuzeyindeki Foça'nın (Phocaea) Persler tarafından ele geçirilmesiyle bu şehirden kaçan İyonyalı filozof Ksenofanes'e de sığmak olmuştu. Bir çeşit monoteizme (tek tannya) inanmakta olan Ksenofanes, diğer bütün tanrıların ve insanların üzerinde tek bir Tanrı'nın bulunduğu ve bu Tanrı'nın da her türlü hareketin sebebi olduğu fikrini savundu. O da, kara ve denizin bir zamanlar birbiriyle karışmış olduğunu öğretti ve dağlık bölgelerde bulunan deniz kabuklarının bu iddiasını desteklediğini söyledi. Gerçekten de, fosillerin hayvan kalıntıları olduğunu anlamış gibi görünmektedir. Parmenides'in bir zamanlar onun öğrencisi olması çok mümkündür. Parmenides'in bizim için önemi, monoteist fikrin izleyicisi olmasında değildir, önemi, doğal olguların ötesindeki temel gerçeği, gözlediklerimizin gerisindeki nihai gerçeği aramaya çalışmış olmasındadır. Parmenides, her şeyin özünün “Varlık" (being) olduğunu ileri sürdü. Varlık bütün uzayı doldurmaktaydı, dolayısıyla evren tek ve sınırsız olmalıydı. Varlığın bulunmaması durumunda, tamamıyla boş bir yer yani boşluk düşünülebilir ise de bu gerçek değildi. Varlık değişmezdi, sonsuzdu ve hareketsizdi. Değişme, geçicilik ve hareket, var olmayanın (non-being) özellikleriydi, gerçek dışı ve aldatıcıydı. Parmenides'in, değişmenin ve hareketliliğin gerçek olduğunu ileri süren Heraklitos'un sonuçlarına tamamen zıt sonuçlara ulaşmış olduğu açıktır. Ancak Parmenides'in asıl önemi, belirli bir meseleye olan yaklaşımında yatmaktadır: evrenin temel sürekliliği nasıl açıklanabilirdi? Parmenides'in görüşü, bir müddet etkili oldu. Zenon, Parmenides'in hem arkadaşı hem de öğrencisiydi. MÖ -450'lerde onunla birlikte Atina'yı ziyaret etmiş olması muhtemeldir. Efsaneye göre, 25 sene sonra trajik biçimde öldü: komplo hazırladığı Siraküza veya Elea yöneticisi tarafından önce işkence edildi, sonra da katledildi. Zenon bugün politikası için değil, Parmenides felsefesinin doğruluğunu, yani evrenin sürekli ve değişmez bir varlık olduğunu ispat etmek için tasarladığı meşhur paradoksları (çelişkiler) ile tanınmaktadır. Bunlar içinde en tanınmış olanı, Aşil ve kaplumbağa paradoksudur. Burada, Zenon, Aşil'in kaplumbağadan 100 kere hızlı koşsa bile onu yakalayamayacağını ispat eder. Zenon'un savı şudur: Aşil kaplumbağanın yola çıktığı noktaya ulaştığı zaman, kaplumbağa uzaklığın yüzde biri kadar ilerlemiştir. Aşil bu 1/100 uzaklığı kapattığı zaman, kaplumbağa Aşil'in yaptığı mesafenin 1/100 u kadar ileri gitmiş olacaktır. Sonuç olarak kaplumbağa hep önde olacak ve bu durum sonsuza kadar (ad infinitum) devam edecektir. Bir diğer meşhur paradoks da, ok paradoksudur. Burada Zenon bir okun her an için yalnızca kendi büyüklüğüne eşit yer kaplayabildiğim iddia eder. Ok, daha büyük bir yer kaplayamadığı gibi aynı anda iki farklı yerde de bulunamaz. Bir an ile onu takip eden an arasında hiçbir şey, hiçbir ara bulunamayacağından, Zenon okun hareket edemeyeceği sonucunu çıkanr. Ge- 84 rek Aristoteles, gerekse daha sonra gelen filozoflar ve matematikçiler Zenon’un savlarını çürütmeye çalışmışlardır. Zenon’un icat ettiği paradokslar arasında en derin ve en zorlan olan bu iki paradoksun, belli bir problemin oldukça farklı iki yönünün birbirine karıştırılmasından ortaya çıktığı bugün anlaşılmıştır. Biz ya hareketin sürekli akışına bakarız, ya da objeleri düşünürüz: ok, kaplumbağa ve Aşil yollan boyunca çeşitli yerler işgal ederler. İkinci şıkta, objeyi belli bir noktaya yerleştirmek zorunda kalır, böylece onu bir an için hareketsiz bırakırız. Her iki bakış tarzının da kendine has özellikleri vardır ve bu yüzden birbiriyle karıştırılmamalıdır. Zenon, Yunan matematiğinin gelişme süreci içinde önemli bir yere sahiptir. Zira paradokstan, Pithagorasçılar tarafından dik açılı üçgenlerle ilgili teoremde keşfedilen garip bir olayın -ölçülemezlik olayının (tam sayılarla ifade edilemeyen bazı değerlerin bulunduğu gerçeği)— önemini göstermektedir. Zenon, süreklilik istemekte yani bir zaman birimi veya bir mesafe ile bir sonraki arasında kesinti olmasını istememekteydi, ölçülemezlik meselesini çözmek için Pithagorasçıların yapmış olduğu gibi sonsuz sayıda çok küçük birim kullanmayı reddetmişti. Zira bu, Parmenides’in görüşüne uymadığı gibi, paradokslar Pithagorasçı yaklaşımı çürütmek için tasarlanmıştı. Paradokslar, bazı temel geometrik ve sayısal fikirleri sorgulamaktaydı: bir doğrunun birbiri ardına dizilmiş noktalardan ibaret olduğu düşüncesi bunlardan biriydi. Zenon bu fikre de bir paradoks ile hücum etmişti. Parmenides ve Zenon, bilim adamı olmaktan ziyade filozof idiler. Onların bazı fikirleri biraz garip görünse bile, Akragas'lı (bugünkü Agrigento) Empedokles’in fikirleri daha da şaşırtıcıydı. Sicilya’nın güney kıyısında yer alan Akragas, milattan önce beşinci yüzyılın sonuna doğru Kartacalılar tarafından tahrip edilmeden önce, hem çok güzel bir şehir hem de Yunan kültürünün merkeziydi. Empedokles MÖ 492 ye doğru burada doğmuş ve ölümüne kadar altmış yıl bu şehirde yaşamış ve çalışmıştı. Birçok efsaneye konu olan Empedokles, tıp yazarları tarafından hekim olarak kaydedilmiş ve bir tıp eseri yazdığı ileri sürülmüştür. Başka konularda da kitaplar yazdığı iddia edilmiş ise de, bunlar hakkında fazla bilgi sahibi değiliz. Bu kitapların hiçbir zaman yazılmamış olmaları da mümkündür. Bununla birlikte, milattan sonra ikinci yüzyılda Romalı gladyatörlerin Yunanlı büyük cerrahı Galenos, Empedokles'ten Sicilya tıp ekolünün kurucusu olarak sözetmiştir. Empedokles'ten yalnızca yüzyıl kadar sonra yaşadığı zannedilen Aristoteles de, onu retoriğin kurucusu sıfatıyla şereflendirmiştir. Empedokles’in çeşitli mucizeler yarattığı söylenir. Bunlardan birisi, sulan birbirine karışacak şekilde iki nehrin yatağını çevirerek bir hastalık salgınını durdurduğudur. Bir diğeri ise, bir boğazdaki hava cereyanı arttırarak yörenin iklimini düzelttiğidir. Otuz gün boyunca nefes almamış ve nabzı atmamış bir kadını hayata döndürdüğüne ve Ak- 85 deniz'in sıcak rüzgârlarını torbalar içine kapatarak dindirdiğine dair inanılması oldukça güç hikayeler de vardır, ölümü değişik şekillerde nakledilmiştir. Bazıları, Empedokles'in kendini Etna'nm kraterlerinden birine attığını —veya gözlem yaparken kraterin içine düştüğünü— bazıları ise gökyüzüne yükseldiğini söylemiştir. Empedokles’in fikirlerini aktarmak için başvurduğu şiir sanatının, canlı hayal gücü, büyük belagat ve canlılık ve biraz da dramatik karakter gösterdiği muhakkaktır. Fakat daha sonraki Yunan âlimlerinin ona duydukları şükranın doğru bir yanı var mıydı? Yoksa Empedokles, yalnızca bir efsaneden biraz daha öte bir kişilik miydi? Empedokles’in Yunan bilimine bazı orijinal katkılarda bulunduğu bir gerçektir. Bunların başında dört unsur (kök eleman) doktrini gelir. Parmenides'in aşırıya kaçan görüşlerini düzelterek, dört değişmez madde (veya unsur veya kendi ifadesiyle “bütün nesnelerin kökleri”) ve iki temel kuvvet fikrine ulaştığı tahmin edilmektedir. Bu kök elemanlar toprak, hava, ateş ve su olarak adlandırılmıştır. İki kuvvet ise daha şairane olarak sevgi ve nefret olarak adlandırılmış olan çekme ve itme kuvvetleridir. Bu kök elemanların, adını aldıkları basit maddeler ile tıpatıp aynı olduğu düşünülmemelidir. Aksine, bu unsurlar daha ziyade bu basit maddelerin temel ve sürekli özellikleri ile özdeşleştirilmelidir. Böylece, doğadaki her maddi cisim bu dört kök elemandan oluşmaktadır: bir tahta parçası toprak unsurunu (bu yüzden ağır ve katıdır), su unsurunu (ısıtılınca önce içindeki nemi dışarı atmaktadır), hava unsurunu (ditmektedir) ve ateş unsurunu (yakılınca alev çıkarmaktadır) içermektedir. Bu kök elemanların birbirlerine oranı, tahtanın cinsini belirlemektedir. Biraz sonra göreceğimiz gibi, dört unsur (kök eleman) teorisi son derece önemli olacaktır. Empedokles, deneye dayalı bazı araştırmalar da yapmış gibi görünmektedir. Havanın gerçekten de maddi varlığa sahip olduğunu ispat etmek için bir klepsidra (su saati) kullandı ve havanın, su altına hapsedildiğinde baloncuklar oluşturduğunu fark etti. Bu gözlem, Parmenides’in “boş gibi görünen yer vakum değildir” şeklindeki fikrini desteklemeyi sağlayacak bir gözlemdi. Empedokles, ışık ve görme meselesini de tartıştı. Gözlemleri neticesinde, ışık saçan cisimlerin yaydıkları bazı şeylerin gözlerden çıkan ışıklar ile karşılaştığı fikrine vardı. Bu görüş doğru olmamakla beraber, görmenin sadece gözden çıkan bazı şeylerle meydana geldiği şeklindeki Pithagorasçı görüşten bir adım daha ileriydi. Empedokles ayrıca ışığın uzayda ilerlemesinin belli bir zaman aldığını düşündü. Ancak bu sonuca yalnızca akıl yürütme ile varmış olmalıdır, zira bu konuda gözleme dayanan ilk ispat ancak iki bin 30i sonra elde edilecekti. Empedokles evrenin dört aşamada meydana geldiğine inandı. İlk aşamada, dört kök eleman küre şeklindeki evrenin içinde tam bir karışım halindeydi: daha sonra bu ele- 86 manlar, uzaklaştırıcı kuvvetin (“nefret” kuvveti) etkisiyle gittikçe birbirlerinden ayrıldı. Üçüncü aşamada elemanlar birbirlerinden tamamen ayrıldılar. Dördüncü aşamada ise, çekim (“sevgi”) kuvvetinin etkisiyle kısmi ve gittikçe artan bir karışma oldu. Empedokles'in bu aşamaları devirli (cyclic) bir süreç olarak mı yoksa yalnızca bir kere meydana gelmiş bir süreç olarak mı düşündüğü pek açık değildir ve hâlâ tartışma konusudur. Ancak, şüphe edilmeyecek olan şey, Empedokles'in evrenin küre şeklinde ve madde ile dolu olduğuna inanmış ve evrenin onu çevreleyen saydam bir küre içinde bulunduğunu düşünmüş olmasıdır. O zamanlar bilinen tek ve gerçekten saydam madde, bir cins ku- ars olan kaya kristali olduğu için, evrenin bir kristal küre olduğu inancı mevcuttu. Bu fikir daha sonra gelenler tarafından birbiri içine geçmiş küreler dizisi şeklinde geliştirildi. Yıldızlar, bu kristal küre üzerine yerleştirilmişti ve aynen gezegenler gibi ateş parçalarından oluşmuştu. Empedokles, Ay'ın Güneş ışığını yansıttığı için parladığını anlamıştı. Bu görüş Parmenides'te de vardı. Empedokles bu açıklamayı Güneş’e de uyguladı. Güneş'i, Yer'in yüzeyi tarafından yansıtılan gün ışığının görüntüsü olarak düşündü; zira Pithagorasçıların aksine Yer'in küre şeklinde olduğuna inanmamıştı. Buna rağmen, Güneş tutulmasının Güneş ışığının Ay tarafından engellenmesi neticesinde oluştuğunu söyleyerek doğru açıklamayı verdi. Empedokles'in bir diğer ilgi çekici fikri de, evrenin gelişmesindeki dördüncü aşama ile ilgilidir. Empedokles, önce hayvanların değişik kısım ve organlarının şekillendiğini ve bunların daha sonra bir araya geldiğini ileri sürdü. Buna göre, ilk zamanlarda canavarlar meydana gelmiş —canavarlar hakkında anlatılan efsanevi hikayelerin sebebi budur— fakat çevreye uyum sağlayamadıklarından yaşayamamış ve üreyememişlerdi. Daha sonra, çevre ile uyum sağlamış olan, tatmin edici şekillerdeki canlılar ortaya çıkmış, bunlar yavru üretebilmiş ve hayatta kalabilmişlerdi. Bu düşünce, bir anlamda bir evrim ve doğal seleksiyon doktrini olup, Darwin tarafından Origin of Species (Türlerin Kökeni) adlı meşhur eserinin girişinde zikredilmiştir. Fakat Empedokles'te, çevreye uyumlu ve üreyebilen yaratıkların ortaya çıkması ile doğal seçim (seleksiyon) durmaktadır. Darwin'in evrim teorisi ise tam burada başlamakta ve kalıtımın etkileri işin içine girmektedir. Son olarak, Empedokles'in su saati içindeki suyun hareketini örnek alarak, kanın vücut içinde gelgit hareketi yaptığını ileri sürmüş olduğunu belirtmek gerekir. Bu görüş, 1630 yılına kadar genellikle doğru olarak kabul edilmiştir. Yunan Atomistleri Yunan atom teorisi, Ege'nin kuzey sahillerinin gelişmiş bir limanı olan Abdera şehrinde doğdu. Bu şehir, Perslerin Lidya’yı işgali sonucu oradan kaçan insanlar tarafın- 87 dan kurulmuştu. İlk Yunan atomisti Leukippos, Milet'i terk ettikten sonra yaklaşık MÖ 478’de Abdera’ya yerleşmişti. Leukippos teorisini bu şehirde açıklamış ise de, onun tam olarak ne öğrettiği ve fikirlerinin kaynağının ne olduğu tam olarak bilinmemektedir, öğrettiklerine dair hiçbir şey —ne bir kitap, ne de bir metin parçası— günümüze gelmemiştir. Teorisi ise, Leukippos un öğrencisi ve yeni öğretinin en hünerli savunucusu Demokritos üzerinden bize ulaşmıştır. Demokritos’un bize söylediklerinden, Leukippos un lyonya felsefesine ait fikirleri —özellikle evrenin oluşumuyla ilgili olanları— öğrettiği anlaşılmaktadır. Demokritos hakkında iki rivayet vardır. Bunlardan birincisi Abdera’da yaklaşık MÖ 500’de doğduğu ve MÖ 404 yılında çok yaşlı olarak öldüğüdür. İkinci ve daha muhtemel olanı ise, MÖ 460’lardan önce doğmadığıdır. Bu sonuncu rivayet onu, Sokrates ile çağdaş kılmaktadır. Zaten Demokritos, Sokrates'i görmek için Atina’ya gittiğini, ancak utangaçlığı yüzünden onunla tanışmaya cesaret edemediğini söyler. Doğum tarihi hakkındaki bilgiler ne olursa olsun, kendisine bir servet miras kalmış ve o da, yabancı ülkelerde araştırma yapmaya karar vermiştir. Bu, o zamanlar olağandışı bir durum değildi. Felsefi düşünceye sahip Yunanlılar, bilgiyi aramak için Akdeniz bölgesi içinde sık sık yolculuğa çıkmaktaydı. Ancak bazı yazarlar, Demokritos'un Doğuya, İran’a veya hatta daha da öteye, Hindistan’a gittiğini iddia etmişlerdir. Bu söylentilerin, atom teorisinin kaynaklarının Doğu'dan geldiğini göstermeye çalışmak gayesiyle ortaya atıldığı tahmin edilmektedir. Zira son araştırmalar, bunun pek muhtemel olmadığını göstermiştir. Hindistan’da da bir "atom teorisi”nin bulunduğu kabul edilmekte ise de, bu teori Leukippos ve Demokritos’un geliştirdikleri teoriden ziyade Yunanlıların dört unsur teorisine benzemekteydi. Gerçekten de, Yunan atom teorisinin Yunanistan'da doğduğunu; gerek daha önceki fikirlerin gerekse Parmenides ve Zenon’un öğrettiklerinin bazı yönlerine gösterilen tepkinin doğal bir gelişimi olduğunu varsaymak için yeterince çok sebep vardır. Aristoteles de daha sonra bunu varsaymıştır. Aristoteles haklı olabilir; zira bazı filozoflar, milattan önce beşinci asrın ortalarından itibaren Parmenides'in evrenin" başlangıcını açıklama teşebbüslerinin başarısızlığa mahkûm olduğunu düşünmekteydi. Parmenides, gerek kendisini gerekse diğer birçok kişiyi memnun edecek bir şeyi gösterdi: hiçbir şeyin var olmayandan yani hiçten var olamayacağını ispat etti. Bu görüşü, onun "nesnelerin özü olan varlığın değişemeyeceği” şeklindeki öğretisi ile bağlantılıydı (zira değişseydi, var olmayan haline gelirdi). Böylece, kozmosun kaynağını temel maddelere dayanarak açıklama teşebbüsleri başarısız olacaktı, çünkü böyle bir açıklama değişmeyi içermekteydi. Bu, çok rahatsız edici bir durumdu. Anaksagoras ve şüp- 88 hesiz başkaları da bu çıkmazdan kurtulmanın yollarını aramış ama bulamamışlardı. Çıkmazdan kurtulmanın tek yolu, atom teorisi olarak görünmekteydi. Leukippos -Demokritos teorisi yalnızca iki şeyin — atom ve boşluğun— var olduğu ilkesine dayanmaktadır. Böylece evren, bir boşluk denizi içindeki madde parçalarından meydana gelmektedir. Atomlar katı maddelerdi, sonsuz şekil ve sayıdaydılar. Hepsi değilse bile pek çoğu görülemeyecek kadar küçüktü. Bir sonraki yÜ2yılda Atina'da, İyonyalı Epikuros’un atom teorisinde ise, atomların hepsi görülemeyecek kadar küçüktü. Atomları herhangi bir yolla bölmek veya parçalamak ve atomun içine girmek mümkün değildi. Bütün atomlar boşluk içinde sürekli olarak hareket etmekteydi. Bir atom kümesini meydana getiren atomlar birbirlerinden ayrılınca bir boşluk oluşurdu. Benzer atomlar bir araya gelmeye eğilimli olduklarından, bunlar birbirlerine takılır ve bir cins zar meydana getirirlerdi. Bu zar, küre şeklinde bir kılıftı ve içinde bizim evrenimizi barındırmaktaydı. Ancak, bu küresel kabarcık tek değildi. Boşluğun büyüklüğü ve atom sayısı sınırlı olmadığına göre, bizim evrenimizin yanında, küresel başka kabarcıklar, başka evrenler de var olabilirdi. Bunların hepsi, büyüklük ve içerik bakımından farklıydı. Birinde Güneş olmayabilir, diğerinde hayvanlar vs. bulunmayabilirdi. Zaman zaman, bu evrenler birbirleriyle çarpışabilir ve yok olabilirlerdi. Etrafımızda gördüğümüz her şey, atomlardan ve boşluktan meydana gelmişti. Bu böyle olmalıydı, zira başka hiçbir şey mevcut değildi. Maddelerin birbirlerinden farklı olmaları, farklı şekildeki atomlardan oluşmuş olmalarından veya aynı şekildeki atomlardan oluşmuş olsalar bile bu atomların düzenleniş tarzlarının farklı olmasından kaynaklanmaktaydı. Ayrıca, atomlar birbirlerine değecek kadar birbirlerine yalan olabilirdi (o zaman, yoğun ve katı bir madde oluşurdu) veya aralarında belli bir uzaklık bulunurdu (bu durumda madde yumuşak ve bükülgen olurdu). Demokritos’un, atomların ağırlığından bahsetmemesi ilgi çekicidir: bu husus daha sonra Epikuros tarafından teklif edilecekti. Diğer taraftan Demokritos'a göre, bir cismin içine girdiklerinde atomların bireysel hareketleri durmamakta, bu bütünleşme yalnızca onların hareket özgürlüğünü kısıtlamaktaydı. Atomların hareketi bir "ihtiyaç” sonucunda oluşmaktaydı; Demokritos'a göre bu ihtiyaç, dış şartlara bağlı olmayan ve içten gelen bir sebepti. Atom teorisinin açıklayabildiği günlük olaylar yelpazesi çok genişti. Tat ve koku alma, dokunma, görme ve duyma, bunların hepsi atomların davranışlarının sonucuydu. Tat alma olayının gerçekleşmesi, maddenin atomları ile ağız atomlarının doğrudan teması ile olurdu. Duyma olayı, ses atomlarının çevredeki havanın atomları üzerine izlerini bırakmasıyla, hava atomlarının da bu izleri kulağa taşımasıyla gerçekleşmekteydi. Görme ve koku alma, işaretlerin benzer şekilde hava ile taşınması sonucunda meydana gelirdi. Dokunma ise tat alma gibi bir temas mekanizmayıydı. Ancak hepsi bu kadar değildi. 89 Atom teorisi daha geniş olaylar dizisini de açıklayabilmekteydi. Ateş ve insan ruhu da atomlardan yapılmıştı. Her ikisi de, çok hızlı hareket eden, küre şeklinde, ancak birbirlerine bağlanamayan atomlardan oluşmuştu, ölümle birlikte, ruhun atomları vücudu terk etmekte fakat bu ayrılma çok yavaş olmaktaydı: cesetlerde tırnak ve saçların bir müddet daha uzamaya devam etmesinin sebebi buydu. Ruhu meydana getiren atomların görevi vücut ısısını yaratmak ve vücudun hareket etmesini sağlamaktı. Dolayısıyla atomlar, hayat için gerekli kuvvet, yani yaşamın özüydü. Vücudu terkettikleri zaman ölüm vuku bulmakta ve geride hiçbir şey kalmamaktaydı. Ruhun atomları dağılmakta ve her şey bitmekteydi. Yaşamayı sağlayacak ruh kalmadığı için, ölümden sonra hayat da yoktu. Atom teorisi, hem yeni hem de materyalist bir doktrindi. Demokritos’a göre her şey atomlar arasındaki basit bir etki-tepki neticesinde oluştuğundan, her şey önceden belirlenmişti. Rastlantı da muhakkak ki rol oynamıştı. Ancak rastlantı, olayların önceden belirlenmesini önlememekte, yalnızca onları önceden tahmin etmedeki becerimize tesir etmekteydi. Bu teori, zekice tasarlanmış mantıklı bir teori olup birçok olayı açıklamaktaydı. Fakat esas itibariyle, bir bilimsel spekülasyon denemesiydi. Modern atom teorisinden dikkate değer ölçüde farklıydı. Temelleri on dokuzuncu yüzyılda atılan bizim teorimiz, spekülasyon üzerine değil, dikkatli ölçümler ve kesin kimyasal analizler üzerine kurulmuştu. Bu yüzden, Yunan atom teorisi ile modem atom teorisini birbiriyle karşılaştırmamak gerekir. Çünkü Yunan teorisi, her ne kadar parlak olursa olsun deneye dayalı tekniklerin sonucu değildir. Cezbedici yönleri bulunsa da, Demokritos'un atomları Yunan biliminin ana akımı içinde hiçbir zaman kalıcı bir yer edinemedi. Epikuros, atomların varlığını kabul etti ve atomlar onun materyalist felsefesinde yer aldı. Ayrıca, Demokritos'un atomları, Romalı Lucretius'un (Titus Lucretius Carus) milattan önce birinci yüzyılda yazdığı uzun açıklayıcı şiiri De Rerum Natura’nın (Nesnelerin Doğası Hakkında) ayrılmaz bir parçasıydı. Her ne kadar bu şiir bilimsel bir şiir olmasa da, Romalılara Epikuros'un felsefesini tanıtmaktaydı. Ancak atom teorisi, Epikuros'un felsefi doktrinlerinde saklı kaldı ve sonunda unutuldu. Sokrates ve Sonrası Şimdi Yunan biliminin gelişimini incelemeye biraz ara verip, Yunan filozoflarının belki de en ünlüsü, öğrencisi Platon'a göre "en iyi, en akıllı ve en dürüst insan'' olan Sokrates (MÖ -470399) üzerinde duralım. Gerçekten de kendisi çok önemli bir şahsiyettir ve Yunan düşüncesinde oluşturduğu dönüm noktası sebebiyle, Yunan filozofları genellikle Sokrates öncesi ve Sokrates sonrası olmak üzere ikiye ayrılır. Bu yüzden, De- 90 mokritos’un kendisiyle tanışmak istemesine şaşırmamak gerekir. Görülmemiş çirkinlikte bir insan olan Sokrates'in huysuzluk timsali Ksantippe adında bir eşi vardı. Sokrates, nesiller boyunca Atinalı düşünürlere yüksek ahlaki değerleri ve gerçek sevgisini aşılamış gibi görünmektedir. Sofistlere şiddetle karşı çıkmıştı. Talep ettikleri yüksek ücretlere bakılırsa, bu Yunanlı profesyonel öğretmen ve yazarların müşterileri, toplum hayatında başarı arayan zengin çocuklarıydı. Sokrates'in Sofistlere karşı çıkmasının sebebi, talep ettikleri aşın yüksek ücret değildi. Bu uygulamayı iğrenç bulmakla beraber, onlara karşı olmasının esas sebebi, Sofistlerin ciddiyetten uzak ve şüpheci olmaları ve mutlak ahlaki değerleri öğretememeleriydi. Sokrates'in “Sokratik Metod” ile öğrettiği iyi nitelikler dürüstlük ve ılımlılıktı. Bu diyalektik bir metoddu ve bunu uygularken öğrencilerine, önceki bilgilerine dayanarak cevap bulabilecekleri sorular sorarak rehberlik etmekteydi. Ama Sokrates çoğu zaman alaycı, tenkitlerinde korkusuzdu; iyi niyetine rağmen birçok düşman edindi. Birçok suçlamadan dolayı —ki bunların arasında Atina gençliğini "yoldan saptırma" da vardı— mahkemeye çıkarıldı ve ölüme mahkûm edildi. Sokrates'in ölümündeki şartlar, özellikle yüksek onuru ve hayata kırgın olmaması, onun sonradan meşhur olmasında etkili oldu. Platon ve Ksenofon onun düşüncelerini daha sonraki kuşaklara aktardı ve Sokrates'in şehit edilmiş olması, onun öğretisini kutsallaştırdı. Bu öğretinin Sokrates dönemi bilimi ve Sokrates sonrası filozofların çalışmaları üzerindeki etkisi ne oldu? Sokrates, astronom ve meteorologların çalışmalarına karşı çıktı: fiziksel dünyayı açıklamaya çalışanlara ayıracak zamanı yoktu ve bu kişilerin, ahlakı ve insanlar arasındaki ilişkileri inceleyerek daha yararlı olabileceklerine inanmaktaydı. Bu suretle insanlar, iyi vatandaşlar olarak, barış içinde ve mutlu yaşamayı öğrenecekti. İlk bakışta Sokrates'in etkisi yıkıcı gibi görünürse de, gerçekte o kadar da kötü olmadı. Sokrates'in Yunan ve hatta dünya felsefe tarihinde çığır açtığı düşünülür. Hakikaten de, diyalektik metodu o bulmuştur. Bu tartışma metodunda, basit bir tecrübeye dayanan ve aksi iddia edilemeyen bir ifadeden çıkılarak, açık ve mantığa dayalı bazı kurallar vasıtasıyla karmaşık bir argüman geliştirilmekteydi. Bunun neticesinde, doğa âlemi Sokrates kurallarına —ki sonradan Platon tarafından geliştirilmişti— göre araştırılmaya başlandı. Diğer bir ifade ile, doğa âlemini açıklamada, olayları dikkatle incelemek ve bunlan açıklayacak varsayımlar ileri sürmek yerine, insanın çeşitli ihtiyaçlarından doğan soyut ve teorik argümanları kullanma eğilimi belirdi. Bu mantık metodunu —ki matematik bilimi için çok değerlidir— yaygınlaştırdığı için Sokrates ve Platon'un çalışmalarının doğa bilimlerinin gelişmesine zarar verdiği sık sık ileri sürülmüştür. Gerçekten de, Batı bilimi kendisini bu metottan ancak on altıncı yüzyılda kurtardı ve bunun yerine gözleme, varsayıma, tahmine ve deneye dayanan başka bir metod geliştirdi. 91 İyonyalı filozofların ve onları izleyenlerin bilimsel görüşlerini açıklarken, doğal âlemi bilimsel olarak tanımlama yolundaki ilk teşebbüsler ile karşı karşıya geldik. Ancak bu, çok düzensiz bir bilimdi ve spekülasyon çok ağır basmaktaydı. Yine de, bilimsel fikirlerin gelişmesinin bu kadar erken bir aşamasında çok fazla spekülasyon yapılmasının kaçınılmaz olduğunu kabul etmeliyiz. Spekülasyon olmasaydı az ilerleme kaydedilecekti. Ancak yalnızca spekülasyon ile uğraşmaya son verme zamanının geldiği de söylenebilir. İşler, belli bir ihtiyat gösterilmesi gereken aşamaya gelmişti. Spekülasyon, dikkatli gözlemlerle azaltılmalıydı ve belki de Sokrates'in tutumunun sonuçlarından birisi de, kendinden sonra gelen filozofların daha gözlemci ve daha tenkitçi olmasını sağlamasıydı. Ancak bu tutum, göreceğimiz gibi, Yunan biliminde herhangi bir duraklamaya yol açmadı. Sakız Adalı Hippokrates Hippokrates adı, tıp deontolojisi ve “Hipokrat Yemini” ile ilgili olarak, birçok okuyucuya belli belirsiz Yunan tıbbini çağrıştırır. Ancak milattan önce beşinci yüzyılda Hippokrates adını taşıyan iki Yunan bilim adamı vardı. Bunlardan birincisi, İyonya bölgesindeki Sakız Adası'nda (Chios) doğmuş olan matematikçi Hippokrates, diğeri ise yine İyonyalı olan ve Sakız Adası'nın 200 km. güneyindeki İs tan köy (Cos) Adası’ndan gelen hekim Hippokrates idi. Sokrates'in çağdaşı olan Sakız Adalı Hippokrates, Atina’da bir matematik ekolü kurmuş ve onun tesiriyle, Atina, Yunan dünyasının en önemli matematik merkezi olmuştu. Atina'nın bu durumu, İskenderiye’nin yükselişine kadar, yaklaşık ikiyüz yıl, devam etti. Hippokrates aslen tüccardı. Parasının büyük kısmını ya korsanlar tarafından esir alındığında veya Aristoteles'in söylediğine göre Bizantium'da (bugünkü İstanbul) gümrük memurları tarafından dolandırıldığında kaybetti. Aristoteles onun saf bir kişi olduğunu da söylemektedir. İster mağdur ister saf, onun yetenekli bir geometri bilgini olduğuna şüphe yoktur. Hippokrates Atina'ya ilk gittiği zaman, matematikçiler üç problem ile karşı karşıyaydı. Bunlar, kübün iki katının alınması; dairenin kareleştirilmesi ve bir açıyı üç eşit parçaya bölme problemleriydi. Hippokrates bunlardan birincisini çözdü ve İkincisini çözmede büyük mesafe kaydetti. Kübün iki katını alma problemi, hacmi eldeki kübün hacminin iki katı olan ikinci bir kübün kenar uzunluklarını belirleme problemiydi. Hippokrates'in bu problemi nasıl çözdüğünü ayrıntılarıyla okuyucuya vermek gereksizdir. Ancak, onun bu problemi geometrik indirgeme adı verilen bir metod kullanarak çözdüğünü söylemek yeterlidir. Bu metoda göre Hippokrates, problemi daha basit bir probleme indirgemiş, bunu çözmüş ve elde ettiği sonucu, başlangıçtaki daha zor problemi çözmek 92 için kullanmıştı. Bu metodu Hippokrates'in kendisinin mi icat ettiği, yoksa Pithagorasçılardan mı aldığı bilinmemektedir. Dairenin kareleştirilmesi ile ilgili ikinci problem, esas olarak dairenin alanını bulma problemiydi. Hippokrates bunu hesaplamak için en iyi yolun “yarım ay "ın ( ) alanı- nı bulmak olduğuna karar verdi. Bu şeklin “yarım ay” olarak adlandırılması, Ay’ın ilk ve dördüncü dördünlerinde aldığı şekle benzemesinden dolayıydı. Hippokrates'in şöhreti, bu problemi çözmedeki başarısına dayanmaktadır. Çözümünü ayrıntılarıyla burada vermek yine lüzumsuz olmakla birlikte, kullandığı metodun doğrularla sınırlanmış bir şeklin alanını bulmak ve daha sonra bu alanın “yarım ay "m alanına eşit olduğunu geometrik olarak ispat etmekten ibaret olduğunu belirtmek gerekir. Bu kolay bir iş değildir; Hippokrates, metodunu bir dizi ispat edilmiş ara kademeler kullanarak geliştirmek zorunda kalmış ve sonunda amacına ulaşmıştır. Bununla beraber elde ettiği sonuçların ona dairenin alanını hesaplamayı sağladığını iddia etmek yanlış olur. Problemin kısmi çözümü —ki Aristoteles tarafından küçümsenerek sözedilmektedir— Atina'da, Hippokrates'in çağdaşı olan Sofist An tifon (Antiphon) tarafından tasarlanmıştı. An tifon bu alanı, daire içine çizilmiş çokgenlerin alanlarını ölçerek elde etmişti. Tamamen geometriye dayalı bir sonuç almayı başaran ilk matematikçi ise, elli yıl sonra Hippias olmuştu. Arkhimedes (Aşimed) de başka bir çözüm bulmuştu. Hippokrates'in şöhreti zamanın matematikçilerinin karşı karşıya oldukları problemlerle uğraşmada gösterdiği başarıyla sınırlı değildir. O ayrıca, gününün Yunan geometri bilgisini bir sistem dahilinde biraraya toplamıştır. Bu teşebbüsü, milattan önce beşinci yüzyılın son on yıllarında sayıca çoğalmış olan teorem ve ispadarı sınıflandırmadaki ilk teşebbüstür. Bununla birlikte, geometriyi kesin ve tam olarak açıklayan ilk eser, ök- lides zamanında yani yaklaşık yüz yıl sonra, yazılacaktır. Istanköylü Hippokrates ve Yunan Tıbbı Geleneğe göre Yunan tıbbının kurucusu, Homeros'un İlyada!da bahsettiği Asklepios'dur. Homeros devrinde kusursuz bir hekim olan Asklepios, daha sonra Apollo'nun oğlu olarak tanrılaştırılmıştı. Asklepios, tedavi sanatını insan başlı at şeklindeki mitolojik yaratık Chiron'dan öğrenmiş ve elindeki bu sanat ile tüm insanları ölümsüzleştireceği düşüncesiyle Zeus tarafından bir yıldırım darbesiyle öldürülmüştü. Asklepios genellikle, etrafına yılan sarılmış bir asa ile resmedilmişti. Ancak, sonraları modern tıbbın sembolü olan ve üzerinde birbirine sarılmış bir çift yılan taşıyan asanın ilk asa ile ilgisi olmaması gariptir. Aslında Asklepios'un elindeki asanın tıbbi bir anlamı yoktur; sadece 93 tanrıların habercisi ve ticaretin hamisi olan Hermes veya Merkür'ün sihirli değneğini temsil etmektedir. Asklepios'un gerçekten yaşayıp yaşamadığı bilinmemekle beraber, kültünün yayılmış olduğu anlaşılmaktadır, özel tapmaklarda yaşatılmış olan bu kült, birçok hastalığa uygun olduğu düşünülen dini merasim şeklinde bir cins tedaviyi öngörmekteydi. Buna göre, temizlenmek için yapılan banyoyu bir dinlenme devresi olan "kuluçka devresi" takip etmekteydi (Resim s. 79). Bu devrede görülen rüyalar Asklepios rahipleri tarafından yorumlanmakta ve tedavi olanlar tapmağa hediyeler sunmaktaydı. Tapmakta ilaç kullanımını sınırlıydı. İlaçlar başka yerlerde ve hekimler tarafından tavsiye edilirdi. Tapınakta cerrahi müdahale yoktu, uygulanan tedavi esasen psikolojikti. Bu tip tapmak tedavisi Yunan icadı değildi ve Alışır'da uygulanmıştı. Dolayısıyla, bu geleneğin Mısır’dan kaynaklanmış olduğu düşünülebilir. Yine de, Yunan tıbbının, tıbbın psikolojik cephesine her zaman ağırlık verdiği gerçeği gözden uzak tutulmamalıdır. Yunanlı hekimler, kök sökücüler (rhizotomoi) tarafından yıllar boyu toplanan bitkisel drogları kullanmaktaydı. Bunlar, bitki ve kökleri tıpta olduğu kadar büyücülükte de kullanmak için toplamışlar ve bir müddet sonra bunların etkileri hakkında zengin bilgi sahibi olmuşlardı. Toplama işleminin uygun zamanlarda —geceleri veya Ay'ın belli evresinde—yapılması gerektiğine de inanmışlardı. Bu işlem ayrıca, büyülü şarkılar eşliğinde gerçekleştirilmekte ve oldukça tehlikeli addedilmekteydi. Bir tarihçinin pek yerinde olarak ifade ettiği gibi, ot toplamak veya kök sökmek, uyuyan kaplanın sırtından tüylerini koparmaya benzemekteydi. Bu işlem yalnızca uygun önlemler alındığında tehlikesizdi. Hekimin görevi, bu bilgiyi devralmak ve uygun dozu belirleyerek doğru uygulanmasını sağlamaktı. Elbette ki Yunan aklı, tıbbın yalnızca uygulanması ile yetinmemişti; biraz da teori bulunmalıydı. Daha önce gördüğümüz gibi, farklı Yunan düşünce ekolleri, âleme kendilerine has tarzda bakma eğilimindeydi ve bu durumun tıpta da görülmesi şaşırtıcı değildir. Tarihinin ilk dönemlerinden itibaren Yunan tıbbında belli başlı dört ekolü vardı. Bunlardan birisi Pithagoras tıp ekolüydü ve lideri Krotonlu Alkmaion idi. Alkmaion, sağlığın vücut içindeki kuvvetlerin dengesine bağlı olduğunu öğretmiş ve o zaman için alışılmamış bir şekilde, beynin duyuların merkezi olduğunu düşünmüştü. Tıp teorisi ile ilgilenen astronom Filolaos da, bu ekolün üyesiydi. Kendisi duyu, hareket ve vejetatif fonksiyonları birbirinden ayırt eden ilk kişi olma şerefini taşımaktadır. İkinci Yunan tıp ekolü, Sicilya tıp ekolüydü. Kurucusu muhtemelen dört unsur (kök eleman) teorisi ile tanıdığımız Akragas’lı Empedokles idi. Empedokles’in öğrencilerinden Akron ve Filistion, vücut içindeki ve dışındaki havanın önemini vurguladılar. Akron'un sağlığı korumak için uygulanacak bir dizi kural kaleme aldığı da zannedilmekte* Yaşamayı ve büyümeyi sağlayan, (ç.n) 94 dir. Üçüncü ekol, bazı anatomik disseksiyonların (kadavraları keserek inceleme) yapıldığı Iyonya tıp ekolüydü. Merkezi Abdera'da olan dördüncü tıp ekolünde ise, özellikle beden eğitimi ve perhizin tıpta uygulanmasına önem verilmişti. Bu ekolün liderlerinden atomist Demokritos —ki kendisi İstanköy'lü Hippokrates'i tesadüfen tanımış olabilir— tıp biliminin diğer yönleri ile de uğraşmanın yanında bugün psikosomatik tıp olarak adlandırılan konu ile de ilgilenmişti. Bu ekolün diğer bir üyesi Herodikos idi ve kendisinin Hippokrates’in hocası olduğu söylenir. Bu dört tıbbi düşünce ekolü erken döneme ait olup, Hippokrates zamanında (milattan önce beşinci asnrın sonu ve dördüncü asrın ilk birkaç on yılında) yerlerini, biri Knidos'ta diğeri İstanköy’de bulunan ve tıp eğitimi veren iki merkeze bıraktılar. Bu şehirler birbirlerinden birkaç kilometre uzaklıkta olup Kerme Körfezi ile ayrılmışlardı. Knidos'taki (Datça) tıp ekolünün mensupları ilgilerini belli hastalıklar üzerine yoğunlaştırmış, ebelik ve kadın-doğum hastalıklarında uzmanlaşmıştı. İstanköy ekolü ise, daha genel bir yaklaşım benimsemiş ve çeşidi tıp konulan ile meşgul olmuştu. İstanköy ekolünün, klasik tıbbın ilk merkezi olduğunu söylemek herhalde doğru olur. Hippokrates, yaklaşık MÖ 460’da bu şehirde doğdu. Hippokrates'in kendisinin, meslektaşlarının ve öğrencilerinin Istanköy'de öğrettiği bilgiler, altmış kadar önemli metinden oluşan "Hippokrates Külliyatı"nın içinde yer alır. Ancak bugün bu külliyatın hangi kısımlarının Hippokrates, hangilerinin başkaları tarafından yazıldığını kesin olarak tesbit etmek güçtür. Milattan önce beşinci asrın son birkaç on yılına ait olan bu metinlerin daha sonra İskenderiye'deki Yunan âlimleri tarafından biraraya toplandıkları tahmin edilmektedir. Külliyatı oluşturan eserlerden bazıları, İstanköy ekolünden değil Knidos ekolünden gelmiş gibi görünmektedir. Bunların arasında en tanınmışı olan İnsanın Tabiatı’nın Hippokrates'in damadı Polibios'a ait olduğu kesindir. Ancak birçoğunun, Hippokrates'in bizzat kendisi tarafından yazılmış olduğu tahmin edilmektedir. Elinizdeki kitap bir tıp tarihi olmayıp, genel bir bilim tarihi kitabıdır. Bu yüzden Hippokrates Külliyatını oluşturan her kitabın içeriğini ayrıntılı olarak vermenin yeri burası değildir. Fakat, Hippokrates’in muazzam şöhreti ve öğrettiklerinin ortaçağa kadar uzanan sürekli tesirleri gözönüne alındığında, İstanköy'deki tıp ekolü hakkında bazı şeyler söylenmelidir. Her şeyden önce anatomi bilgisinin çok sınırlı olduğunu kabul etmek gerekir. Kemikleri tanımakla beraber, İstanköylü hekimlerin iç organlar hakkındaki bilgileri fazla değildi. Yine de, hastalan belirli bir yönteme göre tedavi edebilmek için, vücudun işleyişi hakkında genel bir yaklaşımları olmalıydı: böylece "hıltlar" (humours) veya "vücut sıvıları” teorisini ortaya koydular. Bu, yeni bir fikir olmamakla birlikte, onu rasyonel bir temele oturttular. Bu teorinin insan ve hayvan vücudunda, kan ve safra gibi çok önemli sıvıların bulunduğunun gözlenmesiyle ortaya çıktığı şüphesizdir. Gerçekten bazı fiziksel durumlar sıvı salgılanmasını da beraberinde getirmekteydi; burun akması baş üşütmesine, kusma veya ishal ise farklı fiziksel durumlara işaret etmekteydi. Bu gözlemler, sağlığı vücuttaki dengenin ürünü olarak gören Pithagorasçı görüş ile birleşerek adı geçen doktrine götürdü. Empedokles’in dört unsuru (kök elemanı) da, bu teorinin Hippokrates versiyonunda rol oynadı ve bu dört unsur yanında dört keyfiyet veya nitelik —kuruluk, ıslaklık, sıcak ve soğuk—yer aldı. Sonuçta, vücutta kan, kara safra, san safra ve balgam olmak üzere dört vücut sıvısının bulunduğu düşünüldü. Bu sıvılar dört keyfiyet (nitelik) ile birleştirildi ve sağlıklı bir insanda bunların hepsi denge içindeydi. Bir veya ikisinin fazlalığı vücutta bir takım fiziksel düzensizliklere sebep olmaktaydı. Daha sonra, milattan sonra ikinci yüzyılda, hekim Galenos bu doktrine dört mizacı ekleyerek genişletti ve insanları, kanlı (sıcak ve cana yakın); flegmatik (yavaş hareket eden, uyuşuk, miskin); melankolik (üzgün, durgun) ve kolerik (çabuk kızan, çabuk tepki gösteren) olmak üzere dört sınıfa ayırdı. Bu sınıflandırma, dört vücut sıvısı ve Hippokrates'in dört niteliği ile tıpta on yedinci yüzyıla kadar kullanıldı. Böylece hastalıklar ve hummalar, vücut sıvılarının ve niteliklerin dengesizliği olarak addedildi (Resim 8. 271). Ancak bunların değişik cinslerinin, bilhassa göğüs hastalıklarının ve sıtmanın çeşitli tesirlerini tanımak için büyük çaba gösterildi. Sıtma, diğer hastalıkları maskelediği veya en azından belirtilerini farklı gösterdiği için hekimlere ciddi güçlükler yaratan bir hastalıktı. Sıtma, Akdeniz bölgesinde yaygın görülen bir hastalık olduğundan Hippokrates hekimleri sık sık bu zorluklarla karşılaşmışlardı. Hastalan dikkatle muayene etmelerine rağmen, nabzın ateş ile değiştiğini fark etmemiş olmaları şaşırtıcıdır. Muayene sırasında hekimlerin nabız ölçmeye ender olarak başvurduğu anlaşılmaktadır. Bunun sebebi, belki de ateşli hastalığın seyrini tahminden (prognoz) çok, ateşli hastalığı teşhise (diagnoz) önem vermeleriydi. Netice itibariyle, Hippokrates hekiminin görevi doğanın iyileştirici kudretini kullanmaktı ve tedavi, bu husus gözönünde bulundurularak yapılmaktaydı. Böylece hekim, tedavide mühsillerden, kusturuculardan, açlık perhizinden ve hatta kan almadan (hacamat) faydalanacağı gibi iyileşmenin doğal olarak meydana gelmesi için acıyı dindiren, gevşeme, rahatlık veren banyolar, masaj, arpa suyu, şarap, bal enfüzyonları tavsiye etmekteydi. Hastanın ruh sağlığı da ayrıca hekimin ilgisi dahilindeydi. Tıbbi klimatoloji hakkında ilk bilimsel eseri yazan kişi de Hippokrates idi. Havalar, Sular, Beldeler başlığını taşıyan bu eserde Hippokrates, çevre ve iklimin sağlık üzerindeki ve özellikle, salgın hastalıkların yayılmasındaki etkisini anlattığı gibi, yerel su ve yiyeceklerin ve hatta insanların tabiatından bahsetmektedir. Eser tamamıyla yeni bir ° Bir madde veya bitkinin sıcak su içinde bekletilmesi veya kaynatılması neticesinde elde edilen sıvı, (ç.n) 96 araştırma alanı açtı. Ancak, Hippokrates külliyatını oluşturan kitaplar içinde en popüler olanı, muhakkak ki aforizmaları içeren kitaptır. Bugün bile, derlenmesinden 2300 yıl Sonra, birçok kişi "Hayat kısa, sanat uzundur. Fırsat çabuk kaçar, tecrübe güvenilmez, hüküm vermek zordur” şeklinde başlayan aforizmayı duymuştur. Buna rağmen aşağıdaki ikinci cümle daha az tanınmıştın "Hekim yalnızca kendi görevini yapmaya değil, fakat aynı zamanda hastanın, ona refakat edenlerin ve etrafindakilerin işbirliğini de sağlamaya hazır olmalıdır." Bu cümle, hekimler tarafından, çağlar boyu, davranışlara rehber olarak benimsenen ve hekimin görevinin hastasının menfaati doğrultusunda çalışmak olduğunu ve aralarındaki güvenin kutsallığını vurgulayan "Hippokrates Yemini”ni hatırlatmaktadır. Hippokrates’i eleştirenler bazen onu bireyi tedavi etmekten ziyade genel bilgi üretmekle suçlamışlar ise de, Hippokrates ekolünün hedefini yüksek tuttuğu açıktır. Hippokrates ve onun izleyen hekimlerde bilimsel tıbbın Batı daki ilk işaretlerinin görüldüğü doğrudur. Hippokrates, bilimsel bakış açısını telkin etmiş, büyü ve saflığın hüküm sürdüğü bir alanda bilimsel yöntemleri kullanmıştı. Hükümleri dikkatli ve ölçülüydü. O zamanlar hüküm süren batıl itikadları, konu ile ilgisi olmayan tüm felsefi düşünce ve sözleri reddetmişti. Bundan başka Hippokrates, tedavi ettiği vakaların kayıtlarını tutmuş; bu kayıtlarda, başarı ve başarısızlıklarını gerçek bir bilim adamına yaraşır tarzda vermişti. Gerçekten de, tıbbi rapor tutma geleneğini Batı'da ilk başlatan Hippocrates’tir. Ancak bu gelenek kendisinden sonra Batı’da ne yazık ki devam ettirilmemiştir; milattan sonra dokuzuncu yüzyılda İslam medeniyetinde yeniden canlanmış ise de Avrupa’da on altıncı yüzyıldan önce uygulanmamıştır. Platon Şimdi, Sokrates sonrası filozoflar dönemine geçiyoruz. Bunlardan birincisi, Sokrates'in öğrencisi ve yakın dostu olan, gerek Yunanistan’da gerekse başka yerlerde kendinden sonra gelen filozofları önemli ölçüde etkilemiş bulunan Platon (Eflatun)'dur. Platon, MÖ 427 yılında muhtemelen Atina'da doğdu ve MÖ 348 veya 347'de yine orada öldü. Hayatının büyük kısmı sıkıntılı devirlere rastladı. MÖ 431 'den 404'e kadar Atina ile İsparta arasında, Atina'nın kesin mağlubiyeti ile sonuçlanan Peleponnes Savaşları yapılmaktaydı. MÖ 403'te, bozgundan bir sene sonra, her ne kadar sosyal yapısı biraz değişmiş olsa da Atina, yeniden bağımsız bir demokrasi haline geldi. Atina’yı çevreleyen kırsal bölgenin tahrip görmesinden dolayı, büyük toprak sahipleri artık hakim aristokrat sınıf olmaktan çıkmıştı. Onların yerine yükselen tüccar sınıfı hem zengin hem de güçlüydü; bu yüzden Atina, takibeden yüzyılda hatırı sayılır bir maddi refah dönemi yaşadı. Hitabet, Demosthenes ile; yaratıcı düşünce ise Platon ve Aristoteles ile zirveye ulaştı. 97 Kendisi de aristokrat olan Platon, her zaman asaletinin bilincinde bir kişiydi. Buna rağmen, kamu işlerine katılmamayı tercih etti. Bunu belki yönetimdekilere güvenmediği için belki de hocası Sokrates gibi ahlak ilkelerine ve insanların iyi vasıflarına inanmadığı için yaptı. Belki de, kendisini felsefe konusundaki araştırmalara kaptırmış olduğu için kamu işlerine girmedi. Sebep ne olursa olsun, otuz yaşına gelince seyahat etmeyi kararlaştırdı, önce, İtalya'yı ve Pithagorasçıları ziyaret etmek için Batıya gitti. Çiçero’nun rivayetine göre, önce Mısır'ı ziyaret etti. Ayrıca Sirakuza’ya gitti ve Sicilya'nın politik hayatına karıştı. Sicilya’da iken Tarentum'lu Arkhitas ile tanıştı. Arkhitas güçlü bir politikacı olduğu kadar, matematikteki "ortalamalar” ve orantılar teorisine ve ayrıca müzik teorisine de önemli katkılarda bulunmuştu. Müzik teorisine yaptığı katkılardan biri de şuydu: ses perdesi yükseldikçe —yani ses gittikçe daha tiz oldukça— bu sesi veren hava sütununun veya titreşen telin frekansının arttığını gözledi. Arkhitas, çeşitli bilimlerin temelleriyle de ilgilenmiş ve bütün bilimlerin temelinde “hesap sanatı"nın bulunduğunu ve hatta bunun geometriden daha da önemli olduğunu ileri sürmüştü. Hesaplamalara ve sayılara olan bu merakına rağmen Arkhitas, geometri ile de uğraşmış, kübün iki katının alınması problemine getirdiği çözümle ün kazanmıştı. Bütün bunlar, Platon'un ileride matematik eğitiminde ısrar etmesine sebep olacaktı: matematik eğitimi, akıl ile bilgi arasındaki bağlantıyı kavramayı sağladığından, yönetici olmak isteyen herkes için gerekliydi. Platon, MÖ 388'de Atina'ya geri döndü ve bu tarihten sonra tamamıyla bir filozof hayatı sürdü, öğretime ağırlık verdi. MÖ 387'lerde şehrin Batı kapısının dışında, Cephissos kıyılarında bir arazi satın aldı. Bu yer, Ispartalı Helen’i geri getirmek için Kastor ve Polluks’a yardım eden efsanevi kahraman Akademos’tan dolayı, "Akademi" adıyla tanınmaktaydı. Burada muhtemelen bazı yapılar, belki bir "museum' (müzlerin tapınağı anlamında), bir toplantı salonu, yemekhane ve diğer odalar bulunmaktaydı. Ayrıca bir de zeytinlik mevcuttu ve dersler muhtemelen bu zeytinlikte veya yapıların birinin saçağının gölgesinde yapılmaktaydı. Böyle bir okul yenilik sayılmazdı: daha önce Mezopotamya’da, Mısır ve Yunanistan'da da okullar kurulmuştu. Ancak, Akademiyi diğerlerinden ayıran özellik, "yüksek" öğretim (bugünkü lisans üstü eğitime benzer bir eğitim) vermesiydi. "Yüksek” öğretim yalnızca Platon zamanında verilmedi, çok sonraları da verilmeye devam etti. Akademi yaklaşık 900 yıl yaşadı ve ancak MS 529 yılında Bizans İmparatoru Jüstinyen'in emriyle kapatıldı (Resim s. 80). Platon'un "İdealar Teorisi” onun felsefi görüşünün tamamına hakim olduğu gibi, bütün bilimsel spekülasyonlarını da etkilemişti. Esas olarak bu teori, gördüğümüz her şeyin, duyularımızla farkına vardığımız her nesnenin "görünüş"ten başka bir şey olma- 98 dığını varsaymaktaydı. Temel bir gerçek var olmasına rağmen, bu bizim göremediğimiz bir şeydi. Asıl gerçek, bir temel Form ya da İdea idi, sabit idi, değişken değildi. Bizim gözlediklerimizde böyle bir sabitlik yoktu: bunlar, gerçek özün, Formun veya İdea’nm yetersiz bir kopyasıydı. Böylece, biz bir kedi gördüğümüz zaman, gözlemlediğimiz şey asıl kedinin mükemmel olmayan bir kopyasıydı: bizim kedimiz yaşlanacak ve ölecek, fakat esas olan kedi İdea sı hep orada olacaktı. Bu esas İdea, sabit ve asıl gerçeği içermekteydi: gözlenen dünya, onun bir gölgesinden ibaretti. Bunu açıklamak için Platon, bir mağarada, sadece karşısındaki duvarı görebilecek şekilde zincirlenmiş adam örneğini verdi. Adamın, dünyanın gelip geçtiğini, duvardaki gölgelerin hareketinden görmesi gibi, biz de doğayı gözlerken asıl gerçeği duyularımızla fark edemiyorduk. Gerçek, asıl gerçek, bizim hiçbir zaman gözleyemeyeceğimiz bir şeydi. O, ancak zihinde tasarlana- bilirdi. Dolayısıyla Platon a göre bilimin esas hedefi, İdea’ları araştırmak ve anlamaktı. Bazen karışıklığa sebebiyet verecek şekilde “realizm” olarak adlandırılan Platon’un 'İdealar Teorisi’nin bilim tarihi üzerindeki etkisi, uzun vadede onun diğer spesifik bilimsel teorilerinin hepsinden daha derin oldu. Zira, Platon’a göre, doğa âlemi "asıl” veya "mükemmel” gerçeğe ulaşmak için uygun vasıta değildi. Bunu ancak "derin düşünme” veya "ilhâm” ile keşf etmek mümkündü. Bu düşünce, St. Paul’un öğretileri vasıtasıyla Hıristiyan düşüncesinin temel taşlarından birisi oldu. Platon için deney ve gözlem, Sokrates’te olduğu gibi sadece lüzumsuz değil, aynı zamanda bilgiyi elde etmede de kesin olarak yanıltıcıydı. Platon’a göre, evren hakkındaki teorilerin değerlendirilmesi, onların doğayı açıklamaları veya doğa olaylarını önceden haber vermede gösterdikleri başarı ile değil, fakat ilâhi mükemmelliği ifadedeki başarılan nispetinde yapılmalıydı. Platonizm (Eflatunculuk), Aristoteles’in öğretilerinin etkisiyle ortaçağ Kilisesinde geri plana itilmiş, ancak Rönesans’ta tekrar canlanmıştı. Bununla beraber Platon'un gerçek bilgi konusundaki görüşleri, ortaçağda inanç-akıl tartışmalarına hakim oldu. Keza, Platon, geometrinin, ortaçağda el üstünde tutulmasına katkıda bulundu. Zira geometri, az sayıda temel önermeden yola çıkarak birbirinden tamamen farklı çok sayıda sonuç elde etmeye imkân veren "dedüktif” (tümdengelim) yöntemin en yüksek örneği idi. Bu yöntem, çok sayıdaki ve çeşitli doğa olayının gözlemlemeye ve bu bilgileri tek bir birleştirilmiş açıklama ortaya koymak için kullanmaya dayanan, daha deneysel özellikteki "indüktif” (tümevarım) yöntemin, tamamen aksi bir yöntemdi. Platon’un siyasi fikirleri Cumhuriyet, Devlet Adamı ve Kanunlar adlı üç kitabında yer almaktadır. Platon bu kitaplarda, seçkin bir toplum yanında, nüfusun beşte birinden oluşan bir “yöneticiler ve muhafızlar” grubunun nüfusun geri kalan kısmını yönetmesini teklif etti. Yöneticiliğin babadan oğula geçtiği yöneticiler sınıfında, eşler ve çocuklar da dahil olmak üzere herşey ortaktı. Platon, halk kitlesinin ideallerinin değil, an- 99 cak isteklerinin olduğunu düşünmüştü: halk yani tüccarlar, zanaatkârlar, el emeği veren işçiler yalnızca yönetilmeye layıktı. Platon, tüm istek ve ihtiraslardan kuşku duymaktaydı. Parayı, hatta aile sevgisini hor görmüş ve karşı cinse olan sevgiye sırt çevirmişti. Bununla beraber, politikacının karşı konamaz ihtirasını —iktidar aşkını— tamamen görmezlikten gelmiş olması gariptir. Ancak seçkin yönetici sınıf özel olarak eğitilmeliydi ve belki de Platon, böyle bir eğitimin mal ve ailenin ortak kullanımı —ki onun için çok önemliydi— ile birleştiğinde, iktidarın zarar görmesini önleyeceğini düşünmüştü. Platon matematiğin, eğitimin tamamlayıcı bir parçası olduğunda ısrar etmişti; ancak bu tutumu, matematiğin yalnızca matematik olduğu için değil, onun aklı terbiye etmedeki yaran yüzünden benimsemesi ilgi çekicidir. Platon, matematiğin devlet sistemi için faydalı olduğunu düşünmüş olmakla birlikte düşünce özgürlüğü, yeni dinleri kabullenme, politika kurumunu eleştirme, yeni fikirleri göz önünde bulundurma konusunda gençlere izin verilmesi gibi, diğer bazı tutumların zararlı olduğundan son derece emindi. Bunla- nn hepsi çok önemli suçlar idi. Kısacası, Platon, idealleştirilmiş bir totaliter devlet sistemini savunan aristokrat bir gericiydi. Burada konu dışı olsa da, Platon un politika konusundaki fikirlerinden bahsetmek gerekliydi. Çünkü politika, Platon'un ilgilendiği meselelerin içinde son derece önemli bir yer işgal etmekteydi; onun tüm felsefesini etkisi altına almıştı. Ayrıca, eh büyük bilimsel eseri olan Timaios (Latinceleştirilmiş şekli Timaeus) 'dan da anlaşılacağı gibi, politika onun doğa âlemine yaklaşımının ve evren hakkındaki fikirlerinin içine işlemişti. Timaios esas itibarıyla üç bölümden oluşan bir diyalogdur. Birinci bölüm, Atlantis efsanesinin anlatıldığı bir giriş özelliğini taşımaktadır. Bunu, kitabın en uzun kısmı olan ve dört unsur (kök eleman) teorisini, madde teorisini ve duyularla gözlenen objeler teorisini konu alan "Alemin Ruhu'' başlıklı bölüm izlemektedir. Son bölüm biraz fizyolojiden söz etmekte, insan ruhunu ve vücudunu tartışmaktadır. Platon'un evren anlayışına gelince; evren, gök cisimlerinin düzgün hareketlerinin de gösterdiği gibi düzenli ve akılla kavranabilir bir yer idi. Evrenin ruhunu, insan ruhu ile karşılaştırmak mümkündü. Gezegenler ve yıldızlar asıl gerçeğin en yüce temsilcileriydi. Onlar, Platon'un İdealarının örnekleri olduğu gibi, Tanrı bile olabilirlerdi. Matematik, yıldızların ilahi hareketlerini açıklardı. Bu yıldızlar hareket ettikçe göklerin müziği yayılmakta ve insanlar öldüğü zaman, ruhlan geldikleri yıldızlara geri dönmekteydi (Resim s. 115). Platon'un evren anlayışının temelinde mikrokozmos ve makrokozmos doktrini yani insanın küçük dünyasının evrenin büyük dünyasını aksettirdiği görüşü yer almaktaydı. Bu, Demokritos'un da kullandığı bir tema olup, birçok filozofun aklına gelmiş ve ortaçağ Avrupa düşüncesinde de çok bariz şekilde görülmüştü. Platon bu fikri o kadar geliştirdi ki, sonuçta muhtemelen Babil kaynaklı bir tür yüce ve manevi astrolojiye bağ- 100 landı. Bunun Timaios’ta yer alması bir talihsizlikti. Zira, sonraki dönemlerde Timaios’ u okuyanlar Platoncu görüşü anlayamayıp, mikrokozmos ile makrokozmos doktrinini, astrolojik kehanetlerde bulunmak için horoskopa bakmayı haklı kılmak için kullandılar. Platonun astronomi ile ilgili fikirlerinin hepsi Timaios'ta.yer almaz. Bazıları, diğer eserlerinde, hatta Cumhuriyet'de ve Kanunlar'da bulunmaktadır. Zira Platon, evrenin bir tasviri olan astronominin, yönetici seçkin sınıfın eğitimi için gerekli olduğunu ve hatta astronominin herkese öğretilmesi gerektiğini düşünmüştü. Ancak Platon un verdiği tasvirler çok kere hayal ürünü tasvirler olup, öğretilmesi gereken astronominin ne olduğu her zaman açık değildi. Kendisi gezegenlerin hareketini şöyle açıklamıştı: gezegenlerin her biri, kenarında bir deniz kızının oturduğu "halka”lara tesbit edilmiş olup, bu halkaların hepsi evrenin merkez ekseni etrafında dönmekte; bu eksen Kader Tanrıçaları Klotho, Atropos ve Lakhesis tarafından hareket ettirilmekteydi. Halkaların tam olarak nasıl olduklarına karar vermek zordur; Platon zamanında ip eğirmek için kullanılan çıkrığın düzenli hareket etmesi için düzenteker olarak dönen diskler kullanılmaktaydı. Ancak bu benzerliği zorlamak ve hatta Platon'un kesin olarak ne demek istediği üzerinde durmak pek doğru değildir. Platon, kesin ifade kullanmak istediğinde kullanırdı, ancak daha renkli bir dil kullandığı zaman, ayrıntılı bir bilimsel tasvir değil, bir izlenim vermeye çalışıyor demekti. Bereket versin ki, Platon'un vermek istediği kesin anlam -eğer var ise— bilimsel astronominin geleceğini fazla etkilemedi. Platon'un evren görüşü, Filolaos hariç, diğer Pithagorasçılara çok şey borçludur. Çünkü Platon, küre şeklindeki Yer'in evrenin merkezinde bulunduğuna ve Güneş, Ay ve gezegenlerin Yer'in etrafında değişik hızlarda dönmekte olduğuna kesin olarak inanmaktaydı. Bunun yanında, Filolaos'un Yer'e göre yaptığı gök cisimleri sıralamasını kabul etmişti. Tek bir evren vardı —Platon atomistlerin çok sayıda evren bulunduğu şeklindeki fikrini reddetti— farklı cisimlerin hepsinin dört kök elemandan meydana geldiğine inandı. Ateş, ilahi gök cisimleri; hava, kanatlı yaratıklar; su, suda yaşayan varlıklar ve toprak, karada yaşayanlar içindi. Gök cisimleri yalnızca ilahi olmayıp, ruh da taşımaktaydı. Platon'un astronomisini nasıl değerlendirebiliriz? Görüşleri yeni bir fikir, yeni bir evren teorisi içermediği gibi, çok defa karmakarışıktı. Fakat bu karışıklık içinde faydalı olan bir husus vardı ki, o da Platon'un matematiğe verdiği önemdi. Bu da bilim için bir kazanç oldu. Bunun yanında bilime tam ters etki yapan bir başka görüşü de vardı. Bu da, Platon'un gözleme güvenmemesiydi: akıl yoluyla varılan sonuçların deney ile elde edilenlerden daha üstün olduğuna inandı. Evren hakkında yapılan felsefi spekülas- 101 yon, görünür hareketlerin kesin gözleminden daha aydınlatıcıydı. Evrendeki cisimlerin gerçek hareketleri, bakarak değil akılla kavranırdı. Bu da, bilimsel bilgiyi elde etmenin yüce ve felsefi bir çaba olduğunu kabul eden ve onu elde etmek için aklın kullanılmasını, basit ve detaylı kayıt ve gözlemlere tercih eden aristokratik Yunan düşüncesinin bir diğer örneğiydi. Bu zihniyet, Yunanlıların yaptığı birçok buluşun tekniğe uygulanmasını engelledi. Platon un bilime etkisi iyi mi, yoksa kötü mü oldu? Eserleri bilimin gelişmesini teşvik etti mi, yoksa etmedi mi? öğrencilerinin gayretleri, eserlerinin gücü ve eserleri hakkında yapılan açıklama ve yorumlar vasıtasıyla Platon un daha sonraki filozoflara çok büyük etki yapmış olduğu şüphesizdir. Her ne kadar matematiğe verdiği önem faydalı olmuş ise de, deneye dayalı bilimi tek bir adım dahi ileri götürmemiştir. Gerçekten de Platon, deneyi esas alan bilimi kesin olarak hakir görmüştür. Yunan biliminin her zaman felsefi spekülasyona pratik deneylerden daha fazla ağırlık verdiği muhakkaktır; bu eksiklik, Platon'un İdealar Teorisi ile daha da artmıştır. Sonuç olarak Platon'un bilime olan etkisi bilimin ilerlemesi yolunda ilham verici değil, duraksatıcı olmuştur. Knidos'lu Ödoksos Kısa bir süre Platon'un öğrencisi olan Ödoksos (Eudoxos), milattan önce yaklaşık 408'de İyonya'daki Knidos'ta (Datça) doğdu. Tarentum'lu Arkhitas'tan geometri öğrendi, müzik ve sayılara olan ilgisini de muhtemelen ondan miras aldı, Ödoksos, tıp eğitimini Empedokles'in öğrencisi meşhur anatomi bilgini Filistion'un yanında gördü. Gelecek için ümit vaad eden bir genç olmakla birlikte, zengin değildi. Akademi'de okurken parasızdı ve ancak arkadaşlarından aldığı para ile seyahatini gerçekleştirebildi. Mısır'a gitti ve bir müddet bugün Kahire'nin yaklaşık 11 km. kuzeydoğusunda yer alan Heliopolis'te kaldı. Sekiz yıllık bir takvim devresini orada hesapladığı söylenmiştir. İyonya'ya dönünce, bugünkü Türkiye’nin batısında yer alan Frigya bölgesinde kendi okulunu kurdu ve büyük başarı kazandı. Daha sonra bazı öğrencilerini Atina’ya götürdüğünde —bu onun Atina’yı ikinci ziyaretiydi— Platon onun şerefine bir ziyafet verdi. En sonunda Knidos’a döndü ve orada teoloji, astronomi, meteoroloji ve matematik öğretti, kitaplar yazdı. Şehir için kanunlar hazırlanmasına yardım etti ve tahmin edileceği gibi çok saygıdeğer bir insan oldu. Bilim adamı olarak Platon'u gölgede bıraktığı muhakkaktır. Ödoksos bugün esas itibariyle eş merkezli küreler teorisi ile tanınmaktadır. Bu astronomi teorisi, takibeden 1800 yıl boyunca son derece etkili olmuştur. Onun bu teorisini incelemeden önce, önemli ilerlemeler kaydettiği matematiğinden söz etmek gerekir. İlk olarak, geometri teoremlerini ve aksiyomları formel sunuş tarzını yani Öklides tekniği olarak adlandırdığımız tekniği ortaya koymuştur. İkinci olarak, matematiksel oran- 102 tılar konusunun bütününü incelemiş ve yeni bir teori ileri sürmüştür. Üçüncü olarak da, “altın bölünme" deki oranlar üzerinde çalışmış ve nihayet, daha az dikkati çeken fakat daha önemli olan tüketme metodunu (the method of exhaustion) geliştirmiştir. Pithagorasçıların "irrasyonel sayılarım varlığını keşfettikleri günden beri, orantılar konusuna yeni bir yaklaşım ile bakmak gerekmekteydi. Zira, 2'nin kare kökü gibi sayılar basit orantı şeklinde ifade edilememekteydi. Bu, ya aritmetik ile geometri arasındaki ilişkinin reddedileceği ya da irrasyonel sayıların yeni cins sayılar olduğunun kabul edileceği anlamına gelmekteydi, Ödoksos ikinci teklifi benimsedi. Bu durumda, diğer matematikçileri ikna etmesini gerektirmekteydi; bu da o kadar kolay değildi. Bunu yapmak için, böyle sayıların var olduğunu ve diğer sayılar gibi ele alınabileceğini; bu sayıların varlığını geçerli kılacak geometrik ispatların bulunduğunu göstermek gerekliydi. Tüketme metoduna gelince, bu metod Ödoksos’un küre ve koni gibi katı cisimlerin hacmini hesaplamak için geliştirdiği bir yöntemdi, sonsuz küçük kesitler kullanmaya dayanmaktaydı. Bu yöntemde sonsuz küçük parça ile neyi kast etmek istediğini kesin olarak tanımlaması gerekliydi. Bunu yaparken, birkaç bin yıl sonra "integral hesap" (integral calculus) olarak adlandırılacak olan, bugün Newton ve Leibniz'in isimleriyle birlikte anılan bir matematiğe doğru önemli bir adım atmaktaydı. Ödoksos ayrıca küre üzerindeki daire ve doğruların geometrisini inceledi; buradan hareket ederek eş merkezli küreler ile ilgili önemli teorisini geliştirdi. Bu teoride, Güneş'in, Ay'ın ve gezegenlerin gözlenen hareketini açıklamak için, belli sayıda eş merkezli küre —birbiri içine geçen fildişinden yapılmış Çin toplan gibi— kullandı (Resim s. 114). Bu çok zekice bir modeldi; gezegenlerin gökyüzünde yalnızca basit yörüngeler çizmediğini, fakat yıldızlardan oluşan bir zemin üzerinde bazen bir yönde bazen diğer yöndeki hareket ediyormuş, hatta duraksıyormuş gibi görünmelerini açıklamaktaydı. Pithagoras'tan beri, bütün gök cisimlerinin Güneş etrafında daireler çizerek hareket ettikleri kabul edilmekteydi, Ödoksos*un iddiası ise, dairesel hareketler veya daha doğrusu küre yüzeyine çizilmiş hareketler kullanarak bu gözlemleri açıklamak, Yunanlıların tabiriyle, "zevahiri kurtarmak"tı; hedefine, farklı eksenler etrafında ve farklı hızlarla dönen eş merkezli küreler kullanarak ulaştı. Geliştirdiği nihai model oldukça karmaşıktı ve bu yüzden ayrıntısıyla incelemeye gerek yoktur. Sistemin nasıl çalıştığını gösteren bir örnek vermek yeterli olacaktır. Ay'ın hareketini düşününüz: Ay, Yer'in etrafındaki hareketini bir günde tamamlar; diğer herhangi bir gök cismi gibi doğar ve batar. Aynı zamanda, bir ay süresinde kat ettiği bir yörünge üzerinde hareket eder. Diğer taraftan Ay (veya yörüngesi) 18 seneden biraz uzun süren bir tutulmalar devresini tamamlayacak şekilde hareket eder. Böylece 103 Ödoksos’un modeli; birincisi günlük hareketi, İkincisi aylık hareketi ve üçüncüsü de tutulmalar devresini açıklamak için üç küreye ihtiyaç göstermektedir. Ancak kürelerin bu düzende olması şart değildir, Ödoksos muhtemelen önce Ay'ın günlük hareketini gözönüne aldı ve bunu, devrini 24 saatte tamamlayan bir küre ile açıkladı. Bu kürenin ekseni, Yer'in kuzey ve güney kutuplan doğrultusundaydı. Bu arada, Ödoksos’un Yer'i hareketsiz olarak kabul ettiğini de belirtelim. Ay’ın günlük hareketini açıklayan kürenin içinde bir küre daha vardı ve bu ikinci küre tutulmalar küresiydi. Ekseni ekliptiğin kutuplan doğrultusundaydı yani eksen, Güneş’in gökteki görünür yörüngesine dik idi ve devrini 18 yılda tamamlayacak şekilde çok yavaş hareket etmekteydi. Üçüncü küre, Ay’ın aylık hareketini açıklamak için düşünülmüştü. En içteki bu küre, devrini ayda bir tamamlayacak şekilde dönmekteydi ve ekseni ortadaki küre ile 5°lik bir açı yapmaktaydı (çünkü Ay’ın yörüngesi Güneş’in görünür yörüngesine 5° eğikti). Ödoksos’un modelinin bu şekilde olabileceğini daha önce belirtmiştik: eseri günümüze kadar gelmediğinden ve elimizdeki bilgiler Aristoteles gibi yorumcuların düşüncelerine dayandığından, hiç kimse bundan kesin olarak emin olamaz. Son yıllarda bazı bilim adamları, Ödoksos’un Ay’ın yörüngesi hakkındaki bilgisinden tam olarak emin olamadıktan için, tutulmalarla ilgili olan orta küre konusunda şüpheye düşmüşlerdir. Ancak Ödoksos’un çok gelişmiş bir teoriye ihtiyacı yoktu. Devreyi bilmesi yeterli olup sebebini bilmesi gerekmezdi. Ayrıca genel kanıya göre, gözlem kayıtlan bu konuda yeterli bilgi sağlamaktaydı. Yine de şüpheler varsa, bu bizi endişelendirmemelidir. Bizim için önemli olan, Ödoksos’un "zevahiri kurtarmak” için bir model tasarlamış olması, bu modelin Güneş, Ay ve gezegenlerin hareketini açıklayacak kadar esnek olması ve sağlam matematik temeller üzerine oturtulmuş olmasıdır. Bazı çağdaşları, onun eş merkezli kürelerini eleştirmiş ve bu teorinin, gezegenlerin yörüngeleri üzerindeki hareket ederken gözlenen parlaklık değişmesini açıklamadığından şikayet etmişlerdir. Ancak, bu olayı açıklayacak bir teorinin geliştirilebilmesi için, yüzyıllar geçmesi gerekecektir. Ödoksos’un astronomi ve matematik alanındaki çalışmalarının kendi nesli ve sonraki nesiller üzerinde çok büyük etki yaptığına şüphe yoktur. Onun eş merkezli küreleri, ortaçağda Batılı astronomların kristal kürelerine dönüşmüştür. Matematiği ise, daha sonraki matematikçileri derinden etkilemiştir, Ödoksos, çok kere “Platon çağı” olarak adlandırılan çağda yaşamış olmakla beraber, bir bilim tarihçisi, bu çağı “Ödoksos çağı" olarak adlandırmanın daha isabetli olup olmayacağı fikrini ortaya atmıştır. Aristoteles MÖ 384’teki doğumu yeni bir çağı başlatan Aristoteles ile Yunan biliminin en önemli şahsiyetine gelmiş bulunuyoruz. Aristoteles, Ege’nin kuzey sahilindeki Kalki- 104 dikya'da, üzerinde Athos tepesinin yer aldığı yarımadadaki Stageiros'da doğdu. Ege'nin kuzey sahili, 230 km. daha güneydeki Kalkis'ten gelen Yunanlılar tarafından daha önce kolonileştirilmişti. Kalkidikya, Makedonya'ya yakındı ve Aristoteles’in babası, Büyük İskender’in dedesi olan Makedonya Kralı III. Amintas’ın (bazen II. Amintas da denir) özel doktoru olarak tayin edildiğinde, aile başkent Pellaya taşındı. O zamana kadar, Yunanlılarla yavaş yavaş dostluk kurmuş olan Makedonyalılar artık kendilerini Helenleşmiş görmekteydi. Hakikaten, Arkaelos’un (MÖ 413-399) krallığı zamanında başkent, bir Yunan kültür merkezi haline geldi; Öripides, büyük trajedisi Bakhalar’ı (Bacchae) burada yazdı. Arkaelos’un ölümünden sonra ülkede iktidar çatışmaları olduysa da 359'da II. Filippos banş getirerek Kalkidikya yi kendisine bağladı. Sonra da, kuvvet ve diplomasiyi birlikte kullanarak Yunanistan’ın tümüne hakim oldu. İleride görüleceği gibi, Makedonya’nın bu gücünün Yunan kültürü üzerinde önemli etkileri olacaktı. Aristoteles henüz delikanlı iken anne ve babasını kaybetti; on yedi yaşma geldiğinde, velisi Proksenos, öğrenimini tamamlaması için onu Atina'ya gönderdi. Aristoteles burada Platon un Akademi’sine kaydoldu ve kısa zamanda, ileri zekâsı ve gayreti ile takdir kazandı. Platon ona “okuyucu" ve “akıl" adlarını takmıştı. Aristoteles, takibeden yirmi yıl boyunca —Platon’un ölümüne kadar— resmen Akademi’de kaldı. Araştırıcı yapısı, onu Platon dışındaki kişilerden de konuşma sanatı ve politika öğrenmeye sevk etmiş gibi görünmektedir. Zamanla, birçok bakımdan Platon'dan farklı düşünmeye başladı. Yunan tarihçisi Diojen Laertios’a göre, Aristoteles aslında Akademiyi Platon'un ölümünden önce terk etmiş, bunun üzerine, Platon da, "Aristoteles beni, tayların kendilerini doğuran analarını tekmeledikleri gibi tepti" demişti. Platon ölünce, Akademi'nin başına yeğeni Seusippos geçti. Belki bu yüzden, belki de şehirdeki Makedonya aleyhtarı hareketten dolayı, Aristoteles Atina’yı terk etti. Başka bir akademisyen olan Ksenokrates'in eşliğinde, Ege'yi geçerek, İyonya'ya, Midilli yakınındaki Atarneos’un Sarayı na gitti. Burada onlan, bölgenin idarecisi ve Akademi’de bir müddet bulunmuş olan Hermeias karşıladı ve Aristoteles, Hermeias’ın yeğenlerinden olan ilk kansı Pityas ile burada evlendi. Aristoteles üç yıl kadar buraya yakın olan Asos’ta yaşadı ve komşu ada Midilli ye yaptığı ziyaretlerde, doğa araştırmaları yapan Teofrastos ile tanışarak onunla arkadaş oldu; yine bu adada kendisi için bazı önemli biyoloji gözlemleri yaptı. MÖ 343'te, Makedonyalı Filippos, Aristoteles'i oğlu İskender’in hocası olması için Pellaya davet etti; Aristoteles daveti kabul etti. Prense, babası sefere çıktığında krallığa vekâlet etmeye başlayana kadar üç yıl boyunca hocalık yaptı. Aristoteles, 335 yılma kadar Makedonya’da kaldı; İskender tahta geçtiğinde Aristoteles Atina'ya giderek orada kendi okulu- 105 nu ve araştırma merkezini kurdu. Okul, eskiden Apollo Lykeios’a ithaf edilmiş olan bir koruda yer almaktaydı; bundan dolayı "Lykeion" (Lyceum)* adı ile tanındı —bu terim modern bilim kurumlarını belirtmek için kullanılan "akademi" teriminden daha uygun bir terim olabilir. Aristoteles ders verirken bu koruda yürümeyi adet edinmiş olduğundan kendisi ve öğrencileri "yürüyenler" veya "peripatetisyenler" olarak tanındı. Aristoteles, sonraki on üç yıl boyunca Lykeion'da yaşadı ve çalıştı. Burada, çok faal bir okul ile bir kütüphane kurmakla kalmayıp, aynı zamanda doğada bulunan çeşitli cisimleri biraraya topladığı bir müze oluşturdu. Bu, Platon’unkinden çok farklı bir yaklaşımdı, insanın evreni yalnızca düşünerek gözünde canlandırabileceğine inandığından, Platon bu gibi vasıtaları reddetmişti. Halbuki Aristoteles, insanın doğa âlemini anlayabilmesi için, elde edebileceği tüm elle tutulur gerçekleri toplaması gerektiğine inanmaktaydı. İskender, müzeye malzeme sağlamış ve Lykeion a maddi katkıda bulunmuştu. Ancak İskender’in 323’teki ölümünden sonra Makedonyalıların aleyhinde olan grup Atina'da yeniden hakim oldu. Aristoteles dinsizlikle suçlandı ve Kalkis'e sığındı ve birkaç ay sonra orada öldü. Lykeion, Teofrastos’un idaresi altında yaşamaya devam etti. Aristoteles’in çalışmalarını, Akademi’de iken yaptıkları ile Akademi’den ayrıldıktan sonra yaptıkları olmak üzere iki döneme ayırmak uygun olur. Birinci döneme ait eserlerinde Platon'un etkisi, ikinci önemde ise daha bağımsız bir düşünce yapısı görülmektedir. Aristoteles ne öğretmekteydi? îlk kitaplarında matematiğe karşı büyük bir saygı görülmekle birlikte, bunlar esas itibariyle aksiyomlar oluşturmak için diyalektiğin, soru- cevap metodlarının kullanımı ile ilgili eserlerdir. Bu eserler, ruhun ölümsüzlüğü ve gök cisimlerinin ilahi oldukları gibi bazı Platonik fikirleri kabul ettiğini de gösterir. İlgi çekici olan, burada bile Aristoteles’in bu cisimlere birer ilk örnek "archetype” olarak değil, somut varlıklar olarak bakmasıdır; insanın bir İdea’ya değil, gerçek yıldız ve gezegenlerin, gerçek fiziksel cisimlerin mükemmel hareketlerine baktığını düşünmüştü. Yine de, bu cisimlerin diğerlerinden farklı olduklarını kabul etmiş ve o andan itibaren, bunların Empedokles’in dört unsurundan (kök eleman) farklı, bozulmayan bir beşinci özü de içermelerinin mümkün olabileceğini düşünmüştü. Aristoteles, fiziksel maddenin kendisinin, onun Şekli veya İdeası kadar önemli olduğunu kabul ederek, gerçek bilimsel çalışmaya çerçeve oluşturabilecek bir etki alanı yarattı. Bu bakımdan, maddenin araştırılmasına hiç önem vermeyen Platon’dan çok daha fazla bilim adamıydı. Dolayısıyla Aristoteles biyoloji, astronomi ve fizik dahil olmak üzere birçok dalda büyük bir bilgi birikimi meydana getirdi. Bütün gözlemlerinde kesin mantık metodunu uyguladı, bu metod ile, gözlediği cisimlerin oluşmasındaki çeşitli * İlköğretim ile yüksek öğretim arasında yer alan öğretim kurumlarını adlandırmak için on dokuzuncu yüzyılın başında Fransa’da kullanılmaya başlanan "lycée" terimi, “Lykeion"dan türetilmiştir. "Lycée" terimi, daha sonra Fransızca okunuşuyla (lise) Türkçe'ye girmiş ve Türk eğitiminde de aynı tip öğretim kurumlan için kullanılmıştır. (ç.n.) 106 sebepleri araştırdı; ancak bu sebeplerden sadece birini, ilk hareket ettiriciyi, mantığa dayalı araştırmanın kapsamı dışında tuttu. Aristoteles’in bilimsel metodunun işleyişi, en açık olarak felsefi düşüncenin ölçüm aracı olan mantıkta görülür. Kategorilerde veya iki kitaptan oluşan Analitik (Tahlil Bilimi) gibi birçok eserinde, Aristoteles muhakemenin kanunlarım ortaya koymaya başlamıştır (Resim s. 114). önermeleri, safsataları, doğru muhakeme usulünü ve tümdengelime dayalı formel kıyaslama sistemini, bütün bunları ayrıntılarıyla incelemiştir. Şartlan ve ilişkileri kelimelerle değil, özel cebir sembolleriyle ifade eden modern sembolik mantığın normları göz önüne alındığında, Aristoteles’in ifade şeklinin oldukça ağdalı olduğu söylenebilir ise de, sembollerle anlatım çok daha yeni bir gelişmedir. Aristoteles’in yaptığı —ki bu hiç de küçük bir başarı değildir— konuyu sağlam temellerine oturtmak olmuştur. Aristoteles matematiğe doğrudan katkıda bulunmamıştır. Bu alandaki kalıcı çalışması, süreklilik ve sonsuzluk kavranılan üzerinedir. Sonsuzluğun fiilen değil, potansiyel olarak var olduğunu belirtmiştir. Bu görüşün bugün bilim çevrelerindeki yorumcular tarafindan hatırlanmasında fayda vardır. Ancak Aristoteles öğretisinin bu iki konudaki gerçek meyveleri çok geçmeden Arkhimedes ve Apollonios’un çalışmalarında görülecek; daha sonraları da, on yedinci yüzyılda Newton ve Leibniz gibi matematikçilere sonsuz küçükler hesabını (infinitesimal calculus) geliştirmede yardımcı olacaktı. Aristoteles’in bugün astronomi ve fizik konusuna dahil edebileceğimiz meseleleri tartışmaya çok zaman ayırmış olmasına da şaşırmamak gerekir. Bu iki bilim dalının çekiciliği, soyutlanabilen ve belirli cevaplar verilebilen çok sayıda açık seçik problemi ortaya koymasından ileri gelmekteydi. Böylece insan, gezegenlerin düzenli hareketlerini, bunların ne kadar uzakta veya ne büyüklükte olduklarını açıklamaya çalışabilir veya Yer'deki cisimlerin hareketlerini araştırabilirdi; su niçin yukarıdan aşağı doğru akmaktaydı? Alevler niçin yukarı doğru yükselmekteydi? Doğal olarak, cisimlere has bu nitelikler, bilimin ilk dönemlerinde bu iki bilim dalının ortaya çıkma sebebiydi. Bunlar, insanların gerçekten uğraşabilecekleri meselelerdi. Aristoteles için evren, bir küreydi; Yer, bu kürenin merkezinde bulunmaktaydı. Bu kürenin sınırlan vardı: çünkü eğer evren sonsuz olsaydı, bir merkeze sahip olamazdı. Aristoteles, Yer'in hareketsiz olduğu fikrine düşünmeden varmış değildi, örneğin Filolaos’un öne sürdüğü, Yer’in hareket edebileceği fikri üzerinde düşünmüş ancak bu fikri reddetmişti. Çünkü ona göre, eğer Yer hareket etseydi, yeryüzünde hızlı rüzgarlar ve dengesizlikler olmalıydı ve böyle bir duruma şimdiye kadar rastlanmamıştı. Tabii ki bu çeşit etkiler, yalnızca aşağıda açıklayacağımız Aristoteles'in hareket yasaları çerçevesinde var olabilirdi; fakat o dönemde bu savlar ve yasalar, eldeki delillerin mantıksal sonucu olarak oldukça akılcı görünmekteydi. 107 Aristoteles, yıldızların ve gök cisimlerinin daire şeklindeki yörüngeler üzerinde hareket ettiklerini kabul etti. Bu durum estetik açıdan tatmin ediciydi; onu açıklayacak eş merkezli küreler gibi bir mekanizma ile birlikte, gözlemleri doğrular gibi görünmekteydi. Ancak Aristoteles, küreleri gerçek birer fiziksel varlık olarak düşünmüştü; soyut bir matematiksel açıklama ona pek uygun gelmemekteydi. Böylece, saydam kristal kürelerden oluşan evren fikri geçerlilik kazanmaya başladı. Fakat bu küreleri hareket ettiren neydi? Bütün bu küreler niçin dönmekteydi? Bu sorular yine Aristoteles’in hareket yasalarına dayanmaktaydı. Bu yasalara göre, hareket eden bir cismi hareket halinde tutacak sürekli bir kuvvet gerekmekteydi ve Aristoteles, en dıştaki kürenin — yıldızlar küresi— ilk hareket ettirici olduğunu düşündü. Hatta daha da ileri giderek, bütün bunların arkasında bütün sistemi yöneten bir "hareket etmeyen hareket ettirici”nin bulunduğunu ileri sürdü. Burada artık fiziği terk edip, metafiziğe giriyoruz ve bilimden ilahi düzene, fiziksel açıklamalardan fizik-üstü açıklamalara (supraphysical motivation) kaymaktayız. Aristoteles'e göre gökler, bozulmaz ve değişmezdi. O güne kadar herhangi bir değişiklik gözlenmediğinden, bu oldukça mantıksal bir varsayımdı; aynı yıldızlar ve aynı gezegenler nesiller boyunca görülmüştü. Buna karşılık, yeryüzünde durum farklıydı; burada değişme ve bozulma olağan şeylerdi. Aristoteles bu zıtlığı, değişmenin Ay’ın altında kalan evren parçasına yani merkezinde Yer'in bulunduğu en içteki küreye mahsus olduğunu ileri sürerek açıkladı. Gök cisimleri bir beşinci özden meydana gelmişti ve bu öz, ebedi ve kusursuzdu; değişme ve dönüşme yalnızca bilinen dört unsuru (kök elemanı) etkilemekteydi. Evrende değişen ve değişmeyen ayrımının yapılması sayesinde Aristoteles bazı meselelere el atabildi. Bunlardan bazıları şunlardı: geceleri gökte bir ışık olarak belirip, saniyenin bir parçası ile birkaç saniye arasında değişen bir sürede görünen "kayan yıldızlar" veya gök taşlarının niteliği; sisli başlan ve parlak kuyruklan ile kuyruklu yıldızların görünmesi (Kuyruklu yıldızlar, haftalarca veya aylarca gökte kaldıktan sonra gelişlerinde olduğu gibi esrarlı bir şekilde yok olurdu). Bunlar, geçici fenomenler oldukları için gerçek gök cisimleri olamazdı ve dolayısıyla, Ay küresinin içinde ama bu kürenin üst taraflarında yer almalıydı. "Kayan yıldızlar” veya kuyruklu yıldızlar, gök taşlan veya başka bir deyişle meteorolojik cisimlerdi. Böyle olmakla birlikte, kuyruklu yıldızların ve gök taşlarının tanrı veya cin olarak değil, fiziksel cisimler olarak açıklanması muhakkak ki çok büyük bir ilerlemeydi. Bulutlar, yağmur ve rüzgârlar da Ay altı (sublunary) bölgesindeki meteorolojik olaylar topluluğunun birer parçasıydı. Yer, küre şeklindeydi ve Aristoteles’in bu konuda şüphesi yoktu. Küre şeklinde olmasının sebepleri kısmen estetik —küre tamamen simetrik bir şekildi— ve kısmen de fi- 108 ziksel idi. Fiziksel sebepler, gözlem sonucunda elde edilmişlerdi. İlk gözlem, gemilerin ufukta kayboluyor gibi görünmesiydi ki bu durum, Yer’in düz değil, küre şeklinde veya kavisli olmasının doğal sonucuydu. İkinci gözlemi ise şuydu: Ege Denizi kıyılarında nereye gidilirse gidilsin cisimler yere hep dik olarak düşmekteydi (Resim s. 113). Bu durum, Yer’in hem düz hem de küre şeklinde olduğu zaman da geçerli olmakla birlikte, kavisli bir Yer için doğru olamazdı. Bu iki gözlem bir araya gelince kesin ispat elde edilmişti. Ancak cisimler niçin yere düşmekteydi? Su niçin hep “kendi seviyesini” bulmakta veya hava niçin etraftaki mekâna yayılmaktaydı? Alevler niçin hep yukarı doğru yükselmekteydi? Bütün bunlar fizikle ilgili sorulardı. Aristoteles’in büyüklüğü, bunlara cevap bulabilmiş olmasındaydı. [Aristoteles'in ve diğerlerinin Yer'in çevresi ile ilgili hesaplan için bkz. s.129] Bulduğu çözüm, her şeyin kendi doğal yeri olduğu şeklindeydi. Yeryüzündeki cisimlerin doğal yeri Yer’in merkezi idi: bir cisimde ne kadar çok toprak unsuru veya kök elemanı varsa, o cisim merkeze gitmek için o kadar çok uğraşırdı. Böylece Aristoteles’e göre, ağır nesneler (yani daha fazla toprak unsuru içerenler), yere hafif nesnelerden daha hızlı düşecekti. Su yere döküldüğünde, yere yayılmaktaydı; çünkü su unsurunun doğal yeri Yer’in yüzeyi idi. Hava unsurunun doğal yeri, Yer'in çevresi idi ve hava, Yer’i bir battaniye gibi sarmaktaydı. Ateş unsurunun doğal yeri ise başımızın üzerinde bulunan bir küreydi. Alevler doğal mekânlarına dönmek istedikleri için yukarı doğru yükselmekteydi. Bu, eksiksiz ve çok tutarlı bir sistemdi. Cisimlerin hareketine gelince, Aristoteles üç ayrı çeşit hareket olduğunu düşünmüştü. İlk olarak, "doğal" hareket vardı; bu hareket, örneğin bir cisim "ağırlığından" dolayı yere düştüğünde veya "hafifliğinden" dolayı, duman gibi, yükseldiğinde gözlenmekteydi. İkinci olarak, "zorlanmış" hareket vardı. Bu tür hareket, dış kuvvetlerden kaynaklanmakta ve doğal hareketle karışmaktaydı; örneğin insan bir ağırlığı kaldırdığında veya bir ok attığında gözlenmekteydi. Üçüncü olarak, "isteğe bağlı hareket" vardı; yaşayan varlıkların isteğiyle olmaktaydı. Zorlanmış hareketin oluşması için muhakkak bir kuvvet gerekmekteydi; meydana gelen hız bu kuvvetle orantılıydı. Böylece, boşluk elde etmenin mümkün olmadığı tesadüfen ortaya çıkmaktaydı; çünkü o zaman, sonsuz büyük bir hız, sonlu bir kuvvetten meydana gelmiş olacaktı. Aristoteles'in atomistlerin görüşlerini reddetmesinin sebebi buydu. Bütün bunlar oldukça mantıklı görünmekteydi, fakat fırlatılan bir cismin zorlanmış hareketi söz konusu olduğunda, ortaçağın Avrupalı bilginlerinin fark edeceği büyük güçlüklerle karşı karşıya kalınmaktaydı (Resim s. 116). Aristoteles’in Biyolojisi. Aristoteles’in biyolojisinin değeri ancak on dokuzuncu yüzyılda anlaşılmaya başlandı; daha önceleri, onun bu alcındaki çalışmaları fizikteki başa- 109 rılarının gölgesinde kalmıştı. Aristoteles'in doğal âlem ile ilgili gözlemlerini, onun çağdaşlarının veya ondan önce gelenlerin yaptıkları gözlemlerden kesin olarak ayıramasak bile, bir biyolog olarak Aristoteles’in büyüklüğünden şüphe edilemez. Aristoteles, yaklaşık 500 hayvan cinsini adlandırdı. Gezginlerin anlattığı hikayelere ve bunlar arasında yer alan, Hint kaplanı hakkındaki hayal ürünü rivayetlerden kaynaklanan “manti- kor" adlı canavara inanmakta şüpheci davrandı. Ancak, hem aslanın hem de filin görünüşü ve yürüyüşü ile ilgili olarak verdiği tanımlar, onun bu hayvanları bizzat gözlemlediğini doğrulamaktadır. Gerçekten de, filin bacak eklemleri ile ilgili incelemeleri sayesinde, filin uyumak için ağaca dayanmak zorunda olduğu şeklindeki yaygın inancı çürütmüştür. Aristoteles’in, gözlemleri sırasında disseksiyon (kadavraları keserek inceleme) yaptığına dair deliller vardır. Bukalemun, yengeç, istakoz, kafadanbacaklılar (mürekkep balığı, ahtapot, vs.) ve birçok balık ve kuşun ayrıntılı tasvirlerini vermiştir. Gözlemlerinde her zaman titiz davranmış, böceklerin çiftleşmesini, kuşların yuva kurmalarını ve kuluçkaya yatmalarını incelemiş, ancak her şeyden çok, sualtı hayatını araştırmıştır. Mürekkep balığının fırtınalı havada kendisini kayaya nasıl bağladığına dikkat etmiş; deniz kestanesinin ağzının çeşitli kısımlarını o kadar ayrıntılı şekilde tanımlamıştır ki, bu kısımlar için bugün hâlâ "Aristoteles feneri” terimi kullanılmaktadır. Deniz kestanesi yumurtalarının dolunayda daha büyük olduğu hakkındaki iddiası ise, gözlediği hayvan türüyle ilgili olarak henüz yeni doğrulanmıştır. Aristoteles, dişi yayın balığının yumurtladıktan sonra yumurtalarını terk ettiğini ve bunlara erkek balığın baktığını da fark etmiştir. Daha sonra bu gözlem reddedilmiş, hatta gülünç bulunmuştur. Aristoteles’in tanımlarının, incelediği belirli türlerin davranışlarının gerçekten de doğru tanımı olduğu ancak 1856’da anlaşılmıştır. Diğer taraftan Aristoteles, sadece pasif gözlem ve disseksiyon ile yetinmemiş, tarak, ustura balığı ve sünger gibi hayvanların duyularıyla nasıl algıladıkları konusunda deneyler de yapmıştır. Yunanlılar, tatlandırma maddesi olarak balı kullanmaktaydı ve bu yüzden Aristoteles’in arıları büyük dikkatle incelemiş olması şaşırtıcı değildir. Kovanı yönetenin dişi arı, yani kral değil de kraliçe olduğunu fark etmemiş olmakla beraber, kovanda arıların çoğalmasını, erkek ve işçi arıların davranışlarını, balın nasıl toplandığını tanımlamış ve arının iğnesi hakkında ayrıntılı bilgi vermiştir. Tanımladığı ayrıntıları ortaya çıkarmak için büyütece sahip olmadığını hatırlarsak, bütün bunlar daha da hayranlık uyandırır. Aristoteles’in incelediği bir diğer konu da embriyolojidir. Civciv embriyonunun büyümesini, kalbinin atışını ve kalbin diğer organlardan önce oluşumunu tanımlamıştı. Bu gözlem belki de ruhun veya aklın merkezinin kalp olduğu fikrini ileri sürmesine sebep olmuş veya en azından Aristoteles bu fikri doğrulamıştı. Birçok balığın yavrularını “po- 110 tansiyel" yumurtalar biçiminde taşıdıklarını da bilmekteydi. Ayrıca bir grup balığın, tam şekillenmiş hareketli yavrular meydana getirdiğini ifade etti. Aslında burada köpek balığının doğurmasını tanımlamaktaydı. Bu fikir, daha sonraki zoologlara o kadar inanılmaz geldi ki, onlar Aristoteles'in gözlemlerini bilmezlikten geldiler ve bu gözlemler ancak 1840'lann başında doğrulandı. Aynı zamanda hektokotilizasyonu (hectocotylization), yani erkek kafadanbacaklının, bir bacağını kullanarak dişinin yumurtalarını döllemesini gözlemledi. Bu da, doğruluğu ancak on dokuzuncu yüzyılda kanıtlanacak olan bir diğer gözlemdi. Aristoteles, canlı varlıkları sınıflandırma teşebbüsünde de bulundu; ancak bu sınıflandırmanın dayandığı ilke, bizim bugün kullanacağımız bir ilke değildi. Aristoteles'e göre ruh, “içinde potansiyel hayat taşıyan doğal cismin ilk gerçeklik derecesi" idi. Bütün canlı varlıkların bir "beslenmeyi sağlayan ruh'a sahip olduğuna inanmaktaydı: bu ruh, canlının besinleri tüketmesini ve böylece yaşamını sürdürmesini sağlıyordu. Hayvanlarda ayrıca bir "hissetmeyi sağlayan ruh" vardı; bu sayede hayvanların duyularıyla algılamaları mümkün oluyordu. Bazı daha gelişmiş yaratıklarda, "iştah veren" ve "hareket ettiren" ruhlar vardı. İnsan, ayrıca "akıl veren ruh "a sahipti. Bizler bugün "ruh" kelimesinin bu şekilde kullanılışına karşı çıksak da Aristoteles, ezelden beri süregelen sorulan, yani canlı bir varlığa can veren şeyin ne olduğu, canlıyı cansızdan neyin ayırdığı gibi sorulan bu şekilde çözmeye çalışmaktaydı. Aristoteles’in "aktüellik" terimi de onun "oluşum" doktrininin bir parçasıydı ve buna göre "potansiyel" olan "aktüel” hale yani hakiki gerçekliğe dönüşmekteydi. Bu doktrin hayvanlara uygulandığında, hayvanların çeşitli organlarının yaratıklara en yararlı olacak şekilde düzenlendiği anlamına gelmekteydi. Bütün bunları temel alarak, Aristoteles bir "Doğa ölçeği" kurdu. Aslında bu ölçek, "ruh”ların basitten karmaşığa doğru giden bir sıralamasıydı*. En altta yer alan hareketsiz maddeden çıkarak bitkilere, süngerlere, deniz anası ve yumuşakçalara kadar yükselmekte ve en üstte memeliler ve insan ile son bulmaktaydı. Bunun durağan bir şema olduğu muhakkaktı —Aristoteles, başlamakta olan bir evrim öngörmemişti— ve sınıflandırma yöntemini dayandırdığı ilke, sonraki bilim adamlarınca kabul edilebilecek bir ilke değildi. Ancak bu bir yenilikti ve karışıklık yerine düzen getirme yolunda cesurca bir teşebbüstü. Bu açıdan başarılıydı. Bu sınıflandırma, ortaçağda, özellikle İslam dünyasında oldukça ilgi gördü ve on sekizinci yüzyılda, yani Aristoteles'ten yirmi bir yüzyıl sonra yapılacak sınıflandırmalara örnek teşkil etti. Aristoteles, insan ve hayvan anatomisi ve organların işleyişi konusunda çalıştı. Zoolojiye yönelik çalışan birinden bekleneceği gibi, daha ziyade karşılaştırmalı inceleme- * Bu ölçek bazen "ruhlar merdiveni” olarak da adlandırılır. (ç.n.) 111 ler yaptı. Hayvanlar hakkında bilgisi oldukça iyi olmakla birlikte, insan kadavrası üzerinde çalışma yapmamış olduğundan insan anatomisi konusundaki bilgisi zayıftı. Beynin ve kalbin fonksiyonları konusunda da hata yaptı. Beynin kanı serinleten bir organ ve kalbin de bilincin merkezi olduğuna inandı. Ayrıca, vücut fonksiyonlarını tanımlarken hatalı olan vücut sıvıları doktrinini kabul etti ve bunu dört nitelik (sıcak, soğuk, kuru, ıslak) ile birleştirdi. Aristoteles’in anatomisi ve fizyolojisi, onun zoolojideki önemli başarılarıyla karşılaştırıldığında, pek parlak olmadığı gibi, botaniği de bunlardan iyi değildi. Botanik konulan Lykeion'da tartışılmış olmakla birlikte, ilgi daha çok bitkilerin pratik değerleri üzerinde yoğunlaşmıştı. Bazı botanik gözlemleri de yapmakla birlikte, Aristoteles'in esas ilgi alanı hayvanlar idi. Lykeion'da Aristoteles'den sonra yerine geçen arkadaşı Teofrastos daha iyi bir botanikçiydi; eğer Aristoteles'e "zoolojinin babası" unvanını verirsek Teofrastos'a da "botaniğin babası" diyebiliriz. Aristoteles, şaşırtıcı derecede çok çeşitli konuda çalışmıştı. Onun değerli katkılar yapmadığı veya başkalarına öncülük etmediği bir bilimsel inceleme alanı bulmak güçtür. Onun daha sonraki Batı düşünce ve bilim adamları üzerindeki etkileri hem çok önemli, hem de diğer herhangi bir Yunan filozof ve bilim adamlarının yaptığı etkiden çok daha büyüktür. Teofrastos MÖ 371 dolayında Midilli Adası'nda Er e sos'ta doğan Teofrastos (Theophrastos), Aristoteles'ten on üç yaş küçüktü. Teofrastos, otuz beş yıl yönettiği Lykeion'u Arsitoteles'ten devralmadan önce, yirmi yıl boyunca onunla çalıştı. Aralarında ünlü hekim Erasistratos'un da bulunduğu iki bin kadar öğrenci yetiştirdi. Atina'da kazandığı saygınlık o kadar büyüktü ki, daha sonraları dinsiz olduğu iddiasıyla aleyhinde açılmak istenen dava teşebbüsleri başarısız olduğu gibi, filozoflar aleyhindeki bir kanun da iptal edildi. Teofrastos, Aristoteles'in öğrettiklerinin hepsini olduğu gibi benimsemedi; bazı konularda kendi fikirleri vardı; Aristoteles'in bazı görüşlerini hep eleştirmiş gibi görünmektedir. Böyle olması da doğaldı; eğer bir öğrenci hocasının bütün görüşlerini körü körüne kabul ederse, bu hoca ne kadar parlak olursa olsun, bilimde ilerleme olamazdı. Bu tutumunun herhangi bir tatsızlık veya gücenme yaratmamış olması da Aristoteles'in ve Lykeion'un büyüklüğünün ve başarısnıın bir ölçüsüdür. Teofrastos hangi konuları sorguladı? Aristoteles’in evrenle ilgili birçok fikri onda şüphe yaratmıştı, örneğin, eğer göklerin en dıştaki küresi bir "ilk hareket ettirici" tarafından döndürülüyor ise, niçin bazı gök cisimleri diğerlerinden daha hızlı hareket etmekteydi? Niye gök cisimlerinin hareketi, Ay altı küresindeki cisimlere geçmemekteydi? Gözlemlediği bazı olaylar için 112 Platon ve onun öğrencilerine göre evrenin resmi (on yedinci yüzyıl). Yer ve onu oluşturan dört unsur (kök eleman) merkezde, yıldızlar küresi en dışta, gezegenler, Ay ve Güneş ise bunların arasındadır. Giambattista Riccioli, Almagestum Novum, 1651. Ödoksos tarafından teklif edilen tek merkezli veya eş merkezli küreleri gösteren on altıncı yüzyıla ait bir resim. Resmin alt tarafında Güneş (solda) ve Ay (sağda) tutulmalarının çizfmleri yer almaktadır. Biblioteca Estense, Modina. Bir on altıncı yüzyıl yazma eseri olan De Sphaera da Aristoteles’in Yer’in yuvarlaklığı için verdiği ispat. Bu ispat, Aristoteles’in ufuktaki cisimler üzerinde yaptığı gözlemler ile Güneş tutulması hakkındaki görüşlerini birleştirmiştir. Biblioteca Estense, Modena. Aristoteles'in verdiği açıklamaları da sorguladı: gelgit olayının sebebi neydi? Eğer doğa, yaratıklar için en iyi olanı istiyorsa, geyikler niçin kendilerine zararlı olan boynuzlara sahipti? Bu gibi sorular, çoğunlukla yeni araştırmalar için ilgi çekici noktalar ortaya koydu. Ancak Teofrastos, yalnızca eski fikirleri sorgulayan bir kişi değildi; kendisi bugün, özellikle verimli katkıları sebebiyle hatırlanmaktadır. Maalesef, yazılarının ancak bir bölümü günümüze gelmiştir: yine de bunlar, onun en az üç sahada öncülük etmiş olduğunu açıkça göstermektedir, ilk olarak, bilim tarihine ilk katkıda bulunanlardan biriydi: Doğa. Filozoflarının Görüşleri adlı kitabı daha sonraki birçok yazar için kaynak teşkil etmişti, ikinci olarak, mineraloji konusunda yetenekli bir uzmandı. Yaptığı denemeler onu, Platon ve Aristoteles’in benimsemiş olduğu temel sınıflandırmanın doğruluğunu sorgulamaya sevk ettiyse de, Aristoteles’in mineraller, maden cevherleri ve taşlar üzerinde başlatmış olduğu araştırmaları sürdürdü. Ayrıca, çok çeşitli maddenin tam tanımını verdi, bunların ateşe nasıl tepki gösterdiğini, dokunulduklarında nasıl olduklarını, renklerini ve diğer özelliklerini tanımladı ve böylece Batı’daki ilk metodik mineraloji çalışmasını hazırladı. 1 13 Aristoteles’in Analitikler adlı eserinin eski bir nüshasından alınmış bir bölüm. Bir Yunan zihniyetinin mantık ile geometri arasında kurduğu yakın ilişkiye işaret etmektedir. Universitäts Bibliothek, Basel. Öklides geometrisinin dört farklı teoremini içeren bir sayfa. Euclidis megaresis philosophi platomy, 1505. formel mantık metni olan Analitik’ler, Teofrastos’un üzerinde çalıştığı üçüncü ve en önemli konu botanikti. Elde ettiği sonuçları, Bitkiler Üzerine Araştırmalar adlı eserinde topladı. Bu eserde, Batı’da Atlantik’ten başlayarak Doğu Akdeniz kıyılarına kadar uzanan bir bölgeye ve Katta birkaçı da Hindistan gibi uzak bir ülkeye ait yaklaşık 550 kadar bitki türünü ve çeşidini, gerek kendi temin ettiği gerekse gezginlerin ve başka kişilerin naklettiği bilgileri kullanarak kaydetti. Tabii ki, bu durum, eserde bitkilerle ilgili bazı hikayelerin de yer aldığı anlamına gelmekteydi. Diğer taraftan, bazı gözlemlerini araç gereç yokluğundan dolayı iyi yapamadığı da doğrudur; Aristoteles gibi Teofrastos’un da büyüteci yoktu. Botanikteki çalışmalarının o güne kadar yapılmış olanlardan önemli bir farkı, bitkileri sınıflandır- 114 Sağda: İskenderiye’deki büyük fener ya da Pharos. Bagram ’da (Afganistan) bulunmuş olan bir vazonun üzerine resmedilmiş olarak görülen bu fener, İskenderiye kültürünün sürekliliğine ve yayıldığı alanın genişliğine işaret etmektedir. Kabil Müzesi. Altta: Aristoteles’in hareket yasalarına göre top güllesinin yolunu gösteren bir on yedinci yüzyıl resmi. Bu yasalara göre, bir cisim aynı anda yalnızca tek bir hareket yapabilmekteydi.; bu yüzden, yapılan iki farklı hareket, iki doğru ile gösterilmiştir. Daniel Satbech, Problematum Astronomicorum, Basel, 1561. Altta, sağda: Arkhimedes’i banyoda Hieron’un tacı problemi hakkında düşünürken gösteren bir on altıncı yüzyıl resmi. Gaultherius Rivins’in Architecktur... Mathematischen... Kunst adlı eserinden, 1547. 115 Batlamyus’u bir kadran kullanırken yanında ilham perisi “Astronomi" ile birlikte gösteren bir on altıncı yüzyıl resmi. Batlamyus, aynı adı taşıyan kraliyet ailesine mensup olduğu zannedildiğinden burada başında bir taç ile resmedilmiştir. Res- 116 Gök cisimlerinin başucu uzaklığını ölçmek için Batlamyus’un kullandığı “cetvel.” William Cunningham, The Cosmographical Glasse, 1559. Batlamyus’un dünya haritasının, konik projeksiyon kullanılarak enlem ve boylamlarla beraber yeniden çizilmiş şekli, 1486. British Libraty, Londra. Antikitera: Yunanlıların Güneş’in, Ay’ın ve muhtemelen gezegenlerin pozisyonlarını hesaplamak için kullandıkları dişli hesap cetveli. Yaklaşık MÖ 80’e aittir. 117 ma yönteminde görülür. Teofrastos, sonraki botanikçilere büyük yarar sağlayacak bir yöntem geliştirdi. Ayrıca, bu bilgileri tarafsız bir yaklaşımla topladığı gibi, onları tenkitçi gözle tartıştı ve elindeki bilgiler yetersiz olduğunda herhangi bir hüküm vermekten kaçındı. Teofrastos bitkileri; ağaçlar, bodur ağaçlar, çalılar ve otlar olarak ayırdı, yabani ve yetiştirilmiş varyeteler arasındaki genel ve spesifik farkları kaydetti. Ayrıca, bitki özsularını, tıbbi bitkileri, çeşitli ağaçlardan elde edilen odun tiplerini ve bunların kullanımını da tartıştı. Fakat en önemlisi, bazı kelimelere özel teknik anlamlar verdi -örneğin bizim bugün kullandığımız "perikarp" (meyve kabuğu) terimini "pericarpion" olarak tohum muhafazası için kullandı- ve bu tutum, gerçek botanik bilimine doğru çok önemli bir adımdı. Bitkileri mükemmel şekilde tanımladı; “perikarp” için, petalli ve petalsiz çiçekler için, yüksek bitkilerdeki dokular 0 (parenkima ve prosenkima), çiçek örtüsünün gelişmesi ve çiçeklerin çiçek durumlarındaki (infloresans) dizilişi için verdiği tanımlar değerlerini bugüne kadar korumuştur. Aynca, Angiospermler (kapalı tohumlu bitkiler) ile Gimnospermler (kozalakgiller gibi açık tohumlu bitkiler) arasında, daha da önemlisi, monokotiledonlar (buğday ve arpa gibi tek çenekli bitkiler) ile dikotiledonlar (bezelye ve fasulye gibi iki çenekli bitkiler) arasında ayırım yaptı, bunları tanımladı. Bu sonuncular için verdiği tanımlar on yedinci yüzyıla kadar verilen en doğru tanımlar olarak kaldı. * Parenchymatous and prosenchymatous tissues. 118