No:6

advertisement
Sevilcan Başak ÜNAL
Fatih Fen Lisesi ESKİŞEHİR
Derecesi :1
“Dünya görüşleri bir bütün olarak dünyayı açıklama iddiasındadırlar. Ama insanın bir bütün olarak
dünyayı epistemolojik anlamda nesne edinmesi olanaklı değildir.”
Abdullah Kaygı, “Felsefe Eğitimi ve Felsefenin Geleceği”,
Dünya Felsefe Günü 2007, s. 126.
KARANLIK ODADAN PANGEA’YA
Kapkaranlık bir odada, gözlerimiz bağlanmış halde oturduğumuzu, etraftan hiç ses gelmediği gibi,
ortamda bir değişiklik de yaşanmadığını düşünelim. Üstelik ne gibi şartlar altında bulunduğumuzu, önümüzün
boş ve karanlık olduğunu biliyor olalım. Yine de gözlerimizdeki bağı açmak istemez miyiz? Göreceğimiz şeyin
hiçlik olduğu söylense bile, içimizdeki dürtü bizi bir kez de kendi onayımıza başvurmaya itmez mi? Şüphesiz
gözlerimizi açtığımızda karşılaştığımız simsiyah sonsuzluk bizi şaşırtmaz. Bağı çözerken duyduğumuz kumaşın
hışırtısı veya kendi elimizin dokunuşunu hissetmek, bize sonsuzluğun içinde bir yerlerde varolduğumuzu ve
bilinçli bir farkındalıkla hareket ettiğimizi bildirir.
İlk insandan günümüze ulaşan kendi benliğimiz, spritüel oluşumumuz ve
paylaştığımız
evren
hakkındaki algılarımızı birleştirme, bilgi mirasını oluşturma sürecimiz de bu metafordan farklı değildir
aslında. Gözlerimizdeki bağı çözmek içinse meraktan fazlasına ihtiyaç duyarız. Bizi yönlendiren bilme
dürtüsü, duyarlılık ve cesaretle birleşmelidir. XXI. Yüzyıla dek bu ilerleme büyük düşünürlerin yapıtlarının
yol göstericiliğinde olmuştur.
Peki, bilme süreci nasıl başlar? İnsan kendini ve diğer her şeyi nasıl tanır? Ex nihilo nihil fit (Hiçbir
şey hiçlikten gelmez) deyişi bize zihinlerimizin yokluktan değil, varlıktaki malzemelerden faydalandığını ve
bunları hem tikelden tümele hem de tümelden tikele doğru işlediğini gösterir. Ancak bu işleyiş bütün bir
varlığı ve epistemolojik birikimi değil, varolanları tek tek ele alır ve birleştirerek tümellere varır. Sonra bu
tümelleri başka tekilleri açıklamakta kullanır. Böylece ilerlemeye devam eder. Bilgiye ulaşmanın temeli böyle
bir süreçtir.
Wegener’in
kabul gören araştırmalarına göre bütün kıtalar Pangea adlı büyük bir karanın
parçalanmasıyla oluşmuştur. Öğrenme süreci de bu şekildedir. Önce irili ufaklı kara parçaları görür, sonra
bunları teker teker keşfederek Pangea’nın varlığına dair ipuçları elde eder, en sonunda zihnimizde onun
varlığını kesinleştiririz.
Yunan Mitolojisinde gövdesinde yüz gözü olan Argus adlı bir varlıktan söz edilir. Zihinlerimizi, her
şeyi gören bu varlığa benzetebiliriz. Görülecek yüzlerce şey vardır, ancak bize Dede Korkut’un “Tepegöz”
öyküsündeki gibi bir göz değil, yüzlerce göz verilmiştir. Görülecek her şeyi ayrı ayrı görmemiz, ayrı ayrı
yorumlamamız gerekir. Tek bir gözle aynı anda her şeyi görmeye çalışmak, denizi besleyen ırmak ve dereleri
tarayarak susuzluğumuzu gidermek yerine, kocaman bir denize atılıp bir damla tuzlu su uğruna can vermeye
benzer. Üstelik ardından koştuğumuz kendimizi ve evreni tanıma işi, savsaklanamayacak kadar özel ve
özneldir.
Whitehead, “Bütün felsefe tarihi Platon’a düşülmüş bir dipnot” tur der. Filozofların ortaya koyduğu
felsefi bilgiler hiçbir zaman bütünüyle kabul edilmiş ya da reddedilmiş değildir. Arayışını sürdüren birey bir
açıklamayı benimseyip bir yana bırakmaz. Ne Platon’un ideaları ne de Demokritos’un maddesel evreni
kesindir. Bireyin bütünü anlamlandıran bir dünya görüşü oluşturması mümkündür. Ancak dünyanın bütününü
görmesi, epistemolojik bir “nesne” olarak ele alması olanaksızdır. Eğer elinde bir altın dal yoksa tabii…
Epikuros, Menoikeus’a Mektup’ ta kendimize benzemeyeni yabancı saydığımızı, bu yüzden insanın
kendisi gibi olan tanrılar yarattığını söyler. Mitolojik tanrılar arasında, insanlar arasındaki gibi bir işbölümü
vardır. Olimpos’ta on iki tanrı vardır. Güzel sanatların perileri olan “musa” lar bile dokuz tanedir ve dokuz
sanat dalını temsil ederler. İnsan yapısı olan başka her şeyde de örneğin devlette, askerlikte benzeri
sınıflamalar ve bölümler vardır. Bütünlük bu bölümlerin toplamıdır. Bilgi, bu bölümlerin eksiksiz ve uyumlu
açıklamalarıyla sağlanır.
Sartre’ın “Bulantı”sındaki Roquentin karakteri, varoluşunu sorgular. Gününün büyük bir kısmını
kahveleri, parkları, buradaki canlıları ve cansızları inceleyerek geçiren bir yazar olan Roquentin, ilkin her şeyi
birlikte algılama ve çözümleme, bu şekilde dünyayı anlamlandırma çabası içindedir. Öykü ilerledikçe,
nesnelere tek tek yaklaşmayı öğrenir. Bütün bir ağaç yerine tek bir dal parçasını, koca bir kalabalık yerine
bir tek insan bakışını yakalar. Her şey, teker teker önem kazanır iç dünyasında. Sonunda, yalnızca var
olduğunu hisseden bir varolana dönüşür ve diğer varolanlarla birlikte olur. Bu dönüşümü sağlayan, en ince
detayları vurgulayan fikirlerini bir araya getirip bütüne uzanmasıdır. Benzer şekilde Salinger de “16
Hapworth, 1942” isimli uzun öyküsünde Seymour karakterine izlenecek çok fazla şey olduğu için neyi
aradığını şaşırdığını söyler.
Einstein, bir topun üzerinde yürüyen bir karınca için ne yana yürüse topun hiç bitmeyeceğini anlatır.
Çünkü karınca üçüncü boyutu kavrayamamaktadır. Bize üçüncü boyutları gösteren filozofların öğretileri bu
yüzden bizi şaşırtır. Bizler, bilme merakımızla top üzerinde ilerlerken onun yalnızca bir görüntüden ibaret
olduğunu kavramak olanaksızlaşır.
Öte yandan insanın en büyük yansıtıcısı dildir. Giderek modernleşen ve çağlar boyu gelişen
insanoğlunun geçirdiği tüm evreleri bize en iyi dil gösterir. Toplumların tarihleri, kültürleri dilleriyle taşınır.
Ancak dilin en önemli işlevi bizlere bakış açılarını, “dünya görüşlerini” yansıtmasıdır. “Dil, varlığın evidir” der
Heidegger. Doğayla giriştiğimiz mücadelede en önemli silahımız dildir. Çünkü dil, bizi birbirimize bağlayarak
yok olup gitmememizi sağlar. Dil, insanın bölerek anlayan yapısından doğar. Dilin tek tek nesneleri gösteren
adları, soyutlamalarla ve genellemeler yoluyla yaratılmış kavramları, ayrışmalı ve birleştirici işlevi,
sözcüklerden tümceler meydana getirişi insan zihninin nasıl işlediğini gösterir. “Dilimin sınırları dünyamın
sınırlarıdır” diyen Wittgenstein, dilin dünya algısını nasıl yansıttığına dikkatimizi çeker.
Sonuç olarak Pangea’mızın varlığını kavramamız onun bütününe “bilgi nesnesi” olarak yönelmemizle
değil, onun parçalarını sırayla keşfetmemizle olanaklıdır. Bu yüzden, ortak bir dünya görüşü tek tek
bireylerin değil, belki bütün insanlığın birlikte ulaştığı bir ütopya olacaktır. Yüz binlerce gözümüz bir öngörü
oluşturacak, sezgi ve duyuşlarımızın ortaklığı görülecektir. Bu ütopik güne dek, insanlık gözlerindeki bağı
aralamaya ve hakikati kapkaranlık bir sonsuzluğa bile gömülmüş olsa aramaya devam etmelidir.
Mustafa AYÇİÇEĞİ
Sainte Pulchérie Fransız Özel Lisesi İSTANBUL
Derecesi: 2
“Adalet amaçların ölçütü ise, araçların ölçütü de hukuka uygunluktur.”
Walter Benjamin, “Şiddetin Eleştirisi Üzerine”, Şiddetin
Eleştirisi Üzerine, Hazırlayan Aykut Çelebi, Metis Yayınları,
İstanbul 2010, s. 20.
ADALET: HUKUKUN VE BİREYİN ÖLÇÜTÜ
Aquinas’lı Thomas , insanın içinde sonsuz yasaya katılan bir “doğal yasa”nın varlığından söz eder ve
bu “doğal yasanın” bireyin eylem ve amaçlarını belirlediğini belirtir. Bu “doğal yasa”yı, bireyin egosunu
dizginleyen, egosundaki istenç ve amaçları toplumsal düzene göre yeniden biçimlendiren (super ego)
mekanizmasının ikinci bir yasa gibi bireyin eylem ve amaçlarını belirlediği görülür. Henry Bergson “Bilincin
Doğrudan Doğruya Verileri” adlı yapıtında “BEN”i iki yönüyle inceler: İçsel ben ve dışsal ben olarak. İçsel
ben, bireyin asla tam anlamıyla ifade edemediği duygu ve imgelerden oluşur; dışsal ben ise günlük yaşamda
insanlarla ilişki içinde oluşur. Bu bağlamda Aquinas’lı Thomas’ın öne sürdüğü “doğal yasa” ‘içsel ben’de
şekillenen bir yapıdır. “Doğal yasa”, “İlahi yasaya” katılımı açısından vicdani iç sese benzetilebilir. Bireyin,
içgüdü gibi istemsizce ve doğal olarak hissettiği “vicdan” bu bağlamda, amacın adalete uygunluğunu sağlayan
yapıdır. Az önce söz ettiğimiz gibi super ego da bu kaynaktan etkilenebilir. Çünkü üst-ben (super ego),
bireyin egosunun öncel olarak biçimlendirdiği istek ve tasavvurları, toplumsal yasaya uyarlayıcı bir yapıdır. Bu
durumda “doğal yasa”, “super ego”, “vicdan” gibi kavramlarının bireyin içsel dünyasındaki adalet kavramını
biçimlendirdiğini söyleyebiliriz. Adalet kavramı, ahlâksal yapının temelidir. Çünkü toplum düzeni yasalara göre
kurulup bireyi koşullandırsa da insanın diğer insanlarla birlikte ilişki içinde olduğu günlük yaşamda bireyin
adalet değeri hakkındaki bilinci yasalardan ve yaptırımlardan önce gelir.
Durkheim, “ Ahlâksal Olgunun Belirlenimi” konulu yazısında, ahlâksal amacın kişiye ‘dokunması ‘
gerektiğini aksi takdirde
kişi için istenilir olmasının olanaksız olduğunu belirtirken, ahlaki amacın
zorunluluğunun yanında ahlâksal istence dayanması gerektiğine işaret eder. Aynı bağlamda Kant, ise “Pratik
Aklın Eleştirisi” adlı yapıtında saygının şeylere değil, insanlara doğru yöneldiğini belirtir. Bu iki söylem
ışığında, “ahlâksal istenç” ve “saygının insanlara yönelmesi” tezleri üzerinde düşünmekte yarar var. İnsanın
içinde bulunduğu söylenen adalet bilinci, ahlâksal istenci sağlayan yapıdır. Çünkü birey, karşısındakinin hakkını
gözetirken eylemlerini yasalar zorunlu kıldığı için değil, karşısındakine bir insan olarak değer verdiği için
şöyle ya da böyle gerçekleştirir. Bireyde, insana saygı yasalar ya da yaptırımlarla değil, kendi özü tarafından
belirlenir.
Bergson, “Ahlâk ve Dinin İki Kaynağı” adlı yapıtında “Ahlâkın tüm kavramları birbirinin içine girerler
ancak hiçbiri adalet kavramı kadar eğitici değildir” der. Öyleyse birey, istek ve tasarılarını eyleme
dönüştürmeden önce, tasarılarını toplumsal yaşamın yasaları açısından gözden geçirir. Bu sorgulama edimi
“adalet” değeri üzerinden yapılır. Bireyin bu sorgulama doğrultusunda ulaştığı yanıtlar üç seçenek halinde
belirir. Bunlardan birincisi tasarısının toplumsal yaşamın yasalarınca onanmasıdır. Bu durumda tasarısını
gerçekleştirmeye koyulur. İkincisi, tasarısının toplum yaşamının yasalarına uygunluğundan şüpheli olmasıdır.
B<u takdirde tasarısını uygulamak için amaç ve araçlarını yeniden gözden geçirerek değerlendirir. Üçüncüsü
ise tasarının toplum yaşamının yasalarına uygun olmadığına karar vererek vazgeçmektir. Bu zihinsel
sorgulama ve zihinsel çözümleme bireyi eğitir. Bu eğitim, bireyin kendisini ve toplumunu tanımasına yardım
eder.
“Adil olmak”, dürüst bireyin başlıca erdemlerinden biri olarak kabul edilir. Ancak, “adil olmak”
bireyin seçimidir. Bu seçim, yukarıda söz ettiğimiz eğitim ışığında gerçekleşir. Frédéric Rauh, “Ahlâksal
Deney” adlı yapıtında: “bilmeden dürüst davranan insan bir masumdur” diyerek dürüst bireyin davranışlarına
bilinçli olarak hiyerarşik bir düzen verdiğini belirtir. Adalet, bireyin toplumsal yaşam bilincini geliştirir. Bu
gelişim, bireyi dürüstlüğe yöneltir. Adil birey. toplumsal bilinci gelişmiş bir insan olarak yaşamı boyunca
dürüstlük ilkesiyle yolculuk eder. Eylemlerini bu ilkeye göre düzenler.
Özetle adalet, inancını eyleme dökmeye yönelen kişiye bir ölçüt olmanın yanıda bir araçtır aynı
zamanda.
Amacın, tasarının, fikrin, ölçütünün adalet olduğundan söz ettik. Bu amacı gerçekleştirmek için işe
koyulan birey, önceden zihninde sorular sormasına neden olan “toplumsal yapı”yla karşı karşıya kalır.
Toplumsal yapıyı güvenceye almakla yükümlü “idari sistem”, ceza yaptırımları, yasalar, onun eylemini
uygunluğunu belirleyen ölçütlerdir. Bireyin adalet bilincinin süzgecinden geçirdiği tasarısı, eyleme dökülme
aşamasında çoğunlukla bir engelle karşılaşmaz. Çünkü insanın içindeki adalet duygusu toplumsal sisteme yön
veren mekanizmalar tarafından etkilenmiştir. Büyük ölçüde yasalar ve ceza mekanizmaları merkezinde
temellenmiştir. Çünkü yasalar da, bireyin içindeki “doğal yasa” da aynı amaca yönelmiştir: Toplumsal yaşamı,
toplumun çıkarlarına uygun olarak sürdürme. Hukukla, adalet ikilemini Gabriel Marquez’in “Kırmızı Pazartesi”
adlı romanında görebiliriz. Bu roman, herkesin önceden işleneceğini bildiği bir cinayeti anlatır. Romanda
Vicorio kardeşler, kardeşleri Angela Vicorio’nun kendisine tecavüz ettiğini öne sürdüğünü sandıkları Santiago
Nasr’ı öldürmeyi amaçlarlar. Ada halkına bu kişiyi öldürmek için aradıklarını söylerler. Böylece bütün ada
halkı bu tasarıdan haberdar olur. Ne var ki kimse bu cinayet işlenene kadar Vicario kardeşleri engellemek
için bir şey yapamaz. Ne polis, ne vali, ne de rahip bir şey yapabilir. Çünkü bu daha bir tasarıdır ve Vicario
kardeşler, Santiago Nasr’ı ağır bıçak darbeleriyle öldürene dek eylem gerçekleşmemiştir. Adalet bilinci
gelişmiş kişi için nedeni ne olursa olsun cinayet işlemek kabul edilemez. Öyleyse Vicario kardeşlere niçin
engel olunamamıştır?
Hukuk sistemi bireyin iç sesiyle çatışabilir mi? Hem de haklı olduğu halde? Sokrates’in ölüm
cezasına çarptırılması, Galileo Galile’nin düşüncesinden dönmesi için zorlanması buna örnek verilebilir. Ancak
bu iki düşünür de seçimlerinde toplum düzenini hesaba katmış ve hukuka boyun eğmişlerdir.
J.S.Mill, bireyin amaçlarının temelinde mutlu olma isteğinin yattığını belirtir. Adalet, bireye
toplumca “uygun”, “haklı” bir işi yerine getirmiş olmanın huzurunu verir. Bu iç huzur bireyin mutlu olmasını
sağlar. Nermi Uygur’un “Kültür Kuramı” adlı yapıtında belirttiği gibi “Kültür, insanın ortaya koyduğu ve
içinde var olduğu bir ortamdır. Adalet de bu ortam içindeki en önemli kültürel değerlerden biridir. Adalet
bilinci toplum düzenini sağlamak için yaşamsal bir öneme sahiptir. Adaletin bu önemli rolünü gerçekleştiren
toplumsal kurum ise hukuktur.
Simge Şirin
Sarayköy Anadolu Lisesi DENİZLİ
Derecesi :3
“Adalet amaçların ölçütü ise, araçların ölçütü de hukuka uygunluktur.”
Walter Benjamin, “Şiddetin Eleştirisi Üzerine”, Şiddetin
Eleştirisi Üzerine, Hazırlayan Aykut Çelebi, Metis
Yayınları, İstanbul 2010, s. 20.
ADALETSİZ ORTAMDA BİREY KURTARICIDIR
Adalet, toplumun düzenini, bireylerin yaşayışlarını olumlu yönde etkilemeye çalışan devletin özünde
olması gereken bir değerdir. Platon’a göre devlet adalet ideasına göre düzenlenmelidir. Adalet; toplumu
geliştiren, değiştiren bir amaç olarak görülmeli, adalet sahiplenilmeli ve sahiplenilen bu adalet; sanatsal,
kültürel, siyasal ve felsefi olarak eğitim yoluyla yaşamda hak ettiği yeri almalıdır.
George Orwell, “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört” adlı yapıtında totaliter rejimlerde adaletin yeri
olmadığını ve bu adaletsizliğin bireyin yaşamını olumsuz etkilediğini anlatır. Orwell yaşadığı dönemdeki
rejimleri; diktatörlüğün boyunduruğu altında olduklarını söyleyerek eleştirmiştir. Ona göre, özgür ve adil
bir yaşam ütopya olmaktan öteye gidemeyecektir. Totaliter rejimlerde, bireyler kişiliklerini bulamaz.
Devletin egemenliği altında kimliksiz yaşarlar. Çünkü devlet, adaletsizliğiyle, kurumlarıyla, otoritesiyle bireyi
ezen bir politika izler ve bu politikayla pragmatist bir yaşamı topluma dayatır.
Devlet, Stirner’e göre yığını hareket ettirendir. Stirner, yığını bir bütün olarak ele alıp yığının
düşünemediğini söyler. “Yığın, devletin onlara verdiğini sorgulamadan bünyesinde bulundurur” şeklinde
yorumlar.
Devletler adaletsizlikleri ile insanı değersizleştirir ve insanların hayatına kolayca son verebilir.
Örneğin Hrant Dink, sorgulamalarıyla, düşünceleriyle “devlete karşı gelmek” adı altında sokak ortasında
öldürülerek “cezalandırılmıştır”. Ölümünün ardından Dink’in ailesi dört senedir adaletin peşinden koşar,
adaleti arayarak demokrasiye dokunmaya çalışır. Adaletin olmadığı yerde hukuk işlevini yerine getiremez.
Demokrasi var olamaz.
Adalet ve adaletsizlik devletleri belirlediği gibi bireylerin yaşamlarını da belirler. Nietzsche “
devlet iyi ve kötünün ötesinde yalan söyler” der ve okurlarına zihinlerini, algılarını yaşadıkları dünyaya
açmalarını öğütler. Çünkü algılarını dünyaya açan birey, hayatı, devleti, toplumu sorgular hale gelir ve bütün
bu sorgular bireye kişilik kazandırır.
Varoluş (existence) felsefesi, bireyin kendisini sorgulayarak anlamlandırmasını talep eder. Ursula Le
Guin’in “Mülksüzler” adlı eserinde “ikircikli bir ütopya” anlatılır. Romanda ana karakter, anarşist bir dünya ile
kapitalist olan bir dünya arasında yolculuk yapar. Yasak olanı reddeder ve sürekli iki dünya arası geçiş yapıp
iki dünyayı sorgulamaya başlar ve iki dünyada da tutunamaz. Adaleti bulamaz. Le Guin, romanını “asıl olan içe
yolculuktur” şeklinde bitirir ve bu bitiş okuyucuyu bir şeylerin boyunduruğu altında kalmamaya, bireyi
varoluşsal anlamda kendisini tanımaya davet eder. Le Guin, varoluşsal anlamda bir kimlik oluşturmanın bir
“Devrim” olduğunu söyler. Çünkü devletlerin bireyin yaşamına adalet sunacağına inanmaz. Bireyin huzuru
devlete rağmen dönüşümlerde (Kafka’nın dönüşümü gibi) bulacağını söyler.
Dünya adaletsizdir ve bu adaletsizliğin sonuçları insanların hayatını etkilemektedir. Jim Morison,
Jimi Hendrix, JonisJoplin gibi bireyler bu adaletsizliğin boyunduruğundan nasıl kurtulabileceklerini
sorgulamışlar ve dünyaya karşı olan öfkelerini müzikleriyle, şiirleriyle göstererek rahatlamaya çalışmışlardır.
En önemlisi sosyal bir kimlik arayışı içinde “Devrim” olmuşlardır.
Emma Goldman, düzenin, devletlerin adalet anlayışları ile sağlanacağına inanmayan bir anarşisttir.
Kadının, “kadın” olmaya mahkum olmaması gerektiğini savunur. Kadının, huzuru;
varoluşunu
anlamlandırmasında ve sosyal bir kimlik kazanmasında bulacağını düşünür. Virgina Woolf kadınların
kendilerine zaman ayırması gerektiğini, adaleti kitaplarda bulabileceklerini düşünür.
Bütün bunları anlatıyor olmamdaki amaç, bireylerin adaleti, adaletin getireceği huzuru, güveni,
devletlerde değil; kendi yaşamlarına tutunarak araması gerektiğidir.
İoanna Kuçuradi, “Çağın Olayları Arasında” adlı yapıtında insanın devletler tarafından değersiz
görüldüğünü, toplumda bireyin önemsenmediğini, bireylerin yaşamında adaletin, huzurun, güvenin olmadığını
aktarır. Kuçuradi de bireylerin adaleti aramaya hayatlarını sorgulayarak başlamaları gerektiğini savunur.
Anarşist bir düzende adalet, Walter Benjamin’in deyimiyle amaçların ölçütü ve hukuk da adaletin
aracı olabilir. Ancak kapitalist bir düzende adaletin amacı, hukukun araç olarak görülmesine yol açmamış ve
hayatlarımızı adaletsizlik zincirleriyle bağlamıştır. Bu yüzden adaleti devletin politikalarında, mahkemelerin
anlayışsızlıklarında değil, kendi hayatlarımızda, iç huzurumuzda, düşüncelerimizde aramalıyız. Jim Morison,
Emma Goldman gibi kendi hayatlarımızın “Devrim”i olmalıyız. Hayatımızda adaleti amaçlarımızın ölçütü olarak
görüp, “Devrim”i de kendi hukuk anlayışımız şeklinde yorumlamalıyız. Adaleti devlet temsil etmez. Birey,
adaleti, hayatı tüm insanlar ve hayvanlar için yaşanılır kılarak temsil eder. Yani gerçek anlamda var olarak,
sosyal anlamda insani bir kimliğe sahip olarak…
Bu yazı anarşist dayantılardan kaynağını aldı, varoluş felsefesiyle birleşti. Devletlerin sağlayamadığı
önemli bir değer olan adaleti anlatmaya çalıştı. Eleştirdim ve olması gerekeni yazdım. Devletlerin, bireylerin
hayatlarını politik faydacı bir anlayışla sömürdüğünü ve adaletsizliği ise bir araç olarak kullandığını anlattım.
Benim yazım adaletsizliğe ve hukuksuzluğa karşı nacizane bir başkaldırı oldu.
Unutmayalım ki adaletsizlikler dört bir yanımızı sarmış durumda da olsa yapabileceğimiz bir şey
vardır. Adaleti kendimizde aramalı ve bulduğumuzda çevremize yansıtmalıyız. Sartre’ın sözünü de hayatımıza
anlam kazandırma yolunda ele alarak “İnsan neyi seçerse o olur” ilkesine göre davranmalıyız. Hiçbir şekilde
hayatın bedeli esaret olmamalıdır.
Sinem Günel
İzmir Kız Lisesi İZMİR
Derecesi:4
“Adalet amaçların ölçütü ise, araçların ölçütü de hukuka uygunluktur.”
Walter Benjamin, “Şiddetin Eleştirisi Üzerine”, Şiddetin
Eleştirisi Üzerine, Hazırlayan Aykut Çelebi, Metis
Yayınları, İstanbul 2010, s. 20.
KAVRAM YANILSAMALARI VE ÖZNEŞELEMEYEN BİREYİN SORUNU
Louis Althusser, “Devletin İdeolojik Aygıtları” isimli kitabında medya, eğitim kurumları, gazeteler ve
Gramschi’nin “organik aydın” diye nitelediği belli toplumsal karakterin, devletin yapmak istediği şeyleri halka
kabul ettirmek, halkı bu yönde ikna etmek için kullanışından bahseder. Bu dezenformasyon ya da formasyon
olarak kendini gösterebilecek iletişimde devlet adına rol alan çeşitli kurumlara devletin ideolojik aygıtları
der. Bu aygıtların başarısının ölçütü halkın istencini değiştirip rıza üretmeleridir. İşte bu toplumlarda
tartışılması gereken şey, hukuk anlayışında adaletin geçerliliğidir.
“Üyelerine işkence yoluyla hakikati söyletmeye çalışan bir devlet, hakikat üzerine söz söyleme
hakkına sahip değildir” der Adorno. Burada hakikate ulaşmanın yöntemi kadar, hakikatin ne olduğu ve neye
göre olduğunu belirleyen de devletin karakteri ve egemen ideolojiden başkası değildir. Adorno, “toplumsal
adaletsizliğin bir doğa yasası haline gelmesinden” söz ederken egemenliği elinde bulunduran gücün salt
fiziksel bir dayatmayla değil, bir kavram yanılsaması yaratarak da adaletin ve bireyin ona ulaşmasını sağlayan
“hak”kın içini oyduğunu ve ona kendi anlamlarını kendince bir yolla yüklediğini anlatır. İlkel topluluklarda
olduğu şekliyle T. Hobbes’un da söz ettiği doğal durum yani “ yapabileceğim her şeyin doğal hakkım dahilinde
olması” bu durumda “yapabileceğim şeylerin egemen gücün izniyle sınırlı olmasına” dönüşür. Nihayetinde
hakkın anlamındaki bu bozulma bir toplum sözleşmesi olarak devletin, halkın haklarını koruması için
oluşturduğu bir üstyapı kurumu olan hukukta da kaçınılmaz bozulmalara neden olur. Dilbilimde basit halleriyle
birer gösterge olan kelimeler, onlara anlamlarını yükleyerek kavramlaşmalarını sağlayan gücün güdümünde
hareket ederler. Aldous Huxley “Cesur Dünya” adlı distopyasında bir karaktere şöyle söyletir: “Kelimelere
gücünü veren anlamlarıdır. Kelimelere verdiğiniz anlamlarla onları x ışınlarına dönüştürebilirsiniz.”
Étienne Bolibar, “Spinoza ve Siyaset” adlı kitabında devletin halktan gizli olarak aldığı kararlara
karşı halkın bunları bilmeden vereceği tepkinin doğal olarak yanlış olacağını söyler. Fakat halk bu muhtemel
kararların ne olabileceğini tahmin ederse ve uygun eylemlerde bulunma yoluna giderse belki başarılı olabilir.
Ancak Alain Badiou’nun da dediği gibi, “Demokratik birey yalnızca” bugünde yaşar. Yarını hiç hesaba katmaz.
“Temelsiz ve uçarı bir arzuyla bugün gerçekleştirmek istediği şeyi yarın unutur ve yerine başka istekler
koyar. Balibar, ”bizde yanılsama yaratan tek şeyin eğitim ve güç olduğunu” söyler. Bunlar bizzat devlet ve
onun ideolojik aygıtlarıdır. Sonuçta nereden bakılırsa bakılsın, içinde bulunduğumuz durumu ve
davranışlarımızı belirleyen temel unsur bir yanılsamadan öteye geçmemektedir. Bu noktada alt yapının
(ekonomi) son kertede üst yapıyı belirlediğini savunan Marksist görüş dili diğer üst yapı kurumlarından ayrı
tutmakta haklıdır. Çünkü dil, alt yapı tarafından bir kez belirlendikten sonra yapısı sayesinde üstyapı
üzerinde etkili olduğu kadar, altyapıyı da etkiler. Dolayısıyla altyapı ve üstyapı arasındaki ilişkinin temel
figürü olan insan, dilin içerdiği anlamlardan son derece etkilenir.
İnsanı her şeyin ölçütü yapan Protagoras, onu yüceltmiş olsa da, insan, bir nesne haline gelmekten
kurtulamamıştır. Günümüz demokrasisinde insan, artık etkinliğini kaybedip, edilgen bir hale gelmiştir.
Wittgenstein “Demokrasi insanları sayar, oysa tartması gerekir” dediğinde demokrasinin yalnızca
meşruiyetini olumlamak için bireyi kullandığı gerçeği, bireyin kabul edemeyeceği kadar ağır olup onun histerik
yaşamının ve neticedeki etkisizliğinin yarattığı travmanın sebebidir. İşte birey, bu duruma karşı kendini
kabul ettirme psikolojisiyle giderek toplumsallaşmaya başlar. “ Toplumsallaştıkça da bu topluma psikolojik bir
tasmayla bağlı hale gelir ve gittikçe kendine yabancılaşır” (Theodore Kaczynski) . Bu durum apaçık ki bireyin
haklarını ve etkenliğini toplumsallaşma adına egemen gücün kullanımına sunduğu bir durumdur. Artık geçerli
kural George Orwelll’in “Hayvan Çiftliği”nde olduğu gibi “Bütün insanlar eşittir” den “Bütün insanlar eşittir
ama bazıları daha eşittir”e çevrilir.
Sokrates “ kendini bilmeyi” bilgiye ulaşmanın ve mutluluğun ön koşulu ilan etmekte haksız değildir.
Dünya savaşları sonrası kurulan totaliter rejimler ve onların mirasıyla yaşayan modern devletler, insanları
önce kendilerine yabancılaştırdılar. Tekno-endüstriyel sistemin doğal yaşam koşullarından ayırdığı insanlar
kendi doğalarıyla çelişen bir yaşama adapte olmaya zorlandı ve Sanayi Devrimi’yle başlayan insan yaşamındaki
bu değişimin yarattığı çelişki insanlarda psikolojik çöküşler yarattı. Amerikan hükümetince CIA nın toplum
düşmanları (!) olarak nitelediği kişilere uyguladığı beyin yıkama programı olan MK-ultra ve modern güç
kavramının temellerini atan panoptikon adlı hapishane modeli, bir etkisizleştirme aracı olmasının yanında,
toplumsal bir ıslah ettirici ve bireye karşı bir baskı unsuru olarak çok daha farklı boyutlarda
uygulanmaktadır.
Kişilerin, kendi kimlikleriyle, kendi iradeleriyle hareket edemez hale geldiği bugün bir şeylerin
adalete uygun olması ve daha önemlisi adaletin anlamının adalete uygun olması bireyin kendini bilmesi ve
toplumda söz sahibi bir özne haline girmesiyle mümkündür.
Umur Mutlu
Antalya Anadolu Lisesi ANTALYA
Derecesi 5
“Adalet amaçların ölçütü ise, araçların ölçütü de hukuka uygunluktur.”
Walter Benjamin, “Şiddetin Eleştirisi Üzerine”, Şiddetin
Eleştirisi Üzerine, Hazırlayan Aykut Çelebi, Metis
Yayınları, İstanbul 2010, s. 20.
ARAÇSALLAŞTIRILMIŞ ADALET VE OTORİTENİN HUKUKU
İnsanoğlunun yüzyıllardır içine düşmüş halde kurtulmayı beklediği ya da amaçsızca içinde çırpındığı
nihai uğraş, kuşkusuz ki “Doğaya egemen olma” isteğidir. Varlığını doğayla uyum içinde yaşayarak
sürdürdüğünün farkında olmayan insanlık, anarşizmin kuramcılarından Bakunin’in “doğaya itaat et” öğretisini
alaşağı ederek, doğaya egemen olma gafletine düşmüş ve bir nevi kendi geleceğine “şah” çekmiştir. Bu ilkel ve
bir o kadar da manevralara açık satranç oyununun, kuşkusuz ilk açılımı Adorno’nun “Aydınlanmanın
Diyalektiği”nde belirttiği gibi “doğaya egemen olma uğraşının git gide daha sert bir şekilde insanın insana
olan egemenliğine” dönüşmesidir. Bu uğraşın -doğaya ve insana egemen olma uğraşının-en nihai ve kesin
sonucu: özel mülkiyet kavramı, sınıf oluşumu ,sınıf hiyerarşisini belli bir dengede tutan şiddet kavramı ve tüm
bu kavramları organik bir şekilde kendinde barındıran ve tüm şiddet eylemlerini kendi içinde meşrulaştıran
devlet kavramının durumudur.
Hobbes, devlet kavramının gerekliliğini “Leviathan” isimli yapıtında şöyle dile getiriyor. Doğanın
içinde bilinçsizce dolaşan ve şiddeti kontrolsüzce kullanan bireyin kontrolü ancak tiranlığın hüküm sürdüğü ve
bilinçli bir şiddetle bireyi kendine itaate zorlayan devletin görevidir. Hobbes’a göre uygarlığın devamı için
devlet otoritesinin birey üzerindeki baskısının gerekliliği yadsınamaz. Öyleyse şiddet kavramıyla iç içe
geçmiş bir devlet kavramı için şu soruyu sorabiliriz: Şiddetiyle bireyi baskı altına alan ve itaate mecbur kılan
devlet “adalet”i uygarlığın devamı için mi yoksa “ uygarlığın” devamlılığını sağlayacak “devlet” otoritesinin
mutlaklığı için mi vardır?
Skolastik düşüncenin egemen olduğu Ortaçağ döneminde , devlet ve mutlak güç, bu gücün “ilahi” bir
şekilde kendinde olduğunu öne süren kilisenin denetimindeydi. Ve belki de “egemenlik satrancının” ilk büyük
hamlesi de bu döneme aittir. Devlet kavramı ve onun yarattığı şiddet, kilisenin tekelinde “ilahi” bir boyutta
değerlendirildiğinden ne sorgulanabilir ne de karşı çıkılabilir nitelikteydi. Tanrı devlet anlayışının bir
numaralı öğretisi “Tanrının doğruluğundan emin ol” ve onun ajandası olan “kurallara itaat et” öğretisiydi.
Gücünü Tanrı’nın mutlaklığından alan ve Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi “zillulah” olduğunu öne süren kilisenin
“amaçların ölçütü”nde kullandığı adalet kavramı da nerede olduğu bilinmeyen bir gücün gölgesine yüklediği
sorumluluktan başka bir şey değildir. Öyleyse Ortaçağın devlet otoritesi ve bunun uzamında yer alan salt
“devlet araçları” haline gelmiş adalet ve hukuk insanın, bireyin ya da toplumun çıkarlarına değil, Güneşin
doğmadığı bir çağda varlığını sürdürme gayreti gösteren “Tanrı’nın gölgesine” ışık tutma çabası içindedir.
Aydınlanma döneminin düşünce kuramcılarından Kant’ın “Aklını kullanma cesaretini göster” ve “Düşünüyorum,
öyleyse varım” öğretileri Ortaçağ skolastik felsefesinin çöküşünü müjdeliyor ve bireylerin ereklerinin “aklı
kullanmayla” gerçekleşeceğini öne sürerek Aydınlanma Çağı’nın temellerini atıyordu. Aklı kullanmanın ve bu
yolla doğanın anlamına ulaşma ereği pozitivizmi öne çıkarıyor ve skolastik düşünmenin “mit” doğmasını alaşağı
ediyordu. Ancak ne var ki Adorno ve Horkheimer aydınlanmanın “mit”i farklı bir formda yeniden
değerlendirdiğini ve kendi mitlerini yarattıklarını “Aydınlanmanın Diyalektiği”nde açıkça dile getiriyordu.
Aklın ortadan kaldırdığı “mit” düşünce kisvesiyle aydınlanmanın üzerinde gezinmektedir. Bu tespitle aslında
taban tabana zıt durumların nasıl bir “suç ortaklığı” kavramıyla iç içe geçtiğini görebiliriz. Aydınlanmanın
getirdiği teknik donanım ve aklı kullanma gücü satranç oyununun görkemli bir hamlesi olarak akıllara
kazınmıştır. Aklı kullanmanın neticesinde yerle bir olan “Tanrı devlet” anlayışı yerini Fransız Burjuva Devrimi
ile “araçsallaştırılmış aklın” karanlığına bırakıyordu. Gittikçe hız kazanan “doğaya hakimiyet” anlayışı gücünü
ve varlığını “araçsallaştırılmış aklın ve nesneleştirilmiş doğanın” senteziyle bir kez daha ispatlıyordu. Burjuva
devletinin daha hızlandırdığı bu erek kendi öğretilerine ve adalet kavramına sıkı sıkıya bağlanmak zorundaydı.
Bireye verilen özgürlüğün yine bireyden alınması, mutlaklığın ve “doğa hakimiyetinin “ devlete ve onun bir
aracı haline gelmiş bilime bırakılması, ancak devletin özüne bağlı adalet ve hukuk kavramlarının
oluşturulmasıyla mümkündü. Engels’in “Antiduhring”de belirttiği gibi devlet araçlarıyla tutarlı olmayan bir
şiddet, baskı ve otoriteyle devletin doğrudan kendisine yönelir. Öyleyse modern anlamda adalet, hukuk,
eşitlik gibi kavramlara dayanan Fransız Burjuva Devleti, önce kendi çıkarlarını korumalı ve insanın belli bir
otoriteyle başka bir insana üstünlüğünü perçinleyerek alışılmışın dışında bir baskı formu yaratmalıdır.
Konusunu Fransız Devrimi’nin adalet ilkesinden alan Kieslowski filmi Trois Couleur- Blanc , bu durumu çarpıcı
bir şekilde gözler önüne sermektedir. Özünde amaçların bir ölçütü olan adalet kavramı tabiri caizse
“mutasyona uğrayarak “ otoritenin ve totaliter eylemlerin bir numaralı sığınağı haline gelmiştir. “XX.yüz yıl
Lenin’in öngördüğü gibi devrimlerin ve dolayısıyla savaşın ekseninde değerlendirildiğinde şiddetin yüzyılı
olmuştur” diyor Hannah Arendt. Haklı da. Marx’ın öngördüğü “tarihin evrimselliği ve Sosyal Darwinizm
kuramları, 20.yüz yıl ideolojileri, bu ideolojilerin baskıları ve özünde yine her seferinde baştan başlanan
“egemenlik satrancı” öyle bir noktaya gelmiş bulunuyor ki Hobbes’un söylediği gibi sözleşmelerin anlamı,
kılıçlar olmadan anlamsızlaşıyordu. Bununla paralel olarak giden ve şekilden şekle sokulan hukuk ve adalet
kavramları, liberal kapitalist toplumların ereklerine hizmet etmekten kendini alamıyordu. Öte yandan bireyin
adalet karşısında “boynunun kıldan ince” olması, sistemin bireyin özüne olan baskısını kolaylaştırıyor ve
adaleti çok farklı formlarda Foucoult’nun dediği gibi bireyin adalet ekseninde cezayla normalleştirilmesi
adına kullanılıyordu. Foucault, ceza sisteminde bireyin çoğunluğa katılımına, tek tipleştirilmesine adalet ve
hukuk sisteminin yadsınamayacak rolü olduğunu düşünüyordu. Ona göre modern devlet, ilkel devletten aldığı
köleleştirme misyonunu üstü kapalı bir şekilde adalet ve hukuk sayesinde gerçekleştiriyordu.
Anthony Burgess’in “Otomatik Portakal” kitabında bahsi geçen, bireyin şiddetini önleme ve itaatini
sağlama amacı tam da bu eksende “sistemi amaçlarının” ölçütü olan ve yine “sistem araçlarının uygunluğunda”
karar kılan adalet ve hukuk kavramlarının bireye yönelik örtülü şiddet eylemleriyle sağlanıyordu. Toplum
içinde sesini ve varlığını hissettirme amacıyla her türlü şiddet eylemini meşru gören Alex, sistem trafından
ehlileştirilmiş hale getiriliyor ve otoritenin şiddetine boyun eğmeye zorlanıyordu. Tüm bunlar sisteme itaati
haklı gören adalet ve yöntemlerin uygunluğunu tasdik eden hukuk eliyle yapılıyordu. Özünde hiçbir haklı
gerekçesi olmayan işkence, devlet otoritesi sarsılmaya başlayınca ortaya çıkıyor ve amacında ve araçlarında
sakınca görülmeksizin uygulanıyordu.
Uluslararası hukuk ve adalet kavramları da doğaya karşı egemen olan süper güçlerin
boyunduruğundan kurtulamamıştır. Özünden uzağa itilmiş bu kavramlar, sadece bu güçlerin hamle yapma
sıraları geldiğinde kendisini göstermekte ve bu güçlerin çıkarlarına hizmetten kurtulamamaktadır. Yakın
tarih, Slavaj Zizek’in dediği gibi “işlenmiş cinayetlerin tarihidir.” Bu sözü örneklendirmesi hiç zor
olmayacaktır: Birleşik Devletler’in ve onun hukuksal ve askeri aracı haline gelmiş uluslar arası örgütlerin
Ortadoğu’da amaçladığı “hukukun üstünlüğü ve adaletin sağlanması” amacı, bunun en güzel örneğidir.
Postmodern kapitalist sistem anlayışının başını çektiği kavram karmaşası günümüz insanının karşı
karşıya kaldığı üstesinden gelinmesi en zor durumlardan biridir. Öyle ki burjuva kapitalist sistem yapısı
kelimelere indirgenen soyut kavramların yanlışlığını ya da doğruluğunu, haksızlığını ya da doğruluğunu dildeki
genellemelerle belirsizleştirmektedir. Böylesi bir durumda devletin dayattığı yasaların ve uyguladığı adaletin
yanlışlanmas, değer yargılarıyla apolitikleştirilmiş toplumun namlularını üzerimize doğrultacak ve bizi
yanlışlanan hukuk ve adalete boyun eğmeğe zorlayacaktır.
Devlet kavramının meşruiyeti için çabalayan ve devletin ereğine hizmet eden bütün amaç ve
araçlarda herhangi bir sorun görmeyen adalet ve hukuk öz anlamından uzaklaşmış ve devlet tarafından icat
edilmiş salt sentetik kavramlardır. Yazının başında belirttiğim gibi “uygarlığın devamlılığı” bir yana dursun,
devletin mutlaklığına hizmet etmektedir. Savaşın ve şiddetin altında imzasını bulduğumuz bu tür “adalet ve
hukukun” uygarlığın sonunu getireceğini Arendt’in şu sözüyle anlayabilir ve “egemenlik satrancının” sonunu
kestirebiliriz: “Süper güçler ya da uygarlığın en üst düzleminde oynanan kıyametsi (apokaliptik) satrancın
nihai sonucu şudur: İçlerinden hangi güç galip gelirse bu durum hepsinin sonu olacaktır.”
İşte tüm sorunun kaynağı olan doğaya egemen olma anlayışının yarattığı sentetik yargı ve
kavramlardan vazgeçmek, insanın insana egemenliğinin zorunlu kıldığı zincirleri kırmak gerekir. Ancak o
zaman uygarlığın devamı, asıl gücüne bürünmüş adalet ve hukukun doğanın kontrolüne geçmiş amaç ve araç
değerlendirmeleriyle mümkündür.
Cem TÜRKÖZ
Hisar Okulları İSTANBUL
Derece : 6
“Kültürün ataerkil oluşumu, cinsiyetler arasındaki ilişkilerin evriminde ortaya çıkar. Ayrıca dilin derin
kullanımında kendini gösterir.”
Luce Irigaray, Ben, Sen, Biz-Farklılık Kültürüne Doğru,
Çev. Sabri Büyükdüvenci-Nilgün Tufal, İmge Yayınları,
Ankara 2006, s. 17.
CİNSİYETLERİN EVRİMİ ÜZERİNE
İnsanoğlunun evrimi irdelenirken mekanikleştirdikleri rasyonalitenin kurbanı olan birçok akılcının
düştüğü hatalardan birisi de evrime salt biyolojik düzlemde bir yaklaşım göstermeleridir. Birey, yüz binlerce
yıllık evrim sürecinde salt biyolojik değil, aynı zamanda kültürel bir evrim sürecinin de içinde bulmuştur
kendisini. Nitekim varoluşun amaçları yerine getirildikçe, doğan her yeni birey bu süreçlerin içinde yer
almaktan da kurtulamayacaktır.
Söz konusu biyolojik evrim iken insanoğlunun evrimine Darwin’den bu yana yapılan çalışmalar
bağlamında göz atmakta fayda vardır. Tarihsel arka planıyla (arkeolojik ve paleontolojik çalışmaların son iki
yüzyılda incelenmeleriyle) insanoğlunun evrimi ilk insanları takiben homo erectus, homo habilis, homo sapiens
ve son olarak günümüz insanından biyolojik hiçbir farkı bulunmayan homo sapiens sapiens ile devam
etmektedir. (Bu noktada homo sapienslerce kıyıma uğratılan homo neandarthalisi unutmamak gerekir.) Sırtını
kaçınılmaz bir şekilde tarihe dayayan evrimcilerin araştırmalarına göz atacak olursak, çerçeve bizi biraz
şaşırtacaktır: M.Ö. yaklaşık sekiz bine kadar insanlar yalnızca mağara duvarlarına çizdikleri birkaç resim ve
bilenmiş, kesici, taş av aletlerinden ve kendi fosillerinden başka bir şey karalamamıştır uygarlık adına. M.Ö.
beş yüz binlerden M.Ö. sekiz bine kadar geçen sürecin şunun şurasında on bin senesi yeni dolmuş
uygarlığımıza kıyasla, ne büyük bir süreç olduğunun farkında mısınız? Tam da bu soruya verebileceğimiz
cevap “evet” iken ABD’li tarihçi Prof. William Hardy Mc Neill söz alıyor : “İnsanoğlunun evrimi iiç içe geçen
iki süreçte irdelenmelidir. Bunlar, biyolojik ve kültürel süreçlerdir.”
Mc Neill’in üstünü açmaya pek yanaşmadığı bu iddia pekala irdelenmeye değer. Sorulacak soru şudur
: “Yüz binlerce yıl boyunca kaplumbağa hızıyla ilerleyen kültürel evrim, biyolojik evrimin hızını önce nasıl
yakalamış, sonra nasıl ona fark atmıştır?” İlk insanlardan homo sapiens sapiens’e dek insan dört büyük
biyolojik evrimi yaşamış (ikinci paragrafta bunları saymıştık), nitekim yarattığı kültürel birikimiyle biyolojik
evrimin bu yavaş hızına dahi erememiştir. Altı haneli sayılarla ifade edebildiğimiz devasa zaman dilimleri
içine kayda değer neredeyse hiçbir ilerlemeyi sığdıramamıştır. Her jenerasyonda kendini tekrar eden kesici
av aletleri ve biraz daha geç dönemde mağara duvarlarına çizilmiş birkaç resim (tascaux buna bir örnektir)
dışında elimize geçen herhangi bir kültür ürünü yoktur, ta ki insanoğlu bugünü hazırlayan iki büyük devrimi
gerçekleştirene dek. Bu milat taşlarıyla insanın kültürel evrimi, biyolojik evrimini önce yakalayacak
yakalamasıyla da onu ezip geçecektir.
Şimdi cevap aradığımız soru ise şudur: “Pekala, günümüz kültürünü inşa eden bu büyük dönüm
noktaları nelerdir ve toplulukların uygarlık tarihine nasıl zemin hazırlamışlardır” Birincisi ve bence en
önemlisi Afrikalı ilkel kabilelerin yemek adına etraftan topladıkları tohumları toprağa ekmeleri ve ürün
aldıklarını görmeleriyle başlayan tarım toplulukları sürecidir. Bu sayede daha fazla insanı doyurabilen tarım
toplulukları, yerleşik yaşama adım atmışlar, önce sulama kanalları ardından kara saban vs. derken şehir
devletleri örgütlenmeleri baş göstermiştir. Elbette bu süreç karmaşık toplumsal bir örgütlenmeyi de
beraberinde getirdiğinden denetleyici organlarını doğurmuştur. Tahmin edebileceğiniz gibi bu denetleyici
organ, en ilkel haliyle devletin ta kendisidir. İşte tam da bu noktada tarım öncesi toplulukların ilişkilerinin
binlerce yıllık geleneğinin cinsiyet bağlamında bir çözülmeye uğradığı görülecektir. Tarım vesilesiyle artı
ürün elde edilebilmesi kadının toplumdaki toplayıcılım rolünü yok ettiği, üretimin ve yerleşik hayatın getirdiği
ev hayatının vazgeçilmez koruyuculuğu görevini kadının sırtına yükleyecektir. Öte yandan üstüne her geçen
gün yeni bir şey konan ve bir müddet sonra kontrol edilemez hale gelen, Durkheim’ın da dediği gibi kendi
yasalarıyla, bireysel bilinçten bağımsız işlemeye başlayan toplum, kültürünü merkezi erkek olan kurallar
vasıtasıyla inşa etmeye başlamıştır. Durkheim, geç tarım öncesi ve erken tarım topluluklarını mekanik
dayanışmalı topluluklar olarak tanımlamıştır. Sanıyorum bu tanımıyla Durkheim görece az karmaşık, olaylara
aynı tepkileri veren, tek tipleşmiş toplulukları işaret etmekteydi. Bu noktada toplumda cinsiyet ilişkilerini
biraz daha açmak için Durkheim’ın “mekanik dayanışmalı” bu topluluklarından bugünün karmaşık toplumlarına
geçişte bahsettiğimiz tarımla gelen bir nevi cinsiyetler arası ilişkilerin evrimi nosyonuna değinmekte fayda
var: Tarımla beraber gelen toplumsal örgütlenme bu mekanik dayanışmalı toplumların kültürel evrim süreçleri
içerisinde toplumsal bilinç inşa etmeye başlamıştır. Bu bilinç, bireyden bağımsız olmadığı gibi, bireye bağımlı
da olmayan ve kendi kendini devam ettiren bir hal almış, bu sırada kendi altında toplumsallığa işaret eden
sayısız nosyonu üretmeye başlamıştır. Nitekim bu alt nosyonlardan birisi de toplumsal cinsiyettir.
Toplumsal anlamda cinsiyet kendisini besleyecek kanalların inşasına tarım devriminin bahsettiğimiz
sonuçlarıyla başlamıştır. Nüfus artışı, devlet örgütlenmesinin erkek kontrolünde gelişim göstermesi, geçimi
sağlayanın aile yaşamında salt erkeğin mesuliyeti haline gelmesi ve tüm bunlar olurken kadının konumunun
binlerce yıl boyunca yuvaya sahip çıkma, nüfusa çocuk verme ve ev hayatını çevirme görevleriyle sabitlenmiş.
Kadının toplumsal cinsiyetinin (sex- gender) ilişkisi olmakla kalmayıp uygarlığın ve onu inşa eden kültürün bir
parçası haline gelememesi sonucunu doğurmuştur.
Bu noktada geriye dönüp bakıldığında kültürün ataerkil oluşumunu besleyecek, toplumsal ilişkilerin
zaten erkek egemenliğinde sürdürülmeye başladığı dönemde, ikinci büyük dönüm noktasının altını çizme
vaktinin geldiğini görüyoruz. Bu ikinci büyük devrim, yazının icadıdır. Ürünlerinin bir listesini tutma ihtiyacı
hisseden bu ilk tarım toplulukları her ürün için ayrı bir şekil ve miktarlarını gösteren sayı belirten
ideograflar kullandılar. Bu, zaman içinde önce aristokrasinin ardından (ki, bunun gerçekleşmesi yüzyıllar
almıştır) toplumun (yine erkek olmak üzere) neredeyse her kastına inmiştir. Elbette tarımla beraber
toplumun yöneticilerinin ve toplumun daha ufak parçalarının (aile gibi) reislerinin erkek oluşu, icat olan
yazının yalnızca erkekte var olan bir niteliğe bürünmesine yol açmıştır. Nitekim M.S. beş yüzlerin Tang
Çin’inde dahi (ki dönemin en ileri uygarlığı olarak gösterilir) arşivlerde kadınlarca yazılmış bugüne kalabilen
metinlerin sayısı toplam metinlerin yüzde birini bile oluşturmaz. Tarihsel arka planda kolay hazmedilebilir
gözüken bu devrim, uygarlık tarihinin ana maddesi yazının, erkek idaresinden uzun süre çıkamaması
sebebiyle, kadını kültür inşasının dışına atmış ve ataerkil bir kültürün inşasını kaçınılmaz kılmıştır.
İşte bu iki büyük dönüm noktası, kültürel evrim süreci içinde cinsiyetler arası ilişkinin yeniden
yapılanmasına ortam hazırlamıştır. Bu, öncelikle yerleşik toplumda kurulan yeni ilişkilerin, sonrasında ise
toplumsal örgütlenmede erkeğin başı çekişinin tarihi ve dolayısı ile kültürü inşa olanağını elinde tutmasının
bir sonucudur. Ve unutmamak gerekir ki, yazıp çizdiklerim kültürel evrim üzerinde, asla yetişemeyeceğim bir
hızda şekillenmeye devam etmektedir. Öyle ki, biyolojik evrimimiz ağır adımları ile kadını ve erkeği
denkleştirmeyi hâlâ başaramasa da, kültürel evrimimizin hızıyla, insanlık bu yolda çok şey kat etti.
Cinsiyetler arası ilişkinin evrimi, nasıl bir zamanların ataerkil kültürünün bugün bilinmesine ve yaşamasına
sebep olduysa, cinsiyetler arası ilişkide son birkaç yüzyılda meydana gelen devrimler, evrime yön verecek ve
ataerkillikten uzak bir kültürün bundan binlerce yıl sonra irdelenmesine ortam hazırlayacaktır.
Aslı Deniz Eke
Özel Işıkkent Anadolu Lisesi İZMİR
Derece :7
“Adalet amaçların ölçütü ise, araçların ölçütü de hukuka uygunluktur.”
Walter Benjamin, Şiddetin Eleştirisi Üzerine,
Hazırlayan Aykut Çelebi, Metis Yayınları, İstanbul 2010, s. 20.
İNSAN BULUTLARI İZLERKEN…
İnsanoğlu, başına gelen talihsizliklerin ardından tepesinde duran kara bulutlara haykırır: “İlahi,
mutlak bir güç, yaratan gerçekten varsa, bunlar nasıl benim başıma gelebilir? İlahi adalet var mı?” İnsan, bu
sorgulamalarıyla adaletin bir dizi mutlak yasalara dayandığı inancının ardına gizlenir. Oysa ki, adaletin
ölçütünü tepesindeki kara bulutlara “Yaratan’ın doğruluğu ve hakkaniyetini” sorarken bir kavramlar
çelişkisinde bulur kendini. Bu durum, insan toplum içindeyken uğradığı bir haksızlığın ardından da yineler
kendini. Ağızdan dökülecek sözcükler “Nerede bu devlet? Nerede adalet?” olacaktır. Ancak, adaletin sadece
hukuka uygunlukla sağlanacağı düşüncesi bir yanılgıdır. İnsanoğlu düştüğü haksızlıklarda da gerek “Yaratan’a”
gerekse “yöneten”e haykırırken, belirli yasalarla korunurken dahi “adaletsizliğin” kaçınılmaz olduğunu
kanıtlayacaktır.
Bir zamanlar bu bakir topraklar üzerinde sadece insan ve onun “doğal hakları” vardı, diye dile getirir John
Locke “Two Treaties on Government”ta. İnsanın, bu doğal haklarının güvence altına alınması için bir toplum
sözleşmesiyle, belirli özgürlüklerini onu “yönetecek” olan güce aktarmaya karar verdiğini belirtir. Bu durumla
beraber insan, bireysel adalet anlayışını – veya intikam anlayışı olan vendetta –yöneticiye ve “hukuk” biliminin
yüceliği ve mutlak doğruluğuna emanet etmiş olur. Bu durumda yöneticinin amacı, adaletli bir şekilde halkının
“doğal haklarını” korumak ve onlara yapılacak bir haksızlıkta hukuksal yöntemlerle adaleti tekrar
sağlamaktır. Bu örnekle beraber görebiliriz ki, toplum ve yöneticinin korumasına sığınmak için bu sözleşmenin
altına imza atan bizler, aynı zamanda adaletin ölçütü olarak “yöneteni” uygun buluruz. Ancak yönetenin
“tiranlığını” idealize eden Machiavelli, “The Prince “adlı çok ses getiren eserinde, hukukun da adaletin de
“Prens’in” inisiyatifiyle, gerekirse fiziksel şiddetiyle sağlanacağından bahseder. Bu durumda adalet ve
hukukun salt ölçütü Prens olacaktır. Locke’ın deyişiyle, sözleşmeden önceki “kaos” halinden düzene geçişte
birey hukuk ve adaletin tanımını Prens’inin, koruyucusunun, hakanın ellerine bırakacaktır. Amacını adalet
olarak belirleyecek olan bu “güç” de, hukuku istediği gibi uyarlamakta özgür olacaktır. Buna bir örnek de
Joseph Heller’in Catch 22 adlı eserinden verilebilir. Hikayenin ana karakteri olan Yossarian, kendini içinde
bulduğu “savaş” adlı paradoksun içinde gizli daha onlarcasını bulur. Bunlar yaşarken ölmek, gülerken ağlamak
ve deliyken mantığa başvurmaktır. Yöneticilerin Yossarian gibi “ikilemlerin mahkumlarını”, hem cepheden
uzak tutmak hem de cephede kalmalarını sağlamak için bir “savaş yasası” bulunur: Catch 22. Burada belirtilir
ki Yossarian gibi “akli dengesi” yerinde olmayan askerler cephede olmaya uygun değillerdir; ancak cepheden
alınmaya, savaştan uzak olmayı tercih ettikleri anda “akli dengeleri” yerinde demektir ve savaşabilecek bir
kondisyondadırlar. Birey, aynı Catch 22 adlı yasada olduğu gibi bir ikilemde bulacaktır kendini; deliyken
mantıklı olmak gibi, adalette hukuk arayacaktır. Ancak hukukun adaletsizliliği , “Yönetici” tarafından
belirlenmiş bu denli küçük detaylarda saklıdır. Bu noktada da, aslında Prens’in koruyucunun, hakanın ve
insanın adalet hakkında tek bildiğinin onun hakkında hiçbir şey bilmediği olacaktır. Çünkü hepsi adaleti
hukukun, hukuku da adaletin içinde ararken Catch 22’ye hapsolmuşlardır. Amaçla aracın, adaletle hukukun,
yöneticiyle bireyin savaşı devam edecektir.
Düşünürler asırlar boyunca aynı soruyu yineleyip durmuşlar ve birbirlerinin yer yer değiştirilmiş
yansımaları olan benzer cevapları vermişlerdir: “Doğru yönetim biçimi nedir?” Düşünürlerin hemen hemen
hepsinin cevabının ölçütü olan bir kavram vardır ki, bu kavram yönetimin varlığı için kaçınılmazdır:
yönetilecek olanlar Platon Atina’daki demokrasiyi eleştirirken çoğunluğun tiranlığından bahsedecektir. Ona
göre bir Devlet’te, hiyerarşik yapılanma gerçek adalet, bilgi ve güzelliğe ulaşmanın tek yoludur. Tabanından
tepesine doğru dar olan bu “adaletsiz” üçgenin en tepesine oturtulacak Filozof Kral’ın en önemli özelliğiyse
suretleri idealardan ayırma yetisine sahip “yüksek” insan mertebesine yakın bir yönetici niteliğine sahip
olmasıdır. Nietzsche’in Zerdüşt’ü de çoğunluğun tepesine pür ve hür bir güneşmişcesine doğacaktır. Hobben,
ideal “yönetimi” anlattığı eserinin adını Leviathan koyduğunda da kaçınılmaz olan adaletsizliklerin
farkındaydı: Leviathan, Tevrat’ta bahsedilen büyük, hatta devasa bir su canavarı. Böylesine “canavarı” bir
dünyaya tekil bireyin kendi hakkını, adaletini araması da çoğu faydacı düşünüre, bir “deve-cüce” durumuyla
veya “Leviathan-birey” karşılaşmışcasına gülünç gelir. Faydacıların da bu düşüncesini bir örnekle açıklayacak
ve “bireyin” gülünçlüğünü, onu bir “kurban” halinde gösterirken dile getirdiğini örneğin, tüm toplumun iyiliği
ve güvenliğini tehlikeye atan bir bireyin varlığından söz ediyoruz. Yöneticiler toplumun içinde dolaşan bu
bireyi yakalamak için ellerinden gelen her şeyi yapıyor, ancak başarılı olamıyorlar. Gün geçtikçe ”kaos” ortamı
büyüyor ve tüm toplumu sarıp, çoğunluğun güvenliği ve haklarını tehdit edecek bir düzeye ulaşıyor. Bu
durumda bir kurban seçip onu “suçlu” olarak göstermek ve onu işlemediği suçlardan yargılamak doğru
olacaktır. Toplumun iyiliği ve “isteği, tekil bir bireyin haklarından ve adaletinden daha önemli olacaktır.
Jonathan Wolff, “Introduction to Political Philosophy” adlı eserinde bireyin kurbanlığı, toplumun “adaleti”
için uygulanan bir “araç” olarak gösteren faydacı yaklaşıma seslenir. Eğer Rousseau’nun da belirttiği gibi
çoğunluğun “istenci” ve “iyiliği”, bireyin adaletinden ve iyiliğinden önce geliyorsa, amaç olan adaletin bireye
hukuk aracılığıyla getirildiği gerçekten bahsedilebilir mi? Yoksa bireyin adaleti de Leviathan’ın muazzamlığın
ardında göze batamayacak kadar ufak bir “detay” mıdır? Faydacı bir yaklaşımla üçgenin tepesindeki Kral’ın,
sudan yeni çıkmış Leviathan’ın veya “üstinsan” olarak tanımlanması istenen Zerdüşt’ün amacı değil, aracı
adalettir. Çoğunluğun adaleti aracılığıyla, amaç olan bireyler arası mutlak adaletsizlik sağlanmış olacaktır.
Kurbanlaşan birey, devletin “adaletsizlik” kavramı ve amacı üzerine kurulduğunu anlayamadığı takdirde,
tepesindeki kara bulutlara bakmaya devam edecektir.
Düşünürler arasında devletin “adaletinin” adaletsizliğine baş kaldıranlar da bulunur. Ancak bu baş
kaldıranlar tepesindeki kara bulutları yumruklamaya çalışan bir bireyi anımsatır bizlere. Harvard
Üniversitesi’nde profesörlük yapmış olan Robert Nozick, çoğunluğun iyiliğine bir darbe indirmek
istermişcesine : “Vergi yanlıştır!” demiştir. Burada Nozick’in aslında çoğunluğun adaletine karşı herkesin
adaletsizliğini savunarak anarşist bir yaklaşım sergilediğini görebiliriz. Benden alınan vergilerle hayatında
bekli de bir gün dahi çalışmamış bireylerin ihtiyaçlarının karşılanması yanlıştır, haksızlıktır, köleliktir. Diğer
ikilemler gibi Nozick’in ikilemi de eşitliğin adaletsizliği veya eşitsizliğin adaletidir. Eşitlik bazı bireylerin
haksızlığa uğramasına yol açacaktır; bu nedenle topluluğun adaleti yerine, herkesin adaletsizliği tercih
edilebilir. Bu noktada birey kara bulutların üzerine oturarak kendi talihsizliklerini dağıtmaya başlayacaktır.
Ne araç amaca, ne de hukuk adalete hizmet edecektir. Nozick, Locke’un “kaos” ortamından korkan insanlara
bir tezat niteliğinde “kaos”un, “doğal hakların” ve “adalet”in efendisi olan insanı takdim eder. Artık üçgenin
tepesine, gökyüzüne, devlete ve kara bulutlara haykırmak gerekmeyecektir. İnsan, adaletin de hukukun da
ölçütü olacaktır.
İkilemlerin arasında kalmış olan insanın sığınabileceği bir “ölçüt”tür adalet; ama amaç olup olmadığını
bulutlara sormak gülünçtür, yanıltıcıdır. Bulutlar bir gün insanın üzerine şimşekler yağdırırken, ertesi gün
yerini pür ve hür bir güneşe bırakabilir. Gılgamış Destanı’nda olduğu gibi bir gün göklerden tüm insanlığa
seller içinde sürüklenerek yağmurlar da yağdırabilir bulutlar. Belki de hepsi çoğunluğun adaleti içindir; belki
de adaletin dayandığı “mutlak yasalar” gerçekten bulunuyordur. Ancak bunu “bulutlara”, hem adaletin hem de
hukukun, hem amacı hem de aracı olan “ölçüte” haykırmak Catch 22’deki önergeye benzeyecektir: İnsan
bulutlara haykırdığında adalet isteyecektir; ancak haykırdığı zamanda da adaletin ölçüsünün kendisinde
olmadığını, “bulutlarda” olduğunu anlayacaktır. Böylece “adaleti” tanıyamayacağı bir durumda olduğunu kabul
edecektir. Bu durumda insanı boğan sel de, üzerinde parlayan güneş de “adalet” olabilir. Adaleti arıyor
olmamız onu bilmediğimizi, bilsek bile anlatamayacağımızı, anlatsak bile uygulayamayacağımızı kanıtlar.
Yapabileceğimiz tek şey, üzerimizden geren kara bulutlara bakarak “adalet istemiyorum!” diye haykırmak
olacaktır, adaletin adaletsizliğinin, amacın amaçsızlığının, iyiliğin kötülüğünün ve hakkın haksızlığının tam
ortasında “kaos”un içinde durduğumuzda.
Cem Mert DALLI
İstanbul Lisesi İSTANBUL
Derece : 8
“Dünya görüşleri bir bütün olarak dünyayı açıklama iddiasındadırlar. Ama insanın bir bütün olarak
dünyayı epistemolojik anlamda nesne edinmesi olanaklı değildir.”
Abdullah Kaygı, “Felsefe Eğitimi ve Felsefenin Geleceği”,
Dünya Felsefe Günü 2007, s. 126.
AKLIN ELEŞTİRİSİ ve RADİKAL İKİRCİKLİLİK
Çağdaş Türk Edebiyatı’nın önemli isimlerinden Hasan Ali Topbaş, “Bilginin kendisi değil, buharı
muteberdir” der kendisi ile yapılan bir söyleşide. Bilginin ve bilmenin değerini böcek seviyesine indirmeden,
hermeneutiğin ön planda yer aldığı bir “yeniden düşünme” süreciyle ortaya çıkan yansımaların (ve
yanılsamaların) keşfine yolculuktur. Topbaş’ın kastettiği düşünmek ve var olanı sorgulamak bu yolda üstüne
bindiğimiz uçan halımızsa, gölgemiz kimi zaman Gregor Samsa’nın bir böcek olarak uyanışı ile yakaladığı
farkındalıkta, kimi zamansa Oğuz Atay’ın kaleminden “Babama –Mektup” olarak dökülürken karşılaştığımız
eski-yeni çatışmasında görürüz.
Var olanı sorgularken sorgularken yüzleştiğimiz iç çelişkilerimiz ve bilmenin imkanlılığı sorusu zaman
zaman karamsarlığa kapılmamıza neden olsa da bu çarpışma yolculuğun devamı için engel değildir; Gorgias’ın
haykırışına şahit olurken, Platon’un ideler alemini keşfe çağrısına yöneliriz. Düşünmenin derin dehlizlerinde
sınır olarak belirlediklerimizin, sonluluk olmadığını ve duvarın öbür tarafına geçtiğimizde sınırların da
ortadan kalktığını görürüz. Görünen gerçek olmadığını ve yanılsamaların ardındaki hakikati aramanın
gerekliliğine bir kez daha ikna oluruz. Platon’un öğretisi hakikatin keşfine ulaşılsa dahi bunun
aktarılamayacağını vurgulamayı ihmal etmez; nitekim uçan halıdan indiğimizde seyahatnamemizin inandırıcılığı
sorgulanırken, “irrasyonel” olduğu iddia edilecektir.
Tam da bu noktada ele almamız gereken düşünürlerden biri kuşkusuz Foucault’dur. Foucault bilginin
iktidarından söz ederken bilgi kavramı üzerinden yeniden inşa edilen iktidarın düşünceleri belirli bir enterval
içerisinde sınırlandırdığının üzerinde durur. Okullar, tımarhaneler ve hapishaneler bu büyük kapatılmaya
şahit olur: Tekdüze ve dar bakışa sahip eğitim kurumları, norm dışı kalanın deli ilan edilerek toplumdan tecrit
edildiği yer olarak tımarhaneler ve ezberi kırmanın “ceza”sının verildiği hapishaneler. İktidarın olumlayıcı
yanları ise pragmatizm ile kol kola yürür, adeta hayvanların satılıp kesilmesini bekleyen çoban gibi…
Abdullah Kaygı’nın sorguladığı dünya görüşlerinin bütün dünyayı açıklamasının imkanlılığı da bu
temeller üzerinden şekillenmektedir. Dünya görüşlerinin dünya dinamiklerini bütün nedenselliği ile beraber
açıklama ve hakikate ulaşma çabası gerek iktidarın ve Nietzsche’nin üzerinde durduğu güç istencini kısıtlayan
saikler gerekse Platon’un üzerinde durduğu aslolan-görünen ikilemiyle olanaksızlaşmaktadır.
Beri yandan, Ortega y Gasset’in “Avcılık Üstüne” adlı metninde kullandığı avcı metaforu da bu
epistemolojik temellendirmenin zorluğuna dikkat çekmektedir. Bir turist gözlemlediği bölgenin tüm
özelliklerine hakim olamaz, sadece ayrıntılarda gizli olanın farkına varamaz. Avlanmak için ormana giren ve
baktığı yerdeki ayrıntıyı görmeyi bilmeyen avcı da turistten farksızdır. Bu nokta üzerinde yoğunlaşan avcı ise
bütün ormana hakim olamaz ve sırtını döndüğü tarafı ihmal eder. Gasset’in bu metaforu üzerinden yola
çıktığımızda, Abdullah Kaygı’nın ortaya koyduğu iddiada olduğu gibi, tek başına bir dünya görüşünün bütün
olarak dünyayı anlaması ve yargıları temellendirmesi oldukça güçtür. Düşüncenin sistemleşmesi boyutunda,
uçan halının bir noktaya sahiplenmesi ve temellendirmelerinin kendi çarkları içerisinde sıkışması beraberinde
fikirlerin esnekliğinin azalarak adeta kemikleşmesine zemin hazırlamaktadır.
Mesafeli bir bakışın ve özeleştirinin yoksunluğuna modern çağın bilimciliğinde sıklıkla rastlarız. Kemikleşen
bilimcilik ve akıl fetişizmi Horkheimer tarafından “akıl tutulması” olarak nitelendirilir. İnanç değerlerini
somut veriler ve nicel nesnellikler üzerinden inşa eden modern aklın diyalektik süreçten kopmasına ve
akılcılığın kara baharına vurgu yapan Horkheimer, modern aklın normlarına uymayan “şeylerin” irrasyonel
ilanına isyanın sesidir. Postmodern söylem, Foucault ve Horkheimer’da can bulurken, dünyayı bütünsel olarak
anlama iddiasında olmasa da katkıları ve eleştirisel bakışıyla bu çabanın en temel taşlarından biri olmuştur.
İtalyan sosyalist hareketinin önderlerinden Antonio Gramsci, 1917 yılında yazdığı “Bizim Marx” adlı
yazıda, bir dünya görüşü olarak Marksizmi ele alır. Marx’ın baştan aşağıya yepyeni şeyler söylediğine ancak
var olan fikirlerin onda olgunlaştığına, geçmişin mirasını tarihsel bağlamda ele alarak yeniden yorumladığını
vurgular. Bu nedenlerden ötürü Marx’ın Marksist olmayanlar tarafından da sıklıkla okunmasını ve herkes için
önem taşıdığına dikkat çeker. Gerçekten de Marx; Hegel, Fenerbach, Ricardo ve Locke gibi düşünürlerin
öğretilerinden beslenmiş ve kapsayarak dönüştürme (aufhalang) yoluyla kendi tezlerini ortaya koymuştur.
Batı Marksistleri başta olmak üzere 20. yüzyıl boyunca Marksizm defalarca yorumlanmış ve bir dünya görüşü
olarak önemli bir yer edinmiştir. Tüm bunlara rağmen Marksist teori tekil olarak dünyayı açıklama iddiasını
mevcut koşullar içerisinde başarmış değildir. Liberalizm, pozitivizm ve feminist teori gibi dünya algılarıyla
olan diyalektik ilişkileriyle gelişimini sürdürmekte ve dünyayı açıklama uğraşındadır.
İnterdisipliner ve farklı kaynaklardan beslenen, kemikleşen kesin yargılardan kaçınan ve çarkının içinde
kendini öğütmeyen bir dünya algısı, dünyayı bütün olarak epistemolojik anlamda önemli adımlar atma
olanağına sahip olabilir. Bülent Somay’ın “radikal ikirciklilik” olarak adlandırdığı esnek ve eleştirel bakmanın
sürekliliği, filozofun uçan halısında avını ararken yanında bulundurduğu silah olabilir.
Ekin İNCE
TED İstanbul Koleji İSTANBUL
Derece : 9
“Adalet amaçların ölçütü ise, araçların ölçütü de hukuka uygunluktur.”
Walter Benjamin, “Şiddetin Eleştirisi Üzerine”, Şiddetin Eleştirisi Üzerine,
Hazırlayan Aykut Çelebi, Metis Yayınları, İstanbul 2010, s. 20.
ARAÇ, AMAÇTAN : HUKUK, ADALETTEN DOĞDU
Adalet, bireyin ahlâk algısı ile ilgili soyut bir kavramdır. Bu kavram hukukta vücut bulur, somutlaşır.
Adalet kimi zaman bir duygu olarak dahi adlandırılabilirken; hukuk, adaletin varlığını devamlı kılmak ve
adaletin toplum içindeki işleyişini denetleyebilmek amacı ile oluşmuş, nesnel, kurallar bütünüdür. Dolayısıyla
adalet bireyin denetim mekanizmasının bir parçasıyken, hukuk toplumun denetim mekanizmasının parçasıdır.
İşte bu nedendir ki, adalet, tarihin ilk çağlarında dahi var olmuş, hukuk ise bireylerin bir araya gelip
toplumları oluşturması ile yavaş yavaş oluşmuş ve gelişmiştir.
Adalet, hukuk arasındaki ayrımın bir benzeri de amaç ve araç kavramları arasında vardır. Amaç,
bireye özgü ve yalnızca bireyi etkileyen soyut bir kavramken; araç, bu bağlamda bireyden doğan ancak
başkalarını da etkileyen eylemler anlamını kazanmıştır. Dolayısıyla Walter Benjamin’in sözünü ettiği amaç,
bireyin düşündüğü ancak eyleme geçirmediği niyetleri; araç ise bireyin amaçları doğrultusunda oluşan
eylemleri, davranışlarıdır. Bir insanın hırsızlık yapma niyeti bir amaçken, hırsızlık eylemini gerçekleştirmesi
araçtır. Bireyin amaçlarının ve bunlar doğrultusunda oluşan eylemlerin yani; araçlarının varlığı kesindir. O
halde insanın sosyal bir varlık olmasından yola çıkarak, bu amaç ve eylemlerin denetiminin mutlak olduğunu
söylemek yanlış olmayacaktır. Peki; amaçlar, araçlar ve bunların etkileri böylesine farklıyken bunları aynı
denetim mekanizması ile denetlemek doğru mudur? Walter Benjamin bunun doğru olmayacağını düşünmüş
olacak ki amaçların denetimini adalete, araçların denetimini ise hukuka vermiştir. O halde, sorulması gereken
asıl soru, neden amaçların adaletin denetiminde, araçların ise hukukun denetiminde olduğunu söylüyor.
Dolayısıyla önce neden amaçların ölçütünün adalet olduğunu açıklamalıyız.
Tanımlamalar sırasında adaletin bireylerin iç denetim mekanizmasının bir parçası olduğunu, amaç
kavramının ise bireyden doğan, ona özgü ve yalnızca onu etkileyen niyetleri anlamına geldiğini söylemiştim. Bu
tanımlardan da anlaşıldığı gibi kişinin amaçları yalnızca kendisini etkilediğinden, yalnızca kendisi tarafından
denetlenebilir. Kişinin iç denetim mekanizmasının adalet olduğu bilinciyle, kişinin amaçlarının adalet ile
denetlenebileceğini yani; adaletin, amaçların ölçütü olduğunu söyleyebiliriz. Walter Benjamin; adalet amaç
ilişkisinin kabul edilmesi halinde, aynı ilişkinin hukuk, araç arasında da kurulabileceğini belirtmiştir. Bunu da
yine tanımlar üzerinden açıklamak mümkündür. Hukuk kavramını adaletin varlığını devamlı kılmak ve işleyişini
denetleyebilmek amacı ile bireylerin topluluklar halinde yaşamaya başlamalarından sonra oluşturulmuş
kurallar bütünü şeklinde tanımlamış, ardından araç kavramını bireyin amaçları doğrultusunda oluşan eylemler
anlamında geldiğini belirtmiştim. Bu tanımların yol göstericiliğinde hukuk, araç ilişkisini çözmeye
yöneldiğimizde ortaya aslında adalet, amaç ilişkisinden çok da farklı olmayan bir tablo çıkıyor. Amacın kişiye
özgü oluşunun ve etki alanının birey ile sınırlı olmasının, denetiminin adalet olmasını sağlaması gibi; aracın
kişiden doğması ancak etki alanına başka insanları da alıyor oluşu devreye denetleyici olarak bireyi değil
toplumu kapsayan hukuku sokuyor. Kısacası; araç başkalarını da etkilediği için hukuk yani; toplumu denetleyici
bir mekanizmayı ortaya çıkarıyor.
Kavramlar arası ilişkinin bir diğer boyutu ise “amaç-araç”, “adalet-hukuk” olarak görülebilir. Amaç
aracı; adalet hukuku doğuruyor ve bu değişimin temelinde insanın sosyal bir varlık olması yatıyor. Bireyin
kişiselliği amacın araca dönüşmesiyle yok oluyor ve devreye başka insanların girmesiyle bu dönüşüm yeni bir
denetim mekanizması yaratıyor. İlkçağlarda insanlar tek başlarına yaşarlarken de var olan adalet, bireyin
sosyalleşmesi ile hukuka can verip, onda vücut buluyor. Amaç, bireyin sosyalleşmesi sürecinde aracı
doğururken; adalet, hukuku doğuruyor.
Tanımlamalar ve prensipler üzerinde durduktan sonra, sözü edilen durumun pratiğe yansımalarına
yoğunlaşmak Walter Benjamin’i ve sözünü anlamamızı kolaylaştıracaktır. Yazının buraya kadarki bölümünde
kavramlar arasındaki ilişkiyi açıklayacak neden adaletin amaçları; hukukun ise araçları denetlediği belirttim.
Artık pratiğe yoğunlaşmak doğru olacaktır. Bir bireyin, birtakım sosyo-ekonomik nedenlerle ya da
kışkırtmalar ile hırsızlık yapma niyetinde olması amaçtır, bunun sadece bir niyet olması hukukun buraya
ulaşmasını ve denetlemesini engeller. Hukuk, niyetleri değil eylemleri denetler. İşte hukukun ulaşamadığı bu
noktaya adalet, yani kişinin iç denetim mekanizması el atar. Kişi, kendi içinde bu niyetinin adi mi yoksa adil mi
olduğuna karar verir. Adaletin işi ve yetkisi kişinin, niyetin muhakemesini yapması ile sona erer. Yani; kişi
hırsızlık yapmanın adi ya da adil olduğuna karar verdiği anda adaletin denetiminden çıkar. Bireyin; niyetini
eyleme dökmesi ile hukukun görevi başlar. Yani birey hırsızlık yaptığında artık hukukun denetimine girmiştir.
Çünkü artık başkaları devreye girmiş, amaç etki alanının genişlemesi ile araca dönüşmüştür.
Amaçlar bireye özgüdür, adalet iç denetim mekanizmasıdır. Araçlar bireyden doğar, başkalarını da
etkiler; hukuk toplumun denetim mekanizmasıdır. Adalet amaçların ölçüsü ise, araçların ölçütü de hukuka
uygunluktur.
Büşra ÇALIŞKAN
Lütfi Ege Anadolu Öğretmen Lisesi DENİZLİ
Derece : 10
“Kültürün ataerkil oluşumu, cinsiyetler arasındaki ilişkilerin evriminde ortaya çıkar. Ayrıca dilin derin
kullanımında kendini gösterir.”
Luce Irigaray, Ben, Sen, Biz-Farklılık Kültürüne Doğru, Çev. Sabri
Büyükdüvenci-Nilgün Tufal, İmge Yayınları, Ankara 2006, s. 17.
KADININ TARİHSEL KONUMLANIŞI
İnsan ekonomik temelli süreçlerin sonuçlarını tarihin her noktasında farklı şiddetle hissetmiştir.
Kısacası insan oluşan ve kendi oluşturduğu süreçlerin sonuçlarını yaşamaktadır. Şüphesiz ki bugünün
toplumsal yapısını incelerken, tarihin sınıf savaşımlarını da incelemek durumundayız. “Tarih, sınıf savaşları
tarihidir” der Marks. Tarih sınıf savaşımları tarihidir. Savaşımlarda sınıfların birbirine sağladıkları üstünlük,
kadının, erkeğin toplumsal konumlanışına en büyük etkiyi yapmıştır. Üretim ilişkilerinde yaşanan farklılıklar,
günümüze kadar uzanan tarihsel çizginin erkeğin egemenliğini kümülatif bir şekilde arttırmasıyla sonuçlanır.
Ama bizler biliyoruz ki tarihin ezen ve ezilen sınıf arasındaki mücadelesinde kadının ve erkeğin toplumsal
statülerinin emeğe ve üretime bağlı olarak değişimi söz konusudur.
Tarih tekerrürden ibaret değildir. Dünden bugüne pek çok şey değişmiştir. Ataerkil toplum
yapısının, erkeğin bu denli baskın oluşunun altında yatan temellerin felsefi, sosyolojik faktörlerle temellenişi
bizim günümüz toplum yapısının daimi olmadığı ve olmayacağı konusundaki tezlerimizi bir kez daha haklı
kılmaktadır.
O günkü dünyanın üç kıtasına yayılmış olan ilk insan Homo-erectus, yaşadığı ortamın onu, toplumsal
konumlanışını ve üretim ilişkilerini etkilemesine mani olmamıştır. Nitekim, felsefi tartışmaların değişmez
konularından olan bilinç ve çevrenin oluşum yönünden etkileşimlerinde, bilincin çevreyi yarattığı savını
çürüterek, çevrenin bilinci ve insan ilişkilerini şekillendirişinin en büyük örneğini tarihsel süreç içerisinde
insan konumlanışıyla vermiştir.
Dünya buzullarla kaplıyken ve insanlar devasa büyüklükte olan mamutlarla mücadele ederken,
kolektif bilince sahip olmuşlardır. Öyle ki, mamutla mücadele ederken toplu şekilde hareket edilmiş ve ortak
tüketim gerçekleştirilmiştir. İnsan koşulların şekillendirişi ve insanın bu koşullar etrafında hayatını
sürdürmesi kaçınılmazdır. Darwin’in doğal seleksiyonda bahsettiği gerçekliğin bu kaçınılmazlığı temellendirişi
ortadadır. Ortama uyum sağlayamayan elenir ve insan o günün şartlarıyla ortama uyum sağlamak için birlikte
avlanmak ve birlikte tüketmek zorundadır. Bu da ilk üretimsel sürecin oluşumunun, yani ilkel komünal
toplumun başlangıcı sayılır. Bu toplum yapısında kadın ve erkek eşittir. Daha sonra kadının emek gücünden
doğan farklılıklar ve üstlendiği görevlerle kadın, klanlara öncülük etmiştir. Bu mezolitik dönemin sonuna
kadar devam eder. Anaerkil toplum yapısında kadının liderliği, günümüz ataerkil toplum yapısında erkeğin
liderliğiyle kıyaslanamayacak şekilde farklılık gösterir. Anaerkil toplumda kadın, hiçbir zaman baskı unsuru
olmamıştır. O ilkel demokrasinin benimsendiği bir tarihi döneme öncülük etmemiştir. Nitekim yine üretim
ilişkilerinin evrimi, kadın ve erkeğin toplumsal evrimine neden olmuştur. Kadın ve erkek emek gücü
farklılığından kaynaklı bu değişim ataerkil toplumun mimarlığını yapmıştır. Süreçler birbirini izlemiş, ilkel
komünal toplum yerini köleci topluma, köleci toplum yerini feodal topluma ve feodal toplum da yerini
kapitalist topluma bırakmıştır. Ve kadın egemenliğinin sönümlenişi, günümüz kapitalist toplumuna kadar
devam etmektedir. Pervin Erbil, Kibele’den Pandora’ya “Kadının Tarihsel Yenilgisi” adlı kitabında ana
hukukunda baba hukukuna, kadın egemenliğinden erkek egemenliğine ve bereket saçan Ana Tanrıça’dan,
kötülük saçan Pandora’ya toplumdaki kadın algısının değişimine ve tarihsel yenilgisine yine bir kadın olarak
ses getirmiştir.
Luce Irigaray “Kültürün ataerkil oluşumu cinsiyetler arasındaki ilişkilerin evriminde ortaya çıkar.
Ayrıca dilin derin kullanımında kendini gösterir” derken ataerkil toplumda kültürel anlamda yıllara varan bir
değişimle erkeğin üstünlüğü, kadının ve erkeğin cinsiyetler arasındaki evriminde ortaya çıkar der. Ve bu
üstünlükle hiç şüphesiz dil gibi tarihe kültür taşıyıcılığı misyonu üstlenmiş bir olgunun derin kullanımında
kendini gösterir. Türkçe’de de rastlayacağımız üzere, kadın bedeninin aşağılanışı ve küfürlerin kadın bedeni
üzerinden şekillenişi, atasözleri ve deyimler, günlük kullanışlar dilin derin kullanımında ve sözcüklerin taşıdığı
gerçeklikte, yaşadığımız ataerkil toplumun izlerini taşır. “Kızını dövmeyen dizini döver” atasözüyle bile
toplumdaki erkek egemen yapıyı hissedebiliriz.
Toplumun dünya görüşü izlerini taşıyan dil faktörünün yanı sıra, toplumu şekillendirmek ve mevcut
sistemin devamlılığını sağlamak misyonunu üstlenmiş olan din, toplumun tarihsel ilerleyişindeki farklılığı ve
cinsiyetler arasındaki evrimi içinde barındırır. Nitekim, Ana Tanrıça Kibele bir kadındır ve o günün
şartlarında bu Tanrıça temsil ettiği bereket sembolüyle kadının toplumda egemen olduğunun ve bereketi
temsil ettiğinin kanıtıdır. Yine aynı kadın, yıllara varan bir evrim sürecinin sonucu olarak kötülük saçan
Pandora’ya dönüşmüştür.Bu değişim kadının mevcut sistemdeki konumlanışıyla ilintilidir. Tek tanrılı dinlerin
yaratılış efsanelerinde kadını ikincileştiren bir olay örgüsünün bulunması da mevcut sistemin egemenlerinin
kadını ikincilleştirerek nemalandığının kanıtıdır. Havva bugün de dinsel olarak kabul gören bir algıyla Adem’in
kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Yani kadının varlığı erkeğe bağlıdır. Ayrıca kadın yasak ağaçtan elma
yedirten, Adem’in aklını çelen ve cennetten kovulmaya sebep olan bir kötülük sembolüdür. Günümüzde kadına,
hemcinsleri tarafından bile böyle bakılmaktadır. Şüphesiz bunda dinin, toplumu şekillendirmesi de etkilidir.
Nazım Hikmet dizelerinde “Sanki hiç yaşamamış gibi ölen ve sofrada yeri öküzümüzden sonra gelen”
der kadın için… Kadın bu konumlanışı yıkacak dinamikleri de içinde barındırır. O yine Nazım’ın dizelerindeki
gelecek güzel günlere inancını mücadelesiyle çelikleştirir.
Tarih kadının egemenliğinden erkeğin egemenliğine geçişte erkeğin yarattığı sistemin kölesi olduğu
gerçeğini, başta kral olmak üzere düzenin egemenlerine köle olanın yine erkek olduğunu gözler önüne
sererken, sınıf farkının cinsiyet farkına baskınlığını da gözler önüne sermiştir. Bizler biliyoruz ki tarih başta
kadın ve erkek olmak üzere, bütün sınıfları eşitleyecek, sınıfsız bir dünya düzenine gebedir. Bu dünyanın
mimarı kadın ve erkek olacaktır. Bu günlere olan inancımı çelikleştiren hak mücadeleleridir. Kadın sanayi
devrimiyle toplumsal konumlanışın köklü değişimi ve üretim sürecine olan etkinliği yine evrimlerin sonucunda
büyük devrimlere yeni ve köklü değişikliklere ev sahipliği yapacak, kadının maruz kaldığı toplumsal baskı ve
şiddeti, kültürün ataerkil oluşumunu tarihin sayfalarına gömecektir.
Download