Türkiye Avrupada ? - Immanuel Wallerstein

advertisement
Türkiye Avrupada ? - Immanuel Wallerstein
http://www2.binghamton.edu/fbc/archive/139en.htm
Türkiye Avrupalı mı? Türkiye bir gün Avrupa Birliği’nin bir parçası olarak kabul edilecek
mi? En azından bir yirmi (belki de elli) yıldır ortada olan bu soru Türkiye dışında çok az batı
Avrupa’da ise daha da az ilgi görüyor. Ama bu, yaklaşan on yılların daha önemli jeopolitik
konularından birisidir.
Bu soruya akıllıca bir yanıt onaltıncı yüzyılda, Osmanlı İmparatorluğu’nun Muhteşem
Süleyman’ın yönetimi altında en görkemli ve önemli olduğu zamanda başlamak zorundadır.
O zaman, Osmanlı İmparatorluğu Avrupa karşıtı, Hıristiyan dünyası da dahil her tarafa
genişleyen müslüman bir imparatorluk olarak görülmekteydi. Bugün yalnızca Arap dünyası
diye düşündüğümüz şeyin büyük bir kısmını değil ayrıca Güneydoğu Avrupa’nın da tamamını
fethetmişti. Bu, Habsburg Imparatorluğu Osmanlıların Avrupa’nın tam merkezinde oaln
Viyana’nın ikinci kez kuşatılmasına başarıyla direndiği (Türkenjahr diye bilinen) onyedinci
yüzyılda zirvesine ulaştı. Bundan sonra Osmanlı İmparatorluğu ondokuzuncu yüzyıla kadar
yavaşca duraklamaya girdi ve “Avrupa’nın hasta adamı” olarak değerlendirilmeye başlandı.
Ama, dikkat edin, “Avrupa’nın” hasta adamı.
Osmanlı Imparatorluğu Birinci Dünya Savaşı sonrasında çöktü. 1915′de Çanakkale savaşının
askeri kahramanı Mustafa Kemal (daha sonra Türklerin atası, Atatürk, adını alacak) 1919′da
kendisini ulusal ve laik bir Türk cumhuriyeti yaratmaya adayan bir ulusal kurtuluş hareketi
kurdu. 1922′de Osmanlı İmparatorluğu kaldırıldı. 1923′de Türk Cumhuriyeti kuruldu ve
Atatürk cumhurbaşkanı oldu. 1924′te Osmanlı Sultan’ının aldığı islami bir otorite ünvanı olan
halifelik de kaldırıldı. (2001′de Osama bin Ladin İslam’ın 80 yıllık küçük düşürülmesinden
bahsederken, bilerek halifeliğin kaldırılmasına kadar uzandı.)
Atatürk’ün programı kesinlikle “Batılılaşma”ydı, yani hukuk sisteminin değiştirilmesi,
kadının özgürleştirilmesi, dini sembollerin kaldırılması (fes giymek gibi) ve hepsinin ötesi
“Etatizm”, vatandaşların yaşamında devletin merkez rolü. Batılılaşmadan, ama Avrupa
yanlılığı değil, kasıt Türk cumhuriyetinin emperyalizm karşıtı olması ve ülkeler Ligi’nde
(daha sonra Birleşmiş Milletler içinde Hindistan ile bağdaşlaştıracağımız), sömürgeciliğin ve
emperyalizmin sürekli eleştireni bir rol oynadı. Sovyetler Birliği ile başlangıçta ilişkiler
iyiyken (aynı emperyalist karşıtı duyguları paylaştılar), savaş sonrası dönemde ciddi şekilde
kötüleşti. İkinci dünya savaşında Türkiye, müttefikleri sevince boğacak şekilde, tarafsız kaldı.
1946′da Büyük Britanya Ortadoğu’dan politik olarak geri çekilmeye karar verince, ABD
ipleri sıktı. Truman Doktrini ABD’yi doğrudan, Yunan ve Türk hükümetlerinin ve ABD’nin
Sovyet tehdidi olarak düşündüğü şeyle karşı karşıya kalan bu iki ülke hükümetlerinin arkasına
koydu. Böylece NATO 1949′da kurulduğunda Türkiye’nin üye olması kendiliğinden kesindi.
Ve Birleşmiş Devletler Güney Kore’ye yardım için asker istediğinde Türkiye ciddiyetle yanır
verdi. O andan itibaren Türkiye Batılılaşma kültürel modelini (1920′lerde ilk olarak gözde
olan) Fransa’dan ABD’ye çevirdi.
Atatürk’ün kurduğu parti 1945 sonrası dönemde ilk olarak güç kaybetmeye başladığında,
Türk Silahlı Kuvvetleri laik ulusalcılığın ve Etaizmin (yani devletin homojen Jakoben bir
versiyonu) temel garantörü olarak öne çıktı. 1970′lerde Avrupa Ekonomik Topluluğu güney
Avrupa’ya doğru genişlemeye başladığı zaman Türkiye ilgisini gösterdi ama üstünde
durulmadı. Ama Türkiye’nin bu noktada Avrupa’ya katılmakta çok hevesli olduğu da kesin
değildir.
Türkiye iç sorunlarla tükendi: Silahlı kuvvetler çeşitli zamanlarda iktidara el koyması,
güneydoğu Türkiye’de yaşayan büyük Kürt nüfusundan bir isyancı hareketin ortaya çıkması,
ve islami dirilişin başlaması. Orta çizgideki Türkler, özellikle de silahlı güçler, için Kürtler
yoktu. Yalnızca Türkler vardı. Ve bu topluluğun haklarının, dil hakları da dahil, her türlü
şekilde tanınmasına karşı isteksizdiler. Silahlı kuvvetler isyanı çok pahalıya bastırdı. Silahlı
kuvvetler İslamcılara karşı taviz vermeye de hiç istekli değildiler. İslamcılarda çok baskı
altındaydılar. Ama bu batı Avrupa’nın insan hakları üzerine endişelerinin arttığı bir dönemdi
ve batı Avrupa’da kaba baskı ve askeri darbe tekrarları Avrupa kurumları ile birleşme arzusu
duyan bir ülke içinde kabul edilemez olarak düşünülüyordu. İkinci bir planda vardı.
1950′lerde batı Avrupa büyüyen sanayileri sürdürebilmek için bir işçi akışına ihtiyaç duydu.
Ve özelde türkler’e döndü. Bu büyük bir Gastarbeiter programına sahip Almanya için
özellikle geçerliydi. Ama 1970′lerde Kondratieff B-aşaması’nın başlaması ve sonuçta
işsizliğin artması ile, hem hükümetler hem de halk Türklerin evlerine dönmeleri gerektiğini
düşünmeye başladılar. Ama artık Almanya ya da Avrupa’nın başka bir yerinde doğmuş,
kendilerini o ülkelerin yerlileri olarak düşünen ve yanlızca kalmayı değil tüm vatandaşlık
haklarını da elde etmeyi isteyen ikinci kuşak ile karşı karşıyaydık. Türkler batı Avrupa’da
kalmaya devam edip, pek çok kuzey Afrikalı da oralara (özellikle ama yalnızca değil,
Fransa’ya) göç ederken, Müslüman nüfüsun yüzdesi de önemli ölçüde artmaya başladı. Ve bu
müslümanlar arasında İslamcılık yeşermeye başlarken, kemikleşen kültürel (ve politik)
çatışmalar batı Avrupa’nın günlük yaşamında önemli bir rol oynamaya başladı.
1990′larda, Sovyetler Birliği’nin çökmesinden sonra, batı Avrupa doğu-orta Avrupa’yı kendi
kurumları ile işbirliğine sokmaya yöneldi. Ve Türkiye bu ülkelerin arkasında bir yere tekrar
yerleştirildi. Bu arada, Türkiye’de dikkat çekici bir şey oldu. Bir islamcı hareket gerçekten
iktidara geldi. Ama bu Avrupa ile kaynaşmaya eski Etaist orduya göre çok da hevesli
alışılmadık “ılımlı” bir islamcı hareketti. İktidardaki islamcılar Avrupa’yı kendi yasal hakları
için bir garantör olarak gördüler. Kürtler de öyle. ABD de Türkiye’nin Avrupa ile
kaynaşmasını, Türkiye’nin Batı ve ABD ile ilişkilerini olası bir koparma eğilimini engelleme
olarak görüp, bunu destekledi.
Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne gerçekten katılım olasılığının ufukta belirmesi ile bazı batı
Avrupa’lı liderleri korkularını dile getirmeye başladılar, özellikle de Türkiye’nin Avrupa’yla
uyuşmayacağını açıkça iddia eden Valerie Giscard d’Estaing ve Helmut Kohl. Söylemek
istedikleri kuşkusuz Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne dahil ederek Avrupa’da müslümanların
sayısını birden ciddi ölçüde artacağı idi. Ama bu Fransa’nın okullarda kızların başörtü
giymesini yasakladığı bir zamandı. Ve Avrupa boyunca politikacılar müslümanlık karşıtı
korkuları açıkça yanıtlamaya başladılar.
Birden konu Avrupa ve Türkiye için kemikleşmeye başladı. Avrupa için konu Avrupa’nın
geleceğini Hırıstiyan kültürü mü yoksa laik bir kültür mü üzerine kuracağıydı. Tam bu anda
Avrupa’nın hararetle yeni anayasasında (Vatikan tarafından şiddetle desteklenen) Avrupa’nın
Hıristiyan mirasına açık bir referansın olup olmayacağı tartışılıyordu. Bu yayılan iç
kargaşanın tohumları bir derecede Avrupa’nın sayıları kaçınılmaz olarak artan kendi
müslüman nüfusu için bir kültürel alan yaratma yolları bulup bulamayacağına dayanıyor.
Türkiye’yi içine almak bazıları tarafından dengeyi daha büyük bir kargaşaya itmek olarak
görünüyor. Ama bazıları da bunu kargaşayı aşmanın en iyi yollarından biri olarak görüyorlar.
Bu arada, Bush yönetiminin hoşuna giderek adlandırdığı, daha geniş Ortadoğu’da Türkiye’nin
Avrupa’da reddi eşitliğe önemli bir faktör ekleyebilir. Türkiye müslüman ama Osmanlı’nın
Arap dünyasındaki üstünlüğünü de miras alıyor ve Arap nüfusü ve bağımsızlıklarından
itibaren Arap devletleri tarafından kuşkuyla değerlendiriliyor. Diğer yandan, eğer Türkiye
Avrupa’dan kesinlikle yalıtılırsa şu anda gözde olan “ılımlı” islamın yerini Avrupa’da ciddi
derecede yankı bulacak daha az “ılımlı” islama bırakması oldukça yüksek bir olasılık taşıyor.
Avrupa’da Türkiye önemsiz bir soru değildir.
Download