ÖN SÖZ XX. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren bağımsız bir disiplin

advertisement
ÖN SÖZ
XX. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren bağımsız bir disiplin muamelesi görmeye başlayan İslam felsefesi yaklaşık oniki asırlık son
derece zengin bir birikime sahiptir. Onun tarihi Müslümanların ilk
defa felsefeyle karşılaşmalarıyla birlikte başlamaktadır. Bu aynı
zamanda usûl (köken) bakımından sırf İslam’a referansla açıklanması mümkün olmayan felsefenin Müslümanlar tarafından benimsenmesinin caiz olup olmadığının sorgulanmaya başlaması anlamına gelmektedir. Onun konusu ve bu konuyu ele alış biçimi daima
tartışılmıştır.
İslam dünyasında yürütülen (bilhassa Gazzali’nin alevlendirdiği)
tartışmalardan hareketle özgünlüğe yönelik sorgulamanın çok eskilere götürülmesi mümkün ise de bilhassa oryantalistler aracılığıyla
XIX. ve XX. yüzyıllarda bu sorun gündemin ön sıralarına taşınmıştır.
Müslümanların Batı karşısında başta felsefe, bilim, teknoloji,
ekonomi ve diğer alanlarda gerilemesi, topyekün bir yaklaşım ve
yöntem sorgulamasını da kaçınılmaz kılmıştır. Kuşkusuz olumsuz
anlamda bundan en fazla etkilenen İslam felsefi düşüncesi olmuştur.
Ortaya çıkan sorunlar temelde İslam felsefesinin beslendiği iki
ana kaynakla ilişkilerini yansıtmaktadır. Meşruiyeti, konusu, yöntemi vb. tartışmalar onun İslam kültürü ile olan bağının, özgünlüğü
ve bağımsızlığı ile ilgili yapılan tartışmalar da eski Yunan felsefesi
ile yakınlığının sorgulanmasıyla ortaya çıkmıştır.
2
| Nuri Adıgüzel
İslam felsefesinin son yüzyıllarda dünyada felsefe ve bilim alanında ortaya çıkan yeni eğilim ve görüşlerle ilişkisinin de yeni bazı
sorunlar doğurduğu açıktır. Felsefenin metafizikten koparılmaya
çalışılmasıyla birlikte her bilim dalının kendi felsefesini üretebileceği iddialarının İslam felsefesine olan bakışı değiştirdiği ve en azından olumsuz yönde değiştirme potansiyelinin varlığı inkâr edilemez. Nitekim felsefenin bıraktığı boşluğu doldurmak üzere günümüz ilim adamları hızla interdisipliner ve mültidisipliner çalışmalara yönelmektedirler.
İslam-felsefe münasebetinin günümüzde, tarihte olduğundan
farklı bir zeminde yeniden tartışılması gereği de açık seçik ortada
durmaktadır. Bu husus bazı siyasi bakış açılarını ve dolayısıyla toplumun doğrudan yaşamını etkileyebilecek kabiliyettedir.
Tüm bunlara ilaveten İslam felsefesinin kendi alanına ilişkin disipliner sorunlar günümüzde yapılacak araştırmaların konusu,
amacı, yöntemi, temel terim ve kavramları gibi hususlarda belirsizliklere ve kafa karışıklıklarına yol açmaktadır. Bunun sonucunda bu
disipline ilişkin araştırma yapanların zihinlerinde ortak bir sistematiğin oluştuğunu söylemek güçtür.
Genel hatlarıyla belirtilen bu ve diğer sorunların çözümü için
gerek Türkiye’de gerekse İslam dünyasında son yıllarda yürütülen
çalışmalar memnuniyet vericidir. Fakat en azından eğitim-öğretim
açısından bazı asgari müştereklerin belirlenebilmesi için benzer çalışmaların sürdürülmesi gerekmektedir. Bu mülahazalarla 2005 yılında “Günümüz İslam Felsefesinin Sorunsalları” adlı bir eser kaleme
almıştık. Ancak olumlu eleştirilerin yanı sıra başta ismi olmak üzere
esere yönelik bazı olumsuz eleştiriler de olmuştur. Kuşkusuz bu
eleştirilere cevap vermek veya burada onların değerlendirmesini
yapmak yersizdir. Ancak haklı bulunan eleştiriler dikkate alınarak
ismi de dâhil küçük bazı değişikliklerle eserin yeniden yayınlanma-
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 3
sı uygun bulunmuştur. Yapılmış bir çalışma üzerinde düzeltme
yapmanın kimi zaman teliften daha zor olacağı da düşünülerek
olumsuz eleştiri almayan konular aynen korunmuştur. Ayrıca “İslam felsefecileri için ayak bağı olarak görülebilecek bazı sorunları (bir daha)
gündeme getirme” gayesine sadık kalınmıştır. İtirazları ve eleştirileriyle bu eserin oluşmasına katkı sağlayan tüm hoca ve arkadaşlarımıza teşekkürü bir borç biliriz.
Son yıllarda sayısı gittikçe artan ve daha yoğun bir ilgiyle karşılaşan bu çalışmalardan bazıları şunlardır: İlk olarak Mehmet Bayrakdar’ın kaleme aldığı “İslam Felsefesine Giriş” (Ankara, 1986). Bu kitapta yazar, başta isimlendirme ve ekoller sorunu olmak üzere İslam felsefesinin bazı sorunlarını dile getirmekte ve çözüm önerileri
sunmaktadır. İkinci çalışma ise Mehmet Dağ tarafından kaleme alınan “İslam Felsefesinin Bazı Temel Sorunları Üzerinde Düşünceler”, adlı
makaledir (Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı:
5, Samsun 1991). Bu makalede, kavram ve kapsam olarak İslam felsefesi, din-felsefe ilişkisi, bilgi kuramı, varlık sorunu, tümeller ve
yaratma konuları üzerinde durulmaktadır. Ayrıca, Türkçe’ye tercüme edilmiş olması bakımından zikredilmesi gereken ve günümüz
İslam felsefesinin ‘yöntem’ ve ‘sınıflandırma’ gibi sorunlarının tartışıldığı Muhammed Âbid el-Câbirî’nin “Felsefî Mîrasımız Ve Biz (Çev:
Said Aykut, İstanbul, 2000)” adlı eseri, bu alandaki en önemli eserlerden biri durumundadır. Bunlardan başka Alpaslan Açıkgenç’in
“Bilgi Felsefesi” ve Ahmet Arslan’ın “İslam Felsefesi Üzerine” adıyla
derlenen makalelerinde de İslam felsefesinin isimlendirilişi, konusu, kaynakları ve özgünlüğü gibi sorunlar tartışılmaktadır. Fehrullah Terkan’ın “İslam’da Felsefe Geleneğinin İsimlendirilmesi ve Kökeni
Üzerine” ile “İlahiyat Fakültelerinde İslam Felsefesi Disiplini Üzerine Bir
Değerlendirme” adlı makaleleri de adlandırma ve disipliner sorunları kısmen de olsa çeşitli boyutlarıyla tartışmaktadır. Ayrıca doğru-
4
| Nuri Adıgüzel
dan bu sorunların tartışılması amacıyla düzenlenen çeşitli sempozyum, panel ve konferanslar da sevindiricidir.
Bu kitabın tekrar basımı için teşvik eden hoca ve meslekdaşlarım ile öğrencilerime ve benim için fedakârlık yapan herkese teşekkür ediyorum.
Başarı Allah’tandır.
Sivas, 2012
Nuri Adıgüzel
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 5
GİRİŞ
I. Konunun Çerçevesi ve Sınırları
Bu tür çalışmaların genel olarak alanın sorunlarını ve/veya sorunsalını tespit amacı güttüğü veya en azından bunu hedeflediği
görülür. Diğer bir ifadeyle çalışılan alanda ortaya çıkan belirsizlikler aşılmaya çalışılır. Nitekim tanımından yola çıkıldığında, zaman,
mekan ve konu bakımından oldukça geniş bir alanda yürütülen felsefî faaliyetler anlamındaki İslam felsefesinin sorunlarını ve/veya
sorunsalını (problematik) tespitte bazı güçlükler bulunmaktadır. Söz
konusu güçlükler, zaman ve mekan içinde gerçekleşen felsefi, tarihi,
siyasi ve kültürel değişimlere rağmen İslam felsefecilerinin bu süreçte tartışmaları gereken sorunsaldan (problematik) uzaklaşmaları,
ya da İslam felsefesini dolaylı olarak ilgilendiren sorunları öne çıkararak tartışma zeminini kaybetmeleriyle ortaya çıkmıştır. Bu bir anlamda İslam felsefesinin her devirde kendisini yenilemesi ve uzmanlar tarafından güncellenmesi sorunudur.
Bilindiği gibi İslam felsefesinin sorunları hakkında binlerce cilt
eser kaleme alınmışken, neliğini tanıtmak anlamında olsa bile, bunların hepsini bir kitapta ele almak yalnızca yüzeysel malumat vermekle sonuçlanmaya mahkumdur. Nitekim klasik çağlarda tartışılmış olan ve halen de tartışılmakta olan klasik sorunlar (varlık, bilgi, değer), bu çalışmada yalnızca diğer konularla ilişkisi düzeyinde
ele alınmışlardır. Bunun iki sebebinden söz edilebilir. İlk olarak, ‘felsefe’ adı zikredildiğinde onun konusuna ilişkin ilk akla gelen şey,
felsefenin varlık, bilgi ve değer ile ilgilendiğidir. Dolayısıyla bu sorunların hangi boyutlarda ele alınması gerektiği her çağda açıklan-
6
| Nuri Adıgüzel
maya ve tartışılmaya muhtaç olmakla birlikte, ilgilenenlerce en fazla bilinebilir olmaları bakımından bu çalışmada özel olarak ele
alınmamışlardır. İkinci olarak, varlık, bilgi ve değer konuları derinlik ve genişlik bakımından son derece geniştir ve bunların, zikredilen diğer sorunları gölgede bırakmasından kaçınılmak istenmiştir.
Kısaca bu eserin, İslam felsefesinin disipliner sorunlarını gündeme
getirerek bunlardan bazıları hakkında çözüm önerileri sunma amacına yönelik olduğu söylenebilir.
‘Çalışma’, üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde, İslam
felsefesinin bir disiplin olması ve bir disiplin olarak algılanması bakımından önemli görülen sorunlar ele alınmış, bu sorunların hangi
boyutlarının bulunduğu ortaya konulmaya çalışılmıştır. Bunlar arasında, İslam felsefesinin isimlendirilişi, konusu, gayesi, ekollere bölünmesi ve ilimler sınıflaması üzerinde durulmuştur. İlimler sınıflaması bu bölümde İslam felsefesinin konusunun belirlenmesine de
katkıda bulunacak bir sorun olması bakımından incelenmiştir. Bir
diğer ifadeyle doğrudan bu bağlamda ele alınmasa bile, bir ilimler
sınıflamasının İslam felsefesinin kendisi açısından da önemli olduğu düşünülmüştür.
İkinci bölümde ise, birinci bölümde dile getirilen sorunlarla aynı kategoriye konulabilecek olan fakat önem ve genişliği sebebiyle
ayrı bir bölüm halinde ele alınmış olan İslam felsefesinin kaynakları
ve özgünlüğü sorunu işlenmiştir. İslam felsefesinin kaynakları konusundaki yanlış algılamalar veya saptırmaların çağımızda da devam ediyor olması ve bunların bu alana yönelmek isteyen gençler
arasında en azından tereddütlere yol açıyor olması bakımından konu ayrıntılı bir şekilde ele alınmıştır.
Üçüncü bölümde ise, yine İslam felsefesinin disipliner sorunlarından olan, fakat diğer sorunlarla bir arada ele alınamayacak kadar
kapsamlı bulunan yöntem sorunu günümüz açısından değerlendi-
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 7
rilmeye çalışılmış ve yöntemin ‘okuma’ aşamasına ilişkin olmak üzere bir öneri sunulmuştur. Daha fazla temellendirilmeye ihtiyaç duysa bile en azından tartışılabilir olduğu düşünülerek kitapta bu öneriye yer verilmiştir.
Her üç bölümde de her ne kadar güncel sorunların ele alınması
hedeflense bile, bir ilmin sürekliliği dikkate alınarak klasik çağlardaki durumlarına da inilmeye ve gelişim seyri gözler önüne serilmeye çalışılmıştır. Bu arada kimi zaman bir sorunun tarihsel boyutta ele alınışı, güncel boyutunu aşabilmiştir. Zira bu sorunların güncel olarak tartışılması bu alandaki birikimle de yakından alakalıdır
ve söz konusu birikime çokça başvurulması sorunların güncelliğine
engel teşkil etmemektedir.
Bu arada klâsik İslam filozoflarının görüşleri aktarılırken, İslam
düşüncesindeki açılımları en fazla temsil ettiği düşünülen Kindî,
Fârâbî, İbn Sînâ ve İbn Rüşd’ün fikirlerine ağırlıklı olarak yer verilmiştir. Ayrıca yeri geldikçe diğer bazı İslam filozoflarının fikir ve
düşünceleri de belirtilmiştir. Fakat hepsinin görüşlerini burada zikrederek derinlik elde etmenin mümkün olmadığı da ortadadır.
‘Çalışma’da çerçeve oluşturulurken, olgudan hareket edilmiştir.
Yani İslam felsefesinin isimlendirilmesinde ve araştırma alanlarının
belirlenmesinde İslam birliğinin egemen olduğu (XX. Yüzyılın ilk
çeyreğine kadarki) tarihsel süreç, “İslam Felsefesi” tabirinin bu süreçteki anlamına uygun bir tarzda ‘İslam dünyası’ olarak ele alınmıştır.
Fakat, İslam dünyasında siyasi, hukuki, iktisadi vb. birçok alanda
bölünmüşlüğün ortaya çıktığı son yüzyıl, daha ziyade Türkiye
Cumhuriyeti merkezli değerlendirilmiştir. Üretilecek felsefi teorilerin uygulanabilirliğinin, uygulanacağı toplumun toplum yapısıyla
ilişkili olduğu, siyasi bölünmüşlüğün, iktisadi yapının, hukuk, eğitim güvenlik vb. sistemlerin farklı oluşunun farklı sorunlara yol
8
| Nuri Adıgüzel
açacağı düşünülmüştür1. Çünkü Thilly’nin şu görüşlerine katılmamak mümkün değildir:
1. “Felsefecinin içinde yaşadığı güncel politik durum, onun felsefesini belirlemektedir.
2. Toplumun ekonomik ve toplumsal çerçevesinin genel yapısı, birey
olarak felsefecinin içinde bulunduğu çerçeveyi yansıtmaktadır.
3. Din, ahlak, bilim, sanat ve teknolojinin o dönemdeki ya da daha
önceki tarihsel çağlardaki durumu, felsefe dışındaki bu yapının etkisi de
göz önünde tutulmalıdır.
4. Dönemin felsefi kuramları, birey olarak felsefeci üzerinde etkide
bulunmaktadır.”2
Thilly’nin vurguladığı bu hususların geçmiş çağlara oranla günümüzde çok daha belirgin olduğu söylenebilir.
‘Çalışma’da, İslam felsefesinin son yüzyılının yoğun olarak Türkiye Cumhuriyeti bağlamında ele alınmasının felsefenin evrenselliğine halel getirmeyeceği düşünülmüştür. Zira buradaki amaç İslam
felsefesinin sınırlandırılması olmayıp, yalnızca bu çalışmanın sınırlandırılmasıdır. Tıpkı ‘İran felsefesi’, ‘İngiliz felsefesi’, ‘Fransız felsefesi’
vb. denildiği gibi, Türkiye’de İslam felsefesi adına yapılan felsefenin kendine özgü bazı yanları da öne çıkarılmaya çalışılmıştır.
Öte yandan, çağdaş İslam ülkelerinin içinde bulundukları gerçekler, İslam felsefesinin (özellikle XIX. Yüzyıldan itibaren felsefenin
konusu ve özellikleri bakımından birçok dala ayrıldığı gibi) çeşitli dallara
1
2
Bu çalışmanın adlandırılması aşamasında, ‘İslam felsefesi’ mi olmalı, yoksa ‘Türk-İslam
felsefesi’ mi, ikilemi yaşanmıştır. Fakat, kullanılacak olan isimde, İslam felsefesinin tarihsel birikiminin ve oluşum-gelişim sürecinin çağrıştırılmasının son derece önemli olduğu düşünülerek, ‘İslam felsefesi’ deyimi tercih edilmiştir.
Frank Thilly, Felsefe Tarihi, çev: İbrahim Şener, İstanbul, 1995, I/23.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 9
ayrılmasını3 ve felsefi faaliyetlerin taşıdığı ‘kendine özgü özellikler’i
gözardı etmeyecek tarzda ele alınmasını kaçınılmaz kılmıştır. Dolayısıyla İslam felsefesi içerisinde bir anlamda alt çerçeveler oluşturulmasının doğru olacağı kabul edilmiştir. Bu düşünceye yol açan
hususların şunlardır:
1. Çağdaş İslam ülkelerinin, bütün Müslümanların yekpare ortak ve felsefi olarak tespit edilmiş yüksek ülküler etrafında birleşmelerini sağlayacak siyasi, hukuki, toplumsal örgütleri ve eğitimöğretim kurumlarının sayısı son derece kısıtlıdır, yeterince fonksiyonel değildirler. Oysa XX. Yüzyıla kadar, dünya Müslümanlarının
en büyük temsilcisi durumundaki Osmanlı Devleti bu örgütlenmeyi sağlamış ve başarıyla yönetmiştir. Günümüzde ‘globalleşme’ söylemlerinin Müslümanların yeniden bir araya gelmelerini çağrıştırdığı söylenebilirse de, bu pek mümkün gözükmemektedir. Çünkü
her şeyden önce ‘globalleşme’ İslam Ülkeleri için değil, bütün dünya
devletleri için geçerli olma iddiasındadır. Diğer yandan ‘globalleşme’
günümüzde, farklı gerekçeler ileri sürülse de, egemen güçlerin
kendi ilkeleri, kendi amaçları ve kendi denetimi ile ulaşılması gereken bir hedef olarak tespit edilmiştir ve âdeta dayatılmaktadır. Ayrıca olguya uymayan, farklılıkları değil bir tek farklı olanı temel
alan oluşumların ideolojik bir temele dayanmış olduğu da açıktır.
Bunun günümüz Müslümanları için bir model veya bir fırsat olması
mümkün değildir.
2. İkinci olarak, Osmanlı Devleti’nin son yüzyıllarında yani dağılma döneminde ortaya çıkan milliyetçilik akımlarının yol açtığı
ideolojik ayrışmalar ve önyargılar4, artık aşılması güç bir engel bo3
4
Aslında bazı yazarlar tarafından kullanılmakta olan, ‘Arap Felsefesi’, ‘İran Felsefesi’, ‘Türk
Felsefesi’ gibi deyimler, bu konuda temel teşkil edebilir. Fakat bu alt birimlerin nasıl adlandırılacağı konusu ayrıca tartışma konusudur.
Araplarda yerleşmiş olan “Osmanlı Devleti’nin emperyalist olduğu” yolundaki önyargılar, sık sık farklı şekillerde dile getirilmektedir. Bkz. Muhammed Âbid el-Câbirî, Felsefi
10
| Nuri Adıgüzel
yutuna ulaşmış gibi durmaktadır. Kaldı ki dini ayrışmaların da
nassdan kaynaklanmayan yoruma dayalı (siyasi niteliğe bürünmüş)
ideolojik yaklaşımları doğurduğu, yapılan her yeni çalışmanın farklılıkları derinleştirdiği bir vâkıadır.
3. Bir başka olgu ise, her bir İslam ülkesinin farklı bir eğitim sistemi yanında, farklı kurum ve kuruluşlara sahip olmaları toplum
yapısında da büyük değişimlere yol açmaktadır. Kısaca İslam ülkelerinde varolan kurumsal farklılıklar ele alınacak sorunları felsefi
düzeyde bile etkileyecek nitelikte gözükmektedir. Bu durumda tüm
İslam ülkelerini içine alan bir felsefi faaliyet, ancak İslam devletlerinin hepsi tarafından desteklenecek bir kurum ve onun üyeleri tarafından gerçekleştirilebilir. Böyle bir destekten yoksun olan felsefecinin ya da filozofun, fikirlerinde ve çalışmalarında kullandığı argümanlar, yürüttüğü faaliyete motive eden etkenler ya da ele aldığı
sorunların birçok boyutu arasında yaptığı vurgular bakımından,
tabii ortamına dönük olacağı açıktır. Felsefeci/filozofun tabii ortamında bulunan toplum, taşıdığı farklılıklarla, o toplumda yürütülen felsefi faaliyetin de belli ölçüde farklı olmasına zemin teşkil edecektir.
Nitekim çağdaş felsefe tarihçisi Thilly’nin de belirttiği gibi, felsefî sistemler kişisel, tarihsel ve kültürel bir boşlukta yer alan salt
zihinsel etkinliğin ürünleri değil, felsefî dehaların başarımlarıdır.
Bunlar, yalnızca yazarlarının huy ve kişiliklerini değil, aynı zamanda içinde yaşadıkları kültürel, tarihsel ve felsefi ortamı da yansıtırlar. Her sistem, sayısız etkinin yakınlaşma noktasıdır. Bir felsefeci
seleflerinden devraldığı birikimi bilinçli veya bilinçsiz olarak kendi
felsefesine kattığı, onları mantıksal tutarlılık uğruna ya da ahlaki,
Mirasımız ve Biz, çev: Said Aykut, İstanbul, 2000, 32; Muhammed Âbid el-Câbirî, Çağdaş
Arap-İslam Düşüncesinde Yeniden Yapılanma, çev: Ali İhsan Pala, Mehmt Şirin Çıkar, Ankara, 2001, 23, 24, 29, 96, 103.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 11
dinî ve estetik tecrübenin gereklerini yerine getirmek için değiştirdiği zaman bu etkiler salt zihinsel ve felsefi olurlar. Ancak felsefi
sistem aynı zamanda, elde edilmiş birikimin ve içinde felsefenin
doğduğu toplumsal ve kültürel bağlamın da etkisini içerir5.
Son olarak, ‘Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi Özgünlüğü ve Yöntemi’ adlı bu çalışma, İslam felsefesinin günümüzdeki sorunsalının6
tespiti konusunda da ipuçları verebilecek malzeme sunmaktadır.
Zira sorulan sorular aynı zamanda sorunsalın da sorgulanması anlamına gelmektedir. ‘Sorunsal’, “felsefi olarak sistematik bir düşüncenin
oluşum sürecinde ele alınan ve birbirlerinden bağımsız çözülemeyen sorunlar yumağı” anlamına gelmektedir. Fransızca’dan dilimize geçen
‘problematik’ kavramının karşılığıdır7. Arapça’da ise bunun karşılığında ‘işkâliyyet’ kullanılmaktadır. Çağdaş yazarlardan Câbirî ‘işkâliyyet’i şu şekilde tanımlamaktadır: “Belirli bir düşünce içinde birbirleriyle alakalı olup teorik açıdan tek başlarına çözülemeyecek derecede giriftleşmiş sorunların oluşturduğu ilişkiler manzumesidir”8. Câbirî’nin
tanımı birinci tanıma yakın ise de, ‘sorunlar yumağı’ veya ‘ilişkiler
manzumesi’ olmak bakımından ayrılmaktadırlar. Burada ‘sorunsal’ın ne olduğuna bir örnek vermek gerekirse, felsefi olarak Tanrı’nın inkarı veya öncesinde rasyonel bir süreç bulunması bakımından kabul edilip-edilmemesi bir sorundur, yahut Tanrı’nın zamanın
5
6
7
8
Thilly, age., I/21-22.
Tespit edebildiğimiz kadarıyla bu kavram Türkçede 1970’li yıllardan beri kullanılmaktadır. Nitekim Hilmi Yavuz’a göre ‘sorunsal’: “Yüzeye çıkan ikiliklerin altındaki birliktir”.
Bkz. Hilmi Yavuz, Felsefe ve Ulusal Kültür, İstanbul, 1975, 23.
Bu çalışmada genel olarak ‘sorunsal’ sözcüğü tercih edilmiş olmakla birlikte, zaman
zaman içerikte, Türkçe’de ‘sorunsal’ın eşanlamlısı olarak kullanılmakta olan ‘problematik’, bazen de daha geniş anlamdaki ‘sorun’ veya ‘problem’ sözcükleri de kullanılmıştır.
‘Problématique n.f. Didact. Ensemble de questions qu’une science ou une philosophie se pose relativement à un domain particulier.’ Bkz. Komisyon, Larousse, Dictionnaire Encyclopédique,
Larousse, 1994, I/824.
Câbirî, Felsefî Mirasımız ve Biz, 32.
12
| Nuri Adıgüzel
içinde mi, dışında mı olduğu ya da yer kaplayıp-kaplamadığı birer
sorundur, Tanrı’nın şu veya bu sıfata sahip olması ya da olmaması
bir sorundur. Bütün bu sorunlar yumağı, ‘Tanrı sorunsalı’nı oluşturmaktadır.
II. Konunun Amacı ve Önemi
Yapmış olduğu tarih ve toplum felsefesi ile klasik İslam filozofları zincirinin son halkası kabul edilen İbn Haldun9 (ö. 1406)’dan
sonra (XV. yüzyıldan itibaren), İslam felsefesi duraklama10, Batı felsefesi ise yükselme11 dönemine girmişlerdir. Duraklamanın başladığı
XV. yüzyıldan günümüze kadar, yaklaşık altı asır boyunca ünlü İslam filozofları, Fârâbî (ö. 950), İbn Miskeveyh (ö. 1030), İbn Sînâ (ö.
1037), Gazali (ö. 1111), Sühreverdî el-Maktûl (ö. 1191), İbn Rüşd (ö.
1198), İbn Haldun vb. gibi bir İslam filozofu yetişmemiştir ve buna
bağlı olarak Müslümanlar felsefî alanda yeni kayda değer bir açılım
kaydedememişlerdir. Bu zaman zarfında ya geçmişi tüketmekle yetinmişler, ya da başka ortamlarda (Batı’da) doğan felsefî görüşleri
kendi gündemlerine taşımakla uğraşmışlardır. Çünkü duraklamanın ilk yüzyıllarında bilim ve medeniyetin hemen her alanında olduğu gibi felsefî alanda da Müslümanlar bir doygunluğa ulaştıklarından, yeni ilerlemeler kaydetmek için gerekli olan motivasyonlarını kaybetmişlerdir.
9
10
11
İslam felsefesi tarihine ilişkin bazı eserlerde, tarih ve toplum hakkındaki fikirleri nedeniyle İslam filozofları arasında anılan İbn Haldun (Bkz. T.J. De Boer, İslamda Felsefe Tarihi, Çev: Yaşar Kutluay, Ankara, 1960, 141; Mehmet Bayrakdar, İslam Felsefesine Giriş,
Ankara, 1997, 100-101; Erwin I. J. Rosenthal, Ortaçağda İslam Siyaset Düşüncesi, Çev: Ali
Çaksu, İstanbul, 1996, 11-12, 43-44. ), vefat tarihi itibariyle en son İslam filozofudur.
Bkz. Hilmi Ziya Ülken, Uyanış Devirlerinde Tercümenin Rolü, İstanbul, 1997, 183.
Ülken, Tercümenin Rolü, 285; Christopher Dawson, Batının Oluşumu, Çev: Dinç Tayanç,
İstanbul, 1997, 171.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 13
Nihayet XIX. yüzyıldan itibaren, Müslüman düşünürler ve entelektüeller, İslam dünyasının geri kalmasının ve Batı’nın hızlı ilerleyişinin nedenlerini sorgulamaya başlamışlardır. Çünkü çağlar önce İslam filozoflarının oluşturduğu ve içerisinde bütün sorunlara
çözüm üretilebilecek bir esnekliğe sahip olan çerçevenin (paradigmanın) artık yetersiz kaldığını gören siyasiler, ülkenin birçok kurum
ve kuruluşunu değiştirmeye başlamışlardı12.
Bu değişimin ilkeleri, boyutları ve amaçları, çağlar boyunca
devletin bütün organlarına şu ya da bu düzeyde nüfuz etmiş olan
İslam’ı doğrudan ilgilendirmekteydi ve bu konuda şu sorunun cevaplandırılması gerekmekteydi: O çağa kadar hep referans kaynağı
olan İslam gerçekten suçlu muydu, masum mu? XIX. yüzyıldan beri İslam felsefesinin ve felsefî düzeyde fikir üretme çabasında olan
düşünürlerin en önemli sorunsalı böylece belirmiş olmaktaydı ve
içerisinde çeşitli sorular barındırmaktaydı. ‘İslam dünyasının geri
kalma sebepleri nelerdir?’ Ya da ‘İslam dünyasının geri kalma sebebi İslam
mıdır, yoksa İslam’ı yeterince pratiğe aktarmamak mıdır?’ ‘Batı’nın yükselmesini sağlayan etkenler nelerdir?’ ‘Bilim ve teknolojiyi biz de Batı’dan
alamaz mıyız?’.
Kuşkusuz İslam dünyasının duraklama ve gerileme dönemlerinde yetişen Müslüman aydınların bunlarla uğraşmaları bir zorunluluktu. Geri kalmışlığın bütün boyutlarını yavaş yavaş iliklerinde
hissetmeye başlayan bir toplumda bunları bırakıp başka sorunların
tartışmasını yapmak, ancak entelektüel bir fantezi olabilirdi. Dolayısıyla onlar, dikkatlerini içinde bulundukları bu tabii ortamın en
temel sorunlarına yöneltmişlerdir.
Gerek ‘İslam dünyasının geri kalma sebepleri’ ve gerekse ‘Batı’nın
yükselmesi’ne ilişkin sorunlar karşısında iki temel duruştan söz et12
Bu değişimler hak. bkz. Bilal Eryılmaz, Tanzimat Ve Yönetimde Modernleşme, İstanbul,
1992, 91 vd.
14
| Nuri Adıgüzel
mek mümkündür ki bu duruşların nirengi noktasını, İslam hakkındaki kanaatler oluşturmuştur. İslam’ın geri kalmışlığın sebeplerinden biri olup-olmadığı, evrenselliği, ne kadar evrensel olduğu, değişebilirliği ve Batı’dan gelecek bilim, felsefe ve tekniğe karşı tavrının ne olacağı gibi sorunlar tartışılan en önemli konular arasındadır. Bir kesim, İslam’a ve kendi değerlerine bağlı kalmayı savunurken, diğer bir kesim ne pahasına olursa olsun, Batılılaşmayı ve Batı’nın her türlü kazanımından yararlanmayı savunmuştur. Burada
iki gruptan birincisini ifade etmek üzere ‘ulemâ’, ikincisini ifade etmek üzere ‘aydın’ kavramlarını temsil ettikleri düşünceler bakımından özel bir tarzda kullanmak mümkündür. Birinciler, İslam dünyasının geri kalmasının İslam’dan değil, İslam’ın dışında başka sebeplerden, hatta kimi zaman İslam’a yeterince bağlı olmamaktan
kaynaklandığını ileri sürmüş, ikinciler ise tersini savunmuştur.
Böylece ele alınan problemler, ya savunmacı, ya da yeterince
özgün olmayan fikirlerin üretilmesine sebep olmuştur. İslam’ı teorik olarak en iyi bilen ‘Ulemâ’ İslam’ın geri kalmaya neden olacak
bir unsuru barındırmadığını görerek toplumun ‘en üst değeri’ konumundaki İslam’ı savunmayı bir görev saymıştır. Batı’nın din algısını aynıyla İslam için de benimseyen veya İslam’ı toplumun hayatından gözlemleyerek ya da kulaktan dolma öğrenen, en azından
teorik İslam’a yeterince nüfuz edememiş olan ‘aydınlar’ ise, Batı’da
‘din’in (Hıristiyanlık) geri kalma sebebi olduğu gibi, Osmanlı Devleti’nde de ‘din’in (İslam) ilerlemeye engel teşkil ettiğini savunmuşlardır. Böylece yapılan entelektüel faaliyetin sonuçlarını, faaliyeti
yürüten özne konumundaki insan değil, o çağın sorunsalı belirlemiştir. Ayrıca bu sonuçlar, araştıran ve düşünen öznenin ulaşmayı
planladığı hedeflerle örtüşmemiştir. Çünkü iki asırdan beri Türkiye
çağdaş medeniyet düzeyine erişememiştir. Bu durumun bütün İslam ülkeleri için geçerli olduğunu söylemek de abartı olmayacaktır.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 15
Şu halde özelde içinde yaşanılan toplum, genelde bütün Müslümanlar ve hatta bütün insanlık için bir açılım sağlayabilecek felsefî faaliyetlerin başarıya ulaşması, ya da önceden belirlediği hedeflere ulaşması, ancak sorunsalın doğru belirlenmesi ve hedeflerin
doğru konulmasıyla yakından alakalı gözükmektedir. Zira
Câbirî’nin de belirttiği gibi, “Herhangi bir tarahî dönemde, herhangi bir
düşüncenin birliğini belirleyen ve sağlayan (=tayin ve tesis eden) şey, o
düşüncenin problematik birliğidir.”13
Fiilî olarak İslam felsefesi disiplinine ve sorunlarına ilişkin zihin
faaliyeti içinde bulunanların bizzat yürüttükleri faaliyetleri ve belirledikleri amaçları şu şekilde sıralamak mümkündür:
1. Sorun olarak görülen ve İslam felsefesinde özel bir konunun aydınlatılması amacıyla yapılan çalışmalar. Bunlar, salt zihinsel
tatmine ulaşmak amacıyla yapılabileceği gibi, başkalarının zihninde
varolan sorunları çözmeye yönelik de olabilmektedir. Bu konuda,
Galatasaray Lisesi’nde öğretmenlik yaparken, ‘Türk Tefekkür Tarihi’
adlı eseri yazan Hilmi Ziya Ülken’in veya henüz öğrencilik yıllarında ‘Maddeciliğe Reddiye’ yazan Süleyman Hayri Bolay’ın amaçlarını örnek vermek mümkündür.
2. Bulunulan sorumluluk mevkiinin gereğini yerine getirmek
amacıyla yapılan veya yaptırılan çalışmalar. Milli Eğitim Bakanlığı
yaparken, Batı Klasikleri serisini çıkaran Hasan Âli Yücel gibi sorumluluk mevkiinde bulunan kimselerin kendi yaptıkları ya da
yaptırdıkları çalışmalardaki amaçları bu gruptadır.
3. Sürdürülen eğitim-öğretim faaliyetini daha verimli kılmak
için duyulan ihtiyacı gidermek amacıyla yapılan çalışmalar. Üniversite hocalarının hazırladıkları ders notları ya da ders kitapları bu
amaca yöneliktir.
13
Câbirî, Felsefî Mirasımız ve Biz, 31.
16
| Nuri Adıgüzel
4. İslam filozofları ve felsefesinin üstünlüğünü kanıtlamak
amacıyla yapılan çalışmalar. İzmirli’nin kaleme aldığı ‘İslam Mütefekkirleri İle Garp Mütefekkirleri Arasında Mukayese’ isimli eserinde
güdülen amaç gibi.
5. Bazı ülke sorunlarını veya bütünüyle İslam dünyasının bazı sorunlarını çözerek entelektüel faaliyete katkı sağlamak amacıyla
yapılan çalışmalar. Din ve Laiklik konusuyla ilgili yapılmış olan
birçok çalışma bu amaca yöneliktir.
Bir araştırmacının yaptığı çalışmada, bu amaçlardan yalnızca
biri bulunabileceği gibi, kimi zaman birden fazla amacı birden gözetmesi ve bu durumda amaçlardan birini veya ötekini önceleyerek
diğerlerini ikincil yapması mümkündür.
Bu çalışmada ise, İslam felsefesinde tartışılması gereken bazı
disipliner sorunsal/sorunların neler olduğunu tespite çalışmak, tespit edilmiş olanların boyutlarını gözler önüne sermek ve bunların
önemine dikkat çekmek amaçlanmıştır. Fakat yalnızca sorunların
dile getirilmesiyle de yetinilmeyerek, bazı fikirlere çağrışım sağlayabileceği veya yeni açılımlar kazandırabileceği düşüncesiyle sorunlara ilişkin bazı düşüncelerin ifadesinden de kaçınılmamıştır.
İslam felsefesi disiplininin unsurlarının âhenkli bir birlik oluşturabilmesi yani sistematiği ancak bütün amaçların kendisine ulaşmayı hedeflediği bir uzak amaçla gerçekleşebilir. Dolayısıyla bu çalışmanın bir amacı da, İslam felsefesi disiplinini oluşturan temel unsurları tespit etme ve bunların tümü için bir üst amaç belirleme gereğini bir kez daha vurgulamak ve bu hususların tartışılabilir olduklarını ortaya koymaktır.
Bu alanda yürütülecek faaliyetlerin ve yapılacak tartışmaların
bir üst amacın belirlenmesini sağlaması halinde, sonraki aşamada
yürütülecek faaliyetler, âdeta bir bütünün organik bir parçası ko-
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 17
numuna gelecek ve bundan, âhenk içerisinde birbirini destekleyen,
birbirini tamamlayan bir düşünce sistematiği ortaya çıkacaktır. Ayrıca bu durum, araştırmaların daha fazla pratiğe dönük seyretmesine de zemin hazırlayacaktır.
III. Araştırmanın Yöntemi ve Tekniği
Teorik olsun, pratik olsun, tarihsel boyutu olan her çalışmanın
bir literatür taramasıyla işe başladığı gibi, bu çalışma da temelde literatür taramasına dayanmaktadır. İslam felsefesini oluşturan külliyâtın oldukça büyük bir bölümünü klasik dönemden kalan miras
oluşturduğundan, felsefe tarihinin hemen her döneminde tartışma
konusu olan ve sorunsal olması bakımından hiç değişmeyerek günümüze kadar gelen konuların örnek kabilinden zikredilmesinde,
ayrıca disipliner sorunlara ışık tutan bilgilerde klasik İslam filozoflarının kendi eserleri, onlar hakkında bilgi veren klasik tabakât kitapları ve İslam filozofları veya felsefesine ilişkin çağdaş eserlerden
yararlanılmıştır.
Tarama sürecinde elde edilen veriler, teknik anlamda sınıflandırılarak, araştırmanın planına uygun bir şekilde kullanılmış, fakat
yalnızca bu bilgilerin aktarılmasıyla yetinilmemiş, yeri geldikçe yorumlar ve çıkarımlar yapılmıştır. Bu yorum ve çıkarımlarda sentez
veya analizlere yapılmaya, kimi zaman kullanılan akıl yürütmelerde tümevarım veya yerine göre tümden gelim kullanılmaya çalışılmıştır.
Birinci elden kaynaklara ulaşabilmek için mevcut imkânlar
mümkün olduğunca kullanılmıştır. Başta İSAM (İslam Araştırmaları Merkezi) ve İlâhiyat fakültelerinin kütüphaneleri olmak üzere kurum kütüphanelerinden, özel kütüphanelerden ve internet ortamından (özellikle http://www.muslimphilosophy.com ve http://www.al-
18
| Nuri Adıgüzel
mostafa.com adreslerinden) yararlanılmıştır. Arapça aslına ulaşabildiğimiz eserlerin Arapça nüshaları, ulaşamadıklarımızın ise tercümeleri kullanılmıştır.
Bilgi aktarımında bu yolun izlenmesinin yanı sıra, bazen pek
çok eserde yer alan bir bilginin bütün kaynaklarına ulaşmak gibi bir
kaygı güdülmemiştir. Örneğin ‘felsefe’nin ne olduğu ve tarifi ile ilgili
İslam felsefesi kaynaklarında büyük bir birikim olduğu bilinmektedir. Bunun gibi felsefeyle ilgili hemen her kitapta belli düzeyde bilgiye ulaşma imkânı olan konularda farklılıkları yansıtabilecek düzeyde esere atıfta bulunulmaya çalışılmıştır.
BİRİNCİ BÖLÜM
BİR DİSİPLİN OLMASI BAKIMINDAN
İSLAM FELSEFESİ
20
| Nuri Adıgüzel
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 21
I. İslam Felsefesinin Adlandırılması
A. İslam Filozoflarının ‘Felsefe’ye Yükledikleri Anlam
İslam felsefesinin adlandırılmasına geçmeden önce ‘felsefe’den
ne anlaşılması gerektiği ya da Müslümanların onu nasıl algıladıkları ortaya konulmalıdır. Çünkü tartışmaların bu kavram etrafında
yoğunlaşması sebebiyle ‘felsefe’ kavramı sorunun özünü teşkil etmektedir. Daha doğrusu, bu kavramın içeriğinin nasıl doldurulacağı, konusunun, yönteminin, gayesinin ne olacağı ve nasıl bir etkinlik olarak algılanması gerektiği gibi hususların açıklığa kavuşturulması sorunun önemli ölçüde aşılması anlamına gelecektir.
Terim olarak İslam felsefesinin ne olduğuna dair tariflerin hemen hepsi, daha önce Eski Yunan ve Helenistik felsefede yapılan
tarifleri yansıtmakta ise de, İslam filozofları onları kendi algıladıkları şekliyle ifade etmişlerdir. Daha ziyade pratik bir etkinlik olarak
algılanan felsefe hakkında ilk İslam filozofu sayılan Kindî altı farklı
tarif vererek bunların tamamına yakınını zikretmiştir. Kindî’nin ve
diğer İslam filozoflarının yaptığı tariflerden bazıları şunlardır:
1. Kelime köküne bağlı tarif ki aynı zamanda felsefeyi pratik
ve psikolojik bir etkinlik olarak ele almaktadır: İsmin türetildiği ‘filo’
(sevgi) ve ‘sofia’ (bilgi=hikmet) kelimelerine bağlı olarak, ‘felsefe’nin
etimolojik anlamı, ‘Hikmet sevgisi’ demektir14.
14
Ebû Yusuf Yakub b. İshak el-Kindî, ‘Risâle fî Hudûdi’l-Eşyâ ve Rusûmihâ’, Resâilü’lKindî el-Felsefiyye I/tah: Muhammed Abdülhâdî Ebû Rîde, Mısır, 1950,172;
Havârizmî, Mefâtîhu’l-Ulûm, www.alwaraq.com, erişim: 1 Mart 2004, 24; Ebu’l-Feth
Muhammed b. Abdülkerim b. Ebu Bekr Ahmed eş-Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal, Tahkik: Ahmet Fehmi Muhammed, Beyrut, 1992, (3 cilt bir arada), II/363-364; ‘Felsefe’ keli-
22
| Nuri Adıgüzel
2. Yine ahlaki pratik bir etkinlik olması bakımından: ‘Felsefe, İnsanın gücü ölçüsünde Allah’ın fiillerinin benzerini yapmasıdır’. Bununla
insanın fazilet bakımından yetkinliğe ulaşması kastedilmiştir15.
3. Felsefenin teorik olduğu kadar pratik ve dini bir etkinlik olduğuna işaret edilerek şöyle denmiştir: ‘Felsefe yapmak, varolanlar hakkında düşünmek ve onları Yaratıcı’ya (Sâni’) delâletleri, yani yaratılmış
(masnûât) olmaları bakımından incelemekten öte bir şey değildir’16.
4. Psikolojik bir etkinlik olarak: ‘Felsefe, insanın gücü ölçüsünde
Allah’a benzemesidir’17.
5. Psikolojik ve ahlakî etkinlik olarak felsefe, ‘Ölmeye çalışmaktır’. Ölüm iki türlüdür. Birincisi tabii ölümdür ki bu, nefsin bedeni
kullanmayı terk etmesidir. İkincisi de, duyusal arzuları (şehevât) öldürmektir. Kindî’ye göre, eskilerin tarifte kastettikleri bu ikinci anlamdaki ölümdür. Çünkü duyusal arzuları yok etmek, fazilete götüren yoldur18.
6. Yine psikolojik ve ahlakî açıdan yapılan başka bir tarife göre, ‘felsefe insanın kendisini bilmesidir’. Çünkü insanın kendisini bilmesi ve tanıması, bütün âlemi tanıması anlamına gelmektedir. Bu
15
16
17
18
mesinin etimolojisi hakkında geniş bilgi için bkz. Keklik, Felsefenin İlkeleri, İstanbul,
1982, 1-13; Komisyon (İ. Medkur başkanlığında), el-Mu’cemü’l-Felsefî, Kahire, 1983, 138139.
Kindî, aynı yer.
Ebulvelid Muhammed İbn Rüşd, Faslu’l-Makâl fîmâ Beyne’l-Hikmeti ve’ş-Şerîati Mine’lİttisâl, Tah: Abdülkerim el-Marrâk, Tunus, 1991, 40 ; Bayrakdar, age, 22.
Ebu Bekir Zekeriyya er-Râzî, ‘Kitâbu’s-Sîreti’l-Felsefiyye’, Resâil Felsefiye, ss.99-111, Tah:
Komisyon, Beyrut, 1982, 108 (krş. Filozofça Yaşama, Çev: Mahmut Kaya, Felsefe Metinleri, ss. 73-82, İstanbul, 2003, 80); Ebû Nasr el-Fârâbî, ‘Risâle fîmâ Yenbağî en Yükaddeme
Kable Taallümi’l-Felsefe’, el-Felsefetü’l İslâmiyye 12, ss. 49-55, yayınlayan: Fuat Sezgin,
Frankfurt, 1999, (Friedrich Dieterici’nin Leiden, 1890’da ‘Ba’zu Resâili’l-Fârâbî’ adlı neşrinden tıpkıbasım), 53; İhvânu’s-Safâ, Resâil, Dâru Sâdır, Beyrut, trz., I/298, 427, 428,
II/10, 450, III/30, 143, 355, 371; eş-Şerîf Ali b. Muhammed el-Cürcânî, Kitâbu’t-Ta’rîfât,
Beyrut, 1995, 168; Abdül Mün’im el-Hufeynî, el-Mu’cemü’l-Felsefî, Kahire, 1990, 240.
Kindî, aynı yer.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 23
nedenle Kindî, insan için ‘küçük âlem’ tabirinin kullanılmasını bu tarifle ilişkili görmektedir19.
7. ‘İnsanın gücü ölçüsünde, nesneleri tasavvur, teorik ve pratik gerçeklikleri (hakâyık) tasdik yoluyla nefsini yetkinleştirmesidir’20. Bu tarifte
de ahlaki bir etkinlik olarak anlaşıldığı görülmektedir.
8. Felsefenin teorik etkinliğine göre yapılan bir diğer tarifi ise,
‘İnsanın gücünün yettiği ölçüde, ebedî ve tümel nesnelerin gerçekliklerini
(inniyet), mahiyetlerini ve illetlerini bilmesidir’ şeklindedir21.
9. “Felsefe, Allah, hikmet ve fazilet sevgisidir”22. Bu da yine ahlaki
ve psikolojik bir tariftir.
10. Değeri ve diğer ilimlerle ilişkisi (illiyet) bakımından “felsefe,
sanatların sanatı ve hikmetlerin hikmeti’ şeklinde tarif edilmiştir23.
11. Teorik olarak ‘Felsefe, varolması bakımından varolanları bilmektir’24. Bu tarif, Aristo’nun ‘ilk felsefe’ye ilişkin tarifini yansıtmaktadır25.
19
20
21
22
23
24
Kindî aynı yer.
İbn Sînâ, Ebû Ali Hüseyin b. Abdullah, ‘et-Tabîiyyât Min Uyunu’l-Hikme’, Tis’u Resâil,
ss. 11-38, Tah: Hasan Âsî, Dâru Kâbis, 1982, 11, (krş. İbn Sînâ, Risaleler, Çev: Alparslan
Açıkgenç-M. Hayri Kırbaşoğlu, Ankara, 2004, 93); Bayrakdar, age, 22.
Bkz. Kindî, ‘Fî Hudûdi’l-Eşyâ’, Resâil, 172-173. (Muhakkik Ebû Rîde, 10 nolu dipnotta,
Kindî’nin zikrettiği altı tariften ilk dördünün, M.S. beşinci ve altıncı asırlarda yazılan
‘açıklama’ ve ‘şerh’lerde başka tariflerle birlikte yer aldığını ve 3., 5. ve 6. tariflerin Sokrates ve Eflatun’un felsefesine yakın olduğunu belirtmektedir.) Krş. Kindî, Felsefî Risaleler,
Çev. Mahmut Kaya, İstanbul, 1994, 66-67. Ayrıca bkz. Bayrakdar, age., 21; Süleyman
Dünya, et-Tefkîru’l-Felsefî el-İslâmî, Mısır, 1967, 14 vd.
Bayrakdar, age, 22. (İbn Hindî’den naklen).
Kindî aynı yer; İbn Rüşd, Faslu’l-Makâl, 48 (krş. İbn Rüşd, Faslu’l-Makâl Felsefe-Din İlişkisi, Çev. Bekir Karlığa, İstanbul, 1999, 71).
Ebû Nasr el-Fârâbî, “Kitâbu’l-Cem’ Beyne Ra’yeyi’l-Hakîmeyn Eflâtun el-İlâhî ve Aristotales”, el-Felsefetü’l-İslâmiyye 12, ss. 1-33, 1, 3; İbn Sînâ, Uyûnu’l-Hikme, Nşr: Muhammad Hozien, www.muslimphilosophy.com, erişim: 1 Mart 2004, 31; Şeyhü’r-Reis Hüseyin Ebî Ali b. Sînâ, Kitâbu’n-Necât, Tak. Macid Fahri, Beyrut, 1982, 109; Şifa, İlâhiyat,
I/63; Ebu’l-Berekât Hibetullah b. Ali el-Bağdâdî, Kitâbu’l-Mu’teber fî’l-Hikmeti’l-İlâhiyyeti,
Haydarâbad-Deken, H.1358, III/3 (krş. Türkçesi: İlâhiyat, çev: M. Şerefeddin (Yaltkaya),
İstanbul, 1932, 13); Kınalızâde Ali Efendi, Ahlâk-ı Alâî “Ahlak İlmi”, Haz: Hüseyin Algül,
24
| Nuri Adıgüzel
12. “Felsefe, nesnelerin hakikatlerini bilmek ve en uygun olan şeyi
yapmaktır”26. Bu da yine felsefenin teorik olduğu kadar pratik amacı
da olduğunu ifade eden bir tariftir27.
İslam filozoflarının yaptığı bu tariflerle ilgili olarak şu sonuçları
çıkarmak mümkündür:
1. İslam filozofları, kendilerinden önceki filozofların, özellikle
de Aristo ve Eflatun’un yaptığı ‘felsefe’ tariflerine bağlı kalmışlardır.
2. Önceki filozofların tariflerinde yer alan kavram ve fikirlere
İslamî içerikler yükleyerek, ya da fikirleri oluşturan kavramların
Arapçalaştırılması ve dolayısıyla İslamîleştirilmesi yoluyla, onları
kendilerine ve İslam toplumuna maletmişlerdir. Bunu, tariflerde
kullanılan ‘hikmet’, ‘ölüm’, ‘hakikat’, ‘nefs’ gibi kavramlarda görmek
mümkündür.
3. Felsefe salt zihinsel bir faaliyet olarak görülmemiş, onun
aynı zamanda pratik değeri olan ahlaki ve dini bir etkinlik olduğu
düşünülmüştür.
B. İslam Felsefesi Tarihi Araştırmacılarına Göre ‘İslam Felsefesi’ ve “Hikmet”
İslam filozoflarının felsefeye ilişkin bu algılayışları, İslam felsefesi tarihçileri (klâsik ya da çağdaş olsun) tarafından da doğru bir şekilde okunmuş ve buna uygun bir adlandırma yapılmıştır. Klasik
25
26
27
Tercüman 1001 Temel Eser (30), 28; Muhammed Ali et-Tehânevî, Mevsûâtu Keşşâfi Istılâhâti’l-Fünûn ve’l-Ulûm, Tahkik: Ali Dahruc, Takdim: Refik el-Acem, Beyrut, 1996, I/47.
Bkz. Aristoteles, Metafizik, çev. Ahmet Arslan, İzmir, 1985, I/191, 1003 a, 20-33.
Havârizmî, age, 24; Kasım Turhan, Âmirî ve Felsefesi, İstanbul, 1992, 59.
Geniş bilgi için ayrıca bkz. M. Selim Saruhan, İslam Meşşaî Felsefesinde Filozof, Ankara, 2010.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 25
İslam filozoflarının eserlerinde ve klasik ilim ve felsefe tarihi yazarlarının kitaplarında (tabakât) doğrudan ‘İslam felsefesi’ tabirine rastlanmamaktadır. Bu eserlerde, İslam kültür coğrafyasında yürütülen
felsefi faaliyetlere ‘felsefe’ veya ‘hikmet’, bu işi yapanlara ise ‘feylesof’,
‘hakim’, ‘felâsifetü’l-İslâmiyyin’ ve ‘felâsifetü’l-İslam’28 (İslam filozofları)
denilmiştir.
Kıftî “el-İhbâr”ında riyâzat, mantık, tabiat ve ilahiyat gibi bölümlere ayrılan hikmet hakkında ilk defa kimin konuştuğu konusunda farklı görüşler bulunduğunu ve her fırkanın onu kendine
maletmeye çalıştığını bildirmektedir. Ayrıca ‘felsefe’ yerine ‘hikmet’,
‘filozof’ yerine ‘hukemâ’ (ki bizzat eserin adıdır) veya ‘feylesof’ tabirlerini
kullanan yazara göre, ilk hakîm Hz. İdris’tir ve Hermes adıyla da
anılmaktadır29.
‘İslam felsefesi’ tabiri ise, “XIX. Yy. ortalarından itibaren, İslam’daki
felsefi düşünce üzerinde çalışan oryantalistlerle başlamıştır. Ancak bütün
oryantalistler ve onları takiben bazı Müslüman yazarlar aynı tabiri kul-
28
29
Bkz. Muhammed b. İshak en-Nedîm (İbnü’n-Nedîm) (ö. H. 385), Kitâbu’l-Fihrist, Tah:
Nâhid Abbas Osman, Doha, 1986, 497 vd.; İbn Sînâ, et-Tabiiyyât min Uyûni’l-Hikme, 1112; Zahîruddin el-Beyhakî (ö. H.565), Târîhu Hukemâi’l-İslâm, Tah: Muhammed Kürd
Ali, Dımaşk, 1946, 15, 20. Cemaleddin Ebî’l-Hasen Ali b. Yusuf el-Kıftî (ö.H.646), Kitâbu
İhbâru’l-Ulemâ bi Ahbâri’l-Hukemâ, Tashih ve kısmi Tahkik: Muhemmed Emin el-Hancî,
Kahire, 1326, 2. Cürcânî’ye (ö. H. 816) göre: “Hikmet, insanın gücü ölçüsünde, varlıkta nasıl
ise o şekilde, eşyanın hakikatini araştıran bir ilimdir; teoriktir, alet ilmi değildir. Yine hikmet, ifrat
olan cerbeze ile tefrit olan beladet arasındaki aklî, ilmî gücün hey’etidir. Yine Hikmet, üç manaya
gelir. Birincisi, ‘îcâd’, ikincisi ‘ilim’ ve üçüncüsü ise ‘ef’âlü’l-müsellese’dir, Güneş, Ay vb. gibi.
İbn Abbas (r.a.) hikmeti şöyle açıklamıştır: Kur’an’da hikmet, helal ve haramı öğrenmektir. Lügatte hikmetin amel ile birlikte ilim olduğu söylenmiştir. Yine hikmet, bir işin kendisi hakkında
gerçek (hakk) olan şeye denilir ki insan gücü ölçüsünde ondan yararlanır, denilmiştir. Ayrıca
gerçeğe uygun olan her sözün de hikmet olduğu söylenmiştir…” Cürcânî, age., 103, (‘hukemâ’ hk. bkz. 102-103). et-Tehânevî, age., 47-55. Keklik, age., 1-13; Mübahat TürkerKüyel, “Kutadgu Bilig Ve Fârâbî”, Uluslararası İbn Türk, Harezmi, Fârâbî, Beyruni Ve
İbn Sînâ Sempozyumu Bildirileri, AKM. Yay. Ankara, 1990, 226-228.
Geniş bilgi için bkz. Kıftî, age. 2 – 7.
26
| Nuri Adıgüzel
lanmamışlardır”30. ‘İslam felsefesi’, ‘Arap felsefesi’, ‘Müslüman felsefesi’,
‘Arap-Müslüman felsefesi’, ‘Türk-İslam felsefesi’, ‘Müslüman-Arap felsefesi’, ‘Müslüman Pers felsefesi’, ‘Arapça Yahudi felsefesi’ gibi çeşitli isimler önerilmiştir. Fakat bunlar arasında en yaygın olan iki görüş vardır. Bunlardan birincisi ‘İslam felsefesi’ deyimini tercih edenlerin görüşü ki bunlar çoğunluktadır, ikincisi ise ‘Arap felsefesi’ deyimini
kullananların görüşüdür31.
İslam kültürünün egemen olduğu coğrafyada yürütülen felsefi
faaliyetlerin ‘Arap felsefesi’ diye adlandırılmasını savunanlar, bu felsefenin en önemli eserlerinin Arap dilinde yazılmış olmasını gerekçe göstermektedirler ve böylelikle Müslüman olmayan fakat İslam
coğrafyasında yaşamış olan Arapların ve Yahudilerin de bu felsefeye dahil edilmiş olacağını ileri sürmektedirler. Abdurrahman Bedevi’nin de aralarında bulunduğu bu gruba göre, felsefi düşünceye
hüviyetini kazandıran dildir, din sahibi değildir. Bu felsefenin ‘İslam felsefesi’ diye adlandırılması yalnızca siyasi ve kültürel manada
doğru olabilir; felsefi bir düşüncenin isimlendirilmesinde ise, aynı
dine mensubiyet referans olamaz. Çünkü felsefe aklî bir ilimdir ve
tıpkı matematik, tıp, fizik gibi ‘dinî’ nitelemesini kabul etmez32.
Bu bakış açısı, İslam kültürü içerisinde felsefe alanında kaleme
alınmış olan Süryanice, İbranice, Farsça ve Türkçe eserleri göz ardı
ettiği gibi, bilimin milliyetinin de olamayacağını hesaba katmamaktadır. Çünkü milli aidiyet anlamında ‘İngiliz fiziği’, ‘Amerikan tıbbı’,
‘Fransız matematiği’ denilmesi mümkün değildir. Olsa olsa bir milletin başka bir millete kıyasla bilime katkısını dile getirmek için böyle
bir deyim kullanılabilir. Belirli bir kültür ortamında oluşan biriki30
31
32
Bayrakdar, age, 2.
Bayrakdar, age, 2.
Bayrakdar, age, 2-3; Ali Ebû Mülhim, el-Felsefetü’l-Arabiyye, Beyrut, 1994, 5-6; Arap milliyetçiliğinin İslam karşısındaki duruşu için bkz. Ira M. Lapidus, Modernizme Geçiş Sürecinde İslam Dünyası, Çev. İ. Sefa Üstün, İstanbul, 1996, 135-138 ve 378-385.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 27
min o kültürü oluşturan unsurlardan bir kısmını yok saymak amacıyla böyle bir nitelendirmede bulunulamaz. Kısaca bilim ve felsefe,
herhangi bir milletin malı değil, insanlığın ortak ürünleridir ve tıpkı
teknoloji gibi her millet onları ortak olarak alır ve kullanır. Ayrıca
‘Arap’ adı özellikle XX. Yüzyılda kazandığı siyasi ve milli muhteva
ile (aslında hiçbir zaman) bütün İslam dünyasını temsil niteliğine sahip değildir33. ‘Arap Felsefesi’ görüşünü dile getiren Arap yazarların
milliyetçilik duygularının onların bu tercihinde etkili olduğu ortadadır34.
Adlandırma konusunda en fazla kabul gören görüş ise, ‘İslam
felsefesi’ veya buna yakın olarak ‘Müslüman felsefesi’ adlarının kullanılmasını savunanların görüşüdür35. Bunlara göre ‘İslam felsefesi’ tabiri hangi ırktan olursa olsun, hangi dilde yazarsa yazsın, bütün
Müslüman filozofları kapsayan, buna karşılık İslam kültürü içerisinde yetiştiği halde Müslüman olmayan Yahudi ve Hıristiyan filozofları ise dışarıda bırakan bir tabirdir36. Bu görüşü savunanlardan
bazılarına göre tabakât kitaplarında filozofları nitelemek üzere
‘felâsifetü’l-İslâmiyyîn’ ve ‘felâsifetü’l-İslam’ (İslam filozofları) tabirlerinin kullanılması da bu görüşü destekleyen bir unsurdur37. Bu gruba
dâhil olan Bayrakdar, ayrıca şu gerekçeleri öne sürmektedir: “Bu tabirlerin bizce en uygunu ‘İslam felsefesi’ tabiridir. Her şeyden önce, İslam
33
34
35
36
37
Bkz. M. Türker-Küyel, agm., 269.
Bayrakdar, age, 2.
Türk yazarlar arasında Mehmet Bayrakdar ve Alparslan Açıkgenç bu görüşü savunanlardandır. Mübahat Türker-Küyel ise, ‘Müslüman felsefesi’ deyimini benimsememektedir. Ona göre ‘İslam felsefesi’ deyimi, “kaynaklarını Hind, İran ve Yunan medeniyetinden almış, bazı hallerde, İslam dininin esaslarıyla telif edilmiş, bazı hallerde onlara aykırı düşmüş, çoğu
zaman Arapça yazılmış, çoğunluğu Müslüman olan, Hıristiyan, Yahudi, Sabi gibi çeşitli dinlere
mensup düşünürlerin İslam ülkeleinde yapmış oldukları her türlü felsefi faaliyet dile getirilmiş
olmaktadır”. Bkz. M. Türker-Küyel, agm., 269.
Bayrakdar, age, 2-3; Alparslan Açıkgenç, Bilgi Felsefesi, İstanbul, 1992, 64-71.
Bayrakdar, age, 3.
28
| Nuri Adıgüzel
kültüründeki felsefeden ve onun tarihinden söz edilince, dolaylı ve dolaysız
olarak, esas konu olan şey, Müslüman filozofların yaptıkları özel karakteristiği olan bir felsefe geleneğidir. Bu özel felsefeyi en iyi niteleyen genel
isim ‘İslam felsefesi’ tabiridir. Felsefeyi yapanlar ister Arap olsun, ister
Türk olsun, ister İranlı olsun, diğer taraftan ister Arapça, ister Türkçe, isterse Farsça yazsınlar, hepsini aynı çatı altında toplayan dinî ve baskın
tüm tüzel unsur ‘İslam’ sözüdür.”38
Bu çerçevede Ortaçağ İslam felsefesi geleneğini ifade için kullanılması halinde ‘İslam felsefesi’ tabirinin en doğru kullanım olduğu
söylenebilir. Fakat özellikle çağdaş İslam dünyasındaki felsefe hareketlerinin kastedilmesi halinde, bunun doğru olup-olmayacağı tartışmalıdır. Daha da öte, artık çağdaş İslam ülkeleri arasındaki farklılaşmanın aynı isim altında mümkün olsa bile, tamamıyla aynı çerçevede felsefe yapmayı güçleştirdiğine daha önce işaret edilmişti.
Türkiye’deki İslam felsefesi araştırmacı ve tarihçilerinin tamamının ‘İslam felsefesi’ tabirini yeğliyor olmalarına rağmen, henüz sorunun tam olarak çözüme kavuşturulamamış olduğu da bir gerçektir.
Bu sorun için de geçerli olabilecek Câbirî’nin şu açıklamaları
konuyu özetler mahiyettedir: “…Bu tür meseleler, genellikle, a) ya hareket ve değişimin yansımasıdır; ki, buna egemen olan mantık, değişim
mantığıdır; yani kabul ile ret arasındaki çelişki ve çatışmanın, reddin reddi
ile sona erdiği diyalektik mantıktır; b) ya da sahte meselelerdir; burada çarpıtma, konu hakkında konuşanların aynı dili konuşmamalarından, lafızlardan aynı manayı anlamamalarından veya birbirlerinden farklı ve birbirleriyle çatışan farklı epistemolojik ve ideolojik referansların egemen olduğu
farklı açılardan konuşuyor olmalarından kaynaklanmaktadır. İş dönüp dolaşıp, meselenin ele alınışındaki yöntemin yanlışlığına gelmektedir. Bu durumlardan hangisi söz konusu olursa olsun, gerekli olan şey, yeni bir ‘ba-
38
Bayrakdar, age, 3.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 29
kış açısı’ ortaya koymak değil, ‘bakışı yenilemek’tir. İstenilen şey, herhangi
bir tutumu yüceltmek değil, bütün tutumları, epistemolojik referansları ve
tarihsel kökenleri bakımından araştırıp gözden geçirmektir. Çünkü konu,
eninde sonunda ideolojik tutumlarla ilgilidir. İdeolojik tutumlarsa, karşıt
ideolojiye değil, devamlı olarak kendi özel söylemlerine kulak verirler. Kuşkusuz, insanlık için yararsız olanla yararlı olanı birbirinden ayıracak yegane çözüm, eleştirel analizdir.”39
C. ‘İslam Felsefesi’ Deyimiyle İlgili Anlam Kaymaları
Şimdi de, ‘İslam felsefesi’ deyiminin çağrışımlarının yol açtığı bazı
sorunlara, diğer bir ifadeyle ‘İslam felsefesi’nin ne olmadığına kısaca değinmek istiyoruz. Bunları üç ana maddede toplamak mümkündür:
1. ‘İslam Felsefesi’ deyimi İslam dininin ya da inanç sisteminin
felsefî yorumu şeklinde anlaşılabilmektedir40. Böyle bir algılayış ise,
‘İslam’ın felsefesi olur mu?’ sorusunun cevaplandırılmasını gerektirmektedir. Oysa ‘İslam felsefesi’ deyiminden böyle bir anlam kastedilmediği, ‘İslam’ın kültürel bir aidiyeti ifade ettiği yukarıdaki açıklamalardan anlaşılmıştır.
‘İslam felsefesi’nin ‘İslam’ın felsefesi’ şeklinde algılanması, İslam
filozoflarının, İslam’ın söz söylemediği konular hakkındaki felsefe
ve görüşlerinin bu disiplinin dışında bırakılmasını gerektirir. Dolayısıyla bu anlayış, kullanılan tabirin içeriğini daraltan ve kısıtlayan
bir anlayıştır. İslam’ın felsefesinin olup-olmayacağı hususu ayrıca
39
40
Câbirî, Yeniden Yapılanma, 17. İslam Felsefesinin adlandırılması sorunuyla ilgili olarak
geniş ve yararlı bilgi veren bir çalışma Fehrullah Terkan tarafından kaleme alınmıştır.
Bkz. “İslam‟da Felsefe Geleneğinin İsimlendirilmesi ve Kökeni Üzerine,” İslami Araştırmalar
Dergisi, 19:2 (2006), ss.297-304.
Bkz. Mehmet Dağ, “İslam Felsefesinin Bazı Temel Sorunları Üzerinde Düşünceler”, Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı: 5, Samsun 1991, 3; Bayrakdar,
age, 1-2.
30
| Nuri Adıgüzel
tartışılabilirse de bu tartışmanın, ‘İslam felsefesi’ adından hareketle
yapılması yukarıda verilen tanımla bağdaşmaz. Böyle bir tartışmanın yapılması gereken yer, ‘din-felsefe uzlaştırması sorunu’ olabilir41.
Yukarıda ‘İslam felsefesi’ deyiminin kültürel bir referansı ifade ettiği
belirtilmişti. Nitekim vâkıa olarak, ‘İslam felsefesi’ adlı disiplinin içeriğinin, İslam dininin inanç sistemine ait yorumlar içerse bile, salt
İslam dininin felsefî yorumu olmadığı, bilinmektedir. Şu halde böyle bir sorunu, İslam felsefesinin disipliner yapısından kaynaklanan
sebeplerle ‘tartışılabilir’ kabul etmek mümkün gözükmemektedir.
2. ‘İslam felsefesi’ deyiminden, ‘İslamî felsefe’ başka bir deyişle,
‘felsefenin İslamî yorumu’ da anlaşılabilir. Bu anlayışın vâkıaya kısmen uygun düştüğü söylenebilirse de, bir önceki anlayış gibi bu da,
‘İslam felsefesi’nin içeriğini daraltan bir anlayıştır. Özellikle Doğu’da
ve Batı’da tanınan bazı İslam filozoflarının (Kindî, Fârâbî, İbn Sînâ ve
İbn Rüşd gibi), enerjilerinin önemli bir kısmını, devraldıkları felsefî
mirası, kendi inanç sistemleriyle bütünleştirme, uzlaşmayan yönlerini uzlaştırma ve bu arada tevhide ters düşmeme çabasına harcadıkları dikkate alındığında -ki bu çaba, onların düşüncelerini oluşturan temel kavramlara ilişkin açıklamalarında ve başka fikirlerinde
de görülür-, ‘İslam felsefesi’ deyiminden ‘İslamî bir felsefe’nin anlaşılmasının kısmen doğru olduğu söylenebilir.
Aynı şekilde, İslam filozoflarının din-felsefe uzlaştırma çabalarının ve tarih boyunca felsefeye yöneltilen itirazların da bu anlayışı
desteklediğini düşünmek mümkündür. Ne var ki ‘İslam felsefesi’ deyiminin kullanıldığı anlam bundan oldukça uzaktır. Dolayısıyla
doğrudan ‘İslam felsefesi’ deyiminin anlam muhtevasından hareketle
‘İslami bir felsefe’nin tartışılması, meselenin yanlış bir zeminde tartışılması anlamına gelecektir.
41
Bu anlayışla ilgili değerlendirmeler için Bkz. Bayrakdar, age, 1-2.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 31
3. ‘İslam felsefesi’ deyimi üçüncü olarak, ‘İslam kültüründe varolan
ve doğrudan doğruya İslamî referansa sahip felsefe’ manasını çağrıştırabilir. Bunun her ne kadar ‘İslam’ın felsefesi’ şeklindeki birinci çağrışımla
aynı olduğu düşünülebilirse de, hareket noktaları bakımından farklıdırlar. Nitekim, ‘İslam felsefesi’ deyiminden bu anlamın çıkarılması halinde, ‘İslam’da felsefe olur mu?’ şeklinde bir soru dile getirilmektedir.
Bu soru bir yandan, genelde dini, özelde İslam kültürünü küçümseyici, ideolojik bir bakışı yansıtmakta ve zımnen ‘İslam kültüründe felsefe gibi yüksek düzeyli bir entelektüel faaliyetin olamayacağı!’ ve ‘İslam’ın
bunu üretecek yetenekte olmadığı!’ anlayışını içermektedir42.
Öte yandan, İslam’ı yücelten ve felsefeyi din dışı gören (kısmen
Gazali’nin filozoflarla ‘el-Münkız’ ve ‘Tehâfüt’teki olumsuz ilişkisinden,
kısmen de çağdaş ideolojik ortamdan etkilenen) bir bakışı yansıtır ve ‘Gazali tarafından din dışı(!) ilan edilmiş bir mesleğin (felsefe) İslam’la bağdaşamayacağını!’ ima eder43. Bu hususun da yine ‘adlandırma sorunu’
bağlamında ele alınamayacağı açıktır. Çünkü ‘İslam felsefesi’, ‘İslamî
referansa sahip felsefe’ anlamına gelmemektedir.
Sonuç olarak, ‘İslam felsefesi’ tabiri, (XX. Yüzyıla kadarki muhtevasıyla) hangi milletten olursa olsun, İslam kültür ortamında felsefe
42
43
Bu anlayışa (belki sözleri maksadını aşarak) “İslam’da Felsefe Tarihi” adlı eserin yazarı olan
De Boer’in de önayak olduğu söylenebilir. O eserinin “Giriş” kısmında şöyle der: “İslam
felsefesi daima Yunanca’dan tercüme edilen eserlere bağlı bir eklektik felsefe olagelmiştir. Tarihi
boyunca, ortaya yeni bir görüş getirmekten ziyade diğer görüşleri kendi içinde eritici bir yol takibetmiştir. Ortaya ne yeni meseleler atmış ne de eski meseleleri yeni bir şekilde ele almıştır. Bu sebeple İslam felsefesinde önemli bir ilerleme hareketi kaydedilemez.” De Boer, age, 23. Krş.
Arapçası, 70. Oryantalistlerin önyargıları hakkında ayrıca bkz. Bayrakdar, age., 8.
İslam’da felsefenin varlığı ve Gazâlî’nin etkileri hakkında geniş bilgi için Bkz. Ahmet
Arslan, İslam Felsefesi Üzerine, Ankara, 1999, 9-45; Hasan Şahin, İslam Felsefesi Tarihi
Dersleri, Ankara, 2000, 50-51. Benzer bir tartışmayı Hıristiyanlık açısından Etienne Gilson da yapmaktadır. Krş. Etienne Gilson, Ortaçağ Felsefesinin Ruhu, Çev: Şâmil Öçal, İstanbul, 2003, 45 vd. Gilson burada (s.48), Goethe’den şu özdeyişi nakletmektedir:
“Bilim ve sanata sahip olanın dini de vardır;
Her ikisine de sahip olmayanın dini vardır.”
32
| Nuri Adıgüzel
yapanların hepsini ifade edecek genişliğe sahiptir44. Onun bu evrensel anlamı, bütün çağları da içine alabilecek düzeydedir. Fakat,
milliyetçi ve ideolojik mülahazalarla, İslam felsefesi mirasını daha
ziyade kendi kültürel kimliğini ifade etmek üzere çarpıtarak kendi
milli değerlerine refere etme anlayışı kültür tarihi olaylarına da aykırıdır45.
‘İslam felsefesi’ tabirindeki ‘İslam’ kavramı sadece, bu felsefenin
yürütüldüğü kültür ortamını ifade etmektedir. Dolayısıyla aynı kültür ortamının mevcut olmadığı çağımızda İslam ülkelerinde yürütülen çağdaş felsefi faaliyetlerin adlandırılmasının da bir sorun olarak ele alınması gerekmektedir. Fakat daha önce, İslam felsefesinin
kaynaklarının ortaya konularak, özgün olup-olmadığının veya özgün ise bunun hangi düzeyde bulunduğunun açıklanmasına ihtiyaç
vardır.
II. İslam Felsefesinin Konusu
A. İslam Felsefesinin Konusu Tümel olandır
İslam filozofları arasında felsefenin konusuna değinen ve onu
sistematik bir tarzda ele alanlar, felsefeyi bir disiplin olarak benim44
45
Bayrakdar, age, 4; Mübahat Türker – Küyel, “İslam Felsefesi” maddesi, Türk Ansiklopedisi, C.XXI/269.
M. Türker-Küyel, agm., 269. İslam Felsefesi Tarihi yazarı Macit Fahri’nin, başta Türkler
olmak üzere farklı milletlerin Kur’an’a olan saygılarından dolayı Arapça’ya gösterdikleri ilgiyi Kur’an’a veya İslam’a yükleme yerine ‘Arap unsurunun öne çıkarılma’ gerekçesi sayması, bu milliyetçi tavrın bir göstergesidir. Bkz. Macit Fahri, İslam Felsefesi Tarihi,
Çev: Kasım Turhan, İstanbul, 1987, 1. Araplık-İslam, konusunda geniş bilgi için bkz.
Câbirî, Yeniden Yapılanma, 13-34. Câbirî, bu konuyu bir sorun olarak görmesine ve tarafsız olarak değerlendirmesine rağmen, hem “Yeniden Yapılanma” adlı eserinde açıkça
milliyetçi hareketlerin tetikçisi olarak Türkleri suçlamakta, fakat somut deliller göstermediğinden, ideolojik ve milliyetçi bir tavır sergilediği imajını uyandırmaktadır. Câbirî,
Yeniden Yapılanma, 23 vd. Câbirî burada, Osmanlı’nın ‘Türkleştirme’ siyaseti güttüğünü
de iddia etmektedir.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 33
seyen ve bu bakımdan Aristo’ya bağlı olan46 bazı Yeni Eflatuncu İslam filozoflarıdır47. Bu anlamda İslam felsefesinin kurucusu sayılabilecek ilk İslam filozofu Kindî, Aristo’nun eserlerinin tertibini verirken, felsefe öğrenmek isteyen bir kimsenin öğrenimine nelerden
başlaması gerektiği üzerinde durmakta ve böylelikle felsefenin konularına işaret etmiş olmaktadır48. Fakat felsefenin konularını sistemli ve ayrıntılı bir tarzda ele alıp geliştiren ve bir külliyât haline
dönüştürenler Fârâbî, İbn Sînâ ve İbn Rüşd’dür.
Bu filozoflar ilk olarak, felsefenin diğer ilimler içerisindeki yerini ve konumunu belirtmekle işe başlamışlar ve daha sonra onun
konularını sıralamışlardır49. Ayrıca İbn Sînâ, ‘İlâhiyat’ta, felsefenin
konusunun ne olmadığından da genişçe söz etmektedir50. Bu filozofların felsefenin konusuna ilişkin görüşleri, birbirini tamamlar nitelikte olduğundan, üçünün görüşlerini ayrı ayrı değil, bir bütün
olarak birlikte değerlendirmek daha yararlı olacaktır.
Bilindiği gibi İslam filozofları dar anlamda felsefeyi, ‘İlk felsefe’,
‘İlâhiyat’, ‘Mâba’dettabia’, ‘Mâkablettabia’ ve ‘İlmü’t-Tevhîd’ gibi isimlerle ifade etmişlerdir51. Çünkü Aristo ‘felsefe’ tabirine, bugün ‘ilim’
46
47
48
49
50
51
Bkz. Aristoteles, Metafizik I/ III. Ve IV. Kitaplarda metafiziğin konusu ele alınmaktadır.
‘Yeni Eflatuncu İslam Filozofları’ sınıfı, günümüz İslam felsefesi tarihçilerince farklı isimlerden oluşturulmaktadır. Bu konu ilerde, ‘İslam Felsefesinde Ekoller Meselesi’ adlı başlıkta genişçe ele alınacaktır.
Geniş bilgi için bkz. Ebû Rîde, ‘Tasdîr (Giriş)’, Resâilü’l-Kindî, 47-49.
Şeyhu’r-Reis Ebû Ali Hüseyin b. Abdullah İbn Sînâ, eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, I/Tak. İbrahim
Medkur, Tah. Anawati, Said Zâid, Kahire, trz., 3-4; Ebu’l-Velid Muhammed b. Ahmed
b. Muhammed b. Rüşd, Telhîsu Mâba’dettabia, Tah: Osman Emin, Kahire, 1958, 1-2.
İbn Sînâ, İlâhiyat, I/4 vd.
Ebu Nasr Muhammed b. Muhammed b. Tahran b. Uzlug el-Fârâbî, “Fî Ağrâzi’l-Hakîm
fî Külli Makaletin Mine’l-Kitâb el-Mevsûm bi’l-Hurûf”, El-Felsefetü’l-İslamiyye 12, ss. 3438, s.34; İbn Sînâ, İlâhiyat, I/21-22; İbn Sînâ, et-Tabîiyyât Min ‘Uyûni’l-Hikme, 11-12; İbn
Rüşd, Telhîsu Mâba’dettabia, 7; İbn Rüşd, Tefsîru Mâba’dettabia, Tah: S.J. Maurice Bouyges, Beyrut, 1987, I/318-319. Yahya b. Adiy ise farklı olarak, ‘Metata fizika’ tabirini kullanmaktadır. Bkz. Yahya b. Adiy, ‘Tefsîr li’l-Makâleti’l-Ûlâ Min Kitâbi Aristotales’ Resâil
Felsefiye, ss.168-203, Tah: Abdurrahman Bedevi, Beyrut, 1983, 168-169.
34
| Nuri Adıgüzel
kavramına yakın, geniş bir anlam yüklemişti52. Nitekim başlangıçta
Arapça ‘hikmet’, bu geniş anlamdaki ‘felsefe’yi ifade etmek üzere kullanılmıştır53. Burada ‘felsefe’ dar anlamında kullanılmaktadır.
İslam filozoflarının felsefenin konusunu belirlemede ilk hareket
noktaları, ‘tümel ilim-tikel ilim’ ayrımıdır. Özellikle Fârâbî ve İbn
Rüşd, felsefenin konusunu bu bağlamda ele almaktadırlar. Bunun
anlamı şudur: Bazı ilimler, varolanı bir yönüyle inceleme konusu
yaparken, diğer bazıları varlıkların bir kısmını araştırırlar; tümel
ilim ise, bütün varolanları varolmaları bakımından ele alır. Diğer bir
ifadeyle tümel ilim, ilk ilkeleri ve ilk sebepleri incelemektedir ve bu
nedenle ona ‘İlk Felsefe’ denilir54.
Fârâbî ‘Makâle fî Ağrâz…’ adlı eserinde:
“Biz deriz ki: Bazı ilimler tikel (cüz’î), bazıları da tümeldir (küllî). Tikel
ilimlerin konusu varlıkların veya vehme dayalı şeylerin (mevhûmât) bir kısmıdır ve bu kısma özgü ilineklerle (araz) birlikte onu araştırır…”55 dedikten sonra İlâhiyat (metafizik) hakkında şunları söylemektedir: “Tümel
ilme gelince, varolanların hepsinde ortak (âmm) olan ‘varlık, birlik, varlık ve
birliğin türleri ve eklentileri (levâhik)’ gibi şeyleri araştıran bu ilimdir. Ayrıca, tikel ilimlerden herhangi birinin konularına eklentili (levâhikinden) olmayan, ‘önce olma’, ‘sonra olma’, ‘kuvve ve fiil’, ‘tam ve eksik’ ve bunlar gibi
hususları da araştırır. Bundan başka, tüm varolanların ortak ilkesini (mebde)
araştırır ki, o İlke Allah (c.c.) diye isimlendirilmesi gereken varlıktır”56.
52
53
54
55
56
Bkz.İbn Rüşd, Tefsîru Mâba’dettabia, I/12; krş. Aristoteles, Metafizik, 993b, 19-25 ve 1003b,
35-36 (Aristo dar anlamda ‘felsefe’ye ‘ilk felsefe’ adını vermektedir); Ebû Rîde, ‘Tasdîr (Giriş)’, Resâilü’l-Kindî, 44-46.
Geniş bilgi için bkz. Fârâbî, Fusulü’l-Medenî, Çev: Hanifi Özcan, İzmir, 1987, 43-45; İbn
Sînâ, et-Tabîiyyât min ‘Uyûni’l-Hikme, 11-12; Bağdâdî, age., III/3.
Kindî, Kitâb fî’l-Felsefeti’l-Ûlâ, 98-101; Fârâbî, Fî Ağrâzi’l-Hakîm, 35; Ebu’l-Berekât elBağdâdî, age., III/4; İbn Rüşd, Telhîsu Mâba’dettabia, 3.
Fârâbî, Fî Ağrâzi’l-Hakîm, 34; İbn Rüşd, Telhîsu Maba’dettabia, 1-3.
Fârâbî, Fî Ağrâzi’l-Hakîm, 35. Krş. Aristoteles, Metafizik, 1003a, 20-32.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 35
Aynı yerde, bunların neden yalnızca felsefe tarafından araştırılması gerektiğini, başka bir ilim tarafından ele alınamayacağını ise
şu gerekçeye dayandırmaktadır: “…Ayrıca, tümel ilmin bir tek ilim
olması gerekir. Çünkü iki tane tümel ilim olursa, onlardan her birinin özel
birer konusu olmuş olur. Özel konusu olan bu iki ilimden biri, tikel olan
diğerini kapsamaz. Dolayısıyla (hiçbiri bütün varolanları kapsamadığından) her ikisi de tikel olmuş olur. Oysa bu bir çelişkidir. Öyleyse tümel
ilim bir tektir. Bu durumda ilâhiyat ilminin de böyle bir ilmin konusu olması gerekir. Çünkü Allah, varolanların bir kısmının değil, bütün (mutlak) varolanların ilkesidir ve bütün varolanların ilkesine ilişkin bilgileri
kapsayan bölümün ilâhiyat ilmi (ilmü’l-ilâhî) olması gerekir. Zira bu bilgiler (meânî), tabiatla ilgili bilgiler (tabiiyyât) arasında yer almaz; aksine tabiatla ilgili bilgilerden daha yüksek ve geneldir. Bu ilim de tabiat ilminden
yücedir ve tabiat ilminden sonradır. Bundan dolayı onu metafizik ilmi
(‘ilmü mâba’dettabî‘a) diye isimlendirmek gerekir.”57
Fârâbî’nin görüşlerini destekler nitelikte bilgiler veren İbn Rüşd
de, konuya oldukça geniş yer ayırmıştır. Ona göre filozof, varlığın
bütün sınıflarını ve bu arada kategorileri araştırmalı, fakat bunları tikel varlıkların illetleri olmaları bakımından değil, İlk İllet ile ilişkisi
bakımından ve bütün varlıkların en uzak illetleri olmaları bakımından incelemelidir. Ayrıca filozof, bizzat varolan varlıkları araştırmalı,
bi’l-araz varlıkları araştırmamalıdır58. O bu konuda şöyle der:
“Aslında filozofun görevi bi’l-araz varlığı araştırmak değildir. Çünkü
bi’l-araz varlık, ne bilimsel olarak, ne de pratik olarak incelenmesi mümkün
değildir. Mesela, bir ev yapan usta, onda bulunan sonu gelmeyecek ilinek57
58
Fârâbî, Fî Ağrâzi’l-Hakîm, 35. Krş. Aristoteles, Metafizik, 996a, 18-35 (Fârâbî Aristo’nun
görüşlerini naklediyor olsa da, onları birebir alıntı şeklinde olmayıp, kendisi tarafından
sistematize edilmiş bir özettir. İbn Rüşd ise onu tefsir etmesi nedeniyle metne son derece bağlıdır); İbn Rüşd, Telhîsu Mâba’dettabia, 2-6; İbn Rüşd, Tefsîru Mâba’dettabia, II/699620.
İbn Rüşd, Tefsîru Mâba’dettabia, II/699-620.
36
| Nuri Adıgüzel
sel (arazî) şeylerle hiç ilgilenmez. Örneğin, içinde oturan kimse için bu
evin mutluluk vermesi, faydalı olup-olmaması, ustayı hiç ilgilendirmez.
Çünkü böyle şeyler, o eve ilişecek (ârız olacak) olan güzel rastlantılardan
başka birşey değildir… Bunları bilmek mümkün değildir”59.
Varolanların bir kısmını araştıran ilimlerin felsefeden farkını ortaya koyarken, ilk olarak tabiat (fizik) ilminin hareket etmesi bakımından hareket eden varlıklar olduğunu belirten İslam filozofları,
daha sonra matematiksel (teâlîmî) ilimlerin60 de varlığa değil, düşünce
ve sanıya dayanan (vehmiyyât) bilgileri tikel olarak ele aldığını vurgulamaktadırlar. Çünkü matematiksel ilimler soyut (maddeden mücerret)
şeylerle ilgilenmeleri bakımından fizik ilminden yüksek olsa da,
onun soyut (maddeden mücerret) oluşu varlıksal (vücûdî) olmayıp kabule bağlı (vehmî) olduğundan, ona ‘metafizik’ denilemez. Kabule bağlı (vehmî) olmayıp varlıkta olanlarının ise tabii nesneler dışında bir
varlığından söz edilemez. Buradan çıkarılan sonuç, ‘metafizik’ adının
ancak tümelleri konu alan ilim için kullanılabileceğidir61.
B. Teorik-Pratik Açıdan Felsefenin Konusu
İslam filozofları felsefenin konusunu açıklarken, ikinci hareket
noktası olarak ‘teorik felsefe-pratik felsefe’ ayrımını almaktadırlar. Felsefenin teorik oluşunun ne anlama geldiğini ortaya koyabilmek için
özellikle İbn Sînâ, geniş açıklamalarda bulunmaktadır.
59
60
61
İbn Rüşd, Tefsîru Mâbadettabia, II/618.
Bunlar, ‘ilmü’l-aded’, ‘ilmü’l-hendese’, ‘ilmü’n-nücûm’, ‘ilmü’l-menâzır’, ‘ilmü’l-mûsikî’, ‘ilmü’l-eskâl’ ve ‘ilmü’l-hiyel’ olmak üzere yedi tanedir. Bugün ise bunların yerine ‘matematik’, ‘astronomi’, ‘müzik’ ve ‘fizik’ şeklinde bir sınıflama yapılmaktadır. Bkz. Farâbî,
İhsâu’l-Ulûm, 49 vd. (ve 1 no’lu dipnot).
Fârâbî, Fî Ağrâzi’l-Hakîm, 35-36. Ayrıca burada matematiksel ilimlerin konuları genel
hatlarıyla açıklanmaktadır. Krş. Aristoteles, Metafizik, 996b, 1-13; İbn Rüşd, Tefsîru
Mâba’dettabia, II/710-711.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 37
İbn Sînâ’ya göre teorik felsefe, bilfiil aklı elde etmekle nefsin teorik gücünü (kuvve) yetkinleştirmek ister. Bu da, nesnelerin tasavvur ve tasdikiyle mümkündür. Fakat nesnelerin tasavvur ve tasdike
konu olması, bizim eylemlerimiz (a’mâl) veya hallerimiz olmaları
bakımından değildir. Dolayısıyla bundaki amaç, bir eylemin niteliği
hakkındaki ya da bir eylemin ilkesi olması bakımından o eylemin
ilkesinin niteliği hakkındaki bir görüşü veya itikadı elde etmek değil, en genel anlamda görüş veya itikadın elde edilmesidir.62
Pratik (amelî) felsefe ise ona göre, birinci olarak bizim onları eylememiz bakımından tasavvur ve tasdikimize konu olan nesnelerin
bilgisini elde etmeyi ve böylece teorik gücü yetkinleştirmeyi, ikinci
olarak da bunun sonucunda ahlâkî davranma gücünün yetkinleşmesini amaçlar63.
İbn Sînâ’da tıpkı Fârâbî gibi, bütün diğer ilimleri İlk Felsefe’ye
bağlamıştır. O, teorik felsefenin ‘tabiat ilmi’, ‘matematik’ ve ‘İlâhiyat’
kısımlarına işaret ettikten sonra, felsefenin tüm diğer ilimlerin üzerinde yer aldığını belirtir64.
Mantık ve tabiat ilimleri gibi İlahiyat dışındaki sahalar için kaleme alınan eserlerdeki İlâhiyat’ın konusuna ilişkin bilgileri de hatırlatan İbn Sînâ’ya göre İlâhiyat, hem tanım bakımından, hem de
kıvam (ayakta kalabilme) bakımından maddeden ayrık bulunan
(mufârak) varlıkları, tabii ve matematiksel varlıkların ilk sebeplerini,
bu sebeplere ilişkin hususları, sebeplerin Sebebi’ni ve ilkelerin İlkesi’ni -ki şânı yüce olan Allah’tır- araştırır65.
Yine ona göre İlâhiyat ilmi, diğer ilimlerin ilkelerinin sağlamasını yani onların doğrulamasını da yapmaktadır. Bu nedenle gerçek
62
63
64
65
İbn Sînâ, el-İlâhiyyât I/3-4.
Bkz. İbn Sînâ, Şifa-İlâhiyyât, I/4.
İbn Sînâ, Şifa-İlâhiyyât, I/4.
İbn Sînâ, Şifa-İlâhiyyât, I/4.
38
| Nuri Adıgüzel
manada ‘hikmet’ adı ancak ‘İlahiyat’ ilmine yakışır. Filozofumuza
göre, bu nedenle bazen, en üstün bilineni konu etmesi sebebiyle
hikmetin en üstün ilim olduğu veya hikmetin, en sağlıklı ve en sağlam bilgi olduğu, yahut da onun, Bütün’ün (evren) ilk sebeplerinin
bilgisi olduğu söylenir66.
C. Tanrı Felsefenin Konusu Değildir
Felsefenin diğer ilimler arasındaki konumunu belirledikten
sonra filozofumuz, felsefenin konusunun ne olmadığı üzerinde de
durmaktadır.
Tanrı’nın, herhangi bir bakımdan İlâhiyat’ın konusu olamayacağı, dört illetin de yalnızca varolmaları bakımından İlâhiyat’ın konusunu teşkil edebileceği görüşünde olan İbn Sînâ, ‘metafiziğin konusunun Allah olduğu’ iddiasıyla ‘en uzak dört illet olduğu’ iddialarına
karşı çıkmaktadır. İlk olarak o, bütün illetlerin İlleti, ilkelerin İlkesi
konumundaki yüce Tanrı’nın İlâhiyat’ın (metafizik) konusu olupolmadığını tartışır67.
Ona göre Tanrı ilâhiyatın konusu olamaz, çünkü her ilim konusunun varlığını önceden kabul etmiş demektir. Aksi halde varlığı
kabul edilmeyen bir şeyin konu edinilmesi gibi saçma bir durumla
karşı karşıya kalınır. Dolayısıyla her ilim varlığını benimsediği şeyin hallerini araştırır. Oysa ilâhiyatta Tanrı’nın varlığının önceden
kabul edilesi caiz olmayıp yalnızca onun tarafından araştırılır. Böyle olmadığı varsayıldığında, filozofumuza göre iki durum ortaya
çıkar. Tanrı’nın varlığı ya ilâhiyat ilminde kabul edilir ve başka bir
ilimde araştırılır yahut ilâhiyat ilminde kabul edilir fakat hiçbir ilim
tarafından araştırılmaz. Ona göre her iki durum da geçersizdir.
66
67
İbn Sînâ, Şifa-İlâhiyyât, I/5.
İbn Sînâ, Şifa-İlâhiyyât, I/5.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 39
Başka bir ilimde araştırılması caiz değildir, zira başka ilimler ahlak,
siyaset, tabiat, matematik ya da mantık olabilir. Hikmete dayalı
ilimlerde bunlardan başka bölüm yoktur. Fakat bu ilimler arasında
Tanrı’nın ispatını araştıracak herhangi bir ilim bulunmamaktadır.
Bunların konuları illetlerin İlleti ve ilkelerin İlkesi olan varlığı araştırmaya elverişli değildir. Ortaya çıkacak ikinci durum ise Tanrı’nın
varlığının araştırılmamasını içerdiğinden, ya Tanrı’nın varlığı kendiliğinden apaçık olmalıdır, ya da düşünce yoluyla onu açıklamaktan ümidin kesilmiş olması gerekir. Oysa ne kendiliğinden bilinebilirdir, ne de açıklanmasından ümit kesilmiştir. Çünkü Tanrı’nın
varlığı hakkında delil vardır. Ayrıca O’nu açıklamaktan ümit kesenin O’nun varlığını kabul etmesi de mümkün olamaz. Sonuç olarak
İbn Sînâ, Tanrı’nın varlığının metafizik tarafından araştırılmasından
başka bir seçeneğin kalmadığını belirtir68.
Ayrıca İbn Sînâ’ya göre Tanrı’nın varlığı ve sıfatları bakımından olmak üzere iki yönden araştırılması mümkündür. O’nun varlığının ilâhiyat ilminde araştırılması durumunda, Tanrı’nın bu ilmin
konusu olması câiz olmaz. Çünkü hiçbir ilme konusunu ispat düşmez. O’nun varlığı ancak bu ilim tarafından araştırılabilir. Zira bu
ilim, maddeden ayrık bulunan varlıkları araştıran bir ilimdir. Ayrıca tabii ilimlerde Tanrı’nın cisim veya cisim olma gücü olmadığı,
fakat O’nun Bir, maddeden ve herhangi bir bakımdan kendisine hareket uğramasından uzak (berî) olduğu da açığa çıkmıştır. Dolayısıyla O’nu ilâhiyatın araştırması gerekir69.
Böylece İbn Sînâ, ‘Allah’ın, İlâhiyat’ın konusunu teşkil etmemesine karşın, İlâhiyat tarafından araştırılması gerektiğini ispatlamaya
çalışmaktadır.
68
69
Bkz. İbn Sînâ, Şifa-İlâhiyyât, I/5-6.
İbn Sînâ, Şifa-İlâhiyyât, I/6-7.
40
| Nuri Adıgüzel
‘Varolanların en uzak sebepleri70 konumundaki dört illetin, (maddî,
suverî, fâil ve gâî) İlâhiyat’ın (ilk felsefe) konusunu teşkil ettiği’ iddiası ise
İbn Sînâ’ya göre çeşitli yönlerden tartışılabilir. Örneğin bu dört illetin ‘varolması’ bakımından, ‘mutlak sebepler’ olmaları bakımından,
her birinin ‘kendisine özgü konumu’ bakımından ve ‘bir toplam’ ve ‘bir
birlik’ olmaları bakımından olmak üzere dört farklı yönden ele
alınmaları mümkündür71.
Bu sebeplerin, onların ‘mutlak sebepler’ olmaları bakımından
araştırılması ona göre caiz değildir. Çünkü bu takdirde İlâhiyat’ın
amacı, ‘mutlak sebepler’ olması bakımından bu mutlak sebeplere ilişen ilinekleri (araz) incelemek olurdu. Oysa bu ilmin ele aldığı konular (‘Tümel ve tikel, kuvve ve fiil, imkan ve kesin-gereklilik (vücub)’ vb.
gibi.) ‘sebep’ olması bakımından bu sebeplere ilişen arazlar değildir.
Zira mutlak sebep ile bu konuları ilişkilendirdiğimizde, ancak ilineksel bir ilişki söz konusu olabilir. Filozofumuza göre, bu konuların her biri kendi başlarına araştırılması gereken konulardır. Ayrıca
bunlar, ne tabiat ilimlerine, ne matematik ilimlerine, ne de pratik
(amelî) ilimlere aittirler. Dolayısıyla, bu konular İlâhiyat tarafından
ele alınmalıdır ama sebeplerle ilişkileri bakımından değil72.
İbn Sînâ dört sebebin İlâhiyat’ın konusu olup-olmadığına ilişkin tartışmasını şu şekilde sürdürmektedir:
“Aynı şekilde, mutlak sebeplerin bilgisi, sebebi olan varlıkların sebeplerinin ispatından sonra elde edilir. Biz, sebeplilerin (müsebbebât) varlığının varlıkta kendilerinden önce gelen sebeplere taalluk etmeleri bakımından, sebepli varlıkların sebeplerinin varlığını ispat etmediğimiz sürece, akla göre mutlak sebebin varolması gerekmez; hatta ortada bir sebep olması
70
71
72
İbn Sînâ, ‘sebep’ ve ‘illet’ kelimelerini aynı anlamda kullanmaktadır. Biz de onun kendi
kullanımına uygun olarak bazen ‘sebep’, bazen ‘illet’ kullandık.
İbn Sînâ, Şifa-İlâhiyyât, I/7.
İbn Sînâ, Şifa-İlâhiyyât, I/7-8.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 41
da gerekmez. Duyu ise, sadece bir anlık birbirini tamamlama (muvâfât)73
idrakine götürür; iki şeyin (sebep ve sebepli) birbirini tamamlaması, onlardan birinin diğerinin sebebi olmasını gerektirmez. Duyu ve tecrübe verilerinin çoğalmasıyla nefiste oluşan iknâ ise, bildiğin gibi, çoğunlukla varolan
şeylerin tabiî ve ihtiyârî olduğu bilinmedikçe, destekten yoksundur (gayru
müteekked)”74.
“Bu, aslında illetlerin ispatına ve illet ve sebeplerin varlığını kabul
etmeye dayanmaktadır. Ve bu, apriori olarak (evveliyyen) apaçık olmayıp,
gözlemle bilinebilen bir şeydir (meşhûd)…”75
Kısaca belirtmek gerekirse İbn Sînâ, en uzak sebeplerin Varolmaları bakımından bu ilmin konusu olabileceklerini, başka bakımlardan bunun mümkün olmadığını ispatlamaktadır. Tartışmanın
sonunda o, İlâhiyat’ın ilk konusunun, varolması bakımından varolan olduğu sonucuna varmaktadır76.
D. Felsefe ve Diğer İlimlerin Konularının Ayrıştırılması
İbn Sînâ diğer ilimlerin konularına da değinerek felsefenin sınırlarını belirgin hale getirmeye çalışır. Ona göre tabiat (fizik) ilminin konusu cisimdir. Ancak tabiat ilmi cismi, varolması, cevher olması veya madde (heyula) ve suretten mürekkep olması bakımından
değil, hareket ve dinginliğin (sükun) konusu olması bakımından
araştırır. Cismi araştırma konusu olarak benimseyen diğer ilimler
73
74
75
76
İbn Sînâ’nın metninde yer alan ‘el-Muvâfât’ ‘ansızın gelmek’, ‘gelmek’, ‘ulaşmak’, ‘(ölüm)
gelmek’ ve ‘(hakkını) vermek’ anlamlarına gelmekle birlikte diğer bazı türevlerinde ‘tamamlamak’ anlamı da bulunmaktadır. (Bkz. Komisyon, el-Mu’cemü’l-Arabî el-Esâsî, Larousse Yay., Alecso, 1989, ‘V-F-Y’ maddesi). Bu nedenle metinden şu anlam çıkarılmıştır: Duyu sadece, ‘sebep’ ile ‘sebepli’ arasında yeterli ve birbiriyle uyumlu bir tamamlama
ilişkisi bulunduğu idrakini verir. Diğer bir ifadeyle ikisinin birbirini tamamladığına
dair, anlık bir idrak oluşturur.
İbn Sînâ, Şifa-İlâhiyyât, I/8.
İbn Sînâ, Şifa-İlâhiyyât, I/8.
İbn Sînâ, Şifa-İlâhiyyât, I/8-9.
42
| Nuri Adıgüzel
ise, tabiat ilminin alt birimleri olup, felsefeye tabiat ilminden daha
uzaktırlar. Çünkü tabiat ilminin konusu, alt birimlerine oranla daha
tümeldir. İbn Sînâ, ahlaki ilimlerin de tabii ilimlere kıyaslanabileceğini söylemektedir77.
Filozofumuza göre matematik ilimlerinin konusu, soyut halde
(maddeden mücerret) veya maddeyle birlikte bulunan nicelik (miktar)
veya sayıdır. Fakat matematiksel ilimlerin araştırması, matematiksel varlıkların soyut veya maddede bulunup bulunmadığını tespite
yönelik olmayıp, yalnızca onlara ilişen (ârız olan) çeşitli halleri, diğer
bir ifadeyle nicelik ve sayının konumları (vaz’) ortaya konulduktan
sonra içinde bulunduğu halleri tespite yöneliktir. Matematiksel
ilimlerin alt birimleri de tıpkı tabii ilimler gibi, daha özel arazlarla
ilgilenirler ki bu onların konumlarına da uygun düşmektedir78.
Son olarak İbn Sînâ, mantıksal bilginin konusuna temas ederek
onun, ikinci akledilirler, yani zihinsel anlamlar (mana) olduğunu söyler. Bu anlamlar, bilinenden hareketle bilinmeyene ulaşılmasını sağlayan bir nitelik (keyfiyet) yoluyla birinci makullere dayanırlar. Dolayısıyla mantık ilminin araştırması, bu anlamların akledilirlikleri bakımından olmadığı gibi, maddeye veya cisme ait (cismânî) maddeye
taalluk etmeyen aklî bir varlığa sahip olmaları bakımından da yapılmaz79.
Böylece felsefenin diğer ilimler arasındaki konumu, sınırları ve
diğer ilimlerden farkını ortaya koyan İbn Sînâ, verdiği bilgilerden
şu sonucu çıkarmaktadır:
“Nihayet cevherin varlık ve cevher olması; cismin, cevher olması; nicelik ve sayının, varolması ve varolma keyfiyetleri; biçimsel (suverî) nesnelerin, maddede veya cismani bir maddede bulunmamaları ve onların oluş
77
78
79
İbn Sînâ, Şifa-İlâhiyyât, I/10.
İbn Sînâ, Şifa-İlâhiyyât, I/10.
İbn Sînâ, Şifa-İlâhiyyât, I/10-11.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 43
keyfiyetleri ve kendilerine özgü varlık tarzları bakımından araştırılması,
bağımsız olarak ele alınmayı gerektirmektedir”80.
Filozofumuz, bu saydığı felsefenin konularından her birini tek
tek ele alarak, bunlardan hiçbirinin diğer ilimlerin araştırabileceği
türden olmadıklarını, çünkü ayakta kalmalarının (kıvâm) hissedilir
nesnelere bağlı olmadığını vurgulamaktadır. Öte yandan, bu konuların hepsi için varlık dışında ortak bir konu belirlenmesi de ona
göre mümkün değildir. Çünkü bir kısmı cevher, bir kısmı nicelik,
bir kısmı başka kategorilerdendir ve gerçek anlamda onların hepsine yaygın olacak ‘varlık’ın manasından başka bir mana yoktur81.
Nitekim ona göre bazı varlıklar, yalnızca zihinde tanımlanır ve
yalnızca zihinde gerçekleşir ki bu tür varlıklar, bütün ilimler için ortaktır. Fakat hiçbir tikel ilim bunları araştırmayı üstüne alamaz. Mesela, bir olması bakımından ‘bir’, çok olması bakımından ‘çok’, ‘uygun (muvâfık)’-‘farklı (muhâlif)’, ‘zıt’ vb. gibi. Kimi ilimler bunları
yalnızca alır ve kullanır; kimileri tanımlarını alır, fakat hangi tarz
bir varlığa sahip olduğundan söz etmez. Çünkü bu zihin varlıkları,
tikel ilimlerden herhangi birinin bir konusuna ait arazlar değildirler. Ayrıca, herhangi bir varlığın veya bütün varlıkların sıfatları da
değildirler. Dolayısıyla İbn Sînâ’ya göre, sözü edilen zihinsel varlıklardan her biri, bütün varlıklarda ortaktır. Onlar, herhangi bir kategoriye tahsis edilemez ve varolması bakımından varolan dışında
hiçbir şeyin arazları olamazlar82.
Böylece ‘Varolması bakımından varolan’ın, bütün varlıkların ortak
yanı olduğunu ve bu yönüyle İlâhiyat’ın konusunu teşkil ettiğini
belirten İbn Sînâ, İlâhiyat’ın, kendi konusunun mahiyetini öğrenebileceği ve bu konunun ispatını yapacak bir başka ilme ihtiyaç duy80
81
82
İbn Sînâ, Şifa-İlâhiyyât, I/11.
İbn Sînâ, Şifa-İlâhiyyât, I/11-12.
İbn Sînâ, Şifa-İlâhiyyât, I/12-13.
44
| Nuri Adıgüzel
madığı görüşündedir. Yani İlâhiyat, ‘Varolması bakımından varolan’ın
gerçekliğini (inniyet) ve neliğini (mahiyet) yalnızca kabul eder. Dolayısıyla bu ilmin ilk konusu, ‘Varolması bakımından varolan’dır; elde
etmek istediği bilgi ise, kayıtsız şartsız varolması bakımından ona
eklenen (levâhik) varlıkların bilgisidir83.
İbn Sînâ’ya göre, ‘Varolması bakımından varolan’a katışan cevher,
nicelik, nitelik vb. varlıklar, onun türleri konumundadır. Fakat varolanın, onlara bölünme bakımından bu şekilde bir bölümlenmeye
ihtiyacı yoktur. Ayrıca, varolana katışan bu nesnelerden bir kısmı,
özel arazlar gibidir-mesela ‘bir’ ve ‘çok’, ‘kuvve’ ve ‘fiil’, ‘tümel’ ve ‘tikel’, ‘mümkün’ ve ‘vâcip’ gibi-ve varolanın bu arazları kabul etmede
veya onlara yetenekli olmada, ‘tabii’, ‘matematiksel’ (ta’lîmî) veya
‘ahlâkî’ gibi özel bir niteliğe bürünmeye de ihtiyacı yoktur84.
İlâhiyatın konusu ile ilgili olarak, ‘Varolanı bu ilmin konusu yaptığınız zaman varolanların ilkelerinin bu ilim tarafından ispatlanması caiz
olmaz; çünkü bir ilim, konusuna katışan şeyleri (levâhik) araştırır, ilkelerini değil…’ şeklinde yöneltilebilecek bir itiraza İbn Sînâ şu cevabı verir:
“İlkelerin araştırılması da bu konunun arazlarının araştırılması demektir. Çünkü varlığın ilkesi, onu oluşturan (mukavvim) veya onu imkansız kılan bir şey değildir; bilakis o, varolanın tabiatına kıyasla, varlığa ilişmiştir (ârız olmuştur) ve onun özel arazlarındandır. Çünkü ‘varolan’dan
daha genel bir şey yoktur. Dolayısıyla o, başkasına ilksel (evveliyyen) olarak eklenir. Bununla birlikte onun, tabii, matematiksel veya kendisine ilke
olmaklığın ilişeceği bir başka şey olmaya ihtiyacı yoktur. Ayrıca ilke, bütün
varlığın (bütün varolanların) ilkesi değildir. Çünkü bütün varlığın ilkesi
olsaydı, o kendi kendisinin ilkesi olmuş olurdu. Bütün varlığın ilkesi yoktur. İlke, yalnızca illetli (ma’lül) olan varlık için söz konusudur. Dolayısıy83
84
İbn Sînâ, Şifa-İlâhiyyât, I/13.
İbn Sînâ, Şifa-İlâhiyyât, I/13.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 45
la ilke, bir kısım varlığın ilkesidir. Bu durumda bu ilim, mutlak varolanın
ilkesini araştırmış olmaz. Aksine, diğer tikel ilimler gibi, varolanın bir
kısmının ilkelerini araştırmış olur…”85
İslam filozoflarının felsefenin (mâbadettabia) konusuna dair açıklamalarından hareketle dar anlamda felsefenin konuları şu şekilde
sıralanabilir:
a.
‘Mutlak varlık’ ve kapsamı (umum) ona eşit olan ‘Bir’.
b. Varolmaları bakımından varlıkların en uzak sebepleri olan dört
sebep (fâil, gâye, madde ve sûret). Çünkü bunlar, bir illeti veya illetleri bulunan her varlığın varlık bakımından illetidirler.
c.
Varolanın eklentileri (levâhik): ‘Kuvve ve fiil’, ‘tam ve noksan’, ‘illet
ve malül’ gibi.
d. Birliğin eklentileri (levâhik): ‘Hüviyet’, ‘benzeşim (teşâbüh)’, ‘eşitlik’,
‘uygunluk (muvâfakat)’, ‘denklik (muvâzât), ‘ilişki (münasebet)’ gibi
e.
Varlıkların türleri olan ‘kategoriler (cevher ve dokuz araz kategorisi)’ ile ‘bir’in türleri olan ‘cins bakımından bir’, ‘tür bakımından bir’,
‘ilişki bakımından bir’ ve bunların bölümleri.
f.
‘Mutlak varlık’ ve ‘Bir’in karşıtları olan ‘yokluk’ (hiçlik) ve ‘çokluk’. Çünkü karşıt olanların (mütekâbilât) bilgisi bir olur. Yani
karşıtların bilgisi bir bütündür.
g. Yokluğun ve çokluğun türleri.
h. Yokluğa ve çokluğa ilişkin hususlar (levâhik) ve bütün bu sayılanların ilkeleri86.
i.
85
86
Yalnızca hareket eden veya yalnızca konuşan varlık olması bakımından değil, illeti olan bir varlık olması bakımından, illeti
olan her varlığın kendisinden taştığı İlk Sebep (es-Sebebü’lEvvel).
İbn Sînâ, Şifa-İlâhiyyât, I/14.
Fârâbî, Fî Ağrâzi’l-Hakîm, 36.
46
j.
| Nuri Adıgüzel
Varolması bakımından Varolanın arazları.
k. Tikel ilimlerin ilkeleri. Çünkü daha özel olan her ilmin ilkeleri,
daha yüksek olan ilmin sorunları arasında bulunur. Örneğin tıp
ilminin ilkeleri, fizik ilminde, ölçüm (misâha) ilminin ilkeleri
matematik ilminde bulunur87.
Tikel ilimlerin konularının başladığı yerde metafizik ilmi sona
erer. Bütün tikel ilimlerin ilkeleri, konularının sınırları metafizik tarafından belirlenir88. Fakat bu belirleme metafiziğin bir ihtiyacı sonucunda değil, ilineksel olarak metafiziğin araştırması sonucunda
ortaya çıkmıştır. Diğer bir ifadeyle tikel ilimlerin ilkelerinin metafizik tarafından ortaya konulması, metafiziğin ‘İlâhiyat ilmi’ ya da ‘İlk
Felsefe olması’ bakımından gayesi değil, onun yaptığı araştırmanın
bir sonucudur.
Felsefenin konusu hakkında görüş belirtmemelerinin yanı sıra, bir
ilim disiplini içerisinde hareket etmeyen İhvân-ı Safa’nın (945-1050)
İlâhiyat’ın içeriğine dair verdiği bilgiler, bu topluluğun felsefeyi ve diğer ilimleri pragmatik bir tarzda kullandıkları izlenimini uyandırmaktadır89. Onların, felsefenin konusuna ilişkin düşüncelerini, ilimler sınıflaması yaparken verdikleri bilgilerden çıkarmak mümkündür.
87
88
89
İbn Sînâ, Şifa-İlâhiyyât, I/14-15.
Fârâbî, Fî Ağrâzi’l-Hakîm, 36. Fârâbî’nin burada söyledikleri, Aristo’nun ‘Metafizik’ adlı
eserinin IV. Kitabının özeti gibidir. Aslında adından da anlaşılacağı üzere makalesini
kaleme alma nedeni de Aristo’nun bu eserinde söylediklerinin amacını ortaya koymaktır. Krş. Aristoteles, Metafizik I, III. Ve IV. Kitaplarda metafiziğin konusu üzerinde
durulmaktadır.
İhvân-ı Safa ile aynı çağda yaşamış olan Ebû Hayyan et-Tevhidî (ö. 1023), başta Zeyd b.
Rufâa olmak üzere bu topluluğa mensup bazı şahısları tanıdığını belirterek onlar hakkında çeşitli bilgiler vermekte ve onların, ‘Yunan felsefesiyle Arap dininin (İslam) birleştirilmesi halinde bir yetkinliğin (kemal) ortaya çıkacağı’ görüşünde olduklarını belirtmektedir.
Tevhidî aynı yerde onların eserleri hakkında şu yorumu yapmaktadır: “Bu eserler, doyumsuzca ve yetinmeksizin her ilimden biraz bilgilerin yer aldığı, içlerinde hurafeler, kinayeler,
eleştirel ruhtan yoksun soyutlamalar (telfîkât) ve temelsiz görüşler (telzîkât) bulunan ve hataların çokluğundan dolayı doğruların kaybolduğu eserlerdir”. Bkz. Ebû Hayyan et-Tevhidî, el-
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 47
İhvan-ı Safa’ya göre felsefî ilimler dörde ayrılır. Bunlar, Riyâziyat, Mantık ilimleri, Tabiat ilimleri ve İlâhiyat’tır. Onlara göre İlâhiyat, Allah ve Sıfatları, basit aklî cevherler olan rûhâniler -ki bunlar
aynı zamanda meleklerdir ve soyut suretlerdir-nefisler (tabii cisimlere ve feleklerin cisimlerine giren ruh ve nefisler) ve siyaset konularını
içermektedir. Ayrıca siyaset ilmi, Peygamber’in (nebevî) siyaseti,
devlet başkanının siyaseti, genel siyaset ve kişisel siyaset olmak
üzere yine dört bölüme ayrılmaktadır90.
Burada İhvân-ı Safa, felsefenin konusunu belirli ilkelere dayandırarak tespit etmiş değildir. Ayrıca bu konuların hangi bakımlardan araştırılması gerektiğine ilişkin bilgi vermemekte, bu konuların
tek bir ilim tarafından ele alınmasını gerektiren ve onları ortak bir
ilkede birleştiren ilkeden ya da ilkelerden söz etmemektedirler. Bu
da onların görüşlerinin her ne kadar felsefenin konularına ilişkin olsa bile, diğer ünlü İslam filozofları gibi burhana dayalı açıklamalarla desteklenmemesi anlamına gelmektedir. Bir başka ifadeyle yeterince temellendirilmiş gözükmemektedir. Aslında onların bu tutumları, daha önce oluşturulmuş olan ve felsefi eserlerde yer alan
bazı kavramlara ilişkin açıklamalarında da açıkça görülmektedir91.
Daha önce de belirtildiği gibi, bazı İslam filozoflarının eserlerinde, felsefenin konusuna dair doğrudan bilgilere rastlanmazken92
90
91
92
İmtâ’ ve’l-Muânese, Tah: Ahmet et-Tuveylî, Tunus, 1988, 171-173. İhvan-ı Safa’nın eserlerinin tam manasıyla disipliner bir anlayışla kaleme alınmadığı, bilgi edinmede belirli
bir yönteme bağlı kalınmadığı, bilakis eserlerinin ansiklopedik bir görünüm arzettiği
konusunda bkz. İhvan-ı Safa, Resâilü İhvan-ı Safa Ve Hullânu’l-Vefa, yayınlayan: Butros
el-Bustânî, Beyrut, trz., IV/9-10, 42; ayrıca bkz. I/19-20 (Mukaddime); Bayram Ali Çetinkaya, İhvân-ı Safâ’nın Dinî ve İdeolojik Söylemi, Ankara, 2003, 34-35.
Geniş bilgi için bkz. İhvan-ı Safa, Resâil, I/266-275; Çetinkaya, age, 66.
Örneğin ‘illet’i tanımlarken, son derece genel bir tarif vererek onun felsefi tanımına değinmemektedirler. Bkz. İhvan-ı Safa, Resâil, III/ 358-359; diğer bazı kavramların tanım
ve tarifleri için bkz. III/384-392.
Örneğin Ebû Bekir Zekeriya er-Râzî, ‘Makâle fî Mâba’dettabîa’ adlı eserinde hareket ve
etkinlik ilkesi olarak ‘tabiat’ın varolup-olmadığı ve etkinliklerinin türleri ve nitelikleri
48
| Nuri Adıgüzel
diğer bazılarının bu konuda kendilerinden önce söylenenleri tekrar
ettikleri ya da onları açıklamakla yetindikleri görülmektedir93.
E. Günümüz İslam Felsefesinin Konusunu Tespitle İlgili
Güçlükler
Bu anlatılanlardan ortaya çıkmaktadır ki, felsefeyi bir disiplin
olarak benimseyen ve kendilerine miras bırakılan felsefi birikimi
onun konu, amaç, yöntem, kavram ve literatürüne uygun ve (her
türlü doğru bilgiyi içerecek şekilde Kur’an ve hadislerde de kullanıldığı geniş anlamıyla) hikmetin özü olarak kabul eden94 İslam filozofları,
tıpkı Aristo gibi İlk Felsefeyi gerçek felsefe, konusunu da varolması
bakımından varlık diye açıklamışlardır. Bundan sonra ve bunlar
ışığında, ‘günümüz İslam felsefesinin konusu’ ile ilgili bazı tespitler de
ilave edilerek sorunsala ilişkin güçlükler şu şekilde sıralanabilir:
1. ‘Felsefe’ ve ‘filozof’ kavramlarının muhtevalarına ilişkin belirsizlik ve kararsızlık. Felsefe ve filozofun özellikle filozoflar tarafından farklı biçimlerde tarif edilmesi, İslam felsefesi tarihçilerinin felsefenin konusunu tespitte karşılaşabilecekleri güçlüklerin başında
yer almaktadır. Çünkü kimi zaman kendisini ‘filozof’ ilan eden bir
kimse, daha öncekilerden farklı bir boyutta ve farklı yöntemlerle
felsefi konulara yaklaşabilmekte (Ebû Hayyan et-Tevhîdî (ö. 1023) ve
İhvân-ı Safâ gibi), kimi zaman da kendisine ‘filozof’ demediği hatta
felsefeyi yerdiği halde, konuları ele alışı ve kazandırdığı yeni açılımlarla birincilerden çok daha ileri düzeyde insanlık düşüncesine
93
94
üzerinde durmuştur. Resâil Felsefiye, ss.116-136. Diğer felsefî makalelerinde de, ‘İlk
Felsefe’ veya ‘İlâhiyat’ın konusuna dair bilgilere rastlanmamaktadır.
Bkz. el-Bağdâdî, age., III/3-4.
Çünkü bu kabul onlar için son derece önemli, hatta burhani yöntemin de bir gereğidir.
Bkz. Bkz. Ebû Ali İbn Sînâ, Kitâbu’l-Burhan, Tah: Abdurrahman Bedevi, Kahire, 1966,
16; İbn Rüşd, Faslu’l-Makâl, 45-46; Tefsîru Mâbadettabia, I/3-10;
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 49
katkı sağlayan şahsiyetler ortaya çıkabilmektedir (Gazâlî, Fahrettin
Râz î(ö.1209) ve İbn Haldun (ö. 1406) gibi).
Aynı sorunun ikinci bir boyutu ise, (‘adlandırılma sorunu’nda da
geçtiği üzere) hangi türden bilgilerin veya hangi ilimlerin felsefe sayılacağıdır. İslam felsefesinin yönteminin ve kavramlarının başka
ilimlerde uzmanlaşanlar tarafından da kullanılması, özel ya da genel bilim tarihçilerini ilim adamı ve düşünürleri sınıflandırmada
güçlüklerle karşı karşıya bırakmıştır ve bu güçlük halen devam etmektedir.
Bu bağlamda, günümüz İslam felsefesi ile ilgili olarak cevaplandırılması gereken bir çok soru bulunmaktadır: “İslam toplumunda ortaya çıkan düşüncenin felsefî olanıyla olmayanını nasıl ayırt edebiliriz? Arap
dili çerçevesinde gerçekleşen ve ‘dil felsefesi’ diye adlandırılan faaliyetleri İslam felsefesi disiplini içerisinde ele alabilir miyiz? Ya da (Örneğin) Fârâbî,
İbn Sînâ ve İbn Rüşd’ün bu konuda yaptıklarını İslam felsefesine dahil edip,
diğer dilbilimcilerin yaptıklarını dışarıda mı bırakacağız? Yahut, Mutezile
alimlerinin veya Fahrettin Râzî’nin yaptığı kelam felsefe olarak görülebilir
mi? İbn Teymiyye’nin (ö. 1328) filozoflara yönelttiği eleştirilerle ortaya koyduğu düşüncelerin İslam felsefesinin dışında yer almasını hangi neden ya da
kriterlerle açıklayabiliriz? İbn Rüşd’ün hukuk felsefesi, İbn Haldun’un tarih
felsefesi böyle bir disiplinde yer bulabilir mi? ‘Tasavvuf felsefesi’ adıyla anılan disiplinin İslam felsefesi ile kesiştiği ve ayrıldığı noktalar hangileridir?
Bu ayrılıklar her ikisinin ayrı birer disiplin olmasını gerektirecek düzeyde
midir?”. Bu ve benzeri sorular, ancak, pek çok spesifik araştırmanın
yapılmasından sonra cevap bulabilecektir95.
2. İslam felsefesi disiplinine ilişkin yapılan çalışmalarda, felsefi
mirası okumaya, anlamaya ve anlamlandırmaya yönelik genel kabul
95
Kelam, Tasavvuf, İslam Hukuk Felsefesi (usul), Dilbilim ve Tarih Felsefesi gibi ilimlerin
felsefe sayılıp sayılamayacağı ya da ne kadar sayılabileceği konusundaki tartışmalar
için bkz. Bayrakdar, age, 4-7; Ahmet Arslan, age., 14-45.
50
| Nuri Adıgüzel
görmüş tekniklerin geliştirilememiş olması ve her araştırmacının
kendi birikimi ve yetenekleri çerçevesinde bir sorgulama veya anlamlandırma faaliyeti yürütüyor olması, ikinci sorunu teşkil etmektedir.
İslam felsefesi disiplinine ilişkin çalışmaların büyük çoğunluğu akademik ortamda yapılmaktadır ve bu çalışmalarda, hangi tekniklerin
ve kavramların yahut felsefi yöntemin kullanıldığı, uzak ve yakın
amaçların neler olduğu gibi hususlar yeterince yer almamaktadır.
Esasen klasik İslam felsefesinde bu teknikler veya yöntemlere ilişkin
bazı ipuçları bulunmaktdır. Dolayısıyla belli ölçüde onların teknik ve
yöntemlerinden yararlanılması mümkündür96.
3. İslam felsefesi ile ilgili yapılacak çalışmaların çeşitli bakımlardan sınıflandırılması ve buna göre amaç ve yöntem geliştirilmesi
gerekmektedir. Örneğin sınıflandırma, çalışmanın “bir tarih çalışması, problematik bir çalışma, biyografik veya bibliyografik çalışma” olmasına göre, nitelik bakımından yapılabileceği gibi, konusunun niceliğine göre bir sınıflama da yapılabilir. Ya da bu konuda, uzmanların
önerileri doğrultusunda daha farklı sınıflandırmalar yapmak da
mümkündür.
4. Disiplinler arası koordinasyon eksikliği, İslam felsefesinin konusunu belirlemede karşılaşılan güçlüklerden bir diğeridir. Çünkü,
İslam felsefesi tarihinin aydınlatılması, bu tarihi süreçte İslam toplumunun geçirdiği dinî, siyasî, kültürel (özellikle dil ve örf âdet boyutunda), coğrafî, tarihî, ekonomik, bilimsel, teknolojik, psikolojik ve sosyal
değişimler ile yakından alakalıdır. Bu alanlarda yalnızca İslam felsefesi araştırmacısının yapacağı çalışmalar ne yazık ki yeterli olamamaktadır. Zira bir toplumdaki fikir akımlarının yahut bir filozofun
beslendiği tecrübe ortamının tek sebeple açıklanması mümkün de96
Bkz. İbn Sînâ, eş-Şifâ -el-İlâhiyyât, I/257; İbn Rüşd, Telhîsu Mâbadettabîa, 29; Bağdâdî,
III/48 vd (krş. İlâhiyat, III/48; Tehânevî, age., II/209-210; Hüseyin Atay, Fârâbî ve İbn
Sînâ’ya göre Yaratma, Ankara, 1974, 91.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 51
ğildir. Entelektüel bir faaliyetin bazen birçok sebebi bulunmaktadır.
Dolayısıyla İslam felsefesine veri sağlayabilecek başka ilim dallarındaki çalışmaların son derece yetersiz oluşu ve aralarındaki koordinasyon eksikliği bu konuda bir güçlük olarak zikredilebilir.
5. Belki başka bağlamda zikredilmesi de mümkün olan bir diğer husus ise, günümüz İslam felsefesinin en temel ve özgünlüğünün en fazla belirginleştiği metafiziğin mahkum edilmesine yönelik
eğilim, İslam felsefesi araştırmacıları üzerinde olumsuz etkide bulunmuş ve deyim yerindeyse onların kendi kabuğuna çekildiği imajının ortaya çıkmasına yol açmıştır. Özellikle Türkiye açısından bakıldığında, İslam felsefecileri (zaman zaman karşı eğilim tarafından
üretilen kavramların İslam felsefesinin metafizik karakterli bakışını ifadede
yetersiz kalmasıyla) çağın gelişmeleri karşısında yeterince ilgili gözükmemektedirler. Çağdaş felsefi sorunlara İslam felsefesi perspektifiyle yaklaşmada henüz yolun başında olduğumuz söylenebilir.
III. İslam Felsefesinin Gayesi Sorunu
Hareket eden varlıkların, dolayısıyla insani sanatların ve ilimlerin bir gayesinin olmasını kesin-gerekli (vâcip) gören İslam filozofları, hareketi veya eylemi gerçekleştiren öznenin (fail) özne olmasının, gayeye bağlı olduğunu düşünmektedirler97. En yetkin iyilikler
en yetkin Varlık olan Allah’ta bulunduğundan, aslında her gaye bu
uzak gayeye yönelmiş olmaktadır. Zira hareket eden varlık, varlığını tamamlamak için mükemmel varlığa doğru harekette bulunur;
onun gayesi, varlığını tamamlamak ve mükemmel varlığa yaklaşmaktır. Bu durumda gaye, fiilin ve hareketin nedeni olmaktadır98.
97
98
İbn Sînâ, İlâhiyyat I/257; Ebû Ali İbn Sînâ, el-İşârât ve’t-Tenbîhât, Tah.: Süleyman Dünya,
Kahire, 1983-1985, III/16-17; Nasîrüddin Ebû Abdullah et-Tûsî, Hallü Müşkilâti’l-İşârât
(el-İşârât metninin altında), Kahire, 1985, III/16-17; İbn Rüşd, Tefsîru Mabadettabîa, II/484
(Krş. Aristoteles, Metafizik, 1013a, 32-35) ve I/31 (Krş. Aristoteles, Metafizik, 994b, 9-10).
İbn Rüşd, Tefsîru Mabadettabîa, I/186 -187 (Krş. Aristoteles, Metafizik, 996a, 21-27).
52
| Nuri Adıgüzel
Gayesi bulunmayan nesnelerde ise, herhangi bir iyiliğin bulunması
mümkün değildir99.
Öte yandan, bütün gayelerin en uzak gayesi durumundaki İlk
Gaye dışında kendi kendine yeten bir gaye yoktur. Diğer bir ifadeyle, İlk Gaye’ye ulaşıncaya kadar, her gaye bir başka gayeye yönelik
olmak zorundadır. Bu durum (her gayenin başka bir gayeye hizmet ettiği hususu) gözlem ve düşünme ile anlaşılabilen apaçık bir durumdur. Bu nedenle İslam filozofları bunu ispatlama kaygısı gütmemişlerdir. Fakat en uzak gayenin varlığı ve onun başka bir gayeye yönelik olmadığı konusunda çeşitli deliller ortaya koymuşlardır100.
Gaye belirlemenin önemine böylece vurgu yapan İslam filozofları, bütün ilimlerin, genel anlamda insan nefsinin kemalini elde
etmeye ve onu uhrevî saadete hazırlamaya hizmet ettiğini belirtmektedirler. İbn Sînâ ise, “tikel ilimlere dair eserler incelendiğinde, onların bir bilgiden bir başka bilgiye ulaşmayı yahut başka bir bilgiye yardımcı
olmayı amaçladıklarının görülebileceğini”101 söylemektedir. Bu onların
yakın gayeleri olup, uzak gayelerini yansıtmamaktadır.
İlimler, uzak gayeleri bakımından ikiye ayrılır. Birinci kısımda,
yalnızca gerçeği bilmeyi amaçlayan felsefe, ikinci kısımda ise uygulamayı gaye edinen diğer ilimler yer alır102.
Felsefenin gayesi konusuna bağlı olarak kolayca anlaşılabilecektir. Çünkü felsefe, ‘Varolması bakımından varolanları’ incelediğine
göre, varolanların varolması bakımından hakikatini ortaya koymak
da gayesi olmaktadır103. Fakat en yüksek gerçek, bütün varolanların
İlk İllet’i, İlk Mebde’i ve bütün güzelliklerin ve iyiliklerin kendisin99
100
101
102
103
İbn Rüşd, Tefsîru Mabadettabia, II/491.
İbn Rüşd, Tefsîru Mabadettabia, I/32-34; II/480.
İbn Sînâ, Şifâ, İlâhiyat, I/17.
İbn Rüşd, Tefsîru Mabadettabia, I/12.
İbn Rüşd, Tefsîru Mabadettabia, I/11-12; II/476.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 53
de toplandığı yüce Allah olduğundan, bu anlamda felsefenin gayesi, yüce Allah’ı, O’nun Bir olduğunu, hareketsiz olduğunu, her şeyin Fail İllet’i olduğunu, O’nun cömertliği, hikmeti ve adaletiyle bu
âleme düzen verdiğini bilmektir. Filozofun gerçekleştirdiği eylem
ise, insanın gücü ölçüsünde Yaratıcı’ya benzemektir104.
Ayrıca filozoflar, bütün varolanları, onların hepsinde ortak olan
halleri araştırmaktadır. Bu aynı zamanda Allah’ın yaratıklarının bilinmesi yoluyla Allah’ın Zât’ını bilmeye götürecek en üstün ibadet
şeklidir. Allah nezdinde de bu en üstün ve en haz verici ameldir105.
Felsefenin dışındaki diğer ilimler, felsefenin gayesine hizmet
ederler. Örneğin, Allah’ın tedbirinin, ruhânî meleklerin, derecelerinin ve feleklerin oluşturduğu düzenin bilinmesi, astronomi (hey’et)
ilmi sayesinde mümkün olabilir. Bu astronomi bilgilerine ulaşmak
içinse, hesap ve hendese bilmek gerekir. Fakat musikî, ahlak, siyaset
gibi ilimler, daha ziyade Allah’ın fiillerinin benzerini yapmak yoluyla Allah’a eylem bakımından yaklaşmaya götürür, dolayısıyla
onlar doğrudan felsefeyle aynı gayeye yönelmiş değildirler, fakat
felsefenin gayesini gerçekleştirmesine katkıda bulunurlar106.
Son olarak belirtmek gerekirse Fârâbî, felsefe öğrenimine yönelen bir kimsenin, bilgilerini pratiğe yansıtmasının önemine değinmekte ve bu kişinin önce kendisini, sonra evinde veya yaşadığı yerleşim birimindeki diğer insanları da düzeltmeye çalışması gerektiğini vurgulamaktadır107.
Günümüz İslam felsefesinin gayesi ile ilgili sorun ise, özellikle
genç araştırmacılar açısından, çeşitli bakımlardan gayelerin yeterince
ortaya konulamaması şeklinde tezâhür etmektedir. Başka bir deyişle,
104
105
106
107
Fârâbî, Risâle Fîmâ Yenbağî, 53.
İbn Rüşd, Tefsîru Mabadettabia, I/10.
İbn Sînâ, İlâhiyat, I/19.
Fârâbî, Risâle Fîmâ Yenbağî, 53.
54
| Nuri Adıgüzel
bir araştırmada, yapılan çalışmanın kendi başına ulaşması gereken
bir gayesinin olması gerektiği gibi, ait olduğu ilmî disiplinin de bir
gayesi vardır ve bu konuya özgü gaye disiplinin gayesine aykırı olmamalıdır. Türkiye’de yapılmakta olan çalışmalarda, özellikle disipline ait üst gayenin ne olduğu yeterince dikkate alınmamaktadır. Burada sözü edilen İslam felsefesinin diğer ilim dallarıyla birlikte ortak
olarak hedefledikleri insanları mutlu kılma gayesi değil, bu disiplinin
diğer ilim dallarının hepsine ait olan, fakat hiçbiri tarafından bütün
yönleriyle veya ‘Varolması bakımından varolan’a ait olması yönüyle ele
alınmayan tümel konuların aydınlatılmasını kastedilmektedir. Çünkü İslam felsefesinin en önemli görevinin bu olması gerekir. Zira
“…Kuram uygulamaya öncülük edebilir ve etmelidir de.”108
Fakat bu konuda bazı güçlüklerin bulunduğu da bir gerçektir.
İslam felsefesinin tarihsel bir disiplin olarak mı algılanması gerektiği, yoksa bunun İslam kültür ortamında yürütülen felsefî faaliyetlerin bütününü, yani tüm felsefî disiplinleri içeren bir kategori veya
sınıf olarak mı kabul edilmesi gerektiği hususu tartışılabilir olma
özelliğini sürdürmektedir. Öte yandan, İslam felsefesinin tarihsel
bir disiplin olmanın ötesinde (her ilmî disiplin gibi aynı zamanda kendi
tarihini de araştıran) felsefî bir disiplin oluşunun ve belki de gerekliliğinin bütün ilim çevrelerince benimsenmiyor oluşu ve bunun yarattığı güçlüklerden de söz edilebilir. Nitekim genel felsefe göz
önüne alındığında da, çağdaş yazarlardan Rickman’ın deyimiyle:
“son zamanlarda filozoflar, kendilerinin, yetkili sistem kurucular olmak
yerine, parçalı sorunları mütevazi bir şekilde ele alan kimseler olmaları gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Fakat parçalı yaklaşımı tevazu ile ve sistematik
yaklaşımı dogmatizmle aynı saymak, kategorileri birbirine karıştırmak demektir…”109
108
109
H. P. Rickman, Anlama ve İnsan Bilimleri, Çev: Mehmet Dağ, Ankara, 1992, 18.
Rickman, age., 16-17.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 55
Yine vurgulanmalıdır ki, bireysel gayeler ilmî gayelerin önüne geçirilmemelidir. Bu ise, ancak bir disiplinin en üst gayesinden o alanda
yapılan herhangi bir çalışmadaki bir önermeye varıncaya kadar bütüncül bir teleolojik yaklaşımla sağlanabilir. Önemli olan, yüksek lisans ve
doktora düzeyinde mutlaka bu bilincin oluşturulmasına çalışmaktır.
Sonuç olarak, günümüzde İslam felsefesinin kendisini, diğer
ilimler onun gayesine hizmet edecek tarzda sunabilmesi için öncelikli çalışmaların neler olduğu tartışılmalıdır. Yapılan her çalışma
bir bilginin veya sorunun çözümüne katkı sağlamakla birlikte hangi
çalışmaların hangilerinden önce veya sonra yapılması gerektiği hususu hala belirsizliğini korumaktadır. Bu konunun akademik çevrelerde tartışılmasının ne denli önemli olduğu ortadadır. Kısaca ara
gayelerin belirlenmesi, çalışmalarda bir öncelik sıralamasının oluşmasına ve dolayısıyla çalışmalar arası koordinasyonun bu yolla kurulmasına zemin hazırlayacaktır. Bunun yapılabilmesi için, birikimleri açısından en yetkin konumda bulunan ve kendisini yetkin gören akademisyen ve ilim adamlarının bu konuyu bugüne kadar olduğundan daha vurgulu ele almaları gerekmektedir.
IV. Günümüz İslam Felsefesinde Ekoller Sorunu
Çok sık dile getirilen bir konu olmasa da, İslam felsefesinin en
önemli disipliner sorunlarından birinin ‘ekoller sorunu’ olduğunu
söylemek mümkündür. Fransızca’dan Türkçe’ye geçmiş olan ‘ekol’
kelimesi sözlükte, ‘bir öğretimin (enseignement) verildiği yer, bina’, ‘bu
öğretimin kendisi’, ‘bir okulun öğrenim ve öğretim kadrosunun bütünü’;
‘felsefî, edebî, sanatsal vb. bir öğretinin yandaşları’, ‘böylece oluşan hareket’; ‘bizzat öğretinin kendisi’110 gibi anlamlara gelmektedir ki, terim
anlamı da buna yakındır.
110
Dictionnaire Encyclopédique, Larousse, 1994, I/367. Türkçe’de ‘okul’ anlamına gelen
‘école’ (Alm. Schule, İng. School) sözcüğü Arapça’da ‘mezhep’, ‘medrese’ ve ‘fırka’ ile karşılanmaktadır. Bkz. Andre Lalande, Mevsûatu Lalande el-Felsefiyye, Beyrut-Paris, I/316.
56
| Nuri Adıgüzel
Felsefî bir terim olarak ‘ekol’ün dar ve geniş olmak üzere iki anlamından söz edilebilir. Dar anlamda alındığında: “yalnızca ortak kanaatleri sebebiyle değil, aynı zamanda sistemleri, toplanma yerleri, reisleri
ve hatta çoğunlukla birbiri ardınca gelen belirli liderleri bakımından bir
topluluk oluşturan filozoflardır”111. Geniş anlamı ise: “Aynı, tek bir kanaati dile getiren veya en azından hepsi belli bir felsefi sorunu, büyük sorun olarak kabul edip benimseyen filozoflar topluluğudur”112.
Günümüzde ‘ekol’ kavramının kullanımının kapalı ve karışık
olduğu söylenebilirse de113 onun genel olarak, ‘aynı sorunsal etrafında
kümelenmiş, bir ve aynı sorunsalı aynı ilke ve yöntemlerle ele alan filozoflar’ anlamını içerdiğinde kuşku yoktur. Dolayısıyla İslam felsefesinde ekoller sorunu temelde, filozoflar ve onların düşüncelerine
ilişkin olup, onların hangi sorunları dert edindikleri, ilke ve yöntemlerinin neler olduğu, bu bakımdan nasıl gruplandırılmaları gerektiği vb. ile ilgilidir. Bunun için öncelikle İslam felsefesini bu bakımlardan ele alan eserlere-ki bunlar İslam felsefesi tarihiyle ilgili eserlerdir-başvurmak gerekir.
Özellikle XX. yüzyılın başlarından itibaren kaleme alınmış olan
İslam felsefesi tarihi ile ilgili eserlerden hareketle yazarların her
yönden müştereken benimsedikleri ekollerin varlığından söz etmek
imkânsız gibidir. Bu alanda kaleme alınmış olan eserlerden her birinde farklı bir sınıflama sunulmaktadır. Genel olarak ‘İslam’da Felsefe Tarihi’, ‘İslam Felsefesi Tarihi’, ‘İslam Felsefesi’, ‘İslam Düşüncesi
Hakkında Araştırmalar’ ‘İslam Felsefesinin Serüveni’, ‘Ana Hatlarıyla İslam Felsefesi, Kaynakları, Temsilcileri, Tesirleri’, ‘Arap Felsefesi Tarihi’,
‘İslam’da Felsefe Akımları’ gibi adlarla kaleme alınan eserlerin tama111
112
113
Lalande, age, 316.
Lalande, age, 316-317.
Lalande, age, 316. Buna örnek olarak, İslam felsefesinde Fârâbî ve İbn Sînâ’nın kimi
eserlerde Yeni Eflatuncu, başka bazı eserlerde ise (Aristo’dan çok temel ayrılıkları olmasına rağmen) ‘meşşâî’ (Aristocu) gösterilmelerini zikredebiliriz.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 57
mına yakını birbirinden farklı sınıflamalar vermektedir. Zira yazarlar, ekollerin bağlı bulunduğu veya içinde üretildiği düşünce sistemi (paradigma), isimleri, içerikleri vb. konusunda farklı görüşlere
sahiptirler. İslam felsefesini aynı düşünce sistemine bağlı gören yazarlar arasında da ekol isimlerinin ne olması gerektiği veya ekollere
dâhil edilen şahsiyetler ve düşünceleri hakkında görüş birliği mevcut değildir114. Bu farklılıkların neler olduğuna geçmeden önce,
farklılıkları doğuran sebeplerden söz edilmesi yerinde olacaktır.
114
Bu konuda yazılan ilk eser niteliğindeki ‘İslam’da Felsefe Tarihi’ adlı eserde, ‘Felsefe
ve Arap İlimleri’ ana başlığı altında dil ilimleri, fukahâ, kelamcılar, edebiyat ve tarih ilimleri hakkında bilgi verilmekte, felsefi akımlar ise bu genel sınıflama içerisinde zikredilmektedir. Yazar ‘Pythagoras’çı felsefe’ içerisinde ‘tabiat felsefesi’nden
ve geniş bir şekilde ‘İhvân-ı Safâ’dan söz etmekte, Kindî, Fârâbî, İbn Miskeveyh,
İbn Sînâ ve İbn Heysem’i ‘yeni eflatunculuktan etkilenen Aristocu filozoflar’ sınıfına
yerleştirmektedir. Daha sonra ‘Doğu’da felsefenin sonu’ başlığı altında Gazâlî’yi,
‘Batı’da felsefe’ başlığı altında Endülüs filozoflarını ele almaktadır. Bkz. De Boer,
age; bu sınıflamaya diğer eserlerin hiçbirinde aynıyla yer verilmemektedir. Mesela Mâcit Fahri, çok kısa bir dini ve siyasi tarihten sonra tercüme hareketlerinden
başlayarak, İslam felsefesini etkileyen düşünceleri, kelam mezheplerinin doğuşunu tetikleyen politik ve dini olayları vb. aktarmakta, daha sonra sistematik felsefe eserlerinin başlaması başlığı altında Kindî, İbn el-Râvendî (ö. 910) ve elRâzi’den (ö. 925) söz etmektedir. ‘İslam neo-platonizmi’ (yeni eflatunculuk) başlığı
altında Fârâbî ve İbn Sînâ’yı zikretmekte, İhvân-ı Safâ’yı da ‘yeni Pisagorculuk’
başlığıyla sunmaktadır. Daha sonraki bölümler de De Boer’in eserinden oldukça
farklıdır. Burada bu farklılıkların hepsini sıralamak yersiz olduğundan, yalnızca
buna örnek olması için kısa bir atıfta bulunduk. Bu farklılıkları görmek için krş.
De Boer, age; İsmail Hakkı İzmirli, İslam’da Felsefe Akımları, Haz: N. Ahmet Özalp,
İstanbul, 1995; Bayrakdar, age.; Muhsin Gerviyani, İslam Felsefesine Giriş, Çev: Hasan Almas, İstanbul, 1998; (son iki eser birer Giriş olmakla birlikte İslam filozoflarının
sınıflandırılmasını içermeleri bakımından zikredilmiştir); Ülken, İslam Felsefesi: Kaynakları ve Etkileri, İstanbul, 1998; Corbin, İslam Felsefesi Tarihi I-II; İbrahim Agâh
Çubukçu, İslam Düşüncesi Hakkında Araştırmalar, Ankara, 1983; Fahri, İslam Felsefesi Tarihi; Şahin Filiz, İslam Felsefesinin Serüveni, İstanbul, 1996; Hannâ el-FâhûrîHalil El-Cerr, Târîhu’l-Felsefeti’l-Arabiyye, Beyrut, trz.; Ömer et-Tûmî eş-Şeybânî,
Mukaddime fi’l-Felsefeti’l-İslâmiyye, Tunus, 1990 ve diğer İslam felsefesi tarihi ile ilgili eserler.
58
| Nuri Adıgüzel
A. Ekoller Sorununun Ortaya Çıkmasına Yol Açan Sebepler
İslam felsefesinde ekollerle ilgili farklılıklar şu sebeplere dayanmaktadır:
1. Malzeme yetersizliği yani, İslam felsefesi tarihine malzeme
temin edecek araştırmaların henüz yetkin bir İslam felsefesi tarihi
yazmaya yeterli düzeyde bulunmayışı. Bu durum daha önce, başka
yazarlar tarafından da dile getirilmiştir. Türkiye’de ilk İslam felsefesi tarihçilerinden biri olan Hilmi Ziya Ülken, bu konuda şöyle demektedir:
“Eksiksiz bir İslam felsefesi tarihi yazmaya kalkmak, bugünkü şartlarda, cüretli bir iddia olur. Bir yandan İslam düşünürlerinin bütün eserleri
hakkında filolojik tetkiklerin yapılmamış olması, öte yandan henüz tartışma konusu olmada devam eden bazı sorular üzerinde monografilerin azlığı
böyle bir teşebbüsü güçleştirmektedir. Bu yüzden, Batı dünyasında olduğu
gibi İslam dünyasında bu konuda manüel şeklinde yazılmış olan kitapların
çoğunda bu yetmezlik görülmektedir. Son yıllarda bir yandan Arap ve Fars
dilinde, bir yandan Batı dillerinde çıkmakta olan monografiler ve metin
yayınları, büyük İslam filozofları için yapılan anma törenleri dolayısıyla
yapılan yayınlar, hiç değilse bazı noktalardaki boşlukları doldurma
imkânını vermeye başladı…”115.
Bu soruna, son yıllarda kaleme alınan İslam felsefesi tarihiyle
ilgili başka eserlerde de işaret edilmektedir116 ki, çözümünün kollektif bir çabaya bağlı olduğu açıktır. Her filozofun düşüncesi, benzerleriyle ayrıldığı ve birleştiği hususlar, kaynakları, etkileri, aynı
kaynaktan beslenen ve aynı etkiyi alan filozoflar, bunlardan her birinin kendine özgülükleri gibi hususlar araştırılmadıkça, sağlıklı bir
İslam felsefesi tarihinden söz edilmesi mümkün gözükmemektedir.
Bu sebeple, İslam filozoflarının selefleri, çağdaşları ve halefleri ile
115
116
Ülken, İslam Felsefesi, 5.
Bkz. Şahin, age., 5–6. (Bu eserin 2000’de basıldığının hatırlanması gerekir).
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 59
bağlantıları ve içinde yer aldıkları felsefe ekolü hakkında karşılaştırmalı çalışmalara daha fazla yönelinmesi son derece önemlidir.
Çünkü önde gelen İslam filozofları ile ilgili yapılan araştırmalar sayı ve oran bakımından gittikçe artmakla birlikte, karşılaştırmalı
araştırmalar henüz çok yetersizdir. Örneğin İbn Rüşd’ün varlık felsefesinin, Şârih’i olduğu Aristo ile mukayesesi tüm benzerlikleri ve
ayrılıkları ortaya koyacak bir tarzda henüz yapılmamıştır. Yahut
“Tefsîru Mâba’de’t-Tabîa”da Aristo’nun Tanrısı’nı feyz (taşma) nazariyesi ile açıklamasına rağmen Plotinos’un sudur (émanation) görüşü
ile onunki karşılaştırılmamıştır. Yahut Fârâbî ve İbn Sînâ’nın
“Bir’den ancak bir çıkar” görüşleri, ‘genel olarak varlık felsefelerindeki
dinî referanslar ve bunların anlamı’ bağımsız olarak ele alınmamıştır.
Aynı şeyi onların nefs teorileri (akıl, bilgi), siyaset görüşleri, meâd
(eschatologie) vb. alanlar için de söylemek mümkündür. Bütün bunlar, benzerliklerin ve farklılıkların doğru ve ayrıntılı bir şekilde ortaya konulmayarak genellemelere gidilmesine, böylece anlamda
bulanıklık ve kapalılığa sebep olmaktadır.
Öte yandan, İslam felsefesi ve filozoflarına (hukemâ) yer veren
tabakât kitaplarındaki felsefî şahsiyetlerin birçoğu hakkında henüz
hiçbir çalışma yapılmamıştır. Sayıları yüzlerle ifade edilebilecek kadar kabarık olan bu şahsiyetler hakkında yeterli kaynak bulunmasa
bile, mümkün olan verilerin azami düzeyde kullanılması, İslam felsefesinin başta ekoller sorunu olmak üzere birçok sorununun çözümüne katkı sağlayacaktır. Bunun ise günümüzde bireysel çabalarla gerçekleşmesi imkânsız denecek kadar zordur. Bunun için sistematik ve kollektif çalışmaların yapılmasına ihtiyaç vardır117.
117
İslam felsefesi alanında büyük birikim elde etmiş olan önde gelen ilim adamlarının
yönlendirici ve özendirici tavır sergilemelerine rağmen, henüz işin başında olan gençlerin akademik kaygılarla kaynağı bol olan ve bu bakımdan kolay sayılabilecek konulara yönelmeleri, bu sorunun süregitmesine yol açmaktadır. Bu sorunun ekonomik ve
yönetimsel önlemlerle çözülebileceği açıktır.
60
| Nuri Adıgüzel
2. İslam felsefesi tarihi yazarlarının kendilerinden veya ortamlarından (fizikî, coğrafî, ekonomik) kaynaklanan sebepler. Yazarların
kendilerinden kaynaklanan sebeplerin başında, yazılan eserlerin
yazılış amaçlarının farklı oluşu gelmektedir. İslam felsefesi tarihi ile
ilgili eserlerin bir kısmı, İslam felsefesi tarihini genel hatlarıyla ve
ilmî kaygılarla tanıtma amacını güderken118, bir kısmı ders notlarını
kitap haline dönüştürme amacına yönelik olarak telif edilmiştir119.
Ayrıca üslup ve vurguları dikkate alındığında bazı eserlerin de ideolojik amaçlara hizmet ettiği kanısına varılabileceğini belirtmek gerekir120. Buna, yazarların ilgi ve uzmanlık alanlarının farklı oluşunu
118
119
120
Mesela, De Boer, age; Fâhûrî-Cerr, age.; Oliver Leaman, Ortaçağ İslam Felsefesine Giriş,
gibi. Fâhûrî ve Cerr, eserlerine birlikte yazdıkları ‘mukaddime’de şunları söylemektedirler: “İlim adamları Arap felsefesinin durumuyla ilgili ciddi ayrılıklara düşmüştür. Bir kısmı
Arapların özel felsefî bir bina kurmadıkları ve yalnızca filozofların kitaplarını açıklamaya önem
vererek bir yandan farklı görüşler arasında diğer yandan İslam dini ile felsefe arasında uzlaşma
sağlamaktan başka çaba göstermedikleri ve ayrıca felsefeye önem verenlerin çoğunun Araplıktan
uzak, Arap asıllı olmayan ve yalnızca iletişim aracı olarak Arapçayı kullanan yabancılar olduğu
gerekçeleriyle Arap felsefesinin varlığını inkâr etmişlerdir. Bir kısım ilim adamı ise, buna aykırı
bir görüş benimseyerek, felsefenin ancak eski kültür üzerine kurulabileceğini, onun nesilden nesile örülen tuğlalarla yükseldiğini, Arapların kendilerinden önce Yunanlıların istifade ettiği gibi
Hint ve Çin hikmetinden de istifade ettiğini, eski filozofların görüşleri arasında olduğu gibi, orijinal bir üslupla dinle felsefe arasında da bir uzlaştırma sağlayarak binayı yükselttiklerini, çeşitli
felsefi konularda derin görüşler ortaya koyduklarını, Ortaçağ felsefesinde çok etkin bir tesir bıraktıklarını, böylece evrensel felsefi akımlar zincirinde gerçek ve zorunlu bir halkayı oluşturduklarını belirtmişlerdir.” Bkz. Fâhûrî-Cerr, age., 5.
Bu gruba, Bayrakdar’ın, ‘İslam Felsefesine Giriş’ ve Şahin’in ‘İslam Felsefesi Tarihi Dersleri’
örnek gösterilebilir. Her iki eserin de ‘Önsöz’ünden bunu anlamak mümkündür.
Burada kastedilen Henry Corbin’in 2 ciltlik ‘İslam Felsefesi Tarihi’ adlı eseridir. Yazar
eserin ‘Önsöz’ünde ilmî kaygılardan hareket ettiğini belirtmektedir. Elbette doğrudan böyle olmadığı iddia edilemez. Ama İslam filozofları ve İslam kültürüne katkıda bulunan milletler dikkate alındığında, sanki bu eser İslam felsefesi tarihi olarak
değil de İran-İslam ve Şii düşünce tarihi olarak yazılmış gibi bir imaj oluşturmaktadır. Ülken ise, İslam Felsefesi’ adlı eserinin ‘Önsöz’ünde (6 no’lu dipnot), bu ideolojik
(önyargılı) bakışa işaret ederek şöyle der: ‘Steinschneider’den Lacy O’Leary ve Khalil
Georr’a kadar birçok araştırıcı Yunan’dan İslam’a ve İslâm’dan Latin dünyasına geçiş etrafında araştırmalar yapmışlarsa da, çok yazık ki umumî felsefe tarihi yazanlar, ya bu konudaki
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 61
da eklemek mümkündür. Fakat burada bu amaçların tek tek ele alınarak sorgulanması gibi bir hedefimiz olmadığından, yalnızca bunun bir sorun teşkil ettiğini belirtmekle yetineceğiz.
İslam felsefesi tarihi araştırmacılarının ortamlarından kaynaklanan bazı sebepler de mevcuttur. Nitekim bir yazarın eserini farklı
kılan, yalnızca onun bireysel yeteneği ve çabası değil, aynı zamanda
içinde bulunduğu ortamın elverişli olup-olmamasıdır. İslam felsefesi tarihine ilişkin eser kaleme alanların çalışma ortamları, ülkeden
ülkeye olduğu gibi, (örneğin Türkiye’de) bölgeden bölgeye veya ilden
ile de değişiklik göstermektedir. Nitekim büyük ve kapsamlı kütüphanelerin bulunduğu, kişisel kütüphanelerin sayısının oldukça
fazla olduğu, hemen her gün ilmî ve felsefi toplantıların düzenlendiği, münevverler arası tartışmanın çok sık yaşandığı üniversitelerde çalışanlar ile bütün bu imkânları onlarla kıyaslanamayacak düzeyde az olan taşra üniversitelerinde çalışanların ortamları arasındaki farklılığın eserlerine yansıması son derece tabiidir. Ayrıca bu
alanda çalışanların ekonomik gelir düzeylerinin de onların çalışmalarını doğrudan etkilediği bilinmektedir. Ancak bu sorunlar, doğrudan ilim adamlarının çözebileceği türden olmadığından bunlar
üzerinde de daha fazla durulmayacaktır.
3. Ekoller konusundaki farklılıkların bir diğer sebebi önyargılar
ve ideolojik yaklaşımdır121. İslam felsefesi tarihi yazımında farklılıkla-
121
bilgisizlikten, yahut bazı önyargılarla İslâm felsefesine yer ayırmamaktadırlar. E. Bréhier gibi
ayıranlar da bu yeri fazla dar tutmuş görünüyorlar. Türkçede İslâm felsefesine ait yayınlar
bu felsefenin Yunan ve Hint’le Ortaçağ Avrupası arasında köprü görevini gören vasfına
hemen hiç dikkat etmemiş görünüyorlar. O derecede ki, İ.H. İzmirli, ölümünden sonra yayınlanan Mukayese adlı kitabında etkiden çok tevarüt (coincidence) denebilecek bazı umumî
benzeyişleri işaretten başka bir şey yapmamıştır.”
Özellikle önyargılı yaklaşım, birçok yazar tarafından dile getirilmiştir. Örneğin bkz.
Ülken, İslam Felsefesi, 6, 6 no’lu dipnot (Ayrıca 9’da Ülken, âdeta bu ideolojik yaklaşıma cevap niteliğinde şunları söylemektedir: “…a) İslam felsefesi Yunan düşüncesinin
basit bir devamı değildir. Çeviriler ve açıklamalar (şerhler) yanında özgün eserleri de vardır.
62
| Nuri Adıgüzel
ra yol açan sebeplerden üçüncüsü olan önyargılar ve ideolojik yaklaşım iki farklı şekilde tezahür etmektedir. Bunlardan birincisi, Batı
merkezli bilim anlayışının beslediği ve İslam felsefesini eski Yunan
felsefesinin bir devamı, tekrarı, yorumu şeklinde gören yaklaşımdır.
Bu yaklaşımın önde gelen temsilcilerinin müsteşrikler (oryantalist) olduğu söylenebilir122. Ayrıca Batı’da yeni ilim dallarının ortaya çıkmasından sonra, müspet ilimlerin tamamında ve sosyal ilimlerin birçoğunda olduğu gibi İslam felsefesi ile ilgili araştırmalarda da Müslümanlara müsteşriklerin öncülük etmesi123, bu ideolojik yaklaşımları
besleyen sebepler arasında yer almaktadır. Ayrıca Batı’nın başka
alanlardaki başarısı da bu ideolojik yaklaşımları beslemektedir.
Hangi maksatla yapılırsa yapılsın, müsteşrikler tarafından İslam
felsefesi alanında yapılan bu çalışmaların genel olarak İslam felsefesi
disiplininin gelişmesine katkı sağladığında kuşku yoktur. Nitekim
doğrudan İslam felsefesi tarihi niteliğindeki ilk eser de müsteşrikler
122
123
b) Filozoflar (el-felâsife) diye tanınanların dışında kelamcılar, sufiler, hatta hukukçular (fukahâ) arasında da filozof sayılacaklar vardır ki, bunların birçoğu Batı dünyasınca tanınmamıştır. c) Asıl felsefe çığırları içinde de bazıları Latinceye çevrilmemiş ve yakın yıllara kadar
Batı’ca tanınmamıştır. Bu kayıtları göz önüne alınca İslam felsefesinin bütününü Yunan’la
modern Avrupa düşüncesi arasında köprü görevini görmüş sayamayacağımız anlaşılır.”);
Bayrakdar, age., 2; Bu önyargının daha ziyade İslam felsefesini eski Yunan felsefesinin bir parçası gibi görme, ya da onu Arap felsefesine indirgeme eğiliminden kaynaklandığı bilinmektedir.
‘Oryantalizm’ hk. bkz: Oryantalistler ve İslamiyatçılar Oryantalist İdeolojinin Eleştirisi, der:
İnsan Yayınları, Çev: Bedirhan Muhib, İstanbul, 1989. Eserde yer alan makaleler: Asaf
Hüseyin, ‘Oryantalizmin İdeolojisi’, ss.15-34; Bryan Turner, ‘Oryantalizm ve İslam’da Sivil
Toplum Meselesi’, ss.35-60; Gordon E. Pruett, ‘ “İslam” ve Oryantalizm’, ss. 61-112;
Ziyâu’l-Hasan Faruki, ‘Sir Hamilton Alexander Roskeen Gibb’, ss. 113-130; Bryan Turner,
‘Gustave Von Grunebaum Ve İslam’ın Mimesisi’, ss. 131-142; Cemil Kureşî, ‘ “İyi Niyetli
Tarafgirlik”: Kenneth Cragg Üzerine Bir Deneme’, ss.143-202. Ayrıca bkz. Yücel Bulut,
‘Oryantalizmin Tarihsel Gelişimi Üzerine Bazı Değerlendirmeler’, Marife (Oryantalizm),
yıl 2, sayı 3, 2002, ss.13-38; Ahmet Davutoğlu, ‘Batıdaki İslam Çalışmaları Üzerine’, Marife, (Oryantalizm), ss. 39-52.
Batı’da ilimlerin gelişmesi ve gelişim yönü hakkında bkz. Bolay, Felsefeye Giriş, 90-92.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 63
tarafından kaleme alınmıştır124. Fakat bu çalışmaları yapan müsteşriklerin destek aldığı kurumların kurumsal amaçlarının olduğu ve
kurumların da devletlere hizmet ettiği düşünülürse, teorik açıdan bu
çalışmaların türü, öne çıkan vurgular, etkileri, sonuçları ve hizmet ettikleri amaçların siyasal ve ideolojik içerik taşıdığı söylenebilir125. Bu
durum, ‘İslam felsefesinin insanlık düşünce tarihinde yer alabilecek
özgün bir felsefe olmadığı ve dolayısıyla onu daha ziyade Antik felsefenin bir devamı veya yorumu olarak görmek gerektiği’ şeklindeki
düşüncenin eserlere yansımasına yol açmaktadır. Fakat burada vurgulanmalıdır ki, ‘Batı Felsefesi Tarihi’ yazarı Russell (ö. 1970), eserinde
İslam felsefesi hakkında şunları söyler:
“Arap felsefesi özgün bir düşünce olarak önemli değildir. İbn Sina ve
İbn Rüşd gibi kişiler, aslında yorumcudurlar. Genellikle dendikte, daha bilimsel filozofların mantık ve metafizik görüşleri Aristoteles’ten, tıp görüşleri Galenus’tan, matematik ve astronomi görüşleri Graikos ve Hint kaynaklarından türemişti. Mistikler arasında dinsel felsefe, aynı zamanda eski
İran inançlarının karışımıydı. Arapça yazanlar, matematik ve kimyada bir
124
125
Bu çalışmalara örnek olarak mesela, Ernest Rénan, Averroès et L’Averroisme, Paris,
1961; G. Dugat, Histoire des Philosophes et des Théologiens Musulmans, Paris, 1878; De
Boer, Geschichte der Philosophie im Islam, Stuttgart, 1901, zikredilebilir. Özellikle XIX.
yüzyıldan itibaren Schmoelders, Flügel, Munk, Gobineau, Haneberg, Dieterici, Steinschneider, Palacios, De Vaux, Horovitz, Gauthier, Chossat gibi müsteşrikler tarafından İslam felsefesiyle ilgili pek çok kitap ve makale kaleme alınmıştır. Bunların
hepsini burada saymak elbette mümkün değildir. Geniş bilgi için bkz. Bayrakdar,
age., 74–104.
Bu konuda De Boer’in kaleme aldığı ‘İslam’da Felsefe Tarihi’, Henry Corbin’in bilhassa
İslam kültürü içerisinde Şiî unsurları abartılı veya en azından dokümanları kıyaslandığında orantısız bir şekilde öne çıkardığı dikkate alındığında, ‘İslam Felsefesi Tarihi’
adlı eseri zikredilebilir. Ayrıca Türkiye’de kimi zaman Türk olan filozof ve düşünürlerin, İran’da İranlı veya Şiî olduğu için bu eğilimdeki filozof ve düşünürlerin, Arap
dünyasında ise daha farklı bir tarzda tüm filozofların Arap ilan edilmesi gibi ideolojik
tavırların varlığı bilinen bir husustur. Bunların olması bir ölçüde tabii olmakla birlikte,
ilmî ölçüleri aşmasını onaylamak elbette mümkün değildir. Bize göre gerek De Boer’in
gerekse Corbin’in yaklaşımı ilmi ölçüleri zorlamaktadır.
64
| Nuri Adıgüzel
dereceye kadar özgünlük göstermişlerdir. (Kimya alanındaki yenilik, alsimya alanındaki araştırmalar sonucudur). İslam uygarlığı en büyük günlerinde, sanatlarda ve pek çok teknik yönde hayranlık vericiydi, fakat kurumsal sorunlardaki bağımsızlık düşüncede hiçbir yetenek gösteremedi.
Onun küçültülmemesi gereken önemi, bir aktarıcı olmasındadır…”126.
Önyargılı ve ideolojik yaklaşımın ikinci tezahür şekli ise bizzat
İslam dünyasında görülen ve İslam felsefesini Arap felsefesine indirgeme127, ya da genel İslam felsefesi içerisinde İran128 felsefesini
başat konumda gösterme çabasıdır. Ekollerle ilgili sınıflandırmaların farklı oluşunda bunun da bir sebep olduğu söylenebilir.
Böylece ekoller sorununda sorunun ortaya çıkmasına sebep
olan hususlar kısaca dile getirildikten sonra, şimdi de bu sorunun
nasıl ortaya çıktığı ve bu sorundan söz edilmesinin ne anlama geldiği üzerinde durmak istiyoruz. Esasen, ekoller sorununun ‘İslam
felsefesi tarihi ile ilgili çalışmalarda tabii olmayan birtakım farklılıkların
varlığı’ şeklinde anlaşıldığına daha önce işaret edilmişti ki burada
söz konusu farklılıklardan söz edilecektir.
B. Ekoller Sorununun Tezâhürleri
Ekoller sorunu, ‘tabii olmayan farklılıklar’ şeklinde tezâhür ettiğine
göre, öncelikle ‘tabii olmayan farklılık’tan neyin kastedildiğine kısaca
değinmek gerekir. Bilindiği gibi zihin-nesne ilişkisi açısından ‘nesnel’
ve ‘öznel’ olmak üzere iki tür farklılıktan söz edilebilir. Fakat başka bir
açıdan zihindeki ile zihin dışındaki olgu birbiriyle mutâbık olduğun126
127
128
Bertrand Russell, Batı Felsefesi Tarihi, Çev. Muammer Sencer, İstanbul, 1983, 411.
Arap yazarlarda ‘İslam felsefesi’ tabiri yerine ‘Arap Felsefesi’ tabirinin yaygın olarak kullanılması bunun en açık göstergesidir. Örneğin bkz. Fâhûrî-Cerr, age.; Fahri, İslam Felsefesi Tarihi, 1; Câbirî, Felsefî Mirasımız ve Biz.
Corbin’in ‘İslam Felsefesi Tarihi I-II’ adlı eseri ile Horten, ‘Felsefe’ maddesi, İslam Ansiklopedisi (MEB)’nin de bu kategoride değerlendirilmesi mümkündür.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 65
da, buna ‘doğru’, mutâbık olmadığında ise ‘yanlış’ denilmektedir. Burada eserlerde görülen ekollere ilişkin farklılıkları konunun daha kolay anlaşılmasını sağlayacağı düşüncesiyle, bu iki kavramla (doğru,
yanlış) ifade etmek istiyoruz. Buna göre doğru farklılık, tabii olan yahut tabii olana dayanan, yanlış farklılık ise tabii olmayan ve tabii olmayana dayanan farklılıktır. Çünkü bir farklılık, nesnenin, olgunun
veya bilginin tabiatının farklı olmasından kaynaklanabilir ki bu doğrudur, ya da nesne, olgu veya bilginin bilinçli ya da bilinçsiz olarak
eksik, yanlı, bağlamı dışında ve hatta yanlış alınmasından veya değerlendirilmesinden kaynaklanır ki ‘yanlış’ veya ‘tabii olmayan’ farklılıkla bunu kastediyoruz. Mesela, iki farklı kişinin aynı olaya iki farklı
açıdan bakarak farklı yorumlar getirmesi tabiidir; fakat o olayı yeterli
bilgiye sahip olmaksızın ve herkesin belirli bir yöntemle görebileceği
açık veriler bulunmaksızın başka bir olayla ilişkilendirmek, tabii olmayan bir yaklaşım, ortaya çıkan farklılık da tabii olmayan bir farklılıktır. Bir diğer örnek ise şudur: İbn Rüşd’ü yorumlayan bir uzman
onun, Aristo’nun Tanrı hakkındaki düşüncesine yönelttiği eleştirileri
dikkate alarak ve onları önemli görerek Aristocu saymazken, bir başkası Aristo’yu aklamak ve Aristo’nun Tanrısı’nı daha makul hale getirmek için gösterdiği çabayı dikkate alarak onun Aristoculuğuna
hükmedebilir129. Böyle bir farklılık tabiidir, zenginliktir, olması tercih
edilendir. Fakat İbn Rüşd’ün “Metafizik Şerhi”nde Aristo’nun Tanrısı’nı yorumlarken kullandığı ‘feyz’ (taşma) teorisini dikkate almaksızın onun sudur konusundaki düşüncelerini yorumlamak, bir bilgi
eksikliği olarak görülebilir. Bu sonuncusu, tabii olmayan bir farklılık
ortaya çıkaracaktır.
Dolayısıyla, sorun olarak ortaya çıkan farklılık, bir ekolün, bir filozofun, bir düşüncenin ya da bunlardan bir kısmının bütünlük içeri129
İbn Rüşd’ün Tanrı hakkındaki görüşleri için bkz. Nuri Adıgüzel, İbn Rüşd’ün Varlık
Felsefesi, (Basılmamış doktora tezi), Ankara, 1996, 137-140.
66
| Nuri Adıgüzel
sinde anlaşılmasına imkân tanımayan ve tabii olmayan farklılıklardır.
Zira her sınıflama, o sınıfa dâhil olan tümel veya tikel unsurların
müşterek yanlarını dikkate alan ve bu bakımdan başka sınıflardan
farkını ortaya koyan bir sistem sunar. Oysa İslam felsefesi tarihiyle ilgili eserlerde ne bu ortak noktalar, ne farklar, ne muhteva aynıdır.
Kısaca, sistematik düşünceye sahip bir filozofun-ki her filozof ‘filozof’ olması bakımından sistematik düşünceye sahiptir-düşüncelerinin
veya ekolün bütünlük içinde ve kendi bağlamında ele alınması
onun doğru anlaşılması için gereklidir. Aksi halde, ortaya konulan
bilgi bize gerçeği tanıtmamış olur. Ne yazık ki İslam felsefesi tarihine dair kaleme alınan eserlerde bilgilerin bütünlük içerisinde değerlendirildiğini doğrulayacak yeterli veri mevcut değildir.
İslam felsefesi tarihiyle ilgili eserlerde ekoller konusunda görülen farklılıkların tezâhür şekillerini şöylece sıralamak mümkündür:
1. Ekollerin içine oturtulduğu ve/veya içinde geliştiği düşünce
sisteminin (paradigma) farklı oluşu. Ekoller sorununun tezahür ettiği
İslam felsefesi tarihiyle ilgili eserlerden bir kısmı İslam felsefesinieski Yunan, Hint ve İran gibi düşüncelerden etkilense bile-bağımsız olarak İslam düşüncesindeki kelâmi, fıkhî, tasavvufî, siyasî ve felsefî
gelişmeleri tarihsel bir bütünlük içerisinde (İslam düşüncesinin kendi
iç gelişimi içerisinde) değerlendirmekte ve buna göre bir sınıflama
sunmakta130, bir kısmı onu eski Yunan felsefesinin bir devamı addederek bir sınıflama yapmakta131, diğer bir kısmı bütün kaynakları
birleştirerek onu daha geniş bir düşünce geleneği içine yerleştirmektedir132. Örneğin Ülken bu husustaki tavrını şu şekilde açıklamaktadır:
130
131
132
Fahri, Bayrakdar, Şahin, Şeybânî, Gerviyani gibi yazarların daha önce anılan eserleri
bu gruptandır.
De Boer’in eseri bu kategoride değerlendirilebilir.
Bkz. Fâhûrî-Cerr, age.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 67
“İslam felsefesi tarihi el kitapları, birkaç istisnası bir yana, konusunu
genellikle Çin ve Hint felsefeleri gibi ayrı bir bütün olarak ele alırdı. Oysa
onun önce Helenistik kaynaklara ve Yunan-Hint etkilerini birleştiren İran
kaynaklarına dayanarak doğduğu, sonra Arapçadan Latinceye geçmek suretiyle Batı Ortaçağı’nı etkilediği düşünülecek olursa, bu felsefeyi Akdeniz
geleneğinin bir halkası gibi görme zorunda olduğumuz anlaşılır. Ortaçağ’ın büyük Hıristiyan filozofları bu etkiden faydalanarak ve onu eleştirerek sistemlerini kurmuşlardır. Fakat yeni tetkikler bu etkilerin modern düşünceye (meselâ Pascal ve W. James’e) kadar uzandığını gösterdiği gibi,
sosyoloji ve tarih felsefesinin önderi sayılan İbn Haldun da ancak son zamanlarda Batı’da geniş ölçüde ilgi çekmeye başlamıştır.”133
İslam felsefesi ekollerinin oturtulacağı bağlam veya içinde yer
aldığı düşünce sistemi kadar onun içinde doğduğu İslam kültür unsurları da tartışmalıdır. Bu sorunu ‘İslam Felsefesinin Genel Anlamı’
başlığı altında ele alan Bayrakdar, ‘İslam felsefesini sadece klasik anlamda filozof olarak bilinen kimselerin düşünceleriyle sınırlı tutma taraftarları’ ve ‘İslam felsefesinin konu ve sınırını geniş tutma taraftarları’ olmak üzere iki eğilimden söz eder ve ikinci eğilimi kendi içinde dört
gruba ayırır. Buna göre, İslam felsefesine Kelamın (Mu’tezile ve
Sünnî kelam) dâhil edilmesi gerektiğini, fakat Tasavvuf ve Fıkıh
Usulü’nün dâhil edilemeyeceğini savunan H. Ritter, Hourani, Van
den Bergh ve Gregory gibi kimseler birinci grubu; İslam felsefesine
Kelamın yanı sıra Tasavvufun da dâhil edilmesi gerektiğini savunan Schacht ve diğerleri ikinci grubu; Kelam ve Tasavvuftan başka
Fıkıh Usulü’nün de İslam felsefesi içinde görülmesi gerektiğini savunan H. Corbin, Bausani, el-Hudeyrî, I. Medkur gibi kimseler
üçüncü grubu; Kelâm, Tasavvuf, Fıkıh Usûlü ile birlikte gramer ve
dil çalışmalarını da İslam felsefesi içerisinde görmek gerektiğini savunan R. Arnaldez dördüncü grubu oluşturmaktadır134.
133
134
Ülken, İslam Felsefesi, 6.
Bayrakdar, age., 4-5.
68
| Nuri Adıgüzel
İkinci eğilimin görüşlerini benimseyen Bayrakdar, kendisinin
beşinci grubu oluşturduğunu belirterek şöyle der: “Bize gelince, ayrı
bir grup oluşturarak, İslam felsefesinin kadrosuna, klasik manada felsefeci
olarak tanınmamakla birlikte, pratik felsefe sayılan ahlâk, iktisat ve siyaset
sahasında eserler verenlerin, meselâ Kınalızâde Ali Efendi (ö. 1572) gibi,
tarihin felsefesini yapan kimselerin mesela İbn Haldun gibi ve hatta felsefeye karşı olmakla birlikte felsefeyi ve felsefecileri tenkid ederek felsefe yapan
İbn Teymiye gibi kimselerin düşüncelerinin de dâhil edilebileceğine taraftarız…”135 Fakat, ‘bu konuların ayrıca incelenmeye muhtaç olmaları’ şek135
Bayrakdar, age., 5. Biz Bayrakdar’ın bu görüşlerine katılmamaktayız. Bayrakdar örneğin Kelam ile ilgili olarak sunduğu gerekçede: “…Kelamcıların ele aldıkları Allah’ın varlığı ve isbatı, nübüvvet meselesi, yaratılış ve buna bağlı hususların çoğu, İslam felsefesi ve hatta
genel felsefenin de konularıdır…” demektedir. Oysa kelam ve felsefe arasında önemli
farklılıklar bulunmaktadır. Birinci olarak her ikisinin yaklaşım ve yöntemleri aynı değildir. Çünkü kelam diğer varolanları yalnızca Allah’ın varlığına delaletleri bakımından ele alırken, felsefe onların varolmaları bakımından ele alır. Kelamcılar yöntem
konusunda da faydacı ve bazen ideolojiktir. Yöntem bakımından filozoflara en yakın
konumda bulunan Gazâlî bile filozoflarca kullanılan mantığı salt hakikate ulaşma
amacıyla değil, filozofların görüşlerini çürütme ve kelam akidesini daha güvenilir hale
getirme amacıyla kullanmıştır. Bkz. Gazâlî, Mi’yâru’l-İlim, 65. Biz Gazâlî’nin bu yönteminin meşruiyetini tartışmıyoruz; yalnızca filozofların mantığı kullanma amaçlarının farkından söz ediyoruz. (Gazali’nin kelam ve felsefenin yöntemlerine ilişkin görüşleri hk. bkz. H. Austryn Wolfson, Kelâm Felsefesine Giriş, Çev: Kasım Turhan, İstanbul, 1996, 54-56). İkinci olarak iki disiplinin kavramlara yükledikleri içerik aynı değildir. Örneğin ‘Allah’ın ilmi’, ‘yaratma’, ‘ezelilik’, ‘hudûs’, ‘halâ’ gibi kavramlara her iki ekolün verdiği anlamlar arasında önemli farklar bulunmaktadır. (Bu konuda
Tehânevî’nin Keşşâf’ı ve Cürcânî’nin et-Ta’rîfât’ının ilgili maddelerine bakılabilir.)
Üçüncü olarak her iki disiplinin gayeleri farklıdır. Kelâm açık bir şekilde dinî akideyi
savunmayı gaye edinmişken, felsefe hakikat araştırması yapar. Nitekim kelamda Allah’ın varlığına ulaşma bir gaye iken, felsefede bu bir sonuçtur.
Bayrakdar, İbn Teymiye gibi kimselerin Fahreddin Râzi vb. nin kelâmî görüşlerine
‘felsefe’ adını verdiklerini belirtmektedir ki onun bu gerekçesi de kelâmın İslam felsefesine dâhil edilmesi için yeterli bir gerekçe sayılamaz. Çünkü İbn Teymiye’nin
bu görüşü anılan gerekçelerle tartışılabilirdir. Bayrakdar son olarak, Mu’tezile
kelâmcılarının filozoflardan etkilendiğini ve onların cedel metodunu kullandıklarını söyleyerek, bunun da kelâmın İslam felsefesi içerisinde değerlendirilmesini gerektireceğini ileri sürer. Oysa İslam filozoflarının cedeli kullanmayı reddettikleri bi-
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 69
lindeki güçlük halen devam etmektedir. Zira İslam felsefesine dâhil
edilen diğer ilimler konusunda teorik ve pratik sahalar henüz birbirinden ayırt edilmemiştir136.
İslam felsefesi tarihiyle ilgili eserlerde, İslam felsefesinin içinde
geliştiği kabul edilen paradigmaların farklı oluşu, ekollerin sınıflandırılmasına yansımış ve farklı sınıflandırmalar yapılmıştır. Ekolleri
her bakımdan aynı sınıflamaya tabi tutan herhangi iki yazar bulmak
imkânsızdır137. Bu da gerek İslam filozoflarının gerekse İslam’da felsefî düşüncenin anlaşılmasını olumsuz yönde etkilemektedir.
2. Sorun olarak ortaya çıkan farklılıkların ikinci tezâhür şekli,
ekollerin isimlerinin her bir İslam felsefesi tarihi çalışmasında farklı
bir şekilde yer almasıdır. İslam felsefesi tarihi ile ilgili bir eserde yer
alan ekol, başka bir eserde farklı bir isimle yer alabilmektedir. Örneğin birinde ‘Pisagorcu felsefe’ adıyla zikredilen ekol138, başka bir
eserde ‘yeni-pisagorculuk’ adıyla verilmekte139, diğer bazı eserlerde
ise böyle bir ekole hiç yer verilmemektedir140. Bir diğer örnek, De
Boer tarafından ‘Yeni Eflatuncu Aristoculuk’ adıyla verilen ekolle ilgilidir. Bu ekol başka eserlerde ‘İslam’da Aristoculuk (Meşşâiyye)’, ‘İslam
Neo-Platonizmi (İslam yeni-Eflatunculuğu)’141 gibi isimler altında verilmektedir.
136
137
138
139
140
141
linmektedir. İslam felsefesine dâhil edilen diğer ilimlerin de başka bir bağlamda ve
özellikle bir ilmi farklı kılan temel yaklaşım, konu, kavram, yöntem ve gaye bakımından değerlendirilmeleri gerekir.
Ülken, İslam Felsefesi, 7. Ayrıca geniş bilgi için bkz. Bayrakdar, age., 4-7.
Krş. De Boer, age; Fâhûrî-Cerr, age.; Ülken, İslam felsefesi; İbrahim Agâh Çubukçu,
İslam Düşüncesi Hakkında Araştırmalar, Ankara, 1983; Fahri, İslam Felsefesi Tarihi;
Bayrakdar, age., Corbin, İslam Felsefesi Tarihi I-II; Şahin, age.. (Bu eserlerin birçoğunda ekollerin isimleri eserin bütününe yayılmış olarak yer aldığından, sayfa
numaraları verilmemiştir).
Bkz. De Boer, age., 72-80.
Bkz. Fahri, İslam Felsefesi Tarihi, 133-143.
Bkz. Ülken, İslam Felsefesi; Bayrakdar, age.; Fâhûrî-Cerr, age.; Şahin, age.; vb.
Krş. De Boer, age.; Ülken, İslam Felsefesi; Fahri, İslam Felsefesi Tarihi; Şahin, age..
70
| Nuri Adıgüzel
Daha önce çağdaş araştırmacılar tarafından da gündeme getirilmiş olan bu sorun142, İslam filozoflarının görüşleriyle, onların
dâhil edildikleri ekol mensuplarının görüşleri arasında (varsa) mevcut olan benzerliklerin ve farkların tespit edilmesiyle aşılabilecektir.
Zira bir yazarın meşşâî ekole mensup olarak gösterdiği filozof, başka bir yazar tarafından yeni-eflatuncu gösterilebiliyorsa, ortada ya
bir bilgi eksikliği, ya bir önyargı ya da bir yanlış vardır. Bunlardan
hangisinin olduğu ancak özel bir araştırmayla anlaşılabilir.
Bu tür bir araştırmada, yazarların yaklaşımlarının sorgulanması
ya da bu hataların kaynaklarının araştırılması yararlı olabilirse de,
asıl önemli olan ortak bir yaklaşımın geliştirilme imkânının araştırılmasıdır. Bu da ancak her araştırmacının kendi mütalaalarına endeksli bir sınıflama yerine, herkes tarafından benimsenen veya benimsenebilir olan bilgi veya kıstaslarla sınıflama yapması ile gerçekleşebilir.
3. Sorun olarak ortaya çıkan farklılıkların üçüncü tezahür şekli,
ekollerin içeriklerinin farklı olmasıdır. Nitekim bazen bir sınıflamada ‘Pisagorcu felsefe’ başlığı altında, tabiat felsefesi ve İhvân-ı Safâ’ya
yer verilirken, başka bir sınıflamada ‘yeni-pisagorculuk’ başlığı altında yalnızca İhvân-ı Safâ zikredilmektedir143. İşrâkilik konusunda da
benzer bir durum söz konusudur. Bazı yazarlar Sühreverdî’den
(ö.1191) başka İbn Tufeyl’i (ö.1185) işrâkî sayarken144, diğer bazıları
Sühreverdî ile birlikte Sadreddin Şîrâzî (ö.1641) ve tâbilerini işrakî
saymaktadır145. Oysa İşrâkîliğin anlamı, yöntemi, gayesi, kavramları
142
143
144
145
Bayrakdar anılan eserinde, özellikle ‘Meşşâiyye, Rivâkiyye, İşrâkiyye’ şeklindeki çok
da yaygın olmayan bir sınıflamayı zikrederek onun eleştirisini yapmaktadır. Bayrakdar’ın bu eleştirilerine tamamen katılıyoruz. Fakat onun yalnızca belli bir sınıflandırma yanlışına işaret ettiğini hatırlamak gerekir. Geniş bilgi için bkz. Bayrakdar,
age., 102–105.
Krş. De Boer, age., M. Fahri, İslam Felsefesi Tarihi.
Bkz. Ülken, İslam Felsefesi.
Bkz. Fahri, İslam Felsefesi Tarihi.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 71
yani bu isimle nitelendirilmeyi gerektiren ölçütler açıkça ortaya konulabilse idi, hangi filozofların işrâkî sayılması gerektiği konusundaki görüş ayrılıkları ortadan kalkabilir ya da asgarîye indirilmiş
olurdu.
Sonuç olarak belirtmek gerekirse:
İslam felsefesini ya da İslam filozoflarını örgün veya yaygın eğitim-öğretim yoluyla hedef kitlelere anlatabilmek için, onları sınıflara
ayırmak, birbiriyle karşılaştırmak ve tanımlara ulaşmak gerekmektedir. Bunun ise, aklın bireşimci yapısına uygun olması için belirli bir
bağlamının olması gerekir. Şayet İslam filozofları, genel insanlık düşüncesi içerisinde bir yere yerleştirilmek ve bu şekilde konumlandırılmak isteniyorsa, tabii olan, bunun ölçütlerinin ve yönteminin genel
insanlık düşüncesi dikkate alınarak yapılmasıdır. Fakat İslam filozofları İslam düşüncesi içerisinde konumlandırılmak isteniyorsa, bunun
için farklı bir sınıflandırmanın yapılması kaçınılmazdır. Günümüzde
sık kullanılan ‘paradigma’ kavramıyla-onu geniş anlamında kullanarak-ifade etmek gerekirse, ilk olarak meselenin hangi paradigma çerçevesinde ele alınması gerektiği tespit edilmelidir. Söz konusu tespitin belirgin bir şekilde yapılmaması, yapılan sınıflandırmanın da kapalı kalmasına yol açmakta ve böylece ortaya konulan görüşler, diyalektik ve spekülatif düzeyde kalmaktadır. Bu da, tanıtılmak istenen
İslam felsefesinin veya filozoflarının anlaşılamamasına veya yanlış
anlaşılmasına yol açmaktadır. Fakat İslam felsefecilerinin önlerinde
duran önemli sorunlardan bir diğeri ilimler sınıflaması sorunudur.
Şimdi kısaca bu soruna bir göz atmak istiyoruz.
V. İslam Felsefesinde İlimler Sınıflaması Sorunu
Antikçağ’dan günümüze kadar pek çok filozof ve ilim adamı tarafından yapılan ilimler sınıflaması, bilgi birikmesi sonucu ortaya çıkan bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç, tıpkı bir araştırmacının özel bir konuya
72
| Nuri Adıgüzel
ilişkin araştırmasında elde ettiği verileri ve malzemesini sınıflandırma ihtiyacı gibi, bir toplumun veya en genel anlamda insanlığın elde
ettiği bilgi birikiminden yararlanarak ilmi evrensel bir bakışla insanlığın hizmetine sunma girişiminde ortaya çıkar. Ayrıca bilgi birikiminin toplumsal gelişmeler doğrultusunda yönlendirilmesi ve insanlığın mutluluğu için kullanılması da ilimler sınıflaması sayesinde
mümkün olabilir. Tabiat ilimlerinde ortaya çıkan gelişmeler ve bulgular (örneğin fizikte ses ve ışık dalgalarına ilişkin yansıma kanunları ve yer
çekimi kanunu, biyolojide DNA ile ilgili gelişmeler veya kopyalama, kimyada
atoma ilişkin bilgiler), pratik açıdan bir toplumdan diğerine önemli değişiklikler göstermezken, insanî ilimler alanında ulaşılan ve biriken
bilgiler, ‘değerler’ sorununun devreye girmesiyle toplumdan topluma
hatta bazen fertten ferde aynı ölçüde uygulanabilir olmayabilmektedir. Hekimler arasında yaygın olan ‘hastalık yoktur, hasta vardır’ deyimi buna işaret etmektedir. Bunun birçok sebebinden söz edilebilir ki
başlıcaları, kullanılan yöntemlerin yetersizliği, bilgiyi edinme sürecinde süjenin objeyi (insan) algıladığı veya anladığı tarzda değerlendirmesinden doğan zihniyet farklılığı, farklı bir dünya görüşüne sahip olma, önkabuller (hipotezler), kültürel farklılıklar vb. sebeplerdir.
Bu sebepler arasında pratik hayatın bütününü kuşatan kültürel farklılıkların derin olduğu toplumlar arasında sosyal alanda elde edilen
birikimin pratiği açısından da önemli farklılıklar ortaya çıkmaktadır.
Fakat burada birinci derecede önemli olan felsefî düzeydeki farklılıklardır. Örneğin pragmatizmin eğitim kurumlarında uygulanmasıyla
elde edilen başarı her ülkede aynı düzeyde değildir. Yahut pragmatik
ahlâk Amerika ve Türkiye toplumlarında aynı ölçüde uygulanabilir
değildir. Kısaca, her toplumun kendine özgülükleri vardır ve bu
kendine özgülüklerin temsil edilmesi gereken en önemli alan, felsefedir. Bir toplumda uygulanacak olan siyaset felsefesi, hukuk felsefesi, eğitim felsefesi ve ilim felsefesi o toplumun kendine özgülüklerini
içermiyorsa, ya toplumsal çatışmalara yol açacaktır (günümüz Türkiye’sinde olduğu gibi), ya da başarılı bir şekilde uygulanamayacaktır. Bu
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 73
durumda tüm ilim dallarını ve meslekleri ilgilendiren ilimler sınıflaması, felsefî başkalığın ortaya çıktığı her toplumda o toplumun değerleriyle uyumlu bir şekilde yapılmak zorundadır. Günümüz İslam
felsefesi açısından ilimler sınıflamasının bir sorun olarak ele alınması,
böyle bir zorunluluğun varolduğu düşüncesine dayanmaktadır.
Türkiye’de toplumun dinî, siyâsî, hukukî, ahlakî, tarihî, ilmî vb.
değerlerinin uygulanmakta olan bu kurumlara ilişkin felsefelerde
temsil edildiğini söylemek mümkün değildir. Mesela, Batı geleneğine dayalı olarak yapılan ve Türk eğitim sisteminde okutulmakta
olan yönetim şekillerine ilişkin sınıflama (monarşi, oligarşi, bizantinizm, teokrasi ve demokrasi), Türklerin kurdukları devlet şekilleriyle
büyük ölçüde uyumsuzluk içerisindedir. Bunlara ilişkin burada
spekülatif bir tartışmaya girişilmeyecektir, fakat söz konusu uyumsuzluğun Türkiye’de toplumsal değerlere bağlı bulunan muhafazakârlarla bu değerleri göz ardı eden kesimler arasında temel yaklaşım farklılıklarına ve kimi zaman güvensizliğe varan ayrışmalara
sebep olduğunun hatırlatılması gerekir.
Şu halde Türkiye’de ilimler sınıflamasının bir ihtiyaç olduğu,
teorik ve pratik olmak üzere iki düzeyde ele alınabileceği söylenebilir. Pratik düzeydeki ihtiyaç, doğrudan eğitim-öğretim sorunlarının
yol açtığı ihtiyaçtır ki, bu da bir yönüyle naklî ilimlerin yoğunluklu
olarak okutulduğu İlâhiyat Fakülteleri’ndeki öğretim faaliyetleri ile
ilgilidir. Bilhassa din ilimleri alanında onların birer tarihsel ilim olmaları sebebiyle yeni adlandırmalara ve yeni bölümlemelere ihtiyacı olmadığı düşünülebilirse de, (bu ilimlere ait büyük külliyatların varlığı göz önüne alınarak), hangi bilgilerin hangi yöntemle ve ne düzeyde öğretilmesi gerektiği konusunda yeni çalışmalara ihtiyaç
vardır. Ayrıca daha ziyade öğretim düzeyinde tarihsel olarak okutulan bazı ilimlerin güncelleştirilebilmesi için onların sınırlarının
daha belirgin olarak ortaya konulması da bir ihtiyaçtır. Nitekim
Kelâm ile İslam felsefesinin veya İslam felsefesi ile Tasavvufun ko-
74
| Nuri Adıgüzel
nuları ve yöntemlerinin yeterince ayrışmış olmadığı ortadadır. Bu
ihtiyaç daha ziyade bir güncelleştirme sorunu gibi durmakta ise de,
ilimler sınıflamasının yeniden ele alınarak mevcut birikimin tümünün (olabildiğince) dikkate alınması pratik açıdan eğitim-öğretimin
daha verimli hale gelmesini sağlayacaktır. Günümüzde bu sorunu
aşma çabası, bazı akademisyenlerin, bireysel gayretleriyle sınırlı
kalmaktadır. Oysa sorun, bireysel çabalarla çözülemeyecek kadar
güç gözükmektedir.
İlimler sınıflamasının teorik düzeyde ihtiyaç oluşu ise, üstteki
paragrafta kısmen dile getirilmiş olduğu gibi, toplumun değerlerini
içinde barındıran ve felsefî olarak bütün ilimleri kapsayan bir sınıflamanın bulunmamasından kaynaklanmaktadır. Çağımızın bilim anlayışı, İslam toplumlarının kendine özgü değerlerinden arındırılmış
kavramlarla oluşturulmuştur. Bizzat ‘bilim’146 kavramından başka ‘bilimsellik’147, ‘doğa’148, yeni muhtevası ile ‘din’ ve ‘felsefe’ gibi. Zira örneğin ‘bilim’ sözcüğü yalnızca deney ve gözleme dayalı olanı ifade etmesi ve metafiziği dışlamasıyla ideolojik bir içerik taşımaktadır. Bunun da yukarıda ele alınan örgün eğitim-öğretim açısından pratik
düzeyde ihtiyaç olmasından başka pratik sonuçları vardır. Nitekim
İslam toplumları açısından kültürel değerlerin çağdaş Batılı bilim anlayışları tarafından dışlanması, yeni nesillere bu değerlerin aktarılabilmesi veya korunabilmesi için toplumun muhafazakâr kesimlerinin
örgün eğitimin dışında gayr-i resmî özel eğitim-öğretim faaliyeti
içinde bulunmasına yol açmaktadır. Bu ihtiyaçları doğuran sorunlarla bağlantılı olarak, birikmiş olan bilginin verimli kullanılamayışı ve
146
147
148
‘İlim’ ve ‘bilim’ kavramlarına ilişkin bir karşılaştırma için bkz. Teoman Duralı, ‘Raslantı
İle Zorunluluk Açısından Canlılar Bilimi’, Türkiye I. Felsefe Mantık Bilim Tarihi Sempozyumu Bildirileri, ss.74-94, Birinci Baskı, Ankara, 1991, 82-88.
Bkz. İlhan Kutluer, “Bilimsellik” Üzerine, İstanbul, 1983, 9-71.
Bu kavram ‘doğmak’ fiilinden türetildiğinden, tabiatla Allah arasındaki ilişkiyi kavramsal düzeyde koparmaktadır.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 75
ayrıca içinde bulunduğumuz çağda insanın ilmî ve teknolojik araçlara hizmet eder duruma gelmesini de zikretmek gerekir.
Dolayısıyla bugüne kadar yapılan ilimler sınıflamalarının Türkiye açısından yeterli olduğunu söylemek mümkün gözükmemektedir. Klasik İslam felsefesi devirlerinde yapılan sınıflamalar, çağımızda birikmiş olan bilgiyi ve ilim dallarını içermemekte, Batı’da
yapılan sınıflamalar ise, farklılıkların felsefî düzeye kadar eriştiği
farklı ortamlarda yapılmış olduğundan, bilhassa insanî ilimler alanında İslam toplumlarına hitap etmemektedir.
Düşünce tarihinde yapılan ilimler sınıflamalarının ilkini Aristo’nun yaptığı kabul edilmektedir. O ilimleri, ilmin gayesi veya buna paralel olan zihnin gelişim yönüne doğru sınıfladığı gibi, konusuna göre de sınıflamıştır. Onun ilimler sınıflamasında teorik-pratik
ayrımı ilmin amacına göre (sırf bilmek için bilinen-uygulanmak için bilinen) yapılmıştır149. Filozofun ilk olarak Episteme (bilim)’i, Theoretike (teoretik bilim), Poietike (poetik bilim) ve Praktike (pratik bilim),
olarak üç kısma ayırdığı ve daha sonra theoretike (teoretik bilim)’i
kendi arasında tekrar theologike (Tanrı bilimi), Physike (Fizik bilimi)
ve mathematike (matematik bilimi) olmak üzere üç kısım olarak sınıflandırdığı görülmektedir150. Bu sınıflamada mantığın yer almayışı
ise, Aristo’nun sınıflaması ile ilgili farklı görüşler öne sürülmesine
yol açmıştır151. Ayrıca bazı yazarlar Aristo’nun ilimleri bu şekilde üç
sınıfa ayırmasını, onun ‘ilmî faaliyetlerin üç farklı tezâhürü olduğu’ düşüncesiyle alakalı görmektedirler. Nitekim Aristo’ya göre ilmî faaliyetler bakmak (theorein), hareket etmek (pratten) ve ibda etmekyaratmak (poiein) olmak üzere üç farklı şekilde ortaya çıkar. Birinci
149
150
151
Bkz. Aristoteles, Metafizik I, 1003a, 20-1005b, 14 (bu kısımda başta İlahiyat olmak üzere
ilimlerin konuları bakımından incelenmesi, aynı zamanda ilimlerin sınıflandırılmasını
da ortaya koymaktadır); 1025b, 1-1026a, 33 (bu kısımda ise Aristo doğrudan teorik
ilimlerin bölümlerini ele almaktadır).
Bkz. Aritoteles, Metafizik I, 1025b, 1-1026a, 33 ve 299. sayfadaki 2 no’lu dipnot; ayrıca
bkz. Atademir, age, 63-66.
Bkz. Atademir, age, 65-66.
76
| Nuri Adıgüzel
faaliyette düşünme, ikincisinde sevk ve idare etme, üçüncüsünde
ise eserin ortaya konulması gerçekleşir152.
Aristoteles’in yaptığı bu ilimler sınıflaması İslam filozofları tarafından da büyük ölçüde benimsenmiştir. Kindî’den itibaren İslam
felsefesinde bir gelenek halini alan ilimler sınıflamasında bazen teorik-pratik ilim ayrımı kabul görmüştür. Örneğin İbn Sina, “Aklî ilimlerin Kısımları Hakkında” adlı risâlesinde, ‘hikmet’ kavramını Aristo’nun “bilim”i karşılığında kullanarak, Aristo’nun bilimi teorik ve
pratik diye ayırdığı gibi, o da hikmeti nazarî (teorik) ve amelî (pratik)
olarak bölümlemektedir153. Onun Kelâm ve Akâid ilimlerinin konularını İlâhiyat ilminin fürûâtı içerisinde zikretmesi ve tefsir, hadis,
fıkıh gibi dinî ilimleri bu sınıflamaya dâhil etmemesi, dinî ilimleri
aklî ilimlerden ayırdığı izlenimini doğurmaktadır.
Aklî ilimleri Aristo gibi tasnif eden Âmirî (ö. 992) ise bu dinîaklî (dinî-felsefî) ayrımını açıkça zikretmektedir. Nitekim o ilimleri
dinî ve felsefî olmak üzere ikiye ayırdıktan sonra bunları kendi arasında tekrar bölümlemektedir154. Buna göre dinî ilimler, hadis, fıkıh,
kelâm ve lügat ilimlerinden meydana gelmektedir155. Felsefî ilimler
ise şöyle sıralanır:
1.
Tabiî ilimler: Meteoroloji (İlmü’l-âsâri’l-ulviyye), Mineroloji (İlmü’lmeâdin), Botanik (İlmü’n-nebât), Zooloji (İlmü’l-hayavân), Tıbb,
Farmakoloji (Sınaâtu’t-tabîh), Boyacılık, Süslemecilik.
2.
Matematik (Riyâzî): Aritmetik, Geometri (Hendese), Astronomi
(Tencîm), Te’lîf, Mekanik (Hiyel).
3.
Metafizik (İlâhiyat).
4.
Mantık156.
152
153
154
155
156
Atademir, age., 64.
Geniş bilgi için bkz. İbn Sînâ, ‘Fî Aksâmi’l-Ulûmi’l-Akliyye’, Tis’u Resâil, 83-94.
Turhan, age., 61-76.
Turhan, age., 68-76.
Turhan, age., 63-66.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 77
İslam felsefesi tarihinde yapılan bu sınıflamalar, Kindî’den itibaren Ahmet Cevdet Paşa’ya (ö. 1895) kadar devam etmiştir. Yüzyıllar boyunca gerek ilim kurumlarındaki eğitim-öğretim faaliyetlerinin başarısında gerekse toplumun eğitim-öğretim ihtiyacının giderilmesinde bu sınıflamaların son derece önemli bir işlevi yerine
getirdiği açıktır. Kuşkusuz İslam filozof ve düşünürlerinin hangi
ilimleri sınıflamada nereye yerleştirdiklerinden ziyade son derece
spesifik araştırmalarla onların güncelleştirilme imkanlarının araştırılması gerekmektedir.
Günümüz İslam felsefesi açısından bu imkanların araştırılarak
sonuçlandırılması, çağın şartlarına ve mevcut birikime göre yapılması gereken yeni bir ilimler sınıflamasına ışık tutabilir. Batı toplumları temel alınarak yapılan ilimler sınıflamalarının-örneğin Dilthey (ö. 1911), Windelband (ö. 1915), Nicolai Hartmann (ö. 1950) tarafından yapılan sınıflamalar-belirtilen sebeplerle Türkiye’de uygulanmasında sorunlarla karşılaşılması tabiidir. Kaldı ki hangi sınıflamanın benimsenmesi gerektiği konusunda bir fikir birliği de bulunmamaktadır. Bunun haklı ve tabii sebeplerinden söz edilebilir.
Fakat Türkiye toplumunun kendine özgü yanlarını dikkate alan-ve
elbette milliyetçi duyguları öne çıkarma veya ideolojik yaklaşımlar
sergileme adına değil, en doğruya ulaşma adına-bir sınıflama yapılmasının, yahut uygulanmakta olanların ilkeler veya temel yaklaşımlar düzeyinde eleştiriden geçirilmesinin gerekliliği vurgulanmalıdır. Nitekim günümüzde üniversitelerin ürettiği bilginin pratiğe
dönüştürülemeyişi yalnızca siyasal, ekonomik ve sosyal koşullarla
açıklanamaz.
İlimlerin konu, yöntem veya gaye bakımından yeni bir sınıflamaya tâbi tutulması mümkün ise de, doğrudan doğruya epistemolojik nesneler konumundaki bilgilerin niceliksel olarak sınıflandırılması ve bunun için İslam felsefesi geleneğinde mevcut ‘tümel-
78
| Nuri Adıgüzel
tikel’157 ayrımının model yapılması mümkün gözükmektedir. Bu
konuda öncelikle şu tespitlerde bulunulabilir: Her türlü ilmî faaliyetin insanın mutluluğunu gaye edindiği benimsenirse, bilgileri sınıflamanın gayesinin de insan mutluluğu olduğu kabul edilmiş olur.
İkinci olarak, mutluluk bir güvende olma ve itminan hali olduğuna
göre, insanın her türlü etkinliğinin temelinde güven duygusunun
bulunduğu söylenebilir. Bu durumda bilgi sınıflaması insana güven
kazandıracak bir model sunma veya açıklama getirme durumundadır. Çünkü bu modellere inanan insanlar, bilginin kullanılmasına
ilişkin endişelerini modele olan bağlılıklarıyla doğru orantılı olarak
giderme fırsatını elde ederler ve paralel olarak ilişkilerinde mutmain olurlar.
Diğer yandan insandaki güven ihtiyacı, kendi ‘ben’i de dâhil
olmak üzere varlıklarla ilişkilerinde ortaya çıkar. Bu ilişkiler başlangıçta insanla tabii varlıklar (toprak, su, ateş, bitki, hayvan gibi) arasında olmuştur ve başlangıçta insanların sanat ürünleri (bilgi, teknolojik ürünler, göreceli değerler vs.) ile ilişkileri son derece sınırlıdır. Fakat insan, aklı sayesinde kendi ürünü olan sanatsal âlemi geliştirerek onunla ilişkilerini artırmış, buna karşın tabii âlemle ilişkileri diğeriyle ters orantılı olarak azalmıştır. Ancak tabii olanın kanunlarında değişmeyen bir düzenin bulunması, insanın tabiî olanla ilişkilerinde âlemin gayesiyle uyumlu olmasını sağlarken, sanatsal varlıkların işleyiş kanunlarını kendisi yapması sebebiyle bunlarla olan
ilişkilerinde tabiî varlıkların yönelik olduğu tümel gayeden sapmalar ortaya çıkmıştır. Ayrıca bir yandan sürekli gelişim ve değişim,
diğer yandan bunların öznesinin bütün insanlık olması sebebiyle,
değişmeyen bütüncül bir düzen oluşturulamamıştır. Tüm insanlığın ortaklaşa oluşturduğu sanat âlemi, içinde bulunduğumuz XXI.
Yüzyıla gelindiğinde, insan hayatına hemen tamamen egemen ol157
Fârâbî, Fî Ağrâzi’l-Hakîm, 34; İbn Rüşd, Telhîsu Maba’dettabia, 1-3.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 79
muş durumdadır. Sanat âleminde tabiî âlemde varolan düzenin
benzeri oluşturulamadığından, ikisi arasında da uyumsuzluklar ortaya çıkmıştır ve bu durum pratik hayata yansımıştır.
Öte yandan, bilgi sınıflamasına temel olacak ‘tümel-tikel’ ayrımı
aynı zamanda ontolojik bir gerçekliğe de işaret etmektedir. Bunun
yalnızca zihinsel olduğunun düşünülmesi halinde, temel olma özelliği ortadan kalkacaktır. Burada tümeller tartışmasına girmek gibi
bir amaç bulunmamaktadır, fakat hiçbir tümelin gerçekliğinin olmadığının düşünülmesi, en tümel fâil illet konumundaki İlk İllet’in
de yalnızca zihinde varolduğu sonucuna götürür. Diğer yandan her
tümelin ontolojik varlığının olduğu da iddia edilemez. Örneğin
‘cins’ kavramı zihne aittir ve epistemolojik bir varlıktır; cins olan
‘hayvan’ ise kavram olarak zihinde yer almasından başka, ontolojik
bir karşılığa da sahiptir158.
Bu tespitlerden sonra denilebilir ki, insan ürünü olan sanatsal
varlıklar arasında tabiî varlıkların düzenine benzer bir düzen kurulması, hem tabiî âlemdeki gayelilik, hem de bu yolla insan mutluluğuna ulaşılabilmesi için şarttır. Yapılacak bilgi sınıflaması sanatsal
bir faaliyet olarak adlandırılabileceğine göre, tabiî âlemde mevcut
olan niceliksel yapının (tümel-tikel olma) sanat âlemine uygulanmasıyla, çağımızda birikmiş olan bilginin tabiî âlemin yönelik olduğu
amaç doğrultusunda kullanılması sağlanabilir. Bu aynı zamanda
zihnin işleyiş kanunlarına da uygun düşecektir. Ayrıca insan, Allah’ın halifesi olarak bireysel yetenekleri doğrultusunda O’nun yaptığının benzerini yapmakla yükümlüdür. Yani Allah’ın yarattığı tabiî âlemdeki kanunları, kendi yarattığı sanat âleminde de kurmaya
çalışmalıdır.
158
Bu açıklamalar yalnızca kabullerin ortaya konulmasına yönelik olup, ayrıntılı bir açıklama veya ispat düzeyinde değildir.
80
| Nuri Adıgüzel
Bu faaliyet esnasında bilgilerin tümellik-tikellik açısından nicelik düzeylerini belirlerken, Aristo mantığının beş tümelinden,
heyûlânî akıl ile faâl akıl arasındaki akıl derecelerinden veya günümüz örgün eğitim düzeylerinden yararlanılabilir. Fakat ilimler
sınıflaması sorunu genel olarak, aynı zamanda ilimlerin yöntemleriyle de yakından alakalıdır.
İKİNCİ BÖLÜM
İSLAM FELSEFESİNİN
KAYNAKLARI VE ÖZGÜNLÜĞÜ
82
| Nuri Adıgüzel
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 83
İslam felsefesi tarihi boyunca bu disiplinin en önemli sorunlarından birisi ve belki de en önemlisinin kaynaklar ve özgünlükle ilgili olduğu söylenebilir. Bu sorun, felsefî eserlerin Arapçaya tercüme edildiği erken devirlerden (VIII-IX. yy.) günümüze kadar süregelen en önemli sorunlardan biridir.
İslam felsefesinin Eski Yunan felsefesi kaynaklı olduğu ve özgün olmadığı yolundaki iddiaların, genelde onun Eski Yunan felsefesinin bir tekrarı olduğu ve yalnızca felsefeyi aktarma işlevi gördüğü veya Eski Yunan felsefesinin bir şerhi ve yorumu olduğu, tezlerini içerdiği bilinmektedir159. İslam felsefesinin özgünlüğü hakkında şu hususların dile getirilmesinde yarar vardır:
1. İslam felsefesi, genel felsefenin bir parçasıdır ve bir felsefi faaliyette bulunması gereken her türlü unsuru içinde barındırmaktadır. İslam filozofları, varolanı en genel çerçevede ele almışlar, felsefenin kavramlarını ve yöntemini kullanmışlar, felsefenin konularını
konu edinmişler ve felsefenin amacına uygun olarak, içinde yaşadıkları toplumun entelektüel sorunlarının çözümüne katkı sağlamak amacıyla tevârüs ettikleri felsefeyi bir anlamda yeniden inşa
etmişlerdir. Bilginin ve ilmin eklemlenme yoluyla ve birikerek gelişeceğine inandıklarından, kendilerinden önce ortaya konulan birikimi en verimli bir şekilde kullanmaya çalışmışlardır. Bu faaliyeti
yürütürken, öncekilerin hakkını teslim etmeyi Allah’ın bir emri olarak görmüşler ve İslam’ın öngördüğü ve Müslümanların bir sünnet
159
Bkz. De Boer, age., 23-24; Roger Arnaldez, ‘İslam’da Felsefî Düşünce Nasıl Kötürümleşti?’,
Çev: Ahmet Arslan, İslam Felsefesi Üzerine (içinde, ss.46-63), 50-52.
84
| Nuri Adıgüzel
haline getirdiği gibi, ilme ve ilim sahibine Eski Yunan filozoflarına
yüksek değer atfetmişler, büyük itibar göstermişlerdir. Çünkü İslam, gerek Kur’an ayetlerinde gerekse Peygamberinin diliyle ilmi
en yüksek mevkiye koymuştur ve onlara itibar edilmesini emretmiştir. İslam aynı zamanda onlardan, adaletli olmalarını istemiştir
ve eski filozoflara haklarını teslim etmek adaletin bir gereğidir160. İslam filozoflarının faaliyetlerindeki bu tür unsurlar göz ardı edildiğinde onların şerhcilikten öte bir faaliyet ortaya koymadıkları zehabına kapılmak mukadder gözükmektedir.
2. İlk Çağdan itibaren, felsefenin ana konuları belirginleşmiştir
ve varlık, bilgi ve değer gibi problem alanları hemen her çağda felsefenin temel sorunsalını oluşturmuştur. Bu konularda ilk söz söyleyenler, ilk olmanın ayrıcalığıyla her devirde referans kaynağı olmuşlardır. Örneğin bir yandan varlığı ‘değişim’ ile açıklayan Herakleitos (ö. M.Ö. 480)161, diğer yandan değişimin bir yanılgı olduğunu
ve hiçbir şeyin değişmediğini ileri süren Parmenides (ö. M.Ö. 450)162
ve her ikisini uzlaştırmaya çalışan Eflatun’la (ö. M.Ö. 347)163 birlikte
üçlü bir kategorik ayrım ortaya konulmuştur. Deyim yerindeyse
ana paradigmalar belirlenmiş, daha sonra gelenlerin düşünceleri
için bunlar çerçeve oluşturmuşlardır. Elbette yeni paradigmalar
oluşturmanın imkanı teorik olarak ortadan kaldırılamaz; fakat bugüne kadar oluşu açıklamak üzere bu üç kategoriden birine dâhil
edilemeyecek bir başka düşünce ortaya çıkmış değildir. Bu, insanlığın yeni şeyler üretmediği anlamını taşımaz. Bilakis her çağda in-
160
161
162
163
Bkz. Yahya b. Adiy, Tefsîru Yahya b. Adiy li’l-Makâleti’l-Ûlâ min Kitâbi “Maba’dettabia” li
Aristotalis, Resâil Felsefiye içinde, ss. 168-203, Tah: Abdurrahman Bedevi, Beyrut, 1983,
175; Ebu’l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed b. Rüşd, Tefsîru Maba’dettabia,
I/9-10 (Krş. Aristoteles, Metafizik, 993b, 15).
Bkz. Russell, age., 45 vd.
Bkz. Russell, age, 65 vd.
Bkz. Russell, age, 111 vd.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 85
sanlık (her toplum olmasa bile) sünnetullahın bir gereği olarak yaşadığı sorunlara çözüm üretebilmiştir. Bu durumda bir görüş hangi
çerçevede ele alınırsa alınsın, onun içeriğinin nasıl doldurulduğu
son derece önem kazanmaktadır.
Bir görüş veya düşüncenin içeriğinin doldurulması konusunda
vurgulanması gerekir ki, varlığın sürekli değişen yanlarına (arazlar)
karşılık, değişmeyen yanları da vardır ve varlığın bilgisi onun değişmeyen yanlarına ilişkindir. Fakat, insan sorunlarının değişip çeşitlenmesine paralel olarak, varolan hakkındaki araştırmalar derinleşmekte, insanın varolanla ilişkileri değişmekte ve gelişmektedir. Bu
durum, varlığın farklı şekillerde algılanmasına ve farklı şekillerde yorumlanmasına yol açmaktadır. Yeni felsefe ve düşüncelere ihtiyaç
duyulmasının sebebi de budur. Varlığın bir değişen, bir de değişmeyen yanı (cevher-araz) olduğundan, varlığın hakikatini kavramak güçleşmektedir. Arazların konusu olan tikellerden bağımsız, salt teorik
ve tümel kavramlarla düşünülmesi ve doğrudan bunların hareket
noktası yapılması durumunda, insan gerçek olandan ve olgudan
uzak bir zihinsel faaliyetin içine düşme tehlikesiyle karşılaşmakta,
arazların kuşattığı tikellerden hareket etmesi halinde ise varlıkta değişmeyen öze ulaşması engelli hale gelmektedir. Fakat Allah’ın insana isimleri öğretmesi, ‘eşyanın tabiatına delalet edecek isimleri türetme yeteneğini onlara bahşetmesi’ şeklinde anlaşılırsa, eşyanın değişmeyen
hakikatine ulaşma imkanının böylece ontolojik olarak insanın varlığına nakşedildiği söylenebilir. İnsanlığın dil oluşturması bu sayede
gerçekleşir. Eşyanın değişmesine ve insanın eşyayla ilişkisinin gelişmesine paralel olarak dil de gelişir. Değişmeler, dil yoluyla zihne aktarılır. Dolayısıyla bir felsefede orijinallik aranacaksa bu onun, varolandaki değişimi düşünceye ne kadar yansıtabildiğinde aranmalıdır.
Bunu anlayabilmek için de ürettiği dile ve kavramlara bakmak yeterlidir. İslam Felsefesi ile Eski Yunan Felsefesi arasındaki benzerliklerden veya İslam filozoflarının referanslarından hareketle İslam felsefe-
86
| Nuri Adıgüzel
sinin orijinalliğinin bulunmadığını iddia etmek, bir tür genellemeye
dayandığından, ilmî bir yaklaşım sayılamaz. İslam felsefesi veya filozoflarının orijinal olup-olmadıkları ya da hangi düzeyde orijinal oldukları sorunu, ancak onların felsefelerini oluşturan kavramların, onların yaklaşımlarının ve kurdukları düşünce sistemlerinin yeterince
aydınlatılmasıyla aşılabilir.
3. Ne geçmişte, ne de günümüzde İslam filozofları veya felsefecileri ‘İslam’ ve ‘felsefe’yi birbirinin alternatifi olarak görmemişlerdir.
Bunun güzel bir örneğini ‘Faslu’l-Makâl’de bulmak mümkündür.
İbn Rüşd, din-felsefe ilişkisini ele aldığı bu eserinde, ‘felsefe (hikmet),
dinin arkadaşı (sâhibe) ve süt kardeşidir’164 demektedir. Çünkü hem
akıl, hem de vahiy aynı kaynaktan beslenmekte, akıl hakikati anlama yetisini Allah’tan aldığı gibi, vahiy de hakikatin sözlü ifadesi
olarak Allah’tan gelmektedir. Dolayısıyla akıl ile vahyin gösterdiği
hakikatin birbirine aykırı veya birbirinin alternatifi olması düşünülemez. Nitekim Bağdadî’nin (ö. 1168) de belirttiği gibi, din-felsefe
uzlaştırması çabalarının amacı bir anlamda bu iki kurumun birbirini tamamladığını ortaya koymaktır165.
Bilhassa bazı kelamcılar tarafından vahyi aklın kontrolüne
vermek gibi algılanan felsefî yönelim, bu faaliyetin mantık ilmi çerçevesinde yürütüldüğü dikkate alındığında, Gazali’nin (ö. 1111) de
belirttiği gibi166 aslında aklın kendisini kontrolden öte bir anlam da
taşımamaktadır. Felsefenin İslam dünyasına girmesi, vahyi değil,
olsa olsa vahyin yorumunu kontrol altına almıştır.
İslam felsefesinin özgünlüğü sorunu genel anlamda Müslümanların felsefeye bakışı ve onların ilim anlayışlarıyla alakalı gözükmektedir ki bu birinci boyutudur. Sorunun ikinci boyutu ise or164
165
166
İbn Rüşd, Faslu’l-Makâl, 84.
Bağdâdî, age., III/4.
Gazâlî, Mi’yâru’l-İlim, 59-60.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 87
yantalizmin akademik bir kurum olarak ortaya çıktığı XVIII. yüzyılın son çeyreğinden167 itibaren genelde İslam kültürüne, özelde ise
İslam felsefesine ve kaynaklarına yönelik eleştirilerle ilgilidir. Bu
sebeple sorunu iki ana başlıkta ele alarak irdelemek gerekmektedir.
I. Temel Kaynak Olarak İslam Kültürü
‘İslam kültürü’, Kur’an ve Hadis ekseninde ortaya çıkan her türlü kültürel birikimi içine almaktadır. Henüz İslam’ın ilk yüzyıllarından itibaren, metafizik, fizik, mantık, ahlak, matematik, siyaset,
hukuk, tıp, psikoloji (nefs hakkındaki fikirler bağlamında), simya, coğrafya ve astronomiye varıncaya kadar, hayatın bütün alanlarında
Müslümanlar yeni bir medeniyet oluştururken, onların düşüncelerinin temelleri daima Kur’an ve Hadis olmuştur. Gerek tabii varlıklar âlemini gerekse eski medeniyetlerden kendilerine miras kalan
birikimi İslam ile yeniden yoğurarak, (kurulan her yeni medeniyette
yeni bir boya varolduğu gibi), ona kendi renklerini (islâmîlik) katmışlardır. İslam’ın, okuma168, akıl169, ilim170 ve araştırma171 gibi konulara
atfettiği değer ve insanı sonsuza dek (dünya ve âhiret) mutlu kılma
vaadi, başta Cahiliye Devri Arap toplumu olmak üzere, izzet, er-
167
168
169
170
171
Bkz. Yücel Bulut, ‘Oryantalizmin Tarihsel Gelişimi Üzerine’, Marife (Oryantalizm), ss.1338, yıl:2, S.3, 2002, 15.
Bkz. 96/Alak, 1-5; 39/Zümer, 9.
Bkz. 2/Bakara, 67; 5/Maide, 50; 6/En’am, 35; 10/Yunus, 5,6,12; 13/Ra’d, 3,4; 12/Yusuf, 7;
16/Nahl, 11–13; 65, 66, 68; 26/Şuara, 7–9; 29/Ankebut, 15, 24, 34; 30/Rum, 19-25. Daha
geniş bilgi için, Kur’an fihristlerinin “Akıl” maddelerinden yararlanılabilir.
“İlim talep etmek her müslüMânâ farzdır”. Bkz. İbn Mace, Muhammed b. Yezid elKazvinî, Sünenü İbn Mâce, Hazırlayan: Muhammed Fuad Abdülbâkî, Beyrut, trh.siz,
I/Mukaddime, 17; Aclûnî, İsmail b. Muhammed, Keşfü’l-Hafâ, Beyrut, 1351, I/138; Enbiya Yıldırım, Hadis Problemleri, İstanbul, 2001, 145.
3/Ali İmran, 190; 13/Ra’d, 4, 43; 50/Kâf, 6-8; 51/Zâriyât, 20-21; 59/Haşr, 2; 67; 22/Hacc,
46; 29/Ankebut, 20, 35, 63; 30/Rum, 24; 35/ Fatır, 28; 39/Zümer, 9; 58/Mücadele, 11;
88/Gaşiye, 17–20 vb.
88
| Nuri Adıgüzel
dem ve fazileti tatmanın yani medeniyeti yaşamanın hazzına hasret
ve aç toplumlara, doygunluğa ulaşmanın yolunu göstermiş, onları
harekete geçirecek bir güç (motivasyon) sağlamıştır. Müslümanlar
kısa sürede kendilerini de her bakımdan yücelten İslam medeniyetini büyük ölçüde İslam’ın kendilerine verdiği bu güce borçludurlar. Çünkü bu güç olmaksızın, ne matematik, coğrafya, astronomi,
astroloji, tıp, simya, mantık, felsefe vb. ilimlere karşı tecessüs, ne de
eski Yunan veya Helenistik kültüre ilgi olurdu. Kur’an’ın teorik düzeyde sağladığı bu güç, pratik açıdan gittikçe daha düzenli hale gelen, fakat sürekli genişleme ve gelişme eğilimindeki sosyal ve siyasi
hayat tecrübeleriyle de desteklenmiştir. Peygamberimiz zamanında
Kur’an ortaya koyduğu teoriyi gerçekleştirmiş ve Müslümanların
her alandaki sorunları kolaylıkla halledilmişti. Fakat Hz. Peygamber’in vefatından sonra durum değişti ve Kur’an’ın farklı şekillerde
yorumlanması olgusuyla karşılaşıldı.
Nitekim 656 yılında Hz. Osman’ın öldürülmesiyle başlayıp, yine 656’da Cemel (656) ve 657’de Sıffîn savaşlarıyla devam eden siyasi karışıklıklar, Haricilerin ortaya çıkmasına ve siyasi fikir ayrılıklarının dinî bir boyut kazanmasına yol açtı. Müslümanlar ‘kebîre’
(büyük günah) meselesini tartışmaya başladılar. 661’de Ehl-i Beyt’ten
olan Hz. Ali’nin öldürülmesi ve 680’deki Kerbelâ olayından sonra
ise, hem dinî hem siyasi nitelikteki Şia doğdu172. Devam eden süreçte, başta Mürcie ve Mu’tezile olmak üzere birçok mezhep zuhur etti173. Böylece hem zihinsel düzeyde ve Kur’anî teori çerçevesinde
hem de pratik düzeyde kabilecilik, siyaset hırsı, dini hassasiyetler174
172
173
174
Bu tarihi olaylar hk. bkz. Hüseyin G. Yurdaydın, İslam Tarihi Dersleri, Ankara, 1982, 1518. Hayati Ülkü, İslam Tarihi, İstanbul, trz. 332-379.
Yurdaydın, age, 26-27.
Bu konularda bkz. Muhammed Ebu Zehra, İslam’da İtikadi, Siyasi ve Fıkhi Mezhepler Tarihi, Çev. Sıbğatullah Kaya, Ankara, trz., 20-27 (Yeni Şafak Gazetesinin Kültür Armağanı).
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 89
gibi sebeplerle ortaya çıkan canlılık, İslam medeniyetinin doğuşunun temelinde yatan önemli etkenlerden biri olmuştur. Zira her fırka veya mezhep, kendi görüşlerinin doğruluğunu ve diğer görüşlerin yanlışlığını ispatlamak üzere tezler ve antitezler formüle etmişlerdir. İşte bu tez ve antitezler, siyasi-kelâmi fikir ekollerinin başlangıcı oldu175.
Öte yandan fetihler sonucunda birçok farklı din ve kültürle karşı karşıya gelen Müslümanlar, gittikleri yerlerde İslam inancını yayabilmek ve yerleştirebilmek için bu farklı din ve kültür mensuplarıyla münakaşalar yaptılar176. İskenderiye, Urfa, Nusaybin, Antakya, Cundişâpur, Harran ve Bağdat medreselerinin ellerine geçmesiyle birlikte, bu medreselerde egemen olan ilmî ve felsefî birikimin
de sahibi oldular.
Bu birikim, büyük ölçüde eski Yunan ve Helenistik döneme aittir. İran-Sâsânî ve Hint etkilerinin kayda değer olduğunu iddia etmek ise abartı olur177. Fakat bu etkilerin ve fikir unsurlarının nereden geldiği Müslümanlar açısından çok da önem taşımamaktaydı.
Zira her bakımdan dinamik bir sürece giren ve ellerinde Kur’an gibi
bir kıstasları olduğu halde kaostan düzene geçmek isteyen bir toplum için artık önemli olan hangi fikir ve düşüncenin Kur’an’a uygun olduğu idi. Tüm İslam düşünce tarihi boyunca bu mücadelenin
yapıldığı ortadadır. Bu sorunun odak noktası nelerin alınması gerektiğinden çok, alınanların Kur’an ekseninde olup-olmadığı idi.
Fakat hangi fikir ya da düşüncenin Kur’an’a ters olduğu, hangisinin
uygun olduğu konusunda yoğun görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır
ki bu ayrılıklar, genelde İslam düşüncesinin, özelde felsefi düşün175
176
177
Bkz. Bayrakdar, age., 71-72.
Bayrakdar, age., 71.
Geniş bilgi için bkz. Y. Kumeyr, İslam Felsefesinin Kaynakları, Çev: Fahrettin Olguner,
İstanbul, 1976, 17–151; Ülken, Tercümenin Rolü, 38–182; Ülken, 9-20; Bayrakdar, age.,
10, 27-70.
90
| Nuri Adıgüzel
cenin gelişimini olumlu yönde etkilemiştir. Özetle, İslam toplumu
içerisinde ortaya çıkan fikir ayrılıkları ve fitneler, sosyal, ekonomik,
siyasal ve dini bakımlardan bazı olumsuzluklara yol açmışsa da İslam felsefesi ve medeniyetinin gelişmesine olumlu katkıları olmuştur. Bu arada medreseler ve tercümeler yoluyla devralınan felsefe
de, İslam kültür ortamına girdikten sonra kendisine zengin ve geniş
bir gelişim alanı bulmuştur.
Allah merkezli İslam ile bu yeni felsefî unsurların buluşması ve
dolayısıyla ilk hesaplaşması ‘Allah’ veya ‘Tanrı sorunsalı’ çerçevesinde gerçekleşti. Öncelikle Tanrı var mıydı? Varsa sıfatları nelerdi?
O’nun âlemle ve insanla ilişkisi nasıldı? Yani bir yaratma mı, yoksa
sudur mu söz konusuydu? Tanrı âlemdeki etkinliğini nasıl gerçekleştirmekteydi? Sürekli oluşun kaynağı ne idi? İnsan özgür müydü?
Bu ve benzeri sorularla ilgili herkesin bir duruş sergilemesi gerekmekteydi. Ya bu tür konular tartışma dışı tutularak selefî bir tavır
takınılacak veya Allah’ın varlığını ispat gibi bazı konularda bu yabancı unsurlardan yararlanılacak, ya da İslam’ın her türlü sorunun
üstesinden gelebileceği için bu yabancı unsurlara alabildiğince kapılar aralanacaktı. Kuşkusuz başka bazı ara ve uç tavırların bulunması
da tabiidir. Esasen İslam’ın mü’minden beklediği belliydi. Kur’an’da
ortaya konulan Allah telakkisi benimsenecek ve bu telakkiye uygun
davranılacaktı178. Bu uygun davranış ise Kur’an’ın akla yol gösterici178
Kur’ân-ı Kerim’de yüce Allah davranışları göreli kavramlar olan ‘doğru’, ‘güzel’ ve ‘iyi’
gibi niteliklerle nitelendirmemiş, bunun yerine ‘sâlih’ yani ‘uygun’ davranışların yapılmasını istemiştir. Bu uygunluk bize göre, Allah’ın gerek Kur’an’da sözlü olarak zikrettiği ve gerekse zikretmeksizin insanın araştırma ve düşünmesine bıraktığı tabii evrenin tâbi olduğu yasalara uygun davranmaktır. İnsanın halifelik görevini yerine getirmesinin olmazsa olmaz şartı halifesi olduğu varlıkla (Allah) uyum içinde bir hayat
sürmesidir. ‘Sâlih amel’ de buna işaret etmektedir. Yani insan kendi yarattıklarında Allah’ın yarattıklarını örnek almak durumundadır. Kindî’nin felsefeyi tarif ederken ‘Allah’ın fiillerinin benzerini yapmaktır’ (Kindî, Fî Hudûdi’l-Eşyâ, 173) cümlesini bu şekilde
anlamak mümkündür.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 91
liğiyle evrende geçerli olan Allah’ın sünnetlerini (varolanın tâbi olduğu
tümel kanunları) tespit ederek gerçekleştirilebilirdi.
İslam’ın bu konuda her mü’minden inanç ve amel düzeyinde
yapmasını istediği şeyler, aynı zamanda felsefenin gerçekleştirmek
istediği şeylerle örtüşmekteydi179. Zira metafiziğe geçmek, fiziğin
(tabii âlemin) yeterince tanınmasından sonra mümkün olabilirdi. Bu
anlamda İslam ve felsefenin kalkış noktası aynı olmasa bile, yöntemleri birbirine uymaktaydı. Varolanlar hissedilir düzeyden başlanarak araştırılacak ve illiyet zinciriyle duyularımıza en uzak illete
kadar (yani felsefenin Tanrı’sı, İslam’ın Allah’ı) götürülecekti.
Dolayısıyla metafiziğin, bütün varolanların ilk illetleri konumundaki illetlerini (dört illet) ve ilk ilkelerini (el-Mebdeü’l-Evvel) açıklamayı gaye edinmesi ve İslam’ın da akıl yoluyla tabii âlemin Allah’a delaleti bakımından araştırılmasını istemesi ve böylece insanları Allah’a ulaştırmayı gaye edinmesi, İslam ve felsefenin gayelerinin örtüştüğü şeklinde yorumlanabilir. Hiç değilse felsefenin filozofunu, İslam’ın mü’minini ulaştırmak istediği hedef birbirine son derece yakın durmaktadır. Bu benzerliklerin Müslümanların felsefeye
yönelmelerinde etkili olduğunda kuşku yoktur. Nitekim İslam filozoflarının, din-felsefe uzlaştırması konusunda ortaya koydukları
çabalar bu hususu desteklemektedir.
Bundan başka İslam, en genel anlamda varlığın hakikatine dair
ana hatlarıyla bir tez ortaya koymuştu. Felsefe de yüzyıllar boyunca
hakikatin ne olduğunu aramaktaydı. Üstelik bu yalnızca bir arayış
olarak kalmamış, filozoflar bu konuda teoriler geliştirmişti. Bu durumda şu soruların sorulması mümkündür: Kur’an’da kapalı kalan
ve insanlar arasında ayrışmalara sebep olan hususlar, bu felsefi açılımlarla doldurulamaz mı? İnsanî bilgilerin kaynağı da Allah’ın
doğruyu düşünme tabiatında yarattığı akıl değil mi? Bu konularda
179
Bkz. İbn Rüşd, Tehâfütü’t-Tehâfüt, tah: S.J. Maurice Bouyges, Beyrut, 1987, 580-581.
92
| Nuri Adıgüzel
felsefenin sağladığı bakış açısı dinin daha doğru anlaşılmasına katkı
sağlayamaz mı? Tersinden alındığında, felsefenin aradığı hakikat
İslam’ın ana hatlarını çizdiği hakikat olamaz mı? Doğrudan bu soruların sorulduğunu gösteren kanıtlardan yoksun bulunsak da, ortaya konulan çabadan ve sonuçtan bu ve benzeri soruların sorulmuş olabileceğini çıkarabiliriz. Bu da yine felsefeye yönelişin sebepleri arasında sayılabilir.
Çünkü İslam filozoflarına gelinceye kadar pek çok fırka ve
mezhep, Kur’an ve hadislerde kapalı kalan ve hakkında sarih nass
bulunmayan bazı (kebîre, kader ve insan fiilleri, Allah’ın Zât’ı ve sıfatları, Kur’an’ın mahluk olup-olmadığı, iyi-kötü vb. gibi) konulardaki görüş
ayrılıklarından doğmuştur. İslam dünyasında ortaya çıkan bu farklı
görüşlerden herhangi biriyle tatmin bulanlar, tabii olarak görüşlerini benimsedikleri fırkanın veya mezhebin tabiiyetinden çıkmamışlardır. Fakat bu zihinsel tatmini felsefede arayanlar da olmuştur. Bu
arayış ilk olarak varlık felsefesinde semeresini vermiş ve hemen her
filozof bu konuda bazı görüşler serdetmiştir.
II. İkincil Kaynak Olan Felsefenin İslam Dünyasına Girişi
Başka kültürlerden Arapçaya yapılan çeviriler çok erken zamanlarda başlamış olsa da İslam dünyasına felsefe ilk defa, Halife
Mansur (753-775) zamanında yapılan tercümeler yoluyla girmiştir180. Halife Me’mun (815-833) devrinde tercümeciliğin resmî olarak
bir devlet politikası haline getirilmesi ve Beytü’l-Hikme’nin (Hikmet
Evi)181 kurulmasıyla tercüme faaliyetleri hız kazanmış, felsefi ve bi-
180
181
Fakat tercümelerin bu ilk dönemi özellikle felsefi açıdan sağlıklı bulunmamaktadır.
Bkz. Bayrakdar, age., 37-41.
Beytü’l-Hikme hak. bkz. Mustafa Demirci, Beytü’l-Hikme, İstanbul, 1996. Y. Kumeyr,
age., 184-185; H.Z. Ülken, Tercümenin Rolü, 65; Mahmut Kaya, “Beytü’l-Hikme”, TDV.
İslam Ansiklopedisi, c.6, 88-89.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 93
limsel eserlerin çevirisine daha büyük titizlik gösterilmiş, daha önce
yapılan bazı hatalı tercümeler tekrar gözden geçirilmiş ve bu faaliyetler XI. Yüzyılın sonlarına kadar devam etmiştir182.
Öte yandan, İslam’ın yayıldığı coğrafyada daha önceden kurulmuş olan ve o dönemde de faaliyetlerini sürdüren (İskenderiye,
Urfa ve Nusaybin, Antakya, Cundişapur, Harran ve Bağdat)183 kültür
merkezlerinin bulunması, gerek tercüme hareketi, gerekse felsefenin Müslümanlarca tanınmasında oldukça etkili olmuştur. Felsefe
İslam dünyasına, bu mektepler aracılığıyla, onların etkisi ve yardımıyla girmiştir. Fakat eski Yunan filozoflarının görüşleri, bu merkezlerde egemen olan Helenistik felsefeyle karışmış bir halde Arapça’ya aktarılmıştır184. Çünkü mütercimlerin büyük çoğunluğu bu
merkezlerde yetişmişti. Örneğin önde gelen mütercimlerden olan
ve Süryanice, Arapça, Farsça ve Yunanca bilen Huneyn b. İshak
(ö.877) Hıristiyan bir aileye mensup olmasının yanı sıra, İskenderiye’de bulunmuş ve Yunanca’yı burada öğrenmiştir185.
Mütercimler tarafından Arapça’ya tercüme edilen Eski Grek
felsefesinden eserler arasında, Eflatun’un ‘Cumhuriyet’, ‘Kanunlar’,
‘Timaios’, ‘Sofist’ adlı eserleri186, Aristo’nun mantık kitapları olan
182
183
184
185
186
Bayrakdar, age., 37, 41. Tercümenin İslam dünyasında başlaması konusunda İbn
Nedîm çeşitli hikayeler anlatmaktadır. Ayrıca, felsefi eserlerin yaygınlaşmasını ise
Halife Me’mun’un gördüğü bir rüyayla (rüyasında Aristo’yu görmesi) ilişkilendirmektedir. Bkz. İbn Nedîm, Muhammed İshak, Fihristü’l-Ulûm, Tah: Nahid Abbas
Osman, Doha, 1985, 504-505.
Bkz. De Boer, age., 12-14; Ülken, Tercümenin Rolü; Bayrakdar, age, 31-36; Y. Kumeyr,
İslam Felsefesinin Kaynakları, Çev: Fahrettin Olguner, İstanbul, 1976, 155-171; FâhûrîCerr, age., 325-329; Fahri, İslam Felsefesi Tarihi, 11; Şahin, age., 58-60.
Geniş bilgi için bkz. Bayrakdar, age, 31-32.
Huneyn b. İshak hk. Bkz. el-Kıftî, age., 117-122; Beyhakî, age., 16-18; Bayrakdar, age,
43-44;
İbn Nedîm’in doğrudan veya dolaylı olarak Eflatun’a nispet edilen 30 kadar ‘Diyalog’un adını ve konularını zikretmesi, X. Yüzyılda Müslümanların onun eserlerinin
tamamına yakınından haberdar olduklarını gösterir. Bkz. İbn Nedim, age, 508-509.
94
| Nuri Adıgüzel
‘Organon’dan başka, ‘Metafizik’, ‘Fizik’, ‘el-Kevn ve’l-Fesad’, ‘Kitâbu’şŞiir’, ‘Kitâbu’n-Nefs’ (De Anima) ve ‘Ethica Nicomachaea’ adlı eserleriyle bu eserler üzerine Nicolaus, Ebû Bişr el-Mettâ, Yahyâ b. Adî,
Sâbit b. Kurâ, Elbinus, Yahya en-Nahvî ve Themistius tarafından
yapılmış olan şerhler vardır. Ayrıca ona ait olmadığı halde Sokrates’e atfedilen bazı eserlerle Plotinos (ö.270)’un ‘Enneades’ adlı eserinin IV.-V.-VI. Bölümlerinin özeti olan ‘Esolocya’187 Arapça’ya çevrilmiş, fakat yanlışlıkla Aristo’ya atfedilmiştir. Yine bu dönemde,
Porfirios (ö.305)’un ‘İsagoji’si ve buna yapılan şerhler ile aynı müellifin ‘Ethika Şerhi’, içinde Stoacı fikirlerin yer aldığı bazı eserler,
Proclos (ö.485)’un, Alexandre d’Aphrodise (ö. 200)’in, Galen
(ö.199)’in Hıristiyan Patristik felsefenin temsilcisi olan Yahya enNahvî’nin eserleri, Hermes’in çeşitli eserleri de Arapça’ya tercüme
edilmiştir. Bunlardan başka çeviriler arasında yazarı bilinmeyen
bazı eserler de mevcuttur188.
İran ve Hint etkilerinin ise, matematik, astronomi, ahlak ve edebiyat gibi genel olarak bilim ve kültür alanında görüldüğü, İslam felsefesi üzerinde kayda değer etkilerinin olmadığı İslam felsefesinin
daha ziyade eski Yunan felsefesinin etkisinde kaldığı söylenebilir189.
187
188
189
“Esolocya” hakkında bkz. Y. Kumeyr, İslam Felsefesinin Kaynakları, Çev: Fahrettin
Olguner, İstanbul, 1976, 147; Ömer et-Tûmî eş-Şeybânî, Mukaddime fi’l-Felsefeti’lİslamiyye, Tunus, 1990, 67. Plotinus, Enneadlar – Seçmeler – Çev: Zeki Özcan, Bursa,
1996, Çeviren’in eklediği “Giriş”, 11.
Geniş bilgi için bkz. De Boer, age, 15-17; Fâhûrî-Cerr, age., 332-337; Ş. Günaltay,
age., 61-69; Bayrakdar, age, 46-64: Y. Kumeyr, age., 155-191; Ali Sami en-Neşşâr, İslam’da Felsefi Düşüncenin Doğuşu –I/Çev: Osman Tunç, İstanbul, 1999, 139-152; Fahri,
İslam Felsefesi Tarihi, 11-30; Şahin, age, 60-62; Henry Corbin, İslam Felsefesi Tarihi
I/Çev. Hüseyin Hatemi, İstanbul, 1986, 49-62.
De Boer, gerek İran dininin, gerekse Hint felsefesinin, İslam felsefesi üzerinde etkili olduğunu savunur. Bkz. De Boer, age, 9-10 Horten, özellikle bazı kelamcılar
üzerinde Hint tesirlerinden söz etmektedir. Bkz. M. Horten, “Felsefe” maddesi, İslam Ansiklopedisi, MEB. Yayınları, İstanbul 1964, IV/540 vd.; Corbin’in de genel
olarak İranîlik unsurunu abarttığı bilinmektedir. Bkz. Corbin, age; Fahri, İslam
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 95
Yapılan çeviri faaliyetleri sonucunda, ilimlerin henüz gelişme
aşamasında olduğu İslam dünyasında felsefe, konusu, kavramları,
amacı ve yöntemi belirlenmiş bir disiplin olarak ilgi görmeye başladı. Felsefenin İslam dünyasına girdiği ilk dönemlerde, felsefenin
söz söylediği alanlarla ilgili olarak, onun yöntem ve argümanlarını
kullanarak söylem geliştiren alternatif bir ilim dalı mevcut değildi.
İslam’ın başta tevhid olmak üzere temel ilkeleriyle çelişmediği sürece, Müslümanların alternatifi olmayan bu ilmi almasında bir sakınca görülmemiştir ve bu nedenle İslam filozofları büyük bir iştiyakla bu ilme sarılmışlardır. Ayrıca bu birikim içerisinde İslam’ın
temel ilkeleriyle çelişmeyen birçok unsur da bulunmaktaydı.
Nitekim İslam dünyasında fikirleri ve geliştirdiği kavramlarla
birçok alanda etkisi bulunan Aristo ilk olarak ilmin ne olduğu ve yapısı üzerinde durmanın gereğine inanarak, bilginin veya ilmî düşüncenin kanunlarını tespit etmiştir. Daha önceleri sofistler ve Sokrates
bu konuyla ilgilenmiş, fakat bunları sistematize etmemişlerdi. Adına
‘mantık’ denilen bu sistemi Aristo kurdu190. Onun ‘mantık’ı, fizik ve
metafizik dâhil bütün ilimlere giriş niteliğindeydi191. Nitekim mantık,
bilgi edinme ve doğruya ulaşma sürecinde akla yol gösteren ve onu
hatalardan koruyan bir âlet ilmiydi. En önemlisi tüm rasyonel faaliyetlerin denetleyicisi olmak üzere keşfedilmişti ve bu konuda ikna
edici bir sistematiğe de sahipti. Onun mantık külliyatı ‘Organon’
Arapçaya ilk tercüme edilen eserler arasındadır. Aristo mantığını be-
190
191
Felsefesi Tarihi, 30-33. İslam felsefesine İran ve Hint etkisinin yok denecek kadar
az olduğu hakkında bkz. Bayrakdar, age, 65-70; Y. Kumeyr, age., 190-191; Şahin,
age, 57; M. Türker-Küyel, agm., 269-270.
Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, İstanbul, 1980, 76-77.
Aristo’nun yazdığı mantıkla ilgili eserler için ‘mantık’ terimi daha sonra kullanılmıştır.
Aristo bunları ilme bir giriş (propedeutique) olarak yazmıştır. Bkz. Aristoteles, Organon I
Kategoryalar, Çev. Hamdi Ragıp Atademir, İstanbul, 1989, J. Tricot’un ‘Kategoryalar’ için
yazdığı ‘Giriş’, XIII.
96
| Nuri Adıgüzel
nimsemek ise beraberinde birçok metafizik kavramı ve düşünceyi de
tartışmayı kabullenmek anlamına gelmekteydi192.
Bu çerçevede Aristo’nun ‘Tanrı’, ‘Oluş’, ‘nefs’, ‘hakikat’ gibi varlıkla ilgili konularda başta Eflatun olmak üzere, diğer Eski Yunan filozoflarıyla birlikte ortaya koyduğu düşünce derinliği ve bu derinliği
ifade eden kavramların hemen hepsi İslam filozofları tarafından benimsendi. Fakat kavramlara yeni içerikler eklendi, oluşun unsurları
(yapısal unsurları) arasındaki bağlantılar yeniden ele alındı ve devralınan malzeme, İslam kültür ortamında kullanılabilir hale getirildi.
Tercüme edilen bu eserlerde varlıkla ilgili ele alınan konular, ruhbeden ikiliği, ruhun ölmezliği, varlık ve yokluk kavramları, ideler
nazariyesi, kategoriler, hareket, tabiat, sonsuzluk, İlk Muharrik, dört
illet (fâil, gâî, suverî ve maddî), akıllar nazariyesi, sudur veya feyz nazariyesi vb. gibi konulardır. Bu sorunların hepsi İslam kültür ve medeniyetinin gelişim sürecinde geniş bir tartışma alanı bulmuştur.
Müslümanlar, Arapçaya çevirilen Antik Yunan felsefesine dair
eserlerin Yeni-Eflatunculukla karışmış bir halde tercüme edilmesi
sebebiyle onu bu felsefeyle karışmış olarak almışlardır. YeniEflatuncu felsefenin iki ana niteliği vardır. Birincisi, uzlaştırmacı bir
felsefe oluşu; ikincisi, dinî kaygıların ağır bastığı bir felsefe oluşudur193. Bu iki nitelik, İslam filozofları üzerinde de etkili olmuş ve birincisi onları, bütün gerçek filozofların hemfikir oldukları ve bir
ilim gibi disipline edilmiş bir felsefenin varolduğu görüşüne götürmüş; ikincisi, bu felsefenin aynı zamanda gerçek dini de temsil
kabiliyetinde olduğu sonucuna ulaştırmıştır194.
192
193
194
Bkz. Ülken, Tercümenin Rolü, 57 vd. Bayrakdar, age., 40-44; Kumeyr, age., 172-178.
Geniş bilgi için bkz. Ahmet Arslan, age., 11-13.
Arslan, age, 12-13. Burada Arslan, “İkinci nitelik ise bu tek ve gerçek felsefenin aynı zamanda gerçek dini de temsil ettiği anlayışına ulaştırır. Çünkü onlar bu felsefede, kendi dünyalarını
da derinden ilgilendiren dinsel sorunların ele alındığını ve cevaplandırıldığını görmektedirler…” (s.13) demekte ise de biz bu vurgulu ifadeyi abartı olarak görüyoruz. Bu sebeple
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 97
III. İslam Filozoflarının ‘Tanrı’ (Allah) Anlayışı Örneğinde
Kaynakların Tahlili
İslam filozoflarının düşünce kaynaklarının her konuda ele
alınması bu çalışmanın sınırlarını aşacağından, bir yandan Antik
Yunan’dan gelen felsefî mirasta merkezî konumda bulunan, diğer
yandan Kur’an’ın da merkezinde yer alan ‘Tanrı’ (Allah) kavramının
bu bakımdan tahlili yapılarak, İslam filozoflarının düşünce kaynaklarının bir örnekle somutlaştırılması konunun daha fazla açıklık kazanmasını sağlayacaktır.
A. Kur’an’ın Allah Kavramına Yaklaşımı
İslam filozoflarının birincil kaynaklarının Kur’an oluşu,
Kur’an’ın onların hayatlarının her safhasında olduğu gibi, düşüncelerinde de etkili oluşundandır. Onlar bu kültür içerisinde doğmuş, büyümüş, eğitim görmüş ve bu kültürün-çoğu zaman yegâne olmak üzereen önemli kaynağı olan Kur’an’la beslenmişlerdir195. İlk tanıştıkları
kitap Kur’an, ilk öğrendikleri ilimler de Kur’an ilimleri olmuştur. Bu
sebeple İslam filozoflarının Allah hakkındaki düşüncelerinin anlaşılabilmesi için öncelikle Kur’an’ın, Allah’ın varlığı, zâtı ve sıfatları konusundaki yaklaşımının ortaya konulması gerekmektedir.
Öncelikle belirtmeliyiz ki Kur’an, doğrudan Allah’ın varlığından bahsetmemektedir. Ayetlerde, Arapçada varlığı ifade eden ‘v-cd’ kökünden türemiş bir kavram Allah’a sıfat veya yüklem yapılmamıştır. Bunun çeşitli sebeplerinden bahsedilebilir.
195
metinde, İslam filozoflarının felsefenin bunu yaptığı değil, yapma yeteneğinde olduğu
sonucuna ulaştıklarını belirttik. Çünkü Müslümanların felsefeye ilgisi yalnızca filozoflarla değil, aynı zamanda siyasal iktidarla, İslam’ın sağladığı ilmi teşvik edici unsurlarla, ilmî ortamla ve bizzat dinin kendi yapısıyla da yakından ilgilidir.
İbn Sînâ, hikmetin kaynağının din olduğunu belirtir. Bkz. et-Tabiiyyât min Uyûni’lHikme, s.11.
98
| Nuri Adıgüzel
Kur’an’ın Allah’ın varlığından söz etmeyişinin birinci sebebi,
Allah hakkında ‘varlık’tan başka sıfat ve yüklemlerin kullanılması
ve başka tarzda da olsa O’ndan söz edilmesinin, O’nun varlığına
delâlet etmesidir. Diğer bir ifadeyle Kur’an’ın kendisinden merkezi
konumda bahsettiği bir varlığın, varlığı baştan kabul edilmiş demektir. Varlığı kuşkulu olan bir varlığın başka niteliklerinden söz
edilmesi temelsiz ve dayanaksız olacaktır. Bu sebeple Kur’an O’nun
varlığını baştan kabul ederek onu ilke olarak benimsemiştir.
İkinci olarak, bizzat K. Kerim’i gönderen bir varlığın (Allah)
Kendisi’nin varolduğunu söylemesi veya buna deliller getirmesi,
bir anlamda O’nun varlığının delillerle kanıtlanması gereken bir
konu olarak tartışmaya açılması demektir. Çünkü bir konuda delil
getirme ihtiyacı duyuluyorsa, o konuyla ilgili şüpheler veya kapalı
kalan hususlar vardır demektir. Oysa bu Kur’an’ın savunduğu tezin tersini yansıtacağından, Kur’an’ın böyle bir durumu benimsemesi mümkün değildi, olmamıştır da.
Üçüncü olarak Allah’ın varlığı apaçık olduğundan O’nun kanıtlanmaya ihtiyacı yoktur. Ontolojik açıdan bu böyledir. Çünkü tabii
âlemde hakîmane bir yapının bulunduğu ve bunun tabii varlıkların
ötesinde aşkın bir güce dayandığı belirli düzeyde hemen herkesin
müşahede ettiği bir gerçekliktir. Bütün tabii sebepler, tabii varlıklar
düzeyinden başlayan ve birliğe doğru uzanan bir zincirin halkaları
gibi aşkın bir sebebi işaret etmektedirler. Zira tabii olgu ve nesneler
arasındaki ilişkiler, insan da dâhil hiçbir tabii varlığın sahip olmadığı bir üstünlük ve bilgeliğin eseri olarak gözükmektedir. Bu eseri
ortaya çıkaran müessirler birden fazla kabul edilirse teselsüle düşüleceğinden, bir İlk Sebep’te durmak gerekir. Nesneleri bilmek, onların varlıklarını ve sebeplerini bilmekle tam olabilir. Şu halde İlk Sebep, bilgisine ulaşılan her nesne ve her olgu aracılığıyla kendisini
tanıtmaktadır. Bundan dolayı O apaçıktır.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 99
Ayrıca bu işleyişe paralel olarak insan aklının yapısı da tabii
âlemdeki sebepliliğin ortaya çıkardığı düzene uygundur. Bunun böyle oluşu Allah’ın varlığından sözetme ihtiyacını ortadan kaldırmaktadır. Tek başına duyu algılarıyla yahut birinci makullerle düşünmesi
veya akletmesi halinde evreni bütünüyle yorumlama imkânına sahip
olmayan insan aklı, ikinci makulleri üreterek nesnelerin veya sebeplerin bütününe akıl yoluyla yaklaşabilir. Duyu algısıyla elde ettiği verileri, algıladığı nesnelerden uzaklaştıktan sonra da koruyabilen akıl,
ancak terkip gücüne sahip olması sebebiyle zihin dışındaki nesnelerin bir bütünlük teşkil ettiğinin farkına varabilir ve istikrâ gücü sayesinde türlerin ve cinslerin bilgisine ulaşır. Ayrıca bu güçlere sahip
olan akıl insanı, sebeplerin bire ircasına götürür. Aklın tabiatı iki sebebi aynı anda, aynı şartlarda ve aynı nesneye ait farklı sebepler olarak kabul etmeye uygun değildir. Bunu kabul etse bile bu sebeplerde
duraksama tabiatında değildir. İnsan aklı, bu sebeplerden daha üstün
olan ve en sonunda tek sebebe irca edebileceği sebepler arar. Akıl için
en ideal olan, sebepleri bire indirgeyebilmektir. Yüzyıllardan beri Eski Yunan felsefesinin mirası olan düalizmi aşma çabalarının sebebi de
budur. Akıl ancak bu noktada dinginleşebilir ve tatmine ulaşır. Fakat
sebepleri tek sebebe indirgemek üzere her akıl sahibinin tatmine ulaşabileceği sebeplerin düzeyi ve niceliği elbette birbirinden farklıdır.
Bu bizzat insanların sahip olduğu aklî melekeler ve aklın mekânı
olan bedenin sağlığıyla alakalıdır. Sonuçta her akıl tikel algıların ötesinde tümel bilgilere ve bunlar aracılığıyla da tümel gerçekliklerin
varlığına ulaşabilir.
Denilebilir ki, tikel algılardan tümellere ve oradan da tümel bir
gerçeklik olması bakımından İlk Sebeb’e ulaşarak zihinsel tatmine
ulaşan insanların, kendilerinden her bakımdan üstün olan aşkın
varlığı tanımaları, tikel algıdan İlk Sebeb’e kadarki süreçte kullanılan verilerle ilişkilidir. Teorik açıdan hiçbir bireyin tüm tikel nesnelerle ilişkiye girerek, tümelleri tüm tabii âlemdeki tikellerin algısın-
100
| Nuri Adıgüzel
dan çıkarması mümkün olmadığından, İlk Sebeb’e ilişkin bilginin
bir gerçeklik olarak İlk Sebeb’in varlığına delaleti ilişki içerisinde
olunan tikellerle sınırlıdır. Fakat mucizevî bir tarzda her insan diğerleriyle aynı düzeyde olmasa bile, belirli düzeydeki tikel algılardan tümel kavram ve bilgilere ulaşabilmekte, oradan ‘tümellik’ apriori zihinsel kalıbında algılanabilen ve zihin dışında ‘bir’ olarak bulunan gerçekliklere geçebilmektedir196. Tatmin hali, zihnin zihinsel
(tümel) varlıkların varlığını keşfetmesinden sonraki bir aşamadır.
İbn Rüşt’ün insanları üç farklı düzeyde (burhan, cedel ve iknâ) ele alması bu anlamda anlaşılabilir.
Bu noktada Allah’ın varlığının kalpte ortaya çıkan etkinliğiyle
de tezâhür etmesi sebebiyle, özellikle kalbin söz konusu tatminle
ilişkisinin ele alınması gerekmektedir. Daha doğrusu, insanı yeni
bir eylem arzusundan alıkoyan ve bulunduğu hali korumaya güdüleyen tatmin halinin ortaya çıkmasının insanın hangi organına veya
kuvvesine bağlı olduğunun irdelenmesi gerekmektedir. Bu hal
Kur’an’da, Hz. İbrahim’le ilgili bir âyette (2/260) kalp ile ilişkilendirilmiştir. Onun, akıl ile ilişkisinin olduğu düşünülebilirse de, aklın
fiili yargıda bulunmakla sona erdiğinden tatmin, akılda gerçekleşen
bir hal olmamalıdır. Çünkü tatmin hali, aklın yaptığı gibi bir hükmetme veya hüküm verme sürecine ilişkin olmayıp, bir sükun ve
dinginliğin ruhsal ve fiziksel olarak yaşandığı bir haldir. Aklın işlevleri veya tarifleri arasında ise ‘insanı dinginliğe ve sükunete ulaştırma’ bulunmamaktadır. Genel olarak belirtmek gerekirse, insandaki bu fiili gerçekleştirebilecek organın, tıpkı aklın insanın bütün
varlığına hükmedebilme yetisinde olduğu gibi, insanın tüm organ196
İbn Sînâ, Şerhu Esolocya, 48, makale:2, b. Burada İbn Sînâ açıkça tümellerin zihin dışında mevcut olduğunu, fakat bunun, zihinde olduğu gibi fertlerden oluşan bir tümel anlamında olmadığını ifade etmektedir. O şöyle der: “Tümel olsun, tikel olsun, bize göre bu
âlemde her şeyin sureti hâsıl olur. Burada her tikel, sebepleri onun hangi bakımdan idraki gerekiyorsa, o bakımdan idrak edilir. Bu aynı zamanda tikeli tümel kılan yöndür…”.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 101
larıyla ve hatta ruhuyla ilişkili bir organ olması gerekir. Çünkü dinginlik veya tatmin hali insanda bütün uzuvların rahatlamasına ve
daha sonra bunun ruha yansımasına yol açmaktadır. İnsanda bu nitelikte olan bir tek organ vardır o da kalptir. Şu halde insanı tatmine
ve dinginliğe ulaştıracak olan organ kalp olmalıdır. Kalp, kan aracılığıyla insanın ve bedendeki bütün organların hayat kaynağıdır; insanın hissettiği korku, heyecan, sevinç, umut, umutsuzluk vb. duyguların kaynağı olarak bilinir. Ayrıca bu duyguların insanın önce
fiziksel varlığını, daha sonra ruhsal varlığını etkilediği de ortadadır.
Dolayısıyla tatmin denilen ve insanın hem bedensel olarak hem de
ruhen rahatlamasına ve genişlemesine yol açan halin kalpte gerçekleşmesi gerekir. Nitekim kalp, imanın mekanı olarak kabul edilmiştir. Burada imanı, ‘emin ve güvende olma’ anlamında anlıyoruz.
Kısaca belirtmek gerekirse, kalp akıl tarafından ulaşılan yargılar
sebebiyle sevgi, nefret, korku, cesaret, umut vs. yoluyla kuşkuya
düşebileceği gibi, bir tatmine de ulaşabilir. Kalbin tatmine ulaşması,
o konuda kendisini güvende hissetmesine ve bunu bir imana dönüştürmesine yol açar. Bu halin, metafizik anlamda varlığa katışan
bir hal olduğu söylenebilir. Bu sebeple yüce Allah, aklıyla kişi arasına değil, kalbiyle kişi arasına hulul edeceğini bildirmektedir. Mutluluk, inanma ve güvende olma halinin bir sonucu olduğuna göre,
kalbin bu ameli en az aklın ameli kadar önemlidir. Çünkü bütün
kuşku, iman ve inkar fiilleri kalpte gerçekleşir. Böylece akıl ve kalp,
farklı ve birbirini tamamlayan işlevler için yaratılmışlardır. Kant’ın
hissedilir olmayan alanı (numen) irrasyonel ilan etmesi bu noktada
anlamlıdır.
Özetle, Kur’an’ın hem Allah hem de insan için kullandığı
‘mü’min’ kavramı ve insan açısından bunun mekanının kalp oluşu
da Allah’ın varlığına metafizik yoldan ulaşmaya işaret etmektedir.
İnsanın dünyaya geldiği andan itibaren içine düştüğü kendini gü-
102
| Nuri Adıgüzel
ven altına alma veya güvende olma çabası, duyulardan akla akıldan
kalbe giden bir eylem süreciyle başarıya ulaşabilmektedir. Fakat bu
hiçbir zaman mutlak bir güvende olma hali olmayıp, kalp aracılığıyla Allah-kul arasında kurulan ilişkinin düzeyine bağlı sınırlı bir
güvende olma halidir. Bu noktada güven veren Allah, güvende
olan kuldur ve her ikisi de birincisi etkin, diğeri edilgin konumda
olmak üzere mü’mindir. Kul, güvende olduğu için mü’mindir, Allah ise güven verdiği için mü’mindir. Şu halde inanma olgusu da en
az akletme olgusu kadar gerçek ve insanî bir olgu olduğuna göre,
insanın bunu göz ardı etmesi, yani Allah’ın yerine kendisini, ekonomik değerleri, sosyal değerleri vb. ikame etmesi, yalnızca varlık
yapısını eksik hesaba katması anlamına gelir.
Sebebi, inatçılık, bencillik, gurur, maddi çıkar vb. de olsa, K.
Kerim bu eksik hesaba katmayı ‘küfür’ olarak nitelendirmiştir. Zira
Allah’ın, insanın ‘hilâfet’ görevini yerine getirebilmesi için ona bahşettiği, bu varlık alanının görmezden gelinmesi veya yok sayılması
bir ‘küfrân-ı nimet’tir, apaçık bir gerçekliğin inkârıdır. Buna karşılık
inanan insan, inanmakla yaratıldığı fıtrata uygun davranmış olur.
Çokluktan birliğe doğru, sırât-ı müstakîmde emin ve mü’min olarak yol alır.
Fakat insan çokluğa (tikellere) yaklaştıkça ve hayatında onlara
daha fazla yer verdikçe, âlemdeki düzenin kaynağı olması bakımından birliğe ve Allah’a giden yoldan sapmalar ve Allah tasavvurunda bulanıklıklar ortaya çıkar. İnsanın kendiliğinden bunları aşması, içinde bulunduğu ortam ve şartlarla son derece zordur. Vahyin geliş sebebi de bu bulanık tasavvuru düzeltmek ve eksiklikleri
gidermektir. Rabb olan Allah’tan insanlara bir lütuf ve rahmet olarak gönderilen vahiy, onların yollarını aydınlatmayı, şüphelerini
gidermeyi ve her an yenilenen sünnetullahı hatırlatmayı amaçlamıştır. Bu hatırlatmada, Allah’ın bazı niteliklerine çok sıklıkla vurgu yapılmıştır. Bunları şöyle sıralamak mümkündür:
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 103
 Allah birdir.
Kur’an’ın öngördüğü Allah tasavvurunda bilhassa O’nun her
bakımdan bir olması, yani eşi, benzeri ve dengi olmayan her şeyi bilen, her şeye güç yetiren, en güzel ve en yetkin sıfatlara sahip bir
ilah olması öne çıkmaktadır. Politeist toplulukların antropomorfist
bir anlayışla oluşturdukları birbirleriyle insan gibi savaşan, insan
gibi öfkelenen, haksızlık yapan, hırsızlık yapan, aşık olan vs. tanrılar yerine insanlarla ve bütün yaratıklarıyla yakından ilgilenen fakat müteâl bir Tanrı ikâme edilmiştir. O’nun hiçbir bakımdan eksikliği düşünülemez. Mantıksal olarak bu mümkün değildir. Çünkü
sistemli bir akıl yürütmeyle ulaşılan mantıksal çıkarımlar Tanrı’nın
herhangi bir bakımdan eksik olmasını veya yetkin olmamasını
olumsuzlamaktadır197. Kur’an da, Rahman ve Rahim olmanın, canlı
ve kendi başına varolabilme yeterliliğinde bulunmanın, yerde ve
göktekilerin hepsinin mülkiyetini elinde bulundurmanın, görünengörünmeyen, geçmiş-gelecek her şeyi bilmenin ve hepsinde hükümran olmanın vb. yalnızca Allah’a mahsus olduğunu ve bu niteliklerde başka bir Tanrı’nın bulunmadığını beyan etmektedir.
K. Kerim’de Allah’ın birliğinin bu tarzda ortaya konulması, filozofların bir olanla varolanın özdeşliğini savunmalarıyla da uygunluk göstermektedir. Fakat Kur’an’a göre her varolan zâtın zât
olması bakımından birliğini, diğer bir ifadeyle her varolanın aynı
zamanda bir olmasını Allah’ın varlığı ve birliğiyle karıştırmamak
gerekmektedir. Kur’an’ın insandan istediği ve en fazla vurgu yaptığı husus budur. Allah, bilme, irade etme, görme, işitme, konuşma,
yaratma vb. niteliklere sahip olan diğer varlıklarla ölçüştürülmeme-
197
Bkz. 2/Bakara, 163, 255; 3/Ali İmran, 18; 6/En’am, 19, 102; 9/Tevbe, 31; 11/Hûd, 14;
13/Ra’d, 16, 30; 16/Nahl, 22, 51; 17/İsra, 42, 43; 20/Tâhâ, 8, 98; 21/Enbiya, 22, 25;
23/Mü’minûn, 91, 116; 28/Kasas, 70, 88; 35/Fâtır, 3; 37/Sâffât, 1-5; 38/Sâd, 65, 66;
39/Zümer, 4-6; 41/Fussilet, 6; 43/Zuhruf, 84; 44/Duhâh, 8; 59/Haşr, 22-24;
64/Tegâbûn, 13; 112/İhlas, 1-4
104
| Nuri Adıgüzel
lidir. Çünkü O bu fiilleri en yetkin bir tarzda yapar ve buna karşılık,
diğerlerinin hiçbiri herhangi bir bakımdan yetkin bir fiil ortaya koyamaz. Bu sebeple onun sahip oldukları hiçbir bakımından diğerleriyle ölçüştürülemez. O, eşsiz, benzersiz ve denksizdir.
 Allah en geniş anlamda yaratandır.
Kur’an’ın Allah’ın yaratma sıfatıyla ilgili söylediklerine bakıldığında, ‘yaratma’ (halk) kavramının son derece geniş bir anlamda
kullanıldığı ve ‘bir varlığı örneksiz olarak varetme, yok iken varetme, bulunduğu halden başka bir hale dönüştürme, diriltme, öldürme vb.’ gibi fiillerin tamamını ifade ettiği görülmektedir. Bu anlam genişliği, Allah’ın âlemdeki mutlak hakimiyeti ile de örtüşmektedir. Çünkü Yahudilikte veya Eflatun düşüncesinde olduğu gibi Allah âlemi ilk
olarak yaratıp daha sonra dinlenmeye çekilmemiştir. Bu İslam’ın
Allah’ı ile asla bağdaşır bir durum değildir. İslam’ın Allah’ı her an
her şeyi tekrar yaratmaktadır. Yaratmayı başlatan da yarattıktan
sonra yaratıkların varlığını koruyan da O’dur198.
 Allah her şeyi bilendir.
Hiç kuşkusuz her bakımdan bir olan, her şeyin yaratıcısı olan
bir varlığın aynı zamanda yaratıklarını en iyi şekilde bilmesi gerekir. Aksi halde bilinçsiz yaratmış olur ki bu O’nun yetkinliği ve üstünlüğü ile bağdaşmaz. İnsanî niteliklere büründürülmüş tanrılar
gibi O’nun bazı şeylerden habersiz olması mümkün değildir. Çünkü O gizli ve açık, görünen ve görünmeyen, geçmişte, gelecekte,
şimdide veya geniş zamanda olan her şeyi bilir. Ayrıca Kur’an’da
‘bilme’ (ilim) kavramı yalnızca ‘haberdar olma’ veya ‘vâkıf olma’ anlamında değil, aynı zamanda her türlü sanatı ve onları icra etmeyi de
bilme anlamında kullanılmaktadır199.
198
199
Bkz. 7/A’raf, 54; 13/Ra’d, 16; 30/Rum, 27; 15/Hicr, 86; 39/Zümer, 62.
2/Bakara, 29, 33, 231; 3/Ali İmran, 29; 5/Maide, 99; 6/En’am, 3; 6/En’am, 59.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 105
 Allah bütün âlemde hükümrân olandır.
Kur’an’ın öngördüğü Allah tasavvurunda, O’nun tüm varolanların sahibi olması, mülkün ve bu mülkteki hükümranlığın yalnızca
O’na ait olması da sık zikredilen hususlar arasındadır. Bu hükümranlığa zaman, mekan, güç veya bir başka bakımdan hiçbir sınır getirilmemiştir. O’nun hükümranlığı mutlaktır200.
Kısaca belirtmek gerekirse, Kur’an Allah’ın hiçbir eksikliğinin
bulunmadığının ve en yetkin varlık olduğunun farkında olunmasını ve buna göre hareket edilmesini istemektedir. O’nun bu isteğini
birer mü’min olarak benimsemiş olan İslam filozofları kendi ortamlarına girmiş olan felsefe aracılığıyla, Tanrı hakkında daha derin
tartışmalarla karşı karşıya gelmişlerdir. Bu durumda İslam filozofları, ilgi alanlarındaki bu konulara kayıtsız kalmayarak Kur’an’da
ortaya konulan Allah tasavvurunun da benzer bir derinlikte ele
alınmasını gerekli görmüşler ve Tanrı kavramını felsefi bir içerikle
açıklamaya çalışmışlardır.
B. Tanrı Hakkında Antik Yunan Felsefesinin Getirdikleri
İslam filozofları Kur’an’ın Tanrı telakkîsini özümsedikten sonra, Antik Yunan felsefesinin Tanrı hakkındaki açıklamalarına da ilgi
duymuşlardır. Fakat Tanrı ile ilgili sorunlar Antik Çağ’da genel varlık sorunlarının bir cüzü konumunda olduğundan, İslam filozofları
bu kavramı ve ilişkili olduğu sorunları varlık felsefesi çerçevesinde
ele almışlardır. Esasen varlık, felsefe tarihi boyunca hemen her filozofun ilgilendiği ortak bir sorunsal alanıdır. Bunların başında ise
‘oluş’ (kevn) gelmektedir. İlkçağ’dan beri tartışılagelen ‘oluşun ne olduğu’ sorusuna, Elealı filozoflar değişimi reddederek, Herakleitos
(ö. M.Ö. 480) durağanlığın vehim olduğunu ve her şeyin sürekli
200
2/Bakara, 28; 3/Ali İmran, 47; 5/Maide, 17; 6/En’am, 73, 95, 101, 102.
106
| Nuri Adıgüzel
olarak değiştiğini savunarak cevap vermişken, atomcular hem durağanlığın hem de değişikliğin varolduğunu, sürekliliğin varlıklarda, sürekli değişimin ise onların bağlantılarında olduğunu ispatlamaya çalışmışlardır. Kuşkusuz bu konuda dinlerin (bilhassa semavi
dinlerin) de ortaya koydukları bazı görüşler vardır201. Değişen evrende değişmeyen hakkındaki görüşlerini İlkçağ Elea filozoflarından Ksenophanes (ö. M.Ö. 477) şöyle ifade etmiştir:
“Bir Tanrı vardır, ne bedence, ne zekâca Homeros’un tanrılarıyla veya
insanlarla mukayese edilemeyecek bir tek ve yüksek Tanrı vardır. Bu Tanrı
bütün gözdür, bütün kulaktır, bütün zihindir. Değişmez ve hareketsizdir,
iradelerini yaptırmak için sağa sola gitmeye ihtiyacı yoktur, yalnız düşüncesiyle her şeyi zahmetsizce idare eder”202.
Ksenophanes’ten sonra onun öğrencisi Parmenides (ö. M.Ö.
450) ise, “Madem ki Tanrı’da değişme yoktur ve Tanrı her şeydir, şu halde
bizim değişme dediğimiz şey bir görünüş, bir vehimden ibarettir ve gerçek201
202
Felsefe Tarihi’nde Weber şöyle demektedir: “Yani felsefe nispeten yeni meydana
çıkmıştır; halbuki tarihi sırada ondan önce gelen din, ulusların ve hatta insanın beşiğine
kadar çıkar. Gerçekten de, din tabiatımızın temeli olan şeyin en eski ve sürekli ifadesidir;
ve o bilincin ve aklın gelişmesinin kendisine ideal gayesini göstermesini beklerken, var
olmak isteği’nde o kadar iyi özetlenmiştir ki, ölmezliğe olan inanç ve ölü olmalarına rağmen canlı sayılan ölülere ibadet, onun bütün tezahürlerine sıkıca bağlı bulunur. Felsefenin ilkel şekli olan bir teoriye veya ilâhiyata, ahlâkın ilk şekli olan uygulamalara, bir ibadete vücut vermesine rağmen, din, özü bakımından bir teori, bir kanun olmayıp, aslında
duygusal, içgüdüsel, estetik ve insanlık kadar eski ve onun kadar devamlı bir fenomendir;
üstün bir güce sahiptir. Oysa aklın çocuğu ve onun gibi insan gelişmesinin geç bir meyvesi olan felsefe, tarihte ancak ikinci derecede ve aralıklı bir rol oynar”. Alfred Weber,
Felsefe Tarihi, Çev. H. Vehbi Eralp, İstanbul, 1998, 10, 1 no’lu dipnot.
Devamında ise şöyle demektedir: “Gerçi ölümlüler, Homeros ve Hesiodos’un sözü
üzerine, tanrıların kendileri gibi doğduklarını, kenileri gibi duyguya, sese ve bedene sahip
olduklarını sanırlar ve insanlar arasında ayıp ve rezalet sayılan her şeyi onlara yüklerler:
Hırsızlık, iffetsizlik, yalan. Onlar, eğer resim yapmasını bilselerdi, tanrılarını şüphesiz
arslan veya boğa şeklinde gösterecek olan arslanların veya öküzlerin yapacakları şeyi yapıyorlar. Bu uydurma varlıklar yerine, bizi bağrında taşıyan ve kendisinde ne doğuş, ne
bozulma, ne değişme, ne oluş bulunan bir sonsuz varlığa tapalım”. Bkz. Weber, age.,
15; Russell, Batı age., 47; Gökberk, age., 27.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 107
te ne oluş ne ölmek vardır. Yalnız ezelî ve ebedî varlık vardır”203 diyerek,
hocasının görüşünü geliştirmiştir. Parmenides’in bu görüşleri, kendinden sonraki birçok filozofa ilham kaynağı olmuştur.
Nitekim Müslümanlar arasında en fazla tanınan ve fikirlerine
rağbet edilen filozoflardan Eflatun (ö. M.Ö. 347) ünlü ‘ideler nazariyesi’nde204, değişen âlemdeki nesnelerin değişmeyen ve hep sâbit
kalan örneklerinin ideler âleminde, yani Tanrısal düşüncelerde olduğunu savunmuştur. İdeler ona göre, aynı zamanda nesnelerin
sebepleridir. Çünkü Tanrı meydana getirdiği şeylere onların şeklini
vermiştir. Gücü ve kudreti her şeyin üzerinde olan Tanrı (Demiurgos) nesneleri varederken dışta bir modele bakmamış, kendi düşüncesindeki modellere göre yaratmıştır. Hissedilir âlemin gerçek sebebi Tanrı’dır ve O aynı zamanda nesnelere şekillerini veren sanatkârdır. İdeler başlı başına birer varlık olduklarından değil, Tanrı
düşüncesi oldukları için gerçektirler; zira onların gerçekliği bizzat
kendilerinden iken, duyulur dünyadaki nesnelerin varlığı, idealardan aldıkları ödünç varlığa bağlı bir gerçekliktir205.
Eflatun’un ideler hakkındaki görüşlerini kıyasıya eleştiren Aristo , oluşu açıklamak üzere ‘dört illet’ teorisini geliştirmiştir207. Eflatun’un tersine gerçek varlık olarak kabul ettiği tikel varlıkların bu
dört illet tarafından varedildiğini ileri süren Aristo’ya göre sonsuz
bir illetler dizisi mümkün olmadığından, bir İlk İlke ve İlk İllet’in
bulunması zorunludur208. Ayrıca ona göre şayet ezelî-ebedî, hareketsiz ve maddeden bağımsız bir şey varsa, bu şeyin bilgisinin teo206
203
204
205
206
207
208
Weber, age, 16.
İdeler nazariyesi hk. bkz. Eflatun, Devlet, Çev. Sabahattin Eyüboğlu-M. Ali Cimcoz, İstanbul, 1985, VIII. Kitap, 199-203.
Fatma Paksüt, Platon ve Platon Sonrası, Ankara, 1982, 450 vd.; krş. Aristoteles, Metafizik,
I, 987b, 8-13.
Bkz. Aristoteles, Metafizik, I, 987a, 29 – 988a, 16.
Bkz. Aristoteles, Metafizik, I, 993a, 11 – 27.
Bkz. Aristoteles, Metafizik, I, 994a, 1 – 994b, 30.
108
| Nuri Adıgüzel
rik bir bilime ait olması gerekir. Bu teorik bilim fizik ve matematik
olamayacağına göre, bunu ancak ilk ilkeleri ve maddeden bağımsız,
hareketsiz varlıkları inceleyen İlk İlim inceleyebilir. Bütün ilk illetler
özellikle hareketsiz ve maddeden bağımsız olanlar, zorunlu olarak
ezelî-ebedîdirler. Zira bunlar, duyularımız tarafından algılanan
nesnelerin illetleridirler209. Duyusal nesnelerin illetlerinin neler olduğunu açıkladıktan sonra Aristo, ezelî-ebedî bir İlk Muharrik’in
zorunluluğu üzerinde durmaktadır. Esasen onun Tanrı anlayışıyla
ilgili en temel kavram, Tanrı’nın İlk Hareket Ettirici olmasıdır.
Çünkü Aristo’ya göre “hareketin varlığa gelmiş olması veya varlıktan
kesilmiş olması imkânsızdır”210. İkinci bir çıkmaz ise harekete bağlı
olan zaman konusundadır. Ona göre zaman için de varlığa geldiği
veya varlıktan kesildiği söylenemez. Zira zamanın olmadığını varsaymak, önce ve sonranın olmamasını gerektirir. Dolayısıyla hareket de zaman gibi süreklidir. Zaman, ya harekettir, yada hareketin
bir belirlenimidir. Ayrıca dairesel yer değiştirme hareketi dışında
sürekli olan hareket yoktur211.
Aristo, bir kuvveye sahip olmanın onu kullanıp-kullanmama özgürlüğüne de sahip olma anlamına geleceğini, dolayısıyla İlk Hareket
Ettirici’nin kuvvesinin olmaması gerektiğini savunmaktadır. O şöyle
demektedir: “…O bilfiil hareketi gerçekleştirmiş olsa bile, eğer özü kuvve
ise bu hareket ezelî-ebedî olmayacaktır. Çünkü bilkuvve olan, var olmayabilir. O halde tözünün kendisi fiil olan bir ilkenin varolması gerekir…”212 Filozofa göre fiilde bulunan her şeyin fiilde bulunma kuvvesine sahip
olduğu, fakat fiilde bulunma kuvvesine sahip olan her şeyin fiilde
bulunmadığı ve dolayısıyla kuvvenin fiilden önce geldiği düşünülür.
Fakat bu düşünceye göre hiçbir şeyin varolmamış olması mümkün
209
210
211
212
Aristoteles, Metafizik, VI, 1026a, 10 – 33.
Aristoteles, Metafizik, XII, 1071b, 6 – 7.
Bkz. Aristoteles, Metafizik, XII, 1071b, 8 – 12.
Aristoteles, Metafizik, XII, 1071b, 17 – 20.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 109
olacağından, kuvvenin fiilden önce geldiğini farzetmek bir anlamda
doğru, bir anlamda yanlıştır213.
İlk Hareket Ettirici Tanrı’nın tabiatının salt fiil ve düşüncenin
düşüncesi olduğunu savunan Aristo, O’nun hareket ettirmesine
rağmen kendisinin hareketsiz olduğu düşüncesindedir. Çünkü hareket, olduğundan başka türlü olmaya elverişli olma anlamına gelir.
Oysa Tanrı hiçbir şekilde olduğundan başka türlü olmaz. O, zorunlu bir varlıktır ve zorunlu olarak var olması bakımından onun varlığı İyi Olan’dır. Bu anlamda O İlk İlke’dir. Aristo’ya göre zorunlu
olmanın üç anlamı vardır. Birincisi, zorlama sonucu, tabiî eğilime
zıt olması bakımından zorunlu olma; ikincisi, kendisi olmaksızın
İyi’nin olması mümkün olmayan anlamında zorunlu olma; üçüncüsü ise başka türlü olması mümkün olmayan, yalnızca tek bir tarzda
var olması mümkün olan anlamında zorunlu olmadır214. Tanrı, daima en mükemmel hayattır, O’nun fiili zevktir, O özü gereği Düşünce’dir ve en yüksek İyi olarak kendisini konu alır. Yani Tanrı
kendi kendisini düşünür. Zira onun kendisi konusuyla temas haline
girmek ve onu kavramak suretiyle akılsal olur. Ve Tanrı’da akıl ile
akılsal bir ve aynı şeydir. O Akıl olup, akılsala sahip olduğu için bilfiildir. Akılda mevcut tanrısal öğe de kuvveden ziyade fiildir. Temaşa fiili en yüksek mutluluktur ve Tanrı bizim arasıra sahip olduğumuz haz verici duruma her zaman sahiptir. Hayatın Tanrı olması, aklın fiilinin hayat olmasındandır ve Tanrı bu fiilin kendisidir. Şu
halde Tanrı’nin kendi kendisiyle kâim olan fiili, en mükemmel ve
ezelî-ebedî bir hayattır. Bu bakımdan O, ezelî-ebedî, mükemmel bir
canlı olarak adlandırılır. Dolayısıyla böyle bir hayat yalnızca Tanrı’ya aittir215.
213
214
215
Bkz. Aristoteles, Metafizik, XII, 1071b, 22 – 1072a, 5.
Geniş bilgi için bkz. Aristoteles, Metafizik, XII, 1072a, 19 – 1072b, 13. Ayrıca bkz. II/163,
2 no’lu dipnot.
Aristoteles, Metafizik, XII, 1072b, 15 – 30.
110
| Nuri Adıgüzel
İslâm filozoflarının önemli düşünce kaynaklarından biri olan
Plotinos (ö. 270) ise Tanrı’sından ‘Bir’ olarak söz etmiş ve O’nun
hakkında şu görüşleri dile getirmiştir: “Bir her şeydir ve kendi dışındaki şeylerden hiçbiri değildir. Her şeyin ilkesi olduğu için, her şey değildir;
fakat her şeydir. Çünkü her şey sanki ona döner veya daha çok, onun kadar
var değillerdir; fakat olacaklardır.-Bütün nesneler, basit olan, kendi özdeşliği içinde hiçbir çeşitlilik ve hiçbir sır (repli) taşımayan Bir’den nasıl türer?-Onda hiçbir şey olmadığı için her şey ondan gelir. Varlığın var olması
için, Bir bizzat varlık değildir; fakat varlığın türeticisidir (générateur). Ve
varlık ondan ilk olarak doğan şey gibidir. Bir, hiçbir şey aramadığı, hiçbir
şeye sahip olmadığı ve hiçbir şeye ihtiyacı olmadığı için yetkindir; yetkin
olduğu için bolluk (surabondance) olur ve bolluk olma, ondan, farklı bir şeyi meydana getirir. Türemiş şey Bir’e doğru döner; o Bir’in soyundandır
ve bakışını kendine doğru döndürerek Zekâ olur; türemiş varlığın, Bir’le
ilişkili biçimde, türemesini durdurması, varlık olmasını; bakışını kendine
döndürmesi ise zekâ olmasını sağlar ve o Bir’e bakmak amacıyla durduğundan, hem zekâ hem de varlık olur”216.
Plotin’in görüşlerinin İslam dünyasına Aristo’nun görüşleriyle
karışmış olarak girdiğini ve İslam filozofları tarafından İbn Rüşd’e
kadar bu görüşlerin yanlışlıkla Aristo’ya atfedildiğini de hatırlamak
gerekir. İslam filozofları bu sebeple Aristo’nun kavramlarını benimsemekle birlikte Plotin’in sudûr anlayışını da benimsemişler ve bu
sudûru Aristo’nun kavramlarıyla uygunluk içerisinde açıklamaya
çalışmışlardır.
Böylece özetlenmeye çalışılan Antik Yunan felsefesinin Tanrı
kavramına ilişkin mirası hakkında kısa bir değerlendirme yapmak
gerekirse, bu felsefenin İslam felsefesi açısından bazı sorunlara yol açtığı söylenebilir. Bu konuda sorun teşkil eden ve bu bakımdan önem
kazanan kavramlardan biri, Eflatun’da değişen-değişmeyen, oluşa
216
Plotinus, Enneadlar, ‘Seçmeler’, Çev: Zeki Özcan, Bursa, 1996, V/II/(2), 21-22.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 111
tâbi olan-sâbit ve kalıcı olan veya hissedilir olan-hissedilir olmayan
ayrımına bağlı olarak ortaya çıkan ‘kaos’, Aristo’da ise oluşun dört illetle açıklanmasının bir sonucu olan ‘heyula’ kavramıdır. Kısaca
maddenin ezelî olduğu kanaatinin tezâhürü olan bu kavramlar, ‘yaratma’ konusunda tartışmalara yol açmıştır. İkinci olarak İslam filozofları genelde Antik Yunan felsefesi, özelde Aristo’dan devraldıkları
düalist varlık (ruh-beden, madde-suret, cevher-araz vb.) anlayışı ile, İslam’ın varolanları ‘Bir’e irca eden veya insanı ruh-beden bütünlüğü
içerisinde ele alan yaklaşımını uzlaştırmada da güçlük çekmişlerdir.
Bunun sonucunda onlar, öldükten sonra dirilmenin keyfiyeti konusunda kelamcılardan ayrılmışlardır. Üçüncü olarak Aristo’nun Tanrı’sının yalnızca kendini düşünmesi ve kendinden aşağı varlıkları
düşünerek onlarla yetkinleşmesinin mümkün olmaması sebebiyle
bilgisinin yalnızca kendisine taalluk ettiği anlayışı da İslam filozoflarının bir çıkmazı olarak gözükmektedir. Birinci sorun, İslam filozoflarının ‘âlemin kıdemi’ konusunda217, ikinci sorun ‘bedenlerin haşri’ konusunda218 ve üçüncü sorun, ‘Allah’ın cüz’iyyâtı bilip-bilmemesi’ konusunda219 tekfir edilmelerine yol açmıştır.
Çünkü Eflatun’un Yahudilikten mülhem Tanrı’sı veya Aristo’nun Tanrı’sı ile İslam’ın tasvir ettiği Allah arasında büyük farklar
vardır. Kaostan âlemi yaratıp, ona şekil ve düzen verdikten sonra
dinlenmeye çekilen220 Eflatun’un Tanrı’sı, her an bir işte olan ve her
an yaratan Allah ile uyuşmamaktadır. Aristo’nun yalnızca bir aşk
objesi olan221, kendinden aşağı varlıkları bilmeyen222, âlemle ilişkisi
217
218
219
220
221
Bu konuda İslam filozoflarına en ciddi eleştiriler Gazâlî’den gelmiştir. Geniş bilgi için
bkz. Gazâlî, Tehâfütü’l-Felâsife, Tah: Süleyman Dünya, 6. baskı, Kahire, 1980, 88 –123;
krş. Türkçesi: Filozofların Tutarsızlığı, Çev: Bekir Karlığa, İstanbul, 1981, 17-46.
Gazâlî, Tehâfüt, 283-303.
Gazâlî, Tehâfüt, 199-217.
Eflatun, Timaios, Çev: Erol Güney-Lütfü Ay, İstanbul, 1997, 50 (42 e).
Bu bakımdan İbn Teymiyye’nin yoğun eleştirilerine maruz kalmıştır. Bkz. Ebu’lAbbas Takiyüddin Ahmed b. Abdü’l-Halîm İbn Teymiye, Der’ü Teârudu’l-Akl ve’nNakl, Tah: Muhammed Reşad Sâlim, Suudi Arabistan 1981, VIII/139–142.
112
| Nuri Adıgüzel
kısıtlanmış olan223 Tanrı’sına karşılık İslam’ın mutlak anlamda varlığın kaynağı (Mebde) olan, her şeyi bilen, bütün evrende mutlak bir
güç ve etkinliğe sahip Allah’ı vardır224. Gerçi Aristo’nun eserleri
başka eserlerle karışmış veya karıştırılmış225 olarak Arapçaya aktarıldığından, bu konuda Aristo’nun kendi düşünceleri bilinmemekteydi ve Aristo’nun zannıyla yeni Eflatuncu görüşler benimsenmişti; fakat Aristo’nun kendi görüşlerini doğru bir şekilde tespit eden
ve en iyimser bir yaklaşımla yorumlayan İbn Rüşd bile bu Tanrı tasavvurunu eleştirmiştir.
Her şeyden önce heyulânın kabulü, başlı başına ciddi bir sorun
idi. Çünkü İslam’ın Allah’ı her şeyin Yaratıcısı iken, Aristo’nun heyulâsı ile Tanrısı’nın ilişkisi varetme düzeyinde değil, yalnızca ona
hareket verme düzeyinde kalmaktaydı. Ayrıca beraberinde, ‘hareket’, ‘zaman’, ‘mekân’, ‘âlemin kıdemi’ ve ‘yaratma’ gibi konulardaki
yoğun tartışmaları getirmişti ki bu konulardaki en yoğun tartışma
İslam dünyasında yaşanmıştı. En önemlisi de, Tanrı’nın hareket
222
223
224
225
Bu konuda ise Aristo İbn Rüşd’ün eleştirilerine hedef olmuştur. Bkz. İbn Rüşd, Tefsîru
Mâba’de’t-Tabîa, III/1696 (Krş. Aristoteles, Metafizik, 1074b, 20–21); III/1697 (Krş. Aristoteles, Metafizik, 1074b, 25–27). Ayrıca Aristo'nun bu konudaki görüşleri için bkz. Metafizik, II/185–190.
Tanrı Heyulaya ilk hareketi verdikten sonra etkinliğinin sona erdiği düşünüldüğünde,
etkinliği kısıtlanmış olur.
Allah’ın bütün yetkinlik ve üstünlük sıfatlarının sahibi, Mülkü’nde ortağı bulunmayan, Zât’ın’da ve sıfatlarında benzeri olmayan, Kendisi’ne kulluk edilmeye yaraşır
yegâne Varlık vb. olduğuna dair şu âyetlere bakılabilir: Kehf, 110; İhlas, 1-4; Bakara,
253; Haşr, 22-24; Enbiya, 22; Şûrâ, 11, En’am, 102.
‘Metafizik’in bir bölümü olarak Aristo’ya atfedilen fakat gerçekte Plotinos’un ‘Enneades’larından alıntı olan “Esolocya” hakkında bkz. Y. Kumeyr, İslam Felsefesinin Kaynakları, Çev: Fahrettin Olguner, İstanbul, 1976, 147; Bayrakdar, age., 52; Ömer et-Tûmî eşŞeybânî, Mukaddime fi’l-Felsefeti’l-İslamiyye, Tunus, 1990, 67. Plotinus, age., çevirenin eklediği “Giriş”, 11. İbn Sînâ bu eseri Aristo’ya atfetmekten başka (bkz. İbn Sînâ, Şeyhürreis Ebu Ali el-Hüseyin b. Abdullah el-Buhari, “Risâle fi’l-Mebde ve’l-Meâd ‘İnde’lMeşşâîyyîn”, Köprülü Kütüphanesi, 1. Kısım, Nu: 869, vr. 274-287.) ona bir şerh de
yazmıştır. İbn Sînâ, Şerhu ‘Kitâbi’l-Esûlucya’ el-Mensûb ilâ Aristo, nşr: Abdurrahman Bedevi, Aristo ‘İnde’l-Arab, ss.35-74, Kuveyt, 1978.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 113
vermesiyle (ki bu hareket vermede Tanrı pasif konumdadır), surete bürünerek kuvveden fiile geçen ‘heyula’ sorunu idi. Eflatun’un
‘kaos’unu andıran kuvve haldeki heyula, ne bir varolandır, ne de bir
hiçliktir. Diğer bir ifadeyle ne bir varlık, ne de bir yokluktur.
Tanrı ile birlikte heyula gibi bir başka varlığın düşünülmesi,
âlemde düzenli işleyen sebeplerin ‘bir’e ircasını imkansız kılmaktadır. Oysa akıl, sebepleri tek bir sebebe irca etmedikçe tatmine ve
sükuna erişememektedir. Zira tek bir sonuca veya yargıya ulaşamamaktadır. Bu da insan açısından bir güvensizlik kaynağıdır.
Çünkü birden fazla sebebin varlığı bir çatışmaya yol açabilir. Bu
hususu Kur’an da açıkça dile getirmiştir: “Yerde ve göklerde Allah’tan
başka İlah olsaydı, her ikisinin de düzeni bozulurdu…”226.
Antik Yunan felsefesinin doğurduğu Tanrı’ya ilişkin sorunlar, İslam filozoflarının karşısına yeni-eflatuncukla karışmış olarak çıktığından, bu konuda bir uzlaştırma çabasının ortaya çıktığı söylenebilir. Çünkü yeni-eflatuncu Tanrı tasavvuru da, sudûr nazariyesiyle gerek ezelî madde sorununu gerekse Tanrı-âlem düalizmini aşmaya çalışmıştı. Nitekim ‘Esolocya’yı yorumlayan İbn Sînâ’ya göre, filozofun
Tanrı’ya yükleyeceği en güzel ve en doğru nitelik, Tanrı’nın akıl,
nefs, tabiat ve tüm diğer nesnelerin yaratıcısı olduğunu söylemesidir227. İbn Sînâ bir anlamda Aristo ile Plotinos’un görüşlerini sentezlemiştir. Nitekim ona göre, Tanrı’nın yaratması, O’nun kendi zâtını
akletmesiyle gerçekleşir. Tanrı’da hiçbir bakımdan hiçbir şekilde eksiklik bulunmaz. O’nun her bakımdan yetkin olması gerekir. Başkasını akletmesi ise o başkası ile yetkinleşmesi anlamına geleceğinden,
Tanrı yalnızca kendi zâtını akleden bir varlık olmalıdır228. Fakat söz
konusu sorunlar, ne yeni-eflatuncu sudur nazariyesi ne de bunun
226
227
228
21/Enbiyâ, 22.
İbn Sînâ, Şerhu Esolocya, 46, (makale:1, ‫يز‬, ‫)يح‬.
Bkz. İbn Sînâ, Şerhu Esolocya, 48-51.
114
| Nuri Adıgüzel
Aristoculukla sentezi yoluyla aşılabilmiştir. İslam filozoflarının en
önemli açmazlarını bu sorunlar oluşturmuştur, denilebilir.
C. İslam Felsefesinde ‘Tanrı’ Kavramının Felsefî İçeriğe Bürünmesi
İslam filozofları Tanrı tasavvurlarını açık-seçik ortaya koyabilmek için öncelikle iki önemli ayrım yapmışlardır. Bunlar ‘varlıkmâhiyet’ ve ‘mümkün-vâcip’ ayrımıdır. Onların bu ayrımları Tanrı
anlayışlarına ışık tutacağından, Tanrı hakkındaki görüşlerine geçmeden önce bu ayrımların ortaya konulmasında yarar vardır.
1. İslam Filozoflarının Tanrı Anlayışında Varlık-Mâhiyet Ayrımı Ve Önemi
‘Varlık’ ve ‘mâhiyet’ten ilk defa söz eden Aristoteles’tir229. Fakat
Aristo metinlerinde varlık ve mahiyetten sanki bir gerçekliğin iki
farklı görünümü gibi söz ettiği izlenimi ortaya çıkmaktadır230. Fârâbî
ise bu ayrımı açık bir şekilde ortaya koyar. ‘Fusus’a o şöyle başlar:
“Varolan nesnelerin her birinin bir mahiyetinin, bir de hüviyetinin
(varlık) olduğunu kabul ettik. Onun mahiyeti hüviyeti olmadığı gibi, hüviyetine dâhil de değildir. Şayet insanın mahiyeti onun hüviyeti olsaydı,
insanın mahiyetini tasavvur etmen, onun hüviyetinin tasavvuru olurdu.
Dolayısıyla insanın ne olduğunu tasavvur ettiğinde, insanın kendisini tasavvur etmiş olurdun. Böylece onun varlığını bilirdin ve her tasavvur tasdiki doğururdu. Ayrıca hüviyet de bu nesnelerin mahiyetine dâhil değildir.
229
230
Örn. bkz. Aristoteles, İkinci Analitikler, çev: H. Ragıp Atademir, İstanbul, 1989, 106. Burada Aristo, ilkelerin ne varlığının ne de özünün (mahiyet) ispatlanabileceğini, zira bazı
nesnelerin sebeplerinin kendileri olduğunu belirtmektedir. Aristo’nun metninde nesnenin neliği ile ilgili kullandığı kavramı (ki buna İslam filozofları mâhiyet demişlerdir), eserin mütercimi H. Ragıp Atademir ‘öz’ sözcüğüyle karşılamıştır.
Bkz. Hüseyin Atay, İbn Sînâ’da Varlık Nazariyesi, Ankara, 1983, 66-69.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 115
Aksi halde hüviyet, o olmaksızın mahiyetin tasavvuru tam olmayacak yapısal unsurlarından biri (mukavvim) olurdu. Hatta onun mahiyetten kaldırıldığını vehmetmek bile imkânsız (müstahil) olurdu. Şayet insanın hüviyetine karşılık gelen, onun cisim veya hayvan oluşu olsaydı, insanı insan
olarak düşünen kimsenin, onun cisim veya hayvan olduğunu anladıktan
sonra cisim veya hayvan olduğundan şüphe etmemesi gerekirdi. Onun varolduğun hususunda da kuşkusu olmazdı. Oysa durum böyle değildir.
Duyu algısı veya delil bulunmadıkça bundan kuşku duyulmaktadır. Dolayısıyla bu açıkladığımız sebeplerden dolayı, varolanların varlık (el-vücûd)
ve hüviyeti onların yapısal unsurları olmayıp, onların ayrılmaz arazlarındandır (el-avârız el-lâzime)…”231.
Fârâbî bu paragrafın sonunda varlık ve mahiyetleri birbirinden
ayrı olan varlıkların, varlık ve mahiyeti birbirinden ayrı olmayan
yani hüviyetinden ayrı bir mahiyeti bulunmayan bir İlke’de (Mebde)
son bulacaklarını söylemektedir232. Ona göre illeti bulunan (ma’lül)
bir mahiyetin varlığı (vücud) kendi başına düşünüldüğünde
imkânsız değildir. Zira imkânsız olsa, varolmaması gerekir; ayrıca
kendi başına varlığı vâcip de değildir. Dolayısıyla onun varlığı
mümkündür233.
‘Mümkün’ ve ‘vâcip’ kavramlarını açıklamak için varlık-mahiyet
ayrımına giden Fârâbî, varlık ve hüviyetin varolanların araz-ı
lâzımları olduğunu belirtmekle, varlığa (vücûd) yeni bir bakış getirmektedir. Varlık, varolanların araz-ı lâzımları ise ve Allah da ontolojik bir gerçeklik olarak var ise -ki o böyle kabul etmektedir- O’nun
zâtında hiçbir arazın bulunmaması gerekir. Allah’ın varlık ve mahiyetinin aynı olduğunu ileri sürmek durumu kurtarmamaktadır,
çünkü Fârâbî varlığın, mahiyetin değil varolanın arazı olduğunu
231
232
233
Fârâbî, Fusûsu’l-Hikem, el-Felsefetü’l-İslâmiyye 12, ss. 66-82, s.66.
Fârâbî, Fusûsu’l-Hikem, 67.
Fârâbî, Fusûsu’l-Hikem, 67.
116
| Nuri Adıgüzel
söylemektedir. Bu durumda geriye tek bir çıkış yolu kalmaktadır.
Allah’ın varlığı olduğu söylenemez. O, doğru anlamında veya zât
ve mahiyeti anlamında varolandır, fakat O’nun varlığı yoktur.
Fârâbî’nin varlık-mahiyet ayrımını da böyle anlamak gerekmektedir.
Şu halde özetlemek gerekirse, Fârâbî’ye göre, bütün varolanların bir mahiyeti ve bir de hüviyeti (varlık) vardır. Nesnelerde bu
ikisi birbirinden ayrıdır. Mahiyet, varlığın yapısal bir unsuru değildir; bunların herhangi birinin (mâhiyet veya hüviyet) diğerinin içerisinde yer alması da söz konusu değildir. Hüviyet ise varolanın ayrılmaz arazıdır (araz-ı lâzım). Bu âlemdeki nesnelerden başka, hüviyet ve mahiyeti birbirinden ayrılmayan bir İlke vardır ki bu İlke Allah’tır. O’nda varlık ve mahiyet aynıdır.
Filozofumuzun, “…Öyleyse varlığı veren mebde mahiyetten başkadır…”234 sözünden de mahiyetin varlıktan önce olduğu sonucu çıkarılabilir. Çünkü ona göre hüviyet, hüviyette bulunmayan mahiyete ait değildir. Yani varolanın mahiyeti söz konusu değilse, varlık
mahiyete ait olmamaktadır. Ayrıca bu paragrafta Fârâbî, varlık ve
mahiyeti ayrı olan ve mahiyeti varlığının yapısal unsuru (mukavvim) olmayan her nesnenin varlığının başkasından olduğunu belirtmektedir. Varlığı veren bu ilkeler, varlığından ayrı bir mahiyete
sahip olmayan bir İlke’de son bulmaktadırlar235.
234
235
Fârâbî, Fusûsu’l-Hikem, 67. (2. satır).
Atay, bu konuda şöyle bir yorum yapmaktadır: “… Fârâbî mahiyetin varlıktan önce veya
sonra olduğunu söylemez. Bu, onun bu ayrımı yapma ilkesine aykırı düşer ve bu hususta oldukça açık ifade kullanır. Yukarıda ifade edilmiştir. Mahiyet yoktur, ki önce gelsin. Eğer mahiyet varlıktan önce gelecek olsa iki defa var olmuş olacaktır. Bir defa varlıkla ittisaf etmeden önce,
ve bir defa da varlıkla bitiştikten sonra. Bir şey iki defa var olamaz.” Atay, İbn Sînâ’da Varlık
Nazariyesi, 72; ayrıca bkz. İbrahim Hakkı Aydın, Fârâbî’de Metafizik Düşünce, İstanbul,
2000, 71. Esasen Fârâbî varlığın, varolanın eklentisi (levâhiki) olmadığını kanıtlamak
için bu öncelik-sonralık meselesini gündeme getirmektedir. Ona göre, varlığın varolanın eklentisi olmayışı, aksi bir iddianın ‘ortaya çıkmamış olan mevcuda onun lâhik olması’
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 117
Fârâbî, felsefesinin alfabesi niteliğindeki ‘Kitâbu’l-Hurûf’ta bu
felsefi ve metafizik kavramların ayrıntılı bir kritiğini yapmakta ve
mahiyetle ilgili şunları söylemektedir:
“…Genel olarak, zihindeki her tasavvur ve tahayyül edilen nesne ve zihin dışındaki her akledilen şey aynen zihinde bulunduğu gibidir. İşte gerçeğin (sâdık) mânâsı budur. Çünkü gerçek (sâdık) ve varlık (vücûd) eşanlamlıdırlar. Bir nesne hakkında ‘o varolandır (mevcûd)’ denildiğinde bununla, tasavvur edilsin ya da edilmesin zihin dışında belli bir mahiyetle (başka varlıklardan) ayrılmış olan kastedilir…”236. Aynı yerde Fârâbî zât ve mahiyetin aynı anlama geldiğini söylemektedir. Dolayısıyla Fârâbî’nin
‘Kitâbu’l-Huruf’ta söylediklerinden hareketle, varlık-mâhiyet ve zât
arasında yalnızca içlem-kaplam farkı bulunduğu söylenebilir.
Varlık-mahiyet ayrımı üzerinde duran bir diğer İslam filozofu
ise İbn Sînâ’dır. Ona göre mahiyet, ‘o nedir?’ sorusuna cevap olan
Mânâdır. Bu Mânâ, zihin dışında varolan (mevcûd) olarak gerçekleşirken, zihinde tasavvur olarak yer alır. Fakat her iki durumda da
onu oluşturan cüzler vardır ve mahiyetin mahiyet oluşundan söz
edebilmek için onun cüzlerinin de onunla birlikte hazır bulunması
gerekir237. O bu konuda şöyle demektedir:
“Bir nesnenin iki varlıktan birine (zihinsel veya zihin dışı) sahip olması
dışında ve bu varlık onu oluşturan yapısal unsurlarından biri (mukavvem)
olmamak üzere, bir hakikati bulunduğuna göre, varlık onun hakikatine eklenmiş ayrılan (gayru lâzım) veya ayrılmayan (lâzım) bir Mânâ olur. Bu durumda o nesnenin varlığının sebepleri, mahiyetinin sebeplerinden başkadır.
236
237
gibi bir olumsuzluk barındırmasına dayanır. Fakat öte yandan Fârâbî, ‘malül olan mahiyetin kendi zâtında varlığı mümteni değildir’ derken, ona bir zât tahsis etmiş olmaktadır.
Böylelikle o Atay’ın da belirttiği gibi mahiyetle varlığı ayırırken, bunu bir gerçekliğin
iki farklı yönü gibi görmüştür. Belki de heyûlâya yer bulmak veya onu meşrulaştırmak gibi bir amacı vardır.
Fârâbî, Kitâbu’l-Hurûf, int. metin no: 88.
İbn Sînâ, el-İşârât, I/202.
118
| Nuri Adıgüzel
Mesela ‘insanlık’ kavramı böyledir. Çünkü bu kavram kendi başına bir hakikat ve bir mahiyettir. Ayrıca varlık zihin dışında veya zihinde onu oluşturan
yapısal unsurlarından biri (mukavvem) olmayıp, ona eklenmiştir (muzâf).
Zira onu oluştursaydı, onu oluşturan cüzlerinden biri dışarıda kalarak
Mânâsının zihinde temsil edilmesi imkânsız olurdu. Sonuçta ‘insanlık’ kavramının zihinde varlığının ortaya çıkması da imkânsız hale gelirdi…”238.
İbn Sînâ, akla getirildiğinde ayrıntılarıyla hatırlanmasa bile, mahiyetin bütün yapısal unsurlarının (mukavvemât), mahiyetle birlikte
tasavvurda yer aldığını düşünmektedir239. Filozofumuza göre, her
nesnenin bir mahiyeti vardır. Mahiyet ise bir nesnenin kendisiyle özdeş (hüve hüve) olduğu şeydir. Fakat nesnede bulunan şeylerin hepsi
ona özdeş değildir. ‘Nesneyle özdeş olan’ demek, nesneden gerçekten
kaldırıldığında veya kaldırıldığı düşünüldüğünde, yalnızca nesnenin
varlığı değil, tasavvuru da ortadan kalkan şey demektir. Örneğin bir
üçgeni göz önüne alalım. Zihnen bir üçgeni üçgen yapan şeyi kaldırdığımızda üçgen ortadan kalkar. Onu üçgen yapan şey, onun üç kenarlı düzgün bir şekil olmasıdır. Burada ‘üç kenarlılık’ ve ‘düzgünlük’
üçgenin mahiyetinin cüzlerini oluşturmaktadır. Bu iki unsurun birleştirilmesi durumunda ise üçgenin mahiyeti meydana gelmektedir.
Bu iki nitelikten herhangi biri dışında üçgenden zihnen kaldırıldığında, onun tasavvurunu ortadan kaldıracak bir şey yoktur. Bu tasavvurun oluşabilmesi için bu iki nitelikten başka şey de yoktur. Yani üçgen tasavvuru için insan, onun düzgün ve üç kenarlı olduğunu tasavvur eder; fakat insanların çoğu üçgen tasavvurları içerisinde bir
üçgenin iç açıları toplamının iki dik açıya eşit olduğuna yer vermez238
239
İbn Sînâ, el-İşârât, C. I/202-203.
İbn Sînâ, el-İşârât, C. I/203. Eserde İbn Sînâ’nın metninin altında yer alan Tûsî’nin açıklamaları da konunun anlaşılmasına katkı sağlamaktadır. İbn Sînâ’nın 1 no’lu ‘işaret’inde yer alan ‘her nesnenin bir mahiyeti vardır’ cümlesiyle ilgili olarak Tûsî, “bana göre
bu sözün Mânâsı, ‘her nesnenin basit olmayan birleşik bir mahiyeti vardır’ şeklindedir” demektedir. Bkz. 202 (metnin altındaki Tûsî Şerhi, 1).
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 119
ler. Bir üçgenin iç açıları toplamının iki dik açıya eşit olduğunun kanıtlanması geometriye aittir. Kişi bununla ilgili kuşkuya düştüğünde,
onu zihnen ortadan kaldırabilir ve bu, üçgen tasavvurunun ortadan
kalkmasını gerektirmez. Bir üçgenin üçgen olması bakımından her ne
kadar iç açıları toplamının iki dik açıya eşit olması onun ayrılmaz bir
arazı ise de, onunla özdeş olma anlamında onun hakikatini oluşturan
bir unsur değildir240.
‘Mâhiyet’ kavramı açıklığa kavuştuktan sonra İbn Sînâ, kendisine ‘varolan’ (mevcûd) dediğimiz şeyin hem zihinde hem de zihin dışında bulunması sebebiyle onun mahiyetiyle varlığı arasındaki ilişkiyi sorgulamaya başlamaktadır. Mademki biz bir nesne hakkında
‘o nedir?’ sorusunu sorduktan sonra aldığımız cevap onun mahiyetini gösteriyor ve o şey hem zihnimizde hem zihin dışında bir yer
işgal ediyor, öyleyse varlık mahiyeti oluşturan onun yapısal unsurlarından biri midir? Yahut bir nesnenin varlığı o nesneyle özdeş
olan cüzlerinden biri midir? İbn Sînâ tıpkı Fârâbî gibi bu soruya
‘hayır’ cevabını verir. Şayet varlık bir nesnenin hakikatini oluştursaydı, o nesnenin hakikati de o nesneyle özdeş olduğuna göre, nesnenin kendisiyle özdeş olduğu şey yani onun hakikati, hiçbir zaman ortadan kalkmazdı. Dolayısıyla bir nesne herhangi bir şekilde
varolduğunda, onun varlık halinin aksini düşünmek imkânsız
(mümteni) olurdu. Olgusal olarak varolduğunda ise onun herhangi
bir zamanda bu halde varolmaması da imkânsız olurdu. Bu durumda herşeyin varlığının ezelî-ebedî olması gerekirdi ki bu olguya
uygun düşen bir durum değildir. Ona göre varlığın mahiyete ârız
olması, her mahiyete bir varlığın ârız olduğu anlamına gelmez.
240
Geniş bilgi için bkz. Atay, İbn Sînâ’da Varlık Nazariyesi, 74-80; İlhan Kutluer, İbn Sînâ
Ontolojisinde Zorunlu Varlık, İstanbul, 2002, 113-114. Lütfi Hayrullah, ‘et-Tefrikatü Beyne’l-Mâhiyyeti ve’l-Vücûd fî Felsefeti İbn Sînâ’, http://www.muslimphilosophy.com (Makale word formatındadır.) Erişim: 20.03.2004, 4. Üçgen örneği bu makalede ve ‘enNecât’ta geçmektedir. Bkz. İbn Sînâ, en-Necât, 45-46.
120
| Nuri Adıgüzel
Çünkü bazen, mahiyeti oluşturan cüzlerden biri durumundaki varlıkla karşılaşmak mümkündür. Fakat bu oluşturma, onun mutlak
mahiyet olması bakımından değil, onun belli bir mahiyet olması
bakımındandır. Bu da yalnızca varlığı zaruri olan Vâcibu’l-Vücûd
için geçerlidir241.
İbn Rüşd, varlığın mahiyetin araz-ı lâzımı olmasını reddeder.
Varlık-mahiyet arasındaki öncelik-sonralık sorununa da temas eden
İbn Rüşd varlığın ‘gerçek’ (sâdık) ve ‘zihin dışında varlık’ olmak üzere
iki anlamının bulunduğunu, varlık mahiyet ayrımına konu olanın
hangisi olduğunu sorar ve şunları söyler:
“… Gerçek (sâdık) mânâsında varolan (mevcud), zihinlerdeki bir
mânâdır. Yani bir şeyin zihinde ne ise, zihin dışında da o olmasıdır. Nitekim bir nesnenin bilgisi, onun mahiyetinin bilgisinden (onu bilmekten)
öncedir, yani bir şeyin var olduğunu bilmek için onun mahiyetini bilmek
gerekmez. Bizim zihnimizdeki bilgiden önce olan mahiyet ise gerçekte mahiyet değil, herhangi bir ismin mânâsının açıklanmasıdır. Bu anlamın nefis dışında var olduğu bilindiğinde, onun mahiyet ve tanım olduğu da bilinir. Bu mânâda ‘Kategoryalar’da (Makûlât) şöyle denilir: Akledilir nesnelerin tümelleri (küllî) ancak tekil şahıslar halinde var olurlar; tekil şahısları
ise tümelleri ile anlaşılırlar. ‘Kitâbu’n-Nefs’te ise şöyle denilmektedir: İşaretle gösterilebilen bir nesnenin (müşârun ileyh) var olduğunu idrak ettiren güç, işaretle gösterilebilen bir nesnenin mahiyetini idrak ettiren güçten
farklıdır. Bu mânâda, tekil şahıslar zihin dışında (a'yan) mevcutturlar;
tümeller ise zihinde mevcutturlar. ‘Gerek heyûlânî varlıklar, gerekse ayrık
(mufarak) varlıklar bakımından gerçeğin (sâdık) mânâsında bir farklılık
yoktur; varlık mahiyete eklenmiş (zâid) bir durumdur; mevcud özünde
onunla kaim değildir’ diyen kimsenin bu sözü gerçekten yanlıştır. Çünkü
241
Hayrullah, a.g.m., 5-7; Bkz. H. Atay, İbn Sînâ’da Varlık Nazariyesi, 74-80; Kutluer, İbn
Sînâ Ontolojisinde Zorunlu Varlık, 113-114.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 121
bu, on kategoriyle müşterek olan ve araza delalet eden varolan ‘mevcud’
kavramının zihin dışında olmasını gerektirir…”242.
İbn Sînâ’ya göre ‘mahiyet’ kavramı çokanlamlı (müşterek) bir kavramdır. Çünkü hem cins olması bakımından cins hakkında, hem tür
olması bakımından tür hakkında, hem de tikel bir fert olması bakımından tikel bir fert hakkında ‘o nedir?’ sorusu sorulur ve hepsine
cevap verilebilir. Fakat ‘mahiyet’in cins ve tür bildiren kavramlara
yüklendiği gibi tekil şahsa da yüklenmesi, ‘mahiyet’ kavramının çokanlamlı (müşterek) bir isim olmasındandır. Oysa tikel bir ferdin mahiyeti özdeş olduğu nesneden ayrı değildir. Ayrıca birleşik (mürekkeb)
olanın bir tanımı olduğu halde, fert olanın tanımı yoktur243.
2. İslam Felsefesinde Yaratan -Yaratılan Ayrımına Temel Teşkil Eden Mümkün-Vâcip Ayrımı
Varlık-mâhiyet ayrımının tabii bir sonucu olarak varolanlar,
‘mümkün’-‘vâcip’ ayrımına tabi tutulmuşlardır. İlk defa Fârâbî’nin
yaptığı244 bu ayrım ‘Uyûnu’l-Mesâil’de şöyle yer almaktadır:
“Bize göre, varolanlar iki kısımdır. Birincisi, zât bakımından varlığı
vâcip olmayanlardır. Bunlar, varlığı mümkün olanlar (mümkinü’l-vücûd)
diye isimlendirilir. İkincisi de, zât bakımından varlığı vâcip olanlardır ve
vâcibü’l-vücûd diye isimlendirilirler. Varlığı mümkün olanın varolmadığını
farz ettiğimizde, bir saçmalık (muhâl) ortaya çıkmaz ve varolmasında da illete ihtiyaçsızlık (gınâ) söz konusu olmaz. Onun varlığı vâcip olduğunda, baş-
242
243
244
İbn Rüşd, Tehâfütü’t-Tehâfüt, 303-305 (V/32-33). Çağdaş yazarlardan birçoğu İbn
Rüşd’ün bu konuda İbn Sînâ’yı yanlış anladığını düşünmektedirler. Geniş bilgi için
bkz. Kutluer, İbn Sînâ Ontolojisinde Zorunlu Varlık, 116-117 (22. ve 23. dipnotlara da bakılabilir).
İbn Sînâ, el-İlâhiyyât, I/245-246.
Aristo’da ‘imkân’ ve ‘zorunlu’ kavramları var ise de, varlığın ‘mümkün varlık’ ve ‘vâcip
varlık’ şeklinde ayrılması Fârâbî’ye aittir. Bkz. Aristoteles, Metafizik, 1048 b 28 – 1047 a
19; krş. Fârâbî, ‘Uyûnu’l-Mesâil’, el-Felsefetü’l-İslâmiyye 12, ss. 56-65, s.57.
122
| Nuri Adıgüzel
kasına bağlı olarak vâcip olur. Dolayısıyla başkası sebebiyle varlığı vâcip olanın zâtı bakımından varlığı daima mümkündür. Bu imkân, ya daima varolan, ya da belli bir zaman diliminde varolan bir nesnede bulunur. Mümkün
varlıkların illet-ma’lül ilişkisi içerisinde sonsuza kadar veya dairesel olarak
varolması caiz olmayıp, bu ilişkinin vâcip olan bir varlıkta sona ermesi gerekir ki o da, İlk Varolan’dır.”245
Burada Fârâbî’nin Eski Yunan felsefesinden süregelen düalist
(kaos-Tanrı, heyula-Tanrı) anlayışı aşma çabası son derece belirgin
durumdadır. Çünkü bir tarafta ‘kaos’a biçim verdikten sonra dinlenmeye çekilen yorgun bir Tanrı, diğer tarafta yine bir aşk nesnesi
olarak ‘heyula’ya hareket ve suret veren ve böylece işi biten mekanik
Tanrı, İslam’ın ‘Mülkün Sahibi, her an bir işte olan’ Allah’ı ile kıyaslanamaz. Fakat bir disiplin olarak felsefe benimsendiğine göre, felsefenin bu sorunu yine felsefe içerisinde çözülmeliydi. Fârâbî de bunu
yapmaya çalışarak, bilhassa heyulayı gölgede bırakacak ve Tanrı’ya
etkinliğini tekrar kazandırarak onu İslam’ın Allah’ı ile bağdaşık kılacak yeni ayrımlara girişti. Bunlardan birincisi yukarıda kısaca
açıklanan varlık-mâhiyet ayrımıydı. Bununla varolma potansiyelindeki şeyin varlıkla yakın ilişkisini kurdu. Bu ilişki, varlık ve mahiyete sahip olması bakımından Tanrı’nın yetkinliğine zarar vermesin diye, yeni bir ayrımla desteklendi ve varlıklar, vâcip ve mümkün ayrımına tabi tutuldular.
Fârâbî ‘mümkün’, ‘vâcip’ ve ‘müstahil’ olmak üzere üç çeşit varlıktan söz etmekteyse de, ‘müstahil’ ‘vâcip’in olumsuzlanmasıyla elde
edildiğinden, onun varlıkları ‘mümkün’ ve ‘vâcip’ diye ikiye ayırdığını
söylemek yanlış değildir. Ona göre mümkün varlıklar, sonuncul (müteahhire) ve varlık bakımından en eksik varlıklardır. Bunlar, varolmak
(vücûd) ile varlık olmamanın (lâ vücûd) karışımıdırlar. O, varolmama245
Fârâbî, Uyûn, 57; Ebû Nasr Fârâbî, Kitâbu’s-Siyâseti’l-Medeniyye, Tah: Ali Bû Mülhim,
Beyrut, 1994, 56-72.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 123
sı mümkün olmayan-ki vâcip olandır-ile varolması mümkün olmayanyani müstahil -arasında yer almaktadır. Bu iki uçtan her birinin çelişiği, onun hakkında tasdik olunur. Yani o, hem varolmaması mümkün
olan, hem de varolması mümkün olandır. İşte varolma ile varolmamanın karışımının anlamı budur. Bu, karşıtı ‘yokluk’ (adem) olan varlıktır (mevcûd) ki yokluk ona bitişebilir. Çünkü ‘yokluk’, varolması
mümkün olan şeyin varolmamasıdır246.
Ona göre “‘mümkün’, varlığı (vücûd) varolanın (mevcûd) iki yönünden birine uygun olandır. Mümkün varlık (el-vücûdü’l-mümkin)
ise, varlığın (vücûd) iki yönünden biridir. Çünkü varlığı kendi cevherinde içkin olan İlk Sebep, yalnızca varolmaması mümkün olmayan bir varlık değil, aynı zamanda varolmaması mümkün olan bir
varlık da vermiştir. Böylece varlığın, O’nun vermediği bir yönü
kalmadı. Husul bulmuş bir varlığa sahip olmak bir mümkünün
kendi tabiatında yoktur. Fakat onun belli bir şekilde varolması veya
varolmaması mümkündür. Onun herhangi bir şey olarak veya karşıtı olarak varolması mümkündür. Her iki karşıt varlık bakımından
da durumu aynıdır ve bunlardan birinin varolması diğerinden daha evla değildir. Burada karşıt olan ya yokluktur (adem) ya zıttır ya
da hem yokluk hem zıttır. Karşıt halde varolanların birlikte varolmalarını gerekli kılan budur247.
Fârâbî’ye göre mümkün varlıklar varolabilme yetenekleri bakımından iki düzeyde bulunurlar. Birincisi, herhangi bir nesne olarak varolabilme yeteneğine sahip olduğu halde, tersi bir yeteneğe
sahip olmayan heyuladır. İkinci düzeyde ise, bir nesne olarak (belli
bir zâtta) varolabilme ve varolamama yeteneklerine eşit olarak sahip
olan mümkün varlıklar bulunmaktadır. Bu ikinci düzeyde bulunan
varlıklar madde ve suretten mürekkep olarak bulunan varlıklardır.
246
247
Fârâbî, es-Siyâsetü’l-Medeniyye, 56-57.
Fârâbî, es-Siyâsetü’l-Medeniyye, 57.
124
| Nuri Adıgüzel
Fârâbî’nin bu ayrımında en az imkaniyet barındıran mümkün varlık ilk madde olan heyula iken, en fazla imkaniyet barındıranlar,
maddesi ve sureti olan varlıklardır. En son suret kazanmış olan
mümkün varlık ise mümkün varlıkların en üstünüdür. Böylece ilk
maddeden, en son suret kazanmış maddeye doğru mümkün varlıklar aşağıdan yukarı bir hiyerarşik bir sıra oluştururlar248. Onun sistemindeki önemli noktalardan biri de heyulanın hiçbir zaman suretten bağımsız olarak bulunamayacağını savunmasıdır249.
Mümkün varlıklar kendiliklerinden bulundukları suretten başka bir suretle birleşmek için yeterli değildirler. Çünkü onlara verilen (deyim yerindeyse sermayeleri) yalnızca ilk maddedir (heyûlâ). Ayrıca başka bir suretle birleştiklerinde de o sureti korumak için yeterli değildirler. Dolayısıyla onları başka suretlerle birleştirecek, onları
harekete geçirecek ve onların suretle birleşme sonucunda elde ettikleri varlıklarını koruyacak dışardan bir fâile ihtiyaçları vardır. İlk
Fâil onları, kabul edecekleri surete doğru hareket ettiren ve onların
suretlerini ve varlıklarını koruyandır250.
İbn Sînâ da epistemolojik ya da zihinsel olduğunu bildirdiği bu
ayrım hakkında benzer ifadeler kullanmış ve konuya geniş yer ayırmıştır251. Ona göre ‘varlığı vâcip olan’ (vâcibü’l-vücud) demek, ‘varolma-
248
249
250
251
Fârâbî, es-Siyâsetü’l-Medeniyye, 58-59.
Fârâbî, es-Siyâsetü’l-Medeniyye, 59.
Fârâbî, es-Siyâsetü’l-Medeniyye, 59.
İbn Sînâ, İlâhiyat I/37-42; Şeyhu’r-Reis Ebû Ali el-Hüseyin b. Abdullah el-Buhârî İbn
Sînâ, Makâle Fi’l-Mebde Ve’l-Meâd, vr.275. Krş. Fransızca çevirisi: Avicenne, Livre de la
Genese et du Retoure, Fransızcaya çev: Yahya J. Michot, Oxford, 2002, 4–5. İbn Sînâ enNecât’ta, varlıkları ‘mümkün, vâcip ve mümteni’ olmak üzere üçe ayırmaktadır. (Bkz.
Şeyhu’r-Reis el-Hüseyin Ebî Ali İbn Sînâ, Kitâbu’n-Necât fî’l-Hikmeti’l-Mantıkıyyeti ve’tTabîiyyeti ve’l-İlâhiyyeti, tak. Mâcid Fahri, Beyrut, 1982, 56-59). Fakat gerek Fârâbî’nin
‘müstahil’ varlığının gerekse İbn Sînâ’nın ‘mümteni’ varlığının ontolojik bir karşılığı olmadığından, bunun yalnızca mantıksal bir ayrım olduğu söylenebilir. Oysa ‘vâcip’ ve
‘mümkün’, zihin dışında vardırlar veya mümkün açısından varolması düşünülebilen-
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 125
dığının farzedilmesi bir imkânsızlığın (muhal) ortaya çıkmasına yol açan
varlık’; ‘varlığı mümkün’ olan da, ‘varolduğunun veya varolmadığının farzedilmesi, bir saçmalığın (muhal) ortaya çıkmasına yol açmayan varlık”
demektir. Varlığı vâcip olanın varlığı, zaruridir. Varlığı mümkün
olanın ise ne varlığı ne de yokluğu zaruridir. Varlığı vâcip olanın, zâtı
sebebiyle vâcip olan (vâcip bizâtihî) ve başkası sebebiyle vâcip olan
(vâcip bigayrihî) diye ikiye ayrıldığını belirten İbn Sînâ, bu iki durumun varlığı vâcip olan tek bir varlıkta birleşemeyeceği görüşündedir.
Yani onun beraberce, hem zâtı sebebiyle vâcip olması, hem de başkası sebebiyle vâcip olması mümkün değildir. Ayrıca ona göre, başkası
sebebiyle varlığı vâcip olan her varlığın varlığı, zâtı sebebiyle mümkündür (mümkinü’l-vücûd bizâtihî). Varlığı zâtı sebebiyle mümkün
olan ise ancak başkası sebebiyle vâcip olmakla varolabilir. Aynı şekilde varlığı zâtı sebebiyle mümkün olan her varlığın varolduktan
sonra varlığı, başkası sebebiyle vâcip olmuş olur252. O bu görüşünü
şöyle açıklamaktadır:
“Çünkü onunla ilgili iki durumdan söz edilebilir. Ya onun bilfiil varlığı sahihtir veya sahih değildir. Onun bilfiil varlığının sahih olmaması
saçmadır (muhal). Zira bilfiil varlığı sahih olmayanın varlığı imkansız
(mümteni) demektir. Dolayısıyla geriye birinci ihtimal kalmaktadır. Yani
onun bilfiil varlığı sahihtir. Bu durumda onun varlığı ya vâcip olur, ya da
vâcip olmaz. Şayet onun varlığı vâcip değilse, henüz mümkün demektir ve
onun varlığıyla yokluğu ayırt edilemez. Fakat onun bu durumuyla ilk durumu arasında fark yoktur. Çünkü onun varolmadan önce varlığı mümkün idi. Oysa şimdi şu bulunduğu haldedir. Eğer onun durumunun yenilendiği kabul edilirse, o zaman onun bu haliyle ilgili şu soru sorulur:
Onun varlığı vâcip midir, mümkün müdür? Varlığı mümkün ise, onun
252
dir. Bu sebeple İslam filozoflarının varlığı ‘mümkün’ ve ‘vâcip’ diye ikiye ayırmaları,
ontolojik bir ayrımdır.
İbn Sînâ, Makâle fî’l-Mebde ve’l-Meâd, vr.275; krş. Avicenne, Livre de la Genese…, 6-7.
126
| Nuri Adıgüzel
bundan önce de varlığı imkan halindeydi; dolayısıyla o yenilenmemiş olur.
Varlığı vâcip ise, bu ilk söylenenin kabulüdür…”253.
Bir diğer ünlü İslam filozofu İbn Rüşd ise, özellikle ‘Tehâfüt’te
ve diğer bazı eserlerinde bu ayrımı kullanmasına rağmen, “zâtı bakımından mümkün olanın varlığı, başkası sebebiyle vâciptir”254 görüşünü
savunan İbn Sînâ’yı eleştirmiştir. Ona göre, bu görüşü ilk ortaya
atan İbn Sînâ’dır ve onun bu görüşü yanlıştır255. Zira malülü kendisine tabi olan bir illet vâcip ise, varolması mümkün olan bu malülün varolması vâcip olmuş olur. Dolayısıyla imkân tabiatı ortadan
kalkar256.
İbn Rüşd’e göre mümkün olan cevherlerin kuvveden fiile çıkabilmeleri için kendisi fiil halinde bulunan ve onu kuvveden fiile çıkaracak olan bir fâilin bulunması gerekir. Eğer bu fâil de mümkün
tabiatlı olursa, onun için de başka bir fâil gerekir. Aynı şekilde bu
da mümkün tabiatında olursa, bu durumda onun vâcip olan ve
cevherinde imkan bulunmayan bir muhricinin olması gerekir. Çünkü sonsuza kadar mümkün sebepler tabiatının devam etmesi ve
âlemdeki bu durumunu koruması bu şekilde sağlanabilir. Zira sonu
gelmeyen mümkünlerin devamını sağlayacak bir fâilin bulunması
ve onun cevherinin mümkün değil, vâcip olması gerekir. Filozofa
göre cevherleri bakımından mümkün olan şeylerin durumları, onların sonsuza dek bu halde bulunmalarının gerekliliğini göstermektedir. Burada sorun, hâdis varlıkla ezelî varlığın, el-Evvel’e hiçbir
değişimin bulaşmaması şartıyla, hareket aracılığıyla birleştirilmesi-
253
254
255
256
İbn Sînâ, Makâle fî’l-Mebde ve’l-Meâd, vr.275; krş. Avicenne, Livre de la Genese, 7-8. Ayrıca ‘en-Necât’taki metinle bu makaledeki metin birbirinin tıpkısının aynıdır. Krş. İbn
Sînâ, Kitâbu’n-Necât, 261 vd. Yine bu konuyla ilgili bkz. el-İşârât, III/71-84.
Bkz. İbn Sînâ, Makâle Fi’l-Mebde Ve’l-Meâd, vr.275; en-Necât, 261.
Bkz. İbn Rüşd, Tehâfütü’t-Tehâfüt, 196–198. İbn Rüşd ‘mümkün’ ve ‘vâcip’ kavramlarıyla
ilgili görüşlerini bu eserinde sık sık dile getirmiştir.
İbn Rüşd, Tefsîru Mâba’de’t-Tabîa, II/731.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 127
dir. Bu birleşimi sağlayan varlığa İbn Sînâ varlığı başkası sebebiyle
vâcip olan (Vâcibü’l-vücud bigayrihî) adını veriyor.
İbn Rüşd’e göre İbn Sînâ’nın başkası sebebiyle vâcip dediği varlık daima hareket eden bir cisim olursa, sonradan olanın (muhdes)
da yok olanın (fâsid) da ondan çıkması mümkün olabilir. Bu hareket
ettiren varlık, cevheri bakımından vâcip ve mekanik hareketi bakımından mümkün olursa, failiyyet hiçbir bakımdan ve hiçbir şekilde
hareket etmeyen, basit olan Vâcibü’l-Vücut’ta son bulur. Çünkü basit olmayanın varlığı mümkün demektir257.
Bu konuda İbn Rüşd’ün itirazları kendi koyduğu bir tezi kanıtlama amacına değil, özelde Aristoteles’i, genelde tüm filozofları savunmaya ve Kur’an ilkeleri açısından temize çıkarmaya yöneliktir.
Nitekim bu hususları tartışmasının sebebi, Gazali’nin Allah’ın birliği ile ilgili olarak filozofların öne sürdükleri görüşlerin sakıncalı olduğunu belirtmesidir. Bu sebeple İbn Rüşd’ün görüşleri, sistematik
bir bütünün parçası olmaktan ziyade, Kur’an merkezli, fakat olabildiğince esnek bir yaklaşımın sonucu gibi gözükmektedir. Metnin
devamında yine Kur’an ayetlerine sığınması bu kanaati desteklemektedir258.
‘Mümkün’ ve ‘vâcip’ varlıkların tabiatlarının farklı oluşu, ‘Yaratıcı-yaratılmış’ ayrımının açıklanmasına katkıda bulunduğundan, bu
ayrım kelamcıların da ilgisini çekmiştir. Nitekim filozofları eleştirmek amacıyla eserlerinde felsefi konulara yer veren kelamcılar özellikle el-Cüveynî’den (v. 478/1085) itibaren ‘vâcip’ ve ‘mümkün’ ayrımını kullanmaya başlamışlardır259.
257
258
259
İbn Rüşd, Tehâfütü’t-Tehâfüt, 393-394.
İbn Rüşd, Tehâfütü’t-Tehâfüt, 395-396. İbn Rüşd burada konuyla ilgili uzun tartışmalar
yapmaktadır. Ayrıca bkz. 331-224, VI/43-49. Gazâlî, İbn Rüşd ve Hocazâde
‘Tehâfüt’lerindeki konuyla ilgili tartışmalar hk. geniş bilgi için bkz. Mübahat Türker
(Küyel), Üç Tehâfüt Bakımından Felsefe Ve Din Münasebeti, Ankara, 1956, 118-153.
Bkz. Bekir Topaloğlu, İslam Kelamcıları ve Filozoflarına Göre Allah’ın Varlığı, DİB yay.,
Ankara, trz., 99-100.
128
| Nuri Adıgüzel
3. İslam Felsefesinde Tanrı’nın Varlığı Ve Sıfatları
İslam filozofları felsefenin, fizikten metafiziğe yükselen bir etkinlik olması sebebiyle oluşun açıklanması bağlamında bütün âlemdeki
gayelilik, düzen, nizam ve illiyetin bir Tanrı’nın varlığını gerektirmesinden hareketle Kindî’den İbn Rüşd’e kadar, hudûs, İlk İllet, gaye ve
nizam, hareket, imkan, inâyet, ekmel varlık gibi birçok delillerle Allah’ın varlığını ispatlamışlardır. Bu delillerde dile getirilen hususlar,
âlemdeki varlıkların sonradan varlığa geldiği, varlıklar arasında mükemmel işleyen bir düzenin bulunduğu, bunun bir gayeye yönelik
olduğu ve bir hikmeti işaret ettiği, bu hikmetin yetkin bir varlıkta bulunabileceği, hareketin (oluş veya kevn ve fesad) bir başlangıcının ve bir
muharrikinin varolması gerektiği, cisim olarak varolan tabii varlıkların sonluluğu, bu varlıkların yokluktan varlığa, varlıktan yokluğa geçişlerinin bir illete dayanması gerektiği, mümkün ve vâcip olmak
üzere iki tür varlığın bulunduğu, mümkün varlıklarda varlık ve mahiyetin ayrı olduğu, fakat varlığı mahiyetinden ayrılmayan bütün varolanların illeti konumunda bir Vâcibü’l-Vücud’un varlığının zorunlu olduğu vb. gibi söylemlerdir260. Onların Allah’ı ispatta kullandıkları bu söylemlerin felsefi derinliği en ileri düzeyde yansıttığını261, ve İslam kültürüne önemli ölçüde zenginlik kattığını görmekteyiz. İslam
filozoflarının Tanrı sorunsalı ile ilgili olarak üzerinde durdukları bir
diğer husus ise Tanrı’nın nitelikleri ve Tanrı-âlem ilişkisidir. Fakat bu
nitelikler zâttan ayrı olmadığı için bir bakıma O’nun hakkında söylenen her şey zâtına ilişkin demektir. Dolayısıyla İslam filozoflarının
260
261
Tanrı’nın varlığı ister felsefi bir ihtiyaç olarak, ister dinî hassasiyetlerle ispatlansın, her
çağda o çağın paradigması çerçevesinde yeniden ele alınması gereken bir sorunsaldır.
Bu konuda İslam filozof ve kelamcılarının görüşleri hakkında bkz. Bekir Topaloğlu, İslam Kelamcıları ve Filozoflarına Göre Allah’ın Varlığı, Ankara, 1971.
Örneğin bkz. Kindî, ‘Fî’l-İbâne ani’l-İlleti’l-Fâileti’l-Karîbeti li’l-Kevni ve’l-Fesâd’, Resâilü’lKindî el-Felsefiyye I/214-219; Farabi, Uyûn, s.57; Ebu Bekir Muhammed b. Zekeriya
er-Râzî, ‘el-Kavl Fî’l-Kudemâi’l-Hamse’, Resâil Felsefiye, s.195. (Fakat bu esere göre Tanrı, beş ezeli prensip olan Allah, küllî nefs, ilk madde (heyula), mutlak zaman ve mutlak mekandan birincisidir).
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 129
düşünceleri çerçevesinde Tanrı’nın sıfatlarından söz edilirken, bunu
Tanrı’nın zatından ayrı ve bağımsız düşünmek mümkün değildir. Sıfatların açıklanması bu anlamda zâtın açıklanmasıdır. İslam filozoflarının Tanrı’nın zât ve sıfatları konusundaki görüşlerini şu şekilde
özetlemek mümkündür:
 Allah birdir.
Kindî’den itibaren İslam filozofları ‘Allah’ın birliği’nin açıklanmasına geniş yer ayırmış262 ve bu konuda özel bir hassasiyet göstermişlerdir263. Bu konu üzerinde en fazla duran İslam filozofu Farabi’dir. Allah hakkında ‘İlk Varolan’ ve diğer varlıkların ‘İlk Sebebi’
kavramlarını kullanan Farabi, Allah’ın hem zâtı, hem de sıfatları
bakımından bir olduğunu belirtir. Ona göre Allah, her türlü noksanlıktan berî olması, varlığının en üstün, en önce ve en yetkin olması, varlığında kuvvelik bulunmaması, ezelî ve ebedî olması bakımlarından Bir’dir. Hiçbir varlık bu niteliklere O’nunla aynı düzeyde sahip olamaz. Aynı şekilde O eşi, benzeri, ortağı ve denginin
bulunmaması, maddî, suverî, fâil ve gâî illetlerinin olmaması bakımından da Bir’dir. Allah, tam ve yetkin olma konusunda örnek
(misâl) olduğu için Bir’dir. Çünkü örnek yalnızca bir tane olur. Zıddı olmaması bakımından Bir’dir. Zira zıddı olsa, zıtlığın O’nun cevherinde olması gerekir ki, bu da O’nun bozulmasına (fesâd) ve geçersiz (bâtıl) olmasına yol açar. Rütbe bakımından da Bir’dir. Cinsi-
262
263
Kindî, Fî’l-Felsefeti’l-Ûlâ, s. 126-157; Şihâbüddin Yahya Sühreverdî, Kitâbu’t-Telvîhâti’lLevhiyye ve’l-Arşiyye, Tak: Henry Corbin, Tahran, 1372, s.26-27.
Bunun iki sebebinden söz edilebilir. Birinci olarak Kur’an, Allah’ın birliği üzerinde çok
durmuş ve O’nun her bakımdan bir olduğunu sık sık vurgulamıştır. İkinci olarak ‘bir’
kavramı felsefede de çok geniş bir şekilde ele alınmış ve ‘varolan’la aynı anlamda kullanılmıştır. ‘Bir’i Tanrı olarak kabul eden Parmenides’e (ö. M.Ö. 444) göre varlık, “ezelî
ve ebedî, değişmez, hareketsiz, sürekli, bölünemez, sonsuz, bir tektir”. (Weber, age., s.17). Daha sonra Plotinos (ö. 270) da Tanrı’sından ‘Bir’ olarak söz etmiştir. Plotinus, Enneadlar,
‘Seçmeler’, Çev: Zeki Özcan, Bursa, 1996, V, II, (2), s.21-22.
130
| Nuri Adıgüzel
nin ve faslının olmaması, yani en basit varlık olması ve böylece tanımının da bulunmaması bakımından Bir’dir. Allah, âlim, hikmet
sahibi, gerçek (hakk), diri (hayy) ve hayat sahibi olması bakımından
da Bir’dir. Çünkü O’nun dışında hiçbir varlık O’nun sahip olduğu
düzeyde bu niteliklere sahip olamaz. Sahip olduğu sıfatlar bakımından başka varlıklardan ayrılmış ve temâyüz etmiş olan varlık
‘Bir’ diye nitelendirilir. Kısaca yüce Allah Farabi’ye göre her bakımdan ve bütün yönlerden Bir’dir264.
İbn Sina ise Allah’ın birliğini açıklarken, O’nun bilgisinin, içerik
bakımından (mefhûm) kudretinden, iradesinden ve hayatından farklı
olmadığını, bunların hepsinin bir olduğunu ve bölümlere ayrılabilir
olmadıklarını belirtir. O’nun ne kudreti bizim kudretimize benzer, ne
iradesi, ne de hayatı. Biz ilim, irade, kudret vb. niteliklerimizi kullanırken, kendisine ulaşmakla yetkinleşeceğimiz harici bir amaç belirleriz. Oysa Allah’ın bütün sıfatları O’nun akletmesiyle aynıdır ve O
yalnızca kendi zâtını akleder. Ayrıca bizdeki kudret sıfatı gibi sıfatların bir hareket ilkesi vardır. Allah’ın sıfatlarının ise böyle bir ilkesi
olmadığı gibi, kendisi hareket ilkesinin muharrikidir. Böylece O’nun
akletmesi aynı zamanda bilmesi, irade etmesi, kâdir olması, hayat sahibi olması vs. olur ve hiçbiri zâtından ayrı değildir. O’nun böyle olması tüm bu bakımlardan bir olması anlamına gelir265.
 Allah Vâcibu’l-Vücud’dur ve bu, O’nun bütün yetkin sıfatlara
sahip olması demektir.
Allah hakkında kullanılan bu kavrama ilk olarak Farabi’nin
eserlerinde rastlamaktayız266. Farabi ‘Fusûs’un hemen başında varo264
265
266
Ebû Nasr el-Farabi, Ârâu Ehli-l-Medîneti’l-Fâzıla, notlarla nşr: Ali Bû Mülhim, Beyrut,
1995, 25-44.
İbn Sînâ, en-Necât, 286-287.
Farabi, Fusûs, 68; Uyûn, 57; Siyâset, 56. Bu sonuncu eserde yalnızca varlıkların mümkün, vâcip ve müstahil diye üç kısma ayrıldığından ve mümkün varlıklardan söz
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 131
lan nesnelerin her birinin bir mahiyet ve bir de hüviyetlerinin olduğunu vurgulayarak konuya girer. O burada ‘varlık’ yerine ‘hüviyet’
kavramını kullanmaktadır. Bir nesnenin mahiyeti ile hüviyetinin
aynı olmadığı açıklamasının ardından267 Farabi, nesnelerdeki varlık
ve hüviyetin onların araz-ı lâzımı olduğunu belirtmektedir. Ona göre varlık ve mahiyet birbirinden ayrıdır, fakat varlık ve mahiyeti
aynı olan bir varlığın da bulunması gerekir ki bu varlık Allah’tır.
Dolayısıyla varlık ve mahiyetleri bakımından Allah ile diğer varlıklar arasındaki farkı ortaya koyabilmek için filozofumuz ‘Vâcibu’lVücud’ kavramına başvurmaktadır. Ona göre bizzat varlığın vücubiyeti, mahiyette yer alan cins, tür ve fasıllara ne sayı bakımından,
ne de çokluğa yüklem olması bakımından bölünebilir. O’nun faslı
yoktur; faslı olduğu düşünülürse, fasıl O’nu oluşturan (mukavvim)
bir varlık olur ve O’nun mahiyetinde yer alır ki bu muhaldir. Çünkü O’nun varlığı mahiyetidir, mahiyeti ise kendisidir. Varlığın vücubiyeti, sayı bakımından muhtelif olabilen çokluğa yüklem olmak
üzere de bölünmez. Aksi halde, malül olmuş olurdu. Bu aynı zamanda, O’nun cins, tür ve fasıllara bölünmemesine de delil teşkil
eder. Varlığın vücubiyeti, ölçülebilir veya manevi olarak onu ayakta
tutan (kıvâm) bölümlere ayrılmaz. Aksi halde onun her bir parçasının varlığı ya vacip olurdu ve vâcibu’l-vücudlar çoğalmış olurdu,
ya da vâcibu’l-vücud olmazdı ve zatı bakımından kıvamında yer
267
edilmekte, doğrudan Vâcibu’l-Vücud kavramına hiç yer verilmemektedir. Yine Farabi’nin bütün varlıkları konu edindiği el-Medînetü’l-Fâzıla’da Allah ve sıfatlarından
geniş bir şekilde söz etmesine rağmen O’nun hakkında Vâcibu’l-Vücud kavramını
kullanmaması ilginçtir. Allah ve Allah’ın sıfatlarına ilişkin isim ve kavramlar bakımından bu eserler arasında bir karşılaştırma yapılması bağımsız bir makale konusu
gibi gözükmektedir.
Zira ona göre, tasavvuru tasdikini gerektirmediğinden mahiyet varlığa dâhil edilemez
ve mahiyet tasavvurunu oluşturan unsurlardan biri olmadığından varlık da mahiyet
içinde yer almaz. Bkz. Fusûs, 66.
132
| Nuri Adıgüzel
aldığı varlığın toplamından daha önce olmuş olurdu; dolayısıyla
toplam varlık varlığa daha uzak olmuş olurdu268.
Allah hakkında Farâbî’nin vâcip kavramını seçmiş olması, bu
kavramın sözlük anlamında varolan devamlılığın, varlıkta devamlılığı ifade eden ezelilik ve ebedilik ile ilişkili olması, sebatın da
O’nun varlığında hiçbir değişmenin olmaması ve değişmek üzere
hareket etmemesi anlamında olmasıyla ilişkili gibidir. Zira o ‘Vâcibu’l-Vücud’u açıklarken, mümkünden farkını ortaya koymakta ve
bu arada O’nun hiçbir bakımdan illetinin olmaması fakat kendisinin her şeyin illeti olması, her türlü eksiklikten münezzeh ve tam
olması, cisim gibi bir mahiyete dolayısıyla cins ve fasla sahip olmaması üzerinde durur. Yine filozofumuz ‘Vâcibu’l-Vücud’u, O’nun
hakkında burhan olmayışı ve O’nun kendisinin her şeyin burhanı
oluşu, bizatihi ezelî ve ebedî oluşu, ona yokluğun karışmaması, varlığının kuvve halde bulunmayışı, bekasını sağlayacak herhangi bir
şeye ihtiyacının olmayışı, halini değiştirmemesi, parçalanmayı kabul etmeme manasında kendisinden başka hiçbir şeye ait olmayacak tarzda bir olması ile açıklamaktadır269. Âlemde varolan nesnelerden yola çıkarak oluşun ve varlığın illeti açıklanacaksa, bu niteliklere sahip bir varlığın bulunması ve O’nun kabulü aynı zamanda
bir gereklilik, belki bu anlamda mantıksal bir zorunluluktur. İlhan
Kutluer’in şu sözleri bu görüşü doğrular niteliktedir:
“Demek ki Onun Kendisiyle Zorunlu olduğunu ve başkasıyla zorunlu
varlıkların da İlk Sebebi (es-Sebebü’l-Evvel) olduğunu kabul etmek zorundayız… Kısacası zorunluluğunu başkasından alan mümkin varlıklar dizisi nihâî noktada zorunluluğu başkasından olmayan bir “Başka”da durmak zorundadır ki mümkin varlıkların anlamlı bir açıklaması yapılabilsin…”270.
268
269
270
Farabi, Uyûn, 57.
Farabi, Uyûn, 57-58.
Kutluer, İbn Sînâ Ontolojisinde Zorunlu Varlık, 49. Bize göre son cümlede yer alan “bir
‘Başka’da durmak zorunda’ oluş, Tanrı’ya yüklenen zorunluluğun kaynağı gibidir. Fakat
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 133
Farabi’den sonra İbn Sina da bu kavram üzerinde genişçe durmuş ve ‘vâcib’in, varlığın devamlılığına (teekküd) delâlet ettiğini belirtmiştir271. Ayrıca o ‘Vâcibu’l-Vücûd’ kavramından hareketle Allah’ın varlığını ispat etmektedir. O bu ispatında Allah’ın sıfatlarına,
fiiline ve yarattıklarına değil, doğrudan varlığın kendisine dayanmaktadır. Bir diğer ifadeyle varlığın varolmasından hareket etmektedir272. Esâsen İbn Sina Allah tasavvurunu bütünüyle O’nun vücûbiyyeti üzerine binâ etmiştir. Allah öncelikle Vâcip’tir. Vâcip olmasından dolayı kendisinin sebebi yoktur, zira kendisi İlk Sebep’tir,
zât bakımından her şeyden Önce’dir273. İbn Sina, Kur’an’da işaret
edilen Allah’ın temel bazı sıfatlarını ayrıca değil, onun Vâcibu’lVücud oluşuyla bağlantılı olarak ve felsefî bir derinlikle açıklar.
Ona göre Allah hiçbir şeye muhtaç değildir, zâtıyla kâimdir. O her
bakımdan Bir’dir, varlığı mahiyetinden ayrı değildir. Cinsi, faslı,
dolayısıyla tanımı yoktur. Dengi ve zıddı da yoktur. Mutlak anlamda yetkindir ve sırf iyiliktir. Akıl, Âkıl ve Ma’kûl’dür. Her şeyi
bilir, çünkü zâtını akletmesi başkasını bilmesi ve aynı zamanda onu
yaratması demektir274.
271
272
273
274
Kutluer’in açıklamalarının bütününden bu sonucu çıkarmak mümkün gözükmemektedir. Zira Kutluer, bize mantıksal zorunluluk gibi gözüken bu durumu ontolojik bir
zorunluluk olarak anlamaktadır ve sonraki paragraflarda bu anlayışına uygun daha
geniş açıklamalarda bulunmaktadır. Konu, ayrıca ele alınıp tartışılması gereken yönlere sahiptir. Bu bağlamda tartışılması gereken en önemli sorun ise, Aristoteles’in varlık
kategorilerinde yer almadığı halde Kant’ın kategorilerinde yer alan ‘zorunluluk’un apriori bir kalıp olarak zihinde mi, yoksa ontolojik bir gerçeklik olarak zihin dışında mı
bulunduğu sorunudur.
İbn Sînâ, İlâhiyat I/36.
Geniş bilgi için bkz. Atay, İbn Sina’da Varlık Nazariyesi, 163-165; Kutluer, İbn Sînâ Ontolojisinde Zorunlu Varlık, 87 vd.
Bkz. Kutluer, İbn Sînâ Ontolojisinde Zorunlu Varlık, 87-104.
Bkz. Kutluer, İbn Sînâ Ontolojisinde Zorunlu Varlık, 105-180. Allah’ın ‘Vâcibü’l-Vücud’
olarak nitelendirilmesi geleneğine Sühreverdî’nin de ‘et-Telvîhât’ta katılmasına rağmen, onun bilhassa Farabi ve İbn Sînâ ile aynı düzeyde eleştirilere muhatap olmaması
ve başka eserlerinde farklı bir Tanrı anlayışı sergilemesi ve bu bağlamda onun genişçe
134
| Nuri Adıgüzel
Bilhassa Aristo’nun Tanrı hakkındaki düşüncelerinden etkilenen bir diğer İslam filozofu İbn Rüşd ise mümkün-vâcip ayrımı konusunda İbn Sina’yı eleştirmektedir. Ona göre İbn Sina'nın Vâcibu’l-Vücud ve Mümkinü’l Vücud konusunda takip ettiği yol, ezelî
bir mürekkebin olamayacağı görüşüne götürmez ve birleşik (mürekkeb) olan her nesnenin, kendisi dışında bir fâilinin bulunması zorunlu kabul edilmedikçe onun maddî veya sûverî bir illetinin bulunması mümkündür275.
İbn Rüşd Aristo gibi Allah’ın İlk İllet olması üzerinde durmaktadır. Ona göre, İlk İllet, ezelî bir cevherdir ve sırf fiildir. O'na asla heyula bulaşmamıştır ve O, kendisi hareket etmeyen el-Muharrikü'lEvvel'dir276. O, cisim değildir, çünkü sonsuz güce sahiptir. Sonsuz
gücü olanın, cisim olmaması gerekir277. Âlim, Kâdir ve Fâzıl’dır278. Filozofumuz, görme ve işitme sıfatlarının insanda olduğu gibi Allah'a
izafe edilemeyeceğini, fakat O’nun bizden daha üstün ve mutlak manada bir görme ve işitmeye sahip olduğunu belirtir279. Ona göre varolanlar, O’nun kendi Zât’ını bilmesi nedeniyle var ve akledilir olduklarından O, varolanları mutlak manada bilendir. Yine O’nun kendi
Zat'ını bilmesi, mutlak bir mahiyete sahip olduğunu gösterir. Diğer
varolanlar ise, mahiyetlerini O’nun sayesinde kazanmışlardır.280 Aynı
şekilde Allah'ın bilgisi, küllî, veya cüz'î olarak da nitelendirilemez.
Çünkü küllî veya cüzî olmayı gerektiren bilgi, münfail akıldır ve
275
276
277
278
279
280
tartışılmasının mümkün olmaması sebebiyle burada onun fikirlerine yer verilmemiştir. Geniş bilgi için bkz. Sühreverdî, et-Telvîhât, 33-39 ve Vâcibu’l-Vücûd’un sıfatları
konusunda bkz. Aynı eser, 39-43. Sühreverdî’nin bu eserdeki görüşlerinin İbn Sînâ etkisinde olduğu son derece açıktır.
İbn Rüşd, Tehâfütü’t-Tehâfüt, 312 – 314.
İbn Rüşd, Tefsîru Mâba’de’t-Tabîa, III/1599.
İbn Rüşd, Tefsîru Mâba’de’t-Tabîa, III/1627.
İbn Rüşd, Tehâfütü’t-Tehâfüt, 427. Ayrıca bkz. İbn Rüşd, Tefsîru Mâba’de’t-Tabîa,
III/1619-1620.
İbn Rüşd, Tehâfütü’t-Tehâfüt, 453-454.
Bkz. age, 363-364.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 135
ma’lüldür. Oysa İlk Akıl, sırf fiildir ve İllet'tir. Bu nedenle O’nun bilgisi insan bilgisiyle kıyaslanamaz. O’nun başkasını, kendi Zât'ı bakımından akletmesi, bilgisinin fâil olmasından, başkasını, başkası olması bakımından akletmemesi, bilgisinin münfail olmamasındandır.281
İslam filozoflarının Tanrı hakkındaki düşüncelerini açıklarken,
onların İslam’ın temel kavram ve tezlerine felsefî bir derinlik kazandırarak kendilerince en sağlam temellere oturtmak gibi bir
amaçla yola çıkmış olduklarını hatırlatmakta yarar vardır. Afifi’nin
de belirttiği gibi282 onlar, ‘Allah’ kavramının yalnızca dinî argümanlarla açıklanan bir inanç konusu olmasını yeterli görmeyerek aynı
zamanda aklın gereksinimlerini de karşılayacak bir Allah kavramına ulaşmayı amaçlamışlardır. Bu yüzden O’nu, dinî ve felsefî ifadeleri bir arada kullanarak zikretmişler ve ‘Vâcibu’l-Vücud’, ‘el-Evvel’,
‘el-Muharrikü’l-Evvel’, ‘el-İlletü’l-Ûlâ’ gibi felsefi kavramların yanına
‘Teâlâ’, ‘Sübhânehû’, ‘Azze ve Celle’ gibi dini ifadeleri yerleştirerek
‘Allah’ kavramının içeriğini dini-felsefi bir sentezle sunmuşlardır.
Tanrı hakkında hangi isim veya ifade kullanılırsa kullanılsın, insanlığın en eski çağlarından beri her devirde O’na delalet eden isim
ve sıfatlar varolagelmiş ve Tanrı’nın varlığı hep tartışma konusu olmuştur. O’nun varlığını bütün yetkin sıfatlarıyla birlikte kabul edenler olduğu gibi inkar edenler de olmuştur. Kur’an bunu ‘hak-bâtıl’283
mücadelesi olarak takdim etmektedir. Bütün tek tanrılı dinlerde bu
mücadeleyi görmek mümkündür. Filozoflar ise doğrudan dinî kaygılardan hareket etmemişlerdir. Onların amaçları, varolanların içinde
bulundukları düzen ve intizamı açıklamak, değişen âlemden hareketle değişmeyen ve her şeyin kaynağı olan gerçek varlığa, diğer bir ifa-
281
282
283
age, 462.
Ebu’l-Alâ Afîfî, İslâm Düşüncesi Üzerine Makaleler, Çev: Ekrem Demirli, İstanbul,
2000, s.38.
Bkz. 7/A’raf, 118; 9/Tevbe, 48; 17/İsra, 81; 31/Lokman, 30.
136
| Nuri Adıgüzel
deyle hakikate ulaşabilmektir. Nitekim bu çaba, bir İlk sebebin varlığını ve varolmasının zorunlu olduğunu ispatlamayı kaçınılmaz kılmış ve İslam filozofları birçok delille Allah’ın varlığını ispatlamaya
çalışmışlardır.
Diğer yandan İslam filozofları Allah hakkında en sağlam bilgiye ulaşabilmek ve onu en sağlam temellere oturtabilmek için orijinal ayrımlara gitmişlerdir. Bununla Antik Yunan felsefesinin açmazlarından İslam felsefî düşüncesini kurtarmayı amaçlamışlardır.
İslam filozofları Kur’an’da Allah’a izâfe edilen hiçbir sıfatı veya
yetkinliği inkâr etmemişler, tersine felsefî içeriklerle dinî terminolojiyi zenginleştirmişlerdir. Bu durumun, İslam kültürünün perspektif ve çerçevesinin genişleterek daha da evrenselleşmesine katkı sağladığı söylenebilir.
IV. İslam Felsefesinin Kaynaklarına Yöneltilen Eleştiriler
A. Müslümanların Yönelttiği Eleştiriler
İslam’ın ilk üç asrında birer ilmî kurum hüviyetine bürünen din
ilimleri (hadis, kelam, fıkıh) hemen tamamen Kur’an, hadis ve sahabe
görüşlerinden oluşan naklî bir temel üzerine bina edilmişlerdir. Hz.
Peygamber’in her alanda İslam toplumuna önderlik yaparak onların
sorunlarını çözmüş olması ve halifeliğin bir süre sonra iç çekişmelere
ve savaşlara yol açan bir kurum haline dönüşmesi, İslam toplumunda tekrar dirlik ve düzen kurulmasının Kur’an’a ve Sünnet’e daha sıkı ittibâ ile mümkün olabileceği fikrinin yaygınlaşmasına yol açmıştır. Çünkü Müslümanlar, ortada gerçekliği ve başarısı kanıtlanmış
peygamberî bir sistem bulunmasına rağmen, 656’da Hz. Osman’ın
öldürülmesiyle fiilî bir boyut kazanan siyâsal çekişmeler sonucunda
gelişen çeşitli sorunların aşılmasında güçlüklerle karşılaşmıştır.
Hilâfet (veya imâmet), kader, kelâmullah, kebîre gibi konularda
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 137
ümmet arasında ayrılıklar çıkmış ve çeşitli mezhep ve ekoller zuhur
etmiştir. Her fırka veya grup (hâricîlerin ‘lâ hükme illâ lillâh’ sloganıyla
hareket ettikleri gibi) kendi görüşünü Kur’an’la temellendirmiş ve kendisinin en doğru görüşe sahip olduğunu savunmuştur. İslam’ın ilk
iki asrında ortaya çıkan bu fırkalar arasında, Hâricîlik ve Râfızîlik,
Mürcie ve Kaderiye, Cebriye ve Müşebbihe hâkim cereyanlar olmuşlardır284. İslam coğrafyasının genişlemesi sonucunda yabancı unsurlarla karşılaşılması ve onlarla karşılıklı etkileşim içerisine girilmesi, İslam’ın sâfiyetinin bozulduğu kanaatinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu kanaate sâhip olanlardan bazıları muhâfazakâr bir tavır
takınarak bu yabancı unsurlardan İslam’ı koruma gayretine düşmüşlerdir. Nitekim mantık ve felsefenin reddi için ilk ortaya atılan kavram, ‘bid’at’ kavramı olmuştur285. Orta Asyalı bir âlim tarafından hicretin ikinci asrında ‘Kur’an, hadis ve fıkha dayanmayan her kelam (fikir)
zındıklıktır. Ancak rivayetle gelen ilme tâbi olunur. Bunun dışındakiler şeytanın vesveselerinden ibarettir’286 şeklinde dile getirilen görüş, aynı zamanda ‘bid’at’ kavramının içeriğini de aydınlatmaktadır. Buna göre
bir bilginin ilmî değere sahip olması, o bilginin kaynağına bağlıydı.
Hz. Peygamber’e veya ashabına dayanıyorsa ilmî sayılacak, dayanmıyorsa ‘bid’at’ diye adlandırılacaktı287.
Başlangıçta kelamcılara yöneltilmiş olan bu eleştiri, daha sonraları mantık ve felsefeye de teşmil edilmiştir. Fakat bu görüş mensuplarının argümanları gittikçe gelişmiş ve ‘bid’at’ kavramından
sonra ‘faydasız ilim’ kavramı kullanılır olmuştur. Özellikle hadisçilerin kullandığı bu argümanların gerekçesi, ‘söz konusu yabancı ilimlerin (el-‘ulûmu’d-dahîle) dine pratik bir yarar sağlamadığı’ şeklinde açıklanmıştır. Dahası, bu ilimlerin gerek Hıristiyan veya putperestler284
285
286
287
Mehmed Said Hatiboğlu, Müslüman Kültürü Üzerine, Ankara, 2004, 56.
Geniş bilgi için bkz. Toktaş, age, 14; Hatiboğlu, age, 56-57.
Hatiboğlu, age, 57.
Hatiboğlu, age, 57.
138
| Nuri Adıgüzel
den gelmiş olması gerekse mütercimlerin de bu kültür çevrelerine
mensup bulunması, onların ‘zararlı ilimler’den sayılmalarına sebep
olmuştur288. Nitekim ‘sırf tenkitçi’289 olan İbn Teymiyye, dine uygun
olmayan eserlerin tercümesini onaylamazken, uygun olan eserlerin
tercümesi için mütercimlerinin Müslüman olmasını şart koşmuştur.
O dine uygun olmayanlar arasında Aristo ve meşşâîlere ait eserlerin
bulunduğunu ileri sürmüş ve açıkça, ilahiyat konularında Aristo
mantığını kullanan kişinin bu mantığın yol açacağı çelişkiler (tenakuz) sebebiyle küfre düşebileceğini iddia etmiştir290. Naklî ilimlerle
uğraşan ulemânın hemen tamamı (hadisçiler, tefsirciler, dilbilimciler,
hukukçular, mutasavvıf ve kelamcılar) felsefe ve mantığı reddederken
bir konuda görüş birliği içerisindedirler: Bu ilimler, yabancı bir kültüre aittir ve farklı bir zihniyeti temsil etmektedir. Fakat Gazâlî’nin
mantığı dinî ilimlere dâhil etmesinden sonra başta kelamcılar olmak üzere naklî ilimlerle uğraşan bazı âlimler mantık karşısındaki
tavırlarını giderek değiştirmişlerdir291.
Metafizik konularda filozoflara ciddi eleştiriler yönelten Gazali,
mantığı bir disiplin olarak benimseyerek savunmuştur292. O
288
289
290
291
292
Bkz. Toktaş, age., 16-17.
Her ne kadar kelamcı yönünün daha belirgin olduğu söylenebilirse de bu deyim,
özellikle İbn Teymiyye için kullanılmıştır. Bayrakdar, age., ‘Giriş’te (s.6), “Tenkitçiler”
başlığı altında Gazâlî ve İbn Teymiyye’yi zikretmektedir. Genel olarak İslam felsefesine yöneltilen eleştiriler hakkında bkz. Fatih Toktaş, İslam Düşüncesinde Felsefe Eleştirileri, İstanbul, 2004. Bu eserde mantık, metafizik ve psikoloji alanında İslam filozoflarına
yöneltilen eleştiriler genişçe yer almaktadır. Ayrıca İbn Teymiyye’nin 10 cilt olarak basılan ve büyük ölçüde filozofları eleştiriye ayrılmış olan eseri için bkz. İbn Teymiyye,
age., özellikle bkz. C.VI.
İbn Teymiyye, age., I/89; Toktaş, age, 17.
Toktaş, age., 19-35. Toktaş’a göre yapılan bu eleştirilerin nedenleri ilmî olmayıp, siyasi
ve ekonomik idi. Bkz. 17.
Örneğin Gazâlî’ye göre akledilirlerle akıl arasındaki ilişki, şiir ile aruz vezni ya da
cümlelerin yapısını ele alan nahiv ilmi ile cümledeki sözcüklerin konumunu belirleyen irab ilmi arasındaki ilişkiye benzer. Ayrıca Gazâlî akledilirler konusunda kendisinden öncekilerin çok hata yaptığını, aklı onların hatalarından korumak için mantığın
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 139
“Mi’yâru’l-İlm” adlı eserinde, “öyleyse bu kitaptaki amacımız, düşünce
için hissedilirlerden (mahsûsât) ve yaratılışa bağlı zorunlu bilgilerden bir
ölçü çıkarmaktır…”293 demektedir. Ayrıca ona göre mantık ilminin
onaylamadığı hiçbir bilgi güvenilir değildir294.
Fakat İslam filozofları ile Gazâlî’nin mantığa yaklaşımı arasında
önemli bir fark vardır. İslam filozofları mantığı felsefe dahil bütün
ilimlerin aleti konumunda görürken, Gazali onu meşru kabul ettiği
(felsefe dışında kalan) ilimlere yol göstermesi ve filozofların görüşlerini çürütebilmek için benimsemektedir295.
Mantık ve felsefeyi reddin bir diğer argümanı ise, bunların ‘aklî
ilimler’den olduğu şeklindeki söylemdir. Bu görüşü dile getirenlerin
başında ‘sırf tenkitçi’ olan İbn Teymiyye gelmektedir296. O açıkça,
metafizik konularda Aristo mantığını kullanan kişinin bu mantığın
yol açacağı çelişkiler (tenakuz) sebebiyle küfre düşebileceğini söylemektedir297. Gazâlî’nin mantığı benimsemesine rağmen, nakle tâbî
olunması gerektiğini savunan ‘muhâfazakâr’ diye nitelenebilecek bu
kesim akla dayalı ilimlere hep şüphe nazarıyla bakmaya devam etmiştir. Fakat Hatiboğlu’nun da belirttiği gibi, ‘Teknik sâhada olsun,
felsefi düşüncede olsun, her türlü kültür idhalatına karşı konan bu ambargo, şayet her yerde ve devirde hakimiyet kazanabilseydi, bugün bir İslam
medeniyetinden bahsetmek hayal olurdu’298. Bu sorun günümüzde de
293
294
295
296
297
298
gerekli olduğunu, zira her araştırmacının araştırmasını iyi tamamlayamayabileceğini,
ya da herhangi bir işe girişen kimsenin bu işi en yetkin şekilde yapamayabileceğini belirtmektedir. Bkz. Gazâlî, Mi’yâr, 59-60.
Gazâlî, Mi’yâru’l-İlim, Tahkik: Süleyman Dünya, Mısır, 1961, 65.
Gazâlî, Mi’yâr, 60.
Bkz. Gazâlî, Mi’yâr, 59-60. Gazâlî bu iki hususu amaç olarak zikretmektedir.
İbn Teymiyye’nin ‘Der’ü Teâruz’ adlı eseri İslam dünyasında akıl-nakil çatışması olarak bilinen sorunu en kapsamlı bir şekilde tartışan eser gibi gözükmektedir. Burada
müellif yanızca filozofları ve mantıkçıları değil, aynı zamanda kelamcıları ve diğer
ilimlere mensup olanlardan bazılarını da eleştirmektedir.
İbn Teymiyye, age., I/89.
Hatiboğlu, age, 57.
140
| Nuri Adıgüzel
varlığını sürdürmektedir. Özellikle mensubu bulundukları cemaat
ilkelerinin sorgulanmasından rahatsız olan dinî gruplar, halk (ve bu
cemaatlere mensup okumuşlar) arasında bu olumsuz kanaatin yerleşmesine sebep olmaktadırlar.
Oysa İslam filozofları tarafından felsefi faaliyetlerin, konusunun tabiatına ve amacına uygun yürütülebilmesi için ortaya konulan entelektüel çaba, gerek İslam dünyasında gerekse Batı dünyasında yeni açılımlara sebep olmuştur. İslam dünyasında özellikle fıkıh ve kelâm gibi dini ilimlerin sistemleştirilmesinde ve rasyonel
temellere oturtulmasında (bizzat felsefenin meşruiyetini tartışanlar tarafından bile)299 bu birikimle gelen perspektiften yararlanılmadığını
söylemek güçtür. Felsefe ve mantık tartışmaları, dini ilimlerin daha
akli ve sistemli yorumları yapılarak, yüzyıllar boyunca İslam toplumlarının ihtiyaçlarına cevap verecek bir hüviyete kavuşmasında
oldukça önemli bir rol oynamıştır. Fakat onların bu tarihsel rolleri
yalnızca İslam dünyasıyla sınırlı kalmamış, asıl Avrupa’da etkili
olmuştur300.
299
300
Bilindiği gibi mantık ilmini İslami ilimlere dahil eden Gazâlî’dir. Nitekim o,
“Mi’yâru’l-İlim” adlı eserinde mantık ilmini kastederek şöyle demektedir: “Bu terazide
(mizan) tartılmayan, bu aletle (mi’yar) ayarlanmayan her görüşün ayarı bozuktur, yanlışlıktan
ve şaşmaktan korunmuş olamaz”: Bkz., Gazâlî, Mi’yâru’l-İlim, 60.
İslam filozofları aracılığıyla (özellikle İbn Rüşd’ün yorumlarıyla) Batı’da tanınan
Aristo düşüncesi ve tabiat ilimleri alanında Müslüman ilim adamlarının ortaya
koydukları birikimin batılılar tarafından kullanılması, büyük gelişmelerin yaşanmasına yol açmıştır. Kindî ile başlayan ve İbn Rüşd tarafından taçlandırılan
‘akıl ve dinin aynı kaynaktan beslendiği’ düşüncesi, Batı’da hararetle savunuluş ve
Averroisme akımı yoluyla hızlı bir şekilde yayılmıştır. Aklın öne çıkarılması ise
bilimsel alanda devrim niteliğinde birçok gelişmelerin yaşanmasına önayak olmuştur. Geniş bilgi için bkz. Ernest Renan, Averroès et L’Averroisme Paris 1866,
178-180. Renan’a göre, Skolastik Batı felsefesinin altın çağı olan onüçüncü Yüzyılda, felsefe ve ilâhiyatla ilgili konularda, en büyük rolü Aristo’dan sonra İbn
Rüşd’ün oynadığı söylenebilir. Çünkü o dönemde Aristo, “Filozof” (Philosophus)
veya “Filozofların Kralı” (Princeps Philosophorum) diye bilinirken, İbn Rüşd de, “(en
büyük) Şârih” (Commentator) olarak tanınmaktaydı. Batılılar, Aristo’nun felsefeyle
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 141
B. Oryantalistlerin Eleştirileri
XVIII. yüzyıldan itibaren İslam toplumları hakkında her bakımdan araştırma yaparak onlarla kurulacak siyasal ilişkilere katkı
sağlamak amacıyla ortaya çıkan oryantalizm, diğer İslamî ilimler
sahasında olduğu gibi İslam felsefesi sahasında da önyargılı söylemler üretmiştir. Buna göre İslam felsefesi Antik Yunan düşüncesinin bir yorumu veya devamından öte bir şey değildir. Müslümanlar, verimsiz, sunî ve kuru bir tekrar yapmışlardır. Bu görüşü dile
getirenlerden Roger Arnaldez İslam felsefesini Antik felsefenin bir
devamı bile sayma taraftarı değildir. O şöyle demektedir:
“…İslam filozofları, klasik Yunan düşüncesinin önemini teşkil eden
problemler (aporie) hakkında hiçbir yeni şey getirmemişlerdir; onlar ne
Platon’u ne Aristo’yu devam ettirmişlerdir; çünkü bu büyük üstatların felilgili eserlerini onun şerhleri aracılığıyla tanımışlardır. Onikinci Yüzyılın ortalarında, Arapça felsefî ve tıbbî metinler Latinceye çevrilmeden önce, Batılılara
Kitâbu’l-Makûlât ve el-İbâre dışında Aristo’nun hiçbir felsefî eseri, ulaşmamıştı.
Bu konuda ayrıca bkz. Mâcid Fahri, İbn Rüşd Feylesûfu Kurtuba (Kurtuba Filozofu
İbn Rüşd), Beyrut 1986, 138; Oliver Leaman, Averroes and his Philosophy, Oxford
1988, 163, 167; Bekir Karlığa, “İslam Düşüncesi’nin Batı Düşüncesi’ne Etkileri” İstanbul, 2004, özellikle bkz. ss. 133-241.
Batı’da XV. ve XVI. Yüzyıllardan itibaren ortaya çıkan gelişmeler arasında örneğin astronomide Kopernik’in (öl. 1543) güneş merkezli evren teorisi, Galilei’nin
(öl. 1642) matematiği astronomi ve fiziğe uygulayarak tabii olayların matematiksel ve mekanik açıklamalarını yapması, Newton’un (öl. 1727) mekaniği bilimde
hakim kılması ve çekim kanunlarına dayalı evren sistemi teorisini geliştirmesi,
Descartes’in (öl. 1650) analitik geometriyi kurması ve Fermat’ın (öl. 1665) modern
matematiğin temellerini atması gibi hususlar bulunmaktadır. Felsefî ilimler alanında ise, tabii ilimlerdeki bu gelişmelere paralel olarak, yöntem tartışmaları öne
çıkmıştır. Nitekim Francis Bacon (öl. 1626), Aristo’nun ‘Organon’ (Alet) adlı mantık kitabına karşı ‘Novum Organum’ (Yeni Alet) adlı bir kitap yazmış ve eksik tümevarım yöntemini geliştirmiştir. Tümevarım yönteminin geliştirilmesi, gözlem
ve deneyin gelişmesine hız kazandırmış ve bilimsel yöntemi güçlendirmiştir. Ayrıca yöntem sorunsalı çerçevesinde Descartes ve Pascal (öl. 1662) insan zihninin
ön yargılardan kurtarılması üzerinde durmuşlardır. Geniş bilgi için bkz. Süleyman Hayri Bolay, Felsefeye Giriş, Ankara, 2004, 90.
142
| Nuri Adıgüzel
sefi amaçlarını görmemişlerdir. Onlar sadece sunî bir tarzda, Antik dünyanın sonunda mevcut olan düşünceyi devam ettirmişlerdir…”301
Herhangi bir toplumda üretilen felsefe, tıpkı diğer ilimler gibi
toplumsal ihtiyaçlarla paralellik arz etmek ve desteklenmek zorundadır. Aksi halde âfâkî bir takım sorunlarla ilgili toplumdan kopuk
ve pratik değeri olmayan entelektüel bir fantezinin içine düşülmüş
olur. Antik Yunan filozofları toplumda bir ihtiyaç haline gelen efsanelere bir anlamda çeki-düzen verme gereği hissedildiği için evrensel sorunlara yönelmişlerdir. Kuşkusuz bu yönelim yalnızca bu sebeple açıklanamaz; fakat efsane ve mitolojilerin toplumu ne hale getirdiği bizzat bu filozofların görüş ve düşüncelerinde açık açık ifade
edilmiştir. Ayrıca başlangıcı M.Ö. 5000’lere kadar götürülebilen
Hint düşüncesinin, M.Ö. 2000-1000 yılları arasındaki Mısır düşüncesinin (ki buna Yahudilik de dâhildir), İyonya ve Mezopotamya’daki
birikimin Eski Yunan düşüncesinin oluşumuna katkısı da bilinmektedir. Yani bu düşünce mucizevî bir tarzda yalnızca filozoflarının
yaratıcılığıyla orantılı olarak değil, geçmişten gelen birikimi alabildiğine kullanarak ve toplumun pratik hayata yansıyan sorunlarıyla
ilişkili olarak ortaya çıkmış bir düşüncedir.
Buna paralel olarak Müslümanların felsefeyle karşılaştıkları
devirlerde de toplumun birincil sorunları teolojik sorunlardı ve asıl
çözülmesi gerekenler bunlardı. Bunların çözümü için açıklama barındıran veya ufuk açan her bilgi ya da düşünce alınabilirdi. İslam
filozofları Eflatun veya Aristo’yu devam ettirmeyi düşünmemişlerdir. Onların derdi, insanlığa malolmuş olan felsefî birikim aracılığıyla canlı olarak toplumda yaşanmakta olan sorunların çözüme
kavuşturulmasıydı. Böylece pratik alanda belirli bir itminan düzeyine erişmiş olan toplum aynı zamanda teorik alanda da itminana
erdirilmiş olacaktı. Felsefe tarihi incelendiğinde, toplumun pratik
301
Arnaldez, agm., 50.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 143
hayatında yaşadığı sorunlarla o toplumda (varsa) üretilen felsefenin
ilişkili olduğu kolayca görülebilir. Aynı dine mensup bulunan
Fransızların akılcı, İngilizlerin ise deneyci olduklarının söylenmesi
bundandır. Birincilerin akılcı, ikincilerin deneyci yapısı filozoflarını
ve felsefelerini etkilemiştir. Kısaca burada belirtilmek istenen şudur:
Bir filozof tevârüs ettiği birikimi kullanırken, onu yalnızca kullanmak için değil, kendi sorunlarını-ki bu sorunlar aynı zamanda içinde
yetiştiği topluma da aittir-çözmek için kullanır. Bu bakımdan İslam filozofları kendi toplumlarında öne çıkmış olan teolojik sorunları
çözmeyi ve kısmen de bir disiplini kendi ortamlarında yeniden inşa
etmeyi hedeflemişlerdir.
Arnaldez’e göre Antik dünyanın sonunda ortaya çıkan düşünce, otantik olmasa da canlıydı, çünkü devrini anlamak istiyordu.
Putperestlerle Hıristiyanlar arasında felsefeyi kendi alanına çekme
mücadelesi, tartışmalara sağlamlık veriyordu. Üstelik Proclos ve
Jean Philoponos gibi düşünürlerin eserleri, farklı hayat anlayışlarına ve bu arada dinin hayat anlayışına felsefî bir ifade vermek kıymetini ihtiva ediyordu. Fakat onların problemleri salt olarak felsefi
değildi; çünkü zihinleri ne basit hasbî bir merakla yanıyor, ne de
sadece spekülatif bazı güçlükleri çözmek arzusuyla hareket ediyordu. Arnaldez bu tür eserlerde kavramların kendi bağlamından koparılmadığını, düşüncenin ortaya çıkardığı problemleri çözme kudreti ile alındıklarını ve böyle bir samimilik ve otantiklik kalıntısının
bile Arap filozoflarda görülmediğini iddia etmektedir302.
Arnaldez’in bazı tespitlerinin doğru olduğu söylenebilir. İslam
filozofları Antik felsefenin kavramlarını otantik bir tarzda almamışlardı. Çünkü otantik olmaları onların kendi toplumlarından bütünüyle kopuk bir etkinlikte bulunmaları anlamına gelecekti. Oysa
onlar, kavramlara varlıktaki değişimi yansıtmışlar, kavramları gün302
Arnaldez, agm., 50.
144
| Nuri Adıgüzel
celleştirmişlerdi. Başka bir deyişle kavramları kendilerine çağdaş
kılmışlardı. Söz konusu kavramların canlılığının otantikliğe bağlanması ise elbette kabul edilemez. Zira gerek dilde gerekse dil ile
temsil edilen düşüncede canlılık, pratik değeriyle alakalıdır. Yani
belirli nesnelere veya anlamlara karşılık gelen sözcükler ve kavramlar pratikte yaşıyorlarsa o dilin veya o kavramlarda yer alan düşüncenin canlılığından söz edilebilir. Pratik bir değeri olmayan düşüncenin canlılığından söz edilemez.
Arnaldez İslam filozoflarına yönelik eleştirisini şu sözlerle sürdürmektedir:
“…İslam filozoflarında felsefenin dinle ilgili meselelere uygulanması
asla iman verilerinin analizi yoluyla olmamıştır. Çünkü bir yandan
Kur’an’ın dogmatizmi onları tanrısal ifadeleri vahiy blokları olarak almaya
götürüyordu; öte yandan onlar felsefenin kendisini bir çeşit Kur’an, önünde eğilinmesi lâzım gelen bir hakikatler deposu olarak ele almaktaydılar.
Bundan ötürü dinsel öğretinin unsurları ie ilgili oldukları her yerde Müslüman filozofların düşünceleri konkordizmi aşmaz ve onun bütün zaaflarını gösterir. Bu düşünce ince ve ustaca olabilir, ama felsefî çıkış noktalarından (debouchès), felsefî erimden (portèe) yoksundur”303.
Bu iddialardan ilkinin vâkıaya uygun olmadığı söylenebilir.
Çünkü İslam filozofları nassları kelamcı, fakih, mutasavvıf ve diğer
ulemâya oranla çok daha esnek yorumlamışlardır. Bunun bir örneğini Fârâbî’nin ‘el-Medînetü’l-Fâzıla’sında görebiliriz. En temel kavram olan Allah hakkında Fârâbî’nin söyledikleri dinî bir söylemden
ziyade felsefî bir açıklama niteliğindedir304. Ayrıca yaratma konusunda ileri sürülen fikirler, onların iman verilerinin analizini en ileri
düzeyde yaptıklarının bir kanıtı sayılabilir. Öyleki onların bu esnek
yorumları, Gazali tarafından tekfir sebebi kabul edilmiştir.
303
304
Arnaldez, agm., 50-51.
Bkz. Fârâbî, el-Medînetü’l-Fâzıla, 25 vd.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 145
Arnaldez’in iddiasını açıklarken sözünü ettiği ‘Kur’an dogmaları’
ise bir Hıristiyan’ın bakış açısını yansıtmaktadır. Zira İslam’da, Hıristiyanlıktaki gibi bir dogmadan söz etmek mümkün değildir. Hıristiyanlıkta nasslar tartışılmaz, yalnızca Kilise tarafından yorumlanabilir. Ayrıca ‘dogma’, iman (confessio) ve bağlılığı (fidélité) içermektedir. Oysa İslam nasslarında iman ve bağlılıktan önce aklîlik vardır. En azından Kur’an’ın iddiası budur ve nassların akla arzedilmesini ister. Buradan hareketle, İslam nasslarında iman ve bağlılık
süreçlerinden önce yaşanması gereken rasyonel bir sürecin olduğu
ve bu bakımdan İslam’da dogma olmadığı söylenebilir.
Arnaldez ikinci olarak İslam filozoflarının dinsel öğretinin unsurları ile ilgili oldukları her yerde konkordizmi305 aşamadıklarını
ileri sürmektedir. Şayet burada İslam filozoflarının savundukları
akıl ile vahyin uyuşmasından söz ediliyorsa, bu onların felsefelerinin en belirgin özelliklerinden biridir. Fakat XIX. yüzyılda Hıristiyan dünyasında ortaya çıktığı şekliyle bilimin gerisinde kalmış dinî
metinlerin Kilise tarafından yorumlanarak bilimsel metinlerle
uyumlu hale getirilmesi anlamında bir konkordizmden söz ediliyorsa, İslam filozoflarında bunun varlığını kanıtlayacak bir delil bulunmamaktadır.
305
“Uygunculuk. (Os. Tevilcilik, Fr. Concordisme). Dinsel verileri bilimsel verilere uydurarak yorumlama yöntemi... Uygunculuk (konkordizm), bilimsel gelişmeler karşısında dinsel dogmaları onlara uydurmak zorunluğundan doğan bir çeşit uzlaştırmacılıktır. Tanrıbilim, doğa bilimlerine karşı açtığı her savaşın sonunda gerileyerek bu yolu tutmak zorunda kalmıştır. Örneğin Papa XII. Pius, 22 kasım 1952'de verdiği bir nutukta, evrenin
her an genişlemekte olduğu yolundaki bilimsel çalışmayı, İncil'in Yaratış dogmasına tanıt
olarak göstermişti. Çünkü tanrıbilimciler, bu varsayım karşısında evrenin yedi günde yaratılıp tamamlandığı dogmasını uygunculuk yöntemiyle değiştirerek, bütün enerji ve özdeğin tanrı tarafından bir ilk atomda toplandığını ve bu ilk atomun da her an genişleyip
yayılarak zaman içinde yaratışı devam ettirdiğini ileri sürmüşlerdir”.
Bkz. http://www.tg.com.tr/sitedirector/cgi-bin/folioisa.dll/FEL-SSOZ, erişim: 200510-05.
146
| Nuri Adıgüzel
Bu ve benzeri fikirler oryantalist bakış açısını tipik bir şekilde
yansıtmaktadır. Fakat Arnaldez bu fikirlerini izahtan sonra şu tespitlerde bulunmaktadır:
“…Arap düşünürlerin eserlerinde akıl yürütme gücü hiç de eksik değildir, tersine en küçük eserler dahi buna bol bol tanıklık etmektedirler. Onlarda tahlil ustalığı ve inceliğine, yaratma dehasına, hatta muayyen bir
kurgu sanatına sık sık rastlanmaktadır; bu düşünürlerin zekası iyi teçhiz
edilmiş, işlenmiştir…”306
Buna göre İslam filozofları filozof olma yeteneğine sahip
dehâlar olarak, felsefî bir faaliyette bulunmuşlardır. Fakat bu faaliyet, Arnaldez’in beklentilerini karşılamamıştır ve karşılamak gibi
bir yükümlülüğü de bulunmamaktadır. Zira felsefenin ne olması
gerektiği konusunda filozoflar hem fikir değildirler.
Oryantalistlerce bu tür fikirlerin öne sürülmesi, kendi kurumlarının ve toplumlarının çıkarı için hareket etmelerinin bir sonucu
olabilir, yahut burada tartışamayacağımız kişisel, siyasal, ideolojik
vb. başka sebepleri de bulunabilir; fakat bu ve benzeri fikirlerin
Müslüman bir topluma mensup bulunan akademisyen ve felsefeciler tarafından da ileri sürülüyor olması bu sebeplerden hiçbiriyle
açıklanamaz. Nitekim Arnaldez’in atıfta bulunulan makalesini
Türkçeye çevirerek yayınlayan Ahmet Arslan, Arnaldez’den mülhem olarak şunları söylemektedir:
“Özetlersek, İslam felsefesi gerçekten felsefi olan problemler karşısında
bir çeşit entelektüel körlük göstermiştir. İslam filozoflarında eksik olan akıl
yürütme gücü, analiz ustalığı, yaratma sanatı değildir; gerçekten felsefi bir
genişliği olan bir problemi belirlemeksizin ayrıntı ile ilgili noktalar, ikinci
dereceden sorunlar, öğreti ve kavramların düzeltilmesi ve yeniden düzeltilmesi ile meşgul olunmasıdır”307.
306
307
Arnaldez, agm., 63.
Arslan, age., 82.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 147
Bir sonraki paragrafta her ne kadar De Boer ve Arnaldez’e (bazı
noktalarda) katılmadığını ifade etse de yine aynı paragraftaki sözlerinden hareketle Arslan’ın fikirlerinin Arnaldez’inkilere son derece
yakın olduğu söylenebilir308.
Sonuç olarak belirtmek gerekirse, İslam filozofları felsefeyi kurumsallaşmış bir disiplin olarak Eski Yunan ve Yeni-Eflatuncu felsefeden almışlar, fakat onun nesnesi değil öznesi olmuşlardır. Nasıl ki
Müslümanlar, Fizik, matematik, astronomi vb. alanlarda devraldıkları bilgileri en geniş anlamıyla hikmetin bir cüzü olarak görmüş ve
onlara sahiplenerek geliştirme kaygısı gütmüşlerse, felsefe karşısındaki tavırları da aynı olmuştur. Düşünceleri oluşturan ve kendi değer sistemlerine uyan kavramları aynen alıp kullanmışlar, uymayanları güncelleştirmişler, eksik olanları tamamlamışlar ve kendileri
de yeni kavramlar üreterek sistemlerini açıklamada kullanmışlardır. Çünkü, hangi toplum olursa olsun, hangi çağda yaşarsa yaşasın, her toplumun sosyal, siyasal, ekonomik, ahlaki, psikolojik kaygıları olduğu gibi, metafizik kaygıları da vardır. Bu metafizik kaygılar toplumdan topluma, fertten ferde değişiklikler gösterse bile, birbirine benzer olarak hep varolmaktadır. Nitekim metafizik alandaki
kaygılarını gidermek ve sorunlarına çözüm bulmak isteyen İslam filozofları, düşünce tarihi boyunca daha fazlası geliştirilememiş olan
üç farklı paradigma (Eflatuncu, Aristocu ve Yeni Eflatuncu) ile karşı
karşıya kalmışlar ve kendilerine ilmi bir disiplin olarak aktarılmış
olan felsefeyi almada ‘hikmet mü’minin yitiğidir, nerede bulursa alır’
hadisi mucibince hiçbir sakınca görmemişlerdir. İslam felsefesinin
özgünlüğü, onun İslam felsefesi oluşunda mündemiçtir.
Ayrıca vurgulanmalıdır ki, İslam felsefesinin bu adla anılmasından da anlaşılacağı üzere, birincil kaynağı ve onu özgün kılan en
belirgin unsur-filozofların bireysel dehaları ve subjektiviteleri ayrıca
308
Arslan, age., 82-83.
148
| Nuri Adıgüzel
ele alınmak kaydıyla-‘İslam’ unsurudur. Felsefenin konusunu ilgilendiren hususlarda bilgi veren ve insan aklını yönlendirici açıklamalarda bulunan İslam, İslam filozoflarının tabii kültür ortamı olması ve onların inandıkları en yüksek değer konumunda bulunmasıyla hayatlarının hemen her alanına egemen olmuştur. Düşünce
alanında da onlar için bir temel görevi görmüş ve onların referans
kaynakları olmuştur309. Bunu anlamak için felsefelerinde hangi unsurlara vurgu yaptıklarına bakmak yeterlidir. İslam’ın en merkezî
kavramı olan ‘Allah’ onların felsefelerinde de merkezî bir yer işgal
eder.
İslam filozofları, ‘Allah’ın her bakımdan ‘Bir olduğu, eşi, dengi ve
benzerinin bulunmadığı, canlılar gibi üreme tabiatında olmadığı310, bütün
varlıkların Yaratıcısı311, Sahibi, mutlak Hâkimi312, İlk (el-Evvel), Son (elÂhir), Açık (Zâhir), Gizli (Bâtın)313 olduğu, Yetkinliği, diğer varlıklara
benzemeyişi, evrendeki mutlak egemenliği, her şeyin “O’ndan çıktığı, yine
O’na döneceği”314 gibi hususları çoğu zaman âyetlere atıfta bulunmaksızın düşüncelerinin temeli yapmışlar ve bunları kanıtlamak
için yoğun çaba sarfetmişlerdir.
İslam filozoflarının bu hassasiyetlerini ve felsefeyi algılama ve
yorumlama biçimlerini ortaya koyan çok sayıda örnek vermek
mümkündür. Örneğin el-Bağdâdî, metafizik hakkında bilgi verirken, Aristo’nun bu kavrama yüklediği anlamı zikrettikten sonra,
bunun Allah ve melekleri anlamına geldiği şeklinde bir yorum
yapmıştır. O şöyle demektedir:
309
310
311
312
313
314
Bkz. Arslan, age., 15-16.
112/İhlas, 1-4.
Bkz. Kur’an-ı Kerim, 6/102; 13/16; 39/62; 40/62.
Bkz. Kur’an-ı Kerim, 6/164; 7/54; 13/16; 19/65; 21/56; 23/86, 116; 26/24, 28; 40/64; 11/107;
85/16.
K. Kerim, 57/3.
Bkz. K. Kerim, 2/156.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 149
“(Aristoteles), ‘İlk Felsefe (el-felsefetü’l-Ûlâ)’ deyimiyle ilk ilkelerin ve
o ilkelerin kendileriyle bilindiği tümel ve genel niteliklerin bilinmesini kastetmiştir. Bunları bilmek demek, metafizik bilginin onunla tamamlandığı
‘İlk (el-Evvel)’in bilgisini elde etmek demektir. (Aristoteles’in) ‘İlâhiyat ilmi’ deyimiyle kastettiği ise, Yüce Allah’ın ve meleklerinin bilinmesidir ki
bu, ilâhiyat ilminin meyvesi ve sonucudur. Bu ilmin araştırmalarını içeren
konusu ise, varolması bakımından varolandır. Bu nedenle araştırması bütün ilimleri kapsar. Yüce Allah ve O’nun meleklerine dair bilgi ise, bu ilmin sonuçlarından, isteklerinden ve gayelerindendir.”315
Benzer ifadelere hemen tüm İslam filozoflarının eserlerinde
rastlamak mümkündür. Bunların hepsini burada zikretmek mümkün değildir; fakat bu ve benzeri örnekler göstermektedir ki, İslam
felsefesinin birincil kaynağı İslam’dır316. O, akıl tarafından çözülme
kabiliyetinde olmayan bütün sorunların çözümü için yol gösterir,
insanın evreni sistematik bir bütünlük içerisinde algılamasına yardımcı olur ve bu bütünlüğü bozacak her türlü insanî ürünü dışarıda
bırakmak ister. Felsefe de kendisini İslam dünyasına takdim ederken, evreni bütün olarak kavrama ve yorumlama tezini ileri sürmüştür. Onun bu iddiası kendisine, İslam felsefesinin ikinci temel
kaynağı olma avantajını sağlamıştır.
315
316
Bağdâdî, age., III/4. Benzer cümleler için bkz. Kindî, Fî’l-Felsefeti’l-Ûlâ, 98-101; İbn
Rüşd, Tefsîru Mâbadettabia, I/10.
Geniş bilgi için bkz. Bayrakdar, age, 7-9; Şahin, age, 53-55; Ülken, İslam Felsefesi, İstanbul, 1998, 9; Fahri, İslam Felsefesi Tarihi, 1-5; Dünya, age., 304-334. De Boer, adıgeçen eserinde (s.23-24) yerli kaynakları küçük görse de, bu ideolojik ve yanlı bir yaklaşımdır.
Nitekim, İslam felsefesinin kaynaklarını zikrederken, daha ziyade kelam ilmi olmak
üzere, dil, Kur’an ilimleri, fıkıh, edebiyat ve tarih konularına geniş yer ayırmıştır. (Bkz.
25-53).
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
İSLAM FELSEFESİNDE
YÖNTEM SORUNU VE BİR ‘OKUMA’ ÖNERİSİ
| 151
152
| Nuri Adıgüzel
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 153
I. ‘Yöntem’ Kavramının Anlam ve Çerçevesi
Tarihi, en az bilim ve düşünce tarihi kadar eski olan yöntem sorunsalı bu süreçte uğradığı değişim ve gelişimin boyutları bakımından son derece geniş bir içeriğe sahiptir. Dar anlamda, belli bir
düşünürün veya ilim adamının doğru bilgiye ulaşmak için zihninde
izlediği yolu, zihinsel süreçte malzemeyi tabi tuttuğu işlemleri ifade
eder. Geniş anlamda ise, bilinçli bir şekilde objeye yönelme, onun
zatı veya diğer objelerle ilişkisi hakkında sorular sorma, bu sorulara
cevaplar bularak bilgi üretme, bilgilerin biriktirilmesi, sınıflandırılması, kullanılması gibi aşamalara ilişkin çağlardan beri sürdürülen
entelektüel birikimin tamamını içine alan bir kavramdır. Bu geniş
içerik, ‘yöntem sorunsalı’ terkibinde yer alan ve ‘Usûl’ ve ‘metot’ da
denilen ‘yöntem’ kavramının açıklanmasını ve bu terkiple neyin kastedildiğinin ortaya konulmasını zorunlu kılmaktadır.
Sözlükte, Batı dillerinden (lat.Methous; fr. Méthode; ing. Method)
Türkçeye geçmiş olan ‘metot’ ile eş anlamlı olarak kullanılmaktadır317.
Terim olarak ise birçok tarifleri vardır ve bunlardan bazıları şöyledir: ‘Düşünceyi bir amaca yönelten işlemlerin toplamı’; ‘Öngörülmüş bir sonuca ulaştıran usullerin toplamı’; ‘Bilgi edinme süreçlerinin muhtemelen belli
tekniklere ya da usullere bağlı sistemli bir bileşimidir’318.‘Doğru bilgi elde etmek ve amaca varmak için tutulan en kestirme yol’319. Fakat tutulan yolların
317
318
319
Geniş bilgi için bkz. Afşar Timuçin, Felsefe Sözlüğü, İstanbul, 2000, 353-355.
Timuçin, age., 253-254; Bedia Akarsu, Felsefe Terimleri Sözlüğü, Ankara, 1984, 200-201;
Baykan Sezer, Sosyolojide Yöntem Tartışmaları, İstanbul, 1993, 51; Zeki Arslantürk, Araştırma Metod ve Teknikleri, İstanbul, 2001, 63 vd.; Rickman, age., 75.
Arslantürk, age, 13.
154
| Nuri Adıgüzel
çok ve çeşitli olması, yöntemin bir sorunsal olarak çağlar boyunca tartışılmasını doğurmuştur. Onun bu geniş anlamı sebebiyle, içeriği özel
olarak açıklanmadıkça, anlamında belirsizlik ve kapalılık bulunacaktır.
İslam filozoflarının söylemleriyle ifade etmek gerekirse, ‘yöntem’ kavramı ‘müşterek’ (eşsesli-homonyme)320 veya ‘mütevatı’ (tek anlamlıunivoque)321 olmayıp, tertip ve tenasübe göre, (öncelikle ve sonralıklaordonnance)322 anlamı farklılaşabilen bir kavramdır. Nitekim bir disiplinde, varlıkların bir kısmına yönelik gözleme, tanımlama, sınıflama,
kavramlar oluşturma, ilkeler tespit etme ve teoriler kurma aşamalarının her biri ya da hepsi için ‘yöntem’ kavramı kullanılabilmektedir.
‘Yöntem sorunsalı’ ise bu çalışmada, özel olarak İslam felsefesinin doğuşundan günümüze kadar bu alanda ortaya konulmuş birikimi ve onun
epistemolojik sürecine ilişkin tartışmaları ifade etmektedir.
Bu tartışmalar günümüzü de kapsayacak tarzda ele alındığında, genel anlamda yöntem sorununun, ‘İslam felsefesinin sorunsalının
tespiti’, ‘bu alandaki birikimin okunması’323, ‘belirlenen sorunsalın çözü320
321
322
323
Kavram hk. Bkz. el-Hufeynî, age., 320.
El-Hufeynî, age, 303.
‘Tertîb’ kavramı hk. Bkz. El-Hufeynî, age, 57.
Çağdaş yazarlardan Muhammed Âbid el-Câbirî, eserlerini genel olarak İslam
kültür mirasının epistemolojik yapısını irdeleme ve sorgulamaya ayırmış olmakla birlikte, ‘Felsefî Mirasımız ve Biz’ adlı eserinin bir kısmında ‘okuma sorunu’nu ele
almıştır. Câbirî’nin bu eseri, çağımızda İslam felsefesinin yöntemini derinliğine
ele almakla birlikte somut çözüm önerileri de içermesiyle önem kazanan bir
eserdir. Yazarın bu ve “Yeniden Yapılanma” gibi diğer eserlerinde ileri sürdüğü
görüşlerin kuşkusuz eleştirilmiş ve eleştirilebilir olan birçok yanları bulunmakla
birlikte, bizim perspektifimize önemli katkıları olduğunu belirtmemiz gerekir.
Aynı şekilde Nasr Hâmid Ebû Zeyd’in kaleme aldığı “Dinsel Söylemin Eleştirisi”
(Çev: Fethi Ahmet Polat, Ankara, 2002) adlı eserinin de yeni bir okumanın şartlarını
ve unsurlarını tartışması bakımından zikredilmesi yerinde olacaktır.
İslam felsefesinin yöntemine ilişkin tartışmalar (doğrudan yalnızca İslam felsefesi değil,
tüm İslami ilimler sahasına ilişkin olsa da), yaklaşık iki yüz yıldan beri şu veya bu düzeyde yapılagelmektedir. Bunlar arasında İ. R. Fârûkî’nin gündeme getirdiği ve oldukça tartışılan ve eleştirilen ‘bilginin İslamileştirilmesi’ fazla kabul görmemiştir. Bu
konuda bkz. Mevlüt Uyanık, Bilginin İslamileştirilmesi ve Çağdaş İslam Düşüncesi,
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 155
mü için nesnel verilerin kullanım biçimi’ ve ‘yöntemde, özne ve ortama
bağlı kendine özgülük’ olmak üzere çeşitli boyutlarından söz edilebilir. Fakat bu aşamalardan her biri ve bilgi ve bilim felsefelerinin
yöntemi ilgilendiren diğer konularında Batı’da yapılan tartışmalar
dikkate alındığında, bunlardan herhangi birinin bile bütün boyutlarıyla burada zikredilmesinin mümkün olmadığı görülür. Bu sebeple, yalnızca ‘İslam felsefesinin klasik devrinde uygulanan yöntem’, ‘bu
alandaki birikimin okunması’ ve ‘verilerin kullanım biçimi’ hususları
üzerinde genel hatlarıyla durulacaktır.
İslam felsefesinin klasik devrinde, mantık ilmi dışında yöntem
sorunlarının tartışıldığı başka bir disiplinin olmaması ve esasen o
çağda mevcut birikimin bunu gerekli kılacak düzeyde bulunmaması sebebiyle, yöntem tartışmaları mantık ilmiyle sınırlı kalmıştır,
denilebilir. Bilindiği gibi İslam filozoflarının benimsediği mantık,
yine kendi alanında çağının tek alternatifi konumunda bulunan
‘Aristo mantığı’dır324.
İslam filozoflarına göre Aristo mantığı, akıl yürütme çeşitlerini,
aklın işleyiş biçimlerini, ilkelerini, akıl yürütmede kullanılacak öncülleri, kısaca insan aklının işlevlerini ilgilendiren hemen her konuyu ele alarak kurallarını tespit etmiştir. Ayrıca Aristo o çağa kadarki
birikimden de yararlanarak, tespit ettiği bu kuralları sistemli ve tu-
324
Ankara, 1999; Ziyaüddin Serdar, ‘Bilime İslami ve Batılı yaklaşımlar’ ve ‘Bilginin İslamileştirilmesi mi, İslam’ın Batılılaştırılması mı?’; Münevver Ahmet Enis, ‘Bilginin İslamileştirilmesinin Anlamı’, İslam Bilimi Tartışmaları, der: Mustafa Armağan, ss. 102127, İstanbul, 1990. Aynı eserde yer alan Seyyid Hüseyin Nasr’ın ‘İslam Bilimlerinin
Metodolojisi Üzerine Düşünceler’ (ss. 185-196) adlı makalesi ise, yazarın felsefe dışındaki İslam ilimlerinin yöntemlerine ilişkin tespitlerini içermektedir.
Bu durum, özellikle İslam felsefesi için geçerli sayılabilir. Diğer İslâmî ilimlerle
ilgili olarak ‘istidlâl’ (uslamlama), ‘tümevarım’ (istikrâ), ‘tekvînî veya ıstırdâdî’ metot,
‘diyalektik’ (cedel) olmak üzere dört farklı yöntemin kullanıldığı bilinmektedir. Bu
konuda geniş bilgi için bkz. Ali Sami en-Neşşâr, İslam’da Felsefî Düşüncenin Doğuşu I/Çev: Osman Tunç, İstanbul, 1999, 33-45.
156
| Nuri Adıgüzel
tarlı bir tarzda açıklayıp onları bir disiplin haline getirdiğinden, İslam filozofları yalnızca felsefe için değil, bütün ilimler için ‘âlet ilmi’,
ya da ‘yardımcı ve yol gösterici’ olarak gördükleri Aristo mantığını bir
disiplin olarak almışlardır325. Onlar, aklî bir ilim için (felsefe) aklın
kurallarını tespit eden böyle bir ilmi almada hiçbir beis görmemişlerdir. Çünkü aklî bilginin doğruluğunu ölçecek başka bir ölçüt bulunmamaktadır. Bu yönüyle, Aristo mantığı o dönemde alternatifsizdir ve Aristo tarafından sistematize edilmiş olan mantık yerleşik
bir disiplin haline gelmiştir (kaldı ki bugün bile birçok bakımdan Aristo
mantığı geçerliliğini sürdürmektedir). Onun bazı unsurlarına dair tartışmalar, ona katkıda bulunmak ve eksikliklerini tamamlamak amacıyla yapılmıştır.
Bu eleştirilerden bir kısmı, ‘kategoriler’, ‘tanım’, ‘önermeler’ ve ‘kıyas’
gibi Aristo mantığının bazı kural ve kaidelerindeki yanlışların giderilmesi ve ona katkı sağlanması yönünde de olmuştur326. Bu tür eleştiriler, bizzat felsefeyi bir disiplin olarak benimseyen İslam filozofları ve
düşünürlerden gelmiştir. Bu eleştirilerin amacı, mantık ilmini hatalardan ayıklayarak, daha güvenilir bir ilim haline getirmektir.
Mantık problemlerinin mantık ilmi açısından bu amaçla ele
alınması, İslam filozoflarının Aristo mantığını taklit düzeyinde benimsemediğinin de bir kanıtıdır. Nitekim İslam filozofları, mantığı
bütünüyle kendilerine malederek, onu Arap dili ile ilişkili olarak
açıklamışlar, bir anlamda-her ne kadar Aristo’nun açıklamalarına
325
326
Bkz. İbn Rüşd, Telhîsu Mâba’de’t-Tabîa, 1–2. Ayrıca Fârâbî, İbn Sînâ ve İbn
Rüşd’ün Aristo mantığına dair eserler yazmaları ve bundan başka Aristo’nun
mantık eserlerine (Organon) şerhler yapmaları bunun açık göstergesidir.
İbn Teymiyye gibi mantığın meşruiyetini tartışan düşünürlerin mantığın konularıyla ilgili yaptıkları eleştirilerin amacı, mantığın toptan reddine zemin hazırlamak ve gerekçe bulmaktır. Her ne kadar bu eleştirilerin haklılıkları tartışılabilir
ise de onları felsefenin yöntemi bağlamında gündeme getirmek doğru değildir.
Bu nedenle burada onların görüşlerinin ayrıntısına girilmemiştir. Geniş bilgi için
bkz. Toktaş, age, 35-59.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 157
sadık kalsalar bile-yeniden inşa etmişlerdir. Yani onlar, mantık ile
dil arasındaki sıkı ilişki sebebiyle mantığı Arap diline uyarlamışlar,
böylece çağlarına ve ortamlarına güncel kılmışlardır. Fakat eğitim
ve öğretimin mutlaka daha önce varolan bir bilgiye dayalı olması
sebebiyle327 akla aykırı görmedikleri, ait olduğu sistematik içerisinde tutarlı olan bilgileri kabul etmede bir tereddüt göstermemişlerdir. Zira onlara göre, felsefi düşüncenin doğruluğunu test etmek
için mevcut tek kriter, aklın işleyiş kanunlarını ortaya koyan mantık
ilmidir. Bunu Fârâbî’nin şu sözleri açıkça ortaya koymaktadır:
“Mantık sanatı bütün olarak, aklı düzeltecek kanunları verir; bu kanunlar, hata yapılması mümkün olan bütün akledilirlerde (ma’kûlât), insanın
doğruya ve hakikate ulaşması için onun yolunu düzeltir. Ayrıca mantık sanatı, akledilirlerle ilgili olarak insanı büyük küçük her türlü hatadan ve yanlıştan koruyan ve onu destekleyen kanunlarla bir kimsenin hata yapmasından emin olunamayan akledilirleri kontrol edecek kanunları verir. Çünkü
bazı akledilirler vardır ki, o konularda aklın hata yapması mümkün değildir.
İnsan kendisinin bu tür akledilirlerin bilgisine sanki yaratılıştan sahip ve onlara yakın olduğunu düşünür. Mesela bütünün parçasından büyük olduğuna ve her 3’ün tek sayı olduğuna ilişkin bilgilerimiz gibi”328.
Felsefenin yöntemi bakımından yegâne dayanağı olan mantık ilmi
hakkında benzer ifadelere, diğer İslam filozoflarının eserlerinde de
rastlamak mümkündür329. Bu yaklaşım, İslam filozoflarına göre felsefenin yönteminin neliği ve nasıllığının anlaşılmasını sağladığı gibi, neye göre belirlenmesi gerektiğini de açıkça ortaya koymaktadır.
İslam filozoflarına göre bir ilmin yöntemi, onun konusuna göre
belirlenir. Örneğin sürekli değişim halinde bulunan tikel varlıkları
327
328
329
Bu konuda bkz. İbn Sînâ, el-Burhân, 10-16.
Ebû Nasr el-Fârâbî, İhsâu’l-Ulûm, nşr: Ali Bû Mülhim, Beyrut, 1996, 27-28. Krş.
Fârâbî, İlimlerin Sayımı, Çev: Ahmet Arslan, Ankara, 1999, 53-54.
Örneğin bkz. İbn Sînâ, el-İşârât, I/167 vd.
158
| Nuri Adıgüzel
araştıran ilimlerin yöntemi, Kindî’nin deyimiyle, ‘duyulara ve duyu
algılarının temsil edildiği yer olan muhayyeleye’330 dayanır. Bu tür ilimlerin, matematik ve felsefe gibi ilimlerin yöntemini kullanmaları
uygun değildir. Aynı şekilde felsefenin de yalnızca akla dayanması
gerekir. Çünkü o, sürekli değişen tikel nesneleri değil, hiçbir şekilde
değişime uğramayan soyut ve hareketsiz varlıkları konu edinir. Bu
tür varlıkların zihinde (muhayyelede) ne örnekleri, ne de suretleri bulunur. Bunları araştıran insanlardan bir kısmının şaşırma sebebi,
onların bu varlıkları duyu ve hayalin etkilerinden arınmış bir şekilde akledemeyişleridir. Kindî bu tür insanların yalnızca duyu ve hayal ya da hitabet, şiir ve hikaye yoluyla öğrenebilen çocuk ve avam
düzeyindeki kişiler olduğunu belirtir331. Fakat mantık ve bilhassa
burhan, aklı hatalardan korumak amacıyla oluşturulmuş bir disiplindir. Şimdi, İslam filozoflarının bir yöntem olarak benimsedikleri
burhanın ne olduğuna bir göz atalım.
II. Klasik Bir Yöntem Olarak Burhan Ve Günümüzdeki Değeri
Yukarıda yöntemin, doğru bilgiye ulaşma sürecinde yer alan
‘okuma’yı da içerdiğine değinilmişti. Nitekim İslam filozofları her öğrenim ve öğretim faaliyetinin mutlaka daha önce hazır hale getirilmiş
olan bilgilere dayanması gerektiğini önemle vurgulamışlardır332. Onlar ilk olarak ‘okuma’ aşamasında, okudukları metni tahlil etmiş ve
anlamlarını en ayrıntılı bir şekilde ortaya koymuş, daha sonra ise onu
yeniden inşa etme aşamasında (kavramları metni oluşturan tikeller ola330
331
332
Kindî, Fî’l-Felsefeti’l-Ûlâ, 106.
Kindî, Fî’l-Felsefeti’l-Ûlâ, 107-108. Fakat Kindî’nin burada sözünü ettiği ‘duyu verilerinden bağımsız aklediş’ mutlak anlamda olmayıp, devam eden açıklamalardan
da anlaşılacağı üzere, aklın tikeller dünyasından basamak basamak yükselerek,
tümeller dünyasını akledebilir konuma gelmesiyle mümkündür. Zira fizik ve
matematik felsefeye oranla tikel sayılırlar.
Örn. bkz. İbn Rüşd, Telhîsu Kitâbi’l-Burhân, Tah: Mahmut Kasım, Kahire, 1982, 33;
İbn Sînâ, el-Burhân, 10 vd.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 159
rak düşünürsek), terkip (sentez) sanatını kullanmışlardır. Diğer bir ifadeyle, okudukları metnin önce kavramlarını okumuşlar, bunların ne
anlama geldiklerini tespit ederek, yaşadıkları ortamdaki karşılıklarını
bulmaya çalışmışlar, daha sonra bundan yeni bir felsefe inşa etmişlerdir333. Bazı filozoflar, fikirleri ve kavramları tahlil etmek amacıyla
bağımsız makale veya kitaplar kaleme alırken, diğer bazıları yeri geldikçe kavram tahlillerine girişmişlerdir334.
Ele alınan her kavram, basit veya bileşik, tür veya cins oluşuna
göre tanımlanmış veya tarif edilmiş, delalet ettiği manalar ortaya konulmuş ve temsil ettiği tikellerin tür veya cinsi temsil kabiliyetinde
olan örnekler seçilmiş ve düşüncenin açıklamasında kullanılmıştır.
Ancak ilk olarak kendileri tarafından ele alınmayan felsefi sorunlarla
ilgili daha önce yapılmış açıklama ve yorumlardan yararlanmışlardır.
Başka bir deyişle kavramı, ait olduğu zaman dilimi veya onu üreten
topluluğun milliyetine göre değerlendirmemişlerdir.
İslam filozofları, özellikle eski Yunan (başta Aristoteles) ve YeniEflatuncu felsefelerin, insanlığın ortak kaygılarını ifadeye yarayan
veya onların ortak tümel manalarını temsil eden kavramlarını, aynı
içerikle benimsemişler, bu kavramları felsefeye malolmalarını sağlayan (bir bakıma otantik) anlamlarıyla açıklamışlardır. Bununla bir333
334
Nitekim, çağdaş yazarlardan Rickman’ın şu sözleri felsefi açıdan kavram oluşturma
ve tahlilinin önemini vurgulamaktadır: “Felsefenin genel görevinin ve dolayısıyla bir
parça da olsa yapılan felsefenin görevinin, deneyimi yorumlayan ve aydınlatan kavramsal
modeller kurmak olduğuna inanıyorum. Dikkatli çözümleme, böyle bir inşadan önce gelmelidir ve bu sebeple de her felsefi çalışmada yer almaktadır… Çözümleme aracılığıyla kavramların genel konuşmada veya teknik tartışmalarda ne biçimde kullanıldığını anlayınca ve onların işaret ettikleri olguları göz önüne alınca, bu kavramlar benzerlik ve ayrılıkları bulanıklaştırdığı takdirde, onları kullanmaya devam etmemiz gereksizdir. Biz, bu kavramları yeniden tanımlayarak ve yenilerini ortaya koyarak, hatta birbirleriyle ilişkili kavramların tamamıyla yeni bir şemasını yaratarak, yeni modeller kurmalıyız.” Rickman, age., 15.
Kavramlara ilişkin olarak kaleme alınan makale veya kitaplara örnek olarak:
Kindî’nin, ‘Risâle fî Hudûdi’l-Eşya’sı, Fârâbî’nin mantık alanında yazdığı ‘elElfâzu’l-Müsta’mele fî’l-Mantık’ (ya da diğer adıyla ‘Risâletü’l-Hurûf’), İbn Sînâ’nın
Kitâbu’l-Hudûd’u zikredilebilir.
160
| Nuri Adıgüzel
likte, içinde yaşadıkları toplumun bu kavramların ait olduğu teorilere veya sorunsala ilişkin kendine özgü kaygılarını ve nitelikleri
gözardı etmemişler, aksine kavramları bu ‘kendine özgü’lüğü ifade
edebilecek bağlam ve içerikte kullanmışlardır. Buna bir anlamda
‘kavramları kendi ortamlarına güncel kılma’335 denilebilir.
İslam filozoflarının kullandıkları kavramlarla ilgili olarak vurgulanması gereken bir diğer husus ise, onların, anlamında bulanıklık olan
ve anlamı açık-seçik belirgin olmayan kavramları kullanmaktan titizlikle kaçınmış olmalarıdır. Fikir örgülerini oluşturan cümlelerde, kullanılan her sözcüğün bir görevi olduğu ve anlama katkıda bulunduğu,
o sözcüğün çıkarılması halinde çoğunlukla ifadenin eksik kaldığı görülür. Çünkü onlara göre felsefe, mutlaka her biri bir talebi karşılayan
kavramlara dayanır ve herhangi bir talebe karşılık gelmeyen kavramı
kullanmak felsefenin işi değildir. Bu durumda anlamı olmayan bir
kavramın kullanılması da felsefeyle bağdaşmaz336.
Şu halde İslam filozofları düşüncelerini açıklamak için önce
kavramlar oluşturmuş veya tespit etmiş, daha sonra ise bunları birleştirerek sistematize etmişlerdir. Kullanılan kavramların delaletlerinin, temsil ettikleri mananın, kavram olarak unsurlarının ve bun335
336
Bu deyim ilerde ayrıca ele alınacaktır.
Klasik İslam felsefesi ile ilgili eserlerin birçoğu, kavram analizleriyle başlamaktadır.
Bazı İslam filozofları ise kavramları ayrı makalelerde ele almışlardır. Örneğin bkz.
Kindî, ‘Fî Hudûdi’l-Eşya’, Resâil I, ss. 163–179; Ebû Nasr el-Fârâbî, “Makale fi
Maâni’l-Akl…”, el-Felsefetü’l-İslâmiyye 12, ss.39–48; Fusûsu’l-Hikem, 66–83 (Fârâbî
bu eserinde çok ayrıntılı olmasa da bazı kavramlar üzerinde durmaktadır); “Fî Cevâbi
Mesâilin Süile ‘Anhâ”, el-Felsefetü’l-İslâmiyye 12, ss. 84–103; Risale fî Mesâilin Müteferrika, Haydarabad, Deken, (1. baskı) H.1344; İbn Sînâ, Fî’l-Hudûd, Tis’u Resâil, ss.
63–82; ‘et-Tabîiyyât min ‘Uyûni’l-Hikme’, Tis’u Resâil, ss. 11–38; eş-Şifa’da İbn Sînâ
kavram açıklamasını konunun başında vermektedir. Örneğin bkz. “cevherin tarifi”,
İlâhiyat, I/57–61; İbn Miskeveyh, el-Fevzü’l-Asgar, Tah: Salih Udayme, Paris, 1987,
(msl. Hayat kavramı için) 84, (eser, Roger Arnaldez’in Fransızca çevirisiyle birlikte yayımlanmıştır); Ebû Hayyan et-Tevhidi, Kitâbu’l-İmtâ’ ve’l-Muânese, Tunus, 1988, 154, 162,
178, 319 (bu bölümlerde bazı kelâmî ve felsefî kavramlar ele alınmaktadır); Ebu Bekir Muhammed b. Yahya b. Es-Sâiğ İbn Bâcce, “Risâletün fî’l-Kuvveti’n-Nüzûiyye”, Resâil
Felsefiye, ss.157–167, Beyrut, 1983; İbn Rüşd, Telhîsu Mâba’de’t-Tabîa, 8–32.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 161
ların oluşturduğu muhtevanın doğru bir şekilde tespiti de, yöntemlerinin vazgeçilmez ilk aşamasını oluşturmuştur. İkinci aşamada ise
kıyas gelmektedir.
Kıyasta kullanılmak üzere oluşturulan öncüller kimi zaman apaçık bir gerçekliği dile getirirken, kimi zaman ispata ihtiyaç duyabilmektedir. Bu durumda öncülün ispatlanması için, yine apaçık delillerin kullanılmasına çalışılmakta, öncülün hangi yönlerden ele alınması
mümkünse o yönlerin hepsi tek tek gözden geçirilmektedir. Ayrıca
zaman zaman, akla gelmesi muhtemel sorulara cevap verilmekte ve
böylece yapılan akıl yürütmelerde adeta matematiksel bir kesinliğe
ulaşılmaya çalışılmaktadır. Bu yolla, gelmesi muhtemel itirazlar öngörülerek daha baştan engellenmek istenmektedir337.
İslam filozoflarına göre, ta’lîl (dedüksiyon), istikra (tümevarım =
endüksiyon) ve temsilden (analoji) oluşan akıl yürütme yolları arasında en güvenilir bilgiyi veren, en yetkin ta’lîl (bir veya daha fazla
hükümden hareketle zorunlu bir sonuca ulaşma) şekli olan kıyastır338.
Kıyasın en kesin sonuç veya bilgi veren şekli ise burhandır. Dolayısıyla İslam filozofları daha özel anlamda burhan yöntemini kullanmışlar ve filozofun, bu yöntemi kullanması gerektiğini belirtmişlerdir. Nitekim burhanın tanımında, “yakînî öncüllerden kurulmuş kıyastır”339 ya da “bir nesnenin varlığına sebep olan illetiyle birlikte, onun varlığı hakkında ne ise o olarak bilgi veren yakînî kıyastır”340 denilmektedir.
Bu ikinci tarifi veren İbn Rüşd’e göre, söz konusu bilginin burhan
337
338
339
340
Bkz. Ebû Rîde, ‘Tasdîr (Giriş)’ Resâilü’l-Kindî, 25.
İbn Sînâ, el-İşârât, I/415. Burada İbn Sînâ özellikle kıyas konusuna oldukça büyük
bir yer ayırmıştır. Bkz. 421-523. Ayrıca eserde (sayfa altında) yer alan Tûsî Şerhi’nde, kıyasın istikrâ ve temsilden farkı ile bu akılyürütme çeşitlerinin hangi
ilimlerde kullanıldığından söz edildikten sonra, yine kıyas konusuna geçilmekte
ve kıyas çeşitlerinden, şartlarından vs. bahsedilmektedir. Ayrıca bkz. Necati
Öner, Klasik Mantık, Ankara, 1986, beşinci baskı, 104; Zeki Arslantürk, Araştırma
Metod ve Teknikleri, İstanbul, 2001, 71 vd.
Ebû Ali İbn Sînâ, el-Burhân, Tah: Abdurrahman Bedevî, Dâru’n-Nehdati’lArabiyye, Kahire, 1966, 31.
İbn Rüşd, Telhîsu Kitâbi’l-Burhân, 38.
162
| Nuri Adıgüzel
olması için, illetin bizim tarafımızdan tabii olarak bilinebilir olması
gerekmektedir341.
Kıyasta kullanılan ondört sınıf öncülden342, yalnızca kesin bilgi
(yakîn) verenler burhanda kullanılabilmektedir. Kesin bilginin şartları da ayrıca belirlenmiştir. Buna göre, burhânî kıyasın öncülleri341
İbn Rüşd, Telhîsu Kitâbi’l-Burhân, 38.
342
İbn Sînâ’ya göre bu ondört sınıf öncül ilk olarak ‘tasdik olunanlar’ ve ‘tasdik olunmayanlar’
diye ikiye ayrılır. Tasdik olunmayanların zihinde tasdikini sağlayacak başka bir etki bulunmadığı sürece, onlarla yapılan kıyastan hiçbir yarar sağlanamaz. Bunlar, doğrulanan
bir şeyin yalanlanması üzerine kurulan ve ruhu sıkan veya genişleten (tebsütu) şeyler
olup, muhayyelât diye adlandırılır ve daha çok şiirde kullanılır. Bunun halka yararı, tasdik edilen şeylerin (tasdîkât) kullanıldığı kıyasların yararına yakındır. Çünkü bu ikinci tür
öncüller, tikel nesnelerin kıyaslanmasında kullanılır ve tasdik oluşturmanın amacı, ruhu
daralma, genişleme veya sükûn bulmaya yöneltmek veya bunlardan sakındırmaktır.
Halkın (avam) çoğu, tasdikten çok muhayyelât ile kurulan kıyaslara itibar ederler.
Tasdik olunan öncüller sınıfında ise, tasdik zorunlu olabileceği gibi, kabul etme yoluyla veya sanıya dayalı (zann-ı galip) olabilir. Tasdikin zorunlu olduğu sınıfta zorunluluğu sağlayan, duyu, tecrübe ya da tevatür olabileceği gibi, bâtınî bir zorunluluk da olabilir. Batıni zorunluluk ya akıldan kaynaklanır, ya da akıl dışında bir başka kuvveden
kaynaklanabilir. Akıldan kaynaklanan bâtınî zorunluluk ya sırf akıldan kaynaklanır,
ya da bir başka şeyin yardımıyla akıldan kaynaklanabilir. İşte sırf akıldan kaynaklanan
bâtınî zorunlulukla tasdik olunan öncüller, kabul edilmeyi en çok gerektiren (el-evlâ’lvâcib kabûluhû) öncüllerdir. ‘Bütün parçadan daha büyüktür’ örneğinde olduğu gibi. Tasdiki gerçekleştiren bâtınî zorunluluk, başka bir şey yardımıyla akıldan kaynaklanırsa
ve yardımcının akılda tabii (garîzî) olmayan bir durumda bulunursa, bu tasdik, bir kazanımla elde edilmiş olur ve ilkelerden sonra gelir. Şayet yardımcı, akılda tabii (garîzî)
olarak yani hazır halde bulunursa, tasdik olunan öncülün bilinirliği, orta terimi zihinde
yaratılıştan ve hazır halde bulunan bir kıyasla gerçekleşir. Araştırılan şey (matlûb), büyük ve küçük olmak üzere iki terimin birleşmesiyle oluşmuş olarak hazır halde bulunduğunda, bu ikisi arasında yer alan orta terim, onu kazanmaya ihtiyaç olmaksızın
akılda temsil edilir. Tıpkı, ‘her dört, çifttir’, önermesinde olduğu gibi. Çünkü zihninde
‘dört’ kavramı ve ‘çift’ kavramı bulunan bir kimsenin zihninde, dördün çift olduğu bilgisi de canlanır (yetemesselü). Çünkü dördün iki eşit parçaya bölünebildiği hemen zihinde canlanıverir. Bu tür öncüllere, ‘kıyasın fıtrî öncülleri’ adı verilir. İbn Sînâ, elBurhân, 16-18. Bu konu İslam filozofları tarafından en fazla işlenen konulardan biri
olup, ‘burhan’ ve ‘yakîn’ kavramları hakkında geniş bilgi için bkz. Ebû Nasr el-Farabî,
“Şerâitü’l-Yakîn” ve “Kitâbu’l-Burhân” (eksik bir nüshası), Fârâbî’nin “Şerâ’it ul-Yakîn”i,
adıyla, Fransızca özet ve Türkçe notlarla çev: Mübahat Türker-Küyel, Ankara, 1990,
Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi Yayını; Kitâbu’lBurhan, kitabın sonunda (Ek:1, ss. 63-71) tercümesiyle birlikte (ss. 72-78) yayınlanmıştır. Ayrıca, İbn Rüşd, Telhîsu Kitâbi’l-Burhân, 38-39.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 163
nin, doğru (sâdık) ve doğrudan duyu algısına dayalı (evâil) olması,
orta terimle bilinebilir olmaması (zira orta terimle biliniyorsa, onun
başka bir burhana ihtiyacı vardır demektir), sonuca oranla daha fazla
tanınabilir olması343, sonucun iki bakımdan da illeti olması yani
hem sonuç yoluyla bilgiye ulaşmamızın illeti, hem de bizzat sonuç
olarak ortaya çıkan şeyin varlığının illeti olması gerekir. Çünkü bizzat sonuç olarak ortaya çıkan şeyin illeti olursa, açıkladığı durumla
onun arasında bir münasebetin bulunması gerekir ki bu, illet ile malül arasında varolan münasebettir. Bu şartların bir arada bulunmaması halinde oluşturulan kıyasın burhânî olduğu söylenemez344.
Fakat her bilgi veya ispat için ispatın istenemeyeceği de bir gerçektir. Çünkü bu durumda ispatın sonu gelmeyecektir. Bu konuda
Kindî şöyle demektedir:
“İdrak edilmesi için her konunun burhana dayalı bir varlığının aranmaması gerekir. Her aklî araştırmanın burhana dayalı varlığı yoktur. Zira
her şeyin burhanı olmaz; burhan ancak bazı nesnelerde aranır. Örneğin
burhanın burhanı yoktur. Çünkü burhan için de burhan aranması durumunda bu sonsuza kadar böylece sürüp gider. Her burhanın bir burhanı
olsaydı, kuşkusuz hiçbir şeyin varlığından söz edilemezdi. Araştırılan bir
şeyin araştırılmasını sona erdirecek ilkelerinin bilgisi yoksa o şey bilinebilir
değildir, dolayısıyla onun ilmi de olmaz. Mesela biz, canlı, söyleyen (nâtık)
ve ölümlü olan insanın ne olduğunu bilmek istediğimizde, canlı olmanın,
343
344
‘Daha fazla tanınabilir (a’raf) olmak’ iki bakımdan ele alınmalıdır. Birincisi zihinde
(epistemolojik) tanınabilirlik, ikincisi ise tabiatta (ontolojik) tanınabilirlik. Çünkü
her zaman epistemolojik açıdan önce olan, ontolojik açıdan önce olan olmayabilir. Nitekim birleşik (mürekkeb) olan hissedilir nesneler epistemolojik açıdan daha
önce iken, ontolojik açıdan daha tanınabilir olan birleşik nesneleri oluşturan basit
şeylerdir. Oysa basit şeyler duyudan uzaktır ve eğer hissedilebilir iseler, duyu
onları sonradan hisseder. Genel olarak duyudan uzak olan şeyler, tümel nesnelerdir, duyuya yakın şeyler ise tikellerdir, birleşik halde bulunan fertlerdir. İbn
Rüşd, Telhîsu Kitâbi’l-Burhân, 39.
İbn Rüşd, Telhîsu Kitâbi’l-Burhân, 38-39.
164
| Nuri Adıgüzel
söyleyen olmanın ve ölümlü olmanın ne olduğunu bilmiyorsak, o zaman
insanın ne olduğunu bilemeyiz.”345
Sonuç olarak, İslam felsefesinde benimsenen yöntemin, en güvenilir bilgi edinme şekli olan ve akla dayanan burhan yöntemi olduğu görülmektedir. Fakat gerek klasik İslam filozoflarının burhanı
ne ölçüde başarılı bir şekilde kullanabildikleri, ya da hangi teorilerde bunu gerçekleştirebildikleri, gerekse çağdaş yazarların bugünkü
şartlarda bunu kullanma imkânlarının olup olmadığı sorgulanmalı
ve tartışılmalıdır. Daha güvenli akıl yürütme şekillerinden söz etmek mümkün ise bunların gündeme getirilmesi ve bunlar üzerinde
tartışmalar yapılması, günümüz İslam felsefesi açısından son derece
önemlidir.
Burada anlatılanlar göstermektedir ki, felsefenin (özelde İslam
felsefesi) bilgi kaynağı ve yöntemleri bakımından pozitif bilimlerle
aynı kategoriye konulması mümkün değildir. Çünkü felsefî bilginin
deney ve gözlemden elde edilmesi, diğer bir ifadeyle deney ve gözlemin yöntem olarak benimsenmesi, onun konularının tümelliğini
tartışmalı hale getirecektir. Ayrıca daha önceden oluşturulmuş kav-
345
Kindî, Fî’l-Felsefeti’l-Ûlâ, 111–112. İbn Rüşd ise bu konuda şunları söyler: “Burhanlar, bu sanatın, kendisi hakkında araştırma yaptığı cinse ait zâtî nesneler hakkında olup,
bizzat sanatın cinsi veya sanatın herhangi bir türü hakkında olmadığı için cevher hakkında burhan olmaz. Çünkü burhan, arazlara göre cevherlerdendir. Cevherin ise cevheri yoktur. Bundan dolayı, cevherlerin tanımları yoktur. Dolayısıyla cevherlerin, hem tanımı olduğu nesneye göre değişen, hem de burhan olan tanımları bulunmaz; aksine, bu, arazlar
hakkında bulunur. Fakat cevher için burhan dışında başka bir delalet vardır. Bu şekilde
onun ne olduğu veya varlığı konusunda delil getirilebilir. Bu tür, sonraki şeyler için de
işaret olabilir; çünkü bu tür, sadece, tabii bilimlerde araz cinsinden nesnelerin cevherlerinin bilgisine ulaştırır. Burhanların bu türüne delil adı verilir. Diğer türle kastedilen
muhtemelen, bölümleme, birleştirme veya her ikisidir. Zira cevherlerin tanımlarının çoğu,
ancak bu üç yoldan biriyle bilinebilir. Bundan dolayı, hiçbir ilim dalı, araştırdığı hiçbir
cins için, onun mevcut olup olmadığına burhan getiremez. Çünkü bir şeyin varlığını ve
mahiyetini bilmek, bir tek bilgiyle mümkün olabilir, o da mutlak burhandır.” (Tefsîru
Mâba’de’t-Tabîa, II/702-703).
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 165
ramların ve teorilerin meşruiyetlerinin yeniden gözden geçirilmesi
ve bir bakıma klasik felsefeden vazgeçilmesi gerekecektir. Yani, klasik felsefenin oluşturduğu kavramlar, ele aldığı konular ve belirlediği amaç değişmiş olacaktır ki bu durumda bu yeni disiplin ile klasik felsefenin ayniyetinden söz etmek imkânsız hale gelecektir. Dolayısıyla adına felsefe denilse bile kendimizi, yeniden tanımlanmış,
konu, yöntem ve amacı yeniden belirlenmiş bir disiplin karşısında
bulacağız.
Ne var ki yöntem tartışmalarının bilgi ve bilim felsefelerindeki
gelişmelere bağlı olarak ulaştığı nokta, İslam felsefesinin bizzat
kendisi üzerinde olduğu kadar yöntem olarak benimsediği mantık
üzerinde de (daha ziyade mantık bakımından değil, İslam felsefesinin onu
kullanması bakımından) psiko-entelektüel346 bir baskı oluşturmuştur.
Son yüzyıllardaki yöntem tartışmalarına hararet veren, dolayısıyla
bu psiko-entelektüel baskının oluşmasına yol açan, tecrübî bilimlerin kaydettikleri gelişmelere ve bu alanlarda yapılan keşiflere bağlı
olarak bu ilimlerin yöntemlerinin sosyal bilimler alanına da uygulanması çabaları olmuştur. Karl Popper (1902-1994), fizik metotlarının uygulanabilirliği hakkındaki görüşlere göre, psikoloji ve iktisat
dışındaki sosyal bilimler alanında hayal kırıklığı yaratan bu yöntem
tartışmalarının genel olarak tabiatçılık taraftarı ve tabiatçılık aleyhtarı olmak üzere iki ana başlıkta ele alınabileceğini belirtir347.
Her iki eğilimle ilgili olarak Popper’in şu sözleri Batı’da yürütülen yöntem tartışmalarının ulaştığı noktayı özetler niteliktedir: “Metotla uğraşan birinin tabiatçılık-aleyhtarı veya tabiatçılık taraftarı öğreti
(doktrin)’leri mi, yoksa her ikisini birleştiren bir teoriyi mi benimseyeceği,
büyük ölçüde söz konusu bilimin ve onun konusunun karakteri hakkındaki
346
347
Bu kavramla, aklın (intellect) veya düşünen öznenin akli faaliyetini sürdürürken
içinde bulunduğu psikolojik ortam kastedilmektedir.
Karl R. Popper, Tarihselciliğin Sefaleti, Çev: Sabri Orman, İstanbul, 1995, 14.
166
| Nuri Adıgüzel
görüşüne bağlı olacaktır. Fakat onun benimseyeceği tavır, fizik metotları
hakkındaki görüşüne de bağlı olacaktır. Bu ikinci noktanın, şimdiye kadar
sayılanların en önemlisi olduğuna inanıyorum. Ve öyle sanıyorum ki, metodolojik tartışmaların çoğundaki hayati yanlışlar, fizik metotlarının bazı
çok yaygın yanlış anlaşılmalarından ileri gelmektedir. Onların, özellikle fizik teorilerinin mantıki formunun, bu teorilerin test edilmesi metotlarının
ve deney ve gözlemin mantıki fonksiyonunun yanlış yorumlanmasından
kaynaklandığını sanıyorum…”348.
Bu sözler her ne kadar yöntem sorunsalının boyutlarını yeterince tanıtmasa da, son yüzyıllarda bizzat tartışmanın yürütüldüğü ortamdaki bilim anlayışının gidişatı hakkında fikir vermesi bakımından önemlidir349. Bu gidişatın klasik İslam felsefesinin daha objektif
bir tarzda değerlendirilmesine zemin hazırlayacağı söylenebilir.
Ayrıca günümüz İslam felsefesinin psiko-entelektüel şartlarının
tespiti ve yeni perspektiflere ulaşılması açısından da Batı’da yürütülen tartışmalar büyük önem taşımaktadır.
Batı’da özellikle XVII. yüzyıldan itibaren Bacon (ö. 1626), Descartes (ö. 1650) ve Pascal (1662) gibi filozofların başlattığı yöntem
tartışmaları, Batı toplumlarının yaşadığı entelektüel sorunların
aşılmasına yönelik çözüm arayışları şeklinde gelişmiş, bunların İs348
349
Popper, age, 14-15.
Burada konuyu dağıtmamak için ayrıntılara giremiyoruz. Fakat farklı bakış açılarını yansıtan bazı eserleri zikretmeden geçemeyeceğiz: Örneğin bkz: İlhan Kutluer, “Bilimsellik” Üzerine; Bilgi, Bilim ve İslam, İslami İlimler Araştırma Vakfı
(İSAV) Yayınları, (Tartışmalı İlmi Toplantılar Dizisi), İstanbul, 1987; Abdülkerim
Suruş, İlim ve Felsefeye Giriş, Çev: Barış Güler, Ankara, 1990; İslam Bilimi Tartışmaları, der: Mustafa Armağan, İstanbul, 1990; Paul Feyerabend, Yönteme Hayır, Çev:
Ahmet İnam, İstanbul, 1991; Ömer Demir, Bilim Felsefesi, İstanbul, 1992, 9-13;
Alain Chalmers, Bilim Dedikleri, Çev: Hüsamettin Arslan, Ankara, 1994, (ikinci ve
üçüncü bölümlerde bilimci akımların bel bağladığı tümevarım şiddetle eleştirilmektedir);
Paul Feyerabend, Akla Veda, Çev: Ertuğrul Başer, İstanbul, 1995; Nakib Attas, İslam, Sekülerizm ve Geleceğin Felsefesi, Çev: Mahmut Erol Kılıç, İstanbul, 1995, 161188.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 167
lam dünyasındaki yankıları ise, tabii olarak söz konusu sorunların
Müslümanlar nezdindeki değer ve önemine paralel seyretmiştir.
Nitekim Batı’nın bilim ve teknoloji alanındaki başarılarından yararlanma arzusunun bir sonucu olarak benimsenen sosyoloji, biyoloji,
psikoloji, gibi (günümüzde sayıları onlarca olan) yeni bilim dalları,
yöntemleriyle birlikte alınmıştır. Fakat Batı bilim ve teknolojisinin
gittikçe hayatın daha fazla alanını etkisi altına alması sonucunda
Müslümanlar, XIX. yüzyıldan başlayarak, kendi kimliklerini kaybetmemek için, Batı’dan aktarılanlar konusunda daha seçici olma
ve kendi kültürel geçmişleriyle aralarındaki bağları güçlendirme
çabasına düşmüşlerdir. Böylece, yöntemle ilgili tartışmalara daha
fazla ilgi göstermeye ve yeni arayışlara girmeye başlamışlardır.
Yöntemle ilgili bu tartışmalardan en son nasibini alan ilmin İslam
felsefesi olduğu söylenebilir.
Özellikle pozitivist bilim anlayışının egemen olduğu çağımızda,
İslam felsefesi ve felsefecileri, ilmî ve psiko-entelektüel bir baskı altındadırlar. Bu durum tabii olarak, ideolojik baskılara da yol açabilmektedir. Günümüzde İslam felsefesine ilişkin tartışmaların gereken ilgiyi görmemesinde bu hususun etkili olduğu açıktır. Bu ilgi
eksikliğinin doğmasına yol açan bir başka önemli husus da, İslam
ile felsefenin bir sorunu olmamasına rağmen büyük ölçüde Hıristiyanlık-felsefe ilişkilerinin doğurduğu sorunlarla uğraşılması, ya da
uğraşılmak zorunda kalınmasıdır. Sonuçta İslam felsefesi, toplumdan, çağdan ve üretim tabiatından uzakmış gibi bir görüntü ortaya
çıkmaktadır. ‘Yöntem’, bu alanda yapılacak çalışmaların başarısı için
ön şart (zira âlet konumundadır) olduğundan, yöntem sorunsalı çok
daha önemli bir hale gelmektedir. Yöntem sorunsalı ile ilgili verimli
çalışmaların yapılabilmesi ise, klasik yöntemin oluşturulma ve kullanılabilme şartlarını tekrar gözden geçirilerek güncelleştirmesine
ve böylelikle sahip olunan mirasın, ilmin ve felsefenin sürekliliğine
uygun bir tarzda kullanılmasına bağlıdır.
168
| Nuri Adıgüzel
Ayrıca, İslam felsefesi disiplininde klasik yöntemin-varsaalternatifinin konu ve amacına uygun olarak ivedilikle tespit edilmesi
gerekir. Çünkü en sağlam kıyas yöntemi olduğu söylenen burhanın
kullanılmaması halinde, nicelik bakımından felsefenin konusuna uygun düşmeyen daha az güvenilir (zira yöntem belirlenirken, konunun
nicelik ve nitelikleri dikkate alınmak zorundadır) yöntemlerin kullanılması
söz konusu olacaktır. Bu durumda kıyasın, birçok yanlış sonuç veren
şekilleriyle, ya da ‘meşhurât’, ‘müsellemât’, ‘makbûlât’, ‘zanniyyât’, ‘muhayyelât’ ve ‘vehmiyyât’ türünden öncüllerle350 kurulan felsefe, burhan
yerine daha az güvenilir sanatların (başta cedel ve hitabet olmak üzere)
egemen olduğu bir disiplin haline dönüşecektir. Bunun ise, felsefî
bilginin burhan yerine cedel ile elde edildiğinden güvenilirliğini yitirmesi, felsefenin diğer ilimlerin ilke ve yöntemlerine yaptığı katkının ortadan kalkması, felsefenin toplumda (cedel tarzında yapılmasına
da bağlı olarak) boş bir uğraş olarak algılanmaya başlaması gibi olumsuz sonuçlar doğurması kaçınılmaz olur.
Kısaca İslam felsefesi araştırmacılarının yöntem sorunsalı çerçevesinde ele almaları gereken sorunlardan en önemlilerinin, ‘mevcut birikimi okuma’, ‘varolanı sebeblilik ilkesi çerçevesinde algılama’,
‘mantıksal tutarlılık’ ve ‘soyutlama’ olduğu söylenebilir. Bu konularla
ilgili Türkiye’de yapılan tartışmalar, mantık ve kısmen de bilim felsefesi alanında çalışan çok az sayıdaki akademisyen ile sınırlı kalmaktadır. Bu tartışmalardan sonuç alınabilmesinin, aynı zamanda
tartışmaların yoğunluğuna bağlı olduğu açıktır. Hiç kuşku yok ki
bu tür tartışmalar (bu arada ‘burhan’ ve buna bağlı konular), felsefenin
benimsediği yöntem ve konuları da içermesi bakımından her felsefeciyi yakından ilgilendirmektedir ve felsefecilerin bu tartışmalara
bu bakımdan katılmaları gerekmektedir. Ancak tartışmaların doğru
bir zeminde yapılması da son derece önemlidir.
350
Bkz. İbn Sînâ, el-Burhân, 16-21.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 169
Nitekim yöntem sorunsalının doğru bir zeminde tartışılabilmesi,
metafiziğin lehinde ve aleyhindeki fikirlerin gözden geçirilerek bu fikirler karşısında bir durum ve duruş tespiti yapılmasına bağlıdır.
Çünkü İslam felsefecileri ile geleneksel Batı düşüncesi arasında bu
konuda iki farklı yapıdan söz edilmesi gerekmektedir. İslam felsefesi,
her ne kadar felsefeyi düalist (kaos-Tanrı, heyula-Tanrı, ruh-beden vs.)
bir düşünce geleneği olan Eski Yunan’dan almış ve bu düalizmi aşmak için yoğun çaba sarfetmiş olsa da, bütünüyle bu geleneğe bağlı
kalarak bunun mümkün olmadığı görülmüştür. Buna bir örnek olarak İbn Rüşd, Aristo’nun Tanrısı ile bağımsız bir heyulayı bağdaştıramadığından, Tanrı’nın bilgisine konu olan heyulani varlıkların bir
üst varlığından söz etmiş ve Aristo’nun Tanrı hakkındaki sözlerini
aktardıktan sonra, “Aristo’nun burada ileri sürdüğü Tanrı cahil olmaktadır. Bu nedenle Tanrı’nın cüz’î bir bilgiyle değil, küllî bir bilgiyle bildiğini
söyleyen bir grup ortaya çıkmıştır”351 demektedir. Esasen İslam felsefesinin en temel dayanağı durumundaki klasik mantık, soyutlama ve
sebeplilik yoluyla düalizmi ortadan kaldırma imkanını sunmaktadır.
Felsefeyi aynı kaynaktan alan Batı felsefeleri, bu düalist yapıyı
birleştirerek aşmak yerine, diğeri lehine birini (dinin de taraf olduğu
metafizik yanını) insanın ilgi alanı olmaktan çıkararak veya reddederek aşmayı denemiş, fakat sonuçta aradaki farklılık daha da derinleştirilmiştir. Nitekim Kant (ö. 1804), metafiziğin irrasyonel olduğunu söylerken352, pozitivistler (özellikle mantıkçı pozitivistler)353 onu an351
352
353
İbn Rüşd, Tefsîru Mâba’de’t-Tabîa, III/1707.
“Kant’ın çalışması, bazı yönlerden rasyonalist akımı andırmasına ve Dekartçı rasyonalizm ile Kant sonrası aşkın idealizm arasını birleştirme çizgisi olmasına rağmen çok farklıdır. Bu çalışma, otantik bilimsel bir bilginin imkânının şartlarını göstermek zorunda
olan kritik metoduyla ‘dogmatik’ rasyonalizmi ve ampirizmi aşma teşebbüsü olarak kendini gösterir. Fakat bu girişim, ampirizmi bir subjektivist idealizmle aşma iddiasında olan
ve bir bilim olarak metafiziğin imkânını reddeden bir bilgi teorisine yol açtı…” Fernand
Van Steenberghen, Ontologie, Paris, 1966, 4. baskı, 27.
Mantıkçı pozitivizmin metafiziğe yaklaşımını şöyle özetlemek mümkündür: “Bütün tabiat üstü ve aşkın tiplerin dışında bulunma; yalnızca ilme dayanan ve de-
170
| Nuri Adıgüzel
lamsız ilan etmiştir. Bu arada, metafiziğe götürecek olan soyutlamaya dayalı klasik mantık da oldukça gözden düşmüştür.
Şu halde, klasik mantıkla ilgili tartışmalar bir anlamda, metafizikten bağımsız bir felsefenin imkânı tartışması gibi gözükmektedir.
Oysa metafizik sorunlar, bugüne kadar olduğu gibi bundan
sonra da insanların zihinlerini meşgul etmeye devam edecektir.
Çünkü bu sorunlar, tikel nesnelerden elde edilen verilerle ve tikeller
için oluşturulmuş yöntemlerle açıklanamayan bir alana ilişkindir.
Tarih boyunca bu sorunların hep gündemde kalması, kanaatimizce
insanlığın bu tür sorunlardan müstağni kalamayacaklarının kanıtıdır. Kaldı ki, çağdaş bazı filozoflar da bu tartışmalara belli düzeyde
katılmaktadırlar354. B. Russell bu konuda şunları söylemektedir:
“Metafizik, düşünce vasıtasıyla dünyayı bütün halinde kavrama teşebbüsüdür. Bu teşebbüs iki ferdî temayülün kâh birleşmesi, kâh ihtilafıyla
gelişmiştir ki, bunlardan biri mistisizm, diğeri ilimdir. Bazı insanlar bunlardan biri ile büyük olmuşlardır, bazıları da diğeri ile. Ama en büyükleri
her ikisini birleştirenlerdir”355.
Varolması bakımından varolanın bilimi demek olan ve (yeni anlamıyla başta Tanrı olmak üzere metafizikten koparılmaya çalışılsa da)356
bu bakımdan metafiziği de içeren ontoloji hakkında Gabriel Marcel
ise şöyle demektedir:
354
355
356
neysel karakterde olan araştırma”. Bkz. Frederick Mayer, Yirminci Asırda Felsefe,
Çev: Vahap Mutal, İstanbul, 1992, 30.
Örneğin Heidegger’in uğraştığı felsefi sorunlar, zaman, varlık, hiçlik vb. olup,
varolması bakımından varlığı araştıran metafizik ile varlığın anlamını sorgulamanın birebir örtüştüğü söylenebilir. Heidegger’in görüşleri için bkz. Heidegiger,
Metafizik Nedir? Çev: Mazhar Şevket İpşiroğlu-Suut Kemal Yetkin, Kaknüs Yay.,
İstanbul, 1998 (bu eserde özellikle hiçlik işlenmektedir); Kadir Çüçen, Heidegger’de Varlık Ve Zaman, Bursa, 1997. Metafiziğin artık devrini tamamladığı iddiası
için bkz. Steenberghen, age., 6.
Bkz. Erol Güngör, İslam Tasavvufunun Meseleleri, İstanbul, 1982, 146. (B. Russell,
Mysticism and Logic’ten naklen).
Bkz. Steenberghen, age, Giriş.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 171
“Ontolojik gereksinimi onaylamayı reddeden bir filozofi mamafih,
mümkündür; gerçekten genel bir söyleyişle çağdaş düşüncenin bu çekingenlik ya da kaçınma eğilimi içinde olduğunu söylemek mübalağa olmayacaktır. Fakat bu noktada çoğu kez birbirine karışan iki farklı tavır arasında
bir ayrım yapılmalıdır; biri sistematik bir kaydı ihtiraziye (ki bütün biçimleriyle agnostisizminkidir bu) istinad eden, ve diğeri, daha cesur ve daha
derli toplu ve tutarlı olanı, ontolojik gereksinimi, ilk ve son olarak idealist
eleştiri tarafından tasfiye edilmiş dogmanın tükenmiş dışa vurumu olarak
mütalaa eden iki farklı tavır.
…
Dolayısıyla ben kendi hesabıma, ontolojik gereksinimin ruhi hayatı kötürüm eden, köklerini budayan keyfi müstebit bir eylemle susturulamayacağına inanıyorum…”357
Bize göre Marcel’in bu sözleri metafizik hakkında da geçerlidir.
Bunu anlamak için, metafizik alanda bilhassa İslam filozoflarının
geride bıraktıkları mirasın doğru bir yaklaşımla okunması diğer bir
ifadeyle güncelleştirilmesi gerekmektedir.
III. Yönteme İlişkin ‘Güncelleştirme’ Sorunu Ya da Birikimi
Okuma
Her ne kadar bu çalışmada bir anlamda sorunsalı ortaya koymak
amaçlanmış ise de yöntem konusunda belirginleşen düşüncelerin burada ifade edilmesi, bir sonuç olması bakımından bu amaca ters
düşmeyecektir. Bu bağlamda, zaman zaman kullanılan ve yöntemle
ilgili anahtar kavram durumunda olan ‘güncelleştirme’nin ne olduğu
ve nasıl yapılması gerektiği konusundaki düşünceleri aktarmak istiyoruz. Her ne kadar buna ‘mevcut birikimi okuma’ denilmesi mümkün
ise de, biz ‘güncelleştirme’ kavramını tercih ediyoruz.
357
Gabriel Marcel, ‘Ontolojik Muamma’, Metafizik Nedir, ss. 51-90, Çev: Ahmet Aydoğan, Birey yayıncılık, İstanbul, 1999, 56-57.
172
| Nuri Adıgüzel
Burada kullanılan ‘güncelleştirme’, ‘bir filozofun, zaman veya
mekân olarak kendi uzağında oluşturulmuş felsefi bir kavram ya da düşünceyi, kendi ortamına taşıması, yani zaman, mekân, kültür, din, dil, tarih
vb. gibi onun zihin ortamını etkileyen her türlü unsurla bağdaşık kılması,
uzlaştırması’ anlamındadır. Oluş-yokoluş hareketi dışındaki hareketlerin hepsinin ‘zaman’ ve ‘mekân’ içinde gerçekleşmesi sebebiyle
güncelleştirmenin iki farklı yönden yapılması gerekmektedir:
1.
Zaman bakımından uzakta olanı, kendine çağdaş kılma.
2.
Mekân bakımından uzakta olanı, kendi ufkuna taşıma.
‘Zaman bakımından uzakta olan’ deyimiyle, araştırmacının mensubu bulunduğu kültür ortamında geçmişten, araştırmanın yapıldığı
zaman dilimine değin üretilen birikim kastedilmektedir. Kuşkusuz
bu araştırma İslam felsefesi alanında yapıldığından, bu deyim özelde,
İslam felsefesinin doğuşundan (IX. yy.) günümüze kadar oluşturulmuş olan İslam felsefesi mirasının tamamını ifade etmektedir. Sözü
edilen kültür ortamı, bir felsefenin özel bir adla (İslam felsefesi, Hıristiyan felsefesi, Yahudi felsefesi, Budist felsefe vb. gibi) anılmasına sebep olan
farklılıkların ortaya çıktığı veya görüldüğü ortamdır. Her ne kadar
aynı ortam içerisinde çağlara göre farklılıklar ortaya çıkabilirse de,
bunlar aynı kültür ortamındaki iç farklılıklar durumundadır ve bu
ortamda yapılan felsefenin farklı bir adla anılmasına sebep teşkil etmez. Dolayısıyla ‘zaman bakımından uzakta olanı kendine çağdaş kılma’
da tevârüs edilen birikimin eleştiri süzgecinden geçirilerek güncel sorunlarda kullanılabilir hale getirilmesi demektir.
‘Mekan bakımından uzakta olan’ deyimiyle ise, araştırmacının yaşadığı çağda başka kültür ortamlarında ortaya konulan birikim kastedilmektedir. Örneğin günümüzde ‘İslam felsefesi’ ya da ‘Türk İslam
felsefesi’ bakımından, bu adlarla ifade edilmesi mümkün olmayan
yabancı ortamlarda üretilen ürünler, başka kültür ortamına (Çin fel-
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 173
sefesine, Hint felsefesine, Batı felsefesine vb.) ait olup, ‘mekân bakımından
uzakta olan’ konumundadır. Bu durumda ‘mekan bakımından uzakta
olanı kendi ufkuna taşıma’, araştırmanın yapıldığı zaman diliminde,
ele alınan sorunla ilgili olarak farklı kültürel ortamlarda yapılan çalışmaların zihinsel açılımlarından anlam ve muhteva olarak yararlanma anlamına gelmektedir.
A. ‘Güncelleştirme’nin Temelleri
İslam felsefesinde güncelleştirme, zamanda ve/veya mekânda
‘hareket etmesi ve değişmesi bakımından varolan’a ilişkin olarak gerçekleştirilir. Bu anlamda onun temelinde hareket eden ve değişen nesneler bulunur. Değişim doğrudan fertlerde gerçekleşir ve fertlerin
türleri, türlerin de cinsleri oluşturması bakımından tümellere de
şâmil olur.
İslam filozofları nelikleri, tanımları aracılığıyla bilinen cins ve
tür gibi (salt zihinsel) varlıkların değişime uğramadığını belirtseler
de, tanımda yer alan unsurların içeriklerinde değişim gerçekleşmesi
bakımından onların da değiştiğini söylemek mümkündür. Zira tanımda kullanılan cins ve tür zihin dışında fertler halinde bulunmakta, zihinde de fertlerle ilişkili olarak akledilmektedir. Dolayısıyla fertlerde gerçekleşen değişim, tümelin fertleriyle birlikte alınması
halinde cins ve/veya türde de ortaya çıkmak durumundadır. Çünkü
tanımında bulunmasa bile, mutlak anlamda tikellerden bağımsız
bir tümelin varlığından söz etmek imkânsızdır.
Tümeli tanıtan tanım, varlığın dayanıklı ve kalıcı yanını sunmakta, özü bakımından değişen, varlığa dayanıksız yanını yahut arazları
bakımından başka bir kipte veya başka bir tarzda varolup-yokolan
yanını göz ardı etmektedir. Cevheri aynı kalsa bile, varolanı tikel yapan arazlardaki değişim, o varolan ile başka varolanlar arasındaki
ilişkileri etkilemeye ve hatta onların tabiatını bozmaya başladığı an-
174
| Nuri Adıgüzel
da, cevheri tanıtan tanımın unsurlarına ilişkin açıklamaların da değiştirilmesi kaçınılmaz hale gelmektedir. Çünkü varolanın bir anlamının
da ‘doğru’ (sâdık) anlamındaki varlık olduğu unutulmamalıdır. Buna
göre, zihin varlığının zihin dışındaki varlıkla birebir örtüşmesi ve
uygunluk içerisinde bulunması gerekir. Bu uygunluk bir tümelin
fertlerini de içermek durumundadır. Aksi halde, uygunluk eksik kalacaktır. İslam filozoflarının değişime tabi olmadığını savundukları
tümeller konusunda Kant’ın, yeni bir bilgi kazandırmayan analitik
önermelerini hatırlamak, buradaki güçlüğün farkına varmak bakımından yararlı olabilir358.
Zira Kant’ın deneyden elde edilmeyen (salt zihnin ürünü olan)
apriori önermeleri, İslam filozoflarının tümel ve varlığını doğrudan
akla borçlu olan zihinsel kavramlarını çağrıştırmaktadır. Fakat
Kant, duyulur dünyadan bağımsız bir akledilir dünyanın felsefeye
temel yapılmasının doğurduğu güçlüklerin farkında olarak, sentetik apriori önermeler yoluyla (örneğin ahlak felsefesinde) bu güçlüğü
aşmaya çalışmıştır. Söz konusu güçlüğün temelinde bir anlamda,
değişmez ve dayanıklı kabul edilen ile değişen, dayanıksız ve oluşyokoluşa tabi varlıkların zihne taşınması esnasında ortaya çıkan
(Hegelci bir söylemle) diyalektik359 süreci senteze ulaştırma veya bir
orta yol bulma sorunu yer almaktadır.
Diyalektik süreçte yer alan karşıtlık, duyulur dünyanın reel
varlık alanı olmakla birlikte değişime, oluş ve yokoluşa tabi olması,
358
359
Çünkü salt tümel zihinsel kavramların içeriği yalnızca formel bir tanımla doldurulursa, bunlar bize yeni bir bilgi kazandırmamaktadır. Nitekim insanı tanımlarken “insan, söyleyen hayvandır” denildiğinde, tıpkı cismin yer kaplaması gibi ‘söylemek’ ve ‘hayvaniyet’ insan kavramı içerisinde mündemiçtir. Bkz. Kant, Arı Usun
Eleştirisi, Çev: Aziz Yardımlı, İstanbul, 1993, 41-42, 68-72; Mehmet Emin Erişirgil,
Kant ve Felsefesi, sadeleştiren: Akın Yeşilbaş, İstanbul, 1997, 87 vd.
Geniş bilgi için bkz. W.T. Stace, Hegel Üstüne, Çev. Murat Belge, İstanbul, 1976,
147-184.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 175
akledilir dünyanın ise reel varolanları temsil ettiği düzeyde ‘doğru’
niteliğini hak etmesidir. Böylece değişen zihin dışında varolan ile
değişmeyen zihinde varolan arasında uzlaşmanın bulunması, diğer
bir ifadeyle birinin diğerine temel yapılması sentezdir360. Bu aynı
zamanda, felsefenin sınırlarının çizilmesidir. Bu hususta gerçek
olan şu ki, ne felsefe tikellerden bağımsız olarak varolabilir-zira konusu olan tümellerin zihin dışında ve reel anlamda tikellerden bağımsız varolması mümkün değildir-ne de tikelleri inceleyen diğer
ilimler bu ilimlerin hepsini içine alacak bir sistemi kurma yeteneğindeki tümel bir ilimden (felsefe) müstağni kalabilir. Bu açıklamaların özeti olmak üzere denilebilir ki, ilk felsefenin konusu olan metafizik, fiziğin ötesi olup, hem duyusal varlığımızın algılarından akılsal varlığımıza doğru ilerleyen sebepler zinciri, hem de felsefi faaliyetlerimiz bakımından fiziğin mutlaka metafiziğe öncelenmesi gerekmektedir. Dolayısıyla birinci düzeyde bilginin kaynağı tikel varlık olduğu ve salt zihinsel varlıkların da öncesinde tikel varlıkların
yer aldığı sürece, hiçbir felsefi faaliyet tikellerdeki değişimi bütünüyle göz ardı edemez.
Evrendeki tikel varlıklarda görülen bu değişim, belirli kural ve
kanunlara göre düzen içerisinde sürüp gitmektedir. Daha önce de
belirtildiği üzere sanat tabiata tabi olduğundan, insanın kuracağı
epistemolojik evrenin tabiata tabi olması ve onu örnek alması zorunludur. Çünkü bilginin sebebi varlıktır ve bu sebeplilik yalnızca
maddi olmayıp, aynı zamanda suveri, gâi ve fail illet açısından ger360
Hegel insan varoluşunun çelişkileri üzerinde dururken, burada sözü edilen karşıtlık üzerinde de durur ve onu, bir anlamda tümel ile tikelin karşıtlığı, tabiatta
soyut yasa ile tikel ve özgül (türsel) fenomenlerin doluluğu arasındaki karşıtlık
olarak niteler. Hegel’e göre modern kültür, insandaki bu karşıtlıkları yoğurup işleyerek keskin bir çelişki haline vardırır. Sonuçta “insan birbiriyle çelişen iki dünyada yaşamak zorundadır, öyle ki bu çelişkide bilinç de çırpınıp durur, bir yandan öbür yana itilip çekilerek, şurada ya da burada doyuma ulaşma gücünü bulamaz”. G. W. F. Hegel, Bütün Yapıtları (Seçmeler), Çev: Hüseyin Demirhan, Ankara, 1976,12-13.
176
| Nuri Adıgüzel
çekleşen bir illiyettir. Bu ise, tikellerdeki düzenin zihin varlıklarında
da geçerli olmasını gerektirir.
Nitekim insan bilgiyi, tabiatında doğuştan varolan bilme isteği
sayesinde ilk olarak tikellerden elde eder. Bu bilgi, ya eşyanın zatına ilişkin tasavvur (tanım) veya nesneler arasında varolan olumlu
ya da olumsuz bir ilişkinin tasdikiyle (kıyas) meydana gelir361. Birikerek çoğalan bilgiler, çeşitli bakımlardan sınıflandırılır ve farklı
ilimler oluşur. Böylece insan, kendi türünün bekası için ve bilme isteğinin sağladığı dinamizmle bu birikimi kuşaktan kuşağa aktararak, ontolojik evrene (tabiat) karşılık epistemolojik bir evren (sanat)
kurar. Onun tabii varlığı bunu zorunlu kılmaktadır; zira o tarihsel
olarak da bütünlük arzeden ve ‘bir’ diye nitelendirilebilen, ayrıca
buna yetenekli olan tek varlıktır362.
Şu halde, epistemolojik evrenin kuruluşu esnasında insan, fıtratı ve tabiatı gereği, Tanrı’nın yarattığı ontolojik evreni örnek almaktadır. Zihin dışında varolanın sanata ve bilgiye dönüştürülmesinde
insanın buna muhalif davranması genel ontolojik yasalara aykırıdır.
Örneğin zihin dışında karşılığı olmayan bir sanat ürünü bile, en
azından evrende varolan ahenklilik yasasına uygun üretilmeksizin
sanat adını alamaz. Bunu gerekli kılan ise, ontolojik yasalarla epistemolojik yasalar arasındaki paralelliktir. Ontolojik varlıklar arasındaki birlik-çokluk, ayniyet-zıtlık, benzerlik-farklılık ilişkileri, zihinsel varlıklar arasında birleştirme-ayrıştırma, özdeşlik-çelişmezlik ve
kıyas şeklinde işlemektedir. Dolayısıyla hem zihin dışı evrenin hem
zihin evreninin işleyiş yasaları birbirine paraleldir, benzerdir.
Söz konusu paralellik ve benzerlik, insan tarafından oluşturulacak olan epistemolojik evrenin, ontolojik evrene benzetilmesini, ti361
362
Bkz. İbn Sînâ, el-Burhân, 3–4.
Bu durum K.Kerim’de (2/Bakara, 30) belirtilen ‘halife’ niteliğiyle de uygunluk arzeder.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 177
kellerdeki değişime paralel olarak tümellerin de değiştirilmesini
yani güncellenmesini gerekli kılar. Öyleyse zihnin, zihin dışında
varolan ile belli bir zamanda değil, sürekli (her an yenilenen) ilişki
halinde bulunması gerekir363. Şu halde güncelleştirmenin birinci
temeli değişmesi bakımından varolandır.
Felsefi güncelleştirmede ‘varolan’ değişmesi bakımından temel
kabul edilirken, aynı zamanda pedagojik açıdan (tikellerin, tümellerin
oluşmasına öncelenmiş olmaları anlamında) da temel olmaktadır. Çünkü
tikel fertlere ilişkin bilgi edinilmeksizin tümellere ulaşılamaz.
Söz konusu tümeller, bütün olarak varolana ilişkin olarak üretilmiş olabileceği gibi, tikel ilimler tarafından üretilen tümel yasaları
ifade eden kavramlar şeklinde de olabilir. Dolayısıyla, tikellerin
tümelleştirilmesinde görev alan diğer tikel ilimler felsefeye malzeme sağlarlar. Bu sebeple felsefenin başarısı bir ölçüde tikel ilimlerin
başarısına bağlıdır. Zira onların ulaştıkları tikel gerçeklikler, tümellerin malzemesi konumundadır.
Değişim hakkında belirtilmesi gereken bir diğer husus ise, değişimin konusudur. Bir kavramda güncelleştirmeyi gerekli kılacak
değişimin ortaya çıkması, kavramın oluşumunda yer alan iki sebeple açıklanabilir:
1. Kavramın temsil ettiği mananın ontolojik karşılığında (nesne,
olgu veya ilişkiler) ortaya çıkan değişim. Bu, zaman ve/veya mekan
içerisinde gerçekleşebilir.
2. Kavramın anlamında yani epistemolojik içerikte ortaya çıkan değişim. Bu da yine zaman ve/veya mekan içerisinde olmak
üzere iki şekilde gerçekleşir.
363
Bu konuda insanın Tanrı’yı örnek almasından söz etmek gerekir. Çünkü
Kur’an’da, “O her an bir iştedir” (Rahman, 55/29) buyrulmaktadır ki, değişimin ve
oluşun düzen ve ahenk içerisinde sürekli olduğunu ve ayrıca Allah’ın hep Etkin
olduğunu bildiren bir ayettir. Halife olan insanın da kendi kurduğu dünyasında
O’na uyarak ontolojik evren örneğine göre hareket etmesi gereklidir.
178
| Nuri Adıgüzel
Zaman içerisinde gerek kavramın temsil ettiği ontolojik varlıkta veya ilişkide gerekse kavramların epistemolojik içeriğinde meydana gelen değişim, harekete bağlı olarak ortaya çıkan değişimdir.
Bu hareketin oluş-yokoluş, yer değiştirme, büyüme veya hal değiştirme şeklinde olması arasında hepsinin bir değişimi getirmesi bakımından fark yoktur. Mekan içerisinde gerçekleşen değişim ise harekete bağlı değildir.
Mekan içerisinde gerçekleşen değişim, varolanlar arasındaki
‘başkalık’ ilişkisinden kaynaklanmaktadır. Nitekim nesneler arasında, ‘karşıtlık’ ve ‘uygunluk’ olmak üzere iki temel ilişki bulunur. Buna bağlı olarak, her varolan bir zat ve cevher olarak varolması bakımından ayrıdır veya sınırları vardır; yani ötekinden başkadır364.
Örneğin şu kurşun kalem bizzat kendisiyle özdeş olmasına rağmen,
dört illeti aynı olan şu öteki ile özdeş değildir. Çünkü onu farklı kılan başta varlığa çıkış zamanı ve kapladığı mekan (en geniş anlamıyla
onun varoluşuna etkide bulunan ortam) olmak üzere arazları vardır. Şu
kara kalemle şu beyaz kalemin renkleri bakımından birbirine karşıt
olduklarını da söyleyebiliriz.
Bunlardan başka değişimin zâtî veya arazî yönlerinden de bahsetmek gerekmektedir. Örneğin değişimin gerçekleştiği birinci sınıfta yer alan ontolojik varlıkların değişimi, bizzat kendisinin hal de364
Yine varolması bakımından her varolan, aynı anda ve aynı zamanda çeşitli varlık
kiplerinde bulunmaya karşıttır ve bu sebeple zat veya cevher olarak varolan
hakkında ‘bir ve bölünmezdir’ denilir. Öte yandan her varolan, varolması bakımından tüm diğer varolması bakımından varolanlara ‘benzer’dir. Bu, ontolojik bir
benzerliktir. Bunlardan başka tüm varolanlar ile soyut bilinç arasında da bir uygunluk ilişkisi vardır. Buna, varlığın kapasitesi veya aşkın kapasite denilir. Yani
her varolan varolması bakımından akledilebilirdir (veya gerçektir) ve hoştur (ya da
iyidir). Ayrıca her varolanın içsel uygunluğu, bizzat kendisiyle ‘özdeşlik’ şeklinde
kendini gösterir. Bu ilişki her ne kadar değişmezliği ortaya çıkaran bir ilişki olsa
da, güncelleştirme açısından onu gündeme getirmek yararlı değildir. Geniş bilgi
için bkz. Steenberghen, age, 59-73.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 179
ğiştirmesi, büyümesi veya yer değiştirmesi şeklinde olabileceği gibi,
onun varoluşuna etki eden ortam faktörlerindeki değişimin onun
varoluşuna olan etkilerinin değişmesi aracılığıyla olması sebebiyle
arazî de olabilir. Kısaca belirtmek gerekirse, ontolojik olsun, epistemolojik olsun değişen varlığın değişimi, kendi zâtındaki değişime
bağlı olabileceği gibi, varoluşunu etkileyen ortamındaki değişime
de bağlı olabilir. Güncelleştirme açısından değişimle ilgili bu ayrımın dikkate alınması son derece önemlidir365.
Felsefî güncelleştirmenin ikinci temeli, zaman ve mekân bakımından uzakta olan hazır bilgidir. Güncelleştirmenin yapılacağı kültür ortamından zaman bakımından uzakta olan, o ortamın genel anlamda karakteristiklerini (kendine özgülüklerini), gidişatını ve yönünü
en doğru yansıtma kabiliyeti bakımından, o ortamın temeli olmayı
365
Kuşkusuz değişim konusunu kısaca da olsa burada bütün yönleriyle vermek
mümkün değildir. Fakat önemine binaen bir hususa daha işaret etmekte yarar
vardır. Tikellerde ortaya çıkan değişim tabii bir değişim olması bakımından, bizim tikel varlıklarla ilişki kuran duyusal varlık yanımızla algılanır. Oysa tümel
varlıklarda ortaya çıkan değişim insan eliyle gerçekleştirilen sanatsal bir değişimdir ve insanın akıl yanıyla algılanır. Akıl yanıyla algılama ise yukarıda belirtildiği üzere, bize uzak, tabiata yakın olan basit manaların algılanmasıdır ve bunlar, birincilere oranla daha az bilinebilirdirler. Diğer bir ifadeyle, insanın tabii
nesneleri algılayan duyusal yanı, birden çok veriyi birleştirerek nesneden edindiği izlenimi o nesneyi temsil eden forma dönüştürmektedir. Bu esnada dış uyarıcının (tikel nesne) duyu organı veya organlarıyla anlık da olsa birlikte bulunması, insanda bıraktığı etkinin daha fazla uyarıcı olmasına yol açmaktadır. Fakat
duyusal algılamada uyarılma ve bu uyarıya bağlı olarak ortaya çıkan algı, isteğe
bağlı değil, tabii olarak gerçekleşir. Burada uyarılma ile bir nesneye yönelmeyi
değil, nesneyle duyumuzun birlikteliği esnasında onun duyumuzda bıraktığı etkiyi kastediyoruz. Bu, iradi olmayan bir uyarılma ve algılamadır. İnsanın akıl
yanıyla algılamasında ise, irade vardır. Bu konularda bkz. Kindî, Fi’l-Felsefeti’lÛlâ, 106; İbn Sînâ, eş-Şifâ, et-Tabiiyyât, I/31; İbn Rüşd, Kitâbu's-Simâu't-Tabiî, Tah:
Josep Puig, Madrid, 1983, 20. (İnsan varlığının duyusal ve akılsal olmak üzere iki
farklı yanı olduğu üzerinde durulmaktaydı ve duyusal varlık yanımızın algısına
konu olan tikel varlıkların bize yakın olması bakımından daha fazla bilinebilir
olduğu ispatlanmaktaydı).
180
| Nuri Adıgüzel
başka ortamlara oranla daha fazla hak etmektedir. Mekan bakımından uzakta olan ise, içinde yaşanılan çağda, güncelleştirmenin yapılacağı ortamın dışında üretilen birikimin ulaştığı düzeyi yansıttığından, güncelleştirilmenin yapıldığı ortama evrensel bir ufuk ve perspektif kazandırması bakımından temel olmayı hak etmektedir. Hazır
bilginin kullanılma gereği ise ispata ihtiyaç duymayacak kadar apaçıktır366. Güncelleştirmenin temellerinin ne olması gerektiğine kısaca
temas edildikten sonra, güncelleştirmenin en önemli şartı durumundaki öznenin konumuna da işaret edilmesi gerekir.
B. ‘Güncelleştirme’nin Şartları
Her zihnin yapısını ve işleyişini etkileyen her türlü nesne, olgu,
duygu, tecrübe, inanç, fikir ve düşünce gibi unsurlardan oluşan birikim özneden özneye değişiklik gösterebileceği gibi, kültürden
kültüre de farklılık gösterir. Bu farklılık, söz konusu ortamın aynı
zaman dilimindeki başka ortamlara göre kendine özgülüğünü yansıtır. Dolayısıyla bir ortamda ortaya konulan fikir veya düşünceyi
güncelleştirecek zihnin o ortamın kendine özgülüğünü temsil yeteneğinde olması gerekir. Zira bu kendine özgülük bireysel olarak
düşünen tek bir özneye ait olmayıp, tüm ortama ait olduğundan, bu
temsil yeteneği iradeye bağlı bir yetenek değil, tabii olarak oluşan
bir yetenektir. Şu halde, Güncelleştirmeyi gerçekleştirecek olan öznenin güncelleştirilen kavramın ait olduğu ortamda (kültür veya düşünce ortamı) yetişmiş olması şarttır. Onun, bu ortamda yer alan toplumun tarihine, inançlarına, duygu, düşünce, tecrübe, gelenek366
İbn Sînâ, el-Burhân, 10 vd.; İbn Rüşd, Telhîsu Kitâbi’l-Burhân, 33; Tefsîru Mâba’de’tTabîa, I/11-12; Bkz. Yahya b. Adiy, age, 174–175; Günümüzde bilginin gelişim sürecine ilişkin olarak yürütülen tartışmalar başka bir bağlamda ayrıca ele alınmalıdır. Bu konuda geniş bilgi için bkz. Bilginin Gelişimi-Bilginin Gelişimiyle İlgili Teorilerin Eleştirisi, Editörler: İmre Lakatos-Alan Musgrave, Çev: Hüsamettin Arslan,
İstanbul, 1992.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 181
göreneklerine ve kısaca o ortamı başkalarından farklı kılan farklılıklarına onu temsil edebilecek düzeyde sahip olması (ki böyle değilse
sağlıklı bir güncelleştirme yapması son derece güçtür), onun yapacağı
güncelleştirmenin ‘doğru’ (sâdık) olması bakımından gereklidir ve
şarttır. Bu şartın gerçekleşmemesi halinde, özne güncelleştirme faaliyetini gerçekleştirdiği ortama yabancı olacaktır ve bu yabancılık,
onun düşüncesine de yansıyacaktır. Fakat burada sözü edilen yeteneğe sahip olmak için mutlaka o ortamda doğmuş ve yetişmiş olmak gerekmez. Çok zor olsa da, bir kimsenin kendi doğup yetiştiği
ortamdan farklı bir ortamı temsil yeteneği kazanması da mümkündür. Kimi zaman ise bir kimse bizzat kendi doğup yetiştiği ortamı
temsil yeteneğinde olmayabilir. Belki etimolojik açıdan ‘aydın’ adını
gerçekten hak edenlerin bu temsil yeteneğine sahip olan ve sorunlara çözüm önerisi üretebilenler olduğu söylenebilir.
Güncelleştirmenin yapılabilmesinin ikinci şartı ise, tikel ilimlerin felsefe için gerekli olan malzemeyi yeterli ölçüde üretmesidir.
Aksi halde felsefe yapma yeteneğine sahip olan birey, felsefe üretebilmek için gerekli olan malzemeyi temin için gereğinden fazla zaman ve çaba harcamak durumunda kalır. Bu da, gücünün başka bir
alanda tüketilmesi anlamına gelir. Bu şartı da iki boyutlu olarak ele
almak mümkündür. Birincisi, doğrudan toplumun ilmî birikiminin
felsefe yapmaya elverişli düzeye çıkarılması, ikincisi ise, felsefeye
yetenekli olan bireylerin öğretim sürecinde bütün ilimlerin pratiğe
yönelik değil, teoriye yönelik taraflarıyla mücehhez hale getirilmesidir. Yeterli birikimi almayan bir bireyin felsefe yapması mümkün
değildir. Zira edineceği birikim, onun ufkunu mümkün olan en evrensel düzeye taşıyacaktır.
Güncelleştirme için tespit edilen bu şartlardan başka, zihnin
davranışlarına genel anlamda şekil ve yön verecek olan bazı ilkelerin de benimsenmesi gerekir.
182
| Nuri Adıgüzel
C. “Güncelleştirme”nin İlkeleri
Güncelleştirmenin amacı ‘doğruya ulaşmak’ ise, onun birinci ilkesinin ‘zihinde varolan ile zihin dışında varolan arasındaki uygunluğun
(âhengin) sağlanması’ olduğu söylenebilir. Bu ilkenin benimsenmesi,
güncelleştirmede olgunun yeterince göz önüne alınmasını sağlayacak, diğer bir ifadeyle epistemolojik yoğunluk arasında olgu ve tikellerle tümelin ilişkisinin canlı kalmasına yol açacaktır. Kavramların temsil ettikleri nesneleri en ileri düzeyde temsil edebilecekleri
bir forma sokulmaları, bu sayede mümkün olabilir. Bunun gerçekleşebilmesi için ikinci bir ilkenin daha kabulü gerekir ki buna kısaca
‘mananın tabiatına sadakat’367 denilebilir.
Bir güncelleştirmede “kavramın delalet ettiği mananın tabiatı”368 deyimiyle, herkes tarafından anlaşılan ve kavram zikredildiğinde herkesin zihninde aynı çağrışımları oluşturan ortak manayı (ki bu mana
bir tümele delalet eder) kastediyoruz. Bu mana kavramın içerdiği, en
fazla dayanıklılığa sahip olan, en tümel ve zihinlerde hep aynı etkiyi
uyandıran manadır. Örneğin ‘yöntem’ kavramı konunun başında zikredilen ‘doğru bilgiye ulaştıran en kestirme yol’ anlamında alındığında
ona, tümel olarak bütün ilim dallarında benimsenebilecek ve herkesin zihninde aynı etkiyi uyandıracak bir mana yüklenmiş olur; oysa
onunla fiziğin veya kimyanın, biyolojinin, psikolojinin, sosyolojinin
367
368
‘Kavramın tabiatı’ yerine kavramlaştırma işinin bir sanat olması nedeniyle ‘kavram
sanatı’ deyimini kullanmak mümkün ise de, kavramların basit nesnelere delalet
eden basit köklerden türetilmiş olmaları nedeniyle, onların kalıcı olan manalarında tabiiliğin sanatsallıktan daha fazla olduğu düşünülmüştür. Ayrıca ‘sanat’
sözcüğü günümüz Türkçesinde kullanıldığı şekliyle İslam filozoflarının kullandıkları manadan oldukça farklı bir anlam genişlemesine uğramıştır. Bu nedenle
‘kavramın tabiatı’ deyimi kullanılmıştır.
‘Tabiat’ kavramı burada terim anlamının dışında kullanılmıştır. Çünkü buradaki
kullanım, tabii varlıklarla ilgili değildir. Bu kavramın terim anlamı hakkında geniş bilgi için bkz. Aristoteles, Fizik, çev: Saffet Babür, İstanbul, 1997, II/192b 21-22;
İbn Sînâ, eş-Şifa, et-Tabiiyyât, I/31; İbn Rüşd, Kitâbu's-Simâu't-Tabiî, 20; Tehânevî,
age., 1127.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 183
vb. yöntemi kastedildiğinde, kavram tikelleştirilmiş olmaktadır. Bu
durumda ‘yöntem’ kavramı bir biyolog için farklı, sosyolog için farklı
anlamlar ifade edecektir. Şu halde ‘mananın tabiatına sadakat’ deyimi,
‘kavramın tümel anlamına sadakat’ manasında alınmalıdır. Bu aynı zamanda kavramların değişen yanlarından başka bir de değişmeyen
yanlarının varolduğunu benimsemek demektir.
Ele alınan kavramın bu değişen anlamlarından başka, kalıcı ve
tümel bir manasının bulunmaması halinde güncelleştirmeden söz
edilemez. Çünkü bilginin ve ilmin sürekliliği yanında öğretilebilirliği
de, kalıcı manaların varlığına bağlıdır369. Fakat kavramın manasındaki değişim kimi zaman onun tabiatının yok olmasına da yol açabilir.
Bir kavramın, tarihsel süreçte ya da ortamın değişmesine bağlı
olarak uğradığı anlam değişimi veya genişlemesi onun tabiatını
bozmuş ve kavram farklı bir tabiata ve karaktere bürünmüş ise, güncelleştirme değil, yeni bir kavram oluşturma söz konusu olacaktır.
Örneğin, klasik İslam felsefesinde kullanılan ve feyz nazariyesinin
açıklanmasında önemli bir yere sahip bulunan ‘felek’370 kavramının
bugün için artık oluşturulduğu çağdaki anlam tabiatını (akıllı ve akılsal
yönetici varlıklar) koruduğu söylenemez. Çünkü astronominin bugünkü verileri, bu anlamı doğrulamamaktadır. Bu durumda, günümüz insanlarının metafizik sorunlarına çözüm önerebilmek için feyz
nazariyesinden yararlanılacaksa, bu düşünce sisteminde yer alan ‘felek’ kavramı yerine yeni bir kavram oluşturulmalı veya bu kavram
terk edilmelidir. Yine ontolojik düzeni açıklarken başvurulan ve Aristo geleneğinden İslam filozoflarına geçen “Ayüstü âlem” ve “Ayaltı
âlem” deyimleri için de aynı durum söz konusudur. Bugün bunların
yeni ontolojik açıklamalarda kullanılmaları mümkün değildir.
369
370
Bkz. İbn Sînâ, el-Burhan, 10 vd.
“Felek” kavramı hakkında bkz. İlhan Kutluer, Cemal Kurnaz, ‘Felek’, İslam Ansiklopedisi, TDV.,12/303 vd.; Mehmet Vural, İslâm Felsefesi Sözlüğü, Ankara,
2003, 133.
184
| Nuri Adıgüzel
Güncelleştirmenin üçüncü ilkesi, olgu ve olayların oluş sürecindeki ‘değişimin izlenmesi’dir. Çünkü doğruya ulaşabilmek için,
reel dünyadaki değişimi, gerektiği ölçüde tümele yani kavrama da
yansıtmak gerekir. Hangi boyutta (zaman, mekân) yapılırsa yapılsın
güncelleştirmeyi gerekli kılan, ‘değişim’dir. Her güncelleştirme, ele
alınan konu, kavram, özne vb. unsurların değişime uğraması sebebiyle yapılır. Bilindiği gibi, tikel olarak varolan İlk İlke (el-Mebdeü’lEvvel) dışındaki varlıkların hepsi, bir çeşit (oluş-yokoluş, yer değiştirme, hal değiştirme ve büyüme) harekete sahiptir. Hareket371 ise değişim (tagayyür)372 anlamına gelmektedir ki akıl sahibi her insan, evrende bunun varlığını az bir düşünmeyle anlayabilir373.
Fakat değişimin ortaya çıkmasını sağlayan mebde bakımından
değişim iki çeşittir. Birincisi, değişim ilkesinin (mebde) değişen nesnenin bizzat kendisinde bulunduğu değişim çeşididir (ki bu durumda o nesnede ilk olarak ve bizzat bulunmuş olmalıdır). İkincisi de, değişim ilkesinin (mebde) değişen nesnenin dışında bulunduğu değişim
çeşididir. İlke nesnenin kendisinde bulunuyorsa, buna ‘tabii değişim’, kendisinde bulunmuyorsa, buna da ‘sanat’ adı verilir374.
Tabii değişimde gayeliliğin hakim olduğu ve belirli bir amaca
göre gerçekleştiği açıkça görülmektedir. Bu sebeple filozoflar, “Tabiat
371
372
373
374
Hareket konusunda geniş bilgi için bkz. Ebû Ali İbn Sînâ, eş-Şifâ, et-Tabîiyyât 1,(
es-Simâ’u’t-Tabiî), 81-173; et-Tabîiyyât Min ‘Uyûni’l-Hikme, 13-23.
Hareketin değişim olduğu konusunda bkz. İbn Rüşd, Kitâbu’s-Simâ’u’t-Tabiî, 19,
20, 71, 74, 110; İbn Sînâ, el-İşârât III/76-77. Ayrıca aynı sayfalara Tûsî’nin yaptığı
Şerh’e de bakılabilir. Fakat İbn Sînâ “Simâu’t-Tabiî”de, değişimi daha geniş bir anlamda kullanmakta ve her hareketin değişim olduğu halde, her değişimin hareket olmadığını belirtmektedir. Ona göre her değişim hareket olsaydı, her değişik
varlığın hareket eden bir varlık olması gerekirdi. Dolayısıyla o değişimin daha
geniş bir anlama sahip olduğunu belirtmektedir. Bkz. İbn Sînâ, Simâu’t-Tabiî, 83.
İbn Rüşd, ‘Kitâbu Simâ’u’t-Tabiî’nin yedinci bölümünün başında evrendeki her
şeyin hareket halinde olduğunu ispat etmektedir. Bkz. 114 vd.
Hareket ve değişimin ilkeleri için bkz. İbn Rüşd, Kitâbu’s-Simâ’u’t-Tabiî, 19-28.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 185
boş iş (bâtıl) yapmaz”375 demişlerdir. Aynı durum, sanat için de geçerlidir. Çünkü sanat tabiattan sonradır ve tabiatı önceden kabullenmektedir376. Şu halde gerek tabiat yoluyla, gerekse sanat yoluyla gerçekleşen değişimde bir amaç bulunduğuna göre, her değişimin değişen
nesneleri amaca yaklaştırması gerekir. Dolayısıyla güncelleştirmede
‘değişimin izlenmesi’ ilkesi, evrende belirli bir amaca yönelik sürekli bir
değişim olduğu olgusunu ve bu değişimin iyi olana yönelik olduğunu benimsemek ve bu bilince göre hareket etmektir377.
Öte yandan tümelin fertlerinde meydana gelen değişim, iki boyutludur. Birincisi nesne ve olgulara bağlı olarak, bizzat fertlerin
zatlarının veya zatlarda bulunan arazların değişmesi, ikincisi ise süjeye bağlı olarak, algılayan, anlamlandıran ve yorumlayan öznenin
değişmesiyle kavramın anlamında meydana gelen değişmedir. Ayrıca bunların her ikisi de, zamana ve mekâna bağlı olarak gerçekleşebilmektedir.
Kısaca belirtmek gerekirse, güncelleştirmenin üçüncü ilkesi
olan ‘değişimin izlenmesi’:
 Kavramın içeriğini ve fertlerini oluşturması bakımından kavramın içeriğinde ‘Zaman ve mekâna bağlı olarak gerçekleşen değişimin
izlenmesi’;
 Kavramın mekânı ve ortamı olan süjenin, diğer bir ifadeyle
zihnin zaman ve mekâna bağlı olarak değişmesi bakımından, ‘kavramdaki değişimin izlenmesi’, olmak üzere iki yönlüdür.
375
376
377
İbn Rüşd, bu sözü Aristo’dan nakletmektedir. İbn Rüşd, Kitâbu’s-Simâ’u’t-Tabiî,
25. (Krş. Aristoteles, Fizik, II, 198b, 3-4 (s.81).
Geniş bilgi için bkz. İbn Rüşd, Kitâbu’s-Simâ’u’t-Tabiî, 25.
"... Sanat ve tabiatın her ikisi de belli bir şeyi gerçekleştirmek için eylemde bulunurlar ki o
da, sanatın ve tabiatın kendisini rehber edindikleri iyidir". Refik el-Acem-Ferit Cebr,
‘Tabiat’, Mevsûatü Mustalahâti İlmi'l-Mantık İnde'l-Arab, Beyrut, 1996, 508.
186
| Nuri Adıgüzel
D. ‘Güncelleştirme’de Kavram Bağlamı ve Kavramın yapısı
Değişime uğrayan kavramların bağlam ve yapısının, onların
güncelleştirilmesindeki işlevine de işaret etmek gerekmektedir. Bilindiği gibi bir düşüncenin açıklanmasında, belirli bir dile ait sözcüklerden yararlanılır. Bu sözcüklerin hepsi açıklamasında yer aldığı düşüncenin kendine özgü anlam içeriğini karşılamak üzere
kullanılmazlar. Bir kısmı bu özel anlamı içerirken (ki bu anlamı o
kavrama, onu üreten düşünür yüklemektedir), diğer sözcükler bu özel
anlamı içeren sözcükleri açıklamak ve o tür sözcüklerin (kavramların) birbirleriyle ilişkilerini açığa çıkarmak için kullanılırlar. Başka
bir ifadeyle kavramların dışında kalan sözcüklerin hepsi, deyim yerindeyse, kavramların hizmetçileri konumundadır. İşte kavramın
bağlamını oluşturan unsurlar, bu sözcükler ve bunların oluşturduğu anlam dünyasıdır. Zira bu anlamların oluşturduğu alan, ‘o’,
‘kendi’, ‘aynı’ ve ‘bir’ gibi niteliklerle anılmayı hak eden ve güncelleştirmenin yapıldığı ortama karşılık gelen bir alandır. Belki Kuhn’un
(1922-1996) ‘paradigma’ ile kastettiği378 ve o ortamda kendine özgülüğü barındırması anlamında da ideolojik bir alandır.
Şu halde bir düşüncenin, o düşüncenin kavramları tarafından
temsil edildiğini ve kavramların düşüncenin temel unsurları olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Düşüncenin temel unsurları,
kavramlar ise, ‘düşünce’ denilen şey bunların birleşmesinden meydana geliyor ve düşüncenin açıklanmasında yer alan kavram dışın378
Kuhn ‘paradigma’ kavramına yirmibir farklı anlam vermektedir. Fakat bu anlamlar asla birbiriyle çelişmemekte, birbirini açıklamaktadır. Kuhn’un kavrama yüklediği tüm anlamlar için bkz. Margaret Masterman, ‘Paradigmanın Doğası’, Bilginin Gelişimi, 73-80. Kuhn’un felsefî türdeki paradigmaları ise Masterman’ın deyimiyle ‘metafiziksel paradigmalar’ veya ‘metaparadigmalar’dır. Kuhn’un bu tür paradigmaları, ‘bir inançlar takımı, bir mit, başarılı bir metafizik spekülasyon, bir standart,
yeni bir görme tarzı, algının bizzat kendisini yönlendiren organize edici bir ilke, bir harita, geniş bir gerçeklik alanını belirleyen bir şey’ anlamlarını içermektedir. Masterman,
81.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 187
daki unsurlar kavramlara hizmet ediyorsa, düşüncenin güncelleştirilmesinin ancak bu kavramların güncelleştirilmesiyle mümkün
olacağı açıktır.
Bir düşünce sistematiğinde yer alan kavramların düşünce örgüsünde kullanılış biçimleri, birbirleriyle ilişkileri, onlara yüklenen anlamların çağrışımları, onları açıklamakta kullanılan sözcükler, o
kavramı türeten özne gibi düşüncenin oluşumunda yer alan unsurlar, zaman veya mekân bakımından çevreden çevreye değişim gösterebilmektedirler. Ayrıca bir toplumun her türlü duygu, düşünce,
tecrübe ve inanç gibi değerleri ve onu başka toplumlardan farklı kılan unsurlar, dil aracılığıyla ifade edilirler. Dolayısıyla bir toplumda
konuşulan ve yazılan dil, topyekûn o toplumun zihninde varolan
düşünce ve manaların toplamını da yansıtmaktadır. Bir ilim adamı,
herhangi bir sözcükten kavram türetirken, toplumla müştereken
sahip olduğu bu manaların etkisi altındadır. Çünkü insan bilgisinin
kaynağı varlıktır ve varlıkla duyular aracılığıyla ilişki kuran insan,
bütün birikimini en yakından başlayarak gittikçe genişleyen bir
çevreden elde eder. Bu bağlamda Popper’ın şu cümlesini hatırlatmakta yarar vardır: “Her durumda teorilerimizin, beklentilerimizin,
geçmiş tecrübelerimizin ve dilimizin çerçevesi (çatısı, ç.) içine hapsedilmiş
mahkûmlar olduğumuzu kabul ediyorum”379.
379
Bkz. Karl Popper, “Olağan Bilim ve Tehlikeleri”, Bilginin Gelişimi-Bilginin Gelişimiyle İlgili Teorilerin Eleştirisi (ilerde Bilginin Gelişimi kullanılacak), der:
Imre Lakatos-Alan Musgrave, Çev: Hüsamettin Arslan, İstanbul, 1992, 66-67.
Popper bu cümlesini, bilimsel bilgi ile ilgili olarak kullanıyor. Fakat felsefi bilginin oluşum sürecinin de en az aynı ölçüde etki altında olduğunu söyleyebiliriz.
Kuhn’un dile getirdiği ‘paradigma’ fikrinin ise bizim burada açıklamaya çalıştığımız ‘değişim’i bütün boyutlarıyla içerdiği söylenebilir. Thomas Kuhn, “Keşfin
Mantığı mı Yoksa Araştırmanın Psikolojisi mi?”, Bilginin Gelişimi, 19-28; Thomas
Kuhn, “Eleştirmenlerime Cevaplar”, Bilginin Gelişimi, 326-341. Burada Kuhn’un
anlam değişimini ifadede karşılaşılan sorunlara ilişkin şu sözlerini aktarmak istiyoruz: “…Bir insanın tam tercümeye ulaşmak için iki dili bilmesi gerekse ve dolayısıyla
tercüme hep bir noktaya kadar götürülebilse bile, ilgili tercüme iki dili de ustaca kullanan
188
| Nuri Adıgüzel
Kısaca burada vurgulanmak istenen şudur: Kavramların üç
farklı anlam boyutundan söz edilebilir. Birincisi, türetildiği kökün
temsil ettiği tikel varlığa ilişkin ‘kök anlamı’dır ki kavramın nesnel
yanını oluşturur. İkincisi, kavramı türeten düşünürün kavrama kattığı yeni anlam ki bu da, kavramın ‘öznel alanı’nı oluşturmaktadır.
Üçüncüsü ise, bu kavramın açıklanmasında kullanılan diğer sözcüklerin oluşturduğu ve toplumun bütününe ait izler taşıyan ‘ilineksel (ve ideolojik) alan’dır. Bir benzetmeyle ifade edecek olursak, ontolojik alandaki cevherleri, epistemolojik alanda kavramların temsil
ettiği söylenebilir. (Burada metafizik basitlikteki tümel ve ikinci cevherleri değil, tikel ve birinci cevherleri kastediyoruz. Yani madde ve sureti olan
cevherler). Kavramın temsil ettiği tabii nesne onun heyulası; düşünürün zihninde kazandığı form ve içerik onun sureti; onu açıklayan
diğer sözcük ve anlamlar ise onun arazları konumundadır. Kavramın heyulası, zihinde bir çağrışım meydana getirir ve zihnin onun
suretine (öznel yanına) ulaşması, içinde bulunulan toplum tarafından bilinen ve anlaşılan diğer sözcükler aracılığıyla olur. Çünkü
kavramı ifade etmede kullanılan ve anlamı açık seçik olan diğer
sözcükler tüm toplumun belirli düzeyde zihin yapısını, ufkunu, her
türlü birikimini vs. de yansıtır ve bu anlamda o ideolojiktir; ortamdan ortama farklılık gösterir.
Bu sebeple bir düşünür, ürettiği bir kavramı açıklarken, henüz
topluma malolmamış başka kavramlar ya da anlamında bulanıklık
bulunan sözcükler kullanmaktan olabildiğince kaçınır. Bunda başarı göstermek ise dilin zenginliğine bağlı olarak değişkenlik gösterir.
biri için dahi ciddi zorluklar doğurur. O, birbirleriyle uzlaşmaz amaçlar arasındaki en
uygun uzlaşma noktalarını bulmalıdır. Nüanslar korunmalıdır; ama komünikasyonu koparacak cümleler pahasına değil”. Bu sözlerle ilgili olarak yukarıda zikredilen ‘değişim’ ile kastedilen mananın bu olmadığı söylenebilir. Fakat değişim kavramını en
geniş manada kullanmış olduğumuzu hatırlatmak isteriz.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 189
Nitekim kavram üretiminde yalnızca tabii nesnelere delalet eden
basit sözcükler değil, aynı zamanda türemiş sözcükler de kullanılır
ki, bu durumda da mananın tabiatına sadakat mümkündür380.
Basit olsun, türemiş olsun, herhangi bir varlığı ya da varlıklar
arasındaki ilişkiyi temsil eden her sözcüğün, temsil ettiği varlık ile
onun zihindeki delaleti arasında birebir bir ilişki vardır. Dolayısıyla,
cevher benzetmesinden hareketle denilebilir ki, gerek tabii bir dildeki kök halinde bulunan sözcüklerden, gerekse sanat ürünlerini
380
Özellikle insan ilişkilerinin yoğunluğunun tabii nesnelerden sanat ürünü varlıklara, bir anlamda ontolojik alandan epistemolojik alana kaydığı çağımızda, temel
sözcüklerden çok, türemiş sözcüklerden yeni kavramlar oluşturulduğu da bir
vakıadır. Buna başka dil sorunları da eklendiğinde, kavram üretmede sistematik
bir yöntem oluşturmak güçleşmektedir. Son yüzyıllarda gelişen bilim ve teknoloji ürünlerinin Batı’da üretilmiş olması ve buna bağlı olarak bu ürünlerin diğer ülkeler tarafından isimleriyle birlikte alınması, tikel karşılıklarının olması bakımından sakınca doğurmayabilir; fakat yabancı düşünce sistemlerine ait soyut kavramların da aynen aktarılması bu güçlüğü daha da artırmaktadır. Bu durum,
ideolojik sebeplerle Türk aydınları arasında ortaya çıkan yöntem, tavır veya dil
farklılığını daha da derinleştirmektedir. Ayrıca bütünüyle bunun önüne geçilmesi de mümkün değildir. Zira toplumlar arası etkileşim, başta en temel iletişim
aracı olan dilde gerçekleşmektedir. Güncelleştirmenin yapıldığı dile yabancı dilden geçmiş olan bir sözcükten kavram üretilecekse, bu sözcüğün topluma malolmasını göz önünde bulundurmak, onunla ilgili sakıncaları azaltabilir. Başka
dildeki soyut kavramların aynen aktarılmasının ise, bilgi değerinin ötesinde bir
değer taşıdığını söylemek son derece güçtür. Ayrıca bu, o dili konuşan toplum
ile, soyut düşünen entelektüeller arasına duvar örülmesine yol açmaktadır. Zira
bütün toplumlarda çok büyük bir ekseriyet, somut ve tikel karşılıkları olan bilgilerle işlerini görür, hayatlarını sürdürürler ve sadece basit düzeydeki soyut bilgilere ilgi gösterirler. Zira toplumun organları nicelik bakımından bir insana benzetilebilir. Toplumun beyni durumundaki entelektüeller, birey olarak bir insanın
vücudundaki beyin mesabesindedirler. Buna göre, ilişki düzeyleri daha tikel seviyede kalanlar, soyut düşüncelere ilgi göstermeyenlerdir (istisnalar elbette bulunabilir). Tıpkı beynin insan vücudunda daha fazla enerji tükettiği gibi, entelektüeller de birincilere oranla (birey olarak kıyaslandığında) daha fazla tüketirler. Fakat
buna karşılık, entelektüellerin ürettiklerinin topluma yararı da fazladır. Öyleyse
bir entelektüel, toplum için ürettiklerinin toplum tarafından anlaşılabilir olması
için en ileri düzeyde çaba sarf etmelidir.
190
| Nuri Adıgüzel
ifade eden türemiş sözcüklerden olsun, oluşturulacak kavramın bir
heyulası (ana madde) vardır ve o sözcüğün delalet ettiği tabii veya
suni nesneden ibarettir (kök anlamı). Buna o sözcüğün ‘zâtî anlamı’
denilmesi de mümkündür. Bir özne tarafından bu heyulaya bir şekil verilir ve suret kazandırılır (öznel alanı). Son olarak, o dilin ait olduğu toplumun kolayca anlayabileceği apaçık ifade ve sözcüklerle
açıklanır (ilineksel alan). Böylece kavram muhatabının zihninde zâtî
anlamın doğurduğu çağrışım yardımıyla, toplum zihnini yansıtan
sözcükler aracılığıyla ve onu üreten öznenin kazandırdığı yeni içerik ve formla birlikte belirginleşir.
Kavramların bu üç unsurdan meydana geldiği belirtildikten
sonra, kavramların üretildiği sözcüklerin yapısıyla ilgili kısaca bilgi
verilmesi de, güncelleştirmenin niteliğinin anlaşılmasına katkı sağlayacaktır.
Buna göre bir sözcük, doğrudan doğruya bir nesneyi temsil
edebileceği gibi, nesneler arasındaki bir ilişkiyi, nesnedeki bir durumu, bir olayı vb. de temsil edebilir. Sözcüğün temsil ettiği bu
nesne tikel ya da tümel olabilir. İlim bunlar arasından tümel olanları konu edinir; zira tikellerin sonu yoktur ve onlarla ilim kurulamaz.
Zira tikeller sürekli olarak değişmekte, oluş ve bozuluşa (kevn ve fesad) uğramaktadırlar. Sürekli değişen, oluş ve bozuluşa uğrayan
hakkında sabit bir bilgi mümkün değildir.
İkinci olarak, tümel anlama sahip sözcüğün ait olduğu dil, tabii
olabileceği gibi, yapay da olabilir381. Tabii dillerde her basit sözcük,
doğrudan tabii bir varlığa veya tabii bir manaya işaret eder. Çağlar
boyunca geçirdiği değişimlere rağmen buna Türkçeden ‘taş’, ‘sert’,
381
Tabii dil ile doğrudan doğruya tabii çevreyle ilişkilerin doğurduğu dili kastediyoruz. Örneğin Arapça veya eski Türkçe tabii diller iken, Osmanlıca yapay bir
dildir. Fakat hangi dillerin tabii olduğu, ideolojiye konu edilebileceğinden, metin
içerisinde örnek zikretmemeyi uygun bulduk.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 191
‘yumuşak’, ‘öz’ ve ‘söz’ gibi örnekler vermek mümkündür. Bu sözcüklerden her biri, temsil ettikleri nesneyle insanın ilişkisi esnasında, bu nesnelerin duyularda bıraktığı etkiyi (en azından teorik olarak)
yansıtmaktadırlar. Fakat dilin oluşması için, oldukça uzun bir süreç
gerekmektedir. Zira Fârâbî’nin de belirttiği gibi, insanlar aynı nesnelerden aynı izlenimleri edindikten sonra, bunu birbirlerine ilk
olarak işaretlerle, sonra seslerle, sonra da kelimelerle ifade etmeye
başlamışlardır. İnsanın tabii çevresiyle ilişkilerinin gelişmesi sonucunda, yeni manalar ortaya çıkmış ve bunları ifade edebilmek için
basit kelimelerden türemiş kelimelere geçilmiştir382. Tabii nesnelerin
tabiatlarının duyularda hep aynı izlenimleri uyandırmaları, insanların dil oluşturmalarında temel dayanakları olmuştur. Kavramların oluşturulmasında ise, zihinde hep belirli bir türden manayı çağrıştıran sözcüklerin kullanılması, ilmi birikimin canlı kalmasına ve
daha kolay pratiğe aktarılmasına vesile olacaktır. Her kavram için
bu mümkün gözükmese de, kavramların türetildiği sözcüklerin
‘belli türden bir manayı çağrıştırması’ prensibini ilke olarak benimsemek, toplum açısından daha verimli sonuçlar doğuracaktır.
E. “Güncelleştirme” Nasıl Yapılmalıdır?
Her şeyden önce felsefeye ait birikimleri güncelleştirmenin felsefi bir faaliyet olduğu vurgulanmalıdır. Bu bakımdan güncelleştirme, felsefenin amacı olan ‘insan mutluluğuna hizmet’ için yapılmalıdır. Bu amaca yönelik faaliyetlerde, yukarıda güncelleştirme için
belirlenmiş olan birinci ilke gereğince, güncelleştirmeyi yapacak
öznenin içinde bulunduğu ortam ve toplum son derece önemli382
Fârâbî ‘Risâletü’l-Hurûf’un ikinci bölümünü, sözcüklerin, felsefenin ve dinin doğuşuna ayırmış ve konuyu son derece ayrıntılı bir şekilde ele almıştır; burada
kısmen de olsa kavramların tikelleri temsil ettiği görüşü Fârâbî’nin bu hususlardaki açıklamalarına dayandırılmaktadır. Geniş bilgi için bkz. ‘Risâletü’l-Hurûf’
108-159.
192
| Nuri Adıgüzel
dir383. Çünkü en önemli evrensel sorunların ve düşüncelerin bile
toplumdan topluma farklılık gösteren kendine özgü anlam ve içeriğe sahip oldukları bilinmektedir. Evrensel olma iddiasıyla bu kendine özgülüklerin kaybolmasının günümüzde yalnızca felsefe üretemeyen toplumlar aleyhine sonuçlar doğurduğu da ortadadır.
Çünkü entelektüel evrende filozof düzeyinde temsilcisi bulunan
toplumlar, ileri toplum durumundadırlar ve filozofların kalkış noktalarında bu kendine özgülükler tabii olarak varolduğundan, süreç
onların lehine işlemektedir. Günümüzde felsefe üretemeyen toplumlar ise çoğu zaman, felsefeyi başka toplumlardan aynen (taklit
düzeyinde) almakta, onu güncelleştirmede yetersiz kalmaktadırlar.
Düşüncenin başka toplumlardan aktarılması esnasında güncelleştirilmemesi ise, pratiği teoriye uyarlamak isteyen siyasal otoritelerin
uygulamadaki aksaklıkları ve uyuşmazlıkları siyasal erkini kullanarak aşma çabasına düşmesi, düşüncenin ideolojiye dönüşmesine yol
açmaktadır. İdeolojide karşı taraf konumuna düşenler ise, söz konusu düşünceyi önyargılı olarak reddetme durumunda kalmaktadır. Şu halde, güncelleştirmeye girişmeden önce, sorunların kendi
tabii ortamında, bizzat o ortamın bir parçası ve ürünü olan düşünürler tarafından tespit edilmesi yer almaktadır.
Yeni bir bilgi arayışına girişildiği her yerde, aşılmak istenen bir
sorunun veya geliştirilmek istenilen bir çözümün bulunduğu söylenebilir. Aksi halde amaçsız bir iş yapılmış olur. Belirli bir amaca
yönelik araştırmanın ise, tikellerden başlaması ve bunu, tikelleri
konu edinen ilimlerin yapması gerekir. Diğer bir ifadeyle, ilmî faaliyetlerin bütünü, en alt (tikel) düzeyden başlayarak gittikçe tümel383
Kavramı oluşturan zihnin sahip olduğu epistemolojik birikim ve bu birikimin
kullanım sürecinde ona etki eden faktörler (psikolojik, sosyolojik, biyolojik, metapsişik
vb.) toplamına ‘kavramın ortamı’ denilebileceği gibi, aynı zihnin birikiminin oluşması ve yapısının şekillenmesinde etkili olan faktörlerin hepsine birden ‘zihin ortamı’ denilebilir.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 193
leşen ve felsefî düzeye erişen bu süreci yansıtır. Bunun anlamı, hiçbir bilgi başka bir bilgiden yatay veya dikey olarak bütünüyle bağımsız addedilemez. Hele tikel ilimlerin hepsine şâmil olan tümel
konuları araştıran felsefenin tikel ilimlerden bağımsız yürütülebilmesi hiç mümkün değildir. Tıbbı, iktisadı, sosyolojisi, psikolojisi,
eğitimiyle, bütün ilmî disiplinlerin felsefî bir üretimin öncesinde belirli düzeyde yer alması zorunludur384. Kısaca güncelleştirmenin birinci basamağında, tikel ilimlerin konularından başlayarak, tikelden
tümele bir seyir takip ederek tespit edilmiş olan sorunların, felsefi
düzeye erişmesi yer almaktadır. Böylece tikel sorunlar, en tümel
düzeyde tespit, tesmiye ve tarif edilirler.
Sorunların belirli bir ortamda tespit edilmesi, felsefenin evrenselliğine ters bir durum oluşturmaz. Dünya toplumlarından her birini, en küçük toplumu oluşturan ailenin bireylerine benzetecek
olursak, aile bireylerinden birine ait sorun, diğerlerinin sorunlarıyla
büyük benzerlikler gösterse de, farklı yanları da vardır. Demek istiyoruz ki, örneğin ‘laiklik’ ilkesinin benimsenmesi esnasında bir güncelleştirmenin yapılmaması, pratiğe yönelik birçok soruna gebedir.
Zira kavramın ortaya çıktığı Batı’da, kavramın içeriğini dolduran
büyük bir tecrübe birikimi vardır. Bu toplum tecrübesi laikliğin o
toplumlarda başarılı bir şekilde uygulanmasını doğurmuştur. Oysa
Türkiye ve diğer bazı İslam ülkelerinde evrensel bir değer olarak
alınan bu kavram, Batı düşüncesinde olduğu gibi zengin bir içerikle
doldurulamamaktadır. Çünkü din-devlet ilişkileri ve bu alanda yaşanan tecrübeler bakımından Batı ile İslam ülkeleri arasında her birinin kendine özgü farklılıkları bulunmaktadır. Nitekim Türkiye’de
‘laiklik’ kavramının içeriği ya aynen Batı söylemleriyle doldurul-
384
Bu ise, eğitim sisteminin belli bir eğitim felsefesine uygun olarak oluşturulması
ve bilimsel faaliyetlerin eğitim, toplum ve devlet felsefeleriyle karşılıkla uyum
içinde seyretmesi sayesinde mümkün olabilir.
194
| Nuri Adıgüzel
makta-ki bunlar topluma çok anlamlı gelmemekte-ya da geçmişte
yaşanan extrem örneklerle açıklanmaya çalışılmaktadır. Bu tür açıklamalar da istisna sayılabilecek uygulamaları yansıttığından, yeterince ikna edici olmamaktadır. Oysa laisizmin getirisi olan ve ‘yeryüzünde kimsenin Allah adına iş göremeyeceği’ anlayışına dayanan içerik, Türk toplumunun tecrübelerine dayalı olarak, onların değerleriyle bağdaşık bir tarzda ve gerekirse farklı bir kavramla benimsenebilir ve bugün karşılaşılan pratik güçlüklerin birçoğu bu yolla önlenebilir.
Güncelleştirmede ortamdan kaynaklanan bu ‘kendine özgülük’ün özel olarak vurgulanmasına ihtiyaç bulunmadığı, zira gerek
kavramların tabiatının, gerekse yürütülen faaliyetin karakterinin bu
anlamı içerdiği söylenebilir. Fakat bir düşünceye ait kavramların biçimsel olarak veya kalıp halinde alınmaması ve her toplumun ‘kendine özgülüğü’nün düşüncede yeterince temsil edilebilmesi için, bu
hususun daima göz önünde bulundurulması gerekir. Aksi haldetıpkı günümüz Türkiye’sinde olduğu gibi-kavram kargaşasına, kavram
ve düşüncelerin anlamlarında bulanıklığa ve buna bağlı olarak felsefenin toplumdan kopuk bir faaliyet olarak algılanmasına yol açar.
Zira felsefî ve ilmî faaliyetler olması gereken tabii mecrasından
çıkmış gözükmektedir. Fakat tersi bir aşırılıktan (bölgecilik veya ırkçılık gibi) da kaçınmak gerekir.
Kısaca güncelleştirme yapılmadan önce, felsefenin üretildiği
her ortamda o ortamı temsil yeteneği olan entelektüel, tikel ilimlerden aldığı yardımla sorun veya sorunları, ait olduğu nesnel alandan
tüm boyutlarıyla tespit ederek işe başlar. Sorunların tespiti yani
doğru bir şekilde adlandırılması için, gerekli hallerde (günümüzde
bu neredeyse bir zorunluluk gibidir) tikel ilimlerin verilerini kullanarak
onlardan yardım alır. Bu sorunları sınıflandırarak tümelleştirir, adlandırır ve onu tarif eder.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 195
Bütün boyutlarıyla ortaya konularak adlandırılan sorunun çözümü için, ‘şimdi’ (yaşanmakta olan zaman diliminde) sahip olunan birikim ve değerler araştırılır. Sorunun karakterine ve ilişkili olduğu
alanlara göre bu araştırma çeşitli ilimlerden yararlanılarak yapılabilir. Fakat bir sorunun çözümü için en önemli unsurun ve çözümün
dayandırılması gereken temelin şimdi sahip olunanlar olduğunu
tekrar vurgulamak gerekir. Zira geçmiş birinci derecede ‘şimdi’ye
hizmet etmesi için araştırılır. Gelecek ise, ‘şimdi’nin ihmal edilmesiyle ütopik bir fanteziye dönüşür. Bu sebeple ‘şimdi’yi, araştırmanın temeline yerleştirmek zorunludur. Fakat felsefî bir faaliyette fert
olarak tikel nesnelere ilişkin bilgilerin doğrudan kullanılması
mümkün olmadığından, felsefenin diğer ilimlerin güncel araştırmalarından yardım alması şarttır.
Buraya kadar felsefe hakkında söylenenlerden, felsefenin konusunun tikellere indirgendiği gibi bir sonuç çıkarılmamalıdır. Felsefi
faaliyeti yürüten öznenin kullandığı kavram, fikir vb. tümel unsurların zatlarının tikelleriyle birlikte zihinde akledilmesinin mümkün
olmadığı açıktır. Fakat tümele ulaşırken, ‘şimdi’ye ait tikellerin öznenin temel zihinsel altyapısını oluşturması gerektiği de inkar edilemez. Buna bağlı olarak, açıklama yapılırken seçilen örnekler ‘şimdi’ye ait olacak, kavram veya fikirlerin delalet ettiği olgu ya da gerçekliklerle ilgili yapılacak benzetmeler ‘şimdi’ kendi ortamında bulunanlar arasından seçilerek yapılacaktır. Doğruya ulaşmanın anlamı da budur. Çünkü geçmiş, bugüne etkide bulunduğu ölçüde
önemli, gelecek ise umut ve ideallerin varlık sebebidir. Kısaca felsefi
düzeyde bile olsa bir araştırmanın temeline ‘şimdi’nin yerleştirilmesi gerekir.
Bütün bunlardan sonra, ‘zaman bakımından uzakta olanı kendine
çağdaş kılma’ ve ‘mekân bakımından uzakta olanı kendi ufkuna taşıma’
deyimlerinden anlaşılması gereken mana, açığa çıkmış olmaktadır.
196
| Nuri Adıgüzel
Buna göre, bir sorunun çözümünde kullanılacak malzeme üç
farklı alandan elde edilmektedir. Birinci alan, bizzat sorunların tikel
düzeyde pratik olarak yaşandığı, kültürel olarak kendine özgülüğün
ve bütünlüğün ‘bir’ diye nitelendirilecek tarzda ortaya çıktığı yerde/mekânda ‘şimdi’ye ait gerçeklikler alanıdır385. Her türlü faaliyette
bunun en temel unsur olduğu belirtilmişti. Zira insan bilgisinin sebebi varolandır. Felsefi bilginin de, dolaylı olarak diğer ilimler aracılığıyla tikellere dayandığı kabul edilirse, tıpkı bir evin çatısının bütün
evin unsurlarını birleştirdiği gibi, felsefe de tikel ilimlerin çatısını
oluşturur. Her ne kadar çatıyı oluşturan bizzat evin yapımında kullanılan malzeme olmasa da, çatı evi oluşturan diğer unsurların üzerine oturur. Kısaca, felsefenin ayakta kalması ya da eskiyerek ihtiyaçlara cevap veremeyecek duruma geldikten sonra yenisini kurmak için
bütün tikel ilimlerin verilerine ihtiyaç vardır. Aynı zamanda felsefenin dirlik ve düzeni, tikel ilimlerin dirlik ve düzenini yansıtır. Şu halde felsefi bir düşünceyi ortaya koyabilmek için tikel ilimlerin felsefeye öncelenmesi gerekir. Aksi halde, bütün ilimleri içine alabilecek ve
aralarındaki ahengi sağlayacak bir ilimden söz edilemez.
Bir sorunun çözümünde malzeme temin edilebilecek ikinci
alan, geçmişe ait epistemolojik alan yani tarihsel birikim alanıdır.
Yukarıda bunun, ‘zaman bakımından uzakta olanı kendine çağdaş kılma’
olduğu belirtilmişti. Bunun ise kavramlar aracılığıyla yapılabileceği
vurgulanmıştı. Kavramların güncelleştirilmesinde, ilk olarak kavramın veya onun türetildiği kökün temsil ettiği nesnel karşılık ile bu
nesnel karşılığın duyu organlarında bıraktığı etki ve izlenime uygun olan ‘mananın tabiatı’ tespit edilir386. Bundan sonra, nesne veya
385
386
Bu açıklama Thomas Kuhn tarafından tanımlanan ‘paradigma’yı çağrıştırsa da
ondan farklıdır. Çünkü burada vurgulu olan nesnel ve ontolojik olandır, epistemolojik olan değil.
Hatırlanacağı üzere, tabii bir nesnenin cevheri, maddesi, sureti, sürekli ve düzenli olan fakat iradî olmayan hareketi için ‘tabiat’ kavramı kullanılagelmiştir.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 197
olguda (şayet kavram yeni bir olguyu temsil ediyorsa, bu kez o yeni olguda) zaman içerisinde meydana gelen zâtî değişimler izlenir ve mana
ile olgu arasında bozulmuş olan uygunluğun tekrar kurulması sağlanır. Yani değişim sonucunda kavramın temsil ettiği nesne başkalaşmış ise, bu başkalık onun anlam muhtevasına yansıtılır. Doğrudan doğruya varolana, tabiatlara, kanunlara vs. dayalı olarak üretilen kavramlar bu işlem için son derece elverişli iken, sanat evrenine
ait nesne ve olgulara dayalı olarak üretilen kavramlar aynı ölçüde
elverişli olmayabilir. Zira bu elverişlilik, sanat ve tabiat evreni arasındaki uyum ile doğru orantılıdır.
Bu elverişliliğin sağlanması, sözcüklerin zâtî anlamlarının gözden uzak tutulmamasıyla alakalıdır. Zira tabii dillerdeki sözcükler,
nesnelerin duyu organlarında bıraktığı etki ve izlenimleri yansıtırlar.
Bu etki ve izlenimler, her türlü bilmenin en ilkel düzeyidir. Bilmeyi
ve en geniş anlamda epistemolojik bir evren yaratmayı mümkün kılan, (sürekli tekrarlanan tecrübeler yoluyla) daha fazla kalıcı ve dayanıklı
olan bu etkilerdir ve en bilinebilir olan da, bu etkileri temsil eden sözcüklerdir387. Güncelleştirmenin kavramsal boyutu, bu düzeyden ya
da olabildiğince bu düzeye yakın bir noktadan başlamak durumundadır. Nesnenin bizzat kendisinde veya başkası ile ilişkisinde ortaya
çıkan yeni anlamlar, ihtiyaç hâsıl oldukça sözcüklere yansıtılmalı ve
böylece en ileri düzeyde anlaşılabilirlik sağlanmalıdır. Hiç değilse
güncelleştirmede ideal olanın bu olduğu söylenebilir.
Hiç kuşkusuz böyle bir çalışma, her bir sözcük için gerçekleştirilemez, gerçekleştirilmesi gerekmez de. Bir araştırmacı kendi alanına göre ve ihtiyaç duyduğu ölçüde bunu yapmak durumundadır.
Diğer bir ifadeyle, güncelleştirilmesi elzem olan sözcükler, bir disiplinde özel bir anlamda kullanılan sözcüklerdir (kavramlar). Çünkü
bizi burada ilgilendiren ilmî birikimlerin okunmasıdır ki ilmî biri387
Bu konuda geniş bilgi için bkz. İbn Sînâ, el-Burhân, 10-16.
198
| Nuri Adıgüzel
kimi de kavramlar temsil etmektedir. Kavramların dışında kalan
diğer sözcükler ise, yalnızca kavramlara hizmet etmesi ve kavramları açıklaması için, kavramlar arası ilişkiyi ortaya koyması için kullanılırlar. Kavramlar, oluşumunda yer aldığı düşüncenin diğer düşüncelerden ayırt edilmesini, onun kendisiyle değer kazanmasını
sağlar. Bu kavramların varlığını koruyan da o düşüncedir. Şu halde,
kavramların anlamlarının ortaya konulması, bir anlamda düşüncenin tabiatını tanıtacaktır.
Güncelleştirmede malzeme sağlanabilecek üçüncü alan ise ‘mekan bakımından uzakta olan epistemolojik birikim alanı’dır. Bu alan, araştırmacının içinde bulunduğu çağda, kendi ortamı dışında (zira kendi
ortamındaki birikime baştan sahip olması gerekmektedir) geliştirilmiş olan
birikim alanıdır. Mekan olarak uzaktan elde edilen malzemenin güncelleştirmede kullanımı günümüzde ayrıca ele alınması gereken bir
sorun olmakla birlikte, bu konuda kısaca şunları söylemek mümkündür: Her şeyden önce mekan olarak uzakta bulunan bilgi veya
kavram aktarılırken, zâtî-arazî ayrımına yeterince dikkat edilmesi gerekir. Çünkü ontolojik ve/veya epistemolojik varlıkların her birinin
kendine özgü bir varoluşa sahip olmasına rağmen, onlardaki zâtî değişim fark edilemeyecek derecede az veya yavaş olabilmektedir. Bu,
o varlıkların varoluşlarının arazî yanlarının da gözden kaçırılmasına
yol açmaktadır. Oysa kavramların içeriğinde oluşturulduğu ortamın
etkisini ve o konudaki birikimini yansıtan bir anlam içeriği de bulunduğu göz önünde tutulmadıkça aktarım taklit düzeyinde kalmak durumundadır. Kaldı ki çoğu zaman alınan malzeme, zâtî bakımdan da
mekandan mekana değişime uğramaktadır.
Epistemolojik bir malzemenin zâtî unsurlarının bizzat onun
yapısında yer alan unsurlar olduğu açıktır. Arazî olanları ise onun
zâtı dışında olduğu halde, fert olarak onun oluşmasına doğrudan
veya dolaylı etkide bulunan her türlü unsurdur. Örneğin bir kav-
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 199
ram, mutlaka bir düşünce örgüsü içerisinde kullanılır ve bu durumda onun anlam muhtevasına oluşturulduğu toplumun inançları, tecrübeleri, bilgi birikimi, psikolojisi, toplumsal tutum ve
davranışları gibi unsurların her biri belirli düzeyde etkide bulunur. Kuşkusuz bu etkinin düzeyi kavramdan kavrama farklılık
gösterir. Bir düşünce içerisinde vurgu hep bu kavramlara olduğundan, onun bu arazî içeriği yeterince dikkat çekmez ve kavram
tümel olarak ve zâtî anlamıyla benimsenir. Mesela ‘özgürlük’ kavramının içeriğini dolduran manalar köle-efendi ilişkisini geçmişte
yaşamış olan toplumlarda daha ziyade aynı toplumda yaşayan
fertler arasındaki bu ilişkiyi çağrıştıran bir bağımlılık anlamının
dışlanmasına vurgu yaparken, köle-efendi ilişkisini yaşamamış
toplumlarda vurgu başka türlüdür. Nitekim Batı toplumlarında
bu kavramın çağrışımları arasında Hıristiyanlığın kurumsal hale
dönüşen baskıları yer alırken, özellikle Müslüman toplumlarda
aynı düzeyde dini bir tecrübe çağrışımı bulunmamaktadır. Ya da
günümüzde çok sık kullanılan ‘dogma’ kavramı Batı dillerinde anlaşılan manasıyla ‘iman (confessio)’ ve ‘bağlılık (fidelite)’ iken, İslam
kültüründe ‘nass’ adı verilen dinî yasalar bunlara ilave olarak
aklîliği de içermektedir; zira İslam dininin doğrudan muhatabı
akıldır. Şu halde kavramların oluşturuldukları ortam, onların anlamlarına katkı sağlamaktadır ve güncelleştirmede bu katkının
doğurduğu farklılıkların da dikkate alınması gerekmektedir.
Sonuç olarak belirtmek gerekirse, günümüz İslam felsefesinin
en temel sorunlarından birinin klasik devirden kalan mirasın güncelleştirilmesi olduğu söylenebilir. Güncelleştirme konusunda burada dile getirilen görüşler, birinci derecede konuyu tartışmaya açma amacına yöneliktir. Bu hususta açıklanması ve tartışılması gereken birçok yön bulunmakla birlikte, yapılacak her girişimin bu
önemli konuyu gündemde tutma adına yarar sağlayacağı düşüncesinden hareket edilmiştir.
200
| Nuri Adıgüzel
İslam felsefesinin yöntem sorunsalının aşılabilmesi için pek çok
soru ve sorun akla gelmektedir. Ne yazık ki hâlâ, İslam felsefesi
alanında gerek tabakat kitaplarında gerekse İslam felsefesi tarihiyle
ilgili eserlerde yer verilen veya atıflarda bulunulan filozoflar ve fikirlerin henüz kendilerine çoğunluk denilebilecek bir araştırmacı
gurubu tarafından benimsenebilecek şekilde tasnifi yapılmamıştır.
Oysa bu miras içerisinde, felsefeci İslam filozofları ile konu benzerliği veya yöntem benzerliği ya da her ikisi de benzer olmakla birlikte gaye farklılığı olan şahsiyetlerin görüşleri de yer almaktadır.
Bunların filozof sayılıp-sayılmayacakları konusunda henüz bir fikir
birliğinden söz etmek son derece güçtür, hatta konu yeterince tartışılmamıştır bile. Ayrıca cevaplanması gereken sorulardan diğer bazılarını şu şekilde sıralayabiliriz:
İslam felsefesi tarihsel anlamda nedir? Kaynakları nelerdir?
Temsilcileri kimlerdir? Onların hepsini aynı sınıfta toplamak mümkün müdür? Genel felsefeye (ve insanlık düşüncesine) katkıları nedir?
İslam kültürüne katkıları nelerdir? İslam toplumlarında İslam felsefesinin veya filozoflarının pratik etkilerinden söz edilebilir mi? İslam felsefesi, diğer ilimlerle nasıl bir ilişki içerisinde olmuştur? İslam felsefesini diğer felsefelerden ayıran yönler nelerdir? İslam felsefesi tarihinde oluşturulmuş olan birikim, bugün bu mirasa sahip
olanların felsefi sorunlarını çözmeye yeterli midir? Yoksa onlar düşünce tarihinde oynadıkları rol ile, üstlerine düşen görevi yerine getirdiler ve devirlerini tamamladılar mı? Klasik İslam felsefesi çağdaş
İslam toplumlarının yeni bir medeniyet kurmasında ne kadar katkı
sağlayabilir? Yahut, klâsik İslam filozoflarına ait düşünce birikimi,
felsefecilerin çalışmalarında mutlaka yer almalı mıdır? Ya da bunlara hangi düzeyde yer verilmesi gerekir, niçin? İnsanlık düşüncesi
ortak olduğuna göre, bu birikimi dikkate almayarak çağdaş Batı felsefesinin verilerinden hareketle yeni bir felsefe kurmak mümkün
müdür? Bu soruları sayfalarca uzatmak mümkündür. Fakat amaç
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 201
hangi soruların sorulabileceğini tespit olmadığına göre, bütün bu ve
benzeri soruları yanıtlayabilmek için güncelleştirmenin keyfiyetinin
daha yoğun bir şekilde tartışılmasında yarar vardır.
Nitekim İslam filozofları tarafından felsefi faaliyetlerin, konusunun tabiatına ve amacına uygun yürütülebilmesi için ortaya konulan entelektüel çaba, gerek İslam dünyasında gerekse Batı dünyasında yeni açılımlara sebep olmuştur. İslam dünyasında özellikle
fıkıh ve kelâm gibi dini ilimlerin sistemleştirilmesinde ve rasyonel
temellere oturtulmasında (bizzat felsefenin meşruiyetini tartışanlar tarafından bile) bu birikimle gelen perspektiften yararlanılmadığını
söylemek güçtür388. Felsefe ve mantık tartışmaları, dini ilimlerin daha akli ve sistemli yorumları yapılarak, yüzyıllar boyunca İslam
toplumlarının ihtiyaçlarına cevap verecek bir hüviyete kavuşmasında oldukça önemli bir rol oynamıştır. Fakat onların bu tarihsel
rolleri yalnızca İslam dünyasıyla sınırlı kalmamış, asıl Avrupa’da
etkili olmuştur389.
388
389
Gazâlî’nin Mi’yar’daki mantıkla ilgili sözleri buna örnek gösterilebilir.
İslam filozofları aracılığıyla (özellikle İbn Rüşd’ün yorumlarıyla) Batı’da tanınan
Aristo düşüncesi ve tabiat ilimleri alanında Müslüman ilim adamlarının ortaya
koydukları birikimin batılılar tarafından kullanılması, büyük gelişmelerin yaşanmasına yol açmıştır. Kindî ile başlayan ve İbn Rüşd tarafından taçlandırılan
‘akıl ve dinin aynı kaynaktan beslendiği’ düşüncesi, Batı’da hararetle savunuluş ve
Averroisme akımı yoluyla hızlı bir şekilde yayılmıştır. Aklın öne çıkarılması ise
bilimsel alanda devrim niteliğinde birçok gelişmelerin yaşanmasına önayak olmuştur. Geniş bilgi için bkz. Ernest Renan, Averroès et L’Averroisme Paris 1866,
178-180. Renan’a göre, Skolastik Batı felsefesinin altın çağı olan onüçüncü Yüzyılda, felsefe ve ilâhiyatla ilgili konularda, en büyük rolü Aristo’dan sonra İbn
Rüşd’ün oynadığı söylenebilir. Çünkü o dönemde Aristo, “Filozof” (Philosophus)
veya “Filozofların Kralı” (Princeps Philosophorum) diye bilinirken, İbn Rüşd de, “(en
büyük) Şârih” (Commentator) olarak tanınmaktaydı. Batılılar, Aristo’nun felsefeyle
ilgili eserlerini onun şerhleri aracılığıyla tanımışlardır. Onikinci Yüzyılın ortalarında, Arapça felsefî ve tıbbî metinler Latinceye çevrilmeden önce, Batılılara
Kitâbu’l-Makûlât ve el-İbâre dışında Aristo’nun hiçbir felsefî eseri, ulaşmamıştı. Bu
konuda ayrıca bkz. Fahri, İbn Rüşd, 138; Oliver Leaman, Averroes and his Philo-
202
| Nuri Adıgüzel
Diğer yandan, İslam felsefesinin yönteminin akıldan başka bir
temele (örneğin her türlü bilginin kaynağı olarak görülen deney ve gözleme) dayandırılmasını savunmak imkânsızdır. Çünkü böyle bir dayanak felsefenin ele aldığı konunun tabiatına uygun düşmez390. Bu
husus Kindî tarafından, insan varlığının iki farklı yanı olmasıyla
temellendirilmektedir. Ona göre insan varlığının biri duyusal diğeri
aklî olmak üzere iki farklı yanı vardır. Duyusal yanımızla tikelleri,
aklî yanımızla da tümelleri algılarız. Duyusal algı, hem insanın,
hem de cins olarak bütün hayvanların doğuştan sahip olduğu bir
algı türüdür ve bu yolla algılama süreci, nesneyle duyu aracılığıyla
kurulan doğrudan ilişki düzeyinde başlar ve algının hafızaya taşınmasına kadar gider. Duyu tarafından algılanan nesne, zihinde
temsil ve tasavvur edilir. Duyu algısı esnasında duyusal varlığımız
zamana veya daha önceden elde edilmiş bir başka şeye (meûnet)
bağlı değildir. Ayrıca duyunun bir nesneyle ilişkisi esnasında duyuda ortaya çıkan etki veya algı, dayanıklı (sabit) olmayıp hemen
390
sophy, Oxford 1988, 163, 167; Bekir Karlığa, “İslam Düşüncesi’nin Batı Düşüncesi’ne
Etkileri” İstanbul, 2004, özellikle bkz. ss. 133-241.
Batı’da XV. ve XVI. Yüzyıllardan itibaren ortaya çıkan gelişmeler arasında örneğin astronomide Kopernik’in (öl. 1543) güneş merkezli evren teorisi, Galilei’nin
(öl. 1642) matematiği astronomi ve fiziğe uygulayarak tabii olayların matematiksel ve mekanik açıklamalarını yapması, Newton’un (öl. 1727) mekaniği bilimde
hakim kılması ve çekim kanunlarına dayalı evren sistemi teorisini geliştirmesi,
Descartes’in (öl. 1650) analitik geometriyi kurması ve Fermat’ın (öl. 1665) modern
matematiğin temellerini atması gibi hususlar bulunmaktadır. Felsefî ilimler alanında ise, tabii ilimlerdeki bu gelişmelere paralel olarak, yöntem tartışmaları öne
çıkmıştır. Nitekim Francis Bacon (öl. 1626), Aristo’nun ‘Organon’ (Alet) adlı mantık kitabına karşı ‘Novum Organum’ (Yeni Alet) adlı bir kitap yazmış ve eksik tümevarım yöntemini geliştirmiştir. Tümevarım yönteminin geliştirilmesi, gözlem
ve deneyin gelişmesine hız kazandırmış ve bilimsel yöntemi güçlendirmiştir. Ayrıca yöntem sorunsalı çerçevesinde Descartes ve Pascal (öl. 1662) insan zihninin
ön yargılardan kurtarılması üzerinde durmuşlardır. Geniş bilgi için bkz. Süleyman Hayri Bolay, Felsefeye Giriş, Ankara, 2004, 90.
Fârâbî, Risâletü’l-Hurûf, int. metin no:22-24, 109-110.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 203
yok olmakta, sürekli bir akış halinde bulunmaktadır. Bu sürekli
akış, herhangi bir hareket türü ile gerçekleşebileceği gibi, nicelik
(daha az, daha çok, eşit veya eşit olmama) veya nitelik (benzer olma, benzer olmama, daha güçlü ve daha zayıf olma) bakımından da olabilir. Dolayısıyla insanın bu varlık yanı, aralıksız olarak değişen ve sürekli
yokolan bir süreçtir (dehr). Duyulara bağlı bu algılar, nefsin musavvira gücünde tespit ve muhafaza edilir. İşte bu algılar, her ne kadar
tabiatta bir dayanıklılığa ve kalıcılığa sahip olmasa da, (kuvveyi fiile
dönüştüren ve bir anlamda pratik fiillerimizin kaynağı olan) duyusal varlığımıza, duyu ile hissedilen nesnenin birlikte bulunması nedeniyle
gerçekten çok yakındır. Zira Kindî’ye göre duyulur varlıklar (mahsûsât) daima maddesi olan varlıklardır, cisimdirler ya da cisimle birlikte bulunurlar391.
Kindî’ye göre insan varlığının ikinci yanı ise tabiatta sürekli ve
kalıcı olmaları bakımından tabiata yakın olan, fakat duyularla birlikte bulunmadıkları ve onlarla algılanabilir olmadıkları için bize
uzak olan akıl yanıdır. Şu halde, fertlerin ve tikellerin algısı duyu
verileriyle elde edilirken, tümel olan tür ve cinslerin bilgisi duyu
verileriyle değil, nefsin, yetkin (tam) bir gücüyle yani insanı insan
yapan güçle elde edilir. Buna ‘insan aklı’ denilir ve onu diğer hayvanlardan ayıran da budur392. Kindî ile başlayan ve daha sonraki İslam filozofları tarafından da benimsenerek sürdürülen bu anlayış,
felsefenin akla dayandırılmasını haklı hatta zorunlu kılmaktadır393.
Kindî’nin bu görüşlerini mutlak manada almamak gerekir.
Fârâbî’nin de belirttiği gibi394, tikellerin soyutlanmasından sonra
akıl, zihin dışından almaksızın bizzat yeni bazı kavramlar üretmek-
391
392
393
394
Kindî, Fî’l-Felsefeti’l-Ûlâ, 106-107.
Kindî, Fî’l-Felsefeti’l-Ûlâ, 107.
Kindî, Fî’l-Felsefeti’l-Ûlâ, 107.
Farabî, Risâletü’l-Hurûf, mad. 6-10.
204
| Nuri Adıgüzel
te ve bunlar değişime uğramamaktadırlar. Çünkü arazları olmayan
cevher konumunda bulunmaktadırlar. Ayrıca hepsi aynı cinsten
veya türden olduğundan, birinden diğerine soyut akla dayalı kavram olmaları bakımından tanımları da değişmemektedir. Fakat düşünce tarihi göz önüne alındığında, felsefenin zihinsel bir tatmin
veya sırf bilgi için bilgi olmanın ötesinde pratik değerinin de olduğu görülür. Yani filozofların teorileri çoğu zaman bütün tikellerin
gelişim yönleri, tabi oldukları kanunlar, amaçları, yetenekleri vs.
konularında en tümel teorik çerçeveyi oluşturmakta, bu çerçeve tikelleştirilerek fert olarak hissedilir halde bulunan varlığa doğru
inilmekte ve sonuçta felsefe, bütün tikel alanlarda (bu tikelleştirmeyi
yapan filozof değildir) etkin hale gelmektedir.
Diğer yandan aklın ürettiği kavramlar arazlardan arınmış olduğundan, insan varlık düzeyinde onlarla ilişki kuramamaktadır.
İnsanın bu kavramlarla ilişkisi onların tümel olmaları bakımından
yalnızca bilgi düzeyinde kalmaktadır. En azından etkinliği ve sonuçları bakımından felsefeyi tikeller alanından soyutlamak, olguyla
bağdaşık olmadığı gibi, felsefeyi geniş toplum kesimleri için anlamsız kılacaktır. Bu durumda felsefe, tarihte oynadığı rolden ve insanlık tarihinde sahip olduğu önemli mevkiden uzaklaşmış olacaktır.
Kısaca belirtmek gerekirse, bizim ilişkilerimiz varlık düzeyinde
arazlara sahip olan cevherler dünyasıyla gerçekleşmektedir. Arazları olmayan tümel cevherlerle varlık düzeyinde ilişkimiz bulunmamaktadır. Öte yandan felsefenin de sürekli olarak gelişmekte olduğu benimsenirse, onun kavramlarının, yönteminin, konusunun vs.
gittikçe değişme gösterdiğinin kabul edilmesi gerekir. Bu değişim
kuşkusuz onun tümelliğine veya cevherine ilişkin bir değişim olmayıp, kavram veya düşüncelerin delaletleri ve temsilleri bakımındandır. Bu kısa açıklama yalnızca bir hatırlatma olup, ispata yönelik
değildir. Çünkü ispat edilebilmesi için birçok farklı bakımdan ele
alınması gerekmektedir ki burası onun yeri değildir.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 205
SONUÇ
‘Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi Özgünlüğü ve Yöntemi’ adlı bu
çalışma, ilk olarak ele aldığı ‘İslam felsefesinin adlandırılması sorunu’nun, klâsik çağlarda Müslüman filozoflarca oluşturulan birikimin adlandırılması ve kimlerin bu filozoflar arasında sayılması gerektiği veya felsefî düşüncenin kriterinin ne olması lâzım geldiği
şeklinde iki temel boyutunun bulunduğunu ortaya koymuştur. Bu
durumun tarihsel açıdan değil günümüz açısından daha büyük
önem taşıdığı vurgulanmıştır. Çünkü ‘İslam felsefesi’ deyiminin içerdiği kapalılık ancak sorunun bu boyutlarının çözüme kavuşturulmasıyla giderilebilecektir. Her ne kadar bu felsefi birikimin nasıl
adlandırılacağı hususu tartışılabilirliğini sürdürse de yaygın olarak
kullanılmakta olan “İslam Felsefesi” tabirinin yanlış çağrışımları bir
yana bırakılacak olursa en elverişli isim olduğu ortaya çıkmıştır.
İslam felsefesinin adlandırılmasını da ilgilendiren bir diğer sorunu olan konusunun tespiti, yalnızca klasik çağlardaki boyutlarıyla sınırlı olmayıp günümüz İslam felsefesinin de yeniden ele almak
zorunda olduğu yeni bazı hususları içine almaktadır. Örneğin-İslam
felsefesinin genel felsefenin bir cüzü veya bir yönü olduğu kabul ediliyorsaçağdaş felsefe açısından büyük önem taşıyan metafiziksiz felsefenin
mümkün olup olmadığı hususunun İslam felsefesi gündemine
alınması gerekir. Burada hepsini saymanın mümkün olmadığı çağdaş felsefenin konuları ele alınarak yeni perspektifler geliştirilmeksizin bilim ve teknolojide ileri ortamlarda üretilen felsefenin (Batı)
kaçınılmaz etkilerinden olumsuz etkilenmek de kaçınılmaz olacaktır. Daha da önemlisi ekonomi, bilim ve teknolojide ileri olması se-
206
| Nuri Adıgüzel
bebiyle bu ülkelerde üretilen (ve büyük ölçüde bilimi güden değil, bilimin güdümüne girmiş) felsefenin model olabilme kapasitesinin ve
imkanının mutlaka ciddi bir şekilde sorgulanması gerekmektedir.
İslam felsefesinin eski Yunan felsefesiyle de büyük ölçüde örtüşen insanlığı mutluluğa eriştirme gayesinin hangi araçlarla ve nasıl
gerçekleştirilebileceği hususunun da günümüz açısından yeniden
ele alınması gerektiği açığa çıkmıştır. Başka bir deyişle gayeye
ulaşmak için varılması gereken kısa ve orta vadeli hedeflerin belirlenmesi ve İslam felsefesinin gayesinin adım adım gerçekleştirilmesinin önemi ortaya konmuştur.
İslam felsefesi ekollerinin belirlenmesinde tek bir kritere göre
bölümlemeye gidilmesinin zihinlerdeki bulanıklığı gidereceği ve İslam felsefesi alanında yapılacak çalışmaların verimini artıracağı da
aşikârdır. Felsefe alanında ideolojinin varolması felsefenin yapısı ve
yöntemiyle bağdaşır bir durum olmasa da İslam felsefesi açısından
bu bir vakıadır ve ideolojik sorunlar din kaynaklı olduğundan bunların aşılması son derece güç gözükmektedir.
Klasik kaynaklara bakıldığında pek çok kaynağın bir ilimler sınıflamasıyla işe başladığı ve yapılan çalışmanın genel konumunu
gösterme hedefi güdüldüğü belirtilmiştir. Fakat bilimin hızlı bir şekilde gelişmesi sonucu ortaya çıkan sınıflamaların İslam toplumlarının ihtiyaçlarını yeterince dikkate almadığı ve Batı toplumlarına
endeksli olduğu vurgulanmıştır. Dolayısıyla ilimler sınıflamasının
içinde bilim ve felsefe üretilen toplumların ihtiyaçlarını da göz
önünde bulundurarak yeniden yapılmasının gerekliliği de gözler
önüne serilmiştir.
İkinci bölümde İslam felsefesinin kaynakları ve özgünlüğü üzerinde durulmuş ve gerek İslam dünyasında gerekse Batı’da İslam
felsefesine yöneltilen eleştiriler değerlendirilmeye çalışılmıştır. Bu
arada İslam felsefesinin özgünlüğüne örnek olması bakımından
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 207
“Tanrı” kavramı ele alınmıştır. Müslüman filozofların yaptığı
mümkün-vacip, yaratan-yaratılan ve varlık-mahiyet ayrımı gibi ayrımların özgün olduğu ve bu ayrımların Kur’an’ın ortaya koyduğu
Tanrı anlayışına halel getirmemek amacıyla geliştirildiği görülmüştür. Burada yanlış anlaşılmaması gerekir ki bu eserde İslam felsefesinin özgünlüğüne yalnızca bir örnek verilmiş olup bu felsefenin
özgünlüğü “Tanrı” kavramına indirgenmiş değildir. Fakat İslam
felsefesinin özgünlüğü böylesine kapsamlı sorunların ele alındığı
bir kitapta değil, bağımsız bir ya da daha fazla çalışmada ele alınacak kadar geniştir. “Tanrı” kavramının seçilmiş olması ise onun, bu
felsefenin en merkezi kavramlarından biri belki de en önemlisi olmasındandır.
Eserin son bölümünde yer verilen yöntem konusu, esasen son
yüzyılların önde gelen sorunlarından birini ve bilgi felsefesi çerçevesinde düşünüldüğünde en önemlisini oluşturmaktadır. Bu sorunu ele alarak çözüm arayışlarını dile getiren çalışmalar İslam dünyasında da görülmeye başlanmıştır. Fakat İslam felsefesinin yöntemi konusunda, metafiziğin konumunun ne olması gerektiği sorunu,
genel yaklaşımların belirlenmesi açısından oldukça önemli bir sorun gibi durmaktadır. Her ne kadar İslam felsefecileri arasında metafiziği dışlamak gibi bir eğilim bulunmasa da bu çağda yaşamanın
bir gereği olarak, çağdaş felsefe ve düşüncelere kapalı kalmanın da
bütünüyle mümkün olmadığı ortadadır. Bu sebeple metafizik hakkındaki duruşun net bir şekilde olumlu argümanlarla desteklenerek
ortaya konulması gereği vardır.
İslam felsefesinin klâsik yöntem olarak ‘burhan’ karşısında nasıl
bir duruş sergilemesi gerektiğinin belirgin olmayışı da bir sorun
olarak görülmüştür. Alternatif yöntemler geliştirilmedikçe mevcut
yöntemlerden yararlanmak adına bu konuda tavır belirlenmesinin
de önemli bir husus olduğu âşikârdır.
208
| Nuri Adıgüzel
Son olarak, en az diğerleri kadar önemli olan tevârüs edilen İslam felsefesi birikiminin nasıl okunması gerektiği hususudur. Bu
konuda İslam dünyasında bazı yaklaşımlar geliştirilmiş olsa da yeni
yaklaşımlar sergilenerek çözüm arayışlarının zenginleştirilmesinin
yararlı olacağı düşüncesiyle biz de ‘güncelleştirme’ adını verdiğimiz
öneriyi bu bölümde ortaya koymaya çalıştık.
Kısaca, İslam felsefesinin felsefenin sistematik sorunlarına yönelerek yeni fikir ve düşünceler üretebilme yeteneğine kavuşabilmesi için öncelikle disipliner sorunlar deyim yerindeyse ayakbağı
olmaya devam etmektedir. Bunu ayakbağı olarak görmeyenlerin de
büsbütün onların olumsuz etkisinden müstağni kalabildikleri söylenemez. Zira disipliner sorunlar İslam felsefesinin araştırma alanında bulanıklıklara ve kapalılıklara yol açmaktadır. Bu çalışmanın
söz konusu sorunların aşılmasına küçük de olsa bir katkı sağlamasını umuyor ve İslam felsefesiyle ilgilenenlerin bu hususlara bugüne kadar olduğundan daha fazla emek ve zaman teksif etmelerini
diliyoruz.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 209
KAYNAKLAR
Aclûnî, İsmail b. Muhammed, Keşfü’l-Hafâ, Beyrut, 1351
Açıkgenç, Alparslan, Bilgi Felsefesi, İstanbul, 1992
Adıgüzel, Nuri, İbn Rüşd’ün Varlık Felsefesi, Ankara, 1996, (Basılmamış doktora tezi).
Afîfî, Ebu’l-Alâ, İslâm Düşüncesi Üzerine Makaleler, Çev: Ekrem Demirli, İstanbul,
2000.
Akarsu, Bedia, Felsefe Terimleri Sözlüğü, Ankara, 1984.
Aristoteles, Fizik, çev: Saffet Babür, İstanbul, 1997.
Aristoteles, İkinci Analitikler, çev: H. Ragıp Atademir, İstanbul, 1989.
Aristoteles, Metafizik I-II, çev. Ahmet Arslan, İzmir, 1985,1993.
Aristoteles, Organon I Kategoryalar, Çev. Hamdi Ragıp Atademir, İstanbul, 1989.
Armağan, Mustafa, İslam Bilimi Tartışmaları, (derleme) İstanbul, 1990.
Arslan, Ahmet, İslam Felsefesi Üzerine, Ankara, 1999.
Arslantürk, Zeki, Araştırma Metod ve Teknikleri, İstanbul, 2001.
Atay, Hüseyin, Fârâbî ve İbn Sînâ’ya göre Yaratma, Ankara, 1974.
Atay, Hüseyin, İbn Sînâ’da Varlık Nazariyesi, Ankara, 1983.
Attas, Nakib, İslam, Sekülerizm ve Geleceğin Felsefesi, Çev: Mahmut Erol Kılıç, İstanbul,
1995.
Avicenne, Livre de la Genese et du Retoure, Fransızcaya çev: Yahya J. Michot, Oxford,
2002.
Aydın, İbrahim Hakkı, Fârâbî’de Metafizik Düşünce, İstanbul, 2000.
Bağdâdî, Ebu’l-Berekât Hibetullah b. Ali, İlâhiyat, Çev: M. Şerefeddin (Yaltkaya), İstanbul, 1932.
Bağdâdî, Ebu’l-Berekât Hibetullah b. Ali, Kitâbu’l-Mu’teber fî’l-Hikmeti’l-İlâhiyye, Haydarâbad-Deken, H.1358.
Bayrakdar, Mehmet, İslam Felsefesine Giriş, Ankara, 1997
210
| Nuri Adıgüzel
Beyhakî, Zahîruddin, Târîhu Hukemâi’l-İslâm, tah: Muhammed Kürd Ali, Dımaşk,
1946.
Bolay, Süleyman Hayri, Felsefeye Giriş, Ankara, 2004.
Bulut, Yücel, ‘Oryantalizmin Tarihsel Gelişimi Üzerine Bazı Değerlendirmeler’, Marife
(Oryantalizm), yıl 2, sayı 3, 2002.
Câbirî, Muhammed Âbid, Çağdaş Arap-İslam Düşüncesinde Yeniden Yapılanma, çev:
Ali İhsan Pala, Mehmet Şirin Çıkar, Ankara, 2001.
Câbirî, Muhammed Âbid, Felsefi Mirasımız ve Biz, çev: Said Aykut, İstanbul, 2000.
Cebr, Refik el-Acem-Ferit, ‘Tabiat’, Mevsûatü Mustalahâti İlmi'l-Mantık İnde'lArab, Beyrut, 1996.
Cerr, Halil-Fâhûrî, Hannâ, Târîhu’l-Felsefeti’l-Arabiyye, Beyrut, trz.
Chalmers, Alain, Bilim Dedikleri, Çev: Hüsamettin Arslan, Ankara, 1994.
Corbin, Henry, İslam Felsefesi Tarihi I/Çev. Hüseyin Hatemi, İstanbul, 1986; C.II,
Çev: Ahmet Arslan, İstanbul, 2002.
Cürcânî, eş-Şerîf Ali b. Muhammed, Kitâbu’t-Ta’rîfât, Beyrut, 1995.
Çetinkaya, Bayram Ali, İhvân-ı Safâ’nın Dinî ve İdeolojik Söylemi, Ankara, 2003.
Çubukçu, İbrahim Agâh, İslam Düşüncesi Hakkında Araştırmalar, Ankara, 1983.
Çüçen, Kadir, Heidegger’de Varlık Ve Zaman, Bursa, 1997.
Dağ, Mehmet, “İslam Felsefesinin Bazı Temel Sorunları Üzerinde Düşünceler”, Ondokuz
Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı: 5, Samsun 1991.
Dawson, Christopher, Batının Oluşumu, Çev: Dinç Tayanç, İstanbul, 1997.
De Boer, T. J., İslamda Felsefe Tarihi, Çev: Yaşar Kutluay, Ankara, 1960.
Demir, Ömer, Bilim Felsefesi, İstanbul, 1992.
Demirci, Mustafa, Beytü’l-Hikme, İstanbul, 1996.
Duralı, Teoman, ‘Raslantı İle Zorunluluk Açısından Canlılar Bilimi’, Türkiye I. Felsefe
Mantık Bilim Tarihi Sempozyumu Bildirileri, ss.74-94, Birinci Baskı, Ankara, 1991.
Dünya, Süleyman, Et-Tefkîru’l-Felsefî el-İslâmî, Mısır, 1967.
Ebû Mülhim, Ali, el-Felsefetü’l-Arabiyye, Beyrut, 1994.
Ebu Zehra, Muhammed, İslam’da İtikadi, Siyasi ve Fıkhi Mezhepler Tarihi, Çev. Sıbğatullah Kaya, Ankara, trz.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 211
Ebû Zeyd, Nasr Hâmid, “Dinsel Söylemin Eleştirisi” Çev: Fethi Ahmet Polat, Ankara,
2002.
Eflatun, Devlet, Çev. Sabahattin Eyüboğlu-M. Ali Cimcoz, İstanbul, 1985.
Eflatun, Timaios, Çev: Erol Güney-Lütfü Ay, İstanbul, 1997.
Enis, Münevver Ahmet, ‘Bilginin İslamileştirilmesinin Anlamı’, İslam Bilimi Tartışmaları, der: Mustafa Armağan, İstanbul, 1990.
Erişirgil, Mehmet Emin, Kant ve Felsefesi, sadeleştiren: Akın Yeşilbaş, İstanbul, 1997.
Eryılmaz, Bilal, Tanzimat Ve Yönetimde Modernleşme, İstanbul, 1992.
Fahri, Mâcid, İbn Rüşd Feylesûfu Kurtuba, Beyrut, 1986.
Fahri, Macit, İslam Felsefesi Tarihi, Çev: Kasım Turhan, İstanbul, 1987.
Fârâbî, Ebu Nasr Muhammed b. Muhammed b. Tarhan b. Uzlug, “Fî Ağrâzi’l-Hakîm
fî Külli Makaletin Mine’l-Kitâb el-Mevsûm bi’l-Hurûf”, El-Felsefetü’l-İslamiyye
12, ss. 34-38, yay: Fuat Sezgin, Frankfurt, 1999 (Friedrich Dieterici’nin Leiden,
1890’da ‘Ba’zu Resâili’l-Fârâbî’ adlı neşrinden tıpkıbasım)
Fârâbî, Ebû Nasr, ‘Risâle fîmâ Yenbağî en Yükaddeme Kable Taallümi’l-Felsefe’, elFelsefetü’l İslâmiyye 12, ss. 49-55.
Fârâbî, Ebû Nasr, “Kitâbu’l-Cem’ Beyne Ra’yeyi’l-Hakîmeyn Eflâtun el-İlâhî ve Aristotales”, el-Felsefetü’l-İslâmiyye 12, ss. 1-33.
Farabi, Ebû Nasr, Ârâu Ehli-l-Medîneti’l-Fâzıla, nşr: Ali Bû Mülhim, Beyrut, 1995.
Farabî, Ebû Nasr, Fârâbî’nin “Şerâ’it ul-Yakîn”i (“Şerâitü’l-Yakîn” ve “Kitâbu’lBurhân”) Fransızca özet ve Türkçe notlarla çev: Mübahat Türker-Küyel, Ankara, 1990.
Fârâbî, Ebû Nasr, Fusulü’l-Medenî, Çev: Hanifi Özcan, İzmir, 1987.
Fârâbî, Ebû Nasr, İhsâu’l-Ulûm, nşr: Ali Bû Mülhim, Beyrut, 1996.
Fârâbî, Ebû Nasr, İlimlerin Sayımı, Çev: Ahmet Arslan, Ankara, 1999.
Fârâbî, Ebû Nasr, Kitâbu’s-Siyâseti’l-Medeniyye, tah: Ali Bû Mülhim, Beyrut, 1994.
Feyerabend, Paul, Akla Veda, Çev: Ertuğrul Başer, İstanbul, 1995.
Feyerabend, Paul, Yönteme Hayır, Çev: Ahmet İnam, İstanbul, 1991.
Filiz, Şahin, İslam Felsefesinin Serüveni, İstanbul, 1996.
Gazâlî, Ebû Hâmid, Mi’yâru’l-İlim, Tahkik: Süleyman Dünya, Mısır, 1961.
Gazâlî, Ebû Hâmid, Tehâfütü’l-Felâsife, tah: Süleyman Dünya, 6. baskı, Kahire, 1980.
Gazâlî, Ebû Hâmid, Filozofların Tutarsızlığı, Çev: Bekir Karlığa, İstanbul, 1981.
212
| Nuri Adıgüzel
Gerviyani, Muhsin, İslam Felsefesine Giriş, Çev: Hasan Almas, İstanbul, 1998.
Gilson, Etienne, Ortaçağ Felsefesinin Ruhu, Çev: Şâmil Öçal, İstanbul, 2003.
Gökberk, Macit, Felsefe Tarihi, İstanbul, 1980.
Güngör, Erol, İslam Tasavvufunun Meseleleri, İstanbul, 1982.
Hatiboğlu, Mehmed Said, Müslüman Kültürü Üzerine, Ankara, 2004.
Havârizmî, Mefâtîhu’l-Ulûm, www.alwaraq.com, erişim: 1 Mart 2004, 24.
Hayrullah, Lütfi ‘et-Tefrikatü Beyne’l-Mâhiyyeti ve’l-Vücûd fî Felsefeti İbn Sînâ’,
http://www.muslimphilosophy.com (Makale word formatındadır.) Erişim:
20.03.2004.
Hegel, G. W. F., Bütün Yapıtları (Seçmeler), Çev: Hüseyin Demirhan, Ankara, 1976.
Heidegiger, Metafizik Nedir? Çev: Mazhar Şevket İpşiroğlu-Suut Kemal Yetkin, Kaknüs Yay., İstanbul, 1998.
Horten, M., “Felsefe” maddesi, İslam Ansiklopedisi, MEB. Yayınları, İstanbul, 1964.
http://www.tg.com.tr/sitedirector/cgi-bin/folioisa.dll/FEL-SSOZ, erişim: 20.04.2005.
Hufeynî, Abdül Mün’im, El-Mu’cemü’l-Felsefî, Kahire, 1990.
İbn Bâcce, Ebu Bekir Muhammed b. Yahya b. Es-Sâiğ, “Risâletün fî’l-Kuvveti’nNüzûiyye”, Resâil Felsefiye, Beyrut, 1983.
İbn Mace, Muhammed b. Yezid el-Kazvinî, Sünenü İbn Mâce, Hazırlayan: Muhammed Fuad Abdülbâkî, Beyrut, trs.
İbn Miskeveyh, el-Fevzü’l-Asgar, tah: Salih Udayme, Paris, 1987.
İbn Nedîm, Muhammed İshak, Fihristü’l-Ulûm, tah: Nahid Abbas Osman, Doha,
1985.
İbn Rüşd, Ebu’l-Velid Muhammed b. Ahmed b. Muhammed, Telhîsu Mâba’dettabia,
tah: Osman Emin, Kahire, 1958.
İbn Rüşd, Faslu’l-Makâl Felsefe-Din İlişkisi, Çev. Bekir Karlığa, İstanbul, 1999.
İbn Rüşd, Faslu’l-Makâl fîmâ Beyne’l-Hikmeti ve’ş-Şerîati Mine’l-İttisâl, tah: Abdülkerim
el-Marrâk, Tunus, 1991.
İbn Rüşd, Kitâbu's-Simâu't-Tabiî, tah: Josep Puig, Madrid, 1983.
İbn Rüşd, Tefsîru Mâba’dettabia, tah: S.J. Maurice Bouyges, Beyrut, 1987.
İbn Rüşd, Tehâfütü’t-Tehâfüt, tah: S.J. Maurice Bouyges, Beyrut, 1987.
İbn Rüşd, Telhîsu Kitâbi’l-Burhân, tah: Mahmut Kasım, Kahire, 1982.
İbn Sînâ, Ali, El-İşârât ve’t-Tenbîhât, Tah.: Süleyman Dünya, Kahire, 1983-1985.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 213
İbn Sînâ, Ebû Ali Hüseyin b. Abdullah, ‘et-Tabîiyyât Min Uyunu’l-Hikme’, Tis’u
Resâil. tah: Hasan Âsî, Dâru Kâbis, 1982.
İbn Sînâ, Ebû Ali, El-Burhân, tah: Abdurrahman Bedevî, Dâru’n-Nehdati’l-Arabiyye,
Kahire, 1966
İbn Sînâ, Ebû Ali, Kitâbu’l-Burhan, tah: Abdurrahman Bedevi, Kahire, 1966
İbn Sînâ, Risaleler, Çev: Alparslan Açıkgenç-M. Hayri Kırbaşoğlu, Ankara, 2004
İbn Sînâ, Şeyhu’r-Reis Ebû Ali el-Hüseyin b. Abdullah el-Buhârî, Makâle Fi’l-Mebde
Ve’l-Meâd, el yazması.
İbn Sînâ, Şeyhu’r-Reis Ebû Ali Hüseyin b. Abdullah, eş-Şifâ, el-İlâhiyyât, I/Tak. İbrahim Medkur, Tah. Anawati, Said Zâid, Kahire, trz
İbn Sînâ, Şeyhu’r-Reis el-Hüseyin Ebî Ali, Kitâbu’n-Necât fî’l-Hikmeti’l-Mantıkıyyeti
ve’t-Tabîiyyeti ve’l-İlâhiyyeti, tak. Mâcid Fahri, Beyrut, 1982
İbn Sînâ, Şeyhu’r-Reis Hüseyin Ebî Ali, Kitâbu’n-Necât, Tak. Macid Fahri, Beyrut,
1982
İbn Sînâ, Şeyhu’r-Reis Hüseyin Ebû Ali, ‘Şerhu “Kitâbi Esolocya” el-Mensûb İlâ Aristo,
Aristo ‘İnde’l-Arab, yay: Abdurrahman Bedevi, Kuveyt, 1978.
İbn Sînâ, Uyûnu’l-Hikme, Nşr: Muhammad Hozien, www.muslimphilosophy.com,
erişim: 1 Mart 2004, 31.
İbn Teymiye, Ebu’l-Abbas Takiyüddin Ahmed b. Abdü’l-Halîm, Der’ü Teârudu’l-Akl
ve’n-Nakl, tah: Muhammed Reşad Sâlim, Suudi Arabistan 1981
İbnü’n-Nedîm, Muhammed b. İshak, Kitâbu’l-Fihrist, tah: Nâhid Abbas Osman, Doha, 1986
İhvan-ı Safa, Resâilü İhvan-ı Safa Ve Hullânu’l-Vefa, yayınlayan: Butros el-Bustânî, Beyrut
İhvânu’s-Safâ, Resâil, Dâru Sâdır, Beyrut Thsz
İnsan Yayınları, Oryantalistler ve İslamiyatçılar Oryantalist İdeolojinin Eleştirisi, (derleme), Çev: Bedirhan Muhib, İstanbul, 1989.
İzmirli, İsmail Hakkı, İslam’da Felsefe Akımları, Haz: N. Ahmet Özalp, İstanbul, 1995.
Kant, Arı Usun Eleştirisi, Çev: Aziz Yardımlı, İstanbul, 1993.
Karlığa, Bekir, “İslam Düşüncesi’nin Batı Düşüncesi’ne Etkileri” İstanbul, 2004.
Kaya, Mahmut, “Beytü’l-Hikme”, TDV. İslam Ansiklopedisi, C.6.
Keklik, Nihat, Felsefenin İlkeleri, İstanbul, 1982.
214
| Nuri Adıgüzel
Kıftî, Cemaleddin Ebî’l-Hasen Ali b. Yusuf, Kitâbu İhbâru’l-Ulemâ bi Ahbâri’l-Hukemâ,
Tah: Muhemmed Emin el-Hancî, Kahire, 1326.
Kınalızâde, Ali Efendi, Ahlak İlmi, Haz: Hüseyin Algül, Tercüman 1001 Temel Eser
(30).
Kindî, Ebû Yusuf Yakub b. İshak, ‘Risâle fî Hudûdi’l-Eşyâ ve Rusûmihâ’, Resâilü’lKindî el-Felsefiyye I/tah: Muhammed Abdülhâdî Ebû Rîde, Mısır, 1950.
Kindî, Felsefî Risaleler, Çev. Mahmut Kaya, İstanbul, 1994.
Komisyon (İ. Medkur başkanlığında), el-Mu’cemü’l-Felsefî, Kahire, 1983.
Komisyon, el-Mu’cemü’l-Arabî el-Esâsî, Larousse Yay., Alecso, 1989.
Komisyon, Larousse, Dictionnaire Encyclopédique, Larousse, 1994.
Kumeyr, Y. İslam Felsefesinin Kaynakları, Çev: Fahrettin Olguner, İstanbul, 1976.
Kutluer, İlhan / Kurnaz, Cemal, ‘Felek’, İslam Ansiklopedisi, TDV.,12/303 vd.
Kutluer, İlhan, “Bilimsellik” Üzerine, İstanbul, 1983.
Kutluer, İlhan, “Bilimsellik” Üzerine; Bilgi, Bilim ve İslam, İstanbul, 1987.
Kutluer, İlhan, İbn Sînâ Ontolojisinde Zorunlu Varlık, İstanbul, 2002.
Lakatos, İmre-Musgrave, Alan, Bilginin Gelişimi-Bilginin Gelişimiyle İlgili Teorilerin
Eleştirisi, (derleme), Çev: Hüsamettin Arslan, İstanbul, 1992.
Lalande, Andre, Mevsûatu Lalande el-Felsefiyye, Beyrut-Paris, I/316.
Lapidus, Ira M., Modernizme Geçiş Sürecinde İslam Dünyası, Çev. İ. Sefa Üstün, İstanbul, 1996.
Leaman, Oliver, Averroes and his Philosophy, Oxford 1988.
Marcel, Gabriel, ‘Ontolojik Muamma’, Metafizik Nedir, Çev: Ahmet Aydoğan, İstanbul, 1999.
Mayer, Frederick, Yirminci Asırda Felsefe, Çev: Vahap Mutal, İstanbul, 1992.
Neşşâr, Ali Sami, İslam’da Felsefi Düşüncenin Doğuşu -I/Çev: Osman Tunç, İstanbul,
1999.
Öner, Necati, Klasik Mantık, Ankara, 1986.
Paksüt, Fatma, Platon ve Platon Sonrası, Ankara, 1982.
Plotinus, Enneadlar-Seçmeler-Çev: Zeki Özcan, Bursa, 1996.
Popper, Karl, “Olağan Bilim ve Tehlikeleri”, Bilginin Gelişimi-Bilginin Gelişimiyle
İlgili Teorilerin Eleştirisi, der: Imre Lakatos-Alan Musgrave, Çev: Hüsamettin Arslan, İstanbul, 1992.
Bir Disiplin Olarak İslam Felsefesi
| 215
Popper, Karl R., Tarihselciliğin Sefaleti, Çev: Sabri Orman, İstanbul, 1995.
Râzî, Ebû Bekir Muhammed b. Zekeriyâ, ‘Filozofça Yaşama’, Felsefe Metinleri, Çev:
Mahmut Kaya, İstanbul, 2003.
Râzî, Ebu Bekir Zekeriya, ‘Kitâbu’s-Sîreti’l-Felsefiyye’, Resâil Felsefiye, tah: Komisyon,
Beyrut, 1982.
Rénan, Ernest, Averroès et L’Averroisme, Paris, 1866.
Rickman, H. P. Anlama ve İnsan Bilimleri, Çev: Mehmet Dağ, Ankara, 1992.
Rosenthal, Erwin I. J., Ortaçağda İslam Siyaset Düşüncesi, Çev: Ali Çaksu, İstanbul,
1996.
Russell, Bertrand, Batı Felsefesi Tarihi, Çev. Muammer Sencer, İstanbul, 1983.
Saruhan, Müfit Selim, İslam Meşşaî Felsefesinde Filozof, Ankara, 2010.
Sezer, Baykan, Sosyolojide Yöntem Tartışmaları, İstanbul, 1993.
Stace, W.T. Hegel Üstüne, Çev. Murat Belge, İstanbul, 1976.
Steenberghen, Fernand Van, Ontologie, Paris, 1966.
Suruş, Abdülkerim, İlim ve Felsefeye Giriş, Çev: Barış Güler, Ankara, 1990.
Sühreverdî, Şihâbüddin Yahya, Kitâbu’t-Telvîhâti’l-Levhiyye ve’l-Arşiyye, Tak: Henry
Corbin, Tahran, 1372.
Şahin, Hasan, İslam Felsefesi Tarihi Dersleri, Ankara, 2000.
Şehristânî, Ebu’l-Feth Muhammed b. Abdülkerim b. Ebu Bekr Ahmed, El-Milel ve’nNihal, Tahkik: Ahmet Fehmi Muhammed, Beyrut, 1992.
Şeybânî, Ömer et-Tûmî, Mukaddime fi’l-Felsefeti’l-İslamiyye, Tunus, 1990.
Tehânevî, Muhammed Ali, Mevsûâtu Keşşâfi Istılâhâti’l-Fünûn ve’l-Ulûm, Tah: Ali
Dahruc, Tak: Refik el-Acem, Beyrut, 1996.
Terkan, Fehrullah, “İslam’da Felsefe Geleneğinin İsimlendirilmesi ve Kökeni Üzerine” İslami Araştırmalar Dergisi, 19:2 (2006), ss.297-304.
Tevhidî, Ebû Hayan, Kitâbu’l-İmtâ’ ve’l-Muânese, tah: Ahmet et-Tuveylî, Tunus, 1988.
Thilly, Frank, Felsefe Tarihi, çev: İbrahim Şener, İstanbul, 1995.
Timuçin, Afşar, Felsefe Sözlüğü, İstanbul, 2000.
Toktaş, Fatih, İslam Düşüncesinde Felsefe Eleştirileri, İstanbul, 2004.
Topaloğlu, Bekir, İslam Kelamcıları ve Filozoflarına Göre Allah’ın Varlığı, DİB yay., Ankara, trz.
Turhan, Kasım, Âmirî ve Felsefesi, İstanbul, 1992.
216
| Nuri Adıgüzel
Tûsî, Nasîrüddin Ebû Abdullah, Hallü Müşkilâti’l-İşârât (el-İşârât metninin altında),
Kahire, 1985.
Türker-Küyel, Mübahat, “İslam Felsefesi” maddesi, Türk Ansiklopedisi, C.XXI.
Türker (Küyel), Mübahat, Üç Tehâfüt Bakımından Felsefe Ve Din Münasebeti, Ankara,
1956.
Türker-Küyel, Mübahat, “Kutadgu Bilig Ve Fârâbî”, Uluslararası İbn Türk, Harezmi,
Fârâbî, Beyruni Ve İbn Sînâ Sempozyumu Bildirileri, AKM. Yay. Ankara,
1990.
Uyanık, Mevlüt, Bilginin İslamileştirilmesi ve Çağdaş İslam Düşüncesi, Ankara, 1999.
Ülken, Hilmi Ziya, İslam Felsefesi: Kaynakları ve Etkileri, İstanbul, 1998.
Ülken, Hilmi Ziya, Uyanış Devirlerinde Tercümenin Rolü, İstanbul, 1997.
Ülkü, Hayati, İslam Tarihi, İstanbul, trz.
Vural, Mehmet, İslâm Felsefesi Sözlüğü, Ankara, 2003.
Weber, Alfred, Felsefe Tarihi, Çev. H. Vehbi Eralp, İstanbul, 1998.
Wolfson, H. Austryn, Kelâm Felsefesine Giriş, Çev: Kasım Turhan, İstanbul, 1996.
Yahya b. Adiy, ‘Tefsîr li’l-Makâleti’l-Ûlâ Min Kitâbi Aristotales’ Resâil Felsefiye, tah:
Abdurrahman Bedevi, Beyrut, 1983.
Yahya b. Adiy, Tefsîru Yahya b. Adiy li’l-Makâleti’l-Ûlâ min Kitâbi “Maba’dettabia” li
Aristotalis, tah: Abdurrahman Bedevi, Beyrut, 1983.
Yavuz, Hilmi, Felsefe ve Ulusal Kültür, İstanbul, 1975.
Yıldırım, Enbiya, Hadis Problemleri, İstanbul, 2001.
Yurdaydın, Hüseyin G., İslam Tarihi Dersleri, Ankara, 1982.
Download