TEMEL HUKUK Dr. O. İnanç GÜNEY Muhasebe ve Vergi Uygulamaları Programı ADANA MYO GİRİŞ: İnsan davranışı, bazen tümüyle istenç (irade) dışı faktörlerce belirlenir. Uykudayken yaptığımız hareketler, reşekslerimiz vb arkasında herhangi bir istencin bulunmadığını kabul ettiğimiz davranışlardır. Bunun yanında, her ne kadar bazı bilim adamları ve filozoşar kabul etmese de pek çok davranışlarımız istencimizin ürünüdür. Bu davranışların arkasında isteme, akıl yürütme, hesaplama, hedef belirleme, hedefe yönelme, karar verme gibi farklıı zihinsel süreçler yer alır. Söz konusu arka planın ayrıntılarını bilelim bilmeyelim, bu tür davranışlarımıza bizzat kendimizin neden olduğunu, isteseydik farklı türde davranabileceğimizi düşünürüz. Bunları istem dışı olanlardan ayırmak için ‘eylem’ kelimesini kullanabiliriz. İnsan eylemleri istencin ürünüdür. istenç, salt istek veya arzu değildir. istek ve arzuların da yön vermesiyle istenç; seçim yapma, hedef belirleme, sebep sonuç ilişkisi kurma ve karar vermedir. Yukarıda kısmen betimlediğimiz süreçte rol olan pek çok iç ve dış faktör vardır. Bunların bir kısmı salt maddi ve istençle ilgisi olmayan faktörlerdir. Tercihlerimizi, kararlarımızı ve dolayısıyla eylemlerimizi belirleyen bazı faktörler ise istencin, hatta başkalarının istencinin ürünü olduğu gibi, ‘kural’ adını alan özel bir biçime de sahiptir. Kurallar, belli durumlarda ne yapılması gerektiğini söyleyen ifadelerdir. Bu kuralların varlığını, dolayısıyla bir kural düşüncesini, eğitim ve sosyalleşme sürecinde doğallıkla öğreniriz. Öyle ki, kuralların varlığını doğal görür, hatta zorunlu olduklarını düşünürüz. Kurallar, bazen bizzat eylemde bulunan kişi tarafından oluşturulur. Bu durumda kişi, kendisi için kural koyar. Çoğu durumda ise kurallar, kişinin dışındaki bir irade tarafından koyulur. Bir kuralın varlığı, eylemlerin arkasında özgür iradenin bulunduğu düşünüldüğünden, zorunlu olarak bir sorumluluk düşüncesi yaratır. Eğer bir kural varsa, başka bir deyişle sizin davranışlarınıza yönelmiş bir kural varsa, bu düşüncenin mantıksal sonucu, kurala aykırı eyleminizin, sorumluluğunuzu doğuracağıdır. Eğer kurala aykırı davranmışsanız, her şeyden önce, hareketiniz yanlıştır. Farklı şekilde eylemde bulunma olanağına sahip olduğunuz için, kuralın türüne ve içeriğine bağlı olarak kınanabilir, cezalandırılabilir, belli bir olanaktan mahrum bırakılabilir, en azından vicdan azabı yahut suçluluk duygusu duyabilirsiniz. Toplum içinde sürdürülen yaşam, çeşitli kurallara muhatap olma anlamına gelir. içinde yaşanılan toplumun ahlaki yargıları, gelenekleri, siyasi iktidarın koyduğu kurallar, toplum içindeki daha küçük grupların çeşitli insan davranışlarına yönelik kuralları -söz gelimi adabımuaşeret (görgü) kuralları, meslek kuralları, moda kurallarıbütün toplumlarda varlığını gözlemlediğimiz din kuralları ve benzerleri, neredeyse insan eylemlerinin her türünü konu edinmeye ve yönlendirmeye çalışır. Hukuk kuralları da, insan davranışına yönelmiş kurallardandır ve kişinin belli durumlarda hangi eylemde bulunulması gerektiğini, muhtemel eylemlerinin sonuçlarıyla birlikte ifade eder. Asıl konumuz hukuk kuralları olmakla birlikte, kurallar çeşitliliği içerisinde neye hukuk kuralı deneceğini daha iyi belirleyebilmek için öncelikle insan davranışına yönelmiş diğer kurallardan bir kaçına değineceğiz. Ancak ‘hukuk’ denildiğine kastedilenin sadece hukuk kuralları olmadığını, ‘hukuk’ sözcüğünün daha geniş bir anlama ve olgular bütününe gönderme yaptığını söylememiz gerekiyor. Bu genişanlamı ve olgular bütününü, hukuk kurallarını ele alırken göreceğiz. 1.ÜNİTE:TOPLUMSAL DÜZEN HUKUK KURALLARI ve 1- HUKUKUN ANLAMI VE KONUSU İnsanlar ilkel çağlarda bile toplu hallerde ve bir düzen içinde yaşamışlardır. Bu, hem insanın yaratılışından kaynaklanan ve onda var olan bir özellik olduğu gibi, hem de doğa koşullarına karşı daha rahat korunma ve temel ihtiyaçlarını daha kolay sağlama yoludur. İnsanlar toplu yaşamak zorundadır ve bu birlikte yaşamanın sonucunda da kültürel, sosyal ve teknik gelişmeler sağlanabilmiştir. Gerek doğal topluluklarda gerekse hukuki topluluklarda yaşayan insanlar diğer insanlarla bağlılık ve ilişki içerisinde olmak zorundadırlar. Toplum içindeki insanların birbirleri ile sürekli ve karşılıklı ilişkide olmaları, menfaat çatışmasını da beraberinde getirmektedir. Ancak toplum içinde yaşamanın en önemli unsuru güven içinde yaşamaktır. İşte insanlar arasındaki menfaat çatışmaları düzensizlikler ve anlaşmazlıkların belli kurallar dahilinde bir çözüme kavuşturularak, güven ve düzen içinde yaşamalarını hukuk kuralları sağlamaktadır. Hukuk kuralları, toplum içindeki insan davranışlarının nasıl olup olmayacağı konusunda bir takım emir veya yasaklar içerir. Bu kural ve kaidelere uygun düşmeyen davranış ve fiiller, toplum düzen ve güvenini bozduğu için, yapılan eylemin derecesine göre yine hukuk kurallarına uygun olarak bir takım tepkilerle karşılanır. Bu tepkilere yaptırım veya müeyyide denilir. 2- TOPLUMU DÜZENLEYEN KURALLAR - Toplum hayatının barış, düzen ve güven içinde devamı, toplumsal ilişkilerin düzenli bir şekilde gelişmesi, toplumu düzenleyen kuralların varlığına ve bunların etkin uygulanmasına bağlıdır. Ancak toplum hayatının gereği olan çeşitli sosyal ilişkiler sadece hukuk kuralları tarafından düzenlenmez. İnsanların sosyal hayatını hukuk kurallarının yanı sıra din, ahlak ve görgü kuralları da düzenler. Bütün bu kurallara toplumu düzenleyen kuralar denilmektedir. - Din ahlak ve görgü kurallarını hukuk kurallarından ayıran en önemli fark bunlara uyulmaması halinde maddi bir müeyyidesinin olmamasıdır. - - Gerek hukuk kuralları, gerek din ahlak ve görgü kuralları toplum hayatını düzenleyen kurallar oldukları için çoğu kez birbirlerinden etkilenmişlerdir. Nitekim bir din, ahlak veya görgü kuralı toplumda arz ettiği önem bakımından bazen bir hukuki yaptırıma bağlanmış ve bir hukuk kuralı haline gelmiştir. B- DİN KURALLARI dinin “insanın doğasına, evrenin yapısına, insanların nasıl yaşaması gerektiğine, gerçeklik ve değerlerle ilgili doğruları araştırmanın en iyi yöntemlerine ilişkin birbiriyle içten bağlantılı bir inançlar kümesi ve bu inançlar tarafından belirlenen tutumlar ve pratikler” olduğunu söyleyebiliriz. - Dini kurallar, insanların inançları ile ilgili kurallardır. İnançların kaynakları değişik olmakla birlikte ortak amaçları inananların bu dünyada ve ahrette mutluluğunu sağlamaktır. İlkel dinlerde, insana özgü korku ve hayranlıklar, inançların temel kaynağını oluştururken, tek tanrıya dayanan semavi dinlerde ise inançların kaynağı Allah’tır. Din kuralları Allahın peygamberleri aracılığıyla insanlığa tebliğ ettiği emirler, yasaklar ve tavsiyelerden oluşan ilahi buyruklardır. Bir dinin mensubunun, dinin öngördüğü eylemleri yerine getirmemesi yahut daha açık bir ifadeyle din kurallarına aykırı davranması, öncelikle kendi inancı açısından düştüğü bir çelişkiyi ortaya çıkarır. Bu çelişki inanç zayışığını gösterdiği kadar, tanrının veya doğaüstü güçlerin gazabını çekmek, bu dünyada veya hem bu dünyada hem de öte dünyada bir azaba maruz kalmak korkusunu da doğurur. Bu gazap ve azap inancı, din kurallarına uymaya zorlayan bir etken olarak, din kurallarının yaptırımıdır. daha doğru ve tutarlı bir belirlemeyle, dinî kuralların yaptırımının öte dünyayla ve doğaüstü güçlerle ilişkili olduğunu, din kurallarının iktidar tarafından benimsenmesiyle ortaya çıkan uygulamanın, olsa olsa dine uygun, dine dayanan bir ‘hukuk düzeni’ olduğunu söylemek gerekir. C-AHLAK KURLLARI akıl sahibi bir varlıktır ve şüphesiz akıl sahibi olmak, onu diğer varlıklardan ayıran en önemli özelliktir. insan, aklı sayesinde nesneleri ve olguları seyretmekle kalmaz, onları karşılaştırır, birbirleriyle bağlantılandırır. insan yine aklı sayesinde karşılaştırma ve bağlantılandırmanın yanında projeler yapar, bu projelere uygun araçlar tasarlar. Doğa yasalarından tamamen bağımsızlaşamasa da kendini tümden doğanın akışına bırakmaz, doğayı değiştirmeye çalışır. insan sözcüğünün betimsel ve normatif anlam taşıyan iki kullanımı vardır. Birincisi, özellikle toplum veya gruplarla ilgili olduğunda, var olan davranış kurallarına gönderme yapar. Bir toplumun ahlakından bahsederken uyulması gereken kurallardan değil, uyulmakta olan kurallardan bahsederiz. Bu nedenle böyle bir kullanım, tasvir etme işlevine sahip olmak anlamında betimseldir. ikincisinde ise uyulması gereken kurallar düşüncesi vardır. Bu anlamıyla ahlak, insanlara uyma talebinde bulunmak anlamında kullanılır, dolayısıyla da normatiftir. Ahlak ahlakın değer yargıları içeren, iyiye yönelmiş davranış kuralları olarak belirlenebileceği sonucuna varabiliriz. Ahlak beşerîdir. insan ürünüdür. Doğada ahlak olmaz; doğanın ahlakı olmaz. Doğanın yasaları vardır. Olgular bizatihi değer yaratmaz. Karnını doyurmak için sürekli başkalarını öldüren bir aslan, ahlaksız değildir. Diğer kurallar açısından ilgili kısımlarda ele almak üzere, şimdilik sadece ahlak kurallarına uyulmamasına değinelim. Bir ahlak kuralına uyulmamasının iki tür sonucu olabilir. Birincisi, ahlak kişinin kendi kendisine sınır koyması demek olduğundan, kendi içinde yaşadığı çelişkinin sonucu olarak duyulan ve genellikle vicdan azabı olarak isimlendirilen huzursuzluktur. ikinci tür sonuç, toplumun genel ahlaki yargılarına aykırı hareket edilmesi durumunda diğer kişilerle ilgili olarak ortaya çıkar. Kişi başkaları tarafından ayıplanabilir, kınanabilir, hatta dışlanabilir. - - Özetle ahlak kuralları, insanların hem kendilerine hem de başkalarına karşı ödevlerini gösteren, insanın ve toplumun vicdanına dayanan hayır, yardım ve iyilik duygularından oluşur. Ahlak kuralları sübjektif ve objektif ahlak kuralları olmak üzere ikiye ayrılır. İnsanın bizzat ve sadece kendisine karşı yapmak veya yapmamakla yükümlü olduğu davranışlara sübjektif ahlak; insanın toplumun müşterek vicdanında oluşan hayır ve iyilik kurallarına göre davranması ise objektif ahlak kuralları olarak nitelendirilir. Ahlak kurallarına aykırı hareket edilmesine tepki, ya kişinin kendi vicdanında ya da toplumun vicdanında ortaya çıkar. Bunlar da kişinin yaptığı davranıştan dolayı pişmanlık duyması veya toplumda ortaya çıkan ayıplanma ve kınama şeklinde tepkilerdir. D-GÖRGÜ(Örf ve Âdet Kuralları) KURALLARI Eylemlerimizi yönlendiren bazı kuralları bizzat toplumsal pratiklerde buluruz. Bu pratikler toplumda öylesine yerleşmiştir ki, belli bir yörede yahut toplumun ortak karakteristiğini taşıyan topluluklarda artık bir kural hâline gelmiştir. Kuralı kimin koyduğu bilinmez; hatta bu pratiği uygulayanlar söz konusu kuralın ne zaman konulduğunu da bilmez. Bu tip pratiklerin kural oluşu, ortaklaşa kabule ve eskiliğe, yani çok uzun zamandan beri uygulanıyor olmaya bağlıdır. Öyleyse örf ve âdet kuralları adı verilen bu kuralların en önemli iki özelliği, başlangıcı bilinemeyecek ölçüde eskiden beri uygulanıyor olmak ve toplumda bu şekilde hareket edilmesi gerektiği yönünde bir inancın bulunmasıdır. Örf ve âdet kuralları, özellikle modernleşmemiş toplumlarda bireylerin davranışlarını yönlendiren en önemli kurallardandır. Örf ve âdet kuralları sosyalleşme sürecinde kişiden kişiye, nesilden nesile aktarılır. Toplumun büyük bir çoğunluğu, özellikle de çeşitli iktidar araçlarını kullananlar tarafından benimsenen bu kurallara uyulmaması, bazen modern hukuk sistemlerindeki hukuk ihlallerine verilen tepkiden çok daha ağır olabilir. Üstelik örf ve âdetler, kişilerin kimlik algılarında da kurucu unsurdur. Örf ve âdetlere uyulmamış olması, dışardan bir baskı ve zorlama gelmese bile, kişi açısından yıkıcı sonuçlar doğurabilir. - - Örf adet (Görgü) kurallarına uyan kişiler arasında daha samimi ve sağlıklı ilişkilerin kurulması sağlanır.Böylece toplum yaşamı daha kolay ve saygın hale gelmiş olur. Görgü kurallarına uymamanın müeyyidesi manevidir. Görgü kurallarına uymayan bireyler toplum tarafından cahil, görgüsüz, vefasız, saygısız kaba gibi manevi bir takım tepkilere muhatap olurlar ancak bunun ötesinde herhangi bir maddi müeyyide ile karşılaşmaları mümkün değildir. HUKUK KURALLARI Hukuk kuralları, aynen diğer kurallar gibi yöneldikleri kişilere, daha teknik tabirle muhataplarına belli bir şekilde davranmayı veya davranmamayı söyler. Yani hukuk kuralları öncelikle emreder veya yasaklar. Bunun yanında hukuk kuralları, belli durumlarda belli eylemlerde bulunmaya izin verir. Hukukun belli bir eylemde bulunmaya izin vermesi, kişinin o eylemi yapmaya mecbur olmamakla birlikte, yapması durumunda istemediği bir durumla karşılaşmayacağı, izin verilmiş bir eylemin tipinin, hukuk tarafından korumaya alındığı anlamına gelir. beşeri davranışı yönlendiren kuralların mecbur kılmasından bahsettiğimizde, aksi şekilde davranmanın imkânsızlığını kastetmeyiz. Bir kuralın emir veya yasakla yöneldiği kişi, pekâlâ bu kuralın işaret ettiği eylemi gerçekleştirmeyebilir. ister ahlak, ister din, isterse hukuk kuralı olsun, insanlar bu kuralların aksi yönünde hareket edebilirler. Hatta şöyle söylemek belki daha doğru olacaktır: Aksi yönde hareket etme ihtimali, zaten o kuralların yaratı lmasının nedenidir. Eğer insanlar öldürme kabiliyetinden yoksun olsa idiler, öldürmeyi ahlaken, dinen veya hukuken yasaklamanın bir anlamı kalmazdı. Dolayısıyla kuralların yarattığı mecburiyet veya zorunluluk, daha çok, sorumluluk ve yükümlülük anlamlarına gelir. Sorumluluk ve yükümlülük ise, söz konusu kural sisteminin mahiyeti açısından değişkenlik gösterir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, bir ahlak kuralına uymamakla ortaya çıkan ahlaki sorumluluk kişinin vicdan azabı veya psikolojik huzursuzluğu sonucuna ve aynı zamanda diğer insanlar tarafından kınanmasına neden olur. Bir din kuralının aksi yönünde eylemde bulunmak, o dinin mensubu açısından, bu dünyada veya öte dünyada çekilecek bir acıyı doğurur. Bir hukuk kuralının ihlali nedeniyle ortaya çıkan sorumluluk, yani bir yükümlülüğ ün yerine getirilmemesi, kişinin hukuk düzeninin öngördüğü sonuçlarla karşılaşmasına neden olur. Bu sonuçlar, tazminat ödeme, bazı haklardan mahrum kalma veya doğrudan cezaya maruz kalma yahut eylemiyle elde etmeyi umduğu sonucun gerçekleşmemesi olabilir. Hukuk kurallarının özellikle gündelik hayatta sıkça karşılaştığımız örnekleri, ahlak kurallarıyla, din kurallarıyla yahut örf ve âdet kurallarıyla benzerlik gösterebilir yahut bu kurallara dayandırılabilir. Söz gelimi hırsızlık, adam öldürme, hakaret etme gibi eylemler, pek çok ahlak anlayışı, neredeyse bütün dinler ve yine neredeyse bütün toplumların tarihten gelen örf ve âdetleri çerçevesinde yasaklanmıştır. Öyle görünüyor ki, bir kuralın hukuk kuralı olduğunu söylemek, her şeyden önce, söz konusu kuralın merkezî siyasal iktidar tarafından çıkarıldığını söylemektir. Daha gündelik bir tabirle, bir kural devlet tarafından çıkarılmışsa hukuk kuralı dır. Bu durumda hukuk kurallarını diğer kurallardan ayıran özelliğin, kuralın koyucusu, yaratıcısı tarafından yapılan belirlemeye bağlı olduğunu söyleyebiliriz. Hukuk kuralı olmanın, devlet tarafından yaratılmış olmaya bağlanmış olmasının bir başka sonucu, hukuk kurallarının birer ahlak veya din kuralı olarak kabul edilememesidir. Yani bir yandan ahlak ve din kuralları hukuk kuralı olarak kabul edilmezken, diğer yandan hukuk kurallarına da ahlakilik ve dinîlik sıfatı yüklenemez. Bu sonucun pratik anlamı, hukuk kurallarına uyan bir kişinin sırf bu yüzden ahlaklı bir insan olamayacağıdır. Hukukîliğin devletle ilgili bir mesele olmasının, hukuk kurallarının din kurallarıyla ilişkisi açısından da pratik bir anlamı vardır. Hukuk kuralları, devlet tarafından çıkarılmış kurallar olarak tanımlandığında, devletin çıkardığı kurallar da hukuk kuralı olarak kabul edildiğinde, din kuralları ile hukuk kuralları köklü bir şekilde birbirinden ayrılmış olur. Kavramsal olarak devlet, din kurallarını uygulamaz. Yahut devletin çıkardığı ve uyguladığı kurallara din kuralı denmez. Devlet olsa olsa, belli bir dinin kurallarına uygun kurallar çıkarır. Ama iktidarın ürünü olmakla, bu kurallar hukuk kuralı olacaktır. Her ne kadar hukukun devletin ürünü, devlet yapımı kurallar oldu- ğunu söylüyorsak da, devlet ve hukuk ilişkisi, yapan-yapılan ilişkisi kadar basit de- ğildir. Zira hukukun yaratıcısı olarak devleti kolaylıkla teşhis edebilmemize karşın, döngüsel bir şekilde, devletin de hukuk tarafından yaratıldığını gözlemleriz. Eğer devlet bir iktidar örgütlenmesi ise bu örgütlenme doğal olarak kurallara, yani hukuka dayanır. Örgütlenmenin biçimi, sınırları, yetkileri ve gücü, tümüyle hukuk tarafı ndan belirlenir. Öte yandan hukuk, yine bu örgütlenme tarafından üretilmektedir. Dolayısıyla hukuk ve devlet sürekli olarak birbirlerini yaratmaktadır. ‘Hukuk kuralı’, ‘merkezi siyasal iktidar’ veya ‘devlet’ ifadelerinin taşıdığı zorunlu bir anlam, ‘örgütlü yargılama’dır. Yargılama, herhangi türden bir kuralın varlığında kendiliğinden ortaya çıkar. Yargılama, bir eylemin bir kurala uygun olup olmadığını belirlemedir. Bu açıdan ahlak kuralları söz konusu olduğunda kişinin kendi eylemleri hakkında yaptığı değerlendirme bir yargılama, kişi de bu durumda kendisinin yargıcı olduğu gibi, diğer insanların değerlendirmesi de yargılamadır. Ancak hukuktan ve devletten bahsettiğimizde, bu yargılama örgütlenmiş, kurumlaşmış, egemenlik alanının tamamında etkin, sürekli ve düzenli bir şekilde karşımıza çıkar. Devletin örgütlü yargılama faaliyetinde ilk olarak göze çarpan, mahkemelerdir. Mahkemeler, devlet tarafından yaratılan hukuk kurallarına fiilen uyulup uyulmadığını belirler. Mahkemelerin bir kısmı, suç adı verilen ihlallerle ilgilenir. Suç, iktidarın önemli gördüğü kural ihlalleridir ve bir eylemin bu türden bir ihlal olduğu mahkemece tespit edilirse, mahkemenin diğer görevi, hukukun öngördüğü çerçevede bir cezaya karar vermektir. Suç oluşturduğu kabul edilen eylemlerde devlet, aynı zamanda davacı konumundadır. Dolayısıyla suç işlediği düşünülen kişinin mahkemece yargılanması süreci, yine devlet tarafından yönetilir. Söz gelimi Türk hukuku, suç mağdurlarının, mesela eşyası çalınan bir kişinin, bizzat dava açması- na izin vermez. Kabaca ‘bir başkasının malını, izinsiz olarak kendi menfaati için almak’ şeklinde tanımlanabilecek hırsızlık, hukuk düzeni tarafından önemli bir kural ihlali olarak görülür. Hırsızlık eyleminden şikayet veya ihbar gibi bir yolla haberdar olan devlet görevlisi, yani savcı, gerekli hazırlığını yaptıktan sonra, ceza mahkemesinde zanlı (şüpheli) aleyhine dava açar. Mahkeme, hukukun öngördüğü yargılama kuralları çerçevesinde, yargılanan kişinin, yani sanığın, gerçekten bu eylemi yapıp yapmadığını araştırır. Eylemin sanık tarafından gerçekleştirildiği kanaatine varıldığı takdirde, mahkemece bu eylem için bir cezaya hükmedilir. Mahkemelerin bir kısmı ise bireyler arasındaki suç oluşturmayan uyuşmazlıkların giderilmesiyle ilgilenir. Bir eşyanın veya taşınmazın kullanımıyla, ailevi ilişkilerle veya ticari ilişkilerle ilgili uyuşmazlıklar, mahkemeler tarafından hukukun öngördüğü çerçevede sonuca bağlanır. Eşyanın kimin mülkiyetinde olduğu, taşınmazı kimin kullanacağı, verilen zararın nasıl tazmin edileceği, çocuğun babasının kim olduğu, bozuk mal satın alan kişinin satıcıdan neler talep edebileceği gibi uyuşmazlıklar, bu mahkemeler tarafından karara bağlanır. Bu uyuşmazlıklarda da çeşitli hukuk kuralları ihlal edilmişse de, devlet bu ihlalleri cezalandırmaya gerek görmez. Hangi olaylara ve uyuşmazlıklara hangi mahkemelerin bakacağı, yargılama sürecinin nasıl başlatılacağı, yargılama sürecinde taraşarın ve yargılama makamlarının hangi kurallara uyacağı hukuk kuralları tarafından belirlenmiştir. Bugün çağdaş devlet anlayışında hakim olan ilke hukuk devletidir. Hukuk kuralları herkes için geçerli emir ve yasaklar içerirler. Bu kurallar çeşitli biçimlerde ortaya konulurlar; hiyerarşik olarak kanun, tüzük ve yönetmelik şeklindedir. Hukuk kurallarının amaçları; - 3-HUKUK KAVRAMI ve UNSURLARI Hukukun Tanımı: - Hukukun tanımı uygulandığı ülkeden ülkeye zamandan zamana değişme gösterse de en basit şekilde Hukuk, toplum hayatını düzenleyen ve uyulması zorunlu olan kurallar bütünüdür. Hukukun Unsurları: A-Devlet ve Zor Kullanma Devletin, dolayısıyla da hukukun bir başka önemli özelliği, zor kullanmasıdır. Sıradan bir vatandaş için devletin zor kullanan (cebir uygulayan) bir örgüt olması ilk bakışta göze çarpmayabilirse de, devlet varlığını zor kullanmaya borçludur. Devletin bu yönü, öncelikle kuruluşu sırasında bütün çıplaklığıyla görünür hâldedir. Olağan dönemlerde devlet, çeşitli aygıtlarla zor kullanmayı en aza indirmeyi hedeşer. Ne var ki her kural ihlali, devletin zor kullanma gücünün özellikle kuralları ihlal edenler tarafından hissedilmesine neden olur. Devletin zor kullanma gücü, hukuk kurallarının yaptırımları olarak ortaya çıkar. Bu güç, ihlal edilen kuralın niteliği ile uygulanan yaptırımın tür ve ağırlığına oranla ve yaptırıma maruz kalan kişinin, aleyhine verilen karara uymasına veya direnmesine göre değişen derecelerde ortaya çıkar. ilk başta basit bir dava dilekçesi ile başlayan süreç, devletin fiziksel şiddete başvurmaya yetkili görevlilerinin de işe karıştığı daha sert bir cezalandırmayla sonlanabilir. Özetle, devletin zor kullanma gücünün, hukuka uyulduğu durumda pek hissedilmediğini, ancak hukukun gerekleri yerine getirilmedikçe, gittikçe artan bir oranda bu zor kullanma gücünün muhatabı olunacağını söyleyebiliriz. Yaptırım Hukuk kurallarının ihlal edilmesi durumunda, ihlal eden kişilerin istemedikleri durumlarla karşılaşabileceklerini söylemiştik. işte devletin hukuk kurallarına uyulmasını sağlamak amacıyla kuralların ihlali durumunda, ihlal eden kişilerin istemedikleri bir durumla karşı karşıya bırakılmalarına, yaptırım adı verilir. Ancak yaptırım, geniş anlamıyla ele alınacak olursa, sadece ihlal durumunda ortaya çıkmaz; bir yandan hukuk kuralına uyulmasını sağlamak, dolayısıyla da hukukun kurduğu düzenin devamı için daima bir tehdit olarak bireylerin karşısında dururken diğer yandan, kuralın ihlal edilmesi ile bozulan hukuksal düzen yaptırım vasıtasıyla mümkün olduğunca eskisine benzer bir şekilde yeniden kurulmaya çalışılır. Tanımımızı yenileyecek olursak yaptırım, hukuk düzenine aykırı durumlara hukukun verdiği tepkidir. Tekrarlayacak ve genel olarak değerlendirecek olursak, bir kuralın olduğu yerde, mutlaka yaptırım vardır. Yaptırımsız bir kuraldan bahsetmek anlamsızdır. Yaptırım, ihlal edilen hukuk kuralının niteliğine ve hukuka aykırılığın gerçekleşme tarzına göre değişir. Hukuk, kendi kurduğu düzenin devamını öngördüğüne göre, bu düzene ait olmayan bir eylem, en basitinden, hukuk tarafından tanınmayacaktır. Ceza: Yaptırım kelimesi genellikle ilk olarak ceza hukuku alanındaki yaptırımları, hapis cezası ve adli para cezası gibi cezaları çağrıştırır. Hukuk düzeni içerisinde, ceza mahkemeleri dışında verilen cezalar da bulunmaktadır. Bunların bir kısmı, idare tarafından uygulanan yaptırımlardır. idare, hukukun kendisine tanıdığı yetki çerçevesinde çeşitli durumlarda idarî para cezası verebileceği gibi, kamu görevlileri, kamu kurumu niteliğindeki meslek örgütlerinin üyeleri ve öğrenciler, disiplin cezalarına çarptırılabilir. Nihayet idare, ruhsat iptali, bir mesleğin icrasından men gibi kararlarla, ceza anlamına gelebilecek yaptırımlar uygulayabilmektedir. fiimdi hukukun öngördüğü cezaları ana hatlarıyla ele alabiliriz. Bazı hukuka aykırı eylemler, hukuk düzeni tarafından suç olarak kabul edilir. Hangi eylemlerin suç olarak kabul edileceği, siyasal iktidarın güttüğü suç politikası tarafından belirlenir. Bir eylemin suç olarak belirlenmesinde, eylemin kamu düzenini bozduğu düşüncesi temel alınır. Ancak kamu düzeninin ne olduğu, bozulmasının ne anlama geldiği, ne zaman bozulmuş sayılacağı yine siyasal iktidarın suç politikasınca belirlenecektir. Ceza mahkemelerinin suç sayılan eylemler için yaptırım olarak öngördüğü cezalar, hapis cezası ile adli para cezasıdır. Hapis cezası ile cezalandırılan kişinin özgürlüğü elinden alınmakta, kişi hapishane koşulları içerisinde yaşamaya mecbur bırakılmaktadır. Hapis cezası, suçun niteliğine göre ‘ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası’, ‘müebbet hapis cezası’ ve ‘süreli hapis cezası’ olarak belirlenebilir. Müebbet hapis cezası, hükümlünün hayatı boyunca devam ederken, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasında bu durum sıkı güvenlik rejimine tâbidir. Süreli hapis cezası ise en az bir ay, en fazla ise yirmi yıl olan hapis cezasıdır. Bir yıl ve daha az süreli hapis cezaları kısa süreli hapis cezası olarak kabul edilir. Türk Ceza Kanunu’nun 50. maddesine göre kısa süreli hapis cezası, suçlunun kişiliğine, sosyal ve ekonomik durumuna, yargılama sürecinde duyduğu pişmanlı-ğa ve suçun işlenmesindeki özelliklere göre, adlî para cezası, belirli yerlere gitmekten veya belirli etkinlikleri yapmaktan yasaklanma, mahkûm olunan cezanın yarısından bir katına kadar süreyle ve gönüllü olmak koşuluyla kamuya yararlı bir işte çalıştırılma şeklindeki alternatif cezalara çevrilebili Adlî para cezası ise suç oluşturan eylem için mahkeme tarafından belirlenecek gün sayısının, her gün için yine mahkemenin kişinin ekonomik ve diğer kişisel hâllerini dikkate alarak kanunda belirlenen sınırlar çerçevesinde belirleyeceği karşı lığıyla çarpılması sonucu bulunan miktardır. Bu ceza devlet hazinesine ödenir. Bu cezaların yanında, suçun niteliğine göre kişilerin belli haklardan mahrum bırakılması, suç işlemede kullandıkları eşyaların müsadere edilmesi (mülkiyetinin devlete geçmesi), suç işlemek suretiyle edinilen kazancın müsadere edilmesi, akıl hastalarına yönelik özel önlemlerin uygulanması gibi güvenlik tedbirleri adı verilen ceza hukuku yaptırımları da bulunmaktadır. Belirtildiği üzere hukuktaki ceza niteliği taşıyan yaptırımlar sadece ceza mahkemeleri tarafından verilmez. idarenin de bazı durumlarda cezalandırma yetkisi vardır. Ancak hemen belirtmeliyiz ki, idarenin verdiği bu cezaların hukuka uygunluğ unu idarî yargıda denetlettirmek imkânı her zaman vardır. idarenin cezalandırma yetkisi öncelikle idari para cezalarıyla ortaya çıkar. Çeşitli kanunlarla idareye tanınan yetkiyle, idari görevliler belli durumlarda yine kanunlarla belirlenen para cezaları verebilirler. Söz gelimi Kabahatler Kanunu çerçevesinde emre aykırı davranış, dilencilik, kumar, sarhoşluk, gürültü, rahatsız etme, tütün mamullerinin tüketilmesi, kimliği bildirmeme, çevreyi kirletme, afiş asma, silah taşıma gibi eylemler için para cezası verilebilir. Bunun yanında Trafik Kanunu çerçevesinde verilen trafik cezaları idarî para cezalarıdır. Ayrıca pek çok kanunda, özellikle idareye yapılması gereken bildirimlerin zamanında yapılmaması nedeniyle idarî para cezası verilebilmesini düzenlenir. Cebrî icra Cebrî icra, kelime anlamı itibarıyla, zorla yerine getirme demektir. Bazı hukuk kuralları, kişilerin bazı eylemleri yapmalarını emreder. Bu durumu yukarıda, zorunlu tutmak veya mecbur kılmak şeklinde ifade etmiştik. Söz gelimi, bir ev kiralamış olun. Kiralanan ev, kira bedeli, ödeme şartları, kira süresi gibi hususlar hakkındaanlaşmış olmanızla ev sahibi ile aranızda bir kira sözleşmesi kurulmuş olur. Bu sözleşme çerçevesinde, mesela, her ayın ilk beş günü içerisinde kararlaştırılan kira bedelini ev sahibinin banka hesabına yatırmayı kabul etmiş olabilirsiniz. Eğer kararlaştırılan süre içerisinde kiranızı ödemezseniz ve hukukun öngördüğü diğer şartlar da gerçekleşmiş olursa, ev sahibi kira bedelini sizden faiziyle birlikte isteyebileceği gibi, evden çıkmanıza karar verilmesi için mahkemeye de başvurabilir. Kira bedelini ödemekte direnmeniz durumunda, icra daireleri vasıtasıyla eşyalarınız haczedilebilir ve satılabilir. Satımdan elde edilen parayla da ev sahibine alacağı ödenir. Üstelik eğer mahkeme sözleşmeye uymamanız nedeniyle evi tahliye etmenize (boşaltmanıza) karar verirse ve siz bu karara da direnirseniz, icra memurları, gerekirse kolluk kuvvetlerinin de yardımıyla eşyalarınızı evin dışına çıkarabilir. Bu anlatım çerçevesinde cebrî icrayı, bazı hukukî yükümlülüklerin yerine getirilmemesi durumunda, devletin zor kullanma gücüyle bu yükümlülüğün gereklerini bizzat yerine getirmesi olarak tanımlayabiliriz. Özel hukukun cebren icrası, borç ilişkileri dışında da ortaya çıkar. Söz gelimi bir velayet davasında, yani boşanmış bir çiftin çocuklarının kimin yanında yaşamaya devam edeceğine karar verilmesinin talep edilmesi durumunda yine cebrî icra-ya başvurmak gerekebilir. Çocuğun, dava süresince yanında kaldığı tarafın, mesela babanın değil de annenin velayetinde kalmasına karar verilmesi ve babanın çocuğ u anneye teslim etmemekte direnmesi durumunda, yine icra memurları, gerektiğ i takdirde kolluk kuvvetlerinin (polis veya jandarmanın) yardımıyla çocuğu babadan alarak anneye teslim ederler. Tazminat Hukuk kurallarının, ihlal durumunda yaptırımlar öngörmesinin ilk amacının hukuka uyma davranışının sağlanarak, hukukun öngördüğü düzenin ayakta kalması olduğunu belirtmiştik. Yaptırımın değindiğimiz ikinci amacı ise, hukuka aykırı eylemle bozulan düzenin mümkün olduğunca eski hâline getirilmesi idi. Nitekim cebrî icrada, hukuka aykırı eylemler söz konusu olduğunda hukukun öngördüğü düzen devlet eliyle zorla kuruluyordu. Ne var ki özel hukuk alanındaki bazı hukuka aykırı eylemlerin sonuçları, cebrî icra vasıtasıyla düzenin yeniden kurulmasına uygun değildir. Bir kişi hukuk kurallarına aykırı hareket etmek suretiyle bir başkasına zarar vermiş ise zararın giderilmesi, tazmin edilmesi gerekir. Tazminat, genellikle, zararın parasal değerine karşılık gelen bir ödeme yükümlülüğüdür. Tazminat, borç ilişkisinin koşullarına uyulmamasının yanında, hukukta ‘haksız fiil’ adı verilen eylemlerden de doğabilir. ‘Haksız fiil’, hukuka aykırı kusurlu bir eylemle bir başkasına zarar verilmesidir. Söz gelimi kişi, hatalı kullanımı sebebiyle otomobiliyle bir yayaya çarpar ve yaralarsa yaraladığı kişinin hastane masraşarını, tedavi ve iyileşme süresince çalışamamasından kaynaklanan zararlarını tazmin etmekle yükümlüdür. Haksız fiil sorumluluğu, bazen ceza sorumluluğuyla aynı anda var olabilir. Ceza sorumluluğunda bir kişi ceza kanunlarına aykırı hareket etmekte ve çoğunlukla başkalarına zarar vermektedir. Söz gelimi, hatalı kullanımı nedeniyle otomobiliyle yayaya çarparak yaralayan kişi, haksız fiil sorumluluğu yanında, aynı zamanda, ceza sorumluluğuna da sahip olabilir. Böyle bir eylemle kişi, hem verdiği zarardan dolayı yaralanan kişinin zararını tazmin edecek hem de ceza yargılaması sonucunda verilecek hüküm çerçevesinde cezalandırılacaktır. Tazminatın, idarenin eylem ve işlemleri nedeniyle ortaya çıkan zararların karşı- lanması durumunda da ortaya çıkması mümkündür. Hukuk devleti ilkesinin en önemli özelliklerinden birisi, idarenin, yani devletin bütün işlem ve eylemlerinin yargı denetimine açık olmasıdır. Aynı zamanda devlet, devlet görevlilerinin görevleri nedeniyle yapmış oldukları eylemlerle vatandaşlara verdikleri zararı tazmin etmekle yükümlüdür. Tazminat konusunda son olarak söylenmesi gereken, bahsedilen zararın sadece maddi zararlar olmadığıdır. Kişi, hukuka aykırı kusurlu eylemiyle, bir başka kişiye, ortada maddi bir zarar olmasa da, acı veya ıstırap çektirmiş olabilir. Söz gelimi, hatalı kullanımı sebebiyle yaptığı trafik kazasında bir kişinin ölümüne neden olan kişi, ölenin yakınlarında büyük bir acıya neden olabilir. Böyle bir durumda mahkeme, toplumsal ve ekonomik koşulları da dikkate alarak, bu acıya bir maddi değer biçerek, zarar veren kişinin manevi tazminat adı altında bu miktarı ödemesini isteyebilecektir. Geçersizlik Hukuk düzeni, günlük hayattaki çeşitli irade açıklamalarımıza hukukî sonuçlar bağlar. Söz gelimi bir semt pazarında sebze satan satıcı sebzelerin fiyatını yazarak bir irade açıklamasında bulunmuştur. Hukuk açısından bu irade açıklaması, satım sözleşmesi yapmanın ilk aşamasıdır. Bu pazarcıdan bir kilo sebze tartmasını isteyen müşteri de bu iradesini açıklamak suretiyle satım sözleşmesi yapmayı kabul etmiş olur ve böylece bir sözleşme kurulur. Hukuk, bu tip hukukî sonuç doğurmaya yönelmiş irade açıklamalarını hukukî işlem olarak isimlendirir. Her hukukî işlemin hukuk düzenince tanınan ve sonuç doğuran bir hukukî işlem olarak kabul edilebilmesi için, yine hukuk düzenince kabul edilmiş çeşitli koşullar vardır. Ancak hukukî işlemlerin bu koşullar yerine gelmeden gerçekleştirilmiş olması pekâlâ mümkündür. Bu durum hukuka aykırılık yarattığından, yine hukuk düzeni böyle hukukî işlemlerin geçersiz olduğunu kabul eder. Hukuk düzeni, hukukî işlemlerin varlık kazanabilmesi için bazı unsurları kurucu unsur olarak kabul eder. Bu unsurların yokluğunda ise söz konusu hukukî işlem ‘yok’ hükmündedir. Böyle bir işleme dayanılarak hak talep edilmesi mümkün değildir. Söz gelimi Türk Medeni Kanunu, resmî memur önünde yapılmayan evlenmenin, yok hükmünde olduğunu belirtir. Aynı şekilde, kamu görevlisi olmayan bir kişinin kamu görevlisiymiş gibi idari bir işlem yapması durumunda yahut yasama, yürütme ve yargı alanlarındaki organ ve makamların, birbirlerinin alanına giren konularda işlem yapmaları durumunda, yapılan işlem yok hükmündedir. Bazı durumlarda ise hukukî işlemin tamamlanmış sayılması için gerekli sayılan bazı koşulların gerçekleşmemiş olması, bu işlemlerin geçersiz sayılmasını gerektirir. Özel hukukta bir hukukî işlemin geçersizliği, hükümsüzlük ve iptal edilebilirlik başlı kları altında incelenir. Hükümsüzlük (butlan, mutlak butlan), hukuki işlemin geçerlilik şartlarından kamu düzenini ilgilendirdiği kabul edilenlerin gerçekleşmemesi durumunda ortaya çıkar. Yokluk durumunda işlemlerin hukuk dünyasında hiçbir zaman var olmadıkları kabul edilirken, hükümsüzlükle geçersiz olan işlemler vardır, hukukî işlem olarak varlık kazanmışlardır. Ancak baştan itibaren geçersiz oldukları kabul edilir. Taraşarın anlaşması veya zamanın geçmesiyle işlem geçerli hâle gelmez. Bir dava sırasında işlemin bu niteliği fark edilirse, hakim kendiliğinden bu durumu dikkate alır. iptal edilebilirlik (nisbî butlan) durumunda ise işlemin yapılmasında ortaya çı- kan hukuka aykırılığın nispeten daha hafif olduğu kabul edilir. Bu durumda hukukî işlem varlık kazanmış ve hukukî sonuç doğurmaya başlamıştır. iptal edilebilir hukukî işlemler, kendiliğinden geçersiz olmamakla birlikte, taraşardan birisinin talebi sonucunda iptal edilebilir. Ancak iptal talebinde bulunmak için öngörülen sürelerin geçmesiyle geçerli hâle gelir. Dava konusu olduğu takdirde, hakim hükümsüzlük durumunda olduğu gibi kendiliğinden iptal kararı veremez. Hukukun diğer dallarında da hukuka aykırı bir şekilde verilmiş kararların her zaman iptal edilmesi mümkündür. Söz gelimi idari makamların yukarıda değindiğimiz yokluk durumundan farklı olarak hukukun gereklerine aykırı verdikleri kararlar, talep üzerine yine idare tarafından yahut yargı tarafından iptal edilebilir. HUKUKUN AMAÇLARI 1-Hukuk Toplumda Barışı Sağlar: - Toplumdaki insanlar yaşamlarını sağlıklı sürdürebilmeleri için sosyal hayatta daha iyi şartları elde etmek isterler. Bu da sürekli bir çatışma ortamını ve kaynağını oluşturur. Bu kişisel menfaatlerin çatışmasında hukukun temel görevi kişilerin ve toplulukların güçlerini sınırlamak ve aralarındaki dengeyi sağlayarak birbirlerini yok etmelerini önlemektir. Böylece hukuk kuralları sayesinde toplumda hak ve adalete dayalı bir düzen sağlanmış olur. 2-Hukuk Toplumdaki Güveni Sağlar Toplumda güveni sağlamaya çalışır. Hukuk düzeninin varlığı toplumsal güvenin de kaynağını oluşturur. Toplumu oluşturan kişiler toplumsal hayatı düzenleyen ve uyulması zorunlu kuralların bilinen belirli ve sürekli kurallar olması nedeniyle bir güven ortamının varlığını kabul ederler. Örneğin alacağı karşılığında bir çek alan kişi bilir ki çeki ilgili bankaya götürdüğünde bunu paraya çevirebilir. Eğer bu mümkün olmazsa alacağını devlet eliyle alabilir ve kendisine karşılıksız çek veren kişi cezalandırılır. Hukuk kurallarının bir amacı da toplumda güven ortamının temin edilmesidir. Kişilerin hak ve yetkileri önceden belirlendiğinden ve belirlenen hak ve yetkiler önceden bilindiğinden kişiler tüm ilişkilerini buna göre tanzim ederler ve bir güven ortamı içerisinde hayatlarını sürdürürler. Eğer güvenliği oluşturabilecek tüm kurallar mevcut olmakla birlikte toplumca benimsenmemiş ve uygulanamıyorsa hukuka güven ortadan kalkmış demektir. 3-Hukuk Toplumda Eşitlik Sağlar - Hukuk kurallılarının en önemli özelliklerinden biri toplumdaki herkese eşit olarak uygulanmasıdır. Bu bakımdan herkes yasa önünde eşittir kuralı yazılı biçimde yer almasa da genel bir ilke olarak geçerliliğini korur. insanlar arasındaki barışın sağlanmasında en etkin husus, toplumdaki herkesin uyacağı kuralları önceden bilmesidir .böylece kişiler, tüm davranışlarını ona göre ayarlamak suretiyle ortaya çıkacak muhtemel çatışma ve ihtilaşardan kaçınmış olurlar. 4-Hukuk Toplumda Özgürlük Sağlar - Toplumların ve toplumdaki bireylerin özgürlüğünü hukuk kuralları sağlar. Bu nedenle, hukuk özgürlüğün ön koşulu olarak tanımlanmakta ve hukukun bulunmadığı bir toplumda özgürlükten de söz edilmesi mümkün değildir. Ancak hukuk kuralları çerçevesinde ölçülü ve sürekli bir özgürlük söz konusundur. 5) Toplumsal düzeni sağlamaya çalışır. Hukuk düzeni kuvvetlinin zayıfı ezmediği anarşinin hakim olmadığı bir toplumsal yapıyı ifade eder. Bu yapı içerisinde en azından şekli bir eşitlik mevcuttur. (herkes kanun önünde eşittir gibi.(Anayasanın 10. maddesi). Sürekli ve güvence altında bulunan bir özgürlük ortamı bulunur ama hiçbir özgürlük sınırsız değildir. Hukuk menfaat çatışmalarını dengeleyerek toplumdaki çekişmeleri en aza indirger ve toplumsal hayatta barış ve düzeni sağlar. 6) Toplumun varlığını korumaya çalışır. Hukuk varlığını sürdürebilmek için toplumu oluşturan kişilerin ve toplumun ihtiyaçlarını karşılamak ve değişen şartlara uymak zorundadır. Bu ihtiyaçlar hem çok çeşitlidir hem de sınırsızdır. Hukuk bir taraftan bu ihtiyaçların kişi ve toplum için asgari düzeyini belirlerken diğer yandan da bu asgari ihtiyaçları karşılar. İhtiyaçlar ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel olabileceği gibi doğum, ölüm,beslenme gibi tüm bir hayatı da içerisine alabilir. 7- Adaleti gerçekleştirmeye çalışır. Adalet kavramının eşitlik ve rasyonellikle ilişkili olduğunu kabul etmek gerekir. Yalnız toplumda mutlak bir eşitlik zaten yoktur. Örneğin vatandaş olanla yabancı , ergin olanla olmayan , farklı hukuki statüde bulunmaktadırlar. Bu durumda hak yetki ve yükümlülüklerin farklılığı adaletin gereği olarak karşımıza çıkar. Buradaki rasyonellik kavramı da kişiye yapılacak uygulamanın kurallarla önceden belirlenmesi ve kişinin keyfi bir muameleye maruz kalmamasını ifade eder. Toplumsal hayatta adalet fikri sayesinde kendini haklı gören kişi hakkını elde etmek için mücadele verir. 2.ÜNİTE:HUKUKUN SINIşANDIRILMASI Bilimsel bir disiplin olarak hukuk, kendi içinde temel olarak ikiye ayrılır. Genel olarak hukukun kişiler arası ilişkileri konu alan kısmına Özel Hukuk, kişiler ile devlet veya devleti oluşturan kurumlar arası ilişkileri düzenleyen kısmına ise Kamu Hukuku adı verilir. Bu ayırım Roma Hukukundan beri yapılmakta olan bir ayrımdır. 1-KAMU HUKUKU Kamu hukuku, devletin ve diğer kamu kurum ve kuruluşlarının örgütlenişine, işleyişine, gördükleri hizmetlere ilişkin kurallar içerir. Demokratik toplumlarda kamu hukukuna başlıca egemen olan ilkeler hukuki güvenlik ve kanunilik prensibidir. Kamu hukuku, bir devletin teşkilatını, bir devlet ile başka bir devlet ve bir devlet ile bireyler arası ilişkilerdeki kuralların bütünüdür. Kamu Hukukunun Dalları Kamu hukuku, anayasa hukuku, idare hukuku, ceza hukuku, yargılama hukuku, vergi hukuku, iş hukuku ve devletler genel hukuku olarak yedi dala ayrılır. 1- Anayasa Hukuku Devletin şeklini, yapısını, organlarının görev ve yetkilerini, bunların birbirleriyle olan ilişkilerini, şahısların temel hak ve hürriyetlerini düzenleyen hukuk kurallarının bütünüdür. Anayasa kuralları çoğunlukla devletin temel organlarının (yani yasama, yürütme ve yargı organlarının) kuruluşunu ve işleyişi ile devlet karşısında vatandaşların temel hak ve hürriyetlerini düzenler. Günümüzde yürürlükte olan Anayasa, 7 Kasım 1982 tarih ve 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasıdır. Daha önceki Anayasalar aşağıda verilmiştir. Türkiye’nin Anayasaları 1876 Kanun-i Esasi 1908 II. Meşrutiyet 20 Ocak 1921 Anayasası 20 Nisan 1924 Anayasası 1961 Anayasası 1982 Anayasası Anayasamıza Göre Devlet Organları: YASAMA: Kanun yapma işi. Kanunlar, TBMM tarafından yapılır. YÜRÜTME: Cumhurbaşkanı, Bakanlar Kurulu ve diğer devlet memurları. YARGI: Bağımsız mahkemeler. Anayasa, bir devletin siyasal kuruluş düzenini gösteren kanuna, Anayasa Hukuku da bu düzeni ve yasayı açıklayan hukuka denir. Anayasamızın Kabul Ettiği Temel İlkeler Anayasamızın kabul ettiği beş temel ilke mevcuttur. Bunlar: Atatürk milliyetçiliğine bağlı devlet ilkesi, Demokratik devlet ilkesi, Laik devlet ilkesi, Sosyal devlet ilkesi, Hukuk devleti ilkesidir. 2) İdare Hukuku Devlet idaresinin teşkilat ve işleyişini, şahısların idare ile olan ilişki ve anlaşmazlıklarını, kamu hizmetlerinin görülmesini düzenleyen hukuk kurallarının tümüdür. İdare, genel idare ve mahalli idareler olmak üzere ikiye ayrılır. Genel idareye merkezi yönetim de denir. Mahalli idareler ise belediyeler gibi yerel yönetimleri kapsar. A. Genel İdare (Merkezi Yönetim) Merkez Teşkilatı Cumhurbaşkanı Bakanlar kurulu Taşra Teşkilatı Vali Kaymakam Bucak Müdürü Bakanlıkların İllerdeki Temsilcileri (Müdürler) B. Mahalli İdareler (Yerel Yönetimler) İl Özel İdaresi Belediyeler Köy idaresi 3) Ceza Hukuku Ceza hukuku, suç sayılan fiillerin nelerden ibaret olduğunu ve bu fiilleri işleyenlere uygulanacak cezai yaptırımları düzenleyen kurallar bütünüdür. Türk ceza hukukunun temel kaynağı 5237 sayılı Türk Ceza Kanunudur. Göçmen kaçakçılığı gibi uluslar arası suçlar, cinayet işlemek gibi kişilere karşı suçlar, zararlı kimyasal maddelere halkın maruz kalmasına neden olmak gibi topluma karşı suçlar ve yalancı tanıklık gibi millete ve devlete karşı suçlar mevcuttur. Ceza Hukukumuzun iki temel ilkesi vardır: Kanunsuz suç ve ceza olmaz Hukuku bilmemek mazeret sayılmaz 4) Yargılama Hukuku Devletin, yasama yetkisi ve yürütme görevi yanında yargı yetkisi de vardır. Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır. Yargı deyimi genellikle "hukuk kurallarının bağımsız ve tarafsız mahkemelerce belli bir olaya uygulanmasını" ifade eder. Yargılama hukuku, yargı yetkisini kullanan organların (mahkemelerin) adalet dağıtırken izleyecekleri yöntemleri (usulleri) gösteren hukuk kurallarının tümünden oluşmaktadır. Yargılama hukuku, yargı etkinliğinin yerine getirilmesiyle ilgili hukuksal ilişkileri ve işlemleri düzenleyen hukuk dalıdır. Yargılama hukuku üçe ayrılır. Bunlar, Medeni Yargılama Hukuku, Ceza Yargılama Hukuku ve İcra-İşas Hukukudur. 5) Vergi Hukuku Devlet ile şahıslar arasındaki vergi ilişkisinden doğan hak ve ödevleri, verginin tahakkuku, toplanması ve vergi yargısını düzenleyen hukuk dalıdır. Vergiler üçe ayrılır. Bunlar; Gelir üzerinden alınan vergiler (Kişilerin ücretlerinden yapılan kesinti), Servet üzerinden alınan vergiler (sahip olunan evin vergisi) Harcama üzerinden alınan vergilerdir (telefon ücretlerine eklenen vergi). 6) İş Hukuku İşçi-işveren ilişkilerini düzenleyen hukuk kurallarını inceleyen hukuk dalıdır. İş hukuku bireysel iş hukuku ve toplu iş hukuku olarak iki grupta incelenir. İş sözleşmeleri, çalışma saatleri, fazla mesai ücretleri ve işçilerin izinleri gibi konular bireysel iş hukukunda yer alır. Sendikalar, konfederasyonlar, toplu iş sözleşmeleri, grev ve lokavt gibi konular ise toplu iş hukukunun içinde yer alır. 7) Devletler Genel Hukuku Devletler genel hukuk devletlerarası ilişkileri düzenler. Antlaşmalar, milletlerarası örf ve adetler gibi kaynakları vardır. Bunlara uyulmadığında siyasi ve ekonomik müeyyideler uygulanabilir. Bazen sonuçlar savaş çıkmasına dahi neden olabilmektedir. Son yıllarda devletlerarası uyuşmazlıklar Birleşmiş Milletler gibi bazı uluslar arası toplulukların yardımıyla çözülmeye çalışılmaktadır. 2- ÖZEL HUKUK Özel hukuk ise dar anlamıyla kişilerin birbirleriyle olan ilişkilerini düzenler. Örneğin iki kişi arasındaki borç ilişkisinden doğan anlaşmazlık özel hukukun alanıdır. Bazı zamanlarda kişilerle devlet arasındaki ilişkiler de özel hukukun alanına girmektedir. Ancak, burada devletin üstünlüğü ilkesinin söz konusu olmaması gerekmektedir. Örneğin, belediye işçilerine dikilecek iş tulumu için bir dikimevi ile anlaşılırsa ve taraşardan biri yükümlülüğünü yerine getirmez ise, sorun özel hukukun alanına girer. Özel Hukukun Dalları: Özel hukuk, medeni hukuk, ticaret hukuku ve devletler özel hukuku olarak üçe ayrılır. a) Medeni Hukuk 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu 2002 yılında yürürlüğe girmiştir. Kaynağını İsviçre Medeni Kanunundan çevrilerek alınmış olan 1926 tarihli Medeni Kanun oluşturur. Medeni Hukuk 5 bölümden ibarettir. Bunlar, Kişiler Hukuku, Aile Hukuku, Borçlar Hukuku, Eşya Hukuku ve Miras Hukukudur. b) Ticaret Hukuku Ticaret hukuku kişiler arasındaki ticari ilişkileri düzenler. 6762 sayılı Türk Ticaret Kanunu 1957 yılında yürürlüğe girmiştir. Ticari İşletme Hukuku, Şirketler Hukuku, Kıymetli Evrak Hukuku, Deniz Ticareti Hukuku ve Sigorta Hukuku Ticaret Hukukunun bölümleridir. c) Devletler Özel Hukuku Farklı ülke vatandaşları arasındaki ilişkileri düzenler. Milletlerarası Özel Hukuk ve Usul Kanunu 1983 yılında yürürlüğe girmiştir. Milletlerarası Özel Hukuk 3 bölümden oluşmaktadır: Vatandaşlık Hukuku Yabancılar Hukuku Kanunlar İhtilafı Hukuku HUKUKUN KAYNAKLARI Yarg› organlar› kararlar›n›, hukuka dayanan, hukuktan kaynaklanan, hukukun gerektirdi¤i kararlar olarak sunarlar. Bu aç›dan yarg› kararlar›na gerekçe olabilen her fleyin bir hukuk kayna¤› olabilece¤ini söylemek mümkündür. Bununla birlikte hukukun baz› kaynaklar›, vazgeçilmez ve zorunlu niteliktedir.Yarg› organlar›n›n bu kaynaklar› ihmal etmesi, bizatihi hukuka ayk›r›l›k oluflturur. Söz konusu kaynaklar› ‘Aslî Kaynaklar’ bafll›¤› alt›nda ele alaca¤›z. Bunun yan›nda yarg› kararlar› oluflturulurken baz› kaynaklar yard›mc› niteliktedir. Ba¤lay›c› olmad›klar› gibi, kararlara gerekçe yap›lmamalar› mümkündür. Bu kaynaklar› ise ‘Talî Kaynaklar’ bafll›¤› alt›nda inceleyece¤iz. Asli Kaynaklar Yazılı Hukuk Kurallar› Hukuk kurallar›, zaman zaman ‘hukuk’, ‘kanun’ ya da ‘mevzuat’ olarak da isimlendirilen devlet taraf›ndan ç›kar›lm›fl tüm kurallar› kapsar. Günlük hayatta s›kl›kla bahis konusu edilen hukuk kurallar›, hiç flüphesiz ki kanunlard›r. Ancak kanunlar yan› nda, farkl› isimlerdeki çeflitli hukuk kurallar› da hukukun iflleyiflinin önemli unsurlar› aras›nda yer al›rlar. Hukuk kurallar›n› böyle bir hiyerarfli içinde sunmak, söz konusu kurallar›n baz›lar›n›n daha önemli oldu¤unu iddia etmek de¤ildir. Ancak kurallar›n oluflumu aç›s›ndan altta kalan kurallar, üsttekilere büyük ölçüde ba¤›ml›d›rlar. Bunun anlam›fludur: Bir yönetmeli¤in varl›¤›, kendinden daha yukar›daki yasa ve tüzüklere ba¤l›d›r. Kanun veya tüzükten yetki al›nmaks›z›n yönetmelik ç›karmak mümkün de¤ildir. Üstelik, ilkesel olarak altta kalan kurallar, üstteki kurallarla uyumlu olmal›d›r.Bu durum, idare mahkemelerine yönetmelikleri kanuna veya tüzü¤e ayk›r›l›klar› nedeniyle iptal etme ödev ve yetkisi vermektedir. Ayn› flekilde, bir kanun da Anayasa Mahkemesi taraf›ndan, anayasaya ayk›r›l›k nedeniyle iptal edilebilecektir. Bununla birlikte, hukukun gereklerini yapmakla yükümlü devlet görevlileri, uygulamak durumunda olduklar› bir tüzük veya yönetmeli¤i, bu tüzük veya yönetmeli¤indaha üstteki kurallarla uyumlulu¤una bakmaks›z›n uygulamak durumunda kal›rlar. Anayasa hükümlerinin herhangi bir yarg› organ› taraf›ndan maddi denetlemeye tâbi tutulmas› mümkün de¤ildir. Zira di¤er hukuk kurallar› söz konusu oldu¤unda, daha üstteki bir hukuk kural›na ayk›r›l›k de¤erlendirme konusu yap›lmaktad›r. Ancak Anayasa di¤er hukuk kurallar›n›n üstünde oldu¤u ve kendi üstünde baflka bir hukuk kural› bulunmad›¤› için, maddi denetleme yap›lmas› olanakl› de¤ildir. Dolay›s›yla anayasa de¤ifliklikleri de, içerikleri bak›m›ndan denetlenememektedir. Bununla birlikte, anayasada yap›lan bir de¤ifliklik, flekil aç›s›ndan denetlenebilmektedir. Bu durumda yetkili yarg› organ›, Anayasa Mahkemesi’dir. Bununla birlikte kabul oyu, hiçbir flekilde 139’dan (Anayasadaki ifadesiyle, üye tam say›s›n›n dörtte birinin bir fazlas›ndan) az olamaz. Kabul edilen teklif veya tasar›, kanun ismini al›r. TÜRK HUKUK SİSTEMİ 3. ÜNİTE: TÜRK HUKUK SİSTEMİ YARGI SİSTEMLERİ 1-Yargı Ayrılığı Sistemi: Büyük ölçüde Roma Hukuku kaynaklı olan, Fransa, Almanya, İtalya, İspanya ve İsviçre gibi Kıta Avrupa’sı ülkelerde uygulanan yargı sistemidir. Bu sistemde; adli olayların bakıldığı adli yargı ile idari olayların bakıldığı idari yargı olmak üzere iki düzen vardır. 2-Yargı Birliği Sistemi: İngiltere’de doğmuş olan bu sistem, başta İngiltere olmak üzere ABD, Avustralya, Kanada, Hindistan ve eski İngiltere sömürge devletlerinin birçoğunda uygulanmaktadır.Bu sistemin özelliği; “Yargı Ayrılığı Sistemi”nin aksine adli yargı idari yargı ayrımına yer vermemesidir. Yargı Birliği Sistemi”ni benimseyen ülkelerde idari yargı, adli yargı bünyesinde uzman şubeler şeklinde faaliyet göstermektedir. Tüm mahkemeler, nihayette en yüksek mahkemeye tabidir. YARGI YETKİSİ VE YARGI BAĞIMSIZLIĞI - Yargı, yasama ve yürütme gibi bir devlet görevidir. Anayasa’nın 9. maddesi, yargıyı bir devlet işlevi olarak düzenlemiş ve yargı yetkisinin, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılacağını belirtmiştir. - Yargı yetkisi, hukuk devletinin temel kurumlarından olduğu için, her türlü baskı ve etkiden uzak bir biçimde yürütülmelidir. - Mahkemelerin bağımsızlığı, yargının yasama ve yürütme organlarına karşı bağımsız yapısını, bu doğrultuda yetkilerini kullanmasını, görevlerini yerine getirmesini ifade etmektedir. Yargıçların bağımsızlığı ise yasama ve yürütme organlarına bağlı olmadan Anayasaya ve hukuka uygun olarak vicdani kanılarına göre hüküm vermelerini amaçlar. - Hiç bir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hakimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz. - Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiç bir surette değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez. - Hakimler ve savcılar azlolunamaz, kendileri istemedikçe altmışbeş yaşını bitirinceye kadar emekliye ayrılamaz; bir mahkemenin veya kadronun kaldırılması sebebiyle de olsa aylık, ödenek ve diğer özlük haklarından yoksun kılınamaz. - Yargının, yasama ve yürütme organlarının etkisinde kalmasının önlenmesi amacıyla, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu oluşturulmuştur. Bu Kurul, hakim ve savcıları mesleğe kabul etme, atama ve nakletme, geçici yetki verme, yükseltme ve birinci sınıfa ayırma, kadro dağıtma, meslekte kalmaları uygun görülmeyenler hakkında karar verme, disiplin cezası verme, görevden uzaklaştırma işlemlerini yapar. TÜRK YARGI SİSTEMİ Anayasamız kendisine esin kaynağı olan Fransa sisteminde olduğu gibi “Yargı Ayrılığı Sistemi”ni benimsemiştir. Sistemin gereği olarak yargı iki ana kola ayrılmaktadır. 1-Adli Yargı 2-İdari Yargı. Her iki yargı kolu birbirinden bağımsız olarak yerel mahkemeler ve yüksek mahkemeler şeklinde örgütlenmiştir. Ülkemizde hukuksal uyuşmazlıkların yedi tür yargı yerinde giderildiği görülmektedir: - Özel hukuk ve ceza hukukundan doğan uyuşmazlıklar, Adalet Mahkemelerinde; - Kişilerle yönetim ararsında, kamu yönetim hukukundan doğan uyuşmazlıklar, İdare Mahkemeleri’nde; -Asker kişilerle, askeri yerler arasında çıkan idari uyuşmazlıklar Askeri Yüksek İdare Mahkemesi’nde; -Asker kişiler ve belli koşullarda asker sayılan kişilerin, askeri suçtan doğan davaları, Askeri Mahkemelerde; -Seçimlerle ilgili uyuşmazlıklar, Yüksek Seçim Kurulu’nda; -Adli, idari, ve askeri yargı yerleri arasında çıkan görev ve hüküm uyuşmazlıkları, Uyuşmazlık Mahkemesi’nde; -Yasaların Anayasa’ya aykırılıkları, Anayasa Mahkemesi’nde karara bağlanır. Anayasamıza göre, ülkemizde yüksek mahkemeler, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Askeri Yargıtay, Danıştay, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi, Uyuşmazlık Mahkemesi ve Yüksek Seçim Kurulu’dur. Genel olarak, her yüksek mahkeme, alt mahkemeleri ile birlikte bir yargı düzenini oluşturur. A-ANAYASA YARGISI Anayasa Mahkemesi - Ülkemizde Anayasa Mahkemesi ilk kez 1961 Anayasası’yla kurulmuştur. Anayasa Mahkemesi bazı değişikliklerle birlikte 1982 Anayasası’nca da korunmuştur - Anayasa Mahkemesi’nin kurulmasıyla amaçlanan ve umulan, yasama meclisinin denetlenmesi ve Anayasa’da yazılı temel hak ve özgürlüklerin korunmasıdır. - Anayasa Mahkemesi, Parlamento’nun çıkardığı yasaların anayasaya uygunluğunu denetlemesi nedeniyle egemenliğin kullanılmasında önemli bir paya sahiptir. Çünkü, Anayasa Mahkemesi, Parlamento’nun çıkardığı yasaların Anayasa’ya aykırı olup olmadığına karar verebilmektedir. Anayasa Mahkemesi’nin, siyasal kurumların, özellikle Parlamento’nun yetkilerini kötüye kullanması durumunda bir denge oluşturacağı ve bunu engelleyeceği düşünülmüştür. Anayasa Mahkemesi’nin Görev ve Yetkileri - Anayasa Mahkemesi’nin temel görevi, yasama organının kimi işlemlerinin Anayasa’ya uygunluğunu denetlemektir. 1982 Anayasası’nın 148. maddesine göre, “Anayasa Mahkemesi, kanunların, kanun hükmünde kararnamelerin ve Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğünün Anayasaya şekil ve esas bakımlarından uygunluğunu denetler”. Ayrıca Anayasa Mahkemesi, Anayasa değişikliklerinde Anayasa’da belirtilen biçim kurallarına uyulup uyulmadığı bakımından da denetim yapar. Başka bir deyişle, Anayasa değişikliklerini öz bakımından denetleyemez. Anayasa değişikliği konusunda iptal kararı verebilmek için üçte iki oyçokluğu gereklidir (Madde148 ve madde 149). Anayasa ile verilen diğer görevleri de yerine getirir. Bu görevler kısaca şunlardır: 1.Anayasa Mahkemesi Cumhurbaşkanı’nı, Bakanlar Kurulu Üyelerini, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay, Askerî Yargıtay, Askerî Yüksek İdare Mahkemesi Başkan ve üyelerini, Başsavcılarını, Cumhuriyet Başsavcıvekilini, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ve Sayıştay Başkan ve üyelerini görevleriyle ilgili suçlardan dolayı Yüce Divan sıfatıyla yargılar. 2.Siyasî Partilerin kapatılması, Cumhuriyet Başsavcılığı’nın açacağı dava üzerine Anayasa Mahkemesi tarafından karara bağlanır (Madde 69). 3.Siyasî Partilerin malî denetimi de Anayasa Mahkemesi’nce yapılır (Madde 69). 4.Yasama dokunulmazlığının kaldırılmasına veya milletvekilliğinin düştüğüne Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce karar verilmesi durumunda, bu karar tarihinden başlayarak bir hafta içinde ilgili üye ya da milletvekillerinden herhangi biri tarafından bu kararın Anayasa’ya veya İçtüzük hükümlerine aykırılığı nedeniyle Anayasa Mahkemesi’ne başvurulabilir. Anayasa Mahkemesi bu iptal istemini onbeş gün içinde karara bağlar (Madde 85). B-ADLİ YARGI 1- İLK DERECE MAHKEMELERİ 1- İlk Derece Mahkemeleri Genellikle davalar ilk derece mahkemelerinde açılır ve karara bağlanır. İlk derece mahkemelerinin kararlarının düzeltilmesi, ilk derece mahkemeleri arasında doğabilecek görüş ayrılıklarının giderilmesi ve uygulamada birliğin sağlanması için yüksek mahkemeler kurulmuştur. İlk Derece Mahkemeleri ikiye ayrılır. Bunlar: 1. Hukuk Mahkemeleri ve 2. Ceza Mahkemeleridir. 1. Hukuk Mahkemeleri: a)Sulh Hukuk Mahkemeleri Asliye hukuk mahkemelerine göre daha küçük davalara bakarlar. Bu mahkemeler işas ve vakfa ilişkin mahkemeler hariç olmak üzere miktarı 2007 yılı itibarı ile 5910 TL’yi geçmeyen davalara bakmak ve kira alacağı ve tazminat davaları ortaklığın giderilmesi davası zilyetliğin korunması davası gibi davalara bakmakla görevlidirler. Tek hakimli olan bu mahkemelerin görevi Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 8 inci maddesinde belirtilmiş olan istisnai davalara bakmaktır. İşi çok olan yerlerde bu mahkemeler birden fazla olabilir, her il ve ilçe merkezinde ve işi çok olan beldelerde sulh mahkemesi kurulur. b) Asliye Hukuk Mahkemeleri Miktar ve değeri 2007 yılı itibarı ile 5910 TL’yi geçen davalara Asliye hukuk mahkemeleri bakar.ör. Derneklerin kapatılması davaları Her ilçede ve il merkezinde kurulu bulunan asliye hukuk mahkemeleri genel görevli mahkemeler olup Sulh Hukuk Mahkemelerinin görevi dışında kalan bütün davalara ve işlere bakmakla görevlidirler. Bu mahkemeler de işin çokluğuna göre birden fazla olabilir, tek hakimli mahkemelerdir. Ayrı bir ticaret mahkemesi bulunmayan yerlerde o yer asliye hukuk mahkemesi aynı zamanda ticaret mahkemesi sayılır ve ticari davalara da bakar. 2. Ceza Mahkemeleri a) Sulh Ceza Mahkemeleri İki yıla kadar hapis cezaları ve ve bunlara bağlı adli para cezaları ile bağımsız olarak hükmedilecek adli para cezalarına ve güvenlik tedbirlerine yönelik hükümler sulh ceza mahkemelerinin görevleri içerisindedir. Sulh ceza mahkemesine kamu davası Cumhuriyet savcısı tarafından açılır ama mahkemede bulunmaz. Sulh Ceza Mahkemesi’nin kurulu bulunduğu mahallin iş durumuna göre birden fazla olabilir ve yine iş durumuna göre bunlardan birisi Trafik Mahkemesi olarak görevlendirilebilir. b) Asliye Ceza Mahkemeleri Sulh ceza mahkemesi ile ağır ceza mahkemesinin görev alanına girmeyen davalar asliye ceza mahkemesinin alanına girer. Asliye ceza mahkemesine kamu davası Cumhuriyet savcısı tarafından açılır ve mahkemede bulunur. Bu mahkemeler de iş yoğunluğuna göre birden başlamak üzere numaralar alarak adlandırılırlar ve bunlardan 1 numaralı olan kaçakçılık davalarına, 2 numaralı olan basın yolu ile işlenen suçlarla ilgili davalara bakarlar.Bölgenin özelliği gerektiriyorsa bu mahkemelerden bir tanesi kambiyo suçlarına bakmakla görevlendirilir. c) Ağır Ceza Mahkemeleri Türk ceza kanununda yer alan yağma, irtikap, resmi belgede sahtecilik, nitelikli dolandırıcılık suçları ile ağırlaştırılmış müebbet hapis, müebbet hapis ve on yıldan fazla hapis cezalarını gerektiren suçlarla ilişkili davalara bakmakla ağır ceza mahkemesi görevlidir. d) Çocuk Mahkemeleri Bu mahkemeler bir başkan ve iki üyeden oluşan toplu mahkemelerdir.18 yaşını bitirmeyen küçükler tarafından işlenen ve genel mahkemelerin görevine giren suçlara ilişkin davalara bakmakla yükümlüdürler. Yasaya göre Adalet Bakanlığınca her çocuk mahkemesine yeteri kadar sosyal hizmet uzmanı, pedagog, psikolog ve psikiyatr atanır. 2-Üst Derece Mahkemesi: Yargıtay - Adli yargı düzeninin üstünde, yüksek mahkeme olarak Yargıtay bulunmaktadır. Adli yargıda, hukuk ve ceza uyuşmazlıklarını çözmek üzere kurulmuş ilk derece mahkemelerinin, örneğin sulh hukuk, asliye hukuk, iş, ticaret mahkemeleri ile sulh ceza, asliye ceza ve ağır ceza mahkemelerinin verdikleri kararlar Yargıtay tarafından yeniden incelenebilir. Yargıtay, adliye mahkemelerince verilen ve kanunun başka bir adli yargı merciine bırakmadığı karar ve hükümlerin son inceleme merciidir. Kanunla gösterilen belli davalara da ilk ve son derece mahkemesi olarak bakar. İlk derece mahkemelerinin verdikleri kararlara karşı Yargıtay a başvurulduğunda, Yargıtay’ın ilgili dairesi, ilk derece mahkemesinin kararını inceler, hukuka aykırı bulursa bozar, hukuka uygun bulursa onaylar. İlk derece mahkemesinin bozulması halinde, ilk derece mahkemesi ya bozma kararına uyar ya da direnir. İlk derece mahkemesi karara direnirse, bu durumda davanın niteliğine göre ya Ceza Genel Kurulu’nda ya da Hukuk Genel Kurulu’nda incelenir ve karara bağlanır. Yargıtay Genel Kurulu’nun verdiği karara hem ilk derece mahkemesi hem de Yargıtay’ın davayla ilgili dairesi uymak zorundadır. ADLİ YARGININ İŞLEYİŞİ… C- İDARİ YARGI İdari yargı, idari makamların idare hukuku alanındaki faaliyetlerinden kaynaklanan uyuşmazlıkların çözümlendiği yargı koludur. 1- İlk Derece Mahkemeleri a) İdare mahkemeleri İdarenin yaptığı tasarruşar ve uygulamalarla ilgili iptal davalarını, genel hizmetlerden birinin yürütülmesi için yapılan idari sözleşmelerden dolayı taraşar arasında çıkan uyuşmazlıklara ilişkin davaları sonuca bağlar. b)Vergi mahkemeleri Genel bütçeye, il özel idareleri, belediye ve köylere ait vergi, resim ve harçlar ile benzeri mali yükümler ve bunlara ilişkin zam ve cezaları ile tarifelere ilişkin davaları, 6183 sayılı Amme (kamu) Alacakları Tahsili Usulü Hakkında Kanun’un uygulanmasına ilişkin davaları halleder. 2- Üst Derece Mahkemeleri a) Bölge idare mahkemeleri Yargı çevresindeki idare ve vergi mahkemelerinde tek hakim tarafından İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 7 inci madde hükümleri uyarınca verilen kararları itiraz üzerine inceleyerek karara bağlar, idare ve vergi mahkemeleri arasında çıkan görev ve yetki uyuşmazlıklarını çözümler. b) Danıştay Danıştay, özelliği olan bir yüksek mahkemedir. Şöyle ki; Danıştay bir yandan hükümetin yüksek bir danışma organıyken, bir diğer yandan idare mahkemelerinin yüksek mahkemesi olarak görev yapmaktadır. Danıştay, hem idari yargı alanında belli konularda karar alan ilk derece mahkemesi hem de alt kademe yargı yerlerinin kararlarını inceleyen üst mahkeme niteliğindedir. Danıştay, idari mahkemelerce (idare ve vergi mahkemeleri) verilen ve kanunun başka bir idari yargı merciine bırakmadığı karar ve hükümlerin son inceleme mercii görevi görür. Kanunla gösterilen belli davalara da ilk ve son derece mahkemesi olarak bakar. SAYIŞTAY Sayıştay bir yandan mali bir denetim organı, bir yandan da saymanların hesaplarını inceleyen, sorumluluklarına karar veren özel görevli bir birimdir ve TBMM'ne bağlı olarak görev yapar. Başkan ve üyeleri TBMM tarafından seçilir.Yargısal nitelikli kararları için başka mercie itiraz edilemese de Anayasa Mahkemesi tarafından yüksek mahkeme olarak kabul edilmemektedir. Bağımsız olmadığı için bu anlamda bir mahkeme olamaz. Sayıştay, genel ve katma bütçeli dairelerin bütün gelir ve giderleri ile mallarını Türkiye Büyük Millet Meclisi adına denetlemek, sorumluların hesap ve işlemlerini kesin hükme bağlamak ve kanunlarla verilen inceleme, denetleme ve hükme bağlama işlerini yapmakla görevlidir. Uyuşmazlık Mahkemeleri Uyuşmazlık Mahkemesi, adli, idari ve askeri yargı yerleri arasında görev ve hüküm uyuşmazlıklarını incelemek ve karar bağlamakla görevli yüksek bir yargı organıdır. Yargıtay, Danıştay, Askeri Yargıtay ve Askeri Yüksek İdare Mahkemesi yargıçlarından oluşan bu karma kuruluşa, Anayasa Mahkemesi tarafından görevlendirilen bir üye başkanlık eder. Uyuşmazlık mahkemesinin, hukuk ve ceza bölümleri olmak üzere iki bölümü vardır. Her bölüm bir başkan ve altı üyeden oluşur. 4.ÜNİTE:DAVA TÜRLERİ 1-DAVA HAKKI VE TÜRLERİ Dava Hakkı Dava hakkı, hak sahibinin ihlal edilen hakkının korunması amacıyla devletin mahkemelerine başvurabilme yetkisidir. Diğer bir anlatımla dava hakkı; hak sahibinin talep hakkını devlet aracılığıyla öne sürmesidir. Burada devlet kendi gücünü, bireyin hakkını elde etmesi için üstün otorite olarak öne sürmektedir. Bu nedenle dava hakkı, kamu hukukundan doğan bir kavramdır. Yargı organı önünde dava açan yani mahkemeden hakkının korunmasını isteyen kişiye “davacı”; davanın yöneldiği yani aleyhine dava açılan kişiye de “davalı” adı verilir. Davacının mahkeme de öne sürdüğü talebe “iddia”; davalının bu talebe karşı öne sürdüğü görüşe de “savunma” adı verilir. Dava Türleri Davalar, hukuk davaları, ceza davaları, idari davalar olmak üzere üç başlık altında ele alınacaktır. A- HUKUK DAVALARI Medeni Usul (Yargılama) Hukuku’ndan doğan ve adli yargı içinde yer alan hukuk mahkemeleri tarafından incelen ve karara bağlanan davalara, hukuk davaları denir. Hukuk davalarını, bir uyuşmazlığı konu alıp almamasına göre “çekişmeli davalar” ve “çekişmesiz davalar” olarak ikiye ayırmak mümkündür. 1- Çekişmeli Davalar: Mahkemelerde görülen davaların büyük bir çoğunluğunda amaç bir çıkar çatışmasının çözülmesidir. Çekişmeli davalarda, dava açılırken, davacı tarafın en az bir davalı taraf gösterilmesi gerekir. Bazı hallerde her iki taraf da hem davalı hem davacı sıfatına sahip bulunabilir. Çekişmeli davalar, davacının mahkemeden istediği yardımın niteliğine göre üçe ayrılır. a-Eda Davaları b-Tespit Davaları c-Yenilik Doğuran Davalar a- Eda Davaları: Eda davası ile, davacı bir edimin davalı tarafından yerine getirilmesini ister. Yani davalı, davacıdan bir şeyin verilmesini veya yapılmasını veya yapılmamasını talep eder. Eda davası, bir şeyin verilmesine veya yapılmasına dayanıyorsa “ifa davası” adını alır. Hakim, eda davasında, davacının dayandığı hakkın mevcut olduğuna ve davacı tarafından istenilen edimin yerine getirilmesine karar verirse, davalı buna uymak zorundadır b- Tespit Davaları Bir hukuksal ilişkini veya bir hukuksal durumun ya da bir olgunun mevcut olup olmadığının belirlenmesi için açılan davalara tespit (saptama) davaları denir. Bir hukuksal ilişkinin var olduğunun saptanması isteniyorsa “olumlu (müspet) tespit” davası, mevcut olmadığı belirlenmek isteniyorsa “olumsuz (menfi) tespit” davasından söz edilir. Tespit davası sonucu, verilen yargı kararının yerine getirilmesi mümkün değildir. Bu yargı kararı, ileride çıkacak uyuşmazlıkların giderilmesinde kesin bir kanıt niteliği taşır. Tespit davasına örnek olarak, evlilik dışı doğmuş çocuğun babasının saptanması için açılan dava gösterilebilir. Eda davalarından farklı olarak, davacının, tespit davası açabilmesi için, davayı açmakta hukuki bir çıkarının olduğunu ispat etmesi gerekir. Aksi taktirde, tespit davası açılamaz. c. Yenilik Doğuran (İnşai) Davalar Yeni bir hukuki durum yaratma, mevcut bir hukuki durumu değiştirme veya ortadan kaldırmayı amaçlayan davalara, “yenilik doğuran davalar” denir. Bazı yenilik doğuran hakların kullanılması ancak mahkeme kararıyla olur. Böyle bir davada, davacı mahkemeden, mevcut bir hukuksal ilişkiyi sona erdirecek veya değiştirecek ya da yeni bir hukuksal ilişki kurulmasını sağlayacak bir karar verilmesini ister. Örneğin, evli eşlerden birinin, boşanma davası açması ve mahkemenin davacı lehine bir karar vermesi halinde evlilik bağı ortadan kalkar ve eşler yeni bir hukuksal durum kazanmış olurlar. 2- Çekişmesiz Davalar: Mahkemelerin çekişmeli davalar dışında faaliyetleri de vardır. Davaların bir bölümünde amaç, çıkar çatışmalarının çözümü değil, idari sayılabilecek bir konuda karar vermektir. Hukuk uygulamalarında çekişmesiz yargıya dahil davalar fazla yer tutmamakla birlikte, bir küçüğün rüştüne veya bir kişinin gaipliğine( ölümü muhtemel olacak bir biçimde kaybolma haline denir.Uzun zamandan beri haber alınamama durumunda da bu geçerlidir) karar verilmesi davaları örnek verilebilir. B-CEZA DAVALARI Ceza davaları, askeri yargı da görülen ceza davaları da olmakla birlikte, genellikle adli yargı içinde yer alan ceza mahkemeleri tarafından bakılan davalardır. Ceza mahkemelerini, genel olarak, kamunun koruyucusu sayılan ve ceza davasında davacı konumunda olan “savcı” harekete geçirir. Örneğin, adam öldürme gibi hallerde, savcı kendiliğinden, herhangi bir şikayete gerek kalmaksızın harekete geçer. Bazı hallerde ise, suçtan zarar görenin davası açması gerekir. Buna “şahsi dava” denir. Örneğin, zina gibi bazı suçlarla ilgili davalar, ancak “şahsi dava” yolu ile görülebilir. Bazı suçlarda ise, savcının harekete geçmesi ilgili kişinin şikayetine bağlıdır. Örneğin, yabancı elçiler aleyhine işlenen suçlarda olduğu gibi. Ceza yargısında iki aşamalı yürütme uygulanır 1- Ceza Yargılama Yöntemi: Ceza yargılama yöntemi Ceza muhakemeleri Usulü Kanunu (CMUK) ile düzenlenmiştir. Bu yasaya göre, ceza yargılaması, “hazırlık soruşturması” ve “ yargılama aşaması” olmak üzere ikili bir düzenlemeye gidilmiştir. a-Hazırlık Soruşturması ve Davanın Açılması Hazırlık soruşturması, herhangi bir olayla ilgili bir kişi hakkında kamu davası açılıp açılmamasına gerek olup olmadığının, savcı tarafından saptanmasıyla ilgili aşamadı Savcı, hazırlık soruşturmasında, önüne gelen konunun açıklığa kavuşması için her türlü soruşturmayı yürütür. Yalnız sanık aleyhine değil, lehine olan delilleri de toplar. Hazırlık soruşturması sonucunda, toplanan kanıtlar, kamu davasının açılmasına yeterli ise, savcı bir iddianame ile kamu davası açar. Yapılan soruşturma sonucunda, yeterli kanıt bulunamaması veya soruşturmaya değer görülmemesi halinde, savcı soruşturmaya yer olmadığına karar verir ve durumu ilgililere bildirir. b. Yargılama Aşaması Hazırlık soruşturması sonucunda savcı, kovuşturmama kararı vermezse, eylemin suç oluşturduğu konusunda yeterli şüpheye ulaşmış demektir. Bu durumda uyuşmazlığı yargı organı önüne götürmek zorundadır. Savcının bir iddianame sunarak açtığı davaya kamu davası denir. Böylece hazırlık soruşturması bitmiş ve son soruşturmaya (yargılama aşamasına) geçilmiş olur. İddianamede; sanığın açık kimliği, sanığa yüklenen eylem, söz konusu eylemin hangi suçu oluşturduğu, sanığın eyleminin hangi yasanın hangi kuralına aykırı olduğu, kanıtlar, son soruşturmanın yapılacağı yargı organının gösterilmesi gerekir. Savcı, sanığın cezalandırılmasını, iddianamenin son bölümünde ister. Duruşmada, sanığın kimliği saptanır, iddianame okunur; sanığın sorgulaması yapılır ve kanıtlar mahkemeye sunulur. İddia ve savunmadan sonra son söz sanığa verilir ve duruşma sona erer. Duruşma sona erince mahkeme, sanığın beraatına veya mahkumiyetine, bazı durumlarda davanın reddine ya da düşmesine veya yargılamanın durmasına karar verir. Verilen karara karşı gerek savcı gerekse sanık yasa yollarına başvurabilir. :C-İDARİ DAVALAR İdari davalar, yönetim tarafından idare hukukunun uygulanmasından doğan davalardır. İdarenin kamu hizmeti görürken aldığı kararlardan, yaptığı eylem ve işlemlerden dolayı menfaat ihlaline olanların, idare aleyhine idari yargıda açtıkları davalara “idari dava” adı verilir. İdari davalar ikiye ayrılır, İptal Davaları ve Tam Yargı Davaları 1. İptal Davaları İptal davası, hukuka aykırı bir idari işlemin, idari yargı yerlerince iptalini sağlayan bir dava türüdür. Bu dava ile, yönetsel (idari) işlemin hukuka aykırı olup olmadığı incelenir. Hukuka aykırılık saptanırsa, yönetsel işlemin tamamının veya bir kısmının iptali sağlanır. İptal davası, idari yargıya özgü bir dava türüdür. Türk hukuk sisteminde, genel olarak bir davanın açılabilmesi için bir hakkın ihlal edilmesi gerekir. Buna karşın iptal davası açılabilmesi için menfaat ihlali yeterli sayılmıştır. 2. Tam Yargı (Kaza) Davaları Yönetimin eylem ve işlemlerinden dolayı hakları ihlal edilenlerin açtıkları davalar ile yönetsel sözleşmelerden doğan davalara “tam yargı davaları” denilmektedir. Tam yargı davaları nitelikleri itibariyle adli yargıda görülmekte olan “eda” davalarına benzer. Tam yargı davalarında davacı, ya hakkının geri verilmesini yahut hakkını ihlal eden idari işlem veya eylemin ortadan kaldırılmasını, ya da yönetimin tazminata mahkûm edilmesini isteyebilir. 5. ÜNİTE: HAKLAR, HAKLARIN KAZANILMASI VE KAYBEDİLMESİ 5.1.Hak Kavramı: - Hukuk düzeni tarafından şahıslara tanınmış olan yetkilerdir. Hakkın korunmasını isteme hususunda fertler hukuk tarafından yetkili sayılmıştır. Her hak bir hukuk kuralından doğar ve her hakkın bir sahibi vardır. Sahipsiz şeyler hak değildir. - Hak sahibi olan varlıklara “şahıs” (kişi) denir. Hukuki anlamda şahıslar; “özel kişi” ve “tüzel kişi” olarak ikiye ayrılırlar. - Özel kişiler, topluluklarıdır. fert (birey)’lerdir. Tüzel kişiler ise insan ve mal - Hakları, hangi alandaki ilişkiden doğduğuna bakılarak kamu hakları ve özel haklar olarak iki temel grupta ele almak mümkündür. 1.Kamu hakları: Kamu hukuku ile ilgili haklardır ve kişiler ile devlet arasındaki ilişkileri düzenler. Kişilerin sahip olduğu kamu hakları Anayasada düzenlenmiştir. Bunlar kişisel haklar, sosyal ve ekonomik haklar ve siyasi haklardır. 1.1.Kişisel haklar kişiyi devlete karşı koruyan haklardır. Özel hayatın gizliliği, istediği dini seçme hakkı ve fikir özgürlüğü gibi hakladır. 1.2. Sosyal ve ekonomik haklar: Kişinin toplum içerisindeki yaşamında ortaya çıkarlar. Eğitim hakkı, grev ve lokavt hakkı ve mülkiyet hakkı sosyal ve ekonomik haklardandır. 1.3. Siyasi haklar: Seçme ve seçilme hakkı ve siyasi parti kurma hakkı ve vatandaşlık hakları gibi haklardır. 2. Özel haklar Kişiler arası ilişkilerden doğan haklardır. Özel haklar, mutlak haklar, nispi haklar, bağımlı ve bağımsız haklar, mal varlığı hakları, devredilen ve devredilmeyen haklar gibi çok çeşitli şekillerde sınışandırılabilirler. 5.2. . HAKLARIN KAZANILMASI -Kişilerin hakları elde etmelerine hakların kazanılması denir. Bir hakkı bir kişi kazanırken, yani elde ederken başka bir kişi hakkı kaybeder. Hak üç değişik şekilde kazanılabilir. Bunlar, aslen kazanma, devren kazanma ve tesisen kazanmadır. 5.2.1. Hakların Aslen Kazanılması -Daha önce hiç kimseye ait olmayan bir hakkın elde edilmesine hakların aslen kazanılması denir. Taşınır ve taşınmaz mallarda aslen kazanma hakkı farklılıklar gösterir. -Araba, televizyon, saat ve bilgisayar, ekmek gibi mallara taşınır mallar denir. Taşınır malların aslen kazanılması altı değişik şekilde olur. Bunlar; Sahiplenme, Bulma, Düşme ve sürüklenme, İşleme, Karışma ve birleşme, Zamanaşımıdır. -Başkasına ait bir taşınmaz davasız ve aralıksız beş yıl iyi niyetle ve malik(sahip) sıfatıyla zilyetliğinde bulunduran kişi zamanaşımı yoluyla o malın maliki olur. -Taşınmaz mallar, ev, dükkan, arsa, tarla, bahçe gibi mallardır. Taşınmaz malların aslen kazanılması farklı biçimde karşımıza çıkar. Bunlar; İşgal, Yeni arazi oluşumu, Arazi kayması, Olağan zamanaşımı, Olağanüstü zamanaşımıdır. -Tapuya kayıtlı olmayan bir taşınmazı davasız ve aralıksız yirmi yıl süreyle ve malik sıfatıyla zilyetliğini bulunduran kişi o taşınmaz üzerinde mülkiyet hakkı kazanmış olur. Bu durum olağanüstü zamanaşımı yoluyla taşınmazın aslen kazanılmasına örnektir. 5.2.2. Hakların Devren Kazanılması Bir hakkın bir kişiden diğerine tüm kapsamı ile geçmesine hakkın devren kazanılması denir. Daha önce birisine ait olan hakkın o kişiden çıkıp diğerine geçmesidir. Örneğin, bestekarın yeni bestesini bir yorumlayıcıya satması ile yorumcu besteyi devren kazanmış olur. Satınalma devren hak kazanma şekillerinden biridir. Miras yoluyla da hak devren kazanılabilir. Ölen kişinin mal varlığı ölüm anından itibaren mirasçılarına devren geçer. Örneğin, X kişisinin sahip olduğu bir araba vardır. X kişisi öldüğü an arabasının sahibi X’in mirasçısı olur. Mirasçı arabayı devren hak kazanmıştır. 5.2.3. Hakların Tesisen Kazanılması Hakkın sahibi hakkını kaybetmeden bir başkası da o hak üzerinde hak sahibi olursa bu durumda yeni hak kazanan bu hakkı tesisen kazanmış olur. Örneğin Bay X, arsasında ev yaptırmıştır. Komşusu Bay Y, Bay X’in arsası üzerinden geçmeden evine gitmekte çok zorlanıyorsa ve Bay X’den arsa üzerinden geçiş hakkı elde ederse bu hak tesisen kazanılmış bir hak olur. Arsanın sahibi hala Bay X’dir. 5.3. HAKLARIN KAYBEDİLMESİ Haklar sonsuza kadar aynı kişilerde kalmaz. Haklar zaman zaman el değiştir ve bir kişiden diğerine geçerler. Hakkın bir başkasına geçişine hakkın kaybedilmesi denir. Hakkın kaybedilmesi iki şekilde gerçekleşir. Bunlar: Hakkın mutlak kaybı ve Hakkın nispi kaybıdır. Hak tamamen ortadan kalkarsa ve başka hiç kimseye geçmez ise bu duruma hakkın mutlak kaybı denir. Bay X’in sahip olduğu ev yanıp yok olursa, Bay X’in evi üzerindeki hakkı yok olur. Bu hak başka bir kimseye geçmez. Eğer hak tamamen ortadan kalkmamışsa ve bir kişiden diğerine geçmişse hakkın nispi kaybı söz konusudur. Bay X evini Bay Y’ye satarsa, Bay X ev üzerindeki hakkını kaybeder ve Bay Y evin sahibi olma hakkını kazanır. Bu olayda hak el değiştirmiş olur. 5.4. HAKLARI KAZANILMASI VE KAYBEDİLMESİ Hakların kazanılmasında ve kaybedilmesinde etken olan üç unsur mevcuttur. Bunlar; Hukuki olaylar, Hukuki fiiller ve Hukuki işlemlerdir. 5.4.1. Hukuki Olaylar Hukuki olaylar, hukuk düzeninin, insan iradesi sonucu olup olmadığına bakılmaksızın, kendisine hukuki sonuç bağladığı veya tanıdığı her türlü olaylardır. Örneğin bir insanın doğması ile bir hukuki olay gerçekleşir. Ayrıca, kuraklık gibi bir olay doğa olayı gibi görünse de eğer o bölgede yaşayan çiftçiler bu kuraklıktan etkilenirlerse ve sigorta şirketlerinden kuraklık nedeni ile zararlarının karşılanmasını talep ettiklerinde hukuki bir olay doğar. 5.4.2. Hukuki Fiiller Hukuk düzeni tarafından kendilerine hukuki sonuç bağlanmış olan insan eylemlerine hukuki fiiller denir. Hukuki fiiller hukuka aykırı fiiller ve hukuka uygun fiiller olarak ikiye ayrılır. Hukuka aykırı fiiller, hukuk düzeninin onaylamadığı ve kendilerine hukuki sonuç bağlanan insan eylem ve davranışlardır. Kişinin başkasından aldığı borç parayı ödememesi hukuka aykırı fiili ortaya çıkarır. Hukuka uygun fiiller, hukuk düzenini bozmayan ve hukuki sonuç doğuran insan eylem veya fiilleridir. Duygu açıklamaları, bilgi açıklamaları ve irade açıklamaları olarak sınışandırılırlar. 5.4.3. Hukuki İşlemler Hukuki işlemler, katılanların sayısına göre Tek taraşı işlemde vasiyetname, iptal, fesih gibi işlemler yer alır. İki veya çok taraşı işlemlere ise satış sözleşmeleri ve kurul kararları örnek verilebilir. Malvarlığına yaptığı etkiye göre hukuki işlemler Tek taraşı ve Çok taraşı olarak ikiye ayrılır. Borçlandırıcı işlemler ve Tasarrufi işlemlerdir. Borçlandırıcı işlemler, genellikle bir borç sözleşmesidir. Örneğin satım ve kira sözleşmeleri borçlandırıcı işlemlerdir. Tasarrufi işlemler, bir hakkı veya ilişkiyi doğrudan doğruya etkileyen, onu karşı tarafa geçiren, değiştiren veya ortadan kaldıran işlemlerdir. Tasarruf işlemiyle kişinin malvarlığında azalma olur. Kişi bilgisayarını diğer kişiye satarsa, bilgisayarı devreder ve onun haklarını kaybeder. 6. ÜNİTE: KİŞİLER HUKUKU-I 6. 1. KİŞİLER HUKUKUNUN KONUSU Medeni hukukun birinci alt dalını oluşturan kişiler ( şahsın ) hukukunu (Medeni Hukuk; Kişiler Hukuku, Aile Hukuku, Miras Hukuku, Eşya Hukuku, Borçlar Hukuku dallarına ayrılır), kişiliğin ( şahsiyetin ) kazanılması, kapsamı, korunması ve sona ermesini düzenleyen kurallardan meydana gelir. Bu çerçevede kişilerin ehliyetleri, hısımlık( Soyca veya evlilik sonucu aralarında bağ bulunanlardan her biri, akraba), yerleşim yeri ve kişisel durum sicilleri kişiler hukuku tarafından düzenlenir. Kişi, hukukun temel kavramlarından biridir. Çünkü, hukuk zaten “kişiler” için vardır. Kişinin olmadığı yerde hukuka da gerek yoktur. Ayrıca hak da hukuk düzeninde kişiler için düzenlenmiştir. Nitekim hak, hukuk düzeninin kişilere tanıdığı yetki olarak tanımlanmaktadır. 6.1.1 Kişi Kavramı Hukukta kişi, haklara ve borçlara sahip olabilen varlıklar olarak tanımlanır. Bu ünite içerisinde göreceğimiz, medeni haklarda yararlanma ehliyeti (hak ehliyeti) ile kişi terimi aynı anlamlara gelmektedir. Hukuk düzeni; hangi varlıkların kişi kabul edileceğini düzenlemiştir. Bu anlamda, kişi kabul edilecek varlıklar sadece insanlardan ibaret değildir. Hukuk düzeni tarafından tespit edilmiş ve hukukun aradığı şartlara sahip olan varlıklar kişi olarak kabul edilmektedir. Kişilerin gerçek kişiler ve tüzel kişiler olmak üzere iki çeşidi vardır. Gerçek kişiler insanlardır. Tüzel kişiler ise hukukun aradığı şartlar çerçevesinde bir araya gelmiş “insan ve mal toplulukları “ olarak tanımlanır. 6.1.2 Kişilik Kavramı Kişilik kavramı, kişi kavramına göre daha geniş kapsamlıdır. Kişilik, haklara ve borçlara sahip olma gücü yanında, kendi eylem ve işlemleriyle haklara ve borçlara sahip olmayı, kişilik haklarını ve kişisel durumları kapsar. Kişi kavramı, sadece medeni haklardan(kişinin varlığına bağlı ve herkesin sahip olması gereken;konuşma özgürlüğü, basın özgürlüğü, toplanma özgürlüğü, oy verme özgürlüğü, angarya yasağı, kamusal alanda eşitlik... gibi hakları kapsayan haklar bütününe denir) yararlanabilme ehliyetini ifade ederken, kişilik kavramı medeni haklardan yararlanma ehliyeti yanında medeni hakları kullanma ehliyeti ile kişisel haklar ve kişisel durumları kapsayan bir değerler bütünüdür. Kişilik hakları ise, kişilerin maddi, manevi bütünlüğü ve varlıkları üzerinde sahip bulundukları hakları ifade eder. Vücut sağlığı ve bütünlüğü, hürriyeti, şeref ve haysiyeti, fikri faaliyetleri üzerindeki hakları ve mal varlığı kişilik haklarına örnek verilebilir. 6.2. KİŞİLER HUKUKUNUN KAPSAMI Hangi varlıkları kişi olarak kabul edileceği hukuk düzeni tarafından belirlenir. Bu gün modern hukuk düzenleri kişilerin iki çeşidi olduğunu kabul etmektedir. Bunlardan biri gerçek kişiler diğeri ise tüzel kişilerdir. Gerçek kişiler insanlardır. Nitekim medeni kanunumuz kişiler hukukunun birinci kısmını ilk maddesinde “her insanın hak ehliyeti vardır. Buna göre bütün insanlar, hukuk düzeninin sınırları içerisinde, haklara ve borçlara ehil olmada eşittir.” (md.8) demek suretiyle bütün insanları hak sahibi yani kişi olarak kabul etmektedir. Hukuk düzeni, gerçek kişiler dışında tüzel kişilere de yer vermiştir. Medeni kanunumuzun tüzel kişilerle ilgili ikinci kısmının birinci maddesinde “başlı başına bir varlığı olmak üzere örgütlenmiş kişi ve toplulukları belli bir amaca özgülenmiş olan bağımsız mal toplulukları kendileri ile ilgili özel hükümler uyarınca tüzel kişilik kazanırlar.” (MK md.47) demek suretiyle gerçek kişiler dışındaki varlıklara da hukuk düzeni sınırları içerisinde kişi olarak kabul edileceğini belirtmektedir. 6.3. GERÇEK KİŞİLER 6.3.1. Kişiliğin Başlangıcı Medeni kanunumuz kişiliğin başlangıcını 28. maddesinde belirlemiştir. Anılan maddeye göre, “Kişilik, çocuğun sağ olarak tamamıyla doğduğu anda başlar…” Kişiliğin başlangıcı için kanunun aradığı, biri “tam olarak doğmak” ve diğeri “sağ olarak doğmak” şeklinde iki şartı vardır. 1) Tam olarak doğmak: Tam olarak doğmuş olmak şartı, genel olarak çocuğun bütün organları ile birlikte ana rahminden ayrılarak, dünyaya gelmesini ifade eder. Anasının vücudundan ayrılmış olan çocuğun göbeğinin kesilmemiş olması veya çocuğunun eşinin ayrılması gerekmez. 2) Sağ olarak doğmak: Sağ olarak doğmak şartı ise, çocuğun çok kısa bir süre dahi olsa anadan bağımsız yaşamış olmasını ifade eder. Çocuğun anadan bağımsız olarak, bir kez nefes alıp vermesi sağ doğmuş olmak şartı için yeterlidir. Çocuk anasının vücudundan tamamıyla ayrılmış olsa bile, eğer sağ olarak doğmamış ise kişiliğini kazanamaz. 3) Ceninin durumu: Medeni kanunumuzun 28/2. maddesi; “Çocuk hak ehliyetini, sağ olarak doğmak koşuluyla, ana rahmine düştüğü andan başlayarak elde eder.” demekle birlikte çocuğun hak ehliyetini çocuğun doğumundan önceki bir andan başlatmaktadır. Bu an, cenin ana rahmine düştüğü andır. Cenin, tam ve sağ doğmuş olmak şartıyla, ana rahmine düştüğü andan itibaren hak ehliyetini kazanır. Bu hükmün özellikle miras hukuku açısından önemli sonuçları vardır. Böylece eğer mirasçılar arasında bir cenin varsa mirası taksim edilmesi ceninin doğumuna kadar beklenir. Cenin tam ve sağ olarak doğduğu takdirde, kişiliğini doğumdan önce kazanmış olur ve mirasçı olarak atanır. 6.3.2. Kişiliğin Sona Ermesi Kural olarak kişilik ölümle sona erer (M.K. md. 28/I). Ayrıca ölüsü bulunamamakla beraber, öldüğü sanılan ve kişiliği sona erdiren hallerde kanunda düzenlenmiştir. Kişiliği sona erdiren halleri inceleyelim. 1) Ölüm Ölüm hayatın sona ermesidir. Bu andan itibaren kişilik de sona erer bununla birlikte kişinin sahip olduğu şahıs bağlı hakları da sona erer, mal varlığı hakları ise mirasçılarına geçer. Ölüm ile kişilik sona erer. Kişiliğin sona ermesi ile şahsa bağlı haklar da ortadan kalkar. Örneğin ölen kişinin cesedi bir eşya niteliğine dönüşmez ve hukuki işlemlere konu edilemez. Ancak ölen kişi vasiyet yoluyla cesedinin bilimsel araştırmalarda kullanılmasını arzu etmişse, bu isteği yerine getirilir. Kişinin ölümü ile özel hayatına ve şerefine dair haklar onun adına dava edilemez. Ama açılan bir dava mirasçıları tarafından takip edilebilir. 2) Ölüm Karinesi Bir kişinin öldüğü sonucuna ancak cesedinin bulunması ve cesedin o kişiye ait olduğunun belirlenmesiyle varılır. Fakat bazı durumlarda, olayların içinde olanların, cesedi bulunamadığı halde ölümüne kesin gözle bakılabilir. Örneğin bir uçağın havada veya bir geminin denizde infilak etmesi nedeniyle yolcular uçakla veya gemiyle beraber parçalanır ve cesetleri bulunamaz. Bu gibi durumlar için kanunumuzda ölüm karinesi düzenlenmiştir. MK. md. 31’e göre; “ Bir kimse, ölümüne kesin gözle bakılmayı gerektiren durumlar içinde kaybolursa, cesedi bulunamamış olsa bile gerçekten ölmüş sayılır.” Buna ölüm karinesi denir. Hakkında ölüm karinesi kararı verilecek kişinin, nüfus kütüğünün ilgili yerine, mahallin en büyük mülki amirinin emriyle ölüm kaydı düşürülebilir. Bununla birlikte her ilgili kişi, bu kişinin ölü veya sağ olduğunun tespitini dava edebilir. 3) Gaiplik Medeni Kanunun 32. maddesinde gaiplik; “Ölüm tehlikesi içinde kaybolan veya kendisinden uzun zamandan beri haber alınamayan bir kimsenin ölümü hakkında kuvvetli olasılık varsa, hakları bu ölüme bağlı olanların başvurusu üzerine mahkeme bu kişinin gaipliğine karar verebilir” şeklinde tanımlanmaktadır. bir kimsenin gaipliğine iki halde karar verilebilir. Bunlardan biri, “ölüm tehlikesi içerisinde kaybolma”; bir diğeri ise “uzun zamandan beri haber alınamama”dır. Ancak bu hallerde bile gaiplik kararının alınabilmesi için belli sürelerin geçmesi gerekmektedir. Medeni Kanun 33. maddesinde bu süreler, ölüm tehlikesi içinde kaybolma durumu için en az bir yıl ve uzun zamandır haber alınamama durumunda ise en az beş yıl olarak düzenlenmiştir. Gaiplik kararı verilmesi ile gaibin şahsa bağlı hakları sona erer, malvarlığı hakları ise ölüm tehlikesi veya son haber tarihinden itibaren gaibin mirasçısı durumunda bulunanlara o anda kendiliğinden intikal etmiş sayılır. Ancak gaibin terekesi mirasçılara teminat karşılığında teslim edilir. Ancak teminat belirli sürelerle sınırlanmıştır ve gaiplik kararı ölüm tehlikesi içinde kaybolmaktan dolayı verilmişse bu süre 5 yıl, uzun zamandır kendisinden haber alınamama durumunda verilmişse bu süre 15 yıl ve her halde gaibin 100 yaşına varacağı süre içinde gösterilir. Son olarak, gaiplik kararı verildikten sonra, gaip ortaya çıkarsa veya hayatta olduğu anlaşılırsa, gaiplik kararı hükümsüz hale gelir. Bu hususun tespitini, hakkında gaiplik kararı bulunan kimse veya herhangi bir ilgili mahkemeden isteyebilir. Gaiplik kararının hükümsüzleşmesi ile kararın sonuçları ortadan kalkar. Mirasa el koymuş olanlar malları geri vermekle yükümlü olurlar. Gaibin ölümünün kesinleşmesi ile gaiplik kararı hükümsüzleşir. 6.3.3. Kişiliğin Ehliyetleri Kişilik kavramına dahil bulunan unsurlardan biri de “kişiliğin ehliyetleri”dir. Kişiler bakımından biri “hak ehliyeti” (medeni haklardan yararlanma ehliyeti) diğeri ise, “fiil ehliyeti” (medeni hakları kullanma ehliyeti) olmak üzere iki ehliyet söz konusudur. HAK EHLİYETİ Hak ehliyeti ( medeni haklardan yararlanma ehliyeti) haklara ve borçlara sahip olabilme gücüdür. Hak ve borç sahibi olabilme gücüne sahip bulunan varlıklar ise, bugünün hukuk sisteminde “şahıslar”dır. Bu itibarladır ki “hak ehliyeti” ile “ kişi” kavramları aynı anlama gelmektedir. Hak ehliyeti pasiftir. Yani bir kimsenin hak ehliyeti sahip olabilmesi için, bir muamele yapmasına, bir irade açıklamasında bulunmasına gerek yoktur. Gerçek kişiler bakımından sadece “doğmuş olmak” hak ehliyetini kazanmak için yeterlidir. Hatta sağ doğmak şartıyla “cenin“ dahi hak ehliyetine sahiptir. Hak Ehliyetine Hakim Olan İlkeler Hak ehliyeti ile ilgili iki ilke bulunmaktadır. Bunlar “ genellik” ve “eşitlik” ilkeleridir. a) Genellik ilkesi Bu ilke MK. md.8 hükmünün birinci cümlesinden çıkmaktadır. Gerçekten birinci cümleye göre, “her insanın hak ehliyeti vardır.” O halde, hak ehliyetine sahip olmak bakımından kişi olmak yeterlidir. Diğer bir deyimle, hak ehliyetini kazanabilmenin tek şartı, gerçek kişiler için “ sağ olarak doğmuş olmak”, tüzel kişiler için ise “ kanunun ön gördüğü şekilde kurulmuş olmak” , yani “kişilik kazanmış bulunmak”tır. b) Eşitlik İlkesi Bu ilkede MK. m.8 hükmünün ikinci cümlesinden çıkmaktadır. Anılan maddeye göre “herkes, hukuk düzeninin sınırları içinde eşittir”. Eşitlik ilkesi gereği olarak, hak ehliyetine sahip olabilmek bakımından kişiler arasında herhangi bir ayırım yapılamaz. Örneğin yerli-yabancı, okumuş-cahil, kadın-erkek, zengin-fakir, reşit-küçük gibi farkların hak ehliyetine sahip olma bakımından bir rolü yoktur. Herkes bu ehliyetten eşit şekilde yararlanır. 7. ÜNİTE: KİŞİLER HUKUKU-II 1- FİİL EHLİYETİ Fiil ehliyeti (medeni hakları kullanma ehliyeti), bir şahsın bizzat kendi işlem ve eylemleriyle kendi lehine haklar, aleyhine borçlar yaratabilme iktidarıdır. Fiil ehliyeti, daha önce gördüğümüz “hak ehliyeti”nden farklıdır. Hak ehliyetine, her şahıs sahip olduğu halde, fiil ehliyetine herkes sahip olmaz. Çünkü fiil ehliyetine sahip olabilmek için kanun bazı şartlar aramıştır. Bu nedenle, hak ehliyetinin pasif bir ehliyet olmasına karşılık fiil ehliyeti aktif bir ehliyettir. A-Fiil Ehliyetinin Şartları Fiil ehliyetinin ikisi “olumlu”, birisi ise “olumsuz” olmak üzere üç şartı vardır. Olumlu şartlar, “ayırt etme gücüne sahip olmak ya da temyiz kudretine sahip bulunmak “ ile “ ergin (reşit) olmak”; olumsuz şart ise, “kısıtlı olmamak”tır. 1) Ayırt etme gücü Medeni Kanunumuz ayırt etme gücünü şekilde şöyle tanımlamaktadır: “Yaşının küçüklüğü yüzünden, veya akıl hastalığı, akıl zayışığı, sarhoşluk ve bunlara benzer sebeplerden biriyle akla uygun biçimde davranma yeteneğinden yoksun olmayan herkes, bu kanuna göre ayırt etme gücüne sahiptir.” (MK md. 13) Maddenin ifade biçiminden anlaşılacağı üzere ayırt etme gücü; akla uygun biçimde davranma yeteneğidir. O halde, akla uygun biçimde davranma yeteneğine sahip bulunan kişiler, ayırt etme gücüne sahip kabul edilirler. Ayır etme gücü, fiil ehliyetinin en önemli şartıdır. Zira daha sonra göreceğimiz gibi bir kimse diğer iki şarta sahip olsa bile Ayır etme gücünden yoksun bulunduğu takdirde fiil ehliyetine sahip olamaz, yani “ ehliyetsiz” bir kimse durumundadır. Kanun, ayırt etme gücünün hangi hallerde ortadan kalkacağını 13. maddesinde saymıştır. Bunlar “akıl hastalığı” , “akıl zayışığı” , “yaş küçüklüğü” ve “sarhoşluk”tur. Ancak bu haller örnek olarak verilmiş olup, bunlarla sınırlı değildir. Nitekim maddede bunlara benzer sebeplerden biriyle denmiş olması da bunu göstermektedir. 2) Erginlik Fiil ehliyetine sahip olabilmek için bir kimsenin kanunun tayin ettiği belli bir yaş sınırını aşmasına, “erginlik ” ya da “reşit olma” bu yaşa da “ergin olma yaşı ” ya da “rüşt yaşı” denir. Bu yaş sınırını aşmış olan kişiler “ergin” olurlar; aşmamış olanlara ise “küçük” denir. a) Normal erginlik: Medeni kanunumuzun 11. maddesi; “Erginlik onsekiz yaşın doldurulmasıyla başlar” demek suretiyle erginlik yaşını belirlemiştir. Anılan madde de düzenlenen ergin olma durumuna “normal erginlik ” denir b) Erken erginlik: Medeni Kanunumuzun 11. maddesinde normal erginlik düzenlenmiştir. Ancak bazı hallerde bir kimse henüz 18 yaşını bitirmemiş olmasına rağmen ergin sayılabilir ki buna da “erken erginlik” denir. Erken erginlik iki halde söz konusu olur. Bunlardan biri, “evlenme ile erginlik”; diğeri ise, “ yargısal erginlik”dir. Evlenme ile erginlik: MK. md. 11/II’ ye göre “evlenme kişiyi ergin kılar”. Buna “evlenme ile erginlik” denir. Evlenme ile erginlik MK.m.124’e göre, erkek ve kadın için onyedi yaşın bitirilmesidir. Erkek veya kadın onyedi yaşını doldurmadıkça evlenemez. Aynı maddenin ikinci cümlesine göre ise; “Hakim olağanüstü durumlarda ve pek önemli bir sebeple onaltı yaşını doldurmuş olan erkek veya kadının evlenmesine izin verebilir. Olanak bulundukça karardan önce ana ve baba veya vasi dinlenir.” Buna da “olağanüstü evlenme ile erginlik” denir. Evlenmeyle kazanılmış olan erginlik kesindir. Yani bu suretle ergin olmuş bir kimse, evlenmenin ölüm, boşanma gibi sebeplerle sona ermesi halinde tekrar önceki küçük (ergin olmamış) durumuna dönmez. Yargısal erginlik: Medemi Kanunun 12. maddesi yargısan erginliği düzenlemiştir. Sözü geçen maddeye göre “ Onbeş yaşını dolduran küçük, kendi isteği ve velisinin rızasıyla mahkemece ergin kılınabilir.” Yukarıdaki madde hükmüne göre, bir küçüğün yargısal erginliğine karar verebilmek şu şartların bulunması gerekir: 1) Mahkeme hükmüyle ergin kılınacak küçüğün “ 15 yaşını bitirmiş olması” 2) Yargısal erginliğe karar verilmesi isteminde bulunma, şahsa sıkı sıkıya bağlı haklardan olduğu içindir ki, bu talebin bizzat küçükten gelmesi gerekir. Küçüğün isteği olmadan onun yargısal erginliğine karar vermek mümkün değildir. Bu şart, yargısal erginliğin şartlarından en önemlisidir. 3) Küçüğün yargısal erginliğine karar verilmesi, onun ana ve babanın velayeti altından çıkması sonucunu doğuracağından, kanunumuz burada ana ve babanın rızasını da aramaktadır. 3) Kısıtlı Olmamak Kısıtlı olmak, kısıtlanmış bulunmak demektir. Kısıtlama kanunun belirttiği sebeplerden birinin varlığı halinde bir kimsenin fiil ehliyetini mahkeme kararıyla sınırlandırılması veya tamamen kaldırılması demektir. Kısıtlama sebeplerinin neler olduğunu MK. md. 405-408’de sayılmıştır. a) Akıl hastalığı veya akıl zayışığı: MK. md. 405’e göre; “Akıl hastalığı veya akıl zayışığı sebebiyle işlerini göremeyen veya korunması ve bakımı için kendisine sürekli yardım gereken ya da başkalarının güvenliğini tehlikeye sokan her ergin kısıtlanır.” b) Savurganlık, alkol veya uyuşturucu madde bağımlılığı, kötü yaşama tarzı, kötü yönetim: MK. md. 406’ya göre; Savurganlığı, alkol veya uyuşturucu madde bağımlılığı, kötü yaşama tarzı veya malvarlığını kötü yönetmesi sebebiyle kendisini veya ailesini darlık veya yoksulluğa düşürme tehlikesine yol açan ve bu yüzden devamlı korunmaya ve bakıma muhtaç olan ya da başkalarının güvenliğini tehdit eden her ergin kısıtlanır. c) Özgürlüğü bağlayıcı ceza: MK. md. 407’ye göre; Bir yıl veya daha uzun süreli özgürlüğü bağlayıcı bir cezaya mahkûm olan her ergin kısıtlanır. d) İstek üzerine: MK. md. 408’e göre; Yaşlılığı, sakatlığı, deneyimsizliği veya ağır hastalığı sebebiyle işlerini gerektiği gibi yönetemediğini ispat eden her ergin kısıtlanmasını isteyebilir. Yukarı da belirttiğimiz sebeplerden biri yüzünden kısıtlanmış ve kendisine bir vasi tayin edilmiş olan kimseye kısıtlı denir. Bu kimse artık fiil ehliyetine tamamen sahip değildir; onun fiil ehliyeti, kısıtlama sebebinin içeriğine göre ya tamamen kalkmıştır veya sınırlandırılmıştır. B- Fiil Ehliyetinin İçeriği Fiil ehliyeti kavramına dahil olan çeşitli ehliyetler vardır. “Hukuki işlem ehliyeti” ile “ haksız fiillerden sorumlu olma ehliyeti” fiil ehliyetinin içeriğine dahil olan ehliyetlerdir. 1-Hukuki İşlem Ehliyeti: o Hukuki işlem ehliyeti bir kişinin hukuki işlemler yapabilme, hukuki işlemlerle kendi lehine haklar ve aleyhine borçlar yaratabilme iktidarıdır. Hukuki işlemler, taraşarı bakımından “tek taraşı hukuki işlemler “ ve “çok taraşı hukuki işlemler” olmak üzere ikiye ayrılır. “Tek taraşı hukuki işlemler”, sadece bir tarafın iradesini açılmasıyla meydana gelen hukuki işlemlerdir. Örneğin “vasiyet” tek taraşı bir hukuki işlemdir. Çok taraşı hukuki işlemler” ise, birden fazla kişinin irade açıklamalarıyla tamam olan hukuki işlemlerdir. Bunların içinde en önemlileri iki tarafın karşılıklı ve birbirlerine uygun irade açıklamalarıyla meydana gelen “sözleşmeler”dir. 2- Haksız Fiillerden Sorumlu Olma Ehliyeti Haksız fiillerden sorumlu olma ehliyeti, bir kişinin hukuka aykırı fiilleriyle başkalarına vermiş olduğu zararları bizzat ödemekle yükümlü tutabilme ehliyetidir. 3- Dava Ehliyeti Dava ehliyeti bir şahsın mahkemelerde davacı veya davalı sıfatıyla usul hukukuna ait işlemleri bizzat yapabilme iktidarıdır. C- Fiil Ehliyetine Göre Kişiler Fiil ehliyetinin şartlarına sahip olup olmamalarına göre gerçek kişiler; tam ehliyetliler, sınırlı ehliyetliler, sınırlı ehliyetsizler ve tam ehliyetsizler olmak üzere dört kategoriye ayrılır. a) Tam Ehliyetliler: Tam ehliyetliler kategorisine giren gerçek kişiler fiil ehliyetinin bütün şartlarına sahip bulunan kimselerdir. Tam ehliyetliler fiil ehliyetine dahil bulunan bütün ehliyetlere sahiptirler. O halde, tam ehliyetliler her türlü işlemleri hiç kimsenin iznine ihtiyaç duymaksızın bizzat yapabilirler ve bu suretle de kendi lehlerine haklar ve aleyhlerine borçlar yaratabilirler. Tam ehliyetliler, haksız fiilleriyle başkalarına vermiş oldukları zararlardan bizzat sorumludurlar. Bu kişilerin aynı zamanda dava ehliyetleri de mevcut olduğundan mahkemelerde davacı ve davalı sıfatıyla bulunup her türlü usul hukuku işlemlerini de bizzat yapmaları mümkündür. b- Sınırlı Ehliyetliler Sınırlı ehliyetliler, aslında tam ehliyetli oldukları halde bazı sebeplerden dolayı ehliyetleri belli konularda sınırlandırılmış bulunan kişilerdir. Sınırlı ehliyetliler kategorisine giren kişiler kendilerine kanunu müşavir tayin edilmiş olan kişilerdir. Kendilerine kanuni müşavir tayin edilmiş olanlar, kısıtlanmaları için yeterli bir sebep bulunmamakla beraber, fiil ehliyetlerini kısmen sınırlandırılması kendi menfaatleri gereği olan ergin kişilerdir. Bu gibi kişilere kanunda sayılmış olan önemli hukuki işlemler de oyu alınmak üzere bir “kanunu müşavir” tayin olunur. c) Sınırlı Ehliyetsizler Sınırlı ehliyetsizler fiil ehliyetinin en önemli şartı olan ayırt etme gücüne sahiptirler. Fakat bunlardan bir kısmı reşit değildir bir kısmı ise kısıtlıdır. Sınırlı ehliyetsizlerin hukuki durumunu hukuki işlem ehliyeti, haksız fiillerden sorumlu olma ehliyeti ve dava ehliyeti bakımından ayrı ayrı inceleyelim: A. Hukuki işlem ehliyeti bakımından: Sınırlı ehliyetsizlerin hukuki işlem ehliyeti bakımından durumlarını dört halde ayrı ayrı incelemek gerekir. I) Kendi başlarına yapamayacakları işlemler Sınırlı ehliyetsizler satım, kira istisna sözleşmeleri ile kendilerini borç altına sokan işlemleri bizzat yapamazlar. Kural olarak bu gibi hukuki işlemler sınırlı ehliyetsizler adına “yasal temsilcileri” tarafından yapılır. Yasal temsilciler veli veya vasi’dir. Sınırlı ehliyetsizler bu gibi işlemleri ancak yasal temsilcilerinin rızasıyla yapabilirler. Sınırlı ehliyetsiz, kendisini borç altına sokan hukuki işlemleri yasal temsilcileri izni olmadan yaparsa bu işlemler “tek taraşı bağlamazlık” yaptırımına tabi olurlar; yani karşı taraf bu işlemlerle bağlı olduğu halde sınırlı ehliyetsiz bağlı değildir. Bu işlemleri sınırlı ehliyetsizi de bağlışlayabilmesi için yasal temsilcilerinin sonradan rızasını beyan etmesi gerekir. I) Kendi başlarına yapabilecekleri işlemler Sınırlı ehliyetsizlerin bizzat yapabilecekleri işlemlerin başında “karşılıksız kazandırmayı amaçlayanlar” gelir. Karşılıksız kazandırmaya yönelik işlemlerle kastedilen, sadece sınırlı ehliyetsize menfaat sağlayan, buna karşılık herhangi bir yükümlülük getirmeyen işlemlerdir. Bu tip karşılıksız işlemlere örnek olarak sınırlı ehliyetsiz lehine yapılan bağışlama sözleşmesi gösterilebilir. Sınırlı ehliyetsizlerin bizzat yapabilecekleri işlemlerin ikinci kısmını “serbest mallara” ilişkin işlemler oluşturur. Bunlar, anne babanın yönetim ve yararlanma hakkının dışında tutularak üçüncü şahısların küçüğe verdikleri mallar, sınırlı ehliyetsize bir meslek ve sanatla uğraşması için verilen mallar ve sınırlı ehliyetsizin çalışarak elde ettiği kazançtan meydana gelir. Sınırlı ehliyetsizlerin bizzat yapabilecekleri işlemlerin üçüncü kısmını ise “sıkı şekilde şahsa bağlı hakların” kullanmasından kaynaklanan işlemler oluşturur. Örneğin boşanma, babalık davası açma gibi haklar şahsa sıkı şekilde bağlanmış haklardır. III) Kanuni temsilci aracılığıyla veya kanuni temsilci izin verirse yapabilecekleri işlemler Sınırlı ehliyetsizler kendini borç altına sokan işlemleri bizzat yapamazlar. Yapabilmeleri için kanuni temsilcilerinin önceden izin vermesi gerekir. Gerçekten medeni kanunun 16. maddesine göre “Ayırt etme gücüne sahip küçükler ve kısıtlılar, yasal temsilcilerinin rızası olmadıkça, kendi işlemleriyle borç altına giremezler.” IV) Hiç yapamayacakları işlemler Bazı işlemleri sınırlı ehliyetsizler hiç yapamazlar. Yani bunları ne bizzat ne de kanuni mümessillerinin rızasıyla yapmaları mümkün değildir. Hatta kanuni mümessiller dahi bu işlemleri sınırlı ehliyetsiz namına yapamazlar. Bunlara yasak işlemler de denir. Yasak işlemler “ bağışlama”, “ vakıf kurma” ve “ kefalet”tir. B. Haksız fiillerden sorumlu olma ehliyeti bakımından: Sınırlı ehliyetsizlerin haksız fiillerden sorumlu olma ehliyetleri vardır. Haksız fiillerle başkalarına verdikleri zararlardan dolayı bizzat kendi mal varlıklarıyla sorumlu olurlar. C. Dava ehliyeti bakımından: Sınırlı ehliyetsizler, kendi başlarına yapabilecekleri hukuki işlemler ve haksız fiilleriyle ilgili olmak üzere dava ehliyetlerine sahiptirler. d) Tam Ehliyetsizler Tam ehliyetsizler kategorisine giren kişilerin fiil ehliyetleri hiç yoktur; çünkü bunlar fiil ehliyetinin en önemli şartı olan ayırt etme gücünden yoksun olan kişilerdir. Tam ehliyetsizlerin “hukuki işlem ehliyeti” yoktur. Çünkü tam ehliyetsiz kişiler, ayırt eme gücünden yoksun olduklarından hukuki işlem için gerekli olan irade açıklamasında bulunamazlar. Kişiye sıkı sıkıya bağlı olan haklarını da bizzat kullanamazlar. Tam ehliyetsizlerin “haksız fiillerden sorumlu olma ehliyeti” de yoktur. Örneğin bir akıl hastası haksız fiilleriyle başkalarına vermiş oldukları zararlardan sorumlu olmaz. Kural bu olmakla beraber bunun istisnaları da vardır. Ayırt etme gücünden sürekli olarak değil de, “geçici olarak” yoksun bulunan kimseler, Ayırt etme gücünü geçici olarak kaldıran hale kendi kusurlarıyla düşmemiş oldukları ispat ederlerse, sorumlu olmazlar. Tam ehliyetsizlerin dava ehliyeti de yoktur. 2-TÜZEL KİŞİ KAVRAMI Kişi denildiği zaman ilk önce insanlar akla gelir. Ancak hukuk düzeni toplumsal hayatın zorlaması sonucu belirli şartlar altında bazı mal ve topluluklarını da kişi olarak kabul etmiştir. Tüzel kişiler, ister kişi topluluğu isterse mal topluluğu şeklinde olsunlar, kendilerine meydana getiren insanlardan ayrı bir kişilikleri vardır. Ayrı bir kişiliklerinin olması, kurucularından ayrı kendilerine ait hak ve fiil ehliyetlerinin olması sonucunu doğurur. Tüzel kişilerin sahip oldukları haklardan üyeler ve ortaklar doğrudan faydalanamazlar, istisnalar dışında tüzel kişinin borçlarından da bizzat sorumlu olmazlar. 2.1. Tüzel Kişilerin Türleri A. Tabi Oldukları Hukuk Kurallarına Göre Tüzel Kişiler Tüzel kişiler, tabi oldukları hukuk kurallarına göre “ kamu hukuku tüzel kişileri” ve “özel hukuk tüzel kişileri” şeklinde ikiye ayrılır. 1) Kamu Hukuku Tüzel Kişileri Kamu hukuku tüzel kişilerine kamu hukuku içinde yer alan kurallar uygulanır. Bunlar ya doğrudan doğruya bir kanunla ya da kanunun verdiği yetkiye dayanılarak kurulur. Bunlar, “kamu idareleri” ve “ kamu kurumları” olmak üzere ikiye ayrılırlar. Devlet, il özel idareleri, belediyeler ve köyler tüzel kişiliği olan kamu idareleridir. Tüzel kişiliğe sahip kamu kurumlarına örnek olarak da TRT ve üniversiteler gösterilebilir. 2) Özel Hukuk Tüzel Kişileri Özel hukuk tüzel kişileri özel hukuk kurallarına tabidir. Kişilerin iradeleriyle kurulur ve sona erdirilirler. İdeal veya iktisadi nitelik taşıyan amaçlar için kurulurlar. İdeal amaçlı özel hukuk tüzel kişilikleri derneklerdir. Vakışarın durumu da genellikle böyledir. Şirketlerin amacı ise iktisadidir. Onlar ortaklarına kazanç sağlamak amacıyla meydana getirilirler. B. Yapılarına Göre Tüzel Kişiler 1) Kişi Toplulukları Kişi topluluğu şeklindeki tüzel kişiler ortak bir amaca ulaşmak için birden fazla kişinin bir araya gelmesiyle oluşurlar. Bu tip toplulukların en belirgin örneği “ dernekler”dir. 2) Mal Toplulukları Mal toplulukları şeklindeki tüzel kişiler, hukuk düzeninin ön gördüğü esaslar çerçevesinde belirli bir amaca tahsis edilmiş mal topluluklarıdır. Bu tip tüzel kişilik en belirgin örneği “vakışar” dır. 2.2. Tüzel Kişilerde Kişiliğin Kazanılması Tüzel kişilerde kişiliğin ne zaman kazanılacağı hususunda üç değişik sistem vardır. Bunlar izin sistemi, tescil sistemi ve serbest kuruluş sistemidir. İzin sistemine göre; tüzel kişi ancak devletin izniyle kurulabilir. Devletin yetkili organı izin verip vermemekte serbesttir. Kişiliğin başlangıcı “iznin verildiği an”dır. Tescil sistemine göre; bir tüzel kişiliğin doğabilmesi ancak onun resmi bir sicile tescil edilmesiyle mümkün olur. Resmi sicile tescil edildiği takdirde kişilik kazanılmış olur. Serbest kuruluş sistemine göre ise, tüzel kişinin kişilik kazanması bakımından kurucuların, hukuk düzeninin belirlediği şartlara uygun olarak iradelerini açıklaması yeterlidir. Bu konuda başka şart aranmaz. Türk hukukunda dernekler bakımından serbest kuruluş sisteminin benimsenmiş olduğu söylenebilir. Vakışar yönünden tescil ilkesi geçerlidir. Ticaret şirketlerinde ise izin sistemi ile tescil sistemi birlikte uygulanmaktadır. Belirtilmesi gereken bir nokta da, tüzel kişinin amacının hukuka ve ahlaka aykırı olmasıdır. Böyle bir durumda, gerekli bütün şartlar yerine getirilmiş olsa bile, tüzel kişi, kişiliğini kazanamaz. 2.3. Tüzel Kişilerde Ehliyet Tüzel kişilerde de gerçek kişilerde olduğu gibi, hak ehliyeti ve fiil ehliyeti olmak üzere iki tür ehliyet düzenlenmiştir. Şimdi bunları inceleyelim. 1) Hak Ehliyeti Hak ehliyeti, hak ve borçlar sahibi olabilme gücüdür. Gerçek kişiler gibi tüzel kişilerin de hak ehliyeti vardır. Ancak; cins, yaş, akrabalık gibi yaradılış gereği sadece insanlara özgü medeni haklar tüzel kişiler hakkında söz konusu olamaz. Tüzel kişiler bunun dışındaki bütün medeni hakları kazanabilirler ve borçlara sahip olabilirler. Tüzel kişilerin de gerçek kişiler gibi “ kişilik hakları” vardır. Böylece manevi bütünlüklerine, isimlerine, iktisadi bütünlüklerine karşı haksız saldırılarda bulunduğu takdirde Medeni Kanun’da belirtilmiş olan davaları açabilirler. 2) Fiil Ehliyeti Gerçek kişiler gibi tüzel kişilerin de fiil ehliyeti vardır. Ancak, tüzel kişilerin fiil ehliyetini kazanmaları için aranan şartlar gerçek kişilerden farklıdır. Tüzel kişilerin fiil ehliyetine sahip olmaları için MK.m.49’a göre; “kanuna ve kuruluş belgelerine göre gerekli organlara sahip olmakla, fiil ehliyetini kazanırlar.” Kanunun ilgili maddesinden de anlaşılacağı gibi, tüzel kişinin fiil ehliyetine sahip olması için kanunun öngördüğü organlara sahip olması yeterlidir. Kanunun öngördüğü zorunlu organlara sahip olmayan bir tüzel kişinin fiil ehliyetine sahip olması mümkün değildir. 2.4. Tüzel Kişilerde Kişiliğin Sona Ermesi 1.Kişiliği sona erdiren haller Tüzel kişilerde kişiliğin sona ermesi ya kendiliğinden olur ya da bir kararla gerçekleşir. Birinci ihtimalde “ infisah” tan ikinci ihtimalde ise “fesih” ten söz edilir. a) Kişiliğin kendiliğinden sona ermesi Tüzel kişilerde kişiliği belirli bir süre için kurulmuş tüzel kişilerde sürenin dolması, amacın kesin olarak elde edilmesi veya elde edilmesinin imkânsızlaşması gibi durumlar tüzel kişiliği ortadan kaldırır. b) Kişiliğin bir kararla sona erdirilmesi Tüzel kişilerde, kişiliğin ortadan kalkmasına yol açan ikinci hal bu konuda karar verilmesidir. Sona ermeye ilişkin karar ya kişinin yetkili organı ya da hukuk düzeninin yetkili kıldığı bir makam tarafından verilir. Birinci halde kişiliğin sona ermesi iradidir. İkinci halde ise irade dışı sona erme vardır. İradi sona ermede yetkili organ, kişi topluluğu şeklinde ki tüzel kişiler de genel kuruldur. Genel kurulun oy birliği ile karar alması gerekir. Aksi takdir de sona ermeye ilişkin karar geçerli olmaz. İrade dışı sona ermede karar, genellikle mahkeme tarafından verilir. 2) Kişiliğin sona ermesinin sonuçları Tüzel kişilerde kişiliğin sona ermesinin, biri “tüzel kişiye ait mal varlığını tasfiyesi” , diğeri “tasfiyede ortaya çıkan fazlalığın tahsili” olmak üzere iki önemli sonucu vardır. a) Tüzel kişiye ait malvarlığının tasfiyesi Tüzel kişilerde kişilik herhangi bir sebeple sona erince mal varlığının tasfiyesi gerekir. Mal varlığının tasfiyesi tüzük hükümlerine göre yapılır. Tüzükte bu konuya ilişkin herhangi bir düzenleme yoksa genel kurulun vereceği karar doğrultusunda hareket edilir. Genel kurul tarafından da karar alınmışsa artık tasfiyenin kanun hükümleri çerçevesinde yapılması gerekir. Tasfiye yapılırken önce mal varlığı içinde yer alan kıymetlerin değerlendirilir. Daha sonra tüzel kişinin borçları ödenir. Borçların ödemesinden arta kalan kısım ise tahsis edilir. b) Tasfiyede ortaya çıkan fazlalığın dağıtımı Tasfiyede ortaya çıkan fazlalığın tahsisi, varsa tüzük veya vakıf senedinde yer alan hükümler çerçevesinde gerçekleşir. Bunlar da konuya ilişkin herhangi bir düzenleme yoksa, yetkili organın karar alması gerekir. Böyle bir durumda mallar karara uygun şekilde tahsis edilir. Yetkili organ tarafından da karar alınmamışsa tahsis kanunlar çerçevesinde yapılır. 8. ÜNİTE: MİRAS HUKUKU-I Ünitenin Amaçları Miras kavramının hukuki içeriğini, mirasın kazanılması, kaybedilmesini kavrayabilme ve yasal mirasçıları tanıyabilme. Ünitenin İçindekiler Mirasa egemen olan ilkeleri, hısımlığın mirasla ilişkilerini açıklar. Yasal mirasçıları, vasiyet yoluyla mirasçılığı ve mirasçıların sorumluluklarını açıklar. 1. MİRAS HUKUKUN TANIMI İnsanlar doğar, büyür, yaşlanır ve ölürler. İnsan yaşamının her aşamasında hukuk kurallarının önemi vardır. Çocuk doğunca birey olarak kabul edilir ve bazı haklara sahip olur. Belirli yaşa gelince seçme ve seçilme hakkı elde eder. Ölümlerinde ise mal varlıklarının ne olacağı yine hukuk kuralları ile çözülür. Anayasamızda herkesin miras hakkına sahip olduğu belirtilmiştir. Miras hukuku özel hukukun dallarından Medeni Hukukun içinde yer alır. Medeni Kanundaki MADDE 495 ile MADDE 682 arasındaki maddeler Miras Hukuku ile ilgili maddelerdir. Miras hukukunun alanı, gerçek kişilerin öldüklerinde mallarının kimlere ve hangi oranda ve nasıl dağıtılacağını belirlemektir. Miras hukukunda kullanılan muris, varis ve tereke gibi kavramların açıklamaları; Muris (mirasbırakan): Ölen kişiye, mirasbırakan veya muris denir. Muris, öldükten sonra malvarlığı mirasçılarına geçen kişiye denir. Mirasçı (varis): Mirasbırakanın mirasını bıraktığı kişiye mirasçı veya varis denir. Tereke: Tereke ise mirasbırakanın ölümü ile mirasçılarına geçen hak ve borçlar ile hukuki ilişkilerin tümüdür. 2- YASAL MİRASÇILAR Medeni Kanuna göre yasal mirasçılar mirasbırakanın a.Soy (kan) hısımları, b. Sağ kalan eş, c. Evlatlık ve d. Devlet (Hazine) dir. a) Soy (kan) hısımları Dört grupta toplanmıştır. Bunlar: Altsoy (birinci derece mirasçılar), Ana ve baba (ikinci derece mirasçılar) ve Büyük ana ve büyükbaba (üçüncü derece mirasçılar) ve Evlilik dışı hısımlardır. Kural olarak eğer birinci derece mirasçı mevcut ise, ikinci ve üçüncü derece mirasçılar mirastan yararlanamazlar. Eğer hayatta birinci derece yok ise, miras ikinci derece mirasçılara geçer. Önceki derecede mirasçı varsa, sonraki derecedeki mirasçıların mirasçılığı olmaz. Örneğin, Bay X öldüğünde, 2 çocuğu varsa mirası altsoyu olan çocukları alır. Ölen kişinin ana ve babası, kardeşleri veya amcaları, torunları gibi diğer soy bağları miras alamaz. 1. derece mirasçılar Çocuklar Torunlar Torun çocukları Torun Alt soyları 1. Birinci derece mirasçılar Birinci derece mirasçılar, mirasbırakanın altsoylarıdır. Altsoy, mirasbırakanın çocuklarıdır. Çocuklar eşit olarak mirasçıdırlar. Mirasbırakandan önce ölmüş olan çocukların yerini, her derecede halefiyet yoluyla kendi altsoyları alır. Eğer mirasbırakanın çocukları kendisinden daha önce ölmüşlerse, altsoy torunları olur. Eğer mirasbırakanın torunları ve çocukları kendisinden daha önce ölmüşlerse, altsoy torun çocukları olur. 2. İkinci derece mirasçılar İkinci derece mirasçılar, miras bırakanın ana ve babasıdır. Altsoyu bulunmayan miras bırakanın mirasçıları, ana ve babasıdır. Bunlar eşit olarak mirasçıdırlar. Miras bırakandan önce ölmüş olan ana ve babanın yerlerini, her derecede halefiyet yoluyla kendi altsoyları alır. Bir tarafta hiç mirasçı bulunmadığı takdirde, bütün miras diğer taraftaki mirasçılara kalır. Eğer ölen kişinin anne ve babası hayatta değillerse, kardeşler altsoylarıdır. 1.Derece mirasçılar 1. 2. 3. 4. 5. ANNE BABA KARDEŞLER KARDEŞ ÇOCUKLARI KARDEŞ TORUNLAR ALTSOYLARI Eğer ölen kişinin anne ve babası hayatta değillerse ve kardeşlerde ölmüşlerse, altsoyları kardeş çocukları yani yeğenlerdir. Eğer kardeş çocukları da hayatta değillerse, kardeş torunları altsoydur. 3.Üçüncü derece mirasçılar, Üçüncü derece mirasçılar, miras bırakanın büyük ana ve büyük babasıdır. Altsoyu, ana ve babası ve onların altsoyu bulunmayan miras bırakanın mirasçıları, büyük ana ve büyük babalarıdır. Bunlar, eşit olarak mirasçıdırlar. Miras bırakandan önce ölmüş olan büyük ana ve büyük babaların yerlerini, her derecede halefiyet yoluyla kendi altsoyları alır. 3.Derece mirasçilar 1-büyükana , büyükbaba 2- dayı, teyze, hala, amca 3-bunların alt soyları Ana veya baba tarafından olan büyük ana ve büyük babalardan biri altsoyu bulunmaksızın mirasbırakandan önce ölmüşse, ona düşen pay aynı taraftaki mirasçılara kalır. Ana veya baba tarafından olan büyük ana ve büyük babaların ikisi de altsoyları bulunmaksızın mirasbırakandan önce ölmüşlerse, bütün miras diğer taraftaki mirasçılara kalır. Sağ kalan eş varsa, büyük ana ve büyük babalardan birinin miras bırakandan önce ölmüş olması hâlinde, payı kendi çocuğuna; çocuğu yoksa o taraftaki büyük ana ve büyük babaya; bir taraftaki büyük ana ve büyük babanın her ikisinin de ölmüş olmaları hâlinde onların payları diğer tarafa geçer. Eğer büyük ana ve büyük baba hayatta değillerse, ölen kişinin altsoyu dayı, amca, hala ve teyzedir. Eğer dayı, amca, hala ve teyze hayatta değillerse bunların çocukları altsoydur. 4. Evlilik dışı hısımlar Evlilik dışında doğmuş ve soybağı, tanıma veya hâkim hükmüyle kurulmuş olanlar, baba yönünden evlilik içi hısımlar gibi mirasçı olurlar. b) Sağ kalan eş Yasal mirasçıları ikincisi sağ kalan eştir. Ölen kişinin eşi hayatta ise, eş mirası soy (kan) hısımları ile birlikte paylaşır. Yani, Bay X öldüğünde eşi ve 2 çocuğu varsa, mirası eşi ve 2 çocuğu alır. Ancak, eşin mirası paylaştığı kişilerin soy hısımlık derecesi, eşin miras payını etkiler. Sağ kalan eş, birlikte bulunduğu zümreye göre miras bırakana aşağıdaki oranlarda mirasçı olur: 1. sağ kalan eş, Miras bırakanın altsoyu ile birlikte-yani çocukları veya torunlarıyla- mirasçı olursa, mirasın dörtte biri, 2. sağ kalan eş, Miras bırakanın ana ve baba zümresi ile birlikte mirasçı olursa, mirasın yarısını alır.örneğin miras bırakan ölmüş geriye eş ve anası kalmışsa mirasın yarısını eşi yarısını anası alır. 3. Sağ kalan eş miras bırakanın büyük ana ve büyük babaları ve onların çocukları ile birlikte mirasçı olursa, mirasın dörtte üçü, bunlar da yoksa mirasın tamamı eşe kalır.örneğin miras bırakan ölmüş geriye eşi ve dedesi sağ kalmıştır. Mirasın dörtte üçünü eş, dörtte birini dedesi alır Bay X evli ve 2 çocuğu var. Bay X ölürse mirasının paylaşımında çocukları (1. derece mirasçı) ve eşi mirasçı olur. Mirasın dörtte birini eş alır ve kalan dörtte üç kısmı iki çocuk arasında eşit olarak paylaşılır. Bay X evli ancak çocuğu yok. Bay X ölürse mirasının paylaşımında çocukları olmadığından 1. derece mirasçı yoktur. Bu durumda 2. derece mirasçılara bakılır. Eğer Bay X’in annesi hayatta ise mirasın yarısını eşi ve diğer yarısını annesi alır. Bay X evli ancak çocuğu yok. Bay X ölürse mirasının paylaşımında çocukları olmadığından 1. derece mirasçı yoktur. Bu durumda 2. derece mirasçılara bakılır. Eğer Bay X’in annesi, babası hayatta değillerse, kardeşleri de yoksa miras için 3. derece mirasçılara bakılır. Üçüncü derece mirasçılardan dedesi hayatta ise, mirasın dörtte üçünü eşi ve kalanını dede alır. B-Evlatlık Evlâtlık ve altsoyu, evlât edinene kan hısımı gibi mirasçı olurlar. Evlâtlığın kendi ailesindeki mirasçılığı da devam eder. Evlât edinen ve hısımları, evlâtlığa mirasçı olmazlar. Evlat edinilen kişi hem öz ailesinin mirasçısı olur hem de kendini evlat edinen kişilerin mirasçısı olur. Evlat edinen karı ve kocanın çocuğu gibi mirasçı olur. Evlatlık kendisini evlat edinenlerden önce ölürse, onu evlat edinen karı ve koca veya onların akrabaları evlatlığın mirasından faydalanmazlar, evlatlığın mirasçısı olamaz. Yani, evlat edinen ve onların hısımları evlatlığın mirasçısı olamazlar. dolayısıyla evlatlığın mirasçılığı tek taraşıdır. C-Devlet Mirasçı bırakmaksızın ölen kimsenin mirası Devlete geçer. Miras bırakanın eşi, evlatlığı, soy hısımları yani hiç akrabası yoksa ve herhangi bir kişiyi kendisine mirasçı atamamışsa, miras devlete geçer. Saklı pay (mahfuz hisse) Yasal mirasçıların paylarının bir bölümü yasayla koruma altına alınmıştır. Bu korunan kısma saklı pay denir. Yani, kişi tüm mal varlığını tek bir kişiye vasiyet gibi yollarla bırakamaz. Mirasçı olarak altsoyu, ana ve babası, kardeşleri veya eşi bulunan miras bırakan, mirasının saklı paylar dışında kalan kısmında ölüme bağlı tasarrufta bulunabilir. Bu mirasçılardan hiç biri yoksa miras bırakan mirasının tamamında tasarruf edebilir. Kişinin eşi, çocuğu veya başka hısımları varsa bu kişiler mirasın belirli oranını saklı payla alabilirler. Saklı pay oranları; Miras bırakanın 1. Altsoy için yasal miras payının yarısı, 2. Ana ve babadan her biri için yasal miras payının dörtte biri, 3. Kardeşlerden her biri için yasal miras payının sekizde biri, 4. Sağ kalan eş için, altsoy veya ana ve baba zümresiyle birlikte mirasçı olması hâlinde yasal miras payının tamamı, diğer hâllerde yasal miras payının dörtte üçüdür. 3- ATANMIŞ MİRASÇILAR - Mirasçılığın ikinci çeşidi atanmış mirasçılıktır. Bu da ölüme bağlı tasarruşar ile yapılır. Ölüme bağlı tasarruf miras bırakanın ölümünü düşünerek yapılmasını istediği hususları bir hukuıki işlem ile bildirmesidir. Diğer bir ifadele hükümlerini miras bırakanın ölümünden sonra meydana getiren hukuki işlemleridir. - 1. Mirasçı Atama: Miras bırakan, ölüme bağlı tasarruşarla, mirasının tamamını veya belli bir oranı için bir veya birden çok kişiyi mirasçı atayabilir. Bu şekildeki mirasçılara atanmış mirasçılar denilir. Bu mirasçı bir yasal mirasçı olabileceği gibi 3. bir kişi de olabilir. - 2- Belirli mal bırakma: miras bırakan ölüme bağlı bir tasarruşa, bir kimseye terekesinin tamamını veya belli bir oranı için mirasçı atayabileceği gibi mirasçı atamaksızın bir kimseye terekesinden belirli bir mal bırakabilir. Yani miras bırakan yasal mirasçılarından birine yada 3. bir kişiye terekesinden bir malı ayrıca bırakabilir. Bu kişiye vasiyet alacaklısı denilir. Vasiyet alacaklısının yasal mirasçılardan kendisine bırakılmış malı talep etme hakkı vardır. 3- MİRASÇILIK o Mirasın İktisabı (Mirasın Kazanılması): Mirasın intikali, murisin ölümü ile kendiliğinden oluşur. Mirasçılar, mirasçı olduklarını ispat etmek kaydıyla mirastan yararlanırlar. Murisin cenaze masraşarı, borçları, yakınlarının 3 aylık iaşe (beslenme) masraşarı çıkartıldıktan sonra, geriye kalan malı hesaplanır. Miras olarak verilen pozitif mallar bu şekilde belirlenir. Veraset ilamı Mirasçılık Belgesi, mirasçının, mirasçılık sıfatını tespit eden vesika olup; “veraset vesikası”, “mirasçılık belgesi”, “veraset senedi” ve “veraset ilamı” adlarıyla da bilinir. Mirasçılık belgesi (veraset ilamı), mirasçı olduğunu ispat eden kişilere, Sulh Hakimi tarafından verilir. Kanuni mirasçıların bu belgeyi çıkartmaları yerleşmiş bir usuldür. Ancak, mansup (atanmış) mirasçılar mutlaka çıkartmalıdırlar. Mirasçılık belgesinin geçersizliği her zaman için ileri sürülebilir. Mirasçılardan birinin başvurusu üzerine, çıkartılan mirasçılık belgesi diğer mirasçılar tarafından da kullanılabilir. Bir Kimsenin Mirasçı Olabilmesi İçin; Murisinin vefatında sağ olmalıdır. Mirasçını ölümü anında anne karnındaki cenin sağ olarak doğarsa mirasçı olur. Medeni haklardan yararlanma ehliyeti bulunmalıdır (hakiki ve hükmi şahıs olmalı). Hayvanlar veya tüzel kişiliği bulunmayan topluluklar mirasçı olamazlar. Mirastan mahrumiyet (yosunluk) bulunmamalıdır. Mirastan çıkarma olmamalıdır. Aynı anda ölenler birbirinin mirasçısı olamazlar. Mirastan Mahrumiyet (yoksunluk) Sebepleri: Aşağıdaki kimseler, mirasçı olamayacakları gibi; ölüme bağlı tasarruşa herhangi bir hak da edinemezler: 1. Mirasbırakanı kasten ve hukuka aykırı olarak öldüren veya öldürmeye teşebbüs edenler, 2. Mirasbırakanı kasten ve hukuka aykırı olarak sürekli şekilde ölüme bağlı tasarruf yapamayacak duruma getirenler, 3. Mirasbırakanın ölüme bağlı bir tasarruf yapmasını veya böyle bir tasarruftan dönmesini aldatma, zorlama veya korkutma yoluyla sağlayanlar ve engelleyenler, 4. Mirasbırakanın artık yeniden yapamayacağı bir durumda ve zamanda ölüme bağlı bir tasarrufu kasten ve hukuka aykırı olarak ortadan kaldıranlar veya bozanlar. Söz konusu suçları işleyen biri, miras bırakanın herhangi bir işlem yapmasına gerek kalmadan (kendiliğinden) mirastan mahrum edilirler. Mirastan mahrumiyet, murisinin affıyla ortadan kalkar ve mirastan mahrumiyet tüm mirasçılar için söz konusudur. Mirastan yoksunluk, yalnız yoksun olanı etkiler. Mirastan yoksun olanın altsoyu, miras bırakandan önce ölen kimsenin altsoyu gibi mirasçı olur. Mirastan Çıkarma Sebepleri: Aşağıdaki durumlarda miras bırakan, ölüme bağlı bir tasarruşa saklı paylı mirasçısını mirasçılıktan çıkarabilir: 1. Mirasçı, miras bırakana veya miras bırakanın yakınlarından birine karşı ağır bir suç işlemişse, 2. Mirasçı, miras bırakana veya miras bırakanın ailesi üyelerine karşı aile hukukundan doğan yükümlülüklerini önemli ölçüde yerine getirmemişse. Mirasçılıktan çıkarılan kimse, mirastan pay alamayacağı gibi; tenkis (saklı pay) davası da açamaz. Miras bırakan başka türlü tasarrufta bulunmuş olmadıkça, mirasçılıktan çıkarılan kimsenin miras payı, o kimse miras bırakandan önce ölmüş gibi, mirasçılıktan çıkarılanın varsa altsoyuna, yoksa miras bırakanın yasal mirasçılarına kalır. Mirasçılıktan çıkarılan kimsenin altsoyu, o kimse miras bırakandan önce ölmüş gibi saklı payını isteyebilir. Mirasçılıktan çıkarma, miras bırakan ancak buna ilişkin tasarrufunda çıkarma sebebini belirtmişse geçerlidir. Mirasçılıktan çıkarılan kimse itiraz ederse, belirtilen sebebin varlığını ispat, çıkarmadan yararlanan mirasçıya veya vasiyet alacaklısına düşer. Mirastan çıkarma miras bırakanın vasiyeti ile olur. Mirastan çıkarma sadece saklı paylı mirasçılar için söz konusudur. 9. ÜNİTE: MİRAS HUKUKU–II Ünitenin Amaçları Ölüme Bağlı Tasarruşarı kavrayabilme, Gaipliğin miras hukuk ile ilişkisini anlayabilme. Ünitenin İçindekiler Vasiyet çeşitlerini kavrar, Gaipliğin miras hukuk ile ilişkisini açıklar. Mirası reddi konusunu kavrar. 9.1 ÖLÜME BAĞLI TASARRUşAR Medeni Kanuna göre kişinin ölümünden sonra hüküm ve sonuç doğurması için yaptığı hukuki işlemlere ölüme bağlı tasarruşar denir. Mirasbırakan, tasarruf özgürlüğünün sınırları içinde, malvarlığının tamamında veya bir kısmında vasiyetname ya da miras sözleşmesiyle tasarrufta bulunabilir. Mirasbırakanın üzerinde tasarruf etmediği kısım yasal mirasçılarına kalır. Ölüme bağlı tasarruşar 2 yolla oluşur; Mirasçı atama;Mirasbırakan, mirasının tamamı veya belli bir oranı için bir veya birden çok kişiyi mirasçı atayabilir. Bir kişinin, mirasın tamamını veya belli bir oranını almasını içeren her tasarruf, mirasçı atanması sayılır. Belirli mal bırakma :Mirasbırakan, bir kimseye onu mirasçı atamaksızın belirli bir mal bırakma yoluyla kazandırmada bulunabilir. - Ölüme bağlı tasarruşar iki şekilde yapılabilir. Bunlar; Vasiyet, Miras sözleşmesidirler. 9.2. VASİYET Vasiyet yapabilmek için ayırt etme gücüne sahip ve onbeş yaşını doldurmuş olmak gerekir. Vasiyet üç şekilde yapılabilir. Bunlar: Resmî şekilde, Mirasbırakanın el yazısı ile ve Sözlü olarak yapılabilir. 1. Resmî vasiyetname Resmî vasiyetname, iki tanığın katılmasıyla resmî memur tarafından düzenlenir. Resmî memur, sulh hâkimi, noter veya kanunla kendisine bu yetki verilmiş diğer bir görevli olabilir. Mirasbırakan, arzularını resmî memura bildirir. Bunun üzerine memur, vasiyetnameyi yazar veya yazdırır ve okuması için mirasbırakana verir. Vasiyetname, miras bırakan tarafından okunup imzalanır. Memur, vasiyetnameyi tarih koyarak imzalar. Vasiyetnameye tarih ve imza konulduktan hemen sonra mirasbırakan, vasiyetnameyi okuduğunu, bunun son arzularını içerdiğini memurun huzurunda iki tanığa beyan eder. Tanıklar, bu beyanın kendi önlerinde yapıldığını ve miras bırakanı tasarrufa ehil gördüklerini vasiyetnameye yazarak veya yazdırarak altını imzalarlar. Vasiyetname içeriğinin tanıklara bildirilmesi zorunlu değildir. Mirasbırakan tarafından okunmaksızın ve imzalanmaksızın düzenleme Mirasbırakan vasiyetnameyi bizzat okuyamaz veya imzalayamazsa, memur vasiyetnameyi iki tanığın önünde ona okur ve bunun üzerine mirasbırakan vasiyetnamenin son arzularını içerdiğini beyan eder. Bu durumda tanıklar, hem mirasbırakanın beyanının kendi önlerinde yapıldığını ve onu tasarrufa ehil gördüklerini; hem vasiyetnamenin kendi önlerinde memur tarafından mirasbırakana okunduğunu ve onun vasiyetnamenin son arzularını içerdiğini beyan ettiğini vasiyetnameye yazarak veya yazdırarak altını imzalarlar. Fiil ehliyeti bulunmayanlar, bir ceza mahkemesi kararıyla kamu hizmetinden yasaklılar, okuryazar olmayanlar, miras bırakanın eşi, üstsoy ve altsoy kan hısımları, kardeşleri ve bu kişilerin eşleri, resmî vasiyetnamenin düzenlenmesine memur veya tanık olarak katılamazlar. 2. El yazılı vasiyetname El yazılı vasiyetnamenin yapıldığı yıl, ay ve gün gösterilerek başından sonuna kadar miras bırakanın el yazısıyla yazılmış ve imzalanmış olması zorunludur. El yazılı vasiyetname, saklanmak üzere açık veya kapalı olarak notere, sulh hâkimine veya yetkili memura bırakılabilir. 3. Sözlü vasiyet Mirasbırakan; yakın ölüm tehlikesi, ulaşımın kesilmesi, hastalık, savaş gibi olağanüstü durumlar yüzünden resmî veya el yazılı vasiyetname yapamıyorsa, sözlü vasiyet yoluna başvurabilir. Bunun için mirasbırakan, son arzularını iki tanığa anlatır ve onlara bu beyanına uygun bir vasiyetname yazmaları veya yazdırmaları görevini yükler. Vasiyetten dönme Kişiler hayatta iken hazırladıkları vasiyetten vaz geçebilirler. Vasiyetten dönme üç şekilde gerçekleşebilir. Bunlar; 1. Yeni vasiyetname ile 2. Yok etme ile 3. Sonraki tasarruşardır. 1. Yeni vasiyetname Mirasbırakan, vasiyetname için kanunda öngörülen şekillerden birine uymak suretiyle yeni bir vasiyetname yaparak önceki vasiyetnameden her zaman dönebilir. 2. Yok etme ile Mirasbırakan, yok etmek suretiyle de vasiyetnameden dönebilir. Kaza sonucunda veya üçüncü kişinin kusuruyla yok olan ve içeriğinin aynen ve tamamen belirlenmesine olanak bulunmayan vasiyetname hükümsüz kalır. Tazminat isteme hakkı saklıdır. 3. Sonraki tasarruşar Mirasbırakan, önceki vasiyetnamesini ortadan kaldırmaksızın yeni bir vasiyetname yaparsa, kuşkuya yer bırakmayacak surette önceki vasiyetnameyi tamamlamadıkça, sonraki vasiyetname onun yerini alır. Belirli mal bırakma vasiyeti de, vasiyetnamede aksi belirtilmedikçe, mirasbırakanın sonradan o mal üzerinde bu vasiyetle bağdaşmayan başka bir tasarrufta bulunmasıyla ortadan kalkar. 9.3. MİRAS SÖZLEŞMESİ Vasiyette tek taraşı olarak kişi mirası hakkında karar verir. Miras sözleşmesinde mirası bırakan ve mirasın bırakıldığı kişi karşılıklı oturarak bir sözleşme hazırlarlar. Miras sözleşmesinin geçerli olması için resmî vasiyetname şeklinde düzenlenmesi gerekir. Sözleşmenin taraşarı, arzularını resmî memura aynı zamanda bildirirler ve düzenlenen sözleşmeyi memurun ve iki tanığın önünde imzalarlar. Miras sözleşmesi, taraşarın yazılı anlaşmasıyla her zaman ortadan kaldırılabilir. Miras sözleşmesi yapabilmek için ayırt etme gücüne sahip ve ergin olmak, kısıtlı bulunmamak gerekir. Miras sözleşmesi iki şekilde yapılabilir. Bunlar: Olumlu miras sözleşmesi ve Mirastan feragat sözleşmesidir. 9.4. GAİPLİK Kişinin; Ölüm tehlikesi içinde kaybolmasından itibaren 1 yıl, Kendisinden, çoktan beri haber alınamaması halinde son haber tarihinden itibaren 5 yıl geçtikten sonra gaipliğine karar verilir. Hakkında gaiplik kararı verilmiş bir kimsenin mirasçıları veya mirasında hak sahibi olan kişiler, tereke malları kendilerine teslim edilmeden önce bu malları ileride ortaya çıkabilecek üstün hak sahiplerine veya gaibin kendisine geri vereceklerine ilişkin güvence göstermek zorundadırlar. Bu güvence, ölüm tehlikesi içinde kaybolma durumunda beş yıl, uzun zamandan beri haber alınamama durumunda onbeş yıl ve her hâlde en çok gaibin yüz yaşına varmasına kadar geçecek süre için gösterilir. Teminat Süreleri: Ölüm tehlikesi içinde kaybolma durumunda 5 yıl, Kendisinden, çoktan beri haber alınamaması durumunda 15 yıl, Her halde gaibin 100 yaşını tamamlamış olması ile sona erer. Beş yıl, tereke mallarının tesliminden; onbeş yıl, son haber tarihinden başlayarak hesaplanır. Murisin Gaipliği Durumu Gaip muris ise, mirasçıları; Teminat gösterme mecburiyeti ve Terekeyi geri vermek mükellefiyeti ile mirastan yararlanabilirler. Mirasçının Gaipliği Durumu Gaip mirasçı ise: Mirasın açıldığı gün gaip olup ta gaipliğine henüz karar verilmemiş mirasçıların hisseleri mahkeme tarafından idare olunur. Gaip, murisin ölümünde sağ olmasaydı, mirası kime düşecek idiyse onlar, gaiplik şartları doğduğunda (1 yıl veya 5 yıllık süreler) mahkemeye başvurarak, kendilerine düşen paylar kadarını isterler. Bu durumda, mirasçı çıkagelirse, terekeden kendine düşen paylar iade edilirler. 9.5. MİRASIN REDDİ Mirasın Reddi, süresi içinde tek taraşı bir hukuki muamele ile mirasın bir bütün halinde reddedilmesidir. Bu hak, kanun tarafından, mirasçı sıfatını kazanmak istemeyen kişilere tanınmıştır. Mirası red eden mirasçı, murisin son ikametgahının bulunduğu yerin Sulh Mahkemesine yazılı veya sözlü başvuru ile mirası kayıtsız ve şartsız red ettiğini bildirirse buna “hakiki red”; borca batık bir vaziyette ölen murisin mirasının beyana ihtiyaç kalmaksızın red edilmiş sayılmasına da “hükmi red” adı verilir. Red Hakkından Mahrumiyet Yasal süre içinde (3 ay) mirası reddetmeyen mirasçı, mirası kayıtsız şartsız kazanmış olur. Bu duruma Red Hakkından Mahrumiyet denir. Reddin Hükümleri Yasal mirasçılardan biri miras hakkını reddederse, onun payı, miras açıldığı zaman kendisi sağ değilmiş gibi, diğer hak sahiplerine geçer. Mirası reddeden atanmış mirasçının payı ise, miras bırakanın en yakın yasal mirasçılarına geçer. En yakın mirasçıların tamamı mirası reddetmiş ise, miras, sulh mahkemesince işas hükümlerine göre tasfiye edilir. Artan pay, reddedilmemiş gibi mirasçılara verilir. Mirasın Reddine Karşı Mirasçının Alacaklılarının Korunması Mal varlığı borcuna yetmeyen mirasçı, alacaklılarını zarara uğratmak maksadıyla miras hakkını reddederse, alacaklılar veya işas masası 6 ay içinde reddin iptali için dava açabilirler. İptal kararı verilirse, miras resmen tasfiye edilir. Tasfiye sonucu, reddeden mirasçının payına bir şey düşerse, bundan önce itiraz eden alacaklılar, sonra diğer alacaklılar, sonra da red geçerli olsa idi bundan yararlanacak olan mirasçılar faydalanır. Miras Bırakanın Alacaklılarına Karşı Reddedenin Sorumluluğu Ödemede aciz bir murisin mirasını reddeden mirasçılar, onun alacaklılarına karşı ölümünden önceki 5 yıl içinde ondan almış oldukları ve mirasın paylaşılmasında geri vermekle yükümlü olacakları değer ölçüsünde sorumlu olurlar.