I Sanat Üzerine Sanat Olma Durumu Neleri Yapıyor : Tanilli : “Anlamlı biçimlerin özgür yaratılışı, nesnelliği özgürce bir uğraşıdan sonra anlamlı biçimlere dönüştürülmesi “... Ernst Fıscher in sanatın gerekliliğinde söylediği bir şey var, Onu çözmeye çalışalım: Diyor ki; her zaman yanından geçtiğim, her zaman görüpte gündelik hayatımda bir şekilde bir yerde duran herhangi bir durum nasıl oluyor da, ben ona bazen hayran oluyorum. Oysa her gün bu çakıl taşlarına basıp geçiyorum. Ya da oysa her gün bu dilenciyi görüyorum ya da her gün annemi görüyorum. Ama bir tabloya girdiği zaman (bazen), o başka bir kimlik kazanıyor. Sanat eseri her zaman gördüğümüzün, sanatçı tarafından yüksek bir kültürel uğraşı ile başkalaştırılıp, kendi diline dönüştürülmesidir mi ? İnsan gerçeği aramak yani bütün nesnelerden gücü yettiğince kuşku duyarak gerçeği aramak ve o nesneler ile arasındaki ayırımı bilmek gibi bir güdüsü olan, özelliği olan bir yaratık. Zaten bilmenin sonrasında da bildiğini değiştirmek geliyor insanlığın evrimi de burada başlıyor. Yani biz aslında bildiklerimizle gördüklerimizi değiştiren, irade olarak değiştiren biricik canlıyız doğanın içerisinde. Bu bizi doğaya karşı galip çıkarıyor. .... İnsan olarak diğer canlılardan ayrıştığımız birinci boyutumuz gerçeği arama, kuşku duyarak arama . Gerçek olarak kendisine görünür olan üzerinde de düşünmek, bilgiyi geliştirmek; anlamak - anlamlandırmak ve tatmin olmak ve böylece değiştirmeyi tasarlamak: Bunu (DÜŞÜNMEK) ikinci boyut olarak görüyoruz ...Buna tasarlamanın bir ön adımı diyebiliriz... ve sonrasındaki belki de en özel boyutumuz değiştirmek. Bu değiştirme irade olarak olduğunda bir tek bizde doğayı doğal olandan başkalaştırma gücü taşımamıza yardım eden boyutumuz ki, kitaplar buna kültür diyor. Sanat olan galiba kültürel olanın en ince üretimlerinden bir tanesi. Doğal olan ve kendi doğallığı içerisinde sürüp gitmekte olan nesnelliğe, insanın müdahale ederek, kendine özel bir dille o nesnelliğe şekil vermesi bizi etkiliyor Romantik dönem bugünkü batılı anlamıyla sanat kavramının yerleştiği dönem. Ve o zaman diyor ki ressam ; dağlar, biz romantik olduktan sonra güzelleşti. İnsanın doğa üzerinde egemenlik kurma meselesine bağlamak istiyorum. Bu kültür olarak tanımlanır ve çok uzun süre pozitif bir şey olarak algılanmıştır. 1 Kültürün en üst düzey ürünü olarak sanatın başka bir fonksiyonuna dikkat çekmek istiyorum. Kültür; insanın doğa üzerinde egemenliğini sağlar ama bunu da yaparken insanı, doğasından uzaklaştırır bir yandan. Bu yüzden modern insan psikolojik olarak, travmalıdır, sorunludur,sıkıntılıdır,mutsuzdur günlük hayatta. Çünkü doğasından uzaktır. İşte sanat insanı bu doğayla yeniden bütünleştiriyor. Siz bir müzik çalışması dinlediğiniz zaman, evrenin içindeki yerinizi, sözcüklerle ifade edemiyorsunuz ama ruhunuzda yeniden hissediyorsunuz. (GOMBRICH) İlkel topluluk insanlarının kafasını anlamaya çalışalım eğer onları çözersek, sanatın insanın doğayla girdiği ilişkiden nasıl evrimleşerek geldiğini çok daha rahat anlayabiliriz dder. İlkel adamlar, imgeleri bakılacak güzel şeyler olarak değil de, kullanılacak güç nesneleri olarak görecekleri bir yaşam içindeydiler...Kendimize bakmamızda da yarar bulunmaktadır. Günümüzün gazetesinde verdiği sevdiğimiz bir yıldız, popüler bir tip ile karşılaşılabilir. Elimize iğne alıp, bu kişinin gözüne batırılması durumunun, bizi hiç etkilemediğini söylemek mümkün mü? Sağlam bir kafayla düşündüğümüzde, fotoğrafa yapılan bu davranışın, o kişiye herhangi bir etkisinin olamayacağını var saysak bilir bu durum bizi etkiler. En azından bizi duyarlaştırır. Nerede olduğu bilinmez ama imgeye karşı yapılan bir şeyin o imgenin temsil ettiği özneye de olduğu sanısı içimizde hep olmuştur. Bu garp us dışı diyebileceğimiz duygu her zaman olmuştur. Dünyanın her yerinde halk doktorları, büyücüler ya da din adamları bu uygulamayı hep yaparlar ve etkili olduğunu düşünürler ve düşündürürler. Zararlıya benzeyen kaba bir figür yapıp onu, sonra parçalamak, yakmak, bozmak v.b. İmgeyle gerçeklik arasındaki ilişki, tarihte yakın geçmişte de çoğu kez dolaysız olabilmiştir. Doğrudan imge, gerçeğin kendisini de ifade edebiliyor. Tüm bunlar bireyde yerleşik ussal akılsal anlayışın, ötesindeki algı kanallarına işarettir. Yerliler bir keresinde, sürülerinin resimlerini yapan bir ressama şöyle sormuşlar: hayvanlarımızı alıp götürürsen nasıl yaşarız? Eğer bunu çözersek sanatın insan doğasından nasıl çıktığını çözmemiz daha rahat olur. Sanat acaba kozmos karşısında kendi küçüklüğü ve etkisini sezmiş ya da bunu akılla kavramış insanın bu acizliğe kendi iç kozmosunu yaratarak karşı durma edimi mi? Sonuçta doğamızdan üreyen bir şey ama insanın kendi dışındaki doğaya güçlü olabilmek için kendi içinde kendi doğasını üretme çabası mı? İnsanın kendini gerçekleştirme yolu da denilebilir belki. Sonuçta O, anlama, anlamlandırma; bütünü yorumlama oluyor… Bütün bunu hayatın varedenleri gözeterek, ondaki –hayatın içindeki- tekil bir duruma ait 2 gördüğünden evrensel sonuçlara ulaşarak /ulaştırarak yapıyor dersek yanlış söylemiş olmayız. Bir de şöyle tartışalım (daha bir bilimsel olsun ) ; Sanat ; tasarlanarak organize edilen, içerisinde bildirimler taşıyan, kişiye çeşitli düzeylerde göndermelerde bulunan ve ortaya bir ürünün ortaya çıktığı sosyal/kültürel bir yaratma-algılama-etkileme-etkilenme sosyal/kültürel ürünler içinde sanatsal alanı özelliğindedir. ürünlerin bir kısmı, Tasarlanmış bütün “estetik” adı altında toplanabilecek ve diğer tüm ürünlerden çok daha ağırlıklı olarak her parçasında varlığını sezdiren değişik bir tür özel içeriğe sahiptir. Bu boyuta sahip ürünlerin yaratılış temel gerekçesi, pratik maddi beklentinin ötesindedir. Büyük ölçüde gündelik olan bitenleri aşar, daha geniş erimli uğraşıdır ve diğer tüm kültürel ürünler ile arasındaki fark, onların tüketildiklerinde kendilerinden bir eksilme yerine çoğu kez artma, çoğalma ve yenilenme özelliğine sahip olmasıdır. Bir ürün türü var, tüketilme özelliği taşıyor, ne var ki her tüketilişinde kendisine yönelik olarak oluşmuş özel içerikli "yargıda” – ki bu yargı güzellikle ilgili değerlendirmedir - eksilme yerine bir “çoğalma” olabiliyor. Bir sanat ürünü karşısında “güzel” yargısından “çirkin” yargısına dek uzanan bir güzellik değerlendirmesi yapılır. Her yeni bakışta “güzel” yargısı “daha güzel” yargısına, “çirkin” yargısı yine belki “güzel” yargısına dönüşebiliyor. Bu da bütün diğer insan ürünlerinde olmayan bir özelliği göstermektedir. Bu özellik, bir üründe bulunan kullanılabilirlik, işe yararlılık, bulunmazlık gibi yanları aşan estetik ile ilgili bir içeriğe karşılık gelmektedir. Estetik, bir “değer”dir. Sanat ürünleri, insandaki içsel (tinsel) değerlere bu “değer” aracılığı ile göndermelerde, çağrıştırmalarda, hareketleme ve etkilemelerde bulunan biçimsel bir yapılanma ile oluşmaktadır. Sanatta da tüm kültürel ürünlerde olduğu gibi elbette doğadaki malzemeler kullanılarak bir ürüne erişilmektedir. Bu ürüne beğeni yönüyle bakıldığında bu beğeninin güzellik / çirkinlikle ilintili bir yargısı ortaya çıkar. İşte, sanat ürünleriyle ilgili bu tür özelliğe sahip yargılar, ürün her izlenişinde, dinlenişinde, okunuşunda, düşünüldüğünde değişebilmektedir. Bu hareketlenme ve hareketlendirmelerin neler olduğuna 3 baktığımızda sanat ürünleriyle sanat ürünü olmayan ürünlerin ayrımına biraz daha ulaşmaktayız. Özetle ; Bir sanat ürünü tasarlanarak üretilmiş olmasına karşın tüm tasarlanarak üretilmiş ürünlerde var olan kullanım ve araç olma özelliğini aşan, estetik adı altında ifade edebileceğimiz bir işlevle yüklü olup, bu işlev sanat ürününde asli işlevdir ve onun yaratılış temel gerekçesidir. Sanat ürünleri; a. Sanatçı tarafından üretilen, b. Tek bir bireyden en büyük insan topluluğuna kadar uzanan bir yelpaze içinde beğeni ile değerlendirilen, c. Oluşturulan ürünün içinde bulunduğu alanın (sanat alanının) ön geçmişinden o ürünün üretildiği ana kadarki süreçte kanıksana gelmiş, bir toplumsal uzlaşma ile kabul edilmiş “kendi malzemesi” ile çalışılan, d. Üretildiği andan sonraki süreçte kendisine yönelik olarak oluşmuş beğeni içerikli ilginin başka bir tür içeriğe, örneğin maddi ranta, (ideolojik misyon,eğitsellik vb. gibi) başka bir maddi bir beklentiye, bir malzeme olarak kullanılabilirliğe vb. dönüşmeyip asıl işlev olarak yalnızca “güzelliği” kapsayan beğeni içerikli kaldığı”, e. Kendi alanında üretilmiş kendisinden önceki tüm ürünlerde ulaşılan en son teknik düzeyi üstünde taşıdığına dair ipuçlarına sahip ve sözü edilen teknik düzeyi aşma özelliği gösteren (ki bu, yetkinlik,özgünlük, biriciklik vb. olarak da tanımlanabilir), f. Temel kaygısı malzemelerin “güzellik için organizasyonu” olan ve biçimselliğinde asıl bu yöne dair duyarlılık saptanabilen, g. Yaratma için kaçınılmaz görebileceğimiz boyutta son derece “özgür” bir çalışma süreci sonucunda üretilmektedirler. 3. Yukarıda özetlenen sanatta var olanlar ile donanık tüm ürünlerin sanat ürünü olamayacağı da söylenebilir. Bunların bir kısmı tek başına estetik/ sanatsal niteliğe sahip, 4 bir kısmı ise estetik/ sanatsal niteliği taşıyan ne var ki içinde asli olarak başka türden nitelikleri barındıran, sanat ürünü “olamayan” ya da zaten bunu arzulamayan ürünlerdir.( Bunlara sanat yapıtları vb. yerine sanatsal çalışmalar demek geçerli olabilir..) 4. Sanat ürünleri, üreticisinin (sanatçısının) ürününde var ettiği uygulamaları aşan bazı başka (diğer) anlamları yüklenirler. Bu, tüketicinin (ürünü algılamaya, yorumlamaya dinlenmeye yargılamaya vb yönelen bireyin) kendi bireysel bilinci içinde var olan değerler ile sanat ürününün içinde ortaya çıkan değerler arasındaki özel ilişki arasında oluşur. Sanat ürünlerinin sürekliliğini sağlayan içeriği bundan kaynaklanmaktadır. Çünkü bireysel bilinçliliğe bağlı değerler çeşitlilik taşımakta, her keresinde farklılaşabilmektedir. 5. Ne var ki, Yine de, tüketen için yukarıda aktarılan özelliklerin tamamını barındırdığı varsayılan her ürün, sanat yapıtı olarak kabul edilebilir. Ama bu, o bireye göredir... Müzik alanında çalışılmış bir estetik/ sanatsal ürün, temel olarak ses ve hareketin organizasyonu sonucunda ortaya çıkmaktadır. Ses ve hareket, bestecinin anlayışı doğrultusunda düzene sokularak bir anlama, bir ifadeye dönüşürler. Doğada tek başına ses ya da hareket doğanın bir malzemesi olmasından öte bir anlam taşımazken, müzik eserinde kurgulanmaları ve kontrollü bir biçimde şekillendirilmeleriyle doğal konumlarını yitirirler ve başka düzlemde yeniden şekillenirler. Bu yeniden şekillenişleri yoluyla bir özel dile, bir çağrıştırıcı malzemeye dönüşürler. Bütün bunlar özetle şunu anlatır : Sanat, kozmos karşısında kendi küçüklüğü ve etkisizliğini sezmiş ya da bunu akılla kavramış insanın, bu acze kendi iç kosmozunu yaratarak karşı durma edimidir. II 5 Sanatın yaşandığı/ yapılıp-edilip hissedildiği çeşitli disiplinler (alanlar) çıkıyor karşımıza. Görsel Sanatlar, Plastik Sanatlar, İşitsel Sanatlar, Sahne Sanatları vb… bu disiplinleri anlatır. Müzik, bu alanların içinde kendisi ile sanatın yapılıp - edilebildiği bir disiplindir. Onun ‘sanat olanı’ vardır, ‘sanatsal olanı’ vardır. Bu ayrım uzun ve çetrefillidir ancak müziğin ‘sanat olanı’ diyebildiklerimiz yukarıda anlatılan değerleri taşıdığını gördüklerimizdir. ‘Sanatsal olanlar ise asıl fonksiyonları eğelendirmek - eşlik etmek vb. niteliği taşıyanlardır; ytani amacı araçsallıktır... O’nu –müziği- sanat halinde üretenler tarihte besteci-yorumcu şeklinde niteleniyor ve bunların içinde yüksek niteliğe sahip eserler bırakanlar dikkat çekiyor: A. Vivaldi- J.S. Bach, W.A. Mozart, L.V. Beethoven bu nedenle tarih sayfalarında büyük yer tutar. Kimdir Bunlar ? Ne yapmışlar, neleri yaratmışlardır ? Bilmekte yarar var… Ama önce bu isimlerin içinde yer aldığı KLASİK MÜZİK esas kimliğine ne zaman kavuşmuş ve bu nasıl olmuştur ? diye bakmakta yarar var… Şöyle : III RÖNESANS Rönesans, Batı tarihinin en coşkulu dönemlerinden biridir. 15. ve 16. yüzyıllarda coğrafi keşifler, bilim, görsel sanatlar ve edebiyat, büyük gelişmeler gösterir. Günümüzde geçerli pek çok kavramın tohumu, Rönesans’ın zengin dağarcığından fışkırmıştır. Rönesans, sözlük anlamında yeniden doğuş demektir. Ortaçağ’ın karanlığından sıyrılıp önceki parlak dönemin, eski Yunan ve Latin sanatının yeniden keşfedilmesi, yeniden doğmasıdır. Bilimde, felsefede ve sanatta olduğu kadar insanın günlük yaşamında büyük yeniliklerin yer aldığı; yaşama sevincinin, coşkunun her sanat yapıtına yansıdığı dönemdir. Müzik tarihinde 1450’lerden 1600 başlarına kadar uzanan zaman dilimini kapsar. Kilisenin bağnaz baskısından kurtulmaya çalışan insan, bu dünyanın yalnız ölümden sonrası için bir hazırlık evresi olmadığını, bugünün de yaşamaya değer olduğunu algılar. Sanatçı artık kişisel duygularını dile getirmenin, kendini ve çevresini sorgulayabilmenin özgürlüğünü tatmaktadır. Ortaçağ’ın ağırbaşlı, soğuk anlatımına karşın, sıradan insanın duyguları, güncel zevkleri ve doğallığı sıcak bir anlatımla gündeme gelir. 6 Diğer sanat dallarında olduğu gibi müzikte de doğalı yansıtan, akıcı, özellikle dans adımları taşıyan bir stil gelişir. Dans müziği, danslara eşlik eden çalgılar, dansın coşkusunu duyuran güçlü ritm ve dinsel yapıtlarda olduğu kadar din dışı yapıtlarda da zenginleşen armonik yapı, Rönesans’ın disiplinli müziğinde başlıca özellikleridir. * * * Dönemin egemen ruhu, insancıldır. Rönesans sanatçısı kilise ve imparatorun otoritesinden kurtulma çabasındadır. Öznel duygularını sıcak bir dille anlatan bir biçem geliştirir. Ortaçağın yalnız cennete hazırlanan ortamı yerine bu dünyanın yaşamaya, keşfedilmeye değer olduğu düşüncesi yaygınlaşmıştır. İnsan olmanın kendine özgü bir soyluluğu ve değeri vardır. Bu dans müziklerini ve din dışı şarkıları gündeme getirir. Öte yandan kilise için bestelenen dinsel müzik de, zenginleşen teknikle, daha bilge ve derin duyguları yansıtan bir kimliğe bürünmüştür. Rönesans’ın yaşam sevinci dansları, danslar da çalgıları artırır. Böylece çalgılar için ve çalgı toplulukları için bestelenen müzik doğar. Çalgılar artık insan sesine eşlik etmek için ya da eksik insan sesini tamamlamak için kullanılmaz. Bu dönemde yalnız çalgıya dayalı müzik, vokal müzikten bağımsız bir konuma kavuşmuştur. Çalgı müziği de, Rönesans’tan sonraki Barok döneme geçişte vokal müzik kadar önem kazanmaya başlar, madrigal ve chanson gibi vokal biçimleri için bestelenen müziğin de çalgılara uyarlandığı, sırf çalgı müziği haline dönüştüğü görülür. Dans müziği de solo çalgı ya da çalgı topluluğu için bestelenmeye başlanır. Çalgılar da çağın coşkun tınılarını sunmak üzere zenginleştirmişlerdir. Yeni çalgılar icat edildiği gibi, eski çalgıların da sesleri büyütülmüş, zamana göre değişikliğe uğratılmıştır. Özellikle Rönesans’ın son dönemlerinde çalgılar da, çalgılar için yazılan müziğin tekniği de gelişme içindedir. * * * Rönesans müziğinin karakteristik ses yapısı, çalgıların homojen tınısıdır. Bu nedenle çalgı aile yapıları gruplaşır ve ilk düzenli orkestraları andıran topluluklar oluşur. Onaltıncı yüzyılın başlarında Reform’un etkileriyle Martin Luther ve yandaşları Latince olan din müziğini kendi dillerine çevirdiler ve böylece her ülke kendi dilinde konuşmaya, dua etmeye ve kendi dilinde şarkı söylemeye başladı. Bu dönemde müziğin yığınlar üzerindeki sürükleyici etkisinin farkına varılmıştı. Yine bu dönemde, onbeşinci yüzyılın ortalarında icat edilen matbaa, notaların basılabilmesini ve çoğaltılabilmesini sağlayabilmiştir. Böylece Almanya’da gelişen nota basımı ile değişik yörelerde bestelenen müzik, geniş kitlelere ulaşma olanağı bulur:KLASİK MÜZİK böylesi hızlı ve zengin gelişimin içinden bugünküne kavuşacak haline şekillenir. 7 BU DÖNEM İSE ARTIK BERRAKLAŞMIŞ SİSTEMLEŞMİŞ KURALLAŞMIŞ ÜRETİMLERİ İLE BAROK DÖNEME KENDİNİ BIRAKMIŞTIR. BAROK DÖNEM MÜZİĞİ Tarih içinde, klasik müziğin kendi kimliği ile en gelişkin ilk görünümüne eriştiği süreci anlatan Barok dönem, 1600 ile 1750 yılları arasında kalan ve İtalya’nın ilk opera denemeleriyle ve orkestraların artık etkin olması ile başlayıp J. S. Bach’ın ölümüyle biten dönem olarak anlaşılır. Klasik müzik, tüm ön tarihinin ardından bu günkü en bilinen şekline bu dönemde kavuşmuştur. Müzik tarihinde barok çağı , rönesans özelliklerinden yola çıkarak yüzelli yıllık bir akış içinde müziğe ait teknik uygulamaların son sıkı kurallara kavuştuğu; kantat ve opera gibi sahne sanatlarının filizlendiği, senfonik orkestraların ilk tohumlarının atıldığı, Vivaldi, Haendel ve Bach gibi büyük bestecilerin yetiştiği dop dolu bir dönemdir. Barok en kısa tanımıyla eski sanatın yoğun şekilde süslendirilmiş ve derinlik kazandırılarak uygulanmış biçimidir. Barok müzik, İtalyan bestecilerin dünyasından doğar ve onların belirleyiciliğinde gelişir. 17. yüzyılın ortasına dek İtalya, Avrupa’nın en önemli müzik merkezlerini barındıran ülkedir. Venedik, Floransa, Napoli ve özellikle dinsel müzik bestecileri yetiştiren Roma ayrı ayrı birer merkez halini alırlar. Avrupa’nın her yerinden müzik eğitimi almak için öğrenciler İtalya’ya akmaya başlar. Barok sanatın özellikleri şöyle özetlenebilir: Varlıkların güzelliğinden duygusal bir etkilenim ön plandadır ve barok anlayış bu etkiyi ince ayrıntılarıyla göz alıcı bir biçimde işler. Bu işleyiş içinde gösteriş ve görkeme düşkündür, işçiliğe ve sanata önem verir; süs ve gösterişle boğacak düzeyde karşılaşsak bile... Bu, sanatın her dalında gözlemlenen bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır. Rönesans, tüm sanat dallarında sadelik, temizlik ve saflık dürtülerini güçlendirmişti. 16. yüzyılla birlikte, duyguların dışa vurumu çok daha önemli bir noktaya geldi. Yeni ve güçlü yaratılar geliştirmek için yeni bir müzik stili yaratmak o zamanlar gereksiz geliyordu. Rönesans’ın çoksesliliği, yaklaşmakta olan yeni dönem için hoş değildi. Rönesansın aksine, Barok dönemin en önemli yeniliklerinden birisi karşıtlıkların tercih edilmesiydi. Ayrıca, Rönesans müziğinde tek düzelik en göze çarpan özellikti. Her şarkıcı (veya çalgıcı) müziği aynı anda çalar, aynı anda bitirirdi. Bu müzik, yaklaşmakta olan barok dönemin yapısına hiç de uygun değildi. Barok müziğin özelliklerini ana hatlarıyla aktarmak için toparlayıcı olarak şunlar söylenebilir: Hiç boşluk bırakmaksızın yapılan seslendirmelerde ortaya çıkan birçok hareket vardır; bu yüzden bu müzik dinamik – enerjik bir etki bırakır. Birçok ses, armoni ve hatta melodi aynı anda çalınır, bu da yoğun bir müziğin ortaya çıkmasına neden olur. 8 Barok dönemde müzik, modern müzikal dilin gelişiminde kuşkusuz en önemli kilometre taşı olmuştur. Bu yüz elli yıl içerisinde, müzikal formlar değişip geliştikçe bir yandan da daha sonrasının ve bugünün müzik standartlarını belirlemeye başlamıştı. Bir başka önemli görünüm ise müziğin, bu dönemde evrensel bir dil taşımaya başlaması, ulusallıktan çıkıp tüm Avrupa ve dünyaya seslenmesidir. Barok müzik bestecilerini incelediğimizde karşımıza romantik dönemdeki kadar çok isim çıkmaz. Hatta, klasik ve 20. yüzyıl dönemlerinin üçte biri bile çıkmaz ama tüm bu dönemlere öncülük eden unutulmaz isimler vardır. Sayıları çok az da olsa, bir müzik tarzı geliştirmişler, tüm dünyaya tanıtmış ve çığır açmışlardır. Bu bestecilerin içinde en önemlileri C. Monteverdi, A.Corelli, G.P. Telemann, G.F.Haendel, A.Vivaldi ve J.S.Bach dır. IV Antonio Vivaldi Barok müziğin önemli ismidir. J. S. Bach’ta çok popüler bir isimdir ancak barok dönemin simge ismidir. Antonio Vivaldi ondan farklı olarak barok müziği hiç sevmeyen kişiler tarafından bile yoğun beğeniyle karşılanmış bir besteci ve keman sanatçısıdır. Bazı insanlar için Vivaldi denince akan sular durur, bazıları ise kendini sürekli bir tartışmanın içinde bulur. Bu genellikle klasik batı müziğiyle ilgilenen ve ilgilenmeyen kişileri ortaya çıkarır. Klasik batı müziğiyle yakından ilgilenen, bu konuda entellektüel bir birikime sahip kişiler genelde Vivaldi’ye tapınmazlar. Bu, diğer “her türü dinleyen” insanların tarzıdır. Bu tapınmamanın ve tartışmanın ana nedeni Vivaldi’nin her eserinin birbirinin kopyası olacak kadar yakın benzerlikler göstermesidir. Bu tabii ki “Adamın kendine has stili var. Kendi müziğini yaratmış” diyenler kadar “Çünkü başka bir şey becerememiş” diyenleri de haklı çıkaracak bir tartışmadır ve durulacak gibi görünmemektedir. 11 Haziran 1669’da Venedik/İtalya’da doğan Vivaldi, tüm bu tartışmalara rağmen en eğlenceli ve dinlemesi hoş müzikleri yaratan bestecilerin başında gelir. Vivaldi’nin müziği önyargısız ilk defa dinlendiği zaman tüm zamanların en güzel müziği gibi gelebilir. Antonio Vivaldi, 38 yaşında Hesse Darkstadt Kontu’nun yanında besteci ve keman sanatçısı olarak çalışmış, bu görevi 1713 yılına kadar sürdürmüştür. Bir sene sonra da Venedik’te bir kız yetim okulunun (Ospedale della Pieta) koro ve orkestra yöneticiliğine getirilmiş, bu okulla birlikte Avrupa’nın pek çok yerinde konser vermiştir. Burada çalıştığı süre içinde eserlerinin bir çoğunu bu koro ve orkestra için yaratmıştır. 1725 yılından sonra tek başına konserler vermeye, konçertolar yazmaya başlamış ve Avrupa çapında büyük ün sahibi olmuştur. 9 Antonio Vivaldi’nin hemen tüm yaratıları keman konçertosu biçimindedir. Müzik tarihinin ilk konçertolarının yazıldığı döneme denk düşer, hatta konçerto formunun yaratıcısı olarak kabul edilir ve buna bağlı olarak Konçertonun Babası diye anılır. Ancak, Vivaldi herkesin zannettiği gibi sadece keman ve orkestra eserleri yazmamıştır. Kemanın yanı sıra flüt, obua, fagot gibi çalgılar için yazdığı birçok konçerto ve konçerto grossonun yanısıra, birçok sahne kantatı ve bilinen 38 opera eseri vardır. Vivaldi, kazandığı ünü yaklaşık 10 yıl sonra kaybetmiş ve 23 Temmuz 1741’ve Viyana/ Avusturya’da yoksulluk içinde ölmüştür. Yarattığı birçok unutulmaz eserin içinde en bilinen ve halen popüler olan eseri Le Quatro Stagioni dell’Anno’dur. Bu yapıtın Türkçe adı Dört Mevsim’dir. Dört ayrı konçertonun toplanmasından oluşmuş bu büyüleyici eser, müzikalite ve virtüözitenin bir arada sergilediği büyük uyumla mükemmel bir müzik eserinin nasıl olması gerektiği konusunda ders verir niteliktedir. Johann Sebastian Bach Barok müzik –aslında bir bütün halinde Klasik Müzik- denildiği zaman, hiç kuşkusuz akla ilk gelen isimlerden birisi Johann Sebastian Bach’tır. Barok dönemin sonuna yetişmiş olsa da, müzik tarihinde her dönemin, özel olarak barok dönemin en önemli ismi kabul edilir. Johann Sebastian Bach tam anlamıyla müzikçi bir ailenin çocuğudur. Dedesinden torunlarına kadar müzik konusunda oldukça isim bırakmış bir ailedir Bach ailesi. Ancak, Johann Sebastian Bach en önde gelenidir. 21 Mart 1685’de Almanya’nın Eisenach adlı küçük bir kasabasında doğmuş ama yaşamının büyük bölümünü, aynı zamanda öldüğü kent de olan Leipzig’de geçirmiştir. 25 yaşına kadar büyük ölçüde kendi ilgi ve çabasıyla sürdürdüğü müzik çalışmalarını, bu yaşından sonra girdiği Lueneburg Michaelis Schule für Musik’te sürdürmüştür. Burada üstün yeteneğiyle dikkati çekmiş ve kısa süre sonra bu okuldan ayrılıp Hamburg’a gitmiş, orada çeşitli orkestralarda org ve harpsichord sanatçısı olarak çalışmıştır. Aynı yıllarda, saray orkestrasında kemancı olarak da bulunmuştur (1703). Zamanın ünlü klavye ustası Buxtehude’nin öğrencisi olmuştur (1705). Daha sonra, saray orkestrası orgçuluğu (1708), saray orkestrası yöneticiliği (1714-1717) yapmıştır. 1723 yılında Leipzig Thomas Kilisesi’ne kantor olarak atanıp, Leipzig Ünivesitesi Müzik Bölümü Başkanlığına getirilmiş ve ömrünün sonuna kadar bu görevi sürdürmüştür. Tüm bu yıllar içinde günde en az 30-35 sayfa müzik yazdığı bilinmektedir. Johann Sebastian Bach, ömrünün sonlarına doğru geçirdiği bir hastalık yüzünden kör olmuş, bu onu tanrıya daha çok bağlamış ve en derin dinsel öğeler içeren yapıtlarını ömrünün bu son dönemlerinde vermiştir. Johann Sebastian Bach, birçok türde binlerce eser vermiş ama bunların bir kısmını kendi yakmış, bir kısmı da kaybolmuştur. Buna karşın bu ünlü besteci 1750 yılında yaşama veda ettiğinde günümüze en az 2000 eseri ulaşmıştır. J.S. Bach’ın müziğinde yüksek bir zeka ve akıl görürüz. Eski dinsel müziklerden, zamanın popüler armonik müziğine kadar, çoğu zaman bunların senteziyle, hatta 10 çeşitlemeleriyle Bach’ın müziği apayrı bir dünyadır. Barok dönemi izleyen klasik dönemin ortaya çıkmasında hiç kuşkusuz en önemli isim Johann Sebastian Bach’tır. Onun ve dönemin diğer isimi G. F. Haendel’in ölümü ardından müzik sanatında başbir dönem; Klasik Dönem açılır. Ki Bu dönemin de 2 önemli ismi tarih sayfalarında büyük yer kaplar: Wolfgang Amadeus Mozart (1756-1791) Tüm zamanlarda üstünlüğü tartışılmayan, eşsiz bir besteci düşünecek olursanız, bu W. A. Mozart’dan başkası olamaz. Müzik tarihinin hep dahi çocuğu olarak anılan Mozart kadar adından çok söz ettirmiş, üstüne pek çok yazı yazılmış, film ve tiyatro konusu haline dönüşmüş bir başka besteci yoktur. Yapıtlarındaki pırıltılı huzur, ayrıntıya özen ve dikkat çok güçlüdür. 35 yıllık kısa ve trajik yaşamına sığdırdığı 600’den fazla yapıtla insanlığa kocaman bir hazine sunmuştur. Bu Avusturyalı besteci Salzburg’da doğmuş, Viyana’da ölmüştür. Besteci ve kemancı Leopold Mozart’ın oğludur. Altı yaşında keman ve piyano çalan Mozart, daha o yaşta küçük egzersiz parçaları besteliyordu. 1762 yılında babası ve ablası Naneri ile birlikte uzun bir konser seyahatine çıkarlar. Münih ve Viyana’da ilgi gören küçük sanatçı ve ablası seyahatlerini Paris ve Londra’ya kadar uzattılar. Mozart Paris’te belli başlı ilk eserlerini; dört keman ve piyano sonatını yazdı. Küçük besteci daha sonra, ailesi ile birlikte 1768’de Viyana’ya döndü. Aynı yıl İmparator İkinci Joseph için ilk operası “La Finta Semplice”yi yazdı. Bundan sonra “Bastien ve Bastienne” adlı küçük operasını yazan sanatçı, yine Viyana’da birkaçdua korosunu idare etti. 1769’da Salzburg’da kilise orkestra şefi oldu. Aynı yıl babasıyla İtalya’ya gitti ve Roma’da papa tarafından altın madalya ile onurlandırıldı. Burada İtalyan müzikçi Padre Martini’nin de kısa bir zaman için öğrencisi oldu.1770’te ülkesine dönen genç besteci “İl Segno di Scipione” ve Milano için “Lucia Silla” operalarını besteledi. 1777 yılına kadar Salzburg’da kalan Mozart aynı yıl Mannheim ve Paris’e gitti; fakat hiçbir başarı kazanamadı. Paris’te annesinin ölümü üzerine tekrar ülkesine döndü. 1779’da saray organisti tayin edilen Mozart 1780 – 1781’de ilk operası “İdomeneo”yu verdi. 1781’de Salzburg’u bırakarak Viyana’ya geldi ve orada yerleşti. Aynı yıl yazılan “Saraydan Kız Kaçırma” operası başarı kazandı. 1782’de Constanze Weber ile evlendi. 1782 – 1785 yılları arasında yazdığı eserleri şunlardır: Haydn’a ithaf edilen altı tane yaylı kuarteti, birçok piyano konçertosu ve çeşitli konser aryaları. 1786’da “Figaronun Düğünü” operası büyük başarı kazandı. Ertesi yıl Prag için “Don Juan” operasını yazdı. 1788’de birbiri arkasından son üç senfonisini; mi bemol majör, sol minör ve do majör “Jupiter”i verdi. İmparatorun emri üzerine “Cosi Fan Tutte” adlı komik operayı yazdı. 1791’de son ciddi operası “Titus”u ve Schickaneder’in teksti üzerine “Sihirli Flüt” operasını yazdı. Aynı yılın Temmuz’unda başladığı “Requiem”ini bitiremedi. Mozart kısa hayatına rağmen pek çok eser yazmıştır. 11 Operaları, Orkestra eserleri eserleri sayısı toplam 600’ü bulur. Konçertoları, Piyano eserleri, Oda müziği Mozart’ın bütün eserleri Dr. Ludwig Köchel tarafından kronolojik olarak sıralanmış ve numaralandırılmıştır. Bu nedenle eserleri Köchel (K) sayısı ile numaralandırılır; “42 Köchel Sayılı …senfonisi”gibi.. Klasik dönemde kuşkusuz Türk adını müzikte en çok duyuran besteci Mozart’tır. Sonat, konçerto, opera ve balelerinde Türk vurma çalgılarını ya da renklerini kullanmıştır. 1775’de yazdığı “Türk Marşı” ile 1782’de yazdığı “Saraydan Kız Kaçırma” operası bunların içinde en ünlüleridir. * * * Klasik dönemi sonlandırıp Romantik Döneme bağlayan büyük deha ise Ludvig Van Beethoven’dir (1770-1827). 18. Yüzyılın 19. yüzyıla kavuştuğu günlerin müzikte en önemli ismi Beethoven için, klasik dönemin hazinesini Romantik dönemin kaynaklarına aktaran bir köprüdür diyebiliriz. Bir dönemi kapatıp diğerini açan Beethoven’in üretimleri, birilerini memnun etmek veya gösteriş için değil iç dünyasının gereksinimi olduğu için yazılmıştır diyebiliriz. Genç yaşta başlayan sağırlığı (1798) giderek ağırlaşmış ve 1820’de işitme duyusunu iyice yitirmiştir. İyi eğitimi ve üstün yeteneği, sağırlığın besteleme sürecini kesmesine izin vermez. Sahiden Romantik bir yaşam sürmüş, özel bir bestecidir O. Ludwig Van Beethoven Bakınız ve bazı eserlerini dinleyiniz (şuradan) : http://tr.wikipedia.org/wiki/Ludwig_van_Beethoven ROMANTİK DÖNEM (Bireysel Bilinç ve “Ben”in Açılımı) 12 Klasik müziğin 1790 ve 1910 yılları arasında geçirdiği bir dönemi tanımlarken kullanılan “romantizm” terimi, 19. yüzyılda Aydınlanma Çağı’nın katı ve kuralcı bilimselliğine tepki olarak çıkan bir akımı veya yaşanan devrimsel değişimleri ile bir patlamayı anlatır. Avrupa coğrafyasının çeşitli bölgelerinde birbirinden farklı şekillerde ortaya çıkan romantizm akımının yaşandığı ülke ve şekiller farklılık gösterse de akımın genel karakterini oluşturan temel özellikler her yerde aynı kalmıştır. Romantizm sırasıyla, İngiltere’de estetik, Fransa’da sosyal ve Almanya’da felsefi boyutlarda yaşanırken giderek bütünselleşerek kendisinden önceki dönemlere karşı neredeyse tüm alanlarda genel bir tavır halini alır. Doğanın gerçek anlamını kavrama uğraşının önünde birer engel olarak görülen kural ve normlar yıkılarak yerine ancak özne ile birlikte var olup onunla açıklanabilen sezgiler konur. Bu değişim ilk olarak şiir ardından da resim ve müzikte yaşanır. Topluma ve dünyaya karşı duruşu, geleneklere karşı tavrı ile Beethoven romantik akımın önderi ve modelidir demiştik. Önceleri sıradan bir saray hizmetçisinden başka bir şey olmayan müzisyen artık “sanatçı” kimliğini kazanmıştır. Romantik dönemin en büyük özelliklerinden biri olan virtüözler de işte bu yoldan geçerek yetişen sanatçılardır. Beethoven’la birlikte sanatçı kitleleri etkisi altına alarak onlara hükmetmeye, kültürel açıdan yükseltmeye, onları değiştirmeye ve bir araya getirmeye başlar. Zaten romantizmin olgunluk süreci içerisinde doğal olarak ortaya çıkan ulusal akımlar da bunun bir göstergesi veya sonucudur. Romantik dönem bestecileri Beethoven ile başlayan bu kopuşun getirdiği maddi kaynak sıkıntısını aşmak üzere yeni işler edinmeye başlar. Berlioz kütüphanecilik, Wagner 13 müzik direktörlüğü, Schumann orkestra şefliği gibi ek işler yaparak geçinen bestecilerdendir. Maddi kaynakların yaratılması ve bestecilerin bağımsız eserler üretebilir hale gelmesi ile birlikte romantizmin anahtar kelimesi olarak “ben” ortaya çıkar. Besteci artık izole bir hayata sahiptir, kimseye bağlı kalmaksızın istediği gibi üretip içinden geleni yapma özgürlüğü vardır. Beethoven’la birlikte senfoni, orotoryo, koral müzik, çalgısal müzik ve hatta operaların bile herhangi biri tarafından ısmarlanmaksızın, hayali bir topluk, gelecek ve hatta sonsuzluk için yazılmaya başlandığı bir döneme girilir. Tüm gelenekler teker teker yıkılmaktadır. Tüm sanatlar müzik içerisinde buluşmakta ve müzik tüm sanatlar adına konuşan bir üst sanat haline gelmektedir. Müzik, anlatılmaz olanın anlatıldığı, somutlaştırıldığı mistik, sihirli ve alışılmamış herşeyin yaratılabildiği bir ortam haline gelir. Romantikler müziği tüm sanatların merkezi, kaynağı ve çekirdeği olarak görürken romantik müzisyenler de çalgısal eserleri müziğin merkezi olarak görüyordu. Romantik dönemin virtüözler dönemi olarak ayrıcalıklı bir yere sahip olmasının altında bu temel görüş bulunmaktadır. Çalgıların teknik olarak mükemmele yakın üretilmeye başlanması, piyanonun evrimi ve çekiç mekanizmasının daha metalik bir ses veren deri yerine sıcak ve yumuşak bir ton veren keçe ile kaplanması gibi gelişmeler çalgısal müziğin romantik dönemin en önemli üretimlerinden biri olmasında önemli role sahiptir. Besteciler aynı zamanda çalgılarında da yüksek hakimiyete sahip oldukları için her çalgının sınırları zorlanmış, teknik açıdan icrası oldukça güç eserler derin felsefi arka planlar ile örgülenmiştir. Romantik dönem müziği üzerinde en büyük etkiyi edebiyat ve özellikle şiirin yapması bestecileri müziği yeni bir bakış açısı ile tekrar ele almaya iter. Müzik, şiir ile organik bir bağ kurarak yeni bir bileşim oluşturur. 14 Bu müziğin kendisini dinleyenlere açıkça teslim etmemesinin altında yatan gerçek, yüksek kültürel birikimli bestecilerin ortaya çıkmasıdır. Besteciler çoğunlukla müzik dışında kalan çeşitli alanlarda da eserler veren veya en azından bu alanları oldukça iyi tanıyan çift yetenekli yaratıcılardır artık. Bu şimdiye kadar görülmemiş yeni bir olgudur. Schumann’ın hem hukukçu hem felsefe doktoru, Weber’in yazar, Wagner’in ressam olması bu bestecilerin eserlerine de büyük ölçüde yansır. Örneğin Schumann’ın piyano müziği basit görünmekle birlikte son derece büyük teknik zorluklar içeren felsefi açıdan oldukça derin içeriğe sahip bir müziktir. Weber ise yazdığı eserlerde kendisine ait metinleri kullanıyordu. Wagner’in aynı zamanda bir ressam olarak resim sanatı ile kurduğu ilişki romantik dönemin en önemli türü olan lied’lerin gelişmesinde ve Wagner aracılığı ile doruğa ulaşmasında en önemli etkiye sahiptir. 18 ve özellikle 19. yüzyıl şiiri, bestecilerin, metinlerin imge ve duygularını müzikle şekillendirdiği sanatsal şarkılarının (lied’lerin) temelini oluşturdu. Bu türde 19. yüzyılda en başarılı örnekler Schubert, Schumann, Brahms, Wolf ve yüzyıl sonlarına gelindiğinde Richard Strauss tarafından sergilenmiştir. 19. yüzyılın “yüksek kültürlü müzisyen” tanımına örnek olarak gösterilecek belki de en önemli besteci, hem yazar hem edebiyatçı hem de bir salon felsefecisi olan Franz Liszt’tir. Romantik müziğin kendi kimliğini kazanması ile birlikte ulusal sınırları aşıp Rusya, Bohemya, Macaristan, Polonya, Danimarka, İsveç ve Finlandiya’ya yayıldığını bu sırada ulusal izlerin giderek belirginleştiğini görüyoruz. Dönemin başlamasından önce ağırlıklı olarak İtalya, Almanya ve Fransa’da görülen müzikal hareketlilik, döneme girilmesi ile birlikte tüm Orta ve Batı Avrupa’ya yayılır. Daha önce müzik anlayışı bakımından bir bütün teşkil eden ülkeler romantizmin başlamasından itibaren birçok müzikal bölgeye 15 ayrılır. Polonya’dan sonra Macaristan ve Bohemya, ardından Rusya ve İspanya, üç İskandinav ülkesini takiben Hollanda ve son olarak Ruya’nın birer parçası olan Baltık ülkeleri Yugoslavya, Romanya ve Bulgaristan ulusal kimliklerini romantik müzik içerisinde eriterek yaşatan ülkeler olur. Avrupa’daki bütün bu yayılmanın dışında kalan İngiltere ise halk şarkıları ve ulusal izlerin müziğe taşınarak vurgulanmasını yüzyılın sonuna doğru gerçekleştirir. Halk şarkılarının sanat müziği ile iç içe geçirilmesi aynı zamanda müzikolojinin de doğumuyla aynı döneme denk gelir. Bu folklorik kavramlar, 20. yüzyıl başlarında keşfedilenlerle birlikte, müzik sanatına bir çok (geleneksel yaşam içi) eski, ama klasik müzik için yeni denilebilecek armoni ve ritim kavramını yeniden sunar. Folklorik olana ilgi, müzik tarihine yönelik 19. yüzyılda başlayan önemli sistematik araştırmalarla beslenip gelişmiştir. Romantik müziğin klasik dönem anlayışının kural ve katılığına bir tepki olarak geliştiğini ve müzikal geleneklerin büyük ölçüde yıkıldığını bir kez daha vurgulayalım.. Romantik dönem müziğinin karakteristik özellikleri içerisinde en önemli ve devrimsel olanı kuşkusuz bestecilerin kendi iç dünyalarına dönerek en gizli ve öznel olan duyumlarını müziklerine konu olarak seçmiş olmaları ve buna bağlı olarak insana özgü içten, kendiliğinden ve tutku dolu eserlerin yaratılmasını sağlamalarıdır. Bu bakımdan romantik dönem bireysel bilinç dönemidir ve anahtar kelimesi “ben”dir. Her dönemin kendisinden önce gelen döneme bir tepki olarak doğduğu düşünüldüğünde klasik döneme tepki olarak doğan romantik dönemin barok dönem ile organik bir bağı bulunduğunu sezmek mümkündür. Klasik dönemde tamamen dünyevi olan sanat anlayışı romantik dönemde tıpkı 16 barok dönemde olduğu gibi mistisizme ve doğa üstü bir sanat anlayışına dönüşür. Bu, müzikal anlatımın soyutlaşarak dünyevi olandan kopuşudur. Besteciler giderek artan bir ilgiyle gerçek ötesi ve doğa üstü konulara yönelir. Doğa üstü konuların yanı sıra doğanın besteci üzerinde bıraktığı etkiler de müziğin konusu haline gelir. Günlük olay ve yaşantılardan kopularak hayal gücü ve fantazilerin ağırlıkı olduğu bir anlatım benimsenir. Besteci için önemli olan kendi duygularıdır ve heyecan, tutku, korku, üzüntü gibi her tür duyguyu dilediğince ve derinlemesine işlemektedir. Sanat doğanın sanatçı üzerindeki etkilerinin aktarılması yoluyla yapılmalıdır ve içtenliği sağlayacak her tür biçim kullanılabilir. Bu bakımdan romantik döneme özgü yazı stilleri veya formlar ortaya çıkar, daha önceki dönemlerden aktarılanlar ise büyük ölçüde genişletilerek bambaşka yapılar haline getirilir. Klasik dönemin en belirgin özelliklerindne biri olan anlatımda netlik ve sadelik anlayışı yerine karmaşık ve puslu bir anlatım benimsenir. Nocturne, romance, fantezi vals, mazurka, polonez gibi türler hem ulusal akımların hem de bireysel yaşantıların en uygun ifade edildiği türler olarak büyük önem kazanır. ve 20. YY ile SONRASI … Büyük şair Nazım Hikmet şöyle diyor Karıma Mektup adlı şiirinde: Bir tanem! Son mektubunda: 'Başım sızlıyor yüreğim sersem! ' diyorsun” 'Seni asarlarsa seni kaybedersem’; diyorsun; 'yaşıyamam! ' Yaşarsın karıcığım, kara bir duman gibi dağılır hatıram rüzgarda; yaşarsın kalbimin kızıl saçlı bacısı en fazla bir yıl sürer 17 yirminci asırlılarda ölüm acısı.(…) Nasıl bir yüzyıldır ki bu hayata tutkuyla bağlı, dünyaya sesini duyurmuş bir şair bile kendi ölümü arkasından olacakları böyle yazar? Bu asrın insanları nasıl düşünüp, nasıl yaşamışlardır? Hayatlarına yükledikleri anlam neydi? Bazı tarihçilerin ORTAÇAĞ a toplam bir günden ibaret bir çağ derler demiştim derslerimde. Çünkü Ortaçağ’ın her günü birbirine benzerde ondan... Bir de Ortaçağ durağan, katı ve değişimin çok uzun zamanlara yayıldığı bir dönemdir demiştik ya belki de şimdi bunun tam tersini söyleyebiliriz artık. Bu çağda insanlık öylesine büyük bir hızın içinde öylesine hızla kendisini kaybedip günlük yaşamın pratiğinde boğulacaktır ki başka hiç bir çağda hayat bu kadar yoğun bir bilgi akışıyla doldurulmamış, bu kadar baş döndürmemiştir. AN’ ların paramparça ettiği kişiler çağını getiren yılları yaşatır 20. YY. 20.yüzyıl biterken ölümün, yaşamın, aşkın, ideallerin, erdemin… neredeyse hiçbir anlamı kalmayacaktır artık. İnsanlık, modern zamanlar olarak adlandırılan bu yüzyılın özellikle son yirmi yılında yeni bir anemi toplumuna dönüşecek, insan sanki yepyeni bir antropolojik tipe evrilecek, hayatın her alanında adeta bir lunapark hayatı geçerli olacaktır. Bu yüzyıl ayakların yerden kesildiği, yere hiç basmadan sürekli bir koşuşturmaya katılıp, bireyin kendisine ilişkin kararların alımını başkalarına terk ettiği bir görüntüyle bitecektir. Zaten bu yüzyılın sonunda olup-bitenler de post-modernizm olarak adlandırılacaktır Bu yüzyılın sonlarına doğru karşımızdaki insan beynin neredeyse her bir kesiti için üretilmiş görüntülerin bombardımanı altında kalan insandır. Hızın tam ortasında, kendisi için düşünmeyi, yapıp-etmeyi bütünüyle başkalarının iradesine terk etmiş insan!.. İnsanlığın başı dönmeye başlar. Sokağın ortasına kusuveren bir sarhoş gibidir aslında, sarhoşluktan acısının nedenini bile sorgulama gereği duymaz. Hayatın her alanına denk gelen türde bilgi çoğalır ama bu bilgi insanlık için ne ifade eder? Bu kadar bilginin ürediği bu çağın sonunda, şimdi insanlığa ne olmuştur? Bütün bu sorular, çağın hemen başında ilk olarak sanatçıların aklına geliyor. Çünkü başka bir akıl ile başka bir doğa oluşturan bu alanın insanları olan sanatçılar her zaman 18 kendilerine dert edindikleri hayatın tüm detaylarını, yaşanmakta olanlara dışarıdan bakıp sorguluyorlar! Bu nedenle yirminci yüzyılın daha başındayken ilk olarak onlar büyük buhranların, yıkım zamanlarının yaklaştığını hissediyorlar. Acaba dünyaya gelmiş ve belki de gelebilecek en meraklı insanlar onlar mıdır? Doğayla ve evrenle ilgili sorularılar aklımızda belirir belirmez soran bakışlarımızı kendimize çevirir, zihnimize birçok başka soru akıtırız ya; işte sanatçılar da düne, bugüne, yarına ait olan, kendilerini rahatsız eden bütün soruların karşılıklarını kendi dilleriyle ararlar. Örneğin Melih Cevdet Anday, Yağmurun Altında şiirinde şöyle diyor koca bir 20. yüzyıl için; Yirminci yüzyılı yaşadım Ertelenmiş bir yüzyıldı bu Yıkık bir sur yazgımızın uydusu Bekletir ömrü yürüyen ayla birlikte Bırakmaz günün adını koyalım. Yanıtsız bir yaşamdı erdemimiz Herkes içindi ve kimse içindi Okunmamış bir yazı, umudu doyuran, Duaları düşünmek neye yarar Kurgular tutuşturdu bacalardan. Yirminci yüzyılı taşıdım Tedirginliğimizin zorbalığıdır sanrılar Ve tohumun beklenmedik gürültüsüyle Çıplak su gibi yinelenir zaman Gökyüzünde usumuzun dirliği Aklın başarısızlığa uğradığı içtenlik Bir şive gibidir insan, ey öldürülmüş insan Bilinmeyen bir hayvana özgü bir ses gibi 19 Sabırsız testi, hep dolar gibi olan Her şeyin sese dönüşeceği bilinemez ki! …………………. …………………. …. Biz neden büyük bir sanat yapıtı karşısında sarsılır, adeta büyüleniriz? Ya da bizi etkisine altına, çekim alanına nasıl alıverir, bize “İyi ki yaşıyorum!” dedirtir? Sanat ve bilim, Yalçın Küçük’ün dediği gibi bir bütünden seçip ayırma işi; bütünü, bir kütleyi işleyerek değiştirip geliştirme eylemi midir? Bunu günlük sözcüklerden, devasa bir taş yığınından, ortalıkta öyle kendiliğinden dolaşıp duran seslerden seçerek mi yapar sanatçı? Yoksa, gerçek bir sanat yapıtı özetleyerek söylersek seçip çıkarma, seçtiklerini belli bir düzene koyma işinin en yetkince yapılanı mıdır? Hep söyledik, yine söylüyoruz: Bunu en iyi müziğin sanat olanı anlatıyor! Bir besteciye, kendi yapıtını piyanoda çaldıktan sonra dinleyenler sorar: “Üstat, eseriniz neyi anlatıyor ?” Üstad, dönüp eserini yine çalar ve cevap verir: “İşte bunu anlatıyor!” Ya, seçilmiş olanın girdiği düzenin arka planı? Burada, başka bir yaşanmış öyküyü paylaşayım sizlerle. Bir gün Rodin atölyesinde bir heykel üzerindeki son çalışmalarını yapıyordur. Rodin heykelin yanına kurulmuş bir merdivenle onu değişik açılardan büyük bir dikkatle birkaç kez daha inceler. Uzun süreden beri çalışıyor olmanın yorgunluğu içinde ama biraz önce bitirdiği heykelin hazzıyla doludur. Heyecanla bir öğrencisini çağırır. Öğrencisiyle birlikte heykelin etrafında, onu bir kez daha süzerek döner, gözlerini heykelinden ayırmadan, büyük bir gururla sorar “Nasıl buldun?”.Öğrencisi heykelin ellerine büyük bir dikkatle, değişik açılardan bakar. Yaklaşır, uzaklaşır, bir kez daha bakar. Yüzünde büyülenmiş bir ifadeyle “Hayatınız boyunca hiçbir şey yapmasaydınız dahi bu eller sizi tarihe kazımaya yeterdi. Bu eller mükemmel!” diye haykırır. Rodin ne diyeceğini bilemez bir halde, hızla atölyeden çıkar. Öğrencisi ne olduğunu, Rodin’in yüzündeki ifadenin neden birden değiştiğini 20 bilemez. Rodin yanında bir başka öğrencisiyle döner. Heykeli nasıl bulduğunu sorar. Öğrencisi heykeli büyük bir beğeniyle birkaç dakika süzer ve bakışları ellerinde takılı kalır. “Bu eller yaşıyor. Derilerinin altında dolaşan kanın titreşimi yayılıyor adeta. Kutlarım efendim!” diye haykırır. Rodin yüzü katılaşmış bir şekilde, hiçbir şey söylemeden yine hızlıca çıkar atölyeden. Yanında bir öğrencisiyle döner. Bu kez heykele hiç bakmadan, girer girmez sorar “Söyle bakalım, nasıl olmuş?” Öğrencisi heykeli dikkatle inceler. Ellere takılı kalır. O sırada Rodin bağırır “Söylesene nasıl buldun?” Öğrenci elleri incelemeyi sürdürürken heyecanla “Tanrım, bu bir mucize! Hayatın sırrını biliyorsunuz siz!” der. Rodin çılgına döner ve eline geçirdiği bir baltayla heykelin ellerini hırsla parçalar. Şaşkına dönmüş öğrenciler “Ne yapıyorsunuz? O eller birer mucizeydi” diye bağrışırlar, şaşkınlıktan taş kesilmişlerdir. Rodin öfkeyle haykırır “Aptallar! Ben bu elleri, kendi başlarına yaşamaya kalktıkları için parçaladım!” Rodin arkasında donup kalmış öğrencilerini bırakarak hırsla atölyeyi terk eder. Örneğin; yapıtının herhangi bir parçasının bütününün güzelliğini örtmesine izin vermez sanatçı; öğrencilerinin heykelin bütünü yerine parçasına takılmış olmaları bu yüzden kızdırmıştır Rodin’i. Sanat yapıtları işte bu yüzden çağlar sonrasına bile ulaşıp güzelliklerini yitirmezler. Çünkü her büyük sanat yapıtında müthiş bir özen vardır. İşte bu yüzden eserin uyumu karşısında şaşırıp kalırız, sanatçısının bu uyum için çekmiş olduğu sancı karşısında, belki de bizden birinin sıradan şeylere vermiş olduğu düzenin yüceliği karşısında… Düşünceyi mermere işleyen usta, heykelleriyle sevişen adam derler François-Auguste-René Rodin’e. Paris'te 1840’ta doğar, La Petite École yani Küçük Okul isimli bir özel desen ve matematik okuluna girdiğinde heykele olan yakınlığının farkına varıp desen becerisini geliştirmeye başlar burada. İlk yapıtlarını sergildiğinde önceleri hiç dikkat çekmez onun sanatçı gücü. Ama gerçek boyutlu bir insan bedeni çalışması olan, Tunç Çağı adını verdiği bronz heykeline başladığında artık herkes farkındadır ne denli büyük bir sanatçı olacağının. 1882'de Adem, Havva ve ünlü Düşünen Adam adlı heykellerini yapar. Sonra sırasıyla Victor Hugo büstünü, iki yıl sonra Calais Burjuvaları Anıtını, ertesi sene Öpüşme'yi yapar. 1888'de devlet, Uluslararası bir sergi için O2na Öpüşme'nin mermerini ısmarlar. 1889'da empresyonizm (izlenimcilik) akımının öncülerinden Fransız ressam Claude Monet'le birlikte bir sergi açar. ( internette bkz. Monet resimleri Rodin heykelleri ) 21 1917 yılına gelindiğinde Rodin artık yaşlanmıştır. 17 Kasım 1917'de, yani bu Devrimler Çağı diye de adlandırılan yüzyılın tüm boyutlarıyla yaşanmaya başlanmasından kısa bir süre sonra hayata veda eder. Üzgün ve büyük bir ustayı gömmeye götürdüğünü bilen büyük bir insan seli eşliğinde Meudon'daki Villa des Brillants'ın bahçesine, daha yirmisindeyken tanıyıp aşık olduğu Rose'unun yanına gömülür. Bu iki sevgilinin mezarlarının başında her bir parçasıyla, bütün kaslarıyla düşünen; kendisiyle beraber Rodin’i ve sevgilisini de sonsuzluğa taşıyan o Düşünen Adam heykeli yer alır. Düşünmenin insanlıktan giderek eksildiği; sonunda insanın düşünmeyi gereksiz bulduğu, üstelik düşünen adamın heykelinin bizde olduğu gibi anormallik sembolü olarak kabul edilip Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nin bahçesine dikildiği trajik bir sonla tamamlanan bu yüzyılın müzik sanatı nasıl bir görünüm içersindedir o halde? Müzik sanatçısı neler yapıyordur? Yirminci yüzyılda; bu devrimler ve çılgınlıklar çağında; her an’ı bir sonrakinden farklı zamanların yüzyılında klasik müziğin payına düşenler günümüze şöyle bir miras bırakır diyerek özetleyeyim … (Dipnotum : Merak edenler 20. YY. Müziğini kendisi sorgulasın; burada sizi boğmak istemem,çünkü derslerde konuşmadım zaten ) ( Ama şunları konuştum;gelmeyenler bilmezler ben yine anlatayım : ) Günümüz ‘Yeni’ Kültürü Karşısında Müzik Sanatının Geldiği Yer Sanayi devriminin ileri boyutlarda gelişmesinin ardından, günümüz toplumsal yaşamında büyük bilimsel-teknik devrimin sonuçları artık daha belirgin bir biçimde ağırlığını hissettirmeye, olabildiğince etkili olmaya başlamıştır. Bugün bilimselteknik gelişmelerin geldiği son noktada, makineler ve teknoloji ürünü birçok cihaz insan üzerinde belirgin bir baskı kurmuştur. Üstelik makinelerin, insanları bilgilendirmekten çok yönlendirip, şekillendirdiğinden söz edilmeye başlanalı da çok olmuştur. Özellikle 2. Dünya Savaşı’nı izleyen dönemlerden sonra giderek 22 yoğunlaşan kültür endüstrisi ürünlerinin kitle iletişim araçlarıyla yaydığı kitle kültürü ve yeni yaşam biçimi; bu yaşam biçimiyle oluşmaya başlayan yeni antropolojik tip ve yeni bir kitle toplumu ya da suni görünüme sahip doğal bir toplum’ndan bile bahsediliyor. Bu gelişmeyle insanların tüm insansı özgünlük ve niteliklerinin büyük yıkım içine girdiğinden, kısacası bireylerin sosyal yaşamlarında kimliklerini bir bütün halinde yitirme tehdidiyle karşı karşıya kaldıklarından söz ediliyor. Böyle bir hayatın bireyleri olarak bizler, artık bizzat günlük yaşantımızdan da bildiğimiz gibi uzaya atılan her haberleşme uydusuyla biraz daha kolay, sorunsuz yönlendirilir hale gelirken; devreye giren her yeni televizyon kanalı ya da yeni bir medya yıldızı‘yla de bir kez daha olup bitenler karşısında edilgence izleyici konumumuzu sürdürüyoruz. Özellikle kitle iletişim araçlarında görülen akıl almaz gelişmeler her toplumsal yapının geçmişe göre yapısal yeni bir durum içindeki kültürle karşı karşıya kalmasına neden olmuştur. 1970’lerin başından beri hızla olgunlaşmaya başlayan, günümüzde genel olarak Post-modern Dönem olarak adlandırılan, ekonomik sorunların ötesinde ağır ekolojik-kültürel ve de özellikle psişik krizlerle süren bu yeni sürece High-TechKapitalizm evresi de denilmektedir. Belki de bu dönemin en doğrudan anlatımını kapitalizmin küresel ölçekte ulaştığı - ya da bireyleri kendi gönüllü katılımları ile ulaştırdığı - yeni duruma vurgu yaptığından geç kapitalizmin kültürel mantığı kavramında buluyoruz. Aslında postmodern olarak adlandırılan fiili durum 1950’lerin sonuyla 1960’ların başlarında yavaş yavaş oluşmaya başlar. Yapısal nitelikli bu gelişmelerin kültürel/sanatsal alana yansımaları konusunda kültürün geçirdiği yoğun değişim ve gelişimden söz ediliyor. Ayrıca geçirilen bu yeni kültürel evrenin, söz konusu yeni durum’un oluşumundaki önemli etmenlerden birisi olduğu ileri sürülüyor. Bugün yeryüzü kültürünün bir bütün olarak girdiği bu yeni durumda herşeyin büyük bir hızla metalar dünyasına dönüştüğü; gündelik yaşamın içinde olup-bitenlerin bundan doğrudan ve büyük ölçüde etkilendiği, artık tarihsel yönden şiddetli bir yeni özgün kültürel biçime gelindiği söylenebilir; küresel yeni durum budur. 23 Günümüzün söz konusu yeni kültürel işleyişi içinde kültür bir “ürün” olmuştur artık; pazara sürülmüş bir mala dönüşerek herhangi bir alış-veriş malı kadar metalaşmıştır. Bu nedenle bugün, estetik üretim de dahil tüm kültürel üretimler pazar için üretim anlayışıyla bütünleşmiştir. Artık bir sanat ürününün temel kaygısı geniş ciro sağlamak, daha yeni görünen ürünlerin üretimine yönelik çılgın ekonomik zorunluluk neyi gerektiriyorsa o kurallara uymaktır. Kısacası, bütün bu yeni gelişmelerin sonucunda, yeryüzünün bugünkü kültüründe geçmiş dönemlere göre çok daha hızlı bir pazar için üretim yoğunluğu gözlenir. Ancak bu yoğunlaşma ürünlere derinlikten yoksunluğu, bir tür yavan etki biçimini dayatır. Postmodern durumun sonuçlarından birisi olarak görülen bu gelişim, aslında genel olarak kültürde gerçek boyutta bir yüzeyselleşme’dir. Bu yüzeyselleşmeninse bütün kültürel üretimlere duyguların bayağılaşması ve düşlemlerin silinmesi şeklinde etki ettiğini görüyor, yaşıyoruz. Bu nedenle, böylesine özel bir gelişmeden en çok ve en trajik biçimde etkilenen alan da doğal olarak sanat olmuştur. Müzik, sanatın diğer disiplinleri içinde belki de yeni küresel kültürel ortamın izini üzerinde en açık taşıyan sanatsal/kültürel alandır. Bu, büyük ölçüde, müziğin hem üretiliş koşullarının kendine özgü nitelikleri, hem de toplum içinde dolaşımının farkına varılmaksızın, kolaylıkla olabilmesi yüzündendir. Müzik, kolaylıkla -sadece insan sesiyle bile- üretilebildiğinden kültürel etkileri biçimine en kolay yansıtan disiplindir. Çünkü bireyler nasıl bir kültürel ortamdan kaynaklanan duygular besliyorlarsa o etki sese ve onunla üretilen sanata doğrudan yansır. İnsanlar genel olarak hüzünlüyseler seslendirmeleri de hüzünlüdür; duyarsız ya da boşvermişlik diye tanımlayabileceğimiz bir ruhsal durum taşıyorlarsa seslendirdikleri müzikleri de yine bu ruh durumuna eşlik edecek şekilde olacaktır. Müziğin kolay dolaşabilir, alınabilir olma yanı da postmodern ortamın her şeyi metalaştıran pazar için üretme mantığına beklenen doyuruculukta cevap verir. Durum 24 böyle olduğu için müzik, sanatın ya da onunla bağlantılı diğer sanatsal üretimlerin pazara en kolay sürülebilenidir. Bu durumu şu şekilde özetleyebiliriz: Müzik, esas yönüyle seslerin organizasyonu, sesleri belirli bir düzenle kullanan disiplindir demiştik. Hem üretimi hem de tüketimi sırasında kültürel ortama ilişkin değişim, müziğin oluşumunu sağlayan düzenlemeye etki eder. Kültürel ortamın duygusal durumu müziğe de yansır. Bireyler üzerinde yeni postmodern kültürün genel etkisi nasılsa, dinledikleri müzikte de bunu gözlemlememiz mümkündür. Ancak bu etkiyi her toplum geleneğinden getirdiği birikimle bağlantılı olarak farklı yaşayacağından değişik toplumların etkilenmeleri de değişik olur ön belirlemesiyle düşünmek gerekir. Örneğin toplumumuzda genel olarak eğlendirici, dinlenmesi için yoğun çaba gerekmeyen -başka bir adlandırmayla derinlik taşımayan- müziklerin daha çok tercih edildiğini görüyoruz. Avrupa ülkelerinde de genel olarak böyle bir yönelimi saptamak mümkünse de ülkemizde bunu çok daha berrak olarak gözlemliyoruz. Sonuç olarak, günümüzün gerçekleri, postmodern durumlarla kuşatılmış müzik sanatına ilişkin bugünkü yeni üretimleri sanat olmaktan men edip bireylerin gündelik kaygılarına endeksli birer malzemeye (metaya) dönüştürmüştür. Eski üretimler, bu ortama estetik güçleriyle direnmeye çabalasalar da, ne yazık ki zamanın güzel olmayan gerçeğinden paylarını fazlasıyla alıyorlar. 25 26