KLASİK ARKEOLOJİ

advertisement
KLASİK ARKEOLOJİ
Klasik Arkeoloji daha çok Antik Çağ diye adlandırılan Yunan ve Roma uygarlıklarını kapsayan
bir dönemi içerir. Dar anlamıyla yaklaşık olarak M.Ö. 6. yüzyıl ile M.S. 3 yüzyıl arasındaki
zaman dilimi ile ilgili olsa da geniş anlamıyla M.Ö. üçüncü binyıla kadar uzanan Girit, Yunan
Anakarası ve Anadolu'nun batı ve güney kıyılarını içeren kültürlerin gelişimini inceler.
Ege Denizi ve Ülkeleri
Ege bölgesi, Ege deniziyle çevrilen veya sınırlanan adalarla Asya ve Avrupa kıtaları kıyılarını,
yani Yunanistan, Makedonya ve Trakya'nın doğu, Anadolu'nun ise batı ve güneybatı kıyılarını
içine alan bölgedir. Ege kıyılarının çok girintili çıkıntılı olması, iyi korunmuş sayısız liman ve
koylara sahip bulunması, denize doğru uzanan sıra dağlar arasında verimli vadilerin
yeralması, iki kıta arasında jeolojik bir çöküntünün kalıntıları olan çeşitli büyüklükte birçok
adaların bulunması, böylece Ege denizinde kara görmeyen hemen hemen hiçbir nokta
bulunmaması deniz ulaşımını, dolayısıyla Asya ile Avrupa arasındaki ekonomik ve kültürel
ilişkileri kolaylaştırmada başlıca etken olmuştur.
Yunanistan
Yunanistan son derece engebeli bir ülkedir. Ülkenin içi ekser hallerde kuzeyden güneye inen,
yalnız orta Yunanistan'da kısmen doğuya kıvrılan ve Ege adaları üzerinden Anadolu yönünde
uzanan yüksek dağlarla kaplıdır. Bu suretle bazan 2500 m.'yi bulan yükseklikteki alanlar
ayrılmış, bunların aralarında ise geçilmesi güç geçitler sayesinde birbirine bağlanan ince uzun
vadiler meydana gelmektedir. İşte bu nedenle Yunanistan dağlar arasına sıkışmış türlü
büyüklükte kantonlara sahip olmuştur. Yalnız bazı büyük vadiler ve düzlükler kuzeyde
Makedonya ve Teselya'da Orta Yunanistan'da Boiotya ve Attika, Peleponnes'te ise Argolis,
Lakonya ve Mesenya'da olduğu gibi oldukça büyük devletlerin meydana gelmesini mümkün
kılmıştır. Yunanistan'nın coğrafya bakımından bu parçalanmış durumu bu ülkenin siyasal
bakımdan da irili ufaklı devletelere bölünmesinde başlıca etken olmuştur.
Anadolu'nun Batı Kıyıları:
Yunanistan'dakiler kadar olmamakla beraber, yine bir hayli iyi korunmuş koy ve limanlara
sahip Batı Anadolu kıyılarında da sıradağlar birbirine paralel olarak sahilden içerlere doğru
uzanmakta ve aralarında Kaikos (Bakırçay), Hermos (Gediz), Kaistros (Küçük Menderes) ve
Maiandros (Büyük Menderes) gibi büyük ırmaklar tarafından sulanan ve kıyılara kadar
uzanan geniş ve verimli vadileri kapsamaktadır. Bu coğrafi durum bir taraftan çeşitli
vadilerde kurulan şehirlerin iç bölgelerle kültürel ve ekonomik ilişkilerde bulunmalarını
kolaylaştırmıştır. Fakat, bu kıyıların gerisinde güçlü bir devlet kurulunca bu devlet daima
vadiler yoluyla denize ulaşmak çarelerini aramış, bundan ötürü bu vadilerdeki şehirlerin
bağımsızlığı için büyük bir tehlike olmuştur.
Ege Adaları:
Asya ile Avrupa kıyıları arasında yer alan adaların en önemlisi Girit'tir. Ege bölgesinin güney
sınırında bulunan ve yaklaşık olarak 250 km. uzunluğunda ortalama 50 km. genişliğinde olan
bu ada, arada köprü görevi gören birtakım adalar sayesinde, bir taraftan Peleponnes'e, diğer
taraftan Anadolu'nun batı ve güneybatı ve Afrika'nın kuzey kıyılarına bağlı bulunuyordu. Girit
bütün bu ülkelere bunların kültür etkileri altında kalabilecek kadar yakın, fakat bunlardan
gelecek düşman akınlarını önleyebilecek kadar uzaktı. Aynı zamanda pek engebeli araziye
sahip olmakla ve batı-doğu yönünde uzanan sıradağlar tarafından biri kuzeyde, diğeri
güneyde olmak üzere iki büyük bölüme ayrılmış bulunmakla beraber, yoğun bir nüfus
besleyebilecek ve başlı başına bir uygarlık yaratabilecek kadar büyüktü. İşte eski çağlarda
"mutluluklar adası" olarak gösterilen Girit'in Akdeniz'de aldığı bu önemli yer adanın bir
taraftan doğu, diğer taraftan batı etkileri altında kalmasına ve hayran olacak derecede
yüksek ve orijinal bir uygarlık ortaya koymasına yolaçmıştır. Ege adalarından birinci gruba
giren adalar arasında Delos, ikinci gruba girenler arasında ise obsidien taşı kapsayan Melos,
içinde mermer ocakları bulunan Paros ve Naksos veya altın madenleri ile ün kazanmış Sifnos
gösterilebilir.
En Eski Çağlardan Üçüncü Binyıl Sonuna Kadar Ege Dünyası
Girit
Girit adası elverişli coğrafi durumundan ötürü Yunan mitolojisinde derin yankılar bırakmış
olan canlı ve hareketli bir kültür hayatı yaşamıştır. Girit'in Yunanlılar çağındaki önemiyle hiç
de orantılı olmayan bu mitos bolluğu ve çeşitliliği mitosların nitelikleri ve bunlarda görülen
Yunanlı olmayan adlar bakımından, daha çok Anadolu'ya yönelmiş eski bir uygarlığa işaret
eder niteliktedir. Yapılan arkeolojik incelemeler bütün Ege bölgesinde olduğu gibi Girit'te de
paleoletik çağa ait eserlerin fazla bulunmadığını buna karşılık oldukça ilerlemiş bir neolitik
kültürü bulunduğunu açığa çıkarmıştır. Taş temeller üzerinde kerpiç duvarlı, çeşitli
büyüklükte mekanlardan meydana gelen dört köşeli bir ev, Knossos'ta sarayın altında
bulunmuştur. Ev kalıntıları arasında elde edilen değirmen taşları, bu insanların yalnız
balıkçılık ve avcılıkla değil tarımla da uğraşmış olduklarını da göstermektedir. Silahlar ve
çeşitli araçların yapılmasında taş, kemik ve Melos adasında getirilen obsidien taşı
kullanılmakta, bütün bu taş eserler özenle işlenmekte ve perdahlanmaktadır. Bu dönem Girit
keramikleri siyah, gri ya da toprak renginde, iyi temizlenmemiş bir kilden yapılmış oldukça
kaba kaplardan ibarettir. Geç neolitik dönemde ise koyu bir zemin üzerine kırmızı boya ile
yapılmış bezekleri kapsayan boyalı vazolar ortaya çıkmıştır. Bu vazoların yanında yine kilden
yapılmış büyük bir kısmı kadın şeklinde olan idollere de rastlanmıştır. Bu tarımsal kültür,
idolleri ve seramikleri ile bağlar göstermekte, (en çok Hacılar ve Çatalhöyükle) ve esas itibari
ile dördüncü binyıla ait olduğu anlaşılan neolitik çağda Girit adasında Anadolu'lu ya da
bunlarla yakın akraba insanların yaşamış olduğuna işaret etmektedir.
Girit'te İ.Ö. 3000/2800 ile 2000 arasında taş döneminden maden dönemine girilmeye
başlanmıştır. Bu zamanda adanın ençok orta ve doğu kısımlarının nüfusu yoğundur. Bu çağ
insanları Mesera ovasında bulunan 12'den fazla yerleşme yerlerindeki evlerin yanında mezar
yapılarına da önem vermeye başlamışlardır. Neolitik geleneği sürdüren, siyah, gri ya da
toprak rengi ilkel kapların yanında çömlekçi çarkının kullanılması sayesinde düzenli şekiller
alan vazolar yapılmaya başlanmıştır. Bu dönemde beyaz, krem ya da açık sarı bir zemin
üzerine parlak kırmızı bir boya ile yapılmış geometrik kaplar alevli ateşte pişirilerek
kullanılmıştır. Bu devirde şehirlerin başında krallar ya da beylerin bulunduğu ve bazı sınıfların
meydana çıktığı görülmektedir. Üçüncü binyılda adada esas itibari ile barış ve sükun ortamı
sürmüş olacak ki yerleşme yerlerinin çevresinde hiç bir tahkimat izine rastlanmamıştır.
Yunanistan Ege Adaları ve Anadolu
Yunanistan'da üçüncü binyılın sonuna kadar neolitik kültürü korunmasına karşılık üçüncü
binyılın ilk yarısında taş döneminden çıkarak bakır dönemine girilmektedir. Bu kültür çevresi
içinde bulunan yerleşme yerleri daha henüz köy niteliğinden kurtulmamış olup dörtgen
şeklinde evler görülmektedir. Truva bölgesi seramikleri ile olan benzerlik maden kültürünü
Yunanistan'a getiren insanların Anadolu'lu olduklarına işaret etmektedir. Üçüncü binyılda
Anadolu'dan Yunanistan'a birtakım göçler olduğunu filolojik delillerle takip edebiliriz.
Yunanistan'da bulunan (ss), (tt), ya da (nt)'li yer adlarının Yunan dili ile açıklanamadığı
bunların Anadolu'nun batı, güneybatı bölgelerindeki (s), (ss) ve (nd)'li yer adlarına karşılık
olduğu sanılmaktadır. Bu yer adlarına örnek olarak Yunanistan'da Korintos (şehir), Koskintos
(dağ), Samintos (yer), Parnasos (dağ) Anadolu'da Mikalessos, Halikarnassos, Aspendos,
Alinda gibi adlar gösterilebilir. Bunlardan başka Larisa gibi (lar-), Pergamon gibi (amo-),
Mylasa gibi (asa-) ve Samos gibi (sam-) köklerini kapsayan birçok yer adlarının yanında
Yunan dilindeki kültür hayatı ile ilgili birçok sözcüklerde de bu benzerlik görülmüştür.
Yunanlılardan önce Ege bölgesinde bir takım yabancı kavimlerin oturdukları bilinse de Pelasg,
Leleg ya da Kar olarak adlandırılan bu kavimler hakkında somut bilgiler bulunmamaktadır.
Yunan tarih geleneğine göre Lelegler Anadolu'da Truva bölgesinde, Ege adalarında, orta
Yunanistan ve Peloponnes'in bazı yerlerinde oturmuşlar, Pelasglar ise Yunanistan'da geniş bir
alana yayılmışlardır; o kadar ki bir zamanlar tüm Yunan ülkesi Pelasgiye olarak
gösterilmiştir. İlk zamanlar Tesalya'da oturmuş, Peneios vadisine Pelasg Argos'u vermiş
oldukları anlaşılan Pelasglar sonraları Yunanistan'ın Yunanlılardan önceki halkı olarak kabul
olunmuşlardır. Homeros destanlarından İlyada'da Yunancadan ayrı bir dil konuşanlar olarak
gösterilen Karlar Yunan tarihçisi Herodotos'a göre Girit kralı Minos zamanında egemendiler;
bunlar ancak sonraları bu yerlerden Yunanlılar tarafından çıkarılmışlardır. Şu halde üçüncü
binyılda bütün Ege bölgesine yayılmış olan ve aralarında ve bir takım farklar göstermekle
beraber esas itibari ile Karlar tarafından temsil olunan kavimlerin Lidyalılar ve Likyalılar ile
birlikte Boğazköy Hitit metinlerindeki Luvilerle ilgili olmaları muhtemel "batı Anadolu
kavimleri" grubuna girdikleri söylenebilir.
Anadolu'da üçüncü binyılda şehir olma eğilimi gösteren en önemli yer tahkimli şatoların da
bulunduğu Truva'dır. Burada sözü edilen İ.Ö. 3000/2800 ile 2400 arasında yer alan bakır
dönemine ait Truva I ve 2400'den 2200'e kadar gelen tunç dönemi Truva II'dir. Alçak bir
tepe üzerinde kurulmuş olan Truva I etrafı tarla taşlarından yapılmış bir surla çevrili küçük
bir şatoydu. Seramikler burada iyi temizlenmemiş bir kilden yapılmış ve iyi pişirilmemiş siyah
ya da toprak rengi nadiren kırmızı perdahlı dış yüzeyleri düz çizgilerden meydan gelen
seramiklerdir. Buradaki kapların bazıları bakırdandır. Obsidienin geniş ölçüde kullanılmış
olması Melos adası ile ticaret ilişkilerine işaret eder. Evlerden elde edilen araçlar ve kemik
kalıntılarından Truva I insanlarının tarım, hayvancılık ve balıkçılıkla geçindiklerini
anlamaktayız. Truva I'in üzerinde kısa bir aralıktan sonra yapıldığı anlaşılan Truva II yer alır.
Üç dönemde güneye doğru genişletilmiş olan, kapılar ve kuleleri kapsayan, ortasında arka
arkaya sıralanmış giriş mekanı ve bir ya da daha çok odadan ibaret megaronlardan meydana
gelen bir hükümdar sarayının bulunduğu Truva II kuvvetli bir surla çevrilidir. Truva II'nin
maden zenginliğine megaronlar içinde ya da arasında bulunan gömüler işaret etmekdedir.
Bunların en ünlüsü olan "Priamos gömüsü" 3 diadem, 60 küpe, 6 bilezik, 15 altın ve gümüş
vazo, 8700 boncuk, yüzük ve silindirik boruyu kapsıyordu. Lapislazuli ve çeşitli taşlardan
yapılmış olan boncuklar ve süsler Truva II'nin çeşitli doğu ülkeleri ve ençok Mısır ve
Mezopotamya ile ticarette bulunduğunu ispatlamaktadır. Siyah vazoların yanında kırmızı
vazolar da tekniğin geliştiğini göstermektedir. Taş ya da toprak idoller, ağırşaklar, silindir
mühürlerde bulunmaktadır. Truva III şehri başka bir plana göre kurulmuş bulunmakta, Truva
IV zamanında ise bu şehir yeni bir surla çevrilmektedir. Truva V gerçek tunçtan yapılmış
kapları ve gelişmiş seramikleri ile dikkat çekmektedir.
İkinci Bin Yılda Ege Bölgesi
Girit
İ.Ö. 17. ve ençok 16. yüzyıllar Girit'in her bakımdan en parlak dönemidir. Tüm sanat ve fikir
hayatının merkezi olduğu anlaşılan saraylar son şekillerini almakta, çeşitli dairelerin daha
sonra organik bir bütün halinde avlunun etrafını çevirdiği görülmektedir. Batı tarafında
zemini taş döşeli bir meydan, doğu kısmında dört katlı binalar, sarayın başka kısımlarında da
özel oturma daireleri, tahıl şarap ve zeytinyağ depoları, atölyeler koridor ve iç avlularla
birleştirilmiştir. Dini fresklerle kaplı duvarlarla en canalıcı sanat eserleridir. İlk zamanlar bir
resim yazısı olan Girit yazısı İ.Ö. 16. yüzyıldan itibaren fonetik bir yazı (hece yazısı-A yazısı)
haline gelmiştir. Ençok saraylarda kullanıldığı anlaşılan bu yazıyı okumak henüz mümkün
olmamakla birlikte Anadolu dilleriyle akraba olduğu ve Girit B yazısı ile yazılı metinler gibi
idari ve ekonomik nitelikte olduğu ileri sürülmektedir. Yunanistan'daki yazılı belgelerin
Girit'tekilerden iki yüzyıl daha geç olduğu görülmektedir. Girit'lilerde Yunalıların tersine tanrı
heykelleri bulunmaması başlı başına bir tapınak mimarlığının ortaya çıkmasına engel
omuştur.Girit dininde tanrıçaların ön safta yer almalarına uygun olarak din törenlerinde
kadınlar büyük rol oynamaktadırlar. Törenler esnasında müzikle danslar yapılmakta tanrılara
çeşitli hayvanlar kurban edilmekte, çiçekler meyvalar içkiler ve çeşitli eşyalar sunulmaktadır.
Tapınmada rol oynayan kutsal gereçler ve kült sembolleri arasında çift yüzlü baltalar önemli
bir yer tutmaktadır. Bakırdan, tunçtan, hatta altından yapılmış baltalara mağaralarda ya da
büyük evlerde rastlanmıştır. Balta resimlerini freskler, vazolar ve mühürlerden başka
sarayların duvarları üzerinde de görülmektedir. Anadolu'nun tersine belirli bir tanrı ile ilgili
olmayan bu baltalar törenlerde sığırları kurban etmek için kullanılmaktadır. Hatta bu çift
yüzlü baltalar Karya'da olduğu gibi Girit'te de "labris" adını taşımış, bundan ötürü Yunan
mitosunda Knossos sarayında bulunduğu bildirilen "labrintos"la bu baltaların saklandığı yerin
kastedilmiş olduğu sanılmaktadır.
Hellen Uygarlığı
Hellenlerin ataları olan Akalar M.Ö. 1600-1200 yıllarında bugün Myken adını verilen uygarlığı
yaratarak Yunan yarımadasında, Orta ve Doğu Akdeniz çevrelerinde yoğun ticaret ve kültürel
etkinlik göstermişlerdir. Bu sayede Mezopotamya uygarlıklarıyla koloniler aracılığıyla komşu
olup uygarlıklarının etkisini oralara ulaştırmışlardır.
Ege göçleri yüzünden son bulan bu uygarlığın ardından Hellenler 400 yıl boyunca ilkel bir
yaşam sürmüşlerdir. Bu dönemde yaşayan belli başlı toplumlardan Dorlar Rodos ve Batı
Anadolu'nun güneyinde, İonlar Sakız, Sisam ve Batı Anadolu'nun ortalarında, Aioller Midilli
ve Batı Anadolu'nun kuzeyinde yerleşmişlerdir. İlk koloniler M.Ö. 1050-1000 yılları arasında
kurulmuştur.
Eski İon Evresi: (M.Ö. 1050-750) Tarım, balıkçılık ve şarap üretimi gibi ekonomik
etkinliklerin olduğu bu dönemde henüz uluslararası ticaret gelişmemiştir. Evlerin tek odadan
oluşması ve seramik ürünlerde hala Attika geleneğinin egemen olması önemli
özelliklerdendir.
Homeros Dönemi: (M.Ö.750-700) Sisam, Miletos, Ephesos, Erythrai, Smyrna gibi kentlerin
önem kazandığı dönemdir. Batı kültürünün ilk edebi eseri olan İlyada bu döneme aittir.
Mimaride ilerlemeler sağlanmıştır. Yazı bilinmesine karşın İonya'da pek yaygın değildi.
Durgunluk Dönemi: (M.Ö. 700-650) Anadolu 7. yy başlarında Kimmerlerin saldırısına
uğramıştır. Bu zamanda ayrıca Frigler ve Lidya Krallığı da İonyalıların gelişmesini
engellemişlerdir. Döneme adını veren durgunluğun sebebi de işte bu baskıdır.
Erken Arkaik Dönem: (M.Ö. 650-600) İon uygarlığının ilk parlak dönemi olarak sanat
alanında Oryantalizan Sanatın ortaya çıkış zamanıdır. En önemli atılımı Miletos'un
önderliğinde Mısır'da, Doğu Akdeniz'de ve Karadeniz'de kurulan koloniler oluşturmuştur. Eski
İzmir'de, Erythrai'de günışığına çıkarılan Athena tapınaklarının en parlak yapıları bu evrenin
sonunda inşa edilmişlerdir. Ayrıca, İzmirli Mimnermos, Ephesoslu Kallinos, Sardesli Alkman,
Lesboslu Sappho ve Alkaios gibi büyük ozanlar bu dönemde yaşamışlardır.
İyon Uygarlığının Altın Çağı: (M.Ö. 600-545) Erken Arkaik dönemde başlayan atılımlar
Batı Anadolu'yu bütün dünyanın o dönemdeki en ileri bölgesi haline getirmiştir. M.Ö. 3000
yıllarından beri Mısırlıların ve Mezopotamyalıların ellerinde bulunan dünya kültür liderliği bu
dönemde Batı Anadolu'ya geçmiştir. Doğa filozofları dinsel inanışlardan sıyrılmış olarak doğa
olaylarının oluş nedenlerini özgür bir düşünce yöntemi ile ele almış ve bugünkü batı
uygarlığının temellerini atmışlardır. Karyalı Thales, Miletoslu Anaksimandros ve
Anaksimenes, Sisamlı Pythagoras, Kolophonlu Xenophanes, Ephesoslu Herakleitos, Koslu
Hippokrates bu dönemin filozofları arasındadır. Batı Anadolu İon kentleri Perslerin eline
geçince heykeltraşlar, ressamlar ve filozoflar Atina'ya ve İtalya'ya göçederler. Bu andan
itibaren İyonya'da başlayan özgür düşünce atılımı Yunanistan ve İtalya'da devam eder.
Pers Egemenliği Dönemi: (M.Ö. 545-333) Anadolu Pers Kralı Cyrus'un M.Ö. 546 tarihinde
Lidya Krallığını yıkması ile Büyük İskender'in M.Ö. 333 tarihinde İskederun yakınlarındaki
İssos'ta Dara'yı yenmesi arasında kalan ikiyüzyılı aşkın bir süre içinde Pers egemenliğine
sahne olmuştur. Bu dönemde yerli beylikler (satraplar) tarafından yönetilen Anadolu'da ilginç
bir Greko-Pers stili geliştirilmiştir. Başlıca kültür odakları arasında Manyas Gölü kenarındaki
Daskyleion ile Lidya'da ve Karya'da gelişen satraplıkları bulunur. Pers egemenliği sırasında
Likya'da Xanthos'da ve Lymira'da gelişen yüksek nitelikteki mimarlık ve heykeltraşlık
örnekleri özünde Hellenistik nitelikler bulunan eserlerdir. Anadolu'daki Geç Arkaik Hellen
sanatı Pers egemenliği altında olduğu halde özgünlüğünü koruyabilmiştir.
Hellenistik Çağ: (M.Ö. 300-30) İskender'in Hellespontus'u (Çanakkale Boğazı) geçtiği M.Ö.
334 yılı, Hellen uygarlığı ve bütün dünya için büyük önem taşıyan yeni bir dönemin
başlangıcı olmuştur. Roma İmparatoru Augustus (M.Ö. 27) ile son bulan bu tarihi dönemde
Hellen uygarlığı Asya ve Afrika'ya değin yayılmış, Doğu ve Batı arasında bir kültür etkileşimi
yaratılmıştır. Doğu ruhunun Hellen uygarlığı ile kaynaşmasından, dış görünümü ile Hellenli,
ancak özüyle Doğulu bir dünya görüşü ortaya çıkmıştır. İskender'e Mısır'da Tanrı Amon'un
oğlu olarak tapılmıştır. Hellenistik dönem boyunca Anadolu iki değişik yönetime sahne
olmuştur. Aiolya'da ve İonya'da egemen olan Bergama Kralları (M.Ö. 283-133) ve Bithynia
Kralları da (M.Ö. 327-74) gerçek Hellen uygarlığının temsilcileri ve koruyucuları olmuşlardır.
Buna karşılık Pontus Kralları (M.Ö. 302-36), doğulu içerik taşıyan kültür politikasını
yürütmüşlerdir. Kommagene Kralları da bu ikinci tipin temsilcileridirler. Hellen dünyası,
Hellenistik dönem boyunca bir ekonomik atılım içinde olmuşlar, Doğu dünyası ile ilişkiler
sayesinde İskenderiye, Rodos, Bergama ve Ephesos gibi başkentlerin önderliğinde canlı bir
ticaret geliştirmişlerdir. Zengin kütüphanesi ile Bergama bu dönemin büyük bilim ve eğitim
merkezi olmuştur.
Roma Çağı (M.Ö. 30 - M.S. 395)
M.S. 1. ve 2. yüzyıllarda Anadolu kentleri o dönem uygarlıklarının en zengin ve en önemli
sanat merkezleri arasındaydı. Roma Çağında da Anadolu-Hellen geleneği kısmen kesintisiz
olarak devam etmiştir. M.Ö. 59 yılında Roma Konsülü olan ve 44 yılında öldürülen Julius
Caesar ile başlayan bu periyot imparatorluk niteliğini daha sonraki imparatorlardan
Augustus, Tiberius, Calligula ve Claudius ile kazanmıştır. Temelleri İtalya'da Etrüsk kültürüne
dayanan Romalılar tarihsel çıkışlarını daha çok savaşçı karakterleriyle bütünleştirerek bir
Akdeniz Uygarlığı'na ulaşmışlardır. Uygarlık olarak Anadolu'da Romalıların gelişiyle orijinal
Anadolu mimarisi yaşarken yeni yapı teknikleri ve mühendislik yöntemeleriyle Roma
karakteri de etkisini gösterir. Bu dönemde Anadolu kentleri, özellikle Bergama ve Ephesos,
yeni bir kimlik kazanmış, sadece Batı Anadolu kıyıları değil tüm Anadolu bu zaman içinde
yollar ve tapınaklarla donatılmıştır.
Antik Yunan Kenti
Batı Anadolu ve Yunanistan'ın genellikle dağlık oluşu sebebiyle buralarda yaşayan halklar
kendi kapalı çevreleri içinde küçük devletler kurmuşlar ve ancak sonraları siyasi birlikler
oluşturabilmişlerdir. Başta kurulan bu küçük devletler çevresindeki bir şehir (polis) ve
çevresinde yeralan köylerden oluşurlardı. Bunda özellikle Klasik Yunan uygarlığının geliştiği
alanların dağlar ve vadilerle birbirinden izole edilmiş bölümlerden meydana gelen coğrafi
niteliği etkendir.
Klasik dönemin başlangıcındaki iki önemli kültürden Minos'ta (Girit) şehirde pahalı, lüks
saraylar ve evler yeralmıştır. Diğer kültür olan Miken'de bir tepe üzerinde surlarla çevrili
kaleler ya da şatolar polisin merkezi olmuştur. En baştan beri hakim olan bu iki yaklaşım
sonraları kurulmuş kentlerde de kendini göstermiş ve kentin merkezinin agora mı yoksa
akropol mu olduğu hep sorulan soru olmuştur. Açıktır ki, ilki ticaretin geçerli olduğu ve
halkın egemen olduğu bir toplumun, diğeri ise bir derebeyinin egemenliğini ve savaşçılığı
önplana alan bir toplumun ürünüdür.
Antik Yunan kentinde belli başlı yapılar vardır. Bu yapılar toplumun yaşantısı için
vazgeçilemez öğeler oldukları için hemen her kentte vardır. Ayrıca Klasik dönemin temel
mantığı olan herşeyi standartlaştırma ve ideal güzele ulaşma çabası yüzünden bu yapılar
genellikle birbirlerine benzeşir.
Agora: Halka açık, ticari, resmi, adli ve dini işlerin yapıldığı, içinde stoaların ve dükkanların
yanısıra tapınak ve sunakların da yeraldığı pazar yeri.
Akropolis: Genelde sarp bir tepeye kurulan şehrin savunmasında önem taşıyan iç kale.
Akropolde saraylar, savunma amaçlı yapılar ve tapınaklar yeralmıştır.
Stoa: En çok agoralarda bulunmakla birlikte, kimi tiyatro, tapınak ve gymnasiumlarda da
yeralan, halkın güneşten ve yağmurdan korunarak dinlenebileceği bir yapıdır. Genelde
uzunlamasına yapılmış bir duvar, buna paralel bir veya birkaç sütun dizisi ve bunları örten
bir çatıdan oluşur.
Bouleuterion: Antik Yunan'da kent meclisinin toplantılarının yapıldığı kapalı binadır.
Agoranın demokrasi olan ilişkisinin sonucu olarak kent meclisinin toplantı yapısı da
çoğunlukla agoraya yakındır. Bouleuterion Ocak Tanrıçası Hestia'nın sunağını da içerir.
Gymnasium: Antik Yunan'da gençlerin bedensel ve toplumsal eğitim aldıkları, çoğunlukla
spor yapılan bina. Bir poliste agora kadar önemli bir etkendir. Gymnasium içinde yeralan
palaestra spor çalışmalarının yapıldığı bölümdür.
Stadium: Açık havada yapılacak spor karşılaşmaları için kullanılan, çevresinde seyirciler için
oturma basamakları bulunan oval şekilli yapıdır.
Tapınak: Yunan theogonisinde çok fazla sayıda tanrı olması ve daha önemlisi her kentin bir
koruyucu tanrısının bulunmasının doğal bir sonucu olarak Yunan kentinde çok sayıda ve
görkemli tapınaklar bulunur.
Antik Yunan Sanatı
Seramik
Klasik dönemin en tipik özelliklerinden birisi de seramik kaplara ve bunların süslemelerine
tüm diğer kültürlerde olduğundan daha fazla değer verilmesidir. Güzel bir kap Yunan insanı
için gündelik bir eşyadan öte bir sanat eseridir.
Seramik kapların belli başlı dört kullanım alanı vardır:
1. Çeşitli katı ve sıvı maddeleri (yağ, su, şarap, tahıl, v.b.) depolamak ve taşımak için
kullanılan ve genellikle büyük boylu kaplar (amphora, hydria, pelike, stamnos gibi)
2. İçki içilirken kullanılan ve boyutları ihtiyaca göre küçük ya da büyük olabilen kaplar
(Krater, oinochoe, kylix, skyphos, lebes, kantharos, psykter gibi)
3. Çeşitli kişisel eşyaları (ör: takılar) veya kokulu yağları koymak için kullanılan ve genellikle
ufak ve kapaklı olan kaplar (leukythos, alabastron, aryballos, askos, pyxis gibi)
4. Birtakım özel törenlerde kullanılan kaplar (Loutrophoros, leukythos ve lebes gamikos gibi)
Kapları bunca değerli kılan en büyük etken de şüphesiz üzerlerindeki bezemelerdir. Tahta,
kumaş, deri benzeri malzemeler üzerine yapılan resimler günümüze ulaşamamıştır ve bugün
Yunan resim sanatı hakkında sahip olunan bilginin çoğu kapların süslemelerinden
edinilenlerdir.
Genellikle mitolojik sahnelerin işlendiği bu süslemeler Yunan mitolojisi, resim sanatı ve
günlük yaşamı konusunda da detaylı bilgiler vermektedir. Öyle ki, arkeologlar Klasik
Arkeoloji dönemlerinden bazılarını bu süslemelere göre yapmışlardır (ör: Protogeometrik,
geometrik, orientalizan gibi). Bu dönemlerdeki süslemeler önce basit çizgiler, ardından basit
geometrik süslemeler, sonra çok daha özen ve emekle hazırlanmış geometrik bezemeler ve
çoğu zaman da stilize olmaktan öteye gidemeyen insan ve hayvan resimleri içerirler.
Daha sonraları ise M.Ö. 6. ve 5. yüzyıllarda ortaya çıkıp yaygınlaşan iki teknik Klasik Dönem
boyunca en etkin bezeme teknikleri olmuştur. Bunlardan ilki Siyah Figür Tekniği'dir. Bu
teknikte resim açık kırmızı kil yüzeyi üzerine siyah gölge olarak yapılmış ve detaylar kazıma
çizgileri ile sağlanmıştır. Doğal olarak bu kazıma süslemeye sert bir hava katmaktadır.
Yardımcı renkler olarak koyu kırmızı ve beyaz da kullanılmıştır. Siyah figür tekniğinden en
çok yüz yıl sonra bulunan Kırmızı Figür Tekniği ise resmedilecek figürlerin kilin renginde
bırakılması ve figürlerin dışındaki alanın siyah boyanması esasına dayanır. Ardından, detaylar
kırmızı figürün içine siyah fırça ile boyanmaktadır. Bu şekilde sert kazıma izlerinin yerini
daha yumuşak, üstelik derinlik ve üçüncü boyut hissi veren çizgilere bırakmıştır. Ayrıca, bu
teknik vişne kırmızısı, beyaz, altın sarısı gibi değişik renklerin kullanılmasına da izin
vermiştir.
Heykel
Klasik dönemin heykel sanatını incelemenin en zor yönlerinden biri ele geçen heykellerin
sayısının az olmasıdır. Genellikle değerli malzeme ile yapılan bu heykeller sonraki
dönemlerde malzemeleri için tahrip edilmişlerdir. Bu durumda bilimadamları ancak
heykellerin sonradan yapılmış mermer kopyalarına bakarak heykel sanatı hakkında fikir
edinmek zorunda kalmışlardır.
Heykel sanatının bu derece önem kazanmasının sebebi ise Yunanlıların "İnsan herşeyin
ölçüsüdür" sözüne inanmaları ve dolayısıyla tanrılarına insansı tasvir etmeleridir. Üstelik
tanrıların kusursuz olması gerektiği düşüncesi de heykellerin etkileyici olmasına yolaçmıştır.
Aynı mimaride olduğu gibi heykelde de daha erken dönemlerden itibaren standartlar
oluşturulmuştur. Tüm insanlar heykellerde onbeş-onaltı yaşlarında genç delikanlı, yetişkin bir
insan oranlarında yapılmış genç adam, sakallı ve kaslı olgun erkek, zarif genç kadın ve sakin
olgun kadın gruplarından birinde gösterilmeye gayret edilmiştir. Bu sınıflandırma esasen
arkaik dönemde geçerli olmuştur.
Arkaik dönem heykellerinin çoğunda görünüm donuk ve serttir. Sonraları ise heykeltraşlar
bronz, fildişi, altın gibi daha kolay işlenebilir malzemeler ve gelişen teknikler sayesinde her
an canlanacakmışcasına başarılı heykeller yapmaya başlamışlardır. Zamanla heykellerin
duruşundan ve yüzlerinden duygu bile okunabilir hale gelmiştir.
Yine aynı mimaride olduğu gibi Klasik dönem heykelinde de orantı çok önem vermişlerdir.
İnsan vücudundaki oranlar aritmetik olarak hesaplanmıştır. Örneğin başı tüm gövde boyunun
yedide biri, ayak avuç içinin üç katı, ayaktan dize kadar olan mesafe avuç içinin altı katı
olmalıdır.
Mimari
Her ne kadar Karanlık Çağlar diye adlandırılan dönemi de içeriyorsa da M.Ö. 1100 ile M.Ö.
700 yılları arasında kalan zaman dilimi,Yunan sanatında sonraları klasik sayılacak eğilimlerin
temellerinin atıldığı zaman dilimidir. Yunanlılar mimaride kendilerine model olarak Mykenai
kültürünün sütunlarla çevrilmiş merkezi büyük bir odadan oluşan basit megaron tipi yapısını
almışlardır. Ardından birer doğa yasasıymışcasına inanılan kuralları geliştirmişlerdir. Bu
kurallar da farklı kültürlerin ve ihtiyaçların etkisiyle birkaç gruba ayrılmış ve bunlara düzen
adı verilmiştir. Bu kuralların en kesin uygulandığı yerler de şüphesiz tapınaklar olmuştur.
Arkeoloji biliminde tapınaklar mimarilerine, özellikle de sütun başlıklarında görülen
süslemelere göre sınıflandırılmışlardır. Tapınak yapısında bu denli dikkat çeken öğenin
sütunlar olmasının sebebi görsel etkilerinden öte gerçekten de tapınağın dışında kalan en
önemli ve büyük parça olan çatıyı taşıyor olmaları ve bu işlevleriyle yatay olan zemin ve çatı
arasında dikey bir geçiş sağlayarak tapınağı tamamlamalarıdır. Sütunlar bir yapıya zerafet de
katabilmektedir, güçlülük hissi de. İşte bu sebeple, Yunan tapınak mimarisinde sınıflandırma
sütun başlıklarına göre yapılmıştır.
Düzenler sütun başlarında kullanım olarak ortaya çıkmışsa da bir bütün olarak binaların
tamamını içeren sanatsal öğelerdir. Bunlar ortaya çıkış sıralarına göre zaman içinde ilk
örneklerini Yunan Anakarasında gördüğümüz en sade düzen olan Dorik Düzen, kaynağını
Anadolu'dan alan (Ephesos Artemission'u) İonik Düzen ve geç dönemlerde sanatsal yönden
daha süslü özelliği olan Korinth Düzen'leridir. Bu ana düzenlerin dışında Aeolik, Toskanik, ve
birçok unsurun beraber kullanıldığı Kompozit düzenler de kullanılmıştır.
Sütun başlıklarına güre yapılan sınıflandırmanın yanısıra bir diğer sınıflandırma da sütunların
dizilişlerine ve içindeki odaların sayı ve şekline göre yapılandır. Genel olarak tapınak ortada
tanrı heykelinin yeraldığı naos (sella) adlı dikdörtgen oda, bazen bu büyük odanın önünde ya
da arkasında yeralan daha küçük odalar ve bu odaları çevreleyen sütun dizilerinden
oluşmaktadır. Sütun dizileri yalnızca bir cephede, karşılıklı iki cephe boyunca, bir dörtgen
oluşturacak şekilde veya içiçe iki dörtgen şeklinde olabilir. Bu sınıflandırmada karşılaşılan
bazı türler şunlardır: Peripteros (Sellanın bir dizi sütunla çevrili olması), Dipteros (sella
duvarının dışının iki sıra sütunla çevrili olması), Pseudodipteros (Sella duvarları ile sütunlar
arasında ikinci bir sütun sırası girecek şekilde yapılan tapınak). Sık rastlanmasa da yuvarlak
düzenin uygulandığı da olmuştur.
Edebiyat
Yunan Arkaik Çağında, çok eski çağlardan beri söylenegelen destanlar düzenlenmiş ve
bunlara son şekilleri verilmiştir. Bu destanların en önemlileri M.Ö 8. yy'nin son yarısına ait
olan ve Homeros adlı gerçekten yaşadığından emin olunmayan bir şaire maledilen "İlyada"
ve "Odissea" ile bazı destanların Homeros tarzında işlenmesiyle oluşan, aristokrat
saraylarında ve dini halk bayramlarında okunan "Kiklos Destanları"dır. Bu destanlar,
bayramın adanmış olduğu tanrıyı öven ve proimion adı verilen bir giriş bölümü içerir.
Bu dönemin edebiyata getirdiği en büyük yenilik, bu yüzyılların belirleyici özelliklerinden olan
bireyselliğin sonucu olarak, kişisel duygulara dayanan lirizm akımının ortaya çıkmasıdır.
Lirizmin ilk örneklerini M.Ö.700 yıllarında yaşamış olan Boiotia'lı Hesiodos vermiştir. Bu şair
destan tarzındaki "Erga kai Hemerai" (İşler ve Günler) adlı eserinde kendi başından geçen
olayları anlatır, "Teogonia" adlı eserinde ise Yunan tanrılarının kökenlerine ilişkin görüşlerini
belirtir.
M.Ö.7. yy'nin ortalarında karşımıza çıkan Paros'lu Arhilohos, şiirlerinde halka hitabeden daha
sade bir tarz kullanmış, insanların kaderi üzerinde durmuş, kişiliğinin özelliklerini ve hayata
karşı olan duygularını açığa vurmaktan kaçınmamıştır. Destanlarda kullanılan "Hexametron"
ile daha kısa olan "Pentametron" vezinlerini kullanarak yazdığı "Elegia"lar ve birbirini izleyen
kısa ve uzun hecelerden meydana gelen "İombos"'larda gösterdiği ustalık daha sonraları lirik
şiirlerin yaratıcısı sayılmasına neden olmuştur.
Daha sonraları lirik edebiyat alanında ortaya çıkan şairlerin hiçbiri Arhilohos'un seviyesine
ulaşamamıştır. Bu şairler arasında kadınlara karşı hicviyeler yazan Amorgoslu Semonides ve
Tiran'ları eleştiren, hicviyeler yazan Hipponaks gösterilebilir. Şairlerin bu gündelik hayata ait
olayları anlatırken kullandıkları halk dili İombos vezniyle çok iyi uyuşmaktadır. Şiirlerinde
genellikle tiranlara olan kininden ve hayatın zevklerinden bahseden Alkaios ile Yunan
dünyasının en önemli kadın şairi olan ve Platon tarafından Musa'ların onuncusu olarak
tanımlanan Sappho, M.Ö. 6.yy.'da Lesbos(Midilli) adasında yaşamışlardır. Sappho şiirlerinde
yönettiği kızlar okulundaki kızlara duyduğu aşırı sevgiyi başarıyla anlatmıştır. Tiran
saraylarında şarabı va aşkı öven Teos'lu Anakreon, işlediği hafif konularla lirizmin derinlik ve
ciddiliğini kaybetmesine neden olmuştur.
Bu yüzyılın şairlerinden Ephesos'lu Kallinos vatan için ölmenin en büyük onur olduğunu ileri
sürerek gençleri Kimmer'lere karşı savaşmaya çağırmış, Spartalı komutan Tirtaios, savaş
marşları besteliyerek yurttaşlarını savaşa teşvik etmiştir. Lirizmden ayrı olarak meydana
gelmiş olan bu ulusal ve siyasal şiir türünün temsilcileri arasında, Teognis ve Atinalı Solon da
reformist düşünceleriyle yerlerini alırlar.
Arkaik çağın edebiyata getirdiği en önemli gelişmelerden biri de Tragedya'dır. Dini duyguların
bir göstergesi olarak gelişen dans ve lirik koro şarkıları, Attika'da ilkbaharda Dionysos
onuruna yapılan törenlerde özel bir şekil olarak tragedyanın temellerini atmıştır.Bu
törenlerde köylüler "Satir" (teke-adam) kılıklarına girerek ağıtlar okur ve alaylar
tertiplerlerdi. Başka tanrıların kültlerinde de bulunan ve "Dromera" adını taşıyan bu temsiller
başta kaba ve ilkeldi. M.Ö. 534 yılında tiran Peisistratos tarafından Atina'da düzenletilen
Dionysos şenliklerinde keçi maskeli kişilerin okudukları şarkıları manzum olarak iambos
vezninde cevaplarından, Hipokrites (cevap verici) denilen bir aktör ortaya çıkmıştır.
Karakterler arasında konuşma olmasını ve dolayısıyla belli bir olayın temsilini sağlayan bu
türün mucidininin İkaryalı Tespis olduğu söylenmektedir. Atina'da çok tutulan Tragedya nın
kelime kökü, Yunanca "teke" anlamına gelen Tragos ve manzum şarkı anlamına gelen Aoide
kelimelerinin birleşmesi sonucu oluşan Tragoidia kelimesidir.
Yunan edebiyatının klasik çağında filozofların eserleri ve nutukları sayesinde düzyazı büyük
gelişme göstermiş, şiir alanında Ksenofanes'i örnek alan Parmenides ve Empedokles'in
eserleri destan şeklinde yazıya dökülmüştür. Simonides, Bakhilides, Korinna ve Tebai'li
Pindaros bu çağda lirik ağıtların en güzel örneklerini vermişlerdir. Bu şairlerden en bilineni
olan Pindaros Panhelenik yarışmalarda kazanan atletler onuruna yazdığı şiirlerinde Olimpos
tanrılarının yüceliğini ve Yunan geleneklerinin kutsallığını anlatmıştır.
M.Ö. 5.yy'nin Yunan edebiyatına kazandırdığı en önemli eserler kuşkusuz Aishilos, Sofokles
ve Euripides'in tragedyalarıdır. M.Ö. 6.yy'nin sonlarına doğru tragedya, Hoirilos ve
mitolojinin yanısıra tarih konusunu da işleyen Frinihos'un piyesleriyle büyük ilerleme
kaydetmişti. Frinihos "Foinissai"(Fenikeli kadınlar) adlı dramında Salamis deniz zaferini
büyük başarıyla anlatmış, halkın çok etkilenmesi sonucu yasaklanan "Miletos'un zaptı" adlı
oyununda ise bu şehrin Persler tarafından ele geçirilişini sahneye koymuştu. Tragedyaya
esas şeklini veren ise Aishilos olmuştur. Aishilos konusunu mitolojiden alan piyesler
yazmıştır. Aishilos'un mitolojik konuya sahip olmayan tek piyesi bizzat katıldığı 2. Pers
Seferini konu alan ve çok önemli bir tarihi belge olarak kabul edilen "Persler"dir.
Tüm hayatını Atina'da geçiren Sophokles tragedyaya üçüncü bir aktör katmış ve
mitologyaya dayanan piyeslerinde tanrılar ve kahramanların gerisinde insanları da başarıyla
karakterize etmiştir. Yazdığı 111 piyesten yedi tanesi günümüze kadar ulaşmıştır.
Yazdığı yetmişbeş piyesten ondokuz tanesi günümüze oluşan Euripides, yalnız sanat için
yazan ve yaşayan bir düşünürdür. Tragedyada gelenek olduğu üzere konularını mitolojiden
alan bu yazar Aishilos'un kahraman, Sophokles'in ideal insan tiplemeleri yerine tanrı veya
kahraman maskesi altında çağının insanlarını incelemiştir. Zamanında beğenilmiyen yazar
Aristo tarafından en iyi dram yazarı olarak tanımlanmıştır.
Dionysos törenlerinden doğan bir başka tür de komedyadır. Sirakusa'da Gelon ve Hierro
zamanında İstanköylü Epiharmos'un kaleme aldığı komedyalarda, Sirakusa'da özgürlük
olmadığı için bazı mitosları gülünç bir şekile sokarak sahneledikleri bilinmektedir. Komedya
asıl gelişimini Atina'da geçirmiştir. Resmi nitelikte olan Dionisos şenlikleri kapsamındaki
yarışmalara, ilk kez M.Ö.5.yy'nin başlarında, komik korolar da alınmıştı. Kratinos ve Eupolis
gibi komedya yazarları konularını tragedya yazarlarının tersine piyes konularını günlük
hayattan alır, genelde parti mücadelelerini, başta bulunan devlet adamlarını ve sosyal hayatı
eleştirirlerdi. Hatta eleştirileri yüzünden Kratinos'un eserlerinden bazıları sansüre maruz
kalmıştı. Komedyanın en önemli yazarı Aristophanes'tir. Kırkdört piyesinden onbiri günümüze
ulaşmıştır.
Tragedya ve komedya dini bir tören sayıldığından aktörler, Dionisos kültüyle ilgili maskeler
taşırdı. Dublör kullanılmaz, seyirciler yarım daire şeklinde kerevetler veya tahta setler
üzerine otururlardı. Dionisos tiyatrosu denen bu tiyatrolar ancak M.Ö. 4.yy'de, yani
tragedya'nın en parlak çağı bittikten sonra taş yapıt haline gelmiştir.
Bu çağdan sonra tragedya ve komedya gerileme gösterirken, retorik ve felsefe yazıları belirli
bir ilerleme göstermiştir. Retorik yani sade ama etkileyici konuşma sanatı sofist olan
Trasimahos, Gorgias ve onun öğrencisi İsokrates tarafından geliştirilmiştir. Aynı çağda
nutuklarıyla ün kazanan hatipler arasında Lisias, Aishines, Hipperides ve Demostenes
gösterilebilir. Eski çağın en büyük hatiplerinden olan Demostenes'in yurtsever duygular ve
patetik sözlerle yüklü nutukları hem eski zamanların hem de günümüzün siyaset adamlarını
etkilemiştir.
Felsefe
Felsefe M.Ö.6.yy'nin ilk yarısında o zamanki dünya görüşünün insanları tatmin
etmemesinden doğmuştur. Yeni uygarlıkların keşfi bir takım sorunlar ortaya koymuş,
insanları bu sorunların üzerine eğilmeye sevk etmiştir. Bu yüzyıllarda İyonya'nın aydın
çevrelerinde kıpırdanmaya başlayan düşünce hareketleri dinin ve taassubun zincirlerini
kırmış dünyada olup biten şeyleri doğa üstü güçlerle değil tabiata egemen kanunlarla
açıklama eğilimi baş göstermiştir. Bu dönemlerde başlı başına şahsiyetler çıkmış ve bu kişiler
eski geleneklere karşı çıkarak dünyanın menşeini kavramak ve onu meydana getiren
elemanları saptamak için uğraşmışlardır. Bunlara İyonya tabiat filozofları adı verilmektedir.
Thales, bu dünyayı ve herşeyi meydana getiren şeyin su olduğunu iddia eder.
Anaksimandros havayı sudan önemli görür. Kselofannes de bu dönemin önemli felsefe
adamlarındandır. İyonya tabiat filozoflarının vardıkları birbiriyle çelişen çeşitli sonuçlara
rağmen bilime yaptıkları en büyük hizmet bu sorunları ilk kez ortaya atmaları ve bilimi pratik
amaçlar için kullanılan bir araç değil, sırf gerçeğe ulaşmak için teorik nitelikte bir araştırma
olarak kabullenmeleridir ki bu görüş bugünkü bilim görüşüne tamamen uygundur.
M.Ö. 5. yy.'nin (Birinci Klasik Çağ) ilk yarısında yetişen düşünürlerin büyük kısmı ya Atinalı
ya da Atina'da yerleşmiş yabancılardır. Anadolu'da ise tabiat felsefesini sürdüren bazı
filozoflar yaşıyordu. Fakat bunlar birbirleriyle çelişen teoriler ileri sürdüklerinden, bu teoriler
geniş çevrelere ulaşamamış, tüm Yunan adasına yayılamamıştır. Bu dönem önemli filozofları
arasında Ephesoslu Herakleitos tabiatta hiçbir şeyin olduğu gibi kalmayıp, nesnelerin sürekli
"logos" (akıl) olarak gösterdiği ve ateşle bir saydığı kanuna göre değiştiğini ileri sürmüştür.
Eleialı Parmenides de dünya hakkındaki görüşünü akıl ve mantığa dayamak suretiyle kurmak
istediğinden Yunan felsefe tarihinin ilk rasyonalist filosofu olarak bilinmektedir.
M.Ö. 480 yılından sonra kültür hayatında bir hayli gelişme olan Sicilya'da yetişmiş
Empedokles, Perikles zamanında Atina'da felsefe sistemini açıklamaya başlamış olan
Klazomenaili Anaksagoros, Abderalı Demokritos ve Sokrates bu dönemin en ünlü
yazarlarıdır. Demokritos düalist düşüncelerin tersine dünyadaki şeylerin sayıları sonsuz,
bölünmeleri imkansız, son derece küçük, renksiz ve sade olan zerrelerden yani "atom"'lardan
meydana geldiğini savunmuştur. Demokritos tam anlamıyla materyalist felsefe sistemi
ortaya koymuştur. Sokrates (M.Ö 470/69-399) insanları kendi kendilerine öğrenmeye sevk
ederek yurttaşlarının ahlaken daha iyi olmalarını, sosyete ve devlet içinde daha faydalı
elemanlar olarak çalışmalarını istiyordu. Kendisi sofizm dalında olduğu kadar felsefede de
döneminin en önemli şahsiyetleri arasına girmiştir. Yetiştirdiği öğrenciler Yunan tarihinin 2.
Klasik çağında felsefe alanında büyük gelişmeler yapmışlar ve onun düşüncelerini uzun süre
yaşatmışlardır. Sokrates'te eskiyi yıkmak isteyen devrimci bir taraf da vardı. Bu yönü
sebebiyle ağır eleştirilere uğramış, sonunda Anitas adında bir Atinalı'nın onu devlet tanrılarını
inkar etmek ve gençliği zehirlemekle suçlaması üzerine mahkemeye verilerek idama
mahkum olmuş ve zehir içerek intihar etmiştir.
M.Ö. 5 yy'da zamanımıza kadar bilim dünyasını meşgul eden problemler ele alınmaya
başlanmış, bunlara çözümler üretilmek üzere çalışılmıştır.
İkinci klasik çağda (M.Ö 4.yy) bir taraftan Demokritos'un atom teorisi geliştirilmekte diğer
taraftan Sokrates'in felsefi düşünceleri öğrencileri tarafından ilerletilmektedir. Bu öğrenciler
arasında Atina'da Kinosarges gimnasyonunda bir ekol kuran Antistanes gösterilebilir.
Antistenes'e göre dünya hazları ve kültür elemanları insanlar için zararlıydı. Bunun için
insanlar alçak gönüllü olmalı, gayet sade ve hatta ilkel bir yaşam sürdürmeliydi. Yalnız kendi
ihtiraslarına egemen olan kişi özgür olabilirdi. Antistenes'in görüşlerini Sinoplu Diogenes
daha da geliştirmiştir. Aynı sorunu Sokrates'in başka bir öğrencisi Kireneli Aristippos da ele
almıştır. Aristippos'un en önemli öğrensisi Hellenizm çağında faaliyette bulunmuş olan
Epikuros'tur.
Yalnız Sokrates'in öğrencilerinin değil, tüm Yunan filozoflarının en büyüğü Atinalı zengin bir
aileye mensup olan Platon (427-348/47)'dur.Yunan felsefesi Platon (Eflatun) ile en yüksek
seviyesine ulaşmıştır. "Faidon", "Apologia", "Simpasion", "Politeia" (Devlet) ve "Nomai"
(Kanunlar) en önemli eserleridir. Eflatun felsefesinin özünü idealar teorisi ve insan ruhunun
ölümsüzlüğü teşkil eder. İçinde olduğumuz sürekli akış halinde olan nesneler dünyasının
ötesinde Eflatun'un reel varlıklar olarak kabullendiği "idealar dünyası" yani tümel anlamların
meydana getirdiği sonsuz bir dünya vardır. Gerçek sandığımız nesneler bu ideaların
yaşadığımız dünyaya yansımalarından başka birşey değildir, bunlar ideaların gölgelerinden
ibarettir. Platon'un en ünlü öğrencisi Aristo'dur.
Aristo (384-322) genç yaşlarda Platon tarzında yazdığı dialoglarla ün kazanmıştır. Hocasının
"idealar" teorisinin mistik kısımlarını incelemiş ve aynı zaman da siyaset bilimi ile
uğraşmıştır. Makedonya kralı Filip 2'nin oğlu İskender'in öğretimiyle uğraşmış ve onun
Yunan kültürüyle yakından ilşkiye girmesini sağlamıştır. Aristo bilimleri dört kısıma
ayırmıştır: Mantık, metafizik, tabiat tarihi ve ahlak. Son iki gruba dair yazdığı eserler çok
önemlidir. Tabiat bilimi olarak fizik, astronomi, psikoloji, zooloji, botanik ve jeoloji'yi
kastetmiş ve bütün bu alanlarda yaptığı çalışmalarında zengin etüd kolleksiyonları
toplamakla bilimsel çalışmaların tam anlamıyla kurucusu olmuştur. Siyaset bilimi alanında da
uzun incelemeler sonucu "Politikai" adlı bir eser yazmış, bu eserinde tarihte karşılaştığı
monarşi, aristokrasi ve demorasi olmak üzere üç devlet sistemiyle meşgul olmuştur. Bu
kitabı, Yunanistan'ın yüzyıllar boyu siyasal durumu hakkında etraflı bilgiler verdiği için
tarihçiler tarafından çok önemsenmiş ve kullanılmıştır.
Aristo'dan sonra daha önceki filozofların yerini tutabilecek geniş görüşlü bir kimse
yetişmemiş, Hellenizm çağında ise tek tek bilim alanlarında uğraşan bilginler ortaya
çıkmıştır.
Mitoloji
Eski Yunanlılar doğadaki herşeyi tanrı olarak görmüşler, etraflarında olan her olayı bir
tanrıyla bağdaştırmışlardır. İnsan şeklinde olmalarına rağmen ölümsüz ve insanlardan çok
daha güçlü olan bu tanrılar Yunan mitolojisiin temelini oluştururlar. Asırlar boyunca
anlatılagelen ve "mythos" denilen hikayelerden oluşan Yunan mitolojisinin ana konuları
dünyanın, tanrıların ve insanların oluşumu, tanrıların kendi aralarındaki veya insanlarla olan
ilişkileri ve Troya Savaşı gibi gerçek olaylardır. Bu gibi gerçek olaylara, ağızdan ağıza
anlatılırlarken çeşitli hayal ürünü hikayeler eklenmesi sonucu oluşan efsaneler aynı zamanda
tarihsel değer de taşırlar.
Yunan mitolojisine göre başlangıçta, yani dünya oluşmadan önce Khaos (sonsuz boşluk)
vardı. Sonra Khaos'tan Gaia, yani toprak ve daha da sonra çekici gücün sembolü Eros çıktı.
Eros'un sayesinde Khaos ve Gaia'dan Erebos (yeraltı karanlığı) ve Nyks (gece), onlardan ise
Arther (göğün üst tabakalarının ışığı) ve Hemere (gündüz) doğdu. Daha sonra Uranos (gök)
ve Pontos'u (deniz) dünyaya getiren Gaia Uranos'la birleşerek erkek ve dişi titanları, tek
gözlü devler olan Kyklop'ları ve Hekatonkheires adlı yüz kollu devleri doğurdu. En son doğan
erkek titan olan Kronos babasını yenerek tüm evrenin kralı oldu. Krallığını kaybetmemek için
kendisi gibi titan olan karısı Rhea'dan doğan çocuklarını yiyen Kronos , kendisinden kaçırılan
oğlu Zeus tarafından yenilince mitolojide tanrılar devri başladı.
· ZEUS: Gök tanrısı olan Zeus annesi Rhea'nın yardımıyla babası Kronos'u tahtından
indirerek Olympos'a yerleşmiştir. İnsanları ve tanrıları tiranlar ve devlere karşı korumuş ve
onlara hükmetmiştir. Sık sık hayvan kılığına girip kadınları baştan çıkarır. Birçok sıfatı ve
simgesi vardır.
· HERA: Analığın yüceliği ve evliliği simgeler. Kronos ve Rhea'nın kızı olan Hera kardeşi
Zeus'la evlidir. Çoğunlukla kinci, kıskanç ve hırçın bir tanrıça olmasıyla tanınır.
· ATHENA: Evleri ve kentleri korur. Babası Zeus'un kafasından, tepeden tırnağa silahlı
olarak doğmuştur. Aklın ve zekanın gücünü simgeler. Genellikle silahlı olarak canlandırılır.
· APOLLON: Güneş tanrısı olan Apollon, Zeus ve Leto'nun oğludur. Aynı zamanda müzik ve
şiir tanrısıdır. Tanrıların en yakışıklısıdır.
· ARTEMİS: Av tanrıçası olan Artemis, Apollon'un kız kardeşidir. El değmemişliği simgeler.
Ok ve yay taşır, bir dişi geyik ve köpeklerle dolaşır. Simgesi hilaldir.
· HERMES: Zeus ile Maia'nın oğlu olan Hermes yolları ve onların üzerinde seyreden
habercileri gezginleri, satıcıları ve gerektiğinde de hırsızları korur. Becerikli ve kurnaz bir
tanrıdır.
· HEPHAİSTOS: Ateş tanrısıdır. Demircilik ve madencilik ustasıdır. Hera'nın oğludur.
Aphrodite ile evlenmiştir. İki ayağıda topal olan Hephaistos yer altında tanrılara silah yapar.
· ARES: Savaş tanrısıdır. Acımasız ve kavgacı bir tanrı olduğu için kimse tarafından
sevilmez.
· APHRODITE: Aşk tanrıçasıdır. Hephaistos'un sadık olmayan eşidir. Anadolu'da büyük
saygı görmüş adına kentler ve tapınaklar yapılmıştır.
· DEMETER: Bereket ve ekili topraklar tanrıçası, Kronos ve Rhea'nın kızıdır.
· POSEİDON: Denizler tanrısıdır. Denizciler iyi bir yolculuk için Poseidon'a yakarırlardı.
Zeus'un erkek kardeşidir.
· HADES: Ölüler dünyasının ve yeraltının tanrısıdır. Kendisini görünmez yapan bir başlığı
vardır.
· ASKLEPİOS: Asklepios sağlık ve hekimlik tanrısıdır. Yaygın kanıya göre Apollon ve nymphe
(su perisi) Koronis'in oğludur.Genelde elinde yılanlı bir asa ile betimlenir. Zeus tarafından
öldürülmüştür.
· DİONYSOS: Şarap, sarhoşluk ve bağcılık tanrısı olan Dionysos, Zeus ve Semele'nin
oğludur.Simgesi çam ve sarmaşıktır. Genellikle elinde kantharos adı verilen testiyle
canlandırılır.
· HESTİA: Ocak tanrıçası, evli kadın ve yeni doğmuş çocukların koruyucusu Hestia, Kronos
ve Rhea'nın bakire kızıdır. Onuruna her sitenin prytaneionunda sürekli olarak kutsal ateş
yakılırdı.
· THYKE: İyi ve kötü talih tanrıçası. Çoğunlukla taç ve elinde bereket boynuzuyla betimlenir.
· NEMESİS: Nyks'in kızıdır. Tanrısal öcü simgeler. Zeus'tan kurtulmak için kaza
dönüşmüştür, fakat Zeus da bir kaza dönüşerek Helene ve Dioskurları doğurmasına sebep
olmuştur.
· HYGİEİA: Sağlık tanrıçasıdır. Asklepios'la ilişkilendirilir. Hayvanı yılandır.
· HYPNOS: Uyku tanrısıdır. Erebos ve Nyks'in oğludur. Oğulları Morpheos, İcelos ve
Phantasos düşleri yaratır. Yaşadığı mağaradan unutkanlık ve kayıtsızlık ırmağı Lethe'nin
suları geçer.
· HYMENAİOS: Evlilik tanrısıdır. Genellikle Apollon ve Kalliope'nin oğlu olduğu kabul edilir.
· EROS: Aşkın ve üremenin tanrısıdır. Önceleri genç olarak betimlenen Eros daha sonra
Hellenistik dönemde kalpleri ok ile yaralayan kanatlı bir çocuk olarak betimlenmeye
başlanmıştır.
· PAN: Kırlar, çobanlar ve ormanların tanrısıdır. Keçi ayaklı, sakallı ve boynuzludur. Zevk
düşkünü bir tanrıdır. Syrinks (pan flüt) çalar, tepelerde dolaşır ve sürüleri korurdu.
KAYNAKÇA
1.
2.
3.
4.
5.
6.
7.
8.
Ege ve Yunan Tarihi, A. Müfit Mansel, TTK Yayınları
Anadolu Uygarlıkları, Ekrem Akurgal, Net Turistik Yayınları
Antik Çağda Kentler Nasıl Kuruldu?, R.E. Wycherley, Arkeoloji ve Sanat Yayınları
Strabon, Strabon, Arkeoloji ve Sanat Yayınları
Mimarlık Üzerine On Kitap, Vitrivius, Şevki Vanlı Mimarlık Vakfı Yayınları
Klasik Yunan Mitolojisi, Şefik Can, İnkilab Kitabevi
Mitoloji - Tanrıların Öyküsü, Derman Bayladı, Say Yayınları
Arkeoloji Sözlüğü, Secda Saltuk, İnkilab Kitabevi
Download