1 I.Dünya Savaşının sebepleri(1914-1918) Savaşın Genel Nedenleri 1-Fransız İhtilali sonucunda ortaya çıkan düşüncelerin hızla yayılması 2-Sanayi İnkılabı sonucunda gelişen sanayi, beraberinde hammadde ve Pazar ihtiyacını da ortaya çıkarmıştı. Hammadde ve Pazar ihtiyacı ise sömür¬geci devletleri karşı karşıya getirdi. (savaşın ana sebebi) 3-Almanya ve İtalya’nın siyasi birliklerini kurmaları sonucunda Avrupa’nın siyasi dengesinin bo¬zulması 4-Bloklar arası silahlanma yarışının hızlanması Savaşın Özel Nedenleri 1-Almanya ile İngiltere arasında ortaya çıkan siyasi ve ekonomik rekabet 2-Fransa’nın Sedan Savaşı sonucunda Almanya’ya kaptırdığı Alses Loren bölgesini geri almak iste¬mesi 3-Boğazları ele geçirip sıcak denizlere inmek isteyen Rusya’nın Almanya ve Avusturya– Macaristan’ı etkisiz hale getirme düşüncesi. 4-Rusların Slavları birleştirme (Panslavizm) politikasının Avusturya-Macaristan’ı etkilemesi (Slav-Germen çatışması) 5-Rusya’nın Balkanlara yönelik politikasının Balkanlar üzerinden Orta Doğuya açılmak isteyen Almanya’yı tedirgin etmesi. 6-Siyasi birliğini geç tamamlayan İtalya’nın yeni sömürgeler ele geçirmek ve Akdeniz’de etkili olmak istemesi. 7-Dini ve kültürel yayılma yarışı 8-Hanedanlar arası mücadeleler 9-Avusturya-Macaristan Veliahtı’nın Bosna-Hersek ziyareti sırasında öldürülmesi savaşın başlaması için bir kıvılcım olmuştur.(savaşın başlamasını sağlayan olay) PARİS BARIŞ KONFERANSI (18 Ocak 1919) Resmi toplanma nedeni: 1. dünya savaşı sonrası galip devletler barış antlaşmalarının taslaklarını hazırlamak ve aralarındaki problemleri çözmek için bu konferansı düzenlediler. Konferansa sadece İttifak devletleriyle savaşmış 32 devlet katıldı. Asıl toplanma nedeni: Osmanlıyı paylaşmaktı. Yunanlıları da Osmanlıyı paylaşma planlarına dahil ettiler. Daha önce vaat edilmesine rağmen Batı Anadolu’nun İtalyaya verilmeme nedeni: İngiltere boğazlar bölgesinde güçlü İtalya yerine ensesine vurabileceği Yunanı istiyor. Çünkü sömürge yolu...(İtilaf devletleri arasında ilk anlaşmazlık) İtalya Anadolu da kendine yer verilmesine rağmen İtalya Anadoluda işgal yapmamıştır. Hatta Osmanlı ya silah ve asker yardımı yapmıştır.(Paris konferansında İng.ye kızdığı için) -Paris konferansında alınan kararlar: 1- Bu devletlerin oluşturduğu Milletler Cemiyeti kuruldu. 2- Galip devletler Wilson ilkelerine uymayarak ağır şartları olan antlaşmalar hazırladılar. ABD de Avrupa ile ilişkileri en alt düzeye indirdi. 3- Ermeniler ilk defa bu konferansta Doğu Anadolu’da Bir Ermenistan Devleti kurulması fikrini dile getirdi. Avrupa destekledi. 4-Savaş sırasındaki gizli antlaşmaların uygulanması karara bağlandı. 5- İngiltere ve Fransa Wilson ilkelerine ters düşmemek için savaş tazminatı yerine “savaş onarımı” sömürgecilik yerine “manda-himaye sistemi” getirerek uygulanmasını sağladılar. 2 6- Bu konferansta Almanya, Avusturya ve Bulgaristan’ın antlaşma taslağı hazırlanırken Osmanlının ki sonraya bırakılmıştır. Çünkü Rusya’ya verilen bölgelerin Rusya’nın savaştan çekilmesiyle yeniden paylaşılması gerekiyordu. 7- ABD Avrupa’daki bu olaylara aktif olarak katılmama politikası izledi. Monroe Doktrini denilen bu politika sayesinde İngiltere ve Fransa 2. Dünya Savaşına kadar rahat hareket etmişlerdir. 8-İngiltere ve Fransa’nın İtalya’ya vermeyi kararlaştırdıkları İzmir’i Boğazlara yakın olmasından dolayı İngiliz çıkarlarını tehdit edecek bir güç olmasından çekinmeleriydi. Bu nedenle İtilaf devletleri ile İtalya arasında ilk görüş ayrılıkları ortaya çıkmıştır. 9-Konferans sonunda, itilaf devletleri sömürgecilik anlayışı yerine “Manda ve himaye” sistemini ortaya atmışlardır. 10-En fazla tartışılan mesele Osmanlı ile imzalanacak olan antlaşma olmasına rağmen; aralarında çıkar çatışmasına düşen galipler Osmanlı ile imzalanacak olan antlaşmayı karara bağlayamamışlardır. 1. DÜNYA SAVAŞINI BİTİREN ANTLAŞMALAR VERSAİLLES (Versay) ANTLAŞMASI (28 Haziran 1919) İtilaf devletleri ile Almanya arasında imzalandı. 1- Alsas-Loren Fransa’ya verilecek 2- Belçika yeniden bağımsız olacak 3- Çekoslovakya, Polonya, Lituanya ve Danimarka’ya toprak verilecek 4- Avusturya ile ittifak yapamayacak 5- Sömürgeleri itilaf devletleri arasında paylaşılacak 6- Almanya savaş tazminatı ödeyecek 7- Asker sayısı sınırlandırılacak ve silah üretimi durdurulacak SAİNT GERMAİN (Sen Germen) ANTLAŞMASI ( 10 Eylül 1919) İtilaf devletleri ile Avusturya arasında imzalandı. 1- Avusturya ile Macaristan ayrı iki devlet olacak 2- Macaristan, Çekoslovakya ve Yugoslavya’nın bağımsızlığını tanıyacak 3- Zorunlu askerlik kaldırılacak ve asker sayısı sınırlandırılacak 4- Avusturya savaş tazminatı ödeyecek 5- Almanya ile ittifak yapmayacak NEULLY ( Nöyyi) ANTLAŞMASI (27 Kasım 1919) İtilaf devletleri ile Bulgaristan arasında imzalandı. 1- Romanya, Yugoslavya ve Yunanistan’a toprak verecek 2- Zorunlu askerlik kaldırılacak ve asker sayısı sınırlandırılacak 3- Donanma ve hava kuvvetleri bulundurmayacak 4- Bulgaristan savaş tazminatı ödeyecek TRİANON (Triyanon) Antlaşması (4 Haziran 1920) İtilaf devletleri ile Macaristan arasında imzalandı. 1- Romanya, Yugoslavya ve Yunanistan’a toprak verecek 2- Zorunlu askerlik kaldırılacak ve asker sayısı sınırlandırılacak 3- Donanma ve hava kuvvetleri bulundurmayacak 4- Macaristan savaş tazminatı ödeyecek 3 BARIŞ ANTLAŞMALARININ GENEL ÖZELLİKLERİ 1- Versay Antlaşması ile Almanya’nın bir daha Avrupa’daki dengeleri sarsmaması amaçlanmış fakat bu ağır şartlar 2. Dünya Savaşına neden olmuştur. 2- Bulgaristan’ın Ege’deki son toprağı Yunanistan’a vererek Bulgaristan’ın Ege bağlantısı kesildi ve Osmanlı ile Yunanistan komşu oldu. 3- Antlaşmalarda Wilson ilkeleri dikkate alınmamış çıkarlar dikkate alınmıştır. 4-Sınırların çizilmesinde Milliyet prensibi dikkate alınmadığı için azınlık sorunları artmıştır. 5- Avrupa’da birçok yeni devlet kuruldu ve Avrupa’nın siyasi yapısı değişti. 6- Yeni rejimler ortaya çıktı. Brest Litovsk Antlaşması(3 Aralık 1918) Rusya Kafkas cephesini terk ederek Kars, Ardahan ve Batum’u Osmanlı’ya geri verdi. 1c-Önemi: 1-Kafkas, Galiçya, Makedonya ve Romanya cephesi kapandı 2-Berlin Antlaşması ile kaybedilen Elviye-i Selase Rusya’dan geri alındı 3-Osmanlı askerî yönden rahatladı 4-İtilaf bloğu sarsıldı. Açıklamalar: 1-Brest-Litowsk Antlaşmasını İtilaf Devletleri onaylamadı. 2-Ruslar Kafkaslardan çekilince; Gümrü civarında, İngilizlerin desteğiyle Ermeni Devleti kuruldu. 3-Türkler antlaşmadan sonra geçici olarak Hazar’a kadar ilerlemiştir. 4-Ruslar Elviye-i Selase’de plebisit yapılmasını istemiştir. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra 1918′de, İttifak Devletleri ile Ukrayna Cumhuriyeti ve Sovyet Rusya arasında Brest-Litovsk’ta imzalanan antlaşma. Barış görüşmeleri, Sovyet hükûmetinin isteği üzerine başladı. Görüşmelerden uzun süre bir sonuç alınmadı. Görüşmeler kesilince Almanlar saldırıya geçtiler. Bunun üzerine Ruslar görüşmelere yeniden başlamak zorunda kaldılar. Bu antlaşmalara göre Sovyet hükûmeti 3 Mart 1918′de Ukrayna, Polonya ve Baltık topraklarıyla Finlândiya’dan çıkmayı kabul ediyor ve 1878 yılında ele geçirdiği Kars, Ardahan ve Batum’u Osmanlı İmparatorluğu’na geri veriyordu. Antlaşma, 15 Mart 1918′de Sovyet Kongresi tarafından onaylandı. Ukrayna ve Rusya ile ilgili antlaşmaların her ikisi de Almanya’nın İtilâf Devletleri ile imzalamak zorunda kaldığı 11 Kasım 1918 tarihli ateşkes antlaşmasıyla yürürlükten kalktı. ANTLAŞMALARIN KORUNMASI DÖNEMİ Avrupa’da I,Dünya Savaşı’ndan sonra İttifak Devletleri’ne imzalatılan antlaşmalar kalıcı ve gerçek bir barış sağlamadı.hatta İttifak devletlerine zorla dikte ettirilen bu antlaşmalar Avrupa’da siyasal karmaşanın artmasına yol açtı. Ağır koşullu antlaşmalara maruz kalan ittifak devletleri bu antlaşmaların koşularının değişmesinin gerekli olduğu inancındaydılar.Örneğin Almanya savaş sonrasında Versay antlaşmasından kurtulmak için büyük çaba sarf etmiştir.Aslında Savaş sonrası Avrupa’da İttifak devletleri dışında kalan devletlerin de sorunları arttı.Yeni Siyasi ,asker, ve ekonomik gelişmeler devletlerin politikalarını yeniden gözden geçirmelerine yol açtı.Savaş sonrasında galip devletlerden FRANSA:savaşta elde ettiği çıkarları korumak.İNGİLTERE:ekonomik kayıplarını gidermek,İTALYA:amacına ulaşamadığından yeni çıkarlar elde etmek amacındaydı.ABD ve SSCB ise Avrupa siyasetinden büyük ölçüde uzaklaşmışlardı.Böylesi 4 bir atmosferde büyük devletler dünya barışının sürekliliğini sağlamak için çalışmaları hızlandırdılar.Bu çalışmalar sonucunda şu gelişmeler yaşandı: 1-Milletler Cemiyeti(Cemiyet-i Akvam):uluslar arası barışı sağlamak ve güvenliği korumak amacıyla İtilaf Devletleri Milletler Cemiyeti’nin kurulmasını kararlaştırdılar.(28 Nisan 1919)10 Haziran 1919’da Londar’da çalşımalar başlayan Milletler Cemiyeti 10 Ocak 1920 de resmen kuruldu.Bu cemiyetin merkezi Cenevre olarak belirlendi.Asıl amacı ulusalararası barışı korumak olan kuruluş yazık ki büyük devletlerin çıkarlarını korumak pahasına ilkelerinde ödün verdi.Sınır gibi,azınlık gibi konularda ezilen uluslardan yana tavır takınacağına ,büyük devletlerin organı gibi faaliyet gösterdi.Bu durum uluslar arası bir cemiyetin güvenirliğini yitirmesine sebep olmuştur. 2-Locarno Antlaşması:Alsas-Loren bölgesi yüzünden xıx.yy.da savaşan Fransa 1925 yılına gelindiğinde Almanya’ya olan güvensizliğini gerekçe göstererek yeni bir düzenlemeye ihtiyaç olduğunu bildirdi.Milletler cemiyeti daimi üyesi olan Fransa’nın bu çağrısı üzerine Fransa ile çoğu sınır komşusu olan Almanya,Belçika,Yugoslavya,Polonya ve İngiltere arasında bir antlaşma imzalandı.(1 Aralık 1925)Bu antlaşma ile ülkeler arasındaki sorunları barış yoluyla çözümlenmesi ,antlaşmazlıklarda milletler Cemiyeti’nin hakem olması karalaştırıldı. 3-Kellogg Paktı: Kellogg Paktı barışın sürekliliğini sağlamak ,devletlerarası ilişkilerde zor kullanmayı ,askeri mücadeleyi önlemek amacıyla 27 Ağustos 1925’de imzalandı.ABD, İngiltere,Almanya ,Japonya ,çekoslavakya ve Belçika gibi devletler Paris’te bir araya gelerek bu paktın oluşmasını sağlamışlardır. Abd’nin Monroe Doktrini: Monroe doktrini, Amerikan Cumhurbaşkanı Monroe'nin, 2 Aralık 1823'de "Monroe Doktrini" olarak bilinen prensiplerini kongreye sunduğu doktrin. Öngördüğü hususlar şöyle idi: a. Elde ettikleri ve sürdürdükleri özgür ve bağımsız durumları ile Amerika Kıt'aları bundan böyle Avrupa devletlerinden herhangi birinin kolonileştirme isteklerine konu olamaz. b. Kutsal İttifak Devletleri'nin siyasal sistemi Amerika'nınkinden tamamen farklıdır. Kendi sistemlerini bu yarım kürenin herhangi bir yerinde yaymak için yapacakları herhangi bir girişimi barış ve güvenliğimiz için tehlikeli görürüz. c. Avrupa ülkelerinin herhangi birinin mevcut kolonilerine, ya da ona tabi olan bölgelere hiç müdahale etmedik ve etmeyeceğiz. d. Avrupa devletlerinin kendilerini ilgilendiren sorunlar yüzünden yaptıkları savaşlarda hiçbir zaman taraf tutmadık ve böyle bir davranış siyasetimize de uymaz. " Monroe Doktrini Amerikan siyasetinin adeta değişmeyen Anayasası olmuş ve bu nedenledir ki Birinci Dünya Savaşı'na dahi Almanya tarafından güvenliğinin yakın bir şekilde tehlikede olduğunu gördüğü için girmiştir. Ancak, Amerika, bu savaşa bir ortak olarak değil, taraf olarak katılmış ve savaştan çekilme hakkını daima muhafaza etmiştir. Keza, Monroe Doktrini dünya politikasında Birleşik Devletler'in siyasetini açıklığa kavuştururken bu ilkelerden sapma temayülü gösteren liderlerine müsamaha göstermemiştir. Monreo Doktrini'nde olduğu gibi, Versay'dan sonra da Amerika, Milletler Cemiyeti ve Avrupa ile ilgisini tamamen kesmemekle birlikte, Latin Amerika ve Uzak Doğu ile daha fazla ilgilendi. Bu dönemde Avrupa'nın Uzak Doğu ile ilgisi azalırken Japonya yeni bir güç olarak bölgede etkin rol almaya başladı. Dolayısıyla Japonya Amerika için bir rakip ülke ve endişe konusu oldu. 1922 Washington Konferansı ile Japon deniz gücünün sınırlanmasında, bu durum önemli bir faktör oluşturdu. Bununla birlikte, Uzak Doğu'da Japonya ile Birleşik Amerika arasında sürtüşme ve çatışmalar 1931 yılından itibaren yeni bir boyut kazandı. 5 SOVYETLER BİRLİĞİNİNKURULUŞU VE GÜÇLENMESİ 1917’den 1991’e kadar SSCB çeşitli dönemlerden geçmiştir: -Devrimin hemen ardından Savaş Komünizmi olark adlandırılan dönem(1917-1921). Sovyetler’in düşmanı olan devletlerin rejimi yıkmak için kışkırtığı iç güçler ve onun yarattığı cephe gereksinimleri, yalnız büyük sanayinin değil, orta ve küçük sanayide ulusallaştırılır. -Bunu, Yeni İktisat Siyaseti(NEP) dönemi izler(1922-1928). İçte ve dışta ortaya çıkan güçlüklere karşın , sosyalist kesim yararına işleyen bir karama ekonomi dönemidir bu. -Nazi Almanyasının yenilgisiyle sonuçlanan savaşı ise, Sovyetler Birliği ile Batılı bağlaşıkları arasındaki temel aantlaşmazlıkların somut sorunlar halinde ortaya çıkması ve bunun sonucu olarak beliren Soğuk Savaş dönemi izler. -Stalin’in 1953’de ölümü, 1956’da toplanan 20. Kongre ile yeni bir dönem başlar. -Kruşçef’in iş başından uzaklaştırıldığı 1964’ten 1983’e kadar uzanan ve Kosigin-Brejnev ortak yönetiminin, onları sonra Andropov ve Çernenko dönemleri izler. -Son dönem, Gorbaçov’un reformlarıyla Sovyetler’in çöküşüne zemin hazırlayan dönem olur. Sovyetler Birliği’ndeki iki temel unsuru vardı -Sovyetler Birliği çok uluslu federal bir devlettir. -Sovyetler Birliği, bir sosyalist demokrasi’dir. Rus Çarlığı, sınırları içerisinde birbirinden ırk, dil, din bakımından farklı toplulukları barındırırdı. Bunların arasında Ruslar diğerlerini yönetir konumdaydı. Büttün bu halkları merkezi otoriteye bağlı kılabilmrk için ruslaştırma politikası izlenirdi. Dverimden sonra diğer uluslar Ruslarla eşit konuma geldi. Bağımsızlıkları kabul edilen uluslar federalizm ilkeleri içinde biraraya getrildi. Sovyetler Birliği, 15 birlik cumhuriyetin meydan gelmekteydi. Ayrıca bunların içinde özerk cumhuriyet, eyalet ve bölgeler vardı. Cumhuriyetlerden her biri, federal devletin yetkisne girmeyen konularda bağımsızdı. Feberal devletin yetkileri arasında: Sovyetler Birliği’nin uluslarası ilişkileri ile savunulması; -Sovyetler Birliği’nin iç örgütlenişi; -Ekonominin genel yönetimi; -Hukuksal örgütlenme ile kültürel örgütlenmenin genel yönetimi; Devlet iktidarının temel kurumu, iki meclisli Yüce Sovyet’ti. Bu meclislerden biri (Birlik Sovyeti)Sovyetler Birliği’ndeki halkların bütünü temsil eder, ötekisi (Ulusal Topluluklar Sovyeti) ise federe cumhuriyetleri ve özerk bölgeleri. Yüce Sovyet bir yasama organıdır. Yürütme organını oluşturan Bakanlar Kurulu’nu seçen de bu Yüce Sovyettir. Sovyetler Birliği’nde, Batı demokrasilerinde çeşitli biçimlerde uygulanan güçler ayrılığı ya da görev bölünmlerine benzeyen bir durum yoktu. Güçler birliği ve dikey bir yetki paylaşımı vardı. Bütün yetki Yüce Sovyet’in elindeydi. Prezidyum, ondan aldığı yetkileri onun adına kullanıyordu. Bakanlar Kurulu da alına kararları uyguluyordu. Batı demokrasilerinden farklı olarak, sovyet demokrasisi tek partiliydi. Bu parti, Sovyetler Birliği Komünist Partisi adını taşırdı. Komünist Parti’nin kendi kongrelerindeki kararları, Sovyetler Birliği’nin siyasal yaşamında bir aşama niteliği taşırdı. Devlet mekanizmasının gerçek dinamosu bu partiydi. Sovyetlerde özgürlüklerin anlamı Batı’dakinden farklıydı. Marksist anlayışa uygun olarak, özgürlükler, soyut ve mutlak veriler olarak değil, toplum yapısında belli bir sürece göre yapılcak değişikliklerle gerçekleşcek şeyler olarak kabul edilirdi. Sosyalist ilkelere dayanan üretim biçimi ve ilişkileririnden dolayı Sovyetler Birliği'nde toplum, bütün kurumlarıyla Batı'dakinden farklı bir toplum yapısı olarak ortaya çıkmıştı. 6 Sovyetler Birliği'nde, devrimden önceki eski sınıf ve zümreler kalmamıştı; "Soylular" sınıfı bütünüyle ortadan kalkmıştı; "Ruhban" ise, sosyal planda sadece bir meslekti; "Burzuvazi" bütün biçimleriyle tasviye edilmişti. Sovyetler Birliği'nde bir işçinin, bir mühendisin, bir opera sanatçısının topluma verdiklerinin birbirinden farklı şeyler olduğu kabul edilir ve buna göre emekleri karşılanırdı. Bu farklılıklar bir takım sınırlamalara bağlıydı: * Spekülasyon yoluyla kazanç elde etmek olası değildi. Çünkü, Sovyetler Birliği'nde borsa veya tahvil piyasası yoktu. * Zorunlu gereksinim maddelerinin fiyatları düşük, onun dışında kalanların fiyatları ise yüksek tutulmuştu. Böylece herkes, kısa dönemde zorunlu gereksinimleri karşılandığına ve onun dışında kalanların satın alınması da büyük tasarrufları gerektirdiğine göre, para biriktirmek büyük bir önem taşımamaktaydı. * Bireyin sosyal planda yükselme olanakları -hekese açık eğitim örgütü ile- geniş ölçülere vardırılmıştı. Bir işçi ya da köylü çocuğu kapitalist ülkedekilerden daha kolaylıkla istediği mesleğe sahip olabilirdi. Çarlık Rusyasında çocukların ve yetişkinlerin hemen hemen beşte dördü okuma olanaklarından yoksundu. Rusya’da yapılan 1897 genel nüfus sayımına göre, dokuz yaşında ve daha yukarı yaşta olup okuma yazması olmayanların oranı, nüfusun %76’sını buluyordu. Kadınlarda %88’e yükseliyordu bu oran Ekim Devrimi’nden sonra, eğitim sorununa, rejimin gelişmesi ve sağlamlaşmasında doğrudan katkısı olan bir sorun olarak bakıldı. Sovyetler Birliği’nin son dönemlerinde okuma yazma bilen insan sayısı %100 yaklaşmıştı. Eğitim tamamıyla lailti. Okullarda dinsel eğitim yasaklanmıştı. 14 yaşına dek kişinin bütün eğitim masraflarını devlet karşılardı. Yüksek öğretimde, geniş bir burs sistemi uygulanırdı. Üniversite ögrencilerinin dörtte üçü civarı devletten burs alırdı. Üniversite öğrencilerinin yarıya işçi ve köylü çocuklarıydı. 1917 Ekim Devrimi’nden hemen sonra, aile kurumu parçalanır duruma geldi: Bir yandan, bütün baskınların ortdan kaldırılması ve özgür aşkı savunan bazı anarşistler, öte yandan toplumun içinde bulunduğu iktisadi ve sosyal koşullar, aileyi bir süre sarstı ve hıpladı. Evlenme ve boşanma işleri yalınlaştırıldı. Çocuk aldırmak srbeste bırakıldı. Zamanla, koşullar iyileştikçe, ailenin güçlendirilmesine önem verildi: 1936’da çocuk düşürmek yasaklandı ve aynı zamanda gebe kadınlara devletin ilgisi ve yardımı artmaya başladı. 1944 yılında aile ile ilgili olarak çıkarılan bir kanunla, evlenme kurumuna verilen değer arttı. Bunun dışında evlilik dışı olan çocuk ve anası maddi ve manevi olarak korundu ve yardım gördü. Kadın, bütün üretim faaliyetlerine katılmaktadır: Kdınlar, kolhozlarda, tarımsal yaşamda çok etkin rol oynarlardı, maden ve sanayide çalışanların %30’da kadındı. Sovyetler Birliği’nde yüksek bir nüfus artışı vardı. Başta, bu doğumların fazla olmsından ileri geliyordu. Çocuk, devletin ücretsiz doğumevlerinde doğardı. Çocuğun bakımına, çok sayıda kreş ve çocuk bahçesiyle devlet destek olurdu. Kreş ve çocuk bahçeleri kentlerden köylere ve kolhozlara kadar yayılmıştı. 1919 Ocağında, Sovyet rejimi devletle kiliseyi birbirinden ayırdı. Ne var ki, uygulamada, Çarlık rejimini tutan bir kısım ruhban, sert yaptırımlarla karşılaşırken. Militan Tanrıtanımazlar Derneği’nin öncülüğünde yoğun bir din aleyhtarı propaganda yürüttü. Olaylar, 1924’da yatıştı, 1929 yılında, bir dine inananların taplantı ve dernek kurmaları kabul edildi. 1943’da Ortdoks Kilisesinin kendisine patrik seşmesi ve ruhani mecli kurmasına müsaade edildi. Sovyetler Birliği’nde, kilise ve devlet arasındaki ilişkiler özel bir kurum tarafından düzenlenirdi. Merkezi sosyalist plana dayalı bir ekonomiye sahip olan SSCB'nin ekononik temelini üretim 7 araçlarının sosyalist mülkiyeti oluşturur. Dünyanın ABD'den sonra ikinci büyük ekonomik gücüne sahip SSCB'de işsizlik ve enflasyon yoktur. SOVYET KALKINMA POLİTİKALARININ İZLERİ Bolşevik ihtilâlinden(8) sonraki ilk yıllarda Sovyetler Birliği yöneticileri genel kalkınma hedefleriyle, Orta Asya'daki özel amaçlarını belirlediler. Bunlara ulaşmak için, sistemli bir şekilde, acımasızca sert tedbirler uyguladılar. Bu hedef ve statejiler, Sovyetler'in ve uydularının dışındaki toplumlarda uygulanan modernleşme ve kalkınma politikalarından çok farklıydı. Sovyetlerin Orta Asya'da uyguladığı politikaların en çok tenkit edilen tarafları şunlardır: 1- Rusların askerî ve politik kontrolü elinde tutması 2- Rusya'ya uzun dönemli iktisâdî ve teknolojik bağımlılığın sağlanması. 3- Geleneksel müslüman Orta Asya toplum ve kültürlerinin sistemli olarak kaldırılması. 4- Eskisinin yerini alacak yeni alterneatif bir Sovyet-Rus kültür ve toplumun yaratılması. POLİTİK KONTROL: MERKEZİLEŞMİŞ DEVLET GÜCÜ Bolşevik ihtilâlinin temel amacı, siyâsî otoriteyi elde tutmak ve Komünist Parti'nin tam anlamıyla hâkimiyeti sağlamaktı. "Proletarya diktatörlüğü", sistemin kurulması, üretim faktörlerinin kontrolü ve yönetimi yoluyla diğer ihtilâl amaçlarının gerçekleşmesi için kullanılan bir araçtı. İhtilâlin gerçekleşmesinde, işçi sınıfı sosyal kurumları organize ederek önemli roller üstlendi. Bu kurumlar, "Sovyetler", ticârî birlikler, fabrika komiteleri, gazeteler ve milislerdi. Bunlar,sosyalizm için iktisadî, kültürel ve siyâsî çevre oluşturarak, sınıf düşmanlarını ayırarak, sosyal devlet diktatörlüğü içinde toplumla devletin amaçlarını bütünleştirmeye çalıştılar(9) Thomas Remigton’un da belirttiği(10) gibi, böylece "ikili bir toplum" yaratıldı: "Toplumun bir kesimi, resmî doktirin, bürokratik dayanışma ve devlet otoritesi ile çevrili bir kale içindeydi. Kalan kısmı ise, ferdîleşmiş kazanç ve zararlara dayalı küçük ölçekli, organize olmamış küçük dünyalarıının sırlı gizliliklerinde yaşıyordu. Sovyetler, ilk rüyalarını gerçekleştirmek için, daha fazla otorite kullanarak, halk üzerindeki kontrolleri arttırdıkça, devlet kontrolündeki bölgeler ile özel bölgeler arasındaki bölünmeler daha da çoğaldı.” Sömürgeci Rus Çarlık Devleti’nde olduğu gibi, Bolşevik ihtilâl hükümeti de Türkistanda hâkimiyet kurmak istedi.(11) Türkistanda, komünist sistemin Ruslar tarafından yönetilmesi için, şehirlere ve kırsal kesimlere Ruslar yerleştirilerek Sovyet otoritesi sağlandı. Bolşeviklere karşı bir direnme hareketi olan "Basmacılar Hareketi", iyi organize olmamakla birlikte, halk tarafından geniş bir şekilde desteklenmştir. Ancak, Ruslar 1924'de müslümanların yiyeceklerine el koyarak onları aç bırakarak ve askerî güç kullanarak bunu bastırdılar. 1925 yılından itibaren, Orta Asya'lılar siyâsî bağımsızlıklarını tamamen kaybettiler ve Ruslaştırılmış müslümanlar(12) tarafından idâre edilmeye başladılar. Potansiyel ve gerçek liderler tasfiye edilerek ve derhal öldürülerek "temizleme hareketleri" sistemli bir şekilde yürütülüyordu. Bu sebeple, karşı direnme hareketlerinin ortaya çıkması engelleniyordu. Sovyetler, devleti ezici gücünü Orta Asyada planlı bir tarzda yayıyorlardı. İKTİSÂDÎ BAĞIMLILIK Sovyet politikalarının ikinci en önemli amacı, Orta Asya’nın iktisâdî kaynaklarına el koymak ve uzun dönemli olarak iktisâdî ve teknolojik bağımlılığı yaratmaktı. Rusya açısından, da Asya’nın taşıdığı önemi konu alan pek çok çalışma bulunmaktadır.(13) Sovyetlerin Orta Asya ile ilgili görüşleri, Lenin ordudaki yoldaşı Ziovniev tarafından Ekim 1920 de en açık bir şekilde ifâde edildi: "Biz Azerbaycan petrolü ve Türkistan’ın pamuğu olmadan yapamayız. Bizim için gerekli olan 8 bu ürünleri eski Çarlık Rusya sömürgecileri gibi değil, medeniyet meş'alesini taşıyana ağabeyleri olarak alırız."(14) Sovyetler Birliği, pamuk ihtiyaçlarını karşılamak için Orta Asya'da süper ihtisaslaşma denilen bir uygulamayı başlatti. Pamuk üretimi çoğaltmak için alt yapı yöntemleri artırıldı. Böylece Sovyetler Birliği'nin toplam üretimi içinde ham pamuk ve pamuk ipliğinin % 95’ini bitkisel yağların % 15' ini, pamuk üretme teçhizâtının ve makinalarının % 100' ünü pamuk çırçırlarının % 90'dan fazlasını ve sulama için gerekli teçhizâtın ve dokuma teçhizâtının büyük bir kısımını Orta Asya Cumhuriyetleri üretti (15) Orta Asya, petrol ve hidroelektrik enerjide Sovyetlerin en zengin bölgelerinden biri, doğal gaz kaynaklarında da Batı Sibirya'dan sonra ikinci gelmesine rağmen Rumer, Orta Asya' nın verimlilik kapasitesini pamuk üretimi ile aynîleştirdi.(16) Özbekistanda üretilen pamuğun % 96'sı işlenmek için Rusya Federasyonu'na, Ukrayna'ya, Beyaz Rusya'ya ve diğer Avrupa Cumhuriyetlerine götürüldü. Orta Asya'da tekstil imâlâtı kurulamadı, bölgeninin kendi pamuğuna dayalı elbise imâlâtı bile Rusya'ya bağımlı hâle getirildi. Orta Asya’nın en verimli topraklarının % 70'den fazlasının pamuk ekiminde kullanılması, gıda ürünlerinde Rusya'ya bağımlılığa sebep oldu. 1980'lerin sonlarında Ruslar'ın "tarımsal sömürgeci" yaklaşımlarının ezici etkileriyle; çevre ve Türkistan halkı üzerindeki trajedik sonuçları Sovyet standartlarına göre bile utanç verici boyutlara ulaştı. Moskova'da haftalık yayınlanan "Litraturnaya Gazeta", Özbekistandaki süper ihtisaslaşmanın sebep olduğu problemleri şöyle belirtmektedir: "İhtisaslaşma mantıklı olmalıdır: Özbekistanda ihtisaslaşma, pamuğun hâkimiyetiyle yozlaştı. Bölgenin bütün ihtiyaçları Moskova'da a1ınan kararlarla tesbit edildiği için, ilk anda monokültüre yol açtı. Tarlalara sadece pamuğun ekilmesi ve diğer ürünlere izin verilmemesi ülkeyi bir pamuk tarlasına dönüştürdü. Özbekistandaki bu uygulama sadece tarımı değil, eğitimi, kamu ahlâkını (resmi kurumlardaki bozulma ve rüşvet gibi) çürüttü.”(17) Moneokültür, tabiî kaynakların işlenmeden bölgeden çıkarılması ve diğer bölgelerde sanayi tesisleri kurulması Orta Asya'yı Ruslara bağımlı hâle getirmiştir. Bölgeye bütün ekipman, makine Rusya’dan getirildi ve Slav uzmanlar ve idâreciler tarafından işletildi. 70 yıl süren Sovyet hâkimiyeti boyunca bu politika devam ettirildi. Bölge halkının geleceği için iktisâdî bağımsızlığın önemi sadece şimdi tartışılmaya başlandı. KÜLTÜREL VE İDEOLOJİK KONTROLE DOĞRU: KİMLİĞİ BULMA MÜCÂDELESİ Eski Sovyetler Birliği’nin iki temel gâyesi kültürel ve ideolojik dönüşümle bölgedeki hâkimiyeti sağlamaktı. Sovyetler Bolşevik ihtilâli için gerekli olan Türkistan’ın ürünleri (petrol ve pamuk gibi) eski Çarlık sömürgecileri gibi değil Zinoviev'in dediği gibi medeniyet meşalesi taşıyana büyük ağabeyleri Ruslar adına geri kalmış Orta Asya'lıları modernleştirmek ve aydınlatmak için aldılar.(18) Sovyetler Birliği yöneticileri, klâsik sömürgeci geleneğiyle yaklaşarak Türkistan halkının diğer şarklılar gibi kendileri yönetemeyecekleri(19), bu sebeple Ruslar tarafından yönetilmeleri gerektiği varsayımıyla hereket ettiler. Orta Asyalı'lar kendi kalkınmaları ile ilgili hedefler ve araçlar hakkında hiç bir söz hakkına sahip değillerdi. Böylece medeniyet meşalesi taşıyana büyük ağabeyleri Ruslar, bu yeni Marksist-Lenist ihtilâlci ideolojiyi, tekneolojik gücü Orta Asya'yı modernleştirme adına kullandılar.Yerli yöneticelerin direnişlerini şiddet kullanarak engelleyerek ve bölgelerin kendi kültürel ve dini değerlerini reddederek,"Orta Asya'yı modernleştirme” planlarını gerçekleştirdiler. Sovyetler, Orta Asyalıların kültürlerinin şahsî ve müşterek kimliklerinin kendi hedefleriyle uyum sağlamayacağını anladılar. Bunun için de Islâmî değerlerin, kurumların ve hanedana mensup olanların yok edilmesi ve yerine yeni Sovyet Rus değer hükümlerinin yerleştirilmesi gerektiğini düşündüler.Orta Asya’nın geleneksel sosyo-kültürel sistemine bu amaçla üç açıdan saldırdılar. 1) Türkistan’ın parçalanması, 2) Türkistan’ın diğer müslümanlandan ve 9 Türkçe, Farsça konuşan ülkelerden olduğu kadar tarihî geçmişinden tecrid edilmesi. 3) Dini inanç ve değerlerin bilhassa Islâmiyetin tahrip edilmesi ve Islâmî kurumların bozulması. l. TÜRKİSTAN’IN PARÇALANMASI Sovyet politikalarının en bâriz başarılarından biri, Türkistan’ın sürekli ve radikal bir şekilde topraklarının ve siyâsî bütünlüğünün parçalanmasıdır. Bu politika 1924 yılında Stalin'in "toprakların sınrlarının çizilmesi" ve "Sovyet Milletler" politikası ile dil ve diyalekt farklılıklarına dayalı Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler ve Otonom Cumhuriyetler adı altında bölgeninin çok sayıda ve suni şekilde sınırlara ayrılmasıyla başladı. Türklerin anayurdu mânâsına gelen Türkistan gibi siyâsî ve kültürel mânâ ifâde eden terimler birdenbire resmi yazışmalandan ve beyanlandan kaldırıldı. Yerine sosyal tansiyonu yükselten ve milletler arasında stratejik kaynakların rekabetine yönelen "milliyetçilik" kavramı getirildi. Sovyetlerin uyguladığı politikaların tesiriyle 1991'de Batı Türkistan’dan 5 bağımsız cumhuriyet doğdu. Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Türkmenistan ve Özbekistan. 2. KÜLTÜREL TECRİD Eski Sovyetler Birliği, Orta Asya kültürünün temellerini gizli entrikalarla çürüttü. Böylece Türkistanlılar hem Türkiye'den hem de diğer müslüman dünyasının tarihi literatüründen hem de ilmî mirâsından tecrid edildiler. Bunu iki yolla başardılar: Eski Sovyetler'in güney sınırları boyunca bir demir perde çekerek ve dışardakileri yalanlayarak ve seri alfabe değişimlerine giderek. Önce Türkçe Çağatay(20) dilinde asrlardır kullanılan standart Arap Fars alfabesi yerine reforme edilmiş bir Arap-Fars alfabesi getirildi.Sonra 1929 da Latin alfabesi,1939-40 yıllarında da Kiril alfabesinin çeşitli formları kabul edildi. Çeşitli diyalektler ve resmi dillerin herbirisinin yazımı için farklı Kiril alfabesi kullanıldı. Türkistanda Kiril alfabesi kabûlü iki önemli sonuç yarattı: Birincisi, Rusya'dan ödünç alınan kelimelerle sun’î olarak doğan bu yeni diller zenginleşerek, Türkistanlıların birbirlerinin dillerini anlamaz hâle gelmelerine yol açtı. İkinci olarak da, yeni neslin hem Türkçe Çağatay alfabesiyle yazılmış çok sayıdaki edebi mîrastan mahrum olmalarına hem de Sovyetler Birliği dışındaki diğer müslüman ülkelerde yazılan eser ve metinleri anlamamalarına, hattâ inkâr etmelerine ve eski kültürü bilenleri de modası geçmiş fikirlerle dolu kabul etmelerine sebep olmuştur. Bu durum Orta Asyalıların, genel anlamda dünyanın geri kalan kısmından ve özel anlamda da müslüman dünyasından fıkir ve kültür açısından tecrid edilmelerine yol açtı. 3. İSLÂMIYETİN VE KURUMLARIN YIKILMASI Sovyet’lerin İslâmiyet'e ve onun yeniden canlanmasını ve devamını sağlayacak kurumlara yönelen saldırılarının temellerinde, hem ideolojik hem de pragmatik sebepler vardı.İdeolojik açıdan Islâmiyet'in laik, ferdiyetçi, rasyonel, sanayileşmiş, modern sosyalist hayatın ihtiyaçlarıyla uyuşamıyacağını düşündüler. Bunun için de, İslamiyet'e karşı çıktılar.(21) Pragmatik olarak ise İslamiyet, Türkistandaki, heterojen halkın fıkren ve mânen birleşmesini sağlıyordu. Müslüman liderler, sûfiler ve ulemalar Sovyet hakimiyetine karşı, merkez teşkil edebilecek tek güç kaynağı idiler. Gerçekten Rus zulmüne karşı yapılan bütün direnişler, "Basmacı Harekâtı"(22) da dahil olmak üzere, İslamiyet adına yapılmıştır. Bu sebeple, İslâmiyet, Sovyet devleti tarafından düzenli, sistemli ve yoğun bir şekilde yapılan saldırılara hedef olmuştur. Bunlar arasında sayısız müslüman âlimi ve mahallî liderlerîn öldürülmesi, İslâmî edebiyâtın ve metinlerin yok edilmesi, câmilerin, hanların, medreselerin, vakıfların yıkılması, bütün açık ibâdetlerin yasaklanması, müslümanlara ait olan şahıs isimlerinin değiştirilmesi, şeriya mahkemelerinin ilgâsı bulunmaktadır. Sovyetler, özellikle, geleneksel akraba ilişkilerine, dini liderlere, soy ve âile münasebetlerine, İslâmî kurallarla 10 belirlenen özel mülkiyet ve mîras haklarına hücum ettiler. İlâveten, Orta Asya'lıları, Islâmiyet'i zararlı tesirlerine karşı kışkırtmak ve İslâmiyet'e olan güven sarsmak için, bunların yerine yeni Sovyet kurumları kurdular. Bunlar, başlıca eğitim kurumları olan Sovyet okullarıyla, diğer sosyalleştirme ve toplumsallaştırma hizmeti gören, "köylü birlikleri", "öncü ve konsomol gençlik teşkilatları", "kızıl çayhaneler", basın ve elektronik medya idi. Bu kurumlar, laiklik,(23) ateizm, emek ahlâkı, toplum için fedakârlık, devlet için tam sadakat gibi temel unsurlara sahip Sovyet ahlâkını, modern kültürü Marksist-Lenist ideolojiyi ve materyalizm(24) inancını yayarak, istenilen sosyal değişimi gerçekleştirdiler. Okullar diğer dernekleşmiş teşkilatlarla birlikte, cezalar ve mükâfatlar aracılığı ile, Sovyet norm ve politikalarının, sosyo-politik uyumunu sağlamayı amaçladılar. Bilhassa şehirlerde çok sayıda, sadık uşaklar ve itaatkârlar yarattı ve rejim yanlısı bu bürokratlar, çeşitli Cumhuriyetlerin merkezîleşmiş bürokrasisini yönettiler. Müslüman aile yapısını, ve fonksiyonlarını, komünist ideolojiye dayalı Sovyet ahlâkıyla değiştirmek için yapılan teşvikler ve gayretler, bilhassa kırsal Orta Asya'da daha az etkili oldu(25) Böylece kırsal kesimlerde, İslâmi değerlerin yerini Sovyet ahlâkının almasına yönelik çalışmalarını, İslâmiyet'i dışlamadan yürütmeye başladılar.(26) Ancak bütün bu yıkma faaliyetlerine rağmen, İslâmiyet tamamen yok edilemedi ve Sovyet politikaları uygulamalarında başarısızlıklar görülmeye başlandı. Sonuç olarak, Sovyet-Rus politikalarının Orta Asya'daki izleri, Orta Doğu'nun ve güneybatı Asya’nın gelecek on yılındaki bölgesel politika dinamikleri üzerinde önemli tesirlerde bulunacaktır. İSTİKBÂL İÇİN MÜCÂDELEYE ÇAĞRI – TEKLİFLER Ruslar'ın egemenliğindeki Sovyet devletinin anî ve beklenmedik çöküşü, iktisâdî ve teknelojik açılardan bağımlı, siyâsî ve sosyo-kültürel bakımlardan da bölünmüş yeni devletlerin doğmasına sebep oldu. 70 yılı aşan bir süredir Sovyetler'in bu topraklarda yaptıkları tahribâtın izlerini silme yolunda gayret göstermek, şimdi, bu yeni devletleri bekleyen asıl iştir. Johne H. Kautsky'nin dediği gibi, "sömürgeciliğin sonu politik bağımsızlıkla değil, iktisâdî bağımsızlıkla gelir ve iktisâdî bağımsızlıktan sağlanarı başarı, gerçek politik bağımsızlığı da beraberinde getirir."(27) Orta Asyalılar, Asya ve Afrika'da bağımsızlıklarını kazanmak için mücadele veren sömürgelerden farklı olarak, anti-sömürgeci hürriyet savaşları kazanmadılar. Sovyet'lerin iç çöküşü, anî ve beklenmedik bir şekilde gerçekleşti. Siyâsî bağımsızlıklarını kazanan yeni beş devletin hiç birinde önemli bir muhalefet hareketi görülmedi. Dışardaki gözlemcilere göre, rekabet sadece komünist parti içinde daha fazla otorite ve şahsî başarı kazanmak isteyen Ruslaşmış Orta Asyalı bürokratlar arasında oldu. Orta Asyalı şehirli bürokratlarla, Rus efendileri arasındaki münâsebet gergin olmakla birlikte çeşitli sebeplerle devam ettirildi. Meselâ, Sovyet Ruslar yerli üyelerine kendi cumhuriyetlerini bahşetmelerine karşılık, Orta Asyalı liderlere asla güvenmediler ve onlara gayet sınırlı bir söz hakkı verdiler. Sovyet sistemine hizmet eden Ruslaşmış Orta Asyalıların dışındaki halk, Ruslara diğer Slav ırklarından ve Avrupalılardan daha fazla kırıldılar. Bununla birlikte, Ruslardan şahsî menfaat sağlayanlar, Sovyetler lehine askerî ve siyâsî durumu değiştirmek için işbirliğine devam ettiler (28) Sonuç olarak, işbaşındaki yeni liderlerin, eski rejimin uşakları olarak özellikle kırsal kesimdeki itibarları çok azdır. Rakowska Harmstone'ın da belirttiği gibi, "Bu liderlere Sovyet hâkimiyeti içinde bir yer ve söz hakkı verilmemesine rağmen, bunlar koparamadıkları bağlarla bu sisteme kendileri bağlı buldular."(29) Bu bağımlılık, gelecekle ilgili bağımsız bir kalkınma modeli ortaya koyamayışlarında çok önemli bir unsur teşkil etmektedir.(30) Mayıs 1992 başlarında Tacikistan'ın başkenti Duşanbe'de ortaya çıkan olaylar, Orta Asya yönetimin yerini alabilecek, sosyo-politik hedeflere sahip, iyi teşkilâtlanmış bir alterneatif siyâsî modelin de bulunmadığını göstermektedir. Parçalanmış, Ruslaşmış bürokratlar ile kırsal kesim 11 arasında organik bir bütünlüğün sağlanması şarttır. Bu boşluğu kapatmadan, bu kritik bölgeninin sosyal, siyâsî ve iktisâdî kalkınması ile ilgili bütün teklifler belirsiz kalacaktr. İktisâdî ve siyâsî bağımsızlığı hakîkî manasında kazanbilmek için cumhuriyetlerin kendi aralarında ve içlerinde bulunudukları şartlar, milliyetçilik hareketlerinden dolayı meselelerle doludur. Moskova'nın siyâsî bağımlılığın ipini koparıp yeni devletlere bağımsızlık vermesne rağmen, halâ cevap bekleyen sorular karşımızda durmaktadır: Bağımsız cumhuriyetlerin liderleri, kendi azınlıkların mülkiyetlerinden ve kaynaklarından kendilerine düşen payı vermeye hazr mıdırlar? Etnik olarak kendi içlerinde de bölünmüş bu milletlerin gerçek bağımsızlıklarına kavuşmaları, liderlerin bu suale cevap verebilecek tedbirleri almalarına bağlıdır. Etnik problemlere, yeni liderleri Rus uygulamalarını taklit ederek veya tekrar ederek yaklaşmaları, bölgede kapanmaz yara ve hasarlara yol açabilir. Sovyetler tarafından suni olarak yaratılan ve teşvik edilen bu etnik guruplar "eşitlik" ve "kimlikleri tanınması" uğruna yüksek bir mücâdele potansiyeli taşımaktadırlar.(3I) İç mücâdelenin zayıflaması, devam eden barış, idâreye halkın katılımı ve dayanışma, Türkistan halkına iktisâdî, teknelojik, idârî ve kültürel bağımsızlık için mücâdele zemini sağlayabilir. Süper ihtisaslaşmış pamuk monokültüründen diğer ürünlere yönelmek, üretimi ve imâlâtı ve dağıtımı dengeli bir şekilde düzenlemek, yer altı ve yer üstü zengiliklerinin bölge dışına çıkarılmasını önlemek, zor olmakla birlikte, başarı için önemli fırsatlar verecektir. 70 yılı aşkın süredir diğer müslüman Türk ve toplumlarından ideolojik, sosyo-kültürel tecrid politikalarının uygulanması toplumda şüphe ve endişelerin artmasına sebep olmuştur. Orta Asya ile komşu müslüman ülkeler arasında, eğitim reformları, ideolojik ve ahlâkî yeniden yapılanma ile diyaloğun oluşmasını temin edecek sağlıklı bir çerçeve içinde karşılıklı gayretleri bütünleştirilmesine ihtiyaç vardır. Sovyet kalkınma politikalarının izlerini silmek, Orta Asyalı müslümanların bölgedeki mücadelelerinin bir kısmını teşkil edecektir. Asıl hamle, uzun süredir baskı altındaki bu bölge halkı için, siyâsî hürriyeti, iktisâdî büyümeyi ve gelecekteki kalkınmasını sağlayacak bir alterneatif modeli kurabilmek ve uygulayabilmektir. Bu kalkınma yolu, James Lamb'ın dediği gibi "bağımlılığın bütün formlarından, eşitsizlikten, ızdıraptan kurtularak, kendi kendini idare edebilmek için bir mücadele mi olacaktr?"(32) Bu mücâdele yolu, tarihî yarayı iyileştirebilecek, halkın seçtiği ve yenilği gerçekleştirmeye muktedir olabileceği niteliklere sahip olmalıdır. Türkistan'lılar 120 yıldan daha uzun bir süredir, baskıcı, aldatıcı, boğucu ve sömürgeci yönetimin acısını çektiler. 20. asırda bağımsızlıklarına kavuşan en son milletler arasındalar ve homojen bir siyâsî bütünlüğe sâhip değiller. Nüfusları, tabîat ve insan kaynakları ile, potansiyelleri açısından herbiri iktisâdî büyüme ve kendi millî kalkınmaları için farklı stratejik planlar yapmaya muktedirler. Ayrıca denenmiş veya denenmemiş geniş alternatif modeller arasından birini seçme fırsatına da sahiptirler. Bu yeni devletlerin istikbâldeki istikâmetleri, onları analiz edenlerin tercihleriyle değil, kendi politikalarını tesbit edenleri icraatlarıyla belirlenecektir. Not:Bütün bu politikalar sonucunda görüldüğü gibi dünyada hiçbir millete ve topluluğa uygulanmayan, sadece Türklere uygulanan emperyalist politikalar soyu, dili, kültürü bir olan “Türk Dünyasını” her yönden parçalı bir hale getirmiştir. Uluğ Türkistan önce doğu-batı diye sonrada batı Türkistan kendi içerisinde yapay olarak beş ayrı cumhuriyete Rus ve Sovyet kültür emperyalizmi politikaları sonucunda parçalanmış ve istenilen amaçlara ulaşılmıştır. ETKİNLİKLER: 1-Sovyet Rusya’nın Genişlemesi 12 2- Basmacı Hareketi Rusya'da Türkistan'ın istiklâli için faaliyet gösterenlerin millî ayaklanmalarına verilen genel ad. "Baskın yapan, hücum eden" mânası*na gelen bu tabir, Çarlık döneminde Ruslar tarafından Türkmenistan, Başkırdistan ve Kırım'da faaliyet gösteren çeteciler için kullanılmıştır. Basmacılar halka dokunmazlar, sadece Rus memurları soyar, hazine mallarını yağmalar ve aldıkları ganimetleri fakirlere dağıtırlardı. 1917 Bolşevik İhtilâli'nden sonra Türkistan'da faaliyet gösteren silâhlı mukavemet kuvvetlerine Basmacı denilmesinin sebebi, bu kuruluşların başına geçenlerin bir kısmının ihtilâlden önceki yıllarda da Basmacılık yapmış olmalarıdır. 1917 ihtilâlinden önce ve sonra Ruslara karşı silâhlı mücadelede bulunan Türkistanlılar, kendilerini hiçbir zaman Ruslar'ın "haydut, çeteci" anlamında kullandıkları ve dünyaya böyle göstermek istedikleri tarzda Basmacı olarak tanıtmamışlar, İslâm askerleri, vatan müdafaacılan ve Türkistan azatlığının askerleri olarak göstermişlerdir. Basmacı hareketlerinin tek gayesi, "Türkistan Türkistanlılarındır" sloganında ifadesini bulan, Türkistan'ı Ruslar'dan kurtararak istiklâline kavuşturmaktı. Basmacı Hareketi 1918 yılında Korbaşı Ergaş'ın liderliğinde Hokand şehrinde başladı ve kısa zamanda diğer bölgelere de yayıldı. Hokand'da üç gün içinde Ruslar 13 tarafından 10.000'den fazla Türkistanlı öldürüldü. 1918'de kırktan fazla korbaşının (Türkistanlı lider) önderliğinde yapılan mücadelelerde ayaklanmalar Fergana vadisine yayıldı. Bu bölgede Ruslar'la birlikte hareket eden Ermeniler 180 köyü ateşe verdiler ve yaklaşık 20.000 kişiyi öldürdüler. 18 Ağustos 1919'da Rus orduları Türkistan cephesi kumandanlığına getirilen Frunze'nin belirttiği gibi Sovyetler'in amacı bütün Türkistan'ı işgal etmekti. Basmacılar ile Kızıl Ordu arasında çok kanlı savaşlar oldu. Fergana vadisinde Mehmed Emin Beg, Şîr Muhammed Beg, Nur Muhammed Beg, Hal Hoca ve Korbaşı Parpi gibi liderlerin emri altındaki mücahidler zaman zaman Sovyet ordusuna kayıplar verdirdiler ve mücadelelerini 1921'e kadar sürdürdüler; hatta bölgenin lideri Mehmed Emin Beg 1919'da geçici bir Fergana hükümeti kurduysa da 7 Mart 1920'de Sovyetler'e teslim olmak zorunda kaldı. Yerine geçen Şîr Muhammed Beg de Sovyetler'e boyun eğmedi, 3 Mayıs 1920'de geçici bir Türkistan hükümeti kurarak komşu devletlerle münasebet kurmaya çalıştı. Bu arada 31 Mayıs'ta kardeşi Nur Muhammed'i Afganistan'a elçi olarak gönderdiyse de Kızıl Ordu Hîve Hanlığı'nı ve Buhara Emirliği'ni işgal etti. Sovyet Rusya'nın buralarda merkeze bağlı halk cumhuriyetleri kurdurmasına rağmen halk millî mücadeleye devam etti. Basmacı hareketlen Enver Paşa'nın 8 Kasım 1921'de Türkistan'a gelip başa geçmesiyle daha da şiddetlendi. Onun Türkistan'daki millî mücadelelerin başkumandanı olmasından sonra Ruslar önemli kayıplar verdiler ve 19 Nisan 1922'de barış istemek zorunda kaldılar. Fakat Enver Paşa, "Barış antlaşmasının ancak Türkistan topraklarındaki Sovyet askerlerinin çekilmesinden sonra söz konusu olabileceğini belirterek" bu teklifi reddetti. Bu sıralarda Semerkant şehrinde Türkistan Türk Müstakil İslâm Cumhuriyeti kurulmuştu. Yıllardır bütün Türkistan'ı ele geçirmek için savaşan ve Türkistan'dan çekilmek niyetinde olmayan Sovyetler daha şiddetli saldırılara başladılar. 1922'de Sovyetler'in genel bir saldırıya geçmesi üzerine Basmacı liderleri birbirlerinden ayrılmak zorunda kaldılar ve geçici Türkistan hükümeti dağıldı. Şîr Muhammed Beg Afganistan'a geçti, diğer liderlerden Muhyiddin Beg öldürüldü, Canı Beg de teslim oldu. 4 Ağustos 1922'de Belcuvan'a giren bir Sovyet birliğine karşı bizzat yakın muharebeye katılan Enver Paşa on bir Rus'u öldürdü, fakat karşı tarafın makineli tüfek ateşi altında kendisi de şehid oldu. Enver Paşa'nın Ölümüyle Basmacı hareketleri sona ermedi, fakat genellikle Ruslar'ın üstünlüğü ile devam etti. Kızıl Ordu Basmacılar'a karşı savaşını her yerde sürdürdü. Mücahidlere yardım eden Türkler hapishanelere atıldı. Böylece Basmacılığın birinci devri sona erdi. 1924'te başlayan Basmacılığın ikinci devresinde mücahidler silâh buldukça mücadeleye devam ettiler. Bu mücadeleler de 1935'e kadar sürdü ve bu tarihte Ruslar Basmacılık harekâtına kesin olarak son verdiler. Basmacı harekâtının başarıya ulaşamamasının başlıca sebepleri arasında korbaşı denen Türkistanlı liderlerin kendi aralarında düzenli bir birlik ve merkezî bir kumandanlık kuramamaları, savaşlarda tank, uçak, top ve zehirli gaz gibi silâhlar kullanan Ruslar'a karşı mücahidlerin makineli tüfeklerinin bile olmayışı ve nihayet dışarıdan yardım alamamaları zikredilebilir. Ruslar Basmacılar'a karşı kazandıkları başarıları tarihlerinin kahramanlık sayfaları olarak kabul ederler. Dışarıya karşı haydutluk olarak tanıttıkları bu hareketlerin birçok Sovyet kumandanı ve aydını tarafından bir millî mücadele olduğu itiraf edilmiştir. Nitekim Sovyet ordularının Türkistan cephesi kumandanı olan Frunze Basmacılığın çetecilik olmadığını, eğer böyle olsaydı onların daha önceden ortadan kaldırılabileceğini 14 ifade ederken Sovyet Rusya komiseri olarak savaşlara katılan Skalov, "Basmacı*lık Türkistan halkının yabancı hâkimiyeti aleyhindeki millî isyanıdır" demekte*dir. Türkistan'da Sovyet hâkimiyetini kuran Valeriy Kuybesev ise bu hareketi sadece bir haydutluk kabul etmenin yanlış olacağını, onun siyasî bir inkılâp olduğunu" söyler. Ginzburg ve Vasilewskiy adlı Sovyet komiserleri de, "Basmacılığın gayesi, Türkistan'ı Rusya'dan kur*tarmak ve zulümsüz bir Türkistan kurmaktan ibarettir" derler. Sovyet edibi Boris Pilnyak ise, "Basmacılar isim ve şeref sahibidirler" demiştir. Bununla birlikte Sovyetler Birliği'nde çıkan eserler bu konuda genellikle sübjektiftir. Nitekim Sovyetler Basmacılık meselesiyle ilgili arşiv belgelerinin yayımlanmasına henüz izin vermemiştir. 3. Zeki Velidi Togan 10 Aralık 1890 tarihinde Başkurt ilinde İsterlitamak'a bağlı Küzen köyünde doğmuştur. Togan soyadı onun beşinci nesil dedesi olan İş Togan'dan gelmektedir. Babası Ahmet Şah, annesi Ümmü'l-Hayat idi. Daha ilk mederse tahsilini yaparken bir yandan da özel Rusça dersleri alıyordu. Öğretmen olan annesinden Farsça öğrenmeyi de ihmal etmiyordu. 1902 yılında orta tahsil için Ütek'e bulunan dayısı Habib Neccar'ın medresesine gitti. Buradaki öğrenimi sırasında Arapça dersler alarak dil bilgisini geliştirdi. 1908'de köyünden kaçarak Kazan'a gelip burada özel dersler aldı. Bu arada Katanov ve Aşmarin gibi bilginlerle tanıştı. 1909 yılında mezun olduğu Kasımiye medresesine “Türk Tarihi ve Arap Edebiyatı Tarihi Muallimi” oldu. 4 yıl süren bu öğretmenliği sırasında 1911 sonlarında yayınladığı Türk ve Tatar Tarihi adlı kitabı sayesinde meşhur olmaya başladı. Bu eserin iyi yankıları sayesinde Kazan Üniversitesi Arkeoloji ve Tarih Cemiyeti'ne aza seçildi. 1913'te Fergana'ya, 1914'te Buhara'ya araştırmalar yapmak için gönderildi. Bu seyahat neticelerine ait hazırlamış olduğu raporlar başta Petersburg Arkeoloji Cemiyeti olmak üzere Kazan ve Taşkent Arkeoloji cemiyetleri mecmualarında yayınlandı. Bu arada Prof. Katanov'un şimdi İstanbul Üniversitesi Türkiyat Enstitüsü'nün esas nüvesini teşkil edecek olan kitaplarının Türkiye'ye gönderilmesine vesile oldu. 15 Daha sonra Rus Millet Meclisi Duma'da Ufa Müslümanlarının temsilcisi olarak bulunmak üzere Petersburg'a gitti. Bilimsel çalışmalarına siyasî çalışmalarını da eklemiş oluyordu. Bu sırada Bolşevik ihtilâli patlak verince o da Türklerin durumunun düzelmesi için mücadeleye girişti. Bolşevik İhtilâli'nden 22 gün sonra 29 Kasım 1917'de Başkurt ilinin muhtariyeti ilan edildi. Örenburg'u 18 Şubat 1918'de işgal eden Sovyetler onu tutukladılarsa da 7 Haziran'da hapisten kaçtı. Başkurt hükümeti kurulduğunda Togan, Harbiye Nazırı oldu. Bundan sonra Lenin, Stalin ve Troçki ile defalarca görüşüp onlarırn ihanetini iyice anlayınca Türkistan'a çekilip orada mücadeleye karar verdi. 1920-23 yıllarında Türkistan'da amansız bir mücadeleye girişti ise de başarılı olamadı. Basmacı Hareketi'nin içinde bulundu. Türkistan Millî Birliği'nin kurucusu ve ilk başkanıdır. Neticeye ulaşamadığı üç senelik mücadelenin, savaşın sonrasında silah arkadaşı Abdülkadir İnan'la 1923'te İran'a geçtiler. Meşhed'e vardıklarında o zamana kadar hiç bir oryantalistin görmediği Ravza Kütüphanesi'nde yaptığı araştırmalarla önemli eserler keşfetti. Türk kültür tarihinin en değerli eserlerinden İbn-i Fadlan Seyahatnamesi bulunan kitapların arasında idi. Sonra Afganistan'a giderek Kabil kütüphanelerinde araştırmalar yaptı. Hindistan Bombay'dan Kasım 1923'te İstanbul'a gelirlerse de İngilizlerin hoş karşılaması nedeniyle girişlerine izin verilmediği için geldikleri gibi yine gemiyle Marsilya'ya, oradan Paris'e gittiler. 1923 sonlarından itibaren Avrupa'da hem ilmî hem siyasî ilişkiler içerisine girdi. Bu arada bir çok ünlü oryantalistle tanıştı. Berlin'de “Türkistan Millî Birliği” adlı cemiyeti kurdu. Paris, Londra ve Berlin'deki bir çok Orta-Asya tarihçisi onunla çalışmak istemesine rağmen, devrin Türkiye Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi, Fuat Köprülü, Rıza Nur, Yusuf Akçura'nın istekleri sayesinde Türkiye'den davet aldı. 20 Mayıs 1925'te geldiği Türkiye'de Maarif Vekâleti Telif ve Tercüme Encümeni'ne tayin edilmiştir. O zamanki Ankara'nın kitap açısından yetersiz olması yüzünden kendi isteği ile İstanbul Darülfünun'u Türk Tarihi Müderris Muavinliği'ne tayin edildi. Bundan sonra İstanbul ve Anadolu kütüphanelerinde hummalı çalışmalarına başladı. Fakat, 1932'de I. Türk Tarih Kongresi'nde tıp doktoru Reşit Galip'in sunduğu Orta Asya'da iç deniz olduğu ve bunun sonradan kuruduğu konusu hakkındaki tebliğini eleştirince, Togan aleyhine bir kamuoyu oluştu. Kendisine takınılan bu kötü tutum üzerine ülkeyi terk etme kararını verdi. 8 Temmuz 1932'de istifa ederek Viyana'ya gitti. 16 1935'te doktora çalışmalarını bitirdikten sonra Bonn Üniversitesi'nde, 1938'de Göttingen Üniversitesi'nde ders verdi. 1939'da Millî Eğitim Bakanı'nın daveti üzerine tekrar Türkiye'ye geldi. İstanbul Üniversitesi'nde Umumî Türk Tarihi Kürsüsü'nü kurdu. 8 Nisan 1940'ta Romanya'lı Ömer kızı Nazmiye Hanım ile evlendi. İki evladı oldu. Kızı İsenbike ve oğlu Sübidey... İkinci Dünya Savaşı'nın sonlarına doğru Türkiye'de Sovyetler aleyhine faaliyet ve Turancılık suçundan tutuklanıp mahkeme edildi. 10 yıl hapse mahkum edildiyse de Askerî Mahkeme kararı bozdu ve Togan beraat etti. 1948'de yeniden döndüğü üniversitedeki görevine ölümüne kadar devam etti. 1951'de İstanbul'da toplanan XXI. Müsteşrikler Kongresi'ne Başkanlık etti. Bu onun bilimsel alandaki şöhretini çok daha artırdı. 26 Temmuz 1970'te İstanbul'da vefat etti. ORTADOĞU VE GELİŞMELER 1. Bölgenin Genel Durumu ve Gelişmeleri: Daha önceki konularda tanımı ve jeopolitik durumu açıklanmış bulunan Ortadoğu, İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında, coğrafi konumundan doğan stratejik önemi ve sahip olduğu zengin petrol yatakları nedeniyle, dünya politikasında ağırlığı daha çok duyulan bir bölge haline gelmişti. Bu bakımdan Ortadoğu, savaştan sonra ekonomik, politik ve askeri yönlerden olağanüstü duyarlı bir bölge niteliğini almıştı. Bölgede bulunan devletler, Türkiye dışında, tam bağımsızlıklarına İkinci Dünya Savaşı'nın ya hemen öncesinde veya hemen sonrasında kavuşmuşlardı. Ekonomik yönden ise, kalkınmakta olan veya az gelişmiş ülkelerdi. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra, Ortadoğu'daki siyasi gelişmeleri etkileyen başlıca 17 faktörlerden biri de İsrail Devleti'nin kurulması olmuştur. 1945'ten itibaren şiddetlenen Arapİsrail çatışması, gerek Arap devletleri arasında, gerekse bunların diğer devletlerle olan ilişkilerinde esas rolü oynamıştır. 1945'te Mısır, Ürdün, Suriye, Lübnan, Irak, Suudi Arabistan ve Yemen, merkezi Kahire'de olmak üzere "Arap Birliği"ni kurdular. 1948'de Birleşmiş MiUetler'in karanyla İsrail Devleti'nin kurulmasıyla da, Arap devletleri bununla mücadeleye başladılar. Bunun sonucu olarak 1948, 1956, 1967, 1973 Arap-İsrail Savaşları oldu. Bu arada Arap devletleri arasında da İsrail'e karşı farklı davranışlardan doğan gruplaşmalar meydana geldi. Bununla beraber İsrail sorununun çözümü, Arap devletlerinin başlıca amacı olmakta devam etti. Ortadoğu'da bulunan Arap ülkeleri, 19. yüzyılın sonlarıyla 20. yüzyılın başlarında, İngiltere, Fransa ve İtalya'nın ya doğrudan egemenliği veya mandası altına düşmüşlerdi. Bu bakımdan, bağımsızlıklarını elde ettikten sonra bunu korumak için ulusçuluğu esas alarak, sömürgeci devletlere karşı 92büyük bir tepki içinde bulunmaktaydılar. Özellikle, Batılı devletler tarafından İsrail Devleti'nin kurulması ve desteklenmesi, Ortadoğu'daki Arap devletlerinde Batı'ya karşı duyulan kızgınlığı daha da çoğaltmıştı. Nitekim, bölgede bulunan ulusların çoğunluğunu meydana getiren Araplar arasında dayanışmayı güçlendirmek için, "Büyük Arap Devleti" düşüncesi, bu koşullar altında yeniden ortaya çıktı. Bu ideolojinin önderliğini de, 23 Temmuz 1952'de Mısır'da krallığı yıkan Cemâl Abdül Nasır yapmaktaydı. Nasır, 1956 yılında Süveyş Kanalı'nı devletleştirerek, Batı devletleriyle, özellikle İngiltere ve Fransa ile aralarındaki köprüleri tamamen yıktı. Bunun üzerine, İngiltere ve Fransa, aynı yılda (1956) İsrail'i Mısır'a saldırttılar ve kendileri de buna katılarak Süveyş Harekâtı'nı başlattılar. Ancak bu saldırıyı, Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği karşı çıkarak önlediler. Bu da, bu iki büyük devletin bölgedeki etkilerini çoğalttı ve bundan böyle Ortadoğu yeni gelişmelere sahne olmaya başladı. Ortadoğu'nun bu durumu, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra büyük devletlerin bölgede egemenlik kurmak veya etkinliklerini çoğaltmak için değişik, fakat aynı amaçlı politika gütmelerine ve girişimde bulunmalarına neden oldu. Büyük devletleri, bu bölgeye çekecek kendi durumlarına göre siyasi, ekonomik, askeri olmak üzere çok yönlü çıkar ve hedefleri vardı. İsrail Devleti'nin kurulması ise, bölgedeki siyasi gelişmeleri önemli ölçüde etkiledi. ORTADOĞUNUN ÖNEMİ VE BÜYÜK DEVLETLERİN POLİTİKALARI Orta Doğu, coğrafî konum olarak, eski dünya kıtalarının merkezi denilebilecek bir bölgedir. Üç kıtanın kesişme noktasında yer alan bu bölge, siyasî, askerî ve ekonomik bakımlardan oldukça önemli bir konumda bulunmaktadır. Bu sebeple, tarihin en eski çağlarından itibaren çeşitli uygarlıklara sahne olmuştur. Özelikle bölgede çeşitli medeniyetlerin ortaya çıkmış olması, burasını bir çok etnik grubun birbirine karıştığı bir yer durumuna getirmiştir (Öngör, 1964: 1). Bu ise, tarihî süreçte siyasî açıdan bölünmüşlüğe, etnik açıdan da kozmopolit bir yapının meydana gelmesine sebep olmuştur. Adı geçen bölgede, tarih içerisinde genellikle siyasî ve etnik bakımdan birliğin sağlanamaması, bölgeyi zaman zaman bir kaos ortamında sürüklemiştir. Sözü edilen durum da kurulan devletlerin ömrünün kısa olması sonucunu doğurmuştur. Ancak, Osmanlı hakimiyetine girdikten sonra huzur ve istikrara kavuşan bölge, bu devletin zayıflamasıyla birlikte, özellikle XIX. yüzyıl sonları ve XX. yüzyıl başlarında tekrar kargaşalı günlerine geri dönmüştür. 18 Bölgede Osmanlı otoritesinin zayıflamasıyla birlikte, Batılı büyük devletler buraya hakim olabilmek maksadıyla yoğun bir faaliyet başlatmışlardır. Bu çerçevede, özellikle burada yaşayan insanlara karşı, çeşitli oyunlar tertiplenmiş ve bölge halkı mağdur edilmiştir*. Günümüzde de bölgenin karmaşık yapısı ve büyük devletlerin el çekmemesi yüzünden problemleri devam etmektedir. Bunda, özellikle bu gün mevcut olan Orta Doğu devletleri ve haritasının, İtilaf Devletlerinin Birinci Dünya Savaşı sırasında verdikleri kararlar ışığında ortaya çıkmasının ( Fromkin, 1993: 1) büyük rolü vardır. 1. Orta Doğu’nun Batılı Devletler İçin Önemi Orta Doğu; özellikle bir çok medeniyetin beşiği durumunda bulunması, Doğu ile Batıyı birbirine bağlayan ticaret yollarının kavşağında yer alması ve çeşitli yeraltı ve yerüstü zenginliklere sahip olması sebebiyle, tarih içinde her zaman büyük devletlerin ilgisini çekmiştir. Bölgenin bu özelliğinden dolayı ortaya çıkan etnik ve siyasî kargaşa, çeşitli zamanlarda burada yaşayan insanların, büyük devletler tarafından bir çok defalar istismar edilmeleri sonucunu doğurmuştur. Bölge, özellikle Coğrafî Keşifler sonucu gelişen sömürgecilik akımı açısından ele alındığında, Batılı devletler tarafından, çeşitli özellikleri, doğal zenginlikleri ve karışık etnik yapısı itibarıyla hem iyi bir sömürge, hem de Uzak Doğu’ya giden yollar üzerinde bulunması sebebiyle, önemli bir geçit olarak değerlendirilmiştir. Bu anlamda Orta Doğu, sömürgeci devletler için her ne surette olursa olsun, ilgi duyulması, kontrol altında bulundurulması ve hatta sahip olunması gerekecek kadar önemli bir yerdir. Ayrıca Orta Doğu’nun, Batının gelişmiş sanayii için zengin hammadde yataklarına sahip olması ve aynı zamanda işlenmiş mallarını satabileceği iyi bir pazar durumunda bulunması da bu devletler için bölgenin önemini arttıran özelliklerdir. Dolayısıyla Batılı ülkeler, kendileri için bu kadar önemli bir bölgeyi kontrol altında tutmak istemişlerdir. Özellikle Batıda uzun yıllar gündemde tutulmuş olan, Şark Meselesi* ve Oryantalizm** kavramlarından da olumsuz yönde etkilenen Orta Doğu, genellikle güçlü Batı tarafından kontrol altında tutulacak zayıf Doğunun bir parçası olarak görülmüştür. Petrolün keşfi ve temel enerji kaynağı olarak kullanılması da, zengin petrol yataklarına sahip Orta Doğu’nun önemini bir kat daha arttırmıştır. Özellikle içinde bulunduğumuz yirminci yüzyılda, enerji kaynaklarıyla ilgili hesapların daha çok petrol ağırlıklı yapıldığı düşünülürse, bölgenin başta Batılı devletler olmak üzere, bütün dünya ülkeleri açısından önemi kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. 2. Sömürgecilik Faaliyetleri Çerçevesinde Batılı Devletlerin Orta Doğu Politikaları XVIII. Yüzyılda Batı, özellikle Rönesansın etkisiyle görülmemiş bir hızla ilerlemeye başlamıştı. Bu dönemde Batılı devletler, yeni buluşlar sayesinde askerî ve ekonomik alanlarda artan güçlerini, kendi uygarlıkları dışında kalan ülkeleri sömürgeleştirmek için kullanıyorlardı. Özellikle Sanayi İnkılâbıyla ortaya çıkan hammadde ve pazar arayışı, gözleri Orta Doğu ve bölgenin en geniş ülkesi Osmanlı Devleti üzerine çevirmişti. 19 XIX. Yüzyıla gelindiğinde dünyada siyasî, ilmî, teknolojik ve ekonomik bakımlardan yaşanan büyük değişiklikler ( Afetinan, 1977: 7), sanayileşmenin hız kazanmasına sebep olmuştu. Bunun sonucu daha da gelişen ve genişleyen sömürgecilik akımı, gözleri Avrupa dışına, özellikle Afrika, Orta ve Uzak Doğu’ya çevirmişti ( Özkan, 1994: 1). Bu sırada, hammadde ve pazar arayışı, hem gelişmiş ülkelerle geri kalmış ülkeler arasında, hem de gelişmiş ülkelerin kendi aralarında yeni politik ilişkilerin doğmasına sebep olmuştu. Bu ise, gelişmiş ülkeler arasında daha fazla sömürge elde etme yarışını başlatmıştı. Dolayısıyla sözü edilen dönemde dünyada çeşitli ülkeler, Batılı devletler tarafından birer sömürge durumuna dönüştürülmüşlerdi. Orta Doğu’da büyük devletler arasındaki sömürge arayışından olumsuz yönde etkilenen devletlerden birisi de şüphesiz Osmanlı Devleti olmuştur. Çünkü Osmanlı Devleti, hem büyük yeraltı ve yerüstü zenginliklerine sahiptir, hem de jeopolitik ve stratejik bakımlardan önemli bir konumda bulunmaktadır. Dolayısıyla, böyle önemli özellikleri olan Osmanlı Devleti’nin, güçsüz bir durumda bulunması ise, Onun Batılı büyük devletlerin ilgi odağı durumuna gelmesine sebep olmuş ve işini oldukça zorlaştırmıştır. Bu durum şüphesiz kendisi açısından pek çok olumsuz sonuçları da beraberinde getirmiştir. Geçmiş yıllardan itibaren çeşitli ülkelere verilmiş olan kapitülasyonlar da Osmanlı Devleti’ni sömürgeci devletler açısından elverişli bir pazar haline getirmişti. Ayrıca kapitülasyonlar, Osmanlı sanayiinin çökmesine ve devletin geri kalmasına sebep olurken, Osmanlıların sömürgeci devletler tarafından daha fazla istismar edilmesine imkan sağlamıştı. Bunun yanında, Osmanlı Devleti’nin uzun yıllar Hıristiyanlığa karşı İslamiyetin koruyuculuğunu yapmış olmasını bir türlü hazmedemeyen Batılı devletler, Ona karşı ayrı bir düşmanlık siyaseti güderek ( Bayur, 1989: 19), sömürgeleştirmek ve böylelikle intikam almak siyaseti peşinde koşuyorlardı. Bu ise, Osmanlı Devleti’ni bir sömürge haline getirebilmek için, sürekli bu devlet ile ilgili yeni olumsuz politikaların uygulamaya konulmasına sebep oluyordu. XX. Yüzyıl başlarına gelindiğinde ise, dünyada Hıristiyan olmayan devletlerden Japonya hariç, diğerleri bir şekilde Batılı devletlerin sömürgeleri olmuşlardı. Dünyada sömürenler ve sömürülenler diye iki grubun ortaya çıktığı bu dönemde, Orta Doğu’da bulunan devletler de sömürgecilik faaliyetlerinden olumsuz yönde etkilenmişler ve sömürgeci devletler tarafından çeşitli şekillerde istismar edilmelerini sağlayacak politikalara maruz bırakılmışlardır ( Bayur, 1989: 61). ORTADOĞU VE BÜYÜK DEVLETLER: 1. Sovyetler Birliği ve Ortadoğu: Sovyetlerin, bu politikaya öncelik vermesinin nedenleri özetle şöyle belirtilebilir: Birincisi, Sovyetler Birliği, Orta ve Doğu Avrupa'da işgal ettiği ve peyk devletlerlerle meydana getirdiği kuşaklarla, bu bölgelerde güvenliğini sağlamıştı. Ancak "Güneyi" açık kalmıştı. İşte, ülkesinin bu bölgesini de güvenlik içine alabilecek bir kuşağın meydana getirilmesi; ikincisi, sömürgeci büyük devletlerden İngiltere ve Fransa'nTn galip geldikleri halde yıpranmış bulunmaları, İtalya'nın ise yenilmiş olması nedeniyle Ortadoğu'daki etkisini yitirmesi ve bunun sonucunda bölgede meydana gelen boşluğu, fırsattan yararlanarak değerlendirmek istemesi; üçüncüsü, Akdeniz'e inerek bu yolla Avrupa, Afrika ve Amerika arasındaki Atlas Okyanusu'na kadar uzanabilmek; dördüncüsü de, ideolojik ve ekonomik yayılmasını sağlayacak alanlar ele geçirebilmekti. 20 2. Amerika Birleşik Devletleri ve Ortadoğu: Amerika Birleşik Devletleri'nin Ortadoğu'ya verdiği önemin nedenlerini ve bölgenin durumunu Başkan Truman, o günlerde şöyle açıklamaktaydı: "Gözlerimizi Yakın ve Ortadoğu'ya çevirdiğimiz zaman çok tehlikeli sorunlar gösteren bir bölgeyle karşılaşıyoruz. Bu bölgede geniş doğal kaynaklar bulunmaktadır. En işlek kara, hava ve deniz yolları buradan geçmektedir. Bu bakımdan büyük ekonomik stratejik önemi vardır. Fakat bu bölgedeki ulusların hiçbiri ne yalnız, ne de beraberce, kendilerine yöneltilecek bir saldırıya karşı koyabilecek kadar güçlüdür. Böyle olunca da Yakın ve Ortadoğu'nun bu bölgenin dışındaki büyük devletler arasında bir rekabet alanı olacağını ve bu rekabetin birden bire bir çatışmaya yol açabileceğini kestirmek güç değildir"2. Bu nedenlerden dolayı Amerika, bölgede bir denge kurarak, hem bir çatışmayı önlemek, hem de bir dünya devleti olarak buralardaki çıkarlarını koruyacak bir politika gütmeye başlamıştır. İngiltere’nin Orta Doğu Politikasının Esasları: İngiltere, XIX. yüzyılın sonlarından itibaren Orta Doğu ve Osmanlı Devleti ile ilgili politikalarında değişiklik yapmıştı. İngiltere’nin Osmanlı toprak bütünlüğünü korumak siyasetinden vazgeçerek, Onu yıkmaya yönelik bir politika uygulamaya başlaması ise, bu bölge ile ilgili planlarında top yekûn değişiklikler yapıldığı anlamına geliyordu. Özellikle, İngiltere’nin 1908 yılında Reval’de yapılan görüşmelerde Rusya ile Osmanlı Devletini yıkmak ve topraklarını paylaşmak konusunda anlaşması da bunun en güzel ispatı idi. İngiltere’nin bu bölge ile ilgili dış politika esaslarında gerçekleştirdiği değişikliklerden sonra, XX. yüzyıl başlarında Orta Doğu ve Osmanlı Devleti ile ilgili politikasının esasları şu şekilde belirlenmişti: 1. Osmanlı Devleti’ni parçalamak, 2. Padişah - Halifenin kuvvet ve nüfuzunu ile dînî etkilerini gidermek suretiyle, İslam Birliği düşüncesini değerden düşürmek, 3. Arap memleketlerine hakim olarak, Mısır ve Hindistan’ın güvenliğini sağlamak, 4. Hilafeti, İngiltere’nin himayesinde kurulacak Arap birliğinin eline geçirmek, 5. Doğu Akdeniz’de kuvvet bulundurmak, 6. Irak petrollerine sahip olmak, 7. İstanbul ve Boğazların kontrolünü ele geçirmek (Kasalak, 1993: 105). Bu yeni dönemde yukarıda sıralanan esasları gerçekleştirmeye yönelik bir politika uygulayan İngiltere, amaçlarına ulaşmak için öncelikle Osmanlı Devleti’nin yıkılması gerektiğini düşünerek, Onun aleyhindeki her türlü organizasyonun içinde yer almıştır. Bu dönemde, özellikle Türkiye’deki Alman nüfuzunun artmasına bağlı olarak*, Osmanlı İngiliz ilişkileri de gün geçtikçe kötüye gitmiştir (Burçak, 1941: 42-44). Ayrıca Osmanlı Devleti’nin, İngiltere’nin Musul ve çevresindeki petrol aramalarına karşı çıkarak, petrol 21 kuyularını kapattırması ise, İngilizlerin Osmanlılara karşı düşmanlığını daha da arttırmıştır (Kocabaş, 1985: 119). Bunun üzerine İngilizler, nihaî hedef olarak Osmanlı Devleti’ni hemen yıkmak için harekete geçmişlerdir. Bu çerçevede, “Osmanlı Devleti’ni hemen yıktıktan sonra, ya bu devletin yıkıntıları üzerinde kendilerine bağlı veya kendi kontrollerinde bağımsız devletler kurmak, yada bazı stratejik noktalara doğrudan yerleşmek.” şeklinde (Armaoğlu, 1991:45) belirledikleri öncelikli hedefi gerçekleştirmek için büyük bir mücadele başlatmışlardır. I. Dünya Savaşı sırasında sıcak çatışma şeklini alan bu mücadele, Mütareke Yılarıyla, Millî Mücadele döneminde de devam etmiştir. Fransa ve Ortadoğu: Fransa, bilindiği gibi, İkinci Dünya Savaşı'ndan büyük yaralarla ve kayıplarla çıkmıştı. Bu nedenle savaştan sonra, ilk önce bu kayıplarını giderme çabasına girmişti. Diğer yandan da, başka sömürgeci devletler tarafından işgal edilen ve savaştan sonra boşaltılan, ancak kendisiyle bağları kopan sömürgelerine yeniden yerleşmeye çalışmıştı. Ancak, yukarıda belirtildiği gibi, savaştan sonra bütün sömürgelerde olduğu gibi Fransız sömürgelerinde de bağımsızlık hareketleri başlamıştı. Bu nedenle Fransa, sömürgelerinde uzun ve kanlı savaşlar yapmak zorunda kaldı, sonuçta da başarısızlığa uğradı. İşte Fransa, bu iç ve dış sorunları nedeniyle, savaş öncesinde ve savaş sırasında etkisini kaybettiği Ortadoğu'da da, savaştan sonra yeniden aktif bir politika izleyemedi. Ancak, Cezayir bunalımını atlattıktan sonra, dış politikasında yeni girişimlere başladı. Bu arada da, 1967 Arap - İsrail Savaşı'nın bölgede meydana getirdiği denge bozukluğundan yararlanarak, Ortadoğu'da eski etkinliğini kazanma çabalarına girişti. İsrail'i saldırgan olarak tanımladı ve ona silah ambargosu koydu. Diğer yandan, özellikle tarihi ve dini bağlarla bağlı bulunduğunu belirttiği Lübnan başta olmak üzere, Irak ve Libya'ya, askeri ve ekonomik yardımlar yapmak isteğiyle, diğer Batılı devletlerden boşalan bu alanları doldurma girişimlerinde bulundu. Bunlarla birlikte, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Ortadoğu'da eski etkinliğini sağlayamadı. Sunî Sınırların Getirdiği Karmaşa Yukarıda da değindiğimiz gibi Osmanlı, Ortadoğu'yu I. Dünya Savaşı ile birlikte yitirdi. Savaşın ardından da Ortadoğu'da, bölgenin yeni hakimlerinin siyasi ve ekonomik çıkarlarına uygun bir düzenleme yapıldı. İngiltere ve Fransa, eski Osmanlı vilayetlerinden, yapay devletler oluşturdu. Bağdat vilayeti, "Irak" adlı bir devlete dönüştürüldü ve İngiliz egemenliğine bırakıldı. Halep ve Şam vilayetlerinden de "Suriye" isimli bir devlet çıkarıldı. Öte yandan, tarihsel olarak Suriye'nin bir parçası olan Beyrut ve çevresi ise "Lübnan" adıyla ayrı bir devlete dönüştürüldü. Daha güneyde, Ürdün nehrinin batı yakasında ise o zamana kadar sadece coğrafi bir bölge olan "Filistin" bir devlet haline getirildi. Nehrin doğu yakasında ise "Transjordan" (Ürdünötesi) adlı bir devlet kuruldu. Bu devlet bir süre sonra sadece "Ürdün" ismiyle anılmaya başlandı. Bu devletlerin hiçbiri etnik ya da dini bir birliğe dayanmıyordu. Irak denen ülkede, birbirlerinden çok uzak üç ayrı grup vardı; Kürtler, Sünni Araplar ve Şii Araplar. Suriye, daha da karışıktı. Sünni Araplar, Alevi Araplar, Dürziler, Kürtler... Hepsi bu yeni devletin çatısı altında yaşıyorlardı. Filistin'de ise Arapların yanında giderek artan ve kendi devletlerini kurmayı hedefleyen bir Yahudi nüfusu vardı. Lübnan ise Hıristiyan Araplar ile Müslüman Arapları barındırıyordu. Ancak bu iki temel ayrım da, kendi içlerinde mezhep farklılıklarıyla bölünmüşlerdi. Osmanlı sonrasında oluşan bu karmaşık Ortadoğu'nun bir başka özelliği ise, sınırların tamamen masa başında ve cetvelle çizilmiş olmasıydı. Sınırlar herhangi bir etnik temel 22 gözetilerek değil, sadece Fransa ve İngiltere'nin çıkarlarının öngördüğü şekilde belirlendiler. Bu yapay sınırlarla hedeflenen ikinci önemli husus ise, yeni kurulan devletlerin siyasi istikrarı sağlayamayacak bir düzene göre şekillendirilmeleriydi. Çünkü birliğini kurmuş, siyasi istikrarını sağlamış ve ekonomik refaha ulaşmış bir devletin İngiliz veya Fransız çıkarlarına uymayacağı açıktı. Asıl amaç bu ülkelerde sürekli iç çatışmaların, savaşların, istikrarsızlığın süregelmesi, Ortadoğu'nun kolay yönlendirilebilecek bir bölge halini almasıydı. Kısacası oluşturulan mozaik, barışa ve bir arada yaşamaya değil, çatışmaya ve savaşa uygun olarak hazırlandı. Nitekim Siyonizm, bir devlet haline gelip İsrail'e dönüştükten sonra, bu mozaiği kullanarak, Arap devletleri arasındaki çatışmaları ya da devletler içindeki iç savaşları körükleme imkânı elde edecekti. Fransa ve İngiltere'nin yeni kurdukları devletlerde yaptıkları düzenlemeler de istikrar bozucu nitelikteydi. Örneğin Suriye'deki Fransız yönetimi, ülkede azınlık durumunda olan Alevileri, Sünnilere karşı kayırdı ve bugün hâlâ sürmekte olan azınlık iktidarına zemin hazırladı. Bu politika, Suriye'de kalıcı bir Alevi-Sünni çatışmasının tohumlarını da attı. Ortadoğu'da bir yüzyıldır devam eden, özellikle de İsrail'in kurulmasından bu yana şiddetlenen karmaşanın nedeni, işte bu Osmanlı-sonrası düzenlemeydi. Osmanlı sonrasında oluşan "otorite boşluğu" Batılı güçler tarafından hiçbir zaman doldurulamadı. Fransa ve İngiltere, Ortadoğu'ya istikrar değil, bitmeyen çatışmalar ve savaşlar, dinmeyen gözyaşı ve kan getirdiler. İngiltere'nin koruyucu kanatları altında gelişen Siyonizm ise, kısa sürede bölgenin geneline yönelik bir tehdit haline geldi. Osmanlı sonrasında Ortadoğu'da kalıcı bir düzen ve istikrar oluşturulamamasının nedeni, sömürgecilerin bunu yapabilecek bir güce sahip olmamaları değil, bunu yapmak için gerekli olan stratejik anlayışa sahip olmamalarıydı. Osmanlı, ele geçirdiği bölgelere "nizam" götürmeyi İlahi görev sayan bir anlayışla yönetiliyordu. Sömürgeciler ise sadece kendi menfaatlerini gözettiler ve bu menfaatleri düzensizlik gerektirdiğinde, düzensizlik meydana getirdiler. ETKİNLİKLER: 1: 1800’den 1914’e Kadar Sömürgeler: 23 JAPONYA VE GELİŞMESİ 24 1853 yılında Amiral Perry’nin “kara gemileri” Yokohoma limanına gelene kadar, Japonya’nın yabancılarla ciddi bir teması olmadı. Tarihinde, M.S. 7. yüzyılda Çinlilerle kısa süren çatışmaları görülür. Ancak, Japonlara yapılan en ciddi tehdit, Kubilay Handan geldi. Çin’i egemenliği altına alan Moğol hanı Kubilay Han 1274-1281 yılları arasında, Japonya’yı ele geçirebilmek için donanma oluşturdu. 1274’deki 30.000 kişilik kuvvetle yapılan ve anlaşılmaz bir şekilde ertesi gün geri çekilen ordu, ilerisi için Japonların tedbir almalarını sağlamıştı. Buna rağmen Büyük Larousse Ansiklopedisine göre, 1281’de Kubilay’ın ordusu Korelilerle birlikte, 140.000 kişilik güçle Kyuşu’nun kuzeyine iki noktadan çıktılar. Fakat, tam Japonları yenmek üzereyken çıkan beklenmedik bir tayfunda gemilerinin çoğu battı. Geri döndüler. (J.P. Roux ise (s.164), Kore’nin o dönemde Kubilay Hanın egemenlik alanında olduğunu yazar. Ama bu durum varit olsa bile, olayın şeklini değiştiren bir açıklama değildir.) Japonya, çok sayıda adadan oluşan dağlık, verimsiz yerlerden müteşekkildi. Stratejik bir özelliği de yoktu. Bu nedenle Kubilay Han, Japonya’yı almaktan vazgeçti. Daha sonraki yıllarda, geniş Çin ve Orta Asya bozkırları, verimli topraklar dururken, başka hiç kimse adalar topluluğu dağlık Japonya ile ilgilenmedi. Dolayısıyla Japonya, yüzyıllar boyu hiçbir dış temas olmadan içe kapalı yaşadı. Toprak beylerinin (daimyo) ve aristokrat bir savaşçı kastın (samurai) oluşturduğu dağınık düzenleri vardı. Merkezileşemeyen bir feodal oligarşi tarafından yönetildi. Toprak bütünlüklerinin olmayışı, çok sayıda adadan oluşmaları da merkezileşmemede etkili oldu. Karel Van Wolferen’e göre (s.41) Japonlar, devlet anlayışına ihtiyaç duymadılar. Böylece başkalarına benzemeyen karmaşık bir dilleri ve kendilerince benzersiz addettikleri kültürleri oluştu. 1853’teki yabancılarla ilk temas şokunu çabuk atlattıktan sonra, bir dış politikalarının olması gerktiğini gördüler. K.V. Wolferen’e göre (s.44) yabancıların desteğiyle oligarşik bir yönetim oluştu. Bilhassa İmparator Mutsuhito (1868-1912) döneminden itibaren yöneticiler büyük bir değişim gerçekleştirdiler. Hızlı gelişmenin olduğu Meiji (Aydın Hükümet Çağı) döneminin yaşanmasında önemli pay imparatorun idi. Bu sebeple öldükten sonra meicitenno (aydın imparator/göğün oğlu) adıyla anılmıştır. Bu dönemde aydınlar, Japonya’nın lehine karaları cesaretle uyguladılar. Zaman zaman yenilikleri kabul etmeyen halk ve samuraylar direndi. Bazı Japon seçkinleri de muhalefet ettiler. Aydınlar, bütün bu direnişleri kırmak için, mücadelelerinde inançlı davrandılar. Halkın direnmesini normal karşılamak gerekir. Çünkü Japonya’da çağdaşlaşma, insanlar ve halk istediği için yapılmadı. “Devlet” buna gerek duyduğu için çağdaşlaşmaya çalışıldı. (Aynı Osmanlı’nın son dönemleri ve Türkiye Cumhuriyeti’nin başlangıcında olduğu gibi) Aydınların bu mücadelesi ve imparatorun da desteği işe yaradı. Japonya’nın maddi gelişmesi Avrupalı devletlerinkinden daha hızlı ve kararlı oldu. Paul Kennedy’ye göre (s.241), eğitime çok büyük önem verildi. Okur yazar sayısı hızla arttı. Takvim değiştirildi. Giyim kuşam değiştirildi. Avrupa’nınkine benzer bir bankacılık sistemi getirildi. Bilhassa İngiltere ile yaptıkları mal ithalatı antlaşmalarına, alışılmadık maddeler koydurdular. Belli bir miktar dış alım için, belli sayıda insanına İngiltere’nin ihtisas düzeyinde eğitim vermesini istediler. Subaylarını eğitim için Batılı ordu ve donanma akademilerine gönderdiler. (Japonların bu uygulamaları ile Türkiye Cumhuriyeti’ninkiler benzer. Tek farkları, Japonların yaptıkları ithalat antlaşmalarına koydurdukları şartlar. Eğer Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş yıllarında devletin ciddi ithalat yapabilecek kapasitesi olsaydı, belki böyle bir şart düşünülebilirdi.) 25 Devlet, ekonomi alanında yaptığı yatırımlarda, Japon müteşebbisleriyle ortak çalıştı. Halk da iyi çalıştı. Ancak Japonlar, kısa bir süre sonra üstünlük hevesine kapıldılar. Önce 1894 yılında, Kore için Çin ile savaştılar. Daha sonra, Ruslara karşı, İngilizlerle müttefik oldular. 1904-1905 yıllarında İngilizlerden destek alarak Mançurya’da Ruslara saldırdılar. Rusları yendiler. Japonlar, bu savaşta süngüyle öne atıldılar. Ruslar barutla ve hatta makineli tüfekle cevap verdiler. Ama sonuçta, onbinlerce Japon askeri ölmesine karşın samurai ruhu savaşı Japonlara kazandırdı. Bu olay Japon milliyetçiliğinin önemli bir zaferi oldu. Japonlar “Güçlü ordu, zengin ülke” sloganını geliştirdiler. Sadece yatırımlar için değil, artık ordu için de dış borç almaya başladılar. Japonya’daki Meiji dönemindeki gelişme hakkında bilgi sahibi olmak için Paul Kennedy’nin verdiği (s.234) bazı ekonomik verilere bakmak yerinde olacaktır. Demir-çelik üretimleri: 1890’da 0.02 milyon ton iken, 1913’te 0.25 milyon tona ulaştı. Aynı dönemde İngiltere 8 milyon tondan 7.7 milyon tona düştü. Rakamlar arasındaki fark Japonya’nın başladığı yeri göstermesi bakımından önemlidir. Enerji tüketimleri: 1890’da 4.6 milyon metrikton iken, 1913’te 23 milyon metriktona çıktı. Kişi başına sanayileşme düzeyleri (1900 yılında İngiltere 100 kabul edilerek) : 1880’de 9 iken 1913’te 20 oldu. Bu gelişmeler olurken güçlü ordu kurma arzusuna kapıldılar. 1890’da 84.000 kişi olan toplam personel sayısı 1900’de 234.000, 1910’da 271.000 kişiye yükseldi. Savaş gemilerinin toplam tonajları da hızla arttı. 1880’de 15.000 ton iken, 1910’da 496.000, 1914’te 700.000 tona çıktı. Bu artış aslında gelişmelerini yavaşlattı. Ancak I. Dünya Savaşı sırasındaki şansları gelişmelerini sürdürmelerini sağladı. ETKİNLİKLER: 1- Japonya’da Meiji Dönemi ve Dış Politika Üzerine: Meiji döneminde Japonya, önemli bir transformasyon geçirerek modernleşme sürecine girmiş ve belli bir başarıya ulaşmıştır. Batı ile karşılaşmaya ve bunun yarattığı büyük şoka Japonya, diğer komşu ülkelerden farklı bir tepki vermiştir. Japonya ulusal gelişmesi için Batı’yı bir model olarak kullanarak toplumsal, ekonomik ve siyasal sistemini yeniden örgütlemiş ve Batı örneğine göre köklü bir modernleşme sürecine girmiştir. Başlatılan modernleşme sürecinde ülkenin dış politika amaçları da yeniden tanımlanmıştır. Modernleşme süreci ile birlikte Japonya saldırgan bir dış politika stratejisi takip etmiştir. Meiji dönemi Japon dış politikası, başlatılan modernleşme sürecinin bir ürünü olduğu kadar söz konusu sürecin başarıya ulaşmasına da önemli bir katkı sağlamıştır. Çalışma, şimdiye kadar ihmal edilen bu hususu aydınlatmayı amaçlamaktadır. Meiji modernleşme sürecinde Japonya 1894/5’te Çin’e, 1904/5’te Rusya’ya karşı başarılı birer savaş vererek bölgesel bir güç olmuştur. Böylece Japonya Batı merkezli dünya devletler sistemine eşit üye statüsü ile eklemlenebilmiştir. Japonya, Meiji dönemi öncesi imzaladığı kapitülasyon antlaşmaları nedeniyle, dış ilişkilerinde belli bir açmaza düşmüştür. Japon siyasi seçkinleri, bu açmazın ülkenin modernleşmesi/batıcılaşması ile aşılabileceğini düşünmüşlerdir. Sonuçta modernite devlet kimliği olarak benimsenip büyük bir toplumsal, ekonomik, siyasal transformasyon gerçekleştirilmiştir. Bu çerçevede, Japon dış politikası yeniden biçimlendirilmiştir. Japonya böylece Batı devletleri gibi örgütlenip güçlenerek ulusal egemenliğini yeniden 26 kazanabileceğini düşünmüştür. Ancak Japonya, başlatılan modernleşme programının ve ulusal egemenlik üzerine kurulan kısıtlamaların Batı’ya rağmen gerçekleştirilemeyeceğinin bilincindedir. Bu nedenle İngiltere’ye yakın bir politikanın sürdürülmesi bir zorunluluk olarak görülmüştür. Dünya yüzeyinde aşırı yayılması sonucu İngiltere, Uzakdoğu’da umduğu sonucu kendi gücü ile alamaması nedeniyle, Japonya’nın katkısına ihtiyaç duymuştur. Japonya İngiltere’nin beklentilerine olumlu cevap vermiştir. Böylece Japonya İngiltere’nin katkıları ile Batı dünya egemenlik ilişkilerine başarılı şekilde eklemlenmiştir. Bölgede egemenlik ilişkileri Japon ulusal gücüne dayanılarak kurulmamıştır. Söz konusu ilişkiler Japon denetimi dışında kurulmuştur. Japonya kendisini başarıya götürecek egemenlik ilişkilerini kendi gücü ile güvence altına alamamıştır. Bu güvence, ancak söz konusu bölgesel egemenlik ilişkilerinin öznesi olan Batı devletleri tarafından sağlanmış ve Japonya da buna uyum sağlamıştır. Sonuçta bölgesel ilişkilerin seyri Japon başarısının da akışını belirlemiştir. Meiji dönemi önemli dış politika olayları Çin ve Rusya’ya karşı verilen iki büyük savaş olmuştur. Japonya, ilk modern savaşını 1894-95’te Çin’e karşı başarılı bir şekilde vermiştir. Japonya, Batı ile girilen ilişkiler sonucu modernliği bir devlet kimliği olarak benimseyip Uzakdoğu Çin merkezli devletler sisteminden ilk önce kendisi çıkmıştır. Daha sonra da, 1894-5’te, Çin’e karşı verilen savaşla, Çin merkezli bölgesel devletler sistemini yıkmış ve Kore ve Mançurya’nın söz konusu sistemden kopartılmasını sağlamıştır. Bu süreç, Çin merkezli devletler sistemi yıkılması ve Çin’in kesin biçimde Batı devletleri tarafından nüfüz bölgelerine ayrılması ile sonuçlanmıştır. Japonya Çin’e kaşı verdiği savaş sonunda ekonomik modernleşmesini besleyecek önemli kazanımlar elde etmiştir. Meiji döneminde Japonya ikinci büyük savaşını 1904/5’te Rusya’ya karşı vermiştir. Japonya bu savaşla İngiltere’nin bölgede başlıca rakibi olan Rus ilerleyişini durdurmuştur. Rusya’nın işgal ettiği Mançurya ve Kore Japonya’ya kalmıştır. Savaş Japonya’ya ağır ekonomik yük getirmesine rağmen, Rusya, büyük savaş tazminatı gibi, ağır yük altına sokulmamıştır. Rusya Çin aleyhine elde ettiği toprakları Japonya’ya terk etmek zorunda kalmıştır. Belirtilen iki büyük savaş sonunda Japonya ulusal egemenliğini tam olarak yeniden kazandığı gibi Batı devletler sistemine eşit ülke statüsü ile eklemlenmiştir. Japonya iki savaşta da İngiltere’nin yoğun desteğini görmüştür. Sonuçta Japonya, giderek bölgesel bir güç haline gelmiştir. Bu statü, Batı’ya rağmen değil, belli Batı devletleri ile kurulan ilişkilerin başarılı bir seyir izlemesi ile mümkün olmuştur. İngiltere, zorladığı kapitülasyon antlaşmalarını, yapılan toplumsal reformların aldığı mesafeyi ve ülkenin uluslararası ilişkilerde takındığı tutumları izleyerek, Japonya lehine yavaş yavaş revize etmiş ve nihayet 1911’de tamamen kaldırmıştır. Bu durum, Japonya’nın İngiltere’yi zorlamasıyla ortaya çıkmış değildir. Tamamen siyasi bir uzlaşmanın ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır. Sonuçta Japonya ulusal egemenliğini tam olarak elde etttiği gibi Batı devletler sistemine de eklemlenmiş ve başlatılan modernleşme çabası da önemli bir başarıya ulaşmıştır. Modernleşmesini tamamlamış bir Japonya’nın bölgede Batı için bir tehdit olacağı varsayılmamış, tam tersine Batı egemenlik ilişkilerinin bölgesel düzeyde tamamlayıcı bir unsuru olacağı doğru olarak gözlemlenmiştir. Bu nedenle, söz konusu dönemde, Japonya’ya karşı, Osmanlı Devleti ve Çin örneklerinde görülebilen, ortak bir Batı cephesi hiç bir zaman söz konusu olmamıştır. Japon modernleşmesi Batı baskısına muhatap olmadığı gibi teşvik de edilmiştir. Oysa ki, söz konusu dönem ve müteakip yıllarda, Türkiye hep Batı tehdidi ve sınırlaması ile yüzyüze kalmıştır Bu nedenle iki ülkede girişilen modernleşme çabası da farklı sonuçlar vermiştir. Sonuçta Japonya, belli çabaları sonucu modernleşerek Batı’ya yaklaşmış ve bölgesel bir güç olarak temayüz etmiştir. Ancak bulunduğu bölgeye de aynı ölçüde yabancılaşmıştır. 27 Japonya başarısını ancak Batı ile kurduğu belli ilişkiler sonucu sağladığı için, başarısının sürmesi de söz konusu ilişkilerin başarılı biçimde devam etmesine bağlı olmuştur. Aksi takdirde Japonya, bölgesel egemenlik ilişkilerinin dışına düşerek başarısı da sona erecektir. Bunu, Meiji dönemi sonrasından II.Dünya Savaşı sonrasına kadar, Japonya etrafında meydana gelen gelişmelerde gözlemlemek mümkündür. Ancak bu, başka bir çalışmanın konusudur. 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı Büyük Bunalım Öncesi Yeryüzündeki Genel Durum 1929 Bunalımı temelde Amerika’da borsanın çöküşüne ithaf edilse de; o yıllarda yeryüzündeki ekonomik koşullara, krizin büyüklüğü ve etkisine bakıldığında Büyük Dünya Bunalımı adını almayı hakettiği açıkça görülmektedir. Bunalım dünyada 50 milyon insanın işsiz kalmasına, yeryüzündeki toplam üretimin %42 oranında ve dünya ticaretinin de %65 oranında azalmasına neden olmuştur. 1929 yılına kadar dünyada oluşan diğer krizlere bakıldığında dünya ticaretinin en fazla %7 oranında düştüğü düşünülürse 1929 bunalımının ne derece etkili olduğu tahmin edilebilir. Dünyayı bu denli etkileyen büyük bunalımı sebep ve sonuçları ile anlayabilmek için öncelikle I. Dünya Savaşı sonrasında dünyada oluşan ekonomik ve sosyal koşulları göz önünde bulundurmak gerekir. Büyük Bunalım Öncesi Amerikan Ekonomisi Amerika ise 1924-29 yılları arasında bir stabilizasyon devresi geçirdi. Edindiği ihracat fazlası ile dünyanın net kreditörü konumuna geldi. Bu esnada ülkede otomobil, yapı, elektrik gibi yeni endüstriler gelişmeye başladı. Yeni gelişen endüstrilere talebin fazla olması borsanın spekülatif olmasına sebep oluyordu. Öyle ki 1928 yılında, Amerika verdiği kredileri New York Borsası için geri çekmek durumunda kaldı. 1920’lerde borsa dışındaki ekonomik göstergeler oldukça iyi durumdaydı. Üretim ve işlilik oranı yüksekti. Ücretler çok fazla yükselmiyordu ve fiyatlar istikrarlıydı. Bir çok insan hala aşırı derecede fakirdi ancak halkın büyük çoğunluğu hiç olmadığı kadar rahat ve varlıklıydı. Ancak o yıllarda Amerikalılarda minimum fiziksel eforu sarfederek zengin olma isteği hakimdi. İnsanların bu ruh hallerinin ve spekülasyonun ne derece hakim olduğunun kanıtı, 1926 yılında Florida’da meydana gelen gayri menkul patlamasıydı. Bu olay klasik bir spekülatif balonun tüm özelliklerini kendi içinde barındırıyordu. Florida Gayrimenkul Spekülasyonu Olay şöyle gelişmişti: Floridalılar bölgede kış şartlarının kuzeydeki eyaletlere göre daha iyi olmasına, taşımacılık problemlerinin çözülmüş olmasına dayanarak Florida’daki gayrimenkullerin değer kazanacağını düşündüler. Eyalette Florida’nın bir tatil cennetine dönüşeceği inancı hakimdi. Bu durumda o gün aldıkları toprakların gelecekte birkaç kat değerleneceğini düşünenler hiç de az değildi. Halkın büyük çoğunluğu bu inançla gayrimenkule yatırım yaptı. Ancak 1928 yılının 18 Eylül’ünde hiç hesapta olmayan bir tropik kasırga 400 insanın ölümüne. binlerce evin hasar görmesine ve tonlarca deniz suyunun yatları 28 parçalayıp sokaklara taşmasına neden oldu. Satın alınmış olan gayrimenkuller satılmaya çalışıldı ancak değerinin çok altına bile satılamadı. Bu durum bir spekülatif balonun patlayışıydı. Krizin Sebepleri Büyük kriz öncesindeki atmosfere bir göz attıktan sonra krizin sebepleri ve gelişimi üzerinde durmak gerekir. Dünyayı etkileyen pek çok olay üzerinde olduğu gibi bu olayın da sebepleri üzerinde çok sayıda araştırmalar ve değişik yorumlar yapıldı ancak bunların genelinde yer alan ortak birkaç sebebi şöyle sıralayabiliriz: Birincisi; Amerika’daki şirketlerin mali güçleriydi. 1870li yıllarda Amerika’da irili ufaklı pek çok şirket varken I. Dünya Savaşı’nın getirdiği zorluklar karşısında küçük şirketler birleşmek zorunda kalmış ve savaş sonrasında tekeller oluşturmuşlardır. Öyle ki 1929 yılına gelindiğinde Amerikan ekonomisinin %50’si üzerinde söz sahibi olan holding sayısı 200 kadardı. Bu da tek bir holdingin bile iflasının ekonomiyi sarsmaya yeteceğini gösteriyordu. İkinci bir sebep de bankaların kötü yapılanmış olmasıydı. Bankaların sermaye esaslarını, rezerv ve kredi oranlarını belirleyen yasalar yoktu. Örneğin şirketlerin mali tablolarının güvenilirliğini sağlayan yasalar yoktu. Bu yüzden yatırımcı senedini aldığı firma hakkında yeterince bilgiye sahip olamıyordu. Yine ticari bankaları yatırım bankalarından ayıran yasalar da mevcut değildi. Üçüncü bir sebebin de, başkan Hoover yönetiminin ekonomi alanındaki tecrübesizliği olduğu söylenebilir. Bu düşüncenin savunucularına göre başkan Hoover yönetimi 20lerde hüküm süren liberal ekonomi anlayışına göre ekonomiye devlet müdahalesi yapmamayı uygun görmüştü. Ancak 29 krizine müdahale etmemenin toplumsal maliyeti çok büyük olmuştu. Daha sonraları başkan müdahaleye karar verdiğinde ise hem çok geç olmuştu hem de müdahale başarılı değildi. Örneğin devlet bütçesini dengelemek için devlet harcamalarını kısması ve vergileri arttırmasının işsizliğe sebep olduğunu ve bunun da insanların satın alma gücünün azalmasına ve fiyatların düşmesine neden olduğu savunuldu. Hükümetin tecrübesizliğinin bir diğer göstergesi de altın standardına bağlı kalmakta ısrar edişiydi. Hükümet altına bağlı olmayan para basmayı reddederek sıkı bir para politikası izledi ve piyasada para bulunmayınca ekonomik faaliyetler durdu, reel sektör küçüldü. Bu da daha fazla işsizlik, daha az gelir demekti. Vurgulanması gereken son sebep ise; başta da belirtildiği gibi Amerika’nın dünya üzerindeki net kreditör olmasıydı. Bunun yanında I. Dünya Savaşı sonrası Almanya ve İngiltere’den istediği tazminatların altın olarak ödenmesini talep ediyordu. Ancak yeryüzündeki altın stoğu yetersizdi ve varolan stoğu da zaten Amerika kontrol ediyordu. Bu sebeple de bahsedilen tazminatların ve kredilerin mal ve hizmet olarak ödenmesi denendi ancak bu da Amerika’nın kendi mal ve hizmet sektörünü vurdu. Son çare olarak gümrük duvarları koyma yoluna gidildi ancak bu da yalnızca dış ticareti küçülttü. Sonuçta Amerika hesapsızca vermiş olduğu kredileri geri alamadı. Krizin Patlak Verişi: Kara Perşembe 29 New York Borsası 1928 yılının başından 29 yılı Ekim ayının başına kadar olan süreçte gittikçe yükseliyor ve yüksek fiyat/kazanç oranı getiriyordu. Ancak 3 Ekim 1929 tarihine gelindiğinde, yukarıda sayılan sebepler doğrultusunda borsanın ilerlemesi durmuş hatta birkaç büyük holdingin hisse senetleri düşmüştü. Bu düşüş 21 Ekim günü yabancı yatırımcıların kağıtlarını ellerinden çıkarmalarıyla hızlandı ve “Kara Perşembe” olarak anılan 24 Ekim 1929 Perşembe günü borsa dibe vurdu. 1929 yılının fiyatlarıyla 4.2 milyar dolar yok oldu. 29 Ekim 1929 gününün fiyatlarına bakıldığında bir yıl öncesinin karının bile sıfırlandığı görülür. 21-29 Ekim 1929 tarihleri arasındaki fark Dow Jones sanayi ortalamasının 328’den 230’a düştüğünü gösterir. Bu süreçte 4.000 kadar banka batmış, binlerce insanın mal varlığı yok olmuştur. Bu insanlar açlığa sürüklendi ve sebze ve meyve yetiştirip satarak yaşamaya çalıştılar. Piyasadaki para bir anda yok olduğu için insanlar ihtiyaçlarını karşılamada takas yoluna giderek bir nevi değiş-tokuş ekonomisine geri döndüler. İnsanlar maddi varlıklarıyla beraber sosyal konumlarını ve ruh sağlıklarını da kaybettiler. Bunalımın etkileri II. Dünya Savaşı’na kadar yaklaşık 10 yıllık bir periyodda devam etti. Roosevelt ve "New Deal" Amerikan halkı bu büyük çöküşün faturasını Hoover yönetimine çıkardı. Bir sonraki seçimde Hoover’ın başkan seçilmeyeceği aşikardı. Onun yerine adını verdiği programla ekonomik sistemde köklü değişiklikler vaadeden Roosevelt seçildi. Roosevelt “ New Deal” ı 1930-37 yılları arasında uygulama fırsatı buldu. Başa geldiği 1933 yılı bunalımın etkilerinin en fazla hissedildiği yıllardan biriydi. Ekonomide karlılık çökmüştü. Büyük bir talep eksikliği yaşanıyordu çünkü insanların satın alma gücü çok düşmüştü. Roosevelt böyle bir dönemde hem sosyal hem ekonomik anlamda bir reform niteliği taşıyan programıyla ve büyük yetkilerle başa geçiyordu. Amerikan ekonomisi tarihinde ilk kez devlet müdahalesine maruz kalıyordu. Roosevelt işe bankacılık sektörüyle başladı. O sıralarda sektörde likidite düşük olduğundan altın ve döviz kuru bizzat başkanlık tarafından kontrol ediliyordu. İlk kez Merkez Bankası kuruldu. Mevduatlar devlet güvencesine alındı. Bankacılık sisteminin düzeltilebilmesi için 500 kadar yeni düzenleme yapıldı. Reel sektörde de karlılığın arttırılmasına karar verildi. Devlet kendi kontrolü altında olmak kaydıyla sanayicilerin yüksek fiyat uygulamalarına izin verdi ve yine bu amaca uygun olarak üretim sınırlandı. Talep sorunun çözmek için de, devlet yüksek sayılabilecek bir düzeyde minimum reel ücretleri belirledi. Çalışma saatleri azaltılarak işsizlik sorunu çözülmeye çalışıldı. Tarımda da bir takım yeni programlamalar yapıldı. Ancak bu programlar bazı yönlerden birbirleriyle çelişir durumdaydı. Devlet bir taraftan fiyatları yüksek tutmak için üretim kotası koyarken diğer taraftan da ne üretirlerse üretsinler belli yükseklikte bir fiyata bunları almayı vaad ediyordu. Bu da çiftçilerin daha fazla üretim yapmak istemelerine neden oluyordu. Roosevelt’in devlet harcamaları politikası ise bir denge politikasıydı. Devlet müdahalesine karşı olan sanayicileri küstürmemek için özel sektörün ilgilenmediği büyük yatırımlar gerektiren alanlarda harcama yapılıyordu. Bu sektörlerde açılan iş alanlarıyla da işsizliğin azaltılmasına ve talebin arttırılarak düşük talep sorununun çözülmesine çalışılıyordu. Genel anlamda “New Deal” programına bakıldığında çok da başarılı bir program olmadığı görüşü hakimdir.Devlet harcamalarının ekonomiyi canlandırmaya yetmediği, devletin ekonomideki payının da artmadığı ve yeni yatırımların yetersiz kaldığı bilinir. 30 Bunalım Sonrasında Almanya Depresyonu yenerek tam istihdama ulaşan ilk sanayi ülkesi, Almanya'dır. Almanya, enflasyonsuz orijinal finansman yöntemleriyle iç piyasayı canlandırmayı başarmıştır. Ancak dünya pazarları Almanya' nın ihracatına açık değildi. Alman fabrikalarına sürüm alanları temin etmek ve hammadde bulmak gerekiyordu. Güney Amerika, Orta Avrupa, Balkanlar ve Türkiye serbest dövizle mal almakta ve satmakta güçlük çekiyorlardı. Almanya,direkt serbest döviz transferi olmaksızın malın malla mübadelesini gerçekleştirmek imkanını sağlayan bir counter-trading modelini benimsedi serbest döviz piyasalarında ihracat mallarına uygun fiyatla alıcı bulamayan memleketlerin müşterisi durumuna geçti. Tarım ekonomilerinin ihracat mallarını yüksek bedelle satın aldı ve onlara kendi sanayi ürünlerini sattı. Planlama ve benzeri yöntemlere başvuran ABD ile Fransa gibi demokrasiler ılımlı çözümlere yönelirken, Almanya'da işsizler nazi totalitarizminin çılgınlıklarına kapıldılar. Böylece bunalım, İkinci Dünya Savaşı'nın başlıca nedeni olacaktı. Türkiye'ye Etkileri Türkiye 1929 bunalımı karşısında,kalkınmasını sağlayabilmek için ihracat ve ithalatını artırmak zorundaydı,Türkiye Cumhuriyeti bunu sağlayabilmek için çeşitli politikalar izledi. Türkiye 1933' de dış ödemelerde uygulamasına başlanan kliring ve takas sistemini uyguladı. Bilindiği gibi, kliring sistemi malını alanın,malını alma ilkesine dayanır. Bu sistemde ithalat ihracata bağlandığından, ihracat teşvik edilmiş olur. Nitekim,Türk Hükümeti mümkün olduğu kadar bütün ülkelerle kliring ve takas anlaşması yapmaya çaba harcadı ve Türkiye ile ticaret ve ödeme anlaşması yapan ülkelerden,ithalata öncelik tanıdı. Ayrıca ihraç mallarının standardizasyonuna önem verilerek ,ihracat bu yönden de teşvik edildi 10 /06/1930 tarih ve 1705 sayılı Kanun ile Hükümete tedbir alma yetkisi verilerek,ihraç edilen fındık ve yumurtadan başlayarak ,ihraç mallarında kalite konturulüne gidildi. Önceleri çeşitli merciler tarafından yürütülen bu iş 1934' te kurulan Türkofis' e devredildi. Ofise,kontrol ve teftiş görevi yanında piyasa araştırmaları yapma uluslar arası ticaret ve ödeme anlaşmalarını hazırlama görevi de verildi. Halen dünyada yaşanmış olan en büyük kriz 1929 Krizi’dir. Bu krizin dünyayı en az I. Ve II. Dünya Savaşları kadar etkilediği de açıktır. Büyük bunalımın yol açtığı 1930’lar dünya tablosuna bakıldığında ekonomik krizlerin bazen insanlık tarihini etkileyecek boyutlara varabileceği rahatlıkla görülebilir. Bu yüzden ekonomik krizlere yalnızca ekonomik değil aynı zamanda sosyal hatta politik bir olgu olarak da bakılmalıdır. MİLLETLER CEMİYETİ Birleşmiş Milletler'in temeli sayılabilecek bu organizasyon, I. Dünya Savaşı'nın ardından İsviçre’de 1919'da "Cemiyet-i Akvam" (Milletler Cemiyeti) adıyla kuruldu. Amacı, ülkeler arasında yaşanabilecek sorunları barışçı yollarla çözmek idi. Bir süre çalıştı fakat fazla bir varlık gösteremedi. II. Dünya Savaşı'nın ardından dağıldı. 6 Temmuz 1932'de Cemiyet-i Akvam, Türkiye'yi üyeliğe davet etmiş, 9 Temmuz'da TBMM Türkiye’nin Milletler Cemiyeti'ne giriş davetini onaylamış ve 18 Temmuz 1932'de Türkiye, Cemiyet-i Akvam'a 31 resmen üye olmuştur. Paris Barış Konferansının 25 Ocak 1919'da yapılan toplantısında; uluslararası barışı ve güveni sağlayacak ve devam ettirecek bir Milletler Cemiyeti kurulmasına karar verildi. Bu kararı yerine getirmek için bir komisyon kuruldu. Komisyonun hazırladığı sözleşme 28 Nisan 1919 tarihinde Konferans Genel Kurulu'nda kabul edildi ve böylece Milletler Cemiyeti kurulmuş oldu. 20 yıl süreyle dünya milletlerine hizmet veren bu cemiyet tüm çabalara rağmen İkinci Dünya Savaşı'nın çıkmasını engelleyemedi. Savaş sonrası 18 Nisan 1946'da Cenevre'de toplanan konferans, XXI. Genel Kurul Toplantısıyla cemiyetin dağılmasına karar verdi. Her savaş sonrası antlaşmalarına önsöz olarak konması şartını getiren Milletler Cemiyeti Yasası; Bir Başlangıç Bölümü ve 26 maddeden oluşmaktaydı. Milletler Cemiyeti'nin Mahiyeti ve Organları Milletler Cemiyeti Sözleşmesi'nin başlangıç bölümünde, cemiyetin genel amaçları ile üyelerinin yüklendikleri sorumluluklar şöyle belirlenmiştir: “ Uluslar arasında işbirliği geliştirmek ve uluslararası barışı ve güvenliği sağlamak için, savaşa başvurmamak konusunda birtakım yükümlülükler kabul etmek, gizlilikten uzak, adaletli ve onurlu uluslararası ilişkiler sürdürmek; Hükümetlerce, bundan böyle eylemsel davranış kuralı kabul edilen uluslararası hukuk kurallarına kesinlikle uymak; Örgütlenmiş halkların karşılıklı ilişkilerinde adaleti korumak ve antlaşmalardan doğan bütün yükümlülüklere titizlikle saygı göstermek... ” Sözleşmenin 26 maddeden oluşan, üyelik ve örgütün yapısı, barışın sürekliliğini sağlamak, antlaşmalar, uluslararası işbirliği ve uluslararası yönetim, sözleşme hükümlerinin değiştirilmesi gibi hususları belirleyen metnine göre ise: 1. Cemiyete üye kabulü Genel Kurulun üçte iki çoğunluğunun kararıyla olacaktı (Madde 1). 2. Cemiyet, bir Genel Kurul, bir Konsey ve bunlara yardım eden bir Sürekli Sekreterlikten oluşacaktı (Madde 2). 3. Cemiyet üyeleri, barışın sürekliliğini sağlamak için, ulusal silahların en düşük bir düzeye indirilmesi zorunluluğunu kabul ediyorlardı (Madde Karizmatik. 4. Cemiyet, üyeleri arasındaki çıkacak anlaşmazlıklarda hakemlik yapabilecek ya da bunları Konsey'de inceleyecekti (Madde 12). 5. Barışın sürekliliğini sağlayan hakemlik antlaşmaları gibi uluslararası yükümlülükler ve Monroe Doktrini gibi bölgesel anlaşmalar, bu sözleşme'nin hiçbir hükmüyle bağdaşmaz sayılmayacaktı (Madde 21). 6. Savaştan sonra bağımsızlığına kavuşan ve kendi kendilerini yönetme yeteneğinden henüz yoksun halkların oturduğu ülkelere, kendi kendilerini yönetmeye yetenekli olacakları 32 zamana kadar, cemiyet adına yönetimlerine bir mandatör seçilebilecekti (Madde 22). Milletler Cemiyeti'nin Başarısızlık Sebepleri 1. Cemiyetin bünyesinde savaşı önleyici tedbirlerde boşluklar mevcuttu ve yaptırımlar yetersizdi. 2. Sözleşmenin 10. maddesi mütecavizi tayin etmediğinden, bu madde barışı korumada yetersiz kalıyordu. 3. Önemli konularda oy birliği prensibinin uygulanması, politik ve hukuki sorunların çözümünü engelliyordu. 4. Barışı koruyacak ve devamlı kılacak uluslararası zihniyet yetersiz ve noksandı. Habeşistan olayı, 1937 Japon taarruzu ve 1 Eylül 1939 tarihinde Alman ordularının Polonya'ya taarruzu ile başlayan II. Dünya Savaşı, Milletler Cemiyeti'ni etkisiz duruma getiren gelişmeler arasında sayılabilir. 5. Paris Barış Konferansı'nda hazırlanan antlaşmaların bir parçası olması 6.Amerika Birleşik Devletleri'nin Milletler Cemiyetinden ayrılması, önemli bir uluslarası gücün yitirilmesine ve cemiyetin etkinliğini kaybetmesine neden oldu. 7-Bir yandan insan haklarını korumaya çalışıp diğer yandan kolonileşme ve manda sisteminin garantisi durumunda olması çelişki yaratıyordu. 33