TEKFİR PROBLEMLERİ * Mehmed GÜNEŞ (TEKFİR PROBLEMLERİ) Copyright © 2012, Mehmed GÜNEŞ ISBN: Sertifika No: 14721 Kapak Tasarım Yeliz GAZELOĞLU Baskı: Kazımkarabekir cad. Kültür Çarşısı No. 7/101-102 Altındağ / ANKARA Tel : 0312. 341 00 02 Cep : 0549 341 00 02 Tüm hakları yazara aittir. İzinsiz çoğaltılamaz. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. İÇİNDEKİLER 123456- Söze Başlarken Bir Uyarı / 7 Genel Manada Dinde İfrat ve Tefritten Sakınmak / 8 Tekfir Kelimesinin Etimolojik Tahlili / 12 İlk Tekfir Hareketi / 15 Haricilerin Zihniyeti / 16 Tekfirde Aşırı Gidilmesine Sebebiyet Veren Bazı Vahim Vakıalar / 18 7- Tekfirde Aşırılığın Sebepleri / 22 8- Tekfiri Hak edeni Tekfir Etmenin Gerekliliği / 25 9- Tekfirin Tehlikeleri Ve Sonuçları / 27 10- Tekfir’in Şartları / 29 11- Küfre Göğüs Açmak Ve Küfrün Hata Sonucu Tezahür Etmiş Olmaması / 30 12- Tekfir edilecek Şahsa Ya da Topluma Yolun apaçık Belli Olması / 32 13- GÜNÜMÜZ TOPLUMUNUN ANALİZİ / 34 14- Günümüz Toplumunun konumunu tespit etmede güzel ve Farklı Bir Yaklaşım / 38 15- Bazı Âlimlerin Toplumu Tekfir ettiği yönündeki Düşüncenin Yanlışlığı / 49 16- ''Kafire Kafir demeyen Kafirdir'' Anlayışının Analizi / 57 17- ''Kafire kafir demeyen kafirdir'' Sözüne İmam-ı Azam'dan getirilen Delilin İncelenmesi / 60 18- ''La ilahe İllallah'' Diyen Cennete Girer /62 19- Bazı Âlimlerin '' Tekfir '' Hakkındaki Nasihatleri / 64 20- PARLEMENTER İDAREDE GÖREV ALMA VE OY KULLANMA MESELESİ /71 21- Tağut Üzerine /76 22- ''Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse... ''Ayet(ler)ine Mutedil bir Yaklaşım / 79 23- İslam Ahkamının Uygulanmadığı Devletlerde Görev Alma Meselesi /84 24- Sözü bitirirken /86 25- Tekfir Konusunda Yararlanılabilecek Kitaplar /87 26- Kaynaklar / 96 27- Faydalanılan Eserler /101 Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun. Peygamberlerin sonuncusu ve imamı, şükredenlerin efendisi, zikredenlerin en üstünü, çevresini nuru ile aydınlatanların bir tanesi Hz. Muhammed (s.a.v)'e, âl ve ashabına ve O (s.a.v)'nun yolunu tutanlara Kıyamet gününe kadar salât ve selâm olsun. Söze Başlarken Bir Uyarı Dikkatinizi yoğunlaştırmak istediğim nokta tekfirin bir provokasyon olma ihtimalidir. Son yıllarda tekfirciler artmasına rağmen bu sayı son 1-2 yılda daha da artmış bulunmaktadır. Batılı müsteşriklerin özellikle Müslümanlar arasında bu görüşleri (tekfiri) yayması bir muhal değildir. Özellikle ılımlaşan sistemde Müslümanlar iyice gevşemiş bulunmaktadır. Bu gevşeklikten yararlanmak isteyen batılı müsteşrikler Müslümanların birliğini bozmak için bu tekfir fitnesini yeniden hortlatmaları kuvvetli bir ihtimaldir. Ve hiç de akla muhalif değildir. Biraz düşünürseniz bu sinsi projenin Müslümanları nasıl paramparça ettiğini görebilirsiniz. Bu proje ile Müslümanlar-Müslümanları ve Müslümanlar (gelişi güzel bir şekilde) en yakınlarını tekfir etmiş; böylece kendilerini atomize etmiş/parçalamış ve güçsüz düşüp/yalnızlaşmışlardır. Bu tekfir projesinde saf Müslümanların kullanıldığı ise aşikârdır. Daha önceden de silahlı/sloganlı eylemlerde bu saf Müslümanları öne çıkarıp kullanmışlar ve Müslümanlara/İslama yakışıksız imajlar lanse etmeye çalışmışlardı. Şimdi ise şekil değişmesine rağmen zihniyet değişmemiş; tekfir zihniyeti üzerinden tefrikaya sebebiyet verme gayretine girişilmiştir. Müslümanlar birbirlerini tekfir ederlerse bunun neticesinde birbirlerinin kanını helal göreceklerdir. Nitekim Irakta, Bir gün Şii camiisin de bomba patlaması ve diğer günde Sünni camiisin de bomba patlaması herhalde gelişi-güzel olan vakıalar değildir. Birbirlerini tekfir eden saf Müslümanlar söz de kâfirleri(!) öldürerek cihat ediyorlar! Müslümanların bu tarz projelere karşı uyanık olmalarını istiyoruz. Bu mühim uyarıyı yaptıktan sonra konularımıza geçebiliriz. Genel Manada Dinde İfrat ve Tefritten Sakınmak İslamın ve İnsanlığın en çok çektiği konuların başında, ifrat ve tefrit gelmektedir. Diğer bir ifade ile ''aşırılık'' İslamı anlamanın ve anlatmanın önündeki başlıca etkenlerdendir. Tarih boyunca insanlık ifrat ve tefrit arasında gidip gelmiştir. Bu süreç İslamın mesajını gölgelediği gibi insanlığın saadetini de zedelemiştir. İslam'ın hayata bakışı itidal eksenlidir, itidali emreder; ne toplum adına bireyi, ne birey adına toplumu ihmal eder.(1) İslam, helal-haram ayrımı yapmadan her şeyi helal gören kapitalizm ile özel mülkiyeti reddeden komünizm arasında vasat bir yoldur; herkese hakkını/hak ettiğini verir. İslam, günahları zararsız ve hoş gören 'Mürcie' ile günah işleyen Müslümanları tekfir eden 'Harici' anlayış arasında vasat noktadır. Müslüman, hikmet ile hareket eder, yaptığını bir hikmet ile yaptığı gibi terkettiğini de bir hikmet gereği terk eder. İnançta Allah'ı her şeyden tenzih eder; teşbih ve tecsimi reddeder, tevhidi esas alır; amelde de mutedildir, şefkati, merhameti ve yardımlaşmayı esas alan bir duruş sergiler.(2) İslamın itidalli duruşunda tevhid, sevgi, izzet ve dik duruş billurlaşır. Müslümanın tüm hareket ve davranışlarında itidalli davranması asıldır. İtidal, iki kötülük arasındaki iyiliktir, yani ifrat ile tefritin arasını bulmaktır. İslam, kötülüğün düzeltilmesini emreder, ancak onu düzeltirken daha büyük bir kötülüğün meydana gelmesini caiz görmez. Çünkü ifrat ıslah değil, ifsattır, kötülüğü körükler. İslam, canlı-cansız her varlık için bir rahmettir. Söz gelimi İslam, büyük günahlardan olan şarap içmeyi gayrimüslimlere yasaklamaz. İslamın hoşgörüsü o seviyeye varmıştır ki âlimler; ''Bir müslüman, bir Hıristiyanın domuzunu öldürür veya şarabını dökerse onun bedelini ödemesi gerekir.''(3) demişlerdir. İslam ''bana ne!'' anlayışını reddederek toplumu gemiye benzetir. Gemide gedik açmak toplumu helake götürür. Yahudilik ve Hıristiyanlık ilahi öğretilerin dengesini bozan iki ucu temsil ederken, İslam itidal anlamında gelen istikametten(4) ibaret olup ifrat ve tefrit arasında dengeyi muhafaza eder. ''Ey iman edenler! SİZ, Hepiniz toptan barışa (esenliğe) ve güven dini olan İslama girin! Şeytanın adımlarını izlemeyin!''(5) ''Böylelikle, insanlara rehber ve örnek olasınız diye sizi aşırı gitmeyen/mutedil bir toplum yaptık.''(6) ''Haydi müjdele o kullarımı! Onlar ki sözü dinlerler; sonra da en güzelini (en itidallisini) tatbik ederler.''(7) Hz. Peygamberin (s) sünneti de itidal ve kolaylıktan başka bir şey değildi. O'nun her hareket ve davranışında rahmet ve kolaylık vardı. Rasulullah (s) isimlerde bile aşırı gidilmesinden hoşlanmazdı, adı harp (savaş) olan birisinin adını garipsemiş ve beğenmemişti.(8) Yine adı sert/katı manasına gelen ''haşn'' adındaki birisine sen sert değilsin, yumuşaksın/kolaysın diyerek onun adını ''yüsr'' olarak değiştirdi. Alış veriş hususunda şöyle derdi: ''Alınca ve satınca itidalli/dengeli olandan ve kolaylık gösterenden Allah razı olsun.''(9) İki zararla karşılaşınca daha ehven/hafif olanı tercih ederdi.(10) Nitekim Hudeybiye anlaşmasında Hz. Peygamber'e ''Allah'ın elçisi'' vasfı yazdırılmadı. ''O zaman Abdullah'ın oğlu Muhammed yazın'' buyurdu. Bismillahirrahmanirrahim yerine, Bismikellahümme/Allahım senin adınla diye yazılmasına itiraz etmedi. İtiraz eden sahabelere: ''olsun bu da güzeldir'' diye sakinleşmelerini söyledi.(11) Himar lakaplı Abdullah adında içki içen bir sahabi vardı. Abdullah/himar zaman zaman Hz. Peygamberi neşelendirirdi. Abdullah/Himar içkiye devam ettiğinden tam 50 kez cezaya çaptırıldı. Ancak İslam toplumundan dışlanmadı ve lanetlenmedi.(12) Hz. Peygamber şöyle buyurdu: ''Kendinizi sıkıntıya sokmayın; yoksa Allah bu vesileyle sizi sıkıntıda bırakır. Geçmişte bazı toplumlar kendilerine sıkıntı verdiler. Allah da onları halleriyle baş başa bıraktı.''(13) Hz. Aişe naklediyor: Bir defasında Hz. peygamber gayet mutlu ve sevinçli halde yanımdan ayrıldı. Dönüşte ise üzüntülüydü, nedenini şöyle açıkladı: ''Kâbe’ye girdim, izdiham nedeniyle rahatsızlık vermekten endişe duydum.''(14) Yine Hz. Peygamber:''Aşırıların helak olduğunu''(15) bildirip ''İman et, sonra da itidal çizgisini takip et.''(16) diyerek ümmetine öğüt vermiştir. Hz. Peygamber düz bir çizgi çizdi; sonra da sağına ve soluna ufak çıkıntılar çizdi ve şöyle buyurdu: ''İşte İslam bu düz çizgi gibidir, düz çizgiden sapan her yolun başında bir şeytan bulunmaktadır.'' Daha sonra da,''Muhakkak ki bu benim dosdoğru yolumdur. Hep onu takip edin, sizi onun yolundan saptırıp parçalayacak başka yolları takip etmeyin...''(17) ayetini okudu.(18) Hz.Peygamber'e Allah'a en sevimli dinin ne olduğunu sorulunca,''Pak ve müsamahayı/hoş görüyü emreden dindir.''(19) buyurdu. İslam, ne kırılacak, dağılacak, buharlaşacak kadar ince ve homojen; ne de dokunulmaz derecede katı ve haşindir. O, ne ruhbanlık derecesinde zahit ne sekülerlik seviyesinde maddecidir. O, Hz. Peygamber ile arkadaşlarının hayatında anlamını bulan dindir. Kısacası, İslam itidaldir; hoş görüdür. ''Ey Rabbimiz bizi itidal çizgisinde sabit kıl.''(20) Allahumme Âmin. Tekfir Kelimesinin Etimolojik Tahlili A- Kefara'nın sözlük manaları: 1-Allah'ın vahdaniyetine, nübüvvete ya da şeriata iman etmeyen kimseyi kapsar. 2-Allah'ı inkâr etmek manasındadır. 3-Allah'ın nimetini inkâr etmek(nankörlük etmek) manasındadır. 4-(Teberra'e minhu) Yani bir şeyden uzaklaşmak manasındadır. 5-Bir şeyin üzerini anlamlarındadır. örtmek, kapatmak, gizlemek Bu mana da Araplar şöyle der: ''Çiftçi toprakla tohumu (kefr etti) kapattı, üzerini örttü.'' Benzer manada yine şöyle derler: ''Toprak altındakileri (kefr etti) örttü.” Ekfera(kefara fiilinin if'al babı) manaları: 1-Birisini küfre nispet etmek. A şahsı B şahsını ikfar etti. Yani bir kimsenin diğer bir kimseyi küfürle ilişkilendirmesine denir. 2-İsyana teşvik etmek manasına da gelir. (Allah'a isyana yöneltmek.) Keffera'nın manaları 1- Araplar bu konuda şöyle der: Keffera liseyyidihi (Efendisine tekfir etti. Yani Efendisi için tekfir etti.) Efendisi için eğildi, elini göğsüne koydu ve rükû eder gibi başını eğdi. Hareketin maksadı saygı ifadesidir. 2-Keffara an yeminihi (Kefaret verdi) Yapılan herhangi bir günah ya da hatanın örtülmesi izale edilmesi eylemidir. 3-Yine örtmek ve gizlemek manalarına gelir. 4-Bir kimsenin kâfir olduğunu kabul etmek manasındadır. Ya da bir kimseye Kâfir oldun demektir. 5-Keffera Allahu Aniz-zenbi (Allah, bir kulun günahını örttü yani bağışladı) manasındadır. Tekeffera'nın manaları 1-Tekeffera biş şey'i (Bir şeyle tekeffür etmek yani bir şeyle örtünmek, gizlenmiş olmak) manasındadır. Kâfir sözünün sözlük manaları 1-Hurma dalının ve kabuğu olan meyvelerin kabıdır.(Onlara giydirildiği, örttüğü için bu manada kullanılmıştır.) 2-Zulmeden kimse manasındadır. 3-Aydınlığı örten karanlık manasındadır. 4-Kâfir minel ard'ı(arzdan/insanlardan soyutlanmış uzak olan manasındadır) 5-Gizli bir yerde yaşayan kimseye de bu ad verilir. 6-Son olarak Allah'a iman etmeyen kimse manasına gelir. Tekfir «fa’aale» babından, «Keffera» filinin mastarıdır. Çekimi: Keffera, Yukeffiru Tekfîran’dır. Yukarıdaki bilgileri göz önünde bulundurarak toparlarsak. Küfür: İmanın zıddıdır. İnkâr anlamına gelmekle beraber hakkın üzerini örtmek manasına da gelir. Kâfir: Kendisine gelen hakikati inkâr eden, onun üzerini örten ve haktan uzak duran manasına gelir. Tekfir ise: Bir kişinin söylediği bir söz ya da sergilediği bir eylem sebebiyle İslam dininden çıktığına hükmetmektir. Dikkat ederseniz 'İslam dininden çıktığına' diyorum çünkü bir kimsenin tekfir edilebilmesi için öncelikle İslam dinine girmesi (ya da İslam kendisine geldiği halde reddetmesi) gerekir. İlk Tekfir Hareketi Tekfir hareketini ilk başlatan hizip Hz. Ali dönemindeki Haricilerdir. Bunların çoğunluğu cahil ve mutaassıp bedevi Arapların oluşturduğu gruplardı. Genellikle çok Kur'an okurlar, çok ibadet ederler, dinin zahirine körü körüne bağlı fakat onun ruhundan habersizdiler. Halife Hz. Ali ile kendisine isyan eden Şam valisi Muaviye arasında ''hakem'' olayı cereyan edince Hariciler ''İnil hukmu illa lillah/Hüküm sadece Allah'ındır.'' Ayetini kendilerine slogan edinip Hz. Ali'yi dinden çıkmakla itham ediyorlardı. Sebebi ise güya Hz. Ali, ''hakem'' seçilmesine razı olmakla ''Hüküm yalnızca Allahındır.'' Ayetini iptal ediyordu!. Onlara göre göre Allah'tan başka kimsenin herhangi bir konuda hüküm verme yetkisi yoktu. Çünkü Allahu Teâlâ: ''Hüküm sadece Allahındır.'' diye buyuruyordu. Hz. Ali ise Hakemin hükmüne razı olduğu için kâfir olmuştu. Hariciler, ayetin muradını anlamak bir yana dursun aşırı zahirci algı biçimleri ayeti yanlış anlamalarına sebep oluyordu. Oysa ayette kast olunan, Allah'tan başka kimse hüküm/kanun koyamaz demek değildi; fakat bununla kast olunan Allah'ın verdiğe hükme muhalif olarak hüküm koyamaz demekti. Yani Mutlak manada Hüküm Koyucu olanın Allah olduğu vurgulanıyordu. Hz. Ali'nin ise bunlara hitaben söylediği söz son derece manidardır: ''Kendisi ile batıl kast olunan hak bir söz söylüyorlar.'' Hariciler bununla beraber büyük müslümanları da tekfir ediyorlardı. günah işleyen Haricilerin Zihniyeti M. Ebu Zehra, Haricilerin tasvirini ve onların belirgin vasıflarını özlü bir biçimde dile getirmektedir. Bazı satırlarını alıntılıyoruz: ''Hariciler kendi inançlarına ve fikirlerine müthiş bir taassupla bağlıdırlar. Akidelerini çılgınca savunurlar. Onları buna sürükleyen şey, zahirine bağlandıkları bazı sözler olmuştur. Onların aklı: 'La hükme illa lillah' (Hüküm ancak Allah'ındır) sözüne saplandı. Bu sözü kendilerine kalkan yapmışlardı. Hamaset duyguları ve kelimelerin zahirine saplanmaları onların özelliklerindendir. Bunların yanı sıra fedakârlık, serkeşlik, ölümden çekinmemek, tehlikelere atılmak gibi vasıfları da vardır. Bu hareketlerin bazıları heves mahsulü idi. Bazısı da asap bozukluğundan ileri geliyordu. Koyu bir taassup, bozuk bir fikir uğrunda ölüme atılmaktan bile çekinmiyorlardı.'' M. Ebu Zehra, Haricilerin taassup sebebini şöyle izah etmektedir: ''Haricilerin çoğu badiye (çöl Arapları) idi. İslam sevgisi kalplerine girdi, fakat fikirleri basit ve sade kaldı. İlimden uzak kaldılar. Bu şartlar altında dar akıllı, kuru zahit, alıngan bir mümin grubu meydana geldi. Onların akideleri, basit akıllarının ve fikirlerinin mahsulüdür. İnançlarındaki sathi görüşleri, Kureyş'e ve bütün Mudar kabilelerine düşmanlık halinde kendini göstermektedir. Haricilerin kusurlarından biri de çok ihtilafçı, kavgacı olmalarıdır. En ufak ve ehemmiyetsiz bir sorun yüzünden aralarında hemen ihtilaf çıkar, kavga kopardı. Her günah işleyen kimse, onlara göre Allah'ın inzal ettiğiyle(ayetiyle) amel etmiyor demektir ve kâfir olur.'' (21) Görülüyor ki Haricilerde eksik olan iman ve ihlâs değildir, ilim ve irfandır. Bu eksikliğin vahim sonuçları ise ortadır. Hz. Ali'den başlayarak, Hz.Talha, Hz.Zübeyr ve diğer sahabiler, onların tekfir ithamlarına maruz kalmışlardır. Burada, bizim için önem taşıyan husus, Haricileri, kendi dar, sınırlı akıllarına göre hüküm verdikleri konularda Kuran-ı Kerim'den ayetler göstererek verdikleri hükümleri delillendirmeye çalışmalarının, onları kurtarmaya yetmediğinin anlaşılmasıdır. Onlar ihlâsla hareket ettiklerini, Kur'an'a sarıldıklarını zannederlerken, aslında Kuran'a karşı çıktıklarının farkına varamamışlardır. Çünkü cehillerinin farkında değildiler. Suretlerle, lafızlarla ve kendi akıllarının hükmettiğine göre düşünüyorlardı. Bir kimse kendi batıl, hatalı muradını teyit için, Kuran-ı Kerim'e müracaat etse ve orada kendi aklının hükmettiği neticeye zahiren uyan bir ayet-i kerime yakalasa, bu, Kuran'ın manasını tahrif etmek olur. Haricilerin yaptıkları da buydu. Günümüzde de ''Kaynaklar''ın manasından ruhundan uzak, fakat kendi aklının hükmettiğine göre ''içtihat'' yapmaya çıkanların durumunun Haricilere benzediğini söylemenin abartma sayılmayacağını düşünüyorum.(22) Tekfirde Aşırı Gidilmesine Sebebiyet Veren Bazı Vahim Vakıalar Burada tekfirde aşırılığa sebebiyet veren bazı olayları aktaracağız. Bunlar yakın tarihte dünyanın muhtelif ülkelerinde cereyan eden hadiselerdir. A-İslam düşmanlarının İslam aleyhindeki Propagandaları Amerika Merkezi Haber Alma Örgütü, 1983 yılında sadece İslami uyanış konusunda 120'den fazla konferans ve toplantıyı tamamen veya kısmen açıktan veya gizli olarak finanse etmiştir. (23) Başta ABD ve diğer Batı devletleri olmak üzere İslam muarızları, İslam ve Müslümanları ortadan kaldırmak için İslam'ı ''aşırıların dini'' olarak lanse etmeye çalışmış ve İslam’ın hayatın bütününde uygulamasına engel olmuşlardır. Ne yazık ki halkında müslüman olan yöneticiler bu emperyalist devletlerin birer kuklası olarak kendilerini açıktan ve gizli olarak göstermişlerdir. İslam toplumlarında müsaade edilen İslam; Cebriyeci, bid'atçi, yönetilen, yön veren değil yönlendirilen bir İslam profili olmuştur. İzzet, ilim, irfan, kuvvet, dünya ve ahiret dengesini beraber götüren İslam'a ise müsaade edilmedi. Bazı liderler, modern çağda ''kutsal savaş'' çağrısı yapmaktan da geri durmuyorlardı. Nato'nun sabık patronu Willy Cleas, ''Komünizmin yerini İslam aldı'' hezeyanını söylemekten ve Müslümanlarla karşılaştıklarında; ''Ey katiller, ey öcüler'' gibi ifadeler kullanmaktan da çekinmiyorlardı. Haçlı savaşları sırasında Müslümanlara ''Muhammedi'', emperyalizm döneminde ise ''medenileşmemişler'', ''eğitimsizler'', ''barbarlar'', ''öcüler'' vs. yakıştırılmalar yapıldı. Modernizm, emperyalizm, sekülerizm, laisizm ve pozitivizmin yanlışlarına direnen müslümanlar ''irticacı'', ''mürteci'', ''radikal'' ve ''fundamentalist'' oluyordu(!). Meşhur bir iş adamı; ''Ben sakallıları işe almam'' diyordu. Papa 16. Benedikt, Almanya'nın güneyinde Bavyera eyaletinde verdiği bir konferansta bir saldırıya uğradı. Hiç gerekçe yokken, hiç alaka bulunmazken İslam'a, onun peygamberine saldırıda bulundu. İsrail'in sabık başbakanlarından Menahin Begin: ''Savaşıyorum, o halde varım!'' gibi kan kokan bir ifade kullanmasına rağmen; terörist olanlar yine Müslümanlar oluyordu. 06 Temmuz 2007 tarihinde bazı gazeteler şu haberi geçti. ABD başkanlığı için yarışan Tom Tancredo, ''el-Kaide bizi bombalarsa biz de Ka'be'yi bombalarız.'' dedi. Müslümanların en kutsal yerlerini bombalamayı seçim propagandası haline getiren şu zihniyete bir bakın! B- Müslümanlara yönelik baskı ve İşkenceler Müslümanlara dünden bugüne çok baskı ve işkenceler yapılmıştır. Dünyanın muhtelif bölgelerinde yapılan bu eziyetlerin yakın tarihe ait olanlarından kısmen değineceğiz. Batılılar; Hindistan, Cezayir, Irak ve diğer coğrafyalarda yüz binlerce insanı katletmişlerdir. Özellikle ABD'nin ortadoğuda yaptığı zulümlerin ise haddi hesabı yoktur. Komünist Rusya ve Çinde oradaki Müslümanları katlettiler ve onlara akla-hayale gelmedik işkenceler yaptılar. Mısırda da Müslümanlar birçok eziyet ve işkenceler gördüler bunlardan bazılarına işaret eden alıntılar yapalım: Büyük davetçi Zeynep Gazzali ''Hatıralar'' isimli hayat hikâyesinde müslümanlara yapılan işkencelere şöyle yer verir: ''Size işkence ediyoruz, kendisine ibadet ettiğiniz Allah'ınız sizi kurtarsın.'' gibi alaycı sözler sarf ediyorlardı. Müslümanların başlarını tıraş ettikten sonra arı, tahtakurusu ve ısırıcı haşereleri başlarına salıyorlardı, kaçmamaları için de el ve ayakları bağlanıyordu. Bazen bıyık ve kaşlarının kıllarını birer birer yoluyorlardı, tırnakları çekiliyordu. Başta Mısır ve Cezayir olmak üzere birçok ülkede mütedeyyin insanlar güneş sıcağı altında saatlerce bekletiliyordu.'' Bu arada Tekfirde aşırı olan ''et-Tekfir ve'l-Hicre'' cemaatı da zindanlarda kuruldu. Aşırılığın önemli iki öncüsü Salih Saraya ve Şükri Mustafa mutedil Müslüman organizasyon Müslüman Kardeşler teşkilatının üyesiydiler. Cezaevinde maruz kaldıkları işkenceler nedeniyle çizgilerini değiştirip aşırı bir duruş sergilemeye başladılar. Müslüman Kardeşler teşkilatından ayrılan bu zümre başta Müslüman Kardeşlerin bir grubunu olmak üzere herkesi tekfir etmeye başladılar. Şu vakıada çok hüzünlüdür: Hasan el-Benna şehit edilince cenazesi mezarlığa götürülür. Polisler bir pencereden Fatiha okuyan birinin sesini işitirler. Hemen evine baskın yaparlar. Çocukları arasında onu sorgulamaya başlarlar: ''Gerçekten Hasan el-Benna'ya Fatiha okudun mu?'' diye sorarlar. ''Evet'' deyince, tokat ve coplar başına inmeye başlar. ''Sen misin Fatiha okuyan?'' deyip zindana atarlar. (24) Seyyid Kutub on yıl cezadan sonra raporla evinde gözaltı hapsine mahkûm edildi. Sanık sandalyesinde günlerce aç susuz, işkenceye tabi tutuldu. İşkenceden gözlerini kaybetti. Yeğeni Rıfat, gözü önünde şehit edildi. Kız kardeşi Emine'yi de zindana attılar. Bacısı hamide on işkence çeşidine maruz kaldı. Suriye'de Müslüman Kardeşler cemaati üyeleri çölde toplatılıp üzerlerine bombalar yağdırıldı, kimileri zindana atıldı ve kuduz köpeklere parçalatıldı; infaz odalarında erkeklerin dilleri koparıldı; kadınların azaları kesildi. Abdünnasır'ın ajanları, zindana atılan Müslümanların kulaklarını kül tabağı olarak kullanıyorlardı. Müslümanları elektrik şokuyla cezalandırıyor, boğazlarına kadar su dolu odalarda tutuluyorlardı. Günlerce köpekleri aç bıraktıktan sonra, zindanda onların üzerlerine saldırtıyorlardı. İslam ülkesi (!) olarak algılanan bir ülkede bir cemaatin lideri devlet başkanına şu teklifte bulunmak zorunda bırakılmış: Ey kral! Ülkende hayvanlara tanıdığınız hakları bize tanımanıza razıyız. Çünkü onları koruyan yasalarınız ve barındırdığınız yerler vardır, yeme içme hakları vardır. Onlara darp etmek, zarar vermek, işkence yapmak, yasalarla yasaklanmıştır. Müslümanlara ise bu haklar tanınmadı. İnançlarını yaşamalarına müsaade edilmedi, İslami ölçüler içinde hayat sürmeleri yasaklandı. Haccac-ı Zalim bile suçu işleyenin yakınına ilişmezken, birçok ülkede mütedeyyin gençlerin akrabaları birçok yasal haktan mahrum bırakıldı. Çocukları suçlu olarak doğdu. Akraba ve yakınları onlardan dolayı cezaya çarptırıldı. Kitapları, gazeteleri, dergileri toplatıldı, malları müsadere edildi. Tek suçları ''Rabbimiz ALLAH’TIR'' demeleriydi. Bu densizlere müdahale edecek herhangi bir merci bulamayan disiplinsiz gençler, faillerin cezasını infaz etme cihetine gittiler; söz konusu ülkelerde devlet dairelerinde görev alanları tekfir ettiler; resmi nikâh yapanların çocuklarını gayri meşru ilan ettiler. Pasaport, vize ve hatta kimlik alanları, idarenin emrinde çalışan herkesi, bu ülkelerde askere gidenleri tekfir ettiler. Bunun yanında çocuklarını okullara gönderenleri, seçimlere katılan herkesi ve bu olaylara ses çıkarmayan ulemayı da tekfir ettiler. (25) Başka ülkelerde olan vakıaları aktarmamım sebebi şudur: Tekfirin haklı ya da haksız çıkışlarını tespit etmek ve arkasındaki sebep boyutuna inebilmek. Tekfirde Aşırılığın Sebepleri Şimdi de Yusuf el Karadavi'nin tespitlerini aktaracağız. ''Fikre karşı ancak fikir ile mukavemet yapılır'' diyen Karadavi, tekfir zihniyetinin arka boyutlarına işaret ediyor ve bunu mantıksal bir örgü içerisinde sunuyor. Toplumda görülen fikri riddet, ahlaki çözülme, sosyalsiyasi bozulma ve âlimlerin (âlim oldukları söylenenlerin) gerçekten tekfir edilmesi gerekilenleri tekfir etmemesi; bu konudaki gevşek tavırlarının tekfirde aşırılık gibi bir reaksiyona sebebiyet verdiğini ince ince dokuyarak anlatmaktadır. "Tekfirde Aşırılık" hadisesini basiret üzere tedavi edebilmemiz için, bunun sebeplerini ve amillerini araştırmaya ihtiyaç vardır. Bu sorunu baskı, işkence ve tutuklama gibi çeşitli şiddet metotlarıyla çözmek isteyenler şu iki sebepten dolayı hatalıdırlar: 1. Muhakkak ki fikre karşı ancak fikir ile mukavemet yapılır. Fikre karşı mukavemette şiddetin kullanılması ancak ve ancak fikrin yayılmasını ve o fikre sahip olanların bunun üzerinde ısrar etmesini artırır. Bu sorunun tedavisinde gerekli olan metot; ikna, açıklama, delillerin ikamesi ve şüphelerin giderilmesi metodudur. 2. Bu tekfircilerin tamamına yakın çoğu dindar, ihlâslı, oruçlu, namazlı, niyazlı ve dinleri hususunda gayretkeş insanlardır. Toplumda gördükleri fikri riddet, ahlaki çözülme, sosyal bozulma ve siyasi istibdad onları böyle bir tavır takınmaya itmiştir. Onlar, yolda hataya düşüp yolu şaşırmış olsalar da ıslahı isteyenlerdir, İslam ümmetinin hidayeti bulmasını şiddetle arzulayanlardır. Bu sebeple onların tertemiz savunmalarını takdir etmemiz gerekir. Onlar toplumu tahrip etmek isteyen sivri tırnaklı ve yırtıcı canavarlar değildir. Bu hadisenin sebeplerini araştıran araştırmacı, bunun şu hususlarda temsil edildiğini görür: 1. Bizim İslam toplumumuzda küfrün ve gerçek riddetin açıkça yayılması, kâfir ve mürted olanların öne geçmesi, batıl düşüncelerinin şımarıklıkları malumdur. Basınyayın araçlarının ve diğer organların sapıklıkları ve azgınlıklarını müslüman çoğunlukları içerisinde küfriyatlarını yaymak için kullananlar vardır. 2. Bazı âlimler bu gerçek kâfirlerin durumu hususunda gevşeklik göstermektedirler ve onları müslümanlar zümresinden saymaktadırlar. Hâlbuki İslam bunlardan beridir. 3. Salih İslami düşüncenin ve Kur'an ve Sünnete bağlı İslam davetinin taşıyıcılarına işkence yapılmakta, onlara davetleri hususunda baskı uygulanmakta, özgür düşünceye sahip olanlara kısıtlama ve eziyet edilmektedir. Bu durum, ancak ve ancak yer altında kalan, açık tartışmalardan uzak olan, kapalı bir atmosferde faaliyet gösteren munhariç bir takım yönelişleri doğurur... 4. Bu gayretli gençlerin İslam fıkhından ve fıkıh usulünden sermayelerinin azlığı, onların İslami ve luğavi ilimlerde ihtisaslarının olmayışı. Bu durum onların bazı nassları terk edip başka nassları almalarına veya müteşabihatı tutup muhkematı unutmalarına veya cüziyyatı alıp külli kaidelerden gafil kalmalarına veya bazı nassları aceleci ve yüzeysel bir anlayışla anlamalarına sebep olmaktadır. Bu tehlikeli durumlar ilmi ehliyetleri olmaksızın ahkâm kesmelerine sebep olmaktadır... Allah'ın şeriatı ve hükümleri konusunda derin bir fıkıh bilgisine dayanılmadığı müddetçe, ihlâs tek başına kâfi değildir. Kuru bilgiye sahip olan kimse daha önce Haricilerin düştüğü hataya düşer. İmamı Ahmed'in dediği gibi, onlar öyle kimselerdir ki, on vecihten sahih olan hadislerle zemmedilmişlerdir. Bu durum, onların Allah'a kulluğa ve ibadete olan şiddetli arzularına rağmen başlarına gelmiştir. İşte bundan dolayıdır ki, selefin imamları farkına varmadan Allah yolundan inhiraf edilmemesi için, ibadetten ve cihaddan önce ilim tahsil etmeyi tavsiye ediyorlardı. Hasan-ı Basrî şöyle demiştir: "İlimsiz amel eden, yol olmadan yürüyen gibidir. Yine ilimsiz amel edenin bozduğu şeyler yaptığı şeylerden daha çoktur. Öyleyse siz ilmi, ibadete zarar vermeyecek bir talep ile talep edin. İbadeti de ilme zarar vermeyecek bir talep ile talep edin. Çünkü ibadeti talep edip ilmi terk eden bir grup Hz. Muhammed (s.a.s.)in ümmetine kılıçlarıyla karşı çıkacak kadar ileri gittiler. Eğer onlar ilim tahsil etseydiler, ilim onları bu yaptıklarına sürüklemezdi...''(26) Tekfiri Hak edeni Tekfir Etmenin Gerekliliği Tekfiri Hak edeni Tekfir Etmenin Gerekliliği konusunda ise Yusuf El Karadavi şunları söylemektedir: Burada çekinmeden küfrünü ortaya koyanları tekfir etmemiz ve batınları iman bakımından harap olsa bile zahirlerinde müslüman olanları tekfir etmekten çekinmemiz gerekir. Çünkü böyleleri İslam örfünde dilleriyle iman ettik deyip kalpleri iman etmemiş olan veya amelleri sözlerini yalanlayan "Münafıklar" diye isimlendirilmektedir. Onlar hakkında zahirlerinin gereği olarak dünyada müslümanlara uygulanan hükümler uygulanır. Ahirette ise batınlarında gizledikleri küfür yüzünden cehennemin en alt basamağındaki yerlerine giderler. Aşağıdaki sınıflar, aldatma ve gizleme olmaksızın küfre nisbet edilmeleri gereken gruplardandır: 1. İslam akidesi, şeriatı ve değerlerine açıkça zıt olduğu halde komünizmin bir dünya görüşü ve hayat düzeni olduğuna, bütün dinlerin milletlerin afyonu olduğuna inanan, genel olarak tüm dinlere, özel olarak da kâmil bir inanç, olgun bir hayat nizamı ve yeterli bir medeniyet olduğu için İslam dînine daha fazla intikam ve düşmanlık hissi ile düşmanlık yapan ve komünizm üzerine ısrar eden komünistler. 2. Açıkça Allah'ın şeriatını reddeden, devletin dinden ayrılması gerektiğini haykıran, Allah'ın ve Resulünün hükümlerine davet edildiklerinde karşı çıkan ve imtina eden, hatta bundan daha fazla olarak Allah'ın şeriatı ile hükmetmeye ve İslam'a dönmeye davet edenlerle çok şiddetli bir savaş ile savaşan laik devlet adamları ve laik partilerin siyaset adamları. 3. İmam Gazali ve diğer bazı âlimlerin, haklarında "Zahirleri rafızi, batınları ise halis küfürdür" dediği, Şeyh'ul İslam İbni Teymiyye'nin de "Onlar, İslam'ın kati hükümlerini, esaslarını ve zaruri olarak bilinen hakikatlerini inkâr etmelerinden dolayı Yahudi ve Hıristiyanlardan daha çok kâfirdir" dediği Dürzîler, Nusayriler, İsmaililer ve onlara benzeyen batini fırkalar gibi İslam dininden açık bir çıkış ile çıkıp ayrılan inanç sahipleri. Asrımızda tek başına yeni bir din olan Bahailik de bunlara benzemektedir. Allahu Teâlâ’nın kendisiyle Peygamberlik silsilesini tamamladığı Hz. Muhammed (s.a.s.)'den sonra peygamberliğin gelebileceğini iddia eden Kadiyanilik de bunlara yakındır.(27) Tekfirin Tehlikeleri Ve Sonuçları Herhangi bir insan hakkında küfür hükmünü vermek gerçekten de ciddi ve tehlikeli bir hükümdür. Çünkü onun tekfir edilmesi halinde şu son derece tehlikeli etkiler terettüb etmektedir: 1. Onun karısının onunla beraber kalması helal olmaz ve bu sebeple ikisinin birbirinden ayrılması gerekir. Çünkü müslüman bir kadının bir kâfire zevce olmasının sahih olmadığı yakin olarak bilinen icma ile sabittir. 2. Onun çocuklarının, onun idaresinde kalmaları caiz değildir. Çünkü bu durumda onlar hakkında emin olunmaz ve onun küfrünün çocuklarına tesir etmesinden korkulur. Özellikle onun çocuklarını yumuşaklıkla ve şefkatle ziyaret etmesi, bu etkiyi artırır. Bundan dolayı onlar İslam toplumuna mensub olan herkesin boynuna emanettirler. 3. Şüphesiz o, sarih küfür ve apaçık riddet ile dinden çıktıktan sonra İslam toplumu üzerinde borç olan velayet ve yardım hakkını kaybeder. Bu sebeple de kendi kendisi uyanıp geri dönene kadar ve tekrar hidayete erişinceye kadar onunla ilişkilerin kesilmesi ve toplumdan ona en yakın sığınağın kapatılması gerekir. 4. Onun, tövbeye davet edilmesi, zihninden şüphelerinin giderilmeye çalışılması ve ona delillerin ikame edilmesinden sonra hakkında mürted hükmünün infaz edilmesi için İslam mahkemesi önünde muhakeme edilmesi gerekir. 5. O öldüğünde onun hakkında müslümanlar üzerinde icra edilen hükümler icra edilmez. Bu sebeple cenazesi yıkanmaz, üzerine namaz kılınmaz, müslümanların kabristanında defnedilmez ve bir murisi öldüğünde ona varis olmadığı gibi, başkası da ona varis olamaz. 6. Yine o küfür halinde öldüğü zaman Allah'ın (c.c.) lanetini, rahmetinden kovulmayı ve cehennem ateşinde ebedi olarak kalmayı hak eder. İşte bu hükümler, Allah'ın kullarından birisinin hakkında tekfir hükmünü veren kişinin, bu dediğini söylemeden evvel birçok kez irkilip geriye çekilmesini gerektirir! (28) Tüm bu nedenlerden dolayı Müslümanın tekfir meselesinde son derece titiz olması gerekmektedir. Kur'an ve Sünneti incelediğimizde tekfir için bazı şartlar belirmektedir. Öncelikle muayyen tekfir için kısa olarak bazı şartları ve engelleri maddeler halinde aktaralım sonrasında bazı maddeler geniş olarak incelenecektir. Tekfir’in Şartları Öncelikle kısaca maddeler halinde zikrediyoruz: 1- Tekfire söz konusu olan kişinin anlama ve algı eksikliğinin olmaması yani akıllı ve yetişkin olması gerekir. 2-Tekfir’e konu olan söz ya da fiilin küçük küfür ya da küçük şirk olmaması gerekir. Bununla beraber söz konusu söz ya da fiilin büyük küfür yahut büyük şirk olduğunun da şer'i delillerle sabit olması gerekir. 3- Tekfir’e konu olan söz ya da fiilin âlimler nezdinde dinden çıkarıcı söz ya da fiil olarak değerlendirilmiş olması gerekir. 4- Tekfir’e konu olan söz ya da fiilin küfre delaletinin kati olması yani muhtemel anlamlar içermeyen açıklıkta ve sarih olması gerekir. 5- Bir hakkın açıklanması ve bir şüphenin ortadan kaldırılması için gerekli olan delilin ona ulaşmış olması ve bu delilin eğer ilim ve tetkik ehlinden bir kimse ise onun nezdinde sabit olması gerekir. 6- İslama yeni girmiş olduğu için mâzur görülebilecek bir kimse olmaması gerekir. 7- Tekfir’e konu olan söz ya da fiilde kasıt bulunması; hata sonucu ortaya çıkmış olmaması gerekir. 8- Kişinin bunu kendi isteği ve ihtiyarı ile seçmesi ve mükreh (zorlama altında bulunan) bir kimse olmaması gerekir. 9-Te’vil edilebilecek bir durumu olmaması, te'vil edilecek bir durumu varsa bu te’vil, bizim açımızdan geçersiz ve hatalı da olsa te’vil sahibi tekfir edilmez. Haricilerin tekfir edilmemesi örneğinde olduğu gibi. 10-Tekfir edilecek şahıs (eğer küfre girmişse) kendisinin bu konuda apaçık bir şekilde bilinçlendirilmesi gerekir. Küfre Göğüs Açmak Ve Küfrün Hata Sonucu Tezahür Etmiş Olmaması ''Kalbi imanla (tevhitle) huzur bulmuşken, (dinden dönmeye) zorlananın dışında, kim imanından sonra Allah'ı inkâr eder ve gönlünü küfre açarsa(Onunla hoşnut olursa), Allah'tan onların üzerine (büyük) bir gazap vardır; en büyük azap da onlar içindir. '' (29) Buna göre (birisini tekfir etmek için) göğsün küfre açılması, kalbin küfürle tatmin olması ve nefsin onunla teskin olması gerekmektedir. Herhangi bir zorlama olmadan küfrü tercih etmesi, onu bilerek söylemesi ya da söz konusu küfür olan fiili bilerek (herhangi bir baskı altında kalmadan) yapması gerekir. İbni Kesir, ayet hakkında şöyle der: ''Allah Teâlâ, îmândan ve basiretten sonra Allah'ı inkâr eden, göğsünü küfre açan ve küfürde karâr kılanlara gazab edeceğini haber vermektedir. Zîrâ onlar; önce îmânı tanımışlar, sonra ondan dönmüşlerdir. Muhakkak ki âhiret yurdunda onlar için büyük bir azâb vardır. Çünkü onlar; dünya hayatını âhirete tercih etmişler, dünya sebebiyle dinden dönmeye atılmışlardır.'' Kişinin aşırı sevinç, keder, kızgınlık, korku ya da buna benzer herhangi bir sebep nedeniyle hata ederek Küfür sözü söylemesi de, onun tekfirine engeldir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: ''Hata olarak yaptıklarınızda ise, sizin için bir sakınca (bir vebal) yoktur. Ancak kalplerinizin kasıt gözeterek (taammüden) yaptıklarınızda vardır. Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. '' (30) Seyyid Kutub, ayet hakkında şöyle der: ''Bu hoşgörünün geri planındaki gerekçe yüce Allah'ın bağışlayıcılık ve merhametlilik niteliklerine sahip olması, insanlara kaldıramayacakları yükü yüklememesidir'' (31) Aktardıklarımızı mana yönünden destekleyecek Müslim’in, Sahih’inde (s. 2104’de) Enes b. Malik radıyallahu anh.’dan Peygamber sallallahü aleyhi vesellem’in şöyle buyurduğu bir rivayet vardır: “Allah’ın kulunun tövbesi dolayısıyla kulu tevbe edip kendisine dönüşünden ötürü sevinci bir çölde devesi üzerinde bulunan sonra da yiyeceği, içeceği üzerinde iken devesini elinden kaçırıp, ondan ümit kestiğinden ötürü bir ağaca varıp, gölgesinde bineğinden ümit kesmiş haliyle yatıp uzanmışken ansızın devesini yanı başında gören ve yularından tutarak aşırı sevincinden hata ve yanlışlıkla: Allah’ım sen benim kulumsun, ben de senin Rabbinim diyen ve (sevincinden ne dediğini bilemeyecek hale gelen) kimsenin sevincinden daha çok sevinir.” Tekfir edilecek Şahsa Ya da Topluma Yolun apaçık Belli Olması Başlığa dikkat etmişseniz Şahıs ile kayıtlandırmadım; toplumu da bu şartın içine dâhil ettim. Müslümanların en çok yanıldıkları noktalardan birisi budur. Birçok müslüman hüccet ikamesini sadece şahısla kayıtlandırarak toplumu tekfir etme yoluna gitmiştir. Oysa birazdan vereceğimiz ayetlerden de anlaşılacağı üzere Kur'an ister şahıs olsun ister bir toplum kitlesi olsun; yolun apaçık belli olmasını istemektedir. ''Kim de kendisine 'dosdoğru yol' apaçık belli olduktan sonra, peygambere muhalefet ederse ve mü'minlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü şeyde bırakırız ve cehenneme sokarız. Ne kötü bir yataktır o!..'' (32) ''Gerçek şu ki, kendilerine doğru yol apaçık gösterildikten sonra...''(33) ''Doğru yol sonra...''(34) kendilerine iyice belli olduktan Kur'an bu ve bu manaya paralel olan ayetlerle doludur. Muhatablarının yolunu iyice tanımasını ve eğer inkâr edeceklerse bunun bile bile olmasını ister. Zaten Kâfir, kendisine gelen hakikati inkâr eden onu örten demektir. Kendisine hakikat gelmeyen bir insanın hakikati bile bile inkâr ettiğini söylemek ne kadar akıl kârıdır? Toplum kitlesine de Kur'an aynı perspektiften bakar ve bir toplum iyice aydınlanmadan ve o toplum kendilerine gelen hakikatleri bile bile inkâr etmeden onları ''kâfir'' olarak isimlendirmez. Kur'an bu kitleleri ''Ey kâfirler'' kategorisinde değil; ''Ey insanlar'' Kategorisinde değerlendirir. ''Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Allah'a kulluk ediniz ki; Allah'ın azabından korunabilesiniz.'' (35) Kur'an bilinçlenmemiş kitlelerin tekfiri ile değil tebliği ile ilgilenir. Onlara, kâfirlere olan muamele gibi değil ayrı ve özel bir üslup ile muamele gösterir. Göze çarpan farklılıklardan en barizi ise merhamettir. GÜNÜMÜZ TOPLUMUNUN ANALİZİ Öncelikle ifade edelim ki günümüz toplumunu (klasik) formel fıkha göre değerlendirmek doğru bir tespit yöntemi değildir. Toplumun konumunu belirlemek için yeni bir tespite ihtiyaç vardır. Darulharp ve Darulküfür gibi tanımlamalar toplumumuzu tanımlamada yetersiz kalmıştır. Sadece yetersiz olmakla kalmamış toplumu yanlış konumlandırmaya itmiş bunun sonucunda toplumu tekfir eden ve harbi gören yaklaşımlar doğurmuştur. Günümüz toplumunu daha iyi tanımak için şu tablo bize yardımcı olacaktır: I. Arap Müşrikleri II. Ehl-i Kitap Allah’a inananlar olduğu gibi inanmayanlarda Allah'a inanıyorlar. var.(Karmaşık yapı.) Kitapları inkâr Kur’an-ı inkâr ediyorlar. ediyorlar. Peygamberlerin Meleklerin Allah'ın kızı Allah'ın oğlu olduğuna inanış var. olduğuna inanış var Ulûhiyette-rububiyette Ulûhiyetteşirk var. rububiyette şirk var. III.Günümüz Toplumu Allah'a inanıyorlar. Kitapları kabulleniyorlar. Böyle bir inanış yok. (Allah'ı tenzih ediyorlar.) Şirk var. Toplum yapısı karmaşık. Ahiret inanışı sakat. Kurban kesmede şirk var. Put için kesim var. Kader inanışları sakat. Ahiret inanış var. Allah'tan başkasına da kesim var. Kader inanışları bozuk. Ahiret inanış var. Putlar için kesim yok.(Genel de yok). Kader inanışları var. Peygamberleri inkâr ediyorlar. Hz. Muhammed'i inkâr ediyorlar. Peygamberlerin hepsine inanıyorlar. Tabloyu dikkate aldığımız da görülecektir ki günümüz toplumu, Mekkeli müşrik toplumundan ve Ehli kitap toplumundan (derece farkı ile) üst bir konumdadır. Her ne kadar günümüz toplumunda bazı karışıklıklar olsa da çoğunluğu bu şekildedir ve bunlar avamı oluşturmaktadır. Kur'an, Mekkeli müşriklere kıyasla; Ehli kitabı ayrı kategoride değerlendirmiştir. Bunun yanında müşrikleri de kendi içlerinde farklı kategoride değerlendirmiştir. Bu farklı değerlendirme, gerek tebliğ sahasına gerek sosyal yaşantıya ve gerekse kalbi durumlara farklı yansımakla kendisini göstermiştir. Hepsinden birer tane örneklendirerek daha iyi anlaşılmasına sağlayalım. A-Tebliğ sahasındaki farklılık: ''Düşmanlıkta ileri gidenler müstesna olmak üzere, Yahudi ve Hıristiyanlarla en güzel şekilde mücadele edin. Bir de (Onlara) deyin ki: Biz hem bize indirilene hem de SİZE indirilene iman ettik. Bizim ilahımız ve SİZİN ilahınız birdir. Biz yalnız ona ibadet ederiz.''(36) Dikkat ederseniz Aramızdaki ortak değerlere işaret edilmektedir. Bu ortak değerler, bir yakınlaşma vesilesi edilerek 'Tevhid' çizgisi oluşturulmaya çalışılmaktadır. B-Sosyal sahada bazı farklılıklar: “Bugün, hayatın bütün güzel şeyleri size kılınmıştır. Ve daha önce kendilerine verilenlerin yiyecekleri de size helaldir, yiyecekleriniz de onlara helaldir. Ve (bu helal kitap sizin ilahi kelama) inananlar içindeki iffetli kadınlar ile sizden önce kendilerine kitap verilenler arasında bulunan kadınları nikâhlamanız, -onlara mehirlerini vermeniz şartıyla ve onları gayri meşru yolla ya da gizli dost tutma yoluyla değil de meşru bir nikâh ile almanız şartıyla- (size helaldir).” (37) Ayetin tefsirini Merhum Seyyid Kutub'a bırakılım: “Burada, "İslâm yurdunda", müslüman toplum arasında yaşayan veya onlara zimmet ve ahd bağı ile bağlanan Kitap Ehli'nden olan gayri müslimler ile ilişkiler hakkında, İslâm hoşgörüsünün aşamalarından biriyle daha karşılaşmaktayız. İslâm onlara, "dini hürriyet" verip, (izale etmiyor) bırakmıyor. İslâm onlara, "dini hürriyet" vermekle yetinmiyor, İslâm toplumunda, köşesine çekilmiş terk edilmiş olarak bırakmıyor. Onları, sevgi, güzel muamele ve birlikte yaşama gibi sosyal ortaklık havası ile kucaklıyor. Onların yiyeceklerini müslümanlara, aynı şekilde müslümanların yiyeceklerini de onlara helal kılıyor. (Birbirlerini ziyaret edip konuklamaları, birbirleriyle yiyip-içmeleri için. Sevgi ve müsamaha/hoşgörü gölgesi altında gölgelenmesi için.) İffetli kadınlarını müslümanlara helal (temiz) kılıyor. Onların kadınlarını da, müslüman iffetli kadınlar ile birlikte anıyor. Böylece, İslâm'ın evrensel bir toplum oluşturma yolunda müsamahakâr davranan tek sistem olduğu, müslümanlar ile kitap sahibi dinlerin mensupları arasında bir tecride başvurulmadığı, İslâm toplumunun bayrağı altında yaşayan değişik inanç mensupları arasına -özellikle ilişkiler ve gidişattan- engeller konulmadığı ortaya çıkıyor”. (38) C-Kalbi Durumlardaki Farklılıklar Allahu Teâlâ bize düşmanca davranmayan ve bizimle savaşmayan gayri müslimlere ise iyilik etmemizi yasaklamadığını hatta bir yakınlaşma vesilesi yaratacağını bildirmekte. Buradaki farklılığın sebebinin düşmanca davranmamaları olduğuna dikkat çekmektedir. ''Belki de Allah sizinle, onlardan düşman olduklarınız arasına ağır sevgi koyar, Allah buna kadirdir. Allah çok bağışlayan çok esirgeyendir.Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve adil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü Allah, adaletli olanları sever. “ (39) Bu farklı sınıflandırmaya kısaca değindikten sonra tekrar günümüz toplumuna gelirsek;günümüz toplumunun hepsinden farklı olduğunu ve derece farkı ile hepsinden üstün olduğunu beyan etmiştik. Şimdi Günümüzün akidevi problemlerini inceleyelim. Tabloya dönersek günümüz toplumunun inançlarına şirk karıştırdığını bu yönüyle diğer kategorideki kitlelere benzediğini söylemiştik. Ama hemen belirtelim ki Toplumun doğrudan bir inkârı ya da şirki söz konusu değildir. Dolaylı olarak bir şirk içerisindeler ve bunun farkında değiller. Toplumu tekfir edenler genellikle toplumun, Allahı hakimiyet (teşri) yönüyle birlemediğini ve partilere oy vererek bunu teyit ettiklerini bu yönüyle ''kafir'' olduklarını söylemektedirler. Biz burada toplumun müslüman olduğunu söylüyor değiliz, bununla beraber biz toplumun teşri yönüyle Allah'ı birlediğini de söyleyemeyiz; fakat burada girift bir durum var şöyle ki; avama/halka sorduğun zaman Allah'ın haramını haram ve helalini helal kabul ediyor musun diye, sana vereceği yanıt(ekseriyet olarak ) ''elbette'' demesidir. Halkın oy verdiği kimseler, Allah'ın haramını helal ve helalini haram yapmaktadır; bu yönüyle onların şeriat nazarında durumları malumdur; fakat halkı da bu kategoride değerlendirmek biraz insafsızlık olmaz mı? Şunu da belirtmek gerekir ki bu halka göre kapalıdır. Yani Halk bunun şirk olduğunu bilmemektedir; üstelik aydınlatılmış olmaları şöyle dursun malum diyenet teşkilatı tarafından mesele iyice kapatılmakta/muallakta bırakılmaktadır. Diğer hata edilen bir mesele ise oy vermek, putlara tapmak gibi bir şirk eylemi ile kıyaslanamaz ve bir tutulamaz. Puta tapmanın nasslar tarafından mutlak olarak küfür olduğu belirtilmiştir. Oy vermek ise öyle değildir; bu bizatihi şirk değildir. Oy vermenin küfür/şirk oluşu içtihada dayanır. Yani dolaylı olarak küfür/şirk olduğu sonucuna varılmıştır. İsabetli bir içtihad olsa da mutlak manada küfürdür, denilemez. Oy verenin niyeti kesinlikle sorulmalıdır. Eğer oy veren kimse sistemin küfür olduğunu kabul ediyor; sistemi tekfir ediyor ve Allahtan başka mutlak anlamda kanun koyucu olduğuna itikat etmiyor fakat maslahat gereği ya da mecbur kaldığı için bu yola girdiğini söylüyorsa bu kimsenin mutlak anlamda kafir ve müşrik olduğu doğru değildir. İlerde bu konu detaylıca gelecektir. Tekrar Günümüz toplumunun ne olduğuna dönersek Kesinlikle Kafir bir toplumdur denilemez. Daha sağlıklı bir tespit için bazı alıntılar yapmak istiyorum. Günümüz Toplumunun konumunu tespit etmede güzel ve Farklı Bir Yaklaşım Günümüz toplumunun konumunu tespit etmede faydalı olacağına inandığım Mehmed Alagaş'a ait olan bir yazıyı paylaşmak istiyorum. Kendisi Darulharp/Darulküfür gibi tanımlamaların yanlışlığına dikkat çekmekte ve yeni bir ''Dar'' fıkhına olan ihtiyacımızı dile getirmektedir: ''Bazı kimselerin zikrettiği "İslam'ın hakimiyetindeki bir belde İslam'ın hakimiyetinden çıkarsa, bu belde tekrar İslam'ın hakimiyetine girinceye veya kıyamete kadar dâr'ul harptir.." görüşü, Kur'an'ı Kerim'e muhalif bir görüştür. Kur'an'ı Kerim'in beyanına göre birçok kavme peygamber gönderilmiş ve bu kavimlerden bazısı belli bir süre İlahi dine teslim olduktan sonra sapıklığa ve dalalete düşmüşlerdir. Dikkat etmemiz gereken husus, şanı yüce Rabbimiz dalalete düşen bu kavimlere yeni bir peygamber gönderdiği zaman, bu peygamberlerini dâr'ul harp fıkhıyla yükümlü tutarak "Bu kavim daha önce benim razı olacağım din üzereydi. Bunlar tekrar bu dine teslim oluncaya kadar bunların kanları, canları, malları sana mubahtır." şeklinde bir hüküm beyan etmemiştir. Kur'an'ı Kerim'e muhalif görerek benimsemediğimiz mezkûr görüşe göre İspanya, İspanya’da ikamet eden müslümanlara göre dâr'ul harptir ve buradaki müslümanlar dâr'ul harp fıkhıyla yükümlüdürler. Bu görüşü benimseyen müslümanların bir kısmı tekfir ve tahkire devam ederek tebliğe muhtaç olan insanları tebliğden uzaklaştıracak, bir kısmı ise harbi olarak gördüğü insanların mallarını gasbedecektir. Sonuçta ne olacaktır? İslam'dan bihaber olan İspanyol, karşısında bir gaspçı, bir soyguncu olarak gördüğü müslümanları nasıl değerlendirecektir? Bu müslümanların daveti nasıl karşılanacak, İslam cemaati nasıl teşekkül edecek ve nasıl genişleyecektir? İspanya örneğini idrak eden "Ancak bulunduğumuz konum, zaman süreci bakımından İspanya'dan farklıdır." diyen kardeşlerimize, Kur'an'ı Kerim'in zaman sürecine ilişkin ölçüsünü belirtmemiz gerekir. Kur'an'ı Kerim'de müslümanlara hitap eden ve müslümanların gayrimüslimlere karşı tavırlarını belirleyen İlahi hükümler, hikmetli bir gelişim göstermektedir. Uyarıp korkutma ve onlardan gelen eziyetlere sabır ile başlayan tevhidi tavırlar, müslümanların konum ve seviyesine göre değişmektedir. Cahiliyenin yerleşip kökleştiği toplumlarda tevhidi mücadeleye talip olan müslümanlar, cahiliye mensuplarını uyarıp korkutma ve kurtuluşa çağırmakla yükümlüdürler. Peki, hangi toplum, cahiliyenin yerleşip kökleştiği bir toplumdur? Cahiliyenin yerleşip kökleşmesi için ne kadar süre geçmesi veya kaç nesil yaşanması gerekmektedir? Kur'an'ı Kerim'in bu konuya ilişkin hükmü net ve açık olup, muhtelif surelerde zikredilmektedir., “O ( Kur'an), Aziz, Rahim (olan Allah'ın) indirdiğidir. Babaları (yakın ataları) uyarılıp-korkutulmadığı için kendileri gafil olan bir kavmi uyarıp korkutman içindir.” (36-Yasin 5,6) Bu Rabbani ölçüyle yaşanılan toplumların değerlendirilmesi; caddelerdeki, kulüplerdeki, diskoteklerdeki gençliğin ve onların emekli kahvesinde pinekleyen babalarının ve yakın atalarının incelenmesi gerekir. Yaşanılan dünyadaki mustazaflar ve müstekbirler, cahili eğitim ve kültür aşamasından geçmişler, bilerek veya bilmeyerek birçok cahili görüşleri benimsemişlerdir. Şeytani otoriteler tarafından uzun yıllardır sürdürülen propaganda faaliyetleri ile hak gizlenmiş, batıl ise hak olarak empoze edilmiştir. Osmanlı dönemindeki saltanat sistemi, padişahlık ve saraylardaki ihtişamlı yaşantı ile kafası doldurulan yeni nesillere, bu çarpıklığın yegâne nedeni olarak dinin istismarı gösterilmiştir. Bu başlangıçtan sonra dinin istismar edilmemesi için din ile dünya işleri ayırması(laiklik) gerektiği izah edilmiştir. Bunu yeterince izah etmiş olacaklar ki, beş vakit namaz kılmalarına rağmen bu sapık fikirleri savunan kitleler oluşmuştur. Bu kimseler tağut için çalışmakta ve çeşitli sloganlar altında tağut için savaşmaktadırlar. İslam'ı bilmeyen bu kimseler, İslam dini üzere olduklarını zannetmekteler ve avunmaktadırlar. bel'amların cennet vaadleriyle Bunun yanı sıra İslam'ı savunmaya çalışan müslümanlarda da menfi değişiklikler meydana gelmiş ve bu kardeşlerimiz de insanları doğrudan doğruya Allah'a değil, dolaylı olarak çeşitli gruplara, kişisel görüşlere ve beşeri yollara çağırma gafletine düşmüşlerdir. Bu gibi davetlerle ve cahili propaganda ile karşılaşan insanlar, bütününü ve gerçeğini kavrayamadıkları İslam'a karşı çıkmakta ve kabul etmemektedirler. Mesela bazı ülkelerde İslam'ın sosyal adaleti halka sunulmamışken, bu insanlar İslam'ın ceza hukuku ile yüz yüze getirilmişlerdir. İslam'ı bu ceza-i müeyyidelerden ibaret görüp, bu müeyyidelere göre değerlendiren birçok insan, İslam gerçeğini kavrayamamışlar ve rahmetini idrak edemedikleri İslam'a karşı cephe almışlardır. “Hayır, onların çoğu hakkı bilmiyorlar, bundan dolayı yüz çevirmektedirler.” (21-Enbiya24) “Hayır, onlar ilmini kuşatamadıkları ve kendilerine de henüz yorumu gelmemiş bir şeyi yalanladılar.” (10Yunus 39) Daha önce de ifade ettiğimiz gibi halkında müslüman olan birçok ülkede dindar geçinen büyük çoğunluğun yaşadıkları ve yansıttıkları din, İslam değildir. Kişisel menfaatlerle gölgelenen, grupsal veya partisel çıkarlar için vasıta olarak kullanılan, beşeri eğilimlerle tevil ve tahrif edilen din, kesinlikle ve kesinlikle İslam değildir. Ne yazık ki düşünen birçok insan, kendilerine yansıyan bu çarpık olguyu İslam olarak anlamışlar ve bu anlayışla İslam'a karşı olumsuz tavır takınmışlardır. İslam'a talip olan insanların bile, gerçek bir İslam'ı kavrayamadıkları bir dönemde; kendilerine yansıyan çarpık din anlayışına karşı çıkan zümreyi "Gerçek İslam'a karşı çıkıyorlar!." diyerek 'Harbi' olarak yaftalamak haksızlıktır. Değil günümüzde, cumhuriyete geçiş döneminde bile dine karşı tavır koyanların, gerçek İslam'a mı yoksa bid'atlar, hurafeler ve saltanat sistemiyle gölgelenen din anlayışına mı tavır gösterdikleri, incelenmesi ve göz önüne getirilmesi gereken bir meseledir. Yaşadığımız çağda müslüman aydın, müslüman entelektüel kimlikleriyle ortaya çıkan ve İslam'a göre yabancı olan bu kimliklerle meselelere çözüm arayan bir zümre bulunmaktadır. Doğu-Batı ilişkisini inceleyerek doğunun içinde bulunduğu vahim durumu, Batı sapıklığının bir yansıması olarak gören bu aydınlar, çözüm konusunda karşı oldukları batının tesirinde kalmaktadırlar. Batı anlayışının kökeninde, herhangi bir olumsuz durumla karşılaşıldığı zaman bu olumsuz durumu meydana getiren dış sebeplere yönelme ve sebeplere karşı mücadele vardır. Bu batıcı yaklaşım, kendilerine müslüman entelektüel denilen kesim üzerinde de görülmektedir. Bu kimselere göre yegane suçlu ve menfi durumların yegane müsebbibi Batı'dır. Tek yönlü olan bu yaklaşım, İslami bir yaklaşım değildir. Çünkü dünya tarihinin her döneminde bâtılı benimseyen, bâtılı yaşayan ve bâtılı yansıtan insanlar bulunmaktadır. Müslümanlara yüklenen ilk görev bâtılı yıkma veya bâtılı yok etme değil, hakkı bilip hakka sarılarak batılın olumsuz tesirinden kurtulmaya çalışmaktır. Hakkı bilen, hakkı yaşayan ve haktan taviz vermeyen toplumların, batıl propagandalardan etkilenmeleri çok güçtür. Herhangi bir toplum batıl görüşlerden etkileniyor ve batıla meylediyorsa, bu olay söz konusu toplumun haktan uzaklaştığına ve değişip bozulduğuna işarettir. Nitekim şanı yüce Rabbimiz Kur'an'ı Kerim'de "Gerçekten Allah kendi nefislerinde olanları değiştirip-bozuncaya kadar, bir toplulukta olanı değiştirip bozmaz." (13Ra'd 11) buyurmaktadır. Dünyanın hiçbir yöresinde kendileri doğru yolda olup da, sapanların etki ve gücü ile batıla düşmüş bir kavim gösteremeyiz. Çünkü doğru yolda bulunan ve bu yola teslim olan müslümanlara Rabbimiz "Siz doğru yola erişirseniz, sapan size zarar veremez" (5-Maide 105) buyruğu ile beyan edilen vaadi vardır. Bu ilahi vaadin ışığında, şeytan ve dostlarının müslümanlar üzerinde hiçbir nüfuzlarının olmadığını kavrayabiliriz. “Gerçek şu ki, iman edenler ve Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun (şeytanın) hiçbir zorlayıcı gücü yoktur. Onun zorlayıcı gücü (nüfuzu, sultası, hâkimiyeti) ancak onu dost edinenler ile onunla O'na (Allah'a) eş koşanlar üzerindedir. “ (16Nahl 99.100) Firavun konumundaki birçok müstekbirin ve emperyalist ülke olan Amerika ve Rusya'nın, halkında müslüman olan ülkelerdeki şeytani tahakkümlerinin nereden kaynaklandığı, zikredilen ayet-i kerimelerde beyan edilmektedir. İlk sebep onların dost kabul edilmesi, İkinci sebep ise onları mutlak güç sahibi görerek, gerçek güç ve kuvvet sahibi olan Allah'a eş koşulmasıdır. Emperyalizm birçok bölgedeki varlığını, silah zoru kullanmadan yürütmektedir. Çünkü bu bölgelerdeki halk, cahili propagandanın tesiriyle sömürü ve zulme karşı pasifize edilmiştir. Firavunlara karşı çıkmaları gerekirken, Firavunlarla birlik olup Musalara karşı çıkmaktadırlar. İlahi din anlayışının böylesine tahrif edildiği bir bölgeye, dâr'ul İslam veya dâr'ul harp diyebilir miyiz? Bu iki konuya şartlanmış olanlar, Nuh (a.s.)'ı hangi dar kavramına dâhil edeceklerdir? Açıkça bilinmektedir ki tufan gerçekleşinceye kadar Nuh (a.s.) ve beraberindeki mü'minler ne dar'ul İslam fıkhını ve ne de dar'ul harp fıkhını uygulamışlardır. Müctehit imamların dar'ul harbe ilişkin öne sürdükleri birçok görüş, zamanında ve mekânında doğru olan isabetli görüşlerdir. Mesela dâr'ul İslam olan bir belde müstevlilerin istilasına uğrar ve İslam fıkhı yürürlükten kaldırılırsa, bu belde dâr'ul harp olmaktadır. Dâr'ul harp olan bu beldede İslam fıkhını yürürlükten kaldıran müstevliler harbidir. Çünkü bunlar hangi dine savaş açtıklarını ve kimin hükmünü yürürlükten kaldırdıklarını bilmektedirler. Dâr'ul harp fıkhına göre bu harbilerin kanı, canı, malı müslümanlara mubahtır. Bu harbileri öldürmek caiz olduğu gibi bu harbilere destek olanları da öldürmek caizdir. Çünkü bunlarda harbi hükmündedir. İşte dâr'ul harp fıkhını kapsamına alan bu dönem bazı ülkelerde yaşanmadan veya kısmi olarak yaşanmışsa da netice almamadan geride kalmıştır. "Geride kalmıştır" diyoruz, çünkü bu dönemden günümüze gelinceye kadar birçok toplumsal değişiklikler meydana gelmiştir, Şeytani propagandalar vasıtasıyla batılı benimseyen ve batılı destekleyen kitleler oluşmuştur. Kendilerine verilen cahili kültür ile batılı destekleyen bu insanlar harbi değildir. Bu gibi toplumsal değişmeleri gözönünde bulundurmadan dâr'ul harp fıkhını günümüze veya geleceğimize uzatmak, Kur'an'ı Kerim'ie uyuşmayan bir yaklaşımdır. Çünkü Kur'an'ı Kerim'de toplumsal değişiklikler dikkate alınmış ve İlahi din anlayışları tahrif edilerek, cahiliyenin yerleşip kökleştiği toplumlarda tevhidi mücadele ile görevlendirilen müslümanlar, cahiliye mensuplarına harp açmakla değil, onları uyarıp-korkutmak ve kurtuluşa çağırmakla görevlendirilmiştir. Bu görev yerine getirilirken muhatap alınan cahiliye mensubu, kanı, canı, malı mubah olan bir harbi olarak değil, kurtulması umud edilen bir insan olarak kabul edilmektedir. Kur'an'ı Kerim'de dâr'ul İslam ve dâr'ul harp kavramları geçmemekle beraber, değişik peygamber kıssalarında o peygamberlere yüklenen görevler zikredilerek, hangi konumun fıkhı verildiği beyan edilmektedir. Bu durumu değerlendirdiğimizde, dar meselesinin üç ayrı boyuttan önem kazandığını ve değiştiğini görmekteyiz. Bu üç boyut; toplumun yapısı, müslümanların durumu ve üçüncü olarak gayrimüslimlerin İslam'ı nasıl anladıkları ve bu anlayışla İslam'a nasıl yaklaştıklarıdır. Mesela cahiliyenin yerleşip kökleştiği bir toplumda yaşayan müslümana göre içinde bulunduğu ülke dar'ul cahiliyedir. Bu ülkede yaşayan müslüman, şeytani otoriteye karşı mücadele verirken; bu mücadelesini otoriteden ziyade şeytani otoriteyi destekleyen ve yaşatan halka karşı yoğunlaştırır. Rabbani mesajı gücünün yettiği bir çerçevede yaygınlaştırmaya çalışır. Halktan belli bir kesim şuurlanırsa, meselesini idrak eden bu kesimin şeytani otoriteleri desteklemeyeceğini ve dolayısıyla şeytani otoritelerin yıkılacağını bilir. İşte bu toplumun içinde yaşayan müslümana göre dar'ul cahiliye olan bu ülke; bir İslam devleti kurulduğu zaman, bu devlette yaşayan ve imama biat eden müslümanlar tarafından dâr'ul harp veya dâr'ul sulh olarak kabul edilebilir. Çünkü İslam devleti herhangi bir ülkenin konumunu belirlerken, o ülkede yaşayan halkı değil, yönetimi esas alır. İslam devletinin ilişkisi ve mücadelesi halktan ziyade yönetimledir. Bir ülkenin konumunu belirlerken, bu iki farklı durumu birbirinden ayrı değerlendirmeliyiz. Bulundukları ülkede tevhidi bir mücadeleye girmekle yükümlü olan müslümanların, bu ülkenin konumunu kendilerine göre tespit etmeleri gerekir. Çünkü yaşamaları gereken fıkıh, kendilerinin içinde bulundukları durumun fıkhıdır. Halkında müslüman olan birçok ülkede yaşanılan konum, cahiliye konumudur. Bu ülkelerdeki şeytani tahakkümler gücünü ve yaşama fırsatını, cahiliyeyi bilerek veya bilmeyerek benimseyen halktan almaktadırlar. Bulunduğumuz konumda yaşamamız gereken fıkıh, dâr'ul cahiliyede bulunan müslümanların yaşamakla mükellef oldukları fıkıhtır. Dâr'ul harp fıkhı ile dâr'ul cahiliye fıkhı arasındaki farklar ise, müslümanların gayrimüslimlere karşı davranış ve yaklaşımlarında belirginleşmektedir. İslam'ı bilerek reddeden kâfirler ile İslam'ı bilmeden reddeden cahillerin hepsi, İslam'a göre gayrimüslimdirler. Kâfirler ve cahiller gayrimüslim olmalarına rağmen, İslami ölçülere sahip olan müslümanların kâfirlere ve cahillere karşı tavırları farklılık göstermektedir. Hakkı bilmelerine rağmen inkâr eden kâfirleri tekfir etmek caiz iken; cahillerin tekfir edilmeleri caiz değildir. Bu kimselerin net ve açık bir tebliğle uyarılmaları ve kurtuluşa davet edilmeleri gerekmektedir. Çünkü bütün peygamberler, insanları cennete davet etmeden cehenneme terk etmemişlerdir. Cahiliyeyi bilerek veya bilmeyerek destekleyen insanları İlahi hükümlerle uyarmışlar, bu insanları merhamet duyguları ile Allah'a kulluğa ve ebedi kurtuluşa davet etmişlerdir. Rahman sıfatının ışığında yapılan bu tebliğ eylemini soğuk harp olarak değerlendirmek ve dâr’ul harp çerçevesine dâhil etmek ise ayrı bir yanılgıdır. Yaşadığımız çağa yeni bir peygamber göndermeyecek olan Rabbimiz, cahiliye mensuplarını uyarıp korkutma görevini Resulullah (s.a.v.)'i kendilerine örnek alan öncü müslümanlara yüklemektedir. Bu kutlu müslümanların dünyaya yansıtacakları Rabbani mesaj ise elbetteki Kur'an'ı Kerim'dir. Cahiliyeyi muhatap alan ve cahiliye mensuplarını Allah (c.c.) ile karşı karşıya getiren Kur'an'ı Kerim ayetleri, belli meselelerden başlamakta ve kendisine özgü bir gelişim göstermektedir. Cahiliyeyi muhatap alan bu tebliğde; Allah inancı netleştirilmekte, cahiliyenin batıl görüşleri çürütülmekte, doğru ve gerçek bilgi verilmekte, bu bilginin gerektiği tavır emredilmekte ve sonuç olarak akıbet bildirilmektedir. Bu çizgide yapılan tebliğ ile cahiliye mensubu hangi hükme karşı çıktığını, kime karşı savaş açtığını ve neyle tehdit edildiğini net ve açık bir şekilde bilmektedir. Nitekim İslam'a göre uyarıp korkutmanın gerçek mahiyeti de bu şekildedir. Dâr'ul harp görüşünü bilinçsizce savunan ve Rabbani tebliğin mahiyetini bilmeyen kimseler, bu görüşü savunduğumuz için bizleri zor olandan kolaya sığınmakla itham edebileceklerdir. Rabbimizin emrettiği yolda zor ve kolay arasında muhayyer bırakılsaydık, elbetteki kolay olanını seçerdik. Ancak "Net ve açık tebliğ gündeme gelmelidir" derken, bu bizim şahsi tercihimiz değil, Rabbimizin bu konumdaki müslümanlara kesin emridir. Kaldı ki zor olan, silahın karşısına silahla çıkmak yerine, silahın karşısına Kitap ile Hükmullah ile çıkmaktır. Silaha sarılarak öldürmeye ve yıkmaya teşebbüs ettikleri için değil, sadece ve sadece "Rabbimiz Allah" dedikleri için işkenceye uğratılan ve şehid edilen müslümanlar, müstekbirlerin tanınmasına, katı kalblerin yumuşamasına ve insanların uyanmasına vesile olmuşlardır. Bu fedakâr müslümanların kanları ile dirilen, şuurlanan ve belli bir seviyeye gelen müslümanlar ise, zamansız savunulan dâr'ul harp fıkhını, zamanı gelince yaşayabilecek müslümanlardır. Halkında müslüman olan ülkelerdeki bazı müstekbirlerin küfürlerinde bilinçli olması, bu ülkedeki müslümanların yaşamaları gereken fıkhı değiştirmez. Toplumsal bir çalışmayla mükellef olan müslümanlar, içinde bulundukları toplumun genel yapısını göz önüne getirmekle yükümlüdürler. Toplum içersindeki istisnaların varlığı, müslümanların o topluma karşı göstermeleri gereken Rabbani tavırları değiştirmez. Çünkü toplumsal çalışmaya etki eden faktör, toplumdaki istisnai fertler değil, o toplumun genel yapısıdır. Küfründe bilinçli olan firavunlara dahi net ve açık tebliğ gidecek ve firavunların bu tebliğe karşı gösterecekleri tavırla, firavunların gerçek yüzü halka yansıtılacaktır/yansıtılmalıdır.''(40) Bazı Âlimlerin Toplumu Tekfir ettiği yönündeki Düşüncenin Yanlışlığı Bazı kimselerin söylediği gibi Seyyid Kutub, Mevdudi ve M. Kutub gibi âlimler toplumu tekfir etmiş midir? Eserlerini incelediğimizde görmekteyiz ki en sert kabul edilen âlimlerimizden bile hiç kimse toplu tekfir yapmamıştır. Bu âlimlerin kitaplarında toplu tekfir yaptıklarına dair en ufak bir iz bulunmamaktadır. Birazdan yapacak olduğumuz alıntılardan da anlaşılacağı üzere bu âlimlerimiz toplumdaki akidevi hastalıklara değinmiş ve dünya üzerinde ezilen insanların yeniden kendilerine gelmeleri (Öze dönmeleri) için mücadele etmişlerdir. Mevdudi ve Tekfir Mevdudi bakınız Meseleler ve Çözümleri adlı eserinde neler söylemektedir: "Ben yazılarımda birkaç yerde insanların aşağıdaki gibi dört bölüme ayrıldığını yazmıştım: a- Mümin bilgayr ve müslim lilgayr: Allah'tan başkasına inanan ve ondan başkasına teslim olan. Yani Allah'tan başkasına gerçek manada itaat edilmesi gerektiğini kabul eden ve inanç olarak da onu emir ve hüküm kaynağı kabul eden kimse demektir. Bu eksiksiz, tam bir kafirdir. b- Mümin bilgayr ve müslim lillah: Allah'tan başkasına inanan ve Allah'a teslim olan. Yani Allah'tan başkasına inandığı halde, Allah'ın kanunlarına itaati kabul eden kişidir ki, bunlar İslam devleti idaresi altında yaşayan zümreler ve münafıklardır. c- Mümin billah ve müslim lilgayr: Allah'a inanan fakat Allah'tan başkasına teslim olan. Yani Allah'a inandığı halde başkasına kulluk ve itaat gösteren kimsedir. Kafir bir düzen altında onların emrine uyarak yaşayan müslümanlar bu durumdadır. Eğer müslüman böyle bir duruma düşmüşse içinden buna rıza göstermemesi, bundan hoşlanmaması lazım. Bilakis, ya böyle bir düzeni değiştirmeli ya oradan hicret etmelidir. d- Mümin billah ve müslim lillah: Allah'a inanan ve Allah'a teslim olan. Yani Allah'a iman ettiği gibi onun emir ve kanunlarına kendini teslim eden kimse demektir ki, bu müslümanların asıl içinde bulunmaları gereken haldir. Kur'an bütün insanları böyle bir hali seçip benimsemeye çağırmaktadır. Bu haldeki hiç kimse İslam dışı bir düzende uğrayacağı sıkıntılara düşmez. Müslümanların Mekke dönemindeki halleri ve müşriklere esir düşen birçok sahabenin uğradığı eziyetler yahut Peygamberlerin çoğunun kafirler arasında doğup büyümekten dolayı çektikleri gibi eziyetlere ve sıkıntılara da düşmezler. Bu şekildeki elde olmayan durumlar Allah'tan başkasına teslim olma maddesine girmez. Çünkü, her şeyden önce bu onların kendi elinde, kendilerinin tercih ettiği bir şey değil, aksine üzerlerine musallat olan, kurtulamadıkları bir durumdur. Ayrıca bir kimlikte gücü ölçüsünde Allah'a teslim olmaya, ondan başkasına itaate karşı çıkmaya gayret edip eksiksiz çaba harcamaktaysa bu kimseye "Allah'tan başkasına teslim olmuştur" denmez. Hatta (c) grubunda olanların durumu bile (a) ve (b) grubundakilerin durumundan tamamen farklıdır. Allah'a iman edip de Allah'tan başkasına teslim olan asla müşrik ve kafir olamaz. Ama o kimse bu durumundan memnunsa veya imkan ölçüsünde bundan kurtulmak için bir gayret göstermiyorsa çok büyük günahkardır. Bütün hayatı günahtan ibaret kalacak kadar günahkar.'' (41) Yine Bakınız içinde yaşadığı toplumun insanlarıyla nasıl konuşuyor: "Sevgili kardeşlerim! Müslümanlara kafir damgasını vurduğumu asla düşünmeyin. Amacım bu değil. Kendi kendime soruyorum ve sizlerden de kendinize samimiyetle sormanızı istiyorum: Niçin Allah'ın rahmetinden yoksun yaşıyoruz? Niçin bütün güçlük ve sıkıntılar dört bir yandan üzerimize çökmüş? Neden aramız açık ve birbirimizin kanını döküyoruz? Neden kafirler bizi her yerde yönetiyor? Biz O'na itaat eden kullar, niçin dünyanın pek çok yerinde diğerlerine bağımlı yaşıyoruz? Bu durumu düşündükçe kafirlerle aramızdaki farkın neredeyse sadece isimlerimizde kaldığına ikna oluyorum. Çünkü O'na karşı ilgisizlikte, O'nun korkusundan yoksunlukta ve itaatsizlikte diğerlerinden hiç bir şekilde geri kalmıyoruz. "Neredeyse" diyorum, çünkü Kur'an'ı değerlendirişimiz kafirlerinkiyle aynı olsa bile biz Kur'an'ın Allah'ın kitabı olduğunu biliyoruz, onlar bilmiyorlar ama onun hayatımızdaki yeri kafirlerinkinden farklı değil ve bu hepimizin cezayı daha çok hak etmesine yol açıyor. Hz. Muhammed'in Allah'ın Peygamberi olduğunu biliyoruz ama onu izlemeye gelince bir kafir kadar isteksiziz. Biliniz ki Allah yalancıları lanetlemiş, rüşvet alıp verenlerin yerinin Cehennem olduğunu kesinlikle belirtmiş, faizle borç alıp vermenin daha da kötü olduğunu söylemiş, iftirayı kardeş eti yemek kadar aşağılamış, açık giyinmeyi ve konuşmayı, pornografiyi ve ahlaksızlığı yasaklayarak bunlara en ağır cezalar vermiştir. Bütün bunları bilmemize rağmen, sanki Allah'ın öfkesinden hiç korkmuyormuşçasına bu günahlarla özgürce içice yaşıyoruz. Bu yüzden O'nun rahmetine erişemiyoruz; biz sadece görüntüde müslümanız. Gerçek şu ki, Allah'ın hakimiyetini kabul etmeyenlerin bizi yönetmeleri, bizi her fırsatta utanca sürüklemeleri, Allah'ın en büyük hediyesi İslam'ı ihmal ettiğimiz için cezalandırıldığımızı gösteriyor. Sevgili kardeşlerim! Sözlerimle asla sizi suçlamıyorum. Sizi tenkit etmek için gelmedim. Amacım içinizdeki isteği uyandırıp kaybolmuş hazineyi tekrar ele geçirmek. Böyle bir istek, bir insan ne kaybettiğini ve kaybettiği şeyin ne kadar değerli olduğunu anladığı zaman uyanır. Keskin ve acı sözler kullanıyorsam bunu sadece sizi harekete geçirmek, zorlamak için yapıyorum.'' (42) Mevdudi'nin kimseyi tekfir etmediğini, müşrik düzenlere karşı gelmediğini söylemiyoruz. Mevdudi, böyle bir taviz, ılımlılık ve cehalet içinde değildir ama o bütün insanların tekfirine karşıdır. (43) Rabbimiz Ondan razı olsun. Seyyid Kutub ve Tekfir Seyyid Kutub eserlerinin çoğunda ve özellikle Fîzılali'lKur'an'da günümüz insanını lügat anlamıyla müşrikler gibi görse de ıstılahı anlamda müşrik görmemektedir. Örneğin "İslam Kapitalizm Çatışması" adlı eserinde (44), (günümüzde) halkında müslümanların yaşadığı toplumları İslam ümmeti olarak anmaktadır. Yine yukarıda adı geçen eserinde yaşadığı toplumu -Mısır toplumunu- büyük çoğunluğu müslüman olan bir ülke olarak tanımlamaktadır. Peki, Seyyid Kutub, bazı eserlerinde (45) günümüz toplumlarını tamamen kafir saymamasına rağmen neden "Fîzılalil-Kur'an"da ve "Yoldaki İşaretler"de günümüz toplumlarına yine neden kelime anlamıyla müşrik olarak bakmaktadır. Aslında burada anlaşılmayan veya çarpıtılan şudur. Bir kelimenin -lügat- anlamı ayrıdır, ıstılahı anlamı ayrıdır. Istılahî anlam bir kelimenin Kur'an ve Sünnette sosyal hayatta çerçevesini bulan anlamıdır. Örneğin Yunus (a.s)'ın dilinden söyletilen "Muhakkak ben zalimlerden oldum" ayetinde zulüm lügat anlamıyla kullanılmıştır. Oysa yine başka bir ayete göre "Zalimler, Allah'ın hükümleriyle hükmetmeyenlerdir." Bu iki ayet arasında asla çelişki yoktur. İlk ayette zulüm lügat anlamıyla, amelî anlamıyla kullanılmış ikinci ayette ise itikadı anlamıyla-ıstılahî anlamıyla kullanılmıştır. Kelimelerin ve özellikle Kur'anî kelimelerin lügat ve ıstılah anlamları ile kelimelerin itikadî ve ameli anlamlarıyla ilgili olarak Yusuf El-Kardavi’nin eserlerine bakılabilir. Seyyid Kutub'a tekrar dönelim. Çağımızda dünya toplumuna göre sayısı fazla olmayan muvahhid neslin medar-ı iftiharı olan bu şehidimiz “İslam Düşüncesi" adlı eserinde, "İstikbal İslam'ındır" adlı eserinde, Fizılal'in 16. cildinde İhlas Suresi tefsirinde yaşadığımız toplumları da önceki toplumları ve devletleri de hiç de kafir saymamaktadır. Yani, geçmişte ve günümüzde halkında müslümanların yaşadığı toplumlara müşrik olarak bakmamaktadır. Sonuç olarak Seyyid Kutub'un kullandığı cahiliye kavramı da müşrik kavramı da insanlığın ve toplumun genel yapılanması hakkında kullanılmıştır. Yani S. Kutub toplumu tüzel bir kişilik olarak kabul etmiştir. Eğer böyle kabul etmese mahkemede yargılandığı günlerde son sözlerinde şunları söyler miydi?: "Biz insanları tekfir etmiyoruz. Bu çarpıtılmış bir nakil... Biz diyoruz ki insanlar inanç sisteminin hakikatini bilmemeleri, onun gerçekten ne demek olduğunu kavrayamamış olmaları ve İslamî yaşantıdan uzak bulunmaları bakımından, cahiliye toplumunu andırır bir hale gelmiştir...''(46) Cahiliye kelimesi de nasslarda -Kur'an ve Sünnette- "mutlak küfür" anlamında değildir. Yani bu kelime her zaman kafirleri nitelemez. Bu konuyla ilgili ayet, hadis ve âlimlerin görüşleri hiç de az değildir. (47) Merhum Seyyid Kutub'un tek derdi toplumdaki akidevi hastalıkların izole edilmesi idi. ''O'' ömrünü bu yol da Allah'a sadaka olarak vermiş yiğit bir insandı. İnandığı değerleri canı pahasına savundu. Bir İslam toplumu arzuluyordu. Hayatıyla, kalemiyle, duasıyla tüm gayretiyle bunun için koşturuyor; bunun özlemiyle yanıyordu. Tekfir etmek değildi ki Onun derdi; O insanlığın kurtuluşu ile ilgileniyordu. Davetçi hâkim olmak için değil; insanların hidayetine şahid olmak için mücadele edendi. Oda bunu yapıyor, bunun için mücadele ediyordu. Muhammed Kutub ve Tekfir Tekfirde aşırı gidenlerin, görüşlerini çarpıttıkları ve kendilerine uyan görüşlerini aldıkları diğer bir âlim Muhammed Kutub bakın neler söylemektedir: "Bütün durumlarda imanın hâkimiyeti sıfır değildir. İnsanın İslâm’ın amellerinden hiçbirini yapmaması şeklinde varlığı ve yokluğu denk olmaz. Masiyet ulemânın icmâı ile insanı İslâm'dan çıkartmaz." "Muâsır, günümüz müslümanının hali budur. Lâ ilâhe illâllah bütün muhteva gereklerinden tecrid edildi..." "Evet... Bu düşük derecede de olsa, İslâm dairesinde olan müslümanların bulunması, büyük kapsamlı hakikatinden uzaklaştırılmalarına rağmen gerçeğe yeniden dönmelerine karşı güven vermiyordu..." "Sözü bu noktaya getirdik ki kimileri mevcut nesillere kâfir oldukları hükmünü vereceğimizi tasavvur ediyorlar... Diğer kitaplarda sorunumuzun, insanlara hüküm çıkarmak olmadığını yazdık. Bugün İslâm topraklarında yaşayan insanlara İslâm veya küfür hükmü vermemiz onları cehenneme ya da cennete koyacak değildir. Bugün İslâm topraklarında yaşayan toplumlara "câhiliye toplumları" dediğimizde bununla ehlinin müslüman olmadığını, onların kâfir olduğunu kast ettiğimizi zannedenlere de burada diyoruz ki; topluma verilen bir hüküm şahıslara munsarif (tek tek bireyler için) değildir. Bugün İslâm toprağında yaşayan insanlar karmaşık bir yapı gösteriyorlar, tek bir hükme girmezler. Şüphesiz içlerinde müslümanlar vardır. Bunu zâhire göre söylüyoruz. Çünkü lâ ilâhe illâllah diyor, ibâdet edip câhiliyeyi reddederek Allah'ın dinini arzu ediyorlar. İçlerinde şüphesiz kâfirler de vardır. Çünkü lâ ilâhe illâllah deseler de Allah'ın dininin üstünlüğünü reddediyorlar...” "İnsanlar günümüzde bu durumun İslâm’dan kopmak olduğunu ve imanın aslını yıkacağını bilmiyor olabilirler. Bu insanlar hakkında hüküm verme problemine dalmak istemiyoruz; onlar bu cehaletlerinde mâzur mudurlar, değil midirler? Burada o konuya değinmeyeceğiz..." "İbâdetin tek başına şekil olarak edâsı, dünya hayatı için "İslâmî kişilik" verebilir ve yapana da müslüman ahkâmını tatbik ettirir..." "Müslümanlar şu anda çağdaş câhiliyeyi, ilmi, maddî, teknolojik ve örgütsel kalkınmada geçememişlerdir. Ama yine de câhiliyenin bugün, yarın ve hiçbir zaman sahip olamayacağına sahiptirler; Sahih bir akîde ve sahih bir metodun sahibidirler..." (48) Görüldüğü gibi M. Kutub toplumu tekfir etmediğini bu toplumun içerisinde müslümanların bulunduğunu ve toplumun karışık bir yapıya sahip olduğunu söylemektedir. Bununa yanında abisi S. Kutub gibi çok kullandığı ''Cahiliyye Toplumları'' kavramının içini de ''Kafir Toplumlar'' şeklinde doldurmamaktadır. Ayrıca günümüz toplumlarının içerisine saplandıkları şirk çeşidini bilmemelerinin onların hepsini cehennemlik kıldığını da söylememektedir. ''Kafire Kafir demeyen Kafirdir'' Anlayışının Analizi Bu konularla az-çok ilgilenen herkes bu ve buna benzer manada sözler duymuştur. Peki, gerçekten öylemidir; kafire kafir demeyen kafir olur mu? Bu soruya direkt olarak yanıt ''hayır olmaz'' ya da ''evet olur'' şeklinde verilemez. Bu sözün açıklanmaya ihtiyacı vardır. Şöyle ki kafir olduğu söylenen şahsın kafirliği sabit midir yoksa bu (zanni mi) zanna mı dayanmaktadır? Söz konusu kafir olduğu söylenen şahsın kafir olduğu gerçekten sabitse veya şahıs Müslüman olmadığını söylüyorsa elbette bu şahısa (zorla) Müslüman ismini vermek İslamın dengelerini sarsar ve söz konusu sözü doğrular. Fakat bir kimse diğer bir kimseyi kendi içtihadi ile kafir olduğuna hükmediyorsa burada durum değişir ve söz konusu sözün bir hükmü kalmaz. Çünkü bir kimse içtihat ile diğer bir kimsenin küfür üzere (kafir) olduğunu söylüyorsa ve özelliklede şüphe söz konusu ise burada elzem olan ''kafir'' dememektir. Nitekim (Buhârî ve Muslim'de rivayet olduğuna göre) Ömer b. el-Hattâb, ashâbtan Hâtıb b. Ebî Belta için: "Yâ Rasûlâllah! Müsaade et de şu münafığın boynunu vurayım" demiş, Peygamber Efendimiz ise şöyle buyurmuşlardı: "Hâtıb, Bedir Harbine katıldı. Sen nereden bileceksin ki, Cenâb-ı Hak Bedir ehlinin durumlarına muttalîdir ve onlar hakkında: 'Dilediğinizi yapın, Ben sizi bağışladım, buyurmuştur". (49) Hatip b. Ebu Belta, bugünkü deyimiyle vatan hainliği denebilecek büyük bir günah işlemişti. Peygamber (s.a.v)'in haberlerini ve askerlerinin harekatını, Peygamberimizce gizli tutulması için son derece titiz davranılmasına rağmen Mekke'nin fethinden az bir zaman önce Kureyş'e ulaştırmak, bildirmek istemişti. Hz. Ömer (r.a); "Ey Allah'ın Resulü! Bu adam münafıklık etmiştir. Bırakın da boynunu vurayım." demişti. Peygamber (s.a.v), Bedir savaşına katılmış olması nedeniyle öldürülmesine razı olmamış ve yaptığı bu işi, kendisini dinden çıkarıcı bir iş olarak değerlendirmemişti. Peygamber (s.a.v)'in bu yargısını teyid mahiyetinde şu ayetler nazil olmuştu. "Ey inananlar! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. Onlar, size gelen gerçeği inkar etmişken, onlara sevgi gösteriyorsunuz; oysa onlar, Rabbiniz olan Allah'a inandığınızdan ötürü sizi ve Peygamberi yurdunuzdan çıkarıyor. Eğer sizler çıkmışsanız onlara nasıl sevgi gösterirsiniz? Ben, sizin gizlediğinizi de, açığa vurduğunuzu da bilirim. İçinizden onlara sevgi gösteren kimse, şüphesiz doğru yoldan sapmıştır." Allah Teala bu ayette, konuştuğu kimselere mü'min unvanını kullanarak hitap ediyor. Ve kendi düşmanlarıyla onların düşmanlarını bir görüyor. Burada konumuzu ilgilendiren kısmı Hz. Ömer'in, Hatıb'a bu teşebbüsü nedeni ile ''Münafık'' demesidir. Fakat Peygamber(s) Hatıb'ın niyeti ve özel nedenleri ile özrünü kabul etti ve onu müslüman olarak gördü. Hz. Ömer, burada Hatıb'a kendi içtihadi ile ''Münafık'' hükmünü vermesine rağmen yani tekfir etmesine rağmen Hz. Peygamber(s) tekfir etmedi. Diğer bir rivayet ise şudur: Useyd b. el-Hudayr, Sa'd b. Ubâde'ye: "Sen, münafıkları koruyan bir münafıksın!"dedi. Bunun üzerine iki grub (Evsliler ve Hazrecliler) münakaşaya başladılar. Ama Hz. Peygamber aralarına girip onları yatıştırdı ve barıştırdı. (50) Görüldüğü gibi ashabın içerisinden biri diğerine: "Sen bir münafıksın!" diyenler bulunuyordu fakat Hz. Peygamber bunlardan hiçbirisini kâfir saymıyor, aksine hepsinin de cennetlik olduğuna şehadet ediyordu. Bu rivayetleri göz önüne aldığımızda içtihada dayanan ve özellikle içerisinde şüphe bulunan durumlarda ''kafire kafir demeyen kafirdir'' hükmü doğruluğu olmayan bir hükümdür. ''Kafire kafir demeyen kafirdir'' Sözüne İmam-ı Azam'dan getirilen Delilin İncelenmesi Tekfir de aşırı giden bazı kardeşlerimiz, Ebu Hanife'nin sözüne yüzeysel nitelikte baktıkları için meseleyi iyi anlayamamaktadırlar. Şimdi söz konusu İmamı Azam'dan getirilen delili (sözü) inceleyelim. İmam-ı Azam'ın eserinde(51) talebesi sorar: "Bir kişi kafiri kafir olarak bilmem derse durumu ne olur." İmam-ı Azam'da "kendisi de kafir olur" cevabını verir. Burada İmam-ı Azam'ın cevabı isabetlidir. Fakat dikkat edilirse talebesi "kafiri kafir olarak bilmem" derse diyor, yani bir insanın kafir olduğu her haliyle belli ise kafir olduğu zahiren görülüyorsa durum o zaman geçerlidir. Yine dikkat edilirse "kafiri kafir olarak bilmem” ifadesi de ilginçtir. Bir kimsenin kafir olduğunu kesin olarak bildiği halde ''ben kafiri kafir olarak kabul etmem'' demesi kabul edilebilir bir şey olabilir mi? Bakalım Ebu Hanife kendisini tekfir eden kimse hakkında neler söylüyor gerçekten sözleri son derece manidar: (El-Âlim vel-Müteallim) kitabında Ebu Mukatil Hafs İbn-i Selm es-Semerkandi ondan (sayfa 62-67 de) şöyle rivayet eder: "Dedim ki: sana kafir diyen hakkında ne dersin? Dedi ki (Ebu Hanife): ‘’Onun yalancı olduğunu söylerim. Ona kafir demem. Fakat yalancı olarak isimlendiririm. Çünkü ihlal edilmesi haram kılınmış haklar ikidir: Biri Allah'la ilgili, öbürü ise kullarla ilgilidir. Allah'la ilgili hakkın haram olan ihlali, ona şirk koşmak, onu tekzip etmek ve küfürdür. Kullarla ilgili olarak ihlal edilmesi haram kılınmış şeyler de aralarında meydana gelen çeşitli haksızlıklardır. Allah'a karşı yalan söyleyenle bana karşı yalan söyleyenin aynı olması yaraşmaz. Çünkü Allah ve Resulünü(s) yalanlamak, diğer bütün insanlar hakkında yalan söylemekten daha büyük bir günahtır. Benim kafir olduğumu söyleyen benim nazarımda yalancıdır. Benim hakkımda yalan söyledi diye benim de onun hakkında yalan söylemem helal olmaz. Çünkü Allah Teala şöyle buyurdu: ''Bir kavme olan öfkeniz sizi adaletten alıkoymasın. Adaletli olunuz, bu takvaya en yakın olandır.'' (52) ''La ilahe İllallah'' Diyen Cennete Girer Ubade b. Samit Peygamber (s.a.v)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir. “Kim, Allah'tan başka ilah olmadığına, eşi ve benzeri bulunmadığına, Muhammed'in onun kulu ve Rasulü olduğuna, İsa'nın da Allah'ın kulu ve Rasulü olduğuna ve Meryem'e ilka eylediği kelimesi olduğuna ve kendisinden bir ruh olduğuna, cennetin ve cehennemin gerçek olduğuna şehadet ederse, Allah da onu -amellerine bakmak suretiyle- cennetine kor.”(Buhari ve Müslim) Ebuzer'in şöyle dediği rivayet edilmiştir. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu; “Hiç bir kul yok ki, lailahe illallah deyip de bu hal üzere öldükten sonra cennete girmesin.” "Allah Teala, kendi rızasını gözeterek 'Lailahe illallah' diyen bir kimseye cehennem ateşini haram kılmıştır." Enes (r.a) Peygamber (s.a.v)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir. "Lailahe illallah" deyip (Allah’tan başka tapınılanları reddeden) cehennemden çıkar. Kalbinde bir hardal tanesi(zerre) kadar iman bulunsa da.” (Buhari ve Müslim) Yine Enes (r.a.)'den rivayet Peygamber şöyle buyurmuştur: edildiğine göre Hz. "Kalbinde buğday tanesi kadar hayır bulunduğu halde "lailahe illallah" diyen bir kimse (bile) cehennemden çıkacaktır."(Buhari) Buhari ve Müslim'de geçen bir de şu hadis vardır. Ebuzer (r.a) Peygamber (s.a)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir. "Cibril Peygamber (s.a.v)'e geldi ve şöyle dedi; Ümmetini müjdele; ümmetinden kim Allah'a şirk koşmadan ölürse cennete girecektir. Ben de şöyle dedim; peki ya zina ya da hırsızlık etse de mi? O da; (evet) zina ve hırsızlık etse de, (cennete girecektir) buyurdu.” Sahih-i Müslim'de geçen ve Ubade'den rivayet edilmiş bir hadiste de Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır. "Allah'tan başka ilah bulunmadığına, Muhammed'in de gerçekten Allah elçisi olduğuna şehadet eden kimse üzerine Allah, cehennemi haram kılar."(Müslim) Bazı Âlimlerin ''Tekfir'' Hakkındaki Nasihatleri Şeyhu'l-İslam İbni Teymiye'den ("Mecmuati'r-Resail ve'1Mesail" kitabının 5. cildinin 199-201 sayfalarında): "Hiçbir müslümanı işlemiş olduğu bir fiil veya ehl-i kıblenin hakkında münakaşa ettiği meseleler gibi herhangi bir meselede düşmüş olduğu hata yüzünden tekfir etmek caiz değildir. Hz. Peygamber (s.a.s.)'in kendileriyle savaşılmasını emrettiği, Raşid Halifelerden biri olan mü'minlerin emiri Hz. Ali b. Ebi Talib'in savaştığı ve sahabe, tabiin onlardan sonraki din büyüklerinin kendileriyle savaşılmasının gerekliliği hususunda ittifak ettikleri Haricileri, Hz. Ali, Sa'd b. Ebi Vakkas ve diğer sâhabiler tekfir etmediler. Aksine, onlarla savaşmalarına rağmen onları müslümanlardan saydılar. Hz. Ali onlar haram olan kanı akıtmadıkça ve müslümanların mallarına baskın yapmadıkça onlarla savaşmadı. Hz. Ali, onlar kafir oldukları için değil, onların zulümlerini ve taşkınlıklarını defetmek için onlarla savaştı. Bu sebeple de onların ailelerine el atmadı ve mallarını ganimet olarak almadı. Peki, bu sapıklıkları nass ve icma ile sabit olanlar, Allah (c.c.) ve Rasulü'nün onlarla savaş yapılması emrine rağmen tekfir edilmiyorsa, nasıl olur da onlardan en âlim olanlarının bile hakkında yanıldıkları meseleler hususunda hakkı şaşıran çeşitli taifeler tekfir edilebilir? Bu taifelerden hiçbirinin diğer bir taifeyi tekfir etmesi helal değildir. Çünkü Haricilerin bid'atleri, daha büyük bid'atlerdir. Gerçek şudur ki, onların hepsi ihtilafa düştükleri meselelerin hakikatini bilmiyorlardı.” "Aslolan, müslümanların kanlarının, canlarının ve namuslarının birbirlerine haram olduğudur. Bunlar ancak Allah'ın ve Rasulü'nün izni ile helal olabilir." "Eğer bir müslüman savaş veya tekfir hususunda te'vil edilebilir bir konuma sahip ise, o zaman tekfir edilmez. Nitekim Hz. Ömer b. el-Hattab, Hatib b. Ebi Beltaa hakkında şöyle demişti: "Ya Rasulallah, izin ver de bu münafığın boynunu vurayım!" Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştu: "Şüphesiz o, Bedir savaşına katılmıştır. Sen nerden biliyorsun, belki Allahu Teala Bedir ehlinin böyle yapacağını bildiğinden dolayı "Dilediğiniz gibi amel edin, şüphesiz ben sizi bağışlarım" ayetini onlar hakkında buyurmuştur." Bu hadis, Sahihayn'da geçmektedir. Yine sahihayn'da geçtiğine göre, Üseyd b. el-Hudeyr, Sa'd b. Ubade'ye: "Sen münafıklar hesabına bizimle mücadele eden bir münafıksın!.." demiş ve bunun üzerine Evs ve Hazrec kabileleri münakaşaya başlamıştılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.) iki grubun arasını düzeltti. İşte şu Bedir Savaşına katılanlar ki, onlardan biri diğerine "sen münafıksın" diyor. Fakat Hz. Peygamber ne onu ne de bunu tekfir etmiyor, aksine hepsinin de cennete gireceğine şahitlik yapıyor. Yine bunun gibi selef de Sıffın, Cemel ve diğer bir takım savaşlarda birbirleriyle savaşmıştılar. Fakat hepsi de müslüman idiler ve mü'min idiler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Şayet mü'minlerden iki taife birbirleriyle savaşırlarsa onların aralarını bulup düzeltin." Yine yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki mü'minler kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup düzeltin" "İşte Allahu Teala, onların birbirleriyle savaşmalarına ve birbirlerine haksızlık yapmalarına rağmen onların mü'min kardeşler olduklarını beyan etmiştir ve onların aralarının adaletle ıslah edilmesini emretmiştir." Yine Şeyhu’l-İslam İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der: “Kur’an, sünnet ve icmaya göre küfür olan söz için mutlak olarak küfür olduğu söylenir. Şer’i deliller buna delalet eder. Allah ve Resulü’nden alınan hükümler, insanların zan ve heveslerine göre kullanacakları hükümler değildir. Ancak tekfirin şartları sabit oluncaya ve engelleri ortadan kalkıncaya kadar bu sözü söyleyen herkes için kafir olduğunun söylenmesi gerekmez.” (53) İmam Şevkani'den: "Bil ki, bir müslümanın İslam dininden çıktığına ve küfre girdiğine hükmetmeye yönelmek gündüzün güneşinden daha açık bir delil olmadıkça, Allah'a ve ahiret gününe iman etmiş olan hiçbir müslüman için gerekli değildir. Çünkü sahabeden bir grubun tarikiyle rivayet edilmiş sahih birçok hadislerde, "Her kim kardeşine "ey kafir" derse, mutlaka ikisinden biri bunu hak eder" ibaresi sabit olmuştur. "Sahih-i Buhari'de hadis böyledir. Sahihayn ve diğer hadis kitaplarında şu ibare de geçmektedir: "Her kim bir adamı küfür ile çağırırsa veya ona "ey Allah'ın düşmanı derse", o adam da böyle değilse, mutlaka ikisinden biri kafir olur." Bu hadiste ve bu husus üzerine varid olan diğer hadislerde tekfirde acele etmede çok müthiş bir tehdit ve çok büyük bir öğüt vardır. Allahu Teala da şöyle buyurmuştur: "Kalbi imanla tatmin olduğu halde baskı halinde zorlanan hariç, kim imanından sonra Allah'a (karşı) inkara sapıp da göğsünü küfre açarsa, işte onların üstünde Allah'tan bir gazap vardır ve büyük azap onlarındır."(en-Nahl: 16/106.) Buna göre (birisini tekfir etmek için) göğsün küfre açılması, kalbin küfürle tatmin olması ve nefsin onunla teskin olması gerekmektedir. Bu sebeple sahibinin kendisiyle İslam dininden çıkıp küfür dinine girmeyi irade etmediği şirk yollarından biriyle vaki olan düşüncelere, ondan sadır olan küfri davranışlara ve müslümanın ağzıyla söylemiş olduğu fakat manasına inanmadığı lafızlara, özellikle de bunların İslam yoluna muhalif olunduğunun bilinmemesi durumunda itibar edilmez.(Geçerli sayılmaz)'' (54) İmam Nevevi'den: ("Şerhu Müslim" isimli kitabında) "Bil ki, hak mezheb mensuplarına göre, herhangi bir günah sebebiyle hiç kimse tekfir edilmez. Yine ehl-i heva ve bidatten olan Hariciler, Mutezililer, Rafiziler ve diğer fırka mensupları da tekfir edilmezler. Fakat bir kimse İslam dini açısından zaruriyet olarak bilinen şeyleri bilerek inkar ederse, onun mürted olduğuna ve küfre girdiğine hükmedilir. Ancak daha yeni müslüman olmuşsa veya İslam'dan habersiz uzak bir yerde (çölde) yaşıyorsa veya bunun gibi gerçeğin kendisine gizli kaldığı bir kimse ise, tekfir edilmez. Eğer bu kişi zaruriyeti inkar etmenin küfür olduğunu öğrenip, bunları inkar etmeye devam ederse, o zaman kafir olduğuna hükmedilir. Bunun gibi, zinayı, içkiyi, katli ve bunlar gibi haram olduğu zaruri olarak bilinen diğer haramları helal kılanın da kafir olduğuna hükmedilir.'' (55) İmam Gazzali'den: "Araştırmacının meyletmesi gereken, hak gördüğü yoldan tekfir etmekten onları istisna yapmasıdır. Çünkü açıkça "lailahe illallah" diyerek kıbleye yönelip namaz kılanların canlarının ve mallarının mubah olduğunu söylemek hatadır. Bin kafirin hayatta kalmasında hataya düşmek, bir müslümanın kanından bir şişe akıtma hatasını işlemekten daha ehvendir.'' Bir müslümanın te'vil ve hata sonucu küfre düşmesi hakkında da şöyle demektedir: "Te'vil hususunda hataya düşmenin tekfiri gerektirdiği hakkında bize hiçbir nass sabit olmamıştır. Bu sebeple, böyle bir iddiada bulunanın delil getirmesi gerekir. Halbuki bize "lailahe illallah" demekle kesin olarak can ve malın korunmasının sağlanacağı hakkında nasslar sabit olmuştur. Delil ya asıldır veya asl üzerine kıyastır. Asıl da açık şekilde (dini) tekzib etmektir. (Dini hakikatleri) tekzib etmeyen(Yalan saymayan) kimse hiçbir zaman tekzib edenlerin kapsamına alınmaz. Ve o, kelime-i şahadeti söylemekle ismetin (canını ve malını korumanın) kapsamı altında kalmaya devam eder." (56) Hanefi Âlimlerinden Hanefi mezhebinin kitaplarından "Camiu'l Fusuleyn"de şu ibare geçmektedir: "et-Tahâvi ashabımızdan rivayet etmiştir ki: Bir kişiyi müslüman eden şeyleri, bilerek inkar etmesinden başka bir şey imandan çıkarmaz. Sonra bilinmelidir ki, riddet olduğu yakın olarak bilinen bir şey yapıldığı zaman birisinin mürted olduğuna hükmedilir. Riddet olup olmadığında şüphe bulunan şeyler sebebiyle ise bu hüküm verilemez. Çünkü İslam sabit olan bir şeydir ki, şüphe ile zail olmaz. Aynı zamanda İslam üstündür, (başka bir şey ona üstün olmaz). Bir âlime bu konu getirildiği zaman, ehl-i İslam'ı tekfir etmeye acele etmemelidir.” "el-Fetâvâ'i-Hayriyye" (Hanefiler) de şu sual vardır: Kadı bir adama "şeriate razı ol" dediği zaman, o da "kabul etmem!" dedi. Bu sebeple bir müfti onun kafir olduğuna ve karısının kendisinden ayrılmış olduğuna fetva verdi. Acaba bununla onun kafir olduğu sabit olur mu? Bu soruya, âlimin ehl-i İslam'ı tekfir etmeye acele davranmaması gerektiği ve o adamın tazir edilmesi ve cezalandırılması gerektiği cevabı verilmiştir. Burada bu çirkin kelimeye benzer kelimeleri söyleyenlerin kafir olduğu hükmü verilmemiştir. Çünkü onun bu sözü, şeriate karşı kibirlenerek veya onu kerih görerek değil, hasmına karşı aşırı şekilde gazaplanarak söylemiş olabileceği ihtimali vardır. (57) (Şu ince düşünüşe bakar mısınız!) İbn Âbidin şöyle der: “Bir müslümanın kâfir olduğuna dair doksan dokuz, Müslüman olduğuna dair de bir delil bulunsa, müftünün veya kadı’nın Müslüman olduğuna delâlet eden delil ile hükmetmesi daha uygundur.” (58) PARLEMENTER İDAREDE GÖREV ALMA VE OY KULLANMA MESELESİ Bu risale de İslam davetçilerini muhatab aldığım için meselenin onları ilgilendiren kısmına değinmen istiyorum. Müslümanlar bu meselede ihtilaf etmişlerdir. (Parantez açmakta fayda görüyorum: ihtilaftan kastım sistemin küfür olduğu ve reddedilmesinin gereği noktasında değil; bu tarz sistemlerin ümmetin maslahatı için kullanılıpkullanılmama noktasındadır.) İhtiyat ilkesi gereği müslümanların bu meselede tekfirden kaçınmaları gerekir. Legal metodları 'vasıta' olarak kullanmada; buna itikat etmediklerini belirten, bu vesile ile İslama hizmet edeceklerini düşünen müslümanları tekfir etmeyi 'aşırılık' olarak niteliyorum. Çünkü bu müslümanların niyetleri, İslama hizmet etme arzusudur. Onlar, Allah'ın haram kıldığının haram, helal kıldığının da helal olduğuna şeksiz inanmaktadırlar.Teşri (Kanun koyma) yetkisinin sadece Allah'ın elinde olduğuna dair inançlarında bir şüphe ve tereddüte yer yoktur. Onlar mevcut düzeni de reddetmiş kişilerdir. Mutedil olduğuna inandığım görüşü zikrettikten sonra karşıt görüşlerin itirazlarını ele almak istiyorum. Parlamenter sistemle idareye gelmeyi ve hizmet etmeyi mutlak anlamda küfür olarak değerlendirip meşru görmeyenler iki yönden itiraz etmektedirler. 1-Allah'a ait olan yasama hakkının meclise verilmesi, İslam akidesine muhalif karar ve yasaların çıkarılması. 2-Muhtevasında küfür sözler barındıran cümleler ile yemin edilmesi. Şimdi bu itirazları inceleyelim. Birinci itiraz: Söz konusu birinci maddeye gelince öncelikle şunu ifade etmeliyim ki teşri noktasında Allahtan başkasının teşri yetkisine sahip olduğuna itikat edilmemektedir. Aksi halde bu şekilde bir itikadın sahibini küfre düşüreceği noktasında bir şüphe yoktur. İslam akidesine muhalif karar ve yasaların çıktığı doğrudur fakat çıkan her karar ve yasanın da İslama muhalif olduğu kesinlikle söylenemez. Gözden kaçırılan diğer önemli bir nokta ise parlamentoya girenler diledikleri yasayı onaylayıp-onaylamama hususunda hürdürler. İslam aleyhinde çıkacak karar ve yasaları tasvip etmeleri onaylamaları, reaksiyon göstermemeleri küfürdür. Ancak muhalif yasalara reaksiyon gösterip itiraz edildiği veya karşı çıkılması halinde bu sakınca ve şüphenin izale olacağı muhakkaktır. Merhum Seyyid Kutub’un da dikkat çektiği gibi, böyle yerlerde (İslam aleyhinde konuşulan yerlerde) Müslümana karşı atağa geçme düşer onlara gereken cevaplar verilir, yaptıkları konusunda kamuoyu bilgilendirilir. (59) İkinci itiraz: Öncelikle bu tarz yeminlerin şer'i yemin olmadığını ifade etmek isterim. Bilindiği gibi, şer'i yemin sadece Allah'ın sıfatlarına ya da Kur'an'a yapılır. O yüzden bunlar elfaz-ı küfür veya sakıncalı ifadeler kabilinden sayılır. İslam uleması, müslümanların maslahatı söz konusu olunca bu tür ifadelerin kullanılabileceğini belirtmişlerdir.(60) İbnül Kayyim bu konuda şunları der: “İslam ve Müslümanların maslahatı söz konusu ise kalbin reddetmesi kaydıyla, zahiren küfrü çağrıştıran sözleri kullanmada bir sakınca yoktur. Muhammed b. Mesleme'nin Hz. peygamber hakkında sarf ettiği cümleler bu türdendir.”(61) Şöyle ki: Yahudi Ka'b b. Eşref, Hz. Peygamber ve müslümanlara karşı savaş ilan edince, Ashap onun etkisiz hale getirilmesi için Hz. Peygamber'den müsaade istedi. Hz. Peygamber, bu maksatla Muhammed b. Mesleme ile Ebu Naile'yi görevlendirdi. Muhammed b. Mesleme, ''Ey Allah'ın Resulü, Ka'b'ın hakkınızda hoşlanacağı bir şeyi söylememe müsaade buyurur musunuz?'' dedi. Hz. Peygamber, ''İstediğini söyleyebilirsin.'' buyurdu. Muhammed b. Mesleme, Yahudi Ka'b'i etkisiz kılmak gayesiyle zahiren küfür olan bazı ifadeler kullandı. Onlardan bir tanesi şuydu: ''(Hz. Peygamber'i kast ederek) Şu kişi bizden sadaka istedi, bizi güç durumda bıraktı, vergi altında ezdi. Bu nedenle sana geldik.''(62) Muhammed b. Mesleme'nin Hz. Peygamber hakkında kullandığı ifadeler aslında küfür sözlerdir. Ancak Hz. Peygamber maslahat için kendisine izin verdi. Maslahat için elfaz-ı küfrün sarf edilebileceğini gösteren diğer bir delil de şudur: Mekke'nin fethi esnasında Haccac b. İlad adındaki sahabi Hz. Peygamber’e gelerek, ''Ey Allah'ın Resulü! Mekke'de akraba ve yakınlarım var. Onlara gitmek istiyorum. (Malımı getirebilmem amacıyla) aleyhinizde konuşmam caiz olur mu?” dedi. Hz. Peygamber aleyhinde konuşmasına izin verdi.(63) Hz. Peygamberin aleyhinde konuşmak şüphesiz ki küfürdür. Ancak maslahat söz konusu olduğundan Hz. Peygamber buna müsaade etti. (64) Bazı kardeşlerimiz alıntıladığımız yerlerin sarih küfür olmadığını dolayısıyla bunların geçerli bir delil olamayacağını ileri sürebilir. Fakat kendilerinin biraz düşünmelerini istiyoruz. Zira bunlar doğrudan olmasa da dolaylı olarak küfrü çağrıştıran ifadelerdir. Zaten buradaki gayede karşı tarafa küfür ehlindenmiş gibi görünerek müslümanların maslahatını temin edebilmektir. En azından bu deliller bir müslümanın tekfirini önlemek için yeterlidir. Bu tarz bir metod; her ne kadar İslamın hareket ruhuna uymasa da ve nebevi metodun dışında kalmış olsa da müslüman kardeşlerin bu noktada tekfir edilmemesi gerekir. Aksi halde bu vebali gerektirir ki müslümanların bundan imtina etmesi gerekir. Partisel bir yöntemin (eğer akidevi tavizler istemiyorsa) kullanılabileceğini düşünüyoruz. Fakat bunu Türkiye konumunda değerlendirdiğimizde müsbet bir yaklaşım gösteremiyoruz. Çünkü verilecek olan tavizler akidedendir ve akideyi zan altında bırakacaktır. O yüzden bu tarz bir metodun (Türkiye'de) İslamın hareket ruhunu zedeleyeceğini düşünmekteyiz. Fakat başka bir ülkede akidevi tavizler verilmiyor; haramlara bulaşılmıyorsa neden bu (partisel) yöntem kullanılmasın? İslam âlimlerinden, Mevdudi bu şartlar çerçevesinde böyle bir yöntemi benimsemiş ve bunun uygulanabileceğini göstermişti. Fakat söz konusu ettiğimiz yöntemin Türkiye şartlarında (eğer değişim göstermezse) benimsenmesine imkan yoktur. Çünkü istenilen tavizde ne bir sınır ne de bir son vardır. Sadece Müslümanların imanlarını yıpratır; eksiltir ve belki de bu eksiliş süreci imanın yok oluşuna kadar devam eder. Bazı kardeşlerimiz bu ifadelerimi aşırı görebilebilir. Fakat atmosferi küfür olan bir ortamda iman varlığını idame ettiremez. Sistemi reddetmekle beraber ''Kötünün iyisini getirmek için oy veriyorum...'' diyen Müslüman kardeşlerimizi de bu kapsamda değerlendiriyoruz. Kendilerini tekfir etmiyor bu yolun yanlışlığını; bir sonuç getirmeyeceğini söylüyoruz. Allah bizlerden kötünün iyisine değil en iyiye uymamızı istiyor. ''Tağuta kulluk yapma (eğilimin)den kaçınanlara ve Allah'a yönelenlere (öteki dünya için mutluluk) müjdeleri vardır. Öyleyse Muştula kullarıma! O kullarım ki, sözü dinlerler sonra da onun en iyisine (en açığına ve en kuvvetlisine) uyarlar. İşte bunlar Allah’ın kendilerine hidayet verdiği kimselerdir ve bunlar gerçek akıl sahibleridir.'' (Zümer,17-18) Tağut Üzerine Bu kavramı kitap çalışmasına almamın nedeni tekfirde dengesizliğin sebeplerinden birisinin de bu kavramın yeterince anlaşılmaması olduğunu düşünüyorum. Bu kavram gereği gibi bilinirse iman ve küfrün sınırlarının çizilmesi daha da kolaylaşacaktır. Günümüzde bu kavram üzerinde birçok spekülasyonlar bulunmaktadır. Bazıları Kur'an'ın üzerinde ısrarla durduğu bu kavramı gündemine bile almazken hatta almak zorunda kaldıklarında yalan tevillerle başlarından savmak isterlerken ; bazı kardeşlerimizde her şeyi ''tağut'' olarak algılamış ve tağut'a itaat kapsamına giren her şeyi tağut'a kulluk olarak değerlendirmiş, böylece ifrata düşmüşlerdir. Elbette ikinci grubu, birinci gruba kıyas bile etmiyoruz. İkinci gruptakiler sadece ''yanlış'' yaparlarken; birinci gruptakiler, sözlerine ''yalan'' karıştırmışlardır. Yanlışın, yalana nazaran daha kabul edilebilir olmasının nedeni muhtevasında ''kasıt'' bulundurmamasıdır. Hata yapmak ise zaten biz kulların yapabileceği bir şeydir. Yapılması gereken ise hata olduğu açığa çıktıktan sonra hatada ısrar etmemektir. Hatada ısrar etmek hatanın ''hoş görülebilir'' oluşuna gölge düşürür. Tağut, kelime olarak haddi aşan, azan, hakikatten sapan, taşkınlık gösteren gibi anlamlara gelir; Istılahta ise Allah'a isyan eden demektir. Kişiyi Allah'a kulluktan engelleyen (İnsan, Şeytan vb.) her şey de bu kapsama girer.Yine İslam nizamını reddederek yerine kendi normlarını getirme cüreti gösterenlerde bu kelimenin kapsamındadırlar. Şunu belirtelim ki ''Tağut'' bazı müfessirlerin söylediği gibi mücerret olarak ''şeytan'' anlamına gelmemektedir. Nisa-76'da şeytan ve tağut kelimelerinin ayrı ayrı gelmesi bunun delilidir. Şeytan sadece bu kapsamın dâhilindedir. Bunun yanında putlar, tağut değildir. Putlara tağut demenin doğru bir tespit olmadığını düşünüyoruz. Çünkü putlar cansız birer varlıktır. Onların herhangi bir fonksiyonu yoktur. Bu bilgiler ışığında söz konusu kavram hakkında Kur'anı Kerim'den bazı ayetler aktaralım: ''İman edenler Allah yolunda inkar edenler tağut yolunda savaşırlar. Şeytanın yardakçılarıyla savaşın, çünkü şeytanın hilesi zayıftır.'' (65) ''Kim tağutu inkar edip Allaha inanırsa...''(66) ''Biz her kavme 'Allah'a kulluk edin tağuttan kaçının' diye bir peygamber gönderdik.'' (67) ''Oysa kendilerine emredilmişti.'' (68) tağutu inkar etmeleri Bu ayetlerden açıkça anlaşılacağı üzere tağutu inkar etmeyen Allah'a iman etmiş sayılmaz. Kişinin sağlam bir imana sahip olabilmesi için tağutu inkar etmesi gerekmektedir. Daha net bir ifade ile Allah'a imanın geçerli olabilmesi için ilk şart tağutu inkar etmektir. Bir müslüman, gönlünde ilah (ibadet edilmeye layık tek varlık) olarak Allah'ı görmelidir. Bununla beraber Hayatının her alanında İslam'ın hükümlerinin geçerli olmasını arzu etmelidir. Buraya kadar bir kimlik tanımı verdikten sonra şunu belirtelim ki; tağutu inkar etmek (reddetmek) tağuta resmi yönden bağlı olan her şeyi reddetmek demek değildir. Yani tağutun şeytani otoritesini reddederek itikadi bir sapmaya girmeyen müslümanların karşılaştıkları kanun, kural veya emir, tağutun belirlediği bir hüküm olmasına rağmen, müslümanların şer'an menedildiği bir hüküm veya kanun değilse, bunlara şartlar gereği itaat eden bir müslüman küfre girmez. Bununla beraber söz konusu ''tağut'' İslama muhalif olmadan insani bir çıkış yapıyorsa bu hareketinin desteklenmesinin küfür olması bir yana bizzat desteklenmesi gerekir. Bununla söz konusu ''tağut'' olan kişi ya da kuruluşun kendisinin tamamen desteklenmesini kastediyor değilim; sadece belirttiğim İslama muhalif olmayan söz konusu ''insani çıkışı'' desteklemelidir, diyorum. Buna Efendimizin (s) Peygamberliğinden önce katılmış olduğu ve Peygamberliğinden sonra da ''Yine olsa yine katılırdım.'' dediği 'hılful fudul' teşkilatı bir örnektir. Diğer mesele ise söz konusu tağutun hükmü Allah'ın hükmüne muhalif olmakla birlikte bir müslüman mecbur kaldığı için itikat etmeden sadece ameli olarak tağuta, tabii oluyorsa bu müslümana da asla kafir denilemez. Bu konuda Hasan el Hudaybi Şunları söyler: “Tâğut'a ittiba eden (tâbi olan, uyan) kâfirdir" demeye gelince, bu cümlenin yorumlanması ve açıklanması gerekir... Eğer ittiba Allah'tan başkasına mutlak olarak inkıyad edip bağlanmak ve ona itaat etmek anlamında olursa, bu mânâda tâbi olan kimse tartışmasız olarak kâfir olur. Ama bu tâbi oluş yalnızca amel ile olup mutlak olarak bağlanmanın zarûretine itikad etmek söz konusu olmazsa... Bu mânâda tâbi olan ve itaat eden kimse sadece âsîdir, kâfir değildir. İşleyen kişiyi kâfir yaptığına ve sadece ameli dolayısıyla bile olsa, ondan iman sıfatını kaldırdığına dair nass vârid olan hususlar ise bundan müstesnâdır." (69) ''Kim Allah'ın indirdiği ile ''Ayet(ler)ine Mutedil bir Yaklaşım hükmetmezse... Ayet(ler) üzerinde geçmişte birçok spekülasyonlar olmuş ve bu spekülasyonlar günümüzde de devam etmektedir. Söz konusu ayetleri daha iyi idrak edebilmek için öncesi ve sonrası ile buraya aktarıyoruz: “Gerçek şu ki, biz Tevratı, içinde bir hidayet ve nur olarak indirdik. Teslim olmuş peygamberler, Yahudilere onunla hükmederlerdi. Bilgin-yöneticiler (Rabbaniyyun) ve yüksek bilginler de (Ahbar), Allah'ın kitabını korumakla görevli kılındıklarından ve onun üzerine şahidler olduklarından (onunla hükmederlerdi.) Öyleyse insanlardan korkmayın, benden korkun ve ayetlerimi az bir değere karşılık satmayın. Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, kâfir olanlardır. (70) Biz onda, onların üzerine yazdık: Can'a can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve (bütün) yaralara (karşılık da) kısas vardır. Ama kim bunu sadaka olarak bağışlarsa o kendisi için bir kefarettir. Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, zalim olanlardır. (71) Onların (Peygamberlerin) ardından yanlarındaki Tevrat'ı doğrulayıcı olarak Meryem oğlu İsa'yı gönderdik ve ona içinde ve hidayet ve nur bulunan, önündeki Tevrat'ı doğrulayan ve muttakiler için yol gösterici ve öğüt olan İncil'i verdik. (72) İncil sahipleri Allah'ın onda indirdikleriyle hükmetsinler. Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, fasık olanlardır. (73) Sana da kendinden önceki Kitabı doğrulayıcı ve onu kollayıp koruyucu olarak Kitabı gerçekle indirdik. Artık onların aralarında -Allâh'ın indirdiğiyle hükmet ve sana gelen gerçekten ayrılıp onların keyiflerine uyma! Sizden her biriniz için bir şeri'at ve bir yol belirledik. Allâh isteseydi, hepinizi bir tek ümmet yapardı, fakat size verdiğ(i ni'met)ler(i) içinde sizi sınamak istedi. Öyleyse hayır işlerine koşun, hepinizin dönüşü Allah'adır. O size ayrılığa düştüğünüz şeyler(in hakikatin)i haber verecektir. (74) Aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet ve onların hevalarına uyma, Allah'ın sana indirdiklerinin bir kısmından seni şaşırtmasınlar diye onlardan sakın. Şayet yüz çevirirlerse, bil ki, Allah bir kısım günahları nedeniyle onlara bir musibeti tattırmak istemektedir. Şüphesiz, insanların çoğu(Allah'ın indirdikleri ile hükmetmedikleri için) fasıktırlar.(75) Yoksa cahiliye hükmünü mü arıyorlar? Kesin bilgiyle inanan bir topluluk için hükmü, Allah'tan daha güzel olan kimdir?” (76) Görüldüğü gibi Kur'an, Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyeni üç kategoride değerlendiriyor. Bunlar; Kafir,Zalim ve Fasık. Bunların nasıl anlaşılması gerektiği konusunda âlimlerden muhtelif nakiller ve görüşler okuyoruz. Bunlardan bazılarını aktaralım: İbni Abbas'tan (r.a.) şöyle bir nakil vardır: "Kasden inkar ederek Allah'ın hükümleriyle hükmetmeyen kimseler kafirdir. Kabul ettiği halde (inkar etmediği halde) onunla hükmetmezse zalim veya fasık (günahkar) olur." Yine İbni Abbas'tan (r.a.) buradaki küfrün dinden çıkarıcı bir küfür olmadığına dair yani küçük küfür olduğu dair bir rivayet daha vardır. İbn Abbas'tan (r.a.) gelen rivayetlerde her ne kadar bazı spekülasyonlar olsa da bu konuda diğer sahabe ve tabiin ehlinden benzer manada rivayetlerde vardır. Bunların hepsi de esasında kendi bütünlüğünde isabetli görüşlerdir. Fakat dikkat edilmesi gereken nokta frekansı karıştırmamaktır. Yani bu görüşleri kendi bütünlüğünde ve bağlamında değerlendirmek gerekir. Söz gelimi bir İslam devletinde Kadılık (hâkimlik) yapan bir Müslüman hevesine uyarak rüşvet almış veya bir yakınını kayırarak Allah'ın indirdiği ile hükmetmemiş olabilir. Bu Müslümanın yapmış olduğu vakıayı küfürle değerlendirmek bir hata olacaktır. Belki burada isabetli olan görüş, zulmetmiş (zalim) olmasıdır. Diğer bir nokta ise bazı kardeşlerimizden duyduğumuz ''Biz bu kimseleri, Allah'ın indirdikleri ile hükmetmedikleri için değil; Allah'ın indirdiklerinin gayrısı ile hükmettikleri için tekfir ediyoruz'' şeklindeki sözlerinin üzerinde biraz tefekkür etmelerini istiyorum. Gelişi-güzel şekilde düşünüldüğünde gayet mantıklı bir temel üzerine kurulmuş bir cümle gibi görünen bu söylem, derinsel düşünüldüğü takdirde bir paradoksun olduğunu size sezdirecektir. Zira, Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyen kadı; Allah'ın indirdiğinin gayrısı ile hükmedecektir. Aksi halde davanın düştüğü ve hakkında bir hüküm verilmediği sonucuna gidilir ki bu da son derece absürd bir çıkarımdır. Bununla beraber bir hata veya yanılma nedeniyle Allah'ın indirdiğinin gayrısı ile hükmeden kimse ise hadiste belirtildiği üzere (Allah'ın hükmünün gayrısı ile hüküm verse bile) verdiği hükümden dolayı bir günah değil; sevap alacaktır. Bu konuda Tahavi Akaidi şarihi şunları söyler: ''Allah'ın indirdiğiyle hükmetmemek küfür de olabilir, büyük ve küçük günah da. Eğer küfür olursa ya bu mecazi olur ya da küçük küfür olur. Bu hükmedenin durumuna bağlıdır. Eğer o kimse Allah'ın indirdiğiyle hükmetmenin farz olmadığına, onu uygulamakla uygulamamak arasında muhayyerlik bulunduğuna inanıyor ya da onun Allah'ın hükmü olduğunu iyi bildiği halde o hükmü küçümseyip hafife alıyorsa işte bu en büyük küfürdür. Yok eğer Allah'ın indirdiğiyle hükmetmenin farziyyetine ve hayatta onunla amel edilmesinin gereğine inanıyor, bununla beraber onu uygulamaktan vazgeçiyor ve bundan dolayı haram işlediğini ve uhrevi cezayı hak ettiğini itiraf ediyorsa bu kimse Allah'a isyan etmiştir. Onun küfrü hakiki değil mecazidir, küçük küfürdür. Yok, Allah'ın o konudaki hükmünü bilmiyor, tüm arama ve taramalarına rağmen o konuda bir ilahi nas bulamamaktan dolayı bütün gayret ve çabasına rağmen hatalı bir içtihada varıyorsa, bu hatadır. Onun için içtihadında da ecir vardır ve hatası da affedilir.'' (77) Tabi bu kimselerden kastımızın Müslümanlar olduğunu vurgulamam gerekiyor. Zira Allah'ın sistemini arkalarına atmış ve İslami hükümlerin (bir kaçını istisna edersek) bütün hükümlerini yürürlükten kaldırmış günümüz yöneticilerini ''Müslüman'' kategorisine alamam. Zira bunlar Allah'ın bir kaç hükmünü uygulamamaktan ziyade dini devletten tamamen tecrit etmişlerdir. Diğer bir nüans ise günümüz yöneticileri söz konusu batıl ideolojilerine meşruluk vasfı kazandırmaktadırlar. Hasan el-Hudaybî bu konuda der ki: “Bir şeye veya bir işe Allah’ın emrine muhalif olduğu halde meşruluk vasfı kazandırarak hükmeden kimseye gelince; bu kimse −icmaen− Allah’a ve Rasûlüne muhalefet etmeyi caiz görmüş, kendisi için malum olan nassı yalanlamış, küfre ve şirke düşmüştür.” (78) Dikkat edilmesi gereken diğer bir nokta ise: Müslüman bir yöneticinin nasları (ayet ve hadisleri) müslümanların maslahatına uygun olarak yorumlaması, kesinlikle Allah'ın indirdiği ile hükmetmeme olarak değerlendirilemez. Hz. Ömer'in uygulamaları buna örnektir. Mesela: Hz. Ömer'in ayetle sabit olduğu halde illetini dikkate alarak müellefe-i kulub'a Efendimiz (s) ve Hz. Ebubekir zamanında verilen zekatı kesip vermemesi, kıtlık zamanında hırsızlara el kesme cezasını uygulamaması, ayet tarafından caiz olduğu kesin olduğu halde bazı siyasi gerekçelerle Müslüman erkeklerin Hıristiyan kadınlarla evlenmesine izin vermemesi, Rasulullah bir lafızda söylenen üç talakı kabul etmediği halde Hz. Ömer'in kabul etmesi gibi. Müslümanların maslahatını ve dinin ruhunu esas alan bu gibi hükümler, Allah'ın indirdiği ile hükmetmeme değildir. Ayeti gerçek anlamından kaydırarak ''Yalnızca Ehli kitabı ilgilendirir bu ayetler'' diyenlere ise cevap verme lüzumu görmüyor, herhangi bir şey söylemiyorum. İslam Ahkamının Uygulanmadığı Devletlerde Görev Alma Meselesi Her meselede olduğu gibi bu meselede de toptancı yaklaşımlar göstermek kişiyi doğru bir teşhise götürmeyecektir. Bazı kardeşlerimizin söylediği gibi; ''Bu sistem tağuttur dolayısıyla hiç bir kurumunda çalışılması caiz değildir'' demek meseleyi anlayamamaktır. Bunun kutbu olan görüşe de yani hiçbir şeyde mahsur görmeyen zihniyete de katılmadığımızı belirtelim. Burada meselenin özü yaptığınız işin keyfiyetidir. Yani bir şeyin kötü ya da iyi olması resmi ya da gayri resmi yollarla cereyan etmesi sebebiyle değil; işin kendisi ve misyonu ile alakalıdır. Eğer yapmış olduğunuz iş bizzat sistemin çekirdeğinde ve sistemin batıl misyonuna destek verir bir konumda ise bu işinizin caiz olduğunu söylemek şöyle dursun bir müslümanı oralarda görmek bile istemeyiz. Fakat işiniz, sistemin misyonuna destek verir nitelikte değil de sadece resmi yönden bir bağlılık arz ediyorsa bunun caiz olduğu konusunda bir tereddütte kapılmamalarını gönül rahatlığı ile söyleyebiliriz. Aksi halde tağutu reddetmek adına, tağuta bağlı tüm kurum ve derneklerin bütün icraatlarını de reddetmek, akla ve nakle dayalı bilinçli bir yaklaşım değildir. Akla dayalı değildir, çünkü, insanların meşru ihtiyaçlarını karşılayan icraatlar, temiz aklın karşı çıkacağı veya reddedeceği icraatlar değildir. Nakle yani vahye dayalı değildir, çünkü, Mekke müşriklerinin sosyal ve ticari alandaki bazı müsbet icraatları, ilahi vahiy tarafından gündeme alınarak yargılanmamış ve reddedilmemiştir. Netice olarak, geniş düşünülmesi insanların maslahatlarını ve meşru ihtiyaçlarını karşılayan kurum ve derneklerin tüm icraatlarına ön yargıyla yaklaşılmaması gerekir. Şeyhülislam İbn Teymiyye de İslami ahkamın yürürlükte olmadığı ülkelerde görev almanın, almamaktan daha hayırlı olduğu söylemiş;Allahu Teala'nın her insana imkanı nispetinde İslami vecibeleri yerine getirmesini söylediğini vurgulamıştır.(79) Biz de bu âlimin yaklaşımını doğru buluyor ve gönülden destekliyoruz. Zira akidevi tavizler verilmiyorsa neden Müslümanlar daha iyi konumda olmasın? Neden kolay olanı tercih etmeyelim? Zor ile kolay arasında muhayyer kaldığında Efendimiz, (s) tercihini kolay olandan yana kullanmamış mıdır?(80) Ve biz neden (sünnet olanı terk ederek) zor olana talip olalım? Sözü bitirirken Alıntılardan ve yorumlarımdan oluşan bu küçük kitap çalışmamızda doğruya dair bir şeyler varsa bu Rabbimiz olan Allah'a aittir. Yanlışlar ve hatalar varsa bu da insan olmamız hasebiyle bize aittir. Sultanu'l-ulema İzz b. Abdusselam beşer olması hasebiyle bir defasında bir konuda yanlış fetva verdiğinin farkına varmış. O günde medya ve iletişim araçları olmadığından, Kahire sokaklarına çıkıp hatasını şöyle düzeltmiştir: ''Ey ahali! Dün şu konuda yanlış bir fetva vermiştim. Haberiniz olsun, onu düzeltiyorum. Onunla amel etmeyin.'' (81) Onlar, bizim kendilerini örnek aldığımız âlimlerimizdir. Onların ortaya koymuş olduğu ''Görüş Ahlakı'' bizim için en güzel örnektir. Bununla beraber biz şunu da biliyoruz ki; havada kuş bile tutsak her kesimi tatmin ve memnun edemeyiz. Hafız Abdurrahman b. Batta'nın o duygusal seslenişinin tam yeri olduğunu düşünüyorum. Kendisi zaman zaman şöyle mırıldanırdı: ''İnsanların kafalarındaki şablona muhalefet ettiğim zaman tepkiyle karşılaştım. Kitap ve sünnete ters hareket eden şahısları eleştirdiğim zaman Harici olmakla, Kur'an ve sünnetteki tevhid ile ilgili nassları aktarınca Müşebbihe olmakla, imanın önem ve gücünden bahsedince Mürcie olmakla, amelin öneminden bahsedince Keramiye olmakla, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer'in faziletinden söz edince Nevasib olmakla, Ehli Beyt'i sevdiğimi söyleyince, Rafızi olmakla, Allah'ın sıfatları konusunda Selefi yöntemi savunup Kur'an ve sünnet naslarını te'vil etmeyince Zahiri olmakla, nasları te'vil ettiğimde Batıni ve Eş'ari olmakla, aklı kullandığımda Mutezili olmakla, Vitir namazlarında kunut okuduğumda Hanefi olmakla, sabah namazlarında kunut okuduğumda Şafii olmakla itham edildim. Kısacası ben, hangi kesime yaklaştıysam, muhalifleri bana düşmanlık ettiler. Onlara tasannu edersem, Allah'ı gücendirmiş olurum. Her şey onları razı etmeye bağlı. Bunların hiçbiri bana Allah katında bir şey yapamaz. Ben kitap ve sünnete bağlı kalmaya devam edeceğim. Allah'a istiğfar ediyorum. O bağışlayandır, merhametlidir.'' (82) Sözlerimizin Sonu Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun demektir. Tekfir Konusunda Yararlanılabilecek Kitaplar 1.Tekfir Meselesi, Hüseyin Yunus, Ahenk Y. 2. Tekfirde Aşırılık, Yusuf el-Karadavi, Şûrâ Y. 3. Dünden Bugüne Tekfir Olayı, Abdurrezzak Samarraî, Vahdet Y. 4. Çağdaş Hâricîlik Düşüncesi Tekfir ve Hicret Cemaati Örneği, Ahmet Celi, BeyanY. 5. Tekfirle İlgili 30 Risale, Ebû Muhammed Âsım elMakdisî 6. Haricî Edebiyatı, Yasin Kahyaoğlu, Uysal Kitabevi Y. 7. Tekfir Kavramı Hakkında Çok Yönlü Bir İnceleme, Ferid Aydın, Basılmamış Çalışma 8. Mürtede Ait Hükümler, Numan A. Es-Samerraî, Sönmez Y., s. 124-127 9. İrtidat ve Mürtedin Hükmü, Abdülhak el-Heytemî, Hak Y. 10. Çağdaş Meselelere Fetvâlar, Yusuf el-Karadavi, Ravza Y., c. 1, s. 159-198 11. Fetvâlar, Mevdudi, Nehir Y., II/126-129 12. Davetçiyiz Yargılayıcı Değil, Hasan el-Hudaybî, İnkılab Y. 13. Kur’an’da Tevhid, Mehmet Kubat, Şafak Y., s. 122, 144, 146 14. Sulh Çizgisi, İbrahim Canan, TÖV. Y., s. 74-88 15. İman Risalesi, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y., s. 4148 16. İman Küfür Sınırı, Ahmed Saim Kılavuz, Marifet Y. 17. İman, Şartları ve Onu Bozan Şeyler, Seyfüddin elMuvahhid, Hak Y., s. 286-305 18. Fıkıh Penceresinden Sosyal Hayatımız, Faruk Beşer, Nûn Y., I/21-26 19. Tarihte ve Günümüzde Bağnazlık ve Yobazlık, Mustafa Özçelik, Şahsi Y. 20. Dinde Ölçülü Olmak, Abdurrahman b. El-Luveyhık, Kayıhan Y. 21. İslâm’da İnanç Sistemi, Ferit Aydın, Kahraman Y., s. 190-195 22. Küfür Sözler Bid’at ve Hurâfeler, Abdullah Osmanoğlu, Yasin Y. 23. Elfâz-ı Küfür Küfür Sözler, Hüseyin Âşık, İlim Y. /Demir Y. 24. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan Y., s. 457-459; 640-641 25. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Eymen ed-DımaşkîÖmer Tellioğlu, Şamil Y., c. 3, s. 175-176; c. 4, s. 369372; Ömer Tellioğlu, c. 5, s. 262-267; Ahmed Özalp, c. 2, s. 232-233. 26. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y., s. 214 27. Mecmuâtu Buhûsin Fıkhiyye, Abdülkerim Zeydan, Beyrut 1407/1986, s. 415-416 28. en-Nizâmu's-Siyâsî fi'l-İslâm, Abdülkerim Osman, s. 66-67 29. Kur'an'ın Aktüel değeri Üzerine, Hikmet Zeyveli, 1. Kur'an Sempozyumu, Bilgi Vakfı Y. s. 289, 293 30. Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y., c. 10, s. 170-172 31. Tefhimu'l Kur'an, Mevdûdi, İnsan Y., c. 2, s. 340 32. İslâm Ceza Hukukunda İdamı Gerektiren Suçlar, Ahmet Yaşar, Beyan Y., s. 98 33. 1. Kur'an Sempozyumu, Mehmet Aydın, s. 353 34. 1. Kur'an Sempozyumu, S. Ateş, Bilgi Vakfı Y. s. 382-383 35. İslâm’da İnsan Hakları, Hayreddin Karaman, Ensar Neşriyat, s. 72-73 36. Kur'an'da İnsan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y., s. 213-216 37. Tevhid, Muhammed Kutub, Risale Y. 38. İslâm Ceza Hukuku ve Beşerî Hukuk (et- Teşrîu’lCinî el-İslâmî), Abdülkadir Udeh, Beyrut, 2/708-710 39. İman ve Tavır, M. Beşir Eryarsoy, Şafak Y., s. 351354 40. Vahdete 7 Adım, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y., s. 101-129 41. İstismar Edilen Kavramlar, Abdullah Palevi, Şahsi Y., s. 49-60, 271-280,339-350 42. Kur'an Ölçülerine Göre Mü'min, Kâfir, Münâfık, Ahmed Taşgetiren, Büşra Y. 43. Kur'an'da İnsan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. s. 11-104 44. Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 339-352 45. İnançla İlgili Temel Kavramlar, Mehmet Soysaldı, Çağlayan Y. s. 40-63 46. İman; Seyfuddin el-Muvahhid, Hak Y. s. 249-265 (Bkz. Küfre Rıza adlı bölüm) 47. Kur'ani Araştırmalar, Mutahhari, Tûba Y., c. 2, s. 28-35 48. Tevhid ve Değişim, Celalettin Vatandaş, Pınar Y. s. 95 49. İslâm Düşüncesinde İman Kavramı, İzutsu, Pınar Y. s. 11-48 50. Kur'an'da Dini ve Ahlaki Kavramlar, İzutsu, Pınar Y. s. 165-237 51. İman ve Tavır, Beşir Eryarsoy, Şafak Y. s. 339-354 52. Risale-i Nur'dan Vecizeler, Şaban Döğen, Gençlik Y. s. 196-207 53. Kur'an Kültürü, Muzaffer Can, Cantaş Y. s. 14-33 54. Kur'an Okulu Cüz Cüz Kur'an, Hanif Yay. KüfrKâfir: 4, 186-190 55. Kur'an ve Psikoloji, M. Osman Necati, Fecr Y. s. 210-211 56. İslâm Akaidi, Şerafettin Gölcük, Esra Y. s. 50- 54 57. İslâm'ın Temelleri, Mevdudi, El-Ummah Neşriyat, s. 14-20 58. Tevhid, Muhammed Kutub, Risale Y. s. 170-196 59. Kurtulan Toplum (Fırka-i Naciye), Muhammed bin Cemil Zeyno, Saff Y. s. 80-86 60. Kur'an'da Sünnetullah ve Helâk Edilen Kavimler, Nuri Tok, Etüt Y. s. 81-91 61. Kur'an Ölçülerine Göre Mü'min-Kâfir-Münâfık, Ahmed Taşgetiren, Büşra Y. 62. Konularına Göre Âyetler -4- İman ve Küfür, Abdurrahim Ali Ural, Şule Y. 63. Küfür Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. 64. Küfür Tek Millettir, Mustafa Çelik, Ölçü Y. 65. Kur'an ve Hadis'e Göre Şirk ve Müşrik Toplum, Nedim Macit, Ribat Y. 66. İmam Gazali ve İman Küfür Sınırı, Süleyman Dünya, Risale Y. 67. Sorumsuzca Söylenen Sözler 1-4, Mevlüt Özcan, Sabır Y. 68. Tevhid ve Şirk, Salih Gürdal, Beyan Y. 69. Mekke Rasüllerin Yolu, Ali Ünal, Pınar Y. 70. Vela, Abdurrahman Abdülhalık, Tevhid Y. 71. İman ve Şirk, Adil Akkoyunlu, Hidâyet Y. 72. "İslâm'ı Yıkın, Müslümanları Mahvedin", Celalü'lAlem, Nizam Y. 73. Câhiliye Toplumunu Reddetmek, Cavit Yalçın, Vural Y. 74. Âlim ve Tâğut, Yusuf Kardavi, İslâmoğlu Y. 75. Akide Yetimleri, Mustafa Çelik, Ölçü Y. 76. Kur'ân-ı Kerim Açısından İman-Amel İlişkisi, Murat Sülün, Ekin Y. s. 149-150 77. İslâm Hukuku Açısından Cehalet, Ebû Yusf Midhat b. el-Hasan Ali Ferrac, Kayıhan Y. s. 231-347 78. Din Değiştirme, Ali Osman Kurt, Gökkubbe Y. 79. İslâm'da Düşünce ve İnanç Özgürlüğü, Yunus Vehbi Yavuz, Sahaflar Kitap Sarayı Y. 80. Çağımızın Bâtıl İnançları, Yüksel Kanar, Beyan Y. 81. Antik İnançlar, Modern Hurâfeler, Martin Lings, İşaret Y. 82. İlâhlar Rejiminin Anatomisi, Mustafa Çelik, Ölçü Y. 83. Câhiliyye Düzeninin Ruh Haritası, Mustafa Çelik, Ölçü Y. 84. İslâm Siyasi düşüncesinde Muhâlefet, Nevin A. Mustafa, İz Y. 85. Çağdaş İrtidat, Ebûl Hasan Ali en-Nedvî, Akabe Y. 86. 20. Y.Y.da Tevhid ve Şirk, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y. 87. Kelime-i Tevhid Dâvâsı, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y. 88. Sorularla Tevhid ve Akaid, Mehmed Alptekin, Saff Y. 89. Biz Müslüman mıyız? Muhammed Kutub, Hilâl Y. 90. 20. Asrın Câhiliyeti, Muhammed Kutub, Hilal Y. 91. İslâm’da Allah İnancı, Said Havva, Petek Y. 92. Din Gerçeği ve İslâm, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y. 93. Küfür Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. 94. Kur’an’’a Göre Müşrikler ve Putperestler, İslâmî Araştırmalar Dergisi, Temmuz, 1986 95. Yalnız Allah veya Tevhid, M. Süleyman Temimi, Özel Y. 96. Kur’an’a Göre Dört Terim, Mevdudi, Beyan/Özgün Y. 97. İslâm ve Dört Terim, Ali Karlıbayır, Dünya Y. 98. Tevhid ve Şirk, Salih Gürdal, Beyan Y. 99. Tevhid ve Mü’minin Seyir Çizgisi, Mustafa Şehri, Bir Y. 100. Tevhid ve Değişim, Celaleddin Vatandaş, Pınar Y. 101. Tevhidin Hakikatı, Yusuf el-Kardavi, Saff/Özgün Y. 102. Şirk, Abdullah Hanifi, Hanif Y. 103. Şirk, Harun Yahya, Vural Y. 104. Kur’an’da Şirk Kavramı, M. H. Surti, Akabe Y. 105. İman ve Şirk, Adil Akkoyunlu, Hidâyet Y. 106. Kur’an’da Şirk Kavramı, Hafız İsmail Surti, Akabe Y. 107. Kur’an ve Hadislere Göreş Şirk ve Müşrik Toplum, Nadim Macit, Ribat BasımY. 108. Kitabu’l-Asnâm (Putlar Kitabı), İbnü’l-Kelbî, Ank. Ü. İlâhiyat F. Y. 109. Kur’an’da Ülûhiyet, Suad Yıldırım, Kayıhan Y. 1-9; 281-385 110. Tekfir Meselesi, Faruk Furkan, Yayınevi yok. 111. Mehmed Alagaş, Tartışılan Sorular, İNSAN DERGİSİ YAYINLARI. 112. Abdulcelil Candan, Dinde Aşırılık ve İtidal, Düşün Yayıncılık. 113. Rasim Özdenören,Red yazıları, İz Yayıncılık. S. 176-180. 114. Vahdete 7 Adım, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y., s. 101-129 KAYNAKLAR 1- Kur’ân-ı Kerim: 2/143. 2- Kur’ân-ı Kerim:16/125. ayet 3- el-Kasani, Bedaiiu's-Sanaii, 6/169. 4- Fatiha,1/6. 5- Bakara, 2/208. 6- Bakara, 2/143. 7- Zümer, 39/18 8- İbn Hanbel, Müsned:19032. 9- Ayrıntı için bknz, Kutup, Fizilalil Kur'an, 6/3891. 10- Ebu Şehbe,es-Siretün Nebeviyye, 2/335. 11- Ebu Şehbe, es Siretün Nebeviyye,2/335. 12- Buhari, Hudud, 4; Askalani, Fethu'l-Bari, 12/79. 13- Ebu Davud, Hadis no: 4904 14- Tirmizi, hadis no: 873. 15- Müslim, İlm, 7. 16- Müslim, İman, 62. 17- En'am, 6/153. 18- İbn Hanbel, Müsned, 397. 19- İbn Hanbel, Müsned, Hadis: 2108. 20- Fatiha, 1/6. 21- M. Ebu Zehra, Ebu Hanife, s.206 22- Rasim Özdenören/Red yazıları s.176-77-78-79 23- 23-Sönmez Kutlu, Çağdaş İslami Akımlar ve Sorunları, s.113 24- es-Sis, Abbas, (Hayatu) Hasan el-Benna, s.381 25- Abdulcelil Candan, Dinde Aşırılık ve İtidal s.6567-68-69-70 -bazı yerler kısmen değiştirilmiştir26- Yusuf el-Kardavi, Tekfir’de Aşırılık, Yayınları, (Mütercim: M. Salih Geçit) Şura 27- Yusuf el-Kardavi, Tekfir’de Aşırılık, Şura Yayınları, (Mütercim: M. Salih Geçit) 28- Yusuf el-Kardavi, Tekfir’de Aşırılık, Şura Yayınları, (Mütercim: M. Salih Geçit) 29- Nahl -16/106- (Feyzu'l-Furkan Kur'an Meali, Hasan Tahsin Feyizli) 30- Ahzab, 33/5 31- Fizilalil Kuran, 33/5 tefsiri. 32- Nisa: 115 33- Muhammed: 25 34- Muhammed: 32 35- Bakara: 21 36- Ankebut: 46 37- Maide: 5 38- Fizilalil Kuran, Maide 5, Tefsiri 39- Mümtehine: 6-7 40- Said Hakim, Rabbani Yol ve Sunnetullah, İNSANYAYINLARI. 41- Mevdudî, Meseleler ve Çözümleri, Risale Yay. c. 1. s. 128-129. 42- Mevdudi, Gelin Müslüman Olalım, Pınar Yay. s. 50-51. 43- Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi 44- Seyyid Kutub, İslam Kapitalizm Çatışması Bir Yay. s. 37-91. 45- Seyyid Kutub, Son Sözler, Nehir Yay, s. 46-85. 46- Seyyid Kutub, Son Sözler, Nehir Yay. s, 46-47. 47- Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi 48- Muhammed Kutub, Kavramlar, Risale Yay. s. 60, 82, 91, 94, 95, 142, 168, 263.; Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi 150-153. 49- Buhârî, Meğâzî, 46; Muslim, Fedâilu's-Sahâbe, 161 50- Buhârî, Şehâdât, 15; Meğâzî, 34; Muslim, Tevbe, 56 51- İmam-ı Azam, İnanç Esasları, İhtar Yay. 52- MÂİDE suresi 8. ayet 53- İbn-i Teymiye, Mecmuu’l-Fetava, 35/101 54- Yusuf el-Kardavi, Tekfir’de Aşırılık, Şura Yayınları, (Mütercim: M. Salih Geçit), İstanbul, 1998: 81. 55- İmanı Nevevi, Şerhu Müslim, c. 1, sh: 50. 56- İmam Gazali, el-İktisad fi'1-İ'tikad, s. 223,224. Yusuf el-Kardavi, Tekfir’de Aşırılık, Şura Yayınları, (Mütercim: M. Salih Geçit), İstanbul, 1998: 69-71. 57- Yusuf el-Kardavi, Tekfir’de Aşırılık, Şura Yayınları, (Mütercim: M. Salih Geçit), İstanbul, 1998: 71-74. 58- İbn Âbidin, Ukudu’l Resm-i Muftî, İst. 1325, c. 1, s. 367 59- Kutub, Seyyid, Fi Zilalil Kur’an, 2/781. 60- İbn Kayyum, Bedaiu'l-Fevaid, Beyrut, 1994, 3/177. 61- İbn Kayyum, Bedaiu'l-Fevaid, Beyrut, 1994, 3/177. 62- Buhari, Hadis no:3331. 63- Askalani, el İsabe fi Temyizis'-Sahabe, Beyrut, 1995, 2/29 64- Candan, Abdulcelil, Dinde Aşırılık ve İtidal s.276277 65- Kur’an-ı Kerim: 4/76 66- Kur’ân-ı Kerim: 2/216 67- Kur’ân-ı Kerim: 16/36 68- Kur’ân-ı Kerim: 4/60 69- H. el-Hudaybi, Duâtun Lâ Kudat (İnanç Sorunları) İnkılap Yay. s. (331) 70- Kur’ân-ı Kerim: 5/44 71- Kur’ân-ı Kerim: 5/45 72- Kur’ân-ı Kerim: 5/46 73- Kur’ân-ı Kerim: 5/47 74- Kur’ân-ı Kerim: 5/48 75- Kur’ân-ı Kerim: 5/49 76- Kur’ân-ı Kerim: 5/50 77- İbn Ebi'l-İzz, Şerh-u Akideti't-Tahavi, 11/446.) 78- Fi Zilâli’l-Kur’an fi’l-Mîzân” Bkz: sf. 220. 79- Mecmuul-fetava, 20/55 80- Ebu Şehbe, es-Siretün Nebeviyye, 2/335. 81- Tantavi, Ali, Ricalün mine't-Tarih, Cidde, 1986, s. 253 82- Karadavi Yusuf, Fetava Muasıra, Beyrut, 2001, 3/17-18 Faydalanılan Eserler 1-Yusuf el-Kardavi, Tekfir’de Aşırılık, Şura Yayınları, (Mütercim: M. Salih Geçit), İstanbul, 1998 -Tekfirin sebepleri ve sonuçları konusunda. 2-Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi -Bazı alimlerin toplumu tekfir etmediği konusunda ve tablonun oluşturulmasında. 3-Abdulcelil Candan, Dinde Aşırılık ve İtidal, Düşün Yayıncılık -Dinde aşırılıktan sakındırma ve tekfirin sebepleri konusunda. 4-Rasim Özdenören,Red yazıları, İz Yayınları. -Haricilerin Zihniyeti konusunda. 5-Said Hakim (Mehmed Alagaş) Rabbani Yol ve Sünnetullah -Günümüz toplumuna farklı bir bakış açısı konusunda.