TEKFİR PROBLEMLERİ * Mehmed GÜNEŞ

advertisement
TEKFİR PROBLEMLERİ
*
Mehmed GÜNEŞ
(TEKFİR PROBLEMLERİ)
Copyright © 2012,
Mehmed GÜNEŞ
ISBN:
Sertifika No: 14721
Kapak Tasarım
Yeliz GAZELOĞLU
Baskı:
Kazımkarabekir cad. Kültür Çarşısı
No. 7/101-102
Altındağ / ANKARA
Tel : 0312. 341 00 02
Cep : 0549 341 00 02
Tüm hakları yazara aittir. İzinsiz çoğaltılamaz. Kaynak
gösterilerek alıntı yapılabilir.
İÇİNDEKİLER
123456-
Söze Başlarken Bir Uyarı / 7
Genel Manada Dinde İfrat ve Tefritten Sakınmak / 8
Tekfir Kelimesinin Etimolojik Tahlili / 12
İlk Tekfir Hareketi / 15
Haricilerin Zihniyeti / 16
Tekfirde Aşırı Gidilmesine Sebebiyet Veren Bazı
Vahim Vakıalar / 18
7- Tekfirde Aşırılığın Sebepleri / 22
8- Tekfiri Hak edeni Tekfir Etmenin Gerekliliği / 25
9- Tekfirin Tehlikeleri Ve Sonuçları / 27
10- Tekfir’in Şartları / 29
11- Küfre Göğüs Açmak Ve Küfrün Hata Sonucu Tezahür
Etmiş Olmaması / 30
12- Tekfir edilecek Şahsa Ya da Topluma Yolun apaçık
Belli Olması / 32
13- GÜNÜMÜZ TOPLUMUNUN ANALİZİ / 34
14- Günümüz Toplumunun konumunu tespit etmede güzel
ve Farklı Bir Yaklaşım / 38
15- Bazı Âlimlerin Toplumu Tekfir ettiği yönündeki
Düşüncenin Yanlışlığı / 49
16- ''Kafire Kafir demeyen Kafirdir'' Anlayışının Analizi /
57
17- ''Kafire kafir demeyen kafirdir'' Sözüne İmam-ı
Azam'dan getirilen Delilin İncelenmesi / 60
18- ''La ilahe İllallah'' Diyen Cennete Girer /62
19- Bazı Âlimlerin '' Tekfir '' Hakkındaki Nasihatleri / 64
20- PARLEMENTER İDAREDE GÖREV ALMA VE OY
KULLANMA MESELESİ /71
21- Tağut Üzerine /76
22- ''Kim
Allah'ın
indirdiği
ile
hükmetmezse...
''Ayet(ler)ine Mutedil bir Yaklaşım / 79
23- İslam Ahkamının Uygulanmadığı Devletlerde Görev
Alma Meselesi /84
24- Sözü bitirirken /86
25- Tekfir Konusunda Yararlanılabilecek Kitaplar /87
26- Kaynaklar / 96
27- Faydalanılan Eserler /101
Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun. Peygamberlerin
sonuncusu ve imamı, şükredenlerin efendisi, zikredenlerin
en üstünü, çevresini nuru ile aydınlatanların bir tanesi Hz.
Muhammed (s.a.v)'e, âl ve ashabına ve O (s.a.v)'nun yolunu
tutanlara Kıyamet gününe kadar salât ve selâm olsun.
Söze Başlarken Bir Uyarı
Dikkatinizi yoğunlaştırmak istediğim nokta tekfirin bir
provokasyon olma ihtimalidir. Son yıllarda tekfirciler
artmasına rağmen bu sayı son 1-2 yılda daha da artmış
bulunmaktadır.
Batılı
müsteşriklerin
özellikle
Müslümanlar arasında bu görüşleri (tekfiri) yayması bir
muhal değildir. Özellikle ılımlaşan sistemde Müslümanlar
iyice gevşemiş bulunmaktadır. Bu gevşeklikten
yararlanmak isteyen batılı müsteşrikler Müslümanların
birliğini bozmak için bu tekfir fitnesini yeniden
hortlatmaları kuvvetli bir ihtimaldir. Ve hiç de akla
muhalif değildir. Biraz düşünürseniz bu sinsi projenin
Müslümanları nasıl paramparça ettiğini görebilirsiniz. Bu
proje ile Müslümanlar-Müslümanları ve Müslümanlar
(gelişi güzel bir şekilde) en yakınlarını tekfir etmiş;
böylece kendilerini atomize etmiş/parçalamış ve güçsüz
düşüp/yalnızlaşmışlardır. Bu tekfir projesinde saf
Müslümanların kullanıldığı ise aşikârdır. Daha önceden
de silahlı/sloganlı eylemlerde bu saf Müslümanları öne
çıkarıp kullanmışlar ve Müslümanlara/İslama yakışıksız
imajlar lanse etmeye çalışmışlardı. Şimdi ise şekil
değişmesine rağmen zihniyet değişmemiş; tekfir
zihniyeti üzerinden tefrikaya sebebiyet verme gayretine
girişilmiştir. Müslümanlar birbirlerini tekfir ederlerse
bunun
neticesinde
birbirlerinin
kanını
helal
göreceklerdir. Nitekim Irakta, Bir gün Şii camiisin de
bomba patlaması ve diğer günde Sünni camiisin de
bomba patlaması herhalde gelişi-güzel olan vakıalar
değildir. Birbirlerini tekfir eden saf Müslümanlar söz de
kâfirleri(!) öldürerek cihat ediyorlar! Müslümanların bu
tarz projelere karşı uyanık olmalarını istiyoruz. Bu
mühim uyarıyı yaptıktan sonra konularımıza geçebiliriz.
Genel Manada Dinde İfrat ve Tefritten Sakınmak
İslamın ve İnsanlığın en çok çektiği konuların başında,
ifrat ve tefrit gelmektedir. Diğer bir ifade ile ''aşırılık''
İslamı anlamanın ve anlatmanın önündeki başlıca
etkenlerdendir. Tarih boyunca insanlık ifrat ve tefrit
arasında gidip gelmiştir. Bu süreç İslamın mesajını
gölgelediği gibi insanlığın saadetini de zedelemiştir.
İslam'ın hayata bakışı itidal eksenlidir, itidali emreder;
ne toplum adına bireyi, ne birey adına toplumu ihmal
eder.(1)
İslam, helal-haram ayrımı yapmadan her şeyi helal gören
kapitalizm ile özel mülkiyeti reddeden komünizm
arasında vasat bir yoldur; herkese hakkını/hak ettiğini
verir.
İslam, günahları zararsız ve hoş gören 'Mürcie' ile günah
işleyen Müslümanları tekfir eden 'Harici' anlayış
arasında vasat noktadır.
Müslüman, hikmet ile hareket eder, yaptığını bir hikmet
ile yaptığı gibi terkettiğini de bir hikmet gereği terk eder.
İnançta Allah'ı her şeyden tenzih eder; teşbih ve tecsimi
reddeder, tevhidi esas alır; amelde de mutedildir, şefkati,
merhameti ve yardımlaşmayı esas alan bir duruş
sergiler.(2)
İslamın itidalli duruşunda tevhid, sevgi, izzet ve dik
duruş billurlaşır.
Müslümanın tüm hareket ve davranışlarında itidalli
davranması asıldır. İtidal, iki kötülük arasındaki iyiliktir,
yani ifrat ile tefritin arasını bulmaktır. İslam, kötülüğün
düzeltilmesini emreder, ancak onu düzeltirken daha
büyük bir kötülüğün meydana gelmesini caiz görmez.
Çünkü ifrat ıslah değil, ifsattır, kötülüğü körükler.
İslam, canlı-cansız her varlık için bir rahmettir. Söz
gelimi İslam, büyük günahlardan olan şarap içmeyi
gayrimüslimlere yasaklamaz. İslamın hoşgörüsü o
seviyeye varmıştır ki âlimler; ''Bir müslüman, bir
Hıristiyanın domuzunu öldürür veya şarabını dökerse
onun bedelini ödemesi gerekir.''(3) demişlerdir.
İslam ''bana ne!'' anlayışını reddederek toplumu gemiye
benzetir. Gemide gedik açmak toplumu helake götürür.
Yahudilik ve Hıristiyanlık ilahi öğretilerin dengesini
bozan iki ucu temsil ederken, İslam itidal anlamında
gelen istikametten(4) ibaret olup ifrat ve tefrit arasında
dengeyi muhafaza eder.
''Ey iman edenler! SİZ, Hepiniz toptan barışa
(esenliğe) ve güven dini olan İslama girin! Şeytanın
adımlarını izlemeyin!''(5)
''Böylelikle, insanlara rehber ve örnek olasınız diye
sizi aşırı gitmeyen/mutedil bir toplum yaptık.''(6)
''Haydi müjdele o kullarımı! Onlar ki sözü dinlerler;
sonra da en güzelini (en itidallisini) tatbik
ederler.''(7)
Hz. Peygamberin (s) sünneti de itidal ve kolaylıktan
başka bir şey değildi. O'nun her hareket ve davranışında
rahmet ve kolaylık vardı.
Rasulullah (s) isimlerde bile aşırı gidilmesinden
hoşlanmazdı, adı harp (savaş) olan birisinin adını
garipsemiş ve beğenmemişti.(8) Yine adı sert/katı
manasına gelen ''haşn'' adındaki birisine sen sert
değilsin, yumuşaksın/kolaysın diyerek onun adını ''yüsr''
olarak değiştirdi.
Alış veriş hususunda şöyle derdi: ''Alınca ve satınca
itidalli/dengeli olandan ve kolaylık gösterenden
Allah razı olsun.''(9)
İki zararla karşılaşınca daha ehven/hafif olanı tercih
ederdi.(10) Nitekim Hudeybiye anlaşmasında Hz.
Peygamber'e ''Allah'ın elçisi'' vasfı yazdırılmadı. ''O
zaman Abdullah'ın oğlu Muhammed yazın'' buyurdu.
Bismillahirrahmanirrahim
yerine,
Bismikellahümme/Allahım senin adınla diye yazılmasına
itiraz etmedi. İtiraz eden sahabelere: ''olsun bu da
güzeldir'' diye sakinleşmelerini söyledi.(11)
Himar lakaplı Abdullah adında içki içen bir sahabi vardı.
Abdullah/himar zaman zaman Hz. Peygamberi
neşelendirirdi. Abdullah/Himar içkiye devam ettiğinden
tam 50 kez cezaya çaptırıldı. Ancak İslam toplumundan
dışlanmadı ve lanetlenmedi.(12)
Hz. Peygamber şöyle buyurdu: ''Kendinizi sıkıntıya
sokmayın; yoksa Allah bu vesileyle sizi sıkıntıda
bırakır. Geçmişte bazı toplumlar kendilerine sıkıntı
verdiler. Allah da onları halleriyle baş başa
bıraktı.''(13)
Hz. Aişe naklediyor: Bir defasında Hz. peygamber gayet
mutlu ve sevinçli halde yanımdan ayrıldı. Dönüşte ise
üzüntülüydü, nedenini şöyle açıkladı: ''Kâbe’ye girdim,
izdiham nedeniyle rahatsızlık vermekten endişe
duydum.''(14)
Yine Hz. Peygamber:''Aşırıların helak olduğunu''(15)
bildirip ''İman et, sonra da itidal çizgisini takip
et.''(16) diyerek ümmetine öğüt vermiştir.
Hz. Peygamber düz bir çizgi çizdi; sonra da sağına ve
soluna ufak çıkıntılar çizdi ve şöyle buyurdu: ''İşte İslam
bu düz çizgi gibidir, düz çizgiden sapan her yolun
başında bir şeytan bulunmaktadır.'' Daha sonra
da,''Muhakkak ki bu benim dosdoğru yolumdur. Hep
onu takip edin, sizi onun yolundan saptırıp
parçalayacak başka yolları takip etmeyin...''(17)
ayetini okudu.(18)
Hz.Peygamber'e Allah'a en sevimli dinin ne olduğunu
sorulunca,''Pak ve müsamahayı/hoş görüyü emreden
dindir.''(19) buyurdu.
İslam, ne kırılacak, dağılacak, buharlaşacak kadar ince ve
homojen; ne de dokunulmaz derecede katı ve haşindir. O,
ne ruhbanlık derecesinde zahit ne sekülerlik seviyesinde
maddecidir. O, Hz. Peygamber ile arkadaşlarının
hayatında anlamını bulan dindir.
Kısacası, İslam itidaldir; hoş görüdür.
''Ey Rabbimiz bizi itidal çizgisinde sabit kıl.''(20)
Allahumme Âmin.
Tekfir Kelimesinin Etimolojik Tahlili
A- Kefara'nın sözlük manaları:
1-Allah'ın vahdaniyetine, nübüvvete ya da şeriata iman
etmeyen kimseyi kapsar.
2-Allah'ı inkâr etmek manasındadır.
3-Allah'ın nimetini inkâr etmek(nankörlük etmek)
manasındadır.
4-(Teberra'e minhu) Yani bir şeyden uzaklaşmak
manasındadır.
5-Bir şeyin üzerini
anlamlarındadır.
örtmek,
kapatmak,
gizlemek
Bu mana da Araplar şöyle der: ''Çiftçi toprakla tohumu
(kefr etti) kapattı, üzerini örttü.''
Benzer manada yine şöyle derler: ''Toprak altındakileri
(kefr etti) örttü.”
Ekfera(kefara fiilinin if'al babı) manaları:
1-Birisini küfre nispet etmek. A şahsı B şahsını ikfar etti.
Yani bir kimsenin diğer bir kimseyi küfürle
ilişkilendirmesine denir.
2-İsyana teşvik etmek manasına da gelir. (Allah'a isyana
yöneltmek.)
Keffera'nın manaları
1- Araplar bu konuda şöyle der: Keffera liseyyidihi
(Efendisine tekfir etti. Yani Efendisi için tekfir etti.)
Efendisi için eğildi, elini göğsüne koydu ve rükû eder gibi
başını eğdi. Hareketin maksadı saygı ifadesidir.
2-Keffara an yeminihi (Kefaret verdi) Yapılan herhangi
bir günah ya da hatanın örtülmesi izale edilmesi
eylemidir.
3-Yine örtmek ve gizlemek manalarına gelir.
4-Bir kimsenin kâfir olduğunu kabul etmek
manasındadır. Ya da bir kimseye Kâfir oldun demektir.
5-Keffera Allahu Aniz-zenbi (Allah, bir kulun günahını
örttü yani bağışladı) manasındadır.
Tekeffera'nın manaları
1-Tekeffera biş şey'i (Bir şeyle tekeffür etmek yani bir
şeyle örtünmek, gizlenmiş olmak) manasındadır.
Kâfir sözünün sözlük manaları
1-Hurma dalının ve kabuğu olan meyvelerin
kabıdır.(Onlara giydirildiği, örttüğü için bu manada
kullanılmıştır.)
2-Zulmeden kimse manasındadır.
3-Aydınlığı örten karanlık manasındadır.
4-Kâfir minel ard'ı(arzdan/insanlardan soyutlanmış uzak
olan manasındadır)
5-Gizli bir yerde yaşayan kimseye de bu ad verilir.
6-Son olarak Allah'a iman etmeyen kimse manasına gelir.
Tekfir «fa’aale» babından, «Keffera» filinin mastarıdır.
Çekimi: Keffera, Yukeffiru Tekfîran’dır.
Yukarıdaki bilgileri göz önünde bulundurarak
toparlarsak.
Küfür: İmanın zıddıdır. İnkâr anlamına gelmekle beraber
hakkın üzerini örtmek manasına da gelir.
Kâfir: Kendisine gelen hakikati inkâr eden, onun üzerini
örten ve haktan uzak duran manasına gelir.
Tekfir ise: Bir kişinin söylediği bir söz ya da sergilediği
bir eylem sebebiyle İslam dininden çıktığına
hükmetmektir. Dikkat ederseniz 'İslam dininden
çıktığına' diyorum çünkü bir kimsenin tekfir edilebilmesi
için öncelikle İslam dinine girmesi (ya da İslam kendisine
geldiği halde reddetmesi) gerekir.
İlk Tekfir Hareketi
Tekfir hareketini ilk başlatan hizip Hz. Ali dönemindeki
Haricilerdir. Bunların çoğunluğu cahil ve mutaassıp
bedevi Arapların oluşturduğu gruplardı. Genellikle çok
Kur'an okurlar, çok ibadet ederler, dinin zahirine körü
körüne bağlı fakat onun ruhundan habersizdiler. Halife
Hz. Ali ile kendisine isyan eden Şam valisi Muaviye
arasında ''hakem'' olayı cereyan edince Hariciler ''İnil
hukmu illa lillah/Hüküm sadece Allah'ındır.'' Ayetini
kendilerine slogan edinip Hz. Ali'yi dinden çıkmakla
itham ediyorlardı. Sebebi ise güya Hz. Ali, ''hakem''
seçilmesine razı olmakla ''Hüküm yalnızca Allahındır.''
Ayetini iptal ediyordu!.
Onlara göre göre Allah'tan başka kimsenin herhangi bir
konuda hüküm verme yetkisi yoktu. Çünkü Allahu Teâlâ:
''Hüküm sadece Allahındır.'' diye buyuruyordu. Hz. Ali
ise Hakemin hükmüne razı olduğu için kâfir olmuştu.
Hariciler, ayetin muradını anlamak bir yana dursun aşırı
zahirci algı biçimleri ayeti yanlış anlamalarına sebep
oluyordu. Oysa ayette kast olunan, Allah'tan başka kimse
hüküm/kanun koyamaz demek değildi; fakat bununla
kast olunan Allah'ın verdiğe hükme muhalif olarak
hüküm koyamaz demekti. Yani Mutlak manada Hüküm
Koyucu olanın Allah olduğu vurgulanıyordu.
Hz. Ali'nin ise bunlara hitaben söylediği söz son derece
manidardır: ''Kendisi ile batıl kast olunan hak bir söz
söylüyorlar.''
Hariciler bununla beraber büyük
müslümanları da tekfir ediyorlardı.
günah
işleyen
Haricilerin Zihniyeti
M. Ebu Zehra, Haricilerin tasvirini ve onların belirgin
vasıflarını özlü bir biçimde dile getirmektedir. Bazı
satırlarını alıntılıyoruz:
''Hariciler kendi inançlarına ve fikirlerine müthiş bir
taassupla bağlıdırlar. Akidelerini çılgınca savunurlar.
Onları buna sürükleyen şey, zahirine bağlandıkları bazı
sözler olmuştur. Onların aklı: 'La hükme illa lillah' (Hüküm
ancak Allah'ındır) sözüne saplandı. Bu sözü kendilerine
kalkan yapmışlardı. Hamaset duyguları ve kelimelerin
zahirine saplanmaları onların özelliklerindendir. Bunların
yanı sıra fedakârlık, serkeşlik, ölümden çekinmemek,
tehlikelere atılmak gibi vasıfları da vardır. Bu hareketlerin
bazıları heves mahsulü idi. Bazısı da asap bozukluğundan
ileri geliyordu. Koyu bir taassup, bozuk bir fikir uğrunda
ölüme atılmaktan bile çekinmiyorlardı.''
M. Ebu Zehra, Haricilerin taassup sebebini şöyle izah
etmektedir:
''Haricilerin çoğu badiye (çöl Arapları) idi. İslam sevgisi
kalplerine girdi, fakat fikirleri basit ve sade kaldı. İlimden
uzak kaldılar. Bu şartlar altında dar akıllı, kuru zahit,
alıngan bir mümin grubu meydana geldi. Onların
akideleri, basit akıllarının ve fikirlerinin mahsulüdür.
İnançlarındaki sathi görüşleri, Kureyş'e ve bütün Mudar
kabilelerine düşmanlık halinde kendini göstermektedir.
Haricilerin kusurlarından biri de çok ihtilafçı, kavgacı
olmalarıdır. En ufak ve ehemmiyetsiz bir sorun yüzünden
aralarında hemen ihtilaf çıkar, kavga kopardı. Her günah
işleyen kimse, onlara göre Allah'ın inzal ettiğiyle(ayetiyle)
amel etmiyor demektir ve kâfir olur.'' (21)
Görülüyor ki Haricilerde eksik olan iman ve ihlâs
değildir, ilim ve irfandır. Bu eksikliğin vahim sonuçları
ise ortadır. Hz. Ali'den başlayarak, Hz.Talha, Hz.Zübeyr
ve diğer sahabiler, onların tekfir ithamlarına maruz
kalmışlardır.
Burada, bizim için önem taşıyan husus, Haricileri, kendi
dar, sınırlı akıllarına göre hüküm verdikleri konularda
Kuran-ı Kerim'den ayetler göstererek verdikleri
hükümleri delillendirmeye çalışmalarının, onları
kurtarmaya yetmediğinin anlaşılmasıdır.
Onlar ihlâsla hareket ettiklerini, Kur'an'a sarıldıklarını
zannederlerken, aslında Kuran'a karşı çıktıklarının
farkına varamamışlardır. Çünkü cehillerinin farkında
değildiler. Suretlerle, lafızlarla ve kendi akıllarının
hükmettiğine göre düşünüyorlardı.
Bir kimse kendi batıl, hatalı muradını teyit için, Kuran-ı
Kerim'e müracaat etse ve orada kendi aklının hükmettiği
neticeye zahiren uyan bir ayet-i kerime yakalasa, bu,
Kuran'ın manasını tahrif etmek olur. Haricilerin
yaptıkları da buydu. Günümüzde de ''Kaynaklar''ın
manasından ruhundan uzak, fakat kendi aklının
hükmettiğine göre ''içtihat'' yapmaya çıkanların
durumunun Haricilere benzediğini söylemenin abartma
sayılmayacağını düşünüyorum.(22)
Tekfirde Aşırı Gidilmesine Sebebiyet Veren Bazı
Vahim Vakıalar
Burada tekfirde aşırılığa sebebiyet veren bazı olayları
aktaracağız. Bunlar yakın tarihte dünyanın muhtelif
ülkelerinde cereyan eden hadiselerdir.
A-İslam düşmanlarının İslam aleyhindeki Propagandaları
Amerika Merkezi Haber Alma Örgütü, 1983 yılında
sadece İslami uyanış konusunda 120'den fazla konferans
ve toplantıyı tamamen veya kısmen açıktan veya gizli
olarak finanse etmiştir. (23)
Başta ABD ve diğer Batı devletleri olmak üzere İslam
muarızları, İslam ve Müslümanları ortadan kaldırmak
için İslam'ı ''aşırıların dini'' olarak lanse etmeye çalışmış
ve İslam’ın hayatın bütününde uygulamasına engel
olmuşlardır. Ne yazık ki halkında müslüman olan
yöneticiler bu emperyalist devletlerin birer kuklası
olarak kendilerini açıktan ve gizli olarak göstermişlerdir.
İslam toplumlarında müsaade edilen İslam; Cebriyeci,
bid'atçi, yönetilen, yön veren değil yönlendirilen bir
İslam profili olmuştur. İzzet, ilim, irfan, kuvvet, dünya ve
ahiret dengesini beraber götüren İslam'a ise müsaade
edilmedi.
Bazı liderler, modern çağda ''kutsal savaş'' çağrısı
yapmaktan da geri durmuyorlardı. Nato'nun sabık
patronu Willy Cleas, ''Komünizmin yerini İslam aldı''
hezeyanını
söylemekten
ve
Müslümanlarla
karşılaştıklarında; ''Ey katiller, ey öcüler'' gibi ifadeler
kullanmaktan da çekinmiyorlardı.
Haçlı savaşları
sırasında Müslümanlara ''Muhammedi'', emperyalizm
döneminde ise ''medenileşmemişler'', ''eğitimsizler'',
''barbarlar'', ''öcüler'' vs. yakıştırılmalar yapıldı.
Modernizm, emperyalizm, sekülerizm, laisizm ve
pozitivizmin yanlışlarına direnen müslümanlar ''irticacı'',
''mürteci'', ''radikal'' ve ''fundamentalist'' oluyordu(!).
Meşhur bir iş adamı; ''Ben sakallıları işe almam'' diyordu.
Papa 16. Benedikt, Almanya'nın güneyinde Bavyera
eyaletinde verdiği bir konferansta bir saldırıya uğradı.
Hiç gerekçe yokken, hiç alaka bulunmazken İslam'a, onun
peygamberine saldırıda bulundu.
İsrail'in sabık başbakanlarından Menahin Begin:
''Savaşıyorum, o halde varım!'' gibi kan kokan bir ifade
kullanmasına rağmen; terörist olanlar yine Müslümanlar
oluyordu.
06 Temmuz 2007 tarihinde bazı gazeteler şu haberi geçti.
ABD başkanlığı için yarışan Tom Tancredo, ''el-Kaide bizi
bombalarsa biz de Ka'be'yi bombalarız.'' dedi.
Müslümanların en kutsal yerlerini bombalamayı seçim
propagandası haline getiren şu zihniyete bir bakın!
B- Müslümanlara yönelik baskı ve İşkenceler
Müslümanlara dünden bugüne çok baskı ve işkenceler
yapılmıştır. Dünyanın muhtelif bölgelerinde yapılan bu
eziyetlerin yakın tarihe ait olanlarından kısmen
değineceğiz.
Batılılar; Hindistan, Cezayir, Irak ve diğer coğrafyalarda
yüz binlerce insanı katletmişlerdir. Özellikle ABD'nin
ortadoğuda yaptığı zulümlerin ise haddi hesabı yoktur.
Komünist Rusya ve Çinde oradaki Müslümanları
katlettiler ve onlara akla-hayale gelmedik işkenceler
yaptılar.
Mısırda da Müslümanlar birçok eziyet ve işkenceler
gördüler bunlardan bazılarına işaret eden alıntılar
yapalım:
Büyük davetçi Zeynep Gazzali ''Hatıralar'' isimli hayat
hikâyesinde müslümanlara yapılan işkencelere şöyle yer
verir: ''Size işkence ediyoruz, kendisine ibadet ettiğiniz
Allah'ınız sizi kurtarsın.'' gibi alaycı sözler sarf
ediyorlardı. Müslümanların başlarını tıraş ettikten sonra
arı, tahtakurusu ve ısırıcı haşereleri başlarına
salıyorlardı, kaçmamaları için de el ve ayakları
bağlanıyordu. Bazen bıyık ve kaşlarının kıllarını birer
birer yoluyorlardı, tırnakları çekiliyordu. Başta Mısır ve
Cezayir olmak üzere birçok ülkede mütedeyyin insanlar
güneş sıcağı altında saatlerce bekletiliyordu.''
Bu arada Tekfirde aşırı olan ''et-Tekfir ve'l-Hicre'' cemaatı
da zindanlarda kuruldu. Aşırılığın önemli iki öncüsü Salih
Saraya ve Şükri Mustafa mutedil Müslüman organizasyon
Müslüman Kardeşler teşkilatının üyesiydiler. Cezaevinde
maruz kaldıkları işkenceler nedeniyle çizgilerini
değiştirip aşırı bir duruş sergilemeye başladılar.
Müslüman Kardeşler teşkilatından ayrılan bu zümre
başta Müslüman Kardeşlerin bir grubunu olmak üzere
herkesi tekfir etmeye başladılar.
Şu vakıada çok hüzünlüdür: Hasan el-Benna şehit
edilince cenazesi mezarlığa götürülür. Polisler bir
pencereden Fatiha okuyan birinin sesini işitirler. Hemen
evine baskın yaparlar. Çocukları arasında onu
sorgulamaya başlarlar: ''Gerçekten Hasan el-Benna'ya
Fatiha okudun mu?'' diye sorarlar. ''Evet'' deyince, tokat
ve coplar başına inmeye başlar. ''Sen misin Fatiha
okuyan?'' deyip zindana atarlar. (24)
Seyyid Kutub on yıl cezadan sonra raporla evinde gözaltı
hapsine mahkûm edildi. Sanık sandalyesinde günlerce aç
susuz, işkenceye tabi tutuldu. İşkenceden gözlerini
kaybetti. Yeğeni Rıfat, gözü önünde şehit edildi. Kız
kardeşi Emine'yi de zindana attılar. Bacısı hamide on
işkence çeşidine maruz kaldı. Suriye'de Müslüman
Kardeşler cemaati üyeleri çölde toplatılıp üzerlerine
bombalar yağdırıldı, kimileri zindana atıldı ve kuduz
köpeklere parçalatıldı; infaz odalarında erkeklerin dilleri
koparıldı; kadınların azaları kesildi.
Abdünnasır'ın
ajanları, zindana atılan Müslümanların kulaklarını kül
tabağı olarak kullanıyorlardı. Müslümanları elektrik
şokuyla cezalandırıyor, boğazlarına kadar su dolu
odalarda tutuluyorlardı. Günlerce köpekleri aç
bıraktıktan sonra, zindanda onların üzerlerine
saldırtıyorlardı.
İslam ülkesi (!) olarak algılanan bir ülkede bir cemaatin
lideri devlet başkanına şu teklifte bulunmak zorunda
bırakılmış: Ey kral! Ülkende hayvanlara tanıdığınız
hakları bize tanımanıza razıyız. Çünkü onları koruyan
yasalarınız ve barındırdığınız yerler vardır, yeme içme
hakları vardır. Onlara darp etmek, zarar vermek, işkence
yapmak, yasalarla yasaklanmıştır. Müslümanlara ise bu
haklar tanınmadı. İnançlarını yaşamalarına müsaade
edilmedi, İslami ölçüler içinde hayat sürmeleri
yasaklandı.
Haccac-ı Zalim bile suçu işleyenin yakınına ilişmezken,
birçok ülkede mütedeyyin gençlerin akrabaları birçok
yasal haktan mahrum bırakıldı. Çocukları suçlu olarak
doğdu. Akraba ve yakınları onlardan dolayı cezaya
çarptırıldı. Kitapları, gazeteleri, dergileri toplatıldı,
malları müsadere edildi. Tek suçları ''Rabbimiz
ALLAH’TIR'' demeleriydi.
Bu densizlere müdahale edecek herhangi bir merci
bulamayan disiplinsiz gençler, faillerin cezasını infaz
etme cihetine gittiler; söz konusu ülkelerde devlet
dairelerinde görev alanları tekfir ettiler; resmi nikâh
yapanların çocuklarını gayri meşru ilan ettiler. Pasaport,
vize ve hatta kimlik alanları, idarenin emrinde çalışan
herkesi, bu ülkelerde askere gidenleri tekfir ettiler.
Bunun yanında çocuklarını okullara gönderenleri,
seçimlere katılan herkesi ve bu olaylara ses çıkarmayan
ulemayı da tekfir ettiler. (25)
Başka ülkelerde olan vakıaları aktarmamım sebebi
şudur: Tekfirin haklı ya da haksız çıkışlarını tespit etmek
ve arkasındaki sebep boyutuna inebilmek.
Tekfirde Aşırılığın Sebepleri
Şimdi de Yusuf el Karadavi'nin tespitlerini aktaracağız.
''Fikre karşı ancak fikir ile mukavemet yapılır'' diyen
Karadavi, tekfir zihniyetinin arka boyutlarına işaret
ediyor ve bunu mantıksal bir örgü içerisinde sunuyor.
Toplumda görülen fikri riddet, ahlaki çözülme, sosyalsiyasi bozulma ve âlimlerin (âlim oldukları
söylenenlerin) gerçekten tekfir edilmesi gerekilenleri
tekfir etmemesi; bu konudaki gevşek tavırlarının tekfirde
aşırılık gibi bir reaksiyona sebebiyet verdiğini ince ince
dokuyarak anlatmaktadır.
"Tekfirde Aşırılık" hadisesini basiret üzere tedavi
edebilmemiz için, bunun sebeplerini ve amillerini
araştırmaya ihtiyaç vardır. Bu sorunu baskı, işkence ve
tutuklama gibi çeşitli şiddet metotlarıyla çözmek
isteyenler şu iki sebepten dolayı hatalıdırlar:
1. Muhakkak ki fikre karşı ancak fikir ile mukavemet
yapılır. Fikre karşı mukavemette şiddetin kullanılması
ancak ve ancak fikrin yayılmasını ve o fikre sahip
olanların bunun üzerinde ısrar etmesini artırır. Bu
sorunun tedavisinde gerekli olan metot; ikna, açıklama,
delillerin ikamesi ve şüphelerin giderilmesi metodudur.
2. Bu tekfircilerin tamamına yakın çoğu dindar, ihlâslı,
oruçlu, namazlı, niyazlı ve dinleri hususunda gayretkeş
insanlardır. Toplumda gördükleri fikri riddet, ahlaki
çözülme, sosyal bozulma ve siyasi istibdad onları böyle
bir tavır takınmaya itmiştir. Onlar, yolda hataya düşüp
yolu şaşırmış olsalar da ıslahı isteyenlerdir, İslam
ümmetinin hidayeti bulmasını şiddetle arzulayanlardır.
Bu sebeple onların tertemiz savunmalarını takdir
etmemiz gerekir. Onlar toplumu tahrip etmek isteyen
sivri tırnaklı ve yırtıcı canavarlar değildir.
Bu hadisenin sebeplerini araştıran araştırmacı, bunun şu
hususlarda temsil edildiğini görür:
1. Bizim İslam toplumumuzda küfrün ve gerçek riddetin
açıkça yayılması, kâfir ve mürted olanların öne geçmesi,
batıl düşüncelerinin şımarıklıkları malumdur. Basınyayın araçlarının ve diğer organların sapıklıkları ve
azgınlıklarını
müslüman
çoğunlukları
içerisinde
küfriyatlarını yaymak için kullananlar vardır.
2. Bazı âlimler bu gerçek kâfirlerin durumu hususunda
gevşeklik göstermektedirler ve onları müslümanlar
zümresinden saymaktadırlar. Hâlbuki İslam bunlardan
beridir.
3. Salih İslami düşüncenin ve Kur'an ve Sünnete bağlı
İslam davetinin taşıyıcılarına işkence yapılmakta, onlara
davetleri hususunda baskı uygulanmakta, özgür
düşünceye sahip olanlara kısıtlama ve eziyet
edilmektedir. Bu durum, ancak ve ancak yer altında
kalan, açık tartışmalardan uzak olan, kapalı bir
atmosferde faaliyet gösteren munhariç bir takım
yönelişleri doğurur...
4. Bu gayretli gençlerin İslam fıkhından ve fıkıh
usulünden sermayelerinin azlığı, onların İslami ve luğavi
ilimlerde ihtisaslarının olmayışı. Bu durum onların bazı
nassları terk edip başka nassları almalarına veya
müteşabihatı tutup muhkematı unutmalarına veya
cüziyyatı alıp külli kaidelerden gafil kalmalarına veya
bazı nassları aceleci ve yüzeysel bir anlayışla
anlamalarına sebep olmaktadır. Bu tehlikeli durumlar
ilmi ehliyetleri olmaksızın ahkâm kesmelerine sebep
olmaktadır...
Allah'ın şeriatı ve hükümleri konusunda derin bir fıkıh
bilgisine dayanılmadığı müddetçe, ihlâs tek başına kâfi
değildir. Kuru bilgiye sahip olan kimse daha önce
Haricilerin düştüğü hataya düşer. İmamı Ahmed'in dediği
gibi, onlar öyle kimselerdir ki, on vecihten sahih olan
hadislerle zemmedilmişlerdir.
Bu durum, onların Allah'a kulluğa ve ibadete olan şiddetli
arzularına rağmen başlarına gelmiştir.
İşte bundan dolayıdır ki, selefin imamları farkına
varmadan Allah yolundan inhiraf edilmemesi için,
ibadetten ve cihaddan önce ilim tahsil etmeyi tavsiye
ediyorlardı.
Hasan-ı Basrî şöyle demiştir:
"İlimsiz amel eden, yol olmadan yürüyen gibidir. Yine
ilimsiz amel edenin bozduğu şeyler yaptığı şeylerden daha
çoktur. Öyleyse siz ilmi, ibadete zarar vermeyecek bir talep
ile talep edin. İbadeti de ilme zarar vermeyecek bir talep
ile talep edin. Çünkü ibadeti talep edip ilmi terk eden bir
grup Hz. Muhammed (s.a.s.)in ümmetine kılıçlarıyla karşı
çıkacak kadar ileri gittiler. Eğer onlar ilim tahsil
etseydiler, ilim onları bu yaptıklarına sürüklemezdi...''(26)
Tekfiri Hak edeni Tekfir Etmenin Gerekliliği
Tekfiri Hak edeni Tekfir Etmenin Gerekliliği konusunda
ise Yusuf El Karadavi şunları söylemektedir:
Burada çekinmeden küfrünü ortaya koyanları tekfir
etmemiz ve batınları iman bakımından harap olsa bile
zahirlerinde müslüman olanları tekfir etmekten
çekinmemiz gerekir. Çünkü böyleleri İslam örfünde
dilleriyle iman ettik deyip kalpleri iman etmemiş olan
veya amelleri sözlerini yalanlayan "Münafıklar" diye
isimlendirilmektedir. Onlar hakkında zahirlerinin gereği
olarak dünyada müslümanlara uygulanan hükümler
uygulanır. Ahirette ise batınlarında gizledikleri küfür
yüzünden cehennemin en alt basamağındaki yerlerine
giderler.
Aşağıdaki sınıflar, aldatma ve gizleme olmaksızın küfre
nisbet edilmeleri gereken gruplardandır:
1. İslam akidesi, şeriatı ve değerlerine açıkça zıt olduğu
halde komünizmin bir dünya görüşü ve hayat düzeni
olduğuna, bütün dinlerin milletlerin afyonu olduğuna
inanan, genel olarak tüm dinlere, özel olarak da kâmil bir
inanç, olgun bir hayat nizamı ve yeterli bir medeniyet
olduğu için İslam dînine daha fazla intikam ve düşmanlık
hissi ile düşmanlık yapan ve komünizm üzerine ısrar
eden komünistler.
2. Açıkça Allah'ın şeriatını reddeden, devletin dinden
ayrılması gerektiğini haykıran, Allah'ın ve Resulünün
hükümlerine davet edildiklerinde karşı çıkan ve imtina
eden, hatta bundan daha fazla olarak Allah'ın şeriatı ile
hükmetmeye ve İslam'a dönmeye davet edenlerle çok
şiddetli bir savaş ile savaşan laik devlet adamları ve laik
partilerin siyaset adamları.
3. İmam Gazali ve diğer bazı âlimlerin, haklarında
"Zahirleri rafızi, batınları ise halis küfürdür" dediği,
Şeyh'ul İslam İbni Teymiyye'nin de "Onlar, İslam'ın kati
hükümlerini, esaslarını ve zaruri olarak bilinen
hakikatlerini inkâr etmelerinden dolayı Yahudi ve
Hıristiyanlardan daha çok kâfirdir" dediği Dürzîler,
Nusayriler, İsmaililer ve onlara benzeyen batini fırkalar
gibi İslam dininden açık bir çıkış ile çıkıp ayrılan inanç
sahipleri.
Asrımızda tek başına yeni bir din olan Bahailik de
bunlara benzemektedir. Allahu Teâlâ’nın kendisiyle
Peygamberlik silsilesini tamamladığı Hz. Muhammed
(s.a.s.)'den sonra peygamberliğin gelebileceğini iddia
eden Kadiyanilik de bunlara yakındır.(27)
Tekfirin Tehlikeleri Ve Sonuçları
Herhangi bir insan hakkında küfür hükmünü vermek
gerçekten de ciddi ve tehlikeli bir hükümdür. Çünkü
onun tekfir edilmesi halinde şu son derece tehlikeli
etkiler terettüb etmektedir:
1. Onun karısının onunla beraber kalması helal olmaz ve
bu sebeple ikisinin birbirinden ayrılması gerekir. Çünkü
müslüman bir kadının bir kâfire zevce olmasının sahih
olmadığı yakin olarak bilinen icma ile sabittir.
2. Onun çocuklarının, onun idaresinde kalmaları caiz
değildir. Çünkü bu durumda onlar hakkında emin
olunmaz ve onun küfrünün çocuklarına tesir etmesinden
korkulur. Özellikle onun çocuklarını yumuşaklıkla ve
şefkatle ziyaret etmesi, bu etkiyi artırır. Bundan dolayı
onlar İslam toplumuna mensub olan herkesin boynuna
emanettirler.
3. Şüphesiz o, sarih küfür ve apaçık riddet ile dinden
çıktıktan sonra İslam toplumu üzerinde borç olan velayet
ve yardım hakkını kaybeder. Bu sebeple de kendi kendisi
uyanıp geri dönene kadar ve tekrar hidayete erişinceye
kadar onunla ilişkilerin kesilmesi ve toplumdan ona en
yakın sığınağın kapatılması gerekir.
4. Onun, tövbeye davet edilmesi, zihninden şüphelerinin
giderilmeye çalışılması ve ona delillerin ikame
edilmesinden sonra hakkında mürted hükmünün infaz
edilmesi için İslam mahkemesi önünde muhakeme
edilmesi gerekir.
5. O öldüğünde onun hakkında müslümanlar üzerinde
icra edilen hükümler icra edilmez. Bu sebeple cenazesi
yıkanmaz, üzerine namaz kılınmaz, müslümanların
kabristanında defnedilmez ve bir murisi öldüğünde ona
varis olmadığı gibi, başkası da ona varis olamaz.
6. Yine o küfür halinde öldüğü zaman Allah'ın (c.c.)
lanetini, rahmetinden kovulmayı ve cehennem ateşinde
ebedi olarak kalmayı hak eder.
İşte bu hükümler, Allah'ın kullarından birisinin hakkında
tekfir hükmünü veren kişinin, bu dediğini söylemeden
evvel birçok kez irkilip geriye çekilmesini gerektirir! (28)
Tüm bu nedenlerden dolayı Müslümanın tekfir
meselesinde son derece titiz olması gerekmektedir.
Kur'an ve Sünneti incelediğimizde tekfir için bazı şartlar
belirmektedir. Öncelikle muayyen tekfir için kısa olarak
bazı şartları ve engelleri maddeler halinde aktaralım
sonrasında bazı maddeler geniş olarak incelenecektir.
Tekfir’in Şartları
Öncelikle kısaca maddeler halinde zikrediyoruz:
1- Tekfire söz konusu olan kişinin anlama ve algı
eksikliğinin olmaması yani akıllı ve yetişkin olması
gerekir.
2-Tekfir’e konu olan söz ya da fiilin küçük küfür ya
da küçük şirk olmaması gerekir. Bununla beraber söz
konusu söz ya da fiilin büyük küfür yahut büyük şirk
olduğunun da şer'i delillerle sabit olması gerekir.
3- Tekfir’e konu olan söz ya da fiilin âlimler
nezdinde dinden çıkarıcı söz ya da fiil olarak
değerlendirilmiş olması gerekir.
4- Tekfir’e konu olan söz ya da fiilin küfre delaletinin
kati olması yani muhtemel anlamlar içermeyen açıklıkta
ve sarih olması gerekir.
5- Bir hakkın açıklanması ve bir şüphenin ortadan
kaldırılması için gerekli olan delilin ona ulaşmış olması
ve bu delilin eğer ilim ve tetkik ehlinden bir kimse ise
onun nezdinde sabit olması gerekir.
6- İslama yeni girmiş olduğu için mâzur
görülebilecek bir kimse olmaması gerekir.
7- Tekfir’e konu olan söz ya da fiilde kasıt
bulunması; hata sonucu ortaya çıkmış olmaması gerekir.
8- Kişinin bunu kendi isteği ve ihtiyarı ile seçmesi ve
mükreh (zorlama altında bulunan) bir kimse olmaması
gerekir.
9-Te’vil edilebilecek bir durumu olmaması, te'vil
edilecek bir durumu varsa bu te’vil, bizim açımızdan
geçersiz ve hatalı da olsa te’vil sahibi tekfir edilmez.
Haricilerin tekfir edilmemesi örneğinde olduğu gibi.
10-Tekfir edilecek şahıs (eğer küfre girmişse)
kendisinin
bu
konuda
apaçık
bir
şekilde
bilinçlendirilmesi gerekir.
Küfre Göğüs Açmak Ve Küfrün Hata Sonucu Tezahür
Etmiş Olmaması
''Kalbi imanla (tevhitle) huzur bulmuşken, (dinden
dönmeye) zorlananın dışında, kim imanından sonra
Allah'ı inkâr eder ve gönlünü küfre açarsa(Onunla
hoşnut olursa), Allah'tan onların üzerine (büyük) bir
gazap vardır; en büyük azap da onlar içindir. '' (29)
Buna göre (birisini tekfir etmek için) göğsün küfre
açılması, kalbin küfürle tatmin olması ve nefsin onunla
teskin olması gerekmektedir. Herhangi bir zorlama
olmadan küfrü tercih etmesi, onu bilerek söylemesi ya da
söz konusu küfür olan fiili bilerek (herhangi bir baskı
altında kalmadan) yapması gerekir.
İbni Kesir, ayet hakkında şöyle der: ''Allah Teâlâ,
îmândan ve basiretten sonra Allah'ı inkâr eden, göğsünü
küfre açan ve küfürde karâr kılanlara gazab edeceğini
haber vermektedir. Zîrâ onlar; önce îmânı tanımışlar,
sonra ondan dönmüşlerdir. Muhakkak ki âhiret yurdunda
onlar için büyük bir azâb vardır. Çünkü onlar; dünya
hayatını âhirete tercih etmişler, dünya sebebiyle dinden
dönmeye atılmışlardır.''
Kişinin aşırı sevinç, keder, kızgınlık, korku ya da buna
benzer herhangi bir sebep nedeniyle hata ederek Küfür
sözü söylemesi de, onun tekfirine engeldir. Çünkü yüce
Allah şöyle buyurmaktadır:
''Hata olarak yaptıklarınızda ise, sizin için bir
sakınca (bir vebal) yoktur. Ancak kalplerinizin kasıt
gözeterek (taammüden) yaptıklarınızda vardır.
Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. '' (30)
Seyyid Kutub, ayet hakkında şöyle der: ''Bu hoşgörünün
geri planındaki gerekçe yüce Allah'ın bağışlayıcılık ve
merhametlilik niteliklerine sahip olması, insanlara
kaldıramayacakları yükü yüklememesidir'' (31)
Aktardıklarımızı
mana
yönünden
destekleyecek
Müslim’in, Sahih’inde (s. 2104’de) Enes b. Malik
radıyallahu anh.’dan Peygamber sallallahü aleyhi
vesellem’in şöyle buyurduğu bir rivayet vardır:
“Allah’ın kulunun tövbesi dolayısıyla kulu tevbe edip
kendisine dönüşünden ötürü sevinci bir çölde devesi
üzerinde bulunan sonra da yiyeceği, içeceği üzerinde
iken devesini elinden kaçırıp, ondan ümit
kestiğinden ötürü bir ağaca varıp, gölgesinde
bineğinden ümit kesmiş haliyle yatıp uzanmışken
ansızın devesini yanı başında gören ve yularından
tutarak aşırı sevincinden hata ve yanlışlıkla: Allah’ım
sen benim kulumsun, ben de senin Rabbinim diyen
ve (sevincinden ne dediğini bilemeyecek hale gelen)
kimsenin sevincinden daha çok sevinir.”
Tekfir edilecek Şahsa Ya da Topluma Yolun apaçık
Belli Olması
Başlığa dikkat etmişseniz Şahıs ile kayıtlandırmadım;
toplumu da bu şartın içine dâhil ettim. Müslümanların en
çok yanıldıkları noktalardan birisi budur. Birçok
müslüman
hüccet
ikamesini
sadece
şahısla
kayıtlandırarak toplumu tekfir etme yoluna gitmiştir.
Oysa birazdan vereceğimiz ayetlerden de anlaşılacağı
üzere Kur'an ister şahıs olsun ister bir toplum kitlesi
olsun; yolun apaçık belli olmasını istemektedir.
''Kim de kendisine 'dosdoğru yol' apaçık belli
olduktan sonra, peygambere muhalefet ederse ve
mü'minlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu
döndüğü şeyde bırakırız ve cehenneme sokarız. Ne
kötü bir yataktır o!..'' (32)
''Gerçek şu ki, kendilerine doğru yol apaçık
gösterildikten sonra...''(33)
''Doğru yol
sonra...''(34)
kendilerine
iyice
belli
olduktan
Kur'an bu ve bu manaya paralel olan ayetlerle doludur.
Muhatablarının yolunu iyice tanımasını ve eğer inkâr
edeceklerse bunun bile bile olmasını ister. Zaten Kâfir,
kendisine gelen hakikati inkâr eden onu örten demektir.
Kendisine hakikat gelmeyen bir insanın hakikati bile bile
inkâr ettiğini söylemek ne kadar akıl kârıdır?
Toplum kitlesine de Kur'an aynı perspektiften bakar ve
bir toplum iyice aydınlanmadan ve o toplum kendilerine
gelen hakikatleri bile bile inkâr etmeden onları ''kâfir''
olarak isimlendirmez.
Kur'an bu kitleleri ''Ey kâfirler'' kategorisinde değil; ''Ey
insanlar'' Kategorisinde değerlendirir.
''Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Allah'a
kulluk
ediniz
ki;
Allah'ın
azabından
korunabilesiniz.'' (35)
Kur'an bilinçlenmemiş kitlelerin tekfiri ile değil tebliği ile
ilgilenir. Onlara, kâfirlere olan muamele gibi değil ayrı ve
özel bir üslup ile muamele gösterir. Göze çarpan
farklılıklardan en barizi ise merhamettir.
GÜNÜMÜZ TOPLUMUNUN ANALİZİ
Öncelikle ifade edelim ki günümüz toplumunu (klasik)
formel fıkha göre değerlendirmek doğru bir tespit
yöntemi değildir. Toplumun konumunu belirlemek için
yeni bir tespite ihtiyaç vardır. Darulharp ve Darulküfür
gibi tanımlamalar toplumumuzu tanımlamada yetersiz
kalmıştır. Sadece yetersiz olmakla kalmamış toplumu
yanlış konumlandırmaya itmiş bunun sonucunda
toplumu tekfir eden ve harbi gören yaklaşımlar
doğurmuştur.
Günümüz toplumunu daha iyi tanımak için şu tablo bize
yardımcı olacaktır:
I. Arap Müşrikleri
II. Ehl-i Kitap
Allah’a inananlar olduğu
gibi inanmayanlarda
Allah'a inanıyorlar.
var.(Karmaşık yapı.)
Kitapları inkâr
Kur’an-ı inkâr
ediyorlar.
ediyorlar.
Peygamberlerin
Meleklerin Allah'ın kızı Allah'ın oğlu
olduğuna inanış var.
olduğuna inanış var
Ulûhiyette-rububiyette Ulûhiyetteşirk var.
rububiyette şirk var.
III.Günümüz
Toplumu
Allah'a inanıyorlar.
Kitapları
kabulleniyorlar.
Böyle bir inanış yok.
(Allah'ı tenzih
ediyorlar.)
Şirk var. Toplum
yapısı karmaşık.
Ahiret inanışı sakat.
Kurban kesmede şirk
var. Put için kesim var.
Kader inanışları sakat.
Ahiret inanış var.
Allah'tan başkasına
da kesim var.
Kader inanışları
bozuk.
Ahiret inanış var.
Putlar için kesim
yok.(Genel de yok).
Kader inanışları var.
Peygamberleri inkâr
ediyorlar.
Hz. Muhammed'i
inkâr ediyorlar.
Peygamberlerin
hepsine inanıyorlar.
Tabloyu dikkate aldığımız da görülecektir ki günümüz
toplumu, Mekkeli müşrik toplumundan ve Ehli kitap
toplumundan (derece farkı ile) üst bir konumdadır. Her
ne kadar günümüz toplumunda bazı karışıklıklar olsa da
çoğunluğu
bu
şekildedir
ve
bunlar
avamı
oluşturmaktadır.
Kur'an, Mekkeli müşriklere kıyasla; Ehli kitabı ayrı
kategoride değerlendirmiştir. Bunun yanında müşrikleri
de kendi içlerinde farklı kategoride değerlendirmiştir. Bu
farklı değerlendirme, gerek tebliğ sahasına gerek sosyal
yaşantıya ve gerekse kalbi durumlara farklı yansımakla
kendisini
göstermiştir.
Hepsinden
birer
tane
örneklendirerek daha iyi anlaşılmasına sağlayalım.
A-Tebliğ sahasındaki farklılık:
''Düşmanlıkta ileri gidenler müstesna olmak üzere,
Yahudi ve Hıristiyanlarla en güzel şekilde mücadele
edin. Bir de (Onlara) deyin ki: Biz hem bize
indirilene hem de SİZE indirilene iman ettik. Bizim
ilahımız ve SİZİN ilahınız birdir. Biz yalnız ona ibadet
ederiz.''(36)
Dikkat ederseniz Aramızdaki ortak değerlere işaret
edilmektedir. Bu ortak değerler, bir yakınlaşma vesilesi
edilerek 'Tevhid' çizgisi oluşturulmaya çalışılmaktadır.
B-Sosyal sahada bazı farklılıklar:
“Bugün, hayatın bütün güzel şeyleri size
kılınmıştır. Ve daha önce kendilerine
verilenlerin yiyecekleri de size helaldir,
yiyecekleriniz de onlara helaldir. Ve (bu
helal
kitap
sizin
ilahi
kelama) inananlar içindeki iffetli kadınlar ile sizden
önce kendilerine kitap verilenler arasında bulunan
kadınları
nikâhlamanız,
-onlara
mehirlerini
vermeniz şartıyla ve onları gayri meşru yolla ya da
gizli dost tutma yoluyla değil de meşru bir nikâh ile
almanız şartıyla- (size helaldir).” (37)
Ayetin tefsirini Merhum Seyyid Kutub'a bırakılım:
“Burada, "İslâm yurdunda", müslüman toplum arasında
yaşayan veya onlara zimmet ve ahd bağı ile bağlanan
Kitap Ehli'nden olan gayri müslimler ile ilişkiler hakkında,
İslâm hoşgörüsünün aşamalarından biriyle daha
karşılaşmaktayız.
İslâm onlara, "dini hürriyet" verip, (izale etmiyor)
bırakmıyor.
İslâm onlara, "dini hürriyet" vermekle yetinmiyor, İslâm
toplumunda, köşesine çekilmiş terk edilmiş olarak
bırakmıyor. Onları, sevgi, güzel muamele ve birlikte
yaşama gibi sosyal ortaklık havası ile kucaklıyor. Onların
yiyeceklerini müslümanlara, aynı şekilde müslümanların
yiyeceklerini de onlara helal kılıyor. (Birbirlerini ziyaret
edip konuklamaları, birbirleriyle yiyip-içmeleri için. Sevgi
ve müsamaha/hoşgörü gölgesi altında gölgelenmesi için.)
İffetli kadınlarını müslümanlara helal (temiz) kılıyor.
Onların kadınlarını da, müslüman iffetli kadınlar ile
birlikte anıyor.
Böylece, İslâm'ın evrensel bir toplum oluşturma yolunda
müsamahakâr davranan tek sistem olduğu, müslümanlar
ile kitap sahibi dinlerin mensupları arasında bir tecride
başvurulmadığı, İslâm toplumunun bayrağı altında
yaşayan değişik inanç mensupları arasına -özellikle
ilişkiler ve gidişattan- engeller konulmadığı ortaya
çıkıyor”. (38)
C-Kalbi Durumlardaki Farklılıklar
Allahu Teâlâ bize düşmanca davranmayan ve bizimle
savaşmayan gayri müslimlere ise iyilik etmemizi
yasaklamadığını
hatta bir
yakınlaşma
vesilesi
yaratacağını bildirmekte. Buradaki farklılığın sebebinin
düşmanca
davranmamaları
olduğuna
dikkat
çekmektedir.
''Belki de Allah sizinle, onlardan düşman
olduklarınız arasına ağır sevgi koyar, Allah buna
kadirdir.
Allah
çok
bağışlayan
çok
esirgeyendir.Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan
ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik
yapmanızı ve adil davranmanızı yasaklamaz. Çünkü
Allah, adaletli olanları sever. “ (39)
Bu farklı sınıflandırmaya kısaca değindikten sonra tekrar
günümüz toplumuna gelirsek;günümüz toplumunun
hepsinden farklı olduğunu ve derece farkı ile hepsinden
üstün olduğunu beyan etmiştik. Şimdi Günümüzün
akidevi problemlerini inceleyelim.
Tabloya dönersek günümüz toplumunun inançlarına şirk
karıştırdığını bu yönüyle diğer kategorideki kitlelere
benzediğini söylemiştik. Ama hemen belirtelim ki
Toplumun doğrudan bir inkârı ya da şirki söz konusu
değildir. Dolaylı olarak bir şirk içerisindeler ve bunun
farkında değiller.
Toplumu tekfir edenler genellikle toplumun, Allahı
hakimiyet (teşri) yönüyle birlemediğini ve partilere oy
vererek bunu teyit ettiklerini bu yönüyle ''kafir''
olduklarını söylemektedirler. Biz burada toplumun
müslüman olduğunu söylüyor değiliz, bununla beraber
biz toplumun teşri yönüyle Allah'ı birlediğini de
söyleyemeyiz; fakat burada girift bir durum var şöyle ki;
avama/halka sorduğun zaman Allah'ın haramını haram
ve helalini helal kabul ediyor musun diye, sana vereceği
yanıt(ekseriyet olarak ) ''elbette'' demesidir. Halkın oy
verdiği kimseler, Allah'ın haramını helal ve helalini
haram yapmaktadır; bu yönüyle onların şeriat nazarında
durumları malumdur; fakat halkı da bu kategoride
değerlendirmek biraz insafsızlık olmaz mı?
Şunu da belirtmek gerekir ki bu halka göre kapalıdır.
Yani Halk bunun şirk olduğunu bilmemektedir; üstelik
aydınlatılmış olmaları şöyle dursun malum diyenet
teşkilatı tarafından mesele iyice kapatılmakta/muallakta
bırakılmaktadır.
Diğer hata edilen bir mesele ise oy vermek, putlara
tapmak gibi bir şirk eylemi ile kıyaslanamaz ve bir
tutulamaz. Puta tapmanın nasslar tarafından mutlak
olarak küfür olduğu belirtilmiştir. Oy vermek ise öyle
değildir; bu bizatihi şirk değildir. Oy vermenin küfür/şirk
oluşu içtihada dayanır. Yani dolaylı olarak küfür/şirk
olduğu sonucuna varılmıştır. İsabetli bir içtihad olsa da
mutlak manada küfürdür, denilemez. Oy verenin niyeti
kesinlikle sorulmalıdır. Eğer oy veren kimse sistemin
küfür olduğunu kabul ediyor; sistemi tekfir ediyor ve
Allahtan başka mutlak anlamda kanun koyucu olduğuna
itikat etmiyor fakat maslahat gereği ya da mecbur kaldığı
için bu yola girdiğini söylüyorsa bu kimsenin mutlak
anlamda kafir ve müşrik olduğu doğru değildir. İlerde
bu konu detaylıca gelecektir.
Tekrar Günümüz toplumunun ne olduğuna dönersek
Kesinlikle Kafir bir toplumdur denilemez. Daha sağlıklı
bir tespit için bazı alıntılar yapmak istiyorum.
Günümüz Toplumunun konumunu tespit etmede
güzel ve Farklı Bir Yaklaşım
Günümüz toplumunun konumunu tespit etmede faydalı
olacağına inandığım Mehmed Alagaş'a ait olan bir yazıyı
paylaşmak istiyorum. Kendisi Darulharp/Darulküfür gibi
tanımlamaların yanlışlığına dikkat çekmekte ve yeni bir
''Dar'' fıkhına olan ihtiyacımızı dile getirmektedir:
''Bazı kimselerin zikrettiği "İslam'ın hakimiyetindeki bir
belde İslam'ın hakimiyetinden çıkarsa, bu belde tekrar
İslam'ın hakimiyetine girinceye veya kıyamete kadar
dâr'ul harptir.." görüşü, Kur'an'ı Kerim'e muhalif bir
görüştür.
Kur'an'ı Kerim'in beyanına göre birçok kavme peygamber
gönderilmiş ve bu kavimlerden bazısı belli bir süre İlahi
dine teslim olduktan sonra sapıklığa ve dalalete
düşmüşlerdir. Dikkat etmemiz gereken husus, şanı yüce
Rabbimiz dalalete düşen bu kavimlere yeni bir peygamber
gönderdiği zaman, bu peygamberlerini dâr'ul harp fıkhıyla
yükümlü tutarak "Bu kavim daha önce benim razı
olacağım din üzereydi. Bunlar tekrar bu dine teslim
oluncaya kadar bunların kanları, canları, malları sana
mubahtır." şeklinde bir hüküm beyan etmemiştir.
Kur'an'ı Kerim'e muhalif görerek benimsemediğimiz
mezkûr görüşe göre İspanya, İspanya’da ikamet eden
müslümanlara göre dâr'ul harptir ve buradaki
müslümanlar dâr'ul harp fıkhıyla yükümlüdürler. Bu
görüşü benimseyen müslümanların bir kısmı tekfir ve
tahkire devam ederek tebliğe muhtaç olan insanları
tebliğden uzaklaştıracak, bir kısmı ise harbi olarak
gördüğü insanların mallarını gasbedecektir.
Sonuçta ne olacaktır?
İslam'dan bihaber olan İspanyol, karşısında bir gaspçı, bir
soyguncu
olarak
gördüğü
müslümanları
nasıl
değerlendirecektir? Bu müslümanların daveti nasıl
karşılanacak, İslam cemaati nasıl teşekkül edecek ve nasıl
genişleyecektir?
İspanya örneğini idrak eden "Ancak bulunduğumuz
konum, zaman süreci bakımından İspanya'dan farklıdır."
diyen kardeşlerimize, Kur'an'ı Kerim'in zaman sürecine
ilişkin ölçüsünü belirtmemiz gerekir.
Kur'an'ı Kerim'de müslümanlara hitap eden ve
müslümanların
gayrimüslimlere
karşı
tavırlarını
belirleyen İlahi hükümler, hikmetli bir gelişim
göstermektedir. Uyarıp korkutma ve onlardan gelen
eziyetlere sabır ile başlayan tevhidi tavırlar,
müslümanların konum ve seviyesine göre değişmektedir.
Cahiliyenin yerleşip kökleştiği toplumlarda tevhidi
mücadeleye talip olan müslümanlar, cahiliye mensuplarını
uyarıp korkutma ve kurtuluşa çağırmakla yükümlüdürler.
Peki, hangi toplum, cahiliyenin yerleşip kökleştiği bir
toplumdur?
Cahiliyenin yerleşip kökleşmesi için ne kadar süre geçmesi
veya kaç nesil yaşanması gerekmektedir?
Kur'an'ı Kerim'in bu konuya ilişkin hükmü net ve açık olup,
muhtelif surelerde zikredilmektedir.,
“O ( Kur'an), Aziz, Rahim (olan Allah'ın) indirdiğidir.
Babaları (yakın ataları) uyarılıp-korkutulmadığı için
kendileri gafil olan bir kavmi uyarıp korkutman
içindir.” (36-Yasin 5,6)
Bu
Rabbani
ölçüyle
yaşanılan
toplumların
değerlendirilmesi;
caddelerdeki,
kulüplerdeki,
diskoteklerdeki gençliğin ve onların emekli kahvesinde
pinekleyen babalarının ve yakın atalarının incelenmesi
gerekir.
Yaşanılan dünyadaki mustazaflar ve müstekbirler, cahili
eğitim ve kültür aşamasından geçmişler, bilerek veya
bilmeyerek birçok cahili görüşleri benimsemişlerdir.
Şeytani otoriteler tarafından uzun yıllardır sürdürülen
propaganda faaliyetleri ile hak gizlenmiş, batıl ise hak
olarak empoze edilmiştir.
Osmanlı dönemindeki saltanat sistemi, padişahlık ve
saraylardaki ihtişamlı yaşantı ile kafası doldurulan yeni
nesillere, bu çarpıklığın yegâne nedeni olarak dinin
istismarı gösterilmiştir. Bu başlangıçtan sonra dinin
istismar edilmemesi için din ile dünya işleri
ayırması(laiklik) gerektiği izah edilmiştir.
Bunu yeterince izah etmiş olacaklar ki, beş vakit namaz
kılmalarına rağmen bu sapık fikirleri savunan kitleler
oluşmuştur. Bu kimseler tağut için çalışmakta ve çeşitli
sloganlar altında tağut için savaşmaktadırlar. İslam'ı
bilmeyen bu kimseler, İslam dini üzere olduklarını
zannetmekteler ve
avunmaktadırlar.
bel'amların
cennet
vaadleriyle
Bunun
yanı
sıra
İslam'ı
savunmaya
çalışan
müslümanlarda da menfi değişiklikler meydana gelmiş ve
bu kardeşlerimiz de insanları doğrudan doğruya Allah'a
değil, dolaylı olarak çeşitli gruplara, kişisel görüşlere ve
beşeri yollara çağırma gafletine düşmüşlerdir.
Bu gibi davetlerle ve cahili propaganda ile karşılaşan
insanlar, bütününü ve gerçeğini kavrayamadıkları İslam'a
karşı çıkmakta ve kabul etmemektedirler. Mesela bazı
ülkelerde İslam'ın sosyal adaleti halka sunulmamışken, bu
insanlar İslam'ın ceza hukuku ile yüz yüze getirilmişlerdir.
İslam'ı bu ceza-i müeyyidelerden ibaret görüp, bu
müeyyidelere göre değerlendiren birçok insan, İslam
gerçeğini kavrayamamışlar ve rahmetini idrak
edemedikleri İslam'a karşı cephe almışlardır.
“Hayır, onların çoğu hakkı bilmiyorlar, bundan dolayı
yüz çevirmektedirler.” (21-Enbiya24)
“Hayır, onlar ilmini kuşatamadıkları ve kendilerine de
henüz yorumu gelmemiş bir şeyi yalanladılar.” (10Yunus 39)
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi halkında müslüman olan
birçok ülkede dindar geçinen büyük çoğunluğun
yaşadıkları ve yansıttıkları din, İslam değildir. Kişisel
menfaatlerle gölgelenen, grupsal veya partisel çıkarlar için
vasıta olarak kullanılan, beşeri eğilimlerle tevil ve tahrif
edilen din, kesinlikle ve kesinlikle İslam değildir.
Ne yazık ki düşünen birçok insan, kendilerine yansıyan bu
çarpık olguyu İslam olarak anlamışlar ve bu anlayışla
İslam'a karşı olumsuz tavır takınmışlardır. İslam'a talip
olan insanların bile, gerçek bir İslam'ı kavrayamadıkları
bir dönemde; kendilerine yansıyan çarpık din anlayışına
karşı çıkan zümreyi "Gerçek İslam'a karşı çıkıyorlar!."
diyerek 'Harbi' olarak yaftalamak haksızlıktır. Değil
günümüzde, cumhuriyete geçiş döneminde bile dine karşı
tavır koyanların, gerçek İslam'a mı yoksa bid'atlar,
hurafeler ve saltanat sistemiyle gölgelenen din anlayışına
mı tavır gösterdikleri, incelenmesi ve göz önüne getirilmesi
gereken bir meseledir.
Yaşadığımız çağda müslüman aydın, müslüman
entelektüel kimlikleriyle ortaya çıkan ve İslam'a göre
yabancı olan bu kimliklerle meselelere çözüm arayan bir
zümre bulunmaktadır. Doğu-Batı ilişkisini inceleyerek
doğunun içinde bulunduğu vahim durumu, Batı
sapıklığının bir yansıması olarak gören bu aydınlar, çözüm
konusunda
karşı
oldukları
batının
tesirinde
kalmaktadırlar. Batı anlayışının kökeninde, herhangi bir
olumsuz durumla karşılaşıldığı zaman bu olumsuz durumu
meydana getiren dış sebeplere yönelme ve sebeplere karşı
mücadele vardır. Bu batıcı yaklaşım, kendilerine
müslüman entelektüel denilen kesim üzerinde de
görülmektedir. Bu kimselere göre yegane suçlu ve menfi
durumların yegane müsebbibi Batı'dır.
Tek yönlü olan bu yaklaşım, İslami bir yaklaşım değildir.
Çünkü dünya tarihinin her döneminde bâtılı benimseyen,
bâtılı yaşayan ve bâtılı yansıtan insanlar bulunmaktadır.
Müslümanlara yüklenen ilk görev bâtılı yıkma veya bâtılı
yok etme değil, hakkı bilip hakka sarılarak batılın olumsuz
tesirinden kurtulmaya çalışmaktır. Hakkı bilen, hakkı
yaşayan ve haktan taviz vermeyen toplumların, batıl
propagandalardan etkilenmeleri çok güçtür. Herhangi bir
toplum batıl görüşlerden etkileniyor ve batıla
meylediyorsa, bu olay söz konusu toplumun haktan
uzaklaştığına ve değişip bozulduğuna işarettir. Nitekim
şanı yüce Rabbimiz Kur'an'ı Kerim'de "Gerçekten Allah
kendi nefislerinde olanları değiştirip-bozuncaya
kadar, bir toplulukta olanı değiştirip bozmaz." (13Ra'd 11) buyurmaktadır.
Dünyanın hiçbir yöresinde kendileri doğru yolda olup da,
sapanların etki ve gücü ile batıla düşmüş bir kavim
gösteremeyiz. Çünkü doğru yolda bulunan ve bu yola
teslim olan müslümanlara Rabbimiz "Siz doğru yola
erişirseniz, sapan size zarar veremez" (5-Maide 105)
buyruğu ile beyan edilen vaadi vardır.
Bu ilahi vaadin ışığında, şeytan ve dostlarının
müslümanlar üzerinde hiçbir nüfuzlarının olmadığını
kavrayabiliriz. “Gerçek şu ki, iman edenler ve Rablerine
tevekkül edenler üzerinde onun (şeytanın) hiçbir
zorlayıcı gücü yoktur. Onun zorlayıcı gücü (nüfuzu,
sultası, hâkimiyeti) ancak onu dost edinenler ile
onunla O'na (Allah'a) eş koşanlar üzerindedir. “ (16Nahl 99.100)
Firavun konumundaki birçok müstekbirin ve emperyalist
ülke olan Amerika ve Rusya'nın, halkında müslüman olan
ülkelerdeki
şeytani
tahakkümlerinin
nereden
kaynaklandığı, zikredilen ayet-i kerimelerde beyan
edilmektedir. İlk sebep onların dost kabul edilmesi, İkinci
sebep ise onları mutlak güç sahibi görerek, gerçek güç ve
kuvvet sahibi olan Allah'a eş koşulmasıdır.
Emperyalizm birçok bölgedeki varlığını, silah zoru
kullanmadan yürütmektedir. Çünkü bu bölgelerdeki halk,
cahili propagandanın tesiriyle sömürü ve zulme karşı
pasifize edilmiştir. Firavunlara karşı çıkmaları gerekirken,
Firavunlarla birlik olup Musalara karşı çıkmaktadırlar.
İlahi din anlayışının böylesine tahrif edildiği bir bölgeye,
dâr'ul İslam veya dâr'ul harp diyebilir miyiz?
Bu iki konuya şartlanmış olanlar, Nuh (a.s.)'ı hangi dar
kavramına dâhil edeceklerdir? Açıkça bilinmektedir ki
tufan gerçekleşinceye kadar Nuh (a.s.) ve beraberindeki
mü'minler ne dar'ul İslam fıkhını ve ne de dar'ul harp
fıkhını uygulamışlardır.
Müctehit imamların dar'ul harbe ilişkin öne sürdükleri
birçok görüş, zamanında ve mekânında doğru olan isabetli
görüşlerdir. Mesela dâr'ul İslam olan bir belde
müstevlilerin istilasına uğrar ve İslam fıkhı yürürlükten
kaldırılırsa, bu belde dâr'ul harp olmaktadır. Dâr'ul harp
olan bu beldede İslam fıkhını yürürlükten kaldıran
müstevliler harbidir. Çünkü bunlar hangi dine savaş
açtıklarını ve kimin hükmünü yürürlükten kaldırdıklarını
bilmektedirler. Dâr'ul harp fıkhına göre bu harbilerin kanı,
canı, malı müslümanlara mubahtır. Bu harbileri öldürmek
caiz olduğu gibi bu harbilere destek olanları da öldürmek
caizdir. Çünkü bunlarda harbi hükmündedir.
İşte dâr'ul harp fıkhını kapsamına alan bu dönem bazı
ülkelerde yaşanmadan veya kısmi olarak yaşanmışsa da
netice almamadan geride kalmıştır. "Geride kalmıştır"
diyoruz, çünkü bu dönemden günümüze gelinceye kadar
birçok toplumsal değişiklikler meydana gelmiştir, Şeytani
propagandalar vasıtasıyla batılı benimseyen ve batılı
destekleyen kitleler oluşmuştur. Kendilerine verilen cahili
kültür ile batılı destekleyen bu insanlar harbi değildir. Bu
gibi toplumsal değişmeleri gözönünde bulundurmadan
dâr'ul harp fıkhını günümüze veya geleceğimize uzatmak,
Kur'an'ı Kerim'ie uyuşmayan bir yaklaşımdır. Çünkü
Kur'an'ı Kerim'de toplumsal değişiklikler dikkate alınmış
ve İlahi din anlayışları tahrif edilerek, cahiliyenin yerleşip
kökleştiği
toplumlarda
tevhidi
mücadele
ile
görevlendirilen müslümanlar, cahiliye mensuplarına harp
açmakla değil, onları uyarıp-korkutmak ve kurtuluşa
çağırmakla görevlendirilmiştir.
Bu görev yerine getirilirken muhatap alınan cahiliye
mensubu, kanı, canı, malı mubah olan bir harbi olarak
değil, kurtulması umud edilen bir insan olarak kabul
edilmektedir.
Kur'an'ı Kerim'de dâr'ul İslam ve dâr'ul harp kavramları
geçmemekle beraber, değişik peygamber kıssalarında o
peygamberlere yüklenen görevler zikredilerek, hangi
konumun fıkhı verildiği beyan edilmektedir. Bu durumu
değerlendirdiğimizde, dar meselesinin üç ayrı boyuttan
önem kazandığını ve değiştiğini görmekteyiz. Bu üç boyut;
toplumun yapısı, müslümanların durumu ve üçüncü olarak
gayrimüslimlerin İslam'ı nasıl anladıkları ve bu anlayışla
İslam'a nasıl yaklaştıklarıdır.
Mesela cahiliyenin yerleşip kökleştiği bir toplumda
yaşayan müslümana göre içinde bulunduğu ülke dar'ul
cahiliyedir. Bu ülkede yaşayan müslüman, şeytani
otoriteye karşı mücadele verirken; bu mücadelesini
otoriteden ziyade şeytani otoriteyi destekleyen ve yaşatan
halka karşı yoğunlaştırır. Rabbani mesajı gücünün yettiği
bir çerçevede yaygınlaştırmaya çalışır.
Halktan belli bir kesim şuurlanırsa, meselesini idrak eden
bu kesimin şeytani otoriteleri desteklemeyeceğini ve
dolayısıyla şeytani otoritelerin yıkılacağını bilir. İşte bu
toplumun içinde yaşayan müslümana göre dar'ul cahiliye
olan bu ülke; bir İslam devleti kurulduğu zaman, bu
devlette yaşayan ve imama biat eden müslümanlar
tarafından dâr'ul harp veya dâr'ul sulh olarak kabul
edilebilir. Çünkü İslam devleti herhangi bir ülkenin
konumunu belirlerken, o ülkede yaşayan halkı değil,
yönetimi esas alır. İslam devletinin ilişkisi ve mücadelesi
halktan ziyade yönetimledir. Bir ülkenin konumunu
belirlerken, bu iki farklı durumu birbirinden ayrı
değerlendirmeliyiz.
Bulundukları ülkede tevhidi bir mücadeleye girmekle
yükümlü olan müslümanların, bu ülkenin konumunu
kendilerine göre tespit etmeleri gerekir. Çünkü yaşamaları
gereken fıkıh, kendilerinin içinde bulundukları durumun
fıkhıdır.
Halkında müslüman olan birçok ülkede yaşanılan konum,
cahiliye konumudur. Bu ülkelerdeki şeytani tahakkümler
gücünü ve yaşama fırsatını, cahiliyeyi bilerek veya
bilmeyerek
benimseyen
halktan
almaktadırlar.
Bulunduğumuz konumda yaşamamız gereken fıkıh, dâr'ul
cahiliyede bulunan müslümanların yaşamakla mükellef
oldukları fıkıhtır. Dâr'ul harp fıkhı ile dâr'ul cahiliye fıkhı
arasındaki farklar ise, müslümanların gayrimüslimlere
karşı davranış ve yaklaşımlarında belirginleşmektedir.
İslam'ı bilerek reddeden kâfirler ile İslam'ı bilmeden
reddeden cahillerin hepsi, İslam'a göre gayrimüslimdirler.
Kâfirler ve cahiller gayrimüslim olmalarına rağmen,
İslami ölçülere sahip olan müslümanların kâfirlere ve
cahillere karşı tavırları farklılık göstermektedir. Hakkı
bilmelerine rağmen inkâr eden kâfirleri tekfir etmek caiz
iken; cahillerin tekfir edilmeleri caiz değildir. Bu
kimselerin net ve açık bir tebliğle uyarılmaları ve
kurtuluşa davet edilmeleri gerekmektedir. Çünkü bütün
peygamberler, insanları cennete davet etmeden
cehenneme terk etmemişlerdir. Cahiliyeyi bilerek veya
bilmeyerek destekleyen insanları İlahi hükümlerle
uyarmışlar, bu insanları merhamet duyguları ile Allah'a
kulluğa ve ebedi kurtuluşa davet etmişlerdir. Rahman
sıfatının ışığında yapılan bu tebliğ eylemini soğuk harp
olarak değerlendirmek ve dâr’ul harp çerçevesine dâhil
etmek ise ayrı bir yanılgıdır.
Yaşadığımız çağa yeni bir peygamber göndermeyecek olan
Rabbimiz, cahiliye mensuplarını uyarıp korkutma görevini
Resulullah (s.a.v.)'i kendilerine örnek alan öncü
müslümanlara yüklemektedir. Bu kutlu müslümanların
dünyaya yansıtacakları Rabbani mesaj ise elbetteki
Kur'an'ı Kerim'dir.
Cahiliyeyi muhatap alan ve cahiliye mensuplarını Allah
(c.c.) ile karşı karşıya getiren Kur'an'ı Kerim ayetleri, belli
meselelerden başlamakta ve kendisine özgü bir gelişim
göstermektedir.
Cahiliyeyi muhatap alan bu tebliğde; Allah inancı
netleştirilmekte, cahiliyenin batıl görüşleri çürütülmekte,
doğru ve gerçek bilgi verilmekte, bu bilginin gerektiği tavır
emredilmekte ve sonuç olarak akıbet bildirilmektedir. Bu
çizgide yapılan tebliğ ile cahiliye mensubu hangi hükme
karşı çıktığını, kime karşı savaş açtığını ve neyle tehdit
edildiğini net ve açık bir şekilde bilmektedir. Nitekim
İslam'a göre uyarıp korkutmanın gerçek mahiyeti de bu
şekildedir.
Dâr'ul harp görüşünü bilinçsizce savunan ve Rabbani
tebliğin mahiyetini bilmeyen kimseler, bu görüşü
savunduğumuz için bizleri zor olandan kolaya sığınmakla
itham edebileceklerdir.
Rabbimizin emrettiği yolda zor ve kolay arasında
muhayyer bırakılsaydık, elbetteki kolay olanını seçerdik.
Ancak "Net ve açık tebliğ gündeme gelmelidir" derken, bu
bizim şahsi tercihimiz değil, Rabbimizin bu konumdaki
müslümanlara kesin emridir. Kaldı ki zor olan, silahın
karşısına silahla çıkmak yerine, silahın karşısına Kitap ile
Hükmullah ile çıkmaktır. Silaha sarılarak öldürmeye ve
yıkmaya teşebbüs ettikleri için değil, sadece ve sadece
"Rabbimiz Allah" dedikleri için işkenceye uğratılan ve
şehid edilen müslümanlar, müstekbirlerin tanınmasına,
katı kalblerin yumuşamasına ve insanların uyanmasına
vesile olmuşlardır. Bu fedakâr müslümanların kanları ile
dirilen, şuurlanan ve belli bir seviyeye gelen müslümanlar
ise, zamansız savunulan dâr'ul harp fıkhını, zamanı
gelince yaşayabilecek müslümanlardır.
Halkında müslüman olan ülkelerdeki bazı müstekbirlerin
küfürlerinde bilinçli olması, bu ülkedeki müslümanların
yaşamaları gereken fıkhı değiştirmez. Toplumsal bir
çalışmayla
mükellef
olan
müslümanlar,
içinde
bulundukları toplumun genel yapısını göz önüne
getirmekle yükümlüdürler. Toplum içersindeki istisnaların
varlığı, müslümanların o topluma karşı göstermeleri
gereken Rabbani tavırları değiştirmez. Çünkü toplumsal
çalışmaya etki eden faktör, toplumdaki istisnai fertler
değil, o toplumun genel yapısıdır. Küfründe bilinçli olan
firavunlara dahi net ve açık tebliğ gidecek ve firavunların
bu tebliğe karşı gösterecekleri tavırla, firavunların gerçek
yüzü halka yansıtılacaktır/yansıtılmalıdır.''(40)
Bazı Âlimlerin Toplumu Tekfir ettiği yönündeki
Düşüncenin Yanlışlığı
Bazı kimselerin söylediği gibi Seyyid Kutub, Mevdudi ve
M. Kutub gibi âlimler toplumu tekfir etmiş midir?
Eserlerini incelediğimizde görmekteyiz ki en sert kabul
edilen âlimlerimizden bile hiç kimse toplu tekfir
yapmamıştır. Bu âlimlerin kitaplarında toplu tekfir
yaptıklarına dair en ufak bir iz bulunmamaktadır.
Birazdan yapacak olduğumuz alıntılardan da anlaşılacağı
üzere bu âlimlerimiz toplumdaki akidevi hastalıklara
değinmiş ve dünya üzerinde ezilen insanların yeniden
kendilerine gelmeleri (Öze dönmeleri) için mücadele
etmişlerdir.
Mevdudi ve Tekfir
Mevdudi bakınız Meseleler ve Çözümleri adlı eserinde
neler söylemektedir:
"Ben yazılarımda birkaç yerde insanların aşağıdaki gibi
dört bölüme ayrıldığını yazmıştım:
a- Mümin bilgayr ve müslim lilgayr: Allah'tan başkasına
inanan ve ondan başkasına teslim olan. Yani Allah'tan
başkasına gerçek manada itaat edilmesi gerektiğini kabul
eden ve inanç olarak da onu emir ve hüküm kaynağı kabul
eden kimse demektir. Bu eksiksiz, tam bir kafirdir.
b- Mümin bilgayr ve müslim lillah: Allah'tan başkasına
inanan ve Allah'a teslim olan. Yani Allah'tan başkasına
inandığı halde, Allah'ın kanunlarına itaati kabul eden
kişidir ki, bunlar İslam devleti idaresi altında yaşayan
zümreler ve münafıklardır.
c- Mümin billah ve müslim lilgayr: Allah'a inanan fakat
Allah'tan başkasına teslim olan. Yani Allah'a inandığı
halde başkasına kulluk ve itaat gösteren kimsedir. Kafir bir
düzen altında onların emrine uyarak yaşayan
müslümanlar bu durumdadır. Eğer müslüman böyle bir
duruma düşmüşse içinden buna rıza göstermemesi,
bundan hoşlanmaması lazım. Bilakis, ya böyle bir düzeni
değiştirmeli ya oradan hicret etmelidir.
d- Mümin billah ve müslim lillah: Allah'a inanan ve Allah'a
teslim olan. Yani Allah'a iman ettiği gibi onun emir ve
kanunlarına kendini teslim eden kimse demektir ki, bu
müslümanların asıl içinde bulunmaları gereken haldir.
Kur'an bütün insanları böyle bir hali seçip benimsemeye
çağırmaktadır. Bu haldeki hiç kimse İslam dışı bir düzende
uğrayacağı sıkıntılara düşmez. Müslümanların Mekke
dönemindeki halleri ve müşriklere esir düşen birçok
sahabenin uğradığı eziyetler yahut Peygamberlerin
çoğunun kafirler arasında doğup büyümekten dolayı
çektikleri gibi eziyetlere ve sıkıntılara da düşmezler. Bu
şekildeki elde olmayan durumlar Allah'tan başkasına
teslim olma maddesine girmez. Çünkü, her şeyden önce bu
onların kendi elinde, kendilerinin tercih ettiği bir şey değil,
aksine üzerlerine musallat olan, kurtulamadıkları bir
durumdur. Ayrıca bir kimlikte gücü ölçüsünde Allah'a
teslim olmaya, ondan başkasına itaate karşı çıkmaya
gayret edip eksiksiz çaba harcamaktaysa bu kimseye
"Allah'tan başkasına teslim olmuştur" denmez. Hatta (c)
grubunda olanların durumu bile (a) ve (b)
grubundakilerin durumundan tamamen farklıdır. Allah'a
iman edip de Allah'tan başkasına teslim olan asla müşrik
ve kafir olamaz. Ama o kimse bu durumundan memnunsa
veya imkan ölçüsünde bundan kurtulmak için bir gayret
göstermiyorsa çok büyük günahkardır. Bütün hayatı
günahtan ibaret kalacak kadar günahkar.'' (41)
Yine Bakınız içinde yaşadığı toplumun insanlarıyla nasıl
konuşuyor:
"Sevgili kardeşlerim! Müslümanlara kafir damgasını
vurduğumu asla düşünmeyin. Amacım bu değil. Kendi
kendime soruyorum ve sizlerden de kendinize samimiyetle
sormanızı istiyorum: Niçin Allah'ın rahmetinden yoksun
yaşıyoruz? Niçin bütün güçlük ve sıkıntılar dört bir yandan
üzerimize çökmüş? Neden aramız açık ve birbirimizin
kanını döküyoruz? Neden kafirler bizi her yerde yönetiyor?
Biz O'na itaat eden kullar, niçin dünyanın pek çok yerinde
diğerlerine bağımlı yaşıyoruz?
Bu durumu düşündükçe kafirlerle aramızdaki farkın
neredeyse sadece isimlerimizde kaldığına ikna oluyorum.
Çünkü O'na karşı ilgisizlikte, O'nun korkusundan
yoksunlukta ve itaatsizlikte diğerlerinden hiç bir şekilde
geri kalmıyoruz.
"Neredeyse" diyorum, çünkü Kur'an'ı değerlendirişimiz
kafirlerinkiyle aynı olsa bile biz Kur'an'ın Allah'ın kitabı
olduğunu biliyoruz, onlar bilmiyorlar ama onun
hayatımızdaki yeri kafirlerinkinden farklı değil ve bu
hepimizin cezayı daha çok hak etmesine yol açıyor. Hz.
Muhammed'in Allah'ın Peygamberi olduğunu biliyoruz
ama onu izlemeye gelince bir kafir kadar isteksiziz. Biliniz
ki Allah yalancıları lanetlemiş, rüşvet alıp verenlerin
yerinin Cehennem olduğunu kesinlikle belirtmiş, faizle borç
alıp vermenin daha da kötü olduğunu söylemiş, iftirayı
kardeş eti yemek kadar aşağılamış, açık giyinmeyi ve
konuşmayı, pornografiyi ve ahlaksızlığı yasaklayarak
bunlara en ağır cezalar vermiştir. Bütün bunları
bilmemize rağmen, sanki Allah'ın öfkesinden hiç
korkmuyormuşçasına bu günahlarla özgürce içice
yaşıyoruz.
Bu yüzden O'nun rahmetine erişemiyoruz; biz sadece
görüntüde müslümanız. Gerçek şu ki, Allah'ın hakimiyetini
kabul etmeyenlerin bizi yönetmeleri, bizi her fırsatta
utanca sürüklemeleri, Allah'ın en büyük hediyesi İslam'ı
ihmal ettiğimiz için cezalandırıldığımızı gösteriyor.
Sevgili kardeşlerim! Sözlerimle asla sizi suçlamıyorum. Sizi
tenkit etmek için gelmedim. Amacım içinizdeki isteği
uyandırıp kaybolmuş hazineyi tekrar ele geçirmek. Böyle
bir istek, bir insan ne kaybettiğini ve kaybettiği şeyin ne
kadar değerli olduğunu anladığı zaman uyanır. Keskin ve
acı sözler kullanıyorsam bunu sadece sizi harekete
geçirmek, zorlamak için yapıyorum.'' (42)
Mevdudi'nin kimseyi tekfir etmediğini, müşrik düzenlere
karşı gelmediğini söylemiyoruz. Mevdudi, böyle bir taviz,
ılımlılık ve cehalet içinde değildir ama o bütün insanların
tekfirine karşıdır. (43)
Rabbimiz Ondan razı olsun.
Seyyid Kutub ve Tekfir
Seyyid Kutub eserlerinin çoğunda ve özellikle Fîzılali'lKur'an'da günümüz insanını lügat anlamıyla müşrikler
gibi görse de ıstılahı anlamda müşrik görmemektedir.
Örneğin "İslam Kapitalizm Çatışması" adlı eserinde (44),
(günümüzde)
halkında
müslümanların
yaşadığı
toplumları İslam ümmeti olarak anmaktadır. Yine
yukarıda adı geçen eserinde yaşadığı toplumu -Mısır
toplumunu- büyük çoğunluğu müslüman olan bir ülke
olarak tanımlamaktadır. Peki, Seyyid Kutub, bazı
eserlerinde (45) günümüz toplumlarını tamamen kafir
saymamasına rağmen neden "Fîzılalil-Kur'an"da ve
"Yoldaki İşaretler"de günümüz toplumlarına yine neden
kelime anlamıyla müşrik olarak bakmaktadır. Aslında
burada anlaşılmayan veya çarpıtılan şudur. Bir kelimenin
-lügat- anlamı ayrıdır, ıstılahı anlamı ayrıdır. Istılahî
anlam bir kelimenin Kur'an ve Sünnette sosyal hayatta
çerçevesini bulan anlamıdır. Örneğin Yunus (a.s)'ın
dilinden söyletilen "Muhakkak ben zalimlerden
oldum" ayetinde zulüm lügat anlamıyla kullanılmıştır.
Oysa yine başka bir ayete göre "Zalimler, Allah'ın
hükümleriyle hükmetmeyenlerdir." Bu iki ayet
arasında asla çelişki yoktur. İlk ayette zulüm lügat
anlamıyla, amelî anlamıyla kullanılmış ikinci ayette ise
itikadı anlamıyla-ıstılahî anlamıyla kullanılmıştır.
Kelimelerin ve özellikle Kur'anî kelimelerin lügat ve
ıstılah anlamları ile kelimelerin itikadî ve ameli
anlamlarıyla ilgili olarak Yusuf El-Kardavi’nin eserlerine
bakılabilir.
Seyyid Kutub'a tekrar dönelim. Çağımızda dünya
toplumuna göre sayısı fazla olmayan muvahhid neslin
medar-ı iftiharı olan bu şehidimiz “İslam Düşüncesi" adlı
eserinde, "İstikbal İslam'ındır" adlı eserinde, Fizılal'in 16.
cildinde İhlas Suresi tefsirinde yaşadığımız toplumları da
önceki toplumları ve devletleri de hiç de kafir
saymamaktadır. Yani, geçmişte ve günümüzde halkında
müslümanların yaşadığı toplumlara müşrik olarak
bakmamaktadır.
Sonuç olarak Seyyid Kutub'un kullandığı cahiliye
kavramı da müşrik kavramı da insanlığın ve toplumun
genel yapılanması hakkında kullanılmıştır. Yani S. Kutub
toplumu tüzel bir kişilik olarak kabul etmiştir. Eğer böyle
kabul etmese mahkemede yargılandığı günlerde son
sözlerinde şunları söyler miydi?: "Biz insanları tekfir
etmiyoruz. Bu çarpıtılmış bir nakil... Biz diyoruz ki insanlar
inanç sisteminin hakikatini bilmemeleri, onun gerçekten
ne demek olduğunu kavrayamamış olmaları ve İslamî
yaşantıdan uzak bulunmaları bakımından, cahiliye
toplumunu andırır bir hale gelmiştir...''(46) Cahiliye
kelimesi de nasslarda -Kur'an ve Sünnette- "mutlak
küfür" anlamında değildir. Yani bu kelime her zaman
kafirleri nitelemez. Bu konuyla ilgili ayet, hadis ve
âlimlerin görüşleri hiç de az değildir. (47)
Merhum Seyyid Kutub'un tek derdi toplumdaki akidevi
hastalıkların izole edilmesi idi. ''O'' ömrünü bu yol da
Allah'a sadaka olarak vermiş yiğit bir insandı. İnandığı
değerleri canı pahasına savundu. Bir İslam toplumu
arzuluyordu. Hayatıyla, kalemiyle, duasıyla tüm
gayretiyle bunun için koşturuyor; bunun özlemiyle
yanıyordu.
Tekfir etmek değildi ki Onun derdi; O insanlığın
kurtuluşu ile ilgileniyordu. Davetçi hâkim olmak için
değil; insanların hidayetine şahid olmak için mücadele
edendi. Oda bunu yapıyor, bunun için mücadele
ediyordu.
Muhammed Kutub ve Tekfir
Tekfirde aşırı gidenlerin, görüşlerini çarpıttıkları ve
kendilerine uyan görüşlerini aldıkları diğer bir âlim
Muhammed Kutub bakın neler söylemektedir:
"Bütün durumlarda imanın hâkimiyeti sıfır değildir.
İnsanın İslâm’ın amellerinden hiçbirini yapmaması
şeklinde varlığı ve yokluğu denk olmaz. Masiyet ulemânın
icmâı ile insanı İslâm'dan çıkartmaz."
"Muâsır, günümüz müslümanının hali budur. Lâ ilâhe
illâllah bütün muhteva gereklerinden tecrid edildi..."
"Evet... Bu düşük derecede de olsa, İslâm dairesinde olan
müslümanların bulunması, büyük kapsamlı hakikatinden
uzaklaştırılmalarına rağmen gerçeğe yeniden dönmelerine
karşı güven vermiyordu..."
"Sözü bu noktaya getirdik ki kimileri mevcut nesillere kâfir
oldukları hükmünü vereceğimizi tasavvur ediyorlar...
Diğer kitaplarda sorunumuzun, insanlara hüküm
çıkarmak olmadığını yazdık.
Bugün İslâm topraklarında yaşayan insanlara İslâm veya
küfür hükmü vermemiz onları cehenneme ya da cennete
koyacak değildir.
Bugün İslâm topraklarında yaşayan toplumlara "câhiliye
toplumları" dediğimizde bununla ehlinin müslüman
olmadığını, onların kâfir olduğunu kast ettiğimizi
zannedenlere de burada diyoruz ki; topluma verilen bir
hüküm şahıslara munsarif (tek tek bireyler için) değildir.
Bugün İslâm toprağında yaşayan insanlar karmaşık bir
yapı gösteriyorlar, tek bir hükme girmezler. Şüphesiz
içlerinde müslümanlar vardır. Bunu zâhire göre
söylüyoruz.
Çünkü lâ ilâhe illâllah diyor, ibâdet edip câhiliyeyi reddederek Allah'ın dinini arzu ediyorlar. İçlerinde şüphesiz
kâfirler de vardır. Çünkü lâ ilâhe illâllah deseler de Allah'ın
dininin
üstünlüğünü
reddediyorlar...”
"İnsanlar günümüzde bu durumun İslâm’dan kopmak
olduğunu ve imanın aslını yıkacağını bilmiyor olabilirler.
Bu insanlar hakkında hüküm verme problemine dalmak
istemiyoruz; onlar bu cehaletlerinde mâzur mudurlar,
değil midirler? Burada o konuya değinmeyeceğiz..."
"İbâdetin tek başına şekil olarak edâsı, dünya hayatı için
"İslâmî kişilik" verebilir ve yapana da müslüman ahkâmını
tatbik
ettirir..."
"Müslümanlar şu anda çağdaş câhiliyeyi, ilmi, maddî,
teknolojik ve örgütsel kalkınmada geçememişlerdir. Ama
yine de câhiliyenin bugün, yarın ve hiçbir zaman sahip
olamayacağına sahiptirler; Sahih bir akîde ve sahih bir
metodun sahibidirler..." (48)
Görüldüğü gibi M. Kutub toplumu tekfir etmediğini bu
toplumun içerisinde müslümanların bulunduğunu ve
toplumun karışık bir yapıya sahip olduğunu
söylemektedir. Bununa yanında abisi S. Kutub gibi çok
kullandığı ''Cahiliyye Toplumları'' kavramının içini de
''Kafir Toplumlar'' şeklinde doldurmamaktadır. Ayrıca
günümüz toplumlarının içerisine saplandıkları şirk
çeşidini bilmemelerinin onların hepsini cehennemlik
kıldığını da söylememektedir.
''Kafire Kafir demeyen Kafirdir'' Anlayışının Analizi
Bu konularla az-çok ilgilenen herkes bu ve buna benzer
manada sözler duymuştur. Peki, gerçekten öylemidir;
kafire kafir demeyen kafir olur mu?
Bu soruya direkt olarak yanıt ''hayır olmaz'' ya da ''evet
olur'' şeklinde verilemez. Bu sözün açıklanmaya ihtiyacı
vardır. Şöyle ki kafir olduğu söylenen şahsın kafirliği
sabit midir yoksa bu (zanni mi) zanna mı
dayanmaktadır? Söz konusu kafir olduğu söylenen şahsın
kafir olduğu gerçekten sabitse veya şahıs Müslüman
olmadığını söylüyorsa elbette bu şahısa (zorla)
Müslüman ismini vermek İslamın dengelerini sarsar ve
söz konusu sözü doğrular. Fakat bir kimse diğer bir
kimseyi kendi içtihadi ile kafir olduğuna hükmediyorsa
burada durum değişir ve söz konusu sözün bir hükmü
kalmaz. Çünkü bir kimse içtihat ile diğer bir kimsenin
küfür üzere (kafir) olduğunu söylüyorsa ve özelliklede
şüphe söz konusu ise burada elzem olan ''kafir''
dememektir.
Nitekim (Buhârî ve Muslim'de rivayet olduğuna göre)
Ömer b. el-Hattâb, ashâbtan Hâtıb b. Ebî Belta için:
"Yâ Rasûlâllah! Müsaade et de şu münafığın boynunu
vurayım" demiş, Peygamber Efendimiz ise şöyle
buyurmuşlardı:
"Hâtıb, Bedir Harbine katıldı. Sen nereden bileceksin
ki, Cenâb-ı Hak Bedir ehlinin durumlarına muttalîdir
ve onlar hakkında: 'Dilediğinizi yapın, Ben sizi
bağışladım, buyurmuştur". (49)
Hatip b. Ebu Belta, bugünkü deyimiyle vatan hainliği
denebilecek büyük bir günah işlemişti. Peygamber
(s.a.v)'in haberlerini ve askerlerinin harekatını,
Peygamberimizce gizli tutulması için son derece titiz
davranılmasına rağmen Mekke'nin fethinden az bir
zaman önce Kureyş'e ulaştırmak, bildirmek istemişti. Hz.
Ömer (r.a); "Ey Allah'ın Resulü! Bu adam münafıklık
etmiştir. Bırakın da boynunu vurayım." demişti.
Peygamber (s.a.v), Bedir savaşına katılmış olması
nedeniyle öldürülmesine razı olmamış ve yaptığı bu işi,
kendisini
dinden
çıkarıcı
bir
iş
olarak
değerlendirmemişti. Peygamber (s.a.v)'in bu yargısını
teyid mahiyetinde şu ayetler nazil olmuştu.
"Ey inananlar! Benim de düşmanım, sizin de
düşmanınız olanları dost edinmeyin. Onlar, size
gelen gerçeği inkar etmişken, onlara sevgi
gösteriyorsunuz; oysa onlar, Rabbiniz olan Allah'a
inandığınızdan
ötürü
sizi
ve
Peygamberi
yurdunuzdan çıkarıyor. Eğer sizler çıkmışsanız
onlara nasıl sevgi gösterirsiniz? Ben, sizin
gizlediğinizi de, açığa vurduğunuzu da bilirim.
İçinizden onlara sevgi gösteren kimse, şüphesiz
doğru yoldan sapmıştır."
Allah Teala bu ayette, konuştuğu kimselere mü'min
unvanını kullanarak hitap ediyor. Ve kendi düşmanlarıyla
onların düşmanlarını bir görüyor.
Burada konumuzu ilgilendiren kısmı Hz. Ömer'in, Hatıb'a
bu teşebbüsü nedeni ile ''Münafık'' demesidir. Fakat
Peygamber(s) Hatıb'ın niyeti ve özel nedenleri ile özrünü
kabul etti ve onu müslüman olarak gördü. Hz. Ömer,
burada Hatıb'a kendi içtihadi ile ''Münafık'' hükmünü
vermesine rağmen yani tekfir etmesine rağmen Hz.
Peygamber(s) tekfir etmedi.
Diğer bir rivayet ise şudur:
Useyd b. el-Hudayr, Sa'd b. Ubâde'ye:
"Sen, münafıkları koruyan bir münafıksın!"dedi.
Bunun üzerine iki grub (Evsliler ve Hazrecliler)
münakaşaya başladılar. Ama Hz. Peygamber aralarına
girip onları yatıştırdı ve barıştırdı. (50)
Görüldüğü gibi ashabın içerisinden biri diğerine:
"Sen bir münafıksın!" diyenler bulunuyordu fakat Hz.
Peygamber bunlardan hiçbirisini kâfir saymıyor, aksine
hepsinin de cennetlik olduğuna şehadet ediyordu.
Bu rivayetleri göz önüne aldığımızda içtihada dayanan
ve özellikle içerisinde şüphe bulunan durumlarda ''kafire
kafir demeyen kafirdir'' hükmü doğruluğu olmayan bir
hükümdür.
''Kafire kafir demeyen kafirdir'' Sözüne İmam-ı
Azam'dan getirilen Delilin İncelenmesi
Tekfir de aşırı giden bazı kardeşlerimiz, Ebu Hanife'nin
sözüne yüzeysel nitelikte baktıkları için meseleyi iyi
anlayamamaktadırlar. Şimdi söz konusu İmamı
Azam'dan getirilen delili (sözü) inceleyelim.
İmam-ı Azam'ın eserinde(51) talebesi sorar: "Bir kişi
kafiri kafir olarak bilmem derse durumu ne olur." İmam-ı
Azam'da "kendisi de kafir olur" cevabını verir.
Burada İmam-ı Azam'ın cevabı isabetlidir. Fakat dikkat
edilirse talebesi "kafiri kafir olarak bilmem" derse diyor,
yani bir insanın kafir olduğu her haliyle belli ise kafir
olduğu zahiren görülüyorsa durum o zaman geçerlidir.
Yine dikkat edilirse "kafiri kafir olarak bilmem” ifadesi de
ilginçtir. Bir kimsenin kafir olduğunu kesin olarak bildiği
halde ''ben kafiri kafir olarak kabul etmem'' demesi kabul
edilebilir bir şey olabilir mi?
Bakalım Ebu Hanife kendisini tekfir eden kimse hakkında
neler söylüyor gerçekten sözleri son derece manidar:
(El-Âlim vel-Müteallim) kitabında Ebu Mukatil Hafs İbn-i
Selm es-Semerkandi ondan (sayfa 62-67 de) şöyle
rivayet eder: "Dedim ki: sana kafir diyen hakkında ne
dersin?
Dedi ki (Ebu Hanife): ‘’Onun yalancı olduğunu söylerim.
Ona kafir demem. Fakat yalancı olarak isimlendiririm.
Çünkü ihlal edilmesi haram kılınmış haklar ikidir: Biri
Allah'la ilgili, öbürü ise kullarla ilgilidir. Allah'la ilgili
hakkın haram olan ihlali, ona şirk koşmak, onu tekzip
etmek ve küfürdür. Kullarla ilgili olarak ihlal edilmesi
haram kılınmış şeyler de aralarında meydana gelen çeşitli
haksızlıklardır. Allah'a karşı yalan söyleyenle bana karşı
yalan söyleyenin aynı olması yaraşmaz. Çünkü Allah ve
Resulünü(s) yalanlamak, diğer bütün insanlar hakkında
yalan söylemekten daha büyük bir günahtır. Benim kafir
olduğumu söyleyen benim nazarımda yalancıdır. Benim
hakkımda yalan söyledi diye benim de onun hakkında
yalan söylemem helal olmaz. Çünkü Allah Teala şöyle
buyurdu: ''Bir kavme olan öfkeniz sizi adaletten
alıkoymasın. Adaletli olunuz, bu takvaya en yakın
olandır.'' (52)
''La ilahe İllallah'' Diyen Cennete Girer
Ubade b. Samit Peygamber (s.a.v)'in şöyle dediğini
rivayet etmiştir. “Kim, Allah'tan başka ilah
olmadığına, eşi ve benzeri bulunmadığına,
Muhammed'in onun kulu ve Rasulü olduğuna, İsa'nın
da Allah'ın kulu ve Rasulü olduğuna ve Meryem'e
ilka eylediği kelimesi olduğuna ve kendisinden bir
ruh olduğuna, cennetin ve cehennemin gerçek
olduğuna şehadet ederse, Allah da onu -amellerine
bakmak suretiyle- cennetine kor.”(Buhari ve Müslim)
Ebuzer'in şöyle dediği rivayet edilmiştir. Peygamber
(s.a.v) şöyle buyurdu; “Hiç bir kul yok ki, lailahe
illallah deyip de bu hal üzere öldükten sonra cennete
girmesin.”
"Allah Teala, kendi rızasını gözeterek 'Lailahe
illallah' diyen bir kimseye cehennem ateşini haram
kılmıştır."
Enes (r.a) Peygamber (s.a.v)'in şöyle dediğini rivayet
etmiştir. "Lailahe illallah" deyip (Allah’tan başka
tapınılanları
reddeden)
cehennemden
çıkar.
Kalbinde bir hardal tanesi(zerre) kadar iman
bulunsa da.” (Buhari ve Müslim)
Yine Enes (r.a.)'den rivayet
Peygamber şöyle buyurmuştur:
edildiğine
göre
Hz.
"Kalbinde buğday tanesi kadar hayır bulunduğu
halde "lailahe illallah" diyen bir kimse (bile)
cehennemden çıkacaktır."(Buhari)
Buhari ve Müslim'de geçen bir de şu hadis vardır. Ebuzer
(r.a) Peygamber (s.a)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir.
"Cibril Peygamber (s.a.v)'e geldi ve şöyle dedi;
Ümmetini müjdele; ümmetinden kim Allah'a şirk
koşmadan ölürse cennete girecektir. Ben de şöyle
dedim; peki ya zina ya da hırsızlık etse de mi? O da;
(evet) zina ve hırsızlık etse de, (cennete girecektir)
buyurdu.”
Sahih-i Müslim'de geçen ve Ubade'den rivayet edilmiş bir
hadiste de Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır.
"Allah'tan başka ilah bulunmadığına, Muhammed'in
de gerçekten Allah elçisi olduğuna şehadet eden
kimse
üzerine
Allah,
cehennemi
haram
kılar."(Müslim)
Bazı Âlimlerin ''Tekfir'' Hakkındaki Nasihatleri
Şeyhu'l-İslam İbni Teymiye'den ("Mecmuati'r-Resail ve'1Mesail" kitabının 5. cildinin 199-201 sayfalarında):
"Hiçbir müslümanı işlemiş olduğu bir fiil veya ehl-i
kıblenin hakkında münakaşa ettiği meseleler gibi herhangi
bir meselede düşmüş olduğu hata yüzünden tekfir etmek
caiz değildir. Hz. Peygamber (s.a.s.)'in kendileriyle
savaşılmasını emrettiği, Raşid Halifelerden biri olan
mü'minlerin emiri Hz. Ali b. Ebi Talib'in savaştığı ve
sahabe, tabiin onlardan sonraki din büyüklerinin
kendileriyle savaşılmasının gerekliliği hususunda ittifak
ettikleri Haricileri, Hz. Ali, Sa'd b. Ebi Vakkas ve diğer
sâhabiler tekfir etmediler. Aksine, onlarla savaşmalarına
rağmen onları müslümanlardan saydılar. Hz. Ali onlar
haram olan kanı akıtmadıkça ve müslümanların mallarına
baskın yapmadıkça onlarla savaşmadı. Hz. Ali, onlar kafir
oldukları için değil, onların zulümlerini ve taşkınlıklarını
defetmek için onlarla savaştı. Bu sebeple de onların
ailelerine el atmadı ve mallarını ganimet olarak almadı.
Peki, bu sapıklıkları nass ve icma ile sabit olanlar, Allah
(c.c.) ve Rasulü'nün onlarla savaş yapılması emrine
rağmen tekfir edilmiyorsa, nasıl olur da onlardan en âlim
olanlarının bile hakkında yanıldıkları meseleler hususunda
hakkı şaşıran çeşitli taifeler tekfir edilebilir? Bu taifelerden
hiçbirinin diğer bir taifeyi tekfir etmesi helal değildir.
Çünkü Haricilerin bid'atleri, daha büyük bid'atlerdir.
Gerçek şudur ki, onların hepsi ihtilafa düştükleri
meselelerin hakikatini bilmiyorlardı.”
"Aslolan, müslümanların kanlarının, canlarının ve
namuslarının birbirlerine haram olduğudur. Bunlar ancak
Allah'ın ve Rasulü'nün izni ile helal olabilir."
"Eğer bir müslüman savaş veya tekfir hususunda te'vil
edilebilir bir konuma sahip ise, o zaman tekfir edilmez.
Nitekim Hz. Ömer b. el-Hattab, Hatib b. Ebi Beltaa
hakkında şöyle demişti:
"Ya Rasulallah, izin ver de bu münafığın boynunu
vurayım!" Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle
buyurmuştu:
"Şüphesiz o, Bedir savaşına katılmıştır. Sen nerden
biliyorsun, belki Allahu Teala Bedir ehlinin böyle
yapacağını bildiğinden dolayı "Dilediğiniz gibi amel
edin, şüphesiz ben sizi bağışlarım" ayetini onlar
hakkında buyurmuştur." Bu hadis, Sahihayn'da
geçmektedir.
Yine sahihayn'da geçtiğine göre, Üseyd b. el-Hudeyr, Sa'd
b. Ubade'ye: "Sen münafıklar hesabına bizimle mücadele
eden bir münafıksın!.." demiş ve bunun üzerine Evs ve
Hazrec kabileleri münakaşaya başlamıştılar. Bunun
üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.) iki grubun arasını düzeltti.
İşte şu Bedir Savaşına katılanlar ki, onlardan biri diğerine
"sen münafıksın" diyor. Fakat Hz. Peygamber ne onu ne
de bunu tekfir etmiyor, aksine hepsinin de cennete
gireceğine şahitlik yapıyor.
Yine bunun gibi selef de Sıffın, Cemel ve diğer bir takım
savaşlarda birbirleriyle savaşmıştılar. Fakat hepsi de
müslüman idiler ve mü'min idiler. Nitekim Yüce Allah
şöyle buyurmuştur:
"Şayet mü'minlerden iki taife birbirleriyle
savaşırlarsa onların aralarını bulup düzeltin."
Yine yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Muhakkak ki mü'minler kardeştirler. Öyleyse
kardeşlerinizin arasını bulup düzeltin"
"İşte
Allahu
Teala,
onların
birbirleriyle
savaşmalarına ve birbirlerine haksızlık yapmalarına
rağmen onların mü'min kardeşler olduklarını beyan
etmiştir ve onların aralarının adaletle ıslah
edilmesini emretmiştir."
Yine Şeyhu’l-İslam İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der:
“Kur’an, sünnet ve icmaya göre küfür olan söz için mutlak
olarak küfür olduğu söylenir. Şer’i deliller buna delalet
eder. Allah ve Resulü’nden alınan hükümler, insanların zan
ve heveslerine göre kullanacakları hükümler değildir.
Ancak tekfirin şartları sabit oluncaya ve engelleri ortadan
kalkıncaya kadar bu sözü söyleyen herkes için kafir
olduğunun söylenmesi gerekmez.” (53)
İmam Şevkani'den:
"Bil ki, bir müslümanın İslam dininden çıktığına ve küfre
girdiğine hükmetmeye yönelmek gündüzün güneşinden
daha açık bir delil olmadıkça, Allah'a ve ahiret gününe
iman etmiş olan hiçbir müslüman için gerekli değildir.
Çünkü sahabeden bir grubun tarikiyle rivayet edilmiş
sahih birçok hadislerde, "Her kim kardeşine "ey kafir"
derse, mutlaka ikisinden biri bunu hak eder" ibaresi
sabit olmuştur.
"Sahih-i Buhari'de hadis böyledir. Sahihayn ve diğer hadis
kitaplarında şu ibare de geçmektedir: "Her kim bir adamı
küfür ile çağırırsa veya ona "ey Allah'ın düşmanı
derse", o adam da böyle değilse, mutlaka ikisinden biri
kafir olur."
Bu hadiste ve bu husus üzerine varid olan diğer hadislerde
tekfirde acele etmede çok müthiş bir tehdit ve çok büyük
bir öğüt vardır.
Allahu Teala da şöyle buyurmuştur:
"Kalbi imanla tatmin olduğu halde baskı halinde
zorlanan hariç, kim imanından sonra Allah'a (karşı)
inkara sapıp da göğsünü küfre açarsa, işte onların
üstünde Allah'tan bir gazap vardır ve büyük azap
onlarındır."(en-Nahl: 16/106.)
Buna göre (birisini tekfir etmek için) göğsün küfre
açılması, kalbin küfürle tatmin olması ve nefsin onunla
teskin olması gerekmektedir. Bu sebeple sahibinin
kendisiyle İslam dininden çıkıp küfür dinine girmeyi irade
etmediği şirk yollarından biriyle vaki olan düşüncelere,
ondan sadır olan küfri davranışlara ve müslümanın
ağzıyla söylemiş olduğu fakat manasına inanmadığı
lafızlara, özellikle de bunların İslam yoluna muhalif
olunduğunun
bilinmemesi
durumunda
itibar
edilmez.(Geçerli sayılmaz)'' (54)
İmam Nevevi'den: ("Şerhu Müslim" isimli kitabında)
"Bil ki, hak mezheb mensuplarına göre, herhangi bir
günah sebebiyle hiç kimse tekfir edilmez. Yine ehl-i heva ve
bidatten olan Hariciler, Mutezililer, Rafiziler ve diğer fırka
mensupları da tekfir edilmezler. Fakat bir kimse İslam dini
açısından zaruriyet olarak bilinen şeyleri bilerek inkar
ederse, onun mürted olduğuna ve küfre girdiğine
hükmedilir. Ancak daha yeni müslüman olmuşsa veya
İslam'dan habersiz uzak bir yerde (çölde) yaşıyorsa veya
bunun gibi gerçeğin kendisine gizli kaldığı bir kimse ise,
tekfir edilmez. Eğer bu kişi zaruriyeti inkar etmenin küfür
olduğunu öğrenip, bunları inkar etmeye devam ederse, o
zaman kafir olduğuna hükmedilir. Bunun gibi, zinayı,
içkiyi, katli ve bunlar gibi haram olduğu zaruri olarak
bilinen diğer haramları helal kılanın da kafir olduğuna
hükmedilir.'' (55)
İmam Gazzali'den:
"Araştırmacının meyletmesi gereken, hak gördüğü yoldan
tekfir etmekten onları istisna yapmasıdır. Çünkü açıkça
"lailahe illallah" diyerek kıbleye yönelip namaz kılanların
canlarının ve mallarının mubah olduğunu söylemek
hatadır. Bin kafirin hayatta kalmasında hataya düşmek,
bir müslümanın kanından bir şişe akıtma hatasını
işlemekten daha ehvendir.''
Bir müslümanın te'vil ve hata sonucu küfre düşmesi
hakkında da şöyle demektedir:
"Te'vil hususunda hataya düşmenin tekfiri gerektirdiği
hakkında bize hiçbir nass sabit olmamıştır. Bu sebeple,
böyle bir iddiada bulunanın delil getirmesi gerekir.
Halbuki bize "lailahe illallah" demekle kesin olarak can ve
malın korunmasının sağlanacağı hakkında nasslar sabit
olmuştur. Delil ya asıldır veya asl üzerine kıyastır. Asıl da
açık şekilde (dini) tekzib etmektir. (Dini hakikatleri) tekzib
etmeyen(Yalan saymayan) kimse hiçbir zaman tekzib
edenlerin kapsamına alınmaz. Ve o, kelime-i şahadeti
söylemekle ismetin (canını ve malını korumanın) kapsamı
altında kalmaya devam eder." (56)
Hanefi Âlimlerinden
Hanefi mezhebinin kitaplarından "Camiu'l Fusuleyn"de
şu ibare geçmektedir:
"et-Tahâvi ashabımızdan rivayet etmiştir ki: Bir kişiyi
müslüman eden şeyleri, bilerek inkar etmesinden başka bir
şey imandan çıkarmaz. Sonra bilinmelidir ki, riddet olduğu
yakın olarak bilinen bir şey yapıldığı zaman birisinin
mürted olduğuna hükmedilir. Riddet olup olmadığında
şüphe bulunan şeyler sebebiyle ise bu hüküm verilemez.
Çünkü İslam sabit olan bir şeydir ki, şüphe ile zail olmaz.
Aynı zamanda İslam üstündür, (başka bir şey ona üstün
olmaz). Bir âlime bu konu getirildiği zaman, ehl-i İslam'ı
tekfir etmeye acele etmemelidir.”
"el-Fetâvâ'i-Hayriyye" (Hanefiler) de şu sual vardır: Kadı
bir adama "şeriate razı ol" dediği zaman, o da "kabul
etmem!" dedi. Bu sebeple bir müfti onun kafir olduğuna
ve karısının kendisinden ayrılmış olduğuna fetva verdi.
Acaba bununla onun kafir olduğu sabit olur mu?
Bu soruya, âlimin ehl-i İslam'ı tekfir etmeye acele
davranmaması gerektiği ve o adamın tazir edilmesi ve
cezalandırılması gerektiği cevabı verilmiştir. Burada bu
çirkin kelimeye benzer kelimeleri söyleyenlerin kafir
olduğu hükmü verilmemiştir. Çünkü onun bu sözü,
şeriate karşı kibirlenerek veya onu kerih görerek değil,
hasmına karşı aşırı şekilde gazaplanarak söylemiş
olabileceği ihtimali vardır. (57) (Şu ince düşünüşe bakar
mısınız!)
İbn Âbidin şöyle der: “Bir müslümanın kâfir olduğuna dair
doksan dokuz, Müslüman olduğuna dair de bir delil
bulunsa, müftünün veya kadı’nın Müslüman olduğuna
delâlet eden delil ile hükmetmesi daha uygundur.” (58)
PARLEMENTER İDAREDE GÖREV ALMA VE OY
KULLANMA MESELESİ
Bu risale de İslam davetçilerini muhatab aldığım için
meselenin onları ilgilendiren kısmına değinmen
istiyorum.
Müslümanlar bu meselede ihtilaf etmişlerdir. (Parantez
açmakta fayda görüyorum: ihtilaftan kastım sistemin
küfür olduğu ve reddedilmesinin gereği noktasında değil;
bu tarz sistemlerin ümmetin maslahatı için kullanılıpkullanılmama noktasındadır.) İhtiyat ilkesi gereği
müslümanların bu meselede tekfirden kaçınmaları
gerekir. Legal metodları 'vasıta' olarak kullanmada; buna
itikat etmediklerini belirten, bu vesile ile İslama hizmet
edeceklerini düşünen müslümanları tekfir etmeyi
'aşırılık' olarak niteliyorum. Çünkü bu müslümanların
niyetleri, İslama hizmet etme arzusudur. Onlar, Allah'ın
haram kıldığının haram, helal kıldığının da helal
olduğuna şeksiz inanmaktadırlar.Teşri (Kanun koyma)
yetkisinin sadece Allah'ın elinde olduğuna dair
inançlarında bir şüphe ve tereddüte yer yoktur. Onlar
mevcut düzeni de reddetmiş kişilerdir.
Mutedil olduğuna inandığım görüşü zikrettikten sonra
karşıt görüşlerin itirazlarını ele almak istiyorum.
Parlamenter sistemle idareye gelmeyi ve hizmet etmeyi
mutlak anlamda küfür olarak değerlendirip meşru
görmeyenler iki yönden itiraz etmektedirler.
1-Allah'a ait olan yasama hakkının meclise verilmesi,
İslam akidesine muhalif karar ve yasaların çıkarılması.
2-Muhtevasında küfür sözler barındıran cümleler ile
yemin edilmesi.
Şimdi bu itirazları inceleyelim.
Birinci itiraz:
Söz konusu birinci maddeye gelince öncelikle şunu ifade
etmeliyim ki teşri noktasında Allahtan başkasının teşri
yetkisine sahip olduğuna itikat edilmemektedir. Aksi
halde bu şekilde bir itikadın sahibini küfre düşüreceği
noktasında bir şüphe yoktur.
İslam akidesine muhalif karar ve yasaların çıktığı
doğrudur fakat çıkan her karar ve yasanın da İslama
muhalif olduğu kesinlikle söylenemez. Gözden kaçırılan
diğer önemli bir nokta ise parlamentoya girenler
diledikleri yasayı onaylayıp-onaylamama hususunda
hürdürler. İslam aleyhinde çıkacak karar ve yasaları
tasvip etmeleri onaylamaları, reaksiyon göstermemeleri
küfürdür. Ancak muhalif yasalara reaksiyon gösterip
itiraz edildiği veya karşı çıkılması halinde bu sakınca ve
şüphenin izale olacağı muhakkaktır. Merhum Seyyid
Kutub’un da dikkat çektiği gibi, böyle yerlerde (İslam
aleyhinde konuşulan yerlerde) Müslümana karşı atağa
geçme düşer onlara gereken cevaplar verilir, yaptıkları
konusunda kamuoyu bilgilendirilir. (59)
İkinci itiraz:
Öncelikle bu tarz yeminlerin şer'i yemin olmadığını ifade
etmek isterim. Bilindiği gibi, şer'i yemin sadece Allah'ın
sıfatlarına ya da Kur'an'a yapılır. O yüzden bunlar elfaz-ı
küfür veya sakıncalı ifadeler kabilinden sayılır. İslam
uleması, müslümanların maslahatı söz konusu olunca bu
tür ifadelerin kullanılabileceğini belirtmişlerdir.(60)
İbnül Kayyim bu konuda şunları der: “İslam ve
Müslümanların maslahatı söz konusu ise kalbin
reddetmesi kaydıyla, zahiren küfrü çağrıştıran sözleri
kullanmada bir sakınca yoktur. Muhammed b.
Mesleme'nin Hz. peygamber hakkında sarf ettiği cümleler
bu türdendir.”(61) Şöyle ki: Yahudi Ka'b b. Eşref, Hz.
Peygamber ve müslümanlara karşı savaş ilan edince,
Ashap onun etkisiz hale getirilmesi için Hz.
Peygamber'den müsaade istedi. Hz. Peygamber, bu
maksatla Muhammed b. Mesleme ile Ebu Naile'yi
görevlendirdi. Muhammed b. Mesleme, ''Ey Allah'ın
Resulü, Ka'b'ın hakkınızda hoşlanacağı bir şeyi
söylememe müsaade buyurur musunuz?'' dedi. Hz.
Peygamber, ''İstediğini söyleyebilirsin.'' buyurdu.
Muhammed b. Mesleme, Yahudi Ka'b'i etkisiz kılmak
gayesiyle zahiren küfür olan bazı ifadeler kullandı.
Onlardan bir tanesi şuydu: ''(Hz. Peygamber'i kast
ederek) Şu kişi bizden sadaka istedi, bizi güç durumda
bıraktı, vergi altında ezdi. Bu nedenle sana geldik.''(62)
Muhammed b. Mesleme'nin Hz. Peygamber hakkında
kullandığı ifadeler aslında küfür sözlerdir. Ancak Hz.
Peygamber maslahat için kendisine izin verdi.
Maslahat için elfaz-ı küfrün sarf edilebileceğini gösteren
diğer bir delil de şudur: Mekke'nin fethi esnasında
Haccac b. İlad adındaki sahabi Hz. Peygamber’e gelerek,
''Ey Allah'ın Resulü! Mekke'de akraba ve yakınlarım var.
Onlara gitmek istiyorum. (Malımı
getirebilmem
amacıyla) aleyhinizde konuşmam caiz olur mu?” dedi. Hz.
Peygamber aleyhinde konuşmasına izin verdi.(63)
Hz. Peygamberin aleyhinde konuşmak şüphesiz ki
küfürdür. Ancak maslahat söz konusu olduğundan Hz.
Peygamber buna müsaade etti. (64)
Bazı kardeşlerimiz alıntıladığımız yerlerin sarih küfür
olmadığını dolayısıyla bunların geçerli bir delil
olamayacağını ileri sürebilir. Fakat kendilerinin biraz
düşünmelerini istiyoruz. Zira bunlar doğrudan olmasa da
dolaylı olarak küfrü çağrıştıran ifadelerdir. Zaten
buradaki gayede karşı tarafa küfür ehlindenmiş gibi
görünerek
müslümanların
maslahatını
temin
edebilmektir. En azından bu deliller bir müslümanın
tekfirini önlemek için yeterlidir. Bu tarz bir metod; her
ne kadar İslamın hareket ruhuna uymasa da ve nebevi
metodun dışında kalmış olsa da müslüman kardeşlerin
bu noktada tekfir edilmemesi gerekir. Aksi halde bu
vebali gerektirir ki müslümanların bundan imtina etmesi
gerekir.
Partisel bir yöntemin (eğer akidevi tavizler istemiyorsa)
kullanılabileceğini düşünüyoruz. Fakat bunu Türkiye
konumunda değerlendirdiğimizde müsbet bir yaklaşım
gösteremiyoruz. Çünkü verilecek olan tavizler
akidedendir ve akideyi zan altında bırakacaktır. O
yüzden bu tarz bir metodun (Türkiye'de) İslamın
hareket ruhunu zedeleyeceğini düşünmekteyiz. Fakat
başka bir ülkede akidevi tavizler verilmiyor; haramlara
bulaşılmıyorsa
neden
bu
(partisel)
yöntem
kullanılmasın?
İslam âlimlerinden, Mevdudi bu şartlar çerçevesinde
böyle
bir
yöntemi
benimsemiş
ve
bunun
uygulanabileceğini göstermişti.
Fakat söz konusu ettiğimiz yöntemin Türkiye şartlarında
(eğer değişim göstermezse) benimsenmesine imkan
yoktur. Çünkü istenilen tavizde ne bir sınır ne de bir son
vardır. Sadece Müslümanların imanlarını yıpratır; eksiltir
ve belki de bu eksiliş süreci imanın yok oluşuna kadar
devam eder. Bazı kardeşlerimiz bu ifadelerimi aşırı
görebilebilir. Fakat atmosferi küfür olan bir ortamda
iman varlığını idame ettiremez.
Sistemi reddetmekle beraber ''Kötünün iyisini getirmek
için oy veriyorum...'' diyen Müslüman kardeşlerimizi de
bu kapsamda değerlendiriyoruz. Kendilerini tekfir
etmiyor bu yolun yanlışlığını; bir sonuç getirmeyeceğini
söylüyoruz. Allah bizlerden kötünün iyisine değil en iyiye
uymamızı istiyor.
''Tağuta kulluk yapma (eğilimin)den kaçınanlara ve
Allah'a yönelenlere (öteki dünya için mutluluk)
müjdeleri vardır. Öyleyse Muştula kullarıma! O
kullarım ki, sözü dinlerler sonra da onun en iyisine
(en açığına ve en kuvvetlisine) uyarlar. İşte bunlar
Allah’ın kendilerine hidayet verdiği kimselerdir ve
bunlar gerçek akıl sahibleridir.'' (Zümer,17-18)
Tağut Üzerine
Bu kavramı kitap çalışmasına almamın nedeni tekfirde
dengesizliğin sebeplerinden birisinin de bu kavramın
yeterince anlaşılmaması olduğunu düşünüyorum. Bu
kavram gereği gibi bilinirse iman ve küfrün sınırlarının
çizilmesi daha da kolaylaşacaktır.
Günümüzde bu kavram üzerinde birçok spekülasyonlar
bulunmaktadır. Bazıları Kur'an'ın üzerinde ısrarla
durduğu bu kavramı gündemine bile almazken hatta
almak zorunda kaldıklarında yalan tevillerle başlarından
savmak isterlerken ; bazı kardeşlerimizde her şeyi
''tağut'' olarak algılamış ve tağut'a itaat kapsamına giren
her şeyi tağut'a kulluk olarak değerlendirmiş, böylece
ifrata düşmüşlerdir. Elbette ikinci grubu, birinci gruba
kıyas bile etmiyoruz. İkinci gruptakiler sadece ''yanlış''
yaparlarken; birinci gruptakiler, sözlerine ''yalan''
karıştırmışlardır. Yanlışın, yalana nazaran daha kabul
edilebilir olmasının nedeni muhtevasında ''kasıt''
bulundurmamasıdır. Hata yapmak ise zaten biz kulların
yapabileceği bir şeydir. Yapılması gereken ise hata
olduğu açığa çıktıktan sonra hatada ısrar etmemektir.
Hatada ısrar etmek hatanın ''hoş görülebilir'' oluşuna
gölge düşürür.
Tağut, kelime olarak haddi aşan, azan, hakikatten sapan,
taşkınlık gösteren gibi anlamlara gelir; Istılahta ise
Allah'a isyan eden demektir. Kişiyi Allah'a kulluktan
engelleyen (İnsan, Şeytan vb.) her şey de bu kapsama
girer.Yine İslam nizamını reddederek yerine kendi
normlarını getirme cüreti gösterenlerde bu kelimenin
kapsamındadırlar.
Şunu belirtelim ki ''Tağut'' bazı müfessirlerin söylediği
gibi mücerret olarak ''şeytan'' anlamına gelmemektedir.
Nisa-76'da şeytan ve tağut kelimelerinin ayrı ayrı
gelmesi bunun delilidir. Şeytan sadece bu kapsamın
dâhilindedir. Bunun yanında putlar, tağut değildir.
Putlara tağut demenin doğru bir tespit olmadığını
düşünüyoruz. Çünkü putlar cansız birer varlıktır. Onların
herhangi bir fonksiyonu yoktur.
Bu bilgiler ışığında söz konusu kavram hakkında Kur'anı
Kerim'den bazı ayetler aktaralım:
''İman edenler Allah yolunda inkar edenler tağut
yolunda savaşırlar. Şeytanın yardakçılarıyla savaşın,
çünkü şeytanın hilesi zayıftır.'' (65)
''Kim tağutu inkar edip Allaha inanırsa...''(66)
''Biz her kavme 'Allah'a kulluk edin tağuttan kaçının'
diye bir peygamber gönderdik.'' (67)
''Oysa
kendilerine
emredilmişti.'' (68)
tağutu
inkar
etmeleri
Bu ayetlerden açıkça anlaşılacağı üzere tağutu inkar
etmeyen Allah'a iman etmiş sayılmaz. Kişinin sağlam bir
imana sahip olabilmesi için tağutu inkar etmesi
gerekmektedir. Daha net bir ifade ile Allah'a imanın
geçerli olabilmesi için ilk şart tağutu inkar etmektir. Bir
müslüman, gönlünde ilah (ibadet edilmeye layık tek
varlık) olarak Allah'ı görmelidir. Bununla beraber
Hayatının her alanında İslam'ın hükümlerinin geçerli
olmasını arzu etmelidir.
Buraya kadar bir kimlik tanımı verdikten sonra şunu
belirtelim ki; tağutu inkar etmek (reddetmek) tağuta
resmi yönden bağlı olan her şeyi reddetmek demek
değildir.
Yani tağutun şeytani otoritesini reddederek itikadi bir
sapmaya girmeyen müslümanların karşılaştıkları kanun,
kural veya emir, tağutun belirlediği bir hüküm olmasına
rağmen, müslümanların şer'an menedildiği bir hüküm
veya kanun değilse, bunlara şartlar gereği itaat eden bir
müslüman küfre girmez. Bununla beraber söz konusu
''tağut'' İslama muhalif olmadan insani bir çıkış
yapıyorsa bu hareketinin desteklenmesinin küfür olması
bir yana bizzat desteklenmesi gerekir. Bununla söz
konusu ''tağut'' olan kişi ya da kuruluşun kendisinin
tamamen desteklenmesini kastediyor değilim; sadece
belirttiğim İslama muhalif olmayan söz konusu ''insani
çıkışı'' desteklemelidir, diyorum. Buna Efendimizin (s)
Peygamberliğinden
önce
katılmış
olduğu
ve
Peygamberliğinden sonra da ''Yine olsa yine katılırdım.''
dediği 'hılful fudul' teşkilatı bir örnektir.
Diğer mesele ise söz konusu tağutun hükmü Allah'ın
hükmüne muhalif olmakla birlikte bir müslüman mecbur
kaldığı için itikat etmeden sadece ameli olarak tağuta,
tabii oluyorsa bu müslümana da asla kafir denilemez. Bu
konuda Hasan el Hudaybi Şunları söyler:
“Tâğut'a ittiba eden (tâbi olan, uyan) kâfirdir" demeye
gelince, bu cümlenin yorumlanması ve açıklanması
gerekir... Eğer ittiba Allah'tan başkasına mutlak olarak
inkıyad edip bağlanmak ve ona itaat etmek anlamında
olursa, bu mânâda tâbi olan kimse tartışmasız olarak kâfir
olur. Ama bu tâbi oluş yalnızca amel ile olup mutlak olarak
bağlanmanın zarûretine itikad etmek söz konusu
olmazsa... Bu mânâda tâbi olan ve itaat eden kimse sadece
âsîdir, kâfir değildir. İşleyen kişiyi kâfir yaptığına ve sadece
ameli dolayısıyla bile olsa, ondan iman sıfatını
kaldırdığına dair nass vârid olan hususlar ise bundan
müstesnâdır." (69)
''Kim
Allah'ın
indirdiği
ile
''Ayet(ler)ine Mutedil bir Yaklaşım
hükmetmezse...
Ayet(ler) üzerinde geçmişte birçok spekülasyonlar olmuş
ve bu spekülasyonlar günümüzde de devam etmektedir.
Söz konusu ayetleri daha iyi idrak edebilmek için öncesi
ve sonrası ile buraya aktarıyoruz:
“Gerçek şu ki, biz Tevratı, içinde bir hidayet ve nur
olarak indirdik. Teslim olmuş peygamberler,
Yahudilere onunla hükmederlerdi. Bilgin-yöneticiler
(Rabbaniyyun) ve yüksek bilginler de (Ahbar),
Allah'ın kitabını korumakla görevli kılındıklarından
ve onun üzerine şahidler olduklarından (onunla
hükmederlerdi.) Öyleyse insanlardan korkmayın,
benden korkun ve ayetlerimi az bir değere karşılık
satmayın. Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte
onlar, kâfir olanlardır. (70)
Biz onda, onların üzerine yazdık: Can'a can, göze göz,
buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve (bütün)
yaralara (karşılık da) kısas vardır. Ama kim bunu
sadaka olarak bağışlarsa o kendisi için bir kefarettir.
Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar,
zalim olanlardır. (71)
Onların (Peygamberlerin) ardından yanlarındaki
Tevrat'ı doğrulayıcı olarak Meryem oğlu İsa'yı
gönderdik ve ona içinde ve hidayet ve nur bulunan,
önündeki Tevrat'ı doğrulayan ve muttakiler için yol
gösterici ve öğüt olan İncil'i verdik. (72)
İncil sahipleri Allah'ın onda indirdikleriyle
hükmetsinler.
Kim
Allah'ın
indirdiğiyle
hükmetmezse, işte onlar, fasık olanlardır. (73)
Sana da kendinden önceki Kitabı doğrulayıcı ve onu
kollayıp koruyucu olarak Kitabı gerçekle indirdik.
Artık onların aralarında -Allâh'ın indirdiğiyle
hükmet ve sana gelen gerçekten ayrılıp onların
keyiflerine uyma! Sizden her biriniz için bir şeri'at ve
bir yol belirledik. Allâh isteseydi, hepinizi bir tek
ümmet yapardı, fakat size verdiğ(i ni'met)ler(i)
içinde sizi sınamak istedi. Öyleyse hayır işlerine
koşun, hepinizin dönüşü Allah'adır. O size ayrılığa
düştüğünüz şeyler(in hakikatin)i haber verecektir.
(74)
Aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet ve onların
hevalarına uyma, Allah'ın sana indirdiklerinin bir
kısmından seni şaşırtmasınlar diye onlardan sakın.
Şayet yüz çevirirlerse, bil ki, Allah bir kısım
günahları nedeniyle onlara bir musibeti tattırmak
istemektedir. Şüphesiz, insanların çoğu(Allah'ın
indirdikleri ile hükmetmedikleri için) fasıktırlar.(75)
Yoksa cahiliye hükmünü mü arıyorlar? Kesin bilgiyle
inanan bir topluluk için hükmü, Allah'tan daha güzel
olan kimdir?” (76)
Görüldüğü gibi Kur'an, Allah'ın indirdiği ile
hükmetmeyeni üç kategoride değerlendiriyor. Bunlar;
Kafir,Zalim ve Fasık. Bunların nasıl anlaşılması gerektiği
konusunda âlimlerden muhtelif nakiller ve görüşler
okuyoruz. Bunlardan bazılarını aktaralım:
İbni Abbas'tan (r.a.) şöyle bir nakil vardır: "Kasden inkar
ederek Allah'ın hükümleriyle hükmetmeyen kimseler
kafirdir. Kabul ettiği halde (inkar etmediği halde) onunla
hükmetmezse zalim veya fasık (günahkar) olur."
Yine İbni Abbas'tan (r.a.) buradaki küfrün dinden çıkarıcı
bir küfür olmadığına dair yani küçük küfür olduğu dair
bir rivayet daha vardır. İbn Abbas'tan (r.a.) gelen
rivayetlerde her ne kadar bazı spekülasyonlar olsa da bu
konuda diğer sahabe ve tabiin ehlinden benzer manada
rivayetlerde vardır.
Bunların hepsi de esasında kendi bütünlüğünde isabetli
görüşlerdir. Fakat dikkat edilmesi gereken nokta frekansı
karıştırmamaktır. Yani bu görüşleri kendi bütünlüğünde
ve bağlamında değerlendirmek gerekir. Söz gelimi bir
İslam devletinde Kadılık (hâkimlik) yapan bir Müslüman
hevesine uyarak rüşvet almış veya bir yakınını kayırarak
Allah'ın indirdiği ile hükmetmemiş olabilir. Bu
Müslümanın yapmış olduğu vakıayı
küfürle
değerlendirmek bir hata olacaktır. Belki burada isabetli
olan görüş, zulmetmiş (zalim) olmasıdır. Diğer bir nokta
ise bazı kardeşlerimizden duyduğumuz ''Biz bu kimseleri,
Allah'ın indirdikleri ile hükmetmedikleri için değil; Allah'ın
indirdiklerinin gayrısı ile hükmettikleri için tekfir
ediyoruz'' şeklindeki sözlerinin üzerinde biraz tefekkür
etmelerini
istiyorum.
Gelişi-güzel
şekilde
düşünüldüğünde gayet mantıklı bir temel üzerine
kurulmuş bir cümle gibi görünen bu söylem, derinsel
düşünüldüğü takdirde bir paradoksun olduğunu size
sezdirecektir. Zira, Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyen
kadı; Allah'ın indirdiğinin gayrısı ile hükmedecektir. Aksi
halde davanın düştüğü ve hakkında bir hüküm
verilmediği sonucuna gidilir ki bu da son derece absürd
bir çıkarımdır. Bununla beraber bir hata veya yanılma
nedeniyle Allah'ın indirdiğinin gayrısı ile hükmeden
kimse ise hadiste belirtildiği üzere (Allah'ın hükmünün
gayrısı ile hüküm verse bile) verdiği hükümden dolayı bir
günah değil; sevap alacaktır.
Bu konuda Tahavi Akaidi şarihi şunları söyler:
''Allah'ın indirdiğiyle hükmetmemek küfür de olabilir,
büyük ve küçük günah da. Eğer küfür olursa ya bu mecazi
olur ya da küçük küfür olur. Bu hükmedenin durumuna
bağlıdır. Eğer o kimse Allah'ın indirdiğiyle hükmetmenin
farz olmadığına, onu uygulamakla uygulamamak arasında
muhayyerlik bulunduğuna inanıyor ya da onun Allah'ın
hükmü olduğunu iyi bildiği halde o hükmü küçümseyip
hafife alıyorsa işte bu en büyük küfürdür. Yok eğer Allah'ın
indirdiğiyle hükmetmenin farziyyetine ve hayatta onunla
amel edilmesinin gereğine inanıyor, bununla beraber onu
uygulamaktan vazgeçiyor ve bundan dolayı haram
işlediğini ve uhrevi cezayı hak ettiğini itiraf ediyorsa bu
kimse Allah'a isyan etmiştir. Onun küfrü hakiki değil
mecazidir, küçük küfürdür. Yok, Allah'ın o konudaki
hükmünü bilmiyor, tüm arama ve taramalarına rağmen o
konuda bir ilahi nas bulamamaktan dolayı bütün gayret ve
çabasına rağmen hatalı bir içtihada varıyorsa, bu hatadır.
Onun için içtihadında da ecir vardır ve hatası da affedilir.''
(77)
Tabi bu kimselerden kastımızın Müslümanlar olduğunu
vurgulamam gerekiyor. Zira Allah'ın sistemini arkalarına
atmış ve İslami hükümlerin (bir kaçını istisna edersek)
bütün hükümlerini yürürlükten kaldırmış günümüz
yöneticilerini ''Müslüman'' kategorisine alamam. Zira
bunlar Allah'ın bir kaç hükmünü uygulamamaktan ziyade
dini devletten tamamen tecrit etmişlerdir. Diğer bir
nüans ise günümüz yöneticileri söz konusu batıl
ideolojilerine meşruluk vasfı kazandırmaktadırlar.
Hasan el-Hudaybî bu konuda der ki:
“Bir şeye veya bir işe Allah’ın emrine muhalif olduğu halde
meşruluk vasfı kazandırarak hükmeden kimseye gelince;
bu kimse −icmaen− Allah’a ve Rasûlüne muhalefet etmeyi
caiz görmüş, kendisi için malum olan nassı yalanlamış,
küfre ve şirke düşmüştür.” (78)
Dikkat edilmesi gereken diğer bir nokta ise: Müslüman
bir yöneticinin nasları (ayet ve hadisleri) müslümanların
maslahatına uygun olarak yorumlaması,
kesinlikle
Allah'ın
indirdiği
ile
hükmetmeme
olarak
değerlendirilemez.
Hz. Ömer'in uygulamaları buna
örnektir.
Mesela: Hz. Ömer'in ayetle sabit olduğu halde illetini
dikkate alarak müellefe-i kulub'a Efendimiz (s) ve Hz.
Ebubekir zamanında verilen zekatı kesip vermemesi,
kıtlık zamanında hırsızlara el kesme cezasını
uygulamaması, ayet tarafından caiz olduğu kesin olduğu
halde bazı siyasi gerekçelerle Müslüman erkeklerin
Hıristiyan kadınlarla evlenmesine izin vermemesi,
Rasulullah bir lafızda söylenen üç talakı kabul etmediği
halde Hz. Ömer'in kabul etmesi gibi. Müslümanların
maslahatını ve dinin ruhunu esas alan bu gibi hükümler,
Allah'ın indirdiği ile hükmetmeme değildir.
Ayeti gerçek anlamından kaydırarak ''Yalnızca Ehli kitabı
ilgilendirir bu ayetler'' diyenlere ise cevap verme lüzumu
görmüyor, herhangi bir şey söylemiyorum.
İslam Ahkamının Uygulanmadığı Devletlerde Görev
Alma Meselesi
Her meselede olduğu gibi bu meselede de toptancı
yaklaşımlar göstermek kişiyi doğru bir teşhise
götürmeyecektir. Bazı kardeşlerimizin söylediği gibi; ''Bu
sistem tağuttur dolayısıyla hiç bir kurumunda çalışılması
caiz değildir'' demek meseleyi anlayamamaktır. Bunun
kutbu olan görüşe de yani hiçbir şeyde mahsur görmeyen
zihniyete de katılmadığımızı belirtelim.
Burada meselenin özü yaptığınız işin keyfiyetidir. Yani
bir şeyin kötü ya da iyi olması resmi ya da gayri resmi
yollarla cereyan etmesi sebebiyle değil; işin kendisi ve
misyonu ile alakalıdır. Eğer yapmış olduğunuz iş bizzat
sistemin çekirdeğinde ve sistemin batıl misyonuna
destek verir bir konumda ise bu işinizin caiz olduğunu
söylemek şöyle dursun bir müslümanı oralarda görmek
bile istemeyiz. Fakat işiniz, sistemin misyonuna destek
verir nitelikte değil de sadece resmi yönden bir bağlılık
arz ediyorsa bunun caiz olduğu konusunda bir
tereddütte kapılmamalarını gönül rahatlığı ile
söyleyebiliriz.
Aksi halde tağutu reddetmek adına, tağuta bağlı tüm
kurum ve derneklerin bütün icraatlarını de reddetmek,
akla ve nakle dayalı bilinçli bir yaklaşım değildir.

Akla dayalı değildir,
çünkü, insanların meşru ihtiyaçlarını karşılayan
icraatlar, temiz aklın karşı çıkacağı veya reddedeceği
icraatlar değildir.

Nakle yani vahye dayalı değildir,
çünkü, Mekke müşriklerinin sosyal ve ticari alandaki
bazı müsbet icraatları, ilahi vahiy tarafından gündeme
alınarak yargılanmamış ve reddedilmemiştir.
Netice
olarak,
geniş
düşünülmesi
insanların
maslahatlarını ve meşru ihtiyaçlarını karşılayan kurum
ve derneklerin tüm icraatlarına ön yargıyla
yaklaşılmaması gerekir.
Şeyhülislam İbn Teymiyye de İslami ahkamın yürürlükte
olmadığı ülkelerde görev almanın, almamaktan daha
hayırlı olduğu söylemiş;Allahu Teala'nın her insana
imkanı nispetinde İslami vecibeleri yerine getirmesini
söylediğini vurgulamıştır.(79)
Biz de bu âlimin yaklaşımını doğru buluyor ve gönülden
destekliyoruz. Zira akidevi tavizler verilmiyorsa neden
Müslümanlar daha iyi konumda olmasın? Neden kolay
olanı tercih etmeyelim? Zor ile kolay arasında muhayyer
kaldığında Efendimiz, (s) tercihini kolay olandan yana
kullanmamış mıdır?(80) Ve biz neden (sünnet olanı terk
ederek) zor olana talip olalım?
Sözü bitirirken
Alıntılardan ve yorumlarımdan oluşan bu küçük kitap
çalışmamızda doğruya dair bir şeyler varsa bu Rabbimiz
olan Allah'a aittir. Yanlışlar ve hatalar varsa bu da insan
olmamız hasebiyle bize aittir.
Sultanu'l-ulema İzz b. Abdusselam beşer olması
hasebiyle bir defasında bir konuda yanlış fetva verdiğinin
farkına varmış. O günde medya ve iletişim araçları
olmadığından, Kahire sokaklarına çıkıp hatasını şöyle
düzeltmiştir: ''Ey ahali! Dün şu konuda yanlış bir fetva
vermiştim. Haberiniz olsun, onu düzeltiyorum. Onunla
amel etmeyin.'' (81)
Onlar, bizim kendilerini örnek aldığımız âlimlerimizdir.
Onların ortaya koymuş olduğu ''Görüş Ahlakı'' bizim için
en güzel örnektir.
Bununla beraber biz şunu da biliyoruz ki; havada kuş bile
tutsak her kesimi tatmin ve memnun edemeyiz. Hafız
Abdurrahman b. Batta'nın o duygusal seslenişinin tam
yeri olduğunu düşünüyorum. Kendisi zaman zaman şöyle
mırıldanırdı: ''İnsanların kafalarındaki şablona muhalefet
ettiğim zaman tepkiyle karşılaştım. Kitap ve sünnete ters
hareket eden şahısları eleştirdiğim zaman Harici olmakla,
Kur'an ve sünnetteki tevhid ile ilgili nassları aktarınca
Müşebbihe olmakla, imanın önem ve gücünden bahsedince
Mürcie olmakla, amelin öneminden bahsedince Keramiye
olmakla, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer'in faziletinden söz
edince Nevasib olmakla, Ehli Beyt'i sevdiğimi söyleyince,
Rafızi olmakla, Allah'ın sıfatları konusunda Selefi yöntemi
savunup Kur'an ve sünnet naslarını te'vil etmeyince Zahiri
olmakla, nasları te'vil ettiğimde Batıni ve Eş'ari olmakla,
aklı kullandığımda Mutezili olmakla, Vitir namazlarında
kunut okuduğumda Hanefi olmakla, sabah namazlarında
kunut okuduğumda Şafii olmakla itham edildim. Kısacası
ben, hangi kesime yaklaştıysam, muhalifleri bana
düşmanlık ettiler. Onlara tasannu edersem, Allah'ı
gücendirmiş olurum. Her şey onları razı etmeye bağlı.
Bunların hiçbiri bana Allah katında bir şey yapamaz. Ben
kitap ve sünnete bağlı kalmaya devam edeceğim. Allah'a
istiğfar ediyorum. O bağışlayandır, merhametlidir.'' (82)
Sözlerimizin Sonu Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamd
olsun demektir.
Tekfir Konusunda Yararlanılabilecek Kitaplar
1.Tekfir Meselesi, Hüseyin Yunus, Ahenk Y.
2. Tekfirde Aşırılık, Yusuf el-Karadavi, Şûrâ Y.
3. Dünden Bugüne Tekfir Olayı, Abdurrezzak
Samarraî, Vahdet Y.
4. Çağdaş Hâricîlik Düşüncesi Tekfir ve Hicret Cemaati
Örneği, Ahmet Celi, BeyanY.
5. Tekfirle İlgili 30 Risale, Ebû Muhammed Âsım elMakdisî
6. Haricî Edebiyatı, Yasin Kahyaoğlu, Uysal Kitabevi Y.
7. Tekfir Kavramı Hakkında Çok Yönlü Bir İnceleme,
Ferid Aydın, Basılmamış Çalışma
8. Mürtede Ait Hükümler, Numan A. Es-Samerraî,
Sönmez Y., s. 124-127
9. İrtidat ve Mürtedin Hükmü, Abdülhak el-Heytemî,
Hak Y.
10. Çağdaş Meselelere Fetvâlar, Yusuf el-Karadavi,
Ravza Y., c. 1, s. 159-198
11. Fetvâlar, Mevdudi, Nehir Y., II/126-129
12. Davetçiyiz Yargılayıcı Değil, Hasan el-Hudaybî,
İnkılab Y.
13. Kur’an’da Tevhid, Mehmet Kubat, Şafak Y., s. 122,
144, 146
14. Sulh Çizgisi, İbrahim Canan, TÖV. Y., s. 74-88
15. İman Risalesi, Mustafa İslâmoğlu, Denge Y., s. 4148
16. İman Küfür Sınırı, Ahmed Saim Kılavuz, Marifet Y.
17. İman, Şartları ve Onu Bozan Şeyler, Seyfüddin elMuvahhid, Hak Y., s. 286-305
18. Fıkıh Penceresinden Sosyal Hayatımız, Faruk
Beşer, Nûn Y., I/21-26
19. Tarihte ve Günümüzde Bağnazlık ve Yobazlık,
Mustafa Özçelik, Şahsi Y.
20. Dinde Ölçülü Olmak, Abdurrahman b. El-Luveyhık,
Kayıhan Y.
21. İslâm’da İnanç Sistemi, Ferit Aydın, Kahraman Y.,
s. 190-195
22. Küfür Sözler Bid’at ve Hurâfeler, Abdullah
Osmanoğlu, Yasin Y.
23. Elfâz-ı Küfür Küfür Sözler, Hüseyin Âşık, İlim Y.
/Demir Y.
24. İslâm’ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan
Y., s. 457-459; 640-641
25. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Eymen ed-DımaşkîÖmer Tellioğlu, Şamil Y., c. 3, s. 175-176; c. 4, s. 369372; Ömer Tellioğlu, c. 5, s. 262-267; Ahmed Özalp, c.
2, s. 232-233.
26. Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılab Y.,
s. 214
27. Mecmuâtu Buhûsin Fıkhiyye, Abdülkerim Zeydan,
Beyrut 1407/1986, s. 415-416
28. en-Nizâmu's-Siyâsî fi'l-İslâm, Abdülkerim Osman,
s. 66-67
29. Kur'an'ın Aktüel değeri Üzerine, Hikmet Zeyveli, 1.
Kur'an Sempozyumu, Bilgi Vakfı Y. s. 289, 293
30. Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y., c.
10, s. 170-172
31. Tefhimu'l Kur'an, Mevdûdi, İnsan Y., c. 2, s. 340
32. İslâm Ceza Hukukunda İdamı Gerektiren Suçlar,
Ahmet Yaşar, Beyan Y., s. 98
33. 1. Kur'an Sempozyumu, Mehmet Aydın, s. 353
34. 1. Kur'an Sempozyumu, S. Ateş, Bilgi Vakfı Y. s.
382-383
35. İslâm’da İnsan Hakları, Hayreddin Karaman, Ensar
Neşriyat, s. 72-73
36. Kur'an'da İnsan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu,
Pınar Y., s. 213-216
37. Tevhid, Muhammed Kutub, Risale Y.
38. İslâm Ceza Hukuku ve Beşerî Hukuk (et- Teşrîu’lCinî el-İslâmî), Abdülkadir Udeh, Beyrut, 2/708-710
39. İman ve Tavır, M. Beşir Eryarsoy, Şafak Y., s. 351354
40. Vahdete 7 Adım, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Y.,
s. 101-129
41. İstismar Edilen Kavramlar, Abdullah Palevi, Şahsi
Y., s. 49-60, 271-280,339-350
42. Kur'an Ölçülerine Göre Mü'min, Kâfir, Münâfık,
Ahmed Taşgetiren, Büşra Y.
43. Kur'an'da İnsan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu,
Pınar Y. s. 11-104
44. Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y.
s. 339-352
45. İnançla İlgili Temel Kavramlar, Mehmet Soysaldı,
Çağlayan Y. s. 40-63
46. İman; Seyfuddin el-Muvahhid, Hak Y. s. 249-265
(Bkz. Küfre Rıza adlı bölüm)
47. Kur'ani Araştırmalar, Mutahhari, Tûba Y., c. 2, s.
28-35
48. Tevhid ve Değişim, Celalettin Vatandaş, Pınar Y. s.
95
49. İslâm Düşüncesinde İman Kavramı, İzutsu, Pınar Y.
s. 11-48
50. Kur'an'da Dini ve Ahlaki Kavramlar, İzutsu, Pınar
Y. s. 165-237
51. İman ve Tavır, Beşir Eryarsoy, Şafak Y. s. 339-354
52. Risale-i Nur'dan Vecizeler, Şaban Döğen, Gençlik Y.
s. 196-207
53. Kur'an Kültürü, Muzaffer Can, Cantaş Y. s. 14-33
54. Kur'an Okulu Cüz Cüz Kur'an, Hanif Yay. KüfrKâfir: 4, 186-190
55. Kur'an ve Psikoloji, M. Osman Necati, Fecr Y. s.
210-211
56. İslâm Akaidi, Şerafettin Gölcük, Esra Y. s. 50-
54
57. İslâm'ın Temelleri, Mevdudi, El-Ummah Neşriyat,
s. 14-20
58. Tevhid, Muhammed Kutub, Risale Y. s. 170-196
59. Kurtulan Toplum (Fırka-i Naciye), Muhammed bin
Cemil Zeyno, Saff Y. s. 80-86
60. Kur'an'da Sünnetullah ve Helâk Edilen Kavimler,
Nuri Tok, Etüt Y. s. 81-91
61. Kur'an Ölçülerine Göre Mü'min-Kâfir-Münâfık,
Ahmed Taşgetiren, Büşra Y.
62. Konularına Göre Âyetler -4- İman ve Küfür,
Abdurrahim Ali Ural, Şule Y.
63. Küfür Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, Mahmut
Toptaş, Cantaş Y.
64. Küfür Tek Millettir, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
65. Kur'an ve Hadis'e Göre Şirk ve Müşrik Toplum,
Nedim Macit, Ribat Y.
66. İmam Gazali ve İman Küfür Sınırı, Süleyman
Dünya, Risale Y.
67. Sorumsuzca Söylenen Sözler 1-4, Mevlüt Özcan,
Sabır Y.
68. Tevhid ve Şirk, Salih Gürdal, Beyan Y.
69. Mekke Rasüllerin Yolu, Ali Ünal, Pınar Y.
70. Vela, Abdurrahman Abdülhalık, Tevhid Y.
71. İman ve Şirk, Adil Akkoyunlu, Hidâyet Y.
72. "İslâm'ı Yıkın, Müslümanları Mahvedin", Celalü'lAlem, Nizam Y.
73. Câhiliye Toplumunu Reddetmek, Cavit Yalçın,
Vural Y.
74. Âlim ve Tâğut, Yusuf Kardavi, İslâmoğlu Y.
75. Akide Yetimleri, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
76. Kur'ân-ı Kerim Açısından İman-Amel İlişkisi,
Murat Sülün, Ekin Y. s. 149-150
77. İslâm Hukuku Açısından Cehalet, Ebû Yusf Midhat
b. el-Hasan Ali Ferrac, Kayıhan Y. s. 231-347
78. Din Değiştirme, Ali Osman Kurt, Gökkubbe Y.
79. İslâm'da Düşünce ve İnanç Özgürlüğü, Yunus
Vehbi Yavuz, Sahaflar Kitap Sarayı Y.
80. Çağımızın Bâtıl İnançları, Yüksel Kanar, Beyan Y.
81. Antik İnançlar, Modern Hurâfeler, Martin Lings,
İşaret Y.
82. İlâhlar Rejiminin Anatomisi, Mustafa Çelik, Ölçü Y.
83. Câhiliyye Düzeninin Ruh Haritası, Mustafa Çelik,
Ölçü Y.
84. İslâm Siyasi düşüncesinde Muhâlefet, Nevin A.
Mustafa, İz Y.
85. Çağdaş İrtidat, Ebûl Hasan Ali en-Nedvî, Akabe Y.
86. 20. Y.Y.da Tevhid ve Şirk, Mehmed Alagaş, İnsan
Dergisi Y.
87. Kelime-i Tevhid Dâvâsı, Kul Sadi Yüksel, Yenda Y.
88. Sorularla Tevhid ve Akaid, Mehmed Alptekin, Saff
Y.
89. Biz Müslüman mıyız? Muhammed Kutub, Hilâl Y.
90. 20. Asrın Câhiliyeti, Muhammed Kutub, Hilal Y.
91. İslâm’da Allah İnancı, Said Havva, Petek Y.
92. Din Gerçeği ve İslâm, Mehmed Alagaş, İnsan
Dergisi Y.
93. Küfür Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, Mahmut
Toptaş, Cantaş Y.
94. Kur’an’’a Göre Müşrikler ve Putperestler, İslâmî
Araştırmalar Dergisi, Temmuz, 1986
95. Yalnız Allah veya Tevhid, M. Süleyman Temimi,
Özel Y.
96. Kur’an’a Göre Dört Terim, Mevdudi, Beyan/Özgün
Y.
97. İslâm ve Dört Terim, Ali Karlıbayır, Dünya Y.
98. Tevhid ve Şirk, Salih Gürdal, Beyan Y.
99. Tevhid ve Mü’minin Seyir Çizgisi, Mustafa Şehri,
Bir Y.
100. Tevhid ve Değişim, Celaleddin Vatandaş, Pınar Y.
101. Tevhidin Hakikatı, Yusuf el-Kardavi, Saff/Özgün
Y.
102. Şirk, Abdullah Hanifi, Hanif Y.
103. Şirk, Harun Yahya, Vural Y.
104. Kur’an’da Şirk Kavramı, M. H. Surti, Akabe Y.
105. İman ve Şirk, Adil Akkoyunlu, Hidâyet Y.
106. Kur’an’da Şirk Kavramı, Hafız İsmail Surti, Akabe
Y.
107. Kur’an ve Hadislere Göreş Şirk ve Müşrik
Toplum, Nadim Macit, Ribat BasımY.
108. Kitabu’l-Asnâm (Putlar Kitabı), İbnü’l-Kelbî, Ank.
Ü. İlâhiyat F. Y.
109. Kur’an’da Ülûhiyet, Suad Yıldırım, Kayıhan Y. 1-9;
281-385
110. Tekfir Meselesi, Faruk Furkan, Yayınevi yok.
111. Mehmed Alagaş, Tartışılan Sorular, İNSAN
DERGİSİ YAYINLARI.
112. Abdulcelil Candan, Dinde Aşırılık ve İtidal, Düşün
Yayıncılık.
113. Rasim Özdenören,Red yazıları, İz Yayıncılık. S.
176-180.
114. Vahdete 7 Adım, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi
Y., s. 101-129
KAYNAKLAR
1- Kur’ân-ı Kerim: 2/143.
2- Kur’ân-ı Kerim:16/125. ayet
3- el-Kasani, Bedaiiu's-Sanaii, 6/169.
4- Fatiha,1/6.
5- Bakara, 2/208.
6- Bakara, 2/143.
7- Zümer, 39/18
8- İbn Hanbel, Müsned:19032.
9- Ayrıntı için bknz, Kutup, Fizilalil Kur'an, 6/3891.
10- Ebu Şehbe,es-Siretün Nebeviyye, 2/335.
11- Ebu Şehbe, es Siretün Nebeviyye,2/335.
12- Buhari, Hudud, 4; Askalani, Fethu'l-Bari, 12/79.
13- Ebu Davud, Hadis no: 4904
14- Tirmizi, hadis no: 873.
15- Müslim, İlm, 7.
16- Müslim, İman, 62.
17- En'am, 6/153.
18- İbn Hanbel, Müsned, 397.
19- İbn Hanbel, Müsned, Hadis: 2108.
20- Fatiha, 1/6.
21- M. Ebu Zehra, Ebu Hanife, s.206
22- Rasim Özdenören/Red yazıları s.176-77-78-79
23- 23-Sönmez Kutlu, Çağdaş İslami Akımlar ve
Sorunları, s.113
24- es-Sis, Abbas, (Hayatu) Hasan el-Benna, s.381
25- Abdulcelil Candan, Dinde Aşırılık ve İtidal s.6567-68-69-70 -bazı yerler kısmen değiştirilmiştir26- Yusuf
el-Kardavi,
Tekfir’de
Aşırılık,
Yayınları, (Mütercim: M. Salih Geçit)
Şura
27- Yusuf
el-Kardavi,
Tekfir’de
Aşırılık,
Şura
Yayınları, (Mütercim: M. Salih Geçit)
28- Yusuf
el-Kardavi,
Tekfir’de
Aşırılık,
Şura
Yayınları, (Mütercim: M. Salih Geçit)
29- Nahl -16/106- (Feyzu'l-Furkan Kur'an Meali,
Hasan Tahsin Feyizli)
30- Ahzab, 33/5
31- Fizilalil Kuran, 33/5 tefsiri.
32- Nisa: 115
33- Muhammed: 25
34- Muhammed: 32
35- Bakara: 21
36- Ankebut: 46
37- Maide: 5
38- Fizilalil Kuran, Maide 5, Tefsiri
39- Mümtehine: 6-7
40- Said
Hakim,
Rabbani
Yol
ve
Sunnetullah,
İNSANYAYINLARI.
41- Mevdudî, Meseleler ve Çözümleri, Risale Yay. c. 1.
s. 128-129.
42- Mevdudi, Gelin Müslüman Olalım, Pınar Yay. s.
50-51.
43- Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi
44- Seyyid Kutub, İslam Kapitalizm Çatışması Bir Yay.
s. 37-91.
45- Seyyid Kutub, Son Sözler, Nehir Yay, s. 46-85.
46- Seyyid Kutub, Son Sözler, Nehir Yay. s, 46-47.
47- Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi
48- Muhammed Kutub, Kavramlar, Risale Yay. s. 60,
82, 91, 94, 95, 142, 168, 263.; Hüseyin Yunus,
Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi 150-153.
49- Buhârî, Meğâzî, 46; Muslim, Fedâilu's-Sahâbe,
161
50- Buhârî, Şehâdât, 15; Meğâzî, 34; Muslim, Tevbe,
56
51- İmam-ı Azam, İnanç Esasları, İhtar Yay.
52- MÂİDE suresi 8. ayet
53- İbn-i Teymiye, Mecmuu’l-Fetava, 35/101
54- Yusuf
el-Kardavi,
Tekfir’de
Aşırılık,
Şura
Yayınları, (Mütercim: M. Salih Geçit), İstanbul,
1998: 81.
55- İmanı Nevevi, Şerhu Müslim, c. 1, sh: 50.
56- İmam Gazali, el-İktisad fi'1-İ'tikad, s. 223,224.
Yusuf
el-Kardavi,
Tekfir’de
Aşırılık,
Şura
Yayınları, (Mütercim: M. Salih Geçit), İstanbul,
1998: 69-71.
57- Yusuf
el-Kardavi,
Tekfir’de
Aşırılık,
Şura
Yayınları, (Mütercim: M. Salih Geçit), İstanbul,
1998: 71-74.
58- İbn Âbidin, Ukudu’l Resm-i Muftî, İst. 1325, c. 1, s.
367
59- Kutub, Seyyid, Fi Zilalil Kur’an, 2/781.
60- İbn Kayyum, Bedaiu'l-Fevaid, Beyrut, 1994,
3/177.
61- İbn Kayyum, Bedaiu'l-Fevaid, Beyrut, 1994,
3/177.
62- Buhari, Hadis no:3331.
63- Askalani, el İsabe fi Temyizis'-Sahabe, Beyrut,
1995, 2/29
64- Candan, Abdulcelil, Dinde Aşırılık ve İtidal s.276277
65- Kur’an-ı Kerim: 4/76
66- Kur’ân-ı Kerim: 2/216
67- Kur’ân-ı Kerim: 16/36
68- Kur’ân-ı Kerim: 4/60
69- H. el-Hudaybi, Duâtun Lâ Kudat (İnanç Sorunları)
İnkılap Yay. s. (331)
70- Kur’ân-ı Kerim: 5/44
71- Kur’ân-ı Kerim: 5/45
72- Kur’ân-ı Kerim: 5/46
73- Kur’ân-ı Kerim: 5/47
74- Kur’ân-ı Kerim: 5/48
75- Kur’ân-ı Kerim: 5/49
76- Kur’ân-ı Kerim: 5/50
77- İbn Ebi'l-İzz, Şerh-u Akideti't-Tahavi, 11/446.)
78- Fi Zilâli’l-Kur’an fi’l-Mîzân” Bkz: sf. 220.
79- Mecmuul-fetava, 20/55
80- Ebu Şehbe, es-Siretün Nebeviyye, 2/335.
81- Tantavi, Ali, Ricalün mine't-Tarih, Cidde, 1986, s.
253
82- Karadavi Yusuf, Fetava Muasıra, Beyrut, 2001,
3/17-18
Faydalanılan Eserler
1-Yusuf el-Kardavi, Tekfir’de Aşırılık, Şura Yayınları,
(Mütercim: M. Salih Geçit), İstanbul, 1998
-Tekfirin sebepleri ve sonuçları konusunda.
2-Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi
-Bazı alimlerin toplumu tekfir etmediği konusunda ve
tablonun oluşturulmasında.
3-Abdulcelil Candan, Dinde Aşırılık ve İtidal, Düşün
Yayıncılık
-Dinde aşırılıktan sakındırma ve tekfirin sebepleri
konusunda.
4-Rasim Özdenören,Red yazıları, İz Yayınları.
-Haricilerin Zihniyeti konusunda.
5-Said Hakim (Mehmed Alagaş) Rabbani Yol ve
Sünnetullah
-Günümüz toplumuna farklı bir bakış açısı konusunda.
Download