Kalbin Hiçbir Günahı Yok Kalp, kastan yapılmış basit bir pompadır

advertisement
Kalbin Hiçbir Günahı Yok
Kalp, kastan yapılmış basit bir pompadır aslında. Bilinenin aksine de, duygu algılayan
tek bir hücresi dahi yoktur. Tüm dünyada, hakkında edebi ansiklopediler yazdıracak, şiirler
doğurtacak, betimlemeler yaptırtacak, metaforlar türetecek tek bir hücresi de yoktur, ne yazık
ki…
Bilimin ışığının yeterince aydınlık olmadığı günlerden bu yana, insan vücudunun bazı
organları, belirli dönemlerde popüler olmuştur. Bir dönem karaciğer, bir dönem beyin
karıncıkları, popüler olmuştur; insan davranışlarını açıklarken…
Birkaç yüzyıldır da, kalbin popülerliği söz konusu. Oysa, dediğim gibi, kalbin hiçbir
sorumluluğu yok, duygu dünyamızı yönetmekte… Çünkü duyguların, düşüncelerin üretildiği,
hissedildiği, saklandığı ve açığa çıkarıldığı yer beyindir. Fakat, nasıl ki aşk aslında kalp ile
ilgili olmayıp, beyinde gerçekleşen bir olay olduğu halde, kalp ile özdeşleşmişse; bunun gibi
tüm duygusal olaylar da kalp ile özdeşleşmiştir. Cesur yürek, yumuşak kalpli, taş kalpli,
kalpsiz, mangal yürekli gibi deyimlerle çok sık karşılaşmamız da, bu yüzdendir. Belki de
bunun nedeni, yüreğin beyine oranla daha edebi bir çağrışım yapmasıdır. Fakat başta da
söylediğimiz gibi, aslında tüm duygusal olaylar beyinde gerçekleştiği halde, bu olayların
kalpteki yansıması çarpıcı olmaktadır. Bu durum da, tamamen sinir sisteminin kalp
üzerindeki etkilerine bağlıdır. Şöyle ki, ruhsal durumumuzun bedenimizde yarattığı fizyolojik
olaylar ve bunun dışarı yansıması, otonom sinir sisteminin (irademiz dışında kendi kendine
çalışan sinir sistemi) idaresiyle olmaktadır. Örneğin; korku, heyecan, kavga, yarışma güdüsü
gibi duyguların egemen olduğu durumlarda, otonom sinir sisteminin sempatik alt birimi
aktive olmaktadır. Çünkü, sempatik sistem vücudu mücadeleye hazırlayan bir işlev görür ve
bunun için gerekli fizyolojik mekanizmaları uyarır. Bu mekanizmalar ise kas sistemine özel
muamele yapılmasını gerektirir. Çünkü, insan kaçacaksa ya da mücadele edecekse, kaslarını
çalıştırmak zorundadır. Bu sebeple kas dokusuna daha fazla enerji gerekeceği için, kasa daha
fazla oksijen gitmesi gerekir. Daha fazla oksijen için de, kasa olan kan akımının fazlalaşması
gerekir. Kan akımının fazlalaşması için de, hem kalp atım sayısının artması, hem de her bir
atımda kalbin daha güçlü kasılması gerekir. Dolayısıyla, korku, heyecan, yarışma güdüsü gibi
durumlarda kalbimizi dışarı fırlayacakmışcasına hissederiz. Aşk bir heyecandır, korku bir
heyecandır, mücadele bir heyecandır, kavga bir heyecandır… Bütün bunları yöneten sinir
sistemidir… Beyinsel aktivitelerin sorumlu olduğu bu gibi durumlarda, yüreğin daha fazla
kanı kaslara pompalamak dışında bir görevi yoktur… Pompamız fazla çalışınca da, biz onu
göğsümüzden fırlayacakmış gibi hissederiz ve her türlü olağan dışı davranıştan onu sorumlu
tutarız. Oysa, cesur olan da, korkan da, aşık olan da, soğukkanlı olan da, duygusuz olan da;
velhasıl hepsi beyindir… Ama edebiyatta başrol kalptedir…
Kalbin sorumluluğundaki gibi, yanlış bildiğimiz öyle çok şey var ki. Bütün mesele,
algı… Misal; göz sadece resim çeker, beyindir algılayıp değerlendiren. Bu yüzden, herkesin
gözü aynı resmi çeker ama beyni farklı görür. Çok ayrıntı barındıran bir resme ya da film
sahnesine bakan milyonlarca göz, aslında aynı şeyleri görmesine rağmen; her biri, beynindeki
algılama alışkanlığına bağlı olarak, farklı bir ayrıntıyı ön plana çıkarır. Ama bu arada birçok
ayrıntıyı da kaçırır. Algılama alışkanlıkları, bir tür koşullanmadır maalesef. Bu yüzden de,
aynı görüntüden ve aynı şeyi gören gözlerden, çok farklı söylemler çıkar…
Bu ülkede yaşayan bizler, aynı görüntüleri görüp, aynı şeyleri duyuyoruz… Misal, ben
ve benim gibilere göre, bugünlerde bu ülkenin yemek masasında, leziz bir pasta görünümünde
olan, bir tabak dışkı var. Bizim gibiler diyor ki, “bu bok”. Bir bölüm de diyor ki, “hayır bu
pasta”. Tamam anladık, algılama farklılığı dedik de; adam “bu pasta” demekle de kalmıyor,
“sen de yiyeceksin” diye diretiyor. Zaten, sorun da burada başlıyor.
Misal, ben celeplerin güttürdüğü, insan görünümlü koyun görüyorum bazı bedenlerde.
Diyorum ki, “bu koyun”; “hayır” diyorlar, “o insan, sen elit”… “Elit ne” diyorum… “beyaz
vatandaş, kendini beğenmiş, toplumdan kopmuş, kısacası homoseksüel gibi bir şey işte”
diyorlar… Durum, biraz ümitsiz gibi görününce de bana, gelecekle “istişareye” başlıyorum…
“İstişare” dersem, anlarlar diye umarak!!! Ve, ağzımdan şu sözcükler dökülüyor, birbiri
ardına…
“Gittim.
Gördüm.
Geri döndüm.
Güzeldi gelecek.
Görmeyecek belki bedenim.
Ama sen göreceksin çocuk.
Tek şartla.
Dedi ki,
yılmasın yeter ki.
Neden, kimden dedim.
Karanlıklardan,
insan görünümlü koyunlardan,
onları güttüren celeplerden.
Yeter dedim, anladım.
Kızardı yüzüm, çok utandım.
Hatırladım, insandım.”
Ve, uzun bir sessizliğin peşine çocuk diyor ki; “anladım, kalbin hiç günahı yok ama
koyunun günahı çok” …
Download