İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI'NDA İNÖNÜ'NÜN DIŞ POLİTİKASI I Nurer UĞURLU başkanlığında bir kurul tarafından hazırlanmıştır. Dizgi - Yayımlayan: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş. Baskı: Çağdaş Matbaacılık ve Yayıncılık Ltd. Şti. Temmuz 2000 EDWARD WEISBAND İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI'NDA İNÖNÜ'NÜN DIŞ POLİTİKASI I Çeviren M. Ali Kayabal C İÇİNDEKİLER Özet 7 Teşekkür 11 BİRİNCİ BÖLÜM 15 I. Politika Tespit Usulü 17 İsmet İnönü ve Türk Dış Politikasının Değişmez Unsurları 17 Numan Menemencioğlu ve Dışişleri Bakanlığı Bakanlar Kurulu 41 BMM ve CHP Parlamento Grubu 47 Türk Tarih Kurumu 58 II. Türkiye'de Basın ve Kamuoyu 61 Savaş Yıllarında Türkiye'de Basın 61 Savaş Yıllarında Türkiye'de Kamuoyu 77 III. Ekonomik Yapının Kısa Bir Çözümlemesi 81 Enflasyon Afeti 82 Önleyici İç Tedbirler 87 Türkiye'nin Almanya'yla Ekonomik Bağımlılığı Almanya'dan Kopma Teşebbüsü 96 İngiliz-Amerikan Tercihli Satın Alma Programı 102 Krom Sorunu ve Türk Tepkisi 107 Türk Pazarlıkçılığının Sonu 112 ÖZET 32 90 İkinci Dünya Savaşı sırasında Türk dış politikasının hedefi, savaşa katılmadan Türkiye'nin toprak bütünlüğünü korumak oldu. Türk politikasının yönünü çizenler, yabancı askerleri Türk sınırlarından uzak tutarken, Türk askerlerini de yabancı sınırlardan uzakta tutmaya yönelmiş bir tarafsızlık siyaseti izlediler. Türk önderleri, ne bir karış toprak vermeyi, ne de bir karış daha toprak edinmeyi düşünüyordu. Türkiye'yi savaşa sürükleyecek serüvenci bir politika izlememiş, bunun yerine, bir ''Müttefik'' ya da ''Mihver'' zaferine karşı ağırlık olarak Türkiye'nin güvenliğini sağlamayı uygun bulmuşlardı. Türkiye'nin tarafsızlığı, bu bakımdan, küçük bir devletin bağımsız bir güç olarak kendisini saldırıdan koruyup, dev ülkeler arasında bir denge unsuru olma politikasının uygulaması olmuştur. Devlet Başkanı ve tek siyasal partinin önderi olarak oynadığı rolle, Ankara'nın mutlak egemeni İsmet İnönü, bu uygulamanın başyöneticisi olmuştur. En önemli yardımcısı ise, dışişlerinde görevli Numan Menemencioğlu'ydu. Sınırlı bir muhalefete izin veriliyor ve Cumhuriyet Halk Partisi Parlamento grubu, Bakanlar Kurulu'ndaki öbür üye bakanlarla, basında ve üniversitede ileri gelen kişiler, danışmanlık görevlerini yerine getiriyorlardı. Bu kişilerce çizilen politikanın yönü, Atatürk'ün yönetimi altında girişilen tarihsel denemenin geleneklerini yansıtıyordu: Türkiye Cumhuriyeti'nin toprak bütünlüğünün dokunulmazlığı, Avrupa'daki güçler dengesinin korunması ve her türlü serüvenci politikadan uzak durulması. Ancak, tek bir kuşku bu geleneği bozdu. Atatürk, Sovyetler Birliği'yle bir modus vivendi (1) sağladığı halde, İnönü ve yardımcıları bunu olanaksız gördüler. Bunun sonucu olarak da Türk önderleri, savaşın gidişi Müttefiklerden yana gülmeye başladıktan sonra, şunlardan korkmaya başladılar: 1) Müttefikler, Almanya'yı bir güç olarak Avrupa'dan silmeye kalkışacaklardı; 2) İngilizler, Ruslarla etki alanları anlaşmalarına girişecek ve bunun sonucu olarak Sovyetler Birliği, Doğu Avrupa'yla Balkanlara egemen olabilecekti; 3) İngiltere, Türkiye'yi savaşa girmeye zorlayacaktı; 4) Sovyetler, Türk havaalanlarının kullanılması da içinde, İngilizlere tanınan hakların, Türk hükûmetince kendilerine de tanınmasını isteyeceklerdi. 1943 yılında olaylar geliştikçe, Türk politikasını çizenler bu görüşlerin geçerliğine daha çok inandılar ve Türkiye savaşa girecek olursa, Sovyet Rusya'nın ülkelerini Mihver'e karşı koruma bahanesiyle istila edebileceği görüşünü savundular. Bu nedenle, İnönü ve Menemencioğlu, İngilizlerle işbirliğine yanaşmayı kabul etmediler. Çeşitli nedenlerle İngiliz ve Amerikalıları, Sovyetler Birliği'nin savaş sonrası niyetleri konusunda uyardılar. Bu alanda başarısızlığa uğrayınca da, İngilizlerin kendilerini savaşa sokma çabalarına ve Türk topraklarında hava üsleri kurma isteklerine set çektiler. Bu alandaki görüşmeler, adım adım ilerlediği halde, dış bakanları düzeyinde hatta zirve toplantılarında bile başarısızlıkla sonuçlandı. Türkler, İngilizlerin Stalin'in ekmeğine yağ sürdüğüne, gittikçe daha çok inanıyordu. İngilizler de, Türklerin Müttefiklerden yana oldukları üzerine söylenenleri politik oyun sayıyordu. Sonuç olarak bu durum, 1944 yılı başlarında bir güvensizlik bunalımına yol açtı. Fakat Müttefiklerin savaşı kazanacakları kesinleşince, İnönü, Türkiye'nin tek başına kalmakta olduğunu anladı; özellikle, ülkesinin Sovyetler Birliği karşısında yalnız bırakılmasından kuşkulandı. Bu kuşku, 1944 yılı ortalarında yeni bir dönüşe yol açtı. Türk dış politikasını yeniden Müttefiklerin çizgisine sokma çabası içinde Türkiye, Mihver devletleriyle olan diplomatik ve ekonomik ilişkilerini sertleştirdi, bunu da Numan Menemencioğlu'nun görevinden ayrılması izledi. Türkiye, San Francisco Konferansı'na katılabilmek için 23 Şubat 1944'te Mihver devletlerine savaş açtı. Savaş, Türk sözcülerinin Sovyetler Birliği'yle pek sıkı bir biçimde ilgilendikleri, fakat, endişelerini umut dolu bir güven maskesi ardında sakladıkları hava içinde sona erdi. TEŞEKKÜR (1) Araştırmamın hazırlanışı sırasında bana vakitlerini ayıran, görüşlerini ve bildiklerini cömertçe aktaran birçok kişiye, burada en içten teşekkürlerimi ifade etme fırsatı bulduğum için kıvanç duyuyorum. Benim, Türk dış politikasıyla ilgilenmeme neden olan Stanford Üniversitesi Siyasal Bilgiler Bölümü'nden emekli Profesör Christina Phelps Harris'e özel teşekkür borçluyum. Stanford Üniversitesi Siyasal Araştırmalar Enstitüsü Direktör Yardımcısı Profesör Jan Triska ile Profesör Robert C. North da bana dış politika çözümlemelerinin dolambaçlı yollarını ilk kez tanıtan, değerli kişilerdir. İkisini de burada anmam gerekir. Türkiye'de de pek çok kimse bana karşı çok kibarca davrandı ve yardımcı oldu. Dış sorunlarda en eski Türk uzmanı Profesör Ahmet Şükrü Esmer'le Siyasal Bilgiler Fakültesi Eski Dekanı Profesör Fahir Armaoğlu da benim için çetin olan birçok sorunu çözdüler. Türk Dışişleri Bakanlığı Hukuk Dairesi Şefi ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi, Uluslararası Hukuk Profesörü A. Suat Bilge ile Siyasal Bilgiler Fakültesi profesörlerinden Mehmet Gönlübol ve Haluk Ülman da, bana değerli bilgiler sağladılar. Benimle birlikte geçirdiği uzun ve aydınlatıcı saatler için Ankara Üniversitesi Edebiyat Fakültesi öğretim üyelerinden Profesör Enver Ziya Karal'a da teşekkür etmek isterim. Profesör Karal, Türk kültürü ve tarihini aydınlatmak için o kadar çok şey yapmıştır ki, Türkiye ile ilgilenen hepimiz kendisine minnet borçluyuz. Diplomatlarla hükûmet memurlarına gelince: Türk Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreterliği'nden yeni ayrılan ve bugün Londra'da Türkiye Büyükelçisi olarak görevli bulunan Zeki Kuneralp, anlatılan dönemde Türk Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri olan Cevat Açıkalın ile Büyük Millet Meclisi'nden bir Tabii Senatör, savaş yıllarındaki Türk dış politikasının çözümlemesinde bana cömertçe vakit ayırarak yardımcı olmuşlardır. Kendilerine en derin teşekkürlerimi sunarım. Eski Türk Dışişleri Bakanı ve savaş yıllarında Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreter Yardımcısı Feridun Cemal Erkin, yine 1943 yılı Mart ayında Moskova'ya Büyükelçi olarak atanan savaş yıllarındaki Matbuat Müdürü Selim Sarper de, bana çok yararlı bilgiler sağlamışlardır. Türk Dışişleri Bakanlığı'nda ve Uluslar Cemiyeti'nde (1) uzun yıllar yararlı hizmetlerde bulunan ve özellikle 1930'larla 1940'ların Türk devlet adamları arasındaki kişisel ilişkilerin değerlendirilmesinde büyük yardımları dokunan yakın dostum Tevfik Erim'e de teşekkür ederim. Cumhuriyet Halk Partisi eski Grup Başkanı Kâzım Özalp'a, Türk Tarih Kurumu Başkanı Uğur İğdemir'e, bana Türk Siyasal kuruluşlarını, kişiliklerini ve politikasını az rastlanacak bir anlayış ve sabırla anlattıklarından ötürü teşekkür borçluyum. Türk gazeteciliğinin en eski üyelerinden ve bugün doksanına yaklaşan Ahmet Emin Yalman da, İkinci Dünya Savaşı sırasında Ankara'nın dramatik havasını ve siyasal yaşantısını yansıttı. Bu alanda, savaş sırasında Ankara kordiplomatiğinin duayeni olan Polonya'nın Ankara Büyükelçisi'nin eşi Bayan Irena Sokolnickia'ya da, teşekkür etmem gerekir. Kendi anıları ilginç olduğu gibi, bana kocasının yayınlanmamış günlüğünden bölümler okuyarak, kocasının özel belgelerini incelememe izin vererek de yardımlarına katkıda bulunmuştur. Bütün bu teşekkürler, Bay ve Bayan Seyfullah Turan'ın adlarını anmadan tamamlanmış sayılamaz. Turan'lar, Ankara'da bulunduğum sırada beni ağırlamışlardır. Türlü nezaketlerini hep övgüyle anacağım. Sir Huge Knatchbull-Hugessen'e de, İngiltere'de, Barham'daki evinde bana ayırdığı bir bütün öğleden sonrası için teşekkür etmek isterim. Savaş sırasında Birleşik Krallık'ın Ticaret Kurulu Başkanı olan Lord Swinton da, çok cömert davranmıştır. Gerek Profesör W.H. Medlicott'la Profesör Bernard Lewis, gerekse eski hocam Dankwart A. Rustow ve eski meslektaşım Kemal Karpat, bana ilginç görüşler aktarmışlardır. Uyarıcı önerileri için Profesör Walter Weiker ve Profesör Victor Swenson'a, yine Harry N. Howard'a da içtenlikle teşekkürlerimi sunarım. Uluslararası İlişkileri Araştırmalar Okulu Yazmanı Bayan Miriam de Grazia ile Okutman Bey Semih Üstün de, yıllarca süren bu araştırma sırasında dostluklarıyla beni cesaretlendirmekten geri kalmamışlardır. New York Üniversitesi Siyasal Bilgiler bölümündeki meslektaşlarıma, özellikle New York Üniversitesi Uluslararası Araştırmalar Merkezi Direktörü Profesör Thomas M. Franck'a, bu araştırmanın tamamlanması sırasında gösterdikleri güven ve nezaket için minnetle teşekkür ederim. Bu fırsattan yararlanarak, sekreterlik görevlerini yerine getirirken ispatladığı dikkati, sabrı ve etkili çalışması için de Bayan Margaret A. Wormser'e teşekkür etmek isterim. Başta, Nevin Menemencioğlu ve Turgut Menemencioğlu ile Bayan Nermin Streater olmak üzere, Menemencioğlu ailesi, Numan Menemencioğlu'nun yayınlanmamış olan anılarından yararlanmama izin verme inceliğini göstermişlerdir. Bayan Streater ve Elçi Turgut Menemencioğlu, ayrıca olağanüstü bir kimse olan amcalarının kişiliği ve politikası üzerine son derece değerli katkılarda bulunmuşlardır. Onların yardımları olmasaydı, araştırma hiçbir zaman bugünkü durumuna erişemezdi. Eski Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'ye de teşekkür etmek isterim. Türkiye'nin siyasal geleceğini çizmek için çok şeyler yapan bu büyük önder, bir sürü soruma karşılık verme nezaketinde bulunmuştur. İki uzun görüşme sırasında, savaş yıllarındaki Türk dış politikasının ana çizgilerini ortaya koyarken, kendi görüşlerinin ve varmak istediği noktaların ne olduğunu anlatmıştır. Son olarak, Uluslararası İlişkileri Araştırmalar Okulu profesörlerinden Macid Khadduri'ye de en içten minnet duygularımı ifade etmek isterim. Kendisini öğretim kurumuna adayışı, bütün üniversite çevrelerince övgüyle anılan Profesör Khadduri, yıllarca bir kılavuz gibi çaba göstermiş ve benim İslamiyet kuruluşlarıyla İslam kültürünü ve çağdaş Orta Doğu sorunlarını anlamama yardımcı olmuştur. Bu araştırmaya beni ilk olarak iten ve gerçek bir bağlılıkla ilerleyişini izleyen profesöre, her zaman için minnet duyacağım. E.W. New York City BİRİNCİ BÖLÜM Savaş Yıllarında Türkiye I POLİTİKA TESPİT USULÜ Savaş yıllaında Türkiye'nin izlediği dış politika, bir tarafsızlık politikasıydı. Bu politikanın geniş boyutlu sonuçları ve olayların gerektirdiği değişiklikleriyle birlikte kapsamı, her şeyden önce bir tek adamın çabalarına dayanıyordu: İsmet İnönü'nün. Devletin politikasını çizerken, İnönü yine de yalnız değildi. Düzenli olarak Bakanlar Kurulu'na, Parti'ye, Parlamento'ya (TBMM) dayanan, küçük, sınırlı, fakat oturmuş bir dış politika ''kadro''suna, basında birtakım kişilere ve Türk Tarih Kurumu gibi bazı derneklere danışıyordu. Dış politika alanında alınacak kararlarda İnönü'nün güvendiği bu kişiler içinde en önümlisi, Dışişleri Bakanı Numan Menemenoğlu'ydu. İsmet İnönü ve Türk Dış Politikasının değişmez unsurları - İncelenmekte olan çağda, Türkiye'nin her türlü politikasına egemen olan başlıca unsur, İsmet İnönü'nün etkisidir (1). 1943'le 1946 yılları boyunca, bir yanda Cumhurbaşkanı ile, öte yanda Başbakan ve Cumhuriyet Halk Partisi Genel Sekreteri arasındaki statü ve etki sınırları bakımından ara gittikçe artmıştır. Frederick Frey'in özlü bir biçimde belirttiği gibi, ''iğneleyici bir gözle bakılırsa, İnönü'nün İnönü'den başka kimsesi yoktu'' (2). Başka türlü söylersek İnönü, hükûmetin çarklarını sıkı bir denetim altına almıştı. Gerek devlet başkanı, gerekse tek siyasal partili bir sistemde parti başkanı olarak sağladığı güçle, denetimini otoriter bir biçimde yürütebiliyordu. Türk devlet gemisinin çarkı, İnönü'nün biyografisini yazan Şevket Süreyya Aydemir'in de belirttiği gibi, tüm sonuçları ile birlikte, bütünüyle İnönü'nün elindeydi (3). İleri sürülen bu savlar, dış sorunları konusu için doğrudur. İnönü, hükûmet politikasının her alanında eşit biçimde etkili olmaya kalkışmamıştır. Doruğa erişen bütün politikacılar gibi, o da bazı sorunlarda başkalarına öncelik tanımayı, gerekli görmüştür. Bir asker olarak yetiştiği ve başarılı bir enerjisini en büyük bölümünü dış sorunlara ayırmış ve bir bakıma da, ''hükûmetin kendi başının çaresine bakmasına izin vermiştir'' (4). İnönü, çeşitli fırsatlarda, dış politikanın dışındaki gelişmelere özel bir dikkat göstermiştir. örneğin, basını ve öbür kitle haberleşme araçlarını sıkı bir denetim altına alma konusuna kişisel olarak karışmıştır. Savunma Bakanı Ali Rıza Artunkal aracılığıyla sıkıyönetimi yürütmüş, 1942 yılı sonunda konan Varlık vergisi uygulamasını, dikkatle izlemiştir (5). Fakat, bu dönemde dış politika, yine de İnönü'nün, başlıca uğraşısı olmuştur genellikle. Bu konuda kanıtlar çoktur. Sözgelişi, o zamanlar Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreter Yardımcısı olan Feridun Cemal Erkin, Cumhurbaşkanı ile beş ya da altı haftalık toplantılar yaptığını, bu toplantılar sırasında İnönü'nün o hafta alacağı kararların ana çizgilerini çizdiğini hatırlamaktadır (6). Cevat Açıkalın'ın Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreterliğine atandıktan sonra getirdiği ilk yeniliklerden biri, her türlü diplomatik yazışmanın ve telgraf mesajlarının hemen İnönü'ye verilmesi olmuştu (7). Bu durum, Cumhurbaşkanının, diplomatik mesajları ve haber alma dairesi raporlarını daha gelir gelmez değerlendirmesine fırsat hazırlıyordu. İnönü böylece, gelişmeler üzerine, Menemencioğlu ya da Dışişleri Bakanlığındaki öbür yüksek memurlar kadar çabuk bilgi edinebiliyordu. İnönü, bu yöntemin dışişlerini yönetmekte kendisine büyük kolaylıklar sağladığını kabul etmektedir (8). Görevleri başındaki elçilerinin gönderdikleri raporlar ve verdikleri salıklar, ileri sürdüğüne göre, İnönü'nün karar alırken dayandığı tek kaynaklardı. İncelenmekte olan çağın Türk dış politikasını anlamak için, bu değişmez unsurların belirtilmesi ve İnönü'nün savaşta Türkiye'nin yolunu çizerken dikkate aldığı fikirlerin kavranması gerekir. Böyle bir listenin başında, İnönü'nün çok iyi bilinen doğuştan ölçülüğü gelir. İnönü, dış ilişkileri, askerlik stratejisinin ilk ilkesi olarak nitelendirdiği ''ölçülük''le yönettiğini ileri sürmektedir. ''Savaşta izlediğim dış politikayı kararlaştırırken benimsediğim temel ilke, daha başlangıçta işlenecek bir hatanın düzeltilmesinin zor olduğunu bilmekti '' (9). Bunun sonucu olarak da Türkiye, İnönü döneminde hep savaşa girmeye hazır durumdaydı; ama, ancak İnönü'nün kendi koyduğu bazı şartların gerçekleştirilmesi halinde... Aceleci ve atak eylemlerden ya da gözüpek davranışlardan hep uzak kaldı. Bu tür davranışlar, Türkiye'yi göz göre göre ateşe atmak demektir (10). İnönü'nün kişiliğindeki bu unsur Türk topraklarını kanlı savaşlardan kurtarmakla birlikte, eski Cumhurbaşkanı'nı savaş yıllarında da, daha sonra da, sert eleştirilerden kurtaramamıştır. Sözgelişi; ''Savaş yıllarındaki Türk politikası neydi?'' sorusuna verdiği karşılıkta Nadir Nadi: ''Biz (Nadir Nadi ve Türk basınındaki dostlarından oluşan bir klik) diyor; yönetimimize 'kaypak rejim' adını takarak eleştirmeye alışmıştık; çünkü, bu yöntemi dilediğimiz yöne çekebilirdiniz (11). Daha sonraları bu konuda İnönü'ye daha başka eleştiriler de yöneltildi, çekingen davranışının, ihtiyatlığının ''Türk ulusunun erkekliğini öldürdüğü'' bile ileri sürüldü (12). Türkiye dışında başkaları ise, savaş yıllarındaki Türk dış politikasını ''çekingen'' (13) ya da ''korkak'' olarak nitelendirdiler (14). Ancak, İnönü, savaş yıllarında dış politika kararlarını alırken gösterdiği titiz ölçülükle, Türkiye'yi büyük bir yıkıma uğramaktan ve acılardan kurtardığına hâlâ inanmaktadır (15). O önemde halkın duygularının kendisinden yana olduğu anlaşılıyor. İnönü, 1943 yılı Mart ayında Türk Dışişleri Bakanlığınca hazırlanan bir durum raporu almıştı. Bu raporda halkın her tabakasının, ordu da içinde olmak üzere, daha saldırgan bir tutuma karşı olduğu, özellikle ülkeyi savaşa sürükleyecek atılımlardan çekindiği gösteriliyordu (16). Demek ki, Türk tarafsızlığı, İnönü'nün yönettiği durumuyla bir bekleme politikasıydı aslında (17). İnönü'nün uyguladığı ölçülülük felsefesi, günden güne değişen özel bir karar verme tarzı geliştirmişti kendisinde. Aydemir, savaş sırasında olaylar her saat değişmekteyken İnönü'nün aşırı bir dikkat gösterip vakit kazanmaya çalıştığını yazarak bu durumu belirtmiştir (18). İnönü de bir seferinde kendisi şöyle söylemiştir: ''Bırakın, önce geceyi geçirelim, bırakın, önce sabaha çıkalım; yılları, ayları ya da haftaları düşünmeyelim'' (19). Bu, İnönü'nün Türk dış politikasını dile getirdiği ya da amaçlarla doldurmayı başaramadığını söylemek anlamına gelmez. Tersine, politika tespitine derin bir inanç duygusu getirmiştir. Her günün üzerni'de dikkatle, ayrı ayrı çalışması, uzun vadeli amaçları olmadığı anlamına da gelmez. Üstelik, şu temel amaç için her zaman inançla çaba göstermiştir: ''Türkiye yalnız Türklerindir.'' (20) Atatürk devriminin Türkiye'de kök salmasından bu yana Türk dış politikasının temeli, Türkiye'nin toprak bütünlüğü ve Türklerin kendi toprakları üzerinde kendi kaderlerini çizme hakkına sahip çıkmaları olmuştu (21). Savaş yıllarında da İnönü bu hakka ve Türk topraklarının bütünlüğüne, Türk dış politikasının temel ilke ve amaçları olarak bakmıştı. Atatürk, halkına, imparatorluğu yıkıp bağımsız bir ülke durumuna geçişleri sırasında, toprak bütünlüğüne dayanan modern bir devlet kavramını öğretmişti ama, 1923'te Lausanne'da, Türk sınırlarına dokunmanın buna kalkışacaklara çok pahalıya oturacağını Lord Curzon'a inandıran, İnönü olmuştu (22). Bu konuda Mussolini'yle Hitler'i de ikna ettiği anlaşılmaktadır. Buna ayrıca dikkat edilmelidir. İnönü, Nazi Almanyası'nın tehdidinden korkmaya başlamadan çok daha önce, Mussolini'nin İtalyası'ndan çekinmişti; Türk sınırlarını ilk tehdit eden Hitler değil, Mussolini olmuştu. 1935'te İtalyanların Habeşistan seferinden sonra İnönü, Mussolini'nin Antalya bölgesindeki verimli toprakları ülkesine katmak isteyeceğini tahmin etmişti. Bu, Mussolini'nin sık sık ileri sürdüğü bir istekti (23). Öte yandan Alman halkının yeniden birleşmeyi istemesini 1935'te son derece anlayışla karşılamak mümkün görülüyordu (24). İnönü'nün tutumu, Almanlar ancak Doğu Avrupa'yı ve Balkanları istila ettikten sonra değişti; Südetler bir başka sorundu, Polonya ve Bulgaristan başka (25). Savaş boyunca İnönü, özellikle Mihver kuvvetlerinin dört bir yanda hızla ilerledikleri sırada, gerek Almanlara gerekse İtalyanlara, Türkiye'nin sınırlarının bozulmasına asla izin vermeyeceğini belirtmekten hiç geri kalmamış, her türlü istila teşebbüsüne olanca gücüyle karşı koyacağını belirtmiştir. Bunun Berlin üzerinde etkili olmadığı söylenemez. Sözgelişi, Ribbentrop bir seferinde Von Papen'e, Komuta Kurulu, Türkiye'nin istilası için yeter derecede güce sahip olduğunu kesinlikle belirtinceye kadar, Türkiye'ye yalnız diplomatik baskı yapılması konusunda talimat vermişti (26). Türk sınırlarına dokunulamayacağı konusunda İnönü'nün gösterdiği azim, Hitler'in 3 Mart 1941'de kendisine gönderdiği mektubun anlaşılmasına da yardımcı olabilir. Alman birliklerinin Bulgaristan'ı istila ettikleri bir sırada gönderilen bu mektup, Bulgaristan'ın istila edilmesinin Türkiye'yi hiç bir biçimde tehdit etmediği üzerine garanti veriyordu (27). Hitler, İnönü'ye ordularını Türk sınırından 60 kilometre uzaklıkta durduracağını, böylece Almanya'nın Türk sınırlarına karşı harekete geçmek gibi bir niyet beslemediğini ispat edeceğini bildiriyordu (28). Dolayısıyla bu mektup, İnönü'nün Türk sınırlarını savunmak için gösterdiği kararlılık ve azmin, Hitler'ce kabulü olarak anlaşılabilir. Hitler de buna karşılık bir bedel koparmak istemiştir. Türkiye, Almanya'ya karşı açıkça hiç bir yıkıcı etkinliğe girişmeyecektir. Hitler'in 1941 yılı Mart ayında gönderdiği mektubundaki tehditler, İnönü'nün gözünde, ölçülü olmanın önemini bir kat daha artırmıştır. Gerçekten de, bütün savaş süresince İnönü ve Hitler, karşılıklı olarak ülkelerini bir çatışmaya sürükleyecek davranışlardan özellikle kaçınmışlardır (29). Her ikisi de, önce kendisini gemleyerek, ötekini durdurabilmiştir. Hesaplarına göre, her ülkenin ötekine zorla yaptırmak isteyeceği şey, onun yapamayacağını umdukları şeyden daha az önemliydi. Her ülke bunun içni birtakım olumsuz teşebbüsleri tercih etti. Sözgelişi, Türklerin, İngilizlere topraklarında havaalanları yapmalarına izin vermemeleri, yani, karşı yanın saldırısından sakınma amacını güdüyordu. Dolayısıyla İnönü, savaşta Türk dış politikasını, Türkiye'nin toprak bütünlüğünü koruma açısından yönetti. Bu görüş açısı, ''Ne başkasının bir karış toprağında gözümüz var, ne de başkasına bir karış toprak veririz'' diye özetleniyordu. Bu görüşün çifte anlamı vardı. İnönü, Türkiye'nin sınırlarına saldırılamayacağını hesaplarken, bunun bedelini de kabul etmişti. Türk topraklarının bir karışını bile vermemeye kararlıydı, ama herhangi bir başka ülkenin topraklarına göz dikilmemesi de şiddetle karşıydı. Bu ilke Rusya için de geçerliydi. Almanya'nın, Stalin Rusyası'na karşı 1942 yılı sonunda kazandığı ilk zaferlerden başlayarak Alman diplomasisi, Sovyetler Birliği'nden alınan bazı bölgeleri ganimet diye kabul etmesi için İnönü'yü sıkıştırmışsa da, başarısızlığa uğramıştı (30). İnönü'nün, serüvenci ve ırkçı kavramlara karşı direnişi, ilerde de göreceğimiz gibi, o zamanlar var olan Turancılık akımının Türk dış politikasını etkilemesini kesinlikle sınırlamıştır (31). Aslında, Türkiye'nin Rusya'dan toprak almaya kalkışması dahice bir buluş değildi. Asıl düşündürücü sorun, Sovyetler Birliği'nin Türk topraklarına göz dikmesi ihtimaliydi. Kuşkusuz, bu da İnönü'yü en çok düşündüren sorunlardan biriydi. Cumhurbaşkanlığına seçildiği dönemde, Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında, o zamana dek eşi görülmemiş yirmi yıllık bir iyi niyet dönemi yaşanmış olduğu halde, İnönü kişisel deneylerine dayanarak, Rusların tutkuları karşısında tetikte bulunmak gerektiğini öğrenmişti. Sözgelişi, İnönü 1930'da, Türkiye'nin Rusya'yı kızdırmadan Batılılarla daha sıkı ilişkiler kurmak istediği sıralarda, Sovyetler Birliği'ne bir gezi yapmıştı (32). İnönü bu geziden dönüşünde, CHP parlamento grubunun seçme üyelerinin önünde, Atatürk'e aşağıdaki çözümlemeyi sundu: Ruslar, özellikle Batılılarca uzaklaştırılıp sarıldıklarını hissediyor, bunun sonucu olarak da, Batı sınırlarının güvensizliği kendilerinde bir tutku biçiminde. Türkler kendilerine doğrudan bir baskı unsuru olmadıkları sürece, Türkiye'yle dostça ilişkiler sürdürüyorlar ve sürdürmek de isteyecekler. Ruslar, Batı sınırlarını güçlendirmek için zaman kazanmak amacıyla, Doğu sınırlarının güvenlik içinde olması isteğindedir. İnönü, Sovyetler Batı sınırlarına güvenilir gözüyle bakmaya başladıktan sonra, ''Artık bizimle dost olmaya önem vermeyeceklerdir'' biçiminde görüşünü açıklamıştır. Sovyetler, Batılı devletlerin tehdidinden kurtulmaya başladıklarını hissettikleri anda, Doğu'da çok daha saldırgan duruma gelecek, umulur ki, Türkiye'ye de aynı biçimde davranacaktır. İşte bu nedenle İnönü, Sovyetlerin kendilerini Batı karşısında tam anlamıyla güvenlik içinde görmelerini istemiyordu. 1939 yılı Nisan ve Mayıs aylarında İngiliz ve Fransız diplomatları, bir Türk-İngiliz-Fransız-Sovyet paktı için uygun zemin kollarken, Sir Alexandre Cadogan'ın ifadesine göre İnönü, ''Sovyet ordusunun kara savaşlarına katılmasının gerekli olduğunu, çünkü bir Avrupa savaşından Rus ordusunun hiç zarar görmeden çıkmasının felaketler doğuracağı görüşünü üsteleyerek savunmuştur. Rusya'nın Batı sınırlarının güvenilir duruma gelmemesi, Türkiye için en iyi korunma amacıydı. Batı Avrupa'da Rus egemenliğine yol açacak bir savaş, bu korunma aracını ortadan kaldırmaya yeterdi. İnönü 1930'da, aradan en az yirmi beş yıl geçmeden böyle bir güvenliğin sağlanacağını sanmıyordu. İnönü'nün umduğu gibi, Rusya savaşa katıldı; ancak, 1943'te Alman ordularına karşı kazandıkları kesin zafer, İnönü'nün tahmin ettiğinden on iki yıl daha önce, Sovyetlerin Batı'da aradıkları güvenliğe kavuşacaklarını ortaya koydu (33). Belki de İnönü'nün Sovyet politikası üzerindeki bu görüşleri, Stalin'in 1941 yılı sonunda İngilizlerle birlikte Yunanistan'a ait bazı toprakların Türkiye'ye verilmesi önerisi karşısında Türkiye'nin gösterdiği sert tepkiyi açıklayabilir. İnönü, belki de Türkiye'nin doğusundaki bazı toprakları Stalin'in kendi ülkesine eklemek istemesinden çekiniyordu. Kısacası, İkinci Dünya Savaşı sırasında İnönü'nün kararlarını etkileyen unsurlardan biri Türkiye'nin toprak bütünlüğü ise, ağırlığını en çok duyduğu karşı unsur da, Sovyetler Birliği'nin siyasal tutkularıydı (34). Alman ordularının ilerlediği dönemde İnönü, görüşlerini açık seçik İngiliz ve Amerikan diplomatlarına anlatmakta kararsızlık göstermedi. Birleşik Amerika Büyükelçisi Lawrence A. Steinhardt'ın güven mektubunu sunuşu sırasında kendisiyle yaptığı ilk resmî görüşmede, savaş sonrası dünyasında Sovyet etkisi sorunu büyük bir yer almıştı. Alman orduları büyük bir hızla Stalingrad'a doğru ilerledikleri halde, Türkiye Cumhurbaşkanı, eğer Rusya, Almanya'yı yenecek olursa, Sovyet emperyalizminin Avrupa'yı ve Orta Doğu'yu ''silip süpüreceği'' konusunda Steinhardt'ı uyarıyordu. İnönü bu arada Rusya eğer imkân bulursa Boğazlara da el koymaktan çekinmeyecektir, endişesini beslediğini de belirtti (35). Savaş sırasında İnönü, yanına aynı inançta olan adamları almıştı. Gerek kararları hazırlarken, gerekse uygulama sırasında, sayıları bir epeyce kabarık olan bu yardımcılarına dayanıyordu. Kendisi, dünya sorunlarına iyice daldığı için, yardımcılarına hatırı sayılacak kadar yetki tanıyor, bağımsız olmasa bile, serbestçe iş görmelerine izin veriyordu. Yine de, bu adamların oynadıkları rolü çözümlerken şu unsuru akıldan çıkarmamalıyız: Hareket özgürlüğü ve dış politikaya katkıda bulunmak, ancak İnönü'nün bir lütfuydu; burada incelenmekte olan dönem ancak İnönü'nün egemen olduğu Türk politikası çerçevesinde içinde anlaşılmalıdır (36). İnönü'nün göz yumuşunun sonucu olarak karar alma konusunda kendisine hizmet eden yetkililerden en önemlisi de Numan Menemencioğlu'ydu. Numan Menemencioğlu ve Dışişleri Bakanlığı - Epeyce karmaşık bir kişiliği vardır. Hukuk öğrenimi yapmış, fakat doğal yatkınlığı nedeniyle diplomatlıkta karar kılmıştır. Numan Rifat Menemencioğlu, 1942 yılı Ağustos ayında Türkiye Dışişleri Bakanlığı'na atandı ve 1944 yılı Haziran'ında istifa edinceye kadar da bu görevde kaldı (37). Namık Kemal'in torunu olan Numan Menemencioğlu, Birinci Meclis'te Menemen eyaletini temsil eden Refet Paşa'nın ikinci oğluydu (38). Öğrenimini İsviçre'nin Lausanne şehrinde yapmış, 1914'te Dışişleri Bakanlığı'na girmişti. Kurtuluş Savaşı'ndan sonra yükseldi ve olağanüstü yetenekleri pek çabuk Atatürk'ün gözünde değer kazandı. 1933'te Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri oldu. Bir politikacıdan çok bir aydın olan, halktan çok fikirlerle ilgilenmekten hoşlanan Numan Menemencioğlu, dış politika üzerinde çalışmaktan ve bunun uygulamasından çok zevk alıyordu (39). Dışişleri Bakanlığı'na atanması dolayısıyla şöyle yazmaktaydı: ''Bu görev için bir çıraklık dönemi geçirmemin gereği yoktu; 13 yıldan beri bakanlığın çeşitli dairelerinin başında bulunmuş ve bu görevler sırasında Türkiye'nin dış politikasını yönetmeyi kavramıştım. Şimdi ise sorumluluğum yalnızca başka bir biçime bürünmekteydi.'' (40) Gerçekten de, aradan geçen yıllar boyunca Dışişleri Bakanlığı'nın, Menemencioğlu'nun yaşantısının merkezi durumuna geldiği söylenebilir. Menemenciolu 1942'de Dışişleri Bakanı olduğu zaman, Bakanlığın personelini çoktan avcunun içine almıştı. Daha Genel Sekreterliği sırasında diplomatik görevlerdeki ve Dışişleri Bakanlığı'ndaki adamların değerli kişiler olmasını sağlamıştı. Bakanlığın, Birinci ve İkinci Daire başkan yardımcıları olan Abdullah Zeki Polar ile Muharrem Nuri Birgi, İkinci Daire Başkanı Nurettin Vergin, Menemencioğlu'nun Özel Sekreteri Şadi Kavur, Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreterliği Özel Kalem Müdürü Turgut Menemencioğlu, Protokol Dairesi Başkanı Kadri Rizar, 1944'te Beyrut'ta genç bir başkonsolos olan Fatin Rüştü Zorlu gibi adamlar, Menemencioğlu'nun yanına aldığı kişilerdi hep (41). Bakanlıktaki görevlerine en iyi biçimde uyabilmeleri için Menemencioğlu, evinde ya da bakanlıkta sık sık seminerler düzenler, onların çeşitli sorunlar ve durumlar karşısındaki tepkilerini incelerdi. Menemencioğlu, Bakanlık üzerindeki denetleyici durumunu korumak için ''zalimane'' davranmaktan çekinmemiştir (42). Bakanlığın asıl ''çalışan çarkı'' ya da yüreği (43), dünyanın çeşitli bölgelerini ele alan üç siyasi daireydi. Birinci Siyasi Daire, Batı Avrupa, Fransa, İngiltere, Almanya ile uğraşıyor, Birleşik Amerika ile öbür Kuzey Amerika ülkeleri de bu dairenin alanına giriyordu; İkinci Siyasi Daire, Doğu Avrupa'dan, Balkanlardan, Yunanistan ve Sovyetler Birliği'nden sorumluydu. Seyfullah Esin'in yönettiği Üçüncü Daire ise, Orta Doğu ve Uzak Doğu sorunlarıyla ilgileniyordu. Menemenciolu, adı geçen daireleri etkili bir biçimde yönetiyor ve tümüne kendi etkinlik alanı gözüyle bakıyordu (44). Kesinlikle anlatmak zor olmakla birlikte, İnönü'nün dışişleri sorunlarına kişisel merakı oluşunun, başka bazı etkenlerle birlikte, Menemencioğlu'nun Dışişleri Bakanlığından istifasını istemesine yol açtığı düşünülebilir. Yine de İnönü, Menemencioğlu'nun yargılarını ve görüşmelerdeki ustalığını beğenmiştir: ''Numan işini biliyordu; çabuktu ve gelişen olaylar karşısında, ileri görüşlülükle tepki gösterirdi'' (45). Menemencioğlu'nun, Dışişleri Bakanlığını sıkı denetim altında tutuşu kadar önemli bir başka konu da, Bakanlar Kurulu'ndaki arkadaşlarına karşı durumuydu. Öbürleri ona genellikle perde arkasındaki başbakan gözüyle bakarlardı. Bu bakımdan Frederick Frey, Dışişleri Bakanı'nın o dönemde ''Bakanlar Kurulu piramidinin en üst noktasına çıktığını söylemektedir (46). Menemencioğlu'nun, Türk hükûmetinin geri kalan üyeleriyle olan ilişkilerinde oynadığı rolü anlamak için, bakanlığının her gün gayrı resmî toplantılara sahne olduğunu hatırlamak yeter. Her sabah saat 9'da Başbakan Şükrü Saraçoğlu, gündelik resmî programına, Dışişleri Bakanlığı odasında, Menemencioğlu'yla bir toplantıyla başlardı. Böylece, bütün dünyaya karşı birleşmiş bir cephe durumunda çıkabilirler, etkinliklerini düzenleme yeteneğine kavuşurlardı. Toplantıya başka bakanlar da katılırdı. Sık sık aynı toplantılarda hazır bulunan Cevat Açıkalın, bu görüşmelerde çıkan bütün tartışmalar sırasında Menemencioğlu'nun başrolü oynadığını hatırlamaktadır (47). Savaş döneminde Menemencioğlu'nun izlediği politika üzerinde çeşitli tartışmalar yapılmıştır. Anthony Eden'la daha başkaları, savaş sona ermeden önce, Menemencioğlu'nun Mihver davasından yana olduğuna inanmıştı (48). Şimdi bu konuda iki şey söylenebilir. Bir: Menemencioğlu'nun Dışişleri Bakanı olarak güttüğü ilk hedef, Türkiye'yi savaşın dışında tutmaktı. İnönü gibi o da, Türkiye hangi gruptan yana savaşa katılırsa katılsın, ülkenin baştan aşağı yakılıp yıkılacağına, hatta belki de işgale uğrayacağına inanmıştı. Menemencioğlu, ''Dış politikamızın hedefi, sonuna kadar geleceğimizi kendi kendimize belirlemek amacını korumaktır. Savaşa katılsaydık, geleceğimizi kendi kendimize belirleme hakkını yitireceğimizden, ülkemin bundan hiç bir şey kazanamayacağından eminim'', derken, kararlılığının ardındaki mantığı açıklamış oluyordu (49). Bir başka gün de Menemencioğlu, şöyle bir konuşma yapmıştı: ''Biz benciliz ve sadece kendi çıkarlarımız için savaşırız'' (50). Menemencioğlu, savaşta Türkiye'nin hiç bir şey kazanmadan, çok şey yitireceğine inanmıştı. Toprak isteği yoktu, uluslararası durumunun radikal bir biçimde gözden geçirilmesini de istemiyordu. Menemencioğlu'nun inancına göre Türkiye'nin savaşa girmekten elde edeceği tek şey, büyük devletlerin ordularına savaş alanı olmakla kalacaktı. Buradan ikinci konuya geçilebilir. Menemencioğlu, okuduğu tarihi eserlerden, küçük ulusların kendi kaderlerini çizme konusunda, en iyi biçimde, ancak büyük devletler arasındaki güç dengesi sayesinde korunabileceklerine inanmıştı. Bu nedenle de Büyük Britanya ile bir anlaşma, Nazi Almanyası ile de bir dostluk paktını hedef tutan politikada yanlış bir yön göremiyordu. Bunların her ikisi de Türkiye'nin ''etken tarafsızlık'' politikasının belirtileriydi. Bu tarafsızlık, Türkiye'yi korumayı gözetirken, Sovyetler Birliği ile Nazi Almanyası'nın aşırı derecede güçlenmelerini de engelliyordu (51). Menemencioğlu bir seferinde de şunları söylemişti: ''Buna göre biz, bu savaşın, karşıt yanlardan birinin ya da öbürünün kesin yenilgisiyle sonuçlanmasını istemiyoruz... Türkiye'nin çıkarları, görüşme yoluyla varılacak bir barışa yönelmiştir'' (52). Menemencioğlu, bütün bu ülkelerin, küçük devletlere karşı saldırgan emeller beslediğini düşünüyordu; bunlar ancak birbirlerine düşürülerek gemlenebilirdi. Savaşın sınır boylarında sürüncemede kaldığı ilk döneminde, Menemencioğlu da, İnönü'nün görüşünü paylaşmaktaydı. Buna göre savaş, Rusya'nın tarafsız ve dokunulmadan bir yanda kalmasıyla verilecekti. Yine Menemencioğlu da, olup bitenlerden sonra Almanya'nın tutkularının sınırsızca yayılmasından çekiniyordu. Alman ordularının ilerlemesi sürüp giderken, şöyle bir konuşmada bulunmuştu: ''Yeni düzenle (Üçüncü Reich), sıkı bir alışverişimiz olsun istemiyoruz. Bize göre, her ülkenin kendi bağımsızlık ve var oluş biçimini seçmesi, en doğal hakkıdır. Mihverin yaydığı yeni düzen üzerine pek az şey bilinmektedir'' (53). Menemencioğlu aynı düşünceyle, Türkiye'nin herhangi bir büyük ülkenin ardından gitmemesi gerektiğine inanıyordu. Alman ordularının bütün cephelerde ilerledikleri dönemde ve savaştan önce Menemencioğlu, Türkiye'nin ekonomik ve askerî yönlerden Almanya'ya çok bağımlı kalmaması için büyük çaba göstermişti. 1938'de Ribbentrop'a, Türkiye'nin bir tarafsızlık politikası izlemek istediğini belirten de oydu. Böylece, Türkiye'nin askerî araç ve gereçlerinin tamamını Almanya'dan almak istemediğini; hava kuvvetlerini, İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri (R.A.F.) modeline uyduracağını anlatmıştı (34). Menemencioğlu'nun, Türkiye'nin büyük devletlerden herhangi birine aşırı derecede bağımlı olmamak için gösterdiği çaba, titizlik ve büyük devletler arasında bir güç dengesi kurma inancı, küçük bir devletin en iyi savunma aracıydı. Yine İngiltere'yi de, Almanya'yı Avrupa politikasından uzaklaştırma niyetine karşı uyarmaktan geri kalmamıştı. Menemencioğlu, bu konuda Eden'e: ''Savaşı kazanacak ve Almanya'yı yıkmak isteyecek olursanız, Avrupa'da müthiş bir boşluk meydana gelecek, doğacak girdap bizi, yani, Türkiye'yi de silip süpürecektir'' demişti (55). Rusların Almanlara karşı kazandıkları zaferlerin sayısı arttıkça, Menemencioğlu'nun da Almanya'nın artık Rusların tutkularını gemleyemeyeceği üzerine korkuları çoğaldı. ''Politikamızın temel ilkesi, daima Avrupa'nın merkezinde kuvvetli bir Almanya'nın bulunmasına dayanıyordu'' (56). Bu görüş, kendisini İngiliz politikası ile anlaşmazlığa düşmeye yöneltmiş, özellikle Menemencioğlu için Avrupa üzerinde Sovyet egemenliğinin kurulması anlamına gelen Türkiye'den yardım isteği, anlaşmazlığı iyice su üstüne çıkarmıştır. Bu konuda da, şu biçimde bir konuşma yapmıştır: ''Kendileriyle müttefik oluşumuzu, güttüğümüz politikayla ispatladığımızı İngilizler bilirler; ama, buna rağmen üçüncü bir gücün (Sovyet Rusya) yararına sömürülmeye göz yummayacağımız da bilinmelidir.'' (57). Kısacası Menemencioğlu, yapmacık bir içtenlik gözüyle baktığı bir şeye araç olmak istemiyordu. İnönü dış politika kararlarında nasıl ölçülü bir yol izliyorsa, Menemencioğlu da katı bir pragmatik (olaylara dayanan) gerçekçilik uyguluyordu. Bir seferinde; ''Bırakın da siyasette hissiyattan, eski dostluklardan, silâh arkadaşlığından değil de... gündelik çıkarlardan bahsedelim...'' demişti. Bu dediğini de yoğun bir inançla yerine getirmekteydi. Bakanlar Kurulu - Bozulan sağlık durumu nedeniyle Menemencioğlu 1943 yılı başlarında Moskova'da elçi olarak bulunan Cevat Açıkalın'ı geri çağırarak, Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreterliğine atadı (58). Açıkalın, İsviçre'de Menemencioğlu'yla birlikte öğrenim yapmıştı; ama, o dönemde pek sıkıfıkı olmamışlardı. Buna rağmen aralarında sağlam bir dostluk kuruldu. 1943'ten başlayarak Menemencioğlu, Açıkalın'a en güvenilir dost ve meslektaşlarından biri olarak bakmaya başlamıştı (59). Açıkalın'ın Menemencioğlu üzerine yargısı, İnönü'nünkinin doğrultusundadır: ''Bir kaptan, parlak bir müzakereci, usta bir tartışmacı'' (60). Dolayısyla Cevat Açıkalın da, incelenmekte olan dönemde karar alma konusunda rol oynamıştır. Bunu dikkate almak gerekir. 1943 yılı mart ayında Genel Sekreter olmak üzere Moskova'dan döndüğü zaman, Dışişleri Bakanlığının kordiplomatik kadrosunda 23 yıllık hizmetini tamamlamış bulunuyordu. Atatürk'ün ayrıldığı eşinin kız kardeşi ile evlenmiş, Menemencioğlu gibi, o da genç yaşında Atatürk'ün takdirini kazanmıştı. Menemencioğlu'ndan çok daha genç olduğu halde, yalnız Dışişleri Bakanı'nın yakın arkadaşı olarak değil, ayrıca İnönü'nün kişisel güvenini de kazanarak Genel Sekreterlikte önemli roller oynamıştır. İnönü onun için: ''Cevat Açıkalın bana daima yararlı ve yakın olmuştur'', demiştir (61). Açıkalın, Moskova'da bulunduğu sırada, Rusların Türkiye'nin savaşa girmesini bahane ederek ordularıyla Türkiye'ye yerleşmeye kalkışmalarından çekinmeye başlamıştı (62). İnönü ve Menemencioğlu'ndan bağımsız olarak politikada yön çizecek biri olmadığı halde, 1943'le 1946 yılları arasında alınan belli başlı önemli kararlarda, o da etkili olmuştur. Müttefik ordularının cephelerde ilerlemeye başladığı dönemde, Başbakan Şükrü Saraçoğlu, Alman ordularının cephelerde zaferden zafere koştuğu dönemde, Refik Saydam kabinesinde Dışişleri Bakanlığı görevinde bulunmuştu (63). Bu nitelikle gittiği ve bir aya yakın süre kaldığı Nazi Almanyası'nın beklenmedik müttefiki Sovyet Rusya'yla da bir ittifak yapmaya çabalarken, 1939 yılı Eylül ayının 26'sından Ekimin 17'sine kadar Moskova'da bulunduğu dönemde, oyalanmanın ve aldatılmış olmanın büyük acısını tatmıştır (64). Bu dönemde Ruslarla bir anlaşmaya varmakta gösterdiği başarısızlık. Molotov'un davranışları, ilerde tanık olacağımız gibi, Saraçoğlu'nun Rusya'nın savaş sonrası niyetleri üzerine etkili bir biçimde aydınlatmıştır. Saraçoğlu, Menemencioğlu'nun istifasından sonra üç ay süreyle başbakanlık ve Dışişleri Bakanlığı görevlerini birlikte yürütmüştür. Bakanlar Kurulu'nun öbür üyelerinin, dış politika konusundaki kararlarda etkileri son derece sınırlı olmuştur. Statüleri ve etkileri bakımından Maliye ve İçişleri Bakanları, Yedinci Meclis dönemi olan 1943-1946 yıllarında, önem sırası bakımından Dışişleri Bakanı'ndan sonra gelmişler (65): İncelemekte olduğumuz dönemde Maliye Bakanlığı görevini Fuat Ağralı ve Nurullah Esat Sümer yüklenmişlerdi. 17 Ağustos 1942'ten 25 Mayıs 1943'e kadar İçişleri Bakanlığı yapan Recep Peker ise, Mihver'e daha yakın bir politikanın savunucusu olmuştur (66). Daha sonra Peker'in yerini Hilmi Uran almış (67), Uran'la birlikte Millî Savunma Bakanı Ali Rıza Artunkal (68) ve özellikle İnönü'ye yakınlığı ile tanınan Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel (69), 1944 yılı Mayıs ayından sonra Turancılık akımı eylemlerinin ezilmesinde etkili olmuşlardır. Ünlü general Ali Fuat Cebesoy da savaşın büyük bir döneminde Uluştırma Bakanı olarak görev almıştır. Söylendiğine göre, Peker gibi, o da İkinci Dünya Savaşı'na, Türkiye'nin Sovyetler Birliği'nin egemenliğini kırmaya yarayacak bir fırsat gözüyle bakmaktaydı (70). Yine de, Peker gibi körü körüne bir Mihver yanlısı değildi (71). Son olarak bir ad daha anmak gerekir ki, o da Hasan Şaka'dır. İncelenen konuda Menemencioğlu kadar önemli bir rol oynamadığı halde, Hasan Saka, 15 Eylül 1944'te onun yerine Dışişleri Bakanlığı'na atanmış ve San Francisco Konferansı'nda Türkiye'yi temsil etmiştir. Bu göreve gelişinde, dış politika sorunlarında yasama ve yürütme organları arasında oynadığı bağdaştırıcı, başarılı rol etkili olmuştu (72). Şimdi de, Meclis'in, savaşın son döneminde dış politikanın saptanması konusunda oynadığı rolü inceleyelim. Büyük Millet Meclisi ve C.H.P. Parlamento Grubu - İnönü'nün, Ankara siyasal çevrelerine egemen olması, kendisini Meclis'in üstünde gördüğü anlamına gelmez. Tersine, İnönü, Büyük Millet Meclisi üyeleriyle düzenli olarak bağlantı içinde kalmayı âdet edinmişti. İnönü, yalanlamak istercesine, ''Halk benim savaş yıllarında mutlak otoriteye sahip olduğumu düşünür,'' demiştir. ''Oysa benim sadece menevî ya da yönetici bir etkim olmuştu ve ben daima Büyük Millet Meclisi'ne teklifler götürmüşümdür.'' (73) Dolayısıyle bizim de, Meclis'i, savaş yıllarında dış politika kararlarının alınışıyla olan ilişkisini, C.H.P. Meclis Grubu'nun ya da C.H.P. Grubu'nun tutumunu ve özellikle can alıcı rol oynayan milletvekillerini tartışmamız gerekir. 1924 Türk Anayasası'na göre Türkiye Cumhuriyeti'nde egemenlik, onun temsilcisi olan T.B.M.M. aracılığıyle, ulusundur (74). Meclis de, yürütme yetkisini, T.B.M.M. üyeleri arasından dört yıl için seçilen Cumhurbaşkanına verir. Cumhurbaşkanı yine Meclis üyeleri arasından bir başbakan atar, Başbakan'ın atadığı bakanları onaylar ve isterse Bakanlar Kurulu toplantılarına başkanlık da edebilir (75). Demek ki Meclis, yürütme gücünü, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu aracılığıyle uygulamaktadır. Bu temel yapının da üstünde, elbette bir de siyasal yaşantının gerçekleri vardır. Türkiye'de iki partili bir demokrasiyi geliştirmek için gösterilen çeşitli çabalara rağmen, o dönemde C.H.P. tek başına varlığını sürdürmekteydi. Siyasal gücü yalnız bu parti temsi ediyor, hükûmetin siyasetini yalnız bu parti etkiliyordu. Daha 1923'ün başlarında C.H.P.'nin bir Meclis Grubu kurularak, hükûmetle parti siyasetinin bağdaştırılması amacı güdülmüştü (76). Savaş patlak verdikten sonra, devletin izlediği siyaseti onaylama sorumluluğu, Meclis Genel Kurulu içindeki C.H.P. Meclis Grubu'nun üzerine kalmıştı (77). A.C. Edwards'ın belirttiği gibi, Ankara'da ''İkili bir parlamento türü'' vardı (78). Özellikle savaş yıllarında bu yöntem çok uygun düşmekteydi. Gelenek gereğince, Meclis'teki tartışmalar halka açıktı. Meclis Grubu'nun siyasal toplantıları ise kapalı oluyordu. Meclis'in pazartesi, çarşamba ve cuma günleri yapılan olağan toplantıları, sıradan bir biçimde geçiyor, hükûmetin ne istediğini ve neyin oybirliğiyle kararlaştırılmasını dilediğini ortaya çıkarıyordu (79). Gerçek Parlamento çalışmaları ise - oylamalar ve soru önergelerinin görüşülmesi, Bakanlar Kurulu'nun izlediği politikanın gözden geçirilmesi, kararların tartışılması ve yapıcı yeni tasarıların ele alınması - düzenli olarak salıları toplanan Meclis Grubu'nun oturumlarında yapılıyordu. Savaş yıllarının büyük bir bölümünde Ticaret Bakanı olan Fuat Sirmen, Meclis Grubu toplantılarında Bakanlar Kurulu üyelerinin, kendilerine yöneltilen sorular karşısında ürkek ve çekingen olduklarını, bazı toplantılardan çok yorgun, ya da görevlerinden uzaklaştırılmış olarak çıktıkları bile belirtmiştir (80). Anlaşılıyor ki, Bakanlar Kurulu, Meclis Grubu'nun salı günkü toplantılarından aldığı direktiflerle yönünü çizer ve bütün bir hafta boyunca da grubun kilit noktalarındaki yöneticilerle sıkı ilişkide olurdu (81). İşte, bizi burada özellikle ilgilendiren de budur. Dış politika kararlarında yasama ve yürütme organlarının işbirliğinin incelenmesinden çıkan gerçek; Türkiye'yi ilgilendiren siyasal bir karar alma konusunda asıl güç ve otoritenin hiç de yürütme organının yararına ağır basmadığının anlaşılmasıdır. Meclis grubundaki bu coşkulu tartışmalar, aslında parlamentenon (82). Menemencioğlu ve ondan daha seyrek olarak da Saraçoğlu, kararları Meclis'e, onaylanması için değil, -çünkü, bundan nasıl olsa kuşkuları yoktumeşruluğunun onaylanması için sunuyorlardı. Bu meşruluğu gözetme ve dış politika sorunlarında soru önergeleriyle tartışmaları kolalaştırmaya çalışmakla, tartışmalara katılamayan ve Parlamento'da oy kullanmak yetkisi olmayan İnönü, 1924 Anayasası'nın temel mekanizmasını korumuş oluyordu (83). Hükûmetin yasama dalında görevli olanların büyük bir çoğunluğu, hem Meclis'te milletvekili, hem de C.H.P. Meclis Grubu üyesi niteliğiyle İnönü ve yardımcılarının dış politikaya yön vermesinden hoşnuttular. Zamanın etkili Meclis ve Meclis Grubu üyelerinden olan Cavit Oral, Menemencioğlu ve öteki Bakanlar Kurulu üyelerinin, ancak temel kararlar alındıktan sonra, güdülen siyasetin tartışılmak üzere Meclis'e getirilmesi görüşünü savunduklarını söylemektedir (84). Grubun, İnönü'nün ya da Menemencioğlu'nun aldığı bir kararı kabul etmemesi düşünülemezdi. Oral, böylece dış politikayla ilgili soru önergeleri üzerinde açılacak tartışmaların, Grup üyelerine Bakanlar Kurulu'nun güttüğü politikadan yana ya da ona karşı konuşmaya fırsat vermesini öneriyordu. Bu yoldan hem yoğun bir biçimde Menemencioğlu, Saraçoğlu ve öteki bakanları sorguya çekebiliyorlar, hem de hükûmetin en basit konulara kadar, çeşitli görüşte kişilere danıştığı yolunda kendi kendilerini tatmin ediyorlardı. Bunun sonucunda İnönü ve hükûmeti, oybirliğiyle alınması garantiye bağlanmış ve onayı almaktaydı; ama bu oybirliği pekâlâ serbestçe sağlanmış da olabilirdi. Daha başka kanıtlar da, Oral'ın ifadesini doğrulamaktadır. Sözgelişi, Prof. Mümtaz Soysal, İnönü'nün 1 Kasım nutuklarının gelecek yıl içinde Meclis grubundaki tartışmalara ışık tutan bir kılavuz işi gördüğünü keşfetmiştir (85). Sosyal, ayrıca 11 Mayıs 1945'te Meclis'e verilen bir önergeyle milletvekillerinin, dış politika sorunlarını yönetimindeki berecerikliliği için İnönü'ye minnet ve teşekkürlerini sunuşunu, bu konularda Meclis'in, Bakanlar Kurulu'nun nasıl kopyası gibi davranmadığının başlıca kanıtı olarak göstermektedir. Gerek Profesör Esmer, gerek Profesör Armaoğlu, Meclis Dışişleri Komisyonu'nun da, hem statüsü, hem de politika üzerindeki etkisi bakımından hiç de önemli bir rol oynamadığı görüşünü ileri sürmüşlerdir. Meclis Dışişleri Komisyonu, hükûmetin ve onun asıl başının, yani İnönü'nün, çizdiği politikayı sürekli izleyen bir komiteden başka bir şey değildi aslında (86). Kısacası, anlaşıldığı kadarıyla gerek kendisi, gerekse Cumhuriyet adına kullanmak üzere, Cumhurbaşkanına emanet etmişti; buna karşılık İnönü de dış politika kararlarında Meclis'in onayını aramaktaydı. Meclis, gerçek oturumundan önce, Meclis Grubu olarak kendi arasında bir anlaşmaya varıyordu; böyle olunca da, hiç şaşmaz bir biçimde hükûmetin güttüğü siyaseti onaylıyordu. Yine de Meclis Grubunda kilit noktalarını tutan bazı kişilerin dış politika konusundaki etkilerini görmezlikten gelmemeye dikkat edilmelidir. İnönü, C.H.P. ve Meclis'te bazı kimselerle temel konularda anlaşmadan hiç bir politik karar almaya yanaşmadığını ileri sürmektedir (87). Bunların içinde en önemlisi de, özellikle Alman ordularının bütün cephelerde ilerledikleri dönemde, Ali Fethi Okyar'dı. İnönü, Okyar'ın görüşlerine özellikle değer veriyordu. Profesör A. Suat Bilge, ''Dış politika konusunda İnönü'nün dinlediği tek kişi Fethi Okyar'dı'' diyecek kadar ileri gitmektedir. Her ne kadar bu Okyar'ın savaştan önce ya da savaşın başında oynadığı rolü biraz büyütmek olursa da, savaştan önce Türkiye'nin, Büyük Britanya'nın yanında yer almasını İnönü'ye kabul ettirenin Okyar olduğu da gerçektir. Türkiye'nin eski Londra Büyükelçilerinden ve Saydam kabinesinden Adalet Bakanı olan Okyar, Britanya'nın savaşı kazanacağından emin görünüyor, Türkiye'nin bu ülkeyle karşılıklı bir savunma paktı imzalamasını istiyordu. Türkiye, Fransa ve İngiltere arasında 19 Ekim 1939'da imzalanan üçlü karşılıklı yardım paktı, büyük çapta Fethi Okyar'ın etkisiyle gerçekleşmiştir (88). İnönü'nün hemen çevresindeki bakanlardan sonra, yazara kendisinin ifade ettiği gibi, savaş yıllarında en çok değer verdiği kişilerden biri de, Kâzım Özalp'tı. Başarılı bir asker, Meclis'in yedi döneminde Savunma Bakanı (89) olan Kâzım Özalp, savaş yıllarında C.H.P. Meclis Grubu Başkanıydı. Böylece İnönü, Bakanlar Kurulu ve Meclis Grubu üyeleri arasında elçi rolü oynamaktaydı (90). Meclis'e sunulacak dış politikayla ilgili yasama kararları ve meclis Grubu'nda tartışılan dış politika sorunları üzerine oturumları, Kâzım Özalp ele alır, bazen doğrudan doğruya yönetirdi de (91). Özalp, savaş sırasında ilk defa kendisinin ''Rus tehdidi'' üzerine eğildiğini kabul etmekte, savaş sürecince Türk dış politikasının ''yönetici ilkesi''nin ''her ne pahasına olursa olsun Ruslarla silâhlı bir çatışmaya girmemek'' olduğunu, ''özellikle Almanların Kırım'da yenilmeye başlamaları üzerine'' bu ilkeye daha çok sarıldıkları söyyenmektedir (92). C.H.P. Meclis grubu toplantılarında, dış politika sorunlarında açılan tartışmaların aslında hissî bir görev olduğunu önce de ileri sürmüştük. Bu yol, üyelere görüşlerini açıkça ifade etme imkânı veriyor, hükûmetin de yasama organının duygularını ve tutumunu anlamasına yarıyordu. Toplantılar bazen sert geçmekle birlikte, İnönü ve Menemencioğlu'nca saptanan politikanın yönünü, hiç demeyelim ama, pek az değiştirebiliyordu. Bu da, o dönemde Meclis Genel Kurul ve Meclis Grubu üyeliğinin ne kadar sınırlı bir görev olduğunu ortaya çıkarmaktadır. Üyeler, dış politika kararlarında genellikle hiç bir rol almamayı tercih ediyor ya da sözün gelişi, İnönü'nün avcu içinde bulunuyordu. Bunu belirttikten sonra, bu ''hissî görev''in önemini küçümsememe konusunda dikkatli olmalayız. Gerek İnönü gerekse Menemencioğlu, izledikleri politikanın onaylanması için çeşitli görüşlerin serbestçe dile getirilmesinin önemini bilmiyor değillerdi. Yasama Meclisi'ndeki en güçlü muhalefetin bile ancak bir onaylama biçiminde ortaya çıkmasına rağmen, yine de bu tartışmaların akademik nitelikte olduğu sonucuna varamayız. İnönü, Meclis Grubu'nun görüş ve düşüncelerini düzenli olarak alıyordu; çünkü, böylece ülkenin nabzını dinlemiş olmaktaydı (93). Meclis Grubu üyeleri ancak, İnönü'yü, ulusun neyi kabul edip, neyi etmeyeceği konusunda etkileyebildikleri ölçüde dış politika kararlarında etkili olmuş sayılırlardı. Bu konuda iki kişi daha anılabilir: Ali Rana Tarhan ve Hasan Saka. Bunların ikisi de gerek Meclis grubunun, gerekse Meclisin toplantılarında etken bir rol almışlardır. İncelemekte olan döneme ait Büyük Millet Meclisi tutanaklarına şöyle bir göz atmak, Ali Rana Tarhan'ın, çağının yaşama tartışmalarına ne derece etkili bir biçimde katıldığını göstermeye yeter. Tarhan, Varlık Vergisi, Almanya ile dipolomatik ilişkilerin gerginleşmesi, Almanya'ya savaş açılması ve San Francisco Konferansı'nda formüle edilen beyanname gibi belli başlı yasama konularında söz alıp görüşlerini açıklamıştır. Tarhan'ın, yirmi bir kişilik C.H.P. içindeki ''Müstakil Grup''un başkan yardımcısı oluşu, hükûmetin, güttüğü politikayı onaylamasını önemli bir duruma getirmekteydi (94). Serbest Fırka'nın kapatılmasından sonra, bir muhalefet partisi ihtiyacı yine hissedilmişti. 1939'da, Frey'in belirttiği gibi, ''açıkça değil de, sözde muhalefet yapmak için'' C.H.P içinde bir ''müstakil grup'' kurulmuştu (95). Tarhan işte bu sözde muhalefetin gayri resmî önderiydi ve dolayısıyla dış politika sorunları üzerindeki yorumları, yasama organının ''hissî görev''ini yerine getirmesinde başlıca unsur olmuştu. Fakat, Tarhan'ın uyarıları dış politika sorunlarına yeni ya da karşı görüşler getirmiyordu. Profesör Soysal, haklı olarak Tarhan'ın izlediği tutumla C.H.P.'nin üyeleri arasında ''görüş ayrılıkları bulmaya imkân olmadığını'' belirtmektedir (96). Buna rağmen Tarhan, fırsat buldukça Meclis Grubu'nda beliren ana görüşleri ve düşünceleri eleştirmiştir (97). Ama, resmen İnönü, müstakil grubun başı olarak kalmış ve İçişleri Bakanı Hilmi Uran'ın da belirttiği gibi, ''Tarhan, emirlerini ondan almaya devam etmiştir.'' (98). Hasan Saka'nın oynadığı aracı role, önceden de değinmiştik. Fakat, bu konuda Saka'nın, hükûmetin iki eşit dalı arasında gidip gelmediğini belirtmek önemlidir. Tersine, zaman zaman oyndığı rol, sadık bir yasama organı üyesinin davranışına dönüşmüştür (99). Son bir belirleme daha: İnönü'nün her türlü karşı görüşü ortadan kaldırmaya çalıştığı ya da bunu başardığını ileri sürmek, doğru ve dürüst bir iddia olamaz. General Kâzım Karabekir, Refet Bele, Yusuf Hikmet Bayır, (100) Recep Peker, Şükrü Sökmensüer, Rasih Kaplan, Mahmut Şevket Esendal, Şinasi Devrim, Faik Öztrak ve Şemsettin Günaltay gibi kişiler, pek de hükûmet politikasıyla uyuşmayan görüşlerini ifade etmişlerdir. Bir bölüğü, çok daha saldırgan ve daha az ölçülü bir politika izlenmesini görmek istediklerini belirtmişlerdir; bazıları da, Almanların Sovyet Rusya'yı istilâ etmesinden yararlanılarak, Türkiye'nin Mihver'in yanında savaşa girmesini savunmuştur (101). İnönü, bazı sınırları aşmamak ve kendi politikasını tehdit etmemek şartıyle bu tür karşı görüşlerin var olmasına hep izin vermiştir. Görüş ayrılıklarına da, ciddi bir siyasal muhalefet cephesi yaratmadığı ya da dışta talihsiz siyasal suçlamalara yol açmadığı sürece göz yummuştur. Türk Tarih Kurumu - İnönü'nün bütün bunlardan başka, halkın daha seçkin unsurlarıyla da ilişki kurma olanakları vardı. Türk Tarih Kurumu Yönetim Kurulu'nu sık sık bilgi almak için Çankaya'daki evine çağırırdı. (102). Savaş yıllarında Kurul üyeleri arasında bulunan Enver Ziya Karal şöyle demektedir: ''O zamanlar bunu anlayamamıştık ama, İnönü bizi 'Ne dersiniz, savaşa katılmamız gerekir mi?' türünden ya da buna benzer, sık sık jestler de kattığı sorularla yoklarmış.'' (103). Bazen Kurul üyeleri kendi aralarında uzun tartışmalara girer, bu arada İnönü hiç bir şey söylemezdi. Kişiler, özel politik görüşlerini savunurlardı. Türk Tarih Kurumu üyelerinin çoğu, 1943'ten sonra İnönü'ye savaşın dışında kalmasını salık vermişlerdir. Ancak, savaşın başında bir üye, Türkiye'nin Mihver'in yanında savaşa katılmasını savunmuştur. Karal, ''Türk sınırlarını yeniden Viyana surlarına kadar genişletmekten'' söz eden bir üyeyle İnönü'nün alay ettiğini de hatırlatmaktadır. Yine, Karal'ın belirttiğine göre, Türk Tarih Kurumu'ndakilerin duyguları, her şeye rağmen Müttefiklerden yanaydı. Ayrıca, Rusların cephelerde kazandıkları zaferler, üyelerin pek çoğunu sarsıyordu.'' 1940,1945 yılları arasında Türk Tarih Kurumu Yönetim Kurulu üyeleri şunlardı: Kurum Başkanı Şemsettin Günaltay, Yönetim Kurul Genel Sekreteri Uluğ İğdemir, Afet İnan, Enver Ziya Karal, Şevket Aziz Kansu, İsmail Hakkı Uzunçarşılı ve Hamit Ongunsu (104). Bu kişiler, savaş yıllarında İnönü'nün sık sık danıştığı ve güvendiği ''beyin takımı''ydı. Fakat, Türkiye'de hükümet dışında en önemli yeni fikirler ve öğütler, basından geliyordu. Bu alanda da, sansürcü görevini omuzlarına İnönü yüklenmekteydi (105). II TÜRKİYE'DE BASIN VE KAMUOYU Savaş Yıllarında Türkiye'de Basın Türkiye'nin yüreğinin nasıl attığını, beyninin nasıl çalıştığını derinliğine anlatan bir kaynakda, Türk basınında çıkan yazılar ve yorumlardır. Savaş boyunca basın, Türkiye'yi saran tehdit ve itelemeler karşısında ülkenin tepkisini yansıtmıştır. Türk gazetelerinde yer alan başmakaleler, Mihver'den yana olanlardan Sovyetler'den yana olanlara kadar, geniş bir yelpaze içinde bunu gerçekleştirmiştir. Buna rağmen Türk hükümeti, savaş boyunca basında yayınlanan yazıları sıkı bir denetim altında tutmuştur. Birtakım basın kanunları ve tüzükleri bu konuda hükümete geniş yetkiler vermekteydi (1). Bunlar arasında en önemlisi, ''halkın devlete karşı güvenini sarsacak'' yazılar yazan yazarlara, para ve hapis cezaları öngören 1881 sayılı kanundu (2). Nadir Nadi, gazate başyazarlarının dünya sorunlarına öbür konulardan daha çok eğilmelerini, ''Millî Şef'i (İnönü), hükümeti ve CHP'ni eleştirmenin kesinlikle yasaklanmasına'' bağlamaktadır (3). Buradaki iddia bir bakıma yanlıştır; Türkiye'nin belli başlı makale yazarlarının çoğu, dış sorunlarla yakından ilgiliydiler: Ancak, gazetelerin, sık sık hükümeti eleştirdikleri için kapatıldıkları doğrudur. Nadir Nadi, İnönü'nün basını denetlemesinden söz ederken, ''Bir telefonla gazeteleri kapatıvermek ve alarca kapalı tutmak moda olmuştu'', demektedir (4). Yazar ayrıca, makalelerdeki fikirlerin Basın ve Yayın Umum Müdürlüğün özellikle özellikle gerek Sovyetler Birliği'ne, gerekse Mihver devletlerine karşı saldırıda bulunmamalarına dikkat ettiğine değinmektedir (5). 1943 yılına kadar Basın ve Yayın Umum Müdürlüğü'nün başında olan Selim Sarper, örgütünün, siyasal saldırganlık yazıları yayınlamaması için gazeteleri dikkatle izlediğini doğrulamıştır (6). Her şeye rağmen Yunus Nadi, Yalman, Sertel gibi yazarların dışpolitikayı eleştiren yazılar yazmaları mümkün oluyordu; bu da, kısıtlamaların, bütün sertliğine karşılık asla boğucu olmadığını göstermektedir. Tersine, burada örnekleri de geniş olarak alındığı gibi, basına tanınan özgürlük, eleştirici yorumlara pekâlâ izin veriyordu. 1943'te, Türkiye'de 131 gazeteyle 172 haftalık, on beş günlük ya da aylık dergi yayınlanmaktaydı (7). Buna rağmen Türkiye'de okuma yazma bilenlerin sayısı azdı. Hele politikaya girmeyen, fakat, politika sorunlarına etken bir biçimde ilgi duyan dikkatli okuyucu sayısı daha da azdı (8). Sözgelişi, İstanbul'daki en büyük gazetenin toplam tirajı, yaklaşık olarak 16.000'di. 1943 ile 1943 ile 1945 yılları arasındaki dönemde İstanbul ve Ankara'da yayınlanan on bir büyük gazete vardı. Tirajlarına göre bu gazeteler şunlardı: Cumhuriyet : 16.000 Ulus : 12.000 Tan : 12.000 Yeni Sabah : 10.000 Akşam : 10.000 Son Posta : 10.000 Vatan : 7.000 Tasviri Efkâr : 6.000 Son Telgraf : 4.000 İkdam : 4.000 Vakit : 4.000 (9) 1943 yılı sonlarında ''Yeni Sabah''ın sahibi, gazeteyi yeni bir hamleyle canlandırdı; on beş yıldan beri yayınına son vermiş olan ''Tanin''le birlikte, başlıca gazetelerin sayısı bir düzineye ulaştı. Bütün bu gazetelere servis yapan haber ajansı da bir taneydi: Anadolu Ajansı. Bu Ajansı 6 Nisan 1920'de, Kemalist devrim haberlerini yaymak üzere Atatürk kurdurmuştu (10). Anadolu Ajansı, 1 Mart 1925'te bir şirket durumuna girişerek haber servislerini genişletti. 1944 yılı kasım ayında İnönü, Numan Menemencioğlu'nun ağabeyi olan Anadolu Ajansı Umu Müdürü Muvaffak Menemencioğlu'ndan istifa etmesini istedi. Menemencioğlu'nun genel müdürlüğü zamanında yabancı ülkelerde muhabir bulunmamasından ve yabancı haber servislerinden yararlanılmaması yüzünden ajansın genel haber alma işlevi çok daralmış, bu da Ahmet Şükrü Esmer'in eleştirilerine yol açmıştı. Esmer, 1 Kasım 1944'te ''Ulus'' gazetesinde yayınlanan bir makalesinde, Anadolu Ajansı'nın bütünüyle yabancı basın ajanslarına bağımlı olduğunu ileri sürdü (11). Esmer, ajans kendi simgesi olan A.A. ile bu haberleri verdiği için, bunun bir aldatmaca olduğunu yazdı. Ajansın yabancı ülkelere muhabirler göndererek etkinlik alanını genişletmesini ve bundan böyle kaynaklarının ne olduğunu açıklamasını istedi. Esmer'in eleştirileri savaş boyunca bütün Türk gazetelerinin ne kadar sınırlı imkânlarla çalıştıklarını gürültülü bir biçimde yansıtmaktaydı. O zamanlar Anadolu Ajansı, Türk basınını besleyen başlıca haber kaynağıydı. Gazetelerin doğrudan doğruya yabancı basın ajanslarından haber alıp kullanmaları zaman zaman yasak ediliyordu. Anadolu Ajansı da dış haberler konusunda yabancı basın ajanslarına bağımlı olduğundan, çok defa verdiği haberler ikinci elden gelmiş oluyordu. Türk gazetelerine, özellikle Müttefiklere ait: yabancı haber ajanslarından ve telgraf servislerinden yararlanmaları için izin verilse bile, yine de bunları doğru dürüst elde etmeyi başaramıyorlardı. Bu durum, Fritz Fiala'nın başında bulunduğu Alman Haber Ajansları Birliği Transkontinent Press'in etkenliğini artırmaktaydı (12). Nadir Nadi basında sağ, sol, merkez akımları ya da ideolojileri savunan belirli gruplaşmalar olmadığını belirtmektedir. Bu konuda, ''Her gazetede zıt fikirlere adanmış imzalar görmek mümkündü'' diye yazıyor: (13). 12 Mayıs 1939'da İngiliz- Türk karşılıklı yardımlaşma anlaşmasının ilânından sonra, bütün gazetelerin ''Mussolini ve Hitler'i mahkûm etmek için birbirleriyle yarıştıklarını'' ileri sürüyor. Ancak, Almanların Sovyetler Birliği'ni istilâya başlamasından sonra, gazetelerin çoğu svaşın ''teknik'' yönlerini açıklayabilmek için bir emekli generalle anlaşma yoluna gitmiştir (14). Nadir Nadi şöyle diyor: ''Çoğunluğu Mihver'den yana olan bu generaller, Almanların falanca ya da filanca şehri almalarının bir gün meselesi olduğunu yazarlar, tahminleri yanlış çıkınca da, durumun neden öyle değil de böyle olduğunu açıklamak için uzun izahlara kalkışırlardı...'' (15) Nadir Nadi'nin savaş yıllarında Türk gazeteleri arasında anlamlı anlaşmazlıklar olmadığı, hemen tümünün kadrolarında birkaç Mihver yanlısı bulunduğu, hiç birinin inatla bir siyasal görüşü benimsemediğini söylemesi, kuşkusuz, savaş döneminde yayınlanan gazeteler arasında var olan önemli anlaşmazlıkları küçümseme amacını gütmektedir. Bu gazetelerin çoğunluğu farklı kişilerin yönetimi ve denetimi altındaydı; hepsinin ayrı ayrı bağlılıkları, inançları vardı; bu nedenle de, siyasal görüşleri ve olayları birbirlerine karşıt çözümleyişlerle sunuyorlardı. Gazetelerin önem bakımından en başta geleni, CHP'nin resmî organı olan ''Ulus''tu (16). İnönü'nün güvenilir arkadaşı Falih Rıfkı Atay'ın (17) yönetimindeki bu gazete, hükümetin siyasetini yansıtıyordu. Atay ve ''Ulus'' gazetesi, İnönü'nün başka bir sesiydi sanki. Savaş yıllarında ''Ulus''un dış haberlerden sorumlu müdürü de, Ahmet Şükrü Esmer'di (18). Savaş sırasında Atay kadar olmamakla birlikte, Esmer, yine de iç kabinedeki dış politika çizgisini saptayan danışmalara ve CHP'nin Parlamento grubuna yakındı (19). Bu nedenle makalelerindeki yorumlara özel bir önem verilmeliydi. Nadir Nadi'nin kendi gazetesi olup 7 Mayıs 1924'te babası Yunus Nadi Abalıoğlu'nca (20) kurulan ''Cumhuriyet''e ise, savaş yıllarında genellikle Mihver yanlısı gözüyle bakılırdı (21). Nadir Nadi, babasının ''Cumhuriyet'' gazetesindeki makalelerde izlenen politikasını, Alman yanlısı yazılarını, Türkiye'nin ulusal çıkarları bakımından politik gerçekçilik diye yorumlayarak savunmak istemiştir (22). Sözgelişi, 30 Temmuz ve 31 Temmuz 1940 yıllarında yayınlanan iki başyazıda, Almanya'nın kabul edilmesi gereken bir güç olduğunu ileri sürüşünü, hükûmetin tarafsızlık politikasına yardımcı olmak için kaleme aldığı biçiminde yorumlamaktadır. Amacı, Türk kamuoyunda dengeyi sağlamak, körü körüne bir Müttefik yanlılığından, savaşan yanlar arasında, orta bir yola çekmekti. Yunus Nadi, 31 Temmuz tarihli makalesinde tek bir ulusun bütün Avrupa'ya egemen olmasına karşı çıktığını ileri sürmektedir. ''Bir tek ulusun hegemonyası bir hayaldir'' diyor, bu hayali Büyük Britanya adına sempati yaratmak amacıyla, Türkiye'de Alman korkusu yaymak isteyenlerin ortaya attığını ileri sürüyordu (23). Nadir Nadi, bu satırların Almanya'yı savunmak için değil, tarafsızlık havasını güçlendirmek için kaleme alındığında diretmektedir. buna karşılık hükûmet, 12 Ağustos 1940'ta, ''Cumhuriyet''in yayınını 9 Kasım 1940 tarihine kadar yasaklamışır (24). Nadir Nadi'nin kendisinin de kabul ettiği gibi, gerek İnönü, gerekse o zamanki Başbakan Refik Saydam, bunu ve aynı amaçla yazılmış daha başka makaleleri, kamuoyunu yansıtmak için çizdikleri sınırı aşan görüşler olarak kabul etmişlerdir. Nadir Nadi, İnönü'nün, ''Bu çocuklar başıma iş açacaklar. Kapatın gazeteyi'' dediğini de anlatmaktadır (25). Nadir Nadi'nin tersini ileri süren görüşlerine rağmen, kanıtlar Yunus Nadi ve ''Cumhuriyet''in savaş yıllarında Alman çıkarlarını desteklediğini göstermektedir. Sözgelişi, Peyami Sefa ve savaşın büyük bir döneminde ''Cumhuriyet'' gazetesi yazı kadrosunda bulunan emekli General Hüseyin Hüsnü Emir Erkilet, kesinlikle Mihver'e sempati besleyen kişilerdi (26). Ayrıca, 28 Haziran 1945'te İsviçre'de ölünceye kadar ''Cumhuriyet''in sahibi olarak görünen Yunus Nadi de, ekonomik nedenlerle, Mihver'e karşı hep anlayışlıydı (27). Transkontinent Press'in müdürü ve savaş döneminde Alman istihbaratı adına Türkiye'de çalışmış en önemli ajanlardan biri olan Fritz Fiala, 1944 yılı Eylül ayında Batı'ya sığındığı zaman, bu yönde doğrulayıcı ifadeler vermiştir. Birleşik Amerika Savaş İstihbaratı Dairesi Baştemsilclisi George W. H. Britt, görevli memurlarından biri olan Leo Hochstetter'den, Fiala'nın sorgusu sırasında verdiği bilgileri kapsayan bir rapor almıştır. 2 Eylül 1944'te Britt, Hochstetter raporunun bir kopyasını, Türkiye'deki Amerikan elçisine göndermiş, ancak ''bunları Fiala'nın ileri sürmüş olmasından başka, doğru olduğunu garanti edecek bir kanıt yoktur'' diye belirtmiştir. Bu rapor, Elçi Steinhardt'ın Kongre Kitaplığı'ndaki kişisel belgeleri arasında bulunmaktadır (28). Fiala, ''Cumhuriyet'' gazetesinin Alman yeraltı örgütünce beslendiğini ileri sürmekteydi (29). Fiala, ''Cumhuriyet'' ve ''Tasviri Efkâr'' gazetelerinin çok düşük fiyatlarla ve gazete kâğıdı olarak maddi yardım aldıklarını söylemekte, fakat gerek Abalıoğlu'lara, gerekse Ebüzziya'lara doğrudan doğruya maddi yardım yapılmadığını, Peyami Sefa ve onun gibi düşünen başka kimselerin de aslıdna Turancı ve ırkçı oldukları için, maddi yardıma ihtiyaçları olmadığını eklemektedir (30). Ahmet Emin Yalman da, daha sonraları Yunus Nadi'nin ''Büyük Millet Meclisi'nde milletvekili olmasından yararlanarak bir dizi savaş faaliyetinden çıkar sağladığını'' ileri sürmüştür (31). Nadir Nadi, bu suçlamalara doğrudan doğruya karşı çıkmamaktadır. Tersine, ''Cumhuriyet''in 1940'ta kapatılışını anlatırken, İnönü'nün bile bu suçlamaların doğruluğuna inandığını söylemiştir. 7 Ağustos 1940'ta İnönü, trenle Ankara'ya dönerken bir ara istasyonda, aralarında Yunus Nadi'nin de bulunduğu kalabalık bir grup kendisini karşılamıştı. İnönü, karşılayıcılar gidinceye kadar Yunus Nadi'ye kalmasını söyledi. Derken Yunus Nadi'ye dönerek, ''Ticari amaçlarla siyasi yazılar yazılmasına tahammül edemem'' dedi. Yunus Nadi'nin itirazları karşısında İnönü tekrar etti: ''Kesinlikle tahammül edemem buna!'' (32). Yunus Nadi, Mihver'i ister mali, ister başka nedenlerle desteklemiş olsun, ''Cumhuriyet'' gazetesinin başyazılarındaki düşünceler incelendiği zaman, ancak savaşın kaderinin müttefikler yararına ağır basmaya başlamasından, birkaç ay sonra değişecek bir Alman yanlısı olduğu ortaya çıkar. Uzun ve parlak bir geçmişi bulunan, Ziyat Ebüzziya'nın (33) sahipliğiyle yöneticiliğini yaptığı ''Tasviri Efkâr'' gazetesi (34) de, Fiala'nın ileri sürdüğü gibi, 1943'te kesinlikle Mihver yanlısıydı. Belirli biçimde Nazileri tutan Ali İhsan Sabis, gazetenin genel yayın müdürlüğünü yapıyordu. Peyami Sefa ise, gazeteye makaleler yazmaktaydı. ''Tasviri Efkâr'' savaş döneminde kapatılmış, ancak 1945'te ''Tasvir'' adıyla yeniden yayın hayatına atılmıştır. Savaş sırasında ideolojik durumunu sürekli koruyan tek gazete ise, politika yelpazesinin sağında değil, solundaki bir yayın organı, yani ''Tan'' olmuştur (35). ''Tan''ın ilk kurucuları Halil Lütfi Dördüncü, Zekeriya Sertel, Ahmet Emin Yalman ve Rifat Yalman olduğu halde, gazetenin yayın politikası 1943'te bütünüyle Sertel ve eşi Sabiha Hanım'ın eline geçmişti (36). Savaş yılları birbirini kovaladıkça, Sabiha Sertel, Zekeriya Sertel'in sosyalist felsefe görüşünü bir Sovyet komünizmi anlayışına çevirmeyi başarmıştır (37). ''Tan'' gazetesi 4 Aralık 1945'te komünist karşıtı bir öğrenci gösterisi sırasında tahrip edilmiş, Serteller ise Sovyetler Birliği'ne gitmiştir. Bir yanda ''Cumhuriyet''le ''Tasviri Efkâr'', öte yanda da ''Tan''ın temsil ettiği aşırı uçlar arasında, orta yeri de ''Akşam'' gazetesi (38) dolduruyordu. 1918'de, Kâzım Şinasi Dersan, Ali Naci Karacan ve Necmettin Sadak'ın kurduğu ''Akşam'', başyazı politikası konusunda ''Ulus''a çok yakındı. Bir noktada Falih Rıfkı Atay, yazı işlerinde gazeteye yardımcı oluyordu. Savaş yılları boyunca ''Akşam'' gazetesi, tıpkı ''Ulus'' gibi, ölçülü bir Müttefik yanlısı yazı politikası izlemiş, arada sırada Müttefik politikasını eleştirmekten de geri kalmamış, fakat bunu hep bir dost tavrıyla yerine getirmiştir (39). Savaş yıllarında Türkiye'deki en önemli makale yazarlarından biri de, Hüseyin Cahit Yalçın'dı (40). Yalçın, Müttefik davasına sıkı sıkıya sarılı olduğu halde, Sovyetler Birliği'ne hiç güvenemiyordu (41). Bu da birtakım çatışmalara yol açmış, Müttefik politikasından hoşnut kalıp kalmamasına göre Yalçın bu çatışmaları çözümlemekte güçlüklerle karşılaşmıştır. Sözgelişi, İngiliz ve Amerikan devlet adamlarının, muzaffer Rusya'nın yarattığı tehlikeleri yeterince anlayamadıklarını ileri sürmüştür. Ama bu da, Türkiye'nin İngiltere'yle olan ittifakını onurlandırmak için savaşa katılması yolunda diretişini engelleyememiştir (42). Alman ordularının cephelerde ilerledikleri dönemde Yalçın, 1938'de Cemalettin Saraçoğlu'nca kurulan ve Reşat Mahmut Yanardağ ile Tevfik Erol'un yönettikleri Yeni Sabah gazetesinde yazılar yazmış, 1943'te ise yeniden ''Tanin''i çıkarmıştır (43). Yalçın sevimli olmayan davaları savunmakta tek başına değildi. Ahmet Emin Yalman da sık sık böyle şeyler isterdi (44). Yalman'ın, bu araştırmanın yazarına, ''Yakın arkadaşlar Vatan'ı kontrolleri altına aldığından beri (45), istediğim rizikolara atılmakta kendimi serbest hissettim. Hoşuma ne gidiyorsa onu yazdım, onu söyledim'' demiştir (46). Yalman, İnönü ve Saraçoğlu'nun, 11 Kasım 1942'de kabul edilen Varlık Vergisi'ni (47) eleştirdiği için gazetesini kapattıklarını kesinlikle söylemektedir. Basında daha başka anılması gereken kişiler de vardı. Meslektaşlarınca, askerî deniz harekâtına gösterdiği ilgi yüzünden ''Sivil Amiral'' diye ad takılan Abidin Daver, bunlardan biriydi (48). Savaş döneminde ''İkdam'' gazetesinin (49) yazı işleri yönetmenlerindendi. 1943'te Review of the Foreign Press (Dış Basından Görünüşler), ''İkdam gazetesi Mihver'i desteklemekten uzaktır, ama öbürleri gibi Mihver politikasını mahkûm etmeye yakındır denemez...'' diye yazıyordu (50). Asım Us da (51), İstanbul'da yayınlanan ''Vakit'' gazetesinin sahibi ve başyazarı olarak anılmaya değer. ''Vakit'' (52) gazetesi, genellikle ılımlı ya da orta yolda bir yayın politikası izlenmekteydi. Savaş döneminde Türkiye'de yayınlanan başlıca on iki gazeteden geriye kalan ikisi ise, ''Son Posta'' ve ''Son Telgraf'' gazeteleriydi. 1930 yılında Halil L. Dördüncü, Ekrem Uşaklıgil, Zekeriya Sertel ve Selim Ragıp Emeç'in kurduğu ''Son Posta'' gazetesi (53) pek çabuk C.H.P.'ye karşı çıkmakla ün salmıştı (54). Gazete, sert eleştirileri yüzünden savaştan önce ve sonra sık sık kapatılmıştır. Dolayısıyle, bu araştırmada yeri çok önemli değildir. ''Son Telgraf'' gazetesi için de durum aynıdır. Gazetenin sahip ve başyazarı Ethem İzzet Benice (55) bir zamanlar Ulus gazetesinde dış politika yazarı olarak çalıştığı halde, savaş döneminde kendi gazetesinde yayınlanan makalelerin genellikle bu incelememizi ilgilendiren yönleri pek yoktur. Birkaç tane de yabancı dille yayın yapan gazete vardı ve bunların çoğunluğu Fransızca ve İngilizce olarak yayınlanan, Mihver yanlısı yayın organlarıydı. Bunların içinde en önemlli üçü, ''Türkische Post'', ''İstanbul'' ve ''Beyoğlu'' gazeteleriydi. Ali İhsan Sabis'in yönetiminde ve Alman yardımları ile yayınlanan ''Türkische Post'' gazetesi, savaş döneminde Ankara'daki geniş Alman kolonisince okunuyordu (56). 18 Şubat 1944 tarihli Balkanlar Kurulu kararı ile yayını durdurulmuştur. Öte yandan, ''İstanbul'' gazetesi, maddî yönden Türkiye dışındaki çıkar gruplarınca desteklenmiyordu. 1943 yılı Nisan ayında kuruluşunun yetmiş altıncı yılını kutlayan Türkiye'nin en uzun ömürlü yayın organı ''İstanbul'' gazetesi, savaş döneminde esen dalgalara göre makalelerini düzenlemekteydi (57). Müttefiklerin Güney Fransa'yı işgaline kadar ''İstanbul'', Vichy hükûmet ini desteklemişti. Bunun sonucu olarak da, Almanlarla işbirliğine karşı olan Türkiye'deki Fransızların çoğunluğunun sempatisini yitirmişti. Fakat, bütün Fransa'nın işgali, General Giraud'nun Kuzey Afrika'daki çabaları ve malî baskılar sonunda, gazete bir ''kalp nakli''ne baş vurma zorunda kalmıştır (58). 1943 Nisanından sonra ''İstanbul'' gazetesi, haberleri Müttefiklerden yana bir hava içinde vermeye başladı. İtalyan çıkarlarını temsil ettiği halde Fransızca olarak yayınlanan ''Beyoğlu'' gazetesi, daha çok ekonomik haberler veriyordu. Türkiye'de yine, bir de yabancı dille yayın yapan komünist yanlısı gazete vardı: ''La Turquie''. Baykurt ailesinin sahibi olduğu ''La Turquie'' gazetesi, genellikle gerek Marksist felsefenin aydın önerileri, gerekse Sovyetler Birliği'ne siyasal bağlılıkla yönetilmekteydi (59). 1945 yılı Aralık ayındaki öğrenci gösterileri sırasında bu gazetenin yönetim yeri de ''Tan'' gazetesiyle birlikte tahrip edilmiştir. Savaş yıllarında Türkiye'de Kamuoyu - Bütün bu gazeteler, halkı etkilemeye çalışıyordu. Fakat bu arada, savaş döneminde Türkiye'de esen fikir akımlarına bir göz atmak gerekir. Ülkede belirli iki tutum vardı: Savaşa karşı isteksizlik ve Sovyet Rusya'ya karşı beslenen genel bir güvensizlik. Sözgelişi, 1943 yılı mart ayında Dışişleri Bakanlığınca Cumhurbaşkanı İsmet İnönü için hazırlanan bir durum Raporu, ülkedeki savaşa karşı akımları etken unsur olarak belirtmekteydi: Halkın her sınıfı, hatta her devlette savaşa en meraklı olan ordu bile, savaşa karşıdır. Bugün her Türk vatandaşı, Türkiye'nin savaşa katılmasıyle bir şey kazanamayacağını anlamıştır. Ancak kendi bağımsızlığı tehlikeye düştüğünde savaşa girmeyi düşünmektedir. Bir saldırıya uğramadan ya da özgürlüğü doğrudan doğruya tehdit edilmeden, yani, kışkırtılmadıkça savaşa girmenin, ülkesine daha büyük bir yoksulluk, açlık, hastalık, hatta ölüm ve yıkım getireceği kanısındadır (60). Michel ve Irena Sokolnicki'nin özel belgeleri arasında bulunan bir memorandum da, Türk kamuoyunun görüşünü aşağı yukarı bu biçimde belirlemektedir (61). Türkler savaşa katılmaya kesinlikle nasıl karşıysalar, Sovyetler Birliği'ni de en büyük tehdit unsuru olarak görmekteydiler. Savaş döneminde Soyvetler Birliği'ne karşı Türk tutumunda en ilginç olan yön, yirmi yıldır çok iyi gelişen Sovyet-Türk ilişkilerinin, Türklerin Sovyetler Birliğini saldırgan olarak gören geleneksel inançlarını ne kadar az etkilediğidir (62). Sözgelişi, Daniel Lerner yaptığı araştırmada, bilgilerine baş vurduğu Türkler arasında % 80'inin Sovyetler Birliği üzerine görüşünü açıkladığını, ancak bunlar arasında yalnızca % 2'sinin görüşlerini yeni bilgilere dayandırdığını, geri kalanının ise ''eski Türk folklorundan bildikleriyle'' hareket ettiğini söylemiştir (63). Lerner, Türk kamuoyunun XX. yüzyıl olaylarından çok, XVIII. ve XIX. yüzyıl olanlarıyle yönetildiğini de ileri sürmektedir. Feridun Cemal Erkin de, ''Üç yüzyıl boyunca girişilen onüç savaş, Türklere hiç şaşmaz bir tehlikeyi sezme yeteneği kazandırmış, Rus tehdidinin ne olduğunu öğretmiştir,'' diye yazarken, bu fikirle bağdaşmaktadır (64). Bu görüş, köylüler için geçerli olduğu kadar şehirli öğrenciler için de böyledir. ''Tan'' gazetesinin tahrip edilmesi, Sovyet yanlısı partizanlar olarak gördükleri Sertellere karşı öğrencilerin ansızın bir öfke patlaması eylemini temsil etmektedir. Savaş yılları boyunca ekonomik kısıntılar, istifçilik, karborsa ve bunlara karşı hükûmetin gösterdiği sert tepkiler, Türkiye'de bir moral kırıklığına ve öfkeye yol açmıştır. Bu da, ilerde ekonomik durum incelenirken geniş olarak tartışılacaktır. III EKONOMİK YAPININ KISA BİR ÇÖZÜMLEMESİ Savaş dönemindeki Türk dış politikası, ekonomik değerlerin ve kısıtlamaların büyük etkisi altında kalmıştır. İnönü, Menemenciğlu, Saraçoğlu ile Fuat Ağralı ve Nurullah Esat Sümer gibi öbür yetkililer, günün şartlarının oluşturduğu ekonomik durumun tehditleri üzerine dikkatle eğilmişlerdir. Türkiye savaş dışında kalmıştı ama, müzmin dertlerinden, ihtiyaç maddeleri yokluğundan, enflasyon ve benzeri bunalımlardan yakasını kurtaramamıştı. Türk politikasını çizenler, özellikle Menemencioğlu, bu tür sıkıntıların etkilerini en aza indirmek için Türkiye'nin malik olduğu sınırlı ekonomik avantajlardan, görüşme yoluyle, tam verimle yararlanmaktan yanaydı (1). Onun amansız pazarlıkçılığı, gerek Müttefikleri, gerekse Mihver devletelrini çileden çıkarıyordu. W.H. Medlicott'un ileri sürdüğü gibi, ''sıkı pazarlıkçılık'', Menemencioğlu ve öbür Türk devlet adamlarının gözünde ''yurtseverliğin en yücesiydi'' (2). Türk devlet adamlarının bu konudaki çabaları karşılıksız kalmamıştır. Türkler, ihraç malları karşılığında gittikçe daha yüksek fiyatlar elde etmiş, bu da savaş sonunda oldukça elverişli bir ekonomik duruma erişmeleri sonucunu doğurmuştur (3). Türk devlet adamlarının zihninden çıkmayan şey ise, temel siyasal ilişkileri tehlikeye düşürmeden, en büyük çıkarları sağlama olanağını olgunlaştırmaktı. Bu bölümde, Türkiye'nin savaş dönemindeki ekonomik durumu kısaca anlatılmakta ve Türklerin bu durum karşısında nasıl bir ticarî ve malî politika izledikleri açıklanmaktadır. Enflasyon Âfeti - Yüzölçümü 780.623 km2 ve 1940'ta nüfusu 17.869.901 olan Türkiye, savaş döneminde bir tarım ülkesiydi (4). Topraklarının ancak % 10'u işlendiği halde, nüfusun % 70'i tarım alanında çalışıyordu (5). Tarım ürünleri 1935 ile 1945 yılları arasındaki dönemde Türkiye ihracatının % 91'ini ve ulusal gelirin % 70'ini sağlıyorsa da, çiftçilik genellikle ilkel yöntemlerle yapılıyordu (6). Türkiye'de fiyat düzeyi daha savaş patlamadan önce yüksekti; 1940'tan sonra da artması sürmüştür. Yetersiz bir enfrastrüktür (ekonomik yapı) yolculuk ve ulaşım imkânlarını çok güçleştiriyor, bu yüzden taşıt ücretleri, üretim giderlerini artırıyordu (7). Pek az gelişmiş bir sanayi, yüksek üretim giderlerinin sıkıntısı içinde kıvranıyor, bu sektör de ancak yüksek fiyatlarla mal üretebiliyordu (8). Türkiye, savaş patlayıncaya kadar sanayi ürünlerini ülkesinde üretme yerine, bunları hazır olarak dışardan ithal etmeyi çok daha ekonomik bulmuştu. Fakat, savaş ticareti aksatınca, Türkiye çok önemli sıkıntılarla karşı karşıya kaldı. Bu, fiyatların daha da yükselmesine yol açtı. Ayrıca, savaş döeminde büyük bir orduyu besleme zorunluluğu, savunma giderlerinin artmasını sağladı; bu da enflasyon girdabının hızlanması sonucunu yarattı (9). Müttefiklerin ve Mihver devletlerin bazı Türk ürünleri için önerdikleri gülünç fiyatlar, gariptir, ''bir sürü paranın pek az mal sağladığı'' bir durum yaratarak, önceki durumu iyice kötüleştirdi (10). 1941 ve 1942'de özellikle buğday ürününün çok az oluşu, ana besin maddelerinin bile kısıtlanmasını zorunlu kıldı. Hükûmetin aldığı denetleme tedbirlerinin gerektiği biçimde uygulanmaması sonucunda, bu maddelerin fiyatlarında da artışlar önlenemedi (11). Savaş döneminde resmî döviz kuru, 1 dolar=1 lira 80 kuruş olarak kaldı. Oysa, liranın gerçek satın alma gücü, sınırsız bir oranda düşmeye başladı. Yabancı ekonomilerle olan ilişkileri bakımından, savaş sona erdiği zaman Türk lirasının değeri, savaştan önceki değerinden % 30 ile % 70 arsında daha düşüktü (12). Türk lirasının altına oranla değre yitirişinin oranı ise, % 233'e kadar varıyordu. Bu düşüş, İngiliz, Amerikan ve İsviçre paralarının uğradığı değer yitirişinden üçte iki oranında daha çoktu (13). Ülke içindeki paranın alış gücünü yitirme oranı da hayat pahalılığı alanında % 254'e toptan satış fiyatlarında ise % 344'e ulaşmıştır (14). Sözgelişi, sebzelerde 1938 yılı 100 sayısı birim alınmak üzere fiyat artışı 1942'de 424.9'a varmıştır (15). Bir sonraki yıl, yani 1943'te ise, bu sayı 894.5'i bulmuştur. 1944 ve 1945 yıllarında da toptan satış fiyatlarında yükselme durmamış, önce 539.4'e, sonra da 595.9'a ermiştir. Hayvansal besin maddeleri de aynı istatistik eğrisini izlemiştir. 1938 yılının 100 sayısı birim alınmak üzere bu alanda da fiyatlar 1942'de 386,6'ya, 1943'te 752,8'e fırlamış, 1944'te 520.9 ve 1945'te 492.1 olarak saptanmıştır. Sanayi hammaddeleriyle yarı işlenmişlerin toptan fiyatları da satış yıllarında sürekli artış göstermiştir (16). Hayat pahalılığının artış grafiği belki bunlardan daha iyi bir biçimde durumu yansıtmaktadır. 1938'de Ankara'da besin ve içeceklerin toptan fiyat düzeyi 100 iken, bu sayı 1942'de 262.1'e ulaşmıştır. 1943'te 400.6'ya çıkmış, 1944 ve 1945 yıllarında ise pek az bir düşüş göstermiştir (17). Akaryakıt ve aydınlatma araçları bunlardan pek az değişik bir çizgi izlemiştir. Bu alandaki sayılar 1942'de 141.2; 1943'te 197.6; 1944'te 229.3; 1945'te de 227.2'dir (18). Giyim fiyatları 1943'te 508.0'a varmış, savaş süresince de 500 çevresinde dolaşmıştır (19). Ankara'da savaş yıllarında toptan fiyatlarda hayat pahalılığı düzeyi 1942'de 220.9'a; 1943'te 322.0'a; 1944'te 330.1'e; 1945'te de 331.1'e inmiştir (20). Bu sayılar genellikle ülke çapındaki hayat pahalılığı düzeyini de yansıtmaktadır. İstanbul'daki fiyat artışları ise, Ankara'daki artışlyara oranla biraz daha yüksek bir düzeye ulaşmıştır (21). Küçük esnafça satılan mallar da öbürlerini izlemiş ve tüketiciyi alışverişe çıkmaktan bezdirecek oranlara ermişti (22). Sözgelişi, Ankara'da ibr kilo ekmeğin satış fiyatı 1941'de 12 kuruş, 1942'de 25, 1943'te 41, 1944'te 32, 1945'te ise 33 kuruştu. Trabzon'da ise ekmeğin kilosunun fiyatı 1941'de 14 kuruşken, 1943'te 70 kuruşa fırlamıştı (23). resmî makamlar, 1942'de İstanbul'da ekmeğin kilosunun 23 kuruşa satıldığını belirtmekle birlikte karaborsada ekmeğin kilosunun 60 kuruşa kadar satıldığını hatırlayanlar çoktur (24). Savaş yılları gelip geçtikçe, kuzu ve koyun etinin, kesme şekerin, zeytinyağı ve pirincin de fiyatlarında artışlar oldu. Ankara'da koyun etinin kilosu 1941'de 39 kuruşken, 1944'te 129 kuruşa çıktı; İstanbul'da ise fiyatlar 1941'de 46 kuruşken 1944'de 182 kuruşu buldu (25). Buna paralel olarak kesme şekerin kilosunun fiyatı 50 kuruştan (26) 345 kuruşa çıktı (27). Zeytinyağının kilosu 1941'de 85 kuruştu, 1944'te 250 kuruşu buldu (28). 1941'de kilosu 56 kuruş olan koyun etinin 1944'teki fiyatı 176 kuruştu. 1941'de kilosu 38 kuruştan satılan pirincin kilosu ise 1943'te 149 kuruşu bulmuştu (29). Önleyici İç Tedbirler - Bütün bunların toplu sonuçları pek yıkıcı oldu. İnönü 1 Kasım 1944'te bunu, ''Geçen yıllar içinde, memleket içinde başlıca uğraşımız beslenme güçlükleri ve enflasyonun zararlarıyle oldu (30) sözleriyle belirtmiştir. Hükûmet daha savaşın başlangıcında duruma bir çare bulabilmek için birtakım iç ve dış tedbirlere baş vurmuştu. Dış tedbirlerin en önde geleni, ilerde de göreceğimiz gibi, bütünüyle Türk ekonomisinin çıkarları gözetilerek alınmıştı. İçtekilere gelince, bunların arasında önleyici ve kısıtlayıcı bazı sert tedbirler de bulunmaktaydı ki, vatandaşlar, özellikle köylüler, acısını çok çekmişlerdir. Bu acı ve kırgınlık, daha sonra İnönü'nün siyasal yenilgisini hazırlamıştır. Savaş döneminde Türk hükûmetinin aldığı en önemli iç tedbir, Büyük Millet Meclisi'nin 18 Ocak 1940'ta kabul ettiği Millî Koruma Kanunu'dur (31). Bazı durumlarda hükûmet kanunla kendisine tanınan yetkileri uygulamakta duraksamıştır. Sözgelişi, insan gücü eksikliğini çözümlemek için, köylü vatandaşlara sanayi bölgelerinde çalışma yükümlülüğü koymuştur. Mahallî memurlar görevlendirilerek, askerlik hizmetinden bağışık ya da hizmetlerini yapmış, erkeklerin stratejik önemi olan sanayi dallarında, özellikle madenlerde, bir yıl süreyle ve düşük ücretle çalıştırılmaları sağlanmıştır (32). Bu uygulama ''köylüler arasında büyük hoşnutsuzluğun yayılmasına sebep olmuştur'' (33). Sanayi bölgelerinde çalışma yükümlülüğü öncelikle maden merkezlerine yakın yerlerde yaşayan köylüler için uygulanmıştır. Toprak Mahsulleri Ofisi'nin kararları ise çok daha geniş kitleleri etkilemiştir. Ofis, köylülerin ellerindeki ürünü piyasa değerinden daha aşağı fiyatlarla kendisine satmalarını istemiştir. Köylüye kendisi ve ailesi için yetecek kadar ekmeklik buğday bıraktıktan sonra geri kalan ürününün tümünü elinden almak böylece mümkün olmuştur (34). Bu kararların amacı, besin maddelerinin halk arasında eşit dağıtımını sağlayarak, yoksulluk ve açlığın yayılmasını önlemek, besin maddeleri, özellikle ekmek fiyatlarını belirli bir düzeyde tutmaktı. Ancak, kararlar yanlış uygulanmış ve bir bakıma çare yerine daha büyük dertlerin açılmasına yol açmıştır. Köylüler, tedbirler karşısında ürünlerini daha büyük bir inatla saklamaya ve kaçırmaya başlamış, bazı zengin toprak sahipleri ise, ürünlerini karaborsacılara satarak büyük kazançlar sağlamıştır. Bu tür yolsuzluklara çok kez zengin toprak sahiplerinden gereken sus payını alan Toprak Mahsulleri Ofisi'nin bazı memurları da aracı olmuştur. 1943'te, Ofis'teki yolsuzluklar üzerine birçok gazete, geniş ölçüde yayın yapmıştır (35). Fakat, Türkleri büyük kitleler halinde etkileyen ve öfkelendiren tedbirler, özellikle gelirleri vergilendirme alanında alınmıştır. Savaş döneminde Türkiye'de kazançların vergilendirilmesi büyük eşitsizliklere yol açmıştı. Maaşlı ve ücretli olanlar, hükûmete vergi borçlarını tam olarak öderken, çok sayıda özel kuruluş sahibi -ki bunların sayısı savaş yıllarında hızla artmıştıkazançlarını gizleyerek çok az vergi ödeyebiliyordu (36). Bu da birtakım savaş zenginlerinin elinde büyük çapta sermaye birikimi doğurmuştur (37). Bu adamlar paralarını açık açık harcamaktan çekinmemiş, lira üzerindeki enflasyoncu baskıyı tutumlarıyla körüklemişlerdir. Sözgelişi, İnönü 1 Kasım 1942'de şöyle diyordu: Siyasi çıkarları için her bunalımı büyük bir fırsat belleyen ve kim bilir hangi yabancı ulusun çıkarları için çalışan vurguncular, toprak ağaları, açgözlü ve fırsatçı tüccar... ve bazı politikacılar, büyük bir ulusun bütün yaşantısını mayınlamayı denemektedirler (38). İnönü bu kötü insanları ayıklamanın bir bakıma kolay olacağını söylemiştir. Fakat, durumun hiç de böyle olmadığı kısa zamanda anlaşılmıştır (39). Savaş yılları boyunca Türkiye'de uygulanan vergilendirme politikası, zenginliklerin eşitliksiz dağılımını körüklemiş, enflasyonu önlemeyi başaramamıştır. Varlık ve Toprak Mahsulleri vergileri, mutlu azınlığı ve köylüleri vergilendirmişse de, enflasyonu önlemekte yine etkili olamamıştır (40). Bu iki vergi üzerine kopartılan çığlıklar daha dinmeden, sonuçları para piyasasında kendini göstermiştir (41). Fakat, deflasyoncu tedbirler olarak, yine de yarar sağlayamamıştır. Ayrıca sosyal birer kurum olarak çeşitli yolsuzluklara yer hazırlamıştır. Karpat bu konuda şu sonuca varıyor: ''Sermayenin bazı 'görünmeyen' ellerde toplanması ve cömertçe çarçur edilmesi... İkinci Dünya Savaşı sonunda gerçekten o kadar çarpıcı bir hal almıştı ki, Büyük Millet Meclisi'nde bile bir şikâyet kaynağı olmuştur.'' (42) Türkiye'nin Almanya'ya Ekonomik Bağımlılığı - Türkiye'nin savaş döneminde çektiği ekonomik sıkıntıların ve yoklukların, öncelikle Almanya'ya bağımlı olmasından ileri geldiği kesindir. Savaşın yaklaştığının belirtileri, Türk devlet adamlarını, Büyük Britanya, Birleşik Amerika ve Fransa ile daha sıkı ekonomik ilişkiler kurmak için, ekonomik dengeyi geçici olarak bozma rizikosunu göze almaya zorlamıştır. 1930-1945 yılları boyunca Türkiye ile Almanya arasındaki ticarî ilişkiler, çıkış ve inişleriyle, denizin dalgalanmasına benzeyen bir eğri izlemiştir. Sözgelişi, 1931'de Almanya, Türkiye'nin toplam ihracatının % 10,7'sini almış, Türkiye ithalâtının da % 21,3'ünü karşılamıştır (43). Beş yıl sonra, 1936'da da, Türkiye toplam ihracatının % 51'ini Almanya'ya yöneltmiştir (44). Toplam ithalâtının % 45,1'ini de Almanya'dan yapmış olması, belki çok daha anlamlıdır (45). 1948'de Türkiye, toplam ithalâtının % 46,9'unu Almanya'dan yaparken, İngiltere'den % 11,2, Birleşik Amerika'dan da % 10,4 oranında ithalât yapmıştı (46). Aynı yıla ait ihracat sayıları ise çok daha çarpıcı bir karşıtlık ortaya koymaktadır: Türkiye, toplam ihracatının % 42,9'unu Almanya'ya, yalnızca % 3,4'ünü de İngiltere'ye yöneltmiştir. Birleşik Amerika ise Türkiye'nin toplam ihracatından % 12,2'sini almıştır (47). Almanya savaştan önce inşaat demiri, çelik, işlenmiş bakır, her türlü motorlu araç, ağır makineler, otomobil lastiği ve daha başka her türlü işlenmiş lastik, cam, gazete kâğıdı, ilâç vb. gibi maddeler bakımından Türkiye'nin başlıca ve vazgeçilmez kaynağıydı (48). Türkiye de buna karşılık tarım ürünlerinin büyük bir bölümünü Almanya'ya ihraç ediyordu. 1942'de Barbara Ward'un vardığı gözlem şuydu: ''...Türkiye'nin dış ticaret eğrisinin, dış ilişkilerindeki iniş çıkışları izlemesi, bir rastlantı değildir.'' (49). Türk dış politikasının 19 Ekim 1939'da Büyük Britanya ve Fransa ile karşılıklı bir savunma anlaşmasına vardığı dönemde, Türkiye'nin Almanya ile olan ticareti büyük bir düşüş göstermiştir. 1940'ta 8 milyon lira değerindeki Alman ihracatından sağlanan döviz Türk devletinin kasalarına girerken, bu oran, toplam ithalâtın ancak % 11,7'sini buluyordu (50). Ertesi yıl da Almanya'nın Türkiye'ye yaptığı ihracat, bu ülkenin toplam ithalâtının ancak % 12,2'sini bulabildi (51). İhracat sayıları da ilginçtir. 1940'ta, Türkiye'nin Almanya'ya yaptığı ihracatın değeri 9 milyon lirayı buluyordu ve bu, Türkiye ihracatının toplam değerinin sadece % 8,6'sını oluşturmaktaydı (52). 1941'de ise, Türkiye'nin Almanya'ya yaptığı ihracatın değeri 26 milyon liraya, oranı da toplam ihracatının % 21,8'ine yükselmişti (53). Fakat, asıl sıçrama bundan sonraki üç yıl içinde görüldü ve Almanya'yı âdeta eski gözde yerine getirdi. 1943'te Almanya, Türkiye ithalâtının % 37,7'sini karşılarken, Türkiye ihracatının % 23,7'sini de satın aldı (54). Almanya'dan yapılan ithalât 1944'te hafif bir düşüş göstererek toplam ithalâtın % 30,4'üne indi; ancak, Almanya'ya yapılan ihracat, toplam iracatın % 78,2'sine fırladı (55). Aynı yılın başında Türkiye, Almanya ile olan ekonomik ilişkilerini sertleştirdiği halde, elde edilen bu sayı, özellikle ilginçtir. Bunu da, Almanların Türk malları için çok çekici fiyatlar vermeleri, Almanların Türk ticaret yollarını denetimleri altında tutmaları ve Türklerin ürünlerini başka yere satma imkânsızlığı, bir de hükûmetin 1940'ta Almaya ile imzalanan anlaşmaya uymaktaki kararlılığı ile açıklamak mümkündür. Dalgalanmaların durulması ise 1945'te Türkiye ile Almanya arasındaki ticaretin hemen hemen sıfıra indiği dönemde oldu. Almanya'nın savaştan önce Türkiye'yle ticaretini çok geliştirmiş olması bir şans eseri değildir (56). Bu, Hjalmar Schacht'ın ''Yeni Plan'' denilen Alman ekonomik kalkınmasının sonucudur (57). Schacht, 2 Ağustos 1934'te Ekonomi Bakanlığının başına gelince, hemen hiç gecikmeden, hesaplarla yeni bir ödeme yöntemi uygulamaya başladı. Bu yöntem, Schacht'ın deyimiyle şöyle açıklanmaktadır: ''Bize (Almanya'ya) mal satan yabancı ülkeler, satın aldıklarımızın karşılığını hesaplarına Alman parası olarak geçirmelidir. Bu parayla da Almanya'dan her istedikleri şeyi satın alabilirler (58). Bu yöntemin gerek Türkiye, gerekse Almanya açısından avantajı, ender bulunan yabancı dövizleri, dışardan gerekli malları satın alma ihtiyacını karşılamakta rahatça kullanabilmekti (59). Hammaddelerini ve tarım ürünlerini elden çıkarmak isteyen Türkiye ile, uluslararası para piyasasında daha çok borca batmadan sanayi ürünlerini satmaktan son derece memnun olan Almanya, bu takas sistemine gidersiz bir harcama gözüyle bakmışlardır (60). 1939'da Türk politikasını çizenler, Türkiye'yi ekonomik bakımdan Almanya'ya çok bağımlı duruma getirmiş olmaktan korkmaya başladılar ve bu durumun yapmak isteyecekleri siyasal manevraları tehdit edebileceğini düşündüler. 14 Aralık 1939'da Şükrü Saraçoğlu şöyle diyordu: Ortada başka gerçek daha var ki, bir ülkenin bağımsız bir ulusal politika izleyebilmesi için, dış ticaretinin büyük bölümünün yalnızca bir tek ülkeye yönelmemesini zorunlu kılmaktadır. Dış ticaretin tek bir ülkenin tekeline girmesi, bunun ölçüsü ne kadar küçük olursa olsun, hatta bu ülke müttefik bile olsa, ulusal bir politika izlemeyi çok zorlaştırır. Amacı bağımsızlık olan ulusal politika ile, hedefi kazanç olan ulusal ticaret yan yana yüreyemez duruma gelince, ulusal ticaret fedakârlık yapmak zorundadır (61). Türkiye, Almanya ile ticaret yapmaktan vazgeçecekse, bunun fedakârlıkları en aza indirecek bir biçimde gerçekleştirmeliydi. Türkler de İngiltere'ye kanca atmakta hiç vakit geçirmediler. Almanya'dan Kopma Teşebbüsü - Türkiye ile Almanya arasındaki ödeme anlaşması 31 Ağustos 1939'da sona erdiği zaman, Türk hükûmeti Büyük Britanya ve Fransa ile ticarî ilişki kurduğu için, bunu uzatmayı kabul etmedi. 19 Ekim 1939 tarihli üçlü Türk-İngiliz-Fransız ittifakına eklenen malî anlaşma, bu üç ülke arasında çok daha sıkı ticarî ilişkiler kurulmasını öngörüyordu (62). İngilizler, 19 Ekim 1939 tarihli itifakın cömert millî şartları içinde Türklerle yeni bir ticaret politikası üzerine görüşmeler yapmanın kolay olacağını sanmışlardı. Bu konuda en önemli sorun krom ihracatıyle ilgiliydi. Görüşmeler hemen hemen 19 Ekim'in ertesi günü başladı. Türkler, İnglitere'nin iki yıl içinde, yılda 200.000 ton krom almayı kabul etmeleri için diretiyordu (63). Buna karşılık, Almanya'ya hiç krom ihraç etmemeyi üstlenmekteydiler. İngilizler, sonunda ''peki'' dedi; fakat, bu arada Türkler yeni bir şart daha koştu. 16 Kasım 1939'da Londra'daki Türk Büyükelçisi, İngiltere hükûmetine, hükûmetinin Almanya'ya krom ihraç etmeme kararını, ancak İngiltere de Türkiye'den incir, fındık, üzüm ve tütün ürünleri ithal etmeyi kabul ederse yerine getirebileceğini bildirdi. Bu istek Londra'da kızgınlık uyandırdı ve Batılı Müttefiklerin ''Türklere çok iyi ettikleri'' (64) havası esti. İngilizlerin tutumu, Türkiye pazarından Almanya'yı silecek kadar çok Türk ürünleri almalarının imkânsızlığı karşısında, daha da belirli bir duruma geliyordu. Türkler ise, ihraç edilmeyi bekleyen üretim fazlalıkları olduğu sürece Almanya'ya krom satmayı sürdürecekleri konusunda üsteliyordu. Görüşmelerin ölü noktaya varması üzerine, Menemencioğlu Londra ve Paris'e bir yolculuk yaptı (65). Menemencioğlu, Londra'da da, İngilizlerin iki milyon sterlin değerinde Türk tarım ürünleri ithal etmeleri yolundaki görüşünü sürdürdü. İngilizlere krom satmaya karar verdiklerinde, Almanların bu tür ürünlerini almak istemeyeceklerini ileri sürdü. Eğer İngilizler Türk kromunun Almanya'ya akmasını önlemek istiyorlarsa, Türklerin çabuk bozulan tarım ürünlerini satın almayı kabul etmeleri gerekiyordu. Menemencioğlu, kuru meyvelerin satışı konusunda bir anlaşmaya varılmadıkça, görüşmelere katılmayacağını da bildirdi. W.H. Medlicott: ''Kuru meyve anlaşmasını kabul etmeyen Bay Menemencioğlu'nun blöf yaptığını düşünmek mümkündü; ancak, blöf yaptığı yüzde yüz doğrulanamıyordu,'' diye yazmaktadır (66). İngilizler sonunda Menemencioğlu'nun önerilerini kabul etti. Menemencioğlu bunun üzerine hemen Paris'e geçti ve burada da İngilizlere karşı desteklendiğini hayretle gördü. Aralık ayı ortasında Londra'ya döndüğünde, yeni bir istekte bulundu. İngiltere hükûmetinin Türk kromunu iki yıl değil, yirmi yıl süreyle satın almayı garanti etmesini istedi. İngilizlerce isteği geri çevrildi. Buna rağmen 8 Ocak 1940'ta Fransızların da katıldığı bir anlaşma imzalandı (67). İngilizler, çarpışmaların kesilmesinden sonra, ihracat mevsiminin sonuna kadar Türk kuru yemişlerini satın almak için söz verdiler. Fakat, bu garantinin kendilerini 1942-1943 ihracat mevsiminden sonra bağlamayacağını da belirttiler. İngilizler ayrıca, gelecek iki yıl içinde her yıl 50.000 ton krom satın almayı, 1943'ten sonra da krom konusunda kendilerine öncelik tanınmasını istediler. İleride göreceğimiz gibi, Menemencioğlu'nun Türk kromunu yirmi yıl süreyle İngilizlere verme önerisini geri çevirdikleri için, İngilizler sonradan büyük pişmanlık duyacaklardır. Menemencioğlu Ankara'da bulunmadığı sırada, Türkiye ile Mihver arasındaki görüşmeler kesilmemişti. Dışişleri Bakanının Ankara'ya dönüşünden sonra İngilizlere, Türkiye'nin Türk fabrikalarında kullanılan Alman üretim maddelerine karşılık, Almanya'ya yaklaşık olarak beş milyon lira değerinde pamuk, susam, fındık, tütün ve Alman ekonomisi bakımından çok önemli bir madde olarak zeytinyağı ihraç edeceği bildirildi (68). İngilizler, Türk hükûmetinin Almanya ile Türkiye arasında her türlü ticarî ilişkileri kesmeye yol açacak bir savaş ticareti anlaşması yapmak istemediğini bu sefer daha da açık bir biçimde anlamıştı (69). Gerçekten de, 8 Ocak 1940 anlaşmasından sonra Türk diplomasisi, Mihver devletleriyle Müttefikleri birbirlerine karşı koz olarak oynamayı sürdürdü. Türkler, 1940 yılı Şubat ayında Almanya ile ticaret ilişkilerini kesmeyi düşünmeden önce, istedikleri bazı malların listesini İngilizlere sundular (70). Aynı zamanda Almanya'dan da kamyon, yedek parça, silâh, fabrika kurma kolaylıkları, demiryolu araçları, lokomotif ve buna benzer isteklerde bulundular (71). En sonunda, 25 Temmuz 1940'ta Türkiye ile Almanya arasında bir ticaret anlaşması imzalandı (72). Bu anlaşmada, yaklaşık olarak 25 milyon lira değerinde ihracat ürününün Türkiye'ye ihraç edileceği belirtiliyordu. Almanlar, 39 lokomotif, Sıvas çimento fabrikasının kurulması için gerekli araç, yedek parça, tıbbî malzeme, ilâç vb. mallar göndereceklerdi. Türkler de buna karşılık Almanya'ya tiftik yünü ve zeytinyağı da içinde türlü tarım ürünleri sağlayacaklardı (73). Bunlar arasında İngilizlerin, Almanların yoksun kalmasını istedikleri birçok stratejik değerde madde de vardı. Türk-Alman Ticaret Anlaşması'nın yürürlüğe girmesinden bir yıl sonra, Almanya'dan Türkiye'ye ancak 9 milyon lira değerinde Alman mamulü gönderilebilmişti (74). Bu ise, Türkiye'nin makine ve silâh ihtiyacını daha geciktirilmeye gelmez bir duruma sokuyordu. Öte yandan Almanya, Türk kromuna gittikçe daha açgözlü bakmaya başlamıştı. En sonunda, 18 Haziran 1941 tarihli TürkAlman Dostluk İttifakı'nın imzalanmasından sonra, durumu aydınlığa kavuşturmak için Alman ticaret görüşmelerinin başyöneticisi Karl Clodius'un Eylülde Ankara'ya gideceği açıklandı (75). Almanya'ya krom ihracı konusunda görüşmeler, 9 Ekim 1941'e kadar sürdü ve o tarihte de Ankara'da, sözde Clodius anlaşması denen ittifak imzalandı (76). Türkler bu anlaşma uyarınca Almanya'ya 15 Haziran 1943 ile 31 Mart 1943 tarihleri arasında, yani, İngilizlere tanınan önceliğin sona ermesinden hemen üç ay sonra, 45 bin ton krom göndermeyi kabul ediyordu. Almanya, Türkiye'ye 18 milyon lira değerinde askerî malzeme göndermeyi kabul ederse, Türkiye de Almanya'ya 1943'te açıktan 45.000 ton krom, 1944'te de 90.00 ton krom daha ihraç edecekti (77). Bu anlaşma, Almanların hoşuna gitmedi. Türklere, krom isteklerini hemen karşılamayı kabul ettirebileceklerini umdular (78). Öte yandan anlaşma, İngilizlerin de hiç hoşuna gitmemişti. Türklerin bir kez daha ekonomik yönden Almanlara bağımlı duruma düştüklerini sanıyorlardı. Bunun üzerine İngilizlerle Amerikalılar anlaşmayı engelleme çabalarına giriştiler. İngiliz-Amerikan Tercihli Satın Alma Programı - 1940 yılı başlarında Başbakan Churchill, Philip Swinton'dan Birleşik Krallık Ticaret Birliği'nin (U.K.C.C.), Müttefiklerin tercihli satın alma yoluyle Mihver'e stratejik değeri olan ithal malların ulaşmasını sağlamak için birtakım tedbirler hazırlamasını istemişti. Bu program uyarınca İngilizler, 1941'de aşağıdaki oranda malları Türkiye'den satın aldılar: Ton Krom :151.066 Tiftik :3.350 Zeytinyağı :5.091 Meşe palamutu :5.000 Pamuk tohumu :1.622 Pamuk yağı :8.000 Keten tohumu :124 Susam. :132,5 (79) Amerikalılar da 1942'de Birleşik Amerika Ticaret Birliği'ni (U.S.C.C.) kurarak Türk mallarını açık pazardan sağlama çabalarına katıldılar (80). Yine de, önemli Türk ürünlerinin Almanya'ya ulaşmasını engelleme amacını güden program, geniş çapta başarısızlığa uğradı. Türkler Clodius Anlaşması'yle üstlendikleri şeylere titizlikle bağlıydı. Sözgelişi, 1943 yılında Türkiye'nin Mihver ülkelerine ihracatı şu oranları buluyordu: Metreküp Krom :46.783 Yağ tohumları :.17.942 Balık :17.597 Sepicilik maddeleri :13.756 Pamuk :10.247 Pik demiri :9.508 Bakı :7.384 Kuru meyveler :6.445 Deri :.2.894 Bitkisel yağlar :.2.068 Tiftik :1.438 Demir ve çelik çevheri :966 (81) Türkler her iki yanla da yaptıkları ekonomik anlaşmalara hiç şaşmadan bağlı kalmakta direttiler. Tıpkı Müttefikler gibi, Almanya da söz verilen malları aldı. Türkler, 1943'ten önce Almanlara krom satmadıkları gibi, Müttefiklere de, Almanya'ya ihracat yapmalarını imkânsız duruma getirecek ihraç izinleri vermeye yanaşmadılar. Bu durum, 18 Nisan 1943'te imzalanan ikinci Clodius Anlaşması ile sessiz sessiz onayladı (82). Profesör Medlicott'un belirttiği gibi, ''Türler, Almanların en çok ihtiyaç duydukları maddeleri çekinmeden onlara sağlama görüşündeydiler.'' (83). Çünkü Türkler, Almanya'ya ihraç edilmek üzere geniş mal stokları yapmıştı. Türkiye, anlaşmanın imzalanmasını izleyen on dört ay içinde yani 1944 yılı Mayısına kadar, Almanya'ya 40 milyon lira tutarında stratejik değeri olan mal ihracını kabul etmişti. Bu anlaşmayı harfi harfine uygulama politikasının ardında, İnönü ile birlikte Menemencioğlu da vardı (84). İkisinin de neden önce Almanlarla ve Müttefiklerle bir dizi anlaşmalara giriştiklerini, her iki yanın da tepkisi ne olursa olsun, bu anlaşmanın şartlarına dayanarak işleri yürüttüklerini açıklayacak çeşitli nedenler vardır. Önceden de belirtildiği gibi İngiltere'nin, Türkiye'nin bütün ihtiyacını karşılamasına imkân yoktu. Almanya ise, ancak kendi istediğini aldığında, Türkiye'ye gerekli olan malları verebilirdi. İşte Menemencioğlu'nun, Türkiye'nin elindeki stratejik ürünleri, Alman mamullerini elde etmek için Almanların ağızlarını sulandırmak amacıyle kullandığı anlaşılmaktadır. Bu politika, Türkiye'nin maden kaynaklarının tümüne sahip olma ya da dilediği gibi kullanma yeteneğini elinden alma konusunda Alman hükûmetinin beslediği niyetleri ortadan kaldırmaya da yaramıştır. Son olarak, Türk ürünlerinin fiyatlarını belirli bir düzeyde tutmaya da yardım etmiştir (85). Demek ki Türkler, İngilizlere ve Amerikalılara, Almanya'ya vaat ettiklerinden daha çok mal satmaktan hoşnuttular. Ancak, Müttefiklerin kendilerine bir olta gibi uzattıkları tercihli satın alma yemini yutmaya ya da Alman isteklerini geri çevirmeye pek yanaşmıyorlardı (86). Türklerin yaptıkları tek şey, İngiliz ve Amerikalılara Türk ürünlerini yüksek fiyatlarla satmak olmuştu ki, bunun nedeni, Almanya'nın bazı Türk ürünlerini elde etmek içn olağanüstü fiyatlar önermesinden doğan fiyat yükselişleridir (87). Böylece, Birinci Clodius Anlaşması ile, 1944 yılı Nisan ayında Türkiye'nin Almanya ile olan ekonomik ilişkilerinin bozulmaya başladığı zamana kadar geçen döneminde, Almanların Türkiye'ye vaat ettikleri mamulleri gönderememesinin, Türk ürünlerinin Almanya'ya ihracını önleme bakımından daha etkili bir unsur olduğu söylenebilir. Savaş döneminde krom, bakır, tiftik, pamuk gibi maddeler üzerinde yapılan görüşmeler, bunu geniş biçimde göstermekte ve doğrulamaktadır. Krom Sorunu ve Türk Tepkisi - Savaş döneminde Türkiye'nin elindeki mallar ve ürünler arasında en önemli olanı kromdu. Bir yazarın dediği gibi, ''Ekmek için maya neyse, modern sanayi için de krom odur; pek az miktarda gerek duyulur, fakat, onsuz da olmaz; tıpkı, mayasız ekmek olmayacağı gibi.'' (88). 1939'da Türkiye, Dünya krom üretiminin %16,4'ünü, yani yaklaşık olarak 190.000 tonunu sağlamıştı (89). Savaş boyunca da üretim hep böyle yüksek düzeyde kaldı. Savaş yıllarında Türkiye'nin krom üretimi, ton olarak şöyledir: 1939 : 183.300 1940 :169.800 1941 :135.700 1942 :116.300 1943 :154.500 1944 :182.100 1945. :148.100 (90). Bu durum, umutsuzca, kroma ihtiyaçları olan savaşan yanları, maden üretiminin aslan payını elde etmek için Türkiye üzerinde alışılmamış baskılar yapmaya zorlamıştır. Bu bakımdan Türkiye, âdeta bir ip cambazı gibi, gerili halat üzerinde yürümek zorunda bırakılmıştır (91). İp üzerinde yürüme görevi öncelikle Menemencioğlu'nun omuzlarına yüklenmiştir. Önceden de belirtildiği gibi, Menemencioğlu'nun 1939 yılı Aralık ayında Londra'ya yaptığı gezi sırasında İngilizlere Türk kromlarını satın almaları için 20 yıl süreli ve öncelik tanıyan bir anlaşma önerdiği hatırlardadır. İngilizler bunu kabul etmiş olsalardı, işler çok daha basitleşecekti. Menemencioğlu daha sonra da, 1943'te en çok 90.000 ton, 1944'te 45.00 ton kromun Mihver'e ihracını öngören Clodius Anlaşması'nın görüşmelerini yürütmüştü. Bu kadar kromu alabilmek için, Almanya'nın Türkiye'ye belirli bazı maddeleri, araç ve gereçleri göndereceğine dair yaptığı vaadi yerine getirmesi gerekiyordu. 1942 Ekiminde İngilizler, arkasından da Amerikalılar, Türk kromlarının Almanya'ya ihracını önlemek için çaba harcamaya başladılar. Memencioğlu, 18 milyon lira değerindeki Alman askerî malzemesi alınmadıkça, bu miktarın Mihver'e ihraç edilmeyeceği konusunda Müttefiklere güvence vermeye çlaıştıysa da, Türkiye'nin Almanya'ya vaat ettiği miktarda kromu göndermesini imkânsız kılacak ihracat izinlerini İngiltere'ye tanımaya inatla yanaşmadı (92). İngilizler bunu ''acı bir sınav'' (93) ve ''Türkiye'nin Müttefiklere karşı tutumunun mihenk taşı'' (94) olarak kabul ettikten sonra, öfkeden küplere bindiler. Medlicott bu konuyu: ''Bakanlık (Ekonomi) öfkeyle 'Türkler en sonunda içlerindekini açığa vurdular ve iki yüzlülüklerini olanca haşmetiyle ortaya koydular' demektedir,'' diye belirtiyor (95). Müttefiklerin tercihli satın alma programında bulunan öbür maddelerde olduğu gibi, Türkiye'den Almanya'ya krom ihracatının sınırlandırılmasının nedeni, İngilizlerin kendi çabalarından çok Almanya'nın pazarlığın kendi payına düşen bölümünü yerine getirmeyişidir. 31 Mart 1943'e kadar Almanya, 18 milyon lira değerindeki silâhlardan ancak pek az bir bölümünü Türkiye'ye gönderebilmişti; bunun karşılığında da Türklerin Mihver için ayırdıkları 45.000 ton kromun tamamını alamamışlardı. 15 Ocak ile 31 Mart 1943 tarihleri arasında Almanya'ya ancak 1000 ton krom gönderilmişti (96). İkinci Clodius Anlaşması ise, Almanlara vaat ettikleri askerî malzemeyi göndermeleri için 31 Aralık 1943'te sona erecek son bir süre tanımaktaydı. 1943 Haziranından sonra ticaret hızla gelişti ve Almanlar, Türkiye'nin istediği savaş malzemesini aldıklarına tanık oldular. Türkler de bunun karşılığını vererek yıl sonuna kadar Almanya'ya ihraç edilen kromun miktarını 46.783 tona çıkardılar (97). Bu hızlı artış , daha sonra görebileceğimiz gibi, İngiliz ve Amerikalıların, Türk hükûmetine bir dizi uyarıda bulunmalarına yol açtı (98). Türklerin buna karşı ilk tepkisi Almanların yalnızca ilk Clodius Anmlaşması uyarınca almaları gereken miktarı aldıklarını söyleyerek davranışlarını haklı göstermeye çalışmak oldu. Ancak, 1944 yılı Nisan ayında Türk hükûmet i, Müttefik baskılarına boyun eğerek Almanya ile ekonomik ilişkilerini kısıtladı. Anette Baker Fox, görüşmelerin tartışmasını yaptıktan sonra, şu sonuca varıyor: ''Askerî terazi birbirlerine karşı güçler arasında sallantıdayken ve kimin kefesinin daha ağır basacağı anlaşılmadan, Türkiye, karşıt gruplardan biriyle yapılan ittifakla, küçük bir devletin, âdeta tekelinde tuttuğu stratejik değeri olan bir hammadeyi pazarlık konusu haline getirip bundan yararlanabileceğini göstermiştir.'' (99). 19 Mayıs 1943'te İngiltere hükûmet inin Türk kromunu 8 Ocak 1943'le 31 Aralık 1944 arasındaki dönemde tonu 270 şiling gibi yüksek bir fiyattan almayı kabul ettiğini belirtmeden, varılan bu yargı tam olarak ifade edilmiş sayılmaz. İngilizler 1940'ta kromun tonu için 140 şilingi yüksek bulmuşlardı. 1943 yılı Mayıs ayının ortasında ise aynı İngilizler, Almanların Türkiye'ye önerdiği fiyatı kabul etmekteydi (100). Türk Pazarlıkçılığının Sonu - Menemencioğlu'nun bir ip cambazı gibi gösterdiği çabalar, Türkiye'nin savaş sonrası dönemine ekonomik bakımdan rahat çıkmasını sağlamıştır. Sözgelişi, Türkiye'nin ticaret dengesi savaşın başlangıcında yararınayken, savaş boyunca da dikkate çekecek biçimde böyle kalmıştır. 1939'da, Türkiye'nin ticaret dengesi 2 milyon sterlindi; 1946'da ise Türkiye'nin ticaret dengesi yararına olarak 25 milyon markı aşmıştı (101). Ticaret dengesinin bu biçimde oluşu, doğrudan doğruya Türkiye'nin ihraç ürünleri karşılığında elde ettiği yüksek fiyatların sonucuydu. Oysa, devlet borçları, altı yıl süren savaş boyunca iki katının biraz daha üstüne çıkmıştı (102). Yine de, öbür ulusların borçlarıyle karşılaştırıldığında bu artış bir bakıma ''ölçülü'' sayılabilirdi (103). Bir de A.C. Edwards'ın belirttiği gibi, Türkiye'nin ulusal borcu 1946'da hükûmetin yıllık giderlerinin %20'si ile karşılanabiliyordu. Yine, başkalarıyle kıyaslanacak olursa, bu da ölçülü birorandı (104). Ancak, Türkiye'nin savaş döneminde izlediği politikanın başarısı ya da başarısızlığı, ekonomik kavramlar ve deyimler içinde ölçülemez. Böyle bir şey için, yeniden ve siyasal-askerî sorunlar açısından Türk dış politikasına dönmemiz gerekir.