T.C. SAKARYA ÜNİVERSİTESİ SİYASAL BİLGİLER FAKÜLTESİ SİYASET BİLİMİ VE KAMU YÖNETİMİ BÖLÜMÜ BİTİRME TEZİ TÜRKİYE’DE ÇOK PARTİLİ SİYASAL HAYATA GEÇİŞ SÜRECİNDE DIŞ ETKENLER YUSUF CANBERK TAN Danışman Yrd. Doç. Dr. MUSTAFA KÖMÜRCÜOĞLU SAKARYA – 2015 BEYAN Bu tezin yazılmasında bilimsel ahlak kurallarına uyulduğunu, başkalarının eserlerinden yararlanılması durumunda bilimsel normlara uygu olarak atıfta bulunulduğunu, kullanılan verilerde herhangi bir tahrifat yapılmadığını, tezin herhangi bir kısmının bu üniversite veya başka bir üniversitedeki başka bir tez çalışması olarak sunulmadığını beyan ederim. Yusuf Canberk TAN SAKARYA, 2015 i ÖNSÖZ Bu tezin yazılması aşamasında, çalışmamda bana yardımcı olan danışmanım Yrd. Doç. Dr. Mustafa KÖMÜRCÜOĞLU’na değerli katkı ve emekleri için teşekkürlerimi ve saygılarımı sunarım. Lisans eğitimim sırasında derslerindeki katkısından dolayı Yrd. Doç. Dr. Köksal ŞAHİN’e ve çalışma süreci boyunca yanımda olup beni destekleyen Vildan Berna KOÇ’a teşekkür ederim. Son olarak bu günlere ulaşmamda emeklerini hiçbir zaman ödeyemeyeceğim aileme şükranlarımı sunarım. Yusuf Canberk TAN SAKARYA, 2015 ii İÇİNDEKİLER Sayfa BEYAN ............................................................................................................... i ÖNSÖZ ............................................................................................................... ii İÇİNDEKİLER ................................................................................................. iii ŞEKİL LİSTESİ ................................................................................................ vi TABLO LİSTESİ .............................................................................................. vii KISALTMALAR DİZİNİ ................................................................................ viii ÖZET.................................................................................................................. ix GİRİŞ ................................................................................................................. 1 1. TEK PARTİLİ DÖNEM .............................................................................. 2 1.1. M.K. Atatürk Dönemi ............................................................................. 3 1.1.1. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası .................................................. 4 1.1.2. Serbest Cumhuriyet Fırkası ............................................................. 5 1.2. İsmet İnönü Dönemi ................................................................................ 7 1.2.1. Milli Korunma Kanunu.................................................................... 8 1.2.2. Varlık Vergisi Kanunu..................................................................... 10 1.2.3. Toprak Mahsulleri Vergisi Kanunu ................................................. 12 1.2.4. Dış Politika ...................................................................................... 13 2. ÇOK PARTİLİ SİYASAL HAYATA GEÇİŞ ............................................ 18 2.1. Muhalefetin Ortaya Çıkışı ....................................................................... 18 2.1.1. Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu ..................................................... 19 2.1.2. Dörtlü Takrir .................................................................................... 21 2.2. Muhalif Partilerin Ortaya Çıkışı .............................................................. 22 2.2.1. Milli Kalkınma Partisi ..................................................................... 22 iii 2.2.2. Demokrat Parti ................................................................................. 22 2.3. Seçimler ................................................................................................... 24 2.3.1. 1946 Seçimleri ve Sonrasındaki Gelişmeler .................................... 24 2.3.2. 1947 Ara Seçimleri ve Sonrasındaki Gelişmeler ............................. 28 2.3.3. 12 Temmuz Beyannamesi ve Sonrası .............................................. 28 2.3.4. 1950 Seçimleri ................................................................................. 32 3. ÇOK PARTİLİ SİYASAL HAYATA GEÇİŞTE DIŞ ETKENLER........ 35 3.1. İkinci Dünya Savaşı ve Türkiye .................................................................. 36 3.1.1. Atlantik Beyannamesi...................................................................... 37 3.1.2. Birleşmiş Milletler Demeci.............................................................. 39 3.1.3. Casablanca Konferansı .................................................................... 40 3.1.4. İnönü-Churchill Adana Görüşmesi .................................................. 40 3.1.5. Quebeck Konferansı ........................................................................ 42 3.1.6. Moskova Konferansı........................................................................ 44 3.1.7. Tahran Konferansı ........................................................................... 45 3.1.8. Dumbarton-Oaks Önerileri .............................................................. 45 3.1.9. Yalta Zirvesi .................................................................................... 46 3.2. Savaş Sonrası Dünya Düzeni ...................................................................... 47 3.2.1. San Francisco Birleşmiş Milletler Konferansı ................................. 48 3.2.2. Potsdam Konferansı ......................................................................... 49 3.3. Türkiye’de İkinci Dünya Savaşı Sonrası Uygulanan Politikalar................. 50 3.4. Türk-Amerikan İlişkileri ............................................................................. 51 3.4.1. Truman Doktrini .............................................................................. 51 3.4.2. Marshall Planı .................................................................................. 52 SONUÇ ............................................................................................................... 54 KAYNAKÇA ..................................................................................................... 56 iv ÖZGEÇMİŞ ....................................................................................................... v 60 ŞEKİL LİSTESİ Sayfa Şekil 1: Toplama kampı ile ilgili bir haber .................................................................... 12 Şekil 2: İsmet İnönü’nün yeni bir parti açıklaması ........................................................ 23 Şekil 3: Seçim sonuçlarının gazetede yayımlanması ..................................................... 26 Şekil 4: Türkiye’de seçimlere katılma oranları ............................................................. 34 vi TABLO LİSTESİ Sayfa Tablo 1: İstanbul İli Varlık Vergisi Mükelleflerinin Kökenlerine Göre Dağılımı ........ 11 Tablo 2: Toprak Kanunu Tasarısında Toprak Mülkiyeti .............................................. 20 Tablo 3: 21 Temmuz 1946 Genel Seçim Sonuçları ...................................................... 25 Tablo 4: 14 Mayıs 1950 Genel Seçim Sonuçları........................................................... 33 vii KISALTMALAR DİZİNİ CHF Cumhuriyet Halk Fırkası TBMM Türkiye Büyük Millet Meclisi TCF Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası SCF Serbest Cumhuriyet Fırkası CHP Cumhuriyet Halk Partisi MKK Milli Korunma Kanunu TMV Toprak Mahsulleri Vergisi ABD Amerika Birleşik Devletleri BM Birleşmiş Milletler DP Demokrat Parti MKP Milli Kalkınma Partisi TİÇP Türkiye İşçi ve Çiftçi Partisi YVİP Yalnız Vatan İçin Partisi MP Millet Partisi İDS İkinci Dünya Savaşı viii Tezin Başlığı: TÜRKİYE’DE ÇOK PARTİLİ SİYASAL HAYATA GEÇİŞ SÜRECİNDE DIŞ ETKENLER Tezin Yazarı: Yusuf Canberk TAN Danışman: Yrd. Doç. Dr. Mustafa KÖMÜRCÜOĞLU Kabul tarihi: Sayfa Sayısı: ix + 59 Osmanlı Devleti’nde Batılılaşma ile başlayan muhalefet olgusu, Milli Mücadele sonrasında kurulan Büyük Millet Meclisi’nde de etkilerini göstermiştir. Milli Mücadele’nin en etkili gücü Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri, mecliste de kendine yer bulmuş ve Halk Fırkası’na dönüşmüştür. Partileşme sonrasında ülke tek parti yönetimine dönüşmüş, Meclis içerisinde de muhalefet devam etmiştir. Cumhuriyet’in ilk yıllarında ülkenin içinde bulunduğu ekonomik ve toplumsal durumdan rahatsızlık duyanlar muhalif parti denemelerinde bulunmuş ancak bu denemeler başarısız sonuçlanmıştır. Totaliter ve Faşist rejimlerin sükse yapmasıyla Türkiye de dış ilişkilerinden dolayı bu rejimlerden etkilenmiş ve yönetiminde bu rejimlere benzer değişiklikler yapmıştır. İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla demokratik olmayan rejimlere karşı alınan tavır ve savaşın demokrasi yanlılarının zaferiyle sonlanması, Türkiye’yi de kapsayan küresel değişikliklere neden olmuştur. Türkiye de bunlardan etkilenmiş ve esen demokrasi rüzgarına kapılmıştır. İşte bu çalışmada Türkiye’nin çok partili hayata geçişinde rol oynayan iç ve dış faktörler incelenmiş ve karşılıklı değerlendirmelerde bulunulmuştur. Çalışmada, “Türkiye çok partili siyasal hayata geçiş sürecinde dış faktörlerden etkilenmiş midir?”, “Türkiye’de tek partili dönemde muhalif düşüncelere izin verilmiş midir?” gibi sorulara yanıt verilmiştir. Anahtar Kelimeler: Çok partili siyasal hayat, Cumhuriyet Halk Partisi, Parti İçi Muhalefet, Demokrat Parti, İkinci Dünya Savaşı. ix GİRİŞ Osmanlı Devleti’nde Tanzimat ile başlayan Batılılaşma hareketleri ile 1876’da Kanun-i Esasi olarak bilinen anayasa oluşturulmuş, bu anayasa ile de Meclis-i Mebusan kurulmuştur. Meclis 1878’de Rus ordusunun İstanbul’a yaklaşmaları nedeniyle tatil edilmiş olsa da Selanik’teki ihtilalden dolayı 1908’de II. Abdulhamit tarafından tekrar yürürlüğe sokulmuştu. Bu olay tarihte “Hürriyetin İlanı” olarak da bilinmektedir. Mecliste çoğunluğu oluşturan İttihat ve Terakki Cemiyeti yanlısı vekiller, Kamil Paşa hükümetini istifaya zorlamış ve sonrasında da Osmanlı tarihindeki ilk parlamenter temelli hükümeti kurmuşlardır. Cemiyet II. Meşrutiyet sonrasında İttihat ve Terakki Fırkası adını alarak iktidar partisi olmuş ve 1918’de kendini feshetmiş, üyelerinin çoğu da Milli Mücadele’ye katılmıştır. Milli Mücadele sırasında 1920’de Büyük Millet Meclisi açılmış, 1921’in başlarında da Teşkilat-ı Esasiye Kanunu yürürlüğe girmiştir. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in ilan edilmesinden sonra 1924’te yeni bir anayasa yürürlüğe girmiş ve 1876 Anayasası tamamen yürürlükten kaldırılmıştır. İttihat ve Terakki Fırkası 1918’de kendini feshetmiş olsa da yerel örgütleri Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin oluşmasını desteklemiş ve katkı sağlamıştır. İşgallere karşı kurulan milli cemiyetler 7 Eylül 1919’da Sivas Kongresi’nde birleştirilerek “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” adını almıştı. Milli Mücadele sonrası bu cemiyetin üyeleri çalışmalarına TBMM’de devam etmiştir. Cemiyetin Halk Fırkası adını alarak partileşmesi ile oluşan tek parti yönetiminin muhalif akımlara bakışı ve İnönü döneminde devletin partileşme süreci ile anti-demokratik hareketler, İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin iç ve dış politikası incelenecektir. İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında Türkiye’nin Batılı ülkelerle yaptığı anlaşmalara ve bunların sonuçlarına; demokrasi yanlısı ülkelerin tepkisini çeken uygulamalara ve etkilerine yer verilecektir. Çalışmanın temel amacı; Türkiye’yi çok partili hayata sürükleyen iç ve dış nedenlerin karşılıklı olarak değerlendirilmesidir. 1 BİRİNCİ BÖLÜM 1. TEK PARTİLİ DÖNEM Sivas Kongresi ile Eylül 1919’da oluşturulan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, Halk Fırkası adını almış ve parti Mustafa Kemal’i genel başkan yapmıştır (Ekinci, 1997: 70). Mustafa Kemal, 1927 yılındaki CHF kongresinin açılışında yaptığı konuşmada “Fırkamız, geçen ıstırap seneleri içinde milletimizin hayatı ve şerefi için gösterdiği yüksek azim ve iradenin mümessili olarak bundan dokuz sene evvel meydana çıkmıştı.” diyerek Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ne atıfta bulunmuş ve CHF ile bu cemiyet arasındaki bağın önemini vurgulamıştır. Fırka ile Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti arasında kurulan bağın, bu dönemde yayınlanan çoğu eserde genişçe yer bulduğu söylenebilir. Mustafa Kemal, mecliste bir grup oluşturma nedenini ifade ederken de “Nihayet Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu unvanı ile bir grup teşkiline karar verdim.” diyerek Meclis’te de aynı isimli bir siyasi grubun kurulması gerektiğinden bahsetmiştir (Turan, 2014: 598). Büyük Taarruz kazanıldıktan sonra TBMM’nin ve Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin görevlerinin sona erdiğini ve Kurtuluş Savaşı’ndaki anlamını yitirdiğini düşünen Mustafa Kemal ve arkadaşları, yeni bir programa ve isme ihtiyaç olduğunu söylemişlerdir. 1 Hareketin parti haline getirilmesi ile grup üyelerinin parti üyesi olması; bu üyelerin de parti tüzüğü ve programına uyarak parti disiplininin sağlanması amaçlanmıştır. Mustafa Kemal, 7 Aralık 1922 tarihinde verdiği demeçte, kurulacak olan partinin özelliklerinden bahsetmiştir. Bu demecin, partileşmeye giden yoldaki ilk adım olduğu söylenebilir (Aktaş, 2004: 46). TBMM’nin ikinci döneminin başında yapılan seçimlerde meclis başkanlığına Mustafa Kemal, ikinci başkanlığa Ali Fuat Paşa seçilmiştir. 2 Lozan Barış görüşmelerinin sonuçlanmış olduğu bu dönemde çoğu Batılı devlet, kurulan yeni Türk devletini resmen tanımış, Lozan Barış Antlaşması da mecliste onaylanmıştır. İkinci meclis üyeleri, meclis CHP’nin 25 yılı. (1923-1948), Ankara: 1948, s. 9 Türkiye'de 8 Nisan 1923'te seçilen ikinci TBMM‟ye sadece bir partinin katılmasına izin verilmiştir. (Betül Büyükkalay, “Türkiye’de Çok Partili Siyasal Hayata Geçişin Nedenleri”, Akdeniz Üniversitesi, Yayımlanmış Yüksek Lisans Tezi, 2011, s. 11.) Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'ndeki birinci grup ve ikinci grup için bkz: Muhalefetin Ortaya Çıkışı. 1 2 2 açıldıktan sonra Halk Fırkası’nın tüzüğünü hazırlamakla meşgul olmuşlardır. Fırkanın kuruluş başvurusu Mustafa Kemal’in imzasıyla 23 Ekim 1923’te yapılmıştır (Aktaş, 2004: 46). Fırkanın adının “Cumhuriyet Halk Fırkası“ olarak değişmesi ise TCF’nin kurulacağı duyulduğunda gerçekleşmiştir. Kurulacak bu yeni fırkada “Cumhuriyet” kelimesinin geçeceğini duyan partililer, grup toplantısında kendi fırkalarının önüne de “Cumhuriyet” kelimesinin eklenmesini istemişlerdir (Ekinci, 1997: 73). 1.1 M.K. Atatürk Dönemi Mustafa Kemal, sultanlık ve hilafeti kaldırmış, devletin yönetim biçimini Cumhuriyet olarak ilan etmişti. Devletin dininin İslam olduğunu belirten madde de, 1928’de Anayasa’dan kaldırılmıştır.3 Dönemin siyasal sistemine bakıldığında, yasama yetkisi TBMM’de, yürütme yetkisi de TBMM’nin seçtiği Cumhurbaşkanı ve onun seçtiği Bakanlar Kurulu’ndaydı. “Genel oy” ilkesinin uygulandığı vekil seçimleri iki dereceden oluşmaktaydı. 4 Bu iki dereceli sistemin, Amerika’da uygulanan başkanlık seçimlerine benzediği söylenebilir. Bu sistemle Türkiye Cumhuriyeti görünüş olarak otoriter bir devletti. Atatürk, toplumun henüz çok partili demokrasiye hazır olmaması nedeniyle ülkeyi bir süre tek parti ile yönetmek zorunda kalmış olsa da, hiçbir zaman totaliter bir diktatörlüğü benimsememiştir; aksine bu rejimleri her zaman eleştirmiştir. Cumhurbaşkanı olduğu dönemde de iki kez muhalif parti kurulmasına izin vermiş hatta bunlardan birinin kurulması fikri doğrudan kendisinden çıkmıştır (Ekinci, 1997: 71-72). Bunlar göz önünde bulundurulduğunda, Atatürk’ün çok partili demokratik bir düzenden yana olduğu söylenebilir. 3 4 Devleti “Laik” olarak tanımlayan madde Anayasa’ya 1937’de eklenmiştir. Genel oy ilkesi Türkiye’de 1934’ten beri uygulanmaktadır. 3 1.1.1. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası Cumhuriyet tarihinin ilk muhalefet partisi olan TCF, 17 Kasım 1924’te kuruldu. Mustafa Kemal’in Fethi Okyar’ı İnönü’nün yerine başvekilliğe getirmesi dikkate alındığında, bu atılımın TCF’ye karşı sağduyulu yaklaşma amacı olduğu söylenebilir.5 TCF kurulduktan sonra meclis içindeki, içinde İsmet İnönü’nün de bulunduğu, bir grup bu oluşumdan rahatsızlık duymuştur. TCF’nin Türk ulusçuluğuna karşı bir programa sahip olması, Doğu ve Güneydoğu’da bu fırkaya yoğun bir ilgi gösterilmesini sağlamıştır. Şeyh Sait İsyanı, dini motifler taşıması, ülke rejimine eleştirel bir yaklaşım sergilemesi ve Doğu-Güneydoğu’da başlaması nedeniyle TCF’nin sorumlu olduğu düşünülmüştür (Altınkaş, 2012: 6). Olayların büyümesine rağmen Fethi Okyar bu durumu “isyan” olarak nitelememişti. Mustafa Kemal ise olayın ciddiyetinin farkındaydı. Bu nedenle İsmet İnönü’yü Ankara’ya çağırmış, kendisine olayları anlatmıştır. Fethi Okyar’ı görevden alıp yeni hükümeti İsmet İnönü’ye kurdurtan Mustafa Kemal, bir gün sonrasında Takrir-i Sükun Kanunu’nu kabul etmiştir. 6 Ayrıca Ankara ve isyan bölgesinde İstiklal Mahkemeleri’nin kurulması meclisten geçmiştir. Takrir-i Sükun Kanunu ile kapatılan yayın organlarına bakıldığında tek bir ideolojinin susturulmaya çalışıldığı görülmemektedir. Kapatılan yayın organları arasında dini ve komünist yayınlarla beraber yabancı gazeteler de bulunmaktaydı. Bunu dile getiren Tanin yazarlarından Hüseyin Cahit Yalçın “Şeyh Sait İsyanı Bahane Edilerek Muhalefet Susturulmak İsteniyor” isimli makalesi sebebiyle İstiklal Mahkemesi’nde yargılanarak sürülmüş, Tanin’in yayını da durdurulmuştur. TCF üyelerinin isyancılarla ilişki içerisinde olduğu iddiasına karşın mecliste muhalefet adına söz alan Kazım Karabekir hükümeti desteklediklerini söylese de, bazı TCF TCF içerisinde İnönü’ye karşı olumsuz bir bakış vardı. Bunun sebebi olarak da; İnönü’nün, Kurtuluş Savaşı’na geç katılmasına rağmen kendisinden rütbeli askerlerin üstünde görev alması (Batı Cephesi Komutanlığı) söylenebilir. (Necdet Ekinci, “Türkiye’de Çok Partili Düzene Geçişte Dış Etkenler”, İstanbul, 1997, s.73.) 6 Bu kanun sayesinde, söz ve yazı özgürlüğü kısıtlanmış, hükümete olağanüstü yetkiler tanınmıştır. (Emin Kirman, “Çok Partili Döneme Geçiş Süreci ve Türk Siyasal Kültüründe Muhalefet Olgusunun Gelişimi”, Süleyman Demirel Üniversitesi, Yayımlanmış Yüksek Lisans Tezi, 2006, s.37.) 5 4 üyelerinin isyanla ilişkilendirilmesi, isyan bölgesindeki TCF şubelerinin kapatılması, partinin kapanmaya yakın olduğunu gösteriyordu (Ekinci, 1997: 75). Ankara İstiklal Mahkemesi’nin Mayıs 1925’te TCF’nin kapatılması için hükümete başvurmasıyla Haziran 1925’te TCF’nin kapatılması gerçekleşti. Partinin tüm şubeleri ve merkezi kapatıldı, ileri gelen üyeleri tutuklandı. 1.1.2. Serbest Cumhuriyet Fırkası 1927 yılında yapılan seçimlerden sonra 3. Meclis oluşturulmuş ve tüm üyelerin CHF’den çıkmasıyla meclis tek parti yönetimi haline gelmiştir. Türkiye bu dönemde devletçi bir politika izlemekteydi. Devlet birçok nakliyatı tekeline almıştı, bu da ekonomide durgunluğa neden oluyordu. Köylüler vergilerini ödemekte zorlanıyor, tefecilere borçlanıyordu. Hayvanlarını satmak zorunda kalan köylüler borçlarını ödeyemeyince arazilerine de tefeciler el koyuyordu. 1929’da da Ekonomik Buhranı’nın etkileri bunlara eklenince, hükümete olan tepki artmıştır. Mecliste sadece tek bir partinin bulunması, parti üyelerinin kendi çıkarları için çalışması, halkın taleplerini devlete iletememesi, ekonomik durgunluk gibi sorunlar ve ülke rejimi hakkında “diktatörlük” iddiaları, halkın tepkilerini her geçen gün büyütmüştür. Bu da yeni bir muhalif akımın ortaya çıkmasına sebep olabilirdi, hükümet bu konuda tedirgindi (Ertem, 2010: 72). Serbest Cumhuriyet Fırkası da böyle bir ortamda ortaya çıkmıştır. Çok partili demokratik bir hayattan yana olan Mustafa Kemal, kendisine yöneltilen diktatörlük iddialarından ve halkın çaresizliğinden rahatsız olmuştur. Hükümetin Takriri Sükun Kanunu ile çok geniş yetkilere sahip olması, Mustafa Kemal’den bağımsız olması, denetlenememesi ve parti üyelerinin adlarının yolsuzluklara karışması, Mustafa Kemal’i yeni bir parti düşüncesine sevk etmiştir. Bununla beraber genişçe yetkilendirilen hükümetin uyguladığı yanlış politikalardan dolayı halkın Mustafa Kemal’i sorumlu tutması da rahatsızlık yaratmıştır (Ertem, 2010: 74). 5 Paris Büyükelçilisi olarak görev yapan Ali Fethi Bey, izinli olduğu dönemde Yalova’ya, Mustafa Kemal ile görüşmeye gitmiştir. Mustafa Kemal bu görüşmede Fethi Bey’e, yeni bir partinin kurulması hakkındaki düşüncelerinden bahsetmiş ve bu parti kurma işini kendisinin üstlenmesini istemiştir. Partiler karşısında tarafsız kalacağının sözünü de veren Mustafa Kemal, kardeşi Makbule Hanım’ı da partiye yazdıracağını söylemiş ve Fethi Bey’i ikna etmiştir (Ertem, 2010: 74). Fırka 12 Ağustos 1930’da kurulmuş ve kısa bir sürede halk ile basının desteğini almıştır. Bunun sebebi olarak ülkenin ve halkın içinde bulunduğu ekonomik ve sosyal bunalımlara ek olarak; parti programında yer alan vergi indirimleri, seçim sisteminin değiştirilmesi, köylü ile çiftçiye tatmin edici teşvikler verilmesi ve liberal ekonomi vaatleri de söylenebilir. SCF üyeleri önce Anadolu sonra da Batı seyahatine çıkarak halk ile etkileşime girmeyi istemiştir. Gittiği her yerde CHF üyelerinin baskısına ve engellemelerine rağmen kalabalık kitleler tarafından karşılanmıştır. Bu destekten SCF üyeleri ve Fethi Bey etkilenmiş, kısa bir süre içerisinde iktidar hesapları yapmaya başlamışlardır. Bu durum CHF içerisinde iktidarı kaybetme korkusu yaratmış, partiyi irtica 7 ile suçlamışlardır. Mustafa Kemal’in de desteğini almak isteyen CHF destekçilerinden Yunus Nadi, Cumhuriyet gazetesinde yayımladığı mektup ile Mustafa Kemal’den tarafını belli etmesini istemiştir. Mustafa Kemal’ine bu mektuba cevabı ise yine Cumhuriyet gazetesinde yayımlanmıştır. Mustafa Kemal mektubunda, CHF’nin umumi reisi olduğunu, fırkanın Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nden doğduğunu ve bu teşekküle tarihen bağlı olduğunu söylemiştir (Ertem, 2010: 81). İsmet İnönü ve arkadaşlarının SCF’ye baskıları, fırkanın mitinglerini engellemeye çalışmakla kalmamıştır. SCF karşıtları, bunu basın yoluyla da sürdürmeye çalışmış ve SCF ile Mustafa Kemal’i karşı karşıya getirmek istemişlerdir. Bunun için Ali Naci Karacan’a “İnkılap” adlı bir gazete çıkartılmıştı. Tüm bu çabalar sonuç vermiş ve Fethi CHF üyelerinin geniş kitlelerce kabul gören bu yeni hareket için yaptıkları “irtica” yaklaşımları hakkında Necdet Ekinci ”Gerek Fethi Okyar, gerek partinin ileri gelenleri Gazi’nin en güvendiği kişilerdi. Dr. Reşit Galip mi hilafetçi ve şeriatçı yoksa Mustafa Kemal’in kız kardeşi mi?” diyerek SCF’nin “rejime sadık bir parti” olduğunu söylemektedir. (Ekinci, s.154.) 7 6 Okyar “Fesh Beyannamesi” hazırlamış, Mustafa Kemal’in de onayıyla bunu açıklamıştır (Ekinci, 1997: 82). Böylelikle Cumhuriyet dönemindeki bir muhalif parti girişimi daha başarısız sonuçlanmıştır. 1.2. İsmet İnönü Dönemi Atatürk’ün, İnönü’nün SCF’ye karşı uyguladığı politikalardan, dış ilişkilerdeki fikir ayrılıklarından rahatsız olduğu ve İnönü ile Recep Peker’e karşı güvensizlik duyduğu bilinmektedir. İnönü 20 Eylül 1937’de görevden alınmış, yerine hükümeti kurması için Celal Bayar görevlendirilmiştir. İnönü’nün uyguladığı devletçi politikalardan dolayı devlet ile halk arasında oluşan uzaklaşmayı ortadan kaldırmak için bu görevin liberal bir politikacı olan Bayar’a verildiği söylenebilir. Recep Peker de aynı şekilde CHP Genel Sekreterliği görevinden alınmış, yerine Dahiliye vekili Şükrü Kaya atanmıştır. Atatürk’ün yaptığı bu görev değişikliklerindeki amacının, çok partili hayatın önüne geçmeye çalışan kişileri iktidardan uzak tutmak ve siyasal rejimin önünü açmak için liberal bir politika izlemek olduğu söylenmektedir (Ekinci, 1997: 122). Celal Bayar göreve geldikten bir süre sonra Atatürk’ün sağlık sorunları ortaya çıkmış ve kısa sürede durumu ciddileşmiştir. Bu ortamda da cumhurbaşkanlığı için kulisler yaratılmış, Atatürk ölmeden yerini kimin dolduracağı tartışılmıştır. Atatürk öldükten bir gün sonra yani 11 Kasım’da ordunun da desteklediği İsmet İnönü CHP grubunda partinin cumhurbaşkanı adayı olarak gösterilmiş ve mecliste de oylanarak Cumhurbaşkanlığı makamına getirilmiştir. Cumhurbaşkanlığı makamına oturan İnönü, aynı zamanda da CHP’nin değişmez Genel Başkanı olmuştur. 1938’de toplanan CHP Olağanüstü Kurultayı ile de Milli Şef adı verilmiştir. Böylece parti devleti yönetimi iyice şekillenmiştir. “Değişmez Genel Başkan” ve “Milli Şef” kavramlarıyla Türkiye Cumhuriyeti, Faşist İtalya’nın Duçe’sinin ve Almanya’nın Führer-Hitler’inin totaliter rejimlerine yaklaşmıştır. Bu yaklaşımda; İkinci Dünya Savaşı öncesinde totaliter rejimlerin gittikçe 7 güçlenmesi ve Recep Peker’in bu rejimlere olan sempatisi önemlidir.8 İnönü böylelikle Atatürk’te bile olmayan yetkilerle çok güçlü bir lider haline gelmiştir. Türkiye’nin rejim konusunda Batılı güçlü ülkeleri izlemesi göz önünde bulundurulduğunda, çok partili hayata geçiş sürecini geniş bir şekilde incelemek için dönemin dış politikasının da üzerinde durmak gerekmektedir. İsmet İnönü döneminde ülke içinde uygulanan politikalar ele alındıktan sonra dış politika da incelenecektir. 1.2.1. Milli Korunma Kanunu İkinci Dünya Savaşı’nın ayak sesleri duyulunca, hükümet ekonomik tedbirler almak zorunda kalmıştı. Türk ordusu savaşa hazır değildi. Askerin giysi ihtiyacı bulunmaktaydı. Bununla birlikte Türk ordusu modern bir ordu değildi, zırhlı ve motorlu bir orduya karşı savaşması mümkün gözükmüyordu. Savaş başladığında ordudaki az olan asker sayısı, seferberlik ilanıyla beraber 1.000.000’u geçmiş, savaş sürerken 1.500.000 olmuştur. Bu seferberliğin ekonomiye getirdiği yükün de halka yansıtılması kaçınılmaz olmuştur. Tarımla uğraşan nüfusun tüketici konumuna geçmesi üretimin düşmesine neden olmuş, Avrupa ve Akdeniz’in savaş alanı olmasıyla da yurda ithal malın girmesi zorlaşmıştır. Böyle bir durumda ülke içerisinde metanın azalması ile mallar karaborsaya düşmüş, zengin kesimler mal stoklamaya başlamış, tüccarlar da ellerindeki ürünleri çok yüksek fiyatlardan satmaya başlamışlardır (Seydi, 2009: 260). Milli Korunma Kanunu da böyle bir dönemde ortaya çıkmıştır. Fiyatların kontrolsüzce artması ve denetlenememesi, devletin bazı tedbirler almasını gerektirmiştir. Bir komisyon kurularak Recep Peker’in başkanlığında Milli Korunma Kanunu Tasarısı oluşturulmuştur. Bu tasarı CHP Meclis grubunda uzun bir süre tartışılmış, sonrasında parti içi uzlaşmaya gidilerek kabul edilmiş ve yürürlüğe girmiştir. Bu kanunla, bürokrasiye savaş ekonomisini yürütmek için çok geniş yetkiler verilmiştir. 1931’de CHF Genel sekreterliği görevine getirilen Recep Peker, yeni bir rejim teorisi ortaya atmıştı. Bu teoriye göre; tüm devlet yönetimi CHF’nin elinde toplanıyor ve Triumvira denilen bir üçlü yönetim kuruluyordu. Bu üç kişi ise Mustafa Kemal, İnönü ve Peker’di. Böylelikle bu üç isim aynı konuma gelmekteydi. İsmet İnönü taslağı okuduktan sonra imzalayarak Mustafa Kemal’e göndermiş, Atatürk ise, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak’ın anlattığına göre, bu tasarı için “Recep’in saçmalıkları” değerlendirmesini yapmış ve “İsmet bunu tekrar okusun” diyerek geri çevirmiştir. Tevfik Rüştü Aras’ın anlattığına göre de Mustafa Kemal, ülkeyi hala tek parti ile yönettiği için utandığını, Recep Peker’in verdiği taslağın İtalyan Faşist Partisi’nden öneriler taşıdığını söylemiştir. (Ekinci, s.110.) 8 8 Bu dönemin başbakanı Refik Saydam öldükten sonra yerine gelen Saraçoğlu sıkı tedbirleri elden bırakmamış, ancak Aşcı’nın da belirtiği gibi daha liberal bir politika izleyerek fiyatların yükselmesine sebep olmuştur (Aşcı, 2012: 67). Kanunun tanıdığı yetkilere göre hükümet; halkın ve askerin ihtiyaçları için kooperatifleri, maden şirketlerini kontrol edebilmekte ve yönlendirebilmekteydi. Ürünlere, fabrikalara, sanayi ve maden şirketlerine gerektiğinde bir bedel ödeyerek el koyabilmekteydi. Hükümet her türlü ticari ve endüstriyel işletme kurma, gerek gördüğünde el koyma ve bunları işletme hakkına sahipti. Böylelikle özel teşebbüslerin devletin kontrolü altına alınmasıyla beraber kanunun karaborsayı ve vurgunculuğu önlemeyi hedeflediği de söylenebilir. Kanuna muhalif olanlara ise para ve hapis cezası ile çalışma zorunluluğu getirilmiştir. Bu kanundan dolayı dar gelirliler vergilerini ödeyememiş ve zorla çalıştırılmıştır (Seydi, 2009: 260). Devletin “el koymasıyla” ilgili Aşcı’nın Aydemir’den aktardığına göre İkinci Dünya Savaşı sırasında el koyma uygulamaları çok fazla olmamış, uygulama sadece zaruri olarak tarım ve sanayi için kullanılmıştır (Aşcı, 2012: 74). El koymanın haricinde “Karne uygulaması” da yapılmıştır. Bu uygulamayla ise, insanların piyasada az bulunan ürünlere eşit bir şekilde ulaşması hedeflenmiştir. Örnek olarak; savaş sırasında gıda darlığı yaşanmış, buğday üretiminin düşmesiyle ekmek satışları karneye bağlanmıştır. Bu nedenle hükümet, MKK’da fırınlara ve değirmenlere el koymasını sağlayacak bir değişiklik yapmıştır (Ulusoy, 2010: 105). Savaş dönemi ekonomi politikalarından biri olan bu kanun, halkın büyük bölümünün geçimini zorlaştırmıştır. Yukarıda da belirtildiği gibi Saydam’ın yerine gelen Şükrü Saraçoğlu ise “piyasacı” bir düşünceyle devlet denetimini azaltmış, bu da fiyatların artmasına ve elinde ürün bulunduran halkın küçük bir kesiminin savaş zengini olmasına sebep olmuştur. Bu ortamı değerlendirerek vurgunculuk yapanları vergilendirmek içinse Varlık Vergisi Kanunu çıkartılmıştır. 9 1.2.2. Varlık Vergisi Kanunu Savaşın başlamasıyla ilan edilen seferberlik, üretimin azalmasına, tüketimin de çoğalmasına neden olmuştur. Piyasada yaşanan ürün kıtlığıyla karaborsacılık başlamış, fiyatlar aşırı yükselmiş, yaşam şartları zorlaşmıştır. Ekinci’nin Edward C. Clark’tan aktardığına göre, savaş zamanında yaşanan hammadde ve yedek parça kıtlığı üretimi olumsuz etkilemiş, üst düzey bürokratlar bile kendilerini kuyruklarda bulmuşlardır (Ekinci, 1997: 180). Enflasyon, vurgunculuk, karaborsacılık önlenemez hale gelip bir de bu koşulları fırsata çeviren savaş zenginleri ortaya çıkınca, hükümet yeni bir vergi uygulamasının çalışmalarına başlamıştır. İsmet İnönü’nün, meclisin yeni toplantı dönemini açarken yaptığı konuşmada, bu uygulamanın ayak sesleri duyulmuştur: “Bulanık zamanı, bir daha ele geçmez fırsat sayan batakçı çiftlik ağası ve elinden gelse teneffüs ettiğimiz havayı ticaret metası yapmaya yeltenen gözü doymaz vurguncu tüccar… Büyük bir milletin bütün hayatına küstah bir surette kundak koymaya çalışmaktadır. Üç, beş yüz kişiyi geçmeyen bu insanların vatana karşı aşikar olan zararlarını gidermek yolu elbette vardır… Ticaretin ve iktisadi faaliyetlerin serbestliğini bahane ederek milleti soymak hakkını hiç kimseye, hiçbir zümreye tanımamalıyız.”9 Bu konuşmadan sekiz gün sonra Varlık Vergisi Kanunu’nun tasarısı meclise getirilmiş, iki gün sonra da mecliste onaylanmıştır. Şükrü Saraçoğlu’nun Varlık Vergisi uygulaması hakkındaki konuşmasında, kanunun çıkarılma amacından bahsetmiştir: “Bu kanun ile amaçladığımız hedef, tedavüldeki parayı azaltmak ve memleket ihtiyaçlarımıza karşılık hazırlamaktır. Bu böyle olmakla beraber, bu kanunun uygulanmasından Türk parasının kıymetlenmesi, vurguncular üzerinde toplanan halk düşmanlığının silinmesi, vergileri ödemek için zorunlu olarak satışa çıkarılacak malların fiyatlarda bir ölçülü durum yaratması gibi ikinci derece yararların meydana çıkması da olmayacak şeyler sayılmaz.” 10 Saraçoğlu ülkenin tanınmış gazetecileriyle bir toplantı yapıp, yazılarında bu verginin halkın ve ülkenin yararına olduğundan bahsetmelerini istemiştir. Bu sayede vergi 9 Ekinci, s. 183. Hakkı Ilgar Meyvacı, Türk Vergicilik Tarihinde Olağanüstü Bir Vergi Uygulaması Örneği: Varlık Vergisi, Celal Bayar Üniversitesi, Yayımlanmış Yüksek Lisans Tezi, 2010, s.45. 10 10 çıkmadan önce kamuoyu oluşturmak için basında ağız birliği yapılması amaçlanmış, kanunun aleyhine yayın yapılmaması istenmiştir. Enflasyonla mücadele, “Harp zenginleri”nden vergi almak ve devlete gelir sağlamak amacıyla çıkartıldığı anlaşılmakla birlikte, bu vergiyle gayrimüslimlerin göçe zorlanmasının amaçlandığı da söylenmektedir.11Her ne kadar uygulama batılı ülkelerden çok tepki almışsa da, Varlık Vergisi gibi uygulamalar Birinci Dünya Savaşı sırasında da çeşitli ülkelerde uygulanmış, İttihat ve Terakki yönetimi tarafından da bir benzeri yapılmıştır (Meyvacı, 2010: 44). Uygulamaya göre “Harp zenginleri” Müslüman (M), Gayrimüslim (G), Dönme (D), Ecnebi (E) olmak üzere dört gruba ayrılmıştır. Müslüman grubunda, Müslüman tüccarlar; Gayrimüslim grubunda, etnik özelliğini koruyan azınlıklar ve Rum, Ermeni Yahudiler; Dönme grubunda, Müslümanlığı sonradan kabul etmiş Türk vatandaşları; Ecnebi grubunda ise Türk olmayan ama ülkede ticari faaliyette bulunan kişiler yer almaktaydı. Varlık Vergisi mükelleflerinin çoğunluğunun azınlıklardan oluşmasının sebebi; savaş sırasında üretimin azalmasıyla en çok gelir elde eden ithalat ve ticaret sektörlerinin büyük bir bölümünün de azınlıkların elinde olmasıdır (Alpsoy; 2001: 59). Tablo 1’de de görüldüğü üzere, İstanbul ilinde nüfusun yaklaşık %41’ini oluşturan gayrimüslim vatandaşlar, Varlık Vergisi mükelleflerinin %87’sini oluşturmakta, buradan da en çok verginin gayrimüslimlerden alındığı anlaşılmaktadır. Tablo 1. İstanbul İli Varlık Vergisi Mükelleflerinin Kökenlerine Göre Dağılımı Köken Mükellef % Tahakkuk % Müslümanlar (M) 4.195 %7 25.600.409 %7 Gayrimüslimler (G) 54.377 %87 289.656.246 %83 Diğer (G)-(M)-(E) 4.003 %6 34.226.764 %10 Toplam 62.575 %100 349.483.419 %100 (Kaynak: Alpsoy, 2001: 60) Başbakan Saraçoğlu meclis grubunun gizli oturumunda bu iddiayı kanıtlar niteliğinde sözler söylemiştir: “Bu kanun aynı zamanda bir devrim kanunudur. Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz.” (Ekinci, s. 183.) 11 11 Vergisini ödemeyenler için icra ve haciz yolu açılmış ya da bu kişiler zorunlu çalıştırılmaya tabii tutulmuştur. Ancak uygulamada hiçbir Müslüman mükellef çalışma kamplarına gönderilmemiştir. Cumhuriyet Gazetesi’nde toplama kamplarıyla ilgili 1943’te yayımlanmış bir haberin içeriğinde de, kampa gönderilen tüm kişilerin yabancı kökenli olduğu görülmektedir (Şekil 1). Vergi komisyonlarının üyelerinin Müslüman olması, kanunun ayrımcılık içeren uygulanış biçimi ve Mihver devletlerindeki totaliter rejim uygulamalarına benzemesi, Varlık Vergisi Kanunu’nun müttefiklerden sert tepkiler almasına neden olmuştur. Kanun dış basın tarafından da gündeme getirilmiş ve barbar ve ırkçı olarak nitelendirilip Hitler’in uygulamalarına benzetilmiştir. Şekil 1: Toplama Kampı ile ilgili bir haber. (Cumhuriyet, 24 Şubat 1943) Varlık vergisi Türkiye’deki siyasal ve toplumsal yaşamı etkilediği gibi dış politikayı da şekillendirmiş, müttefiklerin Türkiye’ye bakışını değiştirmiştir. Türkiye bu uygulamayla ve kanunun çıktığı dönemde uyguladığı dış politikalarla mihver devletlerinin yanında izlenimi uyandırmıştır. 1.2.3. Toprak Mahsulleri Vergisi Kanunu Toprak Mahsulleri Vergisi, aşar vergisinin kaldırılmasından sonra tarım ürünlerine uygulanan büyük çaplı ilk dolaylı vergidir (Kirman, 2006: 54). Varlık Vergisi’nden kısa bir süre sonra yürürlüğe giren bu vergi, büyük zengin çiftçilerin vergilendirilmesini amaçlıyordu. Kanuna göre verginin konusunu oluşturan tarım ürünlerinin belirli bir yüzdesine devletin el koyması ve sınırlı mahsullerin nakit bir şekilde vergilendirilmesi öngörülmüştür (Akman ve Akman, 2011: 82). Her ne kadar büyük zengin çiftçiler hedefte olsa da, vergi alınırken büyük ve küçük çiftçi arasında ayrım yapılmamıştır. Kendilerine yetecek kadar üretim yapan köylüler bu vergi ile zor durumda bırakılmıştır. Öyle ki, vergilerini ödeyebilmek için topraklarını ağalarına satmak zorunda kalmışlardır (Cem, 1995: 378). Her ne kadar Başbakan Saraçoğlu “Biz bu toprak mahsullerinden alacağımız 12 vergiyi eski âşara benzetmemek için elden gelen bütün gayreti sarf etmiş bulunuyoruz.” demişse de, bu savunması TMV’nin Aşar Vergisi’ne benzediğinin itirafı olarak değerlendirilmektedir (Aşcı, 2012: 93) Emin Sazak, Naci Demirağ gibi büyük toprak sahibi milletvekilleri, verginin uygulanmasını çok sert bir şekilde eleştirmişlerdir. CHP iktidarına karşı oluşacak muhalefetin ayak sesleri bu vergiye gelen eleştiriler ile duyulmuştur. 1.2.4. Dış Politika Atatürk’ün vefat etmesinden sonra Cumhurbaşkanlığı makamına gelen İnönü’nün ilk işlerinden biri de Dışişleri Bakanı’nı değiştirmek olmuştur. Atatürk ile arasındaki anlaşmazlıklardan birisinin de dış ilişkiler konusundaki görüş ayrılıkları olduğu bilinmektedir. Dışişleri Bakanlığı’na Atatürk’ün güvendiği adamlarından biri olan Tevfik Rüştü Aras’ın yerine Şükrü Saraçoğlu’nu getiren İnönü’nün yaptığı bu atama kimilerine göre yeni bir yönetim anlayışı ve uyumlu bir kadro isteği olsa da, bu atamanın ya da görevden almanın temelinde, dış politikadaki görüş ayrılıkları yatmaktadır (Ekinci, 1997: 135). Atatürk, kendi döneminde Almanya’nın ittifak teklifi için “Türkiye tarafsız kalmalıdır, bir ittifak içine girmemelidir.” demiştir. İnönü dönemi dış politikayı değerlendirebilmek için Atatürk’ün kendi dönemindeki dış politika görüşlerini öğrenmek gerekmektedir. Atatürk’ün Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak’ın kendisinden aktardığına göre, Türkiye’nin dürüst ve barışçı politikası yararlı olmuştur ve kendisi bunun devamının gelmesini istemektedir (Soyak, 1973: 759). Sovyetler Birliği ile olan ilişkiler içinse, herhangi bir saldırı politikasına girilmemesi ve Sovyetlerle ilgili bir antlaşmanın tarafı olunmamasını söylemiştir. Bunun haricinde Almanya ve İngiltere arasında bir seçime gidilmemesi ve hiçbir ittifaka girilmemesini öğütlemiştir. (Ekinci, 1997: 140, 142). Atatürk’ün bu düşünceleri ve öğütleri yeni hükümet tarafından benimsenmemiş olacaktır ki İtalya’nın Arnavutluk’u işgal etmesinden sonra İnönü tedirgin olmuş ve Türkiye’yi Demokrasi Cephesi’ne bağlayacak olan bir anlaşmayı İngiltere ile görüşerek imzalamıştır. Bu anlaşmadan iki ay sonra, Milletler Cemiyet’inde bağımsız bir ülke olarak kabul edilen Hatay’ın, kendi meclisi toplanmış ve oy birliğiyle Türkiye’ye katılma 13 kararı almıştır (Cengiz, 2012: 52). Bu gelişmeler yaşanırken beklenmedik bir AlmanyaSovyetler Birliği ittifakı yapılmıştır. Rusya’nın sıcak denizlere inme sevdası yeniden Türkiye için bir sorun haline dönüşmüştür. Sovyetlerle Eylül 1939’da başlayan görüşmelerde, Ruslar Türklerden ağır isteklerde bulunmuştur. Sovyetler Birliği, Montreux Boğazlar Sözleşmesi’ne rağmen Karadeniz’e kıyısı olmayan ülkelerin gemilerinin boğazlardan geçmemesini istemekte ve boğazların karşılıklı savunulmasını teklif etmiştir. Türkiye bu görüşmelerden istediğini alamamıştır. Saraçoğlu bu görüşmelerin ardından ülkeye dönerken Ekim 1939’da Türkiye, İngiltere ve Fransa arasında saldırmazlık paktı imzalanmıştır. Bu pakta göre; Türkiye’ye karşı bir Avrupa devletinin saldırısı durumunda Fransa ve İngiltere Türkiye’ye yardımda bulunacak, Fransa ve İngiltere’nin Akdeniz’de bir savaşa ya da saldırıya karışması durumunda da Türkiye bu devletlere yardımda bulunacaktır. Bu anlaşmayla Türkiye, ortada kendisine yönelik bir tehdit olmamasına rağmen Atatürk’ün vasiyet etmiş olduğu dış siyasetten ayrılmıştır (Ekinci, 2002: 707). Bu anlaşmaya Sovyetler sert bir şekilde tepki vermiş ve Türkiye’ye yaptığı petrol sevkiyatını durdurmuştur. Akandere’nin aktardığına göre; Sovyetler, Türkiye’nin bu anlaşma ile tarafsızlığını terk ettiğini ve savaşan devletlerin arasına girdiğini düşünmektedir (Akandere, 1998: 274). Üçlü ittifak ile beraber, silahlanan Avrupalı devletlere karşı Balkan devletlerini birbirine yakınlaştıran Balkan Antantı da, Türkiye’nin Avrupalı devletlere yakınlaşmasıyla anlamını ve geçerliliğini kaybetmiştir. 1938’de Almanya’ya tarafsızlık sözü vermesine rağmen Demokrasi Cephesi’ndeki ülkelerle ittifak içine giren ve dış ilişkilerdeki saygınlığını her geçen gün kaybeden Türkiye, Almanya’nın da karşısına geçmiş ve ekonomik ilişkileri tehlikeye atmıştır. 1940’da İtalya’nın savaşa katıldığını açıklamasıyla İngiliz ve Fransız büyükelçileri Saraçoğlu’nu ziyaret ederek, Üçlü İttifak gereğince Türkiye’nin savaşa girmesini istemişlerdir. Ancak Türkiye savaşa girmek istememiş ve bunun sebebinin de “Sovyet Çekincesi” olduğunu söylemiştir. Çünkü Türkiye mihver devletlerine bir savaş ilanında bulunursa, bu aynı zamanda Sovyetler Birliği ile çatışma anlamına da gelecektir (Cengiz, 2012: 59). Bunun haricinde Türkiye’nin savaş dışı kalmak istemesindeki bir neden de, 14 ordunun yeterli malzemeye sahip olmaması ve modern bir ordu olmamasıdır. Türkiye böylelikle savaş dışı konumunu yine korumuştur. Japonya ve İtalya ile Eylül 1940’ta imzaladığı üçlü pakta Sovyetler Birliği’ni de katmak isteyen Almanya, Türkiye üzerinden bir pazarlık yapmaktaydı. Bu iki ülke, Boğazlarda hâkimiyet sürmek için aralarında projeler hazırlamaktaydılar. Bu konuda kuşkulanan Ankara, Sovyetler ile Almanlar arasında oluşacak bir ittifakı önlemek için bazı girişimlerde bulunmuş, ancak bunlar sonuçsuz kalmıştır (Seydi, 2009: 275). 1940 sonlarına doğru Almanlar Romanya’ya hâkim olmuş ve Bulgaristan’a yaklaşmıştır. Bu durum Sovyetlerin sıcak sulara inme sevdasının önünde bir engel yaratmıştır. Sovyetler boğazların kontrolünü, Hitler ise Balkanlar ve boğazlarda Alman hâkimiyetini yaratmak istiyordu. Hitler o dönemde Sovyetlerin sıcak denizlere inme talebine sıcak bakmaktaydı. Ancak Berlin’de yapılan görüşmelerde Sovyetler üs talebinde bulunmakla birlikte Bulgaristan’ı da kendi kontrolünde tutmayı istemiştir. Bu istek karşısında Hitler, Alman-Sovyet ilişkisini bitirmiştir. Bu görüşmeler Türkiye’de de merakla takip edilmiş, olumsuz sonuçlanması Türkiye için bir şans olmuş ve ülkeye zaman kazandırmıştır. Görüşmelerle ilgili hükümete bilgi veren Von Papen 12 Türkiye ile ilgili hiçbir şey konuşulmadığını söylemiştir. Türkiye, görüşmenin gerçek içeriğini, Berlin Büyükelçisi Hüsrev Gerede’nin Hitler ile yaptığı görüşmede öğrenebilmiştir (Seydi, 2009: 276). Bu da Hitler’in, Türkiye’yi kendi yanına çekebilmek için Sovyetleri kullandığı bir strateji olarak değerlendirilebilir. Türkiye, Von Papen ile yapılan görüşmelerin ardından 3 Aralık 1940’ta yapılan anlaşma gereği “Avrupa’nın yeniden biçimlenmesinde aktif rol oynamayı” ve “Almanya ile İtalya’ya karşı yapılacak savaşlara katılmamayı” kabul etmiştir (Ekinci, 1997: 163). Almanya’nın Bulgaristan’ı mihver devletlerine katmak için çalışmaları devam ederken Türkiye yaptığı görüşmeler sonucu Bulgaristan ile Saldırmazlık demecini imzalamıştır.13 Bu ortak demecin yayımlanmasından sonra 1 Mart’ta Bulgaristan Mihver devletlerine Almanya’nın Türkiye büyükelçisi. Taraflar saldırmazlık, dostluk ve ticari ilişkiler konusunda birbirlerine güvence verdiler. (İsmail Soysal, “İki Dünya Savaşı Arasında Avrupa Kuvvet Dengeleri ve Barışçı Türkiye”, Çağdaş Türk Diplomasisi: 200 Yıllık Süreç, TTK Yayınları, Ankara, 1999, s. 293-294) 12 13 15 katılmıştır. Türk-Sovyet ilişkilerinde de yeni bir dönemin başlangıcı olan bu gelişmeyle Sovyetler Birliği, Türkiye’nin toprak bütünlüğüne ve egemenlik haklarına tamamen saygılı olduğunu açıklamıştır (Köroğlu, 2011: 142). Bu gelişmelerden sonra ABD Türkiye’ye nota göndermiş ve Almanya’ya karşı direnen ülkelere savaş malzemesi yardımında bulunacağını söylemiştir. İngiltere ve Amerika’nın ısrarlarına rağmen dönemin Başbakanı Refik Saydam, Türkiye’nin tarafsızlık politikasını koruyacağını bildirmiştir (Cengiz, 2012: 66). Almanya’nın Bulgaristan’a girmesiyle oluşan tedirginlik, Büyükelçi Von Papen’in hükümete verdiği güvenceyle ortadan kalkmıştır. Van Papen, birliklerin Türk sınırına yaklaşmayacağını, iki ülke arasındaki ilişkilerin sürdürülmesinden yana olduğunu söylemiştir. Müttefikler ile Türkiye’nin arasının bozulmasına neden olan en önemli olay ise Türk-Alman Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması’nın imzalanması olmuştur. Bu antlaşmanın sorunsuz imzalanabilmesi için Türkiye’de Alman propagandaları yapılmaya başlanmıştır. Almanya’nın Balkanlar’da ve Kuzey Afrika’da başarılı olmasıyla, Türkiye’nin hem batısı hem de güneyi Almanya’nın kontrolü altına girmiştir. Von Papen Saraçoğlu’nu ziyaret ederek, Edirne çevresini ve Ege adalarını Türkiye’ye bırakmayı düşündüklerini söylemiştir. Bu görüşmelerin ardından taraflar anlaştı ve 18 Haziran 1941’de on yıl süreli bir antlaşma imzalandı, 25 Haziran’da da bu antlaşma TBMM’de onaylanarak yürürlüğe girdi (Ekinci, 1997: 164-167). Bu saldırmazlık paktına İngiltere ve Amerika sert bir şekilde tepki göstermiş, ABD Ödünç ve Kiralama yardımını da durdurmuştur (Seydi, 2009: 278). Almanya’nın antlaşma sonrasında Barbarossa Harekatı ile Sovyetler Birliği’ne saldırmasıyla Türkiye bir süreliğine rahatlamıştır. Ancak bu sefer de müttefiklerle yaşadığı sorunlar gündeme gelmiştir. Almanya ile imzalanan Saldırmazlık Paktı ve sonrasında da yapılan krom anlaşmaları müttefiklerin canını her geçen gün daha çok sıkmaktaydı. Çünkü ticari ve siyasi anlaşmalar, Türkiye’yi Almanya’ya ve dolayısıyla Mihver’e yakınlaştırmaktaydı. Almanlar Türkiye’ye krom madeni için heyet göndermiş ve İngiltere ile imzalanmış olan anlaşmanın 14 süresinin uzatılmamasını ve Türk 14 1939’da imzalanan anlaşmaya göre, İngiltere Türkiye’de çıkarılan tüm kromu satın almaktaydı. 16 kromunun hepsini almayı istediğini söylemiştir. İngiltere ise anlaşmayı yenilemeyi istemiştir (Cengiz, 2012: 67). Dönemin şartları incelenecek olursa; Türkiye’nin silah, Almanya ve İngiltere’nin de krom ihtiyacı bulunduğu görülecektir. İngiltere’nin ittifak gereği Türkiye’ye yapması gereken yardımları yeteri kadar yapamaması, Türkiye’yi Almanya ile ticari anlaşma yapmaya iten unsurlardan biri olarak söylenebilir. Türkiye, İngiltere’den alamadığı yardım nedeniyle Almanya’ya krom satmakta ve bunun karşılığında da silah almaktaydı. Almanya da bu kromu işleyerek yapımlarında kullanmaktaydı. Bu ticari anlaşmalar aslında üç ülkenin de çıkarına görünmekteydi. Ancak ABD 90 bin tonluk Türk-Alman krom anlaşmasına İngiltere’den daha sert bir tepki vermiştir. İlerleyen günlerde müttefikler, Türkiye’nin Almanya’ya savaş açmasını istemiş, ancak Türkiye tüm baskılara rağmen savaşa girmemiştir. 17 İKİNCİ BÖLÜM 2. ÇOK PARTİLİ SİYASAL HAYATA GEÇİŞ 2.1. Muhalefetin Ortaya Çıkışı Muhalefetin önünün açılması, 1921 Anayasası’nda hâkimiyetin millete verilmesiyle başlamıştır. Meclise yansıması ise iki grup ile olmuştur. Birinci grupta Mustafa Kemal’in yenilikçi destekçileri, ikinci grupta ise gelenekçi muhafazakârlar vardı. Birinci grup ilk olarak “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” olarak anılmış, sonra da Halk Fırkası’na dönüşmüştür (Büyükkalay, 2011: 31). Yani muhalefet, meclis ilk kurulduğundan beri zaten parti olarak olmasa da düşünce olarak vardı. Mecliste olmasa bile parti grup toplantılarında her şey konuşuluyordu. Bu muhalif seslerin de ölçülü olduğu söylenebilir. Cumhurbaşkanı yani Mustafa Kemal için dil uzatılmaz, inkılabın prensipleri aleyhinde konuşulmaz, başbakana karşı ölçülü davranılırdı. Bunların dışında kanunlar, tasarılar ve politikalar her zaman eleştirilebilmiştir (Ortaylı, 2014: 145). Yine Atatürk döneminde ortaya çıkan muhalif partiler olan TCF ve SCF muhalefete örnek olarak verilebilir. İsmet İnönü dönemine gelindiğinde ise İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı bir krizler ve tehditler ortamı oluşmuştur. Bu nedenle birlik ve beraberlik fikri ön planda tutulmuştur. İnönü, cumhurbaşkanı seçildikten sonra, daha önce de belirtildiği gibi, parti içinde kendisine muhalif olacak kişileri de ayıklamıştır. Parti-Devlet bütünleşmesinin getirdiği baskıcı ortam ve politikalar düşünüldüğünde, muhalefetin ortaya çıkması mümkün olmamıştır. Savaş sonrasına gelindiğinde ise, savaşı Demokrasi Cephesi’nin kazanmasıyla oluşan demokratik hava; baskıcı, totaliter, yani demokratik olmayan rejimlerin yenilmesiyle, Türkiye de rejim değişikliğine gitmek zorunda kalmıştır. Baskıcı politikaların yumuşatılmasıyla muhalefet oluşabilmiştir (Büyükkalay, 2011: 32). 1945’te yapılan San Francisco Konferansı’ndan sonra İnönü’nün söylemleri, demokratik gelişmelerin yaşanacağının habercisi olmuştur: “Memleketimizin siyasi idaresi, Cumhuriyet’le kurulan halk idaresinin her istikamette ilerlemeleri ve şartları ile gelişmeye devam edecektir. Harp zamanlarının ihtiyatlı tedbirlere lüzum gösteren darlıkları kalktıkça, memleketin 18 siyaset ve fikir hayatında demokrasi prensipleri daha geniş ölçüde hüküm sürecektir. En büyük demokrasi müessesemiz olan Büyük Millet Meclisi ilk günden itibaren idareyi ele almış ve memleketi demokrasi yolunda mütemadiyen ilerletmiştir. Büyük Millet Meclisi’nin kudretli elinde olan millet idaresi, demokrasi yolundaki gelişmesine devam edecektir.”15 İnönü’nün bu beyanatı ve San Francisco’da imzalanan Birleşmiş Milletler Anayasası, parti-dışı muhalefet için olumlu adımlar olmuştur. Savaş sonrasında parti-içi muhalefetin ortaya çıkması ise Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu tartışmalarında vuku bulmuştur (Yeşil, 1988: 34). 2.1.1. Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu Bu kanunun çalışmaları asıl olarak Atatürk dönemine dayanmaktadır. Kanunun çalışmaları 1933-1934 yıllarında başlamış, ancak sosyal yapıyı çok fazla etkileyeceği için hemen yürürlüğe konulmamıştır. Bunun haricinde Milli Mücadele büyük toprak sahiplerinin de desteği ile kazanıldığı için, bu kişilerin aleyhine olacak bir kanun devletin iradesini sarsabilirdi. Bu nedenle bir süre ertelenen kanunun çalışmaları, İkinci Dünya Savaşı’na kadar Çiftlik sahibi bazı milletvekilleri tarafından engellenmiştir. Bu kanunun fikir sahibi olan Atatürk, 1936 ve 1937-1 meclis açılışlarında, bu kanunun neticelendirilmesini istemiştir. Atatürk’ün vefatı, İnönü döneminde de İkinci Dünya Savaşı’nın da başlamasıyla kanun savaş sonuna bırakılmıştır (Yeşil, 1988: 36). Kanunun bekletilmesinin sebeplerinden biri de Köy Enstitüleri’nin ilk mezunlarını vermesinin beklenmesidir. İşte muhalefet tam da burada ortaya çıkmaktaydı. Köy Enstitüleri’ne karşı olan grup yine aynı şekilde Toprak Reformu’na da karşı çıkmaktaydı. Bu büyük toprak sahipleri; köylülerin kendi topraklarına sahip olmasına tepki göstermişlerdir. Hatta Köy Enstitüleri ve Teşkilat Yasası mecliste oylanırken Adnan Menderes ve bazı arkadaşları oylamaya katılmamıştır (Ekinci, 1997: 291). Bu tepkilerin nedenini anlamak için, dönemin tarım kesiminin dengesiz yapısına bakmak yeterlidir: 15 Ulus, Cumhuriyet, 20 Mayıs 1945. 19 Tablo 2. Toprak Kanunu Tasarısında Toprak Mülkiyeti Dönüm Olarak Mülk Sahipleri Mülk Sahiplerinin %’si 5000’den yukarı 418 0.01 500-5000 arası 5764 0.24 500’den aşağı 2.493.000 99.75 (Kaynak: Yeşil, 1988: 36) Büyük toprak sahipleri çok küçük bir kitleyi oluşturmaktadır. Köylülerin kimisi çok küçük topraklara sahiptir, kimisi de hiç toprağa sahip değildir. Toprak Reformu’na göre büyük mülkler parçalanarak, topraksız çiftçilere dağıtılacaktır. Bunun amacı da geçimini tarımla sağlayan insanların üzerinde çalıştığı arazinin sahibini yapmak ve sürekli işletmesidir. O dönemin tarımda çalışan topraksız köylüleri, feodal dönemde iki-üç dönüm toprağı olan “bordar” denilen yoksul köylülere ve sadece yiyeceği için çalışan “cotter”lara benzetilebilir (Huberman, 2009: 16). Tasarı, arazilerin belli kesimlerin ellerinde aşırı derecede büyümelerini engellemekle beraber, yurt topraklarının sürekli ve verimli olarak işlenmesi için gerekli yardımı yapmayı da amaçlamaktaydı. Tasarı ana prensipleriyle kabul edilmiş, komisyonunun son toplantısında ise devletin kamulaştırma yetkisini içeren 17. maddesi hükümetin müdahalesi ile değiştirilmiş şekliyle yer almıştır. Bu nedenle büyük çiftlik sahipleri, muhalefetin temsilcisi olmuştur. Kanun tasarısı görüşülmeye başlandığında meclis üyeleri iki gruba ayrılmış; biri kanunu savunurken, diğeri ise madde 17’ye karşı çıkmıştır. İkinci grupta yer alanların çoğunun toprak sahibi olduğunu vurgulamak gerekmektedir. Bu görüşmeler, Adnan Menderes’in parladığı yer olmuştur. 16 Toprak Kanunu tasarısı 11 Haziran 1945’te, yapılan aşırı muhalefete rağmen kanunlaşmıştır. Toprak Kanunu’ndan sonra muhalif kesimin şiddetli eleştirilerle ortaya çıktığı bir diğer konu ise bütçe görüşmeleri olmuştur. 1945 Mayıs’ındaki görüşmelerde söz alan Adnan Adnan Menderes daha önce SCF’nin Aydın sorumlusu olarak görev yapmıştır. O dönem otuzlu yaşlarında bir çiftlik sahibi olan Menderes, ilk başlarda politikaya girmekten çekinmiş ancak sonrasında Fethi Okyar tarafından ikna edilmiştir. (Ertem, s. 82.) 16 20 Menderes, Emin Sazak gibi isimler, bütçe açığından dolayı hükümeti eleştirmişlerdir. Celal Bayar da bütçe görüşmeleri sırasında söz almış, sorduğu sorulara alacağı cevaba göre kabul ya da ret oyu vereceğini söylemiştir. Bütçe oylamasına 5 üye ret oyu vermiştir, bu isimler: Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan, Fuat Köprülü, Emin Sazak’tır (Varol, 2004: 35). 2.1.2. Dörtlü Takrir Dörtlü Takrir; Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Fuat Köprülü tarafından imzalanan, “Memlekette demokratik usullerin, daha geniş şekilde tatbikine” geçilmesi için verilen önergedir (Varol, 2004, 36). Takrir CHP’nin üst yönetimi tarafından tepkiyle karşılanmıştır. Takriri verenlerin, çok partili bir yaşama geçilmesini istedikleri ama bunu CHP içinde gerçekleştirmek istedikleri söylenmektedir (Ekinci, 1997: 298). Bu önergeyi verenler CHP’liler tarafından ise partiden ayrılmakla suçlanmışlardır. İsmet İnönü ise “Bunu parti içinde yapmasınlar. Çıksınlar, karşımıza geçsinler, teşkilatlarını kursunlar ve ayrı parti olarak mücadeleye girsinler.” diyerek, çok partili hayat için adeta teşvik vermiştir. Takrir CHP grubunda, imza atan isimler hariç oybirliğiyle geri çevrilmiştir. Bunun nedeni olarak iki görüş bulunmaktadır, bunlar: CHP’lilerin otoriter tepki alışkanlıklarını yitirmemesi ve CHP’nin kendi içinden bir muhalefet partisi çıkarabilmesi için özellikle sert bir tutum alınmasıdır (Ekinci, 1997: 298-299). Takririn verildiği günlerde, İkinci Dünya Savaşı sona erdiği günlere denk gelmektedir. Türkiye BM anlaşmasını imzalamış ve kurucu üyelerden biri olarak San Francisco Konferansı’na katılmıştır. İkinci Dünya Savaşı’nı Demokrasi Cephesi’nin kazanmasıyla, dünyadaki demokratik olmayan siyasal sistemlerin yeniden gözden geçirilmesi gerekmekteydi. Bu sistemlerden biri de Türkiye’deki tek partili yönetimdi. Bu nedenle Türkiye’de İkinci Dünya Savaşı’nın sonrasında bir rejim değişikliği ve siyasal liberalleşme beklenmekteydi. BM Anayasası’nın TBMM’de onaylanması sırasında söz alan Menderes, BM Anayasası ile rejim arasında bir uyum olması gerektiğinden bahsetmiş ve imzalanan anayasa ile ülkedeki rejim arasındaki çelişkilerin giderilmesini 21 talep etmiştir. Aynı söylemler basında da yer bulmuş, anti-demokratik yasaların kaldırılması istenmiştir (Varol, 2004: 39). 2.2. Muhalif Partilerin Ortaya Çıkışı İsmet İnönü 19 Mayıs 1944’te yaptığı meclis açılış konuşmasında, demokratik bir rejimin yaklaştığından, kendilerinin de demokrasi yolunda ilerleyeceğinden söz etmiştir. Bu konuşma ile muhalif sesler daha da cesaretlenmiş, mecliste sert eleştirilerde bulunmuşlardır. İnönü’nün 19 Mayıs söylevinden sonra Milli Kalkınma Partisi kurulmuştur. 2.2.1. Milli Kalkınma Partisi Nuri Demirağ tarafından kurulan MKP, Cumhuriyet tarihinin üçüncü muhalif partisidir. Parti, CHP’ye karşı eleştirilerde bulunmuş, seçimlerin tek dereceli yapılmasını ve Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesi gerektiğini savunmuştur. Devletçiliğe karşı çıkan, gelenekçi, İslamcı ve ulusçu bir sentez olan MKP’nin görüşleri, CHP’nin ilkelerine ve “Savaş Sonrası Dünya Düzeni”nin prensiplerine ters düşmektedir. Bu nedenle iç ve dış koşullara uygun bir partinin kurulması gerekli görülmüştür (Ekinci, 1997: 300). 2.2.2. Demokrat Parti İsmet İnönü, 1 Kasım 1945’te yaptığı meclis açılış konuşmasında yeni bir siyasi partinin kurulması gerektiğinden bahsetmiştir (Şekil 2): “Bizim tek eksiğimiz, Hükümet Partisinin karşısında bir parti bulunmamasıdır. Bu yolda, memlekette geçmiş tecrübeler vardır. Hatta iktidarda bulunanlar tarafından teşvik olunarak teşebbüse girişilmiştir. İki defa memlekette çıkan tepkiler karşısında teşebbüsün muva'ak olmaması bir talihsizliktir. Fakat memleketin ihtiyaçları şevkiyle, hürriyet ve demokrasi havasına tâbî işlemesi sayesinde, başka siyasi partinin de kurulması mümkün olacaktır.”17 17 TBMM, “Tarihe Düşülen Notlar-1”, TBMM Basımevi, 2011, s.125. 22 Şekil 2: İsmet İnönü’nün yeni bir parti açıklaması. (Cumhuriyet, 2 Kasım 1945.) Bu konuşmadan kısa bir süre sonra Celal Bayar CHP’den istifa etmiş ve basına “yeni bir partinin kuruluşu için çalışmalara başladığını” açıklamıştır. 4 Aralık’ta İnönü ile görüşen Bayar, partinin ilkeleri konusunda kendisine bilgi vermiştir. 7 Ocak 1946’da da, CHP eski milletvekillerinin öncülüğünde Demokrat Parti adıyla yeni bir parti kurulmuştur. Demokrat Parti’nin programı CHP ile benzerlikler taşımaktadır. CHP’nin “Altı Ok”unu temsil eden Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, İnkılapçılık ve Laiklik ilkelerine vurgular yapılmış ve yorumlar eklenmiştir. Bu konuda Necmettin Sadak “…İlk okuyuşta yarattığı tesir, CHP esaslarından farklı olmamasıdır.” demiştir. 18 İnönü ile Bayar arasında gerçekleştirilen görüşmelerde de İnönü, Bayar’a Laiklik, Dış Politika ve Köy Enstitüleri gibi konularda fikir ayrılıkları olup olmadığı hakkında sorular sormuştur (Ekinci, 1997: 306). Demokrat Parti ülke çapında hızla örgütlenmeye başlamış, bu da CHP’nin tutumunda değişiklikler meydana getirmiştir. CHP 2. Olağanüstü Kurultayı’nda İnönü’nün önerisi 18 Sadak, “Demokrat Partiye Hoş Geldin Deriz”, Akşam, 9 Ocak 1946. 23 üzerine “Değişmez Genel Başkan” ve “Milli Şef” sıfatları kaldırılmıştır. Bu gelişme “tutum değişikliği”nin haricinde, dünya genelinde esen demokrasi rüzgârının etkisi olarak da yorumlanabilir. Bu sıfatlar İnönü’yü diktatör, ülkeyi de demokratik olmayan bir rejimmiş gibi göstermekteydi. Ancak yine de İnönü, muhalefetin eleştirilerine rağmen Cumhurbaşkanlığı ile Parti Genel Başkanlığı’nın kesinlikle ayrılmayacağını söylemiştir (Varol, 2004: 43). DP toplumun ilgisini çekmiş, tek partili hayatın baskısından bunalan kesimler tarafından desteklenmiştir. Kurulduktan kısa bir süre sonra yurt çapında örgütlenmiştir. DP’nin bu hızlı gelişmesi karşısında CHP, belediye seçimlerini öne alma kararı alarak, seçimlerin 1946 Eylül’ü yerine Mayıs ayında yapılmasını kararlaştırmıştır. DP’liler bu karara karşı durmuşlardır ancak seçime katılabilecek güçte olduklarını da söylemişlerdir. Seçimlerin öne alınmasıyla partiler çalışmalarını hızlandırmış ve örgütlerini yurt geneline yaymışlardır. Öyle ki tek parti döneminde geniş bir örgütlenme gereği duymayan CHP, seçimler için köylere kadar gitmiştir (Buran, 1987: 79). Ancak DP seçimlere katılmamıştır. 2.3. Seçimler Türkiye’de Cumhuriyet rejimi başladıktan sonra tek partili dönemde yapılan seçimler iki dereceli yapılmıştır. 1946 Genel seçimleri öncesinde ise hükümet, seçim kanununda değişiklik yaparak Osmanlı döneminden beri uygulanmakta olan iki dereceli sistemin yerine tek dereceli seçim sistemini yürürlüğe sokmuştur. Seçmen yaşı 22, seçilme yaşı ise 30 yapılmıştır. Muhalefet ise değişiklikleri eleştirmiş ve “çoğunluk seçim sistemi” yerine nispi temsil sisteminin uygulanması talep etmiştir (Sarıkoca, 2010: 170). 2.3.1. 1946 Seçimleri ve Sonrasındaki Gelişmeler Muhalefetsiz yapılan belediye seçimlerinden sonra genel seçimlerin de öne alınacağı CHP Olağanüstü Kurultay’ında kararlaştırılmıştır. Seçim Kanunu’nda yapılan değişikliklerle de milletvekili adaylarının istedikleri partiden ya da bağımsız olarak seçime girebilmelerine olanak sağlanmıştır. Ancak bu seçimde açık oy, gizli tasnif uygulaması yapılmıştır. Tek dereceli seçimi muhalefet de desteklemiştir ancak oyların seçim sonunda yakılacak olması nedeniyle itiraz hakkının ortadan kalkması, muhalefetin seçim kanununu yetersiz bulmasına neden olmuştur (Yeşil, 1988: 67). Seçimlerde aday 24 esaslı blok sistemi uygulanmış, her vilayetin bir seçim çevresi olmuştur. Her 40 bin vatandaş için bir milletvekili seçilmiş, bu sayının altında nüfusa sahip olan iller içinse bir milletvekili tahsis edilmiştir. 40 bin üzerindeki nüfusa sahip iller için de; 55.000’e kadar 1, 55.001-95.000 arası 2, 95.001-135.000 arası 3, 135.001-175.000 arası 4 milletvekili sayısı belirlenmiştir.19 21 Temmuz 1946’da yapılan milletvekili seçimleri Cumhuriyet döneminin ilk çok partili genel seçimidir. Seçimde liste usulü çoğunluk sistemi uygulanmıştır. Seçime CHP, DP, MKP, LDP, TİÇP ve YVİP girmiştir. Seçim sonucunda Cumhuriyet Halk Partisi 397, Demokrat Parti 61 milletvekili kazanmış, 7 aday da bağımsız olarak meclise girmiştir (Tablo 3). Tablo 3. 21 Temmuz 1946 Genel Seçim Sonuçları PARTİLER MİLLETVEKİLİ SAYISI OY ORANI Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) 397 85,4 Demokrat Parti (DP) 61 13,1 Bağımsızlar (DP listesinden) 4 0,9 Bağımsız (Aday) 3 0,6 TOPLAM 465 100 (Kaynak: TBMM Ad Defteri, Dönem VIII) Seçim sonuçlarının açıklanmasında aksamalar olmuş, bazı sonuçlar 2-3 gün sonra açıklanmıştır. Bu konu hakkında muhalefet, hükümeti seçim sonuçlarına müdahale etmekle suçlamıştır. Bölge seçim kurullarının hükümet memurları tarafından denetlenmesi ve sandıkların oylar sayıldıktan sonra imha edilmesi nedeniyle 1946 seçimleri Türk siyasi hayatına usulsüz seçim olarak geçmiştir (Sarıkoca, 2010, 171). Gazetelerde de seçim sonuçlarının tam olarak neticelenmiş hali, seçimden 3 gün sonra yayımlanabilmiştir (Şekil 3). 19 Seçim Sistemi ve Siyasi Partiler Araştırması Ana Rapor Cilt II, TÜSİAD Yayınları, İstanbul, 2001, s. 209. 25 Şekil 3: Seçim sonuçlarının gazetede yayımlanması. (Akşam, 24 Temmuz 1946) TBMM sekizinci döneminde Meclis Başkanlığı Kazım Karabekir’e, hükümeti kurma görevi de Recep Peker’e verilmiştir. Peker’in başbakan yapılması, DP’liler tarafından sindirme hareketi olarak yorumlanmıştır. Bunun sebebi olarak da; Peker’in tek partili sistem taraftarı olması ve uzlaşmacı olmaması öne sürülmüştür. Hükümet programının mecliste görüşülmesi sırasında DP, program hakkındaki düşüncelerini açıklamak için süre istemiş, ancak iktidar partisinin oylarıyla bu teklif reddedilmiştir. Meclis çalışmalara başladığında, İnönü cumhurbaşkanı seçilişi nedeniyle yemin etmek için meclise gelmiştir. DP vekilleri İnönü’nün yeminini oturarak takip etmiş ve meclisi meşru kabul etmediklerini göstermek için komisyon adaylığı seçimlerine katılmamışlardır (Yeşil, 1988: 78). DP meclis açılmadan önce seçim sonuçları ile ilgili CHP ile gizli görüşme yapmış ve bir sonuç alamamıştı. Meclis açıldığında ise bu sefer 36 ilde yapılmış olan seçimlerin tamamına itiraz eden DP’liler, ek olarak da 27 üyenin mazbatalarının iptalini istemişlerdir. İtirazları incelemek üzere “Tutanakları İnceleme Komisyonu” kurulmuş, ancak incelemelerden bir sonuç çıkmamıştır. Fakat seçim mazbataları görüşülürken mazbataları iptal edilenler CHP’liler değil, DP’li 5 vekil20 olmuştur (Buran, 1987: 96). Mazbata iptalleri iki parti arasındaki gerginliği daha da arttırmıştır. Bu gerginliğin ateşi daha sönmeden 1 Eylül’de İl Genel Meclis seçimleri yapılmış, DP seçimlere hile karıştığını söyleyerek 56 ilçe seçiminden çekilmiştir (Yeşil, 1988: 79). 20 Abdurrahman Münip Berkan, Zeki Rıza Sporel, Senihi Yürüten, Burhan Cahit Morkaya ve Salamon Adato. 26 Recep Peker hükümetinin ilk icraatı ekonomik tedbirler almak olmuştur. 7 Eylül kararları olarak bilinen tedbirlere göre; Türk parasının değeri yabancı paralar karşısında düşürülmüş, serbest dövizle ithal edilebilecek malların sipariş ve ithaline sınırlama getirilmiştir. Bu kararlarla ihracat artmış, iç piyasada daralma olmuş, fiyatlar yükselmiş ve hayat pahalılaşmıştır (Aşcı, 2012: 33). 7 Eylül kararlarından sonra meclise Basın Kanunu Tasarısı sunulmuş, bu kanun muhalefetten tepki toplamıştır. Söz alan A. Menderes, “Vatandaş hakkına saygı göstermek, millet ve devlet menfaatlerine hizmet etmek gibi terimlerle hükümete karşı olan gazeteler dize getirilmek istenmektedir…” diyerek tasarıyı eleştirmiştir (Buran: 1987, 97). CHP’li Adnan Adıvar da söz alarak “Görüyoruz ki, yirmi iki yıldır demokrasi alanında hala yerimizde sayıyoruz” sözüyle tasarıyı eleştirenlerden olmuştur. Tasarı aynı gün kabul edilmiştir (Yeşil, 1988: 82). 18 Aralık’ta gerçekleştirilen bütçe görüşmelerinde de Adnan Menderes söz alarak bütçeyi sert bir dille eleştirmiştir. Buna karşılık olarak da başbakan Recep Peker kürsüye gelmiş, Menderes’in görüşleri hakkında “Psikopat bir ruhun ifadesi” yorumunda bulunarak daha sert bir cevap vermiştir. Bunun üzerine DP Meclis Grubu, meclisi terk etmiş, boykotlarını 9 gün sürdürmüşlerdir. Partilerin bu gerginliğini sonlandırabilmek için İnönü devreye girmiş ve Celal Bayar ile görüşerek, bu olayların tekrarlanmayacağının sözünü vermiştir. Bu güvencenin ardından DP meclise geri dönmüştür. İnönü’nün bu müdahalesiyle Başbakan Peker’in konumu zayıflamıştır (Kirman, 2006: 106). İktidar ve muhalefet arasında yaşanan bu tartışmalardan sonra Demokrat Parti’nin siyasete girişinin birinci yılında yapılan Birinci Büyük Kurultay, 906 delegenin katılımıyla Ankara’da yapıldı. Bu kurultay, Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra halka dayalı yapılan ilk kurultay olma özelliğini taşımaktadır (Yeşil, 1988: 86). Kurultayda Celal Bayar, Türkiye’de demokrasinin gelişebilmesi için Anayasa’ya aykırı antidemokratik kanunların tasfiyesini; seçim kanununun, daha güvenilir ve emniyetli hale getirilecek şekilde değiştirilmesini ve Cumhurbaşkanlığı ile parti başkanlığının birbirinden ayrılmasını istemiştir (Buran, 1987: 99). 27 2.3.2. 1947 Ara Seçimleri ve Sonrasındaki Gelişmeler 1947 Şubat’ında yapılan köy-muhtar ve ihtiyar heyeti seçimleri, iktidar ile muhalefet arasındaki gerginliği arttıran başka bir nokta olmuştur. Demokrat Parti’ye göre bu seçimler muhalefeti köylerden atabilmek için yapılmıştır. CHP’ye göre ise muhalefet partisi halkı hükümete karşı isyana teşvik etmiştir. Bu seçimlerde en çok dikkat çeken olay ise İçel’de meydana gelmiştir. Seçim iki defa yenilenmiş, ikisinde de DP adayı kazanmıştır. Bölgedeki vali ise seçmenleri CHP’ye oy vermek için zorlamış, bu nedenle oy kullanmak istemeyen köylüleri de isyan ettikleri bahanesiyle topluca tutuklatmıştır (Yeşil, 1988: 90). Bu gelişmelerden sonra muhalefet seçim güvenliğinden dolayı endişe duymuş ve seçimlere katılıp katılmayacağında kararsız kalmıştır. Muhalefetin seçimlere katılımının şüpheli olması nedeniyle, CHP muhalefetin katılmasını sağlamak istemiş, bunun için de seçimlerin dürüst yapılacağı vaadinde bulunmuştur (Buran, 1987: 103). Karpat’a göre CHP’nin buradaki amacı, iktidarın seçimlerde haksızlık yaptığı yolundaki iddiaları çürütmekti (Karpat, 1967: 162). Başbakan Recep Peker ise muhalefetin bu tavrı karşısında, muhalefeti seçime zorla sokma düşüncesindeydi. Bu konu hakkında “…siyasi partilerin görevi seçime katılmaktır… Seçime katılmayan parti ve onları destekleyen gazeteler için İstiklal Mahkemeleri kanunu hala mevcuttur…” diyerek, muhalefeti ve destekçilerini tehdit etmekteydi. Tüm tehditlere rağmen DP anti-demokratik kanunlar değiştirilmediği sürece seçimlere katılmayacağını söyleyerek, İstanbul, Tekirdağ, Balıkesir ve Kastamonu’da yapılacak ara seçimlere katılmama kararı almıştır. 6 Nisan’da yapılan seçimlere CHP tek parti olarak katılmış ve üyeliklerin tamamını kazanmıştır (Buran, 1987: 103). 2.3.3. 12 Temmuz Beyannamesi ve Sonrası Demokrat Parti kurultayından ve kavgalı seçimlerden sonra muhalefet ile iktidarın arasındaki sert mücadeleyi sonlandırmak için Cumhurbaşkanı İnönü devreye girmiştir. 10 Mayıs’ta Peker ve Bayar’ı Çankaya köşkünde bir araya getiren İnönü, ilerleyen günlerde de bu görüşmeleri sürdürtmüş ve 12 Temmuz’da gazetelerde yayımlandığı tarihle anılan “12 Temmuz Beyannamesi”ni hazırlamıştır (Kirman, 2006: 108). İnönü bu beyannamede iktidar ve muhalefet ile yaptığı görüşmeleri anlatmış ve beklentilerini açıklamıştır. İnönü iki tarafa da haklılık vermiş, iki partiye de eşit mesafede 28 olduğunu söylemiştir. İnönü’nün bu söylemlerinden sonra, kendisinin parti başkanlığından çekileceği konuşulmuş, ancak İnönü bunu yalanlamıştır. 12 Temmuz Beyannamesi, hem iktidar-muhalefet ilişkilerinde yeni bir dönem başlatmış hem de “parti içi muhalefet”in doğmasında rol oynamıştır. CHP’de Recep Peker Hükümeti’nin bitişiyle neticelenmiş, DP’de ise “parti içi çatışma”ya ve partinin parçalanmasına neden olmuştur. Millet Partisi, bu parçalanmayla siyaset arenasına çıkmıştır (Yeşil, 1988: 96). İnönü ile Peker arasında 12 Temmuz Beyannamesi sonrasında anlaşmazlıklar yaşanmıştır. Bunun en temel sebebi de, bu beyanname ile İnönü’nün “hükümetin baskı yaptığı ve taraf tuttuğu” iddialarını kabul etmiş görünmesidir. Hem muhalefetten hem de kendi partisinin üyelerinden gördüğü tepkiler sonrasında Peker, grup toplantısında güvenoyu istemiş ve bu oylamada 35 kişi olumsuz oy kullanmıştır (Yeşil, 1988: 98). Peker, hükümet başkanlığı ile parti başkanlığını birleştirmek istemiş, ancak destek görememiştir. 3 Eylül’de 6 bakan istifa ederek, Peker’e muhalefet etmiştir. 9 Eylül’de ise Recep Peker görevinden istifa etmiştir (Aşcı, 2012: 35). Peker’den sonra hükümeti kurmakla görevlendirilen isim Hasan Saka olmuştur. Peker’in aksine Saka, muhalefete karşı daha ılımlı bir yaklaşım sergilemiştir. Hükümetin programını meclise sunmadan önce muhalefet partisi ile paylaştığı belirtilmektedir. Yeni hükümet kurulduktan sonra İnönü CHP’den iki, DP’den de birer temsilci ile Doğu gezisine çıkmıştır. Bu gezi, İnönü’nün iktidar ve muhalefet partilerine eşit yaklaşımının bir örneği olarak gösterilmiştir. İktidar-muhalefet kavgasının bitmesiyle DP kendi içindeki fikir ayrılıklarıyla sarsılmıştır (Yeşil, 1988: 100). 17 Kasım 1947’de CHP 7. Büyük Kurultayı Ankara’da yapılmıştır. Partinin iktidardayken yaptığı son kurultayda, Cumhurbaşkanlığı-Parti Genel Başkanlığı görevlerinin aynı kişide birleşmesiyle ilgili düzenleme yapılmıştır. Düzenlemeye göre kurultayın seçeceği kişi, CHP Genel Başkan Vekili olarak İnönü’nün tüm yetkilerine sahip olacaktı. Bunun dışında Halkevleri, basın hürriyeti, polis, seçim ve memur kanunları ile mahkeme teşkilatları ile ilgili yapılacak değişikliklerden de bahsedilmiştir. Kurultay’da alınan 29 kararlardan en önemlisi de idari amirlikle ilgiliydi. İllerde CHP başkanlığı yapan valiler, görevlerini il kongrelerinde seçilen kişilere bırakmıştır. Bu kurultay ile CHP demokratik ve yenilikçi bir parti görünümü almış, muhalefet de bu değişiklikleri olumlu karşılamıştır (Yeşil, 1988: 104). Kurultayın önemli sonuçlarından iki tanesi de partinin dinde liberalleşmeyi kabul etmesi ve din eğitimi için adımlar atmış olmasıdır. Bu atılımlarla CHP, DP seçmenine karşı etkili bir silah elde etmeye çalışmıştır. Timur bu gelişmeleri, “CHP çok partili hayatta çeşitli sınıf ve zümreleri kazanmak için DP ile çetin bir rekabete girişmiştir.” diyerek özetlemiştir (Timur, 1994: 63). 12 Temmuz beyannamesi ve iktidar-muhalefet ilişkilerindeki yumuşama ile iki parti arasında esen dostluk rüzgârından çoğu kişi memnun olsa da, bu durumdan hoşnut olmayanlar da bulunmaktaydı. Bu hoşnutsuzlukların sebepleri: İnönü’nün partiler dışında kalma kararına rağmen tekrar parti genel başkanı seçilmesi ve bir iddiaya göre İnönü’nün Doğu gezisinde DP’li Nuri Özsan’dan, partiler arasındaki ilişkilerin daha da iyi olabilmesi için, DP içindeki aşırıların tasfiyesini istemesidir (Buran, 1987: 109). Tasfiyesi istenen isimler arasında Kenan Öner, Sadık Aldoğan, Yusuf Kemal Tengirşek ve Ahmet Tahtakılıç gibi güçlü isimler vardı. Bu isimler 12 Temmuz Beyannamesi’ne muhalif olmuşlardı. Kenan Öner, partiye yakınlığıyla bilinen Vatan’da partiyi parçalamak ve komünistlerle işbirliği yapmakla suçlanıyordu. 21 Kenan Öner önce il başkanlığından, sonra da partiden istifa etmiştir. Öner’e göre partinin önde gelenleri, partiyi kendi menfaatleri için kullanmaya başlamış, halkın taleplerini unutmuşlardır (Yeşil, 1988: 107). Öner yanlısı vekiller DP Meclis Grubu’nda çoğunluktaydı. DP Grup seçimlerinde birçok tartışma yaşandı ve parti içinde görüş ayrılıkları oldu. Tartışmaların ardından bazı vekiller partiden ihraç edildi bazıları da görevlerinden istifa etti. Bu olaylarla DP üyeleri yarıya yakın olarak azalmıştır. Partiden ayrılan bazı vekiller, anlaşmazlıkları İkinci Büyük Kurultay’da çözebileceğini düşünerek kendilerine “Müstakil Demokratlar Grubu” ismini verdiler. Kenan Öner ve çevresi de, yeni bir parti kurmak için girişimlerde bulunmuşlardır. Bu girişimlerle Millet Partisi kurulmuş, Genel Başkanlığa Hikmet Bayur, Fahri Başkanlık’a da Fevzi Çakmak getirilmiştir (Buran, 1987: 113-114). 21 Vatan, 17 Ocak 1948. 30 Recep Peker’den sonra göreve gelen Hasan Saka, göreve gelişinden itibaren birçok antidemokratik kanunları düzeltmeye başlamıştır. Örfi İdare’nin kaldırılması ve Polis Salahiyet Kanunu’nun değiştirilmesi bunlara örnek olarak verilebilir. Hasan Saka muhalefete karşı da yumuşak bir tavır sergilemiş ve kendilerinden gelen şikâyetleri dinlemiş, önem vermiştir. Bu olumlu gelişmelere rağmen ekonomik anlamda istikrarsızlık yaşanmış ve yolsuzluklar ortaya çıkmıştır. Bu nedenle Saka, kabinede bazı değişiklikler yaparak tekrar güvenoyu almış ve çalışmalara başlamıştır. Yeni hükümetin hedeflerinde, muhalefetin sıkça eleştirdiği Seçim Kanunu ve Basın Kanunu’nda yapılacak değişiklikler de bulunmaktaydı. Seçim Kanunu’nda yapılan değişikliklerle demokratik bir adım daha atılmış, gizli oy-açık tasnif yöntemi getirilmiştir (Yeşil, 1988:118). Ancak değişiklikler DP’yi tatmin etmemiş, seçim güvenliği için yargı denetimini istemişlerdir. Ancak hükümet bu konuda değişikliğe gitmemiştir. Bunun sonucunda da DP ara seçimlere katılmayacağını bildirmiştir (Kirman, 2006: 110). Demokrat Parti 20 Haziran 1949’da Ankara’da İkinci Büyük Kurultay’ını yaptı. Kurultayda parti-içi meseleler ve faaliyet raporu görüşüldü. Parti programında büyük bir değişiklik olmasa da, Bayar yaptığı konuşmada “laiklik” vurgusu yapmıştır. Bunun dışında Merkez Komitesi’nin sorduğu soruyla “Milli Teminat Ant’ı” parti politikası olarak kabul etmiştir. Komite “Anti-demokratik kanunlar değiştirilmez, seçim kanunu emniyet verecek ve adli teminatı ihtiva edecek bir şekle konmaz; nihayet az veya çok farkla önümüzdeki umumi (genel) seçimlerde de 21 Temmuz metotlarının tatbikine kalkışılacak olursa vaziyet ne olacaktır?” diye sormuş, bu soruya verilen cevap da bir rapor halinde sunulmuştur. Raporda sunulan politika da, yukarıda belirtildiği gibi “Milli Teminat Ant’ı” adını almıştır (Yeşil, 1988: 122). Bu ant, iktidar tarafından tepkiyle karşılanmıştır. Bazı CHP’liler DP Kurultay’ında alınan bu kararların, DP’nin kapatılması için bir fırsat olarak görmüştür. Bu ant ile iktidarmuhalefet ilişkileri sertleşmiştir (Buran, 1987: 120). Ara seçimlerden sonra DP, şeker fiyatlarına gelen zam nedeniyle gensoru vermiş, CHP Meclis Grubu da bunu kabul etmiştir. Ancak müzakere sırasında CHP karar değiştirerek 31 hükümete güvendiğini belirtmiştir. Hasan Saka iki ay daha görevde kalmış ve kendi partisinden aldığı eleştirilere dayanamayarak 14 Ocak 1949’da istifa etmiştir. Hasan Saka’dan boşalan göreve Şemsettin Günaltay getirilmiştir. Günaltay seçimlerin emniyetli geçmesi için gereken tedbirleri alacağından bahsetmiş ve göreve geldikten sonra devlet radyosunun CHP tekelinde propaganda aracı olmasını kaldırmış, bu hakkı diğer partilere de vermiştir. Günaltay hükümetinin dikkat çeken diğer uygulamaları ise İstiklal Mahkemeleri’nin kaldırılması ve din öğretiminin önünü açmasıdır. Günaltay bu konu hakkında şunları söylemiştir: “İlkokullarda din dersleri okutturmaya başlayan hükümetin başkanıyım. Bu memlekette Müslümanlara namazlarını öğretmek, ölüleri yıkamak için imamhatip kursları açan bir hükümetin başkanıyım. Bu memlekette, Müslümanlığın yüksek esaslarını öğretmek için ilahiyat fakültesi açan bir hükümetin başkanıyım.” Günaltay hükümeti Seçim Kanunu’nda da değişiklik yapmıştır. Bu değişikliklerle; tek dereceli, genel, eşit ve gizli oyla serbest seçim yapılması, sandık sayımı ilkesinin uygulanması ve seçimlerin adli denetim altında yapılması sağlanmıştır (Kirman, 2006: 111, 112). 2.3.4. 1950 Seçimleri Seçim Kanunu yayımlandıktan sonra üç parti de seçim çalışmalarına yurt genelinde başlamıştır. CHP’nin alt ve üst kademelerinden istifa edip DP’ye geçen vekiller, insanların DP’ye olan güvenini arttırmıştır. İnönü de 12 Temmuz Beyannamesi ile yarattığı partiler üstü görevini sonlandırarak CHP için seçim kampanyalarına başlamıştır. (Yeşil, 1988: 130). CHP’nin seçim kampanyasında en önemli konu dış politikaydı. Bunun nedeni de, İnönü’nün Türkiye’yi savaşın dışında tutabilmesidir. İnönü, söylemlerinde demokratik gelişmelerin devam ettirileceğinden ve Anayasa’da da demokratik değişiklikler yapılacağından bahsetmiştir. En çok dikkat çeken de “Altı Ok”un anayasadan çıkarılmasını belirtmesiydi. Ekonomi konusunda da liberal anlayışın hâkim olacağı, devletin müdahalelerde küçük bir rol oynayacağı politikalar arasındaydı (Buran, 1987: 137). 32 Demokrat Parti ise kampanyalarında 1946 seçimlerinde yapılan hilelerden ve CHP’nin vaatlerinin imkânsız olduğundan bahsetmiştir. İktidarın sürekli eleştirilmesinin haricinde DP’nin de birçok yeni politikası bulunmaktaydı. Demokratik ilkeler, vatandaşlık hakları, grev hakkı, vergiler vb. konulara ağırlık veren DP, iktidar-muhalefet arasındaki gerginliğin de CHP’den kaynaklandığını söylüyordu. DP yayımladığı beyannamede ise vergilerin azaltılacağını, devlet tekellerinin kaldırılacağını ve milli gelirin arttırılması için çalışılacağından bahsediyordu (Yeşil, 1988: 133). Millet Partisi ise DP ile CHP arasında muvazaa olduğu vurgulamakla beraber seçim sonuçlarının da nispi temsil sistemine göre değerlendirilmesi gerektiğini söylemişlerdir. MP, yeni bir eğitim sistemi, işçilere grev hakkı, köylülere toprak ve tarım araçları dağıtma gibi amaçlara sahipti. Fevzi Çakmak’ın ölümü bu parti için büyük şanssızlık olmuştur (Buran, 1987: 118). 1950 Türkiye Genel Seçimleri Türkiye için yeni bir dönem anlamına gelmekteydi. Cumhuriyetin kurucusu ve 27 yıllık iktidarı CHP, yerini kendi içinden çıkarak güçlenen DP’ye bırakmıştır. Tablo 4. 14 Mayıs 1950 Genel Seçimi Sonuçları Parti Genel Başkan Oy Sayısı % Milletvekili Demokrat Parti Celal Bayar 4.391.694 55,2 416 Cumhuriyet Halk Partisi İsmet İnönü 3.148.626 39,6 69 Millet Partisi Yusuf Hikmet Bayur 368.537 4,6 1 44.537 0,6 1 Bağımsızlar (Kaynak: ysk.gov.tr) Tablo 4’ten de anlaşıldığı gibi DP ve CHP’nin aldıkları oy sayısı birbirlerine yakın olsa da, seçimde “Liste Usulü Çoğunluk Sistemi” uygulandığı için çıkarılan milletvekili sayılarında ciddi anlamda bir fark meydana gelmiştir. Seçime katılma oranı %89.30 ile dikkat çekmektedir. Çok partili hayattan bu yana yurtiçi seçimlere katılma oranlarına bakıldığında, en çok katılım yaşanan 3. seçimdir (Şekil 4). 33 Şekil 4: Türkiye’de Seçimlere Katılma Oranları Seçimlerin ardından Adnan Menderes hükümeti kurmuş, Cumhurbaşkanlığı’na 22 Mayıs’ta Celal Bayar seçilmiş, Meclis Başkanlığına da Refik Koraltan getirilmiştir (Yeşil, 1987: 137). 34 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM 3. ÇOK PARTİLİ SİYASAL HAYATA GEÇİŞTE DIŞ ETKENLER 1945 yılı, dünyada ve özellikle Avrupa’da yeni güçlerin ortaya çıkmasıyla fazlasıyla önemlidir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında ABD ve Sovyetler egemen güçler olmuş, Avrupa işgal altında kalmıştır. İlerleyen yıllarda ortaya çıkan totaliter ve faşist rejimler gittikçe güçlenerek statükocu devletlere zarar vermeye başladığında bu rejimlere karşı anti-demokratik bir bakış açısı doğmuş ve “demokrasi” her geçen gün daha da anlamlanıp önem kazanmıştır (Ekinci, 1997: 7). Özellikle Versay Antlaşması ile Almanya’nın kötü bir döneme girmesi ve 1929 Buhranı’nın etkisi, Adolf Hitler’in önderliğinde faşist ve totaliter bir rejimin ortaya çıkmasına, bu rejimin de İkinci Dünya Savaşı’na varan bir siyasal ortam yaratmasına yol açmıştır. Almanya ve İngiltere arasındaki anlaşmazlıklar, Birinci Dünya Savaşı ile çözümlenemeyen sorunlar, güç dengelerinin değişimi, buhran, kutuplaşmalar ve totaliter rejimlerin gittikçe güçlenmesi ve yayılmacı bir siyasa anlayışında olmaları, İkinci Dünya Savaşı’nı başlatan genel sebepler olarak söylenmektedir (Cengiz, 2012: 41). Görünürde bu sebeplerin bulunmasıyla beraber, bu savaşın bir de arka planı bulunduğu söylenebilir. Bu da yine Birinci Dünya Savaşı’nın arka planındaki sebeplerden biri olan, petrol sahalarındaki İngiliz-Alman rekabetidir. Savaşın Kuzey Afrika’ya kadar ilerlemesi, Almanların ve Rusların Akdeniz’e inme düşünceleri de bu düşünceyi desteklemektedir. Birinci Dünya Savaşı’nda Almanların Bağdat Demiryolu imtiyazını alıp, güzergâhı tamamen petrol sahalarının üzerinden geçirmeleri22 de, Ortadoğu’daki petrol sahalarına hâkim olma hedefi taşımaktaydı. İkinci Dünya Savaşı, Demokrasi Cephesi’nin zaferiyle sonuçlanmış, totaliter-diktatörlüğe dayanan rejimler gözden düşmüş ve çok partili rejimler ortaya çıkmıştır. ABD ve İngiltere ile aynı tarafta yer almak isteyen devletler bu yeni dünya düzenine ayak uydurmak zorunda kalmışlardır. İşte Türkiye’nin çok partili hayata geçmesinde İkinci Dünya Savaşı’nın önemi de, bu gelişmelerin incelenmesiyle açıklanacaktır. 22 Raif Karadağ, Petrol Fırtınası, 7. Baskı, İstanbul: 2014, s.77. 35 3.1. İkinci Dünya Savaşı ve Türkiye Hitler, 1934 tarihinde imzalanan Almanya-Polonya Saldırmazlık Antlaşmasını 28 Mart 1939’da feshettikten 6 ay sonra 1 Eylül’de, Polonya’yı işgal etmiş ve İkinci Dünya Savaşı’nı başlatmıştır. Hitler savaş öncesinde de Sovyetler ile saldırmazlık paktı imzalamıştır. Bu olaydan sonra, İngiltere de Polonya ile anlaşma imzalamıştır. Polonya bu anlaşmadan sonra Danzig bölgesini Almanya’ya bırakmayacağını açıklayarak, farkında olmadan Almanya’nın kendi topraklarını işgal etmesine sebep oldu. Fransa ve İngiltere bu nedenle Almanya’ya ültimatom vermiş ancak Almanya buna cevap vermemiştir. Bunun sonucu olarak da İngiltere ve Fransa, Almanya’ya savaş açmıştır (Cengiz, 2012: 43). Almanlar Mayıs 1940’ta Hollanda, Belçika ve Fransa’ya karşı saldırıya geçmiştir. Aynı şekilde İtalya da Fransa’ya savaş açmış ve başarı sağlamıştır. Bu gelişmelerin neticesinde Fransa, Hitler’den ateşkes istemiş, Fransa’nın bu çöküşüyle İngiltere Almanya’ya karşı yalnız kalmıştır. Fransa başarısından sonra rotasını İngiltere’ye çeviren Hitler’in, yeni bir stratejiye ihtiyacı vardı. İngiltere’nin ada olması nedeniyle bu ülkeye hava bombardımanı ile ön saldırı düzenlemeyi düşünen Hitler, ülkenin hammadde kaynağını kesebilmek için yeni bir oluşumun içine girmiştir. İtalya ve Almanya arasında yapılan “Çelik Pakt” ittifakı genişletilmiş ve Japonya da katılarak “Üçlü Pakt” haline getirilmiştir (Ekinci, 1997: 34). İngiltere saldırısında çok kayıp veren ve başarı sağlayamayan Almanya, Sovyetleri Üçlü Pakt’a katmak için uğraşmış ancak bir sonuç alamamıştı. Balkan meseleleri yüzünden de görüşmelerini sonlandıran bu ülkeler, birbirlerine karşı savaşa hazır durumda beklemişlerdir. Alman orduları 22 Haziran 1941’de Rusya’ya saldırmış ve Moskova yakınlarına kadar ilerlemişlerdi. 1944’te de Ruslar karşı saldırıya geçerek Berlin sınırına yaklaşmışlardır. Hitler bu savaştan da yenik ayrılmış ve yenilgiyi kabul etmiştir (Cengiz, 2012: 47). Üçlü Pakt’a katılan Japonya, kendi bölgesinde genişlemeye başlamış ve geniş bir çevrede hâkimiyet kurdu. Uzakdoğu’da ABD çıkarları ile ters düşen politikalar sürdüren Japonya, 7 Aralık 1941’de ABD’nin Pearl Harbor limanındaki askeri üssüne saldırı düzenleyerek savaş başlattı. Bu saldırının üzerine ABD de Japonya ve Almanya’ya savaş açarak İkinci 36 Dünya Savaşı’na katılmıştır (Büyükkalay, 2011: 70). Amerika’nın savaşa girmesinin, 1941 Mart’ında ABD Kongresi’nde kabul edilen “Ödünç Verme ve Kiralama Yasası”na23 dayandığı söylenmektedir. Tasarıya göre: “Başkan, Birleşik Devletler’in güvenliği yönünden savunulmasının zorunlu olduğuna inandığı her ülkeye, istediği bir yöntemle, her türlü savunma malzemesi satabilir, trampa edebilir, kiralayabilir, bağışlayabilir, devir ve ferağ edebilir, nakil ve sevk edebilir.” Bahsi geçen “yararlandırılacak ülke”nin seçimi için ABD başkanı net bir yetkiye sahiptir ve yardımın konusu ile miktarı konusunda sınırlandırılmamıştır. Ekinci’nin Texas senatöründen aktardığı şu cümle, yasanın amacı hakkında net bir bilgi vermektedir: “Anladığım kadarıyla, bu yasaya göre Texas savaş gemisinin Sovyetler Birliği’ne hediye edilmesi pekâlâ mümkün” (Ekinci, 1997: 36). Tasarı oylandıktan sonra Başkan Roosevelt, bu yasadan yararlanacak ülkelerin İngiltere ve Yunanistan olduğunu açıklamıştır. Almanya ile Sovyetler arasındaki savaş nedeniyle İngiltere ve Sovyetler ortak düşman karşısında güç birliği yapmışlardır. Bu birliğe ABD de katılarak, üç büyük devlet bir araya gelmiştir. İşte bu birlik ile mihver devletleri arasında geçen savaşlar, mihvere karşı yapılan görüşmeler ve konferanslar ile bu ülkelere karşı güç birliği yapılmış ve demokrasi için olumlu adımlar atılmıştır. Türkiye de yeri geldiğinde bu üçlü ittifak ile yeri geldiğinde de mihver devletlerinden Almanya ile yakınlaşmış, Batı’daki gelişmelere göre kendi iç ve dış politikalarını şekillendirmiştir. 3.1.1. Atlantik Beyannamesi 9 Ağustos 1941’de, Mihver devletlerinin yenilgiye uğratılmasından sonra dünyanın yeni düzeni hakkında bilgi alışverişi yapmak ve bu düzenin ilkelerini kararlaştırmak üzere Roosevelt ve Churchill İngiltere’nin “Prince of Walles” isimli zırhlısında bir araya geldi. 23 Şubat 1945’te TC ile ABD arasında, Ödünç Verme ve Kiralama Kanunu’ndan yararlanmak için imzalanan bu anlaşmanın 2. maddesine göre; “Türkiye, Amerika’ya onun ihtiyaç duyduğu maddeleri, hizmetleri, bilgileri ve kolaylıkları sağlayacaktır. 1. Maddede kullanılmasına rağmen bu maddede “savunma” kelimesinin yer almamasına göre, savunma dışındaki hizmet, bilgi, kolaylık ve maddelerin de sağlanmasını, ABD Türkiye’den isteyebilecektir. Bu maddedeki “kolaylıklar” sözü, Türkiye’nin hava meydanlarıyla, limanları ve yollarının Amerikalılar tarafından kullanılmasından, Türkiye’de Amerikalıların üs ve tesisler kurmalarına varıncaya kadar çok değişik anlamlar taşır.” (Haydar Tunçkanat, “İkili Anlaşmaların İçyüzü”, 4. Basım, İstanbul: 2006, s. 18.) 23 37 Bu görüşmenin ardından “Atlantik Beyannamesi” adı altında bir bildiri yayımlanmıştır. Beyannamenin ilkeleri sekiz maddede toplanmıştır: 1- Amerika ile İngiltere, toprak ya da başka bir büyüme amacı gütmeyeceklerdir. 2- Ülkeler tarafından özgürce bir istek olmadıkça, dünyada hiç bir toprak değişikliği yapılmayacaktır. 3- İki ülke, tüm ulusların yönetimi altına girecekleri hükümet biçimini seçmek hakkına saygı göstermekte ve zorla “hükümranlık” ve kendi kendini yönetim hakları elinden alınmış bulunan uluslara bu hakların geri verildiğini görmek istemektedir. 4- Büyük, küçük, yenmiş ve yenilmiş bütün milletlerin, ekonomik refahları için ihtiyaç duydukları ham maddeler eşit şartlarla sağlanacaktır. 5- İki ülke, herkese daha iyi çalışma koşulları, ekonomik ilerleme ve sosyal güvenlik sağlamak için ekonomik alanda uluslararasında olabildiğince bir işbirliği oluşturmak isteğindedir. 6- İki ülke, Nazi egemenliğinin çöküşünden sonra, tüm ülkelere kendi sınırları içinde yaşamak araçlarını sağlayacak ve bütün ülkelerde insanlara kendi yaşamlarını korku ve gereksinimden arındırılmış yaşayabilecekleri güvencesini getirecek olan bir barışın kuruluşunu görmek isteğindedir. 7- Barış, bütün insanlara, açık denizleri ve okyanusları geçme imkânı verecektir. 8- İki ülke, tüm dünya uluslarının gerek maddi, gerek manevi nedenler dolayısıyla, güç kullanmayı terk etmeleri gerektiği düşüncesindedir. Kara, deniz ve hava silahları, kendi sınırları dışında, yaşayan ulusları saldırıyla gözünü korkutan ya da korkutabilecek olan ulusların elinde bulundukça hiçbir biçimde barışı korumak olanaksız olacağından, iki ülke, daha geniş ve sürekli bir genel güvenlik sisteminin kurulmasına kadar, bu gibi ulusların silahtan arındırılmalarının temel koşulu oluşturduğu düşüncesindedir. Yine iki ülke, barış seven uluslar üzerine ezici silahlanma yükünü azaltıcı, tüm olası önlemlere yardımcı olacak ve bu önlemleri koruyup geliştireceklerdir (Ekinci, 1997: 41, 42). 38 Beyannameye bakıldığında; iki ülkenin, mihver devletlerine karşı cephe alan ve demokratik rejimlerle yönetilen ülkelere yardım yapmayı amaçladığı ve kurulacak olan Birleşmiş Milletler’in sinyallerinin verildiği görülmektedir. Ayrıca beyannamedeki hükümlerden Almanya’nın yararlanamayacağı da belirtilmiştir. İlk iki maddeden de anlaşılacağı üzere, bu iki ülke mihver devletlerinin aksine statükoyu savunmaktadır. Kissinger’e göre, Atlantik Beyannamesi savaş sonrası güvenlik problemlerini Wilson terimleri ile açıklamaktaydı ve iki çeşit ulus tipi görülmekteydi: Özellikle Almanya, Japonya ve İtalya üçlüsünün bulunduğu saldırgan devletler ile barışsever devletler. Saldırgan devletlerin silahsızlaştırılması ve barışsever devletlerin azaltılmış şekliyle askeri kuvvetlerini muhafaza etmesini sağlamak da bu beyannamenin amaçlarındandır (Kissinger, 2014: 371). 3.1.2. Birleşmiş Milletler Demeci Atlantik Beyannamesi’nin açıklanmasından iki gün sonra Roosevelt, bir basın toplantısı yapmıştır. Atlantik Beyannamesi’nin daha iyi anlaşılması için yapılan toplantıda Roosevelt: “Churchill ile beraber neşrettiğimiz deklarasyonda ve bilahare yapılan tefsirlerde bir şey unutulmuştur. Bu da, dünyada Nazi rejimi altında vukua gelen şeyler hakkında görüş teatisinin lüzumudur. Bu bahis, müzakere edildikçe ve derinleştirildikçe, bu Nazi tefsirlerinin Alman işgali altında bulunan veyahut Almanya ile işbirliği yapan milletler üzerinde işlediği fikrin dehşeti daha ziyade anlaşılmaktadır. Demokrasilerin gittikçe daha ziyade gözlerini açmak lazımdır…” Demiş ve demecin sadece Almanya’ya yönelik olmadığını söyleyerek demokrasileri uyarmıştır (Ekinci, 1997: 46). ABD’nin savaşa girmesinin ardından, Churchill Washington’a giderek görüşmeler yapmış ve bu görüşmelerin ardından Almanya’ya karşı savaşa katılmış ülkelerin imzası ile “Birleşmiş Milletler Demeci”ni 1 Ocak 1942’te yayımlamıştır. Demece imza atan her ülke, sahip olduğu tüm silah gücünü ve kaynaklarını Mihver devletlerine karşı kullanmayı 39 ve demeci imzalayan diğer ülkelerle işbirliği yapmayı kabul ederek, bu devletlerden ayrı hiçbir anlaşmayı imzalamayacaklarını bildiriyorlardı (Ekinci, 1997: 50). 3.1.3. Casablanca Konferansı 14 Ocak 1943’te yapılan bu konferans, Roosevelt ve Churchill savaşın gidişatını belirlemek ve fikir yürütmek amacıyla yapılmış ve savaşın, düşmanın “kayıtsız-şartsız” teslim olmasına kadar sürdürüleceği kararı alınmıştır. Türkiye ise savaşın barış anlaşmaları ile sonuçlandırılmasını düşünüyordu. Ancak ABD ve İngiltere, Türkiye’nin savaş hakkındaki fikirlerinden çok, Türkiye’nin kendi yanlarında savaşmalarıyla ilgileniyorlardı (Köroğlu, 2011, 199). Konferansta, Rusya üzerindeki baskıyı azaltmak için Sicilya adasına çıkarma yapılması ve Almanya üzerindeki baskının arttırılması; Balkanlar’da ikinci bir cephenin açılması için Türkiye’nin savaşa katılması gibi kararlar da alınmıştır. 3.1.4. İnönü-Churchill Adana Görüşmesi Casablanca konferansında Türkiye’nin savaşa sokulması ile ilgili yapılan görüşmelerin ardından, Türkiye için önemli bir görüşme yapıldı. Alman orduları Stalingard’da ve Kuzey Afrika’da durdurulduktan sonra müttefikler savaşta üstünlük sağlamış olsa da Mihver devletleri Türkiye’ye saldırabilecek yakınlıktaydılar. Müttefikler Türkiye üzerinden Almanya’yı sıkıştırmayı planlıyordu. Churchill, 30 Ocak-1 Şubat 1943 tarihlerinde Adana’da yapılan görüşmelerde İnönü ve Saraçoğlu’na Türkiye’nin en geç 1943’te savaşa girmesi gerektiğini iletmiştir (Cengiz, 2012: 69). Türkiye bu teklif karşısında, savaşa girme şartı olarak, İngiltere’nin karşılamasının mümkün olmadığı bir mühimmat listesi vermiştir. Churchill, bu görüşmelerden sonra Türkiye ve SSCB ilişkilerinin geliştirilmesini söylemiştir ancak SSCB Türkiye’yi, müttefik grubunun dışında kalarak sadece bir şeyler talep eden bir ülke olarak görmekteydi (Seydi, 2009: 285). Türkiye bu görüşmelerde; silah desteği, ulaşım yollarının iyileştirilmesi ve personelinin eğitim ihtiyaçlarının karşılanmasını istemekle beraber Sovyet tehdidine karşı güvence istemiştir. İngilizler ise Türkiye’nin savaşa girmemek için çok fazla talepte bulunduğunu 40 düşünse de, azami olarak asker malzemesi vererek Türk ordusunu güçlendirmek ve eğitmek için uğraşmıştır. Köroğlu’nun İngilizce tutanaklardan aktardığı bilgilere göre görüşmelerde alınan kararlar; “1. Türkiye’nin ihtiyaçlarının tam bir listesi verilecekti. Bu listede hâlihazırda talep edilmiş ancak henüz ele geçmemiş ihtiyaçlar ile yeni talep edilen ihtiyaçlar yer alacak, ihtiyaçların karşısına aciliyet durumları işaretlenecekti. 2. Türkiye’ye verilecek Türk bayraklı ticari gemilerle Mısır’dan ihtiyaçlar taşınacak, gemilerin tip ve tonajını Türkiye belirleyecekti. 3. Türk askeri gücünün modern teçhizat ile acil olarak ihtiyaç duyduğu teçhizat cins ve miktarı konusunda, Türk Genelkurmayı bir doküman hazırlayacak, bu İngilizlerin Orta Doğu Genel Karargâhı’nın iş birliğinde hayatiyete geçirilecek, bu arada Türk personelinin eğitimi konusu da gerçekleştirilecekti. Zırhlı ve mekanize kuvvetlerde ve özel bölümlerde Türk askeri yetkilileri istihdam edilecekti. Tüm bu hususlar Ankara’da Türk Genelkurmayı ile İngiliz Askeri Ataşelerinin yapacakları toplantıda esas gündemi oluşturacaktı. Görüldüğü üzere bu madde içeriği bakımından askeri kararların en önemlilerinden birisiydi. 4. İngiliz Servis Subayları, Türk Genelkurmayı ile işbirliği yaparak, Türkiye’nin savaşa girmesi halinde verilecek yardımı içeren bir plan hazırlayacak, bunun esas mahiyeti ise şöyle olacaktı: Hazırlanacak plan, 1943 yılının her ayı için yapılacak, hizmet ve kuvvetlerin büyüklüğünü ve niteliğini içerecekti. Bu planın gerçekleşmesi için de şu hususlar yerine getirilecekti: (1)Türk Silahlı Kuvvetlerinin ve halkın ihtiyaçları çerçevesinde ve askeri gücün hareketini sağlamaya yönelik olarak limanların, tren yollarının ve yolların mevcut kapasiteleri ortaya konacaktı. (2)Bu mevcut kapasitenin (yukarıda bahsedilen), ne şekilde arttırılabileceği, iletişim ağı çerçevesinde bir gelişme programı ile ortaya konacak, yedek parça akışı sağlanacak, hava alanları geliştirilecek, gerekli yerlere yeni hava alanları yapılacak, teknik yardım sağlanacaktı. (3)Yukarıdaki maddenin (IV/2) gerçekleştiği varsayılarak ortaya çıkacak kapasite artışı ay ay ortaya konulacaktı. 41 (4)Nihai kapasite ortaya konduğunda hava ve kara kuvvetlerinin yapısı ve konumu ele alınacaktı. 5. Yukarıdaki plan uygulamaya konulduğu takdirde sürekli güncel halde tutulacak, gerekli düzeltme ve ilaveler yapılacaktı. 6. Bu son madde şunları içeriyordu: Türkiye’ye verilecek desteğe yönelik hava kuvvetlerini ilgilendiren planlar, diğerlerine göre kısmen daha iyi bir aşamada olduğundan, İngiliz Servis Subayları en kısa zamanda Ankara’ya giderek Türk Genelkurmayı ile irtibat halinde olarak ortak operasyon planını yürürlüğe koyacaklardı.” olmak üzere altı maddede toplanmıştır (Köroğlu, 2011: 204,205). Bu görüşmenin ardından 1943 Mayıs’ında Roosevelt, Churchill ve askeri danışmanların katıldığı “Washington Konferansı” olarak bilinen bir konferans yapılmıştır. Bu konferansta alınan kararlara göre: İtalya saf dışı bırakılarak işgal edilecek; Fransa’da ikinci bir cephe açılacak; ileride BM Güvenlik Konseyi olarak anılacak olan barışı koruma sorumluluğu Amerika, İngiltere, Sovyet Rusya ve Çin’e verilecek; Avrupa’da bir konfederasyon kurularak Tuna, Balkan ve İskandinav federasyonları buna katılacak; Türkiye, Balkan Federasyonu’na dâhil olacaktır. 3.1.5. Quebeck Konferansı 17 Ağustos 1943’te yapılan konferansta, savaş durumunun değerlendirilmesi yapılmış ve Türkiye’yi savaşa girmesi için daha fazla zorlamama kararı alınmıştır. Ancak Balkanlar’da açılması planlanan ikinci bir cephe için Türkiye’den, müttefiklerin Türk havaalanlarını kullanabilmesinin istenmesi kararı verilmiş, konferansın ardından da Türkiye’ye bu konuda baskı yapılmaya başlanmıştır. Sovyetler ise bu kararı desteklememiş, Türkiye’nin savaşa doğrudan katılmasını savunmuştur (Ekinci, 1997: 175). Quebeck Konferansı ile İngilizler ile Sovyetlerin Türkiye’ye bakış açıları arasındaki fikir ayrılıkları net bir şekilde ortaya çıkmıştır. Sovyet basını, İngilizlerin Türkiye’ye gönderdiği silahların, savaş sonrasında SSCB’ye karşı Türkiye’yi güçlendirme amacı taşıdığını söylüyordu. SSCB’nin bakış açısı da tam olarak bu olmuştur (Seydi, 2009: 42 286). Cengiz’e göre de Rusya, artık tarafsız bir Türkiye istememekte, Türkiye’nin savaşa katılmasıyla kendisinden önce Balkanlara geçmeyi düşünen Churchill’e baskı yapmaktadır (Cengiz, 2012: 73). Churchill konferansta, Almanların gücünü azaltmak için; - Roma’yı almak için harekâtı İtalya’ya kaydırmak, - Türkiye’yi savaşa girmesi için teşvik etmek hatta zorlamak, - İster Türkiye’nin yardımıyla, isterse de ele geçirerek Ege Adalarından yapılacak bir harekâtla Boğazların müttefiklere açılması, - Yugoslav Partizanların desteklenmesi, - Adriyatik Denizi’nin baş tarafından çıkarma yapmak. gibi fikirlerini de öne sürmüştür. Bu konferansın ardından 23 Eylül 1943’te Von Papen, dönemin Dışişleri Bakanı Menemencioğlu’nu ziyaret etmiş ve “Ben Ribbentrop’a24 bir teklifte bulundum. Mussolini’nin kendiliğinden On İki Ada’yı Türkiye’ye iade ettiğini bildirmesi çok iyi olur, dedim. Berlin biraz mütereddittir. Mussolini’ye bunu yaptırmayı pek kolay görmüyor. Adaların bu biçimde size teslimine siz ne dersiniz?” diye sormuştur. Menemencioğlu’nun buna cevabı ise “Adaları bize teslim etmekle amacınız bunları tarafsız yapmak ise buna imkân yoktur. Çünkü İtalya’yı yenen ve kayıtsız ve şartsız bir mütareke imza ettiren Müttefiklerin bütün İtalyan ülkesi üzerinde genel bir ipoteği vardır. Bizim bir anlaşma ile buna aykırı hareketimiz geçerli olmaz. Bu anlaşma meşru hükümet olan kral ve Badoglio Hükümeti ile bile olsa. Kaldı ki Mussolini diye meşru bir idare de yoktur. Bu şartlar içinde bizim adalara gidip sizden teslim almamız söz konusu olamaz.” şeklinde olmuştur. Türkiye bu girişimi, bir nabız yoklaması olarak değerlendirmiştir (Köroğlu, 2011: 212-216). 24 Dönemin Almanya Dışişleri Bakanı. 43 3.1.6. Moskova Konferansı 18 Ekim-1 Kasım 1943 tarihlerinde yapılan konferansa ABD, İngiltere, SSCB ve Çin’in Dışişleri Bakanları katılmıştır. Sovyetler, Türkiye’nin savaşa girmesi hakkındaki düşüncelerini değiştirmemiş, Türkiye’nin hemen savaşa girmesi gerektiğini ve bu bunun bir telkin ile değil emir şeklinde Türkiye’ye iletilmesi gerektiğini dile getirmiştir (Cengiz, 2012: 73). SSCB Dışişleri Bakanı Molotov, Almanların geri çekilmesi için müttefiklerin Türkiye’yi savaşa girmek için zorlamasını istedi. Churchill de bu fikri beğenerek konferanstaki Eden’e telgraf çekerek, Molotov’un “Ege’deki savaşa Türkiye’nin de dâhil edilmesi ve Sovyetlere yardım amacıyla Boğazların İngiliz donanmasına açılması için teşebbüs geçme konusunda”ki fikrini öğrenmesini istedi. Eden, Türkiye’nin savaşa girmesi fikrine sıcak bakıyordu ancak müttefiklerin Akdeniz’de zayıf olmaları ve Türkiye’nin henüz yeteri kadar silahlandırılmaması nedeniyle bu fikrin gerçekleşme ihtimalinin düşük olduğunu düşünüyordu. Eden, Stalin’e İstanbul’un saldırı altında olduğunu ve silah sevkiyatını gerçekleştiremediklerini söyleyerek, Türkiye’nin savaşa girmesi için uygun bir zaman olmadığını söylemiş, Stalin de buna cevap olarak “Biz kanımızı akıtırken Türkiye neden savaşa katılmasın? Türkiye konferans masasında yer almak istiyorsa Sovyet cephesinden birkaç Alman tümenini çekmesi lazım” demiştir (Seydi, 2009: 286). Konferansta yapılan görüşmelere bakıldığında Amerika da Türkiye’nin savaşa zorlanmasına karşı çıkıyor ve sadece üslerinin kullanılmasının gerekli olduğu söylüyordu. Molotov ise Türkiye’nin savaşa girmemesine rağmen silahlandırılmasının anlamsız olduğunu vurgulayarak, üs istemenin yetersiz kalacağını söylemiş ve Türkiye’nin hemen savaşa girmesi gerektiğini belirtmiştir. İngiltere ise bu tutumun, Sovyetlerin “İngilizleri Balkanlara sokmama” stratejisi olduğunu düşünüyor ve Sovyetlerin konferanstaki görüşlerine şüphe ile bakıyordu. Toplantıda, Türk havaalanlarının Müttefikler tarafından kullanılması ve Türkiye’nin savaşa katılması kararı alınmıştır (Seydi, 2009: 287). Konferansta işlenen bir konu da savaş suçlularının cezalandırılmasıdır. Bu nedenle uluslararası bir mahkeme kurularak, savaşa neden olanların bu mahkemede yargılanması kararlaştırılmıştır. Müttefikler “Kurtarılmış Avrupa Deklarasyonu”nu yayımlayarak, 44 Almanya’daki Nasyonal Sosyalizm’i ve İtalya’daki Faşizm’i ortadan kaldırmaya karar vermişlerdir. Konferansta konuşulan, Türkiye’yi yakından ilgilendiren bir diğer önemli konu ise, savaştan sonra Türk Boğazlarının Montreux ile belirlenen koşullarla yönetilemeyeceği ve boğazların statüsünün değiştirilebileceğidir. Görüldüğü gibi bu konferans, “Savaş Sonrası Dünya Düzeni” için yapılan ilk uluslararası toplantıdır (Ekinci, 1997: 52). Bu konferanstan sonra Eden, kararları bildirmek üzere Menemencioğlu ile Kahire’de görüşmüş, Menemencioğlu da “Yeteri kadar yardım yapılmadıkça Türkiye savaşa girmeyecektir” demiştir. 3.1.7. Tahran Konferansı Kasım 1943’te gerçekleştirilen bu konferans, “Üç Büyükler’in Tahran’da Buluşması” olarak bilinmektedir. Churchill, Stalin ve Roosevelt’in katılımıyla yapılan konferansta, Churchill Türkiye’nin savaşa girmesi konusundaki ısrarını sürdürmüştür. Dayanağı ise boğazlar yardımıyla Sovyetlere kolay bir şekilde yardım götürebilmekti. Stalin de bu fikri desteklemiş ve hatta gerekirse Türkiye’nin savaşa zorla sokulması gerektiğini söylemiştir (Cengiz, 2012: 76). Bu konferansın ardından 4-6 Aralık 1943’te Kahire’de İnönü ile görüşmüştür. Churchill bu görüşmede, Amerikan ve İngiliz hava filolarının Türkiye’ye geleceğini, Türkiye’nin bunu reddetmesi durumunda müttefiklerle ilişkilerinin zedeleneceğini söylemiştir. Türkiye savaşa girmeyi prensip olarak kabul etmiş ancak şart olarak da askeri yardımların tamamen yapılmasını istemiştir. İlerleyen günlerde yapılan askeri görüşmelerde Türkiye’nin yaptığı istekler karşısında İngiltere “Türkiye’ye istenilen silah ve malzemeler verilecek olsa da bunların gönderilmesi savaş sonuna kadar sürecek” demiş ve ilişkilerini kesmiştir. Sovyetler Birliği de, Türkiye’nin savaşa girmesi için artık geç kaldığını ve baskı yapmanın bir anlamı olmadığını söylemiştir (Ekinci, 1997: 176). 3.1.8. Dumbarton-Oaks Önerileri Birleşmiş Milletler’in zeminini oluşturan Dumbarton-Oaks konferansına, ABD, İngiltere, SSCB ve Çin hükümetleri katılmıştır. Konferansta BM anayasası oluşturulması için tartışmalar yapılmış ve öneriler dinlenmiştir. Uluslararası barış ve güvenliği korumak, 45 dostluk ilişkilerini geliştirmek, ekonomik ve toplumsal sorunları çözümlemek gibi amaçlar ile planlanan BM’de, Barış ve güvenliğin korunması için “Güvenlik Konseyi” sorumlu olacaktı. BM’nin her üyesinin veto hakkı olacağı söylense de, BM henüz çalışmaya başlamadan veto hakkında değişiklikler yapılmıştır. Karar aşaması hakkında kullanılacak oylarla ilgili tartışmalar bu konferansta çözülememiştir (Ekinci, 1997: 56). 3.1.9. Yalta Zirvesi Savaş sonlarına yaklaştıkça Türkiye hem dış ilişkilerde hem de Sovyetlere karşı yalnızlaşmıştır. Müttefiklerle ilişkilerini düzeltebilmek için Almanya’ya krom satışını durdurmuş ve siyasi-iktisadi görüşmeleri kesmiştir. Bunlarla beraber Almanlara yakınlığıyla bilinen Menemencioğlu da istifa etmiş ancak ilişkiler eski haline dönmemiştir. Sovyetlerin Balkanlarda güç kazanması ve İngiltere’nin Yunanistan’a asker çıkarması ile endişeye kapılan Türkiye, İngiltere’nin toprak bütünlüğü konusunda verdiği güvence ile rahatlamıştır (Cengiz, 2012: 81). Müttefiklerle ilişkileri düzeltmek için yapılan değişiklikler dış politika ile kalmamış, iç politikaya da yansımıştır.25 Hitler, Sovyetlere saldırarak insanlık tarihinin en büyük kara savaşını başlatmıştı. Almanlar Rusya’nın içlerine kadar ilerlerken Hitler ABD’ye de savaş ilan ederek bu Avrupa savaşını bir dünya kavgasına dönüştürmüştür. Hitler, Stalingrad’da yapılan savaşta Altıncı Ordu’sunun tamamını yitirmiştir. Tüm bu gelişmelerin ardından müttefikler de zaferi ve dünyanın geleceğini nasıl şekillendireceklerini düşünmeye başlamıştır (Kissinger, 2014: 376). Dumbarton-Oaks’ta tartışılan ve çözülemeyen “Güvenlik Konseyi’ndeki oylama” konusu bu zirvede ele alınmış ve beş büyük devlete26 sürekli temsil ile veto yetkisi verilmiştir. Churchill “Küçük devletlerin isteklerini serbestçe açıklama olanağı sağlanmayacak olursa, Müttefikler kendilerini sahte bir mevkiye getirecekler, niyetlerine sadık kalmayacaklardı. Bu olmazsa “Üç büyük” devletin dünyaya hâkim olmak istedikleri sanılacaktı.” 25 26 Bkz: Türkiye’de İkinci Dünya Savaşı’nda ve Sonrasında Uygulanan Politikalar. ABD, SSCB, İngiltere, Fransa ve Çin. 46 demiş, Fransa ve Çin’e de büyük devlet statüsü verilmiştir (Ekinci, 1997: 58). Konferansta Türkiye’nin gündeme gelmesi de, Stalin’in Boğazlar meselesini ve Montreux’nün durumunu tartışmaya açmasıyla olmuştur. Stalin’e göre Montreux yeniden düzenlenmelidir. Stalin’in özellikle üstünde durduğu konu ise Türkiye’nin sadece savaş zamanı değil, savaş tehlikesi durumunda da boğazları kapatma yetkisine sahip olmasıdır. Stalin’e göre “bu hak artık kabul edilemez” durumdadır. Roosevelt ve Churchill de bu görüşe olumlu yaklaşmış ve boğazlarla ilgili düzenlemelerin, üç ülkenin Dışişleri Bakanları’nın yapacağı toplantıda konuşulmasına karar verilmiştir (Ertem, 2013: 173). Yalta Zirvesi’nde alınan bir diğer karara göre, San Francisco’da toplanacak BM Konferansı’na devletlerin kurucu üye olarak katılabilmeleri için, Mihver devletlerine savaş açmaları gerekmektedir. Zirve sonrasında üç büyük devletin temsilcisi Roosevelt, Churchill ve Stalin, “Kurtarılan Avrupa” ülkeleri için ortak bir demeç yayımlamışlardır. 3.2. Savaş Sonrası Dünya Düzeni “Savaş Sonrası Dünya Düzeni”nin oluşturulması, Atlantik Beyannamesi’nin açıklanmasından itibaren her konferansta ele alınmıştır. Her ne kadar ABD ve İngiltere bu düzenin oluşumunda etkili olsa da, İngiltere savaş sonrasında eski gücünü yitirmiştir. SSCB ise Yalta’da güçlü bir yapı ortaya koyarak, bu ülkelere “yalnız değilsiniz” demiştir. Türkiye, katılım şartlarından dolayı San Francisco konferansına gidebilmek ve BM kurucu üyelerinden biri olabilmek için “Birleşmiş Milletler Beyannamesi”ni imzalamış ve Almanya ile Japonya’ya savaş açmıştır. Türkiye’nin bu devletlere savaş açmasının tamamen sembolik bir hareket olduğu bilinen bir gerçektir. BM Beyannamesi’nin imzalanması ve adı geçen devletlere yapılacak olan savaş ilanını kapsayan öneri, 401 milletvekilinin oyu ile meclisten geçmiştir (Ekinci, 1997: 256). Türkiye’nin sembolik bir şekilde mihver devletlerine savaş açması, Churchill ve Roosevelt tarafından olumlu karşılansa da Stalin bu katılımı eleştirmiştir. Sovyet basını haberlerinde Türkiye’ye yönelik küçük düşürücü yayınlar yapmış, Türkiye’yi Alman 47 yanlısı olarak göstermiştir. SSCB ile her geçen gün gerilen ilişkiler, Molotov’un Türk Büyükelçisi Selim Sarper ile yaptığı görüşme ile şekillenmiştir. 17 Aralık 1925’te imzalanan “Türk-Sovyet Dostluk ve Tarafsızlık Anlaşması”, zamanın şartlarını karşılamadığı gerekçesiyle tek taraflı olarak feshedilmiştir (Seydi, 2009: 295). 3.2.1. San Francisco Birleşmiş Milletler Konferansı 25 Nisan-26 Haziran 1945 tarihleri arasında toplanan bu konferansa Türkiye de davet edilerek kurucu üye olarak yer almıştır. Konferansta BM Yasası kabul edilerek imzalanmıştır (Cengiz, 2012: 83). Konferansta Molotov, ABD’nin konferans başkanlığı tekelinde tutmasına karşı gelmiş, bunun üzerine de büyük komitelerin başkanlığına Amerika’nın, genel oturumların başkanlığına ise diğer dört büyük devletin delegelerinin sırayla geçmesine karar verilmiştir (Ekinci, 1997: 62). Konferansta Türkiye’yi ilgilendiren meselelere bakıldığında göze çarpan en önemli konu Türk-Sovyet ilişkileri olmuştur. SSCB, Türkiye ile dostluk anlaşmasını yenilemek için bazı isteklerde bulunmuştur. Bunlar: Boğazlar konusunda Sovyetler lehine bazı değişiklikler yapılması ve 1921’de Türkiye’ye verilen Kars ile Ardahan’ın Sovyetlere geri verilmesidir (Seydi, 2009: 296). İsmet İnönü, ABD ve İngiltere’ye, Türkiye’nin yakında çok partili hayata geçeceğini ve demokratikleşme hareketlerinin yaşanacağını söyleyerek Sovyetlere karşı Batı’nın desteğini almaya çalışmıştır. Bunun kanıtlarından biri de, konferansta görevli delegelerden Ahmet Şükrü Esmer’in gazetecilere yaptığı açıklamadır. Esmer bu açıklamada, “Birleşik Amerika büyük bir devlettir ve zaferi sağlama hususunda yardımı çok büyüktür. Gelecekte de çok büyük olan sorumluluğunu deruhte edeceğinden şüphe etmiyoruz. Bütün Birleşmiş Milletler’in ve bilhassa Türklerin Amerikan milletine büyük hayranlık duydukları ve bu milletin iyi niyeti hakkında büyük itimat besledikleri fikrindeyim… ” 48 diyerek, Türk-Amerikan ilişkilerini geliştirmek için Amerikan kamuoyunda bir etki yaratmak istemiştir. İsmet İnönü de konferansın sürdüğü tarihlere denk gelen 1945 Gençlik ve Spor Bayramı’nda yaptığı konuşmada, Türkiye’de demokratik gelişmelerin yaşanacağından bahsetmiş ve “tek parti yönetimi”nin diğer totaliter rejimlerden farklı olduğunu anlatmaya çalışmıştır: “Memleketimizin siyasi idaresi; Cumhuriyetle kurulan halk idaresinin her istikamette ilerlemeleri ve şartlarıyla gelişmeye devam edecektir. Harp zamanlarının ihtiyatlı tedbirlere lüzum gösteren darlıkları kalktıkça, memleketin siyaset ve fikir hayatında demokrasi prensipleri daha geniş ölçüde hüküm sürecektir. En büyük demokrasi müessesemiz olan Büyük Millet Meclisi, ilk günden itibaren ele almış ve memleketi demokrasi yolunda mütemadiyen ilerletmiştir… Büyük Meclis’in şimdiye kadar parlak bir surette ispat ettiği hakikat halk idaresinin memleketi serbest düşüncelere ve hürriyet hayatına alıştırıp eriştirmesi ve geçmişte olan otoriter idarelerden daha kuvvetli olarak vatanda anarşiyi ve sözü ayağa düşürmeyi kaldırması olmuştur.” İnönü ayrıca Varlık Vergisi gibi demokratik olmayan uygulamalarla ilgili de açıklamalar yapmıştır (Ekinci, 1997: 278,279). 3.2.2. Potsdam Konferansı Almanya, San Francisco konferansı devam ederken Hitler’in intihar etmesiyle koşulsuz bir şekilde teslim olmuştu. Bu nedenle Almanya odaklı anlaşmazlıklar çıkmıştır. Erhan’a göre bu sorunun üç farklı noktası bulunmaktadır: Birincisi; Almanya’nın tekrar savaşa sebep olmaması garanti altına alınmalıdır. İkincisi; müttefikler arasındaki dengesizlikler ortadan kaldırılmalı ve Almanya’nın ilerleyen yıllardaki statüsü bir anlaşma ile belirlenmelidir. Üçüncüsü ise; müttefikler Almanya’nın ekonomik kalkınması konusunda bir ölçüt belirlemelidir (Erhan, 1996, 269). Müttefikler, Almanya ile ilgili bu sorunları çözmek için 17 Temmuz-2 Ağustos tarihlerinde Potsdam’da toplanmıştır. Bu konferansta ABD’yi, nedeniyle yerine seçilen Truman temsil etmiştir. 49 Roosevelt’in ölümü Potsdam Konferansı’nda Montreux Boğazlar Sözleşmesi hakkında da önemli görüşmeler yapılmıştır. Sovyetler, Boğazlar meselesinin sadece Türkiye ile SSCB’yi ilgilendirdiğini söylemiş, ABD ve İngiltere ise bu görüşe katılmamıştır. Churchill Montreux Boğazlar Sözleşmesi’nde bazı değişiklikler yapılabileceğini söylemiş ancak Türkiye’den toprak ve Boğazlar’da üs isteme konuları hakkındaki fikirlere, Türkiye’yi açıkça tehdit etmek anlamına geleceğinden dolayı karşı çıkmıştır. Churchill’in bu görüşünü Truman da desteklemiştir. Konferansın ardından Kırım’da bir araya gelen İngiltere, ABD ve SSCB Dışişleri Bakanları Boğazlar ile ilgili kararlar almıştır. ABD, Boğazların evrensel bir statüye sahip olmasından vazgeçmiş, İngiltere de Montreux’nün değiştirilmesinden yana olduğunu iletmiştir (Cengiz, 2012: 86). “Üç büyükler”, diğer konferanslardaki gibi Potsdam’da da ortak amacın demokratik olmayan rejimlerin ortadan kaldırılması ve demokrasinin dünyada yaygınlaşması olduğu vurgulanmıştır. Potsdam Konferansı’nın ardından SSCB’nin Boğazlar ve Ermeni konusunda Türkiye’ye sürekli baskı yapmasına yönelik olarak İnönü “Açıkça söyleriz ki, Türk topraklarından ve haklarından hiç kimseye verecek bir borcumuz yoktur. Şerefli insanlar olarak öleceğiz” demiştir. SSCB’nin Türkiye’ye yönelik bu politikası nedeniyle ülkede bir sol düşmanlığı başlamış, sol görüşlü insanlara tepkiler verilmiş ve Solcu olarak bilinen gazete ve kitapevlerine saldırılar düzenlenmiştir (Ekinci, 1997: 284). 3.3. Türkiye’de İkinci Dünya Savaşı’nda ve Sonrasında Uygulanan Politikalar Müttefiklerle ilişkileri düzeltmek için yapılan değişiklikler dış politika ile kalmamış, iç politikaya da yansımıştır. Demokratik ülkeler tarafından çok tepki çeken Varlık Vergisi kaldırılmış, Türkçülük ve Turancılık hareketi içinde olanlar tutuklatılmıştır. Muhalif partilerin varlığına izin verilerek çok partili hayata geçişin de yolu açılmıştır. Türkiye’deki tek partili sistemin totaliter bir rejim izi taşımasından dolayı CHP’de “Değişmez Genel Başkan” ve “Milli Şef” sıfatları kaldırılmıştır. Bu atılımın ardından Seçim Sistemi’nde, Cemiyetler Kanunu’nda, Matbuat Kanunu’nda ve “Polis Vazife Salahiyet Kanunu”nda değişiklikler yapılmış, Üniversiteler özerkleştirilmiştir. 50 3.4. Türk-Amerikan İlişkileri Boğazlar meselesi ile ilgili düşünceleri Türkiye lehine değişen ABD, Potsdam Konferansı’ndan sonra Türkiye’nin toprak bütünlüğüyle de ilgilenmeye başlamıştır. Bunun sebebi de Sovyetlerin İran üzerinde uyguladığı baskı ile bu ülkedeki petrollerin Sovyet kontrolüne girme tehlikesidir. ABD’nin Türkiye ile ilgili düşünceleri bu yönde giderken, ABD’de hayatını kaybeden Büyükelçi Münir Ertegün’ün cenazesinin Türkiye’ye gönderilmesi ile ilgili konu gündeme gelmiş, ABD de cenazenin İstanbul’a donanmasının en büyük savaş gemilerinden biri olan Missouri ile gönderilmesine karar vermiştir. ABD aynı tarihlerde SSCB’ye de İran’dan çekilmesi için nota vermiştir. ABD’nin Türkiye’ye en büyük savaş gemilerinden birini yollaması, SSCB’ye yönelik bir hareket olduğu söylenmektedir (Ertem, 2009: 382). ABD böylelikle Türkiye’ye olan ilgisini göstermiş bulunuyordu. Amerika’nın, donanmasının en büyük zırhlısını İstanbul’a getirilmesi, Türk kamuoyunda SSCB’ye karşı bir mesaj olarak yorumlanmıştır. Bu olaydan sonra Türk-ABD ilişkileri daha da gelişmiş, Türkiye’nin İDS devam ederken “Ödünç Verme ve Kiralama Yasası” aracılığıyla aldığı borçlar silinmiştir (Bozkurt, 2007: 271). 3.4.1. Truman Doktrini Truman’ın 1947 Mart’ında açıkladığı doktrin ile Türkiye ve Yunanistan’a yardım yapılması için kongreden yetki istemiştir. Bu doktrin kongrede görüşülürken Türkiye’deki siyasal rejim şiddetli bir şekilde tartışılmıştır. Eleştirilerin en açıklayıcı olanları ise Amerikan gazetelerinde yer alan makalelerde bulunmaktaydı. Yardım demokrasiyi koruma amacı gütmesine rağmen Türkiye’de demokrasi bulunmaması tartışmaların ana konusu olmuştur. Tüm bu tartışmalara rağmen Türkiye’ye yardım kongrede kabul edilmiştir (Ekinci, 1997: 340). Truman, bu doktrine karşı yapılan olumsuz yorumlar karşısında, Türkiye’nin demokratik bir rejim için 1946’dan beri çalışmalar yaptığını, göreve gelecek olan hükümetin o zamanınkinden daha değişik nitelikte olacağını söylemiştir (Varol, 2004: 61). Kissinger’e göre Truman Doktrini bir dönüm noktasıdır. Amerika bir kez meydan okuyunca, Stalin’in “Realpolitik”i bitmiş olacak ve pazarlık şansı da ortadan kalkacaktı. 51 Çatışma da ancak Sovyetler’in amaçlarının değişmesi ve sisteminin çökmesi ile çözülebilecekti (Kissinger, 2014: 434). Türkiye “Truman Doktrin”i ile aldığı yardımı bir kurtarıcı olarak görmüştür. Bunun nedeni ise; ekonomik ve askeri konularda dış yardıma ihtiyaç duyulmasıdır. Yardımın başlaması için Türkiye ile Amerika Birleşik Devletleri arasında, 12 Temmuz 1947’de Ankara’da bir anlaşma imzalanmıştır. Anlaşmanın ardından yardımlar Türkiye’ye bağımsız bir program ile gönderilmiştir. 1948’de ise bu yardımlar “Dış Yardım Yasası”na geçirilmiş ve süreklilik kazanmıştır (Ertem, 2009: 390). 3.4.2. Marshall Planı Truman Doktrini, Sovyet tehdidi karşısında askeri gücü arttırmaya yönelik bir yardım projesiyken, Marshall Planı bundan farklı olarak savaş sonrası Avrupa’nın kalkınması için hazırlanmıştır. ABD Dışişleri Bakanı Marshall, Avrupalılara kalkınma konusunda ilk olarak kendi aralarında bir işbirliği önermiş ve ülkelerin eksiklerinin birbirleri tarafından tamamlanmasını istemiştir. Bu işbirliğine rağmen yardım gerekirse de bunun ABD tarafından sağlanacağını söylemiştir (Ekinci, 1997: 342). ABD’ye göre İDS’nin getirdiği yıkı Avrupa’da kaos yaratmış, bu da komünist partilerin ve SSCB’nin yükselişe geçmesine neden olmuştur. Bundan dolayı Avrupa’nın güçlendirilmesi gerekmektedir. ABD, Avrupa’yı işbirliğine sokmak ve Sovyetler’in güçlenmesini engellemek istiyordu. Avrupa’da alım gücünün azalması, Amerikan mallarının alıcı bulamamasına da neden olmakta, bu nedenle ABD’yi de etkilemekteydi. Bu nedenle ABD, Avrupalı ülkelerin ekonomik olarak kendi kendilerine yetecek duruma gelmelerini ve gelir düzeylerinin artması için Marshall planını ortaya sürmüş, işbirliğini önermiştir (Ertem, 2009: 391). ABD, Türkiye’nin bu yardımdan faydalanması amacıyla taleplerini dinlemek için bir heyet göndermiştir. Bu heyetin hazırladığı rapora göre, Türkiye’nin yardımdan ilk 15 ay yararlanmasına gerek duyulmamıştır. Bunun nedeni olarak da, Marshall Planı’nın “savaştan çıkan” Avrupa’nın kalkındırılması amacı taşımasıdır (Buran, 1987: 132). 52 Türkiye’ye gelen heyetin başkanı olan Karl E. Mundt, iki partili sistemin İngiltere’den sonra en iyi Türkiye’de uygulandığını söylemiştir. Bu, Türkiye’deki siyasi rejimin Amerikalılardan olumlu not alması anlamına gelmekteydi. Bu gelişmelerle ABD’nin Marshall Planı için Türkiye’ye bakışı değişmiş ve Türkiye’yi de Marshall Planı’na dahil ederek Türkiye ile 4 Temmuz 1948’te ikili bir ekonomik işbirlik anlaşması imzalanmıştır (Ekinci, 1997: 343). 53 SONUÇ Türkiye, Milli Mücadele sonrasında Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal önderliğinde Halk Fırkası kurulmuş ve Başbakanlığa İnönü getirilmişti. Atatürk’ün Cumhurbaşkanlığı yaptığı sürede muhalif partiler kurulmuş ve çok partili hayata geçiş denemeleri yapılmıştır. Ancak bu denemeler başarısız sonuçlanmış, içinde bulunulan dönemin şartlarından dolayı çok partili hayat ertelenmiştir. Atatürk’ün vefatının ardından başa gelen İsmet İnönü, devleti partileştirerek tepki toplayan bir rejim oluşturmuştur. Hem “Milli Şef” hem de CHP’nin “Değişmez Genel Başkan”ı olarak ülkeyi tek parti ile yönetmiş, anti-demokratik birçok uygulamaya imza atmıştır. Türkiye, İkinci Dünya Savaşı sırasında anti-demokratik bir şekilde yönetilen Almanya ile yakınlaşarak ticari anlaşmalar yapmış, demokrasi yanlısı ülkelerin tepkisini çekmiştir. İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla “Demokrasi Cephesi” ve “Mihver” olarak ikiye bölünen dünya ortamında Türkiye sürekli gelgitler yaşamış, hem demokrasi yanlısı devletlerle müttefik olmuş hem de Almanya ile ilişkilerini sürdürmüştür. İkinci Dünya Savaşı’ndan Demokrasi Cephesi’nin güçlü çıkmasıyla Müttefiklerle yakınlaşmaya başlayan Türkiye, anti-demokratik uygulamaları sonlandırmış ve çok partili hayata geçişin adımlarını atmaya başlamıştır. İsmet İnönü her ne kadar ülkeyi anti-demokratik bir şekilde yönetmiş olsa da, savaş sırasındaki dış politikası ile Türkiye’yi savaştan uzak tutmuş, demokratik atılımların da öncüsü olmuştur. Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki gelişmelere bakıldığında, Türkiye’nin iç politikasının Batılı ülkelerin etkisinde kaldığı görülmektedir. Tek parti yönetiminin bulunduğu yıllarda otoriter ve totaliter rejimler güçlenmekteydi. Özellikle Almanya, Nasyonal Sosyalizm ile çok fazla güçlenmiş, dünyayı karşısına alabilecek duruma gelmiştir. Türkiye de, Almanya ile ilişkileri sırasında bu ülkeden fazlasıyla etkilenmiştir. İkinci Dünya Savaşı’nın sonlanması ve Demokrasi Cephesi’nin zaferiyle sonuçlanmasıyla da Türkiye’de batıya 54 yakınlaşma gereği duyulmuş, bunun getirileri olarak da demokratik gelişmeler yaşanmıştır. İşte bu çalışmada, Türkiye’deki çok partili hayata geçişte iç ve dış etkiler üzerinde durulmuş, bu değişimin uluslararası gelişmelerin neticesinde ortaya çıktığı görülmüştür. 55 KAYNAKÇA A. KİTAPLAR AKANDERE, Osman, “Milli Şef Dönemi”, İz Yayıncılık, İstanbul 1998. CEM, İsmail, “Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi”, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2008. CHP, “CHP 25 yılı (1923-1948)”, Ulus Basımevi, Ankara 1948. ÇAYLAK, Adem ve diğerleri, “Türkiye'nin Politik Tarihi”, Savaş Yayınevi, Ankara 2009. EKİNCİ, Necdet, “Türkiye’de Çok Partili Düzene Geçişte Dış Etkenler”, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul 1997. EKİNCİ, Necdet, “İnönü Dönemi ve 2. Dünya Savaşı Yılları Türkler”, Ed: Hasan Celal Güzel ve Diğerleri, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002. HUBERMAN, Leo, “Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla”, İletişim Yayınları, İstanbul 2009. KAHRAMAN, Hasan Bülent, “Türk Siyasetinin Yapısal Analizi 2 – 1920/1960”, Agora Kitaplığı, İstanbul 2010. KARADAĞ, Raif, “Petrol Fırtınası”, Truva Yayınları, İstanbul 2014. KARPAT, Kemal, “Türk Demokrasi Tarihi”, Timaş Yayınları, İstanbul 1967. KISSINGER, Henry, “Diplomasi”, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2014. ORTAYLI, İlber, “Yakın Tarihin Gerçekleri”, Timaş Yayınları, İstanbul 2004. SARIBAY, Ali Yaşar, “Türkiye’de Demokrasi ve Politik Partiler”, Alfa Yayınları, İstanbul 2001. SARIKOCA, Erem, “Türkiye’de Seçim Sistemleri ve Demokrasi”, Fenomen Yayınları, Ankara 2010. SOYAK, Hasan Rıza, “Atatürk’ten Hatıralar”, C.II, Yapı Kredi Bankası Yayınları, İstanbul 1973. SOYSAL, İsmail, “Çağdaş Türk Diplomasisi: 200 Yıllık Süreç”, TTK Yayınları, Ankara 1999. TBMM, “Tarihe Düşülen Notlar-1”, TBMM Basımevi, Ankara 2011. TİMUR, Taner, “Türkiye’de Çok Partili Hayata Geçiş”, İletişim Yayınları, İstanbul 1994. 56 TUNÇKANAT, Haydar, “İkili Anlaşmaların İçyüzü”, Kaynak Yayınları, İstanbul 2006. YAVAŞGEL, Emine, “Temsilde Adalet ve Siyasal İstikrar Açısından Seçim Sistemleri”, Nobel Akademik Yayıncılık, Ankara 2014. YEŞİL, Ahmet, “Türkiye’de Çok Partili Hayata Geçiş”, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1988. B. MAKALELER AKIN, Fehmi (2005), "12 Temmuz Beyannamesi’nin Türk Siyasi Tarihindeki Yeri ve Önemi", Sosyal Bilimler Dergisi. AKMAN, Şefik Taylan ve İnci Solak Akman (2011), “II. Dünya Savaşı Yıllarında Türkiye’de Hububat Üretiminin Vergilendirilmesi”, Hacettepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 1(2), ss.73-91. ALTINKAŞ, Evren (2012), “Cumhuriyetin İlk Yıllarında İki Demokrasi Deneyimi”, Akademik Bakış Dergisi, Sayı 29. BOZKURT, İbrahim (2007), “İkinci Dünya Savaşı Sonrası Amerikan Missouri Zırhlısı’nın İstanbul Limanı’nı Ziyareti Üzerine Değerlendirmeler”, ÇTTAD, VI/15, ss.251-274. ÇAĞRI, Erhan (1996), “Avrupa’nın İntiharı ve İkinci Dünya Savaşı Sonrasında Temel Sorunlar”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt 51, Sayı 1. ÇAKMAK, Mehmet Ali, “Türkiye’de Çok Partili Demokrasiye Geçişte İç Ve Dış Dinamiklerin Etkileri (1945-1950)”, Akademik Hassasiyetler Dergisi, Sayı: Mayıs, ss.1-22. ERASLAN, Cezmi, "Türkiye’de Çok Partili Siyasi Hayatın Kurulmasında Bir Dönüm Noktası: 12 Temmuz (1947) Beyannamesi”, Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Dergisi, s.22, ss.23-39. ERTEM, Barış (2009), "Türkiye-Abd İlişkilerinde Truman Doktrini Ve Marshall Planı", Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 12, Sayı 21. ERTEM, Barış (2010), “Siyasal Bir Muhalefet Denemesi Olarak Serbest Cumhuriyet Fırkası”, Ordu Üniversitesi Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi, Cilt 1, Sayı 2. ERTEM, Barış (2013), "İkinci Dünya Savaşı Sırasında Türkiye-Sovyetler Birliği İlişkileri Ve Türkiye’nin Amerika Birleşik Devletleri İle Yakınlaşmasına Etkileri" Electronic Turkish Studies, 8/7. ÖZÇELİK, Mücahit (2010), İkinci Dünya Savaşı’nda Türk Dış Politikası, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı: 29, ss.253-269. 57 SADAK, Necmettin, “Demokrat Partiye Hoş Geldin Deriz”, Akşam, 9 Ocak 1946. ŞENTÜRK, Ayşegül (2012), “Çok Partili Hayata Geçiş Süreci Ve Necmettin Sadak”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, XII/25, ss.157-180. TURAN, Murat (2014), “İttihat Ve Terakki Fırkası’ndan Halk Fırkası’na Siyasal Örgütlenme Deneyimleri”, Tarih Okulu Dergisi, Sayı 18, ss.595-625. C. TEZLER AŞCI, Züleyha Çakmak, “İsmet İnönü Döneminde Uygulanan İç Politikanın İktisadi, Sosyo-Kültürel Etkileri(1938-1950)”, Yüksek Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı, 2012. AKTAŞ, Nuri Ahmet, “Cumhuriyet Halk Partisi Tek Parti Dönemi (1923-1945) Parti İçi Muhalefet”, Yüksek Lisans Tezi, Yıldız Teknik Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Anabilim Dalı, 2004. ALPSOY, Şekip, “Varlık Vergisi ve İçel’deki Etkileri”, Yüksek Lisans Tezi, Mersin Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı, 2001. BEDİRHANOĞLU, Fatih, ”Toplumsal Hareketler Bağlamında Şeyh Sait İsyanı”, Yüksek Lisans Tezi, Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sosyoloji Bölümü, 2010. BURAN, Hasan, “Türkiye’de Çok Partili Demokratik Hayata Geçiş”, Yüksek Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1987. BÜYÜKKALAY, Betül, “Türkiye’de Çok Partili Siyasal Hayata Geçişin Nedenleri”, Yüksek Lisans Tezi, Akdeniz Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı, 2011. CENGİZ, Emre, “İsmet İnönü Ve İkinci Dünya Savaşı Yılları Türk Dış Politikası”, Yüksek Lisans Tezi, Cumhuriyet Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kamu Yönetimi Anabilim Dalı, 2012. KİRMAN, Emin, “Çok Partili Döneme Geçiş Süreci ve Türk Siyasal Kültüründe Muhalefet Olgusunun Gelişimi”, Yüksek Lisans Tezi, Süleyman Demirel Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kamu Yönetimi Anabilim Dalı, 2006. KÖROĞLU, Ömer, “İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin Askeri Durumu Ve Savaş Dışı Politikası”, Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Anabilim Dalı, 2011. MEYVACI, Hakkı Ilgar, “Türk Vergicilik Tarihinde Olağanüstü Bir Vergi Uygulaması Örneği: Varlık Vergisi”, Yüksek Lisans Tezi, Celal Bayar Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Maliye Anabilim Dalı, 2010. 58 ULUSOY, Melek, “Milli Korunma Kanunu Çıkarılma Amacı, Sosyoekonomik Etki Ve Sonuçları”, Yüksek Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı, 2010. VAROL, Tuğçe, “Çok Partili Siyasal Yaşama Geçiş Sürecinde Türkiye’yi Etkileyen Dış Faktörler (1945-1960)”, Yüksek Lisans Tezi, Kadir Has Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslararası İlişkiler ve Küreselleşme Yüksek Lisans Programı, 2004. D. GAZETELER Akşam Cumhuriyet Ulus Vatan E. İNTERNET <http://tr.wikipedia.org/wiki/T%C3%BCrkiye%27de_se%C3%A7imlere_kat%C4%B1l %C4%B1m> 19 Mayıs 2015. <http://www.ysk.gov.tr/ysk/content/conn/YSKUCM/path/Contribution%20Folders/Sec menIslemleri/Secimler/1950-1977-MVSecimleri/Turkiye.pdf> 19 Mayıs 2015. F. DİĞER Seçim Sistemi ve Siyasi Partiler Araştırması Ana Rapor Cilt II, TÜSİAD Yayınları, İstanbul, 2001, s. 209 TBMM Ad Defteri, Dönem VIII 59 ÖZGEÇMİŞ Adı Soyadı : Yusuf Canberk Tan Doğum Yeri ve Yılı : İstanbul, 1991 Medeni Hali : Bekar Yabancı Dili : İngilizce E-posta : [email protected] Eğitim Durumu Lise : Hacı Hatice Bayraktar Lisesi, 2010 Lisans : Sakarya Üniversitesi, Siyasal Bilimler Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi 60